Yakalılar 2.sayı - Fanzin
-
Upload
yakalilar-fanzin -
Category
Documents
-
view
250 -
download
11
description
Transcript of Yakalılar 2.sayı - Fanzin
Yakalılar 2.sayı
H.M.A Present ürünüdür. © Tüm hakları hala aynı yerde saklı.
Yakalı, dar gömlek giyenlerin fanzinidir.
Editör: Mert Acar
Redaksiyon: Talha Sarıkaya
Sorumlular: Melis Akdeniz – Serhat Altay – Yeliz Can
Genellikle absürt, ciddi ve komik paylaşımlara önem veren dergi “Ekim” ikinci yayınıyla karşınızda. Ne yayınladığı belli olmayan, içerikten çok görünüme önem veren, arada küfreden, ideolojik, entelektüel, kafasına göre yayınlanan aylık dergi YAKALILAR.
1
-İKİLEM-
İlginizi çeker mi bilmem. Keskin duygularımı kestirdiğim, gözlerimi perdelettirdiğim
doğrudur. Dış dünyanın tüm gerçeklerinden uzak, bir o kadar hemzeminmiş gibi görünen
fakat koca bir uçurumun kenarında bir başına yapayalnız bir adamım.
Toplumdan, hayalet misali dolaşan tiplerden daha silik bir tebessüm kadar uzağım.
Fırtınanın dikine yürüyenlerden değilim. Tam aksine rüzgâr nereye eserse oraya giderim.
Şüphe etmem. Beklentilerim sadece birkaç saatten ibaret. Daha fazlasını düşünmeye ne
gerek? Ne dilersem kendim için diler, kimseyi düşünmem. Oportünist sebeplerim var.
Dretnot yazarken bile ne uyak ne kural dinlerim. Aynen şu an yaptığım gibi, serbestim.
Yakalı olmak tek sebebim. Biraz marjinal, az toplumsal, çok Sad mazoşist. Açık sözlüyüm,
"mantı"k severim. Belki sizde seversiniz. Sevmeyenlere de sevdiririz. Faşist değilim.
Sadece ne yazmak istediğime kendim karar veririm. "Kapı gibi" sosyalistim!
Çizen: Mert Acar
Mahzenimden Dretnotlar Mert Acar
2
3
Ölümümden sonraki ilk işim odamı ziyaret etmek oldu. Odaya girdiğimde kasvet yüzüme
öyle bir çarptı ki, kimse beni burada sadece bir ölünün olduğuna inandıramazdı. Bu grimsi
ortama göğüs gererek daha da derinlere süzülmeye başladım. Gördüğüm resim gerçekten
ürkütücüydü. Yarım kalmış bir hayatın resmiydi bu küçücük oda. Masaya, duvarlara hatta
gardıroba yapıştırılmış onca kâğıt. Defterlerin, kitapların, gitar tellerinin arasına
sıkıştırılmış müsveddeler. Aslında hiçbiri müsvedde değil. Karalanmış, üstü
çizilmiş, yarısı silinmiş şiir ve öykü denemeleriyle dolu bu kâğıtlar.
Hedeflerimde erken ölüm hiç de yoktu aslında. Kısa bir hayat sürmek yerine kısa öyküler
yazıyordum. O öykülerden bir tanesini elime aldım ve okumaya başladım.
‘‘Yarıda kalan hayat bardağın boş tarafı. İstese de bardağı dolduramıyor insan.’’
...Sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. Kahverengi acısıyla bana uzun uzun sorular sordu
susarak. Anlattım pişmanlığımı alnımın çizgilerinde. İçim özüme kustu. "midem bulanıyor"
dedi. Ellerini tuttum. Bir yokluğun neresinden tutulursa tuttum işte. Bana yeniden bizi
hediye etmesini isteyecek yüzüm yoktu; yüzsüzce istedim ben de. Al bu beni bişeyler
yap. Çünkü biliyorum, sen bana kendini bırakmayacaksın artık. Bırakma! Ben sana yazılar
yazarım... Ben sana yeni bir ben tasarlarım. Belki kalbin yumuşar... Yeniden yaz gelir.
Müsvedde Talha Sarıkaya
Niye yazmıyorsun dedin diye… Sümeyye Ören
4
Buzları çözülür tenimdeki ırmakların. Korkusuzca dalarsın sularıma. Derimin altındaki tüm
balıklar, senin için göç etmezler mevsim değişse de... Sen geleceksin diye olur bütün
bunlar. Sen beni: "gel göster beni sevdiğini dünyaya" diye çağırdığında dışarıya... Senle
benim arama giren dünya düzeni değişecek ve senle dünya arasına ben gireceğim. Şimdi
biraz gidiyorum. Sen sıkılma okumaktan. Yine geleceğim o güzel parmaklarınla açtığın
ekranından karşına...
Yuvarlanıyor Kit. Kendi içinde yuvarlanıyor. Bulamıyor nedenini hiçbir şeyin. O en
sevdiğinin koynunda uyuyor her gece, yeniden geri gelecekmiş gibi... Kime baksa, nereye
dönse, kiminle konuşsa o'ymuş gibi... Yuva arıyor Kit. Kendi içinde bir yuva. Bulamıyor
manasını hiçbir şeyin. En çok kendisine benziyor, bir türlü kendi olamadığı yerlerinden.
Bir parantez açıyor zamana: temizlen! Yeni noktalama işaretleri bul diyor kendine
uykusunda. Belki yeni cümleler kurarsın onun için... Belki zaman geçer ve "hey" diye
seslenir. Sen pişmanlığın derin denizlerinde bir mercana dünyayı anlatırken, bir "ola"
yazıverir aniden ve sessiz... Dünyaları yeniden kurarsın o zaman ve derin deniz olur, deniz
derin...
Sen bana benziyorsun. En derininde biten anlam sancılarını tanıyorum. Onlar yokmuş gibi
davrandığında nasıl da bencil ve ilkel olabildiğini biliyorum. Ve kaybolduğum her zaman
yanımda belirip, yalnızlığımın rengi oluyorsun. Kendime karşı hissettiğim her şey sana
karşı hissettiklerimle aynı: hem en çok güvendiğim hem de en çok korktuğum şeysin sen!
En iyi arkadaşımsın, içimi en çok görensin, vahşiliğime en çok ayak uyduransın ve
hayranlık duygumu pekiştirensin. Dördüncü yaşına bir ay kaldı; beni dört yıldır kendinle
büyüten ve evcilleştirensin. Seni sevmemi istediğinde alnını dudaklarıma yerleştir yine,
seni öpmek sadakat yemini gibi... Seni çok seviyorum güzel oğlum.
Kırmızısını çaldıran mercan
Ebru Selet Mavisu
Berduşa mektup Payem Hanzade
5
6
Her şeye, herkese karşı sesim çok çıkmaya başlamıştı. Ya hayatımı tehlikeye
atmaya devam edecektim ya da kendimi sansürleyecektim. Kendimi sansürlemeyi
seçerek yaşamımdan bir sesli harfi çıkarmaya karar verdim. Etraflıca düşünüp
taşındıktan sonra, ‘‘ö’’ harfini kışlıkların yanına kaldırmanın mantıklı olacağını fark
ettim. Çünkü sesli harfler içinde en sessizi o gibi görünüyordu. Kısa bir süre sonra
büyük bir hata yaptığımı anladım. Bundan böyle ne özlemek vardı yaşamımda ne
de öpmek. Önemsemek, ölmek, öksürmek ve en önemlileri özgürlük ile öykü benden artık çok uzaktaydı. Özgürlük kelimesine kendini adamış bir ‘‘ö’’ nasıl
olmuştu da beni tutsak edebilmişti. Küçücük bir harf kırıntısı benden daha
değerliydi.
İnsanın Ö Hali Yeliz Can
7
Duvarlar buz mavisi, kirli, tozlu.. Koltuklar koyu gri, onlar da tozlu ama oturuyorum.
Oturduğumda ayaklarımın yere değdiği yaşlardayım. Kendime göre büyümüşüm, anneme
göre hala çocuğum. Bana göre oturduğumda ayaklarım havada sallanmıyorsa, otobüste
tutamaçlara tutunabilecek kadar boyum uzadıysa büyümüşüm demektir. Geçen hafta
aldırdığım ayakkabılar ayağımı çok acıtıyor ama ilk kez o kadar para verdirip aldırdığım
için çıkaramıyorum ayağımdan. Canım babam, çok istediğimi öğrenince kıyamadı aldı. Bir
burukluk vardı üstünde, anlamadım sandı ama anlamıştım. Rengini beğenmediğini
sanmıştım. Turuncuyu babam pek sevmez.
Aklımın modaya erdiğini düşündüğüm andan itibaren isteklerim bitmiyordu. Yanlış
anlaşılmasın, şımarık bir çocuk değildim. Aksine akıllı, uslu olduğumdan isteklerim hep
yapılırdı.
Babam o aralar sıkıntılı. Ne olduğunu anlayamıyordum ama sürekli telefonla konuşup
umutsuzca dalıp gidiyordu. O gün de işim var diyerek beni de yanına alarak bir yere
götürdü. Havada sıkıntı ve çaresizlik kokusu vardı. Çaresizliğin kokusunu ilk o zaman
içime çektim. Gerçekten acı ve kötü kokuyor. Tepede ufak bir televizyon vardı. Kafamı
kaldırıp iki saattir konuşan, dediklerinden pekte bir şey anlamadığım başbakana(!)
baktım. Kriz bizi teğet geçti diye bir şeyler söylüyordu. Pek umrumda değildi. Yeni yeni
genç kızlığa adım atarken bu konular beni çok sıkıyordu. Babamla karşısındaki memurun
konuşmaları ve borç hesaplamaları uzaktan gelen inilti gibiydi. Net değildi ya da ben net
olmamasını istiyordum. Babamın yüzü düştü çıktığımızda, ne olduğunu sormadım. Her
zamanki gibi koluna girdim, beraberce yürüdük öyle..
**
Aradan iki gün geçti. Okuldan eve dönüyordum içim kıpır kıpır. Okul dergisi çıkarıyordum
o sıralar, tek başıma. Herkes “yapamazsın tek başına dergi mi çıkaracaksın, okunmaz.”
demişti ama yapmıştım ben. Babamın kızıyım ne de olsa. Dergimin fotokopisini 5 kuruşa
çektirip, 30 kuruşa satıyordum. Kazandığım parayı gizli gizli öğretmenime verip ihtiyacı
olanlara çorap, çamaşır gibi şeyler aldırıyordum. Giysiyi herkes veriyordu. Temel
giysiler(çamaşır,çorap,atlet) pek fark edilmiyordu. Babam gurur duyuyordu benimle. Ödül
olarak her hafta sonu onun iş yerinde çalışıyordum. Kocaman bir dükkanı vardı.
Arabalardan çok anlamasam da yardımcı oluyordum. Hafta sonları bile bir sürü müşterisi
olurdu babamın.
Önceleri tabii..
Sonradan ne olduysa, başbakan teğet geçti dese de kapatıverdik gözümde parlayan iş
yerini. Bir anlam veremedim. Ben kafamda neler olduğunu döndürürken doğduğum,
büyüdüğüm, bir sürü anılarımın geçtiği evimiz de uçmuş gitmişti elimizden. Nedeni kriz ise hani bizi teğet geçmişti? Hani bu kriz Türkiye’yi etkilememişti? Ülkemiz zarar görmemişti, her şey yolundaydı hani?
Ben Recep Tayyip Erdoğan’dan ne zaman nefret ettim? Yeliz Can
8
Ben Recep Tayyip Erdoğan’dan 13 yaşımdan beri nefret ediyorum.
Babamın gözlerindeki hüznü gördüğümden beri.
Babamın koskocaman iş yerinin etrafında bisiklet sürmemin son bulmasından beri nefret ediyorum.
Çok kötü şartlarda yaşayan küçük sınıflardaki çocuklara çorap ve çamaşır yardımı yaparken neden kimse bu çocukları görmüyor diye düşündüğümden beri nefret ediyorum.
İçtiğime, hayatıma, yaşayışıma karışmasından önce güzelleştirmek için hiç bir şey yapamadığı, yapmayacağı, kazananların sadece kendi adamları olduğu için nefret ediyorum.
Ve üzgünüm sayın başbakan ben bu durumun böyle devam etmemesi için elimden geleni
yapacağım.
Çünkü sen hiç bilmiyor olsan da çaresizliğin kokusu çok kötü..
9
Tuhaf rastlantılar, akıl almaz oyunlar, garip sürprizler, uçsuz bucaksız telaşlar, gece
karanlığında öten kumrular, gündüz ortaya çıkan baykuşlar, Arnavut kaldırımlı
meydanlarda slogan atanlar, çaya karışan kiviler, sodada sallanan limon dilimleri gibi olan
hayatımdan herkese merhaba.
İstanbul trafiğinde iki koltuk arasında bacak bacak üstüne atıp uyuma çabası içindeyken
çalışmayan klimanın icadından başlayarak günümüze kadar ilerlediğim sövme eylemim,
servisin tekerlek hızı kadar devam ediyor. Ben buralara ne zaman geldim, ben buralara
nasıl alıştım diye düşünürken İstanbul’da olup denizi görememenin hüznüyle asansöre
biniyorum. Ben 9. kata çıkana kadar 8 kez duran asansör ve 3 kez binmekten vazgeçip 2
kez de “ay bu yukarı çıkıyoo” diyen sabah şekerlerini atlatıp kendimi masama atıyorum.
Günlerim rutin mi değil mi, zaman geçiyor mu geçmiyor mu bilmiyorum. En azından mesai başlamadan çalan telefonlara bakılmaz kuralını öğrendiğimden beri kahvemi daha rahat
içiyorum.
Saat tam 9’da telefon çalıyor. Çalanın cep telefonum olduğunu geç idrak ediyorum, 9’da
beni arayacak tek kişinin babam olduğunu düşünerek ekrana bakmadan telefonu açıyorum.
Ses bir garip geliyor. Tanıdığım birisi ama ilk an çıkaramıyorum. Sanki uzaktan birisi. Yani
yakın ama uzak. Bir dakika geçiyor, iki dakika geçiyor, o ses gülüyor, gürültüye giriyor,
rüzgârdan geçiyor, üzülüyor, ses duygudan duyguya giriyor ben sadece elimdeki kağıt
bardağı, canımı boğazımdaki düğümden daha çok yakması için sıkıca tutuyorum. O kadar
sıkıyorum ki bardak kırılıp, çay elime sarılıyor ama ben sesimi çıkaramıyorum.
Telefondaki ses susuyor, orada mısın diyor. Cevap veremiyorum. Görüşelim mi diyor. Yine
cevap veremiyorum. Uzun zaman oldu, özledim diyor. Ben sadece elimin yandığını
hissediyorum.
Elim gerçekten çok acıyor…
***
Yönetmen pozisyonunda işe alınacak az deneyimli ama güzel okullu bebe suratlı gencin
referans olarak bankanın güvenlik görevlisini vermesindeki saflığın sarhoşluğuyla çöp
kutusuna bakıyorum. Attığım bilmem kaçıncı kâğıt arasından ben doğrusunu bir türlü
çıkartamıyorum. Ümidimi kesmişim, sıcak bastırmış, hafif yanık elime bakarak iç
geçiriyorum. İç çekişimi duymadığından emin olduğum bölüm müdürünün mum kokulu
odasına girdiğimde kendimi, en azından bir kısmımı, yani en azından göğüs altı böbrek
üstü kısmımın ferahladığını hissediyorum. Bugün bir tuhaflık var bende, sabahki
telefondan beri tüm sesler uzaktan geliyor.
"Nasıl gidiyor, bir şeyler öğreniyor musun, memnun musun buradan?"
Bana mı soruyor?
Merhaba! Nazan Akoğlu
10
Klişe cevaplarla geçiştiriyorum. Bir gün öncesi olsa heyecandan geberir, en hanımefendi
kişiliğimle, ağzımda böyle zamanlarda oluşan cımbız yardımlı, özenli cümlelerimi müdüre
sunar, saygıyla geri çekilirdim. Ama şimdi en olağan cümleleri söyleyip telefonunun
çalmasıyla odadan çıkıyorum. Önümü kesen, güzelliğiyle fazlasıyla dikkat çeken, her genç
erkeğin hayali yetkilim “Biz seni bırakmak istemiyoruz, sen devam et gitme.” diyor.
Sabahki telefon olmasa en heyecanlı halimle zıplardım karşısında, bense durup yorgunum diyorum. Ben olsam ne yaparsan yap derdim ancak o saçlarını arkaya atarak en
kibar ses tonuyla “Tamam git tatil yap gel o zaman Eylül’de” diyor.
Fazlasıyla şaşırıp çalan telefona bakıyorum.
Konuşuyorum, konuşuyorum.. Sabah telefonda tek kelime edemeyen ben değilmişim gibi
arayan iş adaylarıyla gayet akıcı bir şekilde konuşuyorum. Saatlerce hem de sıkılmadan.
İş hayatında özel hayatımdan daha iyiyim, hatta çok daha fazla iyiyim diye düşünüyorum.
Keşke özel hayatım da bu kadar yolunda olsa..
Okul ve işi beraber yürütece bilecek miyim, heyecanla sonbaharı beklerken bu iş,
planlarımı alt üst edecek mi? Yoksa okulu/okuldakileri ne kadar az görürsem benim için o
kadar iyi mi olacak? Bu soruları bir türlü yanıtlayamıyorum. Düşünüyorum da bulamıyorum
ya da yeteri kadar düşünemiyorum veya bulamadığım için düşünmüyorum da.
***
Uzaklardan gelen telefonlar her zaman can yakar. Sanki minik pembe bisikletinin
üstünden arabayla geçilmiş, bisiklet ezilmiş, büzülmüş, oturmuş, ağlamış, bunu gören
bisiklet sahibi minik kız derin yasa boğulmuş günlerce çilekli süt dahi içmemiş,
bisikletinin acısı günlerce minicik kalbini sıkıştırmış, küçültmüş kalbinde başka bisiklete
sevgi yeri kalmamış gibi çocuksu bir hüzünle kaplar sizi.
Kâğıt bardaktaki uyku açıcı sabah kahvenizi sıkıp, elinizin alev gibi olmasıyla birdir
uzaktan gelen telefon.
Bir de uzaktan gelen insanlar.
Onlar uzakta kalsa hep daha mutlu olacakmışız gibi…
O yüzden görüşmemek üzere uzaktan gelen telefonlar, tuzlu su tadındaki hüzünlü
şarkılar, çilek kokulu şekerli parfümler, sade sodalar, rüzgârda uçan çay bahçesindeki
pötikareli örtüler, ağaçlara isim kazıyan sahte âşıklar…
11
Tam unutuyor gibiydim. Unutmakta değil aslında. Unutursak kalbimiz kurusun demiştim
çünkü, büyük sözdü kanımca. Gerçekten. Ali’yi, Ethem’i, Abdullah’ı unutursam kalbim
kurusundu. Unutamazdım o yüzden ama sanki bir boşluk girdi araya. Biliyorum hadi desek
yine hep birlikte orada olacağız. Gerçekten olabilecek miyiz? Ben güveniyorum bize ama
karanlık soğuk duvarlara güvenemiyorum. Daha yeni yeni olaylara karışan bana göre minik
kendilerine göre Deniz gibi büyük kalpleri olan çocukları, gençleri çoğu zaman akranlarımı
soğuk duvarlara saklasınlar, soğuk duvarlarla korkutsunlar istemiyordum. Bir şey
yapacaklarından değil ya işte, sırf gelecek kaygısı yaratmak için, sırf en önem verdiğimiz
şeyle, geleceğimizle tehdit edebilmek için, suç sayılamayacak durumlardan ötürü, saatlik
dilimlerde o duvarlara bakmak, bakmaları hiç güzel gelmiyor.
O duvarlarda hayali bir terör örgütü(!) suçlamasıyla bulunan gazeteciler, eşler, babalar
var zaten. Sanki daha fazlamız gitmemeli oraya. Biz burada bir şeyler yapmalıyız. Ne
yapmalıyız?
Marjinal gruplardı, örgütlerdi demeleri kılıf uydurma çabası. Sokakta gasp olsa, örgüt
üyesidir kesin bu diye alacaklar içeri. Ağızlarına takılmış. Bir yere koymaya çalışıyorlar
bu kadar insanı. Onlar da akıl erdiremiyor bu kadar insanın nasıl toplandığını. Kim topladı
lan bunları diye soruyorlar korka korka. Cevap bulamıyorlar. Marjinal gruplar diyorlar
ama o marjinal gruplar kim, nerede biz de hala çözemedik.
Mustafa Kemal’in askeri olarak orada bulunanlar da oldu. Ben öyle bir slogan atmayı
doğru bulmadım. Ben oraya tek başıma çıktım. Ülkede doğru düzgün lider olmadığı için
kendi adımla çıktım. Ama bu slogan ile dalga geçmek, ne alakası var demek anlamsız.
Bursa Nutku ’nu bir okusanız bizi en iyi anlayacak, destekleyecek kişinin Mustafa Kemal
olduğunu anlarsınız zaten.
Türkiye’de kadın olmak zor. Ağaçlardan sonra bunu düşünerek katıldım direnişe. Ne
olacak senin yaptığın bu kısıtlamalar, kadın/erkek ayrımcılığın, kadına meta olarak
bakman, ne olacak ulan bu kadın şiddeti, töre cinayetleri, tecavüzler, tacizler, napıyosun
sen sayın boş bakan? diye sormak için katıldım. Ölen tüm kadınlarımızın ve geride
bırakmak zorunda kaldıkları çocuklarının gözyaşını gözlerime sürerek orada durdum ben.
Özelime, mahremime, çocuk sayıma, kürtajıma, alkolüme, yaşayışıma karışılmasını
istemediğim için oradaydım.
Ölen maden işçileri, Hes’e kurban gidenler, Roboski, Reyhanlı katliamında can verenlerin ruhlarını, kalplerini yükleyip omuzlarıma, gözlerime, ellerime, kalbime dimdik yürüdüm, koştum.
Öldürülen kardeşlerimin hesabını sormak için, en azından faili meçhul kalmaması için
oradaydım. Marjinallik bu mu oluyor? Örgütlü olmakla hakkını aramak aynı şey miymiş?
Kendi söylediklerine kendileri de inanmıyorlar. Bu yüzden hiçbir söyledikleri örtüşmüyor bizim sorularımızla. Biz cevapsız kaldığımız için sövüp duruyoruz ama verecek cevapları yok sıkışıp kaldılar, farkındalar ama haberimiz yokmuş gibi çekin bizi diyorlar.
Biz ne yaptık, ne yapıyoruz, ne yapacağız? Melis Akdeniz
12
Kötüye giden ekonomiyi ülkeye nasıl açıklayacağını düşünürken ortaya çıkan direnişle
“faiz lobisi”, “marjinal grupların hükümet karşıtı protestolarına bağlı ekonomik düşüş”
diyerek süsleyerek makarna severlere yedirmeye çalıştılar. Bazıları artık yemiyor. Bir
kısımda ağızlarının boş kalmasına(!) alışık olmadıkları için yiyor.
Biz haklı olduğumuzu bildiğimiz için bu kadar rahattık. Orantısız zeka kullanımı bu
yüzdendir. Söyleyecek çok sözümüz vardı, haklı olduğumuz için verecek tek bir cevapları
yoktu.
Erdoğan’ın konuşmalarında hep aynı söylemler vardı. Emin olun makarna severlerden daha
dikkatli dinledik biz Erdoğan’ı. Onlar dinlemeyi, okumayı pek bilmiyor olacaklar ki
Erdoğan ne derse ertesi gün o konuşmadan bir kaç cümleyi yazıp, çizip duruyorlar. Kendi
fikirleri olsa keşke.. O zaman bizi anlayabilirler. Bundan eminim.
**
Bu direniş son bulmadı. Mücadele bitmedi. Mücadelenin bittiğini düşündüğüm her an Ali
İsmail’in cenaze töreninde bağırarak “Ağlama anne evlatların burada” diyenler aklıma
geliyor. Biz bu direnişi bitiremeyiz. Ali İsmail, Ethem, Abdullah, Medeni ve Mehmet’i ve
diğerlerini hatırladığımız sürece bu direniş devam edecek. Zaten unutursak kalbimiz
kurusun demiştik bir kere. Büyük söz bu kanımca…
13
Sahtelik o kadar yerleşmiş ki hayatımıza en ufak içtenliğe muhtaç olmuşuz.
Gülüşler sahte, sözler yalan. İnsanlar kendi yarattığı objelerin kölesi..
Benlikler yok oluyor, herkesin öncelikleri birbirine benzemeye başlıyor.
Doğrular o kadar can acıtıyor ki doğruyu söylenenler dışlanıyor. Doğrular neden can
acıtıyor?
Çünkü az dile getiriliyorlar. Yalanların can acıtması gerekirken, insanlar doğruları
duyunca deliye dönüyor ve sonuna kadar inkâr ediyor.
Kimilerinin doğruları bile yok oluyor. Sistem ne derse o doğru oluyor onlar için.
Meyvelerin organiği nasıl az bulunuyorsa artık, değerlerinin arkasında duran insanda o
kadar zor bulunuyor.
Sistem öyle bir hormon verdi ki insanlara iyilikler bile etiket için yapılıyor. ‘Ben ona
fayda sağlayayım da ileride o da bana fayda sağlasın'.
Cebinde fazla banknotu olanların maymunu olan insanlar var.
Aşk oyuncak olmuş çıkar ilişkilerinin adı aşk oluvermiş.
'Gerçek aşk' ne kadar görkemli bir cümle değil mi? Neden bu kadar görkemli ki zaten
normal olan gerçek olması değil mi mantıklı bakınca?
Gerçek dostluk... Ne büyük söz.
Neden olması gerekenler bu kadar şaşırtıcı, yalanlar bu kadar benimsenmiş ki.
Bu nasıl bir virüstür topluma yayılmış böyle.
Her neyse..
Pişmanlık Serhat Emin Altay
14
2 hece beş harften oluşan, herkes için farklı anlam taşıyan romandır bence.
Doğduğun andan itibaren seninledir. Senin bir benliğin olmuştur. Sana mühürlenmiş, senin
yolunu çizmek üzere olan bir kalemdir aslında. Bazen gözyaşını silecek olan mendil bazen
de seninle birlikte gülecek olan bir eş olacak hayat. Hiç peşini bırakmayacak. Hiç
kopmayacak senden. Mısralara dökeceksin her şeyinizi. Satır satır, mısra mısra
yazacaksın sana anlam katan varlıkları. Vazgeçemediklerini belki de ardında
bıraktıklarını. Dostlarını, sevdiklerini kaleme alacaksın. Yerimi geldi mi "Ah Be HAYAT!"
diyeceksin. Bazen de kendi yazıp biçtiğin hayatı somutlaştıracaksın. Onunla tekrardan
çerçevende boyutlandırıp, bütünleşeceksin.
Zaman geçtikçe anlayacaksın ki somutlaştırdığın HAYAT’ın O’ndan ibaret olmadığını. Çok
üzüleceksin hatta pişman olup vicdan azabı çekesin ama elinden bir şey gelmeyecek
gelemeyecek. Çünkü zaman çoktan akıp gitti. Geri dönüşü olamaz Fakat telafisi olabilir.
İşte bu yüzden üzülme ve romanını bitirme, daha çok erken...
Hayat aslında seni sen yapan, kaleme mısralarca iç döktüğün, zorluklarla çizdiğin yollarda
yürüyen, romanın son sayfalarını mürekkeple donatan sensin aslında. Sorarlarsa sana
""Hayat Mı Bu" diye; çıkar raftan sayfaları koy mürekkebi kaleme tekrardan yaz onlara
hayat romanını. Bir kez daha okuyup anlamaya çalışsınlar. Yine sorarlarsa "Hayat Bu Mu"
diye koy karşılarına aynayı belki de fark ederler naçizane romanlarını...
Çizen: Mert Acar
Hayat Mı? Ayşe Valantine
15
Hepimiz sisler bulvarımız da kendimize yüklediğimiz vahim duygularla yorgun
bedenlerimizi avutmaya inandırdık kendimizi. Ve boğulduk içerisinde. Kendi
yalnızlığımızda kaybolduğumuz da hep bir uzak sevecenliği başlattık. Uzaklara
gitme isteği. Uzaklar cennettir gözümüzde nedensizce. Orada bir köy var, uzakta.
O köy bizim köyümüzdür den aşinayızdır belki uzaklara ne malum. Nerden geldiği
belli olmadan gideriz ya da birileri giderler sonucunda.
Bırakılıp gitmesi mi birinin ya da bırakıp gitmek midir birini yalnızlık?
Bunca insan yalnızken bunca insan yalnızdır çünkü insan insana ilk öğrendiği korkuyu
öğretir hep yalnız bırakılmayı. İnsanın insandan başka dayanağı yoktur yalnızlıkta dahi
başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşur. . Bu yüzdendir belki yalnızlığın
insanı delirten ihtişamı. Attila İlhan mısralarındaki gibi ‘’kesik birer kol gibi yalnızdık ‘’
yahut ‘’içimizde köpek gibi havlayan yalnızlığımız ‘da idi bu ihtişam. Çoğu zaman
yalnızlığımız yanlış yaşamaktan deriz ama yanlışlığımızın da yalnız yaşamaktan geldiğini
unutarak. Hayatımızın bölme işleminde elde kalan sadece yaşamak manalı bir yalnızlık
belki de hak edilmeyen. Zamanın zehri budur ölümden üstün mevsiminde yaşadığımız
yalnızlıklar ne yazın sıcaklığında ne de kışın soğukluğundaydı. Yalın ve ılıktı. Bu yüzdendi
yalın yalnızlığımızın yalnız ve içimize işleyen ılıklığı
Ben bir kasabalıyım. Bulunduğum kasaba minik ve küçük bir yer. O kadar minik ki! Herkesi
tanımam doğal. Bazen çok sıkılıyorum. Hele hele kışları hep bu kasabadayız. Yeni yerler
ve yeni insanlarla tanışmak istiyorum.
Ta ki bu minik sevimli kasabadan göç edene kadar...
Minicik kasabamın içindeki bir avuç kadar insanımı, hoş muhabbetlerimi, acı erik veren
ağacımı o kadar özlüyorum ki!!
Buraya geleli altı yıl oldu. Ve hiç arkadaşım yok. Bu şehirliler ne garip! Sanki insan değil
robotlar! Gerçi Japonların robotları bile candan samimi...
Ben buradaki insanları anlayamadım. Bazen insanları birbirine yaklaştıran sıcacık bir
tebessüm yaşatan -sihirli kelime- merhaba sözcüğünü söylediğimiz zaman sadece
yüzünüze bakmakla yetiniyorlar.(Tabii bu sadece tüm şehirliler için geçerli değil.)Ama
kasabamda böyle miydi? Her adımım önce merhaba sözü ile kesilir sonrada koyu bir
sohbetle kesilirdi. Bende bundan bıkmıştım. Şimdi şehirdeyiz. Âmâ bu sihirli kelimeyi
söylesem de burada işe yaramıyor. Her şey alıp vermeye bağlanmış. Yani anlayacağınız
robotların arasında bir insanım. Aslında bu söz çok gaddarca oldu. Ama ne yapabilirim
dopdolu sokaklarda yalnız başıma yürümekle kalmıyorum ayrıca diğer insanlara
baktığımda( pardon robotlara ) onlarında yalnız olduğunu anlayabiliyorum. İş
arkadaşlarım ile konuşmuyoruz. Ben merhaba desem de sağırmışçasına selam bile
vermiyorlar.
Yalnızlık Paradoksu Mert Acar
Robotlar arasında bir insan Bilgesu Çelik
16
Çizen: Mert Acar
17
Bugün penceremden Dolunay'a baktım. Ne garipti! Sanki bir ressam oturmuş Dolunay'ı
özenle oturup çizmiş altında da heyecanla oynaşan çocukları çizmiş gibiydi. Âmâ ressam
çocukları hareket ettiremiyordu. Çünkü boya kurumuştu. Ressamın çizdiği tek eksik
çocukların hareket etmemesiydi. Çünkü şuan çocuklar koşup oynuyor. Hayatta böyle değil
midir? Ressamın yaptığı resmin içinde bir nevi köşe kapmaca oynarız. Bu hayat
tablosunda hepimiz bir yerlere gelmeye çalışmaz mıyız? Âmâ pek azımız hedefine ulaşır.
Geri kalanlar bu tabloda köşe kapmaca oynamaya devam ederler...
Aman Rapunzel,
Ne yaptın?
Altın saçlarını boyattın!
Bembeyaz tenini kararttın!
Kap cadının iksirini,
Kestiğin saçlarını uzat!
Upuzun olsun halat!
Kuleden aşağı at.
Aman Rapunzel,
Ne yaptın?
Beni masrafa soktun!
Saçların yine upuzun.
İste cadıdan iksir,
Versin sana iksir.
Ben girerdim masrafa ama,
Saç boyası cadıda bedava!
Hem teninde kara!
İksiri sür vücuduna,
Dön eski haline,
Bir daha kimseye özenme!
Hayat Tablosu Yeliz Can
Özenme Rapunzel özenme! Bilgesu Çelik
18
Okumayı severim fakat çok okumuş bir kişi olduğumu söyleyemem. Şimdiye dek okuduğum
kitaplar öyle sanıyorum seksen kitabı geçmez. Oysa bu güne kadar yüz, iki yüz kitap
okumuş olmalıydım. Bunun sebebi ekonomik durumumun kötü olmasıydı. Küçükken yani
birkaç yıl evvel kitap okumayı sevmiyordum. Ama sonra sonra sevmeye başlamıştım.
Benim kitap okuduğum yıllarda kitaplar çok pahalıydı. Fakat ne bulursam okuyordum.
Arkadaşlarım seçici oldukları için gündemde hangi kitaplar varsa onları okurlardı. Onlara
göre değme kitaplar varmış. Onlar kıytırık kitaplar okumazlarmış. Ama benim seçme gibi
lüksüm olmadığı için ne bulursam okurdum. Ama ekonomik durumumuz iyi olsaydı onların
kitaplarını da okumak isterdim. Hep ödünç kitaplar okurdum. Nihayet kendime ait ilk
kitabım oldu. Az çalışmamıştım o kitabı almak için. Pazarda elma satmış, arabanın
camlarını yıkamıştım. Yüz sayfa kadar ince bir kitaptı. Fakat içinde bir sürü hikâye vardı.
Bir sürü hikâye...
En sevdiğim kitabım olmasına rağmen içindeki hikâyeleri ezberlediğim için okumak
istememeye başladım İkinci kitabım ise iki yüz sayfaydı. İlginç bir kitaptı. Ama güzeldi.
Aslında eğer maddi durumum ve okuma isteğim daha fazla ve iyi olsaydı şuan
çevremdekiler yerine ben onlara bilgi verecektim.
KIYTIRIK KİTAP DİYE BİR ŞEY YOKTUR. KİTAPLARA KIYTIRIK DİYENLER ÖNCE
KENDİLERİNE BAKSINLAR !!!
Okumak Melis Akdeniz
19
Ozansız Şiirler Ozan Altay
20
Bir gün hep birden bilmek kaygısını taşıyacağız
göklerimiz vurulup kuşlar yaya kalınca
biri çıkıp çok eski bir söylenceyi anacak
- şiir bu söylenceye özlemdir
gönlüm yetmeyecek hatırlamaya
yaralarımıza iyi gelen otların adlarını
ve sevgilim sen her güldüğünde
sudan ormanlar çizerken
hiç deniz görmemiş çocuklara
senin hatrın için bile olsa ben
o günü görmeyeceğim
ben zaman diyeceğim
aklımın bir köşesinde duran çağrıya
sonra kan akacak incirden
saplanırken ıhlamur ağaçlarının böğrüne kanser
sesimin oluğuna bir taş gelip oturacak
kaygım yazgımıza merhemdir
sen yine kal güldüğünle ey
elbet bulur bir yolunu
yüzdürürüm bu günü
vardırırım kıyısına
senin akordeon sesli çocukluğunun
ama bağışla
gönlüm yetmeyecek bilirim dilim dönmeyecek:
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
yunus'u elimin kirinde gördüm demeye
,
Taştan önce vardı heykeller Mehmet Meşe
21
22
23
Repliklerden Seçmeler Lock, stock and two smoking barrels
İşler Güçler
24
Günümüzün bu bariz çıkmazı, her yerde kendini gösteriyor, her yerde inkâr ediliyor. Bir
sonuca varmaktan özellikle kaçınan uzmanlık terimleriyle konuşan psikolog, sosyolog ve
edebiyatçıların bu meseleye gösterdiği ilginin sonu gelmeyecektir. Birlikte var olma
halinin yakında ortadan kalkacağı, karar verme vaktinin yaklaştığını bilmek
için günümüzün şarkılarını dinlemek yeterli. Bir yanda Mafia K’1 Fry’ın savaş ilanı
niteliğindeki şarkıları, öbür yanda küçük burjuvanın ruhsal durumunu kılı kırk yararak
tahlil eden saçma sapan “altfolk” şarkıları. Bu kitap hayali bir kolektif adına imzalandı.
Kitaba katkıda bulunan kişiler kitabın yazarları değildir. Günümüzün klişelerini biraz
hizaya sokmak, meyhane masalarında ve yatak odalarının kapalı kapıları ardında
homurtular yaratmak onları zaten yeterince memnun etmiştir. Tek yaptıkları, her yerde
bastırılan, bastırıldıkları için de hastaneleri akıl hastaları ve gözlerimizi acıyla dolduran
birkaç önemli hakikati gün ışığına çıkarmaktan ibaret. Zamanımızın kâtipleri olma görevini
üstlendiler. Mantığı sağlam bir şekilde hayata geçirmenin devrime kapı açması, radikal
koşulların kendine has bir özelliğidir. Yapmamız gereken gözlerimizin önünde cereyan
eden olayları dile getirmek, sonuçlar çıkarmaktan korkmamaktır.
Birinci Halka
“Neysem O’yum”
“Neysem o’yum.” Pazarlamacılığın dünyaya en son sunduğu şey bu, reklamcılığın
gelişimindeki son aşama, bütün farklı olma tavsiyelerinin, “kendin ol”ların ve “Pepsi iç”le-
rin çok ötesinde bir söylem. Şu an bulunduğumuz yere gelmemiz, ben=ben’in katıksız
totolojisine ulaşmamız için kafa yoruldu yıllar boyu. Adam jimnastik salonunda
aynanın karşısına geçmiş koşu bandının üzerinde yürüyor. Kadın akıllı arabasının
direksiyonuna geçmiş işten dönüyor. Acaba yolları kesişecek mi? “Neysem oyum.”
Bedenim bana ait. Ben benim, sen de sen ama yanlış giden bir şeyler var. Kitlesel
kişiselleşme. Bütün koşulların bireyselleşmesi: hayatın, işin ve de sefaletin. Yaygın
şizofreni. Azmış depresyon. Ufacık paranoyak parçalar halinde atomlaşma. Temasın
histeriye yol açması. Kendim olmak istedikçe daha büyük bir boşluk hissediyorum.
Kendimi ifade ettikçe içim daha da boşalıyor. Kendi peşimden koştukça daha da yorgun
düşüyorum. Kendimize sıkıcı bir gişe filmi muamelesi yapıyoruz. Tuhaf bir alışverişte
kendi kendimizin temsilcisine, neticede bir uzvumuz kesilmiş hissi veren bir
kişiselleştirmenin kefillerine dönüşmüşüz. Az çok gizli bir beceriksizlikle iflas
noktasına varıncaya dek kendimizi sağlama alıyoruz. Bu arada, idare ediyorum. Bir ben,
benim bloğum, benim dairem arayışı, en son moda çer çöp, ilişki dramları, kim kimi
sikiyor... “Ben’e tutunmak artık hangi protezleri gerektiriyorsa! Eğer “toplum” bu kadar
soyutlamadan ibaret hale gelmesiydi, görünmeye devam etmemi sağlayan bir varoluşsal
koltuk değnekleri, kimliğimin bedeli olarak üstlendiğim bağımlılıklar kümesi anlamına
karşılık gelirdi. Engelliler yarının örnek vatandaşlarıdır. Onları istismar eden derneklerin
engelliler için “asgari ücret” ödenmesini talep etmesi bir öngörüden yoksun değil. Sağda
solda sürekli duyduğumuz “adam ol” buyruğu, bu toplumu gerekli kılan hastalıklı durumun
sürmesini sağlıyor. Güçlü ol emri, tam da kendisini sürdüren bir zayıflık üretiyor. İşte bu
Yaklaşan İsyan Görünmez Komite
25
yüzden her şey, hatta çalışma ve aşk bile, iyileştirici bir nitelik taşıyormuş gibi görünüyor.
Bütün bu karşılıklı söylediğimiz “ne var ne yok?” lafları, birbirinin ateşini ölçen
hastalardan oluşmuş bir toplum olduğumuz izlenimini veriyor. Toplumsallık artık
duvarlardaki binlerce oyuktan ve sığınılabilecek binlerce sığınaktan oluşan bir şey.
Dışarıdaki sert soğuktan daha iyi olduğu kesin. Isınma bahanesinden başka bir şey
olmadığı için her şeyin sahte olduğu bir yer. Hep birlikte sessizce titreşmekle fazlaca
meşgul olduğumuzdan hiçbir şeyin olmayacağı bir yer. Yakın bir zamanda bu toplum,
sadece hayali bir iyileşme uğruna çaba sarf eden tüm sosyal atomlarının gerginliğiyle bir
arada tutulabilecek. Akmayan gözyaşlarının devasa barajı sayesinde türbinleri çalıştıran,
her daim taşma eşiğinde bir elektrik santrali bu toplum.
“NEYSEM O’YUM.” Tahakkümün bundan daha ma-sum tınılı bir sloganı olmamıştı hiç.
Benliğin daimi bir bozulma halinde, kronik bir çökmek-üzerelik halinde tu- tulması,
günümüzdeki düzenin en iyi korunan sırrıdır. Za-yıf, morali bozuk, kabahati kendinde
arayan, sanal benlik, üretimdeki hiç bitmeyen yeniliklerin, hızla modası geçen
teknolojilerin, sürekli altüst olan toplumsal normların ve genelleşmiş esnekliğin temelde
gereksinim duyduğu sonsuz uyum sağlama yeteneğine sahip olan öznedir. O aynı zamanda
doymak bilmez bir tüketicidir ve çelişkiye bakın ki asli larva haline dönebilmek amacıyla
en kıytırık “proje”le-re azim ve istekle kendisini dahil eden, ama sonra asli larva haline
dönen “en üretken ben” de O’dur. O halde NEYİM BEN? Çocukluğundan beri sütün,
kokuların, öykülerin, seslerin, duyguların, tekerlemelerin, cisimlerin, işaretlerin,
fikirlerin, izlenimlerin, bakışların, şarkıların ve yiyeceklerin meydana getirdiği akışla iç
içeyim. BEN neyim? Mekâna, çilelere, atalarıma, arkadaşlarıma, sevdiklerime, olaylara,
dillere, anılara, kesinlikle “ben olmayan” her şeye her yönden bağlıyım. Beni dünyaya
bağlayan her şey, beni ben yapan bağlantılar, beni meydana getiren unsurlar bana bir
kimlik, çıkarılıp gösterilecek bir şey vermezler; belli zaman ve yerlerde “BEN” diyen
varlığı doğuran tekil, ortak, yaşayan bir varoluş verirler bana. Uyumsuzluk duygusu
benliğin sürekliliğine duyduğumuz aptalca inancın ve bizi biz yapan şeylere yeterli özeni
göstermememizin basit bir sonucudur. (Devamını gelecek sayıda okuyabilirsiniz.)
26
Ayın Berisi Kitap Önerileri
Kitaplar, gerçekten de okuyucuların yakınmalarına neden
olacak kadar pahalı mıdır?” İşte George Orwell bu soruya
yanıt arıyor kitabında. Bunu da sigaraya harcadığı para
ile kıyaslayarak yapıyor. Bunun dışında kitap yazarın o
dönem edebiyat dünyası ve sahaflığı üzerine kalame
aldığı makaleleri de içeriyor. 1984 ve Hayvan Çiftliği
gibi kült eserlerle tanıdığımız Orwell’i bu kitabı ile daha
çok seveceksiniz.
Üniversitede öğretim üyesi olan George yıllarını birlikte
geçirdiği hayat arkadaşını beklenmedik bir kazada
kaybeder. Bu andan sonra George için hayat, durmak ile
tökezlemek arasında ilerler. Karanlık, depresif ve
dakikaların geçmek bilmemesi her gününe sirayet eder.
Bu da George’un hayatını bir diğerinden farksız bir
zaman tomarı haline getirir. Eşcinselliğin ve Amerika’da
yaşayan bir İngiliz olmanın getirdiği ötekilikleri aynı
anda yaşar George. 2009 yılında Tom Ford tarafından
beyazperdeye aktarılan filmin başrollerinde Colin Firth
ve Julianne Moore var. İkilinin enfes oyunculukları
yönetmenin kabiliyeti ile birleşince ortaya başarılı bir
uyarlama çıkmış.
27
Ayın Berisi Film Önerileri
Soluksuz izleyeceğiniz bir gerilim filmi. İlginç bir
anlatımı ve gizemli konusuyla M. Night Syamalan’ın
en iyi filmlerinden biridir. Bir köy düşünün. Tüm
dünyadan soyut. İki taraf; diğerleri ve köy halkı
Yıllardan beridir bir anlaşmayla ortak yaşayan bir
topluluk. Şaşırtıcı bir son ve mükemmel bir final.
Guy Ritchie’nin Tarantino olma yolundaki en büyük kara
mizah eseridir. Olay 4 arkadaşın önceden ayarlanmış bir
kumar oyununda bir mafya liderine para
borçlanmasıyla başlıyor. Parayı bir hafta içinde bulma
koşuluyla 4 arkadaş bir soygun planlıyor. İşler bu
saatten sonra sarpa sarıyor ve şanssızlıklar ve büyük
fırsatlar birbirini kovalıyor. İzlemenizi kesinlikle
önerebileceğim bir film. Mutlaka bu filmi izlemelisiniz.
28
ASCOT Serhat Emin Altay BOYLSTONE Ayşe Valantine
CAMBRİDGE Mert Acar HENLEY Payem Hanzade
BROOK 2 Yeliz Can IMPD BERWİCK Mehmet Meşe
RUGBY Talha Sarıkaya NEW CRANFORD Barboros
RAQUETTE Melis Akdeniz
MİDDLESEX Bilgesu Çelik
BEAFORT SQUARE Ozan Altay
MARLBOROUGH Nazan Akoğlu
BROOK 1 Sümeyye Ören
Yakalı Kadrosu
Kadromuzda hala eksiklikler var.
Sende aramıza katılmak istiyorsan,
bir yazını e-posta şeklinde gönder
ve inceleme sonucunda ki başarı
puanın geçerse yakalılar’da bir
köşeye yerleşirsin.