Jargon Fanzin | Sayı 2

36
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı, Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür. K Ü L T Ü R L Ü S A N A T L I A Y L I K F A N Z İ N

description

Efsane geri döndü!

Transcript of Jargon Fanzin | Sayı 2

Page 1: Jargon Fanzin | Sayı 2

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altındaBir teneffüs daha yaşasaydı,Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdürDevlet dersinde öldürülmüştür.

K Ü L T Ü R L Ü S A N A T L I A Y L I K F A N Z İ N

Page 2: Jargon Fanzin | Sayı 2

—Bugün karar günü. —Bakalım neymiş kaderimiz. —ne kaderi oğlum, kesin bastırıyoruz dergiyi! —nereden biliyorsun? —içime doğdu... “1000 lira makina açılışı verilmesine, matbaalarca oy birliğiyle karar verilmiştir.” —Nasılsın? Sağlığın iyi mi İbrahim? —İyiyim iyiyim. Çok iyiyim ben. —Matbaalar nasıl böyle bir fiyat verdi? —Akıl alacak iş değil. Üç beş kuruş beklerken matbaa binlerce lira istedi. —nasıl böyle oldu bu iş İbrahim? —Ben de anlamadım baba. Bu işlerle hiç ilgim alakam yok. —Arkadaşlarının yüzünden mi oldu? —Hayır, onların daha da alakası yok. Onlar tamamen benim yüzümden yazıyorlar. —Naptın ki sen oğlum?

—Bir şey yapmadım ki baba. —Kuşe kağıda mı bastırayım dedin İbrahim? —Hayır baba. Ortada masraf yok bir şey yok, matbaacı kalıp parası bu kadar dedi, dijital baskıcı tek dergiye 20 lira çıkardı diye bu hale geldik. —Dijital baskıcı niye öyle diyor? —O bir bok basmamış ki dergi fanzin falan gibisinden. Kim gelse bu kadar para diyecek. Fakat özalitçiye gittik. Kağıdı kendimiz bulcaz falan. Bozulacak bu iş. —Tanıdıklarla mı çıkarıyorsunuz? —ha haa… —Tanındık mı kadro? —Yok yok. Ayıptır söylemesi yeraltında takılıyoruz. —Bir ihtiyacın var mı oğlum? —Yok baba, sağol…

Pardon Filmine Saygıyla

TUNCAY KIZILASLAN REPLİKA

Page 3: Jargon Fanzin | Sayı 2

3

Selam, n’aber?

İkinci sayıyı da karşınıza çıkarmak adına çok didindik ve başardık. İlk sayıda edindiğimiz

tecrübeleri ikinci sayıya uygulamadık çünkü ne gerek var? Amatör ruhumuz acı çekmeye

hep müsait ve her zaman fiyakalı ruhlara sahip olacağımızın bilincinde olarak dizayn olsun,

tasarım olsun çok iplemedik. Daha doğrusu ilk sayıda tutturduğumuz mayayı muhafaza

ederek radikal değişikliklere kapadık kendimizi. Umarız beğenirsiniz, beğenmezseniz de ne

bileyim lan yazın bize; jargondergi.tumblr.com ya da facebook.com/JargonDergi

adreslerinden.

İlk sayı için çok da olumsuz eleştiri almadık, beğenmişsiniz Allah razı olsun. Bir iki pürüz

vardı cevap verelim;

1. “Bir manifestonuz var mı? Varsa nedir?” falan dendi, manifestomuz yok, manifestomuz

olsun istemiyoruz da, olmamasının bir sürü sebebi var, hiç birini açıklamak istemiyoruz,

bizde kalsın.

2. “Henüz ilk sayıdan siyasete neden girdiniz, hükümete neden giydirdiniz?” dendi, şöyle ki;

biz dergi için çabalarken Gezi olayları patlak verdi ve Ankara’ya da yayılmış bulundu, dergi

kadrosu olarak halkın tutumunu haklı buluyorduk ve edebiyat doğası gereği muhalif olmak

zorundaydı bizce. Hem Kızılay Meydanında arkadaşlarımızın üzerine TOMAlar sürülüyordu,

ne yapsaydık? Silahımız edebiyattı, ironiydi, şarjörü doldurmuş bulunduk.

İçeriğe bakacak olursak kısaca; neyse ona siz bakın. Görüşmek üzere.

BAŞLARKEN

Page 4: Jargon Fanzin | Sayı 2

4

,

İmtiyaz Sahibi: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay Kızılaslan ∙ Said Büyükarslan Kapak Çizimi&Tasarımı: Ecmel Sarıkaya ∙ Özgün

Tükle Arka Kapak Çizimi: Ersin Gücenmez Sayfa Tasarımı: Ahmet Keskinkılıç Redaksiyon: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay

Kızılaslan

© Tüm Hakları Sakladık

MUHTEVİYAT

PAYİDAR ZARAMAN / KAR 6

ALİ LİDAR / SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR 7

SAİD BÜYÜKARSLAN / BİR TERÖR FİLMİ 33

BAHA ÖZTOP / D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR 10

101

AHMET KESKİNKILIÇ / İNTİHAR MI CİNAYET Mİ? 12

SÜLEYMAN GENCAVER / HAZIR YARILMIŞKEN 16

HASAN AY / SERBEST AĞRIŞIM 17

BATUHAN BELHAN / İKİMİZDEN OLMA ŞİİR 18

GÜN ÖZ / HEP AYNI AYNA 19

TUNCAY KIZILASLAN / ADAM KAZIM 20

HATİCE RAMAZANO / YİTİRMEYE ÇEYREK 23

YUSUFHAN KOL / BENDEN DE ÖNCEKİLERE 24

ZENGİN GÖRKEM ATALAYER / BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM 27

ERDEN ERİŞ / ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER 25

27

YUSUF ZEREN / ENVAİ KALABALIK 28

GÜLŞAH ATEŞ / DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU 29

E.D. / SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE 31

000

SABRİ ÖZAY / UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI 32

FEYYAZ YİĞİT / ERKEK ŞİİRLERİ 8

ADEM OSLU / OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR – 1 9

AHMET KESKİNKILIÇ / ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A 5

Page 5: Jargon Fanzin | Sayı 2

5

Ece Ayhan başlı başına Türk şiirine, özellikle Cumhuriyet şiirine sağladığı katkının ötesinde

şiirde sıradanlığa da ikinci yeniden daha cevval atılmış tokat gibi bir cevaptır da aynı

zamanda.

Ankara Siyasal’dan mezun olup kaymakamlık yapmış olsa da mesleği sadece “şairlik”ti

Ece’nin. Şiire bakışını ise şöyle özetleyebiliriz; kapalı ama gizli imgelerden uzak, özel isimlere

yüklediği anlamlarla yepyeni bir şiir ansiklopedisi kıvamında, toplumsal gözlemlerin

Everest’inde şiir kuran ve eleştirinin en hasını yapan, sıradanlığın önüne çekilmiş bir set

olmayı ilke edilmiş aykırı biçimin dışavurulmuş hali.

Aynı zamanda ikinci yeni’nin en unisex ismine sahip şairi.

Ama Ece Ayhan’ı sevme nedeni(miz) bu yenilikçilik ve marjinallikle sınırlı değil elbette, biz

onu sokakta olduğu için seviyoruz, sokağın şairi olduğu için. Bu şiirde kullandığı dile de

yansır. Argo onun vazgeçilmez ikincil dilidir. Aslında literatürü zorlayıp buraya Ece Ayhan’ın

Şiir Algısı adı altında sağlam bir makale de yazabilirim ama bu sıkıcı olur, neticede O’nu

seviyoruz ve nedeni şu anektoddan bile anlaşılabilir: Bir söyleşi sırasında Ece Ayhan

okurlarından genç bir çocuğa durup dururken sorar: “Sen hangi elinle otuzbir çekiyorsun?”

Genç bir an afallar ama “S..sağ elimle..” diyebilir, Ece Ayhan bunun üstüne “Sol elinle de

dene, kaçamak yapmış gibi oluyor insan..” der. Yahut Dipyazılarında Can Yücel ile ilgili

yazdığı: “Can Yücel’i severim ancak babasını neden bu kadar övüyor anlamıyorum, Cancığım

senin baban Mustafa Kemal’in ‘Sıfır nedir?’ sorusuna ‘Sizin yanınızda benim paşam.’

Diyebilmiş don yağı olarak anılan bir adamdı.” Yazıdaki haddini kendi belirleyen üslup

yüzünden seviyoruz.

Ece Ayhan şiirde anarşizmi kurmuş, korumuş, kollamış, orta ikiden ayrılan çocukları, sivil

şairleri, orospuları, İkinci Yeni’yi, post moderni ve aynı zamanda gelenekçiliği sevmiş, saçını

okşamış, güzeller güzeli bir abimizdir. Jargon’un Temmuz 2013 sayısı O’na ithaf edilmiştir.

12 Temmuz ölüm yıldönümüdür. Çanakkale’ye yolu düşecek olan mezarına bir karanfil

bıraksındır, borcumuz olsun. Son olarak Mor Külhani’nin hikayesiyle bitirelim. Nilüfer

Kuyaş, Ece Ayhan’dan dinlediğini anlatıyor:

“Öyküyü kendisinden dinledim. 1969’da TÖS Genel Kurulu Kayseri’de yapılıyor. Ülkücüler

binayı basıyorlar. Dükkânları, vitrinleri kırıp döküyorlar. Zavallı attar. Esans da satar, kitap

da, defter de. Ne yapsın? Taşra böyledir. Oradan bir zavallı kadın geçiyor. Konsomatris.

Bunlar pek dışarıya çıkmazlar. Çalıştıkları bara giderler, sonra otelde otururlar. Buncağız

sıkılmış, biraz dolaşmaya çıkmış. Güruh ona saldırıyor. Çırılçıplak soyacaklar. ‘abiler’ diyor

konsomatris, ‘beni öldürün, bana bunu yapmayın.’”

şiirimiz her işi yapar abiler

valde atik’te eski şair çıkmazı’nda oturur

saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür

kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta

saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir

dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler

AHMET KESKİNKILIÇ ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A

Page 6: Jargon Fanzin | Sayı 2

6

Kar vardı

Bir kayıp zaman cennetinde

Annem kırk yaşındayken filan

Yani şimdi ki gibi öksürmüyorken

Kazım’ı elektrik çarpıp kazım ölmemişken

Şükrü gitmeden tam yirmi yıl önce

İşte burnumu siliyorken ben

İşte cennet-i ala’nın tam ortasında

Belki hafif güney batısında

Aşık bir kar vardı...

İyi koku alan tazılarımız

Ve kangal eniklerimizle birlikte

Rüzgar yavrusu ıslıklar çalıyorduk

Beyaz bir tuvalet giymiş gibiydi

bizi kuşatan bu markaj altında ki resim

Erekse olmuş ağaçlar gördük

Allah’a uyup biraz daha gitseydik eğer

Biraz daha gidebilseydik

Biraz daha yani

Erebilirdik sırrın o madde uyuşturan küfüne

Havada bir şey vardı

Havada bizi kundağımıza saran

Annemiz gibi emziren

Ve ne kadar kalın örtü varsa donatan

Havada bir vahiy edası vardı

Biz orada Allah’ı iyi tanımaya meyilli

uysal kompozisyonlardık

kar güzel vardı

Damlarımızın koynuna kocası gibi yaslanan

Babası gibi sıvazlayan

Damlarımızı insana çeviren bir yüzü vardı anın

Kar vardı

Ve bir kez daha galip geliyordu demli çay

Demli çayın etrafında buluşturduğumuz o her şey

O her şey orada bir çeşmeyi sudan azad etmiş

gibiydi

Güneşin çirkin düşürüldüğü o tenha huzur

O tenha esrar

O mutfağında muhtemelen otaşı pişirilen yuva

o yuva

Annemiz

bir kez daha annemiz ve diğerlerimiz

Annemizin o uhrevi yaşmağı

Bütün o yerel tanrılar ve Allah

Evanghelos Odyssey Papathanassiou

ve Ali Osman’gilin hayati

O karın yamaçlarında erzağını

depolamış karıncalar kadar hafiftik

kar ürkütücü hafifti

ve gaz lambaları tabi ki

tabi ki de gaz lambaları

karın kapattığı kapımız

ve kapımızın içerisi

sonra berrak bir öykü yaşamak

sonra soba muhabbetleri

soba yani

kestanenin patatesin ve halkların kardeşliği soba

gök kızıl bir cezbeye ardığında

ardığında sekiz cennet saman depomuza

çökelek çaya ardığında artık

kar kapattığında köyü yerküreye

eroin kullanmış bütün masallar yatıya kalırdı

a bu ne leziz bir firdevs

a bu ne şeker bir meva’ydı

kar bembeyaz vardı

buram buram kekik kokuyordu ölüm

ölüm orada baldırları şehvet saçan bir kadın gibi

ölüm orada göbelek kadar tatlı

hayatı rüsva edercesineydi

Aman Allah’ım

Kar yağdığında öksüz çocuklar

Ocağında otaşı pişirilmeyen yuvalar

Aman Allah’ım yuvalar

Yuvalar ve anneler

Aman Allah”ım sen bütün öksüz çocukların

Sen bütün öksüz çocukların ve öksüz olmayan

çocukların

Sen hepimizin

Sen hepimizin ve topumuzun birden annesisin

Aman Allah’ım yani... Çokça aman Allah’ım

Kar

Hayatımıza ne zaman yağsa

Ne zaman yağsa beynimizin mübarek zulalarına

İçinde çok büyük bir Allah”la

Anam Kezik’le ve kardeşlerimle

Bütün İslam ve insan kardeşlerimle

Bir kez daha anam Kezik’le

Gözyaşımızın içinde ki o tanrısal tuzla birlikte

yağardı

Ne zaman yağsa kar

Cin çarpardı şeytanın o insani emellerini

Şükrü 30 yaşında olurdu

Astım bronşitini yenerdi anam... Babam akciğer

kanserini

Ne zaman yağsa kar

İçinde çok büyük bir Allah’la yağardı

Bizi çok bağışla n’olur

Çok kucakla bizi

Bizi de bir beyaz eyle

Karla tutuştur bizi

n’olur…

PAYİDAR ZARAMAN KAR

Page 7: Jargon Fanzin | Sayı 2

7

Beş sene boyunca aynı kızın peşinden

koştu Barış (Üniversitenin ilk

haftasında, amfide görür görmez karar

vermiş Güliz'e aşık olmaya.) Mezuniyet

törenine kadar da bir an bile

vazgeçmedi. Güliz onu sevmedi. Ama

uzak da tutmadı kendinden. Hemen

hemen her gün görüştüler. Barış

hislerini hiçbir zaman saklamadı.

Kızın sevgilileri oldu arada. Barış'ın

hiç olmadı. Zamanla herkes öyle

kanıksadı ki bu durumu, Güliz'in

sevgilileri bile Barış'ı yadırgamamaya

başladı. Bir çeşit eğlenceye dönüştü

hepimiz için onun bu hali. Bu işte o

salak diye uzaktan parmakla

gösterildiğine bile şahidim. İlk bir kaç

yıl o kadar samimi değildik biz. Ortak

arkadaşlar vasıtası ile durumdan

haberdardım. O zamanlar da acırdım

haline uzaktan uzağa. Güliz'e de

kızıyordum içten içe…

Üçüncü sınıfla birlikte Barış'la

samimiyetimiz de ilerledi. Sordum bir

gün. Yoğun bir ucuz şarap akşamı. Bir

artı bir öğrenci evinin mutfağındaydık

ve kafalar hafiften dumanlanmaya

başlamıştı.

“Neden Barış?”

“Efendim!”

“Neden? Yani anladım aşık oldun, çok

aşık oldun hatta tamam. Ama olmadı,

olmuyor işte. Neden bırakmıyorsun

artık?”

Uzun bir süre sustu. Sonra ciddi bir

yudum aldı şaraptan. Sonra...

“Demedi abi. Bir kere bile seni

istemiyorum demedi.”

“Ee?.. İstiyorum da demedi. Dedi mi?”

“Yok. Onu da demedi. Gülümsedi

hep.”

“O herkese gülümser oğlum. Mizacı

öyle onun.”

“Bana başka gülüyor be abi. Biliyorum

beni sevdiğini, ben de seni sevecek

gibiyim ama daha değil der gibi

gülüyor. Bekle diyor sanki bana. Ben

de bekliyorum…”

Salak demek geldi içimden. Kızmak,

bekleme ulan bekleme sevmeyecek o

seni demek... Diyemedim hiçbir şey.

Acıdım. Çünkü gördüm gözlerinde.

Söylediği şeye gerçekten inanıyordu o.

Gerçekten Güliz’in kendisine başka

türlü gülümsediğini zannediyor,

gerçekten günün birinde kendisini

sevebileceğini düşünüyordu. Başka

konularla devam etti gece. Sonraki

zamanlarda da, sanki sözleşmişiz gibi

bir daha o konudan bahsetmedik hiç.

Barış mezun olana kadar hiç

vazgeçmedi. Sonrası varsa da

hikayenin, ben bilmiyorum.

Mezuniyetten sonra koptuk…

Yıllar geçti aradan. Düşünüyorum da

şimdi, sanırım bazen hepimiz biraz

Barış oluyoruz. Bir şey oluyor bazen,

bütün dünya senin düşündüğünün

tersini bile düşünse o kadar kuvvetli

inanıyoruz ki o şeye, gerçekle bağımız

kopuyor. Sonrası acı oluyor elbet.

Olsun. Samimi bir acı sahte bir

mutluluktan daha kötü olabilir mi

gerçekten?

ALİ LİDAR SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR

Page 8: Jargon Fanzin | Sayı 2

8

FEYYAZ YİĞİT ERKEK ŞİİRLERİ

MAKİNALI TÜFEĞİM

Gözbebeğimde yalnızlık uyur

benim. Sakalımda beslenir

çocukluğum.

Ve Zemheri

Ve Kor

Ve Saldırgandır kahpeliğin.

Üzülme gardaş.

Bağbozumunda açılan serin

bir

yaradır.

Anamın öykünerek bahsettiği

Makinalı tüfeğim.

YİĞİTLER YAĞMURDA YÜRÜR

Yağmurda yürür Yiğitler

Yarınlara postalanmış ümittir

her adımda toprağa kurşunlanan.

Zayıf ve ürkek bir kelebeğin

Kanadından savrulur hayalperestliği

Kırılgandır sevdası

Kara çalınmış bir DOĞAN L’dir

Güvercin beyazına atfedilen

Memleket türküsü.

Bana ağlayarak dans edebileceğim bir şarkı yap.

Mezarlığın yanında, 4 kapısı da sonuna kadar açılmış eski bir araba… İçinde bangır

bangır müzik çalıyor... Arabanın arkasında yaşlı bir adam burnuna oksijen tüpü

bağlı. Elinde bira, ağzında sigara. Karşısında duruyorum “oynasana” diyor.

Başlıyorum oynamaya…

-Neyde yaptın bu şarkıyı?

-Gitarları ve klavyeleri ben çaldım davulları bilgisayarda yaptım.

-Aferin lan.

Ne acayip… Ağlamaya başladığı an başarmış olucam. Ağlamak isteyip ağlayabilmek

büyük bir başarı…

Ama sadece dans ederken.

Page 9: Jargon Fanzin | Sayı 2

9

ADEM OSLU OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR - 1

Kitap 1

- Dur! Yoksa!

- Yoksa ne?

- Düşerim. Düşersem senide

çekerim.

Kitap 2

- Elbette vardım. Sadece kabul

edemeyecek kadar solgundu

yüzüm.

Kitap 3

- Tam da düştüğüm yere uyku

sermiştim. Ne diye tuttun

ellerimden?

- Seni kurtarmak istedim.

- Beni kendinden kurtar!

Kitap 4

- Bana göre gece gündüzden daha

güzel, daha aydın. Gündüz

gördüklerimi, gece görmek

istediklerimi görüyorum.

Gündüzleri anneler görüyorum

her çocuğun yanı başında, gece

olunca annemi görüyorum

başucumda. Güneş doğuyor,

annem tekrar ve tekrar ölüyor.

Kitap 5

- Hay Allah!

- Ne oldu?

- Bir an sustuğunu düşündüm de

Kitap 6

- Mizah dergilerinin arasına

sıkıştırdığı lise diploması ne

komediydi ne ironi. Sadece

boşvermişlik anlamlarına

geliyordu.

Kitap 8

- Adı Melek’ti. Gerisini

düşünmedim.

Kitap 9

- Bir gemide yaşamak istiyorum

Selma.

- Güverteme yanaş o zaman Halil.

- Selma, sevişmeye yer arıyorsun

yine.

Kitap 7

- Maaş bordrosu diye bir şey

girecekti hayatına. “Maaş” ve

“Bordro”. Rüyanızda yüksek bir

yerden düştüğünüzü gördünüz

mü? Görmüşsünüzdür. İşte o

korkuyu peş peşe hissediyordu

bu iki kelime sayesinde. Nefes

almak rüya gibiydi.

Kitap 10

- Yeni uyanmış gibi “Günaydın!”

diyerek gülümsedi adam ve barut

kokusu odasına yayılırken en

güzel uykusuna daldı. Hiçlik

uykusuna.

Kitap 11

- Yazlar çabuk geçer, sen

güldüğüme bakma. Önümüz kış,

içimde seni bekleyen kara yağmur

bulutları.

Kitap 12

- Sahi neden Süheyla’ya yalan

söyledin?

- Doğrusu nedir bilmediğimden.

Doğrusunu bilmek

istemediğinden…

Kitap 13

- Mantık ve kalp arasındaki

çatışmayı bilirsiniz. Klasiktir.

Hatta klişedir. Bana sorarsanız

insanlar mantıksızken daha

güzeller. Askerlik hariç.

Kitap 15

- Bahsettiğimiz şeyler size tövbe

çektirmesin. Bilmeye çalışmanın

cehennem bir yanı olmamalı. Yine

de Allah kabul etsin.

Kitap 14

- İki duyguyu da bir arada

yaşayabilmek yetisi delirtir insanı.

- Nasıl yani?

- Hem çok sevip hem çok nefret

etmek mesela.

- Schrödinger’in kedisi gibi

diyorsun.

- …

Page 10: Jargon Fanzin | Sayı 2

10

Gidip gelmelerimiz var elbette ama sen gitme Çizim: Vince Low

Kal ki bir deli gömleğini kaptığı gibi uzaya çıksın

Ve bir kelebek zamana karşı devrim yapıp

Kanatlarını daha ağır makamdan satsın.

Yoksa gayet makyajlı bir gezegendir

Venüs ama o kadar uzağa gitme

gitme kal bütünlemelerimi emzir.

Gezegen isimleri:

Plüton

Plüton

Plüton

D- Plüton

Yoksa tam da bu yüzden yani bu yüzden tam da

Eczanenin ismine yapışır reçete

Bir ağaç kalkar ormanı terk eder

Toprak değişir, sis kalkar, sistem çöker

Gitme bir hocaya ağırlık bindirirsin

Cemaatsiz caminin avlusunda patlar cenaze.

Cami isimleri:

Sanki Yedim Camii

Tut ki Kıldım Camii

İmamın Yeri

D- Teşvikiye

Gitme çünkü burada anlatamayacağım bir sürü tuhaf şey olur

Efesli bir basketçi Selçukludan feyk yer

Caddeler dolusu taş baskı sızma

Bir bakmışsın bir neyzen ismini atmış

Yüksek demlerde ihtisas yaptıktan sonra.

BAHA ÖZTOP D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR

Page 11: Jargon Fanzin | Sayı 2

11

Cadde isimleri:

Neyzen Tevfik

Tevfik Fikret

Fikret Mualla

D- Cumhuriyet

Veli Efendi’den hüsranla dönen beygir sahipleri ile

İlk koşuda devrilen semt sakinlerinin omuzlarının aynı anda düşmesi

Gibi bir dayanışma içinde hicranlıyoruz birbirimizi.

Gitme son düzlükte ayağıma dolanır sokak

Oysa ne çok sevmiştik bir diğerimizi.

Sokak İsimleri:

Tinerci Çocuklar Çıkmazı

Bir Şekilde İstanbul Sokağı

Her Şekilde İstanbul Sokağı

D- Susam

Oysa bu nereden baksan düpedüz yamukluktur

Ve enteresan biçimde yol alır. Şöyle ki;

Bu gün seyirciyle buluşmamızın cinnet dönümü

Bileti kes, filmi bas, makinisti vur!

Gitme gidersen iki yaka bir araya gelmez

Bir kedi köpekten korkmadığına ürkür

Gemiler gemi olmaktan inip

Balıkhaneler morga dönüşür.

Yaka isimleri:

Balıkçı

Kayık

Ve

D- Degaje

Ah nasıl da erozyonluyoruz birbirimizi

Altımızdan çekilen kilimler ressamları çıldırtıyor

Ben seni çok sevmiştim, Tanrım ne güzeldin

İlkokuldaydım sanki teneffüsü bekler gibi!

Gitme.

Bir şair doğar, dener, ölür

Gittiği yerde bir gezegene itibarı iade edilir

Gitme yalnızlık Allah’ ta kalsın

Sonrası bildiğin gibi

Vesaire

Vesaire

Ve

Vesaire.

Page 12: Jargon Fanzin | Sayı 2

12

Selanik Caddesinden aşağı doğru

ciğerlerimi hissede hissede koşuyorum.

Soluğum ölmekte olan bir at kadar

kararsız. Meşrutiyet’e canhıraş bir şekilde

dalarken ayaklarım zeminden kaldırdığım

tozu burnuma taşıyor. Peşimde

koşturmakta olan eli silahlı gözü kara

amacında son derece kararlı katili

atlatmaya çalışıyorum ama havada

süzülüp duran bir yaprak kadar çaresiz

olduğumu da biliyorum. Yerçekimi çok

puşt. Neden kovalanıyorum? Bunun için 1

saat öncesine dönmek gerekiyor.

1 Saat Öncesi

Günlük rutinim olan kırk beş dakikalık

koşumu tamamlamış dörtnala koşan atlar

gibi şen bir şekilde evime doğru

gidiyorum. Kurtuluş Parkı’ndan çıkmış

Kızılay Meydanı’na doğru yeni uyanmış

sersem kalabalığı yara yara seri adımlarla

yürüyorum. İçimde öylesine bir sevinç

yumağı oluşmuş ki nedenini dahi

bilmeden bunu dinç bir sabahın etkisi

olarak görüyorum. Oysa hayatımda

sevinmemi gerektirecek hiçbir şey

olmuyor. Her sabah spor yapmak gibi

alışkanlıklarım var. Bunun sağlıklı olmak,

sağlıklı kalmak ya da egzersiz olmasıyla

bir ilgili yok tek sebebim bir rutine bağlı

kalmak. Genel olarak düzenli bir insan

sayılmam ama en azından bir şeylerin

düzenli olarak devam etmesi gereksinimi

duyuyorum. O zaman her şey

yolundaymış gibi geliyor. Kendimi

kandırmayı seviyorum. Bunu çok kolay

yapabilmem ise canımı fena halde sıkıyor.

Kandırılmak istiyorum belki de. Çünkü

gerçekten iyi giden hiçbir şey yok. Geçen

hafta işten kovuldum, geçen ay

sevgilimden ayrıldım, geçen sene annem

öldü. Aradaki boşlukların her biri acıyla

doldu. Dünya bana göz kırptı sanmıştım

oysa gözlerini kapatıyormuş. Ben de acıyı

ruhuma iliklenmiş bir düğme gibi

kabullendim.

Kızılay Meydanı neden hep kalabalık

oluyor diye düşünüyorum yaklaşırken

meydana. Burada herkes mutlu, burada

herkes mutsuz aynı zamanda. Çok sağlam

paradokslar dönüyor Güvenpark’ta. Ne

kadar park var bu şehirde. Dinlenmek

büyük bir ihtiyaç demek ki. Geneli

itibariyle yorgun bir şehir zaten Ankara.

Şehir ayrı içini yurt edinen insanlar ayrı

yorgun. Öyle görünüyorlar en azından. Bu

kent sosunuza ne kattıysa tadınız çok

hüzünlü geliyor demek istiyorum herkesi

çevirip.

Derin düşüncelerimi omzuma düşen bir el

bölüyor. Arkamı dönüyorum beyaz

şapkalı, siyah kalın çerçeveli gözlük

takmış, yer yer kırlaşmış sakallarını

alabildiğine uzatmış bir adam bana

bakıyor. Nasıl bir yüzün var ki elinden

gelen bütün imkanları kullanarak kamufle

ettin kendini diyorum içimden.

“Bakar mısınız?” diyor. Ses tonu çok

tanıdık. Zaten bakmamı sağladın ihtiyar

hala omzumdan tuttuğun elin yardımıyla.

Büyük ihtimalle memleketine dönmek

istediğini söyleyip para talep edecek olan

binlerce adamdan biri olduğunu

düşünüyorum. Genelde cevap vermeden

yoluma devam ederim ancak tanıdık,

merak uyandıran bir şeyler seziliyor

adamdan.

“Buyurun?” diyorum gözlüklerinin içinden

zor seçebildiğim gözlerine odaklanarak.

“Sizinle çok önemli bir meseleyi

konuşmamız gerekiyor.” diyor.

AHMET KESKİNKILIÇ İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?

Page 13: Jargon Fanzin | Sayı 2

13

“Sizi tanıyor muyum? Nedir o önemli

mesele, konuşun.” diyorum gözlerim

istemeden de olsa upuzun sakallarının

üzerinde geziniyor. Bu kadar sakal

bırakmak için birkaç neden olabilir diye

düşünüyorum. Uzun zaman boyunca

kesmeye vaktiniz olmamıştır, kesecek alet

edevata sahip olamayacak kadar parasız

ya da evsizsinizdir, ıssız bir adadan az

önce kurtulmuşsunuzdur, kelsinizdir ve

devasa sakallarla kelliğinizi örtbas etmeye

çalışıyorsunuzdur. Bu adamın sebebi

neydi acaba?

“Ayakta konuşmayalım şu banka oturalım

isterseniz.” diyor gizemli yabancı. Ve sırf o

dokunulabilecek kadar bariz gizem

yüzünden teklifine ayak uydurup

yürüyorum onunla banka. Yanıma oturup

bakıyor bana bir müddet. İçimdeki o

sevinç hissi koşarak uzaklaşmış bir

çocukluk anısı artık. İçimde sadece

tedirginlik var. Neden tedirginim

bilmediğim için iki kat tedirginim.

“Şimdi söyleyeceklerimi anlamanı ya da

mantıklı bulmanı beklemiyorum

Özdemir.” diyor donuk bir ses tonuyla.

Birincisi gayet açık fikirliyimdir ve

dünyada olan bütün saça şeylere bile

kendimce bir gerekçe uydurabiliyorum.

İkincisi ismimi zikretmen beni bir kat

daha tedirgin ediyor ismini bilmediğim

yabancı. Bu çok kötü bir durum değil mi

başlı başına. Yani demek istediğim

isminizi söyleyen biri var karşınızda, sizi

tanıyan biri var ama onunla ilgili hiçbir

şey bilmiyorsunuz. Ünlüler nasıl

yaşabiliyor bu psikolojiyle?

“Adımı biliyorsunuz? Ben sizi

tanımıyorum.”

“Beni bu dünyada senin kadar tanıyan

biri daha yok Özdemir.”

“Başka bir Özdemir şu an nerede

kaldığınızı merak ediyor olmalı. Öyle ya

bazı tesadüfler çok acımasız olabiliyor.”

Gülümsüyorum zorla.

“Tesadüf değil. Dinle beni Özdemir. Şu an

cezası ölüm olan bir işin içindeyim ve

umurumda değil, seninle konuşmam

yasak ama geldim buraya.”

Benimle konuşmanın cezası ölüm mü?

Evet! Hayatımın neden boktan gittiğinin

cevabı kesinlikle bu olmalı. Bu kadar

yalnızlığın bir cevabı olmalıydı ve bu çok

mantıklı geliyor.

“Nasıl yani?” diyorum dışa vurmaya

çekindiğim bir şaşkınlıkla.

“Ben senim Özdemir.”

“Ben senim Özdemir.”, cümleye beynime

çizdiğim çerçevenin içine koyuyorum ama

durmuyor orda. Mantık çerçevesi çünkü o

ve bu cümlenin oraya tutunmak için tek

bir gerekçesi yok. Şaşkın bakışlarımda

yazılı anlamsızlığı okumuş olacak ki

yabancı konuşmaya devam ediyor.

“Biliyorum çok saçma gelecek ama ben 30

yıl sonrasından geliyorum. Otuz yıl

sonrasının seni’yim. Zaman yolculuğu 25

yıl sonra bulunacak ve o tarihi takriben

devlet kontrolünde gerçekleştirilecek.

Çünkü bu bulunduktan sonra büyük bir

kaos hakim oldu insanlığa. Herkes

geçmişe dönüp onu değiştirmek istiyor.

Herkes geçmişe dönüp kendine loto

sonuçlarını vermek için adam

öldürebilecek durumda gelecekte. Devlet

bu durumu kontrol etmek için ağır

yaptırımlar uyguluyor. Geçmişe müdahale

etmenin cezası ölüm. Ben dün gece ya da

yarım saat önce bilemiyorum, tesislere

gizlice girip geldim buraya.”

“Siktir ulan.” Kalkıyorum banktan. Nefret

ettiğim şeylerin başında böyle gereksiz ve

ucuz şakalar geliyor sanırım. Hep bu

merakım yüzümden maruz kalıyorum

böyle şebekliklere. Tutuyor kolumdan ben

olduğunu iddia eden yabancı.

“İnanmayacağını biliyordum. Bak.”

Bakıyorum. Upuzun sakalı dökülmeye

başlıyor yavaşça, gözlüğünü çıkarıyor,

şapkasını da. Kamufle kişiliğin altından

bir ayna çıkıyor ortaya. Ağzım açık

izliyorum. Yüzündeki kırışıklar dışında

aynaya bakıyor gibiyim. Ancak hala

yetersiz geliyor anlattıkları.

Page 14: Jargon Fanzin | Sayı 2

14

“Hala yetersiz geliyor anlattıklarım.

Farkındayım.” Diyor. “Ama gerçek hepsi.

Ben senin 55 yaşınım Özdemir.”

Ne diyeceğimi bilemeden bakıyorum

yabancıya. Yüzümdeki boş ifadede kuşlar

uçuşuyor adeta. Bir süre beynimdeki

çiftlikte yaşayan tavuklara yem verdikten

sonra söze girebiliyorum.

“Güzel senaryo, prodüksiyonu sağlam

tutmuşsunuz bir şaka için.”

“Sana şaka yapacak arkadaşın mı var

Özdemir?”

Yabancı herif kırıcı olmaya başlıyor.

Yalnızlığımın sadece bana meşhur

olduğunu sanıyordum. Yabancı devam

ediyor acı söylemeye.

“Geçen hafta işten atıldın, geçen ay

sevgilinden ayrıldın, geçen sene annen

öldü. Annem. İlkokula yeni başlamıştım,

ilk teneffüs zili çaldıktan sonra okul bitti

sanıp çıkıp eve gitmiştim. Ne gülmüştü

annem ama.”

Kendimle konuşuyorum. Adam doğru

söylüyor. Adam benim 30 yıl sonraki

halim. Ya da delirdim. Bu daha mantıklı.

Ama işte koduğumun beyni öyle

çalışmıyor. İnanıyorum ona. Belki

sıkıcılıkta master yapacak derecede azimli

hayatımı bir nebze renklendirebilecek bir

mucize beklediğimden belki de sadece

inanmak istediğimden, bilmiyorum. Zaten

inanmak için bilmek gerekmiyor, bütün

sorunların kaynağını da bu oluşturuyor.

“Peki tamam, inanıyorum sana diyelim.

Neden buradasın? Madem bu yolculuğun

cezası ölüm, neden bizi öldürecek olan bu

riski aldın?” diyorum.

Önüne dönüp sağ elini sağ dizine koyuyor

gelecekten gelen ben. Önemli bir şey

söyleyecek olan herkesin ortak refleksine

ayak uydurup gözlerini kısarak ileri doğru

bakıyor.

“Sigaran var mı?”

“Kullanmıyorum.”

“Kullanacaksın. Ya da

kullanamayacaksın, aslında kullandın

ama akciğerlerinin bundan haberi yok

henüz. Meselenin özüne dönersek

Özdemir..” elini beline atıp bir silah

çıkarıyor “..buraya seni öldürmeye

geldim.”

Çizim: Agnes-Cecile

Page 15: Jargon Fanzin | Sayı 2

15

Olay zekice kurgulanmış bir şakaya

inandırmaktan bir adım öteye gitmişti

dahası korkmuştum, korkmak çizgisinden

de bir adım atarak endişeye kapılmıştım.

İstemsiz olarak kilitlenmişti gözbebeklerim

mat siyah demirin gölgesine. Devam etti

müstakbel katilim.

“Senin yaşadığın boktan hayatın iki katını

yaşadım. Bu dünya bize hiçbir şey

vermedi Özdemir! Ondan almaya

çalıştıkça da bağırsaklarındaki değersiz

atıklarmışız gibi dışkıladı bizi, dışladı. Acı

hayatımızın başrolünü ölümle imzalanmış

bir sözleşmeyle kaptı ve bu film çok uzadı

artık Özdemir. Salonun ışıklarını açıp,

çıkmak istiyorum. İntihar edecek cesareti

bulamadım, denedim.. yapamadım. Ama

seni öldürürsem her şey tertemiz olacak, o

bitiş jeneriğini okuyabileceğiz sonunda,

birlikte! Ne dersin Özdemir?!”

Cümlelerini tamamlamaya yakın sesi

boğuklaşmış neredeyse ağlar gibi olmuştu.

Evet çok acı çektiği belliydi. Ne

diyebilirdim ki?

“Siktir lan ordan puşt! İntihar etseydin,

kafana sıkamıyorsan bir arabanın önüne

atlasaydın ya da ne bileyim köprüden filan

atlasaydın. Amına koyayım şans olsa

zaten bir almanak getirirdin adam

öldürmeye gelmiş yahu, n’olacak beni

öldürünce sende haliyle yaşamamış

olacaksın ve silineceksin zamandan, oh ne

güzel dünya be! Belki kendi seçimlerimi

yapacağım ben, seninle aynı yoldan

yürümeyeceğim belki de! Daha iyi bir

hayatım olacak lan belki de!”

Dengesiz şakacım, bulantılı aynam,

sabahımın katili bir süre bakıyor bana.

Bakma diyorum içimden insan kendi

gözlerine bakınca kötü olmuştur hep.

Bakma ulan. Lafa giriyor.

“O yolları çoktan yürüdün, o yollarda

çoktan tökezledin sen Özdemir. Ben senin

seçimlerinin sonucuyum zaten. Kusura

bakma.” Ayağa kalkıyor, ayağa

kalkıyorum, ayağa kalkıyoruz.

“Seni öldürmem şart.” Silahını

doğrulturken koşmaya başlıyorum.

1 Saat Öncesinin 1 Saat Sonrası Ya da

Şu An

Meşrutiyet Caddesi’nden sekip Karanfil

Sokak’a saplanıyor bedenim. Soluğum

ölmekte olan bir karınca sürüsü kadar

bencil. İşin tuhaf yanı aynı anda elimde

silahla kendimi kovalıyorum. Gelecekten

kendimi öldürmeye gelmiş bir

gerizekalının beynini taşıyorum. Çok

yorgunum bu hamallıktan. Arkama

bakıyorum köşeyi dönerken katilim

koşuyor silahını saklamaya çekinmeden.

Bir kadına çarpıyorum özür dilemeye

vaktim yok, ama kadın ağlıyor birden

pöykürürcesine. Katilimi görüyorum on

metre ötemde silahını doğrultmuş bana

odaklanmış yaklaşıyor, bir kafenin önüne

kapaklanıyorum hoş geldiniz pankartı

gibi, ayağım takılıyor. Katilimle aramda on

metre ve o on metrenin ortasında zırıl zırıl

ağlayan bir kadın. Oturuyorum artık

çaresizliği kabullenmiş bir boksör gibi

nakavt olmaya hazırım. Kalbim göğüs

kafesimi dövüyor adeta, soluğum

düzensiz, eli silahlı ben adımlıyor bana

doğru, kadın ağlıyor, gözyaşları Karanfil’i

ıslatıyor. Kadın paltosunu düğmelerini

çözüyor ağlarken. Bir garip striptiz

izliyorum ölürayak. Katilim yürüyor

hedefine. Ağlayan kadın elinde bir

düğmeyi tutuyor, hıçkırıkları taze. Katilim

kadınla aynı hizada, kadın ölümüne

ağlıyor. Elindeki düğmeye basıyor.

Gözyaşları infilak eden bedenine karışıyor.

Karanfil Sokak büyük bir gümbürtüyle

çalkalanıyor. Bir anda mahşer yerine

dönen şenlik alanı kaos dersi veriyor

Ankara’ya. Gözlerimi açtığımda üzerimde

kafenin kırılan camlarını görüyorum ama

kadının tek bir parçası yok etrafta. Her

halde diyorum zerreleri cehenneme

uçuştu. Katilimi görüyorum ama, en

azından birazını. Omuzlarından kafasına

Page 16: Jargon Fanzin | Sayı 2

16

kadarlık olan kısım yerde yatıyor. Bedenin

geri kalanı kim bilir nerede. Zorla kalkıp

yürümeye başlıyorum.

İçimde tarif edemediğim, asla da tarif

edilemeyecek bir hisle sendeleye sendeleye

yürüyorum. 30 sene sonra öleceğimi

biliyor olmanın garip hüznü çöküyor

omuzlarıma.

(iş bu öykü koskoca bir bütünlüğün bir

parçası olup, yer yer oluşan(özellikle son

kısımlara doğru) kopukluklar yazar

inisiyatifi ya da dadaizmle alakalı olmayıp

tamamen bambaşka öykülerin parçaların

olmalarındandır.)

sana bir yara anlatcam

kulaklarını hazırla, sivilcen dursun patlatma

hüznümüz var

en çok spider-man'e büküldü

nasıl kanıyordu ama, bacağındaki o yara

yanında olmasak da olur

-FBI vardı ya.

-

yarayı anlatmaya devam ediyorum

sivilceni patlatmadın inşallah

adam olmak zor, örümcek her yerde

yara her yerde

pansumanım olsan da olmasan

açılır nasılsa, bir yara daha

-

yaralı öpüyorum yaranı

yaralı ver ellerini

-sivilceni patlat bile.

SÜLEYMAN GENCAVER HAZIR YARILMIŞKEN

Page 17: Jargon Fanzin | Sayı 2

17

‘’sevdiğim tüm kadınlara’’

Hatırladığım ilk kadın annem değildi, bu yüzden hikayelerimde vurulan herkes ölür, taşradan taşan hayaller vardır, içinde yüzlerce devlet boğulur. Çok dost gömüldü bu sonbaharın bitiminde, çarpıcı dram filmleri arar dururum, ve sonra, tuttuğum bir aşk elimin izdüşümünde, beynimde her an biri ölecek hissi, sonu belli olmayan senaryolar çoğalır.

Dünya'nın uzaydan görünüşü, gözlerini böyle betimledi şair, seni yazdığım her duvarda ayrı bi' ideoloji sakladım, kırmızı boyalarda, anarşist manifestolarda, kocaman bakardı gözlerin, dünyanın büyüklüğünü o zaman anladım.

Yazdığım şeyler ''seni seviyorum''un politik karşılığıdır, tükettiğim inançlarda gizlenen günahlar, Türkiye’nin jeopolitik konumunu öğrendim, sonra durdum beş dakika düşündüm, sen hala çok güzelsin.

Çünkü okulda bize öğretilirdi milliyetçilik, faşistliğin temelini orada atıyordu bir nesil, tutuyordum aşkı göğsümde, bir o kadar muhalifliğim, ve itiş kakış öğrendiğim, Türk’üm, doğruyum çalışkanım, ha ha ha! İlk sevdiğim kadın annem değildi, üstüme gelmeyin, bence üstüme gelmeyin, çünkü annemin gözleri yeşildi.

“idi bunca uğraşım.’’

HASAN AY SERBEST AĞRIŞIM

Page 18: Jargon Fanzin | Sayı 2

18

Çizim : Ecmel Sarıkaya

Yine gece yarısı

ve ben seni düşünüyorum

kapatıyorum gözlerimi

hayalini seyrediyorum

Cümleler sevişiyor aklımda

boşalırcasına dökülüyor dilimden

ve bir şiir doğuyor yüreğimden

baba şefkatiyle sahipleniyorum şiirimi

nereye baksam seni görüyorum

esen rüzgarlar kokunu getiriyor bana

güneş teninin sıcaklığını

Sen şimdi yüreğime düşen son cemresin

ve ikimizden olma bir şiir bu

şiirimi sensiz bırakma

BATUHAN BELHAN İKİMİZDEN OLMA ŞİİR

Page 19: Jargon Fanzin | Sayı 2

19

hep aynı kabusu görmekle mükellef yanlarım var. söylediklerimi anlamayacak kadar meşgul ya da bambaşka hayallere iştirak eden akıllarınız da cabası. ben şimdi kime dert anlatmaya kalksam abes bir çabanın yanıbaşına kurulmuş kamplarda tüketiyorum ciğerimi. oysa kramp diyorum ben size, biraz dertlerimden bahsetmek istiyorum belki de. neyse. mekanik filler oturuyor kursağıma buram buram lacivert kokuyor yokluğun böyle zamanlarda seviyorum suçlanmayı. ben aslında çoğu zaman seviyorum kirpik diplerinden parmak uçlarına kadar

bütün dünyayı. hep apayrı özlemlere teşne yüreğime tatbikatı mümkün olmayan şiirler düğümleniyor yağmursuz, rimbaud kokulu parisyen gecelerin bazılarında. hüzün gibi ödevlerim varken yüzünle aylaklık ediyorum, düşler bir karıncanın karıncalanması gibi belkemiğinin, tarife hacet duymayan yollarda düşürmüşlüğüm de var kimliğimi. travego bir hüznün tozunu yutmak gibi bazen dünyanın bütün polislerine cop ısmarlayayım. çıktığım komalarda bıraktığım anevrizma buradan bakınca dünya çok kubrick o zaman bende israfil’den ‘dönülmez akşamın ufkundayız’ı isteyeyim. daha önce birkaç denizde boğulmuşluğum ve kardiyoloji servislerinde bulunmuşluğum da var. kimsenin acısını taşımaya yetmiyor şimdi kimsenin yüreği, ne acı. denizler diyorum ben dehlizler de var, sahi sahiller de öyle ve gökyüzüne sıkı sıkıya tutunmuş bir yıldızın azmi. doktor rakıyı yasaklamasaydı iyiydi. şimdi biraz sevk alayım biraz da bisküvi yeterince yoksa ben böyle düşünüp düşünüp kimsesiz bir kuş gibi aklımı delen matkapla mesud olmayı öğrenmedikçe çok yoruluruz yürürken, çok yoruluruz hüzünle. şimdi bir bardak çay alayım, yanına da kombili bir huzur mümkünse,

yoksa damarlarımı patlatabilecek özlemler yaşanmakta hala yeryüzünde

GÜN ÖZ HEP AYNI AYNA

Page 20: Jargon Fanzin | Sayı 2

20

Çizim: Vince Low

Küçüklüğünden beri ismiyle çelişik bir hayat yaşamıştı Kazım. İsmi pek bir büyük geliyor insana. Seslenildiği

zaman kapının kenarından babayiğit birisi çıkıp gelecek sanıyordu insanlar 15-20 yıl önce. Fakat köşeyi dönen

küçük Kazım oluyordu. Sadece koridorun salona bağlanan kısmındaki köşeyi dönebilen orta direk Kazım.

Çelimsiz Kazım. Çelimsiz olsa da, Atom Karınca Kazım…

Aklı yettiğinden beri olaylara karşı vücudunun geliştirdiği garip bir tepki mekanizmasıyla yaşıyordu. Evdeki çalar

saat annesi tarafından kırıldığı zaman anlamıştı böyle bir özelliğinin olduğunu. Kendini Örümcek Adam gibi

hissetmişti ilkin. İçinde müthiş bir keşmekeş vardı. Midesine midesine saplanan yumruklar fazlasıyla rahatsız

etmişti Kazım'ı, kötü şeyler olacaktı... Saat kırıldığı zaman, aslında annesinin kırdığını "Kazım" gibi biliyordu

bizim Örümcek Adam. Fakat annesi, babasından ziyadesiyle korktuğu için olayı Kazım'ın üzerine atıvermişti. O

günün akşamında okkalı bir dayak yedi Kazım. Hatırladığı ilk sert darbeler belki de o dayak sırasında aldığı

darbelerdi. Ve hatırladığı ilk sinkaflı söz sarf etme olayını "Kimse hayat kadar sert vuramaz" diyen Rocky'ye karşı

gerçekleştirmişti: "Hadi lan ordan şerefsiz pezevenk! Babam sana bir koysun da gör!.."

Poker masasına henüz oturmuştu Kazım. İlkokulda ilk Hayat Bilgisi yazılısına girmeden önce karnına oturan

gergedan gırtlağını boynuzlarken yine insanüstü özelliği aklına geldi.

—Anne?

...

—Anne bir bak.

—Ne var yine ne oldu?

TUNCAY KIZILASLAN ADAM KAZIM

Page 21: Jargon Fanzin | Sayı 2

21

—Benim karnım çok ağrıyor anne. Okula gitmeyelim nolur?

—Bir şey olmaz. Hem yazılın var. Çalıştık akşam beraber o kadar. Yazılına gir, götürürüm ben seni geri eve.

—Ama anne...

—Sus artık! Eşşoleşşek!

Tabii korkunun ecele, sabah içilen sütün de kemikleri geliştirmenin yanında Kazım'ın karnında oluşturduğu

gazdan başka bir şeye etkisi yoktu. Tabi Kazım'ın da bunlardan haberi olacak sayıda yaşı yoktu. Yazılıdan önce

yaşadığı bu sinir bozucu ağrı onun için bir şeylerin habercisi gibiydi.

Izdıraplarla geçen ilk yazılısı, karnındaki gergedanın boynuzlarının sayısı kadar notla sonuçlanmıştı. 2, geçer.

—Nasıl geçer? Nereye geçer? Niye iyi değil? Niye pekiyi değil? Hayvanın dölü! Biz sana bok gibi notlar al diye mi

para döküyoruz lan it oğlu it! Siktir git şimdi odana!

Rivayetle değil, hakikatle; babasından yediği her dayakta annesine sığınıverirdi. Babası onu dövünce annesi

şefkatli davranırdı, bunu anlamazdı pek. Erkek çocukları, nereden bilsin ki ana yüreğini? Allah vergisi… Keşke

diğer zamanlarda da öyle olsaydı annesi, keşkelerle olmuyordu ve bunu öğrenmek de pek zor olmamıştı Kazım

için. Bir keresinde annesiyle babası tartışırken kapının kenarından dinlemişti Kazım, annesi babasına kızıyordu;

"Oğluma kızma bağırma. Ben bağırırım ama sen yapma." Tabi annesi de güzelce payına düşeni alıyordu babasının

balyoz gibi cümleleriyle: "Niye lan? Bir tek senin çocuğun mu? Biz neciyiz? Sokağa atmadığıma şükret!"

Mütevazi koşullarla kol kola, zaman geçiyordu. Hayat Bilgisi yazılısı gibi. Nasıl geçer? Nereye geçer? Böyle böyle

geçiyordu. Herkesin zaman dersinden aldığı notun 2 olduğunu öğrenmişti Kazım. Zaman; geçer! Kendisinden

beklenilmeyecek bir performansla ilköğretimi ortalamanın üstü şekilde bitirmiş, güzel bir lisede başarıyla

okumuş, şimdi üniversite sıralarında 100 üzerinden 2'li notlarla yine "bunlar da geçer" diyerek geçip gidiyordu.

Abicim ben bunları nereden mi biliyorum? Ben de aklımın bana verdiği yetkiye dayanarak kendimi bir birey

olarak gördüğümden beri Kazım ile beraberdim. Bizim binanın yakınındaki çöplüğün hemen yanında bir ağaç

vardı. Vardı, diyorum çünkü onu da bizden aldılar, tüm huzurumuzu keyfimizi alıp götürmedikleri yetmiyormuş

gibi... O ağaca tırmanır saatlerce konuşurduk çocukluğumuzdan beri. Yani, o muhterem ağaç kesilene dek bizim

yegane mekanımız olmuştu. Sonra işte çevremiz gelişti, ilişkiler ilerledi falan derken alkolle de tanışmamak

olmazdı. Biz onu çok sevdik, o da bizi hiç yalnız bırakmadı. Kendimizi sapıtacak kadar değil de, ruhumuzun

fermuarını açıp içimizdekileri ortaya dökebilecek kadar alışmıştık merete.

Aykırı saatlere yakın vakitler içerisinde, geçenlerde yine oturduk Kazım'la bizim mahallenin pek kullanılmayan

sokağının köşesinde, yeni ağlama duvarımızın dibine. Tinercilerle, şarapçılarla ara sıra kapışmışlığımız oluyordu

burada. Bu da iyi geliyordu bazen, stres atıyorduk. Stres attırdığımız da oluyordu karşımızdakilere. Çünkü biz iyi

adamlardık. Hep dayak atmak olmazdı değil mi?

"Bakın lan yüzüme! Kimse babam kadar sert vuramaz amına koduklarım! Gel lan gel de bi sikiym ağzını yüzünü!"

nidalarıyla Kazım'ın, çok adam dövüp, ara sıra dayak yemişliğimiz oldu işte. Ben susardım dalardım, Kazım

bağırır dalardı, ben iyice gaza gelirdim sonra. İşte artık kimin gücü kime yeterse... Bir curcuna başlardı ki

sormayın gitsin. Şimdi onun soğuk taşının karşısında oturup o günleri yad etmekten başka yapabildiğim bir şey

yok.

—Hadi başla, bugünkü seansımızda seni dinliyoruz Kazım baba.

—Abi direk giriyorum konuya. Giriş yapamıyorum zaten, kompozisyon sınavlarından bilirsin beni. Bir

başlayabilsem amına koyacaktım tüm sınavların ama beceremiyordum işte. Son beş dakka aklıma geliyordu giriş,

yetişmeyince 2 alıyordum. En sevdiğim not biliy...

—Biliyoruz la düdük. Anlat işte yine giriş yapamıyosun farkındaysan.

Page 22: Jargon Fanzin | Sayı 2

22

—Abi seviyorum.

—Biliyoruz, sonra?

—Sonrası işte karışık. Sanki toteme konuşuyorum. Sanki karşımda put var onunla muhabbet ediyorum. İbrahim

gelse, hiç acımadan yıkar onu. Ama dikilirim İbrahim'in karşısına, ona bir çift lafım olur: "Nolursun ona bir şey

yapma, ben razıyım bu karlı yaz günlerine. Sen affet İbrahim.". Böyleyim işte abi.

—Sana bir faydası var mı böyle olmanın?

—E yok biliyorum. Biliyorum bilmesine de, abi işte. İnsan sevince.

—Sevince götünü sikseler ses etmiyorsun be Kazım, bilmem mi?

—Heh işte abi aynen böyle. Bazen kızıyor ediyor, kendimi çok kötü hissediyorum. Ne hata yaptım diyorum. Hatayı

hep kendimde arıyorum anliycan abi. Sonra ben kızıyorum, yine kendimi kötü hissediyorum. Lan amına koyim

ben naptım üzdüm onu falan diyorum. Yine hatayı kendime bırakıyorum. Seni seviyorum ulan, dedim kaç kere.

Her şey iyi güzel gidiyor da, galiba "ulan" dediğim için kaybediyorum. Demesem böyle olmaz belki. Bir de böyle

deneyeyim. Ulan niye aklıma gelmedi daha önce? Her eylem için eşit ve zıt bir tepki vardır, demiş Newton abimiz.

Ben onu ne kadar sevdiysem… Offf… Benden adam olur mu be abi? Olmaz biliyorum.

—Olur birader olur. Senden adam olur. Sen adam olmuşsun zaten. Sıkıntı adamlığını gören birisine denk

gelememende. Sıkıntı bu dünyanın bizler için dönmemesinde. Her şey yoluna girer elbet, sıkma sen canını.

—Her şey yoluna girer tabi de…

—De’si ne ulan?

—Benimkinin yolu hep bok yolu oluyor ya ona yanıyorum. Sağlık olsun be abi. Hep kendime şey diyorum işte,

kendimi zorda hissettiğim zaman; bu da bir sınav, bunları yaşamam lazımmış, kaderim böyleymiş diyorum. İsyan

etmiyorum kesinlikle. Çarpılacaksam aha şu içtiğim zıkkımdan çarpılacam ama isyan etmiyorum asla. Sabırlı

olmak için yardımcı oluyor böyle düşünmek. Sabır etmekle ilgili bir sürü şey anlatırdı annem eskiden.

Önümüzdeki toplantılarımızda anlatırım ben de sana annemin anlattıklarını. Bu zamanlar da geçer diyorum.

Geçmiyor ama geçmiş gibi yapıyorum. İşte bu da ayrı koyuyor insana...

İç çekti önce birkaç saniye boyunca… Sonrasında salıvermişti gözyaşlarını gözlerinden gırtlağına. Zayıf Kazım.

Duygusal Kazım. Evrenin tüy kalpli velet adamı Kazım...

—Tamam babuş sakin. Hadi kalk eve gidelim. Orada devam ederiz.

—Yok be abi. Ben biraz daha buradayım. Sen git.

—Hadi oğlum kalk gidelim. Sen kendini nasıl toparlayacaksın burad...

—Abi kurbanın olam sen beni biraz yalnız bırak. Karnım ağrıyor biraz. İçime içime işleyen yumruklar var abi.

Kendimle biraz boğuşmam lazım sanırım.

—Ulan!.. Neyse. Habersiz bırakma.

Sikik gergedan yapacağını yapmıştı yine. O gece; bizim geçenlerde ağızlarıyla götlerini yer değiştirdiğimiz elemanın

teki adamlarını toplamış, gelmişler bizim mekana çivili sopalarla, muştalarla. Pezevenkler! Tek buldular ya bizim

çelimsizi. Kafası ayık olsa bir şekilde baş ederdi kardeşim… Allah ne verdiyse giydirmişler ciğerime. Gerçi ben

olsaydım ne faydam olurdu Kazım'a? Şimdi vicdanım ruhumu ters yatırıp düz sikmezdi, orası ayrı konu.

İn-cin sahayı terk ettiği vakit, sabahında bulmuşlar duvarın dibinde Kazım'ı. Sabahında buluyorsanız birisini bir

duvarın dibinde, ya içip içip sızmıştır ya da... Allah belamı vereydi de gitmeseydim o gün yanından. Şimdi ben

misafir ediyorum o gergedanı. Her akşam duvarımızın dibindeyim aynı sokakta. Her akşam... Bekliyorum.

Vursana ulan dünya!

Page 23: Jargon Fanzin | Sayı 2

23

karınca yuvalarıyla başlayan uzun bir hikaye için ellerin ağır senin başın omzuna yük

nicedir gelmiyorsun evime ve nicedir duyulmuyor sesin tatlı bir sayıklama gibi günün belli saatlerinde

seni sevmek biraz da akşamüstü sakinliği gibi dediğimde

gülmüştün gülmüştün ve bir at nasıl hürse işte öyleydim ben de

bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur mu insan? olur elbette olur

yanında sen varsındır sen, ellerinin serinliğiyle bir adam gönlü; pak.

balkona çıkmış sigara içiyorsundur bir elin ya cebindedir, ya mermerde

mermer soğuk sokakta in cin

demiştim bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur insan elbette olur

ve eğer yanında sen varsan hele bir de bir elin cebinde gözlerin sokağa birkaç adım sigara içiyorsan balkonda

bilmediği bir şeylere koşar koşar koşar ve vazgeçemez bundan

ben de bir şeyleri yitirmeye çeyrek kala seni bilmemek için sana koşuyorum

balkonda sigara içişlerinin güzelliğinden başka bir şey bilmiyorum ve daha birçok şey bilmiyorum bilmiyorum kimsin nesin

HATİCE RAMAZANO YİTİRMEYE ÇEYREK

Page 24: Jargon Fanzin | Sayı 2

24

Çizim: Ecmel Sarıkaya

Zeus'un şikayetiydi aşklarımız. Kendi kanlarında boğuluyorlardı güzel çocuklar. Orta çağların en kirlisi beyaz. Çocuk odasında şiir yazarken bulundu. Hakikati arar oldu yeraltının illegal örgütleri. Hepimizin tek sorunu: Tutamayacağımız sözler veriyoruz. Bilirsiniz, Kadıköy diye bir cennet var. En iyi yapabileceğimiz iyimserliğin varlığına inanmak. Dünya bizim için değil. Aksini düşünün.

Dünya bir cehennem ve mahvolan sadece bizim hayatlarımız. Nerede olacağına insan kendi karar verir. Görmek dünyada değil Kadıköy'de bulunmaktır. Dünya böyledir. Çünkü başka şeyler ister insan. İnsanlar başka şeyler istediği için dünya böyledir. Kimse bir okaliptüse menekşe veya papatya demez. Menekşe veya papatyaya da kimse okaliptüs demez. Bu böyledir. Aksini söyleyen ironik yavşaktır. İronik yavşaklık hayattır. Hayat teslimiyet, teslimiyet aşktır. Ve aşklarımız Zeus'un şikayetiydi.

YUSUFHAN KOL BENDEN DE ÖNCEKİLERE

Page 25: Jargon Fanzin | Sayı 2

25

Bir elimde sigara, önümde kahverengi bir efes şişesi, müziğin sesi açık, Vassilis'in

klarneti yürek dağlıyor. -Dinlemesini bilene dünyanın en hüzünlü çingenesidir!- Sağlığa

zararlı şeyleri ne kadar çok sevdiğime hayretle bakıyorum. Ruhum inciniyor. "İncinme ulan!"

diyorum. "Ota boka inciniyorsun." zaten.

İçses şeytandan almış gazı çıkıyor karşıma; kendisi koca bir çınar, inceden bar filozufu, hafif

de kırık;

"Ben nice adamlar tanıdım" diyor. "Dağ gibiyken öldüler. Oturup yemek yerken öldüler, bir

bardak su içerken öldüler, osururken öldüler aga! Şaka şuka değil; sahiden gerçek! Sonra

onların arkasından bakakaldık, dağ gibiydiler. Yıkmaya kalsak bin dozer, binbeşyüz TOMA

gerekti; ama öldüler." -Bunlar seni karamsarlaştırmasın, bunları bilmek esasında yaşama

sevincidir.- Şimdi bir sigara daha yakalım, semaya dönüp derin bir nefes çekelim. Çünkü

bizler; yani küçük tepeler de bir gün gelip öleceğiz; en azından ölürken bu bedene çok

yatırım yapmamış olmanın memnuniyetiyle gülümseriz."

Hayat en sevdiğin diziyi beklerken heyecanlandığın gibi bir şey değil; sık sık verilen reklam

aralarına sövdüğün kadar da değil. Hayat düşünmedikçe güzel.

Dünyanın neresinde olursan ol, eğer uyurken ışıkları açık bırakıyorsan bil ki sen korkağın

tekisin. Karanlıktır insanın kendine en yakın olduğu zaman, işte asıl o zaman fısıldarsın

yüreğine kendi gerçeklerini ve bir gün gelir beş dakika da her şey değişir. Yerle yeksan olur,

sonra birden şaha kalkarsın. Tarumar ya da muzaffer olmanın arasında ince bir ip vardır.

Bunların hepsi senin kendini güçlü hissetmen için midir? Peki, güçlü hissedince ne olacak?

Dağ gibiyken ölmekle yerin dibinde ölmek arasındaki fark; satranç sona erdiğinde Şah ve

Mat'ın aynı kutuya konmasından farklı mı?

Sana bir çözüm; eğer kimse çocuk yapmazsa bir gün gelir kimseler kalmaz ve insanların

çevreyi düşünmesi de gerekmez; çünkü kimse sahiden ardımızda kalacak olan kedileri

köpekleri önemsemez. Ve ne kötü ki sen iki kere iki dört olduğu için değil, birileri iki kere

ikiye dört dediği için dört diyorsun. Ekmeğe ekmek adını veren adamla tanışmak isterdim

mesela; uzun uzun sohbetler etmek isterdim. Hayata bakış açısını, kadınlara yaklaşım

biçimlerini öğrenmek isterdim. Sonra da bunu sahiden nasıl başardığını öğrenmek! Ne iyi

olurdu, zaman daha çabuk geçerdi.

Ve eğer hepimizin derdi özünde sıkılmaksa alın size bir çözüm daha; tekila zamanı

hızlandırıyor. Üstelik Türkiye’de üreticisi de yok. Bankadan ticari kredi çekip bir yerli tekila

fabrikası açabiliriz mesela, ne iyi olur. Sonra Yeni Foça’dan gidip üç beş hektar limon tarlası

almak gerek; birkaç koli de tuz. Sahiden, ne iyi olur. Zaman hızlanır. Birilerinin doğru

sandığı, ama aslında koca bir hezeyandan ibaret değerlerle savaşırken harcadığın emeklere

yazık olmaz. Aşık olup heder olurken döktüğün gözyaşlarına da yazık olmaz. Düşünürken

kafayı yemen de gerekmiyor; alkol sinir sistemini çok daha kolay çökertiyor.

Çan eğrisi acıların bir başka bileşimiyse eğer ve senin hayatta ki başarılarını birilerinin

ERDEN ERİŞ ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER

Page 26: Jargon Fanzin | Sayı 2

26

başarısızlıkları etkiliyorsa bu ne derece adil! Herkes sıfır aldığı zaman bir alan adamın

kendisini sahiden muzaffer hissetmesi mantıklıysa, mantık Aristo'dan doğmuş olamaz.

Başarı birileri düşük aldığı için zaferler kazanmak değildir. Başarı bir kağıt parçası

sayesinde Allah'ın dağında diğerlerinden az nöbet tutma şansına sahip olmaksa başarı

değildir. Başarı diğerlerinden 0,3 salise hızlı koşmaksa başarı değildir. Her gün 7'de uyanıp

9'da iş yerinde olmak da değildir.

Başarı zamanı çabuk geçirendir. Başarı sana sahici dertlerini, dünyada olup biten ve senin

seyirci bile olamadığın ahraz kaldığın, dilsiz kaldığım, kör kaldığın acıları düşünmeden

geçen her dakikadır. Aynı mutluluk gibi!"

Çizim: Ecmel Sarıkaya

Page 27: Jargon Fanzin | Sayı 2

27

8 yaşında , haykıra haykıra ağlama seslerinin geldiği anda içinizden bir şey kopmasıdır bu

yaşananlar.. Belki size söylenmemiştir o an .. ama anlarsınız işte, bir yerde anlarsınız. Göz

yaşlarınızdan daha önce gelir bu his.. Siz de ağlarsınız..

Deli gibi ağlarsınız ömrünüzden ömür gitmiş gibi.. Üzerinize dağların yıkılması gibi..

Arkanızda yanınızda bir boşluk hissetmek gibi bir duygu bu bilmem bilir misiniz… Kokusu

kalmıştır belki evin içinde son bir kez gizli gizli içinize çekersiniz. Baba kokusu bambaşkadır

o an anlarsınız işte. Hayat buymuş.. Asıl hayatımı ben kaybetmişim ulan dersiniz..

Kendinize gelemezsiniz.Başınız öyle ağrır öyle döner ki.. İnat edersiniz başka kimseyi

kaybetmicem diye.. kaybedersiniz işte.. Benzemeye çalıştığınız, gözünüzde paşa olan,

adımları büyük, gülüşü sert.. Asil ve bastığı yerde iz bırakan biri gitmiştir artık.. İzlere

bakakalırsınız.. Bu sefer kaybetmicem baba diye yine ağlarsınız..

Bazı şeyleri atlatmış olsanız da seneler sonra babanızı tekrar hatırlamaya çalışırsınız. Ama

yapamazsınız. Sesini unutursunuz biraz.. “Noluyo lan bana” der bir tokat atarsınız

kendinize.. Aklınıza gelmez o ses.. Bir türlü gelmezz.. Çıldırırsınız .. Sonra yaptığı şakalar,

anılar, hareketleri, her sabah traş olurken çaldığı ıslık melodisi gider aklınızdan.. İşte o an

öldüğü zaman yüreğinize gelen tokatın acısını yere yıkıldığınız an yaşarsınız.. İçinizde

kaybolur zamanla. Atlarsınız bisikletinize tüyünüzün ürperdiği yere gelir.. “Selamın aleyküm

baba” dersiniz oturursunuz babanızın mezarının yanına . Ve sorarım size, siz hiç “Baba!”

diye toprağa sarıldınız mı? Bir kötü olursunuz işte o an.. Gözyaşınızın tuzlu tadı gelir sadece

dudaklarınızın arasına.. O an “baba!” diye bağıramazsınız.. Mal gibi kalışlarınızın en

kötüsünü yaşarsınız.. Sonra hayatınıza geri dönersiniz. Tam acılarınız diniyor gibi

hissettiğiiniz anda.. Biri çıkar karşınıza sohbet sohbeti açar.. “Ben de babamla küsüm

Görkemcim” der.. İçinizden dersiniz “Keşke babam yaşasaydı da küs olsaydık be kardeşim”..

Son bikere daha görseydim dersiniz..

-“Noldu lan bir şey mi dedim gözlerin doldu?” sorusuna cevap olsun diye.

Gülersiniz sadece.

Arkanızdan bir müziğin yükselmesini, her şeyin bir film izlerken uyuya kalmışcasına

kocaman bir şaka olmasını beklersiniz.. Ama akşam yine cüzdanınızdaki baba resmine

bakıp uyursunuz…

ZENGİN GÖRKEM ATALAYER BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM

Page 28: Jargon Fanzin | Sayı 2

28

Ahmet ve arkadaşı nadir görüşen sıkı dostlardandı.

Yine güç bela bir öğle molası zamanında bir

görüşme ayarlamışlar ve alışkanlıkları gereği her

seferinde gittikleri o mekâna girmişlerdi. Siparişleri

alan garson, tıpkı fonda çalan müzik gibi son 2

yıldır aynıydı. Nargile, ikisinin de vazgeçilmez keyfi

gibiydi. Bir de birlikte vakit geçirmekten aldıkları

keyif düşünülecek olursa, mutluluklarına diyecek

yoktu.

Laf lafı açarken Ahmet’in gözüne, kasanın hemen

yanında muhtemelen yeni asılmış olan renkli bir süs

takıldı. Hemen arkadaşına gösterdi ve “Şu süsün

üzerindeki renkler bana neyi hatırlattı biliyor musun?”

dedi.

“8 yaşındayken babamın hastalığı yeniden

nüksetmişti ve Ankara’ya gitmek zorunda kalmıştık.

Arkadaşlarıma, mahalleme, her gün düzenli

uğradığım bakkala, odamın camından azıcık da

olsa görünen deniz manzarasına, hepsine veda

etmek zorunda kalmıştım. Annem de pek razı

değildi hissedebiliyordum fakat sağlık, herkes için

her şeyden öncelikliydi.

Babamın durumu daha fazla ağırlaşmadan

Ankara’ya varmıştık. Annem küçük kardeşimi ve

beni mümkün olduğunca oyalamaya çalışıyor, bu

yeni ikileme/ortama alışmamız için çabalıyordu.

Öte yandan babamın sağlığının, onun kafasını ne

kadar kurcaladığını gözlerinden okumak hiç de zor

olmuyordu.

Yeni ortamımıza alışmaya çalıştığımız o günlerin

büyük bir kısmı, babamı hastanedeki kontrollerine

getirip götürmekle geçti. Bir sabah yine o

kontrollerden birisi sonrası doktor odasından

ayaklarını sürükleye sürükleye çıktı ve babamın

hastanede kalması gerektiği alçak bir sesle belirtti.

Annem yıkılmış, ben içten içe hüzünlü, küçük

kardeşim ise olaya tam anlam veremese de

huzursuz bir haldeydi. Annemin bu durumunu

haber alan dayım da hemen Ankara’ya gelmiş ve

kısa süreliğine yanımıza yerleşmişti. Dayımın görevi

babamla ilgilenmekten çok, bizi ayakta tutmaya

çalışmaktı aslında.

Bir gün beni ve kardeşimi Güvenpark’a götüreceğini

söylemişti. Evden çıktık, otobüs ile Kızılay

meydanına vardık. Moral vermeyi kendisine görev

edinen dayım kardeşime ve bana 1’er adet uçan

balon aldı. O güne kadar ne öyle kendiliğinden

uçabilen bir balonu elimde tutmuştum, ne de o kadar

güzel renkleri yan yana görmüşlüğüm vardı. Renkleri

tıpkı kasanın üstündeki süsler gibiydi işte. Belki de

geçirdiğimiz o son birkaç gri ile boyalı günden sonra

daha cazip geliyordu, bütünüyle anımsayamıyorum.

Parkta saatlerce dolaştık, gazoz içtik, güldük eğlendik.

Güneşin batmaya niyetlendiği dakikalarda kardeşim

ve ben son enerjimiz ile koşuşturmaya devam

ediyorduk. Bir anda o rüya kadar güzel renkli uçan

balonun ipi kardeşimin elinden ayrıldı ve günümüzün

en büyük olayı olan balon, gökyüzüne doğru

süzülmeye başladı. Belki de hayatımızda ilk defa bir

şeyi kaybetmiş olmanın verdiği duygusal yoğunluk ile

oracıkta ikimiz de gözyaşlarımızı koyuverdik. Tam o

sırada, -daha yanağımızdan süzülen o yaşlar henüz

kurumamışken- dayımın telefonu çaldı. Yüzünden

kötü bir haber aldığı açıkça okunabiliyordu. (Çocuk

halimle yüzünden açıkça okuyabilmiştim).” dedi

Ahmet.

“Babanın haberi miymiş?” diye sordu kendisini

tutamayan arkadaşı.

“Evet” dedi ve yutkundu. Sanki o günü, o dakikaları

tekrardan ve daha bilinçli olarak yaşıyor gibiydi.

Dilinin ucuna gelen kelimelerin boğazındaki

düğümden geçemediği, yüzündeki ifadeden açıkça

belli oluyordu.

“Evet, babamın haberini almıştık. Meğer kardeşimin

avucundan ayrılan uçan balon bizi ayrılığa alışalım

diye yükselmiş gökyüzüne... Babamın gidişine çok

üzülmeyelim, hazırlıklı olalım diye. Zaten babam da o

balonun renkleri kadar güzel bir insandı.” deyip

nargilesinden bir nefes daha aldı. Gözleri dolmuştu,

fakat belli etmek istemiyordu.

Sonrasındaki 5-10 dakika, arkadaşının Ahmet’i telkin

etmesi ve onu sakinleştirme çabasıyla geçti.

Ahmet biraz olsun sakinleşmişti. Derin bir nefes aldı,

göz pınarlarına parmaklarıyla bastırarak olası

gözyaşlarını engellemeye çalıştı. Ardından saatine

baktı. Öğle arası bitmişti. İşine dönüp, ofisindeki

eskimiş bilgisayar klavyesi ile evrak kaydı yapmaya

devam etmeliydi. Hesabı ödedi, üstünü emektar

garsona bıraktı. Zar zor planlayıp görüştükleri o

değerli yarım saati geçmişe giderek, babasını özleyerek

ve nargile içerek geçirmişti. Mutsuzdu, dalgındı, fakat

çalışması gereken bir işi vardı...

YUSUF ZEREN DEKORATİF ANILAR

Page 29: Jargon Fanzin | Sayı 2

29

Üzerlerine geçirdikleri koyu mavi ve

paçaları yoldan hızlıca geçen 1967 model

bir Chevrolet'in sıçrattığı çamurla kirlenen

LTB marka kotlarıyla tek kişilik sinema

koltuğuna sığmanın keyfini yaşıyorlardı.

Güzel bir gülümseme.

Adam kızın kıvırcık ve uzun saçlarına

sigara külüne davrandığı kadar özensiz

davranıyordu. Belki de yüz yaşındaydı adamın elleri. İnşaatta çalışan bir işçinin

tırnaklarının arasına giren ekmek ve

toprak parçaları kadar pis tırnakları ve

ben çocuklarım için çalışıyorum, diye

gururla söylenen bir babanın alnı kadar temiz elleri vardı. Film başladı

nihayetinde. Hobolar’ın Amerika'da canice

katledilişini anlatan bir filmde olmayı

dilerken, özentisiz alt yapımızın batı

entrikalarıyla süslenmiş saçma bir filmine

girdiğimi fark ediyorum bu sefer.

Belki de bir dahaki sefere Eminönü'nde

balık tutan erkek çocuklarının hangi

balığı tuttuğunu tahmin ettiğim gibi

dikkatli davranmalıyım. Sinemada neredeyse yalnızım. Aslında bakarsanız

ben her yerde ve her şekilde yalnızım.

Kahveyi tek şekerle içerim. Balığı

limonsuz yerim. İç çamaşırlarımı giyerken

aynalara bakamam. Aynı kitabı ikinci defa satın almam. Sinemada çift kişilik

koltuklara asla oturmadım ve ismi Leyla

olanlara tahammül edemiyorum.

Yalnızlığıma da o kadar sadığımdır. Yüz

yıllık elleri olan adam, kadının bu kez ince olan ve sarı seyrek tüyleri bulunan

ensesini okşuyordu. Kadın gülümsedi.

Kadının gülümsemesi yedi santimlik

kırmızı topuklu ayakkabılarına

benziyordu. Kadının reenkarne halinin

feminist olma ihtimalini düşledim. Sinema salonunda yalnız olmayı ve siyah oje

sürdüğüm tırnaklarımın arasından mavi

Lark’ın dumanının süzülmesini düşledim.

"Neyin var?" sorusuna, Tom Waits'in

Green Grass şarkısıyla yanıt verdiğimi ve

Tanrı'nın bu cevabımdan hoşnut olup

çarmıha gerilmiş olan elleriyle sırtımı

okşayışını düşledim. Öyle yumuşak ve

içten bir okşayıştır ki bu sizi iki uçlu

duygu durum bozukluğuna bile sürükleyebilir.

Bu sefer yüz yıllık ellere sahip olan adam,

topuklu ayakkabılarıyla aynı renk ruja

sahip olan kadının pürüzsüz yüzüne

doğru eğildi. Öpecek, diye mırıldandım. Adam kadının yüzüne eğilirken, o kadar

samimiydi ki. O an yanımda bir fotoğraf

makinem olsaydı ve o anı

ölümsüzleştirmek isteseydim, fotoğraf

makinem dahi, yüzlerce siyah yüz arasından o samimiyeti yakalayabilirdi.

Artık tamamıyla onları izlemeye

başlamıştım ve kadının kaç dakika

boyunca adam saçlarını elleriyle

karıştıracağını hesaplamaya çalışıyordum. Kadın birden duraksadı ve aniden kafasını

arkaya çevirip bana bir bakış attı. Bu

bakışın "bizi daha fazla kesmeye devam

edecek misin?" dediğini anlıyordunuz.

Gerçekten çok utandım ve koltuğuma çöktüm. Kendimi bir hırsız gibi

hissediyordum. İnsanların en güzel

anlarını bile çalmaya çalışan zavallı yalnız

bir hırsız!

Ama pişman değildim, çünkü kadının yüzünde daha önce hiçbir denizin

dalgasında, martının uçuşunda ya da

arabanın egzozunda görmediğim bir şey

vardı.

Adamı hiçbir zaman bırakmayacağına söz

vermiş gibi bir ifade yerleşmişti

yüzüne. Belki de kutsal kitaplardan

korktuğu için öyle bir ifade takınıyordur,

dedim kendi kendime. Yaşadığım en güzel

anlardan biri olduğuna kanaat getirdiğim bu olay da her güzel şey gibi bitiyordu.

Önce filme girmeden aldığım mısır

paketleri bitti, daha sonra limonlu

gazozlarım, adamla kadının öpüşmesi

bitti, sinema salonunun içindeki

sineklerin vızıltıları bitti bir süre sonra, ışıklar açıldı, karanlık bitti.

GÜLŞAH ATEŞ DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU

Page 30: Jargon Fanzin | Sayı 2

30

Adamın göğsüne yaslanmış olan kadın

başını kaldırdı ve ani bir hareketle

kapıdan çıkıp gitti. Kadınlar giderler. Eğer

ortada memnun olmadıkları bir durum

varsa, kadınlar mutlaka giderler. Bazı

kadınların gidişi kar tanelerinin Tanrı'nın evinden, toprağa düşüşüne benzer.

Topraktan başka kimse anlamaz karın

varlığını. Karın eriyişi de kimseyi

ilgilendirmez, yani bazı kadınlar gider ve

bunu kimseye fark ettirmez.

Bazı kadınların gidişi ise yanardağlardan

fışkıran lavlara benzer. Gürültülü ve acı

olur gidişi. Gittiği zaman da çevresinde ne

kadar mineral, vitamin varsa toplar

götürür. Çevresindekilere de, kendinden

sonra gelecek olanlara da bir şey

bırakmaz. Yani tüm kadınlar, tüm

zamanlarda giderler. Herkesin onlara

muhtaç olduğunu göstererek giderler.

Muhtaç olanlar da, kadının kar üzerindeki

yok olmakta olan ayak izlerini takip eder. Adam da bu felsefeyi bozmayarak, kadının

peşinden gitti. Kadın kadar hızlı değil,

ama onun gittiği yollardan yürüyerek.

Herkes gitti.

Sinema salonunda birkaç sinek ve

patlamış mısır çöpünden başka bir şey

kalmadığını anlayınca ben de gittim.

Ben yalnız gittim. Sinekler bile beni takip

etmediler.

Çizim: Agnes-Cecile

Page 31: Jargon Fanzin | Sayı 2

31

‘’…uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor..

Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...”

-Bence bu apartmanın adı TAVŞAN APARTMANI olmalıydı..

-Neden?

-Çünkü no:62

Hep böyleydi işte… Onunlayken kafanın sürekli çalışması gerek. Çantanda hep bir masal

kahramanı kostümü bulunmak zorunda... Ne zaman, hangi hikâyeye başrol yapılacağın

belli olmaz çünkü. Hiç akla gelmeyecek şeyler, hep O’nun aklına gelir, diline dolanır, yüzüne

konup tebessüm olduktan sonra da kaybolur. Söz uçar, yazık olur. Yanında güldüklerimi

sonradan hatırlayınca gülmüyorum mesela.. Hoş; yanında neye güldüğümü de

hatırlamıyorum ya..! Örneğin; son kahramanımızın adı, ‘KARBONHİDRATMAN’di. Tünel’de

metrobüsteydik. O da başka bir hikaye, bir gün onu da anlatırım. Adam merdivenlerden

koşa koşa metrobüse yetişmeye çalışıyordu. Karısı evde hep pasta börek yapan bir

kadınmış. O yüzden hantalmış ve şıpıdık terlikleriyle, adam son sürat koşarken ona

yetişemiyormuş. Falan… Böyle anlatınca komik olmuyor işte. Ama ben o an çok

gülmüştüm. O’nun üstünde limon sarısı bir t-shirt, benim üstümde aynı renkte bir

gömlek… (Birbirimizi görünce ona da gülmüştük...) Gülüyorduk öylece... Belki arkamızdan

bizim de hikayemizi yazan birileri olmuştur... Ne yazmışlardır kim bilir?.. ‘’Limon Adamla

Portakal Saçlı Kızın Aşkı’’…

Aşk... Aşık gibi mi görünmüşüzdür acaba? Ben kesin aşık gibi görünmüşümdür. Ben hep

O’na aşık gibi görünüyorum zaten... Ama bu aşk değil. Anlatamıyorum ki hiç... Sesiyle

mevsimim değişiyor. Yanındayken beni Allah koruyor. O kalp kaç metronomda atıyor,

anlatamam. Onu diyorum işte, anlatamıyorum. “Çok seviyorum”... Yetersiz. Çok... Ne kadar

mesela? Avagadro sayısı kadar... Bildiğim en büyük sayı bu. Şimdi burada olsa kesin

avagadro sayısından bir hikaye uydururdu, ben de sonradan hatırlamayacağım bu hikayeye

çok gülerdim.

Keşke burada olsa… Mesafe korkunç bir şey... O da benim gibi özlüyor mu, yoksa unutuyor

mu; bilmiyorum... Unutmasın! O’na bakarken yüzümün nasıl ışıdığını hiç unutmasın.

Tavşan Apartmanı’nı, Karbonhidratman’i, ağzımda diş fırçamla “Sensodyne diye din kuralım

mı?” deyişimi, Kinder’den çıkan oyuncaklarımızı ve O’na sarılırken kalbimin nasıl attığını

hiç unutmasın. Ben her MAVİ T-SHIRT , o her turuncu bir saç gördüğünde bir şeyler aksın

gitsin içimizden... Bi’ şey anlamadınız değil mi bu hikayeden? Anlamazsınız... Beni

anlayabilmeniz için; O’nu sevmeniz gerek. Buna da ben izin vermem!

“Ama bunun sonu yok ki” dedim... “Yok işte salak “dedi... ”hep sonunu istiyorsun. Sonu,

bittiği yer, tükendiğim zaman... Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman... Bu kez gitme

işte... GİTME...”

E.D. SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE

Page 32: Jargon Fanzin | Sayı 2

32

bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış

ve köpekler başlarında ulumakta, dargın gökyüzünde dolunay

ama bir kerelik dizlerinden öpmüş olsaydım eğer

dizlerinden öpmüş olmak demek ölmek demek

ölmek demek bir sevme biçimidir bizim buralarda

ve belki de sana pek saçma gelecek

saçmalığı kadar inanacaksın veyahut inancın körelmişse

her halükarda sana ve dahi bana bile

Zincirlikuyu yahut Karşıyaka

ne oradasın, ne burada sevgilim, şimdi sen yoksun

ceset var, ışık yok, yağmur var hadi toprak kok!

artık baş parmağımı kütletebilecek bir sen yok.

zamanında durduramadığımız şeyler vardı, herkes der

zamanında “bir dur” diyemediğimiz şeyler

söylenen sözler var keşke söylense idi bir sağıra

ve bazıları hiç konuşulmasa lal olsa idi diller

amanın zifiri karanlığı neredeydi o vakitler çok ihtiyacımız vardı

çünkü bunların hepsi sen dinlemedikçe

suyun dibine ağır ağır ama sağlamca çöken bir taş gibi

kararlı adımlarla sona doğru giden cümle nesne.

aslında dönmüyor dünya, duruyor gökyüzü ve yer

insanız dönüp dolaşan bu kaosta sadece ve sadece.

bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış

ve bir bakarsın ki muhakkak mukadderiyata ermiş bir şarkı çalınır gecenin bağrında

bir tel alıp elime saçından gerdiğim yaylı çalgılardandır

bir gözyaşı ile, bir sızı ile, bir ah ile, bir inilti ile

önünde sonunda duran şeyler hep bunlar

duracaktı madem, niye bu işe baş koydular?

ben de buralardan geçip gideceğim

kaburgama dokunmayan hal bilmez diyeceğim

diyeceğim o ki dalgaları kıran bir gemiyle yahut

gemiyi koruyacak bir dalgakıran üzerinden

kendi etimden bir bir çekileceğim.

sen vardın günah yoktu, sen yoksun günah var

annem vardı ama o da halimden ne anlar?

Allah hep var, korkarım bana cehennem var

artık hiddetle bana nefes veren bir ciğerin yok.

şimdilik, -zor günlerim olmaz-

demiştim ilk konuşmamızdan sonra

belirli günler ve haftalar için sakladığım tekilam

merhaba, zor günler merhaba.

SABRİ ÖZAY UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI

Page 33: Jargon Fanzin | Sayı 2

33

"Bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır. bin taş atılırsa, bu politik

bir eylemdir."

Der Baader Meinhof Komplex. Nam-ı diğer "Bir terör filmi". Oscar peşinde koşan bir

terör filmi. Ya da "Bir terör filmi" ki gösterdiği terör üzerinden rant sağlayabilsin.

Güzel yurduma gelirken bile bir Ali Cengiz oyunu, bir pazarlama taktiği, bir gişe

yapma çabası..

1968 yılından itibaren Almanya'da tabiri caizse fırtınalar estiren bir örgütten söz

ediyoruz: RAF, kızıl ordu tugayı. Söz ediyoruz ama film daha çok RAF'ın eylemlerine

odaklanmış durumda. Her şey sanki İran Şahı'nın Almanya'yı ziyaretiyle başlayan

protesto sürecinin bir doğaçlaması gibi. Siyasal hiçbir arka plan yok, sert

tartışmalar yok; bol aksiyon, özel efektler, güzel ablalar, afili abiler.

Üstelik örgüt hakkındaki sağır sultanın bile duyduğu gerçeklerin de çarpıtılması söz

konusu. Şüpheli ölümlere sürekli "onlar idamdı" vurgusunun yapılması, şiddet

eylemlerinin "Fight Club'dan yeni çıkmış ergen anarşistlerin ürünü" gibi sunulması

film için gerçekten kusur sayılabilecek noktalar. Belki bir belgeselden söz etmiyoruz

ama bu kadar gerçek fotoğraftan-videodan yararlanmış bir yapımın da yalanlara

tanıklık etmeyi istemesi kabul edilebilir bir şey değil.

RAF üyelerinin yansıtılmasında da sıkıntılı bir durum söz konusu. Sanki hepsi bir

pazarlama ürünü gibi sunulmuş. Esas oğlanımız Andreas Baader asi, karizmatik,

kadınlara değer vermeyen, her şeyi bilen ama hiçbir fikri tartışmada boy

gösteremeyen bir tip. Sevgilisi Gudrun Ensslin seksi, baskın, damarlarında

SAİD BÜYÜKARSLAN BİR TERÖR FİLMİ

Page 34: Jargon Fanzin | Sayı 2

34

enternasyonalizmin asil kanını taşıyor ama Meinhof'un örgüte özeleştiri

getirmesine, kendi acziyetlerinin dışarıya yansıtılmasına tahammülü yok. Örgütün

beyni sayılabilecek Ulrike Meinhof ise hep "sempatizan" muamelesi görüyor. Yaptığı

yorumlar, düşünceleri, yargıları hep ikinci plana atılıyor. Zaten aile yaşamında da

kocası tarafından aldatılmış, sindirilmiş bir anne rolünde.

Film başından beri bünyesinde taşıdığı ideolojik temelsizliği bu tuhaf

zenginleştirmelerle kapatmaya çalışmış ama filmdeki devamlılık, Meinhof'un arada

bir bildiri okuması, aksiyon sahnelerinin etkileyiciliği arasında seyirci bu eksikliğe

odaklanamıyor zaten. İyi de RAF'ı anlatmayan bir RAF filminden söz edilebilir mi? O

zaman bu filmin diğer gişe filmlerinden farkı kalır mı?

Filmin sonuna geldiğimizde ise ince köprüler üzerine kurulu olan hassas

dengelerimiz de tepetaklak oluyor. Gerek Meinhof'un aforizmaları gerekse de polis

müdürü Herold'un yaptığı beyin fırtınaları bir nebze olsun bize RAF'ı anlatmaya

çalışsa da Lufthansa uçağı faciasından sonra tüm örgüt üyelerinin intihar ettiği

"gerçeği" ile her şeyin bir saman alevi kadar boş olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Yaptıkları onca eyleme bir anlam, bir görev yükleyemeden kapatıyoruz Media

Player'ı.

Yine de, tüm bunların yanında filmi son yaşadığımız Haziran olaylarıyla birlikte

okuduğumuzda, gençliğin isterse nerelere kadar gücünü yetirebileceğini

gördüğümüzde, zulmü ve isyanı aynı anda hissedebildiğimizde "bunlar güzel

şeylermiş" de diyebiliyoruz. Bir nevi siyasal mastürbasyon yaşıyoruz (sonunu

saymazsak tabi).

Page 35: Jargon Fanzin | Sayı 2

Onlar başıbozukturlar; ama dilerseniz kendilerine 'buçuk şair' de

diyebilirsiniz.

Sözgelişi; 1991 mayısında İstanbul'da, bir 'kötülük dayanışması' gereği,

sık aralıklarla uçmak zorunda kalan, sahtekar şairler arasında rahatça

yer alabilmişlerdir!

İçlerinde Alman Harbi'nin (karneyle) 100 gramlık şairleri de vardı. Ve de

zararsızlar! Hatta zavallılar bile!

-İşte bizim sosyal bürokratlar, akıllarınca değil de, düpedüz

dangalaklıklarınca, tarihte şiire ve hele modern şiire karşı olurlar ve

karşı çıkarlar. Ve de salınırlar tarihte uzun ve pirinçten bir sarkaç gibi;

Sözgelimi; Mehmet Ali Ağca ile Yılmaz Güney arasında. ( İkisinin de

çocuklukları, yeniyetmelikleri ve gençlikleri kıpkızıl aç geçmiştir ve

yapayalnızdırlar.)

Ayrıca; her iki kör uç da, bir 'iktidar masası'nda kolaylıkla konum

değiştirebilirler.

Çırılçıplaklık, evet çırılçıplaklı, bilinmez, nerelere kadar

savrulacaktır? Ya da savrulur? ''Bir sivil şair yine de 'Biz cumhuriyette

hayvan gibi yaşadık!' diyebilmiştir; şiirde ilk Hıristiyanlar olarak!''

Ece Ayhan, Bir Sivil Şairin Ölümü

Page 36: Jargon Fanzin | Sayı 2