Nereye Dergisi sayı 2
-
Upload
nereyedergisi -
Category
Documents
-
view
250 -
download
7
description
Transcript of Nereye Dergisi sayı 2
www.nereye.com.tr
14
19
31
14
19
31
53
63
79
www.nereye.com.tr
EDİTÖRÜNNOTU
Merhaba
aralıkMerhaba sevgili okuyucularımız,
Birinci sayımız Kasım ayında yayınlandığında bu kadar popüler olacağımızıve okuyucularımızın bizi bu derece sahipleneceğini hiç tahmin etmemiştik. Buyazıyı yazarken son kez okunma oranlarımıza baktım ve 220bin okunmayaulaştığımızı gördüm. Tekrar bize destek olan herkese ve öncelikle okuyucularımızateşekkür ediyorum.
Aralık ayında 2.sayımızla yeniden karşınızda olmanın sevinci içindeyiz. Buay çok farklı konularla ve yine dopdolu Nereye için hazır mısınız? Çünkü Nereyebu ay tam 90 sayfa. Sizleri öncelikle Türkiye'de daha önce hiç yayınlanmamışhaberler karşılayacak. Ardından arkeolojide en büyük 10 bulgu ile okumaya devamedeceksiniz. Fotoğrafların anlattığı yazılar ile farklı bir boyuta geçeceksiniz. Busayımızın ana konusu olan Rosetta Taşı'nın hikayesini farklı bir üsluplaokuyacaksınız. Daha sonra Dalyan Deltası ve Floransa gezi yazıları sizikabuğunuzdan çıkarıp çantanızı hazırlamanızı sağlayacak.
Bildiğiniz gibi Nereye sadece bir arkeoloji dergisi değil, aynı zaman da biroutdoor dergisi olarak yayın yapmaktadır. Bu çerçevede muhteşem görsellerle siziAğrı Dağı'nın zirvesine davet ediyoruz.
Bu ay yine sizlere çok özel bir röportaj ı sunmanın gururu içerisindeyiz. FatihOnur hocamızın içten sohbeti ve cevapları için kendisine teşekkür ederiz.
Nereye Dergisi olarak 2.sayımızı web sayfasından yayınlamak istiyorduk vebiraz geçte olsa artık bizi www.nereye.com.tr adresinden takip edebileceksiniz.Daha fazla yenilikle çok yakında karşınızda olacağız. . .
TOLGA CANDUR
Genel Yayın Yönetmeni
Tolga [email protected]
Editöryal Servis
Haber ve Çeviriler
Uğur Can UludağNur YılmazFotoğraf
Hüseyin TutkunAraştırma
Eylem ÖzdemirMuhabir Temsilcisi
Deniz Berk Bulak
Reklam ve Halkla İlişkiler
Uğur Uslu
Tasarım
Tolga CandurÖzgün Günyar
Kapak Görseli
Özgün Günyar (İllüstrasyon)
Yazınsal ve Görsel Katkıda
Bulunanlar
Yrd. Doç. Dr. Fatih OnurMurat Eray Korkmaz
Perihan SadıkoğluBora İslier
Deniz BoyerEsra Ersal
Pınar ÖztürkBurcu Deveci
İ letişim
https://www.facebook.com/nereyetravelhttps://www.facebook.com/nereyedergisi
https://twitter.com/NereyedergisiTel: 0536 383 18 42
Aralık // 201 3
NEREYE 4
HABERLERH
Vikingler; sadece yağmalamak ve talan etmek içinbatıya gitmediler, onlar muhtemelen İran’danmallarını dürüstçe satın alınan ipeğin çoğunuOseberg Gemileri’nde buldular.
Çeviri Ahmet Mışraklı
orveç’teki Oslo Üniversitesi Kültür ve TarihNMüzesi’nden Doç. Dr Marianne Vedeler
yaptığı araştırmalar sonucunda, “daha önceleri
Vikingler tahmin edilenden daha çok batıya doğru
yönelmiş olabilirler” açıklamasında bulundu.
Vedeler, Viking tarihini ve ipek ticaretini
derinlemesine araştırdı. Bu araştırmadan dört yıl
sonra Norveç Vikingleri hakkındaki tarihi bakış
açısı değişti. İpek ticareti şimdiye kadar tahmin
edilenden daha geniş kapsamlı ortaya çıktı.
Norveç Vikinglerinde Bizans İmparatorluğu ve
İranla ticari bağlantılara rastlandı. Vikingler, çeşitli
yerlerden ve kültürlerden ticari bağlantılarla Norveç
şehirlerine ipek satın alındılar. Bu kış, Oxbow
yayınevi tarafından yayınlanacak “Silk for the
Vikings”, kitabı da bu detaylar üzerine yazıldı.
Kaleme aldığım bu makalede de kitabın
satırbaşlarına ulaşabilirsiniz.
Yaklaşık olarak yüz yıl öncesini kazılmış olan
Oseberg Gemileri, yüzden daha fazla ipek
parçacıkları bulunmuştur. Bu parçacıklar Norveç’te
Viking Tarihi’nde, ipeğin en eski bulgusudur. Şu
anda Oseberg ipeği keşfedildiğinde, İran’dan ithal
edilmiş olduğuna hiç kimse inanmadı. Çünkü
genelikle ipeğin çoğu İrlanda’dan ve İngiltere’den
kiliselerden ya da manastırlardan talan edilerek
getirilmiş olduğunu inanılıyordu.
VİKİNG: İPEĞİNÇOĞU
Oseberg kazılardan bu yana Viking Dönemi’nde ipek,
İskandinav ülkelerinin çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Bunu en
son örneği, günümüzden iki yıl önceki ipek, iki yıl önce
Norland şehrinde Hamarøy Belediyesi’nde Nesste’dedir.
Norveç’ in diğer şehirlerinde; Østfold şehrinde, Nedre Haugen,
Sunnmøre bölgesinde Sandanger ve Vestfold şehrinde
Gokstad’da da Viking Dönemi’ne ait ipek buluntularına
rastlanmıştır.
5 NEREYE
HViking döneminde ipeğin en fazla kalıntı sayısı Batı
Stockholm’den bir kaç mil uzaklıkta Uppland bölgesinde
Birkada bulunmuştur. Marianne Vedeler; Apollon
dergisindeki araştırmasında, “Birkada en çok kalıntı
sayısı yerlere sahip olmasına rağmen, bu kadar çok ve
çeşitli ipek, Oseberg’de tek gömü alanı hiç bir yerde
bulunmadığını, sadece Oseberg’de yün şeritler,
dokunmuş ipek tabletler ve süslemelerin yanı sıra on beş
farklı tekstil ipeğin keşfedildiğini ve ipek parçaların çoğu
giyecek eşyaları için kullanılmış ve ince şeritlere
işlenmiş” olduğunu belirtti.
Kuzey İsveç şehirlerinde ticaret ve ipek hakkında
bilgiler de toplayan Vedeler; Bizans ve İran’ ın yanı sıra
Rus nehirleri boyunca ticaret ve ipek üretimi üzerinde el
yazmaları da çalışmıştır.
Genelde İngiliz adalarından yağmalanmış; böylece
ipeğin çoğu batıdan satın alınmış tahmininde bulunmak
daha fazla mantıklıdır.
SUKANALLARI
Doçent Dr Vedeler’e göre; “Viking Dönemi’nde ipek,
iki temel alanda önem kazanmıştır. Biri Bizans ve
günümüzde İstanbul’un Vikingler ismini alan
Miklagarddır, diğeri de İran’ ın iç alanlarındadır.”
İpek; kuzey bölgelerden farklı rotaları kullanarak satın
alınmış olabilir. Bir ihtimalle Orta Avrupa ve Norveç’ten
gelmiştir. Fakat ipeğin çoğu; Rus nehirlerini Dnepr ve
Volga nehir yollarını kullanarak gelmiş olabilirler.
Dnepar nehri; Konstantinapolis’ in ana rotasıdır. FakatVolga nehri, Hazar Denizi’ne neden olmuştur. Nehirticaret rotaları aşırı derecede zor ve tehlikeliydi.Kaynaklardan biri Dnepr’dan Konstantinapolis boyuncauzanan külfetli yolculuğu belirtiyor. Bir kafile tüccar,Kiev’den katıldığında nehir boyunca tehlikeli kabilelertarafından saldırılara uğruyor. Nehirde akıntının hızlıolduğu için böyle yerden geçmek zorlaşıyor. Böyleceköleler, botlarını taşımaya zorunda kalıyorlar.
FARS DESENLERİİpek, Bizans’tan ziyade İran’dan daha fazla getirtilmiş;
böylece ipeğin desenlerinde daha çok Fars desenlerinikonuları işlenmiş kalıntılar bulunmuştur.
Oseberg’teki ipek, büyük bölümü Farsİmparatorluğu’ndan desenler işlenmiştir. Bu ipek‘samitun’ denen bir teknikle, tecrübeli oryantal dokumametodlarını kullanılarak dokunmuş, kullanılan ipekmotiflerinin çoğu Orta Asya’dan dinsel motiflerle bağlantıkurulabilir.
Diğer desenlerdeyse İran Mitoloj isi’nden çok özelanlama sahip olan shahrokh bir kuşu konu alır. O kuş,kraliyetin asiliğini temsil eder. Aynı mitoloj ide shahrokh,seçilmiş olan prensi tanrının lütfünü getiren mesajını verir.Prensin rüyalarında, kuş gagasıyla uzun baş süslemeleresahip olan prens tacını ziyaret eder. Prens sonra uyanır veprens olarak seçildiğini bilir. Kuş, sadece ipekdokumasında da ünlü değildir. Aynı zamanda diğer İransanat yapılarında da görülür. Motif, İran Sanatı’nda genişbir şekilde ün kazanmıştır.
Böyle dinsel ve mitoloj ik tasvirler; ipek tekstilinde,kuzey ülkelerinde aynı zamanda Avrupa ülkelerinde deputperest mezarlarında kullanılmış, onlara çok değerverilmiştir.
TÜRKIYE’DE 4500 YAŞINDABIR YAPI BULUNDU
Bu yapı tüm Anadolu ve Orta Asya’da şimdiye kadar
bulunmuş en büyük bina
Türkiye-Kayseri’de, Kültepe Höyüğü ismiyle bilinen arkeolojik kazı alanında şehrin önemli yöneticilerinden birine ait 4500 yaşında
bir bina ortaya çıkarıldı.
Ankara Üniversitesi’nden Kültepe-Kaniş Kazıları Başkanlığı’nı yürüten arkeolog Prof. Fikri Kulakoğlu, AAmuhabirine yaptığı
açıklamada “Anadolu ve Orta Asya’da bu kadar büyük bir yapı daha yok. Şu an binanın belli bir kısmını açığa çıkardık. Tümünü
keşfettiğimizde devasa bir yapıyı ortaya çıkaracağız. Bu kişiye ait bir özel mülk değil. Muhtemelen kentin idaresi amacıyla kullanılan
bir yapı. Bu binanın Kaniş Kralı’nın yaşadığı veya imparatorluğunu yönettiği yer olduğuna inanıyoruz” dedi.
Kulakoğlu, burada bulunan binlerce mühürün (muhtemelen Kuzey Suriye kaynaklı), Kültepe bölgesinde bir zamanlar “uluslararası
ve sistematik ticaret” yapıldığını gösterdiğini ve önümüzdeki yıllarda yapılacak olan kazılarda elde edilecek daha fazla kanıtla bu
olgunun destekleneceğini belirtti.
Bronz Çağı’nda Kaniş Krallığı’na ev sahipliği yapmış olan Kültepe Höyüğü Orta Türkiye’de yer alıyor.
Kültepe, arkeologlar tarafından 19. yüzyıldan beri bilinse de, Eski Asur dili ve çiviyazısı ile yazılmış Kapadokya Tabletleri’nin
kaynağı olduğunun iddia edilmesiyle beraber tekrar ilgi çekmeye başlamıştı.Çeviri Barış Alpay
Aralık // 201 3
NEREYE 6
H
ARKEOLOGLARI HEYECANA DÜŞÜRENTAPINAK KEŞFİ
Merapi Yanardağı yakınlarında yürüyüş yapan turistler, Kaliadem Köyü, Sleman, Orta Cava
Sleman, Yogyakarta.
Yogyakarta Kültürel Mirası Koruma Ajansı’ndan bir kazı ekibi; dini öneme sahip bir yerleşim yerine ait olduğunu
düşündükleri insan eliyle yapılmış sanat eserlerini keşfettikten sonra, Sleman’da gömülü devasa bir tapınağın
varlığına inanmaya başladılar.
BPCB(Balai Pelestarian Cagar Budaya: Kültürel Mirası Koruma Merkezleri) olarak bilinen topluluktan
arkeologlar, tapınak taşlarının oluşturduğu 19 blok, bir antefiks(*), bir çatı süslemesi, Makara(Hint Mitoloj isi’nde
tapınak girişlerinin çoğunda yer alan bir deniz yaratığı) tasvirli birkaç kazan ve tapınakla ilgili daha pek çok
kalıntıya rastladılar.
Kazanların yanında bulunan, üzerlerinde anlamları henüz bilinmeyen ancak incelemeye alınan işaretlerin olduğu
altın ve gümüş parçaları uzmanları hayrete düşürdü.
BPCB koruma bölüm başkanı Wahyu Astuti, konu hakkında şunları söyledi: “Bulgularımıza bakacak olursak,
yerin derinliklerinde büyük bir tapınak olduğuna tam anlamıyla eminiz ki bizim keşfettiğimiz kısım yapının henüz
yüzeydeki kısmı.”
Wahyu, ekibin ayrıca “yapının tamamını gün yüzüne çıkarıp daha fazla kalıntıya ulaşma umuduyla alanı daha
derin kazacağını” da sözlerine ekledi.
Fakat ekip kazı alanını genişletmekte sıkıntı çekiyor. Bunun sebebi; özel mülkiyet binalarının bölgeye hâkim
olması.
Orta Cava’nın yanı sıra genel anlamda Yogyakarta da 1200 sene öncesine dayanan Hindu ve Budist tesiri altında
kalmış pek çok tarihi tapınağa ev sahipliği yapıyor. Bunların içinde Borobudur ve Mendut Budist tapınakları ile
Prambanan Hindu tapınağı da var.
(*) Antik yapılarda saçağın üstüne yerleştirilmiş ve kiremitlerin bitim noktalarını gizleyen özel bezeli levhacıkların
her biri.
Çeviri Ecem Ürnez
Aralık // 201 3
7 NEREYE
H
İSRAİL, 90 ADET TARİHİ ESERİ İADE ETTİ
ntik Dönem’e ait 90 adet tarihi eser koleksiyonunun,Amüzayedede satışa sunulduğunu ortaya çıkaran
İsrail, çalınan eserleri iade etti. Koleksiyon; kil kaplar,
vazolar, taş anıtlar ve kültik heykelcikler içeriyor.
Tarihi eser hırsızlığı, arkeologlar için büyük bir problem
oluşturuyor. Eski kültürlere ait değerli ve eşsiz kalıntılar
bilim ve insanlık için kaybolurken; güçlükle ilerleyen
kazıların zaman çizelgesi de hırsızların tarihsel kayda olan
saygısızlığından dolayı sık sık yok ediliyor.
Kudüs müzayede evi, kendi internet sitesinde 110 adet
eski Mısır eserinin tavsiyesini verince, Mısırlı yetkililer
İsrail’den bu durumun incelenmesini istedi. 90 adet tarihi
eser toplatılırken; geri kalanlar için arama çalışmaları
devam ediyor.
Eserlerin iadesi, Kahireli Eserler Bakanı Mohamed
Ibrahim tarafından pazar günü duyurulmuştu.
İsrail’ in yardımını isteyen İbrahim, aynı zamanda
İnterpol’a da araştırma için çağrıda bulunurken, konunun
İsrail Dışişleri Bakanlığı tarafından ele alınmakta olduğu
da pazartesi günü açıklandı.
Mısır’ ın geri dönmesini beklediği kıymetli eserlerden
iki tanesi ise 2012 yılında Kudüs’ün Eski Şehir içindeki
antika mağazalar baskınında bulunan ve binlerce yaşında
olan, özenle dekore edilmiş, törensel tabut kapakları…
Çeviri Lale A. BAŞ
ARKEOLOGLAR, LINCOLN KALESİ KAZISI SIRASINDADUVARDAKİ NİŞLERDE KUTSAL KEMİKLER VESAXON TABUTU BULDULAR.
Uzmanlar, kazının bir parçası olan Lincoln Kalesi’nin altındaki kilisede en az bin yıl
öncesine tarihlenen, ayakkabı giyen bir iskelet buldu. “Başta radyokarbon yönteminin kapalı
tabutu tarihlemesiyle Sakson şehri hakkında daha fazla bilgi açığa çıkacak olmalı” diyorlar.
Kutsal bir figürün kemikleri hâlâ ayakkabılı ve ince dokunmuş bir kumaşa sarılı halde
Lincoln Kalesi’ nin altındaki duvarın içinde gömülü olarak bulundu. Uzmanlara göre keşifteki
kalıntılar kilisenin en az bin yıl öncesine tarihlendiğini gösteriyor.
Arkeologlar, kazı sırasında kalede birçok iskelet kalıntısının bulunduğuna inanıyorlar.
Kalenin fatihi William tarafından dokuz yüz yıldan daha önce inşa ettirilmiş olan kalede kilise,
Romalıların bölgeden ayrılışı ve Normanlar’ ın bölgeyi ele geçirişi arasındaki tarihte meydana
getirildi.
Son kalıntılardan birisi; zemin seviyesinden üç metre aşağıda ufak bir alanda yer alan, nişin
içine yerleştirilmiş taş bir tabut. Duvarın temelinin bulunduğu alanın karşısında bulundu.
Beryl Lott; “alanın Roma Dönemi sonu ve kalenin inşaa edildiği zaman arasındaki
bilgilerinin yetersiz olduğunu” açıkladı. Tarihi çevre yönetimi Lincolnshire Kontluğu Kurulu
için kazıyı heyecan verici olarak tanımladı.
Keşif tamamen beklenmedikken, yüksek öneme sahip, surlarla çevrili ünlü Roma kentleri,
Anglo – Sakson dönemi boyunca sık sık kontrol altına alındı. / Keşif tamamen
beklenmedikken, surkarla çevrili ünlü Roma kentleri sık sık kontrol altına alındı. Anglo –
Sakson dönemi boyunca yüksek statünün bir şekli olarak kullanılır.
Sadece kalenin değil bilgimizde büyük oranda artacak. Ancak Lincoln kadar zahmetlidir. O
büyük bir keşiftir ve biz gelecekteki gelişmelere bakacağız.
Kıyafetlerin küçük baskıları vücutların görünen yerlerini örtmede kullanılırdı. Duvarın
harcında, düşündüren bir adak teminatı genellkikle binanın bir kutsala adandığını akla
getiriyor.
Arkeologlar, tamamen toprak altında olan geç dönem bir Sakson lahdinde dinlenmiş bir
vücut ele geçirdiler.
Mary Powell; “ilk adım tabutun üç boyutlu olarak inceden inceye gözden geçirilmesi, üç boyutlu bir taramasını almaktır” dedi. Er geç büyük bir
kazıya liderlik edecek olan Heritage Lottery Found program yönetimi Lincoln Kalesi’ni ortaya çıkarma projesini destekledi.
Sonra içinde ne olduğunu görmek için dikkatlice açtık. Vücut, bu dönem için alışılmış olan deri bot veya ayakkabı giymiş olarak ortaya çıktı.
Bu dönemden kalan el değmeden bulunan lahit çok çok nadirdir. Bu yüzden bu keşifmilli bir değere sahiptir.
Gelecek adım hem lahdi hem de kalıntıları dört dörtlük bir analiz olacak. Bu analiz hiç kuşkusuz Lincoln’ lu Saksonlar hakkında bildiklerimizi
artıracak.
Ayrıca kazı, kalenin zindanının yanında devam ediyor ve radyokarbon tarihleme yöntemiyle kalıntıların tarihinin aydınlanması bekleniyor. Halk
alanı ziyaret etmek için teşvik edilecek.
Çeviri Sevilay Yılmaz
Aralık // 201 3
NEREYE 8
9 NEREYE
Aralık // 201 3
NEREYE 1 0
NurYılmaz
nternetten çok rahat bulabildiğimizİfotoğraflardan biri; yılı kesin belli değil, uzaktanKariye gözükmekte. . . Sur içi İstanbul’unun enuzağındaki; kilise, cami, müze adına ne derseniz. Bubenim ilk yazım, ilk yazımda da bir tarihlendirmedenemesi yapmak istedim bir sanat tarihçisi olarak.Aynı zamanda affınıza sığınarak.
Fotoğrafmakinesi yolun hemen sağına kurulmuş,sol karşıda iki katlı ahşap bir ev görünüyor. O evedoğru giden de bir çocuk. Hafif bir güneş var,apartmanların gölgesi yola düşmüş. Apartmandediğime bakmayın, iki katlı bitişik evler.
Kariye hakkında bir araştırma yaparken bu
fotoğrafı buldum. İstanbul’un eski zamanlarına dair
güzel bir anı olarak ben de kaldı. Fotoğrafın tam bir
tarihi yoktu sitede. Ben de bir tarihlendirme
denemesine giriştim. Sağdaki çocuğun başında fese
benzer bir başlık var ama fes olduğunu sanmıyorum.
Çocuklar cumhuriyetin ilk dönem kıyafet
özelliklerine göre giyinmişler. Buradan da yokuştan
fotoğrafmakinesine bakarak yaklaşmakta.
Kariye’nin önünde de iki çocuk veya çarşaflı
olduğunu düşündüğüm bir kadın ve çocuk
yürümekte. Önlerinde tavuğa benzer bir hayvan
yürümekte. Kariye’nin arka kısmında yapılaşma var.
Demek ki Cumhuriyet sonrasından bahsediyoruz.
Fotoğrafın sağındaki evin pencere korkulukları
Osmanlı ihtişamından uzak. Çok az da olsa görünen
basamağın kırık mermeri harap bir şekilde durarak
bize 1940-50’ li yılları hatırlatıyor.
Kariye’nin minaresi kareye girmemiş. Girse bir
fikir sahibi olabilirdik. Sakin bir fotoğraf ve araba
yok. Dikkat çeken noktalardan biri de sokakların
temizliği. Bugün aynı noktadan çekilen fotoğrafta
inanılmaz bir yapılaşma ve kirlilik karşımıza
çıkmakta. Kariye’nin arkasında çevre yolu
görünmüyor. Evler bitişik nizamlı. Demek ki;
belediye ortaya kentsel dönüşüm lafını atmamış.
Yollar ve kaldırımlar belli bir standartta. Eski
İstanbul’un güzellikleri, düzeni ve sessiz yüceliği
kendini bize göstermekte.
Bugünkü haliyle kıyaslamaya gerek duymadım.
Sadece “bir fotoğraf tarihlendirme denemesi”
yapmak için yazdım bu yazıyı. Amerikan Bizans
Enstitüsü Kariye’de 1940’larda bir araştırma
yapmıştı. Fotoğrafta, Kariye oldukça bakımlı
görünüyor. Bu yüzden fotoğrafmuhtemelen
1940’ların sonu 50’lilerin başına ait.
Her ne kadar bağnaz bir şekilde geçmişe bağlı
kalmasak da insanın burnunun direği sızlıyor.
11 NEREYE
5N 1K
SANAT TARİHİ ÖĞRENCİSEMPOZYUMU?
Hepimizin bildiği acı birgerçektir ki; sanat ve bununlabirlikte, elbette ki, sanat tarihibölümü ülkemizde özelliklemezun olduktan sonra iş bulmakda zorlandığımız bir bölüm.Üstelik bölümü kazanarak gelenarkadaşlarımızın birçoğu bunu“sınav sistemin azizliği” olarakdeğerlendiriyor. Her geçen günülkemizde sanata, sanatçıya vekültüre verilen azalırken;bununla ters orantılı bir şekilde,bölümümüz sanat tarihi olduğuiçin vurguluyoruz,bölümümüzden mezun olanlarınsayısı artıyor. Bölümümüzügereksiz bulan, “işsizkalacağınızı bilmiyormuydunuz?” gözüyle bakaninsanların sayısı da…
Ama tüm bunlara rağmen “sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen büyük
önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün sözünü ilke edinen ve bu uğurda “hep beraber” bir şeyler çalışmak sonucunda
üretmek isteyen arkadaşlarımız da az değil. Bu ve buna benzer birçok çıkış noktamızın birleşim adresi olan 23-24 Aralık
2013 tarihinde, Beşiktaş Deniz Müzesi’nde gerçekleşecek olan Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu’na herkesi davet
etmek istiyoruz.
Kültür ve vazgeçilmez öğesi sanat; aydınlık yarınlar yaratır.
Aydınlık yarınları oluşturmada taşın altına elimizi hep beraber koyma umudumuzla okulumuzdan maddi- manevi
açıdan katkılar bekliyor; katılmayı düşünen, fikrini, önerisini bizimle paylaşan, üreten ve bu heyecanı taşıyan herkese
sonsuz teşekkür ediyoruz.
İletişim adresi: [email protected]
Facebook sayfası için: https://www.facebook.com/SanatTarihiOgrenciSempozyumu?fref=ts
Ömer Türk
Aralık // 201 3
NEREYE 1 2
Leicester’de bir otopark alanında bulunan kral III. Richard’a aitkalıntıların bilim adamları tarafından da onaylanmasının ardından, biz detarihin en önemli 10 arkeolojik keşfini derledik.
Rosetta Taşı
Fransızların Mısır keşfi
gezileri sırasında 1 799’da
bulunan Rosetta Taşı , 3 ayrı
di lde (antik yunanca, demotik
ve hiyerogl if) Kral Ptolemy’nin
buyruklarının yazı l ı olduğu ve
modern Mısırbi l im’in
doğmasına yol açmış bir
kitabedir. Orta çağda yapı
malzemesi olarak kullanı lan
taştan yapı lan yazı t, İngi l izler
tarafından 1 801 yı l ında ele
geçiri lmiş ve şu an
sergilenmekte olan British
Museum’a götürülmüştür.
Ölü Deniz Parşömenleri
Ölü Deniz parşömenleri, 2.
Dünya Savaşı ’nın ardından, şu
anki Batı Şeria’da bulunan
yaklaşık 1 000 adet el yazma-
sından oluşan dökümandır.
Parşömen, papirus ya da tunç
üzerine yazı lmış bu metinler,
tarihi İsa’nın doğumundan 400
yı l öncesi ve 300 yı l sonrası
gibi bir zaman aralığına uza-
nan, Musevil iğin ve Hristiyan-
l ığın bi l inen en eski yazı l ı kay-
nakları olarak bil inirler. İbranice,
Aramice ve Yunanca yazı lmış
olan bu eserlerin, Esseneler
diye bil inen bir Yahudi toplumu
tarafından yazı lmış olduğu öne
sürülse de, bu henüz kanı tlan-
mış bir görüş değildir.
Tutankhamun
Hangi çocuğa sorsanız
Antik Mısır’dan bir hükümdar
söyle diye, ya Kleopatra ya da
Tutankhamun diyecektir.
Tutankhamun’u üne
kavuşturan, Howard Carter’ın
1 922 yı l ında Krallar
Vadisi ’nde titizl ikle yürüttüğü,
mezardaki hazine ve eşyanın
tümünün boşaltı l ıp Kahire’ye
taşınması 8 sene süren kazı
çalışmasıdır.
1 5 NEREYE
PompeiiPompeii ve Herkulaneum, Vezüv yanardağı-
nın M.S. 79 yı l ında harekete geçmesiyle volkanik
kül ve cüruf altına gömülen iki Roma şehridir. 1 8.
yüzyı l ın ortalarında bu iki şehir “keşfedilmiş”,
mozaik ve diğer eserler Napoli civarına taşınmış-
tı r. Pompeii ’nin bu sırrı , bir sonraki yüzyı la kadar
ortaya çıkarı lamayacak, volkanik akıntıdan
korunmaya çalışan insan kalıplarının sırrı ise
ancak 1 980’de St Helens dağının patlaması
sonrası tam olarak anlaşı lacak ve belgelenecekti.
Altamira Mağarasıİsmini yüksek konumundan ve manzarasından alan,
İspanya’nın Santander kentinin batısında yer alan Altamira
mağarasının 1 880’deki keşfi, tarih öncesi insanlar hakkındaki
bi ldiklerimizi tamamen değiştirecek nitel ikteydi. Paleol itik çağdan
kalma bu mağaradaki duvar resimleri, 20. yüzyı l başlarına kadar
arkeologları ihti lafa düşürmüşse de, neticede, atalarımızın her
türlü sanatsal çalışmaya imza atabilme yeteneklerine sahip
oldukları görüşü genel kabul görmüştür.
Genell ikle arkeoloj ik kazı lar yepyeni bir medeniyet
keşfetmekle sonuçlanmasa da, Giritl i antikacı Minos
Kalokairinos ve İngil iz meslektaşı Arthur Evans’ın 1 9.
yüzyı l sonlarındaki çalışmaları istisnadır. Kazı lar sonucu,
Yunan mitoloj isindeki Minotaur labirenti olduğu varsayı lan
Knossos’taki saray gün yüzüne çıkarı lmıştı r.
Minos uygarlığının doğal afetler neticesinde yok olduğu
düşünülmektedir.
Knossos
Tanzanya’daki Büyük Rift Vadisi ’nin 50 kilometrel ik
bir kısmı olan Olduvai Gorge, dünyanın en önemli
paleoantropoloj ik alanlarındandır. Kazı çalışmaları 1 .
Dünya savaşı ’nın hemen öncesinde başlamış, savaş
sonrası çalışmalara devam edildiğindeyse, atalarımızın
neredeyse 1 .9 milyon yı ldır sürekl i yaşadığı bir alan
olduğu farkedilmiştir.
Olduvai Gorge
Aralık // 201 3
NEREYE 1 6
Dünyanın en eski yapı ları
dendiğinde aklınıza Mısır Piramitleri ya
da belki Stonehenge gelir, oysa ki
gezegenin en eski yapı ları Malta’daki
megalitik tapınaklardır. Ħaġar Qim ve
diğer dört megalitik yapının tarihi M.Ö.
3600-3200’lü yı l lara dayanır ve 1 9.
yüzyı l ın ortalarında ilk kez ortaya
çıkartı lmıştı r.
Çin’in i lk imparatoru Qin Shi Huang’ın
cenaze heykelleri ordusu, 1 974 yı l ında Xi’an
yakınlarında bir grup çiftçi tarafından
keşfedilmiştir ve geçmişi M.Ö. 3. yüzyı la
dayanmaktadır. Günümüze kadar, gerçek
boyutlarda yapı lmış 8000 asker, 1 30 savaş
arabası , 1 50 süvari atı , sayısız resmi görevli
ve cariye heykeli kayı t altına alınmış, büyük bir
kısmının ise hala imparatorun mezarında
gömülü halde olduğu bil inmektedir. Toprak
Askerler ya da Terrakotta Ordusu, dünyanın
en görkemli insan yapımı eserlerindendir.
Staffordshire definesi, 2009 yı l ında
İngi ltere'nin Staffordshire kontluğu yakınlarındaki
Lichfield'de Anglosakson dönemine ait olarak
bulunan en büyük altın, gümüş ve metal içeren
buluntudur. 3500’den fazla savaş malzemesinden
oluşan define 7. ve 8. yüzyı l Mercia Kral l ığı ’na
aittir ve uzmanlar tarafından en az Sutton Hoo
buluntuları kadar önemli olduğu belirti lmektedir.
Staffordshire definesi 3.285 milyon pound
karşı l ığında Birmingham Müzesi tarafından satın
alınmıştı r.
Hagar Qim
Terracotta Ordusu
Staffordshire Definesi
1 7 NEREYE
Aberystwyth’in Genç Arkeologlar Kulübü yakın
zamanda, 1 934 yı l ının bir yaz gününde Pen Dinas
yüksek tepesinde çalışan ekskavatörler, burada tarihi bir
görünüm yaratmak için yaklaşık 80 yı l l ık bir zamana
doğru geri adım attı .
1 930’da Record tarafından düzenlenen Pen Dinas
kazı arşivinde, ori j inal fotoğrafın bir parçası Galler Ulusal
Anı tlar’dır.Profesör Ford, yüksek tepe içinde Demir Çağı
Dönemi kazı lan ana geçitlerden birini ziyaret etti . Bu
kazı lan geçitleri oldukları yerde bulmak çok zor değildi ,
ancak Galler ve Llanbadom Fawr Mil l i Kütüphanesi’nin
arka görünümü sekiz yı l içinde önemli ölçüde değişmişti .
Modern fotoğraf Aberystwyth merkezli Kral iyet
Komisyonu, Dr. Toby Driver tarafından yönlendiri len
Genç Arkeolog Kulübü’nün yerel şube için John Ibbotson
ve Paul Harnies tarafından düzenlenen yürüyüşü
sırasında çekildi . İşçinin döneme uygun giydiği, pantolon,
gömlek ve düz kepleri Ceredigion Müze’si tarafından
tedarik edildi . Genç Arkeolog Sam Wil l iams yelek, kravat,
gözlük ve panama şapkası i le Profesör Forde’un yerini
alarak resmi tamamladı .
Toby Driver şöyle dedi: ‘ori j inal giysi ve araçları i le bu
1 930’lar görünümünün yeniden inşası , tüm taraflar için
gerçek bir meydan okuma teşkil ediyor ama Ceredigion
Müze’si yardımı ve çocukların sabrı i le sonuç hepimiz için
gurur verici. Gerçekten zaman içinde geri adım gibi oldu!
Genç Arkeologlar’a katı lmak isteyen herkes Ceredigion
Müze’si aracı l ığıyla John Ibbotson’a başvurmalı .
Pen Dinas, Aberystwyth ori j inal kazı fotoğrafları Kral iyet
Komisyonu’nun çevrimiçi veritabanı www.coflein.gov.uk
üzerinde aranabil ir.
Burcu Deveci
Pen Dinas 1 934
Pen Dinas 201 3
Aralık // 201 3
NEREYE 1 8
İLK MISIR BİLİMCİ CHAMPOLLİONısı r yeryüzünün en büyükM uygarlıklarından biriydi. Ama gizleri
uzun süre saklı kaldı .Yüzyı l lar boyu
hiyerogl iflerin şifresini kırmaya çalışan
bilginlerin hepsi de başarısız oldu. Bu sırrın
nihayet çözülmesinde bir savaş rol
oynayacaktı . Bir tarafta Avrupa’nın en
korkulan savaşçısı Napolyon Bonapart vardı .
Diğer taraftaysa güçlü İngi l iz imparatorluğu.
Avrupa’nın en zeki iki bi lgini arasında
hiyerogl iflerin çözülmesi için veri len savaş,
Fransa’dan dil ler konusunda dahi ama yoksul
bir taşra çocuğu. Bu çocuğun adı , Jean-
François Champoll ion’du. Champoll ion’un
İngi ltere’den rakibi kibar ve akı lcı biri olan
ünlü bilgin Thomas Young’dı . Bir kuşağın en
parlak dehasıydı .
Bu düelloda iki dahi de taşın sırrını
çözebileceğine inanıyordu. Fakat bunu ancak
biri başarabilecekti.
Reşit (Rosetta) Taşının EsrarıNapolyon Bonapart 1798’de Mısır’a girdiğinde bir
ülkeyi fethetmekten fazlasını yaptı. Kayıp bir uygarlığı
ortaya çıkardı. Mısır adeta yüzyıllar boyunca
Avrupalılara kapısını kapamıştı. Fransızlar Giza
piramitlerini gördüklerinde hayretler içinde kaldılar.
Yapımının üzerinden 4500 yıl geçse de büyük piramit
hala dünyanın en yüksek binasıydı. Bu eski kültürle
ilgili her şey olağanüstü görünüyordu.
Reşit taşı yani Rosetta taşının üzerinde 3 tür farklı
yazı vardı. Gizemli eski hiyeroglifler, altında başka bir
bilinmeyen yazı ve en altta da antik Yunanca yazı vardı.
Bu eşsiz bir keşifti. Bu iki metin okunamasa da Yunanca
iyi bilinen bir dildi. Ve kolayca tercüme edilebilirdi.
Napolyon Mısır'a askerlerinin yanısıra eski Mısır
kültürünü aydınlatmaları için bir bilginler ordusu
getirmişti. Bunların arasında antikacılar, ressamlar ve
dilbilimciler de vardı. Ama bazı sorunlar vardı ve ilk
sorun Horetio Nelson'du. 1 798 Ağustosundaki Fransız
Perihan Sadıkoğlu
21 NEREYE
filosuna saldırıp yok edince Fransızlar Mısır'da mahsur
kaldı. 3 yıl süren kuşatmadan sonra İngilizler nihayet
Fransızları Mısır'dan sürdü. Artık Fransa'nın ele geçirdiği
herşey İngiltere ve müttefiklerine aitti. General Menov
bilim adamlarının bütün notlarını çizimlerini ve
kağıtlarını alabilecekleri konusunda anlaştı. Ama ülkeden
çıkarken ele geçirdikleri eski eserleri götüremediler.
Buna Reşit taşıda dahildi. Ancak Fransızlar taşın
kopyalarını çıkarmayı akıl etmişti. Paris'teki en iyi şifre
kırıcılar dilbilimciler zaten yazıyı çözmeye çalışıyordu.
Bunların en önemlisi Silvestire De Sacy adında bir
öğretim görevlisiydi. Ancak Silvestire De Sacy
hiyeroglifleri çözemiyordu. Anladığı kadarıyla sadece
mistik simgelerdi. Diğer yandan taşrada Jean-François
Champollion adında bir dahi çocuk büyüyordu. Seçkin
eğitim almak için çok yoksul olsa da ağabeyi onun dil
konusundaki yeteneğini desteklemişti. Ve Champollion 13
yaşına geldiğinde 6 antik lisanı konuşuyordu. Daha
çocukken, ilk uygarlığın ne zaman başladığı sorusu
ilgisini çekmişti. Dünyanın yaşının kaç olduğu sorusunun
cevabının Champollion büyüdükçe cevabını
hiyerogliflerde olduğuna inanmaya başladı. "Dünyanın
yaşını hesapladım. Başlangıç bölümünden Nuh bütün
atalarını geriye doğru saydım. İlk peygamber Adem’e
kadar indim ve yaşlarını birbirine ekledim. Dünya 4327
diyordu. En eski uygarlığın en eski dilini okuyamazsa
dünyanın gerçek yaşını bulma hayalinin suya düşeceğine
inanıyordu.
Reşit taşını Paris'te onu tercüme etmeye çalışan başka
uzmanlar da vardı. İlk başta taşın yüzlerce kopyası vardı.
Yunanca yazı, taşın Mısır'ın 285. Firavunu 5. Ptolemeios
adına bir propaganda eylemi olduğunu söylüyordu. M.Ö.
196'da yazıyı yazdırdığında Mısır'ın yanı sıra saltanatı da
sorunlarla boğuşuyordu. O zamana kadar Mısır Uygarlığı
3000 yıl varlığını sürdürmüştü. Ancak ihtişamlı günleri
geride kalmıştı. Mısır bir dizi istilanın ardından M.Ö.
332'de Yunanca konuşan kumandan Büyük İskender
tarafından Mısır fethedildi. İskender kendisini firavun ilan
edip hükümetini kurdu. Ve yöneticilerin dili Yunanca
oldu. Yeni seçkinler ne yerel dili konuşabiliyor ne de
hiyeroglifleri okuyabiliyordu. Ve varlıkları Mısır'da
kızgınlığı körüklüyordu. 5. Ptolemeios'un
hükümdarlığında halk açıkça isyan ediyordu. O da çaresiz
Reşit taşını Paris'te onu tercümeetmeye çalışan başka uzmanlarda vardı. İlk başta taşın yüzlercekopyası vardı.
Aralık // 201 3
NEREYE 22
kalıp, ülkedeki tapınaklarda taş tabletler diktirdi. Her biri
taş Ptolemios'un faziletlerini bildiriyor ve gerçek firavun
olma iddiasının altını çiziyordu. Mısır'ın gerilemesinin
dokunaklı bir sembolüydü.
Hiyerogliflerin kelime değil simge olduğuna
düşünülüyordu. Askeri rütbelerin kimleri temsil ettiğini
biliniyor ama okunamıyordu. Hiyerogliflerin de askeri
rütbeler gibi olduğuna ama okunamadığına inanılıyordu.
Napolyon'un bilimadamları 1 haftada hiyeroglifleri
çözeceklerine inandılar. Ama Profesör Silvestire De Sacy
Paris'te yıllardır hiyerogliflerin okumaya çalışmakla uğraştı.
British Museum'da Reşit taşı dururken Fransızların
hiyeroglifleri çözebilecekleri korkusuna kapılan İngilizler
Thomas Young'a hiyeroglifleri çözmekle uğraşması teklif
edildi.
İngiliz Thomas Young aydınlanma devrinin en parlak
bilimadamlarından biriydi. İnsan gözünün nasıl odaklandığı
ve ışığın nasıl yol aldığı gibi konularda teorileri ve
araştırmaları vardı. Bir sonraki uğraşı, Eski Mısır'ı gün
ışığına çıkarmaya çalışmak olacaktı. Bu gizemli uygarlığın
sır perdesi olmak isteyen Young'ın muazzam serveti dışında
Champollion'a bir üstünlüğü daha vardı. Reşit taşı
İngilizlerin elindeydi. Young ve Champollion'un en büyük
sıkıntıları hiyerogliflerin aslında ne olduğunu kimsenin
bilmemesiydi.
Acaba hiyeroglifler sadece birer simgemiydi yoksa
konuşulan bir dilin seslerini oluşturan harfler miydi?
Günlük yaşamın pek çok alanında fikirleri ifade etmek için
simgelerden yararlanılırdı. Ama bu simgeler bir dik değildi.
Bir kitap metni gibi sesli biçimde okunamıyorlardı.
Hiyerogliflerin aslında sessiz simgeler olduğu görüşü
hakimdi. Ama bundan kimse emin olamıyordu.
Champollion'un ağabeyi biriktirdiği paraları
Champollion'un Fransa'ya gidip eğitim alması için harcadı.
Yunanca kelimelerin kaç kez geçtiğini sayarak öteki
yazıda da aynı sayıda geçen simgeleri arayarak
hiyeroglifleri bulmaya çalıştılar.
Champollion, Fransa'nın önde gelen dilbilimcisi Silves-
tire De Sacy’den Doğu Dillerini öğrenmek için Paris'e gitti.
Sacy'e Champollion dünyanın kökeninin çocukluğundan
beri ilgisini çektiğini söyledi. Champollion'un merak ettiği
cevabını bulmak istediği sorular şunlardı:
1. Rabbimizle aynı dili konuşuyoruz?
2. Adem hangi dili konuşurdu?
3. Dünyanın en eski ırkı hangisi ve incilin ilk 3
kitabını yazan Musa neden ana dili olan Mısır dilinde
yazmamıştı?
Champollion hiyeroglifleri tercüme edince soruların
cevaplarını çözeceğine inanıyordu.
Young hiyeroglifleri safmantık ve sayısal analiz
yoluyla kırılabilecek bir şifre olarak görüyordu.
Champollion'un eski hiyerogliflere yaklaşımı farklıydı.
Hiyeroglifleri çözmenin yolunu Mısır'ın en eski
dillerini öğrenmekten geçtiğine inanıyordu.
Champollion giderek hiyerogliflerin sözcükler
oluşturduğuna inanmaya başladı. Ve sözcüklerin
telaffuz edilebilmeliydi. Hiyerogliflerle aynı dönemde
konuşulduğu bilinen en son dili öğrenmeye koyuldu.
Mısırlı Hıristiyanların dili Kopt dili, Hıristiyan Kopt
kilisesinde hala konuşuluyordu. Paris'te böyle bir kilise
vardı.
Kleopatra ve Büyük İskender zamanında Mısırlıları
Perihan Sadıkoğlu
23 NEREYE
konuştuğu dil Kopt diliydi. Paris'te Kopt dilinde ayin
okuyan kilise vardı. Champollion'a Kopt dilini öğrendi.
Young’ın kayda değer ilerlemeleri sıraya yayınlamaya
başladı. Burada en ilgi çekici olan Ptoleamios nasıl
yazıldığını belirtmesiydi.
Champollion Profesör Sacy'in asistanı oldu.
Champollion’a göre ister bizi yönetenlerin hakkı olsun
ister inançlarımızı yönlendirenlerin gücü bilim adamı
olarak herşeyi sorgulamak zorundaydı. Champollion eski
tarihin incelenmesinin, doğrunun aranmasıdır diye
düşünüyordu.
Reşit taşının tabanında bir Yunanca yazıt vardı.
Kleopatra’ dan bahsediyordu.
İngiltere'den bir arkadaşı Champollion'a yazıtın
tabanında kalan yazıyı gönderdi.
Champollion önemli bir bir adım atmıştı.Varsayımlar
üzerine kurduğu hiyeroglif alfabesini kullanarak
Kleopatra'nın kartuşunu yazmış ve böylece alfabenin
doğru olduğu yönünde bir kanıt elde etmişti. Bunu sadece
mantıksal bir tümdengelim yaklaşımıyla değil aynı
zamanda her hiyeroglifin doğru sesini bulmak için Kopt ve
Mısır dillerini kullanarak yapmıştı.
William Banks'ın dikilitaşı günümüzde Dar Set'teki
Kingston Lacey malikanesinin arazisinde durmaktadır.
Hiyeroglifi çözme yarışında başta bu obelisk avantaj gibi
gözükse de sonradan Young'ın kritik bir hata yapmasına
sebep oldu.
Mısır'dan bir arkadaşı Champollion’a Ebu Simbel’ in
çizimlerini getirdi.
Eski bir tapınak olan Ebu Simbel ülkenin büyük
İskender tarafından kolonileştirmeden çok önce inşa
edilmişti. Bu yüzden duvarlarını süsleyen hiyeroglifler,
antik Yunancayla karışmış olamayacak kadar eskiydi.
Ra m SS
Ramses'e hiyeroglifini tercüme eden Champollion
firavunların şifresini okuyabildiğini kanıtlamıştı. Artık
hiyeroglif alfabesinin 3000 yıl önce yazılmış kelimeleri
okumak için kullanılabilecek şekilde genişletilebileceğini
doğrulayabilirdi. Bunu da kopt dilinden başlayarak Mısır
diline, oradan da eski hiyerogliflere doğru zaman içinde
geriye giderek yaptı. Champollion, nihayet Mısır
tapınaklarının duvarlarını süsleyen gizemli hiyeroglifleri
ve onların sırlarını anlattırmanın yolunu bulmuştu. Ramses
sözcüğündeki Ra, Kopt dilinde güneş anlamına gelen
kelimeyle doğrudan doğruya bağlantılıydı.
İsmin geri kalanı yine kopt dilinde -den doğma
anlamına geliyordu. Eski Mısır kültüründe güneş Tanrısı
Ra, Mısır'ın yaratıcısı ve tüm tanrıların en önemlilerinden
biriydi. Başının üzerinde güneşi temsil eden bir diskle
betimlenirdi. Söylenceye göre tüm firavunlar onun
akrabasıydı. Ramses sözcüğünün anlamı Güneş Tanrısının
çocuğuydu. Champollion hiyerogliflerin simge olmakla
kalmayıp aynı zamanda dil olduklarını da kanıtladı. Artık
Eski Mısır'ı yeniden hayata döndürmek için gereken
ipuçlarına sahipti. Champollion taşın bulunmasından 24 yıl
sonra 1822'in sonbaharında hiyerogliflerin sırrını çözdü.
Aralık // 201 3
NEREYE 24
Champolion keşfettiği bilgileri kitaplarla, broşürlerle
ve bir dizi konferansla tüm dünyaya açıklamaya başladı.
Champollion bulabildiği her papirüs ve belgede bulduğu
hiyeroglif alfabe sistemini uygulamak istedi. Ama en
büyük hayali Mısır'a gidip mezarların ve anıtların
üstünden okumaktı. Thomas Young, Paris'e konferans
vermek için geldiğinde, Champollion’a teorisini
kanıtlamak için bütün hayatını ve itibarını ortaya
koyduğu için tebrik etti.
Sacy, Champollion’a henüz bütün hiyeroglifleri
okuyabildiğini kanıtlayamadığını söyledi.
Champollion, Londra'dan Torino'ya giden nadir
papirüs parçalarını eve getirdi . Eşi Rosine Blanc’ ın
babası kralcıydı. Champollion ise Cumhuriyetçiydi.
Champollion’unun yatak almasını beklemekteydi.
Champollion’un eşi Rosine Blanc neden hala hiyeroglifleri
tercüme etmeye devam ettiğini ve neden hiyeroglifleri
bırakıp başka bir şey yapmadığını anlamıyordu.
Champollion da henüz teorisini bütün hiyerogliflerde
geçerli olduğunu kanıtlamadığını hem de Mısırlılar
hakkında daha fazla tercüme etmek için kullanmazsa bütün
bilgilerinin boşa gideceğini belirtti. Mısırlıların kim
olduklarını nasıl yaşadıklarını öğrenmek istediği söyledi. O
büyük anıtları neden yapmışlardı. Neye inanıyorlardı.
Champollion’un işi daha yeni başlıyordu.
Eski Mısır 1 820'ler Avrupa'yı büyülemiş olsa da
Perihan Sadıkoğlu
25 NEREYE
çözülecek malzeme olmayışı Champollion'u büyük hayal
kırıklığına uğratmıştı.
Sonra Paris'e Dendera Zodyak’ı geldi. Dendera Zodyakı
Oyularak yapılmıştı. Eski Teb şehri yakınlarındaki Dendera
Tapınağının tavanından alınmıştı. Dendera Tapınağının
Zodyak'ı muhtemel yaşı nedeniyle kilise için son derece
endişe verici bir nesneydi. Kimileri tarihin İncil'de yazılı
versiyonunu inkar edecek kadar eski olduğuna inanılıyordu.
O zamanlar kiliseye göre İncil tarihi açıdan doğru bir
belgeydi. Bilginler İncil'e dayanarak Nuh tufanının tarihi
M.Ö. 2349 yılı olarak belirlemişlerdi. Tufandan önceki bütün
eski uygarlıkların yok olduğuna inanıyorlardı. Aksine bir
kanıt kilisenin otoritesine doğrudan meydan okuyacaktı.
Profesör Sacy, Dendera Zodyağının Eski Mısır Astroloj isiyle
ilgisi olduğunu ve kartuşun Kraliçe Axemun'un kartuşu
olduğunu M.Ö. 2000'de yaşadığını söyledi.
Peder Abot, Kilise Nuf tufanı M.Ö. 2349'dan meydana
geldiğini söyledi. Bu tarihte çıkan herşey kilisenin
otoritesine ve Tanrının sözüne de karşı çıkardı. Sacy
Zodyak’ın kilise için tehdit oluşturmadığına son derece emin
olduğunu söyledi. Meseleyi gizlice halletmeye ikinci bir
kişinin görüşünü almak istediklerini söylediler. Champollion
önerilince Peder Abot Champollion’un kiliseye muhalif
olduğunu söyledi. Fakat sonra konusunda iyi olduğu için tam
olarak Champollion’a ihtiyaçları olduğuna inandılar.
İnancının düşüncesine yön veremiyeceğine ve gerçek bir
tarafsızlık sergileyeceğine inandıklarını söylediler.
Majestelerininde tam olarak istediği buydu. Kralın adamı
olan Mösye De Luke Champollion'un kaçıramayacağı bir
fırsattı. Mısır'a giden yolun ve hayalini gerçekleştirmesinin
ilk adımı olacaktı. Kral Champollion’a 150 bin Frank ödedi.
Champollion, Zodyak’ın Kraliçe Axamun'dan
bahsettiğine inanan Sacy'i yanılttı. Champollion tanrıça Al
Hiat’ ın gökyüzünün güneyinde olduğuna ve herhangi bir
döneme ait olabileceğini söyledi. Bu arada Otokrat sözünün
söylendiğini Roma döneminde imparator için kullanılan
Yunanca kelime olduğunu açıkladı. Ve 1500 yıllık olduğunu
ifade etti.
Mısır hazineleri Avrupa'ya gelmeye başlamıştı. Ama
kimse parçaların gerçek değerini bilmiyordu. Çünkü
Champollion dışında hiç kimse hiyeroglifleri okuyamıyordu.
Champollion teorisinin özetini yazıp, yakında yayınlamak ve
sonra Mısır'a gidip teorisini denemek istiyordu. Kral Mısır
koleksiyonunu artırmayı planlıyordu. İtalya'da bir
koleksiyon vardı. İskenderiye'deki Fransız Konsolosu
Mösyö Drovetti tarafından toplanmış koleksiyonu kral
satın almak istiyordu. Ama Kral İtalya'daki koleksiyona
ne kadar vereceğini bilmiyordu. Değer biçme işini
Champollion üstlendi. Champollion ünlü bir
Cumhuriyetçiydi o zaman. Kral bütçesini ona emanet
edebilir miydi? Champollion kralı ikna etmek için tarife
ve doğruya sadık kalacağını söyledi.
Champollion Torino'da Paris'tekinden daha iyi
karşılandı. Champollion Fransa kralı adına Eski Mısır
eserlerini ararken bütün kapılar açılıyordu. Champollion
en nüfuzlu ortaklarından biriyle İtalya'da tanışacaktı.
Doğu dilleri Profesörü Bedito Rosalini, Champollion ile
tanışmak için Pizza'dan geldi.
Champollion'un ünü güçlü Vatikan'ın koridorlarına
kadar yayılmıştı. Papa 12. Leon onu görmek istedi.
Champollion bu anın önemini unutamadı. Ve
Champollion daha sonra erkek kardeşine yazdığı
mektupta 'Fransızca'yı çok iyi konuşan Papa’nın
Champollion’un tüm keşifleri sayesinde dine karşı güzel,
harika ve çok iyi bir görevde bulunduğunu memnuniyetle
3 kez söylediğini yazdı. Champollion Fransa'ya daha
büyük bir ünle ve kral adına satın alınmış Eski Mısır
eserlerinden oluşan muazzam bir hazineyle geri döndü.
Lovure müzesindeki Mısır koleksiyonun başına getirildi.
Ama incelediği malzemeler yeterince iyi değildi. Elindeki
kopya belgeler ve yazıtlar genelde hatalıydı. Hiyeroglifler
hakkındaki teorisini test etmek için yeterince orij inal
malzeme bulabilmesinin tek yolu Mısır'a gitmekti.
İtalya'daki başarısından sonra hayalini gerçekleştirmesi
için Fransa hükümetinden yardım etmelerini isteyebilirdi.
Champollion Mösyö'de Luke'a Yunan ve Roma
döneminin İskenderiye’sinin güneyde keşfedilen eski
krallığının ihtişamının yanında daha küçük gördüğünü
kaydediyor. Ve gezi için 20 ressam istiyordu.
Napolyon Mısır'ı işgal ettiğinde 167 alim ve bilim
adamı götürmüştü. Yaptıkları işler hatalı ressamlara
verilmişti.
Vatikan kütüphanesinden adını verilemeyen bir Baş
Rahip Krala yazdığı mektupta Champollion’a kaynak
sağlamaması için ısrar etmişti. Champollion’un Mısır'a
değil sadece Hıristiyan inançlarına saldırmakla
Aralık // 201 3
NEREYE 26
ilgilendiğini söylemişti. Eski tarihçilerden Manetho'nun
yazılarını doğrulamak için kanıtlar aradığını belirtmişti.
Champollion ise sadece doğruyu aradığını söyledi.
Kralın şartı şöyleydi: Champollion, Mısır'da kilisenin
öğretileriyle çelişen herhangi bir şey bulursan
yayınlamayacaktı. Champollion şartı kabul etti. Bu yıllardır
hayalini kurduğu şeydi. Sonunda Mısır'a gidecekti. 1 8
Ağustos 1828'de Mısır'a gitti.
Gize'deki piramitler Eski Mısır'ın gizemini
simgeliyordu. Neden yapıldıklarını kimse tam olarak
bilmiyordu.
Hiyerogliflerden anlaşıldığı kadarıyla büyük piramit
Mısır firavunu Kufu'nun mezarıydı. Yaklaşık olarak M.Ö.
2560 yılında yapılmıştı. Yapımının 20 yıldan uzun sürdüğü
sanılıyordu. Mühendislik harikası olan Keops piramidini
büyüklüğü ölçeği ve gizemi insanoğlunu yüzyıllardır
büyülemekteydi. Bu tarzda böyle inanılmaz büyüklükte bir
mezar neden yaptırılırdı ki? Champollion'un ilk durağı
Sakkaraydı. Ölüler şehrinde kule gibi yükselen büyük
basamaklı piramit buradaydı. Sakkara, Mısır'ı eski başkenti
Memfis'te bir mezarlıktı. Buraya Mısır'ın seçkinleri oraya
gömülüyordu. Basamaklı piramit Mısır'da yapılan ilk
piramitti. Tasarımını ve yapımını Firavunun baş mimarı
İmhotep üstlenmişti. İmhotep'in adı unutulmadı. Çünkü
Sakkara'daki hiyerogliflere kazandı. Daha sonraki tüm
piramitler İmhotep'in fikirleri geliştirilerek yapıldı.
Ahet Nil taştığında sel baskını mevsimine girilir ekinlerin
büyümesi için her biri 4 aylık 3 mevsim vardı.
İlkbahar Ahet
Chem Hasat Zamanı
Sel büyüme ve hasat Mısır yaşamının döngüsü.
Bu yolculuğundaki en önemli andı. Champollion artık
okuyabiliyordu.
Teorisi işe yarıyordu. Herşeyi okuyabiliyordu.
Mısırlılar için ölüm neden bu kadar önemliydi?
Champollion en şaşırtıcı keşfi yapmak üzereydi?
Champollion’u hayrete düşüren Menofrey adında I.
Hanedandan bir saray sahibinin aile mezarlığıydı. Menofrey
adında birinin mezarını bulmuştu. Hesabına göre I.Hanedan
dönemine Nuh tufanından öncesine uzanıyordu. Buna göre
Mısır uygarlığı tufanda çok daha önce başlamış ve
sonucundan etkilenmeden varlığını sürmüştü. Bu İncil'in
hikayesine doğrudan meydan okuyordu. O zamanlar çoğu
Hıristiyan Tanrının sözü İncil'in tarihsel açıdan doğru
olduğuna inanıyordu. Ama öyle olmadığının kanıtını
Champollion bulmuştu. 1 828 yılı için tehlike bir
keşifti. Champollion bu bilgiyi gizli tuttuğu bir
günlükte saklayacak, o yaşadığı sürece kimse
bilmeyecekti.
Champollion hiyerogliflerin sırrını çözmüştü. Ama
asıl işi daha yeni başlıyordu. Piramitleri yapan
uygarlığın anlamak istiyordu. Binlerce yıl önce
yaşamış insanlar bu Avrupa'dakilerden daha yüksek ve
kapsamlı yapıları nasıl inşa edebilmişti? Kusursuz
birer mühendislik ve üstün birer zarafet örneği olan bu
yapıların gerçek amacı zamanla yok olmuştu.
Champollion hiyerogliflerde ipuçlarını aramaya
devam etti. İstediği bilgiyi bulmak için en çok ümitli
olduğu yer bugün Luksor olarak bilinen Mısır'ın eski
başkenti Teb'di. Revak Al Makuk (Kralların Kapıları)
Perihan Sadıkoğlu
27 NEREYE
Ölüm vadisi, Luksor'da Nil nehrinin karşısında yer alan
Krallar vadisi belki de yeryüzünün en ünlü mezarlığıdır.
Erken Mısır döneminden kalma mezarların ve
piramitlerin kolayca soyulduğu görülünce Tutankamon
ve Ramses gibi daha sonraki firavunlar, mezar
soyguncularının dikkatini çekmeyeceği ümidiyle
Krallar vadisine gömüldüler.
Yaklaşık 500 yıl boyunca kral mezarlığı olarak
kullanılan vadide 60'ın üzerinde mezar bulunuyordu.
Krallar vadisinde ziyaret ettikleri mezar, I. Setinin
mezarıydı. Hiyerogliflere göre firavun adını kaosun ve
gerekli şiddetin Tanrısı Set'ten almıştı. Seti acımasız bir
savaşçı kraldı. Krallar vadisinde en derin en büyük ve
en çok süslenmiş mezar onunkidir.
Hiyerogliflere göre firavun öldüğünde cenaze büyük
bir gizlilik içinde yapılmış ve mezarı saklanmıştı.
Firavunun ruhunu beslemek için kutsal sunu olarak yiyecek
getiriliyordu. Firavunun cesedi tabuta konmadan önce büyük
tanrı Osiris'e benzemesi için sargı beziyle sarılıyordu.
Mumya, son yolculuğu için hazırlamış malzemelerle birlikte
dağın derinliklerine oyulmuş mezara taşınıyordu. Ve güneş
ufukta batarken firavun yeraltına iniyordu. Bu hayal
edilebilecek en ayrıntılı cenaze töreniydi ama yine de
mantıklı değildi. Eski Mısırlılar böyle bir serveti neden
krallarıyla birlikte gömüyordu. Mısırlıların nasıl yaşadığını
öğrenmek üzereyken Champollion hastalandı. Yine de küçük
vefakar ekibine yaptıkları için gerçek anlamını açıklamaya
kararlıydı. Bokböceği, Skarabe Batan güneş yeraltı
dünyasına giriyor ve kral yani firavun ona tapıyordu.
Firavunun yanında bokböceği vardı. Bu yeniden doğmanın
simgesiydi. Önemli olanda buydu. Yeniden doğma. Kral
bütün Mısır'ı aydınlatıyordu. O bir Tanrıydı. Bütün
vatandaşları için bir yaşam kaynağı ve ölümü batan güneş
gibi. Karanlık bir yer altı dünyasına inip yolculuk etmek
zorunda böylece Amon'un göksel dünyasına yeniden
yükselebiliyordu. Evrensel Tanrının bütün mezarların
doğudaki duvarlarında kralın yaşamını görülüyordu. 1 2
yılanla savaşıyordu. Yani günün 12 saatiyle. Bu Tecko yüzü
devli yılan sonra yeraltı dünyasının zifiri karanlığına
giriyordu. O bunu atlatırsa insanlarıda sonsuza kadar
atlatacaktı. Yaşamı ölüm için hazırlık ve herşey doğru
olmalıydı. Her kurban her dua her itiraf. Bu kral mezarları
öbür dünyaya giden taraklara benziyordu. Kralların giriş
kapılarıydı. Burası hiç de bir ölüm vadisi değildi. Bir yeniden
doğma vadisiydi. Bunu bin yıldan belki daha uzun süredir
kimse anlamıyordu. Mısırlılara tekrar yaşam veriliyordu.
Champollion, eski Mısır mezarlarında gördüğü ihtişamın
asıl sebebini keşfetmişti. Mısırlılar, ölümden sonraki
yaşamlarına dair tüm umutlarını tek bir adamın, yani
firavunlarının başarılı biçimde defnedilmesine bağlamışlardı.
Firavun hayatta olduğu gibi ölümde de onların
koruyucusuydu. Champollion'un bu açıklaması sadece krallar
vadisi için değil Mısır'ın en ünlü mezarı olan Giza'deki
büyük piramit içinde mantıklıydı. Hiyerogliflerin tarif
edilmeleri sayesinde artık bugün firavun piramide defnedilişi
sırasında izlenen olayları sırasıyla biliniyordu. Firavun
öldüğünde tabutu Nil üzerinden nehir kıyısındaki iskelesine
getirilip ve orada kutsal ayinler yapıldı. Ayinin bir parçası
olarak, tabut önce piramidin en alttaki yeraltı odasına
indirildi. Oradan da bir üstteki kata alındı. Yolculuğun son
bölümünde 3. odaya çıkarıldı.
Aralık // 201 3
NEREYE 28
Sonunda büyük granit tavanın altına getirilen tabut taş
lahdinin içine kondu. Yolculuğa çıkarmaya hazırlanan
kral artık sonsuzluğa fırlatılacağı konumu almıştı.
Kralın geceleyin gökyüzünde görülen ve yerinden hiç
kımıldamayan belli bir noktaya doğru uçacağı
düşünülüyordu. Mısırlılar bu müjdeyi sonsuzluk
olarak görür, cenneti temsil eden bu noktaya ve onu
çevreleyen yıldızlara büyük saygı duyarlardı. Bugün
bu yıldızları, "Batmayan" veya "ufkun altına
inanmayan" yıldızlar olarak biliniyor. Mısırlılar onlara
"yok edilemeyenler" adını takmıştı. Kralın odasının
kuzey duvarında küçük bir menfez vardı. Buradan
başlayan dar baca, piramidin kalın taş kütlesinde
geçerek dış duvara açılıyordu. Baca, gökyüzündeki
tek bir noktaya yok edilmeyenlere doğru çevrilmişti.
Mısırlılar, cenneti bulmakla kalmayıp oraya gitmek
için gereken aracı inşa ettiklerine de inanıyorlardı.
Büyük Piramit bir yeniden diriliş makinesiydi.
Firavunun ve onun aracılığıyla Mısır halkının sonsuza
dek yaşamasını garanti altına alıyordu.
Champollion’un Krallar Vadisindeki çalışmaları,
Mısır'ı kavrayışımızda bir devrim yarattı. Eski Mısır’a
ilişkin keşiflerin belki de en ünlüsü yine
hiyerogliflerin deşifre edilmesi sayesinde
gerçekleşecekti. Yaklaşık 100 yıl sonra aynı vadide
gelmiş geçmiş en göz kamaştırıcı hazineler gün
ışığına çıkarıldı.
Tutankamon’un mezarını keşfeden Howard
Carter'ın böyle bir firavunun varlığından haberdar
olması bile Champollion'un başarısı sayesinde sonra
gelen Mısır bilimciler pek az tanınan bu firavunun
hükümdarlığı hakkında az sayıdaki ipucunu yine
hiyerogliflerden elde ettiler.
Champollion'un keşfi için ödediği bedel ağır oldu.
Fransa'ya döndükten 18 ay sonra öldü. Ölüm sebebi
büyük bir beyin kanamasıydı. Ama aslında Mısır'ın
kalbine yaptığı 2 senelik yolculuğun yorgunluğunu bir
türlü üstünden atamadığı için ölmüştü.
Perihan Sadıkoğlu
29 NEREYE
"Üç saate 4200 metredeki kampa ulaşırız. Oradan da 5 bilemedin 6 saatte zirveye çıkarız herhalde.”Konuşmanın üzerinden henüz 6 saatgeçmemişti ki biz çoktan 4900 metreyeulaşmış buzula girmeden önce birazdinlenip, sert rüzgar altında güneşindoğuşunu seyrediyorduk.
Konuşmanın üzerinden henüz 7 saatgeçmişti ki biz zirveye çıkmış, geridönüş yoluna çoktan girmiştik.
Aslında her şey Temmuz ayının ortalarındabaşlayıp bitecekti. Başta öyle konuşmuş oşekilde planları yapmıştık Hüseyin'le. Amaişte olmuyor, yapamıyorum. İlla ki bir tur yançizmem, ertelemem gerekiyor. Neden sonraAğustos'un başı konusunda hemfikir olduk.Böylece Ramazan Bayramı öncesi tırmanışıyapıp, Trabzon'a da birlikte dönecektik.
Evet böylesi daha güzel olmuş, kulağa dadaha hoş gelmişti.
Aslında zamanımız olmasına rağmen kısasürede tırmanışı yapıp dönmeye niyetimizvardı. İlk baştaki niyetimiz ilk gün 3200metreye çıkıp orada kalmak ve ertesi gündirekt zirveye gitmekti. Ağrı'ya yola çıkmadanönceki bir kaç gün doğru düzgünuyuyamamıştım. Gece 11 'de Ağrı otobüsebindiğimde de başım çatlıyordu. Sonkonuşmamızda sabah kahvaltı yapıp yolaçıkarız şeklindeki planı ben kendi kafamdayeniden kurguluyor, otobüste baş ağrısıylaZigana Dağı'na çıkarken "Yarın evde yatarızaşağıya; ne acelemiz var." diyordum.Normalde otobüs yolculuklarında neredeysehiç uyuyamam. Sanırım bir kaç gündüruykusuz kalmanın da etkisiyle yolda bir ikikere ayılmak dışında uyudum sayılır. Sabah 7gibi Ağrı'ya inip oradan Hamur'a geçtim.Hüseyin'le anlaştık. Yatıp dinlenecektim, artıkduruma göre ertesi güne kalabilirdik.Ama işte olmayınca da olmuyor. Evegeldiğimde uykum var ben uyuycam şeklindenazlanmama, el bebek gül bebek beni yatırıpüstümü örtmesine rağmen gözüme uykugirmedi. 1 5 dakika sonra dayanamayıpkalktım, Hüseyin'i de kaldırdım.
"Hadi gidelim!"Marco Polo'nun "Çıkılamaz! " dediği dağın ilktırmanışını 1 829 yılında Alman Frederik VonParat gerçekleştirmiş. İlk Türk (ve aynızamanda ilk kış tırmanışını ise) günümüzdeTürkiye Dağcılık Federasyonu'nunkurucularından olan Bozkurt Ergörgerçekleştirdi. Çıkılamaz denilen dağa 1980'liyıllarda binlerce kişi tırmandıktan sonra dağ,1 990 yılında terör sebebiyle tırmanışa
Ağrı Dağı- 39° 42' 13'' N; 44° 17' 56'' E!
Zirvesinde 4 mevsim erimeyen kar ve buzdan oluşan
takkeye sahip olan 5137 metrelik volkanik bir dağ olan
Ağrı Dağı Türkiye'nin en yüksek doruğuna ve bu dorukta
yer alan Türkiye'nin en büyük örtü buzuluna sahip.
Zirvesinden Türkiye'yi, İran'ı ve Ermenistan'ı
görebileceğiniz Ağrı Dağı'nın aslında yaklaşık %70'lik
bölümü Iğdır ili içerisinde yer alıyor.
Murat Eray Korkmaz
33 NEREYE
kapatıldı. Aradan geçen 8 yılın ardından ise dağtırmanış açıldı ve giderek artan şekilde binlerce,onbilerce kişiyi eteklerinde ağırladı.
Günümüzde gerek Türkiye'nin en yükseknoktası olması gerekse de (efsaneye göre)Nuh'un Gemisi'ne ev sahipliği yapıyor olmasıdolayısıyla sadece dağcıların/doğa severlerindeğil yerli yabancı turistlerin de ilgisini çekiyor.Ağrı Dağı, "Dünyanın En Meşhur 50 Dağı"listesinde 48. sırada yer alıyor.Ağrı Dağı iki yüksek zirveye sahip bir kütle.51 37 metrelik Atatürk Zirvesi, Türkiye'nin enyüksek noktası. Küçük Ağrı Dağı'nın 3896metrelik İnönü Zirvesi ise Türkiye'nin EnYüksek Zirveleri listesi'ne 6. sıradan girmiştir.
51 37 metrelik Ağrı Dağı Zirvesi, yüksekliğiyledağcılık literatüründe de bir çok yere adınıyazdırmış bir dağ.
•Dünya'nın En Yüksek Zirveleri Listesi - #25•Orta Doğu'nun En Yüksek Zirveleri Listesi - #2•Avrupa'nın En Yüksek Zirveleri Listesi - #3~Hadi gidelim! diye ayaklandıktan sonrakahvaltıydı, hazırlıktı derken evden 10:30 gibiçıkabildik. Öğlen 12 civarında, Hüseyin'in CepHerkül'ü bizi Ağrı Dağı'nın eteklerine kadargetirmişti.En son buraya 2005 yılının kış ayındagelmiştim. Görünürde değişen tek şeyDoğubeyazıt-İran yolundan Ağrı Dağı'na doğruayrılan yolun hemen kenarına koyulan vekabaca tırmanış rotasını gösteren bir tabela.
6. Topografik harita üzerinde kabataslak olarakrota işaretlenmiş; 1 . Kamp, 2. Kamp ve Zirvegösterilmiş. Genel fikir vermesi açısındanoldukça faydalı bir çalışma olmuş.
Burası dağ sonuçta.Biz ise insanoğluyuz.Yüzlerce binlerce yıldır neredeyse hiçdeğişmeden olduğu yerde yükselen dağlarınaksine bizlerin günlük hayatında her şey o kadarhızlı değişiyor ki.
Hep demişimdir.
Değişim ne kadar büyük olursa olsun içinde oluncafarketmiyor, farkedemiyoruz. Yaşadığımız yerdemeydana gelen çok radikal değişiklikler bile bize gayetnormal gelebiliyor, sürecin bir parçası gözüylebakıyoruz. "Değişim bu!" demiyoruz. Ama uzunsüredir gitmediğimiz bir yere gittiğimizde oradaki enküçük değişim gözümüze çok büyük geliyor.
Aralık // 201 3
NEREYE 34
Yaklaşık 8 yıl sonra yeniden geldiğim Ağrı'nın eteklerindeki
bu ıssız düzlüklerde de gözüm ister istemez değişim arıyor. Ana
yoldan ayrılıp Eli Köyü'ne giden yol boyunca meraklı gözlerle
etrafa bakmaya çalışıyorum. 2005 yılının Ocak ayına geri
dönmeye çalışıyorum zihnimde. Çantalarımızla birlikte buz gibi
soğukta kamyonun kasasındayız; yaklaşık 20 kişi birbirine
sokulmuşuz. O zaman ilk kez geldiğim bu yerde yine etrafa
meraklı gözlerle bakıyorum. Kocaman düzlüğün ortasında ilk
önce tek katlı, kutu gibi kerpiç evler beliriyor. Yer yer bacalardan
duman tütüyor, bazı evlerden meraklı gözlerle bizlere bakan
kafalar çıkıyor. Ufacık bir kasaba/köy. Ağır ağır, sallana sallana
giden kamyon 3-4 dakika sonra geride bırakıyor evleri ve yavaş
yavaş yükselmeye başlıyor.
Şimdi yine aynı kasabaya bakıyorum da. Tıpkı o zamanki gibi.
Değişen tek şey tütmeyen bacalar ve sıcaktan bunalmış halde
yarı çıplak etrafta koşuşturan çocuklar.
O kadar; tüm değişim bundan ibaret.
Geri kalanı aynı.
~
Ve sonra yine Eli Köyü'ne doğru yükselmeye başlıyoruz.
İşte tam şu virajdı kamyonun çıkamadığı, 20 kişi kamyonu
ittiğimiz/itmeye çalıştığımız ve geçtiğimiz keskin/dik viraj .
O da değişmemiş.
O zamanlar kamyonun tepesinde toz toprak içinde kalarak
yolculuğumuzu yapmıştık.
Hani dedim ya değişen bir şey yok.
Araba içinde de olsak tozumuz toprağımız eksik olmuyor köye
çıkana kadar. Anlayacağınız kötü durumdaki yol da
kötülüğünden bir şey kaybetmemiş.
Hüseyin'in Cep Herkül'ü sıcak havadan dolayı bizden daha çok
terliyor. Ara ara durup hem O'nu hem kendimizi dinlendiriyoruz.
Ve sonra yaklaşık 12:40 civarında arabayı bırakacağımız
-tastamam 8 yıl önce kamyondan indiğimiz- yere ulaşıyoruz.
~
Arabadan iner inmez eşyalarımızı hazırlayıp 3200 metredeki
kamp yerine doğru yola çıkıyoruz.
Evet. . .
Tam olarak buradan geçmiştik işte. Hemen şuradaki iki kayanın
arasından gitmiştik. Şuradaki patikaya bağlanmıştık.
8 yıl önce, Ocak ayında tam buradaydık işte. Geç olduğu için
asıl kamp yerine çıkamamış, 3000 metrelerdeki bu düzlüğe
kamp kurmuştuk işte.
~
Şimdi ise vaktimiz vardı, asıl kamp yerine gitmek üzere ağır ağır
yolumuza devam ettik.
Dağa gelmeden önce hava durumunu kontrol etmiştik. 3 gün boyuncaaçık hava bizi bekliyordu. Peki ya bu bulutlar da neyin nesi?
Eli Köyü ile 3200 metre kampı arasında buna benzer yaklaşık 2-3 tane küçük obageçiyoruz. Hayvancılığın yaygın olduğu bu bölgede, Ağrı Dağı'nın eteklerinde pekçok küçük/büyük baş hayvan bakan, burada yaşayan aileler var.
Herhalde Ağrı Dağı tırmanışının en sancılı bölümü Eli Köyü - 3200 metrearasındaki bu yürüyüş yolu. Fena olmayan bir tempoyla 4-5 saatcivarında süren bir yol.
Murat Eray Korkmaz
35 NEREYE
Ağrı Dağı sadece yurtiçinde değil yurtdışında da oldukça popüler birdağ. Sadece dağcılar değil, ucundan kıyısından doğa sporlarıylauğraşanlar ve hatta geri kalan herkes için oldukça çekici bir yer. Bunabağlı olarak da dağ oldukça kalabalık. Bağımsız gruplar dışında sürekliolarak gelip giden çeşitli turların grupları da mevcut. Bir çok turun dagerek 3200 gerekse de 4200 metrelerde yerleşik çadır kentleri var.
12:50’de Eli Köyü'nden başladığımız yürüyüş, 17:30 civarlarında
3200-3300 metrede yer alan ilk kamp yerinde sona eriyor.
Kampa saat 17:30 civarında ulaşıyoruz. Kendimize gürültüpatırtıdan uzak bir yer bulup çadırımızı zemini düzeltilmiş kampyerlerinden birine kuruyoruz.En baştaki planımız benim Ağrı'ya varmamla birlikte yolaçıkmamız ve geceyi 3200 metrede geçirip hemen ertesi gün zirvetırmanışı yapma şeklindeydi.Sonra uykusuz yola çıkmanın etkisiyle Zigana Dağı eteklerindekimola yerinde Hüseyin'i arayarak "Gel vazgeç şu hevesten. Orayageleyim, bir gün yatayım ben. Sonra ertesi gün yola çıkarsonrasında da tırmanışı yaparız." şeklinde karara vardık; en azındanben kendi iç dünyamda vardım.Ve sonra, sabah Ağrı'ya indiğimde, yatakta 15 dakika bile
duramadığımdan "E hadi yola çıkalım bari! " diyerek çıktığımızyolculuğumuzda, 3200 metreye ulaştığımızda ikimiz deyorulmuştuk. Benim yol yorgunluğunu da katınca -ve keyifyapmak da hakkımız gerçeğini de göz önündebulundurduğumuzda- son karar olarak ertesi gün buradakalmaya ve kampta yayılıp yatmaya, tırmanışı bir sonraki gün,Pazar günü, yapmaya karar verdik.En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir di mi? Ehh bizim deartık bir planımız olduğuna göre geriye artık uyumakkalıyordu.Bir şeyler içtik. Abur cubur atıştırdık ve hadi azdinlenelim/kestirelim diye 19:30 sularında yattık.Ve sonra bir an gözümüz yavaşça açılır gibi oldu.Akşam kolumdan çıkardığım saati bulmaya çalıştım elyordamıyla. Çadırın içi çoktan aydınlanmıştı. Uykumahmurluğuyla saate baktım.09:30Evet doğru. Tam 14 saat kesintisiz uyumuşuz. Üstelik -açıkara- şu ana kadar dağda/çadırda yaşadığım en sorunsuz, enkeyifli, en rahat uyku oldu. Ne kadar derin de uyusam yine desabah mutlaka zeminden kaynaklı ağrılar olurdu. Ancak buradakamp yeri, bildiğin kuş tüyü yatak gibiydi; yumuşacık. Ne birağrı ne de bir şey. 1 4 saatlik kuş tüyü yatakta çekilmiş uyku.Ki bu son da uykumuz oldu zaten.. .~Sonuçta bugün bizim izin günümüz. Tüm gün yattık ve.Aslında "Ve yedik." şeklinde devam etmesi gereken bir cümleama olmayan bir şeyi yiyemezsin ki?
Aralık // 201 3
NEREYE 36
Gün içerisinde bir süre kestirdik, gürültüye uyandık. Kalktığımızda dört bir taraftan akın akın insanların geldiğini gördük. 2 farklı grupla birlikte yaklaşık 3040 kişi kamp alanına gelmişti.
Biri çıkıp sorsa "Tırmanış öncesi -hele ki Ağrı Dağı gibi
yüksekliğe sahip bir dağda- nelere dikkat etmek lazım,
tırmanışa nasıl hazırlanmak lazım?" diye hiç düşünmeden
verilecek iki tane basit cevap vardır herhalde: Bol bol ye,
bol bol iç.
Evet doğru. Dağdayken rahat etmek istiyorsanız sürekli
bir şeyler içmeniz ve yemeniz gerekiyor sürekli. İçme
kısmı çoğunlukla sıkıntı olmaz; en kötü su içersiniz. Ama
bir şeyler yemek için öncelikle bunların yanınızda olması
gerekiyor. Bol bol yemek için bol bol taşımalısınız. Hatta
bu konuyla ilgili Burak'ın çok güzel bir deyişi vardır:
Eşek gibi taşırım, kral gibi yaşarım.
Keşke Hüseyin de bunları duymuş olsa?
Son görüştüğümüzde minimalist dağcılık adı altında bir
akımın temsilcisiyken günümüzde mikromalist dağcılığa
doğru bir yönelim içerisine girmiş.
Ağrı'ya erken saatte ineceğimden ve hemen yola
çıkacağımdan -tıpkı önceden olduğu gibi- yemek
konusunda topu O'na atmıştım. "Bir şey istiyorsan söyle
alayım/getireyim; yoksa sen ayarla."
Evden çıkarken sorduğumda her şeyi almıştı. Yola
çıkmadan önce de markete uğrayıp ufak tefek bir iki
aburcubur da aldık. Sonra şikayet edeceğimi biliyor olsa
gerek defalarca sordu "Bir şey istiyor musun?" diye.
Yemek masasından yeni kalkmış bir insanın canı ne ister
ki? Alışverişin aç karna yapılması gerekmez mi bir şeyler
alabilmek için?
Marketten bir iki paket bisküvi aldık o kadar. Bir de para
üstü yerine bir adet Ülker Hobby verdi bakkal. (Evet
doğru hala bir yerlerde para üstü olarak çikolata-sakız
veriliyor; ne güzel.)
İlk akşam kampa ulaştığımızda sadece çorba yapıp
içmiştik. İkimizin de canı bir şeyler yemek istememişti -ki
iyi ki de istememiş-. Ertesi gün öğleden sonra ee bir şeyler
yiyelim madem diye poşeti açtığımızda gerçeklerin tam
olarak farkına vardık.
Murat Eray Korkmaz
37 NEREYE
Gün içerisinde bir süre kestirdik, gürültüye uyandık. Kalktığımızda dört bir taraftan akın akın insanların geldiğini gördük. 2 farklı grupla birlikte yaklaşık 3040 kişi kamp alanına gelmişti.
Bizim planlar sürekli değişse de planlara bağlı
olarak yemek listemizde bir değişiklik olmamıştı.
En başında hesaplandığı gibi bir gece yatacak ertesi
gün zirveye çıkıp direkt geri dönecektikmişiz. E bu
durumda da 1 paket çorba, yarım paket makarna (1
öğünlük) hayli hayli yetecekti tabi. Dün akşam
yatmadan çorbayı da içtik? Eee?
Sonuç olarak durum şuydu. Kahvaltılık bir
şeylerimiz vardı. Marketten şans eseri aldığımız iki
paket bisküvi ve 1 adet Ülker Hobby'miz vardı.
Ana yemek olarak da yarım paket çorba ve yarım
paket makarnamız vardı. Haa elbette üç lokma
kadar da sucuk. Makarnayı kuru kuru mu
yiyecekmişiz?
Öğleden sonra yemek yeme niyetiyle bir araya
gelip, yemek yemek yerine elimizdekileri matın
üzerine serip ne yapacağımıza karar vermeye
çalıştık. Makarnayı şimdi yersek tırmanış öncesi
yemek için bir şeyimiz kalmayacaktı. Eee nerede o
tırmanış öncesi bol bol yiyin hikayeleri?
Sonuç olarak o öğünü çay-1 paket bisküvi ile
geçiştirdik. Ana yemeği ise en optimum zaman
diliminde akşam üzeri 5-5 gibi yemeye karar
verdik. Yiyip direkt yatacaktık. Böylece hem
bugünü kurtaracaktık hem de ertesi günü. Sabahta
kahvaltı yaptık mı tamamdı(mı?! ).
Yemek dışındaki bir diğer sorunsal da aklimatize olma durumu
idi.
Fena olmayan bir tempo ile 3200 metredeki kampa çıkmıştık.
Tüm günde dinlenmiştik/dinlenecektik. Normal şartlarda 4200
metredeki kampı kullansak zaten problem olmayacak.
Niyetimiz buradan direkt zirveye gidip dönmek olunca ister
istemez insan bi durup "Acaba?" diyor.
Sonuçta 6-7 saat içerisinde 2000 metrelik irtifa kazanıp hemen
ardından da 3-4 saat içerisinde yeniden 2000 metre irtifa
kaybedecektik. Vücut için gerçekten oldukça yıpratıcı bir süreç.
Hem hani nerede o derste anlatılan "İdeal olanı günde 400-500
metreden fazla yükseklik kazanmamak gerekir." söylemleri.
Aralık // 201 3
NEREYE 38
Geçen hafta Hüseyin başka bir arkadaşıyla buraya kadar gelmişti.
Ehh ben de 2 ay kadar önce Macaristan'ın en yüksek zirvesine
çıkmıştım; 1014 metreye! Yani buna hazırdık?! Yine de son
konuşmamızda üstüne basa basa "Kampta yatmayın da bari yükselip
biraz aklimatize olun." diyen Ersan Hoca'nın sözünü dinlemeye karar
verdik. Bizde çayımızı içip bisküvimizi yedikten sonra (Ne oldu hani
yemeği yiyip hemen yatıp enerj imizi koruyorduk?! ) 3200 metredeki
kamp yerinden aklimatizasyon yürüyüşüne başladık.
Aklimatizasyon yürüyüşümüzü yaklaşık 3350 metre civarlarından
sona erdirdik. Nitekim ikimizde aynı fikirdeydik. O kadar çıktıktan
sonra daha bir daha ne diye aşağıya ineceğiz ki/ne diye inilir ki? Düşün
yani. Çıkmışsın 4000 bilmem kaç metreye, aklimatize oldum dön hadi
aşağıya? Üşenir insan.
Dönüşte soluğu yukarıdaki kafede alıyoruz. Aklimatizasyon için
yukarı doğru çıkarken önünde geçmiş, kenarda istiflenmiş kolaları
görmüştük. Cayır cayır yakan güneşin altında geriye dönerken de
aklımızda buz gibi kola içeriz düşüncesi vardı. Sonuçta 3300 metreyi
geçmiştik, bir ödülü haketmiştik! Masumane bir şekilde tentenin altına
girdik ve "Buz gibi bir kola! " diyerek niyetimizi belli ettik. Avucunuzu
yalayın siz ben şimdi geliyoruma denk bir cevapla kendimizi oracıkta
yere bırakıverdik.
Meğer kolalar öyle buz gibi falan değilmiş. Madem buz gibi kola
yok bari fıldır fıldır esen rüzgarla biraz serinleyelim diye bir süre orada
oturduk. Bu esnada rehberlerden biriyle, Burhan ile tanışıp biraz sohbet
ettik. Buradaki çadırların bir bölümü onların turuna aitmiş. Sohbet
koyulaşınca önce çaylar geldi, bol bol içildi. Ve sonra, belli ki Allah'ın
sevgili bir kuluymuşuz, yemek daveti geldi. Sabah kesilmesine tanık
olduğumuz, akabinde de kavurmasının kokusu tüm kamp alanına
yayılırken ağzımızın suyunu akıtan mis kokulu kuzu onların bu
akşamki yemeğiymiş.
Bizim kalbimiz temiz, onların da yüreği kocaman olunca akşam
yemeğe davet edilmemiz kaçınılmaz olmuştu. Sabah gün içerisinde
yemeksizlikten birbirimizin gözlerinin içerine bakarken burnumuza
gelen koku ile mest olmuştuk. Ne şekilde o kavrulan kuzuya ulaşabiliriz
diye çok iç geçirmiş, arkadan dolaşırsak belki tentenin altından bir but
falan götürebilir şeklinde plan üzerinde biraz çalışmıştık.
Gelen teklifi ağzımızın suyu akarak değerlendirip kabul ettik.
Sonuçta ayıptır. Daveti geri çevirmek olur mu hiç?!
Aslında bizimkisi aklimatizasyon tırmanışından ziyade rota nereden nasıl gidiyor diye görmekten ibaret oldu
Aşağıda 3200 metre kamp alanları gözüküyor. Üç farklı ana kamp yeri mevcut. Ortadaki bizim kaldığımız yer.
Murat Eray Korkmaz
39 NEREYE
Aslında bizimkisi aklimatizasyon tırmanışından ziyade rota nereden nasıl gidiyor diye görmekten ibaret oldu
Aşağıda 3200 metre kamp alanları gözüküyor. Üç farklı ana kamp yeri mevcut. Ortadaki bizim kaldığımız yer.
Akşam yemek saati gelince usulca mis gibi kokan yemek çadırınına
girdik. 6 kişilik yabancı bir ekibi vardı Burhan'ın. Yarın onlar da 4200
metredeki kampa çıkacaklardı. Ekiptekilerle tanıştıktan ve kısa bir
sohbetten sonra beklenen an geldi. Kontrolü kaybetmeden önce çorbamızı
içtik ve sonra da mis gibi kuzucuğu yedik!
Et güzeldi, anlatıp da ağzınızı sulandırmayayım. Ama onu güzel kılan
asıl şey etin üzerine sos niyetine dökülen sarımsaklı yoğurttu. Meğer
burada eti böyle yiyorlarmış. Daha önceden hiç görmemiştim; muazzam
bir lezzetmiş. Etin üzerinde ayrı güzel olan sarımsaklı yoğurt etin suyuyla
da karışınca ortaya orgazmik bir lezzet çıkıyor. Zaten şeften de
torpilliydik, et suyunu bol koymuştu. Et bittikten sonra sarımsaklı yoğurtlu
et suyuna banarak yediğim ekmek gibisini yememişimdir herhalde.
Yemeklerimizi yiyip çaylarımızı da içtikten sonra müsade isteyip çadıra
döndük. Malum yarın yolumuz uzun ve şu yemek sayesinde her şey çok
daha kolay olacaktı. Nitekim yarım paket makarnayla -evet giderdik elbet
ama- nasıl giderdik Allah bilir?
Bir önceki gece 14 saatlik enfes, kesintisiz bir uyku çekmiştik. Gün
içerisinde de genelde yatar haldeydik. Hal böyle olunca "Yarın tırmanış
var hadi erken yatalım." diye çadıra, tulumlara girmiş olsak da
uyuyabilmek mümkün değildi.
Planımız gayet basitti. Gece 3 gibi yola çıkacaktık. Muhtemelen 3 saatte
4200 metreye oradan da 5-6 saatte zirveye çıkacak ve sonra da hızlıca geri
dönecektik. Hava genelde öğleden sonra 1 -2 gibi bozuyor, sis dağın
üzerine çöküyordu. Bu planlamaya göre hava bozmadan dönmek için
gayet yeterli zamanımız vardı.
Doğaçlama yapmadan, plan program çerçevesinde ne yaptık ki burada
plana bağlı kalacaktık?
Dön sağa, dön sola şeklinde yılan gibi saatlerce çadır içinde kıvrandık. En
son artık canımıza tak etti. Gece yarısı ayaklandık. Bir bardak sıcak kahve
içip (evet kahvemiz vardı! ) bir şeyler atıştırıp yola çıktık. Saat 00:30'da
çadırdan çıkmış gece karanlığında 4200 metre kampına çıkan rotayı takip
etmeye başlamıştık.
Dün aklimatizasyon için çıktığımız 3350 metre civarındaki yere
ulaştığımızda saat 1 'e geliyordu. Yukarı doğru baktığımızda 4200
metredeki kamp alanının yeri kafa lambalarının ışıklarıyla seçiliyordu.
Burhan'la da dün konuştuğumuzda genelde turların gece saat 1 'de 4200
metreden hareket ettiğini söylemişti. Kafa lambaları da bunun
habercisiydi.
~
Gece tırmanış yapmak her açıdan daha keyifli/rahat geliyor bana.
Öncelikle hava çok güzel oluyor. Güneşin rahatsız etkisinden
kurtuluyorsunuz. Ne çok sıcak ne çok soğuk. Soğuk olsa bile zaten terleme
sonucunda ısınan vücut dengeleniyor, yürürken rahat ediyorsunuz
(durursanız tabi sonuçları hoş olmuyor). Ayrıca yürüyeceğiniz mesafeyi
görmediğiniz için yol bitmez tükenmez görünmüyor. Dönüşte bunun
Aralık // 201 3
NEREYE 40
Dağda kafe ancak bu kadar oluyor. 3200 metredeki ana kamp alanında, Doğubeyazıt/Eli manzaralı kafe
Biz çadıra giderken kamptaki kalabalık da eğlenmeye yeni başlıyordu. Aşağıdan gelenekipler yarın 4200 metredeki kamp yerine çıkıp bir gece de orada kalacaklar. Akşamyatmadan önce bir araya gelip halay çektiler.
etkisini daha iyi anlıyorsunuz. Karanlıkta geçtiğiniz yerleri gündüz gözüyle dönerken
gördüğünüzde "Buraları nasıl çıkmışız, nasıl üşenmemişiz?" diyorsunuz.
~
Biz de gecenin karanlığında ne yaptığımızı tam anlamadan tırmandık. 3 saat olarak
planladığımız mesafeyi 2 saat 1 5 dakikada hiç bir yorgunluk belirtisi hissetmeden
almıştık. 4200 metre kamp alanında kısa bir mola verip bir şeyler içip çok durmadan
karanlıkta bu sefer son adım için yola çıktık. Gün ağırmaya yakın, 4600 metre
civarlarında, gece 1 'de 4200 metreden yola çıkan ekibi yakalamıştık.
~
Selamlaşıp, ayaküstü biraz laflama fırsatı bulduk. Defalarca farklı dağlarda gerek
bağımsız gerekse de ticari turlara bağlı farklı gruplar görmüşümdür. Ama bu kadar
alakasız bir grup gördüğümü bilmem.
Dizleri kesik (hani şu moda olanlardan) kot pantolonlu/spor ayakkabılı sporcular,
üşüyen ayakları ısınsın diye eldiveni ayağına geçirip üzerine ayakkabı giymeye çalışan
sporcular. . . Ve hatta "Siz nereden geliyorsunuz?" sorusuna "Ya biz aslında Doğu Anadolu
Murat Eray Korkmaz
41 NEREYE
Hani bazı şeyler vardır ya. Görmeden dönme!
Yapmadan dönme! Yemeden dönme! diye ifade
edilir. Tam olarak işte bu sahne bu üçünü de içine
alan bir şeyin ön hazırlığı. 3200 metrede kuzu
çevirme/kavurma yemeden dönme!
Biz çadıra giderken kamptaki kalabalık da eğlenmeye yeni başlıyordu. Aşağıdan gelenekipler yarın 4200 metredeki kamp yerine çıkıp bir gece de orada kalacaklar. Akşamyatmadan önce bir araya gelip halay çektiler.
turuna gelmiştik. Baktık böyle bir şey var e hadi gidelim diye geldik." şeklinde
hikayesi olan sporculardan oluşan bir ekip. Evet. Teyzelerim gezerken bakalım şu
dağın zirvesinde ne var diye gelmişler, 4600 metre civarında oturmuş üşüyen
ayaklarını ısıtıyordu. Ve, yaklaşık 5 saat sonra zirveye de ulaşacaktı.
Güzel bir şey mi kötü bir şey mi karar verebilmiş değilim. Mutlaka ki insanların
buralara gelmesi, gelebilmesi, azmetmesi çok güzel. Pek ya işler yolunda gitmese?
Sonuçta dağ burası. Kaza ihtimali düşük(müş gibi görünse de) olsa da ne olduğunu
anlamadan bir fırtınanın ortasında kalabilmek, yön duygunu tamamen ortadan
kaldırabilecek sisin içerisinde kalabilmek çok olası. O yüzden çok dikkatli olmak
gerekiyor.
~
Çılgın sporcuların oluşturduğu ekibi geride bırakıp yolumuza devam ediyoruz.
Gün yüzünü göstermeye başladığı sıralarda 4800 sırtına ulaşıyoruz. Sırta çıkmamızla
beraber dingin hava da yerini rüzgara ve buz gibi bir soğuğa bırakıyor.
Aralık // 201 3
NEREYE 42
4800 metre civarlarında, gün ağırmaya yakın hava buz gibi. Kayaların üzeri donmuş
Tırmanışa başladığımızdan beri ilk ciddi/uzun molamızı 4900 metre civarında, buzulun başlangıcında
verdik. Güneşin doğuşunu, Ağrı'nın Doğubeyazıt Ovası'ndaki silüetini seyredip soğuk bir şeyler içtik
(hava çok sıcak ya!), bir şeyler atıştırdık. Sonrasında kramponları giyip yola devam ettik.
Murat Eray Korkmaz
43 NEREYE
Meşhur Ağrı Dağı silüeti. Arkadan vuran güneş Ağrı Dağı'nın gölgesini Doğubeyazıtovasına düşürüyor. Enfes bir manzara eşliğinde tırmanışımıza devam ediyoruz
Buzula çıktığımızda hava soğuk, hafifrüzgarlıydı. 5000 metredeki platovari düzlüğe ulaştığımızda ise hava iyice dengesizleşmişti.
Güneş çıktı; biraz ısınırız herhalde derken gelip giden yoğun sis ve beraberinde esen sert rüzgarlar iyiden iyiye bizi hırpalamaya
başlamıştı. Tırmanış değil de yüzün sağ tarafını haşlayan rüzgar daha çok yoruyordu.
Aralık // 201 3
NEREYE 44
Sabah saat 6 civarı. Hava iyiden iyiye aydınlandı. Biz de neredeyse 4900 metreye, buzulun girişine vardık. Bu arada kafamda çalandavul sesleri de yavaş kayboldu. Sonuçta yüksek irtifaya çıkıyoruz. Direkt 3200 metreden de yola çıktığımızdan vücuda daha çokdikkat etmek lazım. Herhangi bir baş ağrısı, nefes darlığı hissetmesem de 4000 metreden sonra sanki bir yerlerde dum dum dum diyedavullar çalıyordu. Ne zamanki 5000 metre sınırına yaklaştık sesler de azalarak kayboldu.
Sabah saat 6 civarı. Hava iyiden iyiye aydınlandı. Biz de neredeyse 4900 metreye, buzulun girişine vardık. Bu arada kafamda çalandavul sesleri de yavaş kayboldu. Sonuçta yüksek irtifaya çıkıyoruz. Direkt 3200 metreden de yola çıktığımızdan vücuda daha çokdikkat etmek lazım. Herhangi bir baş ağrısı, nefes darlığı hissetmesem de 4000 metreden sonra sanki bir yerlerde dum dum dum diyedavullar çalıyordu. Ne zamanki 5000 metre sınırına yaklaştık sesler de azalarak kayboldu.
Zirveye son 10 metre
Gece 00:30'da 3200 metredeki çadırımızdanyola çıktıktan 7 saat sonra, 4 Ağustos 2013Pazar günü saat 07:30'da 5137 metrelik AğrıDağı'nın zirvesine ulaşmıştık.
Murat Eray Korkmaz
47 NEREYE
2005 yılındaki kış tırmanışını da tipi altında gerçekleştirmiş, zirvede birbirimiz dışında bir şey görememiştik. Zirve sırtındaki
havaya bakınca yine bir şey göremeden döneceğiz herhalde diye düşünürken şans yüzümüze güldü. Deli gibi esen rüzgar
dinmese de masmavi bir gökyüzü bizi karşıladı zirvede.
En son 4600 metre civarlarında gördüğümüz ekip de biz zirvedeyken buzula yeni girmiş, 5000 metre platosunaulaşmak üzereydi.
Aralık // 201 3
NEREYE 48
Arkada, Türkiye'nin 6. en yüksek zirvesi olan 3896 metrelik Küçük Ağrı Dağı Zirvesi görünüyor.
Gelen ekibin önündeki son engel, yaklaşık 150 metrelik zirve sırtı.
Murat Eray Korkmaz
49 NEREYE
Geri dönüş için önümüzde uzun bir yol vardı.Önce 4200 metre kampına, oradan da 3200metredeki ana kamp yerine inecektik.
Güneşle birlikte hava daısınmaya başladı. Sabahgeçerken donmuş kayalarınbuzların çözülmeyebaşlamıştı.
Aralık // 201 3
NEREYE 50
Dönüşle birlikte artık vücut da durup dinlenmek istiyordu. Belli ki14 saatlik uykunun etkisi artık geçmiş vaziyetteydi.
Sol tarafta 4200 metredeki kamp yeri görünüyor. Biz ise sağ altta noktaşeklinde görünen çadırlarla kaplı 3200 metredeki kamp yerine inecektik.
Yaptığımız iş çok doğru biriş değildi kabul etmekgerekir. Vay efendim "Çokzordu, biz çok süperdik,herkesin harcı değil."diyecek değilim. Pekalayapılabilir.
3200 metredeki kampyerinden ayrılmamızınüzerinden yaklaşık 12 saatgeçmişti ve biz başladığımıznoktaya geri dönmüştük. 7saat içerisinde yaklaşık 2000metre irtifa kazanıp zirveye-51 37 metreye- çıkmış,sonrasında da hiç durmadan5 saat içerisinde 2000 metreirtifa kaybedip kampa geridönmüştük.
Bedenen gerçekten yıpratıcıolmuştu. Harekethalindeyken anlamıyorduinsan. Ama ne zamankigeriye dönüp çadıra gidipşöyle bir uzanalım dedik. Nezamanki uzandıktan yarımsaat sonra kalkmaya çalıştık.İşte o zaman vücudaetkilerinin ne dereceolduğunu anlayabildik.Diyebileceğimi dedim:Yapılamaz değil,yapılmamalı veya yapmasıtercih edilmemeli.
Tırmanış belki zorladı amaasıl yıpratan doğaçlamayaptığımız son hamlemizoldu.
Niyetimiz -ve yine aslındaolması gereken de- tırmanışdönüşü bir gece daha 3200metrede kalıp dinlenmekti.Hani sözlü olarak ifadeetmesek de öyle yaparızdiyorduk. Ama sonra işleryine değişti.
Murat Eray Korkmaz
51 NEREYE
Ağrı Dağı'nın zirvesinden,Türkiye'nin çatısındanherkese çok selamlar...
Kampa dönerken bir inelim de duruma göre olmadı
Ağrı'ya da döneriz diyorduk.
Kampa indik. Çadırlara girdik. Bir şeyler içtik; malum
yiyecek bir şey yok. Yukarı giden ekipler dolasıyla ana
kamp da iyiden iyiye boşalmıştı. Turların yerleşik
çadırları ve bekçiler hariç kimse kalmamıştı. O esnada bi
çadırda yemek yapıyorlardı: Menemen. Geldiğimizi
görünce bizi de davet ettiler. Bir şeyler atıştırdık bu
vesileyle ve biraz dinlendik.
Şöyle bir uzanayım gelirim diye yattıktan yarım saat
kadar sonra yemek için Hüseyin seslendi. Ve o an
anladım ki hiç de iyi halim yokmuş. Her tarafım
neredeyse tutulmuştu. Yarı topal vaziyette yemek
çadırına gittim. Bir şeyler atıştırıp döndük.
Gidelim mi? Kalalım mı?
Şahsen kendimde hiç çadırı toplayalım, çantaları
sırtlanalım ve o bitmeyecekmiş gibi yolu geri inelim
hevesi yoktu.
Yatalım dedim; yattık.
Herhalde yarım saat olmadı. E hadi kalk gidelim diye
yine Hüseyin'i kaldırdım. Zira ortada çok basit bir
gerçek vardı:
"Burada kalıp eziyete çekmeye gerek yoktu."
Yarın sabah her şey çok daha güzel olmayacaktı. Toz toprak
içinde kıvranacağımıza ineriz aşağıya da güzel bir duş alıp,
rahat rahat yatarız dedik.
Hızlıca ayaklanıp çantaları, çadırı toplayıp yola koyulduk.
1 5:30 gibi çıktığımız yol yaklaşık üç, üç buçuk saat sürdü ve
arabanın yanında sonlandı. Tüm tırmanıştan daha
yorucusu/eziyet veren tarafı işte bu son dönüş yolu oldu.
Ama bitmişti.
~
Eşyalarımızı arabaya atıp yola çıktık. İlk bulduğumuz
markete dalıp bol bol ayran ve soda alıp hararet giderdik.
Saat 20:1 5'de eve varmış, çantaları boşaltıyorduk. Ve o anda
farkettik ki tırmanışta yine yemek arttırmıştık?! 1 paket
çorba, yarım paket makarna ile gittiğimiz, nasıl
yetecek/yetmez ki bu dediğimiz, dağda iki gece geçirip zirve
tırmanışı yapıp döndüğümüz faaliyet sonucu yarım paket
çorba arttırmışız? Hüseyin gereken notunu aldı, bir sonraki
faaliyetin yemek listesini ona göre güncelleyeceğiniz söyledi:
Nanomalist Dağcılık!
Akşam 20:30'da duşumuzu almak üzere banyolara doğru
gidiyorduk.
Saat 20:50'yi gösterdiğinde ise buz gibi kavunları dolaptan
çıkarmış, bir taraftan yerden bir taraftan da bilgisayarda "Biz
bugün ne halt ettik lan?" diyerek fotoğraf/videolara
bakıyorduk.
Aralık // 201 3
NEREYE 52
alyan’a İstanbul’dan ister İzmir - MuğlaD üzerinden ister Burdur - Fethiye üzerinden
karayoluyla ulaşabil irsiniz. Havayoluyla ise
Dalaman Havaalanı üzerinden ulaşabil irsiniz.
Biz karayolunu tercih ediyoruz. Ortaca ilçesine
geldikten sonra her 1 0 dk da bir Dalyan’a giden
dolmuşlara biniyoruz ve Dalyan merkez de
iniyoruz.Dalyan Ortaca’ nın şirin hiç
bozulmamış genelde günübirl ik geziler için
tercih edil irken yeni yeni keşfedilen bir beldesi.
Köyceğiz Gölü’nü denize bağlayan ve antik
dönemde Calbis adı veri len fiyort tipi doğal
kanalın kenarında kurulmuş.1 998 yı l ın da Özel
Çevre Koruma Bölgesi i lan edilerek koruma
altına alınmış.
Dalyan adını buradaki doğal kanallar ve bu
kanallar üzerinde yapı lan dalyan balıkçı l ığından
almış. Şimdilerde ise kanalların etrafında çok
sayıda ufak otel pansiyon ve lokanta i le tam bir
tati l beldesi.
İ lk günümüzde Cumartesi geldiğimiz için hemen
merkezde kurulu Dalyan Pazarına uğramadan
edemiyoruz. Pazar ufak ama çok renkli bir pazar ve
mutlaka pazar yerinde köylü kadınların yaptığı
gözlemelerden yemeden ayrı lmayın. Sonrasında
neler mi yapıyoruz hadi sizinle tek tek bakalım. Bir
gün eğer Dalyan’a yolunuz düşerse neler yapabil iriz?
diye
55 NEREYE
Sonbahar gelmiş kış yaklaşırken, içimizi ısı tan deniz, kumsal, güneş
üçlüsüyle ve buna eşlik eden doğa ve tarihin iç içe olduğu Dalyan ‘a gidiyoruz
bu ayN.
İ lk günümüzde otele yerleştikten sonra soluğu
hemen İztuzu Plajı ’nda alıyoruz. İztuzu plajına
Dalyan merkezden 1 5 dk da bir kalkan dolmuşlarla
1 0 km lik bir yolculukla ulaşı l ıyor. Kumsalın bir
tarafında Dalyan Ağzı Günübirl ik Sosyal Tesisleri ,
diğer tarafında İztuzu Plajı Tesisleri yer alıyor. Biz
İztuzu Plajına geliyoruz
dolmuşla. Kumsal yaklaşık 7 km lik bir kumsal ve
dev kaplumbağalar Carettta Caretta larla ünlü
sahil in bir kısmı şeritle çevri l i ve onlara ayrı lmış
vaziyette ayrıca burada birde nesil lerini incelemek
çoğaltmak amaçlı koruma evi mevcut. Buraya
gelen herkes doğaya ve kaplumbağalara saygı l ıN .
NEREYE 56
Boydan boya uzanan sahil oldukça sakin ve
kafa dinlemek hafif esen rüzgar da yürüyüş
yapmak için ideal tesisler insanların her türlü
ihtiyacını karşı lamakta. Akşama kadar vaktimizi
burada dinlenerek geçiriyoruz hem yol
yorgunluğunu üzerimizden atıyor hem de ertesi
gün için enerj i topluyoruz. Güneşi sahilde
batırdıktan sonra otel imize dönüyoruz.
Ertesi gün sabah erkenden yola koyuluyoruz.
Tekneler arka arkaya Dalyan Deltası ’ndan
hareket ediyor. Gerçekten görülmeye değer bir
görüntü. Bir süre sonra motorlarımız Deltanın
içinde duruyor.Hedefte Caretta Carettaları
fotoğraflamak var. 4 – 5 tekne birleşip bir
yuvarlak yapıyor ve delta ya balıklar atı l ıyor.
Misafirlerimiz buna alışık bizleri geri çevirmiyor
ve hemen su yüzüne çıkıyorlar ve makinalarımız
bu anı kaçırmıyor. Deltanın ve Dalyanın bir
başka meşhur canlısı daha var o da mavi yengeç
o da bir süre sonra canlı olarak teknemize konuk
oluyor ve fotoğrafladıktan sonra onu da doğal
ortamına bırakıyoruz. Durağımız dün bahsettiğim
İztuzu sahil inin diğer tarafı olan Dalyan Ağzı
Tesisleri teknelerimiz burada delta’nın ağzında
yüzme molası veriyor.
Yüzdükçe karnımız acıkıyor. Teknemize
atl ıyor ve deltanın kenarında kurulu restaurantlar
dan birinde yemek molası veriyoruz. Yemekler
gerçekten burada çok lezzetl i ve porsiyonlar
karnımızı gerçekten doyurucak büyüklükte.
Sonrasında teknemize binerek Dalyan merkeze
doğru geri dönüp buradan Köyceğiz Gölü’ne
açı l ıyoruz. Köyceğiz Gölü sazlıklarla ve bunların
arasında yaşayan türlü türlü kuşlarla dolu
motorumuzu bir yerde gene durduruyor ve
akıntıya kendimizi bırakıp kuş seslerini
dinl iyoruz. Sonrasında karşı kıyıda kendimizi
Köyceğiz Gölünün temiz tatl ı sularına
birakıyoruz. Karşı kıyıdan Köyceğiz’ in evleri
görülmekte. Dalyan dan Köyceğiz’e dolmuş
tekneler her sabah 9 – 1 0 gibi kalkmakta ve 2 – 3
gibi geri dönmekte.
Deniz Berk Bulak
57 NEREYE
Bir sonraki durağımız Sultaniye Kaplıcaları ;
burası Köyceğiz Gölü’nün güneyinde Ölemez
Dağının eteklerinde. Kaplıcanın Kaunos’lular
tarafından bundan ikibin yı l önce açı ldığı
bel irlenmektedir. Çevredeki hastane kalıntı ları da
bunu doğruluyor. Ancak bu kalıntı lardan çok azı
günümüzde görülebilmektedir. Burada Roma ve
Bizans dönemlerinde ünlü bir hastane bulunduğunu
ve kapısında "Buraya ölüm giremez" diye levha
ası ldığını bi l iyoruz. Tarihi kaynaklar, eteğinden
kaplıca suları fışkıran Ölemez Dağı 'nın adının da bu
hastane levhasından kaynaklandığını yazmaktadır.
Ancak, bu hastanenin kalıntı ları yavaş yavaş yok
olmaktadır. Bir bölümü ise şimdiki kaplıcanın
hemen önünde, Köyceğiz Gölü'nün sularının
altındadır.
Çevrede tekerlekl i sandalye veya sedyeyle
getiri len hastaların 21 kürlük bir tedaviden sonra
yürüyerek gittiklerine dair çok sayıda öykü
dinleyeceksiniz. Bunlara inanıp inanmamayı size
bırakıyoruz ama kesin olan bir şeyi bel irtiyoruz:
Sultaniye KaplıcasıTürkiye’nin en yüksek
radyoaktivitesi olan kaplıcasıdır. (98.3) 39 Derece
Köyceğiz
Aralık // 201 3
NEREYE 58
sıcaklıktaki su kalsiyum klorür, kalsiyum sülfat,
kalsiyum sülfür ve radon içermektedir.
Romatizma, siyatik yanında cilt ve kadın
hastalıklarına da iyi gelmektedir. Ama ası l
önemlisi radyoaktivite yüksekliği yoluyla
rehabil ite edici özel l iğinin varl ığıdır.
Burada güzel birşekilde karşı lanıyorsunuz.
Tesise giriş 4 TL. İçeride önce üzerinize
hortumla su tutuyorlar. Sonrasında çamur
banyosuna giriyorsunuz. Çamur banyosundan
çıktıktan sonra üzerinize tekrar su tutuyorlar
çamurlarınız bir nebze üzerinizden gidiyor.
Sonrasında duş alıp geldiğinizde Aynı işlem
yenileniyor; üzerinize tutulan sudan sonra
kendinizi yaklaşık on metrekarel ik ve 1 70 cm
derinl iğideki kükürt kokan şifalı suya
bırakıyorsunuz. Su gerçekten biraz kötü kokuyor
ama çamur mu kükürtlü havuzmu derseniz ben
kükürtlü havuz derim. Çıkınca tekrar üzerinizdeki
koku gitsin diye su tutuyorlar ve duşalıyorsunuz.
Bu işlemler yaklaşık 1 saat sürüyor bir sonraki
durağımız Kaunos Kaunos Dalyan Deltasının
karşı tarafına kurulmuş oldukça büyük bir şehir
müze kartınız yoksa giriş 8TL.
Deniz Berk Bulak
59 NEREYE
Engebeli bir araziye kurulu antik kentte,
görülebilecek başlıca yapı lar şunlardır: Akropol
(kale ve surlar), şehir surları , tiyatro, ki l ise, hamam,
depo, çeşme, agora, stoa ve kent içi yol ları ,
tapınaklar ve kutsal alan, l iman ve mezarlık. Bunun
yanı sıra günümüze ulaşamayan askeri l iman,
tersaneler, spor merkezi, konutlar gibi yapı lar i le
henüz çıkartı lmamış toprak altındaki eserler de
düşünüldüğünde, antik kentin ne derece büyük ve
önemli bir yerleşim alanı olduğun anlaşı l ı r. Kendi
adına para bastıran Kaunos'un bir dönem bağımsız
devlet olduğu, çevresindeki Pisi l is (Sarıgerme'de),
Sultaniye (Köyceğiz Gölü kenarında) ve çevredeki
pek çok küçük antik kentin kendisine bağlı olduğu
bil iniyor. Kaunos'ta şimdiye kadarki kazı larda
mimari eserlerin dışında çok sayıda heykel, heykel
kaideleri, sikke, amfora, alınl ık (diadem), süs
eşyaları , vazolar, kandil ler, figürler, çanak ve
çömlek bulunmuştur.
Yaklaşık 1 ,5 saatl ik hızl ı bir turun ardından
teknemize dönüyoruz. Artık hava kararmak üzere
oldukça da yorgunuz .Son durağımız Dalyan'ın tam
karşısında bulunan kaya mezarları Kaunos'luların
(Kbid'lerin) muhteşem eserleri olan kaya mezarları
Dalyan'ın "Türkiye Tanı tım fi lmlerinde de sık sık
görüldüğü üzere" en önemli simgelerinden birisidir.
Teknemizle buraya yaklaşıp burayıda fotoğrafladık-
tan sonra batan güneşle beraber Dalyan’a
dönüyoruz.
Dalyan da ufak esnaf lokantaları ve her bütçeye
hitap eden restaurantlar bulunmakta. Biz bunlardan
birini tercih ediyoruz. Sonrasında gecenin ışıklarıyla
Dalyan'ın çarşısını dolaşmaya başlıyoruz. Dalyan
gece hayatı olan bir turizm beldesi değil ufak tefek
pub lar;canlı müzik yapan barlar var .Gelen turistler
ağırl ıkl ı olarak İngi l izler ve yaş ortalamaları oldukça
yüksek o yüzden gecede oldukça sakin geçmekte.
Aralık // 201 3
NEREYE 60
Dalyan’da esnaf çok güleryüzlü ufak biryer olduğu için
ikinci gün çarşıda herkes sizi tanıyor ve dostluklar
kuruluyor.Dalyan'ın bir diğer simgesi de el işçi l iği
sandaletler. Dalyan' da çeşit çeşit model el emeği göz
nuru sandalet yapan ustalar var.
Ertesi gün kendimizi dağlara vuruyoruz. Jeep lere
atlayarak kendimizi Dalyan'ın eteklerinde buluyoruz. İ lk
durağımız Dalyan'a 5 km uzaklıktaki Okçular Köyündeki
Ley Ley restaurant. Burası yazın bunaltıcı sıcağında
çok güzel bir mekan. Burası Leylek lerin göç yolu
üzerinde yaklaşık 1 0 yı l önce dümdüz bir araziyken bir
girişimci tarafından alınarak yeşil lendiri lmiş ve
leyleklerin konaklamaya gelip çiftleştiği bir yer olmuş
aynı zaman da yapay bir göl etrafında yeşil l ikler altında
bir restaurant olmuş. Aynı zaman da bir çiftl ik havasında
devekuşları ördekler tam kafa dinlemelik üstel ik her
akşam özel servisle Dalyan dan ücretsiz alınıp tekrar
geri bırakı l ıyorsunuz ulaşım sorununuda böylece
çözmüşler üstel ik çok hesaplı . Burada yaklaşık 1 saatl ik
mola verip sonra dağlara doğru tırmanmaya başlıyoruz
derelerin içinden jeeplerle geçiyoruz. Oldukça adrenalin
dolu bir yolculuk öndeki jeep in çıkardığı tozla sapsarı
olmakta cabası ve buradan Yuvarlak Çay a geçiyoruz.
Çayın suyu buz gibi çayın kaynağına doğru su
içinden 1 km lik bir yolculuk yapıyoruz ama ayaklarımız
donuyor. Dönüşte ufak bir tı rmanıştan sonra
Çayın kenarında bulunan restaurantlardan birinde
yemek molası veriyoruz. Restaurant aynı zamanda
çayın üzerine kurulu üzerimiz sapsarı tozdan ve
kendimizi çayın buz gibi sularına atıyoruz çay diyoruz
ama orta kısmı oldukça derin ve suyun içinde durmak
yüzmek pek mümkün değil en fazla 2 3 dk.
Dayanamıyoruz ve hemen çıkıyoruz. Üzerine gelen
yemekler gene muhteşem. Buradan sonra uzun bir
yolculukla ormanın içinde gezdikten sonra İztuzu
plajının üzerinde bulunan Radar Üssü denilen tepeye
çıkıyoruz oldukça dik ve zahmetl i bir yol .Ama manzara
muhteşem,bütün Dalyan Deltası hatta az ilerideki
Köyceğiz gözler önünde. Manzaranın tadını
çıkarıyoruz.Zira artık ayrı l ık vaktiN Önümüzdeki ay
başka bir coğrafya da görüşmek üzereN..
Deniz Berk Bulak
61 NEREYE
ERKMEN SENAN SON SERGİ DAVETİYE
AÇILIŞ: 5 ARALIK 2013 PERŞEMBE günü gerçekleştirildi.
Bu yıl kaybettiğimiz Erkmen Senan’ın tüm sanat yaşamına ışık tutan 100’ü aşkın eserinin bir araya geldiği retrospektif nitelikli sergi
5 Aralık 2013 - 4 Ocak 2014 tarihleri arasında Karşı Sanat Çalışmaları ve VERSUS Galerileri’nde açıldı.
“SON SERGİ” Sanatçının aramızdan ayrılışının ardından gerçekleştirilen ilk sergi olma niteliğini taşıyor.
Kendisini “Tarihsel Coğrafya ve Anadolu Arkeolojisiyle” ilgili bir ressam ve “Eski Çağ Araştırmacısı” olarak tanımlayan Erkmen
Senan’ın farklı dönemlerine ait yapıtlarından oluşan bu seçkide ¬sanatçının desenlerinden yağlıboyalarına, akrilik çalışmalarından
PVC ve mineral sıva gibi çeşitli malzemeler üzerine uygulamalarına dek çeşitli örneklere yer veriliyor.
Erkmen Senan, Anadolu Uygarlıkları ile ilgili sadece okuyarak değil gezerek de sonuçlara varan bir ressamdı. Sanatçı, geçmişe
saplanıp kalmayarak günümüzle bağlantı kurduğu işlerinde toplumsal ve siyasal yaşama, arkeolojik değerlerin yok edilişine, kültürel
yabancılaşmaya dikkat çeken kendine has bir içerik ve görsel dil oluşturdu.
Ören yerleri, definecilik, çevre, hayvanlar, doğa tahribatı, kazı emekçileri, arkeologlar ve bürokratik duyarsızlık Erkmen Senan’ın
yapıtlarında yer bulurken; resimleri izleyenleri insanlığın ortak değerlerini sorgulamayla başbaşa bırakıyor.
5 Aralık 2013 - 4 Ocak 2014 tarihleri arasında Karşı Sanat Çalışmaları ve VERSUS Galerileri’nde açıktır.
VERSUS & KARŞI SANAT
Gazeteci Erol Dernek Sokak, No 11 /3-4 HanifHan,
TR-34420 Beyoğlu / İstanbul
NEREYE 62
loransa turu için saat 7:30'daFbuluştuk ve Floransa'ya doğru yola
koyulduk. Günübirl ik Floransa turu 1 45
Euro. Yaklaşık 3 saat kadar sürüyor
yolculuk. 3 günlük İtalya tati l inde 3 şehir
gezince o kadar çok yoruldum ki bütün
otobüs yolculuklarında uyudum. Bütün gün
gezip bir de her sabah 6:30'da uyanmak
beni fazla yoruyor. Yaşlandım mı ne :/
Otobüs yolculuğunda uyandığım anlarda
dışarıya baktığımda harika çimenlik
bahçeler ve nehirler gördüm. Rehberimiz
bizim belediyelerin kalıp hal inde satın alıp
yol kenarlarına dizdiği çimenlerin İtalya'nın
bu bölgelerinden satın alındığından
bahsetti . Yol kenarında akıp giden sakin
nehirler ve çimenler çok büyüleyici
görünüyor. (Elektrik tel leri hariç)
ncelikle belirtmeliyim ki FloransaÖyürüyerek gezilebi lecek küçük
ve düzenli bir şehir. Tur otobüsümüz
Floransa'ya vardığında ilk olarak
yürüyerek Piazza della Signoria'ya
geldik. Floransa'nın ortasındaki bu
meydanın en önemli özel l iği
Rönesans heykelleriyle donanmış
olması . Meşhur Davut heykeli de bu
meydanda yer alıyor. Daha önceleri
heykelin orj inal i buradaymış fakat
insanların el sürüp heykeli yıpratmaya
başlayınca orj inal i Accademia
Gallery'e taşınmış. Meydandan
fotoğraflar böyle. . .
Bu meydan açıkhavamüzesi gibi gerçekten veeğitmen olsanızöğrencilerinizle gelipRönesansı tümüyleanlatabileceğiniz kadarzengin. . .
Piazza della Signoria da bolca gezinip heykelleriinceledikten sonra Arno nehri üstündeki eski köprü PonteVecchio'ya geçtik. Floransa da bulunan 6 köprüden eneski ve en ünlüsü bu köprü. Medici sarayı i le Uffizi 'yibirbirine bağlıyor.
Arno nehiri boyunca yaptığımızyarım saatl ik bir geziden şehringöbeğinde bulunan FloransaKatedral 'ine (Duomo di Firenze)geçtik. Gotik tarzda yapı lmışkatedral in dışı pembe, yeşil vebeyaz mermerlerle işl i . Girişindekibüyük saat dikkat çekici ve halaçalışıyor. Katedrale giriş tabikiücretsiz, fakat omuzlarınız vebacaklarınız kapalı olmalı , aksihalde içeri al ınmazsınız. Katedral inçevresinde örtünebileceğiniz fulartarzı örtüler mevcut. Yaklaşık 8Euroya satın alabil irsiniz.
Katedral in içindeki freskleri deincelemenizi tavsiye ediyorum.Biz katedral i de gezdiktensonra zorunlu öğle yemeğiaramızı verdik. Klasik öğleyemeğimiz olan pizzalarımızıyedikten sonra tur 2,5 saat boşzaman bıraktı bize. O süreiçinde rahat rahatgezebileceğimiz, sırabeklemeyeceğiz bir yer seçmekzorundaydık. Gönül isterdikUffizi 'yi gezelim, fakat sürekısı tl ı olunca biz eski saray'ıPalazzo Vecchio'yu seçtik.
Eski Saray dediğimiz bu binagünümüzde hala Belediyebinası olarak kullanı l ıyor.Aaaah ah diyeceğim buradasiz ne demek istediğimianladınız : ) Nerede bizimBelediye Sarayları (! ) neredePalazzo Vecchio. Neyseefendim bu eski saray birdönem Rönesans'ındoğuşunda etki l i olmuş,meşhur Medici ai lesine de evsahipl iği yapmış. Floransa'nınİtalya'nın başkenti olduğudönemlerde ise Dış işleriBakanlığı olarak kullanı lmışbina. Giriş ücretl i ve 8 Euro.İçeri girer girmez sizi bu şirinhavuz karşı l ıyor.
İçeride bir çoksanatçının bir sürüeseri var, gerçektenanlatmakla bitmez. 2saatte de gezilecek biryer değil aslında birtam gününüzü burayaayırsanız yeridir. . .
O kadar çok eser var kiEski Sarayda, anlatmakimkansız, en iyisi i lkfı rsatta gidip görmeniz :)Eski Saray'ın dışarıyaaçı lan pencerelerindenbirinden Floransa böylegörünüyor.
İ lk fı rsatta bir kere daha gidip,daha uzun zaman geçirmekistediğim bir şehir olduFloransa. Her köşesi sanat buşehrin. Buraya bir dahageleceğim düşüncesiyleşehirden ayrı ldık. Bir günsonra öğlen saatlerindeuçağımız vardı ama her fırsatıdeğerlendiren biz sabahtanKolezyum'a gitmeye kararverdik. Yarım günlük romagezimize bir sonraki yazıdayer vereceğim. Merakedenlere duyurulur : )
nsanlık tarihinde ne kadar geriye gidebiliriz,İbizden önce yaşayanlara ilişkin hangi verilere ne
şekilde ulaşabiliriz, gibi sorular Eskiçağ Dilleri ve
Kültürleri, Arkeoloji, Antropoloji gibi disiplinlerin
kuşkusuz en heyecan verici ve en çok cevap aranan
soruları arasındadır.
İnsanlık tarihini araştırmak geçmiş toplulukların
dillerini, kültürlerini ve tarihsel süreçlerini de
beraberinde getirir. Zaman tünelinde geriye gittikçe
Eskiçağ Uygarlıklarının pek çoğuna uzaklaşmaya
başlarız. Aradaki bu mesafeyi kapatabilmek ve
tarihteki uygarlıkları anlamak bu tarihi süreçte geriye
giderek onlardan kalanlardan bilgi edinmekle
mümkündür. Eskiçağ Tarihinde geriye gittikçe bilgi
kaynağımız azalır. Azalan bu kaynakların yarattığı
gizem ve merak bizi daha fazla sorgulamaya ve cevap
aramaya iter. İşte tam da bu noktada Eskiçağ Tarihine,
Eskiçağdaki uygarlıkların dillerine ve kültürlerine en
iyi şekilde hâkim olabilmek, nedensellikle çalışan
zihnimizin mantığına doğru yol gösteren pusulamız
olacaktır.
Bugün hümanist ve çağdaş bir birey olarak ileri
görüşlü düşünebilmek için, size uzak bir zaman
dilimine ait olup kültürel açıdan farklılık arz etse de
insani güdüler ve temel ihtiyaçlar açısından oldukça
yakın toplumların incelenmesi pek çok şey öğretir.
Onların toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel
özelliklerinin araştırılması bu bakımdan çok büyük bir
öneme sahiptir.
Antik dönemin son derece önemli bir kısmını
kapsayan Eski Yunan ve Latin kültürünün
incelenmesiyle hayat bulan Hümanizm hareketleri,
daha sonra 19. Yy ’da Eski Ortadoğu’nun tarihini de
kapsayarak gelişmiş ve bu zamana kadar dinamik bir
biçimde süregelmiştir. Klasik Filoloj i, , Eskiçağ Tarihi
ve Arkeoloji ile bu alanda oldukça yoğun bir bilgi
birikimi sağlanmıştır.
Bunun yanı sıra akla şu sorunun gelmesi de
kaçınılmazdır. Tarihte yolculuk yapmaya devam
edersek Eski Çağ’a dair bilgileri ilk olarak nerelerden
Özel Röportaj
81 NEREYE
Aralık // 201 3
NEREYE 82
elde ediyoruz? Biz yazının bulunmasıyla çok önemli bir
gelişme kaydedildiğini biliyoruz. Yazı bu doğrultuda
tarih yazımı için oldukça önemlidir, hatta zaruridir. Tarih
sürecindeki bilinmezlikler söz konusu olduğunda yazı
bizi dipsiz kuyudan çıkarabilecek çok önemli bir araçtır.
Sayısız antik edebi metin bize çok büyük bir bilgi
deryası sunar. Ülkemizin 3000 yıl öncesine kadar giden
ve sayıları yüzbinleri bulan, birincil elden bize ulaşan
yazıtların arşivlenip deşifre edilmesine ve yayınlanıp
tanınmasına tarihi aydınlatmasına hizmet eden epigrafi
bilimi de sahip olduğumuz son derece büyük bir güçtür.
Örneğin; bugün Avrupa’nın önde gelen ülkelerinde
Klasik Filoloj i, Eskiçağ Tarihi ve Klasik Arkeoloji
sahalarındaki bilgi birikimi ve bilimsel sonuçlar en üst
seviyeye ulaşmışsa bunda disiplinler arası uyumun,
edebi metinlerin yanı sıra özellikle Epigrafi, Papiroloj i
ve Nümizmatik gibi temel Eskiçağ disiplinlerinin etkin
kullanımının büyük rolü vardır.
Disiplinler arası etkileşimin Eskiçağ dünyası için bugün
ortaya koyduğu verim inkar edilemez bir gerçek olarak
biliniyor olduğuna göre ;
P. ÖZTÜRK: Arkeoloji, Epigrafi, Eskiçağ Tarihi ve
diğer önemli bilim dalları arasındaki bu bağı daha da
güçlendirmek için neler yapılabilir?
F. ONUR: Neler yapabileceğimizi anlamak, sorunların
ya da eksiklerin nerede olduğunu iyi kavramaktan geçiyor.
Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi, Eskiçağ bilimleri
arasındaki ilişki de başta yükseköğretim yetkilileri olmak
üzere maalesef anlaşılamamış. Bu da muhtemelen yine
Eskiçağ bilimleri disiplinlerinde yetişen ve üst kurumlarda
yer alan öğretim üyelerinin hepsinin bu işi yeteri kadar
kavramamasından ya da objektif olarak
değerlendirmemesinden kaynaklanıyor. Bunların da pek çok
nedeni var tabi ki, en azından benim gözlemlediğim
kadarıyla Türk bilim adamları içerisinde son zamanlarda öne
çıkan çekişmeler bu bağın kurulmasında ya da
güçlenmesinde büyük bir sorun olarak duruyor. Bana göre
Eskiçağ alanındaki bilim adamlarımızın her birinin kendi
ekiplerini kurarak birer “krallık” görüntüsüne kavuştuğu ve
diğer “krallık”ları da haliyle rakip gördüğü algısına neden
olan tutumlardan kaçınmak çok önemli. Bu sadece
yurtiçinde değil, yurtdışında da bu şekilde algılanıyor.
Bunun bir şekilde onlara getirileri de oluyor tabi. Bu
maalesef ilkel bir görüntü, olgunlaşmamız gerektiği kesin
fakat ne kadar zamana ihtiyacımız olduğu da ancak yeni
nesil öğretim üyelerine ve öğrencilerimize bağlı. Maalesef
bazı çekişmeler yeni nesle de sirayet etmiş durumda, genç
nesil arasında nedenini bile bilmediği bir çekişmeyi kırmaya
çekinen kimselerin sayısı da az değil. Bununla birlikte bu
disiplinler arasındaki ilişkiyi seviyeli, kaliteli, meyve verici
bir şekle dönüştürme arzusu ve çabasında olan hocalarımız
da var. Fakat bunun için henüz yeteri kadar serbest bir alan
oluşmadı. Sadece Eskiçağ bilimlerini bir arada tutabilecek
üst bir kurum yok, üniversitelerde ortak mekânlar kurulu
değil, en azından bizim üniversitede böyle bir ortam
oluşmadı. Size işin böyle olduğunu söylemek ilk olarak
olayın bu kısmını anlatmak beni üzüyor, ama maalesef göz
ardı edilebilecek bir şey değil, yeni neslin çok dikkatli
olması gereken bir şey. İlk kırmanız gereken şeylerden
birinin bu olduğunu düşünüyorum. Zira sözünü ettiğiniz
bilimler birbirine muhtaçtır, kopuk ilişkilerle yapılan
çalışmalar her zaman eksik kalıyor. Bu uçurumu yok
edebilirseniz zaten gerisinin çorap söküğü gibi geleceğinden
şüphem yok.
Özel Röportaj
83 NEREYE
P. ÖZTÜRK: Büyük bir bölümü Anadolu kökenli
kültür birikimine dayanan Batı medeniyetinin özünü
oluşturan Eski Yunan ve Roma Uygarlıklarının
kavranıp özümsenmesini sağlayarak, özellikle klasik
batı dillerine dayanan eğitim formasyonu da sunan,
ayrıca insanın düşünsel ve toplumsal gelişimindeki
önemini ve değerini tanıtmayı amaçlayan Eskiçağ
Dilleri ve Kültürleri bölümlerinin Eskiçağ Bilimlerine
katkıları ne yöndedir?
F. ONUR: Normal koşullarda zaten Eskiçağ
Dilleri ve Kültürleri üst adı altındaki çalışmalar tüm
Eskiçağ çalışmalarının temelini oluşturur. Bu yapı
içerisinde bizler Klasik dünyayı çalışanlarız. Klasik
filoloj inin kapsadığı pek çok alan ve disiplin de
bulunmakta. Filoloj ik çalışmalar 100.000 üzerinde metni
okuyarak Eskiçağ bilim dünyasına yapılabilecek en
büyük katkıyı, en sağlam temeli sağlamışlardır. Bununla
birlikte oldukça önem arz eden epigrafik belgeler de
hızla okunmaya devam etmektedir. Bunların sağladığı
bilgi ve temel inanılmaz boyuttadır ve gün geçtikçe bu
bu işin önemi fazlasıyla fark edilmektedir. Tabi ki
filologlar ya da epigrafistler gözle görünür bir katkı
sağlamıyormuş gibi algılanabilir, zira ellerinde bir tiyatro,
hamam ya da meclis binaları gibi yapılar bulunmamakta.
Ülkemizdeki itibar anlayışı biraz bu yönde ilerledi. Çok
okuyan ve felsefeyi, tarihi, coğrafyayı ve kültürü ikincil
bir kazanım olarak görmeyen, doğru bilginin peşinde
koşmayı hedef edinmiş bir nesli bekliyoruz. Avrupa’da
bunlar iyi bilindiğinden dil ve belge çalışanlar oldukça
saygı ve itibar görmekteler. Ülkemizde bu ne zaman
yakalanır, bunu tam göremiyorum.
P. ÖZTÜRK: Bildiğimiz üzere yakın zaman da
Akdeniz Üniversitesi Klasik Diller Ve Anadolu
Medeniyetleri Topluluğunun İstanbul Üniversitesi
Klasik Filoloji Topluluğu ile birlikte düzenlemiş olduğu
Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu
gerçekleştirildi, edebiyattan felsefeye, felsefeden tarihe
ve hukuka kadar çok çeşitli konular ele alındı, size göre
bu sempozyumun bize kazandırdığı önemli hususlar
neler oldu?
Aralık // 201 3
NEREYE 84
F. ONUR: Bu sempozyum ülkemizde klasik dillerle
bağlantılı çalışmalar yapan bölümlerin öğrencilerini
bir araya getirdi. Böyle bir şeye uzun süredir
ihtiyaç duyulduğu kesin, zira iyi bir sinerj i
oluşturuyor. Biz akademik camia olarak bunun
benzerini geçen sene düzenlediğimiz II. Tük –
Yunan Epigrafi Sempozyumu’nda da yaşamıştık.
Gerçi o daha büyük ve uluslararası bir
sempozyumdu. Oraya da yine aynı bölümlerin
elemanları gelmişlerdi ve bu tip organizasyonların
önemi fark edilmişti. Bu yapılan bir öğrenci
sempozyumuydu, fakat hiçbir şekilde hafife
alınmaması gereken bir şey. Sempozyum
görevlileri büyük bir titizlikle, yeni başlamalarına
rağmen neredeyse profesyonel bir organizasyon
yapmışlar. Bunu hocalar olarak fazlasıyla takdir
ettik ve geleceğe yönelik umutlarımızı artırdı.
Öğrencilerin bu tip platformlara ihtiyacı var,
kendilerini gösterebilecekleri ortamların yaratılması
gerekiyor. Ben bu sempozyumu, eksikleri olsa dahi,
çok başarılı buldum ve daha akademik ve
profesyonel düzeye hatta ileride uluslararası bir
organizasyona dönüşmesini yürekten diliyorum. Bu
da tabi belli prensipler ve genel kuralların iyi
uygulanışı ile mümkün. Böylelikle sempozyum
çok daha itibarlı bir hale dönüşecek ve başarılı
öğrencilerin katılabileceği ve kendilerini
gösterebileceği daha ciddi bir ortama
dönüşebilecektir. Bu sadece öğrenciler açısından
değil, geleceği görmek isteyen bu alanda çalışan
akademi adaylarını tanımak isteyen bölüm
elemanları açısından da daha fazlaca önem arz
edecektir.
P. ÖZTÜRK: İçinde Bulunduğumuz yüzyılın
edebiyatını felsefesini, tarihini ya da dilini iyi
anlamak ve ifade etmek, bizi modern ve çağdaş bir
seviyeye taşıması için önemlidir ancak takdir
edersiniz ki öncelikle bu yüzyılı temellendiren
eskiçağın iyi öğrenilmesi ve öğretilmesi gerekir.
Bu konuda geniş bir kitleye hitap edebilmek ise
oldukça önemli. Toplulukların sempozyumların ya
da diğer organizasyonların daha geniş bir kitleye
hitap edebilmesi için nasıl bir yol izlenmeli?
F. ONUR: Bunun maalesef doğrudan ve kolay bir yolu yok.
Çünkü bizim çalıştığımız dönem ve uygarlıkların toplumsal
kabulünü sağlamak zor bir iş. Kültür politikasında doğru
yerini bulamamış. Sencer Şahin hocamızın yıllardır ısrarla
üzerinde durduğu kimlik sorunları da bu durumun
yansımaları. Bu tip sorunlara doğrudan müdahale etme
şansımız pek olmasa da, bir şekilde buna etki edebileceğimizi
düşünüyorum. Öncelikle bu alanlardaki ivme bu konuda
hedefi ve vizyonu olan enerj ik bir akademisyen ve öğrenci
kitlesi yetiştirmeye bağlı. Çünkü işin daha geniş kitlelere
yayılmasını öncelikle bu kimseler sağlayacaktır. Bunun için
bölümlerin tanıtımlarının çok daha iyi yapılması gerekiyor.
Belli bir kamuoyu yaratılması lazım, insanlarda merak
uyandırmak gerekiyor. Bu yönde malzemeler elimizde
fazlasıyla var ve gelecek vadetmekte. O kadar çok yazılı
malzeme var ki çok fazla bilgi içeriyor, tamamen bir hazine.
Bunların sunumunun iyi hazırlanması lazım. Böylelikle hem
öğrenci kalitesini artırmak, hem de genel bir merak ve ilgi
Özel Röportaj
85 NEREYE
uyandırmak gayet mümkün. Türkiye’de bu alanda (yazılı
eser) çalışanlar kendilerini atıl hissetmekteler, bunda da çok
haksız sayılmazlar. Çünkü çoğu çevrelerde ikincil bir
pozisyonda algılanıyorlar, hâlbuki ideal durum hiç de böyle
değil.
P. ÖZTÜRK: Bu alanda sözlü faaliyetlerin yanı sıra yazılı
faaliyetlerde son zamanlarda ciddi bir şekilde ilerleme kat
ediyor. Akron üst başlığı altında ulusal bir kitap dizisi ve
Gephyra adlı uluslararası bir dergi çıkarıyorsunuz. Bu
kitap dizisi ve uluslararası dergi yazılı kaynaklara iyi birer
örnek teşkil ediyor. Peki, bu yayınlarla hem yerel kitle
içerisinde hem de uluslararası platformlarda ne amaçlar
hedefleniyor?
F. ONUR: Sözünü ettiğiniz iki yayın bizim bölümün
bilimsel hizmet anlayışıyla çıkardığı çok önemli iki
platformdur. Her iki yayın da Akdeniz Üniversitesi’nin
Akdeniz Dillerini ve Kültürlerini Araştırma Merkezi’nin
yayın organlarıdır. Akron misyonumuzun ulusal bir
penceresi iken, Gephyra uluslararası platforma açılan bir
penceredir. Her ikisi de oldukça başarılı bir şekilde
yürümekte. Akron yayın dizisini çıkarmak bölümümüz
öğretim üyelerinden Prof. Dr. N. Eda Akyürek’in
fikriydi. İstanbul Üniversitesi’nde Prof. Dr. A. Vedat
Çelgin hocamızın katkısıyla güç kazanan bu kitap
dizisinin temel hedefi bir önceki sorunuza verdiğim
cevaptaki amaçlarla örtüşmektedir. Akron’daki yazılar
aslen ülkemiz insanına hitap ederek onları belli bir bilgi
kapasitesine ve entelektüel seviyeye çıkarabilmeyi
hedefler, bu nedenle de Türkçe’dir ve yazı vermek
isteyen herkese başvuru açıktır. Bu yazılara ihtiyacı
olanlar aslen yine bizim alanlarda çalışıp da yeteri kadar
bilgi sahibi olamayan, fakat her koşulda bunu arzulayan
bir kesime de hizmet eder. Bunlar arasında ilgili devlet
kurumları, örn; Müzeler, koruma kurulları vs.,
bünyesinde çalışanlar da bulunmaktadır. Ayrıca Eskiçağ
öğrencilerine ana dilde bilgi sağlamak ve alanla
doğrudan ilişkili çalışanların, örn. turizm rehberleri, ya
da amatör ilgililerin de kullanabileceği bir kaynak
oluşturmak da Akron’un hedefleri arasında yer alır.
Gephyra ise uluslararası bir yayın olup, katı bilimsel
kıstaslar çerçevesinde, dünyanın her yerinden gelen
makale başvurularıyla gittikçe zenginleşen ve yurt
dışında gün geçtikte talebi artan bir durumdadır. Bu iki
yayın, mensubu olduğum bölümün himayesinde
çıkarılsa da, aslen Türkiye’deki Eskiçağ çalışmalarının
hem halkımıza hem de bilimsel sorumlulukla tüm
dünyaya açılmasına hizmet eden iki araçtır.
P. ÖZTÜRK: Diğer önemli bir bilim dalı ise
Arkeoloji… Bölge de yer alan antik yerleşimlerin
kazılması, araştırılması, belgelenmesi, arşivlenmesi ve
en iyi şekilde yorumlanması doğrultusunda, ülkemizin
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmasına katkıda
bulunmayı amaçları arasında tutan Arkeoloji disiplini
ile ilgili kavram hiç kuşkusuz Eskiçağ Tarihi ve
günümüz için büyük bir önem arz etmektedir.
Arkeoloji ile Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri arasında
sahip olduğu ortak noktaları dolayısıyla doğrudan bir
bağ bulunduğu ortadadır. Bu konudaki fikirlerinizi
öğrenebilir miyiz?
Aralık // 201 3
NEREYE 86
F. ONUR: Sizin de bildiğiniz gibi, ben lisansımı
1995-1999 yılları arasında Akdeniz Üniversitesi
Arkeoloji Bölümü’nde yaptım. Bu süreçte pek çok ders
aldım tabi ki. Ayrıca öğrenciliğim boyunca 3 yaz
Patara’da bir yaz da Sagalossos’ta kazılara katıldım.
Dolu dolu bir 4 yıl geçti anlayacağınız. Yüksek
Lisans’tan itibaren ise, Eski Yunanca ve epigrafiye
yönelerek Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü’nde
devam ettim. Dolayısıyla her iki alanda da tecrübelerim
ve ne şekilde çalıştıklarına dair fikirlerim var.
Türkiye’de epey bir kazı var, bu kazılardan bazıları da
üniversitemiz Arkeoloji bölümü öğretim üyeleri
tarafından yürütülmekte. Her sene gerek arkeolojik
gerekse epigrafik pek çok yeni malzeme geliyor,
bunların değerlendirilmesi de kısa sürede yapılabilecek
işler değil, zira her birinin izlenmesi gereken
metodolojisi ve belirli kıstaslara göre değerlendirme
süreci mevcut. Kazılarda çıkan yazılı malzemeler yurt
dışından ya da yurt içinden epigrafi uzmanları
tarafından incelenerek yorumlanıyor. Bu yazılı
malzemeler kazılan kentin tarihi, sosyal, dini ve siyasi
yapısı hakkında çok fazla bilgi veriyorlar. Dolayısıyla
bu yazılı malzemenin değerlendirilmesi hayati bir önem
taşıyor. Kazıya yön verebildikleri gibi, Arkeologların
da düşünme ve yorumlamalarına doğrudan etki
yapıyorlar. Zira bunun böyle olması çok doğal ve
şaşırtıcı bir şey değil. Yazılı belgelerin de doğru
anlaşılması için arkeolojik bir çevre ve malzeme
değerlendirmesi şart, aksi takdirde bulunduğu
mekandan bağımsız bir sonuç tatmin edici bir yorumu
getirmiyor. Bu bağlamda bu ikisinin koordine çalışması
hem zorunluluktan hem de iyi meyve verici oluşundan
bir gereklilik arz eder. Fakat maalesef bu konuda da
biraz geri kaldığımızı ve tam profesyonel
davranamadığımızı itiraf etmek durumundayım. Bu
konuya ilişkin bazı düşüncelerimi ilk sorunuzda da
vermiştim. Onların dışında diyebileceğim şeyse, kişisel
başarı yerine ulusal ve uluslararası alanlardaki bilimsel
duruşumuzun ön plana alınarak davranılması. Çünkü
bu durumda belki kişi kazanıyordur, fakat kaybeden
Türk Eskiçağ bilimi, dolayısıyla Türkiye’deki bilimsel
çalışmalar en nihayetinde de bilimin kendi olacaktır.
Son bahsini ettiğim değerler, kişinin kazanımına kurban
edilecek şeyler değil. Bilimsel yapıdan taviz
verilememeli. Örneğin, sırf kişisel nedenlerle diğer
önemli yazılara atıfta bulunmamak ya da kaynakçada
göstermemek gibi bilimselliğin dışında kalan tuhaf bir
tutumu bir değermiş gibi göstermemek gerekir. Bundan
başka pek çok örnek var ama bu örneği bilimsel
çerçevenin ne kadar dibe vurabildiğinin anlaşılması
açısından verdim. Bu yüzden daha büyük ortak bir hedef
herkesin daha ahenkli ve daha verimli çalışmasını
sağlayacaktır. Bu anlamda umutlu olduğumu da eklemek
isterim, zira yeni nesil Eskiçağ bilimcileri ve
öğrencilerimiz gelecek vadetmektedirler.
Eskiçağ dünyasının ve bu dünyayı bize öğreten
bilimlerin önemine yaptığımız yolculukta bize eşlik eden
Sayın Yrd. Doç Dr. Fatih Onur’a aktarmış olduğu değerli
fikirleri için teşekkür ederiz. Ortak bir payda da yer alan
bilim dallarının, birbirleriyle etkileşim halinde, geleceğin
ve bugünün rehberi, bilim dünyasındaki hareketliliğin ise
sürekli olması dileğiyle. .
Röportaj
Pınar Öztürk
Özel Röportaj
87 NEREYE
https://www.facebook.com/nereyedergisi
https://twitter.com/Nereyedergisi