Post on 09-Mar-2016
description
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altındaBir teneffüs daha yaşasaydı,Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdürDevlet dersinde öldürülmüştür.
K Ü L T Ü R L Ü S A N A T L I A Y L I K F A N Z İ N
—Bugün karar günü. —Bakalım neymiş kaderimiz. —ne kaderi oğlum, kesin bastırıyoruz dergiyi! —nereden biliyorsun? —içime doğdu... “1000 lira makina açılışı verilmesine, matbaalarca oy birliğiyle karar verilmiştir.” —Nasılsın? Sağlığın iyi mi İbrahim? —İyiyim iyiyim. Çok iyiyim ben. —Matbaalar nasıl böyle bir fiyat verdi? —Akıl alacak iş değil. Üç beş kuruş beklerken matbaa binlerce lira istedi. —nasıl böyle oldu bu iş İbrahim? —Ben de anlamadım baba. Bu işlerle hiç ilgim alakam yok. —Arkadaşlarının yüzünden mi oldu? —Hayır, onların daha da alakası yok. Onlar tamamen benim yüzümden yazıyorlar. —Naptın ki sen oğlum?
—Bir şey yapmadım ki baba. —Kuşe kağıda mı bastırayım dedin İbrahim? —Hayır baba. Ortada masraf yok bir şey yok, matbaacı kalıp parası bu kadar dedi, dijital baskıcı tek dergiye 20 lira çıkardı diye bu hale geldik. —Dijital baskıcı niye öyle diyor? —O bir bok basmamış ki dergi fanzin falan gibisinden. Kim gelse bu kadar para diyecek. Fakat özalitçiye gittik. Kağıdı kendimiz bulcaz falan. Bozulacak bu iş. —Tanıdıklarla mı çıkarıyorsunuz? —ha haa… —Tanındık mı kadro? —Yok yok. Ayıptır söylemesi yeraltında takılıyoruz. —Bir ihtiyacın var mı oğlum? —Yok baba, sağol…
Pardon Filmine Saygıyla
TUNCAY KIZILASLAN REPLİKA
3
Selam, n’aber?
İkinci sayıyı da karşınıza çıkarmak adına çok didindik ve başardık. İlk sayıda edindiğimiz
tecrübeleri ikinci sayıya uygulamadık çünkü ne gerek var? Amatör ruhumuz acı çekmeye
hep müsait ve her zaman fiyakalı ruhlara sahip olacağımızın bilincinde olarak dizayn olsun,
tasarım olsun çok iplemedik. Daha doğrusu ilk sayıda tutturduğumuz mayayı muhafaza
ederek radikal değişikliklere kapadık kendimizi. Umarız beğenirsiniz, beğenmezseniz de ne
bileyim lan yazın bize; jargondergi.tumblr.com ya da facebook.com/JargonDergi
adreslerinden.
İlk sayı için çok da olumsuz eleştiri almadık, beğenmişsiniz Allah razı olsun. Bir iki pürüz
vardı cevap verelim;
1. “Bir manifestonuz var mı? Varsa nedir?” falan dendi, manifestomuz yok, manifestomuz
olsun istemiyoruz da, olmamasının bir sürü sebebi var, hiç birini açıklamak istemiyoruz,
bizde kalsın.
2. “Henüz ilk sayıdan siyasete neden girdiniz, hükümete neden giydirdiniz?” dendi, şöyle ki;
biz dergi için çabalarken Gezi olayları patlak verdi ve Ankara’ya da yayılmış bulundu, dergi
kadrosu olarak halkın tutumunu haklı buluyorduk ve edebiyat doğası gereği muhalif olmak
zorundaydı bizce. Hem Kızılay Meydanında arkadaşlarımızın üzerine TOMAlar sürülüyordu,
ne yapsaydık? Silahımız edebiyattı, ironiydi, şarjörü doldurmuş bulunduk.
İçeriğe bakacak olursak kısaca; neyse ona siz bakın. Görüşmek üzere.
BAŞLARKEN
4
,
İmtiyaz Sahibi: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay Kızılaslan ∙ Said Büyükarslan Kapak Çizimi&Tasarımı: Ecmel Sarıkaya ∙ Özgün
Tükle Arka Kapak Çizimi: Ersin Gücenmez Sayfa Tasarımı: Ahmet Keskinkılıç Redaksiyon: Ahmet Keskinkılıç ∙ Tuncay
Kızılaslan
© Tüm Hakları Sakladık
MUHTEVİYAT
PAYİDAR ZARAMAN / KAR 6
ALİ LİDAR / SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR 7
SAİD BÜYÜKARSLAN / BİR TERÖR FİLMİ 33
BAHA ÖZTOP / D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR 10
101
AHMET KESKİNKILIÇ / İNTİHAR MI CİNAYET Mİ? 12
SÜLEYMAN GENCAVER / HAZIR YARILMIŞKEN 16
HASAN AY / SERBEST AĞRIŞIM 17
BATUHAN BELHAN / İKİMİZDEN OLMA ŞİİR 18
GÜN ÖZ / HEP AYNI AYNA 19
TUNCAY KIZILASLAN / ADAM KAZIM 20
HATİCE RAMAZANO / YİTİRMEYE ÇEYREK 23
YUSUFHAN KOL / BENDEN DE ÖNCEKİLERE 24
ZENGİN GÖRKEM ATALAYER / BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM 27
ERDEN ERİŞ / ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER 25
27
YUSUF ZEREN / ENVAİ KALABALIK 28
GÜLŞAH ATEŞ / DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU 29
E.D. / SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE 31
000
SABRİ ÖZAY / UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI 32
FEYYAZ YİĞİT / ERKEK ŞİİRLERİ 8
ADEM OSLU / OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR – 1 9
AHMET KESKİNKILIÇ / ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A 5
5
Ece Ayhan başlı başına Türk şiirine, özellikle Cumhuriyet şiirine sağladığı katkının ötesinde
şiirde sıradanlığa da ikinci yeniden daha cevval atılmış tokat gibi bir cevaptır da aynı
zamanda.
Ankara Siyasal’dan mezun olup kaymakamlık yapmış olsa da mesleği sadece “şairlik”ti
Ece’nin. Şiire bakışını ise şöyle özetleyebiliriz; kapalı ama gizli imgelerden uzak, özel isimlere
yüklediği anlamlarla yepyeni bir şiir ansiklopedisi kıvamında, toplumsal gözlemlerin
Everest’inde şiir kuran ve eleştirinin en hasını yapan, sıradanlığın önüne çekilmiş bir set
olmayı ilke edilmiş aykırı biçimin dışavurulmuş hali.
Aynı zamanda ikinci yeni’nin en unisex ismine sahip şairi.
Ama Ece Ayhan’ı sevme nedeni(miz) bu yenilikçilik ve marjinallikle sınırlı değil elbette, biz
onu sokakta olduğu için seviyoruz, sokağın şairi olduğu için. Bu şiirde kullandığı dile de
yansır. Argo onun vazgeçilmez ikincil dilidir. Aslında literatürü zorlayıp buraya Ece Ayhan’ın
Şiir Algısı adı altında sağlam bir makale de yazabilirim ama bu sıkıcı olur, neticede O’nu
seviyoruz ve nedeni şu anektoddan bile anlaşılabilir: Bir söyleşi sırasında Ece Ayhan
okurlarından genç bir çocuğa durup dururken sorar: “Sen hangi elinle otuzbir çekiyorsun?”
Genç bir an afallar ama “S..sağ elimle..” diyebilir, Ece Ayhan bunun üstüne “Sol elinle de
dene, kaçamak yapmış gibi oluyor insan..” der. Yahut Dipyazılarında Can Yücel ile ilgili
yazdığı: “Can Yücel’i severim ancak babasını neden bu kadar övüyor anlamıyorum, Cancığım
senin baban Mustafa Kemal’in ‘Sıfır nedir?’ sorusuna ‘Sizin yanınızda benim paşam.’
Diyebilmiş don yağı olarak anılan bir adamdı.” Yazıdaki haddini kendi belirleyen üslup
yüzünden seviyoruz.
Ece Ayhan şiirde anarşizmi kurmuş, korumuş, kollamış, orta ikiden ayrılan çocukları, sivil
şairleri, orospuları, İkinci Yeni’yi, post moderni ve aynı zamanda gelenekçiliği sevmiş, saçını
okşamış, güzeller güzeli bir abimizdir. Jargon’un Temmuz 2013 sayısı O’na ithaf edilmiştir.
12 Temmuz ölüm yıldönümüdür. Çanakkale’ye yolu düşecek olan mezarına bir karanfil
bıraksındır, borcumuz olsun. Son olarak Mor Külhani’nin hikayesiyle bitirelim. Nilüfer
Kuyaş, Ece Ayhan’dan dinlediğini anlatıyor:
“Öyküyü kendisinden dinledim. 1969’da TÖS Genel Kurulu Kayseri’de yapılıyor. Ülkücüler
binayı basıyorlar. Dükkânları, vitrinleri kırıp döküyorlar. Zavallı attar. Esans da satar, kitap
da, defter de. Ne yapsın? Taşra böyledir. Oradan bir zavallı kadın geçiyor. Konsomatris.
Bunlar pek dışarıya çıkmazlar. Çalıştıkları bara giderler, sonra otelde otururlar. Buncağız
sıkılmış, biraz dolaşmaya çıkmış. Güruh ona saldırıyor. Çırılçıplak soyacaklar. ‘abiler’ diyor
konsomatris, ‘beni öldürün, bana bunu yapmayın.’”
…
şiirimiz her işi yapar abiler
valde atik’te eski şair çıkmazı’nda oturur
saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir
dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler
AHMET KESKİNKILIÇ ORTA İKİDEN AYRILAN ÇOCUKLARDAN ECE AYHAN’A
6
Kar vardı
Bir kayıp zaman cennetinde
Annem kırk yaşındayken filan
Yani şimdi ki gibi öksürmüyorken
Kazım’ı elektrik çarpıp kazım ölmemişken
Şükrü gitmeden tam yirmi yıl önce
İşte burnumu siliyorken ben
İşte cennet-i ala’nın tam ortasında
Belki hafif güney batısında
Aşık bir kar vardı...
İyi koku alan tazılarımız
Ve kangal eniklerimizle birlikte
Rüzgar yavrusu ıslıklar çalıyorduk
Beyaz bir tuvalet giymiş gibiydi
bizi kuşatan bu markaj altında ki resim
Erekse olmuş ağaçlar gördük
Allah’a uyup biraz daha gitseydik eğer
Biraz daha gidebilseydik
Biraz daha yani
Erebilirdik sırrın o madde uyuşturan küfüne
Havada bir şey vardı
Havada bizi kundağımıza saran
Annemiz gibi emziren
Ve ne kadar kalın örtü varsa donatan
Havada bir vahiy edası vardı
Biz orada Allah’ı iyi tanımaya meyilli
uysal kompozisyonlardık
kar güzel vardı
Damlarımızın koynuna kocası gibi yaslanan
Babası gibi sıvazlayan
Damlarımızı insana çeviren bir yüzü vardı anın
Kar vardı
Ve bir kez daha galip geliyordu demli çay
Demli çayın etrafında buluşturduğumuz o her şey
O her şey orada bir çeşmeyi sudan azad etmiş
gibiydi
Güneşin çirkin düşürüldüğü o tenha huzur
O tenha esrar
O mutfağında muhtemelen otaşı pişirilen yuva
o yuva
Annemiz
bir kez daha annemiz ve diğerlerimiz
Annemizin o uhrevi yaşmağı
Bütün o yerel tanrılar ve Allah
Evanghelos Odyssey Papathanassiou
ve Ali Osman’gilin hayati
O karın yamaçlarında erzağını
depolamış karıncalar kadar hafiftik
kar ürkütücü hafifti
ve gaz lambaları tabi ki
tabi ki de gaz lambaları
karın kapattığı kapımız
ve kapımızın içerisi
sonra berrak bir öykü yaşamak
sonra soba muhabbetleri
soba yani
kestanenin patatesin ve halkların kardeşliği soba
gök kızıl bir cezbeye ardığında
ardığında sekiz cennet saman depomuza
çökelek çaya ardığında artık
kar kapattığında köyü yerküreye
eroin kullanmış bütün masallar yatıya kalırdı
a bu ne leziz bir firdevs
a bu ne şeker bir meva’ydı
kar bembeyaz vardı
buram buram kekik kokuyordu ölüm
ölüm orada baldırları şehvet saçan bir kadın gibi
ölüm orada göbelek kadar tatlı
hayatı rüsva edercesineydi
Aman Allah’ım
Kar yağdığında öksüz çocuklar
Ocağında otaşı pişirilmeyen yuvalar
Aman Allah’ım yuvalar
Yuvalar ve anneler
Aman Allah”ım sen bütün öksüz çocukların
Sen bütün öksüz çocukların ve öksüz olmayan
çocukların
Sen hepimizin
Sen hepimizin ve topumuzun birden annesisin
Aman Allah’ım yani... Çokça aman Allah’ım
Kar
Hayatımıza ne zaman yağsa
Ne zaman yağsa beynimizin mübarek zulalarına
İçinde çok büyük bir Allah”la
Anam Kezik’le ve kardeşlerimle
Bütün İslam ve insan kardeşlerimle
Bir kez daha anam Kezik’le
Gözyaşımızın içinde ki o tanrısal tuzla birlikte
yağardı
Ne zaman yağsa kar
Cin çarpardı şeytanın o insani emellerini
Şükrü 30 yaşında olurdu
Astım bronşitini yenerdi anam... Babam akciğer
kanserini
Ne zaman yağsa kar
İçinde çok büyük bir Allah’la yağardı
Bizi çok bağışla n’olur
Çok kucakla bizi
Bizi de bir beyaz eyle
Karla tutuştur bizi
n’olur…
PAYİDAR ZARAMAN KAR
7
Beş sene boyunca aynı kızın peşinden
koştu Barış (Üniversitenin ilk
haftasında, amfide görür görmez karar
vermiş Güliz'e aşık olmaya.) Mezuniyet
törenine kadar da bir an bile
vazgeçmedi. Güliz onu sevmedi. Ama
uzak da tutmadı kendinden. Hemen
hemen her gün görüştüler. Barış
hislerini hiçbir zaman saklamadı.
Kızın sevgilileri oldu arada. Barış'ın
hiç olmadı. Zamanla herkes öyle
kanıksadı ki bu durumu, Güliz'in
sevgilileri bile Barış'ı yadırgamamaya
başladı. Bir çeşit eğlenceye dönüştü
hepimiz için onun bu hali. Bu işte o
salak diye uzaktan parmakla
gösterildiğine bile şahidim. İlk bir kaç
yıl o kadar samimi değildik biz. Ortak
arkadaşlar vasıtası ile durumdan
haberdardım. O zamanlar da acırdım
haline uzaktan uzağa. Güliz'e de
kızıyordum içten içe…
Üçüncü sınıfla birlikte Barış'la
samimiyetimiz de ilerledi. Sordum bir
gün. Yoğun bir ucuz şarap akşamı. Bir
artı bir öğrenci evinin mutfağındaydık
ve kafalar hafiften dumanlanmaya
başlamıştı.
“Neden Barış?”
“Efendim!”
“Neden? Yani anladım aşık oldun, çok
aşık oldun hatta tamam. Ama olmadı,
olmuyor işte. Neden bırakmıyorsun
artık?”
Uzun bir süre sustu. Sonra ciddi bir
yudum aldı şaraptan. Sonra...
“Demedi abi. Bir kere bile seni
istemiyorum demedi.”
“Ee?.. İstiyorum da demedi. Dedi mi?”
“Yok. Onu da demedi. Gülümsedi
hep.”
“O herkese gülümser oğlum. Mizacı
öyle onun.”
“Bana başka gülüyor be abi. Biliyorum
beni sevdiğini, ben de seni sevecek
gibiyim ama daha değil der gibi
gülüyor. Bekle diyor sanki bana. Ben
de bekliyorum…”
Salak demek geldi içimden. Kızmak,
bekleme ulan bekleme sevmeyecek o
seni demek... Diyemedim hiçbir şey.
Acıdım. Çünkü gördüm gözlerinde.
Söylediği şeye gerçekten inanıyordu o.
Gerçekten Güliz’in kendisine başka
türlü gülümsediğini zannediyor,
gerçekten günün birinde kendisini
sevebileceğini düşünüyordu. Başka
konularla devam etti gece. Sonraki
zamanlarda da, sanki sözleşmişiz gibi
bir daha o konudan bahsetmedik hiç.
Barış mezun olana kadar hiç
vazgeçmedi. Sonrası varsa da
hikayenin, ben bilmiyorum.
Mezuniyetten sonra koptuk…
Yıllar geçti aradan. Düşünüyorum da
şimdi, sanırım bazen hepimiz biraz
Barış oluyoruz. Bir şey oluyor bazen,
bütün dünya senin düşündüğünün
tersini bile düşünse o kadar kuvvetli
inanıyoruz ki o şeye, gerçekle bağımız
kopuyor. Sonrası acı oluyor elbet.
Olsun. Samimi bir acı sahte bir
mutluluktan daha kötü olabilir mi
gerçekten?
ALİ LİDAR SAMİMİ ACILAR SAHTE MUTLULUKLAR
8
FEYYAZ YİĞİT ERKEK ŞİİRLERİ
MAKİNALI TÜFEĞİM
Gözbebeğimde yalnızlık uyur
benim. Sakalımda beslenir
çocukluğum.
Ve Zemheri
Ve Kor
Ve Saldırgandır kahpeliğin.
Üzülme gardaş.
Bağbozumunda açılan serin
bir
yaradır.
Anamın öykünerek bahsettiği
Makinalı tüfeğim.
YİĞİTLER YAĞMURDA YÜRÜR
Yağmurda yürür Yiğitler
Yarınlara postalanmış ümittir
her adımda toprağa kurşunlanan.
Zayıf ve ürkek bir kelebeğin
Kanadından savrulur hayalperestliği
Kırılgandır sevdası
Kara çalınmış bir DOĞAN L’dir
Güvercin beyazına atfedilen
Memleket türküsü.
Bana ağlayarak dans edebileceğim bir şarkı yap.
Mezarlığın yanında, 4 kapısı da sonuna kadar açılmış eski bir araba… İçinde bangır
bangır müzik çalıyor... Arabanın arkasında yaşlı bir adam burnuna oksijen tüpü
bağlı. Elinde bira, ağzında sigara. Karşısında duruyorum “oynasana” diyor.
Başlıyorum oynamaya…
-Neyde yaptın bu şarkıyı?
-Gitarları ve klavyeleri ben çaldım davulları bilgisayarda yaptım.
-Aferin lan.
Ne acayip… Ağlamaya başladığı an başarmış olucam. Ağlamak isteyip ağlayabilmek
büyük bir başarı…
Ama sadece dans ederken.
9
ADEM OSLU OLMAYAN KİTAPLARDAN OLMAYAN ALINTILAR - 1
Kitap 1
- Dur! Yoksa!
- Yoksa ne?
- Düşerim. Düşersem senide
çekerim.
Kitap 2
- Elbette vardım. Sadece kabul
edemeyecek kadar solgundu
yüzüm.
Kitap 3
- Tam da düştüğüm yere uyku
sermiştim. Ne diye tuttun
ellerimden?
- Seni kurtarmak istedim.
- Beni kendinden kurtar!
Kitap 4
- Bana göre gece gündüzden daha
güzel, daha aydın. Gündüz
gördüklerimi, gece görmek
istediklerimi görüyorum.
Gündüzleri anneler görüyorum
her çocuğun yanı başında, gece
olunca annemi görüyorum
başucumda. Güneş doğuyor,
annem tekrar ve tekrar ölüyor.
Kitap 5
- Hay Allah!
- Ne oldu?
- Bir an sustuğunu düşündüm de
Kitap 6
- Mizah dergilerinin arasına
sıkıştırdığı lise diploması ne
komediydi ne ironi. Sadece
boşvermişlik anlamlarına
geliyordu.
Kitap 8
- Adı Melek’ti. Gerisini
düşünmedim.
Kitap 9
- Bir gemide yaşamak istiyorum
Selma.
- Güverteme yanaş o zaman Halil.
- Selma, sevişmeye yer arıyorsun
yine.
Kitap 7
- Maaş bordrosu diye bir şey
girecekti hayatına. “Maaş” ve
“Bordro”. Rüyanızda yüksek bir
yerden düştüğünüzü gördünüz
mü? Görmüşsünüzdür. İşte o
korkuyu peş peşe hissediyordu
bu iki kelime sayesinde. Nefes
almak rüya gibiydi.
Kitap 10
- Yeni uyanmış gibi “Günaydın!”
diyerek gülümsedi adam ve barut
kokusu odasına yayılırken en
güzel uykusuna daldı. Hiçlik
uykusuna.
Kitap 11
- Yazlar çabuk geçer, sen
güldüğüme bakma. Önümüz kış,
içimde seni bekleyen kara yağmur
bulutları.
Kitap 12
- Sahi neden Süheyla’ya yalan
söyledin?
- Doğrusu nedir bilmediğimden.
Doğrusunu bilmek
istemediğinden…
Kitap 13
- Mantık ve kalp arasındaki
çatışmayı bilirsiniz. Klasiktir.
Hatta klişedir. Bana sorarsanız
insanlar mantıksızken daha
güzeller. Askerlik hariç.
Kitap 15
- Bahsettiğimiz şeyler size tövbe
çektirmesin. Bilmeye çalışmanın
cehennem bir yanı olmamalı. Yine
de Allah kabul etsin.
Kitap 14
- İki duyguyu da bir arada
yaşayabilmek yetisi delirtir insanı.
- Nasıl yani?
- Hem çok sevip hem çok nefret
etmek mesela.
- Schrödinger’in kedisi gibi
diyorsun.
- …
10
Gidip gelmelerimiz var elbette ama sen gitme Çizim: Vince Low
Kal ki bir deli gömleğini kaptığı gibi uzaya çıksın
Ve bir kelebek zamana karşı devrim yapıp
Kanatlarını daha ağır makamdan satsın.
Yoksa gayet makyajlı bir gezegendir
Venüs ama o kadar uzağa gitme
gitme kal bütünlemelerimi emzir.
Gezegen isimleri:
Plüton
Plüton
Plüton
D- Plüton
Yoksa tam da bu yüzden yani bu yüzden tam da
Eczanenin ismine yapışır reçete
Bir ağaç kalkar ormanı terk eder
Toprak değişir, sis kalkar, sistem çöker
Gitme bir hocaya ağırlık bindirirsin
Cemaatsiz caminin avlusunda patlar cenaze.
Cami isimleri:
Sanki Yedim Camii
Tut ki Kıldım Camii
İmamın Yeri
D- Teşvikiye
Gitme çünkü burada anlatamayacağım bir sürü tuhaf şey olur
Efesli bir basketçi Selçukludan feyk yer
Caddeler dolusu taş baskı sızma
Bir bakmışsın bir neyzen ismini atmış
Yüksek demlerde ihtisas yaptıktan sonra.
BAHA ÖZTOP D ŞIKKINDAN DAHA ŞIK BİR ŞIK BULUNANA KADAR
11
Cadde isimleri:
Neyzen Tevfik
Tevfik Fikret
Fikret Mualla
D- Cumhuriyet
Veli Efendi’den hüsranla dönen beygir sahipleri ile
İlk koşuda devrilen semt sakinlerinin omuzlarının aynı anda düşmesi
Gibi bir dayanışma içinde hicranlıyoruz birbirimizi.
Gitme son düzlükte ayağıma dolanır sokak
Oysa ne çok sevmiştik bir diğerimizi.
Sokak İsimleri:
Tinerci Çocuklar Çıkmazı
Bir Şekilde İstanbul Sokağı
Her Şekilde İstanbul Sokağı
D- Susam
Oysa bu nereden baksan düpedüz yamukluktur
Ve enteresan biçimde yol alır. Şöyle ki;
Bu gün seyirciyle buluşmamızın cinnet dönümü
Bileti kes, filmi bas, makinisti vur!
Gitme gidersen iki yaka bir araya gelmez
Bir kedi köpekten korkmadığına ürkür
Gemiler gemi olmaktan inip
Balıkhaneler morga dönüşür.
Yaka isimleri:
Balıkçı
Kayık
Ve
D- Degaje
Ah nasıl da erozyonluyoruz birbirimizi
Altımızdan çekilen kilimler ressamları çıldırtıyor
Ben seni çok sevmiştim, Tanrım ne güzeldin
İlkokuldaydım sanki teneffüsü bekler gibi!
Gitme.
Bir şair doğar, dener, ölür
Gittiği yerde bir gezegene itibarı iade edilir
Gitme yalnızlık Allah’ ta kalsın
Sonrası bildiğin gibi
Vesaire
Vesaire
Ve
Vesaire.
12
Selanik Caddesinden aşağı doğru
ciğerlerimi hissede hissede koşuyorum.
Soluğum ölmekte olan bir at kadar
kararsız. Meşrutiyet’e canhıraş bir şekilde
dalarken ayaklarım zeminden kaldırdığım
tozu burnuma taşıyor. Peşimde
koşturmakta olan eli silahlı gözü kara
amacında son derece kararlı katili
atlatmaya çalışıyorum ama havada
süzülüp duran bir yaprak kadar çaresiz
olduğumu da biliyorum. Yerçekimi çok
puşt. Neden kovalanıyorum? Bunun için 1
saat öncesine dönmek gerekiyor.
1 Saat Öncesi
Günlük rutinim olan kırk beş dakikalık
koşumu tamamlamış dörtnala koşan atlar
gibi şen bir şekilde evime doğru
gidiyorum. Kurtuluş Parkı’ndan çıkmış
Kızılay Meydanı’na doğru yeni uyanmış
sersem kalabalığı yara yara seri adımlarla
yürüyorum. İçimde öylesine bir sevinç
yumağı oluşmuş ki nedenini dahi
bilmeden bunu dinç bir sabahın etkisi
olarak görüyorum. Oysa hayatımda
sevinmemi gerektirecek hiçbir şey
olmuyor. Her sabah spor yapmak gibi
alışkanlıklarım var. Bunun sağlıklı olmak,
sağlıklı kalmak ya da egzersiz olmasıyla
bir ilgili yok tek sebebim bir rutine bağlı
kalmak. Genel olarak düzenli bir insan
sayılmam ama en azından bir şeylerin
düzenli olarak devam etmesi gereksinimi
duyuyorum. O zaman her şey
yolundaymış gibi geliyor. Kendimi
kandırmayı seviyorum. Bunu çok kolay
yapabilmem ise canımı fena halde sıkıyor.
Kandırılmak istiyorum belki de. Çünkü
gerçekten iyi giden hiçbir şey yok. Geçen
hafta işten kovuldum, geçen ay
sevgilimden ayrıldım, geçen sene annem
öldü. Aradaki boşlukların her biri acıyla
doldu. Dünya bana göz kırptı sanmıştım
oysa gözlerini kapatıyormuş. Ben de acıyı
ruhuma iliklenmiş bir düğme gibi
kabullendim.
Kızılay Meydanı neden hep kalabalık
oluyor diye düşünüyorum yaklaşırken
meydana. Burada herkes mutlu, burada
herkes mutsuz aynı zamanda. Çok sağlam
paradokslar dönüyor Güvenpark’ta. Ne
kadar park var bu şehirde. Dinlenmek
büyük bir ihtiyaç demek ki. Geneli
itibariyle yorgun bir şehir zaten Ankara.
Şehir ayrı içini yurt edinen insanlar ayrı
yorgun. Öyle görünüyorlar en azından. Bu
kent sosunuza ne kattıysa tadınız çok
hüzünlü geliyor demek istiyorum herkesi
çevirip.
Derin düşüncelerimi omzuma düşen bir el
bölüyor. Arkamı dönüyorum beyaz
şapkalı, siyah kalın çerçeveli gözlük
takmış, yer yer kırlaşmış sakallarını
alabildiğine uzatmış bir adam bana
bakıyor. Nasıl bir yüzün var ki elinden
gelen bütün imkanları kullanarak kamufle
ettin kendini diyorum içimden.
“Bakar mısınız?” diyor. Ses tonu çok
tanıdık. Zaten bakmamı sağladın ihtiyar
hala omzumdan tuttuğun elin yardımıyla.
Büyük ihtimalle memleketine dönmek
istediğini söyleyip para talep edecek olan
binlerce adamdan biri olduğunu
düşünüyorum. Genelde cevap vermeden
yoluma devam ederim ancak tanıdık,
merak uyandıran bir şeyler seziliyor
adamdan.
“Buyurun?” diyorum gözlüklerinin içinden
zor seçebildiğim gözlerine odaklanarak.
“Sizinle çok önemli bir meseleyi
konuşmamız gerekiyor.” diyor.
AHMET KESKİNKILIÇ İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?
13
“Sizi tanıyor muyum? Nedir o önemli
mesele, konuşun.” diyorum gözlerim
istemeden de olsa upuzun sakallarının
üzerinde geziniyor. Bu kadar sakal
bırakmak için birkaç neden olabilir diye
düşünüyorum. Uzun zaman boyunca
kesmeye vaktiniz olmamıştır, kesecek alet
edevata sahip olamayacak kadar parasız
ya da evsizsinizdir, ıssız bir adadan az
önce kurtulmuşsunuzdur, kelsinizdir ve
devasa sakallarla kelliğinizi örtbas etmeye
çalışıyorsunuzdur. Bu adamın sebebi
neydi acaba?
“Ayakta konuşmayalım şu banka oturalım
isterseniz.” diyor gizemli yabancı. Ve sırf o
dokunulabilecek kadar bariz gizem
yüzünden teklifine ayak uydurup
yürüyorum onunla banka. Yanıma oturup
bakıyor bana bir müddet. İçimdeki o
sevinç hissi koşarak uzaklaşmış bir
çocukluk anısı artık. İçimde sadece
tedirginlik var. Neden tedirginim
bilmediğim için iki kat tedirginim.
“Şimdi söyleyeceklerimi anlamanı ya da
mantıklı bulmanı beklemiyorum
Özdemir.” diyor donuk bir ses tonuyla.
Birincisi gayet açık fikirliyimdir ve
dünyada olan bütün saça şeylere bile
kendimce bir gerekçe uydurabiliyorum.
İkincisi ismimi zikretmen beni bir kat
daha tedirgin ediyor ismini bilmediğim
yabancı. Bu çok kötü bir durum değil mi
başlı başına. Yani demek istediğim
isminizi söyleyen biri var karşınızda, sizi
tanıyan biri var ama onunla ilgili hiçbir
şey bilmiyorsunuz. Ünlüler nasıl
yaşabiliyor bu psikolojiyle?
“Adımı biliyorsunuz? Ben sizi
tanımıyorum.”
“Beni bu dünyada senin kadar tanıyan
biri daha yok Özdemir.”
“Başka bir Özdemir şu an nerede
kaldığınızı merak ediyor olmalı. Öyle ya
bazı tesadüfler çok acımasız olabiliyor.”
Gülümsüyorum zorla.
“Tesadüf değil. Dinle beni Özdemir. Şu an
cezası ölüm olan bir işin içindeyim ve
umurumda değil, seninle konuşmam
yasak ama geldim buraya.”
Benimle konuşmanın cezası ölüm mü?
Evet! Hayatımın neden boktan gittiğinin
cevabı kesinlikle bu olmalı. Bu kadar
yalnızlığın bir cevabı olmalıydı ve bu çok
mantıklı geliyor.
“Nasıl yani?” diyorum dışa vurmaya
çekindiğim bir şaşkınlıkla.
“Ben senim Özdemir.”
“Ben senim Özdemir.”, cümleye beynime
çizdiğim çerçevenin içine koyuyorum ama
durmuyor orda. Mantık çerçevesi çünkü o
ve bu cümlenin oraya tutunmak için tek
bir gerekçesi yok. Şaşkın bakışlarımda
yazılı anlamsızlığı okumuş olacak ki
yabancı konuşmaya devam ediyor.
“Biliyorum çok saçma gelecek ama ben 30
yıl sonrasından geliyorum. Otuz yıl
sonrasının seni’yim. Zaman yolculuğu 25
yıl sonra bulunacak ve o tarihi takriben
devlet kontrolünde gerçekleştirilecek.
Çünkü bu bulunduktan sonra büyük bir
kaos hakim oldu insanlığa. Herkes
geçmişe dönüp onu değiştirmek istiyor.
Herkes geçmişe dönüp kendine loto
sonuçlarını vermek için adam
öldürebilecek durumda gelecekte. Devlet
bu durumu kontrol etmek için ağır
yaptırımlar uyguluyor. Geçmişe müdahale
etmenin cezası ölüm. Ben dün gece ya da
yarım saat önce bilemiyorum, tesislere
gizlice girip geldim buraya.”
“Siktir ulan.” Kalkıyorum banktan. Nefret
ettiğim şeylerin başında böyle gereksiz ve
ucuz şakalar geliyor sanırım. Hep bu
merakım yüzümden maruz kalıyorum
böyle şebekliklere. Tutuyor kolumdan ben
olduğunu iddia eden yabancı.
“İnanmayacağını biliyordum. Bak.”
Bakıyorum. Upuzun sakalı dökülmeye
başlıyor yavaşça, gözlüğünü çıkarıyor,
şapkasını da. Kamufle kişiliğin altından
bir ayna çıkıyor ortaya. Ağzım açık
izliyorum. Yüzündeki kırışıklar dışında
aynaya bakıyor gibiyim. Ancak hala
yetersiz geliyor anlattıkları.
14
“Hala yetersiz geliyor anlattıklarım.
Farkındayım.” Diyor. “Ama gerçek hepsi.
Ben senin 55 yaşınım Özdemir.”
Ne diyeceğimi bilemeden bakıyorum
yabancıya. Yüzümdeki boş ifadede kuşlar
uçuşuyor adeta. Bir süre beynimdeki
çiftlikte yaşayan tavuklara yem verdikten
sonra söze girebiliyorum.
“Güzel senaryo, prodüksiyonu sağlam
tutmuşsunuz bir şaka için.”
“Sana şaka yapacak arkadaşın mı var
Özdemir?”
Yabancı herif kırıcı olmaya başlıyor.
Yalnızlığımın sadece bana meşhur
olduğunu sanıyordum. Yabancı devam
ediyor acı söylemeye.
“Geçen hafta işten atıldın, geçen ay
sevgilinden ayrıldın, geçen sene annen
öldü. Annem. İlkokula yeni başlamıştım,
ilk teneffüs zili çaldıktan sonra okul bitti
sanıp çıkıp eve gitmiştim. Ne gülmüştü
annem ama.”
Kendimle konuşuyorum. Adam doğru
söylüyor. Adam benim 30 yıl sonraki
halim. Ya da delirdim. Bu daha mantıklı.
Ama işte koduğumun beyni öyle
çalışmıyor. İnanıyorum ona. Belki
sıkıcılıkta master yapacak derecede azimli
hayatımı bir nebze renklendirebilecek bir
mucize beklediğimden belki de sadece
inanmak istediğimden, bilmiyorum. Zaten
inanmak için bilmek gerekmiyor, bütün
sorunların kaynağını da bu oluşturuyor.
“Peki tamam, inanıyorum sana diyelim.
Neden buradasın? Madem bu yolculuğun
cezası ölüm, neden bizi öldürecek olan bu
riski aldın?” diyorum.
Önüne dönüp sağ elini sağ dizine koyuyor
gelecekten gelen ben. Önemli bir şey
söyleyecek olan herkesin ortak refleksine
ayak uydurup gözlerini kısarak ileri doğru
bakıyor.
“Sigaran var mı?”
“Kullanmıyorum.”
“Kullanacaksın. Ya da
kullanamayacaksın, aslında kullandın
ama akciğerlerinin bundan haberi yok
henüz. Meselenin özüne dönersek
Özdemir..” elini beline atıp bir silah
çıkarıyor “..buraya seni öldürmeye
geldim.”
Çizim: Agnes-Cecile
15
Olay zekice kurgulanmış bir şakaya
inandırmaktan bir adım öteye gitmişti
dahası korkmuştum, korkmak çizgisinden
de bir adım atarak endişeye kapılmıştım.
İstemsiz olarak kilitlenmişti gözbebeklerim
mat siyah demirin gölgesine. Devam etti
müstakbel katilim.
“Senin yaşadığın boktan hayatın iki katını
yaşadım. Bu dünya bize hiçbir şey
vermedi Özdemir! Ondan almaya
çalıştıkça da bağırsaklarındaki değersiz
atıklarmışız gibi dışkıladı bizi, dışladı. Acı
hayatımızın başrolünü ölümle imzalanmış
bir sözleşmeyle kaptı ve bu film çok uzadı
artık Özdemir. Salonun ışıklarını açıp,
çıkmak istiyorum. İntihar edecek cesareti
bulamadım, denedim.. yapamadım. Ama
seni öldürürsem her şey tertemiz olacak, o
bitiş jeneriğini okuyabileceğiz sonunda,
birlikte! Ne dersin Özdemir?!”
Cümlelerini tamamlamaya yakın sesi
boğuklaşmış neredeyse ağlar gibi olmuştu.
Evet çok acı çektiği belliydi. Ne
diyebilirdim ki?
“Siktir lan ordan puşt! İntihar etseydin,
kafana sıkamıyorsan bir arabanın önüne
atlasaydın ya da ne bileyim köprüden filan
atlasaydın. Amına koyayım şans olsa
zaten bir almanak getirirdin adam
öldürmeye gelmiş yahu, n’olacak beni
öldürünce sende haliyle yaşamamış
olacaksın ve silineceksin zamandan, oh ne
güzel dünya be! Belki kendi seçimlerimi
yapacağım ben, seninle aynı yoldan
yürümeyeceğim belki de! Daha iyi bir
hayatım olacak lan belki de!”
Dengesiz şakacım, bulantılı aynam,
sabahımın katili bir süre bakıyor bana.
Bakma diyorum içimden insan kendi
gözlerine bakınca kötü olmuştur hep.
Bakma ulan. Lafa giriyor.
“O yolları çoktan yürüdün, o yollarda
çoktan tökezledin sen Özdemir. Ben senin
seçimlerinin sonucuyum zaten. Kusura
bakma.” Ayağa kalkıyor, ayağa
kalkıyorum, ayağa kalkıyoruz.
“Seni öldürmem şart.” Silahını
doğrulturken koşmaya başlıyorum.
1 Saat Öncesinin 1 Saat Sonrası Ya da
Şu An
Meşrutiyet Caddesi’nden sekip Karanfil
Sokak’a saplanıyor bedenim. Soluğum
ölmekte olan bir karınca sürüsü kadar
bencil. İşin tuhaf yanı aynı anda elimde
silahla kendimi kovalıyorum. Gelecekten
kendimi öldürmeye gelmiş bir
gerizekalının beynini taşıyorum. Çok
yorgunum bu hamallıktan. Arkama
bakıyorum köşeyi dönerken katilim
koşuyor silahını saklamaya çekinmeden.
Bir kadına çarpıyorum özür dilemeye
vaktim yok, ama kadın ağlıyor birden
pöykürürcesine. Katilimi görüyorum on
metre ötemde silahını doğrultmuş bana
odaklanmış yaklaşıyor, bir kafenin önüne
kapaklanıyorum hoş geldiniz pankartı
gibi, ayağım takılıyor. Katilimle aramda on
metre ve o on metrenin ortasında zırıl zırıl
ağlayan bir kadın. Oturuyorum artık
çaresizliği kabullenmiş bir boksör gibi
nakavt olmaya hazırım. Kalbim göğüs
kafesimi dövüyor adeta, soluğum
düzensiz, eli silahlı ben adımlıyor bana
doğru, kadın ağlıyor, gözyaşları Karanfil’i
ıslatıyor. Kadın paltosunu düğmelerini
çözüyor ağlarken. Bir garip striptiz
izliyorum ölürayak. Katilim yürüyor
hedefine. Ağlayan kadın elinde bir
düğmeyi tutuyor, hıçkırıkları taze. Katilim
kadınla aynı hizada, kadın ölümüne
ağlıyor. Elindeki düğmeye basıyor.
Gözyaşları infilak eden bedenine karışıyor.
Karanfil Sokak büyük bir gümbürtüyle
çalkalanıyor. Bir anda mahşer yerine
dönen şenlik alanı kaos dersi veriyor
Ankara’ya. Gözlerimi açtığımda üzerimde
kafenin kırılan camlarını görüyorum ama
kadının tek bir parçası yok etrafta. Her
halde diyorum zerreleri cehenneme
uçuştu. Katilimi görüyorum ama, en
azından birazını. Omuzlarından kafasına
16
kadarlık olan kısım yerde yatıyor. Bedenin
geri kalanı kim bilir nerede. Zorla kalkıp
yürümeye başlıyorum.
İçimde tarif edemediğim, asla da tarif
edilemeyecek bir hisle sendeleye sendeleye
yürüyorum. 30 sene sonra öleceğimi
biliyor olmanın garip hüznü çöküyor
omuzlarıma.
(iş bu öykü koskoca bir bütünlüğün bir
parçası olup, yer yer oluşan(özellikle son
kısımlara doğru) kopukluklar yazar
inisiyatifi ya da dadaizmle alakalı olmayıp
tamamen bambaşka öykülerin parçaların
olmalarındandır.)
sana bir yara anlatcam
kulaklarını hazırla, sivilcen dursun patlatma
hüznümüz var
en çok spider-man'e büküldü
nasıl kanıyordu ama, bacağındaki o yara
yanında olmasak da olur
-FBI vardı ya.
-
yarayı anlatmaya devam ediyorum
sivilceni patlatmadın inşallah
adam olmak zor, örümcek her yerde
yara her yerde
pansumanım olsan da olmasan
açılır nasılsa, bir yara daha
-
yaralı öpüyorum yaranı
yaralı ver ellerini
-sivilceni patlat bile.
SÜLEYMAN GENCAVER HAZIR YARILMIŞKEN
17
‘’sevdiğim tüm kadınlara’’
Hatırladığım ilk kadın annem değildi, bu yüzden hikayelerimde vurulan herkes ölür, taşradan taşan hayaller vardır, içinde yüzlerce devlet boğulur. Çok dost gömüldü bu sonbaharın bitiminde, çarpıcı dram filmleri arar dururum, ve sonra, tuttuğum bir aşk elimin izdüşümünde, beynimde her an biri ölecek hissi, sonu belli olmayan senaryolar çoğalır.
Dünya'nın uzaydan görünüşü, gözlerini böyle betimledi şair, seni yazdığım her duvarda ayrı bi' ideoloji sakladım, kırmızı boyalarda, anarşist manifestolarda, kocaman bakardı gözlerin, dünyanın büyüklüğünü o zaman anladım.
Yazdığım şeyler ''seni seviyorum''un politik karşılığıdır, tükettiğim inançlarda gizlenen günahlar, Türkiye’nin jeopolitik konumunu öğrendim, sonra durdum beş dakika düşündüm, sen hala çok güzelsin.
Çünkü okulda bize öğretilirdi milliyetçilik, faşistliğin temelini orada atıyordu bir nesil, tutuyordum aşkı göğsümde, bir o kadar muhalifliğim, ve itiş kakış öğrendiğim, Türk’üm, doğruyum çalışkanım, ha ha ha! İlk sevdiğim kadın annem değildi, üstüme gelmeyin, bence üstüme gelmeyin, çünkü annemin gözleri yeşildi.
“idi bunca uğraşım.’’
HASAN AY SERBEST AĞRIŞIM
18
Çizim : Ecmel Sarıkaya
Yine gece yarısı
ve ben seni düşünüyorum
kapatıyorum gözlerimi
hayalini seyrediyorum
Cümleler sevişiyor aklımda
boşalırcasına dökülüyor dilimden
ve bir şiir doğuyor yüreğimden
baba şefkatiyle sahipleniyorum şiirimi
nereye baksam seni görüyorum
esen rüzgarlar kokunu getiriyor bana
güneş teninin sıcaklığını
Sen şimdi yüreğime düşen son cemresin
ve ikimizden olma bir şiir bu
şiirimi sensiz bırakma
BATUHAN BELHAN İKİMİZDEN OLMA ŞİİR
19
hep aynı kabusu görmekle mükellef yanlarım var. söylediklerimi anlamayacak kadar meşgul ya da bambaşka hayallere iştirak eden akıllarınız da cabası. ben şimdi kime dert anlatmaya kalksam abes bir çabanın yanıbaşına kurulmuş kamplarda tüketiyorum ciğerimi. oysa kramp diyorum ben size, biraz dertlerimden bahsetmek istiyorum belki de. neyse. mekanik filler oturuyor kursağıma buram buram lacivert kokuyor yokluğun böyle zamanlarda seviyorum suçlanmayı. ben aslında çoğu zaman seviyorum kirpik diplerinden parmak uçlarına kadar
bütün dünyayı. hep apayrı özlemlere teşne yüreğime tatbikatı mümkün olmayan şiirler düğümleniyor yağmursuz, rimbaud kokulu parisyen gecelerin bazılarında. hüzün gibi ödevlerim varken yüzünle aylaklık ediyorum, düşler bir karıncanın karıncalanması gibi belkemiğinin, tarife hacet duymayan yollarda düşürmüşlüğüm de var kimliğimi. travego bir hüznün tozunu yutmak gibi bazen dünyanın bütün polislerine cop ısmarlayayım. çıktığım komalarda bıraktığım anevrizma buradan bakınca dünya çok kubrick o zaman bende israfil’den ‘dönülmez akşamın ufkundayız’ı isteyeyim. daha önce birkaç denizde boğulmuşluğum ve kardiyoloji servislerinde bulunmuşluğum da var. kimsenin acısını taşımaya yetmiyor şimdi kimsenin yüreği, ne acı. denizler diyorum ben dehlizler de var, sahi sahiller de öyle ve gökyüzüne sıkı sıkıya tutunmuş bir yıldızın azmi. doktor rakıyı yasaklamasaydı iyiydi. şimdi biraz sevk alayım biraz da bisküvi yeterince yoksa ben böyle düşünüp düşünüp kimsesiz bir kuş gibi aklımı delen matkapla mesud olmayı öğrenmedikçe çok yoruluruz yürürken, çok yoruluruz hüzünle. şimdi bir bardak çay alayım, yanına da kombili bir huzur mümkünse,
yoksa damarlarımı patlatabilecek özlemler yaşanmakta hala yeryüzünde
GÜN ÖZ HEP AYNI AYNA
20
Çizim: Vince Low
Küçüklüğünden beri ismiyle çelişik bir hayat yaşamıştı Kazım. İsmi pek bir büyük geliyor insana. Seslenildiği
zaman kapının kenarından babayiğit birisi çıkıp gelecek sanıyordu insanlar 15-20 yıl önce. Fakat köşeyi dönen
küçük Kazım oluyordu. Sadece koridorun salona bağlanan kısmındaki köşeyi dönebilen orta direk Kazım.
Çelimsiz Kazım. Çelimsiz olsa da, Atom Karınca Kazım…
Aklı yettiğinden beri olaylara karşı vücudunun geliştirdiği garip bir tepki mekanizmasıyla yaşıyordu. Evdeki çalar
saat annesi tarafından kırıldığı zaman anlamıştı böyle bir özelliğinin olduğunu. Kendini Örümcek Adam gibi
hissetmişti ilkin. İçinde müthiş bir keşmekeş vardı. Midesine midesine saplanan yumruklar fazlasıyla rahatsız
etmişti Kazım'ı, kötü şeyler olacaktı... Saat kırıldığı zaman, aslında annesinin kırdığını "Kazım" gibi biliyordu
bizim Örümcek Adam. Fakat annesi, babasından ziyadesiyle korktuğu için olayı Kazım'ın üzerine atıvermişti. O
günün akşamında okkalı bir dayak yedi Kazım. Hatırladığı ilk sert darbeler belki de o dayak sırasında aldığı
darbelerdi. Ve hatırladığı ilk sinkaflı söz sarf etme olayını "Kimse hayat kadar sert vuramaz" diyen Rocky'ye karşı
gerçekleştirmişti: "Hadi lan ordan şerefsiz pezevenk! Babam sana bir koysun da gör!.."
Poker masasına henüz oturmuştu Kazım. İlkokulda ilk Hayat Bilgisi yazılısına girmeden önce karnına oturan
gergedan gırtlağını boynuzlarken yine insanüstü özelliği aklına geldi.
—Anne?
...
—Anne bir bak.
—Ne var yine ne oldu?
TUNCAY KIZILASLAN ADAM KAZIM
21
—Benim karnım çok ağrıyor anne. Okula gitmeyelim nolur?
—Bir şey olmaz. Hem yazılın var. Çalıştık akşam beraber o kadar. Yazılına gir, götürürüm ben seni geri eve.
—Ama anne...
—Sus artık! Eşşoleşşek!
Tabii korkunun ecele, sabah içilen sütün de kemikleri geliştirmenin yanında Kazım'ın karnında oluşturduğu
gazdan başka bir şeye etkisi yoktu. Tabi Kazım'ın da bunlardan haberi olacak sayıda yaşı yoktu. Yazılıdan önce
yaşadığı bu sinir bozucu ağrı onun için bir şeylerin habercisi gibiydi.
Izdıraplarla geçen ilk yazılısı, karnındaki gergedanın boynuzlarının sayısı kadar notla sonuçlanmıştı. 2, geçer.
—Nasıl geçer? Nereye geçer? Niye iyi değil? Niye pekiyi değil? Hayvanın dölü! Biz sana bok gibi notlar al diye mi
para döküyoruz lan it oğlu it! Siktir git şimdi odana!
Rivayetle değil, hakikatle; babasından yediği her dayakta annesine sığınıverirdi. Babası onu dövünce annesi
şefkatli davranırdı, bunu anlamazdı pek. Erkek çocukları, nereden bilsin ki ana yüreğini? Allah vergisi… Keşke
diğer zamanlarda da öyle olsaydı annesi, keşkelerle olmuyordu ve bunu öğrenmek de pek zor olmamıştı Kazım
için. Bir keresinde annesiyle babası tartışırken kapının kenarından dinlemişti Kazım, annesi babasına kızıyordu;
"Oğluma kızma bağırma. Ben bağırırım ama sen yapma." Tabi annesi de güzelce payına düşeni alıyordu babasının
balyoz gibi cümleleriyle: "Niye lan? Bir tek senin çocuğun mu? Biz neciyiz? Sokağa atmadığıma şükret!"
Mütevazi koşullarla kol kola, zaman geçiyordu. Hayat Bilgisi yazılısı gibi. Nasıl geçer? Nereye geçer? Böyle böyle
geçiyordu. Herkesin zaman dersinden aldığı notun 2 olduğunu öğrenmişti Kazım. Zaman; geçer! Kendisinden
beklenilmeyecek bir performansla ilköğretimi ortalamanın üstü şekilde bitirmiş, güzel bir lisede başarıyla
okumuş, şimdi üniversite sıralarında 100 üzerinden 2'li notlarla yine "bunlar da geçer" diyerek geçip gidiyordu.
Abicim ben bunları nereden mi biliyorum? Ben de aklımın bana verdiği yetkiye dayanarak kendimi bir birey
olarak gördüğümden beri Kazım ile beraberdim. Bizim binanın yakınındaki çöplüğün hemen yanında bir ağaç
vardı. Vardı, diyorum çünkü onu da bizden aldılar, tüm huzurumuzu keyfimizi alıp götürmedikleri yetmiyormuş
gibi... O ağaca tırmanır saatlerce konuşurduk çocukluğumuzdan beri. Yani, o muhterem ağaç kesilene dek bizim
yegane mekanımız olmuştu. Sonra işte çevremiz gelişti, ilişkiler ilerledi falan derken alkolle de tanışmamak
olmazdı. Biz onu çok sevdik, o da bizi hiç yalnız bırakmadı. Kendimizi sapıtacak kadar değil de, ruhumuzun
fermuarını açıp içimizdekileri ortaya dökebilecek kadar alışmıştık merete.
Aykırı saatlere yakın vakitler içerisinde, geçenlerde yine oturduk Kazım'la bizim mahallenin pek kullanılmayan
sokağının köşesinde, yeni ağlama duvarımızın dibine. Tinercilerle, şarapçılarla ara sıra kapışmışlığımız oluyordu
burada. Bu da iyi geliyordu bazen, stres atıyorduk. Stres attırdığımız da oluyordu karşımızdakilere. Çünkü biz iyi
adamlardık. Hep dayak atmak olmazdı değil mi?
"Bakın lan yüzüme! Kimse babam kadar sert vuramaz amına koduklarım! Gel lan gel de bi sikiym ağzını yüzünü!"
nidalarıyla Kazım'ın, çok adam dövüp, ara sıra dayak yemişliğimiz oldu işte. Ben susardım dalardım, Kazım
bağırır dalardı, ben iyice gaza gelirdim sonra. İşte artık kimin gücü kime yeterse... Bir curcuna başlardı ki
sormayın gitsin. Şimdi onun soğuk taşının karşısında oturup o günleri yad etmekten başka yapabildiğim bir şey
yok.
—Hadi başla, bugünkü seansımızda seni dinliyoruz Kazım baba.
—Abi direk giriyorum konuya. Giriş yapamıyorum zaten, kompozisyon sınavlarından bilirsin beni. Bir
başlayabilsem amına koyacaktım tüm sınavların ama beceremiyordum işte. Son beş dakka aklıma geliyordu giriş,
yetişmeyince 2 alıyordum. En sevdiğim not biliy...
—Biliyoruz la düdük. Anlat işte yine giriş yapamıyosun farkındaysan.
22
—Abi seviyorum.
—Biliyoruz, sonra?
—Sonrası işte karışık. Sanki toteme konuşuyorum. Sanki karşımda put var onunla muhabbet ediyorum. İbrahim
gelse, hiç acımadan yıkar onu. Ama dikilirim İbrahim'in karşısına, ona bir çift lafım olur: "Nolursun ona bir şey
yapma, ben razıyım bu karlı yaz günlerine. Sen affet İbrahim.". Böyleyim işte abi.
—Sana bir faydası var mı böyle olmanın?
—E yok biliyorum. Biliyorum bilmesine de, abi işte. İnsan sevince.
—Sevince götünü sikseler ses etmiyorsun be Kazım, bilmem mi?
—Heh işte abi aynen böyle. Bazen kızıyor ediyor, kendimi çok kötü hissediyorum. Ne hata yaptım diyorum. Hatayı
hep kendimde arıyorum anliycan abi. Sonra ben kızıyorum, yine kendimi kötü hissediyorum. Lan amına koyim
ben naptım üzdüm onu falan diyorum. Yine hatayı kendime bırakıyorum. Seni seviyorum ulan, dedim kaç kere.
Her şey iyi güzel gidiyor da, galiba "ulan" dediğim için kaybediyorum. Demesem böyle olmaz belki. Bir de böyle
deneyeyim. Ulan niye aklıma gelmedi daha önce? Her eylem için eşit ve zıt bir tepki vardır, demiş Newton abimiz.
Ben onu ne kadar sevdiysem… Offf… Benden adam olur mu be abi? Olmaz biliyorum.
—Olur birader olur. Senden adam olur. Sen adam olmuşsun zaten. Sıkıntı adamlığını gören birisine denk
gelememende. Sıkıntı bu dünyanın bizler için dönmemesinde. Her şey yoluna girer elbet, sıkma sen canını.
—Her şey yoluna girer tabi de…
—De’si ne ulan?
—Benimkinin yolu hep bok yolu oluyor ya ona yanıyorum. Sağlık olsun be abi. Hep kendime şey diyorum işte,
kendimi zorda hissettiğim zaman; bu da bir sınav, bunları yaşamam lazımmış, kaderim böyleymiş diyorum. İsyan
etmiyorum kesinlikle. Çarpılacaksam aha şu içtiğim zıkkımdan çarpılacam ama isyan etmiyorum asla. Sabırlı
olmak için yardımcı oluyor böyle düşünmek. Sabır etmekle ilgili bir sürü şey anlatırdı annem eskiden.
Önümüzdeki toplantılarımızda anlatırım ben de sana annemin anlattıklarını. Bu zamanlar da geçer diyorum.
Geçmiyor ama geçmiş gibi yapıyorum. İşte bu da ayrı koyuyor insana...
İç çekti önce birkaç saniye boyunca… Sonrasında salıvermişti gözyaşlarını gözlerinden gırtlağına. Zayıf Kazım.
Duygusal Kazım. Evrenin tüy kalpli velet adamı Kazım...
—Tamam babuş sakin. Hadi kalk eve gidelim. Orada devam ederiz.
—Yok be abi. Ben biraz daha buradayım. Sen git.
—Hadi oğlum kalk gidelim. Sen kendini nasıl toparlayacaksın burad...
—Abi kurbanın olam sen beni biraz yalnız bırak. Karnım ağrıyor biraz. İçime içime işleyen yumruklar var abi.
Kendimle biraz boğuşmam lazım sanırım.
—Ulan!.. Neyse. Habersiz bırakma.
Sikik gergedan yapacağını yapmıştı yine. O gece; bizim geçenlerde ağızlarıyla götlerini yer değiştirdiğimiz elemanın
teki adamlarını toplamış, gelmişler bizim mekana çivili sopalarla, muştalarla. Pezevenkler! Tek buldular ya bizim
çelimsizi. Kafası ayık olsa bir şekilde baş ederdi kardeşim… Allah ne verdiyse giydirmişler ciğerime. Gerçi ben
olsaydım ne faydam olurdu Kazım'a? Şimdi vicdanım ruhumu ters yatırıp düz sikmezdi, orası ayrı konu.
İn-cin sahayı terk ettiği vakit, sabahında bulmuşlar duvarın dibinde Kazım'ı. Sabahında buluyorsanız birisini bir
duvarın dibinde, ya içip içip sızmıştır ya da... Allah belamı vereydi de gitmeseydim o gün yanından. Şimdi ben
misafir ediyorum o gergedanı. Her akşam duvarımızın dibindeyim aynı sokakta. Her akşam... Bekliyorum.
Vursana ulan dünya!
23
karınca yuvalarıyla başlayan uzun bir hikaye için ellerin ağır senin başın omzuna yük
nicedir gelmiyorsun evime ve nicedir duyulmuyor sesin tatlı bir sayıklama gibi günün belli saatlerinde
seni sevmek biraz da akşamüstü sakinliği gibi dediğimde
gülmüştün gülmüştün ve bir at nasıl hürse işte öyleydim ben de
bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur mu insan? olur elbette olur
yanında sen varsındır sen, ellerinin serinliğiyle bir adam gönlü; pak.
balkona çıkmış sigara içiyorsundur bir elin ya cebindedir, ya mermerde
mermer soğuk sokakta in cin
demiştim bilmediği bir şeylere koşmaktan hoşnut olur insan elbette olur
ve eğer yanında sen varsan hele bir de bir elin cebinde gözlerin sokağa birkaç adım sigara içiyorsan balkonda
bilmediği bir şeylere koşar koşar koşar ve vazgeçemez bundan
ben de bir şeyleri yitirmeye çeyrek kala seni bilmemek için sana koşuyorum
balkonda sigara içişlerinin güzelliğinden başka bir şey bilmiyorum ve daha birçok şey bilmiyorum bilmiyorum kimsin nesin
HATİCE RAMAZANO YİTİRMEYE ÇEYREK
24
Çizim: Ecmel Sarıkaya
Zeus'un şikayetiydi aşklarımız. Kendi kanlarında boğuluyorlardı güzel çocuklar. Orta çağların en kirlisi beyaz. Çocuk odasında şiir yazarken bulundu. Hakikati arar oldu yeraltının illegal örgütleri. Hepimizin tek sorunu: Tutamayacağımız sözler veriyoruz. Bilirsiniz, Kadıköy diye bir cennet var. En iyi yapabileceğimiz iyimserliğin varlığına inanmak. Dünya bizim için değil. Aksini düşünün.
Dünya bir cehennem ve mahvolan sadece bizim hayatlarımız. Nerede olacağına insan kendi karar verir. Görmek dünyada değil Kadıköy'de bulunmaktır. Dünya böyledir. Çünkü başka şeyler ister insan. İnsanlar başka şeyler istediği için dünya böyledir. Kimse bir okaliptüse menekşe veya papatya demez. Menekşe veya papatyaya da kimse okaliptüs demez. Bu böyledir. Aksini söyleyen ironik yavşaktır. İronik yavşaklık hayattır. Hayat teslimiyet, teslimiyet aşktır. Ve aşklarımız Zeus'un şikayetiydi.
YUSUFHAN KOL BENDEN DE ÖNCEKİLERE
25
Bir elimde sigara, önümde kahverengi bir efes şişesi, müziğin sesi açık, Vassilis'in
klarneti yürek dağlıyor. -Dinlemesini bilene dünyanın en hüzünlü çingenesidir!- Sağlığa
zararlı şeyleri ne kadar çok sevdiğime hayretle bakıyorum. Ruhum inciniyor. "İncinme ulan!"
diyorum. "Ota boka inciniyorsun." zaten.
İçses şeytandan almış gazı çıkıyor karşıma; kendisi koca bir çınar, inceden bar filozufu, hafif
de kırık;
"Ben nice adamlar tanıdım" diyor. "Dağ gibiyken öldüler. Oturup yemek yerken öldüler, bir
bardak su içerken öldüler, osururken öldüler aga! Şaka şuka değil; sahiden gerçek! Sonra
onların arkasından bakakaldık, dağ gibiydiler. Yıkmaya kalsak bin dozer, binbeşyüz TOMA
gerekti; ama öldüler." -Bunlar seni karamsarlaştırmasın, bunları bilmek esasında yaşama
sevincidir.- Şimdi bir sigara daha yakalım, semaya dönüp derin bir nefes çekelim. Çünkü
bizler; yani küçük tepeler de bir gün gelip öleceğiz; en azından ölürken bu bedene çok
yatırım yapmamış olmanın memnuniyetiyle gülümseriz."
Hayat en sevdiğin diziyi beklerken heyecanlandığın gibi bir şey değil; sık sık verilen reklam
aralarına sövdüğün kadar da değil. Hayat düşünmedikçe güzel.
Dünyanın neresinde olursan ol, eğer uyurken ışıkları açık bırakıyorsan bil ki sen korkağın
tekisin. Karanlıktır insanın kendine en yakın olduğu zaman, işte asıl o zaman fısıldarsın
yüreğine kendi gerçeklerini ve bir gün gelir beş dakika da her şey değişir. Yerle yeksan olur,
sonra birden şaha kalkarsın. Tarumar ya da muzaffer olmanın arasında ince bir ip vardır.
Bunların hepsi senin kendini güçlü hissetmen için midir? Peki, güçlü hissedince ne olacak?
Dağ gibiyken ölmekle yerin dibinde ölmek arasındaki fark; satranç sona erdiğinde Şah ve
Mat'ın aynı kutuya konmasından farklı mı?
Sana bir çözüm; eğer kimse çocuk yapmazsa bir gün gelir kimseler kalmaz ve insanların
çevreyi düşünmesi de gerekmez; çünkü kimse sahiden ardımızda kalacak olan kedileri
köpekleri önemsemez. Ve ne kötü ki sen iki kere iki dört olduğu için değil, birileri iki kere
ikiye dört dediği için dört diyorsun. Ekmeğe ekmek adını veren adamla tanışmak isterdim
mesela; uzun uzun sohbetler etmek isterdim. Hayata bakış açısını, kadınlara yaklaşım
biçimlerini öğrenmek isterdim. Sonra da bunu sahiden nasıl başardığını öğrenmek! Ne iyi
olurdu, zaman daha çabuk geçerdi.
Ve eğer hepimizin derdi özünde sıkılmaksa alın size bir çözüm daha; tekila zamanı
hızlandırıyor. Üstelik Türkiye’de üreticisi de yok. Bankadan ticari kredi çekip bir yerli tekila
fabrikası açabiliriz mesela, ne iyi olur. Sonra Yeni Foça’dan gidip üç beş hektar limon tarlası
almak gerek; birkaç koli de tuz. Sahiden, ne iyi olur. Zaman hızlanır. Birilerinin doğru
sandığı, ama aslında koca bir hezeyandan ibaret değerlerle savaşırken harcadığın emeklere
yazık olmaz. Aşık olup heder olurken döktüğün gözyaşlarına da yazık olmaz. Düşünürken
kafayı yemen de gerekmiyor; alkol sinir sistemini çok daha kolay çökertiyor.
Çan eğrisi acıların bir başka bileşimiyse eğer ve senin hayatta ki başarılarını birilerinin
ERDEN ERİŞ ANTİRASYONEL ÇÖZÜMLER
26
başarısızlıkları etkiliyorsa bu ne derece adil! Herkes sıfır aldığı zaman bir alan adamın
kendisini sahiden muzaffer hissetmesi mantıklıysa, mantık Aristo'dan doğmuş olamaz.
Başarı birileri düşük aldığı için zaferler kazanmak değildir. Başarı bir kağıt parçası
sayesinde Allah'ın dağında diğerlerinden az nöbet tutma şansına sahip olmaksa başarı
değildir. Başarı diğerlerinden 0,3 salise hızlı koşmaksa başarı değildir. Her gün 7'de uyanıp
9'da iş yerinde olmak da değildir.
Başarı zamanı çabuk geçirendir. Başarı sana sahici dertlerini, dünyada olup biten ve senin
seyirci bile olamadığın ahraz kaldığın, dilsiz kaldığım, kör kaldığın acıları düşünmeden
geçen her dakikadır. Aynı mutluluk gibi!"
Çizim: Ecmel Sarıkaya
27
8 yaşında , haykıra haykıra ağlama seslerinin geldiği anda içinizden bir şey kopmasıdır bu
yaşananlar.. Belki size söylenmemiştir o an .. ama anlarsınız işte, bir yerde anlarsınız. Göz
yaşlarınızdan daha önce gelir bu his.. Siz de ağlarsınız..
Deli gibi ağlarsınız ömrünüzden ömür gitmiş gibi.. Üzerinize dağların yıkılması gibi..
Arkanızda yanınızda bir boşluk hissetmek gibi bir duygu bu bilmem bilir misiniz… Kokusu
kalmıştır belki evin içinde son bir kez gizli gizli içinize çekersiniz. Baba kokusu bambaşkadır
o an anlarsınız işte. Hayat buymuş.. Asıl hayatımı ben kaybetmişim ulan dersiniz..
Kendinize gelemezsiniz.Başınız öyle ağrır öyle döner ki.. İnat edersiniz başka kimseyi
kaybetmicem diye.. kaybedersiniz işte.. Benzemeye çalıştığınız, gözünüzde paşa olan,
adımları büyük, gülüşü sert.. Asil ve bastığı yerde iz bırakan biri gitmiştir artık.. İzlere
bakakalırsınız.. Bu sefer kaybetmicem baba diye yine ağlarsınız..
Bazı şeyleri atlatmış olsanız da seneler sonra babanızı tekrar hatırlamaya çalışırsınız. Ama
yapamazsınız. Sesini unutursunuz biraz.. “Noluyo lan bana” der bir tokat atarsınız
kendinize.. Aklınıza gelmez o ses.. Bir türlü gelmezz.. Çıldırırsınız .. Sonra yaptığı şakalar,
anılar, hareketleri, her sabah traş olurken çaldığı ıslık melodisi gider aklınızdan.. İşte o an
öldüğü zaman yüreğinize gelen tokatın acısını yere yıkıldığınız an yaşarsınız.. İçinizde
kaybolur zamanla. Atlarsınız bisikletinize tüyünüzün ürperdiği yere gelir.. “Selamın aleyküm
baba” dersiniz oturursunuz babanızın mezarının yanına . Ve sorarım size, siz hiç “Baba!”
diye toprağa sarıldınız mı? Bir kötü olursunuz işte o an.. Gözyaşınızın tuzlu tadı gelir sadece
dudaklarınızın arasına.. O an “baba!” diye bağıramazsınız.. Mal gibi kalışlarınızın en
kötüsünü yaşarsınız.. Sonra hayatınıza geri dönersiniz. Tam acılarınız diniyor gibi
hissettiğiiniz anda.. Biri çıkar karşınıza sohbet sohbeti açar.. “Ben de babamla küsüm
Görkemcim” der.. İçinizden dersiniz “Keşke babam yaşasaydı da küs olsaydık be kardeşim”..
Son bikere daha görseydim dersiniz..
-“Noldu lan bir şey mi dedim gözlerin doldu?” sorusuna cevap olsun diye.
Gülersiniz sadece.
Arkanızdan bir müziğin yükselmesini, her şeyin bir film izlerken uyuya kalmışcasına
kocaman bir şaka olmasını beklersiniz.. Ama akşam yine cüzdanınızdaki baba resmine
bakıp uyursunuz…
ZENGİN GÖRKEM ATALAYER BEN BU YAZIYI BABAMA YAZDIM
28
Ahmet ve arkadaşı nadir görüşen sıkı dostlardandı.
Yine güç bela bir öğle molası zamanında bir
görüşme ayarlamışlar ve alışkanlıkları gereği her
seferinde gittikleri o mekâna girmişlerdi. Siparişleri
alan garson, tıpkı fonda çalan müzik gibi son 2
yıldır aynıydı. Nargile, ikisinin de vazgeçilmez keyfi
gibiydi. Bir de birlikte vakit geçirmekten aldıkları
keyif düşünülecek olursa, mutluluklarına diyecek
yoktu.
Laf lafı açarken Ahmet’in gözüne, kasanın hemen
yanında muhtemelen yeni asılmış olan renkli bir süs
takıldı. Hemen arkadaşına gösterdi ve “Şu süsün
üzerindeki renkler bana neyi hatırlattı biliyor musun?”
dedi.
“8 yaşındayken babamın hastalığı yeniden
nüksetmişti ve Ankara’ya gitmek zorunda kalmıştık.
Arkadaşlarıma, mahalleme, her gün düzenli
uğradığım bakkala, odamın camından azıcık da
olsa görünen deniz manzarasına, hepsine veda
etmek zorunda kalmıştım. Annem de pek razı
değildi hissedebiliyordum fakat sağlık, herkes için
her şeyden öncelikliydi.
Babamın durumu daha fazla ağırlaşmadan
Ankara’ya varmıştık. Annem küçük kardeşimi ve
beni mümkün olduğunca oyalamaya çalışıyor, bu
yeni ikileme/ortama alışmamız için çabalıyordu.
Öte yandan babamın sağlığının, onun kafasını ne
kadar kurcaladığını gözlerinden okumak hiç de zor
olmuyordu.
Yeni ortamımıza alışmaya çalıştığımız o günlerin
büyük bir kısmı, babamı hastanedeki kontrollerine
getirip götürmekle geçti. Bir sabah yine o
kontrollerden birisi sonrası doktor odasından
ayaklarını sürükleye sürükleye çıktı ve babamın
hastanede kalması gerektiği alçak bir sesle belirtti.
Annem yıkılmış, ben içten içe hüzünlü, küçük
kardeşim ise olaya tam anlam veremese de
huzursuz bir haldeydi. Annemin bu durumunu
haber alan dayım da hemen Ankara’ya gelmiş ve
kısa süreliğine yanımıza yerleşmişti. Dayımın görevi
babamla ilgilenmekten çok, bizi ayakta tutmaya
çalışmaktı aslında.
Bir gün beni ve kardeşimi Güvenpark’a götüreceğini
söylemişti. Evden çıktık, otobüs ile Kızılay
meydanına vardık. Moral vermeyi kendisine görev
edinen dayım kardeşime ve bana 1’er adet uçan
balon aldı. O güne kadar ne öyle kendiliğinden
uçabilen bir balonu elimde tutmuştum, ne de o kadar
güzel renkleri yan yana görmüşlüğüm vardı. Renkleri
tıpkı kasanın üstündeki süsler gibiydi işte. Belki de
geçirdiğimiz o son birkaç gri ile boyalı günden sonra
daha cazip geliyordu, bütünüyle anımsayamıyorum.
Parkta saatlerce dolaştık, gazoz içtik, güldük eğlendik.
Güneşin batmaya niyetlendiği dakikalarda kardeşim
ve ben son enerjimiz ile koşuşturmaya devam
ediyorduk. Bir anda o rüya kadar güzel renkli uçan
balonun ipi kardeşimin elinden ayrıldı ve günümüzün
en büyük olayı olan balon, gökyüzüne doğru
süzülmeye başladı. Belki de hayatımızda ilk defa bir
şeyi kaybetmiş olmanın verdiği duygusal yoğunluk ile
oracıkta ikimiz de gözyaşlarımızı koyuverdik. Tam o
sırada, -daha yanağımızdan süzülen o yaşlar henüz
kurumamışken- dayımın telefonu çaldı. Yüzünden
kötü bir haber aldığı açıkça okunabiliyordu. (Çocuk
halimle yüzünden açıkça okuyabilmiştim).” dedi
Ahmet.
“Babanın haberi miymiş?” diye sordu kendisini
tutamayan arkadaşı.
“Evet” dedi ve yutkundu. Sanki o günü, o dakikaları
tekrardan ve daha bilinçli olarak yaşıyor gibiydi.
Dilinin ucuna gelen kelimelerin boğazındaki
düğümden geçemediği, yüzündeki ifadeden açıkça
belli oluyordu.
“Evet, babamın haberini almıştık. Meğer kardeşimin
avucundan ayrılan uçan balon bizi ayrılığa alışalım
diye yükselmiş gökyüzüne... Babamın gidişine çok
üzülmeyelim, hazırlıklı olalım diye. Zaten babam da o
balonun renkleri kadar güzel bir insandı.” deyip
nargilesinden bir nefes daha aldı. Gözleri dolmuştu,
fakat belli etmek istemiyordu.
Sonrasındaki 5-10 dakika, arkadaşının Ahmet’i telkin
etmesi ve onu sakinleştirme çabasıyla geçti.
Ahmet biraz olsun sakinleşmişti. Derin bir nefes aldı,
göz pınarlarına parmaklarıyla bastırarak olası
gözyaşlarını engellemeye çalıştı. Ardından saatine
baktı. Öğle arası bitmişti. İşine dönüp, ofisindeki
eskimiş bilgisayar klavyesi ile evrak kaydı yapmaya
devam etmeliydi. Hesabı ödedi, üstünü emektar
garsona bıraktı. Zar zor planlayıp görüştükleri o
değerli yarım saati geçmişe giderek, babasını özleyerek
ve nargile içerek geçirmişti. Mutsuzdu, dalgındı, fakat
çalışması gereken bir işi vardı...
YUSUF ZEREN DEKORATİF ANILAR
29
Üzerlerine geçirdikleri koyu mavi ve
paçaları yoldan hızlıca geçen 1967 model
bir Chevrolet'in sıçrattığı çamurla kirlenen
LTB marka kotlarıyla tek kişilik sinema
koltuğuna sığmanın keyfini yaşıyorlardı.
Güzel bir gülümseme.
Adam kızın kıvırcık ve uzun saçlarına
sigara külüne davrandığı kadar özensiz
davranıyordu. Belki de yüz yaşındaydı adamın elleri. İnşaatta çalışan bir işçinin
tırnaklarının arasına giren ekmek ve
toprak parçaları kadar pis tırnakları ve
ben çocuklarım için çalışıyorum, diye
gururla söylenen bir babanın alnı kadar temiz elleri vardı. Film başladı
nihayetinde. Hobolar’ın Amerika'da canice
katledilişini anlatan bir filmde olmayı
dilerken, özentisiz alt yapımızın batı
entrikalarıyla süslenmiş saçma bir filmine
girdiğimi fark ediyorum bu sefer.
Belki de bir dahaki sefere Eminönü'nde
balık tutan erkek çocuklarının hangi
balığı tuttuğunu tahmin ettiğim gibi
dikkatli davranmalıyım. Sinemada neredeyse yalnızım. Aslında bakarsanız
ben her yerde ve her şekilde yalnızım.
Kahveyi tek şekerle içerim. Balığı
limonsuz yerim. İç çamaşırlarımı giyerken
aynalara bakamam. Aynı kitabı ikinci defa satın almam. Sinemada çift kişilik
koltuklara asla oturmadım ve ismi Leyla
olanlara tahammül edemiyorum.
Yalnızlığıma da o kadar sadığımdır. Yüz
yıllık elleri olan adam, kadının bu kez ince olan ve sarı seyrek tüyleri bulunan
ensesini okşuyordu. Kadın gülümsedi.
Kadının gülümsemesi yedi santimlik
kırmızı topuklu ayakkabılarına
benziyordu. Kadının reenkarne halinin
feminist olma ihtimalini düşledim. Sinema salonunda yalnız olmayı ve siyah oje
sürdüğüm tırnaklarımın arasından mavi
Lark’ın dumanının süzülmesini düşledim.
"Neyin var?" sorusuna, Tom Waits'in
Green Grass şarkısıyla yanıt verdiğimi ve
Tanrı'nın bu cevabımdan hoşnut olup
çarmıha gerilmiş olan elleriyle sırtımı
okşayışını düşledim. Öyle yumuşak ve
içten bir okşayıştır ki bu sizi iki uçlu
duygu durum bozukluğuna bile sürükleyebilir.
Bu sefer yüz yıllık ellere sahip olan adam,
topuklu ayakkabılarıyla aynı renk ruja
sahip olan kadının pürüzsüz yüzüne
doğru eğildi. Öpecek, diye mırıldandım. Adam kadının yüzüne eğilirken, o kadar
samimiydi ki. O an yanımda bir fotoğraf
makinem olsaydı ve o anı
ölümsüzleştirmek isteseydim, fotoğraf
makinem dahi, yüzlerce siyah yüz arasından o samimiyeti yakalayabilirdi.
Artık tamamıyla onları izlemeye
başlamıştım ve kadının kaç dakika
boyunca adam saçlarını elleriyle
karıştıracağını hesaplamaya çalışıyordum. Kadın birden duraksadı ve aniden kafasını
arkaya çevirip bana bir bakış attı. Bu
bakışın "bizi daha fazla kesmeye devam
edecek misin?" dediğini anlıyordunuz.
Gerçekten çok utandım ve koltuğuma çöktüm. Kendimi bir hırsız gibi
hissediyordum. İnsanların en güzel
anlarını bile çalmaya çalışan zavallı yalnız
bir hırsız!
Ama pişman değildim, çünkü kadının yüzünde daha önce hiçbir denizin
dalgasında, martının uçuşunda ya da
arabanın egzozunda görmediğim bir şey
vardı.
Adamı hiçbir zaman bırakmayacağına söz
vermiş gibi bir ifade yerleşmişti
yüzüne. Belki de kutsal kitaplardan
korktuğu için öyle bir ifade takınıyordur,
dedim kendi kendime. Yaşadığım en güzel
anlardan biri olduğuna kanaat getirdiğim bu olay da her güzel şey gibi bitiyordu.
Önce filme girmeden aldığım mısır
paketleri bitti, daha sonra limonlu
gazozlarım, adamla kadının öpüşmesi
bitti, sinema salonunun içindeki
sineklerin vızıltıları bitti bir süre sonra, ışıklar açıldı, karanlık bitti.
GÜLŞAH ATEŞ DİCKENS YALANLARININ ANAKRONİK VERSİYONU
30
Adamın göğsüne yaslanmış olan kadın
başını kaldırdı ve ani bir hareketle
kapıdan çıkıp gitti. Kadınlar giderler. Eğer
ortada memnun olmadıkları bir durum
varsa, kadınlar mutlaka giderler. Bazı
kadınların gidişi kar tanelerinin Tanrı'nın evinden, toprağa düşüşüne benzer.
Topraktan başka kimse anlamaz karın
varlığını. Karın eriyişi de kimseyi
ilgilendirmez, yani bazı kadınlar gider ve
bunu kimseye fark ettirmez.
Bazı kadınların gidişi ise yanardağlardan
fışkıran lavlara benzer. Gürültülü ve acı
olur gidişi. Gittiği zaman da çevresinde ne
kadar mineral, vitamin varsa toplar
götürür. Çevresindekilere de, kendinden
sonra gelecek olanlara da bir şey
bırakmaz. Yani tüm kadınlar, tüm
zamanlarda giderler. Herkesin onlara
muhtaç olduğunu göstererek giderler.
Muhtaç olanlar da, kadının kar üzerindeki
yok olmakta olan ayak izlerini takip eder. Adam da bu felsefeyi bozmayarak, kadının
peşinden gitti. Kadın kadar hızlı değil,
ama onun gittiği yollardan yürüyerek.
Herkes gitti.
Sinema salonunda birkaç sinek ve
patlamış mısır çöpünden başka bir şey
kalmadığını anlayınca ben de gittim.
Ben yalnız gittim. Sinekler bile beni takip
etmediler.
Çizim: Agnes-Cecile
31
‘’…uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “bana masal anlat” diye ağlıyor..
Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor...”
…
-Bence bu apartmanın adı TAVŞAN APARTMANI olmalıydı..
-Neden?
-Çünkü no:62
Hep böyleydi işte… Onunlayken kafanın sürekli çalışması gerek. Çantanda hep bir masal
kahramanı kostümü bulunmak zorunda... Ne zaman, hangi hikâyeye başrol yapılacağın
belli olmaz çünkü. Hiç akla gelmeyecek şeyler, hep O’nun aklına gelir, diline dolanır, yüzüne
konup tebessüm olduktan sonra da kaybolur. Söz uçar, yazık olur. Yanında güldüklerimi
sonradan hatırlayınca gülmüyorum mesela.. Hoş; yanında neye güldüğümü de
hatırlamıyorum ya..! Örneğin; son kahramanımızın adı, ‘KARBONHİDRATMAN’di. Tünel’de
metrobüsteydik. O da başka bir hikaye, bir gün onu da anlatırım. Adam merdivenlerden
koşa koşa metrobüse yetişmeye çalışıyordu. Karısı evde hep pasta börek yapan bir
kadınmış. O yüzden hantalmış ve şıpıdık terlikleriyle, adam son sürat koşarken ona
yetişemiyormuş. Falan… Böyle anlatınca komik olmuyor işte. Ama ben o an çok
gülmüştüm. O’nun üstünde limon sarısı bir t-shirt, benim üstümde aynı renkte bir
gömlek… (Birbirimizi görünce ona da gülmüştük...) Gülüyorduk öylece... Belki arkamızdan
bizim de hikayemizi yazan birileri olmuştur... Ne yazmışlardır kim bilir?.. ‘’Limon Adamla
Portakal Saçlı Kızın Aşkı’’…
Aşk... Aşık gibi mi görünmüşüzdür acaba? Ben kesin aşık gibi görünmüşümdür. Ben hep
O’na aşık gibi görünüyorum zaten... Ama bu aşk değil. Anlatamıyorum ki hiç... Sesiyle
mevsimim değişiyor. Yanındayken beni Allah koruyor. O kalp kaç metronomda atıyor,
anlatamam. Onu diyorum işte, anlatamıyorum. “Çok seviyorum”... Yetersiz. Çok... Ne kadar
mesela? Avagadro sayısı kadar... Bildiğim en büyük sayı bu. Şimdi burada olsa kesin
avagadro sayısından bir hikaye uydururdu, ben de sonradan hatırlamayacağım bu hikayeye
çok gülerdim.
Keşke burada olsa… Mesafe korkunç bir şey... O da benim gibi özlüyor mu, yoksa unutuyor
mu; bilmiyorum... Unutmasın! O’na bakarken yüzümün nasıl ışıdığını hiç unutmasın.
Tavşan Apartmanı’nı, Karbonhidratman’i, ağzımda diş fırçamla “Sensodyne diye din kuralım
mı?” deyişimi, Kinder’den çıkan oyuncaklarımızı ve O’na sarılırken kalbimin nasıl attığını
hiç unutmasın. Ben her MAVİ T-SHIRT , o her turuncu bir saç gördüğünde bir şeyler aksın
gitsin içimizden... Bi’ şey anlamadınız değil mi bu hikayeden? Anlamazsınız... Beni
anlayabilmeniz için; O’nu sevmeniz gerek. Buna da ben izin vermem!
“Ama bunun sonu yok ki” dedim... “Yok işte salak “dedi... ”hep sonunu istiyorsun. Sonu,
bittiği yer, tükendiğim zaman... Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman... Bu kez gitme
işte... GİTME...”
E.D. SADECE ÖPÜCÜK BALIĞI’NIN ANLAYABİLECEĞİ HİKAYE
32
bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış
ve köpekler başlarında ulumakta, dargın gökyüzünde dolunay
ama bir kerelik dizlerinden öpmüş olsaydım eğer
dizlerinden öpmüş olmak demek ölmek demek
ölmek demek bir sevme biçimidir bizim buralarda
ve belki de sana pek saçma gelecek
saçmalığı kadar inanacaksın veyahut inancın körelmişse
her halükarda sana ve dahi bana bile
Zincirlikuyu yahut Karşıyaka
ne oradasın, ne burada sevgilim, şimdi sen yoksun
ceset var, ışık yok, yağmur var hadi toprak kok!
artık baş parmağımı kütletebilecek bir sen yok.
zamanında durduramadığımız şeyler vardı, herkes der
zamanında “bir dur” diyemediğimiz şeyler
söylenen sözler var keşke söylense idi bir sağıra
ve bazıları hiç konuşulmasa lal olsa idi diller
amanın zifiri karanlığı neredeydi o vakitler çok ihtiyacımız vardı
çünkü bunların hepsi sen dinlemedikçe
suyun dibine ağır ağır ama sağlamca çöken bir taş gibi
kararlı adımlarla sona doğru giden cümle nesne.
aslında dönmüyor dünya, duruyor gökyüzü ve yer
insanız dönüp dolaşan bu kaosta sadece ve sadece.
bir bakarsın ki gecenin karanlığına gömdüğüm hayallerin kemiği kalmış kırkı çıkmış
ve bir bakarsın ki muhakkak mukadderiyata ermiş bir şarkı çalınır gecenin bağrında
bir tel alıp elime saçından gerdiğim yaylı çalgılardandır
bir gözyaşı ile, bir sızı ile, bir ah ile, bir inilti ile
önünde sonunda duran şeyler hep bunlar
duracaktı madem, niye bu işe baş koydular?
ben de buralardan geçip gideceğim
kaburgama dokunmayan hal bilmez diyeceğim
diyeceğim o ki dalgaları kıran bir gemiyle yahut
gemiyi koruyacak bir dalgakıran üzerinden
kendi etimden bir bir çekileceğim.
sen vardın günah yoktu, sen yoksun günah var
annem vardı ama o da halimden ne anlar?
Allah hep var, korkarım bana cehennem var
artık hiddetle bana nefes veren bir ciğerin yok.
şimdilik, -zor günlerim olmaz-
demiştim ilk konuşmamızdan sonra
belirli günler ve haftalar için sakladığım tekilam
merhaba, zor günler merhaba.
SABRİ ÖZAY UNUTTUĞUMUZ YERDEN GELEN BİR TINI
33
"Bir taş atılırsa, bu cezalandırılması gereken bir davranıştır. bin taş atılırsa, bu politik
bir eylemdir."
Der Baader Meinhof Komplex. Nam-ı diğer "Bir terör filmi". Oscar peşinde koşan bir
terör filmi. Ya da "Bir terör filmi" ki gösterdiği terör üzerinden rant sağlayabilsin.
Güzel yurduma gelirken bile bir Ali Cengiz oyunu, bir pazarlama taktiği, bir gişe
yapma çabası..
1968 yılından itibaren Almanya'da tabiri caizse fırtınalar estiren bir örgütten söz
ediyoruz: RAF, kızıl ordu tugayı. Söz ediyoruz ama film daha çok RAF'ın eylemlerine
odaklanmış durumda. Her şey sanki İran Şahı'nın Almanya'yı ziyaretiyle başlayan
protesto sürecinin bir doğaçlaması gibi. Siyasal hiçbir arka plan yok, sert
tartışmalar yok; bol aksiyon, özel efektler, güzel ablalar, afili abiler.
Üstelik örgüt hakkındaki sağır sultanın bile duyduğu gerçeklerin de çarpıtılması söz
konusu. Şüpheli ölümlere sürekli "onlar idamdı" vurgusunun yapılması, şiddet
eylemlerinin "Fight Club'dan yeni çıkmış ergen anarşistlerin ürünü" gibi sunulması
film için gerçekten kusur sayılabilecek noktalar. Belki bir belgeselden söz etmiyoruz
ama bu kadar gerçek fotoğraftan-videodan yararlanmış bir yapımın da yalanlara
tanıklık etmeyi istemesi kabul edilebilir bir şey değil.
RAF üyelerinin yansıtılmasında da sıkıntılı bir durum söz konusu. Sanki hepsi bir
pazarlama ürünü gibi sunulmuş. Esas oğlanımız Andreas Baader asi, karizmatik,
kadınlara değer vermeyen, her şeyi bilen ama hiçbir fikri tartışmada boy
gösteremeyen bir tip. Sevgilisi Gudrun Ensslin seksi, baskın, damarlarında
SAİD BÜYÜKARSLAN BİR TERÖR FİLMİ
34
enternasyonalizmin asil kanını taşıyor ama Meinhof'un örgüte özeleştiri
getirmesine, kendi acziyetlerinin dışarıya yansıtılmasına tahammülü yok. Örgütün
beyni sayılabilecek Ulrike Meinhof ise hep "sempatizan" muamelesi görüyor. Yaptığı
yorumlar, düşünceleri, yargıları hep ikinci plana atılıyor. Zaten aile yaşamında da
kocası tarafından aldatılmış, sindirilmiş bir anne rolünde.
Film başından beri bünyesinde taşıdığı ideolojik temelsizliği bu tuhaf
zenginleştirmelerle kapatmaya çalışmış ama filmdeki devamlılık, Meinhof'un arada
bir bildiri okuması, aksiyon sahnelerinin etkileyiciliği arasında seyirci bu eksikliğe
odaklanamıyor zaten. İyi de RAF'ı anlatmayan bir RAF filminden söz edilebilir mi? O
zaman bu filmin diğer gişe filmlerinden farkı kalır mı?
Filmin sonuna geldiğimizde ise ince köprüler üzerine kurulu olan hassas
dengelerimiz de tepetaklak oluyor. Gerek Meinhof'un aforizmaları gerekse de polis
müdürü Herold'un yaptığı beyin fırtınaları bir nebze olsun bize RAF'ı anlatmaya
çalışsa da Lufthansa uçağı faciasından sonra tüm örgüt üyelerinin intihar ettiği
"gerçeği" ile her şeyin bir saman alevi kadar boş olduğunu düşünmeye başlıyoruz.
Yaptıkları onca eyleme bir anlam, bir görev yükleyemeden kapatıyoruz Media
Player'ı.
Yine de, tüm bunların yanında filmi son yaşadığımız Haziran olaylarıyla birlikte
okuduğumuzda, gençliğin isterse nerelere kadar gücünü yetirebileceğini
gördüğümüzde, zulmü ve isyanı aynı anda hissedebildiğimizde "bunlar güzel
şeylermiş" de diyebiliyoruz. Bir nevi siyasal mastürbasyon yaşıyoruz (sonunu
saymazsak tabi).
Onlar başıbozukturlar; ama dilerseniz kendilerine 'buçuk şair' de
diyebilirsiniz.
Sözgelişi; 1991 mayısında İstanbul'da, bir 'kötülük dayanışması' gereği,
sık aralıklarla uçmak zorunda kalan, sahtekar şairler arasında rahatça
yer alabilmişlerdir!
İçlerinde Alman Harbi'nin (karneyle) 100 gramlık şairleri de vardı. Ve de
zararsızlar! Hatta zavallılar bile!
-İşte bizim sosyal bürokratlar, akıllarınca değil de, düpedüz
dangalaklıklarınca, tarihte şiire ve hele modern şiire karşı olurlar ve
karşı çıkarlar. Ve de salınırlar tarihte uzun ve pirinçten bir sarkaç gibi;
Sözgelimi; Mehmet Ali Ağca ile Yılmaz Güney arasında. ( İkisinin de
çocuklukları, yeniyetmelikleri ve gençlikleri kıpkızıl aç geçmiştir ve
yapayalnızdırlar.)
Ayrıca; her iki kör uç da, bir 'iktidar masası'nda kolaylıkla konum
değiştirebilirler.
Çırılçıplaklık, evet çırılçıplaklı, bilinmez, nerelere kadar
savrulacaktır? Ya da savrulur? ''Bir sivil şair yine de 'Biz cumhuriyette
hayvan gibi yaşadık!' diyebilmiştir; şiirde ilk Hıristiyanlar olarak!''
Ece Ayhan, Bir Sivil Şairin Ölümü