Gencay Dergisi - Sayı 45 - Ekim 2015
-
Upload
gencay-dergisi -
Category
Documents
-
view
231 -
download
10
description
Transcript of Gencay Dergisi - Sayı 45 - Ekim 2015
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 45 - Ekim 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI: “MİLLÎ MEKTEP” / Yunus Emre UYAR
AİLE RESİMLERİ / Dilek AKILLIOĞLU
TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH: DELİ BAL / Ragıp REİS
TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ / Çağhan SARI
ELİF KAŞLARINI ÇATTI! / Hanife YAŞAR
GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU DİYARI ULUPAMİR’E / Gülder ESKİ
YILANLARIN ÖCÜ: FAKİR BAYKURT HAKKINDA / Canan CAVŞAK
GENCAY
1
MODERNİST BİR EĞİTİM TASARIMI:
NURETTİN TOPÇU’NUN “MİLLÎ MEKTEP”İ
Yunus Emre UYAR
Toplumsal sorunlarla ilgilenen aydınların
gerek sorun saptamalarında gerekse
çözüm önerilerinde sıkça değindikleri bir
alan da eğitimdir. Bu, eğitim olgusunun
toplum ve uygarlık için ne anlama
geldiğinin bilincinde olan kimseler için
oldukça doğal bir durumdur. Sonuçta
eğitim, toplumu biçimlendirmek üzere
siyasi gücün epey yatırım yaptığı bir
aygıttır. Toplum için bir şeyler söylemek
isteyenler bu nedenle onca emek harcanan
eğitime değinmeden edemezler. Kaldı ki
eğitim bahsini açmadan herhangi bir
toplum sorunu üzerinde konuşmak pek
olanaklı görünmez.
Durmuş Hocaoğlu, bir metninde aydın
kimselerin toplumsal sorunlarla vicdanı
kanayanlar olduğunu söyler. Bunun gibi,
Türk toplumunun birçok derdiyle
dertlenenlerden olan Nurettin Topçu da
birçok aydın gibi eğitim bahsini ele almış,
hatta “Maarif Davamız” adlı bir kitaba da
imza atmıştır. O, eğitim adına öne
sürdükleriyle bugün eğitim üzerine
düşünenlerin dikkate alması gereken bir
aydın olduğundan bu yazının amacı onun
ilgili görüşlerini tanıtmak ve bugün için
tartışmaya açmaktır.
Nurettin Topçu, ülküsündeki eğitim
anlayışını “Millî Mektep” şeklinde
adlandırmış ve bunun nasıl olması
gerektiğine dair metinler üretmiştir. Onun
Millî Mektep’ini daha iyi anlamak için belli
başlıklar altında incelemek gerekir.
1. Topçu’da Eğitim Ne Anlama Gelir?
Nurettin Topçu, toplumsal meseleler için
eğitim olgusunun birçoklarına göre daha
büyük bir rolü olduğu kanısındadır. “Bir
neslin kurtuluşunu ancak maarifinin
yükselmesinde aramak lâzımdır.” diyen
aydın, aile-okul kıyasına gittiğinde de
okulu öncelikli görür. Okul kurumuna ve
eğitim olgusuna toplumda bu denli yer
veren Topçu için eğitim birey
yetiştirmekten çok toplumu yapılandırma
aygıtıdır. O, yeri geldiğinde yetişek
tasarlamanın da ötesine geçerek zaman
zaman ders içeriği, hatta işleniş süreci bile
kurgular. O, eğitsel etkinlikleri seferber
edilip topluma biçim vermeye yarayan bir
enstrüman olarak görür. Bunu onun
“Millet Ruhunu yapan Maariftir.”(s.30) gibi
tümcelerinde de görmek mümkündür. İş
bununla da kalmaz, o okulu hakikate
götüren yol olarak görür. Burada onun
sonraları da değinileceği gibi mutlak
hakikat yanlısı olduğunu söylemek gerek.
Onun için belli mutlak hakikatler vardır ve
okul bu hakikatlere ulaşamamış olanları
irşat görevini üstlenebilecek birincil
kurumdur.
2. Topçu’nun Eğitim Felsefesi Hakkında
Neler Söylenebilir?
Nurettin Topçu eğitim bilimleri üzerine
formal bir eğitim almamış biri olarak
eğitim bahsine daha çok dışarıdan
yaklaşmıştır. Bu nedenle onun asıl
GENCAY
2
meselesi eğitim etkinliklerine yön veren
temel felsefedir. Onun tasarladığı Millî
Mektep’i ayrıcalıklı kılan da yaslandığı
felsefî temellerdir. Bu hâliyle o tasarımın
felsefî temellerini vurgulamak için o,
öncelikle bazı felsefî görüşleri açık bir
biçimde karşısına almıştır.
Topçu’nun eğitim evreninde pragmatizm,
pozitvizm, katı bir realizm, materyalizm,
varoluşçuluk doğrudan; sekülerizm,
laisizm dolaylı olarak tümüyle
dışlanmıştır. O, yer yer bilginin yarara
indirgenmesini ve okulun hayatla
eşitlenmesini yererken yeri geldiğinde
açıkça Amerika’dan ithal edilen pragmatik
felsefeyi sorunların sebeplerinden
gördüğünü beyan eder. “Her sahada
muvaffakiyetin sırlarını araştıran ve pratik
muvaffakiyete hakikat unvanını bağışlayan
Amerikan felsefesi prgmatizm, her şeyden
önce maarifte muvaffak olmuş bir
musibettir.”(s.93) Onun devrinde Türk
eğitim sisteminin temellerinde büyük
ölçüde pragmatizmin eğitim felsefesine
yansıması olan İlerlemecilik akımının
etkisi görülür. Hakikati tanrısal, ruhçu
kaynaklarda arayan aydının onu yararla eş
gören bu felsefeyi benimsememiş olması
oldukça doğaldır, ancak o bu felsefeyi
eğitim için sorun olarak görürken
herhangi bir pedagojik dayanak sunmadığı
gibi İlerlemeci eğitimcilerin pedagojik
iddialarını tahlile de girişmemiştir.
Burada, yeri gelmişken bireye pratik bir
fayda sağlayacak olanın özellikle çocuk
zihinler tarafından ne denli alımlanacağını
ve böyle bir kaygı taşımayan ruhçu eğitim
felsefelerinin çocuk zihnine neler
söyleyebileceği konuları tartışılmaya
muhtaçtır.
“Üçüncü ve son yıkım, evvelkilerin zorunlu
sonucu hâlinde ve onlardan daha müthiş,
daha acıklı oldu. Bunda kudret iradesi ve
onun yarattığı gurur yok olarak onların
yerinde existentialisme’nin tatbikatı diye
Batı’dan alınan fizyolojik iştihaların
hakimiyetine teslim edici bir nevi hayat
realizmi göze çarpıyor.” (s.22) Varoluşçu
felsefeyi da açıkça karşısına alması
Topçu’nun din odaklı dünya görüşünün
doğal bir sonucu olarak okunmalıdır.
Nitekim o, bireyin kendi varoluşunu
gerçekleştirmesi yerine onun üzerinde var
edici bir otoriteyi hayatının temeline
yerleştirmiş görünmektedir. Ancak bunu
söylerken özellikle gençlerin psikolojisine
ilişkin dikkate değer kaygılardan söz eder.
Varoluşçu felsefe her ne kadar bireye
kendi sorumluluğunu yüklemek işlevine
yardım etse de varoluşçu felsefecilerin
toplumda bıraktığı genel izlenim, özellikle
ergenlik dönemindeki bireylerin birtakım
bunalımları düşünüldüğünde
kaygılandırıcı olabilir. Varoluşçu bir dünya
görüşünün genç zihinlerde nasıl etkiler
bırakacağı da ayrıca bir tartışma
konusudur.
Pozitivizm ve materyalizm de doğrudan
Topçu’nun dünyası dışında kalır. Dinci
dünya görüşünün etkisiyle böyle olması
yadırganmamalıdır. Ancak söz konusu
eğitim olunca ona göre bu tür akımlar
bireyi idealden, romantizmden
uzaklaştıracağı için zararlıdır. Çünkü o,
eğitimde gençliğe romantik bir hava
oluşturmak ve bu sayede ideal yüklemek
gerekliliğinden söz eder.
Kısaca yukarıdaki gibi olmaması gereken
eğitimin felsefesinde Topçu, romantizme
büyük pay bırakır. Onun Anadolu’yu
GENCAY
3
“Yazılmamış bir destan gibi.” görmesi,
Anadolucu diye nitelenen kimliğinin bir
parçasıdır. O, bir Anadolu romantizmi
yaratılması gerektiğinden söz eder. Onca,
bu coğrafyanın ve üzerinde barınan
kültürün son bin yılda ortaya koydukları
eğitsel düzlemde romantik bir hava
oluşturmalıdır. Bunun için Anadolu’nun
sözlü kaynaklarını hatırlatarak o aslında
18. asrın Alman romantizmini çağrıştırır.
Grimm kardeşler gibi masal
derleyicilerinin çalışmalarıyla, sözlü
kaynakların gündeme getirilmesiyle
Almanya’da ortaya çıkan romantik
havanın bir benzerini Topçu Türkiye için
de ister. Yine bundan bağımsız
düşünülmeyecek şekilde o, eğitimin
temellerine “ideal” kavramını yerleştirir.
Onun hem bir güdülenme kaynağı hem de
bir yürütücü güç olarak ideali eğitimde
böylesine yapıcı görmesi önemlidir. Bu
sayede eğitsel süreçlerde romantik
algıların ve onların yetişeğe
yansımalarının olanakları tartışmaya
açılabilir. “Ancak doğurucu zekaya ilk
hamleyi verecek olan, asırlar içinde bir
millet ruhunun bir vatan toprağına
sızdırdığı suların çağlayanı olan
romantizm hareketidir. Anadolu,
romantizmini hâlâ yaşayamamıştır.
Halbuki bu toprağa ne zaferlerle
matemler, ne sevdalar ve sesler sinmiştir!
Herhalde birgün doğmasını beklediğimiz
Anadolu romantizminin, dini temel ve
ruhu tasavvufta barınan İslam; ahlâk
anlayışı ve fedakârlık; sanatının temeli
Anadolu destanları, masalları ve halk
türküleridir.” (s.85)
Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’inde
önemli bir kaygısı da madde-mânâ
dengesidir. Metafizikle arası oldukça iyi
olan aydın, devrinde makineleşmenin,
pozitif bilimlerin eğitim ve toplum
yaşamındaki egemenliğinden kaygı
duymuştur. Gerçekte bireyin özgürlüğü
için bir süre sonra tehdit olmaya başlayan
makineleşme olgusunu tedirginlikle
karşılayan aydın, modern zamanların en
çok ihtiyaç duyduğu kavramlardan olan
değerler eğitimini de gündeme getirmiştir.
Ona göre mânânın bir bahsi olan değerler,
insanı makinenin, sanayinin ve pratik
faydanın güdümünde kısırlaştıran
egemenliğine karşı insanîleşmek için
gereklidir. Onun bu kaygıları devrinde
ötelenmiş bulunan sosyal bilimlere ve
sosyal bilimler eğitimine göz kırpar.
Bununla da kalmaz, bugün bile eğitimde de
çokça ihmal edilen bireyin duyuşsal
boyutuna ilişkin bir şeyler söyler. Bugün,
eğitimin bireylerin belli başlı bilişsel
beceri kalıplarına uydurulmaları etrafında
dönmesi, eğitimde kuşakların duyuşsal
cephelerinin (değer, ilgi, tutum, ahlâk,
sevgi vb.) ihmal edilmesi bir yakınma
konusudur. İyi bir liseye ya da
üniversiteye girmenin, bu sayede kaliteli
bir yaşam kazanmanın koşulları arasında
duyuşsallığa pek yer verilmemektedir.
Seven birey, düşünen bireyin çok arkasına
itilmiştir. Bugün de modern zamanların
insanın insanlığından bir şeyleri
götürdüğü iddiasında olanların başat
tutamakları Topçu’nun öne sürdükleridir.
O hâlde onun Millî Mektep’i söz konusu
kaygıları giderici açılımlar sunabilir.
Bireyin duyuşsal boyutunu sorun
edinenlerin çoğu kez soluğu dinlerde
ve/veya türlü ahlâk anlayışlarında aldığı
görülür. Nitekim Cemil Güzey’in dediği gibi
bunlar bireye hazır davranış ve duyuş
kalıpları sunar. Topçu da yeni bir yol
GENCAY
4
denemek yerine büyük bir hararetle
taraftarlığını ettiği toplumunun
halihazırda var olan dinine ve ahlâk
dizgesine başvurur. Onları insanîleştiren
değerler olarak görüp makineleşme
tehdidi karşısında kuşanır. Bu hâlde Millî
Mektep’in başat cephelerinden birini de
onun birbirinden ayrı görmediği din ve
ahlâk eğitimi oluşturur. Din ve ahlâkın
böylesine bir aradalığının olanağı ayrı bir
tartışma konusudur. Burada Topçu’nun
din ve ahlâk eğitimi bahsinde akranlarının
ötesine geçen iki vurgusunu sermek
gerekir. Onun bu konudaki birinci vurgusu
sürecin tekniğine ilişkindir. Ona göre
pedagojik teknikten yoksun bir din ve
ahlâk eğitimi dine de ahlâka da yarardan
çok zarar verir. Bugünkü din ve ahlâk
eğitimi durumlarına bakınca Topçu’ya hak
vermek gerekir. Öğretmen atamak üzere
yapılan sınavlarda en düşük puan
ortalamasına sahip olan branşlardan biri
din kültürü ve ahlâk bilgisidir. Bu, mevcut
branş öğretmenlerinin birçoğunun
pedagojik yeterliliklerine dair kuşku
uyandırır. Zaten camilerde verilen din
eğitimi hiçbir pedagojik ehliyeti olmayan
din görevlilerinin elindedir. Topçu’nun din
için gördüğü tehditler de tam olarak
bunlardır.
Maddeci, olgucu, yararcı, varoluşçu hayat
algılarını karşısına aldıktan sonra Topçu,
Millî Mektep’inin temelini açıkça beyan
eder. Onun mektebi için temel kitabı
“Kur’an’dır.” (s.62) Onun maarif davası
bireyi hakikat olarak gördüğü Allah’a
giden yola yerleştirmektir. Çok bilindiktir
ki mutlak bir hakikate sahip olmak iddiası
iddia sahiplerini çoğu kez otoriterliğe sevk
eder. Bu, oldukça doğaldır, çünkü
elindekinin mutlak doğru olduğuna inanan
biri için diğer görüşler elbette pek önemli
olmayacak, hatta çoğu kez yaşamayı
hakketmeyecektir. Topçu da böyle biri
olarak düşlediği sürecin otoriter bir tavırla
gerçekleşeceğini söylemekten çekinmez.
Nurettin Topçu’nun Millî Mektep’ini inşa
edecek olan eğitim felsefesi maddeyi
bırakmadan mânâyı, bu dünyayı
bırakmadan öte dünyayı, bilişi bırakmadan
duyuşu, modernizmin katkılarını
bırakmadan onun alıp götürdüğü millî
değerleri, makineden vazgeçmeden insan
gönlünü kucaklamayı amaçlar.
Topçu’nun ortaya koyduğu anlayışı
insanlık tarihindeki diğer eğitim
felsefelerinden soyutlamak olanaklı
değildir. Onun söylemlerini ana eğitim
felsefelerinin bir yerlerine yerleştirmek
aslında onun modernizmin neresinde
kaldığını söylemeyi de sağlar.
İdealist felsefeye dayanan Daimcilik,
dönüp bakıldığında Nurettin Topçu’nun
büyük ölçüde oturtulabileceği bir şablon
gibi görünür. Herhangi bir eğitim felsefesi
kitabında Daimcilik başlığında sıralanan
birçok maddenin Millî Mektep’le örtüştüğü
görülür. Daimcilik büyük kitaplar
etrafında şekillenen eğitimi savunur.
Topçu da yukarıda değinildiği gibi tüm
eğitsel evrenini bir büyük kitap olan
Kur’an etrafında tasarlamıştır. Eğitimde
erensel ve mutlak doğruların aktarılması
esastır, diyen Daimci öğreti Millî Mektep’te
Allah’ın yolunu değişmez hakikat olarak
saptamak şeklinde ifade edilir. Nurettin
Topçu, pragmatizme karşı çıkarken onun
hayatla eğitimi eşitlemesi üzerinden
gitmiştir. Çünkü o da tipik bir daimci gibi
eğitimi hayatın kendisi değil, hazırlığı
GENCAY
5
olarak görür. Millî Mektep’e Topçu’nun
önerdiği dersler bile Daimci öğretiyle
örtüşür. Bunlar fen bilimlerinin yanı sıra
felsefe, tarih ve edebiyattır. Topçu
sorumluluk bahsinde de tipik bir Daimci
gibi düşünür ve varoluşçuluğa muhalefet
etmesine rağmen kişisel sorumluluktan
söz eder.
Görülen o ki Millî Mektep, modernizmin
içinden birtakım Batılı değerlere karşı
duran, toplumu birtakım Batı kökenli
akımların etkisinden soyutlamaya çalışan,
temellerini İslam öğretisinin mutlak
hakikat iddialarında bulan ve bunun
getirisi olarak otoriter eğilim gösteren bir
yapılanmadır. Böylesi bir felsefeye
yaslanan Millî Mektep’in yirmi birinci
yüzyılda bazı soru işaretleri vardır.
Bir kere birçok Batılı değere karşı açıkça
savaş ilan etmek, onları soğukkanlılıkla
inceleyip gerekli yararı çıkarmaktan daha
işlevsel olur mu, sorusunu gündeme
getirmek gerekir. Yapıtında görüldüğü gibi
Nurettin Topçu herhangi bir Batılı değerin
eleştirisini ya da çözümlemesini
yapmaksızın reddeder ve bu tavrın
temelinde genellikle onların Topçu’nun
mutlak hakikat iddiasının anlam evreninde
yer almaması yer alır. Böyle olunca ortaya
bir başka sorun çıkar: Tüm bu evrenle
karşıtlık ilişkisine girmeyi getiren mutlak
hakikat iddiası, kendisini hangi olgusal
düzlemde ne tür bir nesnellikle ortaya
koyar? Ya da böylesi bir eğilimi olanlar için
bu soru gerekli midir? Bu sorunu öteleyen
bir anlayış nesneler evreninde kişilere
neler söyleyebilir?
Millî Mektep’in ortaya koyduğu dizgenin
hizmet edebileceği belli başlı değerler de
vardır. Bunların başında insan duyuşunun
önemsenmesi gelir. İnsanın makineleşme
sürecinde insanlığından kaybettiği
kaygısını taşıyanlar için insan duyuşunu
önemsemek şarttır. Topçu, bunu İslamî bir
söylem tasarımıyla gerçekleştirmiştir. O,
aynı kaygının bir sonucu olarak eğitimin
sermayenin tekeline girmesine de karşıdır.
Eğitimde özelleşme fikrine itiraz ederken
başat kaygısı eğitim kurumlarının
ticarethaneye çevrilip maddeci heveslere
kurban verileceğidir. Eğitimi alınıp satılan,
varsılın çok yoksulun az temin edebildiği
bir ticari meta hâline getirme tehlikesi
taşıyan özelleşme sürecine karşı Topçu,
devlet tekelini savunarak klasik Amerikan
muhafazakârlarından ayrılır. Ancak bunu
yaparken çıkış noktası aynı duruşu
sergileyen Freire, Mc Laren, Giroux gibi
sermaye karşıtları değil; doğrudan manevî
duyarlılıklarıdır. Yine de onun bireyin
duyuşsal cephesine yönelik vurguları
postmodern kaygılara benzetilebilir.
Makineleşmeye karşı duyguları ön plana
çıkarmak kalıbıyla özetlenebilen bu
postmodern tavrın Topçu’da da mevcut
olduğu kabul edilebilir.
Nurettin Topçu, her ne kadar eğitimin
meselelerine derinlikli olarak nüfuz
etmemiş olsa da ona dışarıdan getirdiği
birtakım felsefî yorumlarla eğitim felsefesi
üzerinde düşünenler için gözden
kaçırılmaması gereken bir aydındır. Yine
Türkiye’de belli bir zihin dünyasının
anlaşılması için önemli veriler sağlar.
GENCAY
6
AİLE RESİMLERİ Dilek AKILLIOĞLU
Türkiye’de 19. yüzyılın sonundan
başlayarak yaşanan sosyal ve ekonomik
dönüşümler, aile yapısının değişmesine ve
farklı aile biçimlerinin ortaya çıkmasına
yol açmıştır. Bu süreçte, geleneksel aile
biçimlerinin işlevleri yavaş yavaş ortadan
kalkmış ve modernleşme sürecinin
getirdiği yeni yaşam biçimlerine uygun
aile biçimleri ortaya çıkarak toplumsal
yaşamda önemli bir yer tutmaya
başlamışlardır(Özbay, 1985; Duben, 1985;
Duben ve Behar, 1998).
Aile yapısının değişiminde büyüyen nüfus,
sosyal, ekonomik, kültürel sebeplerle
birlikte gelişen düşünce biçimleri de etkili
olmuştur. Özellikle genç insan sayısındaki
artış, buna bağlı olarak yerleşim
yerlerindeki kırsal bölgeden kente geçişin
artması da aile biçimlerini etkilemiştir.
Diğer taraftan 19. Yüzyıldan sonra kadın,
kırsal bölgeden büyük anakentlere geçen
yaşamla çalışma sahasında etkili olmaya
başlamış, buna bağlı olarak doğum
sayısında azalmalar yaşanmıştır. (Koç ve
diğerleri, 2010). Çiftlerin evlendiklerinde
aile planlamasına verdiği önem; önceleri
olduğu gibi üçten fazla çocuk değil şehrin
ekonomik çizgilerine göre değişmiştir. Aile
planlamasındaki bu farklılık aile
içerisindeki bağlarında değişmesinde
doğal olarak etkili olmuştur.
Sosyal güvenlik konusunun değişimi
sonucunda ülkemizde aile kurumu,
yukarıda belirttiğimiz gibi kuruluşundan
sonra farklılaşmalar yaşadığı gibi
kurumsallaşmadan öncede değişime
uğramıştır. Türkiye’de evlenmeye karar
veren çiftlerin yaş aralıkları değişmiş;
yuvanın kurulmasında ekonomik birikim
ve eğitimin etkili olmaya başlamasıyla eş
seçiminde geçen süre uzamıştır. Bu
durumun olumlu ve olumsuz olarak aile
resimlerine etkileri kaçınılmaz olmuştur.
Öncelikle süreç uzamadan yapılan genç
evlilikler için düşünecek olursak kişisel
gelişimini yeni yeni tamamlaya çalışan
bireyin toplumun temel kurumunu
oluşturması dinamikçe ama sağlam
olmayan yapılara neden olmuş, genç birey
oluşturduğu yapı ile kendi için bir şeyleri
tamamlamadan sosyal dengenin zinciri
olan çocuğu dünyaya getirmiştir.
Ülkemizdeki genç evliliklerin çoğu çiftlerin
isteği değil de aile büyüklerinin uygun
görmesiyle de oluştuğu için aile yapısı
daha da karmaşık hale gelip hem kişiler
hem de toplumu sosyal olarak geriye
getirebilmektedir. Diğer taraftan ise
sürecin uzamasıyla kişilerin evlilik için
daha seçici hale gelmesi, hatta belirli
süreden sonra evlenmekten vazgeçmesi de
ülkenin nüfusunu, üreten neslin giderek
azalmasına neden olabilmektedir.
Son 40 yılın verileri incelendiğinde
Türkiye’de çekirdek aile ve dağılmış aile
GENCAY
7
resimlerinin yaygınlığı artmıştır. Geniş aile
biçiminin ise giderek azaldığı görülmüştür.
(Türkiye’de Aile Yapısının Değişimi, 1968-
2011) Bir ya da iki çocuğa sahip çekirdek
aile resimleri kentlerde fazla, kırsal
kesimlerde ise durumun tam tersi üç veya
daha fazla çocuklu ailenin olduğu
gözlenmiştir. Aile resimlerinin bu farklılığı
köyde yaşayan genç nüfusun fazla,
kentteki genç nüfusun ise az olduğunu da
ortaya koymaktadır. Kırsal kesimdeki aile
resimlerinde çocuklar eğitim sebebi ile
belirli süreden sonra anakentlere göç
etmekte veyahut ekonomik durumların
getirdiği zorunluluklarla kente göç
etmektedirler. Bu da aile profillerindeki
bir başka değişime yol açmakta; aile
gelenek ve kültürlerini de
farklılaşmaktadır. Dağılmış ailelerin sayısı
bu ve benzer değişimlerle giderek sayısını
yükselmektedir. Bu farklılığın altında,
kentsel alanlarda tek ebeveynli ailelerin,
diğer dağılmış aileler ve akraba
olmayanlardan oluşan ailelerin
yaygınlığının kırsal alanlara göre daha
fazla olmasının etkisi bulunmaktadır.
Köyde yaşayan küçük topluluklar genel
olarak birbirlerini tanıyan, bir şekilde
akraba veya hısım olan kişilerden
oluşmaktadır. Yine evliliklerde bu küçük
sistem içerisinde oluşup, yuva kuracak
çiftlerin bir şekilde bağları bulunmaktadır.
Geçmişteki akraba evlilikleri ve bunun
sonucu olarak özel eğitime muhtaç
çocukların dünyaya gelmesindeki artış
bundan kaynaklanmıştır. Buraya bir
parantez açacak olursak yukarıdaki genç
evliliklerin getirdiği eksi durumlar olsa da
göz ardı edilmekte, ayrıca sosyal bir
güvencesi olmayan kadın ayrılıkları en aza
indirgemeye gayret etmektedir. Akraba
evlilikleri, ya da kent-kır kadın
özelliklerinin farklılıklarını ve sonuçlarını
şimdilik ele almadığımız için küçük sosyal
döngünün etrafında oluşan bu aile
resimleri belirli adet-değer- görenek gibi
mühim kavramları beslemektedir.
Kentlerdeki yaygın aile resimlerinde
kişiler birbirlerinden uzak insanlardan
oluşmaktadır. Günümüzde de artan
çekirdek aile sayısının fazlalığı bu
sebeplerden ileri gelebilecek olup, kent-
kır yaşamının, değerlerinin arasındaki
makas giderek açılmaktadır. Geniş aile
yapısının varlığı toplumda kendine yeten
başlı başına bir üretim birimini
kuvvetlendirmektedir. Geniş ailede
yapılan üretim, işbirliği, çocuğun babadan
edindiği meslek ve yaşam tecrübeleri
geleneksel damarları sıkı tutmaktadır.
Fakat bunun yanı sıra bu aile resminde
baba tek egemen kişi olup kararları alan
etmendir. Çekirdek ailenin ya da kentsel
aile yapısının en sarsıcı değişim de bu
olmuştur. Köylerde var olan yakın
komşuluk ilişkileri değişen yapı ile
bozulmaya başlamıştır. Kentlerde çekirdek
aileler akrabalardan uzakta, dağınık
komşuluk ve insan ilişkileri içinde
yaşamaya, yeni toplumlara yol açmaya
başlamışlardır. Dağınık aile resimlerinin
iyileştirici etkisi de akraba evlilikleri bu
şekilde azalması olmuştur. Çünkü
birbirinden uzakta olan kişiler ayrı sosyal
sınıflardan evlilikler yapmışlardır.
Teknolojik gelişme sayesinde kadın evinde
yaptığı kas gücü gerektiren işlerin
ağırlığından kurtulmuş daha çok sosyal
yaşama karışmıştır. Evdeki sosyal yaşamı
biçimlendiren karar alma, karar verme
biçimlerini değiştirmiş, çocuğun
büyütülmesinde annenin etkisi kadar baba
rolünü de kuvvetlendirmiştir.
GENCAY
8
Aile yapıları hakkında meydana gelen
değişimleri inceleyen gelişimsel idealizm
teorisi konu hakkında insanların dini,
ahlaki tutumlarının kendilerini etkilediği
gibi aynı zamanda aile kurma, çocuk
yapma, yetiştirme inanışlarını da
etkilediğini savunmaktadır. (Thornton,
2001; Thornton 2005; Thornton ve
diğerleri,2012). Düşünce ile modernleşme
algısının farklı aktarılmaya çalışıldığı
savunulmaktadır. Bu düşüncenin etkisi ile
birçok gelişmekte olan toplumda az çocuk
sahibi olmak ve çekirdek aile içinde
yaşamak gelişmeyi ve ilerlemeyi
destekleyen; çok çocuk sahibi olmak ve
geniş aile içinde yaşamak ise buna engel
olan bir durum olarak algılanmaktadır. Bu
da ülkemizde olduğu gibi çekirdek ailenin
örnek aile olma algısının güçlenmesini
sağlamıştır. (Barrett ve Frank, 1989;
Donaldson, 1999; Harkavy, 1995;
Hodgson, 1983; Hodgson,1988)
Aile, insan ilişkilerinin birincil olarak
kurulduğu yer olmasından dolayı yapısal
olarak yaşadığı her değişim toplumsal
davranışların kuşaktan kuşağa
aktarılmasını etkilemiştir. Gelişimsel
idealizm teorisinin de aslında belirtmek
istediği budur. Buradan hareketle dikkat
edildiğinde Türkiye’de aile yapısındaki
önemli değişimler bu anlayıştaki
modernleşme işlevi ile aile yapılarını
küçükleşmiştir. Aile biçimlerinin
kompozisyonları sığlaşmış, boşanma,
kavga, şiddet kopuk ebeveyn ilişkilerine
yol açmıştır. Diğer yandan bu kopuk
bağlar ciddi şekilde dağılmış aile
yaygınlığını da artmıştır.
Dağılmış aile tek kişilik yaşam biçimini
güçlendirerek toplumda yalnızlığa
ilerleyen gençlerin oluşmasını sağlamıştır.
Bu şekilde ilerleyen aile yapıları dikkate
alınırsa gelecek çağlarda iç kültür temeli
olan kurumun zayıflayacağı, yok
olabileceği öngörülebilir. Öngörü ile geniş
aile biçimi düşünsel, ekonomik sosyal
dönüşümler ile durağanlaşacak, çekirdek,
dağılmış aile tipleri artabilecektir. Sonuç
olarak toplumsal yapının
güçlendirilmesini sağlayan aile
kuruluşunun üyeleri arasındaki ilişkiler
dengelenmeli, geniş aile ve çekirdek
ailenin etkileri üzerinden düzenlemelere
gidilmelidir. Bu kapsamda aile
yapılarındaki çözülmeler hakkında
iyileştirme sağlayacak kalkınma planları
yapılmalıdır. Aile danışmanları toplumda
daha fazla etkili olmaya başlamalı,
yapılacak planlar değerler sistemi
üzerinden yapılan geliştirici sağaltımlarla
sağlanmalıdır.
Kaynaklar:
1. T.C. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Aile ve
Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü, “Türkiye Aile
Yapısı Araştırması” , Araştırma ve Sosyal Politika
Serisi 07, Birinci Basım, 2014, İstanbul
2. Aile Yapısı Araştırması, (2006), Başbakanlık Aile
ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü: Ankara.
3. Türk toplumunda aile-çocuk ilişkilerine genel bir
bakış, Tezel Şahin, Fatman cevher, Fatma Nilgün
GENCAY
9
TARİHTE İLK BİYOLOJİK SİLAH:
DELİ BAL Ragıp REİS
Karadeniz Bölgesi’nin dağlık alanlarını
bahar mevsiminde ziyaret ederseniz, arı
yetiştiricilerinin açık bej ve mor
ormangülü çiçekleri ile kaplı geniş alanlara
ulaşıncaya kadar kovanlarını yokuş yukarı
sürüklediklerine şahit olabilirsiniz. Bu
alanlarda arılar salınıyor ve ormangülü
çiçekleri polenlerini yayıyor. Arılar bu
polenleri kullanarak daha önce birçok kez
savaşlarda silah olarak kullanılmış sıra dışı
bir bal üretiyorlar.
Deli bal, Doğu Karadeniz’e özgü bir bal
türü ve tarihi çok eskilere dayanıyor. Yöre
halkının ilkçağlardan günümüze kadar
üretimine devam ettiği bu baldan ilk
bahsedense Yunan tarih yazarı
Ksenophon. MÖ 401 yılı dolaylarında Pers
kralı Artakserkses'in kardeşi Kyros'un,
krallığı ele geçirmek amacıyla ağabeyine
karşı başlattığı savaşa katılan Ksenophon,
paralı Yunan askerlerinden oluşan ordu ile
yaptığı zorlu yolculuktan derlediği
notlarından oluşan bir eser kaleme alır:
Anabasis (Onbinlerin Dönüşü).(1) Bu
eserinde anlattığına göre başarısızlıkla
sonuçlanan isyan sonrasında başsız kalan
ordunun komutanı olur ve 10 bin Yunan
askeriyle birlikte ana yurtlarına geri
dönebilmek maksadıyla Trabzon’a
ulaşmak için yola çıkar. Bu yolculukta
Erzurum-Gümüşhane hattı üzerinden
Zigana Dağı’nı aşan Onbinler, zorlu bir
yolculuktan sonra Trabzon’a ulaşır. İşte
Ksenophon bu yolculuk sırasında
yaşananları, geçtikleri bölgelerdeki
halkları ve izlenimlerini Anabasis isimli
eserinde anlatır. Ksenophon’un verdiği
birçok bilgi olmakla beraber bizim esas
konumuzu teşkil eden Doğu Karadeniz’de
deli bal yahut tutan bal olarak bilinen bal
türüyle ilgili verdiği bilgilerdir.
Ordusuyla beraber Erzurum-Gümüşhane
hattı üzerinden Trabzon bölgesine
yaklaşan Ksenophon, burada yerli bir
halkla ilgili bilgiler verir. Bunlar
Kolkhlardır. Bölgenin yerli halkı olan
Kolkhlar, Ksenophon’un ordusu ile
Karadeniz arasındaki son engeldir.
Dolayısıyla savaş kaçınılmazdır.
Ksenophon askerlerine, ‘’Arkadaşlar, şu
gördüğünüz adamlar çoktan beridir
ulaşmaya çalıştığımız hedefimizin
önündeki son engeldir. Hepsini diri diri
yemeliyiz.’’diyerek onları hücuma teşvik
eder. Neticede Onbinler düşmanlarını
mağlup eder ve Kolkhların siper aldığı
tepeyi (Gümüşki Tepesi’nin kuzeyine
düşen Seslikaya Tepesi) ele geçirerek
etraftaki köyleri yağmalar. İşte
Ksenophon, meşhur deli baldan ilk defa
burada bahseder:
GENCAY
10
‘’Bu köylerde onları şaşırtan bir tek şeyle
karşılaştılar: birçok kovan vardı ve bu
kovanlardaki peteklerden bal yiyen askerler
kustular, ishal oldular ve içlerinden hiçbiri
ayakta duramıyordu; az yiyenler körkütük
sarhoş olmuş insanlara, çok yiyenlerse
azgın çılgınlara, hatta can çekişen
insanlara benziyorlardı. Bu durumda
birçoğu bir bozgun sonrasındaymış gibi
yere serilmiş, büyük bir umutsuzluk
başlamıştı. Ertesi gün kimsenin ölmediği
görüldü ve sarhoşluk yaklaşık olarak bir
gün önce başladığı saatte geçti. Üçüncü ve
dördüncü gün müshil almış gibi bitkin
düşmüş halde ayaklandılar.’’ Ksenophon’un
anlattığı bu durumu, günümüzde yöre halkı
‘’bal tutması’’ olarak adlandırmaktadır.
Aynı baldan daha sonraki dönemlerde
Plinius da bahseder ve bu balın meydana
getirdiği çılgınlığa ‘’maenomenon’’
dendiğini yazar. Pekâlâ, ‘’deli bal’’ nedir ve
hangi çiçek özü bal tutmasına neden
olmaktadır?
Deli bal yahut tutan bal, fazla miktarda
yenildiğinde baş dönmesi, sarhoşluk; daha
yüksek miktarlarda tüketildiğinde ise
zehirlenmelere sebep olan bir bal türüdür.
Bu bal, bölgede daha çok komar çiçeği
olarak bilinen ormangülü (Rhododenron)
çiçeğinin özünden elde edilir. Sahil
kesiminde mor, yüksek kesimlerde ise
beyaz renkli olan bu çiçeğin yanı sıra
çifin/zifin yahut sifin olarak bilinen ve
Trabzon’un batısında ‘’ağu’’ (zehir) olarak
adlandırılan sarı renkli bir çiçek daha
vardır. Özellikle bu çiçek türünü yiyen
hayvanların zehirlendiği görülmektedir.
Ormangülü çiçeği dünyanın birçok
bölgesinde bulunmasına rağmen, deli bal
yalnızca Doğu Karadeniz bölgesinde
üretilmektedir. Çünkü rhododenron
familyasının içinde bulunan
‘’grayanotoksin’’ maddesi, bahsettiğimiz
bala söz konusu özellikleri vermektedir.
Öyle görünüyor ki sözünü ettiğimiz deli
balla ilgili zehirlenme vakalarının
neredeyse tamamının Doğu Karadeniz
bölgesinde görülmesi, bahsi geçen
maddenin bölgede yetişen çiçeklerin
özünde bulunmasından
kaynaklanmaktadır.
Konuyla ilgili araştırmaları bulunan ve iki
yüzden fazla deli bal vakasıyla karşılaşan
KTÜ Tıp Fakültesi doktorlarından
Süleyman Türedi’nin ifadelerine göre,
‘’dünyada yedi yüzden fazla ormangülü
çeşidi bulunmakta ve bunların yalnızca iki
ya da üç çeşidinin içinde grayanotoksin
maddesi bulunmaktadır.’’ Bölgede deli
balın hâlâ rağbet görüyor olmasını
değerlendiren Dr. Süleyman Türedi, bu
konuda şunları söylemiştir:
‘’İnsanlar bu balın bir çeşit ilaç olduğuna
inanıyor ve yüksek tansiyon, şeker
hastalığı ve mide rahatsızlıkları için
kullanıyor. Bunun yanında bazı insanlar
GENCAY
11
cinsel gücü arttırdığı gerekçesiyle deli bal
kullanıyorlar.’’
Deli bal yörede bilinmekle birlikte Batılı
araştırmacıların da merakını celbetmiştir.
Dolayısıyla hem araştırmacılar hem de
gazeteciler balın peşine düşmüşlerdir.
1844 yılında Rize’ye gelen Alman bilim
adamı Karl Koch, bal tutmasına sebep
olarak öne sürülen şimşir, karayemiş ve
komar bitkilerini araştırmış ve bala
bahsettiğimiz özellikleri vermeye en
muhtemel adayın komar çiçeği olduğunu
belirtmiştir.
2003 yılında deli balı yerinde görmek için
Trabzon’u ziyaret eden gazeteci Johnny
Morris, ‘’istila ordularını yok etmek için
kullanılan balın tarihi eskilere dayanıyor.’’
diye yazıyor. Morris, deli balı bulabilmek
için Trabzon dağlarında araştırma yapıyor
ve neticede şehrin eski mahallelerinden
birinde, kendisine gizlice deli bal vermeye
razı olan bir üreticiden bahsediyor.
Deli bal kullanımının ardından meydana
gelen etkilerin insanlar için tehdit
oluşturduğu bir gerçek. Morris’e göre,
“Sorumluluk sahibi işletmeciler bu balı
yabancılara satmamaları gerektiğini
biliyor ve bu nedenle deli balı satarken
oldukça dikkatli davranıyor.”
“Yerel halk deli balı diğer bal türlerinden
rahatlıkla ayırabiliyor. Deli bal boğazda
keskin bir yanma hissine neden oluyor ve
bu nedenle acı bal olarak da biliniyor”
diyen Dr. Süleyman Türedi’ye göre bölge
halkı deli balın nasıl tüketilmesi
gerektiğini çok iyi biliyor. Bununla birlikte
deli bal Türkiye’de yasal ve internetten
dahi satışı yapılıyor. Satışı yapılan balların
‘’gerçek’’ manada deli bal olup olmadığıysa
alıcıları şüpheye düşürüyor.
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi
deli balın tarihi çok eskilere dayanıyor ve
tarihte bir nevi ‘’biyolojik silah’’ olarak
kullanıldığı da biliniyor. Bu konuyla ilgili
Strabon’un yazdıkları söylediklerimizi
doğruluyor. Coğrafya adlı eserinde
Trabzon’un güneydoğusunda tepeleri
Heptakometler tarafından ele geçirilmiş
Moskhia Dağlarından bahseden Strabon,
MÖ 66 yılında Pompeius’un ordusundan
üç Roma bölüğünün bölgeden geçerken
imha edildiğini yazıyor: ‘’Heptakometler,
Pompeius’un ordusu dağlık bölgeden
geçerken üç Roma bölüğünü imha etmiştir.
Bunlar ağaç sürgünlerinden elde edilen
deli balı kâselerle yol üzerine bıraktılar ve
askerler bunu yiyip de bilinçlerini
kaybedince onlara saldırarak kolayca
hepsini bertaraf ettiler.’’ İddialı bir
yaklaşımla, belki de dünya savaş tarihinde
ilk biyolojik silahın yöremizin (Doğu
Karadeniz’in) insanları tarafından
kullanıldığını söylemek –her ne kadar
abartılı olsa da- yanlış olmayacaktır. Peki,
deli balı silah olarak kullanan bu
Heptakometler kimdir?
Araştırmacı-yazar Mehmet Bilgin, Doğu
Karadeniz isimli eserinde Heptakometler
adının ‘’Yediköylüler’’ anlamına geldiğini
belirtir ve şöyle der: ‘’Bu adlandırma bize
Osmanlı belgelerinde bugün Rize’ye bağlı
İkizdere ilçesinin bulunduğu bölgenin Kura-
yı Seba (Arapça:Yediköyler) olarak
adlandırılmış olduğunu hatırlattı.’’
Ardından ilk elden kaynakların vermiş
olduğu bilgileri yorumlayarak Roma
birliklerinin geçiş yolunun Ovit Dağı geçidi
olduğunu ileri sürer ve dikkate değer
GENCAY
12
tespitlerde bulunur: ‘’ Yörede yaptığımız
gezilerde ‘Ovit’ kelimesinin bölgede ’arı’
anlamına geldiğini ve eski çağlarda bu
bölgede kaya ve ağaç kovuklarında çok
sayıda yabani arı petekleri olduğu için
dağa Arı Dağı anlamında Ovit Dağı
dendiğini tespit ettik. Şifalı balı ile çok
meşhur olan Anzer/Ballıköy’ün bu bölgede
olması da dikkat çekicidir.’’ Mehmet
Bilgin’in tespitlerine göre, Heptakometler
Rize’nin İkizdere ilçesi civarında yaşayan
ve Mosynekler olarak adlandırılan halkın
ta kendisidir.
Mehmet Bilgin aynı eserinde devamla
şöyle yazar: ‘’Uzmanlar arının çevrede
bolca bulunan çiçekler arasındaki bazı
zehirli türlerden aldığı polenlerle yaptığı
balda bu durumun görülebileceği
kanaatindedirler. Arıcılık yapanlarsa arının
zehirli bitkilerden polen almadığını bilirler.
Gerçekte ise bal tutması denilen olay,
arıların bölgede ilkçağlardan 1960’lı yıllara
kadar yaygın olarak tarımı yapılan ve tarih
boyunca bölgedeki tekstil sanayisinin
temelini teşkil etmiş olan Hintkeneviri/
Kendir/Cannabis sativa ve komar/Çifin
bitkilerinden aldıkları polenlerle yaptıkları
baldan yiyenlerin bir müddet sonra baş
dönmesi, kusma, ishal gibi belirtilerin
ardından girdikleri derin uyku ya da koma
halidir.’’
Yörede hintkeneviri tarımının iyice
azalmasıyla birlikte bal tutması
vakalarının azalmış olması, Mehmet
Bilgin’in bu tezinin doğru olduğu kanaatini
uyandırmaktadır. Bununla birlikte bal
tutması vakaları az da olsa görülmeye
devam etmektedir.
Sonuç olarak deli bal, Doğu Karadeniz
bölgesine özgü bir bal türüdür ve
ilkçağlardan günümüze kadar yörede
bilinmekte ve tarımı yapılmaktadır. Deli
balla ilgili yukarıda izah ettiğimiz kusma,
baş dönmesi, sarhoşluk hali gibi
durumlara sebep olansa, komar çiçeğinin
özünde bulunan grayanotoksin
maddesidir. 1700’lü yıllarda Avrupa’ya
ihraç edilen bu madde, içeceklerin içine
karıştırılmış ve alkolün etkisinden daha
fazla bir etkiye sahip olduğu için piyasaya
sürülmüştür. Tarihte bir tür biyolojik silah
olarak da kullanılan deli balı, Fatih Sultan
Mehmed’in Trabzon’u fethi esnasında bazı
askerlerin yediği ve baldan yiyen
askerlerin çıldırdığına dâir ‘’rivayetler’’ de
vardır.
DİPNOT: Anabasis’te ordunun izlediği yol, batıda
Lidya bölgesindeki Sardes şehrinden başlar,
Mezopotamya’daki Kunaksa’ya kadar ulaşır.
KAYNAKÇA
BİLGİN, Mehmet, Doğu Karadeniz, Ötüken Neşriyat,
Genişletilmiş 3. Basım, 2010, İstanbul.
Ksenophon, Anabasis (Onbinlerin Dönüşü), Hürriyet
Yayınları, Çeviren: Tanju Gökçöl, Eylül 1974,
İstanbul.
Strabon, Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve
Sanat Yayınları, Çeviren: Adnan Pekman, Dördüncü
Baskı, 2000, İstanbul.
ÖZTÜRK, Özhan, Karadeniz Ansiklopedik Sözlük, Cilt
1, Heyamola Yayınları, 2005, İstanbul.
http://modernfarmer.com/2014/09/strange-
history-hallucinogenic-mad-honey/
GENCAY
13
TÜRKİYE'NİN ERKEN SEÇİMLERİ
Çağhan SARI
Gencay Dergisi'nin 2013 Ekim sayısında
ilk defa huzurunuza çıkmıştık. İki seneyi
doldurmanın verdiği mutluluk ile kaleme
sarılıyoruz. Sizlerle Gencay'da
buluşmamıza, davetiyle vesile olan ed.
Burçin Öner'e ikinci yıl dönümünde bir kez
de buradan teşekkür ederim.
Türkiye, 1 Kasım 2015 itibari ile bir erken
seçime gidiyor. Kasım ayındaki erken
seçimin tarihimizde başka bir örneği
mevcut değildir. Birçok erken seçim kararı
alınıp sandığa gidilmesine rağmen Kasım
ayındaki seçimi farklı kılan husus, seçim
kararında yatmaktadır. Geçmişte
koalisyon pazarlığı sorunları ile karşı
karşıya kalındığı halde bazen kerhen
destekli azınlık hükümetleri bazen geniş
mutabakatlı cephe hükümetleri ile
tıkanıklıkların aşıldığı görülmektedir.
Bazen de pazarlıklarda taraf olanlar
siyasetin doğal aktörleri değildir. Örneğin,
cumhuriyet tarihimizde ilk koalisyon
hükümetinin nasıl kurulduğunu sorusunu
dair yine Gencay'da yayınladığımız -
ilerleyen zamanda da
www.sozkonusu.net'e taşıdığımız- 'İlk
Koalisyon Müzakereleri (!)' başlıklı
yazımızda yanıtlamıştık. Yazının
hudutlarını genişletmeden gelelim 1
Kasım seçimlerine. Olağan tarihinde
yapılan seçimler sonrası anayasanın
belirttiği sürede hükümet kurulamadı.
Cumhurbaşkanı sandığa götürme yetkisini
kullanarak meseleyi seçmene teslim etti.
Başka bir örneği olmayan bu erken
seçimle biz de bu ay tarihimizdeki erken
seçimleri nedenleri ve sonuçlarıyla
hatırlayalım.
İlk erken seçimimiz, aynı zamanda ilk tek
dereceli seçim olma özelliğini de taşıyor.
Evet. 21 Temmuz 1946 seçimleri.
Uygulanan seçim kanunu, açık oy/gizli
tasnif, sandık kaçırmalar vs gibi figürleri
barındıran 1946 seçimleri aynı zamanda
bir erken seçimdir. Seçimler için
belirlenen tarih 1947'dir. Ancak 7 Ocak
1946'da kurulan Demokrat Parti'nin, ciddi
teşkilatlanma çalışmasını
gerçekleştiremeden, yıllar sonra beliren
alternatif olma özelliğinin de tesiri ile
halktan yoğun kabul gördü ve katılımlar
oldu. İktidar, zamanın aleyhine
işleyeceğini fark ederek seçimleri bir yıl
öne aldı. Planlanan baskın, bir noktada
amacına da ulaştı. DP, o dönem ki meclis
aritmetiğinde tek başına iktidar olmayı
garantileyecek kadar vekil adayı dahi
çıkaramadı. 18 İlde seçimlere giremedi.
Ancak değindiğimiz gibi yaşanan
hadiseler, erken -hatta baskın- seçim
özelliğini arka plana itti.
İkinci erken seçimimiz 1946'nın rövanşı
gibidir. 1957'de seçimlere bir sene kala,
ekonomik göstergelerin kötüleşmesi, İspat
Hakkı, Sarol Formülü, 6-7 Eylül Olayları
GENCAY
14
gibi iktidardaki DP’nin kan kaybettiği
gelişmelerin yaşanması, erken seçim
kararı aldırttı. 1946'daki gibi baskın
niteliği olan 1957 seçimlerinden önce
çıkan bir kanun ise seçimlerin belki de
kaderiyle oynadı. İsmet İnönü'nün
Heybeliada'daki yazlığında bir araya gelen
muhalefet parti liderleri -CHP, HP, CMP-
bir blok halinde seçime girmeyi müzakere
ediyorlardı. Uzun görüşmeler, liste
pazarlıkları aşamasına gelmişti ki, DP,
seçim kanununda yaptığı bir değişiklikle
bu bloğu kesti. Partilerin ittifak kurmasını
yasal olarak engelledi. 1957 seçimlerinde
DP %47 oyda kalırken muhalefet blok
halinde girebilmiş olsaydı %53 orana
ulaşabilir ve iktidarı değiştirebilirdi. Bu
arada 27 Mayıs 1960 darbesi
gerçekleşmeseydi 1961 senesindeki
seçimleri DP'nin kaybedeceğine ilişkin
birçok görüş vardır. Darbe olduktan sonra
seçim yılında bir kayma olmadı. Seçimler
1961 yılında yapıldı.
Bir baskın niteliğinde erken seçime gitme
girişimi ise bambaşka sonucun yolunu
açmıştır. 1974 yılında CHP, MSP ile
koalisyon kurdu. Koalisyon ortaklarının
taban tabana zıt görüşlerine rağmen Kıbrıs
Barış Harekatı ülkeyi kısa süreli de olsa
kenetledi. Kıbrıs Barış Harekatı'nın siyasi
getirisini kazanmak ve tek başına iktidar
olmak için harekatın neticelenmesinden
bir süre sonra CHP hükümeti bozdu ve
seçime gitme niyetini belli etti. Ancak
mecliste erken seçim kararını aldıracak
sayıda sandalyeye sahip değildi. Bu
atmosferde gidilecek sandıktan çok güçlü
çıkacağı tahmin ediliyordu. Süleyman
Demirel'in Adalet Partisi, CHP'nin bu
manevrasını boşa çıkardı. MHP, MSP ve
CGP'yi yanına alarak Birinci Milliyetçi
Cephe Hükümetini kurdu. Ülke erken
seçime gitmedi ama değişik bir koalisyon
yapısı ile tanıştı. Ara seçimlerin
anayasadaki hususlarla sıkça olduğu 70ler,
12 Eylül 1980 ile kapanırken, üçüncü
erken seçim kararı, yasaklar açısından 12
Eylül 1980 ile hesaplaşma anlamına gelen
bir günde alındı.
12 Temmuz 1987 günü, 12 Eylül
yönetiminin 1970lerdeki liderlere
koyduğu siyasi yasakların referandumu
yapıldı. Yasakların kaldırılması yönündeki
evet oyları, hayır oylarından sadece
75.066 oy fazlaydı. %00.16'ya karşılık
gelen bu sonuçların açıklanmasından
hemen önce, daha oylama yapılırken
iktidardaki ANAP, 1988 seçimlerinin
1987'de yapılacağını duyurdu. 29 Kasım
1987'de Türkiye, üçüncü defa erken
seçime gitti. Baraj sisteminin
uygulanmasından dolayı yasakların
kalkmasına rağmen parlamentoya 12 Eylül
öncesinden sadece Demirel girebildi.
Dördüncü defa erken seçim kararında yine
ANAP iktidarda idi ama partinin kurucusu
Özal, Başbakan değil, Cumhurbaşkanıydı.
GENCAY
15
Özal, 1989'da Çankaya'ya çıkarken, o sene
yerel seçimlerdeki bozgunu unutmamıştı.
1992 sonbaharında yapılacak olan
seçimler öncesi, Merkez Bankasının kemer
sıkma politikasının zorunlu olduğunu
paylaştı. Ekonomik zorlukların iktidarı
daha da yıpratmasından korumak için
1991 sonbaharına seçim takvimi alındı.
Siyasi tarihimizin reklam, siyasal iletişim
vb. konularında birçok ilke sahne olan
1991 seçimleri ile ANAP iktidarı DYP'ye
devretti. 1990larda Türkiye'nin seçimleri
daima ''erken'' oldu.
1993'de Özal'ın ani ölümü sonrası Demirel
Çankaya'ya çıktı. DYP Genel Başkanlığına,
dolayısıyla Başbakanlığa Tansu Çiller
geldi. Parti içi sorunlar, yolsuzluk iddiaları,
asayiş ve terör sorunları ile çok kısa
zamanda yıpranan DYP-CHP koalisyonu
nihayetinde dağıldı. 1991de Demirel,
koalisyonu kurarken ortağı olan SHP, CHP
ile birleşmiş, Çiller'in koalisyon ortağı ilk
aylarda Murat Karayalçın iken daha sonra
Deniz Baykal olmuştu. Koalisyonun
bozulmasından sonra DYP azınlık
hükümeti için güvenoyu alamadı. CHP ve
DYP, erken seçime gitme şartıyla
koalisyonu kurdular ve 1995'in
yılsonunda erken seçimlere gidildi.
1995 erken seçimlerinden Refah
Partisi'nin birinci çıkması, 28 Şubat süreci
olarak siyaset literatürümüze girmiş
dönemi başlattı. Evvela, RP'nin hükümet
olmaması yönündeki baskılarla ANAP-DYP
koalisyonu denendi. Güven oylamasındaki
usulsüzlükle bu koalisyon bir daha
denenmemecesine yıkıldı. Yerine kurulan
RP-DYP koalisyonu, ''post-modern darbe''
olarak tanımlanan 28 Şubat 1997'deki
MGK toplantısı ile istifaya zorlandı. Refah
Partisi, iktidardan uzaklaştırıp
kapatılırken ANAP-DSP-DTP koalisyonu
kuruldu. Ancak yolsuzluk ve ihalelere fesat
karıştırma iddiaları, devlet gemisinin
dümenine, erken seçime götürme
göreviyle DSP azınlık hükümetini getirdi.
1999 erken seçimlerinin sonuç
değerlendirmesi yapıldığında, DSP azınlık
hükümeti döneminde teröristbaşı
Abdullah Öcalan'ın getirilmesinin ve
merkez partilerinin yıpranmasının tesiri
görülmektedir. DSP-MHP-ANAP
koalisyonu 1999 Marmara ve Düzce
depremleri 2000 ve 2001 ekonomik
krizleri gibi olağanüstü koşullarda görev
yaptı. Başbakan Ecevit'in ilerleyen yaşı ile
sağlık durumunun bozulması, DSP içinde
hizipçiliğin yayılması sonunda yedinci
erken seçim kararını aldırtan koalisyon
ortağı MHP oldu. 3 Kasım 2002'de yapılan
seçimlerle CHP ve AKP dışındaki partiler
parlamento dışı kaldı. 1987'den 2002'ye
kadar yapılan seçimlerin tamamının erken
seçim olması siyaset tarihimizin 90lardaki
belirgin motifleri arasında yer aldı.
GENCAY
16
ELİF KAŞLARINI ÇATTI!
Hanife YAŞAR
Polis bir babanın üç çocuğundan biridir
minik Elif. Babası onun gözünde sadece
sırtını yasladığı heybetli bir dağ değil,
bütün kötüleri yenen en güçlü ve en
başarılı kahramandır. Çoğu zaman annesi
ve kardeşleriyle birlikte göreve gitmiş olan
babasını beklemekle geçer günleri.
Babası yine bir görev için uzaklara
gitmiştir. Kahraman babanın prensesi,
onun döneceği günü sabırsızlıkla
beklemektedir. Diğer çocuklar babalarına
koşup sarılırken, o çaresizce görevde olan
babasının bir an önce gelmesi için dualar
etmektedir. Belki çok heveslendiği bir
oyuncağı babası geldiğinde ona türlü
nazlar yaparak aldırmayı hayal eder, belki
de oyuncak değildir hayalindeki; sadece
babasının yanında olduğunu hissederek
uyumaktır soğuk gecelerde. Aslında biraz
da şımarmak ister babasının yanında
olduğunu hissederek. Diğer çocuklara;
‘Bakın! Benim babam bir kahramandır.’
diyebilmek için. Dağlar kadar yüce ve
heybetlidir onun için babası. Ve hayranlık
dolu gözlerle baktığı ilk aşkıdır. Dünyanın
en güvenli yeridir babasının olduğu her
yer onun için. En huzurlu kokusudur onun
kucağına atıldığında aldığı tıraş
kolonyasının kokusu. Evin en sıcak
gecesidir anne ve babasının ona iyi geceler
öpücüğü verdiği gece. Öğretmeni onu
ödüllendirdiğinde ilk babasına anlatmak
geçer içinden. Çünkü bunu söylediğinde
babası onunla gurur duyacaktır. Tıpkı
onun babasının kahramanlıklarından
gurur duyması gibi.
Her çocuğun olduğu gibi onun da geleceğe
dair güzel hayalleri vardır. O da resim
yaparken anne ve babasının elini sıkı
sıkıya tutmuş kardeşleriyle birlikte mutlu
bir şekilde resmedecektir kendini.
Kuşların uçuştuğu masmavi bir gökyüzü
altında hiçbir derdi olmayıp uçurtma
uçuran çocuklar da çizecektir bu tabloya.
Ancak onlar diğer çocuklar gibi uçurtma
uçurmayı değil, anne ve babalarının
ellerini sıkı sıkıya tutmayı tercih
edeceklerdir bu güzel manzara karşısında.
Henüz her şey güzel gitmektedir.
Babasının uzaklarda olması haricinde
hayatı da normal bir şekilde devam eder.
Zaten babasının uzakta olmasına da
alışmıştır artık. Her zamanki gibi küçük
GENCAY
17
kardeşiyle oyunlar oynayıp okul
ödevlerinde ablasından yardım alır.
Elif’in ne dışarıdaki kirli oyunlardan
haberi var ne de babasının gittiği yerdeki
geçen çatışmalardan. Onun temiz
dünyasında ne vatanı bölmeye çalışan
kötü karakterler ne de onlarla canı
pahasına savaşan yiğitler var. Onun
dünyası tertemiz. Tıpkı babasının ona
anlattığı masallardaki gibi… Onun
dünyasında öksüz ve yetim çocuklar da
yer almaz. Her çocuk anne ve babasının
ellerinden tutarak mutlu bir şekilde
yaşamaktadır ya zaten maslarda da.
Sadece onun babası bazen uzaklara gider
ama sonra yine gelir.
Babasının görevden dönmesine az bir
zaman kalmıştı. O da kardeşleri gibi güzel
giysilerini giyip en güzel şekilde
karşılamalıydı babasını. Okuldaki
başarılarını anlatmalıydı babasına bir de
onun yokluğunda çizdiği resimleri.
Yokluğunda hiç ağlamadığını ve galiba
artık büyüdüğünü de söylemeliydi. Tüm
bunları gerçekleştirmek için heyecanla
babasının görevden döneceği günü
bekliyordu. Bugün babasının görevini
tamamladığı gündü. En geç yarın gelecekti
babası yanlarına. Gerçi bir süre kalıp başka
göreve gidecekti herhalde ama olsun. Çok
özlemişti babasını. Az bir zaman da olsa
şımarmak istiyordu babasının yanında.
Babasıyla birlikte geçireceği sıcak
akşamlara kavuşacaktı az zaman sonra.
Kardeşleriyle babasının kucağına atlama
yarışı yaptıklarında oyunbozanlıkla ablası
kapacaktı babasının o sıcak kollarını.
Sonra o da babası yere eğildiğinde
sarılıverecekti boynuna küçük
kardeşinden önce. Babası belki bugün gelir
diye en sevdiği pembe kıyafetini giydi ve o
ipek gibi saçlarına da pembe tacını
takmayı unutmadı. Sevincinden yerinde
duramıyor, annesine ve kardeşlerine türlü
oyunlar yapıp içindeki heyecanı bir şekilde
bastırmaya çalışıyordu.
Fakat babasının son görev gününde her
şey Elif’in hayal ettiğinden çok daha farklı
gelişti.
Babası Ankara’dan 45 günlük
görevlendirilip gittiği Şemdinli’de
görevinin son günü hainlerle girdiği
çatışmada diğer babaların çocukları da
ağlamasın diye arkasına bile bakmadan
kahramanca savaşmış ve şehitlik
mertebesine ulaşmanın hazzını yaşamıştı.
Oysa Elif bugün babasını bekliyordu…
Evlerinde babası gibi giyinmiş bir sürü
amca ve daha önce hiç şahit olmadığı
kadar yoğun bir kalabalık vardı. Tanıdığı
tanımadığı cümle âlem toplanmış ağıtlar
yakmaktaydı kardeşlerine ve annesine
bakarak. Anlam veremediği kalabalık
arasında gözleri babasını aradı bir süre,
sonra babası gibi giyinmiş bir amca onu
kucağına alınca anladı bir şeylerin yolunda
gitmediğini. İleride annesi ve ablası
ağlamakta, küçük kardeşi ise olan
bitenden habersiz etrafa bakınmaktaydı.
Herkes bir ağızdan “Şehitler Ölmez, Vatan
Bölünmez”, “Vatan Sağ Olsun!” gibi şeyler
GENCAY
18
söylüyordu. “Şehitler Ölmez” ne demekti?
Vatanı kim bölmek isterdi? Ya vatan ne
zaman sağ olurdu? Hâlbuki vatanın ne
anlama geldiğini babası daha önce
anlatmıştı ona. Vatan, yaşadığı evleri
demekti. Annesi, babası, kardeşleri ve
okuldaki arkadaşları, sokaktaki şirin kedi,
her gün pencerelerden gelen kuş sesleri,
gökyüzünden kendine tuttuğu en parlak
yıldız, ay dede, bulutlar ve güneşti vatan
dedikleri. Ama anlayamıyordu bir türlü,
vatan nasıl bölünürdü? Kim, neden almak
istesin ki vatanını ondan? Şimdi babası
olsaydı nasıl da güzel cevap verirdi bu
sorularına. Peki, şimdi kime sorması
lazımdı bu soruları? Sahi, babası
neredeydi?
Herkes onun daha küçük olduğunu ve
olanları anlayamadığını falan söylüyordu
ama galiba o anlamıştı her şeyi. Babası,
tıpkı anlattığı hikâyelerdeki gibi yüce bir
kahraman olmuştu. Zaten kahraman
demek de güçlü demek değil miydi? Bizi
koruyan, kollayan cesur insan değil miydi?
Geçenlerde okuduğu bir hikâyede geçen
‘Vatan Kahramanı’ kelimesinin anlamını da
sanırım bu kez babasına sormadan
anlayabilmişti. Peki, babası Vatan
Kahramanı olduysa annesi, kardeşleri ve
kendi ne olmuştu? İçinden geçirdiği
düşüncelerin ardından boncuk gibi
parlayan o gözlerini kıstı ve dayanılmaz
şekilde sızlayan küçücük yüreğini
avutmaya başladı.
Anladı, anladı ama ağlamadı.
Adı Elif’ti, sevdası ‘Elif’ olanın kızıydı…
Ağlamamalıydı.
Elif, kaşlarını çattı…
Ocakları kavuran onlarca ateşten biri de
minik Elif’in ve kardeşlerinin küçücük
yüreklerine düştü. Sinesine elif çekilmiş üç
küçük yavru daha başını yere eğdi ve her
zamanki gibi bu ateş de düştüğü yeri kasıp
kavurdu. Bizler televizyonda anlık üzüntü
duyduk ve daha sonra unutup hayata
kaldığımız yerden devam ettik. Ama Elif’in
ve kardeşlerinin yüreğindeki ateş hiç
dinmedi.
Bir yanda sırf siyasi çıkarlar için ayaklar
altına alınan değerler, sömürülen insani
duygular; diğer yanda ise anlamını
yitirmiş kelimeler, boğazda düğümlenmiş
cam kırıkları ve olan biteni çaresizce
seyreden bir çift göz… Kalem kırılır, kâğıt
biter, sözcükler etrafa uçuşur…
GENCAY
19
Bir çift ceylan göz size kitapların
alamayacağı kadar çok şey anlatır. Bu
bakışta gizlidir bir çocuğun geçmişi ve
geleceği arasında kopan bağlar. Bu bakışta
gizlidir neye ve kime olduğunu bilmese de
koskocaman bir nefret. Bir çocuk, küçücük
yüreğine sığdıramadığı kadar özlem
sığdırır o gözlere; yaşanmışlıkları,
çaresizliği ve bir daha hiç gelmeyecek olan
babayı sığdırır o bakışa…
Her şeyi bir yana bırakıp sadece bu
gözlerden sorgulayalım kendimizi. Kendi
resmimize bir de o ve onun gibi onlarca
yetim kalan vatan evlatlarının gözlerinden
bakalım. Oysa çiçekli bahçelerde gülüp
oynamayı hak ediyordu bu masum
bakışlar. Her gün çaresiz gözlerle
bulutların arkasına olduğuna inandığı
babasını bulmak için değil, mutlu bir
geleceğe rengârenk gökkuşağından
köprüler kurmak için bakmalıydı
gökyüzüne. Yıldızlar altında heyecanlı
hayaller kurup ailesiyle birlikte mutlu
günler geçireceği bir ülke bırakmalıydık
tertemiz yüreklere. Onlara çiçekli bahçeler
bırakmak için kendi ellerimizle
koparmalıydık çorak topraklardaki
dikenleri.
İnsanların acılarını kullanan, toprağa
düşen vatan evlatlarını değersizleştiren ve
bu bakışlardaki nefrete sebep olan
herkes… İyi bakın bu çocuğun gözlerine!
Bakabilecek cesaretiniz varsa gözlerinizi
kaçırmadan bakın. Bakın ve cevap verin bu
bakışta gizlenmiş olan sorulara.
Bir gün “Babam Vatan Kahramanı olurken
siz neredeydiniz?” diye sorduğunda
verebilecek bir cevabınız yoksa yerin
dibine batsın siyasetiniz de dünya
görüşünüz de…
Ey bakışlarında mertlik gizli olan dev
gönüllü çocuk! Sert bakışın taşlaşmış
vicdanları kar gibi eritir olmuş. Küçücük
yüreğin hain bir çarpışmanın, kanlı bir
pusunun ortasına kalmışçasına hızlı
çarpıyor. Baban sana güzel bir hediye
bırakarak uzaklaşmış göklere… Hem de
hayatın boyunca onurla taşıyabileceğin
şerefli bir hediye. Süzgün gözlerle son kez
baktığın kahraman baban bu vatanı sağ
kılmak için gözünü kırpmadan canını
vermiş. Kutlu bir göç kervanına katılmış
sonsuzluk yolunda. Giderken seni de bu
vatana emanet etmiş. Baban seni vatanın
merhametli ellerine bırakırken köpükten
gövdene de kurşundan bir yük bırakmış.
Yükün ağır, yolun kutlu, yolun çetin…
“Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu
yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva
büyük!”
Elif, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet… Ve
onlarca boynu bükülen vatan evladı… Kimi
babasının görevinin bitimini bekleyen
kimi de daha hiç babasını tanıyamayan
kahraman babaların kahraman evlatları.
Eğer başınızı yerden kaldıramazsak, o
güzel gözlerinizi ağlamaktan
kurtaramazsak hakkınızı helal etmeyin
bizlere.
Bu vatan için toprağa düşmüş yiğitler,
ruhunuz şad olsun! Kanınızla suladığınız
toprakları hainlere tutsak edersek
aldığımız nefes bize haram olsun!
GENCAY
20
GÜNEŞE DOST PAMİR’DEN ANADOLU
DİYARI ULUPAMİR’E
Gülder ESKİ
Güzellikler yaylası Pamir… Orta Asya’da
yer alan bu dağ dünyanın en yüksek yayla
unvanını taşımaktadır. Çin, Afganistan,
Pakistan sınırında yer almaktadır. Asya’da
yer alan Karakurum, Kunlun, Tianshan,
Hindikuş sıradağlarını da bünyesinde
toplamıştır. Bundan dolayıdır ki, bu dağa
“Asya’nın Dağı” veya “Dağların Atası”
denmektedir. Doğal güzelliklerinin yanı
sıra Pamir dağlarında binlerce yıl
geçmişten kalan çok sayıda kervansaray
bulunmaktadır. Bu özelliğiyle de Pamir,
kültürel bir miras niteliği kazanmaktadır.
Bu yaylanın yüksek tepeleri buzullarla
kaplıdır.
Pamir, Farsça pa ”ayak” ve mir “komutan,
beg, emir, zirve” kelimeleri ile yapılmış ve
pamirşeklini almıştır. Bu isimden
hareketle, Pamir “zirvelerin ayağı”
anlamına gelmektedir. Bu yaylanın
tarihçesine bakacak olursak bu yayla
Kırgız halkının anavatanıdır. Ancak ne
zaman ki bu vatan toprakları komünizm
idaresine girdi işte o zaman bölgede
durumlar değişti. Afganistan’ın yönetimi
Sovyetlerin eline geçince, Kırgızlar önce
1978 tarihinde Pakistan’a ve daha sonra
1982 tarihinde Türkiye’ye göç etmişlerdir.
Türkiye’de hâlâ yaşadıkları yer olan Van’ın
Erciş ilçesinin Ulupamir köyüne nasıl
geldiklerinden bahsetmek istiyorum.
Kırgız halkının hanı olan Hacı Rahmankul
Pamir yaylasında başlayan kaosa nasıl bir
çözüm getireceğini anlayabilmek için
Aksakallar Meclisi’ni toplamak ister.
Toplanan mecliste üyeler çareyi göç
etmekte bulurlar. Önce Afganistan’a
gelirler, ancak buradaki Sovyet baskısı
nedeniyle Pakistan’a göç ederler. Ancak
buranın hava koşulları Kırgız halkı için pek
uygun değildi. Kırgız halkı bozkır hava
şartlarına alışıktı, Pakistan ise ılıman bir
havaya sahipti. Hatta bu sebepten dolayı
450 Kırgız halkı hayatını kaybetmiştir. Bu
nedenle Türkiye’ye göç ederler. Türkiye’de
ise 80’li yılların sancılı dönemleri
yaşanmaktadır. İslamabad Büyükelçiliği
Türkiye’ye gelmek için istekte bulunur. Bu
istek Kenan Evren tarafından kabul görür
ve hanları Rahmankul ile beraber Kırgızlar
Adana’ya getirilir. Nihayet dönemin
başbakanı Turgut Özal Kırgız halkını
Van’ın Erciş ilçesindeki Altındere’ye, onlar
için yapılan konutlara yerleştirir. Kırgız
halkının isteği doğrultusunda ise köyün
adı “Ulupamir” olur. O gün bugündür
Kırgız Türk’ü soydaşlarımız Anadolu’da
yaşamaktadırlar. Kendi öz kültürlerini
terketmeyen Kırgızlar her sene “Ayran
Şöleni” adı altında festivaller
GENCAY
21
düzenleyerek, Türk kültür izleri ortaya
çıkarmaktadırlar.
Ancak Ulupamir’de konutlarda yaşayan bu
halk çadırlarda yaşadıkları günleri
hasretle anmaktadırlar. Evlerinin
mimarisini de tıpkı çadırlarda olduğu gibi
düzenlemişlerdir. Evin içini dekore
etmekte kullanılan malzeme ve motifler
doğal ve yöresel izler taşımaktadır. Belki
de bu onların yerleşik hayata karşı
başkaldırışıdır.
Netice itibariyle, Pamir yaylaları Kırgız
halkının özünü, benliğini oluşturmaktadır.
Zirvede bulunan bu yayla güneşten aldığı
mutlak dayanakla âdeta kuvvet
bulmaktadır. İşte bizler de bu kutlu yolda
ilerlerken gücümüzü, güneşi yani bizi
aydınlatacak olan ışığımızı Pamir’den
alıyoruz. Van’da bulunun bu eşsiz köy de
tıpkı Pamir’in doğallığında olduğu gibi,
özümüzü, derinlerde bulunan has
kültürümüzü, inançlarımızı, var oluş
sebebimizi en içten duygularıyla
yaşatmaya çalışıyor. Bizler de bu manevi
ve kültürel inançla hareket ederek, milli
değerlerin aydınlığında, mazinin âtiye
sürüklediği kültürel mirasla, atalarımızdan
aldığımız güç ile hareket etmeyi temel
gaye olarak bilmeliyiz. İşte bu şuur ve
bilinçle hareket ederek, maziye olan
borcunu âtiye ödemek sorumluluğunu
üstlenmeliyiz. Bizler ancak bir olursak
“biz” oluruz. Hepinize esenlikler
diliyorum.
GENCAY
22
YILANLARIN ÖCÜ:
FAKİR BAYKURT HAKKINDA Canan CAVŞAK
Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt, 1929
yılında Burdur’un Yeşilova ilçesi
Akçaköy’de doğmuştur. İlkokulu
bitirdikten sonra Gönen Köy Enstitüsü'ne
yazılır. Köy Enstitüsü yıllarında şiire olan
ilgisi artmıştır. Türkçeye çevrilen
klasikleri okur. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü
bitirdikten sonra Sivas, Konya ve Şavşat’ta
Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ankara
ilçelerinde İlköğretim müfettişi olarak
görev almıştır. Türkiye Öğretmenler
Sendikası’nın başkanlığını yapmıştır.
ODTÜ halkla ilişkiler ve yayın
danışmanlığı, Kültür Bakanlığı
danışmanlığı gibi görevlerde bulunmuştur.
1979 yılında Federal Almanya’da Yabancı
Çocuk ve Gençlerin Teşviki Bölgesel
Çalışma Kurumu’nda eğitim uzmanı olarak
çalışmıştır. 11 Ekim 1999 yılında vefat
etmiştir (Erişim Tarihi: 01.10.2013).
Romanlarında Türkiye'deki köylü
yaşamını halkçı ve devrimci bir bakış
açısıyla ele almıştır. Köylünün bilinci ve
bilinçaltındaki istekleri, tepkilerini ve
çelişkilerini yansıtmıştır. Eserlerinde yerel
söyleyişlere yer vermiştir (Dağlı, 2013).
Eserleri: Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü
(1958), Irazca’nın Dirliği (1961), Onuncu
Köy (1961), Kaplumbağalar (1967),
Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970),
Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara
Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977),
Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986),
Yarım Ekmek (1998), Eşekli Kütüphaneci
(2000) adlı romanlarının yanında, onlarca
hikâye, şiir ve çocuk kitapları
yayımlanmıştır. Kitapları çeşitli dillere
çevrilmiş, Türkiye’de ve çevrildiği
ülkelerde birçok ödül almıştır (Literatür
Yayınları, 2013).
ROMANDAKİ KARAKTERLER
Yılanların Öcü romanında, kişiler; zengin-
güçlü köylüler, yoksul-güçsüz köylüler,
memur ve bürokratlar olarak belirir. Güçlü
ile güçsüzün mücadelesini konu edinen
romanda, Irazca, Bayram, Muhtar, Haceli,
Haceli’nin karısı Fatma, Bayram’ın karısı
Haçça, Irazca’nın kardeşi Sultanca, Bekçi
Mustafa, Kaymakam ve Şakir Efendi gibi
kişiler yer alır. Bunlardan başka oldukça
geniş bir kişi kadrosuna sahip olan
romanda birçok kişinin adı anılmıştır.
GENCAY
23
Romanda öne çıkan kişiler, güçsüz ve
ezilen köylü, güçlü ve ezen köylü ile
memur ve bürokratlar gibi üç öbekte
toplanabilir:
1. Güçsüz ve ezilen köylü: Bayram ve
ailesi, Bekçi Mustafa
2. Güçlü ve ezen köylü: Muhtar, Haceli
3. Memur ve bürokratlar: Kaymakam,
Şakir Efendi
Romanın başkişisi konumunda olan Irazca,
romanda yaşlı ve güçlü bir kadın tipi
olarak yer alır. Oğlu Bayram’ın üzerinde
otoriteye sahip olan ve evi yöneten Irazca,
hayatı boyunca çilelerle yoğrulmuş yaşlı
köylü kadınını temsil eder. Bayram,
annesinin yönlendirmeleriyle hareket
eden, geleceğe yönelik küçük mutluluklar
hayal eden zayıf bir kişilik olarak
belirirken, Bayram’ın karısı Haçça ise
kaderine boyun eğen genç köylü kadını
olarak sunulur.
Kara Bayram’ın hasmı Haceli, çıkarları için
güçlünün yanında olan köylü bir tiptir.
Muhtarın her istediğini yapan Haceli, sınıf
atlama arzusuyla her türlü kötülüğü
yapmaya yatkındır. Haceli’nin karısı Fatma
ise cinselliği temsil eden genç bir kadın
olarak romanda yer bulur. Kocasıyla
mutsuz bir hayat yaşayan Fatma, kaderine
karşı koymaya çalışan, daha mutlu bir
hayatın hayallerine kendini kaptıran genç
bir kadını canlandırır. Muhtar Cımbıldak
Hüsnü, romanda gücü, zenginliği ve
otoriteyi temsil eder. Muhtar, romanda
köylüye karşı baskı uygulamaktan
çekinmeyen, insanlar tarafından pek
sevilmeyen, kibirli ve gösterişi seven bir
yönetici tipini canlandırır.
Romanda din adamı görevini üstlenen
Beytullah Hoca, köy romanlarındaki genel
eğilim doğrultusunda olumsuz bir kişi
olarak belirir. Hoca, zenginin yanında yer
alan, gerektiğinde güçlünün çıkarları için
dinin emirlerini yorumlayan biri olarak
okurun karşısına çıkar.
Romanın en gerçekçi kişisi ise, Bekçi
Mustafa’dır. Oldukça yoksul olan Bekçi
Mustafa, Muhtar’ın yaptıklarının doğru
olmadığını düşünse de, geçim derdinden
dolayı sesini çıkaramaz. Haksızlıklar
karşısında, yoksulluğu ve güçsüzlüğü
yüzünden susmak zorunda kalır. Doğma
büyüme köylü olan ve köylünün yaşadığı
sıkıntıları yakından bilen sağlık memuru
Şakir Efendi, romanda iyi niyetli, dürüst
memuru temsil eder. Kaymakam da,
köylülerde oluşan genel beklentinin
aksine, daha önceki yöneticilerden farklı
olarak, yoksulun yanında olan, dürüst bir
bürokrat olarak romanda yer bulur (Tiken,
2009).
ROMANIN ÖZETİ ve DEĞERLENDİRME
Yılanların Öcü, Burdur’un 80 haneli
Karataş Köyü’nde geçmektedir. Önceleri
bir ağa köyü olan Karataş’ı sahibi satınca,
herkes bütçesine göre toprak sahibi
olmuştur. Eski ağalık işlerinin yerini
muhtarlık ve köy kurulu almıştır. Yedi yıl
önce borçla ağa çiftliğinden kırk dönüm
toprak almış ve borcunu yeni bitirmiş Kara
Bayram ailesi ise Türkiye’de topraksız ya
da az topraklı köylüyü temsil eder. Evli ve
üç çocuk babası Bayram’ın babası Kara Şali
Yemen’i, Yunan’ı, Cumhuriyet’i görmüş ve
Bayram küçükken ölmüştür. Irazca ise sağ
ve evde söz önceliği onundur.
GENCAY
24
Günün birinde ilin valisi şehre bir heykel
diktirmeye karar verip köylere haber
gönderince Karataş’ın düzeni bozulur.
Çıkar çatışmaları çıkar ortaya. Köyde para
olmadığı için, muhtar ve köy kurulu
üyeleri köy içinden toprak satmaya karar
verir. Muhtar, köy kurulu üyelerinden
Haceli’ye Kara Bayram’ın evinin önünden
bir ev yeri satar. Köyde bir evin önüne ev
yapılması uygunsuzdur; çünkü evlerin
tuvalet ve gübreliği evin arkasına yapıldığı
için Haceli’nin tuvalet ve gübreliği
Bayram’ın evinin önüne gelecektir. Kara
Bayram ailesinin buna ses çıkarmayacağı
düşünüldüğü için onların evinin önü
seçilir; fakat durum hiç de Haceli ve
muhtarın düşündüğü gibi gerçekleşmez.
Bayram ve Irazca bu işe karşı çıkar, ev
yapımına sürekli engel olur; temeli
doldurup kerpiçleri kırarlar. Haceli de
Bayram’ın karısı Haçça ‘ya saldırır ve bu
yüzden Haçça’nın çocuğu düşer. Muhtar da
Bayram’ı dövdürür. Irazca bu olayları köye
gelen kaymakama anlatır. Kaymakam ev
yapılmasını önler ve düşen çocuk için de
yasal yollara başvurmalarını söyler.
Muhtar bundan sonra barış girişimlerinde
bulunur ve araya köylüleri sokar; ancak
Irazca davacı olmakta kararlıdır.
Irazca’nın başlattığı direnişle Haceli’nin
Muhtar’ın desteğiyle, Kara Bayram’ın
evinin önüne ev yapma hayali
gerçekleşemez. Kaymakam, Irazca’nın
şikâyetini dikkate alır ve Haceli,
Kaymakam’ın emriyle kendi açtığı temeli
doldurmak zorunda kalır. Irazca ve Kara
Bayram, mücadelelerinde başarılı
oldukları zaman ise sahneye yılanlar
tekrar çıkar ve Irazca’nın kardeşi
Sultanca’yı sokarlar. Böylelikle kötülükle
savaşın bitmediği, kötülüğün her an ortaya
çıkabileceği gerçeği vurgulanmak istenir.
Romanın sonunda Irazca yarı bilinçsiz, bu
gerçekliği açığa vurur: “Yılanlar öç
alıyoooor!...” diye bağırdı. “Yılanlar öç
alıyor bakıın!... Yılanlar yılanken sizin gibi
alçakların hakaretine dayanamadı da, siz
insan olduğunuz halde bunca hakarete,
bunca zulme, zillete nasıl dayanıyorsunuz
behey, he heeeey Kara Bayram?...”
(Baykurt, 2013: 273).
Roman, Irazca’nın “Düşün yollara!
Yollara!..” (Baykurt, 2013: 273) öğüdüyle
sona erer. Irazca, bu sözleriyle kötülükle
mücadelenin bitmediğini, korkmadan,
çekinmeden kötülükle savaşılması
gerektiğini söyler. Irazca’nın tehlikesine
işaret ettiği yılan, romanda kötülüğü
simgeleyerek her zaman savaşılması
gereken bir düşman olarak belirir.
Yılanların varlığı romanda, kötülerle iyiler,
güçlülerle güçsüzler, zenginlerle yoksullar
arasındaki bu savaşın sonsuza dek
süreceğini gösterir.
Kara Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan
düşmanlıkları, Bayram’ın babası Kara
Şali’nin halk arasında yaygın bir söylence
olan yılanların şahı Şahmaran’ı
öldürmesiyle başlar. Bayram, karısı
Haçça’ya yılanlarla olan düşmanlıklarını
şöyle anımsatır: “Bugüne kadar hiç
duymadın mı anamdan? Savaşımız var
yılan milletiyle! Bu ırzı kırıklar, oldubitti,
bizim takıma düşmandır! Öküze ineğe
zarar verirler! Fırsatını buldular mı
esirgemezler!” “... Yılanlar, güya, toplanıp
karar vermişler aralarında. Bizim
kökümüzü yeryüzünden kazımadıkça
içleri rahat etmeyecekmiş!.. Kralları
Şahmaran’ı öldürmüşüz çünkü...” (Baykurt,
2013: 34-36). Romanda kötülük simgesi
GENCAY
25
olarak yer bulan yılan, arada bir sahneye
çıkarak kendini anımsatır ve bir çeşit ana
öge olarak belirir.
Toplumsal yapı, zenginlik ve yoksulluk
düzleminde biçimlenir. Kişiler arasındaki
ilişkileri ekonomik ölçütlere bağlı olan güç
dengesi belirler. Halk üzerinde korkuya
dayalı bir üstünlük kuran muhtar ve Köy
Kurulu üyeleri, küçük bir seçkin sınıf
olarak romanda yer alır.
Romanda 1950 sonrasında gerçekleşen
tarımda makineleşmeyle birlikte değişen
mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak yaşanan
sorunlara değinilir. Köylünün yaşayışı,
üretim çalışmaları, ev yaşantısı ve
törelerle bir bütün olarak verilmiştir.
Muhtarlık aracılığıyla, merkezi idare ve
köylüler arasındaki çatışma anlatılır
(Çakır, 2009). Sağlık görevlisi Şakir Efendi
makineleşmeyle birlikte dönüşen
insanlara ve değişen ilişkilere dair şöyle
demektedir: “Tekmil köylü milleti böyle!
Birbirini çekemiyor. Kıskançlık ilerledi.
Benim gezdiğim köyler hep böyle.
Düzenliği yok. Geçimi yok. Tamah çoğaldı.
İyice çivisi çıktı köylerin!..” (Baykurt,
2013; 222).
Türkiye’nin modernleşme süreci, birey-
toplumsal tarih ilişkisi ve köyün toplumsal
koşulları, Irazca’nın geçmişi ile Türkiye
tarihi ilişkilendirilerek verilmiştir. Irazca
yıllarca çileli bir yaşam sürmüş, ömrü
boyunca pek gün yüzü görmemiştir. Kocası
da erkenden ölmüş, kendisi de dul
kalmıştır. Irazca kendi durumunu şöyle
anlatır: “Öşür yazdılar tek başıma, dul!
Sabah oduna gittim, öğleyin çifte, dul! Ne
uzundu dinsiz Allahsız geceler! Teptiler
kapımı. Bayram ufak, kimselere
açamadım; dul!..”(Baykurt, 2013; 58).
Ezilmekte olan köylü, koşullarına karşı
bilinçli değildir. Köylü çaresizdir ve ortak
hareket etmeyi başaramazlar. Haçça’ya
saldırılması ve Bayram’ın dövdürülmesi
konusunda Irazca, köylüden tanıklık
yapmalarını ister ama kimse yanaşmaz.
Bir köylü şöyle bir değerlendirme yapar:
“Kim olur tanık tapık? Biz mi? Yahu Irazca!
Yahu biz kim, tanıklık kim? Nerde bizde o
yürek?..” (Baykurt,2013; 215).
Köyde yönetimi ele geçiren Muhtar Hüsnü,
köylünün üzerinde korkuya dayalı bir
egemenlik kurmayı seçer. Köylüyle yaptığı
konuşmalarda, devlet görevlilerine karşı
hep sessiz kalmalarını öğütler. Bu durum
derebeylik yapısının bozulması ile ortaya
çıkan yeni yapının, gerçekte daha acımasız
ve ayrımcı olduğu gerçeğini
açıklamaktadır. Muhtar, devlet otoritesini,
kendi egemenliğini sürdürmek için
kullanmaktadır: “Şimdi demokratçılık var.
Öteygün demokratçılığın ne demek
olduğunu anlattım hepinize!
Demokratçılık, boruculuk değildir.
Demokratçılıkta herkes nerde, sen de
orda!” (Baykurt, 2013; 191).
Romanda, köylü ile devlet yönetimi
arasında derin bir uçurum olduğu
gözlemlenir. Yöneticiler, köylünün hayat
koşullarından habersiz bir şekilde
görevlerini yürütmüşlerdir.
Köylülerin kendi aralarındaki konuşmaları
bu durumu ispatlar: “Kaymakamın
yoksullarla işi ne? Herif gelir, iner
muhtarın ya da köyün en varsılının evine.
Kuzu! Rakı! Yemenin içmenin tiryakisidir
GENCAY
26
bunlar. Söyleyin başka türlü davranan
kaymakamı kim gördü?” (Baykurt, 2013:
219).
Gelenekler ve halk inanışlarının kişilerin
düşünce ve davranışlarına yön verdiği
görülür.
Örneğin; Anadolu’nun bazı bölgelerindeki
yılan yakmanın bolluk ve yağmur
getireceği inancına, romanda rastlanır:
“Hayır, asla göremem! Yakarım! Çünkü
yılanı öldürdün de yaktın mı, rahmet çok
yağar!
Ekin dikin, gök göverti bol olur. Bolluk
olur o yıl köy! Eskiden de böyle
yaparlarmış. Çok duydum ben bunu...”
(Baykurt, 2013: 42)
Köylülerin dinsel inançlarının zayıf olduğu
gözlemlenir. Bayram annesinin
zorlamasıyla Cuma namazına gider, namaz
kılarken de Haceli’nin karısı Fatma’yı
düşler.
SONUÇ
Dünyada ve Türkiye’de, köycülüğün
siyasal bir söylem olarak öne çıkmasıyla
birlikte yoğunlaşan köy romanları, edebî
bir yönelim olmalarının yanında hem
siyasal hem de toplumsal veriler sunarlar.
Köyü ve köylüyü konu edinen bazı eserler,
gerçeklikten uzak ve “güdümlü” olsalar da
bu romanlar, tarihsel-siyasal bir süreci
aydınlatmaları bakımından önemlidirler.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlardan biri olan
Fakir Baykurt, köy gerçekliğini dile getiren
başlıca romancılardandır. Büyük bir
beğeni toplayan, sinemaya ve tiyatroya
uyarlanan Yılanların Öcü adlı romanıyla
Fakir Baykurt, derebeyli düzenden
anamalcı düzene geçişi ele alarak, bireysel
ve bilinçsiz bir başkaldırıyı konu eder. Bu
yönüyle, toplum-bilimsel bir metin
çözümlemesine imkân veren eser,
toplumsal yapı ve ilişkilerin
gözlemlenebilmesine imkân sağlar.
Olayların gerçek bir mekânda geçtiği
romanda, Doğu kültüründe önemli bir
simge olan ‘yılan’ın kullanılması dikkat
çeker. Romanda kötülük simgesi olarak
yer alan yılan, işlevsel bir görev üstlenir.
Güçsüz ve ezilen sınıfı temsil eden Kara
Bayram’ın ailesinin yılanlarla olan
mücadelesi aynı zamanda, onların güçlü ve
ezen sınıfla yaptıkları mücadelenin de
simgesel boyutunu oluşturur.
Sonuç olarak romanda, ister bir siyasal
dizge, isterse bir ülkü adına yapılsın,
güçlülerin egemen olduğu ve kötülük
saçtığı bir dünyada, her türlü baskı ve
şiddete karşı insanların mücadele etmesi
gerektiği, ancak bu mücadelenin
sonucunda elde edilecek başarının göreli
olacağı ve insan için mutlak mutluluğun
olmayacağı ortaya konulur (Tiken, 2009).
KAYNAKÇA
Baykurt, F. (2013); Yılanların Öcü, İstanbul:
Literatür Yayınları
Çakır, S. (2009); “Toplumsal Tarih Ekseninde
Metinlerarasılık: Yılanların Öcü” iç. Dil ve Edebiyat
Dergisi (s.31-52) Cilt: 6 Sayı: 2
Dağlı, M. (2013); Cumhuriyet Döneminde Roman ve
Hikaye www.edebiyatogretmeni.net Erişim Tarihi:
14.03.2013
Fakir Baykurt’un Hayatı
www.iyigunler.net/h/Fakir-Baykurt-kimdir- Erişim
Tarihi: 01.10.2013
Tiken, S. (2009); “Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü
Adlı Romanına Oluşumsal Yapısalcı Bir Yaklaşım” iç.
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi (s.43-56) Cilt: 13 Sayı: 1
GENCAY
millikanal.com