Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

66

description

Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012http://www.gencaydergisi.com

Transcript of Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 5 - Haziran 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE HİTABESİ

BİZ KİMİZ / Dündar TAŞER

TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU / Alperen KIZIKLI

SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? / Recep BAYRAM

ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI / Metehan ÇAĞRI

DEMİR AĞLARIMIZ / Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU

ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA / Bülent ERDİL

SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ

FENAFİLMİLLET OLMUŞ BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER / Hakan PAKSOY

DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ / Sertaç EKEMEN

ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI / Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ

ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET İSTİYORUZ! / Fatma Özge ÖZDEMİR

OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI / Vural Egemen SARIGÖZ

BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

1

ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE

HİTABESİ

Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından 20

Ekim 1927 tarihinde Nutuk'un sonunda

Türk Gençliğine yönelik yaptığı

seslenişidir. Nutuk, Atatürk'ün Kurtuluş

Savaşı'nı anlattığı 15 - 20 Ekim 1927

tarihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi 2.

Kongresinde otuz altı buçuk saat süren

tarihi konuşmasıdır.

Türk Gençliğine Bıraktığımız Kutsal

Armağan

Saygıdeğer baylar, sizi, günlerce

işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı

sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir

dönemin öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve

yarınki çocuklarımız için dikkat ve

uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları

belirtebilmiş isem kendimi mutlu

sayacağım.

Baylar, bu söylevimle, milli varlığı sona

ermiş sayılan büyük bir milletin,

bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve

tekniğin en son ilkelerine dayanan milli ve

çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu

anlatmaya çalıştım.

Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri

çekilen ulusal yıkımların yarattığı

uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her

köşesini sulayan kanların karşılığıdır.

Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir

armağan olarak bırakıyorum.

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

2

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk

Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve

müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne

temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli

hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu

hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili

ve harici, bedhahların olacaktır. Bir gün,

istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa

mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak

için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve

şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve

şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür

edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine

kastedecek düşmanlar, bütün dünyada

emsali görülmemiş bir galibiyetin

mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile

aziz vatanın kaleleri zapt edilmiş, bütün

tersanelerine girilmiş, bütün orduları

dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil

işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten

daha elim ve daha vahim olmak üzere,

memleketin dâhilinde iktidara sahip

olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet

içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar

sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin

siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet,

fakr-u zaruret içinde harap ve bitap

düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen;

Türk İstiklal ve Cumhuriyetini

kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret,

damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

NUTUK - Ankara, 20 Ekim 1927

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

3

BİZ KİMİZ Dündar TAŞER

Biz, dünyanın en büyük imparatorluklarını

kurmuş ve hâkimiyetini eski dünyanın

bilinen her köşesinde yürütmüş bir

milletiz.

Bu imparatorlukların sonuncusu, varisi

olduğumuz Osmanlı Devleti'dir.

Osmanlı Devleti Söğüt'te kurulduğu

1299 yıllarında 40 atlıya sahip bir uç

beyliği iken, 1326'da Bursa'nın fethi

sırasında Orhan Bey 38.000 süvariye

kumanda ediyordu. Bu asker artışı,

nereden geliyordu? Fethedilen

topraklardan toplanamazdı. Zira bu

yerin ahalisi Türk değildi. 400 gadirlik

bir aşiret, 27 senede bu kadar

çoğalamazdı.

Selçuk Sultanlığı, asker yardımı yapacak

halde değildi. O halde artış nereden

geliyordu? Öyle anlaşılıyor ki, Bizans

ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin

ülküsünü temsil ediyor. Türklük âleminin,

fetret devrinde bile asla vazgeçmediği,

İstanbul fethinin ve dünya hâkimiyetinin

mümessili sayılıyordu. Millî şuur ve ülkü

Horasan'dan İzmir'e kadar her yerdeki

Türk'ü Ertuğrul sancağına çekiyor,

şeyhler, müftüler, müderrisler eli kılıç

kabzasına yakışan her yiğidi, gönlü fazilet

aşkı ile dolu her mümini, kafası salim

düşünceye açılmış her talebeyi Söğüt

Beyliği'ne sevk ediyordu. Küçük beylik az

zamanda Türk âleminin otağı haline geldi.

Sultan-Medrese - Sipahi muvazenesi ile ne

anarşi ne de despotluğa fırsat vermeyen

bir devlet kuruldu. Başta hanedan olmak

üzere bütün insanların devlete can borcu

vardı ve bu borcu bütün tebaa

hükümdarlar dâhil tereddütsüz ödediler.

Küçük devletin, fazileti büyük,

müsamahası büyük, ideali büyüktü. Bu

manevi azamet devletin topraklarım çok

kısa zamanda kendi seviyesine getirdi.

Bu devir 1699'a kadar sürdü. Bu dört yüz

senenin macerası şöyle özetlenebilir. Her

yaz 3 ay sefere çıkılır, 3 gün 3 saat kılıç

çekilir. Bir ülke bir vilayet olarak devlete

katılırdı.

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

4

Her güz batıya, kuzeye doğru bir koşu

asırlarca devam etti. Bu koşu, talan,

istismar koşusu değil, müsamaha,

adalet ve huzur tesisi içindi. Bu devrede

Osmanlı hünkârı "Hakan-ı Berri ve

Bahrin", "Sultan-ı İklimi Rum", "Halife-i

Ruyi Zemin" sıfatları ile yeryüzünde

kendine muadil otorite tanımadı.

Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir

nokta oldu. 1699'dan sonraki bütün

çabalar, bütün düşünceler, o noktayı

geçmek, o engeli aşmak için aranan

çareler, ileri sürülen fikirlerin kavgasıdır.

Ne tedbirler düşünülmedi: Sünnet adına

Kadızade ile ortaya çıktı. Çakşır haram,

kavuk haram, kaftan haram bunlardan

soyunursak her iş yoluna girer dediler.

Avrupacılar türedi: Pantolon giyer, pelerin

taşır, fes vurursak mesele çözülür dediler.

Ne Kadızadeler İslam’ı anlamıştı, ne de

Avrupacılar batıyı. 25 milyon kilometre

karelik vatanı birleşik tutmak için taklitten

başka tedbir düşünen olmadı.

İsyanlar, ihtilaller, sokak kavgaları oldu.

Birbirimizi kırdık, sultanları kestik,

nihayet kendi ordumuzu top ateşine

tuttuk.

Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri

150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.

Bugün hainlerin kandırdığı gençlerin bir

kısmı hangi sebeplerle sosyalizmi

istiyorsa, dün onlar kadar samimi kimseler

liberalizmi istemişlerdi. Bugün

demokrasinin yeter olduğunu sananlar

gibi dün Tanzimat'ı yeter sayanlar vardı.

Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun

deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.

Biz bu cihan devletinin kalıntısı üstünde

cihan hâkimlerinin evladan olarak

utanıyoruz.

"Rüyama girdi bir gece bir fatihane zan"

diyen şair kendini söylediği kadar bizi de

söylemiştir. Ne geri kalmış milletlerin

birisi, ne de kurtuluş savaşı yapan,

kavimlerin birincisiyiz. İstiklalini son elli

yıl içinde bizden almış 19 ülkenin efendisi

idik.

"Azizi vaktîdik, o da zelil kıldı bizi."

Bu zilletin sebebini çıplak gözlerle

aramalı ve açık yürekle ortaya

koymalıyız. 150 yıldır her türlü

uygulanan şekil kavgalarını terk

zamanı gelmiştir. Milli şuur, Milliyetçi

Hareketi doğurmuştur. Bu hareket

Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı

Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini

beklemektedir. Bu bekleyiş demiri

eritene kadar sürecektir.

Ergenekon'dan demiri eritince

çıkmıştık.

Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu

göstermiştir. Demiri eritinceye kadar

sabır.

Şekil kavgaları ile, "go home" çığlıkları ile,

grevlerle, öldürülecek vaktimiz yoktur.

Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya

koşmalıyız. Sanayiimizi kurmalı, büyük

milletin imkânlarını, büyük geleceği

kurmak için seferber etmeliyiz.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

5

TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SİVİL

KİTLE ÖRGÜTÇÜLÜĞÜ VİZYONU Alperen KIZIKLI

Sivil Toplum Örgütü Nedir?

Günümüzde, amaç ve yapılanmaları

dikkate alınmadan 3-5 kişinin de 500.000

kişinin de bir araya gelip oluşturdukları

sivil yapılanmaların tümüne Sivil Toplum

Örgütü ifadesi kullanılmaktadır. Peki, çoğu

zaman ismi olup cismi olmayan veya

medyada sivil toplum örgütü olarak

demeçler vermekten çekinmeyen

toplumsuz sivil örgütlerin bu tanımı ne

kadar hak ettiklerini sorgulamak gerek

değil midir?

Sivil toplum örgütünün ne olduğunu

tanımlamak gerekirse sivil toplum, örgütlü

toplum demektir. Daha açık ifadeyle;

toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli

alanlarda bir araya gelerek, organize bir

şekilde teşkilatlanması ve bu

teşkilatlanmanın sürekli kılınması

demektir.

Bu teşkilatlanmayı gerçekleştirmiş,

arkasında bir taraftar kitlesi meydana

getirmiş; kitleleri yönlendirebilen,

yönetebilen, eylemlerle tepki koyabilen ve

kamuoyu oluşturabilen sivil toplum

örgütleri ise artık bir kitle örgütü haline

gelmiştir. Kitle örgütü haline gelebilmek

her sivil toplum örgütünün nihaiyi

amaçlarından biridir.

Sivil toplum örgütü resmi kurumlar ve

yönetim erki üzerinde otokontrol

mekanizmasının olmazsa olmazıdır. Eksik

olması, örgütsüz toplum demektir ki, birey

olarak her türlü yönetim erkinden hesap

sorulmasının mümkün olmadığı bir

durumu yaratır ve anti demokratik

uygulamaların önünü açar.

Türk Milliyetçilerin Sivil Toplum

Örgütçülüğü Geçmişinden Kesitler

Osmanlı’nın yıkılış sürecinde çeşitli fikirler

devletin parçalanmasına mani olabilmek

için ortaya çıkmıştır: Batıcılık, İslamcılık,

Osmanlıcılık ve Âdem-i Merkeziyetçilik bu

fikir akımlarının başlıcaları olarak

sayılabilir. Öte yandan Türk Milliyetçiliği

fikri ise İsmail Gaspıralı, M. Emin

Yurdakul, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Z.

Velidi Togan, Nihal Atsız gibi aydınların

ortaya koydukları eserlerle, mecmualarla

olgunlaşmış ayrıca İttihat ve Terakki

Cemiyeti ve Türk Ocakları isimli

yapılanmalarla hayat bulmuş, Gazi Mustafa

Kemal Atatürk’ün de fikir hayatına tesir

etmiştir.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

6

Türk Milliyetçiliği fikri, Kurtuluş Savaşı’yla

amacına ulaşmış, Türk Milletini esaret ve

sefaletten kurtarmış, Türk Milletinin hür

ve bağımsız olan bir devlet kurmasına

vesile olmuştur.

Türk Ocakları’nın kapatılması sonrasında

İsmet İnönü’nün emriyle başlatılan 3

Mayıs 1944 başlayan Irkçılık-Turancılık

davasıyla birlikte hükümetler tarafından

Türk Milliyetçiliği fikri ırkçılığa

indirgenmeye ve kurucu ideoloji olmasına

rağmen fikir olarak ötekileştirilmeye adeta

marjinalleştirilmeye başlanmıştır. Devlet

ve Türk Milliyetçileri karşı karşıya

getirilmeye çalışılmıştır.

Türk Milliyetçileri 1944 ve sonrası

dönemde artık örgütlü bir mücadele

vermenin gereğini daha iyi anlamış ve

fikirlerini daha iyi anlatabilmek adına

teşkilatlı mücadele vermenin Kurtuluş

Savaşı’ndaki gibi bir elzem olduğu

kanaatine tekrardan varmışlardır.

“1946’da kurulan Türk Gençlik Teşkilatı,

Ülkücü gençliğin yetişmesine önemli

katkılar sağlayan Galip Erdem’in de

kurucuları arasında bulunduğu bir teşkilat

olarak kısa sürede 100’e yakın şube

açmıştır.

Türk Kültür Ocağı, Türk Kültür Çalışmaları

Derneği, Türk Gençlik Teşkilatı ve Türk

Kültür Derneği’nin bir araya gelerek

1950’de oluşturdukları Milliyetçiler

Federasyonu’nun aldığı ‘federasyona bağlı

derneklerin tek bir dernek halinde

bütünleşmesi’ kararı doğrultusunda

1951’in Mayıs ayında kurulan Türk

Milliyetçiler Derneği (TMD), kısa sürede

büyük atılım gerçekleştirdi. 185 Marksist

tarafından Nazım Hikmet’in affı için

başlatılan kampanyaya karşı Ankara’da

anti-komünist bir toplantı düzenlemiştir.

Ayasofya’nın ibadete açılması, Milli-İslami

değerlerin korunması konuların gündeme

getirildiği bir kurultay gerçekleştirmiştir.

1965’de Milli Türk Talebe Birliği’nin

başkanlığına Nevzat Köseoğlu’nun

seçilmesi sağlanmış fakat bu birliğin tam

olarak kontrolü ele geçirilememiştir.

1966’da Ülkü Ocakları, “Ülkü Ocağı”

ismiyle ilk kez A.Ü. Hukuk, DTCF, Ziraat

fakültelerinde kurulan teşkilatlarla hayata

geçirilmiştir. Türk Milliyetçisi gençler kısa

sürede organizasyonlarını daha üst bir

noktaya getirip Ülkü Ocakları Birliği’nin

kurulması yoluna gitmişlerdir.” (1)

1945-1980 arasında çeşitli darbeler ile

Türk milliyetçisi sivil örgütlenmeler

sıkıyönetimin kurbanı olsalar da,

sıkıyönetim sonrası yeniden yapılanmayı

kolaylıkla başarmışlardır.

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

7

1980’e kadar Türk milliyetçisi sivil

örgütlenmeler, o zamanın şartları gereği

komünizmle mücadeleyi kendilerine hedef

edinmiş ve bu mücadeleden de başarıyla

çıkmışlardır. Fakat Türk milliyetçisi sivil

toplum örgütlerinin ortak bir mücadele

noktası olan komünizmin ortadan

kalkması, bu örgütlenmelerin kendi

kuruluş amaçlarını yeniden belirlemelerini

gerektirmiştir.

Komünizmle mücadelede başarı sağlayan

Türk Milliyetçileri, kendi örgütlerinin

amaçlarını değişen şartlara göre yeniden

düzenleyememiş ve güçlü kurumsal

yapılara sahip sivil toplum örgütleri

meydana getirememiştir.

1980 öncesi milliyetçi işçileri sendikal

alanda örgütlü hale getirmeyi amaçlayan

MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları

Konfederasyonu) kurumsallaşamamış,

kötü yönetim ve şahsi hırslara kurban

edilmiştir. Aynı dönemde sendikacılık

alanında faaliyet gösteren DİSK ve TÜRKİŞ

ve daha sonra kurulan HAK-İŞ, bugün

örgütlü faaliyetlerini halen yürütürken

MİSK yok olmuştur.

Bu alanda Türk Milliyetçilerinin halen

ciddi bir eksiği ve sıkıntısı vardır.

Dünyada Sivil Toplum Örgütçülüğünün

Gelişimi

1980 öncesinde soğuk savaş yıllarında

uygulanan çatışma ve silah aracılığıyla

olan eski savaş yöntemlerinin yerini tek

kutuplu bir dünyanın ortaya çıkmasıyla

birlikte, sivil toplum örgütleriyle yönetilen

modern mücadele ve savaş yöntemleri

almıştır.

1980 sonrası artan teknoloji ve iletişim

imkânlarıyla birlikte sivil toplum örgütleri

ülke içi ve ülkeler arası siyaseti

yönlendirme noktasında önemli bir yere

gelmiştir. Ayrıca küreselleşmeyle birlikte

ülkeler arası sınırlar kalkmış, para

transferi kolaylaşmış; teknolojideki

ilerlemeyle birlikte bilgi akışı hızlanmış,

dünyada iki noktanın birbirinden habersiz

olma ihtimali ortadan kalkmıştır.

Dünya kapitalistlerince desteklenen çeşitli

vakıflar aracılığıyla turuncu devrimler

gerçekleştirilmektedir. Kan dökmeden, (ya

da çok az kan dökerek) silah kullanmadan

modern savaşlar yapılmakta ve ülkeler

fethedilmektedir.

Örnek verecek olursak; Amerika’da,

Ronald Reagan emriyle kurulan NED

(National Endowment of Democracy) adlı

örgüt, ülkeleri sivil toplum örgütleriyle

dönüştürme amacına yönelik faaliyete

geçmiş ilk örgütlerden bir tanesidir.

George Soros tarafından desteklenen Açık

Toplum Vakıfları ise, çok kültürlülük

propagandası yaparak milletleşmiş

toplumları kendi çıkarlarına uygun bir

şekilde bölmeyi ve parçalamayı

hedeflemektedir.

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

8

1980 sonrası Türk Milliyetçiliğinin Sivil

Toplum Örgütlenmesi

Türk Milliyetçiliği 1980 ihtilali sonrasında

sivil toplum örgütlenmelerini eski kadar

faal çalıştıramamıştır. Fikir adamları

yetiştirememiş, sivil toplum örgütlerini

kullanarak etkin bir kamuoyu

oluşturamamıştır. Sivil toplum örgütleri

kurmak, geliştirmek, etkili hale getirmek

ve varlığını sürdürmek Türk

milliyetçilerinin tam anlamıyla

başarabildiği bir etkinlik alanı

olamamıştır. Oysa toplumsal boyutu olan

ve siyasal yapıya etkisi ile öne çıkan

kurumların başında sivil toplum örgütleri

gelmektedir.

Türk milliyetçilerinin 1980 sonrası siyasi,

kültürel, toplumsal sorunlar karşısında

örgütlü bir konumda bulunamayışının

sebeplerinin başında, geçerli ve etkili

örgütsel yapılanmadan ve bunları

işlevselleştirecek, etkili hale getirecek

zihniyetten yoksunluğu gelmektedir. Bu

zihniyetsizliğin tezahürü olarak milliyetçi

sivil toplum örgütlerini kurmaya çalışan

kişilere ve gruplara şüpheyle yaklaşılmış,

hatta çeşitli yönetim erklerine rakip

olacağı, otokontrol mekanizmasıyla

yönetim erkinin aleyhine durumlar ortaya

çıkaracakları düşüncesinden ötürü köstek

dahi olunmuştur.

Sivil toplum örgütçülüğü anlayışı Türk

milliyetçilerinin önceliklerden çıkmış,

parti mensubiyeti ve particilik daha fazla

önemsenmeye başlanmıştır.

Particiliği, sivil toplum örgütçülüğüne göre

daha ön plana alan Türk milliyetçileri fikir,

kültür ve sanat dallarında yeterli yol kat

edememiş; sinema, müzik ve

televizyonculuk alanlarında geri kalmış;

toplum algısında sadece tarih ve siyasetle

ilgilenen bir kitle haline gelmiştir.

Demokraside mücadelenin ve kamuoyu

oluşturmanın bir gereği olmuş sivil toplum

örgütleri Türk milliyetçileri için artık

önemli bir araç olmak zorundadır. Türkiye

ve Türk dünyası ilişkilerini sivil toplum

örgütleriyle güçlendirmek, hem Türk

dünyasındaki bütün insanların komünist

rejimle zayıflatılmış fakat yok edilememiş

Türk milletine aidiyet duygusunu

artıracak hem de Türk dünyasının

sorunlarının dünya kamuoyunda daha

fazla yer almasına vesile olacaktır.

Türk Milliyetçileri Sivil Toplum

Örgütleri Ne Kadar Bağımsız, Ne Kadar

Organizedir?

Milliyetçilerin oy verdiği siyasi partilerin

sivil toplum örgütlerini alt kuruluş olarak

görüp örgütlerin yönetimine, faaliyetlerine

müdahil olması, yeri geldiğinde sivil

toplum örgütünün üst kademesinin

oluşumuna müdahale etmesi sivil toplum

örgütçülüğüyle bağdaşmamaktır. Siyasi

parti yetkililerinin müdahalesi sonucu

örgütün yönetimi işe göre adam yerine,

adama göre iş felsefesiyle oluşturulmakta,

sivil toplum örgütleri bizzat Türk

milliyetçisi oluşumlar tarafından pasif

duruma getirilmektedir.

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

9

Sivil toplum örgütünün üzerinde sürekli

bir baskının olması insanların çalışma

arzusunu yok etmektedir ve sivil toplum

örgütünü adeta bir resmi memuriyete

dönüştürmektedir.

Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri de

bir üst çatıda buluşması gerekmektedir.

Böylelikle iri ve diri olup bir olmanın

gücünü ortaya koyacaklardır. Bu üst çatıyı

oluşturan birimler arasında hiyerarşik

emir komuta zinciri oluşturmak yerine,

eşitlerin bir arada karar mekanizmasına

katıldığı bir yapı oluşturulmalıdır. STÖ’ler

kendi içlerinde bağımsız karar alabilmeli,

kendi yönetimlerini üst çatı, ya da başka

bir yönetim erkinin müdahalesi olmadan

belirleyebilmelidirler.

Türk milliyetçileri birbirlerine daha sıkı

kenetlenmeli; örgütlerini hep birlikte

hareket ettirmeyi, mücadeleyi hep birlikte

yapabilmeyi tekrardan başarmalıdırlar.

Örnek verecek olursak geçmiş yıllarda var

olan Emek platformu ülkemizde eğitim

sendikaların bir araya gelerek oluşturduğu

bir üst yapılanmaydı. Bu platform ortak

miting yapmakta ve ortak bildirilere imza

atmaktaydı. Açıklamalarıyla toplumda ve

kamuoyunda ses getirmekteydi. Hak

kazanımları ve maaşlarda iyileştirme

konularında başarılı olan bu platform

milliyetçi sivil toplum örgütleri için de bir

örnek teşkil edebilir.

Türk Milliyetçiliğinin Sivil Toplum

Örgütçülüğü Vizyonu Nasıl Olmalıdır?

“Bir hareketin başarılı olması için üç tip

insana ihtiyaç vardır: Eylem adamı, fikir

adamı, inanç adamı. Bu üç tip insan

sempatizandan başlayarak eylem adamı,

fikir adamı, inanç adamı şeklinde tekâmül

eder.

Eylem adamlığından" "fikir adamlığına"

doğru yola çıkmış insan artık kuvvetle

muhtemel (doğal süreç gereği) "inanç

adamı" da olacaktır”(2).

Şöyle düşünürsek, 80 öncesi sivil toplum

örgütlerinde aktif bir şekilde bulunmuş;

günümüzde çeşitli kitaplarla ve köşe

yazılarıyla ülke gündemi hakkında

fikirlerini ortaya koyan insanların kaçı bu

süreçten geçmemiştir?

Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,

sempatizan durumunda olanların ve eylem

adamı mertebesinde bulunan gençlerin

ihtiyaçlarına cevap verebildiği ölçüde

cazibe merkezi olabilecek ve yeni insanları

yapısına katabilecektir. Bu ihtiyaçlar öyle

üzerinde çok kafa patlatılabilecek şeyler

de değildir. Eğlenceyse eğlence, hoşça

vakit geçirmeyse o, kimlik ve

mensubiyetse o, sosyal faaliyetse çeşitli

sosyal etkinlikler ve faaliyetler olmalıdır.

Tekâmül süreci doğal akışına

bırakılmalıdır.

Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri, ait

olduğu milletin kültür ve manevi

değerlerine sahip çıkmalıdır. Bu anlamda

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

10

halk oyunlarıyla, türkülerle, şiirlerle

insanları bir araya getirmelidir. İnsanların

beşeri ihtiyaçları, haz duygusu

karşılandıktan sonra, fikri ve ilmi

ihtiyaçları da ( hizmet alanının ve görev

tanımının elverdiği ölçüde) sivil toplum

örgütlerimiz tarafından karşılanabilir.

Aynı zamanda insanların manevi

ihtiyaçları da (din ve İslam ahlakı) tatmin

edilebilmelidir.

Sivil toplum örgütlerimizde yönetim

organizasyonumuz, formel değil informel

olmalıdır. Yönetimler genelin üzerinde

mutabakat sağlamadığı, genel tarafından

saygı gören kanaat önderlerinden

oluşmadan bir yerler tarafından

atanıyorsa bu formel bir yönetim

belirlemesidir. Fakat genelin benimsediği

ve kanaat önderlerinden oluşan bir

yönetim varsa bu informel bir yönetim

yapılanmasıdır. Yani yönetim kadrosu

kerameti kendinden menkul insanlar

yerine, kanaat önderi olmuş ya da

olabilecek lider vasfı taşıyan insanlardan

oluşabilmelidir.

Türk Milliyetçileri doğru işler yapabilen,

dezavantajları bile avantaja döndürme

yeteneğine sahip, sürükleyici, entelektüel

lider profilli insanlarla - bu profildeki

insanlar Türk milliyetçiliği ideolojisinde

diğer ideolojilere göre daha fazla

bulunmakta - sivil toplum örgütçülüğünde

yeni bir sayfa açmalıdır.

Sivil toplum örgütlerimiz,

merkeziyetçiliğinin esiri olmadan;

sıkılmadık el, direkt içine bakılmadık göz,

dokunulmadık yürek, fethedilmedik gönül

bırakılmamalıdır.

Ülkenin her köşesine sık yapılacak

ziyaretlerle halkın sesini dinleyebilmek,

şikâyetlerine derman olabilmek, hiç

değilse Türk milliyetçisi gençlerinin

sözünün birileri tarafından dinlenildiğini

daha fazla hissettirmek, sivil toplum

örgütlerimizin başarması gereken önemli

bir noktadır. Türk milliyetçisi gençlerin

kardeşlik ilişkisinin daha fazla

güçlendirilmesi açısından bunun

başarılması gerektir.

Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,

Türk dünyasının meselelerine sistemli bir

çözüm getirememektir. Türk milliyetçisi

sivil toplum örgütlerimizin, Türk

devletlerinin siyaset, ekonomi, sanat,

kültür ve eğitim alanlarındaki

işbirliklerinin artırılması ve bir bütün

halinde daha güçlü olabilmesi için, bir

ayağı Türkiye’ye basarken, diğer ayağının

Türk Cumhuriyetlerinde olması

sağlanmalıdır. Türkistan coğrafyasına sık

yapılacak ziyaretlerle görüş alışverişleri

gerçekleştirmelidir. Türk

Cumhuriyetleriyle kültür, sanat, edebiyat

alanlarında daha fazla işbirliği yapılması

için çaba göstermelidir.

Balkanlarda Türkistan’da veya Batı

Trakya’da Türklere karşı halen zulüm

yapılmakta, Irak’ta Türkmenlere yok

sayma politikası uygulanmakta, Kerkük ve

Telafer Türk yurdu olmaktan çıkmaktadır.

Türk milliyetçisi sivil toplum örgütleri,

çeşitli yürüyüşlerle, basın açıklamalarıyla,

bildirilerle, broşürlerle ve gerekirse her

hafta ses getirecek etkili bir

organizasyonla, Batı Trakya ve Kuzey Irak

Türklerinin yaşadıkları sorunları ülke

gündemine taşımalıdır.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

11

Ayrıca Türk milliyetçisi sivil toplum

örgütleri ülkedeki önemli her meseleyle

ilgili çözüm önerileri içeren yasa tasarıları

ve kitapçıklar hazırlamalı, TBMM’deki tüm

partilere bu çalışmalarını ulaştırmalı,

siyasi otorite üzerinde baskı

oluşturabilmeli ve siyasete yön

verebilmelidir.

Türk milliyetçiliği milli dava olarak

gördüğü Karabağ, Doğu Türkistan, Kıbrıs,

Batı Trakya Türkleri meseleleri için sadece

kamuoyu oluşturmakla kalmamalı bu

sorunların çözümü için alternatifler de

sunabilmelidir.

Son Söz

Dalından kopan yaprağın akıbetini

rüzgârın tayin etmesine izin vermeden,

Türk milliyetçileri olarak her alanda

kitlesel örgütlenmeye gitmemiz

gerekmektedir.

Ya birlik oluruz, ya da birlikte yok

oluruz!

Kaynakça

1- http://www.kutluyol.org/Milliyetcili

k.php?id=187

2- Kitlesel Örgütlerde Teşkilatçılık –

Mustafa KIZIKLI

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

12

SORUNUN KAYNAĞI NEDİR? Recep BAYRAM

Devletlerin doğrudan ilişki içerisinde

olduğu birçok konu vardır. Siyaset ve

ekonomi de bunların genel başlıklarıdır.

Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de

insanların % 100’ünü doğrudan

ilgilendiren başlık ise ekonomidir. Çünkü

açlık, doygunluk, zenginlik, fakirlik,

kısacası varlık ve yokluk kavramlarına

cevap, ekonominin konusudur. Bu

kavramların hayatın muhasebesini

tutmasındaki yerleri de insanların birer

yaşam unsuru haline gelmiştir. Ekonomi,

sonuçları itibari ile siyaseti ve yönetim

sistemlerini geçmişte olduğu gibi

günümüzde ve gelecekte de iyi veya kötü

doğrudan etkileyecek bir güçtür.

Şimdi bir devletin yönetim sistemine göre

bu ekonomik döngüyü nasıl düzenlemesi

gerektiğini yukarıdan aşağıya doğru

açıklayarak gidelim ve Türkiye’nin

ekonomik sorunlarının hangi düzende ne

durumda olduğunu görelim.

1- Bir ve bütün şekilde, ortak tarih,

ortak vatan, bayrak ve kültür

milliyetçiliğini benimsemiş millet

ve bunların kültür ve yaşam

tarzlarını esas alarak kurulmuş tam

bağımsız millî bir devlet

gerekmektedir.

Bu maddede değindiğimiz tam bağımsız

millî devlet ifadesi, aslında bütün

yazımızın şifresidir diyebiliriz. Çünkü

bağımlı insan, emir alan insandır. Hür

iradesine göre hareket edemeyen, aklını

da emir aldıkları uğruna bağımlı hale

getiren aciz kişidir ki devletler de aynen

insanlar gibi bağımlı ya da bağımsız

hallerdedir. Sahibi olan milletin hür

iradesi ile değil de kökü dışarıda bir takım

ideoloji, kişi veya devletlerin

yönlendirmeleri ile de hareket eden

devletler bağımlıdır ve gelecekleri

karanlıklarla doludur.

- Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu

Ulu Önder Atatürk, “Egemenlik,

kayıtsız, şartsız, milletindir.” Derken

ve biz gençliğe böylesi bir vasiyetle

ülkeyi emanet ederken az evvel

zikrettiğimiz gerçeğe dayanmıştır.

Türk milletinin askeri zaferlerinin

ekonomik zaferlerle taçlandırılması

gerektiğini hemen hemen her

konuşmasında vurgulamış ve

ülkemizin bağımsızlığında bunun

koruyucu bir zırh gibi görev

üstleneceğini bizlere işaret etmiştir.

2- Milletin iradesini hür ve güçlü bir

şekilde temsil eden meclise ihtiyaç

vardır.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

13

Meclis, siyasi partilerin genel

başkanlarının dudaklarından çıkan sözleri

kanun gibi harfiyen yerine getirmek

yerine, toplumun isteklerini akıl, bilim,

kültür ve din esaslarına göre istişare

edebilen kişilerden oluşmalıdır.

Milletvekili, siyasi partiler tarafından değil,

doğrudan millet tarafından seçilmelidir.

Vekil, her yaptığı işte kendisinin millete

karşı sorumlu olduğunu hissetmeli ve

bunun hem dini hem de bir insanlık

vecibesi olduğunu unutmamalıdır.

3- Ülkenin kaynakları, ihtiyaçları,

üretebilirliği, rekabet gücü,

imkânları ve zaman içerisinde

yapabilecekleri, raporlanmış

çalışmalar ile ortaya konulmalıdır.

Sektörel olarak avantajlı görülen alanlarda

katma değerin yüksek tutulması

hedeflenmeli ve ülkenin ihtiyaç duyduğu

ürünlerin dışarıdan en ucuz ve yüksek

kalitede temin edilebileceği yöntemler

gözetilmelidir. Devlet, hâkim olduğu

sektörlerde pazar payını düzenli olarak

yükseltmeli ve uluslararası piyasalara

yönlendirici hamleler yaparak ihtiyaç

duyduğu ürünleri, bu güç sayesinde

istediği fiyatlarda temin etmelidir.

4- Devlet, raporlanan çalışmalara göre

kurumlar oluşturmalı ve özel

sektörü teşvik etmelidir.

Kalkınma planları yapılmalı, teşvik

edilecek sektörler belirlenmeli, özel

sektörün yatırım alanlarında iyileştirmeler

yapılmalı, millî sermayenin yatırım için

güç oluşturamadığı alanlarda devlet

öncülük etmeli daha sonra da kademeli

olarak bu alanları millî sermayeye

devretmeli, yabancı sermayenin

oluşturacağı kapasiteyi belirlemeli, bunun

millî sermayeden güçlü olmamasına ve

piyasada tekelleşmelerin oluşmamasına

dikkat edilmelidir.

5- Özel ya da kamu kurum ve

kuruluşlarında ihtiyaç olan

alanlara niteliklere uygun kişiler

liyakat kavramı gözetilerek

istihdam edilmelidir.

Bu alanda esasında Millî Eğitim’e büyük

sorumluluk düşmektedir. Kişileri

becerilerine göre doğru eğitimlerden

geçirmeli ve bunların maddi ve manevi

hassasiyetlerinin çerçevesi doğru

çizilmelidir. Sorumluluk ve verimlilik

bilinci aşılanmalıdır. Bu saydığımız

çalışmaların her alanında bulunabilecek ve

bu görevlerin gereklerini en doğru şekilde

yerine getirecek kişiler olmalarına ve bu

işleri hak edecek bilgi ve tecrübeye sahip

olmalarına dikkat edilmelidir.

Bu bölüm, bahsini yaptığımız konunun

besleyici kaynağıdır. Çünkü millî temeli

doğru zemine oturmuş kişinin ülkesinin

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

14

her alanda çıkarlarını düşünmemesi

mümkün değildir. Yetiştirdiği çocuktan

yediği lokmaya, sahip olduğu maldan

aldığı eğitime, sosyal yaşantısına kadar her

alanda bu sorumluluğun ciddiyetini

taşıyacaktır. Cumhurbaşkanı, başbakan,

bakan, memur, patron ya da işçi ne olursa

olsun bu görev bilincini ömür boyu

taşıyacaktır ve bunların uygulanmadığı

durumlarda iyileştirmek için mücadele

edecektir.

Buraya kadar saydıklarımız, bir

devlette olması gereken politika ve

çalışma süreçleriydi. Şimdi ise bu

süreçlerin Türkiye’den yansımalarına

bakalım.

- Türkiye, millî-üniter devlet yapısına

göre Türk Milleti tarafından

kurulmuştur. Türk Milleti’nin

insiyatifi, Türkiye’nin kaderini ve

istikametini belirler. Ancak bugün

geldiğimiz manzara bu tablodan çok

uzaktır. Millî devlet yapısı

tartışılmakta, değiştirilmek

istenmektedir. Bunun da zararlı

etkileri her alanda kendini

gösterecektir.

- Türkiye’nin en can alıcı sorunu

kuşkusuz milletin iradesini tam

manasıyla temsil edemeyen Türkiye

Büyük Millet Meclisi’ndedir. Siyasi

partilerin genel başkanları kendilerine

uyan kişileri aday göstermekte ve

millet, siyasi simgeleri oylayarak,

doğru ya da yanlış hiçbir fikrinin

olmadığı şahıslara temsil hakkı

vermektedir. Bu kişiler de kendilerini

esas seçen kişinin parti genel başkanı

olduğunu bilmelerinden millete hesap

verme gibi bir endişe içerisinde

değillerdir. Bu da denetim ve doğru

hesaplamayı göz ardı ettirmekte, ülke

çıkarlarını görmezden getirtmektedir.

- Türkiye tarım ülkesidir. Ekonomisine

katma değer yaratacak en büyük pay

bundadır ancak Türkiye tarımda kendi

kendine yetememekte, buğday başta

olmak üzere birçok üründe dışa

bağımlı yaşamaktadır. Bir zamanlar

kendi kendine yeten yedi ülkeden biri

olduğunu safsata olarak gören

zihniyetin Türkiye’yi ekonomik

darboğaza sürüklemesi de hiç

şaşılacak bir durum değildir.

Yatırımlar, inşaat ve yol gibi geri

dönüşü olmayan çalışmalara

yapılmakta ve bir takım yandaşlar

zenginleştirilmektedir. Madenler,

akarsular ve turizm bu inşaat ve doğa

felaketinin gölgesinde yaşam

mücadelesi vermektedir. Hayvancılık

ise Türklerin yüzyıllardır en uzman

olduğu sektör olmasına rağmen yavaş

yavaş tarihin tozlu raflarına doğru

itilmektedir.

- Özel sektör teşviki bahanesi ile tekel

oluşturacak firmalar özelleştirilerek

vatandaş, mağdur bırakılmıştır.

Yabancı sermayenin yatırım gücünün

ve toprak satın alımının önü

gereğinden fazla açık tutularak, millî

sermayenin hareket sahası daraltılmış

ve ülkemizde bankacılık sektörü başta

olmak üzere para hâkimiyetinin büyük

bir bölümü yabancıların kontrolüne

geçmiştir.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

15

- Son olarak ise nitelikli ve o işe layık

insanı doğru yere istihdam etmek

yerine parti mensubu diye, akraba

diye ya da seçmen diye nice kişiler

hakkı olmayan pozisyonları işgal

etmektedir. Millî Eğitim’den yoksun,

heyecanı bitmiş, her şeyi madde veya

parayla ölçer hale gelmiş bir nesil

yetişmektedir.

Genel itibari ile anlatmak istediğimiz

şudur:

Devletin ekonomik anlamda dört temel

görevi vardır ki bir işi önce Düzenler,

sonra Gözetir, sonra Yönlendirir eğer

gerekirse de Müdahale eder. Türkiye’de

de ekonomik sistem benzer şekil ve

ihtiyaçlara göre kurulmuş ve bu dört temel

göreve bağlı kalınmayıp kişilerin ya da

siyasi amaçlar uğruna zedelenmiştir.

Aslında ekonomi deyince dünyanın

gidişatına da bakmak gerekir. İspanya ve

Yunanistan batakta, Amerika uzay

teknolojisi hariç dünya ile reel sektörde

rekabet gücünü kaybetmektedir.

Görünüşü itibari ile bunlar gibi birçok

konu vardır ancak genel manada biz para

dahi demeden önce sistematik olarak

yapmamız gereken düzenlemeleri

gerçekleştirmeden ne konuşsak boş değil

mi?

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

16

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

17

ANAYASA ÇALIŞMALARI NOTLARI Metehan ÇAĞRI

TARİHİMİZDE ANAYASA ÜZERİNE

ÇALIŞMALAR

Sened-i İttifak

Kabakçı Mustafa İsyan’ının III. Selim’i

tahttan indirmesi sonucu Alemdar

Mustafa Paşa geçici de olsa otoriteyi

sağlamış ve II. Mahmut’u tahta

çıkartmıştır.

Otorite’nin sağlamlaştırılması adına

Alemdar Mustafa Paşa, Eylül 1808’de

İstanbul’da ayanlarla bir araya gelerek

‘meşveret-i amme’ adı altında toplantı

yapmıştır. Bu toplantı sonucunda devlet

yöneticileri ve ayanlar arasında yedi

maddelik bir senet (Sened-i İttifak)

imzalanmıştır.

Giriş, yedi şart ve bir ek’ten oluşan

senedin ana felsefesi devlet işlerinin

ancak görevliler tarafından

yapılabileceği, sadrazam’ın devlet

yönetimindeki yeri, devlete karşı

ayaklanma durumunda ayanların yardım

sözü ve ayanlara güvence verilmesidir.

Sened-i İttifak meşruti yönetimin ilk

belgesidir. Sened-i İttifak’ta devlet

organları arasındaki ilişkilerin ve

ayanların haklarının düzenlendiği

görülmektedir. Bu da Sened-i İttifak’ın

maddi anlamda anayasa niteliği taşıdığını

göstermektedir. Ancak, senedin

kanunlardan üstün olduğunu gösteren

bir husus olmaması, şekli anlamda

anayasa olamayacağını göstermektedir.

Tanzimat Fermanı

II. Mahmut tarafından tasarlanan bu

ferman, II. Mahmut’un ölümü üzerine oğlu

Abdülmecit adına Gülhane parkında,

Kasım 1839’da okunmuştur. Gülhane Hattı

Hümayunu (Tanzimat Fermanı) padişahın

tek taraflı beyanıdır.

Ferman’ın içeriğini özetleyecek olursak;

mali güce göre vergi, devlet

harcamalarının kanuniliği, ceza

yargılamalarına karşı güvenceler, mülkiyet

hakkı, eşitlik ilkesi (Din ayrımı

yapılmaksızın herkes eşittir.), hukuk’un

üstünlüğü (Kanunlar hem padişahı, hem

ulemayı hem de devlet görevlilerini

bağlar.) gibi maddeler fermanın temelini

oluşturmaktadır.

Şu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır

ki, ilk kez bir hükümdar, kendi isteği ile

yetkilerini sınırlandırmıştır.

Tanzimat Fermanı, devletin temel

kuruluşunu, devlet organlarının birbiriyle

olan ilişkilerini göstermemektedir. Bu

nedenden dolayı ferman, şekli anlamda

anayasa değil ancak, maddi anlamda

anayasa niteliği taşıyan bir belgedir.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

18

Islahat Fermanı

Kırım savaşı sonucunda, Rusya’nın

müdahalelerine karşı korunmanın bedeli

olarak, dış etkiler altında ilan edilmiştir.

Tanzimat fermanının genişletilerek

hazırlanmış şeklidir. Gayrimüslimlere ek

haklar vermektedir.

Ferman sonucunda; yabancılara Osmanlı

topraklarında okul açma hakkı, mülk

edinme hakkı verilmiş, patriklerin ömür

boyu makamında kalması ve yeni

kiliseler açılması taahhüt edilmiştir.

Devlet’in parçalanması hızlandıran

etkenlerden olan bu ferman Osmanlıda

anayasacılık noktasında atılan

adımlardan biri olmuştur.

I. Meşrutiyet

Devlet’in geleceğini, meşruti bir

yönetimde gören Genç Osmanlılar,

anayasayı yürürlüğe koyma vaadinde

bulunan II. Abdülhamit’in tahta çıkmasını

sağlamışlardır.

Bu noktada ilk iş olarak ‘Cemiyet-i

Mahsusa’ adı altında bir komisyon

kurulmuştur. Bu komisyon Belçika,

Fransa ve Prusya anayasalarından

faydalanarak bir taslak hazırlamıştır.

Meclis-i Vükela’nın (Bakanlar Kurulu)

onayından geçen metin, Aralık 1876’da

Padişah tarafından kabul edilmiştir. İlk

Türk Anayasası olan Kanun-i Esasi’nin

kabulü ile mutlakî yönetimden meşruti

yönetime geçilmiştir. Kanun-i Esasi hem

şeklî yönden hem de maddî yönden

anayasa niteliği taşımaktadır.

Meşruti yönetimin getirisi olarak ta ilk

Osmanlı Meclisi Mart 1877’de açılmıştır.

II. Meşrutiyet

Kanun-i Esasi’nin 7. Maddesinde ki fesih

hakkını kullanan II. Abdülhamit, Mart

1877’de meclisi feshetmiştir. Böylelikle

otuz yıl boyunca meşruti yönetim

ötelenmiştir. Ancak, Jön Türklerin

eylemlerinden çekinen II. Abdülhamit,

Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan’ı

tekrar toplanmaya çağırmıştır. Zor bir

siyasi süreç ve 31 Mart vakası gibi

olayların ardından II. Abdülhamit tahttan

inmiş ve yerine Mehmet Reşat geçmiştir.

Meclis’in yeniden açılması ile yeni bir

anayasa yapmak yerine 1876 Anayasası

(Kanun-i Esasi) üzerinde 21 maddelik bir

anayasa değişikliği yapılmıştır. Böylelikle

Kanun-i Esasi’nin gerekli yerleri revize

edilerek güne uygun şekle getirilmiştir.

Milli Mücadele Dönemi ve Cumhuriyet

Mondros Antlaşması’nın imzalanması ve

İstanbul’un işgal edilmesiyle devam eden

süreç sonucunda Anadolu’nun çeşitli

illerinde kongreler düzenleyen Mustafa

Kemal, Ankara’da yeni bir Meclis’in

açılması için harekete geçmiştir.

BMM Nisan 1920’de yeni seçilen vekiller

ve eski Meclis’i Mebusan üyelerinin

katılımı ile açılmıştır. Savaş halinde

olunmasından dolayı, detaylı bir anayasa

hazırlamak yerine, temel maddelerden

oluşan 24 maddelik Teşkilat-ı Esasi “Yeni”

Anayasa olarak kabul edilmiştir. Milli

egemenliği temel alan yeni anayasa,

yasama yürütmenin Meclis’te olduğunu,

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

19

Meclis’in bakanları değiştirebileceği

belirtmiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile

Osmanlı Devleti son bulmuş ve yeni

devlet rejimini ilan etmiştir. Ekim

1923’te Teşkilat-ı Esasi’de yapılan

değişiklikler ile Ankara’nın başkent

olduğu, Cumhuriyet rejimine geçildiği

ilan edilmiştir. Ancak mevcut Anayasa

Devlet’in ihtiyaçlarını karşılayacak kadar

ayrıntılı değildir. Bu nedenle kapsamlı

bir anayasa yapma çalışmalarına

başlanmıştır. Yeni bir devlet, yeni bir

rejim ile yeni bir anayasa Teşkilat-ı Esasi,

1924’te yürürlüğe girmiştir.

İlk olarak 1876 Kanun-i Esasi ile Anayasa

yapan Türkler, yeni devlet ve yeni rejim

ile 1924’te Teşkilat-ı Esasi’yi kabul etmiş

ve bu süreç 1961 ve 1982 anayasaları ile

devam etmiştir.

ANAYASALARIMIZIN ‘TEMEL’

EKSENİNDE İNCELENMESİ

Kanun-i Esasi (1876)

İlk anayasamız olan Kanun-i Esasi 119

madde ve 12 fasıldan oluşmaktadır.

Anayasanın genel hükümlerine

baktığımızda Osmanlı’nın monarşik bir

devlet olduğu görülür. 3. Madde de

saltanatın Osmanlı soyuna ve en büyük

evlada ait olduğunun yazılması bunun

göstergesidir.

Kanun-i Esasi’ye göre devlet’in resmi dili

Türkçe’dir. Başkent’i İstanbul’dur

Egemenlik noktasında açık bir madde

yoktur. Ancak egemenliğin millete ait

olduğunu gösteren bir madde olmaması,

saltanatın anayasada belirtilmesi,

egemenliğin Padişaha ait olduğunu

göstermektedir.

Kanun-i Esasiye göre, Osmanlı Devleti’nde

herkes dini ve mezhebi ne olursa olsun

‘Osmanlı’ sayılmıştır. Her hangi bir etnik

unsurun kimlikte yer alması söz konusu

olmamıştır. Vatandaşlık ta ‘tek’ olmak esas

alınmıştır.

Devlet dairelerinde memur olmanın şartı

Türkçe bilmeye bağlanmıştır.

Bu maddelerin haricinde de, mülkiyet

hakkı, kişi güvenliği ve hürriyeti, ibadet

hürriyeti, basın hürriyeti, Öğretim

hürriyeti ve haberleşme gizliliği gibi temel

haklar anayasa ile güvence altına

alınmıştır. Yasama, yürütme ve yargı

noktasında da düzenlemeler yapılmıştır.

Teşkilat-ı Esasiye (1921-1924)

İstanbul’un işgal altında olması sonucu

yeni bir meclis Ankara’da kurulmuş ve

savaş şartlarının da etkisi ile kapsamlı yeni

bir anayasa yapılamamış ve onun yerine

1921’de, temel esaslardan oluşan 24

maddelik Teşkilat-ı Esasi kabul edilmiştir.

Savaşın bitmesi ve yeni devlet ile birlikte

yeni rejimin ilan edilmesi sonucu yeni

kapsamlı bir anayasa yapılmış ve 1924’te

Teşkilat-ı Esas-i kabul edilmiştir.

“Yeni” Anayasaya göre Türkiye Devleti bir

Cumhuriyettir. Türkiye devleti,

Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

20

Devrimcidir. Resmi dili Türkçedir.

Başkenti Ankara’dır.

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir

ilkesi benimsenmiştir.

Vatandaşlığın tanımı yapılmış ve

“Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin

vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’

denir.” denilmiştir.

1961 Anayasası

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve

davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş

bir iktidara karşı direnme hakkını

kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini

yapan Türk Milleti…” sözleri ile başlayan

dibaceye sahiptir 1961 Anayasası.

Gerçekleşen ihtilal sonucunda yeni bir

meclis kurulması ile yeni bir anayasa

yapılması ihtiyacı doğmuş ve kurucu

meclis tarafından yeni anayasa hazırlanıp

kabul edilmiştir.

1961 Anayasası her ne kadar “yeni” bir

anayasa olsa da 1923’te kurulan

Cumhuriyetin temel özelliklerini devre

dışı bırakacak nitelikte bir anayasa

olmamıştır.

İlk maddesinde Devlet’in bir cumhuriyet

olduğu belirtilmiş ve 2. Maddede milli,

demokratik, laik ve sosyal bir hukuk

devleti olduğu vurgulanmıştır. Yine aynı

şekilde Devlet’in ülkesi ve milletiyle

bölünmez bir bütün olduğu, resmi dilinin

Türkçe olduğu, Başkent’in Ankara

olduğu, egemenliğin Türk Milletine ait

olduğu yeni anayasada belirtilmiştir.

Teşkilat-ı Esasi de olduğu gibi, vatandaşlık

tanımı yapılmış ve “Türk Devletine

vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes

Türk’tür” denilmiştir.

1961 Anayasası her ne kadar Devlet’in

temel felsefesinden taviz vermese de

özgürlükler noktasında birçok kez

eleştirilmiştir. Batılı toplumların

özgürlüklerin kötüye kullanılmaması

noktasında gerekli sınırlandırmaları

benimsemiş olmalarına rağmen bu durum

1961 anayasasında eksik kalmıştır.

11.madde bunun açık örneklerindendir.

Madde de; “Temel hak ve hürriyetler,

Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun

olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Kanun,

kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni,

sosyal adalet ve milli güvenlik gibi

sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyet’in

özüne dokunulamaz .” denilmiştir. Birçok

eleştiriye maruz kalan bu madde 1971

yılında yapılan değişiklik ile yeniden

düzenlenmiştir.

1982 Anayasası

Uygulamaya konulduğu 1982 yılından bu

yana şuan hala yürürlükte olan anayasa

üzerinde toplam 17 kez değişiklik

yapılmıştır. Geçici maddelerle birlikte

toplam 194 maddeden oluşan anayasanın

bugüne kadar 105 maddesi değiştirilmiş 4

maddesi de yürürlükten kaldırılmıştır.

Böylece birim madde bazında %56’sı

genel ağarlık kapsamında ise 3’te 2’si

değiştirilmiştir.

Dibacesine baktığımızda; “Türk vatanı ve

Türk Milletinin ebedi varlığını ve Yüce

Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü

belirleyen bu anayasa, Türkiye

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

21

Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz

önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün

belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun

inkılâp ve ilkelleri doğrultusunda…”

sözleri ile başlamakta ve “Türk Milleti

tarafından, demokrasiye âşık Türk

evlatlarının vatan ve millet sevgisine

emanet ve tevdi olunur.” sözleri ile

bitmektedir. Dibacesine baktığımızda

kurucu cumhuriyet fikrine sadakat içinde

olduğu anlaşılan anayasanın temel

hükümleri de yine aynı şekilde kurucu

felsefeye aykırı değildir.

İlk maddesi devletin bir cumhuriyet

olduğunu ifade etmekte ve ikinci

maddede ise Türkiye Cumhuriyeti’nin

toplumun huzuru, milli dayanışma ve

adalet anlayışı içinde, insan haklarına

saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,

başlangıçta belirtilen temel ilkelere

dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir

hukuk devleti olduğunu söylemektedir.

Üçüncü madde, devletin ülkesi ve

milletiyle bölünmez bütünlüğünü, dilinin

Türkçe olduğunu, bayrağının beyaz ay

yıldızlı al bayrak olduğunu, milli

marşının “İstiklal Marşı” olduğunu ve

başkentinin Ankara olduğunu

belirtmektedir. Ayrıca bu maddelerin

değişmezliği 4. Madde ile koruma altına

alınmaktadır.

Vatandaşlığın tanımı da yine aynı şekilde

1924 anayasasındaki gibidir. Türk

Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan

herkes Türk sayılmıştır.

1982 Anayasasında 17 defa değişiklik

yapılması göstermektedir ki, yasalar

günün şartlarına göre ve toplumun

ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde

yenilenmiş çağa ayak uydurur hale

gelmiştir.

GÜNÜMÜZDE “YENİ” ANAYASA

ÇALIŞMALARI

Mevcut anayasamızda yapılan 17.

değişikliğin gündeme geldiği zamandan bu

yana 1982 anayasasının tamamen

kaldırılıp yeni bir anayasa yapılması da

gündemdedir. Bu noktada 1982

anayasasına birçok itiraz sıralanmıştır.

Bunların başında öncelikle 1982

anayasasının darbe anayasası olduğu

söylenmiş ve sivil bir anayasa istendiği

dile getirilmiştir. Aynı çevrelerin bir başka

söyleminde ise anayasanın yamalı bohçaya

döndüğü ahengini kaybettiği belirtilmiştir.

Aslında bu iki söylem bile birbirini

çürütmektedir. 1982 anayasasının madde

bakımından %56’sının ağırlık bakımından

da 3’te 2’sinin değiştiğini ve toplumun

ihtiyaçlarını karşılayacak ve çağa ayak

uyduracak şekilde yenilendiğini

düşünürsek “1982 Anayasası” için darbe

anayasası söylemi yanlıştır. Öyle ki hala

darbeci zihniyete hizmet eden maddeler

varsa kaldırılarak ya da yenilenerek bu

sakıncalar giderilebilir. Ayrıca anayasalar

üzerinde toplumun ihtiyaçlarına göre

değişiklikler yapmak anayasanın ahengini

bozmaz. Gelişmiş ülkelerde anayasalar,

kurucu irade ve devletin kuruluş esasları

muhafaza edilerek geliştirilmektedir.

Mesela ABD, 250 yıldır bunu yapmaktadır.

“Yeni” bir anayasa yerine sürekli

anayasasını geliştirmektedir.

O zaman 1982 Anayasası’nda sıkıntılar

varsa ve bu anayasada aksayan ya da

topluma cevap veremeyen maddeler varsa

neden kapsamlı bir reform yapmak yerine

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

22

“yeni”, “sıfırdan” bir anayasa yapmakta

diretilmektedir? Bunun için anayasayı

değiştirmek isteyen iktidar yetkililerinin

söylemlerine bakmak gerekmektedir.

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın düşünce

dünyasına inmek için ilk olarak 1993

yılında yaptığı tartışmalara bakalım;

RTE: Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde

27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik

grubun da varlıklarının tanınması

gerekmektedir.

‘Türkiye Türklerindir’ gibi tezler

yanlıştır. Türkiye, Türkiye’de yaşayan

herkesindir.

Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak

istiyoruz diyebilirler.

RTE: Bu durumda belki Osmanlı

Eyaletler Sistemi benzeri bir şey

yapılabilir.

Başka bir örnek verecek olursak;

“Gazete yazmış ’Türkiye Türklerindir’

diye, ahlaksız bu hayâsız. Türkiye’de

sadece Türkler yaşamıyor. Türkiye’de

Kürt’ü de var. Laz’ı ve Çerkez’i de var.

Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür

diyor. Olmaz öyle şey.” (2. Cumhuriyet

Üzerine Tartışmalar, Milliyet gazetesi

yayınları.)

AKP’nin diğer yetkililerine baktığımızda

AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur

Bahçekapılı, Neşe Düzel’e verdiği

demeçte şöyle diyor: “Ayrıca vatandaşlık

tanımı da değiştirilecek. Herkes kendi

etnik kökenini ifade edebilecek (sanki

ifade edemiyormuş gibi) ve üst kimlik

olarak ’Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’

diyecek. İşte bu sorunu çözer.” Neşe Düzel

soruyor: “Vatandaşlıkta Türklük tanımı

kalkacak öyle mi?” Bahçekapılı cevap

veriyor: “Tabii. Yoksa demokratikleşmeyi

yapamazsınız.

AKP milletvekili, E. Büyükelçi Yaşar Yakış

ise: “Anayasada ırka (kastettiği Türk )

dayalı tanımlar zaman dışı kaldı.” Yani

dünya anayasalarından Yakış’a göre millet

isimleri çıkmış. Oysa Fransız Anayasasında

Fransız halkı 5 defa geçiyor. Alman

Anayasasında Alman halkı 45 defa geçiyor.

Üstelik Alman Anayasası işgal altında

yazılmış bir anayasa. İspanyol

Anayasasında 20 defa İspanyol kavramı

geçiyor. Ermeni Anayasasında 6 defa

Ermeni deniliyor. Aslında Yaşar Yakış

doğru söylemiyor. Dünyanın bütün

Anayasalarında, anayasanın ve devletin

sahibi olan millete atıf var.

Bunlarla birlikte, Başbakan Yardımcısı

Bülent Arınç’ın değiştirilemez maddelerin

değiştirilebilmesinde mahsur görmediği

mealine gelen açıklamaları göz önüne

alındığında aslında görülmektedir ki,

yapılan çalışmalar Anayasadaki kurucu

irade ve Devletin kurucu esasları üzerinde

değişiklik yapmayı esas almaktadır. Türk

Milleti anayasada yok sayılarak olmayan

bir Türkiye Milleti yaratılmak

istenmektedir. Dünya anayasalarına

baktığımızda böyle bir uygulama

görülmezken bu tür durumların başka

ülkelerde olmadığı yalanı ile halk

kandırılmak istenmektedir. Türk

Milleti’nin tapusu olan anayasadan Türk

Milletini çıkartmak tapuyu sahipsiz

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

23

bırakmak ve bu topraklar üzerindeki

hukuki varlığımızı yok saymaktır.

Ne yazık ki art niyetli bu çalışmaların tek

tarafı iktidar partisi değil, “yeni” sıfatını

sürekli vurgulayan ana muhalefet partisi

CHP’dir de. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türk

Milleti yerine Türkiyelilik üzerinde

durması düşündürücü olduğu gibi, Habur

sınır kapısında şenliklerle karşılanan

teröristlerin avukatlığını yapan Sezgin

Tanrıkulu’nun “yeni” CHP’nin Genel

Başkan Yardımcılarından olması, CHP’nin

anayasa komisyonunda nasıl bir tavır

izleyeceğinin de tahminlerini

zorlaştırmamaktadır.

Birçok dış destekli sivil toplum

kuruluşunun da bu yönde açıklamalar

beyan etmesi, Anayasadan Türk

Milleti’nin çıkartılmasını, yerine

Türkiyelilik kavramının getirilmesini

istemesi ve bu kuruluşların “yeni”

anayasa çalışması yapanlar tarafından

itibar görmesi bu çalışmaların nasıl bir

art niyet ile ilerlediğinin de ayrı bir

göstergesidir.

Bu kadar çok şer odağı bir araya

gelmişken ve Milli-Üniter Devlet hedef

alınmışken, Milli-Üniter devletin ve

anayasanın ilk üç maddesi’nin teminatı

olan, Türk Milleti’nin bekasını savunanları

temsil eden MHP’nin Anayasa

Komisyonunda yer alması

düşündürücüdür. Temenni edilir ki, Türk

Devletinin ve Milleti’nin bekasından yana

olanlar bu oyunu bozarlar.

Son söz olarak;

Meclis eğer gerçekten bu halkın yararına

bir girişimde bulunmak istiyorsa yeni bir

anayasa yerine, yürürlükte olan anayasa

üzerinde meclisteki partilerle birlikte

reform yapmalıdır. Eğer reform yerine

yeni anayasada hala diretiliyorsa

bilinmelidir ki bu çalışmalar art niyetlidir

ve devletin kurucu felsefesini hedef

almıştır.

Not: Bu yazı, 1. SözKonusu.Net

Çalıştayında “Türk Milliyetçisi Gençlerin

Anayasa Çalışmalarına Bakış Açısı Ne

Olmalı” başlıklı oturumda şahsım

tarafından sunulmuştur.

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

24

DEMİR AĞLARIMIZ Ahmet Kürşat SOMUNCUOĞLU

Türk-İslam ülküsüne "Hükümetimizin tespit

ettiği projeler dâhilinde belirli zamanlar

zarfında vatanın bütün bölgeleri çelik

raylarla birbirine bağlanacaktır.

Demiryolları memleketin tüfekten, toptan

daha mühim bir emniyet silâhıdır.

Demiryollarını kullanacak olan Türk milleti,

kaynağındaki ilk sanatkârlığının,

demirciliğin eserini tekrar göstermiş

olmakla iftihar edecektir. Demiryolları Türk

milletinin refah ve medeniyet yollarıdır."

Mustafa Kemal Atatürk 13. 02. 1931,

Malatya’da Bir Konuşma.

Refah ve medeniyet göstergelerinden biri

olan demiryollarımızın bugünkü milli

sınırlarımız içinde bulunan kısmı 23 Eylül

1856 yılında 130 km’lik İzmir-Aydın

Demiryolu hattının imtiyazının

verilmesiyle başlar.

Demiryollarımızı incelerken Osmanlı'nın

son döneminde yabancı şirketlerin kendi

ekonomik çıkarlarına ve geldikleri

ülkelerin de siyasi çıkarlarına göre

oluşturulduğunu görmekteyiz. Milletimiz

için demiryollarında altın çağ

diyebileceğimiz dönem kuşkusuz

Cumhuriyetimizin ilk yıllarından

Demokrat Parti iktidarına kadar olan

dönemdir. Bu dönemde yabancı şirketlerin

kontrolünde olan demiryollarımız, önce

millileştirilmiş daha sonra da geliştirilerek

yaygınlaştırılmıştır. Ancak 1947 Marshall

yardımlarının getirdiği Amerikan özentisi

bizi karayolu hastalığına tutundurmuş ve

1950 Menderes iktidarının getirmiş

olduğu makineleşmeyle demiryolu

serüveni eski karanlık çağlarına

yöneltilmiştir. Bugünlerde ise hızlı tren

projeleri ile yeni bir döneme giren

demiryolu serüvenimizin doğru

politikalarla yönetildiği yine şaibelidir.

Çünkü ülkemizde kendi trenimiz

üretilebilirken, hükümetimiz trenleri yurt

dışından ve akıllara zarar denebilecek

rakamlara satın almaktadır. Bu da bizim

için en büyük endişelerdendir

Cumhuriyet Öncesi Dönem

Bu dönemimiz İngiliz şirketlerin ilk

vurduğu kazmalarla şekillenmeye başlar.

Aydın-İzmir arasına yapılan bu hat tabi ki

yapımını verdiğimiz İngilizlerin iktisadi ve

siyasi çıkarlarına uygun bir şekilde

gerçekleşmiştir. Aydın-İzmir arasının

seçilmesi de tesadüf değildir. Bu yörenin

diğer yörelere göre nüfus bakımından

daha kalabalık olması yaşayan etnik

unsurlar bakımından İngiliz pazarına daha

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

25

elverişli olması ve İngiliz sanayisinin

ihtiyaç duyduğu hammaddelere de kolay

ulaşım sağlayabileceği bir yöredir. Bu hat

üzerinden iç kesimlerden getirilen

hammaddeler liman şehri olan İzmir’e

daha kolay ulaşabilecek ve buradan güneş

batmayan imparatorluğa sevk

edilebilecektir.

Diğer imtiyaz verilen Fransız ve Alman

şirketlerinin de ayrı ayrı etki alanları

oluşmuştur. Fransa; Kuzey Yunanistan,

Batı ve Güney Anadolu ile Suriye'de,

İngiltere; Romanya, Batı Anadolu, Irak ve

Basra Körfezinde, Almanya; Trakya, İç

Anadolu ve Mezopotamya'da etki alanları

oluşturdu. Batılı sermayedarlar, sanayi

devriminin de etkisiyle önemi artan

demiryolunu ihtiyaç duydukları

hammaddeleri, tarım ürünlerini en hızlı

biçimde limanlara, oradan da kendi

ülkelerine ulaştırmak için inşa ettiler.

Bunları yaparken de km başına kâr

güvencesi, demiryolunun 20 km

çevresindeki maden ocaklarının işletilmesi

vb. imtiyazlar alarak demiryollarının

inşaatını yaygınlaştırdılar.

Görüldüğü üzere kendi topraklarımızda

yapılanlar bizim menfaatlerimiz lehinde

değil bilakis ilerde bizlere ciddi sıkıntılara

neden olacak batılı sömürge

imparatorluklarının iktisadi ve siyasi

çıkarları yönünde gerçekleşmiştir.

Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın

hatıralarından aldığımız şu sözler mevcut

durum hakkında fikir sahibi olmamız için

bizlere yardımcı olacaktır.

“İmparatorluğumuz dâhilindeki

demiryollarının inşaatı mevzuunda

büyük devletlerarasındaki rekabet çok

garip ve şüphe davet edicidir. Her ne

kadar büyük devletler itiraf etmek

istemiyorlarsa da bu demiryollarının

ehemmiyeti yalnızca iktisadi değil, aynı

zamanda siyasidir.”

Rumeli 2383 km

Anadolu - Bağdat 2424 km

İzmir -Kasaba ve uzantısı 695 km

İzmir -Aydın ve şubeleri 610 km

Sam-Hama ve uzantısı 498 km

Yafa-Kudüs 86 km

Bursa-Mudanya 42 km

Ankara-Yahşihan 80 km

Toplam 8.619 km

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

26

Abdülhamit Han tarafından yaptırılan ve

İslam Dünyası’nı demir ağlarla birbirine

bağlayan bölge ülkeleri için çok fazla

öneme sahip olan Hicaz Demiryolu’ndan

birkaç fotoğraf…

Demiryollarında Altın Çağ: Atatürk

Dönemi

Cumhuriyet kurulduktan sonra

ülkemizdeki ulaştırma imkânları

ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak ve

oldukça kötü durumdaydı. Mevcut

demiryollarımız da yabancı şirketlerin

ellerindeydi ve bu da taşımacılığın çok

pahalı bir hal almasına neden oluyordu.

Bunun yanında savaştan yeni çıkan bir

devlet vardı ve ulaştırma da dâhil birçok

alanda yapılanmaya gitmesi gerekiyor ve

yeni politikalara ihtiyaç duyuyordu. Bunun

için İzmir İktisat Kongresi düzenlendi ve

burada ulaştırma sorunu çok geniş bir

şekilde değerlendirildi. Eldeki imkânlarla

bu sorunun çözüme kavuşturulması

yönünde ilk adımlar atıldı.

Mustafa Kemal Kongre’yi açış

konuşmasında:

“Memleketimizi, bundan başka

şimendiferler ile üzerinde otomobiller

çalışır şoseler ile şebeke haline getirmek

mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve

cihanın vesaiti bunlar oldukça,

şimendiferler oldukça, bunlara karşı

merkepler ile kağnı ile tabii yollar

üzerinde müsabakaya çıkmanın imkânı

yoktur.” diyerek ulaşım ve ulaşım

araçlarının önemine değinmiş ulaştırma

alt yapısının geliştirilmesi gerektiğini

belirtmiştir. Ve böylece demiryolu yapımı

hız kazanmıştır.

Yabancı şirketlere verilen imtiyazla,

onların denetiminde ve ülke dışı

ekonomilere, siyasi çıkarlara hizmet eder

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

27

türde gerçekleştirilen demiryollarımız ise

cumhuriyet dönemimiz ile beraber milli

çıkarlar doğrultusunda yapılmış ve

demiryollarımız millileştirilmiştir.

1932 ve 1936 yıllarında hazırlanan 1. ve 2.

Beş Yıllık Sanayileşme Planlarında, demir-

çelik, kömür ve makine gibi temel

sanayilere öncelik verilmiş olması da

demiryollarımızın geliştirilmesini gerekli

kılmıştır. Bu tür kitlesel yüklerin en ucuz

biçimde taşınabilmesi açısından demiryolu

yatırımlarına ağırlık verilmiştir. Bu

nedenle, demiryolu hatları milli

kaynaklara yönlendirilmiş, sanayinin yurt

sathına yayılma sürecinde yer seçiminin

belirlenmesinde yönlendirici olmuştur.

Atatürk’ün aynı tarihlerde gazetelere

verdiği bir demeç:

"Memleketin bütün merkezleri

yekdiğerine az zamanla şimendiferle

bağlanacaktır. Mühim maden hazineleri

açılacaktır. Memleketimizin baştan

nihayete kadar harap manzarasını

mamureye tahvil etmekten ibaret olan

gayenin temel taşları her yerde gözleri

tesrir edecektir."

Demiryolunun önemini, kazandırdıklarını

Hariciye Şefi Op. Doktor M. Necdet Bey, 30

Ağustos 1930'da demiryolunun Sivas'a

ulaşması nedeniyle yapılan törendeki

konuşmasında çarpıcı bir biçimde ortaya

koyuyor:

"Gözümüz aydın. İşte tren geldi.

Demiryolu Cumhuriyetin çelik koludur.

Artık Sivas hiçbir yere uzak değildir.

Şimdi Ankara bize bir günlük yoldur. Bu

demirleri toprağın pasını silmek için bu

yerlere döşedik. Sarı başaklı ekinleri

altına çevirmek için ucuca ekledik.

Ankara-Sivas arasını on günden bir

güne indiren işte bu demirlerdir. Kurak

tarlalarla, kıraç ovalara bolluk ve

zenginlik getiren işte bu demirlerdir. Bu

demir değil, altın yoludur. Yol yerin

damarıdır. Nabzı çarpmayan toprak

kangren olmuş demektir. Toprağın

yaşayabilmesi için vücudumuzu saran

kan damarları gibi onun vücudunu da

yol damarları sarmalıdır. Toprağın

nabzı, insanin ki gibi bir dakika

durmadan işlemelidir. Bir ekini yetişene

kadar su, yetiştikten sonra yol besler."

TCDD kaynaklarından edindiğimiz

bilgilere göre; “milli ekonomi oluşturma ve

genç Cumhuriyeti kurma politikalarının;

ulaşım politikasına ne şekilde yansıdığını ve

aşağıdaki hedefleri gerçekleştirmeyi

amaçladığını görmekteyiz:

-Potansiyel üretim merkezlerine, doğal

kaynaklara ulaşması amaçlanmıştır.

Örneğin; Ergani'ye ulaşan demiryolu bakır,

Ereğli kömür havzasına ulaşan demir,

Adana ve Çetinkaya hatları pamuk ve demir

hatları olarak adlandırılmaktadır.

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

28

-Üretim ve tüketim merkezleri ile özellikle

limanlar ile ard bölgeler arası ilişkileri

kurması amaçlanmıştır. Kalın-Samsun,

Irmak ve Zonguldak hatları ile demiryolu

ulaşan limanlar 6'dan 8'e yükseltilmiştir.

Samsun ve Zonguldak hatları ile İç ve Doğu

Anadolu'nun deniz bağlantısı

pekiştirilmiştir.

-Ekonomik gelişmenin ülke düzeyinde

yayılmasını sağlamak amacı ile özellikle az

gelişmiş bölgelere ulaşması amaçlanmıştır.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte politik

merkez Batı'dan Orta Anadolu'ya kayarken,

ulaşılabilirlik de Batı'dan Orta Anadolu'ya,

Doğu ve Güney Doğu Anadolu'ya

yaygınlaştırılmıştır. Bu politikaya göre;

1927'de Kayseri, 1930'da Sivas, 1931'de

Malatya, 1933'de Niğde, 1934 Elazığ, 1935

Diyarbakır, 1939'da Erzurum demiryolu

ağına bağlanmıştır.

-Milli güvenlik ve bütünlüğün sağlanması

amacına dönük olarak ülkeyi sarması

hedeflenmiştir.

Bu hedefleri gerçekleştirmek üzere,

demiryolu ulaşım politikası iki aşamalı

olarak ele alınmıştır.

İlk aşamada büyük parasal güçlüklere

karşın, yabancı şirketlerin elindeki

demiryolu hatları satın alınarak

devletleştirilmiş, bir kısmı da anlaşmalarla

devralınmıştır.

İkinci aşamada ise, mevcut demiryolu

hatlarının büyük bölümü ülkenin Batı

bölgesinde yoğunlaştığından, Orta ve Doğu

bölgelerinin merkez ve sahil ile bağlantısını

sağlamak amaçlanmıştır. Bu amaç

doğrultusunda, demiryolu hatlarının üretim

merkezlerine direkt olarak ulaşarak ana

hatların elde edilmesi temin edilmiştir. Bu

dönemde yapılan ana hatlar: Ankara-

Kayseri-Sivas, Sivas-Erzurum (Kafkas

hattı), Samsun-Kalın (Sivas), Irmak-Filyos

(Zonguldak kömür hattı), Adana-Fevzipaşa-

Diyarbakır (Bakır hattı), Sivas-Çetinkaya

(Demir hattı)'dır. Cumhuriyet öncesinde

demiryollarının % 70'i Ankara- Konya

doğrultusunun batısında kalırken,

Cumhuriyet devrinde yolların % 78.6'sı

doğuda döşenmiş ve günümüz itibari ile

batı ve doğuda % 46 ve % 54 gibi oransal

dağılım elde edilmiştir.

Ayrıca, ana hatları birbirine bağlayan ve

demiryolunun ülke düzeyine yayılmasında

önemli payı olan iltisak hatlarının yapımına

ağırlık verilmiştir. İltisak hatların yapımı

milli güvenlik açısından da son derece önem

taşıyordu. Örneğin; Afyon-Karakuyu iltisak

hattının açılış töreninde konuşan Atatürk;

"Bu hattın olmamasından memleket

müdafaası çok sıkıntı çekti. Bu kadar kısa

bir hattın memleket müdafaası bakımından

göreceği işi 100.000 öküze yaptırmak ya

mümkün veya değildir. İmparatorluk

devrinde iltisak hatlarına çok az ehemmiyet

verilmiştir. Bunu onun mali

iktidarsızlığından ziyade zihniyetinin idraki

haricinde olduğunda aramak lazımdır."

sözleriyle bu önemi vurgulamıştır.

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

29

1935-45 yılları arasında iltisak hatlarının

sağlanmasına çalışılmıştır. Cumhuriyetin

başlangıcındaki ağ tipi demiryolları,

1935'de Manisa-Balıkesir-Kütahya-Afyon ve

Eskişehir-Ankara-Kayseri-Kardeşgediği-

Afyon olmak üzere iki adet döngüye sahip

olmuştur. İzmir-Denizli-Karakuyu-Afyon-

Manisa ve Kayseri-Kardeşgediği-Adana-

Narlı-Malatya-Çetinkaya döngüleri elde

edilmiştir. Döngüler iltisak hatları ile

sağlanmıştır. Bu iltisak hatların yapımında

ayrıca fiziki ve ekonomik uzaklığın

azaltılması da amaçlanmıştır. Örneğin;

Çetinkaya-Malatya iltisak hattı ile Ankara-

Diyarbakır arasındaki uzaklığın 1324

km'den 1116 km'ye indirilerek 208 km'lik

bir azalma sağlanmıştır. Bu bağlantılar ile

19. Yüzyılda yarı koloni ekonominin

oluşturduğu "ağaç" biçimindeki

demiryolları artık milli ekonominin

gereksindiği "döngü yapan ağ" şekline

dönüşmüştür.

Karayolu sistemi ise bu dönemde

demiryollarını besleyecek şekilde

tasarlanmıştır.”

"Demiryollar" Dergisinin Şubat 1937

tarihli sayısından satırlar:

"Bitmez tükenmez, ardı sonu gelmez

düğüşlerden yorgun ve parasız çıkan bir

milletin on beş sene içinde sarp, dağınık

muvasala imkânları çok çetin bir yurtta

2.700 kilometre yepyeni çelik çubuklar

uzatması, dağları yararak ıssız, habide

yurt köşelerini tiz lokomotif

düdükleriyle çınlatması, yurdun hemen

her köşesinde bir iş ve hayat kaynağı

yarattıktan başka milli ülkü, milli

vahdet abidelerini şirketlerden satın

alınan 3.300 kilometrelik bir çelik ağla

tahkim etmeğe muvaffak olması,

tarihimizin yazacağı eşine tesadüf

edilmeyen en yüksek bir mevzudur."

21.09.1924 Özel Teşebbüsle Yapılan

Samsun-Çarşamba Demiryolunun Temel

Atma Töreni.

"Demiryolu yapmakta ilk milli

teşebbüsün tatbikatına başlandığını

bizzat görmek fırsatı, benim için cidden

mesut bir tesadüftür. Memleketimizin

asırlardan beri yolsuz bırakıldığı ve bir

demiryoluna olan ihtiyacın şiddeti

düşünülürse, bu hususta girişimci

olanları ne kadar takdir etmek ve

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

30

onlara ne derece yardımcı olmak lâzım

geleceği pek güzel anlaşılır."

01.11.1937 TBMM 5.Dönem 3. Toplanma

Yılını açarken:

"Demiryolları bir ülkeyi medeniyet ve

refah ışıklarıyla aydınlatan kutsal bir

meşaledir. Cumhuriyetin ilk

senelerinden beri, dikkatle, ısrarla

üzerinde durduğumuz demiryolları

inşaatı siyaseti, hedeflerine ulaşmak için

durmadan başarı ile tatbik

olunmaktadır.”

1950’lerden Sonrası ve Günümüz

1950’lerden sonra demiryolları

politikamızda büyük bir sapma olduğunu

görüyoruz. Bunun sonucu olarak,

kalkınma iddiasındaki bir ülke için

vazgeçilmez olan demiryolu ulaşımı

tamamen bir kenara itilmiş, demiryolları

politikamız zayıflamış ve giderek bu

konuya verilen önem azalmıştır. Karayolu

yapımına ağırlık verilmiştir.

Unutulmamalıdır ki karayolu yapmak

petrole bağımlı kalmaktır. Tabi ki

karayolları da yapılacaktır fakat bunun

yapılacak olması demiryolları yapımının

aksamasına, önemini yitirmesine neden

olmamalıdır.

Turgut Özal’ın "Demiryolu komünist

işidir" sözünden de ne kadar yanlış bir

düşünce yapısı ile ulaşım politikamızın

belirlendiği görülmektedir.

Günümüzde demiryolu yapımı tekrar

önemini kazanmış ve yüksek hızlı tren

projeleriyle ulaşım imkânları modernize

edilmeye başlanmıştır. Lakin yapılan

projeler ve modernizasyon Avrupa’nın

oldukça gerisindedir. Örneğin 571 km

hızla giden bir Fransız TGV veya 594 km

hızla gidebilen bir Japon hızlı treninin

oldukça gerisindedir. Bunun yanı sıra

modern, ihtiyaçları karşılayabilecek

istasyonlarımız yoktur.

Japonya ve batı ülkeleri gibi yurdun dört

bir yanını demir ağlarla örmeliyiz. Bütün

şehirlerimizi birbirine bağlamalıyız.

Ulaşımın en ucuz ve en güvenli olduğu bu

hatları yaparak ülke ekonomisini

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

31

geliştirmeli refah ve medeniyet yollarımızı

inşa etmeliyiz. Şehir içerisinde raylı

sistemlerimizi geliştirmeli şehir içi ulaşımı

düzenli ve kolay bir hale getirmeliyiz.

Bu projeler yapılırken Avrupa Özellikle de

İngiltere ve Fransa örnekleri

incelenmelidir. Bilindiği gibi dünyanın en

gelişmiş metro sistemleri İngiltere de

bulunmaktadır ve ülkenin her bir tarafı

raylarla birbirine bağlanmıştır. Bunun bir

benzerini Fransa da veya çok uzaklara

gidip Japonya da görebiliriz. Bizim

ülkemizin de böyle bir sisteme

kavuşmaması için bir engel

bulunmamaktadır.

Tabi unutulmamalıdır çok büyük bir

savaştan çıkmış, elimizde ki bütün

kaynaklarımızı tüketmiş, nüfusumuzun

büyük bir bölümünü kaybetmiş, iş

gücünden yoksun bir devlet kurmuşuz.

Bütün zorluklara rağmen, içimizde ve

dışımızdaki bizim gelişmemizi engelleyen

“Türk’ün başına bir dert vermez isen

Türk dünyanın başına dert olur” diyerek

bizleri sindirmeye çalışan çeşitli güçlere

rağmen bizler genç cumhuriyeti bugünkü

haline getirmiş bulunmaktayız.

80 küsur yıl bir devlet için oldukça kısa bir

süre ve biz bu kadar kısa sürede hiçbir şey

yokken bu günlere gelebildik. Daha da iyi

olabilirdik ama geçmişe hayıflanmayı

bırakıp ondan ders çıkarmayı bilip

önümüze bakmalıyız ve daha güzel bir

gelecek inşa etmeliyiz. 2023’e de

değerlerimizden kopmadan Türk milletine

yakışır bir şekilde dünyaya örnek olacak

devasa projelerle hazırlanmalıyız.

Bu kapsamda demiryollarımızın 2023

politikaları yurdun dört bir yanını saracak

demir ağlar, şehir içi hızlı, güvenli ulaşımı

sağlayacak raylı sistemler, her biri birer

cazibe merkezi haline gelecek modern

istasyonları da içinde bulunduracağı

fikirlerle şekillendirilmelidir. Tamamen

milli sermaye ile raylarımız yapılmalı,

sinyalizasyon sistemlerimiz gerekli

kurumlarla birlikte hareket edilerek

geliştirilmeli, kendi üst düzey teknolojiye

sahip lokomotiflerimizi üretmelidir.

Avrupa ülkeleri ile de gerekli politik ve

iktisadi anlaşmaları sağlayıp merkezi

Edirne olmak üzere bütün Avrupa ile

bağlantılarımızı sağlayacak yüksek hızlı

tren hatları kurmalıyız. İhracatımızı bu

şekilde Avrupa ülkelerine en ucuz yol olan

demiryolu ile gerçekleştirmeli

ekonomimize katkıda bulunmalıyız. Türkî

Cumhuriyetlerle işbirliğine gidip aramızda

ki mesafeleri kısaltmalı demir ağlarla

koparılmaz bağlar kurmalı bütün Türk

coğrafyasını birbirine bağlayan önemli

projelere adım atmalıyız.

İnandıktan ve inancımız doğrultusunda

çalıştıktan sonra binlerce yıllık

köklerimizden gelen kudretimizle dünyaya

refah ve medeniyeti getiren yine bizler

olacağız bundan hiç şüphemiz yoktur.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

32

ORDA BİR "AÇE" VAR UZAKTA Bülent ERDİL

240 milyona yaklaşan nüfusuyla,

dünyanın en kalabalık İslam ülkesi olan

Endonezya'da yer alır. Açe, 17.000’den

fazla adadan oluşan bu ülkenin Sumatra

Adası'nın kuzey batı ucunda yer alır.

Yaklaşık üçte ikisi yağmur ormanlarıyla

kaplı olan Endonezya, yeraltı ve yerüstü

kaynakları bakımından oldukça zengindir.

Konumu ve yeraltı zenginlikleriyle

Endonezya için çok önemli bir bölge olan

Açe, uzun yıllar bağımsızlık için

Endonezya’ya karşı mücadele vermiştir.

Endonezya, benzer sıkıntılar yaşadığı

Doğu Timor’un bağımsızlığını tanırken,

aynı hoşgörüyü burası için

göstermemiştir. Çünkü bu bölge dünyanın

en zengin doğal gaz rezervine sahip

topraklarından biridir. Ayrıca petrol,

kalay, altın, platin, demir ve boksit

rezervleri oldukça önemli ölçüdedir.

Bölgenin tarım arazisi de son derece

verimlidir.

Türkler’den esinlenen Açeliler’in ay

yıldızlı bayrağı

1514'te bir sultanlık biçiminde kurulan

Açe, aynı yüzyıl içinde Portekiz tarafından

defalarca saldırılara uğramıştır.

Portekiz’in sömürgeleştirmeye çalıştığı bu

saldırılardan önemli ölçüde zarar gören

sultanlık, 1565'te İstanbul'a bir heyet

göndererek Osmanlı Devleti'nden yardım

istemiştir. Osmanlı Devleti de bu sultanlığı

korumaya almış ve 1567 yılında bir

anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre

Açe’ye her türlü yardım malzemesi ve silah

gönderilmiştir. Defalarca Hint Deniz

Seferleri adı altında bölgeye seferler

düzenlenmiştir. Ancak Türk donanmasının

açık denizlere uygun olmaması yüzünden

önemli bir başarı elde edilememiştir.

Açe’deki Türk mezarları

Açe’ye giden yardım malzemelerinin

yanında yüzlerce Türk askeri ve komutanı

da buraya gelmiş ve yerleşmiştir. Bitai

Köyü’ne yerleşen Türk askerleri, Açe

halkına askeri eğitim vermek amacıyla

akademi kurmuş, bu akademide Açeliler’e

top dökmeyi öğretmişlerdir. Ayrıca halka

savaş eğitimi de veren Türk askerleri, Açe

ordusunu da yeniden kurmuşlardır.

Açeliler, Türk askerlerinden öğrendikleri

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

33

savaş teknikleriyle uzun süre

Portekizlilere karşı direnç göstermişlerdir.

Sonrasında bölgeye Hollandalılar

gelmişlerdir. 1873'te Açe'den çeşitli

isteklerde bulunmuşlardır. Açe Sultanlığı,

Hollanda’nın zorbalığına da isteklerine de

rest çekmiştir. Ancak başlayan savaş,

Açe’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Açe

Sultanı Tunku Muhammed Davut'un

1903'te Hollandalıların hâkimiyetini kabul

etmesiyle bölge Hollanda sömürgesi

olmuştur.

Hollanda'nın Açe'deki hâkimiyetini

Endonezya'ya devretmesiyle Açeliler’de

bağımsızlık ateşi tekrar yanmıştır. 1976

yılında silahlı bir direniş örgütü olan

“Gerakan Aceh Merdeka” (Özgür Açe

Hareketi) kurulmuştur. Açe'de o günden

sonra yoğun bir şiddet yaşanmaya

başlamıştır. Yüz binlerce kişi yaşadıkları

topraklardan ayrılmak zorunda kalmıştır.

Özgür Açe Hareketi askerleri

8 Kasım 1999 yılında halkın bağımsızlık

isteği doruk noktasına ulaşmış. İki

milyondan fazla Açeli, başkent Band

Açe'de toplanıp bağımsızlık için

haykırmıştır. Tüm bölgeyi sarsan bu

büyük olaydan sonra Endonezya'nın

imdadına 26 Aralık 2004 tarihindeki

tsunami felaketi yetişmiştir. Özellikle

Açe’yi korkunç biçimde vuran bu

felaketten sonra Özgür Açe Hareketi

hükümetle anlaşıp, silah bırakmıştır.

Bağımsızlık için haykıran Açeliler

Deprem ve tsunaminin açtığı derin yarayı

kapatmaya çalışan Açeliler için Türkler’in

bambaşka bir yeri vardır. Türkler’e

duyulan aşk öyle bir aşk ki; Türkler’in

Kurtuluş Savaşı’nda dara düştüğünü duyar

duymaz, Hintli Müslümanlarla birlikte elde

ne var ne yok Türk kardeşlerine

gönderiyorlar. Bu aşk öyle derin ki, bugün

din adamları hala Sarı Selim'in kendilerine

gönderdiği fermanı Cuma hutbelerinde

okutmaktadırlar. Artık olmamasına

rağmen, İstanbul'daki halifeye yani

Türkiye’ye olan bağlılıklarını

bildirmektedirler. Bu aşk öyle büyük bir

aşk ki; bayraklarını aldıkları Osmanlı'nın

idaresi altına girmek için 19. yüzyılda

girişimde bulunmuşlar. Ancak bu teklif

zamanın korkak ve alçak yöneticilerinin

idaresine denk gelmiş. Ellerinden kan

damlayan, Uzak Doğu'yu sömüren Avrupa

ile ilişkilerin bozulmaması için Açe'nin bu

isteği reddedilmiş!

Bugün Açe’de Babür ve Hint sultanlıkları

dönemlerinden kalan Türkler de

yaşamaktadır. Halkın da önemli bir kesimi

atalarının Türk olduğunu söylemektedir.

2004 yılında tsunami nedeniyle bölgeye

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

34

giden BBC muhabiri George Alagiah Açe’yi

şöyle anlatıyor:

"Açe'ye indiğimde kendimi Türkiye'de

sandım. Hayır, her yerde kebap dükkânları

olduğu için değil... Bana kartpostal

satmaya çalışan çocukları gördüğümden

de değil... Yok yok ayakkabı boyacılarının

bağrışmalarından ya da araba

kornalarından da değil... Belki

inanamayacaksınız ama herkesin Türk

bayraklı şapka giymesinden dolayı böyle

bir fikre kapıldım. Yolda gördüğüm bir

genç Açeli'ye neden şapkalarında Türk

bayrağı olduğunu sorduğumda bana

verdiği yanıt çok ilginçti. Adı Recep olan

bu genç, 'kendi bayrağımız olan şapkayı

giyersek, altı ay hapis yatıyoruz. Türk

bayrağına kimse bir şey diyemiyor. Türk

bayrağı da bizimkiyle aynı... Zaten, Türkler

bizim atalarımız sayılır. Biz bayrağımızı

500 yıl önce onlardan almışız. Bundan

dolayı, ne zaman bir maç olsa Türkiye Milli

Futbol Takımının formasını giyiyor,

evlerimize Türk bayrağı asıyoruz.'

Şaşırdım kaldım, Tanrım bu Türkler

nerede yok? Dedim.”

O ki Türk milletidir: parça parça olmuş,

dünyanın dört bir yanına saçılmış, nerde

bir mazlum varsa imdadına koşmuş,

horlanmış, aşağılanmış, katliamlara

uğramış. Ama gel gör ki gün gelmiş

atalarının katillerinden hesap soracağına,

bir de onlardan özür dileme kampanyaları

bile düzenler olmuş. Bu soytarılığıyla tüm

dünyayı kendine güldürmüş. Güldürmeye

devam eden milletim, vah sana vah... Bu da

yetmemiş benliğinden utanıp, "Türk"üm

demeye korkar olmuş...

Dünyanın her yerine dağılıp, başka

toplumlarla karışıp rengi ve kültürü

değişse de, dilini bırakıp başka diller

konuşsa da ruhu aynı… Bağımsızlık aşkı,

zulme başkaldırı, özgür yaşamak için

ölümü göze almak... Yani Türklük ruhu... Ki

o ruh Açe’de de var. Anadolu'dakilere inat!

Açe'nin kadın savaşçıları

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

35

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

36

SÖYLEŞİ: İSKENDER ÖKSÜZ Metehan ÇAĞRI - Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Öncelikle Gencay Dergisi ile röportaj

yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür

ederiz.

44 yıl ders verdiniz, o günlerden bu

günlere birçok şey değişti. Biz bu

değişim sürecinde öğrencilerinizde

nasıl bir değişim gözlemlediğinizi

merak ediyoruz. Düşünüş şekli,

yaklaşım tarzı, sorumluluk alma bilinci

vs. ne tür, ne düzeyde değişimler oldu?

Bu tabi ki üzerine uzun uzun düşünülmesi

gereken bir soru. Benim öğretim hayatıma

başlayışım çok enteresan. Haziran 1968…

Tabi o zaman ne 68’liler diye bir laf vardı,

ne de 68’in özel bir yıl olduğunu, komünist

saldırının Türkiye’de fiziki olarak

başlayacağı yıl olduğunu biliyorduk. İşler

önce fikir savaşı halindeydi, olaylar 68’de

başladı. Benim öğretime başladığım okul

da çok enteresan, Ortadoğu Teknik

Üniversitesi.

Şimdi şu geldi aklıma; bir adam II. Dünya

Harbinin çıkacağını önceden fark etmiş.

Harp’ten kaçmak için açmış haritayı, harp

nereye gelmez diye bakarken Pasifik’te bir

ada bulmuş. Burada harp olmaz demiş o

adaya yerleşmiş, “Iwo Jima” adasına.

Pasifikteki en kesif muharebelerin

yapıldığı iki adadan biridir hâlbuki o ada.

Benim bu adam gibi bir öngörüm de yoktu

ama 1968 Haziranında Ortadoğu Teknik

Üniversitesi’nde buldum kendimi… Tabi

onlara öğrenci demek doğru değil,

Sovyetlerin dolaylı olarak yönettiği bir

hareketti o. Biliyorsunuz o zaman

“öğrenciler” derdi basın bunlara.

Diğerlerine de komando... 11 yıl bu şartlar

altında geçti. Tabi değişimi sorarsan çok

büyük fark var. Sonra biliyorsunuz ateşli,

ölümlü, cinayetli hale geldi. Tabi sizin

sorunuz bu değil, “öğrenciler nasıl

değişti”? Öğrencilerin fazla değiştiği

kanaatinde değilim. Bölüme göre öğrenci

kalitesi değişiyor. Öğrenci olarak kalitesi

değişiyor. Arada fark var çünkü. Öğrenci

olarak kalitesi çok düşük fakat zekâsı

gayet yüksek tipler de olabiliyor. Bir

şekilde öğrenciliği beceremiyor veya

şartlar bu duruma getiriyor. Genel olarak

baktığımızda ortalamada bir kültür düşüşü

var. Prof. Ahmet Bican Ercilasun Hoca da

bunu tespit etmiş. Onun, beş kelimelik bir

testi var öğrencilerine uyguladığı. 5 adet

kelimeyi kaçının bildiğini gözlemliyor ve

bilmeyenlerin sayısının her yıl

fazlalaştığını söylüyor. Bu çok enteresan

bir şeye işaret ediyor. Test çözmek özel bir

öğrenim tarzı. Şu kelime aşağıdakilerin

hangisinde geçer diye sorsanız a, b, c, d,

çözecek, fakat anlamını öğrenmeyi merak

etmemiş genç.

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

37

Şimdi, giriş sınavı yapılıyor, düşük puan

alanlar var, yüksek puan alanlar var.

Düşük puan alanlarla yüksek puan alan

çocukların üniversitedeki performansları

da çok farklı oluyor. Değişik bölümlere

ders verdiğiniz zaman adeta giriş

puanlarının kaç olduğunu

hissedebiliyorsunuz. Mesela birkaç sene

Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde

programcılık dersi verdim. Onlar daha iyi

öğrenciydi.

Yurtdışında bulundunuz. Hem ders

aldınız hem de ders verdiniz.

Ülkemizle, bulunduğunuz diğer ülkeler

arasında gördüğünüz farklılıklar

nelerdir?

Yale Üniversitesinde asistanlık yaptım.

Suudi Arabistan’da mühendislik

öğrencilerine kimya öğrettim, doktora

yaptırdım.

Suudi Arabistan yükseköğrenime çok

büyük önem veren bir ülke. Toplumun

yükseköğrenime bir talebi yok, herkes çok

rahat. Ülke petrol zengini olduğundan,

aman bir diploma alayım kaygısı yok.

Bunun için devletin teşvikleri var. Çok

ciddi burslar veriliyor öğrencilere.

Yatakhane bedava, yemek bedava, bir de

diploma alırsa sermaye veriyor, arazi

veriyor. Herhalde sonucunu almışlardır.

İki nesil öncesinden bahsediyoruz. Tabi,

kontenjanla Türk öğrenciler de geliyordu.

Kaliteyi yükseltiyordu Türk öğrenciler.

Mesela başka bir mukayese yapacak

olursak, ODTÜ’de bir Bilgisayar

Mühendisliği hocası var, Prof. Dr. Asuman

Doğaç Hanım. Onunla bir konuyu

konuşuyorduk. Yeni bir yönteme

geçilecekti. Benim okuduğuma göre bu iki

yıllık bir öğrenme eğrisi gerektiriyor.

Mevcuda göre daha iyi bir metot fakat

intibak etmek iki yıl alıyor diye yazıyor

literatürde dedim. Gayet şuurlu bir şekilde

şu cevabı verdi bana; “O, aptal

Amerikalılar için, benim öğrencilerim üç

ayda halleder onu.” Ortadoğu Üniversitesi

için bu doğru, bizdeki sınav sistemi çok

sakat diyoruz. Tenkitlerin belki haklılık

payı var, yalnız giriş sınavı sistemi öyle bir

filtreleme yapıyor ki belli üniversitelerin

belli bölümlerine Türkiye’nin en zeki

binde biri toplanıyor.

Tabi şunu da söyleyeyim. Amerika’da zirve

okullar var. Harvard, Yale, Columbia,

Stanford vs. bunlar bizim okullardan daha

iyi. İngiltere’de de Oxford, Cambridge vs.

var, ama Avrupa’da durum öyle değil,

Avrupa’ya geldiğinizde seviye düşüyor.

Uzak Doğu atakta; onlarında güzel okulları

var, yani zirvelerde biz yokuz. Aslında bu

zirveler gelenek meselesi. Bu okullar iyi

okuldur diye iyi öğrenciler müracaat

ediyor. Öğrenciler olağanüstü olmasa da

öğretim üyeleri çok iyi. İyi oldukları için

iyileri çekiyorlar, iyileri çektikleri için iyi

oluyorlar. Bir de her şeyden önemlisi bir

gelenek var. Mesela Yale Üniversitesinde

kopya çekmez öğrenci. Hoca’nın başında

durmasına gerek yok.

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

38

Avrupa’da böyle değil. Sanırsam

Türkiye’nin ortalaması Avrupa’nın

ortalamasından iyidir. Amerika ortalaması

ile de mukayese edilebilir. Bakın bu çok

enteresan; zirvelerde yokuz dedim ama

ortalamamız onların altında değil,

Avrupa’nın da üstünde olduğumuz

kanaatindeyim. Bunu tabi bilimsel verilere

göre söylemedim, intibalarıma göre böyle.

Şunu biliyoruz, Avrupa’da bunu biliyor;

Amerika, yükseköğretimde Avrupa’nın

önünde, İngiltere de Avrupa’nın önünde.

Bize Ortadoğu, Boğaziçi gibi

üniversitelerden Amerikan tipi eğitim

girmiş, zaten diğerleri de fena değil. Bizim

geleneğimiz de var aslında; kesintilere

rağmen var.

Geçmişte bir KÜBİTEM projesi var,

şimdi de ÜLKÜNET, bu projelerden

biraz bahsedebilir miyiz?

1968 yılıydı. Sovyetler Birliği, Türkiye’de

başa dost bir hükümet getirmek stratejisi

güdüyordu. Eğer dost bir hükümet başa

geçerse, Türkiye’nin NATO üyeliği

sarsıntıya girecek, belki de Türkiye

NATO’dan çıkacak, Sovyetlerin nüfuz

alanına girecek. Suriye ve Irak zaten nüfuz

alanında, sonra Basra Körfezine inme

fırsatı doğuyor. Basra Körfezi kilit bir

nokta. O zaman İran batı yanlısı, Türkiye

NATO üyesi, Pakistan diye de devam

ediyor. Sovyetleri bloke ediyor güneyden.

Yeşil kuşak derlerdi ona.

Sovyetlere dost bir hükümet geçirilemezse

ne olur? Hiç olmazsa Türkiye dik duramaz.

1960 sonrasını okuyun, Sovyetlere dost

bir hükümetin başa geçmesi hedefine de

çok yaklaştılar. Hatta öyle bir genel hava

vardı ki Türkiye’de, herkes devrimden

sonra kurulacak sosyalist idarede bir yer

kapma telaşı içindeydi. Özellikle de

gazeteciler, öğretim üyeleri ve hukuk

adamları… Tabi Amerikan

emperyalizmine karşı mücadele ediyoruz

diyen solcular da vardı. Amerikan

emperyalizmi yok mudur? Amerikan

emperyalizmi vardır tabi. Ama o sırada

bizim birinci endişemiz Sovyet

emperyalizmiydi. Şimdi ise birinci

problemimiz Amerikan emperyalizmi…

Sonra saldırılar başladı. Üniversitelere

hâkim olma hareketi başladı. Üniversite

gençliği, en kolay ele geçirilebilen, ele

geçirildiğinde de ortalığı destabilize

edebilecek enstrümandır. Önce

üniversiteler ardından sokak hâkimiyeti

gelecek, sonra solcu askerlerle beraber

darbe yapılacak… 9 Mart 1972’de teşebbüs

edilen budur. Tabi biz milliyetçiyiz. Türk

Milliyetçisiyiz. Türk bayrağı yerinde başka

bir bayrağa, sembole tahammül

edemiyoruz. Onlar da katiyen bize

tahammül edemiyorlar. Bizim gençlerimiz,

Türk Milliyetçisi olan gençler hücuma

uğruyorlar, baskı görüyorlar. Bunlar hiç

yokmuş gibi anlatılıyor şimdi… Dursun

Önkuzu’yu işkence ile kim öldürdü!

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

39

Çocuklarla irtibattayız o dönemde hatta

dokuz kişilik bir gençlik konseyimiz var,

öğretim elemanlarında oluşan. Bir yerimiz

olsun ve üniversitedeki hocaları organize

edelim öncelikle dedik. Peki, nasıl

ödenecek kira, hocalardan para toplarız,

olmadı mı maaşlarımızdan karşılarız

dedik. Sadi ile (Somuncuoğlu) Meşrutiyet

Caddesi’nde bunları konuşarak

gidiyorduk. Sonra, Bayındır Sokak ile

Meşrutiyet Caddesi’nin kesiştiği noktada

bir kiralık ilanı gördük. Girdik, baktık,

beğendik, tuttuk. Ve kısa zamanda orada

birçok dernek doğdu. Her çekmecede bir

dernek vardı. Ülkü ocağı o çekmecelerin

birinde doğdu. Ülkücü İşçiler, Ülkücü

Memurlar aklınıza ne gelirse o apartman

dairesinin bir çekmecesiydi. Devlet Dergisi

orada çıkıyordu. Töre Dergisi İstanbul’dan

Ankara’ya gelince bir süre orada çıktı. İlk

toplantıya yanılmıyorsam yüz civarında

öğretim üyesi katılmıştı. İşte “KÜBİTEM”

bu. KÜltür Bİlim ve TEknik Merkezi…

Eğitim tabi KÜBİTEM’de yapıldı. Zaten

bizim hareketin %90’ı eğitimdir. Türk

Milliyetçiliği eğitimidir. Onsuz bir şey

düşünülemez. MHP’de de eğitim vardı o

dönemde. Türkeş Bey, Galip Erdem, Kamil

Turan ve ben eğitim verdik. Bundan önce

Türkeş Bey tek başına eğitim verirdi.

Türkeş Bey çok güzel konuşmalar yapardı

ve Türk Milliyetçiliği eğitimi

konuşmalarıydı bunlar.

KÜBİTEM 1968’de kurulduğunda biz

hiçbir yerde yoktuk. 1971’e gelindiğinde

komünist saldırılı geriliyordu. O iş bitmişti

diyemezdik ama artık biz üstündük.

ÜLKÜNET, O tarihlerde insanların fiziki

temasla, yüz yüze konuşarak

yapabildiklerini, şimdi modern iletişim

vasıtaları ile özellikle internetle, fiziki

olarak bir araya gelmeden de

yapabilecekleri düşüncesinin sonucudur.

ÜLKÜNET projesi bir eğitim projesidir.

Bizim temel Türk Milliyetçiliği eserlerinin

hemen ulaşılabilecek bir yerde olmasıdır.

Büyük şehirlerde milliyetçi büyükler

tarafından verilen konferansların,

konuşmaların anında bütün Türkiye’de

izlenilebilmesi ve soru sorulabilme

imkânının doğmasıdır. Şimdi daha

başlangıç safhasında tabi…

Bugüne dönersek, Türk Milliyetçileri

gençlerin yetişmesine neden önem

vermiyor? Bu hareket en parlak

döneminde sizin de belirttiğiniz gibi bir

gençlik hareketi değil miydi? 80

darbesini yaptıran güç amacına ulaştı

mı? Bugün gençlerin yetişmesinde 80

öncesinde Türk Milliyetçilerinin olduğu

gibi şimdi de cemaatler var. Çok büyük

etkileri olduğunu görüyoruz. Bu konu

hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gençler her zaman yetişiyordu fakat az

sayıdaydı. Dernekçilik yapıyorduk biz. Bir

kere saldırı karşısında kalınca eylem

gerekti. Eylem büyütür. İkinci olarak

Türkeş Bey’in bir parti halinde

teşkilatlanmada ısrarı ve MHP’nin

kurulmasıyla, fikir hareketine siyasi

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

40

hareket eklendi. Bu, Cumhuriyet dönemi

Türk Milliyetçiliği tarihinde bir ilktir. Bu

iki unsur birleşince patlama halinde

büyüme başladı. 1980’e gelindiğinde

herkes MHP’nin iktidara yürüdüğünü

görüyordu. 12 Eylül’ün hedeflerinden biri

bu yürüyüşü durdurmaktı ve bu anlamda

1980 hedefine ulaştı.

O heyecan o dinamizm o büyüme şu an

görünmüyor. Eylem büyütür demiştim.

Allah bizi o günlerin eylemlerine muhtaç

etmesin, ama başka eylemler yapılabilir.

Barışçıl demokratik eylemler yapılabilir,

onlar da yok. Sosyal paylaşım sitelerinde

görüyorum bazen, ‘biz bir sokağa çıksak

yer yerinden oynar’ diyorlar. Ben, yeri

yerinden oynatacak gençlik gücünün

kaldığı kanaatinde değilim. O potansiyeli

göremiyorum. Belki ihtiyarlar gençlerden

daha çoktur şuan.

Durum o kadar vahim?

İnşallah değildir. İnşallah yanlış

tespitlerdir bunlar.

Diğer soruya gelecek olursak. Cemaat

dediğiniz hareket başarılı bir harekettir.

Fikir hareketi, siyasi hareket nedir?

İnandığınız bazı fikirlere, bağlı

bulunduğunuz bazı değerlere başkalarını

da inanır ve bağlanır hale getirmektir. Bu

gönül ve kafa işidir. Bunu gerçekleştirmek

için devamlı hareket halinde olanlar

kazanır tabii ki. Aslında bu kadar basit

bunun formülü. İnsanların akıl ve

gönüllerine girmek. İnsanları ikna etmek…

Hem insanların ruhuna uygun, hem de

eylem. Çünkü sol sürekli eylemde fakat

tutmuyor. Türk Milliyetçiliğine

baktığımızda o zaman tutmuştu…

Sorgulamayın, konuşmayın, itaat edin. Bu

laflar insanların gönüllerine ve akıllarına

hitap eden laflar değil ki. Şimdi bir

kavgaya, dövüşe gidiyorsan sorgulama,

itaat et, tamam. Fakat fikir hareketi

sorgulamaktan ibarettir.

Türk Milliyetçilerinin en önemli

sorununu yazacak olsak. İlk sıraya ne

yazardınız?

Milliyetçi silsile’nin kopuşu…

Osmanlı’daki Türkçülük hareketinden beri

kesintisiz devam eden o silsilenin

1980’den sonra kopması.

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’nin

yazarı olarak Türk Milliyetçiliğinin

geleceğini özet olarak nasıl

görüyorsunuz?

Türklük tehdit altında. Bundan neyi

kastettiğimi soracak olursanız bu ayrı bir

röportaj konusu. Fakat Türk Milleti buna

cevabını verecektir. O cevap verenler biz

mi oluruz başkaları mı olur bilemem, ama

Türk milleti mutlaka cevap verecektir.

Türk Milleti bu topraklardaki egemenliğini

kaybetmeye tahammül edemez.

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

41

Yazılarınızda genellikle yerli yerine

yabancı kaynaklara atıf yaptığınızı

görüyoruz. Bunun nedeni nedir?

Daha çok yabancı kaynak okumamdan

kaynaklanıyor zannedersem. Bu illa da iyi

bir şey değil. Yerliyi de yabancıyı da

dengeli okumak lazım. Belki şöyle bir

düşüncem de vardı. Bazı insanların

kolayca ulaşamadıkları kaynakları okuyup

‘bak bunlar da var’ demek istemiş

olabilirim. Belki başlangıçta böyleydi. O

zamanlar bizim cephede yabancı

kaynaklara ulaşabilenlerin sayısı pek azdı.

Bir de yerli kaynaklarda özellikle şimdi bu

entelektüel sayılan liberal etiketi

yapıştırılan (Ben liberal saymıyorum

onları, Liberal hiçbir değeri olmayan,

bilhassa içinde yaşadığı milletin

değerlerine sırt çeviren, ‘millet diye bir şey

yoktur arkadaş’ diyen adam değildir.

Bunlar komünistliklerini kaybetmiş, hiç

bir şeye bağlı olmayan serseri mayınlar

aslında.) kişilerin yarattığı ve bir de siyasî

ümmetçilerin bunlarla koalisyon halinde

yarattıkları bir sis var ve at gözlükleri var,

dünya şöyledir diyorlar. Hâlbuki dünya

öyle değil. Onun için dünyanın aslında ne

düşündüğünü alıp göstermek gerekiyor.

Bir de birileri diyor ki ‘Milliyetçiliğin sonu

geldi. Milliyetçilik kalmadı’ nerde kalmadı!

Okusunlar, dünyanın önde gelen dış

siyaset dergilerini okusunlar, akademik

dergileri okusunlar. Nerde kalmadı! Üç

dört tane özellikle Fransız kökenli eski

Marksist’in milliyetten nefret eden

yazılarını alıp bunlar sanki Newton

kanunuymuş gibi takdim ediyorlar. Bu

propagandanın baskısı ve sisi altında

Türkiye.

Bu devletin kurucu ideolojisi

Türkçülük. 1940’lı yıllarda bir

başbakan çıkıp rahatlıkla ben

Türkçüyüm diyebiliyordu, fakat bugün

başbakan çıkıp ben Türkçülüğün

karşısındayım diyebiliyor. Büyük bir

değişim var ve Türk Milliyetçileri bu

noktada sessiz. Bu değişimi ve sessizliği

neye bağlıyorsunuz?

Empoze edilmeye çalışılan Türklüğün bir

kavimden, bir ırktan ibaret olduğu, bir

etnik gruptan ibaret olduğu. Başka şeylere

akılları ermiyor, yani ırkın dışında millet

diye bir toplum birimi olacağına akılları

ermiyor. Yüzyıllardır insanların aklı eriyor

sosyologların aklı eriyor bunlara ama ne

Ahmet Altan’ın aklı eriyor ne de

başbakanımızın aklı eriyor ırkın dışında

milliyet diye bir şeyin olabileceğine.

Hâlbuki Gökalp zamanında bu meseleyi

halletmiştik.

Şimdi Sayın Başbakan’ın, “Biz Türkçülüğe

karşıyız” sözüne adlarında Türk ve

Milliyetçi kelimeleri geçen kurumların

seslerini yükseltmemesi biraz ayıp oluyor,

biraz şahsiyetini ve fonksiyonunu yitirmek

oluyor. Ben bunları yazdım, arkadaşların

bir kısmı biz daha önce söylemiştik,

yazmıştık dediler. Mesele o değil. Bu

Türkiye Cumhuriyeti’nin icra kuvvetinin

zirvesinden gelen bir beyanattır ve o

beyanatı hemen o gün düzeltmek sizin

boynunuzun borcudur.

Bize zaman ayırdığınız için çok

teşekkür ederiz.

Ben de hazırladığınız önemli sorularınız

için teşekkür ederim.

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

42

FENAFİLMİLLET OLMUŞ ROMANTİK

BİR DAVA ADAMI: DÜNDAR TAŞER Hakan PAKSOY

2011 “Ey yüreğim benim ne suçum var

Bu halkı sen sev dedin, ben de sevdim.”

Mağcan CUMABAY

Dündar Ağabey ilk olarak merhum Prof.

Dr. Erol Güngör’ün “Taşer’in Büyük

Türkiye’si” makalesinde dikkatimi

çekmişti. Erol Hoca, “Fazileti kıskanan bir

adam olsaydım, bu adamdan nefret etmem

için her türlü sebep mevcuttu” diye

yazmıştı.

Eşi Asuman Hanımefendi, Dündar Ağabey

hatırasına düzenlenen bir toplantıda

O’nun için: “Dündar bütün ömrünü bu

aşkla yaşadı. (…)milleti kendine özgü

algılar, kendine özgü algıladığı milleti yine

kendine özgü bir aşkla, romantizmle

sever” diyordu.

Bu romantizmi “19. Asırda Lord

Redelife'in tavsiyesi gizli polis kurmak için

yapılan teşebbüs boşa çıkmıştı. Çünkü

hiçbir Türk başkasını hırıstiyan da olsa

gözetleyip jurnal etmeye razı olmamış,

teşkilâtın başına geçecek adam

bulunamamıştı. (Devlet, 15 Eylül 1969 s.

24)” Cümlelerinde Türk’ün asaleti olarak

ortaya koyuyordu.

Kendisi “Romantizme Dair” yazısında da

(Devlet 12 Ocak 1971 s. 41): “Romantizmi

inkâr, insanı inkârdır. Sakarya'ya

dayanmış düşmanı, Akdeniz’e kadar

kovalayan kudret romantizmdir.”

Diyecektir.

Ayhan Tuğcugil müstearıyla yazan

İskender Ağabey (Öksüz): “O büyüktü… Ve

küçük şeylerle uğraşmazdı. ‘Türk subayı

Balkan mağlubiyetine, 93 mağlubiyetine

üzülmez. O hala Viyana önünden

çekildiğimize kızar’ derdi. Büyük düşünür,

büyük duyar ve büyük icra ederdi ve…

Yorulmazdı (Devlet 26 Haziran 1972 s.

148)” diye yazar. Burada romantik aşk ruh

kazanmış, ete kemiğe bürünmüş görünür

hale gelmiştir...

"Biz, dünyanın en büyük

imparatorluklarını kurmuş ve

hâkimiyetini eski dünyanın bilinen her

köşesinde yürütmüş bir milletiz.

Karlofça bu uzun koşuda tökezlenen bir

nokta oldu.(…)

(…) Ne Kadızadeliler İslâmı anlamıştı, ne

de Avrupacılar batıyı. 25 milyon Km.lik

vatanı birleşik tutmak için taklitten başka

tedbir düşünen olmadı. (…)

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

43

İsyanlar, ihtilâller, sokak kavgaları oldu.

Birbirimizi kırdık, sultanları kestik,

nihayet kendi ordumuzu top ateşine

tuttuk.

Mısır gitti, Cezayir gitti, bu yitirme devri

150 yılda bizi Sakarya sahiline getirdi.

Velhasıl 300 senedir kandaki mikrobun

deride açtığı yarayı tedavi ile uğraşıyoruz.

Biz bir cihan devletinin kalıntısı üstünde

cihan hâkimlerinin evlâtları olarak

oturuyoruz.

Binlerce yıl önceki efsaneler tutulacak yolu

göstermiştir. Demiri eritinceye kadar

sabır.”

Diye yazmıştır Devlet Gazetesinin birinci

sayısında. “Biz Kimiz” diyerek

yazdıklarıyla geçmişten geleceğe ışık tutan

bir liderlik göstergesidir (Devlet 7 Nisan

1969, sayı 1).

Tarih onun ilham kaynağıdır. Osmanlı

sipahi sisteminden hareketle OYAK’ı

tasavvur eder (Devlet 18 Ağustos 1969,

sayı 20).

O’nun hakkında her yazan, gençliğe ve

gelecek nesle verdiği önemi,

özelliklerinden birisi olarak öne

çıkarıyordu. Ülkücü, “ipeğe sarılı çeliktir”

sözünü duyduğumda kendimde

hissettiğim gücü hatırladım. Bu sözün

Dündar Ağabey’e ait olduğunu

öğrendiğimde hem O’na karşı sevgim

artmış hem de gençlere verdiği önemi

daha da bir kavrar olmuştum.

22 yaşında Yüksek Öğretmen’de şehit

edilen Süleyman Özmen rahmetlinin

cenazesinde “(…) Ama bu Çocuğun gidişi

ağlattı beni. Törendeki konuşmamda ne

söylediğimi de hatırlamıyorum.”

Diyecektir (Devlet 30 Mart 1970, s. 052).

“Gençlik” başlığıyla yazdığı yazı çok dikkat

çekicidir (Devlet 28 Aralık 1970, s. 91).

Silahların patlamaya başladığı, kıyıcı

kavganın başlangıcında: “Bizim neslimiz,

bir reaksiyon neslidir, yılan, aciz, rahatçı,

ürkek, çekingen, nemelazımcı ve

renksizdir. (…)Ne işimiz vardı Yemende,

niye gittik Viyana’ya, bu Kıbrıs meselesi

nerden çıktı başımıza? Dedikleri bu.

(…)Tek gayeleri vardır. Sorumlu olmamak.

(…)Tarafsızdır. (…)

ÇOCUKLARIMIZ: Bizim reaksiyonumuzdur

ve aslında aksiyondurlar, kendilerini

cemiyetlerinden sorumlu sayıyorlar.

Vazife duyguları vardır. Canları, başları,

istikballeri, emelleri için vakıftır tutkuları

vardır, davaları vardır, kavgaları vardır.

Yan yana karşı karşıya her şeyi hiçe

sayarak vuruşuyorlar, faydalı mı? Gerekli

mi? O başka amma büyük ve azametli

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

44

fırtınalar yaratıyor ve kasırga gibi

yaşıyorlar; büyük sayılan gereksizleri

küçümsüyorlarsa haklıdırlar. Rahatça,

üzülmeden ve eğilmeden ölüyorlar,

rahatçılara, makamcılara, çıkarcılara

tepeden bakıyorlarsa haklıdırlar.

Her iki kampta toplananı da cephede

yaşayan kaçak nesle saygıları yoksa

haklıdırlar.” Ne kadar babayiğitçe değil

mi?

Daha sonraki yıllarda Kızı Yasemin

Hanımla evlenecek olan Şevket Bülent

Yahnici ölümünden üç hafta sonra,

“Dündar Ağabey” başlıklı yazısında: “Oğuz

Elinin Dedem Korkut’u idin. (…) Oğuz

Elinin bilge kişisi Dedem Korkut olsaydı

gider dökerdik içimizi yandığımızca…”

diyecektir. Anlaşılan odur ki, içi yanan,

sıkıntısına ferahlık arayan O’na koşmakta,

O ise kendinden yardım isteyen herkese

labirentlerin karanlık ve karmaşık

yollarında kılavuz olmakta, ışık

tutmaktadır.

Bir başka dostu, büyük yazar Emine Işınsu

ölümünün birinci yılında hasretini dile

getirir Töre’de: “(…)en büyük desteği ve

güveni sizde bulmuştum. ‘Dündar Bey de

istiyor, faydalı buluyor öyle bir dergiyi!’

Övünüyordum. (…) sizden yardım isteyen

kimseyi kırmadınız ki… O kimseler,

yüzünüze gülüp, arkanızdan diş

gıcırdatsalar bile. Siz, bu gıcırtıları

bilirdiniz. ‘o halde niçin yardım

ediyorsunuz?’ diye sorularım, hatta

isyanlarım olmuştu.

‘-Fakat benden yardım istedi.’ Söylerdiniz.

Bu basit, kısa cevabın içinde,

karakterinizin en belirli vasfı ışıldardı.”

Derken Ondan yardım isteyen kimseyi

reddetmediğini vurgular. Ve hala

mücadelesinde yanında bulduğunu

yazacaktır Işınsu Abla.

“Siz, hatıra olmadınız ki… Siz varsınız

efendim. Töre’nin yazıhanesinde, pek

sevdiğiniz İstanbul’da, yollarda, evinizde,

evimde varlığınızı duyuyorum.” Böyle bir

dostluk ve o dosta böyle güzel seslenmek…

Devam ediyor Işınsu Abla ve müthiş bir

cümle daha kurar: “Sanırım, yaşantımın en

büyük olayı, Tanrının bana lütfu; sizi

yakından tanımam olmuştur. Çünkü yalnız

şahsınızda, milletimi daha iyi tanıma

imkânı buldum.”

Merhum Prof. Dr. Haluk Karamağralı:

“karakterinin üç çizgisi çok derindi; vefa,

irade ve cesaret. Bu vefa evvela milletine

ve tarihine idi sonra dostlarına.” Ve bu

vefanın karşılığı da O’nu hala anan ve

arayan dostlarındadır.

Merhum Galip Ağabey (Erdem) ölümünün

ardından: “Resmi ölçülere göre aramızda

çok mesafe vardı yine de hiçbir gün

‘Dündar Bey’ demedim. Ağabey olarak

başladı, yüreğimizin bir parçasını da sanki

birlikte götürdüğü zamana değin, hep öyle

kaldı. Böyle olması elbette

saygısızlığımızdan değil, Dündar

ağabeyimizin yüreğindeki yüceliktendir.

Nice ağabeyler biliriz; küçücük hesaplar

uğruna, ağabeyliğin güzelliğini tepip

‘Beyliğe’ geçmiştir.”

Dündar Ağabeyin; Dava arkadaşı, “O’nun

yanlışı benim doğrumdan üstündür”

dediği merhum Alpaslan Türkeş ölümünün

ardından taziye defterinde; “İnce zekâsı,

derin kültürü, sağlam karakteri ve

yüreğinde taşıdığı insan sevgisi ile

insanlara karşı beslediği engin şefkat,

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

45

O’nun yüksek kişiliğini belirleyen keskin

ve manalı çizgilerdir her hali ve davranışı

ile tam Türk olduğunu gösterirdi.”

Cümleleriyle duygularını yazıya

dökmüştür.

Hiç kimse yukarıdaki “O’nun yanlışı benim

doğrumdan üstündür” cümlesini yanlış

yorumlamamalıdır. Bu cümle inandığı

kişinin ardından giden bir cihangir ruhu

yansıtmaktadır. Merhum: “Milliyetçilik

Hürriyetçilik eş manalıdır. (Devlet 4 Mayıs

1970, s. 57)” Demekte, hemen her

yazısında ya da sohbetinde bu anlayışı öne

çıkarmaktadır. İnandırılmadığı takdirde

kimsenin ardından gidecek birisi değildir.

Büyük dava adamı Başbuğ mezarının

başında yaptığı konuşmada: “Acı kader

bizi mezarının başında konuşmak gibi

aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazifeyi

yapmak mecburiyetinde bıraktı. Sen,

milletimizin yiğit ve ülkücü bir evladı,

partimizin çok mümtaz bir siması idin.

Daha uzun yıllar omuz omuza

çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını

birlikte taşıyıp zafer gönderine

çekeceğimize inanmıştık. Olmadı. Ne

yapabiliriz. Takdir-i ilahi” sözleriyle acısını

dile getirecekti.

Ardından yıllar sonra yazılanlar da

üzerinde düşünülmeye değerdi. Rahmetli

Erol Güngör 16 Haziran 1976 tarihli

Ortadoğu Gazetesinde duygularını

kelimelere dökecektir: “Taşer’in

ölümünden bu yana geçen iki yıldır hep

vücudumun ve beynimin yarısı kopmuş

gibi yaşıyorum. (…) Biz O’nun ölümüyle

dünyamızın yarısını kaybettik”

demektedir.

Merhum Necdet Ağabey (Sevinç) Bizim

Anadolu Gazetesi’ndeki köşesinde,

“Taşer’siz İkinci Yıl” başlıklı yazısında “her

gün, her adımda, her olayda yokluğunu

hissediyoruz” diye yazarak içini

dökmektedir.

O’nu arayanlar ne kadar da haklıdırlar.

Sadece Devlet Gazetesi’nin 146 ıncı

sayısındaki “Töre Dergisi ve Tezi” başlıklı

yazı bugüne dahi ışık tutar niteliktedir.

Kısa fakat çarpıcı bir tarih turundan sonra

“Acele Islahat Osmanlı imparatorluğunu

bitirmişti. Derhal Reform da Türkiye

Cumhuriyetini eritebilir.”

Galip ağabey “ anlayışsızları görmenin

vefasızları bilmenin, şuursuzlukları

tanımanın sıkıntısı Rahmetliyi öyle çok

üzerdi ki, tahammülü tükenmeye

başlayınca, huzur akıtan bir pınarmış gibi

tarihe koşardı.” Diyerek sıkıntıları

aşmanın bir yolunu da göstermekteydi.

Şimdi; kendi yaşadıklarımız ya da

kendimiz daha yaşarken yaşanmışlıklar ne

kadar tarih sayılır bilmem ama bende bu

okuduklarımdan sonra soruyorum:

Dündar ağabey de Galip ağabey de sağ

olsalar ve Türkiye Türklerinin bugün

geçtiği sırat köprüsünde “ milletin hiç

kimseyi dışarıda bırakmayacak şekilde

yeniden tarifinin yapılması gerekir” diyen

küçük kardeşlerine, “ Bize ‘Ağabey’ deme

hakkını sizden alıyoruz” derler miydi

acaba? Kim bilir?

Dündar Ağabey’le ilgili yazmaya Necdet

Ağabey’in (Özkaya), kendisinden bu

hususta yazı yazmasını isteyince “Sen yaz”

demesi üzerine karar verdim.

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

46

Kendi kendime, "benim için Dündar Taşer

kimdi?" diye sorduğumda verdiğim cevap:

sevdiğim, sözlerine çok önem verdiğim bir

dava adamıydı olmuştu. Ama hiç

karşılaşmamış, hiç tanışmamıştım. Yani

tanımadan, tanışmadan gönlümde

müstesna bir yer edinen birisi hakkında

yazacaktım.

İtaatindeki sadakati inancının gücünden

gelen bir dava adamı. Pırıl pırıl bir zekâ,

yüreği gövdesinden büyük bir gönül

adamı…

İnandığı liderin ardından giden dava

adam(lar)ı… İnanan(lar) da inanılan da

birer dev… Hem de masallardaki devlerin

yanlarında cüce kalabileceği birer dev…

Hiç karşılaşmadığım, anlatılanlarla

yazılanlardan okuduklarımla tanıdığım,

tanıdıkça gönlüme demir atan büyük

adamlardandı Merhum… O’nun gibi

başkaları da vardı elbet, mesela Galip

Ağabey, Gün Bey, Erol Güngör… Allah

ölenlere rahmet etsin. Yaşayan Abla ve

Ağabeylerimize de sağlık ve sıhhat versin

inşallah…

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

47

DÜNDEN BUGÜNE FİLİSTİN ve

BAĞIMSIZ YAHUDİ DEVLETİ Sertaç EKEMEN

…Senin adın "İsrail" olsun, çünkü Tanrıyla

güreşip, yendin…

Kurulduğu günden bu yana Ortadoğu’da

bir hâkimiyet politikası güden İsrail’in

temellendiği Balfour Deklarasyonu

akabinde ortaya çıkan Filistin sorunu,

aslında bir bölgeden ibaret olup, stratejik

olarak, yeraltı petrol yollarına yakınlığı

dışında bir önemi yoktur. Lakin Siyonizm

ideoloğu, Theodor Herzl’in tarihi

okumalarında, yüzbinlerce yıl önce bir

Yahudi devletinin burada şekillendiğini

söylemiş ve oradaki Yahudi varlığını,

Roma medeniyetine kadar dayandırmıştır.

Bu durumdan sonra, Sina’nın zeminine

oturmuş, Kızıldeniz ve Akdeniz arasına

sıkışmış olan Filistin bölgesi değer

kazanmaya başlamıştır.

Sykes-Picot Anlaşması’nın Osmanlıya

dayatılmasından sonra, ortaya çıkan

Ortadoğu’nun yeni emperyalist düzeni;

Irak-Suriye hattını İngiliz

imparatorluğuna, Lübnan ve Ürdün hattını

ise Fransız sömürge imparatorluğuna

devrediyordu. Fransız güdümündeki

Lübnan’da kurulacak Hristiyan Maruni

hükümet, bölgedeki Batı hegemonyasını

pekiştirecekti. Bu noktada, Uzakdoğu

kolonilerinin hâkim gücü olan İngilizlerin,

Hindistan ve Uzakdoğu’ya geçişindeki kapı

eşiği olan Ortadoğu İngiliz Toprakları,

Lübnan’ın durumu ile Fransızlar

tarafından parçalanıyordu. Topraklardaki

bu bölünme İngilizlerin dikkatini Filistin

bölgesine yoğunlaştırdı. Filistin bölgesi

jeopolitik konumu ile İngilizlerin anahtar

kartı olmaya başlayacaktı. Hem

İngilizlerin, Mısırdan Irak’a kadarki

boşluğunu dolduran bir güvenlik kapısı

olacak, hem de Arap bütünlüğünün

engellenmesi yolunda yeni bir unsur

olacaktı.

Buna karşılık İngilizlerin, bölgede kalıcılığı

sağlamak için Fransızların, alternatif

Maruni Hristiyanları gibi, ne bir kavmi ne

de bir etnik unsuru bulunmaktaydı.

İngiltere İmparatorluğu; Irak’ta Süryaniler,

Mısır’da Kıptiler ile bölgedeki ‘meşru’

varlığını dengeleyebiliyordu. Fakat Filistin

coğrafyasında böyle bir ittifak kurulacak

etnik unsur bulunmuyordu, Filistin’deki

tek milli güç, Müslüman Araplardan

oluşmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci

çeyreğinde bir ırkçı ideoloji şeklini alacak

Siyonizm ve Filistin’deki modern bir İsrail

fikri İngilizlerin desteğini almaya

başlıyordu. Balfour Deklerasyon’nundan

itibaren bölgede Yahudi yerleşimi hız

kazanmış 19. yüzyıla kadar yasak olan

gayrimenkul satışları, bölgedeki Türk

hâkimiyetinin son bulması ile

yasallaşmıştı.

Theodor Herzl’in ortaya koymuş olduğu

Siyonist ideoloji, İngiliz çıkarları ile

örtüşmesi ile filizlendikçe filizleniyor,

bölgede Yahudi yerleşimleri çitleme

noktasına geliyordu. Bu duruma karşın,

başta tepkisiz kalan Arap halkı,

Page 51: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

48

yoğunlaşan İbrani nüfusuna karşı, kayıtsız

kalmamaya başlıyor Filistin çatışma

ortamına düşüyordu. Bu dönem içerisinde

ortaya çıkacak ve bugünkü İsrail’in politik

ve askeri yapılanmalarını oluşturacak

Haganah ve İrgun örgütleri kendini

göstermeye çalışacaktı. Haganah ve İrgun

başta İngiliz yönetimine karşı bir

başkaldırı niteliği taşıyor havası çizecekti.

Fakat perde arkasındaki temel hedefi

özellikle, Haganah’nın bölgede bir katliam

havası yaşatıp Yahudi otoriteyi

sağlamlaştırmaktı. İrgun’nun temel hedefi

ise Yahudi göçlerini Filistin içerisinde

organize etmekti.

Theodor Herzl, ‘Eretz Y’israel’ fikrini

filizlendirirken, Filistinli Arap halkını

görmezden gelmiş, makalelerinde

Siyonizm’in gerçekleşeceği toprakları

sanki bomboş araziler olarak nitelemişti.

Bu yüzden, Filistin’e yerleşen Yahudi

halkları, burada M.S. 7. Yüzyıldan beri var

olan Arap insanını, kendisi gibi işgalci

olarak görmekteydi. Bugünkü Arap-

Yahudi çatışmalarının temelinde gene bu

unsur yatmakta, her iki millet birbirini

işgalci olarak görmektedir.

1945 yılında, dünya savaşının bitip

dekolonizasyon sürecinin başlaması ile

Britanya Hindistan’ı ve Uzakdoğu’yu terk

etmişti. Bu yüzden Filistin, İngilizlerin

Jeopolitik açıdan önemini kaybediyordu.

Filistin mandaterliğini düşüren İngiltere,

Filistin’i birleşmiş milletlere götürmüştü.

Ortaya çıkan paylaşım planına göre Yahudi

toplumu; 1948 yılında İsrail devletini

kuruyordu. Burada önemli olan husus,

genel geçer birleşmiş milletler kararına

göre, İsrail ve Arap devletinin BM

nezdinde meşrulaştığı görülür. Yani İsrail,

hali hazırda kendi kendine bağımsızlığını

ilan etmemiştir.

Bu Yahudi devleti bağımsızlığına karşın,

Arap Birliği “3 Hayır- Ne müzakere Ne

tanıma Ne de Filistin’de Yahudi varlığı”

politikalarını benimseyerek, İsrail’in

varlığının dünya kamuoyunda meşru

olmadığını belirtmeye çalışmıştır.

4 Arap- İsrail savaşının ardından, Arap

yenilgilerinin sonucunda, El Nasır’ın, Arap

Birliği liderliği düşmesiyle, Arap dünyası,

“3 Hayır” politikasını terk etmiştir. Bu da

Arapların resmi olmamasının yanı sıra,

İsrail’in fiilen tanınmasına yol açmıştır.

İsrail’in durumu ise genel bir Filistin

egemenliğinin fikrinin yerine, bölgede git

gide istikrarsızlaşan toplum yapısına karşı

bir müzakere içerisine girmeyi sosyolojik

olarak kabul etmiştir. Bu yüzden Siyonist

yönetim, her ne kadar yerleşim

politikalarını devam ettirmesine karşın,

ılımlaşan Yahudi halkı karşısında, Filistin

topraklarını defakto bir Arap devleti ile

paylaşma yoluna gidecektir. Filistin

sorunu, ancak ve ancak birleşik bir Filistin

ile değil iki bağımsız devlet yapısında

çözüme ulaşacaktır.

Page 52: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

49

ARAP BAHARI - TÜRK SONBAHARI Ömer Osman BÜYÜKSÜTÇÜ

11 Eylül 2001, yer Amerika Birleşik

Devletleri, sabah 9 sularında kaçırılan iki

yolcu uçağı ile Dünya Ticaret Merkezi’ne

yapılan saldırıların dünya tarihi açısından

bir dönüm noktası. O günlerde pek de

tahmin edilen bir durum değildi böylesi

bir olay. Elbette bu menfur saldırıda

hayatını kaybedenler için üzgünüz ve bu

saldırıyı lanetliyoruz. Fakat bu saldırı

İslam’a karşı 900 yıl sonra düzenlenen

yeni Haçlı seferinin miladı olmuştur.

Yıllardır dillendirilen BOP uygulamaya

geçmek üzereydi. (BOP, İngilizlerin 20.yy

başlarında planladığı Ortadoğu Projesinin

yeniden düzenlenmiş hali idi) Haçlı seferi

ifadesini kullanan da George W. Bush’un ta

kendisiydi.

“Bu haçlı seferi, terörle savaş... Biraz

zaman alacak.”

Bu haçlı seferinin en büyük ve etkili silahı

“medya” olacaktı. Görsel ve yazılı medyada

sürekli işlenmeye başlayan, insanların

beynine kazınmak istenen ortak ifade şu

idi: İSLAMİ TERÖR! Bu asla hiçbir zaman

hiçbir Müslüman tarafından

kabullenilemeyecek bir ifadedir. İslam ve

terör asla birlikte anılamaz, kullanılamaz.

İslam inancı, insan hayatını kişiye verilmiş

en kutsal hak olarak gören ve uygulayan,

hoşgörü ve sevgi dinidir. İslam evrensel

huzur ve barışı emreder; bunda çelişki

olsaydı, Veda Hutbesi’nde Peygamber

efendimiz (s.a.v) şöyle seslenir miydi?

“Ey insanlar sözümü iyi dinleyiniz! Sözümü

iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden

sonra sizinle burada bir daha

buluşamayacağım. İnsanlar! Bugünleriniz

nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız

nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz

(Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise,

canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle

mukaddestir, her türlü tecavüzden

korunmuştur.” (9 Zilhicce l0 H./8 Mart 632

M. Cuma)

Bu haçlı seferinin ilk hedefi Afganistan

oldu. Sıra Ortadoğu’ya gelmişti. Öncelikli

hedef zengin petrol kaynakları bulunan

Irak oldu. 2003 yılında ABD ve İNGİLTERE

önderliğinde haçlı birlikleri bu sefer Irak’ı

kan gölüne çeviriyordu. Afganistan’da

bahane “Usame Bin Ladin”, Irak’ta ise

bahane bir türlü bulunamayacak olan kitle

imha silahlarıydı. Savaşın mimarlarından

Rumsfeld, kitabında özür dilemek yerine

küstahça “Saddam’ın kitle imha silahları

yokmuş, yanılmışız.” diyordu. 21.yy

Lawrence’ları iş başındaydı. Irak

paramparça oluyordu, bir yandan dış

güçler, bir yandan iç kavgalar Irak’ı kan

gölüne çevirmişti. Türkiye açısından en

büyük tehdit ise Kuzey Irak’ta kurulan

yeni bölgesel yönetim olmuştu.

Zamanında Saddam’ın gazabından

devletimiz tarafından kurtarılanlar,

şimdi devletimizin bölünmez

bütünlüğünün en büyük tehdidi haline

geldi. Uluslararası medya’nın da işlemeye

başladığı yeni bir konu daha vardı.

DEMOKRASİ! Füzelerinin ucuna taktıkları

demokrasi bayrakları, Irak’ta dalga dalga

dalgalanıyordu.

Page 53: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

50

Saddam’ın diktatörlüğünün yerini şimdi

DEMOKRASİ, MEHZEP ve ETNİK

ÇATIŞMALAR almıştı. Hatırlanacağı üzere

eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice

7 Ağustos 2003 tarihli Washington Post

gazetesinde açıkladığı bir ifade vardı:

“Fas’tan Pakistan’a 22 ülkenin sınırları

değişecek.” (Transforming the Middle

East)

Emperyalizm, kendine uygun gördüğü

birlik ve bütünlüğü Doğu için uygun

görmüyordu. AB, yeni ülkeleri bünyesine

bir bir katarken İslam coğrafyasında

parçalanmalar boy gösteriyordu.

- Küresel güçlerin yeni pazarlara

açılırken kullandığı iki yol vardır:

“Darbeler ve çatışmalar.”

2010 yılının aralık ayında Tunus’ta

Mohammed Bouazizi adlı vatandaşın

kendisini yakmasıyla başlayan isyan

dalgaları, tüm bu coğrafyayı kasıp

kavurmaya başladı. Diktatörler, yerlerini

yeni aktörlere devretmeye başladı.

Vadeleri dolmuştu artık. Zeyd bin Ali,

Hüsnü Mübarek kolayca devriliyor, isyan

dalgaları da yayılmaya devam ediyordu.

Diktatörler, bir bir devrilirken Kaddafi,

Zeyd bin Ali ve Mübarek gibi kaçmayı değil

mücadele etmeyi tercih etti. Libya, bir iç

savaş yaşamaya başladı. Muhalifler ile

Kaddafi arasındaki savaş, ülkenin

emperyalizme boyun eğmesine uygun

zemini sağladı. Fakat burada çok ince bir

detay vardı. Muhalifler demokrasi ve insan

haklarını savunduklarını iddia ederlerken,

Kaddafi’yi linç ediyorlardı ve 1969’da

yaptığı darbeden beri devletin başında

olan Kaddafi’nin ve oğullarının 2 yıl

öncesine kadar gördükleri izzet-i ikramın

nasıl bir açıklaması olabilirdi acaba? Bu

liderlerin hepsi mi bir anda diktatör oldu

da müdahale başladı? Küresel sermayenin

finanse ettiği isyancıların bunları

düşünmesi gerekmez miydi?

Sözün özü, bu isyan hareketlerinin içinde

elbette yıllardır görmüş olduğu

zulümlerden dolayı galeyana gelen

insanlar bulunmaktadır. Fakat

direksiyondaki ellerin kirli ve kanlı

olduğunun görülmesi de gerekmektedir.

Çok değil, 2003’te Irak işgalinde sevinçten

takla atanların, Saddam heykellerini

yıkanların 1 yılda nasıl gözlerinden yaş

yerine kanlar aktığını hep birlikte gördük.

Arap baharı ile ilgili yakın bir zamanda

okuduğum bir yazıda yazar kardeşimiz,

gayet büyük bir romantizm içinde bunları

sadece Arap halkının demokrasi isteği

olarak belirtmiş. Gerçekten çok iyimser bir

yaklaşım, değil mi?

- Bir dip not: Ülkemizde “Türk milleti”

ifadesi yerine Türkiyelilik kavramı

getirilmeye çalışılırken bu insanların Arap

Halkı ifadesini kullanması ne garip.

- Küresel güçlerin bu kadar aktif olması

kısa ve uzun vadede büyük yıkımlara yol

açacağı aşikârdır. Burada ulu önder

Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünün

anlam ve önemini tekrar tekrar okumalı ve

anlamalıyız:

“Efendiler, Avrupa’nın bütün ilerlemesine

yükselmesine ve medenileşmesine karşılık

Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş

vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık

vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan

nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın

emellerine göre uygun yapmak, yürümek,

bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir

Page 54: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

51

takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi

istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle,

ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin?

Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”

Bu isyan dalgalarının sonuncusu

Türkiye’de olacağa benziyor. Maalesef

Suriye’de yaşanan sıkıntılı dönem çok kısa

bir zaman içinde İran ve Türkiye’de de

yaşanabilir. İsmi lazım değil, bir adamın

verdiği şu bilgiler bile durumun

vahametini gözler önüne seriyor. “Irak

bölünürse resmen Kuzey Irak’ta yeni bir

devlet kurulacak, Suriye sınırında da

özerk bir bölge kurulabilir. İran’da

zaten bir eyalet var. Iğdır’dan Hatay’a

yeni bir sınır kurulacaktır.”

Son bir söz de kamplarda ağırladığımız

misafirlerimiz için. Resmi rakamlara göre

20 milyon TL’yi bulan bir harcama söz

konusu ve kamplardan da aldığım bir

bilgiye göre sevgili kardeşlerimizin tüp

bebekten platese kadar tüm temel

ihtiyaçları karşılanıyor. Kim bilir, belki de

tüm bunlar 2039’da yapılması muhtemel

Hatay referandumunun bir parçasıdır?

Page 55: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

52

ÇEVRE POLİTİKASINDA ADALET

İSTİYORUZ! Fatma Özge ÖZDEMİR

“Uygarlık insanlarla doğanın arasını

açmıştır…”

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Çevre; insanların ve diğer canlıların

yaşamları boyunca ilişkilerini

sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim

içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal,

ekonomik ve kültürel bir ortamdır. Çevre

politikası ise; çevre sorunlarının

önlenmesi, çevrenin korunması,

iyileştirilmesi ve geliştirilmesi amacına

yönelik olarak ilkeler belirlenmesi ve bu

ilkeler ışığında düzenlemeler yaparak,

ilgili düzenlemelerin geliştirilerek

uygulanmasıdır.

Çevre politikası çerçevesinde hükümetler,

belirli hedef ve önceliklerde bulunmak

zorundadır. Çevre politikasının temel

hedefi; insan yaşamını ve sağlığını

etkileyen faktörleri, şimdi ve gelecekte

çevreden doğacak zararlara karşı

korumasıdır. Çevre politikasının

öncelikleri; insan sağlığının korunması,

ekonomik verimliliğin sağlanması, kültürel

ve tarihsel değerlerin korunmasıdır.

Modern dünyanın en büyük

problemlerinden biri de çevre

sorunlarıdır. Çevreye olan duyarlılık gün

geçtikçe artmaktadır. Çevre ve Orman

Bakanlığı çevre sorunlarıyla alâkalı, tutarlı

politikalar sergilemeye çalışmaktadır.

Bakanlığın yıllardır bu politikalarla alâkalı

olan tutumu hiç değişmemiştir. Sürekli

aynı kararlar alınmakta olup, uygulama

konusunda ise çeşitli problemler

yaşanmaktadır. Çevreyi korumaya yönelik

Çevre ve Orman Bakanlığı’nın tek faaliyeti

‘’sürdürülebilir kalkınma’’ olmuştur.

Sürdürülebilir kalkınma konusunda ki

politikası da, doğal varlıkların daha çok

sermaye birikimi sağlamak üzere

ekonomiye kazandırılması üzerinedir.

Fakat kentsel sorunların çözüm yolları

dikkate alınmadığı gibi; kentsel bir

sorunumuzun olduğuna dahi

değinilmemektedir. Ülkemizde bulunan alt

yapı eksiklikleri hala giderilememiştir.

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında,

toplum ve çevre sağlığı açısından

‘’kanalizasyon’’, “içme ve kullanma suyu”,

”atık su” , “katı atık” alanlarında ülkemiz,

en geri kalmış ülkeler arasındadır. Çevre

ve Orman Bakanlığı, çevre politikalarının

her geçen gün geliştiğini söylese de,

ülkemizde bulunan sanayileşme

kuruluşlarının havaya saldığı

karbondioksit miktarı AB ülkelerine

Page 56: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

53

oranla %37 daha fazladır. Bunun sebebi

denetimlerin yetersiz olup, fabrikalara

filtre takma işleminin uygulanmıyor

olmasıdır. Ülkemizde bulunan

belediyelerin sadece %69’ u kanalizasyon

şebekesine sahiptir. Katı atık depolama

sistemine sahip belediye sayısı ise yalnızca

1176’dır. Bu belediyelerin katı atık

bıraktıkları alanlar ise; tarımsal alanlar,

çayır-mera, yerleşim alanı, su kaynağı,

turistik tesis ve havaalanı kenarlarıdır.

Ekonomik dünya düzenine uyum sağlamak

için önerilen yapısal uyum, az gelişmiş

ülkelerin kamu sisteminde özel kesimin

yararını azaltmak ve ülke ekonomisini

dünya piyasalarına açmak için, doğal

değerlerimizi kapitalizmde bulunan tek

pazarlı yapıya dönüştürmek

amaçlanmaktadır. Küreselleşme ile

birlikte, devlet gün geçtikçe özel

kuruluşlara borçlanmayı arttırmaktadır.

Bu kamu yatırımlarının içindeki en büyük

payı %62’lik oyla belediyeler

üstlenmektedir. Ve yerel yönetimlerin en

fazla dış borç sağladıkları kaynaklar özel

bankalar olmaktadır. Dış borç almak

maliyeti daha fazla attırdığı için, hizmet

sunabilmek adına içme suyu, kanalizasyon

ve alt yapı sorunlarına ‘dünya bankası’

direktifiyle çözüm bulunmaya çalışılmış ve

çevre hizmetleri sektöründe özelleşmeye

gidilmiştir. Özelleştirmenin ise ülkemize

getirileri, ormanlık alanlarda turizm

tesisleri yapılması, eski binaların yerine

gökdelenler dikilmesi, boşuna akan

derelerin üzerine barajlar kurulması

olmuştur. Gelişme olarak görülen bu

faaliyetler çevre sorunlarının daha fazla

artmasına neden olmaktadır.

AB giriş sürecinde Çevre ve Orman

Bakanlığı’na bakacak olursak; imzalamış

olduğu birçok protokol ve sözleşmeler

bulunmaktadır.2004 yılında imzalamış

olduğumuz Kyoto Protokolü, Birleşmiş

Milletler Çölleşme ile Mücadele

Sözleşmesi, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği

Koruma Kanunu bu sözleşmelerden

birkaçıdır.

Kyoto Protokolü’nde ülkemizin konumuna

baktığımızda sera gazı salınımının ve iklim

değişikliğinin olumsuz etkileri artmaya

devam ettiği için Birleşmiş Milletler İklim

Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin

niteliğini güçlendirmek adına Kyoto

Protokolü müzakere edilmeye

başlanmıştır. Müzakereler, iki buçuk yıl

Page 57: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

54

sürmüş ve Türkiye’nin 26 Ağustos

2009’dan itibaren protokol üyeliğine kabul

edilmiştir. Kyoto Protokolu geçerlilik

süresi 2012 yılı sonunda kadardır ve

yerine nasıl bir sözleşme geleceği hala

bilinmemektedir. Protokole halen 190

ülke ve AB taraftır. Yalnız bu 190 ülkenin

içinde Amerika Birleşik Devletleri

bulunmamaktadır. ABD’nin Kyoto

Protokolü Sözleşmesine imza atmama

sebeplerinden en mühimi ekonomi

konusudur. Ve ABD, protokole imza

atmadı diye O’nu kınayan, yerden yere

vuran medya ise bizimdir. Bu durum çevre

sorunları üzerindeki ekonomik çıkar

savaşını tekrar akıllara getirmektedir.

Hükümetler, uluslararası yaptığı

sözleşmelerde nelerin altına imza attığına,

hangi maddi ve manevi yükümlülüklere

girdiklerine çok dikkat etmelidirler. Hatta

bu konular üzerinde kamuoyu

oluşturmalılar ve yasaların ülkemize iyi ya

da kötü getirileri tartışılmalıdır.

Kyoto Protokolü masum görünse de, yanlış

bir tutumun emaresidir. Ülkemizi maddi

sıkıntılara sokarak, daha fazla dışa bağımlı

hale gelme sebeplerimiz arasında yerini

almaktadır.

Tabiat ve biyolojik Çeşitlilik Koruma

Kanunu Tasarısı olarak yansıtılan

düzenlemede anayasanın 56.

Maddesindeki ‘Çevreyi geliştirmek, çevre

sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini

önlemek Devletin ve vatandaşların

ödevidir.’ yaptırımı gereğince artık gerçek

kavranmalıdır. Kişiler ve kuruluşlar konu

mankenliği görevinden sıyrılmalı, konu ve

görüşlerini içtenlikle aktarmalıdır. Bu

bağlamda tasarının dayandırdığı doğa

koruma stratejisi yanlıştır. Çünkü tasarıda:

* ‘Tabiatı ve biyolojik çeşitliliği’ koruma

sorununun tek bir yasal çerçeve

oluşturarak çözümleneceği

varsayılmaktadır.

* Öngörülen tasarı uygulamaları, doğal

varlık ve süreçlere zarar veren yaşama

etkinliklerini dışsallaştırmaktadır.

* ‘Tabiatı koruma’ ve ‘biyolojik çeşitlilik

koruma’ konuları birbirinden farklı eylem

amaçları göstermektedir.

* Bu tasarı doğal varlıkların korunmasını

indirgemekte, doğal varlıkların var

olabilmesi ve varlıklarını

sürdürebilmelerinin temel koşulu olan

doğal süreçler gerektiğince dikkate

alınmamaktadır.

* Bu tasarı ile diğer yasal düzenlemeler

arasında hemen hemen hiçbir ilişki

kurulamamıştır.

Tasarı, doğal korumanın temel

amaçlarından birisi olan planlama, siyasal

iktidarın her türlü keyfiliğine açık

bırakılmıştır! Bu tasarı kapsamında Çevre

ve Orman Bakanlığı her zaman tek söz

sahibi olmak istemekte ve son söz için

Bakanlar Kurulu yetkili kılınmaktadır. Bu

yetki ‘üstün kamu yararı’ gibi

gösterilmekte olup, aslında tabiatın,

endemik türlerin ve nesli tehdit altında

olan yabani bitki ve hayvan türlerinin

katledilmesidir.

Page 58: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

55

Tasarının 17. Maddesinin 2. Bendinde

bulunan ‘Özel koruma gereken yabani

bitki ve hayvan türlerine ilişkin liste

Bakanlıkça belirlenir.’ Yaptırımında gibi

keyfiliklere olanak sağlanmıştır. Çelişkili,

ne anlama geldiği belli olmayan, soyut

kavramların tasarı da çokça yer alması

tasarının tutarsızlığını ispatlamıştır.

Sonuç olarak, açıkladığımız her iki tasarı

ve protokol gereğince, maddelerinde

bulunan yetersizlikler ve tutarsızlıklar göz

önüne alınmalı, bu bağlamda toplumun

çıkarları göz ardı edilmemelidir. Ülke

olarak küresel çevre politikalarını iyi

değerlendirmeli, reel ve sanal düzlemde

sağlık analizleri yapmalı ve sözleşmelerin

getireceği yükümlülüklerin altında

ezilmemeliyiz. Çevre ve Orman Bakanlığı

kendine sunulan tasarılarda TBMM’de

ilgili komisyonu kurarak görüşmeler

yapmalıdır. Kendine ait daha fazla

sürdürülebilir enerji ve kalkınma

politikası üretmeli ve sadece üretmekle

kalmayıp bunları faaliyete geçirmelidir.

Üretilen çevre politikaları sadece sözde

kalmamalı, zararı ve yararı tartışılarak ve

uymayan maddelerin düzeltilmesiyle

kamu yararına döndürülmelidir. Temiz

hava sahaları oluşturulup, hava kirliliği

bağlamında gerekli önlemler alınarak,

toplum sağlığına önem verilmelidir. Çevre

ve Orman Bakanlığı her türlü

özelleştirmeden kaçınmalı ve satılacak bir

çevremizin olmadığı her türlü yasalarla

vurgulamalıdır. Unutmayalım ki, çevre

bütün canlı ve cansız varlıkların yaşam

alanıdır. Kimsenin tekelinde bulunan bir

alan değildir. Her türlü, çevreyi alakadar

eden konularda, toplumun düşünceleri

arka palana atılmamalıdır. Ne olursa olsun

sloganımız yeşil ekonomi ve temiz çevre

olmalıdır.

Page 59: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

56

OSMANLI VE GÖNÜL SULTANLARI:

ORHAN GAZİ VE KARA HOCA Vural Egemen SARIGÖZ

Orhan Gazi babası Osman Gazi’nin

vefatından sonra Padişahlığı devraldı.

Osman Gazi Osmanlı Devleti’ni kurmuştu

ancak bu devleti teşkilatlandırıp,

güçlendiren, sağlam kökler üzerine

oturtan Orhan Gazi olmuştur. Osman Gazi

gibi çocuk yaşta bir yeterince dini bir

eğitim alamamış ancak babasının birçok

ilminden faydalanmıştır. Orhan Gazi başa

geçtikten sonra hem Osman Gazi’yi hem de

Orhan Gazi’yi gören ulemalar ‘’arada ki tek

fark ten farkıdır’’ diyerek Orhan Gazi’nin

Osman Gazi’ye ahlak yönünden ne kadar

benzediğini vurgulamışlardır.

Orhan Gazi çocukluğunda da,

padişahlığında âlimlere hürmet ederdi.

Dönemin en büyük hocalarından olan Kara

Hoca lakabıyla ünlenmiş Alâeddin Ali

Esved Karahisari Hoca’yı İznik Medresesi

müderrisi görevine getirdi. Kara Hoca

memleketin dört bir yanından gelen

talebelere ilim öğretti. Onun eğitiminden

geçen birçok talebe Osmanlı Devleti içinde

şeyhülislam, kadı ve âlim görevlerinde

bulunmuştur.

Alâeddin Esved, Osmanlı’nın namlı Kara

Hoca'sı, Osmanlı Devleti’nin temellerini

sağlamlaştırıp, askerî ve mali teşkilatlarını

kuran, evlat ve torunlarının da, yüz elli yıl

devlete en üst seviyede hizmet etmesine

vesile olan Çandarlı Kara Halil Hayreddin

Paşayı da yetiştirdi. Osmanlı Sultanı Orhan

Gazi, Kara Hoca'nın evine gelip,

talebelerinden birini, kendisine dini

konularda yardımcı olmak için vermesini

isteyince, Çandarlı Kara Halil'i verdi.

Sultan Orhan Gazi, âlimleri, evliyayı görüp

gözeten bir zat-ı muhterem idi. O mübarek

kimse, bir gün Alaeddin Esved hazretlerini

ziyarete gitti. Onun medresesine

vardığında, Alaeddin Esved hazretleri

nafile namaz kılmakta idi. Orhan Gazi,

avluda bekledi. Bu sırada farz namaz vakti

geldi. Orhan Gazi ve orada bulunan

Alaeddin Esved 'in talebeleri namaz için

hazırlandılar. Namazın sünnetini kıldılar.

Kamet okununca, Kara Halil’e namazı

kıldırması için imam olmasını söyledi.

Page 60: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

57

Kara Halil cemaate namazı kıldırdı.

Alaeddîn Esved de, odasından çıkıp

namaza katıldı. Namazdan sonra bir

müddet sohbet ettiler. Orhan Gazi edebile

dinledi. Sonra başını kaldırıp;

"Seferde ve hazerde, millet için sorun

olacak hadiselerde hükmedip, hak ile

batılı ayırmak, şer'î hükümleri beyan

etmek için bir Hakim-i Samedani( savaş

esnasında orduda din konularından

yetkili kişi) lazımdır. Talebelerinizden

birini benim ile sefere gitmek için tayin

etseniz." deyip, meramını arz etti.

Alaeddin Esved hazretleri Orhan Gazi'nin

bu arzusunu kabul ettikten sonra

talebelerine baktı. Her birinin; "Ne olur

beni gönderme!" diye yalvarır bir hali

vardı. Çünkü onlar, sultanlara yakın olan

ulemayı dünyaya düşkün addediyorlar,

sultanların, kötülüklerine, ulemanın

ilimlerini âlet etmelerinden korkuyorlardı.

Ancak, Sultan Orhan öyle bir kimse değildi.

Yanına ulemayı, emretmek için değil,

Allah-ü Teâlâ’nın emirlerini onun ağzından

dinlemek için, kendisini Allah-ü Teâlâ’nın

yasaklarına meyletmekten sakındırması

için istiyordu. Kendisine kul değil, başına

sultan arıyordu. Devlet sultansız, sultan

ulemasız olmuyordu. Devletin bekası için

sultana, sultanın yanlış yola sapmaması

için ulemaya ihtiyaç vardı. Alaeddin Esved

diye anılan Kara Hoca'nın talebelerinden

birinin bu işi yapması lâzımdı. İş başa

düşmüştü. Kara Hoca, en gözde talebesi

Çandarlı Kara Halil'i Sultan Orhan Gazi'ye

verdi. Kara Halil de, "Memur, mazurdur"

hükmünce, hocasının emrine uyup Orhan

Gazi ile birlikte gitti. Seferde ve hazerde,

Sultana müşavirlik, anlaşmazlıklarda

hâkimlik yaptı. Yanlış yola sapanları

terbiye edip, İslam’ın emir ve yasaklarının,

Devlet-i Aliyye-i Osmaniye içerisinde

sünnet-i şerîfe uygun şekilde tatbikine

gayret eyledi.

Kara Hoca Alaeddin Esved Karahisâri,

salih ameller işledi. Allah-ü Teâlâ’nın nice

sevgili kullarını gördü. Gecesini

gündüzünü ibadet ve ilimle geçirdi.

İnsanlara hizmet etti. Herkese karşı

merhametli oldu. İsteyeni geri çevirmedi.

Kimseye kötü muamele ile davranmadı.

Herkese nasihat etti. İnsanların doğru yolu

öğrenip, Allah-ü Teâlâ’ya hakiki kul

olmaları için çalıştı. Her işini Allah-ü

Teâlâ’nın rızası için yapar, her sözünü

O'nun emrine uygun söylerdi. Uzun bir

ömür sürdükten sonra, 1397 yılında

İznik'te vefât etti. İznik Şerefzade

mahallesindeki türbesinde kıyamete kadar

uykusunu sürdürecektir.

Orhan Gazi’nin en büyük hocası babası idi.

Babası Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye

vasiyeti vardır. Vasiyeti şöyledir;

"Ey oğul! Her işten önce din işlerine

dikkat et. Zira farzlara dikkat, din ve

devletin güçlenmesine sebeptir. Din

işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk

ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen,

büyük günahlardan kaçınmayan, helale

Page 61: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

58

harama dikkat etmeyen sefihlere ve

ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma,

devlet idaresinde bu gibi kişilere iş

verme! Zira yaratandan korkmayan,

yaratılandan hiç korkmaz. Büyük günah

işleyen ve bunu devam ettiren kimsede

sadakat olmaz. Böyle kişilerin sadakati

olsa ümmeti olduğu Peygamber-i

Zişan'ın sadık tebligatı üzere hareket

eder de şer'i şerifin dışına çıkmazdı.

Zulümden, bid'atten sakın. Zulme ve

bid'ate teşvik edenleri devletinden

uzaklaştır. Çünkü böyleleri seni zevale

uğratmış olurlar.

Daima cihad ile devletini genişletmeye

çalış. Çünkü uzun zaman sefer

olunmazsa askerin secaatine; reislerin

ve kumandanların bilgi, tedbir ve

malumatına ağırlık ve noksanlık gelir.

Böyle sefer işlerini bilenler ölür gider de

yerine tecrübesiz kimseler gelir, bu

yüzden de birçok hatalar meydana gelir

ki, bundan da devlet büyük zararlar

görür. Beytü'l-malı koru! Devletin

servetini çoğaltmaya çalış! Şer'i şerifin

ölçüsüne göre sana ait olana kanaatle,

ihtiyaçlarından ve gerekli olanlardan

başka lüzumsuz yere telef etme, israftan

kaçın. Askerinle, malınla gururlanma.

Zira onlar Allah yolunda cihad için

milletin işlerinin yerli yerinde görülmesi

ve cihana adalet ve fazileti yayman için

vasıtadırlar.

Sadakatle Allah rızası için çalışan devlet

erkânını koru! Vefatlarından sonra

böyle kimselerin çoluk-çocuğuna bak,

ihtiyaçlarını karşıla. Halkından hiç

kimsenin malına tecavüz etme! Hak

edenlere yardım ile iltifat elini uzat,

böylelerinin yakınlarını sıkıntıdan

kurtar. Askeri erkânı iyi koru! Âlimler,

fazıllar, sanatkârlar, edipler; devletin

bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve

ikramda bulun. Bir kemal sahibi işitince

onunla yakınlık kur, dirlikler ver ve

ihsan eyle! Hükümetinde ulema, fazıl

kimseler, erbab-ı maarif çoğalsın,

siyaset ve din işleri nizam bulsun!

Benden ibret al ki, bu diyarlara zayıf bir

bey olarak gelip hak etmediğim halde

bunca inayet-i celile-i Rabbaniye'ye

mazhar oldum. Sen de benim yolumdan

git ve bu Din-i Muhammedi'yi ve

ashabını, başka sana tabi olanları koru.

Allah'ın (c.c) hakkını ve kulların

hukukunu gözet! Ve senden sonrakilere

böyle nasihat etmekten geri durma. Ve

adalet ve insafa riayet ile zulmü

kaldırmaya devam ile her bir işe

teşebbüs de Allah'ın yardımına güven.

Halkını düşman istilasından ve zulme

uğratılmaktan koru! Haksız yere hiç bir

ferde layık olmayan muamelede

bulunma! Halkı taltif et, hepsinin

rızasını kazan".

Kaynaklar:

1-Osman Gazi’nin Oğlu Kitabı – Seracattin

Siraç

2-Osmanlı Kitabı – 1. Cilt – Türkiye

Gazetesi Yayınları

3- Osmanlı Sultanları – Semerkand

Yayınları

Page 62: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

59

BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI

Etimoloji çalışmaları, bir kelime kökünün

bilinen en eski devrinden günümüze

kadarki gelişiminde anlam bağlantısı

ve/veya ses değişimlerinin göz önünde

bulundurularak yapılması ile daha sağlıklı

hale getirilecektir. Yapılan her etimoloji

denemesi bu alandaki ilerlemeye bir

basamak, bir esin kaynağı

oluşturmaktadır.

Türkçenin de birçok etimoloji sözlüğü

hazırlanmıştır. Kimisi art zamanlı kimisi

de eş zamanlıdır. Tam manasıyla eksiksiz

bir çalışma yapılmamış olsa dahi

Türkologlar çalışmalara devam

etmektedirler. Çetin bir mücadele, büyük

bir gayret ve zaman isteyen etimolojik

çalışmalar yabancı dillerle mukayesenin

yanı sıra bu alandaki diğer çalışmaları da

gözden geçirmeyi gerektirmektedir.

Bu yazımda da birkaç kelimenin

etimolojisi üzerinde durmak istiyorum.

1. Yoğurt ‘Mayalanarak oluşturulan,

beyaz, belli bir kıvamı olan süt ürünü’

Eski Türkçede ‘yoġurt, yorġurd’

şeklindedir.

*yu-ġ-

Yu-: yoğunlaştırmak

Yu-ġ+-(u)r+-(u)t

-ġ-: fiilden fiil yapma eki

-(u)r-: fiilden diil yapma eki

-(u)t: Fiilden isim yapma eki

2. Ayran ‘Yoğurdun yayıkta çalkalanarak

yağı alındıktan sonraki kalan sulu

kısım’

Eski Türkçede ‘ayrān’ şeklindedir.

*ayır- < *adır- kökünden gelmektedir.

(ayır- / adır-) + an

-an: fiilden isim yapma eki

3. Yufka ‘Oklava ile açılan, sacda pişirilen

ince bir ekmek türü’

Orta Türkçede ‘yufka, yuwka, yupka’

şekilleri görülmektedir.

*yuw(/f/p)-: inceltmek

Yuw+-ka

-ka: fiilden isim yapma eki

4. Yudum ‘Bir içişte yutulacak miktar’

Yut+-(u)m

Yut-: fiil kökü

-(u)m: fiilden isim yapma eki

5. Bulamaç ‘Sulu, cıvık hamur’

Anadolu ağızlarında kullanımı

görülmektedir.

Bula- ‘Bir nesnenin her yanını başka

bir maddeye batırmak’

bula-: fiil tabanı

bula-ma+aş

-ma: fiilden isim yapma eki

Aş ‘Yemek, taam’

aş: isim kökü

6. Yumurta ‘Kanatlı hayvanların

üremesini sağlayan bir tür besin

maddesi’

Eski Türkçede ‘yumurka’, Orta

Türkçede ise ‘yımırtġa, yumurtġa’

olarak kullanılmıştır.

Page 63: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

60

yum-(u)r-t-ka

yum-: fiil tabanı

-(u)r-: fiilden fiil yapma eki

-t-: fiilden fiil yapma eki

-ka: fiilden isim yapma eki

7. Bazlama/ bazlamaç/ bazlambaç

‘Sacda pişirilen kalın ekmek, gözleme’

Eski Anadolu Türkçesinde ise

‘bazlammaç’ şeklindedir.

Dede Korkut Kitabında da geçen bu

kelimeyi iki türlü tahlil etmek

mümkündür.

Baz-la-ma/ baz-la-ma+aş

Baz: isim kökü

-la-: isimden fiil yapma eki

-ma: fiilden isim yapma eki

aş: sim kökü

8. Kavurga ‘Buğday, mısır, çedene gibi

tahılların kavrularak yapıldığı kuru

yemiş’

Anadolu ağızlarında kullanılmaktadır.

ķaķ-ur-ġa

ķaķ-: fiil kökü

-ur-: fiilden fiil yapma eki

-ġa: fiilden isim yapma eki

KAYNAKÇA

1. Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, Türkiye

Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin

Köken Bilgisi Sözlüğü, TDK, Ankara,

2011.

Page 64: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

61

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 65: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

62

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 66: Gencay Dergisi - Sayı: 05 - Haziran 2012

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.