Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015
-
Upload
gencay-dergisi -
Category
Documents
-
view
230 -
download
3
description
Transcript of Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 39 - Nisan 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
TÜRK’E DOĞRU – MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ
ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI / Metehan ÇAĞRI
ÜLKÜCÜER ÜZERİNE/ Aslıhan KAYA
TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKTODLARI / Çağhan SARI
İZ BIRAKANLAR-EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ / Hanife YAŞAR
GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BUNU ETKİLEYEN UNSURLAR / A. Oğuzhan ÖZDEMİR
VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI / Ragıp REİS
BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK BİR ÖLÜM / Canan CAVŞAK
GENCAY
1
MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ
TÜRK’E DOĞRU
Emre SEVİNÇ
“Türk, resim yaptığında resmi, buram
buram Türk kokmalıdır.” _ Mehmet SAĞ
Mehmet hocam öncelikle söyleşi dileğimizi
kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Siz de
sanatı Türk motifleri ile yoğuran nadir
sanatçılarımızdan birsiniz. Türk
motiflerini sanatla işleyen değerli
sanatçılarımızla başladığımız söyleşi
serisine sizinle devam ediyoruz.
1. Sanata başlama öykünüz ile açalım
mı hocam söyleşimizi?
Genelde resim üzerine sanatçılarımız
sürekli konuşurlar. Ancak, söz konusu
kimlikli bir Türk resmi olunca bu konuda
sohbet edebilecek, bir söyleşi
gerçekleştirecek sanatçı sayısı bir elin
parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve
günümüz ulusal medyası bu konuda sözü
olan sanatçıları, araştırmacıları gündeme
almaz, konuşmazlar/konuşturmazlar. Asıl
böyle bir fırsatı bana tanıdığınız için, ben
sizlere teşekkür ederim.
Hem kolay hem de zor bir soru: Sanata
başlamamın en önemli nedeni, tabiatın
içinde geçen bir çocukluk dönemi
geçirmemdir. Tabiat başlı başına bir sanat,
bir öğretiler bütünüdür. İncelikler,
güzellikler, yaradılışın tüm ilkeleri bu
rengârenk tabakanın içindedir. Bu açıdan
baktığımızda bu yönelim kolay gibi olsa
da, aslında bunu idrak edip, sanat alanında
kararlı bir şekilde yürüyebilmektir zor
olanı…
Mersin Cengiz Topel İlkokulu öğretmenim
Hayri İNCE’nin (hayattaysa ellerinden
öperim, Hakk’a nail olduysa Allah ruhunu
şad, mekanını cennet eylesin) bana “sen
ekmeğini resim’den yiyeceksin oğlum”
sözlerini dün gibi hatırlarım. Bizim
dönemlerimizde okul sabahçı-öğlenci diye
ikiye ayrılırdı. Okula gider, günün diğer
yarısında mahallede, sokakta, ağaçların
arasında, toprak tepelerde, dere
kenarlarında, kırlarda oynardık. Böcekleri
inceler, kuşları gözlemlerdik. Buradan
kalmış olmalı ki, ruhumun derinliklerinde
doğaya daima bir gözlemci hassasiyetiyle
bakan bir çift göz vardır. Bizler bu
ortamlarda oyunlar oynarken çam
ağaçlarının kabuklarını çakımızla
biçimlendirir, toprak tepelere, onların
eteklerine çamurdan üç boyutlu çalışmalar
yapar; bir nevi onların mimarı olurduk.
Doğal olarak informal anlamda kendimizi
ilk eğitmen olan doğanın terbiyesine
GENCAY
2
bırakmıştık. İşte böylesi bir sürecin
devamıdır Gazi Üniversitesi’nde Resim-İş
Eğitimi Bölümü’ne girişim…
2. Türk motiflerini sanata uyarlama
düşüncesi nasıl gelişti?
Bu düşünce; uzun okumaların,
atalarımızdan bu günlere miras kalan
kültürel objeleri derinlemesine
incelemenin bir tezahürüdür. İnsanoğlu ne
ile meşgulse zihnini onunla doldurur.
Çocukluğum, gençliğim, Üniversite
çağlarım, içinde yaşadığım milletin
kültürel dokusuna dokunarak, gözleyerek
ve araştırarak geçti diyebilirim. Rahmetli
annem güzel dokumalar yapardı,
dokumalara yerleştirdiği yanışlarla, onları
ortaya çıkarmak için kullandığı renklerle
tam bir sanatçıydı. Rahmetli babam da
köydeki işleri ele alırken bir sanatçı
hassasiyetiyle işini yapardı; ağacın
meyvesiyle, çiçeğiyle adeta konuşurdu.
Köy kapılarının, pencerelerinin, ahşap
aletlerin, günlük işlerde kullanılan dokuma
yaygılarının tamamında Türk kültürünün
geçmişten günümüze gelen dokusunu,
rengini ve estetiğini görerek, dokunarak
hissederek büyüdüm. Sanat eğitimimin ilk
yıllarında, bilinçaltıma yerleşmiş olan bu
zenginlikleri bir gün çalışmalarımda
kullanacağım heyecanıyla doluydum.
Elbette Türk milletinin muazzam kültür
tarihini; mitolojisini, kosmolojisini,
efsanelerini, destanlarını da okuyordum.
Tüm bunları okurken bu muazzam
kültürün bilinmeyen gizemlerini araştırıp,
öğrenmek arzusu giderek büyümüştü.
Mesele Türk motiflerini sanatıma
uyarlamanın çok ötesinde bir meseledir.
Türk kültür ve sanat tarihi sadece
motiflerden örülü bir tarih değildir. Bunun
çok ötesinde ve derinlerindeki düşünce
biçiminin şekillenmesine neden olan öz’ün
algılanmasıdır aslolan. Bu öz’ün bir yaşam
biçimine, bir estetik yapıya dönüşümü
olan Türk kültür objektivasyonları
mutlaka araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Bu
amaç ve heyecanla çalışmalarımda, Türk
insanının tarih boyunca halıya kilime,
mimariye, taşa, ağaca her türlü malzemeye
işlediği damgalarını, yanışlarını,
inanışlarının biçimsel tezahürlerini
kullanmanın bir çabası içine girdim.
Ancak, sanatsal çalışmalarımda bunları
kullanmakla bir Türk resmi yaptığımı
iddia etmiyorum. Türk resminin, daha
doğrusu Türk’ün kompozisyon geleneğinin
böyle olmadığını düşünüyorum. Türk
Resmi, batı yani pentür anlayışının çok
daha ötesinde; aşkınlık mekânının
içerisindedir. Biçimler, renkler, çizgiler ve
malzemeler bu mekânın dilidir. Türk resmi
iki boyutludur. Semetkand’daki Afrasiyab
duvar resimleri, Çin’in içlerine kadar
girmiş ve dünyanın pek çok coğrafyasında
kesintisiz devam edegelen Türk kaya
resimleri bunun örnekleriyle doludur.
GENCAY
3
3. Çok uzun yıllardır bu konu üzerine
çalışıyorsunuz. Çalışmalarınızı biraz
özetleyebilir misiniz?
Yukarıda bahsetmiştim benim
çalışmalarımda yansıtmak istediğim
tanıdık bildik nesneleri, figürleri
resmetmenin çok daha ötesinde bir şey
aslında. Bu konuda ne kadar başarılı
olurum bilemem. Ama Allah sağlık ve
imkân verdikçe bunu başarmaya
çalışacağım. Batının satıh sanatı, bir yüzey
sanatı olarak görüp sığ dediği ve kökleri
Orta Asya’nın uzun ve derin tarihlerine
kadar uzanan bir düşünce biçiminin
peşindeyim. Batı, 15.yüzyılda ulaştığı
perspektif kavramının bakış açılarıyla
değerlendirdi bizi. Bu bakışla satıh sanatı
dedi, yüzey sanatı dedi, sığ dedi, derinliği
olmayan işler olarak gördü geleneksel
sanatlarımızı. İşte burada yanıldılar.
Onların maddeci, aşkınlığı olmayan bakış
açısıyla bizdeki asli derinliği, anlam
derinliğini kavrayamadılar. Eliade bu
noktada bir öz eleştiri yaparak durumu
özetlemiştir. Genon batının doğuya aslında
kendisinden olmayanlara karşı nasıl bir
bakış açısına sahip olduklarını ve nasıl
taraflı uygulamalar yaptıklarını uzun uzun
anlatmıştır. Neyse sorumuza dönelim. Evet
uzun yıllar kafamda biriktirdiklerime
cevap aramakla geçti. Okudukça,
araştırdıkça kadim Türk kültürünün bazı
örneklerinin az da olsa tüm
işlevsellikleriyle günümüzde yaşadığını,
ruhumuzda titreşimlerini hala
koruduğunu fark ettim. Gençlik yıllarımda
okuduklarımı tekrar okumaya başladım ve
anladım ki; Türk resmi’nin renginden,
çizgisine; biçiminden öz’üne asil bir
kimliği var. Dün bunun uygulama alanları
taş, kaya, çadır, halı-kilim, at koşum
takımları, kıyafet vs. idi; bugün ise neden
tuval, sinema, tiyatro, mimari ya da başka
bir malzeme ve alan olmasın. Ben
çalışmalarımda kadim Türkler’in evreni ve
dünyayı algılama şeklinden hareketle iki
boyutlu kompozisyon üretmeye
çalışıyorum. Bunun Türk resminin an
omurgası olduğunu düşünüyorum. Ayrıca
tasarım ilkeleri dediğimiz aslında tabiatın,
tüm yaratılmışlarında ilkeleri olan temel
prensiplerin, kadim Türk sanatlarının
derinlik algısında başrolü oynadığını fark
ettim. Bu bilgilerin heyecanıyla uzun bir
süredir ‘Kültür ve Sanat’ta Türk Estetiği’
adı altında araştırmalar yapıyorum.
Kısmet olursa araştırmaları toparlayıp
kitaplaştırmak istiyorum.
4. Elif Naci, Türk resim sanatının
geleceğinin Alpler’in ötesinde değil,
Toroslar’ın eteklerinde olduğunu
söylüyor. Toroslar ile de bitmiyor Türk
sanatının geleceği. Altaylara kadar
uzanan bir yol bu. Siz bu yolları
defalarca arşınladınız. Neler buldunuz
oralarda, peşinizden gelmek
isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
GENCAY
4
Elif Naci, Cumhuriyet Dönemi Türk
Resmi’nin farkındalığı en güçlü nüktedan,
sözlerini esirgemeyen dobra
ressamlarındandır. Batıya resim eğitimi
almaya giden ressamlarımızı ve ülkemize
resim eğitimi vermeye gelen sanatçı ve
ressamları hicveden yazıları mevcuttur.
Türk Yurdu dergisinde yaklaşık 38 adet
makalesi vardır. Türk resminin geleceğini
batıda görenlere; geleneksel Türk
sanatlarına, Türk kültürünün kadim
örneklerine sırtlarını döndükleri için
yüklenir. Tüm çabası kendi zenginliğimizin
kaynaklarını, Türk resminin geleceğini
batıda arayan gafillere gösterebilmektir.
Türk resminin geleceği sadece Toros ve
Altaylarda da değil; Türk’ün beşeriyet
alemi’nde hüküm sürdüğü tüm
topraklarda, dağlarda, çöllerde, göl, deniz
ve nehir kenarlarında ve yataklarındadır.
Görevim icabı ya da kişisel seyahatlerimle
Türk dünyasında bulundum, ata
topraklarını görme ve gezme fırsatı
yakaladım. Bu anlamda şanslı sayılırım.
Süre istediğim kadar olmamakla birlikte
oralar hakkında bir şeyler söylememe
yatacak kadar yeter. Çocukluğumdan
beridir hayaliyle avunduğum bu toprakları
ilk gördüğümde, görmek istediklerimi ilk
başlarda göremesem de, heyecan
içindeydim. İnsanlar benimle aynı
soydandı, dilimiz birdi, biraz gayretle
anlayabiliyor, anlaşabiliyorduk. Türk
töresi’nin biçim verdiği ataların
torunlarıydık ve bu: birbirimizi tanımakta,
anlamakta, kucaklaşmamızda o kadar
etkiliydi ki. Şehirler dolaştım, Türk
insanının dağa, taşa, mezar taşına,
ahşabına, kumaşına, dokumasına,
mimarisine işlediği ruhu gördüm, tanıdım;
onların gözüyle tekrar inceledim. Ve tüm
bu coğrafyanın planlı, metodlu ve ciddi bir
şekilde baştan aşağı tekrar incelenmesi,
araştırılması gerektiğine inandım. Ata
topraklarımıza gelecek gençlerimizin,
araştırmacılarımızın sağlam bir ön bilgiyle
ve planlamayla gelmesinin ve tüm bu plan
içerisinde samimi bir ruhla ve bıkıp
usanmadan yapılacak bir çalışmayla elde
edecekleri bilgilerin Türk kültürünün
bilinmezlerini anlamamız açısından büyük
faydası olacaktır. Türk ruhu’nun tüm
titreşimlerini hissedebilmek adına bu öz’ü
kavramak, sanırım buradaki sırlara
erişmek adına bir ön koşul gibi. Bir defa
Türk kavramına ve insanına ön yargılı bir
kişinin bu coğrafyalarda yapacağı bir gezi,
gözlem ve araştırmanın ona hiçbir faydası
yoktur. Ata topraklarında dolaşırken
baktığınız her kültürel doku kadim Türk
tarihinin titreşimlerini bağrında
saklamaktadır. Bu bağır da her bedeni
kucaklamaz…
5. Yazılı çağdan önce dahi soyut zekaya
sahip olabilmiş, kaya resimlerine soyut
motifler kazıyabilmiş bir millet üzerine
konuşuyoruz. Bu soyut motiflerin
günümüz modern Türk sanatına
aktarımı da güzel eserlere kaynak
olabiliyor. Türk milletinin oluşturduğu
soyut ögeler hakkında neler söylemek
istersiniz?
Buradaki soyut ‘abstract’ kavramı
günümüz konuşma diline girmiş en
popüler kavramlardan biridir. Bir nevi
buharlaşma, yok olma şeklinde anlamlar
içeriyor. Sanat dilindeki kullanımı ise daha
çok modern sanatlar içerisinde bir
yorumlamayla ifade buluyor.
Deformasyonların, eksiltmelerin dahi bu
kavramla açıklanmaya çalışıldığına şahit
oluyoruz. Ben soyutu bir kavramın, bir
GENCAY
5
düşüncenin, bir nesnenin en salt, biçimsiz
haliyle bir sunumu olarak görüyorum.
Türk milletinin uygulama alanı bulduğu
her türlü malzemeye aktardığı düşünce ve
inanış biçimlerinin bugünün sanat dünyası
tarafından soyut, geometrik ya da stilize
olarak adlandırdığı tüm bu görsellerin
elbette bir dili, bir anlamı olduğunu
söylüyorum. Bunlar gerek damga/tamga,
gerek yanış/bezeme ya da –Fransızca
kökenli olduğundan ben pek kullanmayı
sevmem- motif, gerekse stilizasyon olsun
gerçekten, modern sanatlarda çokça
karşımıza çıkan görsellerdir. Hepsinin bir
soyut düzenlemeyle isimlendirilmesinin
yanlış olduğunu da söylemek isterim. Batı
özellikle 18. yüzyılla birlikte doğunun
doğayı stilizasyonundan oldukça
etkilenmiştir. Ve bu etki birçok batılı
sanatçıların eserlerinde rahatlıkla
görülmektedir. Picasso’dan, Van Gogh’a,
Malevich’den Matisse kadar pek çok
sanatçıda bu görülebilir. İster modern
olsun, ister geleneksel günümüz Türk
sanatının, kadim Türk kültürünün tüm bu
görsellerini kullanması, onları anlamaya
çalışması gerçekten güzel. Yalnız, bu
görselleri ve onların kompozisyonlarını
anlamak bence daha önceliklidir. Bunun
yegâne yolu da eğitimdir. Unutmayalım ki
Atatürk, Cumhuriyeti kurarken kültür’ü
temele koymuştur.
Kadim Türk insanının zekâsının tabiat gibi
işlediğini düşünüyorum. Hiç boşluk kabul
etmiyor. Sizin boşluk olarak gördüğünüzü
o, anlamlı bir doluluk olarak yorumluyor.
Hiçbir şeyin nedensiz olmadığını
yaşayarak görüyor. Böyle bir zekânın
ürününü varın siz düşünün. Onun aldığı ve
hissettirdiği estetik ambians’ın katıksız ve
en gerçekçi kaynaklarıdır bunlar. İşte tüm
bunların içini doldurduğu o en yalın ve
sade yorumlamalar (soyut) bu şekilde
ortaya çıkmaktadır. Bunlardan başka
Türk’ün acun olarak gördüğü yeryüzü
horizantal haliyle bir ana mekân, reel
yaşam alnıdır. Ancak vertical anlamda da
Türk’ün inanıp, kutsadığı ve bunu bir
biçime, bir renge, bir şekle soktuğu mekân
da vardır. İşte tüm bunlar o soyut
kavramların sihirli anahtarlarıdır.
Bugün Türk sanatı, yukarıda bahsi geçen
öz’ün dışavurumundan uzaktır. Günümüz
modern sanatını oluşturacak olan da tıpkı
dün gibi bugün de insandır; hem de Türk
insanı. Peki, bugünün insanını dünkü
düşünce biçiminden uzaklaştıran nedir?
Evet, bunun zor bir soru olduğunu
biliyorum. Ancak buna, tüm korkulara
rağmen, verilecek cevaplar belki de
kimlikli Türk resmi’nin temellerini atacak
uygulamaları başlatacaktır.
6. “Resmin dilini ancak, bilincinde Türk
kültür ve sanat tarihinin
derinliklerinden süzülerek gelen ve
Türk Töresi’nin tüm güzelliklerini ve
heyecanını biriktirmiş bireylerin
çözebileceği köklü bir yapı
oluşturmalıdır.” diyorsunuz… Bu dili
çözebilmek için hangi kaynaklardan
yararlandınız bu güne kadar, ne gibi
çalışmalar yaptınız?
Sanırım yukarıdaki bahsetmiş olduğum
konular az da olsa bu cümleyi açmıştır.
Ancak daha derinlemesine irdeleyecek
olursak: Türk kültür ve sanatının
temelleri, rahmetli B.ÖGEL’in de ifade
ettiği gibi uzak doğunun derinliklerinde
gizlidir. Daha geniş bir ifadeyle ele alacak
olursam kadim Türk kültür ve sanatını
GENCAY
6
anlayabilmek öncelikle bir
hazırbulunuşluluk gerektirir. Bu;
anlamaya çalıştığınız görselleri oluşturan
milletin ruhunu kavramanız, onun gözüyle
tabiata bakabilmeniz, onun yasalaştırdığı
ve adına bozkır töresi dediğiniz sistemi
içselleştirmeniz demektir. Tüm bunlardan
sonra kaynak ve ispat için kadim tarihin
derinliklerinde yolculuk yapmanız
demektir.
Benim, Türk kültürünün ve sanatının
oluşumunda tesadüfî hiçbir aşamanın
olmadığına dair düşüncem, son yıllardaki
araştırmalarımda iyice netleşti. Z. Velidi
TOGAN, E. ESİN, A. İNAN, B. ÖGEL ve son
yıllarda Y. ÇORUHLU, Ö. ÇOBANOĞLU, B.
DENİZ gibi Türk mitolojisi ve kültürü
alanında değerli çalışmalar yapmış
hocalarımızın eserleri tekrar tekrar ve
dikkatle okunmalıdır. Ayrıca, mutlaka bu
kültürün cereyan ettiği coğrafyalara
gidilmeli; eserler yerinde incelenmeli,
müzeler gezilmelidir. İnsanlarla irtibat
kurarak, onların estetik ve düşünce
biçimleri ölçülmeli, en azından bunları
ifade edebilecekleri çalışmalar
yapılmalıdır. Kırgızistan’da bulunduğum
süre içerisinde benim için en anlamlı
deneyim, kadim Türk insanında var olan
temel heyecanın hala kaybolmamış
olmasıydı. Bunu hissetmek için bir
hazırbulunuşluluğun gerekli olduğundan
bahsetmiştim.
Kadim Türk resmi, özellikle kaya resimleri
çağlara ve çağlar ötesine Türklerin
vurduğu bir damga, bir imza gibidir. Türk
kültürünün doğurmuş olduğu bir iletişim
dilidir. Bu dili çözebilmek için Türk’ün
kutsallarını bilmek sadece, ona olan
hayranlığınızı parlatır. Onu anlayabilmeniz
için ondaki mantığı kavramanız
gerekmektedir. Türkler yer-su/acun
olarak bildikleri yeryüzünde gelişigüzel
dolaşmamış daima kutsal bir amaç için
hareket etmişlerdir. Gittikleri her
coğrafyaya yanlarında kutsallarını da
götürmüşlerdir. Türk resminde bir mekân
mantığı vardır, Batıdaki gibi çizgisel bir
derinlik yoktur. Renkler rastgele
seçilmezler. Renkler, figürler, nesneler
bahsedilen ya da anlatılmak isteneni
kaplayan mekânın dilini yansıtır. Tüm bu
ifadelerin kaynağı bizatihi Türk’ün kendi
tarihi, mitolojisi, kosmolojisi, destanları ve
ritüelleridir.
7. Geçtiğimiz aylarda tasarımcı Safiye
EKİZ, Türk Yazısı’ndaki harfler ile
oluşturduğu tasarımlarını sergiledi. Bu
oldukça beğeni de gördü açıkçası.
İlerleyen zamanlarda Türk motiflerinin
modaya uyarlanabilmesi mümkün
olabilir mi acaba, günlük giyim-
kuşamlarımızda bu motifleri
görebilecek miyiz?
Sayın EKİZ tesettür giyimin modasına yön
veren isimlerin başında gelen biri.
Günümüzde moda dünyasında hatta
birçok sektörde tasarımlar da seçilen
semboller kullanılan motifler tam bir post-
modern uygulamanın örnekleri olarak
gösterilebilir. Gönül ister ki günümüz Türk
modacıları, tasarımcıları Türk’ün kadim
tarihindeki değerleri günümüze milli bir
bilinçle taşısınlar. Ancak bunun böyle
olmadığını düşünüyorum. 20.yüzyılda
teknolojiyle birlikte daha da hız kazanan
küreselleşme zihniyeti, karşı olsun ya da
olmasın önüne gelen her kültür ögesini
sorgusuz sualsiz alıp kullanmaktadır. Hızlı
GENCAY
7
ve denetimsiz bir tüketimle karşı
karşıyayız.
Türk kültürünün kadim örneklerini
günümüz dünyasının her köşesinde
özellikle milli bir bilinç temelinde alıp
kullanmak elbette gelecek için umut ve
bizler için gurur verici olur. Türk
motiflerinin moda tasarımında
kullanılması elbette mümkün, bu çok da iyi
olur. Bunun oluşabilmesi ve bundan
faydalanabilmek için Üniversiteler’in
tekstil, sanat ve tasarım bölümlerinde
Türk Mitolojisi, Türk Estetiği, Orta Asya
Türk Sanatı, Türk Süsleme Sanatları gibi,
bu derslere inanan hocalar tarafından bu
derslerin verilmesi gerekmektedir.
8. Tük insanının, eserlerinize olan ilgisi
hakkında neler söylemek istersiniz,
kan çekiyor mu?
Çalışmalarımı henüz geniş bir
sanatsever kitlesine sunmadım. Ün,
şöhret peşinde değilim. Daha çok
karma sergilere katılıyorum.
Önümüzdeki yıl içerisinde yurt dışında
açacağım ilk kişisel resim sergime
hazırlanıyorum.
Çalışmalarımı izleyen Türk insanının ilk
tepkisi benim için çok önemli. Resmin ilk
bakışta bir Türk resmi olarak
tanımlanması benim için gurur verici,
demek ki bu konuda başarılı sayılırım. Kan
çekmesi meselesine gelince, her şey bir
titreşim meselesi. Bağlantı varsa temas
kurulduğunda titrersin. Türk insanı
kendini ifade eden her güzelliği fark
ediyor. Bu tür çalışmaların çoğalması
demek sanat’ın, estetik bilincin ve milli
hafızanın güçlenmesi demektir.
9. Türk sanatının geçmiş ve bugünkü
durumu yabancı otoritereler
tarafından nasıl değerlendiriliyor
hocam?
Türk sanatına olan bakış açısı, Batı’da
malum. Batı, daha çok İslam sanatı altında
değerlendirmelerini yapıyor. Geçen
yüzyılın başları itibariyle Batı’ya resim
tahsili için gönderilen sanatçılarımızın
çoğunluğu Geleneksel Türk resminin kitap
süslemesinden başka bir şey olmadığını
ifade etmeleri acı bir gerçeğimizdir. Bu
yanlışı düzeltmek için ülkemizde saygın
yerlerde bulunan isimlerin ciddi anlamda
çabalarına rastlayamazsınız. Öyle ki;
“Resim’de Türk’e Doğru” diyen bir İsmail
Hakkı BALTACIOĞLU, “Türk Resmi’nin
geleceği Alpler’in ötesinde değil, Toros
Dağları’nın eteğindedir” diyen bir Elif Naci,
bir Türk Resmi için ömrünü vakfetmiş bir
Malik Aksel gibi isimlerin çabası da
maalesef sonuçsuz kalmıştır.
Dün, Türk sanatının başında bulunanların
çoğu Batı’dan tercümelerle sanat eğitimi
veriyorlardı, dolayısıyla alınan eğitimin
neticesi de bu doğrultuda bir sanat
eğilimini doğurmuştur. Sanat’ta otorite
kim, kimin elinde o da sorgulanır.
Yabancı otoritelerin Türk sanatını “İslam”
algısı içerisinde değerlendirdiği
bilinmektedir. Özellikle modernizm
serüveni çerçevesinde yurt dışına
gönderilen sanatçılarımız yabancılar
tarafından desteklenmiş, genç Türkiye’nin
sanat öncüleri olarak ifade edilmişlerdir.
Bugün Türk sanatının kimliksiz yapısı
Batı’nın istediği bir durumdur. Ancak
objektif değerlendirmelerde yok değildir.
Özellikle Türkiye’ye davet edilen yabancı
GENCAY
8
sanatçıların Geleneksel Türk sanatlarına
olan hayranlıkları daima dillendirilmiştir.
10. Aynı zamanda bir eğitmensiniz
hocam. Türk gençlerine sanat eğitimi
konusunda neler yapılmalı, bu konuda
da ilerlememiz gerekiyor galiba?
Bence en önemli sorularınızdan biridir bu.
Sanat eğitimi duyuları eğitir. Bireyin
doğuştan sahip olduğu istidatların düzenli,
yaratıcı ve estetik bir biçimde, birey
tarafından kullanılmasını sağlar. Bu açıdan
çok önemli bir yere sahiptir. İnsanoğlu
sıkılır, neşelenir, üzülür, sever, öfkelenir,
hayal kurar, baskılanır baskısını, iç
dünyasını dışa vurur, vurmak ister. Bu dışa
vurumun şeklini bireyin aldığı eğitim
belirler. Sanat eğitimi burada da olumlu
olarak devreye girer, girmelidir. Tüm bu
insani durumların kontrol altında ve
nitelikli bir biçimde cereyan etmesi ancak,
nitelikli bir sanat programı ve
müfredatının oluşturulması ve yetişmiş
bilinçli kadrolarla öğrencilere verilmesiyle
mümkündür. Verilecek olan eğitiminin
Türk gençliğinin milli bilinç ve şuur
yetilerini güçlendirmesi düşünülmelidir.
Bu, gençlere milli bir özgüven verecektir.
Uluslar, uluslararası sanat rekabetinde
milli öz güvenlerine ihtiyaç duyarlar. Bu
konu önemli ve ivedi bir konudur. Kültür
ve sanat bilinci açık toplumlar çok daha
hızlı öğrenir, pratik çözümleri daha çabuk
üretir ve daha çevrecidir. Gençliğin
istenilmeyen ortamlardan uzaklaşması,
üretici ve katılımcı olması yine sanat
eğitiminin niteliğine ve kalitesine bağlıdır.
Sanat eğitimi ders saatlerinin artırılması,
dersliklerin/atölyelerin verilecek eğitimin
niteliğine göre dizayn edilmesi, gençlerin
orta ve lise çağlarında sanata
yönlendirilmesi, yetenekli gençlerin bu
alanda mutlaka değerlendirilmesi öncelikli
meselelerdir.
11. Son olarak neler söylemek
istersiniz hocam?
Sanat, kültürün önemli bir taşıyıcısıdır.
Türk kültürü zenginliği itibariyle dünya
üzerinde en başat kültürlerdendir. Bu
zenginliğin ülke insanının kullanımına
açılması son derece önemlidir. Bu da,
eğitim kurumlarıyla mümkündür. Türk
sanatı her alanıyla kendi öz değerlerini
tanımalı ve kullanılmalıdır. Dünya ile
rekabetin en hassas ve önemli kısmı
burasıdır. Türk milleti kültürünü
tanıdıkça, millet olma bilincini daha da
perçinleyecektir. Türk milleti sanata
yatkın ve maharetlidir.
Bu güzel söyleşi için sizlere çok teşekkür
ediyorum.
GENCAY
9
ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE
TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI Metehan ÇAĞRI
Kitabın Yazarı: Ali Suavi
Yayına Hazırlayan: M. Abdulhâlik Çay
İlk Yayın: 1873 yılında Paris’te “Le Khiva
en Mars 1873” adı ile yapılmıştır.
İncelenen nüsha: 1977 yılında
hazırlanmış ve İstanbul’da Orkun
Yayınlarından çıkmıştır.
1873 yılında Ali Suavi’nin Fransızca olarak
yayımladığı eserin 1909 yılında Fuat
Köprülü tarafından “Hiva fi Muharrem
1873” adı ile hazırlanmış Osmanlıca bir
nüshası da vardır. Abdulhaluk Çay
Osmanlıca bu nüsha üzerinden kitabı
hazırlamıştır.
Yayına Hazırlayan’ın Biyografisi
1945 Doğumlu olan Abdulhalik Çay tarih
öğretmeni olarak başladığı akademik
hayatına çeşitli enstitü ve üniversitelerde
öğretmenlik ve yöneticilik yaparak devam
etmiştir. 1999 seçimlerinde milletvekili
seçilen Abdulhalik Çay kabinede Türk
Cumhuriyet ve Topluluklarından sorumlu
Devlet Bakanı olarak görev almıştır.
Yazarın Biyografisi
Ali Suavi 1839 İstanbul doğumludur.
Eğitimini Davutpaşa Rüştiyesinde
tamamlamış ve özel olarak medrese
eğitimi de almıştır. Arapça, Farsça,
Fransızca ve İngilizce bilmektedir.
Eğitim hayatından sonra öğretmenlik ve
ticaret mahkemesi reisliği yapan Ali Suavi,
Jön Türklerin kurucu kadrosu içinde yer
almıştır. 1865 yılında Sultan Abdülaziz
Han sadrazamlarından Ali Paşa’ya istifa
etmemesi durumunda suikast
düzenleyecekleri haberinin öğrenilmesi
üzerine İstanbul’dan sürgün edilmişlerdir.
Kastamonu’ya sürgün edilen Ali Suavi
Mayıs 1867’de Kastamonu’dan Avrupa’ya
kaçmış ve Paris’e gelmiştir. 9 yıl Avrupa’da
yaşayan Ali Suavi çeşitli gazeteler
çıkarmıştır (Muhbir gazetesi, Ulûm,
Muvakketen Ulûm Müşterilerine) ve çeşitli
gazetelerde yazmıştır( Paris’te
“Republique Bab-ı Ali” Londra’da
“Hürriyet”, İstanbul’da “Vakit”, “Basiret”,
“Müsavat” vb.).
Abdülaziz Han’ın tahttan indirilip V.
Murad’ın tahta çıkması ile birçok “jön
Türk”ün yasağı kalmış ve yurda dönüş
yapmış fakat Ali Suavi’nin yasağı
GENCAY
10
kalkmamıştır. Ancak Abdülhamit Han’ın
tahta çıkması ile yasağı kalkan Ali Suavi
İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Sultani
müdürlüğüne getirilmiştir. Bu dönemde
Abdülhamit Han’a rapor hazırlayarak
okuldaki gayri Müslimlerin bölücü
faaliyetlerini bildirmiştir. Ağustos 1877’de
yazdığı bu mektup ’tan dört ay sonra
Maarif Nazır’ının emri ile görevden
alınmıştır.
1878’de Meşrutiyet meclisinin
kapatılması, basına sansür konulması
karşısında ülkesi için ümitlerini yitirmeye
başlayan hürriyet sevdalısı Ali Suavi çareyi
V. Murad’ı hapis hayatı gördüğü Çırağan
Sarayından kaçırıp taht’a çıkarmakta
görmüştür. 21 Mayıs 1878’de Ali Suavi
öncülüğünde Çırağan Sarayını basan bir
grup ihtilalci V. Murad’ı kaçırmaya
çalışmış fakat ihtilal başarılı olmamıştır.
Ali Suavi, Binbaşı Hasan Ağa tarafından
baskın esnasında öldürülmüştür.
Çoğu günümüze ulaşmamış olmakla
birlikte 127 eseri olduğu bilinen Ali Suavi
yaşadığı dönemin Türkçü
aydınlarındandır.
Kitabın İçeriği
1873 yılında Ali Suavi tarafından kaleme
alınan eser iki ana bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde Rusya’nın
Türkistan’daki yayılmasına değinen Ali
Suavi, üç eyaletten oluşan Rus egemenliği
altındaki Türkistan bölgesine, Buhara
Emirliği ve Kaşgar Devletini ve bu noktada
Rus-İngiliz ilişkilerini anlatmıştır. İkinci
kısımda ise Hive Hanlığından
bahsedilmiştir. 1873’te Fransızca olarak
neşredilen eser daha sonra Fuat Köprülü
tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da
yayımlanmış ve eserin sonuna Ali
Suavi’nin vasiyati yerine getirilerek
Hive’nin son durumu ile ilgili bir ek
yapılmıştır. Abdulhalik Çay’ın yayıma
hazırladığı 1977 basımında da yine aynı
şekilde Suavi’nin vasiyetine uygun olarak
bir ek yapılmış ve bir de Hive bölgesini ve
günümüz Türkistan’ını gösteren iki harita
kitaba eklenmiştir.
I. Bölüm
Rusya’nın Orta Asya’da İlerlemesi
Yazar, bu bölümde ilk olarak Rus dış
politikasındaki devamlılığa deyinmiş ve
Osmanlı politikalarını eleştirmiştir.
Rusların belirledikleri bir siyaseti yüzyıllar
geçse de Çarlar ve yöneticiler değişse de
her daim devam ettirdiklerini fakat
Osmanlı’da ise bu durumun aksine her
yöneticinin yaptığının bir sonraki yönetici
tarafından bozulduğunu devlet
politikalarında bir devamlılık olmadığını
belirtmiştir. Ali Suavi, Osmanlı basını da
eksik ya da yanlış bilgiler vermekle
eleştirmiştir. Osmanlı gazetelerinde
Rusya’nın Seyhun nehri civarını işgal
etmek için asker gönderdiği haberi
GENCAY
11
yayımlandığında Seyhun’un çoktan Ruslar
tarafından işgal edilmiş olduğunu
belirtmiştir.
Türkistan
Hive’nin işgalinden önce Rusya’nın orta
asya’daki ilerlemesine değinen yazar
Rusya’nın 1865 yılında Türkistan
vilayetini kurduğunu bu vilayetin daha
sonra 1867 yılında Seyhun ve Yedi-Su
Eyaletlerine ayrıldığını ve Atalık Gazi’den
aldığı topraklarla üçüncü olarak Kulca
Eyaletini kurmuştur. Bu üç eyaletin toplam
nüfusu 1,466.000 kişi ve toplam yüz
ölçümü ise 909 bin km’dir.
Bu eyaletler kurulmadan önce 1864
yılında Rusya, Hokand Hanlığına savaş
açmış ve Taşkent, Uratop ve Hokand
şehirlerini ele geçirmiştir. Ruslar savaşın
ardından ticaret antlaşması izmalamış ve
Hokand’a bir şahbender (ticaret temsilcisi)
atamıştır.
Buhara
Ali Suavi, bu dönemde Buhara
hükümetinin hiçbir gücünün kalmadığını
1866’da yapılan savaşta Buhara emiri
Muzafferüddin’in Rus ordusuna yenildiğini
ve çaresiz kalan emirin ticaret antlaşması
yapmak zorunda kaldığını 1870’de ise
Semarkand’ı ve Zerefşan Vadilerini
Ruslara bıraktığını yazmıştır.
Semarkand’ın kuzeyinde kalan kısım
1859’den bu yana Afganlılara aittir.
İngilizler Rusların sınıra dayanması
üzerine Ruslarla masaya oturmuş ve
Belh’den Bedenşana Ceyhun boyunu
aralarında sınır yapmışlardır. Rusların ve
İngilizlerin sınır komşusu olmaları batı ve
doğu Müslümanlarını da ayırmıştır.
Kaşgar Devleti
Kaşgar devletinin bir diğer adı Atalık Gazi
Devleti’dir. Bilinen şehirleri Yarkent,
Hotan, Urumçi, Aksu, Kaşgar ve
Yedişehir’dir. 1865 yılında Çin’e karşı
kazandığı savaşlarla devleti kuran Yakup
Bey’e Buhara Emiri Muzaffer üddin
tarafından hediyeler gönderilmiş ve
kendisine Atalık Gazi unvanı verilmiştir.
Rusya, Atalık Gazi toprakları olan İli
vadisini ve Kulca şehrini ele geçirmiştir
fakat Atalık Gazi devleti eğer Rusya ile
savaşa girerse Çin’in arkadan saldırıp iki
cepheli bir savaşa gireceğini düşünerek
Rus işgaline sessiz kalmıştır.
II. Bölüm
Hive Hanlığı
Hive kitaplarda Harezm olarak bildiğimiz
ülkedir. Kuzey’den Aral gölü, Kuzey
doğudan Ceyhun Nehri, Güney doğuda
Buhara’yı ve Güney Batı’da da Teke
Türkmenlerini ayıran çöl ile çevrilidir.
Batıdaki çöl arazisi Hazar denizine kadar
200 saatlik bir mesafe olarak
uzanmaktadır. Hive’ye yağmur az
GENCAY
12
yağmaktadır fakat Hive Ceyhun nehri ile
sulanmaktadır. Hiveliler bu nehirden
açtıkları kanallar ve kanallar üzerine
kurdukları göllerle Hive’yi bereketli hale
getirmişlerdir.
Hive ahalisi dört ayrı topluluktan
oluşmuştur. Sart, Özbek, Türkmen ve
Karakalpak... Özbeklerin nüfusunun 70 bin
kadar, Türkmenlerin 150 bin kadar ve
Karakalpakların da 120 bin kadar nüfusa
sahip oldukları tahmin edilmektedir.
Hazar’ın doğusunda bulunan Türkmen
kabilelerin ’de de 1 milyon 700 bin kişi
yaşadığı tahmin edilmekte ve bunların 1
milyon kadarının Hive Hanlığına bağlı
olduğu düşünülmektedir. Bunlardan başka
Hive’de 50-60 bin kadar da Acem, Kürt ve
Rus tutsak vardır.
Hive Hanlığının bilinen büyük şehirleri;
Hive, Cürcaniye, Kat, Hazarasp, Sevad ve
Kürleyen’dir. Hive şehrinde 4 bin ev, 20
bin nüfus 17 cami, 22 medrese ve 2
kervansaray bulunmaktadır. Yapılar genel
olarak toprak ve kerpiçten olmakla birlikte
taş bina olarak cami, medrese ve tüccar
borsası binası vardır. Cürcaniye şehrine
tarihte Harezm ve Ürgenç adları da
verilmiştir. Harzemşahlar zamanında çok
büyük bir şehir olan Cürcaniye önemli bir
eğitim merkezi olmuştur. Ticaret şehir
olarak öne çıkmış olan Kat şehri özellikle
Kırgız atlarının Pazar yeridir. Hazarasp
şehri ise iki kanal arasında bir ada gibi
kurulmuş bir şehirdir.
İlk Hive sikkesi 1792 yılında Muhammed
Rahim Han tarafından bastırılmıştır. 1819
yılında İstanbul’dan topçu ustası getirilmiş
ve Hive’de tophane fabrikası açılmıştır.
Hive’yi yöneten 24 Han vardır ve kitabın
yazıldığı tarihte başta olan Muhammed
Feyz Han’dır.
Ali Suavi’nin Vasiyeti
Kitabın son kısmında Ali Suavi; “ Benim
gibi elinden bir şey gelmeyen bir kimse ne
yapabilir? Bu bakımdan tarihini, Anadolu
Türkleri ile arasında geçen ve şimdi de var
olan ilişkilerin hiç olmazsa unutulmaması
için bütün bildiklerimi yazdım. Bu
yazdığımdan fazla Hive’nin başına ne
gelirse okuyanlar bu kitabın sonuna
eklesinler.” demiştir.
Bu vasiyet gereği, kitabı yayına hazırlayan
Fuat Köprülü ve Abdulhaluk Çay kitabın
son kısmına 1909 ve 1977 yıllarında Hive
Hanlığının topraklarındaki son durum ile
ilgili kısa birer ek yapmışlardır.
1909 ve 1977 yıllarındaki gelişmelerden
sonra bölgede birçok hadise yaşandığı ve
Sovyetlerin dağılıp Hive Topraklarında
bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduğu
düşünülürse Ali Suavi’nin bu eseri, sonuna
yapılacak yeni bir ek ile yeniden yayına
hazırlanmayı beklemektedir.
Türk Tarihçilerine duyurulur!
GENCAY
13
KARDEŞİM! Aslıhan KAYA
Bu yazı önce kendimle, sonra seninle ve
sizlerle bir sohbet niteliğindedir. Söze
başlamadan önce belirteyim ki, bilimsel
bir iddia taşımadığı gibi hayali bir yönü de
yoktur.
“Biz “Türk Milliyetçileri” hatayı nerde
yapıyoruz?” diye soruyorum bu aralar
kendime. Bir hata var, bulunmalı…
Görüşlerimizi duyan insanların çoğu kez
tereddütlü bazen de korkulu bakışlarına
anlam vermek çok güç. Zannedersin ki
Milliyetçi olmakla fenalık yapıyoruz.
“Senin için kardeşim!” diyorum “Bizim
için! Vatanımızı, namusumuzu,
bayrağımızı korumak için! Bırak artık şu
beyin uyuşturan magazin dergilerini! Bu
fikirler senin geleceğini korumak için.”
Anlam vermek güç evet, insanların; kendi
değerlerine, kültürlerine, vatanlarına zeval
gelmesin diye uğraş veren başkasına
tereddütle yaklaşmasını anlamak çok güç.
Bir bayrak düşünün. Cisim olarak bakın ki;
bir bez parçası… “Ne var ya hu hadi indirin
bayrağı, sorun çıkmasın.” diyen kör
zihniyeti, kararmış ve tüm yetilerini
kaybetmiş beyinleri anlamak güç. Onlara o
bez parçasının sembolik olduğunu,
atalarımızın o bez parçası uğrana ne
fedakârlıklar yaptığını, ona saygı
gösterilmesi gerektiğini, o bez parçasının
bağımsızlığın hatta hayatımızın bir
garantisi olduğunu anlatmak güç. Bir
deneyin; “Şekilcilik” ile suçlanmanız çok
uzun sürmeyecek. Güç diyorum evet lakin
artık buna yavaş yavaş anlam
verebiliyorum. Bu kez o kolaycı mantıkları,
ne oldumcu nefisleri, dünyaya at
gözlüğüyle bakan ve her seferinde “Bizi
anlamıyorlar.” diye çıkıştığım kitleyi değil;
bizi, bizzat kendimi suçluyorum.
Konuya bir örnekleme ile açıklık
getireyim. Aile büyüklerimden dinlediğim
bir hikâye vardı. Kurtuluş savaşı zamanı;
yurdun dört bir köşesi kan revan
içerisinde… Antep, Maraş, Urfa, Adana, Ege
bir ateş çemberi, cayır cayır yanıyor.
Durum kötü, Yunan Polatlı’ya dayanmış…
İşte tam o günlerde Türk Ordusu;
Polatlı’da düşmana karşı giderken, bir
köyden geçmek durumunda kalıyor. Fakat
Türk köyünde, Türkler; Türk ordusunu
taşlamaya başlıyor. Türk Ordusunun
üzerinde taş yağmuru, Türkler
tarafından… Durum garip, anlam
veremeyen bir er komutanına yaklaşıp:
“Komutanım, biz bunların kanı, canı,
namusu, vatanı, bayrağı, dini için ölümü
göze alıyor, düşman üzerine gidiyoruz.
Fakat ahali bizi taşlıyor, anlamadım.”
Diyor. Komutan: “ Evladım, biz vatan,
millet, din ve devlet mücadelesinin içinde
kendimizi anlatmaya, tanıtmaya vakit mi
GENCAY
14
bulduk. Onlar bizi düşman sanıyor.” Diye
cevaplıyor.
Evet, sevgili kardeşim, Milliyetçilerin
durumu tıpkı o günkü gibi. Bizim
Hocalarımız, büyüklerimiz kendilerini
anlatacak zaman bulamadılar ki; bu vatan
bu millet için ne yapabiliriz diye
düşünmekten, çalışmaktan. Onun için bu
millet Alp Er Tungaların, Oğuz Hanların,
Bilge Hanların, Alpaslanların, Osman
Beylerin, Fatihlerin, Atatürk’ün, Ahmet
Yesevi, Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş Veli,
Hacı Bayram Velilerin, Uluğ Beylerin,
Farabi’lerin, İbni Sinaların gerçek torunu
ve varisi olanları, Milliyetçileri, bu millet
tanımıyor, bilmiyor. Bizlerin Hz.
Muhammed’in Has ümmeti olduğumuzu,
Allah’a şartsız şirksiz inandığımızı
bilmiyor. Ya yanlış tanınıyoruz ya eksik.
Milletimizi sevdik ırkçı olduk, “burası
bizim vatanımız bu bizim şanlı
bayrağımız” dedik faşist olduk. Üniversite
kantinlerinde parmakla gösterilir olduk,
omuzlarımıza yükler bindi; Bizler ki
Süleyman Özmen olduk, Fırat Çakıroğlu
olduk… Olduk da biz bildik bunu, biz gurur
duyduk, biz üzüldük, “Anlamadılar” değil;
onların fedakârlıklarını, neden şehit
olduklarını, ülkülerinin ne olduğunu. Biz
anlatamadık…
Bu konuda kilit nokta: Biziz. Sensin, sevgili
kardeşim… Bugünün milliyetçi gençleri…
Kanaatim odur ki; yapılması elzem olan bu
milletin gerçekten tek sevdalısı
olduğumuzu, ülkümüzü, Türk milletinin
üzerine çökmüş bu kara bulutları,
tehditleri, hainlikleri milletimize,
milletimizin diliyle anlatmaktır.
Bugünlerde kalemlerimizle başladığımız
ülkümüze, yarın sokakta, sonra gerekli
kürsülerde yakışan vaziyette devam
etmeliyiz. Bizler biliriz ki; Silahlarımız
kalemlerimiz, akıllarımız ve asla
şaşmayacağımız Türk beylik anlayışını
esas alan töremizdir.
Milli birlik için bu şarttır.
Selam ve saygılarımla…
GENCAY
15
TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKDOTLARI
Çağhan SARI
7 Haziran 2015 seçimlerine katılacak olan
partilerin milletvekili aday listeleri
açıklandığı sırada bu yazıyı kaleme almak
belki talihsizlik olarak nitelendirilebilir.
Dergimizin Nisan sayısı için de kronolojik
birçok yazılacak husus bulunuyor olabilir.
Ancak bu kez seçim tarihimize dair
anekdotlarla kısa bir yolculuğa çıkacağız.
Türkiye'nin sandıkla olan macerası
cumhuriyetten eski ama sandığın kendi
teamüllerini inşa ederek kökleşmesi ne
kadar oldu? Bu soruya hemen cevap
vermek yanılgı olacaktır.
Öncelikle yazımızın hudutlarını
belirleyerek başlayalım. Parlamenter
hayatın başladığı noktaya kadar
inmeyeceğiz. Miladımız ilk defa tek
dereceli seçimlerin uygulandığı tarih olan
1946'dır. Peki, nedir bu tek derece, çift
derece? Çift derece bu gün uygulanmayan
bir usul… Seçmenlerin sandıkta oy
vererek, vekilleri seçecek olan seçmeni
belirlemesi ardından da bu belirlenenlerin
vekil için oy vermesi çift dereceli
sistemdir. Günümüzde uygulanan tek
dereceli seçimler, Türkiye'de üçüncü defa
çok partili hayat denemesiyle geldi. 7 Ocak
1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş, o
zamana kadar ki yönetim yorgunluğu,
iktidar yıpranması ile özetlenebilecek bir
muhalif çevre ile öteki çevreleri etrafında
birleştirmiştir. Hali hazırda ilk tek dereceli
seçimleri aktaracak iken ilk seçim
boykotuna da uğramamız gerekiyor.
Nitekim yine 1946 yılında, DP henüz
kurulmuş iken aslında seçimlere bir yıl
vardır. Ancak iktidar fark etmiştir ki bu
yeni parti ciddi bir oy alabilecek
potansiyele sahip, o zaman partinin her
geçen gün biraz daha teşkilatlanmasına
karşı atak olarak seçimleri öne alır. Bu
karara DP'nin tepkisi, Nisan ayındaki
Belediye seçimlerine katılmamaktır.
Seçime katılım bazı bölgelerde %20lere
düşer. DP'nin bu ilk güç gösterisinden
sonra da siyasi literatürümüze 'Şalcı Erim'
olarak geçen Nihat Erim'in Demokrasi
İlahının Üstüne Şal Örtmek makalesi
yayınlanınca siyasi atmosfer iyice gerilir.
Gerilen bu atmosfer 21 Temmuz'da
sandıkta patlar. Ancak kelimenin tam
manası ile patlar. Çünkü tek parti
döneminden kalan açık oy - gizli sayım
ilkesi devam ettiği gibi Yüksek Seçim
Kurulu gibi bir mekanizma yoktur ve
sandıkta mahkeme güvencesi
bulunmamaktadır. Yıllarca bu seçimdeki
üzüntü verici hadiseler siyasetin
demagojisinde canlı tutulur.
Dört yıllık dönemin ardından tekrar
sandık tarihi belli olur. 14 Mayıs 1950'de
sandığa gidilecektir. Taraflar bir araya
gelerek seçim kanununda düzenleme
yapmak için masaya oturur. Mutabık
kalınan hususlar şöyledir; gizli oy açık
sayım, mahkeme güvencesi, ekseriyetçi
temsil. Özellikle ekseriyetçi temsil
önemlidir. Görüşmeleri CHP adına yapan
Nihat Erim'in hesabına göre CHP kılpayı
iktidar olacak DP çok güçlü bir muhalefetle
gelecektir. Ekseriyetçi temsile göre
diyelim bir şehirde 100.000 seçmen var ve
temsilde üç vekil varsa oyların yarısından
fazlasını alan üç vekilliğin tamamını
GENCAY
16
almaktadır. Bu sistemle DP'nin güçlü bir
grupla gelmesinin önüne geleceği
düşünülmekte iken müzakerelerde DP bu
sistemi kabul eder. Malum 14 Mayıs'da DP
seçimleri yaklaşık 4.000.000 oy alarak
kazanır. CHP 3.000.000 kadar bir oyda
kalır. Bir milyon kadar seçmen de sandığa
gitmez, üç yüz bin civarında da
bağımsızlara ve MP'ye oy çıkar. DP
ekseriyetçi temsilin nimeti 400'ün üstünde
vekil çıkarır. CHP altmış vekilde kalır. Bu
seçimde uygulanan bir başka yöntem bir
adayım birden fazla ilden aday
gösterilmesidir. Aday eğer iki ilden birden
seçilirse diğer seçildiği ilde boşalan koltuk
için ara seçimler yapılmaktadır. Bu
uygulama 1946'da da uygulanmış hatta
Adnan Menderes memleketi Aydın'dan
değil Kütahya'dan meclise girebilmiştir.
1950'den 1957'ye kadar geçen seçimlerde
gerginlikleriyle, polemikleriyle üstünde
durulmadan geçemeyeceğiz dedirten
hadise yok gibidir. 1957 seçimlerinin en
ilginç yanı ise seçimler öncesi muhalefetin
güç birliği cephesi kurmak istemesi ve bu
cephe kurulma çalışmaları yapılırken
seçim kanununda yapılan bir değişiklikle
seçim ittifakının yasaklanmasıdır. DP
seçimlerde çoğunluğu kaybederken
akıllarda kalan en tuhaf olay öğlen 14.00
sularında seçim hala devam ederken oy
verme işlemi biten küçük kasaba,
nahiyelerde oyların sayılıp radyodan
okunmasıdır. Tabi seçim kavgası
gürültülerinden unutulmuş gibidir.
1961 seçimleri ise Türkiye'ye ilk defa
koalisyon hükümetlerini getirmiştir.
Özellikle ekseriyetçi temsil yerine nispi
temsilin gelmesi ile alınan oy oranına göre
vekil çıkarılması sonucunda mecliste hiç
bir parti tek başına hükümet kuracak vekil
sayısına ulaşamaz. Önce CHP - AP
koalisyonu kurulur. Sonra CHP- CKMP -
YTP koalisyonu denenir. En sonunda da
CHP bu dönem içerisinde bir başka ilki
daha gerçekleştirir ve ilk azınlık
hükümetini kurar. 1961 seçimleriyle
ayrıca bağımsız parti listesi adaylığı devri
sona ermiştir. Önceki dönemlerde bir aday
dilerse bir partinin listesinden bağımsız
olarak seçimlere girebiliyordu. Yani
seçilmesi için parti oy alırken o partiye üye
olmuyordu.
1965 seçimleri ise bir partinin tek başına
iktidar olabileceği en zor seçim iken bunu
başaran Adalet Partisi'nin zafer kazandığı
seçimlerdir. Nispi temsilin yanında bırakın
barajı milli bakiye sistemi
uygulanmaktadır. Milli bakiye sistemine
göre farklı farklı seçim bölgelerinde vekil
çıkarmaya yetmediği halde yurt genelinde
belli bir orana ulaşan partiler oy
oranlarınca vekil çıkarmaktadır. Türkiye
İşçi Partisi, milli bakiye sistemi sayesinde
16 vekil sokarken oyların %52 'sini alan
AP tek başına hükümet olur. 1965
seçimlerinden sonra TİP ile diğer
partilerin kötü ilişkileri sonunda milli
bakiye sistemi kaldırılacaktır. 1969
seçimlerinde uygulanmaz. Ancak o
seçimler de seçim tarihinde bir yeri vardır.
AP'nin tekrar iktidar olmasıyla değil,
katılım oranının en düşük seçim olmasıyla
seçim tarihimizde yerini alan 1969
seçimlerinde katılım oranı %70in altına
inmiştir. Seçimlerden önce kongre kararı
ile CKMP, MHP olarak seçimlere girmiştir.
12 Mart 1971 muhtırası sonrası
parlamento açık kalmasına rağmen
güdümlü demokrasi devam etmektedir.
GENCAY
17
1973 ise çok partili hayatta - 27 Mayıs
sonrası 1961'i saymazsak - CHP'nin
kazandığı ilk seçimdir. Seçim sonucunda
tek başına iktidar olacak sandalyeye
ulaşamasından dolayı Milli Selamet Partisi
ile koalisyon yaparken 1973 seçimlerinin
en sansasyonel partisi AP'den ayrılanların
Ferruh Bozbeyli başkanlığında kurduğu
Demokratik Parti'dir. Seçimlerden üçüncü
çıkan bu partinin oyları da toplandığında
% 6-7 puanla AP tabanının öne
geçebileceği görülmüştür. Ancak AP'nin
parçalanması sonucunda CHP ve MSP
güçlenmiştir.
1977 seçimleri ise sandık öncesi
kampanyaların en sertleştiği seçimler
olmuştur. Ayrıca 12 Eylül'e giden süreçte
belirgin hadiseler bu yıl yaşanmıştır.
Seçimlerdeki en tuhaf hadise ise saat
00.00'a kadar TRT, CHP'nin önde olduğu
rakamları vermemiştir. BBC'nin CHP'nin
önde olduğunu duyurmasının ardından
TRT'de de geçerli rakamları vermiştir.
Ancak CHP tek başına yeterli vekil sayısına
ramak kala ulaşamayınca daha sonraları
''11'ler'' diye alınacak bakanlık karşılığı
vekil transferiyle iktidar olacaktır.
1980'de darbeden sonra Milli Güvenlik
Konseyi'nin üç yıllık dönemini sonlandıran
6 Kasım 1983 seçimleri %10 barajının
uygulandığı ilk seçimdir. İşte bu tarihten
sonra baraj altında kalan partiler, onların
bölgelerde kazansa da yurt geneli baraj
altında kaldığında çıkaramadığı
sandalyelerin kazanana gitmesi gibi birçok
ayrıntı oluşmuştur. 1999 seçimleri ise hem
bir rekorun hem bir ilkin seçimidir. Rekor,
katılımdadır. Ancak seçmen değildir.
Seçimlere 20 parti katılmıştır. Bu rakamı
19 parti ile 2011, 18 parti ile 2002
seçimleri izlemektedir. İlk olan anekdot ise
1968 senesindeki Senato ve Yerel seçimler
sayılmazsa ilk kez hem genel hem yerel
seçimler aynı anda gerçekleşmiştir.
Bu yıllar içerisinde ön seçimler, aday
belirlemeler parti tüzükleri birçok açıdan
değişikliğe uğramıştır.
GENCAY
18
GENCAY
19
İZ BIRAKANLAR: “EŞEKLİ
KÜTÜPHANECİ”
Hanife YAŞAR
Mustafa Güzelgöz, 1921 yılında Ürgüp’te
doğan, yüreği vatan millet sevgisiyle
yoğrulmuş yüce gönüllü bir Türk
çocuğudur. Onun hikâyesi Ürgüp’teki
kütüphaneye memur olarak atanmasıyla
başlar. Mustafa amca tam da II. Dünya
Savaşı’nın olduğu ve ülkede kıtlığın
yaşandığı yılda, 1944’te görevine başlar.
Kütüphaneye gittiğinde kitaplar
okuyucusunu bekler şekilde sessizce tozlu
raflarda durmaktadır. El yazması kitaplar
ise kimse okumadığı için rutubetle dolu
olan depoya kaldırılmıştır. Mustafa amca
her birini birer evladı gibi gördüğü o
kitapların tozlarını alır, depodaki el yazma
kitapları da güneşte kurutarak ait
oldukları yerlere özenle yerleştirir.
Kitaplar artık onları keşfetmeye gelecek
olan insanları beklemektedir. Ancak
günler, haftalar geçer kütüphaneye gelen
olmaz.
Bir gün köyün birinde bir açılış
yapılacaktır. Açılışta Mustafa Amca’yı da
davet ederler. Vali, kaymakam, belediye
başkanı bütün protokol oradadır. Hepsine
bir sandalye ayrılmıştır. Ancak Mustafa
Amca’ya sandalye vermezler. Sandalyede
oturanlar sadece yüksek mevki sahibi
olanlardır. Düşünürken kütüphaneye
günlerdir kimsenin gelmediğini ve
kendisinin de boş oturduğunu, insanlara
faydasının dokunmadığı için kimsenin ona
itibar göstermediğini düşünür. Mustafa
Amca buna içerlenir ve kendi kendine
‘Sayılmak için hizmet etmek gerekli,
madem insanlar kütüphaneye gelmiyor,
ben onların ayağına kütüphaneyi
götüreceğim.’ diyerek hayatının en büyük
kurtarışını gerçekleştirmeye başlar.
Kapatılan Halk Odaları’nın yasa gereği
köylünün malı olduğunu ve bunları
köylünün yararına kullanılabileceğini
öğrenince bu odaları kütüphane
yapabilmek için muhtarlarla görüşür.
1952 yılında ‘kütüphane karın doyurmaz’
diyen muhtar ikna ederek Karain Köyü’ne
bir kütüphane açar. Köy halkı şaşkındır,
çünkü henüz yolu, suyu, elektriği olmayan
köylerin kütüphanesinin olması tuhaf
gelir. Bunu dile getirdiklerinde Mustafa
Amca onlara; ‘istediğiniz şeylere sahip
olabilmenin yolu okumaktan geçer, bunun
için de kütüphane gereklidir.’ cevabını
verir.
Kısa zaman içerisinde kütüphaneli köy
sayısı 12’ye çıkar. Ancak kütüphane açmak
için ulaşamadığı köyler de vardır. Mustafa
Amca o köyler için de bir yol düşünmüştür,
hem de kimsenin o döneme kadar
düşünemediği şekilde. Düşüncesine göre
GENCAY
20
ulaşamadığı yerlere gezici kütüphaneler
kuracak ve bu sayede Ürgüp’te
kütüphanesiz köy kalmayacaktır. Bunun
için bir kadro kurması gereklidir. Mustafa
Amca Ankara’ya gider. Kültür
bakanlığından dönemin kütüphaneler
genel müdürünü bulup durumu anlatır. 12
köyde kütüphane açtığını ama ulaşamadığı
köylerin de olduğunu, 100 liralık kadroyla
bir heyet oluşturup o köylere gezici
kütüphaneler oluşturmak istediğini söyler.
Ancak derdine derman olunacağı yerde
“Sen delirdin mi? Hadi ordan, ben daha
pek çok kazalarda kütüphane
açamamışken, bazı yerlerde
kadrosuzluktan kütüphaneler kapanırken
sen en ücra köylere mi kütüphane
açmaktan bahsediyorsun?” diye
azarlanınca Mustafa Amca’nın zoruna
gitmiş ve kapının önüne çıkıp ağlamış,
ağlamış…
Sonra personel müdürü onun haline
bakınca acımış, ona yardımcı olmak için
müdürün odasına gidip tekrar
konuşmuşlar. Sonunda bin bir güçlükle
ikna etmişler. 100 liralık maaşla çalışmak
üzere 9 kişi müracaat etmiş. Kadroya
alınabilecekler için en az ilkokul mezunu
olması ve atı ya da eşeği olması şartı
getirmiş. Mustafa Amca müracaat
edenlerden birini seçmiş. İki tane sandık
yaparak üstüne “gezici kütüphane servisi”
ve “kitap iade sandığı” yazmış ve eşeklerin
sırtına o sandıkları yerleştirip en ücra
köyleri aydınlatmak için yola çıkmış. Sene
1957…
Cehalet bir milletin en azılı düşmanıdır.
Her ne kadar savaşlarda başarılar
kazanılsa da o başarının devamlılığı ancak
yetişen nesillerin bilinçli, eğitimli ve
kültürlü olması ile sağlanabilir. Gerçek
zaferler ilimle irfanla kazanılan zaferlerdir.
Mustafa Amca herkesten çok bunun
farkındaydı. O biliyordu ki, bu çorak
toprakların insanları savaşın da,
mücadelenin de ne demek olduğunu çok
iyi bilir. Her türlü zor şart karşısında silahı
olmadığında kazma-kürekle, dişiyle
tırnağıyla bu vatanı savunan cengâver
insanların bize rahat yaşamamız için
bıraktığı vatan, ancak ilimle irfanla, kitapla
desteklenmeliydi ki zaferler kalıcı olsun.
Mustafa Amca düşmanların en büyüğü
olan cehaletle savaşmak istiyordu. Cehaleti
yenmek vatan topraklarını büsbütün bir
zırh yapmak demekti. İşte bu azim ve
inançla çıktığı meşakkatli yolda hiç
yorulmadı, hiç dinlenmedi. Çünkü
biliyordu ki bu toplum kazandığı bu zaferi
ancak okuyarak, bilinçlenerek
ölümsüzleştirebilirdi.
Artık o, “eşekli kütüphaneci” olarak anılan
ve yolu gözlenen biridir. Çocuklar onu
GENCAY
21
görünce sevinçten koşa koşa yanına
gidiyor ve alkışlar eşliğinde Mustafa
Amcalarının onlara getirdiği kitapları bir
an önce alabilmenin heyecanını
yaşıyorlardı. Yabancıların Noel Baba
dedikleri şey yalandı, onların Mustafa
amcaları vardı. O gerçekti. Noel baba gibi
geyikleri yoktu Mustafa amcanın, köylüye
ve çocuklara hediyelerini eşekle taşıyordu.
Eşeğe birçok kitaplar yüklemiş bir amca
gariban çocukların ellerine kitapları
veriyordu. “Çocuklar, bunları okuyun,
aranızda değiştirin. On beş gün sonra aynı
gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın,
diğer köylerdeki arkadaşlarınız da
okuyacak.” diyerek çocukların gönlündeki
tahta sahip olmayı başarıyordu.
Cepheye kağnısıyla silah taşıyan Elifçik ya
da en ücra köylere eşekleriyle kitap
taşıyan Mustafa Amca… İkisi de aynı
görevi yapıyordu sanki. Elif o öküzlerle
cephede canı, malı, namusu ve var olma
gayesi için savaşanlara silah götürüyordu.
Mustafa amca da kazanılan o kutlu zaferin
ardından kalıcı zaferleri de yakalamak için
cepheye silah taşırcasına Anadolu’nun en
ücra köşelerine eşeksırtında ilim irfan
götürüyordu hiç bir karşılık beklemeden.
Çünkü bir millet ancak okudukça
güçlenebilirdi.
Köylüler Battalgazi, Karacaoğlan, Âşık
Garip, Hacı Muhammediye, Atatürk’ün
Hayatı gibi kitapları okumayı çok
seviyorlardı. Bir gün Mustafa Amca’nın
beklemediği bir şekilde Yeşilöz Köyü’nden
bir kadın ondan Balzac’ın kitabını sordu.
Yanına daha çok köylünün sevdiği tarzda
kitaplar getirdiğinden Balzac’ın kitapları
kütüphanedeydi. Böyle bir istek üzerine
hemen kütüphaneye döndü ve istenilen
kitabı bulup getirdi.
Namı her yere yayılan eşekli kütüphaneci
Mustafa Güzelgöz, Amerika’da yapılacak
olan ‘Dünyanın En Yaratıcı İnsanları’
yarışmasına Türkiye’den aday olarak
gösterilir. Yarışmaya katılan 76 milletten
geriye İtalya ile Türkiye kalır. İtalyalılar
köprü altı çocuklarını medeni bir insan
gibi yetiştirmiş, ülkenin üst mevkilerine
gelebilmelerini sağlamıştı. Yarışmanın
jürisi son ikiye kalanlar arasında seçimini
yapar ve bunu neden yaptığını kısa bir
konuşmasıyla açıklar: “Benim oyum
Türkiye’ye. Çünkü eğer İtalyanlar da
yoksulluk içindeyken bile eşek sırtında en
ücra köylere kadar kitap taşımayı akıl
etmiş olsalardı, bugün İtalya’da köprü altı
çocukları hiç olmazdı. Türkiye’ye bakın ki
en zor şartlarda dahi eşeksırtında kitap
taşıyarak köprü altı çocuğu yapmamış.”
Mustafa Amca Amerika’da 76 ülkenin
katıldığı yarışmada dünyanın en yaratıcı
insanı seçilir. Komite tarafından kendisine
bir jip hediye edilir. Ama o eşeklerinden
yine de vazgeçmez. Köylere medeniyeti
yine eşekleriyle götürmeye devam eder.
O, milletine hizmet etmeyi kendine en
mühim dert edinen bir vatansever olarak
yılmadan yorulmadan 20 yıl boyuca
kütüphaneye gelmeyen köylülerin ayağına
kütüphaneyi götürdü.
GENCAY
22
Köylerde kurulan kütüphanelere
kadınların katılmadığını gören Mustafa
Amca, onları teşvik etmek için dönemin en
ünlü Alman firmalarına mektup yazarak
reklamlarını yapması karşılığında dikiş
makinesi göndermelerini ister. Kısa zaman
sonra kütüphaneye dikiş makineleri, halı
tezgâhları getirilir ve kadınların
kütüphaneye gelmeleri sağlanır. Dikiş için
sırada bekleyen kadınların eline, boş
durmamaları için kitaplar verilir ve
kadınlar da böylelikle kütüphaneye
alıştırılır. Okuma-yazma oranının
düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma
yazma kursları vermeye gider. Halıcılık
kursları başlatır, bölgede halıcılığı
canlandırır.
Maalesef tüm bu güzel gelişmeler
yaşanırken iyi insanlar için her şey her
zaman yolunda gitmiyor. Ürgüp pek çok
yeniliğe onun sayesinde imza atarken
kütüphaneyi denetlemeye gelen bir
müfettiş onun gereksiz faaliyetler yapıp
asıl işi olan kütüphaneciliği aksattığı
gerekçesiyle cezalandırılacağını belirtip
istifa etmesinin daha uygun olduğunu
söyler. Bunu hak etmediğini düşünen
eşekli kütüphaneci, birilerinin bu işe dur
demesini bekler ama kimseden ses çıkmaz.
Ağlayarak istifa etmek zorunda kalır. 1972
yılında zorla emekli olduğunda
kütüphanede 200 bin kitap bırakır. Sadece
bu rakam bile onun yaptığı çalışmaların
büyüklüğünü anlamamıza yetecek
derecededir.
O, aydınlanma tarihinin en büyük
kurtarışlarından birini yapmıştı. Belki de
en büyük suçu bu ülkeyi aydınlatmak
istemesiydi. 17 Şubat 2005’te, basit
hesaplar uğruna feda ettiğimiz, değerini
bilmediğimiz nice öğretmenimiz, şairimiz,
yazarımız gibi o da buruk olarak ayrıldı
aramızdan. Maalesef köprü altı çocuğu
olmamızı engelleyen o güzel insanlara hak
ettiği değeri veremedik.
Onlar küskün bir şekilde birer birer
kaybolurken bize de onların temizlemeye
çalıştığı bu kirli dünya kalıyor. Birileri
makam mevki sahibi olabilmek uğruna
kırıp geçirdiği o insanları hiçe sayarken,
onlar bu millete adam yetiştirmenin
gururunu yaşayarak ve iz bırakarak göçüp
gidiyorlar. Yaşayışlarıyla, duruşlarıyla
bizlere büyük mevki sahibi olmanın değil,
koca yürekli birer insan olmanın
kutsiyetini defalarca kanıtlıyorlar.
Bu millete rütbe değil adam yetiştiren o
güzel insanlar sonsuza kadar
gönüllerimizin baş tacı olarak
kalacaklardır.
(Mustafa Güzelgöz Amca’mızın, Halil
Serkan Öz öğretmenimizin ve daha nice
adlarını duymadığımız kahramanların
bıraktıkları izlere minnet ile…)
GENCAY
23
GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BU
KÜLTÜRÜ ETKİLEYEN UNSURLAR
Ali Oğuzhan ÖZDEMİR
Klasik anlamda girişimci, daha çok kendi
işini kuran, çeşitli üretim faktörlerini bir
araya getirerek risk üstlenerek üretim
sürecinde bulunan ve bunun sonuncunda
da kâr elde etmeyi amaçlayan kişidir. İbn-i
Haldun da girişimciyi husumete kâdir,
hesapta kitapta mahir kişi olarak
tanımlamıştır. Burada ki husumet rekabet
etme ve cesaret etmektir. Girişimcilik
sanayileşme ile birlikte üretim faktörü
niteliği kazanmıştır. Bir ülkede emek,
sermaye, doğa gibi üretim faktörleri nasıl
sınırlı ise girişimcilerde sınırlıdır. Bir
toplumda bütün bireyler girişimcilik
ruhuna sahip değillerdir.
Girişimcilik en genel anlamıyla bir
fırsattan faydalanmak için eşsiz kaynaklar
paketi oluşturmak suretiyle değer yaratma
sürecidir. Girişimcilik bireysel
davranışlardan kaynaklanabileceği gibi
içinden çıktığı toplumdan da
etkilenebilmektedir. Girişimcilikten
bahsedebilmemiz için toplumun
oluşturmuş olduğu kültüre ve bu kültürü
etkileyen unsurlara bakmak
gerekmektedir. Bizde şimdi burada
insanın girişimci olmasını sağlayan
ortamları inceleyeceğiz. Bunlar;
1-) Kültürel Yapı: Kültür, toplumların
zaman içerisinde oluşan problemlerine
çözüm bulabilmek amacıyla ürettiği ve
nesilden nesle aktardığı maddi unsurların
bütünüdür. Kültürden bahsedebilmemiz
için insan elinin değmiş olması
gerekmektedir. Doğada kendiliğinden var
olan bir taş kültürü oluşturmaz ancak
insan elinin bu taşa değmesi ve onda bir
takım değişimler yapması kültürün
içerisine girmektedir.
Kültür üzerine uluslararası arenada birçok
çalışma yapılmıştır bunlardan bir tanesi de
Hofstede’ye aittir. Hofstede bir topluma ait
olan kültürün farklı boyutlar kapsamında
düşünülmesi gerektiğini belirtmiş ve
kültürel farklılığa sebep olan boyutlardan
bahsetmiştir. Bu boyutlar; “güç mesafesi”,
“bireycilik ve toplumculuk”, “eril ya da
dişil değerler”, “belirsizlikten kaçınma” ve
“uzun ve kısa vadeye yönelme”dir.
Güç mesafesi, bir toplumda bireylere güç
verdiği düşünülen yaş, eğitim, makam,
gelir düzeyi, sosyal sınıf, aile gibi
GENCAY
24
faktörlerin o toplumun bireyleri ve
örgütleri arasında eşit olmayan bir şekilde
dağılımını ifade etmektedir. Bazı
toplumlarda ve kültürler de güç mesafesi
fazladır. Güç mesafesinin fazla olduğu
toplumlarda gücü elinde bulunduranların
haklı olması için bilgiye gerek yoktur. Az
gücü olan insanlar da bu durumlarını
kabul etmişlerdir. Güç mesafesinin
oluşmasında etkili olan en önemli faktör
paradır. Güç mesafesi aralığını daraltmak
için yapılması gereken bir orta sınıf
oluşturmaktır.
Hofstede’in araştırmasına göre Türk
toplumu, Pakistan, Meksika, Fransa,
Yugoslavya gibi ülkelerle beraber yüksek
derecede güç mesafesini ön plana çıkaran
kategoridedir. (Hofstede, 1980: 147) Yine
Hofstede’in çalışması incelendiğinde güç
mesafesinin az olduğu Amerika, Kanada,
Hollanda, İngiltere gibi ülkelerin gelişmiş
olduklarından hareketle, güç mesafesinin
az olduğu kültürlerin girişimcilik için
uygun ortam yarattıkları
söylenebilir.(Hofstede, 1980: 149)
Bireycilik ve toplumculuk boyutlarını
açıklarken bir toplumda kolektivist
anlayışın veya bireyci anlayışın baskınlığı
dile getirmektedir. Toplumcu olan
topluluklarda insanlar gruplarını diğer
gruplardan ayrı tutmaktadırlar, grup
içerisinde birbirlerini kollarlar ve
birbirlerinden gruba karşı sadakat
beklerler. Bireyciliğin hâkim olduğu
toplumlarda kişiler kendi çıkarlarını
toplumun çıkarlarının önünde
tutmaktadırlar.
Sargut’a göre Türk toplumu ortaklaşa
davranmayı önde tutan bir kültürün
ürünüdür.(Sargut, 2001: 186) Bu kanı
Hofstede’in çalışmasıyla
desteklenmektedir. Söz konusu çalışmada
Türk toplumu Pakistan, Japonya, Arjantin
gibi ülkelerle birlikte toplumculuğu öne
çıkaran kategoride görünmektedir. Çelik’in
çalışmasında da Türk toplumunun %75’i
toplumcu görünürken, Amerikanların
oranı %32, Japonların ise %76
görünmektedir. (Çelik, 2001: 306)
Eril ya da dişi değerler boyutuna
baktığımız zamanda, bir toplumda
materyalist eğilimler daha çok ön plana
çıkıp, kişilere verilen değerler geride
kalıyorsa bu toplumlar erkeksidir. Kadınsı
toplumlarda ise, şefkat, merhamet,
nezaket, sadakat, sevgi, anlayışlılık gibi
insana verilen önemin ve yaşamın genel
niteliğinin ön planda tutulduğu değerler
hâkimdir. Hofstede’e göre eril toplumlar
ve kültürler, dişil toplumlara göre daha
fazla girişimci özelliklere sahip
olmaktadır. Ülkemiz dişil değerlerin hâkim
olduğu bir ülkedir.
Belirsizlikten kaçınma boyutu, bilginin hiç
olmadığı ya da belirsiz veya açık olmadığı
durumlarda toplumda duyulan tedirginlik
düzeyi ile ilgilidir. Belirsizlikten kaçınan
kültürler sıkı kuralları olan yasalara
bağlıdırlar ve her şeyin kurallar dâhilinde
olsun isterler. Belirsizlikten kaçınanlar
risk almaktan kaçınırlar. Oysaki girişimci
olmanın en büyük özelliklerinden bir
tanesi risk almaktır. Belirsizliğe karşı
toleransın olmadığı toplumlar da bireyler
de girişimci olma güdüsü düşüktür.
Örneğin, Belirsizlikten kaçınma oranı
Türkiye’de yüksektir. Ülkemizde bunun
sonucu olarak bireyler yaşamları boyu
garantili işlerde çalışıyorlar.
GENCAY
25
Son boyutta karşımıza “uzun vadeye veya
kısa vadeye dönük olmak” olarak
çıkmaktadır. Uzun vadeye dönük olan
topluluklar sürekli değişen koşullara nasıl
ulaşılacağının tasarlarlar. Gelecekte büyük
kâr elde edecek şekilde yatırım yaparlar.
Kısa vadeli toplumlar ise günü
kurtarmanın peşinde koşarlar. Ve gündelik
kar elde etmeyi amaçlarlar stratejik plan
kurma bu toplumlarda görülmemektedir.
Stratejik plan kuramayan kişiler bir
işletme kurmakta zorlanacaklardır.
Kültürel farklılaşmaya sebep olan bir diğer
değişkeni Sargut ‘denetim noktası boyutu’
olarak açıklamaktadır. Denetim noktası iki
farklı boyutta içsel denetim noktası ve
dışsal denetim noktası olarak ele
alınmaktadır. İçsel denetim noktasında
insanlar kendi yazgılarını kendilerinin
şekillendireceğine inanmaktadır. Bunu da
kendi davranışlarıyla yapmaktadırlar.
Başardıkları ya da başaramadıkları bir işi
kendilerinin başarısı ya da başarısızlığı
olarak görürler. Dışsal denetim noktasına
sahip bir kişi ise başarıları veya
başarısızlıkları arasında kendi
davranışlarıyla bir ilişki kuramazlar. Bu
tür kültüre sahip toplumlarda bireylerin
bir şey yapabilmeleri için daima dışarıdan
bir destek beklemektedirler. Dışsal
denetim noktası oluşturan bireyler
başarısızlıkları karşısında devamlı bir
“günah keçisi” arayışı içindedirler.
2-) Aile Yapısı: Çocuğun aldığı ilk ve en
önemli eğitim aileden aldığı eğitimdir. Bu
eğitim çocuğu hayatı boyunca etkileyecek
olan eğitimdir. Girişimcilik kültürünün
oluşmasında da aile yapısının etkisi çok
büyüktür. Çocuklarını cesaretlendiren ve
onların daha çok bağımsız
davranabilmesini destekleyen ailelerin
yetiştirdiği bireyler daha çok girişimci
olmaya meyillidir.
Başarısızlığa toleransı olmayan
toplumlarda bireyler başarısızlık bir utanç
meselesidir. Birey başarısız olacağım ve
ailemin şerefi ve prestiji kaybolacak diye
korku duymaktadır. Bu durumda aileler
kendi bireylerinin başarısızlıklarına karşı
daha fazla toleranslı olmaları bireylerinin
daha cesur olmasını sağlayacaktır.
Ailede ki ebeveynler çocuklarının
gelecekteki mesleklerini seçmesi
konusunda baskı da uygulamaktadırlar.
Özellikle bizim ülkemizde aileler daha
çocuklarının daha çok memur olması
yönünde baskı uygulamaktadır. Ekonomik
ve siyasi ortamın belirsiz olması ve sık sık
karşılaşılan krizler nedeniyle aileler
çocuklarının girişimci olmasına karşı
çıkmaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak
işletme kurmanın zararlarından
bahsetmektedirler ve öte yandan da
memur olmanın avantajlarını
saymaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak
memur oldukları takdirde düzenli bir
maaşlarının olacağını söylemektedirler. Bu
GENCAY
26
yolla çocuklarını devlet kapısında
çalışmaya ikna etmeye uğraşmaktadırlar.
3-) Eğitim Kurumları: Girişimciliğe etki
eden faktörlerden bir tanesi de eğitim
sistemidir. Eğitim sisteminde yer alan
öğretmenler, öğrencilerinin girişimciliği
bir kariyer sahası olarak düşünmelerinde
çok fazla etkiye sahiptirler. Girişimcilik ve
yenilikçilik derslerine programlarında
ağırlık veren okulların girişimciler
yetiştirmeye daha eğilimli oldukları ve
ekonomik faaliyetlerin yoğunlaştığı
alanlarda faaliyette bulundukları
görülmektedir. Örneğin; Amerikan, İngiliz
ve Japon eğitim sistemleri ve çocuk
yetiştirme modelleri genelde, özerklik,
başarı, rekabet, dayanıklılık, rasyonalite,
verimlilik, vb. hususlara vurgular
yapmaktadır. McClelland 1950 yılında
yaptığı bir çalışmada, çeşitli ülkelerden
alınmış çocuk okuma kitaplarındaki teşvik
edici hikâyelerle, bu ülkelerin belli bir
periyoddaki iktisadi büyüme oranları
arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya
koymuştur.
4-) Din Faktörü: Din, bir toplumu
oluşturan en temel faktörlerden bir
tanesidir. Din toplumsal hayatımızdaki
birçok konuya etki etmektedir. Bu
konulardan birisi ekonomik faktörlerdir.
Bazı bilim adamları ise dinin ekonomik
hayat üzerinde bir etkisinin olmadığını
savunmuşlardır.
Dinsel değerlerin girişimci davranışlara
yol açtığını ifade eden ilk bilim adamı
Weber olmuştur. Weber toplumsal
düzeyde girişimsel faaliyetlerdeki
farklılıkların kültürel ve dinsel faktörlerle
ve özelliklede bir toplumun Protestan iş
ahlakını kabul etmesiyle açıklanabileceğini
ileri sürmüştür.
Weber’e göre Protestan çalışma ahlakı
girişimci faaliyet ve davranışlarını
arkasında yatan itici bir güçtür. Çünkü
Protestan kültürünün ilkelerinden olan,
zevklerin ertelenmesi, tutumluluk,
çalışkanlık ve çilecilik gibi değerler aynı
zamanda başarılı girişimciliğinde temelini
oluşturmaktadır.
McClelland Weber’in görüşlerini
destekleyen bir tez yazmıştır. Teze göre
Protestan iş ahlakına ait fikir ve değerler,
çocukta bağımsız yetişme pratiklerini ve
güçlü başarı motiflerini kazanmayı ve
zevki engelleyen bir yapı ortaya koyarlar.
Bu yüksek başarıcılar sırasıyla daha
başarılı girişimciler olurlar. O kadar ki
Weber ve McClelland batıdaki başarılı
girişimcilik örneklerinin ve ekonomik
zenginliğin Protestan ahlakından
kaynaklandığını söylemişlerdir. Az
gelişmiş ülkelerden hiç birinin Protestan
olmadığını belirterek kendi tezlerini
desteklemeye çalışmışlardır.
İslamiyet’in ekonomi üzerindeki etkilerini
araştıranlar, İslamiyet’in servete ve
kazanca karşı olumlu telkinleri olduğunu
savunmuşlardır. Osmanlı’da girişimciliğin
gelişmemiş olmasının sebebini dini
faktörler değil de daha çok siyasi
faktörlerin etkili olduğunu savunmuştur.
Osmanlı’da Türk ve Müslümanlar daha çok
siyasi kademelerde bulunmuşlardır.
Ticaret, bankacılık gibi sektörler hor
görülmüş ve bu uğraşlar gayri Müslim
tebaaya bırakılmıştır. Oysaki İslam
Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)
ticaretle uğraşmış bir kişidir.
GENCAY
27
Ersoy’un yapmış olduğu ankete katılan
kırsal kökenlilerin %68’7’si işletme
kurmada dini inançlarının etkisi olacağını
düşünürken şehir merkezi kökenlilerde bu
oran %36.4’tür.
Sonuç olarak bakacak olursak kültürel
yapı ve kültürel yapıyı oluşturan değerler
girişimcilik üzerinde etkilidir. Girişimci
olan toplumlar daha çok kişinin bağımsız
olarak düşünmesin ve davranmasını
sağlayan kültüre sahip toplumlar
olmuştur.
Kaynakça
İrmiş A, Durak İ. Özdemir L. (2010). Girişimcilik
Kültürü Anadolu Girişimciliğinden Örnekler, Ekin
Yayınevi
Arıkan S, (2004). Girişimcilik: Temel Kavramlar ve
Bazı Güncel Konular, Ankara, Siyasal Kitabevi
Ersoy H. (2010). ‘Kültürel Çevrenin Girişimcilik
Tercihine Etkisi’, Organizasyon ve Yönetim Bilimleri
Dergisi, Cilt:2, Sayı: 1
GENCAY
28
VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI Ragıp REİS
Türklerde askeri müzik (mehter ve
nevbet), çok eski tarihlere dayanmaktadır.
Fakat Hunlardan Osmanlılara tevarüs eden
bu mehter ve nevbet geleneği ‘’modern’’
anlamda milli marş görevini
görmemektedir. Savaşlarda müzikle kendi
askerlerini cesaretlendirirken, düşmanı
korkutma veya ürkütme anlayışının ürünü
olan bu müziklerin, bütün eski kavimlerde
mevcut olduğu konusunda kaynaklar
hemfikirdir. Dolayısıyla Türk milli
marşlarından söz ederken, bu müzikler
konumuz dâhiline girmemektedir.
Bugünkü anlamda milli marşların
bestelenmeye başlaması XVIII-XIX.
yüzyıldaki Batılılaşma hamleleriyle
alakalıdır.
Milletlerin tarihi hafızasında mühim bir
yer işgal eden ve çoğu politik altüst oluş
dönemlerinde ortaya çıkan milli marşlar
gibi İstiklâl Marşı da memleketin harap ve
milletin fakr u zaruret içinde olduğu bir
dönemde, Türk milletinin yüreğinden
kopan bir feryat çığlığı olmuştur. İşte
Mondros Mütarekesi sonrasında yapılan
işgaller, Balkan Savaşlarından itibaren dur
durak bilmeden genç evlatlarını savaşlara
kurban veren Anadolu, bunların üzerine
eklenen askeri başarısızlıkların moralleri
sıfıra indirmesi... Askerler yorgundur ve
firarilerin sayısı çok fazladır. Mondros
neticesinde ordu terhis edilmiştir ve yeni
bir ordu kurmakta fazlasıyla güçlük
çekilmektedir. Yeni bir ordu kurulsa dahi
askerlerin yeni bir ruhla eğitime tabi
tutulmaları gerekmektedir.
Unutulmamalıdır ki, çarpışma isteği
olmayan hiçbir ordu, her türlü savaş
vasıtalarına sahip olsa bile başarılı olamaz.
‘’Korkma’’ diye başlayan İstiklâl
Marşımızın Türk ordusuna ithaf edilmesi
bu yüzdendir.
Millî ve manevî değerleri coşkunlukla
işleyen edebî eserler, zor zamanlarda
milleti manen kuvvetli kılar. Savaş
sırasında cephedeki askere cesaret ve
kuvvet, geride kalana sabır ve metanet
verecek şiirlere, hikâyelere, destanlara,
türkülere ihtiyaç vardır. İşte I.Büyük Millet
Meclisi'nin ilk günlerinde kurulan heyet-i
irşadiyyelerin (propaganda heyetlerinin)
gezileri sırasında edindikleri izlenimler
doğrultusunda Erkan-ı Harbiyye reis vekili
Miralay İsmet Bey'e (İnönü) bir istiklâl
marşına olan ihtiyacı belirtmeleri,
meseleyi ilk defa resmi olarak gündeme
getirmiştir. İsmet Bey'in meseleyi İcra
Vekilleri Heyeti'nde ortaya koymasından
sonra konu Maarif Vekâleti’ne havale
edilmiş, Maarif Vekili Rıza Nur'un imzasını
taşıyan 18 Eylül 1920 tarihli bir tamimle
milli marşın şartları valiliklere
duyurulmuş, tamim bir süre sonra
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde de
yayımlanmıştır.
Gazetelerde ise İstiklâl Marşı yarışması
şöyle duyurulmuştur:
“Şairlerimizin dikkatine:
Milletimizin dâhili ve harici istiklâl uğruna
girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve
GENCAY
29
terennüm için bir İstiklâl Marşı Umur-u
Maarif Vekili Celilesi’nce müsabakaya
vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u
evvel sene 36 tarihine kadar olup bir
heyeti edebiye tarafından gönderilen
eserler arasından intihap edilecektir
(seçilecektir) ve kabul edilen eserin güftesi
için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve
yine lâakal (en azından) beş yüz lira tahsis
edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir
müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar
Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif
Vekâletine yapılacaktır.”
Dönemin Maarif Vekili Rıza Nur
hatıralarında marş yarışmasını kendisinin
açtırdığını yazar:
”Yüce ihtilal ve savaş günleri. Böyle
zamanlarda milletler en güzel milli
marşlarını yaparlar. Bir milli marşın güfte
ve bestesini yapana beş yüz lira maddi
mükâfat vereceğimi ilan ettim.”
Başvuru süresinin dolmasıyla birlikte
yarışmaya gönderilen güfte sayısının 724
olduğuna dair yerleşmiş bir kanı vardır.
Lâkin bu iddiayı doğrulamak mümkün
olamamaktadır. Çünkü bu şiirlere dair bir
vesika ‘’henüz’’ ortaya konulmamıştır.
Ayrıca meclisteki tartışmalarda da
yarışmaya kaç eserin katıldığına dair bir
bilgi yoktur. Aksine Rıza Nur, kendisi
Ankara’da iken yarışmaya otuz kadar
eserin katıldığını, kendisi Ankara’da
yokken Hamdullah Suphi Beyin milli marş
seçimini bir ‘’oldubitti’’ye getirdiğini
yazmaktadır. Bununla birlikte bir diğer
sorun da şudur ki, yarışmaya bu dönemde
‘’kalem erbabı’’ diye nitelendirebileceğimiz
birçok isim iştirak etmemiştir. Böyle bir
durumda yarışmaya katılan 724 eserin
nasıl meydana getirildiği sorusu akla
gelmekte ve insanı düşündürmektedir.
Dolayısıyla yarışmaya 724 eserin katıldığı
bilgisi ‘’ihtiyatla’’ karşılanmalıdır.
Milletin hissiyatını dile getirmek, orduya
moral aşılamak için yapılan yarışmaya dair
kesin olan bir şey varsa, o da yarışmaya
gönderilen eserlerin hiçbirinin İstiklâl
Marşı olmaya layık görülmemesidir.
Maarif Vekâleti gönderilen bütün eserleri
değerlendirmesine rağmen, uygun bir
güfte bulamamıştır. Bu sırada çiçeği
burnunda Maarif Vekili Hamdullah Suphi
Bey, Âkif’in yarışmaya katılmadığını fark
etmiş, işin aslını soruşturduğunda ise
Âkif’in ‘’para ödülü’’ konmasından dolayı
yarışmaya katılmadığını öğrenmiştir.
Bunun üzerine Âkif’in yakın dostu Karesi
mebusu Hasan Basri (Çantay) Beyden
aracı olmasını istemiş, kendisi de Âkif’e bir
mektup göndermiştir:
"Pek aziz ve muhterem efendim;
İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya
iştirak buyurmamalarındaki sebebin
izalesi (giderilmesi) için pek çok tedbirler
vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup
(istenen) şiiri vücuda getirmeleri,
maksadın husûlü için son çare olarak
kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne
varsa hepsini yaparız. Memleketi bu
müessir telkin ve tehyiç [heyecanlanma]
vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica
ve bu vesile ile en derin hürmet ve
muhabbetimi arz ve tekrar eylerim
efendim." (5 Şubat 1337 [1921] Umur-u
Maarif Vekili Hamdullah Suphi)
Maarif Vekilinin bu mektubu üzerine Âkif,
Taceddin Dergâhında şiirini yazmaya
başlar. Muhiddin Nalbandoğlu’nun Yusuf
GENCAY
30
Hikmet Bayur’dan aktardığına göre o,
Namık Kemal’deki ateşli ifadenin
kendisinde olmayışından yakınırmış. Yine
Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Âkif
zaman zaman dışişlerine uğrar ve
yazdıklarını kendisine okurmuş. Bununla
birlikte o günlerde Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinde müdür olan Nizamettin Nazif
Tepedelenlioğlu, Âkif’'in o günkü isyanı en
iyi şekilde ifadelendiren kişi olmak için
büyük bir istek duyduğunu belirtmektedir.
Hâsılı kelâm, o günlerde kendisini
tamamen şiirine veren Âkif’in İstiklâl
Marşı, ilk defa 17 Şubat tarihinde hem
Sebilürreşad hem de Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinin birinci sayfasında yer almıştır.
Bundan kısa bir süre sonra Kastamonu’da
Açıksöz, Konya’da ise Öğüt gazetelerinde
yayımlanan İstiklâl Marşı, olumlu
tepkilerle karşılanmıştır.
Konu ilk defa meclisin 26 Şubat 1921
tarihli oturumunda gündeme gelmiştir.
Maarif Vekâletinden gelen yazının
görüşüldüğü ve seçilen marşların
bastırılarak meclis üyelerine
dağıtılmasının kararlaştırıldığı bu
oturumda şiirlerin uzman bir heyet
tarafından incelenmesi yönünde görüş
bildiren milletvekilleri vardır. Kütahya
milletvekili Besim Bey (Atalay) ile İzmit
milletvekili Hamdi Namık Bey oturumda
bu yönde görüş bildiren isimlerdendir.
İlk görüşmeden 3 gün sonra, 1 Mart’ta
Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında
toplanan mecliste, konu yeniden gündeme
gelir. Bu oturumda Karesi mebusu Hasan
Basri (Çantay) Beyin İstiklâl Marşının
sözlerinin mecliste okunmasına dair
takriri üzerine Muhiddin Baha ve Besim
Atalay Beyler konuyla ilgili bir encümen
teşkil edileceğini belirtirler. Ardından
Maarif Vekâleti tarafından seçilen yedi
eserden birinin okunması konusunda
karar kılınır ve Hamdullah Suphi Bey söz
alır. Hamdullah Suphi Bey bu
konuşmasında diğer eserlerin ayrıca
basılıp üyelere sunulacağını ancak
kendisinin Mehmet Âkif Beyin şiirini
beğendiğini ve onu okuyacağını söyleyerek
şiddetli alkışlar eşliğinde Âkif’in şiirini
okur.
Konuyla ilgili son oturum ise 12 Mart’ta,
Adnan Beyin (Adıvar) başkanlığında
yapılmıştır. Zabıt ceridelerinden
anlaşıldığına göre marşın seçimi kolay
olmamış, gerek seçim usulüne gerekse
marşın kendisine yönelik eleştiriler vuku
bulmuştur. Yarışmaya ‘’M.’’ Rumuzu ile
katılanın kendisi olduğunu meclis
kürsüsünden beyan eden Muhiddin Baha
ve yine onun meclis kürsüsünden
söylediğine göre Kemaleddin Kâmi,
yarışmadan çekilmişlerdir. Bununla
beraber Besim Bey,‘’ısmarlama yoluyla’’
yazılan şiirlerin yaşayamayacağını
söylemiş, memleketin ısmarlama şiirlere
verilecek parasının olmadığını dile
getirmiştir. Ardından Hacı Tevfik Bey ve
Suat Bey’den Âkif’in şiirini destekleyen
açıklamalar gelmiş, onlara cevabı verense
halkçı ve Türkçü fikirleriyle bilinen Tunalı
Hilmi Bey olmuştur:
“Arkadaşlar, mesele gayet mühimdir. Eğer
bu marş milletin ruhunu kavrayabilecek
bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık
diyelim, sonra o marş için pek büyük
düşüklük verir. Biraz serbest
söyleyemiyorum, kusura bakmayınız…
Katiyen Hamdullah Suphi Bey’in isticaline
GENCAY
31
[marşın kabulü için acele etmesine] iştirak
edemem. (Biz ederiz sesleri)
Edemem; zira bir kere bu marş milletin
ruhundan doğma bir marş değildir.
Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş
olmalı. (Gürültüler)’’
Bu sırada araya giren Saruhan mebusu
Refik Şevket Bey, Âkif Beyin de mecliste
olduğunu, kimsenin muhterem şahsiyetine
tecavüz edilmemesi gerektiğini
söylemiştir. Ardından sözlerine devam
eden Tunalı Hilmi, şiirlerin özel bir
komisyona havale edilmesini teklif etmiş,
gerekirse komisyonun seçtiği şiirin şairini
çağırarak bazı yerlerin değiştirilmesini
isteyebileceğini belirtmiştir:
“O özel komisyon, seçtiği manzumenin
sahibini çağırır, der ki ona: Şu mısrayı
çıkarsanız veya şu mealde değiştirseniz
veyahut şu kelimenin bununla
değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Sahibi
bu değişikliklere onay verir ve o zaman
manzume daha parlak olur.”
Gürültüler ve tartışmalar arasında çeşitli
önergeler verilir. Bu önergeler arasında
Kırşehir mebusu Yahya Galip Beyin,
Muhiddin Baha’nın yazmış olduğu şiiri
kürsüden okumasını istediği önerge de
vardır ve reddedilir. Yine Yahya Galip
Beyin Âkif’in şiirini kürsüde okumasına
dair takriri ise oylamaya konmaz. Gerçi bu
sırada Âkif heyecanından yahut meclisteki
tartışmalardan duyduğu rahatsızlıktan
olsa gerek, salonu terk etmiştir. En
nihayetinde Hasan Basri Beyin, Âkif’in
şiirinin milli marş olarak kabul edilmesini
öneren teklifi meclis tarafından kabul
edilmiştir (gürültüler ve red sesleri
arasında) Bunun üzerine Refik Şevket Bey
Âkif’in şiirinin aleyhinde olanların da el
kaldırmalarını istemiş, fakat yalnızca kabul
edenler el kaldırdığı için aleyhte olanların
kimler olduğu tespit edilememiştir. İstiklal
Marşı ‘’ekseriyet-i azime’’, yani ezici
çoğunlukla milli marş olarak seçilmiştir.
Ardından Konya mebusu Refik Beyin
önerisiyle Hamdullah Suphi Beyin
kürsüden okuduğu İstiklâl Marşı, vekiller
tarafından ayakta ve sürekli alkışlar
arasında dinlenmiştir. Hasan Basri Beyin
yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Paşa da
şiiri ayakta dinlemiş ve sürekli
alkışlamıştır.
Kaynaklarda pek fazla yer bulmayan ancak
yarışmaya katıldığı tespit edilen diğer altı
şiir ise şunlardır:
Yıllarca altı cephede ateşle kanlara;
Türk'ün hilâl-ü dinine düşman olanlara;
Ceddin o; Yıldırım gibi saldın zaman
zaman
Yüksek başın eğilmedi bir ard cihanlara
Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb.
Göster cihan-ı mağribe bir kanlı inkılâb
Ey mazi-i havariki bin destan olan;
Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan
Arslan yürekli ordu; demir giy; silah
kuşan!
Zira hududu kapladı ateşle kan, duman.
Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb,
Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb!
Arslan mücahid ordusu, ey haris-i salah
Destinde seyf-i hak gibi pek şanlı bir silah
Açtın sema-yı millete pür-nûr bir sabah.
Atî bizim... Bizim artık vatan, zafer, felah.
GENCAY
32
Ey kahramanlar ordusu; ey yıldırım-Şitâb.
Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb
Mehmet MUHSİN
Altı bin yıl efendilik yaptın,
"Kahraman Türk" idi cihanda adın.
Bir ateşten siperdin İslâm'a
Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın.
Ey büyük ünlü milletim ileri!
Hasmına çiğnetme koş bu şanlı yeri!
Düşmanın bir cihansa dostun Hak
Hakkın elbette müstakil yaşamak
Atıl, ez, vur, senindir istiklâl
Ebedî parlasın şu al bayrak...
Ey benim şanlı milletim ileri;
Ele çiğnetme koş bu ülkeleri! M.*
*= Bursa Milletvekili Muhddin Baha Bey
Yarışmaya (M) rumuzu ile katılmış, ancak
müzakereler esnasında şiirini geri
çekmiştir.
Ey Müslüman, ey Türkoğlu
Açıldı istiklâl yolu
Benim bu son günlerimdir,
Diyor bize Anadolu.
Çek sancağı Türk ordusu
Olmaz Türk'ün can korkusu
Esarete dayanır mı?
Türk vatanı, Türk namusu?
Bu son savaş bize farzdır,
Fırsatımız gayet azdır,
Muzaffer ol da ey millet
Altın ile tarih yazdır.
Birleşelim özümüzden,
Dönmeyelim sözümüzden,
Hem silelim bu lekeyi,
Tarihteki yüzümüzden.
İskender HÂKİ
Gözyaşına veda et
Ey güzel Anadolu!
Hakkını korur elbet
Türk'ün bükülmez kolu
Cenk ederiz genç, koca
Bugün değil, yarın da
Yâdımız ağladıkça
İzmir ezanlarında.
Hak yolunda kan olur,
Dünyalara taşarız;
Ya şerefle vurulur,
Ya efendi yaşarız.
Her gün yeni bir hile
Arkasından satıldık;
Her gün yeni bir dille
Yurdumuzdan atıldık
Yeter, ey Kâbe’mizi
Elimizden alanlar
Alıkoyamaz bizi
Yolumuzdan yalanlar.
Hangi alçak el alır,
El zinciri boynuna?
Kim Yunan'ı bırakır
Türk kızının koynuna?
Kemaleddin KÂMİ
Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın
Yurdumuza göz dikenler al kanlara boyansın
Ya ben ya onlar diyen silâhına dayansın
Türk oğludur bu millet
Türk'ündür bu memleket
Türk oğludur bu millet
Türk'ündür bu memleket
GENCAY
33
Düşman gözü tutamaz yanar dağlar başını
Bağrımızda saklarız vatanın her taşını
Yurdumuza yan bakan döker gözün yaşını
Türk oğludur bu millet
Türk'ündür bu memleket
Türk oğludur bu millet
Türk'ündür bu memleket
Can veririz her zaman hürriyet yoluna
Ya gazi ya şehitlik ne devlettir kuluna
Ata emanet etmiş namusunu oğluna
Bize Türkoğlu derler
Hep bizimdir bu yerler
A.S.
Türk'ün evvelce büyük bir pederi
Çekti sancağı hilâl-i sehari
Kanımızla boyadık bahr ü berri
Böyle aldık bu güzel ülkeleri
İleri, arş ileri, arş ileri
Geri kalsın vatanın kahpeleri
Seni ihya için ey nâmı büyük
Vatanın uğruna öldük öldük
Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük
Siper oldu sana dağlar gibi Türk
Yürü ey milletin efradı yürü
Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü
Vatan evlâdını kurban edeli
Milletin hür yaşamaktır emeli
Veremez kimseye bir Çamlıbeli
Bağlanır mı acaba Türk'ün eli
İleri, arş ileri, arş ileri
Çiğnenir çünkü kalan yolda geri.
Hüseyin SUAD
İstiklal Marşı mecliste kabul edildikten
sonra Hâkimiyet-i Milliye, Gaye-i Milliye,
Yeni Giresun Gazetesi, Ceride-i Resmiye
gibi yayın organlarında yer almış,
İstanbul’da karton kâğıda dört sayfa
olarak basılmıştır. Âkif’in başyazarı olduğu
Sebilürreşad, marşın seçimi haberini şöyle
vermiştir:
‘’Milletimizin, bütün İslâm âleminin
giriştiği istiklal mücadelesini pek beliğ
(anlaşılır) ve canlı bir surette tasvir ve
terzim eden muhterem üstadımız Mehmet
Âkif Beyefendinin mezkûr marşı, diğer
marşlarla birlikte Büyük Millet Meclisinin
geceki müzakeresinde mevzubahis olarak,
ittifaka yakın bir ekseriyet-i azime ile pek
sürekli alkışlarla kabul edilmiş ve badel
kabul Maarif Vekili Hamdullah Suphi
Beyefendi tarafından meclis kürsüsünden
okunarak meclis yine büyük bir takdir ve
alkış tufanıyla dolmuş idi.’’
17 Mart 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye
gazetesi ise Âkif’in kazanmış olduğu 500
liralık ödülü Dârülmesâi’ye bağışlamasını
haber yapmıştır:
‘’Teberru: Burdur mebusu, şâir-i
muhterem Mehmet Âkif Beyefendinin
Büyük Millet Meclisinde kabul edilen
İstiklâl Marşı için mahsus beş yüz lira
mükafât-ı nakdiyeyi müşarünileyh fakir
İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek
sefaletlerine nihayet vermek emeliyle
teşekkül eden Dârülmesâi menfaatine
hediye eylemiştir.’’
Âkif’in yakın dostu olan Eşref Edip’in
(Fergan) yazdığına göre, Âkif’in kalmakta
olduğu Taceddin Dergâhında da samimi
bir tören yapılmış ve Âkif tebrikleri kabul
GENCAY
34
etmiştir. Kabulünün ardından marş;
Farsça, Almanca, İngilizce, Fransızca ve
Macarcaya çevrilerek basılmış, ayrıca
bizzat Âkif tarafından marşın Farsça bir
çevirisi Ankara’daki Afgan elçisi Ahmed
Han’a sunulmuştur. Bununla birlikte
İstiklâl Marşı mitinglerde, törenlerde
okunmaya başlanmış, bilhassa meclisin
yakınında yapılan I. İnönü zaferi
kutlamalarında Hamdullah Suphi Bey
İstiklâl Marşını binlerce kişiye okumuştur.
Haberi veren gazete şöyle demektedir:
‘’Cemaat fahr u sürurdan o kadar
heyecanlandı ki, bugünkü zafere ait
binlerce neşideler dinlemek istiyordu.’’
İstiklâl Marşı memleketin birçok yerinde
tören programlarına girerken, karikatür
dergilerine de konu olmuştur. Ayrıca
marşın yurtdışı elçiliklerinde de heyecan
uyandırdığı anlaşılmaktadır.
İSTİKLÂL MARŞINA ELEŞTİRİLER
Yazıldığı dönemden beri birtakım
eleştirilere maruz kalan ve zaman zaman
değiştirilmesi dahi teklif edilen İstiklâl
Marşı, Milli Mücadele günlerinin bir
hatırası olarak 94 yıldır korunmakta ve
okullarda, törenlerde, spor
müsabakalarında söylenmeye devam
edilmektedir. Marşa yapılan itirazlar
bestesinden güftesine, seçim usulünden
içeriğine kadar geniş bir yelpaze arz
etmektedir. Marşın bestelenmesine dair
yapılan eleştiriler başka bir yazının
konusu olabilecek mahiyette olduğu için
biz yazımızda bu konuya değinmeyeceğiz.
İstiklâl Marşı seçiminin ardından sıra
marşın bestelenmesine gelmiş, yapılan
yarışma sonucu uygun bir beste
bulunamamıştı. Bunun üzerine bestelerin
Paris Konservatuarı’na gönderilerek
uzman bir heyet tarafından incelenmesi
gündeme geldi. Bu durum bilhassa Türk
bestekârlar nezdinde rahatsızlık yaratınca,
meclis, henüz savaş devam ettiği için bu
meseleyi askıya aldı. Konuyla ilgili 26
Temmuz 1922 tarihli, Karabekir Paşa’nın
Rauf Beye göndermiş olduğu mektup
önemli bilgiler içermektedir. Kâzım Paşa,
İsmet Paşadan çalışmalarının övüldüğü bir
mektup almış, bu mektup ona bir İstiklâl
Marşı yapmak ilhamını vermiştir. Şunu
yazmış ve bestelemiştir:
‘’Ya istiklâl ya ölüm!
Vatanım, milletim, sancağım, evim.
İstiklâlsiz yoktur yerim.
Zincir vurdurur mu Türkler boynuna?
Varlığı fedadır vatan yoluna.
Biz tarihin Türk dediği yılmaz milletiz.
Hür yaşar, hür ölür nurlu ümmetiz.’’
Karabekir’in İstiklâl Marşı, Sarıkamış’ta
onun gözetiminde yayımlandığı bilinen
Varlık dergisinde ve bu dergiden
aktarılarak bir İstanbul gazetesinde de
yayınlanmıştır.
Karabekir Paşa, Rauf Beye yazmış olduğu
mektupta, Âkif’in şiirinin bestelenmesi için
Paris’e gönderilmesiyle ilgili eleştirilerini
sıralar. Ayrıca Âkif’in şiiriyle ilgili de ‘’sert’’
eleştiriler yapar. İstiklâl Harbimiz adlı
eserindeki 26 Temmuz 1922 tarihli
mektubunda; Âkif’in şiirinin milletin
vicdanında çıkacak bir feryat olmadığını,
millete ‘arkadaş’ diye hitap etmenin
milletin şahsiyetini küçülttüğünü, ‘kim
bilir belki yarın’ ifadesiyle millete ‘dişinizi
sıkın’ nasihati verdiğini, bağımsızlığa
kavuşulduktan sonra bu sözlerin bir
GENCAY
35
manasının kalmayacağını belirtmiş ve
eleştirilerine şöyle devam etmiştir:
‘’Düşmanlarımız ‘Türkler kabiliyetsizdir,
medeniyet kabul etmez’ diye iddia
ederken milletimizi ‘medeniyet
canavardır’ diye bağırtmak doğru mudur?
Hilale ve Cenabı Hakka münacat kısımları
ilahiye yakışır, marşta maneviyatı kırar.
Hüda, Cüda gibi kafiye hatırı sözleri halk
söylemez. Marşın güftesi de bestesi de
halkın seviye ve harsına göre olmalı. Yoksa
anlamadığı, sevmediği bir şey zorla
söyletilemez. Çıkacak ters sonuç
düşünülmelidir ki, bu sonuç şu olabilir:
Bilenler nefretle karşılarlar, itiraz tufanı
durmaz, herhangi bir marş ağızlarda
dolaşır.’’
Karabekir’e göre bir milli marşın ruhu üç
noktadır: Birincisi, mukaddesatım hürdür,
ikincisi esarete karşı her şeyimi feda
ederim, üçüncüsü de Türklüğün ne
olduğunu tarih de söyler. Karabekir
mektubunda devamla bunların dışında
münacat kısımları ve medeniyetin lehinde
ve aleyhinde söylenen sözleri marşa
yakıştıramadığını belirtmiş ve kendi
yazdığı ve bestelediği marşı da sunmuştur.
Yine aynı kitabında Millet Meclisinin Âkif
Beyin ‘’ilahi’’ gibi şiirini İstiklâl Marşı diye
kabul ettiğini ve Ankara’nın, gerek maarif
programıyla gerekse İstiklâl Marşıyla
dehşetli bir şekilde geriye gittiğini
yazmıştır.
Karabekir’in bu eleştirileri, İstiklâl Marşı
hakkında yapılmış hemen hemen en sert
eleştirilerdir. Yalnız bu eleştirilerin marş
konusunda Âkif’e rakip olan birinden
geldiğini unutmamak gerekir.
İstiklâl Marşına bir diğer eleştiri Rıza
Nur’dan gelmiştir. Hayat ve Hatıratım adlı
eserinde kendisi Ankara’da iken 30 kadar
güfte geldiğini, bunları uzman bir heyet
tarafından incelettireceğini, fakat bu
sırada Rusya’ya gittiği için Maarif Vekili
olarak göreve başlayan Hamdullah
Suphi’nin bunları dikkate almayıp mecliste
Mehmet Âkif’in şiirini okuyup kabul
ettirdiğini yazmaktadır. Ayrıca Âkif’in
şiirinin ağır ve pek monoton olduğunu,
güftesinin pek de iyi olmadığını, Fransız
İnkılâbındaki Marsellaise (Marseyyez
Fransız milli marşıdır.) gibi milli bir eserin
vücuda getirilemediğini söylemektedir.
Dönemin bu iki önemli isminin yanında
marşa içerik yönünde gelen bir itiraz
Nazım Hikmet’e aittir. O, ilk baskısı 1965
yılında Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla
yapılan Kuvâyi Milliye adlı eserinde (8.
Bap), Nurettin Eşfak adlı bir öğretmen
okulu mezunu gencin ağzından İstiklâl
Marşı ile ilgili düşüncelerini sıralar:
“Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
‘Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al
sancak’.
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat
zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle
oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim İstiklal Marşı’nda aksıyan bir taraf
var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
GENCAY
36
Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Mesela, bakın :
‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’
Hayır,
gelecek günler için
gökten ayet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
‘Kim bilir belki yarın…’”
Marşla ilgili tartışmalar bazı dönemler
çeşitli vesilelerle gündeme gelmeye devam
etmiştir. Vatan Türküsü adıyla bir eser
kaleme alan Zeki Sarıhan, kitabında
bunlarla ilgili birtakım bilgiler verir. Onun
verdiği bilgilere göre, 06.1.1939 tarihli
Tan Gazetesinde Naci Sadullah, Âkif’in
dinci bir şair olduğunu yazdıktan sonra
‘’Bazı mısraları müstesna, İstiklâl Marşını
yaratan şaire o sevgi kadar büyük bir
hürmetim, hatta minnetim vardır’’
demektedir. Yine aynı günkü gazetede
Şefik Celal, İstiklal Marşını okurken
duyduğu heyecanı şairden değil, o günlerin
haşmetinden aldığını belirttir. 1943’te
Behçet Kemal Çağlar, Âkif hakkında şöyle
yazar:
‘’Mehmet Âkif’e gelince; bu, o müstesna, o
yüksek insanlarımızdan ve
sanatkârlarımızdandır ki; milletimizin en
kara günlerinde mısraları imanımızın,
ümidimizin birer remzi halinde
dudaklarımızda yaşamış, kalbimize
hakkolmuştur. (…) Yeni mücadelelerin
yeni marşlarını yazabilecek bir Mehmet
Âkif olabilmek için, onun o yoldaki imanı
kadar asil ve derin bir imanı bu yeni
yollarda duymak ve beslemek lazım
olduğuna inanıyorum.’’
Âkif’in şiirindeki ‘’Medeniyet dediğin tek
dişi kalmış canavar!’’ mısrasına yapılan
eleştiriler yeni değildir. Yukarıda
Karabekir’in eleştirileriyle ilgili bilgi
verirken onun da buna itiraz ettiğini
yazmıştık. Buna dair sıkça yapılan
eleştirilere 1939’da Son Posta gazetesinde
Ercüment Ekrem Talu, şöyle cevap
vermiştir:
‘’Hâlbuki Âkif’in kasteylediği alelade bir
medeniyet mefhumu mudur? Şüphesiz ki
hayır! Onun haklı gayzını tahrik eden, o
medeniyet namına bin türlü zulüm işleyen
camiadan başka bir şey değildir. Ve bugün
siz gelin de medeniyet âleminin tutar
yerini bulursanız ona sahip çıkın (…) Uzak
şarka bakın, Afrika’nın göbeğine,
Akdeniz’in öbür ucuna, Orta Avrupa’ya,
daha yukarıya, daha aşağıya, sağa sola göz
gezdirin. Her tarafta ‘medeniyet’in, Âkif’in
kastetmiş olduğu medeniyetin korkunç ve
sırıtkan çehresini görür ‘’Kan! Kan!’’ diye
haykıran sesini işitirsiniz. (…) Âkif onu tek
dişi kalmış canavar halinde görüyordu,
şimdi ise medeniyet otuz iki dişi ile birlikte
sırıtıyor. Âkif bunu mu telin etmeyecekti?
Yüz fabrikasından doksan dokuzunu
gelecek harpte daha çok adam öldürecek
vasıtalar yapmak için durmadan,
dinlenmeden çalıştıran medeniyeti mi?’’
Yine aynı gazetenin 11.1.1948 tarihli
sayısında ise İsmail Habib Sevük şöyle
yazıyordu:
‘’Medeniyet dediğin tek dişi kalmış
canavar derken, müstevli ve emperyalist
Avrupa’yı ifade ediyordu. Atatürk de onun
GENCAY
37
büyük bir şair olduğunu biliyordu. Bunu
İstiklâl Marşına ilişmeyişinden anlıyoruz.’’
Yine bu yıllarda Kemalist düşünce
çerçevesinde yayınlar yapan Yücel dergisi,
Aralık 1937 tarihli sayısında yayımlanan
bir yazıda İstiklâl Marşının sözlerinin
değiştirilmesini istemişti:
‘’Edebiyatımızın en büyük en inanlı
şairlerinden Mehmet Âkif’e takdir ve
hürmetlerimizi bir daha tekrarladıktan
sonra konuşuyoruz: İstiklâl Marşımızın
güftesi; bugünkü telakkilerimiz,
hamlelerimiz ve hedeflerimiz karşısında
geriden sesler halindedir. Birçok mısraları
marş mıdır, dua mıdır fark edilemez
haldedir. Hele, ‘medeniyet dediğin tek dişi
kalmış canavar’ mısrasına ne buyrulur? O
günkü haklı ve köpürmüş gayzın bir
ifadesi, bir tarihi söz olarak mükemmel,
fakat bir marş mısrası olarak hayır. Beste
dünyaya yayıldı. Öğrenmesi pek güç ve
Türk azim ve istiklalini anlatmaya pek
liyakatsiz olmakla beraber onu muhafaza
etmemiz belki lazımdır. Fakat güfteyi
değiştirmekte hiçbir mahzur yoktur, hatta
geç kalınmıştır. Değiştirmek muhakkak
lazımdır, zaruridir kanaatindeyiz.’’
Yücel dergisinin bu girişimi başarısızlıkla
sonuçlandı. Âkif’i ‘’gerici’’ olarak
nitelendirenlerin bile çoğu İstiklâl
Marşında Türk milletinin haklı isyanının
dile getirildiğini, marşın İstiklâl Harbinin
bir anısı olarak korunması gerektiğini dile
getirdiler. Fakat ne yazık ki marş
hakkındaki tartışmalar çeşitli vesilelerle
yeniden gündeme geldi. Bu konuda yapılan
en büyük ikinci tartışma, 1979 yılı öğretim
yılı açılışında ODTÜ’lü bir grup gencin
ayağa kalkmayıp Enternasyonal Marşını
okumalarıyla alevlendi. Aynı günlerde
Milli Selamet Partisinin Konya mitinginde
de marş söylenirken protestoda
bulunulması tartışmalara yol açtı. Bunun
üzerine basın-yayın yoluyla yapılan
eleştirilerin tamamına yakınında İstiklâl
Marşına saygı duyulması gerektiği, marşın
Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizme
karşı verilen bağımsızlık savaşının marşı
olduğu belirtiliyordu.
İstiklâl Marşına bir başka eleştiri de içinde
geçen ‘’ırk’’ ve ‘’millet’’ kelimelerinden
dolayı gelmiştir ve zaman zaman da
gelmeye devam etmektedir. Âkif’in İstiklâl
Marşı’nda kullandığı ‘’ırk’’ kelimesi, köken
itibariyle Arapçadır ve Türkçe karşılığı
‘’soy’’dur. Bu soydan kastın da Türkler
olduğunu söylemeye –zannederim- gerek
yoktur. Âkif, İslâmcı bir şair olduğundan
dolayı kimi gruplar ‘’ırk’’ kelimesinden
kastın ‘’millet’’ demek olduğunu, esas
itibariyle Arapça bir kelime olan milletin
de ‘’din’’ birliğini işaret ettiğini
belirtmektedirler. Ancak şimdiye kadar ne
Arapça'da, ne de Osmanlıca'da ırk sözcüğü
ile "din birliği" ya da "din" vurgusu olduğu
görülmemiştir. Zâten Âkif, milleti
kastedecek olsa idi, bunu ırk sözü ile
yapmazdı. Bir başka grup ise Âkif’in
kullandığı bu ifadeden dolayı İstiklâl
Marşının ırkçı öğeler içerdiğini
belirtmekte ve marşa karşı çıkmaktadırlar.
Oysa Âkif’in bütün Müslümanları bir millet
olarak gördüğünü –ki o milliyet kelimesi
yerine kavmiyyeti kullanır-, İslâm birliğini
savunduğunu, Türkiye’yi İslâm’ın son
kalesi olarak gördüğünü belirtmek gerekir.
Dolayısıyla bu eleştirilerin hiçbir tutar
yanı yoktur. Neticede bu gibi polemiklerin
önünü almak için 1982 anayasasının 3.
maddesine "Türkiye Devleti'nin milli
GENCAY
38
marşı 'İstiklal Marşı'dır" bendi
eklenmiştir.
Sonuç olarak, milletlerin derin sancılar
geçirdiği dönemlerde kaleme alınan milli
marşlar, ‘milli mutabakat metinleri’ olarak
korunmalıdır. İstiklâl Marşı, Türk
milletinin ölüm-kalım savaşının isyanını
dile getiren bir hamaset ve belagat
harikasıdır. Dolayısıyla o bize İstiklal
Harbinin yadigârıdır. Nasıl ki bir evlat,
babasının mirasına sahip çıkıyorsa, Türk
milleti de Büyük Âkif’in ve İstiklâl Harbi
kahramanlarının kendisine bıraktığı bu
mirasa sahip çıkmalıdır. Orhan Okay’ın
deyimiyle, ‘’Mehmet Âkif Türk şiirinin
Mimar Sinan’ı, İstiklâl Marşı da
Selimiye’si’’dir. Türk milleti Atatürk’ün
İsmail Habib Sevük’e, İstiklâl Marşı’nın en
beğendiği beytinin “Hakkıdır hür yaşamış
bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka
tapan milletimin istiklâl” olduğunu
söyledikten sonra “bu milletten asla
unutmamasını istediğim mısralar işte
bunlardır.” dediğini unutmamalıdır.
KAYNAKÇA
AYVAZOĞLU, Beşir, İstiklal Marşı Tarihi ve Manası,
Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1986.
HİKMET, Nazım, Kuvâyi Milliye, Yapı Kredi
Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, Şubat 2012.
KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, c. 2, Yapı
Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Nisan 2012.
NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, c.3, Altındağ
Yayınevi, İstanbul, 1968.
SARIHAN, Zeki, Vatan Türküsü, T.C. Kültür
Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002.
OKAY, M. Orhan, ‘’İstiklâl Marşı’’, TDV İslâm
Ansiklopedisi, c. 23, TDVİA Yayınları, İstanbul,
2012.
TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 9.
TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 14.
TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 23.
GENCAY
39
BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK
BİR ÖLÜM Canan CAVŞAK
“Derde düştüm dermanımı aradım,
derdimin dermanı yar imiş meğer yâri
ararken yardan ıradım, yardan ayrı
kalmak zor imiş meğer.”
“Yüce dağ başında yanar bir ışık,
düşmüşem derdine olmuşam âşık.”
sözleriyle insanı mest eder türküler. Gönül
mürekkebinden damlayanlar türkülerle
can bulur.
Hayatımızda ne varsa türkülerde de o
vardır; aşk, ölüm, ayrılık, gurbet, hasret,
vatan için şehit düşenler, bahtı kara
gelenler, neşe, mutluluk ve daha birçok
şey. En değerli hazinemizdir türküler;
samimidir, içtendir; eskimezler, yitip
gitmezler, yüzyıllardır türkülerle ağlar,
güler, sevinir, kederlenir, coşarız.
Haritalardaki sınırları aşar türküler;
Yemen’e, Selanik’e, Kerkük’e uzanır kimi
zaman. Tarihin de yakın tanığıdır türküler;
Yemen’e gidip dönmeyenleri, Bağdat’ın
kapısını açan Genç Osman’ı, Çanakkale
içinde vurulan kınalı kuzuları, Sarıkamış’ta
kar altında yatan Mehmed’i söyler.
Tezenenin sazın teline vuruşuyla, davulun
tokmağının çırpısıyla uyumuyla, zurnadan
gelen haykırışla, kavalın feryadıyla bütün
duygular kulaktan girip ruhun
derinliklerine ulaşır. Türküler Anadolu
insanının ruhundan doğar ve Türkçe’den
beslenir. Yavuz Bülent Bakiler şunları
söylemiştir türkülerimiz için:
“Türkülerimiz, dilimizin çiçek açması,
meyve vermesidir. Acaba bir dil, türküsüz
nasıl yaşar? Türkülerini sevmeyen bir kişi
nasıl Türk kalabilir? Bir millet türküsüz
olabilir mi? Ah bizim kınalı, ah bizim allı-
pullu türkülerimiz… Onlar bizim boy
aynamız, vekârımız, şah damarımızdır.
Adımız, andımız, maksadımız, ağız
tadımızdır. Bütün dünyayı güzelleştiren
sesimizdir bizim… Yüzyıllardan beri
Altaylar’dan Tuna’ya uzayan nefesimizdir.
Anadolu toprağını biraz da onlarla vatan
yaptık. Dağımıza, bağımıza, havamıza,
suyumuza onlarla nakış vurduk.
Sevdamızı-öfkemizi onlarla duyurduk.
Acımızı-sevincimizi onlarla dile getirdik.
Gidenlerimizi onlarla uğurladık,
gelenlerimizi onlarla kucakladık. Bu
bakımdan türkülerimiz bizim sedef
çerçeveli boy aynalarımızdır.” (1).
Doğal olmasının yanında sözleriyle
söyleyeninin içinden taşanları zamana
meydan okuyarak bizlere ulaştırır, bir ulu
çınar gibi dimdik ayakta durur türküler.
Şiirin hasını ayak seslerinde tanıyan Bedri
Rahmi Eyüboğlu ise şöyle söyler:
GENCAY
40
“Ne zaman bir köy türküsü duysam,
şairliğimden utanırım…
Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi
candan, ana sütü gibi temiz
Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla,
köyümüz köylümüz memleketimiz…
Ah bu türküler, köy türküleri,
Dilimizin tuzu biberi…”
Yurdumun her köşesi, bilhassa bozkırlarda
hafiften bir rüzgar eser türkülerin
sesinden. Gesi bağlarından, Kütahya’nın
pınarlarına; Urfa dağlarından, Karadeniz
yaylalarına uzanır ve sabahın seherinde
Ankara’nın ayazında şu dizeler takılır
aklıma;
“Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş
idi,
Üstüm yağmur, altım çamur yine de
gönlüm hoş idi…”
Bir gönüle aşk girince yürek yaralar, cam
kırığı gibi batar türküler, bazen de hasretle
yanan gönüllere su serper, nazlı yardan
haber getirip dertlere derman olur
türküler. Yazları kışa çeviren Leyla’ya, ahu
gözlü bir dilbere vurulan, halis gevheri
yarda bulan bir garibin; bahtı ervah-ı
ezelden kara yazılan, yarinden yar
diyarından ayrılan aşıkların kaleminden
dökülenler dillerden düşmez olur; ama
aşık, bir yandan da açılan yarasına bir
merhem aramaya devam eder; belki
derdimize çare bir çiçek…
Anadolu insanı gerçek hayatta yapamadığı
birçok şeyi de sürrealist bir yaklaşımla –
ancak sanatsal bir kaygıyla değil de ruh
dünyasının yansıması olarak- türkülerinde
yapmıştır. Bir of çekerek dağları devirmiş,
yarini keklik, ceylan yapmış, mandayı
söğüt dalına çıkarmış; bülbül, turna veya
sunaya derdini anlatmıştır. Çoğu zaman
sevgilinin gözleri ceylana, boyu sunaya-
selviye, kaşları yay-hilal-kalem veya
kemana, kirpikleri ok, burnu fındık, yüzü
ise güneşe-aya benzetilmiştir. Türk
kültürü için önemli bir yere sahip turna ile
sılaya selam göndermiştir (2);
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle.
Eğer bizi sual eden olursa
Boynu bükük, benzi soluk yar söyle…”
Turna gibi seher yeli de nazlı yar ile
arasında aracı olmuştur; “Seher yeli nazlı
yâre, bildir beni bildir beni…”
Bülbül ile dertleşmiş;
“Neden garip garip ötersin bülbül,
Yoksa sen de bahtı kareli misin?
Bilmem feryat edip coşarsın bülbül,
Sen de benim gibi yareli misin?”
Bülbülün güle aşkını kendi aşkına
benzetmiştir;
GENCAY
41
“Bülbülün gül için zar-ı misali
Kerem’in bağrının nar-ı misali
İnler garip gönlüm arı misali
Tadına doyulmaz balımsın benim.”
Aşkın çaresizliğini, çekilen ıstırabı
anlatmak için de Leyla ile Mecnun, Kerem
ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikâyelerine
başvurulmuştur çoğu zaman;
“Mecnunum Leylam’ı gördüm
Bir kerece baktı geçti
Ne sordu ne de söyledi
Kaşlarını yıktı geçti.”
“Aslı isen Kerem’i bul
Derde derman vereni bul
Garip gibi viranı bul
Sar beni beni beni.”
“Eyüp dert elinden ne hale gelmiş
Hüseyin aşkına başını vermiş
Ferhat Şirin için dağları delmiş
Nesimi yüzülmüş yarin aşkına.”
Sözün özü, türkülerin yeri hep ayrı
olmuştur bizim için; çünkü türküler Türk’ü
söyler, Türk’ü yansıtır. Hayatın acı tatlı
bütün anları, en saf halleriyle yansır
türkülere. Sevdalarımızı, hasretlerimizi,
sevincimizi, üzüntümüzü taşır heybesinde.
Bu yüzdendir vazgeçilmez oluşu.
Birbirinden kıymetli o kadar çok
türkümüz, aşığımız var ki hepsini birden
anlatmaya sayfalar yetmez. Bizlere bu
kıymetli mirası bırakan, bu dünyadan
göçüp giden, gönül telimizi titreten tüm
ustaların ruhları şad olsun.
Türkülerden söz edip de benim için yeri ve
değeri -birçok kişi için de öyle olduğunu
düşündüğüm- apayrı olan büyük usta
Neşet Ertaş’ı elimizden geldiğince
anmamak olmaz.
Neşet Ertaş diplomayla olunamayacak
kadar iyi bir sosyologdur. “Can yakıp da
kalp kırma, senin de gül benzin solacak bir
gün, her canlının kalbi Allah’a bağlı, herkes
ettiğini bulacak bir gün.” sözü bunun en
güzel örneklerinden biridir. Böyle
cümlelerin kaynağı eğitim değil, şu yalan
dünyada geçen çileli bir ömürdür. Varlık-
yokluk için ise şöyle söylüyor: “Biz
doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı
görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.”
(3). İşte yoksuzluk dediği şey tam da
budur.
Neşet Ertaş’ın bu kadar kıymetli olmasının
sebeplerinden biri, abdal geleneğinden
geliyor olmasıdır (4a). Babası Muharrem
Ertaş’ın “sazımın emaneti” dediği Neşet
Ertaş babasından gördüklerini kendine
has bir tavır ve üslupla harmanlamıştır.
Neşet Ertaş babasından aldığı emanetin
hakkını verir ve gönlünün emrinde
yürüyen parmakları bağlamanın teline
GENCAY
42
vurdukça insanı başka diyarlara alır
götürür.
Bir diğer önemli yönü ise Anadolu insanı
olarak taşıdığı duyarlılık ve aldığı
terbiyenin onun ruhuna yansımasıdır.
Yoksullukla, zorluklarla geçen ömrü onun
insan sevgisini azaltmamıştır. “Gönülden
gönüle bir yol vardır bilinmez.” diyerek bir
iletişim formülü vermiştir aslında (4b).
Tam bir gönül adamıdır; ama gariptir,
garip gönüllüdür. Şahit olduğu bir olay
üzerine yazdığı ilk bestesi olan “anam
ağlar başucumda, oturur köy odasında”
diye başlayan türkü için babasına bu
türküye ne diyeyim dediğinde baba
Muharrem Ertaş; “Bize garip derler, zaten
gönül de garip.” der. Ondan sonra da Neşet
Ertaş bütün türkülerinde garip mahlasını
kullanmaya başlar (5a).
Gariptir, bütün abdallar gibi çalgıcılık
dışında bir iş bilmez. Bir gün bir kıza gönül
verir, babasını dünür gönderir. Kızın
babası ancak göçebelikten cayıp yerleşik
bir hayata geçerse olur der;ama , kızını
vermek istemez. Dillere pelesenk olmuş
bir sözün anlamını o gün daha iyi öğrenir
Neşet Ertaş. Neşet Ertaş bu durumu şöyle
anlatıyor: “Kızın gönlüne bırakırsan ya
davulcuya ya zurnacıya diyerek bizi
aşağıladılar. Bu günahtan kurtulması lazım
bu memleketin.” ve ekliyor: “Yarin aşkıyla
arttı hep derdim, babamı bir yare dünür
gönderdim, başlığı çok istemişler haberini
aldım, istemiyorsan yarim bildir.” (5b).
Doğuştan aşık olduğunu, 13-14 yaşlarına
gelene kadar bazen Kerem bazen Mecnun
olduğunu söyleyen Neşet Ertaş, hayatının
akışını değiştirecek aşka Ankara’da düşer
ve türküler yaktığı Leyla’sına kavuşur (5c).
O Leyla’sında hem Leyla’sını hem
Mevla’sını arar. Gençliğinde Leyla’sına
yazdığı türküler olgunluk döneminde
Mevla’sına yönelir (6a).
“Neşet için aşk, insan olmakla özdeştir.
Ona göre insan, aşık olunması ve aşık
olması zorunlu varlıktır. Önemli olan
insanın bunu fark edebilmesidir. Bunu fark
edemeyen insani niteliklerinden yoksun
olarak sürdürür yaşamını ve bu kimsenin
bir ottan ya da hayvandan farkı yoktur.
‘Ben aşığım, sevgiyi kendimde, özümde,
ruhumda, beynimde, fikrimde, aklımda,
mantığımda aradım; insanda buldum
sevgiyi…’ ” (6b).
Neşet Ertaş ile Leyla Ertaş 10 yıl süren
evliliklerinin ardından ayrılırlar. Bu ayrılık
Neşet Ertaş’ı sanatının zirvesine çıkarır ve
en güzel türkülerini o zaman söyler;
kendim ettim kendim buldum, hata benim
günah benim suç benim, evvelim sen oldun
ahirim sen, yazımı kışa çevirdin.
GENCAY
43
“Son nefesime kadar sizlerleyim,
ayaklarınızın turabıyım, gönüllerinizin
hızmatçısıyım, dertlerinizin ortakçısıyım.”
diyen Neşet Ertaş için ayrılık vakti yaklaşır
artık. Bir türküsünde “insan ölür amma
uruhu ölmez” diyen Usta, ölümün tensel
bir ölüm olduğunu da bilir.
Doğduğu yer itibariyle hem garipti hem de
gurbetteydi; ama artık göçebelik ve gurbet
bitmişti. Sevdasıyla olgunlaşan türküleri
ve bozlakları onu ulaşılması gereken yere
çoktan ulaştırmıştı ve kara taşa hazır
olmanın rahatlığındaydı, bir kez daha
söyledi Usta (6c):
“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa,
Gör ki neler geldi bu garip başa,
Hasret etti bizi kavim gardaşa,
Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm.
Nice sultanları tahttan indirir,
Nicesinin gül benzini soldurur,
Nicesini gelmez yola gönderir,
Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm.”
Kaynaklar:
1. Bingöl, İ. (2010); “Bu İsimsiz Paramparça
Türküler” iç. Ay Vakti Düşünce-Kültür ve Edebiyat
Dergisi
2. Kurt, N. (2011); “Türkülerin Anlam Dünyası –
Türkü Metinlerinde Sürrealist Yaklaşımlar ve
Benzetmeler” Malatya Türk Halk Müziği
Sempozyumu Bildirisi
3. Yıldırım, F. (2014); “Bu Bir Neşet Ertaş Yazısı”
4. Dağtaşoğlu, E. (2012); “Okan Murat Öztürk:
‘Neşet Baba Türkiye İçin Bir İnsanlık Dersidir.’ ”
5. Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli
6. Çiçek, D. (2012); “Neşet Ertaş; Leyla'dan
Mevla’ya Bir Garibin Gönül Yolculuğu” iç Dünya
Bülteni
GENCAY
44
millikanal.com
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.