Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

48

description

Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015 http://www.gencaydergisi.com

Transcript of Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 4 Sayı 39 - Nisan 2015

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

TÜRK’E DOĞRU – MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ

ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI / Metehan ÇAĞRI

ÜLKÜCÜER ÜZERİNE/ Aslıhan KAYA

TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKTODLARI / Çağhan SARI

İZ BIRAKANLAR-EŞEKLİ KÜTÜPHANECİ / Hanife YAŞAR

GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BUNU ETKİLEYEN UNSURLAR / A. Oğuzhan ÖZDEMİR

VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI / Ragıp REİS

BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK BİR ÖLÜM / Canan CAVŞAK

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

1

MEHMET SAĞ İLE SÖYLEŞİ

TÜRK’E DOĞRU

Emre SEVİNÇ

“Türk, resim yaptığında resmi, buram

buram Türk kokmalıdır.” _ Mehmet SAĞ

Mehmet hocam öncelikle söyleşi dileğimizi

kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Siz de

sanatı Türk motifleri ile yoğuran nadir

sanatçılarımızdan birsiniz. Türk

motiflerini sanatla işleyen değerli

sanatçılarımızla başladığımız söyleşi

serisine sizinle devam ediyoruz.

1. Sanata başlama öykünüz ile açalım

mı hocam söyleşimizi?

Genelde resim üzerine sanatçılarımız

sürekli konuşurlar. Ancak, söz konusu

kimlikli bir Türk resmi olunca bu konuda

sohbet edebilecek, bir söyleşi

gerçekleştirecek sanatçı sayısı bir elin

parmaklarını geçmeyecek kadar azdır ve

günümüz ulusal medyası bu konuda sözü

olan sanatçıları, araştırmacıları gündeme

almaz, konuşmazlar/konuşturmazlar. Asıl

böyle bir fırsatı bana tanıdığınız için, ben

sizlere teşekkür ederim.

Hem kolay hem de zor bir soru: Sanata

başlamamın en önemli nedeni, tabiatın

içinde geçen bir çocukluk dönemi

geçirmemdir. Tabiat başlı başına bir sanat,

bir öğretiler bütünüdür. İncelikler,

güzellikler, yaradılışın tüm ilkeleri bu

rengârenk tabakanın içindedir. Bu açıdan

baktığımızda bu yönelim kolay gibi olsa

da, aslında bunu idrak edip, sanat alanında

kararlı bir şekilde yürüyebilmektir zor

olanı…

Mersin Cengiz Topel İlkokulu öğretmenim

Hayri İNCE’nin (hayattaysa ellerinden

öperim, Hakk’a nail olduysa Allah ruhunu

şad, mekanını cennet eylesin) bana “sen

ekmeğini resim’den yiyeceksin oğlum”

sözlerini dün gibi hatırlarım. Bizim

dönemlerimizde okul sabahçı-öğlenci diye

ikiye ayrılırdı. Okula gider, günün diğer

yarısında mahallede, sokakta, ağaçların

arasında, toprak tepelerde, dere

kenarlarında, kırlarda oynardık. Böcekleri

inceler, kuşları gözlemlerdik. Buradan

kalmış olmalı ki, ruhumun derinliklerinde

doğaya daima bir gözlemci hassasiyetiyle

bakan bir çift göz vardır. Bizler bu

ortamlarda oyunlar oynarken çam

ağaçlarının kabuklarını çakımızla

biçimlendirir, toprak tepelere, onların

eteklerine çamurdan üç boyutlu çalışmalar

yapar; bir nevi onların mimarı olurduk.

Doğal olarak informal anlamda kendimizi

ilk eğitmen olan doğanın terbiyesine

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

2

bırakmıştık. İşte böylesi bir sürecin

devamıdır Gazi Üniversitesi’nde Resim-İş

Eğitimi Bölümü’ne girişim…

2. Türk motiflerini sanata uyarlama

düşüncesi nasıl gelişti?

Bu düşünce; uzun okumaların,

atalarımızdan bu günlere miras kalan

kültürel objeleri derinlemesine

incelemenin bir tezahürüdür. İnsanoğlu ne

ile meşgulse zihnini onunla doldurur.

Çocukluğum, gençliğim, Üniversite

çağlarım, içinde yaşadığım milletin

kültürel dokusuna dokunarak, gözleyerek

ve araştırarak geçti diyebilirim. Rahmetli

annem güzel dokumalar yapardı,

dokumalara yerleştirdiği yanışlarla, onları

ortaya çıkarmak için kullandığı renklerle

tam bir sanatçıydı. Rahmetli babam da

köydeki işleri ele alırken bir sanatçı

hassasiyetiyle işini yapardı; ağacın

meyvesiyle, çiçeğiyle adeta konuşurdu.

Köy kapılarının, pencerelerinin, ahşap

aletlerin, günlük işlerde kullanılan dokuma

yaygılarının tamamında Türk kültürünün

geçmişten günümüze gelen dokusunu,

rengini ve estetiğini görerek, dokunarak

hissederek büyüdüm. Sanat eğitimimin ilk

yıllarında, bilinçaltıma yerleşmiş olan bu

zenginlikleri bir gün çalışmalarımda

kullanacağım heyecanıyla doluydum.

Elbette Türk milletinin muazzam kültür

tarihini; mitolojisini, kosmolojisini,

efsanelerini, destanlarını da okuyordum.

Tüm bunları okurken bu muazzam

kültürün bilinmeyen gizemlerini araştırıp,

öğrenmek arzusu giderek büyümüştü.

Mesele Türk motiflerini sanatıma

uyarlamanın çok ötesinde bir meseledir.

Türk kültür ve sanat tarihi sadece

motiflerden örülü bir tarih değildir. Bunun

çok ötesinde ve derinlerindeki düşünce

biçiminin şekillenmesine neden olan öz’ün

algılanmasıdır aslolan. Bu öz’ün bir yaşam

biçimine, bir estetik yapıya dönüşümü

olan Türk kültür objektivasyonları

mutlaka araştırılmalı ve öğrenilmelidir. Bu

amaç ve heyecanla çalışmalarımda, Türk

insanının tarih boyunca halıya kilime,

mimariye, taşa, ağaca her türlü malzemeye

işlediği damgalarını, yanışlarını,

inanışlarının biçimsel tezahürlerini

kullanmanın bir çabası içine girdim.

Ancak, sanatsal çalışmalarımda bunları

kullanmakla bir Türk resmi yaptığımı

iddia etmiyorum. Türk resminin, daha

doğrusu Türk’ün kompozisyon geleneğinin

böyle olmadığını düşünüyorum. Türk

Resmi, batı yani pentür anlayışının çok

daha ötesinde; aşkınlık mekânının

içerisindedir. Biçimler, renkler, çizgiler ve

malzemeler bu mekânın dilidir. Türk resmi

iki boyutludur. Semetkand’daki Afrasiyab

duvar resimleri, Çin’in içlerine kadar

girmiş ve dünyanın pek çok coğrafyasında

kesintisiz devam edegelen Türk kaya

resimleri bunun örnekleriyle doludur.

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

3

3. Çok uzun yıllardır bu konu üzerine

çalışıyorsunuz. Çalışmalarınızı biraz

özetleyebilir misiniz?

Yukarıda bahsetmiştim benim

çalışmalarımda yansıtmak istediğim

tanıdık bildik nesneleri, figürleri

resmetmenin çok daha ötesinde bir şey

aslında. Bu konuda ne kadar başarılı

olurum bilemem. Ama Allah sağlık ve

imkân verdikçe bunu başarmaya

çalışacağım. Batının satıh sanatı, bir yüzey

sanatı olarak görüp sığ dediği ve kökleri

Orta Asya’nın uzun ve derin tarihlerine

kadar uzanan bir düşünce biçiminin

peşindeyim. Batı, 15.yüzyılda ulaştığı

perspektif kavramının bakış açılarıyla

değerlendirdi bizi. Bu bakışla satıh sanatı

dedi, yüzey sanatı dedi, sığ dedi, derinliği

olmayan işler olarak gördü geleneksel

sanatlarımızı. İşte burada yanıldılar.

Onların maddeci, aşkınlığı olmayan bakış

açısıyla bizdeki asli derinliği, anlam

derinliğini kavrayamadılar. Eliade bu

noktada bir öz eleştiri yaparak durumu

özetlemiştir. Genon batının doğuya aslında

kendisinden olmayanlara karşı nasıl bir

bakış açısına sahip olduklarını ve nasıl

taraflı uygulamalar yaptıklarını uzun uzun

anlatmıştır. Neyse sorumuza dönelim. Evet

uzun yıllar kafamda biriktirdiklerime

cevap aramakla geçti. Okudukça,

araştırdıkça kadim Türk kültürünün bazı

örneklerinin az da olsa tüm

işlevsellikleriyle günümüzde yaşadığını,

ruhumuzda titreşimlerini hala

koruduğunu fark ettim. Gençlik yıllarımda

okuduklarımı tekrar okumaya başladım ve

anladım ki; Türk resmi’nin renginden,

çizgisine; biçiminden öz’üne asil bir

kimliği var. Dün bunun uygulama alanları

taş, kaya, çadır, halı-kilim, at koşum

takımları, kıyafet vs. idi; bugün ise neden

tuval, sinema, tiyatro, mimari ya da başka

bir malzeme ve alan olmasın. Ben

çalışmalarımda kadim Türkler’in evreni ve

dünyayı algılama şeklinden hareketle iki

boyutlu kompozisyon üretmeye

çalışıyorum. Bunun Türk resminin an

omurgası olduğunu düşünüyorum. Ayrıca

tasarım ilkeleri dediğimiz aslında tabiatın,

tüm yaratılmışlarında ilkeleri olan temel

prensiplerin, kadim Türk sanatlarının

derinlik algısında başrolü oynadığını fark

ettim. Bu bilgilerin heyecanıyla uzun bir

süredir ‘Kültür ve Sanat’ta Türk Estetiği’

adı altında araştırmalar yapıyorum.

Kısmet olursa araştırmaları toparlayıp

kitaplaştırmak istiyorum.

4. Elif Naci, Türk resim sanatının

geleceğinin Alpler’in ötesinde değil,

Toroslar’ın eteklerinde olduğunu

söylüyor. Toroslar ile de bitmiyor Türk

sanatının geleceği. Altaylara kadar

uzanan bir yol bu. Siz bu yolları

defalarca arşınladınız. Neler buldunuz

oralarda, peşinizden gelmek

isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

4

Elif Naci, Cumhuriyet Dönemi Türk

Resmi’nin farkındalığı en güçlü nüktedan,

sözlerini esirgemeyen dobra

ressamlarındandır. Batıya resim eğitimi

almaya giden ressamlarımızı ve ülkemize

resim eğitimi vermeye gelen sanatçı ve

ressamları hicveden yazıları mevcuttur.

Türk Yurdu dergisinde yaklaşık 38 adet

makalesi vardır. Türk resminin geleceğini

batıda görenlere; geleneksel Türk

sanatlarına, Türk kültürünün kadim

örneklerine sırtlarını döndükleri için

yüklenir. Tüm çabası kendi zenginliğimizin

kaynaklarını, Türk resminin geleceğini

batıda arayan gafillere gösterebilmektir.

Türk resminin geleceği sadece Toros ve

Altaylarda da değil; Türk’ün beşeriyet

alemi’nde hüküm sürdüğü tüm

topraklarda, dağlarda, çöllerde, göl, deniz

ve nehir kenarlarında ve yataklarındadır.

Görevim icabı ya da kişisel seyahatlerimle

Türk dünyasında bulundum, ata

topraklarını görme ve gezme fırsatı

yakaladım. Bu anlamda şanslı sayılırım.

Süre istediğim kadar olmamakla birlikte

oralar hakkında bir şeyler söylememe

yatacak kadar yeter. Çocukluğumdan

beridir hayaliyle avunduğum bu toprakları

ilk gördüğümde, görmek istediklerimi ilk

başlarda göremesem de, heyecan

içindeydim. İnsanlar benimle aynı

soydandı, dilimiz birdi, biraz gayretle

anlayabiliyor, anlaşabiliyorduk. Türk

töresi’nin biçim verdiği ataların

torunlarıydık ve bu: birbirimizi tanımakta,

anlamakta, kucaklaşmamızda o kadar

etkiliydi ki. Şehirler dolaştım, Türk

insanının dağa, taşa, mezar taşına,

ahşabına, kumaşına, dokumasına,

mimarisine işlediği ruhu gördüm, tanıdım;

onların gözüyle tekrar inceledim. Ve tüm

bu coğrafyanın planlı, metodlu ve ciddi bir

şekilde baştan aşağı tekrar incelenmesi,

araştırılması gerektiğine inandım. Ata

topraklarımıza gelecek gençlerimizin,

araştırmacılarımızın sağlam bir ön bilgiyle

ve planlamayla gelmesinin ve tüm bu plan

içerisinde samimi bir ruhla ve bıkıp

usanmadan yapılacak bir çalışmayla elde

edecekleri bilgilerin Türk kültürünün

bilinmezlerini anlamamız açısından büyük

faydası olacaktır. Türk ruhu’nun tüm

titreşimlerini hissedebilmek adına bu öz’ü

kavramak, sanırım buradaki sırlara

erişmek adına bir ön koşul gibi. Bir defa

Türk kavramına ve insanına ön yargılı bir

kişinin bu coğrafyalarda yapacağı bir gezi,

gözlem ve araştırmanın ona hiçbir faydası

yoktur. Ata topraklarında dolaşırken

baktığınız her kültürel doku kadim Türk

tarihinin titreşimlerini bağrında

saklamaktadır. Bu bağır da her bedeni

kucaklamaz…

5. Yazılı çağdan önce dahi soyut zekaya

sahip olabilmiş, kaya resimlerine soyut

motifler kazıyabilmiş bir millet üzerine

konuşuyoruz. Bu soyut motiflerin

günümüz modern Türk sanatına

aktarımı da güzel eserlere kaynak

olabiliyor. Türk milletinin oluşturduğu

soyut ögeler hakkında neler söylemek

istersiniz?

Buradaki soyut ‘abstract’ kavramı

günümüz konuşma diline girmiş en

popüler kavramlardan biridir. Bir nevi

buharlaşma, yok olma şeklinde anlamlar

içeriyor. Sanat dilindeki kullanımı ise daha

çok modern sanatlar içerisinde bir

yorumlamayla ifade buluyor.

Deformasyonların, eksiltmelerin dahi bu

kavramla açıklanmaya çalışıldığına şahit

oluyoruz. Ben soyutu bir kavramın, bir

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

5

düşüncenin, bir nesnenin en salt, biçimsiz

haliyle bir sunumu olarak görüyorum.

Türk milletinin uygulama alanı bulduğu

her türlü malzemeye aktardığı düşünce ve

inanış biçimlerinin bugünün sanat dünyası

tarafından soyut, geometrik ya da stilize

olarak adlandırdığı tüm bu görsellerin

elbette bir dili, bir anlamı olduğunu

söylüyorum. Bunlar gerek damga/tamga,

gerek yanış/bezeme ya da –Fransızca

kökenli olduğundan ben pek kullanmayı

sevmem- motif, gerekse stilizasyon olsun

gerçekten, modern sanatlarda çokça

karşımıza çıkan görsellerdir. Hepsinin bir

soyut düzenlemeyle isimlendirilmesinin

yanlış olduğunu da söylemek isterim. Batı

özellikle 18. yüzyılla birlikte doğunun

doğayı stilizasyonundan oldukça

etkilenmiştir. Ve bu etki birçok batılı

sanatçıların eserlerinde rahatlıkla

görülmektedir. Picasso’dan, Van Gogh’a,

Malevich’den Matisse kadar pek çok

sanatçıda bu görülebilir. İster modern

olsun, ister geleneksel günümüz Türk

sanatının, kadim Türk kültürünün tüm bu

görsellerini kullanması, onları anlamaya

çalışması gerçekten güzel. Yalnız, bu

görselleri ve onların kompozisyonlarını

anlamak bence daha önceliklidir. Bunun

yegâne yolu da eğitimdir. Unutmayalım ki

Atatürk, Cumhuriyeti kurarken kültür’ü

temele koymuştur.

Kadim Türk insanının zekâsının tabiat gibi

işlediğini düşünüyorum. Hiç boşluk kabul

etmiyor. Sizin boşluk olarak gördüğünüzü

o, anlamlı bir doluluk olarak yorumluyor.

Hiçbir şeyin nedensiz olmadığını

yaşayarak görüyor. Böyle bir zekânın

ürününü varın siz düşünün. Onun aldığı ve

hissettirdiği estetik ambians’ın katıksız ve

en gerçekçi kaynaklarıdır bunlar. İşte tüm

bunların içini doldurduğu o en yalın ve

sade yorumlamalar (soyut) bu şekilde

ortaya çıkmaktadır. Bunlardan başka

Türk’ün acun olarak gördüğü yeryüzü

horizantal haliyle bir ana mekân, reel

yaşam alnıdır. Ancak vertical anlamda da

Türk’ün inanıp, kutsadığı ve bunu bir

biçime, bir renge, bir şekle soktuğu mekân

da vardır. İşte tüm bunlar o soyut

kavramların sihirli anahtarlarıdır.

Bugün Türk sanatı, yukarıda bahsi geçen

öz’ün dışavurumundan uzaktır. Günümüz

modern sanatını oluşturacak olan da tıpkı

dün gibi bugün de insandır; hem de Türk

insanı. Peki, bugünün insanını dünkü

düşünce biçiminden uzaklaştıran nedir?

Evet, bunun zor bir soru olduğunu

biliyorum. Ancak buna, tüm korkulara

rağmen, verilecek cevaplar belki de

kimlikli Türk resmi’nin temellerini atacak

uygulamaları başlatacaktır.

6. “Resmin dilini ancak, bilincinde Türk

kültür ve sanat tarihinin

derinliklerinden süzülerek gelen ve

Türk Töresi’nin tüm güzelliklerini ve

heyecanını biriktirmiş bireylerin

çözebileceği köklü bir yapı

oluşturmalıdır.” diyorsunuz… Bu dili

çözebilmek için hangi kaynaklardan

yararlandınız bu güne kadar, ne gibi

çalışmalar yaptınız?

Sanırım yukarıdaki bahsetmiş olduğum

konular az da olsa bu cümleyi açmıştır.

Ancak daha derinlemesine irdeleyecek

olursak: Türk kültür ve sanatının

temelleri, rahmetli B.ÖGEL’in de ifade

ettiği gibi uzak doğunun derinliklerinde

gizlidir. Daha geniş bir ifadeyle ele alacak

olursam kadim Türk kültür ve sanatını

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

6

anlayabilmek öncelikle bir

hazırbulunuşluluk gerektirir. Bu;

anlamaya çalıştığınız görselleri oluşturan

milletin ruhunu kavramanız, onun gözüyle

tabiata bakabilmeniz, onun yasalaştırdığı

ve adına bozkır töresi dediğiniz sistemi

içselleştirmeniz demektir. Tüm bunlardan

sonra kaynak ve ispat için kadim tarihin

derinliklerinde yolculuk yapmanız

demektir.

Benim, Türk kültürünün ve sanatının

oluşumunda tesadüfî hiçbir aşamanın

olmadığına dair düşüncem, son yıllardaki

araştırmalarımda iyice netleşti. Z. Velidi

TOGAN, E. ESİN, A. İNAN, B. ÖGEL ve son

yıllarda Y. ÇORUHLU, Ö. ÇOBANOĞLU, B.

DENİZ gibi Türk mitolojisi ve kültürü

alanında değerli çalışmalar yapmış

hocalarımızın eserleri tekrar tekrar ve

dikkatle okunmalıdır. Ayrıca, mutlaka bu

kültürün cereyan ettiği coğrafyalara

gidilmeli; eserler yerinde incelenmeli,

müzeler gezilmelidir. İnsanlarla irtibat

kurarak, onların estetik ve düşünce

biçimleri ölçülmeli, en azından bunları

ifade edebilecekleri çalışmalar

yapılmalıdır. Kırgızistan’da bulunduğum

süre içerisinde benim için en anlamlı

deneyim, kadim Türk insanında var olan

temel heyecanın hala kaybolmamış

olmasıydı. Bunu hissetmek için bir

hazırbulunuşluluğun gerekli olduğundan

bahsetmiştim.

Kadim Türk resmi, özellikle kaya resimleri

çağlara ve çağlar ötesine Türklerin

vurduğu bir damga, bir imza gibidir. Türk

kültürünün doğurmuş olduğu bir iletişim

dilidir. Bu dili çözebilmek için Türk’ün

kutsallarını bilmek sadece, ona olan

hayranlığınızı parlatır. Onu anlayabilmeniz

için ondaki mantığı kavramanız

gerekmektedir. Türkler yer-su/acun

olarak bildikleri yeryüzünde gelişigüzel

dolaşmamış daima kutsal bir amaç için

hareket etmişlerdir. Gittikleri her

coğrafyaya yanlarında kutsallarını da

götürmüşlerdir. Türk resminde bir mekân

mantığı vardır, Batıdaki gibi çizgisel bir

derinlik yoktur. Renkler rastgele

seçilmezler. Renkler, figürler, nesneler

bahsedilen ya da anlatılmak isteneni

kaplayan mekânın dilini yansıtır. Tüm bu

ifadelerin kaynağı bizatihi Türk’ün kendi

tarihi, mitolojisi, kosmolojisi, destanları ve

ritüelleridir.

7. Geçtiğimiz aylarda tasarımcı Safiye

EKİZ, Türk Yazısı’ndaki harfler ile

oluşturduğu tasarımlarını sergiledi. Bu

oldukça beğeni de gördü açıkçası.

İlerleyen zamanlarda Türk motiflerinin

modaya uyarlanabilmesi mümkün

olabilir mi acaba, günlük giyim-

kuşamlarımızda bu motifleri

görebilecek miyiz?

Sayın EKİZ tesettür giyimin modasına yön

veren isimlerin başında gelen biri.

Günümüzde moda dünyasında hatta

birçok sektörde tasarımlar da seçilen

semboller kullanılan motifler tam bir post-

modern uygulamanın örnekleri olarak

gösterilebilir. Gönül ister ki günümüz Türk

modacıları, tasarımcıları Türk’ün kadim

tarihindeki değerleri günümüze milli bir

bilinçle taşısınlar. Ancak bunun böyle

olmadığını düşünüyorum. 20.yüzyılda

teknolojiyle birlikte daha da hız kazanan

küreselleşme zihniyeti, karşı olsun ya da

olmasın önüne gelen her kültür ögesini

sorgusuz sualsiz alıp kullanmaktadır. Hızlı

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

7

ve denetimsiz bir tüketimle karşı

karşıyayız.

Türk kültürünün kadim örneklerini

günümüz dünyasının her köşesinde

özellikle milli bir bilinç temelinde alıp

kullanmak elbette gelecek için umut ve

bizler için gurur verici olur. Türk

motiflerinin moda tasarımında

kullanılması elbette mümkün, bu çok da iyi

olur. Bunun oluşabilmesi ve bundan

faydalanabilmek için Üniversiteler’in

tekstil, sanat ve tasarım bölümlerinde

Türk Mitolojisi, Türk Estetiği, Orta Asya

Türk Sanatı, Türk Süsleme Sanatları gibi,

bu derslere inanan hocalar tarafından bu

derslerin verilmesi gerekmektedir.

8. Tük insanının, eserlerinize olan ilgisi

hakkında neler söylemek istersiniz,

kan çekiyor mu?

Çalışmalarımı henüz geniş bir

sanatsever kitlesine sunmadım. Ün,

şöhret peşinde değilim. Daha çok

karma sergilere katılıyorum.

Önümüzdeki yıl içerisinde yurt dışında

açacağım ilk kişisel resim sergime

hazırlanıyorum.

Çalışmalarımı izleyen Türk insanının ilk

tepkisi benim için çok önemli. Resmin ilk

bakışta bir Türk resmi olarak

tanımlanması benim için gurur verici,

demek ki bu konuda başarılı sayılırım. Kan

çekmesi meselesine gelince, her şey bir

titreşim meselesi. Bağlantı varsa temas

kurulduğunda titrersin. Türk insanı

kendini ifade eden her güzelliği fark

ediyor. Bu tür çalışmaların çoğalması

demek sanat’ın, estetik bilincin ve milli

hafızanın güçlenmesi demektir.

9. Türk sanatının geçmiş ve bugünkü

durumu yabancı otoritereler

tarafından nasıl değerlendiriliyor

hocam?

Türk sanatına olan bakış açısı, Batı’da

malum. Batı, daha çok İslam sanatı altında

değerlendirmelerini yapıyor. Geçen

yüzyılın başları itibariyle Batı’ya resim

tahsili için gönderilen sanatçılarımızın

çoğunluğu Geleneksel Türk resminin kitap

süslemesinden başka bir şey olmadığını

ifade etmeleri acı bir gerçeğimizdir. Bu

yanlışı düzeltmek için ülkemizde saygın

yerlerde bulunan isimlerin ciddi anlamda

çabalarına rastlayamazsınız. Öyle ki;

“Resim’de Türk’e Doğru” diyen bir İsmail

Hakkı BALTACIOĞLU, “Türk Resmi’nin

geleceği Alpler’in ötesinde değil, Toros

Dağları’nın eteğindedir” diyen bir Elif Naci,

bir Türk Resmi için ömrünü vakfetmiş bir

Malik Aksel gibi isimlerin çabası da

maalesef sonuçsuz kalmıştır.

Dün, Türk sanatının başında bulunanların

çoğu Batı’dan tercümelerle sanat eğitimi

veriyorlardı, dolayısıyla alınan eğitimin

neticesi de bu doğrultuda bir sanat

eğilimini doğurmuştur. Sanat’ta otorite

kim, kimin elinde o da sorgulanır.

Yabancı otoritelerin Türk sanatını “İslam”

algısı içerisinde değerlendirdiği

bilinmektedir. Özellikle modernizm

serüveni çerçevesinde yurt dışına

gönderilen sanatçılarımız yabancılar

tarafından desteklenmiş, genç Türkiye’nin

sanat öncüleri olarak ifade edilmişlerdir.

Bugün Türk sanatının kimliksiz yapısı

Batı’nın istediği bir durumdur. Ancak

objektif değerlendirmelerde yok değildir.

Özellikle Türkiye’ye davet edilen yabancı

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

8

sanatçıların Geleneksel Türk sanatlarına

olan hayranlıkları daima dillendirilmiştir.

10. Aynı zamanda bir eğitmensiniz

hocam. Türk gençlerine sanat eğitimi

konusunda neler yapılmalı, bu konuda

da ilerlememiz gerekiyor galiba?

Bence en önemli sorularınızdan biridir bu.

Sanat eğitimi duyuları eğitir. Bireyin

doğuştan sahip olduğu istidatların düzenli,

yaratıcı ve estetik bir biçimde, birey

tarafından kullanılmasını sağlar. Bu açıdan

çok önemli bir yere sahiptir. İnsanoğlu

sıkılır, neşelenir, üzülür, sever, öfkelenir,

hayal kurar, baskılanır baskısını, iç

dünyasını dışa vurur, vurmak ister. Bu dışa

vurumun şeklini bireyin aldığı eğitim

belirler. Sanat eğitimi burada da olumlu

olarak devreye girer, girmelidir. Tüm bu

insani durumların kontrol altında ve

nitelikli bir biçimde cereyan etmesi ancak,

nitelikli bir sanat programı ve

müfredatının oluşturulması ve yetişmiş

bilinçli kadrolarla öğrencilere verilmesiyle

mümkündür. Verilecek olan eğitiminin

Türk gençliğinin milli bilinç ve şuur

yetilerini güçlendirmesi düşünülmelidir.

Bu, gençlere milli bir özgüven verecektir.

Uluslar, uluslararası sanat rekabetinde

milli öz güvenlerine ihtiyaç duyarlar. Bu

konu önemli ve ivedi bir konudur. Kültür

ve sanat bilinci açık toplumlar çok daha

hızlı öğrenir, pratik çözümleri daha çabuk

üretir ve daha çevrecidir. Gençliğin

istenilmeyen ortamlardan uzaklaşması,

üretici ve katılımcı olması yine sanat

eğitiminin niteliğine ve kalitesine bağlıdır.

Sanat eğitimi ders saatlerinin artırılması,

dersliklerin/atölyelerin verilecek eğitimin

niteliğine göre dizayn edilmesi, gençlerin

orta ve lise çağlarında sanata

yönlendirilmesi, yetenekli gençlerin bu

alanda mutlaka değerlendirilmesi öncelikli

meselelerdir.

11. Son olarak neler söylemek

istersiniz hocam?

Sanat, kültürün önemli bir taşıyıcısıdır.

Türk kültürü zenginliği itibariyle dünya

üzerinde en başat kültürlerdendir. Bu

zenginliğin ülke insanının kullanımına

açılması son derece önemlidir. Bu da,

eğitim kurumlarıyla mümkündür. Türk

sanatı her alanıyla kendi öz değerlerini

tanımalı ve kullanılmalıdır. Dünya ile

rekabetin en hassas ve önemli kısmı

burasıdır. Türk milleti kültürünü

tanıdıkça, millet olma bilincini daha da

perçinleyecektir. Türk milleti sanata

yatkın ve maharetlidir.

Bu güzel söyleşi için sizlere çok teşekkür

ediyorum.

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

9

ALİ SUAVİ’NİN HİVE HANLIĞI VE

TÜRKİSTAN’DA RUS YAYILMASI Metehan ÇAĞRI

Kitabın Yazarı: Ali Suavi

Yayına Hazırlayan: M. Abdulhâlik Çay

İlk Yayın: 1873 yılında Paris’te “Le Khiva

en Mars 1873” adı ile yapılmıştır.

İncelenen nüsha: 1977 yılında

hazırlanmış ve İstanbul’da Orkun

Yayınlarından çıkmıştır.

1873 yılında Ali Suavi’nin Fransızca olarak

yayımladığı eserin 1909 yılında Fuat

Köprülü tarafından “Hiva fi Muharrem

1873” adı ile hazırlanmış Osmanlıca bir

nüshası da vardır. Abdulhaluk Çay

Osmanlıca bu nüsha üzerinden kitabı

hazırlamıştır.

Yayına Hazırlayan’ın Biyografisi

1945 Doğumlu olan Abdulhalik Çay tarih

öğretmeni olarak başladığı akademik

hayatına çeşitli enstitü ve üniversitelerde

öğretmenlik ve yöneticilik yaparak devam

etmiştir. 1999 seçimlerinde milletvekili

seçilen Abdulhalik Çay kabinede Türk

Cumhuriyet ve Topluluklarından sorumlu

Devlet Bakanı olarak görev almıştır.

Yazarın Biyografisi

Ali Suavi 1839 İstanbul doğumludur.

Eğitimini Davutpaşa Rüştiyesinde

tamamlamış ve özel olarak medrese

eğitimi de almıştır. Arapça, Farsça,

Fransızca ve İngilizce bilmektedir.

Eğitim hayatından sonra öğretmenlik ve

ticaret mahkemesi reisliği yapan Ali Suavi,

Jön Türklerin kurucu kadrosu içinde yer

almıştır. 1865 yılında Sultan Abdülaziz

Han sadrazamlarından Ali Paşa’ya istifa

etmemesi durumunda suikast

düzenleyecekleri haberinin öğrenilmesi

üzerine İstanbul’dan sürgün edilmişlerdir.

Kastamonu’ya sürgün edilen Ali Suavi

Mayıs 1867’de Kastamonu’dan Avrupa’ya

kaçmış ve Paris’e gelmiştir. 9 yıl Avrupa’da

yaşayan Ali Suavi çeşitli gazeteler

çıkarmıştır (Muhbir gazetesi, Ulûm,

Muvakketen Ulûm Müşterilerine) ve çeşitli

gazetelerde yazmıştır( Paris’te

“Republique Bab-ı Ali” Londra’da

“Hürriyet”, İstanbul’da “Vakit”, “Basiret”,

“Müsavat” vb.).

Abdülaziz Han’ın tahttan indirilip V.

Murad’ın tahta çıkması ile birçok “jön

Türk”ün yasağı kalmış ve yurda dönüş

yapmış fakat Ali Suavi’nin yasağı

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

10

kalkmamıştır. Ancak Abdülhamit Han’ın

tahta çıkması ile yasağı kalkan Ali Suavi

İstanbul’a gelmiş ve Mekteb-i Sultani

müdürlüğüne getirilmiştir. Bu dönemde

Abdülhamit Han’a rapor hazırlayarak

okuldaki gayri Müslimlerin bölücü

faaliyetlerini bildirmiştir. Ağustos 1877’de

yazdığı bu mektup ’tan dört ay sonra

Maarif Nazır’ının emri ile görevden

alınmıştır.

1878’de Meşrutiyet meclisinin

kapatılması, basına sansür konulması

karşısında ülkesi için ümitlerini yitirmeye

başlayan hürriyet sevdalısı Ali Suavi çareyi

V. Murad’ı hapis hayatı gördüğü Çırağan

Sarayından kaçırıp taht’a çıkarmakta

görmüştür. 21 Mayıs 1878’de Ali Suavi

öncülüğünde Çırağan Sarayını basan bir

grup ihtilalci V. Murad’ı kaçırmaya

çalışmış fakat ihtilal başarılı olmamıştır.

Ali Suavi, Binbaşı Hasan Ağa tarafından

baskın esnasında öldürülmüştür.

Çoğu günümüze ulaşmamış olmakla

birlikte 127 eseri olduğu bilinen Ali Suavi

yaşadığı dönemin Türkçü

aydınlarındandır.

Kitabın İçeriği

1873 yılında Ali Suavi tarafından kaleme

alınan eser iki ana bölümden

oluşmaktadır. Birinci bölümde Rusya’nın

Türkistan’daki yayılmasına değinen Ali

Suavi, üç eyaletten oluşan Rus egemenliği

altındaki Türkistan bölgesine, Buhara

Emirliği ve Kaşgar Devletini ve bu noktada

Rus-İngiliz ilişkilerini anlatmıştır. İkinci

kısımda ise Hive Hanlığından

bahsedilmiştir. 1873’te Fransızca olarak

neşredilen eser daha sonra Fuat Köprülü

tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da

yayımlanmış ve eserin sonuna Ali

Suavi’nin vasiyati yerine getirilerek

Hive’nin son durumu ile ilgili bir ek

yapılmıştır. Abdulhalik Çay’ın yayıma

hazırladığı 1977 basımında da yine aynı

şekilde Suavi’nin vasiyetine uygun olarak

bir ek yapılmış ve bir de Hive bölgesini ve

günümüz Türkistan’ını gösteren iki harita

kitaba eklenmiştir.

I. Bölüm

Rusya’nın Orta Asya’da İlerlemesi

Yazar, bu bölümde ilk olarak Rus dış

politikasındaki devamlılığa deyinmiş ve

Osmanlı politikalarını eleştirmiştir.

Rusların belirledikleri bir siyaseti yüzyıllar

geçse de Çarlar ve yöneticiler değişse de

her daim devam ettirdiklerini fakat

Osmanlı’da ise bu durumun aksine her

yöneticinin yaptığının bir sonraki yönetici

tarafından bozulduğunu devlet

politikalarında bir devamlılık olmadığını

belirtmiştir. Ali Suavi, Osmanlı basını da

eksik ya da yanlış bilgiler vermekle

eleştirmiştir. Osmanlı gazetelerinde

Rusya’nın Seyhun nehri civarını işgal

etmek için asker gönderdiği haberi

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

11

yayımlandığında Seyhun’un çoktan Ruslar

tarafından işgal edilmiş olduğunu

belirtmiştir.

Türkistan

Hive’nin işgalinden önce Rusya’nın orta

asya’daki ilerlemesine değinen yazar

Rusya’nın 1865 yılında Türkistan

vilayetini kurduğunu bu vilayetin daha

sonra 1867 yılında Seyhun ve Yedi-Su

Eyaletlerine ayrıldığını ve Atalık Gazi’den

aldığı topraklarla üçüncü olarak Kulca

Eyaletini kurmuştur. Bu üç eyaletin toplam

nüfusu 1,466.000 kişi ve toplam yüz

ölçümü ise 909 bin km’dir.

Bu eyaletler kurulmadan önce 1864

yılında Rusya, Hokand Hanlığına savaş

açmış ve Taşkent, Uratop ve Hokand

şehirlerini ele geçirmiştir. Ruslar savaşın

ardından ticaret antlaşması izmalamış ve

Hokand’a bir şahbender (ticaret temsilcisi)

atamıştır.

Buhara

Ali Suavi, bu dönemde Buhara

hükümetinin hiçbir gücünün kalmadığını

1866’da yapılan savaşta Buhara emiri

Muzafferüddin’in Rus ordusuna yenildiğini

ve çaresiz kalan emirin ticaret antlaşması

yapmak zorunda kaldığını 1870’de ise

Semarkand’ı ve Zerefşan Vadilerini

Ruslara bıraktığını yazmıştır.

Semarkand’ın kuzeyinde kalan kısım

1859’den bu yana Afganlılara aittir.

İngilizler Rusların sınıra dayanması

üzerine Ruslarla masaya oturmuş ve

Belh’den Bedenşana Ceyhun boyunu

aralarında sınır yapmışlardır. Rusların ve

İngilizlerin sınır komşusu olmaları batı ve

doğu Müslümanlarını da ayırmıştır.

Kaşgar Devleti

Kaşgar devletinin bir diğer adı Atalık Gazi

Devleti’dir. Bilinen şehirleri Yarkent,

Hotan, Urumçi, Aksu, Kaşgar ve

Yedişehir’dir. 1865 yılında Çin’e karşı

kazandığı savaşlarla devleti kuran Yakup

Bey’e Buhara Emiri Muzaffer üddin

tarafından hediyeler gönderilmiş ve

kendisine Atalık Gazi unvanı verilmiştir.

Rusya, Atalık Gazi toprakları olan İli

vadisini ve Kulca şehrini ele geçirmiştir

fakat Atalık Gazi devleti eğer Rusya ile

savaşa girerse Çin’in arkadan saldırıp iki

cepheli bir savaşa gireceğini düşünerek

Rus işgaline sessiz kalmıştır.

II. Bölüm

Hive Hanlığı

Hive kitaplarda Harezm olarak bildiğimiz

ülkedir. Kuzey’den Aral gölü, Kuzey

doğudan Ceyhun Nehri, Güney doğuda

Buhara’yı ve Güney Batı’da da Teke

Türkmenlerini ayıran çöl ile çevrilidir.

Batıdaki çöl arazisi Hazar denizine kadar

200 saatlik bir mesafe olarak

uzanmaktadır. Hive’ye yağmur az

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

12

yağmaktadır fakat Hive Ceyhun nehri ile

sulanmaktadır. Hiveliler bu nehirden

açtıkları kanallar ve kanallar üzerine

kurdukları göllerle Hive’yi bereketli hale

getirmişlerdir.

Hive ahalisi dört ayrı topluluktan

oluşmuştur. Sart, Özbek, Türkmen ve

Karakalpak... Özbeklerin nüfusunun 70 bin

kadar, Türkmenlerin 150 bin kadar ve

Karakalpakların da 120 bin kadar nüfusa

sahip oldukları tahmin edilmektedir.

Hazar’ın doğusunda bulunan Türkmen

kabilelerin ’de de 1 milyon 700 bin kişi

yaşadığı tahmin edilmekte ve bunların 1

milyon kadarının Hive Hanlığına bağlı

olduğu düşünülmektedir. Bunlardan başka

Hive’de 50-60 bin kadar da Acem, Kürt ve

Rus tutsak vardır.

Hive Hanlığının bilinen büyük şehirleri;

Hive, Cürcaniye, Kat, Hazarasp, Sevad ve

Kürleyen’dir. Hive şehrinde 4 bin ev, 20

bin nüfus 17 cami, 22 medrese ve 2

kervansaray bulunmaktadır. Yapılar genel

olarak toprak ve kerpiçten olmakla birlikte

taş bina olarak cami, medrese ve tüccar

borsası binası vardır. Cürcaniye şehrine

tarihte Harezm ve Ürgenç adları da

verilmiştir. Harzemşahlar zamanında çok

büyük bir şehir olan Cürcaniye önemli bir

eğitim merkezi olmuştur. Ticaret şehir

olarak öne çıkmış olan Kat şehri özellikle

Kırgız atlarının Pazar yeridir. Hazarasp

şehri ise iki kanal arasında bir ada gibi

kurulmuş bir şehirdir.

İlk Hive sikkesi 1792 yılında Muhammed

Rahim Han tarafından bastırılmıştır. 1819

yılında İstanbul’dan topçu ustası getirilmiş

ve Hive’de tophane fabrikası açılmıştır.

Hive’yi yöneten 24 Han vardır ve kitabın

yazıldığı tarihte başta olan Muhammed

Feyz Han’dır.

Ali Suavi’nin Vasiyeti

Kitabın son kısmında Ali Suavi; “ Benim

gibi elinden bir şey gelmeyen bir kimse ne

yapabilir? Bu bakımdan tarihini, Anadolu

Türkleri ile arasında geçen ve şimdi de var

olan ilişkilerin hiç olmazsa unutulmaması

için bütün bildiklerimi yazdım. Bu

yazdığımdan fazla Hive’nin başına ne

gelirse okuyanlar bu kitabın sonuna

eklesinler.” demiştir.

Bu vasiyet gereği, kitabı yayına hazırlayan

Fuat Köprülü ve Abdulhaluk Çay kitabın

son kısmına 1909 ve 1977 yıllarında Hive

Hanlığının topraklarındaki son durum ile

ilgili kısa birer ek yapmışlardır.

1909 ve 1977 yıllarındaki gelişmelerden

sonra bölgede birçok hadise yaşandığı ve

Sovyetlerin dağılıp Hive Topraklarında

bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduğu

düşünülürse Ali Suavi’nin bu eseri, sonuna

yapılacak yeni bir ek ile yeniden yayına

hazırlanmayı beklemektedir.

Türk Tarihçilerine duyurulur!

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

13

KARDEŞİM! Aslıhan KAYA

Bu yazı önce kendimle, sonra seninle ve

sizlerle bir sohbet niteliğindedir. Söze

başlamadan önce belirteyim ki, bilimsel

bir iddia taşımadığı gibi hayali bir yönü de

yoktur.

“Biz “Türk Milliyetçileri” hatayı nerde

yapıyoruz?” diye soruyorum bu aralar

kendime. Bir hata var, bulunmalı…

Görüşlerimizi duyan insanların çoğu kez

tereddütlü bazen de korkulu bakışlarına

anlam vermek çok güç. Zannedersin ki

Milliyetçi olmakla fenalık yapıyoruz.

“Senin için kardeşim!” diyorum “Bizim

için! Vatanımızı, namusumuzu,

bayrağımızı korumak için! Bırak artık şu

beyin uyuşturan magazin dergilerini! Bu

fikirler senin geleceğini korumak için.”

Anlam vermek güç evet, insanların; kendi

değerlerine, kültürlerine, vatanlarına zeval

gelmesin diye uğraş veren başkasına

tereddütle yaklaşmasını anlamak çok güç.

Bir bayrak düşünün. Cisim olarak bakın ki;

bir bez parçası… “Ne var ya hu hadi indirin

bayrağı, sorun çıkmasın.” diyen kör

zihniyeti, kararmış ve tüm yetilerini

kaybetmiş beyinleri anlamak güç. Onlara o

bez parçasının sembolik olduğunu,

atalarımızın o bez parçası uğrana ne

fedakârlıklar yaptığını, ona saygı

gösterilmesi gerektiğini, o bez parçasının

bağımsızlığın hatta hayatımızın bir

garantisi olduğunu anlatmak güç. Bir

deneyin; “Şekilcilik” ile suçlanmanız çok

uzun sürmeyecek. Güç diyorum evet lakin

artık buna yavaş yavaş anlam

verebiliyorum. Bu kez o kolaycı mantıkları,

ne oldumcu nefisleri, dünyaya at

gözlüğüyle bakan ve her seferinde “Bizi

anlamıyorlar.” diye çıkıştığım kitleyi değil;

bizi, bizzat kendimi suçluyorum.

Konuya bir örnekleme ile açıklık

getireyim. Aile büyüklerimden dinlediğim

bir hikâye vardı. Kurtuluş savaşı zamanı;

yurdun dört bir köşesi kan revan

içerisinde… Antep, Maraş, Urfa, Adana, Ege

bir ateş çemberi, cayır cayır yanıyor.

Durum kötü, Yunan Polatlı’ya dayanmış…

İşte tam o günlerde Türk Ordusu;

Polatlı’da düşmana karşı giderken, bir

köyden geçmek durumunda kalıyor. Fakat

Türk köyünde, Türkler; Türk ordusunu

taşlamaya başlıyor. Türk Ordusunun

üzerinde taş yağmuru, Türkler

tarafından… Durum garip, anlam

veremeyen bir er komutanına yaklaşıp:

“Komutanım, biz bunların kanı, canı,

namusu, vatanı, bayrağı, dini için ölümü

göze alıyor, düşman üzerine gidiyoruz.

Fakat ahali bizi taşlıyor, anlamadım.”

Diyor. Komutan: “ Evladım, biz vatan,

millet, din ve devlet mücadelesinin içinde

kendimizi anlatmaya, tanıtmaya vakit mi

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

14

bulduk. Onlar bizi düşman sanıyor.” Diye

cevaplıyor.

Evet, sevgili kardeşim, Milliyetçilerin

durumu tıpkı o günkü gibi. Bizim

Hocalarımız, büyüklerimiz kendilerini

anlatacak zaman bulamadılar ki; bu vatan

bu millet için ne yapabiliriz diye

düşünmekten, çalışmaktan. Onun için bu

millet Alp Er Tungaların, Oğuz Hanların,

Bilge Hanların, Alpaslanların, Osman

Beylerin, Fatihlerin, Atatürk’ün, Ahmet

Yesevi, Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş Veli,

Hacı Bayram Velilerin, Uluğ Beylerin,

Farabi’lerin, İbni Sinaların gerçek torunu

ve varisi olanları, Milliyetçileri, bu millet

tanımıyor, bilmiyor. Bizlerin Hz.

Muhammed’in Has ümmeti olduğumuzu,

Allah’a şartsız şirksiz inandığımızı

bilmiyor. Ya yanlış tanınıyoruz ya eksik.

Milletimizi sevdik ırkçı olduk, “burası

bizim vatanımız bu bizim şanlı

bayrağımız” dedik faşist olduk. Üniversite

kantinlerinde parmakla gösterilir olduk,

omuzlarımıza yükler bindi; Bizler ki

Süleyman Özmen olduk, Fırat Çakıroğlu

olduk… Olduk da biz bildik bunu, biz gurur

duyduk, biz üzüldük, “Anlamadılar” değil;

onların fedakârlıklarını, neden şehit

olduklarını, ülkülerinin ne olduğunu. Biz

anlatamadık…

Bu konuda kilit nokta: Biziz. Sensin, sevgili

kardeşim… Bugünün milliyetçi gençleri…

Kanaatim odur ki; yapılması elzem olan bu

milletin gerçekten tek sevdalısı

olduğumuzu, ülkümüzü, Türk milletinin

üzerine çökmüş bu kara bulutları,

tehditleri, hainlikleri milletimize,

milletimizin diliyle anlatmaktır.

Bugünlerde kalemlerimizle başladığımız

ülkümüze, yarın sokakta, sonra gerekli

kürsülerde yakışan vaziyette devam

etmeliyiz. Bizler biliriz ki; Silahlarımız

kalemlerimiz, akıllarımız ve asla

şaşmayacağımız Türk beylik anlayışını

esas alan töremizdir.

Milli birlik için bu şarttır.

Selam ve saygılarımla…

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

15

TÜRK SEÇİM TARİHİ ANEKDOTLARI

Çağhan SARI

7 Haziran 2015 seçimlerine katılacak olan

partilerin milletvekili aday listeleri

açıklandığı sırada bu yazıyı kaleme almak

belki talihsizlik olarak nitelendirilebilir.

Dergimizin Nisan sayısı için de kronolojik

birçok yazılacak husus bulunuyor olabilir.

Ancak bu kez seçim tarihimize dair

anekdotlarla kısa bir yolculuğa çıkacağız.

Türkiye'nin sandıkla olan macerası

cumhuriyetten eski ama sandığın kendi

teamüllerini inşa ederek kökleşmesi ne

kadar oldu? Bu soruya hemen cevap

vermek yanılgı olacaktır.

Öncelikle yazımızın hudutlarını

belirleyerek başlayalım. Parlamenter

hayatın başladığı noktaya kadar

inmeyeceğiz. Miladımız ilk defa tek

dereceli seçimlerin uygulandığı tarih olan

1946'dır. Peki, nedir bu tek derece, çift

derece? Çift derece bu gün uygulanmayan

bir usul… Seçmenlerin sandıkta oy

vererek, vekilleri seçecek olan seçmeni

belirlemesi ardından da bu belirlenenlerin

vekil için oy vermesi çift dereceli

sistemdir. Günümüzde uygulanan tek

dereceli seçimler, Türkiye'de üçüncü defa

çok partili hayat denemesiyle geldi. 7 Ocak

1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş, o

zamana kadar ki yönetim yorgunluğu,

iktidar yıpranması ile özetlenebilecek bir

muhalif çevre ile öteki çevreleri etrafında

birleştirmiştir. Hali hazırda ilk tek dereceli

seçimleri aktaracak iken ilk seçim

boykotuna da uğramamız gerekiyor.

Nitekim yine 1946 yılında, DP henüz

kurulmuş iken aslında seçimlere bir yıl

vardır. Ancak iktidar fark etmiştir ki bu

yeni parti ciddi bir oy alabilecek

potansiyele sahip, o zaman partinin her

geçen gün biraz daha teşkilatlanmasına

karşı atak olarak seçimleri öne alır. Bu

karara DP'nin tepkisi, Nisan ayındaki

Belediye seçimlerine katılmamaktır.

Seçime katılım bazı bölgelerde %20lere

düşer. DP'nin bu ilk güç gösterisinden

sonra da siyasi literatürümüze 'Şalcı Erim'

olarak geçen Nihat Erim'in Demokrasi

İlahının Üstüne Şal Örtmek makalesi

yayınlanınca siyasi atmosfer iyice gerilir.

Gerilen bu atmosfer 21 Temmuz'da

sandıkta patlar. Ancak kelimenin tam

manası ile patlar. Çünkü tek parti

döneminden kalan açık oy - gizli sayım

ilkesi devam ettiği gibi Yüksek Seçim

Kurulu gibi bir mekanizma yoktur ve

sandıkta mahkeme güvencesi

bulunmamaktadır. Yıllarca bu seçimdeki

üzüntü verici hadiseler siyasetin

demagojisinde canlı tutulur.

Dört yıllık dönemin ardından tekrar

sandık tarihi belli olur. 14 Mayıs 1950'de

sandığa gidilecektir. Taraflar bir araya

gelerek seçim kanununda düzenleme

yapmak için masaya oturur. Mutabık

kalınan hususlar şöyledir; gizli oy açık

sayım, mahkeme güvencesi, ekseriyetçi

temsil. Özellikle ekseriyetçi temsil

önemlidir. Görüşmeleri CHP adına yapan

Nihat Erim'in hesabına göre CHP kılpayı

iktidar olacak DP çok güçlü bir muhalefetle

gelecektir. Ekseriyetçi temsile göre

diyelim bir şehirde 100.000 seçmen var ve

temsilde üç vekil varsa oyların yarısından

fazlasını alan üç vekilliğin tamamını

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

16

almaktadır. Bu sistemle DP'nin güçlü bir

grupla gelmesinin önüne geleceği

düşünülmekte iken müzakerelerde DP bu

sistemi kabul eder. Malum 14 Mayıs'da DP

seçimleri yaklaşık 4.000.000 oy alarak

kazanır. CHP 3.000.000 kadar bir oyda

kalır. Bir milyon kadar seçmen de sandığa

gitmez, üç yüz bin civarında da

bağımsızlara ve MP'ye oy çıkar. DP

ekseriyetçi temsilin nimeti 400'ün üstünde

vekil çıkarır. CHP altmış vekilde kalır. Bu

seçimde uygulanan bir başka yöntem bir

adayım birden fazla ilden aday

gösterilmesidir. Aday eğer iki ilden birden

seçilirse diğer seçildiği ilde boşalan koltuk

için ara seçimler yapılmaktadır. Bu

uygulama 1946'da da uygulanmış hatta

Adnan Menderes memleketi Aydın'dan

değil Kütahya'dan meclise girebilmiştir.

1950'den 1957'ye kadar geçen seçimlerde

gerginlikleriyle, polemikleriyle üstünde

durulmadan geçemeyeceğiz dedirten

hadise yok gibidir. 1957 seçimlerinin en

ilginç yanı ise seçimler öncesi muhalefetin

güç birliği cephesi kurmak istemesi ve bu

cephe kurulma çalışmaları yapılırken

seçim kanununda yapılan bir değişiklikle

seçim ittifakının yasaklanmasıdır. DP

seçimlerde çoğunluğu kaybederken

akıllarda kalan en tuhaf olay öğlen 14.00

sularında seçim hala devam ederken oy

verme işlemi biten küçük kasaba,

nahiyelerde oyların sayılıp radyodan

okunmasıdır. Tabi seçim kavgası

gürültülerinden unutulmuş gibidir.

1961 seçimleri ise Türkiye'ye ilk defa

koalisyon hükümetlerini getirmiştir.

Özellikle ekseriyetçi temsil yerine nispi

temsilin gelmesi ile alınan oy oranına göre

vekil çıkarılması sonucunda mecliste hiç

bir parti tek başına hükümet kuracak vekil

sayısına ulaşamaz. Önce CHP - AP

koalisyonu kurulur. Sonra CHP- CKMP -

YTP koalisyonu denenir. En sonunda da

CHP bu dönem içerisinde bir başka ilki

daha gerçekleştirir ve ilk azınlık

hükümetini kurar. 1961 seçimleriyle

ayrıca bağımsız parti listesi adaylığı devri

sona ermiştir. Önceki dönemlerde bir aday

dilerse bir partinin listesinden bağımsız

olarak seçimlere girebiliyordu. Yani

seçilmesi için parti oy alırken o partiye üye

olmuyordu.

1965 seçimleri ise bir partinin tek başına

iktidar olabileceği en zor seçim iken bunu

başaran Adalet Partisi'nin zafer kazandığı

seçimlerdir. Nispi temsilin yanında bırakın

barajı milli bakiye sistemi

uygulanmaktadır. Milli bakiye sistemine

göre farklı farklı seçim bölgelerinde vekil

çıkarmaya yetmediği halde yurt genelinde

belli bir orana ulaşan partiler oy

oranlarınca vekil çıkarmaktadır. Türkiye

İşçi Partisi, milli bakiye sistemi sayesinde

16 vekil sokarken oyların %52 'sini alan

AP tek başına hükümet olur. 1965

seçimlerinden sonra TİP ile diğer

partilerin kötü ilişkileri sonunda milli

bakiye sistemi kaldırılacaktır. 1969

seçimlerinde uygulanmaz. Ancak o

seçimler de seçim tarihinde bir yeri vardır.

AP'nin tekrar iktidar olmasıyla değil,

katılım oranının en düşük seçim olmasıyla

seçim tarihimizde yerini alan 1969

seçimlerinde katılım oranı %70in altına

inmiştir. Seçimlerden önce kongre kararı

ile CKMP, MHP olarak seçimlere girmiştir.

12 Mart 1971 muhtırası sonrası

parlamento açık kalmasına rağmen

güdümlü demokrasi devam etmektedir.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

17

1973 ise çok partili hayatta - 27 Mayıs

sonrası 1961'i saymazsak - CHP'nin

kazandığı ilk seçimdir. Seçim sonucunda

tek başına iktidar olacak sandalyeye

ulaşamasından dolayı Milli Selamet Partisi

ile koalisyon yaparken 1973 seçimlerinin

en sansasyonel partisi AP'den ayrılanların

Ferruh Bozbeyli başkanlığında kurduğu

Demokratik Parti'dir. Seçimlerden üçüncü

çıkan bu partinin oyları da toplandığında

% 6-7 puanla AP tabanının öne

geçebileceği görülmüştür. Ancak AP'nin

parçalanması sonucunda CHP ve MSP

güçlenmiştir.

1977 seçimleri ise sandık öncesi

kampanyaların en sertleştiği seçimler

olmuştur. Ayrıca 12 Eylül'e giden süreçte

belirgin hadiseler bu yıl yaşanmıştır.

Seçimlerdeki en tuhaf hadise ise saat

00.00'a kadar TRT, CHP'nin önde olduğu

rakamları vermemiştir. BBC'nin CHP'nin

önde olduğunu duyurmasının ardından

TRT'de de geçerli rakamları vermiştir.

Ancak CHP tek başına yeterli vekil sayısına

ramak kala ulaşamayınca daha sonraları

''11'ler'' diye alınacak bakanlık karşılığı

vekil transferiyle iktidar olacaktır.

1980'de darbeden sonra Milli Güvenlik

Konseyi'nin üç yıllık dönemini sonlandıran

6 Kasım 1983 seçimleri %10 barajının

uygulandığı ilk seçimdir. İşte bu tarihten

sonra baraj altında kalan partiler, onların

bölgelerde kazansa da yurt geneli baraj

altında kaldığında çıkaramadığı

sandalyelerin kazanana gitmesi gibi birçok

ayrıntı oluşmuştur. 1999 seçimleri ise hem

bir rekorun hem bir ilkin seçimidir. Rekor,

katılımdadır. Ancak seçmen değildir.

Seçimlere 20 parti katılmıştır. Bu rakamı

19 parti ile 2011, 18 parti ile 2002

seçimleri izlemektedir. İlk olan anekdot ise

1968 senesindeki Senato ve Yerel seçimler

sayılmazsa ilk kez hem genel hem yerel

seçimler aynı anda gerçekleşmiştir.

Bu yıllar içerisinde ön seçimler, aday

belirlemeler parti tüzükleri birçok açıdan

değişikliğe uğramıştır.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

18

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

19

İZ BIRAKANLAR: “EŞEKLİ

KÜTÜPHANECİ”

Hanife YAŞAR

Mustafa Güzelgöz, 1921 yılında Ürgüp’te

doğan, yüreği vatan millet sevgisiyle

yoğrulmuş yüce gönüllü bir Türk

çocuğudur. Onun hikâyesi Ürgüp’teki

kütüphaneye memur olarak atanmasıyla

başlar. Mustafa amca tam da II. Dünya

Savaşı’nın olduğu ve ülkede kıtlığın

yaşandığı yılda, 1944’te görevine başlar.

Kütüphaneye gittiğinde kitaplar

okuyucusunu bekler şekilde sessizce tozlu

raflarda durmaktadır. El yazması kitaplar

ise kimse okumadığı için rutubetle dolu

olan depoya kaldırılmıştır. Mustafa amca

her birini birer evladı gibi gördüğü o

kitapların tozlarını alır, depodaki el yazma

kitapları da güneşte kurutarak ait

oldukları yerlere özenle yerleştirir.

Kitaplar artık onları keşfetmeye gelecek

olan insanları beklemektedir. Ancak

günler, haftalar geçer kütüphaneye gelen

olmaz.

Bir gün köyün birinde bir açılış

yapılacaktır. Açılışta Mustafa Amca’yı da

davet ederler. Vali, kaymakam, belediye

başkanı bütün protokol oradadır. Hepsine

bir sandalye ayrılmıştır. Ancak Mustafa

Amca’ya sandalye vermezler. Sandalyede

oturanlar sadece yüksek mevki sahibi

olanlardır. Düşünürken kütüphaneye

günlerdir kimsenin gelmediğini ve

kendisinin de boş oturduğunu, insanlara

faydasının dokunmadığı için kimsenin ona

itibar göstermediğini düşünür. Mustafa

Amca buna içerlenir ve kendi kendine

‘Sayılmak için hizmet etmek gerekli,

madem insanlar kütüphaneye gelmiyor,

ben onların ayağına kütüphaneyi

götüreceğim.’ diyerek hayatının en büyük

kurtarışını gerçekleştirmeye başlar.

Kapatılan Halk Odaları’nın yasa gereği

köylünün malı olduğunu ve bunları

köylünün yararına kullanılabileceğini

öğrenince bu odaları kütüphane

yapabilmek için muhtarlarla görüşür.

1952 yılında ‘kütüphane karın doyurmaz’

diyen muhtar ikna ederek Karain Köyü’ne

bir kütüphane açar. Köy halkı şaşkındır,

çünkü henüz yolu, suyu, elektriği olmayan

köylerin kütüphanesinin olması tuhaf

gelir. Bunu dile getirdiklerinde Mustafa

Amca onlara; ‘istediğiniz şeylere sahip

olabilmenin yolu okumaktan geçer, bunun

için de kütüphane gereklidir.’ cevabını

verir.

Kısa zaman içerisinde kütüphaneli köy

sayısı 12’ye çıkar. Ancak kütüphane açmak

için ulaşamadığı köyler de vardır. Mustafa

Amca o köyler için de bir yol düşünmüştür,

hem de kimsenin o döneme kadar

düşünemediği şekilde. Düşüncesine göre

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

20

ulaşamadığı yerlere gezici kütüphaneler

kuracak ve bu sayede Ürgüp’te

kütüphanesiz köy kalmayacaktır. Bunun

için bir kadro kurması gereklidir. Mustafa

Amca Ankara’ya gider. Kültür

bakanlığından dönemin kütüphaneler

genel müdürünü bulup durumu anlatır. 12

köyde kütüphane açtığını ama ulaşamadığı

köylerin de olduğunu, 100 liralık kadroyla

bir heyet oluşturup o köylere gezici

kütüphaneler oluşturmak istediğini söyler.

Ancak derdine derman olunacağı yerde

“Sen delirdin mi? Hadi ordan, ben daha

pek çok kazalarda kütüphane

açamamışken, bazı yerlerde

kadrosuzluktan kütüphaneler kapanırken

sen en ücra köylere mi kütüphane

açmaktan bahsediyorsun?” diye

azarlanınca Mustafa Amca’nın zoruna

gitmiş ve kapının önüne çıkıp ağlamış,

ağlamış…

Sonra personel müdürü onun haline

bakınca acımış, ona yardımcı olmak için

müdürün odasına gidip tekrar

konuşmuşlar. Sonunda bin bir güçlükle

ikna etmişler. 100 liralık maaşla çalışmak

üzere 9 kişi müracaat etmiş. Kadroya

alınabilecekler için en az ilkokul mezunu

olması ve atı ya da eşeği olması şartı

getirmiş. Mustafa Amca müracaat

edenlerden birini seçmiş. İki tane sandık

yaparak üstüne “gezici kütüphane servisi”

ve “kitap iade sandığı” yazmış ve eşeklerin

sırtına o sandıkları yerleştirip en ücra

köyleri aydınlatmak için yola çıkmış. Sene

1957…

Cehalet bir milletin en azılı düşmanıdır.

Her ne kadar savaşlarda başarılar

kazanılsa da o başarının devamlılığı ancak

yetişen nesillerin bilinçli, eğitimli ve

kültürlü olması ile sağlanabilir. Gerçek

zaferler ilimle irfanla kazanılan zaferlerdir.

Mustafa Amca herkesten çok bunun

farkındaydı. O biliyordu ki, bu çorak

toprakların insanları savaşın da,

mücadelenin de ne demek olduğunu çok

iyi bilir. Her türlü zor şart karşısında silahı

olmadığında kazma-kürekle, dişiyle

tırnağıyla bu vatanı savunan cengâver

insanların bize rahat yaşamamız için

bıraktığı vatan, ancak ilimle irfanla, kitapla

desteklenmeliydi ki zaferler kalıcı olsun.

Mustafa Amca düşmanların en büyüğü

olan cehaletle savaşmak istiyordu. Cehaleti

yenmek vatan topraklarını büsbütün bir

zırh yapmak demekti. İşte bu azim ve

inançla çıktığı meşakkatli yolda hiç

yorulmadı, hiç dinlenmedi. Çünkü

biliyordu ki bu toplum kazandığı bu zaferi

ancak okuyarak, bilinçlenerek

ölümsüzleştirebilirdi.

Artık o, “eşekli kütüphaneci” olarak anılan

ve yolu gözlenen biridir. Çocuklar onu

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

21

görünce sevinçten koşa koşa yanına

gidiyor ve alkışlar eşliğinde Mustafa

Amcalarının onlara getirdiği kitapları bir

an önce alabilmenin heyecanını

yaşıyorlardı. Yabancıların Noel Baba

dedikleri şey yalandı, onların Mustafa

amcaları vardı. O gerçekti. Noel baba gibi

geyikleri yoktu Mustafa amcanın, köylüye

ve çocuklara hediyelerini eşekle taşıyordu.

Eşeğe birçok kitaplar yüklemiş bir amca

gariban çocukların ellerine kitapları

veriyordu. “Çocuklar, bunları okuyun,

aranızda değiştirin. On beş gün sonra aynı

gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın,

diğer köylerdeki arkadaşlarınız da

okuyacak.” diyerek çocukların gönlündeki

tahta sahip olmayı başarıyordu.

Cepheye kağnısıyla silah taşıyan Elifçik ya

da en ücra köylere eşekleriyle kitap

taşıyan Mustafa Amca… İkisi de aynı

görevi yapıyordu sanki. Elif o öküzlerle

cephede canı, malı, namusu ve var olma

gayesi için savaşanlara silah götürüyordu.

Mustafa amca da kazanılan o kutlu zaferin

ardından kalıcı zaferleri de yakalamak için

cepheye silah taşırcasına Anadolu’nun en

ücra köşelerine eşeksırtında ilim irfan

götürüyordu hiç bir karşılık beklemeden.

Çünkü bir millet ancak okudukça

güçlenebilirdi.

Köylüler Battalgazi, Karacaoğlan, Âşık

Garip, Hacı Muhammediye, Atatürk’ün

Hayatı gibi kitapları okumayı çok

seviyorlardı. Bir gün Mustafa Amca’nın

beklemediği bir şekilde Yeşilöz Köyü’nden

bir kadın ondan Balzac’ın kitabını sordu.

Yanına daha çok köylünün sevdiği tarzda

kitaplar getirdiğinden Balzac’ın kitapları

kütüphanedeydi. Böyle bir istek üzerine

hemen kütüphaneye döndü ve istenilen

kitabı bulup getirdi.

Namı her yere yayılan eşekli kütüphaneci

Mustafa Güzelgöz, Amerika’da yapılacak

olan ‘Dünyanın En Yaratıcı İnsanları’

yarışmasına Türkiye’den aday olarak

gösterilir. Yarışmaya katılan 76 milletten

geriye İtalya ile Türkiye kalır. İtalyalılar

köprü altı çocuklarını medeni bir insan

gibi yetiştirmiş, ülkenin üst mevkilerine

gelebilmelerini sağlamıştı. Yarışmanın

jürisi son ikiye kalanlar arasında seçimini

yapar ve bunu neden yaptığını kısa bir

konuşmasıyla açıklar: “Benim oyum

Türkiye’ye. Çünkü eğer İtalyanlar da

yoksulluk içindeyken bile eşek sırtında en

ücra köylere kadar kitap taşımayı akıl

etmiş olsalardı, bugün İtalya’da köprü altı

çocukları hiç olmazdı. Türkiye’ye bakın ki

en zor şartlarda dahi eşeksırtında kitap

taşıyarak köprü altı çocuğu yapmamış.”

Mustafa Amca Amerika’da 76 ülkenin

katıldığı yarışmada dünyanın en yaratıcı

insanı seçilir. Komite tarafından kendisine

bir jip hediye edilir. Ama o eşeklerinden

yine de vazgeçmez. Köylere medeniyeti

yine eşekleriyle götürmeye devam eder.

O, milletine hizmet etmeyi kendine en

mühim dert edinen bir vatansever olarak

yılmadan yorulmadan 20 yıl boyuca

kütüphaneye gelmeyen köylülerin ayağına

kütüphaneyi götürdü.

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

22

Köylerde kurulan kütüphanelere

kadınların katılmadığını gören Mustafa

Amca, onları teşvik etmek için dönemin en

ünlü Alman firmalarına mektup yazarak

reklamlarını yapması karşılığında dikiş

makinesi göndermelerini ister. Kısa zaman

sonra kütüphaneye dikiş makineleri, halı

tezgâhları getirilir ve kadınların

kütüphaneye gelmeleri sağlanır. Dikiş için

sırada bekleyen kadınların eline, boş

durmamaları için kitaplar verilir ve

kadınlar da böylelikle kütüphaneye

alıştırılır. Okuma-yazma oranının

düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma

yazma kursları vermeye gider. Halıcılık

kursları başlatır, bölgede halıcılığı

canlandırır.

Maalesef tüm bu güzel gelişmeler

yaşanırken iyi insanlar için her şey her

zaman yolunda gitmiyor. Ürgüp pek çok

yeniliğe onun sayesinde imza atarken

kütüphaneyi denetlemeye gelen bir

müfettiş onun gereksiz faaliyetler yapıp

asıl işi olan kütüphaneciliği aksattığı

gerekçesiyle cezalandırılacağını belirtip

istifa etmesinin daha uygun olduğunu

söyler. Bunu hak etmediğini düşünen

eşekli kütüphaneci, birilerinin bu işe dur

demesini bekler ama kimseden ses çıkmaz.

Ağlayarak istifa etmek zorunda kalır. 1972

yılında zorla emekli olduğunda

kütüphanede 200 bin kitap bırakır. Sadece

bu rakam bile onun yaptığı çalışmaların

büyüklüğünü anlamamıza yetecek

derecededir.

O, aydınlanma tarihinin en büyük

kurtarışlarından birini yapmıştı. Belki de

en büyük suçu bu ülkeyi aydınlatmak

istemesiydi. 17 Şubat 2005’te, basit

hesaplar uğruna feda ettiğimiz, değerini

bilmediğimiz nice öğretmenimiz, şairimiz,

yazarımız gibi o da buruk olarak ayrıldı

aramızdan. Maalesef köprü altı çocuğu

olmamızı engelleyen o güzel insanlara hak

ettiği değeri veremedik.

Onlar küskün bir şekilde birer birer

kaybolurken bize de onların temizlemeye

çalıştığı bu kirli dünya kalıyor. Birileri

makam mevki sahibi olabilmek uğruna

kırıp geçirdiği o insanları hiçe sayarken,

onlar bu millete adam yetiştirmenin

gururunu yaşayarak ve iz bırakarak göçüp

gidiyorlar. Yaşayışlarıyla, duruşlarıyla

bizlere büyük mevki sahibi olmanın değil,

koca yürekli birer insan olmanın

kutsiyetini defalarca kanıtlıyorlar.

Bu millete rütbe değil adam yetiştiren o

güzel insanlar sonsuza kadar

gönüllerimizin baş tacı olarak

kalacaklardır.

(Mustafa Güzelgöz Amca’mızın, Halil

Serkan Öz öğretmenimizin ve daha nice

adlarını duymadığımız kahramanların

bıraktıkları izlere minnet ile…)

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

23

GİRİŞİMCİLİK KÜLTÜRÜ VE BU

KÜLTÜRÜ ETKİLEYEN UNSURLAR

Ali Oğuzhan ÖZDEMİR

Klasik anlamda girişimci, daha çok kendi

işini kuran, çeşitli üretim faktörlerini bir

araya getirerek risk üstlenerek üretim

sürecinde bulunan ve bunun sonuncunda

da kâr elde etmeyi amaçlayan kişidir. İbn-i

Haldun da girişimciyi husumete kâdir,

hesapta kitapta mahir kişi olarak

tanımlamıştır. Burada ki husumet rekabet

etme ve cesaret etmektir. Girişimcilik

sanayileşme ile birlikte üretim faktörü

niteliği kazanmıştır. Bir ülkede emek,

sermaye, doğa gibi üretim faktörleri nasıl

sınırlı ise girişimcilerde sınırlıdır. Bir

toplumda bütün bireyler girişimcilik

ruhuna sahip değillerdir.

Girişimcilik en genel anlamıyla bir

fırsattan faydalanmak için eşsiz kaynaklar

paketi oluşturmak suretiyle değer yaratma

sürecidir. Girişimcilik bireysel

davranışlardan kaynaklanabileceği gibi

içinden çıktığı toplumdan da

etkilenebilmektedir. Girişimcilikten

bahsedebilmemiz için toplumun

oluşturmuş olduğu kültüre ve bu kültürü

etkileyen unsurlara bakmak

gerekmektedir. Bizde şimdi burada

insanın girişimci olmasını sağlayan

ortamları inceleyeceğiz. Bunlar;

1-) Kültürel Yapı: Kültür, toplumların

zaman içerisinde oluşan problemlerine

çözüm bulabilmek amacıyla ürettiği ve

nesilden nesle aktardığı maddi unsurların

bütünüdür. Kültürden bahsedebilmemiz

için insan elinin değmiş olması

gerekmektedir. Doğada kendiliğinden var

olan bir taş kültürü oluşturmaz ancak

insan elinin bu taşa değmesi ve onda bir

takım değişimler yapması kültürün

içerisine girmektedir.

Kültür üzerine uluslararası arenada birçok

çalışma yapılmıştır bunlardan bir tanesi de

Hofstede’ye aittir. Hofstede bir topluma ait

olan kültürün farklı boyutlar kapsamında

düşünülmesi gerektiğini belirtmiş ve

kültürel farklılığa sebep olan boyutlardan

bahsetmiştir. Bu boyutlar; “güç mesafesi”,

“bireycilik ve toplumculuk”, “eril ya da

dişil değerler”, “belirsizlikten kaçınma” ve

“uzun ve kısa vadeye yönelme”dir.

Güç mesafesi, bir toplumda bireylere güç

verdiği düşünülen yaş, eğitim, makam,

gelir düzeyi, sosyal sınıf, aile gibi

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

24

faktörlerin o toplumun bireyleri ve

örgütleri arasında eşit olmayan bir şekilde

dağılımını ifade etmektedir. Bazı

toplumlarda ve kültürler de güç mesafesi

fazladır. Güç mesafesinin fazla olduğu

toplumlarda gücü elinde bulunduranların

haklı olması için bilgiye gerek yoktur. Az

gücü olan insanlar da bu durumlarını

kabul etmişlerdir. Güç mesafesinin

oluşmasında etkili olan en önemli faktör

paradır. Güç mesafesi aralığını daraltmak

için yapılması gereken bir orta sınıf

oluşturmaktır.

Hofstede’in araştırmasına göre Türk

toplumu, Pakistan, Meksika, Fransa,

Yugoslavya gibi ülkelerle beraber yüksek

derecede güç mesafesini ön plana çıkaran

kategoridedir. (Hofstede, 1980: 147) Yine

Hofstede’in çalışması incelendiğinde güç

mesafesinin az olduğu Amerika, Kanada,

Hollanda, İngiltere gibi ülkelerin gelişmiş

olduklarından hareketle, güç mesafesinin

az olduğu kültürlerin girişimcilik için

uygun ortam yarattıkları

söylenebilir.(Hofstede, 1980: 149)

Bireycilik ve toplumculuk boyutlarını

açıklarken bir toplumda kolektivist

anlayışın veya bireyci anlayışın baskınlığı

dile getirmektedir. Toplumcu olan

topluluklarda insanlar gruplarını diğer

gruplardan ayrı tutmaktadırlar, grup

içerisinde birbirlerini kollarlar ve

birbirlerinden gruba karşı sadakat

beklerler. Bireyciliğin hâkim olduğu

toplumlarda kişiler kendi çıkarlarını

toplumun çıkarlarının önünde

tutmaktadırlar.

Sargut’a göre Türk toplumu ortaklaşa

davranmayı önde tutan bir kültürün

ürünüdür.(Sargut, 2001: 186) Bu kanı

Hofstede’in çalışmasıyla

desteklenmektedir. Söz konusu çalışmada

Türk toplumu Pakistan, Japonya, Arjantin

gibi ülkelerle birlikte toplumculuğu öne

çıkaran kategoride görünmektedir. Çelik’in

çalışmasında da Türk toplumunun %75’i

toplumcu görünürken, Amerikanların

oranı %32, Japonların ise %76

görünmektedir. (Çelik, 2001: 306)

Eril ya da dişi değerler boyutuna

baktığımız zamanda, bir toplumda

materyalist eğilimler daha çok ön plana

çıkıp, kişilere verilen değerler geride

kalıyorsa bu toplumlar erkeksidir. Kadınsı

toplumlarda ise, şefkat, merhamet,

nezaket, sadakat, sevgi, anlayışlılık gibi

insana verilen önemin ve yaşamın genel

niteliğinin ön planda tutulduğu değerler

hâkimdir. Hofstede’e göre eril toplumlar

ve kültürler, dişil toplumlara göre daha

fazla girişimci özelliklere sahip

olmaktadır. Ülkemiz dişil değerlerin hâkim

olduğu bir ülkedir.

Belirsizlikten kaçınma boyutu, bilginin hiç

olmadığı ya da belirsiz veya açık olmadığı

durumlarda toplumda duyulan tedirginlik

düzeyi ile ilgilidir. Belirsizlikten kaçınan

kültürler sıkı kuralları olan yasalara

bağlıdırlar ve her şeyin kurallar dâhilinde

olsun isterler. Belirsizlikten kaçınanlar

risk almaktan kaçınırlar. Oysaki girişimci

olmanın en büyük özelliklerinden bir

tanesi risk almaktır. Belirsizliğe karşı

toleransın olmadığı toplumlar da bireyler

de girişimci olma güdüsü düşüktür.

Örneğin, Belirsizlikten kaçınma oranı

Türkiye’de yüksektir. Ülkemizde bunun

sonucu olarak bireyler yaşamları boyu

garantili işlerde çalışıyorlar.

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

25

Son boyutta karşımıza “uzun vadeye veya

kısa vadeye dönük olmak” olarak

çıkmaktadır. Uzun vadeye dönük olan

topluluklar sürekli değişen koşullara nasıl

ulaşılacağının tasarlarlar. Gelecekte büyük

kâr elde edecek şekilde yatırım yaparlar.

Kısa vadeli toplumlar ise günü

kurtarmanın peşinde koşarlar. Ve gündelik

kar elde etmeyi amaçlarlar stratejik plan

kurma bu toplumlarda görülmemektedir.

Stratejik plan kuramayan kişiler bir

işletme kurmakta zorlanacaklardır.

Kültürel farklılaşmaya sebep olan bir diğer

değişkeni Sargut ‘denetim noktası boyutu’

olarak açıklamaktadır. Denetim noktası iki

farklı boyutta içsel denetim noktası ve

dışsal denetim noktası olarak ele

alınmaktadır. İçsel denetim noktasında

insanlar kendi yazgılarını kendilerinin

şekillendireceğine inanmaktadır. Bunu da

kendi davranışlarıyla yapmaktadırlar.

Başardıkları ya da başaramadıkları bir işi

kendilerinin başarısı ya da başarısızlığı

olarak görürler. Dışsal denetim noktasına

sahip bir kişi ise başarıları veya

başarısızlıkları arasında kendi

davranışlarıyla bir ilişki kuramazlar. Bu

tür kültüre sahip toplumlarda bireylerin

bir şey yapabilmeleri için daima dışarıdan

bir destek beklemektedirler. Dışsal

denetim noktası oluşturan bireyler

başarısızlıkları karşısında devamlı bir

“günah keçisi” arayışı içindedirler.

2-) Aile Yapısı: Çocuğun aldığı ilk ve en

önemli eğitim aileden aldığı eğitimdir. Bu

eğitim çocuğu hayatı boyunca etkileyecek

olan eğitimdir. Girişimcilik kültürünün

oluşmasında da aile yapısının etkisi çok

büyüktür. Çocuklarını cesaretlendiren ve

onların daha çok bağımsız

davranabilmesini destekleyen ailelerin

yetiştirdiği bireyler daha çok girişimci

olmaya meyillidir.

Başarısızlığa toleransı olmayan

toplumlarda bireyler başarısızlık bir utanç

meselesidir. Birey başarısız olacağım ve

ailemin şerefi ve prestiji kaybolacak diye

korku duymaktadır. Bu durumda aileler

kendi bireylerinin başarısızlıklarına karşı

daha fazla toleranslı olmaları bireylerinin

daha cesur olmasını sağlayacaktır.

Ailede ki ebeveynler çocuklarının

gelecekteki mesleklerini seçmesi

konusunda baskı da uygulamaktadırlar.

Özellikle bizim ülkemizde aileler daha

çocuklarının daha çok memur olması

yönünde baskı uygulamaktadır. Ekonomik

ve siyasi ortamın belirsiz olması ve sık sık

karşılaşılan krizler nedeniyle aileler

çocuklarının girişimci olmasına karşı

çıkmaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak

işletme kurmanın zararlarından

bahsetmektedirler ve öte yandan da

memur olmanın avantajlarını

saymaktadırlar. Çocuklarına sürekli olarak

memur oldukları takdirde düzenli bir

maaşlarının olacağını söylemektedirler. Bu

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

26

yolla çocuklarını devlet kapısında

çalışmaya ikna etmeye uğraşmaktadırlar.

3-) Eğitim Kurumları: Girişimciliğe etki

eden faktörlerden bir tanesi de eğitim

sistemidir. Eğitim sisteminde yer alan

öğretmenler, öğrencilerinin girişimciliği

bir kariyer sahası olarak düşünmelerinde

çok fazla etkiye sahiptirler. Girişimcilik ve

yenilikçilik derslerine programlarında

ağırlık veren okulların girişimciler

yetiştirmeye daha eğilimli oldukları ve

ekonomik faaliyetlerin yoğunlaştığı

alanlarda faaliyette bulundukları

görülmektedir. Örneğin; Amerikan, İngiliz

ve Japon eğitim sistemleri ve çocuk

yetiştirme modelleri genelde, özerklik,

başarı, rekabet, dayanıklılık, rasyonalite,

verimlilik, vb. hususlara vurgular

yapmaktadır. McClelland 1950 yılında

yaptığı bir çalışmada, çeşitli ülkelerden

alınmış çocuk okuma kitaplarındaki teşvik

edici hikâyelerle, bu ülkelerin belli bir

periyoddaki iktisadi büyüme oranları

arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya

koymuştur.

4-) Din Faktörü: Din, bir toplumu

oluşturan en temel faktörlerden bir

tanesidir. Din toplumsal hayatımızdaki

birçok konuya etki etmektedir. Bu

konulardan birisi ekonomik faktörlerdir.

Bazı bilim adamları ise dinin ekonomik

hayat üzerinde bir etkisinin olmadığını

savunmuşlardır.

Dinsel değerlerin girişimci davranışlara

yol açtığını ifade eden ilk bilim adamı

Weber olmuştur. Weber toplumsal

düzeyde girişimsel faaliyetlerdeki

farklılıkların kültürel ve dinsel faktörlerle

ve özelliklede bir toplumun Protestan iş

ahlakını kabul etmesiyle açıklanabileceğini

ileri sürmüştür.

Weber’e göre Protestan çalışma ahlakı

girişimci faaliyet ve davranışlarını

arkasında yatan itici bir güçtür. Çünkü

Protestan kültürünün ilkelerinden olan,

zevklerin ertelenmesi, tutumluluk,

çalışkanlık ve çilecilik gibi değerler aynı

zamanda başarılı girişimciliğinde temelini

oluşturmaktadır.

McClelland Weber’in görüşlerini

destekleyen bir tez yazmıştır. Teze göre

Protestan iş ahlakına ait fikir ve değerler,

çocukta bağımsız yetişme pratiklerini ve

güçlü başarı motiflerini kazanmayı ve

zevki engelleyen bir yapı ortaya koyarlar.

Bu yüksek başarıcılar sırasıyla daha

başarılı girişimciler olurlar. O kadar ki

Weber ve McClelland batıdaki başarılı

girişimcilik örneklerinin ve ekonomik

zenginliğin Protestan ahlakından

kaynaklandığını söylemişlerdir. Az

gelişmiş ülkelerden hiç birinin Protestan

olmadığını belirterek kendi tezlerini

desteklemeye çalışmışlardır.

İslamiyet’in ekonomi üzerindeki etkilerini

araştıranlar, İslamiyet’in servete ve

kazanca karşı olumlu telkinleri olduğunu

savunmuşlardır. Osmanlı’da girişimciliğin

gelişmemiş olmasının sebebini dini

faktörler değil de daha çok siyasi

faktörlerin etkili olduğunu savunmuştur.

Osmanlı’da Türk ve Müslümanlar daha çok

siyasi kademelerde bulunmuşlardır.

Ticaret, bankacılık gibi sektörler hor

görülmüş ve bu uğraşlar gayri Müslim

tebaaya bırakılmıştır. Oysaki İslam

Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)

ticaretle uğraşmış bir kişidir.

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

27

Ersoy’un yapmış olduğu ankete katılan

kırsal kökenlilerin %68’7’si işletme

kurmada dini inançlarının etkisi olacağını

düşünürken şehir merkezi kökenlilerde bu

oran %36.4’tür.

Sonuç olarak bakacak olursak kültürel

yapı ve kültürel yapıyı oluşturan değerler

girişimcilik üzerinde etkilidir. Girişimci

olan toplumlar daha çok kişinin bağımsız

olarak düşünmesin ve davranmasını

sağlayan kültüre sahip toplumlar

olmuştur.

Kaynakça

İrmiş A, Durak İ. Özdemir L. (2010). Girişimcilik

Kültürü Anadolu Girişimciliğinden Örnekler, Ekin

Yayınevi

Arıkan S, (2004). Girişimcilik: Temel Kavramlar ve

Bazı Güncel Konular, Ankara, Siyasal Kitabevi

Ersoy H. (2010). ‘Kültürel Çevrenin Girişimcilik

Tercihine Etkisi’, Organizasyon ve Yönetim Bilimleri

Dergisi, Cilt:2, Sayı: 1

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

28

VATAN TÜRKÜSÜ: İSTİKLÂL MARŞI Ragıp REİS

Türklerde askeri müzik (mehter ve

nevbet), çok eski tarihlere dayanmaktadır.

Fakat Hunlardan Osmanlılara tevarüs eden

bu mehter ve nevbet geleneği ‘’modern’’

anlamda milli marş görevini

görmemektedir. Savaşlarda müzikle kendi

askerlerini cesaretlendirirken, düşmanı

korkutma veya ürkütme anlayışının ürünü

olan bu müziklerin, bütün eski kavimlerde

mevcut olduğu konusunda kaynaklar

hemfikirdir. Dolayısıyla Türk milli

marşlarından söz ederken, bu müzikler

konumuz dâhiline girmemektedir.

Bugünkü anlamda milli marşların

bestelenmeye başlaması XVIII-XIX.

yüzyıldaki Batılılaşma hamleleriyle

alakalıdır.

Milletlerin tarihi hafızasında mühim bir

yer işgal eden ve çoğu politik altüst oluş

dönemlerinde ortaya çıkan milli marşlar

gibi İstiklâl Marşı da memleketin harap ve

milletin fakr u zaruret içinde olduğu bir

dönemde, Türk milletinin yüreğinden

kopan bir feryat çığlığı olmuştur. İşte

Mondros Mütarekesi sonrasında yapılan

işgaller, Balkan Savaşlarından itibaren dur

durak bilmeden genç evlatlarını savaşlara

kurban veren Anadolu, bunların üzerine

eklenen askeri başarısızlıkların moralleri

sıfıra indirmesi... Askerler yorgundur ve

firarilerin sayısı çok fazladır. Mondros

neticesinde ordu terhis edilmiştir ve yeni

bir ordu kurmakta fazlasıyla güçlük

çekilmektedir. Yeni bir ordu kurulsa dahi

askerlerin yeni bir ruhla eğitime tabi

tutulmaları gerekmektedir.

Unutulmamalıdır ki, çarpışma isteği

olmayan hiçbir ordu, her türlü savaş

vasıtalarına sahip olsa bile başarılı olamaz.

‘’Korkma’’ diye başlayan İstiklâl

Marşımızın Türk ordusuna ithaf edilmesi

bu yüzdendir.

Millî ve manevî değerleri coşkunlukla

işleyen edebî eserler, zor zamanlarda

milleti manen kuvvetli kılar. Savaş

sırasında cephedeki askere cesaret ve

kuvvet, geride kalana sabır ve metanet

verecek şiirlere, hikâyelere, destanlara,

türkülere ihtiyaç vardır. İşte I.Büyük Millet

Meclisi'nin ilk günlerinde kurulan heyet-i

irşadiyyelerin (propaganda heyetlerinin)

gezileri sırasında edindikleri izlenimler

doğrultusunda Erkan-ı Harbiyye reis vekili

Miralay İsmet Bey'e (İnönü) bir istiklâl

marşına olan ihtiyacı belirtmeleri,

meseleyi ilk defa resmi olarak gündeme

getirmiştir. İsmet Bey'in meseleyi İcra

Vekilleri Heyeti'nde ortaya koymasından

sonra konu Maarif Vekâleti’ne havale

edilmiş, Maarif Vekili Rıza Nur'un imzasını

taşıyan 18 Eylül 1920 tarihli bir tamimle

milli marşın şartları valiliklere

duyurulmuş, tamim bir süre sonra

Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde de

yayımlanmıştır.

Gazetelerde ise İstiklâl Marşı yarışması

şöyle duyurulmuştur:

“Şairlerimizin dikkatine:

Milletimizin dâhili ve harici istiklâl uğruna

girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

29

terennüm için bir İstiklâl Marşı Umur-u

Maarif Vekili Celilesi’nce müsabakaya

vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-u

evvel sene 36 tarihine kadar olup bir

heyeti edebiye tarafından gönderilen

eserler arasından intihap edilecektir

(seçilecektir) ve kabul edilen eserin güftesi

için beş yüz lira mükâfat verilecektir. Ve

yine lâakal (en azından) beş yüz lira tahsis

edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir

müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar

Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif

Vekâletine yapılacaktır.”

Dönemin Maarif Vekili Rıza Nur

hatıralarında marş yarışmasını kendisinin

açtırdığını yazar:

”Yüce ihtilal ve savaş günleri. Böyle

zamanlarda milletler en güzel milli

marşlarını yaparlar. Bir milli marşın güfte

ve bestesini yapana beş yüz lira maddi

mükâfat vereceğimi ilan ettim.”

Başvuru süresinin dolmasıyla birlikte

yarışmaya gönderilen güfte sayısının 724

olduğuna dair yerleşmiş bir kanı vardır.

Lâkin bu iddiayı doğrulamak mümkün

olamamaktadır. Çünkü bu şiirlere dair bir

vesika ‘’henüz’’ ortaya konulmamıştır.

Ayrıca meclisteki tartışmalarda da

yarışmaya kaç eserin katıldığına dair bir

bilgi yoktur. Aksine Rıza Nur, kendisi

Ankara’da iken yarışmaya otuz kadar

eserin katıldığını, kendisi Ankara’da

yokken Hamdullah Suphi Beyin milli marş

seçimini bir ‘’oldubitti’’ye getirdiğini

yazmaktadır. Bununla birlikte bir diğer

sorun da şudur ki, yarışmaya bu dönemde

‘’kalem erbabı’’ diye nitelendirebileceğimiz

birçok isim iştirak etmemiştir. Böyle bir

durumda yarışmaya katılan 724 eserin

nasıl meydana getirildiği sorusu akla

gelmekte ve insanı düşündürmektedir.

Dolayısıyla yarışmaya 724 eserin katıldığı

bilgisi ‘’ihtiyatla’’ karşılanmalıdır.

Milletin hissiyatını dile getirmek, orduya

moral aşılamak için yapılan yarışmaya dair

kesin olan bir şey varsa, o da yarışmaya

gönderilen eserlerin hiçbirinin İstiklâl

Marşı olmaya layık görülmemesidir.

Maarif Vekâleti gönderilen bütün eserleri

değerlendirmesine rağmen, uygun bir

güfte bulamamıştır. Bu sırada çiçeği

burnunda Maarif Vekili Hamdullah Suphi

Bey, Âkif’in yarışmaya katılmadığını fark

etmiş, işin aslını soruşturduğunda ise

Âkif’in ‘’para ödülü’’ konmasından dolayı

yarışmaya katılmadığını öğrenmiştir.

Bunun üzerine Âkif’in yakın dostu Karesi

mebusu Hasan Basri (Çantay) Beyden

aracı olmasını istemiş, kendisi de Âkif’e bir

mektup göndermiştir:

"Pek aziz ve muhterem efendim;

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya

iştirak buyurmamalarındaki sebebin

izalesi (giderilmesi) için pek çok tedbirler

vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup

(istenen) şiiri vücuda getirmeleri,

maksadın husûlü için son çare olarak

kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne

varsa hepsini yaparız. Memleketi bu

müessir telkin ve tehyiç [heyecanlanma]

vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica

ve bu vesile ile en derin hürmet ve

muhabbetimi arz ve tekrar eylerim

efendim." (5 Şubat 1337 [1921] Umur-u

Maarif Vekili Hamdullah Suphi)

Maarif Vekilinin bu mektubu üzerine Âkif,

Taceddin Dergâhında şiirini yazmaya

başlar. Muhiddin Nalbandoğlu’nun Yusuf

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

30

Hikmet Bayur’dan aktardığına göre o,

Namık Kemal’deki ateşli ifadenin

kendisinde olmayışından yakınırmış. Yine

Hikmet Bayur’un anlattığına göre, Âkif

zaman zaman dışişlerine uğrar ve

yazdıklarını kendisine okurmuş. Bununla

birlikte o günlerde Hâkimiyet-i Milliye

gazetesinde müdür olan Nizamettin Nazif

Tepedelenlioğlu, Âkif’'in o günkü isyanı en

iyi şekilde ifadelendiren kişi olmak için

büyük bir istek duyduğunu belirtmektedir.

Hâsılı kelâm, o günlerde kendisini

tamamen şiirine veren Âkif’in İstiklâl

Marşı, ilk defa 17 Şubat tarihinde hem

Sebilürreşad hem de Hâkimiyet-i Milliye

gazetesinin birinci sayfasında yer almıştır.

Bundan kısa bir süre sonra Kastamonu’da

Açıksöz, Konya’da ise Öğüt gazetelerinde

yayımlanan İstiklâl Marşı, olumlu

tepkilerle karşılanmıştır.

Konu ilk defa meclisin 26 Şubat 1921

tarihli oturumunda gündeme gelmiştir.

Maarif Vekâletinden gelen yazının

görüşüldüğü ve seçilen marşların

bastırılarak meclis üyelerine

dağıtılmasının kararlaştırıldığı bu

oturumda şiirlerin uzman bir heyet

tarafından incelenmesi yönünde görüş

bildiren milletvekilleri vardır. Kütahya

milletvekili Besim Bey (Atalay) ile İzmit

milletvekili Hamdi Namık Bey oturumda

bu yönde görüş bildiren isimlerdendir.

İlk görüşmeden 3 gün sonra, 1 Mart’ta

Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığında

toplanan mecliste, konu yeniden gündeme

gelir. Bu oturumda Karesi mebusu Hasan

Basri (Çantay) Beyin İstiklâl Marşının

sözlerinin mecliste okunmasına dair

takriri üzerine Muhiddin Baha ve Besim

Atalay Beyler konuyla ilgili bir encümen

teşkil edileceğini belirtirler. Ardından

Maarif Vekâleti tarafından seçilen yedi

eserden birinin okunması konusunda

karar kılınır ve Hamdullah Suphi Bey söz

alır. Hamdullah Suphi Bey bu

konuşmasında diğer eserlerin ayrıca

basılıp üyelere sunulacağını ancak

kendisinin Mehmet Âkif Beyin şiirini

beğendiğini ve onu okuyacağını söyleyerek

şiddetli alkışlar eşliğinde Âkif’in şiirini

okur.

Konuyla ilgili son oturum ise 12 Mart’ta,

Adnan Beyin (Adıvar) başkanlığında

yapılmıştır. Zabıt ceridelerinden

anlaşıldığına göre marşın seçimi kolay

olmamış, gerek seçim usulüne gerekse

marşın kendisine yönelik eleştiriler vuku

bulmuştur. Yarışmaya ‘’M.’’ Rumuzu ile

katılanın kendisi olduğunu meclis

kürsüsünden beyan eden Muhiddin Baha

ve yine onun meclis kürsüsünden

söylediğine göre Kemaleddin Kâmi,

yarışmadan çekilmişlerdir. Bununla

beraber Besim Bey,‘’ısmarlama yoluyla’’

yazılan şiirlerin yaşayamayacağını

söylemiş, memleketin ısmarlama şiirlere

verilecek parasının olmadığını dile

getirmiştir. Ardından Hacı Tevfik Bey ve

Suat Bey’den Âkif’in şiirini destekleyen

açıklamalar gelmiş, onlara cevabı verense

halkçı ve Türkçü fikirleriyle bilinen Tunalı

Hilmi Bey olmuştur:

“Arkadaşlar, mesele gayet mühimdir. Eğer

bu marş milletin ruhunu kavrayabilecek

bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık

diyelim, sonra o marş için pek büyük

düşüklük verir. Biraz serbest

söyleyemiyorum, kusura bakmayınız…

Katiyen Hamdullah Suphi Bey’in isticaline

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

31

[marşın kabulü için acele etmesine] iştirak

edemem. (Biz ederiz sesleri)

Edemem; zira bir kere bu marş milletin

ruhundan doğma bir marş değildir.

Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş

olmalı. (Gürültüler)’’

Bu sırada araya giren Saruhan mebusu

Refik Şevket Bey, Âkif Beyin de mecliste

olduğunu, kimsenin muhterem şahsiyetine

tecavüz edilmemesi gerektiğini

söylemiştir. Ardından sözlerine devam

eden Tunalı Hilmi, şiirlerin özel bir

komisyona havale edilmesini teklif etmiş,

gerekirse komisyonun seçtiği şiirin şairini

çağırarak bazı yerlerin değiştirilmesini

isteyebileceğini belirtmiştir:

“O özel komisyon, seçtiği manzumenin

sahibini çağırır, der ki ona: Şu mısrayı

çıkarsanız veya şu mealde değiştirseniz

veyahut şu kelimenin bununla

değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Sahibi

bu değişikliklere onay verir ve o zaman

manzume daha parlak olur.”

Gürültüler ve tartışmalar arasında çeşitli

önergeler verilir. Bu önergeler arasında

Kırşehir mebusu Yahya Galip Beyin,

Muhiddin Baha’nın yazmış olduğu şiiri

kürsüden okumasını istediği önerge de

vardır ve reddedilir. Yine Yahya Galip

Beyin Âkif’in şiirini kürsüde okumasına

dair takriri ise oylamaya konmaz. Gerçi bu

sırada Âkif heyecanından yahut meclisteki

tartışmalardan duyduğu rahatsızlıktan

olsa gerek, salonu terk etmiştir. En

nihayetinde Hasan Basri Beyin, Âkif’in

şiirinin milli marş olarak kabul edilmesini

öneren teklifi meclis tarafından kabul

edilmiştir (gürültüler ve red sesleri

arasında) Bunun üzerine Refik Şevket Bey

Âkif’in şiirinin aleyhinde olanların da el

kaldırmalarını istemiş, fakat yalnızca kabul

edenler el kaldırdığı için aleyhte olanların

kimler olduğu tespit edilememiştir. İstiklal

Marşı ‘’ekseriyet-i azime’’, yani ezici

çoğunlukla milli marş olarak seçilmiştir.

Ardından Konya mebusu Refik Beyin

önerisiyle Hamdullah Suphi Beyin

kürsüden okuduğu İstiklâl Marşı, vekiller

tarafından ayakta ve sürekli alkışlar

arasında dinlenmiştir. Hasan Basri Beyin

yazdıklarına göre, Mustafa Kemal Paşa da

şiiri ayakta dinlemiş ve sürekli

alkışlamıştır.

Kaynaklarda pek fazla yer bulmayan ancak

yarışmaya katıldığı tespit edilen diğer altı

şiir ise şunlardır:

Yıllarca altı cephede ateşle kanlara;

Türk'ün hilâl-ü dinine düşman olanlara;

Ceddin o; Yıldırım gibi saldın zaman

zaman

Yüksek başın eğilmedi bir ard cihanlara

Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb.

Göster cihan-ı mağribe bir kanlı inkılâb

Ey mazi-i havariki bin destan olan;

Garbın zalam-ı zulmüne yüz yıl kılınç salan

Arslan yürekli ordu; demir giy; silah

kuşan!

Zira hududu kapladı ateşle kan, duman.

Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-Şitâb,

Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb!

Arslan mücahid ordusu, ey haris-i salah

Destinde seyf-i hak gibi pek şanlı bir silah

Açtın sema-yı millete pür-nûr bir sabah.

Atî bizim... Bizim artık vatan, zafer, felah.

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

32

Ey kahramanlar ordusu; ey yıldırım-Şitâb.

Göster cihan-ı mağribe bir şanlı inkılâb

Mehmet MUHSİN

Altı bin yıl efendilik yaptın,

"Kahraman Türk" idi cihanda adın.

Bir ateşten siperdin İslâm'a

Sönmeyen bir güneş gibi yaşadın.

Ey büyük ünlü milletim ileri!

Hasmına çiğnetme koş bu şanlı yeri!

Düşmanın bir cihansa dostun Hak

Hakkın elbette müstakil yaşamak

Atıl, ez, vur, senindir istiklâl

Ebedî parlasın şu al bayrak...

Ey benim şanlı milletim ileri;

Ele çiğnetme koş bu ülkeleri! M.*

*= Bursa Milletvekili Muhddin Baha Bey

Yarışmaya (M) rumuzu ile katılmış, ancak

müzakereler esnasında şiirini geri

çekmiştir.

Ey Müslüman, ey Türkoğlu

Açıldı istiklâl yolu

Benim bu son günlerimdir,

Diyor bize Anadolu.

Çek sancağı Türk ordusu

Olmaz Türk'ün can korkusu

Esarete dayanır mı?

Türk vatanı, Türk namusu?

Bu son savaş bize farzdır,

Fırsatımız gayet azdır,

Muzaffer ol da ey millet

Altın ile tarih yazdır.

Birleşelim özümüzden,

Dönmeyelim sözümüzden,

Hem silelim bu lekeyi,

Tarihteki yüzümüzden.

İskender HÂKİ

Gözyaşına veda et

Ey güzel Anadolu!

Hakkını korur elbet

Türk'ün bükülmez kolu

Cenk ederiz genç, koca

Bugün değil, yarın da

Yâdımız ağladıkça

İzmir ezanlarında.

Hak yolunda kan olur,

Dünyalara taşarız;

Ya şerefle vurulur,

Ya efendi yaşarız.

Her gün yeni bir hile

Arkasından satıldık;

Her gün yeni bir dille

Yurdumuzdan atıldık

Yeter, ey Kâbe’mizi

Elimizden alanlar

Alıkoyamaz bizi

Yolumuzdan yalanlar.

Hangi alçak el alır,

El zinciri boynuna?

Kim Yunan'ı bırakır

Türk kızının koynuna?

Kemaleddin KÂMİ

Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın

Yurdumuza göz dikenler al kanlara boyansın

Ya ben ya onlar diyen silâhına dayansın

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

33

Düşman gözü tutamaz yanar dağlar başını

Bağrımızda saklarız vatanın her taşını

Yurdumuza yan bakan döker gözün yaşını

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Türk oğludur bu millet

Türk'ündür bu memleket

Can veririz her zaman hürriyet yoluna

Ya gazi ya şehitlik ne devlettir kuluna

Ata emanet etmiş namusunu oğluna

Bize Türkoğlu derler

Hep bizimdir bu yerler

A.S.

Türk'ün evvelce büyük bir pederi

Çekti sancağı hilâl-i sehari

Kanımızla boyadık bahr ü berri

Böyle aldık bu güzel ülkeleri

İleri, arş ileri, arş ileri

Geri kalsın vatanın kahpeleri

Seni ihya için ey nâmı büyük

Vatanın uğruna öldük öldük

Ne büyük kaldı bu yolda ne küçük

Siper oldu sana dağlar gibi Türk

Yürü ey milletin efradı yürü

Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü

Vatan evlâdını kurban edeli

Milletin hür yaşamaktır emeli

Veremez kimseye bir Çamlıbeli

Bağlanır mı acaba Türk'ün eli

İleri, arş ileri, arş ileri

Çiğnenir çünkü kalan yolda geri.

Hüseyin SUAD

İstiklal Marşı mecliste kabul edildikten

sonra Hâkimiyet-i Milliye, Gaye-i Milliye,

Yeni Giresun Gazetesi, Ceride-i Resmiye

gibi yayın organlarında yer almış,

İstanbul’da karton kâğıda dört sayfa

olarak basılmıştır. Âkif’in başyazarı olduğu

Sebilürreşad, marşın seçimi haberini şöyle

vermiştir:

‘’Milletimizin, bütün İslâm âleminin

giriştiği istiklal mücadelesini pek beliğ

(anlaşılır) ve canlı bir surette tasvir ve

terzim eden muhterem üstadımız Mehmet

Âkif Beyefendinin mezkûr marşı, diğer

marşlarla birlikte Büyük Millet Meclisinin

geceki müzakeresinde mevzubahis olarak,

ittifaka yakın bir ekseriyet-i azime ile pek

sürekli alkışlarla kabul edilmiş ve badel

kabul Maarif Vekili Hamdullah Suphi

Beyefendi tarafından meclis kürsüsünden

okunarak meclis yine büyük bir takdir ve

alkış tufanıyla dolmuş idi.’’

17 Mart 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye

gazetesi ise Âkif’in kazanmış olduğu 500

liralık ödülü Dârülmesâi’ye bağışlamasını

haber yapmıştır:

‘’Teberru: Burdur mebusu, şâir-i

muhterem Mehmet Âkif Beyefendinin

Büyük Millet Meclisinde kabul edilen

İstiklâl Marşı için mahsus beş yüz lira

mükafât-ı nakdiyeyi müşarünileyh fakir

İslâm kadın ve çocuklarına iş öğreterek

sefaletlerine nihayet vermek emeliyle

teşekkül eden Dârülmesâi menfaatine

hediye eylemiştir.’’

Âkif’in yakın dostu olan Eşref Edip’in

(Fergan) yazdığına göre, Âkif’in kalmakta

olduğu Taceddin Dergâhında da samimi

bir tören yapılmış ve Âkif tebrikleri kabul

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

34

etmiştir. Kabulünün ardından marş;

Farsça, Almanca, İngilizce, Fransızca ve

Macarcaya çevrilerek basılmış, ayrıca

bizzat Âkif tarafından marşın Farsça bir

çevirisi Ankara’daki Afgan elçisi Ahmed

Han’a sunulmuştur. Bununla birlikte

İstiklâl Marşı mitinglerde, törenlerde

okunmaya başlanmış, bilhassa meclisin

yakınında yapılan I. İnönü zaferi

kutlamalarında Hamdullah Suphi Bey

İstiklâl Marşını binlerce kişiye okumuştur.

Haberi veren gazete şöyle demektedir:

‘’Cemaat fahr u sürurdan o kadar

heyecanlandı ki, bugünkü zafere ait

binlerce neşideler dinlemek istiyordu.’’

İstiklâl Marşı memleketin birçok yerinde

tören programlarına girerken, karikatür

dergilerine de konu olmuştur. Ayrıca

marşın yurtdışı elçiliklerinde de heyecan

uyandırdığı anlaşılmaktadır.

İSTİKLÂL MARŞINA ELEŞTİRİLER

Yazıldığı dönemden beri birtakım

eleştirilere maruz kalan ve zaman zaman

değiştirilmesi dahi teklif edilen İstiklâl

Marşı, Milli Mücadele günlerinin bir

hatırası olarak 94 yıldır korunmakta ve

okullarda, törenlerde, spor

müsabakalarında söylenmeye devam

edilmektedir. Marşa yapılan itirazlar

bestesinden güftesine, seçim usulünden

içeriğine kadar geniş bir yelpaze arz

etmektedir. Marşın bestelenmesine dair

yapılan eleştiriler başka bir yazının

konusu olabilecek mahiyette olduğu için

biz yazımızda bu konuya değinmeyeceğiz.

İstiklâl Marşı seçiminin ardından sıra

marşın bestelenmesine gelmiş, yapılan

yarışma sonucu uygun bir beste

bulunamamıştı. Bunun üzerine bestelerin

Paris Konservatuarı’na gönderilerek

uzman bir heyet tarafından incelenmesi

gündeme geldi. Bu durum bilhassa Türk

bestekârlar nezdinde rahatsızlık yaratınca,

meclis, henüz savaş devam ettiği için bu

meseleyi askıya aldı. Konuyla ilgili 26

Temmuz 1922 tarihli, Karabekir Paşa’nın

Rauf Beye göndermiş olduğu mektup

önemli bilgiler içermektedir. Kâzım Paşa,

İsmet Paşadan çalışmalarının övüldüğü bir

mektup almış, bu mektup ona bir İstiklâl

Marşı yapmak ilhamını vermiştir. Şunu

yazmış ve bestelemiştir:

‘’Ya istiklâl ya ölüm!

Vatanım, milletim, sancağım, evim.

İstiklâlsiz yoktur yerim.

Zincir vurdurur mu Türkler boynuna?

Varlığı fedadır vatan yoluna.

Biz tarihin Türk dediği yılmaz milletiz.

Hür yaşar, hür ölür nurlu ümmetiz.’’

Karabekir’in İstiklâl Marşı, Sarıkamış’ta

onun gözetiminde yayımlandığı bilinen

Varlık dergisinde ve bu dergiden

aktarılarak bir İstanbul gazetesinde de

yayınlanmıştır.

Karabekir Paşa, Rauf Beye yazmış olduğu

mektupta, Âkif’in şiirinin bestelenmesi için

Paris’e gönderilmesiyle ilgili eleştirilerini

sıralar. Ayrıca Âkif’in şiiriyle ilgili de ‘’sert’’

eleştiriler yapar. İstiklâl Harbimiz adlı

eserindeki 26 Temmuz 1922 tarihli

mektubunda; Âkif’in şiirinin milletin

vicdanında çıkacak bir feryat olmadığını,

millete ‘arkadaş’ diye hitap etmenin

milletin şahsiyetini küçülttüğünü, ‘kim

bilir belki yarın’ ifadesiyle millete ‘dişinizi

sıkın’ nasihati verdiğini, bağımsızlığa

kavuşulduktan sonra bu sözlerin bir

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

35

manasının kalmayacağını belirtmiş ve

eleştirilerine şöyle devam etmiştir:

‘’Düşmanlarımız ‘Türkler kabiliyetsizdir,

medeniyet kabul etmez’ diye iddia

ederken milletimizi ‘medeniyet

canavardır’ diye bağırtmak doğru mudur?

Hilale ve Cenabı Hakka münacat kısımları

ilahiye yakışır, marşta maneviyatı kırar.

Hüda, Cüda gibi kafiye hatırı sözleri halk

söylemez. Marşın güftesi de bestesi de

halkın seviye ve harsına göre olmalı. Yoksa

anlamadığı, sevmediği bir şey zorla

söyletilemez. Çıkacak ters sonuç

düşünülmelidir ki, bu sonuç şu olabilir:

Bilenler nefretle karşılarlar, itiraz tufanı

durmaz, herhangi bir marş ağızlarda

dolaşır.’’

Karabekir’e göre bir milli marşın ruhu üç

noktadır: Birincisi, mukaddesatım hürdür,

ikincisi esarete karşı her şeyimi feda

ederim, üçüncüsü de Türklüğün ne

olduğunu tarih de söyler. Karabekir

mektubunda devamla bunların dışında

münacat kısımları ve medeniyetin lehinde

ve aleyhinde söylenen sözleri marşa

yakıştıramadığını belirtmiş ve kendi

yazdığı ve bestelediği marşı da sunmuştur.

Yine aynı kitabında Millet Meclisinin Âkif

Beyin ‘’ilahi’’ gibi şiirini İstiklâl Marşı diye

kabul ettiğini ve Ankara’nın, gerek maarif

programıyla gerekse İstiklâl Marşıyla

dehşetli bir şekilde geriye gittiğini

yazmıştır.

Karabekir’in bu eleştirileri, İstiklâl Marşı

hakkında yapılmış hemen hemen en sert

eleştirilerdir. Yalnız bu eleştirilerin marş

konusunda Âkif’e rakip olan birinden

geldiğini unutmamak gerekir.

İstiklâl Marşına bir diğer eleştiri Rıza

Nur’dan gelmiştir. Hayat ve Hatıratım adlı

eserinde kendisi Ankara’da iken 30 kadar

güfte geldiğini, bunları uzman bir heyet

tarafından incelettireceğini, fakat bu

sırada Rusya’ya gittiği için Maarif Vekili

olarak göreve başlayan Hamdullah

Suphi’nin bunları dikkate almayıp mecliste

Mehmet Âkif’in şiirini okuyup kabul

ettirdiğini yazmaktadır. Ayrıca Âkif’in

şiirinin ağır ve pek monoton olduğunu,

güftesinin pek de iyi olmadığını, Fransız

İnkılâbındaki Marsellaise (Marseyyez

Fransız milli marşıdır.) gibi milli bir eserin

vücuda getirilemediğini söylemektedir.

Dönemin bu iki önemli isminin yanında

marşa içerik yönünde gelen bir itiraz

Nazım Hikmet’e aittir. O, ilk baskısı 1965

yılında Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla

yapılan Kuvâyi Milliye adlı eserinde (8.

Bap), Nurettin Eşfak adlı bir öğretmen

okulu mezunu gencin ağzından İstiklâl

Marşı ile ilgili düşüncelerini sıralar:

“Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak

sökecek.

‘Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al

sancak’.

Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat

zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle

oynıyarak

konuşuyor :

-Bizim İstiklal Marşı’nda aksıyan bir taraf

var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

36

Akif, inanmış adam,

fakat onun, ben,

inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Mesela, bakın :

‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’

Hayır,

gelecek günler için

gökten ayet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz

vaadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum

zaferden sonrasına dair.

‘Kim bilir belki yarın…’”

Marşla ilgili tartışmalar bazı dönemler

çeşitli vesilelerle gündeme gelmeye devam

etmiştir. Vatan Türküsü adıyla bir eser

kaleme alan Zeki Sarıhan, kitabında

bunlarla ilgili birtakım bilgiler verir. Onun

verdiği bilgilere göre, 06.1.1939 tarihli

Tan Gazetesinde Naci Sadullah, Âkif’in

dinci bir şair olduğunu yazdıktan sonra

‘’Bazı mısraları müstesna, İstiklâl Marşını

yaratan şaire o sevgi kadar büyük bir

hürmetim, hatta minnetim vardır’’

demektedir. Yine aynı günkü gazetede

Şefik Celal, İstiklal Marşını okurken

duyduğu heyecanı şairden değil, o günlerin

haşmetinden aldığını belirttir. 1943’te

Behçet Kemal Çağlar, Âkif hakkında şöyle

yazar:

‘’Mehmet Âkif’e gelince; bu, o müstesna, o

yüksek insanlarımızdan ve

sanatkârlarımızdandır ki; milletimizin en

kara günlerinde mısraları imanımızın,

ümidimizin birer remzi halinde

dudaklarımızda yaşamış, kalbimize

hakkolmuştur. (…) Yeni mücadelelerin

yeni marşlarını yazabilecek bir Mehmet

Âkif olabilmek için, onun o yoldaki imanı

kadar asil ve derin bir imanı bu yeni

yollarda duymak ve beslemek lazım

olduğuna inanıyorum.’’

Âkif’in şiirindeki ‘’Medeniyet dediğin tek

dişi kalmış canavar!’’ mısrasına yapılan

eleştiriler yeni değildir. Yukarıda

Karabekir’in eleştirileriyle ilgili bilgi

verirken onun da buna itiraz ettiğini

yazmıştık. Buna dair sıkça yapılan

eleştirilere 1939’da Son Posta gazetesinde

Ercüment Ekrem Talu, şöyle cevap

vermiştir:

‘’Hâlbuki Âkif’in kasteylediği alelade bir

medeniyet mefhumu mudur? Şüphesiz ki

hayır! Onun haklı gayzını tahrik eden, o

medeniyet namına bin türlü zulüm işleyen

camiadan başka bir şey değildir. Ve bugün

siz gelin de medeniyet âleminin tutar

yerini bulursanız ona sahip çıkın (…) Uzak

şarka bakın, Afrika’nın göbeğine,

Akdeniz’in öbür ucuna, Orta Avrupa’ya,

daha yukarıya, daha aşağıya, sağa sola göz

gezdirin. Her tarafta ‘medeniyet’in, Âkif’in

kastetmiş olduğu medeniyetin korkunç ve

sırıtkan çehresini görür ‘’Kan! Kan!’’ diye

haykıran sesini işitirsiniz. (…) Âkif onu tek

dişi kalmış canavar halinde görüyordu,

şimdi ise medeniyet otuz iki dişi ile birlikte

sırıtıyor. Âkif bunu mu telin etmeyecekti?

Yüz fabrikasından doksan dokuzunu

gelecek harpte daha çok adam öldürecek

vasıtalar yapmak için durmadan,

dinlenmeden çalıştıran medeniyeti mi?’’

Yine aynı gazetenin 11.1.1948 tarihli

sayısında ise İsmail Habib Sevük şöyle

yazıyordu:

‘’Medeniyet dediğin tek dişi kalmış

canavar derken, müstevli ve emperyalist

Avrupa’yı ifade ediyordu. Atatürk de onun

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

37

büyük bir şair olduğunu biliyordu. Bunu

İstiklâl Marşına ilişmeyişinden anlıyoruz.’’

Yine bu yıllarda Kemalist düşünce

çerçevesinde yayınlar yapan Yücel dergisi,

Aralık 1937 tarihli sayısında yayımlanan

bir yazıda İstiklâl Marşının sözlerinin

değiştirilmesini istemişti:

‘’Edebiyatımızın en büyük en inanlı

şairlerinden Mehmet Âkif’e takdir ve

hürmetlerimizi bir daha tekrarladıktan

sonra konuşuyoruz: İstiklâl Marşımızın

güftesi; bugünkü telakkilerimiz,

hamlelerimiz ve hedeflerimiz karşısında

geriden sesler halindedir. Birçok mısraları

marş mıdır, dua mıdır fark edilemez

haldedir. Hele, ‘medeniyet dediğin tek dişi

kalmış canavar’ mısrasına ne buyrulur? O

günkü haklı ve köpürmüş gayzın bir

ifadesi, bir tarihi söz olarak mükemmel,

fakat bir marş mısrası olarak hayır. Beste

dünyaya yayıldı. Öğrenmesi pek güç ve

Türk azim ve istiklalini anlatmaya pek

liyakatsiz olmakla beraber onu muhafaza

etmemiz belki lazımdır. Fakat güfteyi

değiştirmekte hiçbir mahzur yoktur, hatta

geç kalınmıştır. Değiştirmek muhakkak

lazımdır, zaruridir kanaatindeyiz.’’

Yücel dergisinin bu girişimi başarısızlıkla

sonuçlandı. Âkif’i ‘’gerici’’ olarak

nitelendirenlerin bile çoğu İstiklâl

Marşında Türk milletinin haklı isyanının

dile getirildiğini, marşın İstiklâl Harbinin

bir anısı olarak korunması gerektiğini dile

getirdiler. Fakat ne yazık ki marş

hakkındaki tartışmalar çeşitli vesilelerle

yeniden gündeme geldi. Bu konuda yapılan

en büyük ikinci tartışma, 1979 yılı öğretim

yılı açılışında ODTÜ’lü bir grup gencin

ayağa kalkmayıp Enternasyonal Marşını

okumalarıyla alevlendi. Aynı günlerde

Milli Selamet Partisinin Konya mitinginde

de marş söylenirken protestoda

bulunulması tartışmalara yol açtı. Bunun

üzerine basın-yayın yoluyla yapılan

eleştirilerin tamamına yakınında İstiklâl

Marşına saygı duyulması gerektiği, marşın

Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizme

karşı verilen bağımsızlık savaşının marşı

olduğu belirtiliyordu.

İstiklâl Marşına bir başka eleştiri de içinde

geçen ‘’ırk’’ ve ‘’millet’’ kelimelerinden

dolayı gelmiştir ve zaman zaman da

gelmeye devam etmektedir. Âkif’in İstiklâl

Marşı’nda kullandığı ‘’ırk’’ kelimesi, köken

itibariyle Arapçadır ve Türkçe karşılığı

‘’soy’’dur. Bu soydan kastın da Türkler

olduğunu söylemeye –zannederim- gerek

yoktur. Âkif, İslâmcı bir şair olduğundan

dolayı kimi gruplar ‘’ırk’’ kelimesinden

kastın ‘’millet’’ demek olduğunu, esas

itibariyle Arapça bir kelime olan milletin

de ‘’din’’ birliğini işaret ettiğini

belirtmektedirler. Ancak şimdiye kadar ne

Arapça'da, ne de Osmanlıca'da ırk sözcüğü

ile "din birliği" ya da "din" vurgusu olduğu

görülmemiştir. Zâten Âkif, milleti

kastedecek olsa idi, bunu ırk sözü ile

yapmazdı. Bir başka grup ise Âkif’in

kullandığı bu ifadeden dolayı İstiklâl

Marşının ırkçı öğeler içerdiğini

belirtmekte ve marşa karşı çıkmaktadırlar.

Oysa Âkif’in bütün Müslümanları bir millet

olarak gördüğünü –ki o milliyet kelimesi

yerine kavmiyyeti kullanır-, İslâm birliğini

savunduğunu, Türkiye’yi İslâm’ın son

kalesi olarak gördüğünü belirtmek gerekir.

Dolayısıyla bu eleştirilerin hiçbir tutar

yanı yoktur. Neticede bu gibi polemiklerin

önünü almak için 1982 anayasasının 3.

maddesine "Türkiye Devleti'nin milli

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

38

marşı 'İstiklal Marşı'dır" bendi

eklenmiştir.

Sonuç olarak, milletlerin derin sancılar

geçirdiği dönemlerde kaleme alınan milli

marşlar, ‘milli mutabakat metinleri’ olarak

korunmalıdır. İstiklâl Marşı, Türk

milletinin ölüm-kalım savaşının isyanını

dile getiren bir hamaset ve belagat

harikasıdır. Dolayısıyla o bize İstiklal

Harbinin yadigârıdır. Nasıl ki bir evlat,

babasının mirasına sahip çıkıyorsa, Türk

milleti de Büyük Âkif’in ve İstiklâl Harbi

kahramanlarının kendisine bıraktığı bu

mirasa sahip çıkmalıdır. Orhan Okay’ın

deyimiyle, ‘’Mehmet Âkif Türk şiirinin

Mimar Sinan’ı, İstiklâl Marşı da

Selimiye’si’’dir. Türk milleti Atatürk’ün

İsmail Habib Sevük’e, İstiklâl Marşı’nın en

beğendiği beytinin “Hakkıdır hür yaşamış

bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka

tapan milletimin istiklâl” olduğunu

söyledikten sonra “bu milletten asla

unutmamasını istediğim mısralar işte

bunlardır.” dediğini unutmamalıdır.

KAYNAKÇA

AYVAZOĞLU, Beşir, İstiklal Marşı Tarihi ve Manası,

Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1986.

HİKMET, Nazım, Kuvâyi Milliye, Yapı Kredi

Yayınları, 16. Baskı, İstanbul, Şubat 2012.

KARABEKİR, Kâzım, İstiklâl Harbimiz, c. 2, Yapı

Kredi Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, Nisan 2012.

NUR, Rıza, Hayat ve Hatıratım, c.3, Altındağ

Yayınevi, İstanbul, 1968.

SARIHAN, Zeki, Vatan Türküsü, T.C. Kültür

Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2002.

OKAY, M. Orhan, ‘’İstiklâl Marşı’’, TDV İslâm

Ansiklopedisi, c. 23, TDVİA Yayınları, İstanbul,

2012.

TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 9.

TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 14.

TBMM I. Dönem Zabıt Ceridesi, c. 23.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

39

BİR AYRILIK BİR YOKSUZLUK

BİR ÖLÜM Canan CAVŞAK

“Derde düştüm dermanımı aradım,

derdimin dermanı yar imiş meğer yâri

ararken yardan ıradım, yardan ayrı

kalmak zor imiş meğer.”

“Yüce dağ başında yanar bir ışık,

düşmüşem derdine olmuşam âşık.”

sözleriyle insanı mest eder türküler. Gönül

mürekkebinden damlayanlar türkülerle

can bulur.

Hayatımızda ne varsa türkülerde de o

vardır; aşk, ölüm, ayrılık, gurbet, hasret,

vatan için şehit düşenler, bahtı kara

gelenler, neşe, mutluluk ve daha birçok

şey. En değerli hazinemizdir türküler;

samimidir, içtendir; eskimezler, yitip

gitmezler, yüzyıllardır türkülerle ağlar,

güler, sevinir, kederlenir, coşarız.

Haritalardaki sınırları aşar türküler;

Yemen’e, Selanik’e, Kerkük’e uzanır kimi

zaman. Tarihin de yakın tanığıdır türküler;

Yemen’e gidip dönmeyenleri, Bağdat’ın

kapısını açan Genç Osman’ı, Çanakkale

içinde vurulan kınalı kuzuları, Sarıkamış’ta

kar altında yatan Mehmed’i söyler.

Tezenenin sazın teline vuruşuyla, davulun

tokmağının çırpısıyla uyumuyla, zurnadan

gelen haykırışla, kavalın feryadıyla bütün

duygular kulaktan girip ruhun

derinliklerine ulaşır. Türküler Anadolu

insanının ruhundan doğar ve Türkçe’den

beslenir. Yavuz Bülent Bakiler şunları

söylemiştir türkülerimiz için:

“Türkülerimiz, dilimizin çiçek açması,

meyve vermesidir. Acaba bir dil, türküsüz

nasıl yaşar? Türkülerini sevmeyen bir kişi

nasıl Türk kalabilir? Bir millet türküsüz

olabilir mi? Ah bizim kınalı, ah bizim allı-

pullu türkülerimiz… Onlar bizim boy

aynamız, vekârımız, şah damarımızdır.

Adımız, andımız, maksadımız, ağız

tadımızdır. Bütün dünyayı güzelleştiren

sesimizdir bizim… Yüzyıllardan beri

Altaylar’dan Tuna’ya uzayan nefesimizdir.

Anadolu toprağını biraz da onlarla vatan

yaptık. Dağımıza, bağımıza, havamıza,

suyumuza onlarla nakış vurduk.

Sevdamızı-öfkemizi onlarla duyurduk.

Acımızı-sevincimizi onlarla dile getirdik.

Gidenlerimizi onlarla uğurladık,

gelenlerimizi onlarla kucakladık. Bu

bakımdan türkülerimiz bizim sedef

çerçeveli boy aynalarımızdır.” (1).

Doğal olmasının yanında sözleriyle

söyleyeninin içinden taşanları zamana

meydan okuyarak bizlere ulaştırır, bir ulu

çınar gibi dimdik ayakta durur türküler.

Şiirin hasını ayak seslerinde tanıyan Bedri

Rahmi Eyüboğlu ise şöyle söyler:

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

40

“Ne zaman bir köy türküsü duysam,

şairliğimden utanırım…

Ah bu türküler, türkülerimiz, ana sütü gibi

candan, ana sütü gibi temiz

Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla,

köyümüz köylümüz memleketimiz…

Ah bu türküler, köy türküleri,

Dilimizin tuzu biberi…”

Yurdumun her köşesi, bilhassa bozkırlarda

hafiften bir rüzgar eser türkülerin

sesinden. Gesi bağlarından, Kütahya’nın

pınarlarına; Urfa dağlarından, Karadeniz

yaylalarına uzanır ve sabahın seherinde

Ankara’nın ayazında şu dizeler takılır

aklıma;

“Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş

idi,

Üstüm yağmur, altım çamur yine de

gönlüm hoş idi…”

Bir gönüle aşk girince yürek yaralar, cam

kırığı gibi batar türküler, bazen de hasretle

yanan gönüllere su serper, nazlı yardan

haber getirip dertlere derman olur

türküler. Yazları kışa çeviren Leyla’ya, ahu

gözlü bir dilbere vurulan, halis gevheri

yarda bulan bir garibin; bahtı ervah-ı

ezelden kara yazılan, yarinden yar

diyarından ayrılan aşıkların kaleminden

dökülenler dillerden düşmez olur; ama

aşık, bir yandan da açılan yarasına bir

merhem aramaya devam eder; belki

derdimize çare bir çiçek…

Anadolu insanı gerçek hayatta yapamadığı

birçok şeyi de sürrealist bir yaklaşımla –

ancak sanatsal bir kaygıyla değil de ruh

dünyasının yansıması olarak- türkülerinde

yapmıştır. Bir of çekerek dağları devirmiş,

yarini keklik, ceylan yapmış, mandayı

söğüt dalına çıkarmış; bülbül, turna veya

sunaya derdini anlatmıştır. Çoğu zaman

sevgilinin gözleri ceylana, boyu sunaya-

selviye, kaşları yay-hilal-kalem veya

kemana, kirpikleri ok, burnu fındık, yüzü

ise güneşe-aya benzetilmiştir. Türk

kültürü için önemli bir yere sahip turna ile

sılaya selam göndermiştir (2);

“Allı turnam bizim ele varırsan

Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle.

Eğer bizi sual eden olursa

Boynu bükük, benzi soluk yar söyle…”

Turna gibi seher yeli de nazlı yar ile

arasında aracı olmuştur; “Seher yeli nazlı

yâre, bildir beni bildir beni…”

Bülbül ile dertleşmiş;

“Neden garip garip ötersin bülbül,

Yoksa sen de bahtı kareli misin?

Bilmem feryat edip coşarsın bülbül,

Sen de benim gibi yareli misin?”

Bülbülün güle aşkını kendi aşkına

benzetmiştir;

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

41

“Bülbülün gül için zar-ı misali

Kerem’in bağrının nar-ı misali

İnler garip gönlüm arı misali

Tadına doyulmaz balımsın benim.”

Aşkın çaresizliğini, çekilen ıstırabı

anlatmak için de Leyla ile Mecnun, Kerem

ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikâyelerine

başvurulmuştur çoğu zaman;

“Mecnunum Leylam’ı gördüm

Bir kerece baktı geçti

Ne sordu ne de söyledi

Kaşlarını yıktı geçti.”

“Aslı isen Kerem’i bul

Derde derman vereni bul

Garip gibi viranı bul

Sar beni beni beni.”

“Eyüp dert elinden ne hale gelmiş

Hüseyin aşkına başını vermiş

Ferhat Şirin için dağları delmiş

Nesimi yüzülmüş yarin aşkına.”

Sözün özü, türkülerin yeri hep ayrı

olmuştur bizim için; çünkü türküler Türk’ü

söyler, Türk’ü yansıtır. Hayatın acı tatlı

bütün anları, en saf halleriyle yansır

türkülere. Sevdalarımızı, hasretlerimizi,

sevincimizi, üzüntümüzü taşır heybesinde.

Bu yüzdendir vazgeçilmez oluşu.

Birbirinden kıymetli o kadar çok

türkümüz, aşığımız var ki hepsini birden

anlatmaya sayfalar yetmez. Bizlere bu

kıymetli mirası bırakan, bu dünyadan

göçüp giden, gönül telimizi titreten tüm

ustaların ruhları şad olsun.

Türkülerden söz edip de benim için yeri ve

değeri -birçok kişi için de öyle olduğunu

düşündüğüm- apayrı olan büyük usta

Neşet Ertaş’ı elimizden geldiğince

anmamak olmaz.

Neşet Ertaş diplomayla olunamayacak

kadar iyi bir sosyologdur. “Can yakıp da

kalp kırma, senin de gül benzin solacak bir

gün, her canlının kalbi Allah’a bağlı, herkes

ettiğini bulacak bir gün.” sözü bunun en

güzel örneklerinden biridir. Böyle

cümlelerin kaynağı eğitim değil, şu yalan

dünyada geçen çileli bir ömürdür. Varlık-

yokluk için ise şöyle söylüyor: “Biz

doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığı

görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim.”

(3). İşte yoksuzluk dediği şey tam da

budur.

Neşet Ertaş’ın bu kadar kıymetli olmasının

sebeplerinden biri, abdal geleneğinden

geliyor olmasıdır (4a). Babası Muharrem

Ertaş’ın “sazımın emaneti” dediği Neşet

Ertaş babasından gördüklerini kendine

has bir tavır ve üslupla harmanlamıştır.

Neşet Ertaş babasından aldığı emanetin

hakkını verir ve gönlünün emrinde

yürüyen parmakları bağlamanın teline

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

42

vurdukça insanı başka diyarlara alır

götürür.

Bir diğer önemli yönü ise Anadolu insanı

olarak taşıdığı duyarlılık ve aldığı

terbiyenin onun ruhuna yansımasıdır.

Yoksullukla, zorluklarla geçen ömrü onun

insan sevgisini azaltmamıştır. “Gönülden

gönüle bir yol vardır bilinmez.” diyerek bir

iletişim formülü vermiştir aslında (4b).

Tam bir gönül adamıdır; ama gariptir,

garip gönüllüdür. Şahit olduğu bir olay

üzerine yazdığı ilk bestesi olan “anam

ağlar başucumda, oturur köy odasında”

diye başlayan türkü için babasına bu

türküye ne diyeyim dediğinde baba

Muharrem Ertaş; “Bize garip derler, zaten

gönül de garip.” der. Ondan sonra da Neşet

Ertaş bütün türkülerinde garip mahlasını

kullanmaya başlar (5a).

Gariptir, bütün abdallar gibi çalgıcılık

dışında bir iş bilmez. Bir gün bir kıza gönül

verir, babasını dünür gönderir. Kızın

babası ancak göçebelikten cayıp yerleşik

bir hayata geçerse olur der;ama , kızını

vermek istemez. Dillere pelesenk olmuş

bir sözün anlamını o gün daha iyi öğrenir

Neşet Ertaş. Neşet Ertaş bu durumu şöyle

anlatıyor: “Kızın gönlüne bırakırsan ya

davulcuya ya zurnacıya diyerek bizi

aşağıladılar. Bu günahtan kurtulması lazım

bu memleketin.” ve ekliyor: “Yarin aşkıyla

arttı hep derdim, babamı bir yare dünür

gönderdim, başlığı çok istemişler haberini

aldım, istemiyorsan yarim bildir.” (5b).

Doğuştan aşık olduğunu, 13-14 yaşlarına

gelene kadar bazen Kerem bazen Mecnun

olduğunu söyleyen Neşet Ertaş, hayatının

akışını değiştirecek aşka Ankara’da düşer

ve türküler yaktığı Leyla’sına kavuşur (5c).

O Leyla’sında hem Leyla’sını hem

Mevla’sını arar. Gençliğinde Leyla’sına

yazdığı türküler olgunluk döneminde

Mevla’sına yönelir (6a).

“Neşet için aşk, insan olmakla özdeştir.

Ona göre insan, aşık olunması ve aşık

olması zorunlu varlıktır. Önemli olan

insanın bunu fark edebilmesidir. Bunu fark

edemeyen insani niteliklerinden yoksun

olarak sürdürür yaşamını ve bu kimsenin

bir ottan ya da hayvandan farkı yoktur.

‘Ben aşığım, sevgiyi kendimde, özümde,

ruhumda, beynimde, fikrimde, aklımda,

mantığımda aradım; insanda buldum

sevgiyi…’ ” (6b).

Neşet Ertaş ile Leyla Ertaş 10 yıl süren

evliliklerinin ardından ayrılırlar. Bu ayrılık

Neşet Ertaş’ı sanatının zirvesine çıkarır ve

en güzel türkülerini o zaman söyler;

kendim ettim kendim buldum, hata benim

günah benim suç benim, evvelim sen oldun

ahirim sen, yazımı kışa çevirdin.

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

43

“Son nefesime kadar sizlerleyim,

ayaklarınızın turabıyım, gönüllerinizin

hızmatçısıyım, dertlerinizin ortakçısıyım.”

diyen Neşet Ertaş için ayrılık vakti yaklaşır

artık. Bir türküsünde “insan ölür amma

uruhu ölmez” diyen Usta, ölümün tensel

bir ölüm olduğunu da bilir.

Doğduğu yer itibariyle hem garipti hem de

gurbetteydi; ama artık göçebelik ve gurbet

bitmişti. Sevdasıyla olgunlaşan türküleri

ve bozlakları onu ulaşılması gereken yere

çoktan ulaştırmıştı ve kara taşa hazır

olmanın rahatlığındaydı, bir kez daha

söyledi Usta (6c):

“Bakılmaz mı gözden dökülen yaşa,

Gör ki neler geldi bu garip başa,

Hasret etti bizi kavim gardaşa,

Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm.

Nice sultanları tahttan indirir,

Nicesinin gül benzini soldurur,

Nicesini gelmez yola gönderir,

Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm.”

Kaynaklar:

1. Bingöl, İ. (2010); “Bu İsimsiz Paramparça

Türküler” iç. Ay Vakti Düşünce-Kültür ve Edebiyat

Dergisi

2. Kurt, N. (2011); “Türkülerin Anlam Dünyası –

Türkü Metinlerinde Sürrealist Yaklaşımlar ve

Benzetmeler” Malatya Türk Halk Müziği

Sempozyumu Bildirisi

3. Yıldırım, F. (2014); “Bu Bir Neşet Ertaş Yazısı”

4. Dağtaşoğlu, E. (2012); “Okan Murat Öztürk:

‘Neşet Baba Türkiye İçin Bir İnsanlık Dersidir.’ ”

5. Can Dündar, Garip: Neşet Ertaş Belgeseli

6. Çiçek, D. (2012); “Neşet Ertaş; Leyla'dan

Mevla’ya Bir Garibin Gönül Yolculuğu” iç Dünya

Bülteni

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

44

millikanal.com

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı 39 - Nisan 2015

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.