Gencay Dergisi - Sayı 41 - Haziran 2015
-
Upload
gencay-dergisi -
Category
Documents
-
view
231 -
download
6
description
Transcript of Gencay Dergisi - Sayı 41 - Haziran 2015
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 4 Sayı 41 - Haziran 2015
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
İLAÇ ATIKLARININ ÇEVRE VE İNSAN SAĞLIĞINA ETKİSİ / Ahmet Doğan ERGİN
ENERJİNİN MEZAR TAŞLARI / Fatma Özge ÖZDEMİR
TÜRKİYE’DE İMAR RANDI VE ÇEVRE KATLİAMI/ Mehmet HUN
3. DÜNYA ÜLKELERİNDEN GELİŞMİŞLERE DOĞAL KAYNAK AKIŞI / Canan CAVŞAK
ÖDEMİŞ’İN ALTINI: PATATES / Fatma Özge ÖZDEMİR
TARIMSAL ÜRETİM VE ÇEVRE KİRLİLİĞİ / Yrd. Doç. Dr. Peiman MOLAEİ
KAYBOLAN ÇEVRE DUYARLILIĞIMIZ / Ertuğrul Kaan ÇAM
İNDEPENDENTA TANKER KAZASI / Çağhan SARI
KİTAP TANITIMI: KÜRESEL ENERJİYE YÖN VEREN GÜÇLER / MİLLİ KİTAP
GENCAY
1
İLAÇ ATIKLARININ ÇEVRE VE İNSAN
SAĞLIĞINA ETKİSİ
Ahmet Doğan ERGİN
Gelişen teknoloji, hayatın birçok alanına
getirdiği büyük kolaylıklarının yanında
bazı zararları da beraberinde
götürmektedir. Özellikle artan nüfus,
kentleşme, hastalıklar, üretim ve tüketim
bizleri ilaç ve kimyasal kullanmaya
zorunlu hale getirmektedir. Kullanılan bu
ilaç ve kimyasallar sonucu meydana gelen
atıklar; çöp döküm alanları, üretim ve
tüketim sonucu doğaya karışan atık sular,
toprağa karışan kimyasallar ile çevre ve
insan sağlığı açısından çok büyük tehdit
oluşturmaktadır.
Amerikan Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA-
Environmental Protection Agency) yaptığı
tanıma göre
• Yanıcılık
• Korozivite (pH<2 ve pH>12)
• Reaktivite (su ile reaksiyon verebilen,
şoklara hassas)
• Toksisite
özelliklerden en az birini içeren maddeler
tehlikeli atık olarak adlandırılmaktadır.[1]
Buna göre toksisite ve reaktivite
gösterebilmelerinden dolayı ilaçlar da
tehlikeli atık grubuna dahil olmaktadır.
Tehlikeli atık sayılan ilaç ürünleri akut
olarak toksik olup olmamasına göre P
(akut) ve U sınıflarına ayrılmıştır. Aşağıda
bazı ilaçlar ve yer aldıkları listeler
gösterilmiştir.[2]
P
Listesi
U
Listesi
Arsenik
trioksit
P012 Mitomisin C U010
Epinefrin P042 Klorambusil U035
Nikotin P075 Daunomisin U059
Nitrogliserin P081 Rezorsinol U201
Fizostigmin P204 Kloralhidrat U034
İlaç Atıklarının Ekolojiye Etkileri
İlaçlar genel olarak veteriner ve beşeri
ilaçlar olarak ikiye ayrılır. Veteriner
ilaçları; hayvan hastalıklarında, yemlerde
ve hayvan verimini artırmada; beşeri
ilaçlar ise beşeri hastalıklarda
kullanılmaktadır. Bu ilaçlar kanalizasyon
suyu ve katı atıklar ile akarsu ve toprağa
karışarak ekosisteme verilir. Atılan bu
atıklar sulara karışarak, içme sularımıza
yada toprağa geçerek yediğimiz bitkilere
geçebilerek ciddi hasarlara neden
olabilmektedir. Bu sebeple başta ağrı
kesici-ateş düşürücü ve antibiyotikler
olmak üzere, beta blokörler, kolesterol
ilaçları, sitotoksik kanser ilaçları
ekosisteme karışıp risk oluşturabilecek
başlıca ilaç gruplarındandır.
Kullanılmayan veya raf ömrü dolan ilaçlar
çöp kutusuna ya da tuvaletlere dökülerek;
topikal kullanılan ilaçlar banyo ile sularına
karışarak; oral alınmış ilaçların büyük
kısmının vücutta metabolize olmadan
idrar ve feçesle atılmak suretiyle
GENCAY
2
kanalizasyon suyuyla ekosisteme
geçmektedir.
Bu ilaçlar daha çok evsel ilaç atıkları adı ile
anılmaktadır. Toplumda bu tür atıklara
klasik çöp muamelesi yapılmaktadır. Genel
olarak Türkiye’de imha ise tuvaletler
aracılığıyla şehir kanalizasyon sisteminde
birikerek ya da çöp kutularına atılarak
insan ve hayvan sağlığı için büyük risk
oluşturmaktadır. İmha bu konuda hizmet
veren eczaneler aracılığıyla ya da
belediyenin bu konuda yaptığı çalışmalarla
gerçekleşmelidir.
Türkiye’de ise atık yönetimi belediyelerin
sorumluluğundadır. Belediyeler, tıbbi atık
yönetimini ‘’Tıbbi Atık Kontrol
Yönetmeliği ’’’ne (1993) göre yapmaktadır.
Bu yönetmelik atıkların toplanması, nakli
ve geri dönüşümünü içermektedir.
Tıbbi ilaçların doğaya karışma ve etkilerinin şematize hali
Yukarıda bahsedilen ilaçların imhasını
standardize etmek için Çevre Koruma
Ajansı (EPA: U.S. Environmental
Protection Agency), HHS (Department of
Health and Human Service) ve Beyaz Saray
Ulusal Uyuşturucu Kontrol Yönetmeliği
(ONDCP: The White House Office of The
National Drug Control Policy) ortak bir
çalışmayla 2007 yılında reçeteye tabi
ilaçların imhası üzerine bir yönetmelik
yayınlamışlardır. Bu yönetmeliğe göre
ilaçların nasıl imha edileceği bir düzene
sokulmuştur. Bu çalışma başta suistimale
açık opioid grubu analjezikler üzerine
yapılmıştır.
Yukarıda sayılan tüm ilaç gruplarının
ekosistemde birikmesi insan ve hayvan
sağlığı için ciddi bir tehlike
oluşturmaktadır. Fakat özellikle
kullanım/etki oranı gün geçtikçe artan
antibiyotikler, üzerinden en çok durulması
gereken ilaç gruplarındandır.
Antibiyotikler, mikroorganizmanın
büyümesini durduran veya onları öldüren
etkili biyoaktif maddelerdendir.
Bu ilaçlar vücutta düşük bir miktarı
değişecek şekilde metabolize olduktan
sonra kalanı idrar veya dışkı ile arıtma
tesislerine ulaşır. Arıtma tesisine ulaşan
ilaçların birçoğu burada giderilemez.
Özellikle suda çözünebilen (polar)
metabolitler bu yöntemle giderilemez.
Çünkü arıtma için kullanılan karbon
adsorbsiyon yöntemi hidrofobik (suda
çözünmeyen) etkileşimden yürür ve suda
çözünen maddelerin arıtımı sağlanamaz.
Sonuç olarak sular ve çevre kirlenir.
Özellikle bazı antibiyotiklerin yarı
ömrünün uzun olması nedeniyle uzun süre
doğada kirlilik kaynağı olarak kalıp, su
kirliliğinden öte suda yaşayan hayvanları
da olumsuz yönde etkilemektedir.
GENCAY
3
İçme sularımızda ve yediğimiz canlılardaki
antibiyotik kalıntılarının getirdiği en
büyük problemlerden biri ise bakterilerde
gelişen antibiyotik direncidir.
Antibiyotik direnci, belirli bir antibiyotiğe
karşı direnç, söz konusu antibiyotiğin
tedavi dozunda dirençli bakterileri
öldüremediğini veya çoğalmalarına engel
olamadığını ifade etmektedir. Bu ise
dünyayı tehdit eden çok ciddi global bir
sorundur. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı
araştırmaya göre dünyanın tüm
ülkelerinde bakterilere de direnç
gelişmekte ve eğer yeni antibiyotikler
bulunmazsa, mevcut antibiyotiklerin etki
etmeyeceği ve basit bir enfeksiyon sonucu
ölümler yaşanabileceği vurgulanıyor. Bu
kapsamda özellikle grip gibi basit
rahatsızlıklarda bile antibiyotik kullanılan
ülkemizde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz
Kurumu’nun ‘’Akılcı İlaç Uygulamaları’’
kapsamında antibiyotik kullanımının
sınırlandırılması üzerine çalışmalar devam
etmektedir. Fakat antibiyotiklerin
çevredeki zararları konusunda yürütülen
bir çalışma bulunmamaktadır.
Bu kapsamda gönüllü eczacıların kurmuş
olduğu ÇEKOOP (Çevreci Eczacılar
Kooperatifi) önemli görevler
üstlenmektedir. ÇEKOOP, ilaç üzerinde
doğrudan sorumluluğu bulunan
eczacıların 'evsel nitelikli atık ilaçlar'ın
toplatılıp imha ettirilmesi konusunda
örgütlenmesi ile 31.08.2010 tarihinde
İzmir'de kurulan, özellikle halkın elinde
kalarak çöp ve kanalizasyon sistemlerine
karışan ve büyük ölçekli çevre kirliliğine
sebep olan atık ilaçların toplanarak,
lisanslı tesislerde bertarafını sağlamak
amacıyla kurulan, gelinen noktada
eczacılık ve çevre ile ilgili çalışmalarda
bulunan bir meslek örgütüdür.
Evsel atık ilaçları toplamak konusunda
yerel ve ulusal anlamda ilk ve tek
uygulayıcı olan ÇEKOOP, üye / ortak
eczaneler ile çalışan, kar amacı gütmeyen,
eczacılık mesleği ve çevre ile ilgili projeler
üreten bir eczacı kooperatifidir. Ülkemizde
öncü olan bu kurum toplumda bilinç
oluşturmak adına çok önemli bir adımdır.
ÇEKOOP Neler Yapmaktadır?
• Türkiye genelinde ÇEKOOP’ a üye olan
eczanelerin atık ilaçlarının toplanarak
lisanslı imha tesislerinde bertaraf
edilmesini sağlamak,
• Doğada %100 çözünen bio torbaların,
doğal içerikli ve çevreye dost ürünlerin de
eczanelerde daha fazla kullanılmasını
sağlamak amacıyla kooperatifler ve eczacı
odaları aracılığıyla satışını yapmak,
GENCAY
4
• Atık kâğıt, pil ve elektroniklerin,
gönüllü kurum ve kuruluşlardan, eczacı
odalarından ve yine üye eczanelerden
alınarak geri dönüşüme katkı sağlamaya
çalışmak,
• Görme engellilerin için “Engelsiz İlaç”
projesi
• Yeni oluşturulan “İlaç dedektifleri”
projesi ile 5, 6. ve 7 sınıf öğrencilerine,
akılcı ilaç kullanımı ve atık ilaç konusunda
eğitimler vermek
Doğa, bozkır geleneğinden gelen Türkler
için çok önemlidir. Türkler, geleneklerinde
hayvana, doğaya yapılan kötülüklerin
tanrılar tarafından cezalandırılacağına
inanmış, doğanın canlanışını Nevruz
bayramıyla birleştirmişlerdir. Oysa ki
ataları doğanın canlanışını kutlayan bir
toplum şimdi çevresel bilinçten
yoksundur. Bunun nedenlerine bakacak
olursak en büyük neden Türklerde
toplumsal mülkiyetten çok bireysel
mülkiyet daha önemli olmasıdır.
Bu ise özellikle yerleşik hayata geçen
Türklerde çevre bilincini sekteye uğratmış,
gerek çevre kirliliğinde gerekse
ekosisteme zarar verebilecek
faaliyetlerden geri durulmamıştır. Fakat
elimizde başka dünyamız yok ve biz bu
dünyamıza, evimize sahip çıkmaz, ona
zarar verirsek yaşayabilecek yerimiz
kalmayacaktır. İlişkilerde olduğu gibi
çevre konusunda da unutmamamız
gereken bir söz var: “Açtığın her yaradan,
hesap sorar yaradan”...
Kaynakça
1.http://www.dtsc.ca.gov/HazardousWaste/upload
/HWMP_DefiningHW111.pdf
2.http://water.epa.gov/scitech/wastetech/guide/up
load/unuseddraft.pdf
3.http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs19
4/en/ who
4. Şahan Saygı, Dilek Battal, Nefise Özlen Şahin,
Çevre ve insan sağlığı yönünden ilaç
atıklarının önemi
5. Murat TOPAL, Gülşad USLU, E.Işıl ARSLAN TOPAL,
Erdal ÖBEK; Antibiyotiklerin Kaynakları ve Çevresel
Etkileri
GENCAY
5
ENERJİNİN MEZAR TAŞLARI Fatma Özge ÖZDEMİR
ABD, atom enerjisinden barışçıl enerji elde etmenin,
artık geleceğin hayali olmaktan çıktığının
farkındadır. Hayata geçirilebilirliği kanıtlanmış olan
bu kabiliyet, bugün ve şimdi buradadır. Dünyadaki
bütün bilim insanlarının ve mühendislerinin elinde,
yeterli miktarda atomlarına parçalanabilir madde
olsa, kim bu kabiliyetin hızlı biçimde evrensel,
verimli ve ekonomik bir kullanıma
dönüştürüleceğinden şüphe edebilir ki…
ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower, Barış İçin Atom
Konuşması’ndan (8 Aralık 1953)
Çok değil bundan birkaç yıl öncesine kadar
nükleer enerji bizlere çok uzak bir enerji
kaynağı idi. Korkularımız, endişelerimiz
vardı enerji üretimine dair. Yaşanılan
Three Mile Island ve Çernobil gibi kazalar
nükleer enerji sektöründe gerilemeye
neden olmuşlardı. Fakat bilindiği üzere
enerji vazgeçilemez bir değer günümüzde.
Makineleşen dünyada bu değere olan
ihtiyaç her geçen gün katlanarak
artmaktadır. 19. yüzyılın sanayi devrimi
kahramanı kömür, 20. yüzyılın teknoloji
devrimi kahramanı petrol ve 21. yüzyılın
kahramanı ise nükleer enerji olmaktadır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bunlara
“bedava” elektrik ümidiyle eklenen
uranyum 1974 petrol şokunun da etkisiyle
yüzlerce santral kurulmasına neden oldu.
Canlılar nasıl enerjiye ihtiyaç duyup almak
istiyorlarsa ülkelerin de enerjiye
ihtiyaçları vardır. Bu yüzden ülkeler
yeraltı ve yer üstü zenginliklerine göre
enerjiyi kendileri üretebildikleri gibi başka
ülkelerden satın da alabilirler. Enerjiyi
üretmenin birçok yolu vardır. Örneğin;
fosil yakıtlardan elde edilen enerji,
hidroelektrik santrallerinden elde edilen
enerji, jeotermal enerji, yenilenebilir enerji
gibi belli başlı enerji üretilen
yöntemlerdir. Bu yöntemler arasından
yenilenebilir enerji kaynakları çevre dostu
olma özelliği taşımaktadır. Bu yüzden
günümüzde nükleer enerji ile
kıyaslanmakta ve tercih edilmesi gereken
yöntem olarak gösterilmektedir.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim
kapasitesi
Yenilenebilir enerji kaynakları güneş,
biokütle, rüzgâr, gel-git, dalga enerjisi gibi
kaynaklardır. Fakat bu kaynakların ne
denli yararlı ya da zararlı oldukları henüz
netlik kazanmamıştır. Bu yüzden
avantajları olduğu gibi dezavantajları da
bulunmaktadır. Fosil yakıt kullanımı hava
kirliliğine sebep olurken yenilenebilir
enerji kaynakları istenilen verimi
göstermemektedir. Böyle verimsiz
çalışmaları enerji talebinin çok az
miktarını karşıladığı için makineleşen
dünyada tercih edilmemektedirler. Bütün
bu saydığımız özelliklerin yanında nükleer
enerji bir deva olarak gösterilmekte ve
“verimli temiz enerji” olarak
bilinmektedir. Nükleer enerji “temiz” bir
enerji kaynağı olarak vurgulanmasının
yanında siyaset için cazip ve albenili bir
seçenektir.
GENCAY
6
Peki nükleer enerji neden temiz enerji
olarak vurgulanmaktadır? Bu enerjinin
olumsuz yanları yok mudur? Nükleer
santraller kömürle çalışan elektrik
santrallerine oranla yüzde 60 daha az katı
atık üretmektedirler. Ve ürettiği katı
atıklar kömür santralleri gibi etrafa cıva,
kadmiyum, kurşun, arsenik vb. maddeleri
yaymamaktadırlar. Çünkü nükleer atıklar
muhafaza alanlarında depolanıp
mühürlenirler. Tehlikeli ve uzun ömürlü
bu atıklar insanlarla temas etmeyecek
şekilde saklanırlar. Prosedür gereği böyle
yapılması gerekir. Fakat yüksek sıcaklığa
sahip uranyum çubuklarının gömülmesi ve
yer altında soğuması çok uzun yıllar
almaktadır. Bu süre zarfında uranyum
çubukları aktivitesinden hiçbir şey
kaybetmeyecektir. Atıklar zehirliliğinin
600 yıl sonra kaybetmektedir. Herhangi
bir temasta radyoaktif madde yayması
kaçınılmazdır. Ülkemizde ve diğer
ülkelerde bu çubukları gömecek alanlar
belirlenip, sıkı denetim altında
tutulabilecek midir ya da tutuluyor mudur
büyük bir merak konusudur.
Kaynakların çıkartmış olduğu karbon dioksit
miktar tablosu
Diğer taraftan kömür santrallerinin külleri
çöp depolama alanlarında korunaksız bir
şekilde muhafaza edilmektedir. Çünkü bu
küller insan sağlığını tehdit edici bir unsur
olarak görülmemektedir. Tehlikeli atık
sınıfında sayılmayan bu küller baraj
inşaatlarında ve kentsel dönüşüm
kapsamında yeniden inşa edilen binalarda
harcın içine karıştırılarak
kullanılmaktadır. Bu yüzden insanoğlunun
yaşadığı evleri ya da içme suyu biriktiren
barajları kanserojen madde saçmaktadır.
Son yıllardaki kanser vakalarının
artmasının sebeplerinde birisi de budur.
Bu yüzden nükleer enerji daha cazip
gelmekte ve prosedüre uygun talimatlarla
yapılacak atık bertarafı ile seçilen yöntem
olmaktadır. Fakat bilindiği gibi kâğıt
üzerinde yapılan bütün planlar gerçek
hayata olduğu gibi aksettirilmemektedir.
Uzmanlar bu verilere dayanarak doğru
atık bertarafının henüz çözüme
kavuşmadığını vurgulamıştır. Nükleer
atıklar nasıl bertaraf edilmeli kesin
sonuçları yoktur. Enerji güvenliğinin
sorgulandığı bu sektörde, insanoğlu çevre
kirliliği ve ulusal güvenlik arasında bir
tercih yapmak zorunda bırakılacaktır.
Nükleer enerji olgusu büyümeye devam
eden ticari bir sektör halini almıştır.
Dünya ölçeğinde ülkeler arasında inceleme
yaptığımızda Fransa ve Litvanya’da
%70’den fazla, Japonya, İsviçre,
Macaristan, Ermenistan gibi ülkelerde ise
%30’dan fazla enerji ihtiyacı nükleer
enerji tarafından karşılanmaktadır.
Uzmanlar nükleer üretimin gelecek
yıllarda az da olsa düşüşe geçeceğini
vurgulasa da dünya bu tahminlere kulak
tıkamakta ve yeni reaktörler inşa
etmektedir. Ve bu reaktörler de henüz
nükleer santrale sahip olmayan Bangladeş,
Mısır, Endonezya ve Türkiye gibi
gelişmekte olan ülkelere kurulmaktadır.
Verilerden elde edildiğine göre yeni
tesisler en çok Asya’da hızlı gelişim
göstermektedir. Batı’da ise bu gelişim
daha yavaş seyretmektedir.
GENCAY
7
Ülkelerin nükleer reaktör sayısı ve enerji
üretimi tablosu
Peki, ya nükleer santraller için gereken
yakıt nasıl temin edilecektir? Sadece
uranyum cevheri eldeki tahminlere göre
mevcut var olan rezervlere göre 70-80 yıl
arasında yeteceği söylenmektedir. Peki,
daha sonrası ne olacak? Hangi kaynaklar
kullanılacak? Bu konuda gelişen dünyanın
bir planı var mıdır? Yeni yapılan reaktörler
işin içine girdiğinde bu hesaplar değişecek
mi bilinmemektedir. En büyük uranyum
cevheri rezervleri; Avustralya (%23),
Kazakistan (%15), Rusya (%10), Kanada
(%8), Güney Afrika (%8), ABD (%6),
Brezilya (%5)’da bulunmaktadır.
Bilindiği gibi nükleer enerji santrali
inşaatları son derece maliyetli olmaktadır.
Yapımı olduğu kadar tesis ömrünün
dolmasından dolayı sökümü de bir o kadar
maliyetlidir. Kurulumu yıllar alan nükleer
enerji santralleri işletmesinin ve
bakımının düşük maliyetli olması
nedeniyle ve yüksek kapasite ile
çalıştıklarından ilk maliyetine göre
avantajlı kabul edilmektedirler. Fakat bir
nükleer santralin ekonomik anlamda
rekabet edebilmesi için çeşitli faktörler
gereklidir. Bunlar:
1. Enerjiye olan talebe
2. Alternatif yakıtların varlığına ve
maliyetine
3. Ülkenin nükleer enerjiye yatırım
yapabilecek düzeyde bir ekonomiye sahip
olmasına
4. Çevresel kısıtlamalara
5. İşçilik ve malzeme maliyetlerine
6. Devlet desteğine bağlıdır.
Bu saydığımız faktörler arasından en
önemli olanı devlet desteğidir. Nükleer
enerji günümüzde siyasi bir araç olarak
kullanıldığından devlet desteği çok
önemlidir.
Kömür santrallerinin atık miktarı
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) tarafından
özetlenen birkaç çalışmaya göre, yatırım
maliyetleri tesis ömrüne bölündüğünde
nükleer santrallerin ürettiği elektrik, fosil
yakıtlarla çalışan santrallerin ürettiği
elektrikten çok daha az pahalıdır. Ama
iklim değişikliği faktörü bu tabloyu büyük
ölçüde değiştirebilir. Fakat karbon
salınımı planı bu hesapları baştan aşağıya
değiştirir. Çünkü karbon yakalama ve
depolama teknolojisi masraflıdır. Bu da
hesaba eklenirse nükleer enerji daha
ucuza mâl edilmektedir.
GENCAY
8
Nükleer Enerji Nedir?
Nükleer enerji, bu günlerde kamuoyunu
hayli meşgul eden atomun çekirdeğinden
elde edilen bir enerji türüdür. Nükleer
kelimesi, İngilizce nücleus adının
sıfatlaşmış halidir. Nükleer enerjinin
esasını oluşturan atom eski Yunanca
kökenli olup, parçalanmaz anlamına
gelmektedir. Atom minerallerin en küçük
parçası olup, onun karakterini belirler ve
kendisini oluşturan bir çekirdek ve onu
çevreleyen elektronlardan oluşur.
Kütlenin enerjiye dönüşümünü ifade eden,
Albert Einstein'a ait olan E=mc² formülü
ile ilişkilendirilmiştir. Atom
çekirdeklerinin parçalanması sonucunda
büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. Ağır
atom çekirdeklerinin nötronlarla
bombardımanı sonucunda bu
çekirdeklerin parçalanması sağlanabilir;
bu tepkimeye “fisyon” adı verilmektedir.
Her bir parçalanma tepkimesi sonucunda
açığa fisyon ürünleri, enerji ve 2-3 adet de
nötron çıkmaktadır.
Nükleer enerji, üç nükleer reaksiyondan
biri ile oluşur:
• Füzyon: Atomik parçacıkların birleşme
reaksiyonu.
• Fisyon: Atom çekirdeğinin zorlanmış
olarak parçalanması.
• Yarılanma: Çekirdeğin parçalanarak
daha kararlı hale geçmesi. Doğal (yavaş)
fisyon (çekirdek parçalanması) olarak da
tanımlanabilir.
Ağır radyoaktif maddelerin, dışarıdan
nötron bombardımanına tutularak daha
küçük atomlara parçalanması olayına
fisyon, hafif radyoaktif atomların
birleşerek daha ağır atomları meydana
getirdiği nükleer tepkimelere ise füzyon
tepkimesi denir. Füzyon tepkimeleriyle
fisyon tepkimelerinden daha fazla enerji
elde edilir. Güneş patlamaları füzyona,
nükleer santrallerde kullanılan tepkimeler
ve atom bombası teknolojisi gibi
faaliyetler de fisyona örnek olarak
gösterilebilir.
Nükleer enerji, 1896 yılında Fransız fizikçi
Henri Becquerel tarafından kazara,
uranyum maddesinin fotoğraf plakaları ile
yan yana durması ve karanlıkta yayılan
radyoaktif ışınların fark edilmesi ile
keşfedilmiştir. Terim dünyada ilk kez
İkinci Dünya Savaşı sırasında 6 Ağustos
1945 tarihinde Japonya’nın Hiroşima, 9
Ağustos 1945’de Nagazaki kentlerine
atılan bombalarla adını duyurmuştur.
Nükleer enerjinin elde edilmesi sırasında
sıcaklık, uranyum olmayan reaktör
maddeleri, uranyum bileşikleri,
parçalanma ürünleri ve radyasyon gibi
çeşitli maddeler açığa çıkmaktadır.
Nükleer enerjinin gelişimi ekonomik
coğrafya için çok önemlidir. Bu durumun
birçok nedeni vardır. Bunlar;
1. Şimdiye kadar bilinmeyen ve enerji için
kullanılmamış bir kaynaktır.
2. Doğal rezervleri alanına göre çok
yaygındır.
GENCAY
9
3. Sadece gerçek üretimden ziyade ulaşım,
mekân ısıtması ve diğer ekonomik
faaliyetlerde de kullanılabilir.
4. Çabuk bir şekilde laboratuvar
safhasından diğer safhalara geçebilir.
Enerji üretiminde daha elli yılını
tamamlamamış yeni bir kaynak olan
nükleer enerji, 1970’li yıllardaki petrol
enerji kriziyle birlikte ülkeler tarafından
daha çok tercih edilmiştir. Teknolojik
gelişiminin çok hızlı olması ve pek çok
kullanım alanının mevcut olması nükleer
enerjiyi daha cazip hale getirmiştir.
Nükleer enerji tıpta, endüstride ve silah
sanayiinde önemli ölçüde
kullanılmaktadır. Ayrıca unutulmamalıdır
ki; nükleer silahlar için nükleer santrale
gerek yoktur. Yani nükleer santraller
nükleer silah yapımı için uygun tesisler
değildir. Ayrıca kaza riskinin az ama
sonucunun çok ağır olması bizleri
nükleere karşı bir adım geri durmaktan
alıkoyamamaktadır. Çünkü bu tesisler
radyasyon yaymakta ve radyasyonun
sonucunda ise mutasyonlar meydana
gelmektedir. Şu ana kadar nükleer santral
kazalarında izlenebilen bir mutasyon
oranını saptamak çok zordur. Çünkü
mutasyonlar çok uzun zamanlar sonucu
kendilerini gösterirler. Nükleer enerjide
kullanılan hammadde azdır fakat çıkan
atığı devasa miktarlardadır. Örneğin 1 ton
uranyum elde edilmesinden geriye 20 bin
ton atık madde kalmaktadır. Bu fazla
miktardaki atık potansiyel tehlike
oluşturmaktadır. Bu durum atığın bertaraf
edilmesi için depolama alanlarına
taşınması demektir. Konum olarak pazar
ve soğutma suyuna yakın olarak kurulması
gereken reaktörler için deniz, haliç ve
büyük göl kıyıları tercih edilmektedir.
Çevresinde bulunan suyu soğutma amaçlı
kullanıp daha sonra sıcak olarak deşarj
etmesi oradaki habitatı tahrip edeceği gibi
atık taşınmasında deniz yolunun
kullanılacak olması da çok büyük riskler
içermektedir.
Nükleer santrallerden karbon dioksit,
sülfür dioksit ve nitrojen oksit salınmaz.
Fakat nükleer santraller hayvanların ve
bitkilerin doğal yaşam alanlarını yok
ederler. Toprağa zehirli atık bulaştırıp
bulunduğu bölgenin habitatını tahrip
ederler. Radyoaktif atıkların toprak altında
saklanması, bu alanların yeniden
kullanımını engeller. Ağır metaller ve
tuzlar gibi kirliliğe yol açan maddeler,
santrallerin kullandığı su havzalarında
birikerek ağır çevresel tahribata yol
açarlar. Bu durum çevredeki su kalitesini
olumsuz yönde etkileyerek etrafta
bulunan yerleşkelere zarar vermektedir.
Santralin kapanması durumunda dahi
radyoaktif özelliği korunmuş olacağından
bu çevre tahribatını engelleyemeyecektir.
Sonuç olarak; dünya nükleer santraller
kurmaktan vazgeçmemiştir. Ama kurulan
bu nükleer santrallerin bölgesel gelişimi
akıllarda soru işaretleri uyandırmıştır.
Nükleer santraller için en önemli
konulardan biri olan atık bertarafı konusu
gelişmiş ülkelerin üçüncü sınıf ülkelere
uyguladığı bir çevre felaketinden öteye
gidememiştir. Her ne kadar bu konular
saklanarak kulak ardı edilmeye çalışılsa da
durum bundan ibarettir. Burada akıllara
şu soru gelmektedir: Acaba Türkiye
nükleer santrallerinin atıklarını nereye
gömecektir ya da hangi ülke sınırları içine
nükleer atıklarını gömecektir?
GENCAY
10
Her ne kadar nükleer santraller için
gereksiz korkular olarak bahsedilmiş olsa
da Çernobil’de yaşanan facianın tekrarını
hiçbir canlı görmek istememektedir.
Nükleer güç insanlık için çok büyük bir
tehlikedir. Dolayısıyla tesis kurulumunda
ve atık konularında deniz trafiğinin tercih
edilecek olması ve herhangi bir kaza
halinde atom, hidrojen ve nötron
patlamalarının yakıcı etkisi insanoğlunu
korkutmaktadır. Yapılacak olan
santrallerin deprem kuşağında olmadığı
bazı kaynaklarda yayınlanmış olsa da
bilindiği gibi ülkemizin %92’si birinci
derecede deprem kuşağı içindedir.
Nükleer enerjinin çevreye verdiği zararlar
teknik olarak minimum değerde
gözüküyor olsa da, nükleer enerji
güvenliğini ellerin insafına bırakmış olmak
ve Sinop’a, Mersin Akkuyu’ya yapılacak
olan santraller konum, binayı yapan şirket
ve deniz kirliliği faktörlerinde risk teşkil
etmektedir.
Kamuoyunun gözünde atom bombaları
nükleer santrallerle eş tutulmaktadır.
Fakat termik santraller ile
karşılaştırıldığında kömürün içeriğinde
bulunan radyasyonun kül olarak etrafa
daha fazla yayıldığı gözlenmektedir. Ve
değişen enerji piyasasıyla birlikte her
geçen gün artan enerji ihtiyacı nükleer
enerjiyi teknik konumdan siyasi bir
konuma taşımaktadır. Böylece nükleer
enerji iki ucu keskin bıçak gibidir. Aslında
isteğimiz enerjide dışa bağımlılığın
azaltılmasıdır. Bu çerçevede tüm yolların
denenmesidir. Siyasi bir rant aracı haline
getirdiğimiz nükleer enerjiye takılı
kalmadan ya da kurulmasına karar verildi
ise bunu kamuoyuna artıları ve eksileriyle
açık açık anlatılmasıdır. Daha merkezi
çözümlerin üretilebileceği enerji piyasası
mümkün değil midir acaba? Mersin
Akkuyu ve Sinop’a kurulacak olan nükleer
santraller ülkemizin medeniyet seviyesini
ne ölçüde yükselteceği hakkında fikir bile
yürütemiyoruz değil mi? Ama
unutulmaması gereken bir şey var ki,
nükleer enerji ölüm saçmaya başlarsa ırk,
dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımı
yapmayacaktır. Canlılığa son verecektir.
Her ihtimale karşı en kötüsünü düşünmek
zorundayız…
Kaynakça
( 2011). Bilim-Teknik Dergisi - Haziran sayısı, 45.
Altın, V. (2007). Nükleer Enerjinin Küresel
Gerçekleri. Bilim ve Teknik.
Altın, V. (2011). Şişedeki Cin. NTV Bilim.
Cohen, L. B. (1996). Çok Geç Olmadan. Ankara :
Tübitak.
Doğanay, H. (1998). Enerji Kaynakları. Erzurum:
Şafak Yayınevi.
http://bilimmerkezi.tumblr.com/post/3874752125/
nukleer-enerji-nedir. (tarih yok). 2015 tarihinde
alındı
http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_enerji.
(tarih yok). Haziran 01, 2015 tarihinde alındı
Montgomery, S. L. (2014). Küresel Enerjiye Yön
Veren Güçler. Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
ÖZdemir, F. Ö. (2013). Nükleer Enerji Santralleri ve
Türkiye. Gencay Dergisi.
R.S.Thoman. (1962). The Geography of Economic
Activity. New York: Mc. Graw-Hill Book Company .
GENCAY
11
TÜRKİYE’DE İMAR RANDI VE ÇEVRE
KATLİAMI Mehmet HUN
Hani derler ya “Para hırsı, insanın gözünü
kör eder” diye. Sadece insanın gözünü kör
etmiyor bu hırs kendisinin ve ailesinin
geleceğini de mahvedebiliyor.
Yaşadığınız şehre hiç kuş bakışı baktınız
mı? Uçakla yolculuk ederken ben baktım!
Şehrimdeki betonla kaplı alan ile yeşille
kaplı alanı kıyasladığımda nefessiz kaldım.
İçim daraldı. Tıpkı ağaçlar olmadan
insanın oksijensiz kalması gibi nefessiz
kaldım.
Peki, şehrimi bu hale getiren neydi?
Betonlaşmasına sebep olanlar nelerdi?
Sorunun cevabı inşaat sektörü içinde
olanlar için basit aslında. Enine
yapılaşmadan ziyade dikine yapılaşmanın
tercih edilmiştir. Nedir peki bu kavramlar
arasındaki fark? Enine yapılaşmada peyzaj
projeleri daha çok ön plana çıkar ve
insanların nefes alabileceği alanlara daha
çok yer verilir. Örneğin Hollywood
filmlerinde gördüğünüz tek veya iki katlı,
geniş bahçeli evler bu yapılaşmaya en
güzel örneklerdir. Peki dezavantajı nedir?
Arsanın üzerine onlarca kat çıkmak varken
tek katla idare etmek zorunda kalırsınız.
Bu da daha az para kazanmak demek!
Ayrıca şehrin altyapısına yüklenmemiş
olursunuz! Böylelikle daha az kâr elde
edersiniz. Ne kadar kötü bir tercih değil
mi?
Peki, dikine yapılaşma nedir? Ben buna
“TOKİ” tarzı yapılaşma diyorum. İnsanları
onlarca katlı binalara tıkıp, toplam inşaat
alanı içinde, yeşil alanı minimuma
indirerek yapılan yapılaşma bence. Aslında
bu anlayış sadece TOKİ’de değil,
Türkiye’de inşaat sektörünün tümünde
hâkim. “Arsadan maksimum yararlanma“
anlayışı denilebilir buna da. Adamlar haklı
sonuçta (!) Yaptığı daireleri bir an önce
satsın ki kâr elde etsin. Peki, yeşil alan
GENCAY
12
konusu ne olacak? Çocukların özgürce
koşturabileceği çim alanlar ya da günün
stresini atmak için spor yapılacak
mekânlar nereye kurulacak?
Bu bahsettiklerim “arsadan maksimum
yararlanma“ anlayışının çok ilerlediği
durumlarda oluyor. Mesela bir arsanın
bina kat adedi izni üç kat iken birden
belediye meclisinden geçen bir karar ile
mevcut arsaya yapılacak kat adedi sayısı
ona çıkıyor. Bu durumdan anlaşılan
yetkililer de rahatsız olmuşlar ki Aralık
2014’te “ %40 imar rant vergisi ” projesini
ortaya attılar. Amaç bu kat artışlarından
elde edilen kârdan devlet hazinesine para
aktarılması ve bunun çevre
düzenlemelerinde kullanılmasıydı. Ancak
ne yazık ki bu proje “bazı kaygılardan”
dolayı rafa kaldırıldı.
İnsanların nefes alabilmeleri için,
kendilerini mutlu hissedebilmeleri için
binalar projelendirilirken peyzaj
projelerine dikkat edilmelidir. Bu projeler
arsadan daha çok yararlanmak amacı ile
değil, insanların daha çok nefes alabilecek
ortam oluşturma hedefiyle çizilmelidir.
Eğer bunu başarabilirsek şehrimize
kuşbakışı baktığımızda, dikine beton
yapılaşma yerine, enine daha çok yeşili
olan bir yapılaşma görürüz.
GENCAY
13
3. DÜNYA ÜLKELERİNDEN GELİŞMİŞ
ÜLKELERE KAYNAK AKIŞI VE ÇEVRE
Canan CAVŞAK
İnsanın çevresinde bulunan, ihtiyaçlarının
giderilmesini, toplumsal amaçların
gerçekleştirilmesini sağlayan ve bu
girişimleri kolaylaştıran bütün araçlara
kaynak denir. Doğal varlıkların doğal
kaynağa dönüşümü ise onları
değerlendirip, üretimde ve tüketimde
kullanacak insanın varlığıyla gerçekleşir
(Başol, Durman ve Çelik, 2005).
Doğal kaynaklar olarak ifade edilen
unsurlar, doğada bulunan, yenilenebilir
veya yenilenemez türlere sahip, insanların
kullanımına doğrudan veya dolaylı olarak
açık bulunan yer altı ve yer üstündeki
canlı, cansız tüm doğal varlıklardır. Yer
altındaki maden ve mineraller, petrol ve
doğal gaz yatakları, yer üstündeki
ormanlar, göller ve nehirler, diğer bitki
örtüsü ve hayvan türlerinin çeşitliliği bazı
örnekleridir (Bal, 2011: 87-104).
Doğal kaynakların yeryüzündeki dağılımı
dengesiz olduğu için, bazı ülkeler doğal
kaynak bakımından zengin, bazıları orta,
bazıları ise fakir olarak değerlendirilir.
Doğal kaynaklara zengin olarak sahip
olmanın ekonomik gelişmeyi pozitif yönde
etkilediğine dair örnekler vardır; ancak
iktisadi gelişmeyi otomatik olarak
sağladığını söylemek kolay değildir.
Bununla ilgili olarak Japonya, Güney Kore,
İsviçre, İtalya, Finlandiya, İrlanda gibi
doğal kaynak fakiri ülkelerin; Meksika,
Nijerya, Venezüella, İran, Irak, Şili,
Brezilya, Kolombiya, Gana gibi doğal
kaynak zengini ülkelerden daha gelişmiş
ve daha fazla gelir sahibi olmaları sıklıkla
verilen örneklerdendir (Bal, 2011: 87-
104).
İnsanlar birçok ihtiyacın karşılanmasında
doğal kaynaklara ihtiyaç duymaktadır.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ve
bölgelerin servetlerinin önemli bir kısmı
genç nüfuslarının yanında doğal
kaynaklarıdır. Gelişmiş ülkelerin dışındaki
ülkelerde, doğal kaynakların elde
edilmesinin daha ucuz olması nedeniyle ve
gelişmiş ülkelerin büyük bir bölümünün
sahip oldukları doğal kaynakların
azalmasını önlemek istedikleri için,
gelişmiş ülkeler dışarıya yönelmişlerdir.
Doğal kaynakların ekonomik ve sosyal
kalkınmadaki önemi, gelişmekte olan
ülkeler tarafından daha iyi anlaşılmıştır.
Sahip oldukları nüfusla beraber, mevcut
doğal kaynaklar bu ülkelerin başlıca
ekonomik servetlerini oluşturmaktadır.
Bazı ülkeler ise, doğal kaynaklar açısından
yetersiz bir durumda olmalarına rağmen,
bu açıklarını ülkenin sahip olduğu kalifiye
işgücü, bilgi, teknik ve girişim
GENCAY
14
yeteneklerini rasyonel bir şekilde
kullanarak ülke dışından sağladıkları
hammaddeleri işleyerek kapatmaktadırlar
(Başol, Durman ve Çelik, 2005).
Günümüzdeki gelişmiş ülkelerin tümü
bugünkü sanayileşme düzeyine doğal
kaynaklardan yararlanarak erişmişlerdir.
Zanbak bu duruma şöyle bir örnek
veriyor: “Kendi ekonomileri için
topraklarında gerekli doğal kaynağı
bulunmayan ülkeler diğer ülkelerdeki
hammadde kaynaklarını saptamak için
büyük çabalar harcamışlardır. 19. yüzyılda
gelişen jeoloji bilimi ileriye yönelik
stratejik planlama için gereğince
kullanılmıştır. Özellikle günümüzdeki
gelişmiş Avrupa ülkeleri tarafından
harcanan uzak görüşlü bu çabalar 20.
yüzyılın başlarında uluslararası politika
alanında meyvelerini vermiştir. Buna en
açık bir örnek olarak, Arabistan
Yarımadası'ndaki petrol kaynaklarının
varlığından habersiz olan Osmanlı
İmparatorluğu'na yapılan baskılar
sonrasında, Ortadoğu'da günümüz
gelişmiş ülkelerinin ortaya koymuş
oldukları siyasi coğrafya gösterilebilir.
Lozan oturumları sırasında Musul ve
Kerkük'ün Irak'a verilmesi konusunda
Avrupa ülkelerinin büyük ısrarları ve de
küçük bir alan içinde Kuveyt ve Birleşik
Arap Emirlikleri gibi çok sayıda siyasi
bölünmelerin gerçekleştirilmesi bir
tesadüf değildi. Amaç, ileride bir güçlü
ülke olabilecek Türkiye'yi petrol
kaynağından mahrum etmek ve
Ortadoğu'daki zengin stratejik petrol
kaynaklarının daha kolayca
yönetilebileceği zayıf bir politik ortam
yaratmaktı.” (Zanbak, 2000).
Doğal Kaynakların Kalkınmadaki Rolü
Kalkınma, daha çok ekonomik büyüme ve
endüstrileşme anlamında ele alınmaktadır.
Kalkınma büyük oranda, doğal kaynakların
verimli bir biçimde organize edilerek tüm
toplumun faydasını arttıracak şekilde göz
önüne alınarak akılcı bir şekilde
kullanılmasına bağlıdır. Günümüz
dünyasında, ülkelerce, doğal kaynakların
etkin kullanılmasıyla yapılan üretim,
başta, milli gelire olmak üzere, istihdama,
sanayiye, yatırımlara, enerji sektörüne,
ticaret sektörüne, turizme ve dış ticarete
önemli katkılar yapmaktadır. Bu katkılar
dikkate alındığında, ekonomik anlamda
kalkınmanın amaçlandığı bir ülkede, doğal
kaynaklara dayalı yeterli üretim imkânı ve
kullanım fikri sağlanmalıdır. Öte yandan,
gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler
arasında doğal kaynakların varlığı
konusunda bilgi eksikliği vardır. Gelişmiş
ülkelerdeki doğal kaynakların nerede ve
ne kadar oldukları hemen hemen
bilinmekte, halen yeni keşifler yapılmakta
ve doğal kaynakların kullanımına yönelik
GENCAY
15
de yeni alanlar keşfedilmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin birçoğu ise
kendi doğal kaynaklarının potansiyeli
hakkında yeterli bilgiye sahip değildir.
Gelişmekte olan ülkelerin bu eksikliğini
kapatabilmeleri için modern bilim ve
teknolojiye sahip olmaları gerekir (Başol,
Durman ve Çelik, 2005).
Doğal kaynaklar, günümüzde bilim ve
teknolojinin en önemli uygulama
alanlarından biri olduğu için doğal
kaynaklardan yararlanmak da bazı
tekniklerin bilinmesi ve uygulanmasına
bağlıdır. Doğal kaynaklardan yararlanma
imkânları da teknolojik gelişme ile beraber
artmaktadır. Bugünün dünyasında doğal
kaynaklara sahip, gelişmiş ülkeler doğal
kaynaklarını en etkili biçimde kullanmaya
çalışırken, doğal kaynaklara sahip
olmayan veya yetersiz miktarda sahip olan
gelişmiş ülkeler ise doğal kaynak
ihtiyaçlarını, azgelişmiş veya diğer
gelişmiş ülkelerden, kendi bilim ve
teknolojilerini, sermayelerini ve eğitilmiş
insan güçlerini de kullanarak
karşılamaktadırlar. Örneğin Orta Doğu
ülkelerinde çıkartılan petrolle ülkemizde
büyük oranda kaynağına sahip olduğumuz
bor madeni, tüm gelişmiş ülkeleri
ilgilendiren bir gerçektir (Başol, Durman
ve Çelik, 2005).
Doğal kaynaklardan faydalanabilmenin
koşullarından biri bilim ve teknolojidir,
özellikle geri kalmış ülkeler bu yönden
olumsuz şartlara sahip oldukları için sahip
oldukları doğal kaynaklardan yeterince
faydalanamamaktadırlar. Bilim ve
teknolojiden yeterli düzeyde
yararlanmanın en önemli koşulu ise bilim
ve teknolojiyi üretip, transfer edip bu
teknolojiyi kullanacak yeterli seviyede
kalifiye insan gücüne sahip olmaktır. Başol
ve arkadaşlarının çalışmalarında vermiş
oldukları örnek bu durumu anlamak için
faydalıdır: “Örneğin gelişmiş ülkeler,
uranyum yönünden zengin olan bölgeleri
ellerinde tuttukları için uranyumdan
nükleer enerji elde etmede kullanılan
teknolojileri geliştirmişlerdir; fakat, yine
radyoaktif özellik taşıyan, nükleer enerji
elde edilmesinde kullanılabilecek toryum
için teknoloji geliştirilmesine
çalışmamaktadırlar; çünkü, toryum
madeni çoğunlukla gelişmekte olan
ülkelerin sahip olduğu doğal
kaynaklardandır. Eğer dünyada uranyum
tükenirse, işte o zaman dünyanın gelişmiş
ülkeleri açısından toryum önemli bir
maden olacak ve bu konuda teknoloji
geliştirilmesine çalışılacaktır. Doğal olarak,
bu doğal kaynaktan da yine teknolojiyi
üreten gelişmiş ülkeler, daha fazla
yararlanacaktır.” (Başol, Durman ve Çelik,
2005). Bu durum şunu göstermektedir ki
doğal kaynaklara sahip olmak çok
önemlidir; ancak asıl önemli olan şey, bu
doğal kaynaklardan yararlanmayı
sağlayacak bilim ve teknolojiye sahip
olmaktır.
Zengin doğal kaynaklara sahip olan bazı
gelişmemiş ülkeler, bunları işleyip refah
seviyelerini yükseltecek teknik bilgi,
GENCAY
16
sermaye, kalifiye işgücü ve ekonomik
organizasyonu gerçekleştirecek girişim
gücü bakımından düşük bir seviyede
bulunmaktadırlar. Örneğin Türkiye’de
volfram rezervlerinin % 95’i Uludağ’da
bulunmaktadır; fakat ulaşım imkânlarının
kısıtlı olması bu madenden
yararlanılmasını zorlaştırmaktadır. Aynı
şekilde dünya bor rezervinin yaklaşık %65
i Türkiye’de bulunmaktadır; ancak bor
madenini işleyecek teknoloji ülkemizde
yoktur. Bu yüzden hammadde olarak
dışarıya ihraç edilmekte ve maddi olarak
ülkemize daha az verim sağlamaktadır
(Başol, Durman ve Çelik, 2005).
Doğal Kaynak Akışının Çevreye Etkileri
Gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelerin
kaynaklarından yararlanırken, orada
birtakım çevre sorunlarının oluşmasına da
neden oluyor. TASAM tarafından
yayınlanan bir yazıda bu konuyla ilgili
olarak şu örnek veriliyor: “Gelişmiş ülkeler
az gelişmiş ülkelerin hammadde ve doğal
kaynaklarından yararlanarak, atıklarını bu
ülkelere atıyorlar. Örneğin; Eski Sovyetler
Birliği döneminde Kazakistan’a 237
milyon ton radyoaktif atık gömüldüğü
belirtiliyor. Ülkede Sovyet döneminde
binlerce nükleer deneme yapıldı. Bu
denemelerde büyük miktarda radyasyon
açığa çıktı.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Hiroşima’ya
atılan atom bombasının açığa çıkardığının
20 bin katı kadar radyasyon olduğu
söyleniyor. Kazak biyologlar genetik
başkalaşımın yaşandığını, hala kanserli,
zihin hastası ve genel bağışıklık sistemi
bozuk olan çocukların doğduğunu
söylemektedirler.”(TASAM, 2006).
Görüldüğü üzere gelişmiş ülkelerdeki
endüstri tesislerinin üretim, iletim ve
tüketim esnasında ortaya çıkan atıkları
Üçüncü Dünya ülkelerinde çevre
bozulmalarına etki etmektedir.
Hammadde çıkartılması ve takip eden
ulaşım hizmetleri süreci de büyük ölçüde
kirlenmelere yol açmaktadır. Teknolojik ve
ekonomik gelişmeler, üretim faktörlerinin
kullanımını ve ürünlerin tüketim alanını;
buna bağlı olarak mal ve hizmetlerin
pazarını tüm dünyaya açmıştır. Bu durum
ulaşım sektörünün global kirlenme
içindeki payının artmasına neden
olmaktadır. Her yıl milyarlarca ton yük ve
milyarlarca insan bir yerden başka bir
yere taşınıp durmaktadır.
Hammadde temini ve ulaştırma
faaliyetlerinde ortaya çıkan atıklarda
olduğu gibi, üretim aşamasında meydana
gelen atıklarda da büyük artışlar olmuştur
(Es, 1998).
Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler,
gelişmiş ülkeler tarafından gönderilen
tehlikeli atıklar nedeniyle de çevre
sorunlarıyla mücadele etmek zorunda
kalmaktadır. 22 Mart 1989’da ülkeler
tarafından kabul edilen, 5 Mayıs 1922’de
resmen yürürlüğe giren ve tam adı
‘Tehlikeli Atıkların Sınır Aşırı Taşınması ve
Bertaraf Edilmesinin Kontrolüne İlişkin
Basel Sözleşmesi’nin amacı tehlikeli ve
GENCAY
17
diğer atıkların sınır aşırı taşınması,
bertaraf edilmesi ve geri dönüşümünden
doğabilecek tehlikeleri ortadan
kaldırmaktı ve özellikle de gelişmekte olan
ülkeleri tehlikeli atık sorunu yaşamaya
başlayan gelişmiş ülkelerin çöplüğü
olmaktan korumayı hedefliyordu (Soysal,
2015).
Gelişmiş ülkeler Basel Sözleşmesinin açık
bıraktığı alanları kullanarak tehlikeli
atıklarını gelişmekte olan ülkelere
yönlendirmek için iki temel yol
benimsediler. İlk yolları kendi ülkelerinde
temiz teknolojilere öncelik verirken;
tehlikeli atık çıkaran kirli teknolojileri
gelişmekte olan ülkelere yönlendirmekti.
Gelişmekte olan ülkelerde çimento sanayi,
kömürlü termik santraller, madencilik gibi
büyük oranda atık ve tehlikeli atık üreten
sanayi dallarının kurulmasını teşvik eden
gelişmiş Avrupa ve Kuzey Amerika
ülkeleri, kendi ülkelerinde ise üretim
esnasında çok az atık çıkaran ileri
teknoloji sanayi tesislerini geliştirdiler. Bu
ürünleri gelişmekte olan ülkelerden düşük
fiyatlarla ithal ederken, ülkelerini de atık
sorunundan korumuş oldular (Soysal,
2015).
İkinci bir yöntem ise gelişmekte olan
ülkelerde geri dönüşüm tesislerinin
kurulması ve teşvik edilmesidir. Bu
tesisler ithal atığa dayalı çalışmaktadır.
Ayrıca kurulu bulundukları ülkelerin atık
kapasitelerinin çok üzerinde kapasiteye
sahip oldukları için yine çevre sorunlarına
yol açmaktadır. Bunun en önemli örnekleri
başta cep telefonları, bilgisayarlar olmak
üzere elektronik malzeme söküm tesisleri
ve ülkemizde Aliağa’da da 21 adet bulunan
gemi söküm tesisleridir (Soysal, 2015).
Sonuç olarak Basel sözleşmesi yasa dışı
ülkeler arası tehlikeli atık ticaretini
önleyemediği gibi; gelişmiş ülkelerin kirli
sanayi kollarını ve geri dönüşüm
tesislerini gelişmekte olan ülkelere
göndererek tehlikeli atık sorununu bu
ülkelere ihraç etmesine neden olmuştur
(Soysal, 2015).
Bir başka örnek ise Gökdayı’nın
makalesinden verilebilir: “Amazonlar`daki
yağmur ormanlarının azalma nedeni;
ormanların gelişmiş ülkelerin hammadde
ihtiyacı olarak kesilmesinden
GENCAY
18
kaynaklanmaktadır. Yine, Afrika`daki
yoksulluk ve açlığın nedeni; Afrikalılar`ın
beceriksizliğinden değil, Afrika`nın 500
yıldır Avrupalılar tarafından sömürülmesi
ve kaynaklarının Avrupa`ya aktarılmasıdır.
Afrikalı insanlar yüzyıllarca kapitalizmin
işleyişinde köle olarak kullanıldı, doğal
kaynakları ve diğer servetleri aktarıldı.
Tüm bu aktarımlar esnasında yüz binlerce
insan Avrupalılar tarafından öldürüldü. Bu
nedenle Avrupa’daki servet birikimin
temelinde, az gelişmiş ülkelerin doğal ve
insan kaynaklarının sömürge düzen içinde
aktarılmış birikimleri bulunmaktadır.”
(Gökdayı, 1996: 129-150).
KAYNAKÇA
Bal, H. (2011); “İktisadi Gelişme ve Doğal Kaynaklar:
Geçiş Ekonomiler Çerçevesinde Bir İnceleme” iç.
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi (s. 87-104) Cilt: 20
Sayı:1
Başol, K., Durman, M., Çelik, M.Y. (2005); “Kalkınma
Sürecinin Lokomotifi; Doğal Kaynaklar” iç. Muğla
Üniversitesi SBE Dergisi Sayı: 14
Es, M. (1998); “Teknoloji, Kalkınma ve Çevre” iç.
Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi Sayı: 41-42
Gökdayı, İ. (1996); “Doğal Kaynakların ve Çevrenin
Korunmasında Önemli Bir Tehdit Unsuru: Ekolojik
Bunalım ve Sorunun Kapitalizm’den Kaynaklanan
Sonuçlarının Dünyanın Geleceğine Etkileri” iç.
Süleyman Demirel Üniversitesi İktisat ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi (s. 126-150) Sayı: 1
Soysal, A. (2015); “Basel Sözleşmesi; Gelişmekte Olan
Ülkeleri Tehlikeli Atık Çöplüğü Olmaktan Kurtardı
mı?”
Zanbak, C. (2000) ; “Türkiye Kalkınmasının
Sürdürülebilirliği Açısından
Doğal Kaynaklardan Yararlanma Sorunları”
GENCAY
19
GENCAY
20
ÖDEMİŞ’İN ALTINI: PATATES
Fatma Özge ÖZDEMİR
Ödemiş Türkiye’nin batısında Ege
bölgesinde İzmir iline bağlı bir ilçedir.
2014 yılı nüfus verilerine göre toplam
nüfusu 129.407'dir. Ödemiş´in İzmir’e
uzaklığı 113 kilometredir. Denizden
yüksekliği 123 metre olup en yüksek
noktası 2157 metre ile Bozdağlardır.
Yüzölçümü 107.900 hektardır. Büyük bir
kısmı ovalık olan arazinin ortasından
Küçük Menderes nehri akmaktadır. Bölge
Akdeniz ikliminin etkisi altındadır. İlçede
yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve
yağmurlu geçer. Bozdağlar ve Aydın
dağlarına kar yağar, nem oranı %64 dür.
Ödemiş bitki örtüsü genelde makidir.
Dağlarda meşe ağacı türleri, kestane ve
menengir kızılçam ağaçları yetişmektedir.
Ovada ise ceviz, incir, kavak, fıstıkçamı,
turunçgiller, zeytin ve meyve ağaçları yer
almaktadır. (1)
Meşhur Ödemiş patatesi
Ödemiş’in ekonomisi tarıma ve
hayvancılığa dayalıdır. Yüz ölçümünün
%40’ı tarım arazisi olmasından dolayı
tarım ilçede daha yaygındır. Başlıca tarım
ürünleri patates, incir, zeytin, karpuz,
susam, kestane, tütün, üzüm, yaş sebzeler
olup, Bademli yöresi meyve fidancılığı ve
kiraz üretimi alanlarında Türkiye
ekonomisinde büyük bir paya sahiptir. İlçe
halkının “kompir” olarak nitelendirdikleri
sarı renkli patates Türkiye’de üretilen en
meşhur tarım ürünlerinden birisidir.
Madenin sağda Gölcük Gölü’ne uzaklığını, solda ise
Bozdağların eteklerinde kapladığı alan görülüyor.
Şimdilerde ise Ödemiş’i bir de madeniyle
ünlü yapmaya çalışıyorlar. Bozdağlar’ın
eteklerinde altın rezervi bulundu iddiaları
çoktandır kulaklara çalındı fakat çok da
önemli bir haber olmadığı varsayılarak
önemsenmedi. Çünkü hiç kimse böyle bir
doğa güzelliğini göz göre göre katledemez
diye düşünüldü. Maden Bozdağlar’ın
eteklerindeki Gölcük, Oğuzlar, Bayırlı,
Çağlayan, Çobanlar, Dolaylar, Mursallı,
Günlüce ve Çamyayla köylerini içine
almakta. Bu adını saydığımız köyler
patates ve zeytin üretiminden başka gelir
kaynağı olmayan tek geçim kaynağı
toprakları olan köylerdir. Maden arama
sahası olarak da ülkemizin doğa
güzellikleriyle ve yaz aylarında yayla
olarak bilinen Gölcük krater gölünün alt
bölgelerin de Bozdağ’ın eteklerinde yer
alıyor. Maden, Ödemiş’e 6 km uzaklıkta
bulunan Birgi ilçesinin ise hemen
yanındaki dört köyün sınırlarını
içermekte. Bilindiği gibi Bozdağlar kış
aylarının kayak ve dağ turizmi merkezi,
yaz aylarının ise serin yayla havası
nedeniyle yöre halkının cazibe merkezidir.
GENCAY
21
İngiliz, Alman ve Birleşmiş Milletler’e ait
belgelerin yanında Osmanlı arşivini de
inceleyerek ‘maden sahası’ ruhsatı alan
işadamının dosyası valilikten olur aldı.
ÇED sürecini de tamamlarsa Gölcük
Yaylası’nda altın ve gümüş arayacak(2).
İzmir Valiliği’ne başvuru yapan META
Madencilik Araştırma Sanayi ve Ticaret
Limited Şirketi'nin kurucu ortaklarından
olan iş adamı Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı Maden İşleri Genel
Müdürlüğü’nden aldığı ‘dördüncü’ grup
işletme ruhsatı ile ÇED sürecini başlattı.
Bu sürecin başlaması ise akıllarda
ülkemizde yapılan ÇED raporu sürecinin
nasıl işlediğine dair soru işaretleri bıraktı.
Bölgede altın madeninin yanı sıra
osmiyum, iridyum, rutenyum, renyum
elementlerinin de saptandığı ve bu
elementlerin ekonomik değer açısından
altından daha değerli olduğunu biliniyor.
Bölgede altın madeni açık ocak işletmesi
kurulacağı Çed raporunda yer alıyor. Yani
durum aşağıdaki sağ resimdeki gibiyken,
sol resme dönüştürülmeye çalışılıyor.
Ayrıca bölgeden madeni Bergama’ya
nakliye etmeyi planladıklarını vurgulayan
şirket yöneticileri bu sistemi nasıl
yapacaklarını ve hangi güzergâhları takip
edeceklerini açıklamamış, bu nakliye
sırasında çevreye verecekleri kirliliği nasıl
elimine edeceklerini anlatmamışlardır.
Ödemiş ve Bergama arası 206,7 km’dir.
Yaklaşık olarak 3 saat gibi bir süre yol
tutmaktadır. Bu taşıma işinin firma için
ekonomik çıkarı hesaplanmamış olsa bu
kadar mesafeyi göze alamaz.
Belirlenen maden arama sahası pek çok
yaylanın, tarihi mekânların ve doğa
güzelliklerinin olduğu bir bölgedir. En
başta maden arama sahalarının yakınında
bulunan eski krallık Likya ülkesinin
başkenti ve ilk paranın kullanıldığı antik
kent olan Sardes bulunmaktadır. ÇED
ruhsat alanı 2 bin 706,7 hektarlık olan
altın madeninin şimdilik 11,34 hektarlık
alanında arama yapılması planlanıyor olsa
da bu madenin işlenmesinde kullanılan –
olması gereken – kapalı havuzların içinde
siyanür solüsyonu tüm çevreyi olumsuz
etkileyecektir. İzmir Bergama’daki altın
madeni bu olay hakkındaki en önemli
örnektir. Normalde dünyanın hiçbir
yerinde olmayan açık ve içinde siyanür
bulunan liçing havuzları Bergama’da
kullanılmış ve doğal yaşamla birlikte
bütün tarihi eserleri aşındırarak tahrip
etmiştir. Bu altın işlemede kullanılan
siyanür ilerleyen zamanlarda asit
yağmurlarına da sebep olmakta böylece
aşındırıcı etkisi katlanarak artmaktadır.
Krater Gölü olan Gölcük yandaki şekle
getirilmeye çalışılıyor.
Kayıtlarda işletilebilir görünür rezerv 14
milyon 784 bin ton, ortalama yıllık üretim
miktarı 20 bin ton olarak tespit edilirken
tam 739 yıl çalışma yapılabileceği
öngörülüyor. Başvuru ise 10 yıllık süreç
için yapılırken çalışmalar devam ettikçe
süre uzatımı alınması düşünülüyor (3).
Tabi tüm bunlar olurken kimse halka bir
açıklama yapmıyor. İlk zamanlar açıklama
yapan yetkililer bu doğa güzelliğini
bozdurmayacağını vurgularken sonraları
madenin ne kadar gerekli olduğunu
anlatmaya başladılar. Halka direnin
demelerine rağmen kendileri küresel
GENCAY
22
dünya nimetlerine kanan yetkililer acaba
akşamları vicdanen rahat uyuyorlar mı?
Ne olursa olsun maden yaptırmayacağını
haykırıyor Ödemişli Hemşehrilerim! Elbet
seslerini duyan bir yetkili çıkar umudunu
taşıyoruz. Birkaç gram altın için birilerine
peşkeş çekilen arazilerini kurtarma
derdinde her biri. Toprağın, havanın,
suyun değerini ülke nüfusunun
%50’sinden daha çok farkındalar. Çünkü
biliyorlar ki başka memleket yok! Başka
Türkiye yok!
KAYNAKLAR
1)http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96demi%C5%
9F
2)http://www.kucukmenderes.com.tr/altin-sarisi-
mi-kompir-sarisi-mi-04-02-2014
3)http://mobil.egedesonsoz.com/default.asp?page=
haber&haberid=860809
GENCAY
23
TARIMSAL ÜRETİM VE ÇEVRE
KİRLİLİĞİ
Yrd. Doç. Dr. Peiman MOLAEİ
Özet
Son yüzyılda, bitkisel üretimi artırmak
amacıyla uygulanan gübreleme, sulama,
hastalık ve zararlı mücadelesi için
kullanılan kimyasalların verimde büyük
artışlar sağlamasına karşılık, bu
uygulamaların özellikle bilinçsiz bir
şekilde yapılmasının uzun dönem de
yeryüzündeki ekolojik dengeyi olumsuz
yönde etkilediği ortaya çıkmıştır. Tarımsal
alanlara, orman veya bahçelere uygulanan
pestisitler havaya, su ve toprağa, oradan
da bu ortamlarda yaşayan diğer canlılara
geçmekte ve dönüşüme uğramaktadır.
Bunun sonucunda da gıda, hava, su ve
toprak kirliliği oluşmaktadır. Kimyasal
ilaçların insan sağlığı ve çevre üzerine
olumsuz etkilerini azaltmak için hastalık,
zararlı ve yabancı otlarla ilgili ekonomik
ve ekolojik bir mücadele yapılması
gerekmektedir. Son yıllarda üzerinde
çokça durulan konulardan birisi de
“Ekolojik Tarım”dır. Ekolojik tarım canlı
ekolojik sistemleri ve döngüleri temel
alarak tarım alanlarında yoğun olarak
kullanılan pestisit, gübre ve bitki büyüme
düzenleyicilerinin tarımsal ürünler
üzerinde bıraktıkları kalıntılardan,
toprağa, suya, havaya ve diğer canlılara
olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca
uzak kalmak amaçlanmaktadır.
Günümüzde zirai mücadelenin, agro-
ekosistem ve sürdürülebilir tarımsal
üretimin dikkate alınarak yapılması bir
zorunluluk haline gelmiştir.
1. Giriş
Belirli bir alanda karşılıklı ilişki içinde olan
canlı ve cansız faktörlerin tümü ekosistemi
oluşturur. Bir ekosistemde yaşayan
insanlar, hayvanlar, bitkiler, mantarlar ve
mikroorganizmalar o ekosistemin canlı
faktörlerini meydana getirirken; su, hava,
toprak, rüzgâr ve güneş ışığı cansız
faktörleri oluşturur. Canlı ve cansız
varlıklar arasında etkileşimin sağlıklı
olduğu ve gerekli enerji sağlandığı sürece
ekosistem, kendi kendine yeterli bir
sistemdir. Tarımsal ekosistemler, doğal
ekosistemlerin aksine insanların üretimi
artırma çabaları nedeniyle çeşitli
biçimlerde gübre, pestisit gibi birçok ek
enerji katkısı ile bir anlamda
yapaylaştırılmış ekosistemlerdir. Ekolojik
açıdan bakıldığında tarımsal ekosistemler
çoğunlukla tek bir bitki türüyle sınırlanmış
yapıları yüzünden genelde istikrarsız ve
zayıf olarak kabul edilmektedir. İşte böyle
bir ekosistemde ürün kaybına neden olan
zararlı, hastalık ve yabancı otlara karşı
GENCAY
24
yapılan ilaçlamalarda atılan ilacın %0.015-
%6.0’sı hedef alınan canlı üzerine
ulaşmakta ve yeterli etki alınmakta, geri
kalan % 94-99.9’luk kısım ise
agroekosistemde hedef olmayan
organizmalara ve toprağa ulaşmakta ya da
çevredeki doğal ekosistemlere sürüklenme
ve akıntı nedeniyle kimyasal kirleticiler
olarak karışmaktadır. Bunun sonucu
olarak geçtiğimiz 100 yılda gerçekleşen
dramatik oranda çevre kirliliği ve biyolojik
çeşitliliğin azaltılmasına şahit olmaktayız.
2. Doğal denge
Doğada organizmalar birbirleriyle belirli
bir ilişki içinde yaşarlar. Bu ilişki genelde
bir beslenme ilişkisidir ve çok sayıda
halkadan meydana gelmiş bir zincire
benzetilebilir. Aslında bu beslenme yarışı,
bireylerin varlığını sürdürebilmelerinin
gereği olarak içgüdülerinden kaynaklanır.
Örneğin Elma içkurdu elma meyvesi ile
beslenir ve bu beslenme doğadaki zincirin
sadece bir halkasıdır. Elma içkurdunun
yumurtalarıyla beslenen yumurta
parazitoiti de beslenme yarışı içinde olan
bir diğer organizmadır. Her iki
organizmanın doğadaki işlevleri
varlıklarını sürdürmek açısından
birbirinden farksızdır. Ancak Elma
içkurdu, elme meyvesiyle beslenmesi
sonucu olarak insanın besinine ortak
olması, dolaysıyla beslenme açısından
insanlara rakip olması nedeniyle zararlı
sıfatını alır. Elma içkurdunun yumurta
parazitoidi ise insanlara zararlı olan Elma
içkurdu yumurtaları ile beslenip onun
popülasyonunu azalttığı ve insanlara yarar
sağladığı için yararlı sıfatını alır (Öncüler
ve Durmuşoğlu, 2008). Bu Örnekte de
görüldüğü gibi, doğadaki organizmaların
yararlı ve zararlı sıfatı alışında onların
insanlarla olan ilişkisi rol oynamaktadır.
Buna göre doğada zararlı ve yararlı
organizmalar bir arada ve belirli bir denge
içinde bulunurlar ve doğadaki bu sisteme
doğal denge adı verilir. Doğal denge, bir
kefesinde zararlıların, diğer kefesinde
yararlıların yer aldığı bir teraziye
benzetilebilir. Dışarıdan herhangi bir
müdahale yapılmadığı sürece bu terazi
sürekli dengededir. Dışarıdan bu sisteme
yapılacak müdahaleler dengenin
bozulmasına neden olur.
3. Pestisitler
Kültür bitkilerine zarar veren hastalık
etmenleri, zararlılar ve yabancı otlar gibi
organizmaları öldüren maddelere pestisit
adı verilir. Pestisit deyimi, aslında zirai
mücadele amacıyla kullanılan gerek
bitkisel kökenli maddeler gerekse sentetik
olarak üretilen diğer kimyasal bileşikler
gibi her türlü maddeyi içeren preparatları
ifade etmektedir (Öncüler ve Durmuşoğlu,
2008). Pestisitlerin kullanımı çok eski
tarihlere dayanmaktadır. M.Ö. 1500’lere
ait bir papirüs üzerinde bit, pire ve eşek
arılarına karşı insektisitlerin hazırlanışına
dair kayıtlar bulunmuştur. 19.yy’da
zararlılara karşı inorganik pestisitler
kullanılmış, pestisit sayısı ve kompleksliği
1940 yılları boyunca hızla artmıştır.
İnsektisit olan DDT ve HCH ile hormon
karakterli olan herbisitlerden 2,4-D ve
MCPA 1940 yılların sonunda kullanılmaya
başlamıştır. Dünya pestisit tüketimindeki
artış her ne kadar son yıllarda bir
duraklama trendine girdiyse de
(Anonymous, 2003), 1983-1993
döneminde %3,4, 1993-1994’de ise
%18,5’lik yıllık artış hızına ulaşmıştır
(Lorbeer et al., 2001). Bugüne kadar 6000
kadar sentetik bileşik patent almasına
GENCAY
25
karşın, bunlardan 600 kadarı ticari
kullanım olanağı bulmuştur. (Yıldız vd.
2005). İkinci dünya savaşı ve sonrasında
sentetik organik kimyasalların
keşfedilmesi zararlılarla mücadelede
başarıların hızla artmasına da sebep
olmuştur. Ancak bu kimyasal maddelerin
yarattığı sorunlar da kısa bir zaman içinde
görülmeye başlamıştır.
3.1. Pestisit kullanımının
beraberinde getirdiği sorunlar
Pestisitlerin çevresel etkileri onların
uygulama şekillerine, formülasyonlarına
ve uygulama zamanlarına bağlı olarak
değişiklik göstermektedir. Pestisitlerin
çevresel etkileriyle ilişkili toplumsal
tepkiler 1960 yılında başlamış, 1962
yılında Rachel Carlson tarafından
yayınlanan Sessiz Bahar isimli kitap bu
konuda bir milad olarak kabul
edilmektedir. Sentetik kimyasalların
beraberinde getirği gelişmeler
gerçektende tarımsal üretimde büyük
verim artışlarına neden olduğunu
bilinmektedir. Ancak bunların beraberinde
getirdiği olumsuz yönleri, insan ve çevre
açısından arz ettikleri tehlikeler de az
değildir. Yoğun ve bilinçsiz pestisit
kullanımının sonucunda gıdalarda, toprak,
su ve havada kullanılan pestisitin kendisi
ya da dönüşüm ürünleri kalabilmektedir.
Hedef olmayan diğer organizmalar ve
insanlar üzerinde olumsuz etkileri
görülmektedir. Pestisit kalıntılarının
önemi ilk kez 1948 ve 1951 yıllarında
insan vücudunda organik klorlu
pestisitlerin kalıntılarının bulunmasıyla
anlaşılmıştır. Pestisitlerin bazıları
toksikolojik açıdan bir zarar
oluşturmazken, bazılarının kanserojen,
sinir sistemini etkileyici ve hatta mutasyon
oluşturucu etkiler saptanmıştır. Pestisit
kalıntılarının en önemli kaynağı gıdalardır.
Bu nedenle 1960 yılında FAO ve WHO
“Pestisit Kalıntıları Kodeks Komitesi”ni
kurmuşlar ve bu komitenin çalışmaları
sonucu konu ile ilgili tanımlamalar
yapılmış, bilimsel araştırma verilerine
dayanılarak gıdalarda bulunmasına izin
verilen maksimum kalıntı değerleri
saptanmıştır. Ülkemizde de tarımsal
ürünlerde kullanılan pestisitlerin
gıdalarda bulunması müsaade edilebilir
maksimum miktarları ürün ve ilaç bazında
belirlenmiştir.
3.1.1. Pestisitlere karşı dayanıklılık
oluşumu
Belirli pestisitlerin çok tekrarlı olarak
kullanılması sonucunda, zararlı
organizmalarda seleksiyon sonucunda
dirençli populasyonların ortaya çıkmasına
neden olmaktadır. Tarımda pestisitlerin
uzun yıllar sürekli uygulanması,
zararlıların bu ilaçlara karşı dirençlerinin
artmasına neden olmakta, dolayısıyla bir
önceki yıla göre sürekli daha fazla pestisit
kullanımı gerçekleşmektedir. Bu da hem
maliyetin artmasına ve ürün veriminde
azalmalara yol açmakta, hem de üründe ve
çevrede kalıntı miktarının ve kirliliğin
artmasına neden olmaktadır.
3.1.2. Pestisitlerin doğa ve canlılar
açısından etkileri
Tarım ilaçlarının büyük çoğunluğu hem
kontrol edilmek istenen canlılara, hem de
insan ve memelilere karşı çok toksiktir.
Bunların büyük bir kısmı uygulandıkları
bitki, toprak ve su ortamında uzun süre
bozulmadan kalabilmekte, canlıların
bünyesinde birikebilmektedir. Tarımsal ve
tarım dışı amaçlar için günümüzde
GENCAY
26
milyonlarca ton tarım ilacı
kullanılmaktadır. Bunların büyük bir kısmı
uygulandığı yerlerden başka yerlere
taşınmaktadır. Kimyasal maddelerin kalıcı
olduğu göz önüne alındığında toprağın bu
açıdan kirlenmesi büyük önem
kazanmaktadır. Eğer bir tarım ilacı
bakteri, fungus, güneş ışığı ya da kimyasal
yollarla bozulmamışsa zamanla toprakta
birikerek bitkiler tarafından
alınabilmektedir.
Pestisitlerin püskürtülerek uygulanması
sırasında bir kısmı evaporasyon ve
dağılma nedeniyle kaybolurken, diğer
kısmı bitki üzerinde ve toprak yüzeyinde
kalmaktadır. Havaya karışan pestisit
rüzgârlarla taşınabilir; yağmur, sis veya
kar yağışıyla tekrar yeryüzüne dönebilir.
Bu yolla hedef olmayan diğer organizma
ve bitkilere ulaşan pestisit, bunlarda
kalıntı ve toksisiteye neden olabilir.
Pestisitlerin insan ve sıcakkanlı hayvanlar
üzerine yan etkileri: Pestisitlerin
sıcakkanlılar üzerine olan kronik tesirleri
akut etkilerinden daha önemlidir.
Muhtemelen pestisitlerin bir kısmı uzun
yıllar sıcakkanlı hayvan ve insan
bünyesinde birikerek belirli bir süre sonra
olumsuz etkileri ortaya çıkmaktadır.
Pestisitlerin insanlar üzerine kontakt
etkisi cilt, solunum ve mide yoluyla
olmaktadır. Bu şekilde oluşan zehirlenme
vakalarında deri tahriş olur ve akıntı
meydana gelir, sinir sistemi zararlanır,
hormon mekanizması bozulur ve ciğer
ödemleri görülür. Örneğin farelerde
yapılan denemelerde 2,4,5-T’nin ur,
amitrol’ün ödem meydana getirdiği tespit
edilmiştir. Pestisitlerin balıklar ve
balıklarla beslenen hayvanlar üzerine
etkisi direkt ve indirekt olmaktadır. Direkt
etki, pestisitlerin balıklara doğrudan
zehirleyici etkisi olup, bu etki herbisitin
kimyasal yapısına ve dozuna bağlı olarak
değişmektedir. Pestisitlerin balıklar
üzerine indirekt etkisi ise balıkların yem
kaynağı olan bitkilerin ortadan
kaldırılması ve ölen bitkilerin özellikle sığ
sularda parçalanması sonucu oksijen
miktarında azalma şeklinde olmaktadır.
Bu oksijen azalması bir taraftan ölen
bitkileri parçalayan aerobik bakterilerin
oksijeni kullanması, diğer taraftan su içi
bitkilerinin ölmesiyle fotosentezle verilen
oksijen kaynağının ortadan kalkmasından
ileri gelmektedir. Doğal düşmanlara olan
etkisi: Bir agroekosistemde pestisit
uygulandığında, pestisit sadece zararlıları
değil, ekosistemdeki zararlıların
populasyonlarını kısmen baskı altında
tutan faydalıları doğrudan ve dolaylı
etkileyebilmektedir. Böylece doğal denge
bozulmakta, tür çeşitliliği azalmakta ve
daha önceden problem olmayan yeni bazı
zararlılar ortaya çıkabilmektedir. Bu
durumda yeni zararlılara karşı ek
ilaçlamalar yapma zorunluluğu ortaya
çıkmaktadır.
Arılara etkisi: Gerek ülkemizde ve gerekse
dünyada bal arıları pestisitlerden
etkilenen en önemli böcek türlerini
oluşturmakta, pestisitlerin yoğun ve
GENCAY
27
bilinçsiz kullanımları sonucunda her yıl
binlerce kovan zarara uğramaktadır.
4. Sonuç
Birim alanında elde edilen verimi
yükseltmek için ticari pestisitler son
yıllarda yaygın bir şekilde kullanıma
geçmiştir. Pestisitler, yararlarına rağmen,
çevrede potansiyel bir zarar oluşturan
geniş aralıkta toksik etkiler üreten
bileşikler olarak görülmektedir. Tarımsal
alanlara, orman veya bahçelere uygulanan
pestisitler havaya, su ve toprağa, oradan
da bu ortamlarda yaşayan diğer canlılara
geçmekte ve dönüşüme uğramaktadır.
Bunun sonucu olarak çevre kirliliği
meydana gelmekte ve doğada bulunan
canlılar olumsuz yönde etkilenmektedir.
Pestisitler insan ve sıcakkanlı hayvanlar,
arılar, toprak mikroorganizmaları gibi
birçok canlıyı olumsuz etkileyerek doğal
dengenin bozulmasına neden olduğu
bilinmektedir. Kimyasal ilaçların insan
sağlığı ve çevre üzerine olumsuz etkilerini
azaltmak için hastalık, zararlı ve yabancı
otlarla ilgili ekonomik ve ekolojik bir
mücadele yapılması gerekmektedir. Son
yıllarda üzerinde çokça durulan
konulardan birisi de “Ekolojik Tarım”dır.
Ekolojik tarım canlı ekolojik sistemleri ve
döngüleri temel alarak tarım alanlarında
yoğun olarak kullanılan pestisit, gübre ve
bitki büyüme düzenleyicilerinin tarımsal
ürünler üzerinde bıraktıkları kalıntılardan,
toprağa, suya, havaya ve diğer canlılara
olumsuz etkilerinden mümkün olduğunca
uzak kalmak amaçlanmaktadır. Bu nedenle
kimyasal gübre ve tarımsal ilaçlarının hiç
ya da mümkün olduğu kadar az
kullanılması, bunum yerine aynı görevi
yapan bitkilerin ürettiği organik bileşikleri
(organik gübre ve ilaçlar) kullanmak ta
ekolojik tarımın amaçları arasındadır.
Günümüzde zirai mücadelenin, agro-
ekosistem ve sürdürülebilir tarımsal
üretimin dikkate alınarak yapılması bir
zorunluluk haline gelmiştir. Bu da ancak,
kültürel önlemler başta olmak üzere,
kimyasal mücadeleye alternatif
yöntemlerin öncelikli olması ve gerekirse
birlikte ve uyum içerisinde kullanılması
suretiyle sağlanabilir. Bununla birlikte
Pestisitlerin çevresel etkilerini azaltmak
amacıyla kullanılabilecek birçok pratik
çözüm vardır. Birçok ülkede ilgili
kurumlar pestisit kullanımı, onların
çevresel etkileri ve güvenli kullanımları
için yayınlar yapmaktadırlar. Bu yayınlar
çiftçiler, ticari üreticiler ve diğer ilgililere
pratik bilgiler vermektedir. Bu ülkelerde
pestisit kullanıcılarının eğitimi yasal bir
zorunluluktur. Bu Tip bir eğitim, ilaçlama
aletlerinin doğru ve efektif kullanımı,
güvenlik önlemleri, pestisitlerin hedef dışı
organizmalara ve çevreye olumsuz etkileri
gibi konuları içermektedir. İlaçlamalar
sonrasında ortaya çıkan atıkların, ilaçlama
tanklarının yıkanması, boş kutuların yok
edilmesi konularında mutlaka özel dikkat
gerekmektedir. Kaynaklar
Anonymous, 2003. European agrochem market
declines. Agrow, 416: 9.
Lorbeer, J. W., N. Delen, N. Tosun, 2001. Chemical
control. pp. 199-203, In: Encyclopidia of Plant
Pathology, Vol. 1. Eds: O.C. Maloy and T.D. Murray.
John Wilay and Sous, New York, 598 pp.
Öncüler, C. ve Durmuşoğlu, E. 2008. Tarımsal
zararlılarla savaş yöntemleri ve ilaçları. Adnan
Menderes Üniversitesi Yayınları, No: 28
Yıldız, M., Gürkan, O., Turgut, C., Kaya, Ü., Ünal, G.
Tarımsal savaşımda kullanılan pestisitlerin yol
açtığı çevre sorunları,
http://www.zmo.org.tr/resimler/ekler/dd7a048049
67197_ek.pdf
GENCAY
28
KAYBOLAN ÇEVRE DUYARLILIĞIMIZ Ertuğrul Kaan ÇAM
“Yaş kesen baş keser” diyen bir ceddin
torunları olarak “betonlaşmayı kutsayan”
bir hal aldık. Galiba hep şikâyetçi
olduğumuz Türk Milleti’ndeki yozlaşmanın
en önemli örneklerinden biri bu halimiz.
Son dönemlerde artık gazete sayfalarının,
haber sitelerinin rutin haberleri haline
geldi çevre katliamları. Ülkemizin doğal
güzelliklerinin “millete hizmet” adı altında
katledilmesine defalarca şahitlik ettik.
Vahşi kapitalizmin gözü dönmüş para
avcıları kimi zaman turizmi, kimi zaman
enerji ihtiyacını koydular önümüze
yaptıkları vahşeti gözden kaçırmak için…
Hatta “yol medeniyettir” diyerek bu işlerin
yolunu yapmaya çalışan devlet
büyüklerimiz dahi çıktı. Kaz dağlarının
altını üstüne getirdik altın için…
Karadeniz’in güzelliklerine HES’lerle
saldırdık. Akdeniz’i da “bacasız sanayi” ile
vurduk. Peki, bunları yaparken neleri
kaybettiğimizi hiç düşündük mü? Kaç tane
endemik bitkinin yok olma tehlikesinde
olduğunu, kaç tane kuşun doğal yaşam
alanından olduğunu hesaba kattık mı? Şırıl
şırıl akan güzelim derelerde kaç balık
türünün kaybolup gittiğini düşündük mü?
Cevap maalesef hayır! Bizim
düşündüğümüz şeyler kaç turist geleceği,
ne kadar ihracat yapılacağı veya ne kadar
enerji elde edileceği oldu. Matematiğin
içinde kaybolup gittik hep. Müteahhidin ne
kadar kazanacağının muhasebesini yaptık
da bitirdiğimiz onca güzelliğin ne
kaybettireceğinin muhasebesini yapmadık.
O ağaçların bizden nasıl bir intikam
alacağını da düşünmedik ama alıyor da...
Her geçen gün artan sellerle, kuraklıklarla,
don vakalarıyla mücadele etmek
durumunda kalıyoruz. İbret aldığımız da
söylenemez.
Düşünenler de çıktı aramızdan fakat
onlara da vurmadığımız etiket kalmadı.
Meşhur “dış mihrakların” piyonu
olmalarından tutun da işi gücü olmayan
tuzu kuru entel takımına kadar
demediğimiz kalmadı.
Gezi parkı olayları hepimizin hatırında...
Gezi parkı deyince arada belirteyim
askerliğimi İstanbul’da yapmayı fırsata
çevirerek daha önce gitmediğim parka
gittim. Küçük bir yer ama İstiklal
caddesinden yukarı çıkıp da meydana
GENCAY
29
vardığınızda soluklanabileceğiniz,
gürültüden bir nebze olsun uzak,
Taksim’in tek huzur veren yeri. Tek kötü
yanı para getirmiyor işte o ağaçlar!
Olayların sonradan gelişen halini kimse
tasvip etmiyor elbet ancak zaten yeterince
beton yığını haline gelmiş Taksim’in tek
yeşil alanının sökülüp alınmasına izin
vermeyen gençlere neler denildi neler!
Beni siyasetçilerin kullandığı ifadeler
korkutmuyor ancak bu ve buna benzer
çevre direnişlerine halkın önemli bir
kısmının verdiği karşı tepki gerçekten
ürkütücü. Yeşili muhafaza etmek isteyen
insanlara karşı çıkan bloğun da
muhafazakârlığıyla övündüğünü
düşününce insan sormadan edemiyor;
“Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile,
bugün elinizdeki fidanı dikin” diyen şanlı
peygamber kimin peygamberi?
Yukarıda yazdığım yazılardan sermaye
düşmanı, ülkesinin gelişmesini istemeyen
biri olduğumu çıkaranlar olabilir. Tam
aksine teknolojinin her nimetinden Türk
milletinin yararlanması gerektiğini
düşünen bir insanım. Ancak bunu
yaparken yazıma girerken belirttiğim
ceddimizin anlayışını en başa koymamız
gerektiğine inanıyorum. Bizi üç kıta yedi
denize hâkim kılan sadece kılıcımız,
topumuz, tüfeğimiz, devrinde şaşkınlık
yaratan teknolojimiz değildi. Bunların
yanında ve bunlardan daha da önde
“karıncayı bile incitmeyen” inceliğimizdi.
Hem hep dosta düşmana ilan ederiz: Biz
bu vatan toprağından bir çakıl taşını bile
vermeyiz diye... Çakıl taşından bile
vazgeçmeyen bir insan bu vatanın
ağacından, kuşundan, balığından,
çiçeğinden böceğinden nasıl vazgeçer?
Elbette vazgeçmeyeceğiz.
GENCAY
30
İNDEPENDENTA TANKER KAZASI Çağhan SARI
İstanbul Boğazı’nın jeostratejik önemi
başlı başına emniyet meselesi
tartışmalarını açıyor. Boğazın emniyeti de
sadece askeri ve siyasi önem arz etmiyor.
Çünkü tarihin her evresinde İstanbul
Boğazı, ulaşım için kalp vazifesi
görmektedir. Hal böyle iken bir önceki
seçimlerde iktidara gelen partinin seçim
beyannamesinde olan bir projeden
konumuza geçelim. Söz konusu olan proje,
İstanbul Boğazı gemi trafiğini azaltmak
için şehrin batı yakasında bir kanal açmak,
boğaz trafiğini açılan bu kanala
yönlendirerek, boğazda trafiği
düzenlemeyi içeriyordu.
Proje, 'Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne
uygunluktan şehirciliğe kadar uzanan
tartışmalar arasında vurgulanan en önemli
başlık güvenlik meselesiydi. Boğazın
güvenliğini sorgulatan şey de gemi
kazalarıdır. Boğazdaki gemi kazalarının
sebeplerini sıralayacak kadar bu hususa
vakıf olmasak ta yakın bir tarihe kadar
yabancı bandıralı gemilerin zaruri olan
kılavuz kaptan uygulamasından kaçınma
eğiliminde olduğunu belirtebiliriz. Netice
olarak seçim beyannamesinde kanal
projesine yer veren parti, o seçimleri
kazandı ancak projeye dair somut bir adım
atmadan yasama dönemini kapattı.
Boğazdaki güvenlik ve çevre kirliliği
sorununu yan yana getiren en büyük
kazaya gelelim. Boğazdaki kaza geçmişine
uzandığımızda kuru yük taşıyan şileplerin
boğaz kıyılarına bindirmesinden çok daha
tehlikeli olan bir kaza çeşidi yakıt tankeri
infilakıdır. Peter Zoranic, Shipbrooker
tanker kazaları bunların en bilinenleridir.
Taşıdığı yükü hakikaten Romanya'ya mı
yoksa Türkiye'ye mi getirdiği iddiaları
atıldığı için İndependenta kazası bu
yazının konusu oluyor.
15 Kasım 1979 günü saat 05.30'da
İstanbul çok büyük bir gümbürtüyle
uyandı. Haydarpaşa Limanının 800 metre
açığında boğaza giriş yapmak üzere olan
Rumen bandıralı İndependenta tankeri ile
Karadeniz yönünden gelen Yunan
bandıralı Evriyali adlı kuru yük gemisi
çarpıştılar. İndependenta sabit batarya
halini alarak kılavuz kaptanı beklerken,
Evriyali affedilemeyecek bir hata ile
İndependenta'ya iskeleden vurdu. 94.600
ton ham petrol taşımakta idi. 300 metre
uzunluğunda 150 grostonluk bir tanker
olan İndepentenda çarpışmanın etkisiyle
yanmaya başladı. Alevlerin uzunluğu ile
şehirde kısa süreli panik yaşandı.
İndependenta'nın 54 mürettebatından
sadece 3 kişi kurtulabildi. Yangın bir
haftada anca söndürülebildi. Gemi
enkazındaki ufak çaplı yangınlar 27 günün
GENCAY
31
sonunda tamamen sona erdi. Bunun en
önemli nedeni, dönemin deniz itfaiyesi
vasıtalarında bu tür yangınlarda kullanılan
köpüklerin olmayışıdır. Köpük yerine
denizden çektiği suyu yanan geminin
üstüne sıkılıyor, deniz suyuna petrol
karıştığı için yangına tesiri istenildiği gibi
olamıyordu.
Gemi yanar bir halde kıyıya 200 metre
kala karaya oturdu. Haydarpaşa limanına
çarpmaması çok daha büyük bir facianın
önüne geçti. İndependenta'nın taşıdığı
30.000 ton civarında petrol yandı. 60.000
ton petrol denize sızdı. Beş kilometre
karelik alana yayılan petrol, denizde siyah
bir tabaka oluşturdu. Marmara’da deniz
canlı ölümü %96 oranında arttı.
İndependenta'nın taşıdığı ham petrolü,
resmi kaynaklara göre Köstence limanına
taşıdığı bilinse de o dönem Türkiye'nin
maruz kaldığı petrol sıkıntısı -ambargo-
nedeniyle Libya'dan yüklenen petrolün bu
yolla yurda sokulacağı iddiaları
atılmaktadır. İndependenta'nın enkazının
7 yıl sonra ancak Tuzla'ya götürülebilmesi
ve Tuzla'da iken de ufak bir yangının
çıkması, onun verdiği hasarın artçılarıdır.
2002 yılında İski'nin Haydarpaşa'da
yaptığı kanal inşaatında, mendireğin
hemen dibinde bir kütle ile karşılaşıldı.
Yapılan incelemeler sonunda parçanın
İndependenta'ya ait olduğu anlaşıldı.
İndependenta, kazadan 23 yıl sonra
böylelikle tekrar manşetlere çıktı Batığın
denizi kirletmesi bir yana, denize karışan
petrolün verdiği zarar, elbette
çevrebilimcilerin yayınlarında ele
alınmıştır. İncelemeler, dökülen petrolün
küçük bir bölümünün sahili etkilediğini
göstermiştir. Boğazın güney sahili ağır bir
petrol tabakası ile kaplanmıştır. Kirlenen
sahilin temizlenmesi ile ilgili bir rapor
yoktur. İmralı ve Marmara adaları en çok
kirlenen alanlardır. Bu alanlar, o tarihlerde
İstanbul’da inşaat kumunun ve mermerin
çıkarıldığı alanlardı.
Yerel balıkçılık faaliyetine verilen zarar
hakkında bir rapor yok ancak boğazlar
balıkların önemli göç yollarından biridir.
Kaza, Marmara Denizinin kuzeyindeki dip
besleyicilerinin % 96’sını öldürmüş ve
yalnızca 9 tür hayatta kalabilmiştir. Petrol
tabakasının kalınlığı yaklaşık 46 gr/m2
dir. Kaza İstanbul’da ve Marmara
Denizinde büyük bir deniz ve petrol
kirliliğine sebep oldu. Yangın süresince,
havadaki toplam partikül miktarı 1000
mg/m3 ulaşmıştır ve bu değer insan
sağlığı için izin verilen değerin dört
katından fazladır. İndependenta kazası,
İstanbul Boğazını tehlikeye atan tanker
kazalarının ne ilki ne de sonuncusu
olmuştur.
GENCAY
32
KİTAP TANITIMI: KÜRESEL ENERJİYE
YÖN VEREN GÜÇLER (21. YY SONRASI) MİLLİ KİTAP
Enerji, küreselleşen dünyamızın
vazgeçilmez değeri. Ne onunla sağlıklı
yaşamak mümkün, ne de onsuz… Enerji,
her geçen gün şehirlerin biraz daha
büyümesine sebep olurken, ormanların ise
gitgide yok olması gerçeğini önümüze
getiriyor. Modern çağın başlangıcıyla
ayrılmaz bir parçamız olan enerji,
kendisiyle birlikte belli başlı temel
sorunları da getirmiş oldu. Enerji
ilişkilerinde tekelcilik gibi sorunlar ile
enerji hayatımızda oldukça ihtiraslı bir
yere sahip oldu.
Hepimizi birbirimize bağlayan belli
değerlerin olduğu dünyada, bu değerlerin
başını petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtlar
çekiyor. Bu kaynaklara olan bağlılık ve bu
kaynakların bir gün yok olma
endişesi ‘’yeşil teknoloji’’ ile her
zamankinden daha fazla ilgilenmemize
sebep oluyor. Bir yanda ilerleyen küresel
medeniyetler ve bu medeniyetler
bağlamında yetişmemiz gereken teknoloji
varken, diğer tarafta ise insanların ve
insan dışı canlıların barınmasına ve
güvenli bir geleceğe sahip olmaları için
korunmasına ihtiyaç duyulan biyosfer var.
Durum böyle olunca oldukça güçlü bir
ikilem yaşanıyor. Tabi bir de işin içine
küresel güçler karışıp, dünya devi
ülkelerin rant savaşları, çıkar çatışmaları
girince durum daha da karmaşık bir hâl
alıyor. Böyle olunca ister istemez
insanlığın geleceğini düşünmeye
başlıyorsunuz.
‘’Enerji bağımsızlığı’’ mümkün mü diye
soramadan küresel şirketler ve dünya devi
firmaların kendi çıkarları doğrultusunda
‘’enerji bağımsızlığı’’nı imkânsız bir hale
soktuklarını görüyoruz. Medeniyet ve
enerji için hep birilerine bağlı kalmak
zorunda bırakılmamız bizi ‘’yeşil enerji’’ye
itse de, şu an için bu teknolojinin ihtiyacı
karşılamaya ne kadar yeterli olduğu
bilinmemekle birlikte, çevreye etkilerinin
de ne derecede olacağı kafalarda soru
işaretleri uyandırıyor.
GENCAY
33
Bu bahsettiğimiz konuların hepsi TÜBİTAK
Popüler Yayın Kitapları’ndan çıkan, yazarı
Scott L. Montgomery olan ‘’Küresel
Enerjiye Yön Veren Güçler(Yirmi
Birinci Yüzyıl ve Sonrası)’’isimli
kitaptan. Çevirisini Evra Günhan Şenol’un
yapmış olduğu kitap birinci baskısını 2014
yılında çıkarmış olup, içeriğinde enerjiye
dair her şeyi bulabileceğiniz güzel bir
kaynaktır. Yazarın karşısındakiyle
konuşurmuşçasına yazmış olduğu kitapta
‘’petrol gerçeği, geçmişin kralı kömürün
akıbeti, nükleer enerjinin değişen görüşleri,
yenilenebilir enerjinin mümkün olup
olmayacağı, yenilenebilir enerjinin
sınırlarının nasıl belirleneceği, jeopolitik
enerji ve teknolojiyle birlikte iklim
değişikliği’’ gibi konulardan bahsedilmiştir.
Bu kitap çevreye duyarlı okuyucular için
eşsiz bir kaynak. İlk bölümlerinde ağır bir
terminolojinin kullanılmış olması
nedeniyle biraz sıkılacağınız fakat
ilerleyen bölümlerini heyecanla takip
edeceğiniz bir kitap. Kitabın sonuna gelip
küresel enerji ve küresel enerjiye yön
veren güçlerin neler yaptıklarını
gördüğünüzde dünya yönetimi ve milletler
mücadelesi konusunda epey bilgi sahibi
olacaksınız.
Sizlere şimdiden iyi okumalar diliyoruz.
millikitap.com
GENCAY
34
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
GENCAY
millikanal.com