Gencay Dergisi - Sayı 19 - Ağustos 2013
-
Upload
gencay-dergisi -
Category
Documents
-
view
228 -
download
5
description
Transcript of Gencay Dergisi - Sayı 19 - Ağustos 2013
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 19 - Ağustos 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
MALTA DAVASI VE ERGENEKON SÜRGÜNLERİ / Veysel Gökberk MANGA
MEDYA OKURYAZARLIĞI VE İŞLEVİ / Halil İbrahim KOÇ
ARAP BAHARINDA ÇIKAR ÇATIŞMALARI / Sertaç EKEMEN
DESTAN ŞAİRİ N. YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU VE MALAZGİRT MARŞI ÜZERİNE
NOTLAR / Abdullah KILAVUZ
SORUNLAR VE TEPKİLER / Selim UYSAL
SERVET SOMUNCUOĞLU – TÜRK’ÜN PEŞİNDE BİR KÂŞİF / Emre Sevinç
STRESE VE UYKUSUZLUĞA KARŞI VÜCUT DİRENCİNİ ARTIRMAYA YÖNELİK
TAVSİYELER / Dr. Alperen KIZIKLI
GENCAY
1
MALTA DAVASI ve ERGENEKON
SÜRGÜNLERİ Veysel Gökberk MANGA
Osmanlı Cihan Devleti’nin son yüzyılı
birbirinden acayip hâdiselerle dolu. Bu
yüzyılda yaşananlar, bugünkü Türkiye için
olumlu veya olumsuz mânâda misaller
teşkil eder. Sorunlarımızın, belki biraz da
abartılı olarak hepsinin kökünü bu
yüzyılda aramak lâzım gelir. Hattâ
Türkiye’nin yaşadığı buhranların
aynılarını o devirde bulanlar da var. Bâzı
siyâsetçilerimiz bu işi aşırılığa vardırıp
çağdaş meselelerimize, doğru-yanlış ayırt
etmeden tarihin tozlu raflarından
çözümler devşirmek gayretindeler.
Federasyon meselesinde de gördük.
Ben de bizimle çağdaş meseleleri
açıklamaya çalışırken bu yüzyıldan bol bol
misaller getiririm. Bu devre ait
münakaşalara girmek ve misalleri bugüne
teşmil etmekten değişik bir haz duyarım.
İtiraf edeyim, bunları yaparken bu verimli
alanı hoyratça kullandığım da olur. Fakat
genelde bu devrin bize sundukları,
yanılma payını en aza indirir niteliktedir.
Osmanlı’nın son devrinin en acı
vakalarından biri, Malta Sürgünleri
vakasıydı. İngilizler petrolü daha rahat
bölüşebilmek için Türkiye’yi güçten
düşürmek faaliyetlerinde Damat Ferit
Paşa’nın tek başına yetemediğini gördü,
yine Osmanlı’nın son dönem
hükûmetlerine baskı yapıp Millî
Mücadele’ye destek veren veya vermesi
muhtemel kişileri tutuklatarak önce
Bekirağa Bölüğü’ne, oradan Malta’ya
sürdü. Bekirağa’ya uğramadan Malta’ya
gidenler de vardı. Mustafa Kemal de
yakalansa, belki de Malta’ya sürülenlerden
olacaktı.
Millî Mücadele’yi yürütenler Osmanlıların
ta kendileri, Osmanlı’nın son döneminin
yetişmişleri de Harbiye çıkışlı oldukları
için, Malta Sürgünleri arasında önemli
miktarda asker de vardı. Türk ordusunun
yetişmiş subayları, Türk milletinin
yetişmiş fertleri, Türk vicdanının kâmil
numuneleri, bir başka devletin irâde ve
isteğiyle toplanmış, Malta Adası’na
hapsedilmişti. Bu, Türk tarihinde sanırım
bir ilkti. Fakat son olmayacaktı.
***
Cumhuriyet birçok tefekkür faaliyetinin,
birçok inkılâbın neticesi ve bir ihtilâl idi.
GENCAY
2
Hattâ bir inkılâplar dizisinin bir halkası
olduğunu söylemek daha doğru olur. Ve bu
inkılâplar, ihtilâl yapılıp cumhuriyet ilân
edildikten sonra da devâm etti. En
önemlilerinden biri, dil inkılâbıydı.
İnkılâp kelimesi, içinde ıslâh mânâsı
barındırır. Bir yerde inkılâp yapılabilmesi
için orada bâzı kısımları bozulmuş, bâzı
kısımları ise sağlam yahut düzeltilebilir,
iyileştirilebilir hâlde bir binânın olması
lâzımdır. İhtilâl kelimesi Türk Dil
Kurumu’na göre kanunlara uymaksızın
cebir ve kuvvet kullanarak sosyal ve
ekonomik yapıyı veya yönetim düzenini
değiştirmektir. İkisi arasında büyük anlam
farkları olduğu açık. Fakat aynı Türk Dil
Kurumu, bu iki kelimenin karşısına Türkçe
“devirmek” kökünden gelen “devrim”
kelimesini koyar, devrim kelimesini bu iki
kelimenin eşanlamlısı olarak sunar.
Birbirini hiçbir zaman karşılamayan,
ancak takip edebilen iki kelimenin aynı
kelimeyle ifâdesi ise, dil dâvâmız ve
inkılâbımızın müfritlerin eline terk
edildiğini gösterir.
Yaptığımız yanlışlar bunlardan ibâret
değil. Darbe kelimesi de milletimizce
yanlış anlaşılan kelimelerden biri. “Vuruş”
mânâsına gelen bu kelime, siyâsî literatüre
menfî bir şekilde girdi. Oysa o da sözlükte,
“baskı kurarak, zor kullanarak veya
demokratik yollarla hükûmeti istifâya
mecbûr etme yahut rejim değiştirme”
olarak tanımlanır. Bu tanıma göre darbe
mutlaka kötü bir şey olacak değil. Yeri
gelir, yöneticilerin veya rejimin millete
faydalı olmadığını, telâfisi mümkün
olmayan zararlar verdiğini düşünen
birileri milletin refahı için sözlükte
bahsedilen işleri yapabilir.
Bu hâlde, Türk tarihinin şimdilik
bildiğimiz ilk darbesi, Mete Han’ın(Börü
Tonga) babası Teoman’a(Tümen) yaptığı
darbe olur. Mete, babasının, karısının kötü
tesirine çok fazla maruz kaldığını düşünüp
Türk ordusunu düzenledi, ilk zaferini
babasına karşı kazandı. Bu, hem de askerî
bir darbeydi. Bunlardan birçoklarını
tarihimizde bulmak mümkün. Bahadırhan
Dinçaslan’ın bir yazısının bana hatırlattığı
üzere, Yavuz Sultan Selim’in babası 2.
Bâyezid’e yaptığı da bir darbe, hem de
askerî bir darbeydi. Tabiî bu, her zaman
oğul tarafından babaya yapılmaz.
Oğuzların Sultan Sancar’ı ellerinde esir
tutarak Büyük Selçuklu’yu hükümdârsız
bırakmaları bir darbeydi, devletin
parçalanmasıyla sonuçlandı. Kırgızların
Köktürklere, Uygurların Kırgızlara
yaptıkları birer darbeydi. Sultan
Abdülaziz’in ölümüyle sonuçlanan suikast
darbeydi. 1908 İhtilâli bir darbeydi. Uzar
gider.
Türkiye Cumhuriyeti’nin darbe kelimesini
yanlış anlamasının sebebi, tek başına
yanlış dil inkılâpçılığı değildi tabiî. Bunun
bir de, siyâsî ve sosyo-ekonomik sebebi
vardı ki, o da şuydu: Türk İnkılâbı ve
İhtilâli’ni halk değil, yöneticiler yaptı.
Halkın böyle bir talebi bile yoktu. Halk en
fazla, biraz daha refah içinde, zengin
yaşamayı isteyebilirdi. Fakat onu da, istese
istese içinden isterdi. “Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi” halife hükümdâra
bunu söylemek, ondan şikâyetçi olmak
halk tabakasından hiçbir Osmanlı’nın
aklına gelemezdi. Bu sebeple, Tanzimat’ı
da, dış zorlamayla da olsa Islahat’ı da,
meşrutiyetleri de hazırlayan yöneticilerdi,
seçkinlerdi. Cumhuriyeti halk değil,
seçkinler düşündü. Harf, dil, kılık-kıyafet
GENCAY
3
ve daha birçok mevzuda inkılâp yapmak,
halkın değil seçkinlerin aklına geldi ve
zaten halkın değil seçkinlerin harcıydı.
Bütün bu işlerle, bâzen padişahın istek,
destek ve teşviğiyle, bâzen de onun
muhalefetine rağmen uğraşan insanlar,
çabaları sonuç getirdiğinde memleketin
kaderine dâir söz söylemek hakkının
kendilerinde, yalnız kendilerinde olduğu
fikrine kapıldılar. Mustafa Kemal
hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin
olduğunu söylemesine rağmen, devrinin
şartları onu da “halk için, halka rağmen”
siyâsetine itti. İnönü devrinde padişah
bulunmadığı, Mustafa Kemal de Hakk’ın
rahmetine kavuştuğu ve artık İnönü’nün
işlerine müdahil olamayacağı için,
seçkinciler tabir edilen zümre kök saldı,
iyice yerleşti.
İnönü’den sonra, aslında temel
görüşlerinde büyük farklılıklar
olmamasına rağmen, sırf millet İnönü’den
bıktığı için Menderes başa geldi. Menderes
seçkin zümreden olmadığı gibi, seçkinci de
değildi. Onun devrinde “hâkimiyetin
kayıtsız şartsız milletin olduğu” fikri
kuvveden fiile geçmeye başladı. Menderes
yönetim hakkını, halkı da kapsar vaziyette
genişletti. Bu, bir yandan halkı siyâsete
kazandırmak mânâsına gelirken, bir
yandan da siyâsetin ehil olmayan adamlar
eline geçip soysuzlaşması sonucunu
doğurdu. Akıbetini biliyoruz.
Seçkinci zümre, devlet kendi elinde olduğu
için, devletçidir. Devletçi-seçkinci
zümrenin karşısında ise, gelenekçi-liberal
olarak nitelenen zümre bulunur. Bu
tanımlar yüzde yüz doğruluk arz etmez.
Çünkü iki tarafın sınırlarını net olarak
çizebilmek mümkün değildir. Devletçilerin
içinde yönetim hakkının halka verilmesini
savunanlar olduğu gibi, gelenekçi-liberal
kökten geldiği hâlde iktidara sahip olanlar
da vardır. Hele son iktidar döneminde işler
iyice değişti. Ancak temel olarak, çekişme
bu iki zümre arasında yaşanır. Ve bâzıları,
askerî “darbe”lerin, gelenekçilerin iktidarı
ele geçirmesine karşı, devletçilerin
tertipleriyle düzenlendiğini savunurlar.
Bizde darbe kelimesi bu nedenle öcüdür.
Yakın zamanda düzenlenen Ergenekon ve
Balyoz soruşturmaları ve verilen kararlar
Türk vicdanını yaraladı. Bu süreç boyunca
AKP’nin sürekli öne sürdüğü, darbelerin
kötü olduğu, her darbenin ülkeyi yirmi yıl
geriye götürdüğü, askerin millet iradesine
saygılı olmadığıydı. AKP’ye göre bu
askerler ve siviller milletin seçtiği parti
olan kendilerini, meşrû olmayan yollarla
iktidardan indirmek, yerlerine kendileri
gelmek istediler.
İttihat ve Terakkî’nin bir kongresinde
Mustafa Kemal’in askerin siyâsetten
çekilmesi yönünde bir konuşma yaptığı ve
bu yüzden birçok kişinin tepkisini çektiği
malumumuz. Çünkü Atatürk, Balkan
Felâketi’ni gördü, askerin siyâsete dahlinin
memleketin başına neler getirebileceğini
idrâk etti. Nitekim yine askerlerin bizi
Birinci Harp’e sokmaları da, onun bu
fikrini haklı çıkardı.
GENCAY
4
Evet, askerin siyâsete müdahale etmemesi,
doğru bir ilkedir. Fakat nereye kadar?
Ümit Özdağ’ın mükemmel yazısından
öğrendiğime göre(Ergenekon Davası ve
Türk Ordusu) bu dâvâda sivil tarafı
tuttuğu iddiasında olanlar, askerin
Türkiye’yi Rusçu-Avrasyacı çizgiye
kaydırmaya uğraştığını iddia ettiler.
Bence, bu iddiayı kuvvetlendirmek için,
değil ülke yönetmeyi, evini yönetmeyi dahî
beceremeyecek bir adam da diğerleri ile
içeri alındı. Oğluna, Rusların, arşivlerini
açtığı da biliniyor. Böylece Rusçuluk
iddialarını da temellendirmiş oldular.
Bu iddiaya rağmen, gerçekte askerlerin
yaptığı, memleketin ABD himâyesine,
yönetimine, kontrolüne girmesini
engellemekten ibâretti. Ben burada, Ümit
Hoca’nın makalesini özetlemekten âcizim.
Böyle bir derginin sayfaları bu özete
müsait değildir. Dileyenler okurlar. Ama
kısaca şu söylenebilir ki, 90lardan itibaren
Sovyetlerin çökmesi ve ortak düşmanın
yok olması Türkiye’yi ABD siyasetinden
uzaklaştırdı; Türk askeri ve stratejisti,
ABD’yi işin içine dâhil etmeden yeni Türk
ve Müslüman Devletleriyle irtibata
geçmenin yollarını aradı. Bunun böyle
olması gerektiğini, Mustafa Kemal de çok
öncelerden işâret etmişti. Yani, Ergenekon
Dâvâsı, en başından itibaren ABD’nin
isteğiyle, Amerika’yla gurur kırıcı
derecede müttefikliğe hayır diyen
subayların tasfiyesi için düzenlendi, AKP
tarafından yürütüldü.
İşin bir de, mide bulandırıcı başka bir
boyutu var: Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin
mahkemeye verdiği son savunmayı
okuyan herkes, bunun ne olduğunu anlar.
Çelebi, insanlara Nutuk okumalarını
tavsiye ettiği, “Memleketin dağına taşına
‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’ yazacağım,
yetmiş milyona bunu söyleteceğim.”
dediği, bir dostuna aslında Atatürk
milliyetçiliğinin olmadığını, Atatürk’ün de
bir Türk milliyetçisi olduğunu anlattığı için
tutuklanmış, saydıklarımız aleyhine delil
sayılmış, telefonuna Hizbu’t-Tahrirci bir
adamın rehberi yüklenmiş, sonradan bu
ortaya çıkmış, ölüm listesi hazırladığı iddia
edilmiş, hazırladığı iddia edilen ölüm
listesinin ise Kerkük’te şehit edilen
Türkmenlerin adından ibâret olduğu ve
yazılmakta olan bir kitap için toplandığı
anlaşılmış. Bu bile dâvânın hem dış
kaynaklı, destekli ve güdümlü olduğunu,
hem de haksız ve yanlış usûllerle
yürütüldüğünü gösterir. Çelebi kendisine
yöneltilen her türlü suçlamayı mahkeme
karşısında çürütmüş. Onun kahramanca
savunmasına da internetten ulaşmak
mümkün.
Bütün bunlarla birlikte, artık dâvânın
siyâsi bir dâvâ olduğu ispatlanmış oluyor.
GENCAY
5
Tutuklananların birkaç sene sonra
salıverileceğini ve hükûmetin
lütûfkârlığından dem vurulacağını
sanıyorum. Fakat insan, bütün bakışların,
plânların üzerinde var olan şu bakışı, plânı
her zaman unutmak gafletine düşer: Allah!
Allah’ın insanda tecelli etmiş hâli ise
vicdandır ve vicdan hiç şaşmaz, hep
doğruyu söyler.
Bütün vicdanların üstünde bir elinde
kalem, bir elinde defterle mâşerî vicdan
oturur ve iyi ve kötü bütün yapılanları,
daha sonra yaşlı bilge tarihe bildirmek
üzere not eder. Abdülhamid Han vefat
ettiğinde pencerelerden sarkıp ağıt yakan
kadınlar, tarih karşısında padişahı haklı
çıkardı. En büyük hüküm verici, muhtaç
olduğu bütün yardımı milletin yalnızca
kendisinden alan tarihtir. En değişmez
kanun tarihin koyduğudur. Tarih bunları
yaparken milletle ve onun vicdanıyla, yani
millî ve mâşerî vicdanla müthiş bir âhenk
içinde çalışır. Millete rağmen ve haksız
yere hürriyetin boynunu kesmek, haksız
yere bir insan idam etmekten çok daha
vahim bir hatâdır. Birçok kereler siyâsî
iktidar bir şeyi çok istediği ve iktidarı
süresince dayattığı hâlde, tarih onun
istediğini söylememekle maruftur. Bir
zümreye yapılan bir haksızlığın intikamını
başka bir zümreye haksızlık yaparak
almak, ancak en işlemez kafaların, en
dumûra uğramış beyinlerin isteyeceği ve
tasdik ve tasvip edeceği cinsten bir
dangalaklıktır. Adaletsizliğin neden olduğu
huzursuzluğu ortadan kaldırmak ve
adaleti tesis etmek, var olan adaletsizliğin
müsebbibi olduğu "zannedilen" zümreye
adaletsiz davranmakla mümkün olmaz.
Adalet adaletsizlikle sağlanmaz. Benim
“Osmanlı’nın Ergenekonu” olarak
nitelediğim Malta’ya sürgün sürecinin
sonunda, sürülenlerin hepsi, istisnasız
hepsi serbest bırakılmıştır.
Yanlış hesap Allah’tan döner. Allah, âdil
olmayanı bir vakit zulmettiğinin eline
düşürür. O gün geldiğinde zalimin elinden,
eline düştüğü adamın kendisi kadar zalim
olmaması için Allah’a dua etmekten başka
bir şey gelmez.
GENCAY
6
MEDYA OKURYAZARLIĞI ve İŞLEVİ:
Özgürlük, Özgünlük, Düşünce Özgürlüğü Halil İbrahim KOÇ
"6. Kuşkulu şeylere inanmaktan
sakınmamıza olanak tanıyarak
aldanmamıza engel olan özgür bir
tutumumuz vardır. (...) 32. Ancak yeterli
ölçüde bilmediğimiz bir şey üzerine karar
verdiğimiz zaman aldanırız." [Rene
Descartes, 'Felsefenin İlkeleri']
İnsanın olay ve olgularla -dolayısıyla
'anlam'la- örüntülü hayatında neredeyse
'medya' gibi önemli ve etkili bir araç yok
denilebilir. Zirâ kitle iletişim araçları,
kitleleri sarıp sarmalamakta (medyanın
ideolojisi!) ve anlamın ikizinin yaratılması
yöntemiyle aslından koparılan ve
görünümün yok oluşunun yaşandığı
bambaşka bir dünyanın (=gösterge
çağının!) kapısını aralamaktadır. [Sözü
edilen durum, -içinde bulunulan çağ
bağlamında adlandırılan- 'sanayi
toplumu'ndan 'bilgi toplumu' denilen bir
üst-evreye geçiş sürecini yaşayan -veyâhut
da yaşamış olan- toplumlar için geçerlidir.
Çünkü postmodern çağda, ekonomi politiği
farklı bir yapıya bürünmüş (=gösterge
ekonomi politiği) ve modern toplumdaki
üretim ve değişim ilişkilerinde nirengi
noktası olan "mal üretimi", post modern
toplumda yerini "tüketici kitle üretimi"ne
bırakmıştır.]
İnsanların (ya da insanî olanın) içinde
yuvarlandıkları bu kara deliğe, hatta
kitlenin bizzat üreticisi olan medyaya
"iletişim ortamı" demek kâbildir. -Üstelik
lügâti (sözlüksel) karşılığı da 'kitle iletişim
araçları'dır. Ancak postmodern dönemde
insanı simgesel bir düzen içerisine
hapseden ve gerçeğin taklidi sarmalıyla
çevreleyen -görünürde iyi niyetli ve
namuslu olan- bu araçların bir kullanım
kılavuzunun bulunması gerekliliği öne
sürülebilir. Nitekim araçların kitleleri
güdümleyebilme gücü ve caydırıcı (ikna)
özelliği, modellerin yaşam tarzımıza anlam
(= yeniden-anlam / anlam üzerine anlam)
vermesinden bellidir. Bu güdümleme ve
caydırıcılığın dozajını azaltma noktasında
kısa ve orta vâdeli bir yöntem ise, ancak -
devletin ideolojik aygıtlarından birisi olan-
eğitim vasıtasıyla oluşturulmaya
çalışılabilir. Nitekim İletişim bilimi camiası
[Türkiye'deki İletişim Fakülteleri,
akademisyenler], bu yüksek dozaj
güdümleme ve ikna sorununa yönelik
çözüm formülünü eğitim kanalıyla yeni
nesillerde oluşturulması gereken "medya
okuryazarlığı" bilinci olarak görmektedir.
Bu sebeple medya okuryazarlığı kavramı,
gerekliliği çerçevesinden irdelenesi bir
kavramsallaştırma olarak görünür.
Tek başına 'okuryazarlık' kavramı, yaşam
boyu öğrenmenin, bilgiyi kullanmanın ve
bu bilginin devamlılığını sağlamanın, etkin
değişimler yaşamak ile yaratmanın gereği
şeklinde tarif edilir. Yani okuryazarlık;
sosyal bir varlık olan insanın, ya da daha
doğru bir ifadeyle, toplumsal varlık
olabilmenin olmazsa olmazlarından
GENCAY
7
sayılabilir. Zira insan, toplumsal içinde -
yaşamında- sadece 'etkilenen'
pozisyonunda değil; 'etkileyen'
pozisyonunda da yer alacaktır. İşte
okuryazarlık olgusu, bu toplumsal ilişkiler
belirleniminin itkisi demektir. Bu iki
nosyonu (=medya ve okuryazarlık)
birleştirip irdelediğimizde de ortaya şöyle
bir tanım çıkmaktadır: "Medya
okuryazarlığı, medyayı kullanarak -ya da
yaratarak- düşünce ve duyguları çeşitli
kodlar ile mesaj(lar) hâlinde aktarmak ve
bunun yanında mâruz kalınan medya
mesajlarını -içeriklerini- en doğru biçimde
çözümlemek ve özümsemektir." Daha açık
bir ifâdeyle medya okuryazarlığı, medyayı
doğru kullanmayı amaçlayan bir bilinç
şeklidir, -hatta şuurdur!
İnsanlar üzerinde medya okuryazarlığı
bağlamında yapılacak bir bilimsel
araştırma, -bahsini ettiğimiz- medya
okuryazarlığı tanımının öngördüğü bilinç
şeklinden çok uzak bir gerçeği yüzümüze
vuracaktır. Ülkemizde ve dünyada yaşanan
sosyal olaylar bu önsezinin kanıtı
sayılabilir. Misâlen; bir dizide ölen hayalî
kahramana yas tutulduğu ülkemizde
görülen ve yaşanan, gülünç ama bir o
kadar da acı olaylardandır. Aynı şekilde
dünyadaki birçok savaşın, medyanın
olayları gerçekten çok farklı
yansıtmasından ötürü çıktığı da acı bir
gerçektir. Hatta medya aracılığıyla bir
gösteri mekanizmasına dönüşen
politikanın sebep olduğu savaşlar da
televizyon aracılığıyla gerçeğin
senaryolaştırılıp teatral havada
yansıtılması biçimine sokulmuştur.
Kitleler ise cips eşliğinde bu savaşların
keyfini çıkartmıştır/çıkartacaktır. Bu
olayların yaşanmasına sebebiyet veren asıl
mesele, medya okuryazarlığı bilincinden
uzak olmaktır.
Medyanın okuryazarlık kalkanıyla
korunmayan zihinleri manipüle etmesi ise
daha büyük ve en başta çözülmesi gereken
sorun sarmalıdır. Zirâ zihinsel etkinlikleri
düzeysizleştiren ve düşünceleri
tekdüzeliğe ircâ eden bu sarmal, özgürlüğe
vurulan kelepçeden farksızdır. Sonuç
itibâriyle "Özgürlük, zihinsel bir nitelik ve
hâldir.''[Jiddu Krishnamuri] ...Yasama,
yürütme ve yargıdan sonra dördüncü
kuvvet olan medya, diyemeyeceğim!...
Gösterge çağının biricik nesnesi ve
gerçeğin ikiz-kardeşi medya, bilgiden çok
'enformasyon' pompalamakta (=medya
içerikleri sadece 'enformasyon'
niteliğindedir!) ve zihinsel olan hakikat
yerine kitlelerin 'neyi', 'nasıl'
düşüneceklerini belirleyen bir baskı
modeli olan hipergerçeği (=Aslının yerini
alan ve onu yok ederek onun yerine geçen
gerçek, imge, yanılsama, simülasyon)
yaratmaktadır. Nitekim dergiler ideal bir
yaşam tarzı oluştururken, magazinsel
yayın içerikleri ideal bir beden ölçüsü ve
renk zevki vs. üretir. Üstelik film ve reklam
setlerinde, sahneler için oluşturulmuş
imgelerin gündelik yaşamda da aynı rolde
yer almasını bekleriz.
Geleneksel yaşam tarzının ve özgün
zihinsel evrenin tersine çevrilmesinin
nezdinde kültür endüstrisinin manivelası
olan ve bittabi kullan-at kültürünün de
kaynağı konumundaki medya, türdeş
insan benliğinin üretimi yanında
düşünebilme ve üretebilme cesaretini
köreltmekte ve gitgide insanları
melankoliye sürükleyebilmektedir. Çünkü
medyanın kitlelere enjekte ettiği/dayattığı
GENCAY
8
yaşam anlayışı, "özgürce
davranmak/davranabilmek serbestiyeti"
ile "sisteme entegre olmak mecburiyeti"
paradoksunda bir "double mind", yani
aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık
durumuna düşürebilmektedir. Böyle bir
hegemonik yapı içerisinde özgürlüğün
niteliği tartışmaya açıktır. Zira: "Aklın
gelişip, olgunlaşması, ancak onun tam bir
bağımsızlık ve özgürlüğe sahip
olabilmesine bağlıdır. Buna ulaşana dek
insanoğlu, içinde bulunduğu gruptakilerin
çoğunluğunun doğru olarak inandıkları ya
da öyle sandıkları şeyleri, doğru olarak
kabul etmek eğiliminde olacaktır. Vereceği
kararlar, sürü ile ilişkilerinde duyduğu
ihtiyaç ve onlardan uzaklaşıp, yalnız
kalmak korkusunca belirlenecektir." [Erich
Fromm]
Medyayı doğru kullanma bilincinden uzak
bir biçimde zihinsel etkinliklerinin
sığlaştırıldığı ve bunun dolaylı sonucu
olarak özgürlüğünün kısıtlandığı
kitlelerde, özgün fikir ve düşünce
zenginliğinden söz edilemeyecektir.
Edilse-edilse, bu sadece ve sadece güncel
(=anlam) zenginliği, kombinatuvar (yapay-
gerçek) model ve bunun sonucu olarak
hipergerçek bolluğu olacaktır. Yani medya
okuryazarlığı ile bu olgunun bir sonucu
olan okuryazarlık bilincinin bireylerde
oluşturulmamış olması, medyanın
muhatabı olan ve mesajların kalıbına giren
kitlelerin düşünme irâdelerini özgür ve
hakiki çerçeve içerisinde kullanmasına
engeldir. Türkiye'de bir anlamda özgün
'düşünce' ve 'fikir' zenginliğinden söz
edilememesinin sebebi de bu durumdur
diyebiliriz. Netice itibariyle vücudumuzun
herhangi bir uzvu ve insanlık düzeyinde
neredeyse onur meselesi hâline
getirebildiğimiz medya, Baudrillard'ın
dediği gibi, kitleler oluşturup, türdeş bir
insan ve zihniyet akışı üretmek işlevi
görebilmektedir.
Tüm bunlar veçhile, özgür irâdenin, özgün
bir benlik bilincinin ve düşünce
zenginliğinin yolunun medya okuryazarlığı
bilincinden geçtiği açıkça ve kolaylıkla
söylenebilir. Çünkü medyanın, kitlelerin
zihnine egemen olduğu/hükmettiği bir
dünyada özgürlüğün itkisi medya
okuryazarlığı bilinci sayılabilir. Bu
noktadan bakıldığında, medya içeriklerini
eleştirel bir perspektifle doğru
çözümlemek ve özümsemek, yani medyayı
doğru kullanmanın biçimi olan medya
okuryazarlığı bilinci şu an için kısa ve orta
vadede tek çözüm yolu olarak
gözükmektedir. Bu sebeple Türk
toplumunda bir 'medya okuryazarlığı'
bilinci oluşturmak, hem Türk insanının
özgürlüğü ve özgünlüğü husûsunda hem
de düşünce ve fikir zenginliğinin var
olması noktasında oldukça önem arzeder.
Not: Bu yazı, Selçuk Üniversitesi İletişim
Fakültesi öğrencilerinin "Medya
Okuryazarlığı" dersi kapsamında uygulama
projesi olarak hazırladığı "Hayatımız
Medya" adlı bültende yayımlanan "Medya
Okuryazarlığı Özgürleştirir!" başlıklı
yazının genişletilmiş hâlidir.
GENCAY
9
ARAP BAHARINDA ÇIKAR
ÇATIŞMALARI; MISIR’DAKİ 2. DEVRE Sertaç EKEMEN
Mısır’da Müslüman Kardeşler grubuna
yapılan darbe girişimi, post modern
dünyanın şimdiki ve gelecekteki politik
aktörleri arasından silahlı kuvvetlerin
tasfiye olmadığını bizlere göstermiştir.
Müzmin Hilal içerisindeki kilit ülke olan
Mısır’da, meşru kabul edilen seçimler
sonucunda Müslüman Kardeşlerin iktidara
gelmesi, ardından bir ‘karşı devrim’ ile
iktidardan uzaklaştırılması bu önemli
köprü ülkesinin istikrarsız halini
pekiştirmektedir. Bu istikrarsızlaştırmanın
bir nedeni 1948 yılından başlayarak
günümüze kadar uzanan Arap- İsrail
sorunun; Arap tarafını Mısır Liderlerinin
öncülük etmesidir.
Condelezza Rice’ın manifestosuyla gün
yüzüne çıkan Büyük Ortadoğu Projesinin
pratik ayağı olan Arap Baharı, Mısırda
tecelli ederken yegâne olarak İslami
gruplar ortaya çıkmıştı. Okyanus ötesi bir
proje olan Arap Baharına, Radikal İslamcı
grupların öncülük etmesinin nedeni;
Bölgedeki çok kutuplu siyasal yapıların
çözülerek, bölgenin tek kutuplu bir hale
sürüklenmesini beraberinde getireceği
için; Süper güç olması muhtemel İsrail’in
önüne geçilmek istenmesidir. Mısır, Libya
ve Suriye gibi kilit konumdaki çok kutuplu
güç odakları bölgede iktidarsızlaştırılarak,
Ortadoğu coğrafyasını tek kutuplu bir
süper güç’e devretmek amaçlanmıştır. Bu
Kaos ortamı içerisinde çok kutuplu güç
odaklarından İsrail’in, bölge içerisinde bir
süper güç haline gelmesini istemeyen
Batılı hegemonya dinamikleri Arap
Baharında Radikal İslamcı Fraksiyonları
kullanmışlardır. İsrail’in 20. yy ulus-devlet
döneminde mücadele ettiği Arap
Milliyetçiliğinin ‘Baas’ Arap Baharı ile sona
ermesi, İsrail’in bölgede tek güç odağı
olmasına olanak verecekti. Bunu
istemeyen Avro- Amerikan güçler, 70’lerin
ortalarından itibaren Siyonist ideoloji ile
direkt mücadeleye başlamış olan radikal
İslami hareketleri, Arap Baharı ile iktidara
taşımışlardır. Bu iktidar mücadelesinde
Radikal İslam, Büyük Ortadoğu projesinin
fikirsel zeminini oluşturan Ilımlı İslam ile
çatışma noktasına gelmiştir. Mısır’da insan
haklarının; şerî hukukun gölgesinde
kalması, gerekse Türkiye başbakanının
laiklikten korkmayınız açıklamasından
Îhvan’nın duymuş olduğu rahatsızlık
bürokratik boyutta istenen siyasal
normları karşılamamıştır. Batı Dünyası’nın
Ortadoğu için arzulamış olduğu yönetişim
modeli; sivil toplum alanında İslamcı
GENCAY
10
dinamiklerini koruyan maneviyat ile İsrail
karşıtı kitleler, bunun yanında ise seküler
yapısını koruyan bir devlet
mekanizmasıdır. Sisi ve Askeri darbenin
temel amacı, bürokrasi içerisinde İslamcı
hareketleri yumuşatarak milliyetçilikten
uzak bir Ilımlı İslami yapıyı devlet
içerisine yeniden tesis etmek ve kalıcı bir
biçimde oturtmaktır. ‘Sisi iktidara geldiği
günden bu yana Arap Milliyeti vurgusunda
bulunmamıştır’. Protestocular ile Ordunun
bu denli karşı karşıya gelmesi ve Ordu’nun
katliam yapmasının sebebi iktidara gelmiş
olan İslami karakteri yeni oluşturulacak
olan Ilımlı İslam’la barıştırmak ve sert
bürokrasiye başını eğmektir. Mısır’dan
sonra Sünni Radikal İslamcı
yönetimlerden olan Libya’da bir karşı
devrim görünümlü askeri devrim ya da
halk ayaklanması görülebilir. Bunun
dışında Mısır’da kurgulanacak olan askeri
vesayet sonrası koalisyon yönetimi
içerisinde Müslüman kardeşlerinde yer
alacağını da bilmek gerekir.
Her ne konumunda olursa olsun Radikal
İslam doğumundan gelişimine kadar Batı
emperyalizmi tarafından kurgulanmış ve
desteklenmiştir. Arap Baharının
neticesinde bölgede hâkim olan Sünni
radikal İslam’a karşı yapılacak gerçek bir
karşı devrim süreci ulusal perspektif
içerisinde olacaktır.
GENCAY
11
DESTAN ŞAİRİ NİYAZİ YILDIRIM
GENÇOSMANOĞLU ve “MALAZGİRT
MARŞI” ÜZERİNE NOTLAR Abdullah KILAVUZ
“ki O, kalemle yazmayı öğretti”
Alâk, 4
Şiir, şair, kalem ve kelâma hürmet ile
yazılmıştır…
Gençosmanoğlu’nun Hayatına ve
Fikriyatına Dair Kısa Notlar
“Tarih, milletlerin hafızası olduğuna göre,
aklın ve mantığın işlemesinde de büyük
rolü vardır. Dünü hatırlayamayan bir
insan, bugünün manasını anlayamaz. Yeni
doğmuş bir çocuk nasılsa, öyledir.
Hâfızasızlık devam ettikçe, çocuklukda
devam eder. Milletler de insanlar gibidir.
Geçmişlerini hatırlamaları, hatta bu
hatıralarını daima canlı tutmaları
gereklidir. Geçmişteki acı olayların tekrar
olmamasını sağlamak; tatlı olaylar
yaratmak, tarih ve tarihteki yerimizi, tarihi
yapan atalarımızı hatırlamakla mümkün
olabilir. Bu konuda san’at en uygun, en
etkili bir vasıtadır. San’atın konusu eski
olmakla san’at eski sayılmaz. Geçmişle
gelecek arasında köprü kuramayan
san’atkâr, görevini kavrayamamış
demektir. Aynı zamanda san’atın manâsını
da anlayamamıştır. Millet, sanatkârlarının
verdikleri eserler ölçüsünde vardır. San’at
eserlerinin aksettirebildiği mana ile
şahsiyet kazanabilir. Öyleyse, geçmişle
günümüz, hatta geleceğimiz arasında
denge kurmak ve “dün”, “bugün”, “yarın”
diyebileceğimiz dayanaklar üzerine
kurulan bir köprüden asıl hedefe yürümek
mümkün olabilecektir. Bu hedef, Türk
düşüncesinin, Türk san’atının dünya
ölçüsünde insanlığı kucaklamasıdır. Bu
görevi Türk milletine Tanrı’nın verdiğini
unutmamalıyız” [1] sözlerinin sahibi, beş
bin senelik milli tarihini, yaşı tarihine denk
olan şiir san’atına sarraf ciddiyeti ve
nakkaş inceliği ile işlemiş olan
edebiyatımızın kalemi kılıcından keskin
şairlerinden Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu’ndan başkası değildir.
GENCAY
12
Türk siyasi tarihinin göreceli olarak en
sancılı dönemi olan Osmanlı’nın yıkılışı,
Cumhuriyet’in ilanı dönemlerinin kesiştiği;
diğer bir bakış açısıyla toplumun henüz
meftâ olan babasına mı üzüleceğini yoksa
yeni peydâ olan bebeğine mi sevineceğini
bilemediği, manevi fetretin tüm ağırlığını
hissettirdiği, nispeten bohem bir
dönemde, bin dokuz yüz yirmi dokuz
senesinde; tozun toprağa değil – insanın
insana karıştığı; her evin duvarında
dededen kalma bir silah, her silahın
altında titreyen bir lamba, her lambanın
altında cevizden peyda olmuş bir rahle ve
her rahlenin başında beyaz takkeli
çocukların yetiştiği; güneşin kimseyi
uykuda yakalayamadığı, Gülüşkür ile
Kömürhan’ın süslediği, Fırat ile Murat’ın
beslediği, Devlet-i Ali Osman döneminden
beri şark illeri içinde kültür ve sanatıyla
yol başçılığı yapmış bir memlekette[2],
Elazığ’da, Ağın ilçesinde dünyaya açar
Gençosmanoğlu gözlerini.
Gençosmanoğlu diğer dönem şairlerinden
farklı olarak yüksek derecede milli
hassasiyete sahip, maneviyatçı,
mukaddesatçı ve kendisinin ağzından
duymasak da, bizlere eserlerinin ve
hayatının da işaret ettiği gibi kuvvetli bir
toplumcu veyahut halkçıdır. Toplumsal
olaylara ilişkin hassasiyetini anlatmak için
ilk şiirini ilkokul dördüncü sınıfta, henüz
on bir yaşındayken meydana gelen
Erzincan Depremi için kaleme aldığını
söylemiş olmamız yeterlidir sanırım.
“Edebiyat, musiki, mimarî, resim, heykel,
tiyatro, sinema, şiir… Geçmişin
derinliklerinden günümüze ve geleceğe
doğru filizlenen san’at dallarıdır. Her dalın
gayesi, beslendiği toprağın, içtiği suyun,
soluduğu havanın, tadını, rengini,
özsuyunu ihtiva eden en olgun ve en güzel
meyveyi verebilmek ve bu meyvelerle
milletinin ruhunu besleyebilmektir.” [3]
sözleri de millet ve milli ruh hususlarına
olan alâkasını ve hassasiyetini ispatlar
niteliktedir.
1947 senesinde Malatya, Akçadağ Köy
Ensitüsü’nden mezun olan Niyazi Beğ’in,
köy okulunda genç bir öğretmen iken
okuduğu Hüseyin Nihal ATSIZ imzalı
“Bozkurtların Ölümü” adlı kitapla başlayan
ruhundaki fırtınalar, ilerleyen dönemlerde
yazacağı şiirlerin de mayasını oluşturur.
İlerleyen zamanlarda Atsız Beğ ile irtibat
haline geçer ve kendisine şiirlerinin
yazılma sürecinde büyük teşvik ve
destekleri olur.
Sonrasında “Destan Şairi” ismiyle ün
yapacak olan Türk Dünya’sının bu büyük
şairi, hakkında az bilgiye sahip olduğumuz
sosyal, askeri ve siyasi açıdan abideleşmiş
olayları; o zamanda yaşamış olan
insanların yaşam tarzlarını, inanışlarını,
hayata ve dünyaya bakış açılarını,
ümitlerini ve korkularını, zengin içerikli ve
masalsı bir şekilde anlatmış; Türk toplumu
ve tarihi hakkında önemli bilgiler içeren
şiirlerini ustaca kâğıda dökerek milli
hassasiyetlerin zedelendiği, milletsiz ve
milliyetsiz nesillerin yetiştirilmesi için
şairlerin, edebiyatçıların, siyasetçilerin ve
derneklerin kol kola girerek mücadele
ettiği bir dönemde, merhum
Gençosmanoğlu’nun ustalıkla kullandığı
kalemi, milli duyguların tazeliğini
korumasında ve bu “hayâsızca akın”a karşı
savunmasız kalan taze filizlenen neslin
savunması noktasında burçları yüksekçe
bir kale olmuştur…
GENCAY
13
Töre Dergisi’nde yer alan söyleşisinde,
“Kür Şad İhtilâli Destanı” ve “Bozkurtların
Destanı” adlı eserlerinizle bugünün
insanıma ve Türk milletine vermek
istedikleriniz nelerdir? Sorusuyla
karşılaşan şairin verdiği cevap, sanatının
ve şiirlerinin daha iyi anlaşılması
noktasında göz önünde bulundurulması
gereken bir noktadır:
“Geçmişle, günümüzle ve gelecekle
bağlantı kurmak zorundayız. Millet olarak
var olmamızın, yaşayabilmemizin ve
atalarımızın Tanrı’dan alıp bize miras
bıraktıkları büyük ülkümüzü
gerçekleştirebilmemizin tek şartı budur.
Destan, tek başına bir konu olmakla
beraber, san’atın her dalına konu ve ilham
veren derin, geniş ve gür bir kaynaktır.
Yukarıda adı geçen kitaplarımla bunu
yapmak istedim. Aynı zamanda destan,
millî şuuru dinç tutan, millî î dinamizmi
yoğuran en büyük amillerden biridir. Millî
şuur olmadan, millî hiç bir şey
yapılamayacağına göre, gençlerin
şuurlarına, bilenmiş bir süngü parlaklığı
ve keskinliği kazandırmak istedim.
Destanda ibretler vardır; dünya
görüşümüz vardır; acılarımız,
mutluluklarımız vardır… Bunları
yansıtmaya çalıştım.” [4]
Şimdi merhum Niyazi Yıldırım Beğ’in
san’atına ve şiirine dair, O’nu okumamızı
ve anlamamızı kolaylaştıracak birkaç
nottan sonra, kimilerine göre şiirlerinin en
güzeli –bana göre ise şairliğinin zirvesi-
olan “Malazgirt Marşı” şiirini birlikte
inceleyelim:
Gençosmanoğlu’nun destansı
Şairliğinin Arz-ı Endâmı: Malazgirt
Marşı
“Şiir için seçilen dinleti: Neva Cengi Harbi”
[*]
1.Kıt’a:
“Aylardan ağustos, günlerden cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a
Bozkurtlar ordusu geçti hücüma
Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah… Bismillah… Allahüekber ”
2.Kıt’a:
“Önde yalın kılıç Türkmen başbuğu
Ardında Oğuz’un ellibin tuğu
Andırır Altay’dan kopan bir çığı
Budur, Peygamberin övdügü Türkler
Ya Allah… Bismillah… Allahüekber ”
3.Kıt’a:
“Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi
Bu ses insanlığa hakkın müjdesi
GENCAY
14
Bu seste birleşir bütün yürekler…
Ya Allah… Bismillah… Allahüekber!..”
4.Kıt’a:
“Nağramızdır bugün gök gürültüsü,
Kanımızdır bugün yerin örtüsü…
Gazi atlarının nal parıltısı
Kılıçlarımızdır çakan şimşekler
Ya Allah… Bismillah… Allahüekber!..”
5.Kıt’a:
“Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya…
Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya!!!
En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah…Bismillah… Allahüekber!.”
Gençosmanoğlu’nun Kendi Ağzından
Poetikası ve Malazgirt Marşı’nın
Poetikal İncelenmesi
I) Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun
Malazgirt Marşı adlı şiiri ilk kez kendini
1971 senesinde yayımlanan Malazgirt
Destanı isimli kitapta gösterir. 1929
senesine kıyas edildiğinde şairin orta
yaşlarına denk gelen bir eser olduğunu
söylemek malumun ilanından öteye
geçmeyecektir. [5]
II) Niyazi Yıldırım Beğ’in, yukarıda
değindiğimiz gibi Töre Dergisi’nde yer
alan söyleşisinin bir başka yerinde kendi
şiirlerinde ki dil anlayışını: “Türkiye’de
yayımlanan eserlerin, bütün Türk
dünyasında kolayca okunup anlaşılır bir
nitelikte olmasına taraftarım. Şiirde dil,
ana unsurdur. Kelimeler seçilir; ölçülür,
biçilir… Şiir dili, mensub olduğu dilin
kaymak tabakasıdır diyebilirim.”
Cümleleriyle belirtmiş ve söyleşinin bir
diğer kısımda ise şiirde ki ölçü hususuna
dair görüşlerini: “Şiiri olan milletlerin, aynı
zamanda şiir gelenekleri, şiir kuralları da
var demektir. Şiir, bu kendine mahsus
gelenekler ve kurallar içinde gelişir,
güzelleşir, büyür… “Ölçü” de, şiirin
kuralları cümlesin-dendir. “Ölçü” derken
“aruzu” ve “hece” yi kastediyorsunuz
sanırım, ikisi de bizimdir ve biri birinden
çıkmış kadar yakınlıkları, benzerlikleri
vardır. Başka milletlerin de aruzu
kullanmaları, bu ölçünün bizim “milli şiir
ölçümüz” olmadığına delil teşkil etmez.
Ölçüsüz (serbest) şiirin de kuralları
gelenekleri vardır; başıboş değildir.”
cümleleriyle açıklamıştır. - ve şüphesiz
şairin bu iki görüşü de, Malazgirt Marşı
adlı manzum eseriyle ters düşmez. - Beş
kıt’adan ve her kıt’asının da beşer
mısradan oluştuğunu düşünürsek top
yekûn yirmi beş mısradan mütevellit bu
şiirde on birlik hece ölçüsü kullanılmış ve
tüm mısralar, üzerinden kırkı aşkın sene
geçmiş olmasına rağmen dönemindeki
birçok şiirin aksine kolayca
anlaşılabilmektedir.
III) Bin dokuz yüz altmış – bin dokuz yüz
seksen devrinin “vatanım rûy’i zemin,
milletim nevî beşer” fikriyatınca kaleme
alınan şiirlerinin yanında
Gençosmanoğlu’nun Malazgirt Marşı adlı
eserleri, Türk ve İslam motiflerinin
benzersiz işlemeleriyle de dikkat
çekmekte[ şiirde Bozkurt, Gök, Kılıç, Tuğ
ve Kızılelma gibi Türk destanlarında sıkça
bahsi geçen ve tamamı Türk kültüründe
özel bir yer teşkil eden bu sembol ve
GENCAY
15
imgelerin ustalıkla kullanılmış olması şiiri
ve şairi, muadillerinden ayırmakta ve
muharrire haklı bir ün kazandırmaktadır]
ve neşri üzerinden geçen senelere rağmen,
hâlâ muharrinin dünya görüşüyle
bağdaşmayan kitleler tarafından bile
hayranlıkla okunmaktadır.
Şûara Okuması Yerine Son Söz
“Ne kadar yakınınız olursa olsun, bir
başkasının içinden geçenler daima bir
meçhul olarak kalırlar. Bir yastıkta
uyuyanlar bile birbirlerinin rüyalarını
bilmezler” [6]
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu sözü,
Gençosmanoğlu’nun destanlaştığı
Malazgirt Marşı eserinde ki mânâ derinliği
ve kaleme alınışı noktalarında niyet
okumamızı engellese de,
Gençosmanoğlu’nun mizacını, fikrini, milli
ve manevi değerlere olan samimi
bağlılığını ve azami dikkatini göz önüne
aldığımız takdirde isminin önüne geçen ve
şöhretinin haklı vesikası olan “Destan
Şairi” ününe ne denli lâyık olduğunu ilân
etmemize engel teşkil etmez.
Bir İngiliz şairi “kahramanlık şiiri,
şüphesiz ki, insan ruhunun başarabileceği
en büyük eserdir” der. Bu söz, kaleminden
kahramanlık damlayan ve her satırı kayıp
bir destanın gizli kelimelerini andıran
Gençosmanoğlu’nun Türk şiirindeki
yerinin neden bu denli müstesna ve neden
kaleminin bu denli benzersiz olduğunu
daha iyi idrak edebilmemiz açısından çok
kıymetlidir.
Küçük ve son bir not daha: Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu, “Aylardan Ağustos,
günlerden Cuma” diyerek başladığı
Malazgirt Marşına nazire yaparcasına,
yirmi bir ağustos, cuma günü, bin dokuz
yüz doksan iki senesinde vefat etmiştir.
Büyük şair Dilaver Cebeci ise, Niyazi
Yıldırım Bey’in vefatının ardından “Ve
Hüve’l Bakî” şiirinde şu mısralarla veda
etmiştir ona:
“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma”
Geldi “ircî” emri açıldı semâ
Şair vedâ etti iklîm-i Rum’a,
Döğünsün destanlar, ağlasın şiir
Allah kadîm, Allah bakî, Allah bir… [7]
Kendi eceline mürekkep döken şair;
Alparslan’a, Alp’lere ve Eren’lere komşu
olsun.
Rahmet ve dua ile…
Son notlar:
[1] : Töre Dergisi, Şevket Bülent
Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5,
Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 35,
[2] : Abdullah Kılavuz, Süveyda’ya Notlar
IV, “Doğmak Bir Emirdi, Uyduk” adlı
makalede geçen yazarın Elazığ ve Harput
tasviri
[3] : Töre Dergisi, Şevket Bülent
Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5,
Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 35,
[4] : Töre Dergisi, Şevket Bülent
Yahnicioğlu, Dokuz Işık’da Sanat, Yıl: 5,
Sayı: 22, Devre: 2, Mart 1973, s: 38,
GENCAY
16
[5] : Fırat Kargıoğlu, Ukdeler , “Poetika ve
‘Muhafazakâr Biçim’: Tanpınar’ın “Sen ve
Ben” Şiiri Üzerine İki Not, Gençlik Kitabevi
Yayınları, Haziran 2012, s:240 [poetikal
yaklaşım hususunda metadolojik açıdan
yazara fikri kaynak teşkil etmiş olan
makale]
[6] : Ümit Meriç – Selma Ümit Karışman,
Ahmet Hamdi Tanpınar / Ebediyetin
Huzurunda, Etkileşim Yayınları, İstanbul,
Mayıs 2006, s:258
[7] : Dilaver Cebeci, Bütün Şiirleri,Ve Hüve’l
– Bâkî, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul 2009,
s:52
[*] : Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu,
Destanlar Burcu, Türk Edebiyat Vakfı
Yayınları, İstanbul, 2009, 4.Baskı, s:270
Malazgirt zaferinin 900. Yıl dönümünde
Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü
tarafından açılan yarışmada birinci seçilen
bu şiir, “Malazgirt Marşı” olarak kabul
edilmiş ve Sayın B. Yüzlüler tarafından
bestelenmiştir.
GENCAY
17
SORUNLAR VE TEPKİLER Selim UYSAL
İnsanoğlu gariptir. Sorunlar karşısında
ilginç tepkiler verir. Görmez, görmezden
gelir, gözünde büyütür, önemsemez veya
çözmeye çalışır. Dedik ya insanoğlu
gariptir, herhangi bir sorun karşısında
yapmaması gereken şeyleri yapmaya
eğilimlidir. Yani genellikle, sorunu
çözmeye çalışmak yerine, görmezden
gelmeyi, küçümsemeyi, yok saymayı veya
bunun tam tersi bir şekilde sorunu
gözünde büyütmeyi, karmaşıklaştırmayı
tercih eder. Bunu bazen istemsizce, bazen
de bilerek ve isteyerek yapar.
Sorunları hiç görmeyen insan tipinden
başlayalım. Bir insanın sorunu hiç
görmemesinin birkaç sebebi olabilir. Bu
sebeplerden en önemlisi, sorun olarak
bahsedilen durumun o kişi için bir anlam
ifade etmemesi ya da sorun
yaratmamasıdır. Mesela Türkiye’de
oynanan bir futbol maçında kaybeden
tarafın başkanı, teknik direktörü ve
taraftarları için bu bir sorundur. Ancak
kazanan takım için ortada bir sorun
yoktur. Aynı zamanda futbol ile hiç
ilgilenmeyen bir kişi için de ortada bir
sorun olmayacaktır. Dolayısıyla kaybeden
takım tarafından bir kişi, aynı taraftan bir
başkasıyla bu sorun hakkında
konuşabilecekken, kazanan takım veya
futbolla ilgilenmeyen taraf ile sorun
hakkında konuşmaya çalıştığında “Hangi
sorun?” cevabını alacaktır.
Sorunların görülmemesinin diğer sebebi,
sorun kişiyi ilgilendirse bile kişinin
sorundan haberinin olmamasıdır. Örneğin,
iş yerinde çalışmakta olan bir kişinin
evinin yandığı veya soyulduğundan haberi
olmayacaktır. Dolayısıyla bunu öğrenene
kadar kendisi için bu sorun yoktur. Duyum
yoluyla öğrendiği takdirde ise araştırma
ve teyit etme gayretine girecek yahut
haberi verene duyduğu güvensizlik
nedeniyle inanmamayı da tercih
edebilecektir. Bu kişi için sorun ancak
sorunu görerek veya başka bir yolla teyit
ettirerek tespit ettiğinde başlayacaktır.
Bir diğer davranış biçimi de sorunların
görmezden gelinmesi veya diğer bir
tabirle yok sayılmasıdır. Bu davranış
GENCAY
18
biçimine başvuran kişiler aslında
sorunların farkındadırlar. Ancak
sorunların doğrudan veya dolaylı olarak
kendileriyle bir bağlantısı olduğunun
farkındadırlar. Yani soruna doğrudan veya
dolaylı olarak kendi hataları sebep
olmuştur. İşte bunu fark ettikleri zaman ya
sorunu insanlardan tamamen gizleme,
üstünü örtme yolunu ya da mevzu bahis
olan durumun aslında bir sorun
olmadığını söyleme yolunu seçerler. Bir
evdeki misafirin, bir süs eşyasını kırdıktan
sonra ev sahibinin haberi olmadan
toplayıp yok etmesi, doğrudan sebep
olduğu bir sorunu gizlemeye güzel bir
örnektir. Bu kişi ile sorun hakkında
konuşabilmemiz için şahsın öncelikle
sorunu ve sorunun sorumlusu olduğunu
kabul ve itiraf etmesi gerekir. Tabii ki kişi
sorundan sorumlu olmasa bile bir
taraftarlık güdüsü ile savunma
mekanizmasının bir unsuru olarak da
yukarıda bahsedilen davranışı gösterebilir.
Bir akrabasının veya sevdiği insanın
işlediği suçtan sonra bu suçu gizlemeye
çalışmak anlatılmaya çalışılan davranış
biçimine güzel bir örnektir.
Küçümsemek de sorunlara karşı gösterilen
tepkilerden biridir. Üstteki paragrafla da
bağlantılı olarak ele aldığımızda
“küçümsemek, sorunun farkında olduğu
halde sorunun üzerini örtme amacıyla
kullanılan yöntemlerden biridir”
diyebiliriz. Sorunun küçük ve önemsiz
olduğunu öne sürerek gelebilecek tepkileri
azaltmak veya yok etmek için oynanan bir
oyundur sorunu küçümsemek…
Yukarıdaki örnekte misafirin, ev sahibinin
durumu fark etmesi halinde aslında o
eşyanın pek güzel olmadığı, kırılmasının
önemsiz olduğu ya da kırılmasının
tamamen tesadüf olduğu gibi bahaneler
sunması tam da bu tarz bir oyundur.
Ancak bu tavrın tabii ki farklı bir boyutu
da vardır. Küçümseme davranışı insanın
kendisine aşırı güvendiği veya sorunun
niteliği hakkında yeterli bilgiye sahip
olmadığı durumlarda da ortaya çıkar. Bu
konuda da örnek olarak, yıllardır araba
kullanan bir kişinin “Ben bu işin ustasıyım,
emniyet kemeri takmasam da olur”
anlayışını ve kendisini ısıran böceğin
zehirli olduğunu bilmeyen bir şahsın “Bir
böcek ısırığından ne olabilir ki?” demesini
gösterebiliriz.
Elbette görmeyen, yok sayan ve
küçümseyenler olduğu gibi tam tersi bir
biçimde sorunları gözlerinde büyütenler
de vardır. Bu tavrı sergileyenlerin bir
kısmı korkaktırlar ve kendilerine
güvenleri yoktur. Dolayısıyla sorunların
çok büyük olduğunu ve çözülemeyeceğini,
karşı konulamayacağını savunurlar. Bunu
bazen korkaklıklarının doğal neticesi
olarak bazen de korkaklıklarını gizlemek
amacıyla yaparlar. Düşman ile
savaşmaktan korkan bir askerin,
düşmanın çok güçlü olduğunu söyleyerek
teslim olmayı savunması bu durum için en
iyi örnektir. Bu tavrı sergileyenlerin farklı
bir kesimi de yeteri kadar mücadeleci
olmayan, çabuk pes eden insanlardır. Daha
önce benzer sorunları çözmeye çalışmışlar
ancak başarısız oldukları için pes
etmişlerdir. Onlara göre o sorun artık
çözülmesi imkânsız bir sorun haline
gelmiştir ve çözmeye uğraşmak boşuna
zaman kaybetmek ve emek sarf etmek
demektir. Birçok iş görüşmesine giden
ancak işe alınmayan gencin asla bir iş
sahibi olamayacağını düşünmeye
başlamasını bu duruma örnek olarak
GENCAY
19
gösterebiliriz. Sorunları abartanlar
arasında dikkat çeken diğer grup ise bunu
olumsuz yönde propaganda amacıyla
kullanmak isteyenlerdir. Mesela hemen
her gün en azından birkaç ekmek ve birkaç
şişe su alabilecek parayı toplayan
dilencinin “3 gündür hiçbir şey yemedim”
demesi böyle bir propagandadır.
Ve son olarak bir de sorunlar karşısında
yapılması gerekeni yaparak, yani
sorunların üzerine gidip onları çözmeye
çalışarak en etkili tavrı gösterenlerden
bahsetmeliyiz. Bu tipteki insanlar
herhangi bir sorunla karşılaştıklarında
onu inceler, önce sebeplerini ardından da
çözüm yollarını araştırırlar. Sonra da
büyük bir inanç ve şevkle sorunu çözmek
için çalışmaya başlarlar. Bu insanlar
sorunların farkında olmayan insanlara
göre uyanık, sorunları yok sayan ve
gizleyenlere göre dürüst, küçümseyenlere
göre akılcı, gözünde büyütenlere ve
korkaklara göre ise cesur insanlardır. İşte
sorunları göğüsleyerek çözüm için çaba
sarf edenler idealist insanlardır. Diğer bir
deyişle bu davranış biçimi idealist
insanlara özeldir. İşte bu tip insanlarla
sorunlar üzerinde konuşabilir, çözüm
yolları arayabilir ve hatta sorunları
çözebilirsiniz.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekiyor.
Sorunlara karşı takınılan tavırlar bazen
tek bir sebepten dolayı olsa da bazı
zamanlarda farklı sebeplerin ortak sonucu
olarak ortaya çıkabilmektedir. Bir
cezaevinden azılı bir katilin kaçtığından
haberi olmayan bir kişinin sorun algısı ile
bu haberi ve katilin kendi semtinde
dolaştığını öğrendiğindeki sorun algısı
elbette farklı olacaktır. Katilin kaçmasına
yardım edenin çok sevdiği biri olması
durumunda ise soruna bakış açısı yine
değişebilecektir.
Sonuç olarak, insanlar farklı sebeplerle
farklı tepkiler verebilmektedirler
diyebiliyoruz. Asıl önemli olan ise ferdi ve
toplumsal olarak bizim tepkilerimizin
ideale ne kadar yakın olduğudur.
GENCAY
20
GENCAY
21
SERVET SOMUNCUOĞLU – TÜRK’ÜN
PEŞİNDE BİR KÂŞİF Emre SEVİNÇ
Güneş’e, Güneş’e yürüdüler…
Sanki bir sırrı çözmek için kucakladılar
Güneş’i.
Uzak yollardan geldiler, kimsenin olmadığı
çağlardı.
Destanlarla konuşulur, kurtlarla halleşilir,
kayalarla dilleşilirdi…
. . .
İnsanoğlu dünden bugüne hep, geçmişi
bilme, yaptıklarını başkalarına gösterme
ve geleceğe bildirme amacı gütmüştür.
Tüm bunları yaparken de resim, yazı, anıt
vb. somut ögeler kullanmıştır. Türk milleti
de bu yolu izlemiş ve yaptıklarını kaya
resimlerine işleyerek bizlere önemli bir
miras bırakmıştır. Bu kaya resimleri
milletimize ait ilk kalıntılar olmakla
beraber Türk tarihini milattan önce ”en
az” 5000′lere götürecek niteliktedir.
Bugün bu kaya resimleri Türk’ün ayak
bastığı her coğrafyada karşımıza
çıkmaktadır. Sibirya’dan Orta Asya’ya,
Orta Asya’dan Kafkasya’ya, oradan
Anadolu’ya, Avrupa’ya ve daha nice
yerlere…
Geniş bir coğrafyada ve geniş bir zaman
dilimi içerisinde birbirine büyük
benzerlikler gösteren onlarca kaya resim
alanı. Hepsi bulundukları bölgelerin en
yüksek yerlerinde. Hepsinin çevresinde
kurganlar var. Hepsi atalara kurban
kesilen yerler. Bütün kaya resim
alanlarında aynı süreklilik var… Kaya
resminden damgaya, damgadan harfe ve
Türk Abece’sine. Türk, güneş kültünü de
unutmamış dağ keçisini de geyiği de. Ne
Saymalıtaş’ta ne Güdül’de. Kaya resimleri
Türk’ün ayak bastığı her yerde.
Birbirini hiç görmemiş, birbirinden haberi
olmayan ancak dil, din, kültür vb. açıdan
birbirinin aynı tek bir milletin bıraktığı bir
büyük miras kaya resimleri. İşte, binlerce
yıldır hiç durmadan sessiz sessiz çığlıklar
atan bu kaya resimlerinin sesini Servet
Somuncuoğlu duydu. Bunlar atalarımızdan
bize birer mektuptu. Hem de binlerce yıl
önce kazılmış mektuplar. Servet
Somuncuoğlu’nun yüreğine bir kor
düşmüştü. Ona çok uzaktan seslenenler
vardı. Atalarımıza doğru gitmeliydi. O da
koşar adım düştü Türk’ün peşine.
Servet Somuncuoğlu Türk tarihini bir
yapboza benzetiyor. Bugün elimizde Türk
tarihine ait bazı yapboz parçaları mevcut.
Ancak çoğu parça ya elimizde değil ya da
GENCAY
22
yanlış yerleştirilmiş. İşte Somuncuoğlu bu
kayıp parçaların peşinde. Tamgalısay’dan
Saymalıtaş’a, Saymalıdan Lena’ya,
Lena’dan Güdül’e, Hakkâri’ye,
Gobustan’a(Bakü), Macaristan’a,
Kanada’ya… Bu kayıp parçaları aradı.
Bazılarını buldu da. Servet
Somunculuoğlu’nun çalışmalarında kaya
resimlerinin Orta Asya’nın
derinliklerinden dünyanın birçok
noktasına gezintisini izleyeceğiz.
2004 yılından bu yana canla başla çalışıyor
Somuncuoğlu. Çok ülkeler gördü, çok
dağlar gezdi. Kitaplar yayınladı,
belgeseller çekti. Televizyon
programlarında bilmediğimiz Türk’ü
tanıttı. Tek bir gayesi vardı… Türk’ü
bulmak.
Somuncuoğlu’nun kaya resimleri
üzerinden birçok haklı iddiası var.
Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
-Türkler Anadolu’ya(yerleşmek amacıyla)
ilk olarak Malazgirt Savaşı’ndan binlerce
yıl önce gelmiştir.
-Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil,
Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür.
-Türkler entellektüel milletlerdendir.
-Türkler göçebe değil, göç eden bir
millettir.
-Türkler bir taşı yontup ona tapmayan tek
millet!
. . .
Servet Somuncuoğlu’na hayranlığımın bir
nişanesi olan bu yazı dizisinin devamında
ben, hem onun çalışmalarını hem de bu
haklı iddialarından bazılarını sizlere
aktarmaya ve kendimce -haddimizi de
biraz aşarak- bazı yorumlar yapmaya
çalışacağım…
-------------------------------------------------
Servet hoca göçtü ya
Taşlar öksüz kaldı ya
Yüreğim kor kor yandı ya
Şimdi gözler kan ağlar.
Ah! Servet hocam ah.
Turan dağında taşlar
Dile gelir de ağlar.
Göçtüğünü duyanlar
Yandı beğ’im ardından.
Ah! Servet hocam ah.
…
Bu yazı dizisinin ilk yazısını okuduktan
sonra çok mutlu olmuş, sizlerin bunu
kaleme alması Nobel almaktan daha
değerli demişti. Merakla takip edeceğini
söylemişti, bu yazıyı çok uzaklardan
okuyacağından habersiz.
GENCAY
23
Servet hocayı kaybettik.. Ama o bize büyük
bir miras bıraktı. Bir ufuk açtı, ona bir
görev verilmişti, o da bu görevi başarıyla
tamamladıktan sonra aramızdan ayrıldı.
Türk tarihinin bilinmeyenleri onun
geçtiğimiz 10 yıldaki çalışmalarıyla
aydınlanmıştı, daha da aydınlanacaktı. O
bilinmeyenlerin felsefesini çözmüş,
dünyanın birçok yerinde araştırmalar
yapmıştı. Dünyada yeri doldurulamayacak
insanlar vardır. Servet hoca da onlardan
biriydi. Türk tarihi onu sonsuza dek
anacaktır.
Araştırmacılığının yanında kalbi de
tertemizdi Servet hocanın. Vefatının
ardından ona gösterilen sevgi gösterisi de
bunun en önemli göstergesiydi.
Belgeselleriyle, televizyon programlarıyla
ve sosyal paylaşım sitelerindeki
paylaşımlarıyla her kesimden ‘Türk’
meraklılarına ulaşmayı başarmıştı, en
önemlisi de bu araştırmaları halka
ulaştırmıştı.
Doğa çiçekleri her bahar açtığında,
dağların karı erimeye başlayıp nehir olup
coştuğunda,
Karlı dağlara doğru sırların yürüyüşü
başlardı, destan zamanlarında.
…
SERÜVEN BAŞLIYOR
Servet Somuncuoğlu 2004 yılı içerisinde
Altın Elbiseli Adam’ın de bulunduğu
Tamgalısay’a Türkiye’den araştırmacılar
tarafından yapılan bir araştırma gezine
fotoğrafçı olarak katıldı. Tamgalısay’da
zaten gönlüne bir sevda düşen
Somuncuoğlu’na burada Zafer Ersöz adlı
bir Türk işadamının Saymalıtaş’tan
bahsetmesi üzerine buraya yolculuk
yapmaya karar verdi. Ve böylece Türk’ün
peşindeki serüveni de başlamış oldu.
Saymalıtaş’a yapılan yolculukların
ardından bir belgesel çekilmesi
kararlaştırıldı. Belgeselin adı ”Karlı
Dağlardaki Sır” idi. Birçok araştırmacının
da içinde bulunduğu bir ekip ile yola
çıkıldı…
Saymalıtaş’tan başlıyordu bu zahmetli ama
aşk ile dolu yolculuk. Saymalıtaş 4000
rakımdaydı ve buraya ulaşmak oldukça
zordu. Ancak Saymalıtaş’ı görmek,
binlerce yıl önce atalarımızca çizilen kaya
resimlerine dokunmak, Türk’ün binlerce
yıllık kokusunu ciğerlere çekmek her şeye
bedeldi.
GENCAY
24
Saymalı’da 10.000 kaya üzerinde sayılmış
96.000 kaya resmi mevcut. Somuncuoğlu
belgeselinde hareket noktam dediği
Saymalı’dan hareket ederek-aynen
atalarımız gibi- Asya’nın birçok yerine
uğrayarak bir gezintiye çıkıyor.
Nerelere uğramıyor ki Samuncuoğlu…
Tamyalısay, Kaşkır Say(Kurtlar vadisi),
Cigdeli Say, Gobi Çölü, Gobustan (Bakü),
Çolpan Ata, Kaçkar kaya resim alanları
bunlardan bazıları. Ve en son Anadolu’ya
geliyor. Tıpkı binlerce yıl önce atalarımızın
yaptığı gibi… (1)
ANADOLU’DA TÜRK İZLERİ
Asya’nın derinliklerinde, binlerce yıl önce
kazınmaya başlayan Türk kayaresimleri
günümüzde dünyanın birçok bölgesinde
karşımıza çıkmakta, bazı yerlerde damga
bazı yerlerde harf halini almaktadır.
Bu bölgelerden biri de yurdumuz
Anadolu’dur. Hâlihazırdaki resmi tarih,
Türklerin Anadolu’ya -yerleşmek
amacıyla- ilk olarak 11.yy’da geldiklerini
yazmaktadır. Şüphesiz bu yüzyıl itibariyle
Anadolu’ya büyük bir Müslüman-Türk
göçü gerçekleşmiştir. Ancak bu Türkler
göçü rastgele yapmamışlardı. Onlar
Anadolu’daki akrabalarının yanına gelerek
yerleşmişlerdir. Akrabaları, Anadolu’nun
yerli Türkleri ise binlerce yıldır
buradaydı…
Geçen yazımızda bir yapbozdan
bahsetmiştik. Somuncuoğlu Türk tarihini
bir yapboza benzetiyor ve yapbozun kayıp
parçalarının peşine düşüyordu.
Türk’ün kayıp parçalarından bazıları da
yurdumuz Anadolu’da çıkıyor karşımıza.
Anadolu’nun kuzeyinden güneyine,
doğusundan batısına, her yer kaya
resimleri fışkırıyor. Hakkâri-Gevaruk
Yaylası, Ordu-Mesudiye-Esatlı Köy’ü, , Kars
Kağızman-Yazılıkaya kaya resim alanları,
Erzurum-Karayazı-Cunni Mağarası
Kütahya-Aizanoı Tapınağı duvarlarındaki
yazılar… Hepsi Türk kokuyor, hepsi Türk’e
ait. Ne Hakkâri’deki kaya resimlerinin
Saymalı’dakilerden bir farkı var ne de
Tamgalısay’dakilerin Ordu’dakilerden.
GENCAY
25
Anadolu’da ayrıca Türk Abece’si ile
yazılmış yazıtlar da mevcut.
Anadolu’da en çok dikkat çeken kaya
resim alanı ise Güdül’dedir.
GÜDÜL KAYA RESİMLERİ
TRT’de yayınlanan ”Karlı Dağlardaki Sır”
belgeselinden sonra yurdun birçok
yerinden ”bunlardan bizim buralarda da
var” şeklinde haberler gelmişti
Somuncuoğlu’na. Bunlardan en önemlisi
ise Anadolu’nun tam ortasında Ankara-
Güdül-Salihler köyünden Türk tarihinin
kendisine çok şey borçlu olacağını Cemil
Söylemezoğlu’ndan gelen haberdi. Cemil
Söylemezoğlu bu süreci Güdül
Kayaresimleri için hazırlanan ”Damgaların
Göçü” adlı belgeselde şöyle anlatıyor:
”Ben dağlarda çok gezerim. Bu kaya
resimlerini gördüm fakat ne işe yaradığını,
kime ait olduğunu bilmiyordum. Bir gün
köyümüzde televizyon seyrederken Karlı
Dağlardaki Sır programını… Baktım ki bu,
buna benzer resimlerin bizim köydeki
resimlerin aynısı olduğunu -aşağı yukarı-
fark ettim. Daha sonra bu programın
yapımcısı ve yönetmeni Servet
Somuncuoğlu’nu haber verdim.
İrtibatlaştık, köyümüze geldi. Bu resimleri
inceledi. Baktı ki bu resimlerin Orta
Asya’daki resimlerin aynısı olduğunu
söyledi.”
Cemil Söylemezoğlu’nun da bahsettiği
üzere Orta Asya’daki resimlerin aynıları
binlerce kilometre ilerde Anadolu’da
ortaya çıkıyordu. Ankara’nın 80 kilometre
batısında, Güdül’deki buluntular kaya
resimleri ile de bitmiyordu.
Aynı bölgede çeşitli yazıtlar, kurganlar ve
Türk boylarına ait damgalar da mevcuttu…
Yazıtlar tamamen Türk Abece’si ile
yazılmış, bazıları cümle niteliğinde ve 30
civarında. Bu yazıtlar dua ve dilek içeren
küçük cümleler. Orhun Abidelerindeki
kadar sistemli ve belirgin olmasa da o
yazıya temel oluşturan cümlelerdir.
Bölgede birçok Türk boyuna ait damga
var. Bunlardan en dikkat çekici olanı
Osmanlı Devleti’ni de kurmuş olan Kayı
Boy’unun damgası. Ayrıca Avşar, Salur
boylarına ait damgalar da mevcut.
Bölgenin bir dini alan olması nedeniyle
1000 civarında kurgan da var burada.
Kurganlardan en önemlisi çapı 30-35
metre olan ve Kağan Kurganı olarak
adlandırılan, bir kağana ait olduğu
düşünülen kurgandır. Bu kurganda
yapılacak çalışmalardan sonra kayaların
GENCAY
26
buradaki yaşları -en az kaç yıllıksa- tespit
edilme ihtimali mevcuttur.
…
Bugün çeşitli toplumlar ortaya çıkarak ve
yurdumuzun çeşitli yerlerini göstererek
”burası bizimdir”, ”biz sizden önce
buradaydık” gibi sayıklamalarda
bulunmaktadır. Onlara verilecek en iyi
cevap Servet Somuncuoğlu’nun bizlere
sunduğu bu kaya resimleridir. Bu kaya
resimleri Anadolu’nun en az 5000 yıllık
tapularıdır. Atalarımızdan bizlere mirastır.
Mirasa sahip çıkmak dileği ile…
…
AH! Servet hocam. Şimdi kaya resimleri
öksüz.. Damgalar yetim. Saymalı ıssız,
Güdül harabe..
------------------------------------------------------
Ay’lı gecelerin şavkı vurduğunda dağlara,
yakarırlardı, yalvarırlardı inançları adına.
Onlar Güneş’e yürüyen Gök Tanrı’nın
çocuklarıydı, Ve taşlara kazıdılar
inançlarını.
…
Orhun Anıtları Türklerin önsözü değil,
Türklerin Taşlar üzerindeki sonsözüdür.
Servet SOMUNCUOĞLU
ORHUN ABİDELERİ TÜRKLERİN İLK
YAZILI KAYNAĞI MIDIR?
Bizlere bugüne kadar devletimizin
okullarında böyle öğretilmişti: ”Orhun
Abideleri, Türkler’in ilk yazılı kaynağıdır.”
Bu açıdan ilk çalışmaları yapan yabancı
araştırmacılar bu şekilde söylemiş ve bu
yanıltma günümüze kadar böyle
bilinegelmişti. Ancak burada gözle
görünür bir hata vardı…
Günümüzde araştırmacılar bir abecenin
oluşabilmesi için en az ”beş bin” yıllık bir
süreç gerektiğini vurguluyorlar. Bu süreç
kaya resimlerinden damgaya, oradan
harflere ve abeceye ulaşan binlerce yıllık,
zahmetli ve yüksek kültür gerektiren bir
süreç. Her bir harfin ardında binlerce,
yüzbinlerce kaya resmi var.
Peki Türk milleti..? Türk milleti bu
süreçten geçmeden tamamen kendisine
has bir abeceyle ve kendisine has
kelimelerle, imlâlı cümlelerle, bu denli
büyük abideleri bozkıra nasıl dikmişti?
Burada bir hata vardı…
GENCAY
27
Türk abecesi Türklere gökten inmemişti..
Başka bir milletten de geçmemişti. Peki bu
abece nasıl oluşmuştu?
TÜRK ABECESİ NASIL OLUŞTU?
Servet Somuncuoğlu Türk Abece’sinin
hazırlık dönemini ortaya çıkartarak bu
hatanın çözülmesinde de önemli rol
oynadı. Kaya resimlerinin abeceye doğru
olan yolculuğunu birçok kayaresim
alanında görüntüledi, bizlere sundu.
Araştırmacılar eski uygarlıklarda yazının
ilk olarak inançlar çerçevesinde din
adamlarınca kullanıldığını ve yayıldığını
vurgulamaktadırlar. Durum Türk
Uygarlığında da böyledir. Türkler ilk
ortaya çıktıklarından itibaren tek Tanrı’ya
inanmışlardır. Tanrı’ya yakarışlarını,
şükürlerini, sevdalarını, Tanrı’dan
isteklerini de yılın belli zamanlarında
çıktıkları yüksek dağlardaki alanlarda
kayalara kazımışlardır. Böylece
günümüzde -genel olarak-Servet
Somuncuoğlu tarafından kamuoyuna
sunulan kaya resim alanları ortaya
çıkmıştır.
Sözkonusu kaya resimleri ilk zamanlarda
birebir çizilmiş oldukça somut resimlerdir.
Yani insan normal bir insan boyutunda, bir
dağ keçisi aynı boyutunda çizilmiş. Ancak
bu resimler zamanla soyutlaşmış,
küçülmüş ve stilize olarak damga haline
gelmişlerdir.
Oluşan bu damgalar da zamanla daha
çizgisel bir üsluba doğru yol aldı ve Orhun
Abidelerinin de yazıldığı Runik Alfabe de
denilen özgün Türk Abece’si ortaya çıktı.
Türk Abece’si aynen Türk milleti gibi bir
yolculuk yapmış ve bugün dünyanın
birçok noktasında karşımıza çıkmaktadır.
…
9-10 satırla burada yazıverdiğimiz bu
süreç aslında zannedildiği kadar kısa bir
sürede olmadı tabi. Atalarımızın
entelektüel zekâsının ürünü bu abece ve
dil, binlerce yıllık çabaların, bir sevdanın,
bir aşkın ürünü…
Abecemize ve Türkçemize sahip
çıkmak dileği ile..
-----------------------------------------------------
Dalga dalga yayıldılar Altay Dağlarından
dünyanın yüzüne,
Doğuya, Batıya, Kuzeye ve Güneye
yürüdüler,
Doldular, taştılar sürekli olarak.
…
Türkler entelektüel milletlerdendir…
Servet SOMUNCUOĞLU
GENCAY
28
Çağının kültürünün, biliminin vb. üzerine
çıkmış, bilgi birikimi fazla, bu bilgi
birikimini unutmamış ve geleceği
şekillendirmede kullanabilecek milletlere
entelektüel diyebiliriz.
Entelektüelliğin anahtarı bilgi birikimi
yani tarih bilgisidir. Tarih bilgisinin
anahtarı da bir abece. Türkler için
entellektüelliğin en önemli yardımcısı da
kaya resim-damga-abece sistemi olmuştur.
Türkler bunlar sayesinde geçmişini bilmiş,
çözmüş ve geleceğe aktarmayı başarmıştır.
Türk Abecesinin oluşması entelektüellik
açısından hem neden hem de sonuç
niteliğindedir. Servet Somuncuoğlu özgün
bir abece oluşturabilmenin en önemli
gereğinin entelektüel bir zekâ olduğunu
vurguluyor. Kayaresimleri sayesinde bilgi
birikimleri üst düzeyde olan Türk milleti
de böylece bir abeceye ulaşmayı
başarmıştır. Bu, Türk kültürünün de
özgünlüğünün göstergesidir.
ALTIN ELBİSELİ ADAM
‘Altın Elbiseli Adam’ da milletimiz
açısından entelektüelliğin önemli
göstergelerindendir. ‘Altın Elbiseli Adam’
1969 yılında gün yüzüne çıkarıldı. Esik
Kurganı’nda bulunan bu prens ve
mezarındaki eşyalar bizlere 2500 yıl
önceden çok önemli bilgiler vermektedir.
2013 yılının Ocak ayında Servet
Somuncuoğlu ‘Altın Elbiseli Adam’a
götürdü bizleri. Türk’ün uğradığı her
yerde karşımıza çıkan ögeler ‘Altın Elbiseli
Adam’ın kurganında da mevcuttu. Saymalı
’da, Güdül’de, Gobustan’da karşımıza çıkan
dağ keçisi, geyik vb. figürler onun
hazinesinde de bulunuyor. Yine birçok
alanda kazılmış Türk Abece’si yazıtlar
onun eşyalarından birine de çizilmişti.
Ve ‘Altın Elbiseli Adam’ın elbisesi.. Bu
elbisenin yapıldığı dönemin şartları
düşünüldüğünde altının bu derece
kusursuz işlenmesi oldukça nadir
görülmektedir. Dönem şartları için
yapılması oldukça güç olan bu işçilik
yüksek kültür ve medeniyet yani
entelektüellik gerektiren bir iştir.
GENCAY
29
Onun hazinesinde bir de Türk Abece’si
yazı var demiştik. Kulpu kırılmış bir kepçe
olduğu düşünülen bir nesnenin üzerindeki
bu yazıt Türk tarihi için büyük önem
arzetmektedir. Bu yazıt daha önce
bahsettiğimiz kayaresim alanlarındakilerle
aynı. Yani Türk Abece’si ile yazılmış.
Kazakistan’ın Yedisu bölgesindeki bu
kurganın çapı 60 metredir. Saka-İskit
döneminin bir eseri olduğu düşünülen bu
kurgan -şu an için- Türk kültürünün en
önemli arkeolojik buluntusudur.
12 HAYVANLI TÜRK TAKVİMİ
Zamana hükmetmek de entellektüellik
açısından oldukça önemlidir. Dünya
zamansal olarak bir döngü içerisindedir.
Bu döngüyü kavramak her millete nasip
olmamıştır. Bugün bizlere oldukça kolay
gelen ‘zaman, saat, gün, yıl’ gibi kavramları
çözmek için insanoğlu binlerce yılını
harcamıştır.
12 Hayvanlı Türk Takvimi ile milletimiz bu
işi ilk yapanlardan biri olduğunu
göstermektedir. Genel olarak Asya
milletlerinin çoğunda gördüğümüz bu
takvim, Türk milletine ait birçok öge gibi
bir göç yaşamış ve Anadolu’da dahi
karşımıza çıkmaktadır. 12 Hayvanlı Türk
Takvimi de Türk entelektüel zekâsının bir
ürünüdür.
Bilgi birikimimize sahip çıkmak dileği
ile..
…Dört mevsim süren yolculuğumuzu ve
bunca yıldır Denizli’nin el değmedik
yerlerinde saklanmış, korunmuş bugünlere
gelmiş damgaları sizlere taşımaya çalıştık.
Ama artık değişen bir şeyler vardı, damga
bizim için sadece mezar taşındaki bir iz
olmaktan çıktı bu belgeselde. Damga; Hayri
Dev, Sudan Koyun Atlatma, Ateşte Koyun
Yıkama, Çiçek Dağı’nda Eren Günü ve daha
niceleri oldu.
Servet SOMUNCUOĞLU
…
Vee Tamgalar Dengizli belgeseli… Yani
Servet hocanın yayımlanan son belgeseli.
Yıllardır kaya resimlerini takip ederek
Türk’ü arayan Servet Somuncuoğlu bu
belgeselinde daha çok sosyal
hayatımızdaki Türk izlerini bizlere
sunuyor…
Dengizli, Türk sosyal hayatının, Türk
bilinçaltının en önemli sahalarından biri.
Burada balballar, kilimlerde işlemeler,
duvarlarda süslemeler, kayalarda
kazımalar.. Hepsi Türk’e ait, Türk kokuyor.
Mezarlıklarında Asya’nın derinliklerinden
taa buralara gelmiş damgalar, Türk
Abecesi ile yazılmış yazıtlar, ağaçtan
yapılmış kurt başlıklı, ay yıldızlı mezar
taşları.
GENCAY
30
Ağaç kaşıklarda, kilimlerde, Yatağan
bıçaklarında Türk Abecesine temel olmuş
Türk damgaları.
Birçok Oğuz boyuna ait boyuna ait
damgalar, kalıntılar.
Suya koyun atlatma, sudan koyun geçirme,
iki ateş arasından koyun geçirtip üzerine
su serpme.. Temizliği ve bereketi
anımsatan Türk gelenekleri.
Cami duvarlarında, kapılarında Türk
işlemeleri. Dengizli Akhan’da Türk
kültürünün sürerliliğinin bir göstergesi
olan 12 Hayvanlı Türk Takvimi’nden bir
parça görüyoruz. Akhan’ın kapısında bu
takvime ait izler var.
Deve Güreşleri.. Türk bayraklarıyla, Türk
damgalarıyla, Türk’e ait işlemelerle
süslenmiş develer.
Yatağan’da demir ustaları var, Altay
Dağlarından çok uzakta ama ona kardeş
gibi.
Bir de ses damgası var Dengizli’de.
Kopuzuyla, kasketiyle, Türk’üleriyle Hayri
DEV. Onun ağzındaki ses bize
kilometrelerce öteyi, binlerce yıl geçmişi,
Orta Asya’yı, atalarımızı hatırlatıyor.
Ustalara selam ile…
GENCAY
31
GENCAY
32
STRESE VE UYKUSUZLUĞA KARŞI
VÜCUT DİRENCİNİ ARTIRMAYA
YÖNELİK TAVSİYELER Dr. Alperen KIZIKLI
Kıymetli Gencay Dergisi okurları!
Günümüz dünyasında sürekli bir yarışma
içerisine sokulan eğer az uyuyup çok
çalışırsa başarılı olacağına düşünen
insanoğlu büyük bir açmazda. Uykusuz
geçirilen gecelerin, özellikle geç saatlere
kadar çalışmaların hem zihinsel hem de
fiziksel açıdan ne kadar yıpratıcı olduğunu
hepimiz yaşayarak öğreniyoruz.
Bu yıpranmayı en aza indirmek için uyku
hijyeninin ve düzenli beslenmenin kişi
tarafından sağlanması çok önemlidir.
Düzensiz beslenme vücut direncini ve
insanın performansını düşürmektedir. Bu
nedenle besinlerimizde karbonhidrat, yağ
ve proteinin hiç birinden vazgeçmeden
dengeyi gözetmemiz şarttır.
Vücut direnci azalmış bir doktorun,
emniyet memurunun, öğretmenin,
öğrencinin ve esnafın her türlü psikiyatrik
ve organa özgü hastalığa yakalanması çok
kolaylaşmaktadır. Bu durumu önlemek
adında dergimizin bu sayısında stres,
uykusuzluk, aşırı fiziki ve zihinsel aktive
neticesinde yıpranan bedenimizin
direncini artırmak için nelere dikkat
etmemiz gerektiğine değineceğim.
Düzenli Su İçmek
Vücuttan su kaybı böbrek, deri, ter, dışkı
ve akciğer yoluyla olur. Tükürük, gözyaşı,
sümük ve üreme yollarıyla, emzirme
döneminde sütle de su kaybedilir. Günlük
su kaybı, yaşa, çevre sıcaklığına,
hastalıklara ve bireyin başka özelliklerine
göre değişir.
Böbreklerle su kaybı, normal durumda en
çok su kaybı böbreklerle olur. İdrarın
yüzde 95 kadarı sudur. Yetişkinlerde,
idrarla günde 40 gr. dolayında artık madde
dışarı atılır. Bu ve benzeri maddelerden
vücudun kurtulması için böbreklerle
zorunlu olarak 500-900 ml. kadar su atılır.
Ancak, normal durumda ısrarla su kaybı
yetişkinlerde günde 1200-1500 ml.
dolayındadır.
GENCAY
33
Bağırsaklardan su kaybı, tükürük, mide
özsuyu, safra, pankreas ve incebağırsak
özsuyu ile sindirim kanalına salgılanan sıvı
miktarı günde 5-8 litre kadar tutar. Bunun
büyük bölümü geri emilir. Günde 100-300
ml. Kadarı da dışkıyla dışarı atılır. İshal,
bağırsak yoluyla su kaybını arttır.
Solunum ve deri yoluyla su kaybı;
akciğerlerle ve deriden günlük su kaybı
600-100 ml. arasında değişir. Bunun 300-
400 ml. kadarı soluk verilen hava
içindedir. Kalanı, deriden gözle
görülmeyen buharlaşma şeklinde ve terle
olur. Sıcak, soğuk, fiziksel etkinlik derecesi
bu yolla su kaybını etkiler. Yaz aylarında
çok özellikle öğle saatlerinde görev yapan
emniyet çalışanlarımız terle günde 5-12
litreye varan miktarda su kaybı
yaşayabilirler. Su kaybının yerine konması
acilen gerçekleştirilmelidir ve su
tüketimini yaz aylarında kapalı mekan
dışında görev yapan çalışanların artırması
gerekmektedir.
Kişilerin günde en az 8 bardak suya
ihtiyaçları vardır. Susuz kalan bir vücutta
böbrekler toksinleri atamaz, kişi kendini
yorgun hisseder. İş konsantrasyonu azalır
Her yemek öncesi içilecek olan bir bardak
su, hem tokluk hissi verir hem de midenin
daha rahat çalışmasına yardımcı olur. Sıvı
tüketimi konusunda bitki çaylarından da
faydalanılabilir. 1 fincan rezene ile gaz
sıkıntılarından kurtulmak mümkündür.
Papatya çayının rahatlatıcı, kuşburnunun
soğuk algınlığı ve gripten koruyucu etkisi
vardır.
Yağ Alımı
Vücuda yağ alımı özellikle zeytinyağı ve
sıvı yağlardan karşılanmalıdır. Katı yağlar
damar duvarında birikerek kalp ve damar
hastalıkları başta olmak üzere obezite ve
pek çok kronik hastalığa neden
olmaktadır. Katı yağ tüketimi
sınırlandırılmalıdır.
Vücut direncini artırmak adına kalsiyum
alımı da oldukça önemlidir. Süt ve
yoğurttan zengin gıdalar tüketmek, ileride
yaşanabilecek kemik erimesi riskini
düşürecektir. Kalp hastalarının son ara
öğünlerinde 1 kase yoğurt ve bir orta boy
meyve almaları günlük diyetlerinin
vazgeçilmezi olmalıdır.
Balık, Omega 3 yağları göz ve beyin
sağlının gelişmesi için her yaşta sürekli
önerilen bir besindir. Balık tüketimi
haftada 3 günden fazla olabilir.
GENCAY
34
Egzersiz Yapmak
Sağlık için egzersizi günlük hayatıma
almamız gerekmektedir. Özellikle
sonbahar aylarında vücudun bağışıklık
sistemini artırmak için egzersiz yapmak
büyük önem taşıyor.
Haftada en az 3 kez 30-40 dakika egzersiz
yapılması, hastalıklardan etkilenmemek
için faydalı olacaktır. ‘Kış geliyor' diye
egzersiz aksatılmamalıdır. Kışın hareket
yapmamamız, vücudu hastalıklara karşı
dirençsiz hale getirecektir. Hava temizse
açık havada, değilse kapalı mekânlarda
egzersiz muhakkak yapılmalıdır. Yarım
saat bile olsa ev içerisinde ya da dışarda
yapılacak egzersiz hareketleri ile hem
psikolojik hem de fizyolojik bir rahatlama
sağlanabilir.
Protein, Soğan ve Sarımsak
Bir sağlık sorunundan dolayı yasaklama
veya sınırlama yoksa yumurta, kırmızı et,
tavuk, balık, peynir, süt, yoğurt
tüketimimizi arttırmalıyız. Yoğun katkı
maddesi içeren hazır besinleri çok sık
tüketmemeliyiz. Bol sıvı, şekersiz bitki çayı
ve en önemlisi de su tüketimimizi
artırmalıyız.
Sarımsağın, antimikrobiyal özelliğinden
dolayı bağışıklık sistemini
güçlendirmektedir. Ayrıca kanın
akışkanlığını sağlayarak kolesterolü
düşürmektedir. Yemeklere eklenen
sarımsak miktarının arttırılmasının
bağışıklık sistemini güçlendirmektedir.
Soğanın içerdiği allisin ve sülfür ise
bağışıklık sistemini desteklemektedir.
Meyve ve Sebze Tüketimi
Elma, içeriğindeki E ve C gibi antioksidan
vitaminlerle bağışıklık sistemini
güçlendirerek hastalıklara karşı vücut
direncini artırır. Meyvelerin iyice
yıkandıktan sonra kabukları ile
tüketilmesi daha sağlıklıdır. Portakal ve
mandalina gibi turunçgiller, içerdikleri
zengin C vitaminiyle vücudun savunma
mekanizmasını kuvvetlendirir. C
vitamininin yanı sıra, potasyum, kalsiyum,
magnezyum gibi mineralleri de içerir.
Güne bir bardak taze sıkılmış meyve suyu
ile başlamak vücut direncini artırır. Sabah
kahvaltıda protein alınması, taze nane,
GENCAY
35
maydanoz, marul gibi yeşil sebzelerin
tüketilmesi gerekmektedir. Gün içinde
elma veya siyah çekirdekli üzüm yenilmesi
de bu anlamda faydalıdır. Kış aylarında
görev yapan çevik kuvvet çalışanlarına
soğuk havalarda tüketecekleri kuru incir,
fındık veya ceviz faydalı gelecektir.
Haftada 2 kez kuru fasulye, kuru nohut
veya barbunya gibi kuru baklagiller
tüketilmesi vücudun protein ihtiyacının
sağlanmasına katkıda bulunmaktadır.
Vücut Direncini Azaltan Yiyecekler
Vücut direncini artıran besinlerin yanı sıra
vücut direncini kıran, hastalıklara neden
olan besinlerde bulunmaktadır. Bu tip
besinler genellikle yüksek enerji içerikli
veya kafein ağırlıklı olmaktadır.
Kızarmış besinler, cipsler, şekerlemeler,
hamurlu ve şerbetli tatlılar, asitli içecekler
(Kola türevi içecekler) böbrekleri negatif
etkiler ve mineral emilimini bozar.
Kafein içeren içeceklerden kahve günde iki
fincandan fazla alınmamalı ve çay demir
emilimini bozduğu için yemeklerden
hemen sonra içilmemelidir. Çok fazla çay
tüketimi kan hücrelerinin sayısının
azalmasına ve kişinin kendini yorgun
hissetmesine neden olmaktadır. Yeşil
çayda bile kafein vardır.
Sadece protein ağırlıklı beslenme ve
protein ağırlıklı, kızarmış ürünler almak
vücut direncini negatif etkiler, kas ve su
kaybına neden olur.
Alkol tüketimi, vücut direnci için özellikle
önemli olan vitamin ve mineral emilimini
azaltır. Konserve ve hazır gıdalardan uzak
durulmalıdır. Derin dondurucudan
çıkarılıp mikrodalgada ısıtılarak tüketilen
besinler sağlığa faydaları tartışmalıdır.
Mümkün olduğunca taze sebzelerden
yapılmış yemekler aynı gün içerisinde
tüketilmelidir.
Düzensiz uyku yemek kişinin
metabolizmasını negatif etkiler özellikle
gece yemekleri metabolizmayı bozar. Gece
görev yapan çalışanların mümkün
olduğunca yemekten kaçınmaları, açlık
hislerini bir iki adet meyve ile gidermeleri
faydalı olacaktır.
Antioksidanlar
Tükettiğimiz tüm besinler, vücutta
enerjiye dönüşmek için oksijen ile
yakılırlar. Bu yanma esnasında vücut için
zararlı olan serbest oksijen radikalleri
oluşur. Serbest radikaller özellikle
vücuttaki hücre ve organlarda hasara
neden olur. Ayrıca çevredeki hava kirliliği,
stres, radyasyon ve sigara serbest radikal
miktarının vücutta artmasına neden olur.
GENCAY
36
Vücutta artan serbest radikaller, kanser ve
bazı kalp hastalıklara neden olur.
Antioksidanlar, vücutta serbest radikal
seviyesinin düşmesini sağlar. Özellikle A, C
ve E vitaminleri antioksidan özelliği olan
besin grubudur. Bu vitamin grubunu
içeren, limon, portakal, fındık, badem,
maydanoz, zeytinyağı, ayçiçeği, ceviz gibi
besinlere de mümkün olduğunca günlük
beslenmemizde yer vermeliyiz.
Uykunun Önemi
Modern toplumun bir başka sorunu olan
yetersiz ya da verimsiz uyku da vücut
direncini sağlayan en önemli unsurlardan
biridir. Diyet ve yaşam tarzının yanı sıra
uyku da vücut direncinin temel
taşlarındandır. Bu üç öğenin tamamının
karşılanamaması durumunda kişi kendini
dinç hissedemez.
Çok uyumak mı, kaliteli uyumak mı
önemlidir sorusu sıkça sorulmaktadır.
8 saat boyunca uyumak, kaliteli uykudan
daha az önemlidir. Kaliteli uyku, zihnin
duyularla olan bağlantısını tamamen
kopardığı zaman gerçekleşir. Zihni besler
ve gençleştirir; kısa ve uzun zamanlı
zihinsel gücü geliştirir.
Gün boyu vücut direncini artırmak ve
geceleri kaliteli bir uyku için, kafein, alkol
ve nikotin gibi uyarıcı maddeleri
kullanmamalıyız.
***
Siz değerli okuyucularımıza sağlık ve
mutluluk dolu günler diliyorum.
Esen kalınız.
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.