Farkındalık Dergisi 2. Sayı

54
1

description

Merhaba sevgili okurlarımız, İlk sayımızda olduğu gibi yine dopdolu içeriğiyle siz değerli okurlarımıza 2. sayımızı sunmaktan büyük mutluluk duymaktayız. Dergimizde birbirinden değerli yazar ve şairlerimize yer verdik. Aldığımız tepkiler beklediğimizden daha da büyüktü. Sosyal ortamlarda takipçi sayımızı neredeyse üçe katladık. Hal böyle olunca elimizden gelenin daha fazlasını yapmak için uğraştık. Bu bizim değil siz saygıdeğer okuyucularımızın kültür, sanat ve edebiyata gösterdiği ilginin başarısıdır. “Farkındalık” şiarıyla çıkmış olduğumuz bu yolda farkında olma kavramının günümüzde ne kadar önemli olduğunu ve farkındalık yaratmanın çerçeveyi değiştirmekle değil bizzat resmi değiştirmekle olabileceğini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Desteklerinizi bizden esirgemediğiniz için çok teşekkür ederiz. Yeni sayılarımızda buluşmak umuduyla, okumanız daim olsun. Editör Merve ÇETAK

Transcript of Farkındalık Dergisi 2. Sayı

Page 1: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

1

Page 2: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

2

Genel Yayın Yönetmeni Mehmet GÖKDOĞAN Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni

Aydın AÇIN

Serdar Serhat ALTAN

Basın Tanıtım Sorumlusu

Şafak OĞUZ

Mehmet ARSLANTAŞ

Yazarlarımız

Arzu TOK

Barış ÇELİMLİ

Besna AYDIN

Cem ARBAĞ

Ceyda CEVHER

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Eyüp BAĞ

Gül Gürdal DURMUŞ

Gülnihal ÖZKAN

Günsel İSLAMOĞLU

Hilal İNAN

Hüseyin YAYLA

Mehmet ARSLANTAŞ

Mehmet GÖKDOĞAN

Merve ÇETAK

Nihal Buran AYANA

Özcan URTEKİN

Serdar Serhat ALTAN

Sahir ÜZÜMCÜ

Sunay GÜLSOY

Şafak OĞUZ

Şenay ÇAKIR

Yelda KARATAŞ

Editör Merve ÇETAK

Merhaba sevgili okurlarımız,

İlk sayımızda olduğu gibi yine dopdolu içeriğiyle siz değerli

okurlarımıza 2. sayımızı sunmaktan büyük mutluluk duymaktayız.

Dergimizde birbirinden değerli yazar ve şairlerimize yer

verdik. Aldığımız tepkiler beklediğimizden daha da büyüktü. Sosyal

ortamlarda takipçi sayımızı neredeyse üçe katladık. Hal böyle

olunca elimizden gelenin daha fazlasını yapmak için uğraştık. Bu

bizim değil siz saygıdeğer okuyucularımızın kültür, sanat ve

edebiyata gösterdiği ilginin başarısıdır.

Kocaeli Üniversitesi Endüstri Mühendisleri Kulübünün 13-14-

15 Mart 2015 tarihinde, gerek akademisyen gerek iş çevresinden

gerekse öğrencilerden oluşan 1114 kişinin yer alacağı 8. KALE

(Kaliteni göster-Araştır-Lider ol-Etkile) organizasyonunun bu seneki

konusu “FARKINDALIK”. Bu dev organizasyonda Farkındalık

Dergisi adına Sosyal Tanıtım Sorumlumuz Serdar Serhat ALTAN,

Farkındalık temalı konuşmasıyla yer alacaktır. Bizi böyle önemli bir

organizasyon içinde bulunmamızı sağlayan Endüstri Mühendisleri

Kulübü’ne teşekkür etmeyi bir borç biliriz.

“Farkındalık” şiarıyla çıkmış olduğumuz bu yolda farkında

olma kavramının günümüzde ne kadar önemli olduğunu ve

farkındalık yaratmanın çerçeveyi değiştirmekle değil bizzat resmi

değiştirmekle olabileceğini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.

Desteklerinizi bizden esirgemediğiniz için çok teşekkür ederiz.

Yeni sayılarımızda buluşmak umuduyla, okumanız daim

olsun.

farkindalikdergisi @farkindalik_drg

Page 3: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

3

İçindekiler 15 Ocak 2015 Sayı:1

4. Fareyi Ona Yedirin – Deneme – Yelda

KARATAŞ

7. Artık Benzemiyoruz Sonsuza – Şiir – Sahir

ÜZÜMCÜ

9. Fikirler ve Çatışmalar Üzerine – Deneme –

Mehmet GÖKDOĞAN

11. Bir Bakışta Yaşar Kemal – İnceleme – Hüseyin

YAYLA

13. Jupiter Yükseliyor – Sinema>Eleştiri – Mehmet

ARSLANTAŞ

14. Şiir – Gülnihal ÖZKAN

15. Aziz’in Zümrüdü Anka’sı – Deneme – Sunay

GÜLSOY

17. Yunan Mitolojisinde İlham Perileri – İnceleme –

Merve ÇETAK

20. Kadınım – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ

21. Fikret Mualla – İnceleme – Şenay ÇAKIR

23. Adı Çocuk – Şiir – Şafak OĞUZ

24. Anathema – Müzik – Cem ARBAĞ

26. KarmAŞ(ı)K – Deneme – Serdar Serhat ALTAN

27. Aldatılmak ve Çözüm, Birliktelikler ve Perde

Arkası, Özden Gelen Fısıltılar – Deneme –

Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ

33. Okuma Sevdası – Deneme – Edib Rasljanin

İSLAMOĞLU

34. Divan Şiirinde Mitoloji Ve Mitolojik Şahıslar –

İnceleme - Nurdan OFLAZOĞLU

38. Büyüme – Şiir – Barış ÇELİMLİ

39. Yalnızlık – Şiir – Arzu TOK

40. Unuttuk – Şiir – Nihal Buran AYANA

41. Bıraksalardı – Şiir - Besna AYDIN

42. Şahne Hatalar 1 – Kitap İncelemesi – Yaren

43. İstanbul – Gezi&Seyahat – Gül Gürdal

DURMUŞ

47. Türk Halk Oyunları – Özcan URTEKİN

50. Bir Sen Eksik – Şiir – Günsel İSLAMOĞLU

51. Drahoma – Şiir – Ceyda CEVHER

52. 8. KALE’15 Eğitim – Seminer Organizasyonu Organizasyon Konusu: “FARKINDALIK”

Page 4: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

4

Yelda KARATAŞ

Deneme

Fareyi Ona Yedirin

FAREYİ ONA YEDİRİN

Angina Pektoris

Yarısı buradaysa kalbimin

yarısı Çin’dedir, doktor.

Sarı nehir’e doğru akan

ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,

her şafak vakti kalbim

Yunanistan’da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burada mahkûmlar uykuya varıp

revirden el ayak çekilince

kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır

her gece,

doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana

benim, fakir milletime ikram edebildiğim

bir tek elmam var elimde, doktor,

bir kırmızı elma:

kalbim…

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,

işte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden bende

bu angina pektoris…

Bakıyorum geceye demirlerden

ve iman tahtamın üstündeki korkunç baskıya rağmen

kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor. '

Nazım Hikmet Ran

‘Doğa bilincini insanda tanıdı.’ diyor düşünür. İşte doğanın bu bilinçli

yaratığı aklını duygularının karşıtı ilan ederek bilinci ile kurabileceği

en büyük cehennemi yarattı. Oysa duyguları bilinçsiz değildir insanın.

Yoksa neden çarpsın kalbinin her bir zerresi Sarı nehir' de,

Kızılırmak gibi neden yakın görsün o nehrin macerasını kalbine, has

elmaya?

Refleks değildir ki kalbin içindekiler. Duygularımız aklın karşıtı

değildir. Gönül gözünün karşıtı değildir hayatın gözü. Ancak

zorunluluğun bilincine erdiğimiz özgürlüğü gösteren güç, yalnızca

akıl değil; sezgi ve deneyimle beslenen duyguların keskin görüşüdür.

Kalbi; aklın karşısına koyan burjuva felsefesi, sınıflı toplumun

ekonomik alt yapısının yarattığı değer çarpıtmalarının değer

biçmeleri ile kurar inanç sistemini.

Page 5: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

5

Yaşadığı çağın ürünü olmayan bir ‘saf ve ilahi’ insan yaratır ve bu yapıyı kavramlaştırır eline geçirdiği sanat

ve bilim aracılığıyla.

Kapitalizm değer kavramının temeline ölçü olarak insan ve değerlerini değil, metanın değişim değerlerini

koyar o nedenle aşkın karşısına kini, nefreti, etiğin karşısına “ahlak “ı…

Sevgi ve aşk, çoğu zaman yalandır çağımızda ama imkânsız değil.

İmkânsız olmadığı için kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor ,der o büyük şair. İnsan sevgisinin

gerçekliğinin yeniden tanımlanması, anlamlandırılmasıdır onun büyük dizeleri.

Çünkü şair bilir ki sevginin dışında başka bir duyguya yabancıdır kalbi. Bilir ki kin duyacak kadar kendine ve

insan değerlerine yabancılaşmış bir yürek, “aşk “ı unutmuştur artık.

“Aşk “ı, sevgisi Sarı Nehir ‘de yaşayan bir Çinliye yönelemez. İnsanlığın kaderini kendi kaderi gibi

göremez. Yönelse de kendi ulusunun değerleriyle kabul eder onu. Aşkı, alışkanlıkların ve geleneğin yolunu

reddedemez. Irmak akar ama o yolunu tayin etmek ister kalbindeki aşkı kine tedavül ederek.

Burjuva değerlerinin yarattığı erkek, önce erkektir. Sonra bir ulusu ve dini vardır. İnsan oluşunun değerleri

bunlara sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta reddedişini bile bu değerler üzerinden yapar. Kim olduğunu değil, kim

olmadığını söyleyerek baş kaldırdığını sanır.

Aşkının değerini belirleyen güçlü bir değişim değeri daha vardır: yaşı, yani gençliği. Yaş, gençlikle yüksek

değerini bulur burjuva toplumunda. Yaşlandıkça bir dişinin değeri düşer. Yaşlanmış bir dişinin gençlik

özlemini pahalı bir sektörle tatmin eder: “ kozmetik “.

Estetik görüntüsünü değiştirerek değerli olduğu yanılsamasına kapılmış bir kadın ordusu yaratır. Yaşını

başını almış bir kadının kendinden genç biriyle olmasını bağışlamaz burjuva ahlakı. Aşk pazarı kurallarına

aykırıdır.

Burjuva toplumunda gençlik sanki hiç yaşlanmayacak gibi yaşar. Çünkü sistem varlığını güvenle sürdürmek

için, kandırılması daha kolay toy iş gücüne, ham gençliğe ihtiyaç duyar. Gençlik yüce bir değerdir ve hisleri

halinde ebedisi aranır!

İnsana değer biçmelere ulus, ırk, yetmez; o elmanın kurtlarından birini daha yaratır. Sevmenin karşıtı

sandığı çarpık bilincinin ürünü kinini beslemek için erkek egemen değerlerine yaşına göre sevmesi gerektiği

ön yargısını ekler.

Sevilmeye değer olan şey nedir konusunda bizi aydınlatacak gerçek sanat yapıtlarıyla önümüzü kesmiştir

çoktan.

Manzume yazan öyle çoktur ki şiiri ve şiirsel değerleri unutur geniş kitleler. Best Sellerlar öyle çoktur ki

gerçek edebiyat yapıtlarını okumaz bile insanlar. Televizyon kültür dağıtır. Bir günlük ‘pop sanatçısı’ besler

ve tanımlar. Mozart ancak cep telefonlarının acılı tonu olur hızla sesini yitirerek.

Etik birey yaşantılarının örneklerini hayatın içinde mucize olarak görebildiğimiz bu vahşet çağında şiir,

roman, resim, müzik… yapıtlarından kısaca sanattan başka yol göstericimiz yoktur artık.

Camus’un “ Veba “sında ise bambaşka bir aşk tanımıyla karşılaşırız. “Veba “ en son, sevgilisinin canını

Page 6: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

6

isteyecektir ondan. O da sevgilisinin bu kentte vebaya karşı direnebilecek en güçlü insan olduğunu bilmenin

bilinciyle sevilmeye değer olan için hayatından vazgeçer. Benim canımı alın, sevdiğim kadın yaşamalı ,der

Veba’ya.

Veba diyetini alır ama kaybeder.

Veba’nın kaybettiği yer, İnsan sevgisinin hası, bir insanın bir diğer insana hayatını verebilecek kadar

duyduğu güvendir. İnandırılmış değil, inanmış bir bağımsız bireyin kahramanca yaşantısıdır.

Yoksa neden sorsun ki Hemingway: “Çanlar Kimin İçin Çalıyor? “

Aşk, özneye özgürlüğünün bilincini ve bencilsizliği öğreten aşk ve bir o kadar ben ve biz olan aşk. Herkese

ve her şeye karşı sorumlu olan o kalp, o kurtsuz elma…

Angino Pektoris’ten korkanlar, Orwel’in öngörüsüyle 1984’ te kinle haykırırlar: “O fareyi ona yedirin. “

İktidara karşı durabilecek en büyük silahlarının aşkları olduğunu söyleyen bu insanların bilincine ne

olmuştur bir yüzyıl içinde?

Bilinçsiz acıların arabeskleştirdiği birey: ‘Sevdim öldürdüm, namusum en değerli değerdir. “ diyen ama o

namus değerinin hangi insani değerin karşılığı olduğunun bilincine ermeden yaşayan sürü bireyi, “ sevgi “

sözcüğüne kendi duygularının değer bilinciyle inanmış değil, inandırılmıştır!

Asla incitemeyeceği kadar değerli bulduğu bir şeyi bir an için olsa acıtmak bile kendini acıtmak değil midir?

O kendinden ‘ayrı’ mıdır?

Ya da kendisi ondan? Aşkını, kini değer olarak ele alıp tanımlayan,

Onu sisteme (İktidara)teslim eder…

İnce Memed ağlar işte o zaman gençliğimize!

Ötekinde sevilmeye değer tek bir şey görür: kendi istediği bir şeyi yaratma fırsatı. Onun taşıdığı insan

değerlerine bir an dikkat etmez.

Kimsenin kimseyi evcilleştirecek sevgisi kalmadığı için ‘öteki’ni hızla öldürüyoruz. Daha sevmeyi

öğrenmeden, nefretle kendimizi ve değerlerimizi var ediyoruz.

Aşk da pazar için üretiliyor artık.

Kinle, kıskançlıkla doğmuş bir yaratık mıyız? Yoksa ilahi güç kötülüğü ve iyiliği baştan tanımlayıp bir

oyunun içine mi atıyor bizi?

Buna inansaydı Camus intihar ederdi. Zweig’ın umudunu yitirmiş inancının son umut eylemi olasılığı hep

karşımızda…

Bazıları ise, Dostoyevski gibi karşı duruyor Büyük Engizisyoncu’ya biletini geri vererek.

Aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağını söyleyen Heraklitos’u onaylayan Lucretius’un dediği gibi: "Ex nihilo

nihil fit. “değil mi?

Page 7: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

7

Sahir ÜZÜMCÜ

Şiir

Artık Benzemiyoruz Sonsuza

Artık Benzemiyoruz Sonsuza

Çok eskiden, hem de o kadar çok eskiden ki kimse sonsuzu saymaya yeltenmemişti daha.

Yaprak daha tanışmamış, eğilip selam vermemişti rüzgâra. Tuz ekilmemiş, limon sıkılmamıştı salataya.

Bulut buluta çarpmamış, şimşek değmemişti toprağa.

Çoraba girmemişti ayak. Masat bıçağa değmemiş, çelik deriyi yarmamış, demir rengini vermemişti kana.

Deniz ıslanmamış, dalga kıyıya vurmamış, balık yüzmeye, martı uçmaya gidip göğü maviye boyanmamıştı daha.

Ve o zamanlar, şimdiki gibi değildi pek. güneş henüz acemiydi doğup batmakta. Çok eskiden de eskiydi anlayacağınız, boşluk derlerdi o zamanlar oralara.

Rüya gördü bir gün boşluk, rüyasında kendisini.

Kendisinde rüyasını, her gördüğünde aynı ışığı.

Işığın gidecek yeri yoktu, gidecek gücü, zamanı da yoktu, “Işığın gidecek yeri olsun.” dedi rüyasında.

Bir ok çekti boşluk, sadağından, “Uzay” dedi ve saldı kirişi. Gitmedi ok, kaldı olduğu yerde.

İki ok vardı yayında şimdi. “Uzay ve hareket”. Yine saldı kirişi, yine gitmedi oklar. Üçüncü oku aldı, “Zaman” dedi okun adına.

Page 8: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

8

Bir kez daha saldı, bir kez daha oklar bekledi yayda. Anladı ki ışığın gitme isteği de yoktu, gülümsedi.

Son oku da çekti sadaktan ışığı bindirdi üzerine ve kendi iradesini. Böylece öğrendi ışık neşeyi ve sevgiyi, gidilecekse sevgiyle gidilmesi gerektiğini.

Bir kez daha ve şimdi dört okla, gerdi yayını sonsuz bir neşeyle. “SONSUZ” diye haykırdı ve kurtuldu oklar, her yana dağıldılar sonsuza ulaşmaya.

Aydınlandı boşluk. Ve madde oluştu ışıkta. Maddeler oluştu, yıldızlar, gezegenler, ışık veriyordu canı ve kanı, taşa. Sevinçle seyretti artık sonsuz olan boşluk, boşluğuna doldurduğu sonsuzu.

Sevinçten bir damla yaş akıttı yanağına, damla yanağından kayarak düştü, artık sonsuz olan boşluğa. Tam yolunun üzerinde, bir küçük top, adı dünya.

İşte böylece deniz ıslandı o gün, gök hazırlandı martının uçuşuna.

Su değdi ya ışığın damlalarına, o gün damla damla ekledi su, rüyasının renklerini gökkuşağına.

Balık yüzmeye gitti o gün, martı da uçmaya.

Sonsuzluk dilemişti sonsuzluk, dünyada her şeyin bir sonu vardı oysa. Deliniyordu çoraplar, taban eskiyordu ayakkabıda. Anladı ki sonsuz, sonsuz olan sadece kendisi aslında.

“Sonsuz bir şey olsun orada.” dedi içinden. Ve çok iyi biliyordu ne yapacağını da.

Bir minik taşın yolunu değiştiriverdi ve minik bir parça sonsuz yerleştirdi kendisinden taşa.

“Vuuuuvvv” diye öttü taş, öyle bir çarptı ki her yer toz, duman, karmaşa…

Koca koca hayvanlar vardı o zamanlar, oysa sonsuz biliyordu yaptığı işi, değerdi birazcık kayba.

Paramparça oldu taş, sayılmadı elbet ama belki de on bin parça. İçlerinden biri, sipsivri bir taş, bıçak gibi sivri,

sipsivri keskin, tam ortadan değiverdi havada uçan minik sonsuza.

Ayrı düştü toprağın üzerine iki parça sonsuz, yatıyorlardı yerde, öylece bir başlarına.

Çok zaman geçti, çok toz yağdı üstlerine, içten içe ağlıyorlardı; “Artık benzemiyoruz sonsuza.”

Bulut buluta değiverdi o gün, şimşek toprağa.

Toprak ıslanmıştı deli gibi, toprak delirmişti yağmurun altında.

Çamur oldu her yer, çamur, çamur, çamur, sonsuzlar ayrı ayrı bulanıyordu çamura.

Tam o sırada bir bulut daha değdi buluta, bir şimşek daha toprağa, kimse görmemişti ama ışık bu sefer, can getirmişti çamurdan sonsuzlara.

Ayağa kalktılar ayrı ayrı, ayrı ayrı ıslandılar yağmurda, ayrı ayrı yaşadılar her günü, oysa kavuşmaktı tek dilekleri, uyanmaktı aynı yatakta.

Binlerce, milyonlarca kez yaşadılar, bir arada, ayrı ayrı ve bir anda.

Hep bilirlerdi içlerinden, hayat dedikleri şey, eksik bir yarılarına, öbür yarıyı arama.

Bir şey daha bilirlerdi, hem de çok iyi. Bulmadan giderlerse yarım yarım, sonsuz geri gönderirdi tekrar, almazdı tam olmayanı, sonsuza benzemeyeni yanına.

Balık hep yüzer o günden beri, martı da hep havada.

Deniz hala ıslak çünkü hem kim boyardı ki göğü maviye, martı her gün uçmasa.

Çoraplarımız hep ayağımızda zaten, çok şükür tuzsuz, limonsuz da değil salata.

Bir de buluversek de o tanrı parçacığının diğer yarısını, ezik büzük, süklüm püklüm, iki büklüm, eksik çıkmasak sonsuzun karşısına...

Page 9: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

9

Mehmet GÖKDOĞAN

Deneme

Fikirler ve Çatışmalar

Üzerine

Fikirler ve Çatışmalar Üzerine

Bilimsel olan her bilginin analiz sentez ve değerlendirme

aşamalarıyla sağlaması yapılabilir. Peki fikirlerin sağlaması nasıl

yapılır? Fikirlerimizi imbikten geçirircesine eleyip bir sonuca varsak

da ortaya çıkan fikirlerin kalıcılığını nasıl garanti edebiliriz?

Bütün fikirler çatışma içinde doğar, büyür ve zamanla ölür. Ve

her fikir doğup büyüdüğü evrede çatışmasını sürdürür. Fikir ile

çatışma süreci bir döneme kadar devam eder ve zaman içinde fikir

kendini kabullendirir. Peki kendini kabul ettiren fikir kendinden önceki

fikirlerle çatışmayı tam olarak bitirir mi?

Tabiki de hayır çünkü, fikirlerin sağlaması yapılmadığı için her

an çatışmayı fikrin kendisi tetikler. Yerini daha özgün ve sağlam

temelli fikirlere bırakıncaya kadar çatışma devam eder. Örneğin bir

konu hakkında uzun uzun düşünürsünüz ve bir karar alırsınız.

Sonrasında öyle bir durumla karşı karşıya kalırsınız ki hem aldığınız

kararı değiştirir hem de aldığınız kararı ortaya çıkaran fikirlerin

kullanım tarihi geçtiği için başka bir anlamda mevcut fikirlerin mevcut

ortamda anlamı olmadığı için fikirlerinizi tamamen yenilersiniz.

Mevcut her fikir geçmişin izini taşımakla birlikte kendini

yenileyerek büyür, gelişir ve bugünü inşa eder. Ortaya çıkan bütün

fikirler yeniden doğmuş bir birey gibidir. Nasıl ki yeni doğan bir birey

genetik mirasın bir ürünüyse ayni zamanda kendisi yeni bir

oluşumdur. Varlığıyla ailesine, çevresine yenilik getirmiştir. Fikirler de

böyledir, geçmişin izini taşır ve geleceğin mimarıdır. Dolayısıyla her

yeni fikir geleceğin temelini atar.

Bireyler gibi fikirler de ölür. Lakin fikirlerin yok oluş şekli

farklıdır. Hayatımızdaki kavgalarda, çatışmalarda yaralanan veyahut

ölen bedenlerdir. Fikirler kavgalarla, çatışmalarla yara almaz, yok

olmaz, aksine daha da büyür ve gelişir. Fikirler tek bir şekilde ölür; o

da yerine daha sağlam temelli ve kendini kabullendiren bir fikir

gelince.

Page 10: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

10

V For Vendetta filminde hafızalarımıza yerleşen "Bu maskenin altında fikirler var ve fikirlere asla

kurşun işlemez." cümlesi bu savı en güzel şekilde açıklar. Fikirler bedenleri öldürerek ortadan kaldırılamaz

asla. Bunun içindir ki en uzun ömürlü fikirler; herhangi bir çıkara hizmet etmeyen, özgür düşünen ve bu fikri

uğruna nice badireleri atlatıp ölüme bile selam duran bireylerden çıkar.

İslam filozofu Hallac-ı Mansur En-el Hak (Ben Hakk'ım, Hak'tan gayrı değilim ) düşüncesinden vazgeçmeyip sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır diyerek devri eleştirdiği için zındıklıkla suçlanıp idam edilmedi mi? İtalyan filozof, şair Giordano Bruno evrenin sonsuz ve eşdağılımlı olduğunu ve evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylediği için Engizisyon mahkemesinin kararınca Roma’da diri diri yakılmadı mı?

Antik Yunan filozofu Sokrates felsefi öğretileri sebebiyle hakkında verilen sürgüne gitme hükmüne seçeneğine sahipken (Ve bunun sonucu olarak felsefi/filozofik misyonunu bırakacak) baldıran zehri içerek ölüme gitmeyi tercih etmesi, İskoç halk kahramanı William Wallace’un İskoç halkının özgürlük fikri uğruna idama kendinden emin gitmesi; fikirlerine sadık oluşları ve bu uğurda ölümü bile göze almalarındandır.

Tarihin her devrinde fikirleri uğruna canlarını feda edenler var olmuştur ve var olmaya devam edecektir. Ne mutlu sahip oldukları değerler ve fikirleri uğruna ölümü hiçe sayanlara…

Sözü kısa kesmek gerek vesselam…

Page 11: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

11

Hüseyin YAYLA

İnceleme

Bir Bakışta Yaşar Kemal

Bir Bakışta Yaşar Kemal

“17-18 yaşlarımda bende sol düşünce belirmeye

başlamıştı. Sanatım onunla tay gitti, yani

paralel. Ben iki şeye inanırım, iki şeyin sonsuz

gücüne, sonsuz yaratıcılığına, sonsuz

değişimine: Halk ve doğa. Sanatımı halkımla

birlikte, onun büyük yaratıcılığı ile birlik olarak,

onun için yaparım. Politikam da sanatımdan

ayrılmaz... Halkın mutluluğunun önüne kim

geçiyorsa ben sanatımla ve hayatımla onun

karşısındayım.”

Yaşar Kemal

Türk edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biri olarak kabul

edilir Yaşar Kemal. Sanatçı, Türk edebiyatına büyük hizmet etmiştir.

Romanları özellikle de “İnce Memed”, yurt içinde ve yurt dışında çok

büyük ilgi görür ve çok çeşitli dillere çevrilir. Kemal, daha çok

romancı kimliğiyle tanınmasına rağmen bakıldığında şiirler de

yazmıştır. Fakat şiir sayısı fazla değildir. Yazdığı şiirleri, 2010

yılında bir araya getirir ve tek şiir kitabı olan “Bugünlerde Bahar

İndi” ismiyle kendinden söz ettirir.

Yaşar Kemal'in dünyada yayımlanan ilk eseri “İnce Memed”

değil, “Bebek” hikâyesidir ve önce Fransızcaya, sonra İngilizceye,

İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye ve diğer dillere çevrilir.1 Kemal’in

edebî eserlerinde, halka dönük bir düşünce hâkim olduğunu ve bu

fikrini siyasi düşüncesiyle harmanladığını görürüz.

1 Yaşar Kemal, Edebiyat ve Politika, “Baldaki Tuz”, YKY, İst. 2005, s. 409.

Page 12: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

12

“Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra

folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikâyeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki,

halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak

mümkün değil.”2

O; düşünceye, düşünce namusuna ve kültüre çok ama çok önem verir. Ona göre düşünce, kültürün

tarlasında biter. Olgun insan, kültürlü insan, kendisi için yaşayan insan değildir. Düşünceleri için, düşünce

namusu için yaşayan insanlardır. Kemal, kültürle düşüncenin ayrılmaz bir bütün olduğunu, ikisinin birlikte

toplumu ileri götüreceğine inanır. Dolayısıyla Türk toplumunun felsefi bir düşünce sistematiğinin olmayışını

ve bir filozof yetiştiremeyişini bu temel sebebe bağlayabiliriz. “Ben düşünüyorum ki, bu işler, kötü işler

kültürsüzlüğümüzün başı altından çıkmasın? Bakın bu olabilir gibime geliyor. Gerçek bir kültürün

eksikliğinden çıkmasın? Ne dersiniz? Ben bu işten çok şüpheleniyorum. Batı Batı dedikleri nedir biliyor

musunuz? Bir tutam kültürle biraz makine. Bir de düşünce namusu. Bu düşünce namusu dedikleri de epeyce

önemli önemli bir iş olsa gerek. Bence, Batı Batı dedikleri, düşünce namusuyla başlar, onunla biter.

Düşünce namusunun bitmediği, gelişmediği yerde, hiçbir iyilik bitmez, gelişemez. İşte görüyorsunuz. Bir

türlü de gelişemiyoruz.”3

“Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve hayatımla onun karşısındayım.” diyen

Yaşar Kemal’in bu fikrini başyapıtı olan “İnce Memed”de açıkça görürüz. O, bu romanda 1930’lu yılların

Çukurova’sından toplumsal, siyasal, ekonomik olarak bir görüntü çiziyor. Türk köylüsünün yaşadığı

sıkıntıları, zulmü aktarıyor. Ağaların baskısını, yaşattıkları problemleri dikkatlere sunuyor. Bu kısa bilgiden

de yola çıkarak şunu diyebiliriz ki Kemal, halkın içinde büyümüş, onların sorunlarını iyi gözlemlemiş ve

olayları siyasi düşüncesinin süzgecinden geçirerek okuyuculara sunmuştur.

2 A.,g.,e, s. 409. 3 A.,g.,e., s.38.

Page 13: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

13

Mehmet ARSLANTAŞ

Sinema – Eleştiri

Jupiter Yükseliyor

Ailesi ile birlikte evlere temizliğe giden ve sık sık klozet

başında elinde fırçayla görüntülenen bir kız. Bütün günleri birbirinin

aynı ve hayatından nefret ediyor. İlk bakışta sıradan görünen bu kız

aslında evrenin en önemli hanedanlarından birinin reenkarnasyonla

tekrar dünyaya gelmiş ölümsüz kraliçesi. Dünya'ya hükmetmek

isteyen ve kendi varisleri olan üç çocuğu tarafından hayatı ciddi

anlamda tehdit ediliyor. Uzayın derinliklerinden çıkıp gelen yaratıklar

tarafından öldürülmek istenen Jupiter Jones (Mila Kunis) bu zorlu

yolculukta tek başına değil. Genetik mühendislik ürünü, eski bir asker

olan Caine Wise (Channing Tatum), kahramanımız Jupiter Jones'u

(Mila Kunis) korumak ve kollamak için olanca gücüyle mücadele

ediyor. Dünya'da başlayan ve uzayın sonsuz derinliklerinde devam

eden, aksiyon dozu yüksek bu serüven Wachowski Kardeşlerin

kaleme alıp, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği bir uzay serüveni.

Wachowski Kardeşler Matrix serisinden sonra bu filmle bilim-

kurgu türüne dönüş yapıyor. Yalnız hiç de yaratıcı olmayan ve

oldukça kısır bir senaryoyla. Matrix serisinin adeta bir kopyası olan

film, yine insanlığı ve dünyayı kurtarmak üzerine kurgulanmış.

Kahramanlar bile şaşılacak kadar birbirine benziyor. Sadece

cinsiyetler yer değiştirmiş. Dünya ve dünyalılar, yine uzayın

boşluğundan çıkıp gelen büyük bir tehdit altında. Sadece bu kadar

değil. Dünya üzerindeki görüntülerle Matrix'i andıran film, uzay

sahneleriyle Star Wars etkisi yaratıyor. Şehirler ve uzay gemileri

neredeyse birbirinin aynı. Nedendir bilmem bazı karakterler ve

özellikle asalet unvanı almak için yapılan bürokrasi işlem sahneleri

bana 5. Element filmini anımsatıyor. Film de eğreti duran bir diğer

öğe, aşk. Bir bakmışsınız Jupiter Jones o hengamede birdenbire âşık

oluvermiş. Bu durum izleyicide, yönetmen kardeşlerin izleyiciye ayıp

olmasın diye ‘senaryoya bir tutam da aşk katalım’, demişler hissi

yaratıyor.

Lakin hakkını teslim etmek lazım film görsel efektler

konusunda oldukça başarılı. Aksiyonu ve ihtişamı bol savaş

sahneleri izleyicisine tam bir görsel şölen sunuyor. Hele ki 3D film

izlemekten keyif alıyorsanız oldukça tatmin edici bir film sizi bekliyor.

Ama belirtmekte fayda var; Wachowski Kardeşler’in ‘Bulut Atlası’

filmiyle düşüşe geçen grafiği ‘Jupiter Yükseliyor’ ile devam ediyor.

Page 14: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

14

Gülnihal ÖZKAN

Şiir

başımı göğsüne yasladığımda

kollarınla sarıyorsun ya;

ben böyle kırlangıç göçü görmedim sevgilim

böyle kanat

böyle melek...

ağzında dinlendirdiğin suları içtiğim gün şair oldum...

insanoğlunun "rüzgar" dediği nefesinle çillenen üzümlerin

şarabını

elinden içtiğim gün kadın...

karganın Habil'i gördüğü gün kırmızıyı buldum

aya yüzümü döndüğümde seni...

ben böyle ışık görmedim

böyle beyaz

belki melek...

kulağımdaki masala sevgilim

erguvan rengi bir uyku gerek...

Page 15: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

15

Sunay GÜLSOY

Deneme

Aziz’in Zümrüdü Anka’sı

Aziz’in Zümrüdü Anka’sı

İçimdeki sesli çığlığımı konuşarak anlatmaya çalışıyordum

ama duyan vardı da anlayan yoktu kelamlarımı. Sevgi yumağıyla

tenime dokunan eller olsa da acıyarak bakan gözler yoruyordu beni.

Anlayamadılar kuramadığım o büyük gizli kalan cümlelerimi. “Gül ve

Bülbül “ün aşkı misali oluşan yuvaların kalabalığında, yapayalnızdım

bir başıma. Bir de kara gözlüm vardı benim. O da benim gibi bir

başınaydı. Günün ağarmasından batımına kadar olan döngüde

bırakmazdık birbirimizi. Herkes birbiriyle zor bulunan ekmeğini, bizde

yalnızlığı bölüşürdük tenimiz tenimize değdikçe… Bir o vardı benim

dilimle benimle konuşan. Yalnızlık, Yaradan’a mahsus olunca

Mevla’m da onu göndermişti bana.Adem`le Havva`dan bu yana

dünyanın varoluş sebebinde çift vardı: Aşk vardı, sevgi vardı.

Otobüsün bile arada ziyaret ettiği; tabiri caizse kuş uçmayan,

kervan geçmeyen bu köye sefaletin en dibinde varoluş mücadelesi

gösteren bu insanlara, bir el uzanır mıydı acep?

Düşünceler telaşlıyken ne olacak, nasıl olacak derken

günlerden bir gün “ O “ geldi. Bazı “O” ların anlamı çok derindir, ne

tarifi ne de şekli vardır. O da benim “O” larımdan ilkiydi. Hissetmiştim,

gem vuracaktı beni körelten bütün yaralarıma.

Hani kimi insanların var oluş sebebi başkalarıdır, başkalarının

hayatlarıyla bedenlerindeki kanlar dolaşır, kalbinin atış sebebi budur.

Bende O`nun başkalarından biriydim. Daha fidanken kuruması için

terk edilmiş bedenlere su veren; taştan, demirden yapılan eğitim

bahçesine bin bir tohum atarak o tohumları yeşerten güzel kokulu

çiçekler oluşturan bahçıvan. Dokunduğu her şeyi daha da manidar

yapan adam…

Gözbebeklerinin derinliklerinde acıma tutkusu olmadan bana

ilk kez bakan, tutmayan elime kalemi verip ilkimle beni tanıştıran,

yalnızlık koğuşuma girerek yalnız değilsin diye naralar atan, küçücük

bedenlerin anlamsız bulduğu bedenime zarar verirken şefkatle engel

olan, babamın adını ilk kez dudaklarımdan çıkartmayı başaran “O”

bütün bunların hepsine şahitlik eden, kalbinin üzerinde gözü olan

“Mahir Muallim “ di.

Ya kara gözlü atım, kısrağım… Bizlerin dostları ya kara

gözlülerdir ya da ilahi güçle yeryüzüne gönderilen hediyeler yağmur

damlaları ve kar taneleri… Yağmur tenime değdiğinde ona sonsuz

izin verir kucaklaşıp dans ederdik ıslaklığıyla. Sesli çığlıklarımla

kadeh kaldırırdım ona. Hele kar taneleri… Üstüne yattığımda sarardı

beni masum beyazlığıyla üşümezdim kollarında. Alırdı bütün

kederlerimi uğurlardı sanki sonsuzluğa.

Page 16: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

16

Ben sakattım ama denildiği gibi kalbim sakat değildi benim. Taşıdığım bir yürek vardı. Aşka,

sevgiye, sevilmeye susamış bir yürek… Bir Havva da nasip olur muydu ki bana kurmaya başladığım

cümlelerimi çoğaltacak bir Havva? Kaybolan gemilerime yolun gösterecek, onlara yön verecek, bakışlarıyla

bakışlarımı demleyecek?

İşte o gün, o gün var ya kara gözlüme ihanet ettiren, bir yeşil gözlü çıktı bahtıma. Konuşmayan dilim O`nu

görünce daha da lal oldu, endamı karşısında bedenim acizliğiyle feryat figana vuruldu. Hak etmeyişimin

ıstırabıyla ruhum yerle bir oldu. Noksanla, noksansızlığın bir olacağına inanmayanlar; kalplerini kara

kaplıkla kaplayıp siyah görenler var ya benim yeşil gözlüme kurdukları cümleleriyle ateşten kızıl oklarını

gönderdiler yüreğine. Onun gözlerindeki tek bir yaş için karınca gibi kaldığım şu dünyayı başlarına yıkmak

istiyordum. Bir şey yapmalıydım, kurtarmalıydım hem kendimi hem de yeşil gözlümü varlığımın

ebediyetinden. Uçurumun kenarındaydım. Yeşil deryalarda boğulmayacaksa bedenim varsın fıtratımda yer

alan toprak da boğulsun. Kâğıttan yaptığım uçurtmamı uçurdum, taşlardaki izler gibi her yerim onun iziyle

doluydu. Adını zikrettikçe hem bedenime hem ruhuma bir çizik değiyor ve her çizik ölümümü

onurlandırıyordu. Azrail`le bu kadar yakınken meydanı boş bırakmadı Mahir Muallim. Kalmakla gitmek

arasında bir seçim yapmam gerekiyordu. Ben kalmayı seçtim. Sonu aydınlık olan yol için dik yokuşlardan

geçilmeliydi. Bu yol da yeşil denizimde vardı yanımda. Veda busesini konduramadan kimsenin yanağına

yedi yıl hasret kaldım sılaya.

Tam yedi yıl geçti. Kötürüm olan ellerimin ayaklarımın düzelişini, kekeleyerek başlayıp bitiremediğim

cümlelerin idam edilişini, sürüklenerek dirilişe geçen ruhumun zaferle salladığı bayrağı, yeşil gözlümle

göstermeye geldim herkese. Beni görünce “ Aaa bu Aziz mi? Düzelmiş, nasıl olmuş?” diye meraklı

fısıldaşmalara babam son noktayı koyarak:

“Ameliyat olmuşsun düzelmişsin.” dedi.

Bense:

“Yok, baba ben karıma âşık oldum.” dedim. Benim mucizeme…

Ben ve benim gibilerin mucizeleri vardır. Benim mucizem, Mahir Muallim ve yeşil denizim… Onlar bana

hüzünle acıyla bakmadı, bana inandı. İçimdeki zümrüdü ankayı dirilterek, özgür bıraktı.

Bu deneme Mucize filminin karakteri “Aziz” den esinlenerek yazıldı. Dilerim ki her kalbi sakat olmayanın

zümrüdü ankasını özgür bırakacak birileri olur yanında.

Sevgiyle…..

Page 17: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

17

Merve ÇETAK

Arkeoloji

Yunan Mitolojisinde

İlham Perileri

Yunan Mitolojisinde İlham Perileri

Musalar (Müzler)

Hepimizin bildiği gibi Antik dönemde çok tanrılı bir inanış biçimi vardı.

Bunlardan en etkileyici ve bellekte yer eden; ilham perileri Musalardır.

Eski Yunanistan’ın birçok bölgesinde Musalara tapılır; onlar olmadan,

isimleri anılmadan sanatın hiçbir dalı ortaya çıkarılamazdı, çünkü

sanatın esin kaynağı onlardı.

Yunanca Mousa, Latince Musa olarak bilinmektedirler. Eski

Yunanda edebiyat, şiir, müzik, bilgi, dans gibi kavramların tanrıçaları

olarak hafızaya kazınmışlardır. Yunan mitolojisinde anlatılan efsaneye

göre; Tanrıların Tanrısı Zeus, Mnemosyne (Bellek Tanrıçası) ile tam

dokuz gece geçirmiş ve her gece için bir Musa doğmuştur. 9 Musanın

isimleri; Kalliope, Euterpe, Melpomene, Thalia, Erato, Polhymnia,

Urania, Kleio, Terpsikhore’dir.

Müze kelimesi bile eski Yunanca’daki mouseion, “Musaların

Tapınağı” kelimesinden gelmektedir. Mouseion kelimesinin İtalyan

söyleyişinden museo haline getirilmiştir.

Musalar adına yazılmış bir destan maalesef yoktur. Ama birçok

antik dönem ozanı şiirlerinde onlardan bahseder. Antik dünyanın en ünlü

yazarı Bodrumlu Herodotos (MÖ.484-425), Tarih adlı dokuz kitabını

Musaların isimleriyle adlandırmıştır. MÖ. 8.yy’da yaşadığı düşünülen

ünlü ozan Homeros da İlyada ve Odysseia adlı destanlarında ilham

perilerine gönderme yapmaktadır. Ama en etkileyici hikaye Yunanlı

büyük ozan Hesiodos’a aittir. Efsaneye göre Hesiodos dağlarda

koyunları otlatan sıradan bir çobandır. “Dünyanın yüzkarası zavallı bir

çoban” iken Musalar onu fark ederler, defne ağacından kopardıkları bir

Page 18: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

18

dalı asa olarak takdim ederek ona şairlik bağışlarlar. Ve Hesiodos şöyle der:

Sonra tanrısal sesler üflediler içime

Olacakları ve olmuşları yüceltmek için,

Ve hele övmek için kendilerini

Her söylediğim destanın başında ve sonunda…

Hesiodos böylelikle büyük bir ozan olur ve sözlerine şöyle devam eder:

Olympos'lu Musalar, koca kalkanlı Zeus'un kızları

Eleutheros yamaçlarının kraliçesi Mnemosyne, Kronos oğluyla birleşip

Pieria'da getirdi onları dünyaya

Belaları unutturmak ve kaygıları dindirmek için.

Dokuz gece buluştu onunla kutsal yatağında

Engin akıllı Zeus ölümsüzlerden uzakta.

Günler, aylar geçip bir yıl tamam olunca

Dokuz kız getirdi dünyaya Mnemosyne.

Dokuz eş yürekli kızdır bunlar ezgiler söylemektir bütün işleri,

Başka hiçbir kaygı yoktur yüreklerinde.

Karlı Olympos'un en yüksek tepesinde, oradadır koroları ve güzelim yurtları,

Kharitler de Himeros da başlarında yükselir güzel sesleri havalarda,

Vurur dururlar Olympos yolunda,

Tanrısal bir ezgi sarar dört bir yanı,

Kara toprak yankılanır tanrı övgüleriyle,

Büyülü bir ses yükselir adımlarından yürürken yüce babalarına doğru...

Page 19: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

19

İşte böyle seslenir Olymposlu Musalar

Dokuz tanrısal kızı ulu Zeus'un: Kilo, Euterpe, Thalia, Melpomene,

Terpslkhore, Erato, Polhymnia, Urania ve hepsinin başı sayılan Kalliope.

İşte budur Musaların insanlara verdiği,

Musalardan ve okçu Apollon'dan gelir yeryüzündeki ozanlar ve çalgıcılar,

Nasıl Zeus'tan gelirse krallar.

Ne mutlu Musaların sevdiği insana bal akar onun dudakları arasından.

Bir insanın dertsiz başına dert mi düştü,

Üzüntüden kan mı kurudu yüreğinde,

Musaların sevgilisi bir ozan anlatınca eski insanların destanlarını,

Övünce Olympos'un mutlu tanrılarını unutuverir hemen dertlerini,

Çıkar, gider aklından üzüntüleri şenletir onu tanrıçaların büyüsü.

Hesiodos Homeros Herodotos

Page 20: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

20

İsmail Can KARAKUŞ

Şiir

Kadınım

Kadınım

ben gidince ardımda hüzün bırakırım derdin

kadınım yaraşıyor sana hüzün gitme

bak bütün hüzünlü şarkılar da senin için

kadınım yaraşıyor sana hüzün gitme

kanatırcasına ısırıyorsun ya dudaklarını

kanatırcasına gül kırmızı dudaklarını

gül kırmızı dudakların iki büklüm

kadınım yaraşıyor sana hüzün gitme

acı çeken bir kadının suratına bakıyorum

gözleri aynı senin gözlerin

elleri aynı

baktıkça çağırıyor beni o kadının hüznü

sesi aynı senin sesin

kadınım yaraşıyor sana hüzün gitme.

Page 21: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

21

Şenay ÇAKIR

İnceleme

Fikret Mualla

Fikret Mualla

Cumhuriyet’in ilk kuşak ressamları arasında yer alan Fikret

Mualla, yaşamının çoğunu geçirdiği Paris’te Türk resminin önemli bir

temsilcisi olmuş ve yapıtlarıyla buranın sınırsız sanat ortamında kendini

kabul ettirmiştir. Çocukluğu ve gençlik yılları Kadıköy, Bahariye

çevresinde geçen Fikret Mualla’nın futbola olan tutkusu derslerinin

önünde yer alınca, Düyun-u Umumiye mensubu olan babası Ekrem Bey

tarafından, yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde eğitimini sürdürmesine

karar verilmiştir. Fikret Mualla’nın Kadıköy, Saint Joseph’teki eğitimi

böylelikle son bulmuştur

Daha sonra İsviçre’ye mühendislik eğitimi almaya gönderilmiştir.

Bu dönemde Zürih’te parasız kalmış ancak dönemin konsolosunun

desteği ile sanat eğitimi almak üzere Almanya’ya geçmiştir.

1927'de Türkiye'ye döndüğünde, mezun olduğu Galatasaray

Lisesi'nde ve Ayvalık Ortaokulu'nda kısa bir dönem resim dersleri

vermiş, sonra İstanbul'a dönmüştür. Paris'e gitmeden önce burada

geçirdiği zaman içinde çalışmalarını sürdürmüş, 1939 Uluslararası New

York Fuarı Türk Pavyonu için Abidin Dino'nun ricası üzerine 'İstanbul'

konulu otuz kadar tablo yapmıştır.

1954 yılında Paris'te ilk kişisel sergisini açan Fikret Mualla,

başarılı çalışmalar yapmaya devam etmiş. İlerleyen zamanlarda çeşitli

sağlık sorunları yaşadığında, sanatseverlerden çok yardım görmüş.

Özellikle 1950'lerin sonunda tanıştığı koleksiyoner Madam Angles, 1962

yılında felç olan ressamın bakımını üstlenmiş ve tüm ihtiyaçlarını

karşılamıştır.

Bedri Rahmi Eyüboğlu Fikret Mualla’nın yaşam yaklaşımını şöyle

özetliyor:

“Bir ressam tasarlayın ki, aklına estiği zaman resim yapmaktan başka

hiç bir şeyden sorumlu değil. Haftada üç gün aç susuz dolaşmayı göze

almış: Kırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan izmarit toplayıp içiyor.

Eşin dostun yardımıyla birkaç resim satabilirse ilk işi en sert içkilerle

kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu

küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor.”

Paris sokaklarındaki o oradan oraya koşuştururken şık

burjuvaları, balon satın alan veya top oynayan çocukları, köpeklerini

gezdiren şık kadınları resmeden kişi, aynı sokaklarda aç bilaç dolaşarak

sigara izmariti kovalayan kişidir aynı zamanda... Mualla’nın eline her

fırsat geçtiğinde – en azından yemek ve içmek açısından – resmettiği

tüm o kişilerden daha hızlı ve fazla kendisine ikramda bulunduğunu

bildiğimizden, bu Paris sokaklarında resmettiği burjuvaların yaşamına

yabancı ve uzak olmadığı söylenebilir; ancak yaşamının

şanssızlıklarının getirdiği mutsuzlukları alkol ile aşma niyeti onun düzenli

bir yaşam sürmesini olanaksız kılmıştır.

Popüler akımlara kendini çok fazla kaptırmak yerine daha kişisel

çalışan ressam, kendi hislerini ve yaşamın gerçeklerini resme aktarmayı

seçmiştir.

Page 22: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

22

Fikret Mualla mutlu olabilmek ve her şeyi unutmak için resim yapmıştı. Bu nedenle sanat

dünyasındaki çeşitli akımlardan etkilenmedi, resimlerini yaparken sezgilerini kullandı, kendi tarzını yarattı.

Eserlerine kendi hislerini aktardı. Huysuz, uzlaşmasız kişiliğini ve mutsuz yaşamını resimlerine yansıtmadı,

yaşama sevinci dolu resimler yaptı.

Şehirleri resmetmeyi seven Mualla, İstanbul ve Paris'in insanlarını, sokaklarını, kafelerini, sirkleri,

genelevleri, balıkçıları resimlerine taşımıştır. Renklerle oynamayı seven sanatçının, Henri Matisse'in renk

kullanımından çok etkilendiği bilinir.

Resimlerini genellikle renkli fon kâğıtları üzerine guaj boya ile yaptı. Suluboya ve pastel

malzemelerini resimlerinde sıkça kullandı. Paris sanat ortamında tanınması biraz zaman alan Fikret

Mualla'nın eserlerini Picasso'nun övdüğü, hatta bir resmini satın aldığı, kendi çalışmalarından birini de ona

hediye ettiği ve Fikret Mualla’nın da bu tabloyu bir rakı parasına sattığı bilinir. Yapıtlarının çoğu bugün özel

koleksiyonlarda bulunmaktadır.

Günümüzde Paris’te Fikret Mualla Dostları Derneği adında bir dernek vardır, Bu dernek, Fikret

Mualla’nın tablolarının orijinalliğini araştırmak ve ressamı tanıtmak sorumluluğunu yüklenmiştir.

Page 23: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

23

Şafak OĞUZ

Şiir

Adı Çocuk

Adı Çocuk

Sokakta iki çocuk Yalnız yürüyorlar İsimleri yok yaşları çocuk Sokağın tozunu ayakları sürüklüyor Yalnız iki kardeş olmuşlar Yoksul ve yoksun bırakılmışlar Öte yanda oynuyorlar Zamanı çalın çocuklar Zaman gülüşünüzü çalmadan Zilleri çalın çocuklar Dertler kapınızı çalmadan Çalın çalın kaçın çocuklar Ninni uçurtmaları gökyüzüne salın Minicik kolları özgürlüğe açın Sevinmek için sebep aramayın çocuklar Yalan olur sonunda her devrim Kusura bakmayın derim Yakan topla vurur Özgürce koştuğun parkı Takılır tellere özür sandığın uçurtman Ya bisiklet kornalarının merasim geçidi? İşte anlayacaksın ki çocuk Saçma nedenlere bağlı salıncak Gözyaşı hiç bitmeden akacak Hayat aynı yerlerimizden Çelme takacak Büyüme adı konulmamış çocuk

Page 24: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

24

Cem ARBAĞ

Müzik

Anathema

Vincent Cavanagh ve Cem Arbağ

Grubun bayan vokali Lee Dougles

Anathema

O bir melek olmalıydı zamanın dışında kalan…

Bundan tam 10 yıl önce üniversite yılarımda, bir arkadaşımın

bana hazırlamış olduğu bir CD içerisinde yer almasıyla tanımış olduğum ve o günden bugüne melodisi hiç peşimi bırakmayan, bırakmasına da izin vermeyeceğim gruptur Anathema . Nedeni ise grup üyelerinin yaşamış olduğu duygusal devinimleri, adeta usta bir ressamın fırça darbeleriyle tablosuna yansıtmış olduğu bir resim gibi, notaları ve tüm doğallığıyla müziklerine yansıtması. Anathema grubunun tohumları Liverpool’da Cavanagh kardeşler (Daniel, Vincent, James ) ve bunların okul arkadaşları olan Darren White ve John Douglas tarafından atılmıştır. Grup, Anathema ismini kullanmadan önce “Pagan Angel” adını taşımış ve ilk demo çalışması olan “An lliad of Woes” adlı demolarını 1990 yılında yayınlamışlardır. Demo, dönemin underground piyasasında ses getirecek yapıdadır.

Paradise Lost ve Cannibal Corpse gibi türünün ünlü isimlerinin turnelerinde, alt grup olarak sahneye çıkan Anathema, kısa sürede adını daha geniş kitlelere duyurur ve 1995 yılında en efsanevi albümlerinden biri olan Silent Enigma albumünü piyasaya çıkarır. Grup elemanlarının olgunluğu ve her birinin enstrumanlarına olan hakimiyeti belirgin bir şekilde göze çarpıyordu bu albümde. Anathema’nın sadece beste konusunda değil söz yazarlığı konusundaki ustalığı biliniyor ve bu konuda bolca övgü topluyordu, Silent Enigma albümü, içerisinde yer alan şarkıların sözleriyle de adeta zirve yaşatıyordu dinleyicisine. Albümün sözleri genelde, mitoloji, incil miti ve grup üyelerinin yaşadığı acılardan alıyordu mayasını.

Page 25: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

25

Silent Enigma albümündeki en çarpıcı şarkı olan “Dying Wish” adlı parçanın sonlarında geçen bir nağme merak uyandırmış ve kısa sürede bu nağmelerin islamiyette, bir kişinin öldükten sonra haberini vermek için okunan “sela” olduğu anlaşılmıştı. Hikayesi ise; grup üyeleri bir gün İstanbul’a geldiklerinde, bir ses duyar ve bunun ne olduğunu sorarlar, ölülerin arkasından okunan dini bir seremoni olduğunu öğrenen grup, olaydan etkilenir ve bunu Dying Wish adlı şarkılarında kullanmaya karar verirler. Ne kadar manidar değil mi?..

1995 Yılında grubun vokalisti olan Darren’ın ayrılmasıyla, vokal boşluğunun nasıl doldurulacağı konuşulmaya başlamışken, grubun gitaristlerinden olan Vincent mikrofonu eline alır ve deneysel vokalleriyle herkesin beğenisini kazanarak tartışmalara son noktayı koyar. Anathema’nın 1990’larda başlayan müzik serüveni günümüze kadar devam etmekte olup, grup son yıllarda eskisine kıyasla daha yumuşak tonlarda besteler yapmakta, sound olarak clean vokal, akustik sesler ve zaman zaman senfonik öğeler kullanmayı tercih etmektedirler. Eski doom metal günlerinden çok uzakta bir görüntü sergileyen grup için değişmeyen tek şey türü nereye kayarsa kaysın, kaliteli müzik yapmak ve melankoliyi yaşatmak.

2009 yılında kendileriyle tanışma fırsatı da bulmuş olduğum grupla yaklaşık 1 saat boyunca hayatımın en tatlı sohbetlerinden birini yapmış bulundum ve o böylesine büyük şöhrete sahip olan bu insanların ne kadar mütevazi olabileceğini gördüm. O kadar doğal ve egolarından sıyrılmıştı ki her biri, grubun bir üyesi ben ve arkadaşıma oturmamız için sandalye çekerken, grup solisti Vincent ise içkimizi nasıl içeceğimizi soruyor ve hazırlıyordu.

Kendileriyle yapmış olduğum sohbet ayrı bir konu olarak kaleme alınmayı hak ettiği için bu yazımda ancak bu kadar bahsedebileceğim ve o günden kalan bir kaç sıcak anıyı taşıyan fotoğraflarlara yer vereceğim. Hepinizi Anathema sıcaklığıyla selamlıyorum..

Yazıda kullanılmış olan, başlık fotoğrafı haricindeki fotoğraflar yazar tarafından çekilmiş olup,

tüm hakları saklıdır.

Page 26: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

26

Serdar Serhat ALTAN

Deneme

KarmAŞ(ı)K

KarmAŞ(ı)K

Her şey radyoda çalan eski bir şarkıyla başladı ve döküldü sevgiye

dair cümleler birer birer.

Yaprakların ağaçlara sevdası, kuşların yuvalarına vefası ve

yağmurların bulutlara olan vedasıdır sevgi. Belki de bütün bir ömrün

tek bir kelimeye sığdırılmasıdır. Kim bilir belki de sessiz sedasız bir

çığlıktır yılların yorgunluğunu taşıyan gözlerimizde gördüğümüz.

Geçmiş, diyorum! Geçmiş… Neyin yanlış neyin doğru olduğunu

sorgulamaya gerek bırakmadan şuursuzca vurur yüzümüze onu

değiştirmenin imkânsız olduğunu.

Sitemin, hayıflanmanın ve pişmanlığın bir değeri olmadığını

anlayamadığımızdan mıdır? Yaşadıklarımızın, hatalarımızın ve

geride çok geride bıraktıklarımızın, bir anıdan öteye geçmediğini

kabullendiremiyoruz kendimize.

‘’Ben hikâyesi olan bir adamdım.’’ diyor Ahmet Hamdi. Evet, herkesin

bir hikâyesi vardır. Ama çoğumuzun hikâyesi yarım kalmıştır.

Direnmenin ve çabalamanın yetersiz kaldığını anlayınca.

Oysa bir güzeli görmekle başlamadı mı? Hepimizin hikâyesi.

Dünyanın bütün güzelliklerini onun gözlerinde görüyorken ağzından

çıkan her kelime tılsımlı bir şarkı etkisi yaratırken açıklayabilecek

misiniz aşkın felsefesini? Ona baktığımızda yeryüzü ayaklarımızın

altında kayıp gidiyorken, sonsuzluğun onun ellerinde kaybolmak

olduğunu biliyorken, ölümden öte bu duyguyu nasıl yaşanmadık

sayabiliriz? Ya onun yüreğinde eriyip yok olmanın korkusu? Karşı

koyabildik mi? Pişmanlıklar ve hatalarla yaşanmış dolu dolu bir

hikâyenin sonuna. Sorarım size pişmanlıklar ve hatalarla dolu hangi

hikâye, bir ömrün telafisini anlatabilir ki?

Aşk ve sevda olmasaydı hayatımızda bu kadar pişmanlık olmazdı,

diyenleriniz vardır belki de.

Şimdi siz söyleyin o zaman?

…………………Sevdadan yoksun bir ömür yaşanmış sayılır mı?

Page 27: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

27

Aldatılmak ve Çözüm - Birliktelikler ve Perde Arkası - Özden Gelen Fısıltılar

Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ

"Aldanmışım! Resmen geri zekalıymış.. Öküz ya öküz, bildiğin öküz! Aptal! Hayvan! Nasıl kandırdı beni!.. Beyinsiz". Cümlenin İçsel Çevirisi: Seçimlerim, içimdeki değer mekanizmama aynadır. Çünkü seçimlerimi içsel değerlendirmeme göre yaparım. İçimdeki duyguların muhatap tarafından tetiklenebilir oluşu, değer yargılarımla örtüşüp örtüşmemesiyle alakalıdır. Aksi halde etkilenmezdim. Aldatıldığımı düşünmem ise aslında kendi kendimi aldattığımı bana gösteren bir delil benim için. "Zamanla değişti. Böyle değildi ki.." Cümlenin İçsel Çevirisi: Kişi tesiri altında olduğu kişiye veya duruma göre değişir. Karşımdaki benim tesirim altında olsaydı, bana göre değişmesi gerekirdi. Benim dışımdaki bir etkene göre değiştiyse de bu aslında benim tesir edememe problemimdir. Sorun burada olabilir ve çözüm de sorunla beraber sunulmaktadır belki. Eğer önceden sorun yoksa ve sonradan ortaya çıktıysa bu belki de benim değişme sürecimle alakalıdır. Benim değişimim, onun bana göre hareket etmesinin önüne geçmiş olabilir. Ortak değerlerimiz ortak bir değişimi sağlayacak durumda olmadığından bağımsız değişimler ortak değişimlerin önüne geçebilir. Ondan bağımsız değişmeme rağmen, onun bu değişime ayak uydurmasını bekliyorsam da bu baskıdır. Bu baskı muhatabımı çevresine göre değişimine benim sürüklemem anlamınada gelir. Ben değişirken o bana "değişim baskısı" uygulamadığı halde, onun bana uyum sağlaması için benim yaptığım baskı adaletsiz olur. Eğer muhatabımda bana değişim baskısı uyguluyorsa bu ikimizin birbirimizi en başında değerli buluşumuzun dış tesirlerin etkisinde kalmışlığımızla alakalı olduğundandır. bu durumda önceleri birbirimize kendi gözlerimizle bakamadıysak ona beni tanıma fırsatını vermek, bu durumu düşünen biri olarak bana düşer. Yani madem öyle beni tanımasını sağlamalıyım. "Beni tanımasını nasıl sağlarım" Onun beni dolayısıyla benimde onu tanıyamadığım konusunda kendimi şartlandırdığım an onu ikna etme kavgamı bitirmeliyim. bu beni yüzeye çıkarır. sorunun dışına çıkarır ve düşünebilmemi analiz edebilmemi sağlar. O halde beni anlamasını beklemeden kendimi anlatmalıyım. "Belki de o hep aynıydı, ben değişmiş olabilir miyim?" Kendime göre "Çözüm bu olmalı" dediğim ve kendimi haklı gördüğüm ne kadar tepki varsa, problemin temelinde aslında benim ona olan baskım ve farkında olmadan onu benimle değişime - değişmeye sürüklemem de olabilir. Bu durumda değişmesini ona karşı koz olarak kullanıp dile getirirsem bana karşı mekanikleşmesine sebep olurum. Bana karşı mekanikleşirken çevresine karşı duyarlılığı artar ve bana karşı mekanikleşmesi benden alamadığını başkasında aramaya iter. Bu durumda suçlu ilan etsem bile hatta yakalasam bile çözüm olmayacaktır. "Banane ne hali varsa görsün bunu ben neden düşünüyorum o lanet düşünsün." Varsayalım o lanet kişinin düşünmesini bekledim tüm bunları. Düşünen çözüm bulur. Başka bir yerde o çözümüyle hayatını rayına oturtmuşken bense arabeksi bir hal ile dut yemiş bülbül makamında ağıtlar yakarım. suçlar dururum ve her suçlayışım suçlama potansiyelimi artırır ve artık çözümden çok sorun görmeye başlarım muhtemelen mutlu olabileceğim içsel ve dışsal tüm kapıları kapatmış olurum. "Değişiyor olmasına olan tepkim ilişkimizi nereye kadar götürecek?" bana göre değişmesini beklediğim sürece bu bekleyişim onun bana göre değişmesinin önüne geçer. hem

Page 28: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

28

neden bana göre değişsinki. seyretmek müdahale etmekten iyidir. bir mehtabı seyretmek gibi. veya coşkunca akan bir ırmağı seyretmek gibi. müdahale etmek yorar. en fazla boğulurum. "değişim arayanın ve bekleyenin aslında değişime ihtiyacı vardır aslını gerçeğini bulana kadar durmaması lazımdır" "Tepkilerim ben değişirken onu aynı kalmaya mı sevk edecek ?" Aslında tepkilerim onu değişiminin devam etmesi bakımından aynı kalmaya sevk edicek ve kendi değişimimin önünü kapatıcak. o ben değil ve bende o değilim. onun ben olmasını beklemem benim kendime olan nefretimdir. kendimi muhatabımla kapatmak kendi çirkinliğimi maskelemektir. belkide onun o olarak kalması beni ben olarak gösterdiği için zoruma gidiyordur. kimbilir. "Tepki gösterirkenki amacım aslında ne ?" Eğer amacım gerçekten düzelmekse, düzelmek hiçbir zaman bir anda olmaz. Duruma göre bir süreç gerektirir. Peki, düzelmek konusunda bir süreç geliştirdim mi? Yoksa onu suçlayarak olumlu veya olumsuz kendi değişimimi mi muhafaza etmeye çalışıyorum? Ona olan tepkimin temelinde aslında kendi değişimimle alakalı problemlerim mi yatıyor? Değişikliklerim birlikteliğime içten içe zarar veren şahsi bir duygu yoğunluğu mu? Yoksa birlikteliğimizle alakalı ortaya çıkan bir problem mi? Şahsi bir meşguliyetime saygı duyulmasıysa mesele, bu durumun birlikteliğimize olan katkısı nedir? Birlikteliğimizle alakalı bir problemse değişen; öyleyse bende olmayıp başkasında gördüğü nedir? Bu durumda beklediğim Eskiden gördüğüm ilgi mi?" "Birlikteliğimize olan sadakat mi?" Eğer eskiden gördüğüm ilgiyse beklediğim; "Daha önce bende görüp tetiklendiği şimdi tetiklenemediği şey nedir?" "Fiziksel güzellik miydi ilgisinin sebebi?" Eğer fiziksel bir güzellikten dolayıysa eskiden bana olan ilgisi; o halde onun içindeki tutkuyu tetiklemiş olmalıydı. Bu durumda da bu beni dünyadaki hemcinslerime rakip yapar. Kulvarında bol rakibin olduğu bir arenaya kendi kendimi sokmuşum o halde, zamanında bilmeden. O halde o masumdur, çünkü eskisi gibi değilim fiziksel anlamda ve asla olamam da. Ve işin kötüsü bu durumda kandırılan değil, değişerek muhatabımı kandıran oluyorumdur. "İlgisi bakımından hoşuma gidenler; bende olanları bana söylemesi mi? Yoksa kendisinde olanı dile getirmesi mi" Eğer bende olanı dile getirmesi ise, belki artık bunlar bende olmadığı için veya görmediği için dile getirmiyordur. Eğer kendinde olanı dile getirmesiyse bu sevgidir, paylaşımdır. O halde kendisinde olanı söylemesini tetikleyecek durumlar bende kaybolmuştur. Yani sorun kaynağı da çözüm noktası da aslında hep benim. "Seni seviyorum demiyor hiç bir zaman. Bak bu kadar şey yaşadık, yine demedi." Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Beni sevdiğini söylemesini istiyor oluşum; istediğim için söylemesini sağlayacaksa bu onu ikiye böler. Gerçekte kim olduğu ve bana karşı nasıl olması gerektiği.. Gerçekte kim olduğunu bana karşı göstermeme meselesi içsel baskıya sebep olursa, bu durumda aldatılmanın tohumlarını atmış olmaz mıyım?

Page 29: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

29

"Aldatılmaya asla tahammül edemem!" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Bu benim kendimi kandırıyor oluşumun ortaya çıkmasına olan tahammülsüzlüğüm olabilir mi? Aldatılmaya tahammül edememek ile zihne devamlı bu düşüncenin gelmesi farklı şeylerdir. Aldatılmaya tahammül edememek kişinin kendisine olan güven sorunudur. Kendime karşı olan saygısızlığımı, kendimle olan alakasızlığımi, kendime olan ihanetimi hatırlatıyor olabilir aldatılmak. Aldatılmak elbetteki kötüdür. Fakat aldatma potansiyeli olan biri varsa aldatılma potansiyeli olan biride vardır aynı zamanda. Eğer beni aldatan değer verdiğim biriyse sayfanın en başına dönmüş oluruz. Değer verdiğime karşılığında bir şey almak için değer verdiysem aynı zamanda bu ticari bir değerdir. Ve yaşadığım acı aslında verdiğim değerin karşılıklı bir değer olduğunu yüzüme vuran bir durumdur. Zihne devamlı aldatılma düşüncelerinin gelmesi ise kendime olan güvensizliğim ve kendimi dışarıdan topladığım parçacıklarla puzzle gibi birleştirdiğim ve her bir parçanın kaybında kendimden bir parçanın gidecek olmasının verdiği korkudur. ve bu aslında korkunç bir "yapay benlik" durumudur. Bununla alakalı geçmiş yazılar okunabilir. Örneğin "Ölüm ve yalnızlık" yazısı. "Neden rahat değilim?" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Asıl meseleye yaklaştık :) İlişkimizde muhatabımı besin kaynağı haline getirmiş olabilir miyim? İçsel değerlerimi ayakta tutacak bir destek; bana ait olan ama bir türlü ulaşamadığım tüm değerleri dışarıdan tetikleyebileceğim bir araç olarak mı kullanıyorum muhatabımı? Bu durumda tüm duygularımın dışarıdan tetiklenmesine ihtiyaç duyacak kadar dışa bağımlıyımdır. "Neden böylesine saplantılıyım?" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Arka planda gerçekten beni “sevmesini” mi istiyorum, yoksa “seviyorum demesini” mi? Eğer "seviyorum demesini” istiyorsam; bu aslında güçsüzlüğüm, kendime karşı olan inançsızlığım ve duygularımın aklıma olan galibiyetinin ispatı değil midir? Bu durumda başkasını kendi aklımın yerine koyup, beni istediği şekilde yönetmesini sağlamak mıdır istediğim? Veya duygularıma olan güvensizliğimin sebebi, "İçsel anlamda akıl ve duygu savaşım mı?" Aklımın duygularıma olan hâkimiyetsizliğine karşı, dışarıdaki birinin duygularına hükmetmeye çalışarak aslında kendi içimdeki duygularıma olan hükmedemeyişimi bastırmaya mı çalışıyorum? "Eğer böyleyse gerçekten seviyor muyum yoksa sevdiğimi sanıp, kendimi buna inandırıp ‘sözde’sevgimi kullanıyor muyum?" "Ama herkes böyle" demem daha kötü çünkü sürü psikolojisiyle hareket etmemi sağlar. İçimde hissetmemi değil; birbirimize bakıp hayıflanmayı, birbirimize bakıp şükretmeyi veya birbirimize bakıp başkalarının mutsuzluğundan mutluluk devşirmemi sağlar beraberliğimle alakalı.. "İyi de herkes böyle!" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Bunu söylemem aslında beraberliğimi sıradanlaştırıp, toplumun hassasiyeti değiştikçe beraberliğimizdeki hassasiyeti topluma göre değiştirmeye meyilli olmak demektir. Mecburi hissedilen boşanmamaların ve mutsuzlukların çoğaldığı bir toplumda, çoğunluğun arasında sistemin bir parçası olmamı sağlar. “Kurallara dayalı bir sevgi” veya"kullanma talimatlı bir evlilik" "Aslında biz oldukça mutluyuz. Beraber çok şey paylaşıyoruz" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Paylaştığımız şeyler neler peki, kendimiz dışında şeyler mi? Kendimizi daha iyi saklamak için, başka şeyler mi gösteriyoruz karşı tarafa? Hediyelerimize, birbirimizden beklentilerimize karar veren birbirimize olan sevgi ve saygımız mı yoksa başkaları tarafından tayin edilmiş günlerde mi belli ediyoruz yine ‘sözde’sevgimizi.. "Birbirimize iltifat ediyoruz. Çok sevdiğimizi söylüyoruz, şakalar yapıyoruz"

Page 30: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

30

Geçende bir çift gördüm birbirlerine sarılıyorlardı ama az sonra kavga edecekleri belliydi. Ticari toplantılardaki insanların inişli çıkışlı halleri gibiydiler. Başkalarının yanında iki vücudun birbirine yapışması; aksesuarlar tamam, set hazır.. Belinden tuttuğu sevgilisini neşeyle savuruyor adam. Hayal malzemesi devşiriliyor ilerideki ayrılıklar için, bu belli. Filmlerden alınmış bir sahne, filmler gibi yalandır. Ölümden kurtulan iki sevgilinin sarılması gibi bir sarılma ve dans. Komut belli sistem tarafından: "Sıradaki ayrılığında gözü yaşlı gecelerin için düşüneceğin şeyi hazırla. O ara sana yeni müzikler, yeni filmler ve hatta yeni kişisel gelişim kitapları satacağım. Ne olmak istediğini sorup, sana yol gösteren kişileri hayatına çıkaracağım. E tabi azıcık para da vermek durumundasın yani” ” Bir başkası sistem tarafından öğretileni bana satacak. Benden başka kimse gerçekten ne olduğumla ilgilenmez değil mi? " Günaydın! "Peki o zaman ne yapmalıyım?" Gerçeğin peşine düş, kendinden başkasını suçlama! Hiç olmazsa sistemin sana sunduklarını deşmezsin. Diş çıkartan bebeğin dişliğe sarılması gibi. En azıdan kendini tırmalarsın. Kim bilir çıkan şey, sana seni en iyi anlatan şey olabilir. “Nasılll??" Ben de senin dışında biriyim unutma. Aman tuzağa düşme! Cevap sadece senin bulabileceğin şekilde içinde gizli, birazdan fark edeceksin :) "Muhatabım özel günlerde hediye almayı unuttuğunda uyuz oluyorum!" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Birlikte olduğum kişinin beni sevmesini istiyorsam şunu bilmeliyim ki sevgi talep edilen ve sunulan bir davranış – görev değil; fedakârlıkla elde edilen bir şeydir; tutku ise ticaret gibidir ve zamanı gelince ödemesi yapılmalıdır. Eğer benim birlikteliğim ticariyse, bu durumda yüksek bedeli veren ilişkimizi satın alır. "Nasıl anlarım ilişkimin temelini, sürecini?" Örneğin; kıskançlığımdan anlarım. "Rahatsız etmeyecek kadar uzakta - güven verecek kadar yakında" sınırını ihlal ettiğimde anlarım ki bir "reyonda" yım. Sonu gelmeyen bir alışveriş merkezinde, bir reyonda sergileniyorum ama hiç bir zaman alınmıyorum. O yüzden hayatım boyunca alıcıma kendimi ikna etmek için uğraşıyorum. Belli bir zaman sonra da muhatabımın bana bakmasını sağlıyorum. Sonra gözlerini benden almamasını sağlamaya çalışmakla geçiyor ömrüm. Bir reyondaysam doğal olarak böyle geçer ömrüm. Sonra birden hayal âlemimde, reyonda olduğumu unutuyorum ama içsel anlamda hala kıyaslanma korkusu aslında içten içe kendime bir reyonda olduğumu da hatırlatıyor. "Reyondan alınmak istiyorum!" O zaman beklentisiz olmalıyım, usul usul akan bir ırmak veya bir gül gibi. Bir gül bir alışveriş merkezinin ortasında da aynıdır, kimsesiz bir dağın tepesinde de. Güzelliği buradan gelir. Kendi güzelliğini çevresine ispatlamaya çalışmaz, o zaten güzeldir. İşte o zaman asla bir reyonda olmazsın yani kendini bir reyona sokmazsın. İnsan neden bir villa ve bahçesinde güller olan bir yer hayal eder ? Balkonunun Ormana baktığı bir yer ve orda olmaktan hoşnuttur. Çünkü orda seyretmek vardır seyredilme telaşı yoktur. Aslında havası suyu sadece bahanedir. Kişinin böyle bir yerde asıl rahatlama sebebi seyredilme telaşı olmamasıdır. yani ormana karşı kahvaltı yaparken huzurludur çünkü "Acaba orman bana bakıyormudur" telaşı vermez orman. Bahçedeki güllerin arasında dolaşmak güzeldir. Güllerin seyredilme telaşının olmamasıdır güllerle kişiyi mutlu hissettiren. O halde acaba seyredilme telaşı - kaygısı ve hatta seyredilme ve bilinme - takdir edilme isteği olabilirmi beni huzursuz ve terk edilir kılan. Yanımda huzurlu olunsun istiyorsam o halde ırmak gibi gül gibi orman gibi kendi güzelliğimle kalmalıyım . kaygısız. o zaman benimle olan tatilde gibi hisseder. seyredilme telaşı gütmez muhatabım ve beraberliğimiz bir tatil olur. "O neden yapmıyor" Ama bu saçma. gülmü olmak isterim gülden hoşlanan bülbülmü ? bülbülü güle aşık eden beklentisizliğindeki kusursuzluğu. ve bülbülün canını acıtansa bir gülün böylesine telaşsız oluşudur kimbilir :)

Page 31: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

31

"Gül demişken; sağ olsun sevgilim bana her zaman gül getirir" Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Bunun temelinde tarihler boyunca süregelen ve toplumlarca devamlı değişen kurban ritüeli yatar. İnsanın insan için kurbanı aslında muhatabı taptığının yerine koymasıdır. Kurban tüm dinlerde “Tapılan” için kesilir. Eskiden bazı “insanlar” (!) sevdikleri için insan keserlerdi, yani tapılan kişi, “Tanrı” yerine konulan için. Sonra hayvanlar kurban edilmeye başlandı, şimdi de bitki kesiyorlar. Bir çiçeğin, bir kurbanın “ah” ı altında yaşanan bir romantizm hastalığıdır yaşanan veya ilişkinin kaderi karşılıklı kesilen kurban ritüelleri ve yatak arenasında sonlandırılan kavgalarıdır. "Birbirine tapınarak mutlu olmak" Yani karşılıklı kurban yarışı.. "Bir tanrı, bir de sen" kısmı yalan aslında.. Tanrı; "Ya bi de öteki taraf varsa"korkusuyla ortada gezen ama asla oraya girilmeyen bir konudur. Eğer "Bir tanrı, bir de sen"konusu gerçek olsa sen dediğime ayırdığım zaman kadar, Tanrıya da zaman ayırırdım :) Bu aslında muhatabı Tanrı yerine koyarken, Tanrının kullanılmasından başka bir şey değildir. Yani"Bir tanrı, bir de sen" demek aslında "Bak tanrıyı sevdiğim kadar seni seviyorum" demek değildir. "Bak tanrı arayışımı sende sonlandırdım, seni seçtim tapınmak için! Hatta bak seni Tanrıyla aynı kulvarda değerlendiriyorum" demektir. Böyle bir ilişkinin devamı görülmemiştir. Çünkü bir insan asla bir tanrı değildir. Önce tanrını sonra beraber olacağın kişiyi bulmalıydın belki de :) Bu bakış açısına en uygun çözüm aslında. Neyse, bu ayrıca işlenmesi gereken bir konu sanırım.. "Eskiden balkonlar vardı. Şimdi ise geniş balkonların yerini Fransız balkonlar aldı. Sadece balkon görüntüsü olan sözde balkonlar. Bir adım büyüklüğünde.. Ne güzel evde artık boş yerler oluyor.. Eşya için." Cümlenin İçsel Çevirisi ve Çözümü: Eskiden karşılıklı oturulunca konuşulan, paylaşılan şeyler vardı ve toplumun sunduğu şeyler değildi birlikteliğe dair yaşananlar. . İnsanlar içlerindekini kusup boşalmazlardı, paylaşmak için konuşurlardı. Balkonlar aslında günümüzde biten evliliklerin temsilidir, acilen eve katılmalıdır bu yüzden. Ve elde edilen boşluğa buz gibi bir vitrin konmalıdır. Elde edilemeyen mutlulukların saklanarak, sahip olduklarının misafir tarafından ihtişamlı ve büyük gözükmesi için iç mimarlarca döşenen evler.. "Neden ki? İnsanı huzurlu ediyor" Bunu soran kişiye şöyle derim "Çocukluğunda mutlu olduğun evi düşün. O evde eşyalar modern değilken, o evi hatırladığında gözlerini yaşartan mutluluğun sebebi neydi?” Her bir eşyanın hatırası vardı, o yüzden eşyaları kolay atamazdı eskiler. Bir köy evinde eşyaların değeri uzun süre kullanılmayışıyla anlaşılır. Çünkü o eşyada hatıralar vardır, her eşya kalmalı bir hatıraya bekçilik etmelidir bu yüzden. Peki şimdi? Şimdi devamlı değişmeli her şey. Acı hatıraların saklandığını itiraf etmenin maskeli hali. "Eşyalar değişmeli" Eşya değişmeli çünkü eşya benimle vardı. Ben değişemiyorsam, eşya değişmeli. İçimdeki sorunu dışımdaki bir şey tetiklememeli. "Sorun gitmiş olmaz mı tetikleyen unsur ortadan kalkınca " Maalesef hayır :) Sadece sorunu tetiklememiş olurum. Ve o sorun başka duygularımı sarar bir virüs gibi. İnsanları, eşyaları ve hatta filmleri de değiştirmeye çalışırım. Aslında filmlerde beni mutlu eden ve devamlı film seyredişim asla kavuşamadığımı aramam veya içimde asla kavuşamadığımı tetikletmemdir dışarıdan. Ben değişemiyorsam, filmler değişmeli. Mutsuzluklarımın üstünü örtmeli sahte görüntüler. Kendi hayatımda sahip olduklarımın tetiklemesi gerekenleri bir artiste tetikletmeliyim. "Acaba neden dizileri çok seviyorum?" O kadar yalnızım ve kendimi bulamamışım ki, bu nedenle mutlaka bir dizide kendimi eşleştirdiğim biri olur. Acaba o kişi hayalim midir? Yoksa asla ortaya çıkmaması için dışarıdan birileri tarafından yapılan sinsi bir baskı mıdır? "Ne işlerine yarar ki, neden böyle bir baskı olsun?" Belki de herkesi aynı yapmak için. Çok kişiyi yönetmek zordur ama herkesi tek bir kişi haline getirmeyi başarırsan, bir kişi yönetmek kolaydır. İnsanın içinde aradığını dışarıda var ederek içindekiyle hasret gidermesidir yaşadıkları. Giderebilse onunla kalır, kişi tatmin olduğuyla kalır. Devam eden harcamalar, değişen eşyalar evler. Ama asla bulunamayan, bulunamadığı için pes etmenin ise imkânsız olduğu bir arayış. Peki aranan ve de bulanamayan ne? Kimsenin adını koymadığı, dışarıdan yönlendirilen bir arayış. Kısır bir döngü.. Örneğin ince belli bir bardak.. Kişi eliyle tuttuğunda, eli otomatikman kibarlaştıran bir hareket meyli veren bardak. İnce belli bardak.. Bunu tüm kibar eşyalar üzerinden düşünebilirsiniz. İnsanı dışarıdan ince olmaya iten, aşağılayıcı bir suçla itham eden bir bardak. "Kaba şey seni, üzülme bu mekanik şey seni kibar gösterecek" Veya bardağı topluma kabul ettiren sistem. Tabi bardak sadece numune. İnsanın iç inceliğine ulaşamamasını kullanan ve

Page 32: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

32

dışarıdan kontrolle kibarlaştıran bir sistem mevcut. "Medeni toplumlar çok kibar ama" Onları belki de savaşta görmeliyim. Savaşta kişileri kibarlaştıran eşyalar, birden aynı sistem tarafından yok edilir. Bir silah - bıçak ne varsa elinde. Ve hiç dokunulmamış, yontulmamış hayvanlığın birden ortaya çıkması. İçe dokunulmaması için lazım olan hareketlerin dışarıdan temini için yapılan figürler, eşyalar yok olur :) filmlerde de çok kibar gözüküyorlar oysaki. Filmlerde gereçler var. Takım elbise - papyon ismini cismini bilmediğim markalar ve göze hoş gelip dışarıdan insanı güzel gösteren, içi kapatan kıyafetler.."Eğer ben kendimi bu şekilde dışarıdan bana sunulanla mutlu ediyorsam, sahip olduklarım elimden bir anda giderse kokuşmuş halim ortaya çıkar mı?" Savaş olmasına gerek yok. Gözümü kapatıp kendimle ne kadar kalabildiğimle alakalı bu soru. Duyguların kokusu olan düşünceler su yüzüne çıktığında, ne kadar kalabiliyorum kendimle? Savaşa gerek yok, belki de savaşlar içsel savaşları yok etmek içindir dışarıdan tetiklenmeye alışmış insan için. "O yüzden modern silah ve modern kıyafetle bir ülkeye girildiğinde, o ülkedeki olduğu gibi giyinen insanların ölümleri beni sadece bir evcil hayvanın ölümü kadar üzüyor" Evet demeyi isterdim. Ama yakınlarımın ölümü, gerçekten onları sevdiğim için mi üzülmemi sağlıyor? Yani uzun süre ağlamam, arkasından ağladığım kişiyi sevdiğim anlamına mı gelir?"Annen öldü, başın sağ olsun. Neden böylesine ağlıyorsun" "Ben onsuz yapamam" veya "Ona alışmıştım" "O benim için her şeydi" Arka planda aslında kişinin kendine verdiği değer mi var? Yani ben kendime kattığı değeri kaybettiğim için mi ağlıyorum? O halde yabancı bir ülkede öldürülen bir çocuk için milli sosyal platform savaşı başlatırım. :) Gidenin arkasından ağlama sebebim ayrılık, sadece ayrılıksa birliktelik sevgiyle besleniyordur. Ama sevgiyle beslenen birlikteliklerde devşirilen şey sevgidir. Ve sevgi bir güneşse, sevgi arttıkça karanlık kaybolur. Ve sevgi güneşse çevremdeki tüm yıldızlar ışığını benden alır. Veya bir yıldız olmayı seçmişsem de bir sanal güneşin yapay ışığı beni var eder. Ve bu durumda beni var eden için savaşırım. Sevgi ise kişinin benliğini yok eder. Var olmaya devam ediyorsam, artan bir şeyler varsa soğan kabuğu gibi örülüyorumdur. Çoğalıyorumdur dertlerimle birlikte ve dertlerimle birlikte sorunlarım da çoğalıyordur. Her derdime bulduğum çözüm beni mutlu ediyorsa daha büyük bir dert geliyor demektir :) Sevgi azalmamı sağlar, verdiğim kendimdendir. Geriye kalacak olansa tüm sorunların toplamıdır, ve tüm soruların kestirmeden sorulmuş hali ; "Ben kimim?" İlişkilerde Suçlamaya Dair Küçük Bir Cümle Tiyatrosu; - Arkadaşım şu yazıyı sana armağan ediyorum. Okuyup anladığını paylaşır mısın? "Cahil odur ki; kendi hayatına hâkim değil. Kendi hayatının hâkimiyetini başkasına verir. Onların tesiri altına girer. Sonra onların hükmünden razı olmaz. Sonra bir de gider suçlar, ağlar "Ama haksııııız" der. Ne komik.. Seni üzenler duygularına hâkim olanlardır. Üzen ne kadar haksızsa, sen de o kadar haksızsındır. Bu belki de aptallığın itirafıdır. Kendi yönetimini terk ettiğin insanlara haksız deyip, mücadele edip ağlaman da acizliktir. Kendi suçunu örtmektir. En büyük suç be ahmak, anlasana! Seni üzebilene, üzdüğü kadar hâkimiyet vermişsindir kendinden. "İşgal altına alınmış bir ülkenin, işgal edilmeye değil de, işgalcisi tarafından yanlış veya haksız yönetilmeye olan isyanı" kadar aptalcadır. Ahmakçadır. Karşı tarafı değil, içinizdeki hainleri bulup bedeninizden temizleyin ki alaka kesilsin. Muhatapta suç bulmak ne kadar gereksiz.. Anlayana.. - Hocam.. Anladım da. Geçmişim hep kovalayacak mı böyle beni? - Geçmişin seni kovalaması mı?? Geçmiş bir insan mı seni kovalasın. Aptalca süslü kelimeler! Romantizm hastalığı cümlelerine yansımış. Geçmişi sırtında taşırsan, her yere seninle gelir. Sen aynıysan, çevren de aynıdır.. Süslü kelimelerin süsüyle kendini makyajlayacağına, gerçeğin elbisesini giy. Sözlerimi de süsleyeyim mi illa ki bir eşya gibi? Eşyalar cümleleri değiştirmez anlayana. Hem geçmiş nasıl takip edecek seni? Taksiyle mi?

Psikolog Hilal İNAN - Eyüp BAĞ

Page 33: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

33

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Deneme

Okuma Sevdası

Okuma Sevdası

Neyi paylaşırsanız paylaşın elinizde kalan azalacaktır, bir şey

hariç: sevgi. Sevgi, paylaştıkça çoğalan tek sermayedir.

Bugünlerde herkes sevgiden bahsede bahsede sevgiyi

bilmeyen sanacak ki bu dünyada insan sevgisi - hele karşı cinsiyet

sevgisi dışında sevgiye layık başka hiç bir şey yoktur. Sevgiye layık

nice varlık, nice kavram vardır. Son zamanlarda sevgi kapitalizmin bir

dalı hem de hayli para eden bir dalı olmuş ne yazık ki. Sevgiyi

hunharca katledenler var kapitalizm uğruna. Teşbihte hata olmaz ya,

pazarda marul satan, ‘Sevgilinize en güzel hediye maruldur,

bitmeden alın.’ diyecek noktaya gelmiş neredeyse. Sevgi böyle

kazanılmaz, harcanır.

Arılar çiçeğe konar, onu sever, ondan bal yapar; bu üreten,

faydalı sevgidir. Sinekler ise önce pisliğe konar ,sonra onca zahmetle

üretilen bala konup ona mikrop karası çalar. bu ise tüketici sevgidir

ve zararlıdır.

Üretici sevgilerden biri de okuma sevgisidir. Biz, toplum

olarak okumayı severiz. Ama sadece severiz. Mesela bir kitap satın

aldığımızda onu okumayı unutmamak için gözümüzün önünde bir

yere koyarız. Bazen aylar, bazen yıllar geçer; biz daha o kitabı

okuyacağız. Evet biz okumayı severiz, okuyanları da maddi-manevi

olarak destekleriz lakin bu, okuduğumuz anlamına gelmez.

İstatistiklerden hicap duymamız lazım geldiğinden onları buraya

vermek istemiyorum. Refah seviyesi yüksek memleketlerde okuma

ölçütü kişi başına düşen kitap sayısı iken bizde ise kitap başına

düşen kişi sayısıdır. Kitap okumada şampiyon sayılmasak da iyi bir

gazete okuyucusuyuz. Daha da iyi gazete ‘bakıcı’sıyız. Gazetemizi

aldığımızda önce iri iri harflerle yazılan manşet ve sürmanşetleri,

arkasından spot yazıları okur; sonra kendimize has bir tarzla son

sayfadan okumaya, pardon bakmaya başlarız. Son sayfalar

resimlerle doludur, okunacak pek bir şey bulunmaz. Okurken

genelde uzanarak okumayı severiz, kısa bir süre sonra da tatlı mı

tatlı uykuya dalarız. Böylece okuma eylemi bizi zinde tutması

gerekirken çoğu kez masala dönüşür, bizi uyutur, fakında mısınız ?

* * *

1993-2001 yılları arasında Süleyman Demirel Üniversitesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığını yapan, Yeni Türk Edebiyatı

Ana Bilim Dalı Başkanlığını üstlenen sevgili hocamız Prof. Dr. İsmail

ÇETİŞLİ geçen hafta bu fani dünyadan göç eyledi. Hocamızın vefatı

bizi derinden sarstı, mateme boğdu. Başta ailesi, Pamukkale

Üniversitesindeki mesai arkadaşları, öğrencileri ve tüm Türk edebiyat

dünyasının başı sağ olsun. Üzerimizde çok emeğin var hocam.

Edebi, edebiyatı, estetiği zihinlerimize nakış nakış işledin. Sıcak

sesin hâlâ kulaklarımızda. Biz senden razıyız. Rabbimiz de razı

olsun, mükâfat olarak cennet ihsan etsin.

Page 34: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

34

Nurdan OFLAZOĞLU

İnceleme

Divan Şiirinde Mitoloji

Ve

Mitolojik Şahıslar

Divan Şiirinde Mitoloji Ve Mitolojik Şahıslar

İnsanlığın ortaya çıkışından bu yana sanat eserleri de varlığını

ortaya koymaya başlamıştır. Yani sanat; insanla birlikte var olmuştur,

diyebiliriz. Yüzyıllar boyunca ortaya konulan, binlerce tarihi eseri

anlamak ve yorumlamak için de çok çeşitli teknik ve yöntemler

geliştirilmiştir. İlk Çağ eserleri incelendiğinde hiç şüphesiz bu dönem

eserlerinin mitsel karakterler taşıdığı görülmektedir. Bu dönemde

hikâyelerin hem sembollerle anlatıldığını ve bu sembollerin döneme

ait karşılıklarının olduğunu göreceksiniz. Bazı araştırmacıların

görüşmelerine göre hiçbir sanat eseri mitlere başvurulmadan

anlaşılmaz. Bu görüş dünya edebiyatının kaynağını oluşturan Eski

Yunan ve Latin edebiyatlarından günümüze dek çeşitli araştırmacılar

tarafından sürdürülmüştür.

Türk edebiyatında ise Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla ortaya

çıkan ve “Yüksek Zümre Edebiyatı “olarak da bilinen “divan

edebiyatı “, mitolojik kahramanlara yer vermesiyle dikkat çekmiş bir

dönemdir. Divan şiirinin asıl kaynağını oluşturan mitolojik unsurlar,

divan şiirinin anlam yoğunlaşmasını artırarak divan şiirine farklı bir

boyut katmıştır.

Divan şairlerinin, İran edebiyatının etkisinde kalması da İran

mitolojisinden yararlanmasında etkili olmuştur. Divan edebiyatının

etkisinde kaldığı ve divan şiirine kaynaklık eden en önemli eserlerden

biri olan “Şehname “,içinde İran mitolojisini toplayan en önemli

kaynaklardan biri olmuştur. Peygamberlerin, evliyaların kerametleri,

şehit ve gaziler, Rüstem, Feridun, Battal Gazi, Behram Gur, Behmen,

Bijen, İskender vb. şahısların hayatları etrafında gelişen efsanevi

hikâyeler İslami Türk kültüründe yaşamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar

‘a göre divan şiiri, mitolojisini doğrudan doğruya Şehname ’den,

Büyük Masallar ’dan ve Arap kültüründen almıştır. (Tanpınar, Ahmet,

Hamdi,19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi,

İstanbul 1985, s.4 ) Fakat divan şiiri sadece mitolojik unsurları İran ve

Arap edebiyatından değil, Çin, Ortadoğu’nun başka milletleri, Yunan

ve Anadolu’da daha önce yaşamış diğer milletlerin ve Hintlerin de

etkisinde kalmıştır.

Divan şairleri Şehname’yi esas kaynak olarak kullansalar da

bazı atıflar Şehname’de bulunmamaktadır. Örneğin Cem’in şarabı

bulması hikâyesi Şehname’ de yoktur. Cam-ı Cihan Nüma klasik

şiirimizde her zaman Cem’e ait olarak gösterilir oysa Şehname’ de

Keyhüsrev ’e ait olarak anlatılır.

Divan şairlerinin Şehname’ den başka başvurdukları kaynak

olarak Taberi Tarihi (Tarih-i Taberi) gelmektir. Taberi, Şehname’de

anlatılan hikâyelerin çoğunu anlatmakta fakat bazı yerlerde farklılıklar

görülmektedir.

Page 35: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

35

Şehname ’nin yarısından fazlası İran ve Turan Savaşlarına ayrılmıştır. Bu iki millet arasındaki o

büyük rekabet Şehname’nin her satırında hissedilir. İran’ın efsanevi hükümdarları nadir de olsa bazı şairler

tarafından savaş meydanının yenilmez kahramanı olarak değil de aşk meydanında büyük savaşlar veren

aşığın bir simgesi olarak kullanmışlardır.

Divan şairleri şiirlerinde dünyanın geçiciliğini, hayatın nihayetini, büyük hükümdarların bile ölüp gittiğini

ve böylesi bir dünyanın hiçbir şeyine aldanmamak gerektiğini vurgulamışlardır.

Şairler kendilerini mitolojik şahıslarla kıyaslamışlardır. Divan şiirinde padişahlar meşhur oldukları

sıfatlarla anılmıştır.. Kanuni’yle kıyaslanan hükümdarlar: Cemşid, Dara, İskender, Hüsrev, Keyhüsrev.

Divan şiirinde kullanılan önemli mitolojik şahıslardan biri de “Bijen “dir. Bijen, Şehname’ de maceraları

anlatılan büyük kahramanlardan Giv’ in oğlu Rüstem’in torunudur. Bir kahramanlık sembolüdür ve daha

ziyade Efrasiyab tarafından içine atıldığı kuyuyla birlikte anılır. Şiirde sevgilinin çene çukuru Çah-ı Bijen

olarak anılır. Zaman zaman bu kuyu Harut ve Marut’ un atıldığı kuyu ile karıştırılmıştır.

Cemşid ise İran’ın mitolojik şahlarındandır. Bir rivayete göre şarabın mucididir ancak Şehname’ de böyle

bir bilgi yoktur. Cam-Cihan Nüma’ nın Cemşid ’e ait olduğu söylenmektedir. Ancak Şehname’ de bu sihirli

aletin Keyhüsrev’ e ait olduğu anlatılır. Bu sihirli alet ile bakıldığında dünyanın dört bir tarafı görülebilirdi.

Cemşid’ in asıl adı Cem’ dir. Kelime sonundaki –şid, “ışıklı ve parlak “ anlamına gelir. “Cem “kelimesi

Hüdhüd, Asaf , Mur kelimeleriyle beraber kullanıldığında Hz. Süleyman kastedilmiş olurdu.

Dahhak; İran mitolojisine de Hint mitolojisinden girmiş bir şahıstır. Cemşid ’i öldürerek saltanata oturan

efsanevi İran hükümdarıdır. Dahhak ‘ın iki omuzu üzerinde kendisine acı veren iki yılan otururmuş. Bu

yılanlara her gün iki çocuk beyni yedirilirmiş. Sıra Demirci Gave ‘nin on sekizinci çocuğuna gelince demirci

deri önlüğünü bayrak gibi kullanarak arkasına topladığı insanlarla ayaklanıp Dahhak’ı tahttan indirmiş ve

yerine Feridun’u geçirmiştir. Dahhak-i Mari (Yılanlı Dahhak) da denilen bu kişi zulmüyle meşhurdur.

“Mirsad “ adlı bir Arap beyinin oğludur. Bir gün şeytan ona iyi bir insan kılığına girerek telkinde bulunmuş

ve babasına öldürtmüştür. Sonuçta şeytan, padişah olan Dahhak’a bir aşçı olmuş ve bir yolunu bulup iki

omuzundan öpmüş. Sonra omuzlarından yılanlar çıkmış ve bu yılanları ne kadar kestilerse yerinden daima

yenisi çıkmış. Şeytan bu sefer de doktor kılığına girerek bu yılanların başlarını kesmek yerine onlara insan

beyni yedirmeyi tavsiye etmiş. Böylece zalim bir hükümdar olan Dahhak ,halktan insanların beyinlerini

yemeğe başlamış.

“Başın götürürken iki omzunda mar-ı zülf

Dahhak gibi lebleri nice acep güler “

Necati

Şiirde sevgilinin omzuna dökülen saçları Dahhak’ ın iki omuzundaki yılana benzetilmiştir.

Dara; Şehname’ nin ünlü şahlarındandır. Rivayetlere göre İskender ile yapmış olduğu bir savaşta

İskender tarafından öldürülmüştür. Büyük bir saltanat ve gösterişe malik olması, İskender’le olan efsanevi

savaşları, taç ve tahtıyla dillere destan olmuş bir hükümdardır. Klasik edebiyatımızda bir ululuk, azamet ve

şa’şaa sembolüdür.

Efrasiyab; Alp Er Tunga’nın “Şehname “deki adıdır. Maveraünnehir ‘de hüküm sürmüş olup Turan’ın en

büyük hakanlarındandır. İran topraklarının tamamını Pişdadiyan sülalesinin elinden alması ve İran ile

yaptığı savaşlar, Şehname’ de geniş bir şekilde ele alınmıştır. Efsanevi bir kişiliği olan Efrasiyab, büyük

İskender’den önce yaşamış olup Keyhüsrev tarafından öldürülmüştür. Edebiyatımızda “kahramanlık “

sembolü olarak kullanılmıştır. “Efrasiyab “ adı Divan-ü Lugat-it Türk’te de geçer. Kaşgarlı Mahmut’a göre

asıl adı Tonga Alp Er (Alp Er Tunga) dır.

“Hüsrev-i Zişan ki hayl ü askerinin her biri

Page 36: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

36

Behmen ü Erdeşir ü Efrasiyab’ı mirahor “

Nabi

Feridun; bütün Şehname boyunca en çok ismi geçen padişahlardan birisi ve hatta en önemlisidir denilebilir.

Dünyayı üç oğluna paylaştırmıştır. Avesta’da Thraetaonos (Fırdusis) ,Thaetaone (Fretun) adlarıyla ‘’ele

geçirmeye çalışan’’ üç başlı ejderha Dahhak’ı öldüren kahraman olarak geçer. Edebiyatımızda adalet, iyilik

ve uzun ömürlülüğüyle anılır.

Hızır; rivayete göre “ ab-ı hayat “ı içerek ölümsüzlük sırrına erişen peygamber veya veli olduğu tartışmalı

olan kutsal kişidir. Hz. Musa ile olan yolculuğu, bu yolculuk akabinde ayrılışları, İskender’le olan ab-ı hayatı

bulma maceraları, ab-ı hayatı İskender’in içememesi fakat Hızır’ın içmesi, Hızır kelimesinin ,’’yeşil’’

anlamına gelmesi, kıyamete kadar yaşayacak olması, denizde darda kalanlara yardım ettiği yardım ettiği

inancı vesilesiyle divan şiirine konu olmuştur. Hızır’ın, İlyas Peygamber‘e verilmiş bir lakap olduğunu

söyleyenler de vardır. Denilir ki Nuh Peygamber, onun ömrü için duada bulunmuş. Hızır’ın sağ elinin

başparmak kemiği yokmuş. Bu nedenle musafaha yapanlar, karşısındaki kişi de bu kemiğin olup olmadığını

yoklarmış. Zira eğer Hızır ile karşılaşırlarsa o eli bırakmayacak ve ona her istediklerini yaptırabileceklerdir.

Efsaneye göre Hızır, arkadaşı İlyas ile zulumat ülkesinde ab-ı hayat aramaya gitmişler. Uzun maceralardan

sonra Hızır ile İlyas bir pınar kenarında oturmuşlar ve yanlarında bulunan pişmiş balıkları yerken Hızır’ın

elinden bir damla su balığa damlamış. Balık o sırada canlanıp suya atlamış. Onlar da o suyun ab-ı hayat

olduğunu anlayarak kana kana içmişler. Sonra İskender’e haber vermişlerse de tekrar bu suyu

bulamamışlar. Böylece İskender ab-ı hayattan mahrum olmuş. Ölümsüzleşen Hızır ile İlyas Allah’ın emri ile

dünyada sıkıntıya düşenlerin yardımına koşarlarmış. Kıyamete kadar sürecek bu görevi Hızır denizde, İlyas

ise karada yaparmış. Her ikisi de senede bir gün buluşup beraber Kâbe’ye giderlermiş. Onların buluştukları

günler ise insanlar “Hıdrellez “derler ve o günde kırlara çıkıp eğlenirler. Mayıs ayının altıncı günü olarak

kabul bilinir. Bu hikâye halk arasında da çok yaygın olduğundan birçok hikâye ve destanlara girmiştir.

“Yar elinden ey Muhibbi bir kadeh nuş eyleyen

Hızr elinden ger olursa ab-ı hayvan istemez “

Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman)

-Hızır kelimesi en çok sevgilinin dudakları, ağzı, hatları, ayva tüyleri için kullanılan bir benzetme unsuru

olmuştur.

Hüsrev; “Hüsrev u Şirin “ mesnevisinin erkek kahramanıdır. Divan edebiyatına Şirin’e karşı duyduğu

dillere destan olan aşkı ile konu olmuştur. Hüsrev ile ilgili efsanelerden birisi de onun yaptırmış olduğu

sarayla ilgilidir. Yine Hüsrev’in sahip olduğu hazineler dillere destan olmuştur. Hüsrev u Şirin bizde Ferhad

ile Şirin olarak bilinmektedir.

İskender; Kuran’ da kıssada anlatılan Zü’l-Karneyn, Yunan(Makedon) kralı Büyük İskender ve ab-ı hayatı

arayan İskender şeklinde üç farklı kimlikle karşımıza çıkar. Hızır ile ab-ı hayatı aramaya gittikleri, buldukları

ve Hızır’ın suyla birlikte kayıplara karışması, İskender’in duyduğu üzüntü sonrası öldüğü anlatılır. Övülen

kişileri İskender’e benzetmek gelenektir. Cihangirliği nedeniyle padişah övgülerinde çok kullanılır. Divan

şiirinde dünyanın pek çok yerini fethetmesi yönüyle de ele alınan İskender pek çok sanata da konu

olmuştur. Şairin her vesile ile ondan söz etme imkânı vardır ve çok zaman bu genişliği kullanır. Mısır’ın

fethettikten sonra İskenderiye limanına büyük bir ayna yaptırmıştı. Bu aynadan bakıldığında çok uzak

mesafeler görülürmüş. Buna Ayine-i İskender demişlerdir.

-Büyük bir cihangir, yenilmez bir kahraman, dünyayı dolaşan bir hükümdar olması Hızır ile ab-ı hayatı

araması fakat bulamadan geri dönmesi, denizin üzerine çok büyük bir ayna yaptırması, Yecüc ve Mecüc

kavminin zulümlerini engellemek için bir set inşa etmesi, Dara ile yıllarca süren savaşları vs. özellikleriyle

şairlerin adından bahsettikleri en önemli şahıslarından birisi olmuştur.

Page 37: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

37

“Dil-teşne İskender gibi düştü saçın zulmatına

Ey Hızr-hat la’lden ol ser-çeşme-i hayvanı sun “

Ahmed Paşa

-Divan şiirinde ‘’sedd-i iskender’’ sevgilinin ayva tüylerine benzetilmektedir.

Kahraman; divan şiirinde bir kahramanlık ve yiğitlik sembolüdür. “Kahraman-ı Katil “ adıyla da bilinir.

Sevgilinin gözleri “ Kahraman “ olarak nitelendirilmiştir.

Keyhüsrev, Keykavus’tan sonra İran tahtına geçen, Şehname’ nin olağanüstü hükümdar

kahramanlardandır. Bazılarına göre İskender, bazılarına göre Süleyman, bazılarına göre Musa Peygamber,

bazılarına göre de Efrasiyab’ dır. Divan şairleri tarafından iktidar, saltanat, kudret ve ihtişam sembolü olan

şahsiyetlerden biridir.

Nemrud; İbrahim Peygamber döneminin, tanrılık iddia eden Babil Kralı’dır. İbrahim’i ateşe attırması, tanrıyı

görmek amacıyla göklere çıkmak için bir kule yaptırması ve aciz, topal bir sivrisinek tarafından beyni

kemirilerek öldürülmesi yönüyle meşhurdur. Divan şiirinde daha çok zulm ve cevr u cefa vermenin bir

sembolü olarak kullanılmıştır.

Rüstem; İranlıların Şehname ’de adı en fazla geçen efsanevi kahramanıdır. Ünlü Şehname kahramanı

“Zal “ ın oğludur. Daha küçüklüğünde kimsenin baş edemediği devler ve diğer korkunç yaratıklarla

savaşmış mitolojik bir kişidir. Şehname için bir nevi bu kahramanın maceraları denilse yeridir. Efsanevi İran

şahı Keykavus’u esir olduğu devlerin elinden kurtaran ve bu macerasında Heft-han adı verilen yedi aşılmaz

engeli aşarak, Mazenderan seferiyle devleri mağlup etmiştir. İran’ın ünlü kahramanı Bijen’ i tutsak olduğu

Efrasiyab’ ın elinden kurtarmıştır. Rüstem’in sıfatı olan “dastan “ kelimesi aynı zamanda ‘’hile’’ anlamına

geldiğinden şairle sevgilinin kaş, göz, kirpik, gamze vb. unsurlarını Rüstem ile beraber kullanmışlardır.

Şehname’de Rüstem kelimesinin ‘’kurtuldum’’ anlamına geldiği yazılır. Çok geç doğan Rüstem için annesi

doğum sonrası bu sözü söylemiştir.

Divan edebiyatının derinlemesine incelemesini sağlayan bu mitolojik şahıslar divan şiirimizin renklenmesini

sağlamıştır ve divan şairlerimiz tarafından şiirlerinde bolca kullanılmıştır. Bu mitolojik şahısların divan

edebiyatına katkısının çok olduğunu ve bu mitolojik unsurların sayısını artırmak oldukça mümkün.

Kaynak:

Dursun Ali TOKEL – Divan Şiirinde Mitoloik Unsurlar

İskender PALA – Divan Şiiri Sözlüğü

Page 38: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

38

Barış ÇELİMLİ

Şiir

Büyüme

Büyüme Utanıyor bir ağaç kendi yapraklarından Gökyüzüne sığmıyor küçük yıldız Su tanımıyor artık kendi dökülüşünü Çalıp gidiyor zaman çocukların gülüşünü Annem hamur mayalıyor Ben buğday büyüyorum Bir çiçeğe su versem belki ışır gözlerim Sarmaşık gibi yürür umudum yüreğimi Yanarım, yandıkça külümde güller büyür Bir küçük bahçeye dönüşür bütün ömrüm Annem süt kaynatıyor Ben esmer büyüyorum Gülün yaprağı ile bahar avunuyorum, Düşüyorum bir avuç kum ile ıssız çöle. Her şeyimi gölgemle bölüşüyorum Belki de bu yüzden çok üşüyorum Annem biber kurutuyor Ben acı büyüyorum

Page 39: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

39

Arzu TOK

Şiir

Yalnızlık

Yalnızlık

Bu ıssız sokağın adı sen olsa gerek ayrılık

Kaldırımlar soğuk, sokak lambaları fersiz

Yarım bırakılmış umutlar ortalıkta

Hayaller süzülmüş parmak aralarından yalnızlığa

Kalp beklemenin ızdırabını yudumlamış

Gözleri fersiz, renksiz matem kaplamış

Bir düş zamanı kayba uğramış

Meğer gece dedikleri yalnızlıkmış

Tek kurşuna aşka şehit olmakmış

Öyle durup matemin içinde

Uzaktan sana bakmakmış

Page 40: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

40

Nihal Buran AYANA

Şiir:

Unuttuk

Unuttuk

Hayatın içinde hep bir koşturmaca

Unuttuk sevgileri gelenek görenekleri

Biz miydik fazla gelen hayata

Kaybettik değerimizi

Kaybolup gittik kendi boşluğumuzda

Dönüp bir gün arkamıza baktığımızda

Keşkeleri tek tek sıraladığımızda

Geç kalmış olmaz mıyız hayata

Uyanalım artık uykumuzdan

Daha fazla geç olmadan

Tutalım sevgiyi avuçlarından

Keşkeleri çıkaralım hayatımızdan

Page 41: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

41

Besna AYDIN

Şiir

Bıraksalardı

Bıraksalardı

Bir trenin vagonlarına sığdırıp uzaklara gönderdim umutlarımı

Arkasından su döktüm su gibi buhar olsunlar, su gibi aziz umutlarım

Biliyorum kendi umudumun katiliyim, ne yapsam boş

Ölü bir adamım zaten içimde cenazelerin dansı

Seri bir katilin soğukkanlılığını taşıyor beynim

Bir şeyleri kodluyor sistemim, her şeyi silerken aslında

Yitirdiğim bir şeyler vardı, bütün kuşların bana hatırlattığı

Ve aynı anda içime doldurduğu huzuru

Ölümü gözlerinde hisset, kokusunu al, tadına var bu ölümün

Yaşama sevincini bir kadının perçemine yükle

Rüzgârla savrulup düşsün ayaklar altına

Hep bir ölüm korkusu var dilimde

Dilimde hep ölüm şiirleri

Bıraksalardı;

Aşkı yaşayabilseydim bir aşk mısrası kadar

Bir yaşamak şiiri dökülebilirdi gönlümden

Ahh!

Bıraksalardı...

Page 42: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

42

YAREN

Kitap İncelemesi

Şahane Hatalar 1

Şahane Hatalar 1 / Kitap İncelemesi

İnsanın kaderi doğmadan yazılır ,derler. Peki, biz size bu

kitapta kaderinizi değiştirebilme imkânınız olduğunu söylesek? Heather McElhatton’un kaleminden seçimlerin getirdiği sonuçlara dayanan bir başyapıtla karşınızdayız.

Bu kitabı incelememdeki neden diğer kitaplardan farklı oluşuydu. Belirli kalıpları yok eden bir kitap olması büyük bir etken olmuştu seçimimde. Kim demiş kitap baştan sona doğru okunur diye? İşte şahane hatalar bize kaderimizi seçimlerimizle değiştirebileceğimizi öğrettiği gibi aykırılığıyla bulunduğumuz kalıplardan da çıkmamızı sağlıyor.

Yalnız belirtmeliyim ki şahane hatalar öyle bir anda okuyup bitirebileceğiniz bir kitap değil. Konunun seçimleriniz doğrultusunda ilerlemesinden dolayı daha çok sıkıldığınızda elinize aldığınız ve karar verme mekanizmanızla sizi sürükleyen bir baş ucu kitabı.

Kitabın anlatımına bakacak olursak kitabı okurken üzülmeniz çok zor. Dramatik ve trajik olayları bile bir mizah çerçevesinde anlatması insanın ruh halinin hep neşeli kalmasını sağlıyor.

Mesela, arabanızla ilerliyorsunuz ve araba stop ediyor. Arabadan inip ne olduğunu anlamaya çalışırken karşı şeritten gelen bir kamyon arabanıza son süratle çarpıyor ve ölümden saniyelerle kurtuluyorsunuz. Tam ne kadar da şanslıyım diye düşünürken başınıza düşen yıldırımla ölüyorsunuz. Dediğim gibi, usta bir mizah. Ama kapkara.

“Şahane Hatalar “ serinin ilk kitabı. Bu kitap haricinde yayınlanmış üç, toplamda dört kitap var. Sırasıyla Şahane Hatalar, Şahane Hatalar/Talih Kuşu, Şahane Hatalar/Bira, Kadın ve Şahane Hatalar, Şahane Hatalar/Cumartesi.

Bu dört kitabın üçünde okuyucunun cinsiyeti kadın, sadece III. kitap olan Bira, Kadın ve Şahane Hatalar ’da erkek ağzından anlatılıyor. Bu da okurken dikkate almanız gereken önemli bir detay çünkü erkekseniz ve tüm kitapları okumaya kararlıysanız bir kadının bakış açısını düşünerek ve ona göre hareket etmeniz gerekebilir.

Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bu kitabın da bir sonu var ve seçimlerinizin sonunda normal olarak ölüyorsunuz. Fakat her son bir başlangıçtır. Zaten buradaki ana fikir yaşadığınız onca trajikomik olaya karşı durup gururla “Şahane hatalarıma rağmen, şahane bir hayattı.” diyebilmeniz. Kitap Künyesi Özgün Adı: Pretty Little Mistakes Yazar: Heather McElhatton Yayınevi: April Yayıncılık Anadilinde Basım Tarihi: Mayıs, 2007 Türkçe Basım Tarihi: Kasım, 2011 Türü: Roman Sayfa Sayısı: 640 ISBN: 978-975-6006-82-5 Kitap Puanı: 8,6/10

Page 43: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

43

Gül Gürdal DURMUŞ

Gezi – Seyahat

İstanbul

İlk sayımızda yepyeni bir

merhaba ile sizinle

buluşmuştuk.

Her ay biraz daha bilinen biraz

daha içselleşen bir merhabamız

olacak biz yazdıkça siz

okudukça...

İstanbul

İstanbul'a dair söylenebilecek çok şey varken ancak sınırlı

kelimelerle, sayılabilen cümlelerle adını andık; çünkü demiştik ya onu

anlatmaya da yaşamaya da sayfalar yetersiz kalır elbet.

Şimdi bir rehber olarak naçizane birkaç küçük öneri vermek

ve birkaç yerden bahsetmek istiyorum. Bir kere sadece

Sultanahmet'e gidip boğaz turu yapıp kapalı çarşıdan hediye alıp

birde boğaz manzarasında balık ekmek yedikten sonra üzerine birde

çay yudumlamak bile kulağa hoş geliyor aslında...

Fakat gelin biz başka yerlerinden de bahsedelim. Elbette orda

yaşayanlar hem isyankâr hem de vefakârdır, severler sahiplenirler

gezerler yalnız bırakmazlar...

Ama gidemeyenler belki de gitme niyetindekiler..İşte aslında

size biraz faydası olur umuduyla.. Tur programlarına baktığınızda

tabi ben sadece günü birlik ya da bir gece kalmalı turlardan

bahsediyorum ki genelde de böyle olur zaten, işte o yazının

başındaki program detaylandırılıp sunulur.

Camiler var bir de tabi. Ayasofya’nın da yeri ayrıdır, Sultan

Ahmet’in de, Ortaköy Camii’nin de. Adalar var birde mesela şimdi

aklınıza Büyükada geldi muhtemelen. Müthiş bir manzara, dinginlik,

huzur, güzel istirahatgâhlar...

Ama bir de benim Heybeli Ada’m var mesela.

Mesela orda belki de benim en çok sevdiğim cümlelerden

birini imza atmış olan 'eğer değerinizin üstünde yüzünüze gülen birisi

varsa ondan kaçınınız biliniz ki bu yaltaklanmanın altında mutlak bir

çıkar bir dolap gizlidir' diyen ve bunu romanlarında satır arasında dile

getiren Gûlyabani gibi müthiş bir esere imza atan Hüseyin rahmi

Gürpınar yatar...Kültür Bakanlığı tarafından müzeye çevrilen Hüseyin

Rahmi Gürpınar’ın evini de ziyaret listenize yazın lütfen. Sadece onu

ziyaret etmeniz bile çok kayda değerdir emin olun.

Page 44: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

44

Heybeli Ada’da bir de ruhban okulu var ama eğitime kapalı durumda. İsmet İnönü ve ailesinin

yaşadığı ev de restore edilmiş ve müzeye çevrilmiş. Paşa bir rahatsızlık geçirir ve doktorlar mutlak bir

istirahat önerirler ve bu dinlenmenin yeri Heybeli Ada olur. Bahsedilen bu ev eşyalı olarak kiralanır, ailecek

buraya yerleşirler ve Paşa hızla iyileşmeye başlar. Sonra burası onlar için her yaz gidilen bir yer olunca bu

evi satın almak isterler ama o zamanın parasıyla yüksek meblâlar istenilince evi eşyasız olarak alınmasını

önerir Gazi Paşa ve hatta evin yeni eşyalarını da Gazi Paşa hediye eder. Şu an ki eşyalar da eskiyenleri

yenilenmiş tamir edilmiş olarak o günlerden kalmaktadır…

Heybeli Ada’da 1924 yılında açılmış bir de sanatoryum var. Hatta son zamanlarda vizyona giren

Kelebeğin Rüyası isimli filmi hatırlarsanız oradaki hastane sahneleri de bu sanatoryumun bir bölümünde

çekilmiştir. Hastane kullanılmıyor ve kullanılmadığı içinde pek hoş bir tablo çizmiyor terk edilmiş binalar hep

bu hissi uyandırır ya hani soğuk, yaşanmışlık bir de mekân hastane olunca…

Huzuru sessizliği içinize bir kez daha çekecek ve ne güzel ettik de buraya geldik diyeceksiniz.

Adaları görün muhakkak...

Page 45: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

45

Ben Fatih’i de çok severim mesela belki benim için ayrı oluşu orada yaşamamdandır bir süre ama

yine söylemeden edemeyeceğim camiler deyince bile Sultanahmet Ayasofya Yeni Cami gelir Eyüp Sultan

cami gelir.. Peki acaba İstanbul’a gezmeye gelip de Fatih’ teki Fatih Sultan Mehmet Han’ın da orada yattığı

Fatih Cami’sini ziyaret etmiştir.. Cami’nin inşaatına 1463’te başlanmış 1470’te ibadete açılmıştır. Cami

yıllar içerisinde birkaç deprem görmüştür ve bugünkü halini devrin padişahı III. Mustafa’ya borçludur.

Muhakkak gitmelisiniz.. ve o yüce devrim insanına cennetle müjdelenmiş sultana bir selam vermelisiniz.

Sizce de çok şey borçlu değil miyiz O’na?...

Ve Çamlıca tepesi...

Müthiş bir seyirlik ve fotoğraf karelerinin vazgeçilmezlerindendir.... Anadolu yakasına geçtiniz

madem, muhakkak bir şekerli yoğurdunu yemelisiniz Kanlıca’nın, denize nazır çay bahçelerinden birinde

oturup, benim gibi ilk kez gidip ve hiç bilmeden Allah Allah insanlar neden yoğurt yerki diye garip garip

bakmadan:) Pudra şekeri serpilerek tatlandırılır ve öyle ikram edilir bu leziz yoğurt.

Page 46: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

46

Kavacık’ta ki Otağtepe Tema Vakfı parkını da görmelisiniz. Tema Vakfı ve Koç Holding ortak

çalışması olan bu güzel parkın girişinde bir büst sizi karşılıyor. Vehbi Koç büstü tabi ki:) Yine müthiş

seyirliklerden çok güzel fotoğraf kareleri yakalayabilirsiniz. En güzeli de ikinci köprüye ve boğaza tepeden

bakabiliyorsunuz burada rahatça ve hayranlıkla… Parkın içinde herhangi bir restoran ya da kafeterya

özetle bir tesis yok ve piknik yapmak da yasak giriş çıkış saatleri de belirli eğer değişmedi ise sabah 10 ve

akşamüstü 4 arası ziyaretçilerine açık. Çimenlere uzanıp masmavi gökyüzünü seyretmenin boğaz

kokusunu içine çekmenin bir yandan muhteşem yalılara bakarak iç geçirip bir yanda da olsun be en

azından gözlerim bu güzellikleri görebiliyor diye şükretmenin tarif edilemez güzelliğini yaşamak istiyorsanız

ve eğer keşfetmemişseniz henüz lütfen ilk fırsatta gidiniz..

Bir sonraki sayıda ve yeni yazımızda görüşmek üzere, hoşça kalın…

Page 47: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

47

Özcan URTEKİN

Türk Halk Oyunları

Sayın Farkındalık

dergisi okuyucuları;

Sizlere halk oyunları ile ilgili genel bilgiler verip halk oyunları ile ilgisi olmayanlarda da küçük bir farkındalık yaratabilirsem, halk oyunlarına karşı ilgi duyurabilirsem mutluluk duyarım.

Bu sayıda da halk oyunları, türleri ve faydalarını ele alacağım.

Türk Halk Oyunları

Diğer sanat dallarından farklı olarak, ait olduğu toplumun orijinal karakterlerini taşıyan, fertlerin müşterek duygu düşünce ve davranışlarını sergileyen, başkasına göre yalnızca güzel, ama kendi içinde ilgilenen kişinin dünyasını aydınlatma özelliğine sahip bir kültürel kimliktir.

Halk oyunlarının ortaya çıkış nedenleri; Doğal olayların etkisiyle Taklitler yolu ile oluşan danslar , Savaş dansları, Aşk dansları,Dini danslar,Hasat ve üretim ile ilgili danslar,Meslek dansları. Hiçbir kültür olayı, tüm gelenek ve görenekleri bir yumak gibi etrafına sarıp toplayan halk oyunları kadar ait olduğu toplumun ulusal duygularını yansıtamaz ve onlar kadar toplumsal bağları pekiştirip kuvvetlendiremez.

Bilindiği gibi Türk Halk Oyunları yurdumuz üzerinde çeşitli bölgelerde, çeşitli tür ve biçimde ,değişik genel isimler altında ve guruplar halinde görülmektedir. Bölgelere, yerel örf ve adetlere göre büyük ayrılıklar gösteren halk oyunları (dansları), birçok bakımdan ayrımlara tabi tutulabilir. Mesela tek kişilik oyunlar veya takım oyunları diye sınıflandırabiliriz. Bunlarında yalnız erkeklerin veya kadınların yada kadın-erkek oynanan oyunlar diye ayırmak mümkündür. Kapalı ve açık yerlerde oynanmaları da bu oyunların bir özeliğini teşkil eder.

Çok değişik özelikler gösteren oyunları ortak noktalarına göre bazı

adlar altında toplamak mümkündür. Halay, bar, karşılama, zeybek,

mengi, bengi, horon, kaşık oyunları, bıçak oyunları gibi. Bunların

dışında çengi, köçek , çiftetelli gibi kapalı yerlerde daha çok

profesyonel oyuncular tarafından oynanan meclis oyunları, birde

Mevlevi semai, Bektaşi Alevi Semai gibi dini karakterli olan oyunlarda

vardır. Hangi bölgede olursa olsun bu dansların ana özelliği "toplu

hareket", bir güzel işi beraber yapma, bir güzel sonucu beraber

kutlama gibi sosyal eğitim alışkanlıklarını vermesidir.

Page 48: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

48

Bölgelere göre halk oyunları türlerini aşağıda örneklendirebiliriz:

Karşılama Türü: Edirne, Tekirdağ, Kırklareli

Kaşık Türü: Eskişehir, Afyon, Kütahya, Bilecik, Kırşehir, Konya, Mersin,Antalya, Bolu, Bursa

Horon Türü: Trabzon, Samsun, Artvin, Ordu, Rize

Bar Türü: Erzurum, Kars, Ağrı, Artvin, Gümüşhane, Bayburt, Erzincan

Halay Türü: Bitlis, Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Kahramanmaraş, Gaziantep,

Zeybek Türü: Aydın, İzmir, Muğla, Denizli

Teke Türü: Burdur, Antalya, Isparta, Alanya

Diğerleri: Üsküp, Kafkas

Sizlere birazda halk oyunlarının faydaları konusunda birşeyler yazmak istiyorum. Halk oyunları özellikle küçük yaş çocuklarda işitsel zeka, görsel zeka, matematiksel zeka, ve sosyal zekanın gelişmesine yardımcı olur. Ayrıca bedensel ve psikomotor gelişime de faydası vardır. Disiplin ve sorumluluk duyguları gelişir. Yapılan takım çalışmalarında içine kapanık, ya da dikkati daha az olan çocukların sosyalleşmesine yardımcı olur. Daha sonraki sayılarda halk oyunlarının insanlar ve toplum üzerindeki faydalarını detaylandırarak sizlerle paylaşacağım. Şimdilik sağlık, huzur, mutluluk ve halk oyunları ile dolu günler diliyorum.

Page 49: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

49

Page 50: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

50

Günsel İSLAMOĞLU

Şiir

Bir Sen Eksik

Bir Sen Eksik Kalabalık sokaklardayım

Etrafımda aradığım yüzler eksik

Rüyalarıma gelen babam

Evimde yurdumda eksik

Güneşi görür gözlerim

Tenimde sıcaklığı eksik

Bahar gelmiş de çiçekleri açmış

Üzerinde kokuları eksik

Bakar sevdalı yüreği

Gözlerinde sevgim eksik

Geçmiş hayat benden

Saçımda rüzgarı eksik

Sen varsın yanımda

Ruhumda bir sen eksik

Bir ben eksik

Page 51: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

51

Ceyda CEVHER

Şiir

Güzel Perde

Güzel Perde

Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr…

Varlığımı ne kadar hızlı sürüklüyorsun,

Ömrümün tek perdelik vodviline.

Oysa karma toplumları gömdüm yürek parselimde.

Kalmadı hüzünlerime mizahının çivisini çakacak

Tek bir gönüllü mizah oyuncusu.

Ve acele etme zaman, zaman, zaman…

İçimdeki asıl(ı) konuya dokunabilecek bir tavır arıyorum.

Belki kurda kuşa yalnızlığımı evlatlık vermeliyim.

Kudretli bir meşe ağacının kollarına,

Psişik tüm paranoyalarımı asmalıyım.

Belki de beşinci mevsimlerin estiği bir vadinin ağzından

Sükûnetimi yoran acılarımı damıtmalıyım.

En iyisi hayal dünyamdan aryan bir ruh

Yaratmak için toplu mezarlar kazmalıyım.

Bilimcimin karşı kıyısına gömmeliyim;

Köleliğinden çürüdüğüm bilgeliğimi.

Tutkularımın kapağını açmalıyım ki

Kurumuşlardı şişesinde iç içe geçmiş cesaretlerimin

Page 52: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

52

8. KALE’15 EĞİTİM-SEMİNER ORGANİZASYONU HAKKINDA

8. KALE’15 Eğitim ve Seminer Organizasyonu Kocaeli Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Kulübü tarafından Kaliteni göster Araştır Lider ol Etkile sloganıyla yola çıkılmış Mühendislik ve İktisadi İdari Bilimler Fakülteleri başta olmak üzere tüm üniversite öğrencilerine hitap eden ve yaklaşık 1114 kişilik katılımla gerçekleşen organizasyonumuz her yıl farklı güncel konularla düzenlenmektedir. Bu yıl da 8. si düzenlenecek olan bir kişisel gelişim organizasyonudur.

Türkiye’nin en etkili iş ve kariyer kulüplerinden biri olan Endüstri Mühendisliği Kulübü, 2007 yılından itibaren akademisyen ve sanayiden konularında uzman konuşmacılarla öğrencileri buluşturarak KALE Eğitim Seminer Organizasyonunu düzenlemektedir. Bu bağlamda üniversite sanayi iş birliğine önemli ölçüde katkı sağlamaktadır.

Her sene kendini geliştirerek ilerleyen KALE Eğitim Seminer Organizasyonu bu yılda ulusal alanda etkinliğini sürdürüyor. Bu yılki konumuz “FARKINDALIK”. Bilgi paylaşımına değer veren akademisyenler ve şirket yöneticilerinin konuşmacı olarak katılacağı ve entelektüel gelişime önem veren öğrencilerin yer alacağı 1114 kişilik dev organizasyonumuz 13-14-15 Mart 2015 tarihlerinde gerçekleşecektir.

Kocaeli Üniversitesi Endüstri Mühendisleri Kulübünün 13-14-15 Mart 2015 tarihinde, gerek

akademisyen gerek iş çevresinden gerekse öğrencilerden oluşan 8. KALE (Kaliteni göster-Araştır-

Lider ol-Etkile) organizasyonunun bu seneki konusu “FARKINDALIK”. Bu dev organizasyonda

Farkındalık Dergisi adına Sosyal Tanıtım Sorumlumuz Serdar Serhat ALTAN, Farkındalık temalı

konuşmasıyla yer alacaktır.

Page 53: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

53

Page 54: Farkındalık Dergisi 2. Sayı

54