Tahmis E-Dergi 1.sayı
-
Upload
tahmis-dergi -
Category
Documents
-
view
224 -
download
2
description
Transcript of Tahmis E-Dergi 1.sayı
İçerik
Sadakat Geçmişe Değil; Geleceğedir!
Niyazi SAFA
Lümpenlik, Aidiyet ve Modernlik
Kemal ÖZDEMİR
Tarihi Tahmis Kahvesi Hakkında
Tahmis
Röportaj: Bir Tahmis Müdavimi Ahmet Muhtar Ademoğlu
Tahmis
Bir Film İncelemesi: Yaşa ve Ol!
Emir CAN
Peyami Safa’nın Yalnızız Romanı Ekseninde Bir Deneme: Yalın Öz
Mehmet PANU
Edebiyat Köşesi: ‘Yol Almışım Ebede’ Şiiri
Muhammed Turan ŞEHİTOĞLU
Editörden…
Herkese yürekten muhabbetler…
Nihayet beklenen gün geldi ve Tahmis yayında. Tahmis rint olmayı amaçlayan bu uğurda
rintlerin akşamını da ölümünü de göze almış arkadaşların oluşumudur. Her sayısında farklı
konuyu irdeleyecek olan dergimiz, o ayın konusunda deneme, film incelemesi, kitap
incelemesi, şiir incelemesi veya şiir yayınlayacaktır.
Hikâyelerimizle, denemelerimizle eski zamanlara – iyi insanların evinde huzur içinde
oturduğu, iyi atlarınsa haralarda durduğu- zamanlara götürmek arzusundayız.
Şunu belirtmek gerekir ki; kavram kargaşasının yoğunlukla yaşandığı, anlamların giriftleştiği,
kelimeleriyle oynanmış cümlelerin, anlamsızlığın anlam bulduğu zamanlardayız. Bizler
Tahmis ekibi olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz ama bir sabah kaybettiğimiz kavramları
bulmak için yola çıktık, bir nefes alma molasında onları bulmak gayesindeyiz. Belki hakikate
tek başına ulaşılır ancak ulaşana kadar ki yolda hemhal olmak üzere beraber olmak
ümidindeyiz.
Bu sayımızda konumuz temel çerçevede insanlık ve aidiyet. Bu temel çerçevede insanlık,
aidiyet, sahiplenmek, sahiplenmeyi arzulamak, birisinin sahibimiz olmasına izin vermek,
mekâna ait insanlar, insanlara ait mekânlar gibi kelime olarak yakın ancak anlam olarak
zıtlıkları incelemeye çalışacağız.
Ayrıca ilk sayımızın özel konusu olarak dergimizin ismini esinlendiğimiz Tahmis
kıraathanesinin müdavimleri ile yaptığımız söyleşi ile mekân ait insanlara veya insana ait
mekânlara, şehrin göbeğinde çağlara şahitlik eden şehre ait bir mekâna tanıklık etmeye
çalışacağız.
Son olarak, Tahmis müdavimleri ile söyleşi ve Tahmisin yeni halinin resimleri konusunda
bizden yardımlarını esirgemeyen Sayın Mehmet Hilmi Bağcı’ya, Sayın Ömer Asım Öztürk’e,
Tahmis’in restore edilmeden önceki halini betimleyen fotoğraflara ulaşmamızda bizlere
yardımcı olan Sayın Emre Kasap’a bütün tahmis ekibi adına gönülden teşekkür ederken,
sizlere yeni sayımıza kadar esenlikler dilerim.
Editör
Sadakat Geçmişe Değil, Geleceğedir
İnsan aidiyet duygusunu içinde barındıran bir varlıktır. Ömrü boyunca birçok aidiyet hissi
yaşayan insan temel olarak üç aidiyet duygusu olmadan sağlıklı bir hayat süremez,
nevrotikleşir. Bir anne- babaya (aile)’ye ait olma, bir topluma(millete) ve bir inanca ait olma.
Eğer inancı ile ait olduğunu düşündüğü yeri (vatanını) bir potada eritebilirse aitlik sayısı temel
olarak ikiye düşürülebilir.
Aidiyet duygusunu tatmin eden insan da doğal bir sahiplenme içgüdüsü gelişir. Kendisini,
kendisi gibi olanları, ailesini ve insanlığı sahiplenir, dertleriyle ve dahi her halleriyle hem hal
olur. İnsanlığı sahiplenir zira bilir ki mesele bir inanca bir topluma –millete- ait olmaktır ve
bur da en önemli nokta belki inancını değilse bile insan milletini kendisi seçemez. Bundan
dolayı aidiyet duygusunu tatmin etmiş – sağlıklı- insan diğer insanların aidiyet duygusu ile
uğraşmak yerine onlarında hakkını gerektiğinde savunacak kadar sahiplenme duygusu
gelişmiş insandır. Bu doğu kültürünün o eşsiz tanımlamasıyla diğerkâmlıktır. Moda olan bir
tabirle tam olarak karşılamasa da empati diyebiliriz buna.
Aidiyet duygusunu tatmin edemeyen insan tek başına kalır. Burada dikkat edilmesi gereken
durum tek başınalıktır. Her insan yalnızdır esasında ve hakikate yalnız başına ulaşılır ancak
nevrotik durumlar insan tek başına kalınca başlar. Bu sorunlarla boğuşmaya başlayan insan
Oğuz Atay’ın da bahsettiği gibi sorunlarını yalnız çözmeye çalışma çabasında aşırılığa kaçar
ve toplumdan uzaklaşır. Ancak bu ne Hıra’ya çekilmektir ne de ölmeden önce ölmek. Bu başlı
başlına bir nevrozdur.
Bu nevroza yakalananlarda iki durum söz konusudur. Ya benzeyemediklerine karşı aşırı sevgi
ve bundan kaynaklı koruma güdüsü ve sahip olmak isteği veya da aşırı nefret. Ancak nefret ve
öfkesini sahip olarak örtbas etme isteği güderler.
Peki, sahiplenmek ve sahip olmak arasındaki fark nedir?
Sahiplenmek gerektiği zaman omuz veren bir diğerkâmlık, sahip olmak tanrılaşma eğilimi
gösteren narsist bir yaklaşımdır. Narsizmi küçük farklılıklar doğurur ve bu tip nevrotik
kişilikler kendi eksiklerini farklılık olarak görürler.
“İnsanların aklı pazara çekilse ve seçme şansı tanınsa herkes gider yine kendi aklını alır
oğlum” derdi dedem. Pek önemsemedim bu sözü uzun süre ancak ne zaman Peyami Safa’nın
o meşhur romanı Yalnızız’ı okuyunca anladım. “İnsanın en kolay aldattığı budala kendisidir.”
İnsan anlama çabası güden bir varlıktır. Ruh sağlığı yerinde olsun veya olmasın herkesin
amacı aynıdır. Asıl mesele doğru anlamak için ne yapmak gerekir.
Öncelikle aidiyet duygusunu tatmin etmek gerekir. Zannımca Cemil Meriç “İnan da istersen
oduna inan” derken insanlara bu mesajı, vermek istiyordu. Daha sonra olabildiğince yalnız
ama asla tek başına kalmadan, hakikati aramaktan bıkmadan, daireyi tamamlamaya çalışarak
kendi Hıra’mızın her kovuğuna bıkmadan usanmadan bakarak aramak gerekir. Sahiplenerek
ama sahip olmaya çalışmadan, sahiplenilmekten hoşlanıp, sahibimiz olmak isteyenleri yolda
bırakarak başlamak lazımdır işe. Zira insan kendi kendinedir sorunlarını çözme yolunda ancak
bunu da abartmamalıdır. Saplanıp kalmamalıdır geçmişe daima ileriye bakarak ümit ederek
yürümelidir. Geçmişe saplanıp kalmak ümitsizliğe girişin en büyük kapısıdır ve zannımca bu
yolculukta başa gelecek en kötü durumdur.
İşte tam da bu sebepten dolayı insan “sadakat geçmişe değil geleceğidir” diyerek devam
etmelidir mağarasına ulaşmak yolculuğuna.
Niyazi SAFA
Lümpenlik, Aidiyet ve Modernlik
İnsanoğlu hayatın gereği olarak birbiri ile dayanışma içinde olmuştur. Bu dayanışma pek
tabiidir ki insanların birbirlerine yakınlaşması sonucunu alışkanlık ve fıtratı gereği ait olma
şuurunu meydana getirmiştir. Ve çeşitli aidiyetler vukuu bulmuştur aile, arkadaşlık, soy,
millet, kültür… Bunların en kuvvetlilerinden birisi kendi içinde yetiştiği topluma kültüre ve
millete olan aidiyetidir. Aidiyetler tümü ferdin kendine bir yer edinip varlığının şuuruna
varmasına katkıda bulunmaktadır.
Fert kendini tanımak için yetiştiği topluluğu tanımaya mecburdur. Bununla birlikte insan
toplumun yanı sıra bizatihi insanı tanımaya mecburdur. Aidiyet hissini taşımayan insan
kendini de tanıması mümkün olamamaktadır. Marks bu noktada aidiyet bilinci taşımayan
insan topluluğunu lümpen olarak tanımlamıştır.
Türkiye’de ise lümpenlik içinde bulunduğu topluma, onun kültürüne ve değerlerine
yabancılaşmış insan sınıfı olarak karşımıza çıkar. En büyük problemi Batılılaşmak veya
Batılaşmak meselesini kavrayamayışıdır der Durmuş Hocaoğlu. Ve burada karşımıza yeni bir
kavramı karşımıza çıkarmıştır Lümpen Batılılaşma .“Lümpen Batılılaşmanın en temel sâiki,
“Batılılık”ın temelinde yatan şeyin, “İnsan eşya münasebetleri”nin Batı tarafından
düzenleniş tarzından ileri geldiğini, yani konunun bütünüyle kökenleri çok derinlerde olan
bir modernite problemi olduğunu kavrayamamak, sebeplerle değil hep sonuçlarla
uğraşmaktır. Bu yüzden, Lümpen Batılılık hiçbir sûrette başarılı olmamıştır; hep
taklitçidir, hep yüzeyseldir[1].Bu tartışma Türkiye’deki hemen bütün kültür, medeniyet,
siyaset meselelerinin düğüm noktasını teşkil etmiştir.
Türkiye’deki batılılaşma problemine bağlı olarak içinde bulunduğu topluma ve medeniyete
yabancılaşan insan tipinin esas meselesinin modernite problemi olduğunu yani modernlik
meselesi olduğunu ortaya koymuştur Hocaoğlu.
Peki, nedir modernlik?
Çağdaşlık ile modernlik aynı şey midir? Hayır, aynı çağda mevcut olan her şey çağdaştır.
Modernlik mevcut bulunanı niceliksel olarak değil niteliksel olarak ileri götüren ve geri
dönüşü mümkün olmayan, alternatifi de olmayan bir insanlık durumudur. Yani modernliğin-
modernitenin karşısında direnmek söz konusu değildir. Ve yine rahmetli Hocaoğlu’nun tespiti
ile konuyu açıklamaya çalışalım “günümüzde tek modernite olan Batı Modernitesi
kontekstinde– bilim yoluyla yeni bir dünya kurmak ve bunun mücessem netîcesi olarak ise,
bir sanâyi’ cemiyeti olmak, yâni “sanâyi’ devrimi”ni başarmak demektir.”[2]
Batı modernitesinin temelinde Bacon’un “Bilgi güçtür.”düşüncesi yer almaktadır ve Batı
bilgiyle ve madde ile münasebetini bu ölçüde geliştirmiş yeni dünya inşa etmiştir.
Müslümanların bunu kavraması uzun bir zaman almış dünya ile münasebetinde dünyaya ve
ilme sırtını dönen İslam dünyası birçok mağlubiyetler yaşamış bu mağlubiyetler insanlarda
tartışmasız bir özgüven kaybına yol açmıştır. Bilgi ile kudrete, Kudretle tahakküme ulaşan
Batı karşısında kavrayış noksanlığı gerçek olan modernite ile yüzleşmek yerine taklitçi,
başıbozuk (lümpen) bir batılılaşmaya yer bırakmaktadır. Durumu İbn Haldun’un şu satırları
ile tamamlamak gerekirse.
XXIII. Mağlup, ebedî olarak gâlibin şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahval
ve âdetlerine tâbi olmaya düşkündür.
Bunun sebebi şudur: İnsan, kendisine gâlip gelende, bir kemâl bulunduğuna itikat eder ve ona
boyun eğer. Ya tazimde bulunulması gerektiğine inandığı kemâli nazar-ı itibara aldığı için
böyle hareket eder veya kendisindeki inkiyad halinin, “tabii bir galebeden” değil, gâlipteki
kemâlden ileri geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır. Böyle bir
yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız devam etmesi, bir itikat meydana getirir, bir inanç
ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak gâlibin bütün yol ve yöntemlerini benimser, her hususta
onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır (teşebbüh, temessül, adapt, assimilation). İktida
(tebaiyet, taklit, imitation) işte budur. Veyahut da mağlubun gâlibe uymasının sebebi, – Allah
daha iyi bilir -, gâlibin galebesi ve zaferi ne asabiyet ne de zorlu bir güç sayesinde değildir.
Sadece âdetlerine, ananelerine, takip ettiği yol ve usûllere dayanmaktadır, diye bir görüş
sahibi olmasıdır. Onu böyle bir hataya sürükleyen yine galebe ve zaferdir, bu da ilk sebebe
racidir. Bu sebeple ebedi olarak mağlubun, kendini gâlibe benzetmeye çalıştığını, kılıkta -
kıyafette, binme ve nakliye vasıtalarında, silahta, bunun, yapılışında ve şekillerinde, daha
doğrusu tüm sair hallerinde onun gibi olmaya çalıştığını müşahede edersin[3]
[1]-Durmuş Hocaoğlu,Milliyetçi,Mukaddesatçı ve Lümpen /durmushocaoglu.com
[2]-Durmuş Hocaoğlu, Kültür Savaşçıları Meydan Okuyor/durmushocaoglu.com
[3]-Durmuş Hocaoğlu, Cehaleti Faturası İslam Medeniyetinin Çöküşü ve Lümpen Batılılaşma
yazısından, İbn Haldun. Mukaddime., Cilt I, İkinci Baskı., Hazırlayan: Süleyman Uludağ.,
Dergâh Yayınları., İstanbul, Mayıs 1988., s.465-466
Kemal ÖZDEMİR
Tarihi Tahmis Kahvesi Hakkında
Türkiye’nin en eski kahvelerinden biri olan tarihi tahmis kahvesi 2 yıl süren restorasyondan
sonra kahvehane kültürünü tüm dünyaya tanıtmak amacıyla faaliyete geçti.
Gaziantep kahvehanelerinin çoğunluğunda belli dönemlerde yaşanmış, ortak özellikler
oldukça fazladır. Dönemin siyasi, ekonomik, eleştirel sohbetler yine kahvehanelerde yapılmış,
şairler tarafından “Tahmis”ler yazılıp, yaşanmış halk hikayelerinin en güzel örnekleri burada
dinleyicileriyle buluşmuştur. Bu bağlamda özellikle Tahmis Kahvesini şehirdeki diğer
kahvehanelere göre ayrıcalıklı tutan en önemli özelliği, fiziksel dokusundan çok tarihe
yaptıkları tanıklığı, edebiyatın, musikinin, karagöz gösteri sanatının en güzel örneklerin
sunulduğu mekan olmasıdır.
Tahmis Kahvesinin gerek cumhuriyet öncesi dönemde gerekse günümüze kadar geçen
süreçte, kentin kültürel ve sosyal yaşama etkisi oldukça fazladır. Kahvehanenin 40-50 yıllık
müşterilerinin anlatımlarından, bu mekanın özellikle ramazan aylarında farklı bir havaya
büründüğünü anlıyoruz. Kahvenin asma katı ramazan ayında ve özel günlerde musiki ve
gösteri sanatlarına ev sahipliği yapmışi hikayeciler ve karagöz ustaları bu geleneği yıllar
sürdürmüşlerdir.
Kahvehaneler uzun yıllar şair, düşünür ve edebiyat adamlarına ev sahipliği yapmıştır.
Özellikle tasavvuf söyleşilerinin yapıldığı bu mekanda zaman zaman evlerinin yakınlığı
nedeniyle olsa gerek Hasırcıoğlu ve Hasip Dürri Efendi gibi şairlerinde oturduğunu biliyoruz.
Hatta Hasip Durri Efendi’nin Tahmis Kahvesi’ninde bulunduğu alanda 1901 ve 1903
yıllarında çıkan Arasa yangınını anlattığı “Ateş-i Suzan”, “Yangın” ve “Harık-i Dilsüz”
şiirlerinde o günlere ışık tutmaktadır. Hasip Durri bu şiirlerinde yangının nasıl başladığını,
nasıl büyüdüğünü, görevlilerin vurdumduymazlığını, kimilerinin yangının oluşturduğu
telaşeden yararlanarak nasıl yağmaya giriştiklerini, zararın bilançosunu acı acı anlatıyor.
Tahmis Kahvesi bir dönem tasavvuf söyleşilerine mekan olmuştur. Kentin son
mutasavvıflarından Dökmeci Bekir Efendi, Kılınçoğlunda evinin dışında genelde
sohbetlerinin burada yapmış, bu sohbetlerin önemli mutasavvıf katılımcıları olan şair Muhittin
Atıf Efendi, Tenekeci Mehmet Efendi, Mehmet Hayri Efendi, İmam Ali Efendi, Tuzcu
Mehmet Efendi gibi daha nice tasavvuf erlerinin bu mekanda oluşturdukları sufi hareket,
kentteki tasavvuf kültüründe önemli köşe taşalrındandır. Bu tür söyleşi birliktelikleri
Ramazan aylarında daha da yoğunlaşmıştır. Hacegan Silsilesi’nin ve ulularının anlatıları
bazen de sadece tek bir beyit üzerine yapılan ve tüm gece boyunca süren konuşmalar bu
sohbetlerin ana temasıdır.
Günümüzde daha çok “nostaljik mekanlar” olarak adlandırılan yerlerde yaşatılmaya çalışan
“nargile kültürü” eskiden kentin Arasa, Kalealtı, Suburcu, Şehreküstü semtlerinde ki
kahvelerinde yoğunlaşmaktadır. Tahmis Kahvesi’ndeki nargile sohbetlerinde genellikle,
Antep Harbiyleilgili anılar, “Gülmelikli” hikayeler olurken, zaman zaman konu edebiyata,
şiire de yönelmiştir. Tahmis Kahvesi mudavimlerinin anlatımından, şair Fahri Yıldız’ın bu
edebiyat sohbetlerini okuduğu şiirlerle süslediği bilinmektedir.
Tahmis Kahvesi’nin bilinen en eski nargile mudavimleri, Halepli Mehmet, Yemenci
Abdulkadir, Apardım Hüseyin, Çıtıpıtı Mehmet Ali’dir. Nargilecilerin büyük çoğunluğu
kahvede oyun oynamaz, sohbet ederler. Tiryakiler genellikle sabahın erken saatlerinde ve
kuşluk vaktinde nargilelerini fokurdadırken bir kısmının ise gece gelip nargile içtiği dahi
olurdu. Nargileciler için söylenen; “Tütünü tömbeki, tömbekiyi teneşir paklar” deyimi
nargileceiler tarafından yaygın olarak bilinir.
Geçmişteki kahvehanelerin siyasal yaşama etkilerin dışında; bir dönem şehrin ekonomisinde
de önemli yer tutmuştur. Tahmis Kahvesi’de uzun yıllar bugün ki Buğday Borsasının görevini
üstlenmiş; buğdayın rekoltesinin ne olacağı, hangi köylerden ne kadar hububat geleceğini
konuşup, ticari anlamda tedbir ve kararların alındı mekan olmuştur.
Gaziantep’in Tarihi Tahmis Kahvesi yenilenen yüzü ile ve yeni imajı ile yerli ve yabancı
turistlerin ilgi odağı haline dönüştü.
Röportaj: Bir Tahmis Müdavimi Ahmet Muhtar Ademoğlu
Ahmet Muhtar Âdemoğlu, Gaziantep’in eski terzilerinden şu anda çiftçilik yapıyor. Yaşını
göstermeyen Ahmet Muhtar Âdemoğlu, tam 86 yaşında.
Muhtemelen en az yarı ömrü kadardır devam ettiği berberinde olunmuş tıraşı, ütülü gömleği,
pantolonu, kravatı fötr şapkası, alnındaki ve yüzündeki anlam yüklü kırışıklıkları ile tam bir
Beyoğlu beyefendisi görüntüsü oluşturmakta güzel giyinmeyi, güzel bakmayı unutmuş
bizlere. Bir mekâna, daha da önemlisi kendi değerlerini koruyan bir mekâna ait olmak kolay
değildir dercesine bakıyor.
Tahmis ile ilk tanışmasını sorduğumuzda; “60 yılı geçti” diyor. Her gün muhakkak uğradığı
mekânın en eski müdavimlerinden birisi. Kendisi için tahmis ne demek anlatırken. “Burası
Gaziantep’in önemli bir mekânı. Esnaf gruplarına, Zanaatkâr insanlara ve Tüccarlara hem
kendilerine hem toplantılarına sahip çıkmış bir mekân.” Ahmet amca ile konuşmamız
sırasında çıkardığımız en önemli çıkarımlardan birisi müdavimlerin birbirine olan bağlılıkları.
Bunu kendisi şöyle dile getiriyor. “Bir gün bir kişi uğramaz ise hemen sorulur, bir sıkıntısı
veya hastalığımı var neden gelmedi denir. Gerekirse ziyaret edilir. Sıkıntısı giderilir.
Hastalıkta, doğum ve cenazede hep beraber olunur. Dayanışma ile bir birimizi tutarız. Asla
kimse kimseye bir yanlış yapamaz. Çünkü itibar ve itimat kaybeder.” Anlıyoruz ki bu
insanların hayatlarında en değer verdikleri şey itibarları.
Tahmisle ilgi hatıralarını sorduğumuzda eskiyi hatırlayan insanlara has bir göz dalması ile
anlatmaya başlıyor. “Burası esnaf gruplarının toplantılarına, problemlerinin ve sorunlarının
tartışılmasına özellikle ev sahipliği yapar. Burada mesele görüşülerek gerekli mercilere
bildirilir, başvuruda bulunulur.” Yani anlayacağınız Tahmis bir dönem lonca sistemi gibi
çalışmış şehirde daha modern bir tabirle şehrin ortak akıl platformu görevini
yürütmüş. Tahmis’le ilgili en canlı hatıraları arasında özel günler, hafta sonları, hasat zamanı,
bayramlar ve bil hassada Ramazan gelmekte. “Ramazan ayında, teravih çıkışı insanlar buraya
gelir. Sahura kadar insanlar burada olurlar. Sahurda sahur topu atılınca insanlar evlerine
dönerler. Burada saz heyeti ince saz faslı yapar. Okuyucular gelir, gazel ve kaside
okurlar. Bazı günlerde Karagöz ve Hacivat gösterileri olur. Daha eskilerde ilmi toplantılar ve
okumalarda yapılırmış.” diyerek adeta yaşarcasına anlatırken bizlere yaşatıyor Ahmet amca.
Bilindiği gibi şehir ticari ilişkiler yönünden gelişmiş bir merkez. Peki Tahmis’in ticarette rolü
nedir yada ticarette tahmisin rolü dediğimizde araya giriyor hemen “Eskiden insanlarda bir
birine daha fazla itimat vardı. Büyük tüccarlar develerle arpa, buğday ve diğer mahsulleri
buraya getirirler, komisyoncularda bu malları satarlardı. Bu malları çoğu kez köylüler getirir,
bu gelen köylüler, Tahmis’te misafir edilir ve ağırlanırdı. Satım bitinceye kadar tüccarlar
burada oturur çay içer ve hububat piyasasını, ihtiyaçları değerlendirirlerdi. Satım işlemi
bitince komisyoncular, tüccarlara hesabı devrederlerdi. Büyük bir karşılıklı güven vardı.
Ticaret itimat üzerine yapılırdı. Senet, çek yoktu.”
Anlaşılan senet de çek de insanların ağzından çıkan sözmüş beklide tahmis de burcu burcu
kokan çayını içerken esnafın ya da tüccarın verdiği söz bugünkü çekten de senetten de daha
güvenilirmiş. Mekânın ruhu, mekâna ait insanlar ya da insanlara ait mekânlar dedikleri bu
olsa gerek diye düşünürken kendi içimizde sanki bizi anlayan Ahmet amca devam ediyor
anlatmaya
“Tahmis’in kendine has bir adabı vardır. Çay kahve hepsi odun ateşiyle pişer. Efendi insanlar
gelir oturur. Kötü bir adam buraya gelip oturamaz. Gençlerin burada büyüklere çok saygısı
vardır. Burada kazandırdığı saygı ve kibarlık çok başkadır. Öyle ki eskiden nargile tömbeki
içmek dahi edepleydi. İçilirken kimse rahatsız edilmeyecek şekilde içilirdi. Hatta tömbekinin
ateşiyle sigara dahi yakılmazdı. Közden kül çıkar başka bir oturanı rahatsız eder diye. Buranın
müdavimleri bu kadar kibar ve naziktirler.” diyor.
Ne diyelim? Bir zamanlar gençlerle ihtiyarları bir araya getiren adabı, edebi öğreten bu ruhu
olan mekâna bir kez daha duvarlarında adını koyamadığımız şeyleri görme ümidiyle bakarken
noktalıyoruz söyleşimizi Ahmet amcayla.
Bir Film İncelemesi: Yaşa ve Ol!
“Yaşa ve Ol” Romen yönetmen Radu Mihaileanu‘ya ait. Film birçok yerde “Bir Şans daha”
adı ile vitrinde olmasına karşın, orjinal adı itibari ile Almanca ve İngilizce isimlerinde
orijinalliğine sadık kalınarak adlandırılmıştır. Fransızca “Va, vie et deviens” “Haydi, yaşa ve
ol”, İngilizce “Live and Become“, “Yaşa ve Ol”, almanca ise “Geh und lebe“, “Git ve Yaşa”
adlarıyla vitrine çıkmıştır. Tüm bu adlandırmalar gerek filmin içeriği, gerekse orijinal adının
karşılığı açısından uyumludur. Bu nedenle “Bir Şans Daha” adlandırılmasını kullanmamayı
tercih ediyoruz.
Böylesine mühim bir filme belki böylesine bir detayla giriş yapmak sıkıcı gelebilir. Ancak her
açıdan hayatı sıkmak, ince eleyip sık dokumak zorundayız. Detaylar parça hakkında, parça ise
bütün hakkında fikir verir, aynı zamanda da bütünün temsilidirler. Dikkat edilmesi gereken
bir başka detay da, -hatta bütünü tamamlayan bir unsur desek daha doğru olur- filmin
müzikleri. Filmin o can alıcı sahnelerinde sahneyi adeta tamamlayan ve ona hayat veren
müziklerinin sahibi meşhur Bab’Aziz filminin de müziklerini yapanArmand Amar.
Mistisizm ve hüznün notalarla anlatısının ustası.
Film Tevrat’tan göç kısmında bulunan bir ayet ile başlar. Gerçek bir hikaye üzerinden
uyarlanan film, Etiyopya’dan kaçmak üzere Sudan’da mülteci kampında bekleyen Etiyopya
Yahudileri olan “Falasha”ların dramını gözler önüne getirir. Bu mülteci kampında Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudi Etiyopyalılar beraber yaşamakta, açlık ve çaresizlik içinde aynı acıları
çekmektedir. Bu şartlar altında Yahudi Etiyopyalıları götürmek üzere İsrail Devleti’nin
yardımı yetişir. Ancak sadece Yahudi olanlara. Yaşanan bu toplu acıya bir başkalık katan
yönetmen, aynı zamanda aidiyet problemini ele alır. Bu meselenin üzerinde incelendiği ana
karakter ise Schlomo’dur. Şimdi objektifimizi Schlomo’nun üzerine çevirelim.
Annesinin kucağında açlıktan ölen bir çocuk. Annenin gözyaşları. Ve gözlerini bu manzaraya
dikmiş bir anne. Bu manzara karşısında kendisine “bir şeyler ye” deyip yemeğini paylaşmak
isteyen evladına “tokum” diyebilecek dirayeti gösterebilen fedakâr bir anne. Schlomo’nun
annesi. O müthiş ayrılık sahnesinde “Git, Git ve öyle ol! Öyle olmadan da gelme!” diyen
kadın. Hıristiyan olan bu kadın oğlunu yaşatabilmek için onu Yahudilerin arasına katar ve
öyleymiş, onlardan biriymiş gibi davranmasını ister. Öyle ol ki yaşayabil, yoksa öyle
olmadığın için yaşama hakkın olmayacak!
Aidiyet, insanın gereksinimi ve hakkı. Bir yere, bir şeye, bir aileye, gruba ya da millete ait
olma. Sosyal varlığın sosyalleşme hakkı ve meylidir aidiyet. Bir güvenlik hissi verir, bir
destek ve güçtür insan için. Ama toplumsal anlamda elbette. Peki, bireysel ihtiyaçları ön plana
çıkmış bir insanın toplumsal olanla alakası nasıl bir boyut kazanır? En temel gereksinimini,
gıdasını karşılayamayan bir insan toplumsal bir eylemde bulunabilir mi? Yoksa bencilleşir
mi?
Doğal olan yahut da beklenen bencilleşmesidir. Çünkü doğa vahşidir. Bu doğal olandır. Peki
ya insansı olan? İnsan bu kargaşada da insanlığını koruyabilir ve haysiyet abidesi olabilir mi?
Schlomo’nun annesi bu anlamda tam bir haysiyet abidesidir. Annedir, en çok ihtiyacı olan
evladının sevgisinden kendisini mahrum etmek de olsa bedeli, evladından vazgeçer. O’nu
sonsuza dek kaybetmek pahasına hem de. “Öyle olmadan gelme” demek aslında bunu anlatır.
Onlar gibi olmadığı sürece annesi tarafından kabul edilmeyecek, onlar gibi olduğunda yani
alışıp entegre olduğunda ise annesini aramayacaktır belki de. Küçük bir çocuk için aidiyet
krizlerinin başlangıcı olur bu durum.
Çoğunluğu Avrupa’dan gelmiş, Yahudi, Musevi ve beyaz bir toplumda, Afrika’dan gelmiş,
Hıristiyan, Etiyopyalı ve siyah olmak nasıl bir his olabilir ki? Onlardan olduğunuzu söylemek
bir şey ifade eder mi onlar için? Onlar için etse bile sizin için eder miydi? Schlomo için
etmedi. Çünkü o aidiyet hissini kazanmış olarak ayrılmıştı annesinden, yani vatanından.
Aidiyet bilincini idrak edebilecek yaşta ayrılmamış olsaydı dahi insanın akli deneyimlerle
kendi aslına dönme arzusunu tatmin etmek isteyeceği aşikardı. Endülüslü filozof İbn
Tüfeyl “Hayy ibn Yekzan” adlı eserinde insanlardan soyutlanmış, tek başına bir adada
büyüyen bir bebeğin akli ve ruhi gelişimini inceler. Bir ceylan tarafından büyütülen Hayy
uzun bir süre onu annesi zanneder. Ta ki insanlığının idrakine varana kadar. İnsan tek başına
olsa dahi bu idrake aklıyla ulaşabilir İbn Tüfeyl‘e göre. Bu kadar saf ve fıtri bir meylin, her
an “bizden değilsin” vurgusu yapıldığı bir yerde canlı kalması elbette ki olağandır. Filmde
Schlomo’daki bu hissiyat, çocukluğundan başlayıp herhangi bir değişiklik göstermemiş,
gençliğinde de çocukluğundaki gibi hatta daha da bilinçli bir şekilde idrak edilmiş, fiziksel ve
zihinsel güce kavuştuğu için de topluma karşı isyan duygusunda hüviyet kazanmıştır. Askere
gitmek istemez, gittiğinde dahi diğer askerlerden çok çok farklı davranır. Kendisini yetiştiren
babasına isyankar tavırlar sergiler. Evden ayrılır, Paris’e gider. Evlenip bir aile olduğunda
dahi, çıplak ayaklarla, yani en saf haliyle yürüdüğü toprakları unutamaz, toprağını, vatanını
yani annesini.
Bir başka durum da Avrupa’dan İsrail’e göç eden Avrupalı Yahudiler için de geçerlidir.
Yalnızca hissi bir bağlılık aidiyet duygusunun tatmini için yeterli midir? İnançtan
kaynaklanan aidiyet çok kuvvetlidir, öyle ki sizi binlerce yıl sonra olsa da vaat edilmiş
topraklara döndürecek kadar. Ama teorik olanla pratik hayat çoğunlukla uyuşmaz. Teoride
olan pratiğe dökülmek istendiğinde değişikliğe uğrar, ihmaller ve hata payları göz önüne
alınmak durumunda kalınır. Bertrand Russell şöyle der: ” Her şey bir dereceye kadar
belirsizdir(vague).Ancak bunları anlayabilmek için kesinleştiririz(precise).” Gerçek ile
gerçeklik algımız arasındaki fark budur işte. Dolayısıyla sosyo-kültürel olarak Avrupalı olan
bu insanlar sadece Musevi oldukları için bir yere hapsedildiğinde burada da krizler ve
sorunlar baş gösterecektir. Entegrasyonun bir anda oluşması beklenemez ki binlerce yıllık bir
süreçtir bu bazen. Aynı inanç ve üst kültür tanımlamalarına sahip insanlar da dahi mekansal
aidiyet krizi yaşanabilmekte iken, Schlomo’dan entegre olmasını beklemek farazi ve haksız
bir istek olarak kalır.
Mihaileanu‘nun ait olamayanlara ait bu hikâyesi müziklerinin şiirselliğiyle göçün ve
vatansızlığın hüznünü bizlere yaşatırken, muğlâk bırakıp zihinde sorular oluşturmak yerine
“insanın aslına dönüş” meselesini kesin bir cevap vererek irdeliyor.
Emir CAN
Peyami Safa’ nın Yalnızız Romanı Ekseninde Bir Deneme: Yalın Öz
Yalnızız, düşüncelerin ve düşlerin ayyuka çıktığı, kelimelerle dans eden Peyami Safa’nın
eşsiz eseridir. Romanın başkarakteri Samim, düşlerindeki diyar Simeranya ile kendisini;
teyakkuz halindeki düşünceleri sayesinde de diğer karakterleri tanıtır bizlere. Kendisini
kendisinden başka, diğer tüm keşmekeşe adamış insanların ve araftakilerin buhranlarını
yansıtır.
Yazar, şuurunu kapatmış, iradesini ise sadece, hürriyet elde edeceği zannı ile hürriyetini
kaybetmek için kullanan insanların ruhi portrelerini ustalıkla çizmektedir.
“İnsanın en kolay aldatabildiği budala kendisidir” der Peyami Safa. Yani insanın asıl
meselesinin yine kendisi ile olduğunu söyler.
Kitapta, her insanın çift “benlik” taşıdığı, ikinci ben ile mücadelesinde galip gelinmesi ya da
teslim olunması ile hayatın şekil aldığı ifade edilmiştir. İşte bu noktada ikinci ben’e esir
olanlar için düşünmek bir eziyettir ve bir an olsun düşünmeyi engelleyen -her ne ise-
durumdan, aktiviteden ayrı düştüklerinde, yani “yalnız” kaldıklarında onlar için bir çöküşün
başlangıcıdır. Hâlbuki yalnız kalmak hakikat yolculuğu için alınmış bir bilettir. Bulmak için
aramak; aramak içinse yola koyulmak gerekir.
Sokrates’in “Kendini bil!” söylemi, Mevlana’nın “Kendinden kendine sefer eyle!” öğüdü,
Yunus Emre’nin ilmi, kendini bilmek olarak tanımlaması, insanı kendi sessiz, karanlık ve
uçsuz bucaksız sokaklarında yürüyüşe çıkarmak ve ona kendi ayak seslerini dinletmektir.
İnsan, yaşadığı hayatı değerli kılacak şeylerle bu sokaktaki gezintileri sayesinde
karşılaşacaktır. Bu sokağın sonu olmaması, karanlık olması belki ürkütücüdür. Ama karanlık,
size adımınızı daha dikkatli attıracak, duyularınızı çok daha iyi kullanmanıza vesile olacaktır.
Bir serçe kadar ürken yüreğinizle de her zaman tetiktesinizdir.
İnsanın sonsuz, karanlık sokağında çekilmiş bir film: 2005 Yapımı, Nacer Khemir’in yönettiği
Bab’Aziz filmi ve o filmden bir sahne…
Prens, atı ile bir “ceylan” takip ederek çölde kaybolmuştur. Ceylan sayesinde çölde
karşılaştığı bir su birikintisi başında, suyu seyre dalar. Prensi günlerce ararlar ve nerde
olduğu haberi gelir. Haber ile hemen yanına gidilir. Prensin yanı başında, ona göz kulak olan
derviş ile prensin şehrinden gelen iki kişi arasında şu diyalog geçer:
+Sence suyun dibindeki tezâhürünü mü seyrediyor?
*Belki de gördüğü, kendi tezâhürü değildir?
-Yalnızca âşık olmayan kendi tezâhürünü görür orada…
+Öyleyse ne görüyor?
-O şimdi canını seyretmede…
Filmde de anlatıldığı gibi insanlar adedince Hakk’a giden yol vardır. Bu yol meşakkatlidir;
sabır ister; önce kendini tanı ki sonra başkasını tanıyasın der. Bizim asıl korkmamız gereken
ne yola çıkmaktır, ne de bizi yoldan çıkaracaklardır. Biz kendimizi aramaktan değil kendimizi
bulmak ümidini yitirmekten yahut kendimizi aramak çabasını bırakmaktan korkmalıyız…*
Hz. Peygamber de Hirâ Mağarası’nda, peygamberliği öncesinde ve sonrasında senelerce
tefekkür etmemiş midir? Sarp kayalıklarda olan, Mekke’ye hâkim bu yüksek tepeye defalarca
çıkıp; efkâra dalmamış mıdır? Yalnız başına, hem gecenin karanlığında hem kendi
karanlığında, tüm zorluklara rağmen… Peygamberlik bu mağarada müjdelenmemiş midir?
Cebrail (a.s) emri ilk kez buraya getirmemiş midir?
Ha! Sâhi, hirâsını, yani arayışını senelerce sürdüren efendimize gelen ilk emir ne idi?
“Oku!”. *
Kendini oku, insanları oku, tabiatı oku…
“Allah’ın adı ile oku”. *
Mehmet PANU
Edebiyat Köşesi: ‘Yol Almışım Ebede’ Şiiri
YOL ALMIŞIM EBEDE
Rüyaydı sanki senle geçen dakikalarım,
Şimdi ise kaybolan aşkımıza ağlarım.
Sensizlik kâbus olup her ân çöker üstüme
Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..
Hani sarhoştuk bir vakit aşk denizinde?
Semada koşuyorduk tahayyül âleminde.
Meğer boğuluyormuşum yalan selinde
Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..
Benim için solan gülsün artık karanlık yerde.
Bütün aşkım Hakk’adır, yol almışım ebede…
İlahi, aşkıyla düşürsün beni derde
Yanar bütün varlığım, yükselir sadâlarım!..
MUHAMMED TURAN ŞEHİTOĞLU