Xasiork Dergi 5. Sayı
Transcript of Xasiork Dergi 5. Sayı
1
2
Xasiork DergiXasiork DergiXasiork DergiXasiork Dergi
Sayı 5
(Bahar: Mart - Nisan - Mayıs)
Editör:
Ozancan Demirışık
Tasarım:
Kadim Gültekin
Editör Yardımcısı:
Hüseyin Emre Coşkun
Kapak İllüstrasyonu:
Vitaly S. Alexius
Düzelti:
Ozancan Demirışık
Son Okuma:
Gökcan Şahin Hüseyin E. Coşkun
İÇİNDEKİLER XASĐORK XASĐORK XASĐORK XASĐORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ
www.xasiork.biz
3 SUNU� OZANCAN DEMİRI�IK
4 BAB-I ESRAR ONUR BAYRAKÇEKEN
7 A.R.O.G EDİP CAN RENDE
10 ÖLÜM KAPISI SERİSİ BURAK FURKAN MERMER
17 ÖYKÜ: DOĞUM KEREM KARANFİL
25 GÖLGESİZLER EDİP CAN RENDE
27 ÖYKÜ: UYDURUKÇULUK EMİRHAN BURAK AYDIN
30 GİZLİAJANS OZANCAN DEMİRI�IK
37 THE DARK KNIGHT GÖKHAN SARI
41 CEBİRSEL DÜSLER 11: “NE YAPSAK?” BERK PAYAT
42 ALPER CANIGÜZ’LE SÖYLE�İ
51 KARANLIKTAN KURTULMAK OZANCAN DEMİRI�IK
52 ÖYKÜ: MEZARLIK BAHADIR İÇEL
55 BLINDNESS ONUR ALTINI�IK
58 ÖYKÜ: KIYAMETİN MELODİSİ ERHAN Pİ�İRİR
69 WANTED BURAK FURKAN MERMER
72 ÖYKÜ: KÖREBE EMİRHAN BURAK AYDIN
78 LOST DÖRDÜNCÜ SEZON BÜLENT ERİ�
81 DUVAR EDİP CAN RENDE
84 YILAN VE İNSANOĞLU ORKUN UÇAR
90 2009’DA İZLEYECEKLERİMİZ EDİP CAN RENDE
97 UZAKTAKİ OKUR KADİM GÜLTEKİN
99 BARBAR CONAN ONUR ALTINI�IK
103 KABAL KEREM KARANFİL
107 BARI� MÜSTECAPLIOĞLU İLE SÖYLE�İ
118 MISERY ÖZEL DOSYASI H.EMRE CO�KUN - GÖKCAN �AHİN
126 V FOR VENDETTA EDİP CAN RENDE
129 ÖYKÜ: AYDINLIĞIN ADI ZEUS BÜLENT ERİ� - SİBEL �AHİN
136 AMAT KADİM GÜLTEKİN
138 ÖYKÜ: KAN AĞLAYAN AĞAÇ KEREM KARANFİL
150 DÜNYANIN DURDUĞU GÜN BÜLENT ERİ�
153 CEBİRSEL DÜSLER 12: “123 123” BERK PAYAT
154 SADIK YEMNİ’YLE SÖYLE�İ
167 ÖYKÜ: MAKUL BİR RİCA GÖKCAN �AHİN
176 JULES VERNE ÖZEL DOSYASI
198 ÖYKÜ: KARINDE�EN MURAT YÜRER
203 HAWKWİND ONUR BAYRAKÇEKEN
207 XASİORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ ÖZEL DOSYASI
3
Bir sene önce başladık yayın hayatımıza. Bu
işten hiçbir maddi çıkarımız olmadığı halde, her
sayı daha iyisini isteyerek, her sayı kendimize bir
şeyler katarak, tüm emeklerimizi ortaya dökerek
dört sayımızı yayına sürdük. Kaliteli bir iş
çıkardık ortaya; gerek içerik yönünden, gerekse
görsel yönden…
�imdi Xasiork Dergi’nin birinci yaşını
kutladığımız bu günlerde, beşinci sayımızı sizlere
sunuyoruz. Derginin en dolu, en kaliteli, en keyifli sayısını.
Bizi bu macerada yalnız bırakmayan ve bundan sonra da bırakmayacak olan tüm yazarlarımıza en
candan teşekkürlerimi sunuyorum.
Birazdan sayfalarında gezinmeye başlayacağınız Bahar 2009 sayımızda; roman, film ve müzik
grubu incelemelerinin yanı sıra, birbirinden etkili öyküleri, çeşitli makaleleri, “Jules Verne” ve “Stephen
King – Misery” özel dosyalarını ve Türk edebiyatının üç önemli yazarı Alper Canıgüz, Barış
Müstecaplıoğlu ve Sadık Yemni’yle yaptığımız keyifli mi keyifli söyleşileri bulacaksınız.
Hazırsanız başlayalım…
SUNUŞ OZANCAN DEMİRIŞIK
4
Ahmet Ümit birçok okuyucu tarafından Türkiye’nin en iyi polisiyecisi olarak gösteriliyor. Son
romanı Bab-ı Esrar da bunu doğrular nitelikte. Kitabın arkasında da yazdığı gibi: “Bab-ı Esrar sadece
bir gerilim romanı değil, aynı zamanda bir sırlar kitabı.”
Aslında Bab-ı Esrar bu cümleden bile daha fazlası...
***
‘Bab-ı Esrar’ temeli çok sağlam bir roman. Ahmet Ümit
bu romanı için uzun araştırmalar yaptığını dergimize vermiş
olduğu röportajda belirtmişti. Bu araştırmaların doğal sonucu
olarak romanın alt yapısının çok sağlam olduğunu
söyleyebilirim. Yani yapılan araştırmaların kalitesi tartışılamaz.
Zaten kitabın son iki sayfasındaki kaynakça da bunun ispatı.
Ahmet Ümit’in, kitaplarından yararlandığı yazar sayısı bile kırk
sekiz. Bazı yazarların iki-üç kitabından yararlanmış. Artık
araştırma sırasında kullanılan kitap sayısını da siz düşünün...
Buna bakarak ne kadar ciddi bir çalışma yapıldığını da anlamak zor
değil.
Kaldı ki, yapılan araştırmalar kitaplarla sınırlı değil.
Ahmet Ümit -her romanından önce yaptığı gibi- öykünün
geçtiği yerleri ziyaret etmiş. Örneğin, kendisinin de söyleşilerinde belirttiği üzere, Konya’da geceleri
sokaklarda dolaşmış. Böylece gecenin taşıtlardan, ışıklardan, belki de günümüzden uzak o
sessizliğinde Konya’yı anlamış Ahmet Ümit.
Bab-ı Esrar tek bir türe sığdırılamayacak bir roman. Zira gerilim, fantezi ve polisiye öğeleri tarih
ve felsefeyle beraber sunulmuş. Fantastik, çünkü zaman zaman geçmişe gidiliyor. İlginç bazı olaylar
daha yaşanıyor. Polisiye-gerilim, çünkü cinayet, hırsızlık, aydınlatılması gereken bir yangın ve büyük
sırlar var bu kitapta. Tarihî, çünkü �ems’in ve Mevlânâ’nın ilişkisi ile birlikte Mevlânâ’nın nasıl sade bir
din adamı portresinden çıktığını anlıyoruz. Felsefik, çünkü din kavramına eleştiriler getirilmiş. �imdi
Bab-ı Esrar’ı tür bazında isimlendirmek istesek ne diyebiliriz? Sanırım Felsefik-Tarihi Fantastik Polisiye-
Gerilim gibi bir şey çıkar ortaya. Bu durumda Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar’da güzel bir ‘tür salatası’
yaptığını söylemek mümkün.
K dergidergidergidergi
Bab-ı Esrar’ı anlatım
bakımından incelediğimizde de
başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Ahmet Ümit diğer birçok
romanında olduğu gibi bunda da
öyküyü kahramanın gözünden
anlatmış. Sade ve akıcı bir dil
kullanmış. Bu yüzden de Karen’ın
gördüğü rüyalar hariç rahat
okunuyor kitap. Ancak bu
rüyalarda biraz daha ağır bir dil
kullanılmış. Fakat bu romanın
olumsuz bir yönü değil. Tam
tersine, bu kısımların Bab-ı
Esrar’a şiirsellik kattıklarını
düşünüyorum.
BAB - I ESRAR – ONUR BAYRAKÇEKEN X
5
Bab-ı Esrar’ı anlatım bakımından incelediğimizde de başarılı
olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Ümit diğer birçok romanında olduğu
gibi bunda da öyküyü kahramanın gözünden anlatmış. Sade ve akıcı
bir dil kullanmış. Bu yüzden de Karen’ın gördüğü rüyalar hariç rahat
okunuyor kitap. Ancak bu rüyalarda biraz daha ağır bir dil kullanılmış.
Fakat bu, romanın olumsuz bir yönü sayılmaz. Tam tersine, bu
kısımların Bab-ı Esrar’a şiirsellik kattıklarını düşünüyorum.
Karakterler de çok sağlam hazırlanmış. Zaten Bab-ı Esrar için
epey önem arz etmekte karakterler. Bir otelde çıkan yangını
incelemek üzere Konya’ya giden sigorta eksperi Karen Greenwood’un
Mevlânâ’yı ve �ems’i anlama çabaları bizim de çabamız oluyor
aslında. Karen’ın eski bir hippi olan annesinin düzene isyanı bizim
isyanımız; dini sorgulayışıysa aslında bizim -kendimize bile fark ettirmeden- yaptığımız şey oluyor.
Bunlar dışında biraz fazla yardımsever, İmam Hatip mezunu ve Karen’ı Konya’da karşılamakla
görevli kişi olan Mennan, yangının çıktığı otelin sahibi Ziya, Ziya’nın Mennan’la arası bozuk olan
çalışanı Serhad ve elbette �ems-i Tebrizi ile oldukça renkli bir kitap Bab-ı Esrar...
Unutmadan söyleyeyim, Bab-ı Esrar’da tanıdık bir isim var. Başkomser Nevzat romanlarından
hatırladığımız Komser Zeynep. Bir süre o da maceraya
dâhil oluyor.
Bab-ı Esrar’ın kurgusunu tartışmaya bilmem gerek
var mı? Tek kelimeyle mükemmel bir kurgu. Tempo çok
güzel ayarlanmış. Okurken yorulmuyorsunuz da
sıkılmıyorsunuz da. Kendinizi öyle bir kaptırıyorsunuz ki,
ortalama bir okuyucuysanız en fazla üç, bilemediniz dört
günde biter kitap. İyi ve hızlı okuyucularaysa iki gün bile
dayanabileceğini zannetmiyorum.
Kahramanımız Karen Greenwood’un Konya’ya
gelişiyle başlayan ve gittikçe ürpertici bir hâl alan olaylar
zincirinin gerek geçmişle, gerek yaşanan diğer olaylarla
bağlantısı açığa çıktıkça Ahmet Ümit’in kurgu yeteneğinin ne kadar üstün olduğunun farkına
varıyorsunuz.
6
“Bu kadar övdün kardeşim kitabın kurgusunu? Hiç mi eksiği yok yani kurguda?” diye sorabilirsiniz
ve ben de anlayışla karşılar, sizi gayet kibarca yanıtlarım: “Hayır, yok. En azından bence yok.”
Bab-ı Esrar’ı bu kadar övdük ama olumsuz yönleri de yok değil. Evet, kurgu gerçekten dört
dörtlük fakat her şeyin harika olduğunu söylemek doğru olmaz. Örneğin, diyalogların çok iyi olmadığını
söyleyebilirim. Özellikle Karen ve annesi arasındaki konuşmalarda yer yer Türk deyimi kullanılmış.
Fakat ikisi telefonda konuştuklarında Türkçe konuşmuyorlar. Neticede Karen’ın babası Türk de olsa
annesi yabancı ve Karen da Türkçe’ye kıyasla İngilizceyi daha iyi konuşabiliyor. Eh, Türkçe deyimler de
İngilizcede olmadığına göre İngilizce konuşurlarken Türkçe deyim kullanamazlar.
Bu eksiklerin dışında ben bir eksik göremedim. Mevlânâ’yla ilgili yanlış bilgiler sunulmuşsa bunu
bilemem. Bu yüzden, böyle bir şey varsa ve ben bunu yazmadıysam kusuruma bakmayın.
�ahsi kanaatim, Bab-ı Esrar’ın harika bir roman olduğu. Bab-ı Esrar’ı okuyana kadar en
beğendiğim Ahmet Ümit romanı Kavim’di. Bab-ı Esrar da en az ve en fazla Kavim kadar muhteşem bir
roman! Ahmet Ümit’e saygılarımı iletiyor ve daha nice harika romanlar yazmasını diliyorum.
Bab’ı Esrar’ı mutlaka okuyunuz...
7
A.R.O.G.’un çekileceğini öğrendiğimde çok
sevinmiştim. G.O.R.A.’yı çoğu kişi gibi ben de
sevmiş ve beğenmiştim. Cem Yılmaz’ın
Hokkabaz’dan sonra A.R.O.G.’la dönecek olması
beni hem heyecanlandırmış hem de
kaygılandırmıştı. Heyecanlandırmıştı; çünkü bu
kez Taş Devri gibi renkli bir konuyu işleyecekti
Cem Yılmaz. Kaygılandırmıştı; çünkü G.O.R.A.’yı
çok sevmiştim. Daha iyisinin yapılamaması gibi bir
olasılık da mevcuttu.
Ocak ayında ekip, teaser’ın (kısa
fragmanın) çekimlerine başladı. Çok geçmeden
de o teaser yayınlandı. Defalarca izlemiştim
herhalde teaser’ı. O teaser’la birlikte ortaya çok iyi
bir işin çıkacağını, Aralık ayında beni çok iyi bir
filmin bekleyeceğini düşünmeye başladım.
Nihayet Aralık ayı geldi. 6 Aralık Cumartesi
günü arkadaşlarla toplanıp filmi izlemeye gittik.
Sinemanın önü ana baba günüydü. Bilet almak için uzun uğraşlar verdik. Bu tür bir kalabalığı
sinemanın önünde her zaman göremediğimden şaşırmıştım. Aklımdan, sinemayı sevmeyen bir toplumu
sinemaya çekebilecek ender kişilerden birisi Cem Yılmaz, diye geçirdim. Bu kalabalığı çok çok az
filmde görmüştüm. G.O.R.A. vizyona girdiğinde salon yetmemişti izleyiciler için. İki-üç hafta boyunca
sırf G.O.R.A. gösterilmişti Hatay Konak Sineması’nda. İşte G.O.R.A.’dan tam dört yıl sonra
sinemamızda ilk kez bir film için üç salon açıldığını gördüm. Bu beni çok sevindirdi. Neyse… �imdi çok
uzatmadan A.R.O.G. eleştirisine başlayayım.
Öncelikle A.R.O.G.’un sinemamız için çok önemli olduğunu belirtmeliyim. Cem Yılmaz gene en
iyisini yaptı. Görsel efekt, ses, mekân, kurgu bakımından oldukça iyi bir film A.R.O.G. Seçilen
mekânlarla bizleri Taş Devri’ne götürmeyi başardı, yaptıkları efektlerle de sinemamızın Hollywood’dan
aşağı kalamayacağını, istenirse en az onlar kadar iyi filmlere imza atılabileceğini göstermiş oldu.
A.R.O.G., gerek efekt, gerek ses, gerekse de mekân bakımından G.O.R.A.’dan katbekat iyi. Jurrasic
Park’la yarışacak cinsten bir film olmuş.
A.R.O.G. – EDİP CAN RENDE X K dergidergidergidergi
8
Gelelim oyunculuklara. Film, “Cem Yılmaz �ov” olarak nitelendirilebilir. Cem Yılmaz’ı,
G.O.R.A.’da da olduğu gibi, dört karakterde birden izliyoruz. Bir yandan Taşo’nun (Ozan Güven) babası
Kaaya, bir yandan Arif, bir yandan da Logar karakterini canlandırıyor.
Cem Yılmaz’ın performansı, diğer bütün oyuncuların performansından daha iyi. Ozan Güven’in,
Nil Karaibrahimgil’in, Zafer Algöz’ün
ve Özkan Uğur’un performansları ise
vasatın biraz üstünde. Hele Özkan
Uğur bir süre sonra sırf “Yaşa”larla
takılmaya başlıyor. Pek bir ağırlığını
hissedemiyoruz. Oysaki kendisi çok
iyi bir oyuncu. Nil Karaibrahimgil ise
daha yolun başında. Performansı
epey düşük olmasına karşın,
güzelliğiyle bunu unutturuveriyor.
Özge Özberk’i ise filmin başı ve sonunda görüyoruz ancak. Daha fazla görmeyi isterdim ama belli ki
senaryonun gelişimi için de Ceku karakterinin pek az görünmesi gerekiyordu.
A.R.O.G. hakkında çeşitli eleştiriler okudum. Bazıları “çok güzel” diye nitelendirirken, bazıları tam
karşıt görüşte, “çok kötü” olarak değerlendirmekte. Bana göre oldukça iyi bir filmdi. Yalnız G.O.R.A.
kadar iyi olmadığı, onun kadar gülmekten kırıp geçirmediği eleştirilerine üzülerek de olsa katılıyorum.
Film, ilki kadar güldüremiyor olabilir; ancak çok sağlam esprileri ve göndermeleri mevcut. Cem
Yılmaz ilk filmde bol bol kullandığı argo sözcükleri bu filmde çok az kullanıyor. Bunun yerine derin mi
derin, üzerinde çok düşünülen esprileri senaryosuna almış. İşte izleyenlerimizin filmi beğenmemesinin
en önemli nedenlerinden birisi de budur. Cem Yılmaz, bir röportajında “dekoderle gelene iki bin yedi
yüz espri var” diyerek filminde kullandığı esprilerin ne kadar zekice hazırlandığını belirtmişti. İşte
aralara serpiştirilmiş olan bu espriler bana çok keyif vermesine karşın, çoğu kişiyi sırıttıramadı bile.
Film boyunca Cem Yılmaz; holiganlara, petrol savaşlarına, futbol fanatizmine, Fransız Devrimi’ne,
sinemaya ve en önemlisi de G.O.R.A.’ya göndermelerde bulunuyor. Hele bir sahnede Arif’in, 216 ve
Garavel’i anması oldukça hoş bir sahneydi.
Filme yapılabilecek kötü eleştirilerden bir tanesi skeç havasında olması. Gerçekten de ardı ardına
eklenmiş olan bazı sahneler filmin skeç havasına girmesine sebep oluyor.
9
Filmdeki futbol sahnesi çok
uzatılmış. Futboldan hoşlanmayanları
sıkacak cinsten bir sahne. Fakat bu
uzun sahnede araya serpiştirilmiş olan
bazı espriler, salonu gülmekten kırıp
geçiriyor ve filmin en akılda kalıcı
kısımları haline geliyor. Futbol sahnesi
uzun olmasına karşın oldukça başarılı
çekilmiş. Bu da filmin bir diğer artısı…
Yer yer sıksa da, yer yer skeç
havası verse de, G.O.R.A. kadar
güldüremese de A.R.O.G.’un son yılların en önemli filmlerden birisi olduğu su götürmez. Ali Taner
Baltacı ve Cem Yılmaz ortaya kayda değer bir iş çıkarmışlar. Görsel olarak birçok filmden çok daha iyi.
Devamı gelir mi gelmez mi onu zaman gösterir. Neticede gişede umduğunu buldu. Belki rekor kıramadı
ama üç milyon gibi bir gişe elde etti. Bu da kriz ortamının olduğu bu zamanda çok iyi bir rakam.
Sonuç olarak A.R.O.G başarılı bir fantastik-komedi…
10
Yeryüzü yok edildi.
Harabelerden dört dünya yaratıldı. Bizim için ve menschler için dünyalar: Gök, Ateş, Taş, Su.
Her dünyayı bir diğerine dört Kapı bağlar: Arianus’u Pyran’a, Abarrach’a, Chelestra’ya.
Düşmanlarımız için bir ıslahevi yapıldı: Labirent.
Labirent diğer dünyalara Beşinci Kapı ile bağlanır: Nexus.
Altıncı Kapı ortadadır, giriş sağlar: Vorteks.
Ve her şey Yedinci Kapı aracılığı ile yapıldı.
Son başlangıçtı.
— Weis & Hickman, Labirentte sf. 17, 18
Yeni bir seriye başlamanın nasıl olduğunu bilirsiniz.
Önce bir önyargı oluşur içimizde. O seri hakkında başka
insanların düşüncelerini öğreniriz ve buna göre bir şeyler
belirleriz. Ölüm Kapısı’na başlarken benim de içimde bazı
önyargılar vardı. Ama seriyi bitirince, böyle bir şaheserle
karşılaşmakta ne kadar geç kaldığımı düşünmeden
edemedim.
Ölüm Kapısı yedi kitaplık büyük bir seri. Yazarları Margaret Weis ve Tracy Hickman’ı Ejderha
Mızrağı gibi başka eserlerden de tanıyoruz. İkili kendilerini bu seriyle bir kez daha kanıtlamış oldular.
Öncelikle söylemeliyim ki, Ölüm Kapısı çok sağlam bir kurgunun üzerine oturtulmuş. Yazarlar her
şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüşler. Bir dünyayı yazıp kurgulamak bile zorken bu seride beş
farklı dünyayla karşılaşıyoruz. Fakat bu beş dünyadaki düzen ve dünyalar arasındaki bağlantılar
neredeyse eksiksiz olarak sunuluyor.
ÖLÜM KAPISI SERİSİ – BURAK FURKAN MERMER X K dergidergidergidergi
Kitaplardaki dil oldukça akıcı.
Betimlemeler ve diyaloglar çok iyi.
Çevirmen Niran Elçi başarılı bir iş
çıkarmış. Ama beni en çok etkileyen
karakterler oldu. Seride birçok önemli karakter var ve karakterlerin kişilikleri,
ruh halleri okuyucuya çok iyi
aktarılmış.
11
Kitaplardaki dil oldukça akıcı. Betimlemeler ve diyaloglar çok iyi. Çevirmen Niran Elçi başarılı bir
iş çıkarmış. Ama beni en çok etkileyen karakterler oldu. Seride birçok önemli karakter var ve
karakterlerin kişilikleri, ruh halleri okuyucuya çok iyi aktarılmış. Zaman zaman verilen bilgilerle
karakterlerin geçmişleri hakkında da aklımızda pek fazla soru işareti kalmıyor.
Serinin Hikâyesi
Çok uzun zaman önce, insan soyundan iki güçlü sihirbaz ırk -Sartanlar ve Patrynler- arasında
büyük bir savaş çıktı. En sonunda Sartanlar dünyayı dört farklı âleme ayırdılar -gök, taş, ateş, su- ve
düşmanlarını da farklı bir âleme -Labirent- hapsederek yok oldular. Zaman geçtikçe bu âlemlerdeki
canlılar diğer dünyaları unuttular ve her âlemde bağımsız bir düzen kuruldu. Böylece hesaplanmayan
şeyler olmaya başladı.
Ama bir Patryn -Lord Xar-
Labirent’ten kurtulmayı başardı ve
diğer Patrynler’in de kurtulmasına
yardımcı olarak onların başına
geçti. Artık eski düşmanlarından
intikam almanın zamanı gelmişti.
Böylece oğlu gibi sevdiği
Haplo’yu dört âleme gitmesi, oraları
keşfetmesi ve Sartanlar’ı araması
için görevlendirdi. Bu yolculukta
Haplo’nun yanına bir kişi daha katılacaktı. Bir Sartan: Alfred.
Âlemler
Dediğim gibi, Ölüm Kapısı’nda beş farklı dünyayla karşılaşıyoruz. Bu dünyalardan kısaca
bahsedersek:
Arianus, Gök Âlemi. Bu dünya havada yüzen adalardan oluşuyor. Bu adalarda insanlar, elfler ve
cüceler (gegler) yaşamakta. Ama Arianus’taki en büyük sorun, su kaynaklarının azlığı. Irklar kendi
aralarında, su kaynakları için büyük savaşlar gerçekleştiriyorlar.
Margaret Weis – Tracy Hickman
12
Bu dünyadaki en ilginç şey ise cüceler, kitaptaki isimleriyle ‘geg’ler. Cüceler Arianus’taki
adalardan en alttakinde -Aşağı Âlem- yaşıyorlar ve Yıksı-Diksi denen bir makine için köle gibi
çalışıyorlar. Serinin eleştiri alan kısımlarından biri de bu işte: Cüceler gibi bir ırkın geg adı altında
asimile edilmeleri. Ama bana sorarsanız eleştirilecek bir yanı yok bunun; aksine bu bize yazarların
hayal gücünün ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Zaten serinin devamında cücelerin kendi
kimliklerini bulmalarına da şahit oluyoruz.
Pyran, Ateş Âlemi. Burada güneş hiç batmıyor ve yeryüzü büyük ormanlarla kaplı. İnsanlar ve
elfler ağaç tepelerinde, cüceler ise ağaç kovuklarında ve yer altı tünellerinde yaşıyorlar. İnsanlar ve
cüceler arasında bitmek bilmeyen savaşlar olurken, elfler onlara silah satarak para kazanıyorlar.
Abarrach, Taş Âlemi. Burası, eriyik lavdan bir çekirdeğin etrafındaki yer altı mağaralarından
oluşan bir dünya. Burada hiçbir mensch -insan, elf, cüce- yaşamamakta. Yalnızca Sartanlar, eski
güçlerinden yoksun ve birçok sorun altında yaşam mücadelesi veriyorlar.
Aslında Sartanlar bu dünyayı kurarken menschlerin burada yaşayamayacağını göz önünde
bulundurmamışlar. Ama zehirli gazlar ve lavların gitgide çekilmesiyle sıcaklığın azalması bu ırkların
yaşamasını imkânsız hâle getirmiş. Sartanlar ise büyü güçlerinin büyük bir kısmını yaşamak için
harcayarak hayatta kalmayı becermişler.
Chelestra, Su Âlemi. Burası büyülü bir sudan oluşan bir küre şeklinde. Kürenin en dış katmanı
buzla kaplı, içeride ise suda serbestçe sürüklenen bir güneş var. Güneşin gittiği yerler ısınırken diğer
yerler buzlar altında kalıyor. Sartanlar bu güneşi kontrol altında tutabileceklerini düşünmüşlerdi, ama
beceremediler ve güneş yaşama yön vermeye başladı.
Suyun büyülü olduğunu söylemiştim. Bu, suyun büyüsü içinde rahatça nefes alabilmenin mümkün
olmasından kaynaklanıyor. Ayrıca beklenmedik bir şekilde, Sartan ve Patryn büyüleri bu suyun içinde
işe yaramıyorlar.
Labirent, Patrynler’in yaşadığı zindan. Burası Patrynler için yaratıldı. Sartanlar’ın amacı
Patrynler’i burada ıslah ettikten sonra onların Labirent’in sonundaki Nexus şehrinde yaşamalarını
sağlamaktı. Ayrıca dünyanın koparılmasına karşı çıkan Sartanlar da, Labirent’e atıldılar. Ama diğer
âlemlerdeki terslikler burada da baş gösterdi ve Labirent kendi iradesini oluşturmaya başladı.
Labirent’teki Patrynler, tehlikeleri aşıp kapıları geçerek Nexus şehrine varmaya çalıştılar. Buradan
ilk kurtulan Lord Xar oldu. Ve kendi ırkına Labirent’ten kurtulabilmeleri için yardım etti. Lord Xar âlemleri
13
Sartan gücü altından kurtarıp kendi hâkimiyetini kurmayı hedeflemekteydi. Bunun için de Haplo’yu
görevlendirdi; âlemleri tanıması ve lordunun gelişine hazırlaması için.
Âlemler dışında bahsedilmeye değer bir şey daha var. Ölüm Kapısı bu âlemler arasındaki geçişi
sağlar. Ölüm Kapısı’ndan sadece bir Patryn ya da bir Sartan geçebilir. Haplo âlemler arasında geçiş
yaparken Ölüm Kapısı’nı kullandı.
Kitaplar
Birinci kitap, Ejder Kanadı
Bir başlangıç kitabı için oldukça iyi. Bu kitapta Haplo’yla
beraber Arianus’a gidiyoruz ve buradaki ilginç düzene, taht
kavgalarına şahit oluyoruz. Kitaptaki olaylar birkaç koldan
ilerliyor, fakat bir süre sonra kesişiyorlar. İçindeki sürprizlerle ve
akıcı anlatımıyla okuru çok çabuk saracak bir kitap.
İkinci kitap, Elf Yıldızı
Bana göre ilk kitaba göre daha sade bir kitap. Macera
azalmasa da ilk kitaptaki politika anlayışını göremiyoruz. Bu
kitapta bahsetmem gerektiğini düşündüğüm bir karakter var:
Zifnab. Her ne kadar bu karakteri beğenenler kadar
beğenmeyenler olsa da, bence konuşmalarıyla ve başka eserlere
yaptığı göndermelerle -özellikle de Gandalf’a- muhteşem bir kişilik olmuş.
Üçüncü kitap, Ateş Denizi
Bu kitap farklı bir şekilde, birinci tekil şahsın anlatımıyla başlıyor. Olanları bir kişinin günlüğünden
okuyoruz. Ama bir süre sonra anlatım eski hâline dönüyor. İlk iki kitap kadar beğenmesem de seri
içinde sırıtmamış.
Dördüncü kitap, Yılan Büyücüsü
İşte serinin bir anlam kazandığı eser. Bu kitapta olaylar iyice heyecan kazanıyor. Kurgu ana
hatlarıyla iyice belli oluyor ve yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyor. İlk üç kitaptaki belirsizlik bu kitapta
14
son buluyor diyebiliriz. Eğer ilk üç kitabı okuduysanız, bu kitabın beklentilerinizi fazlasıyla
karşılayacağına eminim.
Beşinci kitap, Kaosun Eli
Bu kitapta, ilk kitaptaki karakterlerle yeniden
karşılaşıyoruz. Arianus hakkında birçok şey daha
öğreniyoruz. Serinin en karmaşık kitaplarından biri.
Karakterlerin iç dünyalarının belki de en iyi yansıtıldığı kitap
olmuş. Her ne kadar karmaşık olsa da anlatım akıcılığından
hiçbir şey kaybetmemiş.
Altıncı kitap, Labirentte
Sondan bir önceki kitap olması nedeniyle oldukça
önemliydi benim için ve beklediğimden daha iyiydi
diyebilirim. Bu kitapta karakterlerin geçmişleri hakkında merak edebileceğimiz birçok şeyi öğreniyoruz.
Ayrıca Labirent’i de yakından görmüş oluyoruz. Bu kitabı yavaş yavaş okuyun ve tadını çıkarın.
Yedinci kitap, Yedinci Kapı
Doğruyu söylemek gerekirse, beklentilerimi karşılayan bir final değildi. Anlatım her zamanki gibi
oldukça iyi, ama tam anlamıyla bu seriye yakışır bir son
olmamış. Yine de her şeyin çözüme kavuştuğu bu kitap da
muhakkak okunmalı.
Kitapların sonuna konan eklerden de hoşlanacağınıza
eminim. Seri hakkında bize ayrıntılı bilgiler veren bu ekler
oldukça iyi düşünülmüş. Ayrıca bir de her kitabın sonunda müzik
besteleri var. Gerçekten bu ilginç fikirler için yazarları tekrar
tebrik etmek gerek. Eklerin birinde yer alan ve çok sevdiğim bir
yazıyı sizinle paylaşmak isterim:
Su Damlaları
“Her birimizin içinde, kendi kaderlerimizi şekillendirme yeteneği vardır. Bu kadarını biliyoruz. Ama
daha da önemlisi, her birimizde evrenin kaderini şekillendirecek aynı yetenek vardır. Ah, buna inanmayı
15
daha güç buluyorsunuz. Ama ben size bunun böyle
olduğunu söylüyorum. Yediler Konseyi’nin önderi olmanıza
gerek yok. Çevrenizdeki dünya üzerinde önemli bir etkiniz
olması için elf kralı, insan hükümdarı, cüce klanının başı
olmanız gerekmiyor.
Okyanusun enginliği içinde herhangi bir damla
diğerinden daha büyük müdür?
‘Hayır,’ diyorsunuz, ‘ve tek bir damla bir dalga da
oluşturamaz.’
‘Ama,’ diye itiraz ediyorum size, ‘eğer okyanusa tek bir
damla düşerse, dalgacıklar yaratır. Ve bu dalgacıklar yayılır.
Ve belki -kim bilir- bu dalgacıklar büyüyebilir, yükselebilir ve
bir süre sonra köpüklenerek kıyıya vurabilir.’
Engin okyanustaki bir damla gibi, her birimiz, kendi yaşamlarımızda hareket eden dalgacıklar
yaratırız. Yaptıklarımızın etkileri -ne kadar önemsiz görünse de- bizden öteye yayılır. En basit
eylemimizin bile diğer ölümlüler üzerinde ne kadar etkili olabileceğini hiç bilemeyebiliriz. Bu yüzden
daima bilinçli olmalıyız. Okyanustaki yerimizin, dünyadaki yerimizin, diğer yaratıklar arasındaki
yerimizin bilincinde olmalıyız.
Çünkü eğer yeteri kadarımız güçlerini birleştirirse, olay dalgaları yaratabiliriz - iyilik veya kötülük
yolunda.
Yazarlar Hakkında
Margaret Weis:
Missoury’de doğdu ve büyüdü. Missoury Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık Bölümünü bitirdi. Bir
yayınevinde on dört yıl süreyle editörlük yaptı. Daha sonra fantazya ve rol yapma oyunları konusunda
kurgu editörü oldu. Bu yıllarda Tracy Hickman’la tanıştı. Bu ikili tanıştıkları günden itibaren birçok
fantastik kurgu kitabına birlikte imza attılar.
Tracy Hickman:
16
Utah’ta doğdu. İki yıl Endonezya’da misyonerlik yaptıktan sonra gençlik aşkıyla evlenmek için
Utah’a geri döndü. Bir yayınevinde rol yapma oyun tasarımcılığı yaparken Weis’le ortak kitaplar
yazmaya başladı.
Yazımı burada bitiriyorum. Hepinize iyi okumalar dilerim…
17
Kan yaşamdır.
Bela Lugosi - Dracula
Bölük pörçük görüntüler belirmeye başladı kafasında. Önce sadece görüntüler vardı.
Sonra sesler eklendi onlara. Kendi kahkahalarını işitmeye başladı. Birisi daha vardı yanında.
Bir çocuk… Onunla birlikte geniş koridorlarda koşturuyorlardı. Neresiydi burası?
Sonra birden değişti görüntü. Çocuk karşısında duruyordu artık. Yüzü bir çocuğun
yüzüydü, ama gözleri… Zekâ ve özgüven fışkırıyordu o gözlerden. Gün gelip dünyayı dize
getirecek birinin alev alev yanan gözlerine sahipti.
“Kanımın son damlasına kadar,” dedi çocuk. “Kanımın son damlasına kadar
yanındayım.” Sonra mücevherlerle bezeli bir hançerin keskin yanını sağ kolunun iç kısmına
sürttü. Kırmızı bir çizgi belirdi kolunda. Ve kan, ardında ince bir iz bırakarak dirseğine doğru
süzülmeye başladı. Çocuk bu kez ona uzattı hançeri.
Kimdi bu çocuk? Kimdi, kim? Bir yanı hayatını ortaya koyacağını düşünüyordu onun
için. Ama hançere uzanırken, baktığı yüz bir anlığına on yıl yaşlandı, genç bir delikanlının
yüzüne dönüştü. Bu kısacık süre içinde başka bir yanı; karanlık bir nefret, hiddet ve intikam
hırsıyla dolu olan yanı hançeri alıp onun boğazına saplamasını haykırdı.
Ağzında kan tadı vardı şimdi. Acı dolu feryatlar işitmeye başlamıştı. Kadınlara, yaşlılara,
hatta çocuklara aitti bu canhıraş çığlıklar. Ama bir nebze olsun üzüntü duymadı içinde. Hatta
zevk duyuyordu, ona güç veriyordu bu insanların acıları. Sık ağaçlardan oluşan bir orman
vardı şimdi karşısında. Ağaçların dalları sert esen rüzgârla sallanıyordu. Çığlıklar ağaçlardan
mı geliyordu yoksa? Tam olarak ne olduğunu anlayamadan çabucak silindi bu görüntü
gözlerinin önünden. Çığlıklar da giderek azaldı ve sonunda yok oldu. Yine çocuk belirdi
DOĞUM
KEREM KARANFĐL
18
karşısında. Bir yanının ölesiye nefret ettiği, bir yanının dost olarak bildiği, bir türlü kim
olduğunu çıkaramadığı çocuk.
Hançeri ondan aldı ve tıpkı onun gibi sağ kolunun iç tarafına sürttü. Hafif bir acı hissetti
etinden kırmızı renkli yaşam sıvısını akarken.
“Kanımın son damlasına kadar yanındayım.” Bu bir çocuğun sesiydi. Demek kendisi de
çocuktu.
İki kol havada birleşti, iki farklı kan birbirine karışıp farklı damarlarda akmaya başladı.
Kan kardeşi olmuşlardı artık. Ama yine nefret dolu yanı benliğini ele geçirdi. O kandan
kurtulman gerekli diye emretti ona. Hançerle etini parçalamalı, kanını akıtmalıydı, ta ki onun
kanından kurtulana dek.
İçlerinden birinin yırtılmak üzere olan bir çuval, diğerininse kocaman bir toprak küp
taşıdığı iki cübbeli adam, topraktan fırlamış çarpık çurpuk, kararmış mezar taşlarının bir devin
dişlerine benzediği mezarlığa girdiklerinde saat sabahın üçüydü. Asırlar önce ölmüş
bedenlerin gömülü olduğu, yaşayanların çoktan unuttuğu bir mezarlıktı burası.
Diz boyu yabani otun sardığı dar yollarda hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar.
Dolunayın, gökyüzüne uzanan kavakların arasından süzülen ışığı altında aradıkları yeri
zorlanmadan buldular. Oysa şimdi durdukları yerde ne bir mezar taşı, ne de başka bir işaret
vardı. Ama aradıkları şeyin yarım metre önlerinde, toprağın altında olduğunu biliyorlardı.
İnsan aklının almayacağı güçler yardım ediyordu onlara. Az sonra asırlardır beklenen
doğacaktı. Olacaklara tek tanıklık edecek de lacivert bir okyanusa benzeyen gökyüzündeki
ay olacaktı. O gece ay kızıla boyanacaktı.
Rahip çuvalın ağzındaki sıkı düğümü açınca insanın midesini kaldıracak kadar pis bir
koku yayıldı içinden. Ama umursamadı adam. Çuvalın içindekileri ıslak toprağın üzerine
boşalttı. Çürümüş insan kemikleriydi bunlar. Sadece kafatası eksik olan bir iskeletin parçaları.
Aynı anda ölümü çağrıştıran kavaklar sağa sola sallanmaya başladılar; sanki aralarında
fısıldaşıyor, az sonra olacakları tahmin etmişçesine köklerini topraktan kurtarıp kaçmaya
uğraşıyorlardı. Karanlığın içinde köpekler uluyordu. Rahip taşıdığı çuvalınkine benzer bir
kumaştan yapılmış cübbesinin cebinden ufak bir kese çıkardı. Kesenin ağzını açıp; orta,
19
işaret ve başparmağını içine daldırdı. Parmaklarını dışarı çıkardığında kokusu kemiklerden
de beter bir madde vardı aralarında. Köpekler çılgınlar gibi havlayıp ulurken rahip bir büyüyü
andıran sözler mırıldanmaya başladı ve tozu kemiklerin üzerine serpti.
�imdi türlü yiyecekle donanmış tahta bir masanın başında oturuyordu. Güçlü bedeni
kalın bir zırhın içindeydi. Uzun kara saçları omuzlarından göğsüne doğru dökülüyordu. Yine
kan tadı vardı ağzında. Göz ucuyla zırhın önündeki kırmızı ejder simgesini görebiliyordu.
Çocuk değildi artık.
Bakışlarını yemeklerden kaldırıp ileriye dikti. İşte o zaman az önce orman sandığı şeyi
gördü. Karşısındaki kızıla boyanmış uçsuz bucaksız araziyi kaplayan şeyler ağaç değildi.
Ağaçlar yalvaramaz, ağaçlar ağlayamaz, ağaçlar bu insanlık dışı sesleri çıkaramazlardı. Ve
ağaçların kanı akmazdı. Oysa karşısındakiler ağlıyor, yalvarıyor, iç paralayıcı sesler
çıkarıyorlardı. Ve onların kanı akıyordu. Çünkü insanlardı. Kabukları soyulup yağlanmış ve
uçları sivriltilmiş kalın ağaç dallarına diklemesine oturtulmuş askerlerdi. Buna rağmen çoğu
yaşıyordu.
Acı çekecek ama kısa sürede ölmeyecek biçimde oturtulmuşlardı kazıklara. Binlerce
askerin feryatlarını dinliyordu. Kulağına aklını kaçıran askerlerin kahkahaları da geliyordu ara
sıra. Cehennemin müziğiydi bu. Zevk alıyordu dinlemekten. Hiçbir müzik aleti ruhunu bu
kadar dinlendiremezdi. Hiçbir nota bir araya gelip bu kadar etkileyici bir melodi yaratamazdı.
Bazen azalıyordu müzik. O zaman görevlendirdiği adamları acıdan bayılanları tekrar
kendine getiriyordu. Ve yine güçleniyordu müzik o zaman. Bayılmak ya da ölmek yasaktı
dünyadaki cehennemde yaşayan askerlere. Müzik asla kesilmemeliydi.
Kemikler, rahip habis kelimeler mırıldandıkça birleşmeye başladı. Kaburga kemikleri
ufak bir kafes gibi bir araya geldi. Dağınık halde duran diğer kemikler de olması gereken
yerlere yerleştiler. Toprağın üstünde başsız bir insan iskeleti uzanıyordu şimdi. Köpeklerin
ulumalarına fısıltılar eklenmişti artık. Ama kavaklardan gelmiyordu bu sesler. Toprağın
altından, ölülerden geliyordu.
Masa başında değildi artık. Bir köy meydanındaydı. Değişmeyen tek şey müzikti. Az
önce duyduğundan biraz daha farklı ama içini yine huzurla dolduran bir müzikti. Meydanın
20
ortasında insandan oluşturulmuş bir tepe vardı. Kolları bacakları kırılmış çocuklardan,
kadınlardan ve yaşlılardan oluşuyordu tepe. Etrafında ellerinde meşaleler olan askerler
duruyordu. Meşaleler dehşetten çarpılmış yüzleri aydınlatıyordu. Acıyla inleyen tepenin
altından oluk oluk kan akıyordu. Kan yaşamdır, diye geçirdi aklından. Kan hayattır.
Yere eğilip elini kana batırdı. Avucunu yalarken çenesinden boynuna doğru akıyordu
onlarca insanın birbirine karışmış kanı. O ise aynı şeyi düşünüyordu. Kan yaşamdır! Bir asker
elindeki meşaleyi, tepenin yanından fırlamış bir çocuk bacağına değdirdi etten bir
fitilmişçesine. Alevler önce bacağı, kısa sürede de tepeyi sarıverdi. Bir anda on derece birden
ısındı gece. Etrafı kararan etlerin dayanılmaz kokusu, insanların tarifsiz çığlıkları kapladı.
“Kan yaşamdır,” dedi bir kez daha kendi kendine. “Kan yaşamdır!”
Rahibin ağzından kelimelerden başka bir şey daha çıkıyordu şimdi. Sanki söylediği
sözcükler cismanileşiyordu. Dudaklarının arasından siyah bir duman süzülmeye başlamıştı.
Duman bilinç sahibiymiş gibi hareket ediyordu. Havada yılan gibi kıvrılarak ilerledi ve başsız
iskeletin etrafını sardı. Kirlenmiş bir ruhtu sanki. Günahları yüzünden lanetlenmiş bir hayaletti.
Kara bir nefretti.
Rahip susmuştu artık. Bir an iskelete baktı. Sonra kafası ağır ağır sol omzuna doğru
düştü; ardından da yere yığılıp kaldı, ipleri kesilmiş bir kukla gibi. Açık kalan gözleri hâlâ
efendisine dikiliydi. Başının tam yanındaki çürümüş yaprakların arasından bir kırkayak
kafasını uzattı. Belki de güvenli bir yuva sanmıştı adamın açık ağzını. İlerleyip iki dudağının
arasından süzülüp içeriye daldı.
Toprak küpü tutan diğer rahip ise dönüp bakmadı bile ona. Gözlerini, asırlardır bir gölün
üzerine kurulu Snagov Manastırı’nda korunan iskeletten ayıramıyordu. Ne kadar şanslı
olduğunu düşünüyordu. Asırlar öncesinden planlanan bu kutsal gecenin bir parçası olmak…
Kelimelerle tarif edilmesi imkânsızdı bunun.
Duman kemiklerin içine işleyip gözden kayboldu. Aynı anda iskeletin parmak kemikleri
hareket etmeye başladı. “Sonunda!” dedi rahip. “Sonunda!” Köpekler ulumaya devam
ediyordu. Toprağın altından ise daha korkunç sesler yükseliyordu.
21
Alevlerin içinde basamaklar belirmişti. Sonsuzluğa doğru uzanıyorlardı sanki. Kızıla
boyanmış insan tepesi silikleşmeye, çığlıklar kısılmaya başlamıştı. Tepe silikleştikçe
basamaklar daha da belirginleşiyordu. Sonunda tamamen kayboldu dev ateş. �imdi sadece
basamaklar vardı. Bir kalenin dev basamaklarıydı bunlar. Kendi kalesiydi burası. Yüzlerce
metre yükseklikteki sarp bir dağın zirvesine kurulu Poeinari Kalesi’ydi. Dışarıdan birbirine
çarpan kılıçların sesleri ve gürültülü savaş marşları geliyor, kulaklarına işkence ediyordu.
Kalenin etrafı sarılmıştı.
Sağ kolu sızlamaya başladı birden. Bakınca kolunun iç tarafında bir yara izi gördü.
Sanki içi minik kurtlarla doluydu yara izinin. Derisinin altında kımıl kımıl hareket ediyor, etiyle
besleniyorlardı. Artık her şeyi hatırlıyordu. Çocukken kan kardeşi olan şimdi can düşmanına
dönüşmüştü. Dışarıdaki onun ordusuydu. Canını almaya gelmişti. Ama kolay teslim
olmayacağım, diye düşündü. Asla sağ ele geçiremezlerdi onu.
Bakışları birden basamakları tırmanan birine takıldı. Sanki bir hayalet süzülerek
tırmanıyordu yukarıya doğru. Daha dikkatli bakınca onun hayalet olmadığını anladı.
“Elizabetha!” diye bağırdı beyaz bir elbise içindeki kadının ardından. “Elizabetha, bekle!”
Basamakları birer ikişer tırmanmaya başladı. Ama kadın yetişemeyeceği kadar
ilerideydi. Sonunda sarp kayalıklara açılan bir pencere bulunan basamakların sonuna
ulaşmak üzereydi. Pencere açıktı ve iki yanındaki dev perdeler rüzgârla uçuşuyordu; sanki
karısını almak üzere uzanan dev bir hayaletin kolları gibi.
Rahip, küpün içindeki kanı iskeletin üstüne boca etti. Kızıla boyadı asırlık kemikleri.
Kemikler tıpkı dumanı olduğu gibi kanı da emmeye başladılar. Kulaklarını kemiren, sinir
bozucu tiz bir ses duymaya başladı rahip. Küp elinden düşüp parçalandı. Ama adam farkına
bile varmadı bunun. Fal taşı gibi açılmış gözlerini efendisinden ayıramıyordu. Topraktan
yumruk büyüklüğünde böcekler fışkırmaya başlayınca nereden geldiği anlaşıldı sesin.
Onlardan geliyordu bu kötücül ses. Toprağın altındaki cesetlerle beslenen türlü böcekten.
Böcekler iskeleti sarmaya başlamıştı. Gözlerinin önünde bir mucize gerçekleşiyordu
rahibin. Cehennemden çıkmışa benzeyen bu küçük yaratıklar bir erkek bedeni
oluşturuyorlardı. Sinirler, damarlar, organlar, kaslar meydana geldi iskeletin üzerinde. Son
olarak da deriyle kaplandı kaslar. Ve başsız beden doğruldu.
22
“Elizabetha!” diye bağırdı bir kez daha. Sesi titriyordu. Basamakları tırmandıkça
dışarıdaki sesleri daha iyi duyuyordu. Sinir bozucu savaş marşları gittikçe kuvvetleniyordu.
Ama dayanabilirdi buna. Düşmanın sinirlerini yıpratmak için yaptığı bu işkenceye
katlanabilirdi. Haftalardır katlanıyordu da. Ama karısı… Elizabetha, daha fazla
dayanamayacaktı anlaşılan.
“Elizabetha, dur! Yalvarırım dur!”
Kadın durdu da. Yerden başının birkaç metre üstüne kadar uzanan pencere önünde
öylece dikilmeye, aşağıdaki savaşı izlemeye başladı. Üçer beşer tırmanıyordu basamakları
şimdi. Atlamadan yetişebilecekti ona. Sadece birkaç basamak daha…
Ama o elini uzattığında kadın kollarını iki yana açıp kendisini boşluğa bıraktı beyaz bir
güvercin gibi. Bir an karısının uçacağını, kâbusun sardığı bu kaleden kurtulup güvenli bir yere
ulaşacağını düşündü. Ama kadın gökyüzüne yükseleceğine, kayalıklara çakıldı. Beyaz
elbisesi kızıla boyanmıştı.
Öfke dolu bakışlarını metrelerce aşağıda kendi ordusuyla savaşan Osmanlı ordusuna
dikti. Tüm benliğini öfke sarmıştı şimdi. Tüm duygularını, düşüncelerini kara bir sis gibi
kaplamıştı. Hızla inmeye başladı basamakları. Kaleden çıkıp savaşın ortasına attı kendini.
Üzerinde zırhı bile yoktu. Ellerindeki iki kılıcı Osmanlı askerlerine doğru savuruyordu.
Sonunda dayanılmaz bir acı duydu sırtında. Aynı acıyı saplanan bir kılıç yüzünden
göğsünde de hissetti. Yere yığıldı birden. Sesler uzaklaşmıştı. Başka bir boyuttan geliyorlardı
sanki. Başına toplanan Osmanlı askerlerini gördü. Ölmüştü oysa. Nasıl görüyordu ki bunları?
İçlerinden biri elindeki kılıcı boynuna sürtmeye başlayınca dehşete kapılıp bağırdı.
Kafasını keserlerken sessiz çığlığı atmaya devam etti. Sonunda bedeninden ayrılan kafasını
saçlarından tutup havaya kaldırdı asker. Kayalıklarda kanlar içinde yatan kendi bedenini
görebiliyordu şimdi.
Birden gözlerini açtı. Zifiri karanlıktı ortalık. Az önce gördükleri… Tüm gördükleri… Rüya
mıydı hepsi? Hayır, diye düşündü. Rüya değillerdi. Ölmeden önce yaşadıkları tekrar
23
canlanmıştı gözleri önünde. O halde… O halde mezarda olmalıydı. Ve nerede olduğunu da
biliyordu. İstanbul’daydı. Bedeninden ayrı bir haldeydi. Kafasını kesip demir bir kutu içine
koymuş ve gömmüşlerdi. Korkunç bir histi bu. Toprağın altında ve kendinde olmak
dayanılmaz bir azaptı. Ama bedeninin toprağın üzerinde olduğunu hissediyordu. Toprağın
altında daracık bir kutunun içinden kontrol edebiliyordu onu. Toprağı kazıp kurtaracaktı
başını.
Efendisinin bedeni ayağa kalktı. Rahibin kalbi korkudan deli gibi atıyor, önünde duran
çıplak bedene bakamıyordu. Yerde yatan diğer rahibin cübbesini çıkarıp ona doğru uzattı.
Başsız beden cübbeyi alıp giydi, sonra da toprağı kazmaya başladı. Elleri pençe gibiydi. Kısa
sürede bir kutuya ulaşmıştı. Yanlarındaki iki kulptan tutup asırlardır gün yüzü görmemiş
kutuyu toprağın üstüne çıkardı.
Rahip ömrünün dakikalarla sınırlı olduğunu biliyordu. Yanaklarından süzülen yaşlar
çenesinde birleşip toprağa damlıyordu. Ama korkudan değildi bu yaşlar. Sevinçtendi. Bu
mucizeye tanık olduktan sonra yaşamasının bir anlamı yoktu zaten. Efendisi kutuyu açtı.
Uzanıp başını elleri arasına aldı.
Bedeni kutuyu açtığında bir süre gözlerini açamadı. Ay ışığı bile çok parlak geliyordu
ona. Ama kısa sürede alıştı ışığa. Bedeni başını alıp yerine taktı. Başı ve bedenini bağlayan
kaslar, sinirler kısa sürede oluştu. Ve Vlad Tepeş, nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda ölümünün
ardından üç asır geçtikten sonra tekrar nefes almaya başladı.
“Hangi yıldayız?” diye sordu Vlad Tepeş. Gözleri kıpkırmızıydı. Ağzından kan kokusu
yayılıyordu. Sesi de bir insana ait değildi. Sanki on erkek sesi aynı ağızdan çıkıyordu.
Rahip efendisi karşısında diz çöktü. İstese de ayakta duramazdı zaten. Korkudan
dizlerinin bağı çözülmüştü. “On sekizinci yüzyıldayız efendimiz.” Tepeş cevap vermeyince
devam etti. “Osmanlı askerleri başınızı... Başınızı kestiler. Sultan Mehmet’e götürmek için.
Bedeninizi ise kayalıklardan aşağıya attılar. Ama atalarım onu bulup sakladı efendimiz. Onu
Bükreş yakınlarındaki Snagov Manastırı’nda sakladılar. Ve sizi tekrar dirilttik efendimiz.
Başardık bunu.”
24
Ama Tepeş dinlemiyordu onu. Aklında tek isim vardı. Tek bir isim. Aynı sarayda
büyüdüğü, aynı eğitimi aldığı, kan kardeşi olduğu ve sonunda karısının, sonsuz aşkı
Elizabetha’nın ölümüne neden olan kişi. İçini sonsuz bir nefret, intikam hırsı ve öfkeyle
dolduran kişi. Fatih Sultan Mehmet’ti bu isim.
“Mehmet,” dedi Tepeş, sağ kolunun içindeki yara izine bakarken. Kızgın demir sürülmüş
gibi sızlıyordu yara izi.
Rahip korkudan sesinin çıkmayacağını düşündü bir an. Ama efendisine yanıt vermeyi
başarabildi. “Efendimiz… Aradan üç asır geçti. �imdi Osmanlı tahtında Üçüncü Mustafa
oturuyor.”
“Fark etmez,” dedi Tepeş o korkunç sesiyle. “İntikamımı alacağım. Hepsinden. Hepsini
yağlı, hatta yağsız kazıklara oturtacağım. Buzlu sulara attıracağım, diri diri yaktıracağım.
Kanlarını içeceğim onların. Acımasız bir ordu kuracağım. Evet, tarihin tanık olmadığı bir
savaş başlatacağım sonra. Bu kez Wallachia’ya kral olmak için değil. Bu kez dünyayı ele
geçireceğim.”
Tepeş üstüne doğru gelmeye başlayınca rahip onun dişlerinin de insana benzemediğini
gördü. Bir canavarın dişleriydi bunlar. Kan emen bir yarasanın dişleriydi. Tepeş bu dişleri
rahibin boynuna geçirdi. Yukarıda, yıldızlarla bezeli gökyüzündeki dolunay kızıla boyanmış
onları izliyordu.
Rahibin damarlarında bir damla kanı kalmamış cansız bedeni yere yığılırken Tepeş
çenesinden akan kanı sildi koluyla. Kan yaşamdır, diye düşündü.
“Kan yaşamdır!”
NOT: Öykü, tarihi bir olaya dayanmaktadır. Ancak bazı ayrıntılar öykü gereği değiştirilmiştir.
25
“Belki de doğru düşünüyordu, herkesin bir yoku
vardı köyde, herkes kadar bir yoklar sürüsü vardı da
evlere girip çıkıyorlardı insanlar gibi; kahveye oturup çay
içiyor, tarlada çalışıyor, çınarın gölgesinde toplanıyor ve
ölümlerde ağlayıp düğünlerde oynuyorlardı. Muhtarın
haberi yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki
köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü,
herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her
insanın kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi,
kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu
yokuna, kimi türkülerle masallarla besliyordu, kimi
sessizliğiyle büyütüp sesiyle uyutuyordu, kimi de kendini
yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu.
Cennet’in oğlu da...” (Arka kapaktan)
Hasan Ali Toptaş edebiyatımızın en önemli
yazarlarından birisidir. Gölgesizler adlı yapıtıyla ‘94 yılında
Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kucaklamayı başarmıştır. Yazdığı romanlar arasında şüphesiz en
önemlisi ve en beğenileni Gölgesizler olmuştur.
Gölgesizler; kayboluşları, kaçışları, geride kalanları şiirsel bir dille, eşsiz betimlemelerle
anlatmaktadır. Belki de kitabın bu kadar önemli kabul edilmesinin, bu kadar beğenilip baş tacı
edilmesinin, Yunus Nadi ödülünü kucaklamasının bir nedeni içerdiği o eşsiz betimlemeler, ruh
tahlilleridir.
Belirtmek isterim ki kitabı bu kadar sevmemin (o kadar sevdim ki ikinci kere okumama rağmen
aynı hazzı alabiliyorum) nedeni yazarın romanı olaylara değil de durumlara göre yazması… Karakter
tasvirlerine, ruh tahlillerine, köy betimlemelerine olaylardan daha fazla yer verilmiş, diyaloglara
mümkün mertebe yer verilmemeye (en azından çok gerekli olmadığı sürece) çalışılmıştır. Bu da
eserin bambaşka bir tatta olmasına katkıda bulunmuştur.
Gölgesizler bir berber dükkânında başlar ve ara ara bu berber dükkânında hikâye devam eder.
Lakin hikâye en çok nerede olduğu belli olmayan bir köyde geçer. Burada köyün insanlarının ruh
GÖLGESİZLER – EDİP CAN RENDE X K dergidergidergidergi
26
tahlillerine oldukça geniş bir şekilde yer verilir. Özellikle “Muhtar”, “Bekçi”, “Cıngıl Nuri”, “Güvercin”
karakterleri romanda geniş bir şekilde yer alırlar.
Bir gün bir şey olur, Cıngıl Nuri ortadan kaybolur. Çok alışılmadık bir durumdur bu. �imdiye
kadar köyden böyle sessiz sedasız kaçan hiç olmamıştır. Bunun üzerine Muhtar, Nuri’yi aramaya,
soruşturmaya başlar. Nuri’nin yarattığı şaşkınlık geçmeden bu kez Güvercin adlı genç bir kız
kaybolur. Muhtar, Güvercin’i de soruşturmaya başlar. Köy,
Güvercin’in kayboluşuyla bir kez daha şaşkına döner. Muhtar,
Cennet’in oğlundan şüphelenir ve onu konuşturmak için her
türlü yola başvurur. Bir gün ansızın Nuri köye döner…
İşte roman bu kayboluşların, bu gidişlerin-gelişlerin
üzerinde duruyor. Kayboluşları öyle güzel bir şekilde anlatıyor ki
sanki roman değil de şiir okuyormuşuz hissini yaratıyor çoğu
zaman yazar.
Roman 226 sayfa olmasına rağmen bana 500 sayfalık bir
romanın verdiği hazdan katbekat fazlasını vermiştir. Bu da
Hasan Ali Toptaş’ın başarısıdır. Öyle ki yazar, Alman basınında bu romanıyla geniş bir yer tutar o
dönemlerde. Alman basını “Sadece H. Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer”
manşetiyle romanı ne kadar başarılı bulduğunu göstermiş olur.
Bir yazarın yurtdışı basınında bu kadar geniş bir yere sahip olması elbette çok sevindirici bir
durum. Darısı diğer “gerçek” yazarlarımızın başına…
Son zamanlarda beni en az Gölgesizler romanı kadar heyecanlandıran bir diğer durumsa
Gölgesizler filmi. Selçuk Yöntem, Arsen Gürzap, Ahmet Mümtaz Taylan, Hakan Karahan, Taner
Birsel, Altan Erkekli, Ertan Saban gibi birbirinden kaliteli oyuncuların rol aldığı, Ümit Ünal’ın yönettiği
bir film Gölgesizler. Son zamanların en önemli Türk işi projelerinden biri olacağına adım gibi eminim.
Romandan uyarlanan filmi heyecanla bekliyorum.
Yazımın sonuna gelirken şunu belirtmek istiyorum: Az sayfalı olduğuna bakılıp görmezden
gelinmemeli Gölgesizler. 600-700 sayfalık romanların yaratamayacağı etkiyi 226 sayfada yaratmayı
başaran çok önemli bir eser. Okunmalı…
Hepinize bol okumalı günler dilerim…
27
Bugün içimde acayip bir his vardı. Gözlerimi açtım. Ki bunu çok fazla yaparım. Sonra kapattım.
Bunu da çok fazla yaparım. Gözlerimi kapatıp açtım. Buna gözlerimizi kırpıştırmak diyoruz.
Gözlerimizi kırpıştırmak. Gülümsedim. Bunun hakkında düşünmeye başladım. İşin doğrusu
buraya kadar anlattıklarımın hepsini düşünmeye başladım. Aslında içimde acayip bir his yoktu.
Tamam, gözlerimi açmıştım. Sonra da kapatmıştım. Evet, bunu çok fazla yapardım. Ancak insanın
gözlerini kırpıştırmasıyla düşünmemiştim. Gülümsememiştim bile. Sadece bir başlangıç
düşünüyordum. “Bugün” ile başlayan yazılara karşı ayrı bir zaafım var sanırım. Her başlangıç
düşündüğümde mutlaka bir şekilde beynime giriyor bu kelime. Bu sefer de geldi aklıma ve bu sefer
“bugün” kelimesiyle başlayan bir cümle ile yazıya başlayabileceğimi düşündüm. İşte şimdi de ta
buralara kadar geldik. Yazmak. Bu eylemi ne kadar çok sevdiğimi size söyleyebilir miyim?
Başlangıçlar, cümleler, kelimeler, anlamlar. Yazmak bunların arasında boğulmadan, sistemli bir
şekilde yalancılık yapmaktır. Uydurmaktır. Tabii ki buradaki yazmaktan kastım, kurgusal yazı.
Hikâyecilik… Ki ben buna bağımlıyım işte. �imdi bile bir gerçekten bahsetmek beni yoruyor. Oysa
bütün hayalleri de gerçeklere dayandırarak yapmıyor muyuz? Ya burada olanlardan yola çıkıyoruz, ya
da burada olmayanlardan. Bu da sanırım her bu işi yapan insanın içinde taşıdığı çelişki. Gerçeklerden
kaçarken bile, onun içindeyiz.
Yazıyoruz ama yine de. O sayfa orada hep bizi bekliyor. Benim gibi amatörler de bu işi
sevdikleri için yapıyorlar, dünyanın öte yanında yaşayan, dünyaca ünlü olan yazarlar da aynı niyet ve
heyecanla yazıyorlar. Hepimiz bir şeyler anlatmak istiyoruz. Çok fazla karakter, olay beynimizin içinde
birbirinin üstüne çökmüş duruyor. Zorluyorlar kapıları. Biz de bir şekilde kusuyoruz onları. Düzgün
şekilde kusabilenler ve biraz da şanslı olanlar okunuyorlar. İşte ne mutlu onlar için! Çünkü çoğu yazar,
ne kadar, “Ben kendim için yazdım bu romanı,” tarzında yorumlar yapsa da hepimiz bir yerde diğerleri
için yazarız. “Bu milletin sevdiği şekilde yazayım,” gibi bir diğerlerini düşünme değildir. Bu sadece
“diğerleri okusun” isteğidir. Çünkü kimsenin bilmediği bir öykü, hiç paylaşılmayan bir hikâye,
gerçekten bir öykü, hikâye midir?
UYDURUKÇULUK
EMĐRHAN BURAK AYDIN
28
En başta dediğim gibi. Bir başlangıç lazımdır. Bir kıvılcım. Yolda yürürken beyninizde konuşan
bir elektrik direği canlanır. Bu düşünceye bayılırsınız. Ancak bu fikir tek başına hiçbir işe yaramaz.
Hatta çok rahat bir şekilde harcanabilir bile. O yüzden fikri toplamak gerekir. Onu bir sistemin içinde
kullanmak lazımdır. O yüzden bir başlangıç düşünürsünüz. Bazıları daha sonra sonu bulur ve arayı
doldurur. Ben hep başlangıçtan yola çıkarım. Bu yüzden fikirlerim bile hep başlangıcıyla birlikte gelir.
Sonra ise yazarım. Yazarsınız. O süreç çok gariptir. Öykülerde her şey bir anda olmuş gibi gelir
bazen. Bir de bakarsınız aradan kaç saat geçmiş. Bir roman yazıyorsanız ise apayrı bir şeydir. Onda
da bir sayfaya icabında birkaç saat ayırdığınızı fark edersiniz. Bu ikisinin yeri de değişebilir. Birkaç
günde yazılan romanlar veya birkaç haftada biten öyküler de olabilir. Yazmanın en güzel yönlerinden
birisi de budur. Her seferinde bir kumar oynarsınız. Ki bu kumarda asla kaybetmezsiniz. Harfler,
kelimeler, cümleler, anlamlar… Onlar insan gibi değildir. Onlar hile yapmazlar.
Bazen etrafınızdaki o kontrolsüzlük duygusundan yorulursunuz. Bir şekilde siz de bu sistemin
içinde olmak istersiniz. Bunun güçle, mevki ile alakası yoktur. Olaylar sadece oluyordur. “Yazar”ı
görmek istersiniz. Bu romanın üstünde ise isim yoktur. Olaylar vardır, siz varsınızdır. İnsanlar ve
kalabalık. Oysa siz… Oysa ben evimde, bir kâğıdın ya da bir bilgisayar monitörünün karşısında,
harflere bakmak, onlarla oynamak isterim. Onlara bağlanmışız. Kurtulamıyoruz. Kurtulmak
istemiyoruz. Bir zararları var mı bize? Bilmiyorum. Sigara kadar zararlılar mı? Alkol gibi bize zarar
verirler mi? Vermezler. Onlar orada dururlar. Sadece ilgi isterler. Siz, biz, ben. İlgi isterim.
Yazmak. Yazmak arkadaştır. Kimseye anlatamadıklarınızı, utançlarınızı anlatabilirsiniz. O
suratına küfür edemediğiniz çocuğa iyi bir tekme atabilirsiniz. Hani şu saçlarınızı kestirmenizi
söyleyen lisedeki öğretmeniniz vardı ya, işte ona kafa tutabilirsiniz. Hiç çıkamadığınız o kadını
tavlayabilirsiniz. Hiç yaşamadığınız o aşkı yaşayabilirsiniz. Futbolda belki hiç iyi olmadınız… Belki de
derslerde iyi değildiniz. �imdi olabilirsiniz. Çünkü kâğıt ve kalemle olasılıklar sizin kölenizdir. �imdi o
çocuğa istediğiniz şekilde laf sokabilirsiniz.
Yazmak size gücü verir. Her şeyi istediğiniz gibi görme yeteneğini bağışlar. Bir zaman gelir, o
çocuğa laf sokmanın, futbolda iyi olmanın ya da derslerde iyi olmamanın o kadar da büyük şeyler
olmadığını görürsünüz. O çocuğa laf sokmaya gerek kalmaz. Bazı sorunlar illa dövüşle halledilmez,
bunu anlarsınız. Derslerde belki bir hırsa gelirsiniz, notlarınızı düzeltirsiniz. Sonra eve dönersiniz.
Defterinizi çıkarırsınız. Kaleminizle bir şeyler yazmaya başlarsınız. Bu her yerde olabilir. Boş
geçen resim dersinde herkes MP3 dinlerken siz ileride yazacağınız romanın ilk bölümünü
çiziktirirsiniz. Eve geldiğinizde bilgisayarda hemen internete girmektense, yazım programını açar, bir
29
şeyler yazmaya girişirsiniz. Birisine âşık olursunuz. Ona şiir yazarsınız. Kötü olur o şiir. O kıza da asla
gitmez belki ama… Ama yine de yazarsınız.
Çünkü belki de bazılarımız yazmadan duramazlar. Belki de bazılarımız bu iş için buradadırlar.
Belki de bir anlam vardır her şeyde… Bilebilir miyiz? O büyük anlamı görebilir miyiz? Birkaç saatliğine
de olsa Tanrı olabilir miyiz yazarken? Neden olmayalım?
Sesler. Heceler. Harfler. Kelimeler. Cümleler. Anlamlar.
Uydurmalı. O yazıları yazmalı. Denemeli. Anlatmaya söz vermeli. Anlatmak için yazmalı. Sesler
yok olmamalı. Karakterlerimizle yürümeli gerekirse her gün. Mekânları hayalimizle başka yerlere
çevirmeli. İstanbul semalarında yeri geldiğinde kanatlı insanlar görmeli. Gökyüzüne doğru uzanan
merdivenler düşlemeli. Kapılara baktığımızda arkasında başka evrenlerin olduğun inanmalı. Bu
dünyada da “değişik” şeyler olduğuna inanmalı.
Gerçekten kaçıyoruz, evet. Belki de gerçeği sindirmeli artık. Sonra gökyüzüne bakarak koşmalı
ve küçük bir sıçramayla havalanmalı. Yüzünüze vuran rüzgârı hissediyor musunuz? Yerçekimini yalan
çıkardınız. Uçuyorsunuz işte.
“O kadar da uçma be oğlum! Amma yazdın yani sen de şimdi ha!”
Gülümsemeli.
30
Bazı yazarlar vardır, kelimeler ve fikirleri öyle bir
düzen içinde bir araya getirirler ki şaşarsınız. Hayal
dünyalarını yansıtan her şey inanılmaz bir ahenk ve
zevkle vuku bulur. Onların yazdıkları kitapların
sayfalarını çevirmek hiç bitmesin istediğiniz bir
“macera”dır. Onların söylediklerini dinlemek, hayran
olduğunuz o satırların sahibini kanlı canlı görmek harika
bir “deneyim”dir. Ve en önemlisi, bunların hepsi müthiş
bir “eğlence”dir…
Alper Canıgüz bu yazarlardan biri işte. Ve ben bu
yazıda, 2000-2008 yılları arasında yazmış olduğu üç
kitabın sonuncusunu, “Gizliajans”ı inceleyeceğim.
Ama yalnızca bu kitaptan bahsederek konuyu kapatmak istemiyorum. Alper Canıgüz’le ne
zaman ve nasıl tanıştığımı anlatan birkaç cümleyle yani biraz kişisel bir hususla başlayacağım söze.
Yazarın ismini pek çok yerde pek çok kişiden duymuş, hatta İdefix’in 2006 yılında hazırladığı
“Türkiye’nin Romanı” dosyası için Murat Menteş’le ortak olarak
verdiği söyleşiyi izlemiştim. Ne var ki, bir türlü bu harika adamın
harika eserleriyle tanışmam nasip olmamıştı. Yeni romanı
Gizliajans’ın raflarda yerini alışı, benim de internetteki sipariş
listeme ani bir kararla bu kitabı ekleyişim ve birkaç gün sonra
siparişle beraber bu güzide eserin elime ulaşması sonucu, Alper
Canıgüz’le, daha doğrusu onun eserleriyle tanıştım.
Bu incelemeyi yazmaya başladığımda, Alper Canıgüz’le bir
röportajın hazırlıkları içindeyiz. Henüz olumlu ya da olumsuz bir
cevap alamadık ama yine de içimi saran tatlı heyecanı
durduramıyorum. Bu yazı dergide yer bulacağına göre, siz
sonucu görüyor olacaksınız. Ya röportaj derginin ileriki
sayfalarında sizi bekliyor, ya da girişimimiz hüsrana uğradı ve
GİZLİAJANS – OZANCAN DEMİRIŞIK X K dergidergidergidergi
Gizliajans’ın en başarılı
yönlerinden biri de, temponun
harika ayarlanmış olması. Tek bir
sayfada bile sıkıldığınızı
hissetmiyor, bu kısım bitse de kitap
tekrar hız kazansa diye
düşünmüyorsunuz. Yaşlı-genç pek
çok yazarın kitaplarındaki tempo
sorunu, kurgudan ve anlatımdan
pek çok şey götürür; ama
Gizliajans’ta böyle olumsuz bir
durum söz konusu bile değil.
31
böyle bir bekleyiş söz konusu değil… Tabii ki dileğim ilkinin olmasıdır.
Sözü fazla uzatmadan Gizliajans’a döneyim. Kitap elime geçti ve sayfalarını araladım. Farkına
bile varmadan, iki oturuşta bitirdim. Tahmin edebileceğiniz gibi Gizliajans beni benden aldı ve yazara
olan hayranlığım daha okuduğum ilk kitabından en üst düzeye ulaştı.
Her kelimeden, cümleden ve paragraftan “güç” fışkırması, içerdiği her esprinin, her fikrin ve her
“şey”in ustalığı ve burada anlatsam çok uzun sürecek birçok diğer unsurun birleşmesi, Gizliajans’ı ve
yazarını benim gözümde mükemmel kıldı.
Bilen bilir; sürekli kendini geliştirmeye çaba gösteren genç yazarlar, böyle büyük bir ustayla,
böyle müthiş bir yetenekle karşılaşırlarsa onu kıskanırlar. Bu çok doğaldır ve kıskanılmak belki de bir
yazarın haiz olabileceği en yüce iltifattır. Ben de Gizliajans’ı okuduktan sonra Alper Canıgüz’ü
kıskandığımı hissettim ve bu, yazarı benim gözümde bir adım daha ileri taşıdı.
Peki kimdir Alper Canıgüz? Neler yaşamış, neler yapmıştır? Bunları anlatmak yerine,
kitaplarında yer alan iki farklı kısa yaşam öyküsünü koyacağım.
İşte ilki:
“İstanbul’da orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının işi nedeniyle, küçük
yaşta kırtasiye malzemeleriyle haşır neşir oldu; onları sevdi. Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi
Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Erkek Japon bıldırcınlarının cinsel hayatı konusunda otoritedir
ve orta boyludur. İlk romanı Tatlı Rüyalar / psiko-absürd romantik komedi İletişim Yayınları tarafından
2000’de yayınlanmıştır.”
Ve ikincisi:
“1969 yılında İstanbul’da doğmuştur. Okuma sevgisini babasına, yazma tutkusunu müzik
kabiliyetinin olmayışına borçludur. Kahkahalarla ağlatan ve hıçkırıklarla güldüren kitapların yazarı
olarak anılmayı isteyen Canıgüz, politik açıdan kendisini narsisizme yakın bulmaktadır. Romanları
Tatlı Rüyalar / psiko-absürd romantik komedi (2000), Oğullar ve Rencide Ruhlar (2004) ile Gizliajans
(2008) İletişim Yayınları tarafından basılmıştır.”
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama, kitaplarını istisnasız olarak dört yıl aralarla (2000-2004-
2008) yayınlamış Alper Canıgüz. Zaten eserlerini pek bir plana bağlı kalmadan düzensiz olarak
32
kaleme aldığını ve bu yüzden yazmaya başladığı birçok romanı yarım bıraktığını belirtmişti; bu
duruma söz konusu gecikmeler yol açıyor belli ki.
Pek umudum olmamakla beraber, dördüncüsünün bundan daha kısa bir süre içinde yazılıp
yayınlanmasını umuyorum. Aksi takdirde yeni kitabı en erken 2012’de okuyabileceğiz.
Nihayet “Gizliajans”ın incelemesine geçiyorum. Buyurun efendim.
GİZLİAJANS
“Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha
korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım.
Dünyanın şahsıma karşı kurulmuş bir komplo olduğuna dair inancımın en güçlü dönemleriydi.
İşsizdim, güçsüzdüm, çok fazla içki tüketiyordum ve galiba yapayalnızdım. Yine de birileri vardı tabii
hâlâ. Mesela �aban. O vardı…”
* * *
...�aban telefonu yanıtladı ve, “Sana,” dedi.
Sandalyemi devirerek kalktım, gidip ahizeyi elinden aldım. “Buyurunuz?”
“Musa Bey?” Hoş bir seda. Bir hanımefendiye ait.
“Sizi Gizliajans’tan arıyoruz,” dedi karşımdaki, müjde verenlere özgü bir neşeyle.
“Pardon, nereden arıyorsunuz?”
“Gizliajans. Reklam ajansı. İsmini duymuşsunuzdur belki?
* * *
“Patronumuz �eytan Bey’dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim.”
33
Neydi bu şimdi? �aka mı? “Öyle mi?” dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar
vererek. “Nereden biliyorsunuz?”
“Kendisi söyledi.”
Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim. “Ben kaçırmışım o kısmını.”
“Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini.”
“Evet anlıyorum,” diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak
için. “Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin.”
“Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz,” dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek. “�eytan Bey
görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor.” Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini
uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde
psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.”
Gizliajans’ın incelemesine bu kısa alıntılarla başladım ve ilerledikçe başka alıntılarla da
karşılaşacaksınız. Çünkü yer yer, benim kelimelerim Alper Canıgüz’ün
özenle işlediği atmosferi anlatmakta yetersiz kalacak ve de sizlere
kitaptaki çiçek gibi cümleleri aktarmak isteyeceğim.
Kitabı bu kadar övdüğüme bakıp da kolay beğenen biri olduğumu
zannetmeyin. Aksine, özellikle son bir yıldır çok zor beğenmeye
başladım. Okuduğum bazı kitaplardan hoşlansam bile bana farklı bir
şeyler sunmuyor, beni heyecanlandırmıyorlardı. Ta ki Gizliajans’la
karşılaşana dek…
Roman, Musa’nın kendini ve ev arkadaşını anlatmasıyla başlıyor, yukarıdaki alıntılardan tahmin
edebileceğiniz gibi. İşsiz bir reklam yazarı olan Musa, boş geçirdiği hayatına anlam katacak “ilginç”
olaylarla karşı karşıya geleceğinden henüz haberdar değil. Kendini ve hayatını anlatırken kurduğu
cümleler bile yaşama karşı umutsuzluğunu, sahip olmadığı beklentileri yansıtıyor sanki.
Kişisel özelliklerinden bahsetmek gerekirse, hazır cevap ve esprili biri olduğunu söyleyebiliriz.
Zaten mesleği olan reklam yazarlığı da bu gibi özellikleri gerektiriyor. Ne var ki şu ana kadarki
kariyerinde yeteneklerini yeterince değerlendirememiş, tam manasıyla başarıya ulaşamamış. Çalıştığı
son televizyon programı yayından kaldırılınca da işsiz kalmış.
ALPER CANIGÜZ
34
Ev arkadaşı �aban ise şu nadiren karşılaştığımız “orijinal adam”lardan. Beşiktaş’ta aldığı üç oda
bir salon evde Musa’nın -eğer kiranın yarısını ödeyebilecekse- kalabileceğini belirten teklifi yapacak
ve sonra Musa işsiz kalıp da kirayı ödeyemeyecek hale gelince tek başına karşılayabileceğini
söyleyecek kadar da iyi niyetli bir genç.
Onu bize ilk tanıtan, şu cümleler oluyor:
“İyi bir ev arkadaşıydı �aban. Fazla konuşmuyordu ama soğuk değildi, düzenli ve titizdi ama
benim dağınıklığıma aldırmıyordu, her sabah alaca karanlıkta kalkıp namaz kılacak kadar dindardı
ama bir kez bile Müslümanlığın güzel erdemlerinden söz ettiğini duymamıştım. Hem enteresanlığı bu
gibi şeylerle sınırlı değildi. Diyelim, eve bir akşam köydeki ailesinin gönderdiğini söylediği koca bir
tulum peynir, bir başka akşam suşi getirebiliyordu. Ya da yemekte bir şeyler okumak istediğinde,
tercihi Mesnevî de olabiliyordu bir seks dergisi de. Üstelik her iki materyali de aynı mesafeli ilgiyle
inceliyor, her ikisinde de birtakım satırların altını çiziyor ve korkarım bunu şaka olsun diye
yapmıyordu… Hâsılı �aban o güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Tek tek bakıldığında
az çok normal gibi gözüken özellikleri, bir araya gelince tuhaf bir bütün oluşturuyordu. Açıkçası onu
nereye yerleştireceğimi pek bilemiyordum, ama onunla birlikte kendimi kesinlikle huzurlu
hissediyordum. Bu her şeyden önemliydi.”
Beklenmedik iş teklifini aldığının ertesi günü Gizliajans’a giden Musa, oranın tuhaflıklarıyla yüz
yüze buluyor kendini. Durmadan ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme ve “�eytan Bey” adlı ürpertici
kedinin -bazı haklı sebeplerle- patronları olduğuna inanan Tunçay Bey sadece küçük bir kısmı. Ajans
fazlasıyla soğuk ve Tunçay Bey bunun daha sağlıklı olduğunu, tüm hastalıkların asıl kaynağının
“sıcak” olduğunu iddia ediyor!
Bu sırada evde de işler pek iyi gitmiyor. Komşuları Müberra Abla, apartmanın en üst katına
konuşlanmış Samanyolu Mutluluk Okulu’nun gürültü patırtısından dert yanıyor; terasta bir parti
yapmak istediklerini, eğer gelip onlardan da izin isterlerse Musa’ya kabul etmemelerini rica ediyor.
Müberra Abla da ilginç bir karakter ve ilerleyen sayfalarda da sık sık karşımıza çıkıyor. Kitapta
onu ilk kez şu cümlelerle tanıyoruz:
“Derken zil çaldı ve ben sevinçle yerimden fırlayıp kapıyı açtım. Oysa gelen �aban değil, bir üst
katımızda en az üç köpeğiyle birlikte yaşayan Müberra Abla’ydı. Çalardı Müberra Abla kapımızı böyle
ara ara. Favori konuları apartmanda duyulan -ve patlayıcı bir gaz sızıntısından kaynaklanması
muhtemelen- kokular, çevrede dolaşan -ve hırsız ya da tecavüzcü olması muhtemel- yabancılar,
35
apartman toplantılarında alınan -ve kiracıların aleyhine olduğu kesin- kararlar gibi konulardı. Ve
konuşmaya her zaman, ama her zaman rahatsız ettiği için özür dileyerek başlardı.”
Gizliajans’ta ise Musa’nın karşılaştığı en güzel şey, ilk bakışta âşık olunabileceğini ona
kanıtlayan güzel mi güzel sanat yönetmeni, menekşe gözlü Sanem oluyor. Onu gördüğü anda
hayallere, düşüncelere dalıyor ve kendi iç dünyasında aşkını itiraf ediyor Musa. Ve bu rahatsız edici
ortama bağlanmasını sağlayan da Sanem’e duyduğu tutkulu aşk oluyor.
Aşkı öyle güzel anlatıyor ki Alper Canıgüz… Ana konunun önüne bir an olsun geçirmeden,
klişelere boğmadan, okuyucuyu hiç mi hiç sıkmayan çiçek gibi anlatımlarla süslüyor Musa’nın
Sanem’e duyduğu derin sevdayı:
“Bazı aşklar vardır, içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha
uygun düşer. Onu gördüğüm ilk anda biliyordum ki bizimkisi, eğer bir aşkımız olacaksa, böylesine
yazgılıdır. Ve kim bu sevdaya yakışacak sözcükleri kalbimin sahibinden daha iyi bilebilir? “Seni çok
üzerim ben.”
Bir şeyler söyleyecek oldum, ama o parmaklarını dudaklarıma götürerek beni susturdu. Ve
sonra aşkım, göz bebeklerinde iki dolunay, lanetini ıslak bir öpücükle mühürlerken, gökyüzündeki
metropol ışıklarının gizleyemediği bir yıldız kaydı. O zaman ben de hayatım boyunca ruhumu esir
edecek yeminimi diledim: “Ölümüm elinden olsun.”
* * *
Biliyorum. Yüreğime ellerimle açtığım yaradan sızan bu kan, bu gazap ateşi, bu kutsal fikr-i
sabit, gözlerimdeki perdeyi kaldıran biricik hakikattir. Mutluluğum, felaketim, en pervasız günahım...
Bil ki hiçbir tecrübe, hiçbir tövbe, hayatın geçiciliğine, kerhen olana dair hiçbir şey bu mührü kıramaz.
Zavallı varlığımın anlamı, başka hiçbir şey değil, sadece gizli nikâhımızı kıydığımız o gece yüreğimi
sana bağlayan bu yemindir. Bundan böyle aldığım her nefeste senin ruhunu içime çekeceğim,
yüreğimin her vuruşu senin ismini fısıldayacak. Aşkından gayrısı yalan, ve bak, gökteki ay şahidimdir.”
Bir dipnotla incelememe dönüyorum: Merak etmeyin, kitaptan aldığınız zevki azaltacak hiçbir
kilit bilgiyi vermiyorum ve vermeyeceğim. Bu alıntılar da, emin olun kitabı okurken ilk kez
görüyormuşçasına etkileyecek sizi. Çünkü ben, tekrar tekrar dönüp bakıyorum ve etkilerinden en ufak
bir şey kaybetmiş değiller. Ve bu incelemeyi yazıp da birkaç alıntı koymamak, esere ve kendime karşı
büyük bir saygısızlık olurdu.
36
Gizliajans’ın tuhaflıkları ve Sanem ile Musa arasındaki aşk çevresinde dönen kitap, bir yerden
sonra ray değiştirip bambaşka bir kurguda akmaya başlıyor ve iş uzaylılara, hatta ve hatta Prens
Charles’a kadar uzanıyor. Özel dedektif olduğunu söyleyen Fezai Aydıntürk, merhum iş adamı
Barbaros Albatros’un eşi Durnev Hanım, tanıyanlara aşina gelecek yazar Kaan Sezyum ve daha
birçok karakter katılıyor bu keyifli maceraya. Ve tatmin edici olduğu bence şüphe götürmez bir bitişle
kapanıyor eser.
Konudan ve kurgudan bu kadar bahsettikten sonra, kitabın temposuna değinmek istiyorum.
Gizliajans’ın en başarılı yönlerinden biri de, temponun harika ayarlanmış olması. Tek bir sayfada bile
sıkıldığınızı hissetmiyor, bu kısım bitse de kitap tekrar hız kazansa diye düşünmüyorsunuz. Yaşlı-
genç pek çok yazarın kitaplarındaki tempo sorunu, kurgudan ve anlatımdan pek çok şey götürür; ama
Gizliajans’ta böyle olumsuz bir durum söz konusu bile değil.
Anlatıma gelirsek… Verdiğim son iki alıntı sizi aldatmasın. Kitabın anlatımı oldukça samimi ve
sade. Yazar birinci tekil şahsı güzelce kullanmış. Tasvirler, ruh durumları… Her şey yerli yerinde.
Cümleler müthiş bir uyum ve ahenk içerisinde birbiri ardına sıralanıyor. Ve bu üslubun içerisine yer
yer katılan etkili parçalar, kitabın gücünü daha da arttırıyor. Diyaloglar ise bir an bile sizi rahatsız
etmeyecek kadar doğal ve inandırıcı.
Karakterler birbirinin aynısı değiller. Her şeyleriyle; hareketleriyle, konuşma tarzlarıyla,
görünüşleriyle tastamam farklılar. Bilmeseniz onların gerçekten bir yerlerde yaşadığını, nefes aldığını,
hareket ettiğini zannedeceksiniz. Alper Canıgüz’ün karakter yaratma ve işleme başarısı, hem
Gizliajans’ta hem de diğer kitaplarında parmak ısırtacak kadar başarılı.
Kitap hakkında yeteri kadar şey söylediğimi -ya da doğru tabirle, ‘yazdığımı’- düşünüyorum.
�imdi size düşen -eğer gerçekten iyi, sürükleyici, eğlenceli bir eser okumak istiyorsanız tabii-
kitapçıya gidip Gizliajans’ı satın almak olacak.
37
Filmimiz palyaço maskeli adamların banka
soygunuyla başlıyor. Joker’in kim olduğunu kendileri
bile bilmiyorlar daha; dedikodu şeklinde birbirlerine
yayıyorlar sanını. Yüzüne neden boya sürdüğünü
rivayet zamanda açıklıyorlar, düşmanlarını korkutmak
için diye. Mavi ve siyah tonlara bulanmış bir suç
filminde olduğunuzu hâlâ anlamadıysanız, bunu
palyaço maskeli heriflerin Joker’in kahkahalı planı
doğrultusunda sırf kârdan daha fazla almak için
birbirlerini öldürmeye başlamalarıyla anlıyorsunuz.
Banka soyma sahnesinin en güzel yerleri
Joker’i tanımamızı sağlayan yerler. Birincisi: Otobüs
sürücüsünü öylesine taradığı sahne ve Prison
Break’in bağımlı polisi -en son izlediğimde öyleydi-
William Fichtner’la olan diyaloğu: “Seni öldürmeyen
şey, basitçe seni yabancı kılar.” Ve sonrasında
adamın ağzına tıktığı bomba görünümlü başka bir
şeyin Joker’in mor ceketinin liflerine bağlı piminin çekilmesi... Joker otobüsle okuldan dönen diğer
insanların arasına karışırken bomba görünümlü şeyin duman çıkararak durulması ve Fichtner’in
yüzündeki korku dolu ifade. Joker’in karakterini özetleyen ve tüm film boyunca neler
yapabileceğini/yapacağını gösterir bu korku dolu ifade.
Bu filmde yeni nesil Betmen’imizin yeni düşmanları var. İlk filmden kalma Scarecrow filmin
başlarında şöyle bir arz-ı endam ederken kısa sürede Arkham Asylum’a yani Betmen’in
düşmanlarının uğrak mekânına bizzat Betmen tarafından gönderilir. Ve yeni düşmanlardan bazılarını
Scarecrow, Betmen tarafından alaşağı edilmeden önce görürüz. Taklit Betmenler ve köpekler! Evet,
koca Betmen, karanlığın adamı Betmen, filmin sonunda “Kara �övalye” ilan edilecek olan Betmen ve
“Betmen” diyerek karizmasını sirk palyaçosuna indirgediğim Betmen içten içe köpeklerden korkarak
günlerini geçiriyor ve çözümü Lucius Fox buluyor yine. Yeni bir zırh. Hem de kedilere karşı bile
sağlam bir yapısı var!
Betmen ne “mahallenizin örümcek adamı” diyaloglarından ne de “bu bir kuş mu? Hayır hayır,
yoksa bir uçak mı?” geyiklerinden tamamen uzak bir kahraman, Bruce Wayne ise aynı taşıdığı
THE DARK KNIGHT – GÖKHAN SARI X K dergidergidergidergi
38
kostüm gibi renksiz bir tip. Wayne’i Gotham’ın varsıllarından ayıran tek özelliği ise geceleri partilerde
değil de sokaklarda takılmayı tercih etmesi. Betmen Başlıyor’da düşmüş bir karakterin yükselişine
tanık olurken, bu filmde yükselmiş ve artık kostümüyle bir olmuş bir karakterin düşüşüne tanıklık
ediyoruz. Christian Bale bu çıkış-inişi ve Bruce Wayne’in görünüşte dolu yaşamını ve maskenin
ardındaki renksiz yalnızlığını gayet iyi yansıtıyor bizlere. Betmen’kenki ses tonunu Amerikan Sapığı
kıvamında değiştirmesini tek eksi yönü sayabiliriz.
Yarasa Adam’ı diğer süper kahramanlardan ayıran yegâne özelliği hiç de süper olmaması.
Betmen düşmanını pataklarken aynı normal insanlar gibi yumruk-tekme ikilisini kullanır. Vücudunun
herhangi bir deliğinden ya da uzvundan mutasyona
bağlı garip gürüp şeyler çıkmaz. Diğer
kahramanların/süper kahramanların aksine kasları el
emeğidir, beleşe kazanılmamıştır. Düşmanımın
üzerinden atlayayım, altından geçip üstünden
çıkayım ya da düşmanımla gökyüzünde saniyelerle
sınırlı bir kavgaya tutuşayım atraksiyonlarında
bulunmaz. Betmen’in ayakları yere basar. Betmen
pataklar. Hasımlarıyla dalga da geçmez/geçemez
Betmen. Haddini bilir, insan olduğunu unutmaz, bir-iki
şov yapayım da insanlar beni unutmasın gibisinden
fikirlere kapılmaz. Ciddi adamdır, ketumdur. Kostümü
itibariyle yarasaya benzer, bir çıkar bir kaybolur, ışığı
sevmez ama ay ışığı altında çatılarda oturmayı
sever, pelerinini hışırdatarak kaybolmaya, Betmobil’le
otoyollarda turlamaya bayılır.
En nihayetinde Betmen de insandır, en çılgın
kahraman kostümlerinden birini giyiyor olsa bile vücuduna sonradan ekleme herhangi bir özelliği
olmadığı için her zaman diken üzerindedir ve bu seyirciyi de onun ölmesi olasılığına alıştırır. Sınırlı
hareketleri -tekme yumruk ikilisi- nedeniyle vereceğiniz “abarttın ama” tepkileri pek fazla değildir.
Lakin Betmen’i zıvanadan çıkaracak, Gotham’ın köküne kibrit suyu dökmeye istek duyan biri,
yaralarının tarihçesi hakkında çelişkiler yaşayan bir sosyopat çıkıyor ortaya.
Filmin 152 dakikalık süresini görünce hem seviniyor hem de Christopher Nolan delirmiş olmalı
diye düşünüyorsunuz. Hayır, o delirmemişti ama senaryoya müthiş bir performans sergileyen bir
Joker enjekte ederek filmi delirtmişti. Betmen’i, Harvey Dent’i ve seyirciyi...
39
En baştaki banka soygunu sahnesinden başka sahnelere ve başka karakterlere atlayarak
incelememize devam edelim. Teğmen Gordon, Betmen’le iş birliği yapmakta, suçluları bir bir içeri
tıkmaktadır ve geçen yılların ardından hâlâ bıyıklıdır. Aaron Eckhart, Harvey Dent rolünde Gotham’ın
beyaz şövalyesi olarak ve Maggie Gyllenhaal da önceki filmde Katie Holmes’un oynadığı Rachel
Dawes rolünde karşımıza çıkıyorlar. Heath Ledger ise son yılların en şahane kahraman düşmanı
portresini çiziyor.
Chicago görünümlü Gotham’da işler her zamanki gibi yolunda gitmiyordur. Suçlular her şeye
rağmen kara para aklamaya devam ediyor, dürüst polis kavramı ancak saf zihinlerde kendine yer
bulabiliyordur. Yeni bölge savcısı Harvey Dent ise kemikleşmiş kadrolu yozlaşmış polis teşkilatının,
Gotham’ın ve Betmen’in son umududur. Bruce Wayne, Harvey’yi üzerindeki “Gotham’ın Bekçiliği”
yükünü devredecek kişi olarak görmektedir. Suç dünyası ise pis işlerini gizli gizli çevirememekten
muzdariptir çünkü polis tarafından enselenmeleri an meselesidir.
“İşte yok oldu...” Bir sihirbazın ağzından
çıktığında ortadan kaybolan bir şeyin seyircide
yarattığı şaşkınlığı teyit etmek için kullanılan bu
cümle Joker’in ağzından çıktığında seyirciyi
afallatıyor. Sırf istediği için soyabilen bir adamın,
sırf istediği için öldürebileceğini ve hırsızlıklarının
ya da cinayetlerinin ardında hiçbir neden
gizlenmediğini Joker’in güldürmeyen ifadesinde
görebiliyoruz. Bu adam öldürüyor çünkü bunu
istiyor; öldürürken, eylemlerini icra ederken hiçbir
şey ama hiçbir şey umurunda olmuyor.
“Arabaları kovalayan bir köpeğim,” derken tam
da bunu kastediyor.
Joker’in çılgınlıklarından bahsederken fon
müziğinden bahsetmemek olmaz. James Newton
Howard ve Hans Zimmer beraber iyi iş
çıkarıyorlar. “Why So Serious” ve “A Dark Knight”
gibi ağır ve rahatsız edici müzikler tahminimce
J.N. Howard’a, “İntroduce a Little Anarchy” ve “Like a Dog Chasing Cars” gibi müzikler de Hans
Zimmer’dan çıkmaya benziyor. Hele ki Heath Ledger’ın Joker performansının doruk noktasına ulaştığı
bir sahne var ki müzikle birlikte iyice şaha kalkıyor ve kameranın da becerisiyle ortaya unutulmaz bir
40
sahne çıkıyor. Rachel’ın Joker’in karşısına dikildiği ve Joker’in saçını düzeltip ağzını yalayarak
Rachel’in üzerine gittiği sahne. Müzik çalar ve kamera ikisinin etrafında döner. Tek konuşan Joker’dir
ve bir de o rahatsız edici müzikle Joker’in ağzından çıkan şapırtı sesleri vardır. Biraz sonra Rachel’i
gözünü kırpmadan aşağı atması onu iyice tanımamıza vesile olur. Hiçbir şey Joker’in umurunda
değildir; ne para, ne şöhret ne de Betmen… Tek umurunda olan eğlencedir. Toplumun belirlediği
kuralların dışına çıkarak eğleniyordur.
Harvey Dent ise Joker’in eğlence odaklı eylemlerinden etkilenmekte, değişmektedir.
Hastanedeki sahnede Joker’in Harvey’ye yaptığı ise “A Little Push”tur. Sadece küçücük bir iteleme.
Hastane bombalamasında Joker’in ne kadar ciddi olduğunu söylemeye hiç gerek yok. Hemşire
kıyafetini giymesinin yegâne sebebi eğlence, Harvey ile bu kadar ilgilenmesinin yegâne sebebi
eğlence… Joker kaos istiyor ve eğleniyor bununla. Harvey hastanede yatarken silahını Joker’e
doğrulttuğunda, Joker’in ölmeyi hiç önemsemediğini görürsünüz. Belki de sinema tarihinin en dürüst
kötü adamlarındandır. Kötü adam bile değil aslında. Manipüle yeteneği o kadar iyi ki seyirciyi bile
kendine inandırabilir – ki birçok seyircinin filmden Joker hayranı olarak çıkması ve Joker’in sözlerini
ağzından eksiltmemesi bunun kanıtı.
Bu film iki gemi sahnesiyle Gotham halkına psikolojik bir test uygularken, Joker karakteriyle de
seyirciye bir psikolojik test uyguluyor: “Sev ya da nefret et”. Ama seyirci ikisinden birini seçmek yerine
-sosyal bir izleyicinin seçmesi olası şık ikincidir- ikisi arasında bocalıyor. Karakter kendini sevdirmeye
çalışmıyor ama insan doğasında var olan özgürlüğü seyirciye hatırlatarak kendilerini sorgulamalarını
sağlıyor ve seyirci doğuştan gelen özgürlükleri konusunda devlet dolayısıyla herhangi bir hamleye
cesaret edemese de Joker’i takdir etmeden duramıyor. Joker kuralsız çünkü Betmen’in ya da
herhangi birinin onu yıkmak için elinde kozu yok. Betmen dövdükçe gülüyor bu yüzden. Gülüyor
çünkü kendisini ya da olmayan babasını ya da olmayan karısını falan düşündüğü yok, tek düşündüğü
eğlence ve bunun için gülmesi lazım.
Joker o iskelede asılıyken ve kamera tersten çekerken onu, aslında kazanmıştı. Kazanmıştı
çünkü film boyunca savaşmamıştı. Hastaneyi patlatırken, paraları yakarken, bankayı soyarken, “ta
daa” yaparken... Çünkü kimseyi ya da hiçbir şeyi tehdit olarak görmemişti, eğlence malzemesi olarak
görmüştü onları. Joker bir nihilist, hedonist veyahut anarşist, Betmen ise bu filmin kaybedeni. İlginç bir
şekilde bu film isminin hakkını falan vermiyor ama devasa bir Joker destanı yazıyor, Joker’in tüm kötü
yönleri ifşa edilmesine rağmen kimse Joker’den nefret edemiyor.
“The Dark Knight”a on üzerinden dokuz verip yazımızı klişemizle sonlandıralım:
“Ne bu ciddiyet?”
41
CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER 11111111: : : : “NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”“NE YAPSAK?”
Berk PayatBerk PayatBerk PayatBerk Payat
Ellerini göklere doğru uzatmış bir melek gibi kıvrım kıvrım dudaklarım. İçinden
gecenin rengi aksa da, göklerin son halkasında kalmış bir yudum şafağı ararım.
Gözlerimin ortasındaki ebedi hayat mahreminde, kimi canı yanan bebekler gibi
ağlarım, kimi şımaranlar gibi… Asrın içinden fırlamış bir falcı gibi bu gece benliğim,
Nostradamus’a küfür savurur gibi… Nereden bildi bu herif bu kadar doğru şeyi!
Derken göz kapaklarım hafifçe görüş alanımı perdeler, arkadan giren Everwake,
introsundaki Fa diyez armonisi ve si gamındaki hicazvari nota bağları ile ruhumun
daha da kararmasına yol açar. Kendimi berrak bir gökyüzünün ortasında kurulmuş,
statik nüanslarla dolu bir melek yuvasında bulurum. Bu Taşizm kılığı müptezel bir
ruha hitap etmiş olsa da rum ateşi bu, ne yapsak sönmez.
42
“Gizliajans”, “Oğullar ve Rencide Ruhlar”, “Tatlı Rüyalar”
isimli kitapların başarılı yazarı ile keyifli bir söyleşi yaptık. Alper
Canıgüz’den kitapları, yazarlık ve okurluk üzerine…
Alper Canıgüz’le
Söyleşi
43
Bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
Bir insanın canını sıkmak istiyorsanız kendinizden, ilgisini çekmek istiyorsan ondan söz edin
diyen Balzac mıydı?
Yazmaya başlamanız nasıl gerçekle şti? Yazarlı ğa atılmanızı sa ğlayan herhangi bir şey
yaşadınız mı?
Sanırım bir şeyler yazmaya öykünmemin bir nedeni babamın çok okuyan, çok güzel hikâye
anlatan, aynı zamanda da kalemi kuvvetli bir adam olması, ikincisiyse hayli yalnız bir çocukluk
geçirmemdi. İşte şu noktada yazmam gerektiğini hissettim diye belirli bir olay yok ama aklımda.
Yazmanın en güzel yönü sizce nedir?
“Yazarlık”ın nesi sizi kendine ba ğladı?
Duyguları harekete geçirebildiğimi fark
etmek sanırım. Beni çeken yanı da buradan
kaynaklanıyor olsa gerek.
Sizce müzik insanın yaratıcılı ğını etkiler
mi? Yazarken müzik dinler misiniz?
Müziğin yaratıcılığı tetiklediğine kuşku yok
bence. Ben çoğunlukla yazacaklarımı düşünürken
dinlerim. Yazma edimi sırasında müzik benim için
çeldirici bir unsur olabiliyor.
Kitaplarınızda yer alan biyografinizde
‘Okuma sevgisini babasına, yazma tutkusunu
müzik kabiliyetinin olmayı şına borçludur’ cümlesi göze çarpıyor. Gençli ğinizde müzik yapma
konusunda giri şimleriniz oldu mu?
Elbette. Bu benim içimde bir yaradır. Bir şeyi bu kadar sevmek ama bu kadar yeteneksiz olmak.
Küçük bir grup bile kurmuştuk. Diğer iki arkadaşım benden çok daha yetenekliydiler bu konuda. Ben
de bir keresinde -bas çalıyordum- kendimi kaptırdım ve tamam işte, tamam nihayet oldu hissine
kapıldım, gitarist arkadaşımın taburemi tekmeleyerek, “Dinle şu müziği be adam,” demesiyle kendime
geldim.
ALPER CANIGÜZ’LE RÖPORTAJ X K dergidergidergidergi
Gizliajans’la ilgili yorumlar
bir hayli olumlu. Doğal olarak
seviniyorum buna. Bununla
birlikte sanırım hiçbir yazar
bitirdiği bir eserden bütünüyle
tatmin olmaz. Eminim
Dostoyevski’nin bile
Karamazov Kardeşler’de eksik
bulduğu bir şeyler vardır.
44
�üphesiz iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okur olm aktan geçiyor. Sizi yazarlık hayatınızın
temeli olan okurlu ğunuzda etkileyen ilk kitap veya kitaplar nelerdi?
Kılıçlı ve korsanlı kitaplar! Jules Verne ve Alexandre
Dumas çok okumuşumdur küçükken. Cyrano de Bergarac
mesela çok önemli bir kitaptır benim için.
Peki tutkunu oldu ğunuz yazarlar kimler ve bunlar
arasında yazım hayatınızda örnek aldı ğınız isimler var
mı?
Pek kimseyi örnek aldığımı söyleyemem ama beni
etkileyen ufak tefek şeyler sinmiştir yazdıklarıma. Örneğin
Bilge Karasu’nun Kılavuz adlı romanında, “Belli ki onu
görmekliğim isteniyordu,” cümlesini görmesem
muhtemelen bu kipi kullanmak aklımın ucundan geçmezdi.
Sevdiğim yazar çoktur ama. Borges, Calvino, Nabokov,
Emily Bronte, Vonnegut aklıma gelen ilk birkaçı.
Rahatlıkla, “Mutlaka okunmalı,” dedi ğiniz bir yapıt var mı?
Her türlü prospektüs ve kullanma kılavuzunun okunması gerektiğine inanıyorum. Bunun dışında
Karamazov Kardeşler de okunsa iyi olur.
Yazdığınız romanlarda aslında birçok farklı tür harmanlan mış gibi duruyor. Siz kendinizi
herhangi bir tarza sı ğdırabiliyor musunuz?
Yazdıklarım en çok kara-mizah ortak paydasında toplanabilir diye düşünüyorum.
Bir söyle şinizde “O ğullar ve Rencide Ruhlar” romanınızla ilgili ‘fantaz ma-kriminolojik
pediyatrik dejavü’ ve ‘pedo-kriminolojik kara komed i’ gibi tanımlar yapmı şsınız. Tatlı Rüyalar
ise zaten “psiko-absürt romantik komedi” olarak geç mekte. Bu gibi isimlendirmeler yapma
ihtiyacını duymanızın özel bir nedeni var mı?
Oğullar ve Rencide Ruhlar’da öyle bir tanımlama yok. Tatlı Rüyalar’daki gibi bir tanımlama
yapsanız ne olurdu sorusu üzerine vermiştim o cevabı. Bu tip bir ihtiyaç içinde değilim yani.
Yine böyle isimlendirmeniz gerekirse “Gizliajans” i çin ne dersiniz?
Bak siz de sordunuz şimdi aynı soruyu. Calvino’nun romanının adını çağrıştırmasa
“kozmokomik aşk hikâyesi” diyebilirdim belki.
45
Yazım kariyerinizin ba şına dönersek… “Tatlı Rüyalar” ilk yayınlanan romanı nızdı ve sizi
kitlelere tanıtıp sevdiren de “Tatlı Rüyalar” oldu. Aynı zamanda, üçüncü tekil şahıs
kullandı ğınız tek romanınız olarak da di ğerlerinden ayrılıyor. �imdi dönüp baktı ğınızda bize
“Tatlı Rüyalar”la ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Belki bugün olsa bazı yerlerini başka türlü yazardım ama açıkçası hâlâ enteresanlığını
koruduğunu düşünüyorum. Murat Menteş bir keresinde bana “O roman böyle de roman
yazılabileceğini gösterdi,” demişti, çok gururlanmıştım.
Ondan tam dört sene sonra “O ğullar ve Rencide Ruhlar” yayınlandı. Son derece ilg inç bir
baş karakter olan be ş yaşındaki Alper Kamu’nun polisiye denebilecek macerası nı sizin bilindik
keyifli, kıvrak üslubunuzla takip ettik. Bu ikinci romanınız sizin için ne ifade ediyor?
Daha iyisini yazamayacağımdan korktuğum bir romandır kendisi.
Alper Kamu kendinden onlarca ya ş büyüklere bile ta ş çıkartacak bir zekâ ve olgunlu ğa
sahip. Böyle bir karakter olu şturmaya nasıl karar verdiniz ve onu yazarken zorlan dığınız oldu
mu?
Bu karakter yıllardır benimle birlikte yaşamaktadır aslına bakarsanız. Küçükken kendi kendime
hayali oyunlar kurardım ve bu oyunlarda “canlandırdığım” iki farklı çocuk vardı. Bunlardan biri daha
üzgün ve içedönük, diğeri daha cevval ve sert bir şeydi. Sanırım Alper Kamu ikisinin karışımı gibi bir
şey oldu. Kendisini iyi tanıdığım için de yazarken fazla zorlanmadım açıkçası.
Ve son olarak Gizliajans… Kısa süre önce yayınlanan bu yeni romanınızla ilgili ilk
yorumlardan ho şnut musunuz? “Gizliajans”, yazarı olarak sizi tatmi n etti mi? Ortaya çıkan
eserden memnun musunuz?
Gizliajans’la ilgili yorumlar bir hayli olumlu. Doğal olarak seviniyorum buna. Bununla birlikte
sanırım hiçbir yazar bitirdiği bir eserden bütünüyle tatmin olmaz. Eminim Dostoyevski’nin bile
Karamazov Kardeşler’de eksik bulduğu bir şeyler vardır.
Kitaplarınız arasında en sevdi ğiniz, en zevk alarak yazdı ğınız hangisi oldu?
Her kitabım bana zevki ve acıyı yaşatmıştır. Belki Tatlı Rüyalar nasıl bir şeyler yazabileceğimi
bana da göstermesi açısından en heyecanlısı olmuştur bu yanıyla.
Dikkatimizi çeken bir şey de, üç eserinizin yayın tarihleri arasında istis nasız dört yıl
olması. Bu bir rastlantı mı?
En azından planladığım bir şey değildi diyeyim. Demek ki, işle güçle uğraşırken oturtabildiğim
rutin böyle bir şey oluyor. Yine de bundan sonra daha hızlı üretebilmek azmindeyim.
46
Çoğu insanın aklına bile gelmeyebilecek konular ve
kurguları kitaplarınıza yerle ştiriyorsunuz. Sizce insanın bu
yöndeki hayal gücünü besleyen etkenler neler?
Mümkün mertebe az koşullanmak herhalde? Bir de belki hayata
ve insanlara karşı bir tür ilgi duymak. Anlamaya çalışmak, sonra da
hepsini unutmak.
Karakterlerinizi olu ştururken nelere dikkat edersiniz?
Tanıdığım birine benzemesine ve hikâyedeki başka hiç kimseye
benzememesine.
Gizliajans adlı kitabınıza baktı ğımızda ana karakterin okurla tamamen özde şleştiğini
görüyoruz. Karakteri okura ba ğlayan en önemli unsurlardan biri, anlatımın içten o lması ve
karakterin dü şüncelerinin kitapta tüm yalınlı ğıyla yer bulması. Günlük ya şamınızda da Musa
gibi dü şünen ve onun gibi hızlı ve dobra ya şayan bir ki şiliğe sahip misiniz?
Çetin Altan, “ya yaşarsın ya yazarsın” derken haklıydı sanırım. Ben sadece yazabiliyorum.
İnsan duygularını iyi yansıtmanızda ya şam tecrübelerinizin size ne gibi katkısı oldu?
Elbette çok etkisi olmuştur. Ama ben bir yazarın en büyük sermayesinin çocukluğu olduğuna
inananlardanım. Daha sonraki her şey onun üzerine bina ediliyor.
Kitaplarınızda; hayata, insanlara, topluma ve daha birçok şeye yönelik pek çok tespit yer
almakta. Aklımıza ilk olarak Alper Kamu’nun a ğzından “ insan denen bu tuhaf hayvanın,
varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılını şının hikâyesi” geliyor. Gündelik ya şamınızda da
hayata ve ya şananlara bakı şınız bu yönde mi?
Korkarım öyle. Benim için hayat ve kurgunun kesiştiği nokta nedir diye düşündüğümde aklıma,
çok büyük bir toplumcu düşünür olan Bertrand Russel’ın aslında bir solipsist olduğunu söyleyişi gelir.
Düzenli ve planlı bir şekilde mi yazarsınız, yoksa canınız istedi ği zaman, istedi ğiniz kadar
mı?..
Çok disiplinli bir yazar sayılmasam da oturup ilham gelmesini bekliyor da sayılmam. Roman
yazmada işin başına oturmak önemli bir unsurdur.
Yazmaya başlamadan önce romanınızı tüm detaylarına dek kurgula r mısınız?
Yazacağım romanın omurgasını, ana uğrak noktalarını, olay örgüsünü baştan kurgularım. Ama
anlatı esnasında önüme çıkan ilginç yollara girmekten de, omurgayı zedelememek kaydıyla,
kaçınmam.
47
Edebî açıdan sizi etkileyen olay, yazar, eser ya da herhangi bir ba şka şey var mı?
Olay? Bilemiyorum. Beni etkileyen eser ve yazarlar ise, elbette, çoktur. Öncelikle iyi bir okur
olarak ve yazmaya öykünerek başlarsınız bu işe. Ya da başlamalısınız diyeyim. “Kendini ifade etmek”
ve “söyleyecek bir sözü olduğu” için yazan romancılardan pek bir hayır gelmez.
Sizce bir yazarın kendini geli ştirmesi için yapması gereken şeyler nelerdir? Stephen King
bir yazar adayının günde en az dört saat okuyup dör t saat yazmasını önerir. Sizin yazar
adaylarına buna benzer tavsiyeleriniz var mı?
Ben pek bu konuda formüllere ve reçetelere inanmam.
Sizce yazma eylemi tek ki şi ile mi yapılır yoksa
birden fazla yazar bir araya gelip kitap yazabilir mi?
Günümüzde buna örnek birçok kitap görüyoruz.
Sizin bu konudaki tutumunuz nedir? İleride bir
başka yazarla kitap yazmayı dü şünür müsünüz?
Derlemelere ya da birden çok yazarın bir fikir
çerçevesinde eserler üretmesine bir itirazım yok ama
her bir roman tek bir yazar tarafından yazılmalıdır.
Türk Edebiyatı hakkındaki genel görü şleriniz
neler? Sizce edebiyatımız, olması gereken konumda
mı?
�iir kadar olmasa da saygın bir roman geçmişimiz
var diye düşünüyorum. Okumaya ilgi azalırken yazmaya
olan ilginin artmasında sağlıksız bir durum var
kuşkusuz. Yine de son yıllarda Türk romanından dikkate
değer eserler çıktığı da açık. Olanla olması gerekeni
birbirinden nasıl ayırt edebiliriz bilmiyorum. Dünyada layık olduğu yerde mi diye sorarsanız, kültürel
emperyalizm ve benzeri nedenlerle gözden kaçan yazarlarımız var tabii ki, ama topyekûn bir değer
ürettiğimizi iddia etmek de pek doğru değil sanki.
Polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu gibi türler s izce Türkiye’de nasıl görülüyor?
Değerlendirmeniz gerekirse bu türlere olan bakı ş açısıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Görebildiğim kadarıyla dünyadakinden pek farklı değil. E tabii fazla okumayan bir millet
olduğumuz malum, o yüzden belki satış rakamları batılı ülkelerdekilerle kıyaslanamaz ama kitap
okuyanlara baktığımız zaman yaklaşım benzer diye düşünüyorum. Sanırım teknolojiyle birlikte
48
dünyanın çok tanıdık, bildik bir yer haline gelmesiyle birlikte fantastik kurgulara olan ilgi, hatta ihtiyaç,
artmış durumda.
Yazarlık hayatınızda dönüm noktası olarak tanımlaya bilece ğiniz bir olay var mı?
Bukowski’nin Pulp adlı romanını okumam. İşin doğrusu ben Bukowski’yi öykücü olarak
beğenirim, romancılıkla ise pek alakası olmadığını düşünürüm. Yine de Pulp diğerlerine göre daha bir
romandır. Ama mesele bu değil. Yazarın hiç kasmadan, neredeyse ağzına geleni söylerken bu kadar
harika bir atmosfer yaratabilmesi, benim yazmaya karşı kasıntılı yaklaşımımı değiştirmiştir ve doğrusu
roman yazabilmemi olanaklı kılan da bu olmuştur.
Onur (Ah Muhsin) Ünlü ve Murat Mente ş ile isimleriniz sık sık beraber anılıyor. (Her ne
kadar Onur Bey şiir yazmayı bırakıp sinemaya yöneldiyse de…) Yanılm ıyorsak e ğer, aranızda
sıkı bir dostluk var. Bu dostlu ğu başlatan neydi; sizi bulu şturan edebiyat mı oldu?
Murat’ı benimle Tatlı Rüyalar için yaptığı bir röportaj vesilesiyle tanıştım. Sonrasında
dostluğumuz, birbirimize olan sevgimiz, hayranlığımız arttı. Onur’u ise, Ah Muhsin Ünlü adıyla
�izofrengi’de çıkan şiirlerinden tanıyor ve çok seviyordum. Bir gün bir şekilde Onur’un şiirleri
internetten dolanıp elime ulaştı ve Murat’a bu adamı tanıyor musun diye sordum. O da, ha evet bugün
öğlen beraberdik senden söz ettik dedi. İkimizi o tanıştırdı yani. Sanırım daha önceden pek
yapılmamış türden şeyler yapma azminde olmamız bizi dost ve ruhdaş kılıyor.
Üniversite ya şamı veya hayatınızdaki ba şka bir dönemin yazarlı ğınıza herhangi bir etkisi
oldu mu?
Elbette. Yine de daha önce de dediğim gibi insanı neyin nasıl etkileyeceği çocukluğunda
belirlenir.
Kitaplarınız genel olarak sade ama etkili kapaklara sahip. Siz bu kapaklardan memnun
musunuz ve sizce görselli ğin bir eserin ba şarısındaki etkisi ne ölçüde?
Kitaplarımın kapaklarından çok memnunum. O kapakları yapan kişi de son derece değerli bir
sanat yönetmeni, Murat Yılmaz’dır. Kitap kapağı, elbette okuyucunun ilgisini çekmek konusunda
önemli bir unsur. Tabii beni çeken kapaklarla çoğunluğu çekenler aynı mı, bak ondan pek emin
değilim.
Yazdığınız romanların size göre di ğer eserlerden ayrılan özellikleri nelerdir?
Bunu söylemek bana düşmez. Yine de geçenlerde bir internet sitesinde Gizliajans ile ilgili
karşılaştığım enteresan bir “eleştiriyi” paylaşayım. Arkadaş kitabı çok sevdiğini söylüyor ama bir
zafiyeti eklemekten de kendini alamıyordu: “Yalnız çok fazla hayal gücü var bunda!”
49
Kitaplarınızın ilk cümlelerinin daima ilgi çekici o lduğunu görüyoruz. “HAYATIMI
SATIYORUM!”, “Be ş yaş insanın en olgun ça ğıdır; sonra çürüme ba şlar” ve "Borges ve
Kemalettin Tu ğcu’nun aynı ki şi oldu ğunu ö ğrendi ğimde hayatta bundan daha korkunç bir
gerçekle kar şılaşamayacağımı düşünmü ştüm”. Bu
hususa özellikle dikkat ediyor musunuz?
Roman girişlerini önemsiyorum, evet. Girişin okuru
şaşırtmak, hikâyenin içine çekmek ve bir atmosfer
yaratmak için önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum.
Gizliajans’ta bir karakteriniz a şka bamba şka bir
bakış açısı geçirerek bilinen “a şk” kavramının
aslında hiç ya şanmadığını belirtiyor. Sizin a şka kendi
bakış açınız da bu yönde mi? Yapısındaki tüm
basitli ğe rağmen her şeyi; edebiyatı, sinemayı ve
önemlisi her türlü insanı kasıp kavuran “a şk” sizce
nedir?
Ölümün provasıdır.
Bütün kitaplarınızı ortak de ğerlendirirsek
hamurlarında komedinin mutlaka yer aldı ğını
görüyoruz. Komedi olgusunu nasıl de ğerlendiriyorsunuz? Anlattıklarınızı daha ilgi çekic i
kılmak için bir yöntem mi sadece, yoksa ba şka anlamlar yükledi ğiniz de oluyor mu?
Düşünün ki dünyanın en kasvetli filozofu Nietzsche bile, “İçinde bir parça kahkaha olmayan
hiçbir düşünceye itibar etmem,” buyurmuştur. Sanat, katılığın karşıtıysa, mizah da cezasıdır.
Yeni proje/projeler üzerinde çalı şıyor musunuz? Çalı şıyorsanız bize biraz bundan
bahseder misiniz?
Yeni bir Alper Kamu hikâyesi ve birkaç şey daha. Hangisinin önce doğacağını ben de
bilemiyorum henüz.
Eğer incelediyseniz, dergimizi nasıl buldunuz?
Çok hoş, çok. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Hem gotik hem içli!
Son olarak, eklemek istedi ğiniz bir şeyler var mı?
Eğer bu röportajı okuyanlar arasında bir gün ürinasyonlu defekasyonlu türden bir porno film
çekmeyi amaçlayan biri bulunuyorsa kendisine bir isim önerim var: “Ohh shit!”
50
Söyleşi için te şekkür eder, size hayatınızın her alanında iyi çalı şmalar ve ba şarılar dileriz.
Ben teşekkür ederim.
Hazırlayanlar: Ozancan Demirışık, Onur Bayrakçeken, Arif Kubaş, Hüseyin Emre Coşkun
51
KARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAKKARANLIKTAN KURTULMAK
Ozancan DemirışıkOzancan DemirışıkOzancan DemirışıkOzancan Demirışık
Karanlığın çöktüğü o günlerde, hiçbir umut kalmamışken geliyor. Vücudu gümüşten parlak,
sözü şekerden tatlı, gözleri şahinden keskin. Sanki Aydınlık’ın ta bağrından kopmuş da gelmiş.
“Karanlık sarmasın kimseyi,” diyor. “Kötülük çöreklenmesin üzerinize. Düşman olmayın
birbirinize; çünkü olduysanız eğer, sonunuz gelmiş demektir. Bu hataya düşmeyin.”
Herkes onu can kulağıyla dinliyor ve hiç bitmeyen bir sükûnet hâkim oluyor ortama. Nihayet,
“İşte Kurtarıcı,” diyor ufak tefek bir adam. Ve binlerce kişi, karanlığın kalbindeki köleler dahi
tekrarlıyor bunu.
O ise gülümsüyor; dişleri etrafa ışık saçıyor, adeta çöken karanlığı dışarı püskürtüyor. “Sizi
kurtaracak olan yine sizlersiniz,” diyor.
Bu sefer binlerce değil milyonlarca kişi haykırıyor. “Bizleriz.”
Kurtarıcı havaya yükseliyor; artık gümüş bir güvercin. Işık saçarak gökyüzünde bir ileri bir geri
süzülüyor ve giderek uzaklaşıyor, sırra kadem basıyor… Onun ardından bakıyorlar; inanmak
istemiyorlar gittiğine.
Kurtarıcı gitse de umutlar tükenmiyor. Artık kimse korkmuyor Karanlık’tan ve onun Cehennemî
mahlûkatlarından. Karanlık kalkıyor ortadan ve tüm insanların yüzünde beklenmedik bir tebessüm
peyda oluyor. Artık daha farklı hissediyorlar kendilerini.
“Bizi kurtaran yine biz olduk,” diye fısıldıyor bir kadın.
Ve milyonlar değil milyarlar haykırıyor bunu.
52
Nüfus: Ruhuna El Fatiha
(Population: R.I.P.)
O en çok mutfağını severdi. Yemek yemeyi. Bol yağlı pirzolalar, pamuk gibi yumuşacık biftekler,
bin bir çeşniyle lezzetlenmiş yahniler, çıtır çıtır kızartmalar, limona yatırılmış palamutlar, levrekler
hamsiler, ton balıkları, çeşit çeşit pizzalar, bol acılı kebaplar, dürümler, köfteler, içinden eritilmiş
peyniri, kıtır ekmeği eksik olmayan çorbalar, sosları dünyanın dört bir yerinden gelmiş salatalar,
makarnalar, bol şerbetli tatlılar, arasından meyvelerin suları sızan pastalar, tartlar, sütlaçlar, üzümler,
kavunlar, karpuzlar… Hayattaki en büyük zevki yemek yemekti anlayacağınız. Bu yüzden ölünce
mutfağına gömülmeyi vasiyet etmişti.
Elbette bunu yapamazlardı. En azından yapamayacaklarını düşünüyorlardı. Ev kendisinindi,
arsa da ve kendini yaktıran insanlar şöminenin üzerinde durabiliyorlarsa pekâlâ o da yemek
masasının altına huzurla yatabilirdi. Karısı ve onu gerçekten sevmiş olan iki çocuğu vasiyeti açıp da
gerekli izinleri gördüklerinde ilk yaptıkları şaşırmak oldu. Babalarını mutfağa gömebileceklerine değil
babalarının yemekten başka bir şeyle ciddi anlamda uğraşmış olmasına şaşırmışlardı daha çok.
Havayı ve kokuyu geçirmeyecek bir tabut yapıldı, mutfağın zemini kırılıp ufak bir çukur açıldı ve
sayılı dostlarının katıldığı bir törenle toprağa verildi. Çok fazla kişi çağırmamalarının en önemli nedeni
mutfağın yeterince geniş olmamasıydı. İkincisi de bu yapılana itiraz edecek çok fazla insanla
uğraşmak istemiyor oluşlarıydı.
Yerdeki toprak kabartı, mermerden bir mezarlıkla kapatıldı ve yatay olarak bir mezar taşı
hazırlandı. Ertesi gün yemek masası eski yerine çekilmişti bile. Evin reisi yemek masasını altında
huzurlu bir ölüydü artık.
İlk üç gün ailesi mutfağa girmekte zorlandılar. Bir ay boyunca ise o masada yemek yemediler.
İnsanoğlu unutmaya ve kabullenmeye yatkın olduğu için kısa bir süre sonra her şey normale döndü.
MEZARLIK
BAHADIR ĐÇEL
53
Çoğu zaman ayaklarının dibindeki yükseltide babalarının yattığını unutarak gayet neşeli zamanlar da
geçirdiler bu masada.
Bir gün, “Beni de lavabonun altına gömün,” dedi ölü adamın karısı, lahdin üzerindeki masada
yemek yerken. Önce şaka yaptığını zannedip ciddiye almadılar. Ancak yıllar sonra annelerinin yazılı
vasiyetinde bunu gerçekten istediğini gören çocukları, kısa süreli ikilemlerini kadının isteğini yerine
getirerek çözeceklerdi. Annelerinin taştan lahdi banyo küvetinin yanında yükselirken evlerinde
biriktirdikleri ölülere daha da alışmaya başladı iki kardeş. Ancak amcaları gelip de televizyonun
karşısına gömülmeyi istediğinde buna dur demenin vakti olduğunu düşündüler.
Yine de geç kalmışlardı. Anne ve babalarının kendi evlerine gömülmüş olması çoktan aile eşrafı
ve komşular tarafından duyulmuş, iki sokak yukarıda hakkın rahmetine kavuşan emekli bir pilot
kendini çatısına gömdürmüştü. Onlar bu soruna çare bulmaya çalışadursunlar hiç evlenmemiş yaşlı
komşuları bahçedeki köpek kulübesinin altına mezarını hazırlatmaya koyulmuştu bile. İşte basının
ilgisini de bu sıralar çektiler. Masanın altındaki mezar belki dikkat çekmezdi ama birinin çatıya
gömülmesi ve çatıdaki sanduka görüntüsü gözden kaçacak gibi değildi.
Birkaç gün sonra ölen birinin kendini İstanbul Boğazı’nın dibine gömdürdüğünü duydular. Biri de
cesedini villasının merdiven sahanlığına gömdürmüştü. Bu ölüm sonrası otantik modasının dünyanın
dört bir yanına ulaşması uzun sürmemişti. Birkaç hafta içinde mütevazı ve dinine bağlı kalabalık bir
kitle bunu bir ayıp ve günah olarak nitelendirmeye başlamıştı. Muhafazakâr bu insanlar, yapılanın
insan elinden çıkmış materyalleri ilahlaştırdığına dair sert savlar ortaya atıyordu. Radikal ve günlük
hayata düşkün bir kesim içinse en pahalı avukatları tuttukları, devletten özel izinlerle en sevdikleri
yerleri mezarlığı olarak ayarladıkları bir moda salgını olarak kabul görüyordu.
Çok geçmeden her köşe başını bir mezar aldı. Her evde birilerinin bir zamanlar sevmiş olduğu
biri gömülüydü artık. Yatakların altı, duvarların arası, bahçeler, çatılar, dolapların içi…
Çok geçmeden aile mezarlıkları üzerine aileye ait evler dikilmeye başlandı. Ölülerimiz, olmazsa
olmazımız gibi kanunlar tarafından koruma altına alınmaya başlandı ve devlet herkesin en azından
sevdiği bir kişiyi yatak odasına gömmüş olması gerektiğine dair bir kanun da çıkardı.
Ölüler evlerimizde yaşamaya devam ederken biz de yaşayan ölülere dönüşmeye başladık.
�ehrin üzerine sinmiş ölüm kokusuna bile alıştık. Çürümenin o ekşimsi rayihası egzoz dumanlarından
ve çöplerimizden yükselen kokulardan daha kötü değil.
54
�imdi aslında şehir görünümlü bir mezarlıkta yaşıyoruz. Dört yanımızda hayaletler,
bedenlerinden arta kalan kemikleri gece gündüz takırdatıyorlar.
55
Brezilya’nın yetenekli mi yetenekli çocuğu
Fernando Meirelles sizi, görüşünüzün yok denecek
kadar az olduğu bir yolculuğa çıkarıyor. Portekiz
doğumlu yazar Jose Saramago’nun aynı adlı
romanından uyarladığı Blindness (Körlük) aynı
zamanda 2008 Cannes Film Festivali’nin açılış filmi.
Oyuncu kadrosunda Julianne Moore, Mark
Ruffalo, Danny Glover ve Gael Garcia Bernal gibi
oyuncuları barındıran filmin öyküsü yeryüzündeki
bütün insanların körlük salgınına yakalanmasını konu
alıyor.
Filme detaylı değinmeden önce Meirelles’in
önceki işlerinden dünya çapında ses getirmiş iki
tanesini ele almak doğru olacaktır. 1955 yılında doğan
yönetmen Cidade De Deus (Tanrıkent) filmiyle dünya
çapında ün kazandı. Bunu da elbette Brezilya’nın arka sokaklarının dehşet verici ama gerçek
yaşantısının tarihini çarpıcı ve hızlı bir şekilde yüz otuz dakikaya sığdırarak sinema seyircileri ve
eleştirmenlerinin ortak beğenisini kazanarak başardı. Bu filmin vurucu geriye dönüşler, etkili ve
heyecanlı kurgu, enfes görüntü yönetimi ve Latin yönetmenlerin çok sevdiği hareketli çekimlerle
birlikte kısa zamanda bir klasik ve başyapıt mertebesine ulaştığı tereddüt etmeden söylenebilir.
Gösterime girdiği yılın Oscar ödüllerinde tam dört adet adaylığı olması da filmin haklı başarısının
göstergesi olsa gerek.
Ardından gelen Constant Gardener (Arka Bahçe) filmiyle bu sefer de Afrika’nın sorunlarına
yönelen Meirelles, tüm dünyanın sorunları konusunda duyarlı olduğunu açıkça gösterdi. Dev
ekonomilere sahip güçlü ülkelerin fakir halkı nasıl kobay olarak kullandıklarını ve sömürdüklerini
anlattığı Arka Bahçe, yine kurgusuyla ve yönetimiyle izleyicilerin hafızalarına kazanan filmlerden biri
olmayı başardı.
Geniş bir seyirci kitlesi tarafından yeni filmi merakla beklenen yönetmen bu kez edebiyata
yöneldi ve karşımıza bir çeşitle; alegoriyle çıktı. Toplum ve dünya sorunlarını hassas bir şekilde ele
alan yönetmen, önceki iki filminde dünyanın farklı iki bölgesini mercek altına alırken Körlük’le birlikte
BLINDNESS – ONUR ALTINIŞIK X K dergidergidergidergi
56
tüm insanlığa yönelik bir eleştiri
getiriyordu. Bir anda kör olmaya başlayan
insanlar toplanıp karantinaya alınıyor,
yönetimleri de kendi kendilerine bırakılıyor.
Bu noktadan sonra aralarında bir düzen
kurmaları beklenirken iradesi zayıf kişiler
durumu kendi çıkarları için kullanmayı
seçiyorlar ve içerideki tüm insanlara hayatı
zehir ediyorlar.
Gael Garcia Bernal’in canlandırdığı krallığını ilan eden karakterin gücünün bir tabancadan
gelmesi çok manidar. Askeri güvenlik tarafından korunan ve dışarıya çıkışlar engellenen bu
hastanede insanlar birkaç dengesiz kişilik yüzünden eziyet çekiyor. Olay bir nevi iç savaş boyutuna
ulaşıyor. Bir yerlerden aşinayız sanki bu olgulara(!). Çıkar çatışmaları ve savaşlar. Aralarında
görebilen tek kişi olan Julian Moore’un, hastaneyi çevreleyen askerlere haykırıp bir şeyler yapmalarını
istemesi ve karşısında hiçbir tepki alamamasıysa şu kelimeyle birlikte mesajını iletiyor izleyiciye.
‘‘Guard’’ diye bağırdığı askerlerin fonetiği hemen aklımıza ‘‘God’’ yani tanrı kelimesini getiriyor.
Guard’ı aşıp bu akıl hastanesinin arkasındaki dünyaya ulaştıkları anda ise kaos kelimesinin görsel
karşılığıyla baş başa kalıyorsunuz. Uzay boşluğuna hoş geldiniz.
İçeriğe dair bu kadar detayın
ardından görsel estetik konusunda
birkaç kelam etmemek olmaz.
Neredeyse tüm dünya eleştirmenlerinin
ağız birliği etmişçesine kin kustukları
film, izleyiciye ana fikri olan körlüğü
yaşatmak için kimi zaman karanlığı, kim
zaman ışık selini kullanıyor. Beyaz
ağırlıklı olmak üzere kontrast kavramı ön
planda. Sahnede olmayan nesnelerinse
bir anda belirivermesi hoş bir ayrıntı
olmuş. Yönetmen yine hareketli kamerayı tercih ediyor ancak bir Hollywood filmi olması olsa gerek,
çok ta üzerine gidilmemiş bu durumun.
Blindness (Körlük) çokça genele hitap eden, mesajı açık ve hedefe yönelik eleştirel bir
uyarlama. Eleştirmenlerin ne dediğine çok takılmamanızı öneririm. Bu filmi sinemada ikinci kere
izlemektense ölmeyi tercih edeceğini iddia eden garip kişilikler bile var. Genel olarak ezici çoğunluğun
57
beğenmediği Körlük’ün ilerleyen yıllarda hak ettiği değeri bulacağı kanısındayım. Egoların ötesine
geçebilmiş yönetmeni de terk etmediği duyarlılığından ötürü gönülden ötürü tebrik ediyorum. Körlük
bir Tanrıkent değil, ancak kesinlikle izlenmeyi hak eden kendine has bir film.
58
Araba son hızla gitmeseydi, belki de her şey farklı olacaktı.
Belki de hiçbir şey değişmezdi. Hiçbir şey onların elinde değildi artık. Her şeyin tek
sorumlusunun hız olduğunu söylemek, gerçekleri tam olarak görmemek olurdu.
“Ufak şeyleri göz ardı etmeyin, çünkü tüm önemli şeyler sayısız ufak şeyden oluşur,” demezler
miydi hem?
Ya da bazıları da meşhur kelebek etkisinden bahsederdi.
O sırada arabanın içindekilerin etkileri ve ufak dokunuşları umursadığı yoktu.
***
Gayet sert bir müzik çalıyordu CD-çalarda. Arabanın içindeki gençler de -arabayı süren de
dâhil- kafalarını sertçe sallayarak müziğe eşlik ediyorlardı. Aralarından biri şarkının sözlerini de
tekrarlıyordu arka koltuktan. Ölümden bahsediyordu şarkı; toplu bir soykırımdan. Üstlerine tek bir
bomba düşüyordu ve bir halk yok oluyordu. Öfkeli vokal bunu yapanlara kin kusuyordu.
Direksiyondaki genç müziğe dalmış gitmişken karşıdan hızla gelen araçları fark edemiyor gibi
görünüyordu. Arkasında oturan, sertçe kafasına vurdu. “Kendine gel!”
***
Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Sağ çıkmaları imkânsızdı. Derinin
insanı sarmalaması gibi etraflarını sarmalamış çeperlerinin içinde dümdüz oldular. Darbe etkisini
yitirince tekrar yükselmeye çalıştılar. Ama bu bir hayaldi. Çeper, baskıdan dolayı patlamış; yumurta
KIYAMETĐN MELODĐSĐ
ERHAN PĐŞĐRĐR
59
akı kıvamındaki sıvı dışarı dökülmüştü. Hayatsal işlevler sona erdi. Çekirdek, anlamsız ve görevsiz bir
şekilde patlak kılıfın arasında yatıyordu.
Yenileri gelip onların yerini alacaktı elbet ama şimdi, hücreler ölmüştü.
�arkı sona erdi. Sıradaki şarkının sakin bir girişi vardı. Gitarın dinlendirici sesinin altına ustaca
yerleştirilmiş flüt ezgileri insanı adeta uyuşturuyordu. Sonra hiçbir haber vermeden vokal şarkıya
giriyor, gitarın tonları da sertleşiyordu. �arkı aşırı dozda uyuşturucu almış adamın son dakikalarını
anlatıyordu. Adam artık vücudunu hissetmiyordu. Boş bir kabuk gibi yere yığılmıştı ve onu hastaneye
yetiştirme çabası bir kazayla sonlanıyordu. Hastane aracına yerleştirilirken araca yandan bir araç
çarpıyor, adam kolunu kaybediyordu.
***
Kaza! Adeta şarkıdan fırlayıp gençlerin etrafını sarmıştı sözcük. Çünkü biraz ilerideki kavşakta
bir kaos yaşanmaya başlamıştı. Trafik lambaları kontrolden çıkmıştı. Yeşil, sarı, yeşil, kırmızı, sarı,
kırmızı, yeşil… Herhangi bir düzen ve sıra olmaksızın birbirini takip eden renkler, herhangi bir düzen
ve sıra olmaksızın birbirini takip eden araçlara öncülük ediyordu. Işıklardaki sorunu çok geç fark etmiş
bir kamyon, yolunda giden ufak bir aracı ezmişti. Bir diğer otomobil, zar zor direksiyonu kıvıran
sürücüsü sayesinde canlı birine değil de trafik lambalarından birine çarpmıştı.
Belki de hızlı düşünmesini sağlayan beyin hücreleri az önce bir sarsıntı geçirip ölmüş
olmasaydı, sürücü son anda bir hamle yapabilirdi. Ufak bir ihtimal.
***
Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama ölecek kadar değil. Sadece
sağ taraftan bir eğim oluşmuştu aracın tavanında. Bir diğer otobüse çarpan yolcu otobüsünün etrafa
saçılan parçalarından biri doğrudan arabaya doğru fırlamıştı. Sürücünün yanında oturan gencin
hizasından araba içine çöktü ve adamın açık camdan dışarı sarkan kolu adeta makasla ayrılmış gibi
vücudundan koptu.
Diğer koluyla iş yapmaya alışacaktı elbet ama şimdi, sağ kolu kopmuştu.
***
60
�arkı da başladığı gibi sakin bir melodiyle sonlandığında bir an sessizlik oldu. Tüm o karmaşa,
kudretli biri tarafından tek el hareketiyle susturulmuştu adeta. Kimse korna çalmıyordu, acı fren sesleri
duyulmuyordu. An, donup kalmıştı adeta.
Hayat durduğu kadar ani bir şekilde geri döndü gençlerin etrafına. Kolu kopan gencin arabayı
dolduran çığlığı, direkt olarak öfkeli vokalle başlayan şarkıya karıştı. Ve algılar genişledi, etraftaki
sesler geri döndü. Korku ve öfke feryatları, çarpışan ve ezilen metalin sesine karışıyordu.
Ve alarmlar da bu kakofoniye katıldı. Polis arabaları olabildiğince hızla kavşağa yaklaşıyorlardı.
Onların alarmlarını ambulansların alarmları izledi ve gürültü arttı.
Gençlerin arabasında kimse müziği kapatmamıştı hâlâ. Arka plandaki müziğin iyice önüne
geçmiş olan vokal, bu kez karmaşadan bahsediyordu. Herkes korku duyacak. Herkes ölecek. Çığlıklar
havaya karıştığında ben güleceğim. Ve şarkı şeytani bir kahkahayla son buluyordu.
***
Pilot sakin olmaya çalışarak terini sildi. Allah’ın belası ter gözlerini de yakıyor ve görüşünü
engelliyordu. Ama zaten artık görüşüne ihtiyaç kalmadığını düşündü pilot. Artık yapabileceği tek bir
şey kalmıştı: Düşmekte olan yolcu uçağını boş bir araziye yönlendirebilmek.
Ama bu pek de mümkün görünmüyordu. Uçağı kontrol edemiyordu. Merkezle iletişimi de
kesilmişti. Son birkaç metrede gözlerini sımsıkı kapadı ve bir dua mırıldandı.
Uçağın içindeki yaklaşık yetmiş yolcu endişeyle etraflarına bakınıyorlardı. Bir sorun olduğunu
anlamışlardı. Uçak alçalıyordu! Ve herhangi bir anons gelmeden başlayan bu inişin kontrol dışı
olduğunu çoğu yolcu camdan baktığında fark etti.
�ehrin ortasındaydılar!
***
Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama bu kadarla kalsa iyiydi. Bu
seferki, bir patlamayı da yanında getirmişti. Alevler hızla yükseldi ve adeta havadaki alevler bir kat
alev daha kustu yukarı doğru. Ardından gelen, beklendiği gibi siyah, koyu bir duman tabakasıydı.
61
Yeni arabalar imal edilecek ve yeni insanlar onları kullanacaktı elbet ama şimdi yüzlerce insan
orada ölmüştü.
***
Patlama, aşağıda kornaları durdurmuştu, alarmları durdurmuştu, çığlıkları durdurmuştu.
Müziği durdurmuştu…
***
Çok uzaklarda, adeta teknolojik bir kale görünümündeki yüksek güvenlik önlemli yapının
derinlerindeki odada, gözlüklü, dağınık saçlı enteresan görünüşlü genç kulaklığından dışarı taşan
müziğe eşlik ediyordu şeytani bir gülümsemeyle.
�arkı, elindeki alev makinesiyle dünyayı yok etmeyi düşünen bir psikopatı anlatıyordu. Ateşimi
püskürttüğümde, sonsuz acınız başladığında göreceğiniz son yüz benimki olacak.
Kulaklıkları sert bir hareketle çekilince, şaşkınlıkla yana döndü ve takım elbiseli, ciddi yüzlü
patronunu gördü. Geri zekâlı herif, kesin yeni bir emir daha verecekti.
“İyi işti evlat. Yüzlerce uçağın merkezle iletişimini kestik ve yüzlerce pilotun da uçaklarındaki
kontrolüne son verdik. �imdi hepsi yanmış cesetler olarak etrafa saçıldılar. Artık bizim gücümüzün
farkına varabilirler! Artık kim olduğumu anlayabilirler!”
Bilgisayar sistemlerinin başındaki genç, adamın elinde duran kulaklıktan çıkan şarkıyı yüksek
sesten dolayı hâlâ duyabiliyordu. Sözleri farklı bir bakış açısından ele aldı bu kez ve ürperdi. Ateşimi
püskürttüğümde, sonsuz acınız başladığında göreceğiniz son yüz benimki olacak. Kim olduğumu artık
anlayacaksınız!
Patron devam etti. “Hadi, oyalanmadan manyetik alanı düzelt. Artık ülkenin semalarında uçacak
uçaklara ihtiyacımız var. Daha doğrusu tek bir uçağa! Ha-ha-ha!”
Genç tekrar ürperdi ve birkaç tuşa basıp bazı şifreleri girdi. İşini hallettiğinde uzaktan duyduğu
şarkı da sonlanmıştı.
62
***
“Ülke genelinde bir kargaşa hüküm sürüyor. Yolunda giden tüm uçaklarımız şehir merkezlerine
düştüler. Kazaların nedeni henüz tespit edilemedi. Toplam ölü sayısının–”
“�ehrin ana kavşaklarındaki kontrolden çıkmış trafik yüzlerce vatandaşımızın ölümüne sebep
oldu. Trafik canavarı bu kez kendi kıyametini yarat–”
“Korku her yerde. İnsanlar endişeli. Herkesin kafasında sorular var. Tüm bu olanlar neden?
Gelecekte bizi neler bekliyor? Bu gece uyuduktan sonra yarın sabah hâlâ uyanabileceğimiz bir
ülkemiz olacak mı? Üst düzey yöneticilerin olağan üst–”
Her kanalda aynı haber vardı! Adam daha fazla teori duymak istemiyordu. Sabahtan beri başka
bir şey girmemişti beynine. ‘Yok olacağız’lar, ‘savaş başlayacak’lar, ‘düşman kim’ler havada
uçuşuyordu.
Kafasını boşaltmaya ihtiyacı vardı. Televizyonunu kapattı ve radyoyu açtı. En son dinlediği
istasyon tekrar açılmıştı. Çalan şarkı adamın favorilerindendi. Kendi amatör grubuyla da bu şarkıyı
yorumlamayı çok severdi.
Ama adam grubunda sadece gitar çaldığından şarkının sözlerine hiç bu kadar dikkat etmemişti.
Sözler onun işi değildi. Yine de bu seferlik gitarda basılan notalardan çok sözlere dikkat etti. �arkı bir
nükleer savaşı anlatıyordu. Dünyanın sonunu getirecek bombayı taşıyan uçak, gecenin karanlığında
ilerliyor, hedefine odaklanınca füzeyi serbest bırakıyordu. �arkının sözleri orada kesiliyordu ve
duygusal bir melodiyle sonlanıyordu. Adam sonraki şarkının başlamasına izin vermeden radyoyu
kapattı ve kapalı gözlerle oturduğu koltuğunda hikâyenin devamını düşünmeye başladı. Füzenin yerle
temas ediş anını, gün boyunca televizyonda görüp farkında olmadan bilinçaltına kazıdığı patlama
sahneleriyle birleştirdi. Feci bir şey olmalıydı!
Sonra evinin üstünden gelen ıslığa benzer sesi duydu. Açık pencereye koşup dışarı sarkarak
yukarıya, göklere baktı. Uzaklarda, görüş alanına zar zor giren bir uçak süzülüyordu. Adam hiç savaş
uçağı görmemişti belki ama, bunun yolcu uçağı olmadığını da anlamıştı.
***
63
Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ama bunu fark edemeyecek kadar
hızlı ölen bazı şanslılar da vardı. Bazıları ise adeta toprağa kazınmıştı. Akıl almaz şekilde yanıp
buharlaşanlar bile vardı. Onlar için, ‘son’ gelmişti.
Yeni kentler kurulacaktı orada elbet ama şimdi başkentin yakınındaki üç ufak şehir yok olmuştu.
Yüzyıllar boyunca da böyle kalacaktı.
***
“Merkez! Merkez! Acil durum, hedef şaştı! Manyetik alanda sorun var! Uçağı kontrol
edemiyorum! Yönetim binasına odaklanamadım, doğru kente odaklanamadım! Başkente sadece
radyasyon dalgaları etki edebilmiştir! Yıkım beklenen yeri vurmadı! Tekrar ediyorum, yıkım beklenen
yeri vurmadı!”
Havacı askerin son sözleri bunlar oldu. Sesinin merkeze cızırtılı ve kesintili gittiğini bilseydi,
büyük ihtimalle tekrar verirdi raporunu.
Belki de buna zamanı bile olmayacaktı.
Uçak tamamen kontrolden çıkarak inişe geçti. Dumanların arasında kayboldu ve yanan kentin
içine gömüldü.
***
“Allah kahretsin! Manyetik alanı düzeltmeni söylediğimde, bunu tam anlamıyla yapmanı
istemiştim! Kendi kazdığımız kuyuya düştük. Kendi uçağımız hasarlı manyetik alandan etkilendi! Buna
ne diyeceksin bakalım?”
“Efendim, inanın bilmiyorum. Her şeyi doğru yaptığıma eminim. Bakın ekrana, her şey şu an bile
düzgün işlemeye devam ediyor. İrademiz dışında bir şey olmuş olmalı. Ne olduğunu anlayamıyorum.
Bana biraz zaman verin.”
Bu sırada unutulmuş bir şekilde bilgisayarın yanında duran müzik çalar hâlâ açıktı. Yüksek ses
hâlâ kulaklıklardan taşıyordu. Bilgisayar uzmanı genç, favori şarkılarından birinin başladığını
duymuştu. Sakin bir melodiyle başlayan parçanın ilk bölümünde, yaptığı basit bir hatadan dolayı
64
öldürülen genç bir adamın son dakikaları anlatılıyordu. Kesik ve acı bir gitar şarkıyı bölüyor, ikinci
kısım boyunca öfkeli müzikle birlikte, ölen gencin yakınları katillere nefret kusuyordu.
Genç adamın tüyleri tekrar ürperdi. Ensesine dayanan soğuk çeliği hissettiğinde, patronunun
ona ihtiyacı olan süreyi vermeyeceğini anladı. Olsun, diye düşündü. En sevdiğim şarkıyı duyarak
ölmek –
Susturuculu tabancadan boğuk bir ses yükseldi. �arkı hâlâ çalıyordu. Darağacına yürüyorum.
Katı gelenekler ve kurallar beni affetmeyecek. İsmim, unutulmayan olsun.
***
Soğuk kuzey ülkelerinde, sıcak orta kuşak ülkelerinde, doğuda, batıda… Kaza ve kontrolden
çıkan her tür sistemin haberi her ülkede, her televizyon kanalındaydı. Her radyo frekansı, her internet
sitesi dünyanın kader gününe odaklanmıştı adeta.
Gizli görüşmeler sonlandı. Asker üniformalı adamlar ile takım elbiseli yöneticiler kararlı ama
duygusuz ifadelerle el sıkıştı, anlaşmalar yapıldı. Haberler, bir anlığına gözünü dünyanın kader
gününün üzerinden aldı ve önemli devlet büyüklerinin konuşmaları herkesin kulağında yankılandı.
“Gizli düşmanımız açık açık dünyayı tehdit etmeye başladı. Zaman, karşılık verme zamanıdır.
Dünyanın tek büyük gücü olduğunu düşünenlere cevap vermek görevi–”
“Halkım! Bizi zor günler bekliyor. Tehlike artık potansiyel değil. Kapıya dayanmış durumda.
Dostlarımız ve düşmanlarımız belli, vakit gel–”
“Ülkemi savaşa sokma tam yetkisini orduya vermiş–”
“Vatandaşlarım! Gizlice bombalar yapmış, saklamış olan düşmanlarımız şimdi kendilerini açığa–
”
***
Bu bir felaketti. Bir dünya savaşı.
Kıyametin ayak sesleri.
65
***
Uçaklar havalandı. Tanklar hazırlandı. Askerler yürüyüşe geçti. Savaş gemileri açık
okyanuslarda miller kat etti. En gizli yer altı üslerinden, insanlığın yıllardır içinde taşıdığı korkular
çıkarıldı. Bir tanesi açıkça kullanılmış olan ve savaşı başlatmış olan atom bombaları, hayal gücü
sınırlarını aşan etkiler bırakacak hidrojen bombaları ve ne oldukları dünyadan gizlenmiş diğer ölüm
makineleri, diğer kıyamet getiriciler…
Ne demişlerdi sonuçta: Üçüncü Dünya Savaşı’nı bilemem ama Dördüncü Dünya Savaşı taş ve
sopalarla yapılacak.
Ama bu evrende, insanın gücünü aşan güçler de vardı. Belki de işte bu, kaderdi. İnsanlığın
kaderi buydu. Yüzyıllar boyunca dünyaya zarar vermiş, kendi sonlarını yaklaştırmış, kendi evini
yaşanmayacak hale getirmiş insanların büyük sonu kendi ellerinden olamayacaktı!
Belki de karar verilen buydu.
Okyanuslar kabardı. Dünya tarihinin daha önce görmediği yükseklikte dalgalar, donanmaları
yuttu. Bilinmeyen derinliklere doğru batan orduların ardından, dünyayı sarıp sarmalamış olan endişe
ve korku iyice sıkılaştırdı kavrayışını.
Herkes aynı şeyi soruyordu artık: “�imdi ne olacak?”
Uçaklar hedeflerine asla varamadı. Ani kontrol kayıpları her pilotu vurdu ve uçaklar, böcek ilacı
sıkılınca tek tek yere düşen böcekler gibi gözden kayboldular. Okyanusların ortasında, uçsuz
bucaksız çöllerde algılayışın ötesinde patlamalar yaşandı. Bu kez herkes tek bir şeyi düşünüyordu: Ya
uçakların taşıdıkları, o ‘küresel imha silahları’ da patlasaydı?
***
Kuzey Kutbu’nda bilim adamlarının üssünde şaşırtıcı değerler ekrana vuruyordu. Yıllardır
kontrol altına alınmaya çalışılan ve sonunda durdurulduğu düşünülen ozon tabakasındaki delik, kendi
iradesi varmışçasına büyüyordu! Bilim adamları monitörlerinin başından ayrılmakta zorluk çekiyordu.
Beklenmedik şeyler olacaktı!
66
Daha aylarca güneş yüzü görmemesi gereken Kuzey Kutbu, o sabah şafakla uyandı. Güneş
adeta onları ezmeye gelmişti. Fırına atılmış dondurma gibi, kutuplar sulara gömüldü. İnsanlar
boğuldu, bilim üsleri çöktü. Doğal yaşam ve besin zincirleri tıkandı kaldı.
Sular yükseldi, zincirleme etki kuzey ülkelerine ulaştı. Kabaran suları gördüler, kaybolan
donanmaların haberlerini hatırlayıp ürperdiler. Anneler çocuklarına, genç adamlar sevgililerine sarıldı.
Dualar etmeye başladılar. Sular kabarıp aç bir deniz hayvanı gibi kıyıları yuttu.
Büyük şok dalgası, aynı olayların aynı anda güneyde de yaşandığının duyulmasıyla vurdu.
Güney Kutbu erimiş, okyanuslar taşmaya aralıksız devam etmişti.
Denge durdurulamayacak kadar bozulmuştu. İnsanlar bir şeylerin sonunun geldiğini
anlayabiliyorlardı.
Hava gittikçe ısınmaya devam etti. Kalın kamuflaj giysilerinin içindeki ordular daha fazla
ilerleyemedi. Erzaklarındaki sular -tüm savaşta yanlarında taşıyacakları sular- bir gün içinde dibi
bulmuştu. Daha fazla ilerleyemezlerdi.
Adının hakkını tam manasıyla veren ‘küresel ısınma’ bu olmalıydı.
Ordular telef olmaya, gözü dönmüş politikacılar düşmanlarına tehditler savurmaya devam
ederken, bir gün önce buzulları eriten güneş ertesi gün ortaya çıkmamaya karar vermişe benziyordu.
Bu kez de buz gibi soğuk insanların iliklerine işliyordu. Zayıf yaratılışlı hayvanların çoğu alt üst olan
dengeye uyum sağlayamayıp sessizce ölüp gittiler. Yönlerini güneşe göre ayarlayan arılar ve güneş
ışınlarının tatlı okşayışlarını bekleyen bitkiler kararsız kalmış gibi bekliyorlardı. Sanki onlar bile
soruyorlardı: “Sırada ne var?”
Fazla geçmeden yanıtı aldılar. Elektrik ve daha önemlisi güneş olmadan geçen günde
depremler başlamıştı. Birkaç saniyede dünyanın çehresi değişmişti. Dağlar, tepeler, çukurlar… Her
şeye rağmen aldırmadan anı yaşamaya çalışan umursamaz bir genç yanındakine mırıldanmıştı bir
ara. “Coğrafya kitaplarının tekrar yazılması gerekecek.”
Karşılık veren kahkahalar olmamıştı bu kez.
Bu kadar insan, dünya tarihi boyunca birlikte bir şey beklememiş, aynı düşünceleri kafasından
geçirmemişti. Ve ne yazık ki bu kez ilk, aynı zamanda son da olacak gibi görünüyordu. Milyarlarca
insanın uyumadan geçirdiği gecenin -gece olduğunu sadece tahminleri söylüyordu. Ne saatler
67
çalışıyordu, ne de herhangi bir başka belirti vardı- ardından gökyüzünde ay belirdi. İnsanlar yüzlerine
vuran soluk ay ışığıyla bir an rahatlamışlardı. Ne büyük hata!
Dünya tarihi böyle bir ay da görmemişti hiç. Ayın üzerindeki her hat çıplak gözle bile
seçilebiliyordu. Sanki dünya küçülmüş, küçülmüş ve ayın uydusu olmaya karar vermiş de, o devasa
gökcisminin yörüngesinde dönmeye başlamıştı.
Ay o gecenin sonunda battı denemezdi, daha çok solarak gözden yitmişti. İnsanların çoğu onu
bir daha göremeyeceğini hissetmişti.
Güneşi tekrar gördüler. Geceki aydan da feci bir durumdaydı! Güneş mi yuvarlanıp dünyayı
ezmeye geliyordu, yoksa dünya mı hızla güneşe çekiliyordu ve sonunda yapışıp yanacaktı? Her ne
olacaksa yakında görülecek gibiydi.
Ve o an başladı. O sakin müzik. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan etraflarına bakındılar.
Elektrik zaten unutulmuş bir nimetti ama belki de… Belki de pillerin tekrar çalışmış olma ihtimali vardı
ve biri de radyosunu açmıştı?
Müziğin kaynağını arayarak geçen bir süreden sonra insanlar tekrar donup kaldı. Müzik adeta
onların kalplerinde çalıyordu. Ya da ruhlarında, kim bilir?
Müziğin sesi yükseldi. Acı bir senfoniydi bu. İnsanlar gözyaşlarına engel olamadılar. Çoğu
yerlere yığılıp hataları için özürler savurdular havaya. Ona, buna, herhangi birine… Kendilerini
herkesin affetmesini bekleyerek.
Umutsuzluk anında müzik yükseldi, yükseldi ve tek duyulan şey olmaya başladı. İnlemeler,
haykırışlar kesilmişti…
***
Darbe ani olmuştu. Üzerlerine bir şey çarpmıştı. Eziliyorlardı. Ah, keşke sadece bu olsaydı! O
anı anlatmanın, sözlere dökmenin imkânı yok gibi görünüyordu. Müzik hızlanmıştı. Adrenalin
salgılayan vücudun kalp atışı gibi, hızlandı, hızlandı, hızlandı…
Ve aniden durdu!
68
Derin sessizlik… Cansızlık… Eşitlik... Gözü dönmüş politikacılar, onların kuklaları, onların
esirleri ve onların düşmanları. Hırsızlar, iş adamları. Kurnaz zenginler ile dürüst fakirler…
Eşitlik…
Kıyamet…
69
Muhteşem Efektler, İyi Oyunculuk, Vasat Senaryo…
Teknolojinin gelişmesi sinema sektörünü de etkiledi. Artık her geçen gün yeni tekniklerle, farklı
farklı efektlerle karşı karşıya geliyoruz. Wanted
da bu gelişen teknolojiden nasibini almış.
Filmdeki efektler gerçekten çok iyi. Falso
verilen kurşunları, takla atan arabaları ve daha
birçok şeyi şaşırarak izliyoruz. Ama bu
efektlerin bize Matrix’i anımsattığı da bir
gerçek. Yalnız efektlerle değil, kurgusuyla da
Matrix’e oldukça benzeyen bir film olmuş
Wanted.
Filmdeki oyunculuk da efektler kadar iyi.
Bunda Angelina Jolie’nin ve Morgan
Freeman’ın etkisi büyük. Bu iki büyük ismin
yanı sıra, başroldeki James McAvoy da rolünün
hakkını vermiş. Bu usta isimler arasında
sırıtmamış, aksine onlar kadar iyi
oynayabileceğini göstermiş.
Buraya kadar her şey çok güzel, ama
filmin senaryosu için aynı şeyi
söyleyemeyeceğim. Filmde o kadar saçma noktalar var ki, biraz önce bahsettiğim şeylerin arasında
yine de dikkat çekmeyi başarıyor. Sanırım yönetmen Timur Bekmambetov bazı şeyleri abartmanın
sakıncası olmayacağını düşünmüş. Ama abartılan bu şeyler (örneğin sineklerin kanatlarından
vurulması ve Morgan Freeman’in vurulan bu sinekleri kanatlarıyla beraber tek tek bulup McAvoy’a
göstermesi) izleyiciyi yer yer rahatsız etmekte.
Ayrıca filmin hikâyesi de öyle ahım şahım değil. Aslında oldukça klasik bir hikâye: Monoton bir
hayat yaşayan silik bir karakter ve birden onun bir kahramana dönüşmesi. Senaryodaki bu eksiklik de
aksiyon dolu sahnelerle kapatılmaya çalışılmış; başarılı olunmuş mu, evet. Yine de filmin finalinde bizi
bir sürpriz beklediğini söyleyebilirim.
WANTED – BURAK FURKAN MERMER X K dergidergidergidergi
70
İntikam So ğuk Yenen Bir Yemektir…
Biraz da filmin hikâyesinden bahsedelim.
“Wanted” bir aksiyon sahnesiyle
başlıyor. Daha en başta efektlerin göz
doldurduğunu görüyoruz. Bu sahneler
gerçekten önemli, zira filmin devamında
oldukça büyük etkileri var.
Bundan sonra ise başroldeki
kahramanımızla tanışıyoruz. Wesley,
sıkıcı bir hayat yaşayan başarısız biri.
Ama bir gün alışveriş yaparken kendini
kurşunların arasında buluyor. Bu
noktada onu koruyan ve kurtaran Fox
(Angelina Jolie) oluyor.
Ve Suikast Kardeşliği ile tanışıyoruz. Kardeşliğin başında Sloan (Morgan Freeman) isimli eski
bir suikastçı var. Amaçları dünyadaki iyiliği sağlamak, bunu ise kötü insanları cezalandırarak
yapıyorlar. Sloan, Wesley’in babasının bir zamanlar kardeşlik adına çalıştığını, ama kardeşlikten
ayrılan biri tarafından kısa bir süre önce öldürüldüğünü söylüyor. Hayatındaki tekdüzelikten sıkılan
ama bunu mecburen kabullenen Wesley ise bir anda babasının intikamını almak için çalışmalara
başlıyor.
Filmin bundan sonraki kısımlarında Wesley’nin nasıl eğitildiğini görüyoruz. Efektler burada da
bol miktarda karşımıza çıkıyor. Kurşunlara nasıl falso verileceğini, bir bıçağın nasıl kullanılacağını ve
daha fazlasını bu efektler eşliğinde seyrediyoruz. Bu sahneler gerçekten çok iyi hazırlanmış, ben
izlerken oldukça eğlendim.
Wesley’nin eğitimleri bittikten sonra alması gereken intikam için yola çıkıyor. Hikâyenin
devamından pek fazla bahsetmek istemiyorum. �unu söyleyebilirim ki, bundan sonraki kısımda bir
sürprizle karşılaşıyoruz ve her şey bambaşka bir boyut kazanıyor.
71
Kısaca…
Senaryoya çok dikkat etmediğimiz sürece
Wanted gerçekten son yılların en iyi aksiyon
filmlerinden biri. Eğer eğlenceli bir akşam geçirmek
istiyorsanız bu filmi izleyin. Eminim memnun
kalacaksınız.
Ayrıca bir devam filmi çekilmesinin de
gündemde olduğunu söylemeliyim. İkinci filmde
karşımızda yine James McAvoy olacak. Ama diğer
oyuncular hakkında henüz net bir bilgi yok. İlerleyen
günlerde bunu da göreceğiz.
İyi seyirler…
72
“Demek her şeyi biliyorsun?”
“Bu sorunun cevabını da sen biliyorsun sanırım. Değil mi?”
“Biraz daha kalsan olmaz sanki,” dedi ve boynuna bir öpücük kondurdu kızın.
Ev normalden oldukça sıcak ve aşk doluydu. Ancak şimdi hanımefendinin gitmesi gerekiyordu.
Saat on ikiyi yirmi geçiyordu ve aşk, evi terk edecekti.
“Serdar, yapma. Zaten gitmek istemiyorum, bir de sen benim aklımı böyle çelmeye çalışma.
Gitmek zorundayım, tamam mı hayatım? Hadi, sonra görüşürüz.”
Serdar kızın arkasından öylece baktı. Apartmanın kahverengi ve yetmişli yıllar kokan
tırabzanlarını tutarak inerken onu ne kadar sevdiğini düşündü. Sonra içeri girdi. Karnı acıkmıştı.
‘Bekârlık sultanlıktır’ sözüne küfür ederek kendine bir kahvaltı hazırladı. Öyle kallavi bir şey değildi.
Mönü; biraz beyaz peynir, üç-dört tane zeytin ve dün akşamdan kalma bayat ekmekten oluşuyordu.
Kahvaltısını ettikten sonra saatini kontrol etti. “Tamam, daha zamanım var,” dedi. Banyoya
girmeye karar verdi. Gecenin seks ve aşk kokan havasını üstünden silecekti. “Tıpkı bir hikâyeyi
baştan yazmak için tamamen silmek gibi,” dedi ve böyle bir cümle kurduğu için aynadaki yansımasına
hınzır bir gülücük attı. Banyoda yıkanırken dört tane şarkı söyledi.
Banyoda on yedi dakika kaldıktan sonra çıktı. Lavabonun yanına bıraktığı saatini taktı. “Çok az
kalmış,” dedi ve giyinmek için hemen odasına gitti. İçine siyah bir tişört, onun üstüne de kırmızı bir
gömlek giydi. Gömleğindeki rozetin üstünde “Tam bugüne alışıyordum, yarın oldu” yazıyordu.
Giyindikten sonra telefonun başına gitti ve saniye tutmaya başladı. Saat biri on bir geçe telefon
çalmaya başladı. Serdar küfretti. Saatinin saniyesi yine iki saniye geride kalmıştı. Telefonu açtı.
KÖREBE
EMĐRHAN BURAK AYDIN
73
“Alo,” dedi.
Karşıdaki adam biraz tedirgince konuşmaya başladı. “Serdar Bey’le mi görüşüyorum?”
Serdar sıkıntılı bir şekilde, her seferinde illa bunu soracaklar. Sormazlarsa olmaz, diye düşündü
ve cevap verdi: Evet, kendisi Serdar’dı. Nasıl yardım edebilirdi?
Serdar adamla on beş dakika konuştu. Yardım etmesi için banka hesabına bin beş yüz dolar
yatırılması gerekiyordu. Karşıdaki yatırıldığını ve makbuzun fotokopisinin e-posta adresine
postalandığını söyledikten sonra zaten paranın yattığını bilen Serdar ona istediği bilgiyi verdi.
Herkes bir cevap arıyordu. Kimse doğru soruyu sormuyordu. Kimsenin o soruyu aradığına da
inanmak zordu.
Serdar, kırmızı gömleğinin altına pantolonunu giymediğini fark ettiğinde güldü. “Seni filozof seni.
Daha pantolonunu giymeyi unutuyorsun ha!”
Kot pantolonunu sonunda giydikten sonra üstüne kahverengi ceketini geçirdi ve ayağındaki
kırmızı spor ayakkabılarıyla dışarı çıktı. Hava ne kadar da güzeldi. Güneş sanki sevgiliyle ilk
öpücükmüş gibi bir his bıraktı yüzüne vurduğunda. İliklerine kadar iyi hissetmenin zevkini çıkarıyordu.
Ruhunun moleküllerini hissediyordu adeta.
Öylece apartmanın başında duruyordu ve kendisini dünyanın akışına bırakmıştı. Akşamı
düşlüyordu. Bildiği bir filmi izlemeyi, her zaman izlemeyi severdi. Evet, o filmin sonunu bilmenin kötü
bir şey olduğunu düşünmüyordu. Onun için ‘an’dan alınan keyif önemliydi. Aslında bu duyguya
alışması bir zorunluluktu. Yoksa yaşadığı hayata katlanamaz ve kendini öldürürdü.
Dünyada olmuş ve olacak her şeyi bilen adam sokakta gökyüzüne bakıyordu. Arkasından geçen
bisikletli çocuğun karnesinde iki zayıf vardı; düzeltecekti ve ileride babasının yolunda gidecek,
mühendis olacaktı.
Önünden geçen arabanın içindeki adam, karısından nefret ediyordu. Aklında lisede âşık olduğu
kız vardı. “Aşk bu kadar oğlum işte. Eski bir anıdan ibaret senin için.”
Her şeyi bilen adam karşıya geçti. O sırada bir çocuk ilk defa âşık olmuştu. Dansa davet
oyununda, bir anda o kıza vurulmuştu işte.
74
“İyi hissediyorum,” dedi yürürken. İçinden bir şarkı mırıldanıyordu. Hayatı film olsa arkadan
söylediği şarkının çalması; ölen sevgilinizin cenazesinde. Sevgilinizin arkanızdan sapasağlam olarak
gelmesi kadar güzel olurdu. Sevgilisi daha ölmemişti. Herkes gibi o da ölecekti ama daha ölmemişti.
Ölümler, yollar, ara sokaklar ve güneş. Düşünmemeye çalıştı. Ne bildiğini ne de bilmediğini.
Aslında kafasından bütün bunları atmak için iyi bir sarhoş olması lazımdı ya neyse.
Yürüdü. Yürüdükçe, her adımını attığı kaldırımın kaç kere değiştirildiğini, üstünden kimlerin
geçtiğini bildiğini fark etti. Her zaman olduğu gibi yüzünde acayip bir gülümseme belirdi. Daha önce
de bu saçma gülümsemeyi sürekli tekrarlardı. Her şeyi bilmenin yüzde yarattığı mimiklerden birisi
olmalıydı. Maalesef bunu test etmek için bir tane daha her şeyi bilen adamımız yok.
Birden bir şey hissetti. Acayipti; biraz deliceydi. Daha önce hissettiği ama sanki unuttuğu bir
şeydi. Bu tarz hisleri bilmeyen var mı ki? Seni terk eden eski sevgilinin başkasıyla çıktığını
öğrendiğinde mesela. Aklında oluşan, ‘onun başkasıyla öpüşme ihtimali’ mezarının üstünde birileri
seks yapıyormuş gibi rahatsız eder. Daha önce hissettiğiniz ama unutmuşsunuz gibi yapan acayip ve
biraz delice olan his.
Renkler daha bir aydınlıktı; öyle ki siyaha âşık olsan kırmızı kan ağlıyordu. Sesler daha bir
berraktı; öyle ki dünyada kötü diye adlandırılabilecek hiçbir ses kalmamış gibiydi. Yüzler daha bir
tanıdıktı; her şeyi bilmek bile kötü hissettirmiyordu. Işıklar, aşklar, ayakkabısını bağlayan bir çocuk,
saatine bakıp hafiften gülümseyen adam, sevgilisinin beline kolunu sarmış adam, şuradaki öpüşen
çift. Gerçekten ne kadar güzeller. Sanki Cennet’e gidiş biletini bulmuş gibiler. Veya Cennet ve
Cehennem’i düşünmeyecek kadar rahatlamanın gizini çözmüşler. O çift hâlâ öpüşüyor mu? Evet, az
öncekinden daha ateşli ve aşkla hem de. Uzun bir şiir gibi veya yıllarca sustuktan sonra hiç susmadan
konuşmayı ister gibi öpüşüyorlar. Onlar yaşıyorlar ve ben yürüyorum.
Ayaklarının altında üzerine basmaya nasıl kıydığımızı anlamadığı dünya ve içki içer gibi içine
çektiği hava genzine doldu. Sarhoş gibi dürüst konuşuyor, adımlarını yavaş ve rahat rahat atıyordu.
Her adımında eski bir dans ritmi saklıydı. Her sakladığı dans ritmi bir yapbozdu aslında.
Tamamlanınca; kitaplıktaki kitap aralarına attığı oyun kartları tadında bir kadın oluşan.
İşte yine o his. Ayak tırnaklarının içinden kulak arkasına kadar her yerinin hissettiği o unutulmuş
his.
75
Belki doğmadan öncesinden kalan bir histir, diye düşündü. Hatta önceki hayatımın sıcak bir
gününde dinlediğim bir şarkıdan etkilenmemden doğan bir histir, diye kafasında konuştu.
Önceden yaşamamıştı. Bu tek hayatıydı. Bunu bilmesine rağmen bilmiyormuş gibi konuşmayı,
kayıp düşeceğini bile bile buzda yürümeyi seviyordu. Ölüm olsa şu yolun sonunda, hiç istifini
bozmadan yürüyecekti belki de. Tam bir “Anı yaşa” timsaliydi.
İronik değil mi? Geleceği, geçmişi; her şeyi bilen adam hiçbirini düşünmüyor. ‘An’ı yaşıyor. Belki
de ironik değil. Ona kalan tek zaman birimi sadece yaşadığı an. Önceden ne hissedeceğini dahi
öğrendiği o ‘an’.
Yüzünü ekşitti. Bunu yapmayalı çok olmuştu. En son sekizinci sınıfta ekşitmişti suratını
hatırladığı kadarıyla. Her şeyi bildiğini anlamadan önceki son yılda. Aşkların hep platonik ve çok saf
olduğu zamanlarda. Dünyanın şimdikinden daha heyecanlı olduğu günlerdi. En azından yarın neler
olacağını bilmiyordu o sıralarda. Gözlerini kapattığında karşısından geçen adam kim bilemezdi.
Arkası dönükken ona bakan herhangi bir kızın aklından neler geçirdiğiyle alakalı en ufak bilgisi
olmazdı. Akşamların siyah ve biraz da yorgun yemek masalarında babasının içkisini içerken
düşündüğü kadının kim olduğunu öğrenemezdi. O zamanlar her şeyin daha beyaz olduğu zamanlardı.
Evet, bu doğru.
Bir an gözlerini kapamaya ihtiyaç duydu. Romantik komedi türündeki bir filmi izlerken yanında
birisinin olmasına ihtiyaç duyduğu gibi. Gözlerini kapamadı; kapasa da bir şey değişmeyecekti zaten.
Gözleri kapalı bütün şehri gezebilirdi. Unuttunuz mu, karşınızdaki kişi her şeyi bilen adam.
Öylece duruyordu ki bir ses duydu arkasından. Oh, kendi kendime konuşmaktan sıkılmıştım
zaten, dedi içinden ve sese doğru döndü.
Karşısında sucu bir çocuk duruyordu. “Abi su içer misin?”
Belki hayatın anlamını sorgulayan bir soru değildi ama o an için gerçekten ortama uymuştu.
Çünkü her şeyi bilen adam gerçekten susamıştı. Öyle susamıştı ki, ağlayan bir adamın gözyaşı
koleksiyonunu bile içebilirdi.
“Eyvallah, ver bir tane su bakalım.”
Çocuk suyu verdikten sonra parayı bile sormadan sohbete girişti. “Neredensin abi sen? Hiç
görmedim seni buralarda.” Konuşmasında hafif bir şive vardı.
76
“İlk defa bu tarafa doğru yürüdüm. Normalde uzun süredir buradayım. Sen neden su
satıyorsun? Okulun yok mu?”
Çocuk dalga geçer gibi güldü, sonra bir daha güldü. Devam ederken hâlâ sırıtıyordu. “Abi sen
nerede yaşıyorsun Allah aşkına? Ay’da falan mı? Okullar tatil bilmiyor musun?”
Ve dönüm noktası.
�imdi bu hikâye bir film olsa fonda gerilim müziği iyi giderdi. Her şeyi bilen adam okulların tatilde
olduğunu nasıl bilemezdi? Hayatında uzun zamandır hiçbir şeye şaşırmamıştı ama bu onu gerçekten
şok etmişti.
Bir an bütün dünya etrafından kayıyormuş gibi hissetti. Midesi bulanıyordu. Kontrolünü
kaybedecek gibiydi. Bazı sesler kulağına çalınıyordu ama her şeyi duyamıyordu. Ya da duyduklarını
tamamen ayıramıyordu. Bir acı hissetti. Gözleri karardı. Hafif bir rüzgâr yüzünü okşadı.
“Ölüyorum. Tanrım sonunda ölüyorum,” dedi ancak cevap geldiğinde ölümün yakınında bile
olmadığını anlayacaktı.
“Efendim, hayır ölmüyorsunuz. Aslında bu sefer erken bitirdiniz. Bir şeyden rahatsız mı
oldunuz?” dedi o ses.
“Ne efendisi? Sen kimsin?”
Etrafına baktı. Hâlâ sucu çocukla konuştuğu yerdeydi ama etrafta kimse yoktu ve her şey biraz
mat geliyordu gözüne. Ölü ve cansız.
“Efendim, galiba kendinizi biraz fazla kaptırdınız.” Ses yine konuşmuştu.
Etraflarındaki sokak yavaşça silindi. Yerine sonsuz beyazlık geldi. O eski günlerdeki heyecanı
uyandıran masumiyetin beyazı. Bazen insanı korkutan bazense güneşin batışını izlemeye iten
sonsuzluğun beyazı. İnsanı delirten soruların tıkandığı sonsuz beyazın rengi.
“Evet, kendimi fazla kaptırdım bu sefer galiba,” dedi Tanrı karşısındaki meleğe.
“Bu sefer erken çıktınız? Sizi rahatsız eden bir şeyler mi vardı?” diye sordu melek.
77
Tanrı cevap vermedi. Uzun bir süre bu tarz hayat halüsinasyonları yaratmamaya karar verdi.
Bazen rahatlamasına, kendisinin Tanrı olduğunu unutturmaya yarıyordu tabii ama bu son sefer onu
çok rahatsız etmişti. O yüzden bir daha bu tarz bir rahatlama gerçekliği yaratmamak niyetindeydi.
Meleğe cevap vermeden sonsuzlukta ilerlemeye devam etti. Her şeyin yedinci katındaki korkunç
sonsuzlukta uydurduğu hikâyeyi düşünüyordu. Kendisine verdiği Serdar ismini beğenmemişti. Ayrıca
her şeyi bilme yeteneğini geçenlerde başka bir hikâyede kullanmıştı. “Kesin o ismi beğenmediğim ve
bu tarz bir hikâye yarattığım için düşündüğüm gibi olmadı bu sefer,” dedi.
Yedi kat aşağıda Âdem ile Havva’nın çocukları yine yaramazlık yapıyorlardı. Tanrı insanlığı
çocuk parkını izler gibi biraz izledi. Sonra ise kimsenin aklına ermeyeceği işlerini yapmaya devam etti.
“Bilmeceleri kim yazar?”
“Her şeyi bilip de bilmiyormuş gibi görünenler olmalı”
78
Kısa Yazar Bakı şı
Hepimizi ekranın karşısına kilitleyen bu dizinin hikâyesinden tabii ki bahsetmeyeceğim. Bunu
hepimiz biliyoruz, duyduk, okuduk, yaşadık ve izledik. Benim amacım olayları bir yazar gözüyle
değerlendirmek ve senaristlerin beynine doğru kısa bir yolculuğa çıkabilmek. Kendi düşünce ve
beklentilerimi, onlarınkilerle karşılaştırabilmek. Bunu biraz güldürerek, biraz da düşündürerek
yapabilmek tabii. Yoksa benim düşündüklerimin bir önemi yok, bunu biliyorum.
Üçüncü sezonun son günlerinden
başlayalım yazımıza. İşin açıkçası sıkılmaya
başlamıştım. Muhtemelen gelecek üç
sezonun planlarını yapan senaryo ekibi, dur
bakalım nasıl uzatırız paranoyasının içine
girmişti. Alakalı alakasız bir sürü ayrıntıyla
bezenmiş ve neredeyse görünürde var olan
ama aslında olmayan bir aksiyonla birlikte
sıkıcılık sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Ben
dizinin cevaplarından değil beklentilerinden
bahsedeceğimi söylemiştim zaten.
Beni en çok korkutan hamle, son
bölümlerdeki adanın gerçek hayata çekilme
çabalarından kaynaklandı. Yani birilerinin
adadan gidebildiğini görmek, birilerinin adaya
gelebildiği görmek hissettiğim büyüyü
bozmuş ve beni öylece bomboş bırakmıştı.
Bunun nedeni olarak ‘tükeniş’ kelimesini
düşündüm. Benim gibi forum sayfalarında
bulunan birçok kişi de aynı görüşteydi. Senaryo ekibi ne yaptığından habersizdi ve mistik ada kavramı
tükenmeye başlamıştı. Bunun tek çaresi de konuyu başka boyutlara taşımaktan geçiyordu.
Dördüncü sezon başladı ve korktuğum başıma geldi. Adadan kurtulduklarını gördük ve tüm
hayallerim yıkıldı. Bu tükenmişlik içerisinde ben olsam ne yapardım diye düşündüm ve cevap olarak,
LOST 4. SEZON – BÜLENT ERİŞ X K dergidergidergidergi
79
‘Herhalde zaman kazanırdım,’ dedim. Biraz olsun haklı çıkmıştım ilk bölümlerde. Olayları bıraktık,
yahu kurtulan altı kişi kim diye saymaya
başladık. İlk taktik işe yaramıştı ve
izleyiciyi sanırım ekranda tutmayı
başardı. Saydık, saydık ve en sonunda
öğrendik.
İkinci taktik olarak şunu seçmişti
senaryo ekibi: Yazabileceğin kadar çok
sayıda ucu açık, anlamsız, merak
uyandıran konuşma yaz. Neredeyse
dokuzuncu bölüme kadar sürekli bu tip
replikler vardı. Bunların bazılarını aktaracağım sizlere. �imdi iki kişi konuşuyormuş ve ne
konuştuklarından hiç haberiniz yokmuş gibi düşünün.
“Oraya gitmemeliydik…”
“Gerçeği bilmiyorsun…”
“Peki, o gün yaşananlar…”
“Aslında öyle olmadı…”
Bu cümleler sayısız defa çoğaltılabilir. Sadece dikkatli izlemek lazım bölümleri. �imdi bunu
yapmakla haksızlar demiyorum tabii. Ortada uzatılması gereken bir dizi var ne de olsa. Varsın öyle
olsun ne diyelim. Dünyanın en çok izlenen dizisini yazan ekibin bir bildiği vardır herhalde. Benim
üzerinde takıldığım konu şu aslında: Buraya kadar gelmişsin, milyonlarca seyirciyi eline almışın ve
ekranın karşısına oturtmuşsun. Tükenmişlik sana yakışır mı, sadece bunu soruyorum. Gerekirse yirmi
dört saat uyumadan farklılık yaratmalı insan. Cevaplar ve sorular sonsuz çünkü dünya üzerinde. Tek
bir fikir üzerinden yola çıkmak bence çok yanlış. İzlemeyenler olabileceği için son bölümdeki
çözülmeyi anlatmayacağım ama tüm on dört bölümü tek bir sona hazırlamak ve yine bir sürü soru
işaretiyle sezonu kapatmak ne kadar doğru bilmiyorum. Üstelik belirtilen son, zaten ilk baştan beri
herkesin tahmin edebildiği bir şeydi ve bu olayı daha fazla vahamet içerisine sokuyor.
80
Sonuç olarak son sözlerim şudur. Umarım bu tükenmişlik
diğer sezonlarda da devam etmez. Kaçmak yerine yüzleşmek,
bilinmeyen yerine bilinenle şekillenen yeni sorular çıkar
karşımıza. İlk sezonun hatırına ikinci ve üçüncü sezonları izledim
ama dördüncü sezonda bu hatır kalmadığı için beşincide ne
yaparım bilmiyorum.
81
Duvar, Attila İlhan’ın ilk şiir kitabı. Deyim yerindeyse onu Türkiye’ye ilk tanıtan eseri, ilk göz
ağrısı. Belki de diğer eserlerinin gölgesinde kalması bu eserin en
büyük şanssızlığı.
Bu eserinde Attila İlhan, Anadolu’nun dağlarından anlatmaya
başlıyor ve bizi peşi sıra ta İkinci Dünya Savaşı yıllarına
sürüklüyor. Gökyüzünün mavisini, tütünün kokusunu, işçinin terini
ve daha birçok imgeyi yüreklerimize kazıyor. O kazıdıkça
yüreğimiz kanıyor ama hiç acımadan.
Eser Gavur Dağları’ndan Rivayet, Hürriyet Yürüyor,
Karanlıkta Kaynak Yapan Adam, Harp Kaldırımında Aşk, �afak
Vakti Dünya isimlerinde beş bölümden oluşuyor.
Kitabın ilk sayfalarında bizi şaire lise yıllarında ödül kazandırmış Cebbar Oğlu Mehemmed isimli
şiiri karşılıyor.
…
başınızdan duman eksilmesin gavurdağları
siz hikayet eylediniz bana
bahçe kazasının kaman köyünden
cebbar oğlu mehemmed´in hikayesini
…
Cebber Oğlu Mehemmed, bir Kuvayı Milliye kahramanının hikâyesi. Düşmanı kovmaya and
içmiş bir vatanseverin öyküsü. Bizi yüreğimizin en derin yerlerinden yakalıyor ve o zorlu günleri
hissettiriyor bizlere.
Ökkeş adlı şiirde bir arabacının ekmek kavgasını, Sığırtmaç’ta küçük bir çobanın tatlı ve
hüzünlü hikâyesini anlatıyor şair.
DUVAR – MÜMİN CAN X K dergidergidergidergi
82
Kaynak yapan bir işçiden, işçinin önündeki parlak kıvılcımlardan etkilenen şair Karanlıkta
Kaynak Yapan Adam şiirini yazar. Dört şehrin adı geçer bu şiirde İstanbul, Selanik, Valencia,
Çunking… İstanbul’un ismi ilk ve son kıtada geçer. Son kıtası şu şekildedir şiirin:
ben istanbul şehriyim beni karanlık yedi
gözlerim görmez gözlerimi karanlık yedi
şehirler kaynayıp gitmiş gecenin kazanında
yalnız bir karanlıkta kaynak yapan adam
o yıldızlı pelerine bürünmüş
yalnız bir karanlıkta kaynak yapan adam
beş kıtada hürriyet gibi görünmüş
�iirlerde noktalama işaretleri kullanmamıştır şair. Her şiiri bir misyon üzere yazılmış izlenimi
verir, toplumcu şair olduğunun anlaşılmasından çekinmez.
Duvar, çok pozitif tepkiler almıştır edebiyat camiasından.
Nazım Hikmet bu kitap hakkında; “Duvar beni çok sevindirdi.
Attilâ İlhan gayet soylu, özlü şair pek beğendim. Aşk olsun
delikanlıya!” der.
Attila İlhan ilk kitabına neden Duvar adlı şiirinin ismini
vermiştir? Duvar hakkında Attila İlhan, “Bu şiir İkinci Dünya
Savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için
yazılmıştır.” demiştir. �airin ilk kitabına ismini verecek kadar değerli bu şiirin bir bölümünü paylaşmak
istiyorum.
…
dışarıda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır
bizim kucağımız terk edilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü
çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk
biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez
onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler
kendi gitti ismi kaldı yadigâr bağrımızda
o zaman mayıs’tı yağmurlar başımızda
…
83
Eserin son bölümünde İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan şiirler yer alır. Bu şiirler daha çok
destanımsı özellikler taşırlar. “Düştü Polonya Kalesi”, “Liliyar” ve “Lili Marlen” bunlardan bazılarıdır. Bu
şiirlerden bazıları Ahmet Kaya tarafından şarkılaştırılmıştır ilerleyen yıllarda.
Lafın kısası “Duvar”, Attila İlhan’ın okunası bir eseridir.
Attila İlhan şiir dünyamıza çok şeyler kattı. Kendisini rahmetle anıyoruz. Yazıyı Duvar’dan
sevdiğim bir şiir olan Sen Yoksun adlı şiirden bir bölümle bitirmek istiyorum.
sen yoksun
deniz yok
yıldızlar arkadaşım
ya bu gece harikalı bir şeyler olsun
yahut bir bomba gibi
infilak edecek başım
…
Bu yazı rahmetli şiir üstadımız Attila İlhan’a ithaf edilmiştir.
84
İnsanoğlunun yaratılışından bu yana yolunun en dramatik şekilde kesiştiği hayvan kesinlikle
“yılan”dır. Gerek tek tanrılı dinlerde, gerekse ilkel inanışlarda, söylencelerde, mitlerde yılan her zaman
etkili bir yer edinmiştir. Kimi zaman evreni yaratan bir tanrı, kimi zaman yol gösterici, kimi zaman
kötülüğün sembolü, kimi zaman kutsal, kimi zaman korkulan bir sürüngen, kimi zaman da insanları
iyileştiren şifa sembolü...
Yılana karşı insanoğlunun içinde ta ilkel çağlardan bir tepkisi vardır. Gerçi bazı doğu
toplumlarında yılan kutsaldır ama genel inanışta yılan çekinilen, yolunuza çıktığında ya kaçılması ya
da öldürülmesi gereken bir yaratıktır.
İlahi dinlerde yılana daha cennetten kovuluşumuzda rastlarız. �eytan’dır o. Havva annemizi
kandıran, o büyük günahın işlenmesini sağlayandır o. Daha
yaratıldığında nefret ettiği insanoğlunu cennetten kovdurarak
ilk intikamını alır. Sürüngenliği bile bir lanetin sonucudur.
Bazıları yılanın (veya �eytan’ın) bu efsanedeki rolünü
olumlu yorumlayabilir. Lucifer’in bir anlamı “Işık tutan, yol
gösterici” değil midir? �eytan belki burada kötülük yapmak
istemiş, insanı cennetten kovdurmuş ama ona bir başka
özgürlük yolunu açmamış mıdır? Tabii İslam inanışına göre �eytan bunu yaparken yine kendisi için
Allah tarafından biçilen görevi yerine getirmektedir.
***
Yılan ile insanoğlunun efsanelerde kesişen yolları burada bitmez. Örneğin halk inanışında
Kırlangıç’ın ayrık kuyruğu hakkındaki inanış şöyledir;
“İnsanoğlu cennetten ilk kovulduğunda sayıca az ve güçsüzdür. �eytan, yılan ve cinler bir plan
yaparak insanlara saldırmaya, onları yok etmeye karar verirler. Bu toplantıya tanık olanlardan birisi
sinektir.
Sinek oradan uzaklaşırken bir Kırlangıç’a denk gelir. Kırlangıç onu öldürecekken der ki (O
zamanlar hayvanlar konuşabilmektedir): ‘Ey kırlangıç, beni öldürme sana dostun insanoğluyla ilgili
önemli bir bilgi vereyim.’
YILAN VE İNSANOĞLU – ORKUN UÇAR X K dergidergidergidergi
85
Kırlangıç bunun üzerine meraklanır, ‘Tamam,’ der ve sinek tanık olduğu toplantıyı anlatır. Ve
ekler: ‘�imdi yılan bu toplantıyı diğerlerine haber vermeye gidiyor.’
Kırlangıç bu bilgiyi aldığına sevinir ama
sineği sağ bırakırsa hemen bunu diğerlerine
bildireceğinden korkar, bunun yerine bir gaga
darbesiyle sineğin dilini koparır. Böylece söz
verdiği gibi sineği sağ bırakır ama düşmanlarını
uyarmasını da engeller. Sinek o olaydan sonra
sadece vızıldar.
Kırlangıç hızla gider ve Yılan’a yetişir: ‘Ey
Yılan, böyle hızla nereye gidiyorsun?’ der. Yılan, Cin ordularına saldırı zamanını haber vermeye gittiği
için telaşlıdır: ‘Çekil git başımdan Kırlangıç, önemli bir işim var.’
Kırlangıç, Yılan’ı öldürmeye gücünün yetmeyeceğini bilmektedir, bunun üzerine bir oyun
düşünür, ‘Ben biliyorum,’ der. ‘Sen insanlara yapılacak büyük saldırıyı haber vermeye gidiyorsun.’
Yılan şaşırır, Kırlangıç devam eder: ‘Bizi insanların dostu sanmakla yanılıyorsun Yılan, onların
yok edilmesine biz de yardım edeceğiz.’
Yılan bu söz üzerine şüphelenmekten vazgeçer. ‘O zaman zaferde görüşürüz, şimdi bana yol
ver de hemen haber götüreyim,’ der.
Kırlangıç oyunun sonuna gelmiştir: ‘Ey Yılan, bu büyük görevi yerine getirecek seni öpmeden
bırakmam. Hatta bu kutlu haberi verecek dilinden öpeceğim.’
Yılan çaresiz uzanır ve Kırlangıç bir gaga darbesiyle Yılan’ın dilinden bir parça koparır. Yılan
onu öldürmek için atılır ve uçarken kuyruk darbesi Kırlangıç’ın kuyruğunu ayırır.
İşte o olaydan sonra Yılan’ın dili çatallı, Kırlangıç’ın kuyruğu ayrıktır.
Kırlangıç ayrık kuyruğuyla yavaş da olsa hemen insanlara uçar ve saldırıyı haber verir. Yılan ise
dilinden parça koparıldığı için sadece tıslayabilmektedir, bir türlü derdini Cin ordularına anlatamaz.
Böylece insanlar düşmanlarına saldırmak için güç toplama fırsatı bulurlar. O savaş sonrası
yeryüzünde cinlerin, yılanların ve �eytan’ın gücü çok azalır.”
86
Bu söylencede Yılan’ın rolü, bizim bakış açımızdan sembollerdeki karakterine uygundur.
***
Yılan’ın başka efsanelerdeki rolü, arkasında kötücül bir zekâyı barındırmasa da trajiktir. Örneğin
“Kız Kulesi”nde, falcının yılan ısırığı ile öleceği kehanet edilen prenses, denizin ortasındaki güvenli
kulede bile kurtulamaz. Bir sepet içinde, incir yaprakları arasında saklı yılan onu sokarak öldürür.
Burada yılan sadece doğasının gereğini yapar. Ona şeytanlık veya kötü bir büyücünün zekâsı,
karakteri eklenmez.
***
Her toplumda Yılan’a kötücül bir rol biçilmez. Örneğin eski Maya kültüründe, onlara bilgiyi veren
Batı’dan gelen bir Tanrı vardır: Tüylü Yılan...
Budist söylencelerde de Kobra kutsaldır. İnanışlara göre Buda transta iken dev bir kobra,
kafasını yassılaştırarak güneşten ve yağmurdan korumak için arkasında durmuştur. Buda onun bu
yaptığını kafasına iki parmağıyla dokunarak ödüllenmiştir. Günümüzde Kobra kafasının arkasındaki iki
göze benzeyen bu izlerin Buda’nın parmak izi olduğu söylenir.
Reenkarnasyona, ruhun tekrar tekrar doğarak tekâmülüne inanan Hindu inancında deri
değiştiren yılan kutsal bir hayvan olarak algılanagelmiştir.
...Ve unutmamak gerekir ki şifacı inançlarda Yılan önemli bir semboldür. Bugün bile bir kâseye
sarılmış iki yılan faktörü bir tıp sembolüdür.
Bir başka bilinen ve gizemci açılımları
bulunan sembol de; dönüşümü, sonsuzluğu
simgeleyen, ‘kendi kuyruğunu ısıran yılan’dır.
Yılan fantastik halk inanışlarında da yer eden
önemli bir karakterdir. Örneğin Conan’ın yaratıcısı
Robert E. Howard öykülerinde bir efsane olan ‘dev
yılan’a yer vermiştir. Bir başka başlıca karakteri olan Atlantis’ten gelen Kral Kull’u insanoğlundan önce
87
yeryüzünün hâkimi olan yılan ırkı ve kötülükleriyle mücadele ettirir. Bu ırk ile Conan da mücadele
eder. (Filmindeki Thulsa Doom’u hatırlayın.)
Kişisel olarak yılanlardan hoşlandığımı söyleyemem. Benim için tiksinti verici, öldürülmesi
gereken bir yaratık gibi...
Aşağıda sizler için bulduğum Yılanlar’la igili bilgilendirici bir yazı var.
YILAN SEMBOLÜ
Yeryüzündeki hemen hemen tüm tradisyonlarda yer etmiş bir semboldür. Yılan sembolizminin
işlendiği tüm inanışları ve mitleri tek tek saymak olanaklı değilse de, bu sembolün kullanıldığı
tradisyonlara birkaç örnek verilebilir:
-Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam tradisyonları. (�eytanın ve
kimi zaman aklın sembolü olarak kullanılır.)
-Sümer tradisyonları. (Yer ve gök ilahlarını yaratanlar biri
erkek biri dişi olan iki yılandır.)
-Eleusis misterleri, İsis misterleri ve Mitraizm inisiyasyonları.
(Eleusis inisiyasyonunda kozmozun oluşumu Kibele ile Orion adlı
yılanın sevişme vibrasyonlarıyla açıklanır. Orfik inisiyasyon
merkezi Delf Tapınağı’nda birbirine helisler çizerek dolanmış üç
yılandan oluşan bir bronz sütun bulunuyordu ki, bu sonradan
İstanbul’daki Sultanahmet Meydanı’na getirilmiştir.)
-Eski Yunan tradisyonları. (Hermes’in ünlü, “kadüse” denilen çift yılanlı asası ve Asklepios’un
Bergama’da da görülen, başları aynı dairesel kapta, süt içen iki yılan sembolü.)
-Mu tradisyonları. [J. Churchward’a göre Mu kolonilerinde, yedi başlı yılan, yılanlı ağaç,
yumurtalarının çevresinde spiral biçimde çöreklenmiş yılan, iki “S” biçiminde çift yılan, iki noktalı
(yıldızlı) yılan, veya içinde noktalar (yıldız konumları) olan “S” biçimli yılan sembollerine rastlanmıştır.]
-Doğu ezoterizmi. (Reenkarnasyon ve kozmik gelişimin devri-hareketini ifade eden, kuyruğunu
ısıran yılan sembolü.)
88
-Mezopotamya ve Hint ezoterizmi. (Kadüse benzeri çift yılanlı asa.)
-Budist ezoterizm ve tantrizm. (Dünya’nın ve insan bedeninin enerjetik ekseninin çevresinde
dolanan iki akımı temsil eden iki yılan sembolü)
-Hinduizm. (Gelişimi ve devri-hareketi temsil eden “Ananta” yılanı ve süt denizinde çift rotasyon
hareketleri yapan “Vasuki” yılanı)
-Eski Mısır tradisyonları. (Uç başlı yılan, kanatlı iki yılan, başında iki boynuz ve bir disk taşıyan
yılan, yaratıcı yılan “Kneph” ve “Apofis” yılanı)
-Quiche (Kişe) ve Maya tradisyonları. (Dünya insanını meydana getiren mavi-yeşil tüylerle kaplı
uçan yılan)
-Minos tradisyonları. (Yılan tanrıça)
-Hitit tradisyonları. (Göktanrı ile mücadele halinde tasvir edilen yılan)
-Selçuklu tradisyonları. (Kabartmalarda çift yılan)
-Çin, Japon ve Batı tradisyonları. (Ejder biçimine sokulmuş tüylü ve tüysüz yılan)
-Kimi Afrika kabileleri tradisyonları. (Yaratıcının imajını, yaşamın devri-hareketini ve
reenkarnasyonu temsil eden çöreklenmiş piton yılanı)
Ezoterik bilgilere göre, yılan sembolü, her sembol gibi, farklı anlamlarda kullanılmakta olup,
sembolün anlamı kullanıldığı yere göre değişmektedir. Bununla birlikte, ezoterik bilgiler bir araya
getirildiğinde bu sembolün başlıca yedi anlamda kullanıldığı görülmektedir:
1- Yeryüzündeki tradisyonların çoğunda, bilindiği gibi, şeytanı yani menfi tesiri ya da nefsaniyeti
temsil eder.
2- Rüyalarda, kötülüğü, nefsaniyeti, ahlak bakımından geri fakat kurnaz varlıkları temsil eder.
3- Kimi tradisyonlarda spiral galaksiyi ve spiral bir galaksi olan Samanyolu Galaksisi’ne ait bir
uygarlığı ve ırkı (genetik bakımdan) temsil eder.
89
Kimi araştırmacılara göre, Aztek, Maya ve İnka tradisyonlarındaki, insanlara uygarlığı öğrettikten
sonra göklere geri dönen yeşiltüylü yılan ilah Quetzalkoatl inanışında, Attikalılar’ın ilk kralları yılan-ilah
inanışında, Slav tradisyonlarındaki kahraman yılan-oğlu Vseslaviç inanışında, İskandinav
tradisyonlarındaki yılan kılıklı ilah Votan inanışında ve benzeri birçok inanışta, Tevrat’ta Elohim adıyla
belirtilen kozmik biyokimyacılar tarafından imal edilmiş bu galaktik insan tipi ya da galaktik ırk
sözkonusu edilmektedir.
4- Yılan sembolü kimi biçimsel
kullanımlarında çiftyıldız Sirius’un yörüngesini
temsil eder. Örneğin, Mayalar, yeşil tüylü yılan
ilah Kukulkan’ı, bir çiftyıldız olduğundan “S”ler
çizecek şekilde dolanan Sirius’un yörüngesini
gösterecek şekilde “S”ler çizen bir yılanla temsil
eder ve yıldızın yörüngedeki konumlarını, yılan
içine yerleştirilen yuvarlak yeşim taşları ile
gösterirlerdi. Eski Mısır’da bu yörünge, her gün
güneşi taşıyan Ra’nın -ki Ra, ezoterik bilgilerde
fiziksel güneşle değil, spiritüel bir güneş olan
Sirius ile ilişkilendirilir- peşinde dolaşan Apofis
yılanıyla sembolize edilirdi. Aslında iki yıldız söz
konusu olduğundan iki yörünge, kimi
sembolizmlerde birbirine dolanan iki yılanla
temsil edilmektedir.
5- Yılan sembolü, kimi kullanımlarında,
özellikle “uroboros” (ouroboros) adı verilen, kuyruğunu ısıran yılan biçiminde çizildiğinde, kozmik
gelişimin devri-hareketini ve doğum-ölüm çemberi de denilen reenkarnasyonu ifade etmektedir.
(Reenkarnasyon, yılanın deri değiştirmesi sembolizmiyle de ifade edilir.)
6- Yılan sembolü tantrizm ve yogada kundalini enerjisini temsil etmek üzere kullanılır.
7- Yılan, kimi zaman da, kozmik güçler, dualite, “akışkanlar” , kozmik oluşumların, spiral
galaksilerin meydana getirilmesi, Sirius’un yörüngesi, ruhsal tekâmüller ve kozmik devri-hareketler,
kozmik nesnelerin periyodik dolanımlarını belirtmek üzere zaman ile ilgili çeşitli anlamlara gelen spiral
sembolünün somut olarak temsil edilmesinde kullanılmaktadır.
90
91
2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ2009’DA ĐZLEYECEKLERĐMĐZ
Edip Can Rende
2008’de bir sürü yerli ve yabancı film vizyona girdi. Bazıları çok tartışıldı, bazıları bekleneni
veremedi, bazıları tam bir hayal kırıklığı yarattı. Yerli sinemada ise tek sezonda vizyona giren
filmlerimizin sayısı artmakta, seyirci de Hollywood filmlerinden çok yerli filmleri tercih etmekte. Fakat
2008’de gösterime giren filmlerin sayısı, geçen seneye oranla biraz düştü.
2008’in en çok konuşulan Hollywood filmlerinden bazıları arasında “The Dark Knight”, “Indiana
Jones 4”, “Wall-E” ve “Tropic Thunder” sayılabilir. Yerli olarak ise “Issız Adam”, “A.R.O.G.”, “Recep
İvedik”, “Mustafa”, “Üç Maymun” ve “Osmanlı Cumhuriyeti” filmlerini söyleyebiliriz.
Tabii çok konuşulanların yanında beklenen etkiyi yaratamayan filmler de mevcut. Bunlardan
bazıları “Max Payne”, “Quantum of Solace”, “Body of Lies”, Al Pacino ve Robert De Niro’lu “Righteous
Kill”, “Destere”, “Süper Ajan K9” ve “Vicdan”
Sonuçta öyle ya da böyle bir yılı daha bol filmle bitirmiş olduk. Yeni yılda gene çok fazla sinema
filmi vizyona girecek. Türk sinemasındaki hareketlilik de devam edecek gibi gözüküyor. Festivallerde
bizleri temsil edecek filmlerin sayısında artışın olması mutluluk verici bir durum. Umarız ki 2009’da da
gerçekten kaliteli filmlerimiz bizleri festivallerde gururlandırır.
2009 seçkimize çok uzatmadan başlayalım. Aşağıda 2009’da vizyona girecek olan bazı filmleri
kısa kısa tanıtacağız.
HOLLYWOOD F İLMLER İ:
Avatar: Avatar, Titanic’le tanıdığımız James Cameroon’un yeni filmi. Filmin başrollerini
Sigourney Weaver, Zoe Saldana, Michelle Rodriguez paylaşıyor. 2009 Aralık’ında izleyebileceğiz.
Ice Age 3: Sid, Manfred, Diego ve Scrat’ın yepyeni maceralarını izleyeceğimiz bu muhteşem
animasyon Temmuz ayında vizyona girecek. Kahramanlarımıza bu kez dinozorlar eşlik edecek.
92
Dali & I - The Surreal Story: Al Pacino’nun Salvador Dali’yi canlandıracağı film 2009’un
merakla beklenen filmlerinden bir tanesi. Pacino’nun bu filmle Oscar’ı uzun bir aradan sonra tekrar
kucaklamasına kesin gözüyle bakılıyor.
Ustaya Cillian Murphy eşlik edecek. Filmin
yönetmeni ise Andrew Niccol.
Duplicity: Bourne serisi ve Michael
Clayton filminden tanıyacağımız Tony
Gilroy’un yeni filmi. Başrolde Clive Owen,
Julia Roberts ve Paul Giamatti var.
Inglorious Bastards: Tarantino’nun
yönetmenliğini üstlendiği, başrollerinde
Brad Pitt, Diana Krueger ve Eli Roth’un
olduğu bir film. Naziler’i anlatan “Inglorious Bastard”ı Temmuz 2009’da izleyebileceğiz.
The Wolfman: Kurt Adam’lı filmlerin en yenisi. Başrolde Anthony Hopkins, Benico Del Toro,
Hugo Weaving ve Emily Blunt’ın olduğu filmi Kasım ayında izleyebileceğiz.
Terminator Salvation: Christian Bale’in başrolünde olduğu, yeni üçlemenin ilk halkası olan filmi
Haziran-Temmuz aylarında izleyebileceğiz.
Watchmen: 300 ile büyük beğeni toplayan Zack Snyder’in yönettiği bu çizgi roman
uyarlamasını 9 Mart’ta izleyebileceğiz.
X-Men Origins – Wolverine: Wolverine’e odaklanan bu yeni X-Men filmini yaz aylarında
izleyebileceğiz.
Appaloosa: Yönetmenliğini Ed Harris’in üstlendiği, başrollerini Jeremy Irons, Ed Harris, Renée
Zellweger ve Robert Jauregei’nin paylaştığı western türündeki filmi ocak-şubat aylarında
izleyebileceğiz.
Vicky Christina Barcelona/Barselona, Barselona: Yönetmenliğini Woody Allen’in yaptığı,
başrollerinde Scarlett Johansson, Penelope Cruz ve Javier Bardem’in olduğu ve bir aşk üçgenini konu
alan filmi ocak ayında izleyebileceğiz.
93
Argentine/Guerilla: Benico Del Toro’nun devrimci “Che Guera”yı canlandırdığı, Che’yi anlatan
ve dört buçuk saatten oluşan bir film. Bu yüzden film ikiye ayrılarak gösterime girecek. İlki olan
Argentine’i ocak, ikincisi olan Guerilla’yı ise şubat ayında izleyebileceğiz.
The Spirit: Başarılı çizer Frank Miller’ın ikinci filmi. Başrollerinde Eva Mendes, Gabriel Macht,
Scarlett Johansson, Samuel L. Jackson ve Paz Vega’nın olduğuİ ölüp tekrardan dirilen Spirit’in
yaşamını konu alan bir film. Filmi 2009’un başlarında izleyebileceğiz.
Revolutionary Road/Hayallerin Pe şinde: Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’yu Titanic’ten
on yıl sonra aynı projede buluşturan filmin yönetmeni, American Beauty’nin de yönetmeni olan Sam
Mendes. Filmi ocak ayında izleyebileceğiz.
Valkyrie/Valkyrie Operasyonu:
Tom Cruise’un başrolde olduğu ve Adolf
Hitler’e yapılmış olan suikastı konu alan
bir film. 30 Ocak’ta izleyebileceğiz.
Benjamin Button’un Tuhaf
Hikâyesi: Brad Pitt ve Cate Blanchett’ın
başrolde olduğu ve tersine yaşam süren
Benjamin Button’un hayatını konu alan
filmi ocak ayında izleyebileceğiz.
Yönetmeni David Fincher.
Fast and Furious/Hızlı ve Öfkeli:
Serinin yeni filmi. Vin Diesel ve Michelle Rodriguez başrolde. Gösterim tarihi Aralık ‘09.
Star Trek: J.J. Abrams’ın yönettiği, Eric Bana, Zachary Quinto, Simon Pegg ve Chris Pine’in
başrolde olduğu filmi Mayıs ayında izleyebileceğiz.
Angels & Daemons / Melekler ve �eytanlar: Da Vince Code’dan sonra Tom Hanks ve Ron
Howard yeni bir Dan Brown uyarlamasıyla bir kez daha aynı seti paylaşıyor. Film Mayıs ayında
gösterime girecek.
94
Drag Me to Hell: Sam
Raimi’nin yazıp yönettiği filmi
Mayıs ayında izleyebileceğiz.
Transformers – Revenge
of the Fallen: Michael Bay’in
tekrardan yönetim koltuğuna
oturduğu, Shia LeBouf ve Megan
Fox’un başrollerini paylaştığı
devam filminde kahramanlarımızı
yeni düşmanlar beklemektedir.
Filmi haziranda izleyeceğiz.
Public Enemies: Michael
Mann’in yönettiği, Johnny Depp, Christian Bale ve Marion Cottillard’ın başrolde olduğu film bir suçlu
ile bir polisin kaçma kovalama hikâyesini anlatıyor. Yılın heyecanla beklenen filmlerinden olan Public
Enemies’i temmuzda izleyebileceğiz.
Sherlock Holmes: Guy Ritchie’nin Sir Arthur Conan Doyle’un en sevilen karakterini uyarladığı
yeni filminde başroller Robert Downey Jr ve Jude Law’a gitmiş vaziyette. Çekimleri hızla devam eden
filmi kışın izleyebileceğiz.
2012: Roland Emerich’in yeni “felaket” filmi 2012’yi temmuzda izleyebileceğiz. Yönetmen
filminde dünyanın sonunu işlemekte…
The Imaginarium of Doctor Parnassus: Heath Ledger’ın başrolünde olduğu; fakat
tamamlayamadığı filmin yönetmeni Tony Gilroy. Ledger’ın oynadığı “Tony” karakterini Johnny Depp,
Jude Law ve Colin Farrel da oynamaktadır. Filmi sonbaharda izleyebileceğiz.
Shutter Island/Zindan Adası: Scorsese’nin yeni filminde başrol her zamanki gibi Leonardo Di
Caprio’ya ait. Kışın izleyebileceğiz.
The Green Zone: Paul Greengrass ile Matt Damon’ın Bourne setinden sonraki ikinci işleri olan
The Green Zone’ı bu yıl içinde izleyebileceğiz.
Informant: Matt Damon’ın başrolde olup Steven Soderbergh’in çektiği filmi kışın izleyebileceğiz.
95
Margaret: Gene Damon’ın başrolde olduğu filmi aralık ayında izleyebileceğiz. Damon’a Anna
Paquin eşlik etmekte.
YERLİ FİLMLER:
Güneşi Gördüm: 2007 yılında
Beyaz Melek’le sinemaya yönetmenlik
ve oyunculukla adımını atan, pek çok
festivalde ilgi gören ve 2007’nin en fazla
gişesini alan Mahsun Kırmızıgül’ün ikinci
filmi. Bu filminde Mahsun Kırmızıgül bir
sürü önemli oyuncuyla çalışıyor. “Güneşi
Gördüm”ün başrollerini Ali Sürmeli, Altan
Erkekli, �erif Sezer, Alper Kul, Cezmi
Baskın, Cihat Tamer, Demet Evgar,
Deniz Oral, Emre Kınay, Sarp Apak,
Serhad Çağlayan, Yiğit Özşener, Zafer
Ergin, Deniz Oral, Erol Günaydın, Hande Subaşı, Itır Esen, Menderes Samancılar, Nurseli İdiz ve
Kamil Sönmez üstleniyor. Filmi 12 Mart’ta izleyebileceğiz.
Her �eyin Bitti ği Yer: Yönetmenliğini Ezel Akay’ın, başrollerini Okan Bayülgen ve Meltem
Cumbul’un üstlendiği, Sami Dündar’ın aynı adlı romanından uyarlanan ve Dündar’ın 17 Ağustos
Depremi çevresinde ilerleyen hayatını konu alan film.
Recep İvedik 2: 2008’in en çok izlenen filmi olan Recep İvedik’in yepyeni maceralarını anlatan
filmi 12 �ubat’ta izleyebileceğiz.
Vali: Recep Yazıcıoğlu’nun Denizli’de görev yaptığı süre içinde başından geçen olayları anlatan
filmin başrolünde Erdal Beşikçioğlu, Uğur Polat, İsmail Hacıoğlu, �ebnem Dönmez, �emsi İnkaya,
Ayşegül Ünsal, Özgür Çevik ve Hakan Boyav üstleniyor. Filmi 9 Ocak’ta izleyebileceğiz.
Güz Sancısı: 6-7 Eylül Olayları’nı bir Rum fahişesi ile bir Müslüman erkeğin aşkı ekseninde
anlatan, yönetmenliğini Tomris Giritlioğlu’nun, başrollerini Murat Yıldırım, Beren Saat, Okan Yalabık,
Umut Kurt, Belçim B. Erdoğan, İlker Aksum, Hüseyin A. Danyal, Tuncel Kurtiz, Avni Yalçın ve Kenan
Bal’ın üstlendiği filmi 23 Ocak’ta izleyebileceğiz.
96
Gölgesizler: Hasan Ali Toptaş’ın Yunus Nadi ödüllü aynı adlı yapıtından uyarlanan filmi 27
�ubat’ta izleyebileceğiz. Filmin
yönetmeni Ümit Ünal. Başrollerinde
Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Taner
Birsel, Ertan Saban, Altan Erkekli,
A.Mümtaz Taylan, Arsen Gürzap,
Onuryay Evrentan, Taies Ferzan,
Biğkem Karavus, Umut Karadağ,
Aydemir Akbaş, Ahmet Özaslan var.
Ayakta Kal: Faruk Aksoy’un yeni
filminde başrol Sinem Kobal, Oğuzhan
Yıldız, Mehmet Aslan ve Irmak Ünal’a
ait. Filmin yönetmeni Adnan Güler. Film, devlet lisesi öğrencileri ile kolejli öğrenciler arasındaki sınıf
çatışmasını konu almakta. “Ayakta Kal”ı16 Ocak’ta izleyebileceğiz.
Kadri’nin Götürdü ğü Yere Git: �afak Sezer ve Alp Kırşan’ın başrolde olduğu komedi filmi. 16
Ocak’ta gösterime girecek.
97
Genç yaşta kitabı yayınlanan genç bir yazar için, çevresinden göreceği destek önemlidir. Bu
süreçten geçenler iyi bilir ki, kitabın yayınlanmadan önce gördüğü ilgiye paralel olarak beklentiler
gelişir insanda. Arkadaşlar, eşler, dostlar kitabı alıp okumak ve o çok değerli yorumlarını sunmak için
sabırsızlık içinde bekleşmektedirler…
Bu tarz iyi niyetli beklentiler, neyin ne olduğunu görüp az da olsa pişmeyi başaran genç yazara
sonradan çocukça gelse de, aslında son derece normal, doğal, gerçeğe yakındırlar. Zira insanlar
okusunlar diye yazar, bunun da sonucunu da elde etmek isteriz. Ne var ki yakınımızdakiler
yazdıklarımızla ilgilenecek kişiler listesinin genellikle sonlarında gelmektedirler. Tebrik, tezahürat
ganidir ama onun ötesinde can sıkıcı bir boşluk vardır.
Yazar-çizer Necdet �en’in çok sevdiğim bir sözü bu ‘genç yazar’ güruhunun hislerine tercüman
olacaktır. Velhasıl beni bu metni
yazmaya iteleyen de budur.
Yaklaşık olarak şöyle der Necdet
�en: “Biz yazar-çizer takımı yakınımızda
değil uzakta buluruz genellikle
okurumuzu. Yazmak-çizmek, imdat
mesajı yazılı bir kâğıdı şişeye koyup
denize salmak gibidir. Yalnız olduğumuz
-öyle olduğumuzu düşündüğümüz- için
atmışızdır şişeyi denize. Ama akıntı onu
nereye sürükler, mesajı kim bulur, kim onca mesafeyi aşarak size ulaşmaya çalışır, bunu önceden
kestiremezsiniz…”
Akıntının sürüklediği noktada mutlaka birileri vardır aslında. Uzaktaki o okur için durmadan
yazar, ona içimizi dökeriz arsızca. Yakındaki okursa bir o kadar uzaktadır. Ürettiklerinize karşı
soğukkanlı duyarsızlığını ısrarla sürdürür. Öyle ki, an gelir onların yanında yazdıklarınızdan
bahsetmekten çekinir, bu sanki bir suç, bir itilmişlik nedeniymiş gibi hissederseniz. Bu tabir abartılı
değildir. “Kitap mı yazdın sen?” sorusunu sorup, bu alelade, üzerinde durulmaya değmeyecek bir
şeymiş gibi anında alakasız bir konuya geçiveren bir arkadaşın yanında hissettiklerimiz genellikle
budur.
UZAKTAKİ OKUR – KADİM GÜLTEKİN X K dergidergidergidergi
98
Her ne kadar bu kişisel bir yazı gibi görünse de, kitabı yayınlansın yayınlanmasın, yazmakla
uğraşan hemen her gencin başına bunun geldiğini tahmin etmekle kalmıyor, biliyorum.
Yazmaya ilk başladığımızda, başlarda bunları pek teşhir etmek istemeyiz. Yazdıklarımızı
yetersiz görür, birileriyle paylaşmaya cesaret edemeyiz. Ne var ki, içimizde sakladıkça taşmaya yüz
tutan sıkıntılar gibi, yazdıklarımız da bir okuyucu arzusu ile kıvranıp dururlar. Arkadaşların iş başı
yapma zamanı gelmiştir.
Bu aşamada, yazdıklarımla hiç ilgilenmeyen, ilk anda ilgi çekici bulmuş gibi davranıp, sonra
hemen kenara çekilen arkadaşlarımın tavırları bana şaşırtıcı gelmişti. Bu umursamazlığın ötesinde,
daha vahim durumlarla da karşılaşmıştım ne yazık ki. “Bunları aklından mı yazıyorsun?”, “Vay be bir
de sayfa sayfa yazmışsın!”, “Benim öykümü de yazsana. Manyak roman olur şerefsizim!” ve şu an
isteyerek ya da istemeyerek hafızamın derinliklerine attığım birçok tepki ile karşılaştım. Bu sorularla
karşılaşmanın en zor yanı, onlara verecek en mantıklı cevabın bile karşıdaki için fazla bir anlam ifade
etmeyeceğini bilmemin verdiği bunaltıcı duygu ile boğuşmaktı.
Kitabım yayınlandığında, öykülere verilen tepkilere nazaran daha adamakıllı tepkiler alacağımı
düşünüyordum. Sonuçta öyküler başkalarının gözünde çok bir şey ifade etmiyordu. A4 kâğıdına basılı
sıradan şeylerdi. Ama bir kitap, en azından okunmaya değe bir şeyler olduğunun göstergesiydi ve bu
sefer kesinlikle ilgilerini çekmeliydi.
�u anda çevremdeki arkadaşlarım arasında kitabımı okuyanların sayısının iki elin parmaklarını
geçmediği, hatta o kadarını bile bulmadığı gerçeğiyle iç içeyken, ne kadar da iyimser olduğumu
düşünmeden edemiyorum. Yine de bu ilgisizlik beni hâlâ şaşırtıyor. Bir insan arkadaşının yazdıklarını
neden merak etmez?
Aslına bakılırsa onların tam anlamıyla ilgisiz olduklarını söyleyemem. Tamamına yakını
satışların nasıl gittiğini defalarca sordu. Okuldaki kitapçıya gelen kitaplarımın hâlâ satılmadığını
söylemekle uğraşmak istemediğimden, her defasında bu soruyu geçiştirdim. Onlara kitabımı neden
okumadıklarını soramazdım. Bu bir tercih meselesiydi. Kimseyi elbette yargılayamazdım.
Ama o soruyu sormadan edemiyorum:
Bir insan, arkadaşının yazdıklarını neden merak etmez?
99
“… �unu iyi bilin ki Prensim, kabaran
okyanusların Atlantis’i ve onun görkemli
kentlerini yutmasından hemen sonra Dünyada
o güne değin görülmemiş bir çağ başlamıştı.
Aryas’ın oğullarının doğduğu bu çağda, Dünya
üzerindeki imparatorluklar ve uygarlıklar,
gökteki yıldızların mavi parıltıları kadar dağınık
fakat belirgindi. İşte bu sıralarda Kimmeryalı
Conan geldi. Çelik bilekli elinden kılıcını hiç
bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit tüm
imparatorlukları sandallı ayağının altında
çiğnemek istiyordu…”
Bir Nemedya efsanesinden
Robert E. Howard’ın yarattığı ve çizgi
roman dünyasında oldukça saygın bir yere
sahip Conan’ın Hollywood macerası 1982 yılına denk gelir. Coppola’nın meşhur Apocalypse
Now filminin senaristi John Milius bu kez yönetmen koltuğuna oturur. Genç bir yıldız adayına
da Conan rolü verilir. Seksenli yılların el üstünde tutulan en önemli aksiyon yıldızlarından biri
olan Arnold Schwarzenegger’ın ilk büyük filmi olan Conan, yönetmen ve senarist Milius’un
yetenekli ellerinde kült bir epik-fantastik film haline gelecektir.
Senaryo koltuğundaki bir başka önemli isimse Oliver Stone. Stone ve Milius bir
kahramanın yaşamına çocukluğundan başlayarak tanıklık etmemizi istiyor ve Nietzsche’nin,
“Beni öldürmeyen şey güçlendirir,” sözleriyle başlayan filmin açılışında bizi Conan’ın
çocukluğuna, her şeyin başladığı ana götürüyorlar.
Thulsa Doom isimli büyücü ve emrindeki askerlerin kasabaları basıp her yanı yakıp
yıktıkları ve küçük çocukları esir aldıkları bir dönemde, küçük Conan ve ailesinin yaşadığı köy
de bu yıkımdan nasibini alacaktır. Birçok köyden toplanan esir çocuklar gibi Conan da ağır
işlerde çalıştırılır ve bir barbar gibi yetiştirilir. Conan fiziksel olarak çok güçlüdür.
BARBAR CONAN – ONUR ALTINIŞIK X K dergidergidergidergi
100
Özgürlüğünü kazanana kadar gladyatörlük yapar. Bu çelik bilekli barbar dünyayı tanıyacak ve
kendi kaderini kendi elleriyle çizip Aquilonya’ya kral olacaktır. Büyücülerin, cadıların, kralların
ve barbarların hüküm sürdüğü bu çağda Conan gücü, cesareti ve tanrısı Crom’la önüne
gelen her kim olursa olsun kafa tutacaktır. Çünkü tek ve en gerçek sırrı bilmektedir: Çeliğin
sırrı…
Çizgi romanın kimi hayranları filmin öyküsünü beğenmediler. Çizgi romanların başarılı
öykülerinin yanında filmin öyküsünün çok güçlü olduğunu söylemek zor. Ancak senaryonun
çarpıcı ve heyecanlı bir tempoya sahip olduğu da bir gerçek. Perdeye yansıtılan fantastik
öğeler ise kıvamında ve etkileyici. Ölüm döşeğindeki Conan’ı iyileştirmeye çalışan büyücü ve
gece gelen cinlerden tutun da yılan
tapınağındaki mücevherlere, dev
yılanlara, başkarakterin çarpıştığı kötücül
güçlerin başı olan büyücü Thulsa Doom
ve tarikatına kadar her bir ayrıntı oldukça
zengin bir fantastik atmosfer yaratıyor.
Türünün çok başarılı bir örneği.
Fakat öyle bir isim var ki, çizgi
romanın hayranı olup filmin öyküsünü
beğenmeyenler bile hayranlık duymaktan
kendilerini alamayacaklardır. Kompozitör
Basil Poledouris. Bu müthiş yetenekli
Yunan bestecisi, Conan The Barbarian’a
adeta ruh üfleyen kişi. Daha açılış jeneriğiyle izleyiciyi koltuklarına çivileyen unutulmaz
bestesi Crom’un Örsü’yle (Anvil Of Crom) ilk vurgunu yapıyor ve film bitene kadar birbirinden
muhteşem bestelerle bütün film ekibini ihya ediyor.
Basil Poledoruis sinema tarihinin en yetenekli müzisyenlerinden biri. Sean Connery’nin
başrolünde oynadığı Hunt For Red October filminden de hatırlayacaktır sinemaseverler
kendisini. Orkestrayı ve koroyu enfes bir şekilde bir araya getirmeyi bilen bu muhteşem adam
ne yazık ki 2006 yılında aramızdan ayrıldı. Conan’da kullandığı vurmalı çalgılar ve zillerle;
barbarlığı, kahramanlığı, epik atmosferi ve fantastik dünyayı kulaklarımızdan içeri akıtmayı
bildi.
101
Filmin oyuncu kadrosunda birbirinden yetenekli isimleri görüyoruz. Bergman’ın en
sevdiği oyunculardan Max Von Sydow “Kral Osric” rolünde karşımıza çıkıyor. Kimi
sinemaseverin hatırına Azrail’le oynadığı satranç
gelirken korku severler The Exorcist’te Peder
Lancaster Merrin olarak hatırlayacaktır. Darth
Vader’ın sesi olarak tanıdığımız James Earl Jones
sapkın bir tarikatın büyücü lideri Thulsa Doom
rolünde gerçek anlamda seyir zevki sunuyor. Yüzü
ve mimikleri inanılmaz derecede uyumlu ve rolüyle
bir olmuş demek hiç zor değil. Thulsa Doom’u
unutulmaz bir büyücü haline getiren de hiç kuşkusuz
isim Jones.
Filmle ilgili küçük bir araştırma yaptığımızda
Thulsa Doom’un ve askerlerin dış görünüşlerinin
Sergei Eisenstein’ın Alexandre Nevsky filmindeki
şövalyelerden esinlenmiş olduğunu öğreniyoruz.
Conan’ın bir gece misafir olduğu, seviştiği ve neredeyse ölümüne sebep olacakken
şöminede yaktığı cadı rolündeki Cassandra Gava’yı da anmadan geçmeyelim. �ehvetli
görüntüsü ve korkunç yüzüyle filmin unutulmayan sahnelerinden birine sahip oldu.
Yine Schwarzenegger’ı ele aldığımızda seksenlerin bir başka aksiyon yıldızıyla
paralelliklerine tanık oluyoruz. Sylvester Stallone’un Rocky karakteri ve Conan birbirlerinden
çok da farklı olmayan iki kişilik. Ezilen, umursanmayan ama büyük kas gücüne ve
dayanıklılığa sahip bu iki kahramanın en belirgin ortak özellikleri yollarının barbarlıkta
kesişmeleridir. Rocky karakteri özellikle ilk filmde sürekli aptal olduğundan bahseder.
Conan’ın da ilkel davranışlarına sık sık tanık oluruz. Tabii birbirinin aynı oldukları
söylenemez. Rocky pek bir umudu olmayan bir kenar mahalle genciyken Conan ilkel bir
cesarete ve morale sahiptir. Filmin başında Conan’ın ailesinin de savaşçı ve onurlu bir
kabileden olduğunu görüyoruz. Yine de benzerlikler oldukça paralel.
Conan The Barbarian; unutulmaz müzikleri, Schwarzenegger’ın ve diğer isimlerin
yeteneği, fantastik atmosferi, kılıç dövüşleri ve karanlık çağlarda hayat bulan öyküsüyle yakın
zamanda yeniden izlenmeyi hak eden başarılı bir yapım. DVD olarak piyasada mevcut olan
102
CTB’nın bir de devam filmi var. Conan The Destroyer’ın her yönüyle ilk filmin gölgesinde
kalmış bir yapım olduğunu ekleyerek yazıyı noktalayalım.
103
Clive Barker… Tanı şma
Neredeyse her gün yaptığım gibi o gün de bir kitapçıya/bir
yeryüzü cennetine uğramadan dönmeyecektim eve. Bu nedenle
Kadıköy’ün, içinde vakit geçirmekten en hoşlandığım kitapçısına gittim.
Tanıdık yüzlerin arasından sıyrılıp artık gözüm kapalı bile bulabileceğim
bölüme doğru ilerledim ve üç-dört raftan oluşan bölümün önüne gelince
durup dikilmeye başladım. Gözlerimle kitapları tarıyordum. Dün
gördüğüm kitaplar yine oradaydı. Ve ondan önceki gün gördüklerim de.
Zaten raflardaki kitapların birçoğu benim kütüphanemde de vardı.
Buraya kadar her şey, her zaman olduğu gibiydi. Sıradan bir
günün, sıradan bir anı. Sıradanlaşmış bir ritüel.
Ne olduysa bakışlarımı aşağıya kaydırmamla oldu. O an
bir farklılık yaratıldı.
Daha önce görmediğim bir kitap vardı rafın en alt
sırasında. Ön kapağı görünecek şekilde duruyordu. Ve
kapağındaki yüz… O turuncu kâbus, ifadesiz gözlerini dikti
yüzüme. Kitabı eline al diye fısıldıyordu sanki, dudakları
oynamadığı halde.
Eğilip kitabı alınca yüzün aslında bir maske olduğunu
fark ettim. Kimsenin yüzünde görmeyi istemeyeceğim türden bir maskeydi. O haliyle bile ürkütücüydü.
Maskenin üzerindeyse bir cümle yazıyordu:
Nihayet gecenin de bir efendisi oldu.
Heyecanlanmıştım. Yeni yazarlar keşfetmek, başka dünyalara açılan kapılardan birini daha
bulmaktı. Ve içimde, o kapılardan birini bulduğuma dair kuvvetli bir his vardı.
Clive Barker… Yazar, ressam,
senarist… King’in korku edebiyatının
geleceği olarak gördüğü Barker’ı
kitaplarıyla değilse bile filmleriyle
mutlaka tanıyorsunuzdur. Eğer
korku filmlerini seviyorsanız,
“Hellraiser” ya da “Şeker Adamın
Laneti” filmleri size çok şey ifade
ediyor demektir.
KABAL – KEREM KARANFİL X K dergidergidergidergi
104
Kitabın arkasını çevirdim ve “Korku edebiyatının geleceğini gördüm… Adı Clive Barker’dı”
yazısını okudum. Üstelik bu cümleleri söyleyen sıradan birisi değildi. Bu kişi yaşayan bir efsaneydi.
King’di. Stephen King… Binlerce karaktere ruh vermiş usta. Vakit kaybetmeden kitabı satın alıp
ayrıldım oradan.
İşte böyle tanıştım Barker’la. Kapağını, sarı gözlerini size diken turuncu bir kâbusun süslediği
romanıyla.
Kabal’la.
Kabal – Kuzular Kurt, Kurtlar Kuzu Postuyla Kar şımızda
Hayat, türlü kılıklara girip dört bir yandan saldırır her gün ve öyle bir gün gelir ki dayanamaz olur
insan; artık taşıyamadığı yüklerden, kaldıramadığı
sorumluluklardan, yabancılaştığı insanlardan
kurtulmak, ardına bile bakmadan kaçıp gitmek
ister. Ancak çoğu zaman lafta kalır bu istek. Diline
dolanan ve kendini tatmin ettiği bir yalan olmaktan
öteye gidemez. Çekip gitmek o kadar kolay
değildir. Ne kadar hırpalarsa hırpalasın toplum
görünmez ipleriyle kendine bağlamıştır insanı. Ne
kadar söylenirseniz söylenin bir yeriniz vardır
içinde. Ve içinizde bir yerlerde siz de bilirsiniz bunu.
Ancak ya toplum keserse bu ipleri. Ya bir
balgam gibi tükürüp kurtulmak isterse sizden. O
zaman ne yaparsınız? Nereye gidersiniz?
Boone, doktoru Decker’dan onlarca insanın
katili olduğunu öğrendiğinde gidebileceği tek bir
yerin olduğuna karar verir. Burası fiziksel dünyanın ötesindedir. Ancak önüne atladığı kamyon gitmek
istediği bu yere, ölüler diyarına kadar götürmez onu. Azrail’in listesinde sıra ona gelmemiştir henüz.
Hastane odasında, beyaz duvarların arasında yatarken sığınacağı bir başka yerin adı çalınır
kulağına. Burayı daha önce de duymuş, ama umursamamıştır. Ancak artık her şey farklıdır. Boone
günahlarla yüklüdür. Ve adını duyduğu bu yer, gerçek ya da hayal ürünü ne günah işlemiş olursanız
olun affedilebileceğinizi vaat etmektedir.
105
Boone… Doktoru Decker’ın, sevgilisi Lori’nin, hatta son çaresi ölümün bile dışladığı Boone daha
önce acı çekenlerden işittiği bu yere gitmeye karar verir.
Bu yer Midian’dır.
Ancak Midian’a kabul edilmenin şartları vardır. Canavarsanız sorun yoktur. Ama eğer
değilseniz… Geriye tek bir seçenek kalmaktadır. Avcı değilseniz avsınızdır. Gecedölü değilseniz
etsinizdir. Biri ya da öteki.
Ancak Boone hasta ruhlu bir katil olduğunu düşündüğünden tereddüt etmez ve yaşayanların
umursamadığı canavarların, görmezden gelinen dışlanmışların, farklı oldukları için lanetlenip nefret
edilenlerin diyarına doğru yola koyulur.
Midian’a doğru.
Barker bu romanıyla bize aslında insanlar ve canavarlar arasındaki çizginin ne kadar da ince
olduğunu gösteriyor. Ve bu iki türün aslında ne kadar sık yer değiştirdiklerini.
Bazen kurtların kuzu, kuzuların da kurt postuna bürünebildiklerini.
Clive Barker… Tekinsiz Dünyaların Mimarı
Clive Barker… Yazar, ressam, senarist… King’in korku edebiyatının geleceği olarak gördüğü
Barker’ı kitaplarıyla değilse bile filmleriyle mutlaka tanıyorsunuzdur. Eğer korku filmlerini seviyorsanız,
“Hellraiser” ya da “�eker Adamın Laneti” filmleri size çok şey ifade ediyor demektir. Maalesef
Barker’ın tüm eserleri dilimize çevrilmedi. �u an çevrilmiş olanlar ise şöyle:
“Kan Kitapları 1-2-3 ”
“Kabal ”
“Zaman Hırsızı ” (Bir çocuk romanı. Ama bu tür kitaplar okuyorsak zaten hangimiz büyüğüz ki?)
“Lanetleme Oyunu ”
“Kutsanma Ayini ”
“Galilee ”
Barker’ı burada anlatmaya kalksam herhalde başaramam. O yüzden yazmayı burada
kesiyorum.
106
Ve Barker’dan anahtarı bir an önce almanızı tavsiye ediyorum. İnanın kapının ardında görülecek
çok şey var.
Hazlarla dolu bir dünya sizi bekliyor!
107
BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU
ĐLE
SÖYLEŞĐ
Türkiye’nin ilk fantastik
kurgu serisi olan “Perg
Efsaneleri”nin yazarı
Barış Müstecaplıoğlu ile
Türkiye’de fantastik
edebiyat, hayal gücü ve
büyülü diyarlar üzerine
dolu dolu bir söyleşi…
108
Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul etti ğiniz, bize zaman ayırdı ğınız için te şekkür
ederiz. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Kimdir Barış Müstecaplıo ğlu?
1977 yılında Kocaeli’nin İzmit ilçesinde doğdum. Aslında İnşaat Mühendisliği okudum ama içim
ısınmadığı için hiç yapmadım bu işi. Yıllardır hem çeşitli firmalarda İnsan Kaynakları Uzmanı olarak
çalışıyorum hem de çocukluğumdan beri tutkum olan yazarlığa devam ediyorum.
Kitap okumaya ba şlamanız ne zamana tekabül ediyor? Ülkemizde kitap o kuma
alışkanlığının ne kadar az oldu ğu biliniyor; sizi bu ortamda kitap okumanızı ne sa ğladı?
Ailem kitaba meraklıydı. Evimizde her zaman bol bol kitap olurdu. Abim de çok okuyan bir
insandı. Ama gene de bu kişisel bir şey sanırım; ben
edebiyatı bir tutku haline getirdim, abimse bilimi. Bir
üniversitede akademisyen şimdi.
Peki yazmaya ne zaman ve nasıl ba şladınız? Sizi
fantastik kurgu yazmaya iten şey neydi? Sizce Fantastik
Kurgu’nun di ğer türlerden nazaran yazarı çeken ne gibi
yönleri var?
İlk öykülerimi ortaokul sıralarında yazmıştım. Belli bir
sebep söyleyemem; çok küçük yaşlardan beri yazmak bende
bir ihtiyaçtı. Fantastik Kurgu’ya abimin kütüphanesi
sayesinde yaklaştım. O benden daha sıkı bir fantastik kurgu
okurudur, uzun yıllar FRP de oynamıştır. Ben bu konuya
daha edebi bir açıdan yaklaştım. Ursula K. LeGuin, Tolkien
gibi üstatların fanteziyle edebiyatı buluşturma tarzları hoşuma gitti ve Türkiye’de henüz yapılmamış bir
işe imza atmak da çekici bir düşünceydi. Fantastik Kurgu yazarı özgür bırakan bir tür; olayların
geçeceği mekânı, hayatın kurallarını, her şeyi kendi hayalinize göre kurgulayabilmek yaratım
aşamasında tüm sınırları ortadan kaldırıyor.
Türkiye’de bir ilki ba şararak bir fantastik kurgu serisi kaleme aldınız. R omanınızı
yazarken, kitaptaki (fantastik) imgeleri herhangi b ir şeyden esinlenerek yazdı ğınız oldu mu?
Herhangi bir şeyden esinlenmeden hiçbir şey yazamazsınız. Burada önemli olan esinlendiğiniz
şeyi birebir kullanmamak, onu kendi yaşanmışlıklarınız, birikimleriniz, duygularınızla yoğurup yeni ve
özgün bir hale sokmak. Elbette seyrettiğim filmlerden okuduğum kitaplara, yaşadığım gerçek olaylara,
BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU İLE SÖYLEŞİ X K dergidergidergidergi
109
tanıdığım ilginç insanlara, beni etkileyen her şeyden ilham almışımdır, bazen bilinçli bazen bilinçsiz
olarak.
Sizce fantastik kurgu yazmanın ne gibi zorlukları v ar?
Dünyayı yaratıp kurallarını koyduktan sonra, bu kurallara uymak zorundasınız; romanın
tutarlılığını, inandırıcılığını sağlamak açısından. İlk başta sınırlarınız yok belki ama kendi sınırlarınızı
belirledikten sonra onların dışına taşarsanız inandırıcılığınızı kaybedersiniz. Buna dikkat etmek gerek.
Bunun dışında güçlü bir hayal gücü gerekiyor elbette, o olmadan zorlasanız da iyi bir şey
yazamazsınız.
Peki genel olarak “düzenli ve planlı” mı yazarsınız yoksa ilhama inananlardan mısınız?
İlham sadece öyküyü aklınızda kurgularken, yazma sürecinin başlarında işe yarayan bir kavram.
Daha sonrası sıkı çalışma, iyi planlama ve edebiyata, cümlelere olan hâkimiyetinizle ilgili.
Genelde yazarların, yazarlık macerasına atılmadan e vvel, hatta çocukken okudu ğu
kitapların gelecekte kaleme aldı ğı eserlerde etkisinin oldu ğu görülür. Sizin çocuklu ğunuzda
okudu ğunuz herhangi bir masal veya buna benzer bir kitap Perg Efsaneleri’ni etkiledi mi?
Dediğim gibi okuduğum ve sevdiğim her kitabın bir etkisi olmuştur, belli birini söylemek anlamlı
olmaz.
İlk kitabınızı yayınlayana kadar ba şınızdan neler geçti? Yayınevlerinin, ilk zamanlarda
Türk yazarlara kar şı bir ilgisizli ği söz konusuydu ve bu bir ölçüde kırılmı ş olsa da hâlâ devam
ediyor. Kitaplarını yayınlatmak konusunda di ğer yazarlara göre biraz daha şanlıydınız
110
herhalde. Yayınevlerinin bu katı tavrı hakkında nel er düşünüyorsunuz? Bir yazar olarak yayın
dünyasını nasıl buluyorsunuz?
Pek de şanslı olduğumu düşünmüyorum. Perg Efsaneleri bu sene Bulgaristan’da yayınlanacak,
polisiye romanım Polonya’da yayınlandı ve Romanya’da da yayınlanacak. Amerika’da çıkacak bir
öykü seçkisinde de bir öykümü kullandılar. Yurtdışında da beğeni kazandıklarına göre Metis’in
editörlerinin kitaplarımı basmak istemesi çok anormal değil demek ki. Ortaya gerçekten iyi bir eser
koyduktan sonra bastıracak bir yayınevi bulmanın o kadar da zor olduğunu düşünmüyorum. Evet,
Amerika’da olsanız vasat bir kitabı da bastırabilirsiniz, orada fantastik kitaplar popüler kültürün
etkisiyle çok daha fazla basılıyor. Ama vasat kitaplar Türkiye’de basılamıyor diye üzülmek çok anlamlı
değil. Doğrudur, Türkiye’de fantastik bir kitap bastırmak istiyorsanız gerçekten çok iyi bir kitap
yazmalısınız; hem edebi açıdan hem kurgu açısından. O zaman bize düşen de iyi yazmak için çok
çalışmak. Yayınevlerine gönderilen bazı dosyaları inceleme fırsatı buldum; ne yazık ki ben de bir
editör olsam basmazdım onları. Yayın dünyasının popüler kitaplara, genç kız romanlarına gösterdiği
toleransı fantastik romanlara göstermediği konusunda hemfikirim ama bu duruma üzülmek gelmiyor
içimden. Genç kız romanları seviyesinde fantastik romanlarımız olacağına olmasın daha iyi.
111
Türk fantastik edebiyatının geli şimi için, bu türlerde yazan insanları tek bir çatı altında
toplayacak ve sadece Türk yazar basacak bir yayınev ine gereklilik var mıdır? Böyle bir şey bu
türlerin yolunu açar mı sizce?
Bence pek mantıklı olmaz, çünkü standardı düşürür. Bakın, yazar olmak insanın hayatında
güller açtırmıyor, öyle çok matah bir şey değil; ancak gerçekten iyi bir yazarsanız, dünya çapında bir
şeyler yapabilecekseniz buna harcayacağınız emeğe, zamana değer. Öyle bir yeteneğiniz varsa da
bunu er geç bir yayınevine gösterme şansı bulursunuz zaten. Ben yayınevlerinin fantastik romanlar
konusunda seçici davranmalarına değil,
diğer türler konusunda bu kadar geniş
olmalarına karşıyım. Polisiye roman, aşk
romanı, gençlik romanı adı altında sayısız
kitap basılıyor her hafta. Raflar kalitesiz
kitaplarla dolup taşıyor ve bu kalabalık
içinde iyi yazılmış kitaplar da arada
kaynayıp gidiyor. Ayrıca böyle bir
yayınevinin sponsorluk haricinde yaşama
şansı da yok zaten ve sponsorluklar da
uzun ömürlü olmaz. Genç arkadaşlar buna
harcayacakları zamanı daha iyi yazmaya
harcasalar daha anlamlı olur.
Fantastik kurgu türünde yazma
çabasında olanlara neler önerirsiniz?
Fantastik Kurgu’nun da edebiyatın
bir parçası olduğunu unutmamalarını.
Benim çocukluğum dünyanın en iyi
yazarlarının yazdığı kitapları ders kitabı gibi okuyup çalışarak, Türkçe sözlükler, deyim kılavuzları
okuyarak, bazen günler boyu tek bir paragrafı nasıl daha iyi yazabilirim diye düşünerek geçti.
Öncelikle gerçekten niye yazmak istediklerini düşünsünler. �ayet para kazanmak, isim yapmak gibi
hayalleri varsa, Türkiye’de yazarlık bunun en zor yollarından biri. Sadece iyi yazmaya odaklansınlar,
başka bir şeye değil. Ve eğer gerçekten çok iyi bir kitap, fanteziyle edebiyatı buluşturabilen bir kitap
yazamayacaklarsa Türkiye’de bu kitabı bastırma, bastırsalar bile geniş kitlelere ulaştırma imkânını
bulmalarının zor olduğunu unutmasınlar. Yazar olmayı da gözlerinde çok büyütmesinler. Eğer
yazmayı seviyorlarsa zaten sonuçlarını, kitaplarını bastırıp bastıramayacaklarını düşünmeden
yazarlar. Yazmayı değil de yazarlığın onlara getireceğini sandıkları şeyleri seviyorlarsa, Türkiye gibi
bir ülkede bunlara ulaşmanın yazarlıktan çok daha kolay yolları var. Romantik sözlerle insanları
112
heyecana getirmek kolay ama bunu yapmak istemiyorum; gerçek bu şekilde. Eğer sadece iyi bir
roman yazmış olmak onları mutlu edecekse o zaman yapmaları gereken tek şey çalışmak, çalışmak
ve yine çalışmak. Sadece fantastik kurgu okumasınlar, öncelikle edebiyatı öğrensinler. Türkçeyi güzel
kullanmayı, karakter yaratmayı… Sonra buna hayal güçlerini de katsınlar. Bunları zaten yapıyorlarsa
benim bir şey önermem gerekmez, er geç başarıya ulaşırlar. Sonunda ellerine güzel bir eser yaratmış
olmaktan daha fazla bir şey geçmeme ihtimalinin yüksek olduğunu da unutmasınlar. Elbette bir şeyler
yazmaya girişmeden önce daha önce yazılanları da okumaları gerektiğini fark etsinler. Bana roman
yazıyorum tavsiyeniz nedir diye gelen onlarca genç arkadaş oldu şimdiye kadar, içlerinden kitaplarımı
okuyan çıkmadı. Komik bir durum aslında.
ODTÜ Fantezi Topluluğu beni konuşmacı
olarak bir etkinliğine çağırmıştı, çağıranlar
dâhil içlerinden kimse Perg Efsaneleri’ni bir
bütün olarak okumamıştı. Tek bir kitabını
okuyan bile azdı. Ne diyeyim daha.
Türkiye’deki ilk fantastik kurgu
serisini yazan biri olarak, türün gelece ği
hakkında ne dü şünüyorsunuz?
Romantik bir cevap verebilmek
isterdim ama gerçekçi olmak gerekirse
Türkiye için henüz ortada bir türden
bahsedebileceğimiz kadar iyi kitap yok.
Zaman içinde olursa onu o zaman
konuşmak lazım. Umarım şu an bir yerlerde
kendini romanına adamış, bize hem
fantezinin hem de edebiyatın tadını
hissettirebilecek yetenekte gençler harıl harıl kitaplarını yazıyordur, ama bilemiyorum gerçekten. Ben
de sizinle birlikte göreceğim neler olacağını.
Yazar yazdığı kitabın tanrısıdır denir. Siz, gerek ki şileri gerek mekânları olarak ba şlı
başına bir dünya yarattınız. Yeni bir dünya yaratmanın yazara verdi ği haz nedir?
Yeni bir dünya yaratmak yazara şöyle bir haz verir diyemem, çünkü bundan haz duymayan ve
hiç fantastik kurgu yazmaya heveslenmemiş bir dolu yazar var. Bunun doğrusu, yeni bir dünya
yaratmaktan haz duyan yazarlar fantastik kurguya heveslenir demek olur. Ben kendimi bildim bileli var
olmayan mekânlar hayal etmeyi severim, bu yüzden benim için keyifli bir süreçti.
113
Perg’de klasik fantastik ırk ve yaratıklardan ötesi ni görüyoruz. Pek çok ilginç varlıkla
karşılaştık seri boyunca. Bütün bunları hayal etmek, kurgul amak sizin için yorucu oldu mu?
Evet, yıpratıcı bir süreçti. Özgün bir eser yaratmak istiyordum; bu yüzden elfleri, cüceleri
kullanmak istemedim. Kültürleriyle, inançlarıyla, en önemlisi de elflerden ve cücelerden farklı olarak
hem iyi hem kötü niteliklere sahip, yani mükemmel ya da şeytani olmayan ırklar yaratmayı
amaçladım. Yazma sürecinin önemli bir kısmını bunların üzerinde düşünmek ve çalışmak oluşturdu.
Günlük hayatta kar şınıza çıkan veya daha önce okudu ğunuz, izledi ğiniz iyi ya da kötü
ruhlu bir insanın kitabınızdaki karakterler üzerind eki etkisi var mı?
Hayatımda beni etkileyen her olay ve her insan kitaplarıma da öyle ya da böyle etki ediyordur.
Bu yazma eyleminin doğal bir parçası. Tarih boyunca yazılmış bütün romanlar için geçerli.
En sevdi ğiniz fantastik kurgu yazarı, serisi ve karakteri ki mdir/kimlerdir?
Ursula K. LeGuin, Yerdeniz Büyücüsü, Ged. Bunun dışında pek çok yazarın farklı farklı yönlerini
severim: Tolkien’ın dünya yaratma becerisi, Terry Pratchet’in zekâsı ve ironisi, Margaret Weis-Tracy
Hickman çiftinin sürükleyiciliği hoşuma gider.
Günde kaç sayfa yazarsınız ve okursunuz?
Öyle bir standardım yok; bazen bir günde 300 sayfalık kitabı bitiririm, bazen bir hafta hiç
okuyacak vaktim olmaz. Yazarlığın haricinde tam zamanlı bir işte çalışıyorum. Yazarken de zaten öyle
bir standart konulamaz; aklınızda yazacak bir şey varsa yazarsınız yoksa günleriniz düşünerek geçer.
Ama bir roman üzerinde çalışırken uzun süre yazmasam bile romanı aklımda çalışmadığım tek bir
gün olmaz. İşe giderken, işten dönerken, yatağa yattığımda uyumadan önce kafamda fikirler ve
cümleler döner durur.
Türk insanının gerek kitap okumaya gerekse fantasti k kurguya olan ilgisinin yeterli
oldu ğunu dü şünüyor musunuz?
Bence çok okumak değil ne okudukları önemli. İnsanları ve hayatı daha iyi anlamalarını
sağlayacak, bakış açılarını zenginleştirecek, yaratıcılıklarını güçlendirecek şeyler okumayacaklarsa az
ya da çok okumalarının da pek bir esprisi yok. Bu sorunun basit cevabı, evet yetersiz, ama bunun
çözümü sadece kitap okuma oranını yükseltmek için düşünmekte değil. Kaliteli kitaplar okuma oranını
yükseltebileceksek ne ala.
Fantastik kurgu yazmak bilindi ği gibi kılı kırk yaran titizlikte bir kurgu ve güze l bir dil
gerektirir. Kurgulama ve yazım süreciyle ilgili öne mli olarak ‘altını çizebilece ğiniz’ noktalar var
mı? Örne ğin kurguyu olu şturduktan sonra onu yazıya geçirmeye ba şladığınızda konuyu
dağıtmamak için neler yaparsınız?
114
Ben önce kitabın iki-üç sayfalık bir sinopsisini yazıyorum, sonra bunu her bölümde ne olacağını
birkaç paragrafla anlatan on-on beş sayfalık bir özet haline getiriyorum, ancak ondan sonra yazmaya
başlıyorum. Tabii yazma süreci içinde bu özetin değiştiği, yeni bölümlerin, başta tasarlamadığım yeni
karakterlerin katılması söz konusu olabiliyor ama genel hatlarıyla romana başlamadan önce nereye
ve nasıl gideceğimi az çok biliyor oluyorum. Bir buçuk sene süren bir roman yazma sürecinin ilk (en
az) üç-dört ayı sadece bu özeti ve kurguyu hazırlamakla geçiyor.
Fantastik yazmak derin bir hayal gücü gerektirir ve tabii ki bu her insanda yeterince
geli şmiş bir olgu de ğildir. Sizin hayal gücünüzü geli ştiren, çe şitli noktalara çekerek di ğer
yazarlardan farklı dü şünmenizi sa ğlayan şeyler nelerdir?
Cevabını bilmediğim bir soru. Herkesin farklı farklı yetenekleri var. Kimi iyi piyano çalar, kimi
güzel dans eder; ben de küçük yaşlarımdan
beri bunu yapabiliyorum, tek bildiğim bu.
Tabii sonradan çok farklı tarzlarda, çok
farklı bakış açıları ve üslupları olan yazarlar
okuyarak bu yönümü geliştirdim ama
kaynağını soruyorsanız bir cevabım yok.
Perg Efsanelerinin çizimlerinin
yapıldı ğını öğrendik. Bu konu hakkında
ne diyeceksiniz? Bu alandaki orta ğınız
Engin Deniz Erba ş’la nasıl tanı ştınız ve
başka hangi çalı şmaları yürüttünüz?
Renkli resimli bir albüm bastırmak
kâğıdı ve renkli baskısı pahalı olduğu için,
çizerin bu işe ayıracağı aylar boyunca aç
kalmamasını sağlayacak bir gelir de
getirmeyeceği için, Türkiye’de mümkün
değil. Böyle bir çalışmamız var ama ancak
kitaplar yurtdışında başarı sağlarsa
gerçeğe dönüşebilir. Deniz çocuklar için yazdığım fantastik bir çocuk öyküsünü resimledi ve “Hodi
Podi, Gökyüzündeki Ülke” ismiyle bu sene raflara koyduk. Çocuk kitapları nispeten maliyetini
karşıladığı için yayınevleri böyle projelere daha sıcak yaklaşıyor. Çocuklar için bir şeyler yapmak da
keyifliydi; kitabı ellerine aldıkları zaman gözlerinde ayrı bir heyecan görüyorsunuz. Mutlu ediyorlar
insanı.
115
Perg Efsaneleri’nin yine Engin Deniz Erba ş ortaklı ğıyla bir de çizgi öyküsü yapıldı ğını ve
bu çizgi öykünün bir dergide (Rodeo Strip) yayınlan dığını biliyoruz. Bu çalı şmanın Perg
Efsaneleri’ne ne gibi katkıları oldu?
Herhangi bir katkısı olmadı. Zevkine yaptığımız bir işti. Biraz da o
dergiye destek vermek istedik.
Siz yazar olarak bir dünya olu şturdunuz. Ardından bunu
kâğıda dökerek kitap haline getirdiniz. Kitapta yaptı ğınız ki şi veya
mekân betimlemeleriyle okurun kafasında belirli bir imge(ler)
oluşturdunuz. Tabii ki her insan okudu ğundan farklı yorumlar
çıkartır. �u an yapılan çizimler okurun kafasındaki imgeleri y ok
edebilecek bir etki yapabilir mi? Veya tam tersi ol umlu izler
bırakabilir mi?
Bunu okurlara sormak daha anlamlı olur. Ben yarattığım ırk ve karakterleri çizilmiş görmekten
keyif alıyorum; okur keyif almayacak olursa en fazla o albümü almaz, olur biter.
Kitaplarınızın filme uyarlanmasını ister misiniz?
Bu bir teklif mi? :) Elbette.
Korkak ve Canavar, Merderan’ın Sırrı, Bataklık Ülke , Tanrıların Alfabesi adlarında dört
kitaptan olu şan bir fantastik seri yazdınız. Genel olarak Perg i le ilgili geriye dönüp baktı ğınızda
ne hissediyor, ne dü şünüyor, ne hatırlıyorsunuz?
Keyifli bir süreçti. İlk göz ağrım olduğu için Perg Efsaneleri benim için her zaman özel kalacak.
Perg serisinin size göre en iyi kitabı hangisiydi? Neden?
Öyle bir ayrım yapamam.
Türk okur fantastik kurgu eserlerine genelde önyarg ılı yakla şıyor ve Perg’i okuyanların
bir kısmı özgün olamadı ğından dem vuruyor. Size de böyle ele ştiriler geldi mi? Bu konu
hakkında ne dü şünüyorsunuz? Özgün olabilmek nasıl sa ğlanır bu türde?
Bu çok genel bir soru. Hangi açılardan özgün olamadığını düşünüyorlarsa gelip söylesinler ona
göre konuşalım. Bense edebiyat dünyasından bu işin uzmanı olan, neredeyse türün tüm iyi örneklerini
okumuş kişilerden tam tersi yorumlar aldım. Her açıdan mükemmel karakterler kullanmadığımı, kötü
karakterlerin neden kötülüğe saptıklarını detaylıca anlattığım için fantastik kurgunun kalıplarının
ötesine geçtiğimi söyleyen çok oldu. Buna Bulgaristan’daki yayıncım da dâhil. Ama elbette fantastik
kurgu diye bir türden bahsedebilmek için, ortak özellikleri olan kitapların varlığı gerekir. Yoksa zaten
116
buna bir “tür” denemez, bu kitaplar bir tür ismi altında toplanamaz. Perg Efsaneleri’nde de fantastik
kurgu türünün bir örneği olabilmesi için bazı kalıplar var ve olmalıydı da.
Yeni bir Perg üçlemesi yazaca ğınızı duyduk. Ne zaman yazaca ğınız belli oldu mu?
Leofold, Guorin, Nume ve Nela gibi eski dostları ye niden görecek miyiz yoksa yeni
karakterlerle yeni maceralara mı yelken açacaksınız ?
Evet, yazacağım. Ama hayır, ne zaman yazacağım belli değil. Önümüzdeki birkaç sene içinde
olmayacağını söyleyebilirim. Perg Efsaneleri henüz yeterince insana ulaşmadı; önce o kitaplar bir
okunsun, sonra bakarız. Yeni karakterler mutlaka olacak. Eskiler ne oranda yer alacak, o sürpriz
olsun.
İleride Perg’den farklı, yeni bir dünyada geçen bir seri yazmayı da dü şünüyor musunuz?
�u an için öyle bir niyetim yok.
Bilimkurguyla aranız nasıl? Farklı türlerde yazan b iri olarak, bir gün sizin bir bilimkurgu
kitabınızı da okuyabilecek miyiz?
İleride yazmayı düşündüğüm öykülerden biri bilimkurgu kalıplarına uyuyor ama onu bir öykü
olarak mı yazarım, romana mı dönüştürürüm, bir çizgi roman için mi kullanırım, şu an bilmiyorum.
Perg Efsaneleri’nden sonraki ilk romanınız olan “ �akird”de İslam cemaatlerini anlattınız.
Bu ani tarz de ğişikli ğinin sebebi neydi ve �akird sizce yazım kariyerinizin neresinde duruyor;
bize kitap hakkında neler söyleyebilirsiniz?
“�akird” daha ziyade toplumsal sorumluluk duygusuyla yazdığım bir kitap. Kurgusu ve
karakterleri diğer romanlarıma göre epey zayıftır. Amaçlı yazılan kitapların edebi değeri daha düşük
oluyor. Gene de yazdığım için mutlu olduğum bir eser.
Son yayınlanan romanınız “Karde ş Kanı”, sokak çocuklarını ve bir suç imparatorlu ğunu
konu alan heyecanlı bir polisiyeydi. “Karde ş Kanı”nın yazım süreci nasıl geçti? Ortaya çıkan
eser sizi memnun etti mi ve okurlardan, ele ştirmenlerden geri dönü ş ne yönde?
Evet, güzel yorumlar geldi. Bu sene Polonya’da yayınlandı, seneye de Romanya’da
yayınlanacak. Bir öykümün Amerika’da yapılan İstanbul Noir seçkisine alınmasını da bu kitap sağladı.
Türkiye’de sizden sonra Derzulya serisi ile fantast ik edebiyata merhaba diyen Orkun
Uçar’ın bu seriden yayınlanmı ş iki kitabı Kızıl Vaiz ve Asi (eski adıyla Kara Gez gin) hakkında ne
düşünüyorsunuz? İki Türk fantastik kurgusunu kar şılaştırdığınızda kitaplar arasındaki belirgin
farklar neler?
117
Bunu benim yapmam doğru olmaz. İki kitabı tarafsız ve
profesyonel bir edebiyat eleştirmeni kıyaslayabilir ancak. Bir okur
olarak Kızıl Vaiz’i sevmemiştim, bana fazla dağınık gelmişti. Kara
Gezgin’i ise edebi olarak olmasa bile kurgu açısından başarılı
bulmuştum, ama dediğim gibi bu sadece herhangi bir okur yorumu.
Sizce fantastik kurgu kitaplarında harita çizimi ne derece
önem te şkil ediyor?
Harita o dünyayı tanımayı kolaylaştırdığı ve inandırıcılığı artırdığı
için bence önemli.
Hiç yazdı ğınız kitaplardaki bir karakter olmayı istedi ğiniz oldu mu? Genel olarak
karakterleriniz hakkında ne dü şünüyorsunuz?
Perg Efsaneleri’ndeki karakterlerin çoğu benden bazı şeyler içeriyor zaten.
“Kara İstanbul” adlı Everest yayınlarından yeni yayınlanan öykü kitabında Sadık Yemni
ve diğer on dört yazarla beraber öykünüz yayınlandı. “Kar a İstanbul”dan ve kitaptaki kendi
öykünüzden biraz bahseder misiniz?
Amerika’da yayınlanan İstanbul Noir kitabını Everest yayınları bu isimle Türkçe olarak bastı; ikisi
aynı kitap. Polisiye öykülerden oluşuyor, benimki de öyle bir öykü.
Gelecek projeleriniz nelerdir? Yakında bir romanını zın yayınlanaca ğını duyduk, bize biraz
bahsedebilir misiniz?
Hayır; daha kimseye bahsetmiyorum, bu ayın ortalarında basın duyurusu yapılacak sanırım
ancak ondan sonra…
Sorularımızı içtenlikle yanıtladı ğınız için te şekkür eder, bundan sonraki yazım hayatınızda
başarılar dileriz.
Hazırlayanlar: Hüseyin Emre Coşkun, Ozancan Demirışık, Kadim Gültekin
118
STEPHEN KING
“MISERY”
ÖZEL DOSYASI
Roman İncelemesi: “Sadist” – Hüseyin Emre Coşkun
Film İncelemesi: “Ölüm Kitabı” – Hüseyin Emre Coşkun
Oyun İncelemesi: “Acı” – Gökcan Şahin
119
“Bir numaralı hayranı, yazar Paul Sheldon’ı geçirdiği araba kazasından kurtarıp evine getirir ve
kemikleri kırılan bacaklarını sarar. Karşılığında en sevdiği karakter hakkında çok özel bir roman
yazmasını ister. Eğer yazmazsa, tüm yaşamı kâbusa
dönüşecektir.”
Sizi başından sonuna kadar alıkoyan, kitabı
elinizden bırakmanıza engel olan müthiş bir kurgusu ve
akıcı diliyle Sadist…
Paul Sheldon dünyaca ünlü Misery adlı serinin
yazarıdır. Karlı bir günde yaptığı araba kazasıyla bütün
yaşamı değişir. Bir numaralı hayranı Paul’e kavuşmuş ve
Paul için ıstırap dolu günler başlamıştır.
“…Kendinden geçmişin. Senin öleceğinden
emindim Paul. Yani… Çok emindim! O yüzden arka
cebinden cüzdanı aldım ve adını gördüm. Ah, bu sadece
bir rastlantı olmalı diye düşündüm.”
Sadist’in harika bir olay örgüsü ve buna paralel bir kurgusu var. Başından sonuna kadar sizi
kitabın içine çeken müthiş kurgunun en güzel yanlarından biri, okurun karakterle özdeşleşmesi. Diğer
kurgu romanlarına göre daha sabit mekân ve düzenli zaman akışına sahip olan Sadist, size harika bir
okuma keyfi sunmakla kalmıyor, sizi Paul Sheldon yapıp olayı bizzat yaşamanızı sağlıyor.
Sadist’in oluşturduğu dört yüz sayfalık gerilim, zaman zaman sevgi yaşatan zaman zaman ise
sadizmin doruklarına çıkaran bir anlatımla hoş bir duygu sersemliği yaşatıyor.
Akıcı bir anlatıma sahip olan Sadist, okuru kitaba bağlamakla kalmıyor; merak uyandırıcı
olaylarıyla kitabı vazgeçilmez bir tutkunun eşiğine getiriyor.
Paul Sheldon’un Annie adlı bir hemşirenin evinde mahsur kalması (alıkoyulması) ile başlayan
roman, yer verdiği mekân ve kişi betimlemeleriyle okuru kitabın başlarında karakterlere bağlayıp
sonunu merak ettiğiniz bir kitap haline dönüştürüyor.
SADİST – HÜSEYİN EMRE COŞKUN X K dergidergidergidergi
120
Klişeleşmiş Amerikan korkularından uzak bir kurgusu olan
Sadist, King’in kendine has anlatımıyla okurla bütünleşen bir kitap
olmuştur. Kitaptaki ana karakterin de yazar olması bir nevi King’in
size görüşlerini kattığı ve sizi samimi karşıladığı bir roman halini
alıyor. Olaylara yazar gözüyle bakması ve şüphesiz kitabın içinde
geçen ‘yazma’ bölümleriyle (Misery’nin Dönüşü) Sadist, King’in
romanlarının arasında ayrı bir yer tutuyor.
Romanda kişinin iyi ruh hali ile kötü ruh hali arasında ve buna
bağlı olarak gelişen davranışlar arasında okur büyük bir sarhoşluk
yaşıyor. İki kişi arasında her ne kadar gerçekçi olmasa da samimi
ve yakın konuşmaların geçmesi ve bu olaydan birkaç gün sonra Annie’nin yazara yaptıklarına
bakacak olursak, King’in kitaba ‘Sadist’ ismini vermekle haksız olduğunu söyleyemeyiz. Okur
karakterle birebir özdeşleştiği için bu durum yadırgansa da, okur bir süre sonra buna alışıyor ve
Sadist’in sürükleyici anlatımından güzel tatlar alıyor.
Bir başka unsur, ‘kitabın içinde kitap’ diye tabir ettiğim, Paul Sheldon’un yazdığı “Misery’nin
Dönüşü” adlı kitaptan bölümlerin verilmesi. Bu bölümler kitapta oldukça az yer bulsa da, King’in
kaleminden öyle bir ustalıkla dökülmüş ki, okuduğunuz otuz sayfada rahatlıkla romanın karakterlerini
tanıyabiliyorsunuz ve roman hakkında fikir sahibi olabiliyorsunuz. Bu muhteşem anlatım kitaptaki iki
ana karakter arasındaki süslü anlatıma da yansıyınca değmeyin Sadist’in keyfine.
Kitapta öne çıkan başka bir şey ise şüphesiz King’in dili. Gerek ruhsal gerek fiziksel ve
mekânsal betimlemenin aşırı derecede kullanıldığı kitap (ki bu çok gerekli, çünkü kitabın çoğu tek bir
odada geçiyor), akıcılığından hiçbir şey kaybetmiyor. Aşırı süsün okuru sıktığı bilinir Sadist’te bunun
tam tersini görüyoruz. King üslubuyla bunu çok güzel bir şekilde yansıtmış.
Sadist deyince aklımıza şüphesiz, içinde aşırı miktarda kan ve dehşetin bulunduğu bir roman
geliyor. Arka kapaktaki tanıtım metni ise okuru oldukça meraklandırıp kitabı çekici kılıyor. Her ne
kadar sadece birkaç sahnede ‘sadistlik’ diye tanımlayabileceğimiz olaylar olsa da, kitabın üzerinizde
yarattığı gerilim ve bu gerilimin Annie’nin sadistlikleriyle desteklenmesi sizi bir hayli geriyor. Ve isminin
hakkını şüphesiz veriyor.
Son olarak, bir ‘çoksatar’ yazarın kaleminden dökülen bu kitap, zekice olay örgüsü, şaşırtıcı
kurgusu ve akıcı diliyle okunmaya değer.
121
Çoksatar bir kitaptan yaratılan sürükleyici bir gerilim filmi…
Bob Reiner’in yönetmenliğini yaptığı, 1990 yılında çevrilmiş olan ‘Ölüm Kitabı’, 90’larda çevrilen
‘Kuzuların Sessizliği’, ‘6. His’ ve ‘Se7en’ kadar iddialı olmasa da gerilim dozu yüksek bir film.
Stephen King’in Sadist adlı romanından uyarlanan filmin senaryosunda William Goldman (King
ile birden fazla filmde görev almış) görev
yapmış. Başrolü James Caan (Paul Sheldon) ve
Kathy Bates’in (Annie Wilkes) oynadığı film
kitabı kadar olmasa da oldukça yüksek bir
gerilime sahip. 91’de Kethy Bates’in Oscar
aldığı film 1992’de dalında (korku-gerilim) birçok
ödüle layık görülmüş.
Filmin oyunculuklarını ele alırsak… İki
karakter arasında gide gelen filmde öne çıkan
Caan ve Bates takdire şayan bir oyunculuk
sergilemişler. Gerilim filmlerinde karakterlerin
bakışlarının izleyicisi derinden etkilemesi ve
buna benzer ince noktaları tam olarak yerine
getiren bu iki oyuncu kitabın yakaladığı havayı
filme de taşıyabilmişler.
Ancak kitaptan farklılık gösteren o kadar
çok sahne var ki bunlar kimi zaman izleyiciye
“Nerede Sadist?” dedirttiriyor. Film bu haliyle de
oldukça başarılı fakat kitaptan uzak olması izleyiciyi (kitabı okuyan) rahatsız ediyor.
Günümüz filmlerine bakarsak, kitaptan uyarlanan filmlerin senaryo sıkıntısını çektiğini
görüyoruz. Bu sıkıntı 2000’in hemen ilk yıllarında çıkan ve kitleleri peşinden sürükleyen Yüzüklerin
Efendisi üçlemesinde bile görülmekte. Tabii bu sıkıntının yaşanması gayet doğal karşılanmalı.
Yüzlerce sayfalık romanın iki saatlik filme sığdırılması oldukça zor bir iş. Ve bu iş yapılırken kitaptaki
bazı can alıcı olayların filde yer bulmaması izleyiciyi üzüyor.
ÖLÜM KİTABI – HÜSEYİN EMRE COŞKUN X K dergidergidergidergi
122
Kitabın filmden farklarını incelediğimizde, Annie’nin polislerle yaşadığı olayların ve Paul ile
arasında geçenlerin çok yüzeysel kaldığını söyleyebiliriz.
Kurgu oldukça sağlam; dozunda gerilimi yakalayan bir film ‘Ölüm Kitabı’. 90’lı yılların şartlarına
göre günümüz filmleri kadar sağlam bir gerilim filmi olan Misery şimdi bile izlense izleyiciyi sıkmaz ve
kitaptaki kadar olmasa da kişiyi gerer.
Filmin sadizmin yaşandığı (yaşanması gerektiği) kısımlarına gelecek olursak… Senaristlerin
sanki biri tarafından “Filmde kan olmayacak” gibi bir baskıya maruz kaldığını hissediyoruz. Annie’nin
yazarın ayağına yaptıkları ve bu sırada kameranın Paul
ile Annie arasında gidip gelmesi, bir kez bile ayakları
göstermemesi bu zorlamanın var olup olmadığını
düşündürüyor bize. Kitapta yer alan ve bolca kan
bulunduran bölümlerin filmde hiç yer almaması izleyiciyi
üzüyor.
Fakat bunu o zamanki eserlerin günümüzdeki kadar
özgün ve hür olmamasına bağlayabiliriz. Yeni gelişen
sinema kültüründe belki kopuk bir ayak filme yeni ısınan
(daha çok gerilim türüne) izleyiciyi oldukça kötü etkilerdi.
Filminde de kitapta olduğu gibi (her ne kadar bu
filmde daha kolay olsa da) karakterle bütünleşme söz
konusu. Siz filmi izlerken Paul Sheldon’un çektiği acıları
bizzat çekiyorsunuz. Tabii ki bunda James Caan’ın
oyunculuğunun payı yadsınamaz.
İncelemeyi bitirirken değinmek istediğim bir nota var. King uyarlamalarının kitabı kadar başarılı
olmadığı söylenir. Filmlerin karakterleri iyi yansıtamadığı ve kişiye kitaptaki zevki tattıramadığından
bahsedilir. Bunun sebebi kanaatimce King’in mükemmel üslubunun okura ayrı bir keyif yaşatması ve
bunun filmle karşılanamaz olmasıdır. King’in karakteri okura yüklemesi, olayları akıcı ve etkili işlemesi
gibi unsurların filmde karşılanamaz olması (bence hiçbir yönetmen bunu sağlayamaz) bu gibi
sorunları doğurmaktadır.
Tabii ki istediğim King’in film uyarlamalarının da kitaplar kadar başarılı olmasıdır. (Buna olan
inancım her ne kadar az olsa da ‘1408’ beni biraz da olsa tatmin etti.) Genel olarak her yönden
123
(döneme göre) izlenebilirliği yüksek bir film olan Misery, King hayranlarının mutlaka izlemesi gereken
bir yapım.
124
Stephen King’in dünyaca ünlü gerilim romanlarından Misery, sinema uyarlamasından
sonra şimdi de tiyatro uyarlaması ile Türk
seyircisiyle buluşuyor. Simon Moore’un
tiyatroya uyarlamasını yaptığı oyun Profilo
Kültür Merkezi’nde Tiyatro Ayna tarafından
gösteriliyor. Dilek Türker ve Kazım Akşar’ın
mükemmel bir oyunculuk sergilediği oyun
kesinlikle görülmeye değer.
Bu küçük Misery dosyasının diğer
bölümlerinde de anlatıldığı üzere Misery’nin
konusu kısaca şöyle: Psikopat bir kadın
hayranı tarafından trafik kazasında ölmekten
kurtarılan adamın, kadının onu esir almasıyla
kâbusa dönüşen hayatı.
Oyun, ünlü yazar Paul Sheldon rolündeki
Kazım Akşar’ın elinde bir ödülle sahneye çıkıp okurlarına seslenmesiyle başlıyor. Onun
başarılı bir aşk romancısı olduğunu anlıyoruz. Etkili bir konuşmadan sonra ortalık kararıyor,
tamamen kulaklarımıza hitap eden bir ses gösterisiyle yazarın bir trafik kazası yaptığını
anlıyoruz. Ve perde açılıyor. Yazarımız kolu alçıda, yatakta sayıklamakta, Annie Wilkes
adındaki şişman bir kadın da onun başında durmakta. Sonra yazarımız uyanıyor, neler
olduğunu soruyor. Kadın da onu nasıl kurtardığını ballandıra ballandıra anlatmaya başlıyor.
Adamın ünlü yazar Paul Sheldon olduğunu bildiğini hatta onun bir numaralı hayranı olduğunu
söylüyor. (Gerçekten de bir numaralı hayranı olduğunu sonradan anlıyoruz. Ama maalesef
psikopatlık derecesinde…)
Tüm oyun Annie’nin evinde geçiyor. Kadının psikopatlıklarını, Paul’ün dayanmaya
çalışmasını izliyoruz.
ACI – GÖKCAN ŞAHİN X K dergidergidergidergi
125
Sonunda yazar ve okur bir anlaşma yapıyorlar. Paul, Annie’nin çok sevdiği pek çok
romanının başkarakteri olan Misery ile ilgili sadece ona özel bir roman yazacak ve bitirdiğinde
Annie onu serbest bırakacak. Paul başka şansı olmadığı için kabul ediyor. Ve olaylar
gelişiyor.
Oyun hakkında şunu söyleyebilirim: Kesinlikle gidip görülmesi gereken bir eser.
Oyunculuk harika, sadece iki oyunculu ve tek mekânlı bir oyun olsa da yazarla kurduğumuz
içsel bir bağ ve hikâyenin sonunda ne olacağına dair merak ile oyunun hiçbir anında ilgiyi
kaybetmeden seyredebiliyoruz. Her an Annie için “acaba şimdi ne psikopatlık yapacak?” diye
düşünmeden edemiyor, yazarın çektiği acılara üzülüyoruz. Bazı kısımlarda gerilim o kadar
yükseliyor ki sessizlikte kalp atışlarınızı duyabilirsiniz.
Oyunu merak ettiniz değil mi? Eminim etmişsinizdir. Tiyatroyla ilgilenenlerin zaten
ilgisini çekecektir, ama tiyatroyla pek sıkı fıkı olmasanız da bu oyun sizin için iyi bir başlangıç
olabilir.
…ÖZEL DOSYANIN SONU…
126
DEVRİMİN ADI : V
Hatırla, hatırla
5 Kasım gecesini hatırla
Patlamayı, ihaneti ve komployu
Hatırla!
V For Vendetta, Matrix’in yaratıcıları Wachowski Biraderler’in yazdıkları, başrollerinde Natalie
Portman ve Hugo Weaving’in olduğu, baskıcı, totaliter bir sistemi konu alan bir film…
Yıl 2020, yer İngiltere… Halk zulüm ve
baskı içinde yönetilmektedir. Televizyon
kanalları, gazeteler, radyolar, kısacası bütün
basın - yayın- medya organları hükümetin
elindedir. İktidar öyle baskıcı bir hal almıştır ki
artık gece yarısından sonra dışarı çıkma yasağı
konulmuş, yasağa uymayanlar cezalandırılmaya,
hatta ve hatta öldürülmeye başlanmıştır. Halk bu
durumdan oldukça sıkılmıştır fakat bir şey
yapamamaktadır.
İşte tüm bu baskılar ve zulüm altında bir kahraman beliriverir. Amacı 5 Kasım’da yapılanları
halka hatırlatmak, 5 Kasım’ın intikamını 5 Kasım’da almaktır. Kısacası amacı devrim yapmak,
hükümeti devirmek, halkına, vatandaşlarına istedikleri özgürlüğü, istedikleri ortamı sunmaktır. Bunun
için yirmi yıldır çalışmalar yapmaktadır.
Bir gün Londra Ağır Ceza Mahkemesi “V” tarafından havaya uçurulur. Hükümet, bu olayın
karşısında baskıyı arttırarak 5 Kasım’dan evvel V adlı “teröristin”(!) yakalanması için girişimlere
başlarlar.
İnsanlar hükümetlerden korkmamalı, hükümetler insanlardan korkmalı…
V FOR VENDETTA – EDİP CAN RENDE X K ddddergiergiergiergi
127
Filmi bu kadar sevmemin bir nedeni hem geçmişi hem geleceği (ne de olsa tarih tekerrürlerden
ibarettir) aynı karelerle gösterip çok iyi mesajlar vermesi. Film, her ne kadar 2020 yılındaki İngiltere’yi
konu edinse de aslındageçmişte de bu tür olayların yaşandığını bizlere hatırlatıyor. Yer yer sanki
ülkemizi de anlattığını düşündüğüm sahneler de oldu. Mesela bir başkan adayının, “Ülkeyi daha iyi bir
hale getireceğim!” sözüyle seçimlere girmesi, seçilmesi, ardından verdiği sözleri unutup ülkeyi baskı
ve zorbalıkla yönetmesi ülkemiz tarihinde de olan durumlardan sadece bir tanesi.
V for Vendetta daha evvel İngiliz yazar-çizer Alan Moore tarafından 1988 yılında yaratılmıştır.
Alan Moore yazmış, David Lloyd da çizmiştir. Yaratıldığı dönemde eleştirmenler tarafından bayağı
sevilmiştir V for Vendetta. Aslında Wachowskiler filmi 4 Kasım gününe yetiştirmeyi planlar; ancak işler
umdukları gibi gitmez ve film Mart 2006 yılında gösterime girer. Gösterime girdikten sonra Güney
Kore, Tayvan, ABD, İsveç, Singapur, Filipinler’de çok iyi bir gişe elde ederek birinci sıraya oturur. Ama
konusunun geçtiği ve çekildiği yer olan İngiltere’de aynı başarıyı gösteremez. Nedenini var siz
düşünün.
Wachowskiler’in ellerinden çıkma olan filmi James McTugie yönetmiştir. Oldukça da iyi
yönetmiştir filmi. Salt aksiyon bekleyenleri sıkacak bir yapım V for Vendetta. Fakat ele aldığı konu
olsun, verdiği mesajlar olsun, çekim teknikleri, görüntü ve müzikleri olsun çoğu kişiyi tatmin edecek
cinstendir.
Başroldeki Natalie Portman iyi bir oyun çıkarırken Hugo Weaving’in karşısında da
ezilmemektedir. Hugo Weaving, V karakterine
sadece sesini ve jestlerini (el, kol hareketleri)
verebilmiştir. Bütün film boyunca Hugo’yu
maskeli bir şekilde izleriz. Maskeyi sadece bir
iki yerde çıkarır ve orada da yönetmenin
görüntüyü karartması nedeniyle V’nin yüzü
görünmez.
Film boyunca sadece baskı, zulüm,
medyanın taraflı yayını veya V’nin devrim
yapma girişimlerini izlemeyiz. Ayrıca V’nin Evey karakteriyle oluşan ilişkisi, Evey’nin duygusal hayatı
ve değişimi de anlatılanlar arasında.
V’yi salt bir devrimci olarak görmek yanlış olur. O müzik dinlemeyi, kitap okumayı, en önemlisi
de Monte Cristo Kontu’nu izlemeyi ve dans etmeyi çok seven bir karakterdir. Hatta 5 Kasım günü
128
Evey’le dans etmek ister ve Evey’nin şaşkınlığını görünce ,”Dans edilmeden yapılan devrim, devrim
değildir,” der. Buradan da sanata ne kadar önem verdiğini çok rahat anlarız.
“Siyasiler gerçeği örtmek, sanatçılar gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylerler,” sözüyle de
sanatçılığa olan bakışını gösterir bizlere.
Filmi çok sevmemin nedenlerinden birisi de filmin Matrix
serisinin ilk filmi gibi karanlık, kasvetli bir havaya sahip
olmasıdır. Karanlık, gotik (örneğin Burton’un filmleri) havaya
sahip filmleri bir hayli severim. Bu yüzden arşivimin gözde
filmlerinden bir tanesi olmuştur V for Vendetta.
“Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin
altında bir fikir var ve fikirlere kurşun işlemez,” der filmin
sonlarına doğru V. Ve böylelikle fikirlerin ne kadar önemli
olduğunu, hiçbir şeyin o fikirlere etki edemeyeceğini belirtmiş
olur maskeli kahramanımız.
Kesinlikle izlenmesi gereken filmlerden bir tanesi V for Vendetta. İyi seyirler.
129
Sayzıl, Orion şehrinin yeraltı dehlizlerinde gece devriyesine çıkmıştı. Her zaman olduğu gibi
sıradan bir geceydi. Etrafta pislik kokusundan başka bir şey yoktu. Bir an yeryüzündeki yaşamı hâlâ
merak ettiğini düşündü. İnsanlar, yani kendi ırkından olan ancak değişmiş insanlar ne yapıyorlardı?
Derin bir nefes aldı ve yine düşünmenin anlamsız olduğunu hissetti umutsuzca. Onun gibi
etkilenmemiş insanlarla birlikte bu dehlizlerin arasında yaşamaya başlayalı çok uzun bir süre olmuştu.
Yaşını tam olarak bilmiyordu. İri, geniş omuzlara ve keskin yüz hatlarına sahipti.
Yürümeye devam ederken aniden duyduğu bir sesle irkildi. Boğuk bir çığlık yankılanmıştı.
Elindeki siber kılıcı daha güçlü bir şekilde sıkarak sesin geldiği yöne doğru ilerledi. Dikkatli olmak
zorundaydı çünkü aptallık yaparak bir Vega tuzağına düşmek istemiyordu.
Lağımın içine düşmemeye çalışarak dar koridorlarda yürümeye devam etti. Sol tarafa
döndüğünde gördüğü manzara tüm benliğinde büyük bir şaşkınlık yaratmıştı. Çırılçıplak bir kadın
yerde yatıyordu. Kendinde değil gibiydi ve sadece inliyordu. Teni alışılmadık bir şekilde bembeyazdı.
Vücudunun belli bölgelerindeki morluklar göze çarpıyordu.
Sırt çantasından koruyucu maskesini alarak dikkatli bir şekilde taktı ve onun yanına yaklaştı. O
sırada kadın gözünü açtı ve bakışları birbirine kenetlendi. Sonra yeniden kapandı gördüğü masmavi
gözler.
Ona dokunup dokunmamakta kararsız kalmıştı. İçinden gelen bir ses onun etkilenmediğini
söylüyordu. Üstündeki el yapımı kazağı çıkartarak onu sardı. Kadın yeniden inlemeye başlamıştı ve
titriyordu. Onu kucağına alarak yerden kaldırdı ve yürümeye başladı. Yirmi dakika sonra Tara’nın
merkez bölgesine varmıştı. Kadını kenarda yanan ateşin yanına bıraktı.
Kalabalık, etrafında toplanmaya başlamıştı.
“Bu kim?”
AYDINLIĞIN ADI ZEUS
BÜLENT ERĐŞ – SĐBEL ŞAHĐN
130
“Onu nereden buldun?”
Korku dolu bakışlar ve arka arkaya yankılanan sorular sarmıştı çevresini. Elini havaya kaldırdı
ve onlara susmalarını işaret etti “Merak etmeyin. O etkilenmemiş.”
Bakışlardaki korku yerini şaşkınlığa bırakmıştı.
“Nereden biliyorsun?” dedi yaşlılardan biri.
Bu beklediği bir soruydu. Karasızlığını belli etmeden yerde yatan kadına baktı göz ucuyla.
Hislerine güvenmek zorundaydı.
“Nom kontrolünden geçti,” diye bağırdı kendinden emin bir şekilde. Bu arada kadının titremeleri
azalmış ve yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Önce elini yüzüne götürdü. Sonra mavi gözleri
yeniden görünür hale geldi. Nerede olduğunu anlayamadı. Ardından korku kapladı tüm bedenini.
Çığlık atarak doğruldu ve üzerini saran yırtık kazağı çekiştirerek bedenini kapatmaya çalıştı. Yeniden
titremeye başlamıştı. Etrafı bir sürü garip görünümlü insanla çevrilmişti. Ellerinde tuttukları meşalelerle
aydınlanan bu karanlık yer onu fazlasıyla korkutmuştu. Bu durumu fark eden Sayzıl ona doğru
yaklaştı ve elini ona doğru uzattı.
“Merak etme, güvendesin. Biz de senin gibi etkilenmemiş insanlarız.”
Masmavi gözler daha fazla açıldı bu cümlenin ardından. Önce, “Etkilenme…” diye sayıkladı.
Sonra, “Gerçekten oldu mu?” dedi ve ağlamaya başladı.
***
Vega şehrinin ana yönetim merkezinde hararetli bir konuşma yaşanıyordu.
“Bugün şehrimizin kuruluşunun iki yüzüncü yıldönümü Alis,” dedi Omnia. “Hazırlıklar tamam
mı?” Gözleri sonu görünmeyen şehrin üzerinde dolaşıyordu.
“Her şey hazır,” diye yanıt verdi Alis. “Bugün aslında mükemmelliğimizin kutlaması.
Kurduğumuz kusursuz düzenin bir anıtı. “
Omnia’nın gözleri hâlâ uzaklardaydı. “Korkuyorum,” dedi derin bir nefes alarak.
131
Alis onun yanına yaklaştı. Kocaman gözleriyle ona anlamsız bir şekilde baktı ve, “Bazen
evrimini tamamlamadığını düşünüyorum,” dedi. “Korku bizim için değil, diğer ilkel insanlar için.”
Derin düşüncelere saklanmış bir gülümsemeyle ona baktı Omnia. “Haklısın. Fakat unuttuğun
şey, onların bize her saldırışında daha fazla güçsüz kalıyor olmamız. Bunu kabul edemiyorsun. Çok
uzunca bir süredir burada kavga, hırs, savaş gibi kelimelere rastlanmadı. Tabii bunlara bağlı
deneyimlere de.”
Alis ondan uzaklaşarak transbotun yanına geldi. Beyninin dinlenme vakti gelmişti. Gözlerini
siyah noktaya odaklarken, “Geçmişten asla korkmuyorum,” dedi. “Eğer evrim gerçekleşmemiş olsaydı
onlar zaten bu dünyayı yok edeceklerdi.”
Omnia bir süre onun arınmasını seyretti sessiz bir şekilde. Sonra sessizce, “Tarih müzesinde
araştırma yaptım,” dedi. “Bazı gizli belgelerde bir makineden bahsediliyor. İnsanları evrimden
koruyabilmek için tasarlanmış. Bir çeşit ilkel dondurucu gibi. Daha ilginç yanı şu: Bu işle uğraşan
profesör ilk deneylerini kızının üzerinde uygulamaya çalışmış.”
Alis ellerini iki yana açarak işlemi sonlandırdı. Beyninin temizlenmesi onu en çok mutlu eden
şeylerden biriydi. “Ne olmuş?” diye sordu anlamsız bir bakışla.
“Bu belgelere ulaşmamı O–23 sağladı. Yazanlar hepimizin unuttuğu bir efsaneymiş. Profesör
aynı zamanda bizi bu hale getiren ve her şeyin temellerini atan virüsü yok edecek antiviral bir aşı
geliştirmiş. Bu aşının genetik bileşenlerini bir şekilde kızına aktardığından söz ediliyor.”
“Saçma,” diye bağırdı Alis. Garip bir şekilde mükemmelliğe uzanan hayali de olsa bir tehlike
sezinlemişti. Omnia’ya belli etmese de bu efsaneyle çok uzun yıllar önce tanışmıştı. Ona bu hikâyeyi
anlatan kişi kendi öz annesiydi. O kızın bir gün uyuduğu yerden yeniden doğacağını ve içinde taşıdığı
mucizenin tüm yaşanılanları geri çevireceğini söylemişti.
Önleyemediği savunma isteğiyle birlikte, “İki yüz yıla yakın bir süredir mükemmelliği yakaladık,”
dedi Alis. “Ürettiğimiz hiçbir ürün doğaya zarar vermiyor. Tüm toplum adil bir görev dağılımıyla
şekillenmiş durumda. Suç oranımız sıfıra yaklaştı. Bilgisayarın belirlediği eşleşmeler evrimin en doğru
şekilde devamını sağlıyor. Bu efsane gerçekleşir ve bir gün geri dönerse mutlaka bu dünyayı
seçecektir. Mükemmelliği ve bizi seçecektir. Onun hatırladığı şeylere bak. Kıtlık, savaş, yoksulluk ve
adaletsiz bir toplum.”
132
***
Hissettiği korku azalmaya başlamıştı. İçinden bir şekilde bu insanlara güven duyması gerektiğini
hissediyordu. Konuşmaya karar verdi.
“İsmin Melis,” diye sayıladı. Boğazı dayanılmaz bir şekilde acımıştı. Arka arkaya öksürmeye
başladı. Kendisini toparladıktan sonra, “Melis Gürsoy, “diye devam etti. “Vedar Gürsoy’un kızıyım.”
Kalabalıktan homurtular yükseldi. Herkes birbirine bir şeyler fısıldıyordu.
“Bu dünyadan değilsin,” dedi Sayzıl ona kocaman açılmış gözleriyle bakarken. Heyecandan
elleri titremeye başlamıştı. Kalabalığa döndü Sayzıl ve, “Efsane,” diye bağırdı. “O geldi. Söylendiği
gibi. Yazıldığı gibi.”
Kalabalık çıldırmış gibiydi. Kimin ne dediği anlaşılmıyordu. Bir kısım insanlar sevinçli, bir kısım
ne yapacağını bilmez haldeydi.
Sayzıl yeniden ona döndü ve dizlerinin üzerine çökerek ellerini tuttu. “Lütfen anlat,” dedi.
“Lütfen.”
“Babam... Babam nükleer silah araştırma ve geliştirme bölümünde çalışıyordu. 2040 yılında tüm
dünya düzeni bozulmuştu. Küresel ısınma su ve yiyecek için savaşları başlatmıştı.”
Başının ağrıdığını hissediyordu. Yaşadıkları tüm benliğini derinden etkilemişti. Bazı saniyelerde
mantıklı düşünemiyordu. Bazı anlarda her şeyi hatırlayamıyor ve birleştiremiyordu. “Hangi yıldayız?”
diye sordu Sayzıl’a bakarak. Sayzıl bilmediğini belirtir bir şekilde omuzlarını sallayarak gözlerini ondan
kaçırdı.
Konuşması gerektiğini biliyordu. Gözlerinin önündeki perdeyi ancak bu şekilde kaldırabileceğini
hissediyordu. “Sonra bir ülke,” dedi. “Büyük bir ülke tüm yaşanılanları değiştirme kararı aldı. Yeni bir
virüs geliştirildi ve savaş tanrısı Zeus’un adı verildi.”
Bu ismi duyunca kalabalık bilinçsiz bir şekilde geriye çekilmişti.
“Bu virüs mükemmel bir genetik yapıya sahipti ve damlacık yoluyla bulaşıyordu. Amaçları saf bir
yeni ırk yaratmaktı. Tüm ülkeyi çeviren bir koruma kalkanı yaptılar ve bu virüsü yaygınlaştırmaya
başladılar. Evrim başlamıştı. Geriye kalan artık dünyadan izole bir evrim başlamıştı.”
133
Herkes gözlerini bile kırpmadan anlatılanları dinliyordu.
“İkinci amaçları ise dünyayı geride bırakarak başka bir gezegene göç edebilmekti. Bu şekilde
plan tam anlamıyla başarılabilecekti. Babamın çalışmalarını tamamladığı yıllar, Vega’nın keşfedildiği
dönemlere denk gelir.”
Sustu. Yüreği acımıştı. Tüm anılar yavaş yavaş bütünleşerek beyninin derinliklerinden fırlıyordu.
“Babam evrime karşıydı. O insanların aynı kalması gerektiğine inanıyordu. Antiviral aşı için tüm
gücüyle çalıştı –”
“Ama başaramadı,” dedi Sayzıl. “Biz kaybettik. İnsanlar kaybetti.”
“Ben bu yüzden buradayım,” dedi Melis. Babasıyla yaptığı son konuşmanın ona kattığı gurur
yeniden yüzünde okunabiliyordu. “Babam çalışmalarını tamamlayamadı ama önemli bir şey keşfetti.
Virüs bir şekilde yazılımını değiştiriyordu ancak bu değişim evrimi etkilemiyordu. Kendi uğraştığı
antiviral aşı ise bu değişime ayak uyduramıyordu ama bu başaramayacağı anlamına gelmiyordu.
Bunun için doğru kodlamalarla birlikte zamana ve cansız bir bedene ihtiyacı vardı. Bunu ben
sağladım.”
Karşısındaki sessizliğe baktı bir süre. Ardından en önemli soruyu sormadığını fark etti. “Sizler
nasıl etkilenmediniz?”
“Biz doğal dirençli olanlarız,” diye yanıtladı Sayzıl. Sevinçle ayağa kalktı Melis. Gene de
vücudunun hatlarını kapatmaya çalışıyordu.
“Babam haklıydı. Düşüncelerinde haklıydı.”
Sayzıl bir kere daha gözlerini kaçırdı ondan. Nedense söyleyemediği bir şeyler olduğunu
hissetmişti onun. Gülümsemesi azaldı ve onun gözlerine baktı.
“Büyük ülkenin insanları ve baban bir yerde yanıldılar,” dedi Sayzıl. “Bugüne kadar tüm
yaşanılanlar bu yanılgının sonucu aslında.”
Meraklanmıştı. Anlayamamıştı.
134
“İnsanlar tanrı olamazlar,” diye devam etti. “Zeus kendi başına planlanmayan bir mutasyon
geçirdi ve kontrolden çıktı. Ölümsüz olmayı seçmişti bir şekilde. Ardından beyni uyuşan bir sürü insan
ortaya çıktı. Mutasyona uğrayan virüs insanlara benliğini kaybettiriyordu. Onları vahşi, bilinçsiz birer
hayvana dönüştürüyordu. Elli yıllık direnişin ardından büyük ülkenin evrimleşmiş insanları Vega’ya
gitti ve arkasında sadece bir çöplük bıraktı.”
Melis başını yukarı kaldırdı ve karanlık toprağın üzerine baktı. “Aman Allahım,” dedi. “Yani...”
***
Alis üreme odasına gelmişti. Seçilmiş kişi karşısında duruyordu. Gri odanın kırmızı alacası
altında koltuklara oturdular. Birleşme başlamıştı. Evrimin geleceğine giden en özel hücreler, önlerinde
duran fanusun içine akıyordu.
***
Kararlı adımlarla merdivenleri çıkmaya devam etti Melis. Yüzlerce basamaktan oluşan karanlık
bir yoldan karanlığa doğru ilerliyordu. Kimsenin görmeye cesaretinin olmadığı karanlığa.
Sayzıl’ın tüm ısrarlarına rağmen yasak bölgeye gelmiş ve birbiri ardına açılan kapıların
arasından geçerek çıkış bölgesine varmıştı. Yeryüzüne giden çıkış bölgesine. Kanını damarlarından
çekerken Sayzıl’ın yüzünde oluşan gülümsemeyi hayal ediyordu yorulduğu anlarda. Umutsuz bir
hayalin anahtarı olduğunu hatırlamak, umuda yolculuğun gücünü aşılıyordu bacaklarına. Bunu
yapmak zorundaydı. Zaten yüzyıllar önce ölmüştü bu hayal için. Zaten yaşamıyordu. Belki de hiç
yaşamamıştı. Bu lanet olası dünyada yaşadığı her şey bir yalandan ibaretti.
Çantasından çıkardığı kumlu suyu içerken başını kaldırarak üç gün süren yolculuğunun son
basamağına baktı. Bir kat yukarıda üç numaralı kapı vardı. Tereddüt etmeden son basamakları çıktı
ve kapının üzerinde duran kolu tüm gücüyle çevirmeye başladı. Beş tur dönüşün ardından güçlü bir
ses duyuldu ve kapı dışarı doğru açıldı.
İçeri sızan güneş gözlerini kamaştırmıştı. Başını dışarı çıkardı ve etrafına baktı. Yüreği
neredeyse durmak üzereydi. Üzerinde uçan taşıtların dolaştığı, gökdelenleri neredeyse güneşe
uzanan devasa bir şehir vardı karşısında. �aşkındı. Beyni olanlara bir anlam veremiyordu. Kalan son
gücüyle dışarı çıkarak şehre doğru yürümeye başladı. Arkası çöldü, önü sadece hayal.
***
135
Görevlilerden biri heyecanlı bir şekilde içeriye girdi.
“Efendim, biri dışarı çıktı!” dedi nefes nefese. “İnanamıyorum, ilk defa biri dışarı çıktı!”
Yeşil gözlerini kısarak ona baktı Reto. Beline kadar uzanan saçlarını arkaya atarak ayağa kalktı.
“Tanrımız onun da yanında olacak,” dedi. “Zeus yanında olacak. İnsanı insan yapan ana
unsurun ne olduğunu o da anlayacak. Bir hayvan olan insanın, insan olabilmek için hayvanlaşması
gerektiğini anlayacak. İnsan olmaktan bizim gibi gurur duyacak. İnsan olmanın ne demek olduğunu
anlayacak. Tanrının yarattığının aslında bir hayvan olduğunu anlayacak...”
136
“Puslu Kıtalar Atlası”nı okuduğumda İhsan Oktay Anar’ın adının ortalarda bu kadar çok
dönmesinin boşa olmadığını düşünmüş ve yazım tarzına, kurgusal başarısına hayran kalmıştım.
Sağlam bir zekânın ürünüydü elimdeki kitap. Ağır diline rağmen öyküden bir an olsun kopmamış;
eğlenmiş, meraklanmış, heyecanlanmıştım. Sırada diğer Anar kitapları vardı.
“Kitabü’l Hiyel”de yazarın hayal gücünün ve zekâsının gerçekten de normalin çok çok ötesinde
olduğunu anladım. Eski zaman mucitleri tek vücut olup bana yazarın gücünü göstermişlerdi.
Kitapların yayımlanma sırasını takip etmediğimden, bir sonraki kitap “Suskunlar” idi.
“Suskunlar”da Anar faklı bir dünyanın kapısını açıyordu bu
sefer. Müziğin, ezgilerin, fantezinin, entrika ve mizahın
derinliklerine soluk kesici bir yolculuk daha yapmak hiç de
fena olmamıştı açıkçası.
“Amat”a sıra geldiğinde beklentilerim epey yüksekti.
Aldığım duyumlar “Amat”ı diğer kitaplardan bir adım öne
çıkarıyordu. Ve daha ilk sayfalardan itibaren yazarın
beklentilerime karşılık vermek gibi bir sıkıntısı olmadığının
farkına vardım. “Amat” iyiydi. Hem de çok iyi…
İhsan Oktay Anar’ın vardığı en uç nokta demek isterim
ama henüz “Efrasiyab’ın Hikâyeleri”ni okumadan bu yargıya
varmak güç. Ama diğer üç kitaptan daha iyi olduğu
muhakkak.
Kitap nedendir bilinmez, zihnimde bir film gibi canlandı okurken. Bitirdikten sonra da bu yargım
biraz daha kesinleşti. Üstesinden gelindiği takdirde “Amat”tan olağanüstü güzellikte bir film
çıkarılabilir. Hatta “Beowulf” tarzı bir animasyon olması, ona daha ayrı bir güzellik bile katabilir.
Kitap, İstanbul’dan sessiz sedasız ayrılan Amat isimli bir savaş kalyonunun yolcuğunun ele
alıyor. Yeniçerilerle, pespaye gemicilerle, gizemli kaptanıyla, heyecan verici deniz savaşlarıyla bir an
olsun sıkılmadan okuyacağınız bir yolculuk bu. “Amat”ın bu meçhul yolculuğunun gerisindeki asıl
sebebi anlamaya çalışırken, gemide dönen tuhaf olaylarla toparlanıp, öykünün tadını çıkarmaya
veriyorsunuz kendinizi.
AMAT – KADİM GÜLTEKİN X K dergidergidergidergi
137
İhsan Oktay kendine has üslubunu yine başarıyla
kullanmış. Çok kişinin yakındığı, denizcilik terimlerinin aşırılığı
ise çok fazla bir sorun addetmiyor. Dilin ağırlığı öyküden
uzaklaşmanıza neden olan bir unsur olmaktan çok kitaba
ahenk katıyor ve sayfalar çabucak akıveriyor.
Kitap boyunca farklı karakterler arasında gezinerek ana
öyküye doğru adım adım ilerliyoruz. Her yan öykücük kendi
başına muazzam bir okuma keyfi veriyor zaten. Parçalar
ustaca birleşiyor ve şaşırtıcı bir sonla maceraya son nokta
konuyor. Kitabı bitirmek işin en üzücü yanı. İhsan Oktay’ın
sayfa sayısını artırmasının zamanı çoktan geldi bile. Ama iki
yüz küsur sayfanın gerisinde dahi ne kadar büyük bir emeğin
yattığı çok bariz. Bu kadarı için bile şükretmek gerek.
İhsan Oktay’la tanışmayanlar için iyi bir başlangıç olabilir aslında. Ama ben yine de “Amat”ı en
sona bırakmanızı ve tadını doyasıya çıkarmanızı tavsiye ederim…
İhsan Oktay Anar
138
“Sence gerçekten gittiler mi?” diye sordu adam, tırnaklarını kemirirken.
Yönetici cevap vermedi. İçinde yaşadıkları bina gibi yaşlı ve yorgundu. Duvarlardaki sıvalar gibi
saçları dökülüyor, tıpkı bina gibi her geçen gün ayakta durması güçleşiyordu. Sararmış parmakları
arasındaki sigaradan bir nefes çekip soruyu yanıtsız bıraktı. Odadaki tüm gözler üzerine dikilmişti.
Kadınların, erkeklerin, yaşlıların, gençlerin ve çocukların… Onun akları sararmış gözleri ise yere,
tahtakurularının delik deşik ettiği tahta zemine dikilmişti.
“Ya yeniden gelirlerse?” diye sordu başka biri.
Bir çocuk ağlamaya başladı. Ama sessizliğe karşı suç işlemekten utanmış gibi kafasını
annesinin göğsüne yaslayıp sesini kesti.
“İki hafta oldu,” diye yanıtladı yönetici, sigaranın perişan ettiği hırıltılı sesiyle, izmariti yere atıp
ayakkabısının ucuyla ezerken. “Dönecek olsalar çoktan...” Ama cümlesini tamamlayamadı.
Toplantının başından beri bir köşeye sinip başını iki eli arasına almış gençti bunun nedeni. Birden
çöktüğü yerden fırlayıp bağırmaya başlamıştı. Tıpkı bir felaket tellalı gibi.
“Her şey daha kötü! Allah’ım, şimdi her şey çok daha kötü. Havayı zehirledi o!” Gözlerinden yaş,
ağzından tükürükler saçıyordu. “Nefes alamıyorum artık! Yemek yiyemiyorum, tat alamıyorum! Suyun
tadı… Tadı tıpkı civa gibi!”
Birkaç kişi genci kolundan bacağından tutup bir köşeye götürürken diğerleri de aralarında
mırıldanmaya başladılar. Kollarını beline dolaşmış torunu da tıpkı diğer çocuklar gibi ağlamaklı
gözlerle olanları izliyordu. Anne-babasız kaldığından beri o bakıyordu torununa. O korkunç kazadan
beri.
Yaşlı adam yıllardır başında olduğu insanlara karşı kontrolü kaybettiğini fark etti. Bütün bu
olanların onların başına geldiğine hâlâ inanamıyordu. Tam bir belayı def ettik derken…
KAN AĞLAYAN AĞAÇ
KEREM KARANFĐL
139
Çıldıran genç haklıydı. Hava bir tuhaftı. Yemeklerin ve suyun tadı garipleşmişti. İki haftada o da
binadaki çoğu kişi birkaç kilo vermiş olmalıydı. Üstelik gariplikler bununla da sınırlı değildi. Artık
geceleri martıların seslerini işitemiyordu. Kuşlar yuvalarını bırakıp binayı terk etmişti. Artık hamam
böceği de görmüyordu. Oysa iki hafta öncesine kadar dairesindeki yapışkanlı kâğıtlar
hamamböceğinden geçilmiyordu. Merdivenlerdekiler de. O kadar çoktular ki birkaç saat içinde kâğıtta
yapışacak yer kalmıyordu. Oysa şimdi… Hepsi gitmişti.
O bunları düşünür, toplantı odasındakiler mırıldanmaya devam ederken torunu, “Korkuyorum
dede,” dedi. Tir tir titriyordu.
Adam cevap vermedi. Sadece kızın başını okşamakla yetindi.
“O haklı,” dedi kadınlardan biri, tekrar köşesine sinip sessizce ağlamakta olan genci işaret
ederek. “Ne suyun ne de sebze-meyvenin tadı kaldı. Üstelik bir tek böcek bile göremiyorum artık. Ne
dairemde ne de merdivenlerde. Oysa basamaklar böcekten geçilmezdi.”
Bu açıklamanın ardından korku dolu yüzlerdeki ağızlardan dökülen kaygı dolu kelimeler arttı.
Biraz daha pasif kalırsa kontrolü tamamen kaybedecekti. Torununun kollarından kurtuldu ve odanın
ortasına, tavandan sarkan kablonun ucundaki çıplak ampulün altına fırlayıp, “Beni dinleyin!” diye
bağırdı hırıltılı sesiyle.
Tüm ağızlar birden kapandı. Endişe yüklü bakışlar yeniden yaşlı adama çevrildi.
“Tam on üç gün oldu. Kavalcı parasını almak için yarın gelecek. Geldiğinde tüm bu olanları
anlatırız ona. Mutlaka bir çaresi vardır. �imdi herkes dairesine çıksın. Bu konu hakkında tek kelime
daha duymak istemiyorum.”
“Ama ona verecek…” diye söze başladı yaşlılardan biri.
Fakat yönetici sözünü kesti. “Evet, ona verecek parayı toparlayamadık. Ama yine de yarısına
yakınını toparladık, değil mi? Anlayış göstereceğinden eminim. Üstümüz başımız da tıpkı yaşadığımız
bu bina gibi dökülürken canımızı alacak değil ya. Üstelik önce…” Yaşlı adam bir an doğru kelimeyi
aradı. Sonunda, “Hayatımızı geri vermeli,” diye bitirdi cümlesini. “�imdi herkes dairesine çıksın. Yarın
her şey düzelecek. Size söz veriyorum.”
140
İnsanlar çıt çıkarmadan odayı terk edip merdivenlere yöneldiler. Kısa süre içinde bir bir açılan
kapılar art arda kapandı.
Odayı en son terk eden yaşlı adam ve torunu oldu. Kızın bacağı geçirdiği kaza yüzünden sakat
kalmıştı. Sağ dizini bükemiyordu. Basamakları tırabzana tutunarak tek tek çıkıyordu bu yüzden.
Yanında yürüyen yaşlı adamın tek düşündüğü ise kavalcıydı. O yüzü… O kendini beğenmiş yüzü…
Yarın zor bir gün olacak, diye geçirdi içinden. Tam bu sırada torunu durdu birden. Ve, “Dede,” dedi.
“Ya hortlaklar geri gelirse?”
Yaşlı adam bedeninin buz kestiğini hissetti; ayaklarından başının tepesine kadar. Kafasının
içindeki karanlık köşelere ittiği bir soruydu bu. Kavalcıyla konuşana kadar düşünmek istemiyordu
bunu. Bir yanı onu kızdıracak bir şey yaparlarsa işlerin daha da kötüleşeceğini söylüyordu.
Adam soruyu yanıtsız bırakıp, başını okşadığı torununa gülümsemekle yetindi. Sonra
basamakları tırmanmaya devam ettiler. Yarın gerçekten de zor bir gün olacaktı. Hiç olmadığı kadar
zor.
***
Ama endişe ve merak dolu gözlerin yolunu gözlediği kavalcı gelmedi. Gelmesi gereken günün
üstünden sekiz gün geçmesine rağmen. İşler daha da kötüleşmişti. Binadakiler, annesi sütünü içmeyi
kestiği için açlıktan ölen bir bebeğin yasını tutuyorlardı. Bebek iki gün boyunca sürekli ağlamış ve
nihayet susmuştu; sonsuza dek. Annesi çıldırmış gibi ortalıkla dolanıyordu. Sebze ve meyveler
zehirden farksızdı. Suda pas tadı vardı. Hava hâlâ bayattı. Böcek ve kuşların binayı neden terk
ettikleri şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Yönetici, düşen pantolonunu tek eliyle çekerken öteki eliyle sigarasını ağzına götürdü. Tadı
berbattı. İki-üç nefesten sonra öksürmesine neden oluyordu. Ama umurunda bile değildi. Tek
düşündüğü kavalcıydı. İçlerinden birkaçının adamın yolunu gözleme amacı değişmişti. Bunların
başında hastalanan çocukların aileleri ve özellikle de ölen bebeğin babası geliyordu. Bebek
öldüğünden beri babasının tek kelime ettiğini duyan olmamıştı. İyice işaret değildi bu. Adam can
alacak bir volkan gibi patlayacağı anı bekliyordu.
Sigarasından bir nefes daha çekti ve bunu bir öksürük krizi izledi. Yere attığı izmariti söndürmek
için ayağını kaldırmıştı ki merdivenlerde telaşlı ayak sesleri duyulmaya başladı. Birileri basamaklardan
141
paldır küldür aşağıya iniyordu. Pantolonunu bu kez iki eliyle çekip kapıya yönelmişti ki torunu kapıyı
ardına kadar açıverdi. Nefes nefeseydi. Elmacık kemikleri iyice belirginleşmiş yüzü kireç gibi beyazdı.
“Gelmiş dede! Kavalcı gelmiş!” dedi çocuk. Sonra ihtiyarı beklemeden merdivenlere yöneldi.
Aksak adımları toplantı odasına doğru hareket eden meraklı ayaklara katıldı.
İhtiyar, birkaç dakika içinde beton gibi sertleşecek bir balgam topunu tükürdükten sonra istemsiz
adımlarla torununu izledi. Diğerlerinin aksine, kavalcıyla karşılaşmayı elinden geldiğince geciktirmek
istiyordu.
***
Kavalcının yüzünde, karşısındakileri hor gören o kendini beğenmişlik ifadesi vardı yine. Sırtını
duvara yaslamış, parmakları arasında hünerle çevirdiği kavala bakıyor, bir yandan da sırıtıyordu. Bina
sakinleri ise onun karşısına sıralanmışlardı. İhtiyar yönetici kapıdan girince meraklı bakışlar ve açık
ağızları taşıyan başlar ona çevrildi; kavalcınınki hariç. O gözlerini büyülü kavalından ayırmadı.
Parmakları arasında dönen müzik aletinden ıslık gibi bir ses çıkıyordu.
“Geldim,” dedi kavalcı, bakışlarını kavaldan ayırmadan. Küstah dudakları arasından çıkan tek
kelime her şeyi özetliyordu. Bir an önce parasını alıp gitmek niyetindeydi. Aşağı gördüğü bu insanlarla
iki kelime etmek bile istemiyordu.
İhtiyara yaşadığı yıllardan bile uzun gelen bir süre boyunca odaya sessizlik hâkim oldu. Ona
uzun gelmesinin nedeni, belki de bu kısa sürede aklından onlarca düşünce geçmesiydi. Dudakları
arasından çıkacak kelimelere dikkat etmek zorundaydı. Bir yanı -onun bu kadar insana baş olmasını
sağlayan yanı- kavalcının o çokbilmiş yüzünün ardında habis bir şey sakladığını fısıldıyordu kulağına.
�eytani bir şey. Ona karşı dikkatli olmasını söylüyordu. Ancak o yüzü, o kendini beğenmiş ifadesi, o
küstahça kıvrılan dudakları insanın sabrını zorluyordu. Bir bebek ölmüştü onun yüzünden. İşte anne
ve babası tam sağında duruyorlardı. Göz ucuyla görebiliyordu onları. Yıkılmış, perişan olmuş
haldeydiler. Aşklarının çiçeği solmuştu; tıpkı hayatları gibi. Ve bu saatten sonra yapılacak hiçbir şey
bu gerçeği değiştiremezdi. Kavalcı onları hortlaklardan kurtarmıştı belki ama… Ödeyecekleri bedelin
bu kadar ağır olacağını söylememişti.
İhtiyar, kavalcıya bakarken tarifsiz bir nefret bulutu kapladı bilincini ve temkinli davranmasını
öğütleyen yanına kulaklarını tıkamasına neden oldu.
142
“Sana tek kuruş vermeyeceğiz!” dedi yönetici, öfkesini kelimelere yükleyerek. “Böyle
anlaşmamıştık. Hortlakları def ettikten sonra başımıza ne geleceğini sakladın bizden.”
Kavalcı kavalını belindeki kılıfa öyle hızlı soktu ki kimsenin gözleri bu ana şahitlik edemedi.
Adam kavaldan ayırdığı gözlerini yere dikti bu kez. “Sizi binayı saran hortlaklardan kurtaracağımı
söyledim,” dedi sonra.
“Bir bebek öldü,” dedi ihtiyar, her şeyi özetlemek istercesine.
“Ve kurtardım,” dedi kavalcı, ihtiyarı hiç de şaşırtmayan bir umursamazlıkla.
“Sen hayatlarımızı çaldın. Yemeğimizin, suyumuzun tadını...”
“Sizi hortlaklardan kurtardım,” diye yineledi kavalcı, bakışlarını yerden ayırıp ihtiyara dikerken.
Gülümsemesi tamamen silinmişti. Ve tam o anda yüzünün ardındaki şey bir anlığına, çok kısa bir
anlığına görünür kılındı. İnsandan başka her şeye ait olabilecek o habis yüzü.
İhtiyar bunu kendisinden başka kimsenin fark etmediğini düşündü. Kavalcı insan değildi.
Bundan emindi artık. Her ne ise etten kemikten fazlasıydı. Bu gerçek korkusundan çok nefretini
körükledi ve romatizmalı parmaklarıyla onun boğazını sıkma istediğini artırdı.
“Bize yalan söyledin kavalcı,” dedi yönetici, ağzından tükürükler saçarak. Kontrolünü tamamen
öfkesi devralmıştı artık.
“Size asla yalan söylemedim yönetici,” dedi kavalcı. “Sadece bazı ufak yan etkilerden haberdar
etmedim. Yalan söylemekle bazı şeyleri söylememek tamamen başka şeylerdir.”
“Ufak… yan etkiler mi? Sen buna… buna ufak mı diyorsun? Bir bebek öldü dedim, beni
duymadın… herhalde.” İhtiyar titremeye başlamıştı. Yutkunmakta zorlanıyordu. Görünmez eller
boğazını sıkıyordu sanki.
“Öfkelenme ihtiyar,” dedi kavalcı. “Kişisel sorunlarınla kafamı şişirme. Bana vaat ettiğinizi verin
de yoluma gideyim.”
“Yaptıklarını düzeltmeden olmaz.”
143
“Anlaşmamız hortlakları uzaklaştırmamla sınırlıydı. Sizin suyunuzun, yemeğinizin tadıyla değil.
Beni uğraştırma. Paramı ver de gideyim.”
“Son sözümü söyledim,” dedi yönetici, yanına gelen torunu koluna sarılırken.
Kavalcıysa derin bir nefes aldı önce. Ardından, “O halde…” diye söze başladı, ancak cümlesini
tamamlayamaya fırsat bulamadı. Ölen bebeğin babasıydı bunun nedeni. Daha doğrusu kavalcının
suratına inen yumruğuydu. Zaman bir an için yavaşlamıştı sanki. İhtiyar, kavalcının patlayan
dudaklarından fışkıran kanı ve kırılan diş parçalarının havada süzülüşünü, tüm bunlar ağır çekimde
oluyormuşçasına gördü. Ardından zaman normal akışına döndü ve toplantı odasında bulunanlar
kavalcının üzerine atıldı. Küfürlerin, yumrukların ve tekmelerin adresi ortaktı.
İhtiyar, çocuklar ve birkaç kadın dışındaki herkes adamın etrafında etten bir işkence duvarı
örmüştü. Çocuklar da kadınlar ve ihtiyar gibi bu dehşet sahnesini göz kırpmadan izliyorlardı. Harekete
geçmeliyim, diye düşündü yönetici. Ama görünmez eller tarafından tutuluyormuşçasına olduğu yerde
çakılıp kalmıştı. Kendi kendine, sürekli bunu durdurmalıyım, diye tekrarlıyordu. Ancak bedeni görme
duyusu dışındaki işlevlerini yitirmişti sanki.
Bu arada kavalcının ölümle arasındaki mesafe gittikçe azalıyordu. İhtiyar bir ara adamın kana
bulanmış ve çarpılmış yüzünü ayaklar altında gördü. Yüzüne gelen bir tekme sağ yanağından koca bir
et parçası kopardı ve elmacık kemiğini gözler önüne serdi. Bir diğer tekme burun kemiğini un ufak etti.
Bir diğeri gözünü bir balonmuşçasına söndürüverdi. Sonunda öfkeler ve enerjiler tükendi. Ve o
görünmez eller ancak o zaman bıraktı ihtiyarı.
“Yeter artık! Bırakın adamı!” diye haykırdı.
Ancak olan olmuştu. Kavalcı ölmüştü. �imdi herkes sürrealist bir esermişçesine yerde yatan
adamın insanlıktan çıkmış bedenini izliyordu.
***
Üç saat sonra kazma ve kürekler alındıkları yerlere konuldu, toprakla dolan tırnaklar temizlendi,
toplantı odasındaki kanla kaplı zemin silindi ve ağızlar bu sırrı mezara kadar götürmek üzere
mühürlendi.
***
144
Üç gün sonra ihtiyar martı sesleriyle uyandı. Geri gelmişlerdi; tıpkı hamam böcekleri gibi.
Günlerdir boş duran yapışkanlı kâğıt böceklerle doluydu. Var güçleriyle ince bacaklarını yapışkandan
kurtarmak için çırpınıyorlardı. Yönetici bu minik canlıları gördüğüne bu kadar sevineceğini hayal dahi
edemezdi. Ama yine de… Tam o sırada torunu koca bir elmayı ısırarak içeri girdi. Elma suyu dudak
kenarlarından boynuna aktı. Günlerdir ilk defa yanakları al aldı; tıpkı elindeki elma gibi.
“Tadı harika dede!” dedi çocuk, koluyla boynunu silerken. Gözleri ışıl ışıldı.
Tüm bunlar, hortlakların binayı istila etmesiyle başlayan ve onları def eden kavalcının bıraktığı
lanetle devam eden kâbusun sona erdiği anlamına geliyordu. O halde hâlâ neden rahat değildi içi?
Onu huzursuz eden neydi?
***
Tıpkı ihtiyar gibi kavalcı da geri dönen martıların seslerini işitti kurumuş kanla kaplı
elbiselerindeki ve tırnak içlerindeki toprak parçalarını temizlerken. Başka bir ses daha duyuyordu.
Burnundan, ağzından, kulaklarından giren böceklerin sesini. Kafasının içinde dolanıyor, türlü sesler
çıkarıyorlardı. Sinir bozucu bir durumdu bu.
Onu, binanın arkasındaki arsaya, bir meşe ağacının birkaç metre yanına gömmüşlerdi.
Tahminine göre az önce içinden çıktığı çukura atılalı üç gün olmuştu. Buna rağmen her soluk alışında
sırtından bıçaklanıyordu sanki. Hâlâ kaburga kemiklerinden birkaçı kaynamamıştı. Gözü de iyi
durumda sayılmazdı. Organları gibi derisi de kendini tam olarak yenilememişti henüz. Oysa tüm
kemikleri kaynamadan, her organı kusursuz şekilde çalışmaya başlamadan mezardan çıkmaya niyetli
değildi. Toprak hem ruhunu dinlendiriyor, hem de fiziki bedeninin iyileşme sürecini hızlandırıyordu.
Ancak öfkesi yaşayanlar arasına dönmesini çabuklaştırmıştı. Daha fazla sabredememişti.
İnsanoğlu ne kadar da nankör, ne kadar da riyakârdı. Oysa üç günlük hayatları olan zavallılar
olmalarına rağmen onları hortlaklardan kurtarmamış mıydı? Hem de üç kuruş para karşılığında. İstese
tüm şehri satın alacak paraya sahip olması işten bile değilken. Zaten saraylarda oturduğu, altından
elbiseler giydiği zamanlar da olmamış mıydı? Ama o insanoğlu gibi açgözlü değildi. Tüm bunlardan
çabucak sıkılmış, bu görkemli yaşamı asırlar önce ardında bırakmıştı. İnsanoğlunun binde birinden
vazgeçemeyeceği bir servetti bu.
145
�u yeryüzünde ne kadar uğraşırsa uğraşsın çözemeyeceği tek türün insanoğlu olduğunu
düşündü iki parmağıyla yakaladığı bir solucanı kulağından çekip çıkarırken. Kendisinin bir soluk alışı
kadar kısa bir süre yaşayan bir canlı için amma da yaygara koparmışlardı. Bir bebek ölmüşse ne
olmuştu yani? Her gün bir şekilde binlerce insan ölmüyor muydu? Hem istedikten sonra bir sene
içinde sağlıklı bir bebekleri daha olabilirdi, değil mi?
Gülmeye başladı ciğerine batan kırık kaburgasına aldırmadan. İnsanoğlu acınası bir türdü
gerçekten de. �u kısacık süreli ömürlerinde nelerle uğraşıyordu. �an, şöhret, para, aşk, sevgi…
Kendisi gibi ölümsüz olsalar yine aynı olurlar mıydı acaba? Cevabını asla öğrenemeyeceği bir
soruydu bu.
Gözleri önünde, ondan hesap soran ihtiyar canlanınca gülümsemesi silindi. Nasıl da kafa
tutmuştu utanmadan. Oysa onu kızdırmasa yemeklerin, suyun neden tatsızlaştığını; havanın neden
bayatladığını açıklayacaktı. Bunların ondan değil, kovduğu hortlaklardan kaynaklandığını ve birkaç
gün içinde her şeyin normale döneceğini söyleyecekti. Üstelik ona kelimelerle saldırmakla da
yetinmemişlerdi. Tekme ve yumruklarla acımasızca canını almaya çabalamışlardı; bunun imkânsız
olduğunu bilmeden.
Sevgilisini kolları arasına alan bir âşık gibi parmakları arasına aldı kavalını. Çok şükür ki kırık
parmakları kaynamış, kopmak üzere olan alt dudağı kendini yenilemişti. Birkaç metre yanındaki meşe
ağacının dibine oturup sırtını heybetli gövdesine dayadı ve ona bir kibrit kutusu büyüklüğünde
görünen binaya baktı. Nankörlerin barındığı taş yapıya. Orada, meşe ağacının altında geceye kadar
bekleyecekti. O zaman kendisine yapılan nankörlüğün cezasını ödetmenin vakti gelmiş olacaktı.
Bir bebek için bu kadar patırtı koparan insanların bu gecenin ardından neler yapacağını
düşündü. Bu düşünce keyfini yerine getirdi. Ertesi gün orada olup yüzlerindeki ifadeyi görmek isterdi
aslında. Ancak burada oyalanacağı kadar oyalanmıştı. Ruhunu daraltan bu köhne yerde bir gece
daha geçirmeye tahammül edemezdi. Hak edenlere hak ettiklerini verip şehirden ayrılacaktı. Bu
zavallı insanları cezalandıracak ve güneşin doğuşunu başka bir şehirde, hatta başka bir ülkede
izleyecekti.
Kavalını parmakları arasında çevirirken binayı izlemeye koyuldu. İçindekilerin son huzurlu
gecelerini geçirdikleri yapıyı.
***
146
“Dede,” dedi çocuk, uyuduğunu sanıp yanından ayrılmak üzere olan dedesinin ardından.
İhtiyar ona doğru döndü. Elinde tuttuğu mumum ışığında, gülümseyen yüzü bir ermişi
andırıyordu.
“Annem ve babam Cennet’te değil mi dede?”
İhtiyar bir süre soruyu yanıtlayamadı. Sonra, “Evet, bir tanem. İkisi de Cennet’teler,” dedi, böyle
bir yerin varlığından şüphe etse de.
“Onları sürekli düşünürsem rüyama girerler mi dede?”
“Evet bir tanem. Cennetten çıkar ve seni görmek için rüyana gelirler. Hadi uyu artık.”
Adam yeniden kendi yatağına yönelmişti ki, kız kanını donduran bir soru sordu bu kez: “Kavalcı
bir daha gelmeyecek değil mi?”
İhtiyar mumu komodinin üstüne koyup küçük kızın yatağına oturdu ve onu kolları arasına aldı.
Çocuğun bedeni titriyordu. Bir süre sonra dedesinin kollarından sıyrıldı ve korku dolu gözlerini onun
yüzüne dikti.
“O hortlaklardan daha kötü dede. Çok daha kötü.” Sonra sağa sola bakıp sesini kimsenin
duymasını istemiyormuş gibi fısıltıyla sürdürdü konuşmasını: “Onun yüzünü gördüm… Gerçek
yüzünü… Rüyamda.”
İhtiyarın toplantı odasında bir anlığına gördüğü o habis yüz gözleri önünde canlandı birden.
Ensesine bir hayalet dokunmuş gibi tüyleri diken diken oldu. Fırtına öncesi bir sessizlikti bu üç huzurlu
gün. Bir şeyler olacaktı. Bunu hisseden yalnız o değildi anlaşılan. Ama ne olursa olsun hem torununu,
hem de diğerlerini korumak için elinden geleni yapardı. Kimsenin torununa ve onu yönetici yapan
insanlara zarar vermesine izin vermezdi.
Yüzüne zoraki bir gülümseme kondurup kızı alnından öptü ve onu yatağa yatırıp üstünü örttü.
“Geri gelmeyecek hayatım. Ne o ne de hortlaklar. Hadi uyu bakalım. Kötü bir gün daha
yaşamayacağız artık.”
Ardından odanın karşı duvarına dayalı olan kendi yatağına gidip uzandı. Mumu söndürünce
karanlık tıpkı düşüncelerini kapladığı gibi kapladı odayı.
147
***
Önce sesi rüyasında duyduğunu sandı. Ancak gözleri açıktı, değil mi? O halde… İnsan gözleri
açıkken rüya görmezdi. En azından aklı başındaysa. Ve o, aklının başında olduğuna emindi. Demek
ses gerçekti. Annesi onu çağırıyordu. Heyecanla doğruldu ve yataktan kalkıp karanlığın içinde
körlemesine ilerlemeye başladı. Annesini sanki yanındaymış gibi duyuyor, ama onun odada
olmadığını biliyordu. O, dışarıdaydı. Meşe ağacının içindeydi. Babası da yanındaydı. Onları kafasının
içinde görebiliyordu. Onu bekliyorlardı. Tekrar bir aile olmak için onu çağırıyorlardı.
Dikkatli adımlarla kapıya ulaşmayı başardı. Kalbi heyecandan deli gibi çarpıyordu. Kapıyı
menteşeleri gıcırdamasın diye yavaş yavaş araladı. Dedesini uyandırmamalıydı. Eğer uyanırsa dışarı
çıkmasına izin vermezdi çünkü. Duyduğu sesin gerçek olmadığını söylerdi. Yatağına dönmesini
isterdi. Anne babasına kavuşma şansını kaçırmasına neden olurdu.
Neyse ki korktuğu başına gelmedi. Bir hayalet gibi kapının arasından süzülüp koridora çıktı.
Binanın içi merdivenlerde yanan mumlar sayesinde biraz olsun aydınlıktı. Koridoru hızla geçip
merdivene yöneldi. Her zamankinin aksine hiç duraksamadan indi basamakları; ağrı saplanan dizine
aldırmadan. Binadan çıktıktan sonra yüz metre kadar ötede, boş arsanın ortasında duran meşe
ağacına baktı. Işıl ışıl parlıyor, geceyi aydınlatıyordu. Kalın gövdesinin ortasında bir kapı vardı. Işık da
bu kapıdan yayılıyordu. Anne ve babası ise o ışığın içindeydiler. Ona gülümsüyorlardı. Görebiliyordu
bunu. Bacağına sağ eliyle destek olup hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
***
Büyülü notalar kavaldan yayılmaya başladıktan kısa bir süre sonra çocuklar peynir kokusu alan
fareler gibi binadan çıkmaya başlamıştı. Oturduğu meşe ağacının dalından gerçekten de fare gibi
görünüyorlardı. Birbirilerinden habersiz ilerliyorlardı. En önlerinde de o küstah ihtiyarın torunu vardı.
Kavalcı buna memnun oldu. Kız, sakat bacağına rağmen tüm çocuklardan hızlı ilerliyordu.
Kuşkusuz bunun nedeni kızın sahip olmayı arzuladığı şeyin diğer çocuklarınkinden çok daha değerli
olmasıydı. Diğerleri meşe ağacının içinde bisikletler, çikolatadan evler, rengârenk uçurtmalar
görürken, o anne ve babasını görüyordu.
Kavalcı kavalına üflemeyi sürdürdü. Çocuklar gördüklerinin, duydukları melodinin yarattığı
imgelemler olduklarından habersiz ilerlemeyi sürdürdüler. Sonunda en öndeki sakat kız ağaca ulaştı
148
ve gerçek olmayan kapıdan içine girdi. Diğerleri de gözlerindeki mutluluk gözyaşları ve dudaklarındaki
gülümsemeyle onu izlediler. Kavalcı son çocuk da içeri girene kadar kavalına üflemeyi sürdürdü.
Ayaklarını boşlukta neşeyle sallandırıyordu.
***
İşte karşısındaydılar. Tıpkı yıllardır elinden düşürmediği resimlerdeki gibiydiler. O kadar mutlu
görünüyorlardı ki… Birbirilerine sarılmış, göz alıcı ışığın içinde sabırsızlıkla onu bekliyorlardı. Onu
Cennet’e götüreceklerdi. Bir daha hortlaklar tarafından korkutulmayacağı, asla aç kalmayıp
üşümeyeceği yere. Annesi eğilip kollarını iki yanına açtı. Belli ki onu kucaklamak için
sabırsızlanıyordu. Kız bacağına rağmen koşmaya başlamıştı artık. Bir yandan da annesinin kokusunu
düşlüyordu. Ona sarılacak ve hiç bırakmayacak, kokusunu doya doya içine çekecekti.
Sonunda kapıdan girip ışığın içine daldı ve annesinin kollarına bıraktı kendini. Ancak o anda her
şey kayboldu. Annesi, babası, göz alıcı ışık… Karanlık yuttu hepsini. Ama orada, karanlığın ardında
başka bir şey daha vardı. Tüm çocukları kucaklamayı arzulayan bir şey. O şey, kız öne doğru
düşerken yakaladı onu; soğuk kollarını bedenine doladı. Ölümdü bu.
***
İhtiyar ötedeki ağaca baktı. Kızıl gökyüzün altında kara bir devi andırıyordu. Heybetli gövdesinin
yanında birileri vardı. Bir yanı ağaçtan uzak durmasını fısıldadı kulağına. Göreceği şey yüzünden
pişman olacağını söyledi. Ancak merakı ağır bastı ve o asırlık deve doğru yürümeye başladı. Orada
her ne, ya da her kim varsa görmeliydi. Orada her ne varsa yüzleşmeliydi.
Yirmi-otuz metre ilerlemişti ki ağacın altındaki siluetler insan şekline büründü. Ancak ayaklarının
yere basmadığını olduğu yerden bile görebiliyordu. Her neyseler havada süzülüyorlardı. Kavalcının
kovduğu hortlaklar mıydılar yoksa? Bu düşünce bile onu geri döndürmeye yetmedi. Tam tersine
merakını körükledi ve adımlarını sıklaştırmasını sağladı.
İhtiyar çok geçmeden ağaca ulaştı. Ancak onu ağacın dibine kadar taşıyan yorgun bacakları bir
anda çözülüverdi ve bu yüzden dizlerinin üstüne kapaklandı. Gördükleri… Gördükleri gerçek değildi.
Olamazdı. Yine de bakışlarını gördüklerinden ayıramıyordu. O dehşet sahnesi gözlerini esir almıştı.
Karşısındakiler hortlak değildi. Keşke olsalardı ama değillerdi. Gözlerinin önündekiler çocuklardı.
Ağaç dallarına boyunlarından asılmış çocuklar. Minik bedenleri hayaletler gibi havada süzülüyordu.
İhtiyar tüm bu çocukları tanıyordu. Çoğu elinde büyüyen insanların evlatlarıydı. Geceleri masal
149
okuduğu, hasta olduklarında baktığı çocuklardı onlar. Ve içlerinde torunu da vardı. Sıska kolları
yamalı geceliğinin iki yanından sarkıyordu.
İhtiyar kalbinin durmasını diledi. Bir anda ölmeli ve bir saniye daha şahit olmamalıydı bu
sahneye. Ancak yaşlı kalbi ona inat edercesine atmayı sürdürdü.
Derken bir ses işitti. Sağından geliyordu. Kavalcıyı gömdükleri yerden.
“�imdi ödeştik, ihtiyar,” diyordu birisi.
Bu cümle, bakışlarını önünde duran insanlık dışı sahneden ayırmasını sağladı. Konuşan
kavalcıydı. Onu gömdükleri mezarın üstünde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kavalı sağ elindeydi.
Yüzünün sağ tarafı yoktu. Sol tarafı ise lime lime olmuştu. İhtiyar, etinin üstünde kımıl kımıl hareket
eden kurtları görebiliyordu.
“Değil mi ihtiyar?” diye sordu kavalcı, tek gözüyle ağaç dallarına asılı çocuklara bakarak. Ve
yarısı olmayan dudaklarına götürdüğü kavalı çalmaya başladı. Aynı anda asılı çocuklar da çığlık
atmaya başladılar. Haykırıyor ve elleriyle kulaklarını kapatmaya çalışıyorlardı. Sanki duydukları lanetli
melodiye uygun bir şarkı söylüyorlardı. Cehennem müziğiydi bu.
Ve ihtiyar uyandı. Ancak peşini bırakmayan, onu izleyip kâbusundan gerçek hayata sızan bir
şey vardı. Çığlıklar. İhtiyar önce torununun boş yatağına baktı, sonra da yataktan fırlayıp pencereye
koştu. İleride, arsanın ortasındaki meşe ağacının altında bir kalabalık toplanmıştı. O mesafeden kim
olduklarını görmesi imkânsızdı, tıpkı rüyasındaki gibi. Ama az sonra merdivenden inecek, yüz metre
yürüyecek ve meşe ağacının heybetli gövdesinin sağından solundan fırlayan çocuk kol ve bacaklarını
görecekti. Ve ağacın etrafında ayılıp bayılan insanlarla, çocukları kurtarmak için elindeki baltayı
ağacın gövdesine indirdikçe üstüne kan sıçrayan adamı da. Hatta az sonra çıldırıp kahkahalar atmaya
başlayınca, adamın elinden baltayı almaya çalışanlara da yardım edecekti.
150
Filmin reklâm afişini ilk olarak Ekim ayında görmüştüm. Gerçekten heyecanlandığımı itiraf
etmeliyim. Bu heyecanımın tabii ki birbirini
tetikleyen farklı sebepleri vardı. İlk olarak
karşımda sevdiğim ve hayatımın yapıtaşlarını
oluşturan bir tarz vardı. İsim etkileyiciydi ve
düşündüklerimde yanılmadığımı gösteriyordu.
Buna afişin sanatsal çalışması da eklenince
çok daha fazla mutlulukla doldu içim ve
gösterime giriş tarihini anında hafızama
kaydettim.
Bu süreç içerisinde daha fazla
şaşırabilmek için, filmle ilgili hiçbir tanıtım
yazısını okumadım özellikle. Görsel reklâm
sunumunu, benim için çok değerli bir oyuncu
olan Keanu Reeves ’in son dönemlerdeki
seçilmiş hayat felsefesiyle birleştirince
neredeyse senaryoyu bir şekilde gözümde
canlandırmıştım. Diğer seçilmiş filmlerin
tadında, kıyamet günüyle ilgili bir yapım
bekliyordu beni. Bundan adım kadar emindim.
En azından öyle düşünüyordum. Hatta nasıl bir
farklılık yaratacaklarını çözümlemeye
çalışıyordum bekleme döneminde. Tabii bu yapımın ilk olarak 1951 yılındaki bir başka eski yapımın
tekrar çekimi olduğunu öğrenmem fazla uzun sürmedi. Yine de beklemeye devam ettim heyecanla.
Sonra gösterim tarihi geldi ve ben koltuktaki yerimi aldım. Anlatmaya başlamadan önce konuyla
ilgili kısa bir tanıtım yapmakta fayda var. Bir uzay mekiği Washington D.C.’ye iniyor ve kahramanımız
bir uzaylı olarak içinden çıkıyor. Yanında da hiç kimsenin hayal edemediği tahrip gücüne sahip bir
kötü robotla birlikte. Dünya liderleriyle görüşerek yaklaşan tehlikeyi anlatmak isteyen uzaylı Klaatu’ya
dünyanın geri kalanı güvensizlik, korku ve şüphe içinde bakmakta.
Film başladı nihayet ve ilk on beş dakika bende soğuk bir duş etkisi yarattı. Önsezilerimde ne
kadar yanıldığımı görmek beni gerçekten üzmüştü. Konunun benim aklımdan geçenlerle uzaktan
DÜNYANIN DURDUĞU GÜN – BÜLENT ERİŞ X K dergidergidergidergi
151
yakından hiçbir alakası yoktu. Kendimi toparlamaya çalışarak arkama yaslandım ve, “Ne olmuş yani,”
dedim. “İzle ve tadını çıkar filmin.”
İlerleyen dakikalar, kendi kendime söylediğim bu cümlenin koskocaman bir kandırmacadan
ibaret olduğunu gösterdi bana maalesef. Karşımda duran bu büyük senaryo, anlaşılmaz bir şekilde
tek ve sıradan konunun üzerine oturtulmuştu. Günümüze uyarlanan basit bir ‘Nuh’un Gemisi’ hikâyesi
üzerine. Yazımı okuyanların da gördüğü gibi söylediğim bu iki kelimelik cümle neredeyse tüm filmi
özetlemeye yetiyor ne yazık ki.
Düşüncelerimin değişmesi dileğiyle
izlemeye devam ettim sabırla. En azından
anlatım insanı büyüleyebilirdi, bağlantılar
etkileyici olabilirdi ve ne bileyim en azından alt
konular sağlam bir temel yaratabilirdi filme.
Maalesef beklentilerim sonuçsuz kaldı. Hatta
filmin ilk yarım saatinden sonra bir komedi
filminde olup olmadığımı ayırt edemedim
nedense. İçimden gülmek geldi hiç alakasız
yere birçok sahnede. Filmi izlemeyenler
olduğunu düşünerek sahnesel açılımlara
girmek istemiyorum ama bazı ayrıntıları söylemeden de geçemeyeceğim kusura bakmayın.
Gözüme en çok batan ayrıntı, (daha doğrusu buna ayrıntı denirse tabii) sevgili Keanu Reeves
ağabeyin uzaydan yanında getirdiği o koskocaman robot oldu. �imdi ne alaka dedim içimden. Bu
nasıl bir sanat yönetmenliği demekten kendimi alamadım. Robotu gördüğüm her sahnede güldüm.
Tek gülen ben değildim, sinemada bulunanların da herhalde yarısı benimle aynı fikirdeydi. Sadece
görüntü değildi robotu alakasız yapan. Enerji düzeyinde gelişmiş bir yaratıksın, maddenin dışına
çıkmışısın, beyin gücünle bir sürü şey yapabiliyorsun, bir de tutmuş insan kılığına bürünmüşsün
vesaire. Sormazlar mı adama bu robot nedir? Niye bu kadar büyük? Gözleri niye bizim alıştığımız
gibi? Niye yanında getirdin? Bu şekilde bir sürü soru.
Gözüme batan ve senaryonun en zayıf yanı olan ikinci durumsa, finalin büyük mantıksızlığı.
Efendim bu uzaylılar dünyamızı bilmem kaç bin yıldır izliyorlarmış. Hemen hemen yaşanan her
şeyden haberdarlar. Sonra cezayı kesmek için içlerinden biri geliyor.
152
Ardından dünyanın bir şansa
daha sahip olduğunun bilincine
varıyor. Peki, bunu nasıl yapıyor
derseniz sevgili arkadaşlar? Bu
gelişmiş, izlemiş, binlerce yıldır
dünyamızı değerlendirmiş, beyin
gücü müthiş, hayat felsefesi
inanılmaz olan uzaylı kardeşimiz
iki çift kelam ediyor diğer
oyuncularla. Bir anne ve oğlu,
diğer oyuncular dediğimiz. Bunlar
iki saat içerisinde dünyayı yok
etmek için tüm hazırlıkları yapan
uzaylılara bir anda hayatın kıymetini, dünyanın bir şansa daha ihtiyacı olduğunu anlatıveriyor.
“Lütfen,” dedim son bir umutla. “Bari bu kadar basit ve mantıksız bir sonla bitirmeyin.”
Geriye kalanlar her zamanki şeyler arkadaşlar. Görüntü efektleri, oyuncu kadrosu, birkaç iyi ara
geçiş sahnesi, bazı felsefi laflar falan. Bunlar filmi izlemek için yeterli mi? Bence değil. Ama yine de
izleyin ve eleştirilerime ortak olup olmadığınızı değerlendirin derim.
153
CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER CEBĐRSEL DÜŞLER 12121212:::: “123 123”“123 123”“123 123”“123 123”
Berk PayatBerk PayatBerk PayatBerk Payat
Ve bir adım daha yaklaştım pencerenin ağzına. Yürürken ayaklarım kaysa da yine de hoş
gelir hayalleri ile lütufkâr yaşama.
Bu kavi standartların amorfik çizgilerinde yürümek zordur, kimse öğrenemez 4/4lük ritmin
gizemini. Piyalemin içinde yaşayan Neyzen Tevfik ve Ömer Hayyam’la şarabımı paylaşırken
irdeliyorum bu kallavi ve kunt konuları. Epe kalbimin tam ortasına girip kalbimi kızgın demiriyle
yararken dahi bu adımları düşünür ve devam eder ilencinde bulunurum. Agnosik kalbimin
derininde sam paradoks kusar, setr-i avretvari bir nida ile yaşamımı sürdürmeye koyulurum.
Aklı baki olmayan düşler içinde yaşamak zordur, hedefler, planlar bir türlü istediğiniz gibi
gitmez. Yaşamak ağır gelir, insanlar gelir geçer kalplerinizde, çivi gibi işler her acı yüreğinize. Bu
delalet çerçevesinde letafet bulmak sasyalengüistik kavramlara ters düşse de, Pandora’nın Kutusu
bu yaşadığımız; ne kadar kötü olsa da bu enstantane, umut her zaman vardır içinde. Bir yeğen
kaybedersiniz, iki kuzen gelir, bir abiniz olmaz, bir enişteniz gelir; yaşam bu, güzellikler ancak
umutla gelir.
Ancak bir de sevgiliniz vardır, sizi sonsuza kadar sevecek ve doğmadan önce de ruhen sizi
seven... Ben şanslıyım ki yanımda.
Yirmi yaşım pek güzel geçmese de yaşıyoruz işte hâlâ.
154
SADIK YEMNĐ ĐLE SÖYLEŞĐ
Fantezi, bilimkurgu, polisiye - gerilim türlerinde eserleri ve sağlam üslubu ile Türk edebiyatının dikkat çeken yüzlerinden Sadık Yemni ile hayal
dünyasından taşanlar üzerine…
155
İlk kitabım dönüm noktasıdır. Kitabın
üzerinde adımı görünce, “Vay canına ben artık
bir yazarım,” diye şaşmıştım. Muska
senfonik roman türündeki ilk romanım.
Sanatımda bir sıçramadır.
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
İstanbul’da (Tatavla/Kurtuluş) doğdum, İzmir’de büyüdüm, Amsterdam’da evrildim. �akayla
Kahpe, Gavur ve Yosma öneklerini kullanırım bundan söz ederken. Çok erken yaşta bilimkurgu,
polisiye ve tekinsiz konulu öykülere, çizgi romanlara ve romanlara ilgi duymaya başladım. 1975
yılında kısa bir süre kalmak üzere Amsterdam’a gittim. Hâlâ oradayım. Daima bir kitap okuma ve film
izleme sapığı oldum. Bir yazar için normal gibi görünmeyen tek yanım sporculuğum olmalı. Kırk yılı
aşkındır muntazam spor yapmaktayım. Fitnes, Wu Shu (Kung fu) ve bisiklet gibi.
Sitenizden de edindi ğimiz bilgilere göre hızlı ve çok ilginç bir hayat serüveniniz var.
Böyle ilginç bir ya şamda yazar olmayı nasıl ba şardınız?
Türkiye’deyken gece avları, mağara keşifleri, uyduruk
haritalarla define aramalar, zor yerlerde gecelemeler, yetersiz
teçhizatla kış günleri doğada var kalma egzersizleri vb. gibi
durumlar yaşardım. Bunu Amsterdam’da çok değişik işlerin
ortamları ve sonra dünya ölçekli serüvenler izledi. Sydney, Rio
de Janeiro, Bangkok, Singapur, Manila vb. gibi yerlerde yaşam
deneyimimi ve farkındalığımı koyulaştırma imkânı buldum. Çok
okuyan, çok film izleyen, coşkulu anlatıcı biri olarak yazmayı
hep istiyordum. Ama hayat gailesi denen bir şey de var. Ancak
1981’de iş sırasında yazabileceğim cinsten bir meslek edinince
bunu çözebilecektim. Köprücülük işiydi. Özellikle kışları çok bol
zaman kalmaktaydı okumak ve yazmak için. Otuz beş yaşı
civarında ilk öykülerimi yazmaya başladım. Bir öykü kitabım yayımlanmıştı. Adı “Demirden Gaga”ydı.
Oyun gibiydi. Fazla ciddiye almıyordum. Kırk yaşına bastığımda yazar olmaya karar verdim ve daha
yoğun bir yazım sürecine girdim.
Peki, sizi bu süreçte kitap okumaya yazı yazmaya çe ken şey neydi?
Daima coşkulu ve galiba üsluplu bir anlatıcıydım. Çünkü, “Sadık sen yaz,” diyenler olurdu.
Çocukken ismini bile anında uydurarak hiç görmediğim filmleri anlatırdım. Görüntü ve söz
sağanağının altında yaşarım hep. �u anda da öyledir. Bir romanı düşündüğümde sahneler, diyaloglar
neredeyse kendi kendine belirir. Bu beyin etkinliği varsa; yazmamak, film çekmemek ya da müzik
bestelememek mümkün değildir diye düşünüyorum. Yeteneği çok abartanlardan değilimdir. Ama
SADIK YEMNİ İLE SÖYLEŞİ X K dergidergidergidergi
156
yazmazsam geberirim diye düşündürtür en azından
diyorum. Tabii üslup ve kurgu yetkinliğine yatkınlığın yanı
sıra.
Türkiye’de birkaç yıl öncesine kadar bilimkurguya
“uydurma”, fantastik kurguya ise “uçuk kaçık şeyler”
diye tabir edilen ithamlarda bulunulmu ştur. Sizin
bulundu ğunuz yer ve zaman itibariyle yazdıklarınız nasıl
karşılandı?
Bilim toplumuna henüz yeterince evrilmemiş bir
toplumuz. ‘�imdi icat çıkarma’ sözünün bu kadar sık
kullanılması boşuna değildir. Son yirmi yılda sayısı artan
televizyon kanallarının saçtığı ahmaklaştırıcı, evrimde geriletici yayınların etkisini de hesaba katarsak
durumun vahameti iyice çıkar ortaya. Bu iğne. �imdi gelelim çuvaldıza. Batı’da ün kazanan BK
yapıtları ya distopya (nadiren ütopya) ya da teknik buluşların ışıklarının sınırını biraz aşan buluş
önerileriyle ünlü oldular. Edebiyat eseri değildiler, ama insan fantezisini coşturan, hayal gücünü
esneten yapıları vardı. Bir örnek iyi gider şimdi. 1951 yılında ben Kurtuluş’ta yeni doğmuş bir
bebekken en beğendiğim bilimkurgu yazarlarından biri olan Ray Bradbury “Fahrenheit 451” adlı bir
eser yayımladı. Konusu bu türün okurları için malum. Kitapları yakıyorlar. Kâğıdın tutuşma derecesi
olan 232,7 santigradın karşılığıdır Fahrenheit 451. Yazar bir totaliter rejimin sansüründen çok, o
yıllarda televizyonun kitap okumaya olan ilgiyi öldüreceğini anlatmaktadır bize.
NOT: �imdi ABD dışında yaşayan, bu öyküyü okumuş, ya da adını duymuş biri acaba F 451 kaç
derecedir diye merak etmemişse ne demeli?
Arthur C. Clarke geçen yüzyılın kırklı yıllarında okyanusları aşan kalın kablolar döşeneceğine
uydu haberleşmesini önermiştir. Bütün bunlar gerçekleşen hayallere dönüştüler. Jules Verne’in
yapıtlarında yakın geleceği işaret eden birçok öğe vardı.
Çuvaldız şöyle: Hiç kimsenin eserini kastetmiyorum. Genelliyorum. Bir bilimkurgu metnindeki
olağanüstülük, henüz namevcut olan şeyler bizim aklımızdan çok öteye uzanmış olan sezgilerimize
hitap etmelidir. Sezgimizle kavranmalıdır yani. İkincisi mevcut teknolojiyle bir çeşit analoji kurmuş
olmalıdır. Yoksa masalı andıracaktır. Karakterler o durum ile tutarlı psikoloji ve fizik potansiyel
göstermelidir. Örneğin The Alien filmi. Yıldızlar arası seyahat yapabilecek üstünlükteki bir gemide o
kıçı kırık silikon bazlı yaratığı kolayca öldürecek bir teknoloji bulunmaz mı? Burası çok arızalı yanıdır
filmin. Daha bir sürü arıza var o filmde, ama iyi reji, oyun ve harika dekorlar bizi büyüledi.
157
Çuvaldızın uç noktası da dildir. Diliniz akıcı, keyifli,
mizah ışınımlı olmalıdır. Polisiye, bilimkurgu vb. yazmak
edebiyat eseri vermemek ve dili sönük kullanmak için bir
bahane ya da ruhsat gibi algılanmamalıdır.
Fantastik yapıtlara gelince daha önce de çeşitli
vesilelerle söyledim. Ben 2009 yılında oklarla
mızraklarla savaşan falan, ama acayip güçlü sihirbazları
işleyen konuları sevmiyorum şahsen. Sihir = teknoloji
olduğu da unutulmasın. Sihirle yer çekimini yenen birileri
varsa, ama bu güçle uçak falan yapılmıyorsa… Buna
aklım ermez hiç. 1001 Gece Masalları okurum daha iyi.
Bu türde yazanlar bu nedenle, oku, kılıcı, mızrağı bir
kenara bırakarak, toplumsal olarak değişik bir ruh hali ve
bunun inşa ettiği fantastik gerçekliği betimlemeyi
denemelidirler. Masaldan bozarak yine, ama bayağı
ilginç yapıtlar çıkabilir ortaya.
Avrupa’da Tolkien’in ünü nedeniyle olmalı, çoğu gençler olmak üzere belli ölçüde fantastik kurgu
okuru vardır. Bilimkurgu okuru çok daha fazladır. İyi bir bilimkurgu eseri daima takdir edilir. �öyle bir
genel beklenti de mevcuttur: En iyi bilimkurgu eserlerini Amerikalı ve İngiliz yazarlardan beklerler.
Göreceli olarak kendi yazarlarını biraz küçümserler.
Yazdıklarınız, ya şamınızı nasıl etkiledi?
Hayal âlemine hapsolmak demeli. Bir yığın kadın, erkek ve çocuk karakter yaratıp durmak
zamanla insanı etkiliyor. Giderek yoğunlaşan bir tür zihin etkinliği toplam zihin etkinliğinde başat hale
gelmeye başlıyor. Minik bir kara delik oluyor belki; deli gibi yazan ve hayal kuran beyin bölgesi. İlham
evreninden yayın alan, iki ayaklı bir anten gibi hissetmeye başlıyor insan kendini.
Biraz kli şe gibi görünüyor ama şunu sormadan edemeyece ğiz: Yazmak sizin için gerek
manevi anlamda gerek ya şam tarzı anlamında gerek de di ğer tüm anlamlarda ne ifade ediyor?
Yukarıda söylediklerime ek olarak şunu noktayı belirteyim. Salt farkındalıktan ibaretlik cinsinden
bir kuruntu kaşıntısı hissediyor insan. Ve bu daha bir başlangıç.
Anlaşılan hayatınız büyük bir kovalamaca içinde geçmi ş. Yaşadığınız olaylar kitaplarınıza,
gerek üslubunuz, gerekse kitabın içeri ği açısından nasıl bir etkide bulundu?
158
Amsterdam’da dayımın konfeksiyonunda bazen bir saat içinde yüzlerce yelek ütülerken, ilk
kuşak gurbetçilerin hayat öykülerini dinlerdim. Kadın giysileri satan bir butiğimizde hatunların cilveli
giyinmelerine not verirdim. Çeşitli şehirlerde kurulan dev pazarlarda döner sattım, gece kulübü
kapıcılığı yaptım. Kimde bıçak vardır, kim bela çıkartır hızla sezmeniz lazım. Yedi yıl köprücülük
yaptım. Bisikletle kar kış fırtına belli mesafeleri aşabilmek için fizik kondisyon ve yalnız oturabilmek
için de dirayet gerekmekteydi. Tren temizlikçiliği yaptım. Yüzlerce yolcunun on küsur saat yolculuk
yaptığı trenlerde arkada bıraktığı eşya ve her çeşit izi görmek bayağı öğreticiydi. Çok iyi barmendim.
Bahşiş durumu yahşiydi. Çünkü bir psikolog gibi insanların sorunlarını dinlerdim. Ve de yolculuklar
tabii. Bunlar karakteri makyajlayan şeylerdir. Deneyim ve
farkındalık artırıcılığının yanı sıra.
Okuma serüvenine ilk olarak hangi kitaplarla
başladınız?
Bilinen bütün klasik Türk yazarlarını sayabilirim.
Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin vb. Peyami Safa’nın
Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai’ler,
Sherlock Holmes, Nat Pinkerton, Mike Hammerlar,
Stevenson’un Dr. Jeckyll and Mr. Hide’ı falan. On-on bir
yaşındayken evde ne kadar kitap varsa hepsini
devirmiştim. Suç ve Ceza’yı bile pek anlamadan
okumuştum. O yıllarda Türkiye’de yeni moda olmaya
başlayan çizgi romanlar hariç tabii.
İlk romanınızı yayınlatana kadar ba şınızdan
neler geçti? Birçok yazar gibi ba şlarda zorluklarla kar şılaştınız mı yoksa görece kolay bir yayın
süreci mi ya şadınız?
Hollanda’da seksenli yıllarda, kalıcılığı belli olan göçmenlerin yazdıkları şeylere ilgi vardı. Bir
çeşit pozitif ayrımcılıktı. Bu dalga sayesinde orada kolayca kitap yayınlattım. Arada kendimi
geliştirdim. Daha idmanlı olarak Türkiye’ye geldim ve hemen bir yayınevi buldum. Hiç sorun olmadı
yani.
Polisiye, gerilim, fantastik kurgu gibi türlerin si ze göre ilgi çekici yönleri nelerdir?
Amerika yeni bir kıtadır. Yeni kıtanın edebiyatı serüven zembereklidir. �imdi de yeni
zamanlardayız. Bundan sonra hayatımız tirildeme (thriller), bilimkurgu ve tekinsiz makamında, iyi
saatte olsunlarla haşır neşir ve bir miktar da fantastik geçecek. Demek ki bende yeniyi, bilinmeyeni
merak eden yan çok güçlü.
159
Söz bu türlerden açılmı şken… Son zamanlarda bu türlerin Türk Edebiyatı’na k atılmasının
yanlı ş oldu ğu, edebiyat dı şı oldukları ve ancak zamanla Türk Edebiyatı’na gire ceği söylemleri
sizce gerçeklik payı ta şıyor mu?
Bir türün Türk edebiyatına giremeyeceği sözü mantık arızası taşıyor. Çünkü her türün ağır
edebiyat denen kıvamda verilmiş eserleri vardır. Borges’in polisiyeleri, John le Carre’nin Son Casus’u,
S. Yemni’nin Yatır’ı vb. bayağı ciddi edebiyat eserleridir. Bilimkurgu ya da polisiye edebi türde de
yazılabilir, daha hafif şekilde de. Yazarın tercihidir. Becerisidir.
Polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu ve gerilim gi bi türlerin ço ğu kitabınızda ortak olarak
yer bulması yazım a şamasında sizi zorluyor mu?
Tam tersine ben buyum kendiliğinden. Öyle olmak için hiç çabalamadım. Holistik bakıştır. Doğal
ve gerçek yaşamdan hareket ederim malum. Hakiki yaşama ait dramın içine biraz tekinsizlik, biraz da
belirsizlik katarım. Hepsi bu. Bir karakteri gerçekmiş gibi canlandırabilirseniz hangi türleri
kullandığınızın pek önemi kalmaz. Önemli olan insan merkezlilikteki direngenlik ve kurgunuzdaki
muhkemliktir.
Çeşitli film ve dizi projeleriniz varmı ş, bunlarla ilgili neler
söyleyebilirsiniz?
Üç farklı dizi için senaryolar yazdım. Bunlar henüz
filmleşmediler. Ama öyküler zamansız denen türden. Her zaman
ekrana arzı endam edebilirler.
Yazarlık hayatınızda dönüm noktası diye tabir edece ğiniz
bir olay var mı?
İlk kitabım dönüm noktasıdır. Kitabın üzerinde adımı görünce,
“Vay canına ben artık bir yazarım,” diye şaşmıştım. Muska senfonik
roman türündeki ilk romanım. Sanatımda bir sıçramadır. Yıllar
sonra 2005 yılında Yatır’ı kitap halinde görünce sanatımın en üst
noktası olarak selamladım. Çok emek vermiştim. On yılda üç ayrı nüsha şeklinde yazılmış bir kitaptır.
Yazdığınız türlere göre en sevdi ğiniz yerli ve yabancı yazarlar kimler? Bunlar arası nda
kendinize örnek aldıklarınız var mı?
En sevdiğim yabancı yazarlar: Borges, Poe, Ray Bradbury, Arthur C. Clarke, Philip K. Dick,
Isaac Asimov, Len Deighton, Graham Green, John le Carre, Stephen King’dir. Hepsinden belli
derecelerde etkilenmişimdir. Yerli yazarları muntazaman okumaktayım. Yetenekli tirildeme
yazarlarımız mevcut. Bu sayede yakında Türk edebiyatında bir gelenek platformundan söz
edebileceğimizi umuyorum.
160
Bir yazarın üslubunun geli şmesi için sadece Batı yazarlarının de ğil Doğu kültürünün
yazarlarının da kitaplarını okuması ve bu çe şitli üslupların ortak fikrine uyup kendini çok yönl ü
bir geli şme içerisinde bulması gerekti ği söylenir. Bizim gibi genç yazarların bulundu ğu bir
kulüpte son derece önemli olan bu konu hakkında nel er düşünüyorsunuz?
Bu soruya eğri oturup doğru cevap verilmesi lazım. Örneği müzikten vereyim önce. Yes, Pink
Floyd, Emerson, Lake and Palmer falan gibi klasik rock grupların müziği Batı Klasik müziğinin
mirasından fışkırmadır. Roman da öyle. Türkçe yazan biri kendi kültür mirasını (Çevre bölgeyi,
Osmanlıyı, İran’ı, Suriye’yi ve hatta İstanbul’u) ne kadar tanıyor? Bu miras muazzam bir mirastır. Bu
nedenle Batının yanı sıra Doğu kültürünün yazarları da aynı önem verilerek okunmalıdır. Bir nokta
daha var. Batı medeniyeti artık meta/maddiyat medeniyetine dönüşmüştür. Tiyatro, sinema, sendika,
kabare etkinlikleri eski devrimci, çevrimci niteliklerinden çok aşağılara düşmüştür. Bu nedenle teknik
gelişme olarak model olurken, aydın yapısı olarak model olma özelliğini epeyce yitirmiştir. Dil de çok
önemli. Türkçemiz çok güçlü bir dildir. Üç yüz kelimeyle ifade etme işine hiç yakışmıyor. Gençlere eski
yazıyı öğrenmelerini ve dedelerinin atalarının matbuatını şahsen okumalarını salık veririm. Ne
öyküler, ne ilhamlar yatıyor okunamayan kâğıtlarda.
Bir insanın ölmeden önce mutlaka okuması gerek dedi ğiniz kitap(lar) var mı?
Bunların binlik listeleri yayımlanıyor malum. Bir liste de ben yapmayayım.
Yayınlanmı ş eserlerinize gelirsek… İlk aklımıza gelen, Sarp Sapmaz romanları. “Muska”,
“Yatır” ve “Öte Yer” romanları sizce yazım kariyeri nizin neresinde duruyor? �imdi dönüp
bakınca bize bu kitaplarla ilgili neler söyleyebili rsiniz?
Sarp Sapmaz’ın serüvenleri kariyerimde ayrı bir yer tutuyorlar. Bunlar benim senfonik adını
verdiğim romanlarım. Çok kahramanlı, enstrümanlı, katmanlı, boğumlu, çeşitli disiplinleri bir arada
içeren, ama mizah yüklü ve kolay okunan yapıtlar. Alter ego tarafı da var. Ne diyeyim? İyi ki,
yapmışım.
Metros adlı romanınızda, metroda garip bir ı şından etkilenip de ğişime uğrayan insanlarla
başlayan soluk kesici bir hikâye anlatıyorsunuz. De ğişim temasına yo ğun olarak de ğindi ğiniz
bu roman, yazarı olarak sizin için ne ifade ediyor?
Metros ellinci yaş günüm için kendime verdiğim bir hediyedir. Senfonik romanlarım arasındaki
en boğumlu ve büklümlü olanıdır. Enstrüman zenginliği en fazla olanıdır. İlk kez yabancı karakterlerin
yerli karakterlerden çok fazla olduğu bir yapıttı. Bittiğinde, bana benzeyen bin kişi için yazdığımı
düşünmüştüm.
161
Bir zarfın içinden çıkan siyah beyaz bir foto ğrafla ba şlayan olayların sonunda bamba şka
sulara yelken açtı ğı “Ölümsüz” adlı romanınızın türü ‘tasavvufi tirild eme’ olarak geçiyor. Bu
tarz edebiyata yeni bir soluk katan bu roman hakkın da bize neler söyleyebilirsiniz?
Kısa bir uyuklama sırasında beynimde çakan bir ilhamın sonucudur. Akıl yanı ile kalp yanı çift
teşkil ederler. Aklı Ayhan, tasavvuf yanını da Kalbiye temsil eder. Paralel evrenler gerçeği üzerine
inşa edilmiş bir öyküdür. Belki tasavvufi bilimkurgu demek daha doğrudur. Bu ayarda yazmak
isteyenler için sıçrama trampleni olabilecek bir yapıttır.
Gerçekli ği eğip büktü ğünüz, “yerel Matrix” diye anılan, şeffaf bir sınırla hapsolup oradan
kurtulma çabasına giren bir avuç insanı anlattı ğınız “Çözücü” romanınız, sizce yazım
kariyerinizin neresinde duruyor?
Çözücü, Ölümsüz’de olduğu gibi bilimkurguyu edebiyat tadında veren bir kitaptır ilk olarak.
Edebiyat eseri dediğiniz bir yapıtla yan yana koyun, hemen fark edersiniz bunu. Alt katman zenginliği,
satır aralarının doluluğu, felsefik mesajın alengirliliği ve hızla okutan gizem yükü serüven dozu…
Çözücü birçokları için bir bitişin kitabıdır. Dünyanın enerjisi tükenmiştir; kendini yenileyemiyor ve
tükeniyor. Böyle algılandı çoğu kez. Beş yıl sonra hâlâ öyle. Bunun
filmini yapabilsek dünya çapında sükse yapardık.
Bir de bir terim icat ettim. İDEAOT. Bununla ilgili yazdığım
yazı açıklayıcı olacaktır.
Ahmet, “Haklısın. Çevrene bir bak. Değişim üzerimize
kapanıyor. Ödünç aldığım belleğin oyunuymuş Nalan’ın evine
döneceğimi sanmak. Nalan falan yok. O ev yok. Hepsi bir film
dekoru. İdeaot’uz biz. Biot bile değil.”
Güven, “Bilincin peki?”
Ahmet durakladı. “Bir ara bağımsız, kendi kendini kurabilen,
kendinden taşarak büyüyen yayılan bir yapının içinde ve tek sahibi olduğumu sanmadım değil. Senin
plan dışı, ruh dediğin şeyi hissettim. Yanılsama. Program dışı bir etken yani. Sır falan yok. Tek sır
biziz. Bizleriz. Her neysek o olacağız yeniden. Görüyorsun, sen hariç herkes böyle düşünmekte.”
“Bu mutlak doğru olsaydı, aramızda çocuklar ve yaşlılar olurdu. Günler 1,2,4,8,16,32 şeklinde
uzamazdı.”
“İdeaot’uz başka bir şey değil.”
“Yanılıyorsun Ahmet. Kofti bir özden harika bir sonuç çıkarma makinesinin içersindeyiz.
Figüran kalmamız şart değil. Ruh soyutun güzelliğinin doğurduğu aşktan türemiş olabilir pekâlâ.”
Sadık Yemni, Çözücü, Everest yayınları, 2003
162
İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin
doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.
Robot : Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s
Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933
yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu
yazmıştır.
Asimov’un yazdığı öyküden yapılan “I Robot”, “Robocop” ve “A.I, Artificial Intelligence”, “Star
Wars” filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim.
The Alan Parsons Project 1977 yılında I Robot adlı bir albüm (diğer adı da “A View of Tomorrow
Through the Eyes of Today”di) çıkarmıştı. Bence tüm albümlerinin hâlâ en iyisidir.
Biot : Arthur C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot
olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça
temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp
gidiyorlardı.
Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı
değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı.
‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış
ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü
oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.
Arthur C. Clarke, Rama’yla Bulu şma, İthaki yayınları,1999
İdeaot : Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için
bir sözcük ararken parmaklarım 2003 �ubatında ansızın İdeaot yazdı. Sezildemliğim, İdeaot’un bir
kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini
fısıldıyor.
Evren denen Matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası,
bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır
o halde.
İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul
salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.
163
NOT: Düşomat ve hayalmatik Stanislaw Lem’in ünlü Phantomat’ı için türettiğim
sözcüklerdir.
“Amsterdam’ın Gülü” ise di ğer eserlerinizden oldukça farklı. Hem epey kısa, he m de türü
yoğun olarak polisiye. Bu romanın yazım süreciyle ilgi li aklınızda kalanlar neler?
“Amsterdam’ın Gülü”nün sizin için önemi nedir?
Bu kitap yazdığım ilk roman. Kısa ve sade. Senfonik değil. Prelüd belki. İlk göz ağrısı romanım
olarak, gençliğimi geçirdiğim şehirle özdeşleşmiş bir nostalji yıldızıdır. Başkahramanı Orhan Demir,
Avrupa’daki göçmenlerin, Euro Türk’ün tarihindeki ilk dedektifidir.
“Muhabbet Evi”, gnostik bir grupla tanı şan ve böylece kendini bamba şka bir ortamda
bulunan “isimsiz kahraman”ı anlatıyor. Bu eseriniz hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?
Bu kitap da bir dönüm kitabıdır. Burada yazılan pek seyreltik bazı
şeyler, daha yoğun ve açıkları her dakika her yerde boy göstermişken
üstelik, kronik doğalı yanlış anlamalara neden oldu. Üzerime kem
gözleri çekti.
Konu çok basit. Ünlü rejisör Theo van Gogh 2004 yılında
Amsterdam’da Fas kökenli bir Hollandalı tarafından vahşice
öldürüldükten sonra yerlilerle Müslüman göçmenler arasında artan
gerilimi anlatmaktadır. İsimsiz başkahraman dünyada neler döndüğünü
anlamayan saftiriğin tekidir. Sonunda düzen çarklarının arasına sıkışır
kalır zaten.
Durum 429 adlı eseriniz otobiyografik nitelikler ta şıyor ve a ğırlıklı olarak lise yıllarınızı
anlatıyor. Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verd iniz? İleride ba şka otobiyografik kitaplarınızı
da okuyabilecek miyiz?
Üç otobiyografik roman planlamaktayım. Planları hazır. Eski günler, nostalji püfürdeten dönem
romanları olacaklar. Durum 429 bir mizah eseridir. Ben iflah olmaz bir mizahçıyım. Geçen yüzyılın son
Hababam sınıfı öyküsüdür. Komedinin yanı sıra gaddar bir mesajı da vardır. Öğrenimin çağdaş
düzeye doğru evrilmediğinin işaretini verir ta altmış sonlarından.
1002 Gece Masalları ve Kara İstanbul isimli öykü kitaplarında birçok yazarla ber aber sizin
de birer öykünüz yer almakta. Bu kitaplarda öyküler inizin yer alması nasıl gerçekle şti?
2004 yılında yazar ve çevirmen Yiğit Değer Bengi’nin girişimiyle Metis yayınları bir seçki
hazırladı. Buna yıllar sonra yazdığım “Bekleme Odası” adlı öykümle katıldım. Bizden bir teröristin
sanal âleme geçişlenmiş serüveniydi. Bu öykü Türk edebiyatında bir yeniliktir, ama bu tarafına hiç
164
değinilmedi nedense. Bunu tabu konu olmasına bağlıyorum. Tabusu bol bir ülkeyiz malum. Neyse ki,
birer birer azalmaktalar. En azından eski güçlerini yitiriyorlar. Kara İstanbul için de ilk politik mesajlı
öykümü yazdım. “Yak ve Git”. Kurtuluş’da (Tatavla) geçer, eski hesaplar gözden geçirilir. Amy
Spangler ve Mustafa Ziyalan’ın hazırladığı seçki bilindiği gibi.
Sizce halkımızın korktu ğu öğeler genelde nelerdir ve siz bunlardan nasıl
faydalanıyorsunuz?
İnsanlar karanlık mahzenlerden, şatolardan çok günlük hayatlarına sızan şeylerden korkarlar.
Çünkü şatoya gitmeden, derin mahzenlere inmeden de hayat devam eder. Hayata müdahale eden
sinsi şeyler vardır. Ruh, cin, falan değildirler. İki ayaklı kan dolaşım sistemi olan yaratıkları, insanı
kastediyorum. Cin, hortlak, vampir metafordur. Sırlı anlatım için gereklidirler.
Öykü türüne genel bakı şınız nedir? Öykü mü roman mı desek bir seçim yapabi lir misiniz?
Bir öykü kitabı yazmayı dü şünüyor musunuz?
Siz bu röportajı okurken ‘Hayal Tozu Gölgecisi’ adlı öykü kitabım raflarda olacak. Öykü ile
roman arasında bir tercihe gerek yok. Hangisi gelirse ona buyur diyorum. Öykü türüne bakışım şöyle:
Bir yerde şiir biterse özgür ve esrik ruh eprimesi var demektir. Öykü biterse ağır koşullar altındaki
toplu bir esaret durumundan söz edebiliriz. Dünyamızda şu anda en büyük tehdit altında olan doğal
ürün sadece temiz su kaynakları, petrol, bazı nadir metaller falan değildir. Öykü yaratma coşkumuz
ciddi bir şekilde donukluğa doğru evrilmektedir.
Bir yerde öykü dergileri okunuyorsa, o insanların dünyayı olumlu bir şekilde değiştirme umudu
var demektir. Öykü suyunun çekildiği yerde ruh çoraklığının simgesi
olan uyduruk idol döngelleri dolanır durur.
Ben bir roman yazarıyım. Roman iyi bir hikâye üzerine
kurulmalıdır diyenlerdenim. Hikâye temeli sağlam olmayan roman iyi
okurun kalbinde asla taht kuramaz. İyi bir hikâye sadece zekâ ya da
kurnazlığın dürtmesiyle değil, daha çok inançla, yani sezgilerin
çıkarsamasıyla yazılır.
2005 yılında Bekleme Odası adlı öykümü yazarken, neredeyse
yirmi yıl sonra tekrar öykü yazmaya başlamıştım. Seksenlerde kaleme
aldıklarım acemi zamanlarımın sade fikir yongalarıydı. Arka arkaya
uzun metrajlı romanlar yazdığım için nasıl bir sonuç alacağımı çok merak etmekteydim. Son üç yıl
içinde ondan fazla öykü yazdım. Öykü yazmak beynin olumlu anlamda çocuklaşması, gençleşmesidir.
165
Mucizevî Ö vitaminidir. Kararında doz alınırsa yüreği ve beyni genç tutar. Umut besletir. Ve belki de
en önemlisi bizi gelecekteki muhtemel tehlikelere karşı uyarır.
İlham kaynaklarınız nelerdir? Somut şeylerden mi etkilenirsiniz yoksa fikirlerinizi
kendinizle ba ş başa kaldığınızda mı bulursunuz?
İlham kaynağım evrenin hissedebildiğim kadarıdır. İlham sağanağı altında yaşarım. Yalnız
kalmak önemlidir tabii. Topluluk içindekiler de dâhil.
Sizce birden fazla yazarın bir romanı beraber yazma sı doğru mu? Ve genel olarak yazma
eylemi sizce tek ki şi ile mi yapılır yoksa birden fazla ki şi ile de yapılabilir mi?
Buna doğru ya da yanlış denemez. Yapılabiliyorsa yapılmalıdır. King ve Straub ikilisinin Kara
Ev’ini düşünün. Başarılabiliyor demek ki.
Yazarken müzik dinler misiniz yoksa sessiz sakin bi r ortamı mı tercih edersiniz?
Sessizlikten başka müzik paklamıyor beni yazarken. Müzik eşliğinde yazabilenlere hep
şaşmışımdır.
Yazma düzeniniz nasıldır? Düzenli ve planlı olarak yazmayı mı tercih edersiniz yoksa
‘ilham’a inanıp, istekli olu ğunuz vakitlerde mi elinize kalemi alırsınız?
Yılda ortalama 340 gün, günde sekiz-on saat çalışırım. Yazma, okuma, kontrol ve araştırma
şeklinde. İlham paratoneriyimdir yani.
İnternetteki kimi edebiyat sitelerinde ve sözlüklerd e hakkınızda yapılan yorumları takip
ediyor musunuz?
Bazılarını biliyorum. İlginç bir durum. Sanki ben değilmişim gibi bir hisse kapılıyorum. Borges’in
herkes ve hiç kimse adlı öyküsü biraz da benim için yazılmış olmalı. Amma mütevazı biriymişim değil
mi?
Çeşitli elektronik veya basılı dergilerde öykülerinizi okuyabiliyoruz. Kayıp Dünya, Gölge
E-Dergi, Karakalem ve di ğerleri… Böyle alternatif ortamlarda öykülerinizin o kunmasından
memnun musunuz? Bu hususa okurlarınızın ilgisi nası l?
Daha yeni başladığım için tepkiler üzerine bir şey söylemem zor. Bana başvuran her site ya da
dergi için öykü, deneme, makale yazdım ya da hazır öykülerimi verdim.
Önümüzdeki günlerde bir romanınız yayınlanacak mı? Yeni Sarp Sapmaz romanınızı
bitirmek üzere oldu ğunuzu duyduk, do ğru mudur?
166
Yeni romanım hazır neredeyse. Adı “Ağrıyan”. Sarp Sapmaz’ın dördüncü serüveni. 2011 yılında
geçiyor. Zamanımızın nabzını tutan bir roman. Bilimkurgu tarafı var yine. Ama insani dram merkezde
ve karakterler merkezkaçın etkisinde. Senfonik tarzda.
Dergimiz hakkında ne dü şünüyorsunuz?
Bilim toplumu inşasında benzerlerinizle birlikte çok hayırlı bir rol oynuyorsunuz. Başarılarınızın
devamını diliyorum.
Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nün genç yazarlarına ne gibi tavsiyelerde
bulunabilirsiniz?
Bol bol S. Yemni okusunlar. Kitaplarımı analiz etsinler. Sonra da beni tramplen olarak
kullansınlar. Omzuma basıp sıçrasınlar yani.
Son olarak, eklemek istedi ğiniz bir şeyler var mı?
Olmaz mı!
Röportajımıza katıldı ğınız için çok te şekkür eder, bundan sonraki yazın hayatınızda
başarılar dileriz.
Ben de teşekkür ederim. Xasiork için balina nefesli bir gelecek hayal ediyorum.
Hazırlayanlar: Ozancan Demirışık ve Hüseyin Emre Coşkun
167
Ömer Seyfettin’in anısına…
Ceyhun’u birdenbire çıkardılar hapisten. Hücresinde bilinçsiz bir şekilde yatarken gardiyan
çağırıp, “Geçmiş olsun,” dedi. “Suçsuzluğun kanıtlandı. Çıkıyorsun.” Ceyhun tam dört yıl suçsuz yere
yattığı hücresinde ayağa kalktı. Anlaşılmayan bir şeyler mırıldandı. Gardiyan bu sırada kapıyı
açmakla uğraşıyordu.
Kırk dört yaşındaki Ceyhun’un suçu güya dört kişiyi katletmekti. Böyle bir iftirayla hapse
atıldığında hayata da insanlığa da küsmüş, günlerini mecnun misali geçirmişti. Hücrede kaldığı dört yıl
boyunca ne bir gazete okumuş ne de sosyal aktivitelerde bulunmuştu. Görünürde sadece yemek yiyor
ve uyuyordu. Oysa düşünüyordu da. Nasıl bir komploya kurban gittiğini düşünüyordu örneğin. Tüm
kanıtlar onu katil olarak göstermişti; ama nasıl?
İşte bunu düşünmüş ve yavaş yavaş bulmuştu cevabı. Karısı ve bir türlü varlığından emin
olamadığı sevgilisi tezgâhlamıştı bu işi. Hatırlıyordu da bir keresinde karısı büyücüye gideceğim diye
saç telini koparmış ve bir kaba tükürmesini istemişti. Güya büyücü bunları kullanıp evdeki nazarı,
gözü, ne varsa atacaktı.
Bunu nasıl kabul ettiğini hatırlamıyordu Ceyhun. Büyüye, fala, üfürükçüye müfürükçüye
inanmazdı ama nasıl olmuşsa vermişti işte saç telini, tükürüğünü. Belli ki karısı bunları olay yerine
bırakmak, onu suçlu göstermek için almıştı. Sonra da karısının sevgilisi kim bilir hangi dört adamı
öldürmüş, üstüne de o kanıtları bırakmıştı. Bir taşla iki kuş vurmuştu şerefsiz. Peki şimdi kendisinin
suçsuz olduğunu nasıl anlamışlardı acaba?
MAKUL BĐR RĐCA
GÖKCAN ŞAHĐN
168
Gardiyanın eşliğinde hapishane müdürünün yanına geldiğinde her zamanki gibi sakindi. Müdür,
Ceyhun’u görür görmez bir çanta uzatarak, “İşte özel eşyalarınız,” dedi. “�imdi istediğiniz yere
gidebilirsiniz.”
Cevap vermedi Ceyhun. Dört yıldır ağzından çıkan kelime sayısı topu topu yirmi-yirmi beşti
zaten.
“Karşılayacak kimseniz olmadığı için size bir araç tahsis ettik. Evinize kadar bırakacak,” diye
devam etti müdür.
“Peki.” Bu kelimeyle, o bina içindeki en fazla yirmi altıncı kelimesini etmiş oluyordu.
Ceyhun onu getiren gardiyanın bulunduğu kapıya doğru yönelirken, müdür tekrar konuşmaya
başladı: “Sanırım üstünüzde para yoktur.”
“Evet, yok.”
“Durumunuzu düzeltinceye kadar size biraz borç verebilirim. Geri ödeyeceğinizden eminim
çünkü davranışlarınız iyi bir insan olduğunuzu gösteriyor. Üstelik suçlu da değilmişsiniz. Adam intihar
etmeden önce yazdığı notta size karşı kurulan komplonun tüm ayrıntılarını yazmış.”
“İntihar mı etmiş şerefsiz?” Ceyhun birden hiddetlenmişti.
“Evet. Önce karınızı öldürmüş, ardından kendi kafasına sıkmış. Her neyse, size nakit olarak
10.000 TL vereceğim. Küçük bir para ama birkaç gün idare eder.”
Ceyhun şaşırmıştı. Adam ona neredeyse bir servet teklif ediyor ve bu paraya az diyordu. Ya
onunla dalga geçiyordu ya da lüks içinde yaşadığından 10.000 TL ona az geliyordu. Ceyhun bunları
düşünürken müdür cüzdanını çıkardı ve on adet banknotu önündeki masaya saydı. Cüzdanını tekrar
arka cebine sokup ona paraları uzattı. Ceyhun banknotları görünce yüzünü buruşturdu.
“Bu ne?” diyerek tepki gösterdi. Bu paralar onun tanıdığı TL’ye benzemiyordu. Rengi koyu
kırmızıydı ve üzerinde 1000 Türk Lirası yazıyordu.
“Para… 10.000 lira. Az mı buldunuz?”
“Bu nasıl para! Benimle dalga mı geçiyorsunuz?”
169
“Bildiğiniz para. Niye dalga geçeyim?”
“Neyse, tamam,” diyerek parayı aldı. Bu işi daha fazla uzatmak istemiyordu. Tuhaf şeyler
oluyordu ama bunları sonra düşünecekti. Müdüre başka hiçbir şey söylemeden odadan çıktı.
Ardından kapıyı kapatarak gelen gardiyan onu sarı renkli bir Renault’ya götürdü. Ceyhun araca
bindikten sonra gardiyan görev yerine döndü. Taksinin şoförsü nereye gideceklerini sordu. Ceyhun,
Bakırköy meydanındaki otobüs duraklarını söyledi. Araba asfalt yolda hareket etmeye başlarken
Ceyhun 1000 liralık banknotlardan birini aldı ve yine düşünmeye başladı.
Dört yıl önce hapse girerken yıl 2007’ydi. O zaman Yeni Türk Liraları vardı. Paradan altı sıfır
atılmış; Lira, Yeni Türk Lirası’na dönüşmüştü. Birkaç yıl sonra, halk duruma alışınca tekrar Türk
Lirası’na dönülecekti. Bunları çok net hatırlıyordu. Bu durumda Lira’ya dönülmüş olması garipsenecek
bir durum değildi. Garip olan şuydu: Dört yıl önce en yüksek banknot 100 YTL iken müdür, onun
önüne on tane 1000 lira saymıştı. Bu da paranın değerinin en az on kat düştüğünü gösteriyordu.
Acaba ne olmuştu da böyle bir durum oluşmuştu? Yeni bir ekonomik kriz mi baş göstermişti?
Enflasyon mu aşırı artmıştı? Yoksa bu müdür onunla alay mı ediyordu?
Bunları şoföre sormak istedi ama yine alaya alınmaktan korktu. Nasıl olsa eve gittiğinde
gazeteden, televizyondan öğrenirdi.
Başını paradan kaldırıp etrafına şöyle bir baktı. Tanımadığı bir yerdeydiler. Biraz kestirmeye
karar verdi. Nasıl olsa geldiklerinde şoför onu uyandırırdı. �oföre bir-iki kelimeyle uyuyacağını bildirdi
ve başını cama yasladı.
Bakırköy’e ulaşana kadar mışıl mışıl uyudu. �oför haber vermese, daha saatlerce uyuyabilirdi.
Gözlerini ovalarken, “Geldik mi?” diye sordu.
“Meydandayız.”
“Tamam, ben burada ineyim,” dedi son bir kez esnerken.
Başını kaldırıp etrafına baktığında az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Zar zor kapıyı
açıp indi, bir baş sallama hareketiyle şoförü gönderdi ve şaşkınlıkla etrafına bakmaya devam etti.
Evet, burası Bakırköy Meydanı’ydı. Görünüşten tanıyabiliyordu. Ama bu o kadar kolay değildi,
zira meydan meydanlıktan çıkmıştı. Tüm alan koca bir is ve enkaz tabakasının altındaydı. Birkaç yaya
170
dışında kimse yoktu. Taksi onu otobüs duraklarının orada indirmişti ama otobüs durakları yıkılmış,
etraftaki binalar moloz yığını haline gelmişti. Burası adeta atom bombası atılmış gibiydi. Durakların
hemen yanındaki kendi evini de aynı şekilde görünce bayılacak gibi oldu. Bina yıkılmamıştı ama
üflese yıkılabilirdi. Pencereleri yok olmuş, sıvaları dökülmüş, boş bir inşaata benziyordu.
Sarhoş misali sendeleyerek yürüdü bir süre. Issızlığın hükmünü gördü. Kimse yoktu. Değil
insan, meydandan geçenlerin kafasına pislemeye meraklı güvercinler bile görünmüyordu. Bakırköy’ün
o kalabalık çarşısına yöneldi. Oradaki dükkânları tanıdı. Hâlâ oradaydılar. Ama müşteriler yoktu. Çoğu
dükkân kapalıydı.
İleride bir dükkân gördü. Açık görünüyordu. Oraya doğru hızla yürüdü. Ama yanılmıştı. Dükkân
açık değildi. Daha doğrusu o sırada kapanıyordu. İki adam bir kamyonete dükkândaki yükleri
taşıyorlardı. Ceyhun adamlara yanaştı. Önce ne diyeceğini bilemedi. Alay edilme korkusu yüreğine
çörekleniyordu. Sonunda konuşmaya karar verdi.
“Kolay gelsin,” diye dikkatlerini çekti adamlar koca bir koliyi kamyonete yüklemiş
soluklanırlarken.
“Sağ olasın,” dedi yaşlıca olanı, alnındaki teri silerek. Diğeri bakmakla yetindi.
“Ya, ben uzun zamandır buralarda yoktum, ne olmuş buralara? Eskiden kalabalıktan
yürünmezdi buralarda.”
“Haberlerde falan duymadın mı olanları?”
“Ne zamandır bakmadım haberlere.”
“Olur mu hiç ya, kesin çalınmıştır kulağına. Başka şehirden falan gelmişsen belki
umursamamışsındır. Çünkü epey gündem oldu.”
“Duymadım valla usta.”
“Güya Amerikan uçakları yanlışlıkla düşürmüş. Ama bunu kimse yemedi tabii. Nasıl oluyor da
en işlek yere düşüp bin kişiyi öldürüyor? Bu tesadüf ya da kaza olabilir mi? Sorarım sana, hangi akıl
bunu alır?”
“Uçak mı düştü buraya?” diye sordu Ceyhun sakallarını kaşıyarak.
171
“Yok yahu, bomba düşürdüler buraya. Uçağın teki rotasını kaybetmişmiş, arızalanmışmış, gelip
buraya düşürdü bombayı. Olacak şey mi yahu?”
“Hadi ya, işe bak. Ne işi varmış ki Amerikan uçağının burada?”
“İşte İran’a götürüyorlardı. Destek için. Güya kolayca halledilecekti İran. Ne oldu? Yine
beceremediler. Allah belalarını versin. Her şeyi alt üst ettiler yine.”
“Amerika, İran’a mı saldırdı? Vay be. Söyleniyordu zaten.”
“İki yıl oldu yahu! Ayda mı yaşıyorsun?”
Bu söz Ceyhun’un sinirlerini tepesine çıkardı. Yüzü kızardı, ne diyeceğini bilemedi. Sonunda tek
laf etmeden arkasını dönüp gitti. Yine kendiyle baş başa kalmıştı. Zaten düşünmek istiyordu.
Demek Amerika İran’a saldırmıştı ve iki senedir başarılı olamamıştı. Üstelik gelip İstanbul’un
ortasına bomba düşürmüşlerdi. Ve onun evi de yok olmuştu. �imdi ne yapacaktı? Nereye gidecekti?
Aklı o kadar karışıktı ki.
En iyisi biraz sahilde dolanıp kafamı toplamak ve akşam da bir otele gitmek, diye düşündü.
Gerisini ertesi gün düşünecekti.
Issız caddede güneye doğru yürüyerek sahile ulaştı. Neyse ki burası Bakırköy’ün içine göre
daha hareketliydi. Sahil yolundan arada sırada arabalar geçiyordu.
“Allah Allah,” diye düşündü. “Eskiden buradan binlerce araba geçerdi, şimdi iki araba arasında
çocuklar top oynayabilirler.”
Birkaç metre ötede bir seyyar simitçi gördü. Gidip bir simit alsa iyi olacaktı, karnı bando gösterisi
yapıyordu içeride.
“Kolay gelsin usta. Kaça bir simit?”
“8 lira.”
“8 lira mı? Dalga mı geçiyorsun benle?”
172
“Yok abi, niye dalga geçeyim? Normal fiyat bu.”
“Daha birkaç yıl önce 50 kuruşa alıyorduk bu simidi yahu!”
“Sen uzun zamandır simit yememişsin galiba abi.”
“Doğru, yemedim.”
“Paran yoksa vereyim bir tane. İnsanlık ölmedi ya,” dedi simitçi. Ceyhun adamın sıcakkanlılığını
sevmişti. Dalga da geçmiyordu onunla. Tam konuşulacak adamdı.
“Ya usta, doğrusunu söylemek gerekirse hapisten yeni çıktım ben. Orada gazete falan da
okumadım. Dört yıldır ne oluyor ne bitiyor haberim yok. Bana ne olduğunu bir anlatsan çok sevinirim
valla.”
“Tamam abi, elbette. Ben de konuşacak insan arıyordum. Sıkıntıdan patladım yahu. Artık kimse
de uğramıyor buralara. Dur sana bir iskemle çıkarayım.”
Simitçi üstüne oturduğu iç içe geçmiş iki iskemleden birini çıkarıp Ceyhun’a verdi.
“Sağ olasın.”
“Önemli değil abi, iyi adama benziyorsun sen. Hapse niye girdin anlayamıyorum valla.”
“�erefsizin biri iftira attı. Dört yıl boş yere yattık. �imdi intihar etmiş, suçlu olduğunu da mektupta
itiraf etmiş. O yüzden çıktım bugün.”
“Anladım abi, kader mahkûmusun yani.”
“Öyle de denebilir. Bir şey diyeceğim, madem iş yok, neden simitlerini burada satıyorsun hâlâ?”
“Aslında uzun zamandır burada satmıyordum. Bugün meraktan geldim. İşler açılmış mı diye.
Cevabımı da aldım. Hâlâ kimse yok buralarda. Birazdan gidecektim, sen geldin.”
“Anladım.”
173
“Demek dört sene yattın ha. 2007’den beri yani.”
“Evet be usta.”
“O zamandan beri neler oldu bir bilsen. Amerika İran’a saldırdı. İran gitti onlara atom bombası
attı. İşte kıyamet o zaman koptu. NATO da işe karıştı. İran’a savaş ilan etti. Sonra işe Rusya da
karışmaz mı! Al sana üçüncü dünya savaşı! Çin de ültimatom vermiş Amerika’ya. Dur bakalım ne
olacak. Biz de savaşa girebilirmişiz. NATO’ya birlik göndermeyi reddedince neredeyse bize de savaş
açıyordu Amerika. Aha şu Bakırköy’e düşürdükleri bombanın da uyarı olduğu söyleniyor. Kaza
diyormuş Amerika ama bence kesinlikle uyarıydı o. Amerika uçağının İstanbul üzerinde ne işi var bir
kere. Değil mi ama? Neymiş… Uçak rotasından sapmış, arızalanmış, bin çeşit yalan. Neyse. İşte
böyle be abi.”
“Anlaşıldı şimdi,” dedi Ceyhun sakalını kaşıyarak. “Savaş yüzünden ekonomi de çöktü. O
yüzden bu pahalılık.”
“Aynen öyle abicim.”
“Vay anasını be. Ta o zaman diyorlardı, savaş yakın diye. Ne zaman çıktı peki bu savaş?”
“Dur bakalım. Amerika ne zaman saldırmıştı İran’a? İki yıl önceydi galiba. Yazdı. Haziran ya da
Temmuz. Emin değilim.”
“2009’da yani.”
“Hı hı. 2009. Ama Rusya geçen yıl girdi savaşa.”
“Ulan neler olmuş, haberimiz yok.”
“İşte böyle, ne yaparsın. Biz de bu kargaşada ekmek paramızı çıkarmaya çalışıyoruz. Bir bilsen,
her şey ateş pahası. Peynir ekmeğe mahkûm olduk. Hadi biz bir-iki kuruş kazanıyoruz. Memurlara ne
demeli? Maaşları neredeyse tamamen eridi. Abim memur, oradan biliyorum. Bugün Ankara’ya gittiler,
eylem için. Ama hükümet de para bulamıyor tabii. Ne olacak halimiz bilmiyorum. Her şeyin hayırlısı.”
“Haklısın.”
O sırada iki genç, simitçiye yaklaştı.
174
“Abi bize iki simit,” dedi biri. İkisi de kışın üşüyüp ellerini hohlayarak ısıtan insanlar gibi ellerini
yüzlerine götürmeleri ve etrafa yayılan koku onların tinerci olduklarını gösteriyordu. Simitçi sakince
seyyar arabasından iki simit çıkardı.
“16 lira,” dedi simitleri kâğıda sararken. Tinercilere dönecekti ki birinin bıçağını sırtında hissetti.
“�işşt, sökül paraları.”
Ceyhun ayağa fırladı ama hapiste otura otura hamlamıştı. Daha hiçbir şey yapamadan diğeri
bıçağını boğazına dayadı.
“Sen de sökül!”
İşte Ceyhun’un elindeki tüm paraları kaptırması böyle oldu. Müdürün verdiği 10.000 lira toz olup
uçtu. Tinerciler tüm gücüyle kaçarken geriye arabası devrilmiş, durmadan küfür eden bir simitçi ve
beş parasız bir adam bıraktı.
“Orospu çocukları, iyice azdılar,” dedi simitçi arabasını kaldırırken.
“Bu böyle olmayacak usta,” dedi Ceyhun öfkeli gözlerini simit arabasına dikerek. “Gidiyorum
ben.”
“Nereye? Ne yapacaksın.”
“Ben gidiyorum, kendine iyi bak.”
“Sağ olasın. Allaha emanet ol.”
Ceyhun sahil boyunca bir süre yürüdü, üst geçitten karşıya geçti, bir taksi çevirdi.
“Bayrampaşa cezaevine,” dedi ve sustu. Yirmi dakika sonra cezaevindeydi.
“Borcunuz 150 lira.” �aşırmadı, sadece biraz daha öfkelendi.
“Burada bekle sen, biraz sonra dönerim.” �oför biraz tereddütlüydü ama Ceyhun duraksamadan
çıkıp gitmişti. Cezaevi müdürünün karşısına çıkması beş dakikasını aldı.
175
“Müdür bey, ben hücreme dönmek istiyorum.”
“Ne? Hücrenize dönmek mi?”
“Evet efendim, emin olun içerisi dışarısından daha iyi.”
“Neden böyle düşünüyorsunuz?”
Ceyhun burnundan soluyarak cevap verdi: “Buradan çıktım, tuttuğunuz taksinin şoförüne beni
Bakırköy’e götürmesini söyledim. Çünkü evim oradaydı. Bakırköy’de inince bir de ne göreyim. Evim
yok. Amerika gelmiş evimin üstüne bomba düşürmüş. Sonra gittim, dükkânını taşıyan bir esnafa neler
olduğunu sordum. Adam Amerika’nın İran’a savaş açtığını söyledi. Üstüne bir de benimle alay etti.
Çekip gittim sahile. Orada bir simitçiyle karşılaştım. Adam bana her şeyi anlatı. Meğer Üçüncü Dünya
Savaşı çıkmış. Ekonomi mahvolmuş. Paranın değeri düşmüş, dünya yaşanmaz hale gelmiş. Bununla
kalsa iyi. Biz daha sohbeti bitirmeden iki serseri saldırdı ve sizin verdiğiniz parayı gasp edip gittiler.
Ben bunca şeyden sonra ne yaparım dışarıda? Ev yok, iş yok, para yok. Her şey ateş pahası.
Açlıktan ölmek işten bile değil. En azından burada üç öğün yemeğimiz geliyor. Ha, bir de dışarıda
taksici parasını istiyor, ama malum bende tek kuruş yok.”
“Tamam, hallederiz onu. Ama sizi nasıl içeri alayım ben suçunuz yokken?”
“Sizin paranızı yedim sayın. Paranızı aldım ve geri ödemedim. Bundan iyi hırsızlık mı olur? Ne
olur müdür bey. Atın beni içeri. Yemin ederim, içerisi dışarıdan daha iyi. Bu makul ricamı geri
çevirmeyin.”
176
JJJJULESULESULESULESVVVVERNEERNEERNEERNE
ÖÖÖÖZEL ZEL ZEL ZEL DDDDOSYASIOSYASIOSYASIOSYASI
Konuya Fransız Kalmaktan Kurtulmak – Emirhan Burak Aydın
Genç ve Yetişkin Optiklerden Jules Verne Yaklaşımı – Serdar Çekinmez
Chancellor İncelemesi – Onur Bayrakçeken
Jules Verne’den Seçmeler – Gökcan Şahin
177
Nantes diye bir şehirde bir çocuk doğdu.
Fransız’dı. 1850’lerde yazı yazmaya başladı. İlk
tiyatro oyunlarını üretti. “Balonla Beş Hafta”
diye bir roman yazdı, çok başarılı oldu. Bazıları
onu birçok icadı önceden tahmin ettiği için bilim
falcısı diye tanımladı. Dünyada başka dillere en
çok çevrilmiş yazar unvanını kazandı. Adı Jules
Verne’di.
1990’da, Türkiye’de, İstanbul’da bir çocuk
doğdu. Hayal kurmaya bir filmden sonra merak
saldı, kitaplara da bir romandan sonra… Adı da Emirhan Aydın’dı. Ben yani. Tamam, yukarıda
anlattığım adam gibi bir özgeçmişim yok ama daha on sekiz yaşındayım. Lütfen. (Fatih’in İstanbul’u
fethettiği yaştasın, hatta geçtin geyiklerine girmeyelim lütfen.)
Bu öykü benim öyküm. Benim şu 1850’lerde doğan adam tarafından nasıl etkilendiğimin
öyküsü. Bu kadar zaman farkı varken, dünyanın farklı bir ucundan birisi nasıl bir diğerini etkileyebilir?
İşte sanırım yazmanın gücü de burada.
Ben bir ev çocuğuydum. Dışarı çıkmazdım, futbol oynamazdım. Misket ve taso oynamayı hiç
öğrenmedim. Futbol kartlarıyla asla birilerini yenemedim. Tasoyu sadece biriktirirdim; futbol kartlarını
da öyle. Saçma. Böyle sınırları olan bir durumdayken, mutlu olmayı becerebiliyordum. “Geleceğe
Dönüş” serisini izledikten sonra aşırı bir hayal gücü manyaklığına girmiştim. Bir şeyleri kafamda
uydurmayı, eve akrabalar geldiğinde oyun oynanacakken konuyu bulmayı seviyordum.
Bu dönemlerden birisinde bizim mahallemizin aşağısındaki kırtasiyeyi keşfettim. Burası klasik
bir okul kırtasiyesiydi. Bu tarz kırtasiyelerin içinde kimsenin okul istemedikçe almadığı dünya
klasiklerinin kısaltılmış versiyonları olur. Ünlü kitapları çocuklara tanıtmak amacında olan bu seksen-
doksan sayfalık kitaplar bir yerde dururlar. Ayda yılda bir çocuğun annesi yanında bir de öyle kitap
alırsa alır. Almazsa çok fazla satılmazlar. Ama yine de her kırtasiyede bulunurlar. Bir nedenden dolayı
gittiğim bu kırtasiyede bu kitaplarla karşılaştım. İçimde o zamanlar yavaş yavaş gelişen bilimkurgu
merakıyla gözüme çarpan kitap “Ay’a Yolculuk” olmuştu. Üçüncü sınıfa ya da dördüncü sınıfa
gidiyordum. O kitabı aldım.
KONUYA FRANSIZ KALMAKTAN KURTULMAK – EMİRHAN B. AYDIN X K dergidergidergidergi
178
İşte o gün Jules Verne adındaki bu Fransız yazar benim kitap dünyasına, okumaya “fransız”
kalmamı önledi. Bilmiyorum, belki yine de bir şekilde kitap okuyacaktım ama o kitabı almam büyük bir
dönüşüm yaşattı bende. Seksen sayfalık “Ay’a Yolculuk” bittikten sonra Verne’nin hastası olmuştum
bile.
Kitabı aldıktan bir ay sonra gittiğim kırtasiyeden bu sefer de “Dünya’nın Merkezine Seyahat”i
aldım. Onu öğlene kadar bitirdim. Sırada “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” vardı. Bu böyle ilerledi.
Yıllar geçti, başka yazarlar geldi. Jules Verne’den daha çok sevdiğim yazarları tanıdım. Ancak onun
yeri hep ayrı oldu, beyaz sakallı bu yaşlı amcanın anlattığı hikâyeler o küçük çocuğu nasıl etkiledi kim
bilir…
İnsanı yaşadıkları, okudukları değil, bu eylemleri ne zaman yaptığı etkiliyor biraz da sanırım.
Tabi Verne’in yazdıkları da etkilenmeyecek romanlar değildi. Balonla Beş Hafta gibi heyecanlı bir
kitap daha sonra okudum mu
hatırlamıyorum. Seksen Günde
Devriâlem gibi insanı koştura
koştura okutan bir roman daha
okudum mu? Nadirdir. Verne
bunları başarmış bir adam işte.
Çağının çok ötesinde olan hayal
gücü insanların yazarlara bakış
açısını değiştirmiştir. Bilimkurgu
belki hâlâ “boş edebiyat” gibi
algılanıyor insanlar tarafından
ama yine de bu insanların sayısının azalmasında Verne’in katkısı yadsınamaz.
Hayal etmek ciddi bir iş. Yazarlık kutsal ve zor bir meslek. Bir kurguyu oturtmak kolay değildir.
İnsanları Ay’a gidilebileceğine inandırmak kolay bir iş değildir. Daha da zoru nedir biliyor musunuz?
Yazdığınız romanda kurduğunuz hayalin, yıllar sonra gerçekten eyleme sokulmasıdır. İşte bu yüzden
Verne olmak zordur.
O sakallı yaşlı amca sağ olsun. Üsküdar’da oturan bana yıllar sürecek bir “Hiçbir şey imkânsız
değildir” fikrini aşıladı. Her hayal beraberinde bir gerçekleşme ihtimalini de doğurur. Bunu şimdi
biliyorum.
Evet. Jules Verne kadar iyi bir özgeçmişim yok. Hatta hiçbir başarım yok. Ancak bir şey oldu ve
ileride gerçekten kitapları basılan bir yazar oldum. O zaman işte teşekkür etmem gereken yazarların
179
belki de başında gelmelidir Verne. İnsan okumadan yazabilir mi? Kitap okumak… Bu alışkanlığa
başlatan beni o adamdı işte. �imdi bu yıllar sonra onun hakkında bu yazıyı yazıyorum.
Kader garip bir şey.
Kitaplar, yazarlar ve yazmak ise…
İşte o bambaşka bir şey.
Jules Verne. �imdi hepimiz bir Kaptan Nemo’yuz. Hayaller içinde Sonsuz Fersah’lardayız.
Nautilus sadece bir alışveriş merkezinin adı değil. Artık bizim hayal gemilerimizin de adı. Teşekkürler.
180
Klasiktir, Ömer Seyfettin’i, Kemalettin Tuğcu’yu okuyarak kitaplara merhaba dediğimiz vakitler,
neredeyse eş zamanlı olarak yabancı yazarlarla da tanışırız. Hafızam beni yanıltmıyorsa, kendi adıma
ilk olarak Daniel Defoe ismini öğrenmiştim. Sıralamalarda ufak tefek farklılıklar olsa da, Robinson
Crusoe, Gülliver’in Gezileri, Define Adası’ndan geçen yollar “Aya
Yolculuk”a, “Seksen Günde Devri Âlem”e, “Denizler Altında 20.000
Fersah”a mutlaka gelir dayanır.
İşte ta o zamanlardan, henüz bir ilkokul öğrencisiyken, yani
daha "top oynamayı bilmiyoruz" diye takımdan atılırken, yani "daha
dün annemizin"in devrisi seneler öğrendiğimiz isimlerden biridir:
Jules Verne. Çocuk aklımızla, onun kitaplarından bahsederken,
Bruce Lee’nin karate filmlerinden aldığımız hazza eşdeğer bir
heyecanla ballandıra ballandıra anlatır, sonra uzun uzun hayallerini
kurar, sonra da elimize kalem kâğıt alıp kendi icatlarımızı çizmeye
koyulurduk… Derginin bu sayısında Jules Verne’e özel bir dosya
hazırlandığını öğrenince işte böylesi bir nostaljiyle ben de kalemi
elime aldım…
Verne’nin, özellikle gençlere ve çocuklara yönelik bir edebiyata
girişmiş olduğu fikri doğru değilse de, dönemdaşlarının yani 19. ve
20. yüzyıl yazarlarının gençliği hedef kitle olarak seçmiş oldukları da
göze çarpmaktadır. Dönemin öne çıkan eserleri Gulliver, Don Quichotte ve Robinson Crusoe bu niyeti
temsil etmektedirler.
Verne’in ismini çocuk yaşlardan itibaren hafızalarımıza kazıyan, başyapıtlarının sayıca fazla
olması olduğu kadar, onun da muhtemelen genç okuyucuları hedef kitle olarak seçmiş olmasıdır.
Dönemin ünlü editörlerinden Hetzel’in çocuk pedagojiisine yönelik olarak bilimle kurguyu
eklemlendirebilecek bir yazar arayışına girmesi ve bu projesini Jules Verne ile karşılaşmasının
ardından hayata geçirebilmesi, yukarıda anlattıklarımıza tanıklık eder niteliktedir. Bununla birlikte
Verne’in de meşhur olabilmesi Hetzel sayesinde olmuş, bu tanışıklığın ilk ürünü olarak Balonla Beş
Hafta ortaya çıkmıştır.
GENÇ VE YETİŞKİN OPTİKLERDEN JULES VERNE YAKLAŞIMI – SERDAR ÇEKİNMEZ
X K dergidergidergidergi
Verne, döneminde
oldukça gelişen ulaşım
araçlarının sayesinde
yaptığı gezilerden ve
buna paralel literatürü
kaplayan seyahat
yazımından oldukça
etkilenmiştir. Bundan
ötürü Aya Yolculuk’ta
fırlatılan Colombiad’ın
adının kâşif Christophe
Colomb’a ithafen
seçildiğini sanıyorum
181
Verne’in bilim ile fiktif olanı, başka bir anlatımla kurguyu
birleştirmesinin, dönemini göz önüne aldığımızda, deveye hendek
atlatmak kadar zor olduğunun farkına varmak gerekir. Pozitivizmin,
ölçülebilirlik, sınanabilirlik, gözlemlenebilirliğin yükselen değer
olarak yerleştirdiği bir dönemde, bilime kurguyu eklemleyebilmek
ya da fantastik yazabilmek, eserin ciddiye alınmaması hatta
kötülenmesi gibi tehlikeler içermekteydi. Bu durum aslında şu an
bizler için birer ders niteliğindedir. Nitekim Bülent Eriş’in Işığın
Karanlık Yüzü adlı bilimkurgu romanının önsüzünde değindiği gibi,
Türkiye’de okuyucular bilimkurguyu ithal malı olarak görmekte ve
yerli yazarların uzaya, zamana, bilinmeyen geleceğe kurgusal
bakışını “saçmalık” olarak algılamaktadır. İşte Verne, benzeri bir
algısal zorluğun başarıyla üstesinden gelmiş ve bugün bizlerin de heyecanla okuduğu eserler
bırakmıştır.
Bununla birlikte yine Verne’in bir buluşlar çağı yazarı olduğunu da söylemekte yarar vardır.
Kendisi de o dönemde üst üste patlayan bilimsel gelişmelerden ve buluşlardan etkilenmiştir. Bu
açıdan bakınca da, sayısız keşif ve icadın arasında bilim kurgu yazmak, belki de düşündüğümüz
kadar tuhaf kaçmamıştır.
Ne var ki, çocuk ve genç pegadojisine yönelik, Hetzel’in sayesinde icat edilen bilimkurgunun
önündeki en büyük engel pozitivizmden değil de bisikletten gelmiştir. İki tekerlekliyle tanışan o dönem
gençliğinin tüm entelektüel faaliyetleri tatile çıkarmış olmalarını çok da yadırgamamak lazım. Nitekim
günümüzde de özellikle gençlerin takibindeki bilimkurgu ve fantastiğin en büyük rakibinin Play Station,
X- Box ve Nintendo olduğu su götürmez. Günümüzde eğlence alanında görsel sanatların ve
edebiyatın, daha somut bir ifadeyle sinema ve kitabın, çok kaliteli ortak işler başardıklarına şahit
olmaktayız. Harry Potter gibi seriler, literatürde gençlerin ilgi alanlarını on ikiden vurmayı
başarmışlardır. Günümüz bilimkurgu yazarlarının Jules Verne’in döneminden farklı olarak
olgunlaştığını, artık hedef kitle olarak klasik edebiyat okuyucularını seçtiklerine tanıklık ediyoruz.
Gençlerin tercihi olmayı sürdüren ‘fantastik edebiyat’ ise görsel sanatlarında katkılarıyla ciddi bir
yükseliş içinde. Tabiri caizse günümüzün modası…
Jules Verne kendisini bilimkurguya iten en büyük etkinin Edgar Allan Poe’dan geldiğini itiraf
etmiştir. Hatta daha sonraları Poe’yu sonsuzcasına geçtiğini ifade etmekten de geri kalmamıştır. Her
ne kadar bu yazıda kimin kime üstün geldiği konusuna mahkemelik yapmak niyeti gözetilmediyse de,
Verne’in zaman ve mekân boyutlarını işlemede bir adım önde olduğunu ifade etmekte de bir sakınca
görmemekteyiz. Nitekim, Verne, eserlerine mekan boyutunu coğrafi yolculuklarla taşımış (80 Günde
182
Devri Âlem, Denizler Altında 20000 Fersah, Balonla Beş Hafta, Aya Yolculuk…) zaman boyutunu ise
tarihi -hatta prehistorik- öğeleri kullanarak işlemiştir. (Esrarlı Ada, Dünyanın Merkezine Seyahat…)
Bu noktada kısa bir parantez açmak istiyorum: Verne, döneminde oldukça gelişen ulaşım
araçlarının sayesinde yaptığı gezilerden ve buna paralel literatürü kaplayan seyahat yazımından
oldukça etkilenmiştir. Bundan ötürü Aya Yolculuk’ta fırlatılan Colombiad’ın adının kâşif Christophe
Colomb’a ithafen seçildiğini sanıyorum. Arthur C. Clarke’ın romanlarında da, yazarın gezip gördüğü
coğrafyaların ciddi bir yer tuttuğuna tanık oluruz. Örnek vermek gerekirse İmparator Dünya’da
bahsettiği mercan resifleri, Sri Lanka açıklarında yaptığı bir tekne gezisinden ilham alınarak
yazılmıştır. Böylesi üstatlara bakınca, gezip görmenin bilim kurgunun en önemli ilham perisi olduğuna
dair hislerimi sizlerle paylaşmak istedim!
Yukarıda, Jules Verne’in eserlerinde zaman boyutunun geçmişe yönelik olarak kullanıldığından
bahsetmiştik. Ancak az sonra vereceğim örnekte, bu zaman boyutunun geleceğe yönelik olarak da
kullanıldığını anlayacağız: Hepimizce malum olduğu üzere Jules Verne’in Aya Yolculuk’ta kullandığı
pek çok parametre –tesadüfler de dâhil- Apollo 11’le bir bir gerçek olmuştur. İkisinde de mürettebat üç
kişidir, geri dönüşlerinde okyanusun benzer bir noktasını öngörmüştür ve sair daha pek çok
benzerlikten bahsedilebilir. Bunlar arasında çocuklukta fark edemeyeceğimiz bir ayrıntı vardır: Bu
detay fırlatmanın Amerika’dan (daha da ileri gidelim Florida’dan) gerçekleşmiş olmasıdır. Her ne
kadar romandaki Silah Kulubü’nün Baltimore’lu olmasından dolayı, olayların Amerika’da
gelişmesinden daha doğal bir durum olmayacağını kabul etsek de, dönemin Amerika’sının hâlâ
kuruluş sıkıntılarıyla boğuşan, dünyanın ne siyasi ne de teknolojik liderliğiyle alakası olmayan bir ülke
olduğunu varsayarsak, Verne’in nasıl olup da zamanı neredeyse bir yüzyıl öteye çekip bu yolculuğu
A.B.D.’den başlattığını anlamak için tesadüflere dayanmaktan başka çaremiz kalmamaktadır! Aslına
bakılırsa bu durum Jules Verne’in hepsinden evvel çok başarılı bir gazeteci olduğuna işaret
etmektedir.
İşte yukarıdaki paragrafta açığa çıktığı üzere Jules Verne’in eserlerinden aldığımız mesaj da
yaşa göre değişiyor. Çocuklukta olayın macera yönü ve aygıtların çalışma prensiplerine önem
verirken, şimdilerde karakterlerin nasıl davrandıkları daha bir önemli geliyor. Bunun bir nedeni
şüphesiz Jules Verne önerilerinin zamana yenik düşmesidir. (İzlanda’daki yanardağdan girip de
dünyanın merkezine inecek kimse şu saatten sonra çıkmazsa önerimiz doğru olacaktır!) Bilhassa
bilgisayar çağının (belki de pek yakında nanoteknoloji çağının) çocukları için, Verne’in betimlediği
aşırı metal aksamlarla yüklü aygıtlar, Laptop bilgisayarın yanında transistörlü hesap makinesi gibi
tahammül edilemez kalacaklardır.
183
Örneğin Jules Verne’i etkileyen Emile Souvestre’in, Olacağı Haliyle Dünya (Le Monde tel qu’il
sera, Paris, 1846) illüstrasyonunda, 3000 yılında dünyanın neye benzeyeceği tarif edilirken, havada
hareket eden, ön tarafından atlar yerine balonlarla çekilen, tepesinde yükseklere tırmanmayı sağlayıcı
bir diğer balonun yanı sıra, yarasa kanadını andıran uçuş aksamlarıyla bir hava tramvayı (belki de
hava posta arabası demeliyiz) çizilmiştir. 3000 yılına daha çok zaman var olduğuna göre, herhangi bir
nedenle bu çizimde gösterilenlerin gerçekleşme ihtimali sıfır olmasa da, gelecek yüzyıllarda uçak
teknolojisinin gelişmesini beklemek daha gerçekçi olacaktır!
Gerçi Jules Verne’in Denizler altında 20000 Fersah’taki meşhur denizaltı Nautilus ve ona paralel
bir roman Robur le Conquérant’da anlattığı (Fatih Robur- 1886 – Araştırdığım kadarıyla Türkçe’ye
çevrilmemiş bir roman) helikopter benzeri bir hava taşıtının
elektrikle çalıştıklarına şahit olmaktayız. Yani çağdaşlarına
göre çok daha ileri bir noktada olduğu kuşkusuz. Bununla
birlikte şahsi fikrim, alet edavatın küçüldüğü ve zekâ
kazanmaya başladığı yeni dönemde Verne’in “icatsal”
eserleri tartışmaya açılabilir. Hatta belki yeni nesil için
anlaşılmaz kalabilir.
Çocuklukta dikkat etmediğimiz ancak yetişkin gözüyle
ilk aradığımız unsurların bir diğeri de Jules Verne
karakterlerini maceraya neyin motive ettiğidir. Bu itici güç
pek çok kez merak ya da teknolojiye ve bilime duyulan
sevgi değildir: Seksen Günde Devri Âlem bir iddialaşmadan
kaynaklanır. Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, Kaptan
Nemo’nun deyimiyle “Nefret gibi güçlü bir duygu sayesinde”
Nautilius’u yaratır. Dünya’nın Merkezine Yolculuk’ta Estonyalı Gertrud kendisine âşık Alex’ten “Bu
yolculuğa gitmesini ve bir erkek olarak dönmesini” istemektedir. Belki de Verne bu yolu kullanarak,
aslında hayatın içinden sıradan olayların ve duyguların bilimi yönlendireceği ve geleceği çizeceği
mesajın vermek istemiş olabilir.
Yine de Balonla Beş Hafta’nın Doktor Fergusson’u ise bunlardan değildir. Onun derdi Afrika’yı
keşfetmektir. Amaç, araç ve motive edici unsur macera ve merakın kendisidir.
Yazımın sonunda Jules Verne meraklılarını, onun romanlarına dair çizimlere bir göz atmaya
davet ediyorum. En basitinden Google imaj bölümünde bile “Jules Verne” araması yapılırsa pek çok
figüre rastlayabilirsiniz. Bunların dışında Fransızca bilenler için kolaylıkla ziyaret edilebilecek bir blog
ismi vereyim: http://pagesperso-orange.fr/jules-verne/. Jules Verne hakkında yazılan pek çok kitap
184
var. Bunların arasında Lucian Boia’nın Jules Verne Les Paradoxes d’un Mythe adlı eseri konuyu ele
alış tarzıyla ve illüstrasyon zenginliğiyle hayli güzel hazırlanmış.
Genç ve yetişkin gözüyle bakarak yaklaştığım bu Jules Verne makalesinin sonunda, büyük
yazarın gelecek tasvirlerinin ve keşif merakının hepimize ilham vermesini diliyorum.
185
Chancellor, Jules Verne’in pek bilinmeyen ama çok iyi romanlarından biri. Karakterimiz J.R
Kazallon, İngiliz bandıralı bir gemiyle çıktığı seyahat
sırasında yaşadığı heyecanlı, bazen hüzünlü ve çoğu zaman
dehşete düşürücü olayları anlatıyor.
27 Eylül 1869’da, J.R. Kazallon’un gemiye binişiyle
başlıyor macera ve Kazallon bindikten sonra yaşanan her
olayı defterine not alıyor. Bu nedenle kendinizi Kazallon’muş
gibi hissedebiliyorsunuz. Ancak açık söylemek gerekirse her
günün detaylıca not alınışı bazen sıkıcı olabiliyor.
Kurgu bakımından başarılı bir kitap “Chancellor”. Ağır
başlayıp hızlanan ve harika biten bir roman.
Kitabın ilk kısımlarında daha çok karakterleri tanıyor,
klasik deniz ve gemicilik olaylarını (kaptana isyan kıpırtıları,
fırtınalar vs.) görüyoruz. Bu kısımlar sıkıcı olmasa da çok ilgi çekici değiller. Zira birçok serüven
romanında okuduğumuz şeyler bunlar.
İlk anların çok ilgi çekici olmadığını söylemiştim. Fakat bir
yerden sonra kendinizi kitabın içerisinde kaybediyorsunuz. Özellikle
de geminin batışıyla başlayan bölümler çok güzel, heyecanlı.
İnsanın doğaya karşı verdiği savaşa tanık oluyorsunuz ve bir şey
fark ediyorsunuz: “Doğa her zaman kazanır”. Kitabın sonlarındaysa
insanların ne kadar vahşileşebileceğinin farkına varıyor, bir şey
daha öğreniyorsunuz: “Doğa hayat kurtarır”.
Kitabın klişe gözüken ama farklı olduğu okudukça ortaya
çıkan bir konusu var. Evet, bir deniz faciasını anlatıyor ama
temelinde insanın doğayla ve insanla yüzleşişi var. Bu bakımdan
romanın deniz faciasını değil, insanın ta kendisini anlattığını söylemek mümkün. Ölmemek için
insanların neler yapabileceğine -bazen kendinizden ürkerek- tanık oluyorsunuz.
CHANCELLOR – ONUR BAYRAKÇEKEN X K dergidergidergidergi
186
Jules Verne’in üslubu üzerinde fazla durmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Bu kitaptaki
üslubu diğer kitaplarındaki gibi akıcı. Zorlanmadan okuyorsunuz. Dediğim gibi, öyküdeki bazı sıkıcı
kısımlar olmasa bir solukta bitebilecek bir kitap. Bu kısımlar sebebiyle bir buçuk solukta falan biter
yani…
Neticede ‘Chancellor’ yer yer sıkıcı (bu kısımların romana çok da gölge düşürdüğü söylenemez)
olsa da en sevdiğim Jules Verne romanlarından oldu. Çünkü insanı mükemmel bir biçimde anlatan,
yarısından sonra temposu oldukça yükselen güzel bir deniz serüveni romanıydı.
İyi okumalar…
187
Tüm Xasiork Dergi okurlarına ve Jules Verne
sevdalılarına selamlar… Kendi adıma epey yoğun bir
dönemden geçiyor da olsam, bir Jules Verne hayranı
olarak birinci yıl sayımızın bu özel dosyasına uzun bir
yazıyla katılmayı kendime görev bildim. Ve Stephen
King’den sonra bir seçmeler bölümüyle daha
karşınızdayım.
Bu yazı, yine kendi okuduğum Verne
kitaplarının kısa incelemeleri ve yorumlarından
oluşacak. Önceden uyarayım: Verne’in her kitabını
burada bulamayacaksınız, çünkü Verne’in büyüsüne
henüz birkaç ay önce kapılmış biri olarak her kitabını
okumaya henüz fırsat bulamadım. Ama bu yazı
Verne’e yeni başlayacak olanlar için ufak bir rehber
niteliği görecek. Ve onun büyüsüne hangi kitapla
kapılmak istediğinize karar vermenizde yardımcı olacak. Eğer bu yazıyı okuduktan sonra bir Verne
kitabına başlarsanız amacıma ulaşmış olacağım.
�unu da söylemeliyim ki buradaki kitaplar sadece İthaki’nin ve Tübitak’ın çıkardığı kitapları
içeriyor. İkisi de kitapları tam metin olarak basıyorlar ve ülkemizde genellikle çocuk yazarı olarak
bilinen Verne’i yetişkinlere de sevdirmeyi başarıyorlar. İki yayınevine de teşekkürlerimi sunuyorum.
Bazı açıklamaları yaptığıma göre giriş kısmını kısa tutup hemen eserlere geçiyorum. İyi
okumalar…
DOKTOR OX’UN DENEY İ
Yüz otuz altı sayfalık kısacık bir kitap ‘Doktor Ox’un Deneyi’. Bir oturuşta okuyup bitirmek için
ideal. Zaten İthaki’nin kitap boyu küçük ve yazıları iri olduğundan normalden daha da kısa sürede
biten bu romana bir nevi uzun öykü de diyebiliriz.
JULES VERNE’DEN SEÇMELER – GÖKCAN ŞAHİN
X K dergidergidergidergi
188
Kitabımız adı üstünde Ox adında bir doktorun (bilim
adamı anlamında doktor, tıp doktoru değil) Quiquendone adlı
tuhaf bir kentteki bir deneyini konu alıyor. Quiquendone tuhaf
bir yer, çünkü insanları tuhaf. Hiçbir hırsı olmayan, inanılmaz
derecede monoton, sakin bir hayat süren ağırkanlı insanların
yaşadığı bir kent.
Doktor Ox kentin aydınlanması işini üstleniyor ve önce
gaz fabrikası inşa edip sonra da kente gaz boruları döşüyor.
Ama işte o zaman kent alt üst oluyor. İnsanlar hiç olmadıkları
kadar agresif, sinirli, maceraperest oluyorlar. Hatta bu iş o
kadar büyüyor ki başka bir kentle savaşın eşiğine geliyorlar.
Peki bunun nedeni ne? Cevap kitapta.
Kendi yorumum hemen hemen tüm Verne kitaplarına
olduğu gibi olumlu olacak. Okunması çok zevkli (özellikle
sonlara doğru), resimlerle süslenmiş, bilimkurgunun yanında mizahi öğelere de sahip bir eser.
MADENİN ESRARI
İşte benim efsanelerimden biri. Okuması bazı Verne kitaplarına göre zor olsa da sonunda
pişman olmuyorsunuz. Çünkü öyle güzel işlemiş ki, bittiğinde upuzun bir film izlemiş gibi oluyorsunuz.
Kitabın konusu tükenmiş eski bir madenle ilgili. Yüz elli yıl boyunca tüketilen Aberfoyle adlı
kömür ocaklarında geçen bir macera. Artık kömür çıkarılmasa da duygusal bağı nedeniyle madenden
ayrılamayan Simon Ford adlı ustabaşı, madenin kapatılmasından on yıl sonra mühendis James
Starr’a bir mektup gönderir ve ocağa çağırır. Macera burada başlar. Maden aslında tükenmemiştir ve
yeniden kazılmaya uygundur. Öyle ki bu haber duyulduktan sonra madenin içinde bir kasaba yaratılır
ve maden çıkarma işine tekrar girişilir. Ama maden yataklarında gizemli bir şey dolaşmakta ve işlere
engel olmaktadır.
Bu kitap hem bir aşk hikâyesi, hem bir gerilim romanı, hem bilimkurgu klasiği, hem de heyecan
dozu yüksek bir macera eseri…
DÜNYA’DAN AY’A
189
Hemen hemen herkesin duyduğu bir Jules Verne klasiğidir Aya Yolculuk. İthaki’nin Dünyadan
Aya adıyla yayınladığı bu tam metin baskı bizi o efsane romanla tekrar buluşturuyor.
Tarih 19. yüzyıl. Yer Amerika. Amerika’daki ünlü kuzey-güney savaşının bitmesiyle kuzeyin bazı
iflah olmaz askerleri işsiz kalmıştır. Barbicane adlı bir topçu Ay’a mermi atarak oraya dünyadan bir iz
bırakma amacıyla büyük bir çalışmaya girişir. Tüm topçuların desteğini alır ve bunu tüm dünyaya
duyurur. O andan itibaren dünya çalkalanır. Herkes Barbicane’e destek için elinden geleni yapmaya
çalışır. Osmanlı İmparatorluğu'ndan tüm Avrupa devletlerine kadar herkes elinden gelen yardımı
sağlar. Büyük bilim dernekleri Ay’a gidilebilmesi için gereken hesaplamaları üstlenir. Sonuçta devasa
bir top ve devasa bir mermi yaratılır. Hazırlıklarda sona gelinirken tuhaf bir Fransız ortaya çıkar ve
merminin içinde Ay’a gitmek istediğini söyler. Ve işler değişir. Sonunda Barbicane, Barbicane’in eski
azılı düşmanlarından Yüzbaşı Nicholl ve çılgın Fransız Michel Ardan mermiye atlayıp Ay’a
yolculuklarına başlarlar. Sonunda geri dönüp dönemeyecekleri meçhuldür. Bunu kitabın sonunda
anlayacaksınız.
Ay’a yolculuğu on yıllarca önce öngören bir zekânın eseri olan kitabımız mükemmel örülmüş
karakterleriyle, kimi zaman mizahi olaylarla, kimi zaman tırnaklarımızı yediren maceralarla bizi
Dünya’dan alıp Ay’a götürüyor adeta. Ancak konu olarak ilginç olsa da itiraf etmeliyim ki akıcılığı diğer
Verne kitaplarına göre daha düşük seviyede bir kitap ‘Dünyadan Aya’. Kitabın geneli Ay’a yolculuktan
öncesini anlattığı için insanda bir sabırsızlık oluyor ve uzun uzun anlatımlarla bu sabırsızlık insanı
zorluyor. Yine de mutlaka okunması gereken bir eser.
AYIN ÇEVRESİNDE SEYAHAT
Dünya’dan Aya’nın devamı olan ‘Ayın Çevresinde Seyahat’, Ay’a fırlatılan
mermideki üç cesur adamın yolculuk boyunca yaşadıklarını ve akıbetlerini
anlatan heyecan verici bir kitap. Bana göre Dünyadan Aya’ya göre daha merak
uyandırıcı ve daha kolay okunuyor. Ara sıra birbirine benzer Ay manzaraları
tempoyu yavaşlatsa da genel olarak başarılı bir eser olduğunu söyleyebilirim.
Dünyadan Aya’yı okuyup beğenen birisi kesinlikle okumalı, çünkü orada yanıt
bulamamış pek çok soru burada açığa çıkıyor: Ay’da hayat var mı? Mermi, Ay’a
ulaşmayı başaracak mı? Başarsa bile Dünya’ya tekrar dönebilecek mi?
NE ALTI VAR NE ÜSTÜ
190
Bir bakımda Aya Yolculuk serisine bağlı, bir bakıma apayrı bir roman ‘Ne Altı Var Ne Üstü’.
Jules Verne, Ay’a yolculuk eden efsanevi karakterleri kullanarak farklı bir bilimkurgu romanı koymuş
ortaya.
Kitapta kuzeyin topçuları, Ay’a yolculuğu yeterli görmemiş olacak ki Dünya’nın eğik eksenini
düzeltmeyi akıllarına koyuyorlar. Bunun için de kuzey kutbundaki kömür yataklarına ulaşmayı bahane
ediyorlar.
Dünya bu haberle çalkalanıyor. Hemen hemen kimse bunu onaylamak istemezken, topçu
kulübünün başındaki Barbicane ve yanındakiler planlarını yerine getirmek için işe koyuluyorlar. Tüm
dengeyi bozabilecek hatta Dünya’nın sonunu getirebilecek bu girişimi engellemek için tutuklama emri
çıkaran Amerikan Hükümeti, Barbicane’in kaçtığını fark ediyor. Ama bulunan bir defterde tüm
planlarını görüyorlar ve Barbicane’in bu deneyi onlardan gizli bir şekilde yapacağını öğreniyorlar. Peki
Barbicane’i durdurabilecekler mi? Durduramazlarsa deney başarılı olacak mı?
‘Ne Altı Var Ne Üstü’, büyük çoğunluğu bilimsel tartışmalarla geçen bir kitap. Ama “Acaba ne
olacak?” şeklindeki merak, insanı kitabın sonuna kadar aralıksız okumaya itiyor.
KARPATLAR �ATOSU
Jules Verne, Transilvanya’da…
Bu cümleyle Karpatlar �atosu’nu özetleyebiliriz aslında. Vampirlerin ve tuhaf yaratıkların diyarı
Transilvanya’da gizemli bir şatonun öyküsünü Jules Verne’in kaleminden okumak isteyenler için yarı
fantezi yarı bilimkurgu eseri olan Karpatlar �atosu ideal.
Werst adlı bir köyün çobanı köyden geçen bir satıcıdan bir dürbün satın alır, hevesle etrafa göz
gezdirirken yıllardır lanetli olduğuna inanılan Karpatlar �atosu’nda duman tüttüğünü fark eder. Peki bu
ne anlama gelmektedir?
Kısacık bu romana karmaşık ve sürprizlerle dolu bir kurguyu sığdıran yazarımız, en akıcı dilini
kullanmış. Bu kitabı es geçmeyin derim.
DÜNYANIN MERKEZ İNE SEYAHAT
Jules Verne okumaya yeni başlayacak birine okuması için önereceğim ilk kitap ‘Dünyanın
Merkezine Seyahat’ olur. Tam bir heyecan fırtınası olan kitapta Verne’in ne kadar macera sever biri
191
olduğu görüyoruz. Akıcılığın sınırlarını zorlayan bir anlatımla gerçekten
harikulade bir eser. Geçtiğimiz aylarda günümüze uyarlaması olan üç
boyutlu filmi de gösterime giren romanı okumayanların çok şey kaçırdığını
söyleyerek konusuna geçiyorum.
Aslında adından da anlaşılacağı gibi dünyanın merkezine ulaşmaya
çalışan bir bilim adamının macerası bu. Profesör Lidenbrock eski bir
elyazmasında şifreli bir mesaj buluyor. �ifreyi aynı evde yaşayan yeğeni
Axel’in yardımıyla çözüyor. Mesaj, İzlanda'daki sönmüş bir yanardağda
dünyanın merkezine inen mağaralar olduğundan bahsediyor. Profesör
hemen Axel’i alıp İzlanda yolculuğuna çıkıyor. Sonradan tuttukları usta ve
soğukkanlı rehberleri ile dağın kraterine giriyor, sonucu belirsiz bir yolculuğa çıkıyorlar. Ve işte
macera burada başlıyor.
DÜNYANIN UCUNDAK İ FENER
Hemen hemen üç yüz sayfalık bir kitap olsa da bir uzun öyküymüş gibi bir çırpıda okunabilen
sürükleyici bir Jules Verne kitabı daha. Kısaca ıssız bir adadaki iyi ile kötü insanların mücadelesi
olarak özetlenebilecek konusuyla büyük bir ilgiyle okunabilir. Dramatik yönleriyle de öne çıkan
‘Dünyanın Ucundaki Fener’, Amerika kıtasının en güney ucunda gemilere rehberlik etmesi için inşa
edilen bir deniz fenerine bekçilik eden üç bekçinin, korsanlarla olan mücadelesini anlatıyor. Feneri ele
geçiren korsanlara karşı iyi insanların mücadeleleri sizi sürükleyip götürecek.
ALTIN VOLKANI
Altın Volkanı, Jules Verne’in son dönem romanlarından biri. Kalınca bir kitap ve okuması o
kadar kısa sürmüyor. Verne, Kanada topraklarında ayrıntılı bir yolculuğa çıkarıyor okurları. Okurken
kendinizi adeta o topraklarda hissediyorsunuz. Jules Verne o yöreler hakkında bir gezi romanı yazmış
sanki ve geri kalan olaylar da sadece buna aracılık etmiş. Bazı yerlerdeki kritik olaylar dışında uzun
uzun betimlemelerle dolu olan kitap, akıcılık ve bol aksiyon isteyen okurların pek seveceği bir roman
değil. Ama Jules Verne’in yolculuk romanlarını seven, kitabı okurken yanında harita bulundurup adeta
yazarla birlikte gezmeyi seven okurların bayılacağı bir eser. Ben hem birinci hem ikinci tipe
girdiğimden bu roman bende epey iz bıraktı. Yer yer yükselen tansiyon da hoşuma gitti.
Kitabın ana konusu, amcalarından Kanada’da bir altın madeni miras kalan iki kuzenin yolculuğu.
Kuzenlerden biri pek hevesliyken, diğerinin bu yolculuğa hiç hevesli olmaması kurguya renk katmış.
Kitabın ilk bölümü kuzenlerin madene yolculuğunu anlatıyor. İkinci bölümde ise, ölüm döşeğindeki bir
192
adamın iki kuzene daha kuzeyde var olduğunu iddia ettiği bir altın volkanından söz etmesiyle,
kuzenlerin kuzey yolculuğuna çıkmasını anlatıyor. Yalnız altın volkanını tek bulmak isteyenler onlar
değildir.
Kitabın en tatmin edici yeri bana göre finali. İki düşman grubun müthiş mücadelesiyle ağır ağır
ilerleyen kitap bir anda müthiş bir heyecan ve tempoya kavuşuyor ve biterken kitapla ilgili iyi bir
izlenime sahip olmanızı sağlıyor.
BALONLA BE � HAFTA
Jules Verne’in gelecekte ne işler yapacağını daha en
başında gözler önüne seren bu ilk romanı, daha önce bir baştan bir
başa geçilememiş olan Afrika kıtasını olağanüstü sağlamlıkta bir
balonla geçmeye karar veren Doktor Fergusson’un tehlikelerle dolu
macerasını konu alıyor.
Jules Verne’in yolculuk romanlarını sevenlerin es geçmemesi
gereken, klasik olmuş bir eser olan Balonla Beş Hafta’yı okurken
yanınızda bir Afrika haritası bulundurursanız çok daha fazla zevk
alacağınıza eminim. Kahramanlarımızın nerelerden geçtiğini
haritadan takip etmek çok eğlenceli oluyor.
ZACHARIUS USTA VE OLA ĞANÜSTÜ ÖYKÜLER
Daha önce yine Xasiork Dergi’de uzun uzun incelediğim bir kitap olan Zacharius Usta ve
Olağanüstü Öyküler, adından da anlaşılabileceği gibi fantastik diyebileceğimiz üç uzun öyküden
oluşuyor.
Kitabın ilk öyküsü, kitaba adını veren “Zacharius Usta ya da Ruhunu Yitiren Saatçi” adlı fantastik
ve aynı zamanda didaktik bir öykü. Zacharius adında usta bir saatçinin sattığı tüm saatlerin bir anda
nedensizce durmaya başlamasıyla gelişen olaylar anlatılıyor. Usta ne yaparsa yapsın saatleri tamir
edemiyor. Sattığı saatler iade edilmeye başlıyor ve usta hem maddi hem manevi olarak çöküş
yaşıyor. Bunlar yaşanırken tuhaf görünüşlü bir adam geliyor ve çarenin kendisinde olduğunu söylüyor.
Sonra da fantastik bir maceraya dalıp gidiyoruz.
193
İkinci öykü çocuklara hitap eden bir masal. Adı “Raton Ailesinin
Serüvenleri”. Çocukluğumuzun hayvan kahramanları olan çizgi
filmlerine benziyor. Konusu çoğu masalda olduğu gibi bir iyilik-kötülük
savaşı.
Kitabın üçüncü ve son öyküsü bir Noel öyküsü olan “Mösyö Re-
Diyez ve Matmazel Re-Bimol.” İsviçre’nin küçük bir kasabasına
Noel’den kısa bir süre önce iki yabancı gelir. Bunlardan biri çok iyi bir
org müzisyeni olduğunu söyler. Ayrıca org konusunda yeni bir
icadının olduğunu ve bunu Noel’de kasabada denemek istediğini
anlatır. İcat ettiği bu alet, orgdan çocuk sesleri çıkarabilen bir araçtır.
Bu son öykü de atmosferi çok iyi verilmiş, insanı içine alan bir eser.
Kısaca Zacharius Usta ve Olağanüstü Öyküler, Verne ustadan üç fantastik öykü okumak
isteyenlerin tercih edebilecekleri hoş bir kitap.
İNATÇI KERABAN
İnatçı Keraban benim için Jules Verne efsanelerinden biridir. Bana en çok zevk veren Jules
Verne kitaplarıdır hatta. Kitaplarıdır, diyorum çünkü İnatçı Keraban iki ciltten oluşuyor. İlk cilt bittikten
sonra ikincisini bulmak için nasıl kitapçı kitapçı dolaştığımı ben bilirim.
Jules Verne’in yolculuk kitaplarından biri İnatçı Keraban. Ve bu kez Osmanlı topraklarında
geçiyor. İstanbul’da başlayan ve Karadeniz’in etrafında sürerek tekrar İstanbul’da sona eren çok
zevkli bir macera.
Kitap Hollandalı bir tüccar ve uşağının bir ramazan günü İstanbul’a gelmesiyle başlıyor.
Hollandalı, arkadaşı Keraban Ağa’yı buluyor. Keraban Ağa ile Üsküdar’a yemeğe gideceklerken
boğazdan karşıya geçişe yeni bir vergi konduğunu görüyor. İnanılmaz inatçı ve hükümet muhalifi olan
Keraban Ağa müthiş bir protesto yolu buluyor. Boğazdan karşıya geçmek yerine, Üsküdar’a
Karadeniz’in çevresinde dolaşarak gitmeye karar veriyor. Ve işte macera burada başlıyor. Ortaya
mizah ve maceranın çok güzel harmanlandığı akıcılıkta sınır tanımayan bir hikâye çıkıyor. Verne’in bu
en eğlenceli eserini kesinlikle okuyun derim. Jules Verne’in Türkler, Kürtler ve diğer Osmanlı
toplulukları hakkındaki tespitleri de ilginizi çekecek.
DENİZLER ALTINDA Y İRMİ BİN FERSAH
194
Jules Verne’in belki de en çok tanınan eseri Denizler Altında
Yirmi Bin Fersah. Ve bence bu ünü sonuna kadar hak ediyor.
Atlantis efsanesinden kutuplara, okyanusun derinliklerindeki
gizemlerden batık gemilere pek çok şey keşfetmek için mükemmel
bir eser.
Denizler Altında Yirmi Bin Fersah, İthaki tarafından iki cilt
olarak basılmış. Birincisini bitirdikten hemen sonra ikinciye
başlamak isteyeceğinizden eminim, bu yüzden alacaksanız bence
iki cildi birden alın.
Kitabın konusunu bilmeyen yoktur. O yüzden bir denizaltı
macerası olduğunu hatırlatmaktan başka bir şey söylemeyeceğim. İlk gerçek nükleer denizaltıya da
ismini vermiş olan Nautilus’ta yaşayacağınız tüm anların keyfini çıkarın derim.
BEGÜMÜN BE� YÜZ MİLYONU
Jules Verne’den bir güç gösterisi! Harika! Muhteşem! Kendi adıma Verne’in en heyecan verici
kitabı olduğunu söyleyebilirim.
Kitabın ismi Hint zenginlerinden Begüm’ün bıraktığı 500 milyonluk mirastan geliyor. Bu müthiş
servete iki varis çıkıyor: Fransız Doktor Sarrasin ve Alman Profesör Schultze.
Doktor Sarrasin bu mirasla Amerika’da France-Ville adında ütopik bir iyilik şehir kurarken,
Alman profesör tam bir savaş şehri olan Çelik-Kent’i kuruyor. Sarrasin’in dünyaya iyiliği getirmek için
gösterdiği çabalara karşın Schultze bu şehri yok etmek ve insanlığı kaosa sürüklemek için elinden
geleni yapıyor. Hatta günümüzün atom bombası olarak nitelendirilebilecek bir süper silah üretiyor.
�imdi kahramanlarımız Schultze’yi durdurmak zorunda.
Begümün 500 Milyonu hem günümüz yazarlarına taş çıkartan müthiş bir casusluk romanı, hem
de İkinci Dünya Savaşı’nın müthiş bir öngörüsü. Hatta Alman profesör karakteriyle tüm dünyaya
dehşet getirecek olan kişinin milliyetini bile yıllarca önceden tahmin etmiş gibi görünüyor Verne.
Bana Verne’in en sevdiğin eseri hangisi diye sorsalar tereddüt etmeden Begümün 500 Milyonu
derim. Sizin de beğeneceğinizi umuyorum.
195
İKİ YIL OKUL TAT İLİ
Çocukluğumun efsane kitaplarından biridir İki Yıl Okul Tatili.
Ama İthaki’den 620 sayfalık baskısını alana kadar Jules Verne’in
bu kadar ayrıntılı yazdığını bilmiyordum. Verne’in bu ıssız ada
öyküsünü okurken siz de o ıssız adadaymışsınız gibi
hissediyorsunuz.
Konusu kısaca 8 – 14 yaşları arasındaki on beş çocuğun,
halatları kopan bir gemiyle ıssız bir adaya düşmesi olarak
özetlenebilir. Bu on beş çocuğun nefes kesen hayatta kalma
mücadelesi kimi zaman gözleri dolduran duygusal sahneler, kimi
zaman da kalp atışlarını hızlandıran maceralarla anlatılıyor.
Çocukların adanın her yerini keşfetmeye çalışması, kendi yiyeceklerini bulma, kendi hayvanlarını
evcilleştirme, avlanma, soğuğa direnme ve diğer tüm yaşamsal gereksinimlerini karşılamalarını hayret
ve merakla izlediğimiz kitap kimi yerlerde mecburen düşük bir tempo ile ilerlese de genel olarak iyi bir
deneyim sunuyor okurlara. Sonunda kurtulup kurtulamayacaklarından çok o anki mücadelelerine
odaklanıyoruz okurken ve kitap bittikten sonra bir eksiklik duymaya başlıyoruz. Biz de o adada değil
miydik?
BUZLARIN SFENKS İ
Buzların Sfenksi’ni önceki sayılarda uzun uzun
incelediğim için fazla üzerinde durmasam da o incelemeyi
okumayan arkadaşlar için kısaca üzerinden geçeceğim.
‘Buzların Sfenksi’, dünyaca ünlü Amerikalı öykücü ve
şair Edgar Allan Poe’nun tek romanı olan Arthur Gordon
Pym’in Öyküsü’nün devamı niteliğinde bir kitap. Tek başına
okunabilse bile öncesinde Poe’nun romanını okumanın çok
daha iyi olacağını söylemeliyim. Kitabımız Kerguelen
adalarında jeolojik araştırmalar yapan Mösyö Jeorling’in
Halbrane adlı bir gemiyle denize açılmasıyla başlar. Geminin
kaptanı Poe’nun romanının aslında gerçek olduğunu, hatta
kitapta güney kutbunda kaybolan karakterlerden birinin
kardeşi olduğunu söyler. Jeorling başta ona inanmasa da açık
196
denizde bunla ilgili kesin bir kanıta ulaşırlar. Ve gemi Poe’nun romanında kaybolan insanları aramak
için zorlu bir güney kutbu macerasına başlar.
‘Buzların Sfenksi’ iki cilt halinde yayınlanan, yolculuk romanlarını sevenler için ideal bir kitap.
Kutup bölgesinin atmosferi öyle iyi ve ayrıntılı anlatılmış ki oradaymış gibi hissediyorsunuz. Bazen
gezi yazısı niteliği romanın asıl konusunun önüne geçtiği için bu tür yazıları sevmeyenlerin okurken
zorlanacağı bir roman olmakla birlikte bir Verne veya Poe hayranının es geçmesinin yazık olacağını
düşünüyorum.
MACELLANYA
Macellanya, TÜBİTAK yayınlarından çıkmış bir Verne kitabı. Kendine Kaw-djer diyen
özgürlüğüne aşırı düşkün bir adamın tamamen özgür topraklarda yaşama çabasını konu alıyor.
Herhangi bir otoritenin altında olmayan ateist ve anarşist bu adamın daha sonra yavaş yavaş kendi
devletini kurmak zorunda kalması ve o hiç sevmediği otoritenin başı haline gelmesi anlatılıyor. Çok
sürükleyici olmasa da okundukça farklı tatlar alınan ve okuyanı pişman etmeyen, Jules Verne’in
dünyasının ne kadar geniş olduğunu bir kez daha gözler önüne seren bir yapıt.
YİRMİNCİ YÜZYILDA PAR İS
George Orwell’in 1984’ünü veya diğer distopyaları okuduysanız bir de ‘Yirminci Yüzyılda Paris’i
deneyin derim. Sanatın hemen hemen yasaklandığı, aşağılandığı, sürekli monoton ve estetikten
yoksun bir hayatın sürüldüğü bir gelecek kuruyor Verne. Duyguların değerini kaybettiği, tüyleri diken
diken eden, asla olmak istemeyeceğimiz bir dünya sunuyor bize. Ama bir bakıma o dünyada
yaşıyoruz. Hangi anne baba, “Ben ressam olmak istiyorum, ben yazar olmak istiyorum,” diyen
çocuğunu ciddiye alıyor ki günümüzde?
Genelde kitaplarında eğlenceli ve iyimser bir dil kullanan Verne, bu kitabında o kadar karamsar
ki şaşırmadan edemiyorsunuz. Gerçekler acıdır…
METEOR AVI
‘Meteor Avı’ bana göre Jules Verne kitapları arasında en ilgi çekici kapağa sahip olanı. İsmi de
Hollywood’un bol aksiyonlu filmlerini çağrıştırdığından insanın hemen alası geliyor. Ama kitaptan o
kadar aksiyon beklememek gerekiyor. Hatta itiraf etmeliyim ki hiç beklediğim gibi çıkmadı.
197
Aynı kentte yaşayan iki bilim adamının aynı anda yeni bir meteoru
keşfetmesi ile başlıyor ‘Meteor Avı’. Bu meteor ikisinin arasını fena halde
bozuyor, çünkü ikisi de meteoru önce kendinin keşfettiğini söylüyorlar,
ama aslında aynı anda keşfettikleri kesin… Hele sonradan yapılan
araştırmalar meteorun saf altından olduğunu ortaya çıkarınca rekabet
iyice büyüyor. Meteor dünyaya düşerken iki bilim adamı da meteorda
kendi hakları olduğunu söylüyor. Bakalım tüm dünyaya yetecek
büyüklükte bu altın topuna kim sahip olacak?
Meteor Avı’nda mizah öğeleri de bilimkurgu öğeleri de sıklıkla
kullanılmış. Verne severlerin beğeneceği bir kitap.
…ÖZEL DOSYANIN SONU…
198
Benden korkuyorlar. Kim olduğumu bilmemelerine rağmen benden korkuyorlar. Belki de
beni tanımamalarıdır onları korkutan. Belki de beni yan komşularının, bakkallarının,
doktorlarının, berberlerinin, hatta oğullarının veya kızlarının yerine koymalarıdır onları bu
korkuya sürükleyen. Diğerlerinin başına gelenlerin, hiç beklemedikleri bir anda kendi
başlarına gelmesinden korkuyorlar. Aslında benim de tam olarak istediğim şey bu. Bütün
gaddarlığımın, zalimliğimin, acımasızlığımın tek sebebi bu. Görenlerin, duyanların,
okuyanların yüreğine korku salmak. Onların benliklerini ölüm korkusuyla doldurmak. Belki
böylece değişebilirler. Beş tane fahişeyi acımasızca öldürdüm diye benden korkuyorlar. Seri
katil olduğum için benden korkuyorlar. Sıranın kendilerine gelmesinden korkuyorlar. İşte bu
korku onları değiştirecek ya da ben değiştireceğim.
Ben kim miyim? Ben insanım, aslında iyi bir insanım. Kendini beğenmiş aristokratlardan
da, kendini hiç sayan fakirlerden de iyi biriyim. Tek bir kusurum var, öldürmek. Beni
tanımamış olabilirsiniz. Gazetelere, polise benim adıma mektup yazan geri zekâlının koyduğu
ve sizin de çok sevdiğiniz ismi söylersem, kesinlikle tanıyacaksınız beni. Ben Jack,
Karındeşen Jack. İşte bu yüzden kendimi tanıtmaya insanım diye başladım. Çünkü benim
için canavardan hayalete, vahşi hayvandan kurt adama kadar birçok iddia ortaya atıldı.
Aynaya baktığımda bunların tamamen yalan olduğunu tüm içtenliğimle söyleyebilirim. Hatta
yakışıklı bile sayılabilirim. Size gerçek adımı söylemeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyeyim,
adım Jack değil. Ben pek hoşlanmasam da, siz bana Jack diye hitap etmeye devam
edebilirsiniz.
Mesleğim konusunda da birçok iddia dolaşıyor ortalıkta. Kasap olduğum, doktor
olduğum, berber olduğum, hatta saraydan biri olduğumu bile iddia ettiler. Size mesleğimi de
söylemeyeceğim. Biraz önce saydığım işlerden hiçbirini yapmıyorum ve kraliyet ailesinden de
KARINDEŞEN
MURAT YÜRER
199
değilim. Hatta yaptığım işte bıçak bile kullanılmıyor. Bıçaklarla oynamak benim için bir hobi.
Ayrıca söyledikleri gibi ne çok zenginim, ne de çok fakir. Geçinecek kadar para kazanıyorum.
Bu kadarı yeterli sanırım.
Bu mektubu niye mi yazıyorum? İşlediğim muhteşem cinayetleri bir de benim ağzımdan
dinlemenizi istedim sadece. Çoğunuz gazetelerden okudu, bazı şanslı olanlarınız ise benim
sanat eserlerimi yakından görme fırsatına erişti. Evet, bana göre hepsi birer sanat eseri.
Onları o hale getirene kadarki çalışmalarımı ve onların daha önceki hallerini görseniz siz de
bana hak verirdiniz.
İlk kurbanımı çok iyi hatırlıyorum. 30 Ağustos gecesiydi. Barın birinde içmiş, evime
dönüyordum. Gecenin o saatinde sokaklar ayyaşlar ve fahişelerle doludur. Alkolün etkisiyle
ve normal bir erkek olduğumdan canım kadın çekti. Uzaktan güzel görünen birine yanaştım.
Yüzünü döndüğünde karşılaştığım çirkinliği kelimelerle anlatamam. Ağır bir makyaj, yapay
gülümsemenin altında sapsarı iğrenç dişler, koca göğüsler ve sergilemeye utanmadığı koca
baldırlar. O an onu düzeltmeye karar verdim. Kararımı desteklemesi için, herhangi bir
saldırıya karşı yanımda taşıdığım bıçağıma dokundum ve kararım kesinleşti.
Adının Polly olduğunu söyledi. İstediği parada anlaştıktan sonra yürümeye başladık.
Karanlık ve tenha bir sokağa girdiğimizde zamanın geldiğini anladım. İğrenerek de olsa
beline sarıldım ve soyunmasını söyledim. O soyunurken ben de bıçağımı hazırlıyordum.
Önce ne olduğunu anlamadı. Anladığında ise çoktan gırtlağını kesmiştim. O kadar
heyecanlıydım ki, gırtlağından fışkıran kanın üzerime sıçramasından son anda
kurtulabilmiştim. Biraz çırpınıp canını verdikten sonra onu yere sırtüstü yatırdım. Çırılçıplak
ve savunmasız bir şekilde karşımdaydı. Bıçağımı önce vajinasına büyük bir hırsla birkaç kez
sokup çıkardım. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum; herhalde o iğrenç, çirkin, hastalıklı organı
bir daha kullanılmayacak hale getirmek istiyordum. Sonra büyük bir zevkle karnını boydan
boya yardım. İç organlarını dikkatle inceledim. Sıra yüzüne geldiğinde, birkaç sarhoşun
gürültüsünü duydum. Eserimi yanıma almak için oradan bir muşamba buldum ve onu sardım.
Sonra onu yanıma almaktan vazgeçtim ve hızla oradan uzaklaştım.
O gece heyecandan uyuyamadım. Ondan sonraki geceler de... Yaptığım işten zevk
almıştım ve tekrar yapmalıydım. Uygun kurbana bir hafta içinde, loş bir sokakta rastladım.
Adı Annie’ydi. Veremliydi, zayıftı, iğrenç görünüyordu ama bu haliyle bile kendini satmaya
200
çalışıyordu. Boş olduğunu bildiğim bir pansiyonun arka sokağına götürdüm onu. Hiç karşı
gelmeden soyundu ve yere uzandı. Hasta ve güçsüz olması işimi kolaylaştırmıştı. Can
verene kadar boğazını sıktım ve hemen ardından bıçağımla boğazını kesmeye başladım.
Bıçağı boğazından kaldırdığımda, kafasının neredeyse kopacak duruma geldiğini gördüm.
Sonra dikkatle karnını yardım. Geçen sefer yapamadığımı bu sefer yaptım ve bütün iç
organlarını dışarı çıkardım. Bağırsaklar, böbrekler, mide, karaciğer... Her birini dikkatle
söktüm. Görenler manzaranın iğrenç olduğunu söylediler ama bence yaptığım mükemmel bir
şeydi. Artık, içi dışı bir biri olmuştu.
Annie’den sonra öldürme isteğim son bulmuştu veya ben öyle sanıyordum. Etraf seri
katil haberleriyle çalkalanırken, ben normal yaşantıma devam ediyordum. Ta ki o mektubu
gazetede görene kadar... Manyağın biri polise benim adıma mektup yazmıştı ve bana
‘Karındeşen Jack’ ismini layık görmüştü. Gazeteler de bu ismi çok sevmişti.
Çok sinirlendim. Adamın biri benim eserlerimi sahipleniyordu ve daha önemlisi onları
sıradan birer cinayetmiş gibi gösteriyordu. Önce adamı bulmayı düşündüm, bulamayacağımı
anlayınca ona sanatımla cevap vermeye karar verdim.
İki gün sonra yeni bir eser için sokağa çıktım. İki cinayetten sonra, bütün fahişeler
temkinli davranıyorlardı ama düzgün görünüşüm, biraz yakışıklı oluşum ve daha da önemlisi
paramın olması, onu kolaylıkla ikna etmemi sağlamıştı. Kendine Liz diyordu, sonradan adının
Elizabeth olduğunu gazetelerden öğrendim. Tenha bir ara sokakta onun da boğazını kestim.
Karnını açmaya hazırlanırken, orada olmaması gereken bir araba sokağa girdi. Hemen
oradan uzaklaştım.
Evime dönmeyi düşünüyordum ama işimi yarım bırakmamdan dolayı da çok
mutsuzdum. Kaçarken kaldırımda oturan, yarı sarhoş yarı ayık bir fahişeye rastladım. Kanlı
bıçağım elimdeydi ama o körkütük sarhoş olduğundan bunu fark edememişti. Hemen
yakınlardaki boş bir meydana gittik. Sarhoş olduğundan onu kendim soydum. Belki de
boğazını kestiğimden hiç haberi olmadı. Bir önceki eserimin elimden alınmasına çok
sinirlenmiştim. Ayrıca gazeteye mektup yazan o herife de iyi bir cevap vermek istiyordum.
Karşımdaki savunmasız bedeni şekillendirmeye başladım. Önce çirkin yüzüne vurdum
bıçağımı. Ardı ardına gelen darbelerden sonra yüzü tanınmayacak hale gelmişti. Kanlı bıçağı
çıplak bedeninde gezdirdim. En sonunda kararımı verip, göğüs kafesinden içeri soktum.
201
Aşağı doğru kesmeye başladım. Hızımı alamadığımdan, bıçağı anca kuyruk sokumunda
çıkarabildim. İç organları tamamen karşımdaydı. Hemen bağırsaklarını dışarı çıkardım.
Sinirim geçmişti ve istediğim eseri yaratabilmiştim. Gitmek üzereyken gözüme böbreği takıldı.
Karanlık gecede hafifçe parlıyordu. Dikkatle çıkararak yanıma aldım. Bunu neden yaptığımı
bilmiyorum. Zaten iki sokak ötede, elimdeki böbreği farkedince hemen ondan kurtuldum.
Polise gönderilen böbrekle hiçbir alakam yok. Çıkardığım böbrek, herhalde sokak köpeklerine
iyi bir ziyafet olmuştur.
İçimdeki öldürme, parçalama, yeniden şekil verme duygusu tamamen yok olmuştu.
Mektubu yazan geri zekâlıya da kendimce dersini vermiştim. Bir ay çok sakin bir hayat
yaşadım. Kimse benden şüphelenmiyordu. Ama 9 Kasım gecesi onu gördüm. Çok güzeldi,
gerçek olamayacak kadar güzeldi, fahişe olamayacak kadar güzeldi. Onu görmemle
erkekliğim tekrar uyanmıştı. Hemen anlaştık ve birlikte olmak için onun odasına gittik. İnanın
bana, onu öldürme gibi bir niyetim hiç yoktu. Saatler boyunca seviştik. Ona âşık olduğumu
hissediyordum, onunla evlenebilirdim. Ben ona bunları söyledim, o bana hamile olduğunu
söyledi. Yıkıldım, hemen masanın üzerinde duran bıçağı kaptım ve boğazını kestim. O da
diğerleri gibi çıkmıştı ve düzeltilmeye ihtiyacı vardı. O, bu güzelliği hak etmiyordu.
İşe yüzünden başladım. Burnunu kestim, alnını yüzdüm. Güzel göğüslerini tek tek
kestim ve masanın üzerine, burnunun yanına koydum. Karnını yardım ve bütün iç organlarını
yavaşça ve dikkatle çıkardım. Dışarıda olmadığımızdan ve oda arkadaşının sabaha kadar
gelmeyeceğini bildiğimden özenle çalışabiliyordum. Karaciğerini kenarı ayırıp, diğer iç
organları sobada yaktım. İç organlarını yediğimi söylüyorlar ama bu tamamen yalan. Sıra
güzel, diri, sütun gibi bacaklarına gelmişti. Birkaç saat önce öptüğüm bacaklardaki etleri
dikkatle sıyırdım ve masaya bıraktım. Masada yer kalmadığından, karaciğeri alıp ayaklarının
yanına bıraktım. Hak etmediği güzelliği almıştım elinden ve mutluydum. Eserime son kez
gururla bakıp, odadan çıktım.
�u ana kadar başka sanat eseri yaratmadım. Birçok cinayeti bana yamadılar, bir sürü
taklitçilerim çıktı ama benim eserlerim sadece bunlar. Bunları neden yaptığım konusunda
sayamadığım kadar iddia ortaya atıldı. Annemin fahişe olduğunu, fahişeler tarafından küçük
düşürüldüğümü, erkekliğimin olmadığını, kadın olduğumu, hatta fahişe olduğumu bile
söylediler. Hepsi yalan. Bunları, onları düzeltmek için yaptım. Hak ettiklerini vermek için...
Fahişeleri seçtim, çünkü onlar hem bozuktular hem de ulaşması en kolaydılar. İstediğim
202
değişiklikleri onların üzerinde kolaylıkla, kimse umursamadan yapabiliyordum. Kraliçeyi de
düzeltmek isterim ama ona bu kadar kolay yaklaşabileceğimi sanmıyorum.
Londralılar artık rahatlayabilir. Buradan gidiyorum. Birkaç saat sonra gemim Akdeniz’e
doğru yola çıkacak. Düzeltilmesi gereken insanlar bu adayla sınırlı değil maalesef. Elimden
geldiğince ve ömrüm yettiğince herkesi düzeltmeye çalışacağım. Siyah derililer, sarı derililer,
Araplar, Fransızlar, Türkler... Hepsine sıra gelecek.
Tüm dünya benim eserlerimi ve beni konuşacak. Yüzyıllar sonra bile hakkımda
efsaneler anlatılacak. Adımı duyanların yüreği korkuyla dolacak ve ben onları düzeltmek için
orada olacağım. Görüşmek ümidiyle...
203
Hawkwind, bilimkurgunun müzikle buluştuğu noktadır. Uzayı kulaklarında hissetmek isteyen her
insanın zevkle dinleyeceği bir “space rock” grubudur. Onlar gerçekten de iyidir. Dinlerken uçarsınız…
Hele ışıkları kapamış, son ses dinliyorsanız… Değmeyin keyfinize!
Ben bu grubun kuruluşu ve yükselişini size uzun uzun anlatmayacağım. Bu konuda bilgi
edinmek artık çok kolay. İnternet var. Açıp bakabilirsiniz. Ben size Hawkwind’in müziğini
anlatacağım… Onların ‘uçuran’ müziğini…
1969 senesinde patlayan progresif ve saykodelik rock akımıyla birlikte birbiri ardına müzik
grupları kuruluyor, daha önce kurulmuş olanlarsa isimlerini duyuruyorlardı. Pink Floyd, Jethro Tull gibi
grupların ünlendiği bu dönemde progresif ve saykodelik rock’a yeni bir soluk kazandıracak olan
Hawkwind de kurulma aşamasındaydı. Onlar space rock’ın mucidi olacaklardı, oldular.
Bir hatırlatma: Hawkwind’den thrash metal ve hard rock dünyasının en önemli isimlerinden biri
olan Lemmy (Motörhead) de geçmiştir.
Hawkwind’in Müzi ği
Hawkwind şarkılarını dinlerken kendinizi uzayda yolculuk yapıyor, gelecekte androidlerle
savaşıyor ya da fantastik bir dünyada hayatta kalmaya çalışıyormuş gibi hissedebilirsiniz. �arkıların
hemen hepsinde müthiş bir atmosfer var. Mesela Levitation albümünden Prelude adlı parçayı
dinlerken (ki bu parça bir uzay filmi müziği olmak için birebirdir) kendinizi uzayda sürüklenirmiş gibi
hissedebiliyorsunuz. Hawkwind’in en ünlü şarkılarından olan Hassan-i Sabbah’da ise kendinizi
fantastik bir öykünün içinde buluyorsunuz. Karanlık bir atmosfere sahip. Gece uyurken dinlememenizi
öneririm. Zira cinler tarafından kovalandığınız bir kâbus görebilirsiniz. (Yaşadım, oradan biliyorum).
Hani bilimkurgu filmlerinde robotlardan çıkan veya eski atari oyunlarında duyduğumuz
klasikleşmiş bazı sesler vardır ya… İşte o seslerin rock müzik’e entegre edildiğini düşünün. Bu da,
Hawkwind’in yarattığı melodiler için bir tanım olabilir. Ayrıca şarkılarda klavye ve bolca efekt aleti
kullanıldığı rahatlıkla anlaşılabiliyor. Bu “bilimkurgusal” melodilerin temelini de efekt aletleri
oluşturmakta zaten. Zaten bunlar olmasa Hawkwind klişe bir rock grubundan fazlası olamazdı.
HAWKWIND – ONUR BAYRAKÇEKEN
X K dergidergidergidergi
204
Hawkwind’in yarattığı müziği, atmosferi ve melodiyi özetlemek gerekirse, “Notalarla bilimkurgu
ve fantastik yazılmasıyla ortaya çıkan sesler,” demek yeterli olacaktır.
Hawkwind’in �arkı Sözleri
“…Dust of time caught in your eye! A fleeting glimpse gone in a sigh…”
Hawkwind’in şarkı sözleri, müzikleri gibi bilimkurgu ve fantastik kurgu ağırlıklıdır. Hatta bazı
şarkılarının isimleri bilimkurgu severlere fazlasıyla tanıdık gelecektir. Örneğin Fahrenheit 451. Ray
Bradbury’nin bu ünlü romanı Hawkwind’e ilham vermiştir.
Hawkwind’in bazı şarkılarında da gerçeküstücülük izleri vardır. Ayrıca grubun toplumsal olayları
konu alan parçaları da bulunmaktadır. Buna en iyi örneklerden biri Levitation albümünün altıncı
parçası olan Who’s Gonna Win the War olacaktır.
Sahnede Hawkwind
Hawkwind konserine hiç gitmedim, daha doğrusu gidemedim. Fakat izlediklerim kadarıyla
söyleyebilirim ki, bir Hawkwind konserine gittiğinizde yalnızca müzikal olarak uzayda yolculuğa
çıkmıyorsunuz. Işık-lazer şovları ve ekranlarda verilen görüntüler ile, konseri canlı değil de ekran
başında izleseniz dahi kendinizi kaybedebilirsiniz.
İşte Hawkwind konserlerinden bazı fotoğraflar:
205
206
Hawkwind’in Albüm Kapakları
Yazımı bitirmeden önce, Hawkwind albümlerinin kapaklarına değinmek istiyorum. Hawkwind de
hemen her saykodelik ve progresif rock topluluğu gibi gerçeküstücü kapak çalışmaları yapmıştır.
Ayrıca bazı kapakları da uzay filmleri posterleri gibidir. İşte size birkaç tane örnek sunayım:
Son Olarak
Evet arkadaşlar… Yazımı burada bitirirken, tüm progresif ve saykodelik rock severlere ve
bilimkurgu/fantastik kurgu hayranlarına Hawkwind’i en azından bir defa dinlemelerini tavsiye ederim.
Space Rock’ın mucidi denebilecek bu adamlar saygıyı hak ediyorlar…
207
XASĐORK ÖLÜMSÜZ ÖYKÜ KULÜBÜ
ÖZEL DOSYASI
Işığın Karanlık Yüzü – Bülent Eriş
Asi – Orkun Uçar
Xasiork Tarihçesi:
“Kuruluş”
208
Hayatın İçinden Fantastik Bir Hikâye - I şığın Karanlık Yüzü
2020 yılında Türkiye… Bülent Eriş’in kaleminden, polisiye ve bilimkurgunun fantastik imgelerle
harmanlandığı ‘Işığın Karanlık Yüzü’…
“Bundan elli yıl önce kafese konmu ş esirlerdik. Bugünse dünyanın gelece ğiyiz.”
Roman, okura sık sık karakter değişimi yaşatan hızlı bir kurguya sahip. İyi tasarlanmış kurgu,
birden fazla karakteri tek kişi üzerine yoğunlaştırmadan akıcılık
sağlıyor. Fakat kitapta ana karakter olarak belirginleşen İlkay’ın
okurla özdeşleşememe sorunu var. Karakterin gerek ruhsal gerek
fiziksel betimlemesinin azlığı karakter ve okur arasındaki
bağlılığın sağlanmasını önlüyor. Tüm kitap boyunca okuduğunuz
İlkay, sürekli size yabancı kalıyor. Okur sürekli İlkay’a bağlanma
arzusunda, fakat karakter ile okur arasındaki bazen kısa espriler,
bazen duygularının aktarımı gibi anlatım çeşitlerinin azlığı İlkay’ı
(ve diğerlerini) okurdan uzak tutuyor.
Unutulmaz Bir Yolculu ğa Hazırlanın – 2020 Türkiye…
Hızlı başlayan bir kurgu var kitapta. Okuru, kitabın
başlangıcından itibaren gelecekte karşılıyor ve bu karşılama az da olsa başınızı döndürüyor. Fakat
kitabın ilk bölümlerinde yapılan dünyanın o zamanki yaşamının, yönetilişinin anlatılması okuru kitaba
kısa sürede alıştırıyor ve kafasındaki soru işaretlerini kaldırarak kitaba bağlanmasını sağlıyor.
Baştan itibaren hızlı olan kurgu, dille desteklenmeyince çok eksik kalıyor. Kurgu tam olarak
oturmuş ve benimsenmiş olsa da sayfa sayısının az olması ve buna bağlı olarak her alanda
(betimleme, anlatım, diyalog gibi olmazsa olmazların da) kısalmaları ve buna paralel bariz anlatım
hataları göze çarpıyor. Sayfa sayısı az olmasına rağmen çok fazla bölüm olması ve sürekli bölümler
arasında gidiş ve gelişler olması tabiri caizse okuru kurgu budalası yapıyor. Aynı zamanda bu sık sık
tekrarlanan bölümler arası geçişler; karakterleri tanımamıza, onlarla uzun süreli birlikte olmamıza
engel oluyor.
HAYATIN İÇİNDEN FANTASTİK BİR HİKÂYE – HÜSEYİN EMRE COŞKUN
X K dergidergidergidergi
209
Olayları ve sıralanışlarını incelersek, kitabın şüphesiz takdire şayan
kısımlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. İyi planlanmış, oturmuş bir kurgu
var. �üphesiz bu okuma zevkini arttırıyor ve kitabın sonuna dair merakı
körüklüyor. Kitapta; polisiye, bilimkurgu, fantastik kurgu gibi türlerin iç içe
olması ve ‘önemle vurguluyorum’ bu kurguların sıralı olması kitabın
akıcılığını ve okurun kitaba olan bağlılığını arttırıyor. Kitabın sonlarına
doğru kendini gösteren fantastik imgeler anlatımı güçlendiriyor ve merak
uyandırıyor.
Işığın Karanlık Yüzü’nün anlatımında en çok göze çarpan
eksiklerinden birisi diyalogların yetersizliği. Duyguların çok az yer bulduğu diyaloglar ve diyaloglar
arasındaki küçük cümleler sıkıştırılmış izlenimi veriyor. Bu da anlatımı oldukça derinden etkiliyor.
Kişilerin ruhsal ve fiziksel betimlemelerinin azlığına nazaran daha çok göze çarpan olayların
geçtiği mekânların betimlemesinin yetersiz oluşu sık sık bölüm ve mekân değiştiren kitapta akıcılığı
bozuyor.
“Işığın ardındaki karanlık, yakın gelecekte şekillenmeye başlar. Işığın ardındaki karanlığa giden
yolculuk, her geçen gün daha fazla bilinmeyenin çevresini sardığı bir çıkmaza dönüşür. Karanlık,
dünyayı ele geçirmeye çalışan gizli bir örgütü ve arkasındaki garip bilinmeyenleri içinde
saklamaktadır. İsteksiz sürükleniş, sıradan bir insanı kimsenin tahmin edemeyeceği cevaplara
götürecektir. Bu cevaplara ulaşmaya başladıkça, iyiyle kötünün arasında geçen büyük bir savaşın tam
ortasında olduğunu fark eder. Savaş, ona aydınlık yüzleri gösterdiği gibi en karanlık yüzlerle de
tanıştıracaktır.”
Kitaptaki derin ve içten anlatım, gizemciliği arttıran en önemli etkenlerden biri olarak göze
çarpıyor. Kitabın arka kapağında yer alan yukarıdaki paragraf bu anlatıma en güzel örnek.
Genel olarak ‘Işığın Karanlık Yüzü’ hızlı bir kurgusu olan, oldukça iyi bir konuya sahip,
okunabilirliği yüksek bir kitap. Gelecekte gerçekçi bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız mutlaka Eriş’in
kaleminden dökülen bu kitabı okumalısınız.
Önsözde bahsettiği, ülkemizdeki bilimkurguya olan önyargıyı aşan ve bu önyargıyı yıkmak için
büyük bir adım atan Eriş, yazdığı eserle de takdiri hak ediyor. Umarım bundan sonraki yazın
hayatında daha güzel, eksiksiz kitaplar yazar ve biz okurları bunları keyifle okuruz.
210
• Charles Edward Prendick hangi romana ait bir karakterdir?
Yukarıda sormuş olduğumuz sorunun doğru cevabını 15 Mart 2009’a kadar
[email protected] adresine iletenler arasında yapılacak çekilişte
seçilen bir okurumuza, Bülent Eriş’in “Işığın Karanlık Yüzü” adlı romanı isme
imzalı olarak hediye edilecektir.
ÖDÜLLÜ SORU
211
“Asi” oldukça başarılı bir kitap. Hem kurgusal anlamda başarılı,
hem de ticari anlamda... Elimdeki üçüncü baskısı ve ilk üç baskı
(Ekim 2006’ya dek) toplam 10.000 adet basılmış.
Ancak gördüğüm kadarıyla fantezi edebiyatına yönelik
forumlarda hak ettiğince değerlendirilmiyor. Elbette bu kitabı alan
pek çok kişinin internette görünmesini beklemek saçma olur. Yine de
olması gerekenden az bir ilgi var gibi görünüyor. Asi’yi alanlar ya
geleneksel fantezi okuru değil, -Metal Fırtına ile cezp edilen- yeni bir
topluluk, ya da geleneksel fantezi okuru kitabı okusa bile bunu
belirtmekten ve yorum yapmaktan kaçınıyor. Ben bunların ikisinin de
olduğunu düşünüyorum. Ayrıca yeni bir okur kitlesi türe
kazandırılıyorsa bu da çok hayırlı bir gelişmedir diye düşünüyorum.
“Asi” sürükleyici bir kitap. Güçlü karakterleri, güzel bir kurgusu,
sade bir dili var. Kimi Türk yazarlarda şahit olduğumuz gibi kitapları
okunmaz hale getiren ağdalı bir dil kullanma hevesinin ürünü değil.
Sadeliğinin yanı sıra dil, yapay değil, tamamen doğal. Sizi rahatsız
edecek, “Böyle de diyalog olur mu?” dedirtecek yerler yok!
Karakterler arasından Janus, �eytan ve Sarp öne çıkıyor.
Janus, Tanrı’yı kendi evreninden uzaklaştıran Sürgündeki’nin eli,
�eytan ise Tanrı’nın... �eytan, kitabın Xasiork basımına adını
vermişti: Kara Gezgin... Altın Kitaplar baskılarına adını veren ise
Sarp: Asi... Sarp -adeta ruh hastası- bir Türk-İngiliz melezi. Eski bir
seri katil. Ancak ona Asi dedirten ruh hali yüzünden eskiden Tanrı’ya
isyan ederken, artık Sürgündeki’ne isyan eder olmuş. Eski dönemin
canisi, yeni dönemin kahramanı. Janus ise eskiden hevesli bir
satanist ve silik bir muhasebeci iken Sürgündeki’nin ona verdiği
güçle tüm dünyayı değiştiren bir seçilmiş.
Başka ilginç karakterler de var: Özenle yok edilmiş kutsal kitaplardan biri olmasa da, eski tek
tanrılı dinleri anlatan bir kitap bulan ve etrafında topladığı güçler ile Janus’un düzenine isyan eden
Mikael, gücün odağında Elem adında gizemli bir kız çocuğu, Jusa adında bir koyun çobanı...
Habis’in ne olduğu
konusunda Janus,
Şeytan ve Sarp’ın
farklı düşünceleri var
gibi gözükmektedir.
Janus’a göre, Habis
Tanrı’dan üstün,
evrenden önce var
olan bir varlıktır.
Şeytan’a göre ise
Tanrı’nın evindeki bir
faredir. Sarp ise
Şeytan’ın görüşünün
hatalı olduğunu
düşünmektedir. Ona
göre Habis’in
varlığını Janus da
dâhil olmak üzere -
kendisi hariç- kimse
anlayamamıştır.
ASİ - TEORİ VE İNCELEME – TAYFUN GEMİCİ
X K dergidergidergidergi
212
Bilinen Dünya’nın Derzulya haline dönüşmesinden
yüzyıllar sonra, Sürgündeki gelmek üzereyken Tanrı da
harekete geçmiş gözükmektedir ve olaylar böyle başlar.
Kitabı okurken bir yandan Derzulya kafanızda
şekillenmeye başlarken, diğer yandan karakterler
arasında örülmüş kurgudan zevk almaya başlarsınız.
Bitirdiğinizde geriye sorular ve merak kalır. Kendi adıma
çözülmesini beklediğim gizemler ve merak sayesinde
ikinci kitabı hevesle beklediğimi söyleyebilirim. Hem de
fantezi edebiyatının çok meşhur kimi yazarlarının yeni
kitaplarından çok daha fazla merakla bekliyorum.
Asi’nin geçtiği Dünya: Derzulya, post-apokaliptik
bir dünyadır. Bir dizi felaket milyarlarca insanı öldürmüş,
teknoloji ve medeniyet yok olmuş, yerini büyü ve sahte
tanrılar almıştır. Zaten post-apokaliptik terimi kıyamet
benzeri olayların sonrasını anlatır. Bilimkurgu ve fantezi edebiyatının konusudur. Apokalips Dünya’nın
sonunu ifade eden Yunanca kökenli bir sözcüktür. Post eki de Latince’den gelir. Derzulya’daki bu
tablo bir post-apokaliptik dünyaya tamamen uysa da, kitapta anlatılan kimi olaylar, Derzulya’nın aynı
zamanda bir pro-apokaliptik dünya olduğunu düşündürmektedir. Pro-apokaliptikten kastım elbette bir
kıyamet öncesidir. Hem de bildiğiniz “Kıyamet!”
Asi’yi okumuş ve gözden kaçırmış olanlar için Tanrı ve Sürgündeki ile Kıyamet bağlantılarını
gösteren bölümleri tekrar okumakta fayda var. Aşağıda bu bölümlerden alıntılar yapacağımdan, kitabı
okumamış olanların okumaya burada nokta koymaları gerekir.
Habis’in ne olduğu konusunda Janus, �eytan ve Sarp’ın farklı düşünceleri var gibi
gözükmektedir. Janus’a göre, Habis Tanrı’dan üstün, evrenden önce var olan bir varlıktır. �eytan’a
göre ise Tanrı’nın evindeki bir faredir. Sarp ise �eytan’ın görüşünün hatalı olduğunu düşünmektedir.
Ona göre Habis’in varlığını Janus da dâhil olmak üzere -kendisi hariç- kimse anlayamamıştır. Bunun
ne olduğunu ise Sarp’ın bakış açısından göremeyiz.
Janus’a göre:
“Sürgündeki’nin şeytanla ilgisi yoktu. Bu yaratık evrenin yaratılmasından önce vardı. Uzun
zaman ilgisiz davranmıştı bu kozmik yumurtaya; ama o genişlemeye devam etmiş ve sonunda o şey
213
için iştah açıcı bir yiyecek haline gelmişti. Sürgündeki basit olarak her varlık gibi; özümsemek,
kapsamak, tatmin olmak ve üremek gibi ilkel güdülerle hareket ediyordu.”
“Evrenin içindeki sürekli kendini dönüştüren enerji ile beslenecekti.” s.22
Sürgündeki’nin seçilmişlerinden, sonradan kendisine Balasahir denen adama göre:
“...gücün varlığını tam olarak görmüşse de bir yapaylık hissetmişti; sanki kendine Sürgündeki
diyen bu yaratık fantezi kitaplarından bir rol biçmişti kendine.” s.41
Sarp’a göre:
“O törende Sarp dışında kimsenin algılamadığı bir şeyler olmuştu. Sürgündeki’nden griışık
dışında başka şeyler de sızmıştı Sarp’a. Bu onun gerçek
amacıydı belki. Ama yaratık elbette bunları bir insan gibi
düşünmüyordu. Ve Sarp, Sürgündeki hakkında Janus’tan bile
gizlenenleri biliyordu ve bunlar dehşetten de öteydi!” s. 219
�eytan’a göre:
“...Senin Sürgündeki diye bildiğin şey... O’nun evinin
faresi. Bu evren, fare tuzağındaki peynir. Sarp, Habis hakkında
bu eski kara meleğin bile bilmediği şeyleri şimdilik saklamaya
karar verdi.” s.312
Habis, Tanrı’yı engelliyor gözükmektedir. Melekler bile -
�eytan hariç- Dünya’ya gelememektedir. Ancak tuhaf bir şekilde
Dünya üzerinde Habis’in gücünün ulaşamadığı yerler vardır. Habis’in gücü dışında doğaüstü şeyler
olmaktadır.
“Çoğu hâlâ bedenlerindeki bozulmalar yüzünden arada bir griışığı solumak veya yaşam iksiri
kullanmak zorunda kalıyordu ama Sarp ihanetinden sonraki uzun yıllarda sanki başka lanetler
yüklenmişçesine hiçbir sıkıntı çekmeden yaşamaya devam etmişti.” s.93-94
Sürgündeki’nin gücü �eytan hariç diğer meleklerin Derzulya’ya girmesini engellemiştir. s.80
214
“Janus’un kollarının bir şekilde uzanamadığı, eninde sonunda İfritgözü’nün ötesindeki
çekikgözlülerin hepsini yok etmeyi istediğini biliyordu. Orada Habis’in gücünü etkisizleştiren bir şey
vardı.” s.272
“Chiang ülkesi için Büyük Kargaşa’dan beri gözümüz kör.” s.272
Chiang ülkesi hakkındaki bir bilgi geri kalan pek çok şey hakkında ipucu veriyor. Belki de ipucu
vermekten öte her şeyi açığa çıkarıyor.
“Chiang gizli dini Magri Ket-ong rahipleri Toht kanı kullanarak kendini bölerek çoğaltabilen bir
büyü nesli oluşturmuşlardı. Ye ve Me adlı iki kardeşin kullanıldığı bu büyülü yaratık türü yine bu
kardeşlerin ata isimleriyle birlikte anılıyordu. Yani küçük, yırtıcı ve kana susamış bu ordu Ye-cüc ve
Me-cüclerden oluşacaktı.” s.331
Yecüc ve Mecüc İslam’da büyük kıyamet alametlerinden biridir. Habis Tanrı’dan güçlü ise,
Tanrı’nın yarattığı evreni onun elinden alabilecek kadar güçlüyse, bilinen kaderin değişmiş olması
gerekir. O halde Kıyamet nasıl olabilir? Sadece Yecüc ve Mecüc mü? Hemen mütevazı koyun çobanı
Jusa’yı hatırlayalım. Jesus, İsa, Jusa... Koyun çobanı Hıristiyanlık’ta Tanrı’yı simgeler.
İsa’nın yeniden doğumu Kıyamet’in habercisidir. O Deccal’ı yenmek ve onu öldürmek üzere
gelecektir. Deccal ondan önce tüm Dünya’ya hâkim olacak kötü adamdır. Deccal Janus olarak
gözükmektedir.
Kimi İslam yorumlarında kıyametten önce Mehdi gelecektir. Mehdi, Mesih değildir. Bir
peygamber de değildir. Ancak İslam için savaşacaktır. Mehdi Deccal’e karşı savaşırken İsa ona
katılacak ve Deccal’i öldürecektir. Mehdi görünüşe göre Derviş Mikael’dir.
Mikael kendi ismini kendisi koymuştur. s.73
Belki de Mikael’in isminin aslında tıpkı Jusa’da olduğu gibi Mehdi ya da bir varyasyonu olduğunu
görebiliriz. Örneğin Medi ya da Mahdi...
Kıyamet’ten önce Dabbet-ül Arz diye bir yaratık ortaya çıkacaktır. Bu yaratık da göründüğü
kadarıyla tohttur.
Tablo Kıyamet’e bu kadar uygunken, ortaya ilginç bir olasılık çıkmaktadır. Olaylar hiç de
Tanrı’nın iradesi dışında gerçekleşmişe benzememektedir.
215
Habis, “Evrenin içindeki sürekli kendini dönüştüren enerji ile beslenecekti.” s.22
�eytan, “...iyi ve kötü arasında tercih yapmanın, o sarkacın gidip gelişindeki serbest kalan
enerjiyi, kanalı ve rahmi hiç anlatmamayı tercih etti.” s. 334
Herkes Habis’in Tanrı’yı tamamen etkisiz kıldığını düşünmekteyken işaretler bunun tersini
göstermektedir. Bu nedenle ortada korkunç bir olasılık vardır. Tanrı ile Habis aynı varlık olabilir. Tanrı,
iyi ile kötü arasında gidip gelirken ortaya çıkacak enerji ile beslenmek için mi herkesi kandırıyor?
Sanki inanan pek çok kişinin kafasını kurcalayan “neden yaratıldık?” sorusunun cevabı gibi
durmaktadır. Bu şüphe ile birlikte yalanların üstadı �eytan’ın da tamamen aldatılmış olması ihtimali
ayrı bir konudur.
“Deccal”ın seçtiği ad tamamen tesadüf müdür? Janus, Roma Mitolojisinin iki yüzlü tanrısıdır.
Kapıların, geçitlerin, başlangıçların ve bitişlerin tanrısıdır. Belki de Derzulya’nın Tanrı’sı ve Habis’i
gerçek bir Janus’tur.
216
XASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐXASĐORK TARĐHÇESĐ: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”: “KURULUŞ”
Orkun UçarOrkun UçarOrkun UçarOrkun Uçar
Her zaman okumayı seven biri oldum.
Okuma yazmayı söktüğümde Milliyet ve
Tercüman Çocuk’lara aboneydim. Ne bulursam
fark etmez, içine dalardım; çizgi roman,
ansiklopedi, roman fark etmezdi... Sadece
bizim evdeki kitapları değil, tanıdıkların
kütüphanelerini de bitirmiştim.
Sırasıyla: Okat Yayınlarından “Uzaydaki Ajan”, George Orwell “1984”, Stephen King ve Dean R.
Koontz kitapları bende önemli değişimler yarattı ama tam anlamıyla devrimi Asimov sağladı.
Güçlü Yılmaz adlı bir çocukluk arkadaşımın evinde Isaac Asimov’un “İmparatorluk” kitabına
rastlamamla büyülendim. Kapağında bir uzay gemisi vardı.
Kitap daha ilk satırlarından beni içine aldı. Yaklaşık üç yılda serinin üç kitabı daha yayımlandı.
Ben en az yüz kez o kitapları tekrar tekrar okudum.
O kitaplarda beni çeken strateji ve mantıktı.
Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde bir bilimkurgu dergisi vasıtasıyla Metin Demirhan’la
tanıştım. Gazetecilik yaparken bir ara Gırgır’a girdim. Gırgır’da Dağıstan Çetinkaya adlı bir arkadaşa
çizgi roman senaryosu yazıyordum. O sırada gecelemeler olurdu, uzun uzun sohbet ederdik. O
gecelerde Xasiork’un ismini yazar, “Ebedi Öykü Kulübü”nü anlatırdım. Yıl 1991’di. Yani ta 2001’de
internette kurulan Xasiork o zaman hayal edilmişti.
217
Xasiork’u fotokopi ile çoğaltılan bir dergi yapmak istiyordum ama bunun zor ve kısa süreli bir
çaba olacağını anladım. Böylece internet kendini gösterene dek bu hayal uykuya daldı.
***
Yıllar içinde yazar olma umudunu kesmiştim. 1987 yılında ilk yetmiş sayfasını yazdığım
Derzulya’yı eski bir sevgilime okumaya vermiş ve sonra geri alamamıştım. Kısa öykülerimi de
beğenmiyordum.
1999 yılında düzenlenen Nostromo Dergisi kısa öykü yarışmasına katılmaya karar verdiğimde
tam dört yıldır yazmıyordum!
Önce “Zorunlu Aydınlanma Çağı”nı günlerce çabalayarak yazdım. Son anda, iki öyküyle katılma
hakkımı doldurmak için “Depo” adlı bir öyküyü de birkaç saatte yazdım.
Ödül töreninde birinciliğim açıklandı. Ama sandığım gibi “Zorunlu Aydınlanma Çağı” değil,
“Depo” birinci olmuştu.
Jüride Giovanni Scognamillo, Orhan Duru gibi çok değer verdiğim isimler vardı. Doğu Yücel de
jüri özel ödülü almıştı.
Ödül töreninden iki ilginç olay: Eski bilimkurgu yazarlarından jüride olmayan Zühtür Bayar,
benim birinciliğimi protesto etti. Bir de diğer jüri üyeleri beni tebrik ederken sadece Bülent Somay ne
elimi sıktı ne tebrik etti. Bunu da unutmadım tabii.
Geldik 2000 yılı Kasım ayına...
1999 yılında kazandığım birincilik beni umutlandırmıştı ama iş hayatım devam diyordu.
2000 yılında Kiss TV’de çalışırken üzerime bir dizüstü bilgisayar zimmetlendi. Evdeki
bilgisayarım Casper 133 MMX’ti ve modemi yoktu, bu nedenle internete girmiyor sadece oyun
oynuyordum, ama bu laptopla internete girmeye başladım.
2000 yılı Kasım ayında Hüseyin Özkan adlı bir arkadaşı Mynet’te hazır sitelerden birini
yaparken gördüm ve onun yardımıyla basit bir site kurdum.
218
Sonra aklıma Xasiork geldi. Yıllardır hayalini kurduğum Xasiork’u internette kurabilirdim.
O kadar bilgisizdim ki site yapma konusunda, öykülerimi Mynet’in hazır fotoğraf sayfalarından
birinin şablonuna koyabiliyordum ancak.
Ben o amatör siteye kendi öykülerimi koyarken, Yunus Günçe’nin 3 Maymun programını
yönetiyordum ve bazı seyircilerle dostluk kurmuştuk. Benim amatör siteyi de ziyaret ediyorlardı.
Bunlardan XXX adlı bayan beni bayağı yüreklendirdi. Ben de onu zamanla yazarlığa yönlendirecektim
ve bayağı başarılı olacaktı ama yanlış insana güvendi.
Neyse, zamansal akışa uyalım…
2001 �ubat ayında ekonomik kriz nedeniyle işten kovuldum. Dizüstü bilgisayar gitti. Aynı
dönemde borsada olan birkaç milyarım şirket batınca sıfırlandı. Ki bu para içinde annem ve babamın
da bir milyarı vardı.
Tabii bu büyük sorun oldu. Allah’tan ablam çözüm buldu. Babamla annemin parasını verdi.
Bana da iş bulana dek yüz milyon harçlık bağladı. (Bu süreç dört yıl sürdü.)
Ben evde oturuyor, Casper 133 MMX’te oyun oynuyordum zira dizüstü bilgisayar gittiği ve
benim ilkel bilgisayarda modem olmadığı için internet ve siteyle ilişkim de kesilmişti.
Bir gün harddisk’in içindeki Master of Orion oyunu patladı. Harddisk de mahvoldu.
Tabii artık zaman geçirecek bir şey kalmamıştı. Ablam yeni harddisk almam için para verdi sağ
olsun ama bilgisayarcıya gittiğimde basit bir modemin de aynı fiyat olduğunu görünce karar
değiştirdim. Harddisk yerine modem aldım.
Bilgisayarım o kadar ilkeldi ki internete girmem, ayarları yapmam çok zor oldu.
Artık tüm zamanımı siteye öykülerimi koyarak ve tanıtım yaparak geçiriyordum. Her gece birkaç
saatim o yavaş bilgisayarımla mailler atarak geçiyordu.
Her gece Mynet’te gün boyu, site kuranların sitelerine giriyor ve onlara mail atıyordum.
Haktan’la da böyle tanıştık.
219
İlk amacım çok ziyaretçi almak için Mynet’in en iyi 5 site veya en çok ziyaret edilen 10 site
listelerine girmekti.
Bu sırada Hürriyet, Akşam, CNN Türk’te net gibi programlarda o amatör site tanıtıldı. Akşam’ın
Canteen eki sayesinde Bedi Solak’la tanıştık.
Aylık gelen telefon ve 145 parası çok moralimi bozuyordu. Çünkü ne zaman fatura gelse evde
kıyamet kopuyordu. Siteyi sadece internete bağlıkken yapabiliyordum.
Artık az fatura gelsin diye gündüz uyuyup gece internete giriyordum. Zira o saatlerde daha ucuzdu.
Moralimin çok bozuk olduğu bir gün siteye girdiğimde amatör sayacımın birden fırladığını
gördüm. En az üç yüz ziyaretçi gelmişti. Biraz araştırınca Mynet’in en iyi 5 site listesine konulduğunu
gördüm. Oradan gelmişti ziyaretçiler.
Umudum artmıştı. Hemen “site içinde gizli bir sayfa var” diye bir yarışma düzenledim. Daha
sonra da her hafta ziyaretçilerin devamını yazdığı bir roman başlattım.
Bedi Solak ve Celal Bağlan gönderdikleri devamlarla dikkat çekiyordu.
***
Bu sırada Sakin Kurucan adlı, Mynet sayesinde tanıdığım biri bana internete bağlı değilken
sayfa yapmayı anlattı. Hâlâ onun öğrettiği şekilde yapıyorum. Not sayfasının uzantısını html olarak
değiştirip boş internet sayfasına dönüştürüyorsunuz, sonra onun içinde html kodlarıyla oynayıp
kaydediyor ve siteye yüklüyorsunuz.
Ve nihayet Xasiork bir gün Mynet’in En çok Ziyaret edilen 10 sitesinden biri oldu. (İnternetle çok
ilgilenen bir arkadaş Mynet’teki sitemin Alexa’da 2445. sırada olduğunu söylemişti. Yani çok
yükselmiş. Ama o siteyi kapattım.)
Bütün bu anlatımlarımla 2001 ilkbahar aylarına gelmiştik...
Bir gün mail’le iki tane öykü geldi. Sadece öyküler vardı; ne bir tanıtım, ne bir selam. Öyküleri
beğendim ama neden gönderildiğini anlayamamıştım. Ve geri mail atıp sordum: “Bunları niye
gönderdiniz?”
220
Bu kez, “Öykülerimin Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’nde yer almasını istiyorum,” diyen ve
kendini tanıtan bir mail geldi.
İşte o Burak Turan’dı. Böylece sitede benim dışımda öyküsü olan ilk yazar oldu. Xasiork, kişisel
bir siteden kulübe dönüştü.
…ÖZEL DOSYANIN SONU…