Sosyalist Dayanışma Dergisi Mart 2016 41. Sayı

24
YIL:6 SAYI:41 MART 2016 Fiyatı: 2 TL /SODAP /SODAP74 WWW.SODAP.ORG Fırtınalı Günlerde Umut Olmak Devrimcinin Görevidir Gençlik, Yoksul Mahallerimizin Savunma Gücüdür! Savaş ve Diktatörlüğe Karşı Barış ve Demokrasi Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Dağıtılıyor 8 Mart’ın Tarihi Coşkusuyla Direniyoruz! Direneceğiz! Emeğimizin Tasarrufu Bize Aittir! Kiralanamaz, Satılamaz, Satın Alınamaz! Cumhuriyet Nereye? 5 Maddede Kıdem Tazminatı Fonu ve Geleceğimiz “Yarın Ayakta Kalman İçin Bugünden Hazırlanmalısın” Cerattepe Bize Sesleniyor: Başka Yol Yok, Direneceğiz! Sendikalarımızın Nicel Gerçekliği Bir Musibet Bin Nasihattan İyidir Ölülerimize Karşı Borcumuzu Ödemek... Devrimci Şiddet ve Adalet

description

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.sodap.org & www.twitter.com/sodap74 & www.facebook.com/sodap

Transcript of Sosyalist Dayanışma Dergisi Mart 2016 41. Sayı

YIL:6 SAYI:41 MART 2016Fiyatı: 2 TL/SODAP /SODAP74

WWW.SODAP.ORG

Fırtınalı Günlerde Umut Olmak Devrimcinin Görevidir

Gençlik, Yoksul Mahallerimizin Savunma Gücüdür!

Savaş ve Diktatörlüğe Karşı Barış ve Demokrasi

Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Dağıtılıyor

8 Mart’ın Tarihi Coşkusuyla Direniyoruz! Direneceğiz!

Emeğimizin Tasarrufu Bize Aittir! Kiralanamaz, Satılamaz, Satın Alınamaz!

Cumhuriyet Nereye?

5 Maddede Kıdem Tazminatı Fonu ve Geleceğimiz

“Yarın Ayakta Kalman İçin Bugünden Hazırlanmalısın”

Cerattepe Bize Sesleniyor: Başka Yol Yok, Direneceğiz!

Sendikalarımızın Nicel Gerçekliği

Bir Musibet Bin Nasihattan İyidir

Ölülerimize Karşı Borcumuzu Ödemek...

Devrimci Şiddet ve Adalet

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

2

Sosyalist DayanışmaAylık Yerel Süreli Siyasi Dergi

Yıl: 6, Sayı: 41Mart 2016

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Sezgin KARTAL

Adres:Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/ABeyoğlu İstanbulİletişim Tel: 0535 922 82 68İletişim Mail: [email protected]

www.sodap.org

Basım Yeri:Yön Matbaacılık

Adres:Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İSTTel: 0212 544 66 34

TKP/Kıvılcım üyesi Mehmet Latifeci yoldaşı şahadetinin 21. yılında saygıyla anıyoruz.

90’lı yıllar Türkiye ve Kürdistan tarihinde özel bir dönemdir. 80 darbesinin etkileri henüz geçmemişken Kürt halkının yükselen mücadelesini kırmak ve Kürt

Özgürlük Hareketi’ni her alanda yalnızlaştırarak yok etmeye dönük operasyonlarını sistematikleştirilmişti. Kırlarda şiddetlenen savaş kentlerde sokak infazlarına varan ve politik olarak imha Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte bütün devrimci örgütlere

yönelmişti. Devletin bu saldırısını boşa düşürecek yegâne yol halkların kardeşliği sloganını pratikte somutlaştırmak ve Kürt Özgülük Hareketi’yle dayanışmayı

yükseltmekti. Hareketimiz bulunduğu her alanda devletin bütün saldırılarına rağmen ezilenlerin birlikte mücadelesini savunan çizginin taşıyıcısı olmuştur.

Antakya’da devrimci faaliyetin gelişmesinde öncü rol oynayanlar arasında yer alan Latifeci hareketimizin Kürt Özgürlük Hareketi’yle kurduğu ittifaklar ekseninde

Samandağ DEP’in başkanlığını üstlenmiştir. Arap Alevi olan Latifeci kişiliğiyle bölge halkının güvenini kazanmış DEP’in örgütlenmesinde önemli bir yer edinmiştir.

Hareketimizin ve DEP’in halk üzerinde yarattığı etkiyi kırmak özelde de Kürt halkıyla kurulan kardeşlik köprüsünü yıkmak için devletin kontrgerilla çeteleri devreye

sokulmuştu. 30 Mart 1995’te Arap halkının yiğit devrimcisi Mehmet Latifeci ve babası Yahya Latifeci çeteler tarafından katledildi. Latifeci, Arap halkının deforme edilerek yok

edilmek istenen dilinin, kimliğinin kendisini geleceğe taşınmasını omuzlarına alan bir devrimcidir. Latifeci Kürt halkına dayatılan imha ve inkâra karşı halkların kardeşliği

sloganının Antakya’da yaşayan halklara taşıyan bir önderdir. Latifeci, devletin dayattığı savaş politikalarına, şiddete tutuklamaya, sokak ortasında infaza ve politik liberalizme

kaçışa karşı partinin yılmaz bir savunucusudur. Latifeci gelenektir!

MEHMET LATİFECİDİRENEN HALKLARIMIZINMÜCADELESİNDE YAŞIYOR!

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

3

Ülke Erdoğan ve halk düş-manı müttefikleri eliyle büyük bir hızla uçuru-

mun kıyısına taşındı. Türk Devleti’nin kuruluşun-

dan bu yana hiç vazgeçmediği iki bariz karakteri, Kürt düşmanlığı ve açık işçi düşmanlığı bir arada bir kez daha sahne almış durum-da.

“Kürt insan gibi yaşamasın diye” bütün Ortadoğu’yu ateşe sürükleme iradesi Türk Devleti’ni büyük bir hızla felakete sürük-lüyor. ABD ve Rusya, Suriye’de 27 Şubat’ta IŞİD ve El Nusra dı-şındaki tüm güçlerin arasında ateşkes sağlandığını açıklıyor, Türkiye ruh ikizi Suudi Arabis-tan ile havalara sıçrıyor. “Hayır olmaz savaş devam edecek, yol açtığımız büyük katliam biz bitti diyene kadar bitmeyecek, destek-lediğimiz insanlık düşmanı kan içiciler kelle kesmeyi sürdüre-cek.” Erdoğan muhtarlar konuş-masında “YPG’yi vurmuyorsanız El Nusra’ya neden saldırıyorsu-nuz?” diyerek El Kaide’nin avu-katlığına soyunuyor. Suudi Ara-bistan uçakları İncirlik üssünde konumlanıyor. Ortadoğu’nun bir ayağı çukurda iki mahalle kaba-dayısı çaresiz bir biçimde son kozlarını oynuyorlar. Şurası çok açık ki Türkiye bundan sonra hangi çılgınlığa kalkışırsa kalkış-sın Suriye’de aldığı yenilgiyi dön-dürebilmesi imkansız. Erdoğan, bundan sonra komşu bir ülkenin karşı karşıya kaldığı yıkımın baş mimarı olarak hatırlanacak. Ege Denizi’ni bir Suriyeli mezarlığına çeviren, canım Halep şehrinde taş üstünde taş bırakmayan IŞİD, Nusra, Ahrar ül Şam çetelerinin hamisi Türkiye, Ermeni ve Kürt kırımlarının üzerine bir tarihsel vebal ile daha hatırlanacak.

Oysa Erdoğan cepheden ge-lecek zafer haberleri üzerine inşa edeceği bir Başkanlık refe-randumunun peşrevlerini çek-mekle meşguldü. Bu peşrevlerin

kendisini bir yandan güçlendi-rirken bir yandan da yalnızlaş-tırdığının çok iyi farkındadır. Elini çabuk tutmak istemektedir. Çünkü Suriye’de yaşanan yenilgi, Rojava’nın giderek istikrar kazan-ması Kürtlere karşı içeride açılan savaşın sürdürülebilmesini de bu savaş üzerinden bir araya getiri-len devlet ittifakının da istikra-rını tehlikeye sokuyor. 1 Kasım’a gidilirken ülkeye istikrar vaat eden liderin çılgınlıkları ülkeyi bir iç savaşın içerisine attı. An-kara’daki son saldırı Kürdistan’da büyük bir vahşet biçimine dönü-şen savaşın Batı’ya da adım adım sirayet edeceğinin göstergesi.

Sürdürülen savaşın yarattığı istikrarsızlığın bedelini ödemek-ten bıkkın düşmeye başlayan ser-mayeye destek için halk bir kez daha soyulmak isteniyor. Rusya ile girilen hesapsız savaş halinin ekonomik faturası belirginleş-tikçe turizm sektöründeki yıkım daha da açıkça ortaya çıkıyor. Davutoğlu kesenin ağzını 1300 otelin satılığa çıkmasına yol açan krize çözüm bulmak için açıyor. Küresel krizin yeni bir zirvesinin yakınlaştığı, piyasaların bu sefer de büyük bir finansal çalkan-tı beklentisinden bahsettiği bir dönemde AKP işçilerin kazanıl-mış haklarını ellerinden alarak ve sömürü oranlarını arttırarak sermayeye omuz veriyor. “Kıdem meselesini en kısa sürede halle-deceğiz” diye patronlara sözler veriliyor. Özel istihdam büroları ile işçileri tamamen köle koşulla-rında çalıştırmayı hedefleyen dü-zenlemeler jet hızıyla meclise ta-şınıyor. Savaş/iç savaş açmazıyla tüm toplumu ciddi bir güvenlik krizi ile karşı karşıya bırakanlar işçileri de güvencesizlik ile sö-mürüye daha açık hale getirme azmindeler.

Ancak tüm ülke AKP’nin karanlığı ile dolu değil elbette ki… Cerattepe’de ayağa kalkan umut var mesela. Davutoğlu,

Cerattepe’den doğan güneş savaş zokasıyla evlere hapsedilmiş in-sanları yeniden sokaklara doldu-rur diye apar topar geri adım at-mak zorunda kaldı, Erdoğan’ı ve hempalarını da kızdırmak paha-sına. Bursa’da, Trakya’da, Gebze’de asgari ücret zamlarının maaşları-na yansıtılması için ayaklanma provaları yapan borç batağında çırpınan işçiler var. Kadın cina-yetlerine karşı yürüyen kadınlar-la barış mücadelesinin en önün-deki kadınlar bir arada. AKP’nin savaştaki ısrarını kırmak adına günlerdir Sur’da, Cizre’de, İdil’de direnen Kürt gençleri var sonra. Cebeci Kampüsü’nü polis işga-line karşı savunan gençleri de sayın. Hem patronlarına hem de sendikalarına karşı direnen Şişe-cam işçileri var. Her türlü zorba-lığa rağmen isyandan, direnişten, ısrar etmekten geri durmayan devrimciler var.

Cerattepe en çok şunu göster-di: Kendi meselen için en güçlü bir biçimde ayağa kalkman dikta-törlüğe karşı yapılacak en doğru iştir. Her mücadele için en geniş kesimleri bir araya getirebilmek, toplumun tüm ezilen öbeklerinin kendi sorunlarını ekseninde poli-tikleşebilmesinin, direnebilmesi-nin önünü açabilmek gerçek yük-lenilmesi gereken halka budur. Her mücadele birbirini hemen anlamayabilir, birbirinin önce-liklerine burun kıvırabilir, hatta zaman zaman birbirine devletin gözlükleri ile de bakabilir. Fakat Cerattepe’de ağzında tıbbi maske ile kentini savunurken 70 yaşında ülkedeki faşizmi keşfeden amca gibi işçiler, ezilenler ancak müca-dele içinde öğrenir ve örgütlenir. Bu mücadeleleri büyütürken bir yandan birbirini anlamasını sağ-layacak politik bilinci taşımak ise politik aktörün görevidir. Politik aktör, bu mücadeleleri birleşti-rebilmesini imkansızlaştıracak hatalardan uzak durmalı, kurtu-luşun ancak birlikte olabileceği

FIRTINALI GÜNLERDE UMUT OLMAK DEVRİMCİNİN GÖREVİDİR

Cerattepe en çok şunu gösterdi: Kendi

meselen için en güçlü bir biçimde ayağa

kalkman diktatörlüğe karşı yapılacak en doğru

iştir. Her mücadele için en geniş kesimleri bir

araya getirebilmek, toplumun tüm ezilen

öbeklerinin kendi sorunlarını ekseninde politikleşebilmesinin,

direnebilmesinin önünü açabilmek gerçek

yüklenilmesi gereken halka budur.

M. SİNAN MERT

yalın gerçeğinden bir an bile şüp-heye düşmemelidir. Birlikte ka-zanmaktan başka şansımız yoksa kazanabilmek için birbirimizi doğru anlayabilmek ve anlatabil-mek öncelikli görev.

Erdoğan sonsuza kadar sür-düremeyeceği bir gerilimle kendi cephesindeki çatlaklara da ge-rilim yüklemeye devam ediyor. Ezilenler bir umudun, doğru, kararlı bir önderliğin arayışı içe-risinde.

Direne direne, örgütü büyüte büyüte umudu dirilteceğiz!

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

4

Saray faşizminin inşası, hız kesmeden sürüyor. Dikta-törlüğün attığı her adımda

öfke birikiyor, isyan mayalanıyor. Bu gerçeği gören faşist diktatör-lük, öfkenin akacağı kanalların yaratılmasından korkuyor; so-kağa ve sokağın öncü iradeleri-ne saldırdıkça saldırıyor. Faşizm durmuyor, duramıyor; durursa, hız keserse halklarımızın pat-layacak öfkesinde boğulacağını biliyor…

Bu ölüm kalım günlerinde gençliğin rolü son derece önem-li! Yoksulların bayramı olacak isyanın, bugünden müjdecisi-dir gençlik. Hışımla saldırılan sokağın en militan unsurudur. Hesapsız kitapsız atılganlığıyla özgürlük ruhunun taşıyıcısıdır. Umudun ilk elden bekçisidir. Dünyanın adaletsizliğin yaşandı-ğı her karış toprağında bu böyle. Ve bu nedenle diktatörler genç-likten çok korkar; korksunlar!

“Korkunun, ecele faydası yok” diyelim ve faşist diktatörlüğün ömrünü kısaltmak için üzerimize düşen acil görevlere gelelim.

Yoksul sokaklarımızı faşist diktatörlüğe terk etmeyeceğiz!

Diktatörlük, yüreğini ağzına getiren Gezi isyanından dersler çıkarttı. Yeni isyanların önünün alınması için sokak yasak! Sokak-ta en küçük bir buluşma, yoğun bir şiddetle karşılık buluyor. Açık çağrılı buluşmalar, abluka altına alınıyor. Bu azgın saldırılar, in-sanlarımızda doğal olarak bir tedirginlik yaratıyor. Kitlesellik sağlanamıyor. Ne yapacağız?

Her dönem, kendi eylem bi-çimini yaratır. Açık çağrılı bu-luşmalar abluka altına alınıyorsa, sokağa çıkmanın başka yolları da vardır. Sokak eylemlerinde kitlesellik sağlanamıyorsa, öfke farklı biçimlerde kitlesellikle açı-ğa çıkartılabilir. Polisin tüm sal-dırı araçlarıyla ablukaya aldığı mahallelerimizde 10-15 kişilik sokak buluşmalarının bile faşist diktatörlüğü nasıl ürküttüğü gö-rülmelidir. Öfkeyle vurulan ten-cerelerden çıkan seslerin sokak-tan sokağa yayılması karşısındaki çaresizlikleri ve panikleri, onları mahallerimizde tam bir işgalci psikolojisine sokmaktadır. İşgal-ci, bu sokakların yabancısıdır, istenmemektedir, insanlarımızın öfkesinin, nefretinin nesnesidir. Sokaklardan büyüyen seslerin onlarda yarattığı tedirginliğin kaynağı, işgalciye işgalci olduğu-nun derinden hissettirilmesidir.

Gençlik, dönemin gerektir-diği yaratıcı tarzların öncülüğü-nü yapmalı, ne pahasına olursa olsun bizim olan sokaklarımızı canlı tutmalıdır.

Faşist diktatörlüğün çeteleri-ne karşı halklarımızı savunaca-ğız!

Faşizmin inşası sürecinde diktatörlük, resmi silahlı güçleri dışında farklı araçları da üzeri-mize salıyor. IŞİD çeteleri başta olmak üzere çeşitli cihatçı un-surlar ve cezaevlerinden salınan mafya grupları bugün ciddi birer tehdit olarak karşımızda duruyor. Hatırlanacağı gibi ilk olarak batı-da gelişen Kobane isyanlarında organize bir biçimde karşımıza çıkartılmışlardı.

IŞİD belasıyla birlikte tehdit, çok daha ileri bir seviyeye tırman-dı. Önce HDP parti binalarına ve mitinglerine yönelik bombalı sal-dırılar, ardından Suruç ve Ankara katliamı. Faşist diktatörlük, halk-larımızı sindirmeyi, sokağa çıkışı engellemeyi hedeflediği bu tarz saldırılarda hep IŞİD’i kullandı. IŞİD’in kısa vadede kırılamaya-cak toplumsal desteği, kurmayı hedefledikleri devlet sınırları içerisinde Türkiye’nin de yer al-ması ve binlerce Türkiyeli silahlı savaşçıya sahip oldukları gerçeği göz önüne alındığında tehdidin boyutu açığa çıkar.

Başta Alevi halkımız olmak üzere insanlarımızı tedirgin eden bu tehditlere karşı güçlü bir sa-vunma hattının inşa edilmesi ge-rekmektedir. Gençlik, yoksul ma-hallelerimizin ve halklarımızın savunma gücü olarak en önde yer almalıdır. Bu konu, ertelenemez, ihmal edilemez acil bir görevdir!

Toplumsal çürümeye karşı halk savunmasını öreceğiz!

Yoksul mahallelerimizin müz-min illeti uyuşturucu ve çeteleş-me… Varoşlarda, dünden bugüne gücünü büyüten bir tehdit.

GENÇLİK, YOKSUL MAHALLELERİMİZİN SAVUNMA GÜCÜDÜR!

SALİH İNCESOY

Bir mahallemizde (Ataşehir 1 Mayıs Mahallesi) uyuşturucu satıcısı gencin üzerinden çıkan uyuşturucu maddeyi eline alıp havaya kaldıran bir mahalleli şöyle seslenmişti: “Bizleri akrep-leriyle, TOMA’larıyla teslim ala-madılar ama işte bununla teslim alıyorlar!” Bir cümleyle anlatıl-mak istenen şey gayet net: “Yok-sul isyanın öncü gücü olması gereken genç hayatlar uyuşturu-cuyla çürütülüyor, adaletsiz dü-zen kendisini geleceğe taşımayı bu yolla da garanti altına alıyor.”

Tekrar altını çizelim; bugün bu tehdit düne göre daha ileri seviyede. Dünün ufak tefek uyuş-turucu çeteleri, bugün devletle güçlü bağları olan geniş çaplı or-ganize mafya örgütlerine dönüş-müş durumda. Hasan Ferit olayı, çarpıcı bir gerçeklik olarak önü-müzde duruyor. İşimiz dünden daha zor.

Gençlik, dün olduğu gibi bu-gün de uyuşturucuya, çeteleşme-ye, mafya örgütlerine ve toplum-sal çürümenin tüm kaynaklarına karşı halk savunmasının öncü gücü olmalıdır. Tehdidin yeni seviyesine karşı savunmayı sağ-layacak örgütlenmesini geliştir-melidir.

* * *Görevler bizleri bekliyor!

Halklarımızın acılarını dindir-mek, tükenen ve tükendikçe daha da saldırganlaşan faşist diktatör-lüğün ömrünü kısaltmak için gö-rev başına!

Apartman bodrumlarında, sokaklarda, meydanlarda, dik-tatörlüğün bombalarıyla yitirdi-ğimiz o güzel insanlarımıza sö-zümüz olsun ki; bedeli ne olursa olsun;

DİRENECEĞİZ, SAVAŞACAĞIZ,

KAZANACAĞIZ!

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

5

FİKRET KIZILTAN

SAVAŞ VE DİKTATÖRLÜĞE KARŞIBARIŞ VE DEMOKRASİ

Türkiye’de savaş bloku iyi-ce belirginleşti. Kürt düş-manlığı ekseninde oluşan

AKP-Özel Harp Dairesi ittifakına Baykal, Feyzioğlu, Perinçek gibi ulusalcılar ve Doğan Medya gru-bu da eklendi. Siyasi gericiliğin bu odakları tam bir domuz topu oldular. Artık Türkiye’de barış ve demokrasi talep eden herkes kar-şısında bu ittifakı bulacaktır. Her ne kadar aralarındaki ilişki pü-rüzsüz değilse de şimdilik Kürt özgürlük hareketine karşı birleş-miş görünüyorlar.

Kürt Özgürlük Hareketi, Temmuz ayından beri devam eden büyük saldırıya karşı ken-di yöntemleriyle cevap veriyor. Devletin savaş politikasına karşı ağır bedelleri göze alarak kent-lerde silahlı direnişi yükseltmeye çalışıyor. Ülkenin batısında ise hep olduğu gibi büyük bir sessiz-lik hâkim. Tüm kıymetli çabalara rağmen güçlü bir barış ve demok-rasi cephesi oluşturulamadı. Gezi isyanı ve 7 Haziran seçim zafe-riyle kazanılan özgüven, savaşın başlaması ve mitinglerin bom-balanmasıyla dağıldı. Başta HDP olmak üzere demokrasi güçleri, savaş koşullarında demokratik mücadele yürütmenin zorlukla-rıyla baş etmede yetersiz kaldı.

Ancak görünürdeki bu “ses-sizlik” bizi umutsuzluğa sürük-lememeli. Akademisyenlerin çı-kışının yarattığı heyecanla faklı toplumsal kesimlerin barış ve özgürlük taleplerini bir kez daha güçlü bir şekilde seslendirmesi ve ardından Artvin’deki büyük toplumsal direniş hepimize Gezi isyanı günlerini hatırlattı. Şove-nizm ve savaş taraftarlığı ülke nüfusunun neredeyse yarısına si-rayet etmişken, bir o kadar insan da savaşı ve Erdoğan’ın savaş yo-luyla kurmak istediği yeni rejimi sorguluyor. Barış ve demokrasi isteyenler savaş ve diktatörlüğü arzu edenlerden daha az değiller. Ancak daha örgütsüz ve dağınık

oldukları kesin. Bu yüzden sa-vaşın ve şovenizmin sesi baskın görünüyor.

10 Şubat günü Barış İçin Her-kes girişiminin İstanbul’da Şişli Kültür Merkezi’nde düzenlediği etkinliğe katılımın yoğunluğu da bize barış talebinin toplumda önemli bir karşılığı olduğunu bir kez daha gösterdi. Kısa süreli bir hazırlığa rağmen 700 kişilik sa-lonun 1500 kişiyle tıka basa dol-ması ve katılımcıların ruh hali, toplumdaki barış ve demokrasi talebinin kendisine akacak bir mecra aradığını gösteriyordu. İmzacı inisiyatiflerin oluşturduğu Barış İçin Herkes girişimi, ihti-yaç duyulan bu mecrayı ne ka-dar açabilir önümüzdeki günler gösterecek. Meslek gruplarından gelen ve şimdilik imza vermekle sınırlı görülen barış çağrısı, eğer esnek ama kalıcı bir örgütlülü-ğe dönüşebilirse bu sürecin en önemli kazanımı olacaktır.

Altı dolu bir barış talebi, siya-si iktidarın bütün yatırımını sa-vaşa yaptığı bu siyasi koşullarda son derece radikal ve devrimci bir taleptir. Ancak Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın ancak Kürt-lerin haklı statü talebinin kar-şılanmasıyla sağlanabileceğini halka anlatabilmek zorundayız. Barışın çatışmasızlık olmadığını, ancak toplumsal adaletin sağlan-ması yoluyla inşa edilebileceğini geniş halk kesimlerine anlatmak durumundayız.

Türkiye’nin doğusunda, Suri-ye ile Irak’ın kuzeyinde ve İran’ın batısında Kürtler yaşar ve Kürtle-rin yoğun olduğu bu coğrafyaya Kürdistan denir. Dünyanın dev-letsiz en kalabalık nüfusu olan Kürtler bütün halklar gibi kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Türkiyeli Kürtler bu ülkenin sınırları içinde ama yerel özerkliğe dayalı demokratik bir model içinde yaşamak istiyorlar. Ana dillerinde eğitim almak ve kültürlerini özgürce geliştirmek

istiyorlar. Kimliklerini anayasal bir güvenceye kavuşturmak is-tiyorlar. Aslında en temel insan hakları olan bu talepler yüz yıldır devlet zoruyla bastırılıyor. İşte cumhuriyet tarihindeki sayısız is-yanın ve günümüzdeki yoğun ça-tışmaların zemininde bu toplum-sal/siyasal adaletsizlik yatıyor. Bu hakikatle yüzleşmeden sahici bir barış mücadelesi yürütmek mümkün değildir.

AKP iktidarı, başlangıçta bu yüz yıllık devlet geleneğini red-dedip Kürtlerle diyalog yolunu açacakmış gibi bir izlenim yarat-tı. Ancak ne zaman ki çatışmasız-lıktan yeni oylar devşiremediğini gördü, o zaman müzakere masa-sını devirerek savaş politikasına döndü. İçinde bulunduğumuz savaş ve çatışma ortamı Saray’ın ve AKP’nin siyasi tercihidir. Kürt hareketinin bu savaş politikasına verdiği tepkinin doğruluğu yan-lışlığı ayrı bir tartışma konusudur. Öncelikle müzakere masasının Saray tarafından devrildiğini ve savaşın Saray tarafından başlatıl-dığını net bir şekilde ortaya koy-mak gerekmektedir. Bu yüzden barış hareketi öncelikle devletin savaş politikasına karşı durma-lıdır. Üstelik Saray’ın savaş po-litikası, sadece Kürt hareketinin bastırılmasını hedeflememekte aynı zamanda Türkiye’de rejim değişikliğini de hedeflemektedir. Kürt hareketini ezme arzusuyla başkanlık sistemi arzusu iç içe geçmiş durumdadır. Dolayısıyla Türkiye’de oluşacak bir barış ha-reketi ister istemez bir demokrasi hareketi de olacaktır.

Biz Türkiye’nin batısındakile-rin kaybedecek daha fazla zamanı yok. Barış İçin Akademisyenler’in ve Artvin direnişçilerinin göster-diği yolda, iş yerimizde, mahalle-mizde, okulumuzda barış ve de-mokrasi talebinin açığa çıkması ve bu temelde kalıcı halk örgüt-lenmeleri yaratılması için var gü-cümüzle çalışmalıyız.

Altı dolu bir barış talebi, siyasi iktidarın bütün

yatırımını savaşa yaptığı bu siyasi koşullarda

son derece radikal ve devrimci bir taleptir. Ancak Türkiye’de ve Ortadoğu’da barışın

ancak Kürtlerin haklı statü talebinin

karşılanmasıyla sağlanabileceğini halka

anlatabilmek zorundayız. Barışın çatışmasızlık

olmadığını, ancak toplumsal adaletin

sağlanması yoluyla inşa edilebileceğini geniş halk

kesimlerine anlatmak durumundayız.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

6

Ortadoğu’nun üzerin-de yükseldiği den-geler çatırdıyor. Yeni bir denge durumuna

ulaşılana kadar bölgeden daha çok toz kalkacak gibi görünüyor.

2003 sonrasında Suudi Ara-bistan-Mısır-İsrail-Türkiye çatısı üzerinde istikrar kazandırılma-ya çalışılan bölgede önemli bir karakter değişikliğine yol açacak gelişmeler yaşanıyor.

ABD’nin İran ile anlaşması ve bu ülkeye karşı yürütülen ambar-gonun kaldırılması hiç kuşku yok ki en temel dönüşüm etkenlerin-den bir tanesi. İran 1978 sonra-sında temel bir uluslararası aktör olarak sahne alıyor. Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında böl-ge siyasetinde etkinliği giderek artan İran, bu anlaşma ile önemli bir uluslararası meşruiyet kaza-nıyor, ambargonun kalkmasının ekonomik getirileri ise İran re-jimini daha da istikrarlı bir hale getiriyor. Ambargonun kalkma-sının en önemli direk sonuçları Batı bankalarında dondurulmuş milyarlarca dolarlık İran hesa-bının yeniden aktif hale getiril-mesi ve İran petrolünün yeniden Avrupa’ya taşınmaya başlanma-sı. İran bu tabloyu Suriye’de ve Yemen’de aktif bir biçimde sava-şın içinde iken gerçekleştirdi. Bir tür şeytani öge gibi tanıtılan Şii Hilali giderek uluslararası meş-

ruiyet kazanıyor. Cihatçı saldırı larından

tedirgin Batı açısından İran ve müttefikleri çok daha güvenilir bir ortak statüsüne tırmanabi-lirler. Ekonomik durgunluk se-bebiyle negatif faiz seviyelerinde zarardan kar etmeye çalışan Batı finansal sermayesi, yıllardır ser-maye yatırımlarına aç hale gel-miş İran’da kendisine yeni karlı alanlar açabilir. İran geniş etki alanı, kalabalık nüfusu ve zengin coğrafyası ile sermaye açısından Ortadoğu’nun Küba’sı gibi görü-nüyor bu aralar.

Bölgede İran’ın ayaklarını yere daha sağlam basması hiç kuşku yok ki Rusya’nın bölge-ye soğuk savaş sonrasında çok daha etkin bir biçimde geri dön-mesini gölgelememeli. Rusya petrol fiyatlarındaki düşüşe ve üzerindeki ekonomik basıncın artmasına rağmen Suriye sava-şında etkin varlık göstermesiy-le dengeleri değiştirdi. Savaşın sürekli mülteci ve cihatçı üretip Batı açısından giderek büyük bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başladığı bir dönemde ABD ile de büyük oranda anlaşarak Suri-ye’deki askeri varlığını geliştirdi. Her açıdan güçlendirdiği Suri-ye ordusunu etkin hava gücüyle de destekleyerek savaşın birçok cephesinde kilitlenmiş dengeleri açacak hamleler yaptı. Burada en önemli konu ABD ile Rusya’nın arasında birçok konuda sürdü-rülebilir bir mutabakatın bulun-duğuna dikkat edilmesi. Irak’ın ABD, Suriye’nin ise Rusya et-

kisinde istikrar kazanmaya ça-lışacağı bir döneme giriyoruz. 2008 sonrası Batı’nın yaşadığı ekonomik kriz ve Libya’da ABD büyükelçisinin öldürülmesi son-rasında cihatçıların Batı tarafın-dan daha belirgin bir biçimde tehdit olarak algılanmaya başla-ması Rusya ve İran’a Ortadoğu’da önemli bir alan açtı ve iki güç de bu alanı etkin bir biçimde kul-lanıyorlar. Türkiye bu iki gücün eşgüdümünden son derece ra-hatsız. Çeşitli provokasyonlarla NATO’yu Rusya’ya karşı harekete geçirebilmeye dönük girişimler-de bulunuyor. Fakat bu girişim-ler Batı’da olumlu değil daha da olumsuz yankılar yaratıyorlar. ABD Dışişleri Başkanı Kerry’nin Viyana toplantısında, Suriye’nin “ılımlı” muhalefetinin çağrıla-rına karşılık “Ne yani, Rusya ile savaşmamı mı istiyorsunuz?” şeklindeki “veciz” cevabı aslında dönemin güç dengelerini gayet açık bir biçimde yansıtıyor. Rus-ya ve ABD arasındaki bu örtülü konsensüs ABD’nin Çin’e dönük hamlelerini daha mümkün kı-lıyor. Çin aslında ABD’nin dik-katinin Ortadoğu’da yoğunlaş-masından oldukça memnun idi. Böylece ABD 2011 yılında ilan ettiği askeri anlamda pivotunu Pasifik kıyılarına kaydırma pro-jesini uzunca süredir erteliyor idi. Rusya’nın Ortadoğu’da Suriye ateşinin sönmesine katkı sağla-ması Güney Çin Denizi’nde Çin ve Rusya’nın arasındaki tansiyo-nun yükselmesi anlamına gelebi-

lir. Bu durum ise son yıllarda büyük bir

ORTADOĞU’DA KARTLARYENİDEN DAĞITILIYOR

M. SİNAN MERT

Türkiye ise Arap Baharı sonrasının bölgedeki en büyük kaybedenlerinden biri olmaya doğru ilerliyor. Erdoğan’ın kendisine duyduğu aşırı güvenin dış politikaya projeksiyonu böylesi bir garabet yarattı. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizileceği ve bu yağmadan mutlaka pay alınması fikrinin finans kapitale ve Erdoğan’ın baş destekçisi inşaatçı Anadolu Sermayesine çok sıcak görünmüş olması Erdoğan’ın bu dış politikanın belirlenmesindeki kişisel vizyonunun önemini ortadan kaldıramaz.

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

7

hızla gelişen Çin Rus ilişkilerinde Rusya’nın elinin güçlenmesi anla-mına gelir. Çin’in uluslararası ge-rilimlerin etrafından dolaşarak ve ekonomik gücünü kullanarak etki alanını sürekli geliştirmesi diğer büyük güçleri önemli oranda ra-hatsız eden bir rol oynamakta idi.

İran ve Rusya’nın etkinliğinin Ortadoğu’nun yeni dizaynında belirleyici olması hiç kuşku yok ki bölgenin kimi aktörleri açı-sından tedirginliği büyük oranda arttırıyor. Bu aktörlerin başında ise hiç kuşku yok ki Suudi Ara-bistan geliyor. İran’ın güçlenmesi Suudi Arabistan için başlı başına büyük bir tehlike olarak algılanı-yor. Suudi Arabistan’ın 1978 İran Devrimi sonrası tüm politikası İran’ın bölgeden tecrit edilmesi üzerine idi. Bu amacına ulaşmak için yıllarca Saddam Hüseyin’i fi-nanse etti ve İran’la arasında bir kalkan olarak onu kullandı. Buna rağmen Saddam’ın devrilmesin-de de ABD’nin en büyük des-tekçisi olmaktan geri durmadı. Oysa Irak’ın yeniden yapılanması sonrasında İran etkisi altına gir-mesi Suudi Arabistan için alarm zillerinin çalması anlamına ge-liyordu. Arap Baharı sonrasında Suriye’nin büyük bir hızla savaş içine itilmesinde Suudi Arabistan başta olmak üzere Katar, BAE ve Kuveyt’in petrol zengini kral ve şeyhlerinin en büyük finansör ve suç ortağı olduğu bilinmekte. Dolayısıyla İran ve Rusya’nın böl-gede etkinliklerini arttırmalarıy-la Suriye’de tablonun Esad lehi-ne değişmesini Suudi Arabistan kendisi açısından sonun başlan-gıcı olarak okuyor. Yemen’de Hu-silere karşı yürüttüğü savaşta bir türlü mesafe kat edemiyor. Hatta Husiler İran’dan da aldıkları des-tekle zaman zaman Suudi Ara-bistan sınırları içinde kimi askeri üslere çok etkili vuruşlar gelişti-rebiliyorlar. Geçtiğimiz hafta İn-giliz gazetelerine Yemen’deki El Kaidecilerle birlikte operasyon yürüten BAE askerilerinin fo-toğrafları yansıdı. Tablo buyken Suudi Arabistan’ın Suriye’de IŞİD ile savaşmak üzere 150.000 kişilik bir askeri güç hazırlamakta oldu-ğu haberleri genel olarak ciddiye alınmadı. Türkiye’nin de destek-lediği Sünni ordusu ittifakının ise bir karşılığının olma ihtima-li çok küçük. Suudi Arabistan,

en son geçen hafta Lübnan’daki müttefiklerine verdiği yardımı Hizbullah’ın hükümet üzerinde artan etkisini gerekçe göstere-rek kestiğini açıkladı. Suriye’de işlerin yatışma olasılığına kar-şı Lübnan’ı karıştırmaya dönük bu hamlenin ise başarı şansı var gibi gözükmüyor. Hizbullah’ın bu hamleye karşılığı ise giderek Suu-di Arabistan’ın Vietnam’ı olmaya aday hale gelen Yemen’e askeri bir giriş yapmak oldu.

En son geçtiğimiz 18 Şubat’ta The Atlantic’te yayınlanan dik-kat çekici bir yazınının başlı-ğı “Suudi Krallığı’nın Çökü-şüne Hazırlanmak” idi. (http://www.theatlantic .com/internatio-nal/archive/2016/02/saudi-arabia-collapse/463212/?single_page=true) . Yazı Suudi Arabistan’ın içeride ve dışarıda karşı karşıya bulunduğu açmazları tartışarak ABD bürok-rasisini yaşanacak her türlü geliş-meye hazırlıklı olmaya davet edi-yordu. Kendi içinde önemli bir Şii azınlık barındıran ve aslında dünya ile entegre olmaya istekli bir eğitimli nüfusa sahip Suudi Arabistan’ın sağlık sorunları da bulunan kralın girişebileceği ma-ceralar sonrasında istikrarsızlık içine düşmesi gayet olası. Zaten bölgede hayata geçirilmeye çalı-şılan yeni senaryonun bozulması için en fazla hamle kapasitesine sahip olan ülke de Suudi Arabis-tan, bu açıdan Suudi Arabistan’ın bu potansiyelini kullanamaması için zaaflarının masaya sürülebi-leceği bir döneme girildiği açık.

İsrail de İran’ın etkinlik kazan-masından oldukça rahatsız olma-sına rağmen Suriye’nin uzunca bir süre kendisi açısından bir tehdit oluşturamayacak hale gelmesin-den oldukça mutlu. Savaşın uza-ması ve tahribatın telafi edilemez bir noktaya sıçratılması hedefi ABD ile birlikte İsrail’in son bir-kaç yıllık Suriye politikasını daha açıklanabilir kılıyor. ABD “eğit-donat” gibi sahada hiçbir karşılığı olamayacağını bildiği girişimler-le savaşı süründürdü ve böylece Suriye’de gerçek anlamda taş üs-tünde taş kalmamasını sağladı. Şimdi de ortaya çıkan bu enkazı Rusya’nın omuzlarına yükleyerek bir adım kenara çekildi. Esad’ın bu kadar çok yönlü saldırıya karşı ayakta kalabilmesi en temelde iki

faktöre bağlı: Cihatçı teröründen dehşete düşen farklı kesimlerin tüm eleştirilerini bir kenara bıra-kıp Esad eksenine sığınmaları ve Suriye’nin İsrail’le savaşma kur-gusuna göre yapılandırılmış güçlü hava ve kara ordusu. NATO’nun en büyük ikinci ordusu olmakla övünen Türkiye, Suriye ordusu-nun teknik kapasitesini sadece deniz kuvvetlerinde aşabiliyor. Tank ve savaş uçağı sayısında Suriye, Türk ordusunun önün-de. Libya’da savaşın hızla Kadda-fi aleyhine dönmesine yol açan “uçuşa yasak bölge” oluşturulma-sı düşmanlarının iyi niyetinden dolayı değil tam tersine yıldırıcı bir hava savunma kapasitesine sa-hip olmasından kaynaklandı.

Türkiye ise Arap Baharı son-rasının bölgedeki en büyük kay-bedenlerinden biri olmaya doğru ilerliyor. Erdoğan’ın kendisine duyduğu aşırı güvenin dış poli-tikaya projeksiyonu böylesi bir garabet yarattı. Ortadoğu’da sı-nırların yeniden çizileceği ve bu yağmadan mutlaka pay alın-ması fikrinin finans kapitale ve Erdoğan’ın baş destekçisi inşaatçı Anadolu Sermayesine çok sıcak görünmüş olması Erdoğan’ın bu dış politikanın belirlenmesindeki kişisel vizyonunun önemini orta-dan kaldıramaz. Türkiye dış siya-seti 2011’de yaşadığı büyük kırıl-madan bugüne kendisini giderek uluslararası bir yalnızlığa doğru iten yolda ilerliyor. Ölçüsüz ileri sıçrama hayalleri ile görünmez kılınmaya çalışılan büyük geri çekilişler aynı anda yaşanıyor. Suriye’de en son ilan edilen ve 27 Şubat’ta yürürlüğe girmesi gere-ken ateşkeste kimse Türkiye’nin fikrini sormuyor. Türkiye, Rusya ile çatışma riskini diri tutarak NATO’yu arkasında konum al-maya zorluyor. NATO ise böylesi bir durumda Türkiye’nin yalnız kalacağını diplomatik dilin sınır-larını zorlayan biçimlerde açıkça ifade ediyor. ABD yönetimindeki fraksiyonların aralarındaki geri-limleri kullanmaya dönük ham-leler şimdilik başarısız olmuş gö-züküyor. Rusya ve İran, ABD’yle aralarını açacak bir hamle yap-madıkları sürece Türkiye’nin kendisine bir alan açabilme olanağı giderek azalıyor. Suudi Arabistan’la ortak hareket ede-rek kazanabileceği hiçbir şey

neredeyse kalmadı. 24 Şubat’ta Huffington Post’ta çıkan bir yazı NATO’yu açık bir biçimde ateşin içine çekmeye çalışan Türkiye’nin ittifakta çıkarılması gerektiğini söylüyordu. (“Erdoğan’ın Tür-kiye’sini NATO’dan şutlamanın zamanı geldi” http://www.huffing-tonpost.com/stanley-weiss/its-time-to-kick-erdogans_b_9300670.html) Erdoğan’ın aynı gün “El Nusra’yı neden düşman görüyorsunuz?” açıklaması bu algıyı çok daha güçlendirecektir. Türkiye’nin sa-vaşı uzatma ve ateşkesi bozma hamleleri Batı’dan çok daha sert yanıtlar alacaktır.

Türkiye bölgede etkin olan güçlerin neredeyse hiçbiriy-le uyumlu politika geliştiremez ve kendi kafasındaki “Osman-lı” imajında boğulurken Kürtler hem ABD ile hem de Rusya ile koordine olarak Türk Dışişlerine saç baş yoldurtuyor.

Gelinen bu noktada Arap Baharı’ndan PYD dışında bir ba-kiye kalmamış olması, onun da nefes alabilmek için emperyal güçlerle köklü ilişkiler geliştir-mek zorunda kalması ezilenlerin hanesindeki en büyük eksi olarak duruyor. Bu açıdan Türkiye’de AKP faşizminden kurtulmak, bir özgürleşme hamlesiyle hem ülke içinde hem de bölgedeki ezi-len halklara umut yaratabilmek Ortadoğu’nun kaderi açısından son derece önemli. Türkiye’nin Kürtlerle ve Alevilerle sorunu-nun çözümü AKP diktatörlü-ğünün yenilmesi ile mümkün ancak. AKP hegemonyası ile güç kazanan Türkçü/İslamcı sermaye aklı Ortadoğu’da yıkımı büyütü-yor. Oysa demokrasi güçlerinin bir araya gelerek Suriye ve Kürt politikalarını barışın ve bir ara-da yaşamın eksenine oturtması, emperyal güçlerin bölgede üst-lendikleri “kurtarıcı rol”ünü de ellerinden alacaktır. Bölgedeki direnişçi/demokratik güçlerin Suriye Demokratik Güçleri ör-neğinde bir arada davranabilmesi orta vadede Ortadoğu halkları için yegane umut olmaya devam ediyor. Bu seçeneğin hayat bu-lamaması etnikçi/mezhepçi iç savaşların coğrafyamızı kana bu-lamaya devam edeceği anlamına gelecektir.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

8

2 Şubat’ta yani bundan bir ay kadar önce Başakşehir’de Misstanbul Siteleri’nde çalı-

şırken camını sildiği evin beşinci katından düşerek hayatını kay-beden bir ev işçisi Gulnora Tux-tayeva. Bu örnek ne ilk, can gü-venliği meselesinin hiç değerinde olduğu bu sistem içerisinde, ne de sonuncu. “Külkedisi değil, ev işçisiyiz” diye atılan slogan önce işçi olmanın inkarına karşı bir mücadele, sonra ölüm koşulla-rında çalışmak zorunda bırakıl-malarına karşı bir isyan olarak okunuyor.

Gulnora Tuxtayeva’nın ismi yaşanan iş cinayetinin ardından günlerce gizli tutuldu. Çünkü böyle bir iş cinayetinin yaşanmış olması kimsenin başını ağrıtma-malıydı. Gulnora Tuxtayeva ismi nasılsa unutulur giderdi. Nasılsa o bir göçmendi. Nasıl olsa o bir işçiydi. Nasıl olsa o bir kadındı. Hatta emniyet güçleri tarafından çoktan intihara kalkıştığı nok-tasında yaygaralar koparılmaya başlanmıştı bile.

Gulnora Tuxtayeva intiha-rı düşünüyordu, yazık. Çalıştığı evin camını silerken aklına gel-miş. İşe bak(?). Buradan daha iyi bir cam bulamam diye düşündü herhalde. Oracıkta intihar et-miş! İsmi gizli tutulan, cinayeti örtbas edilmek istenen Gulnora Tuxtayeva’lar için direniyoruz. Direneceğiz!

Cansel Buse lise öğrencisi bir kadın. Matematik öğretmeni ta-rafından cinsel saldırıya uğradı. Yetmedi. Bütün bir okul akıl tu-tulması yaşamış gibi bu saldırı-yı hiç yaşanmamış gibi gizleme derdine düştü. Örtbas edilmeye çalışıldı. Bütün bir okul kadının yaşadıklarına gözlerini, kulakla-rını kapamış. Herkes tecavüz sa-nığı öğretmenin yanındaydı. Na-

sıl olsa Cansel Buse bu yaşadığını unutur giderdi. Nasıl olsa duyu-lursa rızası alınmış denilecekti. Nasıl olsa burası “O bacaklarla iş atmaya çık” diyen eğitimcilerin olduğu bir ülkeydi. Cansel Buse etrafında bu kadar yalancıya, yal-nız bırakılmışlığa, dayanamayıp intiharı seçti. Tecavüz sanığı öğ-retmen ifadesinde nasılsa intihar etmez deyiverecekti. Erkek-ege-men sistem tarafından şimdiden suçlanan, tecavüz gerçeği örtbas edilmeye çalışılan Cansel Buse için direniyoruz. Direneceğiz!

Kürdistan’da aylardır Saray ve AKP eliyle savaş konsepti uy-gulanıyor. Direnişin ve yıkımın iç içe geçtiği bölgede kadınlar kendi öz yönetimlerini kurmak ve savunmak için ölümüne ve destansı bir direniş sergiliyorlar. Savaş bölgesinde direnişçi olsun olmasın kadınlar bilerek, göze-terek hedef haline getiriliyorlar. Taybet Ananın cenazesinin 9 gün sokaktan kaldırılamaması adeta yaşanan vahşetin resmi haline geldi. Cizre’de, Sur’da, Silopi’de, Nusaybin’de, Dargeçit’te, onlar-ca kadın katledildi. Ekin Wan ve Cizre’de kadın yoldaşların be-deni teşhir edildi. Bedenlerinde işkence izi vardı. Şirin Öter daha bir kaç ay önce İstanbul’da infaz edildi. Erkek devlet kadınlığını hedef alarak işkence etmişti. Sa-vaşta hiçbir kuralın, hiçbir ah-lakın tanınmadığını görüyoruz. Öyle ya ölenler nasıl olsa kadındı. Bedenleri hedef haline gelecekti. Ölenler nasıl olsa ‘’teröristti’’, la-netlenir giderlerdi. Ölenler nasıl olsa Kürt’tü, her türlü ölümü hak ederlerdi. Erkek-devletin çıp-lak bedenlerini teşhir ettiği Ekin Wan şahsında tüm kadınlar için direniyoruz. Direneceğiz!

Özge Can Arslan üniversitede okuyan genç bir kadındı. Ders bi-timi toplum için de “makul” bir

saatte evine dönmeye çalışıyor-du oysa. Ama minibüse yalnız binmişti. “Doğru yolundan git” demek için ise fazla cesaretliydi. Kadına bir erkeğe ne yapması gerektiğini söylemesi hiç yakış-madı.

Özge Can nasıl olsa genç bir kadındı. Nasıl olsa cazibeliydi. O halde tecavüz edilebilirdi. Hatta tecavüz yüzünden kimsenin başı ağrımamalıydı, o halde Özge Can yakılarak ortadan kaldırılmalıy-dı! Yaşam hakkı elinden alınan Özge Canlar için, Cansular için direniyoruz. Direneceğiz!

Nevin Yıldırım. Isparta Yalvaç’ta yaşıyordu. Küçük bir köy mahallinde yani. Şimdi adı “kesik baş cinayeti”yle anılıyor. Tecavüzcüsünü öldürüp köy meydanına kafasını atan “katil kadın” Nevin Yıldırım.

Küçük çocuklara rızası var-dı diyerek tecavüzcü erkeklere iyi hal indirimi uygulayan erkek yargı, Nevin’in çaresiz kaldığına inan(a)mıyor ve erkek egemen sistem içerisinde şeytanlaştırıla-rak müebbet hapisle yargılana-rak hüküm giyiyor. Nevin nasıl olsa kadın değil miydi? Onun da “rızası varmış, gönül ilişkisi varmış”dan başlayarak aynı ez-ber okutuluyor. Aynı kahredici hikaye… Erkek egemen sisteme boyun eğmediği için kravat takan “iyi hal”lilerden de olamadı. Ken-di kaderini kendi yazdı. Tecavüz-cülere boyun eğmeyen Nevinler için direniyoruz. Direneceğiz!

Çilem Doğan, Adana’da ya-şıyordu. Evli bir kadındı. Şiddet onun için gündelikleşmişti. Ya-şam hakkı çalınmak istenen baş-ka bir kadındı Çilem. Kocasını vurdu. Şuanda cezaevinde ve yar-gılanıyor. Çünkü yaşam hakkını savundu. “Kadınlar ölmesin, bi-

Çilem Doğan, Adana’da yaşıyordu. Evli bir kadındı. Şiddet onun için gündelikleşmişti. Yaşam hakkı çalınmak istenen başka bir kadındı Çilem. Kocasını vurdu. Şuanda cezaevinde ve yargılanıyor. Çünkü yaşam hakkını savundu. “Kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün” sözündeki soğukkanlılık ya da sevinç midir şimdi, yoksa “öldürmeseydim ölecektim” gerçeğinden emin olmak hali mi?

8 MART’IN TARİHİ COŞKUSUYLADİRENİYORUZ! DİRENECEĞİZ!ELİF IRMAK

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

9

raz da erkekler ölsün” sözündeki soğukkanlılık ya da sevinç midir şimdi, yoksa “öldürmeseydim ölecektim” gerçeğinden emin ol-mak hali mi? Yaşam hakkını sa-vunan Çilemler için, Yaseminler için direniyoruz. Direneceğiz!

Satiye Gür Çerkezköy’de Ba-saş Ambalaj isimli strafor fabri-kasında operatör olarak çalışan bir emekçiydi. 14 Eylül 2013 ta-rihinde pres makinesinin kalıbı arasına sıkışarak hayatını kay-betti. Ölümüne sebep olanlar hakkında yargılama sürüyor. Sa-tiye nasıl olsa bir yoksuldu. Satiye yoksul emekçi bir kadındı. Sırf sermayenin kar hırsı yüzünden, sırf hiçbir iş güvenliği alınmadı diye patronların başı ağrımaya-caktı elbette! Emeğiyle geçinip onuruyla yaşarken sermayenin çıkarları yüzünden hayatını kay-beden Satiyeler için direniyoruz. Direneceğiz!

Amed’de, Suruç’ta, Ankara’da barış için mücadele ederken kat-ledilen onlarca kadın var. Onlar için, Lisa için, Ece Dinç için, Şeb-nem, Dicle için direniyoruz. Di-reneceğiz!

Militarizmin, ırkçılığın, mil-liyetçiliğin yükselmesiyle şiddet, kadın cinayetleri ve güvencesiz-lik toplumun tüm kesimlerinden kadınlar için daha dramatik bo-yutlara ulaştı. Kadınların tüm bu zulüm biçimlerine direnmesi ve karşı koyuşu ise çifte şiddet sebe-bi oldu.

Saray ve AKP bir taraftan sa-vaşı yükseltirken bir taraftan da neoliberal saldırılarını azgınlaş-tırdı. Merdiven altı tekstil atöl-

yelerinde, tarımda, ev işçiliğin-de, hizmet sektöründe kadınlar güvencesiz ve kayıt dışı çalış-tırılıyorlar ve sömürü kadınlar üzerinden olağan ve sistematik hale getiriliyor. Kadınların sır-tından kadınlara güvencesizlik dayatılıyor. Kiralık işçi bürolar aracılığıyla da bu koşullar resmi-leştirmek isteniyor. Güvencesiz-lik ekonomisi yaratılarak kadın emeği sömürüsü tamamen gizli hale getiriliyor. Görünmeyen emek bir de güvencesiz ve kayıt dışı çalışmayla birleştirildiğinde kadın için ölüm her gün daha sı-radan hale geliyor.

Erkek-egemen kapitalist dü-zen tarafından öldürülen kadın-lar, katil kocalara uygulanan iyi hal indirimleri, yaşam hakkını savunan kadınlara uygulanan çifte standart, savaş, cinsiyetçilik, sömürü, taciz-tecavüz, şiddet... Öyle çok direnme sebebimiz var ki…

Tüm bu savaş çılgınlığına, vahşete biz kadınlar “Edi Bese!” diyoruz!

Kürt sorununun demokratik, barışçıl yöntemlerle konuşulması gerekiyor. Toplumun tüm kay-nakları, kadına ayrılması gereken bütçe de savaşa aktarılıyor. Gü-venceli yaşam, güvenceli ekono-

miye gidebilmemiz için savaşın son bulması son derece önemli hale geliyor.

Demokrasi ve barışı hep bir-likte inşa etmeliyiz. Kadınların birlikte mücadele ettiği bir hat oluşturulmalı ve öz savunma hakkımızı kullanarak şiddete, savaş politikalarına, emek sö-mürüsüne ve din üzerinden ka-dın üzerinde kurulmak istenen tahakküme karşı hep birlikte direniyoruz, direnmeye devam etmeliyiz.

Örgütlülüğümüzü ve kadın dayanışmamızı 8 Mart’ın tarihi coşkusundan alıp büyüterek ka-dınlara yaşamı cehenneme dö-nüştüren erkek egemenliğinden ve kapitalizmden, kadın düşmanı AKP’den hesap soracak, özgür ve eşit yaşamı hep birlikte inşa ede-ceğiz.

Erkek egemenliğine dayanan kapitalist düzene karşı direniyo-ruz, direneceğiz!

8 Mart’ta bu hesap sorma bi-linciyle alanlarda ve sokaklarda olacağız.

Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü!

Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!

Erkek-egemen kapitalist düzen tarafından

öldürülen kadınlar, katil kocalara uygulanan iyi hal indirimleri, yaşam

hakkını savunan kadınlara uygulanan çifte standart,

savaş, cinsiyetçilik, sömürü, taciz-tecavüz,

şiddet… Öyle çok direnme sebebimiz var

ki…

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

10

Özel İstihdam Bürolarına Hayır!

Sendikamızda oturuyo-ruz. Paçalarımız tutuşmuş, aman kiralık işçiliği düzen-

leyen yasal düzenleme meclis alt komisyonundan geçti diye vah-vahlanıyoruz. Sendikamıza üye işçilerimiz geldi, çay demlediler, ikram ediyorlar, yüzümüzdeki kaygı onları korkutmuş olmalı ki, “Ne oldu size?” diye soruyor-lar. Anlattık, dedik “Artık ora-dan oraya kiralanacaksınız, yasa geçmek üzere.” “Aman be!” dedi Safiye Abla, bunun üzerine “Bu dediğiniz ücretli kölelikten daha mı kötüdür, daha ne kadar dibe batacağız, dipteyiz zaten.”

Belki de haklıydı. Biz, mer-kezde yer alan bir avuç güven-celi işçinin haklarının ellerinden alınacak olmasına hayıflanırken, zaten güvencesizleştirilmiş, za-ten kiralanan, esaslı değişikliğe itiraz edemeyen, iş güvenliği yok deyip iş yavaşlattığında anında işten atılan, ikramiyesiz, sosyal yardımsız kuru maaşa çalışan, 10 aylık 11 aylık çalıştırıldığı için kı-dem tazminatı ödenmeyen, ban-kaya yatan 1300 TL asgari ücre-tin 200 TL’si elinden geri alınan

milyonlarca işçinin

varlığını unutmuştuk. Merdiven altı atölyeleri geçin, organize sa-nayi bölgesi olan Kıraç, Çerkez-köy, Çorlu gibi devasa üretim alanlarındaki kayıt dışı ödeme-leri düşündüğümüzde, devasa fabrikalardaki taşeron eliyle par-çalanmaları düşündüğümüzde “daha beteri ne olabilir ki” de-dirten bir tablo var. Safiye Abla-nın söyledikleri merkez iş gücü dışında kalan işçiler için çok doğru; daha beteri ne olabilir ki! Bu yüzden sendikaların ve emek örgütlerinin merkez iş gücünü ilgilendiren bu devasa düzenle-meye itiraz ederken ve emeğin haklarını savunurken merkez-deki işçi gibi hakları olmayan, güvencesi sıfırlanmış işçileri de görmeleri ve mücadele hatlarına dahil etmeleri gerekiyor. Safiye Ablaya; sermayenin yaşadığımız cehennemi daha da derinleştir-mek istediğini anlattık ve özel is-tihdam büroları ve işçi kiralama isteklerinin ne anlama geldiğini tartıştık. Günde 8 saat çalışan, 4 ikramiyeli, sendikalı fabrikada-ki işçi arkadaşlarımızla, 12 saat çalışıp asgari ücretin altında üc-ret alan, her gün azar yiyip hor görülen işçi arkadaşımızın aynı gemide olduğunu gördük ve bir-likte mücadele kararı aldık.

EMEĞİMİZİN TASARRUFU BİZE AİTTİR! KİRALANAMAZ, SATILAMAZ, SATIN ALINAMAZ!

SEVGİ EVRİM

Safiye Abla’nın söyledikleri merkez iş gücü dışında kalan işçiler için çok doğru; daha beteri ne olabilir ki! Bu yüzden sendikaların ve emek örgütlerinin merkez iş gücünü ilgilendiren bu devasa düzenlemeye itiraz ederken ve emeğin haklarını savunurken merkezdeki işçi gibi hakları olmayan, güvencesi sıfırlanmış işçileri de görmeleri ve mücadele hatlarına dahil etmeleri gerekiyor.

Geldiğimiz aşamada özel istihdam bürolarına işçi kira-lama yetkisi verilmesi başta ol-mak üzere, güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıracak düzenlemeler içeren yasa tasarısı meclis gün-demine kadar geldi. Meclisten de geçmesi halinde işçileri bekle-yen tehlikeler çok büyük. Büyük fabrikalarda çalışan ve az da olsa güvencesi olan işçileri çok olum-suz etkileyecek olan bu düzenle-me sınıfın her hücresine kadar etki edecek ve geri dönülemez bir parçalanmayı hızlandıracak. Adeta güvencesizliği, köleliği yasalaştırarak patron ile işçinin bağını tamamen kopartacaklar ve bu yasa bir nevi işçi simsar-larının meşrulaşması yasası ola-cak. Köle pazarları yerini Özel İstihdam Bürolarına bırakmış olacak ve emeğimiz tamamen kendi irade ve yönetimimizden çıkacak. Sonuç olarak Özel İstih-dam Büroları köle pazarlarıdır. Özel İstihdam Büroları ile geçici iş ilişkisi oluşturulması insan ti-caretidir. Bu sebeple işçi sınıfına kölelik dayatan, bir avuç işçi sim-sarı ve onlardan işçi kiralayacak bir avuç sermayedar için hazır-lanan bu yasaya topyekün karşı ç ı k m a l ı ve durdurmalıyız.

Topyekün karşı çık-mazsak topyekün kaybedeceğiz.

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

11

KİRALIK İŞÇİ BÜROLARI TASARISI GEÇERSE NASIL UYGULANACAK?

• İş güvencesi ortadan kalkacaktır.• Kıdem tazminatı fiili olarak yok edilecektir. İhbar tazminatı orta-

dan kaldırılacaktır.• 1-9 arası işçi çalıştıran iş yerlerinde 5 işçiye kadar, 10’un üzerinde

işçi çalıştıran iş yerlerinde %25 oranında kiralık işçi çalıştırılabile-cektir. Böylece kayıtlı istihdamın nerdeyse yarısı bu kölelik büroları aracılığı ile güvencesiz çalıştırılacaktır.

• Kural dışı, güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri kural haline gele-cektir.

• Sendikal örgütlenmeler çok ciddi kan kaybedecektir.• İşverenlerin işten çıkarma maliyetleri düşecektir, işçiler istenildiği

gibi kullanılıp kapı önüne konulacaktır.• İddia edildiği gibi kayıt dışı istihdam düşmeyecektir. Çünkü işve-

renlerin tercih ettiği en esnek çalıştırma biçimleri kayıt dışındadır.• Kayıt dışı istihdam edilenler güvence kazanmayacaklar; aksine for-

mel sektörlerde, sendikal örgütlenmelerin var olduğu alanlarda iş-çiler güvencesiz hale gelecektir.

• İşçi sınıfı “kiralık işçilik” adı altında kölelik ilişkilerine mahkum edilecektir.

• Gelir, emeklilik, yıllık izin ve sağlık ile ilgili bütün haklar tamamen ortadan kalkacaktır.

• Kiralık işçiler aynı işi yapan diğer işçilere göre çok daha düşük ücrete mahkum olacaktır.

• Uzun çalışma saatleri açısından dünyada zirvede yer alan ülkemiz-de, kiralık işçiler yoğun çalışma temposuyla, yoğun bir sömürü çar-kı içinde olacaktır.

• Ülkemizde iş hukuku, işçi-işveren arasındaki sözleşme, iş yeri ve iş kolu düzenlemeleri üzerine kuruludur. Meclisteki tasarı, bu hukuk-sal düzenlemeleri geçersiz hale getirecektir. Böylece çalışma yaşamı tamamen hukuk dışı bir hal alacaktır.

• İşverene toplu işten çıkarma hakkı tanınacak, işveren 8 ay sonra aynı işçiyi kölelik bürolarından çok daha ucuza, sendikasız, haksız hukuksuz kiralayabilecektir.

• İşverenler, Özel İstihdam Bürolarından işçi kiralama hakkı kazandı-ğında, “kadrolu” işçilerin üzerinde sürekli bir baskı oluşturacaktır.

• Kiralık işçiler, işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamalarından yaralana-mayacak, ağır, tehlikeli ve ölümcül risklerle karşı karşıya kalacaktır.

• Kiralık işçilerin İşsizlik Fonu’ndan yararlanma olanakları olmaya-caktır.

• İş-Kur işlevsiz hale gelecek, kamu emek gücü piyasasındaki sorum-luluklarını tamamen üstünden atmış olacaktır.

• Kamudaki alt işverenler, Özel İstihdam Bürolarından işçi kiralaya-bileceklerdir. Kamuda taşeron köleliğini aratan çalışma düzeni ku-rulacaktır.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

12

CUMHURİYET NEREYE?olayı Şubat 1969’da tarihe “kanlı pazar” olarak geçti. Taksim’e 6. fi-loyu protesto etmek için yürüyen gençlik kitlesine karşı Taksim’de toplu namaz sonrası saldıran faşistler ve Siyasal İslamcılar o günlerden sanki bugünlere mesaj yollamıştır.

1980’lerin ortasından itibaren aktörler önemli ölçüde değiş-miştir. Yükselen Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Kemalizm bü-tün gücüyle cumhuriyeti “sa-vunmuş”, her şey “bölücü teröre” karşı mücadeleye göre düzenlen-miştir. Fakat bu yirmi yıl, aynı zamanda Kemalizm’in gücünün ve itibarının büyük bir erozyo-na uğradığı yıllar olmuştur. Kürt haklının özgürlük mücadelesi bir yandan Kemalizm’in ömrünü doldurduğunu kanıtlarken; öte yandan düzenin iç dinamiklerin-den başka bir siyasal güç yükseli-yordu. Kemalizm yıpranıp geriye düşerken iki binli yıllarda Siyasal İslam iktidar oldu. Kendi deyim-leriyle “yüzyıllık sabrın sonucu” “tarihsel bir fırsatı” yakalıyorlardı.

Yaşadığımız son on beş yıl, cumhuriyet için yeni bir siyasal yapılanma ve ideolojik zemin inşası anlamına geldi. Askeri ve-

İktidar 1 Kasım’da elde ettiği politik avantajları zaman ak-tıkça yitiriyor. İç politikaya

iki gündem damgasını vuruyor: Kürt halkına karşı her gün derin-leştirilen savaş ve başkanlık siste-mi için Saray tarafından yapılan manevralar…

Dış politikada ise tek bir gün-dem maddesi var: Suriye başlı-ğı altında PYD ve YPG sorunu. Kürt halkının Suriye’de statü kazanma olasılığına karşı Türk devletinin sürekli savurduğu tehditler, dış politikanın temel gündemi oldu. Bunlarla yatıp kalkıyoruz. Pratik yaptırım gücü olmayan bu tehditlerin her biri bölge politikasında iktidarın aya-ğına dolanıyor.

Politik ortamda ve gündelik sosyal yaşamda bugüne kadar olmayan ölçüde süreklileşmiş bir gerilimle yaşıyoruz. Üstelik Baş-bakan her gün yaptığı açıklama-larla kentlerde nasıl güvenlik ted-birleri alınacağını; polisin nasıl daha fazla görünür hale getirile-ceğini; ne kadar yeni polis alına-cağını açıklıyor. Bunlara Cizre’de çekilen tel örgüyü ve Suriye sını-rına örülen beton duvarı da ilave etmeliyiz. Türkiye, gün geçtikçe daha fazla İsrail’e benziyor: Ör-düğü duvarlarla, yıktığı kentlerle, yaptığı katliamlarla…

Bu toz duman içinden olay-lara bakınca bir kaç metre ötesi ancak görülebilir. Ancak cum-huriyetin tarihini ve geldiği nok-tayı dikkate alarak bakmak nasıl bir dönüm noktasına gelindiğini daha iyi ortaya koyabilir. Mev-cut iktidar, elbette özellikle Saray, iç ve dış politikada ipleri kopma noktasına kadar germeye niyetli-dir. Buradan ortaya nasıl bir siya-sal sonuç çıkacaktır?

Cumhuriyet kuruluş temelle-ri veya kalıpları, egemen ideolo-

jik zemini açısından bir tıkanma noktasına gelip dayanmıştır. Kürt halkına karşı derinleştirilen sa-vaşla bu tıkanma noktasından çıkılabilir mi?

Düzen ilginç ve kritik bir dö-nemden geçiyor. Cumhuriyetin başlarında iki yıl süren “demok-rasi havası” Mart 1925’de Takrir-i Sükun kanunuyla sona ermiş ve ünlü Tek Parti Diktatörlüğü dö-nemi başlamıştı. Gerekçe Şeyh Said isyanıydı. Ancak bu tek par-ti diktatörlüğü 1950 yılına kadar sürdü. Aslında bugüne kadar kısa soluk alma aralıkları hariç bu topraklarda demokrasi bir türlü yeşermedi.

Uzun yıllar cumhuriyeti “ir-ticaya”, “komünizme” ve “bölücü teröre” karşı “korumakla” geçti. Bu yıllarda sahnede hep yete-rince iktidar gücü olmayan sivil hükümetler, arkasında ise gerçek gücü elinde tutan askerle ülke “ikili hükümetlerle” yönetildi. Bu yılların ideolojik çimentosu Kemalizm’di.

Tüm Cumhuriyet için kısa olan 1968-80 aralığı bu toprak-lara ilk kez gerçekten demok-rasinin ayak basma olasılığının güçlü olduğu bir dö-nem oldu. Bu yıllar iki askeri darbe ile geriye püskürtüldü, devrim-ci bir umut ve inanç-la kendilerini ortaya koyan kuşaklar ezildi. Kemalizm, devrimci demokrasi mücadele-sine karşı yükseltilen bayrak oldu.

Üstelik bu yıllar-da devrimci yükselişe karşı faşist örgütlen-meler ve Siyasal İslam derin devlet tarafın-dan sürekli beslendi. Bu yılların ilk büyük

MEHMET YILMAZER

Bu toz duman içinden olaylara bakınca bir kaç metre ötesi ancak görülebilir. Ancak cumhuriyetin tarihini ve geldiği noktayı dikkate alarak bakmak nasıl bir dönüm noktasına gelindiğini daha iyi ortaya koyabilir. Mevcut iktidar, elbette özellikle Saray, iç ve dış politikada ipleri kopma noktasına kadar germeye niyetlidir. Buradan ortaya nasıl bir siyasal sonuç çıkacaktır?

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

13

CUMHURİYET NEREYE?sayet geri plana itilirken Siyasal İslam’ın renkleri ideolojik zemin olarak inşa edilmeye çalışıldı. AKP iktidarının ilk on yılında iki önemli gelişme yaşandı. Bir yan-dan askeri vesayet geriletilirken bol bol “ileri demokrasi”den dem vuruldu; öte yandan cumhuri-yetin en önemli kanayan yarası “Kürt sorunu” inkarcı bir zemin-den uzaklaşılarak ele alınmaya başlandı. Bu süreçte Kemalizm’in itibarı dip yaparken, Siyasal İslam zirveyi zorluyordu. Cumhuriyet bir yapısal değişim yaşıyordu, an-cak bu değişimin yönü henüz çok belirsizdi. Sık sık söylendiği gibi “üstünlerin hukukunun değil, hu-kukun üstünlüğünün kurulacağı” bir düzene doğru mu? Yoksa Siya-sal İslam’ın demokrasiyi “zamanı gelince inilecek bir araç” olarak gören yöne doğru mu gidiliyordu?

AKP iktidarı tarafından bu sorunun cevabı Gezi isyanı sı-rasında çok açık bir şekilde ve-rildi. Gezi isyanı AKP ile ilgili illüzyonların dağıldığı bir dönüm noktası oldu. Haziran 2013 tarihi çok önemlidir. Aynı yılın New-roz’unda Kürt Özgürlük Hareketi “demokratik mücadele” yoluna çıktığını ilan etmişti. Uzun yıl-ların savaşının artık demokratik

mücadele kanallarına akacağının işaretinin ortaya çıktığı bu zaman aralığında, en demokratik bir ha-reket olan Gezi isyanına karşı AKP iktidarı çıldırmışça saldıra-rak, aslında gerçek yüzünü ortaya koyuyordu.

2013 Newroz’unda yapılan demokratik mücadele çağrısının, 2013 Haziran’ında yaşanan Gezi isyanının ve 7 Haziran 2015 se-çim sonuçlarının birbirine yakın olması ve birbirini büyütmesi rastlantı değildir. İki yıllık bu kısa zaman aralığı cumhuriyet tarihin-de çok önemli bir yere sahiptir.

Uzun yıllar egemen züm-relerin ideolojik zemini olan Kemalizm’in yıpranmasından sonra, yeni egemenlerin ideolojik zemini olan Siyasal İslam’ın bü-yüsü de bu kısa zaman aralığında büyük bir darbe almıştır. 17 Ara-lık 2013’de rüşvet skandalıyla Si-yasal İslam’ın içinden bir “paralel devlet” canavarı ortaya çıkartıldı. Cumhuriyetin yeni ideolojik çi-mentosu olmaya aday Siyasal İs-lam Kemalizm’den çok daha hızlı itibar yitirdi. Yeniden Kemalizm günlerindeki gibi iktidarın key-fileştiği bir süreç başladı. Bol laf kalabalıklarından sonra bildik

derin devlet alışkan-lıklarına geri dönülü-yordu.

7 Haziran 2013’de, cumhuriyet tarihi bo-yunca birbiriyle sür-tüşen, ancak yükselen devrimci hareketler karşısında uzlaşma yolu seçen “Kema-lizm” ve “irtica” ken-dileri açısından bir dönüm noktasının başladığını büyük bir dehşet içinde kavradı-lar. Hemen ardından Kemalizm ve Siyasal İslam’ın tarihsel itti-

fakı kuruldu. Masalar yıkıldı, ye-niden 90’lardan da şiddetli savaş başlatıldı.

Ayrı ayrı ikisi de itibar yiti-ren, bu ülke için artık bir gelecek vaat etmeyen Kemalizm ve Siya-sal İslam’ın can havliyle yaptığı ittifaktan nasıl bir gelecek ortaya çıkabilir?

Bugünlerin 90’lardan çok önemli farkları var: İlki, 2013-2015 arası kısa aralıkta halklar arasında yükseltilen duvarların yıkılabileceği görüldü. Bu ola-sılık düzeni büyük korkulara sürükledi. İkincisi, artık Kürt sorunu aynı zamanda bir bölge sorunudur. Dış politika, Suri-ye sorunu adı altında Kürtlerin statü kazanmasına karşı savaşa dönüşmüştür. Üçüncüsü, düzen sistemli olarak başkanlık sistemi adı altında faşizmin inşasına so-yunmuştur. Nasıl ki, 7 Haziran seçimlerinden sonra askeri değil sivil darbe yapılmıştır. Bunun bir devamı olarak, sivil güçlerle fa-şizmin inşası yoluna çıkılmıştır.

Cumhuriyet 68’lerde ortaya çıkan demokratikleşme imkanını “komünizm tehdidi” bahanesiyle engelledi. 2013 sonrası ortaya çı-kan demokratikleşme imkanını şimdi “bölücü terör” tehdidi ba-hanesiyle engellemeye soyunuyor.

Cumhuriyet bu kez de de-mokratikleşme imkanını pas mı geçecektir? Bu sorunun cevabı Kürt halkıyla kurulacak ittifak-ta yatıyor. Kemalizm ve Siyasal İslam’ın ömrü dolmuş, dehşet saçmaktan başka rolü olmayan ittifakına karşı halkların demok-rasi cephesi ülkeyi uçurumun ke-narından döndürebilir.

7 Haziran 2013’de, cumhuriyet tarihi

boyunca birbiriyle sürtüşen, ancak yükselen

devrimci hareketler karşısında uzlaşma yolu

seçen “Kemalizm” ve “irtica” kendileri açısından

bir dönüm noktasının başladığını büyük bir

dehşet içinde kavradılar. Hemen ardından

Kemalizm ve Siyasal İslam’ın tarihsel ittifakı

kuruldu. Masalar yıkıldı, yeniden 90’lardan da

şiddetli savaş başlatıldı.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

14

Biz işçiler bir kıdem tazmi-natımız bir sigorta hakkı için çalışıyoruz. Bu ağır

çalışma koşullarına sağlık hakkı-mız için ve 1 yıllık kıdem süresini doldurunca hak ettiğimiz kıdem tazminatımız için sabrediyoruz. Yine bize kıdem tazminatı öden-mek zorunda olunduğu için iş-ten kolay çıkartılamıyoruz. Ama şimdi yapılmak istenilen değişik-likle bu hakkımız elimizden alın-mak isteniyor.

Hükümet tarafından sanki güvence sağlamak kendi görevle-ri değilmiş gibi “işçiler güvence-siz, kıdem tazminatı zaten alına-mıyor” denilerek fon uygulaması dayatılıyor. Güya devlet güvence-si getirilecekmiş gibi yalan haber-lerle işçiler kandırılmaya çalışılı-yor. Halbuki şu an işçiler kıdem tazminatı alabiliyor. Asıl soru-numuz kıdem tazminatını ala-bilmek değil, kiralık işçi büroları ile esnek çalışma modelleriyle tamamen güvencesizleştirilmeye çalışılmamız.

Bu sürece şimdi dur demez-sek, son hakkımız olan kıdem tazminatımızı da kaybetmiş ola-cağız ve her şey için çok geç ola-cak.

Fon uygulaması ile ne yapıl-mak isteniyor? 5 maddede bunu açıklayalım:

1- Kıdem tazminatı hakkı-mız fona devredilince; hak ediş koşulları sadece emeklilik veya ölüm koşuluna bağlanacak yani kıdem tazminatı işçiye sadece emekli olunması halinde ödene-cek. Ölmesi halinde de işçinin ailesine ödenecek. Fonda 10 yıl biriktirmeden fona başvurma hakkımız olmayacak. Hükümet tarafından 1 gün bile çalışılsa, istifa bile edilse kıdem tazminatı alınacak deniliyor. İşçiler bunu; 2 yıl çalışacağım, işten çıkacağım ve gidip 2yıllık tazminatımı ala-cağım şeklinde olacağını sanıyor. Ama asıl olacak olan en erken 10 yıl doldurmadan fona başvura-mayacağız, 10 yıl sonra başvu-runca tamamını alamayacağız, bir kısmı ödenecek, kalanı da emekli olunca alabileceği. Kısa-cası kıdem tazminatımızı alama-yacağız.

2- Şu an kıdem tazminatı olarak 1 yıla karşılık 1 aylık giydi-rilmiş ücret ödeniyor. Fona dev-redilirse bunun miktarı yarıdan fazla düşürülecek. Amaç işverene maliyetini azaltmak. Hem sosyal haklar eklenmeyecek, hem de 1 yıla 30 günlük giydirilmiş maaş ödenirken şimdi 15 güne düşü-rülecek. Ödeme gecikmiş olacak ve kaç yıl sonra ödenirse ödensin faiz işlemeyecek.

3- Halen; işveren tarafın-dan haklı bir neden olmadan işten çıkartılan, işveren tarafın-dan haklı neden iddiasıyla işten çıkartılıp da dava açıp haklı ne-denin bulunmadığını kanıtlayan işçi kıdem tazminatına bir yıl çalışması koşuluyla hak kazan-maktadır. Ayrıca bir yılı dolduran işçiler, ücretleri eksik ödendiği ve çalışma koşulları ağırlaştırıldığı için, hakarete uğradığı için, bas-kı gördüğü için, kısaca haklı ne-denlerle iş sözleşmesini sona er-dirdikleri durumlarda da kıdem tazminatına hak kazanmaktadır.

4- Kıdem tazminatı halen, emekli olan işçiye, evlendiği için evlendikten sonraki bir yıl içinde işten ayrılan kadın işçiye, askere giden işçiye, işyeri dışında işle-diği bir suç nedeniyle tutukla-nan işçiye, iş koşulları nedeniyle sağlığı bozulan işçiye bir yılı dol-durması koşuluyla ödenmek zo-rundadır. Kıdem Tazminatı Fon Yasası kabul edilirse, bu haklar kaldırılacaktır ve bu yasanın yü-rürlüğe girdiği tarihten itibaren işçinin sadece emekli olması veya ölmesi halinde kıdem tazminatı hakkı doğacaktır.

5- Kıdem tazminatı vazge-çilmezdir. Bu hakkı bizden sonra geleceklere devretmek üzere bü-yüklerimizden miras aldık. Kal-dırılmasına ya da düşürülmesine ya da zorlaştırılmasına müsaade edemeyiz. Aslında kıdem tazmi-natının hiç bir şarta bağlanma-dan ödenmesi gerekmektedir. 1 yılı dolduran her işçiye iş akdi hangi sebeple sonlanırsa sonlan-sın kıdem tazminatı ödenmelidir.

Biz işçiler, sistemin bütün yükünü çekiyoruz. Makineler durmasın, üretim sürsün diye-rek 7 gün 12 saat çalıştırılıyoruz. Çalışırken iş kazası geçiriyor, hastalanıyoruz. Yoksulluk sınırı-nın 4500 TL’nin üzerinde olduğu yerde 1300 TL asgari ücrete mah-kum ediliyoruz. Tüm bunların yanında kötü çalışma koşullarına itiraz ettik diye hakarete uğru-yoruz, işten çıkarılıyoruz. Artık bu duruma dur demeli ve bizden çalınanlara itiraz etmeliyiz. İlk iş olarak da yan yana gelmeli kıdem tazminatımıza el uzatanlara karşı durmalıyız. İşte, sokakta, yolda, her yerde, bu emek hırsızlığını anlatmalı ve kıdem tazminatına ulaşmayı kolaylaştırmanın mü-cadelesini vermeliyiz.

BAĞIMSIZ TEKSTİL İŞÇİLERİ SENDİKASI

5 MADDEDE KIDEM TAZMİNATI FONU VE GELECEĞİMİZ

Kıdem tazminatı vazgeçilmezdir. Bu hakkı bizden sonra geleceklere devretmek üzere büyüklerimizden miras aldık. Kaldırılmasına ya da düşürülmesine ya da zorlaştırılmasına müsaade edemeyiz. Aslında kıdem tazminatının hiç bir şarta bağlanmadan ödenmesi gerekmektedir. 1 yılı dolduran her işçiye iş akdi hangi sebeple sonlanırsa sonlansın kıdem tazminatı ödenmelidir.

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

15

Saray sonunda kılıcını kuşan-dı ve Kilis, Antep, Kırıkhan (Hatay) sınırından Suriye

içlerine top atışları gerçekleştirdi. 13 Şubat’ta başlayan top atışları Azez yakınlarındaki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) mevzileri-ni ve Afrin’in merkezi de olmak üzere bazı köylerini vurdu. Tür-kiye ilk defa görünür olarak Suri-ye topraklarına atış gerçekleştir-di. Türkiye’yi bu noktaya getiren saldırısının altındaki gerçekliğin bize sunduğu çok sayıda veri var.

Bir: Türkiye’nin Suriye politi-kası çökmekle kalmadı bataklığın pisliği hücrelerine kadar işledi. Yüzyıl da geçse bu lekeyi temizle-yemeyecek düzeyde kirlendi.

İki: Kendisinin gölgesi du-rumundaki çeteler, elde ettikleri yerleri bir bir kaybetmeye başladı. Bu kaybediş sadece sahada sava-şanların değil sahiplerinin de ye-nilgisidir.

Üç: Suriye devleti (Rusya, İran ve Hizbullah’ında desteğiyle) sa-vunmadan saldırı pozisyonuna geçti. Ve çetelere kaptırdığı yerleri bir bir geri alıyor. Esad için kur-dukları Kaddafi’nin sonuna ben-zer hayaller Saray’ın büyüsüyle yaşayanların tatlı düşlerinde kaldı.

Dört: Kürt Özgürlük Hareketi’nin çetelerin vahşe-ti karşısında durdurulamaz bir umut olması, Esad’ın hala ayakta kalmasından daha sinir bozucu Saray için. Üstüne Rojava kanton-ları arasında kalan bölgeler cihatçı çetelerden temizlenerek Türkiye ile uzun bir hatta komşuluk hayat buluyor.

Beş: YPG’nin öncülük ettiği Suriye Demokratik Güçleri’nin Halep için stratejik öneme sahip Azez’e yaklaşmasını uzaktan en-gelleme çabası zaman kazanma girişimleridir.

Altı: El-Nusra ve Ahrar-u Şam’ın denetiminde olan Azez’in düşmesi Türkiye’den Halep’e uza-nan ikmal hattının kesilmesine neden olacaktır.

Yedi: Ve en önemlisi hiçbir itti-fak YPG’nin ve Suriye Ordusu’nun (Rusya-İran-Hizbullah ittifaklı) ilerleyişini durduramıyor. Artık her gün haritaya baktığımızda de-ğişen çetelerin tükenişleridir.

Kuşkusuz bunlara birkaç veri daha eklenebilir. Bu gelişmeler-den hareketle Türkiye’nin şimdiki önceliği Azez’in düşmemesi için elinden geleni yapıyor. YPG’nin Azez’i alması kantonların birleş-mesi için stratejik değil. Azez, El-Nusra ve Ahrar-u Şam için strate-jik öneme sahip. YPG’nin Miniğ hava üssünü almasından sonra, yaklaşık 2 bin silahlı militanın Kilis’ten Azez’e geçirildiği iddia ediliyor. Cihatçı çetelerin kendi başına YPG karşısında uzun so-luklu direnme başarısını yitirmiş olması Türkiye’nin uzaktan top atışlarıyla desteğini gerektiriyor. Türkiye devletinin özgürlük-çü Kürt alerjisi kendisini elinde pimi çekilmiş bombayla dola-şanlarla ittifak yapmaya zorluyor. El-Nusra’yı uluslararası kamuo-yunda meşrulaştırmak Saray’ın hastalıklı hükümdarına düşmüş. Oysa El-Nusra’dan çok kendisi-nin meşruluğa ihtiyacı var.

Şimdi gelelim Azez, Cerab-lus hattının çetelerden temizlen-mesinin sonuçlarına. Özellikle İdlip’le komşu olan Hatay sınır kapıları bugüne kadar militan ve askeri malzeme geçişlerinde Kilis kadar kullanılmıyordu. El-Nusra

ve Ahrar-u Şam’ın Halep’in ku-zeyinden tamamen temizlenmesi Türkiye’ye geçiş yeri olarak tek bir kapı bırakıyor, o da Antakya’dır. Doğal olarak burada bir yığılma ve yoğunluk yaşanacaktır. Aynı zamanda Suriye ordusunun da bu çetelerle yaşayacağı yoğun-luklu savaş, Antakya’nın bir anda düne göre daha fazla çetelerin karargahı haline gelmesine ne-den olacak. Arap Alevilerinin ço-ğunlukta olduğu Antakya’da yeni gerilim hatlarını öngörmek hayal olmasa gerek. Daha önce çeteler Reyhanlı’yı üs haline getirdiğin-de sonuçlarını yaşayarak gördük. Bir anda Reyhanlı’da artan nü-fus ekonomik, siyasi ve kültürel dengeleri değiştirdi. Silahlı un-surlar Suriye’de rehin aldıkları insanları buralarda tutuyorlardı. Silahlı ve üniformalı olarak ilçe-de yaşayan çeteler, devlet tarafın-dan dokunulmaz hale getirilerek yerel halk üzerinde baskı aygıtı-na dönüştürülmüştü. 11 Mayıs 2013’te ilçe merkezinde patlayan bombayı Erdoğan’ın övdüğü El-Nusra üstlenmişti. Aynı zamanda Antakya’da da yoğunlaşan çete-ler; taciz, insan kaçırma, alışveriş yapıp ödememe gibi şeyleri sık-lıkla gerçekleştiriyordu.

Önümüzdeki dönemde çe-telerin yoğunluğunu Antakya’ya vermesi kontrol edilemez geri-limler yaratacaktır. Hele ki ül-kemizde derinleşen kutuplaşma

“YARIN AYAKTA KALMAN İÇİN BUGÜNDEN HAZIRLANMALISIN”

“Minşen Tendal Le Bikra, Minhellek Lezim Nithaddar”

SEÇKİN TANDOĞAN

ve çatışma zeminleri Antakya’da yaşayanların yarın ayakta kalmak için bugünden hazırlanmalarını elzem kılmaktadır. Geçmiş dö-nemde Antakya’da çetelerin var-lığı devletten aldıkları imtiyazlar sayesinde kontrol edilebilir ge-rilimler yaratıyordu. Geldiğimiz nokta itibariyle derinleşen düş-manlık karşılıklı çatışma riskle-rini fazlasıyla içinde barındırıyor.

Saray’ın savaş medyasına dö-nüşen basın yayın organlarında Arap Alevilerine ilişkin çıkan yazılar genel geçer şeyler değil. Doğrudan hedef gösteren ve üze-rinde çalışıldığını gösteren ema-relerdir. Akit gazetesinin Arap Alevilerinin sır olan inançlarını servis etmesi ve Baykal’ın Halep çıkışı yarına dönük bugünkü ha-zırlıklarını işaret etmektedir.

Bu yazıyı Antakya merkezden Yayladağı sınırında şiddetlenen savaşın kulakları sağır eden bom-ba sesleri altında yazıyoruz.

Can alıcı sorumuz şudur: “Ya-rın için bizim bugünkü hazırlığı-mız nedir?”

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

16

Yıllar önce Cerattepe’yi ilk gördüğümde Artvin’e olan hayranlığım kat be

kat artmıştı. Gerçi Artvin merke-ze varana kadar yapılan HES ve baraj çalışmaları yüzünden dere yatağını daraltan toprak erozyon-ları, bir yara gibi dağın kalbinde açılan delikler oldukça keyif ka-çıran cinstendi. Sonrasında o za-manlar Türkiye’nin tek trafik ışık-ları olmayan şehri olan Artvin’in merkezine ve Cerattepe’ye çıkın-ca neyse ki buraya ulaşamamışlar diye geçirdim içimden. Ama ka-pital durmuyor işte. Gözüne kes-tirdiği, paraya çevirebileceği ne varsa bugün Cengiz yarın Meh-met saldırıyor işte. Ne demişti bir devlet büyüğü: Cerattepe’deki re-zervler çok değerli, karşınıza kim çıkarsa yıkın geçin!

Lakin öyle kolay olmadı. Alı-şagelmişin dışında bir şey oldu. Bize “olaylara karışmayın” diyen teyzeler, dedeler… Hepsi bir bak-tık ki bizim kuşağın önüne geçip ağaçlar için, Artvin’in geleceği için direndiler. Küçük Gezi ben-

zetmesi yapıp Artvin’in kendi öz dinamiklerini küçümsemek yanlış olur. Artvin’de Gezi kadar belki Gezi’yi geçen eylemlilikler, yaratıcılıklar, kararlılık ve birlik-telik gördük. Üstelik öyle “Hadi Türkiye!” de demediler! Destek çıkanlara kucak açtılar ama asıl dayandıkları şey kendi öz diren-genlikleriydi. Kişi başına birer gaz kapsülü düştü vazgeçmediler. Onlarca aracı park halinde bıra-kıp yolu tıkayarak Cerattepe’ye si-per oldular. Cizre’deki hendekleri aratmayacak barikatlar kurdular. Hızlarını alamayıp gaz kapsülü dolu tenekeleri uçurumdan aşağı yuvarladılar. Her akşam Artvin’i sese ve ışığa boğdular. Binler olup Artvin’in sokaklarında yürüdü-ler. Ve daha neler neler...

Artvin düşmedikçe herke-sin dikkatini çekmeye başladı. Medya kayıtsız kalamadı. Yurt içinden ve yurt dışından birçok destek mesajı geldi. CHP ve HDP destek mesajları yayınladılar. Bir-çok ilde Cerattepe için eylemler yapıldı. Taksim’de yapılan eyle-

min canlılığı ve Gezi’yi hatırla-tışı oldukça önemliydi. Artvin CHP milletvekili belediye önün-de oturma eylemi başlattı. Lakin orada hiç unutulmayacak talihsiz ve aynı zaman da tarihi o açıkla-mayı yaptı:

“Burası Cizre değil! Bu halk terörist değil! Neden bize saldırı-yorsunuz?”

İşte bu söz ile Cizre’deki hen-değin kalbi, Artvin’deki hen-değe kırıldı. Uzun süredir böl-gedeki ölümlere olan sessizlik Cerattepe’de bozulunca yine ma-lum “Kürdün canı, ağacın dalı” kıyaslaması yapıldı. Lakin es geçilmemesi gereken bir şey var. O da halkların büyütülen kinle değil büyüyen umutla yan yana geleceği. Bu durumda o umut neredeyse oraya omuz vermek gerekir. Dün Kobane, bugün Ce-rattepe, öbür gün İdil... Umudu büyütmeden kavgayı büyüteme-yiz. Nerde halktan yana bir kı-vılcım görsek parlatmak bizim görevimizdir.

CERATTEPE BİZE SESLENİYOR:BAŞKA YOL YOK, DİRENECEĞİZ!

Lakin öyle kolay olmadı. Alışagelmişin dışında bir şey oldu. Bize “olaylara karışmayın” diyen teyzeler, dedeler… Hepsi bir baktık ki bizim kuşağın önüne geçip ağaçlar için, Artvin’in geleceği için direndiler. Küçük Gezi benzetmesi yapıp Artvin’in kendi öz dinamiklerini küçümsemek yanlış olur. Artvin’de Gezi kadar belki Gezi’yi geçen eylemlilikler, yaratıcılıklar, kararlılık ve birliktelik gördük.

SİDAR ARSLAN

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

17

Peki, Cerattepe’de nedir bu kadar değerli olan?

Artvin’e kuş uçuşu 4 kilomet-re uzaklıkta. Artvin kent mer-kezinin yamaçlarında yer aldığı tepelerden birinin zirvesine ve-rilen isim Cerattepe. Türkiye’nin ve dünyanın en zengin bitki ör-tüsüne sahip noktalarından ve kuşların göç güzergahlarından biri. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) raporuna göre projenin haya-ta geçirilmek istendiği bölgenin tamamına yakını orman arazisi niteliğinde. Ladin, sarıçam, gök-nar ve kayın ağaç cinsleri ağırlıklı olarak yer alıyor. Yine aynı rapora göre bu alanda madencilik faali-yeti yapılması halinde 50 bin ağaç kesilecek. Zaten direnişçilerin Cerattepe’den kısmen uzaklaştı-rılması ile bir kısmı kesildi bile.

Artvinliler Cerattepe’de ma-den arama girişimlerine yabancı değil. Bu 20 günlük değil 20 yıllık bir mücadele aslında. Zira Kana-dalı şirketler Cominco ve daha sonra da Inmet Madencilik sıra-sıyla bu bölgede maden çıkarmak için ihaleleri aldı. Ancak o yıllar-da da yerel halkın tepkisi ve açılan davalar nedeniyle buradan ma-den çıkaramadan ayrılmak duru-munda kaldı. 1990’ların başında Cominco Madencilik bakır, altın, gümüş ve çinko çıkarma ruhsatı alırken açılan davalar nedeniyle buradan çıktı. 1998 yılında bu-radan ayrılan şirket yerini, yine Kanadalı Inmet şirketine bıraktı. Ama benzer şekilde bu şirket de madencilik faaliyeti yapamadan bölgeden çekilmek zorunda kaldı.

Cengiz Holding, Ceratte-pe’deki altın ve bakır madenin işletmesini, ruhsat sahibi Özaltın Şirketi’nden redevans anlaşması ile aldı. Böylece Cengiz Holding’e bağlı Eti Bakır A.Ş. buradaki ça-lışmalara başlamak için gerekli ilk adımı attı. Ancak bu maden işletmesine karşı olan Artvinlile-rin 2013 yılında yaptığı yürütme-yi durdurma başvurusu nedeniy-le süreç askıda kaldı.

2014 yılında burada maden iş-letilemeyeceğine dair karar yerel mahkemeden çıktı ve Danıştay tarafından onaylandı. Danıştay’ın kararı üzerine şirket, ikinci bir

Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu aldı. Bu raporun olumlu olması sayesinde şirket çalışmalara başlamaya karar ver-di. Bedrettin Kalın, kendilerinin bu, şirket açısından olumlu ÇED kararına karşı dava açtıklarını belirtiyor. Mahkeme bu itiraz sırasında yürütmeyi durdurma kararı vermediği için, şirket ma-den için çalışmalara başlıyor. 14 Mart’ta ise Artvinlilerin açtığı bu dava kapsamında bölgede yeni-den bir keşif çalışması yapılacak.

Bugün karşısında eylemler yapılan şirket Eti Bakır A.Ş. Bu şirket sadece bakır çıkarmak için izne sahip. Ancak, altın ve bakır madeninin bir arada olması ne-deniyle yerel halk burada altın da çıkarılması ihtimalinden kaygıla-nıyor. Zira bakırı alan altını niye bıraksın toprak altında.

Madene karşı çıkıyorlar çünkü buranın heyelan bölgesi olma-sı madencilik açısından ayrı bir sakınca. Madene karşı mücade-le edenlerden Avukat Bedrettin Kalın’ın ifadesine göre Artvin heyelanlı bir bölgedir. Artvin ço-rağına doğru sürekli kayıyor. Ora-daki ormanlık bölge bu kaymayı önlüyor. O yüzden orman kesi-mi konusunda son derece hassas olunmalı. Zira sistem bu toprağın üstündekilere değil de altında-kilere kıymet verdikçe daha çok ters yüz olur bu yeryüzü. Zira Artvin’in kültürel ve doğal zengin-liğine doğayı ve insanı gözeten ya-tırımlar yapılsa bugün Artvin’den turizmin yükselen değeri diye bahsediyor olabilirdik. Ama böyle giderse Artvin; hafriyat kamyon-larının, heyelanların, çamurun ve madenin kenti olacak.

Şirket yaptığı açıklamada su kaynaklarının kirlenme ihtimali konusunda şunlar söyleniyor:

“Artvin’in su kaynaklarıyla projenin hiçbir bağlantısı bulun-mamaktadır. Maden arama sahası Cerattepe bölgesinde, su kaynak-ları ise Genya Dağı’nın eteklerin-de bulunmaktadır. Bu nedenle çalışmanın kesinlikle su kaynak-larıyla hiçbir ilgisi bulunmamak-tadır. Çalışmanın yüzey sularına hiçbir etkisi olmayacaktır. Yeraltı suları ise çökeltme havuzların-da dinlendirildikten ve biyolojik

arıtma sürecinden geçirildikten sonra deşarj edilecektir.”

Şirket ayrıca madencilik faa-liyetlerinin “Artvin ve çevre köy-lerin hiçbirinde heyelan tehlike-sine yol açmayacağını” söylüyor; bunun da bilimsel raporlarla ka-nıtlandığını iddia ediyor.

Oysa bölgede yapılan HES ve barajlar içinde benzer şeyler söylenmişti. Ama sonuç ortada. Karadeniz’in tüm dereleri HES ile boğulmadan önce çıkan ÇED raporlarına göre her şey aynı ola-caktı. Ama HES’ler bir iki sene içinde geniş dere yataklarının içinde akan cılız bir kola mah-kum etti canlıları. Zaten maden için şimdiden ağaç kesilmeye başlandı. Bölgeye ulaşım teleferik ile olacak diyorlar. Oradan çıka-cak olan hafriyat kamyonlarının teleferik ile gidip geleceğini zan-nediyorlar herhalde. Halkın ak-lıyla alay ediyorlar.

Şimdi ne olacak?Direniş ile mahkeme kararı

açıklanana kadar Cerattepe’deki çalışma duracakmış. “Mış”lar, “miş”ler ülkesi... Davutoğlu di-renişçilerin kazandığı bu zaferi kendi lütfuymuşçasına televiz-yonlarda açıkladıktan bir gün sonra Cerattepe’deki çalışma devam etti. Halk ise hala ayak-ta. Kendilerine saldıran polis ve askerlere çay dahi vermek iste-miyorlar. Evlerinden polisleri ve jandarmaları çıkartıyorlar. Şeh-rin sivilleşmesi ve bu olağan üstü halin kaldırılması için mücadele veriyorlar. Kendi yaşam alanla-rının devlet eliyle Cengiz’e peş-keş çekilmesine razı değiller. Ve kararlı gözüküyorlar. Ve 20 yıllık bu direniş iki günde bitmezmiş gibi görünüyor. Zafer Karadeniz insanının inadı ve birlikteliği ile gelecektir. Sonuçta bu yaşam alanları bizim. Onların kaçacak bir İtalya’sı var ama bizim gide-cek başka yerimiz, sırtımızı yas-layacağımız başka ağacımız yok. Ya yaşamın özüne yani doğaya sahip çıkacağız ya da zenginlerin çarklarında ezilmeye devam ede-ceğiz!

Seçim bizim. Zira yapılması gereken resimlerde gayet açık bir şekilde görülüyor...

Madene karşı çıkıyorlar çünkü buranın heyelan

bölgesi olması madencilik açısından ayrı bir

sakınca. Madene karşı mücadele edenlerden

Avukat Bedrettin Kalın’ın ifadesine göre Artvin

heyelanlı bir bölgedir. Artvin çorağına doğru

sürekli kayıyor. Oradaki ormanlık bölge bu

kaymayı önlüyor. O yüzden orman kesimi

konusunda son derece hassas olunmalı.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

18

Ocak ayı sonunda açıkla-nan sendika üye sayıları pek çok çevre tarafından

haklı olarak, çalışanların %88’in-den fazlasının sendika üyesi ol-madığı şeklinde yorumlandı. Gerçekten de 12,6 milyon sigor-talı çalışanın olduğu bir ülkede sendikaların toplam üye sayısı-nın 1,5 milyon olması başka türlü yorumlanamaz. Buna ek olarak sendikalı olanların ancak yarı-sından fazlasının bir toplu iş söz-leşmesine sahip olduğunun bi-linmesi, durumun ne kadar içler acısı olduğunu gösterir. Bunlara sigortasız olarak çalışanlar ilave edildiğinde durumun vahameti iyice artmakta.

Bu bile durumun vahametini tam olarak göstermemekte. Sa-dece sayılara bakmanın ötesinde çalışanların üye oldukları sendi-kaların durumlarının da gözden kaçırılmaması gerek. E-devlet üzerinden sendika üyeliği baş-lamadan önce bakanlığın açık-ladığı en son istatistik Temmuz 2009’dadır. Toplam 5,4 milyon çalışanın 3,2 milyonu sendika üyesidir! Sendikalaşma oranı ise %60! Türk İş bu sendika üyele-rinden %70’ine, Hak İş %15’ine ve DİSK %11’ine sahiptir.

E-devlet uygulamasına geçil-mesinin hemen ardından Tem-muz 2013’te yayınlanan rakam-lara göre sigortalı işçi sayısı 11,6 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyondan biraz fazladır. Çalışan sayısı iki mislinden daha fazla artmış, sendikalı sayısı ise üç kat azalmıştır. Sendikalaşma oranı ise, %60’tan %8,8’e gerilemiştir. Bu dramatik gelişmenin hesabını şimdiye kadar hiçbir sendika ver-medi, sendika dışında ise “Naylon üye vardı.” denilerek geçiştirildi.

Temmuz 2013 sayılarına baktığımızda üç büyük konfede-rasyonun üye oranları şöyledir:

Türk İş %70, Hak İş %17, DİSK %10. Kısacası konfederasyonla-rın üye sayılarının oranları he-men hemen değişmemiştir. Ocak 2016’ya geldiğimizde ise duru-mun yavaş yavaş değişime uğra-dığını görürüz. Türk İş üyeleri-nin tüm sendika üyelerine oranı %56’ya gerilerken, Hak İş bu ora-nı %29’a kadar çıkarmıştır. DİSK üye oranı ise az da olsa azalarak %9’a inmiştir.

Her üç konfederasyon dı-şındaki sendikaların oranları da Temmuz 2009’da %4, Tem-muz 2013’te %3, Ocak 2016’da %6’dır. Hemen belirtmek gere-kir ki yeni kurulan Aksiyon İş Konfederasyonu’nun üye sayısı 31.000 civarındadır (%2). Başka bir deyişle bağımsız sendikala-rın üye oranları hemen hemen aynı kalmıştır. Rakamların or-taya çıkardığı gerçeklik, 2013 Temmuz’unda %8,8 olan sendi-kalaşma oranının %11,96’ya çık-masının ardında yatan gerçeklik, Hak İş Konfederasyonu’nun üye sayısının bu süre içerisinde 176 binden 436 bine çıkmasıdır.

Hak İş’e bağlı sendikalardan sadece dördü bu süreçte önemli bir hamle yapmıştır. Hizmet İş üye sayısını bu sürede 53 binden 162 bine yükseltmiştir. Benzer şekilde Öz Büro İş’in üye sayısı 3 binden 30 bine, Öz Taşıma İş Sen 882 olan üye sayısı 16 bine, Öz İş 1900’den 26 bine çıkmıştır. Buna ek olarak yeni kurulan Öz Finans İş, Enerji İş, Öz Sağlık İş gibi sen-dikalar kısa zamanda 60 bin civa-rında üye kazanmıştır.

Türk İş’e bağlı sendikalarda kayda değer tek değişiklik Türk Metal’de görülüyor. Geçen yıl Bursa’da başlayan ‘metal fırtınası’ ile pek çok işyerinden kovulan bu sendika üye sayısını düzenli ola-rak arttıran tek sendika. Temmuz 2013’te 155 bin olan üye sayısı

Temmuz 2015’te 166 bine ve he-men ertesinde Ocak 2016’da ise 181 bine çıkmış durumda!

DİSK’te üye sayısını arttıran sendikalardan biri Genel İş, Tem-muz 2013’te 43 bin olan üye sa-yısı Ocak 2016’da 65 bine çıkmış. Diğer bir sendika Birleşik Metal aynı sürede üye sayısını 26 bin-den 31 bine çıkarmış durumda. Lastik İş 7800 olan üye sayısını 11 bine çıkaran diğer bir sendika.

Bu tablodan çıkarılacak ilk nicel sonuç Hak İş’in üye sa-yındaki artıştır. İkinci seçimini kazandıktan sonra AKP sosyal zeminini sağlamlaştırmak için sivil alana yönelmiş, sendika ala-nındaki kalesi Hak İş ile önemli kazanımlar elde etmiştir. Ele ge-çirdiği belediyelerden sonra bele-diye çalışanlarını da kendi safına çekme gayreti içine girmiştir. Di-ğer sendikalar da benzer bir yak-laşım içindedir.

Sınıfın en direngen kesim-lerinin önemli bir kısmını bün-yesinde toplamış olan DİSK’in kongresini yaptığı bugünlerde bu sayıları hatırlamakta yarar var.

* * *Devrimci İşçi Sendikaları

Konfederasyonu Genel Kurulu kamuoyunda büyük bir yankı uyandırdı. Kongreye katılan Ça-lışma Bakanı yuhalandı, devletin başındaki zat ise kendisine haka-ret edildiği gerekçesi ile suç du-yurusunda bulundu. Eğer bunlar olmasaydı kamuoyu büyük bir ihtimalle bakanın kıdem tazmi-natı ve kiralık işçi yasaları konu-larındaki son incilerini açıklama-sı vesilesi ile bir konfederasyonun kongre yaptığını duyacaktı.

Bu aslında yeni değil, geçti-ğimiz aylarda kamuoyu diğer iki büyük konfederasyonun kongre yaptığını, devletin başındaki za-tın konuşmaları vesilesi ile duy-

SENDİKALARIMIZIN NİCEL GERÇEKLİĞİVE YENİ BİR DİSK İÇİN

MEHMET AKYOL

E-devlet uygulamasına geçilmesinin hemen ardından Temmuz 2013’te yayınlanan rakamlara göre sigortalı işçi sayısı 11,6 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyondan biraz fazladır. Çalışan sayısı iki mislinden daha fazla artmış, sendikalı sayısı ise üç kat azalmıştır. Sendikalaşma oranı ise, %60’tan %8,8’e gerilemiştir.

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

19

Sendikaların üye sayıları çalışanların ancak %12’si

kadar, DİSK bu üyelerin ortalama onda birine

sahip, yani her yüz çalışandan biri ancak

DİSK’e bağlı bir sendikaya üye. Daha da kötüsü, bu

üyelerin ancak yarısı kadarı için sendikalar işverenlerle

toplu iş sözleşmesi yapabilmekte.

muştu. Haberin içinde ise bir cümle ile konuşmanın yapıldığı yer, yani kongre anılmıştı. Ger-çekten de sendikalar neredeyse sıfırlanmış üye sayıları ile ve bı-rakın ülkenin gündemini, çalı-şanların gündemlerini belirleye-memeleri ile kamuoyunda yok niteliğindeler.

Sendikaların üye sayıları ça-lışanların ancak %12’si kadar, DİSK bu üyelerin ortalama onda birine sahip, yani her yüz çalışan-dan biri ancak DİSK’e bağlı bir sendikaya üye. Daha da kötüsü, bu üyelerin ancak yarısı kadarı için sendikalar işverenlerle toplu iş sözleşmesi yapabilmekte.

Yerlerde sürünen bu niceliğe karşın sendikaların, tabi bu ara-da DİSK’in çalışanları etkileyecek bir politikasının olmadığında bi-liniyor, alınan genel grev kararla-rının etkisi neredeyse sıfır, genel grev sağda solda yapılan büyükçe bir iki gösteriden ibaret kalmak-ta, ne hayat durmakta ne de üre-tim.

Gene de DİSK’in hakkını tes-lim etmek gerekir, kongre öncesi yapılan Başkanlar Kurulu toplan-tısında alınan on karar, çözüm sürecinden göçmen soruna ka-dar hemen hemen çalışanların gündemini dile getirdi. Üstelik bunlar için “Nasıl bir örgüt?” so-rusunu da sormayı unutmadan. Bu durumda, kongrede bunların

en azından tartışmaya açılması gerekirken diğer sendika kongre-lerinde olduğu gibi gene politika-cılar, konuklar, başkanlar konuş-tu. “Alınan kararlar neler?” diye sorulduğunda delegeler bir cevap vermekte güçlük çekecektir kuş-kusuz.

Ama delegelerin aklında ka-lan, seçimler öncesi üç büyük sendikanın delegelerinin topluca kongreyi terk etmeleri. Akla ilk gelen kuşkusuz yukarıda belirti-len konularda sendikalar arasın-da görüş ayrılığı olduğu. Oysa kongrede bunlar tartışılmadı bile. Başkanlığa adaylığını açık-layan bir sendika başkanı, ken-disine getirilen eleştiri karşısında kongreyi delegeleri ile terk etti, onu destekleyen diğer iki sendi-kayı da arkasından sürükleyerek.

50 yıllık mücadele geleneği olan, hala işçiler içerisinde hak mücadelesi denince ilk akla gelen sendika olan DİSK kongresinde bunlar yaşanmamalıydı, yaşan-masına imkan tanınmamalıydı. Diğer iki konfederasyonu kendi dümen suyuna alan AKP iktida-rının ekmeğine yağ sürülmeme-liydi.

Çalışanlar için bıçağın kemi-ğe dayandığı günümüzde bunun sorumlularını aramak beyhu-de bir çaba olacaktır. Kimsenin suçsuz olmadığını kabul ederek, hatalar üzerinde tepinmemeye

özen göstermek şimdi atılacak ilk adım olmalıdır. Sınıfın günü-müz şartlarına denk düşen bir konfederasyona ihtiyacı olduğu, bunun en geniş anlamı ile sözü edilen Başkanlar Kurulu kararla-rı ile tespit edildiği noktasından hareketle yeni bir sayfa açılması bir zorunluktur.

Bunların DİSK’e bağlı sendi-kalarda tartışmaya açılması, yeni bir sendikal hareketin inşası için atılması gereken somut adımların ortaya çıkarılması gerekir. Yeni seçilen yönetim her şeyden önce buna talip olmalıdır. Hiç bir sen-dikayı dışlamadan, gerek tek tek sendikaların gerekse de çatının ihtiyaç duyduğu yapısal reform-lar derinlemesine tartışılmalı, bu tartışmaları karar altına alacak yeni bir kongrenin hazırlıklarına şimdiden başlanmalıdır. Seçilen yeni yönetim bir anlamda ken-dini yeni bir DİSK için kurucu kurul olarak ilan etme cesaretine sahip olduğunu göstermelidir.

Gerek 50 yılın birikimi, ge-rekse de uluslararası sendikal mücadelenin bugüne kadarki tecrübeleri DİSK’in önünü aça-cak seviyededir. Hele hele ‘özyö-netim’, ‘kongre tipi örgütlenme’, ‘demokratik ulus’ gibi kavramla-rın, tartışmanın ötesinde hayata geçirildiği bu coğrafyada, yeni bir sendikal yapının yaratılması mümkündür, gereklidir. Göreve!

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

20

6 Aralık Ulusal Meclis seçim-leri sonrası Venezüella yeni bir döneme girdi. Seçimler-

de parlamentoda 2/3 çoğunluğu 3 milletvekili ile kaçıran muhalefet güçleri var güçleri ile ülkedeki 21. yy sosyalist düzenini değiştirmek için çalışıyorlar. Maduro iktida-rı da hem şimdiye kadarki halk kazanımlarını güvence altına al-mak hem de burjuvazi ağırlıklı bir Ulusal Meclis ile ekonomiyi düzlüğe çıkartmak zor görevini yerine getirmeye çalışıyor.

Maduro hemen seçim yenilgi-si sonrası sokak meclislerini ye-nilgi değerlendirmesi ve öz eleş-tiri yapma toplantıları yapmaya çağırdı. Ulusal Komün parlamen-tosu kuruldu ve ilk toplantısını yaptı. Halk Hükümeti Başkanlık Konseyini kurarak halkın kendi kendini yönetmesi kurumlarını işe başlattı. Merkez bankası baş-kanını atama yetkisini üstlenerek para politikası PSUV denetimi altına alındı. Toprak yasası, ma-denler yasası çıkararak bu alanla-rın özelleştirilmesine karşı adım atıldı. Misyonların, komünlerin kapatılmasına karşı önlemler alındı. İşçilerin sosyal güvencele-ri de yeni yasalar ile 2018 yılına kadar korunacaktır.

Böylece Maduro sistemin halk çıkarlarından yana temel ya-pısını güvence altına almış oldu. Şimdi sıra bu sınırlar içinde eko-nominin düzlüğe çıkarılmasına gelmiştir.

Maduro ekonomik sorunun üretim, dağıtım, ithalatın devlet eline alınması ile çözülebileceği-ni savunuyor. Bu doğrultuda mil-letvekilleri, iş adamları ve komün temsilcilerinden oluşan Üretken Ekonomik Örgütlenme adında bir kurum kurdu. Başına da ken-dini “güçlü ve sosyal adaletli bir anavatan” yaratmaya adama sözü veren eski bir iş adamını geçirdi.

Bu kurum yeni yatırımların mo-toru olacaktır.

İkinci olarak Maduro “eko-nomik acil durum” planı ilan etti. Muhalefet, acil durum ol-madığını devletin elini ekono-miden çekmesi pazar koşulları, yeni liberal politikaların geri ge-tirilmesi ile sorun çözülecektir, diyor. Devletin fiyat belirlemesi, sübvansiyonlar, sosyal harcama-lar kaldırılıp dövizde serbest kur uygulamasına geçilirse ekonomi düzlüğe çıkacaktır. Bu gerekçeler ile muhalefet “acil duruma” kar-şı çıktı ama Yüce Mahkemenin Maduro’yu onaylayan kararı ile kabullenmek zorunda kaldı.

Maduro’nun planında bir yol haritası taslağı vardır. 8 gün içinde parlamentoda tartışılarak yürürlüğe girmesi gerekiyor. En başta para birimi bolivar devalüe ediliyor. Halkın temel ihtiyaçları için ithal edilenler 10 bolivar bir dolardan alınıp satılırken diğer-leri dalgalanmaya bırakılıyor. Anlamı da halkın temel ihtiyaç maddelerine sübvansiyon devam edecek ama bolivarın karaborsa fiyatı da ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Muhalefet, sübvan-siyon kalksın bolivar tamamen serbest piyasada belirlensin diye-rek, itiraz ediyor.

İkinci olarak 20 yıldır ilk kez benzine zam yapılıyor. Çoktan beri tartışılıyordu. Seçimler son-rasına ertelenmişti. Zam benzi-ni 60 kat pahalı yapacaktır ama gene de bir depo benzin yaklaşık bir fincan kahve fiyatına satıla-caktır. Burjuvazi bunu da çok az buluyor daha pahalılaşsın diyor.

Üçüncü olarak, yeni vergi sis-temi getirilerek zenginden daha çok vergi alınacaktır. Bu konuda Ekvator’da başarı ile uygulanan vergi sistemi örnek alınacaktır. Oradan getirilecek uzmanlar

ile yeni bir yapı geliştirilecektir. Vergi gelirlerinin bu yıl 4 milyar bolivara çıkacağı tahmin edili-yor. Burjuvazinin buna da karşı çıktığını yazmaya sanırız gerek yoktur.

Küçük ve orta boy yatırımcı-lar komünler, devlet ve diğer özel sektör ile işbirliği içine sokula-caktır. Böylece halkın hem tarım-da hem de sanayide daha güncel koşullara uygun modern yatırım-lar yapmasının, yapılabilmesinin önü açılacaktır. Yabancı yatırım teşvik edilecektir. Başkan istediği anda özel yönetmelik çıkararak işletmelerin üretim seviyesini arttırmalarını emredebilecektir. Muhalefet bu konuda ayrıntı ol-mamasından şikayetçidir. Sanırız bu yatırımları kendinden yana çevirebilmenin yollarını araştıra-caktır.

En önemli sayılabilecek il-kelerden biri de misyonlara ya-tırımlar devam edecektir. Yani halka sunulan eğitim, sağlık vs gibi hizmetlerde kısıntı yapıla-mayacaktır. Başka bir değişle sosyal harcamalara para aktarımı sürecektir.

Önemli diğer bir konuda ihti-yaç maddeleri sıkıntısını gidere-cek karardır. Bilindiği gibi şimdi-ye kadar ithal edilen mallar özel şirketler tarafından depolarda saklanıyor ve yapay kıtlık yara-tılıyordu. Ya da komşu ülkelere satılıyordu. Öte yandan devlet dağıtım şirketi üst yetkilileri bur-juvazinin bu yolsuzluğuna ortak oluyorlardı. Son günlerde dene-tim arttırıldı ve 55 tane üst dağı-tım şirketi sorumlusu yolsuzluk suçlaması ile tutuklandılar. Yeni ilkeler ile de Maduro devletin gıda satış ve dağıtım şirketi Abas-tos Bicentenario yönetimini ko-mün konseylerine devretti. Bun-dan sonra gıda satışı ve dağıtımı halk tarafından denetlenecektir.

BİR MUSİBETBİN NASİHATTAN İYİDİR

AYŞE TANSEVER

Seçim sonrası halklar büyük bir tartışma içine girdiler. Eleştiri ve öz eleştiri yaygınlaştı. Dersler çıkarılıyor. PSUV içindeki yozlaşmış unsurlara savaş açılıyor. Komünler kıtlık sorununa karşı üretimi arttırma sözü veriyorlar. Yeni üretim hedefleri belirleniyor. Chavezci gençler devrim kazanımlarını canları pahasına savunacakları sözleri veriyorlar. Muhalefet ağırlıklı meclisten çıkan kararlar ilgi ile izleniyor, tartışılıyor. Politik bir canlanma yaşanıyor.

Böylece bir açıdan yapay kıtlık-la perişan olan halka sorununu kendi kendine çözmesinin yolu açılıyor.

Seçim sonrası halklar büyük bir tartışma içine girdiler. Eleştiri ve öz eleştiri yaygınlaştı. Dersler çıkarılıyor. PSUV içindeki yoz-laşmış unsurlara savaş açılıyor. Komünler kıtlık sorununa karşı üretimi arttırma sözü veriyorlar. Yeni üretim hedefleri belirleni-yor. Chavezci gençler devrim kazanımlarını canları pahasına savunacakları sözleri veriyor-lar. Muhalefet ağırlıklı meclisten çıkan kararlar ilgi ile izleniyor, tartışılıyor. Politik bir canlanma yaşanıyor.

Parlamentodan geçen siyasi af yasası katillerin ve işbirlikçilerin affedilmesi olarak görülüp halk-ta öfke oluşturuyor. Aynı şekilde devletin halka dağıttığı 1 milyon konutun özelleştirilerek, içinde oturanlara dağıtılacak olması da şüphe ile karşılandı. Burjuvazi-nin eylemleri halkta başka bir uyanışa yol açacaktır. Son günler-de işçiler komünün ortak kararı ile Caracas’ta özel dağıtım şirke-tinin kamyonlarına saldırıldılar ve Polar şirketi kıtlık yaratma ile suçlanıp ihtar çekildi.

Venezüella halkları Chavez ile ülke zenginliği petrole sahip çıkarak yeni bir yaşam biçimine geçti, ama bu süreçte karnını do-yuracak üretimi yapan bir ülke haline gelmek yerine rantiye bir yaşama girdi. İktidarına sahip çıkma sorumluluğunu göstere-medi. 2012 yılından beri şiddet-lenerek artan burjuva saldırıları-na son zamanlarda bir de petrol fiyatlarının düşmesi eklenince zor bir dönemece girildi. Bu ne-denle de seçimlerde burjuva güç-lerine sorunlarını çözme şansı vermeyi tercih etti. Ancak gözü-nün üstünde olduğu anlaşılıyor. Yıllardır kendilerine verilen tüm olanaklara, nasihatlere rağmen yapmadıklarını şimdi bu saldırı karşısında yapmaya soyundukla-rını gözlemek mümkündür. Böy-le bir musibetin onları eğiteceği-ne inanıyoruz.

Sosyalist Dayanışma / Mart 2016

22

Şu zamanda yaşadıklarımız o kadar yoğun ve hızlı ki ru-humuz, bedenimiz, vicda-

nımız, aklımız olanlara yetişemi-yor, anında refleks gösteremiyor. Üst üste, üst üste bir dolu acılar yaşatılıyor. Şu an belki dingince düşünülemiyor ama tarihin affet-meyeceği günleri yaşıyoruz. Nasıl ki yaşanılan en küçük acının bile üstü örtülemez ve bir yerlerden fışkırırsa yansıması, bu kadar kat-merli yaşananlar, şu an tohumlar halinde kendi kabuğunda henüz filiz veremese bile, coğrafyamızın dört bir yanından boy verecekler-dir.

Haberler… Haberler… Haberler...

Suruç İlçesi’ndeki bombalı saldırıda hayatını kaybeden Mert Cömert’in cenazesi güvenlik ge-rekçesiyle sabah 05.30’da toprağa verildi. Defin işleminde devlet baskısı nedeniyle aile dışında hiç kimse yer alamadı…

Hasan Ferit Gedik’in ölü bede-ni günlerce ailesine verilmedi…

19 Aralık 2015’te Silopi’de panzerden açılan ateşle katledi-len 11 çocuk annesi 55 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi tam yedi gün sokakta kaldı…

Cenaze törenleri siyasi birer eyleme dönüşmesin diye morg-dan polisçe kaçırılıp gömülenler her geçen gün artıyor…

Bin yıllık trajedinin kurban-ları ve kahramanları yaratılıyor şu an. Eski Yunan efsanesindeki Antigone, günümüzde yanı başı-mızda hayat buluyor. Antigone, Sofokles’in aynı adlı tragedyası ve bu tragedyanın kadın kah-ramanıdır. Thebai kralı Kreon, Antigone’nin iki ağabeyini öldü-rüp yalnız birini gömüyor, diğeri-ni gömütsüz bırakıyor aşağılamak

için.

“Kreon yalnız birini gömüyor ağabeylerimi-zin öbürünü gömütsüz bırakıyor aşağılamak için. Eteokles’in cenaze-sini doğru dürüst dua ile kaldırttı, saygınlık içinde varsın diye ölüler ülkesine. Ama onunla kucak kucağa can veren Poluneikes’i kimse göm-meyecek demiş, kimse yasını tutmayacak! Kar-deşimizi böyle gömütsüz, gözyaşsız leş kargalarına, akbabalara peşkeş çekmiş tatlı bir şölen niyetine.

FATMA İNCE

ÖLÜLERİMİZE KARŞIBORCUMUZU ÖDEMEK...

Anlıyorsun ya. Sayın Kreon’un buyruğu seni de beni de yakından ilgilendiriyor...”

Antigone, kralın “hain” oldu-ğu için gömülmesini yasakladığı ağabeyi Polyneikes’in ölüsünü, kralın buyruğuna rağmen tanrı-lar öyle buyurduğu için gömme-yi göze alan küçük kız kardeştir. Bunun üzerine Kreon, koyduğu yasağı çiğnediği için Antigone’yi yanına biraz ekmek ve su ko-yarak bir mağaraya kapatır ve orada ölmesi için mağaranın gi-rişine bir duvar ördürür. Thebai-lilerin, oğlu Haimon’un ve kahin Teiserias’ın karşı çıkmalarının bir sonucu olarak Kreon istemeye istemeye, koymuş olduğu yasağı kaldırır ama geç kalır: Antigone kapatıldığı mağarada hayatına kendi elleriyle son vermiştir.

Antigone trajedide halk tara-fından “kanlı bir dövüşte ölen bir tanecik sevgili kardeşini mezarsız ve aç köpeklerle yırtıcı kuşların elinde bırakmayan kahraman” olarak görülür.

Yıl 2016. Uzun yıllardır mü-cadele içinde olan Hatip Dicle 24 Şubat günü DTK adına yaptığı basın açıklamasında günümüz-de süren savaşın ahlaksızlığını, onursuzluğunu vurguladı. “Biz bu savaşa yabancı değiliz. Halkımız 30 yıldır bu savaşın içindedir. Bu kadar ahlaksız, bu kadar hukuk-suz bir savaş yürütülmemişti...”

Halklarımıza bu trajedileri yaşatanlar, bu ahlaksız ve onur-suz savaşı yürütenler kazanabilir mi? Ölülerimize karşı borcu bir nebze olsun ödemek üzere Anti-goneler kazanacaktır; hiç merak etmeyin...

*Antigone olayları bilmezlikten gelen ablası İsmene’ye böyle ses-

lenmiştir.

“Israr etmiyorum, yardımın eksik olsun, işine bak sen.

İlerde gönlünden kopsa bile yardı-mını kabul etmem artık.

Ben gömmeye gidiyorum ağabe-yimi.

Bu uğurda ölsem ne gam? Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili

gibi. Suçsa kutsal bir suç benim ki. Şu kısacık yaşamda dirilere yaran-

maya değer mi? Öte yandan sonrasızlık bekler beni. Ölmüşlerime adıyorum

sevgimi. Sen ama yüz çevirip kutsal yasa-lardan gönlünce sürdür günleri-

ni.”*

Antigone, kralın “hain” olduğu için gömülmesini yasakladığı ağabeyi Polyneikes’in ölüsünü, kralın buyruğuna rağmen tanrılar öyle buyurduğu için gömmeyi göze alan küçük kız kardeştir. Bunun üzerine Kreon, koyduğu yasağı çiğnediği için Antigone’yi yanına biraz ekmek ve su koyarak bir mağaraya kapatır ve orada ölmesi için mağaranın girişine bir duvar ördürür.

Mart 2016 / Sosyalist Dayanışma

23

Şiddet devrimcilerin mecbur kaldığı için başvurduğu bir yöntemdir (ya da öyle ol-

malıdır). İktidarı almak için yola koyulmuş ezilenlerin başka şansı yoktur. Egemenler onları lüks ve şatafat içinde yaşatan bu sistemin devamını sağlayan iktidarları-nı kendiliğinden bırakmayacağı için devrimci zor kaçınılmazdır. Bu yazıda devrimci şiddetin ege-menlere, devlete dönük yüzü ele alınmayacak. Çalışma alanları-mızda önümüze çıkan, önümüzü tıkayan ya da ezilen kesimlere dönük suç işlemiş yine bu kesim-lerden insanlara dönük yaklaşım tartışılacak.

Bu meseleyle ilgili yaşadı-ğımız en yaygın örnek varoş-larda yozlaşmayla ilgili yapılan çalışmalarda karşımıza çıkıyor. Uyuşturucu kullanımının ve yozlaşmanın çok yaygın olduğu mahallelerde devrimciler sorunu çözmek için çaba harcıyorlar. Bu konuda geçmişte bizim de yap-tığımız en belirgin hata uyuştu-rucu içenlerin dövülmesi oluyor. Bu yöntem sorunu ortadan kal-dırmadığı gibi hedef de saptıra-biliyor. Uyuşturucu satıcılarına, destekçilerine yönelmek gerekir-ken işin kolayına kaçılabiliyor. Hele bir de genç ve deneyimsiz insanlarla devriye atılarak yapı-lan uygulamalarda şiddetin tozu da ciddi ölçüde kaçabiliyor. Va-roşlardaki ezme ezilme ilişkisinin yarattığı bir psikolojiyle güçlüden yana olma, kendini güçlü hisset-me durumuna hizmet eden uy-gulamalar yaşanabiliyor. Bazen de yozlaşmayla savaşıyoruz diye seks işçisi kadınlar linç edilmeye kalkılıyor. Bu uygulamanın erkek egemen zihniyetten beslendiği çok açıktır. Kadınların üzerinden para kazanan erkeklere dokun-mayan bu zihniyet başka türlü açıklanamaz. Devrimcilerin yoz-laşmayla mücadelesi her konuda olduğu gibi sonuç alıcı olmalı, geniş kesimlerde bilinç yaratma-lı, alternatif yaşamın kurulması-na hizmet etmelidir. Uyuşturucu içenler değil satanlar, satanları

teşvik edenler hedef alınmalıdır. Gençlerin işsizlik, geleceksizlik, kimliksizlik kıskacında uyuştu-rucuya bulaştığı unutulmadan alternatif yaşam alanları oluştu-rulmalıdır. Kolaycı yaklaşımlar sonuç vermediği gibi ters teper.

Devrimci adaletimizi uygu-larken terazimiz çok hassas ol-malıdır. Her suçun cezası aynı olamaz. Suça göre ceza ilkesi uy-gulanmalıdır. Sıradan bir uyuş-turucu satıcısı ile bu işin başını tutanların cezası aynı olamaz.

Adaletimizi her zaman zor yoluyla uygulamayız. Bazen de görüşmeler yaparız. Varoşlarda etki alanımızı genişlettikçe in-sanlar karakolda çözülemeyen sorunlarını bize taşır. Kan dava-sından, alacak-verecek davasına, yaralamalı kavgalara kadar geniş bir yelpazede bu konuyla ilgili bi-riktirdiğimiz deneyimlerimiz var. Bu konuda ilk yapmamız gereken meseleyi iyice anlayıp sorunun çözümüne el atıp atmayacağı-mıza karar vermektir. Taraflarla ve 3. şahıslarla görüşüp sorunu etraflıca anlamamız gerekir. Bize ilk başvuranın anlattıklarıyla yetinmemeliyiz. İlk başvuran genelde bizim tanıdığımız kişi-dir. Bu anlamda çok dikkatli ve tarafsız olmalıyız. Karşı tarafı ve 3. şahısları da dinleyerek konuya hakim olmalıyız. Belki de bize ilk başvuran hatalıdır. Taraflar bize ne kadar yakın olursa ol-sun objektif olmalıyız. Meseleyi iyice anladıktan sonra tarafların bizim irademizi tanıyıp tanıma-dığı bu anlamda alınan kararlara uyup uymayacağı sorulmalıdır. (Bu aşama bazen atlanır. Kadına yönelik şiddet gibi durumlarda suçlu tarafın irade tanıması bek-lenmeden suçu sabitse adalet uy-gulanır.) Taraflar oluşturulan ira-deyi tanıyacaklarını beyan ederse sorunun çözümü için süreç baş-latılır. Bu durumlarda meseleyi direkt örgütlü güçler çözebileceği gibi imkan varsa halkın da katı-lımıyla süreç işletilir. Halktan ka-tılımcıların tarafların güvendiği

unsurlardan oluşması son derece önemlidir. Karar alınırken genel ilkeler gözetilmelidir. Toplumun geri bilincine hizmet eden yak-laşımlardan uzak durulmalıdır. Mesela genç bir kadınla erkeğin ailelerin rızası olmadan evlenme-leri durumunda (toplumda buna kız kaçırma deniyor) geri bilince teslim olmamalıyız. Başlık parası talep etme, hatta başlık parasına bu gibi durumlarda “zam” yap-mayla karşılaşabiliyoruz. Kadını metalaştıran bu gibi uygulamala-ra kesinlikle prim vermemeliyiz. Tarafların yaklaşımını değiştire-meyeceksek gerekirse süreçten çekilmeli, uzlaşmaya gitmemeli-yiz.

Adalet her zaman zor kulla-narak uygulanmaz. Özellikle ezi-len kesimlerin içinden unsurların suç işlediği durumlarda zor kul-lanmak en son düşünülmelidir. Kolaycılığa kaçılmamalıdır.

Devrimci zoru intikam için uygulamamalıyız. “İntikam” top-lumun gelişiminin bir aşamasın-da kalmış bir duygudur. Kısasa kısas yaklaşımından beslenir. So-nuç alıcı değil, sorunu derinleşti-ren bir duygudur.

Devrimci zor, hak edene, sorunu çözecekse uygulanmalı-dır. Faaliyetlerimizde karşımıza çıkan, alanımızı daraltan, karşı devrimciliğe hizmet eden, faşist güçlere karşı uygulanmalıdır. Bu güçlere de sonuç alıcı bir biçim-de uygulanmalıdır. Hiç bir iş, yapmak için yapılmaz. Devrimci zor da öyle. Hak edene, hak ettiği şiddette zor uygulamazsak mü-cadeleyi büyütemeyiz, alanımız daralır.

Özellikle varoşlarda kadınla-rı, gençleri ezen bu sisteme karşı bu kesimlerin kendi iradelerini tesis edecek şekilde, güvenlik ve savunma alma mantığıyla örgüt-lenilmelidir. Devrimci zor buna da hizmet edecek şekilde ele alın-malıdır.

BAHAR EKİNCİ

DEVRİMCİ ŞİDDET VE ADALET

Bu meseleyle ilgili yaşadığımız en yaygın

örnek varoşlarda yozlaşmayla ilgili

yapılan çalışmalarda karşımıza çıkıyor.

Uyuşturucu kullanımının ve

yozlaşmanın çok yaygın olduğu

mahallelerde devrimciler sorunu

çözmek için çaba harcıyorlar. Bu

konuda geçmişte bizim de yaptığımız

en belirgin hata uyuşturucu içenlerin

dövülmesi oluyor. Bu yöntem sorunu

ortadan kaldırmadığı gibi hedef de saptırabiliyor.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.

.