Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

24
YIL:6 SAYI:45 TEMMUZ 2016 FİYAT: 2 TL /SODAP /SODAP74 WWW.SODAP.ORG Susmayacağız Mücadele Edeceğiz! Yıkılan Binalar, Yıkılmayan Umutlar: Gever Brexit, Kriz ve Türkiye Ekonomisi Ramazan Ekonomisi Bu Bir Onur Meselesi Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım Liseliler AKP’nin Karanlığına Sırtını Döndü Arap Baharı’ndan Ankara’ya Ne Kaldı? Makinelerin Ruhu Yoktur Ama İşçilerin Vardır Çerkezköy-Çorlu Hattındaki Toplu İşten Çıkartmalar Ne Anlama Geliyor? Biraraya Gelince Biz Milyonlarız, Onlar ise Bir Avuç Kenan Budak’ı Yaşatmak Kenan Budak Hayatıyla Yolumuzu Aydınlatıyor Çöküşün Başlangıcı mı Yaşanıyor? Gerçeklerin Hep Peşinde Olmuş Şebnem Korur Fincancı Tohum Atıldı FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MECLİSLERİYLE DİRENİŞİ BÜYÜTELİM

description

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.sodap.org & www.twitter.com/sodap74 & www.facebook.com/sodap

Transcript of Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Page 1: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

YIL:6 SAYI:45 TEMMUZ 2016FİYAT: 2 TL/SODAP /SODAP74

WWW.SODAP.ORG

Susmayacağız Mücadele Edeceğiz!

Yıkılan Binalar, Yıkılmayan Umutlar:

Gever

Brexit, Kriz ve Türkiye Ekonomisi

Ramazan Ekonomisi

Bu Bir Onur Meselesi

Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım

Liseliler AKP’nin Karanlığına Sırtını

Döndü

Arap Baharı’ndan Ankara’ya Ne Kaldı?

Makinelerin Ruhu Yoktur Ama İşçilerin

Vardır

Çerkezköy-Çorlu Hattındaki Toplu

İşten Çıkartmalar Ne Anlama Geliyor?

Biraraya Gelince Biz Milyonlarız,

Onlar ise Bir Avuç

Kenan Budak’ı Yaşatmak

Kenan Budak Hayatıyla Yolumuzu

Aydınlatıyor

Çöküşün Başlangıcı mı Yaşanıyor?

Gerçeklerin Hep Peşinde Olmuş Şebnem Korur

Fincancı

Tohum Atıldı

FAŞİZME KARŞIDEMOKRASİ

MECLİSLERİYLE DİRENİŞİ BÜYÜTELİM

Page 2: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

2

Sosyalist DayanışmaAylık Yerel Süreli Siyasi Dergi

Yıl: 6, Sayı: 45Temmuz 2016

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Sezgin KARTAL

Adres:Piyalepaşa Mah. Şark Sk. No: 15/ABeyoğlu İstanbulİletişim Tel: 0535 922 82 68İletişim Mail: [email protected]

www.sodap.org

Basım Yeri:Yön Matbaacılık

Adres:Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İSTTel: 0212 544 66 34

Türküler YanmazGüneşin ak yüzüne bir duman çöktü

Bir türkü çığlıkla ateşe düştü

Kuytu bir köşede bir çiçek küstü

Döktü yaprağını boynunu büktü

Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz

Güllerim yandı yüreğim dayanmaz

Kararmış yüreğin hiç ışığı olmaz

Bilmez misin ki türküler yanmaz

Günü gelir sanma hesap sorulmaz

Dayanır kapına Pir Sultan ölmez

Şu Sivas’ın elinde sazım çalınmaz

Güllerim yandı yüreğim dayanmaz

Page 3: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

3

Özgür Gündem gazetesi ile dayanışma amacıyla bir günlük genel yayın

yönetmenliği yapan 44 “nöbetçi yönetmen”den üçünün, değerli hocamız Şebnem Korur Fincan-cı, gazeteci Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin’in tutuklanması Türkiye’de basın ve ifade özgür-lüğünün büyük bir saldırı altında olduğunu bir kez daha gösterdi. Tutuklamanın politik anlamı ve biçimi bizim (Barış için Aka-demisyenlerden Esra Mungan, Meral Camcı, Kıvanç Ersoy ve benim) tutuklanma sürecimiz ile oldukça benzer, hatta aynı süre-cin bir devamı olarak görülmeli. Şebnem hocanın aynı zamanda bir imzacı akademisyen olduğu-nu da hatırlatmak isterim.

Her iki tutuklama süreci de iktidarın, Türkiye’nin batısında demokratik muhalefete gözdağı verme politikasının ürünüdür. Ülkenin bir bölümünde adı ko-nulmamış bir iç savaş ve kor-kunç bir yıkım yaşanırken, biz Batı’dakilerin bütün olup biteni görmezden gelmesi ve böylece hükümetin savaş politikasına destek olması isteniyor.

Biz akademisyenler hüküme-tin savaş politikasını eleştirdiği-miz ve barış talep ettiğimiz için terör propagandası ile suçlandık. Fincancı, Önderoğlu ve Nesin ise savaş coğrafyasında çok zor koşullar altında alternatif haber-cilik yapan bir gazetenin yayın özgürlüğünü savundukları için terör propagandası ile suçlanı-yorlar. Sonuçta iktidarın bizlere verdiği mesaj aynı: Eğer savaş politikasını kayıtsız şartsız des-teklemiyorsanız, susun!

İfade ve basın özgürlüğünü hedef alan bu saldırılar tüm de-mokratik muhalefeti susturmaya yöneliktir. Bu yüzden simgesel önemi olan bu saldırlar karşı-

sında tüm demokrasi güçlerinin birleşerek karşı koyması ülkenin geleceği açısından hayati önem-de.

Biz tutuklu dört akademis-yenin özgürlüğü için güçlü bir dayanışma kampanyası örgüt-lenmiş ve bu kampanya, tahliye olmamızda etkili olmuştu. Şimdi madem onlar aynı yöntemlerle saldırmaya devam edip irademi-zi sınıyorlar, o zaman bizim için yapılandan daha büyük bir daya-nışma seferberliğiyle bu saldırıya cevap vermeliyiz.

Öncelikle tutuklanmalardan sonra Özgür Gündem’e nöbetçi yönetmen olmak için 108 gazete-cinin daha adını yazdırması son derece anlamlıdır. Bu sayının art-ması saldırının ters tepmesi an-lamına gelir ve bizi güçlendirir. Ayrıca başlatılan özgürlük nö-betlerinin sürekliliğini sağlamak ve bunu ulusal ve uluslararası sosyal medya kampanyalarıyla desteklemek de iktidar üzerinde siyasi baskı oluşturacaktır. Onlar susturmak mı istiyorlar, o zaman daha fazla bağıracağız. Mücade-lenin diyalektiği budur.

Bugün Saray ve onun etra-fında kümelenmiş “savaş koalis-yonu” çok azametli görünüyor olabilir. Ancak gerçekte oldukça kırılgan durumda ve korku için-deler. Kürt coğrafyasında şehir-leri ancak yok ederek “kontrol edebiliyorlar”. Bildiri yayınlayan akademisyenleri, dayanışma için yayın yönetmeni olan aydınları tutuklamak iktidarın gücünün değil, aczinin ispatıdır.

Kürt coğrafyasında süren savaş ve Erdoğan’ın başkanlık zorlaması ülkeyi büyük bir siya-si krize sürükledi. Bu koşullarda özgürlüklerimizi korumak için barışı ve demokrasiyi talep et-mek, daha da önemlisi talepler etrafında örgütlenmek zorunda-yız.

Bizler bu ülkenin onurlu yurttaşları olarak iktidarın saldı-rıları karşısında kurbanlık koyun gibi sıra bekleyecek değiliz. Bo-ğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin mezuniyet töreninde bir pankar-ta yazdıkları gibi “Hepsi Özgür-leşene Kadar Hepimiz Tutsağız.” Bu anlayışla dayanışmayı ve de-mokratik direnişi büyütmeliyiz.

SUSMAYACAĞIZMÜCADELE EDECEĞİZ!

Biz tutuklu dört akademisyenin

özgürlüğü için güçlü bir dayanışma kampanyası

örgütlenmiş ve bu kampanya, tahliye

olmamızda etkili olmuştu. Şimdi madem onlar aynı yöntemlerle saldırmaya

devam edip irademizi sınıyorlar, o zaman bizim

için yapılandan daha büyük bir dayanışma

seferberliğiyle bu saldırıya cevap

vermeliyiz.

MUZAFFER KAYA

Page 4: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

4

Hakkari’nin Gever (Yük-sekova) ilçesi halkın her zaman faşizme kar-

şı göstermiş olduğu mücadele ile direnişin sembolü olmuştur. Türk devletine karşı verdiği mü-cadelede ağır bedellerin öden-diği ama asla mücadeleye olan umularını kaybedilmediği bir yerdir Gever.

Cizre’den Sur’a Dayanışma Koordinasyonu’nun HDK bile-şenleri olarak Gever halkının ya-nında olduğumuzu belirtmek ve dayanışmayı büyütmek için bir destek ziyareti düzenledik.

Van’dan, Gever’e doğru yola çıktık. Şimdiye kadar TV ek-ranlarından, gazete ve sosyal medyadan okuduğumuz, duy-duğumuz devletin bombaladığı, katliamlar yaptığı yerleri yakın-dan görüp, Gever halkı ile sohbet edecektik. Aslında bombalanan binaların ötesinde Geverli genç-lerin gösterdiği görkemli direni-şin mevzilerini görmek istedik. Bu gençler; devasa tanklara, toplara, kurşunlara karşı yürek-lerini siper etmiştir. Yaşlarından büyük bir direnişe imzalarını atmışlardır. Bu vesileyle faşizme karşı göstermiş oldukları bu gör-kemli direniş karşısında direnen ve şehit düşen genç kadınları ve erkekleri selamlıyorum.

Gever’de ilk belediyeye ait bir garaja geldik. Belediyeye ait bu garaj, evleri bombalanarak yıkılan ailelerin gıda ve benzeri ihtiyaçlarının organize edildiği ve gönüllerin çalışıp, kaldığı bir mekandı.

Vekillerle beraber Gever’in çarşısına doğru yola çıktık. Çar-şıda halkla görüştükten sonra, bombalanan binaların bulun-duğu mahalleyi ziyaret edecek-tik. Çarşıya doğru geldiğimizde devletin polisi, askeri, tankları

YIKILAN BİNALAR, YIKILMAYAN UMUTLAR: GEVER

KENAN DEMİR

Page 5: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

5

tırdıklarını dile getirdiler. Devlet tamiri yapılabilecek evlerin ta-mirine zaten izin vermiyor; ya-kılan, yıkılan evlerin bahçesine çadır kurmak dahi yasak. Evleri yakılan ailelerin çoğunun komşu ilçelere ve illere gittikleri bilini-yor. Geriye kalan ailelere büyük bir fedakarlıkla belediye görevli-leri, milletvekilleri ve gönüllü ça-lışanlar gıda ve benzeri ihtiyaçla-rın dağıtımını organize ediyorlar. Gever halkı faşizme direnirken, dayanışma ile de zulme boyun eğmiyor.

Tarihi zulme karşı direniş-le örülmüş olan Gever ve Gever halkı, faşizme karşı hala dik dur-duğunu gösterdi. Buralarda biraz rahat nefes alabilip, güneşi selam-layabiliyorsak bunu Kürdistan’da ödenen bedellere borçluyuz. Kürt halkına dayanışma elimizi uzatmamızın ötesinde, batıdaki mücadelenin büyütülüp, Kürdis-tan halkı ile buluşması için çok çalışmalıyız. Batıdan dayanış-mayı büyütürken, mücadeleyi de büyütmek siyasi aciliyet olarak gözükmektedir. Selam olsun di-renen Gever halkına, gençlerine, kadınlarına.

ve zırhlı araçları ile çarşıyı bü-yük bir ablukaya aldığını gör-dük. Her sokak arasında, köşe başında ellerinde otomatik si-lahlarıyla polisler duruyordu. Bu manzarayı gördüğümde ilk his-settiğim, Gever’in işgal altında olduğuydu. Zaten alakası olma-yan yerlere bayrak asmaları da bu yüzdendi. Çarşıda insanlarla selamlaşmaya başlayıp, temasla-rımızı arttırdıkça, gözlerindeki umudu ve yüreklerindeki öfkeyi gördük. Çarşıda biz onlara doğru değil, Gever halkı bizi gördükçe bize doğru geliyordu. Vekilleri-ni selamlıyor, kucaklaşıp, sohbet ediyorlardı. Bu kadar büyük bir ablukanın olmasına rağmen mü-cadeleye bağlılıklarını, sabırla, direnişle, dayanışma ile bunları da atlatacaklarını dile getiriyor-lardı.

Bombalanan mahalleler-den biri olan Cumhuriyet Mahallesi’ne doğru giderken devasa bir insan kalabalığının içinden geçtik. Tam Cumhuriyet Mahallesi’ne girerken, bir kadın yanımıza doğru büyük bir he-yecan ve coşku ile öyle bir geldi ki gözleri parlıyordu, vekilimiz Meral Danış Beştaş’ı kucakladı. Bu kucaklaşma bu işgale, saldı-rılara karşı çok şey anlatıyordu. Bu kucaklaşma yığınlarca kura-cağımız değerlendirme cümlele-rinden daha kıymetliydi. Başka bir kadın yeni doğmuş bebeği ile yanımıza geldi, bizi selamladı ve çocuğunu çatışmalar sırasında doğurduğunu söyleyerek bebe-ğini bize gösterdi. Bu bebek ge-lecek yeni bir yaşama dair sanki umudun simgesi gibiydi. Yaşama dair umut ve coşkuları o kadar fazlaydı ki, bir an olsun abluka altında olduğumuzu bize unut-turuyordu.

Çarşıda HDK heyeti ile do-laştıkça, polisler daha kalabalık dolaşmaya başlayarak, bizlere devletin varlığını ispatlamaya çalışıyor gibiydiler. Cumhuriyet Mahallesi’ne girdiğimizde dev-letin yarattığı o faşizan ortama tanıklık ettik. Okuduğumuz, duyduğumuz bombalanan bina-ları yakından görünce, insanın duygu ve ruh hali değişiyor. Bir öfke kaplıyor insanın bütün be-denini, faşizme karşı daha fazla

şey yapma, daha çok çalışıp, mü-cadelemizi buradaki mücadele ile buluşturmamızın aciliyeti, yüreğimize şimşek gibi çakıyor. Tanklarla vurulan binalar, yakı-lan binalar, her evde ağır maki-neli silahlardan çıkan kurşun iz-leri… Aslında savaşın ne anlama geldiğinin hemen orada farkına varıyorsun. Harap olmuş evle-rinden insanların sağlam kalan bazı eşyalarını almaya geldikle-rini gördük. Mahalleyi gezerken sokağın başından bir kadın bize doğru bağırarak sesleniyordu, (bu arada Gever halkı gerek gör-medikçe Türkçe konuşmaz) bir arkadaş çeviri yaparak, “Evini görmemizi istiyor.” dedi.

Evlerinin bahçeli avlusun-dan geçerek yakılan eve girdik. Ev eşyaları ile birlikte yakılmıştı. Yapılan bu vahşeti anlatırken, bir yandan da ekliyordu. “Ev sorun değil, gençler keşke ölmeseydi” dedi. Mahalleyi gezdiğimizde bütün insanlar devletin yaptığı bu zulmü bize anlatmak isti-yordu. Buna direneceklerini de yanına ekliyorlardı. Evleri tank-larla vurulan bir ailenin kurdu-ğu şu cümle heyetin bulunduğu kalabalığın havasını bir anda de-ğiştirdi. “Ne olur bizi bu zulmü bize yapanlara muhtaç etmeyin” aslında bu cümle Gever halkı başta olmak üzere, Kürdistan halkı ile dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Bizim batıdan yapacağımız her desteğin, daya-nışmanın Kürdistan halkı için ne kadar anlamlı ve önemli olduğu-nu gördük.

Gever’de toplam 11 mahalle bulunup bu mahallelerin 5 ta-nesi tanklara vurularak ve yakı-larak onarılamaz hale getirilmiş. Gever’de çatışma 28 gün sürüyor, ama devlet 40 gün sokağa çıkma yasağı uygulayarak geriye kalan günleri binaları tanklarla vura-rak evleri bir daha kullanılamaz hale getirmek için harcıyor. Aile-lerin çoğunun eşyaları çalınıyor. Tankların özellikle evlerin taşı-yıcı kolanlarını vurması dikkat çekiyor. Gever’de belediyedeki yetkili arkadaşlarla görüştüğü-müzde toplam 11 bin binanın kullanılamaz hale getirildiğini söyleyerek, bu durumu raporlaş-

Evleri tanklarla vurulan bir ailenin kurduğu

şu cümle heyetin bulunduğu kalabalığın

havasını bir anda değiştirdi. “Ne olur bizi

bu zulmü bize yapanlara muhtaç etmeyin”

aslında bu cümle Gever halkı başta olmak

üzere, Kürdistan halkı ile dayanışmanın ne

kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha

gösterdi. Bizim batıdan yapacağımız her

desteğin, dayanışmanın Kürdistan halkı için ne

kadar anlamlı ve önemli olduğunu gördük.

Page 6: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

6

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı aldığı referandum son-rasında “katı olan her şeyin”

buharlaşıyor olduğu algısı daha da güçlendi. 2008 krizinin aşıla-mayan etkileri ve Suriye savaşı-nın koca bir ülkenin insanlarını mülteci haline getirmesi, küresel güç dengelerindeki kaymalarla da birleşince 1989 sonrasında oluşan düzenekler aşırı basınç altına girdi. Bu basınç sistemi en zayıf olduğu noktalardan pat-

latıyor. AB içinde zaten birçok açıdan iğreti bir biçimde duran İngiltere, çığ etkisini şiddetlen-dirme rolünü oynamış görünü-yor.

Güney Avrupa ülkelerinin krizi en şiddetli yaşayan toplum-ları, güçlü tarihsel sol gelenekle-riyle Berlin-Paris eksenli kemer sıkma politikalarına sol seçenek-ler yaratarak tepki verdiler. 1,5 sene önce Syriza’nın kazandığı seçim neo-liberalizm ile “olum-lu” bir hesaplaşma olanağı yarat-mıştı. Fakat finans tekellerinin bu sol seçeneği ezmek için ya-rattığı muazzam baskı SYRIZA’yı felç edince krize karşı tepkinin “olumsuz” biçimi giderek daha fazla görünürlük kazanıyor. BREXIT’i de bu çerçevede değer-lendirebiliriz. Küreselleşmeden ve neo-liberalizmden olumsuz etkilenen kesimler, güvencesiz-liğin yarattığı korku ile yabancı düşmanlığı üzerinden sağa, faşiz-me, devlete eklemlenme eğilimi gösteriyorlar. Uzayan kriz ve Su-riye savaşının bir türlü istikrarlı bir biçimde kontrol altına alına-maması, sol programın inandı-rıcılığını kaybetmesi ile Trump, Farage, Johnson gibi demagog popülist, “sistem karşıtı” söylemi faşizme teyelleyen politikacıları öne çıkarıyor. Kapitalizm kendi çelişkilerini bir kez daha kendini ve insanlığı imhanın eşiğine ta-şıyacak biçimde keskinleştiriyor.

Türkiye kendi dünyasında Erdoğan’ın iktidar oyunları için-de debelenirken eşitsizlik sorunu giderek tüm Batı dünyasının en merkezi tartışmalarından birisi haline geldi. “Tarihin sonu” ya-zarı Fukuyama dahi “Batı dünya-sında geleneksel politik çizgilerin çökmekte olduğunu, sosyal sınıf sorunun Amerikan politikasının kalbine oturduğunu; ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet, cinsel tercih, coğrafya kaynaklı ayrım-cılıkların yerini aldığını” yazmak zorunda kalıyor. BREXIT ile ilgi-li haberlerden biri kapitalizmin

ulaştığı saçmalık boyutundaki çılgınlığın anlaşılması için son derece öğretici: “Dünyanın en zengin 400 kişisi BREXIT sonuç-larının açıklandığı Cuma günü 127,4milyar $ kaybettiler. Bütün servetlerinin %3,2’si böylece bu-harlaşmış oluyor (3,9 trilyon do-lar-Türkiye GSMH’sinin yaklaşık 5 katı). BREXIT Avrupa’nın en zengini Amancio Ortega’nın 6 milyar $’ına mal oldu.”

Küresel ölçekte büyük fi-nansal git-geller yaşanırken Türkiye’nin 2016’nın ilk üç ayın-da %4,8 büyümesi oldukça şa-şırtıcı bir sonuç olarak algılandı. Özel tüketimin (%6,9) ve devle-tin cari harcamalarının (%10,9) başını çektiği bir sonuç ile karşı karşıyayız. Özel tüketimin art-masında asgari ücretteki artışın önemli rolü olduğu düşünülüyor. Ayrıca 3 milyon civarında Suri-yelinin de giderek daha yerleşik hale gelmesi, hem ucuz emek gücü olarak ücretleri aşağı çek-mesi hem de talep yaratması özel tüketim artışının açıklanmasın-da faktör olarak değerlendirili-yor. Yabancı sermaye girişlerinin %27 artmış olması harcamaların arkasındaki diğer önemli etken. Dünyada negatif faiz iklimi özel-likle bankaların dışarıdan ciddi oranlarda borçlanmasını müm-kün kılıyor. Özel sektör dış borcu 2010’da 138,7 milyar $’dan 223,7 milyar $’a ulaşmış durumda. Bu artışta bankaların rolü belirleyici.

Sektörel bazda imalat sana-yinin duraklaması inşaatın bul-dozer etkisiyle görünmez kılın-mak isteniyor. 2002’den bu yana inşaat sektörünün ortalama bü-yümesi %6,9. AKP döneminin doğru okunabilmesi inşaat-siya-set-finans üçgeni çözümleneme-den mümkün değil. Şu istatistik bile ortadaki anomalinin ispatı için yeterli: Türkiye dünyadaki tüm özel sektör inşaat yatırımla-rının %40’ını tek başına gerçek-leştiriyor. 111,6 milyar $’lık özel altyapı yatırımlarının 44,7 mil-

BREXIT, KRİZ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ

Türkiye ekonomisi yatırım ve tasarruf oranlarının düşüklüğü ile oldukça dengesiz bir görüntü veriyor. Aşırı inşaat yatırımları, borçlanmayla şişirilmiş iç talep, bankaların verdikleri kredileri karşılayamayan mevduat miktarları, dışarıdan fon akışına son derece bağımlı bir ekonomi Erdoğan’ın Amok koşusunun ekonomideki açılımı olarak da görülebilir. Kendi fiili pozisyonunu hukukileştirme mücadelesini kazandığını düşündüğü ana kadar iç tüketimi pompalama hamlesi devam edecektir.

M. SİNAN MERT

yar $’ı Türkiye kaynaklı. Tek ba-şına Kuzey Amerika’nın ve Batı Avrupa’nın altyapı yatırımların-dan daha fazlasını gerçekleştiren Çin de 2008 krizinin etkilerini yönetebilmek için Türkiye ile benzer bir iç talebi arttırma po-litikası izliyor.

Türkiye ekonomisi yatırım ve tasarruf oranlarının düşüklüğü ile oldukça dengesiz bir görüntü veriyor. Aşırı inşaat yatırımları, borçlanmayla şişirilmiş iç talep, bankaların verdikleri kredileri karşılayamayan mevduat mik-tarları, dışarıdan fon akışına son derece bağımlı bir ekonomi Erdoğan’ın Amok koşusunun ekonomideki açılımı olarak da görülebilir. Kendi fiili pozisyo-nunu hukukileştirme mücade-lesini kazandığını düşündüğü ana kadar iç tüketimi pompa-lama hamlesi devam edecektir. Var olan 20 milyon konutun 6,5 milyonun kentsel dönüşüm ile değer kazanması da hem orta sınıfların rant beklentilerini kar-şılama hem de inşaat sektörünün beklediği yatırım alanlarını açma açısından belirleyici olacaktır. Turist sayısındaki hızlı düşüş ve BREXIT sonrasında Avrupa’da yaygınlaşacak belirsizliğin ihra-catı daha da basınç altına alması ise ekonomiyi dengesiz hale ge-tiren etkenler olarak öne çıkıyor.

Erdoğan’ın finans kapital ile kurduğu ilişki açısından ise OYAK’ın AKP‘lileştirilmesi ve kayyum yasasının TÜSİAD ta-rafından açıkça eleştirilmesi ve “Kayyım atanması ile ilgili dü-zenlemenin, başta ticaret hayatı ve özel mülkiyet hakkı alanların-da (vurgu bana ait) olmak üze-re doğurabileceği önemli riskler açısından yeniden değerlendiril-mesine ihtiyaç vardır.” denmesi önemli eşik olaylar olarak değer-lendirilmeli. Devletin içi fokur fokur kaynarken finans kapital Erdoğan ilişkisi gidilecek yönü belirleyici en önemli faktörler-den birisi haline geliyor.

Page 7: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

7

İçinde bulunduğumuz Rama-zan ayı İslam dini inançlarına göre her şeyden önce barış,

sevgi ve paylaşım ayıdır. Yaşa-yanların %99’unun Müslüman olduğu öne sürülen bir ülkede savaşa, nefrete ve yoksulluğa yer olmaması gerekir. Oysa bu coğ-rafyada savaş ve nefret kol gez-mekte. Peki ya paylaşım?

HESA Ekonomi Araştırma-lar Merkezi tarafından yapılan bir çalışma bize bu konuda bazı ipuçları veriyor. “Ramazanın bereketi 84 Milyar” adlı çalışma ülkemizde dinin nasıl ekonomi-ye alet edildiğinin somut bir bel-gesi aslında. Araştırma “Rama-zan ayının manevi olduğu kadar maddi bereketi de bir hayli yük-sek” tespiti ile başlıyor. Ramazan ayı ve bayramı vesilesi ile oluşan hareketliğin 84 milyar olduğun belirtiyor. Bu miktarı nasıl bul-dukları ise hayli ilginç.

Araştırma ‘gıda, giyim ve ta-til’, ‘zekat’, ‘fitre’ ve ‘harçlık’ olarak 4 ana unsuru incelemiş. İnsanla-rın 2015 yılı Ramazan ayı ve bay-ramında 38,7 milyar tutarında banka kartı kullanarak alışveriş ettiklerini hesap eden kurum, en az o kadar da peşin para harca-dıklarını kabul ederek bu sure içerisinde toplam 77,4 milyarlık gıda, giyim ve tatil harcama-sı yaptıklarını tahmin etmekte. “Ramazan’ın diğer aylardan far-kı ne kadar?” sorusunu şimdilik geçelim.

TÜİK verilerine göre ülkede zekat vermesi gereken 66 mil-yon insan olduğunu varsayan kurum, bu insanların toplamda 5,6 milyar zekat verdiklerini var-saymakta. “Bu rakam nereden çıktı?” sorusuna bir cevap yok. Ülkede sayısı yüz bin civarında olan varlıklı insanların toplam serveti geçen yıl bin milyar do-lara çıktığı açıklanan bir veri. Zekat bu servetin kırkta birinin yoksullara dağıtılması demek, yani 25 milyar dolar veya kaba-ca 75 milyar lira. Demek kurum ülkedeki varlıklıların ödemeleri gereken zekatın sadece küçük bir

bölümünü ödediklerini varsay-makta. Bu konuda somut bir veri yok. Ancak 5,6 milyarın bile ol-dukça uçuk bir rakam olduğunu söylemek mümkün.

Fitre ise kişi başına verilen sabit bir bağış, geçen yıl miktarın 11 lira civarında olduğu bilini-yor. Kurum buradan hareketle 66 milyonun 759 milyon fitre ver-diğini hesaplamakta. Zekatta ol-dukça cimri olan insanımızın fit-rede (ucuz olduğundan) cömert olduğunu kabul etmek gerek. Son olarak bayram harçlığı 250 milyon olarak hesaplanmakta.

Öte yandan pek çok ku-rum, Ramazan’da özel otomobil kampanyası, bayramda özel ta-til programı, “Ramazan’da özel ihtiyaç kredisi gibi yöntemlerle dini inançlara göre haram olan müsrifliği, yani aşırı tüketimi kamçılamakta beis görmemekte. Özellikle bazı market zincirleri Ramazan kumanyası adı altında paketleri satışa sundular. Tüketi-ci kurumları söz konusu paket-lerdeki gıda maddelerinin düşük kaliteli olduğuna dikkat çekti. Ramazan kumanyalarından elde edilen ciro ise 3 ila 4 milyar ara-sında olması bekleniyor.

İftarlık hazır yemek satıcıları ise bir ay boyunca 2,5 milyarlık satış yapmayı planlamaktalar. 7 ila 8 lira arasında değişen pa-ketlerin en iyi müşterileri ise be-lediyeler. Bir ay boyunca sadece İstanbul’da 3 milyon yemek pa-ketinin satışı bekleniyor.

Öte yandan yavaş yavaş ku-manyaların yerini almaya baş-layan Ramazan ayı hediye çek-lerinin, gıda yerine kozmetik alımında kullanılmaya başlandı-ğının ortaya çıkması, dini inanç-ların ekonomik istismarına yeni bir boyut daha kattı. Yaklaşık on yıl önce gene market zincirleri tarafından lanse edilen Ramazan ayı hediye çekleri, kumanyaların beşte birini oluştururken büyük şehirlerde bu oran %60’lara ka-dar çıkmış durumda. Kumanya-ların hediye çeklerine dönüşme-ye başlamasının temel nedeni ise

ucuza satılan paketlerden çıkan kalitesiz tüketim maddeler.

Bu arada Ramazan ayında müşterilerinin, alışverişlerini kredi kartlarıyla yapması için kampanyalar düzenleyen ban-kalar arasında kıyasıya rekabet yaşanıyor, birçok banka, müş-terilerine kredi kartlarıyla başta market ve restoranlarda olmak üzere Ramazan ayında yapacak-ları alışverişler için para yerine geçen “hediye puan” sunuyor.

İş Bankası’ndan Maximum kredi kartı için “Aylardan Ra-mazan, fırsatlardan maximum” kampanyası başlatırken, Akbank Axess kredi kartı için “11 ayın sultanı, Axess’le çıkar tadı” rek-lamlarını başlattı. Türk Ekono-mi Bankası’nın (TEB) “İndirim Ramazan’da da beyaz perdede” kampanyası ile kültüre el atmış gözüküyor. Denizbank’ın Para-card kampanyası ise “Ramazan ayında fırsat Paracard’ta!”. Va-kıfbank, “Ramazan boyunca, BiTaksi’de taksimetre açılışı biz-den!” demekte. Halk Bankası’nın “Paraf Kart’ın Ramazan ayına özel kampanya” ve Şekerbank’ın Bonus Kartı ile ‘Ramazan’ın key-fi Bonus ile büyüyor” reklamları boyalı basının Ramazan sayfala-rını süslüyor!

Adım başına dini inançlardan söz eden bir iktidarın ve onun destekleyenlerin Müslümanlık-ları da tamda bu kadardır. Zekat kelime anlamı ile temizlenmek anlamına gelir. “Çok mal ha-ramsız olmaz”, temizlenmek için haramın en azından bir kısmını ihtiyacı olana vermek gerekir. Zekat vermemek veya küçük bir bölümünü vermek temizlenme-ye karşı çıkmak, yani pislik için-de yaşamayı tercih etmektir.

Ancak bu da yetmiyor, ze-kat verirken bunun bir kısmını geriye almak için döndürülen dümenler onların iyice pisli-ğe batmalarına neden olmakta. Kozmetiğe duyulan ilginin art-ması birazda pisliğin bu kadar artmasından kaynaklanıyor olsa gerek.

RAMAZAN EKONOMİSİ

Bu arada Ramazan ayında müşterilerinin,

alışverişlerini kredi kartlarıyla yapması

için kampanyalar düzenleyen bankalar

arasında kıyasıya rekabet yaşanıyor, birçok banka,

müşterilerine kredi kartlarıyla başta market ve restoranlarda olmak üzere Ramazan ayında yapacakları alışverişler için para yerine geçen

“hediye puan” sunuyor.

MEHMET AKYOL

Page 8: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

8

Bu onur meselesi bazılarına gurur meselesi oluverdi. Onur için yürümek birle-

rinin gururunu incitti. Ne guru-ru bu peki? Erkeklik gururu… Alp’lerin Eren’lerin (bizim eren-lerden değil bunlar, pirlere niyaz etmeyenlerden), elhamdülillah Müslüman gençlerin, büyük bütünlük kopkopçularının gu-ruru… Oysa öte yanda insanlık onuru… Dans edenlerin, sevi-şenlerin, aşkın ve gökkuşağının onuru…

Onur demişken, bir âdemoğlunun ismi değil, tapu-lu malumuz da değil bu ‘onur’. Onur Sur’un da meselesi, nef-si müdafaa hakkını kullanan Çilem’in de meselesi ve tabi ki 35 canı Sivas’ta diri diri yanan Ale-vilerin de meselesi. Yani önemli şey bu onur!

Toplumun sessizliğe bürün-düğü, bombalar ile sınandığı, ideolojik/ekolojik/sosyolojik her türlü kıyımın süregeldiği böyle bir dönemde üstelik Orlando’da daha yeni 49 insanı kaybetmiş ve bir sürü tehdit almış olmamı-za rağmen yürümek istiyoruz. Vali’den bize kırmızı ışık yanıyor, bizden valiye bir ‘sanane ayol’ çekiliyor. Belki de hiç olmadığı-mız kadar direngen ve kararlı bir

duruş sergiliyoruz. Sonuçta ora-dayız, orada olmaya da devam edeceğiz.

Ensar Vakfı ile ‘parlayan’ ço-cuk istismarı bu kadar ayyuka çıkmış iken Alperenler, Genç Müslümanlar, 32 kısım tekmili birden susarken mesele Onur Yü-rüyüşü olunca bu kadar çok ko-nuşmaları hatta bağırmaları çü-rümüş nefretin en büyük resmi.

Kadın cinayetleri hız kesme-den devam ederken özsavunma-sını yapmış Çilem Doğan’ı tahli-ye olduktan sonra bile hala tehdit etmek çürüyen kadın erkek eşit-liğinin en büyük resmi.

Bir yanda oruç tutmayan insanlar dövülür, linç edilip ha-karete uğrarken diğer yandan x kanala çıkıp ‘Müslüman’lar bu ülkede eşit değil. Müslümanlıkta dört eş alma hakkın var, bu dev-let buna izin vermiyor, nasıl eşit-lik bu!” diyenler çürümüş din ve demokrasi anlayışının en büyük resmi.

Filanca okulda dağıtılan bro-şürlerde alenen hayvan ve ölü tecavüzünü meşrulaştırırken LGBTİ+’nın yürümesini engelle-yip Livata tohumları diye lanetle-mek bu ülkenin çürüyen ahlakı-nın en büyük resmi.

Ramazan diye izin verilme-yen, toplumun sinir uçlarını tahrik eden bu yürüyüşler bu toprakların en büyük ikiyüzlü-lüğünü bir güruhun yüzüne vur-maktadır. Cinsellik bu ülkenin erk’inin en büyük çelişkisidir. Bir transı konuşturmanız yeter bunu anlamak için. Tekrara düş-meye gerek yok. Yani Ramazan, Şaban, Recep bahane, homofobi şahane. Üstelik bunun üzerin-den bir de yaşanan bar baskın-ları gibi olaylar ile toplumun muhafazakârlaşma yolunda attı-ğı adımları artık en derine kadar hissetmemizi istiyorlar. Daha doğrusu zaten muhafazakar olan bir toplumu agresif bir şekilde cesaretlendiriyorlar. Sonuç ola-rak verilen mesaj şu: Artık kur-tarılmış mekânlarınız yok, dile-diğiniz gibi içip sevişemezsiniz, öyle ramazan ortasında ağzınız-da sakız gezemezsiniz!

Artık şunu görmemiz gereke-cek: Saklanarak bu tehlikeyi atla-tamayız. Bu iktidar ve giderek ge-rici bir din anlayışına sürüklenen toplum bizi teğet geçmeyecek. Öldürerek, saldırarak, linç ede-rek, hakaret ederek onurumuzu ayaklar altına almaya çalışacak-lar. İşte en çok da bunun için yü-rümeliyiz! Tek vücut olup renk-lerimizle karanlığı boğmadan bu ülkede kimseye huzur yok. Ne Alevi’ye, ne Kürde, ne ağaca, ne Ermeni’ye, ne kadına… O büyük yüzleşme yaşanmadan bu ka-ranlık çözülmeyecek. İkiyüzlü-lükleri en zayıf noktaları... Artık yürüyüşlerimizin katılım sorunu yok, engellenme sorunu var. Bü-yüdük ve sınırlarını zorladığımız bu irinli hücreyi patlatmak zo-rundayız. İnsanlığı, vicdanı, öz-gürlüğü daha güçlü haykırmak gerekiyor. Cihangir’de bir mekân basılıyor. Ne oluyor? İçeride bira içiliyor. Kavga, dayak, tehdit... Ramazan, hoşgörü, kardeşlik... Ama dinimiz, ama Recep, ama Şaban…

Peki, ama insanlığımız?

BU BİR ONUR MESELESİ

Artık şunu görmemiz gerekecek: Saklanarak bu tehlikeyi atlatamayız. Bu iktidar ve giderek gerici bir din anlayışına sürüklenen toplum bizi teğet geçmeyecek. Öldürerek, saldırarak, linç ederek, hakaret ederek onurumuzu ayaklar altına almaya çalışacaklar. İşte en çok da bunun için yürümeliyiz! Tek vücut olup renklerimizle karanlığı boğmadan bu ülkede kimseye huzur yok. Ne Alevi’ye, ne Kürde, ne ağaca, ne Ermeni’ye, ne kadına…

SİDAR ARSLAN

Page 9: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

9

Şimdi Trans Onur Yürüyüşü’nü devlet yasakladı, yürümek isteyenlere polis saldır-dı, emniyet güçleri izin alınma-sına rağmen basın açıklamasına bile tahammül edemeyip yarıda kesti. Yani erk ve ‘Müslüman’ devlet hiçbir şekilde müsaa-de etmeyerek transların Onur Yürüyüşü’ne gölge düşürdü. Şim-di aynı şeyi LGBTİ yürüyüşü için de yapacağına dair açıklamalar yaptı. Ve tablonun üç aşağı beş yukarı aynı olacağı ortadaydı. Bunun üzerine Onur Yürüyüşü Komitesi bir açıklama yayınlaya-rak geldiğimiz noktayı oldukça iyi özetledi:

“Bilindiği gibi, geçen sene polisin saldırdığı LGBTİ+ Onur Yürüyüşü, 14. senesinde de İs-tanbul Valiliği tarafından yasak-landı. Benzer şekilde, bir hafta önce yapılan Trans Onur Yürü-yüşü de açıklanan yasak üzerine polis tarafından engellendi.

“Bu gelişmeler üzerine, 24. LGBTİ+ Onur Haftası Komite-si olarak, 26 Haziran günü saat 17.00’de Tünel Meydanı’nda bir basın açıklaması yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne bildirimde bulunduk ancak “uygun görül-mediği” yanıtını aldık. Valilik,

yasak gerekçesi olarak gösterdiği tehditlere karşı bizleri korumak yerine, Anayasa’da demokratik bir hak olarak yer alan “Gösteri ve Toplantı Yürüyüşleri Kanunu”nu ihlal etmeyi tercih etti.

“14. Onur Yürüyüşü’nü ger-çekleştiremeyeceğimizi üzün-tüyle duyuruyoruz. Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven, ufkumuz ve hayallerimiz bir yü-rüyüşten, İstiklal Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden çok daha geniştir. Varoluş mücade-lemiz dünü, bugünü ve geleceği aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve burada olacağız.

“Hatırlarsanız, Emniyet güç-leri Trans Onur Yürüyüşü’nde basın açıklamasını okumaya ve bir arada durmaya çalışan insan-lara “Lütfen dağılın ve hayatın normal akışına dönmesine izin verin.” diye seslenmişti.

“Biz de bu çağrıya riayet edi-yoruz: 26 Haziran Pazar günü, İstiklal Caddesi’nin her köşesi-ne dağılıyoruz. “Hayatı ‘normal’ akışına döndürmek” için Pazar günü Beyoğlu’nun her sokağın-da, her caddesinde birbirimize kavuşuyoruz.

“12 yıl boyunca büyük bir coşkuyla gerçekleştirdiğimiz Onur Yürüyüşleri varoluşumu-zu, onurlu bir yaşam sürme ısra-rımızı ve her geçen yıl büyüyen mücadelemizi kutladığımız bir alandır. Sadece LGBTİ+ bireyle-rin değil, herkesin hayatına etki eder. Onur Yürüyüşü, insanlığa bir hayal kurdurur: Bu dünya başka türlü olsaydı, nasıl insanlar olurduk? Ne giyer, ne arzular, ne eyler, ne söylerdik? Bu kentin so-kakları neye benzerdi? Aşkla ör-gütlenseydik, bizi birbirimizden ne koparabilirdi? Bedenimiz, emeğimiz ve geleceğimiz bizim elimizde olsaydı, nasıl olurdu? Yürüyüşümüzü gerçekleştireme-sek de aklımızda bu hayallerle İstiklal’in sokaklarını doldur-maktan vazgeçmiyoruz.

“Bize dayatılan hayatı red-dediyoruz. Şiddeti ve baskıyı normalleştiren, bizi yok sayan bir hayat değil, kendi seçtiğimiz, onurla var olduğumuz hayatı yaşamaya devam ediyoruz ve “hayatı ‘normal’ akışına döndü-rerek”:

“DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ, DAĞILIYORUZ...”

Ancak bizim kendimize duyduğumuz güven,

ufkumuz ve hayallerimiz bir yürüyüşten, İstiklal

Caddesi’nden, bu şehirden ve bu ülkeden

çok daha geniştir. Varoluş mücadelemiz dünü, bugünü ve geleceği

aşar çünkü biz hep buradaydık, buradayız ve

burada olacağız.

Page 10: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

10

Sosyalist Dayanışma dergisi olarak son günlerde ismini sıklıkla duyduğumuz Di-

renişçi Alevi Gençliği’nin kuru-cularından Hasan Ali Demir ile kuruluş amaçları, AKP’nin son zamanlarda saldırılarını artır-masıyla açığa çıkan ezilenlerin kendini savunma ihtiyacı üzerine bir röportaj yaptık.

Sosyalist Dayanışma: Nasıl bir kaygıyla veya gereklilikle bir araya geldiniz?

Hasan Ali Demir: Saray’daki diktatör heveslisinin, tırman-dırdığı gerilim, ülkemizin tüm insanlar için tehdit kaynağıdır. Belli bir sırayla tüm toplumsal kesimleri şiddete, aşağılanma-ya, yok saymaya, imhaya varan yöntemlerle diz çöktürmeye çalı-şıyorlar. Devlet güçlerinin kahrı yetmezmiş gibi, IŞİD katillerini devreye sokuyorlar. Kürtlere ya-pılan saldırı ve karşısındaki di-reniş ortada; kadınlara yönelik, toplumun dışına itilmek için sa-yısız uygulama, nerdeyse açıktan teşvik edilen şiddet, taciz, cina-yet ortada; işçi sınıfı, Ermeniler, LGBT bireyleri üzerlerindeki baskı ve şiddet o kadar açık ki söylemeye bile gerek yok.

Böyle bir tabloda biz Alevi toplumunun üzerinde tehdit his-setmemesinin imkanı yok. Tari-himiz nerdeyse katliamlarla anı-lır olmuş, toplumun bundan ders çıkarmaması mümkün değil. Kapılarımız işaretleniyor, geçmiş

katliamların hatırlatması yapı-lıyor. Mitinglerde yuhalatılarak, inancımız aşağılanıyor. Bu da yetmezmiş gibi IŞİD çetelerinin açık ve nerdeyse meşru hedefi yapılıyoruz.

Bu koşullarda kendimizi sa-vunma duygusu ve arayışında olmamamız düşünülemez. Vali-ler bizleri çağırıp IŞİD tehdidine karşı, cemevlerimizi kendimizin savunması gerektiğini söylüyor-lar. Devletin, güvenliği alacağı toplumlardan değiliz açıkçası. Sivas’ta tam yedi saat, elde ateş bekleyen binlerce kişiyi engel-lemedi devlet. Bir protestocuyu engelleme süresi yedi dakika olan devlet, Sivas’ta yedi saat bekledi. Bunun bizler açısından anlamı çok açık. Bizler diğer ezilenler gibi kendi savunma anlayışımızı yaratmalıyız. Yan yana gelişimi-zin kısa hikayesi budur.

AKP faşizminin yükseldiği, “ötekiler”e saldırının ve alenen hedef göstermenin arttığı bu dönemde kitleler kendini nasıl koruyabilir, nasıl savunabilir, siz bu anlamda neler yapıyor ya da neler yapmayı planlıyor-sunuz?

Çorum, Maraş, Sivas ve daha sayısız irili ufaklı saldırılardan çıkardığımız ders: Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” Başka ne diyebiliriz. Kendi savunma ha-zırlıklarını yapmış, ulaşamadığı, kaynaşamadığı, iletişim kurama-

dığı kimse kalmamış mahalleler saldırıları püskürtebilmiş, ayakta kalabilmiş. Bu konuda kendini umursamazlığa, dağınıklığa bı-rakmış mahalleler zarar görmüş. Biz buna izin vermeyeceğiz. Za-limler ilk bizi karşısında bulacak. Fikir ayrılıklarına izin vermeden, birliğimizi koruyarak; diğer ezi-lenler gibi kendimizi koruyacak yöntemler, yollar bulacağız.

Alevilerin kendini savun-masında gençliğin özel rolü nedir?

Yediden yetmişe birlikte-yiz diyoruz, ama ağırlıklı ola-rak gençlerden oluşuyoruz. Biz gençler haksızlığa karşı, sabırlı değiliz, yaşlılarımız fazlaca sa-bırlı. Her ezilen kesimde gençlik mücadelenin en ön saflarında ol-muş ve mücadelenin motor gücü olmuştur. Gençlik bir toplumun savunulmasında çok önemli bir misyona sahiptir. Ataklığı, gözü karalığı, “doğru” diye kabul edi-len her şeyi sorgulaması, düzenle bağlarının daha zayıf olması hep bu durumda etkendir.

Diğer toplumsal kesimlere savunma anlamında önerileri-niz var mı?

Ne diyelim “tüm ezilenler birleşin” diyoruz. Başka ne diye-biliriz. AKP’nin kendinden ol-mayan herkese vahşice saldırdığı ve saldırttığı bu dönemde birleş-mekten başka şansımız yok. Biz-ler sadece kendi sorunlarımızı görür, başkalarıyla dayanışmaz birlik yapmazsak başarılı olama-yız. Onlar zaten bizi ayrıştırmaya çalışıyor. Farklılıklarımızı bizi birbirimize düşman etmek için kullanıp kendileri istediği gibi at koşturuyor. Bu gidişe dur di-yebilmek için hem kendi sorun-larımız etrafında birleşmek hem de diğer ezilenlerle dayanışmak gerekiyor.

BİR OLALIM, İRİ OLALIM, DİRİ OLALIM

Devletin, güvenliğini alacağı toplumlardan değiliz açıkçası. Sivas’ta tam yedi saat, elde ateş bekleyen binlerce kişiyi engellemedi devlet. Bir protestocuyu engelleme süresi yedi dakika olan devlet, Sivas’ta yedi saat bekledi. Bunun bizler açısından anlamı çok açık. Bizler diğer ezilenler gibi kendi savunma anlayışımızı yaratmalıyız. Yan yana gelişimizin kısa hikayesi budur.

RÖPORTAJ

Page 11: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

11

AKP’nin eğitimi dindar, kindar ve biat eden

nesil yetiştirme projesine bu kez liselilerden itiraz yükseldi. İs-tanbul Lisesi mezunlarının okul müdürünün konuşması esnasın-da hep beraber sırtlarını döne-rek gerçekleştirdikleri protesto eylemi, kısa sürede İstanbul’daki diğer köklü liselerde yankısını buldu. Bu liselerde art arda okul-larındaki uygulamaları eleştiren bildiriler yayınlandı. Bununla da kalmadı tepkiler pek çok ildeki liselerden ses verdi.

İlk isyan edenler, TEOG sınavlarında en yüksek puan-la öğrenci alan ve devamında mezunlarının %95’i en prestijli üniversitelere yerleşen liseler. Bu okullar, hükümetin 2014 yı-lında çıkardığı bir yönetmelikle “proje okulları” adını aldı. İda-reci ve öğretmen atamaları MEB yönetmeliklerinin dışına çıkar-tılarak “doğrudan Bakan onayı ile gerçekleştirilecektir” şeklinde düzenlendi. Geçen yıl AKP’nin gerçekleştirmek istediği “top-lumsal dönüşümün” okullardaki uygulayıcıları olacak müdürler/idareciler bu kurumlara yerleş-tirildiler. Ardından buralarda-ki öğretmenler havuza alınarak yerlerine Bakan imzasıyla atanan öğretmenlerle eğitimci profilini değiştirmeye çalıştılar. Mahkeme kararları, eğitim emekçilerinin mücadeleleri, veli ve öğrencile-rin tepkileri sonucunda bu adım gerçekleştirilemedi ancak en kısa sürede hayata geçirilmek üzere hükümetin eğitim planlarının ilk sıralarında yerini koruyor.

Peki, nedir bu okulları AKP için özel gündem yapan özellik-leri? Neden buralara özel politi-kalar uygulanıyor? Çünkü bura-lar büyük oranda aydın, sanatçı, bilim insanı, doktor, avukat, mü-hendis ve yönetici kadro gibi sis-temin ihtiyaç duyduğu özellikte

insan yetiştiren okullar. O ne-denledir ki, bu okulların çıktısı olacak nesillerin hangi ideoloji ile donandığı AKP iktidarı açı-sından önem taşıyor. O nedenle buralarda hızlı bir dönüşüme ih-tiyaçları var.

Önceki dönemlerde, diğer okullara göre buralarda öğrenci, öğretmen, veli ilişkisi etkileşi-mi daha fazla, iç yaşam kısmen daha demokratik, daha katılımcı, sosyal aktiviteler göreceli olarak daha fazla idi. Yeni idarecilerin baskıcı, otoriter yöntemlerle hız-la kültürel dokuya kendi ideolo-jik perspektifleri yönünde mü-dahale ederek okul atmosferini dinselleştirecek uygulamalara girişmesi ve öğrencilerin orta-ma aidiyet duygusunu oluşturan etkinliklere yasaklar getirmesi ciddi öfke birikimlerine yol açtı. Ortaya çıkan bu tepkilerin dışa vuruluşudur.

Diğer yandan yaşananlar, AKP’nin eğitim sistemine ve “yeni” diye, “dönüşüm” diye yut-turmaya çalıştığı, hak hukuk gö-zetmeden zorla dayattığı düzene karşı demokratik tepkilerdir. Bu özeliği ile de çok farklı özellikte liselerden gençlerin sahiplen-mesiyle karşılaşmıştır. En küçük bir farklılığa yaşam hakkı tanı-mayan, soluduğumuz atmosferi adeta nefes alınamaz hale getiren politikalara karşı ortaya çıkan tepkiler ağırlıklı olarak mezu-niyet törenlerinde görünen de-mokratik tepkiler, sivil itaatsizlik niteliğinde eylemlerdir. İçeriği ve biçimiyle Gezi sürecinde üniver-sitelerde görülen mezuniyet ey-lemlerini hatırlatmaktadır.

Bu benzerlik Saray’ın ve AKP iktidarının uykusunu kaçırma-ya yetmiştir. En tepeden en alta kadar iktidarın tüm kurumla-rı ve onların borazanları bu işi “kışkırtıcıların” yaptığını, bir üst

akılın işi olduğunu vaaz etmeye başladı. Havuz medyası yalan haberciliği işin arkasında “me-zunlar lobisi” olduğu noktasına kadar getirdi. Oysa dün gezide olanın daha küçük çapta liseler-de yaşanması ikisinin de arka-sında lobilerin olduğunun değil, olsa olsa baskı ve zulmün hiçbir zaman cevapsız kalmayacağının göstergesidir.

Liselerdeki isyan dalgası hız-la parladıktan sonra okulların kapanmasıyla, durulma süreci-ne girdi. Yaz tatilinde bu dalga sönümlenecek mi, yoksa iç iliş-kilerini tahkim edip, geliştirerek yeni yıla daha güçlü bir giriş mi yapacak? Bu sorunun cevabı li-seli gençlerin ufku, cüreti, örgüt-lülüğü kadar bu dalganın başka kesimlere de ulaşmasına, tüm demokrasi güçlerinin örgütlülü-ğünü genişletmesine ve canlan-dırmasına bağlı… Bu noktada hepimize görev düşüyor. Hem gençlerin kendi dinamikleriyle örgütlülüklerini geliştirmelerine olanak tanıyacağız. Hem de dire-niş meşalesini hayatın her alanı-na taşıyacağız…

LİSELİLER, AKP’NİNKARANLIĞINA SIRTINI DÖNDÜ!

Önceki dönemlerde, diğer okullara göre buralarda öğrenci,

öğretmen, veli ilişkisi etkileşimi daha fazla,

iç yaşam kısmen daha demokratik,

daha katılımcı, sosyal aktiviteler göreceli

olarak daha fazla idi. Yeni idarecilerin baskıcı,

otoriter yöntemlerle hızla kültürel dokuya kendi

ideolojik perspektifleri yönünde müdahale

ederek okul atmosferini dinselleştirecek

uygulamalara girişmesi ve öğrencilerin ortama

aidiyet duygusunu oluşturan etkinliklere

yasaklar getirmesi ciddi öfke birikimlerine yol açtı.

ELİF CAN

Page 12: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

12

Son günlerde, özellikle Bi-nali Yıldırım’ın başbakan-lığından sonra “dostları

arttırma” politikasına bir geçiş yapılacağı üzerine söylentiler fazlalaştı. Bu söylentilerin kapsa-dığı ülkeler en başta Rusya, Mısır ve İsrail’dir. Hatta İsrail ile işlerin yoluna girmek üzere olduğu söy-leniyor. Ankara’nın Arap isyanla-rı sırasında kurduğu hayallerden bugüne ne kaldığına bakmanın tam zamanı…

Arap isyanları yoksulluğa ve diktatörlüklere karşı başlamıştı. 90 sonrası hızlanan neoliberal soyguna ve bölgenin en az kırk yıldır süren, kireçlenen, iyice yozlaşan diktatörlüklerine kar-şı güçlü bir isyandı. Yeterince örgütlü olmasalar da Tunus ve Mısır’da olaylar böyle başlamıştı.

Bu isyanlar, öncülük yapma-salar da Müslüman Kardeşler’i öne çıkardı. Mısır’da ordu ile uz-laşıp, demokrat nitelikler taşıyan ve daha çok gençlerden oluşan “6 Nisan Hareketi”ni bastırma hata-sına düşen Müslüman Kardeşler sonra bu hatalarının kurbanı ol-dular. Sisi askeri darbe ile Tahrir isyanının bileşenlerini ezdi.

Arap isyanlarının bugünden bakınca bir kaç önemli sonucu vardır. Mısır’da ve Körfez ülke-lerinde isyanların zorla bastırıl-ması, dalganın kazanabileceği demokrat niteliklerini yok etti. Tunus ve Mısır’daki isyanların içinde bölgenin yıllardır alın ya-zısı haline gelmiş, çürümüş, key-fi ve yozlaşmış diktatörlüklerden özgürlüğe doğru gidişin filizleri vardı. Hatta Suriye’deki ilk kit-le gösterileri de böyle nitelikler içeriyordu. Bugün bu filizlerden eser yoktur.

İkinci sonuç, bugün hala en vahşi biçimde devam eden, Lib-ya, Suriye ve Yemen’deki iç savaş-lardır. Bu ülkeler tam bir yıkım yaşıyorlar. Aslında hepsi ABD

işgalinden sonraki Irak gibiler. Bir ‘düzen’ kurulamıyor, ülkeler fiilen parçalanmış durumdalar, adeta çete savaşları ile çürüyor-lar. Bölge insan ve maddi güçler açısından büyük bir yıkıma uğ-ruyor.

Üçüncü sonuç, Arap isyanları ile doğrudan bağlantısı olmasa da, onun yarattığı ortamda büyü-me fırsatı yakalayan IŞİD’in güç-lenmesidir. Özellikle Irak, Suriye ve Libya’da IŞİD önemli bir güç haline gelmiştir. Bölgedeki si-yasal güçler dengesi açısından güç ve konum yitiren Sünni ek-seninin yeniden onarılması açı-sından bir anlama sahiptir. Öte yandan, siyasal İslam’ın ideolojik yükselişinin de sonudur. Bölgede 1970’lerin ortalarından beri yük-selişe geçen siyasal İslam’ın Arap isyanlarıyla zirve yaptıktan sonra dağılışı başlamıştır.

Dördüncü sonuç, aslında Arap isyanları Irak işgaliyle böl-gede taşların yerinden oynama-sının da bir sonucudur. ABD’nin

stratejik çıkarları için başlayan Irak işgali, Washington’un bek-lediği sonuçları yaratmamıştır. Hem petrol kaynaklarını doğru-dan denetim altına alma ve hem de “küreselleşme” yağmasına bir biçimde direnen ülkelerin tasfi-yesini amaçlayan işgal, hedefin-den çok uzak sonuçlar yaratmış-tır. Bölgede tasfiyesi amaçlanan “Şii ekseni” tasfiye edilmek bir yana, önemli yaralar alsa da hala ayakta durmaktadır. “Sunni ek-seni” ise çok parçalı, itibarsız ve güçsüz konumladır.

En önemli sonuç, Arap is-yanlarının bölgeyi sarması ve Batı’nın sömürü alanının dışına savrulma tehlikesine karşı baş-latılan yıkımdır. Başlıca Libya, Suriye ve Yemen iç savaşlarıyla bölgedeki özgürleşme potansi-yeli büyük bir yıkımla ezilmiştir. Emperyalizm, şu anda bölgeyi tam yönetemese de, bu potan-siyeli, birikimi çürüttüğü için, kendi çıkarları doğrultusunda önemli bir adım atmıştır.

En önemli sonuç, Arap isyanlarının bölgeyi sarması ve Batı’nın sömürü alanının dışına savrulma tehlikesine karşı başlatılan yıkımdır. Başlıca Libya, Suriye ve Yemen iç savaşlarıyla bölgedeki özgürleşme potansiyeli büyük bir yıkımla ezilmiştir. Emperyalizm, şu anda bölgeyi tam yönetemese de, bu potansiyeli, birikimi çürüttüğü için, kendi çıkarları doğrultusunda önemli bir adım atmıştır.

“ARAP BAHARI”NDAN ANKARA’YA NE KALDI ?MEHMET YILMAZER

Page 13: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

13

Arap isyanları öncesi Ankara’nın bölgedeki gücü de-ğilse bile itibarı oldukça yüksek-ti. Irak işgali sırasında teskerenin mecliste reddi; Davos’ta yaşa-nan “one minute” krizi özellikle Erdoğan’ı bölgede çok popüler hale getirmişti. Bu gelişmele-rin ardından patlayan Arap is-yanlarıyla Müslüman Kardeş-lerin Mısır’da iktidar olmasıyla Ankara’nın bölge hayalleri zirve yaptı. Erdoğan, Mısır’dan Irak’a kadar uzanan bir kuşakta Müs-lüman Kardeşler iktidarlarının kurulması için harekete geçti. Bölgenin baş aktörü olmuştu. Davutoğlu’nun iddialarına göre artık bölgede Türkiye’nin onayı olmadan kimse tek bir adım ata-mazdı.

Arap isyanlarına Ankara’nın yaklaşımı o günlerde bazı ya-nılgılı algılar yarattı. Mısır’da Tahrir meydanındaki direniş sı-rasında Erdoğan önce bocaladı, Washington’un açıklamalarını bekledi, oradan işaret gelin-ce isyana değil ama Müslüman

Kardeşler’in yükselişine destek verdi.

Ankara hiçbir zaman Arap isyanlarındaki özgülük filizleri-ne destek olmadı. Onun hayali Osmanlının bir dönem egemen olduğu bölgede yeniden etkin-lik kurabilmek ve Sünni İslam’a dayalı bir egemenlik alanı yarat-maktı. Bunun için Libya, Suriye ve Irak’ta “operasyonlara” başla-dı.

Gün geldi, bölgede siyasal İslam’ın yükselişi inişe geçti; bir askeri darbe ve üç büyük iç sava-şın ortasında kalan AKP iktidarı bölgede hızla yalnızlaştı. Arap is-yanları başlangıçta az da olsa bir özgürlük ve demokrasi umudu yaratmıştı. Bu umutla hiçbir bağı olmayan Ankara’ya bu isyanların çürütülmesinden ne miras kal-mıştır?

Başlıca üç “miras”tan söz edilebilir. İlki, büyük bir itibar kaybı ve değersiz bir yalnızlıktır. Davos’tan bu güne köprülerin

altından çok sular aktı. Bölgede Arap halkları arasında popüler-lik kazanan Erdoğan Türkiyesi, bugün bölgenin en itibarsız ül-kesi Suudilerin arkasında kendi-ne yol arıyor. Mısır ve Rusya ile gerilim sürüyor. Sonuçta, ken-dini neredeyse bölgenin egeme-ni zanneden Türkiye’nin bugün manevra alanı sıfıra yaklaşmıştır.

İkincisi, Sünni İslam cephesi ve iktidarları yaratma hayalinde olan Ankara, IŞİD’in en önem-li destekçisi haline geldiği için, bugün bölgedeki gelişmelerin etki alanı içine çoktan girmiştir. IŞİD sıkıştırıldıkça, bunun geri tepmeleri Türkiye’de kaçınılmaz bir şekilde yaşanacaktır. Göç dalgası dayanılmaz noktalara tırmanmıştır. Öte yandan, IŞİD militanlarının lojistik, eğitim ve donatım alanı olan Türkiye’nin belli bölgeleri artık Suriye iç sa-vaşının ek alanları haline gelmiş-tir. Arap isyanlarının iç savaş-larla çürütülmesinin etkisi artık ülke sınırlarının içinde de sürü-yor. Bölgede ömrü dolmuş dik-tatörlük uygulamalarının, keyfi devlet yönetiminin, maddi ve moral olarak yozlaşmanın hepsi Türkiye’de ortalığa büyük bir hız-la yayılıyor.

Üçüncü miras, özgürlük kor-kusudur. Arap isyanlarının bu yönü bastırılsa da, Suriye-Rojava bölgesinde özgürlük mücadelesi gelişmektedir. Ankara’nın en bü-yük korkusu özgürlüktür. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücade-lesi, Gezi isyanı ve Rojava devri-mi bütün bu karmaşık ve kaotik tabloda gelecek için güçlü umut-lar veriyor.

Arap isyanlarından bölgeye bir cehennem miras kaldı. Ancak bu cehennem bölgede her şeyi kül edememiş, tersine özgürlük mücadelelerini tutuşturmakta-dır. Ankara büyük bir zalimlikle özgürlükleri yok etmek için uğ-raşırken cehennemin kapısına

Başlıca üç “miras”tan söz edilebilir. İlki, büyük

bir itibar kaybı ve değersiz bir yalnızlıktır.

Davos’tan bu güne köprülerin altından

çok sular aktı. Bölgede Arap halkları arasında

popülerlik kazanan Erdoğan Türkiyesi,

bugün bölgenin en itibarsız ülkesi Suudilerin

arkasında kendine yol arıyor. Mısır ve Rusya ile

gerilim sürüyor. Sonuçta, kendini neredeyse bölgenin egemeni

zanneden Türkiye’nin bugün manevra alanı

sıfıra yaklaşmıştır.

“ARAP BAHARI”NDAN ANKARA’YA NE KALDI ?

Page 14: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

14

nilerek işten atılıyoruz. 8 saatlik vardiyada yaptığımız çalışma her nedense işten sayılmıyor. Uzun çalışmayı kabul ettiğimiz için iş kazası meslek hastalığı riski arttığı gibi, başka bir işsizin iş hakkını da engellemiş oluyoruz. Sermaye için “çalışan adam” ol-mazsak insan-işçi sayılmıyoruz.

- Her türlü haksızlığa kat-lanmamız bekleniyor. Haksızlı-ğı kabul etmek zorunda kalmak kaybetmeye başladığımız ilk eşik oluyor. Bir kere “tamam” dedik mi arkası kesilmiyor. Sü-rekli bölüm değişikliğine maruz kalıyoruz, bilmediğimiz bölüm-lerde, bilmediğimiz makineler-de eğitimsiz çalıştırılıyoruz. Yeri geliyor yük taşıyor, yeri geliyor tuvalet temizliyoruz. Kadın işçi isek ilk çıkarılacaklar listesinde oluyor, hamile kaldığımız an iş-ten çıkarılıyoruz. Biz işçiler asıl üretimde taşeron işçi olarak ça-lıştırılıyor, ikramiye gibi sosyal haklardan mahrum bırakılıyo-ruz. İkramiye benim de hakkım diyemiyoruz. Tozlu, dumanlı, kimyasallı iş ortamlarına itiraz edemiyoruz. Bir arkadaşımız iş cinayetinde öldüğünde aynı ma-kinede çalışmaya mecbur bırakı-lıyoruz. Gücümüzden fazla yük kaldırmaya, bakabileceğimizden fazla makine bakmaya zorlanı-yoruz.

- En ufak bir talebimizde, hareketimizde, çabamızda iş-sizlikle tehdit ediliyoruz. Şefler müdürler tarafından olmadık hakarete maruz kalıyor; kaytaran

işçi, çalışmayan işçi, nankör işçi muamelesi görüyoruz. Bir ak-rabamız ölüyor, cenazesine kat-lıyoruz, dönüşte devamsızlıkla işten atılıyoruz. Hastalanıyoruz, rapor alamıyoruz ya da raporu kabul etmiyorlar, işten atılıyo-ruz. Zam düşük, daha fazla ücret zammı yapılmalı diyoruz, isyan-kar oluyoruz, tutanak yiyoruz. Makine bozuk, bu makinede çalışılırsa iş kazası olur diyoruz, iş yavaşlatmaktan tazminatsız işten atılıyoruz. Sendikaya üye oluyoruz, terörist oluyoruz, diğer işçilerin yanında hakaret edilip yaka paça işten atılıyoruz. Çoğu zaman çıkış kağıdı bile verilmi-yor, çıkarıldığımızı bekçi kulü-besinde öğreniyoruz. Hakaretle-re, baskılara itiraz edip sesimizi yükselttiğimizde, yumruğumuzu kaldırdığımızda iş yerinde kavga çıkarmaktan tazminatsız işten atılıyoruz.

-Tüm bu kötü koşullara niye razı oluyoruz, neden uğradığı-mız haksızlıkta birlikte çalıştığı-mız kader yoldaşlarımızı tarafın-dan yalnız bırakılıyoruz? 2 işçi arkadaşımızın buhar kazanında haşlanarak katledildiği iş yerinde “biz daha fazla bu koşullarda ça-lışmayız” demiyoruz da “cenaze-ye geldik diye yevmiyeyi kesmez-ler inşallah” diye düzene boyun eğiyoruz.

Bu kötü koşulları değiştire-mediğimiz gibi daha da kötüye gidişi durduramıyoruz. Çünkü örgütsüzüz, çünkü devasa fab-rika binalarında, ürettiğimiz milyonlarca malın içerisinde tek başımıza kaldık. Aynı banttaki işçi arkadaşımızın sorunları ne-dir bilmiyoruz, onunla bile bir-birimizi idare etmiyoruz artık. Aman bana sendika bulaşmasın diye sendikalı işçileri gördüğü yerde yolunu değiştiren işçiler var. Bu örgütsüzlüğümüzün so-nunda hem iş yerlerinde sermaye tarafından hem mahkemelerde hakimler tarafından “üçkağıtçı

işçi” kabul ediliyoruz ve onuru-muz iyice ayaklar altına alınıyor. Birikmiş kıdem tazminatımızı istediğimizde vermemek için kırk takla atanlar, mahkemeler-de gelip utanmazca “kıdem taz-minatını almak için iş yavaşlattı, tazminat için gitti sendikaya üye oldu, ücretine zam istediği için makineyi bozdu” diyerek bize saldırıyor ve mahkeme hakim-leri de bizi “hak etmediği halde tazminat isteyen üç kağıtçı, çı-karcı, birer yaratık” olarak görüp alnımızın teri tazminatları işve-renlere peşkeş çekiyorlar. Yine işe iade davaları ve sonrasında ödenen en az 8 maaşlık iş güven-liği tazminatlarını isteyen işçiler “çalışmaya niyeti olmayan ama fazla tazminat almak için bu yola başvuran işçiler” olarak görülü-yor. İşçinin hak istemesi işçinin talepte bulunması attık işçiye “hak” görülmüyor. Halbuki taz-minat da ikramiye de iş güvence-si de en temel insanlık ve işçilik haklarımız.

15-16 Haziran 1970’de işçiler birbirlerine duydukları güvenle yüz binler olarak fabrikalardan alanlara aktı. İnsanlık onuru her şeyin üstündeydi. Daha düne ka-dar bir işçi arkadaşı atıldığında fabrikadaki 400 işçi iş bırakırdı. Bir işçinin iş güvencesi diğer işçi arkadaşlarıydı. Her şeyin kara ve ranta göre belirlendiği kapitalist üretim ilişkilerinde insanlık çok şeyini kaybetti. Ama dünyayı yaratan bizleriz. Bütün maden-leri çıkaran, bütün binaları inşa eden, bütün kumaşları boyayan, dünyanın bütün güzelliklerini yaratan bizleriz. Bizim onuru-muzu yok saymak, bizi yok say-mak ne sermayenin ne de onun işbirlikçilerinin haddi değildir. Ekmeğimizi ve onurumuzu tek-rar ellerimize alacağız ve örgüt-leneceğiz. Sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın temel değeri işçilik onuru olacak.

MAKİNELERİN RUHU YOKTUR AMA İŞÇİLERİN VARDIR

İşçilerin örgütsüzlüğünün en büyük ve telafisi en zor so-nucu işçilik onurumuzun

zedelenmesi oluyor. Bu acımasız çalışma koşullarında bir kere rıza gösterdik mi neredeyse tüm iple-ri kaptırıyoruz ve birbirine bağ-lı bir dizi süreç yaşanırken biz razı oldukça eziliyoruz, ezildikçe kaybediyoruz.

İşsizlik ve borçluluk tehdidiy-le bazı haksızlıklara itiraz edeme-diğimizde onu diğer haksızlıklar izliyor. Bir zaman sonra bakmı-şız ki, hiç talepte bulunmayan ve sadece çalışan birer makine par-çasına dönüşmüşüz. Bu sebeple sermaye ve işbirlikçisi müdür ve şefler tarafından da yok sayılı-yoruz. Makinelerin ruhu yoktur ama en az 6 ayda bir büyük, ayda bir defa da rutin bakımları yapı-lır. Bu acımasız çarkta biz işçiler ise yıllık izinlerimizi bile kulla-namadan belki on yıllar boyunca çalıştırılıyoruz. Bunun somut so-nuçlarına bakacak olursak;

- Kötü çalışma koşullarına itiraz edemez hale geldik. 12 saat çalışma izni daha işe alınırken işçiden peşin peşin alınıyor. “270 saatten daha uzun fazla çalış-maya kalmayacağım” diyorsun, “bana çalışacak adam lazım” de-

SEVGİ EVRİM

Page 15: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

15

2016 yılı başından bu yana Çerkezköy ve

Çorlu’da bulunan organize sana-yi bölgelerinde toplu işten çıkar-malar yaşanıyor. 2016 itibarıyla Çerkezköy, Çorlu hattında işçile-rini toplu olarak işten çıkaran iş yerlerinin bir kısmı Arbul Teks-til, Arçelik, Yünsa, Altınyıldız, Eroğlu Tekstil, Altın İplik, Akben Tekstil, Yılka Tekstil, Sanko Teks-til isimli fabrikalar.

Bu işten çıkartmaların za-manlamasında ve uygulama bi-çiminde Kiralık İşçi Yasası’nın meclisten geçmesinin ve kıdem tazminatlarının kaldırılmak is-tenmesinin önemi büyük. Şimdi-ye kadar fiilen uygulanan kiralık işçilik, yasallaşmasından sonra daha da yaygınlaşacak. Bunun en somut hali, kadrolu işçiler iş-ten çıkartılıp yerine Kiralık İşçi Yasası’na uygun işçi alınmasıyla yaşanacak.

Yine kıdem tazminatı fonu-na geçiş konuşulmaya başlandı-ğı için patronlar işçi çıkartmayı hızlandırdı. Kıdem tazminatı, fon uygulamasına geçilirse (ya-sanın meclisten nasıl geçeceğine bağlı olmakla birlikte) patronlar büyük ihtimalle çalıştırdığı işçi-lerin o güne kadar birikmiş kı-dem tazminatlarını ödemek zo-runda kalacaklar. İşçilerin kıdem tazminatını ödemek istemeyen patronlar birer birer iflas etmiş gibi yaparak işçilerin tamamını ya da kriz varmış gibi yaparak bir kısmını çıkartmaya başladı.

İşçi çıkartan, yukarıda ismi-ni verdiğimiz fabrikalara baktı-ğımızda ise; bunlardan 5 tanesi İstanbul Sanayi Odası’nın belir-lediği Türkiye’nin en büyük 500 fabrikası arasında yer alan dev şirketler. Bu şirketler karlarına

kar katmak için işçilerinin kı-dem tazminatlarına hatta maaş ve mesai alacaklarına dahi göz dikmektedirler. Yukarıda say-dığımız fabrikaların bir kısmı işçilerin maaş, mesai, kıdem taz-minatı, ihbar tazminatı gibi ala-caklarını da ödemeden ortadan kayboldular.

Peki, nasıl oluyor da patron-lar işçilerin bu kadar haklarını yedikten sonra işçiler isyan et-miyor?

Senaryo hemen hepsinde aynı. İlk önce yılın başında, ocak ayında bütün işverenler tarafın-dan kriz var senaryoları hazırla-nıyor. Buna bağlı olarak ilk önce mesai alacakları birer ikişer ay geciktiriliyor. Ardından maaş-lar da geciktirilmeye başlanıyor. Üçer aylık maaş ödenmemesiy-le birlikte patron kaçıp gidiyor. Devlete kriz bildirimi ya da iş-çilerin çıkış bildirimi yapmasına da gerek yok patronların. Nasıl olsa bu devlet patronlara hesap sormuyor, bilakis onlar için sö-mürünün dikenlerini temizleyen yasalar çıkarıyor.

Peki fabrikalar bir anda üre-timden çekilmiş mi oluyor? Ha-yır!

Bazı patronlar siparişlerinin bir kısmını fabrikanın içerisin-deki depolarda biriktirdi. Şu anda bir taraftan işten çıkardığı işçilere kriz bahanesi uyduruyor. Bir taraftan da depoda biriktirdi-ği siparişlerini yetiştirmiş oluyor.

Bazıları ise durdurduğu fab-rikanın siparişini yakınlarda-ki başka fabrikaya vererek hiç mağdur olmadan işini yürütü-yor. Trakya bölgesinde bulunan tekstil fabrikaları (boyahane

konfeksiyon) genellikle fason olarak çalışır. Patron büyük mar-kalardan aldığı siparişleri kendi fabrikasında kilo hesabı boyar, diker, keser, ütüler vesaire. Dola-yısıyla büyük markalar için işle-nen ürünlerin nerede kimler ta-rafından hazırlandığının önemi yoktur. Onlar ucuz fiyat verilme-sine bakarlar. Böyle olunca ken-di işçisinin maaş, mesai, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı vb alacaklarını ödemeyen patronlar siparişlerini de başka fabrikalara yaptırarak işlerini sürdürmekte, işçiler ise bayrama işsiz girmeye hazırlanmaktadır.

Yine hükümetin asgari ücreti seçim vaadi olarak 2016 başın-dan itibaren AGİ dahil 1.300 TL belirlemesi patronların hesapla-rını ciddi oranda bozdu. Patron-lar işçilik maliyetlerinin bu kadar yükseltilmesine karşı 2015’deki maliyetle 2016 yılındaki maliyeti aynı yapabilmek üzere adımlar attılar. Ortalama 1.000 TL olan işçilik giderleri 1.300 TL olunca işçilerin bir kısmını işten çıkarta-rak bir önceki yılki maliyet ora-nına ulaştılar. İşten çıkartılan iş-çilerin yaptıkları işleri ise mevcut işçilerin sırtına yüklediler.

Yine işçi çıkartan fabrikalar-dan bazıları işçilerinin kulakla-rına “Fabrikayı tekrar açacağız,

ÇERKEZKÖY-ÇORLU HATTINDAKİ TOPLU İŞTEN ÇIKARTMALAR

NE ANLAMA GELİYOR?FAHRİ KOÇAN

seni işe çağırabiliriz.” diyerek işçiler için sanki her şey bitme-miş gibi bir duyguya kapılmasını sağlamakta işçiler de bir ihtimal işe geri başlarım düşüncesiyle herhangi bir direniş, işgal ya da farklı bir eylem yapamamakta-dır. Kısacası işçilerin borçlulu-ğundan ve sınıf mücadelesine olan mesafesinden faydalanan patronlar işçileri gittikçe büyük bir sarmalın içine çekmektedir.

BATİS sendikası olarak yuka-rıda saydığımız fabrikaların işçi-leri başta olmak üzere emeğiyle geçinen, onuruyla yaşayan tüm işçilere çağırıda bulunuyoruz. İş-ten çıkartmalara karşı, iflas ettim bahanesi üreten, yasaları arkası-na alarak sömürünün zincirleri-ni artıran patronlara karşı gelin, sendikamıza üye olun, birlikte mücadele edelim, hesap soralım.

Page 16: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

16

Avcılar Belediyesi’nden Belediye-İş Sendikası’na üye oldukları için işten

çıkarılan ve ardından işten çıka-rıldıkları için direnişe geçen Av-cılar Belediyesi taşeron temizlik işçileriyle, 55. gündür sürdürdük-leri direniş ve talepleri üzerine konuştuk.

Sosyalist Dayanışma: 55. Gündür direniştesiniz. Kamu-oyu yaratan direnişinizle ilgili Sosyalist Dayanışma dergisi olarak röportaj yaparak sesi-nizi daha geniş kesimlere ulaş-tırmak istiyoruz. İşten atılma sürecinizi anlatır mısınız?

Belediye- İş Temsilcisi: Be-lediyede kısa bir sürede örgüt-lenme tamamlandı. 600’e yakın işçiden 500’ü aşkın işçi Belediye-İş Sendikası’na üye oldular ve yetki başvurusunda bulunduk ama tabi belediye yetki itirazın-da bulundu ve bu süreçte öne çıkan işçi arkadaşlarımızı işten çıkardılar. Halen işten atılan 43 işçi arkadaşımız direnişi büyük

bir kararlılıkla sürdürüyor ve bugün 55. gün. Ama bu saldı-rılar yeni değil daha evvel 5 işçi atıldı direnişle geri alındı, 21 işçi atıldı direnişle geri alındı. Bizim direnişimiz de işimizi geri alana kadar sürecek.

Direnişi başlatmaya nasıl karar verdiniz?

Belediye-İş Temsilcisi: Bu arada işçiler sadece anayasal hakkını kullandıkları için işten çıkarıldılar. Tazminat, ikrami-ye, toplu sözleşme tartışmaları başlamadan ya da herhangi bir karşı karşıya geliş yaşanmadan sadece sendikaya üye oldukları için işten atıldılar. Anayasa’nın 55. maddesindeki haklarını kul-lanmak istedikleri için işlerinden oldular. Hatta bu saldırılar bura-da da kalmadı. Kıdem tazmina-tının kaldırılması, kiralık işçilik, bireysel emeklilik saldırıları da sürüyor. Bu saldırıların yegâne amacı işçi sınıfını daha fazla güç-süz bırakmak ve birlik olmasını engellemek. Kiralık işçilik saldı-

rısı ise kazanılmış birçok hakkı ortadan kaldıracak. Şirketler çok az bir teminatla işçi kiralayabile-cek ve asıl işin yapıldığı patronlar işçilerden sorumlu olmayacak. Ve hakkı çalınan işçi içi boş bir şirketle baş başa bırakılacak. Bu aslında kıyametin başlangıç nok-tası.

Ama burada işçiler kabuğunu kırdı ve artık işsiz kalma derdim olmasın, diyerek çare aradılar ve çareyi sendikalarında buldular. Sendikalaşma süreci çok kısa sü-rede tamamlandı. Burada tarihe not düştüler. Yerel yönetimlerin kalbi olan noktada, temizlik işle-rinde çalışan işçiler çalışma ko-şullarına itiraz ederek yeter artık dediler ve tarihe not düştüler. Bu direniş işçi sınıfının örgütlenme tarihine not düşmüştür. Bu di-reniş iş güvencesine sahip çıkan işçinin direnişidir.

Direniş boyunca nelerle karşılaştınız?

Belediye-İş Temsilcisi: Ça-dırımızı yaktılar, diğer işçilere baskı uygulamaya başladılar medyada kararlama yapmaya başladılar. Yıktıkları çadırımızın yerine ATM makineleri koydu-lar. Pankartlarımızı kestiler, yırt-tılar ama işçileri yıldıramadılar. Bu mücadelenin başarıya ulaş-ması da işçilerimizin dik duruşu ile mümkündür. Eğer işçi inanı-yorsa bu mücadele kazanılır. Bu direniş karşısında hiç bir güç ka-yıtsız kalamaz.

1980’de darbe işçi sınıfının üzerinden silindir gibi geçti ve tüm örgütlenme deneyimi geri-de kaldı, zayıfladı. 80’den sonra gelişmemiz zayıfladı ve yasalar birbiri ardına çıktı. 80 öncesi kazanılan işçi davaları Yargıtay’a gitmezdi, kesin sayılırdı, kazanıl-mış haktı. Şimdi ise arabulucu-luk yasaları ile hiç mahkemeye gidemeyecek duruma getiriliyo-ruz. Mahkemelerde emsal karar çıkmasın diye kararlar siyasi ola-

BİRARAYA GELİNCE BİZ MİLYONLARIZ ONLAR İSE BİR AVUÇ!

Ve de en önemlisi, direnen tüm işçilerin birleşebilmesi. Birleştiğimizde sesimiz daha gür ve daha güçlü çıkıyor. Birleştiğimizde birbirimizden güç alıyoruz ve o zaman cevabımız bambaşka oluyor. Bizim direnişimizde bu birleşmeyle ancak başarıya ulaşabilir. Direnişin gücünü böyle büyütebiliriz.

RÖPORTAJ

Page 17: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

17

rak veriliyor. ALİ POLAT: Bu işin parti-

si ön planda olmamalı, burada önemli olan ekmek kavgası. Se-çim öncesi işçinin yanında olan koltuğuna oturduğunda serma-yenin çıkarı neyse ona göre ça-lışmaya başlıyor. Bu emekçileri bölme politikasına başlıyor. Kimi milliyetçiliği öne çıkarıyor, kimi dini öne çıkarıyor. Bunlarla bizi parçalıyor ve emekçilik payda-sında buluşmamızı engelliyorlar. Bu yeni istihdam yasalarını daha emekçiler anlamadı, daha tam hissetmediler. Ama hissettikle-rinde her şey bambaşka olacak. Yoksulluk, yokluk vurduğunda her şey bambaşka olacak. Yer ye-rinden oynayacak. Halkın tepki-sini de örgütlememiz gerekiyor. Ve de en önemlisi, direnen tüm işçilerin birleşebilmesi. Birleş-tiğimizde sesimiz daha gür ve daha güçlü çıkıyor. Birleştiğimiz-de birbirimizden güç alıyoruz ve o zaman cevabımız bambaşka oluyor. Bizim direnişimizde bu birleşmeyle ancak başarıya ula-şabilir. Direnişin gücünü böyle büyütebiliriz. Çünkü bizim bu-radaki eylememiz sadece kendi-miz için değil. Biz burada içerde çalışan işçi için de direniyoruz. Direniş tüm işçilerin hakları için çözüm üretiyor.

Çalışma koşullarınız nasıldı?TÜLAY OPUZ: Çalışma

koşullarımız çok sıkıntılıydı. Sokakta çalışan süpürgecilerin koşulları özellikle çok zordu. En büyük sıkıntı ne yaparsak ya-palım sürekli işten atılma teh-didinin olmasıydı. 10 dakikalık dinlenme molamızda bile otur-mamız dinlenmemiz istenmi-yordu. Sürekli bir tutanak tutma, savunma isteme durumu artık bizi yıldırıyordu.

HASAN BASRİ KAYA: Ça-lışma koşulları çok zordu. Ben şoför olarak çalışıyordum. Şanti-yede çalışanların durumu ve sü-pürgecilerin durumu farklı fark-lıdır. Mesela çöp kamyonunda çalışan işçi arkadaşların eldivene ihtiyacı var ve işçinin kendi ce-binden alması bekleniyor. Yeterli eşya verilmiyor. İş güvenliği ile ilgili hiçbir şey verilmiyor, hiçbir eğitime tabi tutulmuyoruz. Kişi-sel koruyucu donanımlar eksik. Sokakta çalışan süpürgeci arka-

daşlar vardiya boyunca ayakta-lar ve soğuktan korunakları yok, soyunma odaları yok, tuvaletleri yok. Ama sanki bunlar yokmuş gibi davranılıyor. Belediye yetki-lileri denetlemediği gibi üstüne talepte bulunanları da tutanakla tehdit ediyorlar. Maaşların ge-cikmesi de cabası. Evinin kirasını ödeyemeyenler oldu ve aramızda dayanışma ile evinden atılmasını engelledik. Biz ihale istemedik. Biz ortaklık istemedik. Biz in-sanca çalışma koşulları istedik. Sadece yasada tanımlı hakları-mızın tanınmasını istedik. Ve insanca çalışacak bir iş yeri iste-dik. Ama bedeli sendikalaşma-mıza karşı gelmek oldu ve işten atıldık. Ama bu bizi yıldıramaz. Bu şartlar değişmediği sürece biz gideceğiz başka işçiler direnecek. Biz burada sadece kendimiz için de durmuyoruz. İçerdeki arka-daşlarda bizim öncülüğümüzde sendikaya üye oldular. Onları da yüz üstü bırakamayız. Onlar içinde direniyoruz.

Kadın işçilerin yaşadığı so-runlar neler?

SENEM TORHAN: Vardiya sabah 07.00’de başladığı için ıssız bölgelerde yalnız çalışmakta zor-landık. Çift kişi çalışalım dedik, anlatamadık. 5 dakika dinlen-me molamızı bile kullanmamız gözlerine batıyordu. Yağmurda çamurda kesintisiz çalışmamız bekleniyor. 25-30 kadın aynı anda koridorda giyinmek zorun-da kalıyorduk, lavabo ihtiyacımı-zı esnaftan karşılamak zorunda kalıyorduk ve esnafı tepkisi ile karşılaşıyorduk.

En ufak talebimizde işten atılma tehdidi oluyordu. İçerde örgütlenme sürecinde bizden evvel atılan işçiler oldu, biz de üye olmayalım diye çok defa sor-gu odasına alındık. En sonunda biz de üye olduk diye işten atıl-dık. İlk atıldığımız gün belediye başkanı ile görüşmeye gittik ama kendisi bizimle görüşmedi. İlk görüşmemizde tekrar işe alına-cağımız söylendi ama 2. gün iş başı yapmaya gittiğimizde adeta tekrar kovulduk. Elbiseleri bıra-kın gidin, dendi. Maaşların bile ödenmeyeceği ile tehdit edil-dik. İçerdeki diğer işçilerin de gözünü korkutuyorlar. İşsiz bı-rakmakla tehdit ediyorlar. Hatta direniş boyunca bize destek olan esnafları bile tehdit ettiler, kor-kuttular. Ama yılmak yok, kaza-nana kadar devam edeceğiz.

Talepleriniz nelerdir? ÖZGÜR DEMİR: Biz hakkı-

mız olan ne varsa onun tanınma-sını ve işe geri alınmamızı isti-yoruz. İhale istemiyoruz, kardan hisse istemiyoruz. Bizler toplu iş sözleşme ile işimize geri dönmek istiyoruz. Atılan tüm işçiler geri alınana kadar da taleplerimizi yükselteceğiz.

Direnişinizle nasıl bir daya-nışma sürüyor?

ÖZGÜR DEMİR: Çok sayı-da destek alıyoruz. Hemen her gün işçi örgütleri ziyarete geli-yor. Sosyal medyada destek her geçen gün artıyor. Cümle aleme sesimizi duyurduk. Şimdi son 1 haftadır bir kampanya sürüyor. Sendikamızın üyesi diğer işçi

arkadaşlarımız maddi yardım kampanyası sürüyor.

Avcılar halkı da desteğini esirgemiyor. İmza atıyorlar, gelip soruyorlar, neler yapabiliriz, di-yorlar. Onları belediyeyi protes-toya davet ediyoruz. Ama onlara daha fazla anlatmamız lazım. Bazı taciz durumları da olmuyor değil ama bu davranışlar bizi yıl-dıramaz.

Son olarak bizlere ve oku-

yucularımıza neler söylemek istersiniz?

ÖZGÜR DEMİR: Bizler hak-larını almak için mücadele eden emekçileriz. Milyonlarız. Bir ara-ya geldiğimizle üstesinden gele-meyeceğimiz hiçbir şey yoktur. Onlar ise bir avuç. Bizim gözü-müz hakkımızdan daha fazla-sında da değil. Direnişe başladı-ğımız ilk günden bu yana sonuç alacağımıza dair umudumuz kı-rılmadı. İşimize tekrar dönmeyi istiyoruz. Ancak taleplerimizin karşılanmasıyla birlikte işimize dönmek istiyoruz. Bunun için çadır direnişimizin yanında imza topluyoruz. Şimdiye kadar top-ladığımız 40 bin imza ile CHP İstanbul il binasına bir yürüyüş yaptık. Şimdi imza toplamaya devam ediyoruz. Herkesi imzala-rıyla da direnişimizi destekleme-ye çağırıyoruz.

Bugün BATİS’ten ve BAMİS’ten arkadaşlar yanı-mızdaydı. Her gün dostlarımız yanımızda. Bizleri yalnız bırak-mıyorlar. Bizler birleşe birleşe kazanacağımıza ve dayanışma-nın gücüne inanıyoruz.

Page 18: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

18

çalışırken kendime örnek aldı-ğım iki isim vardı, İsmet Demir ve Kenan Budak. İsmet abi ile ilk karşılaştığımızda, zorla konu-şuyordu. Kenan ise ben yaşlar-daydı. İsmet abiden anlattıkları ile öğrenirken, Kenan’la birlikte mücadele içinde öğreniyordum.

Kendi sendikal mücadelemi gözden geçirdiğimde benimle bu ikilinin ortak noktası olarak ilk aklıma gelen, sendika çalışa-nı olarak çalışanlarla içli dışlı ol-mak geliyor. İş yerinde bir sorun olduğunda çalışanların yanında olmak yetmiyor, yaşamı onlarla paylaşmak gerek diye düşünü-yordu onlar sanırım. Anlattıkla-rından, onlar hakkında anlatılar-dan çıkarıyorum bunu.

Bir de işçilerin sorunlarını dinlemeden sendikaya üye olup olmadıklarını sormamaları geli-yor aklıma, illa da “sendikaya üye ol” demeyişleri. Elbette sendika-ya üye gerek, elbette bir sendika-nın ne kadar üyesi varsa o kadar güçlüdür. Ama çalışanların bin bir türlü sorunlarına birlikte bir çözüm aramadan onların üyelik-leri kâğıt üzerinde kalır, gücü de kağıt üzerindedir. Bu durumda bir sendika çalışanına sorunu masa başında çözmeye uğraş-maktan başka bir şey kalmaz.

Kenan’ın sendikal çalışmaları bir bütün olarak ele alındığında dikkati çeken ilk konu, politik bir kimlikle mücadele içinde olma-sıdır. Öldüğü ana kadar politik örgütlü mücadele içinde olmak onun en önemli pusulasıydı, ‘sendikacılık batağına’ batmadı, ‘sendika ağası’ olmadı bu saye-

de. Ama partili olmayı ‘partinin emirleri’ olarak da görmedi.

Parti organlarında görev aldı, organ içi tartışmalarda sendikal mücadelenin sorunlarını tartış-maya açtı. Tartışılan sendikal si-yasetti, sendika içi diğer sorunlar değildi. Benzer şekilde sendika içi tartışmalarda aslolan sendi-kal sorunlardı, politika bunların önüne gelmezdi.

Kenan’ın mücadelesi ilk ba-kışta İsmet abinin mücadelesi-ne pek benzemezdi, biri ‘çarıklı’ iken diğeri ‘kravatlı’. Ama onla-rın ortak noktaları sendikal mü-cadelenin yanı sıra örgütlü poli-tik mücadele içinde olmaktı. Her ikisini klasik ‘sendikacılardan’ ayıran sadece bu değildi. Yaşa-dıkları döneme en uygun sendi-kal mücadele biçimlerini aramak da içinde bulundukları politik hattın bir geleneği idi.

Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin ilk eleştirel tarihi olarak yazdığı Yol isimli kitap dizisinin ‘Legali-teyi İstismar’ bölümünde bunun temel mantığını şöyle ifade eder: “İşçi sınıfı toplumun keşif gücü-dür, işçi partisi ise sınıfın keşif gücüdür. İktidar mücadelesi için öncülük görevi aralarında sendi-kaların da olduğu işçi kuruluşları tarafından yerine getirilir. Politik mücadele (iktidar mücadelesi) öncülük görevi üstelenen parti tarafından yürütülür. Ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda ise işçi kuruluşları oluşturulmalıdır.”

Burada dikkat çekici olan sendikaların sadece ekonomik mücadele ile sınırlı tutulmama-larıdır, sosyal ve kültürel alan-larda da çalışma yapmalarının öngörülmesidir. Bu anlamda sendikalarla işçi kooperatifleri, işçi kuruluşları arasında bir fark bulunmamaktadır. Kıvılcımlı böylece sendikaları sadece eko-nomik mücadele aracı gören gö-rüşlerle arasına bir sınır çizer. Bu sınır çizgisi daha sonraki aşama-larda da kendini gösterir.

‘Legaliteyi İstismar’ ile ko-nan teorik çerçevenin ilk somut hayata uygulama girişimi Vatan

Partisi Programı ile yapılır. Sen-dikalar her şeyden önce ‘Teşki-latlı Milletin’ bir parçasıdır ve mevcut yasalardan farklı olarak çalışan tüm kesimler için öngö-rülmektedir.

Kıvılcımlı daha sonra, 1965 seçimleri ile meclise giren 15 TİP milletvekilinin maaşlarının “orta hayat endeksinden yukarı” olan bölümünü, doğrudan doğruya “İşçi Gönüllüleri Fonu’na yatır-maları” ve bu fondan en az 100 işçi gönüllüsünün yukarda be-lirtilen görevleri yerine getirmek üzere finanse edilmesini teklif ediyor. Amaç, ‘sendika faciasını’ işçi sınıfı lehine ‘sendika yaratı-cılığına’ çevirmek, yani yeniden yapılandırmak.

İşte İsmet-Kenan sendika-cılığı bu hattın devamcıları idi. Kalıplaşmış ilke ve örgüt biçim-leri yerine yeniden yapılanma için her fırsatı değerlendirdiler, ilke ve biçimler günün şartlarına göre değişti, bazen işçi derneği, üretim kooperatifi, bazen gerici bir sendika içerisinde şube ör-gütlenmesi oldu. DİSK’in son kongresinde yapılan faşizme karşı direniş çağrısı ise, sendikal hareket açısından yeni bir çığırın başlangıcı oldu.

Bugün ‘Kenan Budak ölüm-süzdür’ demek, onun yürüdüğü yolun bugün bize ne gibi görev-ler yüklediğini görmeyi gerek-tirir. Günümüzde sendikaların gündeminde sürekli olarak yeni-den yapılanma olması bir tesadüf değildir. Mevcut sendikal örgüt-lenme modeli sınıfa ya dar geli-yordu ya da geniş! Yani vücuda bir türlü tam oturmuyor, elbise yaz-boz tahtasına döndürülmüş.

Bu gidişata son vermenin ipuçlarını Kıvılcımlı-İsmet-Ke-nan hattında bulmak mümkün. Onların düşünce ve davranışla-rı en azından ülkemizde sınıfın sendikal mücadelesi önündeki engelleri aşmamızı kolaylaştıra-caktır. Kenanları yaşatmak, an-cak sendikalara yeni bir biçim ve içerik vermekle mümkündür.

KENAN BUDAK’I YAŞATMAK

Ölümünün hemen erte-sinde Sosyalist Vatan Partisi Merkez Komitesi

imzalı bir bildiriyi yurt dışında bastırıp ülkeye gönderme işini yüklendiğimde henüz sendika-da çalışmaya başlamamıştım. O sırada benim gibi İsviçre’de olan bir arkadaş tek sayfalık bildi-ri için kara kalemle bir çalışma yaptı, önde onun portresi arkada ellerinde bayraklarla bir kalaba-lık.

Pelür kâğıdına basarak ülkeye gönderdiğimiz bu bildiriyi yıllar sonra bir tanıdığın arşivinde gö-rünce “Kenan Budak gerçekten yaşıyor.” dedim kendi kendime. Yıllar boyu İsviçre’de sendikada

MEHMET AKYOL

Page 19: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

19

KENAN BUDAK ANILIYORDİSK Yönetim Kurulu üyesi, İlerici Deri İş Sendikası Genel Baş-

kanı, Kazlıçeşme deri işçilerinin unutulmaz önderi Kenan Budak ölü-münün 35. yılında da dostları, yoldaşları ve sınıf kardeşleri tarafından anılıyor.

24 Temmuz Pazar günü İstanbul Tabip Odası’nın Cağaloğlu’ndaki toplantı salonunda gerçekleşecek etkinlik 10.00 da başlayacak.

Etkinliğin ilk bölümünde, 1960-80 arasında işçi sınıfının DİSK’i, 15-16 Haziranları, Alpagutları, Tarişleri yaratan militan mücadelesi Kenan Budak’ın yaşamından yola çıkarak dönemi yaşamış işçi önder-leri, sendikacılar ve bilim insanları tarafından tartışılacak.

Aynı gün öğleden sonra gerçekleştirilecek panel-forumda ise sını-fın içinde güncel mücadele yürüten öznelerin kendilerini anlattıkla-rı, tartıştıkları ve deneyim paylaştıkları bir etkinlik gerçekleştirece-ğiz. Çoğu zaman bir görünmezlik perdesi arkasına itilmeye çalışılan ancak sahada, atölyelerde, fabrikalarda, işçi sınıfı mahallelerinde bin bir emek ve özveriyle yürütülen sınıfı inşa çalışmaları böylece bir kez daha kendisi üzerine düşünmek ve belki de birbiriyle dayanışmanın yeni biçimlerini keşfetmek şansı yakalayacak.

Tüm halkımız davetlidir.

TARİH: 24.07.2016 PAZAR SAAT: 10.00-18.00

YER: İSTANBUL TABİP ODASI (Türkocağı Cad.No:9 Cağaloğlu İstanbul)

Kenan Budak, 10 Ekim 1951’de Erzincan’ın Ter-can ilçesinde doğdu.

Ahmet ve Müşkinaz Budak’ın dördüncü çocuğudur. Çift-çilikle geçinen aile, 1956 yı-lında İstanbul’a göç ederek Zeytinburnu’nun Beştelsiz Mahallesi’ne yerleşti. Tercan’da babaannesi ile bir süre daha ka-lacak olan Kenan, 1959 yılında İstanbul’a, ailesinin yanına geldi. İlkokulu Zeytinburnu’nda oku-du. Ortaokul ikinci sınıftayken de eğitimini yarıda bırakarak çalışma hayatına atıldı. Çeşitli iş-lerde çalışarak aile ekonomisine katkıda bulundu.

1968-1969 yıllarında genç-lik ve işçi hareketindeki canlılık, mahallesinde sevilen bir genç olan Kenan’ı da etkisi altına aldı. Zeytinburnu’ndaki İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği (İPSD) aracılığıyla Hikmet Kı-vılcımlı çevresi ile tanışarak işçi örgütlenmesi içinde görev aldı. 12 Mart askeri rejimi sol siyasi faaliyetleri yasaklasa da, Kenan Budak Zeytinburnu’nda çevre-sine toparladığı gençlerle örgüt-lenmeyi sürdürdü.

Hikmet Kıvılcımlı’nın ölü-münden sonra parçalanan “Doktorcu” hareket içinde, 1974 yılında Kıvılcım gazetesini ya-yınlayan grubun içinde yer aldı. 1975 yılında Kıvılcım grubu ile birlikte, kuruluşunda Hik-met Kıvılcımlı’nın görüşlerini savunan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ne (TSİP) katıldı. Yaklaşık bir yıl sonra, parti yönetiminin Kıvılcımlı’nın görüşlerini terk et-mesinin ardından, Kıvılcım gru-bu ile TSİP yönetimi arasındaki tartışma grubun partiden tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Bundan sonra Kenan Budak ve yoldaşları için siyasi mücadelenin yeni ad-resi, 1974 yılında yeniden kurul-muş olan Pahalılık ve İşsizlikle

Mücadele Derneği (PİM) oldu.Kenan Budak parti ve dernek

çalışmalarının içinde yer alsa da, asıl enerjisini aktardığı alan sen-dikal örgütlenmedir. Kazlıçeşme deri işçileri arasında yürüttüğü örgütlenme çalışması, Türk İş’e bağlı Deri-İş’in Kazlıçeşme Şube Başkanlığına, 1974 kongresin-de Kıvılcım grubunun adayının seçilmesini sağladı. 1975 yılında aynı işkolunda örgütlü olan ba-ğımsız Bar-Der İş (Bağırsak ve Deri İşçileri) Sendikası’na katılıp başkanlığına seçildi ve bu sen-dikanın 1976 yılında yine ken-disinin kurucusu olduğu DİSK’e bağlı İlerici-Deri İş’e katılmasını sağladı.

Yoğun siyasi ve sendikal faali-yetleri nedeniyle sık sık devletin ve sivil faşistlerin hedefi haline geldi. Defalarca gözaltına alındı, hakkında davalar açıldı. Kasım 1976’da uğradığı silahlı saldırı-dan yara alarak kıl payı kurtuldu.

1977 yılında Hikmet Kıvıl-

cımlı takipçisi olan grupların birliğini sağlamayı hedefleyen Vatan Partisi’ne katıldı.

DİSK’in 1977 yılında yapılan 6. Genel Kurulu’nda DİSK Yöne-tim Kurulu üyeliğine seçildi.

1978 sonunda Vatan Partisi’nde yaşanan bölünmenin ardından Sosyalist Vatan Partisi (SVP) kurucuları arasında yer aldı.

1980 yılında gerçekleşen DİSK’in 7. Genel Kurulu’nda devrimci demokrat muhalefet grubu içeresinde yer aldı.

12 Eylül 1980 darbesinin ardından sendikal hareketteki genel yılgınlık ve teslimiyet ha-vasına karşın Kenan Budak, az sayıdaki devrimci sendikacıyla birlikte, hakkında çıkarılan ya-

kalama kararına aldırış etmeden işçi hareketini yeniden ayağa kaldırmak için yoğun bir çaba içerisine girdi. Gizlilik koşulları içinde sürdürdüğü bu zorlu mü-cadeleyi, bir polis pusunda katle-dildiği 25 Temmuz 1981 tarihine kadar sürdürdü.

Cunta tarafından katledil-diğinde SVP MK üyesi ve DİSK Deri İş Başkanı’ydı.

Sendikal mücadeleyi dev-rim ve sosyalizm mücadelesin-den ayırmadan sürdüren Kenan Budak, devrimci sendikacılığın simge isimlerinden birisi olarak işçi mücadelesi tarihinde yerini aldı.

KENAN BUDAK HAYATIYLAYOLUMUZU AYDINLATIYOR

KENAN BUDAKSENDİKAL EĞİTİM

VAKFI GİRİŞİMİ

SOSYALİSTDAYANIŞMAPLATFORMU

Page 20: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

20

nasıl olabileceği, daha da ilerisi AB’nin bir dağılma sürecine mi gireceği tartışıldı.

Ancak oylama sonuçları açıklanınca bütün bunların kağıt üzerinde kalacağı açıkça görül-dü. Kimse yukardaki soruların cevapları konusunda emin değil-di, küresel ekonominin buna na-sıl tepki vereceği konusu aradan saatler geçmesine karşın netlik kazanmadı, hatta aradan hafta-lar, aylar belki de yıllar geçtik-ten sonra da bu sorulara cevap aranacak gibi gözükmekte. İlk bakışta görünen taş taş üzerinde kalmadığı, değeri değişmeyen bir para birimi veya hisse senedi kalmadı. Küresel ekonomi için durum, dereyi geçerken at değiş-tirmek gibi. Zaten oldukça kırıl-gan olan gidişat yeniden bir krize girme tehlikesi ile karşı karşıya.

İngiltere’de oylama sonucu-nu mülteci/göçmen tartışmaları belirledi demek mümkün. Son yıllarda giderek artan İslam düş-manı görünümlü ırkçılık, sadece Avrupa’da politik yaşamı zehir-lemeye devam ediyor. Avustur-ya ve Fransa’nın yanı sıra pek çok ülkede daha şimdiden ırkçı/

sağcı partiler Avrupa karşıtlığı maskelerini yüzlerine geçirdiler. Kötüye giden ekonomi ile birlik-te artan sosyal rahatsızlık şim-di Avrupa karşıtlığı ile kendine daha geniş taban bulma peşin-de. Önümüzdeki günlerde bazı ülkelerde İngiltere gibi AB’den ayrılma düşüncelerinin gündemi belirlemesi mümkün.

Göçmen tartışması, küre-selleşmenin kaybedeni olan çalışanların düzene olan tepki-lerinin dışa vurmasıdır aslında. Geleneksel sol partilerin sosyal Avrupa hayali ile AB’ye sahip çıkmaları bu tepkilerin giderek daha fazla sağ/ırkçı/muhafaza-kar partilere yönelmesine neden olmakta. Yunanistan’dan sonra Fransa ve Belçika’da sendikala-rın öncülüğünde başlayan sos-yal hareketler umut ışığı oldular, İspanya’da yenilenecek olan se-çimlerin sonucu bu hareketlerin ırkçı/sağcı partilere bir alternatif getirip getirmeyeceğini göstere-cek.

AB’nin daha başlangıcından bu yana bir kapitalist proje oldu-ğunu söyleyenler ise anti-kapi-talist mücadelenin yükseltilmesi

zamanının geldiğini söylüyorlar. İlk ortaya çıktığı serbest reka-betçi koşullarda, ulus denilen sı-nırlar içerisinde rekabeti coğrafi olarak devre dışı bırakarak geli-şen kapitalist model, tekelleşme aşamasında biçim değiştirme sancıları ile karşılaştı. En iyi çö-züm coğrafyaları birleştirerek pazarı genişletmekti. Bunun savaş ile değil barış ile olacağı-nı gösteren ABD, yani birleşik devletler (sınırlı da olsa Birleşik Krallık) başarı yolunda ilerledi. 20. yüzyıl boyunca başarılı olma-yan pek çok ekonomik-coğrafi birlikler yapılmaya çalışıldı.

AB bunların bir istisnası ola-rak 50 yıllık bir gelişim gösterdi, sürekli olarak genişleme imkanı buldu. Bu sürece paralel olarak gelişen küreselleşme, düzene, pa-zarı genişletme konusunda daha geniş alternatifler sunmaya baş-ladı. AB ülke sınırlarını aşıp böl-gesel pazar olma yolunda adım-lar atarken küreselleşme bölgesel pazarları da aşma yolundaydı. Ancak bu sürecin asıl kazananı olan finans-kapitale karşı tepki-ler kaçınılmaz olarak ‘ulus-paza-rı’ gündeme getirdi. Özellikle iç pazara dönük üretim yapan orta ve küçük işletmeler her yerde ye-niden ulus devletleri öne çıkar-mak için ‘milliyetçilik’ söylemine sarıldılar.

Küreselleşmenin diğer bir kaybedeni olan emekçiler şimdi-lik bu söylemin peşine takılmış görünüyor. Bir kapitalist proje olarak ortaya çıkan AB’den sos-yal bir Avrupa çıkmayacağını çalışanlar bizzat yaşayarak öğ-reniyor. Ancak gerek sendikalar gerekse de sol partiler bu ham hayallerden kurtulmuş değil. Merkezi bir bürokrasi tarafın-dan sermayeye en iyi koşullarda sömürü düzeni yaratma yerine yerellere dayalı demokratik bir ekonomi yaratma hedefi hiç kuş-kusuz işçi sınıfı ve tüm çalışanla-rın kurtuluş yolu olacaktır.

ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI MIYAŞANIYOR?

İngiltere halkının az farkla da olsa Avrupa Birliği’nden ay-rılma önerisine evet demesi

önce mali piyasalarda bir fırtına-ya neden oldu, kısa bir süre son-ra ‘kara cuma’ yaşandı. Borsada kimin neyi alıp sattığı takip edi-lemez bir hale gelirken tam bir sürü psikolojisi yaşandı.

Gerçi oylamadan haftalar önce ekonomi ile ilgili herkes ne-ler olabileceği konusunda uzun uzun tartıştı, evet oyu çıkması halinde birbirine benzer olası-lıklar ekonomi sayfalarında yer aldı. Böyle bir durumda İngiliz ekonomisinin hangi yöne gide-ceği, AB ile ilgili hangi sözleşme-leri yapabileceği, hatta daha ileri gidilip İngiltere olmadan AB’nin

MEHMET AKYOL

Page 21: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

21

Gerçeği söyleyeceğim. Benim görevim konuşmak, suç ortağı ol-mak istemiyorum. (...) Benim bir tek tutkum var, öylesine çok acı çekmiş ve mutluluğu hak etmiş olan insanlık adına, ışık tutkusu. Ateşli karşı çıkışım, ruhumun çığ-lığından başka bir şey değil. *

Alfred Dreyfus Fransa’da 1894 yılında hakkında hiçbir delil olmadan ca-

susluk ile suçlandı ve mahkum edildi. Eşinin davayı gündem-leştirmesi ile Emile Zola’nın L’ Aurore gazetesinde “Suçlu-yorum.” başlığıyla yayımlanan Cumhurbaşkanına açık mektubu Fransa’da büyük yankı uyandırdı. Fransa’da Yahudi aleyhtarlığı-nın bir sonucu olarak gelişen ve totaliter rejimi güçlendiren bu büyük haksızlık karşısında aka-demisyen ve aydınlar da sessiz kalmadı ve Zola’nın mektubunu destekleyen bir bildiri yayınladı-lar. Düzenin halkı milliyetçilik, Yahudi karşıtlığı (Alfred Dreyfus Yahudi bu arada) söylemleriy-le kendi yanına çekme çabaları kısmen başarılı olsa da adalet, eşitlik savunucu aydınlar susma-dı bugünlere ilham olan çabaları tarihe geçti.

Bizim açımızdan da aydın tavrı, aydının misyonu anlamın-da tarihi günlerden geçiyoruz. “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildiriyi imzalayan bin-lerce akademisyen şimdiki dö-nemin kahramanları oldu. Tu-tuklanan gazeteciler ve şimdi de Özgür Gündem gazetesi ile daya-nışan aydınlar direniş bayrağını onurluca taşıyorlar. Şimdiki sal-dırılar karşısında aydınlarda gö-rülecek en ufak bir tereddütün, en ufak bir geri adımın olması demokrasi mücadelesi açısından çok büyük olumsuz sonuçlara yol açacaktı. Direniş geleneğinin olmadığı unsurların uğradıkları saldırılar karşısında ne duruma düştüklerini de görüyoruz. Özel-

likle paralelci diye adlandırılarak saldırılan unsurlar ya soluğu yurt dışında alıyor ya da biat ediyor. Bizim aydınlarımızdan da böyle bir tavrı görmek için mi saldırı-yorlar bilinmez ama şimdiye ka-dar yüzümüzü karartmadılar.

20 Haziran günü Özgür Gündem tarafından başlatılan Nöbetçi Yayın Yönetmenliği kampanyasına katıldıkları ge-rekçesiyle haklarında soruştur-ma açılan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof. Şeb-nem Korur Fincancı, Sınır Tanı-mayan Gazeteciler (RSF) Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu ve yazar Ahmet Nesin ‘terör örgütü propagandası’ suçlamasıyla tu-tuklandı.

Şebnem Korur Fincancı’yı 1990’larda gözaltına alınan he-men hemen bütün devrimciler tanırdı. İşkenceyi kanıtlamada-ki en önemli kurumun başında idi. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Kurumu’nda uzun yıllar iş-kencenin saptanması için çalıştı çabaladı. Buradaki konumunun tesadüf olmadığını kendisi bir röportajında belirtiyor. “70’ler-de, öğrenciliğimde, hak ihlalle-rinin çok yoğun olduğu dönem-lerdi. İdamlardan işkencelere,

infazlara bütün bunlara bir şe-kilde tanık olmuş ve tesadüfen ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dola-yısıyla tüm bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın na-sıl gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme. Adli tıbbı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni ra-hatsız etmeye başladı. Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı. Ama belgeleme sü-recinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma iyi işlemese de siz eğer iyi bir göz-lemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu me-kanizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O an-lamda yapmak istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, ‘Bu böyle örtbas edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir’ diye.” Adli Tıp Kurumu’nda işkencenin yaygın,

GERÇEKLERİN HEP PEŞİNDE OLMUŞŞEBNEM KORUR FİNCANCI

yetkililerin işkencenin üstünü örttüğü 1990’larda, işkenceyi saptayan raporlar verdi. Sen-dikacı Süleyman Yeter’in öldü-rülmesiyle, Manisalı gençlere işkence yapılması ve Umut da-vasıyla ilgili dosyalarda işkenceyi saptadığı raporlar vardı. Yalnızca adli tıp alanında değil insan hak-ları, barış çalışmaları, işkencenin önlenmesi, kadına yönelik şid-det alanlarında birçok çalışması ve katkısı oldu. En son 3 Mart günü Cizre’ye gitmiş kendi elle-riyle bodrumlardan kemik par-çaları toplamıştı. İHD ve TİHV görevlileri ile birlikte Cizre’de yaptıkları incelemenin ardından hazırladıkları raporda vahşet bodrumlarında 178’den fazla in-sanın katledildiğini açıklamıştı.

* Emile Zola’nın L’ Aurore gazetesin-de “Suçluyorum.” başlığıyla yayımlanan Cumhurbaşkanına açık mektubundan.

FATMA İNCE

Page 22: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Sosyalist Dayanışma / Temmuz 2016

22

Tayip Erdoğan’ın Gezi Parkı’nda topçu kışlası projesini gerçekleştirile-

ceğini ve bunun için “cesarete” ihtiyaç olduğu açıklaması Gezi direnişinin tekrar sahneye çıkma gücü olup olmadığı tartışmala-rını doğurdu. Kimin daha cesur olduğunu yakında göreceğiz ama sol güçler sanki biraz güvensiz ve umutsuz gibiler. Gezi Parkı’nın tarihi direnişçileri aradan geçen bunca zaman sonrası tekrar bir araya gelip direniş moduna gire-bilirler mi?

Soruya yurt dışından Gezi Parkı direnişi örneklerine baka-rak yanıt bulmaya çalışalım.

Yeni liberal politikalar ve küreselleşme dünya ölçüsünde 2008 yılında bir ekonomik krize dayandı. Finans-kapital güçle-ri, bankalar devlet kasasındaki paralarla kurtarıldılar ve halklar da kemer sıkmaya zorlandı. Bir-çok yerde “Biz %99’uz” diyen bir Occupy (işgal) hareketi doğdu. ABD’den Avrupa’sına hatta Uzak Doğu’da birçok ülkede Occupy eylemleri yaşandı. Kent alanları uzun dönemli işgal edildi. Bazı yerlere halk meclisleri kuruldu. Egemen güçlerle çatışmalar ya-şandı. Bir süre sonra bu Occupy eylemcileri dağıldılar. Bunlardan dişe dokunur bir sonuç elde edil-medi. Hatta ondan sonra tekrar örgütlenme çabaları olumlu so-nuçlar vermedi. Bizim işte Gezi Direnişçileri de böyle bir gelecek korkusu yaşıyorlar.

Ama gözden kaçırılan bir şeyler vardır. Bu eylemler halk-lara düzenin birçok gerçeğini öğ-retmiştir. Halklar bundan sonra yolsuzluklara, kemer sıkma poli-tikalarına, haklarının ellerinden alınmasına karşı direnmeye baş-ladılar. Avrupa’da kemer sıkma politikalarına karşı birçok ülkede sokak gösterileri, kampanyalar, grevler, genel grevler başladı. Bunlara çeşitli meslek grupların-dan, sendikalara, öğrencilerden,

emeklilere birçok gelir grubu tepki göstermek için sokakla-ra döküldüler. Yani Occupy ile bazı aktivistlerin eylemleri başka şekillerde kendisini ortaya koy-maya başladı. Bir kez düzenin yanlışları ve yapısını halklara göstermişler ve direnişi bilinç-lere kazıyan örnek olmuşlardı. Tohumlar serpilmişti. Şimdi AB içinde bu gelişen tohumlara kısa-ca bakmaya çalışalım.

Occupycılar dağıldı ama Yu-nanistan, Portekiz, İspanya, İz-landa, İrlanda, İngiltere, Belçika ve birçok eski Doğu Avrupa ül-kesinde çeşitli biçimlerde halk-lar iktidar politikalarına karşı direndiler. Yunan halklarının kemer sıkma politikalarına tep-kilerinden Occupy değil bir sol Syriza örgütlenmesi doğdu. Bir sonuç alındı mı? Hem evet hem hayır. Halkların çıkarlarını sa-vunan bir iktidarı AB merkezi dinlemedi: “İstemiyorsanız çı-kın, gidin.” dedi. Yani sorun sa-dece gerici ülke iktidarları değil AB’nin merkezinde çöreklenmiş bir avuç finans-kapital güçleriy-di. Bu gerçeği yalnız Yunan değil tüm AB yoksul halkları anladı-lar. Bu kez halkın çıkarının neyi gerektirdiği basamağına çıkıldı. Çıkılırsa halkların durumunun kemer sıkmalardan daha kötü olacağı kararına varıldı ve AB içinden kıta ölçüsünde bir dire-niş örgütleme gereği anlaşıldı. Adım adım öğreniyor halklar. Şimdi Yunan halkları gene di-reniyorlar ve kendilerine destek bekliyorlar. Ama iyi öğreniyorlar. Artık Yunan direnişinin tohum-ları ekilmiş ve yeşermeye başla-mış ve tüm AB halklarına örnek oluyor. Bundan sonra AB içinde iktidarlar karşılarında kuzu kuzu duran halk yığınları bulamaya-caktır.

Aynı dönemlerde İspanya’da kemer sıkmalara karşı yerel öz-günlüğünde İndignados (ka-rarlılar) hareketi doğdu. Kent merkezleri işgal edildi, günlerce

tartışan halk meclisleri kuruldu. Buna İspanya’nın Gezi direnişi denebilir. Sonra yavaş yavaş da-ğıldılar. Sonra yerel seçimlerde Madrid, Barselona gibi önemli kentleri solcular aldılar. Genel seçimlerde de Indignados karşı-mıza Podemos olarak çıktı. Se-çimler yapıldı ve sağ geleneksel gerici partilerden hiçbiri iktidar olacak çoğunluğu ele geçireme-di. Halklardaki İndignados ge-leneği tohumları yeşeriyordu. Podemos ve eski gelenekli sol güçlerde birleşemediler. Bu ay içinde seçimler yenilenecek ve siz bu yazıyı okuduğunuz sıra-larda kamuoyu yoklamalarına göre Podemos ve sol güçler bir-liği Podemos Unidos oylarını arttırarak birinci ya da ikinci parti olacaktır. Yani İndignados İspanya’da da tohumları ekmiş-tir. Halk çıkarlarını savunan bir parti şekillenmiştir.

Kapitalizmin anavatanların-dan biri olan İngiltere’de Oc-cupycıların ektiği tohumlar ge-rici İşçi Partisi liderliğine sol bir isim Corbyn’i oturttu. Başarılı bir alternatif muhalefet yürütürlerse gelecek seçimleri kazanabilirler. Hatta şimdi halkların yarısı AB topluluğuna karşı duruyor. İşçi Partisi’nin Syriza gibi topluluk içinde kalıp onu tepeden ele ge-çirme tezinde henüz sol güçler hem fikir değiller. Daha yaşana-cak deneyler var gibi gözüküyor. Ama halklar artık eskisi kadar kandırılamıyor ve düşünmeye zorlanıyorlar.

Fransa “sosyalist” iktidarı

çalışma yasasında işverenlerden yana değişiklikleri yaptıktan sonra parlamentoda oylama-ya sunmadan Başkan Hollande özel yetkilerini kullanarak yasayı imzaladı. İmzalar imzalamaz da ilginç bir olayla Occupy dire-nişçileri ortaya çıkıverdiler. Bir fabrikadaki işçilerin direnişini anlatan “Merci Patron” diye bir filmi seyreden eylemciler film sonrası Paris meydanlarını işgal

TOHUM ATILDI

2008 kapitalizm krizi ve kemer sıkma politikaları sonrası artık başka bir dünyada yaşıyoruz. Yeni liberal politikaları uygulayan düzen partileri ömrünü doldurduğu gibi eskinin sol partileri de kitlelere bir umut vermiyorlar. Kitleler kendileri bir takım girişimlerde bulunuyorlar. Protestolar, kampanyalar, grevler, birçok yeni örgütlenme doğuruyor. Protestolar bir gün içinde çıkıp yok olabiliyor ya da haftalarca sürebiliyor, Gezi direnişi gibi tarih yazabiliyor.

AYŞE TANSEVER

Page 23: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

Temmuz 2016 / Sosyalist Dayanışma

23

renişinin merkezi konumunda çeşitli forumlar ve eylemler dü-zenleniyor. Kıtada yaşananları çok yakından izliyor ve dersler çıkarıyorlar. Alanların işgali, Occupy, Gezi örneği birçok olay yaşanıyor.

Kapitalizmin merkezi ABD ise Occupy hareketinin en canlı yaşandığı ülke oldu. Neredey-se her kentte bir yer işgal edildi. Sonra bu işgaller işçilere cesaret verdi. Ünlü öğretmen grevleri yaşandı. “25 dolar günlük asgari ücret” vs. gibi birçok kampanya başladı. Birkaç kent direnişinde polis tek tek zencileri öldürmeye başlayınca “Black Lives Matter” (Siyah Hayatı Önemlidir) hare-ketleri tüm ülke çapında yayıl-maya başladı. Occupy tohumları tüm ülkede değişik protesto ve direniş biçimlerine örnek olmuş-tu.

Bütün bu tohumlar kapitaliz-min merkezi ABD’de inanılmaz bir şey doğurdu. Başkanlık se-çimlerine Demokrat Parti adayı Clinton karşısına “demokratik sosyalist” olduğunu ilan eden Bernie Sanders rakip olarak çık-tı. Sosyalistliği tartışılabilir ama ne olursa olsun bu aday kapita-lizmin merkezi bir ülkede çok radikal bir oluşumdur. Sanders 12 milyondan fazla oy aldı. 22 yerleşkede seçimleri kazandı. Ayrıca seçim kampanyasını aynı İngiltere’de Corbyn gibi halkın bağışları ile finanse etti. Yani Oc-cupy tohumları aynı adla olmasa bile başka örgütlenmeler ilham kaynağı olmuştur. Bu kitlenin önümüzdeki dönemde başka eylemlere gebe olduğu kesindir. Örneğin son günlerde “ABD üst-lerine hayır!” eylemlerine yüz binler katıldı.

2008 kapitalizm krizi ve ke-mer sıkma politikaları sonrası artık başka bir dünyada yaşı-yoruz. Yeni liberal politikaları uygulayan düzen partileri öm-rünü doldurduğu gibi eskinin sol partileri de kitlelere bir umut vermiyorlar. Kitleler kendileri bir takım girişimlerde bulunu-yorlar. Protestolar, kampanyalar, grevler, birçok yeni örgütlenme doğuruyor. Protestolar bir gün içinde çıkıp yok olabiliyor ya da

edip düzene karşı öfkelerini dile getirmeye “Geceleri Sokakta” ey-lemlerine başladılar. Çok başarılı bir eylem oldu ve birçok Fransa kentine yayıldı. Mayıs ayında dünya kongresini topladılar ve Avrupa çapında protestolarını Haziran başında yaptılar. Gece Sokaklarda direnişini Occupy gibi tüm Avrupa’ya yaymaya ça-lıştılar. Ekilen bu tohumlar bu kez radikal ve radikal olmayan sendika işçilerine yayıldı. Ardın-dan öğrenciler desteğe başladılar.

Fransa’da birkaç yıl önce eği-tim ve sağlık reformları sırasın-da başlayan olaylar tekrar bu kez daha yüksek seviyeden başladı. Ülkede uçaklar durdu, benzin istasyonları benzinsiz kaldı. Ta-şıma işçileri yolları işgal ettiler. Tüm Avrupa ilericileri destek veriyorlar. Fransa’da da yeni sol örgütlenmeler şekilleniyor, ik-tidar partilerinin şansı azalıyor. Ve de ilginç olarak bu ortamda Faşist Le Pen Partisi de güçleni-yor. Ama halklar eskisi gibi kuzu değillerdir. Kaderlerini ellerine alma yoluna çıktılar. Direniş çi-çek açıyor, meyve vermeye hazır-lanıyor.

Daha dün İtalya’da yerel se-çimler yapıldı ve oranın Syriza ve Podemos örneği Beş Yıldız Hareketi ülkenin iki önemli kenti Roma ve Tulin’de kazandı-lar. Önümüzdeki seçimlerde bu AB’den çıkmayı savunan hareket iktidar olma şansına sahiptir. Yıl-lardır bu ülkede anti-kapitalist eylemler, Roma yangınları, işgal-ler halklarda bir birikim yarat-tılar. Onlar direniş tohumlarını ektiler. Bu ülkede de geleneksel sağ partiler halkın güvenini yi-tirdiler, düzene alternatif güçler yeşeriyor.

Eski Doğu Avrupa ülkele-ri de güney ve batılarındaki bu halk hareketlerinden etkileniyor. Onlar eski sosyalist düzeni ya-şamış olarak başka süreçlerden aynı noktaya doğru evrimleşi-yorlar. Onlar daha çabuk öğre-niyorlar. Bosna Hersek, Bulga-ristan, Romanya, Makedonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan’da birçok kez Batı yanlısı, yolsuz iktidarlar devrildi. Hırvatistan başkenti Zagreb, bölgenin di-

haftalarca sürebiliyor, Gezi dire-nişi gibi tarih yazabiliyor. Bir ör-gütlenme kuruluyor, kapanıyor ama arkasından yenisi doğuyor. Tohumlar serpilmiştir. Artık sol düşünceler belirli sosyalist par-tiler ya da grupların tekelinden halkların içine doğru yayılıyor. Sol düşünceler parti tekellerin-den çıkıp sıradan halkların par-çası olma yolunda. Çeşitli mes-lek grupları, sendikalar, öğrenci örgütlenmeleri, gruplar ayrı ayrı seslerini duyurma, düzene bir alternatif arama ihtiyacını duyu-yorlar. Aktifleşiyorlar. Doğru bu örgütlenmeler, işgaller, protesto-lar bir süre sonra sönüyor. Ka-panıyorlar, yok oluyorlar. Hatta kimisi günlük, haftalık oluyor. Kimisi ise bizim Gezi direnişi gibi tarih yazmış oluyor. Politik sahnede değişen bir şeyler vardır. O kapanan örgütler, biten grevler direnişler aslında artık dünya öl-çüsünde ekilen tohumların yer yer yeşermesidir. Hepsi birikiyor.

Bu birikim aynı Syriza, Po-demos gibi bizde de Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) doğurdu. İktidar öyle korktu ki bunlara savaş açtı. Ama ne ya-parsa yapsınlar her yaptıkları onları ölümlerine yaklaştırıyor. İktidar güçleri sıkıştıkça halkla-rın sesini kısmak için yeni yollar arıyor. Bir düşünün Gezi direni-şinden sonra bu iktidar kaç tane yeni yasa ile kaç kişiyi içeri attı, kaç kişinin hakkını gasp etti, kaç kişinin canını aldı, emeğinin karşılığına el koydu. Gezi dire-nişinin kitlesi giderek çoğaldı. Belki onlar sokaklarda boy gös-termediler ama bekliyorlar. Ar-tık ağaç kesmeye karşı olarak mı yoksa başka şekillerde mi ortaya çıkar bilemeyiz. Ama cesaretle-rin yarış edeceği bir dönemdeyiz. Hiç merak etmeyelim. Adı Gezi olmasa bile AB ve ABD’de oldu-ğu gibi başka bir adla da olsa o ekilen tohumlar yeşerecektir. Hiç şüphemiz olmasın. Sabır.

Page 24: Sosyalist Dayanışma Temmuz 2016 Sayı 45

CİZRE, NUSAYBİN, LİCE

YIKIMA KARŞI DAYANIŞMA İÇİN

KOLLARI SIVAYALIM!