KAPAK SAYI21 - TEMMUZ:Layout 117 Temmuz’da ajanslara düşen bir haber ve ilgili fotoğrafları,...
Transcript of KAPAK SAYI21 - TEMMUZ:Layout 117 Temmuz’da ajanslara düşen bir haber ve ilgili fotoğrafları,...
AydınlıkBU SAYIDA
40KİTAP
TANITILIYOR
20 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 21
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 857Kapitalizmin kendini yeniden üretebilme
ütopyası
Rosalie, aşka yenilen kadın!
Yaşam boyu adalet...
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi...
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandıÜnlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandıÜnlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandıÜnlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandıÜnlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
“Zaytung 2009-2011 Almanak” yayımlandıÜnlü mizah sitesinin kurucusu Hakan Bilginer’le söyleşi
Yeni yorum mümkün mü?
Hande Özcan’la “Corpus” kitabıüzerine...
17 Temmuz’da ajanslara düşen bir haber ve ilgili fotoğrafları, Japonya’nın başkenti Tok-
yo’da düzenlenen 200 bin kişilik bir protesto gösterisini duyuruyordu. Yedi buçuk milyon
kişinin de imzasıyla desteklediği protesto, nükleer enerji kullanımını hedef alıyordu ve No-
bel ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe de gösterinin önderlerinden biriydi.
1935 doğumlu Kenzaburo, ilginç bir yazardır. 17 yaşına kadar, çok sevdiği köyünden
hiç çıkmamış ve ona kalsa hiç çıkmayacakmış da… Ancak üniversite eğitimi için mecbu-
ren Tokyo’ya gitmiş, lehçe farkı nedeniyle de o yaştan sonra yeniden Japonca öğrenmiş.
İlk romanında, artık varolmayan o küçük köyün tarihçesini yazmış. Dünyaca ün kazan-
masını sağlayan romanı ise insanın iradesi dışında bulunduğu dünyaya yabancılık duymasını
anlatan “Kişisel Bir Sorun” bilindiği gibi… Türkçeye Can Yayınları tarafından kazandı-
rılan bu roman, küçük sorunların, kişisel sıkıntıların “büyük resim” açısından hiçbir öne-
mi olmadığını anlatıyor.
1994’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Kenzaburo’nun 1963 doğumlu zihin-
sel engelli bir oğlunun bulunduğunu, bu durumun çocuk doğar doğmaz anlaşıldığını, eşiy-
le birlikte çocuğun yaşamaması konusunda karar verdiklerini ama Hiroşima’da ölenler için
yapılan bir anıtı ziyaret ettikten sonra bu karardan vazgeçmiş olduklarını da belirtelim. Şim-
di eşiyle birlikte, kendisini oğluna adamış durumda… Ve dünyaya…
Kenzaburo Oe’nin tüm yaşamı ve tüm eserleri, “büyük resmin”, küçük kişisel sıkıntılarda
boğulup gitmemesi gerektiğini anlatıyor bize.
Onu, 200 bin kişilik haklı bir protesto gösterisinin en önüne taşıyan şey de bu olsa gerek.
� � �
İstanbul’da uluslararası bir üniversitenin kampusünde düzenlenen festivalde, uygulanan
“bira yasağı”, hiç kuşkunuz olmasın, kısa vadede “bira kullanımını teşvik ettiği” gerekçe-
siyle bazı kitapların yasaklanmasına, toplatılmasına, mahkûm edilmesine dek gidecek…
Ama bu işin “küçük sıkıntı” faslı… Türkiye’nin “büyük resmi” ve aydınlık birikiminin
gösterdiğiyse, başka bir şey…
� � �
Türkiye Yazarlar Sendikası ile Muğla Ören Belediyesi’nin işbirliğiyle bu yıl yedinci kez
düzenlenen Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’ne “Sevgiler Kanarken” adlı kitabıyla Hüse-
yin Yurttaş ve “5-7-5’ler” adlı kitabıyla İsmail Uyaroğlu değer görüldü.
Seçici Kurul’unu Doğan Hızlan, Egemen Berköz, Eray Canberk, Refik Durbaş, En-
ver Ercan, Sennur Sezer ve Leyla Şahin’in oluşturduğu ödülün töreninin, 20-21 Temmuz’da
7. Ören Melih Cevdet Anday Şiir Günleri ve Kültür Şenliği kapsamında gerçekleştirile-
ceği duyuruldu.
Aydınlık Kitap olarak, 2000’e Doğru dergisinin yazarlarından, Türkçenin en büyük us-
talarından değerli şair Melih Cevdet Anday’ı bir kez daha saygıyla anarken, Hüseyin Yurt-
taş ve İsmail Uyaroğlu’nu da kutluyoruz.
Sıkıntılar ve büyük resim
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Sabahattin Ali, Bütün HikayeleriÜlkenin yakın tarihini, insanın umutsuz ve çaresiz
kişisel tarihiyle harmanlayıp sanki olacakları
işaret eder gibi anlattığı için...
Latife Tekin, Sevgili Arsız ÖlümTürkçede yazılmış en güzel romanlardan, ya-
ratılmış en güzel dünyalardan biri olduğu için
Isabel Allende, AfroditAllende, o muhteşem şakacı diliyle afrodizyak
yemekleri anlattığı bu kitabını sadece “eğlen-
ÖneriYorum
MİNESÖĞÜT
1)
5)
2)
3)
Ece Ayhan, Bakışsız Bir Kedi KaraHer üç roman, hikaye ya da deneme
arasında mutlaka büyülü bir şiir kitabı
okumak gerektiğine inandığım için...
Haftanın Portresi: Suat Derviş s. 4
Arzunun o belirsiz nesnesi* s. 5
Eureka’dan berideki Arşimet s. 6
Osman Bey değil Ataman! s. 7
Rosalie, aşka yenilen kadın! s. 8
Yeni yorum mümkün mü? s. 9
Orda bir Ahmet Erhan var uzakta... s. 10
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi... s. 11
Kapak/ Bu bir “Zaytung haberi” değildir! s. 12
s. 14
s. 15
s. 16
Cengiz Han’dan Halk Partisi’ne Moğolistan s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası s. 20
Sahaf s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
4)
20 TEMMUZ 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
mek ve eğlendirmek” üzerine yazdığı
için...
Eylemci ve yetkin düşün adamı olarak yeni aydın tipinin öncüsü Yusuf Akçura
Kapitalizmin kendini yeniden üretebilme ütopyası (ve farklı dünyalar)
Oğuz Atay, GünlükHem sevdiğiniz bir yazarı hem de yaz-
mak meselesini daha iyi anlamak için...
Hande Özcan: “Aşk gerçektir ve yasağı yoktur”
REHA GÖNENÇ
Vecdi Çıracıoğlu, roman ve öykülerinin
yanı sıra futbol tarihimizin önemli simala-
rından Galatasaraylı Metin Kurt’un yaşam
öyküsünü aktaran “Gladyatör” adlı kitabıyla,
biyografi alanında da söz sahibi olduğunu ka-
nıtlamıştı. Çıracıoğlu, bu kez de ilginç bir
portreyi, kendisini “Halkın Savcısı” olarak
tanımlayan Mehmet Feyyat’ı ayrıntılı bi-
çimde tanıtıyor okurlara.
Feyyat çoğumuz için ilk anda geniş çağ-
rışımlar yapan bir isim değil belki… Ama ha-
tırlatalım ki Hasan Pulur’un “Şu memlekette
kaç Mehmet Feyyat var ki?” dediği bir şah-
siyet var karşımızda. İlhan Selçuk’un “Bir
Mehmet Feyyat var adaletsizliğe karşı mü-
cadeleyi soluk alıp vermek gibi yaşam koşulu
belirlemiş” ve Teoman Erel’in “Evet sayın
okurlar, gerek hukukçu gerek siyasetçi ola-
rak delişmen ve enerjik davranışları nede-
niyle Feyyat’ın adı ‘deli’ye çıkmıştır” demiş
olduğunu da ekleyelim.
“Hayatım boyunca benim meziyetim
budur. Ne savcılığı ciddiye aldım, ne de Se-
natör'lük müessesini. Sadece ortaokul, lise
tahsilimi ve üç sene öğretmenliğimi ciddi-
ye aldım. Bunun dışında üç sene de ha-
kimliğim var. Hakimliğimi de ciddiye aldım.
Savcılık ve Senatörlüğü hep halk için kul-
landım. ‘Devlet halkın altındadır’ düsturu-
nu daha lise yıllarımdan bu yana şiar edin-
dim kendime. Benim görüşüm budur” diyen
Mehmet Feyyat’ın 88 yıllık yaşamı “roman
tadı” veren bir anlatımla aktarılıyor.
Eyüp savcısıyken bir olay nedeniyle si-
nirlenip, 40 gazetecinin önünde, merdi-
venlerden dört kat aşağı ittiği bir adamın “hiç
haber konusu yapılmamasını”, bu olayda
kendisini haklı çıkarmaya çalışanlara öfke-
sini de dile getiren; Yeşilçam'daki film şir-
ketlerine yönelik ciddi ve “tarihi” bir ope-
rasyon gerçekleştiren; “darbecinin akıllısı ol-
madığına” inanan ve daha nice acı tatlı olay-
la “pişmiş”, alışılmışın çok dışında, ayrıksı
bir hukuk adamı Mehmet Feyyat. “Tarih bo-
yunca adalet kullanılmıştır ve bugün de kul-
lanılmaya çalışılmaktadır” diyen Feyyat,
kimi yandaş gazetelerin bazı konularda
sözlerini nasıl çarpıttığından ceza ve tevkif
evlerinin durumuna, Kürt sorununa dek ge-
niş bir yelpazede heyecanla okunan bir
metne kaynaklık ediyor neresinden bakılsa.
Şu satırlar da kitabın “Ergenekon Ola-
yı, Savcılar ve Devlet” başlıklı bölümünden:
“Kürt öldürenler hariç, JİTEM gibi ölüm
hücrelerinde bulunanlar hariç ki bunda en
çok siviller var, elebaşı olan asker çok az ve
darbeden hepsi beraat edecek. Cezaevine
gittim ve Çetin Doğan’ı ziyaret ettim. Doğu
Perinçek’i ziyaret ettim. Dedim ki ‘Doğu, bi-
liyorsun anlaşamayız.’ Ama çok sever beni,
rahmetli babası benim dostum, o nedenle ve
Doğu’nun ömrü hapiste geçtiği için sempati
duyarım. Konuşmama şöyle devam ettim:
'Bana genç bir subayın vekaletini verin
ama sadece darbe ile ilgili içerde olacak. Ad-
liye'nin altını üstüne getireceğim. Beni de al-
sınlar içeriye, bunu yapabiliyor musunuz?
(...) Şimdi savcılık düzeni bitti, sıfır. Beş altı
savcı var, gerisi gösteriş, reklam. Savcılar bir
bütündür, elbirliğiyle bütün soruşturmala-
rı yapmaları gerekir. Beş altı hakim var, ge-
risi önyargılı. Yahu bunların içerisinde, Al-
lah aşkına aksini düşünen başkaları yok mu
kardeşim!? Bütün halk, burada görev ve ge-
reğini kullanmayı biliyor. Yüksek Hakimler
Savcılar Kurulu’nun rezaletini idrak ediyor.”
(Halkın Savcısı-Mehmet Feyyat, yayına hazırlayan: Vecdi Çıracıoğlu,
Scala Yay., 395 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Tıp profesörü İsmail Derviş Bey’in
kızı, asıl adı Hatice Saadet Baraner olan
Suat Derviş, Almanya’da Berlin Kon-
servatuvarı ve Edebiyat Fakültesi’nde
okudu. 1932’de Türkiye’ye döndükten
sonra Son Posta, Vatan, Cumhuriyet,
Gece Postası gibi gazetelerde röportaj-
ları ve romanları yayınlandı. Reşat Fuat
Baraner ile birlikte Türkiye’de toplum-
sal gerçekçi akımın ilk yayın organların-
dan sayılan “Yeni Edebiyat Dergisi”ni 15
Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında ya-
yınladı. Bu dergide kısa öyküler, fıkra ve
eleştiriler yazdı. 1944 tutuklamaları sı-
rasında eşi Reşat Fuat Baraner’i sakla-
dığı ve yasadışı Türkiye Komünist Par-
tisi’ne katıldığı gerekçesiyle yargılandı, bir
yıl hapse mahkûm oldu. Paris’e gitti.
1953-1963 yılları arasında Fransa’da kal-
dı. 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra
romanlarının yazımı ve yayımıyla uğraş-
tı, Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuru-
luşunda görev aldı. Edebiyata şiirle gir-
di. Gerçekçi ve toplumsal edebiyatın
yerleşip gelişmesine öncülük eden ya-
zarlardan biri olarak ünlendi.
Çıldırtıcı bir aşkın peşinde mahvo-
lan bir delikanlının öyküsünü anlattığı
“Ankara Mahpusu” (1957), Fransa’da
yayımlanan ilk Türk romanı olarak ta-
rihe geçti. “Fosforlu Cevriye” (1968)
adlı romanı büyük yankı yaptı, sonra-
sında tiyatro ve sinemaya uyarlandı. Di-
ğer önemli eserleri şunlardır: “Kara Ki-
tap” (1921), “Ne Bir Ses Ne Bir Nefes”
(1923), “Buhran Gecesi” (1924), “Gö-
nül Gibi” (1928), “Çılgın Gibi” (1934),
“Hiç” (1939).
Mağrurluğuyla tanınan ve Nazım
Hikmet’in dizelerine “Ağlasa da gizli-
yor gözlerinin yaşını / bir kere eğeme-
dim bu kadının başını” şeklinde geçen
Suat Derviş, döneminin ahlakçılık an-
layışının çok dışındaki, iyi bir eş, iyi bir
anne olma niteliklerini pek taşımayan
kadın kahramanlarıyla dikkat çekti.
Biraz da bu nedenle “Türkiye’nin Vir-
giana Wolf’ü” olarak tanımlandı. Aris-
tokrat kökeni nedeniyle ülkemizin sol
aydınlarınca hiçbir zaman “yeterince”
benimsenmeyen Suat Derviş, 23 Tem-
muz 1972’de İstanbul’da yalnızlık için-
de öldü. Cenazesi komşularınca Feriköy
mezarlığına defnedildi.
Ahmet Refik Sevengil onu şöyle ta-
nımlamıştı: “Suat Derviş hanım, ede-
biyatımıza, karanlık ve karışık dehliz-
lerden çıtırdayan eski tahtaların sesin-
de durup boşlukta korkunç akislerle hal-
kalanan ayak seslerini dinleyerek, ru-
hunda bir ürperiş ve gözlerinde titreyen
bir karartı ile geldi. Onda yeni olan, ede-
biyatımızın bir eksiğini tamamlayacak
olan bu korkudur.”
Suat Derviş(1903-1972)
Ma�rurlu�uyla tan�nan ve Naz�m Hikmet’in dizelerine “A�lasada gizliyor gözlerinin ya��n� / bir kere e�emedim bu kad�n�nba��n�” �eklinde geçen Suat Dervi�, döneminin ahlakç�l�k
anlay���n�n çok d���ndaki, iyi bir e�, iyi bir anne olma niteliklerinipek ta��mayan kad�n kahramanlar�yla dikkat çekti.
DEVLETE “KILIÇ ÇEKEN” SAVCININ ÖYKÜSÜ: “HALKIN SAVCISI / MEHMET FEYYAT”
Yaşam boyu adalet...“Cezaevine gittim ve Çetin Do�an’� ziyaret ettim.
Do�u Perinçek’i ziyaret ettim. Dedim ki ‘Do�u, biliyorsun anla�amay�z.’Ama çok sever beni, rahmetli babas� benim dostum, o nedenle ve
Do�u’nun ömrü hapiste geçti�i için sempati duyar�m.”
20 TEMMUZ 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
“KADIN VE KUKLA” TAHSİN YÜCEL’İN ÇEVİRİSİYLE YENİDEN...
PINAR AKKOÇ[email protected]
“Madrid müzesinde Goya’nın eşsiz bir tab-
losu vardır, bilir misiniz, son kattaki salona
girilince, soldan birincidir hani? İspanyol
etekli dört kadın, bir bahçenin çimenliğin-
de, bir şalı dört ucundan gererler, adam bü-
yüklüğünde bir kuklayı zıplatırlar güle-
rek...” (“Kadın ve Kukla”, Pierre Louÿs)
Fransız edebiyatında pornografik anla-
tım önemli bir yere sahip. 1740 – 1814 ta-
rihleri arasında yaşamış Marquis de Sade bu
anlatım tarzının öncülerinden sayılır. Bir ede-
biyat terimleri sözlüğünde pornografi şöy-
le tanımlanmış: “Sanat ve edebiyat yapıtla-
rında insanın cinsel yönünü, estetik bir
amaç gütmeden, salt içgüdülerine ve hay-
vansılığa yönelten bir yaklaşımla yansıt-
ma.” De Sade de genellikle
eserlerinde bunu yapar. Sadizm
kavramının onun adından tü-
retildiği bilinir.
Her ne kadar De Sade’ın
yapıtlarında olduğu kadar sert
pornografi söz konusu olmasa da
yine bir Fransız yazar olan Pier-
re Louÿs’ün eserlerinde De Sa-
de’ın izlerine rastlamak müm-
kün. 1870 - 1925 yılları arasında
yaşayan Louys ilk çıkışını Aph-
rodite isimli başyapıtıyla yapar.
İskenderiye’deki saray gözdele-
rini anlatan bu romanıyla ün kazanır. 1898’de
yayımladığı “Kadın ve Kukla” başlıklı çalış-
ması ise en önemli eseri kabul edilir.
“Kadın ve Kukla” geçtiğimiz günlerde
İmge Kitabevi tarafından yeniden Türkçe-
ye kazandırıldı. Tahsin Yücel tarafından
Fransızca aslından çevrilen bu eser kitab-
evinin “Yirminci Yüzyıl Klasikleri” serisin-
den çıkmış.
Hikaye, hayalleri süsleyen bir İspan-
ya’da, Sevilla kentinde geçiyor. Louys, İs-
panya’nın kendine özgü havasını yansıtırken,
eseri boyunca estetik bir kaygı güttüğünü his-
settiriyor. Roman Conchita ile Don Mateo
arasındaki gel gitli aşk ilişkisini konu alıyor.
İkili arasındaki ilişki bir ilişkiden çok bir oyu-
na dönüşmüştür. Bedensel güzelliği dışında
bir özelliği bulunmayan bir kadının bir erkeği
nasıl bir oyuncağa dönüştürdüğünün hika-
yesidir anlatılan. Tabii yalnızca ilk bakışta...
Güzelliğiyle melekleri çağrıştıran Conc-
hita, Don Mateo’ya yaşattıklarıyla bir şey-
tana dönüşüyor. Mateo’nun sevgisi yaşa-
dıklarının sonucunda yerini şiddete bırakı-
yor. Her ne kadar Conchita’ya olan sevgisi
bitmek tükenmek bilmese de yeri geliyor sev-
diğine şiddet uygulamaktan alıkoyamıyor
kendini. Fiziksel şiddet, psikolojik şiddet ay-
rımının da çok açık biçimde hissedildiği hi-
kayede aslında şiddeti kimin kime uygula-
dığı ise okurun zihninde çelişkili bir tartış-
maya sebep oluyor. Romanda görülen sev-
diği insana acı çektirme durumu, sevginin
şiddete dönüşmesi bir çeşit mazoşizm olsa
gerek. Dönemin tüm yazarları gibi Lo-
uys’ün de 19. yüzyıl psikologların iddiaları-
na, özellikle Alman literatüründe yazılıp çi-
zilenlere hakim olduğunu kestirmek zor de-
ğil. Bu durumda bu hikayedeki mazoşist öğe-
lerin Louys’ün icadı olmadığı fakat yine de
yazın açısından yeni olduğu söylenebilir.
Kitap boyunca hikayenin geçtiği Sevilla
kentinin güzelliklerinin ayrıntılı aktarıldığına
değindik. Okurken bu coğrafyada hafif-
meşrep kadınların sayıca fazla olduğu his-
sine kapılıyorsunuz ve bu kent anlatı içinde
bir erotizm diyarına dönüşüveriyor.
Romanda modernizmle be-
raber Avrupa kentlerindeki top-
lumsal ve ahlaki değişimin izle-
rini sürmek mümkün. Bunun
yanı sıra büyükşehir insanının
karmaşık duygu dünyası, değiş-
ken ruh hali masaya yatırılıyor.
Pierre Louÿs’in bu eseri
dünya edebiyat tarihinin sine-
maya en fazla ilham vermiş ya-
pıtlardan biri. Toplam yedi fil-
min bu kitaptan esinlendiği bi-
liniyor. Kimi zaman roman
uyarlaması filmlerin romandan
eksilttiği düşünülür. Roman yazarları da ken-
di eserleri hakkında çoğu kez böyle düşünür.
“Otomatik Portakal” kitabının yazarı Ant-
hony Burgess’in aynı adlı filmi izleyince “böy-
le olacağını bilseydim bu kitabı yazmazdım”
dediği söylenir. “Kadın ve Kukla” ise film sa-
yesinde değerini arttıran kitaplar arasında.
En azından popülerliğini arttırdığı kesin.
Kitabın sinemaya ilk uyarlaması “La
femme et le pantin” (“Kadın ve Kukla”) is-
miyle 1928 yılında Jacques de Baroncelli ta-
rafından, ikinci uyarlama 1935 yılında Josef
von Sternberg tarafından “The devil is a wo-
man” (Kadın Şeytandır) adıyla yapılmış. En
bilinen ve en başarılı diyebileceğimiz üçün-
cü uyarlama ise Luis Bunuel tarafından
1977 yılında “Cet obscur objet du desirê (Ar-
zunun O Belirsiz Nesnesi) adıyla gerçekleş-
tirilmiş. Bunuel filmde şeytansı Conchita’yı
iki farklı oyuncuya oynatıyor, bu sayede bu ka-
dın karakterde buluşan iyi ve kötüyü daha da
belirgin bir şekilde karşı karşıya getiriyor.
“Kadın ve Kukla”, “kadın şeytandır” te-
masından çok daha fazlasını içeren zengin
bir kitap. *Luis Bunuel’in kitaptan esinlenerekortaya koyduğu filmin adı
(Kadın ve Kukla, Pierre Louÿs, İmge Kitabevi, çev. Tahsin Yücel, 122 s.)
5Aydınlık KİTAP
Arzunun o belirsiz nesnesi*
Eureka’danberideki Arşimet
MURAT HATUNOĞLU
Dersleri hatırlamak ne güzeldir. Hele hele ilkokulda
alınan dersleri. Bir kısmını sürekli hatırlıyoruz, ha-
tırladığımızın farkında olmadan.
Emeği ve kazandırdıkları ölçülemez öğretme-
nim Münire Arıöz, bir gün bir derse gelememişti.
Onsuz dersler, genelde pek bir yavan geçerdi be-
nim için. Ama o gün farklı oldu biraz, zira derse -
nöbetçi öğretmenlik göreviyle- Orhan Tosun gel-
di. Dersini merakla dinledim. Ama o, -yanılmı-
yorsam sınıfın haylazlığı üzerine- müfredat dışına
çıktı biraz. “Çocuklar” dedi, “imkânlarınızın kıy-
metini bilin. Bakın, ne güzel defterleriniz, kitapla-
rınız, çantalarınız var. Tertemiz kıyafetlerinizi giyiyor,
sapasağlam defterlerinizi, kitaplarınızı rengârenk
çantalarınıza koyuyor, okulunuza geliyorsunuz.
Kalemleriniz var çeşit çeşit, birinden sıkılınca biriyle
yazıyorsunuz... Bizim çocukluğumuzda şartlar böy-
le değildi. Çanta nerede, kitap defter nerede... Bi-
zim bulunduğumuz yerin yakınına çimento geti-
rirlerdi; çimentonun ambalajını toplar, keser, dü-
zeltir defter yapardık kendimize. Ne sizinki gibi ka-
lemimiz olurdu, ne de çantamız. O şartlar altında
okula giderdik...”
Orhan öğretmenimin dedikleri beni o zaman
çok etkilemişti. Gördüğünüz üzere, etkisini hâlen
sürdürüyor. Düşünüyorum, nereden
nereye, diyorum. İnsanlar ne şart-
lardan nerelere gelmişler... Sonra
buna biraz daha genelden bakmaya
çalışıyorum, eskilere, çok eskilere gi-
diyorum. Tarımın öncesine, avcılığa,
o zamanın insanlarının “anı yaşama”
zorunluluğuna... Derken, tarih ön-
cesini hayal etmeyi bırakıp, tarihe
dönüyor, tarihin dönüm ve dönüşüm
noktalarına bakıyorum. Sonra, ka-
çınılmaz olarak, Antik Yunan’a ve
o zamanın dünyasına dalıyorum.
Tabii Antik Yunan’ı hayal eder-
ken, hemen birkaç simge beliriyor
kafamda. O değişik kıyafetleri, üzüm salkımları, yaz-
dıkları ve yazdıkları.
KA�IDIN �LG�NÇ SERÜVEN�Yok, yazım hatası olarak almayın “yazdıkları”
sözcüğünü iki kez yazışımı. Zira yazılarının
içerikleri kadar, üzerine yazdıkları da ilginç An-
tik Yunanlıların. Papirüs, diye bir şey var o za-
manlar. Mısırlılardan gelme bir şey, papirüs bit-
kisinin köklerinden üretilen “kâğıt”. Üretimi ko-
lay, maliyeti düşük, ama kurabiye gibi, daya-
nıksız. Sürekli olarak yeniden yazılması gerekiyor
yazılanların. Tabii her yazılanı da kopyalamak
mümkün değil. Arada fazla önemsenmeyen ya-
zılar ağır ağır başlıyor yok olmaya... Çok önem-
senenenlerse tekrar tekrar yazıla yazıla devam
ediyor yola. Güçlünün kaldığı, güçsüzün elen-
diği evrim yolu gibi âdeta. Derken, işler deği-
şiyor. Genel söylenceye göre, Mısır Kralı, İs-
kenderiye kütüphanesini başka bir kütüphane-
nin geçememesi için papirüs ihracını yasaklıyor.
Bunun üzerine, kâğıtsız kalan Bergama'nın
Kralı II. Eumenes yeni bir kâğıt icat edecek ola-
na büyük ödüller vaat ediyor. O zamanki kü-
tüphane müdürü Krates oğlak derilerini işle-
yerek yazılabilecek hale getirip krala sunuyor.
Böylece parşömen MÖ II. yüzyıldan itibaren
Bergama'dan bütün dünyaya yayılmış, yüzyıllar
boyu kullanılmış oluyor. Yüzyıllar boyu diyorum,
ama papirüs gibi bir yeniden yazılma zorunlu-
luğunu kastetmiyorum. Parşömen çok dayanıklı
çünkü. Yüzlerce yıl sağlam kalabiliyor, ama bi-
raz pahalıya mal oluyor. Bu durum da, iki şey
çıkarıyor ortaya; daha seçkin şeyler yazılıyor par-
şömene ve bazen de eski yazılar kazınıyor,
üzerine yeni yazılar yazılıyor. Belki bazen işe ya-
rıyor bu tutumluluk, ama bazen de ilmi silip üze-
rine dini yazılar yazmak şeklinde gerçekleşiyor
bu işlem. Palimpsest deniliyor bu işleme. Bu ka-
zınma ve yazılmalar, Orta Çağ’ın ve parşömen
kullanımının ortadan kalkışıyla son buluyor. Son-
ra da bildiğimiz kâğıt giriyor devreye.
Kazınma ve yazılma işlemine maruz kalan ki-
şilerden birisi de, Arşimet. Evet, adını ilköğretim-
de duyduğumuz, meşhur “eureka!” sözünün atfe-
dildiği Arşimet. Biliyoruz ki, adamcağızın yazdık-
ları matematiği, fiziği ve felsefeyi oldukça derinden
etkileyen şeyler, ama bu durum o yazıların 13. yüz-
yıl civarında rahipler tarafından kazınmasına, ye-
rine de dualar yazılmasına engel olamamış. Fakat
belirtmemiz gerekir ki, Arşimet’in yazdıklarının hi-
kâyesi öyle sade bir silinip örtülme hikâyesi değil.
Tam bir serüven. Hem de bu serüvenin önemli bir
kısmı burada, İstanbul’da geçiyor.
Bu ilginç serüveni bize Alfa Basım Yayım’dan
çıkan “Arşimet’in Elyazmaları” sunuyor, Zennur
Anbarcıoğlu çevirisiyle. Kitabın yazarları, Stan-
ford Üniversitesi’nde antik bilimler profesörü olan
ve Arşimet konusunda otorite sayılan Raviel Netz
ile Walters Sanat Müzesi’nin el-
yazmaları ve nadir kitaplar küra-
törü William Noel. Yolları İstan-
bul’a düşen yazarlar, kitabın ba-
şında Haçlıların 1204’te Konstan-
tinopolis’i yağmalamasından bah-
sediyorlar:
“Ortaçağ savaşlarının iğrenç
gerçekleri Konstantinopolis’in üze-
rine çöktü ve büyük bir imparator-
luğun merkezi mahvoldu.
NEREDEN NEREYEYağmalanmış kentte insandan çok
kitap bulunmaktaydı (...) kent antik
dünyanın edebi hazinelerini mirası olarak saklıyordu.
Bu hazineler arasında antik dünyanın en büyük ma-
tematikçisi ve gelmiş geçmiş en büyük düşünürler-
den birinin eserleri de bulunuyordu. sayısının de-
ğerini yaklaşık olarak hesaplamış, ağırlık merkez-
leri teorisini geliştirmiş ve Newton ve Leibniz’den
1800 yıl önce kalkülüsün gelişimine doğru adımlar
atmıştı: Adı Arşimet’ti. Kentin yağmalanması sıra-
sında yok olan yüz binlerce kitaptan farklı olarak Ar-
şimet’in metinlerinin bulunduğu üç kitap da kur-
tuldu.” İlk iki kitabın çok önce bulunduğunu, bu ki-
taplardan Leonardo da Vinci’nin ve Galileo’nin fay-
dalandığını söylüyorlar ve ekliyorlar: “Ama Leo-
nardo, Galileo, Newton ve Leibniz’in üçüncü ki-
taptan haberleri yoktu. Bu kitapta Arşimet’in A ve
B Kodekslerinde bulunmayan iki olağanüstü çalış-
ması bulunuyordu. Bu metinlerin yanında, Leo-
nardo’nun matematiği çocuk oyuncağı gibi kalır.
Konstantinopolis’in yağmalanmasından sekiz yüz-
yıl sonra teknik olarak Kodeks C olarak bilinen üçün-
cü kitap, Arşimet Kodeksi sahneye çıktı. ”
Ve böylece bize hem tarihten hem matema-
tikten hem fizikten bahsediyorlar. Bunu en ileri tek-
niklerle çözdükleri metinler sayesinde gerçekleş-
tiriyorlar. Bir yandan da zihnimizde beliren, “bu bil-
gileri nasıl elde ediyorlar acaba?“ sorusunu yanıt-
lıyorlar. Bu sayede de bize tekrar bir sözü tekrar et-
tiriyorlar: “Nereden nereye?”
(Arşimet'in Elyazmaları, Reviel Netz , Willi-am Noel, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Çev: Zen-
nur Anbarcıoğlu, 328 s.)
Son siyah saçım: Artıkgenç bir adam sayılmam
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.Dante gibi ortasındayız ömrün.Delikanlı çağımızdaki cevher,Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,Gözünün yaşına bakmadan gider.Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?Ya gözler altındaki mor halkalar?Neden böyle düşman görünürsünüz,Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Cahit Sıtkı Tarancı
MELİS YALÇ[email protected]
Psikiyatr Kemal Sayar yaşlılık sürecini ta-
nımlıyor. Kayıplar, yas tutma ve yalnızlık yaş-
lı insanların göğüslemek zorunda kaldıkla-
rı, en çok görülen ve en çetin üç duygusal so-
rundur. İleri yaşlarda yetişkinler sanki bir ka-
yıp yağmuruna uğrarlar: Hastalık ve ölüm
yüzünden eşlerini, dostlarını yitirirler; sağ-
lıkları bozulur; yıllar yılı çalışa geldikleri iş-
lerinden, statülerinden, saygınlıklarından
olurlar; uzun yıllar yaşamış bulundukları yu-
valarından ayrılırlar; duygularının keskinli-
ğini ve dinçliğini yitirirler. İnsanın bu denli
çok şey yitirmesine karşın ayakta kalabilmesi
ve yaşamını başarıyla sürdürebilmesi hayret
vericidir; ama yine de yaşlıların çoğu bunu
başarır. Kayıpla birlikte mutsuzluk ve keder
de gelir. Kişinin yalnızlığa düşmesi de müm-
kündür. Bunlar ruhsal bozukluk veya hastalık
belirtisi değil, büyük önem taşıyan yaşam
olaylarına karşı normal sayılacak tepkiler-
dir. İleri yaşlarda karşılaşılan ufak tefek sı-
kıntılar, güçlükler birbirine eklenerek insa-
nın gözünde büyürler, altından kalkılama-
yacak şeylermiş gibi görünürler, dahası, in-
sana her şeyin sonu gelmiş gibi gelir.
Peki, tüm bu kayıplara ve duygusal çö-
küşe rağmen ayakta durabilmek mümkün
müdür? İnsan yaşlandığında her şeyden
elini eteğini çekip kendini evine mi kapat-
malıdır? Ülkemizde yaşlılara, ne yazık ki,
‘umutsuz, işe yaramaz ve düşkün’ gözüyle ba-
kılması sıradan bir olay. Çoğu zaman biri-
lerinin anne-babaları ya da diğer büyükle-
ri hakkında “Ne olacak canım, gelmiş yet-
miş yaşına, evinde oturup namazını kıl-
sın,” dediğini duyuyoruz. Oysaki tatil yöre-
lerinde, turistik yerlerde, söz gelimi İstiklal’de
dolaşırken aynı yaşlarda turistlerin ellerin-
de fotoğraf makineleriyle dolaşmalarına
tanık oluyoruz. Belki de hayatlarının en tat-
lı döneminde olan bu ‘ihtiyar delikanlılar’ ve
‘ihtiyar kızlar’ emekliliklerinin tadını çı-
kartıyorlar. Belki gözleri eskisi kadar iyi gör-
müyor ya da bacakları biraz yürüdükten son-
ra titremeye başlıyor ama kalpleri en az on
yedi yaşındayken attığı kadar hızlı atıyor.
Altmış yaşında olmak nasıl bir duygu-
dur? Okurlarımızın daha önce “Kimseyi Öl-
dürmedi Benim Babam” ve “Nereye Gidi-
yoruz Baba?” adlı kitaplarıyla tanıdığı Jean-
Louis Fournier, altmış yaşına bastığında ka-
leme aldığı, Yapı Kredi Yayınları’ndan Bil-
lur Küker’in çevirisiyle çıkan “Son Siyah Sa-
çım”da bu yaşın iyi ve kötü yanlarını kendine
özgü (kara) mizahıyla anlatıyor. Üstelik
akranı ihtiyar delikanlılara cesur öğütler ver-
mekten de geri durmuyor.
Açıkça söylemek gerekirse benim de en
çok korktuğum şeylerden biri yaşlanmaktı
bir süre öncesine kadar. Fikrimi değiştiren
dedemle yaptığım bir sohbet oldu. Dedemin
tecrübe ve bilgelik akan gözlerine bir süre
bakmak bile yeterdi belki, yaşlanmanın ço-
cukluk ve yetişkinlik kadar doğal ve insanı
her ikisinden de çok geliştiren bir evre ol-
duğunu anlamak için. Gençliğinde yaptığı
hataları anlattı bir bir, “Şimdiki aklım olsa
yapar mıydım?” dedi çoğu zaman ve inan-
dırdı beni yaşlanmanın korkulacak bir yanı
olmadığına.
20 TEMMUZ 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Altmış mumu söndürmek için birçok kez üfle-
mem gerekti. Herkes arkamdan güldü. Sanırım
beni sarakaya aldılar. Altmış yaşında olduğuma
inanamıyorum. Oysaki buna hazırlanmam altmış
yılımı almıştı.
Doğum günlerini, özellikle benimkini gide-
rek daha az seviyorum. Hediyeye ihtiyacım yok,
her şeyim var ve kötü bir fikri olana, “Ne iyi fi-
kir!” diyemiyorum. Çekmecem hiç takmayaca-
ğım kravatlarla tıka basa dolu. Herkes gitsin ve
ben yatağıma uzanayım istiyorum. Pastaları sev-
miyorum, şampanya ılık ve ben iltifatlardan
korkuyorum. Daha kötüsünü düşünüyorum:
Bayramlıklarını giymiş küçük kız yanıma gelecek
ve bana, “Dede, yirmi yaşında iken size yaşamın
ne kadar güzel olduğunu anımsatan bir müzik-
le eskiden olduğu gibi dans etmek ister misiniz?..”
diyecek. Yaşam güzeldi. Güzel anılar yüzeye çı-
kıyor, onlar daha hafifler. Çok ağır olan kötüler
dipte kalıyor.
Yaşlandığımı biliyorum, her yıl bunu bana ha-
tırlatmak gereksiz.
Şenlik yapacak bir şey yok.
Ya da şampanyasız ve de pastasız, bir yanda
Albinoni’nin Adagio’su –herkes siyahlarını giy-
miş– gelip bana, “Bir yıl daha yaşlandığınızı öğ-
rendim. Tüm kalbimle sizinle birlikte olduğumu
söylemek isterim” şeklinde taziyelerini sunmalı.
( Bu Siyah Saçım ve İhtiyar Delikanlılara Bazı Öğütler,
Jean- Louis Fournier Yapı Kredi Yay.,Çev: Billur Köker, 224 s.)
K�TAPTAN
Osman Bey değilAtaman!
HİKMET ÇİÇEK
Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün Silivri Ceza-
evi'nde yazdığı “Atamanoğlu Fatih” Mız-
rak Yayınları’ndan çıktı. Yalçın Küçük'ün
Osmanlı Tarihi ve Fatih üzerine öne
sürdüğü tezler öyle sessizce geçiştirilecek
gibi değil. Fakat Güngör Uras dışında Kü-
çük'ün kitabından söz eden hiçbir yazar
çıkmadı. Bunun nedeni, sadece medya-
nın Yalçın Küçük kompleksi değil. AKP
iktidarınca pohpohlanan Osmanlıcılık
tezleriyle piyasayı kaplayan bilimdışı ki-
tap ve dizilere Küçük’ün kitabının ters
düşmesi de suskunluğun bir diğer nede-
ni olsa gerek.
OSMANLI DE��L ATAMAN“Atamanoğlu Fatih”, zengin kaynakçası
ve sağlam referanslarıyla Osmanlı tari-
hine, bilinene alternatif yeni bir bakış ge-
tiriyor. Tarihin, takvim yazıcılığı olmadı-
ğını gösteriyor.
Küçük’ün tarih tezleri, Osmanlının
adında dahi bilinen tezlerden ayrılıyor.
Prof. Küçük, devletin kurucusu olarak bil-
diğimiz Osman Bey’in gerçek adının Ata-
man olduğunu çeşitli kaynaklara daya-
narak öne sürüyor. Osmanoğlu da yerini
“Atamanoğlu’na bırakıyor.
BO�LUK TEOR�S� “Atamanoğlu Fatih’te” bir “boşluk teo-
risi” öne sürülüyor. Buna göre Osman-
lı’nın yayılma ve genişleme döneminde
Avrupa coğrafyası tarihinin en yorgun dö-
nemini yaşıyor. Avrupa’da 1348 ile 1431
yılları arasında dokuz önemli veba salgı-
nı baş göstermiş. Bazı kentlerde nüfusun
üçte ikisini ortadan kaldırmış. 1338 yılında
başlayan ve tam 117 yıl süren “Yüzyıl Sa-
vaşları” Avrupa’da büyük bir yıkım ya-
ratmış.
“Taze” Osmanlı’nın batısındaki bu
boşluk Yalçın Küçük’e göre bir vakum et-
kisi yaratıyor. Moğol akınlarından kaçan
Osmanlı, Avrupa’da oluşan bu boşluğa
“doluyor”. Yalçın Küçük, Osmanlı’nın Ba-
tı’ya doğru yayılmasını bu itme – çekme
kuvvetleri ile açıklıyor.
OSMANLI’DA “PART�LER”SAVA�IYalçın Küçük, Osmanlı devletinin egemen
güçlerini iki partiyle açıklıyor: Kapıkulu
partisi ve Uçbeyleri partisi. Gücünü or-
dudan alan ve sarayda Çandarlı ailesi gibi
bürokratlarla işbirliği yapan Kapıkulları
düzenin tutucu yanını temsil ediyor. Uç-
beyleri ise bunun karşısında fetihçi ve ye-
nilikçi güçleri temsil ediyor. Birer “par-
ti” gibi iktidar için mücadele ediyorlar.
Her bir şehzade bir iktidar alternatifi ola-
rak görülüyor ve her birinin etrafında si-
yasal iktidar hesapları yapan kuvvetler
toplanıyor. Bu nedenle “partiler” ara-
sındaki mücadele, ölümle oy verilen bir
“seçime” dönüşüyor.
FAT�H D�NS�Z M�?Yalçın Küçük'ün Osmanlı’nın İslamlaş-
ması sürecine ilişkin tezleri de çok dikkat
çekici. Yalçın Küçük, bir pagan olan Os-
man Bey’in, şeyh Edebali'nin desteğini al-
mak için kızıyla evlendiğini ve Müslüman
olduğunu çeşitli kaynaklara dayanarak be-
lirtiyor.
Yalçın Küçük’e göre Osmanlı’da Sün-
ni İslam bir devlet politikası II. Bayezıd’la
başlıyor. Fatih’in Osmanlısı, Bayezıd’la kı-
yaslandığında görece laik bir toplum
gibi. Öyle ki II. Bayezıd tahta çıktığı za-
man babası Fatih’in dinsiz olduğunu söy-
lüyor. Babasının İtalyan ressamlara yap-
tırdığı tablolarını İstanbul pazarlarında
sattırıyor!
DARBELER TAR�H�“Atamanoğlu Fatih”i son yıllarda “darbe
edebiyatı” yapan kesimler özellikle oku-
malı. O pek hayran kaldıkları Osmanlı’nın
tarihi aynı zamanda bir darbeler tarihi ola-
rak da okunabilir. Kardeş katlinin, baba
katlinin olağan olduğu bir tarih. İktidar
mücadelesi kızıştıkça suya düşüp boğu-
lanların, yediğinden zehirlenenlerin, her
yeni sultan ile saraydan tabutların çıktı-
ğı, kundaktaki bebelerin keman kirişiyle
boğulduğu bir tarih.
Yalçın Küçük’e ellerine sağlık diyoruz.
(Atamanoğlu Fatih, Yalçın Küçük,Mızrak Yayınları, 472 s.)
Fatih’in o�lu Bayaz�dbabas�n� dinsiz olmakla
suçluyor. Babas�n�n �talyan
ressamlara yapt�rd���tablolar�n� �stanbul
pazarlar�nda satt�r�yor.Osmanl�’da iki “parti”
aras�nda iktidarmücadelesi: Kap�kullar�
ile Uçbeyleri
7Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Rosalie, aşka yenilen kadın!THOMAS MANN’IN “ALDANAN KADIN”I VE ACISIYLA MUTLULUĞUYLA HAYAT
DAĞHAN DÖ[email protected]
Shakespeare’in “Othello” sunu okurken,
Desdemona karakterinin kitabın bütün-
lüğünde önemsiz sayılabilecek repliğinin
altını çizmiştim: “İyi geceler, iyi geceler.
Tanrı bana yanlışlardan yanlış davranma-
yı değil, yanlışlardan doğru davranmayı
göstersin! “Shakespeare’e has lirizmi ta-
şıyan onlarca tümceyi görmezden gelip,
Desdemona’ya söyletilen bu kelimelerin
etkisi altına girmemin sebebi; tam da o
günlerde çağın bir klişesi üzerine düşün-
memdendi. İçinde bulunduğum çağın in-
sanı, tıpkı Desdemona gibi gönül ilişkile-
ri sebebiyle - kendince - türlü felaketlere
uğrayıp, acılara boğulursa; gösterdiği re-
aksiyon, tersi yönde tezahür ediyordu.
Maruz kalınan kötülük, nihayetinde insa-
nın kendisinin de kötü olmasıyla son bu-
labilirdi. Tecrübe, adeta duygusuz ve ben-
cil olmanın ehliyeti olmuştu.
Beni düşünmeye sevk eden bu tutum,
sırasıyla sanayi ve teknoloji toplumunun
parçası olan bireyin, hayatla ilişkisinin bir
sonucuydu. Tıpkı o bilindik fare deneyin-
de; labirente konulan farenin, karşısına çı-
kan her duvarda yön değiştirmesi ve şu-
ursuz bir devinim içinde olması gibi…
Çağın kentli insanı da mutluluğunun pe-
şindeydi. Onu harekete geçiren, duvarlar-
dan döndüren bu arzuydu. Kalabalık/ yü-
zeysel arkadaş grupları, karanlığın ve al-
kolün makyajıyla güzelleşen yüzlerle dolu
gece hayatı, içinden tutkusu alınmış sosyal
aktiviteler ve makineleşen kentli insanın iş-
ten arta kalan zamanlarda yaptığı altın vu-
ruşların daha nicesi… Peki mutlulukla
kastedilen neydi? Mutluluk, feysbuk say-
falarının her geçen gün zenginleşen içeri-
ğiyle ölçülebilir miydi? Bu mutluluk tanı-
mında acıya yer var mıydı? Yoksa çağın in-
sanı, kendini uyuşturmayı, acı çekmeye yeğ
mi tutuyordu?
“… Neyse ki, annesi ( Rosalie ) mutlu-
luğu zevk ve keyif olarak değil, acılarıyla bir-
likte hayat olarak algılıyordu. Çünkü Anna,
onun hayalini kurduğu şeyin ne büyük
acılarla dolu olduğunu daha şimdiden en-
dişeyle görüyordu.” (Aldanan Kadın, s. 70).
Thomas Mann’ın “Aldanan Kadın” ismiy-
le Can Yayınları’ndan dilimize çevrilen
kitabında, yarattığı Rosalie karakterinin
mutluluğu algılayış biçimi bu şekilde yer bu-
lur. Rosalie, 1800’lü yılların sonlarında
doğmuş; 50 yaşlarında bir kadındır. Ken-
disinden yirmi yaş küçük olan topal bir kızı
ve henüz lise son sınıfta okuyan bir oğlu var-
dır. Yarbay olan kocasını, savaşın başladı-
ğı yıllarda bir otomobil kazasında kaybet-
miştir. Doğaya aşık olan, kızının yaptığı so-
yut resimlerde kibarca ve tedirgin bir ses to-
nuyla daha anlaşılır, tabiat tasvirleri görmek
isteyen bu kadın; günün birinde oğlunun yir-
mi dört yaşındaki genç öğretmenine aşık
olacaktır. Rosalie, kanaması sebebiyle ka-
dınlığının yeniden uyandığını düşünmüş,
rahminde yayılan kanser hücrelerinin far-
kına varamamıştır. Kadının büyük aldanı-
şı da burada başlar.
Sanayileşme sürecinin tamamlanmadı-
ğı, halihazırda feodal kültürün etkilerinin ya-
şandığı bir zamanda geçen hikayede, insa-
nın hayatla ilişkisi doğrudan doğruya doğayla
olacaktır. Dev labirentlerin yerinde, uçsuz
bucaksız bozkırlar hüküm sürer. Ro-
salie’de hayatla arasında bu denli bir
ilişki kurmuştur. Ona göre tabi-
at, emarelerini insan bedeni
üzerinden de göstermektedir.
“Görüyorsun ya, ağrılar dai-
ma iyiliğimizi isteyen doğanın
olağan uyarı sinyalleridir,
vücutta bir hastalığın yayıl-
dığına işaret eder; dikkat,
anlamına gelir, orada bir ters-
lik var, buna karşı hemen bir
şey yap; yalnızca ağrıya karşı de-
ğil, o ağrıyla anlatılmak istenen
şeye karşı da. Kuşkusuz bizde de
böyle olabilir ve bu şekilde düşünülebilir.
Ama biliyorsun ki, senin bu adet öncesi ka-
rın ağrın, o böyle düşünmüyor ve seni hiç-
bir şeye karşı uyarmıyor. Bu, kadınlara
özgü ağrının bir tür oyunu ve o nedenle say-
gıdeğer, bunu böyle görmelisin, kadınca bir
yaşam edimi olarak.”
Kızının adet dönemi ağrılarını, doğanın
dilinden böyle tanımlıyordu Rosalie… Kızı
Anna ile yaptığı ruh ve beden arasındaki
uyum/ uyumsuzluk tartışması, etrafın değer
yargılarına aldırış etmeden; aşkıyla bede-
ninde uyandırdığını düşündüğü kadınlığının
isteklerini, yerine getirmek istemesini açık-
lıyordu: “Ruh, teslimiyet içinde bedenin onu
etkisi altına alarak ağırbaşlı yaşlı kadın ko-
numuna taşımasına izin vermiyor, onun
yerine tam tersi oluyor, tam tersi canım yav-
rum: Ruh, bedeni bir şef gibi yönetiyor. Bana
mutluluk dile hayatım, çünkü çok mutlu-
yum! İşte yine dişi oldum, yine eksiksiz bir
insanım, muktedir bir kadın, kendimi beni
etkileyen erkek gençliğine layık görmeye
hakkım var ve bir yandan da onun
karşısında kendimi aciz his-
sederek önüme bak-
mama gerek yok. Bu
gençliğin bana vur-
duğu hayat dalı
yalnızca ruhuma
değil, bedenime
de isabet etti ve
onu tekrar akan
bir çeşmeye çe-
virmeye yetti.
Gel de öp beni
canım yavrum, ne
kadar mutlu oldu-
ğumu gör ve o gör-
kemli, güzel doğanın mu-
cizevi gücünü benimle birlikte yü-
celt!”
Flaubert, “Madam Bovary” romanıyla
ilk kez; hikayedeki yan karakterlerin öne-
mini edebi düzeyde tartışma konusu haline
getirir. Romanda, işlevsiz olduğu sanılan
ve sadece birkaç kez sahne aldığını gör-
düğümüz yan karakterler, roman açısından
öyle hayati yerlerde ortaya çıkmaktadırlar
ki, hikaye bir anda derinlik kazanmakta-
dır. Thomas Mann’ın romanlarında da, ana
karakterlerin bazı detay özellikleri konu
bütünlüğü açısından oldukça önemlidir.
Fikrimce, Rosalie’nin kızı Anna’nın to-
pallığı, ona annesini anlayışla karşılayacak,
erkekleri fiziksel olmaktan çok manevi ola-
rak görmesini sağlayacak bir olgunluk ve
ayrıksılık kazandırmıştır. Keza Rosalie’nin
aşık olduğu gencin tarihe olan ilgisi, büyük
kentlerin görkemli binalarına olan hay-
ranlığı, doğanın yalınlığından ve samimi-
yetinden dem vuran Rosalie’nin çelişkisi-
ni gözler önüne sermektedir.
Thomas Mann, gençlik yıllarında yazdığı
“Venedik’te Ölüm” kitabıyla ele aldığı aşk
ve ölüm ilişkisini “Aldanan Kadın” ile bir kez
daha ve bu defa daha derin bir insan psi-
kolojisiyle irdelemektedir. Romanlarında,
tutkularına yenik düşerek tabir-i caizce
aşklarının kölesi haline dönüşen karakter-
ler anlatılmıştır. “Venedik”te Ölüm”de
Aschenbach isimli karakter, ölümü aşkı
için tercih ederken; Rosalie, yaşlılığa ve ölü-
me; aşkı ile direnmektedir. Ancak bu dire-
niş, ölüm anında şu satırlarla son bulur:
“Doğa… Onu daima sevdim. Aşka gelin-
ce…Doğa, onu çocuğuna gösterdi.”
Esen Tezel çevirisiyle kütüphaneleri-
mize sunulan “Aldanan Kadın”, 1900’lü
yılların başındaki insanı ve değer yargıla-
rını, - bizi bugüne ulaştıran - hayat algısı-
nın izleklerini ve özellikle kişisel hayatla-
rımızda önümüze konulan tabuları sor-
gulayan ve sorgulamamızı sağlayan bir ki-
tap…1929 yılında, Nobel Edebiyat Ödü-
lü alan Alman asıllı Amerikan vatandaşı
yazar Thomas Mann’ın ölmeden önce ta-
mamladığı son öykü olması da, kitabı
ayrı bir yere koyuyor; saygıdeğer okuyucu!
(Thomas Mann, Aldanan Kadın, Can Yayınları, çev: Esen Tezel, 92 s. )
Sanayile�me sürecinin tamamlanmad���, halihaz�rda feodal kültürün etkilerinin ya�and��� bir zamandageçen hikayede, insan�n hayatla ili�kisi do�rudan do�ruya do�ayla olacakt�r. Dev labirentlerin yerinde,
uçsuz bucaks�z bozk�rlar hüküm sürer. Rosalie’de hayatla aras�nda bu denli bir ili�ki kurmu�tur. Ona göre tabiat, emarelerini insan bedeni üzerinden de göstermektedir
Ruh,bedeni bir �ef
gibi yönetiyor. Banamutluluk dile hayat�m,
çünkü çok mutluyum! ��teyine di�i oldum, yine eksiksiz
bir insan�m, muktedir birkad�n, kendimi beni etkileyen
erkek gençli�ine lay�kgörmeye hakk�m var ve biryandan da onun kar��s�nda
kendimi aciz hissederekönüme bakmama
gerek yok
Thomas Mann
Yeni yorum mümkün mü?M. SALİH [email protected]
“Unutma – hiç kimse dünyayı senin gör-düğün şekilde görmüyor, bu yüzden an-latman gereken öyküleri de bir başkası an-latamaz”Charles de Lint, The Blue Girl kitabından
Eğer fantastik kurgu ile uzun zamandır
ilgileniyor, her yeni serinin yayımlanışında
karnınızda kelebekler hissediyorsanız
ve gençliğinizde otobüslerde, öğle yemeği
aralarında ve uykusuz gecelerde serile-
rin kitaplarını bir bir mideye indirdiyse-
niz, muhtemelen aklınıza zaman zaman
sizi bıktıran, fantastik kurgu ile ilgilen-
meye devam edip etmeyeceğiniz üzerine
şüphelere düşüren bazı sorular da üşüş-
mektedir. Bu sorulardan/sorunlardan
birini ve en önemlisini bu hafta ele ala-
lım, diğerlerine ise zamanı geldikçe ve ko-
nuyu örnekleyebileceğimiz bir kitapta ya-
yınlandıkça devam edelim.
M�TOLOJ� VE FANTAST�KKURGU SORUNSALISorun 1: Fantastik kurgu mitolojiyi yıllar
boyunca o kadar sömürmüştür ki artık ya-
ratılan bütün seriler birbiri ile benzerlik
göstermektedir. Hal böyle olunca fante-
zi, asıl eğlence ve esin kaynağı olan
“başka bir dünya” kavramından uzak-
laşmaktadır.
Yanlış. Bütün tarihi boyunca fantastik
kurgu, sadece mitolojilerden beslenme-
mekle birlikte mitlerin yaratıklarına ve
dünyalarına olan bakışları da yazarların
farklı perspektiflerini yansıtmaktadır.
Terry Pratchett’ın büyücüleriyle, Tolkien’in
büyücüleri arasında bir benzerlik bulun-
madığı gibi, konu, işleyiş ve tür bakımın-
dan da uzaktan yakından alakası yoktur.
Bu türde bir yakıştırma, tıpkı her ikisinin
içinde de insanlar var diyerek Dosto-
yevski’nin “Karamazov Kardeşler”i ile
Kafka’nın “Şato”sunun aynı kitap oldu-
ğunu söylemeye benzer. Bu yanlış algıdan
kaynaklanmaktadır ki çıkan seriler, içeriği
tam anlaşılmadan, şekil ve form bakı-
mından benzerlikleri nedeniyle bir başka
serinin intihali olmakla suçlanmaktadır.
Belirttiğim gibi, yaratılan setler, kullanı-
lan yaratıklar ve hatta mekânlar ve olay
başlangıçları ne kadar benzer olursa olsun
-ki aslında temelde benzemektedir- ya-
zarın perspektifi kurguyu şekillendirir ve
farklılaştırır. Örnek olarak J.K.Rowling’in
“Harry Potter” serisini ve Terry Pratc-
hett’ın “Diskdünya” serisini karşılaştıra-
lım. Her ikisinde de görünmez bir büyü-
cülük okulu vardır, her ikisinde de zaman
zaman çok benzeyen yaratımlar söz ko-
nusudur (bkz. Kütüphanedeki canlı kitap,
kâtipler vb.) fakat gel görelim ki Disk-
dünya fantezi aracılığıyla günümüzle, sis-
temlerle, subjelerle ve objelerle alay eden
bir mizah serisidir. “Harry Potter” ise ço-
cuklara ve içimizdeki çocuk ruhuna yö-
nelik bir ahlak, etik, seçim ve kişiselleşme
öyküsüdür. Elbette bu hatalı yargının tek
nedeni şekil ve form değildir. Kurgusal açı-
dan zayıf kitaplarda yeteneksiz yazarların
öyküleri artık kazanacağı belli, sistematik
ve formülleşmiş kalıplara sokması da
buna tuz biber ekmektedir. İşte bu nok-
tada uzun yıllardır fantastik kurgu oku-
yanların ve türe ölesiye bağlı kişilerin dahi
“Yeter artık!” isyanıyla karşılaşırız. Özel-
likle önceki adı “TSR”, el değiştirdikten
sonra “Wizards of the Coast” hali ile yıl-
lardır fantezi severlerin cüzdanlarını va-
kumlayan firmanın masaüstü oyunlara yö-
nelik hazırladığı setler ve ardından bu set-
lere uygun olarak yayımladığı (bütün ro-
manları kalitesiz değil elbette) bir edebi-
yat eserinden çok, gazoza benzeyen seri-
leri bu isyanı körüklemektedir. Şahsen bir
okuyucu olarak, öksüz veya yetim bir ço-
cuğun kahramana dönüşmesinin öykü-
sünü okumaktan, bu çocuğa akıl hocalı-
ğı veya ebeveynlik yapıp daha sonra öle-
cek olan bir bilge karakterini izlemekten,
büyülü yüzük, bilezik, kolye, halhal, kılıç,
tırnak çakısı peşinde yaşanan macera
kurgusu görmekten, hayal gücünün en ser-
best şekilde dolaşması gereken türde bü-
tün kavramların sadece “iyi” ve “kötü”
şeklinde stereo, basmakalıp sınıflandırıl-
masından, bu ucuz seriler yüzünden bık-
tım ve usandım. Kitap piyasasında fante-
ziye yönelik (yine Türkiye’de şanslıyız ki
genelde iyi seriler tercüme ediliyor) bin-
lerce romanın arasından, gerçekten fan-
tastik kurgunun yansıtması gereken his-
leri, hayal gücünü ve yeniliği barındıran
eserlerin keşfedilmesi, okunması ve oku-
yucuyla buluşması da bir hayli zorlaşıyor.
Bu nedenle ve ayrıca soruna da çözüm
sunabilecek olduğundan, bu hafta Pegasus
Yayınları’nın dilimize kazandırmaya başla-
dığı iki seriden bahsetmek istiyorum. Biri
Brandon Mull’un “Fablehaven” serisi, diğeri
ise Catherine Fisher’ın “Oracle” üçlemesi.
Brandon Mull Amerikalı bir yazar ve
5 kitaplık Fablehaven serisi dışında, üçün-
cü kitabı 2013 yılında yayınlanacak olan
“Beyonders” serisinin de yazarı. Fable-
haven için söylenecek en net tanım, “tam
bir aile kitabı” olduğudur. Ailenin hem ço-
cukları hem de çocuk ruhunu hatırlamak
isteyen büyükleri tarafından zevkle oku-
nabilir. “Fablehaven” yüzyıllar boyunca
mitolojik ve esrarengiz yaratıkların sığı-
narak bir arada bulundukları bir yer. Bu
mekânın son bekçisi büyükbabası ve bü-
yükannesi olan Kendra ve Seth’in Fable-
haven’daki maceralarına
tanık oluyoruz. Öksüz/ye-
tim bir çocuğu -şükür ki-
barındırma klişelerinden
kaçınması bir yana, seri-
nin güzel ve ilgi çekici yanı
yazarın mitolojik yaratık-
lara karşı yeni bakış açısı.
Her ne kadar yazar ilginç fi-
kirlerini uygulamaya dö-
kerken biraz topal ve öykü
içinde yarattığı beklentile-
ri karşılamada da yüzeysel
kalsa da oldukça keyifle
okunan bir masal sunuyor.
Olay örgüsü bakımından,
pek çok açıdan “Narnia
Günlükleri” ile benzerlikler
taşıyor fakat Narnia’nın artık klişeleşmiş
ve önceden tahmin edilebilir düğümle-
rinden uzak duruyor. Bunun yerine yazar
perdeleri teker teker kaldırarak ve ipuç-
larını yavaş yavaş dağıtarak kurgusunu iler-
letiyor. Bu açıdan da geçmişteki öyküle-
rin “sürpriz” elementlerine artık çoktan
aşina genç okurların beğenisini daha çok
kazanacaktır.
GENÇ VE ÇOCUK OKURAYÖNEL�Kİngiliz yazar Catherine Fisher ise tercü-
mesine yeni başlanan “Oracle” üçleme-
sinin dışında, “Snow Walker”, “Relic
Master” ve yine Pegasus Yayınları tara-
fından dilimize daha önce kazandırılan
“Incarceron” serilerinin, ayrıca üç şiir ki-
tabının yazarıdır. Edebiyat dünyasında
şimdiden fantastik kurgu türünün ço-
cuklara ve gençlere yönelik kitaplar yazan
klasik isimleri arasına gireceği konuşul-
maktadır. “Oracle” serisinin kurguladığı
set, büyük oranda çölde bulunduğundan
ve yapıların benzerliğinden Antik Mısır’a
benzerlikler taşıyormuş gibi görünse de
kurgulanan tanrıların ilişki ve hiyerarşi dü-
zeyi Mısır mitolojisinden çok Yunan mi-
tolojisine benzemektedir. Ölmekte olan bir
tanrı, kendi çıkarları için gerçekleri ma-
nipüle eden bir rahibe ve bunların arasında
eski bir medeniyeti kurtarmaya çalışan Mi-
rany’nin macerasını okuyoruz. Yaratılan
dünya ve ilişkiler oldukça ilgi çekici ve ya-
zarın sürükleyici yazım tarzı sayesinde ki-
tap bir çırpıda bitiveriyor. Tek sorun, ki-
tap çok yüksek tempoda
ve fazla aksiyon barın-
dırdığından karakter ge-
lişimine çok fazla fırsat
tanımıyor, bu nedenle
de karakterlerin iç dün-
yasına bakış atılamıyor.
Elbette genç okurun ilgi
ve istekleri, kitap yazı-
lırken ön planda tutul-
duğundan, oluşturulan
set ve kurgulanan dün-
yanın toplumu ve sosyal
işleyişi hakkında da pek
bir tanımlama, dolayı-
sıyla da derinlemesine
bir dünya yaratımı bu-
lunmuyor. Mekân ve ka-
rakter tasarımları derinlikli olmamasına
karşın iş hikayeyi anlatmaya geldiğinde
Catherine Fisher, yeteneğini gözler önü-
ne seriyor. Benim gibi kazık kadar adamın
bile elinden kitabı düşürttürmüyor, “aca-
ba sonra ne olacak?” sorusunu sürekli sor-
duruyorsa, genç okurun bu seriye bayıla-
cağını tahmin ediyorum.
Tercümesine başlanan ve ilk kitapla-
rı raflarda yerini alan her iki seriyi de
farklı bir bakış açısı ve kurgu sunan fan-
tastik kurgu serisi arayışındaki özellikle
genç ve çocuk okurlara, dolayısı ile de
ebeveynlerine tavsiye ederim.
Catherine Fisher’ın Incarceron kita-
bından iki alıntıyla vedalaşalım: “Sade-
ce özgürlüğü bilen insan hapishanesini ta-
nımlayabilir.” “Yeraltında, yıldızlar ef-
sanedir.”
(Oracle, Catherine Fisher, PegasusYay., Çev:Nazan Tuncer, 336 s.)
(Fablehaven, Brandon Mull, PegasusYay., Çev:Yelda Rasenfos, 352 s.)
20 TEMMUZ 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAPB
rand
on M
ull
Cat
herin
e Fi
sher
KAPANAN KAPININ VE KİLİDİN ŞAİRİ
Orda bir Ahmet Erhan var uzakta...
CAFER [email protected]
Ahmet Erhan benim üniversite öğrencilik
yıllarımın şairidir. Belleğim beni yanılt-
mıyorsa 1982-83 yıllarında Yeni Olgu der-
gisinde, şimdi Edebiyatçılar Derneği
Başkanı olan Gökhan Cengizkan onu
“küçük burjuva şairi” olarak tanımlar,
Burhan Günel’se kalben sahiplenerek yü-
celtirdi. O dönemdeki ideolojik keskin-
lik halimizde Ahmet Erhan’a “küçük
burjva şairi” etiketinin vurulması hoşu-
muza giderdi. Çünkü bizim edebiyatla da
ilgili şablonlarımız vardı ve bu şair şab-
lonlara birebir oturmuyordu (Burada
şablonların her zaman kötü olduğuna dair
bir imada bulunmuyorum). Bu şairin
bitip tükenmeyen soruları vardı ve çok az
cevap sunuyordu. Oysa bizim sorularımız
sınırlı ve bu soruların cevapları da zaten
belliydi.
Daha önemlisi, birazcık tutamağı-
mızın olduğu yerde, kafadan reddetme
durumu bizi onun şiirini irdeleme, anla-
ma ve anlamlandırma zahmetinden de
alıkoyuyordı.
Ateş sınırının ötesine geçtim, Ahmet
Erhan’ı okumaya devam ettim.
Onu ilk kitabı “Alacakaranlıktaki
Ülke”nin yayımlandığı 1981’den “Sahi-
binden Satılık”a, yani 2008’e dek takip
ediyorum. 1958’de başlayan yaşamına
10'un üzerinde şiir kitabı, bir öykü, iki ço-
cuk kitabı sığdırabilmiş bir şairin tabii ki
üretkenliğini ve verimliliğini öncelikle
kutlamalıyız.
YALIN VE SONSUZ ÇI�LIKCumhuriyet Kitap’ta Miyase İlknur bir
yazısında şöyle diyordu: “Yıllar öncesi
için yazılmış bir dizenin otuz yıl sonrası
için artık bir karşılık bulabileceğini dü-
şünmüyordum.” O dize ise şuydu: “Bu-
gün de ölmedim anne.”
1980 öncesi iç savaş ortamıyla ilgili bir
dizeydi bu ve Miyase İlknur da zaten bu-
raya işaret ediyordu. Sonra devam ediyor
Miyase: “Oysa otuz yıl sonra Güneydo-
ğu’da vatani görevini yapan askerleri-
mizin de duygularını yansıtıyordu bu
dize ve onların duygularının da karşılı-
ğıydı:
“Bugün de ölmedim anne.”
Şiir bu değilse nedir? Şiir zaman
mesafesi içinde yeni yeni anlamlar ka-
zanarak kendini koruyan ve çoğaltan
bir güç değilse nedir? Şiir gündeliğin al-
benisine uyduğu için yüceltilen ve sonra
unutulup giden bir sanat mıdır ki! Ve şair,
sezgisiyle bütün zamanların gerçekliğini
kucaklayayabilen olduğu kadar estetiğiyle
de bunu önceleyen değil midir?
Çaresizlikle bütünleşmiş özlemin ya-
lın ve sonsuz çığlığını, demek ki ihtiyacım
vardı, ben Ahmet Erhan’da buldum:
“Deniz bir gün gelip de kıyılarına du-rursa
Sularını ellerim bil onu bir de benimiçin okşa.”
UÇURUMUN KIYISINDAVe “acının kalbimde takunyalar giyerek, se-
vincinse tüyden ayaklarıyla yürüdüğü” gün-
lerdi o günler. Bütün böyle günlerimi ben
Ahmet Erhan şiirleriyle karşıladım.
En hiçlik dönemlerimde yine onun şi-
irleriyle hayata tutunuyordum. Çün-
kü o bir uçurum kıyısındaydı ve
doğacak çocuğuna ad dü-
şünüyordu. Bu hali ise
beni şaşırtıyordu.
Hayatımda umu-
dun kontenjanını
onun şiirleri sayesin-
de düşürdüm. Ve yo-
ruldum gerçekten
sahte umutların ba-
lonlarını parlatmak-
tan. İnancımın, dini-
min adını da şairim sa-
yesinde öğrendim. Biraz
esprili ama gerçekti: “Senin
dinin dinsizlik.” Benim dinim
dinsizlikti.
Ne ala.
Ahmet Erhan şiirinde şiir kişisiyle şair
daima özdeştir. Şiir kişisi şairin kendisi ol-
duğu için şiirden şairin biyografisine gi-
dilebilir. Bunun tersi de mümkündür, şai-
rin yaşamıyla ilgili bilgiler onun şiirini
daha iyi anlamamızı va anlamlandırma-
mızı sağlayabilir.
Örneğin “Bugün de ölmedim anne”
dizesinin arkasında 1980 öncesi Türkiye
ikliminin iç savaş havası olduğu kadar bu
iç savaş ortamında Ahmet Erhan’ın ken-
disinin de yedi kez silahlı saldırıya uğra-
ması bulunmaktadır.
ÜLKE TUTKUSU,CIMHUR�YET SEVG�S�Buradan baktığımızda ve aslında her
şiirinde olan budur: Ahmet Erhan bi-
reyselliğiyle toplumsal olanı iç içe geçi-
rebilen, birisini yansıtırken diğerini de
asla es geçmeyen bir şairdir.
Türkiye’nin son otuz-otuz beş yılın-
daki toplumsal çalkantılar, iç çelişkiler,
çatışmalar; her insanı belli düzeylerde il-
gilendiren varlık-yokluk, hayat-ölüm,
umut- umutsuzluk düzlemindeki iki-
lemler; şiir kişisi olan kendisinin top-
lumsal duyarlıkları, bireysel çelişkileri, bu-
nalım ve arayışları, gelenekle güncel ta-
rafından edindiği seçimleri ve bütün bun-
lara anlam kazandıran sevda duygusun-
daki derinliği ve onu da kapsayan yurt
sevgisi Ahmet Erhan şiirinin kırk yılık se-
rüveninde bütün ayrıntılarıyla yansıma-
sını bulmuştur.
Ahmet Erhan şiirinin en arka pla-
nında kucaklayıcı ve kapsayıcı bir plan
halinde bulunan ülke tutkusuna, her
şiirine içerilmiş olan Cumhuriyet sevgi-
sini de ekleyebiliriz. Ülke tutkusu ve
Cumhuriyet sevgisinin dev-
rim özlemiyle bütünleştiği
kesitlerde ise kendi ku-
şağının ve kendi ku-
şağını da aşarak bü-
tün bir ülkenin, Tür-
kiye’nin trajedisi
baş gösterir.
Onun şiiri bu
trajedinin estetik ta-
rihi olduğu kadar,
son otuz-otuz beş yıl
içinde bu trajediden
toplumsal ve bireysel ta-
rihimize yayılan etkilerin de
bir izdüşümüdür.
Ahmet Erhan şiirini karamsarlığın ka-
nalı görenler de oldu. Onun genel du-
ruşunu “kapalı bir tünel”e benzetenler de
vardı. Yani “çıkışsızlığın şiiri”, demek is-
tediler. Bazı eserlerini “alkolün buğusu-
nu iyi vermiş” diye de değerlendirdiler.
Ç�ÇEKLERE BAKAN �A�RAhmet Erhan’da ben acıyı da yenilgiyi de
çaresizliği de ve alkolü de okudum.
Ölüm sonrasının bilinmezliğiyle ilgili
göndermelerle karşılaştım. Sıradan bir in-
sanın olduğu kadar kahramanların öv-
güsüne de rastladım. Fakat ben ne zaman
bir Ahmet Erhan şiiri okuduysam hiç
umutsuz, hiç çaresiz hissetmedim ken-
dimi. İnsanları sevmediğim, onları anla-
mak istemediğim bir ruh hali edinmedim.
Zaten onun şiirinin özü de budur bence.
Yoksa “Deniz Gezmiş’i seviyorum /
Oğlum adını onda buldu” der mi bir şair?
Ahmet Erhan şiirinde kapanan kapı
bir kilidi işaret eder. Umutsuzluğun sisi
sabahı, yenilgi yeniden var olabilmenin
gerçekliğini. Çünkü Ahmet Erhan, uçu-
rumlardan çiçeklere bakan bir şairdir. O
asla realiteyi atlamaz ve yıkımlar için gü-
zellemeler yazmaz.
Ağıt diline yatkın oluşu bundandır.
Mehmet Kaplan bir yazısında Yahya
Kemal Beyatlı, Nazım Hikmet, Sait Faik
Abasıyanık, Behçet Necatigil ve sanırım
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türkçeyi
hamur gibi yoğurduğu”ndan söz eder.
Anlam alanını sürekli genişleten soyut-
lamaları, yepyeni imgeleri, çağrışım ala-
nında sağladığı apansız genişlik ve çok ke-
yifli çok derin bir lirizm içine yedirilmiş
ironi üzerine kurulmuş diliyle günümüz
şairleri içinde Mehmet Kaplan’ın ustalar
için yaptığı belirlemeyi en fazla hak
eden şair Ahmet Erhan’dır.
On altı-on yedi yaşlarında başladığı
şiir serüvenini, kırk yıldır çıtayı daima
yükselterek sürdürmesi başlıbaşına onun
iyi şairlik göstergesidir. Ama bu kadar de-
ğildir. Şiirin fonetik imkânlarından ya-
rarlanma becerisini göstererek Türk hal-
kının sözsel duyarlığına seslenebilmiş
bir şairdir o. Bunun ve tabii ki başka yan
etmenlerin etkisiyle dizeleri ilk kitabın-
dan beri belleklere yerleşmiş, kitapları de-
falarca basılmış, birçok şiiri bestelenmiş
bir şairdir.
Kendi deyişiyle “şanslı bir Türk şai-
ri”dir. Eklemem gerekiyor: Şanslı bir
Türk şairi olmanın ötesinde, ortalarda
hiç görünmemesine rağmen en fazla
ödül alan şairdir Ahmet Erhan. Arena-
nın kıyısında duruşu, çığırtkanlara, ken-
di değerini abartanlara, bir değer olma-
dığı halde kendini değer olarak sunanlara
ve hatta satanlara karşı bir imadır.
Bunu biliyoruz. Bundan eminiz.
Bu duruşun onu gözümüzde daha da
büyüttüğü ve daha özel kıldığı da bir ger-
çektir. Bu nedenle diyoruz ki: O artık
bir mittir.
Kendi deyi�iyle “�ansl� bir Türk �airi”dir. Eklemem gerekiyor: �ansl� bir Türk �airi olman�n ötesinde, ortalarda hiç
görünmemesine ra�men en fazla ödül alan �airdir Ahmet Erhan.Arenan�n k�y�s�nda duru�u, ç���rtkanlara, kendi de�erini
abartanlara, bir de�er olmad��� halde kendini de�er olaraksunanlara ve hatta satanlara kar�� bir imad�r
AhmetErhan �iirinin en
arka plan�ndakucaklay�c� ve kapsay�c�
bir plan halinde bulunan ülke
tutkusuna, her �iirine içerilmi�
olan Cumhuriyet sevgisini de
ekleyebiliriz. Ülke tutkusu ve
Cumhuriyet sevgisinin devrimözlemiyle bütünle�ti�i
kesitlerde ise kendi ku�a��n�n
ve kendi ku�a��n� da a�arakbütün bir ülkenin,
Türkiye’nin trajedisiba� gösterir
20 TEMMUZ 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Ahmet Erhan
20 TEMMUZ 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
ORHAN KOLOĞLU
95 yıl önce, 1917’nin 9 Kasım günü, Büyük
Britanya İmparatorluk Hükümeti’nin Dış-
işleri Bakanı, kendi adıyla “Balfour Dekla-
rasyonu” olarak anılacak bir açıklama ya-
pıyordu:
“Filistin’i Yahudilere ulusal bir vatan
sayma ilkesi kabul edilmiştir.”
1917, Birinci Dünya Savaşı’nın ne şe-
kilde barışa varabileceği konusundaki en
çözümsüz yıldı. Bütün İslam dünyasını
Cihad ile ayaklandırıp zafere ulaşmayı
tasarlamış Osmanlı Devleti ve müttefiki Al-
manya ile Avusturya-Macaristan bir başarı
elde edememişlerdi. İtilaf Devletleri gru-
bundan İngiltere, Hicaz’da Arapları ayak-
landırmakla birlikte, özellikle Çanakkale’de
ortağı Fransa ile büyük bir yenilgi yaşayınca
Rusya’ya yardım olanağını tamamen kay-
betmişti. Bunun bedeli 1917 Ekimi’nde de
Bolşeviklerin iktidarı ele geçirip Rus-
ya’nın savaştan çekildiğini dünyaya ilan et-
meleri olmuştu.
Bu dönemde bütün savaşan ülkelerde
uygun bir barış formülü arama eğilimi ön
plana çıkmıştı. “Üzerinde Güneş Batmayan
İmparatorluk” İngiltere de savaşın uzama-
sıyla büyük mali sıkıntılarla karşı karşıya kal-
mıştı. Cihad’ı engellemek için Hindistan ve
Mısır’da milyonlarca yerliyi aylığa bağlamış,
Arap Yarımadası’ndaki ayaklanma için bü-
yük harcamalara girişmişti. İngiltere’nin
ayrıca mali yardım sağlamak için ABD’ye
yöneldiği biliniyor.
Bu koşullarda, ABD’nin Almanya’ya sa-
vaş ilan etmesi yepyeni bir gelişmeye ortam
hazırladı. İngiltere’nin, Yahudi milliyetçi akı-
mı olan Siyonizm’e fazla ilgi göstermeme-
sine karşılık, Almanya’nın Siyonizm aracı-
lığıyla ABD’de destek bulduğu biliniyordu.
Dünyanın mali kaynakları üzerinde hayli
güçlü etkiye sahip bu kesimi yanında tutmak
için her iki ülke de büyük dikkat sarf edi-
yordu. Hatta 1915’de Cemal Paşa Filistin’e
izinsiz yerleşmiş Yahudileri dışarı çıkarmaya
kalkıştığında bu durumu Alman hüküme-
ti engellemişti.
GÜNLÜK GEC�KMEYE 100 B�NSTERL�NTarihçi Jonathan Schneer’in 2010’da ya-
yımladığı ve Kırmızı Kedi Yayınevi tara-
fından Türkçeye kazandırılan “Balfour
Deklarasyonu, Arap-İsrail Çatışmasının
Kökenleri” isimli eser, günümüzdeki Or-
tadoğu sorununun bu kritik döneme ait
köklerini ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Ki-
tapta Osmanlı İmparatorluğu’nun da için-
de olduğu bu süreç gayet ayrıntılı sunulu-
yor. Eserin tamamen Amerikan, İngiliz ve
Siyonist arşivlerine dayandığını, 170 kadar
kaynak içinde sadece dört ünlü yazarımı-
zın (M. K. Öke, Cemal Paşa, Ahmet Emin
Yalman, Hasan Kayalı) İngilizce yayım-
lanmış eserinin bulunduğunu anımsatma-
yı yararlı görüyoruz. Dolayısıyla, savaş or-
tamında gizli sürdürülmüş faaliyetler hak-
kında verilen bilgilerin tek taraflı belgele-
re dayandığını anımsatmak, ancak bunla-
rın son derece ilginç içeriklere sahip ol-
duklarını da kabul zorundayız.
Kitapta Sultan Abdülhamit döneminde
Yıldız Sarayı’na girip çıkan, İttihatçılara
karşı muhalif fırkaları desteklediği bilinen İn-
giliz ajanı Fitzmaurice, “Hem Osmanlı İm-
paratorluğu hem de diğer ülkelerde, İtilaf
Devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndaki
zaferinin anahtarını Yahudilerin elinde tut-
tuğunu ileri süren belki de ilk sorumlu Bri-
tanya diplomatıdır” diye sunuluyor. İstan-
bul’daki Dönmelere Filistin’in önerilmesi kar-
şılığı Osmanlı yönetimine bağlılıklarından vaz-
geçeceklerini beklediği ekleniyor.
Fitzmaurice savaş başlayınca Yunanis-
tan’a yerleşip İttihat ve Terakki muhalifleri-
ne Boğazları Britanya donanmasına açmaları
karşılığında 4 milyon Sterlin ödeme öneri-
sinde bulunur. Ancak biraz komik bir şartı da
vardır: “Türklerin neden olacağı gecikmenin
her gün için 100.000 Sterlin indirime sebep
olacağını” belirtir. Bir bakıma 40 gün gibi kı-
sacık bir sürede çözüm beklediği bellidir.
Türkiye’yi rüşvet karşılığında savaştan çı-
karmayı başaramayan Fitzmaurice Sofya’ya
geçer ve Bulgarları da yine rüşvetle İtilaf Dev-
letleri safında savaşa sokma çabaları sarf eder,
ama başarısız olur. Bulgaristan Osmanlıların
ve Almanların yanında savaşa katılır.
Kitapta 1915 tarihli bir belgeye dayanı-
larak San Fransisco Fuarı’nda Osmanlı Yük-
sek Temsilcisi sıfatıyla bulunan Vahan Kar-
daşyan’ın ayrı bir barış konusunda Britanya
konsolosluk görevlilerinden Sir Arthur Her-
bert’i yokladığı belirtilirken, “Muhtemelen
Talat Paşa’nın bilgisi dahilinde” kaydı ek-
lenmiş. ABD’nin Avrupa sorunlarına bulaş-
mama kararlılığının devam ettiği bir sırada
bu girişimin Talat Paşa’dan değil, kendi mil-
liyetçi sorunları sebebiyle Ermenilerden kay-
naklandığını düşünmemek mümkün değil.
Lloyd George’un yakınlarından birinin or-
taya attığı “Rusya’nın İstanbul’u ele geçirmek
zorunda kalmadan sıcak denizlere inmesini
mümkün hale getirmek yoluyla Osmanlı’nın
savaştan çekilmesini sağlamak” projesi var. Pil-
ling adlı bir görevli bu işle ilgili olarak İsviç-
re’ye gider, Osmanlı elçisiyle görüştüğünü ve
Talat Paşa’ya mektup gönderdiğini anlaşma
önerisi aldığını da ileri sürer. Ama bu öneri
ilgi görmez.
1913’ten 1916’ya kadar İstanbul’da
ABD’nin elçiliğini yapan Yahudi kökenli
Morgenthau’nun senaryosuysa şöyle: “Enver
ve Talat’a İtilaf devletleri denizaltılarının Ça-
nakkale’den geçmeleri kabul ettirilecek,
bunlar Alman zırhlısı Goeben ve Breslau’yu
batıracaklar, böylece İttihat ve Terakki hü-
kümetinin eli serbest kalacak ayrı barışı im-
zalayacaktır.” Morgenthau heyeti New
York’tan Filistin Yahudilerine dağıtılmak
üzere 400.000 Dolar değerinde altın dolu 18
sandıkla yola çıkarlar. Sonra geri dönerler.
UMUMHANE ÇI�IRTKANLI�IVE BARI� PAZARCILI�IBarış girişimcileri içinde en ilginci hiç şüp-
hesiz, yazarın “1849’da Osmanlı vatandaşı ola-
rak doğmuş, çocukluğunda İstanbul umum-
hanelerinde çığırtkanlık yapmış sonra çok bü-
yük silah tüccarı olmuş, servetiyle bankalar
ve gazeteler kurmuş” kişi olarak sunduğu
Zacharias Basileos’tur. Romen, Rum, Po-
lonyalı ya da Rus kökenli olabileceği düşü-
nülen bu kişi, Fransız vatandaşlığına geçmiş,
İngilizlerden asalet ünvanı almakla Sir Basil
Zaharoff diye ün yapmıştır.
Zaharoff Dünya Savaşı yıllarında Lloyd
George’un Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
diplomasi dışı temsilciliğini üstlenir. İngiliz ve
Fransız hükümetlerini karşıtlarını etkisiz-
leştirmek için bol para kullanmaya zorlar. Pa-
rayla Yunanistan’ın İtilaf Devletleri yanında
savaşa girmelerini sağlar. Zaharoff Sultan Ab-
dülhamit’in mabeyinciliği, Yunanistan’dan so-
rumlu bakanlık ve Viyana büyükelçiliği gö-
revlerinde bulunmuş Abdülkerim Bey’le
Marsilya’daki buluşmasını şöyle anlatıyor:
“Almanlar İstanbul’u demir pençeyle
kavradıkları için Osmanlı İmparatorluğu’yla
ayrı bir barışı konuşmanın söz konusu ola-
mayacağını söyledi. Ama onlara ihanet edip
size Çanakkale’yi niye açmayalım, diye ekledi.
Müttefikler için bu ihanetin karşılığı Ame-
rika’da ödenecek Amerikan doları cinsinden
ne olur? Enver’i ve Parti’den kırk ya da elli
kişiyi doğrudan New York’a götürmek hoşuna
gitmez miydi? Anlattıklarının çok ilginç ol-
duğunu söylediğimde: ‘Seninle yeniden ha-
berleşene kadar bunları kendine sakla; bir, iki
hatta üç ayı bulabilir… Ondan sonra gelip bi-
zimle Edirne’de buluşmaya hazırlan, biz se-
yahatinin kolay olmasını sağlarız’ dedi.”
Zaharoff sahte pasaportla dolaştığını
belirttiği Abdülkerim’in “Söylediğim her şey
sadece benim düşüncemdir, çünkü herhan-
gi bir resmi ya da gayri resmi görevim yok”
dediğini ve bunu en az yirmi kere tekrarla-
dığını ekliyor. Yine de Zaharoff “Aksi be-
lirtilmedikçe Abdülkerim’in Enver Paşa adı-
na konuştuğunu” düşünüyor.
Zaharoff ile Lloyd George’un görevlisi
Caillard arasında 1917 yılının Mayısı ile
Ağustosu arasında yazılan 11 mektupta ve-
rilen bilgiler, Enver Paşa ile İsviçre’de ya da
Romanya-Macaristan hududunda buluşma
tasarıları içeriyor; ama böyle bir karşılaşma
hiç gerçekleşmiyor. Buna karşılık Abdülke-
rim ile üç kez görüşmek için Cenevre’ye gi-
den Zaharoff, Enver ve Cavit’in 20 milyon
dolarlık bir ödeme bekledikleri haberini
İngiliz makamlarına ulaştırır. Abdülkerim de
kendisi için istediği 2 milyon dolarla ABD’ye
yerleşmeyi düşünmektedir.
Abdülkerim bir dolandırıcı mı, yoksa Za-
haroff’un icad ettiği bir hayalet mi sorusu-
na yanıt bulmak güç. Enver ve Cavit’in pa-
raları alır almaz ABD’ye yerleşeceğine ina-
nanların da hayalciliğine şaşmamak müm-
kün değil.
Türk kaynaklarında 1917’de özellikle
Sovyet devrimi üzerine İzmir Valisi Rahmi
Bey aracılığıyla bir barış arayışı başladığı bi-
linir. Ancak Enver’i ve Talat’ı Avrupa’ya gi-
dip devlet temsilcileriyle değil kimliği meç-
hul ajanlarla pazarlık yapacak gibi sunmanın
inanılmazlığı inkâr edilemez. Tabii ki dün-
yanın en geniş istihbarat örgütüne sahip İn-
gilizler, her olanağı kullanmayı düşünüyor-
lardı. Arap alemini ayaklandırmış, Cihad gi-
rişimini suya düşürmüşken Sykes-Picot an-
laşmasını gerçekleştirmeye yarayacak for-
mülleri aramaları doğaldı.
S�YON�STLER SYKES-PICOTANLA�MASINI Ö�REN�NCESorun, Siyonistlerin Sykes-Picot anlaşması-
nı öğrenmeleriyle (Nisan 1917) yeni bir ni-
teliğe bürünür. Bu tarihin ABD’nin Dünya
Savaşı’na katılmasıyla aynı zamana rastlaması
ilgi çekicidir. Bilindiği gibi bu anlaşma Filis-
tin’in “uluslararası bir yönetime konmasını”
savunuyordu. Yahudilerin, milliyetçilik yan-
lısı olan Siyonistleriyle, Asimilasyon yani
İngiliz kimliğiyle bütünleşme yanlısı olanla-
rı arasındaki çekişme Siyonistlerin üste çık-
masıyla sonuçlanmıştı. Filistin’e tam sahip ol-
mak Siyonistlerin ilk hedefleriydi.
İngiliz hükümeti Zaharoff’un Enver ve
Talat’la anlaşma konulu hayali girişimine özel
önem verirken, diğer taraftan “en önde ge-
len İngiliz Siyonisti Weizmann” ile de teması
sürdürüyordu. Savaşı devam ettirebilmek
için ABD’ye muhtaç duruma gelmişlerdi. Bu
alanda da ABD’deki Yahudi kolonisinin et-
kili olduğu biliniyor. Siyonistlerin, Şerif Hü-
seyin’e verilen destekle Filistin’in Arapların
kontroluna gireceğinden endişelenmeleri
doğaldı. Osmanlı projesi suya düşüp Siyo-
nistlerin etkinlikleri artınca İngiliz Hükümeti
“Balfour Deklarasyonu” ile başta kendi sı-
kıntısını çözdü. Ama bu çözüm, 95 yıldır sü-
ren bir Arap - Yahudi ya da Filistin sorunu-
nun doğmasına da sebep oldu. Kitap şu yar-
gıyla sona eriyor:
“Britanya ve müttefikleri Birinci Dünya
Savaşı sırasında Ortadoğu’da Osmanlı ca-
navarının kellesini uçurur. Politikalarıyla ge-
leceğin nefret tohumlarını ekerler. Bu to-
humlardan silahlı insanlar yükselir. Hâlâ
yükseliyorlar.”
(Balfaour Deklarasyonu, JonathanSchneer, Kırmızı Kedi Yay., çev.
Ali Cevat Akkoyunlu, 440 s.)
Filistin’de nefret tohumları nasıl ekildi...Tarihçi Jonathan Schneer’in 2010’da yay�mlad��� ve K�rm�z� Kedi Yay�nevi taraf�ndanTürkçeye kazand�r�lan “Balfour Deklarasyonu, Arap-�srail Çat��mas�n�n Kökenleri” isimli eser,günümüzdeki Ortado�u sorununun bu kritik döneme ait köklerini ayr�nt�l� bir �ekilde inceliyor
İNGİLİZ BELGELERİNDE BALFOUR DEKLARASYONU’NUN PERDE ARKASI
DAMLA [email protected]
İnternette dolaşırken herkesin sözleşmiş-
çesine aynı şeyi paylaştığını gördüğümde
“bu da neymiş” diyerek okuduğum, okur-
ken gülümsemenin yerini kahkahaya bı-
raktığı bir konuma ulaştığımda bir saat bo-
yunca Zaytung sitesinde dolanıyor olarak
bulmuştum kendimi. İşte benim Zaytung'la
tanışmam böyle gerçekleşti. Bazen gerçek
gazetelerin korkunç dilleriyle hayatı takip
etmektense karikatür dergilerinin komik
ama taşlamacı diliyle bu takibi sağlamak pek
çok güne küfrederek başlayan yeni “mo-
dern” insanın günlük küfür sayısını bir
nebze de olsa azaltan bir şey.
Mizahın güçlü yapısını ve çeşitliliğinin
de gücünü “Zaytung” ile gördük son ola-
rak. Zaytung'u, nam-ı diğer “dürüst, ta-
rafsız, ahlaksız haber”i okurken yaşama, in-
sanlara, siyasete, muhalefete dair bazen gü-
lünecek halimize gülüyoruz, bazen de ağ-
lanacak halimize gülüyoruz. Zekice yapılan
esprileri ve özgün tarzıyla mizah alanında
parlayan sitenin 2009-2011 yılları arasındaki
haberleri almanak olarak April Yayıncılık
tarafından kitaplaştırıldı. Kitap elimize
ulaştığından beri kıkırdamanın durmadığı
bir ofise dönüştük. Bu kapak konusunu ha-
zırlarken oldukça eğlendik biz, umarım siz
de okurken bizim kadar eğlenirsiniz. Ve Ay-
dınlık Kitap olarak Zaytung'un kurucusu
Hakan Bilginer'le keyifli bir söyleşi ger-
çekleştirdik ve merak edilen pek
çok şeyi kendisine sorduk.
Zaytung’un kuruluşhikâyesiyle başlamakistiyorum. Nasıl doğ-du Zaytung?2009 yılının sonlarına
doğru tamamen ama-
tör bir girişim olarak
evde başladığım bir işti.
O ara canım sıkıldığı ve
yapacak daha iyi bir şey
bulamadığım için işten arta ka-
lan zamanlarda vakit buldukça üze-
rinde çalıştığım bir internet sitesi Zay-
tung aslında.
Hakan Bilginer Zaytung öncesi ne ya-pardı artık ne yapıyor?Zaytung öncesinde esasen elektronik
mühendisiyim. Öncesinde de bir süre
Zaytung’u yürütürken birlikte sistem
mühendisi olarak çeşitli şirketlerde ça-
lıştım. Yaklaşık bir yıl önce işten isti-
fa ederek yalnızca Zaytung’la ilgi-
lenmeye başladım. Şu an sadece Zay-
tung’la uğraşıyorum, tek işim Zaytung.
Zaytung’un Türkiye’deilgiyle karşılanması-
nı, tabiri caizse “tut-masını” neye bağ-lıyorsunuz? Açıkçası bu aslın-
da benim de hâlâ
yanıtını bilemedi-
ğim bir soru. Ben
ve yakın çevrem
yalnızca bize komik
gelen haberler yapı-
yorduk. Bunun geniş bir
kitle tarafından beğeni topla-
ması benim için de sürpriz oldu. Bi-
raz da Türkiye’de orijinal içerik üre-
ten mecraların en azından internet
alanında kısıtlı olması da etkili, bu da
bir avantaj sayılabilir. Koyunun ol-
madığı yerde keçinin Abdurrahman
Çelebi olması durumu belki de.
NORVEÇ’DE DE YAPILAB�L�RZaytung özgün tarzıyla yayın dünya-sında fark edilmeyi başardı. Bu tür
bir yayının amacı nedir peki?Bu tür bir yayının temel amacı aslın-
da eğlenmek, iyi vakit geçirmek. Bu-
nun dışında Zaytung’a çeşitli insanlar
ve takipçiler tarafından muhalefet
işlevi, muhalif bir misyon da yükle-
niyor. Bundan şikâyetçi değilim, bu tür
bir yanı da var mutlaka. Yaptığımız
mizah gereği illa ki tarzı muhalif bir
söylem çıkarmaya müsait, hatta çı-
karmak zorunda. Ancak hiçbir zaman
muhalif olmak bizim için birincil
amaç olmadı. Kişisel olarak siyasi
açıdan sinir olduğumuz şeyler -bu
kendimiz de olabilir- ile ilgili haber-
ler yapıyoruz ama bu konuda yete-
rince iyi bir haber gelmediyse de illa
ki bununla ilgili bir haber yapacağız
kaygımız yok.
Malzeme bulmakta zorlanıyor mu-sunuz? Hatta şöyle sorayım; Türki-ye’de değil de Norveç’te yaşasaydınızgene Zaytung çıkar mıydı?Malzeme bulmakta evet arada zorla-
nıyoruz, o noktalarda da sitenin gün-
celleme hızı düşüyor. Belki o dönem
gündemin bir sorunu da olabilir bu,
BBuu bbiirr““ZZaayyttuunngg hhaabbeerrii””
ddeeğğiillddiirr!!
Zaytung’unokuyucunun da
katk�da bulunabilece�i bir alan� var.
S�rf bizler de�iliz yani.
Zaten �u anda da 90 bine
yak�n üye var ve onlardan
gelen içerik de elemedengeçerek sitede
yay�nlan�yor
20 TEMMUZ 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
Hakan Bilginer: “Bu tür bir yay�n�n temel amac� asl�nda e�lenmek, iyi
vakit geçirmek. Bunun d���nda Zaytung’a çe�itliinsanlar ve takipçiler taraf�ndan muhalefet i�levi,
muhalif bir misyon da yükleniyor. Bundan �ikâyetçi de�ilim, bu tür bir yan� da var
mutlaka. Yapt���m�z mizah gere�i illa ki tarz� muhalif birsöylem ç�karmaya müsait, hatta ç�karmak zorunda. Ancak hiçbir zaman muhalif olmak bizim için birincil
amaç olmad�.”
�NTERNETTEK� ÜNLÜ M�ZAH S�TES�NDEN SEÇMELER K�TAP OLARAK YAYIMLANDI
20 TEMMUZ 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
bizden de kaynaklı olabilir. Norveç’de
de olabilirdi, doğabilirdi böyle bir
site. Türkiye çok haber sağlayabilecek
bir ülke yaklaşımını da biraz kendini
fazla ciddiye almakla bağlantılı ol-
duğunu düşünüyorum.
�ÇER�K ÇE��TL�L���Bir uluslararası ilişkiler öğrencisininbölümüne ilişkin çarpıcı bir mizahısunarken bir mühendis için de aynışeyi yapabiliyorsunuz. Başınıza gel-miş de yazıyormuşsunuz gibi bir algıoluyor okuyucuda. Bunu yaratanekip, nasıl bir ekip?Öncelikle Zaytung’un okuyucunun
da katkıda bulunabileceği bir alanı var.
Sırf bizler değiliz yani. Zaten şu anda
da 90 bine yakın üye var ve onlardan
gelen içerik de elemeden geçerek si-
tede yayınlanıyor. O yüzden çok çeşitli
kesimleri ilgilendiren haberler çıkması
doğal. Editör grubumuza gelince ge-
nelde çeşitli mesleklerden, çeşitli sos-
yal konumlardan arkadaşlarımız var.
Farklı dünya görüşlerinden insanlar
bunlar. Bu da içerik çeşitliliğini zen-
ginleştiren bir durum bizim için.
Bir de çalışma ortamınızı merak edi-yorum. Diyalog halinde, gülerek çıkanhaberler mi bunlar yoksa artık ama-törlükten profesyonelliğe dönünceciddi bir ortamda çıkan disiplinehaberler mi?Zaman zaman ikisi de oluyor ama ço-
ğunlukla evet diyalog halinde güler-
ken çıkan şeyler. Çalışma ortamımı-
za gelince, genelde internet üzerinden
buluşup çalışıyoruz. Yayın toplantı-
larımızın çoğu internet üzerinden
oluyor, bir ofisimiz var ama çok sık
kullandığımızı söyleyemem.
C�DD�YE ALANLAR DA VARHaberlerinizi gerçek sananlara ne de-meli?Açıkçası keşke gerçek olmadığını
fark edecek bir kitle takip etse ama bir
yandan da doğal geliyor. Sitenin dili
standart bir medya organının diline
çok yakın bu yüzden özellikle Zay-
tung’u bilmeyen birinin ciddiye al-
masını çok da yadırgamıyorum.
Politik mizahı içinde barındıran bu
yapının zorlukları neler? Herhangibir haberiniz yüzünden dava falanaçıldı mı size?Bu konuda başımıza gelen çok ciddi
bir durum şu ana kadar olmadı. Bu-
güne kadar yalnızca bir kez mahke-
meye verildik o da politik bir neden-
den değildi. Özellikle
mizah anlamında yay-
gın bir görüş var, mu-
halif olanın tehlikeli ol-
duğu yönünde ama mi-
zah anlamında söylüyo-
rum yine kendi tecrü-
bem durumun hiç de o
kadar vahim olmadığı
yönünde. Yarın bir gün
durum değişir mi bilmi-
yorum ama şu ana ka-
darki durumdan çıkarı-
yorum bu sonucu. Bence
bu korku ya da yaratıl-
maya çalışılan baskı algısı gerçek
baskının kendisinden çok daha teh-
likeli. Ortada gerçekten sansür ol-
masa bile insanların kendilerine san-
sür uygulamasına neden oluyor. Bu
baskıyı, varsa bile, olabildiğince göz
ardı etmek gerekiyor sanırım.
K�TABIN �K� AMACITürkiye’de mizahın durumunu nasıldeğerlendiriyorsunuz?Kendi adıma Türkiye’de mizahın ol-
dukça zengin ve iyi yapıldığını düşünü-
yorum. Geleneksel mec-
ralarda kitap, dergi, tel-
evizyon vs. ve internet üze-
rinde de çoğu zaman ilgi-
mizi çekecek bir şeyler
bulabiliyoruz. En azından
internet üzerindeki temel
sorun bunun çok dağınık
şekilde yapılması ve içerik
bombardımanı yüzünden
asıl komik olanın ıska-
lanması. Belki Zay-
tung’un yarattığı fark
bunları derli toplu bir
araya getiriyor olması.
2009-2011 aralığında Zaytung ha-berlerinden seçmelerle kitabınız oku-yucuyla buluştu. İnternette yayınla-nan yazıların kitap olarak da basıl-masının mantığı ne? Her şeye rağmen
internetin “kalıcı” olmadığı, “basılıeser”in daha değerli olduğu düşün-cesi mi? Zaten internette kolaycabulabilecekleri yazıları, insanlar ne-den bir de para verip okusunlar?Aslında dediğiniz doğru. O düşünce
internet üzerindeki yazıların kalıcı ol-
madığı düşüncesi. Belki bu sadece bir
illüzyon ama böyle bir algımız var. O
yüzden basılı bir halde bulunmasını
arzu ettik. “İnternet üzerinde beda-
va olan şeyi neden para vererek oku-
ruz?”un yanıtı da bu aslında. Bu ki-
tabın iki amacı var; siteyi takip eden,
seven kitle için de böyle bir esere sa-
hip olmanın mutlu edici bir deneyim
olacağını düşünmemiz; ikincisi de
aslında ulaşmaya çalıştığımız kitle
internetle çok da ilgisi olmayan, in-
ternet alışkanlığı olmayan insanlar.
B�R BUÇUK DAK�KALIK KASET! Kitabı okurken bir haberi okuyup buen iyisi diyordum, sonra diğeriniokuduğumda ya bu daha iyiymiş fa-lan diye kendi en iyi haberimi bul-maya çalıştım. Kitaptaki Zaytunghaberlerinden sizin 1 numaranızhangisidir?“Seks kasedi yalnızca bir buçuk daki-
ka süren milletvekili adayı çifte utanç
yaşıyor.”
Soysal medya-internet üzerinden miilerlemeye devam edeceksiniz? Bası-lı bir dergi haline gelmek Zaytunggibi yapılarda dezavantaj mıdır?İnternet üzerinde devam edeceğiz, şu
an öyle görünüyor. Basılı mecra bizim
için bir dezavantaj. Çünkü çok disip-
linli bir çalışma sistemimiz yok. Ayrıca
birçok konuda kendimize yeter vazi-
yetteyiz. Basılı mecrada bizim dışı-
mızda birçok teferruatla da uğraş-
mamız gerekecek.
Peki bu Zaytung’un almanak olarakkitaplaştırılması seri olarak devamedecek mi?Öyle etmesini umuyorum. Bu biraz da
almanakla ilgili alacağımız tepkiyle il-
gili. Her şey istediğimiz gibi giderse
April Yayıncılık’tan düzenli olarak al-
manaklarımız çıkacak.
Hakan Bilginer
HANDE ÖZCAN’LA “CORPUS” ÜZERİNE…
Aşk gerçektir ve yasağı yokturMüzik benim hayat�mda çok bask�n bir eleman. Sanatlar�n aras�nda da bask�n bir yap� oldu�unu dü�ünüyorum, çabuk
ula�t��� için. Bir kitab� okuyup sevmek için zaman harc�yorsunuz ama bir müzik sizi bir saniyede yakal�yor ya damahvediyor. Ben kitab�n içine çok �ark� koydum. Bunu bilerek yapt�m. Baz�lar� sevdi�im �ark�lar, baz�lar� ise kitaptaki
karaktere yak��an parçalar. Bunlar� özellikle yazmak istedim. Okuyucular aras�nda da tart��ma yaratmak istedim
DAMLA [email protected]
Hande Özcan ile son kitabı “Corpus” hak-
kında dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik. İç-
ten ve samimi tavırlarıyla sorularımıza özen-
li cevaplar veren yazar uzun bir sürece yaya-
rak yazdığı kitabıyla yazın dünyasına büyük bir
hızla girdi. Kitabın organ betimlemeleri, çi-
zimleri ve kitabın sonunda bulunan cd, fark-
lı bir sunum sağlıyor okuyucuya. Kitabı ya-
zarının ağzından dinlerken, Hande Özcan'ı da
tanıma fırsatını buluyoruz ve aşağıdaki söy-
leşi doğuyor.
Kitabın adı Latincede vücut anlamına gelen“Corpus”. Neden böyle bir isim?Ben bu kitabın adını bundan sekiz yıl önce
koydum daha hiçbir şey yokken. Tek bildiğim
beden çatısı üzerine bir hikâye yazmak isti-
yordum. Şöyle düşünüyorum, ben objelere
kimlik veren, cinsiyet veren bir tipim. Böyle
oturduğum yerden hep hayal kurup, kim ne
meslek yapıyordur, kocasıyla mutlu mudur fa-
lan gibi böyle kendi kendime oyun oynayan
bir tip olduğum için bedenle ilgili olarak dü-
şündüğümde sanki hani bir kılıf aslında bu sa-
dece, taşıyıcı bir şey beden. Ama bunun için-
de o kadar çok şey saklı ki; kan var, cerahat
var, yara var, irin var, sakatlık var, duygu var
bir sürü şey var. Yani soyut ve somut bir sürü
şeyin içine sıkıştığı ve aslında dışardan bir kı-
lıfın içinde saklandığı bir dünya. Bir de be-
denin kendi içindeki bu inanılmaz anatomik
görünümüne hayranlık duyuyorum. Yani
kendi sirkülasyonunu bu kadar şahane ta-
mamlayan, kendini onarabilen yapısına çok
hayranlık duyduğum için bu hikâyeyi bunun
içinde kurgulamak istedim. O yüzden de or-
ganlara ve vücudun parçalarına isimler ver-
dim, cinsiyetler verdim. Onlar biraz daha anaç,
biraz daha sözünü esirgemeyen ve biraz daha
baş kaldıran bir duruştalar. Onlar kitabın ya-
nında ayrı bir karakter olarak duruyorlar, bes-
lemekten ziyade kimlikli bir şekildeler.
Bu organların kısımları kitabın da en ilgi çe-kici yerlerinden birini oluşturuyor ve her bi-rine cinsel kimlikler veriyorsunuz. Dişi, er-kek, biseksüel vb. Bunları neye göre verdiniz?O çok şahsi bir şey aslında. Sonuçta bana en
ufak bir ters etki olmadığını görüyoruz. Bu be-
nim okuyucuyla karşı karşıya gelmek istediğim
bir durum. Yani “kulağı erkek yapmış, bana
göre hiç de değil” gibi tepkisi olacak okurlar
olacaktır. Herkesin hayatı çok göreceli, duy-
gusal olarak da görsel olarak da. Sizin şu an his-
settiğinizle benim şu an hissettiğim ne kadar
aynı olamayacaksa kitabın içindeki şeyler de
öyle. Tabii ki o organların kitabın içindeki bö-
lümlerindeki yerleri itibarıyla uyumlu bir duy-
gusu var aslında.
Bu yapıyı kurgudan önce mi belirlemiştiniz,yoksa ilk oluşan kurguydu da bu organ fik-rini aralara koyarım diye sonradan mı ta-sarladınız?Ana kurgu ile organların duy-
gusu bir noktada kesişiyor.
Yani sırasını kendi hissetmeme
göre yaptım. Önce birinci bö-
lümü yazdım ve onun bilek ol-
duğu hissini aldım. İkinci bö-
lümde doğum sahnesi geliyor-
du ve o rahmi getiriyordu pe-
şine. Hatta bu süreçte bir do-
ğuma girdim, onun hissiyatı
çok büyüktü. Umarım kitapta
bunlar geçiyordur okuyucuya.
Kitapta bir yasak aşk var. “Yasaklılık” ve“aşk”... Bu iki kelime yan yana geldiğinde na-sıl bir şey ifade ediyor sizin için?Dünya tarihinde çok klasikleşmiş bir konu;
aşk. Tarih boyunca acı çekilen aşklar, kan ku-
sulan aşklar, ıstıraplı aşklar, kavuşulamayan
aşklar defalarca farklı şekilde işlendi. Tabii ya-
sak aşkın ya da imkânsız bir aşkın mutlu bir
aşka göre anlatacak çok daha fazla şeyi var.
Burada evet çok yasak bir aşk var ama benim
hep düşündüğüm şey aşk kavramı çok soyut,
kimliksiz, cinsiyetsiz bir şey. Kimi nerede, na-
sıl yakalayacağı hiç belli olmayan bir şey. Yani
kuralı olmayan bir hastalık. Bir virüs gibi bunu
kapıyorsunuz ve vücudunuzun içinde bunu ta-
şıyorsunuz. Benim görüşüme göre iki kişi ara-
sında karşılıklı, güçlü bir aşk bağı varsa bu bü-
tün yasak kurallarını çiğneyen bir şeydir.
Burada her iki taraf da korkunç bir hata yap-
tıklarını bilmelerine rağmen karşı duramı-
yorlar. Bu kimseye kötülük yapmak için yap-
mış oldukları bir şey değil ama korkunç bir
sona sebep oluyor zaten finalde. Aşk gerçekse
gerçektir ve o noktada da yasağı yoktur.
“Ahlak mı, aşk mı?” ikileminde hangisiönce gelir?Aşk. Ahlaksızlık yapmak ve aşkı yaşamak ara-
sındaki bu karşılaştırdığımız şey aynı değil.
Karşı koyamadığınız bir şey aslında vazgeç-
tiğiniz bir şey değildir. Ben duygularıma ket
vurup tamam yaşamıyorum deyip, evimde ko-
camla oturup ama aslında kal-
bimle, ruhumla başka bir adamı
seviyorsam bu da harika ve tak-
dir edilecek bir ahlak gösterisi
olamaz herhalde.
Kitabın kurgusunda, yasak aş-kın dramatize edilmişliği birazYeşilçam havası veriyor mu?Aşk işin içine girdiği andan iti-
baren bir Yeşilçamlaşma olmuş
olabilir. Bu kitabın yazılması
uzun bir sürece yayıldı ve ben de
büyüdüm bu sırada. Bazı bö-
lümlere dönüp müdahale ettim, bazılarına ise
etmek istemedim masumiyeti bozulmasın diye
ama kendim de baktığımda oldukça uzun yıl-
lara yayılmış her şey. Ama haklı olabilirsiniz,
ben de aşkın olduğu yerlere baktığımda biraz
daha kanırtan, belki fazlalaşan bir duygu var.
Hatta kitabın sonunda filme bağlanmasını
bile doğurdu. Haklı bir yorum aslında.
Kitapla birlikte bir cd veriliyor ve “kitabın so-nunu gözleriyle görmek isteyenler” sloganıylabir film okuyucuya sunuluyor. Bu sektörde birilk. Nasıl doğdu bu fikir?Ben ilk olduğunu bilmiyordum aslında bunun,
sonradan öğrendim. Benim yazdıklarımı oku-
yan insanlardan duyduğum ortak cümle “se-
nin yazılarını bir film izler gibi okuyoruz” olu-
yordu. Çok sinematografik bir dille yazdığı-
mı söylüyorlar. Zaten öyle yazabiliyorum. Gö-
zümü kapatıp sahneyi canlandırdığımda ya-
zabiliyorum. Betimlemelerim aslında bu yüz-
den biraz fazla. Çünkü her şeyi tarif etmek is-
teği duyuyorum, senaryo yazmak gibi bir şey
bu biraz. Ben bu kitabın son bölümünü çok
severek yazdım ama bence çok görsel bir şey-
di. Üç ayrı insanın ortak bir acı arkasından üç
ayrı yerde geçirdikleri sabaha kadar süren ıs-
tıraplı bir geceyi anlatıyor. Yazdıktan sonra de-
dim ki ne kadar çok seyretmek isterdim bu bö-
lümü. Sonra bunu konuşmaya başladık. Bunu
kendimiz için istiyorduk başta. Riskli bir
şeydi kitaba böyle bir cd koymak. Çünkü in-
sanlar okurken kafalarında kişileri resmedi-
yorlar ve filmde öyle biriyle karşılaşmayınca
hayal kırıklığına uğrayabilirlerdi. “Benim
düşündüğüm kız böyle değildi” gibi bir olum-
suzluk doğabilirdi. Bu film süreci kitabın ba-
sımının bir iki yıl daha da uzamasına sebep
oldu. Hiç bilmediğim bir işe soyundum ben.
Tamamen empati kurarak, gözüme güvene-
rek ve kalbimin yönlendirmesiyle ilerledim.
Tabii açıklarımı kapatmak için de çok pro-
fesyonel bir ekip bulduk ve o yüzden de kir-
lenmemiş bir gözle çekmeye çalıştık. Görüntü
yönetmenliğini Soykut Turan (daha önce
çektiği filmler “Gönül Yarası”, “AROG”,
“Takva”, “Güneşi Gördüm”) yaptı. Filmin
müziklerini orkestra şefi Orhan Şallıel yap-
tı. Romanda 70 tane uzuv çizimi ve kapak ta-
sarımı Huban Korman tarafından yapıldı.
Hepsine teşekkür ediyorum.
Kitapta şarkılar önemli yer tutuyor. Kitabadahiliyetleri nasıl oldu?Müzik benim hayatımda çok baskın bir ele-
man. Sanatların arasında da baskın bir yapı
olduğunu düşünüyorum, çabuk ulaştığı için.
Bir kitabı okuyup sevmek için zaman harcı-
yorsunuz ama bir müzik sizi bir saniyede ya-
kalıyor ya da mahvediyor. Ben kitabın içine
çok şarkı koydum. Bunu bilerek yaptım. Ba-
zıları sevdiğim şarkılar, bazıları ise kitaptaki
karaktere yakışan parçalar. Bunları özellikle
yazmak istedim. Okuyucular arasında da
tartışma yaratmak istedim. Okuyucular da
bunları dinlesinler, karakterlere uyumunu dü-
şünsünler hatta kendilerine bir şarkı listesi
oluştursunlar istedim. Çünkü ben her kitabı
müzikle okurum. Her anın bir müziği vardır
bence. Sezen Aksu’yu çok kullandım. Benim
hayatımda çok özel bir yeri olduğu için. Her
hüzün barındıran hikâyenin içinde sanki o da
bulunmalı gibi geliyor bana.
20 TEMMUZ 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
20 TEMMUZ 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
SEYYİT NEZİR [email protected]
Orhan Veli tutkunlarının, özellikle on-
daki ince alaya bayılanların en çok sev-
diği şiirlerden biri de “Dalgacı Mah-
mut”tur. Şiirin orta yerinde yer alan üç
dize, nerdeyse 20 yıldır, bana Beyoğ-
lu’nun usta terzilerinden Mehmet Ka-
ragömlek’i hatırlatır hep:
Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.
Bu kez tersi oldu; Karagömlek’in
uyarısıyla attığı dikiş beni şiire götürdü...
Şöyle veya böyle, benim herhangi bir dü-
şünsel yırtık ya da söküğümü yakalamaya
görsün, bu adam, hemen orayı dikmek
için Sokrates’e rahmet okutan sorulara
başlar. Yani kafasını da en az iğne, yü-
zük, makas kadar kullanır: Felsefe oku-
yup tartışmaya aşırı düşkünlüğü vardır.
Sıkı sorar, iyi dinler, boşa konuşmaz. Siz
boş bulunursanız yandınız...
Dikkatli okur, son Arakablo’daki
“Hegel’in yazgısını Türkiye gerçeğinde
paylaşmak” başlıklı yazının sonundaki şu
saptamayı anımsayacaktır:
“Yusuf Akçura’nın sınıfsal çö-
zümlemesiyle 1908 Devrimi’nde –ve
yüz yıldır– yaşananlara bakınca şunu
görüyoruz: Dönüşüme yatkın unsurlar
olarak asker-sivil aydın zümre, ulusal
burjuvazi ve halkın üretici kesimleri,
emek verdiği yurdunu Batı’nın evren-
sel değerleriyle donanmış düzeyde
yeni bir toplumsal ve anayasal düzene
taşıma savaşı verir. Emperyalizm de bu
gelişmeyi durduracak dinci karşıdev-
rim cephesiyle sürekli işbirliğinin önün-
deki engelleri adım adım kaldırır...”
(Aydınlık KİTAP, 06.07.12)
1908 TEMMUZ DEVR�M�’N�NSINIF TEMEL�
Karagömlek; Hegel ve Hilav üstüne de
sorular getirdi ama en çok bu paragra-
fa çakılıp kalmıştı. Derken, hemen her
yazıdan sonra elinde su terazisiyle ma-
rangoz hatalarını göstermeye koşturan
İlat Yenidoğan ve ille toprak atacak bir
yarık bulan Adnan Bingöl de çok üstü-
me gelince Akçura’nın saptamasını ye-
niden ele almak gereği doğdu. Aslında
bu saptamaya daha önce de ‘68 Kuşağı’nı
ele alan bir yazıda değinmiştim: “Yusuf
Akçura’ya göre 1908 Temmuz Devrimi,
değişik toplumsal kesimlerdeki şikâyet-
çi unsurların İTC tarafından örgütlen-
miş proleter nitelikli ‘asker ve sivil me-
murlar’la başkaldırıya yöneltilmesinin
ürünüdür.” (Aydınlık, 08.05.12) Demek
ki o yazıda gözlerden kaçmış. Aziz Ne-
sin, bir keresinde, “Türkiye’de bir olgu-
yu birçok yerde yinelemeden okunmuş
sayamazsın” demişti. Doğrusu yıllar
önce ilk işittiğimde çok yadırgadığım bu
sözün doğruluğunu yaş geçtikçe keder-
le kabul etmek zorunda kalıyorum...
İlk kez Türkiye’nin Düzeni’nde
okurken, “1908 Devrimi’nin toplumsal
temeli: MDD’nin sınıf dayanağı” diye
derkenar düştüğüm savını Akçura şöy-
le anlatıyor: “Sultan Abdülhamit’in son
zamanlarında, asker ve sivil memurların
bir kısmı, özellikle burjuvaziye dahil
olanları, dünya nimetlerinden aslan pa-
yını alıyorlardı. Fakat bunların dışında
kalanlar, mesela aylıklarıyle geçinen
küçük taşra memurları, yine aylıklarıy-
le geçinen [ve] Makedonya’da eşkıya ko-
valamakla görevli küçük rütbeli subay-
lar, hizmet ve emeklerinin tamamıyle
ödenmediğini pekalâ biliyorlardı. İttihat
ve Terakki, işte bu proleter sivil ve asker
memurları örgütlendirdi.” (Doğan Av-
cıoğlu, s. 168, Bilgi Y., 1968)
Yıllar sonra parçayı F. Georgeon’un
kitabında, “İttihad ve Terakki’nin Top-
lumsal Tabanı” başlıklı 17. metinde öz-
gün anlatımıyla buldum (Türk Milli-
yetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura
[1876-1935], çev.: Alev Er, Tarih Vakfı Y.,
1986): “Sultan Abdülhamid-i Sâni’nin
son zamanlarında memurin-i askeriye ve
mülkiyenin bir kısmı, bilhassa burjuva-
ziye dahil olanları, ...”
Ne yazık ki, 1968-71 arasında Tür-
kiye’de toplumsal muhalefetin bütün ku-
ramsal dünyası “Millî Demokratik Dev-
rim - Sosyalist Devrim” kavram ve söz-
cüklerine sıkışarak aşırı ısınmıştı. Avcı-
oğlu’nun bu üç yıl içinde 5 basım yapan
kitabındaki “(proleter) asker-sivil me-
murlar” kavramının Mihri Belli’de “as-
ker-sivil aydınlar” ifadesiyle MDD’ye te-
mel sınıfsal kavram olarak aktarılışını
fark edip tartışacak kişiyi ara ki bulasın!
Kim bilir, görmezden gelindi belki (ya da
ben rastlamadım).
UNUTULURKEN YA�MALANANAYDIN
“Asker sivil aydın zümre” kavramını
1960’larda Akçura’dan yalıtarak yeni
keşif gibi kullanmanın iki temel nedeni
şu olabilir:
1. 27 Mayıs Devrimi de benzer sı-
nıfsal özelliklere dayandığına göre, de-
mokratik devrim savaşımında 60 yıl
sonra Türkiye aynı döngü içinde kıvra-
nan bir ülke olmaktan çıkamıyorsa, Ni-
yazi Berkes’in “200 Yıldır Neden Bo-
calıyoruz?” savı haklılık kazanacak; sap-
tama ve önerileri, uzun erimli bir süreçte
daha kalıcı ve yaygın düzeyde tartışılma
gereksinimi yaratarak ivedi devrim so-
runlarını erteletecekti.
2. Doğu Perinçek’in de işaret ettiği
gibi (Aydınlık, 14.07.12), “1960’ların
solculuğu, yaşanan pratik nedeniyle
[muhtemel milliyetçilik suçlaması yü-
zünden] Türkçü kavramını başka bir yere
oturtur” ve Türkçü geleneğe bitişmek-
ten öcü görmüşçesine kaçar.
Belki asıl etken çok daha yalın ve
korkunçtur: Akçura; kendinden önce
söylenenleri yağmalayıp her şeyi kendiyle
ve sıfırdan başlatan Osmanlı (Türk) ay-
dın kimliğini eleştirerek sergileme küs-
tahlığından ötürü, sağın da solun da,
İsa’yı Musevilerin öldürdüğünü cuma
hutbesinde öğrenir öğrenmez havranın
kapısı dibinde yakaladığı ilk Yahudi’yi
ayağı altına alan Müslüman külhanbe-
yi tavrıyla aforoz ettiği düşünürdür. Ni-
tekim bunu Niyazi Berkes, “Unutulan
Adam” yazısında (1956) etkili bir yazıyla
gösterir; “reform sorununun yalnızca yö-
netim biçimini değiştirmek değil, bütün
toplumu kapsayacak bir devrim sorunu
olduğunu gören tek kişi oluşunu” vur-
gular (Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY,
Ekim 2002).
Akçura’nın Berkes’e olduğu kadar
Yalçın Küçük’e de ilham veren aydın
eleştirisi gerçekten köklü ve ağırdır:
“[Bütün derdi Batı’nın gözüne gir-
mek olan Osmanlı aydınına göre] Av-
rupa’nın hoşuna gitmek istersek zayıf ol-
maya, hiçbir kuvvet göstermemeye, ni-
hayet tamamen eline geçmeye katlan-
malıyız.” (16 Şubat 1911)
Bir başka yazısında, “aydınların ta-
rihsel materyalizm bilgisinden yoksun,
Marx’tan habersiz oluşlarını” eleştirirken,
materyalizm korkusu ve düşmanlığı kar-
şısında uyarıda bulunur: “Her halde
şuna şüphem yoktur: Gerek tarihin tet-
kikinde, gerekse bir siyasetin idaresinde
materyalizmi kendilerine rehber itti-
haz edenler, idealizme kapılanlardan
daha az yanılmış olurlar.” (21 Ekim
1910) Bu saptamalar, onun “aydın” de-
ğil de “memur” deme ısrarını ayrıca açık-
lamıyor mu?
Doğu Perinçek, Aydınlık’ta, onu
yeni tip aydın kişiliğiyle en özlü biçim-
de vurgularken ne kadar da gerçekçi ve
haklıdır: “Yusuf Akçura, Türk Devri-
mi’nin 20. yy’ının ilk yarısındaki en bi-
rikimli düşünürüdür. Onun eylemciliği
ile yetkin düşün adamlığı kuşkusuz bir-
biriyle bağlantılı.” Bu, dünyayı yorum-
lamakla yetinmeyen aydındır.
AKÇURA’NIN BÜTÜNLÜKLÜYORUMUTalihin (ve tarihin) cilvesine bakın ki, mo-
dern dönemde Türklerin tarihinin Fran-
sız kaynaklarına dayanarak yazılmasın-
dan ve “bütünüyle değişime uğratılıp yoz-
laştırıldığından” yakınan Akçura için bu
vargının pekiştirdiği en kapsamlı ve bü-
tünlüklü değerlendirmeyi de, onun bir
devrim kuramcısı olarak ortaya çıkışın-
dan 80 yıl sonra, yine bir Fransız top-
lumsal tarihçisinde, F. Georgeon’da bu-
luyoruz (agy, s. 137-138):
“Akçura’nın modern yönü, bize yeni
tip aydının somut bir örneğini sunması-
dır. Tarih adına eleştiri getiren, tarihin
anlamını açıklayan bir aydındır bu.
Onun eleştirel yönünden söz ettiğimiz-
de, kastettiğimiz yalnızca Akçura’nın
Jöntürklere ve Osmanlı aydınlarına yö-
nelttiği eleştiriler değildi. ... Önemli
olan, onun tarihe yüklediği eleştiri işl-
evidir. ... Geleneğin ve tefsirin iktidarı ye-
rine, tarihin ve eleştirinin egemenliğini
getirmeye çalışmak, tartışma götürme-
yecek bir düşünsel devrim niteliğindedir.”
Bu sözler, emek ve birikimini tarih-
sel sürekliliğe kazandırmak üzere Ak-
çura’nın öncü aydın kişiliğini yüklenme
görevinin altını apaçık çiziyor. Yine
Kaynak Yayınları’nda Akçura’nın “Türk-
çülüğün Tarihi” ile Kemal Şenoğlu’nun
“Yusuf Akçura - Kemalizmin İdeoloğu”
kitapları, elbette kapsamlı tartışmaların
ana kaynaklarını oluşturmakla kalmıyor,
tüm yapıtlarının yayımlanması ve bun-
ları yeni araştırmaların izlemesi yönün-
den umut veriyor. Hepsinden önemlisi,
gerçeği keşif çabasının kendiyle başlayıp
kendinde bittiği yanılsamasıyla sosyalizm
savaşımını ve iktidarı da kendi ömrüyle
sınırlı görerek devrim sorunlarına ivedi
çözümler ararken büsbütün zora sapla-
nıp kördüğüm olmaktansa uzun erimli
girişimler için önce tarihi doğru okuma
yönünde, 24 Temmuz 1908’i hazırlayan
aydınların en önde geleni olarak Akçu-
ra’yı örnek almanın hiç de küçümsene-
cek bir sonuç olmadığını görmektir.
Evet, 100 yıl sonra: Gecikme var ama
terslik yok!
“Terziler Geldiler” diyordu Turgut
Uyar: “Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaş-
kınlığımız / senin karşında, / alışverişin,
alfabenin, iplik döküntülerinin ve / her
şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği...”
Düzeltme girişimi, yıkıcı taşkınlıkları
önleme ve yırtıcı sivrilikleri törpüleme ni-
yeti taşıyorsa, aslında iyiye işarettir.
SEYY�T NEZ�R
Eylemci ve yetkin düşün adamı olarakyeni aydın tipinin öncüsü Yusuf Akçura
“Akçura’n�n modern yönü, bize yeni tip ayd�n�n somut bir örne�ini sunmas�d�r. Onun ele�tirelyönünden söz etti�imizde, kastetti�imiz yaln�zca Akçura’n�n Jöntürklere ve Osmanl� ayd�nlar�na
yöneltti�i ele�tiriler de�ildi. Önemli olan, onun tarihe yükledi�i ele�tiri i�levidir.”
Niyazi Berkes
Mihri Belli
Aziz Nesin
Doğu Perinçek
Yalçın Küçük
Yu
suf
Ak
çura
ARAKABLO
20 TEMMUZ 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
CENK ÖZDAĞ[email protected]
GELECEK GEÇM��TEN GEL�R,GEÇM�� GELECEKTENGÖRÜNÜROrwell’in deyişiyle, geçmişi kontrol eden ge-
leceği yönetir ve geleceği yöneten geçmişi fet-
heder. Geçmiş, egemenin dilinden yeniden
üretilirken, geçmişin ele geçirilmesiyle bir ge-
lecek tasavvuru yaratılır. Bu geleceğin bile-
şenleri ve bu bileşenlerin hangi zeminde çar-
pışacağını yine egemen belirler. Stalinizm’e
karşı olan Orwell kendi yarattığı Stalinist im-
geye teslim olmuştur. Geçmişi elde tutan ve
geleceği belirleyen ve geleceği kontrol edip
tahtını sağlamlaştıran egemene karşı yapıla-
cak herhangi bir şey yoktur. Teslimiyetin ku-
ramsal zeminini betimleyen Orwell, bir ba-
kıma, Plehanov’dan daha determinist bir tu-
tum almaktadır.
Neden Orwell ile başladık? Konu SSCB,
totaliterizmin yıkılışı, Marksizmin ve Prole-
terya diktatörlüğünün çözülüşü, Batı’nın
Doğu karşısındaki zaferi, vb. olursa Or-
well’e değinmeden geçilemez. Orwell basi-
reti bağlanan “vicdanlı” aydının adıdır. Sol-
jenitsin’den, Kundera’dan farkı da bu “vic-
danlılık”tır ki bu sayede eleştirisi evrensel-
leşmiştir: Doğu’da SSCB’ye, Batı’da Hitler’e
dönen bir oktur. Bu okun yönünün şaşması
dışında doğrultusu “vicdan”a bağlandığından
tutulacak bir yanı vardır.
��MD�N�N YA�ATTIKLARI VEUNUTTURDUKLARIOrwell’in geçmiş ve gelecek arasında kurdu-
ğu ilişkiye daha tam olarak “şimdi”nin haki-
miyetini eklemek gereklidir. Geçmiş ve gele-
cek geniş zamanı elinde tutan tarafından
belirlenir. Geniş zaman bir yanılsamadır (de-
neyimlenebilir bir zaman diliminin dene-
yimlenemeyecek bir genişlemesidir). Bu ya-
nılsamanın dayanağı “şimdi”nin yeğinliğidir.
“Şimdi”de kendini hissettiren ağırlık mekan
ve zamana sağlam bir iz bırakır. İze bakanlar
ağırlığı unuturlar. İzde saplanıp kalanlar izin
çıktığı yüzeyi göremez olurlar. İz, “sosyalizmin,
devrimin mağlubiyeti’’; yüzey ise sonu gel-
meyen sınıf savaşımının yaşandığı gerçek ha-
yattır. Gerçek hayat metne, kurama sığdırıl-
maya çalışılır ve indirgeme başlar.
Kimliklere indirgenmiş gerçek insanlar
arasında gerçek olmayan uçurumlar yaratılır.
Gerçek insanlar ve gerçekler şimdidedir, bu-
radadır. O nedenle hiçbir propaganda, hiçbir
teori şimdinin üstünden atlayamaz. Disiplin
altına sokulan geçmiş ve gelecek zamanların
dışına itilen şimdiki alan, gündelik hayat, sı-
radanlığın öldüremediği sahicilik işte bunlar
Orwell’in unuttuğu zemini oluşturuyor: ege-
menlerin baskılarına rağmen parıldayan ay-
dınlığın zemini.
EVRENSEL – T�KEL GER�L�M� veFARKLI DÜNYALARİşte böyle bir ortamda, “Farklı Dünyaları Dü-
şünmek’’ başlığıyla toplanmış Birinci ve İkin-
ci Moskova Çağdaş Sanat Bienali. 17-18 Ka-
sım 2006 ve 28 Şubat 2007 tarihlerinde ger-
çekleşen sempozyumlardaki konuşmaların
metinleri Emine Ayhan’ın çevirisiyle, 2012’nin
Mayıs’ında Metis Yayınları tarafından basıl-
dı. Seçilen metinleri yayına hazırlayanlar Jo-
seph Backstein, Daniel Birnbaum ve Sven-
Olov Wallenstein.
Metinlerin konu edindiği ikilem
küreselleşmenin tek tipleştirmesi ile küre-
selleşmenin önündeki engellerin (ulus-dev-
letlerin, Marksist oluşumların
kısacası ‘’büyük anlatı’’ olarak
adlandırılan ve hayata bütün-
cül anlamlar sunan tüm kuram
ve mitosların) ardında ‘’birey-
selleşme’’ – özelleşmedir. Bu
bir gerilim yaratmaktadır. Ya-
van, yığınsal tüketime karşı
elitizm; küresel gösteri toplu-
muna karşı bireyselliğini arayan
yığınlar; piyasanın aracına dö-
nüşen sanat ve yığınlara doku-
namayan ‘’elitist’’ sanat bu ge-
rilimin yarattığı ikilemlerden
yalnızca birkaçı.
K�ML�KS�ZLE�ME VEANLATISIZLA�MANIN AÇMAZI“İnandırıldığı” büyük “anlatılar”ın çözülü-
şünün ardından, kimliksiz kalmış, merkez-
sizleştirilmiş yığınlar neoliberalizmin haz il-
kesiyle buluştular. Bu buluşma Ranciere’in
“Evrenselliğin Talihsiz Maceraları” başlıklı ya-
zısında işleniyor. Yazıda, neoliberalizmin yol
açtığı sorunlara karşı tepkileri açısından, Sağ
öfke ile ilişkilendirilirken, Sol ise melankoliyle
tutunmasıyla eleştiriliyor. Yıkılma ve çürü-
meye karşı sağın terörüne, solun melankolik
teslimiyeti eşlik etmektedir. Söz konusu eleş-
tiri, daha çok, Batılı entelektüel çevreye yö-
neltilmiş bir eleştiri olduğundan bununla il-
gili olgulara yer verilmiyor.
MEKANIN S�STEMTARAFINDAN YEN�DENÜRET�LMES�Sassen, “Sınır Bölgeleri olarak Şehirler” baş-
lıklı yazısında, mimarinin, kentsel mekanın,
özelleştirilerek yerel olmayan bir yerelliğin ka-
muya karşı yükselişi betimleniyor. “Akışkan-
laşma” kavramı çerçevesinde, finansın kent-
sel yapılaşmayı nasıl sanallaştırdığı anlatılıyor
ve bu akışkanlaşmaya karşı yeni kavramsal-
laştırmalar ve mücadele alanları üzerine yo-
ğunlaşılıyor.
ÇATI�MASIZ YA DA SAHTEDEMOKRAS�Chantal Mouffe, “Tartışmacı Kamusal Alan”
başlıklı sunumunda, demokrasinin zemini
olarak kamusal alanı ve bu zeminde yükselen
tartışma ortamını ele alıyor. Demokratik si-
yasetin özü itibarı ile antagonistik olduğu, çağ-
daş liberal düşüncenin “bütünleştiriciliği-
nin”, “müzakereciliğinin” siyasal alanın üstünü
örttüğü işleniyor. Mouffe, siyasetin ve siyasal
olanın hegemonyasız düşünülemeyeceğini, do-
layısıyla hegemonik ilişkilere girişilmeden
herhangi bir gerçek “müzakere”den söz edi-
lemeyeceğini ortaya koyuyor. Tartışmanın
ve demokratik siyasetin her
hal ve karda “biz” ya da
“biz”ler yaratacağını ve bunun
kaçınılmaz olarak karşısına di-
kilecekleri “onlar”ı berabe-
rinde getireceğini belirten
Mouffe, bu karşıtlıkları si-
len, pürüzsüz bir demokrasi
tasarımının demokrasi ola-
mayacağını ortaya koyuyor.
Bu anlamda dillerden düş-
meyen “tarafsızlık” söylemi-
nin tarafları ortadan kaldıran
bir “taraf”a işaret ettiği açık
hale gelmektedir. Mouffe’nin
deyişiyle “ Siyaset kaçınılmaz olarak parti-
zandır ve artık husumete dayalı siyaset mo-
delinin yürürlükten kalktığı başka bir aşamaya
geçtiğimize inanan herkes, farkında olmasa
bile, demokratik dinamiklerin tam da özünü
sorgulamaktadır”.
“P�YASA’NIN ET�K BOYUTUYOKTUR!”Kitapta ekonomi – politik bir zeminde tar-
tışma yürüten Kagarlitski, “piyasanınsa etik
boyutu yoktur. Yegane ahlakı “eşit takas” ku-
ralıdır” diyor. Günümüz kapitalizminin eleş-
tirisini 19. Yüzyıl Marksizmi’nin kuramsal yak-
laşımına indirgemeden, piyasayı önceleyen
emek – sermaye çelişkisine dikkat çekerek zo-
runlu kimliklere karşı ideolojik tasavvurlar-
la biçimlendirilmiş kimliklerin türetilmesine
yönlendiriyor: “Emek ve sermaye çelişkisi, top-
lumun kaçınılmaz olarak “biz” ve “onlar” şek-
linde bölünmesine yol açar. Üstelik, “biz” ve
“onlar” rastgele seçilmiş kimlikler değil, tam
da rol üretimi süreci tarafından bize dayatıl-
mış zorunlu kimliklerdir”. Bu gerçeğin üze-
rinden atlayan tartışma ortamını ve söylem di-
lini ağır bir dille eleştiren düşünür, New Left
Review çevresini Marksizmden uzaklaşmak-
la ve “kolektif eylem yerine bireysel tutuma”
sarılmakla suçlamaktadır.
Ranciere’den yukarıda alıntıladığımız sol
melankolik tavra karşı, Kagarlitski, kapita-
lizmin ihtişamının yıkılış feryatlarına aldan-
maz. Ona göre “geç kapitalizm artık kendi
kendini düzenleyemez durumdadır”. Yazar
devam eder: “Evrensel olarak benimsenen ye-
nilik dinine rağmen, bugünün tümüyle te-
kelleşmiş ve bürokratikleşmiş sistemi, etkin şe-
kilde yeni yaklaşımlar geliştirme kapasitesi-
ni yitirirken, bir yandan da yeniymiş gibi gö-
rünmeyi öğrenmektedir ustaca. İşlemci hızı
yüzde beş geliştirilmiş yeni bir PlayStation için
“devrim” denir. Renk tonu biraz yeni bir ruj
“yeni bir çığır” açmış sayılır”. Aynı şekilde sis-
temin akademisi de kapitalizmi eleştirirmiş
gibi yapar ve bu “eleştirimsiler” sitemin jar-
gonuna eklemlenir. Lacancı deyimlerle söy-
lersek sembolik düzen sıklıkla kapitalizmin ak-
saklıkları şeklinde kendini gösteren hakikat
tarafından delinir ama her defasında sembolik
düzen yeni masallar, yeni ninniler söyler.
Hakikati gizlemeye çalışan yalanlar ve aşırı
söylemler (devrimci işlemciler, çığır açan ik-
tidarlar, harbi liderler vb. ) gürültü içerisinde
hakikatin ezgisini bozmayı başarırlar. Bu ba-
şarının altında sürüp giden ve kendini tüke-
ten bir çaba bulunur. Mimarinin, jelatin ve am-
balajların makyajı silindiğinde, geleceğe iliş-
kin fallar boş çıktığında ve günümüzün acı ilaç-
ları çare olmadığında hakikat yeniden hort-
lamaktadır. Sözü Kagarlitski’ye bırakalım:
“Rosa Luxemburg bir yerde kapitalizmden
çıkmanın sadece iki yolu olduğunu söyler: Sos-
yalizm ve barbarlık. Günümüzdeki gelişme-
ler Luxemburg’un kahince sözünü – en azın-
dan barbarlıkla ilgili kısmını – tümüyle doğ-
rulamaktadır”.
“Farklı Dünyaları Düşünmek” adından da
anlaşılacağı gibi farklı dünyalar ve farklı bir
dünya tasavvurunu içinde barındırıyor. “Fark-
lı” sıfatının içerisinde, birçoklarınca sezilen bir
anlam daha var: ütopya. “Farklılığın” bu
denli çok dillendirildiği, “ütopya”nın bunca sık
anıldığı bir çağda ütopik olanın ne olduğu üze-
rine düşünmek gerekir. Zizek’in bu konuda
bir önerisi var: Günümüz dünyasında asıl
ütopya kapitalizmin her şeye rağmen yaşa-
yacağına inanmaktır. Sürekli olarak dillerde
dolaşan “var olan en iyi sistem” ifadesi in-
sanlığı bir hakikati anlamaya zorluyor: bir “var
olan” olarak kapitalizm çok ütopik değil mi?
(Farklı Dünyaları Düşünmek, DanielBirnbaum/ Joseph Backstein/ Sven-Olov
Wallenstein, Metis Yayınları, çev. Emine Ayhan, 232 s.)
Kapitalizmin kendini yenidenüretebilme ütopyası (ve farklı dünyalar)“Evrensel olarak benimsenen yenilik dinine ra�men, bugünün tümüyle tekelle�mi� ve bürokratikle�mi�
sistemi, etkin �ekilde yeni yakla��mlar geli�tirme kapasitesini yitirirken, bir yandan da yeniymi� gibigörünmeyi ö�renmektedir ustaca. ��lemci h�z� yüzde be� geli�tirilmi� yeni bir PlayStation için “devrim”
denir. Renk tonu biraz yeni bir ruj “yeni bir ç���r” açm�� say�l�r”. Ayn� �ekilde sistemin akademisi dekapitalizmi ele�tirirmi� gibi yapar ve bu “ele�tirimsiler” sitemin jargonuna eklemlenir
“B�L�M VE ÜTOPYA”DA PROF. DR. ZAFER KARS’INMO�OL TAR�H� �NCELEMES�
Cengiz Han ve bilmediğimiz bir dünya
CÜNEYT AKALIN
Asya’nın kuzeyindeki uzak ülke Moğolis-
tan, son yıllarda çeşitli kitap ve filmler ara-
cılığıyla ilgi konusu olmaya başladı. İnce-
leme ve gezi kitapları, Cengiz Han üze-
rinden tarih araştırmaları, Moğolistan’a
dair bilinmeyen pek çok şeyi gün ışığına çı-
karıyor. Bu çerçevede bu kez, bir kitap de-
ğil ama çok ilginç ve üzerinde mutlaka du-
rulması gereken bir makaleden söz etmek
istiyorum.
Uzun süre Sivas Cumhuriyet Ünivesi-
tesi’nin rektör yardımcılığını yapan Prof. Dr.
Zafer Kars, tıp doktorudur. Uzmanlığı, be-
yin cerrahisidir. Ancak, Aydınlık okurları
kendisini bir başka yönüyle, tarihçi kimli-
ğiyle tanırlar. Kars’ın “1908 Devrimi’nin
Halk Dinamiği” adlı kitabını 1997’de Kay-
nak Yayınları yayımladı. Teori Dergisi de
Temmuz 2008 ayında çıkan 222. sayısında
Zafer Kars’ın “1908 Devrimi bir Anadolu
Devrimidir” başlıklı makalesine yer verdi.
Zafer Kars Bilim ve Ütopya dergisinin son
sayısında “Unutulan Devrim: Moğolis-
tan” adlı makalesiyle tarih merakını bir baş-
ka coğrafyaya taşıyor.
MO�OLLARA BAKI�...Asya tarihinin, dahası, insanlık tarihinin en
önemli simalarından Cengiz Han’ı gör-
mezlikten gelemeyen Batı tarihyazımı,
Cengiz’in çocuklarının ölümünden sonrası
hakkında sessizliğe gömülür. Sanki Mo-
ğollar buharlaşmıştır! Moğol adı, Japon-
ya’nın bir hareketlenme içine girdiği 19.
yüzyılın sonuna doğru Çin ve Rusya ara-
sındaki nüfus mücadelelerinde kısaca anı-
lır; o kadar.
Bu ilgisizlik hem Batı tarihyazımından
hem de Türk denince aklına Osmanlı’dan
(Türk-İslam) başka kimse gelmeyen bizim
tarihçilerden kaynaklanır. Soydaşlarımız
Moğolların Budist inançlarının bir zen-
ginlik olarak değil, tersine bir kambur ola-
rak görülmesi, bu ilgisizliğin esas nedenidir.
Oysa bozkırın uzayıp gittiği Asya’nın dev
ülkesi (dünyanın dokuzuncu büyük ülkesi;
Türkiye’nin iki katı) bu Cengiz’in vatanıdır.
Cengiz Han’dan bir şeyler kalıp kalmadı-
ğını merak etmek, en başta bize düşer.
CENG�Z’DEN SÜBHAATOR’A Prof. Zafer Kars bizi bilmediğimiz bir dün-
yaya götürüyor. Cengiz Han’dan yola çı-
karak Moğolların tarihini özetliyor. Son
derece önemli bilgiler aktarıyor. Göçebe
Moğolların Budizmi benimsedikten son-
ra günümüzdeki Ulan Batur’u kentsel yer-
leşik yaşam için kurmaları, Budizmin
sert karakterli bir halkı uysallaştırması
vb… Ve yazar anlattıkça, Moğol toplu-
munun da 19. yüzyılın sonundan itibaren
bir altüst oluş yaşadığını anlıyoruz. Bu ta-
rihlerde Moğolların başına gelenler, ni-
celik olarak olmasa bile nitelik olarak
Türklerin, Arapların, Hintlilerin, Çinli-
lerin yaşadıklarına çok benziyor. Mo-
dern fikirlere susamış aydınlar, bir avuç da
olsalar, Moğolistan’ın kaderine hakim ol-
mak için harekete geçiyor, Ruslara ve Çin-
lilere karşı mücadeleye atılıyorlar.
Komşu Çin’de 1911’de Cumhuriyet’in
ilan edilmesi ve Rusya’da patlak veren
1917 Sovyet Devrimi, Moğolları derinden
etkiliyor. Moğolistan nice mücadelelere-
den sonra bağımsızlığına kavuşuyor…
Rus devrimci fikirlerinin ülkeye ulaşma-
sı üzerine doğan Kurtuluş Ordusu, Dam-
din Sühbaator’un önderliğinde ülkenin ka-
derine hakim oluyor. 1920’de kurulan Mo-
ğolistan Halk Partisi ülkede bir halk ik-
tidarı kuruyor. 1924’de toplanan Moğo-
listan Halk Partisi 3. Kongresi, “kapita-
list olmayan yol”u kalkınma programı ola-
rak benimsiyor.
Moğolistan’dan yola çıkarak bizleri
Asya’nın derinliklerine taşıyan Zafer
Kars, Sonuç olarak, hem tarihi olayları an-
latıyor hem de anlatıdan güzel bir devrim
teorisi çıkartmayı başarıyor. Moğol Dev-
rimi’nin Çin feodal zulmüne ve Beyaz
Rusların tertiplerine karşı mücaadelesi-
ni sunarken, örnekler vererek milli dev-
rim teorisini anlatıyor. Öte yandan Kars,
kıyıda köşede kalmış bir olayı bulup çı-
kararak önümüze koymakla yetinmiyor.
Batıcıların, Neo-liberal piyasacıların ve
Türk-islamcıların unutulmaya terk et-
tikleri canalıcı bir tecrübeyi önümüze
koyarken, “dikkat edin, bu da var” ve
“bunu nasıl görmezden gelirsiniz” me-
sajını da veriyor.
EMILE ZOLA’NIN ROMANI, MARCEL CARNE’IN F�LM�: “THERESE RAQUIN”
Aşk,
Frans�z �iirsel-gerçeklik ak�m�n�n temsilcilerinden Carne,“toplumsal fantastik” olarak nitelendirdi�i filminde, roman�n
a�k-ihanet-cinayet-vicdan azab� ili�kilerini temel olarak aynenkorumu�. Therese ve Laurent’in içine dü�tükleri korkunç
durumun karanl��� da filmde bire bir yans�t�lm��
Asya tarihinin, dahas�,insanl�k tarihinin en önemlisimalar�ndan Cengiz Han’�görmezlikten gelemeyen
Bat� tarihyaz�m�, Cengiz’inçocuklar�n�n ölümünden
sonras� hakk�ndasessizli�e gömülür. SankiMo�ollar buharla�m��t�r!
TUNCA ARSLAN
Edebiyatta natüralizm akımının öncü-
lerinden olan Emile Zola’nın 1867’de
yazdığı “Therese Raquin”e adını veren
kadın başkarakter, içinde yaşadığı çev-
renin genelinde olduğu gibi ezilmiş
ama gene de güçlü bir kadındır. Tüm
duygularını içine atmış, bastırmıştır.
Fakat bir süre sonra adeta zincirlerinden
boşanır, içgüdüsel dürtülerinin önüne ge-
çemez, zorla evlendirildiği zayıf ve has-
talıklı kuzeni Camille’i aldatıp yakışık-
lı bir aylak olan Laurent’le aşk yaşamaya
başlar. Genç kadın sanki o güne dek ger-
çek yüzünü saklamıştır, yaşadığı şehvet
onu bir cinayete kadar sürükler. Zola ise
Therese’yi suçlayıp yargılamaktan çok
olan biteni onun yazgısı gibi gösterir ro-
manında. Kadının daha sonra içine düş-
tüğü büyük suçluluk duygusu da bu
yazgının bir parçasıdır.
Zola’nın “yakıcı” özellikler gösteren
romanı sinemacıların da ilgisini çekti do-
ğal olarak ve çeşitli uyarlamaları yapıl-
dı. 1928’de Jacques Feyder’in çektiği
“Therese Raquin”, romana sadık bir
uyarlamaydı. 1953’te Marcel Carne’in
imza attığı film ise özellikle başroldeki
Simone Signoret’nin varlığı sayesinde en
iyi uyarlama olarak kabul ediliyor. Şu
notu da düşelim: Signoret, filmde rol al-
ması teklif edilince yönetmenin Marcel
Carne olması dışında hiçbir koşul ileri
sürmemiş.
Fransız şiirsel-gerçeklik akımının
temsilcilerinden Carne, “toplumsal fan-
tastik” olarak nitelendirdiği filminde, ro-
manın aşk-ihanet-cinayet-vicdan azabı
ilişkilerini temel olarak aynen koru-
muş. Therese ve Laurent’in içine düş-
tükleri korkunç durumun karanlığı da
filmde bire bir yansıtılmış. Ana temaya
dokunmayan değişiklikler de var elbet.
Romanda olaylar Paris’te geçerken
filmde mekan olarak Lyon’u seçilmiş.
Ayrıca cinayetin Therese ve Laurent ta-
rafından işlendiği romanda gayet belir-
ginken, Carne sevgililerimizi uzun süre
“şüpheli” sınıfında kullanmış. Ayrıca
Laurent karakteri romanda işsiz güçsüz,
beleşçi ve aşkı sahiplenmeyen kötü biri
olarak çizilmişken, filmde yasak aşka ka-
pılan, aşkına sahip çıkan ve Therese’ye
birlikte yaşamayı teklif eden dürüst bir
adama dönüşmüş. Zaten filmde Simo-
ne Signoret’ye eşlik eden Raf Vallo-
ne’nin rol alma şartı da canlandıracağı
karakterde bu tür değişikliklere gidil-
mesiymiş.
Mutsuz bir evliliğin ve bastırılmış
duyguların ne kadar tehlikeli olabile-
ceğini gösteren, örneğin “Anna Kare-
nina” türünden bir “kocasını aldatan ka-
dın” öyküsünün çok ötelerine giden, si-
nemaya malzeme olmayı kuşkusuz bun-
dan sonra da sürdürecek bir klasiktir
“Therese Raquin”. Okumadıysanız he-
men okumanızı, seyretmediyseniz mut-
laka seyretmenizi öneriyoruz.
20 TEMMUZ 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAPBİR KİTAP BİR FİLM
SübhaatorSübhaator
ihanet, cinayet…
Tebaa
Danimarkalı yazar Karen Blixen
kıskançlık, ihtiras ve melankoliyle
örülü esrarlı hikâyelerinde okuru,
korku ve dehşet edebiyatının gotik at-
mosferine götürüyor. Eserlerini Isak
Dinesen adıyla da yayımlayan Karen
Blixen “Yedi Harika Hikâye”yi kutsal
figürler, tarihî ve mitolojik gönder-
meler ve felsefi metinlerle besliyor. Hi-
kâyelerinde bir başrahibenin kıymet-
li maymununun esrarını, bir tufanın
esir aldığı insanların hayatta kalma ve
geçmişle hesaplaşma gerginliğini, gü-
zelliği dillere destan bir kadının zoraki
ve mutsuz evliliğini, bir fahişenin ge-
cenin karanlığında kayboluşunu an-
latırken ormanların uğultusunu, yal-
nız insanların efkârını, manastırların
ve kiliselerin ıssızlığını da okura de-
rinden hissettiriyor.
Yedi Harika Hikaye
Demir Özlü’den yepyeni bir anlatı...
Demir Özlü 1980’lerden itibaren art
arda yazdığı “Bir Beyoğlu Düşü”, “Ber-
lin’de Sanrı ve Kanallar” adlı anlatı ki-
taplarına yirmi yıl sonra bir yenisini ekli-
yor: “Önünde Boş Bir Uzam”.
Berlin’de yazından düşünceye, tarihten
siyasete uzanan konuların ortasında yal-
nızlığının izini süren, kafelerde istasyon-
larda gölgesini gezdiren yazarı “sen” diye
anlatıyor Demir Özlü.
Okur, yazarla birlikte soluyor bir bü-
yük kenti.
Kimsenin sesi çıkmıyor. Kalabalıklar
bastırılmış düşlerinin soluk imgeleri için-
de sürüklenip gidiyorlar. Kendini iyileş-
tirmek için yazdığını düşünsen de, “ıssız çöl-
lerden” ya da Berlin’deki kanallardan söz
etsen de, bir “sis çanı” olacaksın sen.
Korkma, kendini koy ortaya.
Önünde Bo� Bir Uzam
Sokak sokak gezdiği; satır satır
araştırdığı İstanbul’un dili olan Haldun
Hürel, “Burası İstanbul”da bu muhte-
şem ve talihsiz şehrin bugününü anla-
tıyor. Çarpık yapılaşma yüzünden ye-
rinde yellerin bile esemediği, yok edi-
len yüzlerce medrese, kilise, han, ha-
mam... Yeniden yapılan tarihi camiler!
Ve belleri bükülmüş de olsa hâlâ inat-
la ayakta duran daha birçok tarihi eser.
İstanbul'un sadece Sultanahmet
Meydanı'ndan ibaret olduğunu sanan-
lara arka sokaklardaki eşsiz hazineleri
sunuyor Haldun Hürel; bugün mezbe-
lelik olarak kullanılan cami kalıntıları-
nı, çeşmeleri, kara surlarını ve çirkin ya-
pıların arasında sıkışıp kalmış daha
yüzlerce eseri. Yazar, “tarihin incisi bu
şehir nasıl katledildi?” sorusunu “Bu-
rası İstanbul”da yaşanmış örnekleriyle
cevaplıyor.
Buras� �stanbul
New York Times bestseller yazarla-
rından Susan Wiggs, klasik “Tudor Gülü”
üçlemesinin ikinci kitabı olan “Sen Ol-
madan Asla”da Elizabeth döneminin teh-
likeli saray hayatının bir portresini çiziyor.
Oliver de Lacey, her zaman şehvet içeri-
sinde bir yaşantı sürer; şarap, silahlar ve ka-
dınlar onun vazgeçilmezidir. Ölümle burun
buruna geldiği ipten, gizli bir cemiyet ta-
rafından kurtarılmasına rağmen o hovar-
da hayatından asla ödün vermez. Bu kar-
maşa içerisinde Oliver de Lacey’yle yolu ke-
sişen Lark’ın tek arzusu ise, Kraliçe’nin baş-
lattığı idamları Protestan isyancılarla be-
raber gizlice çalışarak önlemektir. Ta ki Oli-
ver de Lacey cellâdın karşısına çıkıp
Lark’ın hayatına girene kadar… Oliver ile
Lark’ın kaderleri, Kraliyet’in uyguladığı
mezalimlere karşı direnerek birbirlerine ke-
netlendikçe, uğrunda yaşamaya ve ölme-
ye değecek bir aşkın esiri olurlar.
Sen Olmadan Asla
Yazar James Purdy, romanın kahra-manı Chicagolu ressam Gertrude Aberc-rombie ile 1935’te Chicago Üniversite-si'ne başladığı sırada tanışmıştı. Aberc-rombie, “bohem sanatçıların kraliçesi”olarak anılıyordu. Müthiş üretkenlikte biryazar olan Purdy’nin pek çok yapıtı Gert-rude’la yakın dostluğundan ve Gertru-de’un düzenlediği “yeraltı toplantıları”ndanderin etkiler taşır. Gertrude Abercrom-bie’nin düzenlediği bu davetleri GertrudeStein’in Paris’teki salon toplantılarınınAmerikan uyarlaması olarak niteleyebili-riz. Usta caz müzisyenlerinin emprovize be-bop ve caz müziklerini icra ettiği bu parti-lerde Gertrude da çoğu kez piyanosuyla ya-pılan müziğe eşlik halindeydi. Bu toplan-tılar Purdy'nin yazarlığına epey katkıda bu-lunmuş ve yazarlığında küçük yaşlardan iti-baren yoğun biçimde eğitimini aldığı KralJames İncili ve Shakespeare dersleri kadaretkili olmuştur.
Gertrude
Bizi kuşatan ve anlamlarıyla anlam-
landırmaya çalışan bunca şeyden kaçı
gerçekten var olmayı hak ediyor? Altkül-
tür yahut alternatif bakış içinde hangileri
modernle barışık? Bildiklerimizi yaşadık-
larımızla sınırlıyorsak eğer, bedenimiz dı-
şında cahil sayılmaz mıyız? Yol gösterici-
lerimiz kitaplar, filmler, müzikler hak-
kında yeteri kadar aydınlandık mı acaba?
Peki ama, ya delirdiysek ve tüm bu karmaşa
aslında bizi iyileştirmek için kurgulandıy-
sa? O zaman bir defter tutmak gerekir:
Kentle, tabiatla, esrimeyle örtüşen bir
defter. Açıklama defteri. Seyir defteri.
Sırların döküldüğü bir mermer defter.
küçük İskender, “Bir Delinin Ot Defte-
ri”nde baygın düşerken gözlemlediklerini,
öğrendiklerini okurla paylaşıyor. “Ben o
defteri çoktan kapattım” diyenlere yeni bir
defter armağan ediyor. Kitapları kapata-
lım, hayat yazılı yapacak!
Bir Delinin Ot Defteri
1989’dan bu yana örgütlü yaşam ve ka-
dın hakları konusunda, emeğin sömürüsüne
karşı sendikal mücadelesini sürdüren,
2007’de Avrupa’nın başarılı kadın sendi-
kacısı seçilen Yaşar Seyman yazar kimliğiyle
karşımızda. Göçmen olmak, yüreğine-ak-
lına, kimliğine-kişiliğine, benliğine-kültü-
rüne yeni bir yuva kurmaya çalışmak de-
mektir. Göçmen olmak, unutulmazı unut-
maya, yaşamına yeni insanlar katmaya,
anılar biriktirmeye başlamak demektir.
Göçmenlik burun direğini sızlatır insanın.
Aynı zamanda biler, keskinleştirir, çoğaltır,
zenginleştirir. Zamanı görünür kılar göç-
menlik; emeği yoğun, ekmeği sıcaktır ve ha-
yalleri, özlemlerine anaç bir kucaktır göç-
menin. Yaşar Seyman'ın kalemi bize onla-
rı anlatır. Göçmen olmanın, göçmen kadın
olmanın zorluğunu, emeğin ve dayanış-
manın gücüyle örnek yaşamlara çeviren in-
sanların öyküsünü anlatır.
Göçmen Kalem
James Purdy, Nota Bene Yay�nlar�,çev. Müge Mengü Hale, 184 s.
Heinrich Mann, �thaki Yay�nlar�,çev. �lknur �gan, 466 s.
Heinrich Mann’ın, otoriter kişiliğin
oluşumunu canlı bir biçimde betimle-
yen ve başyapıtı olarak taçlandırılan ro-
manı “Tebaa”, Alman toplumunun
alelade bir karakteri olan Diederich
Hessling’in hayat hikâyesi üzerinden 19.
yüzyıl şafağındaki Kayzer Almanyası’nın
toplumsal ilişkilerini gözler önüne se-
riyor. İtaatkâr, korkak, medeni cesaret
yoksunu, konformist bir iktidar des-
tekçisi olan Hessling, romanda, bir
yandan başkalarına acımasızca şiddet
uygulamaktan başka yeteneği olmayan
ve Kayzer Almanyası’nın o boğucu hi-
yerarşik ilişkileri sayesinde güce erişmiş
bir zorba, diğer yandan egemen top-
lumsal ilişkiler tarafından yaratılan ve
bu gayrişahsi bütünden, acımasız ve in-
san onurunu hiçe sayan bu mekanik or-
ganizmadan muzdarip bir tebaa olarak
tasvir edilir.
Demir Özlü, Yap� KrediYay�nlar�, 76 s.
Ya�ar Seyman,Bilgi Yay�nevi, 296 s.
Karen Blixen, �leti�im Yay�nevi,çev. Nur Beier, 448 s.
Haldun Hürel,Kap� Yay�nlar�, 490 s.
Susan Wiggs, Pegasus Yay�nlar�,çev. Öznur Basat, 360 s.
Küçük �skender,Sel Yay�nc�l�k, 174 s.
20 TEMMUZ 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Emanetçi
Paris’in saygın ailelerinden birinin
kızı olan Renêe-Pêlagie de Montreuil,
yirmi bir yaşında Marki de Sade’la ev-
lendirilir. İlk kez düğünden iki gün
önce gördüğü Marki’den çok etki-
lenmiştir. Ancak romantik aşk hayal-
leri kurarken kendisini kaosun orta-
sında bulur. Marki’nin doymak bilmez
şehveti, sapkınlığa varan cinsel istek-
leri, sayısız kadınla ve hatta hemcins-
leriyle yaşadığı yasak ilişkiler, Markiz’i
fırtınadan fırtınaya sürükler. Ama ko-
casını sevmekten hiç vazgeçmez, her
utancını sineye çeker ve ona üç çocuk
doğurur. Alman yazar Sibylle Knauss,
şimdiye dek hakkında çok şey yazılan
Marki de Sade’a farklı bir pencereden,
karısının gözünden bakıyor.
Yaşanmış en sıra dışı aşklardan biri..
Markiz (Marki De Sade’in Evlili�i)
Helmut Ortner’in bir siyasi
polisiye üslûbuyla, bir roman akı-
cılığında kurguladığı
“Sacco ile Vanzetti - Ameri-
ka’da İki İtalyan,
Bir Hukuk Cinayeti”,
20. yüzyıl başında Amerika
Birleşik Devletleri’nde hoşgörü-
süzlük ve yabancı düşmanlığının
ne kadar canice ölçülere vardığı-
nı göstermekte; ayrıca, aradan
yüz yıl gibi bir süre geçmesine
rağmen dünyamızın şu andaki si-
yasal-kültürel atmosferinin nasıl
da pek değişmeden kaldığına ışık
tutmaktadır...
Sacco ve Vanzetti(Amerika’da �ki �talyan
Bir Hukuk Cinayeti)
Ioan James bu çalışmasında, günü-müzden 400 yıl geriye uzanarak otuz se-kiz büyük biyoloğun biyografilerini kale-me alıyor. Kitap, biyologların bilimselbaşarılarının yanı sıra her biri oldukça me-rak uyandırıcı yaşam öyküleri üzerinde detitizlikle duruyor. Kronolojik olarak dü-zenlenmiş biyografilerle, biyolojinin yıllariçinde hangi toplumsal koşullarda geliş-tiğine dair çarpıcı bir tablo sunuluyor. Bi-limsel ve biyolojik teknik ayrıntıları as-garide tutan kitap, konuya ilgi duyan bü-tün okurları modern gelişmeleri kolaycaizlemeye davet ediyor. Aralarında Sloane,Linnaeus, Banks, Lamarck, Humboldt,Hooker, Owen, Aggassiz, Darwin, Galton,Mendel, Wallace, Huxley ve Crick gibi pekçok büyük biyoloğa ait ilginç hayat hikâ-yelerini okurken bir yandan da modern tıpve genetik biliminin bugünkü birikiminenasıl kavuştuğuna tanık olacaksınız.
Büyük Biyologlar(Ray’den Hamilton’a)
“Herkesin ortak olana erişebildiği veonu paylaşabildiği adil, eşit ve sürdürüle-bilir bir toplum kurmayı hayal edebiliyo-ruz ama onu ete kemiğe büründürme ko-şulları henüz mevcut değil. Küçük birazınlığın zenginliği ve silahları elinde bu-lundurduğu bir dünyada demokratik birtoplum yaratamayız. Kararları hâlâ onutahrip etmeyi sürdürenler alırken, geze-genin sağlığını iyileştiremeyiz. Zenginlerbasitçe paralarını ve mülklerini vermeye-cek ve tiranlar basitçe silahlarını bırakıp ik-tidarın dizginlerini bırakmayacak. Sontahlilde onları almak zorunda olan bizle-riz… ama yavaş olalım. Mesele bu kadarbasit değil.” Hardt ve Negri, bu kitapta ya-sama, yürütme ve yargı erklerinin demo-kratik ve ortak bir bir kuruluş sürecinde-ki rollerini ve alacağı biçimler üzerinde fi-kirler üretirken, aynı zamanda bir kurucuanayasa çalışmasına da katkı sunuyor.
“Uzakta, bir adanın dumanlar için-
deki silueti. Bir daha göremeyecekmiş
gibi bakıyorum adaya. Tıpkı bu odaya
baktığım gibi. Koltuktan kalkmak is-
temiyorum, ikindi güneşi vuruyor üs-
tüme, martılar döne döne alçalıyor, bi-
razdan akşamüzeri. Yeni bir yalanla ata-
cağım kendimi sokağa. Uzağa, meçhul
bir gecekondunun çamurlu sokakları-
na, sonra büyük binaların kuytularına,
ceketim sırtımda, elimde bir poşet,
içinde bir patlayıcı, ağzımda içmediğim
sigara, aklımda arayacağım gazetelerin
telefon numaraları. Bu hangi yüzüm,
hangi öyküm?”
Şiirin teğetinden düzyazıya, hayat-
tan yazıya, dilden düşünceye uzanan,
ezgili, hüzünlü, coşkulu, açık uçlu me-
tinlerle kişisel bir zamanın içinde yol-
culuk, Işık Ergüden'in kitabı.
Kurgusuz ve Ya�anmam��
Celal Başlangıç yakın dönem
Türkiye tarihini, portreler üzerin-
den yazmaya “Hayatın Rengi
Gökkuşağı” ile devam ediyor.
“Sinemacılar, Tiyatrocular,
Müzisyenler”, “Gazeteciler, Foto
Muhabirleri, Belgeselciler” ve
“Çizgiler, Desenler, Değerler”
başlıkları altında toplanan portre-
ler bir taraftan Türkiye’de yaşa-
manın getirdiği zorlukları ve bun-
larla baş etme yollarını; diğer ta-
raftan da “sonsuz tavırların son-
suz çeşitliliği” içinde hayatın ke-
yifli yanlarını okura gösteriyor.
Hayat�n Rengi Gökku�a��
20. yüzyıl Türkiye basın tarihine
damgasını vuran Sedat Simavi, oğulları
Haldun ve Erol Simavi ile Simavi ailesi-
nin etrafında Hürriyet, Günaydın ve
bütün bir basın camiasının bilinmeyen
yönleri, gazeteci İrem Barutçu’nun ka-
leminden... Sedat Simavi kimdi? Baba-
sı, Abdülhamid’in gazabına niçin uğra-
mıştı? Atatürk’ün yardımını niçin red-
detmişti? Hürriyet gazetesini kurduğu
gün, ceketinin zula cebine neden siyanür
şişesi yerleştirdi? Hürriyet gazetesi Ya-
hudi sermayesiyle mi kuruldu? Simavi-
ler “Selanik Yahudisi” miydi? Fuat Köp-
rülü dava edince Sedat Simavi mahke-
mede niçin ağladı? Yazı işleri müdürü,
Haldun ve Erol Simavi’ye, “Aklı kıt
zengin evlatları” deyince neler oldu? Ve
daha birçok sorunun cevabı...
Babiali Tanr�lar� Simavi Ailesi
I��k Ergüden, K�rm�z� KediYay�nevi, 144 s.
Tania Carver, Do�an Kitap,çev. Bo�aç Erkan, 486 s.
Korkunç bir katil işbaşında. Hedefin-
de ise kadınlar var, ama sadece hamile ka-
dınlar... Gülümsedi. İşte ruh oradaydı, ka-
dının içinden gelen yaşam gücü. Kadının ru-
hunu almak yerine bebeğini alıyordu. Kor-
kunç bir katil işbaşında. Hedefinde ise ka-
dınlar var, ama sadece hamile kadınlar...
Önce onları uyuşturuyor, sonra karınları-
nı kesip doğmamış bebeklerini alıyor. De-
dektif Phil Brennan, cinayet mahallini
gördüğünde dünyanın en vahşi katillerin-
den biriyle karşı karşıya olduğunu anla-
makta gecikmiyor. Sevgisiz büyüyen Phil kö-
tülüğü tanıyor, ama yaşadığı hiçbir şey bu
gördüklerinden daha korkunç olamaz... Po-
lis teşkilatının yardım isteği üzerine soruş-
turmaya dahil olan psikolog Marina Es-
posito ise, bir süre önce Phil ile yaşadığı aşkı
bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü baş-
ka bir hamile kadını daha öldürmeden önce
katili bulmaları gerekiyor…
Helmut Ortner, Agora Kitapl���,çev. Emrah Cilasun, 320 s.
�rem Barutçu,Destek Yay�nlar�, 504 s.
Sibylle Knauss, Can Yay�nlar�,çev. �lknur �gan, 360 s.
Ioan James, �� Bankas� KültürYay�nlar�, çev. Cumhur Öztürk, 296 s.
Antonio Negri/ Michael HardtAyr�nt� Yay�nlar�,
çev. Abdullah Y�lmaz, 128 s.
Celal Ba�lang�ç, EverestYay�nlar�, 248 s.
Duyuru
20 TEMMUZ 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Türk ÇocukEdebiyatı Kaynakçası
HÜSEY�N ALTUNYA’DAN AYDINLATICI VE B�L�MSEL B�R ÇALI�MA:
MÜNEVVER OĞAN
Kaynakça ve sözlük gibi yoğun emek ve za-
man gerektiren işleri yapanların çoğunlukla
belge ve bilgi saklamadaki titizliklerine ta-
nık olmuşuzdur. Onlar, bugün okura bir ya-
pıt sunarken bunun geleceğe kalacağından,
başka araştırmacıların işini kolaylaştıra-
cağından hatta gelecek yapılanmasının
tuğlasını ördüklerinden emindir. Öyle ol-
masaydı Orhun Yazıtları, Kutadgu Bilig ve
Divan-ı Lügati’t Türk gibi daha nice yapıt
bugüne ulaşamazdı.
İyi ki geleceğin mimarlığına soyunmuş
ama sessiz sedasız bir karınca hızıyla çalı-
şanlar var. Toplum, insanlık onlara çok şey
borçlu. Araştırmacı-yazar Hüseyin Altun-
ya da onlardan biri. Kimsenin kolay kolay
gönül indirmeyeceği, zaman ayıramayaca-
ğı bir işi o sessiz sedasız yapıvermiş. Al-
tunya’nın çalışıp didinmesine ise ÇO-
GEM’den yanıt gelmiş ve “Türk Çocuk
Edebiyatı Kaynakçası” ortaya çıkmış.
Hüseyin Altunya’nın hazırladığı ve
Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik
Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merke-
zi (ÇOGEM) yayınlarının ikincisi olarak çı-
kan “Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası”,
çocuk edebiyatı alanında başlangıçtan gü-
nümüze kadar oluşturulmuş bilgi birikimi-
ni derleyip toparlamayı amaçlayan bir ya-
pıt. Yazar, kitabın önsözünde şöyle diyor:
“Bu araştırmayı, Türk çocuk edebiyatı
(yazını) alanında çalışmak üzere kaynak ara-
yanlara bir ön hazırlık olarak düşündük. Ço-
cuk edebiyatı konusunda ürün verenler de
hem ulaşabildiğimiz kendi yazılarını (eski
tarihten yeniye doğru sıralanmış olarak)
hem de kendileri hakkında yazılanları bu-
rada bulabilecektir.
Çalışmalarımız sırasında gördük ki bu
alanda pek de azımsanmayacak ölçüde ni-
cel birikim var. Bu nedenle araştırmayı, ‘ço-
cuk yazını, çocuk kitapları, çocuk yayınla-
rı, çocuk kütüphaneleri’yle ilgili yazılarla sı-
nırlandırmaya çalıştık.”
Hazırlayanının da belirttiği gibi çocuk
edebiyatıyla ilgili son yıllarda gerçekleştirilen
sempozyumlar, çalıştaylar ve atölye çalış-
maları yüz güldürücü. Bunlara dergilerin
özel sayıları ve özel dosyalarını da eklemek
gerek. Hüseyin Altunya, çok ince işçilik ge-
rektiren zor bir görevin, sorumluluğun al-
tından başarıyla kalkmış.
Kitap, Kuram Nitelikli Yapıtlar; Seçki
Nitelikli Yapıtlar; Kılavuzlar, Kataloglar,
Kaynakçalar; Tezler (Yüksek Lisans, Dok-
tora, Doçentlik); Sözlü Anlatım Etkinlik-
leri; Soruşturmalar; Özel Sayılar, Bölümler,
Yıllıklar; Yazarlarla Konuşmalar; Gazete,
Dergi, Kitap Yazıları (İnceleme, Eleştiri, Bil-
diri…) başlıklarını taşıyan dokuz bölümden
ve 214 sayfadan oluşuyor.
Yapıtın sunu bölümünü Prof. Dr. Sedat
Sever kaleme almış. Arka kapak yazısında
“Ankara Üniversitesi Çocuk ve Gençlik
Edebiyatı Uygulama ve Araştırma Merke-
zi’nin (ÇOGEM) amacı; çocuk ve gençlik
edebiyatıyla ilgili olarak yurtiçinde ve yurt-
dışında araştırmalar yürütmek, görsel ve dil-
sel bir uyaran olarak çocuğa göre olan ki-
tapların çocukların gelişim süreçlerine ve
onların okuma kültürü edinmelerine kat-
kıları konusunda toplumu aydınlatıcı bi-
limsel çalışmalar yapmaktır” denmekte.
Böyle bir yapıtın okulöncesi, ilköğretim
ve ortaöğretim öğretmenlerine, çocuk ve
gençlik edebiyatı yazarlarına, akademisyen
ve öğrencilere ulaştırılması da en az yapı-
tın ortaya çıkarılışı kadar önemli bir görev
olsa gerek.
(Türk Çocuk Edebiyatı Kaynakçası,Yay. haz.: Hüseyin Altunya,
ÇOGEM Yayınları)
Su damlası doğanın kendi döngüsü için-
de oradan oraya savrulmaktadır. Önce so-
ğuk bir yörede kar olarak toprağa düş-
mekte, eriyip toprağın derinliklerinde te-
mizlenip yeryüzüne çıkmaktadır. Daha son-
ra yaramaz bir çocuğun su ihtiyacını gide-
ren damlacık, onun vücudundan tekrar do-
ğaya dönerken başından birçok macera
geçmektedir. En son kendisini okyanusta bir
damla olarak bulan bu su damlası orada da
yeni maceralara hazırlanmaktadır.
İlk kitapta Emily’nin suya girdiğinde ba-caklarının balık kuyruğuna dönüştüğüne birliktetanıklık etmiş, onun sırrını paylaşmıştık. İkincikitapta da Bermuda Şeytan üçgeni yakınların-da bulunan gizli adadaki yeni, evine ulaşan Emily,her zaman olduğu gibi yasak yerleri keşfet-mekten kendini alamamış ve efsanevi deniz ca-navarını uyandırmıştı. Üçüncü kitapta ise EmilyMeltemgil ile Neptün’ün yolları kesişecek mi diyemerak ettik. Serinin 4.kitabı Emily’nin iki dün-ya arasındaki barışı sağlayabilecek mi sorusununcevabını arıyoruz. İnsanlar deniz halkını tehditetmeye başladığında tüm deniz halkı gibi de-nizkızı Emily de çok endişelenir. Neptün bu ikidünya arasındaki dengeyi sağlama göreviniEmily ve arkadaşlarına vermiştir.
Haydi Oynayal�m Çocuğunuzun gelişimini ve yeteneklerini des-
tekleyecek 355 oyun
Günümüzde çoğu anne baba çocuklarını ge-
leceğe hazırlamak için, gelişimlerini bilinçli bir şe-
kilde desteklemek istiyor.
Bu rehber kitap 1 ile 7 yaş arasındaki çocuk-
ların belirleyici nitelikteki yetenek alanlarında na-
sıl bir gelişim çizgisi izlendiğini açıklıyor.
Kitaptaki oyun önerileriyle, çocuğunuzun
çeşitli yetenek alanlarındaki gelişimini belli he-
defler doğrultusunda ve ailece eğlenerek des-
tekleyebilirsiniz.
Çocuğunuz için doğru oyunlar: hangi oyun-
larla hangi yetenekleri geliştirebileceğinizi bir ba-
kışta gösteren tablolar.
Ayrıca: Çocuğunuz için faydalı oyuncaklar. “Haydi Oynayalım” yaz tatili boyunca
sizin ve çocuğunuzun en güvenilir, en neşeli arkadaşı olacak.
Hangi gelişme aşamasında Hangi yetenek için Hangi Oyun
Erdem Seçmen, Bulut Yay�nlar�, 56 s.
Liz Kessler, Can Çocuk,Çev: Selen Ak, 312 s.
Cornelia Nitzch,Gerald Hüther,
Optimist Yay., 90 s.
Su Damlas�n�n Macera Dolu Yolculu�u
İşte karşınızda Dünyanın En Berbat ve
Şaşkın Şövalyesi Sör Gadabout...
Sör Kıllı Henry’nin hayaletini gören Şaş-
kın Şövalye korkudan kaçacak delik arar. Ama
çok geçmeden sardalye hırsızlığı ile anılan Sör
Kıllı Henry’nin adını temize çıkarmak için baş-
ka bir korkunç misafirin peşine düşecektir.
Martyn Beardsley, Final Kültür SanatYay., Çev: Handan Sa�lanmak, 95 s.
�a�k�n �övalye ve Hayalet-3
Emily Meltemgil ve Sirenin S�rr� 4. Kitap
20 TEMMUZ 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Çocuk edebiyat�yla ilgili son y�llarda gerçekle�tirilensempozyumlar, çal��taylar ve atölye çal��malar� yüzgüldürücü. Bunlara dergilerin özel say�lar� ve özel
dosyalar�n� da eklemek gerek
BURAK ÜNLÜ
Sahibi ve kurucusu Mehmet Beşeri tara-
fından 1989 yılında İzmir Karşıyaka’da
faaliyete sokulan Beşeri Kitabevi, atası
Oğuzlar gibi, birkaç yer dolaştıktan son-
ra, 2000 yılında Manisa’da konaklamış, o
günden beri bu ilimizde çalışmalarını
sürdürmektedir.
Beşeri Kitabevi, zengin kitap arşivi ile
Türkiye’deki kitabevleri arasında ilk sı-
ralarda yer almaktadır. Burada eski ve
yeni; her türden yaklaşık 50 bin kitap bu-
lunmaktadır. Kitabevinin raflarında, daha
dün çıkmış yeni bir kitabı, yüzlerce yıllık
mazisi bulunan bir başka kitapla yan
yana görebilirsiniz. Romanlar, hikâyeler,
araştırma, çocuk, kadın, eğitim, felsefe,
sosyaloji kitapları; dini eserler, ders ki-
tapları, yardımcı kitaplar ve daha neler ne-
ler.. Bir tek ölümsüzlüğün sırrını anlatan
kitap yok. (Aslında o da var. Bunu ancak
ve ancak Beşeri Kitabevini ziyaret eden-
lere söylüyorlar).
Beşeri’de her türlü dergi, eski gazete,
belge, fotoğraf, pul vb. alım-satımı da ya-
pılmaktadır.
Ayrıca, hangi konuda araştırma yapı-
yorsanız yapın, Beşeri Kitabevi’nde, mut-
laka size göre bir kaynak bulabilirsiniz.
Buna bağlı olarak, her türlü ödev, tez ko-
nularına yardımcı olunmaktadır.
Beşeri Kitabevi, Hürriyet Gazetesi
tarafından belirlenen “Türkiye’nin en iyi
on kitabevi” sıralamasına da girmiştir.
Kitabevinin sahibi Mehmet Beşeri,
Türkiye’de kitapla ilgili en çok bilgisi olan
kitapçılar arasında sayılmaktadır.
Beşeri Kitabevi, buram buram kitap
kokan; kitap kurtlarının içine girdiği va-
kit bir türlü çıkmak istemediği bir der-
yadır. Azıcık yüzme biliyorsanız kork-
mayın. İster 1 yaşında, ister 100 yaşında
olun. Mutlaka size göre bir kulvar vardır.
Beşeri Kitabevi, yaklaşık otuz beş yıl-
lık kitapçılık geleneğini, daha nice otuz
beş yıllara taşımak inancında, direncinde
ve güvencinde...
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Kazak tarihinin büyük halk kahraman-
larından biri olarak anılan, Ruslar tara-
fındansa korkunç işler yapan korkunç bir
isyancı olarak tanımlanan Pugaçef, ül-
kemizde fazla tanınmayan Gessinoviç’in
romanında iki ayrı uçtan birinde değil,
daha objektif bir açıdan resmedilmiş.
Puşkin’in ünlü romanı “Yüzbaşı’nın
Kızı”nda da geniş biçimde ele alınmış
olan Pugaçef Ayaklanması, Rusların
Orta Asya’yı istilasına karşı direnen Ka-
zakların tarihlerindeki en büyük isyan
olarak biliniyor. Çar III. Petro’nun kuş-
kulu ölümü üzerine güçlü Kazak lider
Emelyan Pugaçef (1740-1775) harekete
geçmiş ve kısa sürede çevresine topladığı
güçlerle büyük bir ayaklanma başlatmıştı.
A. Gessinoviç’in, 1969’da Enver Gök-
çe’nin çevirisiyle May Yayınları tarafın-
dan basılan 216 sayfalık romanı “Puga-
çef Ayaklanması”, işte bu heyecan veri-
ci tarihi kesiti anlatıyor.
Rus ordusunun Osmanlı İmparator-
luğu’yla savaşıyor olmasından da yarar-
lanan Pugaçef birlikleri Kazan’ı ele ge-
çirir, hatta Moskova ve St. Petersburg için
de tehlike baş gösterir ancak çabuk to-
parlanan Ruslar, Osmanlı ile barış yap-
tıktan sonra tüm güçlerini Orta Asya’ya
sürerek Pugaçef’i yenerler. Asi Kazak li-
der, yakalandıktan sonra bir meydanda
idam edilir.
Kazak tarihinin büyük halk kahra-
manlarından biri olarak anılan, Ruslar
tarafındansa korkunç işler yapan kor-
kunç bir isyancı olarak tanımlanan Pu-
gaçef, ülkemizde fazla tanınmayan Ges-
sinoviç’in romanında iki ayrı uçtan bi-
rinde değil, daha objektif bir açıdan res-
medilmiş. Yazar, henüz 17 yaşındayken
Rus ordusunda savaşan, Osmanlı-Rus
savaşında yer alan, sonrasında pek çok
kez Ruslar tarafından tutuklanan Pu-
gaçef’in, 1772’deki isyanları kanla bas-
tırılan Kazakların başına geçip lider ha-
line gelmesini, Çarlığa karşı gelişen
derin nefreti görüp anti-feodal bir ya-
pıya bürünmesini, 400 kişilik çekirdek
gücünü giderek nasıl büyüttüğünü,
Kamlıklar ve Tatarları da ayaklanmaya
çağırışını, Uralları kontrolü altına al-
masını ama sonra ihanete de uğrayarak
yenilmesini, akıcı bir dille anlatıyor.
Kendisine sonuna kadar bağlı kalan ar-
kadaşlarıyla birlikte asılan Pugaçef’in isyan
hareketi, Çarlığın sonunun gelmekte ol-
duğunun ve suyunun ısınmakta olduğunun
ilk işareti olarak kabul edilmektedir.
“Pugaçef Ayaklanması”, bir çırpıda
okunan, bu konuda Enver Gökçe’nin çe-
viri çalışmasına çok şey borçlu olduğu-
muz bir kitap. Eğer okumadıysanız,
“Yüzbaşı’nın Kızı”yla birlikte okumanı-
zı öneririz. Hemen belirtelim, büyük
sahaflarda ve internetteki sahaf sitele-
rinde bulmak gayet kolay.
ENVER GÖKÇE ÇEV�R�S�YLE GESS�NOV�Ç ROMANI: “PUGAÇEF AYAKLANMASI”
BE�ER� K�TABEV� / MAN�SA
Çarlığa isyan eden Kazaklar
20 TEMMUZ 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Eski-yeni 50 bin kitap
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Bu gece, belediye reisinde dert bir değildi. Bir kısım da-vetliler, yanlarında sekizer onar kişi getirmişler, bazı kim-seler de davetsiz olarak gelmişler ve tabii göğüslerindenitmek kabil olmamıştı. Bahçenin jandarma kordonu al-tında olmasına rağmen, duvarlardan aşan ayaktakımı dabaşka bir mesele. Sarhoş olduğu için kapıdan çevrilmek is-tenen bir azılı serseri, “Demokrat devlette halka kapalıkapı yoktur. İçeri girmek herkesin hakkıdır!” diye bağır-mış, sokakta toplanan halkı bahçeye hücuma teşvik etmişti.
1 “-Serçeleri çok severim, dedi. Cenap Şahabettinonları küçük serserilere benzetmiş. Fena bir ben-zetme değil. Başıboşluğun sembolü yaramazlar…Sen de kuşları seversin değil mi?Mümtaz ağaç dallarında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara,oradan oraya konup kalkan serçelere baktı:-İstersen evimizde bir çift kanaryamız da olur,dedi.
Eyüp’ün tenha sokaklarından geçti, insanların bulun-duğu taraflarından kaçtı. Burada yalnız ölüler arasındadolaşmak istiyordu. İki tarafı parmaklıklarla çevrilmişmezarlardan yükselen taşların bakışları altında yürüdü.İkbal’in mezarına yaklaştıkça bacaklarında bir kesiklikmeydana geliyor, oraya mümkün mertebe geç ulaşmakiçin yavaş yürüyordu. Sonunda onun taze vücudunukucaklayan mezarlığın önüne gelince durdu.
3
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(e) 2-(a) 3-(c)
a) Rebecca Fin / Hareketli Bahçe
b) Simon Vestdijk / Çalgılı Bahçe
c) Reşat Nuri Güntekin / Eski Hastalık
d) Feyyaz Kayacan / Çocuktaki Bahçe
e) F. H. Burnett / Gizli Bahçe
a) Erdoğan Tücan / Serçe Yuvası
b) Takashi Matsuoka / Serçe Bulutu
c) Hasan Nail Canat / Yaralı Serçe
d) Mükerrem Kamil Su / Gençliğimin Rüzgârı
e) Neriman Calap / Uykulu Serçe
a) Refik Halit Karal / İstanbul’un Bir Yüzü
b) Mahmut Yesari / Pervin Abla
c) Güzide Sabri / Yabangülü
d) Mehmed Rauf / Eylül
e) Halit Ziya Uşaklıgil / Mai ve Siyah
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Çok s�k dokulu ve sert bir seramik hamuru
türü2. “O�uz ...” (yazar) - Çocu�u olan kad�n - Parlak, saydam k�rm�z�
renkte de�erli bir ta� - “Fena de�il” anlam�nda bir söz3. Bir ay ad� - Bozk�r - Hattatlar�n kulland��� özel cila4. Bir süt tatl�s� - Naz, i�ve5. Peru’nun plakas� - Voltamper (k�sa) - Su biriktirmek için akan
önüne yap�lan set - San Marino’nun plakas�6. Sanc�, ate� ve öksürükle beliren, tehlikeli bir akci�er iltihab� -
Sürdürme, devam ettirme7. Bir binek hayvan� - Yasaklama - “... ç�karmak” (satrançta acemi
oyuncuya kar�� vezirsiz oynamak)8. Dünyaca ünlü Champagne �araplar�n�n Fransa’da bulunan
ba�l�ca üretim merkezi - Molibden’in simgesi - Kayak9. Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu
kullan�m�yla ortaya ç�kan edebi anlat�m biçimi - Jamaika’n�nplakas� - Bir seslenme sözü
10. Bal yapan böcek - Bir nota - Ho�lanarak bakma11. Emile Zola’n�n bir roman� - Kamyon, otomobil gibi kara
ta��tlar�na tak�lan numara levhas� - En k�sa zaman parças�, lahza12. Kur’an’�n bölünmü� oldu�u 114 bölümden her biri - �skambil
ka��d�nda bir grup - Tümör13. K�l, tüy - Sanca��, yelkeni ya da sereni a�a�� alma - “... Güler”
(foto�rafç�) - �laç, merhem14. Tantal’�n simgesi - Osmiyum’un simgesi - Bir kan grubu - Eski
Türklerde “totem”e verilen ad15. Resimdeki yazar�n bir eseri
YUKARIDAN A�A�IYA1. Hal�, kilim ya da bez dokuma tezgah� - Resimdeki yazar�n bir
eseri - Tak�m (k�sa)2. Gelecek - Parça ya da ezme et ya da sakatata çe�itli harçlar
kat�larak haz�rlanan bir �arküteri ürünü - Radyum’un simgesi -Mavi
3. Önü siperli bir ba�l�k türü - “Emine ...” (“Azap Topraklar�”,“Çiçekler Büyür”, “Sanc�” adl� romanlar�n yazar�
4. Alt�n veya gümü�te de�er derecesi - Okuma-yazmas� olmayan -Alt�n’�n simgesi - Rey
5. Yorgan k�l�f� - H�rvatistan’da bir liman kenti6. Galyum’un simgesi - Kil ile kar���k kireçli toprak - Genellikle bir
traktörün arkas�na monte edilen ve zemini derince kazmayayarayan bir alet
7. Di�i - Ek çizgisi8. “... King Cole” (Amerikal� caz piyanocusu ve �ark�c�) -
Berilyum'un simgesi -”... “Gündüz Kutbay” (ney üstad�)9. “... Ayhan” (�air) - Kiloamper (k�sa) - Beyaz10. Da�c�l�k - Tahtalar�n yan yana getirilmesinden meydana gelen
her türlü kaba kaplama11. Bir hayret ünlemi - Limited (k�sa) - T�rnak boyas� - Ordu (k�sa)12. Yanarda�lar�n a�z�ndan akan ve so�uyunca kat�la�an erimi�
maddeler - Ba���lama, mazur görme - Japonya’da buda rahibesi- �sviçre’de bir nehir
13. Yunan mitolojisinde bir tanr� -Mezopotamya panteonunda tümtanr�lar�n babas� ve kral� olan gök tanr�s� - Baryum’un simgesi
14. Satürn gezegeninin be�inci uydusu - Kafatutan, ba� kald�ran - Satürn gezegenininbe�inci uydusu
15. M�s�r firavunlar�n�n piramit biçimindekimezarlar�na verilen ad - Resimdeki yazar�nbir eseri - Makine Kimya Endüstrisi (k�sa)
Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektup yoluylagönderen okurlar�m�za �BRAHIM��M�EK’in resimdeki kitab�n� arma�anedece�iz FAX: 0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
20 TEMMUZ 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
2