İçindekiler - Feyyazdepo.feyyaz.org/mailguruplarideposu/mail/PDF/Haftalik... · 2013. 8. 23. ·...

20
1

Transcript of İçindekiler - Feyyazdepo.feyyaz.org/mailguruplarideposu/mail/PDF/Haftalik... · 2013. 8. 23. ·...

  • 1

    http://www.sorularlaislamiyet.com/

  • 2

    İçindekiler

    Fukaha-i Emsar nedir, kimlerden oluşur? ................................................................................. 3

    Fiş alınmaması karşılığında indirim yapılması durumunda vergi kaçırmaktan dolayı müşteri

    de mesul olur mu? ........................................................................................................................ 3

    Yahya b. Ziyad el-Ferra' hakkında bilgi verir misiniz? .............................................................. 4

    Nahl Suresi 51. ayette Allah kendisi için "O" derken birden "Ben" diyor? ............................. 8

    Hadis-i Şerif'lerde, Kuran-ı Kerim'de olmayan itikadi konular geçmekte midir? .................. 10

    Kur'an'da geçen salat/namaz sözcüğü hangi anlamlara gelmektedir? ................................... 11

    Tamudan bin yıl sonra Henna isimli bir kişi zuhur edecektir, anlamında bir hadis var mıdır?

    Bu kimdir? .................................................................................................................................. 15

    İslamı temsil adına içkili bir düğüne gitmek caiz midir?.......................................................... 15

    Allah'ın "ol" emri ezeli olduğuna göre, olan şeyin de ezeli olması gerekmiyor mu? ............. 15

    Bir Peygamberin "Allah bilir" demesi için vahiy almasına ihtiyaç yokken, neden "Onların

    sayılarını Rabbim daha iyi bilir" (Kehf, 22) demesi istenmektedir? ........................................ 16

    Bugün yaptığımz topluca tesbihat ve içeriğini peygamberimiz yapmadıysa neden biz

    yapıyoruz? Böyle yapmak günah değil midir? .......................................................................... 17

    Kıyamette her şeyin yok edilip yeniden yaratılmasının hikmeti nedir? .................................... 20

  • 3

    Fukaha-i Emsar nedir, kimlerden oluşur?

    Görüşlerine fukaha ihtilâflarını konu alan eserlerde yer verilen ve görüşleri fetva ve kazaya

    esas teşkil eden belli sayıdaki müctehidlere fukahâü'l-emsâr denilmektedir.

    Ebü'l-Hâris el-Leys b. Sa'd b. Abdirrahmân el-Fehmî bunlardan biridir.

    İmam Taberi İhtilâfu'l-Fukahâ isimli eseri İhtilâfu Ulemâi'l-Emsar fi Ahkâmi Şerâii'l-İslâm adıyla 1933'de yayımlanmıştır.

    Taberî, “İhtilâfu Ulemâi‟l-Emsâr”(1) adlı eserinde bütün büyük mezheb imamlarının görüşlerinden ve ihtilâflarından bahsettiği halde, İmam Ahmed b. Hanbel‟in görüşlerine yer vermemiştir. Onu bir fakih değil, sadece bir muhaddis olarak algılamıştır.

    1- Gerçekten Taberî‟nin adı geçen kitabına göz attığımızda, o, aşağı yukarı bütün büyük fakihlerden yani Mâlik, Sevrî, Evzâ„î, Şafi„î, Ebû Hanife ve arkadaşlarından, Tahâvî‟den hatta Tabi„în‟in diğer büyüklerinden bahsettiği halde, İmâm Ahmed b. Hanbel‟den hiç bahsetmemiş, onun hiçbir görüşüne yer vermemiştir. Bkz. Kitâbü İhtilâfi‟l-Fukahâ, nşr. Frederik Kern, Beyrut, tsz., s. 4-64.

    Fiş alınmaması karşılığında indirim yapılması durumunda vergi kaçırmaktan dolayı müşteri de mesul olur mu?

    Fiş alınmaması karşılığında indirim yapılması durumunda hem satıcı hem de müşteri mesul

    olur.

    Böyle bir işlemde şu oluyor: Firma devlete vereceği mesela on lirayı, ondan kaçırıyor ve ya

    tamamını veya bir kısmını, bunu kabul eden müşteriye veriyor (yani indirim yapıyor); şu halde

    meşru olmayan işe ve gelire iki taraf da katılıyor. Geçmişte böyle bir şey yapmışsanız tevbe

    edin ve yoksullara bir miktar sadaka verin.

  • 4

    Yahya b. Ziyad el-Ferra' hakkında bilgi verir misiniz?

    Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Ziyâd b. Abdillâh el-Absî el-Ferrâ' (ö. 207/822) Arap dili ve tefsir

    âlimi.

    144 (761 -62) yılında Kûfe'de doğdu. Baba tarafından Benî Minkâr'ın veya Benî Esed'in azatlısı

    bir aileye mensuptu. Bu sebeple Kûfî, Esedî, aslen Deylemli oldukları için de Deylemî

    nisbeleriyle anılır. Çocukluğu ve ilk tahsil yılları Kûfe'de geçti. İmam Muhammed b. Hasan eş-

    Şeybânî ile teyze çocuğu oldukları bilinmektedir. Lakabı olan Ferrâ her ne kadar "kürk yapan,

    kürk satan" anlamına geliyorsa da kaynaklarda onun bu meslekle meşgul olduğuna dair bilgi

    yoktur. Bu lakabın ona kelâmı (söz) tahlil ve tetkik ettiği için (yefri'l-kelâm) verildiği

    söylenmektedir.

    Süyûtî, Ferrâ'nın kürkçülükle hiçbir ilgisinin bulunmadığını belirtmekte, dil konularını

    inceleyerek düzene koyduğu için, deriden yapılan giyecekleri biçip diken kimseye benzetilerek

    ona bu lakabın verildiğini söylemektedir. Ancak fery kelimesi ayrıca "takdir edilecek, insanı

    hayrete düşürecek işler yapmak" anlamına da geldiğinden çalışmalarındaki olağanüstü başarı

    ve güzellikten dolayı kendisine bu lakabın verilmiş olması da mümkündür.

    Ferrâ'nın ders arkadaşı olduğu anlaşılan Küfeli muhaddis ve zâhid Hennâd b. Serînin

    anlattığına göre Ferrâ derslerde not tutmaz, dinlemekle yetinir, fakat tefsir veya lugatla İlgili bir

    söz geçtiği zaman hocadan tekrar etmesini isterdi. Bu sebeple Hennâd, onun kendisine lâzım

    olan şeyleri ezberlediği kanaatini taşımaktadır. Başlangıçtan beri lügat ve tefsir ilmine daha

    fazla alâka gösterdiği anlaşılan Ferrâ tahsiline Basra'da devam ederek Halîl b. Ahmed, Yûnus b.

    Habîb gibi meşhur âlimlerden ders okudu. Kaynakların bildirdiğine göre Ferrâ Halil'den ziyade

    Yûnus b. Habîb'in derslerine devam etmiştir. Basra'da Arap dili, tefsir ve kıraat alanlarındaki

    tahsilini tamamlayıp Kûfe'ye döndüğünde, bu muhitte nahivle meşgul olanların kendilerine

    rehber edindikleri Ruâsî'nin Kitabü'l-Faysal'ını {el-Fasl) iyice öğrenmiş bulunuyordu.

    Mehdî-Billâh devrinde (775-785) hocası Ruâsi'nin tavsiyesiyle Bağdat'a gittiği zaman şehrin en

    yetkili âlimi olan Kisâî ile yaptığı ilmî tartışmada nahivdeki üstünlüğünü görünce onun gözde

    talebeleri arasında yer aldı. Daha sonraki yıllarda saraya ve devlet adamlarının çevresine

    girmesi ve buralarda tanınması da hocası vasıtasıyla oldu. Ferrâ'nın Bağdat'a gidişi ve Kisâî ile

    tanışması hayatında önemli bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Onun faydalandığı pek çok âlim

    ve râvinin başında Kisâî gelmektedir. Kisâî'den daha ziyade kıraata dair rivayetleri ve nahvin

    inceliklerini öğrendi. Nahiv alanında ayrıca Ruâsî'den, lügat konusunda Yûnus b. Habîb'den, dil

    ve edebiyat konusunda fesahatiyle meşhur bedevilerden olan Ebü' I -Cerrah, Ebü Servân ve

    Ebû Ziyâd el-Kilâbî'den, şiir ve ahbâr alanında da Mufaddal ed-Dabbî'den istifade etti.

    Ferrâ 187 (803) yılından önce çevresinde kendini kabul ettirmiş ve halifenin huzuruna davet

    edilecek derecede şöhret ve itibar sahibi olmuştu. Bununla beraber gerek nahiv gerekse Kur'an

    ilimleri alanında dönemin en önemli şahsiyeti sayılması Kisâî'nin ölümünden (189/805)

    sonraya rastlamaktadır. Kisâî vefat edince arkadaşlarının ısrarı üzerine onun yerine geçti ve o

    tarihten itibaren hocalık hayatı başlamış oldu. Me'âni'l-Kurân'dan sonra yazmaya başladığı ei-

    Hudûd'un telifine dair rivayetler de onun Bağdat'taki ilmî itibarını açık şekilde göstermektedir.

    Bu rivayetlerden birine göre Halife Me'mûn ondan, nahiv usulüne ve bedevilerden derlenmiş

    fasih Arapça'ya dair malzemeyle ilgili bir eser telif etmesini istemiş, sarayda kendisine bir yer

    ayırtmış, her türlü ihtiyacını karşılayacak ve ona hizmet edecek kimseler tayin etmiş, eserini

    yazdıracağı verrâklar tahsis etmiştir. II. (VIII.) yüzyılın sonu ile III. (IX.) yüzyılın ilk yıllarında

    Kur'ânî ilimler sahasında Bağdat'ta en büyük otorite olarak kabul edilen Ferrâ'nın dersleri ve

    imlâ meclisleri büyük rağbet görüyordu.

  • 5

    Me'mûn'un oğullarına da hocalık yapan Ferrâ'nın yetiştirdiği pek çok talebe arasında Ebû

    Abdullah et-Tuvâl, Ebû Abdurrahman Abdullah b. Ebû Muhammed el-Yezîdî, Basra dil

    mektebinin en tanınmış simalarından biri olan Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, aynı mektebin

    önde gelen âlimlerinden Ebû Yûsuf İbnü's-Sikkît Küfe dil mektebine mensup nahiv

    âlimlerinden ve Sa'leb'in hocalarından Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah b. Kadim, dil ve

    edebiyat âlimi Ebû Amr Şemr b. Hamdeveyh el-Herevî, aynı zamanda Ferrâ'nın râvisi ve

    verrâklarından biri olan Ebû Abdullah Muhammed b. Cehm es-Simmerî, Sa'leb'in hocaları

    arasında adı geçen Ebû Muhammed Seleme b. Âsim en-Nahvî zikredilmektedir. Ferrâ Bağdat'ta

    ikamet etmekle beraber Küfe ile ilgisini kesmez, senenin sonu yaklaşınca Kûfe'ye giderek

    yakınlarının arasında kırk gün kalır ve kazandıklarını onlara dağıtırdı. 206 (822) yılında hacca

    giden Ferrâ, zilhicceyi (mayıs) Mekke'de geçirdikten sonra dönüşünde 207 yılının başlannda

    vefat etti.

    Ferrâ, nahvin bütün meselelerinin henüz açıklığa kavuşmadığı bir dönemde yaşadığından

    bunlar üzerinde önemli çalışmalar yapmıştır. Halife Me'mûn'la tanışmasını sağlayan, devrin

    belagatı ve fesahatiyle meşhur âlimlerinden Sümâme b. Eşres'in Ferrâ hakkındaki sözleri onun

    yaygın şöhretini, çeşitli ilimlere vukufunu ve şahsiyetini belirtmesi bakımından önemlidir.

    Halifenin huzuruna girebilmek için defalarca saraya gidip gelen Ferrâ'nın kim olduğunu

    anlamak için kendisiyle görüşen ve belli başlı alanlardaki bilgisini yoklayan Sümâme onun son

    derece edepli ve vakur, lügat ve nahiv sahasında derinleşmiş, çeşitli fıkhi meselelere vâkıf,

    nücûm ve tıp ilimlerinde bilgi sahibi, eyyâmü'l-Arab'ı ve Arap şiirini çok iyi bilen bir kimse

    olduğunu gördükten sonra, "Sen Ferrâ'dan başkası olamazsın" demiştir.

    Her şeyden önce bir nahiv âlimi olan Ferrâ hocası Kisâî'yi bile zamanla gölgede bırakmıştır.

    Nitekim kendisi henüz hayatta iken Kûfeliler onu bu ilimde Kisâî'den daha büyük bir âlim ola-

    rak kabul etmişlerdir. Öğrencisi Seleme b. Asım'ın, Ferrâ daha büyük bir nahiv âlimi olduğu

    halde onun Kisâî'yi kendisinden büyük telakki etmesine hayreti bu yüzdendir. "Nahiv

    Ferrâ'dır ve Ferrâ nahivde emîrü'l-mü'-minîndir" şeklindeki yaygın kanaat de bunu

    göstermektedir. Her ne kadar eski müellifler, Küfe mektebinin tarihî seyrinde ve kıraat

    alanındaki önemli yeri dolayısıyla Kisâî'yi nahivde de birinci, Ferrâ'yı ise ikinci şahsiyet olarak

    kabul ederlerse de Zübeydî ve İbnü'l-Kıftî, yalnız dil konusundaki ilmî seviyesini dikkate

    alarak onu "Küfıyyûn'un en üstünü ve en âlimi" diye nitelendirirler. İbn Hallikân da Ferrâ'yı

    nahivde, lugatta ve edebiyatın çeşitli dallarında bu şekilde tavsif eder.

    Kıyasa çok önem veren Ferrâ bunu dil meselelerine ve başka konulara da uygulardı. Sadece

    öğrendiklerini ve derlediği bilgileri telif ve nakletmekle kalmaz, bunları inceleyip tahlil eder ve

    yeni birtakım sonuçlara varırdı. Nitekim Kisâî, "Ferrâ mı yoksa Ahmer mi daha büyük

    âlimdir?" şeklinde bir soruya Ahmer'in daha bilgili, ancak Ferrâ'nın daha akıllı, daha geniş

    görüşlü olduğu, bu sebeple kendi düşünce ürünü olan bilgiler bakımından onu daha âlim

    bulduğu cevabını vermiştir.

    Arapça'nın özelliklerinin ve kurallarının tesbit edilmesinde Ferrâ'nın büyük hizmeti olmuştur.

    Sa'leb'in kanaatine göre Arapça'yı unutulup kaybolmaktan koruyan odur. Çünkü münakaşa

    konusu olan bu dil hakkında herkes dilediği iddiada bulunuyor, birçok kimse aklının erdiği,

    kabiliyetinin el verdiği kadar konuşuyor ve o günün âlimleri de diğer ilim adamlarının sözlerini

    tekrarlamaktan öte bir şey yapmıyorlardı. Tenkitsiz ve değerlendirilmeden nakledilen bu sözler

    de halledilmemiş problemler halinde kalıyordu. İşte böyle bir durumda Ferrâ, gerek ken-

    disinden öncekilerin gerekse çağdaşlarının fikir ve kanaatlerini karşılaştırmakla yetinmemiş,

    bunları tenkit ederek kendi görüşüne göre birleştirmiş ve meseleleri uyumlu bir sistem haline

    getirmiştir. Küfe mektebine mensup olmasına rağmen Basriyyûn'un doğru bulduğu görüşlerini

    de benimser ve savunurdu. Bu sebeple kendisi, Basra ve Küfe mekteplerini mezceden Bağdat

    mektebinin kurucusu olarak da kabul edilir.

  • 6

    Eserleri

    Ferrâ çok verimli bir müellif olup kaynaklarda yirmi beş kadar eserinden söz edilmektedir.

    Ancak bunlardan sadece dördü günümüze kadar gelebilmiştir. Başlıca eserleri şunlardır:

    1- Me'âni'l-Kur'ân. Ferrâ'nın Tefsîru müşkili icrâbi'l-Kurân diye adlandırdığı bu eseri

    onun en tanınmış iki kitabından biridir. Daha sonraki lügat ve gramer çalışmalarına esas teşkil

    eden başlıca kaynaklardan biri olan eserde âyetlerdeki dil özelliklerinden hareketle Arapça'nın

    sarf ve nahvi tesbit edilmiştir. Eser, muhtelif kütüphanelerdeki nüshalarına dayanılarak üç cilt

    halinde yayımlanmıştır.

    2- el-Eyyâm ve'l-leyâlî (ve'ş-şühûr). Gündüz, gece, haftanın günleri ve aylarla ilgili kelimeleri

    ihtiva eden sözlük mahiyetindeki eser, bilinen üç nüshası esas alınarak İbrahim el-Ebyârî

    tarafından neşredilmiştir.

    3- el-Müzekker ve'l-müennes. Arap dilinde isimle sıfatın, faille fiilin sayı ve cins bakımından

    uyumunda, zamirler, fiilimsiler, işaret sıfatlan vb. önemli konularda müzekkerlik ve

    müennesliğin doğurduğu birtakım güçlükleri halletmek için yazılan ilk eserdir. Ferrâ, diğer

    kitapları gibi bunu da öğrencilerine imlâ ettirmek suretiyle, ölümünden üç yıl önce Me'mûn'un

    kumandanlarından Tâhir b. Hüseyin adına telif etmiştir. el-Müzekker ve'l-müennes ilk defa

    Mustafa ez-Zerkâ(Diğer iki kitabı ile birlikte el-Mecmûcatü'l-luğauiyye içinde, Beyrut -Halep

    1345), daha sonra Ramazan Abdüt-tevvâb tarafından yayımlanmıştır.

    4- el-Maksûr ve'l-memdûd. Arapça'da son harfleri elif-i maksure ve elif-i memdûde olan

    kelimelere dairdir. Eseri Abdülazîz el-Meymenî ve Mâcid ez-Zehebî neşretmişlerdir.

    5- el-Behâ (el-Behi). Konuşma dilinde görülen hatalı kelime ve kullanımlara dair olup genel-

    likle "Kitâbü Mâ telhanü fihi'l-'âmme". "Lahnü'l-'âmme" benzeri adlarla anılan eserlerin

    ilk örneklerinden biridir. Ferrâ bu kitabını Tâhir b. Hüseyin'in isteği üzerine kaleme almıştır.

    Eseri gördüğünü belirten İbn Hallikân bunun küçük hacimde bir kitap olduğunu, Sa'leb'in el-

    Fasîh'inin esasını teşkil ettiğini kaydeder.

    6- el-Hudûd {Hudûdü'n-nahu). Ferrâ'nın, talebelerine on alt yılda imlâ ettiği bu eser sadece

    onun değil bütün Küfe mektebi mensuplarının nahiv konusunda yazdığı kitapların en önemlisi

    sayılmaktadır. Müellif eserini her birine "had" (tarif) adını verdiği kırk altı bölüme ayırmış ve

    her bölümde Arapça'nın çeşitli meselelerini ele almıştır. Daha sonra gelen bazı dil âlimleri

    nahve dair teliflerinde bu eseri örnek almışlar, hatta Ebü'l-Hasan er-Rummânî gibi bazı

    müellifler eserlerine aynı adı vermişlerdir.

    7- Hurûfü'l-mu'cem. Ferrâ'nın hayatını anlatan kaynaklarda böyle bir eserinden söz

    edilmemekle beraber İbn Reşîk el-Kayrevânî kafiyeden bahsederken bu eserden iktibasta

    bulunmuştur.

    8- İhtilâfa ehli'l-Kûîe ve'l-Basra ve'ş-Şâm fi'l-Mesâhif.

    Ferrâ'nın kaynaklarda adı geçen diğer eserleri de şunlardır: Âletü'l-küttâb (Âletü'l-kâtib veyâ

    Âlâtü'l-kâtib), el-Cem' ve't- teşriiye fi'l-Kur'ân, el-Ebniye, el-Emâlî, Fa'ale ve efcale, Garîbü'l-

    hadîs, el-Kâfî fi'n-nahv, Luğâtü'l-kabâ'il, Luğatü'l - Kur'ân, el-Mesâdir fi'l-Kur'ân, Kitâbü

    Mülâzım, Müşkilü'I-luğa, en-Nevâdir, en-Nüdbe, et-Taşrif, el-Vakf ve'l-ibtidâ', el-Vâv, Yâfi' ve

    yefe'a. Bazı kaynaklarda ve yeni araştırmalarda el-Fâhir fi'l-emsâl adlı eser Ferrâ'ya nisbet

    edilmişse de bunun, Ferrâ'nın talebelerinden ve râvilerinden Seleme b. Âsım'ın oğlu Ebû Tâlib

    el-Mufaddal'a ait olduğu tesbit edilmiştir.

  • 7

    Ferrâ hakkında yapılan belli başlı çalışmalar şunlardır: Ahmed Mekkî el-Ensârî, Ebû Zekeriyyâ

    el-Ferrâ' ve mezhebühû fi'n-nahv ve'l-luğa(Kahire 1964); Abdülhamîd Muhammed Abdülkerîm

    es-Subhî, el-Lehecâtü'l-'Arabiyye fî Me'âni'l-Kur'ân li'l-Ferrâ; Zülfikar Tüccar, al-Farrâ', Haya-

    tı, Eserleri ve Arap Dili ve Edebiyatındaki Mevkii; Ahmed Alemüddin el-Cündî, Fi'l-Kur'ân

    ve'l-'Arabiyye min türâşin luğaviyyin mefküd.

    Diyanet İslam Ansiklopedisi Ferra Md., 12/407-408)

  • 8

    Nahl Suresi 51. ayette Allah kendisi için "O" derken birden "Ben" diyor?

    İlgili ayetin meali:

    Allah buyurdu ki: "İki tanrı edinmeyin. O ancak tek Tanrıdır. O halde yalnız Benden

    korkun!" (Nahl, 16/51)

    Bu ayette iltifat sanatı vardır.

    İltifat, hitabın yönünü değiştirme, sözü gaybtan muhataba, muhataptan gayba döndürme; bir

    ifadede sözün yönünü birden bire değiştirerek üslûp farklılığı meydana getirme anlamında

    edebî bir sanattır. Meselâ, Mehmed Âkif‟in şu ifadelerine bakalım:

    Vurulup ter temiz alnından uzanmış yatıyor.

    Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor!

    Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

    Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

    Mehmed Âkif, İslâm uğruna hayatını feda eden Mehmetçikleri gıyabî olarak anlatırken, birden

    hitabın yönünü çevirip onlara seslenmektedir.

    Benzeri bir durum Fatiha Suresinde vardır. Her Müslümanın günde defalarca okuduğu bu

    surede, önce Cenab-ı Hakk kemal sıfatlarıyla anlatılır. Ardından, bu kemal sıfatlarını art arda

    söylemekten gelen bir şevk ve cezbe içinde hitap makamına çıkılır, “Yalnız Sana ibadet eder,

    sadece Senden yardım dileriz” denilerek doğrudan Allah‟a hitap edilir.

    İltifat sanatı, ifadede hareketlilik sağlar, monotonluğu kırar. Meselâ, gençlere hitap eden bir

    hatip, Hz. Yusuf‟un Züleyha ile macerasını anlatırken, birden “İşte sizler birer Yusuf„sunuz.

    Züleyha‟lar her taraftan size „Haydi gel‟ diye sesleniyorlar. Aman dikkat edin, nefsinize

    hâkim olun.” şeklinde konuşsa, güzel bir iltifat sanatı yapmış olur.

    Bakara Suresinde Hz. Âdem‟in Cennet'teki macerası anlatılırken önce kendisine doğrudan hitap

    edilir: “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet'e yerleşin. Onun nimetlerinden bolca yiyin. Fakat

    şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz!” (Bakara, 2/35)

    Hz. Âdem ve Hz. Havva önceleri yaklaşmazlarsa da sonunda nefis ve Şeytan'ın tesiriyle o

    ağacın meyvelerinden yerler. İlâhî emri çiğnemenin cezası olarak dünyaya gönderilirler. Hz.

    Âdem‟in dünyadaki durumuyla ilgili olarak Cenab-ı Hakk şöyle buyurur:

    “Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı. O da tevbesini kabul etti...” (Bakara, 2/37)

    Dikkat edilirse Cennet'te doğrudan İlâhî hitaba mazhar olan Hz. Âdem, bu ayette üçüncü şahıs

    olarak gayb sığasıyla anlatılmış, “Bizden aldı” denilmeyip “Rabbinden” denilmiştir. Çünkü

    hitap mevkiinden gayb mevkiine inmiş durumdadır. (Yazır, Hak Dini, I, 325)

    Cenab-ı Hakk, Benî İsrail‟e hitap ederken şöyle buyurur:

    “...Haydi, yiyin size kısmet ettiğimiz pak nimetlerden...” (Bakara, 2/57)

    Onlar o pak nimetlerden yerler, fakat şükretmezler. Nimetin kadr u kıymetini bilmezler. Ayetin

    hemen devamında Cenab-ı Hakk onlardan yüz çevirir. Kendilerini hitap mevkiinden gayba atar

    ve zulümlerini beliğ bir ihtisarla anlatarak şöyle der: (Yazır, I, 360)

  • 9

    “Onlar bize zulmetmediler, lâkin hep kendilerine yazık ediyorlardı.”

    Şimdi de Yunus Suresinde yer alan şu İlâhî hitaba kulak verelim:

    “Sizi karada ve denizde gezdiren Odur. Hattâ gemide olduğunuz zaman, güzel bir

    rüzgârla o gemi içindekilerle giderken, onlar ferahlanırlar. Derken bir fırtına çıkarak her

    taraftan dalgalar kendilerine gelince, kuşatıldıklarını anlarlar. O zaman samimî bir

    şekilde Allah‟a yalvarırlar, „eğer bizi bundan kurtarırsan muhakkak ki şükredenlerden

    oluruz‟ derler...” (Yunus, 10/22)

    Dikkat edilirse, ayetin başlangıcı doğrudan bir hitaptır. Daha sonra ise, gemidekilerden üçüncü

    çoğul şahıslar olarak bahsedilmiştir. Âdeta, ayetin ilk kısmı onları gemiye bindirmiş, sonraki

    kısmı ise, onlara kendi hâllerini seyrettirmiştir.

    Sualdeki duruma gelince:

    Büyük müfessir Kadı Beydavi, buradaki inceliğe şöyle dikkat çeker:

    Cenab-ı Hak bu ayetin evvelinde gıyabî olarak insanlara hitap ederken burada doğrudan

    seslendi. Bunda, başka ilahlar edinmekten kuvvetli bir şekilde sakındırmak ve maksadı da

    açıktan söylemek vardır. Sanki şöyle demiştir: “İşte o tek ilah benim. Öyleyse benden

    korkun, başkalarından değil.”

  • 10

    Hadis-i Şerif'lerde, Kuran-ı Kerim'de olmayan itikadi konular geçmekte midir?

    Hadis-i şerifler, hem ameli konulara hem de itikadi konulara değinir.

    Hz. Peygamber (sallahu aleyhi ve sellem) efendimiz, namazı nasıl kılacağımızı, haccı nasıl ifa

    edeceğimizi, zekatı nasıl ve ne miktarda vereceğimizi bidirdiği gibi kadere imandan, kabir

    ahvalinden, mahşerden... bahsetmiş, kıyamet alametleri, mehdi, mesih, nüzül-ü İsa gibi

    itikadi konular hakkında bilgi vermiş olduğu hadis kaynaklarında yer almaktadır.

    Bu itibarla Kur'an'da yer almayan, fakat Hz. Peygamber'den nakledildiği kesin olan itikadi

    konulara da müslümanların inanması zorunludur.

    Zayıf rivayetler ise, itikadi konulara mesned olamaz.

    İlave bilgi için tıklayınız:

    Hadis kitaplarında geçen başlıca konular..

    Bütün Hadislerin zanni olması ne demektir? Bunlarla amel edilmez mi?

    http://www.resulullah.org/kutubusittehttp://www.sorularlaislamiyet.com/soru/198949/butun-hadislerin-zanni-olmasi-ne-demektir-bunlarla-amel-edilmez-mi.html

  • 11

    Kur'an'da geçen salat/namaz sözcüğü hangi anlamlara gelmektedir?

    Mukatil b. Süleyman‟ın (ö.150/767) el-Eşbâh ve‟n-nezâir adlı eserinde “es-salât” şeklinde

    müstakil hali değil de, “ekâme‟s-salat” şeklindeki terkipli kullanımı yer almaktadır. Eserde

    söz konusu terkibin Kur‟an‟da iki farklı vechinin/yönünün bulunduğu belirtilmektedir. Buna

    göre:

    1. Ekâme‟s-salât‟e demek ikrar ederlerse yani kabul ederlerse demektir. Tevbe Suresi‟ndeki bir

    ayeti buna örnek veren Mukatil b. Süleyman‟a göre ayette yer alan (Tevbe, 9/5) “tevbe

    ederlerse” ifadesi, "şirkten dönerlerse" anlamına; “namazı kılar ve zekatı verirlerse”

    ifadesi de “namaz kılmayı ikrar eder ve zekat vermeyi de kabul ederlerse” anlamına

    gelmektedir.

    2. “Ekâme‟s-salât” terkibinin ikinci anlamı da “tamamı” demektir. Buna göre Enbiya

    Suresi‟nde yer alan, “Namazı ikame etmeyi ve zekatı vermeyi vahyettik” (Enbiya, 21/73)

    ayeti, “namazı tamamlayın ve zekatı verin” manasınadır.

    Yine Bakara Suresi‟nde yer alan, “Onlar ki gabya inanırlar, namazı ikame ederler.”

    (Bakara, 2/3) ayetinin anlamı da “namazı tamamlarlar” demektir. (1)

    Bir diğer Kur‟an sözlüğü müellifi Yahya b. Sallam‟ın (ö.200/815) et-Tesârîf adlı eserinde ise

    kavramın iki vechinin bulunduğu belirtilmektedir. Ancak bunlardan ilk vechin içinde, iki farklı

    duruma göre iki ayrı anlam zikredilmektedir ki, söz konusu anlamlardan biri Allah için

    kullanılmış olup “bağışlama” (mağfiret), diğeri de melekler ve müminler için kullanılmış olup

    “bağışlanmayı isteme” (istiğfar) anlamına gelmektedir. (2)

    “Allah ve melekleri size salat eder.” (Ahzab, 33/43) ayetini örnek veren Yahya b. Sallam‟a

    göre salat kavramı Allah‟ın dışında melekler, insanlar ve peygamberler için kullanıldığında,

    “bağışlanma dileme” anlamına gelmektedir. “Onlar için salat et, kuşkusuz senin salatın onlara

    bir sekinedir.” (Tevbe, 9/103) ayetinde yer alan salat da “bağışlanma dile” anlamına

    gelmektedir. (3)

    Sonraki yüzyıllarda yazılan eserlerde salat kavramının anlam vecihlerinin sayısında belirgin bir

    artış gözlenmektedir. Örneğin hicri beşinci yüzyıl Kur‟an sözlüğü yazarlarından Abdulmelik b.

    Muhammed es-Seâlibî, (ö.429/1038) vücûhu‟l-Kur‟an‟a dair yazmış olduğu bir eserinde “salat”

    kavramının Kur‟an‟da toplam olarak on ayrı anlamının bulunduğunu ifade etmektedir.

    Bunları da şu şekilde sıralamaktadır:

    1. Namaz: “Onlar ki namazı kılar ve zekatı verirler.” (Maide, 5/55) Ona göre Kur‟an‟da zekat

    ile yan yana kullanılan bütün „salat‟ ifadeleri bu anlama gelir.

    2. Mağfiret: “Allah ve melekleri Nebi‟ye salat ederler.” (Ahzab, 33/56), Bunun bir benzeri de

    “Allah size salat eder ve melekler de.” (Ahzab, 33/43) Bu ayetlerdeki Allah‟ın salatı mağfireti

    demektir.

    3. İstiğfar: Ahzab suresinde geçen meleklerin salatı bu manadadır. (Ahzab, 33/43,56)

    4. Dua: “Ey Peygamber onlara salat et!” (Tevbe, 9/103). Yani dua et demektir.

    5. Kıraat: “Salatını cehri yapma ve gizleme de.” (İsra, 17/110)

    6. Din: “Senin salatın mı bize bunları terk etmemizi emrediyor?” (Hud, 11/87)

  • 12

    7. İbadet yeri (manazgâh): “Savami, biye, salavat ve mescitler yıkılırdı” (Hacc, 22/40)

    8. Cuma namazı: “Cuma günü salat için nida edildiğinde.” (Cuma, 62/9)

    9. İkindi namazı: “Onları salattan sonra alıkoyarsınız.” (Maide, 5/115)

    10. Cenaze namazı: “Onlardan ölen hiçbiri için artık salata durma!” (Tevbe, 9/84).” (4)

    Bir sonraki asırda yaşayan Ebul Ferec İbnul Cevzî‟nin (ö.597/1201) aynı konuya dair yazdığı

    eserinde, yukarıda sıralanan maddelerde yer alan manaları ve ayetlerin tamamını kaynağını

    belirtmeden naklettiği ve tek tek sıraladığı görülmektedir. (5)

    Onlardan sonra gelen müfessir Celaleddin es-Suyûtî (ö.911/1505) de “el-İtkân”ında, kavramın

    Kur‟an‟daki anlam çerçevesi ile ilgili olarak kaynağını belirtmeden, ancak sıralamayı

    değiştirerek ve „rahmet ve istiğfar‟ı da bir tek manaya indirerek toplam dokuz madde altına

    alarak nakletmektedir. (6)

    Bir başka Kur‟an sözlüğü müellifi Hüseyin b. Muhammed ed-Damegânî (ö478/1085) ise „salat‟

    kavramının Kur‟an‟daki vecihlerinin sayısının dört olduğunu belirtmektedir:

    1. İstiğfar: “Onlar için salat et, zira senin salatın onlar için bir sekinedir.” (Tevbe, 9/103) Yani

    onlar için mağfiret dile, zira senin mağfiret dileğin onlar için bir sekinet vesilesidir.

    2. Mağfiret: “İşte onlara Rablerinden salavât ve rahmet vardır.” (Bakara, 2/157) “Allah ve

    melekleri size salat eder.” (Ahzab, 33/43) “Allah ve melekleri Nebi‟ye salat eder.” (Ahzab,

    33/56) Yani Allah mağfiret eder, melekler de istiğfar dileğinde bulunurlar demektir.

    3. Bizatihi Namaz: “Onlar ki namazı kılar.” (2/Bakara,3); “Namazı kıl.” (17/İsra,78) Bu

    anlama gelen ayetlerin sayısı oldukça fazladır.

    4. İbadethaneler: “Savami, biye, salavat ve mescidler yıkılırdı.” (Hac, 22/40) ayeti de buna

    örnektir. (7)

    “Salat” kavramının yer aldığı bağlamlara göre taşıdığı farklı manalarla ilgili en fazla vecih

    zikreden Kur‟an sözlüğü yazarı, Ebu Abdurrahman İsmail b. Ahmet ed-Darirî el-Hîrî en-

    Nîsâbûrî‟dir. (ö.430/1039) en-Nîsâbûrî konu ile ilgili eserinde zikri geçen kavramın Kur‟an‟da

    tam yirmi iki farklı anlamı (vech) olduğunu belirtmekte ve bunları da sırasıyla şu şekilde

    sıralamaktadır:

    1. Beş vakit namaz: (Bakara, 2/3,273); (Nisa, 4/77,103); (Meryem, 19/59)

    2. İtaatlere muvaffak kılıp ve her türlü kötülükten korumak: “İşte onlara Rablerinden

    salavat ve rahmet vardır.” (Bakara, 2/157)

    3. İkindi Namazı: “Namazları ve orta namazı gözetin.” (Bakara, 2/237)

    4. Korku Namazı: “Onların arasında bulunup namaz kıldırdığında.” (Nisa, 4/102)

    5. Yolculuk Namazı: “Kafirlerin size zorluk çıkarmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda

    bir sakınca yoktur.” (Nisa, 4/101)

  • 13

    6. Namazın Tamamı: “Deki benim salatım ve yaşantım” (Enam, 6/162); “Onlar

    namazlarından gafildir” (Mâûn, 107/5); “Onlar ki namazlarında huşu içindedirler” (Müminun,

    23/2);

    7. İbadet: “Onların Beyt-i Haram‟daki ibadetleri yalnızca ıslık çalmak ve el çırpmaktan

    ibarettir.” (Enfal, 8/35)

    8. Boyun eğme, yumuşak başlılık: “Tevbe eder ve salatı ikame ederlerse” (Tevbe, 9/5, 11)

    9. Cenaze Namazı: “Onlardan ölen hiçbiri için artık salata durma!” (Tevbe, 9/84)

    10. Dua: “Resulün salatları, dikkat edin o salatlar onlar için bir yakınlık vesilesidir.” (Tevbe,9

    /99) “Ey Peygamber onlara salat et!” (Tevbe, 9/103).

    11. Mescid: “Sarhoşken salata/mescide yaklaşmayın” (Nisa, 4/43)

    12. Sabah Namazı: “Gündüzün iki ucunda namaz kıl.” (Hud, 11/114)

    13. Öğle Namazı: “Gündüz güneş dönünce namaz kıl.” (İsra, 17/78)

    14. Nafile Namaz: “Ailene namazı emret ve onda ısrarcı ol!” (Taha, 20/132); “Ey Şuayb!

    Senin salatın mı bizi babalarımızın tapındığı ilahları terk etmemizi emrediyor?” (Hud, 11/87);

    Bu ayetin bir benzeri de Ankebut suresindedir. “Sana indirilen kitabı oku ve namazını kıl, zira

    namaz fuhuş ve çirkinliklerden alıkoyar.” (Ankebut, 29/45)

    15. Kıraat: “Salatını açıktan/yüksek sesle yapma!” (İsra, 17/11)

    16. Peygamber‟e Salat: “Allah ve melekler Nebi‟ye salat eder, ey müminler siz de ona salat

    ediniz!” (Ahzab, 33/56)

    17. Rahmet: “Allah ve melekleri size salat eder.” (Ahzab, 33/43) Burada da Allah‟ın salatının

    rahmet, meleklerin salatının da istiğfar manasına geldiği söylenmiştir.

    18. Cuma Namazı: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda Allah‟ı anmaya

    koşun!” (Cuma, 62/9)

    19. İslam: “Ne tasdik etti ne de İslam‟a girdi (sallâ).” (Kıyame, 75/31)

    20. Kurban Bayram Namazı: “Rabbin için namaz kıl (fesalli) ve kurban kes!” (Kevser,

    108/2)

    21. Ramazan Bayram Namazı: “Rabbinin adını andı ve namaz kıldı.” (A‟la, 87/15)

    22. İbadethaneler(kenâis): “Savami, biye ve kiliseler.” (Hac, 22/40) (8)

    Görüldüğü üzere son eserde kavramın anlam alanı ile ilgili olarak zikredilen farklı bağlamsal

    manaların (vücûh) sayısı oldukça artmış gözükmektedir. Genel olarak bakıldığında Kur‟an

    sözlüklerinde zikredilen anlamların bazıları diğer genel sözlüklerde yer alan anlam ve

    açıklamalarla aynı çerçevede yer alırken, “din, kıraat, boyun eğme, Cuma namazı, Kurban

    Bayram Namazı, Cenaze Namazı” gibi bazıları ise genel sözlüklerde yer verilmeyen manaları

    ihtiva etmektedir.

  • 14

    Kur‟an‟ın muhtelif ayetlerinde namazdan bahisle kıyâm, rükû ve sücûddan

    bahsedilmiştir. “Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin ve

    iyilik yapın ki, saâdete erişesiniz.” (Hacc, 22/77)

    Hz. Peygamber de ashabından kendisinin kıldığı gibi namaz kılmalarını istemiş ve Kur‟an‟ın

    bu mücmel emrini, sözleri ve fiili tatbikatıyla beyan etmiştir. (9)

    Dolayısıyla “salât”ın sonraki şekli başlangıçtan beri tespit edilmiştir. (10)

    Dipnot: 1) Mukatil b. Süleyman, el-Eşbâh ve‟n-nezâir, tahk.: Abdullah Mahmud Şihhata, el-Hey‟etul

    Mısriyyetu‟l- Amme lil Kitab, II. Baskı, 1994, s. 139; el-Vücûh ve‟n-nezâir, tahk.: Ali Özek,

    İlmi Neşriyat, İstanbul 1993, s. 48.

    2) Yahya b. Sallam, et-Tasârîf tefsiru‟l-Kur‟ani mimmâ iştebehet esmâuhu ve tasarrafat

    meânih, tahk.: Hind Şelebi, eş-Şirketu‟t Tunusiyye, Tunus, 1979, s. 166-167.

    3) Yahya b. Sallam, et-Tasârîf, s. 166-167.

    4) es-Seâlibî, el-Eşbâh ve‟n-nezâir, tahk.: Muhammed el-Mısri, Alemu‟l-Kütüb, Beyrut 1984,

    s. 188-189.

    5) İbnul Cevzî, Nüzhetu‟l-a‟yuni‟n-nevâzir fî ilmi‟l-vücûh ve‟n-nezâir, tahk.: Abdulkerim

    Kâzım Razi, Müessesetu‟r-Risale, Beyrut 1984, ss. 394-396.

    6) es-Suyûtî, el-İtkân fî ulûmi‟l-Kur‟an, tahk.: M. Dib el-Buğa, Daru İbn Kesir, Beyrut 1993, c.

    I, s. 448.

    7) ed-Dameğânî, Kâmûsu‟l-Kur‟an (Islâhu‟l-vücûh ve‟n-nezâir), Daru‟l-İlm li‟l-Melâyîn,

    Beyrut 1983, s. 284-285.

    8) en-Nîsâbûrî, Vücûhu‟l-Kur‟âni‟l-kerîm, tahk.: Fatıma Yusuf el-Haymî, Darus Seka, Dımeşk,

    1996, s. 194.

    9) Buhârî, Sahîhu‟l-Buhârî, Daru İbn Kesir, Beyrut, 1990, c. I, s. 226. (14.Ezan, 18).

    10) Geniş bilgi için bk. Mesut Okumuş, Kur‟an‟da “Salat” Kavramı, Çorum İlahiyat Fakültesi

    Dergisi, 2004/2, c. III, sayı: 6, s. 1-30; TDV İslam Ansiklopedisi, Namaz md.

  • 15

    Tamudan bin yıl sonra Henna isimli bir kişi zuhur edecektir, anlamında bir hadis var mıdır? Bu kimdir?

    Bu kıssanın doğrusu şöyledir:

    Cehennemden en son çıkan bir adam Allah „ın isimlerini anarak “Ya Hannan, ya Mennan!”

    diye yalvardığı için bu adama alimler “Hannan” adını vermişler.

    Hasan-ı Basri hazretleri bin sene sonra cehennemden çıkacağına dair hadisi rivayet ederken;

    ”Keşke ben Hannan olsaydım, çünkü onun cehennemden çıkması kesindir. Fakat ben

    böyle bir garantiye sahip değilim” diyormuş. (bk. Gazali, İhya, 3/130, 492)

    İlgili hadis rivayetini Ahmed b. Hanbel ve Ebu Yala, Ebu Zilal el-Kasmeli‟den rivayet etmişler.

    Ebu Zilal zayıf bir ravidir. (bk. Zeynu‟l-Irakî, Tahricu ahadisi‟l-İhya/ihya ile birlikte aynı

    yerde; Heysemi, Mecmau‟z-Zevaid, 10/384)

    İslamı temsil adına içkili bir düğüne gitmek caiz midir? İslam'ı temsil adına gidecekseniz içki içilen masaya -mümkün ise odaya- oturmayacaksınız,

    sizin bunu tasvib etmediğinizi belli eden bir tavır ve mekanda olacaksınız.

    Allah'ın "ol" emri ezeli olduğuna göre, olan şeyin de ezeli olması gerekmiyor mu?

    Bu konudaki genel kural şudur: Allah‟ın isim ve sıfatlarının ezeli olması, yaptığı fiillerinin

    ezeli olmasını gerektirmez. Bilakis onların sonradan var olmalarını, hadis olmalarını gerektirir.

    Nitekim Allah‟ın kudreti de kelam sıfatı gibi ezelidir. Fakat kudretin yarattığı kâinat hâdistir,

    sonradan yaratılmıştır, ezeli değildir.

    "Ol“ emri, Allah‟ın kudretinin sonsuzluğundan ve süratle yapmasından kinayedir.

    İlave bilgi için tıklayınız:

    Allah'ın "kün" yani "ol" emrini nasıl anlamalıyız?

    "Bir şey murad ettiğinde O'nun buyruğu "0l!" demekten ibarettir; hemen oluverir." (Yasin

    Suresi, 36/82) ayeti açıklar mısınız?

    http://www.sorularlaislamiyet.com/article/52/allah-in-kun-yani-ol-emrini-nasil-anlamaliyiz.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/article/10860/bir-sey-murad-ettiginde-o-nun-buyrugu-0l-demekten-ibarettir-hemen-oluverir-yasin-suresi-36-82-ayeti-aciklar-misiniz.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/article/10860/bir-sey-murad-ettiginde-o-nun-buyrugu-0l-demekten-ibarettir-hemen-oluverir-yasin-suresi-36-82-ayeti-aciklar-misiniz.html

  • 16

    Bir Peygamberin "Allah bilir" demesi için vahiy almasına ihtiyaç yokken, neden "Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir" (Kehf, 22) demesi istenmektedir? İlgili ayetin meali:

    "İnsanların kimi: "Onlar, üç kişi idi, dördüncüleri de köpekleri idi" diyecekler. Bazıları

    da: "Beş kişi, idiler, altıncıları da köpekleri idi" diyecekler. Bunlar, gayb hakkında

    tahmin yürütmekten ibarettir. Kimileri de: "Onlar yedi kişi olup sekizincileri de

    köpekleri idi" derler. De ki: "Onların sayısını tamtamına Rabbim bilir" Onlar hakkında

    bilgisi olan çok az kişi vardır. Öyleyse onlar hakkında, sathî tartışma dışında kimse ile

    münakaşa etme ve bu konuda ileri geri konuşanlardan da hiç bir bilgi isteme." (Kehf,

    18/22)

    Kur'an'da Hz. Peygambere yapılan hitapların bir kısmı, Onun şahsından ziyade ümmetine

    bakar.

    Meselâ Cenab-ı Hakk, Peygamberimize (a.s.m) hitaben şöyle buyurur:

    “Eğer Allah‟a ortak koşarsan, elbette amelin boşa gider." (Zümer, 39/65)

    Soruda söz konusu olan durumu da benzeri bir şekilde değerlendirmek mümkündür.

    Bu şekilde ümmete ders verilmiş, benzeri durumlarda ne demeleri gerektiği öğretilmiştir.

    Buna göre, "De ki: Onların sayısını tamtamına Rabbim bilir" cümlesi, hakkında bilgimiz

    olmayan konuları Allah'ın bilgisine havale etmenin ve vahyin bildirdiğinden fazla bir şey

    söylememenin daha uygun olduğunu, böyle konular hakkında ileri geri söz söylemenin bir

    fayda sağlamayacağını İfade etmektedir.

    Diğer taraftan, bu cümlenin, ashab-ı kehf hakkında ileri geri konuşanlara ait olduğu da

    söylenmiştir.

    Buna göre sanki onlar, Ashâb-ı Kehf'in durumunu müzakere edip, isimleri, halleri ve ne kadar

    uyudukları hususunda karşılıklı fikirler ileri sürüp, işin hakikatine ulaşamayınca, bunu elde

    edemeyince "Rableri onları daha iyi bilendir" demişlerdir. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

  • 17

    Bugün yaptığımz topluca tesbihat ve içeriğini peygamberimiz yapmadıysa neden biz yapıyoruz? Böyle yapmak günah değil midir?

    Namazlardan sonra yapılan tesbihat ve dualar, namaza dahil olmasa da makbul ibadetler

    arasında yer aldığından müstehaptır. Zira namazlardan sonra dua ve tesbihât Peygamber

    Efendimiz (s.a.v.) tarafından tavsiye edilmiş ve bizzat yapılmıştır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.)

    şöyle buyurmuştur;

    َ فِى دُبُِر ُكلِّ » ثاَلَثِييَ َهْي َسبََّح اَّللَّ َّ َ ثاَلَثًا َحِودَ اَّللَّ َّ ثاَلَثِيَي َّ ثاَلَثِ َصالٍَة ثاَلَثًا َّ َ ثاَلَثًا َكبََّر اَّللَّ حِْسعُْىَ َّ َّ قَاَل حََواَم يَي فَِخْلَك حِْسعَتٌ َّْحدٍَُ الَ َّ ُ َْ َعَلى ُكِلّ َشْىءٍ اْلِوائَِت الَ إِلَََ إاِلَّ اَّللَّ ُُ َّ لََُ اْلَحْودُ َّ إِْى َكاًَْج ِهثَْل َزبَِد اْلَبْحرِ َشِريَك لََُ لََُ اْلُوْلُك َّ قَِديٌر ُغِفَرْث َخَطايَاٍُ

    »

    “Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuz üç defa sübhanallah der, otuz üç defa

    elhamdülillah der, otuz üç defa da „Allahu ekber‟ derse bunların toplamı doksan dokuz

    eder. Yüze tamamlarken de, „Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız o vardır. Şeriki

    de yoktur. Mülk onundur; Hamd da ona mahsusdur; O her şey'e kadirdir” derse,

    günahları denizin köpüğü kadar bile olsa affolunur” (Müslim, Mesacid, 27, H.No: 1380).

    Tesbihat konusunda Müslümanlara özel tavsiyelerde bulunan Hz. Peygamber (s.a.v.)‟in bizzat

    kendisi de , namazlardan sonra üç kere Allah‟a istiğfâr eder ve şöyle dua ederdi; « ًَْج السَّالَُم نَّ أَ ُِ اللَّ

    اإِلْكَرامِ َّ ٌَْك السَّالَُم حَبَاَرْكَج ذَا اْلَجالَِل ِه َّ » “Allah'ım, selâm sensin; selâmet de ancak sendendir.

    Mübareksin. Ey Celâl ve İkram sahibi!" Velîd, Evzâî'ye bu istiğfar nasıl olacak, diye

    sorduğunda; „Estağfirullah, estâğfirullah‟ cevâbını almıştır (Müslim, Mesacid, 27, H.No:

    1362).

    Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabı farz namaz kılındıktan sonra bazı tekbir, tesbih

    ve tahmid gibi zikirleri yüksek sesle okumuşlardır. Nitekim İbn Abbâs (r.a.); insanların

    Peygamber (s.a.v.)'in zamanında farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikrettiklerini haber

    vermiş, “Ben bu sesi işitir işitmez, insanların namazı bitirdiklerini anlardım” demiştir. İbn

    Abbas bir başka rivayette de “Ben Peygamber (s.a.v.)'in namazı bitirdiğini tekbîr

    getirilmesinden anlardım” demiştir. (Buhari, Ezan, 155)

    Sonuç olarak namazdan sonra tesbihat yapılması müstehaptır. Bu tesbihat, münferit olarak

    yapılabileceği gibi, cemaat halinde de yapılabilir. Ancak tesbihâtın cemaatle yapılması, öteden

    beri yaygınlık kazanmıştır. Bununla beraber, namaz kılındıktan sonra tesbihât yapmadan

    camiden çıkmanın caiz olmadığı söylenemez.

    Selefiye, daha çok bir Kelam ve Mezhepler Tarihi ilmi terimi olarak, sahabe ve tabiininin görüş

    ve uygulamalarını esas olarak kabul eden fakih, muhaddis ve diğer ilim ehli için kullanılan bir

    tabirdir. Bunun yanında akaide ait konu ve meselelerde nass/Kur'an-ı Kerim ve Hadislerle

    gelen hususları müteşabih olanlar da dahil olmak üzere olduğu gibi kabul edip, te'vile/yoruma

    başvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hassa'ya da selefiyye denmiştir. Ancak Selefiliğin sistemleşip

    bugünkü görünüşüyle bir akım haline gelmesinin, sonraki dönemlerde ve özellikle İbn

    Teymiyye zamanında gerçekleştiği ifade edilmelidir. Dolayısıyla, selef alimleri ile bu günkü

    selefiliği bir birinden ayırdetmek gerekir.

  • 18

    Ebu Hanife, Şafii ve diğer müctehid imamların pek çoğu itikadi konularla ilgilenmiş ve Ebu

    Hanife‟nin dışındakiler Selef anlayışını temsil etmişse de re‟ycilikle (akılcılıkla) bağlantıları ve

    bazı takipçilerinin kelamcı olması onların doğrudan ehl-i hadis (selefiye) içinde mütalaa

    edilmesini engellemiştir. Bunlar içinde Selefiye anlayışıyla daha çok ön plana çıkan Ahmed b.

    Hanbel‟dir. Ahmed b. Hanbel, Mutezile ile olan mücadelesi sebebiyle Selefiyenin sembol ismi

    haline gelmiştir.

    Her dönemde değişik mezheplere bağlı olan alimler itikadi konularda ehl-i hadis metodunu

    (selefiyye) kendi eğilimlerine uygun bir biçimde temsil etmişlerse de, bu çizgiyi hararetle

    benimseyen ve onunla özdeşleşmiş gibi görünenler daha çok Hanbeli alimler olmuştur.

    Matürîdî'nin, eserlerinde Ebû Hanîfe'nin fikirlerini nakledip benimsemesi, bunların Kur'an'a

    uygun olduğunu belirterek doğrulamaya çalışması ve eleştirenlere karşı savunması, ayrıca

    Mâtürîdiyye'nin önemli kelâmcılarından Ebu'l-Muîn en-Nesefî'nin Ebû Hanîfe'yi ekolün önderi

    (imamı) olarak göstermesi, ilâhî sıfatların tenzihçi bir yaklaşımla ilk defa onun tarafından

    incelendiğini, kelâmcıların daha sonra ona uyduğunu belirtmesi ve Mâtürîdî'nin kelâmda ve

    fıkıhta Ebû Hanîfe'ye uyduğunu açıkça ifade etmesi, Ebû Hanîfe'nin Mâtürîdiyye'nin

    görüşlerine öncülük yaptığını kanıtlar mahiyettedir.

    Ebu Hanife de itikadi konularda aklı ön plana çıkaran alimlerimizdendir. Maturidi itikadi

    konularda onun yolunu da onun bu yönü sebebiyle benimsemiştir.

    Diğer taraftan Selef yöntemini benimseyenlerin temel görüşleri bakımından Ehl-i sünnetin

    diğer kollarıyla önemi bir anlaşmazlık içinde oldukları söylenemez. Ancak Selef itikadını

    benimseyenler genel olarak nasların özellikle Kur‟an‟daki haberi sıfatların yorumlanması,

    felsefi delillerin kullanılması, Kitap ve Sünnette yer almayan terimlere usulu‟d-dinde yer

    verilmemesi gibi konularda muhalefet ederler. Bunun dışında itikadi konularda herhangi bir

    farklılık yoktur.

    Ayrıca XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Selefiyye daha başka bir şekle bürünmüş, siyasi

    bir hüviyet kazanmıştır. Geniş bilgi için bk. Diyanet İslam Ansiklopedisi, 36/399-402.

    Bidat: Peygamberimizin ahirete irtihalinden sonra dini alanda Kuran ve sünnete aykırı olarak

    icat edilen şeylerdir. Dolayısıyla herhangi bir şeyin bidat sayılabilmesi için sonradan icat

    edilmesi yanında hem dini sahada olacak hem de Kuran ve sünnetin genel ruhuna aykırı

    olacaktır. Dini sahada olmayan adet, alet, davranış, teknolojik buluş ve icatlar asla bidat

    kavramının içine girmez. Mesela horozu kurban olarak kesmek bidat olup caiz değildir. Çünkü

    bu adet, dini sahada olup sonradan çıkmıştır; İslam'ın Kuran ve sünnetle belirlenen kurban

    nizamına aykırıdır.

    Namaz sonrası toplu tesbihat ve tesbih dediğimiz aleti kullanma da bidat kapsamına

    girmez. Ayrıca camilerin yapımı önceleri kerpiçten iken sonraları taştan yapılmış, şimdilerde

    betondan yapılmakta yarın belki başka bir maddeden yapılacaktır. Tesbihat dün parmak

    boğumları veya taş taneleri ile yapılırken sonraları ağaçlardan yapılan tesbihler icat edilmiş,

    şimdilerde ise hem ağaçtan hem akik, sedef, boncuk, plastik vb. çeşitli eşyalardan icat edilen

    tesbihlerle yapılmaktadır. Yarın belki başka maddelerden de tesbih yapılacaktır. Tesbihatta

    bunlar aracılığıyla yapılacaktır.

    Ezan ile amaçlanan, namaz vakitlerinin Müslümanlara duyurulmasıdır. Bunun içinde

    Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından yüksekçe bir yerden okunması emredilmiştir. Nitekim tarihi

    süreç içinde Müslümanlar bu emri yerine getirmek için çeşitli arayışlar içine girmişler ve Hz.

    Peygamber (s.a.v.) döneminde olmadığı halde minareler inşa etmişlerdir. Bu gün hoparlör

    kullanmadan okunan bir ezanı gürültü kirliliğinden ötürü minarenin dibinde bulunan insan bile

    duyamaz.

  • 19

    Hoparlör kullanmaya karşı gelenler, ezanın duyulmasını mı yoksa duyulmamasını mı

    istiyorlar! Önce bunu düşünsünler ve karar versinler. Hoparlör kullanan bu insanlar ezanın

    aslında bir değişiklik yapmıyor; aksine duyuruyu daha fazla insana ulaştırmaya gayret

    ediyorlar. Çünkü hoparlör sesin kuvvetini artırıcı bir alettir. Ayrıca hoparlörden çıkan ses, aksi

    seda (yankı) değil; mikrofon başında okuyan veya konuşan kişinin kendi sesidir. Bu itibarla,

    daha uzaklardan duyulması için ezan veya salanın hoparlörle okunmasında dinen bir sakınca

    olmadığı gibi bidat da denemez.

    Evet bütün bunlar dini sahada yapılan yeni şeylerdir. Ancak Kuran ve sünnetin genel ruhuna

    aykırı olmadıkları gibi bir emrin veya sünnetin gereği gibi eksiksiz ve noksansız yapılmasına

    yardımcı olurlar. Allah ve resulü, camilerin korunmasını emretmiştir. Şimdi toprak cami mi

    daha korunaklı yoksa betonarme cami mi daha korunaklı? Camiler betonarme yapılarak

    koruma emri yerine getirilmiş olur. Dün Peygamberimizin mescidinin tabanı toprak idi. Toprak

    üzerine secde edilirdi. Bugün kaloriferli ve halılarla döşelidir. Tekrar toprağa mı döndürelim!

    Tesbih aleti kullanılarak 33 kez “Subhanellah, elhamdulillah, Allahuekber” sünneti eksiksiz ve

    noksansız yapılmaktadır. Sırf sonradan icat edildi diye sünnetin tam olarak yerine getirilmesine

    yardımcı olan bir alete bidat denilebilir mi? Ezanın aslında hiçbir değişiklik yapmadan hoparlör

    kullanarak daha çok insana namaz vaktinin girdiğini duyurmak nasıl bidat olur?

    Buradaki değişkenlik ibadetlerde değil, araçlardadır. Zira ibadetlerde bir değişim yapmaya

    kalkmak –ki bu mümkün değildir- Allah korusun şirk ve küfür olur. Değişkenlik cami, tesbihat

    veya ezan ibadetinde değil, bunların yerine getirilmesinin vasıtalarında olmuştur. Cami yerine

    başka bir şey yapılmış değil, belki daha korunaklı ve daha rahat ibadet edilecek bir cami

    oluşturulmuştur. Ezan yerine başka bir duyuru yapılmış değil belki ezan daha çok insana

    ulaştırılmıştır.

    Giyim kuşamın değişikliği ise, bidat kavramı içerisinde asla değerlendirilemez. Zira bunlar dini

    sahada değil, dünyevi sahadadır. İslama aykırılıkları varsa, giderilir.

    Alimlerimizin bir kısmı bid‟atı, hasene ve seyyie olarak ikiye ayırır, yapılması mahzurlu

    olmayanlara bid‟at-ı hasene (iyi bid‟at), yapılması mahzurlu olanlara da bid‟at-ı seyyie (kötü

    bid‟at) derler. Minare ve medrese yapmak bid‟at-ı hasene, kabirlerin üzerine mum yakmak da

    bid‟at-ı seyyiedir. Buna göre, hadislerde reddedilen bid‟atler, kötü bid‟atlerdir.

    Bid‟atı dar kapsamlı olarak anlayan başta İmam Malik olmak üzere, Ayni, Beyhaki, İbn Hacer

    el-Askalani ve Heytemi, İmam Birgivi ve İbn Teymiyye gibi alimler de bidatı şöyle tarifi

    ederler: “Bid‟at, Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellemden sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili

    olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan herşeydir.” Bu ulemaya göre dinle ilgisi olmayan ve

    dini özellik taşımayan yeni icatlar bid‟at sayılmaz. Bu bakımdan, teknolojik buluşlar, dünyevi

    sahadaki yenilikler veya örf ve adet türünden olan davranışlar bid‟at kavramının dışında

    değerlendirilir.

    Bu açıklamalar doğrultusunda konuya bakıldığında hemen hemen her şeye bidat ve şirk

    gözüyle bakmak doğru değildir.

    İlave bilgi için tıklayınız:

    Toplu halde tesbihat yapmak bidat mıdır?

    Namaz tesbihatı hakkında bilgi verir misiniz? Tesbihatın nasıl yapılacağı, hangi duâ ve

    tesbihlerin okunacağı neye dayanmaktadır?

    Selefiler hakkında bilgi verir misiniz? Şu andaki Selefiliğin kurucusu kimdir? İmamı Azam'a

    hakaret ediyorlar, mezhep imamlarını kabul etmiyorlar...

    http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/12461/toplu-halde-tesbihat-yapmak-bidat-midir.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/qna/2481/namaz-tesbihati-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-tesbihatin-nasil-yapilacagi-hangi-dua-ve-tesbihlerin-okunacagi-neye-dayanmaktadir.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/qna/2481/namaz-tesbihati-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-tesbihatin-nasil-yapilacagi-hangi-dua-ve-tesbihlerin-okunacagi-neye-dayanmaktadir.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/article/15689/selefiler-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-su-andaki-selefiligin-kurucusu-kimdir-imami-azam-a-hakaret-ediyorlar-mezhep-imamlarini-kabul-etmiyorlar.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/article/15689/selefiler-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-su-andaki-selefiligin-kurucusu-kimdir-imami-azam-a-hakaret-ediyorlar-mezhep-imamlarini-kabul-etmiyorlar.html

  • 20

    Kıyamette her şeyin yok edilip yeniden yaratılmasının hikmeti nedir?

    Yüce Allah “her nefis ölümü tadar” (Enbiya, 35) buyurmaktadır. Ölüm bir son değil, yeni bir

    hayatın başlangıcıdır. Öyleyse, her insan bir nefis olduğu gibi, insanlık da bir nefistir; dirilmek

    üzere ölecek. Ve yer küresi de bir nefistir; fani bir suretten baki surete girmek için o da ölecek.

    Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek” (bk. Nursi, Lem‟alar, 26.

    Lema)

    Allah‟ın evrende koyduğu kural gereği, her canlı doğar büyür, gelişir, sonra bu gelişim ters

    istikamette devam edip, sona doğru ilerler. Hac Suresi 5. ayette bu evrensel kanun şöyle ifade

    edilmektedir:

    “Ey insanlar! Ölümden sonra diriliş konusunda herhangi bir şüphe içindeyseniz

    (düşünün ki) hiç şüphesiz biz sizi topraktan, sonra az bir sudan (meniden), sonra bir

    "alaka"dan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir "mudga"dan yarattık ki size

    (kudretimizi) apaçık anlatalım. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde

    durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyor, sonra da (akıl, temyiz ve kuvvette)

    tam gücünüze ulaşmanız için (sizi kemale erdiriyoruz.) İçinizden ölenler olur. Yine

    içinizden bir kısmı da ömrün en düşkün çağına ulaştırılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez

    hale gelsin. Yeryüzünü de ölü, kupkuru görürsün. Biz onun üzerine yağmur indirdiğimiz

    zaman kıpırdar, kabarır ve her türden iç açıcı çift çift bitkiler bitirir.”

    Ayetten de anlaşılabileceği gibi bu kanun sadece insan için değil evren için de geçerlidir.

    Sözlükte "dikilmek, ayağa kalkmak, durmak ve canlıların Allah huzurunda saygıyla duracakları

    gün" anlamlarına gelen kıyâmet, dinî kavram olarak, Yüce Allah'ın ezelde takdir ettiği zaman

    gelince, dünyadaki bütün canlıların ölmeleri, sonra bütün ölmüşlerin Allah tarafından

    diriltilmeleri, mahşer yerinde toplanmaları, hesaba çekilmeleri ve dünyadaki işlerinin

    karşılıklarının verilmesidir.

    Kıyamet yeni bir oluşu ifade ettiğinden, bu, mevcut alemin ortadan kalkmasını gerektirir. Bu

    ortadan kalkışın şiddetli olması, onun tam, kesin geri dönülemez oluşunun ifadesidir. Buna

    ilaveten kıyametin şiddeti ile ilgili sahneler, insanın bu dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi

    yaşamasının, hırs ve tutku ile hayata bağlanmasının, bencillik, zulüm, isyan içinde bir hayat

    sürmesinin yanlışlığını ona daha net bir şekilde hatırlatmaktadır.

    Diğer taraftan Allah‟ın her şeyi yaratan, her şeyi sahibi olduğu, hiç kimseye hesap

    vermeyeceği, biz insanların ise ona hesap sorması mümkün olmayan kulları olduğumuz göz

    ardı edilmemelidir. Bunun yanında O, sonsuz merhametin de sahibidir. Nitekim kıyamet için

    yeryüzünde hiçbir iyi insanın kalmaması gerekir. Allah Rasulünün "Kıyâmet ancak kötü

    insanlar ve kâfirler üzerine kopacaktır." (Müslim, Fiten, 131) buyurması, Allah Teala‟nın

    mümin kullarına rahmetinin delillerindendir.

    İlave bilgi için tıklayınız:

    Kıyametle beraber kainat ve yerküresi, ahiret göklerine ve yerlerine mi dönüşmektedir?

    Kıyamette, yer ve gökler yok olduktan sonra tekrar yaratılacak mıdır?

    Kıyametin kopmasının ve kainatın yıkılmasının mantıki ve bilimsel delilleri nelerdir?

    KIYAMET.

    http://www.sorularlaislamiyet.com/article/12219/kiyametle-beraber-kainat-ve-yerkuresi-ahiret-goklerine-ve-yerlerine-mi-donusmektedir.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/search_addhit.php?id=67384&h=2&page=article&aid=11439http://www.sorularlaislamiyet.com/article/9679/kiyametin-kopmasinin-ve-kainatin-yikilmasinin-mantiki-ve-bilimsel-delilleri-nelerdir.htmlhttp://www.sorularlaislamiyet.com/search_addhit.php?id=63020&h=22&page=article&aid=1239