Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

81
Yeni döneme uygun devrimci tutum ne olmalıdır? Ve 1 Mayıs Yeni sömürgecilik Afganistan'da neler oluyor? AT ve Türkiye Avrupa'da Sosyal Demokrasi Bir direniş örneği: Burdur Öğrenci hareketinde son durum Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecel bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ! SİYASİ DERGİ YIL: 2 SAYI: 7 MAYIS 1989 FİYATI: 2500 TL. das i/r»rm "m in+ A /-\ I ı"ı 8 Mart 1989'da Türkiye'de Kadın Hareketi Genel olarak sosyal sınıflar "EMEK" eleştirisi Teodem olayının düşündürdükleri Üniversitede eğitim çıkmazı "İnsan hakları" veya uçuşup duran burjuva kavramlar Dünyada kadınlar 30 Mart'ı anmak ve anlamak

description

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Transcript of Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Page 1: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Yeni döneme uygun devrimci tutum

ne olmalıdır?

Ve 1 Mayıs

Yeni sömürgecilik

Afganistan'da neler oluyor?

AT ve Türkiye

Avrupa'da Sosyal Demokrasi

Bir direniş örneği: Burdur

Öğrenci hareketinde son durum

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecel bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var.BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ, BİRLEŞİNİZ!

SİYASİ DERGİ

YIL: 2 SAYI: 7 MAYIS 1989 FİYATI: 2500 TL.das

i / r » r m " m i n + A □ /-\ I ı"ı

8 Mart 1989'da Türkiye'de Kadın Hareketi

Genel olarak sosyal sınıflar

"E M E K " eleştirisi

Teodem olayının düşündürdükleri

Üniversitede eğitim çıkmazı

"İnsan hakları" veya uçuşup duran burjuva kavramlar

Dünyada kadınlar

30 Mart'ı anmak ve anlamak

Page 2: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Çağdaş YolSİYASİ DERGİ

Düşünce ve davranış birbirinden ayrılmaz İÇ İN D E K İL E R

SAHİBİ ve SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ:

Süleyman Kılıç

YAZIŞMA ADRESİ: Jöntürk Cad. Nikâh Dairesi Karşısı

Şamdancı İshanı Daire: 26 Laleli/İSTANBUL

FİYATI: 2500 TL.

YURTDIŞI FİYAT!: 5 Sfr.. 6 DM

GENEL DAĞITIM: Etkin Dağıtım

DİZGİ: Alfa Ajans

BASKI: Çiftay Matbaacılık

B aşyazı/Y O LS ın ıfsa l Yapı T a h lille r in e 12 E y lü l’ün K a tk ıla rı/M . Y ı lm a z e r ...................................6A v ru p a ’da S osya l D e m o k ra s in in E vrim i / K. S a ru h a n ............................................ 9Yeni S ö m ü rg e c ilik Z in c ir in d e Ü c ü n c ü D ünya Ü lke le ri / A . T a n s e v e r ........... 14B ir D ire n iş Ö rn e ğ i: B U R D U R / S. B aso l .................................................................... 23A fg a n is ta n ’d a N e le r O lu y o r / A . K em al ....................................................................... 24A B C : B iy o lo jik S ila h la r / Dr. H. K ıv ılc ım lı ................................................................... 28AT ve T ü rk iye / A .K e m a l ..................................................................................................... 30Ö ğ re n c i H a re k e tin d e M evcu t D u ru m / S. A takan .................................................. 35Ü n ive rs ite ve E ğ itim Ç ıkm azı (2) / N. C a ğ la r .......................................................... 398 M a rt 1989 ’d a T ü rk iye Kadın H a re ke tin in G e ld iğ i K onak / G .D e m ir .......... 41D ü nyada Kadın / Ç e v ir ile r: A. Tansever ..................................................................... 44“ İnsan H a k la r ı” veya U ç u ş u p D uran B u rju va K a v ra m la r / A. D o ku m a c ı ... 48R oza / A . D o ku m a c ı .............................................................................................................. 53S o sya lizm i K avram a S o ru n u ve Teodem E y le m in in D ü ş ü n d ü rd ü k le r i /S. G ü lb a h a r .............................................................................................................................. 56H a lk ın g e n iş K e s im le rin e U la ş m a d a D e v rim c i E ğ itim in U ygu lan ış ı veH a lk Ö n d e r liğ i Ü s tü n e / A .A y d e m ir ............................................................................... 5812 E y lü l’ün İşçi H a reke ti ve S e n d ik a la r A ç ıs ından D o ğ u rd u ğ u S o n u ç la rve Bu s o n u ç la ra M ü d a h a le m iz / A. E rkök ................................................................ 62S o sya lis tle r S avaş S o ru n u n a N asıl Y ak laşm a lı / A. A y d e m ir ............................ 65D avid A lfa ro S iq u e iro s / E. Z e y tin o ğ lu ........................................................................ 68G e n e l O la ra k S osya l P a rtile r / Dr. H. K ıv ılc ım lı ...................................................... 70D iya rb a k ır D estan ı .................................................................................................................. 7630 M a rt ’ ı A n m a k ve A n la m a k / H. Yalcın ................................................................... 78

Page 3: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ızvASva

. YENİ DÖNEME UYGUN DEVRİMCİ TUTUM NE OLMALIDIR?

*4̂

Yakın tarihimizin son 30 yılını her m ücadele dönem ini açan güçler açısından ele alırsak, d ö n em e uygun devrimci tu tum un ne olm ası gerektiği oldukça aydınlanacaktır

1960 sonrası gelişen m ücadele dönem i 27 Mayıs ordu darbesiyle açıldı. A nayasa, seçimler, toplantı gösteri, sen d i­kalar v b. alanlarda getirilen kısmi dem okratik haklar, m ücadelenin uzun süredir sıkıntısı çekilen, kitleselleştirilm esin­de önem li im kânlar yarattı. Bu d ö n em d e kurulan TİP parlam en toda 15 milletvekili, DİSK. FKF vb kitle ö rg ü tlen m e­lerini de yaratm ayı başarm ış önem li bir güçtü. Ne varki I İP’in eski kuşak devrim cilere karşı “onları partiye alırsak parti kapanır" tü ründen boykotçu bir tu tum a girmesi ve m ücadeleyi kendisiyle başlatması, tarihten kopm asına, köksüz ağaç gibi o rtada kalm asına yol açtı. Pratik politikada devrim sorunu yerine, parlam enterizm ve sendikalizm e dayanm ası: gençliğe karşı ise “kıpırdamayın faşizm gelir" tü ründen yaklaşımları onun sol maskeli bir düzen partisi olm aya o y n ad ı­ğını ortaya koym uştur. Ulusal so runda şovenizm ve Türkçülük program ının temeli o luşm uştur. Bu konularda yapılan uyarı ve eleştirilerden ders çıkaram ayan TİP, egem en sınıfların seçim k an u n u n d a yaptığı bir değişiklikle, p a rla m en to ­da çoğunluğun sağlayıp iktidara gelm ek hayalinin 1969 seçim leriyle iflasını yaşam ış, parti içinde sancılar artm ış ve MDD kopuşm ası yaşanmıştır.

Bir yandan ekonom ik kriz ve öte yandan kitle hareketlerinin yükseldiği 60 ’lı yılların ortasından itibaren dönem in radikal eğilimi olarak şekillenen akım lar üzerinde 27 mayıs darbesinin, Talat Aydemir - Fethi G ürcan hareketinin ve 9 m art cuntasını o luşturm aya çalışan subay hareketlerinin önem li etkisi olm uştur. Biz bu g ü nden 25 yıl geriye bakıp bu etkileri yeniden ele aldığımızda bu du rum u objektif ve sübjektif pek çok n ed e n d en dolayı da biraz doğal karşılıyo­ruz. Aşılmış ve çok geride kalmış bir dönem i günüm üzün değer yargılarıyla yargılamayı da. yok saymayı da uygun bulm uyoruz. Elbetteki günüm üzde benzer yaklaşım lar tüm den aşılmıştır. Zaten 12 Mart ve 12 Eylül deneyleri de o rta ­dadır. G erek proletarya devrimciliğinin, gerekse küçük burjuva devrimciliğinin pratik - politikada böylesi bir etkiden 25 yıllık m ücadele sürecinde arınm ası yaşanm ış ve bu süreç önem li o randa tam am lanm ıştır. Zaten bizde bu “kalıntının" etkisinin o dönem in radikal akımlarının hangisinde ne kadar o lduğunu , hangisinin işçi sınıfının bağımsız tavrını esas alarak böyle bir “kalıntıyı" yedek güç yapm aya çalışıyordu.bunu irdelemiyoruz. Yalnızca önem li bir gerçeğe parm ak basıyoruz. Bir dönemin açılışını yapan ana akımın, daha sonra ortaya çıkan akımlar üzerinde önemli oranda etkileri olmaktadır. 1960 sonrasının radikal ve devrim ci akımları üzerinde birazcık gerçekçi bir araştırm ayla bu etkiyi herkesin görebilm esi m üm kündür. G ünüm üzde kendi tarihi köklerini bu dönem in bazı akım ve oluşum larına dayandıranlar objektif yaklaştıklarında, sübjektif iddialar ne olursa olsun bu gerçeklikle karşılaşırlar. O dönem in bir tek konuda Kemalizm konusundaki- değerlendirm eleriyle günüm üzde aynı konunun nasıl değerlendirildiğini bile biraz karşılaş tırsalar sözünü ettiğimiz etkiyi görebilirler. Yanız gerçek şu ki 27 Mayıs ordu darbesiyle açılan o dönem , başlangıçta reform ist akım TİP-güçlü gibi de görünse aşılm aktan kurtulam am ıştır. D aha sonra ları da yen iden yeniden oksijen çadırına alm a çabaları da bir sonuç getirmemiştir. 27 Mayısın, yukarıdan da olsa burjuva ufku da taşısa- radikal etki­si, dönem in radikal eğiliminin önce MDD. giderekte yeni oluşum ve tem ellere o turm aya çalışan akımlar, örgütler biçi­m inde üste çıkarm a yönünden olm uştur. Elbette bu radikalizm, bir ö lçüde yukarıda değ inm eye çalıştığımız etkiyle inmeli olm uştur. Aynı etkiyi belli ö lçülerde de yaşıyor da olsa Proletarya Sosyalizminin d ö n em e ilişkin bu etkiden, solun önem li o randa kopuşunu sağlayacak olan ve ortaya çıkan birikimi bir nitelik sıçram asına dönüştürm eyi h ed e fle ­yen proletarya partisi ve Halk cephesin in örgütlendirilm esine yönelik önerileri yaşam a geçem em iştir. T H K P C kend i­ne özgü üslup, atılganlık ve gözüpeklikle, parti ve cephe halkalarını. DEV-GENÇ birikiminin önem li bir kısm ına d ay a ­narak yaşam a geçirmek istemişse de, 12 Mart darbesiyle yenilmiş, yenilginin yanı sıra önderliğin imhası gibi çok olumsuz, kendini yeni dö n em için yenilem e ve 12 Mart sonrası devrim ci hareketin -kendi özgücüne dayalı bir açılışını y ap m ak ­tan m ahrum kalmıştır. 12 Mart d ah a çok da dönemin.THKO, THKP-C, P roletarya sosyalizmi vb. radikal akımlarını hedeflem iştir. TİP kapatılm asına rağm en, etkinliğindeki DİSK vb. o luşum lar geri çekilerek. “Fırtınanın" dinm esini b ek ­lemiştir. 12 Mart darbesi böylece Devrimci radikalizmin çeşitli akım ve gruplarını tasfiye ederken , reformizm ise yeni d ö n em e açılışı yapabilm ek için geri çekilmiş ve bir dönem in perdesi böylece kapanm ıştır.

12 Mart sonrası CF1P, “um udum uz Ecevif, “ortanın solu", “Toprak işleyenin su kullananın" gibi sloganlarla kitlelere um ut olarak sunulm uştur. 1973 seçim leriyle iktidarı ele geçiren C H P ve “U m urlum uz Flcevit yeni dönem in açılışını yapmıştır. Bu d önem , 27 Mayıs gibi yukarıdan ordu darbesi biçim inde de olsa 'radikal" tarzda açılan bir dö n em değil. 12 Mart faşizminin icraatlarıyla büyük bir um utsuzluk ve yıkımı yaşayan kitlelere, Ecevit’in um ut balonu gibi şişirilip lanse edilm esi, bu u m u d u n d a seçim yoluyla iktidar yapılmasıyla başlamıştır. Bir yandan F.cevitçilik, bir yanan DİSK dönem in an a akımını oluşturm uşlar ve kendisinden sonra ortaya çıkan akım ve oluşum lar üzerinde de büyük etkide bulunm uşlardır. 70 ’li yılların ortalarına kadar bu an lam da sol üzerinde reform izmin etkisi yaşanırken, reformist, reviz­yonist akımların balon gibi şiştiği görülm üştür 12 Mart sonrasının diğer bir özelliği de. 12 m art öncesi devletle devrim çiler arasında bir kalkan olarak hazırlanan faşist milis çetelerinin 12 Mart sonrasında, güçlendirilm iş, silahlandırılmış ve organize hareket olarak devrim ci gelişm elerin karşısında çıkarılmasıdır. Bu dönem in tablosu bir yanda “Ecevitçi!ik: ’in etkisinin yoğun yaşanm ası-reform izm in güçlenm esi olurken- diğer yandan devrimciliğin karşısında faşist milis ç e ­telerinin konum landırılm ası biçiminde olmuştur. Şüphesiz ki devrimci hareketin ufku, bu iki sağ ve sol- faktörce önem li o ran d a daraltılm ışta olsa, o dö n em yükselen halk m uhalefetine om uz vermesi ve faşist milislere karşı halkın can g ü ­venliğinin sağlanm ası ve giderek sosyalizmin ç<>k çeşitli biçimlerde d e olsa ülke sath ına köylere dek yayılması engel- lenem em iştir. I üm ü bu olum lu gelişm elere rağm en, gelişm enin pek sağlıklı yaşanam adığı, içte önem li gerici “birikirrv leriıı o luşm uş olduğu 12 Eylül öncesinde ve d ah a çokta daıbe sonrasında tüm gerizleriyle ortaya dökülm üştür.

Page 4: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

70 ’li yılların so n u n a doğru um ut balonunun sönm esiyle “Ecevitçilik”ten kopuşan dev kitle potansiyelini devrim ci eğilimlerin yönlendirem em esi ve dönem in önüm üze koyduğu görevleri de yerine getirem em em iz, bilindiği gibi solun bir tasfiye olm a sürecine girm esine n eden olm uştur. Bu yıllara egem en o lan ;bö!ünm e-parça lanm a ve kendi kendini tasfiye etm edir Sol, 12 Eylüle önem li o ran d a bu yapısıyla girmiş, Eylül günlerinde de geri çekilm e ad ına, yoğun bir biçim de A vrupa’ya kaçış yaşanm ış, O rtadoğu’ya çıkanlar ise bir de L übnan yenilgisini yaşayarak, bazı istisna güçler haricinde iyice tükenip soluğu, S tockholm veya Paris’te almışlardır. Ü lkede yer altına itilen devrim ci hareket ise pek çok kom plikasyon ve sorunlarla uğraşm ak d u ru m u n d a kalmıştır. İşte 12 Eylül sonrası devrim ci hareketin m ad aly o n u ­nun olumlu y önünde anlatılabilecek yüzünden başka bir de bu olum suz yanı vardır. Yeni bir devrim ci m ayalanış ve çıkış süreçlerine ise önce TÜRK İŞ, SODEP, ard ından yine TÜRK- İŞ ve S H P dayatılarak işçi hareketi ve devrim ci hareket bu po ta larda eritilmek istenmiştir. DGDA’da (Doğu ve G üneydoğu A nado lu ’da) ise 7 0 ’li yılların ortasından itibaren d ah a çok özgüce dayalı gelişmeyi tem el alan bir o luşum un ortaya çıktığı ve bu o luşum un 8 0 ’li yılların o rtasın ­dan itibaren yine özgüce dayalı bir açılışı bölgeyi esas alan bir tarzda gerçekleştirdiği bilinmektedir. Türkiye solu, bir yanıyla günüm üzde bu yeni dönem i açan gücün etkisini yaşarken, diğer bir yandan da, yukarıda özetlem eye çalıştığı­mız kendi evrim ve eski etki alanlarının, d ö n em e uygugn olm ayan etkisinin ve bu etkiyle determ ine olm uş yapısının sancılarını yaşam aktadır. İçinde bu lunduğum uz dö n em özgüce dayalı gelişmeyi esaslı dayatm akta; ne ordu kılıcının de de sosyal dem okrasin in yolu açm ası ufukta görünm em ekted ir. Açılışın nasıl yapılacağı, bedelinin ne o lduğu ise ortadadır. Bu da eskinin basit bir tekrarını yaşam ak isteyen çevreleri çok zor d u ru m d a bırakm aktadır. K adrolar açısın dan olduğu kadar, kitleler açısından da sınırlı bir katılım, destek ve özverinin de devrim ci gelişm e yaratm adığı; tam katılınsa ise işkence, hapislik hatta şeh ad e t eşikte beklem ektedir. Bu d a devrim ci harekette ve kitle hareketinde sal­lantılı bir du rum yaratm akta, m ücadelen in ivmesi bir türlü yükseltilem em ekte, eski tarzda hızlı bir kitleselleşm enin sağlanam adığı, sık sık tıkanm ayla karşılaşılan bir du rum yaşanm aktadır. Bütün bu değerlendirm eleri yapm am ızın n e ­deni bu du rum u o rtadan kaldırm aya yönelik çözüm ler bulm ak içindir. Elbette çözüm ler gökten zembille inm eyecek m evcut yapının kendi içinden bu lunup çıkarılacaktır.

Bizi, yeni bir du rum değerlendirm esine iten, şüphesiz hali hazırdaki gelişmelerdir. G elişm elerin yönünü tekrar çok kısa da olsa belirlersek; gerçekten Türkiye’de yaşayan halkların tarihinde, görülm em iş baskı ve söm ürü dönem i olan 12 Eylül Faşizmi, yeni bir aşam aya ulaşmıştır. 1978’lerden itibaren tırm andırılan faşist darbe. 1980 12 Eylül’ün de dev lete tam am en egem en olm uştur. 81 82 yıllarında ise tüm devrim ci dem okratik birikim bir im ha ve tasfiye sürecine sokulm uş, sendikalar ve öteki kitle örgütleri dağıtılmıştır. 12 Eylül faşizmi 1983’te seçim e gittiğinde, aslında, anayasa, partiler, seçimler, sendikalar, toplantı ve gösteri vb. kanunlarıyla kendini kurum laştırm aya yönelmiştir Bu program ın hayata geçirilm esinde ANAP iç ve dış finans çevrelerinin tam desteğini alan yeni tipte faşist bir partidir Evren - Ozal kliğince bu program , kendileri açısından ne kadar başarılı bir biçimde hayata geçirilmişte olsa, 1987 seçim ve referan ­du m u yine 1988 refarandum u bunların top lum dan epeyi tecrit o lduğunu ortaya koym uştur. Evren Ozal faşist kliği, gerek düzen içi klikler arası çatışm alar, gerek uyguladığı politikaların kitlelerde yarattığı tepkiler sonucu , gerekse de, halklarımızın öncülerince geliştirilen direniş hareketiyle önem li o ran d a zayıflamıştır. Egem en sınıflar içindeki yozlaş­m a, çürüm e hızlıdır. Bir de halk desteğinin azalm ası, halktan kopm a gelişm ektedir Başlangıçta halkın üzerinde pasi- fikasyon politikası oldukça etkiliydi. Kitlelerin depolitize edilm esi derinleşiyordu. A m a günüm üzde, bu pasifikasyon politikası da yırtılmıştır Kitleler pasifikasyonu aşıyor politize oluyorlar. Egem en sınıflar arası çelişkiler kızışmaktadır. Bu da onların güç kaybım d ah a da hızlandırıyor.

Elbette ki tüm bu gelişm eler kendiliğinden olm am ıştır H erşeyden önce, halklarımızın adım adım geliştirilen m üca­deleleri zindan direnişleri, dayatılan tasfiye olm aya karşı direnişin bu gelişm elerde önem li bir payı vardır. G ünüm üzde de politik gündem i bu gelişm eler belirlemektediı Diğer yandan halk kitlelerinde artan o ran d a yoksullaşm a, kitlele­rin işsizlik, açlık içine sürüklenm esi onların tepkilerini yükseltm elerine n eden olm akta, toplum u patlam alı gelişmelerin eşiğine getirmiş bulunm aktadır. Düzenin içindeki çelişkiler. SI İP'siyle DYP’siyle eski uzlaşm a siyasetinin ötesine var­m akta, düzende ciddi çatlaklar m eydana gelm ek ted ir

Böylesi bir du rum a dayatılm ası gereken devrim ci tu tum nedıı? Hiç şüphesiz reform ist kam pa vücut veren ve büyük bir iflahla sonuçlanan yaklaşımlar tem el alınam az En bayağı reformizmi v e teslimiyeti bağrında taşıyan bu burjuva (SHP-DYP) kuyrukçusu yaklaşımın alternatif olam ıyacağı kendi pratikleriyle ortaya çıkm ıştır Bu kam p içindeki bazı güçler, mülteciliği Türkiye’ye taşırm aya .yönelmişler, bu girişim de A nkara’d a teslimiyetle noktalanm ıştır Yine refor mist kam p içinde yer alan bazı Kürt G ruplarının, “yeni oluşum larla ' geliştirm ek istedikleri, Kuzey h a k ta n , IC ’ye sı ğınm a olayıyla birleştirerek hem A vrupa’daki hem de Kuzey k ak tak i mülteciliğin TC’ye peşkeş çekilm ek istenm esi ve bu işin teslimiyet biçim inde yapılm ak istenm esi de asla tem el alınam ıyacak yaklaşım larla İ lc in d e Evren Ozal’m fotoğraflarının asılıp, teşekkür telgrafları çekilerek yapılm ak istenen bu uzlaşm a ve teslimiy* 1 ..ılklaıımızm m ü cad e le­sini geliştirmek bir yana ancak geleceğini karartm ayla sonuçlanabilir Reformist gruplar içme düştükleri bu konum la­rıyla, direnişçilik ve devrim ci m ücadeleye saygı şurda kalsın, kendilerini bü tünüyle icazete bağlanıişlaıdır B una karşı, devrim ci tutuhı. şüphesiz direnişçi tu tum olmalıdır Veya geniş bir DEVRİMCÎ DEMOKRA1 HALK HAREKE Iİ ya ratm ak için bir platform o luşturm ak tem el alınacak bir yaklaşım olabilir

Türkiye’deki Sosyal Dem okratlığın bile ne m enem bir Sosyal D em okratlık o lduğu bilindiğine göre, buna kuyrukçu luk yapm ak devrimcilerin görevi olamaz. Reformist işbirlikçi bir yaklaşım, bizim geliştireceğimiz bir tutum olamaz. Elulkın devrim ci dem okratik seçeneğini veya düzenin b u ’an lam da alternatifini yaratm ayı tem el görevimiz olarak görmeliyiz. B unun koşulları vardır B una siyasal biçim kazandırm ak devrim cilerin görevidir Siyasal biçim verm ek dendiğinde ise, bir siyasal haıeketlilık yaratm ak ve her düzeyde halkın geniş kesimlerini bu platform da-birleştirm ek am açlanm alı- dır Şüphesiz böyle bir platform da reform ist güçlerde yer alabilir Rejime m uhalif her halk hareketi yer alabilir. Ne varki devrim ci- dem okratik p la tform um uzda devrim ci direnişçi yan ağır basm alıdır Esas hizmet ettiği anlayış devrimci anlayış olmalıdır.

B uıaya kadar söylediklerim izden de anlaşılabileceği gibi, günüm üzde, içinde bu lunan d ö n em e uygun tutum , d ev ­rimci radikal giiçleı ve etkinlikler aıası birliği tem el alan yakluşimdıı G eçm işte eksikliği ağır bir biçim de yaşanan böy leşi bir biılik cihetteki, tek tek çevrelerin bağımsız devrim ci tutum larının biı alternatifi değil ortak zeminidir

içinde bu lunduğum uz günlerde, devrim ci etkinliklerden beklediğimiz suiurıılu ve olgun yaklaşım bu olması gerekir­ken, tersine çok olum suz ad e ta eskiyi hortlatm ak isteyen tablolar sergilenm ek ısteııiyoı G eçm işin grupçuluğu veya gruplar arası çelişkilerinin, faşist milislerin saldırılarının abartm alı değerlendi!m elerine dayanan kısa günde bir yerlere varmayı hedefleyen politikalar zorlamalı bir biçim de üretiliyor Elbetteki biz bu durum karşısında devrim ci birliği esas alan tu tum um uzu, politik uyanıklığı da elden bırakm adan sürdüreceğiz

Özellikle dergi sayfalarına kadar yansıyan, DKÖ’lerinde çevıilen ayak oyunları insanın midesini bulandıracak bo yutlara varmış bulunuyor. “Sol”uıı bu hastalıklaıım ne zam an atıp devrim ci hulıği esas alan yaklaşımları geliştireceği bizim ve kitlelerin önem li bir m erak konusudur Elbetteki gelişıneleii tirübiıulcn izlemeye veya hakem lik yapm aya niyetimiz yok Bizleı, önem li o randa tasfiye olm uş ve kendi kendini yenileyem eıniş bu "sol u aşm ak için sağlıklı ve yeni yaklaşımları tem el alan oluşum ları ve devrim ci tavrı geliştireceğiz.

Page 5: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Birkaç askeri darbeyle karşılaşm asına rağm en bir başka dönem in sağlıksız ne kadar yanlış ve sonuç getirm eyen aşılmış u tum u varsa bunu yeni d ö n em e de dayatm aya çalışanlar ancak kendi sonlarını getirecek yolun taşlarını d ö ­şerler. Biz bu yolda onlarla yürüm em eye kararlıyız.

Proletarya sosyalizminin bir yandan ve esas olarak d ö n em e uygun kendi bağımsız hattını ideolojik-politik ve p ra ­tik m ücadele alanlarında uyguglam ası ve hakim hale getirm esi gerekirken; üstüne düşen bir diğer görev d e direnişçi nitelikte ve eski dönem in küçük büyük didişmeciliğini aşarak olgunlaşmış devrim ci dem okratlarla pratik m ücadele alanlarını esas alan ve eylem birliklerinden yola çıkarak cepheleşm eye varabilecek düzene alternatif platform lar ya- ratabilm ektedir. _____________________________ _ _ _________________________________________ 2 0 M art 1989

... Ve 1 Mayıs________________________Türkiye finans-kapitali, Evren Özal kliğini kullanarak uyguladığı 8 0 -8 3 arası “ezm e” politikasıyla güçler dengesinde

elde ettiği avantajlı konum u İpir “kalıcı statü-hukuki durum ” haline çevirdi. G erek 1982 A nayasa oylam ası, gerekse 1983 seçim leri bu sta tünün yerleştirilerek kalıcılaştırılması girişiminin m anevralarından başka bir şey değildir. A ncak evdeki h esap çarşıya uym adı. 1986 N etaş greviyle başlayıp, Derby Kazlıçeşme grevleri ve 14 Nisan 1987 öğrenci olaylarıyla devam eden yeni süreç, henüz dörtbeş yıl geçm eden Eylülcü faşist statüyü kem irm eye başladı. Ö te y an ­dan artık “kalıcı” bir yapıya ulaşm ış “15 A ğustos 1984 A tılım fda Eylülcü sta tüde yarattığı kanam ayı süreklileştirmiş ve tehlikeli bir “iç kanam a”ya doğru yönelmiştir. B ütün bunların bir toplam ı olarak, 1 9 8 9 a girdiğimizde Eylülcü statü halen geçerliliğini koruyor, ancak halk güçleri d e proletaryanın önderliğ inde henüz ürkek d e olsa tepkilerini pratik eylemlilikle dile getiriyor, güçler dengesini zorluyordu.

işte bu m om entte yapılan 26 m art yerel seçimleri, yeni bir dönem in açıldığının işaret fişeği oldu. 12 Eylülün son partisi AN AP’ın yediği tokadın geçici ve ani bir tepki olm adığı, tersine uzun yılların birikiminin bir dışavuruşu o lduğu ­nu ve artık geri dönüşü olm ayan yeni den g e arayışlarının başladığı, 26 Mart sonrası yaşanan gelişm elerle kesinlik kazanm ıştır. Şim di söz konusu olan, Eylülcü sta tünün kimi rötüşlarla ve geri adım larla resto rasyonunun sağlanabile­ceği ve yeni yapısı ile sürekliliğini koruyabileceği mi; ya da yok o lup tarihin çöp lüğünde yerini alacağı mı, so rusunun cevabının henüz belli olm adığı “belirsiz-dum anlı” bir yeni dönem in açılışıdır.

Ve tıpkı 1986 N etaş-Derby-K azlıçeşm e grevleri gibi 26 sonrası oluşan yeni d u rum un b aş m im arı da p ro letarya ol- m uştur. Proletaryanın şimdiye kadar en geri kesimi olarak bilinen ve Türk-lş'li gangsterlerin her seferinde haraç-m ezal satıverdikleri kam u işyeri işçileri başlarını kaldırdılar ve “Açız” haykırışıyla hak arayışına çıktılar. Nisan ayı içinde yo­ğunlaşan işçi eylemleri açıkça yasadışı olm asına rağm en kendi m eşru luğunu yaratm ış ve hüküm etin acizliğini, yasa larm kitle hareketi karşısında anlam sız sözcüklere dönüşebileceğini gösterm iştir. A ncak eylem ler gösterm ekted ir ki, kam u işyerlerindeki işçi arkadaşlarım ız henüz sadece “ekm ek”i görebilm ekte, o n u n arkasındaki “politika” savaşını g ö ­rem em ektedir. Bir kez yola çıkılmıştır ve pratik en iyi öğreticidir.

G ene lde nisan eylemliliğinin d ıştnda o lan politikleşmiş işçilerin 1 Mayıs’daki toplu politik yürüyüş girişimi ise, refor­mist sendikacılarca engellenm iştir. Sendikacılar nisan ayındaki işçi eylem lerinden cesaret alarak 1 Mayısı m eşrulaştır­m ak istemişler, ancak devletin biraz d a blöflü “sizi vururuz” tehdinini eylem sabahı alınca işçileri yüzüstü bırakm ışlar­dır. Bu yüz kızartıcı “kaçış”, proletarya devrim cilerinin onlar hakkında yayınlayacağı on larca broşür ve söylevden d ah a etkili ve öğretici olacaktır. H enüz “ilerici” sendikacıların kontro lünde oldukları 1 Mayıs’da görülen bazı politik işçilerin 1 Mayıs günü olanları çok dikkatli incelem eleri ve ü stünde düşünm eleri gerekiyor.

1988 1 Mayısı’nda yaşanan lar d ah a genişlem iş ve sokak gösterileri ve polisle karşılıklı kovalam aca yapm aya sıçra­yarak, 1989 1 M ayısında bir kez d ah a yaşanm ış, artık 1 Mayıs kendi m eşru luğunu M ehm et Dalcı arkadaşım ızı kay­betm e pah asın a da olsa kazanm ıştır. Sol-Sosyalist geçinen siyasetler, “Yeni Ö ncü”, “Adımlar”, “G örüş” vb... açıkça se n ­dikacıların arkasından Şişliye yönelirken, kimileri “Em ek D ünyası” ve “M edya G üneşi” ... bu siyasi ihanetten son g ü n ­de vazgeçebilmişlerdir. P roletarya sosyalistleri ve direnişçi devrim ciler bir yum ruk olarak Taksim-Şişli arasında dört saa t süreyle fiili durum yaratıp 1 M ayısın bayrağını kaldırdılar. Bu, aynı zam anda, açılan yeni d ö n em d e kurulacak ittifakları d a belirleyen bir ayrışm a oldu. Direnişçi pasifist-kararsız güçler 1 Mayıs günü net şekilde ortaya çıktı.

H üküm et 1 Mayıs’d a önceki günlerde başlattığı “gerginlik” politikasını yükselterek devam ettirmiş, şiddet tüm g ü ­cüyle halkın ü stüne uygulanm ıştır. B urada ikili bir du rum söz konusudur. Bir yandan gerilim politikasıyla Nisan ayın­da yükselişe geçen işi hareketi ve devrim ci kitlenin eylem alanlarındaki kaynaşm asının engellenm esi isteği, hüküm eti ve onu d a aşan bazı güçleri soğukkanlılığını kaybettirecek denli kend inden geçirmiştir. B unda kısm en başarılı oldular. G eniş işçi kitlesi fabrikasında üretimi aksatarak veya durdurarak 1 Mayıs’ı kutladı. Tersane işyerlerinde kapılar kilitlenir­ken, Pancar M otor gibi kimi ilerici potansiyelin yoğun o lduğu yerlerde özel önlem ler alındı. A m a te rsane işçileri, d u ­varlardan atlayarak polis ateşinden kaçan devrim cileri bağırlarına bastılar. Kazlıçeşme deri ve M erter tekstil işçileri ise, bütün engelleri aşarak alanlardaki yerini aldı. Sonuçta, politik işçilerin yoğun olduğu işyerlerinin “ilerici sendikacılann” kon tro lünde alanlara çıkışı engellendi, kendi d a r alanlarında 1 Mayıs’ı kutladılar. K am u işyerleri d e bu konum u a şa ­m adı. A ncak yine de 1 Mayıs gösterilericilerinin çoğunluğu işçilerdi. Sınıf, bü tün olarak, onbinlerle, yüzbinlerle değil, am a içinden çıkan öncülerle 1 Mayıs’d a ağırlığını hissettirdi.

“Gerginlik” politikasının ikinci nedenin i ise, 26 M art sonrası düştükleri du rum u henüz değerlendirem em elerin in yarattığı bir taktik zaaf olarak görüyoruz. H âlâ Eylül sonrası sta tünün oluşturduğu dengelerle olaylara bakanlar, bu dengelerdeki oynam aları ya henüz tam değerlendirem iyorlar ya da kabullenem iyorlar. H er ne halse, onların bu taktik zaafı devrim ci güçlere yaramıştır. 1 Mayıs öncesi, 1 Mayıs günü ve sonrasında uyguladıkları gerilim taktiği ve yaptıkla­rı vahşi saldırı, halkın gözünde d ah a d a y ıpranm alarından başka bir sonuç doğurm adı. Böylece, üstüne çok titredikle­ri ve saygınlık kazandırm aya çalıştıkları bazı kurum ların “halk düşm anı” özü halka karşı patlayan silahlarla kendini açığa vurdu. Ve üstüne bir de “taş” geleneğinin başlam asını d a sağlam ış oldular. İs ra il so p a sfn ı eline alan “Filistin taşı”nı yiyeceğini önceden bilmelidir!

1 Mayıs, tem elleri sarsılan Eylülist statüye bir tekm e d ah a atm ış, bu s ta tünün hüküm et düzeyindeki uygulayıcısı ÖzaFın yıpranm asını hızlandırmış, pratikteki vurucu güçlerinin moralini bozm uş, halk güçlerinin moralini ise düzelt­miş, direniş eğilimini güçlendirmiştir. Nisan eylemliliğinin üstüne zaten böylesi bir 1 Mayıs yakışırdı. 1990’d a görev,1 M ayısı tüm yurt sa th ında kutlam ak, İstanbul'da toplu işçi yürüyüşlerini hem sem tlerde ve hem de 1 Mayıs alan ında gerçekleştirm ektir. B unun ipuçlan 1989 1 Mayısı’n d a vardır. İstanbul'da M erter ve Topkapı’da sabahın erken saatlerin ­de yapılan yürüyüşler ve bu yıl sendikacıların o y u n u n a gelse d e fabrika kapıları ö n ü n d e biriken işçi kalabalıkları, A n ­kara, A dana ve Denizli’deki öğrenci gösterileri 1 Mayıs 1990’nın işaretleri oluyor.

Nisan eylemliliği, 1 Mayıs ve sonrasında belirleyici güç, proletaryadır. Ö ğrenci gençlik de özellikle 1 Mayıs ve so n ­rasında aktif o larak eylem ler içindeki yerini almıştır. Eylemliliğin biçimi ise, toplu gösteriler ve yürüyüşlerdir. Eylem ler­d e özden kopuk biçimler yoktur. Ö nüm üzdeki d ö n em açısından bunları dikkate alm ak gerekiyor.

ÇAĞDAŞ YOL9 Mayıs 1989

Page 6: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

“EMEK” eleştirisi

SINIFSAL YAPI TAHLİLLERİNE 12EYLÜL'ÜN KATKILARI

I

12 Eylül ün devrim ci saflarda yarat tığı düşünce anaforu, yaşadığımız gün lerde artık ilk hızını yitirmiş görünse de, hâlâ varlığını korum aktadır. Pek çok “değer" ya da teorik yargı 12 Eylül'le birlikte terkedildi. Ve kaçınılmaz olarak terkedilenlerin yerine “yenfle ri konu l­du.

K onum uz Türkiye’deki sınıflar yap ı­sı. H er devrimci strateji, taktik ve p a ­rolanın en başta dayanm ası gereken tem el, sınıfsal yapı tahlilidir. Bu k o n u ­da bir bulanıklık her kişi ya d a siyaseti günlük olayların akışında bunaltır. H e­le önem li politik alt üstlükler karşısın­da böyle siyasetler kaçınılmaz kad e r­leriyle başbaşa kalır; düşünce bakım ın­dan silahsızlandırılırlar. 12 Eylül bu ko nu d a um duğum uzdan da ö teye zen ­gin örnekler sundu. Bu örneklerin bol­luğu elbetteki sevinç değil u tanç kaynağı olmalıdır. Fakat öte yandan gerçektir. Görm ezlikten gelinem ez, at lanam az.

12 Eylül'le Türkiye sınıflar yapısı ya da “egem en sınıfların” tahlili başlıca iki yönden deform e edildi.

Her devrimci strateji, taktik ve parolanın en başta dayanması gereken tem elsınıfsal yapı tahlilidir. Bu konuda bir bulanıklık her kişi ya da siyaseti günlük olayların akışında bunaltır.

Hele önemli politik alt üstlükler karşısında böyle siyasetler kaçınılmaz kaderleriyle

başbaşa kalır; düşünce bakımından silahsızlandırılırlar.

İlki, bütünüyle 12 Eylül yaratığı, onun karanlık günlerinin liberal beyin lerde yankılanm asının bir ürünüdür. Yeni G ündem (M. Belge)'le başlıyan sonra D Yolun önem li bir bö lüm ünü kapsıyaıı “sivil top lum cu” akımdır. 12 Eylül ün siyasi çocuğu “sivil top lum cu” düşünce, sınıf kavramını bir kenara ata

rak. yaşanan bunalım ları bir tek n e d e ­ne, “elit toplum" çelişkisine bağladı. Sı­nıf çizgilerinin yerine gelenekcil devletçi “elit" ve “sivil tolıım" ayrımı geçirilerek düşü n ce defo rm asyonunun zirvesine çıkıldı. Aslında bu “yeni" tahlil. 12 Ey­lül darbesinin, yenilgi şokunu uğram ış beyinlerdeki ilk kaba izi ya da yansı maşıydı.

H er şeye bir g ecede egem en olan “elit" ile boyun eğm eye zorlanan. Ç a ­nakkale'de dem okrasi çığlıkları atan Demirci'lere kadar uzanan geniş m ağ ­dur “sivil "ler... Bu bakış açısı Türkiye1 deki egem en zümreyi, kullandığı a raç ­lardan bir tanesiyle eş tutm ak, ya da aynılaştırm ak oluyordu. Böylece g e r­çek egem en züm re gölgelenm iş hatta m ağdur “sivil'lerin içine dahil edilerek aklanm ış oluyordu

İkinci görüş, bu “sivil toplum cu” çü ­rüm eye karşı bir tepki olarak yükseldi. H enüz devrimci siyasetlerin toparlana- madığı günlerde olum lu bir rol o y n a ­dı. Y. Küçük ve d ah a sonra G elenek çevresi bu ikinci kutbu m eydana geti­rir. “Tüm burjuvazi yi egem enler katı­na yükselten bu görüş, böyle yapm ak­la bir avuç asalak Finans-K apital züm ­resini “tüm burjuvazi" içinde eritip ö rt­m üş oluyordu B ugünlerin popü ler isimlendirmesiyle egem en “40 H aram i­lerim izi en keskin dileklerle de olsa halkın bilincinde gölgelem iş oldular. A ncak bu tesbit 12 Eylül günlerine öz­gü değildir, kökleri 12 Mart sonrası TİP içindeki bölünm eye kadar dayanır. 12 Eylül'le yeniden bir sıçram a yapm ayı deniyor.

12 Eylül le Türkiye ekonom isindeki tekelci yapı en kör göze batar hale gel­m esine rağm en, Y. K üçük’lerin “tüm burjuvazi" içinde tekelleri gölgelemeleri anlaşılmaz kalabilir. Ancak onlar Türk­iye’de kapitalizmin bu ö lçüde gelişm e­sinden kalkarak d o ğ rudan sosyalizm e sıçramayı hedefledikleri için egem en sınıfın yapısını ayrıca irdelemeyi gerekli bulm uyorlar.

Bu iki uç sapkınlığın dışında özellik­le 12 Eylül deney inden sonra siyaset­ler içinde ağırlıklı eğilim, tekelci yap ı­nın kavranm ası doğrultusundadır. A n­cak bu kavrayışlar sağlam teorik temel-

MEHMET YILMAZER

lere dayanm ak yerine, daha çok Prag­matik seziler seviyesinde kalmaktadır.

F.mek dergisi buna belki de en son ve en iyi ö rneklerden birisidir. İlk sayı­sında 12 Eylül uygulam aları d eğ erlen ­dirilirken şu önem li tesbit yapılır

“Böylece; banka, ticaret, im alat sa ­nayi ve tarım -sanayi serm ayesinin b ü ­tünlüğü. diğer adıyla mali oligarşinin egem enliği oluşm uştur. Lenin'in dey i­miyle sanayi serm ayesiyle kaynaşm ış banka serm ayesinin mali diktatörlüğü; yani küçük bir azınlığın egem enliği olan, mali oligarşi Türkiye’d e eg e m e n ­liğini kurmuştur." (Em ek. O cak 1989)

Bu tesbitte iki önem li yön vardır. 12 Mart tan beri genellikle sol literatürde “tekelci" ya d a “işbirlikçi tekelci burjuvazi” deyimi egem en züm reyi n i­te lendirm ek için kullanılır oldu. Oysa bu tesbitte “tekelci” nitelem esi ile yeti- nilm eyip “banka, ticaret, im alat sa n a ­yi ve tarım sanayi serm ayesinin bü tün ­lüğüm den söz edilm ektedir. Bu sen te ­zin bilimsel ad landırm ası Finans- Kapitaldir. Em ek dergisi Türkiye’de “mali oligarşfnin egem enliğini tesbit ediyor. Bu inkâr edilem ez bir gerçek­liktir. A ncak tesbitin ikinci yönü, bu egem enliğin kurulduğu dönem le ilgi­lidir: Em ek dergisine göre, mali oligar­şi, 12 Eylül'le egem enliğini kurm uştur.

Türkiye'de F inans-K apital e g e m e n ­liği inkâr götürm ez bir gerçekliktir, a n ­cak bu egem enliğin 12 Eylül le kuru l­d uğunu sanm ak ise görünüşe a ld an ­maktır.

Em ek bu tesbitini nasıl açıklıyor?“İşbirlikçi burjuvazinin güçlenerek iş­

birlikçi tekelci boyutlara yükselm esiy­le artık devleti sadece bir ‘arpalık’ o la ­rak kullanm akla yetinm em iş, devlete ait olan ve kâr getiren devlet işletm e­lerini de kendisinin belirlemiş olduğu bedeller karşılığı özel sektöre devrini sağlamıştır.

“İşbirlikçi tekelci serm aye bunu en açık ve en engelsiz haliyle 1980'den sonra 12 Eylül yönetim i eliyle gerçek­leştirmiş ve gerçekleştirm eye devam etm ektedir." (ay)

İşbirlikçi burjuvazi giderek tekelcilcş-

Page 7: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

miş. d ah a sonra da devlet işletm eleri­nin özel sektöre devrini sağlamıştır. 1980’le birlikte devlet işletm elerinin yağm ası ise en açık hale gelmiştir. Emek, süreci böyle özetliyor.

Bu anlatılanlar, “mali oligarşi” e g e ­menliğinin 12 Eylülle kurulduğunu ye­terince ispatlayamıyor. Türkiye'de dev let işletm elerinden “özel se k tö rü n b es­lenm esi olgusu C um huriyet tarihi k a ­dar eskidir. KİT’lerin yağm ası ilk kez önem li ölçüde 1950’lerde gü n d em e gelmiştir ve o yıllardan beri devam ed i­yor. KİTlerin özel sektöre devri ya da onların pazarına özel sektörün girm e si olgusu 1965’le ıde hızlanmış en önemli adımlar 12 Maı t sonrası atılmış tır. 12 Eylül bu konuda çok özel bir ye­re sahip değildir. Em ek dergisi, "mali oligarşinin" niteliğinden çok niceliğiyle ilgileniyor. Ç ünkü üretim de tekel, sa nayi. ticaret ve hatta tarım serm ayesi nin bankalarla sentez olması yeni bir olgu değil, İş B ankası nın tarihi kadar eskidir. A ncak hiç şüphesiz ki devlet çiliğin beslem esi “özel" Eiııans Kapital, C um huriyet tarihi boyunca her on yıl da bir en kör göze batarca sıçram alar yapm ış, serm aye yoğunluğunu arttır mış, siyasi egemenliğini tanışılmaz hale getirmiştir Fakat, o n u n nitelik olarak yapısı C um huriyetin ilk onuncu yılın­da kesin olarak şekillenmiştir.

Kapitalist anayurtlarda tekelleşme ve Finans Kapital egem enliği 1890 larda başlar Bu tarih bir nitelik d ö n ü şü m ü nü belirtir A ncak herhalde o günlerin finans kurum lan ve tekelleri b u g ü n k ü ­lerle karşılaştırılınca olağanüstü cılız ve çocukça kalır. Fakat bu cılızlık onların karekterini değiştirmez. Bizde de İzmir İktisat Kongresi ve İş Bankasının ku ruluşu, biri teorik diğeri pratik olarak, ekonom ide üretim biçimine tekelci finans kapitalist karakteri tartışılmaz bir şekilde kazandırmıştır. Ardından gelen yıllar bu yapının gelişmesi ve d ah a yo ğunlaşm asım sağlam ış takat ona yeni bir nitelik kazandırm am ış!»

hakkı tanınm adı... Ş u -d u ru m d a b a n ­kacılık bütün sektörler üzerinde önemli bir egem enlik kurmuştur.” (ay).

Bankacılığın egemenliği gibi görünen şey, F inans-K apitalin kayıtsız şartsız egemenliğinin günlük pratik ekonom ik gidişte kendini o rtaya koyuş biçimidir. Emek, faiz hadlerinin yükselm esinden sonra işletm elerin iflası ve topraklara ipotek konm asıyla, bankaların “bütün sektörler üzerinde egem enlik” k u rd u ­ğunu düşünm ekted ir. O ysa 12 EylüF de yaşanan para oyunlarının (faiz h a d ­leri, bankerler olayı) bankaların e g e ­m enliğine yol açtığını dü şü n m ek yeri ne; zaten varolan egem enliğe d ay an a­rak böyle tedbirlerle F inans Kapitalin serm aye yoğunlaşm asını arttırdığını, krizin kaçınılmaz olarak bunu dayattı­ğını düşünm ek , gerçekliklerimizle uy ­gunluk taşır

Emek, önem li bir gerçekliği tesbit et inektedir: “banka sahibi o lm ayanişletmelere" 12 Eylül krizi ‘ade ta yaşam hakkı tanfm aın ıştıı Eğer bu sö y len e­ni. holdinglerin ya da tekelci işletm e­lerin doğ rudan bir bankaya sahip o l ­ması o larak yorum larsak olayı aşırıca basitleştirm iş oluruz. (Örneğin Koç .Holdingin, S abancı H olding’in Ak- bank'ı ö lçüsünde biı bankası y o k tu r ) Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekel leşmiş serm ayenin bankalarda seııtez- leşmesi. üretim ve dağıtım da mali e g e ­menliğini kurm asıdır 12 Eylül bir k e ­re d a h a F inans Kapitalin tartışılmaz egem enliğini çıplak biçim de ortaya koym uştur. Yoksa teısı doğru değildir 12 Eylülle ‘mali oligarşi” egem enliği kurulm am ıştır

Faizlerin yükseltilmesi, bankerler olayı, d ah a sonraları kooperatifler ve fonlar, bunların hepsi bir tek am aca yö neliktir; ekonom ik kriz d ah a yüksek serm aye birikimini dayatmıştır. Finans- Kapital yukarıda sayılan m ekan izm a­larla, kısa sü rede ve sarsıcı bir şekilde serm aye yoğunlaş!» ması yoluna gir miştiı . Bu birikimlerin 12 Eylül süresin

Üretimde tekel, sanayi, ticaret ve hatta tarım sermayesinin bankalarla sentez olması yeni

bir olgu değil, İş Bankası ’nm tarihi kadar eskidir Ancak hiç şüphesiz ki devletçiliğin

beslemesi “özel” Finans-Kapital, Cumhuriyetin ilk onuncu yılında kesin olarak

şekillenmiştir.

Em ek Dergisi, “mali oligarşinin “12 Eylül le egem enliğini kurduğunu iddia ederken, devlet işletmelerinin özel sek töre devrinden başka bir de son yılla rın en önem li mali spekülasyonunu, ‘bankalar ve faiz hadleri" olgusunu öne çıkartm aktadır.

“Faiz hadlerinin yükselm esi, h a m ­m adde fiyatlarının artm ası sonucu m a­liyetin altından kalkam ayarak iflasa sü ­rüklenm iş olan binlerce işletme, borç sahibi bankalar tarafından ölü fiyatına kurtarılm aya başlandı. Banka kredisi ile işletilen tarım- sanayi kuruluşları ve topraklar bankaların ipoteği altına giı m ek zorunda kaldı. Böylece banka s a ­hibi o lm ayan işletm elere ad e ta yaşam

ce nasıl kullanıldığı konum uz değil. Ö nem li olan, kriz yıllarının, Finans Kapitali kendi dışındaki bü tün kesim le ıden serm aye devşirm eye zorlamış olmasıdır Dolayısıyla 12 Eyliil’le yaşa nan faiz oyunu bankaların “üstünlü g ü n ü ” sağlayan bir adını değil, varolan egem enlik tem elinde, serm aye biriki mini hızlandıran bir yoldur. 12 Eylül ekonom isinin çatlaklarından sızmak is­teyen ve sırf spekü lasyona dayanan H isarbank. faiz oyununu aşırıya vardır dığı için eski finans devleri tarafından hem en afiyetle yenildi.

12 Eylül, hiç şüphesiz ki bazı gerçek tiklerimizi d ah a örtüsüzce gözler önü ne serdi ya da serm ek zorunda kaldı.

Ekonom ik alanda bunların en ö n e m ­lilerinden birisi belki de bankaların p a ­ra sahibi ve kapitalist arasında "m üte­vazı aracılar” olm adığı, tersine dev fi­nans im kânlarıyla ekonom iye d o ğ ru ­dan yön verdiği gerçekliğinin 1960’lar- dak inden d ah a keskin şekilde ortaya çıkmasıdır.

Em ek dergisi, 12 Eylülle birlikte mali oligarşi egem enliğ inden söz ediyorsa,

Sorun, çeşitli alanlarda sivrilmiş, tekelleşmiş sermayenin bankalarda sentezleşmesi, üretim ve dağıtımda mali egemenliğini

kurmasıdır. 12 Eylül bir kere daha Finans- Kapitalin tartışılmaz egemenliğini çıplak

biçimde ortaya koymuştur. Yoksa tersi doğru değildir. 12 Eylülle “mali oligarşi”

egemenliği kurulmamıştır.bu derginin teorik kavrayışına 12 Ey lül’ün biı katkısıdır. Ancak olayların gö ıü n e n yanlarıyla yetinen, bu an lam da pragm atik ve sığ bir katkıdır.

IIIK onunun bir diğer yönü genel o la ­

rak devrim ci hareketin b ilincinde 1960 lardan bugüne sınıf yapımızın ya d a d a h a dar an lam da egem en güçle­rin d u ru m unun tahlilinin geçirdiği a şa ­malardır. Bu aşam alar devrim ci h a re ­ketin genel bilinç seviyesini ve kaynak aldığı sınıf ve tabakaları ortaya koyması açısından son derece öğreticidir

E gem en sınıf yapısına bakışta dev riıııci hareket 1960 sonrası başlıca üç basam ak çıkmıştır. İlki, 12 M arta k a ­dar hakim olan bakış açısıdır. Egem en sınıflar “işbirlikçi” nitelem esiyle tanım lanıyordu. Bütün MDD, ardından C e p ­he literatüründe egem en olan tanım böyledir. Ve bu nitelem e hâlâ ta m a ­m en te rk e d ilm e m iş ti ı . “İşbirlikçi burjuvazi” tesbiti doğrudan o dönem harekete egem en olan küçükburjuva ulusalcılığının en tipik kendini ortaya koyuşuduı.

D ünya ölçüsünde yaygın olan u lu ­sal kurtuluş savaşlarının etkisiyle, h a ­reket zaten genellikle şehirlerdeki ay ­dın küçük burjuva tabakalara d a y a n ­dığı için m ücadele ufku em peryalizm e karşı yeni bir kurtuluş savaşı olarak şe ­killendi. Em peryalizm in ülkeyi “işgali” tem el alındı. D aha sonraları, “açık y a ­da gizli işgal” biçiminde aynı seviyeye indirgenerek çözüm lendi. Bir bakım a, küçükburjuvazi devrim ci m ücadeleye katılmak için ülkesini “işgal" altında gör­m ek istiyordu.

Böylece o dönem in sınıf saflaşm ası kaçınılm az şekilde bu ulusal kurtuluş- çu bakış tem eline o turdu Emperyaliz inle iç iç e olan “işbirlikçi burjuvazi” ve “millici sınıflar” karşıtlığı m ücadelen in karşılıklı safları olarak belirlendi. Sınıf­lar değerlendirm esi ülkedeki egem en üretim biçimine göre değil, em p ery a ­lizmin ülkedeki uzantılarına göre yapıl­dı. H atta ülkede kapitalizm, “çarpık”, em peryalizm in d ışarıdan dayatm ası” olarak görüldü. O laya böyle bakılınca herşey dış düşm an Em peryalizm ve o n u n yerli “işbirlikçilerfne göre saflaş­tırıldı.

7

Page 8: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

\

12 M arta çok kısa bir süre kala. C ephe hareketi MDD’den kopuştıığıın- da. “Kesintisiz Devrim"de ülkemizdeki “tekelci burjuvazfden söz edilse de “ül kem izdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinam iği ile gelişm ediğinden” (M. Ça- yan. Kes. Devrim), yine tüm m ücade le ufku em peryalizm e karşı kurtuluş m ücadelesi seviyesinden öteye g ide­m iyordu.

Bütün bu görüşler 12 Mart ta sınav­dan geçti 12 Mart sonrası yıllar, dev ­rimci hareketin genel bilinç seviyesin­deki ikinci basam aktır. Bu basam ak ta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluş çu bakış açısı oldukça aşınmıştır, (ilke­deki ekonom ik yapı biraz d ah a gerçek çi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba yönleriyle de olsa kabul ed ilm e­ye başlanmıştır. Böylece. “işbirlikçi bur­juvazi”. evrim leşerek “işbirlikçi tekelci burjuvazi” olmuştur.

Aslında sınıf tahlilinde bu evrim leş m e üretim temeliyle ilgili tekel g erçe­ğini dile getirirse de hâlâ küçükburju- va ahlakçı yaklaşımını aşam am ıştır. “İşbirlikçi” nitelem esi, bir bakım a bur-

12 Mart sonrası yıllar, devrimci hareketin genel bilinç seviyesindeki ikinci basamaktır.

Bu basamakta, 12 Mart öncesinin ulusal kurtuluşçu bakış açısı oldukça aşınmıştır.

Ülkedeki ekonomik yapı biraz daha gerçekçi kavranmış, tekelci üretim temeli en kaba

yönleriyle de olsa kabul edilmeye başlanmıştır.

juvazinin bu kesim ine yöneltilen bir aşağılam adır. A ncak o sınıfın yapısını açıklayan bilimsel bir nitelem e değildir. Kapitalizm evrensel bir sistem oldu ğundatı heri hangi burjuva işbirliğini özlem ez ve istemez. Ya da örneğin biz de 1940 lara kadar burjuvazimiz e m ­peryalizm le bugünkü ölçüde “işbirliği” içinde değildi Böyle olması, o yıllar için egem en zümreyi aklar mı? O nla rııı sınıf karakterini bir değişikliğe uğ ­ratır mı? Flbette ki hayır

Bütün küçük burjuva ulusalcı izlere rağm en 12 Mart deneyi, tekelci eko

■ ııomi yapısını açıkça gözlere batırm ış­tır Ünlü TÜSİAD 12 M artla yaşıttır

Ü çüncü basam ak. 12 Eylül deneyi, yazının gidişinde de belirttiğimiz gibi devrim ci harekette köklü bozulm alara yol açmıştır Bu teori düzeyinde de ka çınılmazca yaşandı Liberal düşünce ler sosyalizm olarak sunulm aya çalışıl­dı

A ncak bütün bu teorik sapkınlıkla­ra rağm en 12 Eylül pratiği, egem en zümrenin yapısını daha açık olarak ser gilem ekten geri durm adı Artık ege m en züm renin em peryalizm le “işbirli- ğ f ııd e n çok o nun iç yapısı, birbiriyle bağlantılı araştırm alara konu olm akta dır. “40 Haramiler'in sanayi, ticaret, ta rtm. bankacılık alanında durum ları, yıl lardır varolan F inans Kapital gerçekli ğini inkâr gö türm ez şekilde kanıtla m aktadır 12 Eylül kiiçükburjuva a h ­lakçı ya da ulusal kurtuluşçu yaklaşım lara önem li darbeler vurdu. Finans Kapitalin hizdeki egem enlik biçimi, si

yasi taktikleri artık başlı başına bir yak­laşım gerektiriyor Bütün bunlar, eski­si gibi “em peryalizm in işbirlikçileri" d e ­ğerlendirm esiyle çözülem ez, çöze- lemiyor.

IVF.mek dergisi, özellikle 24 Orak uygıı

lamalarıyla günlük basında birinci koıııı lıa line gelen bankaların konumundan hare ketle, “sanayi sermayesiyle kaynaşmış ban ka sermayesini“ teorik tahlillerine eklemek zorunluluğunu duymuş olmalı. Fakat bu yapılırken. Türkiye'de Finans Kapital ege­menliğinin varlığını geçmişten beri savunan bizler şöyle eleştiriliyoruz

“Yine belirtmekte yarar var ki. mali oli garşinin diktatörlüğü geçmişte kimi siyasi

dağıtım, kredi alanlarında egemen “kapi­tallerin kapitali", mali sermayedir.

Emek dergisinin diğer itirazı “feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, “tefeci bezirganlar" gibi kapitalizm öncesi kesim­lerin katıldığı geniş bir ittifakın oluşturdu­ğu oligarşi' türünden ‘melez oligarşi tahlil- lerfııiıı gerçekliği yansıtmadığı yolundadır.

Açıkça belirtelim, bu tahlillerin de doğ ıtıdan muhatabını kestirmek oldukça zor Feodal unsurların da içinde yer aldığı "ge­niş bir ittifak" ya da “melez oligarşi" değer­lendirmeleri literatürümüze bütünüyle ya­bancı kavramlar “ Bir avuç Finans- Ka pitalisfin egemenliğini sürekli vurguladığı­mız bilinir. Hatta bu “bir avuç" nitelemesi bazı siyasetlerce eleştirildi. O nedenle finans oligarşini “geniş bir ittifak" olarak görmemiz mümkün değil

Tefeci-bezirganlık, Türkiye’deki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir. Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile aktaran onun en sadık yedek gücüdür.

akımların yanlış olarak tahlil edip adlandır dığı sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının ha tta ‘tefeci be/iıganlar' ın ittifakından oluşan bir egemenlik değil, tersine, tarım, imalat sanayi ve banka ser mayesiııin sadece azınlığın elinde bütünle­şip birleşmesiyle oluşmuştur. Feodalizmin bir unsuru olan toprak ağalığı, ‘tefeci- bezirganlar' gibi kapitalizm öncesi kesimle­rin de katıldığı geniş bir ittifakın oluşturdu ğu oligarşi' türünden melez oligarşi' tahlil­leri. Türkiye tekelci sermayesinin egemen liginin gerçek biçimini yansıtmıyor" (Emek, ay)

Bu söylenenler doğrudan hangi “siyasi akımları" hedef alıyor bilemiyoruz. Çünkü h üzer qöriişleri geçmişte D Yolda savun muştur Daha doğrusu eleştirilen görüşle re yakın şeyler Fazı Cephe kökenli siyaset lerce açık ve net biçimde olmasa Ha. yazı lıp savunulmuştur Eğer bu söylenenler I f Kıvılcımlının Finans Kapital tahlilini hedef alıyorsa, yazaı görüşlerimizi önce çarpıtıp sonra da eleştiriyor

Önce. I f Kıvılcımlı “oligarşfyi hiçbir yer de “sanayi, ticaret, banka sermayesinin ve toprak ağalığının hatta tefeci bezirganların ittifakından oluşan bit egemenlik" («altını ben çizdim) olarak tanımlamamıştır.

“Serbest rekabetçi kapitalist sınıfının sis temi, kimya bilimindeki halitaya alaşıma benzetilse. finans kapital oligarşisi bir bile şimdir denilebilir Yani birleşen kapitaller zümre özelliklerini (yalnızca banka veya en düstri. yahut ticaret kapitali oluşlarını) ko­rumazlar Tersine gerek kredi, gerek iiıe tim biricik bir nitelik başkalaşmasına uğrar. Endüstri veya banka kapitalleri bambaşka biricik bir finans kapital haline geçmiş bu lunurlar. Kapital ta özünden değişmiştir

“Finans Kapital içinde büyük bankerler, endüstriciler ve büyük tüccarlar gibi büyük arazi sahipleri de bulunur" (Emperyalizm Geberen Kapitalizm H Kıvılcımlı)

Sorun Emek dergisinin ileri sürdüğü gı bi konulmaz Söz. konusu olan, çeşitli bur jtıva kesimlerin “ittifakı” değil, büyük sermayelerin ve topıak sahipliğinin sentez- leşmesidir. İttifak farklı unsurların ayrılık larını koruyarak aynı doğrultuda davran malarını anlatır Oysa, sentez olmakla, eski özellikler yiliriliı. yeni bir özellik ortaya çı kar Finans Kapital hııdur

f inans Kapital sırf banka, sanayi ya da ticaret sermayesi değildir Bütün üretim.

Ancak bize yabancı olmayan "tefeci be ziıgan’lık finans oligarşisi içim* dahil edilip snnıa da “melez oligarşi' diye bir deyim ileri sürülerek M. Kıvılcımlının görüşleri mi eleş (iriliyor, bilemiyoruz Atılan taş ortada kal masın, üstümüze alalım

Tefeci-bezirganlık. Tiirkiyedeki mevcut kitlesiyle Finans oligarşisi içinde değildir Ancak taşra şehir ve kasabalarına Finans oligarşisinin egemenliğini bayiler ağı ile ak taran onun en sadık yedek gücüdür.

Fakat Türkiye'de finans oligarşisi şekille nirken. içinde büyük toprak sahipleri ve iri tefeci bezirganlar da yer almıştır. İş Banka sı nın kurucularına bakılabilir Aynı zaman da Ziraat Bankası nın gelişim tarihi toprak ağası ve tefecilerden en irilerinin banka için de nasıl mevzilendiklerine zengin örnekler sunar Oysa Emek dergisi finans oligarşisi olgusunu ancak 1980 sonrası görebildiği için, onun ancak bugün görünen en kaba özellikleriyle yetiniyor.

Türkiye'de 1968'lerde kapitalizmin var l ığı ya da yokluğunu tartışan siyasetler son ra olayların çarpıcı uyarısıyla kapitalizmden öteye, üstelik tekelci bir ekonomik yapıyla yüzviize gelince tam zıt uca sıçrayıp ülke ınizde kapitalizm öncesi kalıntı üretim ve mülkiyet biçimlerini yok varsayınayı yeğ lediler Bizde tekelci ekonomik yapının 1920'lerden beri şekillenip gelişmesi ince leııdiğinde nasıl büyük toprak sahipliğiyle içiçe girdiğini ve tefeci bezirgan sermayeyi özellikle lOSO'lerle birlikte nasıl yedeğine aklığı hemen görülebilir

Sonuç olarak. Emek olayların pratik zor lamasıyla “mali oligarşi'nin egemenliğinden ya da sanayi, ticaret banka tarım vb ser mayelerin “bütünlüğii'nden söz etmektedir. Ancak bu "bütünlüğün" doğum tarihi ola rak 12 Eylül dönemini kabul ediyor

Sorun böyle konulunca 1980 öncesi egemen zümrenin niteliğini açıklamak Emek'in kendi sorunu Fakat Türkiye'de Finans Kapital egemenliğini geçmişten beri savunan bir görüş, devrimci dürüstlük ve bilimsel olmanın gereği doğrudan (dolaylı değil) ve olduğu gibi ele alınarak (çar pıtılarak değil) eleştirilnıeliydi

Pratik (öğretir Buna şüphe vok Ancak teorik sağlamlık olayların ilk görüntüsün den öteye gidebilmekle, olayların ilk bakış ta görülemeyen iç bağlarını kavrayabilmek le mümkün olur Aksi pragmatiklik olur ve teoride eklektisizmden öteye gidilemez

8

Page 9: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

AVRUPA'DA SOSYALDEMOKRASİNİNEVRİMİ

Batı A vrupa’da bugünkü sosyal d e ­m okrat partilerin kökleri, 1889’da ku ­rulan II. E nternasyonale dayanır. O ra­d an da Marksizmin 4 8 bildirgesine.

Kom ünist Manifesto, 1848-1850 yıl­ları arası bü tün A vrupa’yı saran d ev ­rimci kaynaşm a ortam ında çığ gibi b ü ­yüyen ve yollarını burjuvaziden ayır­m aya başlayan işçi sınıfı hareketinin ev­rensel program tem elini ortaya koy­m uştu. M anifestonun ilkeleri üzerinde örgü tlenen Uluslararası İşçi Ligası’nın (I. Enternasyonal) dağılışından sonra, başta A lm an proletaryası gelm ek üze­re bü tün Avrupa ülkelerinin işçileri, kendi ulusal partilerinde birleşm eye başladılar. Yoğun siyasal birikime ve devrim ci savaş deneylerine sahip b u ­lunan A lm an proletaryası, 1905 Rus Devrim ine kadar uluslararası işçi h are­ketinin liderliğini üstlenmiş du ru m d ay ­dı.

İşçi eğitim dernekleri ve ligalar ta r­zındaki eski devrim ci örgüt deneyleri bir yana bırakılırsa, A lm an p ro le tarya­sının ulusal düzeyde yaygın faaliyet yü­rü ten ilk parti ö rgütü , 1875’de G otha’- d a kurulan Alm an Sosyalist İşçi Parti­si olmuştur.) .ussallecı görüşlerin etkisi allııula reform cu bir p rogram a sahip olan bu parti, Lassalle’ııı Leipzig’de kur­duğu A lm an İşçileri G enel Birliği ile Bebel’in önderliğindeki Marksistlerin E isenach’ta kurdukları Sosyal D em ok­rat İşçi Partisinin b irleşm esinden d o ğ ­m uştur.

Ünlü anti-sosyalist yasa karşısında yer altına çekilm ek zorunda kalan Al­m an sosyalistleri, bu kez 1890 yılında Erfurt’da Alman Sosyal D em okrat Par- tisi’ni (SPD) örgütlediler. İşte, II. Enter­nasyonalin başını çeken SPD, bu şe ­kilde doğm uş oldu. Kaynağını M ani­festodan alan parti program ı, 1919 devrim iyle Alm an İm paratorluğunun çöküşüne dek yürürlükte kaldı.

Diğer ülkelerde d e sosyal dem okra t adı altında örgütlenen sosyalistler, a ra ­larındaki bütün ideolojik farklılaşm ala­ra karşın ilk Evrensel Paylaşım S a v a ­şının patlak verdiği 1914 yılına kadar II. E nternasyonale bağlı kaldılar. E nter­nasy o n alin en etkili liderleri, Kautsky ve Bebel gibi kıdemli A lm an Marksist- leriydi.

★ ★ ★B urada, sosyal dem okrasi kavram ı­

nın o günkü tarihsel an lam ına kısaca değ inm ekte yarar var.

ilk burjuva devrim leri çağ ında “ser­best ticaret” sloganıyla ayağa kalkan burjuvazi, feodal imtiyaz ve tekellere karşı ezilen sınıfları dem okrasi ve cu m ­huriyet bayrağı altında toplamıştı. A n­cak, cum huriyet, dem okrasi, eşitlik p a ­rolaları, küçük üreticilerin hızla mülk- süzleştirilip proleterleştirilmesine ve acı­masız bir yoksullaşm anın yayılm asına yol açan serbest rekabetçi soygun eko ­nom isinin politik term inoloji yaldızları haline dön ü şm ek ten kaçınam adı.

Yasalar karşısında eşit sayılan ve si­yasal özgürlükleri ünlü devrim bildir­geleriyle tem inat altına alınan yurttaş­lar, gerçekte bü tün yasal hakların kul­lanımını ekonom ik güç ve zenginliğin belirlediğini gördüler. Ezilen işçi sınıfı, burjuva özgürlüklerinin, em ek sö m ü ­rüsünden kaynaklanan toplum sal eşit­sizlik karşısında nasıl bir kuru avutm a- cadan ibaret kaldığını acı acı yaşadı. Si­yasal eşitlik, toplum sal eşitlikle b ü tü n ­leştirilm eden, p roletarya ve yoksul yı­ğınlar için salt biçimsel haklar m anzu ­mesi olarak kalm aktan, dahası, burju­va sınıf egemenliğini gizleyen incir yap rnklurı o lınnklan ö teye gidem ezdi.

Burjuvazinin siyasal dem okrasi ve eşitlik sloganıyla feodaliteye karşı yön­lendirdiği proletarya, bu kez silahları­nı burjuvaziye karşı yöneltm eye giriş­ti. 1848 haziran Fransız Devriminin kır­mızı bayrağında sosyal cum huriyet, sosyal dem okrasi ve bü tün tarihsel kapsam ını Sovyetler iktidarında bu la­cak olan gerçek sosyal eşitlik slogan­ları yazılıydı.

O yüzden, denebilir ki, sosyal d e ­m okrasi, burjuva devrim leri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü alt üstlükler karşısında ürküp feodal geri­cilikle uzlaşan burjuvazi ile, devrimi gerçek toplum sal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürm eye kararlı olan pro letar­ya arasıdaki ayırdedici savaş paro lası­dır.

★ ★ ★Peki nasıl oldu da proletarya h a re ­

ketinin bu devrim ci politik nitelendiril­mesi, uzlaşm acı-reform ist burjuva p o ­litikacılığının bayrağı haline dönüştü? B unun cevabı, 1890’larda Avrupa sos­yalist hareketini sarm aya başlayan, Sovyet Devrimi’nin son verdiği ideo-

Kemal SARUHANt

lojik kriz dönem i boyunca, 11. E nter­nasyonale bağlı partilerin sosyal bu r­juva partilerine d önüşm esinde yatar.

Sosyal dem okrasi kavram ı, sosya­lizm ve kom ünizm kavramları gibi p ro ­letaryanın en genel toplum sal h ed e f­lerini belirlem ekle kalır. Bu nedenle, toplum sal hoşnutsuzlukların genişle­mesiyle sosyalizme katılan küçük bur­juva ve burjuva aydınlarının taşıdığı re­form cu ütopyalar, tam anlam ıyla ide­olojik netlik kazanam am ış proletarya hareketi içinde bazı işçi züm relerini de etkisine alarak, kavram ın bu soyut b e ­lirlemesi altında yer edinebilm e o lan a­ğını bulabilmiştir.

Kapitalist rekabetin yıkıma uğrattığı küçük mülk sahipleri ve gündelik b u r­juva yaşam ın onulm az sığlığı karşısın­da öfkeye kapılan mülk sahibi sınıfla­rın aydınları, gittikçe sosyalizm bay ra­ğı altında toplanarak, kendi sosyal k u ­run tu ve hayallerini dc sosyalizm m ü ­cadelesine taşımışlardır. H enüz Leni- nist parti m odelinin sıkı merkezi, disip­linli, hom ojen örgüt yapısına kavuşa­m am ış olan işçi sınıfı partileri, devrim ­ci Marksizmin yönlendirici dam gasını taşısdlur da, Marksizmin etki alanına

Sosyal demokrasi, burjuva devrimleri çağında, kitlesel kalkışmaların yarattığı güçlü

altüstlükler karşısında ürküp feodal gericilikle uzlaşan burjuvazi ile, devrimi

gerçek toplumsal eşitlik sağlanıncaya dek sürdürmeye kararlı olan proletarya arasındaki

ayırdedici savaş parolasıdır.

girmiş çeşitli reform cu akımları da ken­di bünyelerinde toplamışlardır. Bu d u ­rum , sosyal dem okrat partiler içinde, bilimsel anlayış ve ütopizm , devrimci tu tum ve reform culuk arasında sü rek ­li çatışm alara n ed en olacaktır.

19. yüzyıl sonlarından itibaren, p ro ­letaryanın sınıfsal bünyesinde de d e ­ğişimler yaratan kapitalist dönüşüm ler üzerinde tem ellenerek yayılan reform-

9

Page 10: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

cu akımlar, “eleştirel özgürlük" ta lep le­rini sinsice yoğunlaştırarak Marksizmi kem irme kam panyalarına girişirler. R e­form culuğun yayılışı ve devrim m erke­zinin Avrupa'dan Doğu ya doğru kayı­şıyla dönekliğin pençesine düşen so s­yal dem okrat partiler, kaçınılmaz bir çatlam aya uğrayarak, Sovyet Devrimi’ ııin anlayış çizgisine yönelm iş yeni tip proletarya partiferinin d oğuşuna gebe kalırlar. Eski uluslararası proletarya bir­liği. döneklik ve reform izmin g ü d ü ­m ü n d e gerçek bir “kocakarılar enter- nasyo tıa lfne dönüşm üştür.

★ ★ ★Süreci d ah a yakından izleyelim.Uzun m ücadeleler sonucu açık sen ­

dikal ve siyasal örgütlenm e ile genel oy

Devrimci ilkelere pratik bağlılığın zayıflamaya başladığı böyle bir ortamda, Lassalle’cı Gotha programından beri Alman sosyal demokrasisinin pratik kanallarında yer edinen “evrimci sosyalizm” anlayışı,

Bernstein'cı revizyonizm tarafından İngiliz burjuva solculuğunun Fabiancı cılkkğıyla

kaynaştırılarak yeniden horiiatılır.

hakkını elde ed en Alm an p ro le tarya­sı. yasal p landa büyük siyasal başarı­lar kazanır. İhtilalci sosyal dem okrat p a r ti , “y e p y e n i bir m ü c a d e le yöntemini" harekete geçirip “bir kurtu luş aracına d ö n ü ştü re re k , oylarını 187 İden 1890'a artan bir hızla toplam oyların % 25 i gibi oldukça yüksek bir düzeye ulaştırır.'1'

Kazanılan reformların sonucu olarak yasal p landa hızlı genişlem e ve parla m enter m ücadele yöntem lerinin genel proletarya hareketi içinde kazandığı ağırlık. Engelsin, Marx'ın Fransa’da S ı­nıf M ücadele adlı eserine yazdığı ünlü Ö nsöz ünün reformist bir yorum undan hareket eden yorulm uş pratik parti li­derlerini. A lm anya gibi dünya milita rizminiıı en korunaklı kalesinde, var olan yasal olanakları abartıp, bugün çok daha yakından tanıdığımız sosyal devrimi barışçıl yollardan gerçekleştir m e yanılgılarına doğru sürükler. İşte, re formcu kanadın sinsi etkinliğine olanak sağlayan da. yaşlı parti yöneticilerini saran bu safça pragm atizm dir.

Devrimci ilkelere pratik bağlılığın za yıflamaya başladığı böyle bir ortam da, Lassalle’cı G o tha p rogram ından beri A lm an sosyal dem okrasisinin pratik kana lla rında . yer ed in en “evrim ci sosyalizm" anlayışı. Bernstein'cı reviz­yonizm tarafından Ingiliz burjuva sol­culuğunun Fabiancı cılklığıyla kaynaş­tırılarak yeniden hortlatılır.

Aynı dönem . A lm an sendikal h a re ­ketinin o lağanüstü güçlendiği, ulusal düzeyde örgütlenen sendikaların geniş mali fonlara sahip milyonlarca üyeli devasa örgütlere dönüştüğü yıllardır. Bu durum , yalnızca A lm anya'da değil, kıtanın ileri gelen diğer ülkelerinde de. sendikal avadanlıkları ve büyük mali fonları yönlendirerek işçi hareketinin gündelik pratik akışını denetim lerine

alan etkili bir sendikacılar züm resinin gelişm esine vol açar. Temsil ettikleri kitlesel, mali güçlerle sendika liderle ri, pratik parti siyasetinin belirlenmesin de gittikçe daha etkili hale gelirler.

901) yılların sonlarında, siyasal h a ­reket içinde önem li güçlere erişen sen dikacılar, “partiden bağımsız bir şendi kal hareket" fiktiylp ortaya çıkm akta, “pozitif iş" diye adlandırdıkları işçilerin pratik, güncel, basit sorunlarını ön p landa tu tan davranışları ,;>l ile ihtilal ci parti program ından bağımsız bir g ü n ­lük siyaseti parti faaliyetlerine e g e ­m en kılmaya çalışm aktadırlar Bu ba kım dan. sosyalist m ücadeleyi reform cu pozitivizme indirgeyen revizyonist akım, en büyük destekçilerini sendikal hareketin liderleri arasında bulacaktır Sendikacıların eğilimlerinin ağır bastı ğı 1906 M annheim kongresinde bu durum , ihtilalci kanadın üyeleri tarafın dan . “revizyonizmin sendikalar içinde hortlam ası" olarak ilan edilecektir

D aha 1899 yılında top lanan H a n ­nover kongresinde parti çoğunluğu, ih­tilalci kanadın revizyonizmi m ahkûm eden kararlarım desteklem işti Ancak, devrim ci m ücadeleyi “kendi varlık ne delilerini inkâr etm ek" olarak gören “sendikacıların genel tutum u, parti ra dikallerinin entellektüel fantezisi gibi gö rünen tahlilleri etrafında sürtüşm e yaratm ak yerine, somut sorunlar çık­tıkça bunları kendi tercih ettikleri y ö n ­de ve sabırla partiye kabul ettirm ek o l­m uştur. (abç)

Marksizmin tem el fikirlerini benim sedikleri halde, devrim ci program ın gerçekleşm esini burjuvaziyle p ro letar­ya arasındaki günlük savaşım ın değ iş­ken pratik dengelerinde aram aya git tikçe d ah a çok eğilim duyan parti y ö ­neticilerinin çelişkili pragm atik tutum u, partinin devrim ci çizgisinde reform iz­min sinsice boy attığı derin çatlaklar ya­ratmış. bu nedenle “sorunların pek ço ğunun nihai çözüm ü, yavaş yavaş da olsa, reform cu kanadın istediği yönde gerçekleşm iştir” ,'11

★ ★ ★Revizyonizm in tem el önerm esi.

Bernstein ın şu sözlerinde ifadesini bu luyordu: “G enel olarak sosyalizmin ni­hai hedefi olarak adlandırılan benim için hiçbir şeydir; hareket herşeydir."

Sosyalizmin genel programatik am aç­larını reddedip , “pratik, güncel, som ut so ru n la rın çözüm ünü yegâne hedef haline getiren bu reform cu anlayış. Bernstein gibi Engels in çok güvendiği yetenekli bir parti liderini M arksizme fütursuzca kılıç çekm eye götürm üştür.

B ernsteina göre sosyal dem okrasi, “artık eskimiş olan üsluptan kendisini kurtaracak cesarete sahip olabilmeli ve gerçekte neyse öyle görünm eyi kabul etmelidir: Demokratik, sosyalist bir reform partisi.” ,r,) (abç)

G erçekten de, reform izm ve ihtilâl­ci kanat arasında denge arayışlarıyla ip canbazına d ö n m ü ş Kautsky’nin o p o r­tünizmi ve parti bü tün lüğünün k o ru n ­ması uğ runa Rosa Luxem burg. Karl L iebknecht gibi ihtilâlci kadroların ödünsüz tavrını yum uşatm aya çalışan yaşlı Bebel in “olgun ve ağırbaşlı p re n ­

sip adam lığfncîa gizlenen beceriksizli ği altında parti siyaseti, ağır ve sancılı bir ilerleyişle bu yöne doğru akm akta dır.

Kautsky'nin Sosyal İhtilâl adlı ünlü kitabındaki tezleri ise. reformist ve dev­rimci kanat arasındaki ayrımları belir­sizleştirerek. son du ruşm ada reform iz­min gelişimine fırsat tanıyan uzlaşm a arayışlarının teorik sonuçlarıydı.

Kautsky. devrim i politik ve sosyal devrim olm ak üzere ikiye ayırırdı. Po­litik devrim , “siyasal iktidarın yeni bir sınıf tarafından fethfdir. Sosyal devrim ­se. politik devrimi izleyen hukuki ve si- vasi üst yapıdaki köklü değişimi belir tir. “Hukuki ve siyasi üst yapının her­hangi bir yoldan d ö n ü şü m e u ğ ram a­sı geniş anlamıyla, özel yol ve yön tem ­le (şiddet kullanarak) olması ise dar an ­lamıyla sosyal ihtilâldir. B una göre re­form cu sosyal dem okra tla r -geniş anlamıyla- sosyal ihtilâlcidir. Yalnız se ­çim yoluyla da olsa işçi sınıfı partisinin iktidara gelmesi için çabaladıklarına göre, aynı zam anda siyasal ihtilâlci d ir"«'1

Sosyal devrim i hukuki ve sivasi List vopı değişim lerine indirgeyen bu aşırı basitleştirme, aynı zam anda revi/yoııiz min dolaylı bir teorik aldanışıydı. Farklı neden lerle de olsa bir günüm üz sos­yal dem okratı bile. Kautsky’yi reformist ve devrim ci kanatlar arasındaki “zıtlı­ğın özünü kaçırmış olmak"la suçlarken kesinlikle haklıdır. “Aradaki fark, baş­vurulan araçların değişik olm asından ibaret ve basit olmayıp, iki farklı top lumsal değişm e, tarih felsefesi ve d ü n ­ya gö rüşünü yansıtm aktadır" ,7)

Kautsky ye göre devrim , altyapı iliş­kilerindeki kendiliğinden gelişimin ürü­nü olarak ortaya çıkar. Bu görüş, ka pitalist bir top lum da üretici güçlerin sosyalleşm e eğilimini etkileyen tarihsel ve dışsal faktörleri gözardı ederken , devrim i altyapı ilişkilerindeki kendili­ğinden dönüşüm lerin basit bir tam am ­layıcısı olarak gösterir. B unun doğal sonucuysa, “devrimin olgunlaşmış kriz­lerden ve büyük sınıfsal kopuşm alar- dan çıkageldiği" yolundaki Leninist te ­ze karşı, devrim için kapitalizmin ü re ­tici güçleri gerekli olan olgun sosyal­leşme düzeyine eriştirmesini beklemek olacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşunu “bu sınıfın giderek yoksullaşm asının değil, tam aksine, kendi “yaşam koşullarını giderek düzeltmesinin” bir sonucu” ı«» olarak gören Kautsky. bu radan zo ­runlulukla kapitalizmin gelişimini d e s ­teklem ek gibi bir pratik siyasetin ö rü l­mesi yoluna çıkacaktır.

Tekeller çağında kapitalizmin gelişim mantığıyla işçi sınıfının tarihsel çıkarları arasında ortaklıklar kuran bu anlayış, devrim i bilinm eyen bir geleceğe e r te ­leyerek sosyalist m ücadeleyi “pozitif iş"e indirgeyen ve kapitalizmi reformlar yoluyla terbiye etmeyi am açlayan uzlaşm acı tavrın ta kendisidir. B undan sonra geri ülkelere “uygarlık taşıyıcı" bir ultra-em peryalizm tezine ilerleyerek, sosyal dem okra t partiyi ulusal tekelle­rin saldırgan ve yayılmacı politikaları­na koltuk değneği haline getirmeye ç a ­lışmak. artık pek zor olmayacaktır.

10

Page 11: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Diğer yandan Kautsky, zoru sınıf m ücadelesinin objektif akışından ko ­partıp, “tüm hukuki ve siyasi değ işm e­ler için devletin zo rlam asfn a daraltıl­mış basit bir siyasi araca indirgeyerek, zorun kullanımını devrim ci politikanın tam am layıcı bir unsuru o larak gören Marksizm anlayışının dışına düşm üş ol­m aktadır. Zor araçlarının kullanımını bir tercih sorunu olarak görm ek; işte bu “evrimci sosyalizm in en köklü “revizyon” taleplerinin başında gelm ek­tedir.

K au tsk y , “ş id d e tin so sy a liz m i soysuzlaştırdığı” kanısındaydı. “S osya­lizmi, teröre başvurm ak tuzağından ancak dem okrasin in kurtaracağı” g ö ­rüşüyle, dem okrasiyi bü tün sınıf içeri­ğinden soyarak proletarya d ik ta törlü ­ğünün karşısına çıkarttı. Bu du rum da, “terörün engellenm esi” yollu çığırtkan­lıklar, sosyal dem okra t partinin Alm an işçileri arasında başgösteren devrim ci arayışları engellem eye çalışm asından başka bir sonuç getiremezdi.

Bu tutum larıyla sosyal dem okrasi li­derleri, Bolşevik Devrimi’nin en h ay a­sız düşm anları haline geldikleri gibi, Spartakist Devrimin bastırılm asında A lm an finans-kapitalinin sadık uygu­layıcıları olm aktan da utanç duym aya­caklardır.

★ ★ ★Bernsteincı ve Kautskist fikirlerin,

köklü bir partinin ideolojik rotasını d e ­ğişime zorlayan sınıfsal dayanakları n e ­lerdir?

Avrupa’da kapitalizm, üretimin m er­kezileşmesi yoluyla teknik tem elle­rini güçlendirm iş, ülke ö lçüsünde d e ­rinlem esine, dünya ö lçüsünde gen iş­lem esine söm ürü olanakları yaratarak em peryalizm evresine tırmanmıştı. S ö ­mürgecilik yöntem leri ile geri ülkeler­den kapitalist anayurtlara akıtılan m u ­azzam serm aye potansiyelleriyle bes- leııeıı yeni refah olanakları, işçi kitle Icri arasında hıı o lanak lardan az çok yararlanabilen bir aristokratik zümrenin doğ u şu n a n ed en oldu. S endika lider­lerinin temsiliyle pratik siyasette ağırlı­ğını duyu ran bu gelişim, işçi sınıfı için­d e züm resel farklılaşmaların derin leş­m esine yol açmıştır.

Sosyal dem okra t partilerin sınıf d a ­yanaklarında başgösteren amorflaş­ma sonucu, Marksist teorinin şekilsiz- leşmeye zorlanması da kaçınılmazlaştı, îşçi sınıfı partileri, aristokrat işçilerin bencil çıkarları üzerine o turan sosyal anlam ıyla dar zümre partilerine d ö ­nüşürlerken, kadrolarının sınıf köken­leri ne olursa olsun, M arksizmden uzaklaşm aları, onları sosyal burjuva politikalarının temsiline yöneltmiştir. İş­çi aristokrasisinin ideolojik kişiliksizliği, kapitalist top lum un çelişkin iç yapısı­na ek lem lenen işçi partilerinin, parla- m entarizm in sığ sularında tavizkâr yal­palam alarla içten benim sedikleri kay­gan “kitle partisi” terrninde ifadesini bulm uştur.

İşçi aristokrasisi (işçi sınıfı değil), Ka- utsky’nin deyimiyle, “zincirlerinden başka kaybedecek çok şeye sahip”ti. Emperyalist kapitalizmin iç bayıltıcı “ni­m e tle rin d e n aldığı kölece zevkle ken ­

di tarihsel çıkarlarına yabancılaşan bu “işçi küçük-burjuvazi”, finans-kapital politikalarının işçi yığınları arasındaki tem el dayanaklarını oluşturm uştur. Bu sosyal dönüşüm ün zoruyla kapitalizme kıyam az hale gelen sosyal dem okra t partilerin “dem okratik” zafiyetleri, bu r­juva kuyrukçuluğunun çok bilinen ih ­tilal fobisinden başka neyi yansıtabilir­di?

Ö nce Marksizm toprağ ında türeyen kem irgen faaliyet, savaş yıllarının zo ­runlu kopuşuyla Marksizm alanının dı­şına düştü. Kendilerini kapitalist d ü ze­nin iç kıvrımlanışa hızla uyarlayan y e­ni sosyal dem okra t partiler, 2 0 ’li-30’lu yılları tarihsel köklerinden gelen M ark­sizm etkilerini “seyreltme” çabasına ver­dikten sonra, yeni ideolojik kimlikleri­ni açıkça tanımlayabilme cesaretini ka­zandılar. Tanım lam a, S PD ’nin 1956 Bad G odesberg toplantısında kesin şik- lini aldı: Avrupa finans-kapitalinin sol kanat politikacılığı!

Öyle ya, kapitalizm e kıyam ayan, on u reform lar yoluyla terbiye edip in- sanileştirm eye çabalayan bir zihniyet, kendi ütopik “tercih lerin i, tarihsel d e ­term inizm in baskısı altında zavallıca kaydırm alara uğratm aktan başka şa n ­sa sahip olabilir miydi? Kapitalizme kı- yam ayış, onun egem en tekelci m a n ­tığını açıkça ben im sem ekten başka so ­nuç getirem ezdi.

★ ★ ★Kapitalizme kıyam ayan reform cu

anlayış, kendini teorisize etm ek yolun­da öncelikle tarihsel akışı belirleyen nesnel zorunluluk yasalarından an la ­yış ve bağışlanm a dilem ek zo ru n d ay ­dı. Ç ünkü sosyalizm, sosyalist kişilerin iyi niyetlerinden bağımsızca ilerleyen tarihsel evrimin yam an diyalektiğinden kaynaklanır. Üretici güçlerin sosyalleş­mesi ve mülkiyetin bireyselleşmesi a ra­sındaki karşı konulm az çelişkinin zo­runlu çözüm ü olarak ortaya çıkar

Keform i/m in ilk işi, düşünce katın­da sosyalizmi bir zorunluluk olm aktan çıkarıp, seçm enler çoğun luğunun ter­cihlerine dayalı bir tarihsel olasılık h a ­line getirm ek oldu. N esnel zorunluluk kategorilerinin sübjektif tercihlere indir: genm esi tarihsel m addeciliğe sığdırıla- m ayacağından , revizyonizm, tarih ya­salarından görem eyeceği “anlayışı” M arksizm den talep etm ek d u ru m u n ­daydı. Ö zgürlüğü zorunluluğun bilinci o larak kavrayan Marksizmin tersine, zorunluluğun (dünya devrimci krizinin) baskısından kurtulm akta arayan sosyal dem okra t teorisyenler, gerçekte “d ö ­n ek liğ in d a y a n ılm a z id e o lo jik hafiflem e” (nam -ı diğer “eleştiri özgür­lüğü”) eğilimini devrim ci teorinin kar­şısına çıkartıyordu.

Sosyalizmin bir sübjektif tercihe in­d irg e n m e s i, sın ıf m ü c a d e le s in in “kahredici” zorunluluklarından yan çi­zen işçi aristokratlarının sınıf sorum suz­luklarına buldukları yegâne teorik kılıf olm uş, böylece, 19. yüzyıl başlarında­ki nesnel yetersizliklerle mazeretli ü to ­pik anlayışlar, revizyonizmin gerici soy­suzlaştırmalarıyla yeniden piyasaya sü rülm üştür.

Reformizm, tarihsel m addecilik a n ­

layışını reddetm ekle, idealist felsefenin “kurutulm uş bahçelerinde” um utsuz bir gezintiden kaçınamazdı. Nesnel zorun­luluk yasalarının reddi, doğa ve to p ­lum yasalarını bilemeyeceğimizi vaze­den Kantçı agnostisizm de m antıksal dayanak larına kavuştu. (Bernstein, Karleby vd.)

Ünlü İsveçli sosyal dem okra t Wig- forss da “sosyalizm asla bilimsel olarak kanıtlanam az; o, gerçekleştirilebilecek olan bir idealdir. ,l,) derken , aslında nesnel zorunluluk yasalarım, varsa bi­le kanıtlanamaz saym akta ve onun kar­şısına tarihsel-toplum sal belirlenim le­rinden yarı yarıya soyulm uş insanın “özgür irad e’sini çıkarm aktaydı.

Sosyalizm bir tarihsel zorunluluk ol­m aktan çıkartıldığı ve seçm enler ç o ­ğun luğunun tercihlerine indirgendiği anda , tabii ki hareketi evrim-birikim / devrim -sıçram a süreçlerinin karşılıklı d ö n ü şü m ü ve bü tün lüğü olarak kav­rayan m ateryalist diyalektik de ön em i­ni yitirecekti. M adem ki sosyalizm, to p ­lum sal gelişm enin zorunlu bir konağı değil, çoğunluk tercihlerinin barışçıl, bi­rikimiyle elde edilebilecek bir olası d ö ­nüşüm dür, o halde hareketin devrim konağına hiç uğram adan , kendi ilerle­yişiyle sürekli kendisini besleyen bir ev­rimin düz çizgisinden başka birşey o l­m adığı görüşü de, diyalektik anlayışın karşısında biricik “bilimsel” gerçeklik olarak benim senecekti.

★ ★ ★Kapitalizmden sosyalizme sınıf sava­

şm a başvu rm adan , uzlaşm alar yoluy­la tedrici geçiş ve hatta üretim araçla­rının tüm üyle sosyalleştirilmesi gibi ana program atik talepler, 50 ’li yıllara dek soyut ilkesel hedefler olarak yürürlük­te kalsalar da, sosyal dem okrat parti­lerin uzun yıllar kapitalist ekonom ile­rin yönetim inde bulunm aları ve tekel­ci devlet yapısıyla içli-dışlı oluşları, kıs­m en geçm işten gelen Marksizm etk i­lerini yansılan bu özü boşaltılmış ilke leıdeıı geriye yalnızca pragm atik uzlaş m a siyasetini bırakarak kökleştirmiş, bü tün ideoloji tartışm alan, bu an a si-, yaset karakteristiğinin çevresinde yü ­rütülm üştür.• Kuşkusuz, toplum sal eşitsizliğin ka­pitalist top lum un sosyal sınıf yapısına d o k u n m ad an giderilebileceğine ilişkin reformist görüş, söm ürü kavramına ye­ni burjuva yorumları getirilmeksizin te- mellendirilemezdi. Nitekim, Bernsteirr d an başlam ak üzere sosyal dem okra t teorisyenler, M arx’ın artı-değer teori­

sinin soyut kategorik bir açıklam a g e ­tirmekten öteye gidemediği, bunun tek tek m etaların ekonom ik analizinde en küçük bir teorik olarak sağlamadığı gö ­rüşünde birleştiler. S öm ürünün kayna­ğını m eta üretim inin kendisinde değil, yaratılan toplum sal değerlerin bölüşü- m ünde aram ak gerekiyordu. B uradan kalkılarak, toplum sal eşitsizliklerin m ül­kiyet so rununda düğüm lendiği yolun­daki tem el sosyalist anlayış terkedile- cek, Bernstein’ın “üretim de değil, pay ­laşım da sosyalizm” ilkesi, sosyal d e ­m okrasinin pratik siyaset, am açlarının an a teorik belirlemesi halini alacaktır.

Bu anlayış, kapitalist bir top lum da

Page 12: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

bütün adaletsizliklerin kaynağını o luş­tu ran artı-değer söm ürüsünü gözler­d en gizleyerek, gelir dağ ılım ın ın “hakça" düzenlenişiyle, ya da başka d e ­yişle. em ekçi sınıfların toplam ulusal gelirden aldıkları payın kısm en yüksel­tilmesiyle sosyalizmin gerçekleştirilmiş olacağını vazetm ektedir. G erçek te ise böyle bir görüş, toplum sal adaletsizlik­lerin kapitalizmin kökensel yapısıyla bağıntısız, giderilebilir arızalar o ld u ğ u ­nu belirlemekle, kapitalist söm ürünün sivrilmiş aşırılıklarını törpüleyerek, d ü ­zenin kendisini aklayıp şirinleştirmek- ten ö te bir anlam taşıyamaz. Kapitaliz­m e kıyamayanlar, onu şirin göste rm e­den bir adım bile atam azlardı.

“Ulusal gelirin adil bö lüşüm ü”nde kullanılan klasik araçlar nelerdir?

Gelir düzeyine göre artan oranlı ver­gilendirm e politikaları, işsizlik sigorta­sı ve sosyal güvenlik harcam alarına ay­rılan kam usal fonların arttırılması, sağ ­lık. eğitim, barınm a vb. gibi genel re fah düzeyinin yükselişine hizm et eden kam u yatırımlarına yönelik h a rc am a­ların yükseltilmesi, devlet kredi o lanak­larının dengeli dağılımı, reel ücret had terinde sağlanan artışlarla çalışanların satın alm a güçlerinin geliştirilmesi vb.

Sosyal dem okrasi, ulusal gelirin dengeli bö lüşüm ünde kullanılan bu klasik araçları, ekonom ik kaynakların planlı kullanımı, hızlı sanayileşm e ve ekonom ik büyüm e, tam istihdam , k o ­operatif ve sendikal örgü tlenm e h ak ­larının geliştirilmesi, klasik burjuva d e ­m okrasisinin yaygınlaştırılarak yasal güvenceler altına alınm ası gibi, kend i­sini diğer burjuva partilerinden ayıran geleneksel politikalar çerçevesinde ele alm aktadır.

Avrupa sosyalizminin "sosyal” etiketiyle damgalanmış Keynesciliği, aslan payını

tekellerin yuttuğu, ancak orta sınıfların ve proletaryanın da günlük çıkarlarında nisbi ilerlemeler yaratan genel büyüme ve refah

döneminin ortak çıkar dengeleri üzerine jturmaktadır.Finahs-kapital ve aistokratlaşmış

proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motivi, burada bütün

çıplaklığıyla karşımıza çıkmaktadır: Bunalım ve devrim korkusu.

★ ★ ★Bu reform cu-pragm atik kavrayışın,

finans-kapital egem enliğiyle işçi sınıfı­nın güncel çıkarları arasında bir d e n ­ge ve uzlaşma arayışından kaynaklan dığı çok açıktır.

Marx, daha 1850'lerde, kapitalizm koşulları altında kalındığı sürece, ser­m ayenin gelişiminin işçi sınıfının g ü n ­lük çıkarları açısından tercih edilir bir durum olduğunu, bunun işçiler için ka­pitalist söm ürüyü en azından katlanı­labilir hale getirdiğini belirtmişti. Ama, üretim anarşisinin doğurduğu devresel krizlerin kaçınılmazlığı, kapitalist büyü­m enin gittikçe kısalan periyodlarla tı­kanm asına yol açarak, refah o lan ak ­larındaki artışın yerini yoğun bir işsizlik- sefalet dalgasına bırakm ası ile sosyal devrim olanaklarını da yaratır. Yani, iş-

çi sınıfının günlük çıkarlarının istikrarlı tatmin araçları, bizzat kapitalizmin k en ­di içsel dinamikleri tarafından yok ed i­lir.

Ancak, em peryalizm çağında kap i­talizm. söm ürge ta lan ından elde e d i­len m uazzam serm aye birikimiyle, b ü ­yüm e ve sanayileşm e güçlerini arttır­dığı gibi, kendi iç bunalımlarını geri ül­kelere aktararak hafifletebilme o lanak­larını da yaratmış oldu. 60'lı yıllann “ileri sanayi toplum u" veya “refah toplum u" gibi şekilsiz kavramlarla ifade edilen g e ­nel sıçramaları, geri ülkeleri kıskaç a l­tına alan yeni söm ürgecilik yön tem le­rinin sağladığı olanaklarla açık lanabi­lir. “Batı dem okrasile rfn in 5 0 ’lerden beri tökezlem eden az-çok istikrarlı g i­dişinin tem elinde yatan gerçeklik de budur. O yüzden, “Avrupa sosyalizmi" nin bü tün o ekonom ik büyüm e, so s­yal refah ve dem okrasi program ları, kapitalist anayurtlarında sınıf çelişkile­rini yum uşatan em peryalist söm ürü sisteminin gelişimi üzerinde yüksel­m ektedir.

G örü lüyor ki. bugünkü sosyal d e ­m okrat partilerin an a politik çizgileri, d ah a Bernstein’cı revizyonizmin Mark sist teori a lan ında giriştiği sinsi defor m asyon çabalarında köklerini buluyor. A ncak, bu çabaların Marksizmle hiçbir ideolojik yakınlığının bulunm adığı da açık. Tersine. 1. D ünya Savaşı yılları­nın köklü kopuşm asıyla ihtilâlci Mark- sizmin baskısından kurtulan reform cu akımlar, ekonom ik politikalarının te ­mellerini “büyük bunalım ” yıllarının Keynesci yaklaşım larında buldular.

Ekonom inin devlet m üdahalesi ve p lan lam a yöntem leriyle kontrol altına alınm ası. Kam u yatırımları ve sosyal harcam aların arttırılması, çalışanların satınalm a güçlerinin geliştirilmesi yo ­luyla talebi canlandırarak büyüm e p o ­litikalarına geçiş. Avrupa sosyalizminin “sosyal" etiketiyle dam galanm ış Key­nesciliği, aslan payını tekellerin yu ttu ­ğu, ancak orta sınıfların ve pro letarya­nın da günlük çıkarlarında nisbi ilerle­m eler yaratan genel büyüm e ve refah dönem inin ortak çıkar dengeleri üzerine oturm aktadır. F inans kapital ve aristokratlaşm ış proletaryayı ortak çıkar dengelerinde uzlaştıran ideoloji motivi, bu rada bütün çıplaklığıyla kar­şımıza çıkm aktadır: Bunalım ve dev­rim korkusu.

Em peryalist söm ürü m ekanizm ala­rının kısmi tıkanm alara uğradığı, kapi­talist anayurtlarında sınıf mücadelesinin göreli yükseliş eğilimine girdiği istikrar­sızlık dönem lerindeyse, bu ortaklıkla­rın u cundan kıyısından da olsa yavaş yavaş bozulm aya başladığını görürüz. F inans-kapitalin “m üktesep” işçi h ak ­larına saldırısını kaçınılmaz kılan böy­le her çözülüş ortam ında, bağlı b u ­lunduğu ideolojik formasyonla (finans- kapital) kitlesel dayanakları (aristokra­tik proletarya ve orta tabakaların şekil­siz “kitle"si) arasında bocalayan sosyal dem okrasi, kişiliksiz yapısını ortaya se ­ren bir bunalım ın politik açmazlarını yaşam aktan kaçınam az. Sosyal d e ­m okrasi, kapitalizmin iyi günlerinin çocuğudur ve bütün politik başarı şa n ­

sı, serm aye çıkarlarının açılıp çiçeklen diği genel refah ve büyüm e d ö n e m le ­rine karşılık düşer.

★ ★ ★İsmail C em , sosyal dem okrasin in

politik açm azını şu sözleriyle itiraf ed i­yor:

“Sosyal dem okrat özellikli bütün h a ­reketler değiştirm ek iddiasında o lduk­ları düzen tarafından “kullanılmak” tehlikesine açıktır. Bu kullanılma sü re ­cinde, “koşullar, zorunluklar, ülke çıkarları” gibi gerekçelerle, hareket, kendi ilkelerine,bünyesine,seçm en le- rine ters düşen uygulam alara y ö n ele­bilir. S onuç, hareketin asıl d ay an ak la ­rından uzaklaşm ası, güvenilirliğini yi tirmesi olabilir. Bir siyasal' hareketin kendi özüyle ve kişiliğiyle çatışan uy­gulam alara girmesi, m azeretler ne olursa olsun, ondan beklenm em esi g e­reken bir “fedakâr]ıktır".,,n>

Sosyal dem okrasin in tarihi bu tü r­den “fedakârlık larla doludur. A lm an ve A vusturya sosyal dem okratlarının 1918 1919da “burjuva partilerinin ko ­alisyon ortakları olarak, onlarla birlik­te kitle hareketlerini bastırm ak ve bir parlam enter devleti istikrara kavuştur­m ak gayreti içinde” hüküm ete g irm e­leri, izleyen yıllarda hüküm et olan İn­giliz İşçi Partisi ve İsveç sosyal d em o k ­ratlarının “gergin siyasal krizler" sırasın­da “ihtiyatlı ve anayasal” tutum ları... Ö rnekler çoğaltılabilir. (U>

80 ’li yılların ekonom ik zorlukları kar­şısında ise. A vrupa’lı sosyal dem okra t partilerin geleneksel çizgilerinden bile köklü bir ayrılış eğiliminde oldukları o r­taya çıkmıştır. Yakın yıllann ve g ü n ü ­m üzün hüküm et deneyleri, sosyal d e ­m okrasinin uluslararası ölçekte bir “m uhafazakârlaşm a" içinde bu lunduk­larını gösteriyor. Ünlü TÜSİAD y ö n e ­ticisi Ali K ocm an’ın ölçülerine göre “Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı ndan sonra ortaya çıkan siyasi tablo içinde, sosyal dem okratların konum u ortanın çok so lunda bir gö rünüm arz ed iyor­du. Bugün, 1950 lerin m uhafazakârla­rından d ah a sağdadırlar.” ,,2) (abç)

1981de iktidara geçen Fransız S o s ­yalist Partisinin hüküm et p rog ram ın ­da geniş millileştirmeler, asgari ücret yasalarında iyileştirmeler, çalışm a s ü ­resinin kısaltılması’, d ah a uzun tatil ve sosyal refah uygulam alarının geliştiril­mesi vaadleri bulunuyordu. Bu yollarla talep canlandırılarak tam istihdam sağ­lanacak, devlet harcam alarındaki artış­la ekonom i durgunluktan çıkarılacak­tı. Olmadı. Ö dem eler dengesi krizi için­de bir yılda çöken Keynesçi uygulam a­lar, yerini ücretlerin dondurulm ası, sos­yal harcam alarda kısıntılar, sendikala­ra saldırılar gibi klasik m uhafazakâr ö n ­lem lere bıraktı. Ç ad ve L übnan b u n a ­lım larındaki saldırgan politika, barışçı harekete karşı acımasız tavır alış da c a ­bası.

İspanyada işsizliği yok edeceği v a a ­diyle yola çıkan G onzales hüküm eti, “ilerici kem er sıkm a politikaları" d en i­len denk bütçe, sıkı para, ihracatı te ş ­vik uygulam alarıyla işsizliği tırm andır­dı. İşten çıkarm a kuralları yumuşatıldı. Sosyal harcam alar düşürü ldü . NATO

Page 13: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

karşıtı sloganlarla iktidara gelen G on- zales, bugün A vrupa’da NATO şam pi­yonluğunun ilk akla gelen isimleri a ra ­sında bulunuyor.

Portekiz’de S oares hüküm etleri, K a­ranfil Devrimi’nin toplum sal kazanım - larını o rtadan kaldırma gayretleriyle ta ­nınıyor.

İtalya’da Craxi yönetimi, ücret en- dekslem esinin durdurulm ası, serm aye piyasasının liberasyonu, millileştirilmiş sanayilerin özelleştirilmesiyle m uhafa­zakâr politika kervanına katıldı.

Başlangıçta ücret endekslem esinde yükseltm eler ve küçük çiftçilere y&re- lik fiyat desteklem elerinin genişletilme ~ siyle işe girişen PASOK hüküm eti, it­halâtın artışı ve yatırımlardaki düşm e karşısında, daraltıcı mali uygulam ala­ra başvurarak, vergi reform u ve scısyal hizm et politikalarından vazgeçti. İşsiz­liğin artışı ve “acı reçe te le rin baskısına karşı yükselen sendikal direnişleri bas­tırmak için kam u, çalışanlarının grev haklarına geniş boyutlu kısıtlama ve denetim ler getirdi.

S o sy a l d e m o k ra s in in “n a z a r boncuğu” İsveç’te bile, işsizliğin artışı ve* resmi kem er sıkm a politikalarına karşı sendikal huzursuzluğun tırmanışı, p ar­lak dönem lerin sona erdiğini gösteri­yor. <1;ı>

Kısaca ele aldığımız bu örnekler, d e ­ğişen uluslararası ekonom i ve politika dengeleri içinde, sosyal dem okrasiyi m uhafazakâr partilerden ayıran refor­mist özellikler bakım ından d a evrim çizgisinin bitimine doğru gelindiğini d ü ­şündürtüyor.

★ ★ ★S on olarak, mülkiyet so ru n u n a y e­

niden dönelim .Üretim araçlarının kimin elinde o l­

duğu önem li değil, m ülkiyetten kim ­lerin yararlandığı önem li görüşüyle, Marksizmin Keynesçilikle karıştırılarak özü boşaltılmış son kalıntılarını da sü ­püren sosyal dem okrasi, sosyalist ü re­timdeki bürokratik tıkanmaların baskı­sıyla zihinleri bulanm ış S ovyet a k a d e ­misyenlerinin bile cazibesine kapıldığı “halk mülkiyeti” kavram ının da m im a­rı du rum undad ır. “İskandinav tipi sosyalizm” de örneklerini bulan bu m i­mari kuruluşun tem elinde de Bernste- in’cı görüşlerin yattığı biliniyor.

Başta, üretim araçlarının aşam alı sosyalizasyonuyla burjuvazinin evrim ­ci çözülüşünü am açlayan yeni sosyal dem okrat partiler, onyıllardır m ülkiye­tin yaygınlaştırılmasıyla işçilerin burju- valaştırılması gibi ütopik dem agojilere sanlarak, proletarya içindeki sınıf atlama özlemlerini kışkırtma eğilimi içinde b u ­lunuyorlar. G eniş millileştirme ön lem ­leriyle tan ınan İsveç Sosyal D em okrat Partisi’nin (SAP) bile, sanayideki m ar­jinal sektörleri devletleştirm ekle yetin­diği ve geçtiğimiz yıllarda gündem e g e­tirdiği yeni millileştirme politikalarının kapitalistlerden gördüğü tepki karşısın­da bundan da vazgeçtiği hatırlardadır.

Nedir bu “halk m ülkiyetfnin içyüzü?“Esnek plan lam a” politikalarıyla “si­

vil toplunV’un d en e tim in e alınan finans-kapitale sosyal bir gö rü n ü m ü n kazandırılması. Tek tek bü tün işçilerin

üretim araçlarının sahipleri haline gel­m esi zaten m üm kün değil. Ancak, sendika ve kooperatiflerin kendi mali fonlarıyla, devlet kredi desteğ ine d a ­yanarak kuracakları veya hisse se n e t­lerini satın alarak iştirak edecekleri şir­ketler yoluyla işçilerin m ülkiyete katıl­ması öngörülüyor. Böylece, hem tekel­leşmeyi kıracak rekabet unsurları g ü ç ­lendirilecek, hem de serm ayenin b e ­lirli ellerde ya da devlet bünyesinde yo­ğunlaşarak “sivil top lum u” tehdit ed en otoriter bir güce erişmesi engellenecek­tir.

“Esnek p lan lam a” düşüncesi, libera­lizmin serbest piyasa kurallarıyla tekelci devlet kapitalizminin K eynesyen m ü ­dahaleciliğinden elde edilmiş bir ek o ­nom ik sebze çorbasıdır. Tekelci se rm a­yenin türlü yollardan devlet se rm aye­siyle sentezleştiği ve serm ayenin kişi etiketlerinden sıyrılarak anonim bir toplum sal karakter kazandığı devlet ka­pitalizmi koşullarında, rekabet sınırla­rının son d u ru şm ad a finans-kapital çı­karlarınca belirlendiği, Leninist çözüm ­lem elerle pekişm iş Marksist ekonom i- politiğin en bilinen gerçeklerindendir.

Finans-kapital, tek tek kişilerin yö n ­lendirdiği serm ayeyi değil, banka ve şirketlerde yoğunlaşm ış serm aye irileş­mesini ifade eder. “Halk mülkiyeti” bu noktada, sendika ve kooperatiflerin el­lerinde birikmiş kollektif işçi fonlarının finans-kapital çarklarına bağlanm asıy­la, d ah a yüksek bir serm aye k o n san t­rasyonunun araçları haline getirilişi o la­rak karşımıza çıkm aktadır.

Diğer yandan, işçi örgütlerinin “a n o ­nim kapitalist” kurum laşm alara d ö n ü ş­türülm esi, işçi m uhalefetinin kapitali- zasyon süreçleri içinde eritilmesi gibi bir gerici politik am acın çerçevesini a şm a­m aktadır.

Bütün bunlar, İsveç ekonom isini beş büyük finans grubunun denetlediği gerçeğini gizlem eye yetmiyor.

★ ★ ★Yaşanmış tarihsel süreçler üzerinde

geriye doğru iz sürm elerle yol aldığı­mızda, bugünkü sosyal dem okrat parti uygulam alannın B ernstein’cı ve Kaut- kist tezlerle çok açık bir m antık zincir- lenişi içinde bu lunduğunu gö rm ek te­yiz. Revizyonizmin gerici özü, finans- kapital çağının yüzyıllık sosyal d em o k ­rat pratiği içinde evrilerek açılıp çiçek- lenmiştir.

Tabii ki, dönekliğin ilk pratik m ey­veleri, sosyal dem okra t partilerin sa ­vaşta kendi ülkelerinin burjuvalarını destek lem e kararlarıyla açığa çıktığın­da, yıllardır birbiriyle tepişerek ilerlemiş reform ist ve ihtilalci kanatların aynı parti içinde yer alm aları tü m d en o la­naksız hale gelecekti. H ele Ebert ve S ch eid em an n ’ların A lm an devrim inin bastırılm asında oynadıkları rol, pratik kanalların karşıt ku tup laşm a alanları­na doğru akm asını hiçbir şekilde e n ­gelleyem ezdi.

“ E m p e ry a lis t sa v aş ı d e v r im e dönüştü rm e” taktiğiyle Leninizme yak­laşan ve S ovyet devrim inin etkileriyle yenilenen çökkün partilerin devrim ci unsurları, ünlü Bolşevizasyon p rog ra­mının yeni tip parti şekillendirişiden

geçerek III. E nternasyonal (Komin- tern)’in onurlu yaratıcılan arasında yer aldılar. Reform cu akım lardan yollarını ayıran devrimci partiler soysuzlaştınlmış eski politik sıfatları terkederek , 1848 ’in ev ­rensel program ıyla bağlarını çıplak bi­çim de ifade eden köken adına döndü . Yeni partiler “kom ünist” sıfatıyla o r ­taya çıktılar. II. E nd ern asy o n al’in “kocakarılar” bölüğü ise, tekelci kap i­talizmin “eğiticiliği” altında Sosyalist En­te rn asy o n ald e yen iden bir araya gel­mişlerdir.

Ancak, kapitalizmin ikinci savaş so n ­rası yıllarda gerçekleştirdiği refah p a t­laması, dünya kom ünist hareketi üze­rinde yeni bir ideolojik buhran etkisi yaratarak, 1910’larda Leninizmin üs­tünlükle kapattığı tartışm a konularını tekrar gü n d em e getirdi. İtalyan ve İspanyol kom ünist partilerinin başını çektiği Leninizm’den kopuş dalgası, Batılı partileri A vrokom ünizm in refor­mist sığdığına sürükleyerek ciddi tıkan­m alara uğrattı.

B ugün Avrokom ünizm , kaçınılmaz Bir çökün tüyü yaşıyor. C arillönun al­dığı ağır seçim yenilgisinden sonra İspanyol K om ünist Partisi, tam an la­mıyla bir paçavraya dönüşm üş durum ­dadır. “Gri saçlı, gri bıyıklı” yeni lider­lerinin yönetim i altındaki İtalyan “ko ­m ü n is tle ri ise, sosyal dem okratlarla birleşm e yolunda epey m esafe katet- miş görünüyorlar. Diğer partiler, çö ­k ü n tünün ard ından Avrokom ünizm i terketm e çabalarına girişmiş olsalar da, Batı’d a proletarya hareketi, siyasi kri­zin aşılması bakım ından kısa vadede um ut verici bir devrim ci kabarışa hazır bulunm uyor.

A vrupa’da durum bu iken, ne yazık ki, yenilgi o rtam ında B atıdan bize v u ­ran yüzyıllık geçm işe sahip teorik p a ­çavraların esintisi, Türkiye sosyalizmin­de de “devrim ” hortlatm alarına giriş­miştir. Sivil toplum culuğun çeşitli fre­kanslardan yayılan teslimiyetçi ütopya­ları ve hele Bay M urat B elgenin Ko- lomb’vari “yeni keşifleri, ne ölçüde za­vallı ve uzun d ö n em açısından şanssız görünürse görünsün , bir olgu olarak karşım ızda duruyor.

Ve ne yazık ki, etkili Sovyet a k a d e ­misyenlerinin Marksist teorinin “global” yapısında yaratm aya başladıkları Neo- Kautskist deform asyon ve bu defor- m asyonun başta TBKP olm ak üzere kimi çevrelerce Türkiye sosyalizm ine taşınm ası, bizde de, d ü nyada da yüz­yıl önceki tartışm aları yeni boyutlarla tekrar bir teorik gündem haline getire­ceğe benziyor.

Tarih, tekerrürdür m ü diyeceğiz?

(1 ) Engels, Fransa'da Sınıf Mücadelelerine önsöz. (2 ) Halûk Özdalga, Çağdaş Sosyal Demokrasinin Olu

şumu s. 51.(3 ) Özdalga. a.e.. s. 51(4 ) Özdalga, a.e., s. 50(5 ) Aktaran: Özdalga. a .e . s 60(6 ) Yorumlayarak aktaran: özdalga, a.e., s. 68(7 ) Özdalga, a.e., s. 69(8 ) Aktaran: İsmail Cem. Sosyal Demokrasi Nedir, Ne

Değildir, s 81(9 ) Aktaran: Özdalga, s. 100(10) İsmail Cem, Siyaset Yazıları, s 202-203(11) Ferry Aııderson, Avrupa Sosyal Demokrasisi

Ölüm Döşeğinde ini? 11 Tez. sayı: 6(12) Ekonomide Diyalog, Kasım 1988(13) Aııderson, a y.

Page 14: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

YENİ SÖMÜRGECİLİK ZİNCİRİNDE ÜCÜNCÜ DÜNYA ÜLKELERİ

Üçüncü Dünya Ülkeleri, kalkınmakta olan ülkeler, az gelişmiş ülkeler, geri bıraktırılmış ülkeler tanımlamasına giren 100'ü aşkın ülkenin-ekonomik, politik konumlarını in­celemek birçok faktörü değerlendirmekten geçer. Dünya güçler dengesi içinde ülke içi sınıf ve tabakaların sübjektif konumundan, bilim ve tekniğin üretimdeki yansıması ob­jektifliğine kadar çeşit çeşit etmen belirle­yici olur. Bilimsel bir değerlendirmede elek triğin sosyalist üretimi, elektroniğin ise ko­münist üretim temelini yarattığı söylenir. Üretim biçimi belirli bir bilimsel teknik te­mele dayanır. Gelişmekte olan 3. Dünya ülkelerini incelemek ancak böyle çok bo­yutlu bir perspektiften bakmayı gerekli kı­lar. Ulusal Kurtuluş Savaşları günlerinde dünya nasıl bir güçler dengesine oturmuş­tu? Kıtasal faktörler nelerdi? Tek tek ülke­ler içinde hangi sınıf ve tabakalar örgütlüy­dü? Bilim ve teknik ne durumdaydı? Şim­di yaklaşık 30-40 yıl sonra nerelere gelin­miştir? Ufukta elle tutulur neler görülmek­tedir? Yazımızın akışı içinde bu sorulara ya­nıtlar aramaya çalışacağız.

I. BÖLÜMII. Dünya Savaşı Etkileri

Bilindiği gibi If. Dünya Savaşı Sosyaliz­min, Finans-Kapital’in mantık sonucu fa­şizmi yenmesi ile bitmiştir. Hitler ve arka­sındaki emperyalist güçler Sovyetler Birli­ğimdeki sosyalizmi yıkmaya çıkmışlar, ama yıkmak şöyel dursun Avrupa ortalarına ka­dar yayılan bir sistemolarak karşılarında bul­muşlardır. Dünya halkları açısından bunun anlamı emperyalist sömürünün bir kader olmadığıdır. Dünyanın her yerinde yoksul halklar ayaklanır, 400 yıllık sömürgecilik 10-15 yıl gibi kısa sürede çöker. İrili ufaklı yüzün üstünde bağımsız ülke kurulur. So­nuçta dünyamız, savaş galibi sosyalist sis­tem. savaş yeniği emperyalsit sistem ve anti-emperyalist 3. Dünya ülkeleri denge­sine oturur.

ABD ideolojik olarak yeniktir, ama sa­vaştan zarar görmemiş, ekonomik olarak bir yayılmaya hazırdır. Oysa sosyalizm ide­olojik olarak galip ama ekonomik olarak bir harabe durumundadır. Kendisini onarm a­ya, güç toplamaya ihtiyacı vardır. 3. Dün­ya ülkeleri anti-emperyalisttir, ama sömür­geciliğin tüm tahribatlarının üstüne modern bir üretim temeli kurmak istemektedirler.

Sosyalizm ideolojik olarak, sosyal bir bi­lim olarak varlığını kanıtlamıştır. Sosyal olayların kendisine doğru aktığının rahat­lığı içindedir. İdeolojik olarak yenilgiye kar­şın emperyalizm güçlüdür. Sosyalizmi en azından o günkü sınırlar içinde tutmak, 3. Dünya Ülkeleri şekilsiz denizinde yüzmek

istemektedir. Sosyalizmin daha güçlenmek içinde olsa demir perde arkasına girmesi emperyalizmin işine gelmektedir. Hatta bu nedenle biraz da kendisi onu demir perde arkasına itecektir. Sosyalizm ise bilimin ra­hatlığı ile dünya ülkelerinin kendisine akı­şını bekleyecektir. 3. Dünya Ülkeleri 1950'lerde bağımsızlık bayrağı açtıklarında merkezler arasındaki bu denge içinde yer­lerini alacaklardır.

Kıtasal FarklılıklarAsya, Afrika ve Amerika kıtalarının her

birinde kendine özgü farklılıklar vardır. Gü­ney ve Doğu Asya ülkeleri güneş batmaz İngiltere ve Japon faşizminin sömürgecili­ğinden kurtulurlar. Milyonlarca insan Çin'de Mao’nun peşinden sosyalizm yoluna çıkar. Hindistan peşinde irili ufaklı birçok ülkeyi sürükleyerek İngiliz sömürgeciliğini yıkar. Ama sosyalizme varmaz. Endonezya, Fili- pinler, Malezya vs. gibi Hindi-Çin ülkeleri­nin kaderini ise yaşayacakları iç güçler ça­tışması belirleyecektir.

Asya ülkelerinin bugünkü sosyo­ekonomik durumunu değerlendirirken on­ların binlerce yıl feodal ilişkiler içinde ya­şadıklarını unutmamak gerekir. En zengin, gelişkin feodalist sistem Asya’da yaşanır. Bizzat bu gelişkinlik nedeniyle kapitalizme sıçrayamayacaktır. Kapitalizm feodalizmin en zayıf olduğu İngiltere’de doğacaktır. As­ya zülkeleri yüzlerce yıldır feodal ilişkiler al­tında çürümüştür. Budizm, Teoizm, Kon- füçyüsizm vs. gibi mistik düşüncelerin bu­ra insanınca yaratılması hiç de bir rastlantı olamaz.b Feodal ilişkilerin içine sıkışıp kal­mış binlerce köylü küçük üretici kurtuluşu­nu ya Mao peşinde ya da Hindistan’daki gi­bi güçlü bir devletçilik peşinde arayacaktır. Emperyalizmin kendine çektiği Pakistan ve Bengaldeş gibi ülkeler din afyonu ile faşiz­me varacak, burjuva parlamentarizmini bile kuramayacaktır.

İlk Kurtuluş Savaşının Anadolu toprak­ları üstünde verilmesi Ortadoğu göçebe be­devi kabilelerini pek etkilemeyecektir. Su­riye, Ingiliz ve ABD'nin bölgedeki çıkar çe­kişmesinden doğar. Onun sosyalizme ya­kınlığı, aynı zamanda emperyalizm için vaz­geçilmez petrol yataklarının varlığı İsrail devletinin yaratılmasına kadar varan bir güçler dengesi yaratacaktır.

1960 Afrika yılıdır. O yıl tam 17 tane Af­rika ülkesi bağımsızlaşır. Şimdi kıtada 50 ül­ke vardır. Libya, Tunus. Cezayir. Fas Av­rupa kıtasına yakınlıkları nedeniyle emper­yalist ilişkilerin etkisindedirler.

Afrika kıtasını iki bölümde incelemek da­ha uygundur. Akdeniz’e komşu olanlar ve Büyük SAhra Çölünün güneyindeki ülke­ler. Güneyde feodal ilişkiler henüz tam ge­

Ayşe TANSEVER

lişmemiştir. Feodalizm merkeziyetçiliği tam anlamı ile kurulamamıştır. Şefleri ile ilkel kabileler yaşamaktadırlar. Emperyalist güç­ler ulusal kurtuluş savaşları ile yıpranan prestijlerini biraz olsun kurtarabilmek için Paris ve Londra’da yaptıkları toplantılarda kıta için bir harita çizerler. Çıkarlarına göre ulusçuklar şekillendirirler. Bu burjuva sınır­lar oradaki kabilelerin yapılarına uymaz ve günümüze kadar yaşadığımız sınır kavga­ları görülür. Öte yandan özel mülkiyet kav­ramı olmayan ve insanların kapitalist iliş­kilere sıçraması ileride değineceğimiz bin­lerce sorunu getirir. Genel olarak Afrika ül­keleri kapitalizmin hammadde depolan ola­rak kalırlar.

Latin Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri­ne daha çok benzerler. İlkel komün gele­neğinde iken 17. yüzyılda Ispanyol, Por­tekiz sömürgeciliği ile tanışırlar. Tepeden in­me bir feodalizm kurulur. Büyük toprak sa­hibi latıfunda ağaları oluşur. İngiliz sömür­gesi ABD bağımsızlık savaşı verdikten sonra 19. yüzyılda bu ülkelerde Portekiz ve İspan­yolları kovarlar. ABD finans-kapitalinin en gerici yanlarının feodal latifunda ağaları ile rezonansa gelmesi uzun sürmez. Bu ağa­lar burjuva kurumu orduyu da yedekle­rine alıp yıllarca Latin Amerika halklarını sömürürler. Genel olarak 1980’lere kadar askeri diktatörlükler ülkeleridirler. Ancak 1959 Küba devrimi sonrası ABD tarmn te­kelleri ittifak kurdukları tabakaları değiştir­me ihtiyacını duyacaklardır. Emperyalizm o gün değişme eğilimindeki ekonomik çı­karlarına da uygun düşen bir burjuva itti­fakı aramaya çıkar. 1980’li yıllarda Latin Amerika ülkelerinde tek tek askeri dikta­törlükler yıkılıyor. İktidara gelenler işte o günlerde ittifaka sokulabilmiş yeni burjuva katmanlarıdır diyebiliriz.

Üretim DağılımıKısaca, en belirgin özellikleriyle verme­

ye çalıştığımız dünya sosyo-politik durumu­nun üstünde yükseldiği ekonomik yapı ne­dir? Sömürgecilik yıkıldığında üretim pay­laşımı nasıldır görelim:

1800 yılında üretimin %44’ünü gerçek­leştiren Üçüncü Dünya Ülkeleri dünya nü­fusunun % 74’ünü barındırıyorm uş. 1950’lere geldiğimizde ise üretimden aldık­ları pay azalıp %17’e düşmüş. Ancak bu düşüş nüfuslarında gördüğümüz oransal düşüşün çok altındadır. 1.5 milyarın üstün­deki Üçüncü Dünya insanları ancak %17 üretirken merkezler %83’lük paya sahiptir­ler. Bilim ve tekniğin insanlığa sunduğu im­kânlar merkezlerin elindedir. Böylesi bir üretim dengesizliği kurtuluş savaşlarının ekonomik temelidir.

Page 15: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

TABLO IVeriler 1800 1900 1950 1980

Toplam dünya üretimi (milyon $) 230 970 2630 11.720

Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%9) 44 19 17 21

Dünya nüfusu (milyon) 944 1.673 2417 4333

Üçüncü Dünya Ülkeleri payı (%) 74 66 67 75

Kaynak: World Development Report 1984 s.6

1980’li yıllara yani 30 yıllık “bağımsızlık” dönemi sonucuna baktığımızda ise dünya üretim dengesinde büyük bir değişiklik göz­leyenleyiz. Bu kez dünyadaki üretimin an ­cak 1 /5 ’ine sahiptirler. Son 30 yılda üre­tim 150 yıldakinden 5 kat hızlı artmıştır, ama bu artış geri ülkelere yansımamıştır. Demek ki “politik bağımsızlık” yetmemek­te başka etkenler Üçüncü Dünya Ülkeleri­nin gelişiminin önünde durmaktadır. 1980 üretim paylaşım tablosu 1950’lerden pek farklı değildir. Öyleyse yeni bir paylaşım mücadelesinin ekonomik koşullan vardır ve yaşanmaktadır.

"Yetenekli işçiler kapitalistler için daha çok artı-değer yaratırlar. Aynı şey kalkın­makta olan ülkelerinsömürüsü içinde söy­lenebilir. Bağımsızlaşalı beri önemli ekono­mik gelişim kaydettiler ve şimdi yeni sömür­geci kapitalist ekonominin bir parçâsıdırlar. Böylece emperyalist merkezler onlardan sömürge dönemlerinden daha çok kaynak sömürebilmektedirler.” (Social Sciences 1987 sayı 4., sayfa 202) Üçüncü Dünya Ül­keleri bağımsızlık yılları 1950-65 arasında emperyalizmin kendilerini daha çok sömür­mesine imkân tanıyacak ekonomik gelişim­leri yaşarlar.

1950-65: İlk Birikim Yılları

Bağımsızlık politik bir kavramdır, ancak ekonomik bir temele oturursa gerçek içe­riğine kavuşur. Kurtuluş savaşları sonrası Üçüncü Dünya Ülkelerinde iki birbirine ba­ğımlı ekonomik gelişim yaşanır. Millileştir­meler ve kamu ya da devlet sektörleri. Mil­lileştirmelerin düzeyi ülkeden ülkeye fark­lılıklar taşır. F.ğer ki sömürgecilik dönemin tie ulusal burjuvazi az çok birikim yapabil miş ve üretimin ilk ivmesi için bir sermaye ye sahipse hükümetlerin hem millileştirme­leri sınırlı kalmış hem de kamu sektörlerini kurup geliştirmelerinde oynadıkları rol ufak olmuştur. Örneğin Lübnan, Singapur, Ma­lezya, Kamerun, Gabon ve Fildişi Sahili ül­kelerinde millileştirmeler altyapı hizmetle­ri ve bazı finans kurumlanyla sınırlı kalmıştır. Öte yandan Nijerya, Uganda, Fas ve Fili­pin gibi ülkelerde de millileştirmeler çok sı­nırlı olmakla birlikte hükümetler genellikle hızlı bir kamu sektörleri kurmayı amaçla­mışlardır. Sonuçta her ne kadar iki grup ül­ke de liberal politika izleseler de üretim te­melinin baştaki düzeyi izledikleri ekonomi politikayı da belirlemiştir.

Diğer Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde milli­leştirmeler ve kamu sektörlerinin kuruluşu çok daha kapsamlıdır. Tüm üretim olanak­larının rasyonel bir şekilde işletilebilmesi böyle bir tek elde toplanmayı gerekli kıl­maktadır. Modern üretim yalnız sermaye değildir, bilimdir, tekniktir. O günkü koşul­larda hiçbir Üçüncü Dünya Ülkesi’nde böy- lesine bir bilim teknik düzeyi yoktur. Dışa­rıdan alınmak zorundadır.

Dünya finans-kapitali Üçüncü Dünya Ül- keleri’ne karşı üretim tekelini elinde tutmaya kararlıdır. Geri ulusları kalkındırmak diye bir zaman derdi olmamıştır. O dönemin ço­ğu ağır sanayi yatırımlarını Sovyetler Birli­ği gerçekleştirir. Modern üretimin bel ke­

miği olan demir-çelik tesisleri, enerji için kö­mür, petrol çıkarımı, barajlar yapılması hat­ta tekstil sanayi ilk Sovyet yardımları ile ger­çekleştirilir. Ereğli Demir-Çelik, İskenderun Demir-Çelik, Bandırma Kimya Sanayi, Na­zilli Tekstil Sanayi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri sosyalizm ile işbirliği sonucu yapı­lır. Suriye’de petrol üretimi ve rafinerisi, fos­forlu hammadde çıkarımı, nitrik gübre ya­pımının %100’u, elektriğin %80’i Sovyet sermayesi ile gerçekleştirilir. Mısır’da metal çıkarımının %95’i ve dünyanın en büyük barajı Assuan Sovyet yardımları ile yapılır. İran, İrak, Afganistan’da elektriğin yarısın­dan çoğu aynı kaynaktan gelen yardımlarla elde edilir. Sovyet yardımlarının en yoğun olduğu ülke Hindistan’dır. Metal’in %40’ı, petrolün %60’ı, rafinerilerin %50’si, elek­triğin %15’i Sovyet sermayesi ile çıkarılıp işlenmeye başlar. Bu ülkede bilimsel araş­tırma merkezleri kuran, sosyal konularda yardım eden yine onlardır. (International Affairs, 1987 sayı 6, sayfa 44-52) Çin’deki ağır sanayi yatırımları da aynı ülkeden alın­mıştır.

Kamu sektörlerinin kuruluşu, Sovyetler1 in yardımları, baştan sanıldığı gibi sosyaliz­me giden bir yol olmaktan çok kapitalizme gitmeye hizmet etmiştir. Önemli olan ka­mu mülkiyetini yönlendiren sınıfların sınıf­sal konumu ve bu konumun sonucu aldık­ları yasal düzenlemelerdir. Bu düzenleme­ler eğerki burjuva sınıfının çıkarlarını kol­luyor, feodal unsurlarla ilişkileri geliştiriyor ve yabancı sermayeye cephe almıyorsa ka­pitalist bir yolda gidiliyor demektir. Ama ak­sine işçiler, köylüler, küçükburjuvaların çı­karlarını kolluyor ve kamu sektörlerini on ­ların çıkarına, yaşam koşullarını iyileştirme­de kullanıyorsa sosyalizme doğru kayılıyor, demektir. Üçüncü Dünya Ülkeleri bu iki ku­tup arasında bir yelpaze oluşturmaya baş­lamışlardır.

Kapitalist yolda olmadığını söyleyen Üçüncü Dünya Ülkeleri Cezayir, Burma, Suriye, Tanzanya. Angola, Mozambik, Af­ganistan, Nikaragua. Etopya, Madagaskar, Gine, Benin, Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti veb. ülkelerdir. “Bu ülkelerde kamu sektörü ulusal gelirin büyük bir kıs­mını, bazılarında ise çoğunu oluşturur. En­düstride temel konuma sahiptir. Böylece 1970’lerin ortalarında Tanzanya’da ülkenin temel endüstri alanlarında kamu sektörü % 75’lik üretime sahiptir; Cezayir’de devle­tin işlettiği ve öz yönetimi olan işletme ve kooperatifler ulusal gelirin %87’sini ve en­düstriyel ürünün %75’ini gerçekleştirirler; Kongo’da kamu sektörü ulusal gelir ve en ­düstriyel ürünlerin %50’sini yapar; Burma1 da GSMH’nin % 35’ini kamu sektörü üre­tir. 1977’de Yemen Halk Demokratik Cum­huriyeti kamu sektörü endüstrinin %95’ini oluşturuyordu. Mozambik, Angola, Mada­gaskar, Gine Benin’de devlet temel endüstri alanlarına hâkimdir” (Public Enterprises in Developing Countries. Progress Publishers, Moskova, 198 3 s. 13)

Kamu sektörünün en güçlü olduğu ül­kelerden biri de Hindistan’dır. Tüm temel sanayi alanları devletindir. Sektörler dev­letin, özel sektörün ve karma olarak baş­tan gruplandınlmıştır. Çoğu ülkede oldu­ğu gibi sermaye yoğun, düşük kârlılar dev­letindir. Afrika’da Kenya, Zambiya, Zaire, Senegal ve Tunus’ta buna benzer uygula­

malar görülür.Kamu sektörleri ile başlayan yeni üretim

biçimi yavaş yavaş yeni üretim ilişkilerini de şekillendirir. Sömürgecilikte tıkanan hatta kurulamayan bir pazar oluşur. Maden çı­karımı, elektrik az sermayeli üretim alan­larında hareketlilik yaratır. Karayolları, de­miryolları pazarın yayılabilmesine imkân ta­nır. İnşaat sektörü gelişmeye başlar. Kapi­talizmin anayurtlarında tekniğin üretime uyarlanmasıyla 200 + 300 yılda kurulan düzen Üçüncü Dünya Ülkelerinde bizzat devlet eli ile geliştirilir. Bu düzene ayak uy­duranlar genellikle ya sömürgecilik döne­minde merkezlerle bağlantısı olan komp- rodor burjuvalar ya da en çok parası olan yani tefeci-bezirgânlardır. İç pazarın kuru- İuş sürecinde ya bunlar devletle bağlantı kurarlar ya da tam zıddı devlet yaptırılacak işlerde bu düzen artığı kişilerle ilişkiye ge­çer.

1965 yıllarına gelindiğinde Üçüncü Dün­ya burjuvalan ilk birikimlerini yapmış, devlet kadroları ile az çok buluşmuş, yeni bir ham­le yapmaya, pazardan yeni kârlar devşir­meye hazır duruma gelmişlerdir. Böyle bir talep ancak karşılığı varsa bir ekonomik an­lam, değer taşır. Şimdi kapitalist merkez­lerde on beş yılda yaşananlara bakıp, böy­le bir talebe cevap vermeye hazır olup ol­madıklarına ekonomik yanıtlar aramaya ça­lışalım.

İlk Genel Krize Doğruemperyalizm ilk genel krizine 1972 yı­

lında girecektir. Daha 1960’lardan bu kri­ze doğru gidiş ip uçlarını vermiştir. Kapita­list merkezler yeni arayışlar içine girmiştir. Bünyesindeki çarpık gelişim bulunan çıkış yollarını sonuçta yine ama bu kez daha bü­yük bir çıkışsızlığa sürükleyecektir. Şimdi biz daha 1960’larda kendini gösteren sorun­lara değinelim.

ABD finans kaptali savaştan zarar gör­memiştir. 1945’ten sonra Avrupa’yı onar­maya girişir. En başta Almanya, Uzak Do­ğuda Japonya’ya büyük yatırımlar yapılır. Savaş, bilimsel teknik araştırmalara verilen önemi arttırmıştır. Uçaklar, araba yapımı vs. gibi yeni üretim alanları açılmıştır. Kapita­lizm harıl harıl yeni fabrikalar kurar Üre­timdeki canlılığın anlamı hammadde liike timinde artışı doğurur. Üçüncü Dünya Ül keleri birer hammadde deposudurlar. Bu nedenle Üçüncü Dünya Ülkeleri ile bağlar kurulur. Yeni pazarlıklar yapılır. Hamm ad­de çıkarımı için yatırımlara girişilir. Fakat dünya ilişkilerindeki anti-emperyalist hava emperyalizmin dizginsiz davranışını engel­lemektedir. Kapitalizmin yapısındaki kor­kaklık bu işi devlet eliyle yürütmeyi zorla­maktadır. Devlet kredileri ve “yardımları” dönemi başlar. Yardımların Üçüncü Dün­ya Ülkelerinde kulanıldığı yerler, hep ham­madde çıkarımı ve bunların limanlara taşı­mı için gerekli altyapı tesislerinedir. Merkez­lerin üretimleri arttıkça hammadde ihtiya­cı da paralel şeklinde artmaktadır. Kapita­list ekonomilerde talep fazlasınca fiyatlar ar­tar. Üçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizme karşı ellerindeki kozu kullanmaktadırlar, ilk birikimleri için koşullar uygundur. Öte yan­dan dünya finans-kapitalinin ham m adde­ye ödediği para arttıkça kârı düşmektedir. 1972 krizinin anayurtlardaki ilk belirtisi de zaten enflasyon olacaktır. Böylece ilk para oyunu başlayacak, doların altınla bağı ko­partacaktır.

Hammaddeye talebin artmasıyla at başı gitmeye başlayan diğer olgu işgücü açığı­dır. Ekonomilerdeki gelişme, yığınla fabri­ka açılması işgücünde duyulan talebi art­tırmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkelerinden işçi ithaline başlanır. Akdeniz ülkelerinden Avrupa’ya, Asya ülkelerinden Ingiltere, Ja-

Page 16: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ponya gibi merkezlere Latin Amerika'dan ABD'ye işçiler davet edilir.

Bunlara paralel bir durumla karşılaşılır. Avrupa ve Japonya ekonomik olarak ABD'ye yetişmeye, rekabet etmeye başlar lar Merkezler arasındaki bu rekabet ucuza üretmeyi dayatır. Fabrikalarda kullanılan kayışın hızı sürekli arttınlır. Öyle bir hıza ula­şılır ki insan çalışma sınırı zorlanır. İş kaza­ları artar. Sendikalar buna karşı mücade­lelerini yüseltirler Güvenlik koşullarını gün­deme getirirler. Grevler, iş uyuşmazlıkları artmaktadır. Emperyalizmin anayurtlardaki at koşturma alanları daralmaktadır.

Yine merkezler arasındaki rekabet her şeyde kısıntıyı zorlamaktadır. Çevre koru­maya yönelik önlemler askıya alınmaya başlar Tekelci devlet kurumlarından tekel lere harcanan paralar artar. Devlet şimdi­lerde yaşadığımız gibi sosyal harcamalar­da kısmalara gider. Eğitimdeki kısmalara karşı öğrenci gençliğir protestoları yükse­lir. Gençlik hareketi işçilerle birleşmeye baş­lamıştır.

Bütün bu gelişmelerin anlamı şudur. Ka­pitalizm ekstansif büyümenin sonuna yaklaşmaktadır. Artık bol keseden ham ­madde yoktur, işgücü yoktur Anayurtlar daki işçi sınıfının daha fazla sömürülebilme alanı daralmaktadır Merkezler arası reka­bet kâr marjlarını düşürmektedir Öte yan­dan sosyalizmin varlığı ticaret savaşlarını sı rak bir savaşa döndürme olasılığını da or tadan kaldırmaktadır Uçüucii Dünya MI kelerindeki atili emperyalist tulum yeni bit sömürge savaşının önünü de tıkamaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri bir darboğazdadır. Öyleyse ne yapılmalıdır? Nasıl olup da kâr­ları arttırılmalıdır?

Yeni Sömürgeciliğin Başlaması

Üçüncü Dünya Ülkeleri ile yeni bir ulus lararası işbölümünün temelleri atılmaya başlanır Emperyalizm kendisine yük ol­m aya başlayan sanayileri bu ülkelere devre başlar F.ğet kâr getirerekse, merkez lere takip olmanın koşulları ortadan kaldı olabilirse neden devredilmesin

Yukarıda da açıkladığımız gibi ( Içıincü Dünya (ilkelerinde burjuvazide zaten böyle bir talep içindedir.

Ulusal burjuvalar ve yedeklerine aldık ları devlet kadroları uluslararası tekellere büyük kârlar sağlayacak koşulları elbirliği ile geliştirirler En başta devlet belirli kofa letler altına girecektir Özel sermayenin gi rebilmesi için politikalarda, yasalarda gerekli değişiklikler yapılır Onlara özel ayrıcalık lar. kolaylıklar, teşvikler sağlanır Kamu Ik tisadi Kuruluşları özel sektörlerin çıkarları­na hizmet eder hale getirilir Devletler özel sektörü kanatlan altına alırlar. Bu gelişmeler Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekono mik yaşantısına büyük alt üstlükler getirir

Demir çelik hammadde demektir. Cev­herin bol olduğu ülkeler yatırımlar yapılır. Ayrıca bu sanayide bilindiği gibi hava kirli ligi yüksektir. Merkezlerde yatırımı zorlaş maktadır Ayakkabı, tekstil yapımında işçilik çok fazladır Üçüncü Dünya Ülkelerinde milyonlarca insan iş beklemektedir. Mer kezlerde aynı işe alınan ücretin kat be kat ucuzuna çalışacaklardır. Gemi yapımcılığın da da işçilik payı yüksektir.

Kimi ülkeye kredi açarak, kimi yerde or­tak olarak bu sanayiler devredilmeye baş lar İşler satmakla bitmez. Patentler, tamir ler. yedek parçalar, personel yetiştirme bü­yük yan gelir sağlar Belki de en önemlisi Üçüncü Dünya Ülke ekonomilerinin emperyalist merkez üretimleri doğrultusun da şekillenmeleridir. Ülkelerin kaderini bun

dan sonra asıl belirleyici olan, merkezler deki ekonomik yapıya bağlantılı bir üreti­me geçiştir

Elbette Üçüncü Dünya Ülkelerinin kal­kınması emperyalizmin bir sorunu hiçbir za­man olmamıştır. En çok kâr nerede ise ora­ya gidilir. 1976'da uluslararası tekellerin toplam yatırımları 287 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Bunun ancak 76 milyar do­ları ya da %26.5'ı kalkınmakta olan ülke lere gitmiştir 3 /4 u 29 ülkeye dağılır. Yarı­sı ise 11 büyük ülkeye. Brezilya, Meksika. Hindistan. ıran vb.'ye dağılır. Yarısı ise 11 büyük ülkeye. Brezilya. Meksika. Hindis­tan, İran vb'ye yapılır. Yatırımların sağladığı kârları tespit etmek giiçtüı IMF 1970 baş larında 5.7 milyar dolarlık kâr transfer edil diğini yazar Sovyet kaynaklarına göre ise 149 milyar doları bulmuştur. (Social Sci­ences 1986 sayı 1 sayfa 160) Şirketler ara­sı gizli transferler ve fiyat değişimleri dik kate alınırsa bu rakam gerçekçi olabilir

Uluslararası tekellerin Üçüncü Dünya Ü! ke özel sermayesi ve devletleri ile en yo­ğun ilişkiye geçtiği bu dönem tüm ülke eko­nomilerine bir canlılık getirir. Yeni meta üre­timleri devreye girer. Eskilerinde yenilen meler, gelişmeler haşlar. Şimdi çeşitli grup­lar altında GSMH artış oranlarını görelim.

TABLO II 1965-73 arası

GSMH artış oranı (%)Ülke Grupları 1965-73Kalkınmakta olan ülkeler 6 5Düşük Gelirli Ülkeler 5.5Orta Gelirli Ülkeler 7 0Petrol İhraç Edenler 7.0Montaj Yapanlar 7.4Çok Borçlu Ülkeler 6 9Sahra Çölü Güneyi Afrika Ülkeleri 6.6Merkezler 4.5

Kavnak World Development Report. 1988. s. 187

Üçüncü Dünya (ilkeleri ortalama yıllık kalkınma hı/ı va da GSMH artış oranı '¥>6.5 olarak gerçekleşmiş Şimdilerde parmakla gösterilen '65 lik büyümelerin üstünde Hatta merkezlerden daha çok büyümüşler Düşük gelirli ülkeler yani Hindistan. Çin. Bengaldeş. Pakistan. Etopya gibi, üstlerin­de büyük insan yığınlarının olduğu, onun için kapitalizme kayışta daha tedbirli dav­ranması gereken ülkeler bile %5.5'ın üstün de gelişmişler F.n biivük oran montaj üre ten ülkelerde görülür Güney Kore. Malez ya. Singapur. Endonezya. Hong Kong, Meksika ve Brezilya gibi Latin Amerika ül keleri bu gruba girerler Bizim gibi empdr yalizme açılmada dizginsiz gitmeyen ülke ler ve petrol ihraç edenler %7'lik büyümüş lerdir Tabloda bir de çok borçlu ülkeler gru bu vardır Borçlu olma kavramı 1970 lerin sonlarına doğru gelişen bir olgudur. I leıuız o dönemlerde borçluluk bir sorun olarak dünya sahnesine çıkmamıştır. Özünde bu ülkeler montaj yapanlar içinde alınmalıdır.

İntansif Üretimin Başlaması: 1973-80

ArasıEmperyalizm her ne kadar hammadde

kıtlığı, işgücü eksikliği, çevre kirliliği çalış

ma koşulları ve merkezler arası kızışan re­kabet sorunlarını Üçüncü Dünya Ülkeleri ne yatırını yaparak çözmeye çalışsa da ye­ni yollar arayışı içindedir. Sosyalizm, ulus­lararası tekellerin sorunu sıcak savaşla çö­zebilmelerinin önünde durmaktadır. II. Dünya Savaşı bilimsel teknik araştırmaları arttırmıştır. Bulguların üretime aktarılması büyük kârlar getirmiştir. Şimdi emperyalizm sorunlarını çözmek için yine bilime sarılır. Bulguları intansif üretim yapmak için kul lanır. Yani eski sanayileri verirken kendi içinde daha modernlerini kurmaya başlar. 1972-73 krizinden böyle bir yatırım furya­sı ile çıkılmaya çalışılır.

Hammadde elde etme zorluğu en başta tasarruf etmeyi öğretmiştir. Fabrikaların izolasyonundan, hammaddelerin iktisatlı kullanımına kadar binlerce yol geliştirilir ve fabrikalar renove edilir. Eskiden atılan ar­tıkların tekrar kullanılması ya da değişik bi­çimde üretime sokulması hız kazanır

Geleneksel hammaddelerin yerine ya­payları üretilmeye başlanır. Petrolden bir yı­ğın madde elde edilir, doğallarının yerini alır. Pamuklu, yünlü kumaşlar yerine sen­tetikler. naylonlar, polyesterler her gün pi yasaya girmeye başlar Uçak motorlarında metal yerine seramik kullanılır. Gıda sana­yide yapay tatlandırıcılar devreye sokulur. Bugün merkezlerde doğal şeker kullanımı '640'lara düşmüştür. Enerji tasarruf eden inşaat malzemeleri geliştitilir

Üçiiııcii Dünya ( ilk e s i e ın e k ç ile ti kayış s is tem in e ke u .J ilc ıh ıi a d a p te c d e d tııs u n la ı merkezlerdeki emekçiler şimdi otomatik sistem ile biraz soluklanmaktadırlar. Ulus­lararası tekeller için bu verimliliğin daha art tırılması, yani daha ucuza mal etme, yani kârların yükselmesi demektir. Üçüncü Dünya (ilkelerinin ucuz emek avantajına ilk saldırı başlar Binek araba ve gemi ya­pımcılığı. tekstil sanayileri bu sistemle ye nileııir.

Başka yeni bulgular sanayi haline getiri lir Elektronikteki bulgular üretim için çok geniş ufuklar taşımaktadır 1950 lerde bö- lıinümez. en küçük madde denilen atom parça parça edilıniştiı Elektronik ıııikros koplar atom içinde elektronların davranış km alları bulunur ve bu üretime aktarılır. Bilgisayarlar, videolar, fotoğraf makiııaları piyasalara sürülmeye başlar Böylece elek­tronik sanayi kurulmuş olur Buna para­lel olarak robot yapımına yeni bir hız ka /andırılır. Sanayide kullanılabilecek hale ge­tirilir

Emperyalizm Üçüncü Dünya ülkelerine meıkezleriıı birer çiftliği, tahıl ambarları ol malanın, onlara “yeşil kalkınma modelleri" önere dursun kendisi de bunun tehlikele­rine karşı korunma yolları aramaktadır. Ta­rımda verim nasıl arttırılacaktır? Gübre kul­lanımı geliştirilmelidir Kimya sanayi bu konuda yeni yatırımlara girişir. Yeni yeni gübre türleri ortaya çıkar Merkezlerin ta­rımsal ürünleri artmaya başlar Üçüncü Dünya Ülke insanları kapitalizmin ilaçları ile tanışmıştır. Bu ilaç sanayi için büyük kâr alanları demektir

1980 sonrası emperyalist sistemdeki yeni yapılanmaya baktığımızda bu yukarıdaki gelişmeler bir ön hazırlık anlamı taşır. Bu­günkü modern üretim için altyapı hazırlık larıdır. Bilgisayarlar, robotlar sadece üretil­mektedir Yoksa sanayide kullanılmalarına henüz geçilmemiştir Bu Reagaıı la yapıla çaktır.

Sırası gelmişken değinelim. Sosyalizm iş te tam bu noktada emperyalizmden geri kalmaya başlar Sovyetler Birliği' de ham madde sıkıntısı çekmiştir, ama Üçüncü Dünya Ülkelerini sömürme gibi bir amacı yedeklerine almamışlarda. Sibirya’dan da olsa en zor doğa koşullarına göğüs gere rek kendi zenginliklerini çıkarma yolunu

Page 17: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

seçmişlerdir. Ancak 1980'lerde böyle bir ekstaıısif büyümenin sonunu görmeye baş­ladılar Kendi sübjektif yanlışlıkları bir ya­na iki sistem arasındaki yarışta sosyalizmi geri düşüren böylesi bir ekonomik gerçek liktir.

Üçüncü Dünya Ülkeleri Kıskaca Giriyor

Şimdi emperyalizmde ekstansif büyüme­nin doğurduğu sıkıntılar ve getirilen çözüm­ler ışığında Üçüncü Dünya Ülkeleri üstün­deki etkilerini görelim.

Merkezlerin ham madde kullanımları azalmaktadır, ama Üçüncü Dünya Ülkele­ri için yeni yeni başlamaktadır O nedenle fiyatlarda düşme görülmez aksine yüksel­me eğilimini devam ettirirler. Yiyecek mad­deleri ve yiyecek dışı hammaddelerde de hep artış gözlenir. Tablo life bakalım.

World Development Report. 1988, s. 192

Hammadde fiyatlarındaki bu artıştan Üçüncü Dünya Ülkelerinin kazançlı çıktı­ğını sanmak yanlıştır.. Daha sanayilerini yeni yeni kuran ülkelerin hemen curalarında bağ­lantı geliştirdiklerini düşünemeyiz. Ticareti yapan yine uluslararası tekellerdir. Ham­maddeyi A ülkesinden alıp B ülkesine sat­mak, pazarlamak, taşımak, depolamak, tüm bağlaııtılan kurmak tekellere büyük kâr­lar bırakacaktır. Hatta fiyatlardaki artışın bü­yük kısmı ülkelerden çok bu tekellerin ce­bine girecektir. Böylece hammaddelerin kontrolünü da ellerine alacaklardır.

“Bu ülkelerin (merkezlerin b.n) uluslara­rası tekeller aracılığı ile gerçekleştirdiği meta ihracatı şöyledir: Fosfat ve şekerin %69 kadarı; pirinç, muz, doğal kauçuk, kalay ve petrolün %75’i: boksit, çay ve bakırın %85’i, kahve kakao çekirdeği, ananas, krom, tütün, jütün %85-90’ı, demir cev­herinin %95’i. (New Times 1988 sayı 48, sayfa 18). Hammadde fiyatlarındaki aıtış lar Üçüncü Dünya Ülkeleri ekonomik plan larını bozmaya ve 1980’lerdeki krizleri bi­riktirmeye başlar. Atımları düşer ve sonra ki yıllarda fiyatların düşmesinin bir nedeni de budur.

Bu yıllarda emperyalizme bağımlı bir ekonomik yapılanışın acı sonuçları yavaş yavaş uç vermeye başlar. Hammadde için tekellere bağımlıdırlar. Onların taşınması, hatta aralarındaki ticaretler için yine tekel­lerin taşıma imkânlarına bağımlıdırlar. Bü­tün bunlar acımasızca soyulmalarına neden olmaktadır, ama şimdilik krize varmamış­tır. Borç olarak kapatma olanakları vardır. Dünya finans-kapitali henüz elindeki tüm sermayeyi yatırma olanaklarına sahip de­ğildir. O nedenle borçlanma koşulları nis- beten iyidir. Ayrıca Üçüncü Dünya Ülkeleri büyük kârlar sağlamaktadırlar. Yumurta ge tiren tavukları kesmenin alemi yoktur. Borç 1980'li yıllarda ancak yeni bir sömürü ara­cı olacaktır.

Pazar arayışları: 1970’li yıllar Üçüncü Dünya burjuvalarının gelişip serpildiği yıl­lardır. Hatta çoğu ülkede zaten tüm açıla­mayan iç pazarlar tıkanmaya başlar. Dışa­rıya açılma girişimleri başlar. İhracat, borç­lar için çare olarak düşünülmektedir. Bizim AET ye girme sevdamız bu dönemde baş­lar. Orta-Doğu pazarını ele geçirmek hep finans-kapitalimizin ağzını sulandırmıştır.

Mısır’da aynı şeyin peşindedir. İsrail savaş sanayi uzun zamandır Latin Amerika ülke pazarlarına girmiştir. Brezilya Afrika’nın eski Portekiz sömürgelerine tavuk satma derdin- dedir. Hindistan Güney Asya’nın merkezi olmak istemektedir. Güney Kore bizim ya­pamadığımızı becermiş, Arap ülkelerinde büyük inşaat projeleri gerçekleştirir.

Dünya ticareti dolarla yapıl». Değerinde­ki dalgalanmalar ihracat yapan ülkeye uü- yük kayıplar verdirtmektedir. Bu nedenle çeşitli üçüncü Dünya finans kapitalleri ara­sında ortak bir para birimi oluşturma çaba­ları görülür. “Örneğin daha 1961’de Orta Amerika Ülkeleri Ortak Pazarı (AOP) tica­ret bürosu bölgenin ilk ortak para birimi pe- soyu kabul eder. 1975’te kalkınmakta olan ülkelerin diğer iki ortak para birimi Batı Af­rika Hesap Birliği, Asya para birimi doğ­du. 1977’da Arap Para Fonu ödemelerini dinarla yapmaya başladı. Latin Amerika ül­keleri Andrean pesosunu ortak para biri­

mi olarak benimsediler. 1986 başlarında Arap OPEC ülkeleri petrol fiyatlarının do­larla belirlenmesindendoğan kayıplarını te­lafi etmek için ortak bir para birimi belirle­me kararı aldı. 1987 temmuzunda Arjan­tin, Brezilya başbakanları aralarındaki ticari işlemleri için ortak para birimi gavco üze­rinde anlmaşmaya vardılar. (New Times, 1988, sayı 35, sayfa 2ü) Bütün bunların anlamı Üçüncü Dünya ülke burjuvalarının bir 20-30 yılda epey geliştiği ve sermaye ihracına giriştikleridir. Etine göre budu.

Büyüme Hızında Yavaşlama

Yukarıda açıklananlardan anlaşılacağı gi­bi 1973-80 döneminde tüm Üçüncü Dün­ya Ülkelerinin gerek büyümelerinde gerek­se kişi başına düşen gelirlerde düşüşler göz­lenir. Şimdi tablomuza bakalım. (Tablo IV)

TABLO IV 1973-80 arası

GSMH artış oranı (%)Ülke Grupları 1973-80Kalkınmakta olan ülkeler 5.4Düşük gelirli ülkeler 4.6Orta gelirli ülkeler 5.7Petrol ihraç eden ülkeler 5.9Montaj yapanlar 5.9Çok borçlu ülkeler 5.4Sahra Çölü Güneyi Afrika ülkeleri 3.3Merkezler 2.8

Kaynak: ay

Üçüncü Dünya Ülkeleri gene merkezler den hızlı büyümektedirler, ama eski hızları kesilmiştir. En büyük düşüş Sahra Çölü gü­neyi Afrika ülkeleıindedir. Dünya kapita­list işbölümüne sadece hammadde ile ka­tıldığından büyümesi yarı yarıya düşmüş %3.3’e inmiştir. Ortalamanın bile altında­dır. Öte yandan emperyalizmle bağları en az olan düşük gelirli ülkelerde düşüş diğer gruplara göre daha azdır. Yeni sömürgeci­lik rakamlarda da kendini gösterir.

Yukarıda değindiğimiz elektronikteki ge­

lişmeler yepyeni üretim alanları açmıştır. Fakat bazıları henüz merkezler açısından kâr getirici değildir. Çünkü ufacık parçacık­ları canlı emekle bir araya getirmek gerek­mektedir. Elektrikli mutfak aletleri bu gru­ba girer. Bir de merkezlerde henüz pazarı doymamış hediyelik eşya ihtiyacı vardır. Bunların yapımı da yoğun emek gerektir­mektedir. Bu dönemde uluslararası tekel­ler böyle yatırımlarını Uzak Doğu nun yok­sul ülkelerine yaparlar. Güney Kore, Sin­gapur, Hong Koııg, Malezya, Endonezya böylece büyümelerine bu dönemde devam edeceklerdir. Bu ülkeler genelde merkez pazarlarına yönelik üretim yaparlar ve ora­ların piyasa koşullarına tamamen bağımlı­dırlar. Öte yandan petrol fiyatları OPEC örgütü nedeniyle pek düşmediğinden pet­rol ihraç eden ülkelerin büyümeleri devam etmektedir.

Kamu Sektörleri Çıkmaza Doğru

Kamu sektörleri kalkınmada öncülükle­rini özel sektöre bu yıllarda devrederler. Yerli burjuvalar ülke ekonomilerini ele ge girmişlerdir. Kamu sektörlerini kendi çıkar ları doğrultusunda kullanırlar. Kimisine oı tak olurlar, kimisinin idare kurumlarında görev alırlar. Böylece indirimli, öncelikli hammadde elde etme gibi hakları elde ederler.

Eğerki kamu sektörleri özel sektörün ya­tırım yapmak istediği alanda üretim yapı­yorsa, kamu sektörünü piyasadan çekmek için devlet kadroları ellerinden gelen kolay­lığı gösterir. Özel sektöre hazır piyasa dev redilir.

Öte yandan kamu sektörlerinin yeni ya­tırımları, büyüme, gelişmeleri engellenir Bizzat geri bıraktırılır. Buraya ayrılacak dev­let gelirleri özel sektörün çıkarına aktarılır. Devlet büyük yükler altına sokulur.

Kamu sektörüne burjuvazinin bakışı da­ima çelişkili olmuştur. Üstünde geliştiği ka­mu sektörlerinin kendisine rakipr olmasını asla istemez. Onun geri bırakılması işine ge­lir. Ama öte yandan kendi üretimi onun üs­tünde yükseldiği için, onun geri üretimi sektörlerinin de modernleşmesidir. Bu iki istek asla uzlaşmaz bir çelişki olarak kalır.

Kamu sektörleri 1973-80 dönemlerinde geri bırakılmıştır ve şimdi finans kapitalin yeni üretim temeli kurmasının önünde en gel olmuştur Kamu sektörlerinin modern­leştirilmesi ya da özel sektöre devri çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde tartışılmaktadır. Ancak ulusal burjuvalar istedikleri kadar et­lenip budansınlar koca devlet tesisleri tüm eskimiş ve hantallıklarına karşın altından kalkamayacakları büyüklüktedir. Öte yan­dan bugüne dek biriken borçlar ve sosyal sorunlar çoğu devletleri böyle bir yükü kal dıramaz duruma getirmiştir.

Sosyal demokrasiler hep devletçiliği sa­vunmuştur. Yaban burjuvalar ya da küçük burjuvalar devlet çiftliklerinde aynı abileri finans-kapital gibi semirme özlemi taşımış­tır. Şimdi kamu iktisadi teşekküllerinin için­de bulunduğu hantallık bu hayallerini sil­miştir. Önde duran iki yol vardır. Ya fiııans- kapitalin peşinden gidip ona uşaklık edile­cektir ya da proletarya sosyalizminin dev letçiliğine varılacaktır. 1970’li yıllardaki ge Üşmeler kamu sektörleri ile birlikte sosyal demokratların ekonomik temelini alıp gö­türmüş, çaresizliklerini sipsivri ortaya çıkart­mıştır.

İşgücü DağılımıÜçüncü Dünya Ülkeleri bağımsızlık yo­

luna çıktıklarında birer tarım ülkesidiıler 20 yıllık kalkınma hamlesi işgücü dağılımında bu konuda ne tür değişimler getirmiştir?

TABLO IIIÜçüncü Dünya İhracat Fiyatlarındaki Artış (yıllık %)

1965-73 1973-80 1980-88Yiyecek maddeleri 5.3 9.1 - 2Yiyecek dışı maddeler 4.5 10.3 - 4.1Metal ve mineraller 2.5 4.7 - 5.2Yakıt 8.0 27.1 - 4.0

Page 18: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

1965 yılında toplam nüfusun ancak %54'ü çalışmaktadır. Oran 1985 yılında %58’e çı­kar. Nüfus artışının biraz üstündedir. Kapi­talist gelişim bu ülkelerin işsizlik sorununa büyük bir çözüm getirmekten uzaktır. Öte yandan Afrika Kıtasında nüfus artışı dün­ya ortalamasının üstündedir. Burada çalı­şan nüfus 20 yıl öncesinin altına düşmüş­tür. Şfmdi ancak her iki kişiden biri çalış­maktadır.

Çalışanların hâlâ büyük bir kısmı tarım sektöründedir. Gelişmiş merkezlerde her 100 kişiden ancak 7 tanesi toprakla uğra­şırken. Üçüncü Dünya Ülkelerinde rakam 62 kişidir Köylülüğün en yoğun olduğu kı­ta yine Afrika Kıtasfdır. Çalışan her 4 kişi­den 3’ü tarımda barınır. Düşük gelir grubu ülkelerinde de durum buna yakındır. Mon­tajda gelişmiş ülkelerde durum çarpıcı fark­lılık göstermez. Çalışan nüfusun %65’i hâlâ kırlarda yaşar. Tarım nüfusunun en fazla düştüğü üst gelir grubundaki ülkelerdir. La­tin Amerika’nın büyük ülkeleri, Avrupa’da Portekiz, Yunanistan gibi ülkelerde tarım nüfusu azalmaktadır, %30’lara kadar düş­müştür.

Çalışan nüfusun biraz artması, tarımda- kilerin azalmasına karşılık endüstri ve hiz­met sektörlerinde çalışanlar eşit oranlarda artmışlardır. Çalışan nüfusun ancak %16’sı endüstride, %22’si ise hizmet sektöründe­dir F.n<İlişiri işçisinin payı merkezlerde bu nun iki katından fazladır Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok endüstri işçi oranı üst gelir grubundaki ülkelerde gözlenir. Demin saydığımız büyük Latin Amerika ülkelerin­de oran %31’e kadar çıkar. Montaj yapan­larda endüstri işçisi tahmin edileceği gibi çok fazla değildir. Uluslararası tekeller mo­dern teknik kullandıkları için özde işsizlik sorununu kendilerine dert edinmemişler- dir.

Hizmet sektörleri Üçüncü Dünya Ülke­lerinde şişmektedir. Ticarette, bankacılık, bürokrasi ve orduda çalışanlar giderek art­maktadır. Bu çarpık bir gelişimdir. Direkt üretime katılmadığı halde ulusal gelirden pay alanlar artmaktadır. Sağlıklı bir gelişim sayılamaz. Modern tekniğin uygulandığ,ı sonuçta verimliliğin arttığı merkezlerde hiz­met sektörünün gelişimi normal sayılabilir, ama geri teknikli Ççüncü Dünya Ülkeleri için bu parazitliğin işaretidir.

Sınıf SavaşlarıSon yirmi yıldaki kalkınma çabaları

doğal olarak yeryüzündeki proletarya sayısında artışa yol açmıştır. Kabaca Üçüncü Dünya Ülkelerinde 301 mil­yon proletarya vardır. Sayılarının art­masına karşın merkezlerdekilerden çok kötü koşullarda çalışmaktadırlar. On­lardan 10-12 kat daha düşük ücret alırlar. Burjuva hükümetlerinin uygu­ladığı özel sektörden yana politikalar­da durumlarını daha kötüleştirmiştir.

Çoğu ülkede henüz sendikal haklan yoktur. Mısır, Bengaldeş, Endonezya, Suudi Arabistan gibi ülkelerde grev yapma hakkın? sahip değillerdir. Ya­sak olmayan ülkelerde toplu pazarlık sürtüşmeleri bu yıllarda artmıştır. An-

. cak bütün ülke sınırlarını kapsayan bir özellik haline gelememiştir. Zaman, süre ve sektörel açıdan dağınıklık hâ­kimdir.

1970’li yıllar proletaryanın kendi gü­cünü öğrenmeye başladığı bebeklik ça­ğıdır denilebilir. İşçi hareketinin temel özelliği şöyle konulabilir. “Yeni işçiler sanayi, üretiminin parçası haline gel­dikçe, küçük-burjuva, aşiret, din ve

kast gelenekleri ve işverenlerin kendi söm ürülerini arasına gizlem ek istediği sınıf dışı hayaller ve önyargıları da b e ­raberlerinde getirirler. S onuçta m o ­dern pro letaryanın içinden doğduğu sosyal o rtam dan ‘hızlı k o p u şm a’ sü re ­ci büyük ölçüde yavaşlar.” (The Newly Free C ountries in the Seventies. P rog­ress Publishers. M oskova, s. 114)

Üretim m odernleştikçe, p ro le tarya­nın da bu n a ayak uydurm ası gerek ­m e k te d ir . Bir y a n d a n eğ itim siz, deneyimsiz işçi çalıştırma olanaksız hale gelm ekte öte yandan ikinci, üçü n ­cü nesil işçi yüzdesi ve diğer kent ta b a k a la r ın d a n g e le n işçi say ısı artm aktadır. İşçi sınıfına katılan köylü tabakaların yüzdesi de azalm aktadır. Proletaryanın bilinci gelişmekte ve m ü­cadelesi artm aktadır. M ücadele yavaş yavaş küçük-burjuva, öğrenci gençlik gibi güçlerin peşine takılm ak zeminini yitirmekte ve proletaryanın kendi dev ­rimci bilincine uygun partilerin arkasın­d a b o y g ö s te rm e s in in ö n ü n ü açm aktadır.

Em peryalist güçler Ü çüncü D ünya burjuva hüküm etlerine işçi sınıflarını parçalam ak onları sindirm ek için de yardım ederler. Kendi kanatlarına a l­dıktan sendika yöneticilerini m erkezler­d e eğitim e tabi tutarlar. Sendikal hareket bölünür. Ç oğu Afrika ve A s­ya ü lkesinde birçok sendika merkezi vardır. Gerici sendikalar Uluslararası Ö zgür Sendikalar K onfederasyonu al­tında toplanm ışlardır. İşçi hareketini burjuva sınırları içinde tu tm a m ü cad e­lesi verirler.

b ö l ü m ııDünya

Finans-KapitalininDiktatörlüğü

1980’den beri yaşadıklarımıza şöyle bir bakarsak ne diyebiliriz? İki karşıt sistem ara­sındaki detant bozulmuştur. Dünya soğuk- savaşın içine girmiştir. R eagan sözcülüğünde emperyalizm sosyalizme sa­vaş açmıştır. New York kentinden küçük Grenada adacağı işgal edilmiştir. Libya’nın üstüne bombalar yağrıdırılmıştır. Nikaragua Sandinista rejimine karşı Kontralar destek­lenmiştir. Orta Doğu’nun çıban başı Lüb­nan denizden ablukaya alınmıştır. Güney Kore’den kalkan uçak Sovyetler Birliği içi­ne kadar sokularak nabız yoklanmıştır. Ne­dir bütün bunlar? N eden dünya finans-kapitali böyle birterör havası estir­mek zorunda hissetmiştir kendini? Sonuç­ta ne elde etmiştir? Daha aradan 5 yıl geçtikten sonra neden barış havariliğine so­yunmuş? Neden sosyalizmin uzattığı barış dalını almıştır?.. Değişen nedir? iki ayrı po­litikaların altında yatan ekonomik neden nedir? Ancak ekonomik temel dünya öl­çüsündeki bu politikalan açıklayabilecektir.

Bir yirmi yılda Üçüncü Dünya Ülkeleri ister montaj yaparak, ister hammadde sağ­layarak olsun dünya iş bölümüne katılmış, bir kıyısından tutunmuşlardır. Gelişen bur­juva devletler iç pazarları tıkandıkça dışa açılmak istemişler, ama uluslararası tekel­lerin rekabeti ile karşı karşıya kalmışlardır. Kârlarını arttırmak için ellerinde bilim ve teknik yoktur. Bunun tek yolu içte sömü­rü koşullarını arttırmak, yani halkın kemer­lerini sıktırmak, böylece sağlanan birikimle emperyalist merkezlerden teknik almaktır. Alttaki halk muhalefetini bastırmak için kan

ter dökerken, üstten de uluslararası tekel­lerle bas etmek zorundadırlar.

Bağlantısız Ülkeler Örgütü Üçüncü Dün­ya Ülkelerinin en çok üye olduğu bir ku­rumdur. En ilerici Küba’dan en gerici Fasha kadar çeşitli renkte ülke üyedir. B ukozmo- politliğine rağmen bir talep etrafında top­lanabilmişlerdir. Yeni bir uluslararası ekonomik düzen kurulmalıdır. Ekonomik ilişkiler adil ilkelere dayanmalıdır. Ham­madde piyasası kapsamlı bir şekilde düzen­lenmeli, uluslararası tekellerin ve yabancı sermayenin faaliyetlerine çeki düzen veril­melidir. Hammadde fiyatları ile montaj fi­yatları arasında eşit bir denge kurulmalıdır. Uluslararası ilişkiler, ilgili tarafların karşılıklı çıkarlarını gözetecek şekilde belirlenmelidir. Üçüncü Dünya Ülkelerinin kalkınması için belirli kaynaklar yaratılmalıdır. 1980'lere gelindiğinde her Birleşmiş Milletler toplan­tılarında tartışılan ya da başka şeyler tartı­şılırken dönüp dolaşıp gelinen konu bu olmaktadır. Emperyalizm basın yayın kay­naklarında bu konuyu geçiştirmeyi pek güzel becerse de uluslararası forumlarda gi­derek artan bir şekilde duyulmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri politik ve ekono­mik olarak giderek daha çok emperyaliz­me bağımlı hale geldikçe, bağımsızlık taleplerinin, şikâyetlerinin yükselmesinde yadırganacak bir şey yoktur Bütün hu ta­lepleri Sosyalizm de desteklemektedir. Üçüncü Dünya Ülkelerinin sosyalizmle aynı yana düşmeleri çok sıklaşmıştır. Emperya­lizm giderek yanlızlığa düşmüştür. Hatta çoğu alanda kendi saflarından bile kopuş- malar yaşanmıştır. Şimdiye kadar yürütü­len sosyo ekonomik politikalar bir çıkmaza girmiştir. Emperyalizm ve Üçüncü Dünya Ülkeleri arasındaki ilişkiler böylesine kızış­mış ve teorik olarak incelmiştir.

Öte yandan başta ABD olmak üzere emperyalist ekonomiler bir yenilenme san­cıları çekmektedirler. ABD eskilerin güçlü ABD’si değildir. “Bütün imparatorluklar gibi biz de çöküyor muyuz" umutsuzluğu ortaya yayılmış, ABD kendine güvenini yi­tirmek üzeredir. İşin kötüsü ABD ekono­misine duyuian güven bitmek üzeredir. Dünya pazarının çoğu yerinde ABD mal­ları diğer merkez mallan ile rekabet edemez duruma gelmiştir. Yeni bir ekonomik kriz esmektedir. Bütün bunların çaresi yeniden kılık değiştirmek, yenilenmektir. Ekonomi bunu zorlamaktadır. Böylesi bir ekonomik yenilenmeye girmek tüm kaynakların, ABD’de. yanı bir merkezde toplanabilmesi demektir. Uluslararası tekellerin daha bir saldırısı demektir. Daha çok kâr demektir. Dışarıdaki bütün kaynakların içeriye trans­feri demektir. Bütün bu gereksinimler Üçüncü Dünya Ülkelerinin istediklerinin de tam tersidir. Uluslararası ilişkiler daha adil olmayacak, daha bir soygun başlayacaktır. Hammadde fiyatları daha düşecektir. Dı­şarıdan daha çok mal alınmayacak aksine daha az alınacak, pazar kapanacaktır. Üçüncü Dünya için yeni kaynaklar yaratıl­mayacak, bunu bizzat merkezler kendileri için kullanacaklardır. Yenilenecek ekono­minin dışarı ile bağlantısı değişecektir. Şim­diye kadar kurulmuş ilişkiler gelişmek de­ğil, bozulacaktır.

İşte emperyalist m erkezler böyle bir ya­pılanmanın içine girdiklerinde zaten zor du­rumda olan Üçüncü Dünya Ülkeleri daha da zorlanacaklardır. En güzel savunma sal­dırıdır. Emperyalizm kendisini savunmak için saldırıya geçmiştir. Eğerki dünya güç­ler dengesinde aleyhine en ufak bir oyna­ma olursa saldırmaya hazırdır. II. Dünya Savaşından beri sıcak savaşların zemini da­raldı. Bölgesel hale geldiler. Şimdi ekono­mik savaşlar yaşıyoruz. Emperyalizm de böyle diktatörlükler kuruyor. Böyle korku­tuyor.

Page 19: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Modern Yatırım ÖzelliğiBilim ve teknikte bulgular sonsuzbir hız­

la yani bir çığ gibi katlanarak ilerliyor. At başı birbirleriyle etki tepki içinde gelişiyor­lar, eski ayrı özelliklerini yitirdiler. Üretime aktarılmaları uzun zaman almıyor. Eskiden bir fabrika kurulup üretime geçti mi eski- yinciye kadar kullanılırdı. Hatta eskiyen parçaları değiştirilip yeniden üretime soku­lurdu. Şimdi bu süreyi bilim ve teknik be­lirliyor. 1970’li yıllarda süre on yıldı. Şimdi daha da kısaldı beş yıla indi. Yani üretim araçları yeni bir teknikle bu kadar zaman­da demode oluyor. Bu nedenle günüm ü­ze Bilimsel Teknik Devrim çağı deniliyor.

Elbette böyle bir gelişim beraberinde yı­ğınla sorunu da getiriyor. Bilimsel teknik devrim yeni bir üretim biçimi yarattığı gibi yeni üretim ilişkileri istiyor. Üretime uygun­lanması kapitalist üretim ilişkileri ile zıtlık­lar taşıyor. Kapitalizm onu kendi çıkarı için kullanırken, eskisinden de hızlı bir şekilde kendi kuyusunu kazıyor.

Bilimsel Teknik Devrim yepyeni üretim tarzı getirerek tüm sektörleri içine alan bir özellik taşıyor. Bir yandan işbölümü büyük çeşitlilik kazanırken, öte yandan bunların birbiri ile bağları çok artıyor. A sektörün­deki bir yenilik eğer B sektöründe uygu­lanmazsa, ekonominin çarkı aksıyor. Mo­dern bir tekstil makinesi örneğin tarlada- npamuğun daha farklı toplanmasını öngö­rüyor. Araba sanayi üretimindeki robotlar çok hızlı çalışıyor, bilgisayarlar buna ayak uyduruyor, ama eğer demir-çelik endüst­risi kendini yenilemezse robotlar iş yapa­mıyorlar. Yani günümüzde bilimsel tekni­ğin üretime geçirilmesi bir bütünlük içinde olmazsa, eğer bütün ekonmiyi kapsamaz­sa işe yaramıyor.

Yukarıda anlatılanlar yazımız açısından iki yönüyle önemlidir. En başta böylesine kapsamlı biryenilenme aynı ölçüde büyük sermaye gerektirmektedir. ABD, 1980’lerde yenilenmeye çıktığında tüm dünya serma­yesini ülkesine çekmek zorunda kaldı. Av­rupa’da tek bir sektörün yenilenmesinin 100 milyar dolar olduğu hesaplanmıştır. Şimdi ABD dünyanın en borçlu ülkesi ol­du.

İkinci önemli sonuç yeni üretim biçimi niıı uluslararası ilişkilere getirdiği, daha doğ­rusu olması gerekenlerdir. Nasıl yenilenme ulusal bir ekonominin tüm sektörlerinin de­ğişimini zorluyorsa, aynı şekilde uluslara­rası ekonomik ilişkileri de farklı zemine sıç­ratıyor. 1970’li yılların üretimi ulusal sınır­ları £bk açmıştı, uluslararası işbölümünün arttırılmasını dayatıyordu. Şimdi son tek­nik bu ilişkilerin daha da geliştirilmesini is­tiyor. Oysa emperyalizmin yapısı bilimi tek­niği yaymamayı onu tekelleştirmeyi gerek­tiriyor.

1980’lerden beri merkezler kendi arala­rında böyle bir kaynaşmayı becermeye ça­lışıyorlar. Tekelci rekabete rağmen ve onun­la birlikte bunu yürütmenin yollarını arıyor­lar. Ama Üçüncü Dünya Ülkeleri için böy­le bir şey söz konusu değildir. Artık onlar merkezlerin üretiminden giderek kopuyor­lar. Ne verimlilik açısından ne kalite açısın­dan yeni üretim çarkı ile bağlantıları yok ka­dar az. Nasıl bu ülkelerin kamu sektörleri finans-kapitallerin üretim kalitesinin gerisin­de kaldı ve uyumsuzluk yaratıyorsa aynı şe­kilde merkezler ile Üçüncü Dünya Ülkele-- ri arasında uyumsuzluk söz konusudur. İle­ride bir-uyum sağlanır mı, ne derece sağ­lanır, göreceğiz. Şimdi emperyalizmin gün­cel sorunu bu. Bunun sancılarını çekiyo- ruz.

Borç SorunuÜçüncü Dünya Ülkeleri emperyalizmin

yenilenmesine borç ödeyerek yardım etti-

I Pazar yabancı sermayeye açılmalıdır, on­ları çekmek için garantiler verilmelidir ve gerekli yasal, ekonomik düzenlemeler ya­pılmalıdır. Devletçiliğin oynadığı rol kısılına- lıdır. Sermaye bu koşullarda elbette daha iyi gelişecektir. Ayrıca devletin eğitim,sağ­lık gibi sosyal harcamaları azaltılmalı, süb­vansiyonlar kaldırılmalıdır. Böylece elde edilecek fonlarla devlet borçlarını daha ko­lay ödeyebilecektir. Ayrıca finans-kapitalin gelişimi için gerekli bazı yatırımlar yapabi­lecektir.

Öneriler finans-kapıtal çıkarlarını koru­duğu derecede halkın çıkarlarından kopar. Hükümetler açısından uygulanabilirliği gi­derek zorlaşır. Son yıllarda kemer sıkma politikalarına tepkiler giderek yükselmek­tedir. Hatta bazı hükümetler halkın öfkesi­ni yatıştırmak için geri adım atarlar Mısır, Tunus, Cezayir, Sudan, Nijerya. Latin Amerika’da Arjantin, Peru, Brezilya, Mek­sika vs. bu tür olayların yaşandığı ülkeler­dir.

Üçüncü Dünya Ülkelerinin borçları dün­ya finans-kapitali arasında çatlaklar yarat­maktadır. ¡ki farklı ana görüş vardır. Birin­cisi ABD’den gelir. Borçlar ne pahasına olursa olsun ödettirilmelidir. Alacaklılar bir leşmeli, dövüş güçlerini arttırmalıdırlar. Bu nedenle çoğu bankanın sermayesi arttırıl­dı, Baker Planı gibi oyalamalara başvuru­lur. Üçüncü Dünya Ülkeleri borçlarını öde- yemeseler bile kârlı bazı madenlerini, şir­ketlerini pekâlâ karşılık olarak verebilirler. Buna zorlanmalıdırlar.

Japonya daha farklı bir yaklaşım içinde-

TABLO VSermaye İthal eden Üçüncü Dünya Ülkeleri

toplam borcu (milyar dolar)1980 1982 1984 1985 1986 1987a

Toplam borç (b) 656 831 958 1038 1120 1190GSMH’ya oranı (%) (c) 33.6 42.4 50.2 52.8 53.8 53İhracata oranı (%) (d) 136.8 182.6 201.7 221.1 247.6 226

a. tahminb. sosyalist ülkeler, Yunanistan, Portekiz da­hil. Petrol ihraç edenler yok.c. 9ö ülked. 103 ülke

1975’lerde 180 milyar olan borç bir beş yıl sonra 656 milyar dolar olmuş. Sonraki yedi yıl içinde de 1200 milyar dolar Ne­redeyse iki kat olmuş. GSMH’ye olan ora­nı ise %53’e çıkmış. Yani Üçüncü Dünya Ülkelerinin yediği her iki lokmadan biri borçtur. İhracata oranı ise sorunun çıkmaz­lığını açıkça gösteriyor. Daha 1980 başla­rında %136’dan 1986’larda 247.6’ya çık­mış.

Birde ödediklerine bakalım. “1982’de ödenen borç faizi 131 milyar dolardır ve 1975’ten 1982’ye kadar toplam 564 mil­yar dolar ödediler...” (International Affairs 1985 Nisan sayfa 68) Şimdiki borçlarının yarısı kadarını zaten ödemişlerdir. Ona rağ­men borçlar azalmak şöyle dursun artıyor. Üçüncü Dünya Ülkeleri her gün biraz da­ha soyuluyorlar. Halklar biraz daha yoksul­laşıyor.

Emperyalizm paralarını geri alabilmek için IMF ve Dünya Bankasını kullanıyor ve bu kurumlar Üçüncü Dünya Ülkeleri eko­nomilerini kontrol ediyorlar. Kendi çıkar­ları doğrultusunda önerilerde bulunuyor­lar. Ancak bir kez kapitalizm yoluna çıktık­tan sonra’bu önerileri umacı gibi görme­nin alemi yoktur. Eğerki özel mülkiyetin ar­kasında gelişilecekse önerilerden yakınma­ya gerek yoktur. IMF ve Dünya Bankası sermayenin daha çok gelişimi için gerekli olanları önerir.

dir. ABD’nin elindeki dizginleri almak ister. IMF ve Dünya Bankasının dünya halkları gözünde deşifre olduklarını iddia ederek yeni kurulan ve kendisinin ağalıkla oldu ğu Uluslararası Fiııans Enstitüsünün bu görevle donatılmasını ister. Var olan borç­lar yeni kredilerin, yani yeni sömürü yol­larının önünü tıkamaktadır. Üçüncü Dün­ya ülkeleri bu tıkanıklıktan elbirliği ile çıka- nlmalıdır. Sonuçta ABD koparabildiğini ko­parmak, Japonya bu soygundan payını al­mak derdindedir.

Ekonomiler Tepesi Taklak

Borçlar, hammadde fiyatlarının düşme­si, teknolojik sömürü, taşıma sömürüsü, ti­cari kısıtlamalar vs. vs. gibi yeni sömürge­ciliğin soygunu altında Üçüncü Dünya ül­keleri ekonomilerinin 80’li yıllardaki duru­munu tahmin etmek zor değildir. Merkez­ler her on yılda bir krize girerler ve bu Üçüncü Dünya Ülkelerine yansımazdı, ilk defa bu kriz artık merkezlerin sınırlarından dünyaya yayılacaktır. Üçüncü Dünya Ülke­leri kriz dönemlerinde onların yaylanabil­dikleri, soluklandıkları yerler haline geldi. Emperyalist merkezlerle ilişkiler arttıkça ekonomik göstergeler de kötüleşiyor. Şimdi Tablo Vl’ya bakalım.

1980-82 Emperyalizmin topyekün kriz dönemidir. Bu kez Üçüncü Dünya Ülkele­ri de kapitalist ekonominin bu özelliğinden paylarına düşeni alırlar. Hatta onlar da da­ha da uzun sürer. Bu dönemin diğer bir

| ler. Eğer bugün bir borç çıkmazında isek nedeni başta ABD olmak üzere merkezle­rin yeni yatırımlarıdır. Onlara elini verdin mi kolunu kurtaramazsın. Yeni sömürge­cilik yeni bir boyut kazanarak finans ipini de takmış oldu. Oysa sorunu başka türlü koyup Üçüncü Dünya Ülkelerini hesapsız­lıkla suçluyorlar. Bizzat destekledikleri bur­juva hükümetlerinin ya da nereye harca­dıklarını adım adım kontrol ettikleri bu ül­ke özel sermayelerinin yanlışlığı olarak gös­termeye çalışıyorlar. Oysa olay bilinçli bir şekilde bu hale getirilmiştir. Uluslararası ça­rpık ilişkilerin, emperyalizmin soygun man- tığınınbir sonucudur. Kastro’nun dediği gi­bi, “Sorun borçların ertelenmesi, silinmesi ile (de) çözülemez. Borç sorununa yol açan faktörler.durdukça yine aynı duruma varı­lacaktır. Bu nedenle, borçların silinmesi ve yeni bir ekonomik düzenin kurulması so­runları bizce birbirine bağlıdır”

ABD sermaye çekebilmek için faiz oran­larını yükseltmeye başladı. Böylece dola­rın değeri de yükseldi. Borçların da faizleri yükselmeye ybaşladı. Borçlar durduk yer­de artmaya başladı. Öte yandan dünya ti­careti de dolarla yapıldığından alınan mallar patlatılandı Üçüncü Dünya Ülkeleri daha ucuza daha çok satmakla yüz yüze geldi­ler. Hammadde fiyatları düşerken döviz gir­dileri azaldı. Borçları ödeyemez duruma geldiler. Bir süre yeni borç alarak borç öde­meye başladılar. Sonuçta 1965 yılında 6 milyar olan dış borç 1975’te 180 milyar do­lara çıkarken, bugün ise 1200 milyarı geç­ti. Tabloda görelim (Tablo V)

Page 20: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

TABLO VI1980-87 Arası GSMH Artış Oranı (%)

Ülke Grupları 1980-84 1985 1986 1987*

Kalkınmakta olan ülkeler 3.0 5.1 4.7 3.9Düşük gelirli ülkeler 7.1 9.2 6.4 5.3Orta gelirli ülkeler 1.4 3 3 3.9 3.2Petrol ihraç eden ülkeler 0.5 3.7 0.3 0.8Montaj yapanlar 5.2 7.9 7.2 5.3Çok borçlu ülkeler - 0.7 3.8 3.5 1.7Sahra Çölü güneyi Afrika ülkeleri - 1.5 5.8 2.6 - 1.4

Yüksek gelirli petrol ihraç eden ülkeler - 2.1 - 5.9 - 8.1 - 2.9

Merkezler 2.0 3.0 2.7 2.6

kar ilişkileri, tek tek ulusların dünya ve böl­gesel güçler dengesi içindeki yerinde so­mutlaşır. Ayrıca genelde tipik bazı kıtasal özellikler de taşır. Yazımızın başında da bu temeli koyarak Afrika kıtasının feodalizm öncesi özelliklerini. Latin Amerikada ise te­peden kurulan feodalizmin üstüne oturmuş bir ABD finans-kapital sömürüsüne değin­dik. Oysa Doğu Asya ülkelerinde ise Afri­ka kıtasının tam aksine çok gelişkin hatta çürümüş bir feodalizm vardır. Şimdi bu eski özelliklerin kapitalizmin gelişmesini nasıl et­kilediğini görmeye çalışalım.

Afrikaa: İlk verilere göreKaynak: Dünya Kalkınma Raporu, ay özelliği ülkelerin kapitalist uluslararası işbö- lümündeki yerlerine göre farklılıkları gide­rek artmaktadır.

1980-84 arası Üçüncü Dünya Ülkeleri GSMH'larını %3 arttırmışlar. Ancak düşük gelirli ülkeler ve montaj yapanları çıkarır­sak kabaca durum sıfırdır diyebiliriz. Yani 4 yıldır yerlerinde saymışlardır. Düşük ge­lirlilerdeki rakamın yüksekliği, Çin ve Hin­distan’ın %8.4’lere varan rakamlardır. Oy­sa grup içinde diğer yoksul Afrika ülkeleri­nin gelişimi %3’ün altındadır.

Merkezler bile 80-82’deki sıfırlara karşın %2’lik gelişirken çok borçlu Latin amerika Ülkeleri. Sahra Çölü altındaki Afrika ülke­leri ve Suudi Arabistan. Kuveyt, Birleşik Arap Lmirlikleri ve Libya vs. gibi çok pet­rol ihraç eden ülkelerde büyüme yok, ge­riye sayma başlamış.

Merkezler 1983’lerde krizden çıkarlar. Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri ancak 1985’te kendilerini toparlayabilirler. Ama bu iyilik pek uzun sürmez. GSMH rakam­ları her ne kadar bir ülkenin kalkınma de­recesi konusunda sağlıklı bir değerlendir­me vermekten uzak olsa da yine rakamlar artık işlerin eskisi gibi olmadığını, eski hız­ların kesildiğini, iyileşmelerin geçici kaldı­ğını, sağlıklı bir istikrar kazanamadığını gös­termektedir.

ışığında dünya ticaretindeki dalgalanmaları anlamak zor değildir Tablo VU’yi inceleye

İstatistiklerde gördüğümüz gibi Sahra Çölü güneyi ile Güney Afrika Cumhuriyeti

lim.TABLO VII

İhracat hacmi 1976-80 1981-87 İthalat hacmi 1976-80 1981-87

Dünya 5.1 2.6 Dünya 5.5 3.2 -Merkezler 6.6 3.2 Merkezler 5.6 4.3Üçüncü D. Ülk. 1.9 1.0 Üçüncü D. Ülk. 5.5 - 0.3

Kaynak: Birleşmiş Milletler Raporu 1988 s. 31

Görüldüğü gibi ithalat ve ihracat dünya­da son yıllarda 70’li yılların yarısına kadar düşmüştür. Bilimsel teknikli devrim, üre­timde işbölümünün çok daha arttırılması­nı gerektirirken emperyalizm altında tam zıddı sonuçlar doğurmuştur Merkezlerin ili racatları fazla, ithalatları a/keıı. Üçüncü Dünya Ülkelerinde tam tersi, ithalatları ih- racatlannın neredeyse üç katıdır. Ve son yıl­larda eski oranın bile altına inmiştir.

Aynı grafiği birde ithalat ve ihracat birim değeri açısından inceleyelim. Tablo VII

kuzeyi arasında kalan ülkelerden söz ede­ceğiz. Asya kıtasında Moğolistan Sosyalist Cumhuriyeti nin kapitalist ilişkileri kurma­dan sosyalizme sıçradığı kabul edilir. Afri­ka’nın bu bölgesi de feodalizmin merkezi­yetçiliğini yaşamadan kapitalizme geçmiş tir.

Bağımsızlık savaşları döneminde Avru­pa’da bir dizi toplantıdan sonra bu ülkelere bağımsızlık “verilip” tepeden burjuva dev­letçiliği kurulur. Burjuva üretim ilişkileri ol­madan böyle bir devletçiliğin özünde maddi

TABLO VIIIİhracat birim değeri 1976-80 1981-87 İthalat birim değeri 1976-80 1981-87Dünya 12.2 0.5 Dünya 11.7 - 0.3

Merkezler 9.8 1.4 Merkezler 12.1 - 0.5Üçüncü D. Ülk. 19.0 - 2.5 Üçüncü D. Ülk. 12.15 0.5

Kaynak: ay

Bir Arpa Boyu YolGSMH oranlarındaki düşmelere paralel

olarak kişi başına düşen gelirde de azalma­lar görülür. Üçüncü Dünya Ülkelerinde kişi başına 1980de düşen gelir 670 dolardır. Oysa altı yol sonra tam altmış dolar eksile­rek 610 dolara inmiştir. Merkezler son eko­nomik yenilenme ile paylarını 10.760’dan 12.960 dolara yükseltmişler. (Dünya Kal­kınma Raporu. 1988 sayfa 222) Bu ne de­mektir? Merkezlerle, Üçüncü Dünya Ülke­leri üstünde yaşayan insanların ortalama gelir farkı 16 kat iken 1986’da 21 kata çık­mıştır. Kurtuluş savaşlarından beri yürütü­len ekonomik politikalar farkı azaltmak bir yana fazlalaştırmaktadır. Ayrıca 610 dolar sadece bir ortalamadır. Oysa düşük gelirli ülke topraklarında yaşayan 2.493 milyon insanın yıllık geliri sadece 270 dolardır. Oy­sa en zengin ülke olan İsviçre’deki 6.5 mil­yon insana yılda 17.680 dolar düşmekte­dir. Yani bir İsviçreli, yoksul ülke insanın­dan tam 65 kat fazla gelire sahiptir. Kapi­talist sistemin kurduğu uluslararası ilişkile­rin özü böyle somutlanabilir. Ayrıca kapi­talist gelişim tek tek ülkeler içindeki gelir da ğılımında da farklılık gösterir. Üçüncü Dünya Ülkeleri toplam nüfusunun %5‘inin ulusal gelirin, %60-65’ini aldığı söylenir. Kenya için 10 tane milyoner 10 milyon yoksul ülkesi denir.

Dünya TicaretiYeni-sömürgeciliğin aldığı son biçimler

ihracat hacmi %2.5’lik değer yitirirken bi­rim değeri %11.7’lik değer yitirmiştir. Fa­kat ihracat mallarının değeri en çok azalan yine Üçüncü Dünya Ülkeleri olmuş. %21.5’lik değer yitirmişler. Merkezlerinki de eski artış oranını tutturamamış ama yi­ne %1.4’lük değer artışı kaydediyor ihraç ettiği mallar. Oysa Üçüncü'Dünya Ülkele­rinin malları 70’li yıllardan %2.5 daha ucu­za satılıyor.

Üçüncü Dünya Ülkeleri 80’li yıllarda da­ha az değerde mal alıyorlar. Yine merkez­ler kârlı, çünkü dışarıdan aldıkları mallara eskisinden %5 daha az para ödüyorlap Oysa Üçüncü Dünya Ülkeleri aynı oranda fazla ödüyorlar En genel olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri 70'li yıllardan hacim olarak %3'lük az mal alıyor, ama %5’lik fazla pa­ra ödüyorlar. Oysa merkezler aynı dönem için %4.3 daha fazla meta alıyorlar, ama karşılığında eskisinden %0.5 daha az ödü­yorlar. Daha çok alıp daha az para vermek, yeni sömürgeciliğin sonucu budur.

Bölüm IIIBurjuvalaşmada Kıtasal

ÖzelliklerBilimsel teknik devrimin kapitalizm elin

de yeni sömürgeciliğin kurulmasına hizmet etmesini yanlız merkez finans-kapitalinin becerisi olarak görmek yanıltıcıdır. Üçün­cü Dünya Ülkelerindeki gerici unsurlarla hep çıkar ilişkisi içinde olmuştur. Elbette çı­

temeli de yoktur. O dönemde yeraltı ve üs­tü zenginliklerin olduğu yerde bir iki tesis­ten başka bir şey yoktu. Halklar henüz ka­bileler halinde yaşamaktadırlar. Kan bağı özellikleri hâlâ hüküm sürmektedir. Özel mülkiyet olmadığı için sınıflı toplum yapısı bile şekillenmemiştir. Üretimin düzeyi bir ulusal pazar oluşturacak özelliğe ise hiç sa­hip değildir.

Peki bu durumda tepeden kurulacak burjuva devletçiliğin işlerliği ne olacaktır? Devlet başkanları kaçınılmaz olarak kabile reisi özelliği taşıyacaklardır. Bölgedeki dev let başkanlarına verilen kurucu baba, şef­lerin şefi gibi isimlerde bunu açıklar. Aynı kabilelerde olduğu gibi başkanlar ömür bo­yu olarak başkan seçilirler. Devlet meka­nizmasında partiler, muhalefet gibi sınıfsal ayrışmanın doğurduğu burjuva bürokratik özelliklere pek rastlanmaz.

Ulusal devlet demek ulusal bir pazar de­mektir. Ulusal pazarı kapitalist üretim zen­ginliği doğrur. Böyle bir üretim zenginliği olmadan ulusçuluk oynamak ve sonuç ve­recektir? “Ulus olmanın kavranmaya baş­lanmasına rağmen, komünal ve kabilese! bilincin üste çıktığını görmek mümkündür. Öte yandan çoğu Afrikalı için devletle ya­sal bir ilişkiden çok belirli bir etnik grubun (ivesi olmak (incelik taşır. (International Af fairs. 1988 sayı 1 sayfa 48) Avrupa'dan Af rika sınırları çizilirken bu etnik özellikler de­ğil merkezlerin çıkarları belirleyici olunca günümüzdeki çoğu sınır kavgasının zemi ni baştan doğmuş olur.

Page 21: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Kapitalizmin zenginliği yaşanmadan sos- yalizmikurmakta, feodalizmi yaşamamış bu ülkeler için zordur. Devletin görevi çok art­makta oysa üretimi aynı derecede arttırma imkânı sınırlı kalmaktadır. Demokratik güç­ler komünün olumlu yanları; kollektivizm, karşılıklı yardımlaşma vs. gibi özellikleri sos­yal ilerlemede kullanmaya çalışırlar. Örne­ğin Tanzanyada köy komünü özyönetim bi­rimi olarak geliştirilmeye çalışılıyor. Mada­gaskar’da komün anlayışı modernleştiriliyor. “Ancak geleneksel komünü gelecek sosya­list toplumun bir çekirdeği olarak sunma ça­baları burjuva öncesi sosyalizm ütopya ve hayallerine hizmet etmekten öteye gitmi­yor... Temel sorun, eğitim, (eğitimli perso­nel) sağlık, açlık ve yoksulluk sorunlarını çözmeye harcanan paralar devletin üreti­me ayırdığı yatırımlarda önemli kısıntılara gitmekle sonuçlanıyor” (a y. s. 49) Sosya­lizm yoluna çıkmış ülkeler bu iki tür yatı­rımda denge kurma sorunlarıyla karşılaş­mışlardır. Emperyalist güçlerde bu denge­leri bozmada ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.

Sistemden bağımsız olarak devlet tek ya­tırımcıdır. Yatırımların yapıldığı yerier kent olarak gelişmeye başlar ve buralara büyük bir akın vardır. Afrika kırları %2 3, kentler %5, gecekondular %10 artıyor. (Interna­tional Affairs. 1987 sayı 4 sayfa 70) Afrika ülkelerinde kentler bizlerde görülenden çok daha hızlı gelişmektedir. Bu bir yandan bü­yük bir işsizlik sorunu yaratmakta öte yan­dan tarımsal üretimin azalmasına yol aç­maktadır. Afrika kıtasında çoğu ülkenin ya­şadığı açlık sorununun bir nedeni kapita­lizmin böyle birden çarpık gelişimidir.

Büyük Sahra Çölü son 2ü yılda 150-200 km güneye ve kuzeye doğru ilerlemiştir. Doğa dengesi kıtada epey değişmiştir. 1970 yılında bilinen en uzun kuraklık ya­şanır. Beş yıl mahsul alınamaz. Tohumlar yenilir. Arkasından seller yaşanır. Sonuç­ta Afrika ülkeleri krediler ile tahıl ve gıda maddesi almak zorunda kalmıştır. Sonra hammadde fiyatları düşmeye başlar. Şim­di Afrika’nın merkezlere 175 milyar dolar borcu vardır. Dışarıdan mal alamadığı için üretim yapılamıyor. Üretim yapamaymca borçlarını ödeyemediği gibi dışarıdan bir şey alamıyor. Yani ekonomik çarkı bir tıkanık­lık içindedir. Sosyo ekonomik özelliklerinin kapitalist sömürüye uygunluğu Afrika kı tasını bugün gelişmek bir yuna ölüm kalım mücadelesi veren bir kıta durumuna getir­miştir.

Latin Amerika ÜlkeleriABD Emperyalizminin hemen burnunun

dibindeki bu ülkelerin gelişimi Afrika ve As­ya ülkelerinden farklıdır. Ne Asya’daki gibi yüzyıllarca feodal ilişkilerin çürümesinin al­tında kaderciliği ilke edinmişler, ne de Af­rika ülkeleri gibi kapitalist üretim ilişkileri­ne yabancı kalmışlardır. Dünya kapitalizmi­nin ilk birikim döneminde İngiltere Kuzey Amerika kıtasını, İspanya ve Portekiz ise güney kısmını sömürge haline getirmiştir. Bilindiği gibikapitalizm Portekiz ve İspan- ya’da güçlü feodalizm nedeniyle dizginsiz gelişememiştir. Aynı güçlü feodalizm Latin Amerika ülkelerinde kendini feodal ilişki­lerini geliştirme yoluna gitmiştir. Afrika kı­tasında devlet başkaııları nasıl şefsel özel­likler taşıyorsa, buralarda da kabile şefleri, Kızılderili vb. şefler birer latıfunda ağası ol­muştur. Hatta çoğu latifunda ağası bizzat Avrupa’dan ithaldir. Latin Amerika halkla­rı yıllarca köle olarak çoğu insanca haktan yoksun yaşamıştır.

ABD, Ingiliz sömürgeciliğine karşı kurtu­luş savaşı verir. Latin Amerika ülkeleri de Portekiz ve İspanyolları atarlar ve 19. yüz­

yılın başlarında bağımsızbirer devlet olur­lar. Arada burjuva hükümetler kurulur, ama üstlerinde durdukları ekonomik temel ABD tekelleri ile karşılaştırıldığında o ka­dar cılızdır ki uzun süre iktidarda kalamaz­lar. ABD finans-kapitali sömürgeciliğin ar­mağanı latifunda ağaları ile bu ülkeleri ken­di güdümünde tutar. Sonuçta adları birer cumhuriyettir, ama birer Muz Cumhuriye­ti yani ABD tarım tekellerinin birer çiftliği­dirler.

Ordu bir burjuva devletçiliği kurumudur. Oysa Latin Amerika ülkelerinde latifunda ağaları ile içiçe girecektir. Tepedeki ABD tekel çıkarları tek tek ülkelerde latifunda ağası - ordu işbirliği ile yürütülecektir. O ne­denle bu ülkeler, askeri diktatörlükler ola­rak da tarihe geçerler.

Burjuva devletçiklerinin kuruluşu köylü ayaklanmaları sonucudur, ama burjuvazi­nin latifunda- askerlerin yanında ekonomik güç olabilmeleri Küba Devrimi ile başlar. II. Dünya Savaşı sonunda Avrupa ve Japon­ya’nın birer rakip olarakdikilmesi ABD’yi ucuz emek aramaya iter. Kıtaya yatırım ca­zip gelmeye başlar. Küba devrim ateşinin kıtaya yayılması ABD’yi yeni bir sınıfla it­tifaka zorlar. Bunlar da kitleyi arkalarında sürükleyebilen burjuvalar olacaktır.

Latin Amerika ülke burjuvalarını diğer kı­ta burjuvalarından ayıran diğer bir özellik, bir sınır korumacılığından pek yararlanama- malarıdır. ABD dış yatırımlannın 3 /4 ’ünün buraya yapılmasının da nedeni budur. Yerli burjuvalar adeta bir açık pazar olan ülke­lerinde pek öyle arkasına gizlenecek güm­rük duvarı korumacılığına sahip olamamış, hep ABD tekelleri ile ve onlara karşın ge­lişmek zorunda kalmışlardır. ABD metası çoğunlukla gümrüksüz içeri girer. ABD te­kelleri hammadde alırken büyük kolaylık ve ayrıcalıklara sahiptirler. Piyasa fiyatının çok altında fiyat öderler. Çoğu şirketin biz­zat ortağıdırlar. Kârlarını kontrolsuz, engel­siz diledikleri gibi merkeze taşırlar. Böylesi fütursuz bir soygunun Şili’de Allende’yi ya­ratması bir rastlantı değildir. Hele ailende1 nin CIA eli ile öldürülmesi ise tekeller açı­sından bir zorunluluktur. Eğer burjuvaziye gerekli ders verilmezse uluslararası tekelle­rin hali felakettir. Ama buna karşın 1973’lerden başlayarak çeşitli ülkelerde mil­lileştirmeler başlar. Madenler-plantasyonlar ve dış ticaret millileştirilir. Ama bu burju vacu millileştirmedir ve halklar açısından di şe gelir bir özellik taşımaz. Sadece burju­vazi kendine delik deşik bir zırh giymiş olur.

Ülke ekonomileri o denli uluslararası te­kellerin çıkarlarına göre şekillenmiştir ki bu tür millileştirmeler bir sonuç vermez. Ör­neğin Venezüella’da plantasyonlar millileş­tirilir, ama ABD tekelleri daha işlem yürür­lüğe girmezden hileli satışlarla topraklarını yerlilere kiralarlar. Muzların satışını kontrat­larla garantilerler. Yerli kiracı, burjuvalar bu işten çok memnundurlar muz satışı garan­tidir. Ama sonuç hiç de Venezüella burju­vazisinin hesapladığı gibi olmaz. Muzların paketlendiği iki karton fabrikası yine aynı tekellerindir ve fiyatları öyle yükselir ki için­de taşıyacağı muzun bedelinin biraz altına da durur. Sonuçta bu farkı hem milli bur­juva hem de işçi kırışacaktır. Böylesi bur­juva millileştirmeler halklar açısından mii- lileştirmemekten kötü sonuçlar vermiştir. Millileştirmeler çoğu zaman ABD tekelleri icazetlidir.

Latin Amerika ülkeleri kapitalizmin en azgın geliştiği ülkelerdir. 1970’lerde kalkın­ma düzeyleri Brezilya, Arjantin, Meksika1 nın Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi Avrupa ülkesinden daha yüksekti. Bu ül­keler uçaktan son teknik kompüterlere ka­dar modern üretim yaparlar. Hatta Brezil­

ya uzay araştırmaları bile yapmaktadır. Ara­ba yapımında milyonlarca işsizine rağmen robot bile kullanıyor.

Bu denli gelişmişliğin nedeni sömürge­ciliğe karşı korunmasız olmalarından gelir. Bizzat bu yüzden 1980’li yıllarda tam bir fe­laketin içine girdiler. Arjantin Devlet Baş­kanı Alfonsin İtalya gezisi sırasında “Arjantin ve Latin Amerika ülkelerinin ekonomileri gerçekten tükenmiştir.” (New Times 1989 sayı 4. sayfa 18-19) diyerek ne kadar ça­resiz olduklarını dile getiriyordu. Kişi başı­na gelir 1976’larm düzeyindedir. Üretimler düşmüştür, işsizlik çok artmıştır, işçi gelir­leri düşmüştür. Bazı ülkeleri örnekleyelim.

İşçi ücretleri artışıÜlkeler 1970-80 1980 85Brezilya 4.0 — 2.1Meksika 1.3 — 5.9Arjantin 1.4 4.1Venezüella 3.8 0.5Şili ...... 0.0

l Burjuvazinin birikimleri azalmıştır. Örne­ğin 1977-8 arası merkezlere kaçan para­nın 150 milyar dolar olduğu sanılıyor. (In­ternational Affairs 1987 Mayıs, sayfa 75) İhracat düşmüş, ithalatta azalmıştır.

Latin Amerika burjuvazisi 1980’li yıllar­da yeni arayışlar içindedir. Çoğu diktatör­lüklerin bu dönemde yıkılması bir rastlantı sayılamaz. Şimdi iki tane kaldı. Son olarak aralarındaki ticareti arttıracak krizden çık­mayı deniyorlar. Tüm Latin Amerika ülke­lerinin dış ticareti yıllık 130 milyar dolardır. Şimdiye kadar bunun %4’ünü uend. ara­larında gerçekleştiriyorlar. Şimdi tekeller aracılığını ortadan kaldırıp, karşılıklı ilişki içi­ne girmeye çalışıyorlar. Ulusal tekellerin ve hükümetlerin uluslararası tekellere olan ba­ğımsızlığı düşünülürse, böyle bağımsız bir tavrın ne derece olumlu olacağını kestirmek zor değildir.

Montaj ÜretenlerMontaj yapan ülkeler dendiğinde Güney

ve Doğu Asya ülkeleri Güney Kore, Hong- Kong, Singapur, Tayvan, Malezya, Endo­nezya gibi ülkeler akla gelir. Endonezya petrol ihraç etmesine ve fiyatların düşm e­sine rağmen montaj nedeni ile biraz ayak­ta durabilmiştir. Güney Kore 1965 80'leriıı %16.5 ve %18.7’lik büyüme rakamlarına ulaşamasa da 1980’li yıllar için %10.2 ve %9.801er hiç de kötü değildir. Genelde bu ülkeler eski büyüme hızlarını yitirseler bile gene de Latin amerika ve Afrika ülkeleri­nin 70’lerdeki hızlarına sahiptirler.

Bilindiği gibi montaj sanayi ucuz emek demektir. Merkezlerin arasındaki rekabet bol emek isteyen sanayileri emeğin ucuz ol­duğu ülkelere götürmeyi zorunlu kılmıştır.

Bölgenin sosyo-ekonomik yapısı diğer kıtalardan farklıdır. Oldukça gelişmiş ve merkezileşmiş bir feodal ilişkiler zinciri var­dır. Hindistan ve Çin gibi bazı ülkeler ilk sö­mürgeciliğin merkezleri gibidir. Montaj sa­nayinin verildiği ülkeler ise bu halkanın o dönem nisbeten dışında kalmış olanlarıdır. Emperyalizm onlara başka bir iş bölümü ve­recektir. Bu ülkelerin “başarısı”, Japonya1 da doruğuna çıkan, feodalizmin köleliğini kapitalizmin ücretli köleliğine oturtabilme- lerindedir. Boğaz tokluğuna ağasının top­raklarında kölelik yapan köylü şimdi fabri­kada patronun ücretli kölesidir. Bizzat bu nedenle emperyalizm yatırımlar yapmış ve işçi sınıfını acımasızca sömürmektedir.

Kapitalizmin “ekonomik mucizesi” di­ye bütün Üçüncü Dünya Ülkelerine örnek gösterilen Güney Kore’ye baktığımızda iki tane ayn denebilecek ekonomi görürüz. Bi-

Page 22: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

rincisi tekellerin üretim yaptıkları adacıklar. Burada dünya pazarları için üretim yapıl maktadır. İkincisi büyük köylü kitlelerinin olduğu, merkezlerde üretilenlerle hiç ilgisi olmayan asıl Güney Kore, ikinci ekonomi vardır.

Birinci ekonomiye 4 tekel hâkimdir. Dünya tekelleri sıralamasında ilk 100e gi­rerler. Diğer 6 tekel ise ilk 500e girer. En büyük tekel Hyunday, Yong ailesinindir. Gemi, araba, elektronik, inşaatçılık alanla­rında faaliyet gösterir, ikinci sıradaki Sam ­sung tekeli Lee ailesinindir, yine gemi, tek­stil, makine aletlerine yatınm yapmıştır. Da­ewoo, Kim ailesinin, Lucky God Star Ku ve Ha ailelerinindir. Bu dört ail̂ e ulke GSMHOsının %40'ını üretirler, ihracatın ya­rısını yapar, işgücünün ise % 4unü barın­dırırlar. diğer 6 aile ile birlikte ele alırsak GSMH’nin %60’ını ihracatın %70'ini ger­çekleştirirler. Güney Kore mucizesi denilen, özünde 4-10 ailenin zengin olma hikâyesi­dir. İkinci ekonominin üstünde oturduğu kamu sektöründe ise 24 tane kamu kuru­luşu ülke üretiminin ancak %10’unu ger­çekleştirir. (Far Eastern Affairs 1988 sayı 5, s. 1-44)

Dünya sıralamasına giren güney Kore te­kellerinin birde sermayelerine bakıp ulus­lararası kardeşleri ile ilişkilerinin temelini gö­relim. İlk sıradaki Hyunday tekelinde yerli sermaye miktarı %1.5'tur. Deowoönun %10. diğer ikisinin ise biraz daha fazla %15. (ay). Peki bunlara Güne Kore tekeli demek yerinde midir? Sadece Güney Ko­reli bir avuç ailenin arkasına gizlenmiş, on­ların adı ve eliyle milyonlarca insanı sömür­meye oturmuş, emperyalizmin kolları. Montaj üreten ülkelerin başarısı denen şey uluslararası tekellerin söz konusu ülkedeki gelişiminden başka bir şey değildir. Muci­ze ne pahasına yapılır? Korkunç bir işçi sö­mürüsü pahasına. Güney Koreli bir işçi ABD’de aynı işi yapan işçiden 8, Japonya- lıdan 6 kat düşük ücret alır. Ortalama ça­lışma saati 54’tür. Orta ve küçük işletme­lerde 60-70 saate kadar çıkar. Grev yasak­tır. Sendikalar federasyon kurup merkezi bir güç oluşturamazlar. 10 milyon işçinin ancak 830.000’i sendikalıdır. Bu koşular işçi sınıfının örgütlü mücadelesini kırıp sömü­rü imkânını yani tekellerin kâr marjlarını yüksek tutmasına yarar.

Bilimsel teknik gelişim hızlı adımlarla iler­liyor. Mikroprocessor (ışınlı işleme) adı ve­rilen yeni bir yöntem yakın gelecekte ucuz emek avantajını ortadan kaldıracaktır. Hat­ta bazı yerlerde üretime sokuldu bile. La- ser ışınlarıyla kumaşlann kesimi canlı emek­ten daha verimli. Çeşitli minicik vidaların, parçaların montesi yine ışınla daha kaliteli ve kolay oluyor. Işın böyle sanayilerin ya­pısını tamamen değiştirecektir. Kalite çok yükselmektedir. Bu mamullerin üretimin­de böyle bir değişiklik Üçüncü Dünya Ül­kelerinin ellerindeki tek “avantajı” ucuz emek imkânını alacaktır. O zaman bu ül­kelerin durumunu belki de Afrika ülkele­rinden daha kötü olacağını söylemek fal­cılık değildir.

SonuçEmperyalizm II Dünya Savaşı ndaki ide­

olojik yenilgisine rağmen, tekelci yapısın­daki hantallığa rağmen, yeni sosyo- ekonomik-politik koşullara uyabilme esnek­liğini gösterebilmiştir. Eski sömürgecilik ta­rihe gömülmüştür, ama şimdi yeni kanal­lardan yeni yollarla eskisini aratırcasına yen sömürgecilik dünyamızın ilerlemesi önün­de durmaktadır.

II.Dünya Savaşı enkazının altında yük­selen Avrupa ve Japonya emperyalizme ilk ivmeyi kazandırmış, onu hammadde bul­ma sorunu ile yüzyüze getirmiştir. Emper­yalizm böylç bir ihtiyaç sonucu Üçüncü Dünya ile ilişkileri geliştirmek zorunda kal mıştır. Hammadde kaynakları daralmaya ve Üçüncü Dünya Ülkelerinin elinde bir koz olmaya başlayınca tasarruf ve yapay ham ­madde elde etme yöntemleri bilimdenalı- nıp üretime sokulmuştur. Eski hammadde yoğun üretim biçimleri de iyi fiyata Üçün­cü Dünya Ülkelerine satılmıştır. Böylece hem Üçüncü Dünya Ülkeleri kapitalist üre­tim ilişkilerine çekilmiş hem de teknolojik sömürü, taşıma ve ticari sömürü yöntem­leri doğmuş, emperyalist merkezlerin ve uluslararası tekellerin kârları artmıştır. Emperyalist tekel fiyatları ve finans kurum- larının keyfiliği Üçüncü Dünya Ülkelerinin boynuna bir de borç halkasını geçirmiştir.

Üçüncü Dünya Ülkeleri merkezlerin eko­nomik çıkarlanna göre ekonomik bir şekil­lenmeye girmişler, tek tek ülke sınırların­da halklarından kopmuşlardır. Daha ülke­de açlık ve yoksulluk büyük halk yığınları için bir gerçeklik iken, kentlerde kümelen­miş bir avuç burjuvazi bolluk içinde yüz­mektedir. iki grubun ihtiyaçları farklılaş­makta, finans-kapitalin merkezlere bağımlı üretimi bu bir avuç insana seslendikçe ken­di pazarını daraltmaktadır. Geniş halk yı­ğınlarının kapitalist pazarla olan bağı gide­rek kopmaktadır.

Bilimsel teknik devrimin ucu bucu henüz ufukta yoktur. Çığ gibi ilerlemektedir. Elek­tronik, robot, yeni kimyasal bulgular emperyalizme yeni yatırım alanları, sektör­ler açmıştır. 1980’li yıllarda bunların bizzat üretime geçirilmesi ise bu kez merkezleri

çevrelerinde oluşturdukları Üçüncü Dün­ya Ülke burjuva üretimlerinden kopartıp, sivriltmiştir. Şimdi yeni olanaklar ile üretim yapmak için pek bu ülkelere ihtiyaçları yok­tur ve ayrıca aradaki üretim farklılığı onlar­dan yararlanmayı zor hale getirmektedir. Başka bir değişle 1960-80 arası tüm çarpık­lığına rağmen kurulan uluslararası ilişkiler bir alt üstlük yaşadı. Reaganla estirilen te­rör havası bunların doğurabileceği tepkile­re karşı eline sopa almaktı.

Şimdi Reagan ve Gorbaçov arasında im­zalanan anlaşma dünyamızı bir barış hava­sına soktu. Emperyalizmin sosyalizmle im­zaladığı, yumuşamaya yol açan anlaşma emperyalizmin savşatan vazgeçtiği ya da in- sancıllaştığı anlamını taşımaz. Sadece

emperyalizmin ekonomik çıkarları bunu zorlamaktadır. Şimdi dünya halkları ile iyi geçinme isteğinin altında başka bir ekono­mik çıkar yatmaktadır.

Bilimsel teknik bulgular üretimin hızını, verimini ve yoğunluğunu belki bir 20 yıl ön­ce tahmin edemeyeceğimiz şekilde arttır­dı. Bu artış uluslararası ilişkileri daha da çok geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Mikro- elektronikten. mikro biyolojiye, genetik bi­liminden uzay bilimine, üretim için öylesi­ne yeni ufuklar açılmaktadır ki artık tek bir ülkenin tüm bu alanlarda yatırım yapması hele hele dünya üstünlüğünü hepsinde elinde tutması imkânsızdır. Üretim çeşitlili­ği merkezlerin toplam sınırlarını bile aşmış­tır. Eğerki bütün bu bulgular insanlığın hiz­metine sunulacaksa tüm insanlığın el ver mesi gerekmektedir. Bilimin insanlığın hiz­metine sunduğu imkânlar günümüzdeki global sorunları, açlığından sağlığına, çev­re korunmasından eğitimine kadar kısa sü­rede çözmeye yetecek düzeydedir.

Ama emperyalizmin bencil çıkarları onu bu imkânları değerlendiremez hale getir­miştir. ilk topyekün krizini 1973’te yaşaya­lı beri bilimi üretime aktardıkça manevra alanını draltıyor. Belki kendini yeniliyor, kâ­rını arttırıyor, ama tam zıddı yönde de ala­nını daraltıyor. Pazarını açmak istedikçe bir sonraki pazar imkânını daraltarak yenileni­yor. 1980’lerden beri yenilenişin en topye- küıuı, en kapsnmlısıydı o nedenle de 20 yıldır yetiştirdiği Üçüncü Dünya Ülkeleri burjuvalarından da kendini epey kopardı.

Yıl 1989. 5-6 yıldır yeni üretimin mey- valarınt topluyor. Toplaya dursun. Ama dünya ticaret göstergeleri kırmızı ışıklar ya­kıyor. Ticaret savaşları çıktı çıkacak. Eğer böyle bir kıvılcım çakarsa bir anda ortalı­ğın yangın alanına dönmesi işten bile de­ğildir. Batının ekonomik raporlarından is­tediğinizi açın, hepsi ticaretin önünün açıl­ması gerekliliği üstünde duruyorlar. Rea­gan bu nedenle yumuşamak zorunda kal­dı. Yine aynı nedenle Bush diktatörlükler devri bitti demokratikleşme süreci başladı diye uluslararası ilişkilerdeki yeni maskla­rından söz ediyorlar. Şimdi ticaret yolları­nın açılma dönemidir. Nasıl açılacak, açı­labilecek mi göreceğiz.

Üçüncü Dünya Ülkelerini gördük, mer­kezlere borçlar, ticaret kanallarını tıkamış­tır. içeride enflasyonlar devalüasyonlar, bütçe açıkları burjuvaziye birikim için gös­terilen kolaylıklardır. Yeni yatırımlar yapı­lamıyor. eskiler kapasite altı çalışıyor. Halk­lar kemer sıkma politikaları, istikrar prog­ramları altında ezildikçe ezildi. İhracat teş­vikleri devalüasyonlar iç pazarların tıkanı- şına karşı yerli finans-kapitalleri kayırma po­litikalarıdır. Bu ülkeler kendi içlerinde mer­kezlerin bugün Üçüncü Dünya Ülkeleri ile arasındaki gibi bir kutuplaşmaya varmışlar­

dır. Kentlerde yaşayan, merkezlere uygun tüketim alışkanlığına ulaşmış birkaç milyon insan ve en doğal yeme, içme, barınma hatta ısınma ihtiyacını karşılayamayan mil­yonlarca halk yığınları ve onların farklı tü­ketim ihtiyaçları. Ulusal finans-kapitallerin pazarları merkezlere bağlılıkları nedeniyle de bu geniş yoksul halk yığınları yerine, kentlerdeki burjuvalara yönelik üretim için­dedirler. Merkezlerden aşağıya doğru na­sıl bir gelişim,değişim yapılabilecektir ki, hem tekellerin çıkarları korunacak hem de bu çıkarlar halk yığınlarının bugün yüzyü­ze bulunduğu sorunlari çözecektir? Başka bir değişle uluslararası ve ulusal tekellerin çıkarları nasıl bir evrimle ulusal çıkarlarla uz­laşacaktır? Bizce çözüm tepeden bir evrim­leşme ile olacak iş değildir. Olsa olsa aşa­ğıdan halk yığınlarının bilinçli örgütlü ayak- lanışı, bir devrim ve devrimler zinciri ancak kangrenleşen yarayı söküp atacaktır.

Emperyalizm II. Dünya Savaşandaki ideolojik yenilgisine rağmen, tekelci yapısındaki

hantallığa rağmen, yeni sosyo-ekonomik- politik koşullara uyabilme esnekliğini

gösterebilmiştir. Eski sömürgecilik tarihe gömülmüştür, ama şimdi yeni kanallardan

yeni yollarla eskisini aratırcasına yeni sömürgecilik dünyamızın ilerlemesi önünde

durmaktadır.

Page 23: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

BİR DİRENİŞ ÖRNEĞİ: BURDUR '

Yerel seçimler, toplusözleşmeler, işçi direnişleri arasında basında ancak bir gün yer alabilen önemli bir olay vardı Burdur da. Faşist saldırılara karşı dire­nen öğrencilerden 52’sinin gözaltına alınmasıyla basına yansıyabilen bir olay. Sadece bir gün olup biten bir şey değildi. Sistemli bir saldırının son hal­kasıydı. Burdur olayı ve ardındaki ger­çekleri aktaran bir mektup var elimiz­de. Yayınlıyoruz.

★Devrimci demokrat kamuoyuna;Burdur öğrenci gençliğinin 14 Nisan

eylemleriyle yükselmeye başlattığı dev­rimci direnişçi muhalefet, sistemlice fa­şist saldırılara hedef oluyor. Devrimci hareketin yükselişi faşist saldırıların do­zunun artmasına yol açıyor.

Türkiye’de gelişen dernekleşme sü­reci 1986’da Burdur’da da başlatıldı. Egemen güçlerin keyfi engellemeleri yüzünden öğrenci derneği yasallaşa­madı. Ama Burdur ve diğer taşra okul­larında bu sorunlara ek olarak yaşanan ve dernekleşme gereğini gölgede bıra­kan başka sorunlar vardı. Kabaca eği­tim kurumlarının yetersizliği, barınma sorunları, olanakların yetersizliği vb... Söylenebilir. İşsiz liseli gençliği turnike­den geçirme anlayışıyla kurulan bu ge­cekondu üniversitelerden fazlası bek lenemezdi.

Bütün bunların ötesinde yaşamı çe­kilmez hale getiren kır gericiliğiyle ör­tüşmüş faşist saldırılardı. Van’da M. Şi­rin Tekinin öldürülmesi bu olgunun en çarpıcı örneğidir. Özellikle kızlara yö­nelik ahlaksızca saldırılar, yörenin ge­rici değerlerinden kaynak alıyor. Ben­zeri yoz gerici düşünceler faşist saldırı­lara ortam hazırlıyor. 1 Ağustos Genel­gesine karşı yükseltilen devrimci dire­nişi polis bu ortamdan yararlanarak engellemeye çalıştı. 12 Eylül’den son­ra Türkiye’de gericiliği güçlendirip dev­rimci muhalefetin önüne çıkarma po­litikası rezilce biçimde Burdur’da da uy­gulandı Budur’da kurulan Türk Oca­ğı faşist saldırıların yönetildiği merke­ze dönüştü. Ve idare - polis - faşist sa­cayağına oturtulan saldırılar yoğunlaştı. Üniversite gençliğine yönelik yöre hal­kının gerici duygularını kışkırtan söy­lentiler çıkarıldı. SHP ve diğer reformist anlayışlar gelişen devrimci muhalefe­te karşı kinlerini bu söylentilere deği­şik biçimlerde destek olmakta kusuyor­lardı. Pek yabancı olmadığımız canhı­raş “goşizm” haykırışları ortalığı kapla­dı. Faşist gerici saldırılara karşı koyama-

ma aczi içinde olanlar ancak devrimci direnişçilere dil uzatabiliyorlardı.

Bunlara karşın devrimci direnişçi gençlik yılmadı.

Reformistlerin dedikodularıyla kat- merlenen faşist gerici saldırılara karşı yiğitçe göğüs gerdi. Faşist saldırıların sistemli hale gelmesi devrimci direnişi de sistemleştirdi.

1 Ağustos Genelgesi’ne karşı yürü­tülen muhalefet sonrası faşist lümpen­ler yalnız başlarına sokaklarda kıstırdık­ları devrimcilere saldırmaya başladılar. Sokaklarda başlayan saldırılar giderek geceyarısı devrimcilerin evlerinin taş­lanmasına vardı. Aynı gerici güruh okul kantinlerine yöneldi. Kantinler bu ruhsuz sürünün işgaline uğradı. Elbet devrimci direnişçi gençlik olanlara se­yirci kalamazdı ve kalmadı. Devrimci öğrenciler direnişe geçerek faşistleri okuldan kovdular. Savunma birlikleri oluşturuldu. Faşistlerin okula girmesi­ni engellemek için denetim mekaniz­maları kuruldu. Okullardan evlere gi­den devrimcilerin yollarda uğradıkları saldırılar ve ahlaksızca hareketleri en ­gellemek için arkadaşlarını topluca ev­lerine bırakmaya başladılar. Bu başa­rılı direniş 16 Mart katliamının protes­tosuyla doruğuna ulaştı. Devrimci di­renişçi gençlik bu katliamı nefret ve ka rarlılıkla kınadı. Faşist lümpen çetele­rin saldırılarının sonuç vermemesiyle polis sistemli bir yıldırma politikası uy­gulamaya başladı. Öğrenciler sık sık polis araçlarına bindirilip silahla tehdit edildi. Onlarca öğrenciye aynı yöntem­le muhbirlik önerildi. Bu uygulama sü­rekli hale getirildi' Faşist çetelerin yet­mediği yerde polis devreye giriyordu. Bu yapılanlar Maraş - Çorum katliam­larının yüzü maskeli faşistlerin hafıza­mızda tazelenmesinden ve kinimizin bi­lenmesinden başka bir yarar sağlama­dı. Polisin idare ile işbirliği içinde yü­rüttüğü bu yıldırma hareketi devrimci direnişçilerin protestosuna yol açtı. 27 Mart günü kampuste toplanan öğren­ciler yürüyüşe geçerek polis - idare iş­birliğine son verilmesini istediler. Poli­sin öğrenim özgürlüğünü ihlal eden ya­sadışı uygulamaları kınandı. Öğrenci­ler hep bir ağızda halk üniversitesi is­temlerini dile getirdiler. İki gün sonra on yedi öğrenci gerekçesiz dört saat gözaltında tutularak tehdit edildi. Bu yapılanların hiçbiri devrimci gençliği yıldırtmadı. Bunun üzerine faşistler yaklaşan Ramazan ayını son koz ola­rak kullanmak istediler, imam Hatip

Selçuk BAŞOL

Lisesi, Meslek Lisesi ve üniversitedeki faşistler saldırılarını yoğun taştırdılar ye­niden. Devrimci gençler ayakkabıları­nı bile çıkaramadan uyumak duru­munda kaldılar kimi geceler. Faşist çe­teler Eğitim Fakültesi etrafındaki çam­lar arasında saklanarak gece eğitimine gelen öğrencilere saldırmaya başladı­lar. Bu durumda öğrencilerin bir bö­lümü derslere devam etmemeye baş­ladılar. Öğretmenler aynı biçimde ders veremez oldular. Ders saatleri dolma­dan dersleri bitirdiler. Her zaman saat 23.00’e dek açık kalan kantin muhbir kantinci tarafından saat 1 9 .0 0 ^ kapa­tılmaya başlandı. Kantinin erken kapa­tılması öğrencilerin bahçede faşist sal­dırılara hedef olmasına yol açıyordu. Tam bir terör havası estirildi. Bıçak ke­miğe dayanmıştı. Okullarda ve yurtlar­da saldırılara karşı koymak için hazır­lanıldı.

8 Nisan günü gençlik kurultayına ilişkin sorunların tartışılması için dev­rimci öğrenciler bir toplantı düzenledi­ler. Okul dışında yapılan bu toplantı es­nasında faşistler Türk Ocağı’nda top­lanıp saldırı planları yapıyorlardı. Dev­rimci öğrenciler toplantılarını bitirip okula dönünce aralarına sızdıkları dev- rimcilerce faşistlerin planından haber­dar oldular. Kantin kapalıydı. Yurtlar­dan kimse dışarı çıkmıyordu. Faşistler ön bir yoklamayla terör havası estirmiş- lerdi. Devrimci öğrenciler okul bahçe­sinde saldırıyı göğüslemeye hazırlandı­lar. Bu arada polis amiri Ramiz ve adı bilinmeyen birkaç polisin okul bahçe­sinde sivil araçla dolaşmaları dikkat çe­kiciydi. Beklenen saldırı iftardan son­ra başladı. Karnı doymuş ve gözü dön­müş faşistler Allah Allah sesleriyle üç koldan saldırdılar. Her kolda elliye ya­kın faşist vardı. Burdur’dakiler yetme­miş, Bucak ilçesinden takviye almışlar­dı. Saldırganların şifreli konuşmaları, saldırı düzeni olayın planlı olduğunu gösteriyordu. Olay sırasında bahçede gezen iki polisin kuşku verici biçimde dışarı çıkmaları polisin olayı başlattığı şüphesini uyandırdı. Faşistler önceden hazırladıkları taş ve sopaları devrimci direnişçilere yağdırmaya başladılar. Devrimci gençlik inançlarının verdiği kararlılıkla da yılmadılar. Kendilerine atılan taş ve sopalarla onurlarını koru­dular. Taşları aynı biçimde geri iade ederek faşist saldınyı püskürttüler. Olay sırasında faşist Türkiye ve Tercüman gazeteleri devrimci öğrencilerin bahçe­ye taş yığdıkları yalanıyla direnişi ka-

23

Dev

amı 8

0. S

ayfa

'da

Page 24: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Dün, bugün, gelecek:

AFGANİSTAN'DA NELER OLUYOR

Neredeyse 10. yılını bitirecek olan Afga­nistan müdahalesine Sovyet askerlerinin geri çekilmesiyle bir “ara nokta” konul­du Sovyet askerinin geri çekilmesini Tür­kiye'de ve dünyada bazı çevreler onayladı, bazıları da “Sovyetler’in yenildiği çığırt­kanlığını yapıp”, “yurtsever toprak ağalannın zaferini” sayfalarca yazılar ya­zarak tavırlarını sergiledi. Bugün Afganis­tan sorunu ülkenin sınırlarını çoktan aşmış; Sovyetler Birliğinin içinde bir tartışma or­tamı yara tıp neredeyse* “bir günah çıkar­ma komidesine dönüşecek” panik psi kolojisine yol açarken;

Başta ABD olmak üzere emperyalizmin, bir çok devrimci sol akımları da etkisi altı­na alınabilecek uluslararası alanda sağa sa­vurmanın yeni rüzgârlarını estirmeye baş­lamıştır

Hem sosyalist hem de emperyalist dün­yadaki bu iki açılımı daha iyi kavrayabilmek ve sorunun bize öğrettiklerini gösterebilmek için önce devrim öncesi koşullara, daha sonra ise devrimin ardından yaşanan ge­lişmeleri kısaca özetlememiz gerekiyor:

650 bin metrekare yüzölçümlü Afganis­tan'da 1978de 16,8 milyon insan yaşıyor du. Nüfusun yüzde 50ye yakını tarım, ti caret. yönetsel mekanizmalarla ordu ve po­lis içinde önemli etkinliğe sahip Paştunlar dan oluşuyor. Nüfusun yüzde 25’i ağırlıklı olarak çiftçilik ve küçük ticaretle uğraşan Taciklerden geri kalan bölümü ise yüzde 9 u Özbek ve yine yüzde 9’u Hazarlardan meydana geliyor. Nüfusun yüzde 8 Tinin kırsal kesimde yaşadığı Afganistan'da tarım sal üretim ekonomide buna paralel olarak bir ağırlığa sahip.

Son Sovyet askeri Afganistan’dan ayrılıyor.

Birleşmiş Milletlerin verilerine göıe Af ganistan’da devrim öncesi ulusal gelir 1,6 milyar doları buluyordu. 16.8 milyonluk nüfusa böldüğümüzde kişi başına düşen ulusal gelirin 98 dolara geldiği ortaya çıkı yor. Nüfusda olduğu gibi, ulusal gelirin ya­ratılmasında da birinci ağırlığa sahip tarım da mülkiyet yapısına baktığımızda karşımıza

güçlü bir feodal yapı çıkıyor. Ülkenin eki­lebilir toprak miktarı toplam kırsal toprağın yüzde 12’sini geçmezken, mülkiyet yapısın­da bu toprakların yarısına sayısı 10’u geç­meyen ve bugün “mücahit liderleri” ola­rak dünya kamuoyuna lanse edilen toprak ağaları sahiptir. Dünyanın en büyük eroin trafiğinin de içinde bulunan toprak ağala­rının tarımsal üretimde sömürdükleri sınıf açıkça kavranabileceği gibi köylülerdir. Su lamanın tamamen “Allaha bırakıldığı” üretimde gübre gibi, traktör gibi kapitalist çe yöntemlerin kullanılmadığı bu topraklar da buğday, pirinç, pamuk ve haşhaş ekil mektedir. Tarım ülkesi olmasına rağmen Afganistan şeker gereksiniminin yüzde 87'sini margarinin yüzde 58'ini ve sebze meyve gereksiniminin de yüzde 23'ünü it­halat yoluyla karşılamaktaydı. Enerjinin yüzde 70'ini petrol ithalatı ile sağlayan Af­ganistan'da 1%7’de bulunup 1969'larda iş­letilmeye başlanan doğalgaz ise yeterli ya­tırımların olmaması ve o günkü krallık reji­minin tercihleri doğrultusunda enerji ihti­yacını gidermede önem kazanamamıştı.

1978’de devrim öncesinde nüfusun yüz­de 8i okuma-yazma biliyordu. Çocuk ölümlerinde Afganistan dünya birincisiydi. Her bin çocuktan 329'u 1 yaşına basma dan ölüyordu. Ülkede hastanelerin yatak kapasitesi 3600'dii

İşte, ülke aşırı derecede yoksullaşan böy le bir süreç içinde, sınıfsal çelişmelerde; özellikle köylüler, işçiler küçük burjuvalar ve gelişmekte olan burjuvaziyle feodal ya­pıyı elinde bulunduran güçlü toprak ağa­ları arasındaki çelişmenin kesinleşmesiyle yüzyüzeydi devrim öncesinde. 1978 Afga nistan devriminiıı gerçekleşmesine geçme den önce, ülkede politik liderliği o dönem ve daha sonra elinde bulunduran Afganis­tan Demokratik Halk Partisi nin kuruluş ve sonrasına bir göz atalım:

Başını Nur Muhammed Tarakki, Ahbar Haybar (Partinin ideoloğu) Babrak Karınal ve Badanşair’in çektiği bir grup devrimci 1964’de bir gizli kongre topladılar. 50’sini çeşitli mesleklerden sivillerin 27'sini ise değişik rütbelerden askerlerin oluşturduğu 77 militanla gizli olarak gerçekleştirilen bu kongrede Parti nin yasal olarak kuruluş ta­rihi 1 Ocak 1965 olarak saptandı. Diğer ku­rucular Politbiiroya seçilirken, Babrak Kar- mal Merkez Komitesi Genel Sekreterliğine atandı 1953 yılında ilerici gösterilerde yer aldığı için 3 yıl süreyle hapis yatmış. Kar mal. 1964 ve 1973 yıllarında 12. ve 13. dönem milletvekili seçilmişti. Toplanan Kongrede partinin izleyeceği politik hat; le­gal faaliyetin avantajlarından azami dere­cede yararlanmak ve legal çalışmayı özel likle ordu içindeki illegal çalışmayla kaynaş tırmak olarak belirlendi Koııgerede alınan kararlar iki grupda toplanabilir:

Ali KEMAL1- Kısa erimde ülkedeki tüm ileri ve diri

güçlerin birleştirijmesi ve koşullar olgunlaş­tırıldığında bu güçlerin devrime seferber edilerek monarşiyi yıkmalan ve feodal ya­pıyı parçalamaları; böylelikle “ Kapitalist olmayan yoldan gelişmeyi (abç) başlat­maları idi. Kongre, bu hedefin ancak bir devrimle gerçekleşebileceğini ve ülke ko şullarında devrimin “ulusal demokratik devrim” karakterinde olacağını saptadı. Bu tip bir devrim ise “örgütlü veya örgüt­süz tüm halk yığınlarının (abç) eıupcr yali/ıııe ve monarşiye karşı ekonomik, sos yal ve siyasal bakımdan bir asgari program etrafında toplanılmasını gerektirirken, uzun erimli hedef ise kapitalist olmayan sos­yal gelişme yolunun (abç) sosyalist ku­ruluşa, giderek sınıfsız topluma ulaşmasıy- dı. Kongrede oluşturulan programın temel hedefleri ise:

“Kamu sektörünün güçlendirilmesi, plan­lı ekonominin gerçekleştirilmesi, ülkenin sa nayileştirilınesi. dış ticaretin kontrol altına alınması, demokratik reformun yapılması, cehalete savaş açılması, işsizliğin tasfiyesi gibi demokratik hedeflerdi. Programda bu hedeflere ulaşılması için “ülkenin feodali­teden kurtulması ve geri kalmışlıktan kur­tulmasını isteyen ve geri kalmışlıktan kur tulmasını isteyen tüm demokratik, politik * güçleri ve toplumsal katmanları içine alan en geniş ittifakların gerçekleştirilmesinin tek araç olduğu belirtiliyordu. (1)

Belirlenen programın eleştirisine daha sonra değinmek üzere, şimdi de parti için­de giderek kristalleşen iki eğilimin: Halkçı ve Bayrak eğilimlerin oluşumuna bakalım:

Partide programa ilişkin ilk tartışmalar 1966da partinin yeni üyelerinden ve dö­nem milletvekillerinden Hafızullah Amin ta rafından başlatıldı Amin in diğerlerine gö­re daha radikal davranması parti içindeki taraftarların sayısını hızla arttırırken. Amin, partinin temel politik hattı olar cephe po­litikasına”. “sınıf işbirlikçiliği” ve “Par ti’nin likidasyonu” gibi ağır suçlamalar getiriyordu. Amin, bu suçlamalarıyla, az sa yıda işçi dışında, çoğunlukla aydınlar, m e­murlar, küçük zanaatkarlar, işsizler, lu mpenlerden; yani tamamen heterojen ve işçilerin azınlıkta kaldığı partide taraftar bul maya devam ederken, bir süre sonra Par tinin orduyla yürütülen ilişkilerinin başına geçti.

Parti içindeki bu iki eğilim arasındaki ay rılık bir 10 yıl kadar sürdükten sonra 1977 nisanında başlayan gelişmeler her iki siya sal eğilimin birleşmesine yol açtı. Başını Ta rakkı'nin çektiği Bayrak eğilimi. Halkçı eği limle birleşmek için Aminin tasfiyesini öıı koşul olarak ileri sürüyordu. Aminin tasfi yesi gerçekleşmezken. iki eğilimin sadece legal düzeyde: tek bir Merkez Komite al

Page 25: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

tında, bir partide birleştirilmesi kararı alın­dı Birleşmeye partinin illegal örgütlenme­si olan ordu katılmamıştı. Partinin bu ille­gal örgütlenmesinde ise esas söz sahibi Ha- fızullah Amin’di.

1978e, Afganistan Demokratik Halk Par­tisi (ADHP) yoğun kitle gösterileri ile girer­ken iki çok önemli gelişme yaşandı. Parti, Hafızullah Aminin partiden ihraç kararını aldıktan hemen sonra; bu kararda önemli rol oynayan Partinin ideoloğu Ahbar Hay- bar bir suikast sonucunda öldürüldü. Par­ti, Haybar’ın cenaze töreninde büyük bir gösteri düzenlerken, Aminin ihraç kararı­nı da bir süre için askıya aldı.

1973’de Zahir Şahı devirip iktidara ge­çen Davud Han 24 Şubat l977’de hazır­lattığı anayasayı, Cumhurbaşkanının seç­tiği ülkenin “ileri gelenleri” ve aşiret re­islerinden oluşan “ Loya Jirga” adlı mec­lise onaylattırdı. Partilerin faaliyeti böylece yasaklanırken, Haybar’ın cenaze töreninin ardından Davud Han ADHP’nin önderle­rinden Tarakkı ve Karmal ve diğerlerinin tu- tutuklattırılması kararını aldı,ama ilginç olan Davud Han'ın Aminin tutuklattırılmasını bir gün süreyle geciktirmesiydi. ADHP öıulor terinin tutuklattırılmasıyla birlikte ordu için de etkin olan parti örgütü harekete geçe­rek, tanklarla Kabil’in en etkin noktalarını ele geçirdi. Hava Kuvvetleri de yine aynı tarihde: 27 Nisan 1978’de Kraliyet Sarayı­na saldırırken, yoğun sivil halk ve parti üye­leri ordu birlikleriyle Saraya dayandı Sal­dırıya iki saat dayanılabildi. Sarayı ele ge­çirenler Davud Han ve ailesiyle tepki du yulan bir kaç bakanı topluca kurşuna diz diler.

Devrim sonrası gelişmeler

Tarakki önderliğinde oluşturulan Devrim Konseyi Devlet Başkanlığına Tarakki’yi, Başbakanlığa da “ihraç karan askıya alınan” Amini getirdi. Karmal ise, Devrim Konseyi Başkan Yardımcılığı ve Başbakan Yardımcılığı görevini üstlendi. Konseyin al­dığı ilk kararlar geniş bir toprak reformuna girişmek oldu. Davud Han’ın onaylattırdı­ğı Anayasa yürürlükten kaldırılırken yiye­cek fiyatları düşürüldü, devletin adı da “Af­ganistan Demokratik Cumhuriyeti” di ye değiştirildi. Okuma-yazma seferberliği başlatılırken halkın örgütlülüğünü yüksel

nin toprakları, ihtiyaç fazlası topraklar ve daha önce gizlice toprak ağalarınca işgal edilen topraklar devletleştirilip topraksız ve az topraklı köylülere 1.2 - 10 hektar ara­sında değişen parçalara bölünerek dağıtı­lacaktı. Köylülerin tefeci ve toprak sahip­lerine olan borçları da hafifletildi. Toprağı­nı sözleşmeyle ipotek ettiren köylüye top­rağı geri verilecekti. Bir yıl gibi bir sürede ancak 100 bin köylü ailesine reformun önerdiği toprak parçaları dağıtılabildi. Kır­larda kooperatifler kurulabildi. Bu arada, devrim sonrasında ülkede gerçekleşen bir diğer önemli gelişme de işçilerin “Gönül­lü Çalışma Hareketi” adı altındaki faali­yetiydi. Gönüllü Çalışma Hareketi (GÇH) ile hükümetin kullanacağı fonlar oluşturu­lurken, ülkedeki hastane, yol, konut yapı­mı gibi işlere katılma, demokratik örgütlen­melerde çalışma ve okuma-yazma seferber­liğine katılma da GÇH’nın etkinlikleri ara­sındaydı.

Devrimde ipler kopuyor! Neden?

Yukarıda açıklandığı gibi ADHP’nin kuruluşu ve hedeflendiği program; feoda litenin “geniş ittifaklarla” ve ulusal demokratik bir devrimle yıkılmasıyla, kapi­talist olmayan yoldan gelişmeyi başlatmak idi. Buradan da sosyalist kuruluşa ve gide­rek sınıfsız topluma ulaşılacaktı! Oysa:

“Ancak 920’ler dünyası ile 1950’ler sonrası dünyası elbette aynı değildir. O zaman şu soru akla gelebilir: 1960’lar- da sosyalizmin dünyadaki gücü yeni bağımsız ülkelerde devlet sektöründen sosyalizme doğru bir dönüşü sağlaya­bilecek güçte miydi? Sovyetler, kapita­list olmayan yol tezini neye dayandıra­rak pek çok bağımsız ülkeye uygulana­bilir ilan etti...”

“...Fakat burada önemli nokta dev- rimlerin sınıf karakteri ve gücünün unu­tulmasıdır. Ayni Sovyet yardımıyla Kü­ba sosyalizme giderken, neden Mısır, Irak vb.... ülkelerden hiçbiri sosyalizme gidememiştir. Bunun tek açıklaması o ülkelerdeki devrimin veya bağımsızlık mücadelesinin yürütücü sınıf güçleriy­le yapılabilir.”

“...Kapitalist olmayan yol tezinin geri ülke devrimci hareketlerine en büyük zararı, o ülkelerde bağımsız proletarya

Parti zaaflarla doluydu. Amin’in ihracını askıya alan, kapitalist olmayan yol tezini

savunan, homojen bir yapıya sahip olamayan ve sonuçta küçük burjuva karakteri ağır

basan Parti; devrim sonrasında başlatılan toprak reformu programını da tutarlı ve planlı

bir şekilde yürüten idi. Öncelikle Partinin kırsal alanda toprak dağıtımı fonksiyonunu görecek şekilde kurduğu kooperatiflerde denetim Parti elemanlarına değil, okuma-

yazma bilen kırsal kesimin egemen güçleri, feodal beyler veya onlara bağlı kişilere geçti.

ten, işçi sendikaları, ilerici gençlik ve kadın ile başka meslek örgütleri kuruldu. 1973 darbesiyle başa gelen Davud Han’ın baş­latıp da uygulamayamadığı toprak reformu Devrim Könseyi’nin ilk gündemlerindendi. 30 Kasım 1978’de çıkarılan Toprak Refor­mu Yasasıyla toprak mülkiyeti çiftlik arazi­lerinde 6-60 Hektar arasında sınırlandırılı­yordu. Yasaya göre kraliyet ailesi üyeleri­

hareketinin şekillenmesinde ve geliş­mesinde yarattığı bulanıklık, hatta pra­tik engellerdir...” (2)

Devrim öncesinde, işçi sınıfının ağırlıkta olmadığı, tamamen heterojen bir yapıya sa­hip ADHP’nin sahip olduğu kapitalist ol­mayan yoldan sosyalizme gidiş perspektifi “proletarya hareketinin şekillenmesin­de ve gelişmesinde bulanıklık yarattı”

Partinin kararlı ve tutarlı bir mücadeleye sa­hip olamaması kapitalist olmayan yol per­spektifinin yanısıra, Parti içinde özellikle Aminin tasfiyesini geciktirecek gibi fahiş bir hataya yol açacak disiplinsizliğin ve alıklı ğın da gösterilmesi devrim sonrasında ip­lerin çok değil dört ay sonra kopmasına ve ardından Sovyetlerin müdahalesine kadar uzanan bir dizi gelişmelere yol açtı

Ülkenin kapitalistleşmede geldiği nokta­da en örgütlü güç Afgan ordusuydu Par­tinin orduda yürüttüğü illegal faaliyet Af­gan Politik devriminin kazanılmasında en önemli rollerden birini oynarken, Halkçı eğilimden Aminin illegal faaliyet üzerinde tam denetime sahip yani partinin böyle bir zaafa sahip olması da partinin daha sonra yaşadığı “parçalanmasında” etkin rol oy­nadı. Parti zaaflarla doluydu. Aminin ih­racını askıya alan, kapitalist olmayan yol te­zini savunan, homojen bir yapıya sahip ola­mayan ve sonuçta küçük burjuva karakte­ri ağır basan Parti; devrim sonrasında baş­latılan toprak reformu programını da tutarlı ve planlı bir şekilde yürütemedi. Öncelikle Partinin kırsal alanda toprak dağıtımı fon- kisyonuııu görecek şekilde kurduğu koo­peratiflerde denetim Parti elemanlarına de ğil, okuma-yazma bilen kırsal kesimin ege­men güçleri, feodal beyler veya onlara bağ­lı kişilere geçti Toprak retormu başlatılmıştı ama “kırsal bölgelere gönderilen komi­serler tanm aletleri olmaksızın reformu uygulamaya çalışıyorlardı” (2) Koope­ratiflerde etkinlik kazanan toprak ağa­ları veya bunlara bağlı kişiler köylüle­re “Size devredilen topraklar çalınmış mallardır, Allah hırsızlık yapmayı ya­saklamıştır. Sizler bu toprakları alarak hırsızlık yaptınız” (3) propagandasını ya­yıyorlardı.

Kararlı bir tutum sergileyemeyen ADHP! de Devrim Konseyi tarafından Başbakan­lığa getirilen Amin, bir an önce etkinliğini arttırma girişimlerini başlattı. Bunun ilki Halkçı eğiliminin önderlerinden ve ADHP: nin kurucularından Babrak Karmal’ı Parti­den tasfiye etmek amacıyla Çekoslovakya^ ya Büyükelçi olarak göndermeseydi. Amin, daha sonra içinde bir çok Parti elemanla­rının da bulunduğu binlerce kişinin tutuk­lanma kampanyasını başlattı. Amin. Gizli Servise, KAM’a da girmeye ve denetimi al maya başlayınca Muhammed Tarakki 1979 yazında Havana’da toplanan Bağlantısızlar toplantısından dönerken Babrak Karmal ile gizlice görüştü. Amin, iki lider arasındaki bu görüşmeyi Tarakki’nin birlikte seyahat et­tiği Başmuhafız Candaddan öğrendi. Hü­kümetin devrilmesinden sonra verdiği ifa­dede, Tarakki’nin kendisine ‘yönetimde ihtilaf bulunduğunu’ söylediğini belirten Candad, Aminin kendisini daha sonra sor­guya çektiğini ve görüşmeyi öğrendikten sonra Tarakki’yi 14 eylülde verilen emirle tutuklattırma kararı verdiğini açıklıyordu. KAM şeflerinden A. Hadud İkbal ve Ruzi Tarakki’yi 14 ocak gecesi yastıkla boğarak öldürüyordu. Aminin bu hareketinden son­ra Bayrak eğiliminden ADHPliler tamamen yeraltı faaliyetine geçti. Devrim Konseyi Karmal’ın MK. Genel Sekreterliğine ge­tirilmesi kararını alırken, Amin de Darla- rnaıı kışlasına çekildi.

Bu arada, “Başta CIA, MOSSAD ol­mak üzere bir çok gizli servis ajanının ülke içinde sabotajlara girdiği” hükümet tarafından açıklanıyordu. ABD Büyükelçi­sinin 1979 şubatında Halkçı eğilimden ko­pan solcu SITEM-I MİLLÎ tarafından öldü­rülmesi de bardağı taşıran son damlalar­dandı. Aminin kitlesel tutuklatma kararla­rı ve otoriter davranışları da ilk kez devri­min kitle tabanını “eritmeye” başlıyor, ül­keden göçler başlıyor, feodal beylerin pro-

Page 26: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

paganları için yeni yeni olanaklar yaratılı­yor ve kırlarda ilk silahlı mücahit grupları eylemlere başlıyorlardı. Aralık 1978de Sov yetler'in gerektiğinde Afganistan'a devrimi koruyabilmek için müdahale edebileceği­ne yönelik dostluk anlaşması imzalanma­sına karşılık Sovyetler bir çok kez çıkarılan davete “hayır” diyordu.

Daha sonra Merkez Komite Amini tüm görevlerinden alma kararı aldı. Amin, buna direnince, o ana kadar işlediği tüm suçlardan yargılanıp kurşuna dizildi. Amirv in öldürülmesi ilginç bir noktayı açığa çı­kardı! O ana kadar davranışlarından kuş­kulanılan Aminin öldürülmesi dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından bir

Afganistan sorununda olduğu gibi, tarihsel olarak öyle bir an gelir ki, o an tereddüt etmemek, kararsız kalmamak ve devrimci

tavn pratiğe geçirmek gerekir. Aksi, tarihsel gelişme içinde billurlaşan devrimci pratikler

içinde karşı saflarda yer almak olur.

demeçle kınanırken! Dışişleri Bakanlığı da olaya duydukları töpkiye dile getirir. Tarak- kfnin öldürülmesi olayında ‘sessiz kalan’ ABD yönetiminin Aminin öldürülmesine “yas tutması” Amin hakkında CIA ajanı yönündeki kuşkuların güçlenmesine yol açıyordu.

Aminin öldürülmesiyle Kabil sokakları­na kadar sıçrayan çarpışmaların ardından Sovyetler Birliği “ 16 defa ülkeye devri­mi korumak amacıyla askeri müdaha­le için yapılan çağrıya” hayır dedikten sonra 17. kez artık ‘evet diyor’ ve ilk etap- da Afganistan'a 10 bin asker gönderiyordu.

Müdahalenin nedenleriAfganistan devrimi 1974-1980’li yıllarda

dünya çapında üçüncü dünya ülkelerinde yaşanan devrimci ayaklanmalar dalgasının içindeydi. Etiyopya. Kamboçya, Vietnam, Laos. Gine-Bissau, Mozambik, Cape Ver­de, Sao Tome, Angola. Afganistan, İran, Grenada, Nikaragua ve Zimbabwe bu dal­ganın yaratıcılarıydı. Bu devrimci dalga, 1970'li yılların başlarından itibaren başla­yan emperyalist dünyanın yeni sermaye bi­rikimi bunalımıyla birlikte ele alındığında emperyalizm ve sosyalizm arasındaki ev­rensel çelişmenin giderek yeniden keskin­leşmesinin nedenlerini ortaya çıkarır. 1970 li yılların ortalarından itibaren “ de­tant politikası” etkisini yitirmeye başlar­ken SALT II anlaşması görüşmeleri de ABD yönetimi tarafından donduruluyordu. Emperyalizmin dünya çapında yeniden bir haçlı seferine başlatma hazırlıklarıyla. Af­ganistan devrimi bir ölçüde kesişiyordu. Af­ganistan'ın yanı sıra, aynı dönem içinde İran’da 1979'da yaşanan devrim. Türkiye: de sınıf mücadelesinin giderek kalitece yük­selmesi ABD’nin başını çektiği emperyalist sistemin “militan tavırlar” sergilemesini ge­rekli hale getirdi. Afganistan'da 1978’de ger­çekleşen devrimin ardından yukarıda be­lirttiğimiz bir çok olumsuz gelişmelerin Parti içi bölünmelerinin, alınan kararların uygu lanabilmek gücünden yoksunluk v.b. Amin in yaptıkları başörtüsü yasağı, bayrak ezan vb yaşanması devrimin giderek ta­

banını genişletecek yerde, kaybetmesini gündeme getirdiAfganistan'da “devrimin hızla var olan ta banını da“ yitirmeye başlamasında, sekter sol gücün temsilcisi Hafızullah Aminin de

payı vardır. “Kadınların okuma-yazma kurs- lanna zorla götürülmesi, halkın dine olan bağ­lılığının gözönüne alınmadan din kurslarının yasaklanması. Afganistan'ın yine dinsel bir sembolü olan bayrağının yeşil rengini, kızıla çevirmek”, Amin döneminde yapılan ve ters tepen keskinliklerdir. Küçük burjuvalıktan kaynaklanan bu uçkunluklar. ancak yıllar son­ra özellikle Necibullah döneminde giderilmeye çalışılmışsa da bu kez de sağa kayma tehli­kesi belirmiştir: Afganlı yöneticiler camilerde halkla birilkte namaz kılarak bu kez yığınla­rın kuyruğuna takılmaktadırlar.

Ülke içinde devrimin ya­pılan fahiş hatalarla kazanımlarını koruya mamasına, içinde Çin. ABD. Pakistan. J a ­ponya ve bir çok ülkenin bulunduğu 26 ül kenin Mücahit gruplarına askeri, ekonomik yardımlarda bulunması da eklenince ülke­de iç savaş hızlandı ABD'ııin. daha önce dağınık ve şekilsiz olan mücahit gruplarını biraraya getirmesi ve onlara askeri uzman yardımının yanı sıra. Stinger gibi en geliş miş teknolojiyle üretilmiş füzelerini vermesi, her yıl yüzmilyonlarca dolarlık (bugüne ka dar toplam 3 milyar dolar) yardımı Kong re onayıyla gruplara göndermesi ülkede başlayan iç savaşda “taraflar arasındaki- Devrim Konseyi, parti ve kitlesi ile başını toprak ağalarının çektiği mücahit grupları arasındaki -güçler dengesini hızla ikin­ci taraf lehine bozmaya başladı” ABD, emperyalist sistemin başı olarak ve Pakis tanda onun yandaşı olarak mücahit grup larını desteklerken. “Sosyalist Çin”de Şi li’de Ailende yönetimine karşı çıkan Pinoc- het rejimini destekleme budalalığını göster­diği yetmiyormuş gibi. Afganistan’da dev­rimci iktidarı yıkıp yerine. İslamcı gerici bir düzeni kurmayı hedefleyen mücahit grup­lara arka çıkıyordu Oysa aynı Çin tarihte­ki şu gelişmeyi unutuyordu:

“Kore savaşı sırasında Sovyetler Bir­liği Çin liderlerinin isteği üzerine Çin1 in kuzey doğu bölgesinde Amerik m hava saldırılarına karşı Sovyetler Bir­liği hava birliklerini göndermişti. Bir çok Sovyet pilotu Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ve ÇHC’nin bağım­sızlığını savunmada hayatlarını kaybet- mişlerdi.”x Çin’in mantığına göre Sovyet­ler Birliği nin hava birliklerini Çin’e gönder­mesi de “onun yayılmacı ve hegemon­yacı politikasının bir parçası olabilir­di!”. (4)

Afganistan müdahalesinin yaşandığı dö­nemde SBKP Merkez Komite Genel Sek­reteri Leonid Brejııcv ise yaptığı açıklama­larda “müdahalenin mantığını” şöyle açık­lıyordu:

“ Dış saldırıya karşı direnen Afgan yönetimi daha Başkan Tarakki zama­nında ve sonrasında Sovyetler Birliği1 ne yardım için defalarca başvurdu. Kendi adımıza biz de saldırı durdurul­mazsa Afgan halkının kötü zamanla­rında terketmeyeceğimiz konusunda gereken çevreleri uyardık. Çok iyi bili­neceği üzere sözümüzü de tuttuk.”

“...Sonu gelmeyen silahlı müdahale­ler, dış gerici güçlerin büyük yaralar açan komploları Afganistan’ın bağım­sızlığını yitirmesi ve ülkemizin güney sı­nırında emperyalist bir askeri mevzii haline getirilmesi tehlikesine yol açtı. Başka bir deyişle, dost Afganistan hü­kümetinin ricasını karşılıksız bırakama­yacağımız zaman gelmişti. Başka şekil­de davranmak Afganistan’ı emperya­lizmin insafına bırakmak; örneğin hal­kın özgürlüğünün kana boğulduğu Şi- li’de yaptıklarını burada da yineleme­sine olanak sağlamak demek olurdu. Başka şekilde davranmak, güney sını-

nmızda Sovyet devletinin güvenliği için ciddi bir tehlike kaynağının yaratılma­sına göz yummak anlamına gelirdi.” (5)

Bugünlerde Sovyetler Birliği nde en son. Merkez Komite üyesi Yeltsiniıı yaptığı açık lamalardan Afganistan'a askeri müdahale kararının “Tüm Merkez Komite tarafın­dan” değil de “Brejnev, Savunma Ba­kanı Üstinov, Dışişleri Bakanı.Gromi- kov ve Parti ideoloğu Suslov tarafından” alındığı açıklansa da “de- mokratikliğin bir ihlali anlamına gelebilecek” böyle bir karar alma biçim sonuçta müdahalenin mantığını geçersiz kı lamıyor Sosyalizm ve emperyalizm evren­sel çelişkisinin soğuk savaş yerine artık sı­cak savaş rüzgârlarını estirmesi karşısında alman böylesi bir karar aynı tarihlerde Sov­yet gazetesi İzvestia’da Alexander Bovin ta rafından yazılan bir makalede şöyle değer lendiriliyordu

“...Müdahale etmemek iyi bir şeydir. Ama uluslararası hukuk kuralları bir boşlukta değildir. Ispanya’da müdaha­leye karşı bir komite vardı. Ve bu mü­dahale etr eyişin neticesi kırk yıllık Franko diktatörlüğüdür. Kmerler, şid­det delisi manyaklar tarafından öldü­rülürken VietnamlIlardan yardım iste­diğinde. Vietnam tutup da Kmerlere müdahale etmemek konusunda bir konferans mı verseydi? Tarih ve siya­set her zaman yasal formüller üzerine bina edilemez. Bazen müdahale etme­mek. gözden düşmek ve ihanet et­mek demektir. Afganistan’da bu tür bir durum ortaya çıktı. Ve ben, demokrat hümanist ve de devrimci olduğunu ile­ri süren insanların, Sovyet “müdahale- si'nin kendilerine yapılmış bir saldın ol­duğu yolundaki protestolannı işitiyo­rum. Onlara cevabım şudur; Bizi buna iten mantıktır. Devrimci Afganistan’a yardım yapılmasına karşıysanız, karşı devrimin zaferinden yanasınız demek­tir. Üçüncü bir seçenek yok.” (6)

Evet, Afganistan konusunda “istila”, çı­ğırtkanlıkları yapanların unuttukları tek şey var, oda Ya devrimden, ya da karşı dev­rimden yana olmak.” Afganistan soru nunda olduğu gibi, tarihsel olarak öyle bir an gelir ki. o an tereddüt etmemek, karar­sız kalmamak ve devrimci tavrı pratiğe ge­çirmek gerekir. Aksi, tarihsel gelişme için­de billurlaşan devrimci pratikler içinde karşı saflarda yer almak olur.

Müdahale sonrası gelişmeler ve doğrulanamayan RSE tezleri

Yukarıda da üstünde durduğumuz gibi Sovyetler. Afganistan devrimini korumaya yönelik aldığı kararla, her zaman uluslara1” rası tekelci basının öne sürdüğü ve birçok devrimci akımın da “etkisi altında kaldığı” gibi ülkeye “devrim ihraç etmedi!”. Çün­kü. Afganistan'da Nisan 1978'de gerçekle­şen devr im kendini koruyabilme gücünden giderek yoksun kaldığı zamandır ki dev­rimin gerçekleşmesinden tam 10 ay geç­miştir, 1979 şubatında Sovyetler Birliği ül­keye asker göndermeye başlamıştır. 1979 şubatındaki gelişmelerin ardından emper­yalizm Moskova Olimpiyatlarını boykot ’ etme seferberliğine girişirken, Sovyetler Birliği ile olan ticari anlaşmaların çoğu­nu da iptal ediyor ve gerginliği tırmandır­maya başlıyordu. Emperyalizmin ideolok- ları hep bir ağızdan S.B!nin Afganistan’a asker göndermesinin “Basra sıcak denizi­ne inebilmek planının bir parçası olduğu­nu. S.R.’nin Afganistan'ın ardından Pakis­tan ve İran’a da müdahale edebileceğini”

Page 27: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

öııc sürüyorlardı. 1979 şubatından 1989 şubatına kadar geven 10 yıllık bir uzun dö­nemde emperyalizm tarafından geliştiri­len ve kimi sosyalistler tarafından itibar edilen “yayılmacı tez” doğru yakmadı. S.B’niıı asker göndermesi konusunda ge­liştirilen ikinci tez ise Afganistan ekono­mik olarak kendisine bağlı kılacağı teziy­di. Şimdi bunu irdeleyelim:

Yazının Başlangıcında belirttiğimiz ba­zı ekonomik ve sosyal göstergeleri önce­likle sıralayalım. Böylece 10 yıllık büyük yıkım getiren “savaşa rağmen” Afganis­tan’da kaydedilen olumlu gelişmeleri gö­rebilelim:

Yine uluslararası bazda hazırlanan is­tatistiklere göre devrim öncesinde Afga­nistan’ın yıllık ulusal net geliri 1.6 milyar dolar iken, 1984 yılı verilerine göre bu 5 yıl iyinde yüzde 75 arttı ve 2,8 miylar do­lara yükseldi. Böylece kişi başına düşen ulusal gelir de 98 dolardan 195 dolara yük­seldi. Petrol ithalatı ile enerji ihtiyacının yüzde 70’i giderilirken, aradan geçen sü­re iyinde bu oran yüzde 18’lere kadar ge­riledi. Margarin ihtiyacının yüzde 58’i dı­şarıdan sağlanırken, 1982’li yıllarda bu yüzde 4’lere düştü. Afganistan’da kayde­dilen bu gelişmelere tabii ki S.B.’nin katkı­ları büyüktür. Şimdi buna ilişkin verileri in­celeyelim.

S.B. özellikle ülkenin devrim öncesin­de işletilmeyen bir yok kaynağın işletilme­sine yönelik yatırımların gerçekleşmesin­de ekonomik yardımlarda bulundu. Bu­güne kadar iki ülke arasında 409’u bulan ekonomik anlaşma imzalanırken, bunlar­dan 40’ının özellikle önemli sanayi yatı­rımlarıyla ilgili olduğu çeşitli kaynaklar­ca belirtiliyor. Bunların iyinden en önem­lisi ise 150 milyar metreküplük rezerviyle dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sa­hip olan Afganistan’da doğalgazın çıka­rılması ve işletilmesiyle ilgili yatırımlar. Buna yönelik yatırımlar yukarıda belirt­tiğimiz gibi Afganistan’ın enerjide dışa ba­ğımlılığını azaltırken, iyi bir ihraç kayna­ğı da olmuş. Yılda 2,9 milyar metreküp­lük doğalgaz çıkaran ülke bunu başla S.B. olmak üzere Doğu Bloku ülkelerine ihraç ediyor. İstatistikler Afganistan’ın ihraca­tı iyinde doğalgazın yüzde I8’iik bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 1983 yılı veri­lerine göre Afganistan’ın 694 milyon do­larlık ihracat yaptığı gözüuüııc alındığın­da ülkenin doğalgaz ihracatından elde ettiği döviz gelirinin 270 milyon doları bul­madığı ortaya yıkıyor. Doğalgazın yüzde 70’lik bölümünün S.B. ve Doğu Bloku ül­kelerine ihraç edildiği de hesaplardan yık­tığına göre S.BInin 9 yıl içinde bu ülkeden ithal etliği doğalgazın değeri her yıl iyin ortalam a 190 milyon dolardan 1 milyar 500 milyon dolara ulaşıyor.

Afganistan’da iç savaş boyunca S.BInin 20 bin civarında askerini yitirmesinin ya­nı sıra, ülkeye yapılan milyarlarca dolar­lık ekonomik yardımın bunun -5 milyar dolara yaklaştığı ifade ediliyor- yanı sıra Afganistan’a 1980’den bu yana her yıl değişen miktarlarda bugüne kadar toplam 2 milyar 395 milyon dolarlık karşılıksız yardımda bulunduğu da edinilen bilgi­ler arasında. Demek ki SB.'nin sadece yaptığı karşılıksız ekonomik yardımlar ül­keden yaptığı ithalatı kat kat aşıyor. Bir de olayın bir diğer yönü daha vardır. S.B. Türkiye gibi ülkelerle olduğu gibi Afga­nistan’la da mal karşılığı ticaret yaptığı için Bizde sık sık görülen “devalüasyon oyunlarıyla” bu ülkeden ithal elliği iirüıı- eıi düşük değil gerçek değerinden alınak- adıı. Bunun yanında S.B.’nin yaptığı ya- ııımların niteliğine bakmak iyin S.B.’nin urkiye’de yaptıkları yatırımlara yönelik

je kredilerinde imalat sanayii iyin yüzde 31, enerji yatırımları iyinse yüzde 38’e ulaş­maktadır. Ulaşım yatırımları ise ABD ya­tırımları iyinde yüzde 15’lik pay alm akta­dır!’

“...Başka bir deyişle, Sovyet yatırımları büyük oranda Türkiye’nin dışa bağımlı sektörlerine yöneliktir Sovyetler’in yüzde 93 oranında ağır sanayi yatırımlarım fi­nanse ettikleri düşünülürse, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede, bunu ülke eko­nomisinin dışa bağımlılığını azaltma yö­nünde bir adım olarak niteleyebiliriz. (7)

Evet, yukarıdaki üy paragraf bize Sov­yet yardım larının ve yatırım larının “ karakterini” göstermektedir. Ülke para birimi ile veya mal karşılığı ile ihracat- it­halat veya kredilerin ödenmesi, bir yerde emperyalist kredi verme ve yatının yapma koşulları gözönüııe alındığında “zarar” getiren bir yöntemdir, “ kâr değil!’!

Böylece Afganistan konusunda ileri sü­rülen iki tezin de bırakın tez olmayı hipo­tez bile olamıyacak denli boş bir yumruk­tan başka bir şey olmadığı anlaşılıyor.

Bu ekonomik gelişmelerin yanında, sos­yal gelişmelerde de gözle, görülür iyileş­meler gözleniyor, (,'ocıık ölüm oranı bin­de 329’daıı binde 27’ye gerilerken, hasta­ne yatak kapasitesi ise 6875’e yükseliyor. Bu arada okuma-yazma oranı 15 yaşın üs­tündeki nüfusta yüzde 20’ye çıkıyor.

Sonuç yerineAfganistan’da 1978 nisan devriminin ar­

dandan ADHP’nin taşıdığı ‘küçük burjuva” karakterini devrimin ardından attığı tüm adımlara yansıtması belirttiğimiz gibi dev rimin tabanını eritmeye başlamıştı. Küçük burjuva uçkunluk, böylesine bir yoksul ül­kede ADHP önderlerine biraz da S.B.’yi gö­rüp sosyalizme duydukları hayranlıktan ol­sa gerek kapitalist olmayan yol üzerinden sosyalizme ulaşma serabını gösterirken, gerçeğin hiç de böyle olmadığı çokgeç an­laşıldı. Yetersiz kadrolarla girişilen toprak re- yapılan bir araştırmadan bir kaç paragrafa yer verelim:Bazı rakamlarla Afganistan. Nüfus (198b tab.)Kentsel nüfus Kırsal nüfus Cinsiyete yöıe dağılım

Dinsel gruplar

14 366.434 % 18 5 ‘1.81 f>%r>l 4 erkek. %48.b katlın ‘<>87 Sünni,

Ortalama ömür Milli gelirde tanın payı Milli gelirde sanayiin payıMilli gelirde ticaretinpayıİthalatGıda, tarımsal ürünler Yakıt, enerji Makineler, ulaşım araçlarıDiğerleri (bitmiş mallar) İhracatGıda ve tarımsal ürünler

%12 Şii 37 yıl %b9

%14

%9622 milyon $ %16 %18

%25%iibb94 milyon $

%44Yakıt, enerji Bitmiş mallar (teks. vs.) Demiryolları uzunluğu (1985)Karayolları uzunluğu Otomobil sayısı Otobüs sayısı Gazete sayısı Toplam tiraj (adet) Radyo sayısı TV sayısı Telefon sayısı

%39%15

10 km18 bin 974 km 31 754 30.997 12106.000 135 000 12 800 31.200

“...Ancak Sovyetler’in yardım şartların­da yardım verdikleri ülkelere tanıdıkları en büyük avantaj yukarıdaki tablolarda be­lirtilmemektedir. Sovyctler’i diğer ülkele­re nazaran avantajlı kılan, Sovyet yardı-

ıııı alan ülkelerin bu yardımı mal veya ül­kenin ulusal parası ile geri ödeyebilmele­ridir (ubç).”

“...Sovyet proje kredilerinin çok büyük bir kısmı ağır endüstri yatırımı şeklinde­dir. Toplam 972 milyon dolarlık proje kre­dilerinin yüzde 93’ü yani 907 milyon do­ları imalat sanayiine, yüzde 6’sı enerji sek­törüne verilmiştir. Oysa bu oran ABD pıo- formu denemeleri, ekonomik açıdan yok­sulluk içindeyken fiyatların önemli ölçüde düşürülmesi, tabii devrimi destekleyen kit­lelerde arkası kesilmeyen taleplerin yüksel­mesine de olanak verdi. Oysa Afgan dev­rimi henüz bunları realize edebilecek güç ten yoksundu Bu da tabanın tepkisine yol açtı.

1986’da KAM Şefi Necibullah’ın başa gel­mesinden sonra atılan adımlar ise devrimi yeniden tüm kitlelere yaygınlaştırmaktan çok varolan durumu korumak hedefine yö­nelikti. Necibullah’m “Ulusal uzlaşma” po­litikası, ‘Biz sosyalist bir ülke değiliz” açık­lamaları, Afganistan Demokratik Cumhuri­yeti" tanımından Demokratik kelimesinin çı karılması; tüm bunlar ADUP’ııin yeniden bir güç kazanmasına belli ölçülerde olanak sağladı. Bugün burjuva basın tarafından in­kâr edilemeyecek bazı gerçekler sergileni­yor. Kabil’de onbinlerce kişiyi bulan milis­ler, yine sayısı 30 bini geçen ADHP’nin Gençlik koluna bağlı yetişen askerler... Ulu­sal uzlaşma politikası sonucunda hükümet ile anlaşmaya varıp savaşı bırakan ve sayı­sı 10 bini bulan mücahit grupları...

5 14 Nisan 1988 tarihlerinde ülkede ya­pılan genel seçimlere katılım ise ulusal uz­laşma politikasının bir açıdan ne derece gerçeklik kazandığını gösteriyor:

Afganistan Emekçileri Örgütü, Afganis­tan Emekçileri Devrimci Örgütü, Afganis­tan Köylüleri Adalet Partisi, Afganistan Halk İslam Partisi toplam oyların yüzde 42’sini alıyor. ADHP oylarını yüzde 21.5’ini alırken, partiye bağlı Afganistan Kadınlar Birliği, Afganistan İşçi Sedikaları ve Afga­nistan Devrimci Gençlik Örgütü de seçim­den yüzde 7’lik bir oy alarak çıkıyor. Ülke­de bütün sınıf ve katmanlardan meydana gelen “çok renkli bir Afganistan Cumhuri­yeti.”

Mikhail Gorbaçov’un orta menzilli füze leriıı yok edilmesine yönelik olarak imza ­lanan İNE anlaşmasına “eşdeğerde gör düğü” Afganistan’dan Sovyet askerlerinin geri çekilmesini hep beraber izledik. Önce­leri “Sovyetler geri çekilmekle 10 yıl önce yapmadığı şeyi yaparak Afganistan’ı emparyalizmin kucağına mı atıyor?” soru­su kafalarda oluşmuştu. Ama bunun böy­le olmayacağı anlaşıldı. Afganistan hükü­metinin talebi karşısında S.B’nin bu ülkey­le hava köprüsü kurması ve her türlü yar­dıma devam etmesi, artık kendi ayakları üs­tünde kalabilecek gibi görünen Afganistarf ın feda edilmeyeceği anlamını taşıyor.

Afganistan sorunu burada bitmiyor. Şim­di bir yerde “Lübııanlaşan” bir Afganistan ile karşı karştyayız. Bir yerde ülkenin en önemli merkezlerini: Kâbil ve Celalabad’ı elinde bulunduran Necibullah yönetimi, di­ğer tarafta koltukları paylaşma kavgasına giren ve bir süre sonra kendi aralarında katliamlara bile gidebilecek gibi görünen parçalanmış muhalefet: Emperyalizminkuklası haline gelmiş toprak ağaları.

Kaynaklar:1. Afganistan Devrimi - Haziran Yayınları 1980 2 M Yılmazer, Yeni Düşüncenin Eleştirisi Çağdaş Yol: 5

3- Cumhuriyet Gazetesi Mayıs 1980 Fransız Observaluar Gazetesinde yer alan yorum.

4 Çin Sovyet İlişkileri Sorun Yayınları5 Leonid Brejnev TASSa yapılan ayıklama6 Alexander Bovin - Izvestia Gazetesi7 Mehmet Allan - Süperler ve Türkiye

Page 28: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ABCÜÇÜZ KARDEŞLERDEN EN AZ SÖZ EDİLENİ BİYOLOJİK SİLAHLAR

İkinci evrensel paylaşım savaşı insanlığın başına bir üçüz kardeşleri bela etti: ABC (A: Atom. B: Biyolojik, C: Chemie yani Kim yasal silahlar) A kardeşi iyi kötü herkes ta ırıyor I liroşima gözler önünde ( ' kardeş az çok konuşulur oldu: Irak yönetimi onun­la Kurtleri soykırıma uğratmaya çalıştı. Va B kardeş? Sahi nedir bu biyolojik silahlar?

Amerikan Silah dergisi “International Combat Arms" yazıyor: “Alın bir bardak sı­cak tavuk çorbasını, içine bir avuç dolusu fasulya tohumu atarak bir VVhiskey-Şişesi içinde oda sıcaklığında birkaç gün bekle­tin. İşte size Molotov-Kokteyiinden binlerce kez daha etkili bir bomba: Bir parfüm gibi kapalı bir yere bir kışlaya veya meclis bina sına güzelce sıktverin. Amerikan magazini sonuç hakkında garanti vermiyor. Ama bir soru soruyor: Ya bu bir “teröristin" elinde tehdit unsuru haline gelirse?

Biliniyor: İnsan genleri ile oynanarak emperyalist metropollerde geleceğin kuşağı yaratılmak isteniyor. Tıpkı robotlar gibi 365 gün çalışan, sendika nedir bilmeyen insan işçileri yaratmak, işte parababalarının renkli rüyası bu. Ama ya bir kaza olur “uslu-akıllı insan işçi" yerine bir “terörist" olabilecek ye­ni bir kuşak ortaya çıkarda eline bu Biyo- Bombayı alıp “babalarının düzenine" karşı kullanmayı akıl ederse ne olacak?

Bilim-Kurgu usulü korku romanlarına konu olabilecek bu varsayım şimdi insan ların kafasına yerleştirilmeye çalışılıyor. Ne­den? Öyle ya Gorbaçov geldi “Korku İmparatorluğunun" yüzünü gülümser hale soktu. “Rus-öcüsû” olmayınca insanımız neden ürkecek? Al sana yeni bir öcü: eli Biyo Bombalı “terörist".

F.lbette bu öcüyü yaratanlar boş durmu­yor. Aksine kendilerine “Overkill Strategen" adı takılan Pentegoıı uzmanları yeni yeni biyolojik silah icat etme, üretme için kan ter döküyorlar. Gen tekniğinin hızlı gelişimi bu ölüm tacirlerinin ağzının suyunu akıtıyor. 1930 yılında başlayan projeler birbirini iz­ledi ve 1985 yılına gelindiğinde projelerin- sayısı 75e çıktı. Bugünkü sayı ise bilinmi­yor. Bu projelerin yarısı en değerli bilim adamlarının katılımı ile ABD ordusu tara fındaıı yürütülürken geriye kalanları ABI), İngiltere ve İsrail’deki şirketlere veriliyor Pa­ra rnı? Hiç önemi yok. Amerikan ordusu­nun biyolojik silah bulan-üret’en deneme yeri, Maryland’daki Fort Detrick için 1982 yılında 455 milyon dolar aynlmış. Bir yıl önce aynı yere aynlan paranın tam iki misli.

Gene Utalı eyaletinde kurulması plan lanan bir araştırma merkezi için 300 mil­

yon dolar ayrılmış Ancak çevre kirlenme sine karşı duyarlı insanların desteğini alan çevre korumacıları bu yeni merkezin ku ruİmasını engellemişler

Arada sırada boyalı basında çıkar: Sov yeller Birliği bir Afganistan'da, bir Kaosta, bir Kamboçya'da Biyolojik silahlar kullanı yor diye. Aradan aylar yıllar geçer dürüst gazeteciler bunların CIA uydurması oldu ğunu ortaya çıkarırlar. Ama haber amacı­na ulaşmıştır: Amerikan Kongresi biyolo­jik silah deney-üretimi için gereken kredi­leri çoktan onaylamıştır bile.

Stratejik ve taktiksel savaş uzmanları için B- Silahları en çok ihtiyaç duyulan bir boş luğıı doldurmaktadır Fle avuca sığan, ko­layca üretilip, sağa sola ııakledilebilen. atom silahlarına nazaran çok ucuza yapılabilen ve büyük tesisler istemiyen bir silah. Yap yap sakla kim, nasıl kontrol edebilsin? Hele hele nerden nasıl geldiği belli olmayınca kullan bir üçüncü dünya ülkesine karşı, sonra “Allahın gazabı de" çık işin içinden.

Örnek mi? 1978 81 yıllarında dört mik­rop türü Küba ekonomisinin canına oku du. Hayvanlar telef oldu, tarım ürünleri kullanılmaz hale geldi. “Degeu-Fieber" de­nilen olaya yol açan bu mikroplara tarih bo­yunca hiçbir zaman Küba’da Taslanmamıştı. “Kader" demek bu yıllaraymış. Ne denir?'

Ama kusurlu yanları yok mu bu biyolo jik silahların? Elbette. Bir sefer bu mikro organizmalar ve zehirlerin kullanılması ol­dukça sıkıntılı. Ne sonuçlar vereceğini tam olarak kestirmek mümkün değil. Nasıl ya­yılacaklar bilmek zor. Dostu düşmanı ayır­maları hiç mümkün değil. Bu nedenle 1972 yılında “Doğu Batı" arasında biyolo jik silahların kullanılmasını yasaklayan bir anlaşma kolayca yapıldı Ya sonrası?

19(>0’larda ABD ordusu biyolojik silah larda aranan koşulları şu şekilde tesbit eder:

— Büyük miktarlarda üretimi mümkün olmalı

— Zarar verici yanı çok etkin olmalı— Yayılması mümkün olduğunca kont

rol edilebilir olmalıSavunma imkânları az olmalı

Bunlara denk düşen biyolojik silahları üretmek o günün teknik seviyesine göre ol dukça sınırlı idi. Ancak bu gün Gen Teknik lerinin akıl almak gelişimi yukarda- ki kriterlere uygun biyolojik silahların ya­pımını mümkün kılmaya başlamıştır. O ne­denle 1960 yıllarda cazip olmayan biyolo­jik silahlar bugün yeniden moda olacağa benziyor. Hele bir de nükleer silahlarda

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

başlayan' silahsızlanma ile odaya çıkan boş luğıı en iyi biyolojik silahlar dolduracağa benziyor.

ABD’de 1985 yıllarında başlayan bu “uyanışı" Savunma Bakanlığının bir yetkilisi, D..I leilh, Washiııglon Post gazetesinde şöyle yazıyor: “Biyolojik silahlar askeri açı dan oldukça etkisiz silahlar sayılıyordu An­cak yeni teknik gelişmeler bizim bu konudaki düşüncemizi değiştirmeye başlatmıştır" Ar tık durulur mu? 1972 anlaşması bu silah ların kullanımını yasaklıyordu. Peki ya araş­tırma ve üretimi? İşte o anlaşma da yoktu. R Goldstein. Harvard Medical School pro­fesörü ne diyor?: “Anahtar bir aşı bulmak­tır. Ancak o zaman bu silah kullanılabilir.” “Türkçesi: “Öne kendi insanlarını, askerle rini silaha karşı farkına vardırtmadaıı aşı layacaksın: kaldıkları yerde havaya mı ka rıstırırsın, yemeklerine katarsın, senin bile­ceğin iş. Sonrasını sormaya bile hacet yok."

Böylelikle ilk defa olarak biyolojik silah ların kullanılması düşünülecek boyutlara ulaştı. Gen teknikleri ile yapay olarak üre­tilen bu maddeler kolaylıkla bakterilere “yüklenebiliyordu" Cinsleri ve etkinlikleri biyo-kimyasal yöntemlerle artırılabiliyordu. Şimdi artık bir “süper-çekirdek" aranıp bu­lunabilir: Çeşitli mikroplar gen teknikleri ile birleştirilip, karşı konulmaz yepyeni bir öl

Tkmicü bulunabilir. İşte biyo bomba rüya larınKşüsleyen bir hedef Biyolojik silah araştıran ̂ öğu bilim adamlanııa sorarsanız, herşey kontrol altında gelişiyor diyecekler dir. Ama bir kez bu silahlar kullanılsın, so­nucunu kestirmek imkânsız. Her şeyden önce üretilen bu biyolojik silahlar yaşayan canlılar. Kimse bir “kutuda" duran bu can­lıların nasıl tepki göstereceklerini, nasıl ge­lişeceklerini tam olarak kestiremez. Sade­ce hu gerçeklik bile biyolojik silahı diğerle­rinden ayıran önemli bir özellik

1972 anlaşması bu şekilde iyice anlam sız hale gelmesine karşılık ona imza koyan ABD imzasını açıktan çiğnemekte. 1975 yı­lında bir Senato Komisyonu, imha edilmesi gereken biyolojik maddelerin çeşitli yollarla ClA'nın eline geçtiğini ve hâlâ bunların C! Anın elinde olduğunu tesbit eder Bu ge çeıı vıl kamuoyuna yansırken aynı zaman da ABD ordusu elinde 2 3 litre “Chikungunya" virüsü olduğu ortaya çıkar. Bu küçücük miktardaki virüs bütün dünya insanlarını birkaç kez tropikal hastalıklara bulaştırmaya yeter. Konu ile ilgili hazırla­dığı 26 sayfalık raporda Virüs uzmanı Dr. L. Levitt. bu miktardaki virüsün “kaybolduğunu" ve nerede olduğunun bi

Page 29: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

linmediğini yazıyor. Bugüne kadar hâlâ “bulunamayan” bu maddenin nasıl kaybol­duğu bile “bilinmiyor"

Bu maddelerin araştırılması çoğu kez bi­yolojik silahlara karşı bir aşı bulma adı al­tında yürütülüyor. Bilim adamları harıl harıl “bulunabilecek” bir biyolojik silaha karşı aşı bulmaya çalışıyor! Bu gülünç iddialar biz zat J. King gibi bilim adamları taralından “gerçekleşmesi imkansız bir varsayım olarak” değerlendiriliyor. Kaliforniya Üni veısitesi Profesörlerinden R. Sinslıeimer bütün bu deneylerin yeni bir silahlanmanın ilk basamakları olduğunu söylüyor.

Bunlar olurken ABD’rıin müttefikleri boş durur mu? Nazi Almanyası’nın kimyasal si­lah üretimi için kurduğu Munster yakınla rındaki 50 kilometrekarelik alanda bugün bakteri, aşı deneyleri yapılıyor. H ohenhe­im Hayvan Sağlığı Merkezi ile Batı Alman ordusu arasındaki sıkı işbirliğinin amacının virüs araştırması olduğu biliniyor. Hanno­ver Üniversitesine 1985 yılında verilen 5.9 milyon mark ile Batı Alman ordusu aşılar bulma peşinde.

Bu okulda araştırmaları yürüten Prof. Moenııig. kendisi hakkında biyolojik silah deneyi yapıyor diyen Yeşiller Partisinin bir yö­neticisi hakkında dava açar. Davada, Prof. Moennig ABD’deki Frot Detrick araştırma merkezi ile işbirliği içinde çalıştıklarını, Ame­rikalı bilimciler gibi kendilerinin de “bilimsel araştırma” ile yetindiklerini açıklar. Yanı Kö­rün şahidi topal misali. Prof. Moennig üs telik açıksözlüdür: Amerikalı meslektaşları onun geliştirdiği bir bakteri zehiri olan “Bo- tulinus”a ilgi duyduklarını söyler. “Botulinus” siyanürden 60 misli daha zehirli bir maddedir!

Bütün bu bilgiler gazetelerin üçüncü, be­şinci sayfalarında çıkan ufak ufak haberler­den derlendi. Yani her nasılsa “dışarıya sızan” habercikler. Gen tekniğinin vardığ aşama bize bu alanda yapılması mümkün olanları en azından hayalinde canlandırma­ya yetiyor. Aklımıza gelen soru: Acaba yağ­murdan (Atom silahından) kaçarken dolu- yamı (biyolojik silahlara) tutulduk?

Yeni emperyalizmin alfabesi: (A.B.C.)

silâhla/ıKapitalist ekonomü/Kıçbİr zaman, hiçbir

millete veya insanlığa genlik ve mutluluk getirmek reklâmıp/ ciddiye almaz. O rek­lâmın perdesi ardinda her zaman saklı du ­ran şey zorla silahlı ölümdür. Kapitalizm olup ta: zor, kriz, savaş, ölüm getirmiyecek düzen görülmüş, işitilmiş değildir. Ancak 1969 yılının kapitalizmi yanında, 1869 yılı kapitalizminin öldürücülüğü çocuk oyun­cağı kalır.

Günümüzün öldürücü kapitalizmi han­gi silâhlara dayanıyor? Alfabenin ilk harf­leriyle süslenip gizlenen: (A BC.) yâni: Atom + Bakteri (Mikrop) + Chemie (Kimya) silâhlarına... Dikkat edilirse. Emperyalizm yalnız Atom (nükleer) silâh­lar üzerine yaygara koparır. B. C. (Mikrop ve Kimya) silâhları üzerinde mutlak bir su­suş kumpası güdülür. Ve Sovyetlerin B.C. silâhlarını da yasak etmek üzere iki de bir yaptığı teklifler hep gürültüye boğularak, kimseye çaktırmadan reddedilir durur.

Emperyalizm B.C. (Mikrop Kimya) silâh­ları üzerinde en ufak tartışmaya bile girmez. Çünkü o silâhların korkunçluğu tartışılmı- yacak denli insanlık dışı canavarcadır. Öy­le bir mesele ortaya çıkarıp, kendi kendini ele vermektense, hiç öyle bir konu yokmuş- ça ıska geçmek ve “ Hür Basııı-Yayın” şarlatanlığının kahpece sis karanlıkları için­de haydutluğunu sürdürmek daha işine gelir.

Nasıl olsa BC silâhının dehşetinden söz edecek. Sosyalizm Basın ve Yayını “DE­MİRPERDE" ötesinde kalır. “Demirperde1 niıı bu yanına sızsa bile, “Hür Basın” sağ olsun. İnsanoğlunu bacak arası cilveleşme­sinden, spor ayıcılığından, şişirilmiş cinayet edebiyatından, kumar, piyango, Toto dü­zenbazlıklarından ve ¡İh daha önemli hiç­bir konu bıılunamıyacağına anadan doğ ma inandırmış ve şaıtiamıştır. Kimseye çak­tırmadan, o “Vatandaş” adlı koyun sürüle­rini Mikrop ve Kimya ölüm alanı üzerinde kıpırdayamaz durumda güder dururlar.

Bugün Amerikan ve Alman maskeli Hi­naus Kapital eşkiyaları, Üçüncü Emperya­list Evren Savaşı için Kore’yi. Vietnam’ı Kongo, Nijerya gibi Afrika milletini, Antil ler. Güney Amerika milletlerini tecrübe tah­tası, lâboıatuvar hayvanı gibi kullanmaktan başka birşey yapmıyorlar Özellikle Penta- gon’un (Amerikan Militarizm Kurmay yu vasinin) en çok güvendiği eski Amerikan muhabiri bay Seymour M. Hirsch’in 1968 yılı Amerika Birleşik Devietleri’nde çıkan Kimyacıl ve Bakteriyolojik Savaş” ad lı kitabı en büyük yetki ile. insanlığa hazır­lanan cinayeti üstü kapalı biçimde de olsa sındırmaktadır.

M. de Durand, 1969 Nisan ortası ve so­nu haftalarındaki “Paris Mektuplarında, her ikisi de özellikle ciddi” olmak üzere, biri Amerikan kaynaklarından, ötekisi Ja­pon kaynaklarından sızmış belgeleri, hiç­bir “Dibace" yapmaksızın, oldukları gibi an­lamak isteyen kamu oyuna sundu.

Amerikan Alman gizli silâhları

Amerikan kaynaklı belgelerde aynen şu satırları okuyoruz:

“ Bundeswehr (Batı Aman Silâhlı Kuvvetleri) 1969-1972 yıllan için Kim­ya (C) ve Bakteriyoloji (B = Mikrop) si­lâhlarını üretip stok etmek işlerini ada­makıllı ileri götürmeyi öngörmektedir... Yüz milyonlarca Mark (yanm milyarı aşkın Türk Lirası) Devletçe harcana­cak: Bilimdi Araştırmalar Bakanlığı1 nın kanadı altındaki Kamu Teşkilâtla­rı, Kurumlan ve Lâboratuvarlan tarafın­dan yürütülen “ STOLTENBERG PROGRAME’nın çerçevesi içinde Kim­ya ve Biyoloji denemeleri yapılacaktır. Bununla birlikte, o çeşit çalışmaların irisi, her zaman olduğu gibi mutlak bir sırla çevrilmiş olarak, hep özel Şirket­ler ve en başta ünlü t.Gİ Farben’in mi­rasçısı üulunan kimya devleri tararın­dan sağlanacaktır. ”

O “Mirasçılar” Türkiye’nin her köşe ba­şında reklamları ve her su başında adam ­ları kaynaşan Alman “ Kimya” ve “İlâç” sanayiidir. Bize bizden çok yakın akraba olan Alman Finans Kapitali bu esrarlı ve korkunç işi çıt çıkmadan nasıl yürütür. Amerika’nınkilerle sarmaş dolaş olarak... Amerikan kaynaklı belgeler devam ediyor:

“Gene öğreniyoruz ki, bundan önce­ki birkaç yıldan beri Almanlar, Ameri­kan B.C. (Mikrop-Kimya) silâhlarını mükemmelleştirmek ve yapmak işine katılmış bulunuyorlar. O işte pilot ro­lü, Birleşik Amerika Devletleri’ne yer­leşmiş Batı Alman Kimya Konsorsiyu­munun şubeleri oynamaktadır.

“Alman BAYER, Konsorsiyumumun dalı olan Kansas City’deki “CHEMAG- RO CORPORATION”, 1965 yılından beri, büyük ölçüde zehirli gazlan ve de­ri yüzücü zehirleri, Vietnam’da güdü­len savaşlarda kullanılmak üzere üre­tiyor. Amerikan “ DOW CHEMICAL” şirketle ortak bulunan. Alman: “ BA­DISCHE ANILIN UND SODA FAB-

RIK”, Freeport’ta (Texas Devletinde) “ DOW BADISCHE CHEMICAL CORP”, şirketini yarattı: Orada zehir­li gazlarla napalm üretiliyor. Batı Al­man Konsorsiyumu’nun adamları ile Bundeswehr (Batı Alman Ordusu) su­bayları yalnız yeni B.C silahlarının de­nemelerine Fort Dietrich ve Edgewood adlı özel Amerikan ordusu poligonla­rına (silâh atış yerlerine) katılmakla kal­ınıyorlar; o silâhların yapımı ile ilgili bu­lunan bütün gizli dosyaları da ellerin­de bulunduruyorlar. Dahası var. India­na Devletinin Newport Kimya ve Bak- terioloji deneme merkezlerinde, Batı Alman teknisyenleri, bilimci! persone­lin arasına katılıyorlar ve gizli lâbora- tuvarda doğrudan doğruya çalışıyorlar. Alınanların öteki NATO ülkelerinin Kimya ve Bakterioloji inceleme mer­kezleri arasında böylesine sıkı bir işbir­liği vardır. Büyük Britanya’nın ve Ka- nada’nın Suffield poligonları üstünde Almanlara her zaman rastlanabilir.”

Kücük-Burjuva‘ 'HürriyetçiSosyalizmi”

Mikrop ve Kimya Savaşı nedir? Atom sa­vaşını bile gölgede bırakacak dehşette bir insan canavarlığı. Öyle bir savaş yalnız “ Sosyalistleri” mi seçip ayırarak öldüre­cek? Hayır. Nazenin ve kibaı Finans- Kapitalistlerin kendi milletlerini hiçbir za man düşünmedikleri belli. Kendi tatlı can­ları, çoluk çocukları kurtulur mu, yönü ve yayılışı hiç kestirilemiyen Mikrop ve Kim­ya savaşından? Kurtulamaz. Bu sefer, Üçüncü Emperyalist Evren Savaşını açar­larsa, belki insanlıkla birlikte, ama Finans- Kapital haydutlarının tonu birden köklerin­den kazınacaktır. Bir türlü açıkça cesaret edemeyişleri ondan.

Tecrübe tahtası: Geri ülkeler

“ Sürpriz baskını” ilg “ Yıldırım savaşı” nerelerde en çok tutunup verimli olur?.. İşte burada Türkiye’nin biz Türkleri iyice sıkı duralım. Çünkü: NATO CENTO SF.ATÖ perdeleri altında kaç göçlü Finans Kapital, en çok bizim gibi geri kalmış, ya­hut Emperyalist dil nezaketiyle: “Gelişme yolundaki ülkeler’ için tuzak kurma ola­naklıdır. Belgeler diyor ki:

“Batı Alman eksperlerine göre, B. C. araçları, özellikle iyi hazırlanmamış, gelişme yolundaki ülkelere karşı kulla­nılınca kazanç sağlayıcı olur. Çünkü, B.C. silâhında sürpriz saldırısını başar­manın bütün özel şartları bulunur. Vi­etnam savaşının denenmesiyle sapta­nan bu kam, yeni “sömürgeler” rüya­sını gören Bonn Alman güdücülerinin yaptıkları projelerde bol bol yankı bul­maktadır. Batı Almanya’daki gizli lâbo- ratuvarlar bir “Tümcil Savaş’Tn (Total Harbin) yeni metodlannı inceliyorlar. O “TÜMCİL SAVAŞ” metodları, yalnız insanları vurmakla kalmıyacak, evcil hayvanların, bitki etinlerinin bire dek kırılmalarını da, ve toprağın, suların ve herşeyin zehirlenip mikroplaşmasını da gözetecektir. Bu problemler, özellikle Batı Almanya Savunma Bakanlığı’nm baskılı güdümü altında, Darmstadt’ta- ki Farmakoloji (İlâçbilimi) Enstitüsü ile Armsberg (Westfalya) Veteriner Ensti- tüsü’nde etüd ediliyor. Aynı zamanda “ HOECHST” Konsorsiyumu, ürünle­rinin etkinliğini ölçmek için, Saygon’a (G. Vietnam başkentine) Kimya ve Mik­rop savaşı maddesinde eksper olan 12 adamını göndermiş bulunuyor.”

Page 30: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

AT ve TÜRKİYE

2000'li yıllara doğru Türkiye nerede ola­cak? Bu soruya emek cephesinden: pro­letarya sosyalistlerinden “Devrimci bir halk iktidarının kurulmasıyla sosyalist dünyada" yanıtı geliyor. Peki, ya finans-kapital yani sermaye cephesi stratejik olarak nasıl bir konumu hedefliyor? Finans-kapitalin öz ör­gütü TÜSİAD “artık günlük meselelerle uğ­raşmak yerine stratejik düzeyde program­lar ve öneriler hazırlamaya soyunduğunu" ;lan-ederken, stratejiye varmada ana hal­kaları da çeşitli kereler açıklıyordu. Bu ana Halkalardan en önemlisi tabii ki Avrupa Topluluğu (AT)na girmekti! Türk paraba- baları AT zincirine kenetlenmeyi hedefler­ken. Avrupalı finans-kapitalistler de 2000‘li yıllara doğru dünyadaki yeni güçler denge­sinde yerlerini almaya çaba harcıyorlar.

Avrupalı finans-kapitalistler karşılarına ABD, Japonya ve sosyalist dünyayı alarak 1992’de “Tek pazar'ı yaratmaya çalışıyor­lar. Türkiye'nin ATa girmek istemesinin ne­denlerine, girme olasılıkları ve girildiği tak­dirde olası gelişmelere geçmeden önce, Tek Pazara kısaca değinelim.

1950 lerde dönemin İngiltere Başbaka­nı Winston Churchill artık net bir şekilde ortaya çıkan Sosyalist ve Emperyalist kamp gerçekliğinin karşısında Zürih’te “Avrupa

-"Srleşik Devletleri" kurulması çağrısında bu­lunuyordu. 1951’de Avrupa Kömür ve Çe­lik Topluluğunu kuran B. Almanya, Fran­sa. İtalya, Belçika, Ffollanda ve Lüksem- burg altı yıl aradan sonra 25 Mart 1957 yı­lında Avrupa Ekonomik Topluluğu

(AET)’nun kuruluşunu anlaşma imzalaya­rak dünyaya duyurdular. 1 Ocak 1959’da altı ülke, gümrüklerinde yüzde 10luk bir in­dirime gitti. 1972’de,bünyesine İngiltere, Norveç, İrlanda ve Danimarka’yı katan AET TO’lar’ ünvanını alamadı, çünkü Nor­veç’in üyeliği bu ülkede yapılan halk oyla­masında reddedildi. 1 Ocak 1981’de Yu­nanistan ve 1 Ocak 1986’da da ispanya ve Portekiz’i üyeliğe kabul eden AET ya da AT “12’ler" ünvamyla anılinaya başlandı.

1970'lere kadar ATda her şey iyi gidiyor­du. Ama bu dönemde başlayan yeni ser­maye birikim krizi ATa dahil olan ülkeler ve diğer emperyalist ülkelerin “korumacı­lık duvarlarını" hızla yükseltmesinin baş ne­deni oluverdi. 1980 lere gelindiğinde ise ABD ve Japon emperyalizminin sermaye birikim krizini bilimsel teknik devrimle aş­maya çalıştığını gözleniyor, Avrupa Toplu- ItJğu'ııa üye ülkelerin ise bu sürecin geri­sinde kaldığı ortaya çıkıyordu. Bilimsel tek­nik devrimin uygulayıcıları olarak ABD ve Japonya böylece yeni kurulan dengelerde belirleyici konuma yükselirken, Avrupaiv.’- nııı giderek belirlenen’ konuma düştüğü farkedildi. Öyle ki bugün bilimsel teknik devrimi kademe kademe tüm sektörlere yaygınlaştırmaya başlayan ABD ve Japor.-

ya ‘bu devrimin en küçük parçası' olan chip, yani bilgisayar yonga üretimi tekelini elle­rinde bulunduruyor, Avrupa ülkeleri ise elektronik ürünleri üretimi için büyük ölçü­de bu ülkelerden parça almaya başlıyordu. İşte, bu yeni güçler dengesinde Avrupa Topluluğunun Ortak Pazar olma sürecini yeniden hızlandırması gündeme geldi. 1 Temmuz 1987'de “Avrupa Tek S ened i” üye ülkeler tarafından kabul edilirken, tek pazar için hukuki ve politik dayanak da ger­çekleşmiş oluyordu.

Avrupa ülkelerini Tek Pazara zorlayan nedenleri biraz gözden geçirelim. Teknolo­jide ABD ve Japonya'nın giderek AT ülke­leriyle arayı açtığını belirtmiştik. Rakamla­ra baktığımızda bu çok rahatlıkla görülebi­liyor. ABD'nin 1985 yılı itibariyle yaptığı araştırma-geliştirme (AG) harcamaları yıl­lık 111,7 milyar doları, Japonya'nın 37,3 milyar doları, bulurken B. Almanya’da bu 19,8 milyar dolar ve Fransa ile Ingiltere’de 14,4’er milyar dolardır. Burada bir diğer il­ginç nokta Japonya'da bu harcamaların yüzde 74’ünün özel sektörce finanse edil­diği, bunun ABD’de yüzde 48’e, B. Alman­ya'da yüzde 61e, Ingiltere’de ise yüzde 46’ya düştüğünün gözlenmesidir. 1985te ABIT nin araştırmacı başına yaptığı harcama 108 bin doları, AET ülkelerinin yaptığı harca­ma 98 bin doları, Japonya’nın ise 65 bin doları bulduğu belirlenirken, Japonya’nın 1971 yılma göre bu harcamayı yüzde 26 arttırdığı, AET ülkelerinin sadece yüzde 6 lık bir artış gerçekleştirirken, ABD’nin yap­tığı harcammın yüzde 5 civarında geriledi­ği ortaya çıktı. ABD’nin elektrik-elektronik ve kimya sektöründeki araştırmacı sayısı toplam 187 bini. Japonya’nın araştırmacı sayısı 92 bini bulurken Federal Almanya, Fransa ve İngiltere’nin toplam araştırmacı sayısı ise ancak 96 bin olarak saptanıyor. ABD, Japonya ve AT ülkelerinin nüfusla­rını ve pazar büyüklüklerini karşılaştırdığı­mızda yukandaki rakamlann ne derece çar­pıcı olduğu anlaşılabiliyor. Japon­ya “ABD’ye kafa tutarken, AT ülkelerinin tümünü de neredeyse geride bırakacak. Ja ­ponya bilimsel teknik devrimin meyvesi olan robot kullanımında da öndedir. 1990’lar itibariyle ABD’de tüm sektörlerde kullanılan robot sayısının dünyada kullanı­lanın yüzde 21,5’ini, AT ülkelerinde yüzde 26,6’yı bulacağı hesaplanırken, Japonya: nın dünyadaki toplam robot sayısının yüz­de 45,6’sını tüm sektörlerinde kullanacağı araştırmacılarca belirtiliyor. En son bir ra­kamı daha verirsek olayın boyutla!ı daha iyi anlaşılacaktır.

Japonya’nın dünya çapındaki yüksek teknolojili ürünlerde pazar payı 1963 yılın­da yüzde 6,2 iken bu 1985de yüzde 23,4’e fırlamıştır. ABD’nin aynı kategorideki ürün­lerdeki pazar payı yüzde 29’lardan yüzde 25’lere gerilerken. B. Almanya’nın payı yüz-

ı de 16’dan yüzde 13e Ingiltere’nin payı yüz-

Ali KEMAL

de 13’den yüzde 9’a gerilemiştir."1İşte bu rakamlar AT ülkelerini ürkütmek­

tedir! 2000’li yıllarda AT nin geleceği ‘bilim­sel teknik devrim trenini kaçırıp kaçırmamasına’ bağlıdır. Türkiye-AT ilişki­sine geçmeden önce bu ilişkinin dış etm e­ni olarak AT’nin Tek Pazar hedefi için bu­günden yaptıklarına da son kez göz atalım. Buna ilişkin iki ana gelişme görülmektedir. Birincisi AT ülkeleri sanayide rekabeti giiç- lendirebilmek için büyük miktarda AG har­camalarına gitmeye başlamışlardır.

1987’de Tek Senedin imzalanmasından sonra AT ülkelerinin 1987-1991 yılları ara­sında 5,4 milyar ECU (ECU Avrupa Para Biriminin, İngilizce kısaltılmış harflerinden oluşmaktadır. 1 ECU yaklaşık olarak 1,2 ABD dolarına eşittir) yani yaklaşık olarak 6,5 milyar dolarlık bir AG harcamasında bulunması ve bunun yüzde 58’inin bilgi ve iletişimin teknolojisinin araştırılması ile sa­nayinin modernizasyonuna ayrılması he­deflenmiştir.

Tek Pazara yönelik bir diğer taktik ise şir­ket birleşmeleridir. “Sermayenin, birikim krizini her kriz döneminde daha yoğunla­şarak ve merkezileşerek “aştığı gözönüne alınırsa şirket evliliklerinin altında yatan ne­den kolaylıkla anlaşılır. Lenin’in “Bunalım­ların her çeşidi, daha çok da ekonomik bu­nalımlar, -ama kesinlikle tek başına ekono­mik bunalımlar değil- güçleri oranında, yo­ğunlaşmaya ve tekele eğilimi arttırır."*21 sözlerini hatırladığımızda şirket birleşmele­riyle “daha merkezileşen ve yoğunlaşan" ya­ni irileşen Avrupa finans-kapitalistleri göz­önüne gelebilir. ABD ve Japonya’nın kar­şısında “dünyanın 2000’li yıllardaki yeni güçler dağılımında" yerini almak isteyen Avrupa ülkeleri tekelleri hem ölçeklerini art­tırarak. hem de bu yolla pazarlarını geniş­leterek rekabette daha vurucu hale gelme­ye çalışıyorlar. Avrupa ülkeleri içinde son bir-iki yıl içinde 2146 şirket el değiştirirken, AT içinde şirket satın alan ülkelerin başın­da B. Almanya birinci sırada (269) Fransa ikinci sırada (178) geliyor. İngiltere diğer AT ülkelerine en çok şirket kaptıran ülke olur­ken (427) onu Fransa (194) ikinci sırada ve B. Almanya (137) üçüncü sırada izliyor.

Evet, her türlü sektörde gerçekleşen ve 1992’lere doğru artan bir trendle devam edecek olan şirket evlilikleri furyası acaba AT Tek Pazarının realize edilmesini olanaklı kılacak mı? Tek Pazar’ın 1990’ların sonun­da Topluluğa 244 milyar dolarlık ek gelir kazandıracağı, GSMFfnın yüzde 4,5 artma­sına yol açacağı ve 1,8 milyon kişiye iş bu­lunacağı varsayılırken, teknik düzenleme­ler ve engellerin kaldırılmasıyla şirketlerin üretimde 96 milyar dolarlık bir tasarrufa gi­debilecekleri öne sürülmektedir. Madalyo­nun diğer yüzünde ise Tek Pazar’ın çok bü­yük yarar getirmeyeceği yönündeki araş­tırmalar vardır. Merkezi Londra’da bulunan Ffenley Çenter adlı bir araştırma merkezi-

Page 31: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

nin yaptığı araştırmada:Gıda, içecek, ilaç ve perakende sektör­

lerde ulusal piyasaların Topluluk boyutun­da birleşemeyeceği, otomobil sektörünün Tek Pazar’da sadece maliyetlerini belli öl­çüde azaltabileceği, ancak bankacılık, ha­va ulaştırması ve karayolu yük taşımacılığı sektörlerinde Tek Pazar’ın önemli boyutlar­da kazanç getireceği hesaplanmıştır. Yani tüm isteklere rağmen birleşme karşısında “parçalı durmayı” yani tezadını barındır­maktadır.

Kapitalist bölgeler arası birleşmeler 2. Dünya Savaşından da önce; Marx döne­minde yaşanm aya başlamıştı. Marx 1871’den sonra Bavyera Doğu Prusya gibi bölgelerin birleşmesini “Biz Kıta Avrupası: mn tüm Batısı’nda olduğu gibi, hem kapi­talist üretimin gelişmesinden, hem de bu gelişmenin eksikliğinden çekiyoruz” (3) di­ye yorumluyordu.

Yıllar sonra değişen bir şey olmadı. Kârla motive olan kapitalist, her zaman olduğu gibi pazara yakın olan bölgelere akın eder­ken, diğer bölgeler ikincil, üçüncül derece­den pazar konumuna giriyordu. 1959’dan bu yana geçen 30 yıl içinde AT’de üye ül­ke sayısı altından 12’ye çıkmıştır. Bunlar acaba ülkelerarası ve ülkelerin kendi içle­rindeki “kapitalizmin eşitsiz gelişimini” ön­leyebilmiş midir? Kesinlikle hayır. Yapılan bir araştırmada bugün AT gelişmişlik açı­sından beş bölgeye ayrılmaktadır: Birincisi Tarım bölgeleri, İkincisi geçiş sürecini ya­şayan bölgeler, üçüncüsü sanayileşme sü­recini yaşayan bölgeler, dördüncüsü en­düstrileşmiş bölgeler ve beşincisi ileri en­düstri bölgeleri. ATda kişi başına düşen GSYİH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) ortala­ma olarak 13 bin 68 dolardır, ileri endüst­ri bölgelerinde kişi başına düşen GSYİH 15 bin 86 .dolardır, ileri endüstri bölgelerinde kişi başına düşen GSYİH 15 bin 86 dolara yükselirken, tarım bölgelerinde bu 8258 dolara düşmektedir. Arada yüzde 82,6’lık yani 6828 dolarlık bir fark vardır. Tanm böl­gelerinde işsizlik yüzde 13,3, ileri endüstri bölgelerinde yüzde 8,2’dir. Tanmsal işletme­lerde ileri endüstri bölgeleri 22 bin 794 do­larlık bir verimliliğe sahipken, tarım bölge­lerinde verimlilik 6492 dolara düşmekte­dir. Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunların gösterdiği tek şey var; 30 yılı aşkın süredir eşitsizliğin kapitalizmin doğası gereği orta­dan kaldırılamadığı! Kapitalizmin eşitsiz ge­lişiminin engellenememesi -bunu yapma­sı ondan beklenemez!- devam edeceğine göre acaba Tek Pazar haline gelinmesi ne­yi değiştirecektir? Bir veya iki ülkede ege­men olan tekel, tröst veya kartellerin ege­menlik alanları genişleyecektir. Tek Pazar­la ülkeler arası çelişkiler giderilebilecek mi­dir? Yani Tek Pazar’ın ardından “Avrupa Parlamentosunun ülke Parlamentolarının üstünde bir kuruluş olarak aldığı kararlar” harfiyen üye ülkelerce uygulanacak mıdır? Buna ancak parababaları ve burjuva sos­yalistleri budalaca evet diyebilir. Tek Paza­rın emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri hafiflteceğini iddia etmek “rahmetli Ka- utsky’nin hayaletini dolaştırmaktan” başka bir şey değildir. Peki Tek Pazar emek- sermaye çelişkisini ne derece etkileyecek­tir? Avrupa ülkelerinin bilimsel eknik dev­rimi yakalayabilmek için 19801i yıllardan bu yana Çelik Leydi Thatcher, Sosyalist Cum­hurbaşkanı Mitterand ve yine Sosyalist Baş­bakan Gonzales tarafından emeğe karşı açı­lan savaşın devam etmesi gerektiği herhal­de teslim edilir bir gerçektir. Zaten ATa üye ülkelerin 27 28 haziran tarihinde Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyinin B. Al­manya'nın Hannover şehrinde yaptıkları toplantıda ‘Ekonomik ve ticari entegrasyo na evet, ama sosyal harmonizasyona (den-

gelemeye bn.) hayır” tezi benimsenmiştir.Şimdi esas konumuza, Türkiye’nin ATa

üyelik sorununa gelelim. Bunu incelerken önce Türkiye’nin belli alanlarda AT karşı­sındaki durumuna bakalım, ardından ATa girmek isteyişin altında yatan etkenleri ve girilmesi halinde olası gelişmeleri irdeleye­lim.

AT stardardında “Zayıf Türkiye”Türkiye’nin Nisan 1987’de ATa tam üye­

lik başvurusunun ardından bugüne kadar birçok araştırma yapıldı. Bu araştırmalar sektörler bazında: Sanayi, tarım sektörleri olarak ele alındığında Türkiye’nin son yıl­larda ATa katılan Portekiz ve Yunanistan’a benzer şekilde zayıf bir konumda kaldığı gö­rülüyor. Türkiye’nin sanayi yapılanmasına baktığımızda tüketim malları ve ara malı üretiminin ağırlığa sahip olduğu görülür! Toplam imalat sanayi üretimi içinde tüke­tim malları üretiminin payı 1962 yılında yüzde 62,3, ara malı üretimi (orman ürün­leri, kağıt, demir-çelik ürünleri, petrol ürün­leri, deri ve deri mamulleri, cam, seramik, gübre, çimento vs .) yüzde 27,3 ve yatırım malları üretimi de (Madeni eşya, makine, tarım makineleri, elektrik ve elektronik ürünler, gemi, uçak inşaası, karayolu ve de­miryolu taşıt üretimi.) yüzde 9,9’luk paya sahipti. 1985’e geldiğimizde her üç sektö­rün üretimden aldıkları pay sırasıyla yüz­de 41,4, yüzde 43,4 ve yüzde 15,9 oldu. Yatırım malları üretiminde ele alınan birçok ürünü de tüketim malı olarak değerlendir­diğimizde üretim araçları bazındaki yatırım malları üretiminin payı yüzde 10’ların altı­na düşmektedir. Sanayideki üretimin dikey gelişimine baktığımızda ise Türkiye’nin AT stardartlarını aşan ölçüde tekelleşmiş asa­lak sanayi yapısına sahip olduğunu görü­yoruz. Yapılan araştırmalardan bir tanesi­ni aktaralım:

“Bulguların incelenmesinde ilk göze çar­pan unsur, sanayilerin ulaştığı ortalama yo­ğunlaşma oranlarının uluslararası düzeyde kritik olarak kabul edilen dört firma için, yüzde 50 ve sekiz firma için yüzde 70 dü­zeyini aşış olmasıdır. 1985 yılı için 82 sa­nayi grubunun 48’inde dört firma yoğun­laşma oranları yüzde 50’nin üzerinde­dir...”«4»

Burada, aynı araştırmada iki firmanın pi­yasadaki kontrollerinin yüzde 50’yi aştığı bir çok alt sektörün bulunduğunu da vurgu­larsak Türkiye’de bugün ne derece asalak karakterde bir tekelci sanayi yapılaşması içinde olduğumuz kolayca anlaşılır. Peki bu yapılaşmada teknoloji düzeyi ne durumda­dır. Bunu da Milli Prodüktivite Merkezi (MPM)’nin bir araştırmasından öğrenelim:

“Uluslararası standartlara göre Türk ima­lat sanayiinde ileri teknoloji kullanma dü­zeyi yüzde 30’u aşmamaktadır. Alt sektör­lere baktığımızda ileri teknolojinin gıda sek­töründe kullanılma derecesi yüzde 16’yı, taş-toprak sektöründe yüzde 26’yı, kağıt sektöründe yüzde 31’ü, petrol-kimya sek­töründe yüzde 42’yi, metal ana sektörün­de yüzde 36’yı, metal eşya ve elektrikli araç sektöründe yüzde 26’yı ve en son elektro­nik araçlar sektöründe ise yüzde 33’ü geç­memektedir. İmalat sanayiinde orta düzey­de teknoloji kullanımı ortalama olarak yüz­de 56, geri teknoloji kullanımı ise ortala­ma yüzde 14’dür. Demek ki, imalat sana­yiinde “ikincil elden teknoloji” yani orta de­receli teknoloji kullanımı baskındır. &)

Daha çok ileri teknoloji kullanan “Türki­ye’nin dev kuruluşları “Türkiye imalat sa­nayiinde belirleyici role sahiptirler. İstanbul Sanayi Odası (ÎSO)’nın verilerine göre Türkiye’nin kamu ve özel sektör kuruluş­ları birlikte ele alındığında 500 büyük ku­ruluşun 1987 yılı üretim değerleri 29 tril­

yon lirayı geçmektedir, -ki bu Türkiye ima­lat sanayiinin toplam üretimin yüzde 48’i demektir. 500 büyük firma 667 bin işçiyi; imalat sanayiinde toplam istihdamın yüz­de 29’unu barındırmakta, Türkiye toplam ihracatının yüzde 37’sini gerçekleştirmek­tedir. Bütün bu aşırı derecede tekelleşmiş yapısına karşılık acaba Türkiye sanayiinin AT karşısındaki durumu ne derece parlak­tır. Kapitalist kuruluşların bir araya getirdi­ği İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) adlı kuru­luşun yaptığı çalışmalara göre 53 sanayii kolundan 15’inde (Sanayi üretiminin yüz­de 22’sini gerçekleştirmektedir) AT karşısın­da rekabet gücünün zayıf olduğu belirlen­miştir. Bu araştırmaya göre daha gerçekçi olarak görülebilecek Devlet Planlama Teş­kilatı (DPT)’nın yaptığı araştırmada ise şu sonuca ulaşılmıştır:

Et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, kara nakil araçları, demir-çelik ve çimento

sektörlerinde rekabet şansı yoktur. Tarım makinelerinde rekabet gücü yüzde 12,

elektrik makinelerinde yüzde 55, elektriksiz makinelerde yüzde 26, elektronik ürünlerde yüzde 40, petro-kimyada yüzde 21, camda

yüzde 67, deride yüzde 79, dokumada yüzde 62, hazır giyim-konfeksiyonda yüzde 85’tir.

Et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, ka­ra nakil araçları, demir-çelik ve çimento sektörlerinde rekabet şansı yoktur. Tarım makinelerinde rekabet gücü yüzde 12, elektrik makinelerinde yüzde 55, elektrik­siz makinelerde yüzde 26, elektronik ürün­lerde yüzde 40, petro-kimyada yüzde 21, camda yüzde 67, deride yüzde 79, doku­mada yüzde 62, hazır giyim-konfeksiyonda yüzde 85’dir. Tüm imalat sanayii ele alın­dığında rekabet gücü yüzde 57’iere gerile­mektedir.

Orta düzeyde teknoloji kullanımı birinci sırada yer alan Türk imalat sanayiinin bu konumunu, 1980’den sonraki sermaye bi­rikimi krizinin aşıldığı dönemde de değiş­tirmediği hükümet kaynaklarınca belirtili­yor. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kamu ve özel sektörün yaptığı ‘sabit sermaye yatırımlarının’ gelişimini şöyle sergilemek­tedir:

1980’de yatırımların yüzde 1,5 gerilemiş,1981’de yüzde 5,8 arttıktan sonra 1982’de yüzde 10,8 gibi yüksek düzeyde gerileme kaydetmiştir. 1983’de yüzde 4,3 ve 1984’de yüzde 4,5 ile gerilemeye devam eden ya­tırımlar 1985’de yüzde 6,3’lük bir artışa geç­tikten hemen sonra 1986’da yeniden inişe geçmiştir. 1986’da imalat sanayii yatırım­ları sadece yüzde 0,6 artarken 1987’de ür­kütücü boyutta gerileme gözlenmiş; yatı­rımlar yüzde 19,6 düşmüştür. 1988 ve bu yılın daha beter olacağı her halden bellidir.

Sabit yatırımlarını arttırmayan ve tekno­lojisini yenilemeyen Türk imalat sanayii, ay­nı zamanda araştırma-geliştirme (AG) har­camalarında da hâlâ yerinde saymaktadır.ATa üye ülkelerde kişi başına AG harca­ması 10-279 dolar arasında değişirken,Türkiye’de bu 5 dolardır. AG harcamaları­nın Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) içindeki payda ise AT ülkeleri yüzde 0,4-2,6’lık bir durum sergilerken, Türkiye’de AG harca­maları GSMH içinde yüzde 0,2’lik paya sa­hiptir.

Tarım sektörü açısından durum nedir?Şimdi de buna bakalım. Verileri vermeden önce AT ile bütünleşilrriesi halinde tarım sektörünün yani Türkiye kırsal kesiminin yeni bir alt üstlükle karşılaşabileceğini be-

31

Page 32: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

lirtelim. Çünkü kırsal alanda “ilkel serma­ye birikimi” sürecini büyük ölçüde tamam­layan AT ülkelerine karşılık, Türkiyede top­rak sorunu hâlâ finans-kapitalin bir kam­buru olarak karşımızda durmaktadır.

Bugün 12'ler olarak adlandırılan AT ül­kelerinde toplam nüfus 320 milyon kişiyi aşmaktadır. Türkiyede işlenebilir tarımsal alan miktarı 35 milyon 590 bin hektar, AT ülkelerinde ise toplam 133 milyon hektar­dır. 12 ülkede tarımsal işletme sayısı 9.8 milyonu geçmezken, Türkiyede işletme sa­yısı 3,6 milyon adede çıkmaktadır. Türki­ye ormancılık, hayvancılık, ve balıkçılık sek­törlerinde çalışan sayısı 9,4 milyonu bulur­ken, yine toplam 12 ülkede bu sayı 10,9 milyon kişiyi bulmaktadır! Yani bir başka hesapla tarımda çalışanların genel istihdam içindeki payları Türkiye için yüzde 50’ye yaklaşırken, AT ülkelerinde ortalama ola­rak bu yüzde 9dur. En son AT’ye katılan Yunanistan'da tarımda çalışanların sayısının genelin yüzde 28’ini, Portekizde yüzde 23 ü ve İspanyada yüzde 18’ini bulduğu düşü­nülürse “Türk kırsal kesimindeki şişkinlik” hemen ortaya çıkmaktadır. Tarımda aktif nüfus olgusunu üretilen katma değerlerin sektörlerarasındaki dağılımı tamamladığı­mızda esas çarpıcı gelişme görülmektedir. Çalışabilir nüfusun yüzde 50’ye yakınını kır­sal kesimde barındıran Türkiyede tarımın toplam ülke gelirinin yaratılmasındaki pa­yı: bir başka deyişle Gayri Safi Yurt içi Ha sıla (GSYİH) içindeki payı yüzde 20'in al tına gerilemiştir. Bu orana en yakın AT üye­si yüzde 15.5 ile Yunanistan ve yüzde İlle mandadır. AT ortalaması ise yüzde 12’dir. Kırsal alandaki bu farklılıklar esas olarak ta­rım işletmelerinin üretimi ve mülkiyet ya pısında daha iyi belirginleşmektedir. Buna ilişkin önce bir tablo verelim:

Aşağıdaki tablodan da görüldüğü gibi Türkiye ile AT arasında yapılan her karşı­laştırma korkunç gerçekleri ortaya çıkar maktadır. Türkiyede 0 5 hektar arasında yer alan işletmelerin sayısı genel içinde yüzde 71e sahipken AT ortalamasında bu yüzde 49'a düşmektedir. 5-20 hektar arasındaki işletme sayısı toplam işletme sayısı içinde Türkiyede yüzde 32’lik paya sahipken. AT da bu yüzde 30dur. Nihayet 20 ve üstün­deki hektar işletmelerin sayısına baktığımız­da Türkiyede bu tip işletmelerin sayısı ge­nelin yüzde 6.1’dir. Aynı rakam ATda yüz­de 2 ldir. İşletmelerin küçüklük ve büyük­lük dağılımında Türkiyede ’küçük işletme­lerin baskın çıktığı büyük işletmelerin ise orta boy işletmelerden sonra üçüncü sıra­da yer aldığı anlaşılıyor.

6,3’dür. Türkiyede orta boy işletmelerin (5-20 hektar) toplam ekilebilir alandan al­dıkları pay yüzde 45. ATda ise yüzde 20’dir. Büyük işletmelere baktığımızda ise esas farklılık göze çarpmaktadır Avrupa Toplu- luğu’na üye ülkelerde işletmelerin yüzde 2 l’i toplam alanın yüzde 73’ünü işletmek­tedirler. Türkiyede büyük işletmelerin sa­yısı hem yüzde 6,1 gibi düşük bir düzey­dedir. hem de işledikleri alan yüzde 32 gi­bi yine düşük bir düzeyde bulunmaktadır. Tarımda kapitalist gelişmenin son sınırları na gelen ATda büyük işletmeler egemen tiklerini ilan ederken. Türkiyede çök san­cılı biçimde yaşanan “kırsal alandaki mülksüzleşme” süreci daha yeni yeni orta boy işletmelerde bir toplulaşmaya yol açar­ken. küçük işletmelerin sayıca baskınlığını ortadan kaldıramamıştır. İşte size burjuva sosyalistlerce iddia edilen “kırsal alanda çö­zülmüş toprak sorunu" Kırsal alandaki mülksüzleşme sürecinin yavaş seyretmesi finans-kapitalin izlediği ekonomik politikaca belirlenirken, kırdaki feodal üretim ilişkisi artığı tefeci-bezirgan sermaye de bu belir­leyiciliğin altında kırdaki özgür kapitalist ge lişimin önündeki engellerden biri olmaya devam etmektedir. Toprak sorununu da­ha iyi anlayabilmek için ikinci bir tabloya daha gereksinim vardır:

1960 7.269 3.1001970 5.774 3.0601980 5.623 3.650

Görülüyor ki Türkiyede işletme sayısı 20 yıl içinde azalmak bir kenara artmakta. AT da ise tam tersine azalmaktadır. Ortalama işletme büyüklüklerinde ise Türkiye AT or­talamasının çok altında kalmaktadır ki bu da yukarıda değindiğimiz gibi küçük işlet­melerin sayıca baskın olmasından kaynak­lanmaktadır Şimdi de tarımsal işletmele­rin faaliyetlerine ilişkin verilere bakalım. Bu­radan da işletmelerin ne derece kapitalize olduklarını anlayacağız.

Türkiyede tarımsal işletmelerin üretim yapısına baktığımızda bitkisel ürünlerin yüz

kileyen tarımsal girdi kullanımlanna bakma­mız gerekecek. Gübre kullanımında Türki­ye ATa üye ülkelerin çok gerisinde kalmak­tadır. AT üyesi Yunanistan Topluluk için­de örneğin azotlu gübrede hektar başına 32 kilo gübre kullanırken Türkiyede bu 15 ki­lodur. 10 AT ülkesinin (İspanya ve Porte­kiz hariç) ortalama azotlu gübre kullanım miktarı ise 74 kilodur. Mekanizasyonda da aynı uçurum söz konusudur. 1982 verile­rine göre Türkiyede toplam traktör sayısı 491 bin ve biçerdöver sayısı 13 bin adettir. ATda ise traktör sayısı 5 milyon 400 bin ve biçerdöver sayısı da 440 bin adettir. 100 hektar başına traktör ve biçerdöver sayısın­da Türkiye yine ortalamanın çok altına düş­mektedir. Traktörde AT ortalaması 100 hektar başına 5,3'dür. bu Türkiyede 1.8'dir.

Biçerdöverde ise AT ortalaması 100 hek­tar başına 1.6 biçerdöver. Türkiyede ise 0,08'dir yani Ye bile ulaşamamaktadır. Ta­rımsal girdi kullanımındaki farklılıklar diğer girdilerde de söz konusudur. Girdi kullanı mı tabii ki verimliliği doğrudan etkilemek­tedir. Buğdayda 100 hektarda alınan ve­rimlilik Türkiye’de 19 kilo ATda ise 46 ki­lodur. Pirinçde Türkiye'de alınan verim 26 kilo Al da 57 kilodur. Endüstriyel bitkiler

87.815 16.734 13 5.488.524 17.069 15 5.686.662 22.764 15.4 6.2

de Türkiye'de 100.hektar başına şekerpan- carında 314 kilo tütünde 9.4 kilo, patates- de 168 kilo, kuru soğanda ise 147 kilo ve­rim alınmaktadır. ATda ise bu rakamlar sı­rasıyla şekerpancarında 480. tütünde 19 ki­lo. patatesde 250 kilo ve kuru soğanda ise 235 kilodur. Neredeyse tüm ürünlerde yüz. de 100’lük verim farklılığı vardır Hayvan­sal ürün üretiminde ise çok daha büyük fark vardır. Örneğin, inek başına Al da 4151 kilo süt alınırken bu Türkiye'de 581 kilodur. Siitde verimlilik farkı yüzde 615'dir.

AT karşısında Türkiye'nin sanayi ve ta

İşletme sayısı, işlenen alan ve ortalama işletme alanı karşılaştırmasında AT ve Türkiye (6)

Yıllarİşletme

(Binsayısıadet)

İşlenen(Bin

alanhektar)

Ortalamaalanı

işletme(hektar)

AT Türkiye AT Türkiye AT Türkiye

Türkiye ve AT’da tarım işletmelerinin büyüklükleri ve işledikleri alana göre dağılımları (1980)

TÜRKİYE ATİşletmebüyüklük grupları (Hektar)

işletme sayısı

(Bin ad.)

Tüm işletmeler

içindeki payı (%)

İşlediği alan

(Bin hek )

Tüm işlenen

alandaki payı (%)

İşletme sayısı

(Bin ad.)

Tüm işletmeler

içindeki payı (%)

İşlediği alan

(Bin hek.)

Tüm işlenen

alandaki payı (%)

0-2 hek. 1.102 30 941 4 1.551 28 1.600 22-5 hek. 1 164 32 3.614 16 1.242 23 3.950 45-10 hek. 738 20 4.839 21 829 15 5.874 . 710-20 hek. 422 12 5.433 24 818 15 11.713 1320-50 hek. 194 5 5.200 23 845 15 26.084 3050-üstü hek. 29 1 2.736 12 337 6 37.441 43Toplam 3.650 100 22.764 100 5.623 100 86.662 100

Not: AT ülkelerine Yunanistan, İspanya veİşletmelerin sahip oldukları alana baktı

ğımızda durum daha rahat anlaşılmaktadır. Türkiye’de 0-5 hektar arasında büyüklüğe sahip küçük işletmeleri toplam ekilebilir ala­nın yüzde 20'sine sahipken, AT’da küçük işletmelerin sahip olduğu alan yüzde

Portekiz dahil değildir.

de 7 İlik, hayvansal ürünlerin ise yüzde 29 luk paya sahip olduğu görülüyor. 12 AT ülkesinde ise ortalama olarak bitkisel ürün­lerin payı yüzde 48e düşmekte, hayvansal üretimin payı ise yüzde 52’ye çıkmaktadır. Verimlilikteki uçuruma geçmeden bunu et-

rımdaki zayıflığı bu rakamlardan rahatlıkla kavranabilir. Türkiye'nin ATa üyeliğinin ger­çekleşmesi halinde bu iki sektördeki olası gelişmelere değinmeden Türkiye'nin AT’a girme isteğinin altında yatan nedenlei sıra­layalım.

Page 33: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Bir başka can simidi: ATTürkiye neden Avrupa ile entegre olmak

istemektedir? gibi bir soru sormak bugün artık çok anlamsız bir sorudur. Neden? Çünkü Türkiye bir çok parametrelere ba­kıldığında zaten AT ile entegrasyon yani bü­tünleşme. iç içe geçme sürecindedir. Bu pa­rametrelerden ilki dış ticarettir Türkiye’nin 1950-60 yıllan arasında AT ülkelerinden (o dönem ATın 6 üyesi vardı) yaptığı ithalat toplam ithalatın ortalama olarak yüzde 37si, bu ülkelere yaptığı ihracat ise toplam ihracatının ortalama olarak yüzde 35’ydi.

Günümüze geldiğimizde hem AT’a üye ülke sayısının artmasından hem de enteg­rasyon sürecinin kendisinden Türkiye’nin ihracatı ve ithalatı içinde ATmn aldığı pay artmıştır. 1988 verileri Türkiye’nin ihraca­tının .yüzde 45’ini AT üyelerine yaptığını, it­halatının yüzde 40’ım ise yine bu ülkeler­den yaptığını gösteriyor. ATa üye ülkeler­den sadece B. Almanya’nın Türkiye’nin ih­racatı içindeki payı yüzde 18’i bulmakta, bu ülkeden yaptığı ithalat ise yüzde 14 u bul­maktadır. Daha sonra değineceğimiz gibi Türkiye’de emperyalist ülkelerin giriştiği sa­bit sermaye yatırımları içinde de AT ülke­leri belirleyici paya sahiptir. B. Almanya1 nın Türkiye’de yaptıı yatırımlar emperyalist ülkelerin yaptıkları toplam yatırımlar için­deki payı son verilere göre yüzde 12.6’dıı ve yüzde 10’luk paya sahip ABD’nin üstün­dedir. Ingiltere’nin payı yüzde 7., Fransa1 nın ise yüzde 3.4’tür. Tüm AT ülkelernin toplam yatırımları ise Türkiye’deki emper­yalist ülkelerin giriştiği yatırımlar içinde yüz­de 36 gibi çok önemli bir düzeye çıkmak- tadı.

O halde Türkiye’nin ATa üyelik isteğinin altındaki ilk iki neden belirginleşmektedir. Birincisi dış ticaretteki entegrasyonun da­ha üst düzeylere çıkarılması ve İkincisi Av­rupalI emperyalistlerin Türkiye’de yatırım­lara gitmesinin hızlandırmaktır. Bu iki ne­denin dışında üçüncü bir neden olarak

kıntı çekeceği, bu yüzden Türkiye’den Av­rupa ülkelerine bu yüzyıl içinde "ikinci kez bir yoğun işçi göçü olabileceğini” paraba- baları hesap ederken, bu ülkelerde son za­manlarda giderek artan işsizlik oranı ve yükselen enflasyonu herhalde hiç gözönü-

700 bine yakın kişiye iş sahası açılmıştır. İtalya’nın Fondan aldığı pay yüzde 37’ye, İngiltere’nin yüzde 24’e, Fransa’nın yüzde 15’e ve 1981’den bu yana üye olan Yuna­nistan’ın aldığı pay da yüzde 9,5’ğa ulaş­maktadır. EAGGF fonundan ise sadece

Bazı Rakamlarla Türkiye ve AT

Türkiye ATHane halkı büyüklüğü 5,1 kişi 3,7 kişiKentsel nüfus (1965) % 32 % 66,6Kentsel nüfus (1985) İşgücünün dağılımı: (1965)

% 47 % 74,3

Tarımın payı % 75 % 21,4Sanayinin payı % 11 % 37,9Hizmet sektörü payı % 14 % 40,9İşg ü c ü n ü n d ağ ılım ı: (1980)Tarımın payı % 58 % 12,6Sanayinin payı % 17 % 35,9Hizmet sektörü payı % 25 % 51,5Kişi başına GSYİH (1958) 180 dolar 651 dolarKişi başına GSYİH (1985) H ane halkı gelir kaynağı

1080 dolar 7172 dolar

Maaş ve ücret % 38,9 % 41,9 - % 84,1Kendi işinden kazanç % 46,3 % 7,1 - % 42,41000 kişi başına radyo 92 adet 164 - 986 adet1000 kişi başına TV 102 adet 149 - 457 adet100 kişi başına telefon 7 adet 17 - 75 adet1000 kişi başına otomobil 22 adet 104 - 412 adetEnerji tüketimi 0,8 metrik tonkömür 1,3 - 5,9 metrik

ton kömürne almamaktadırlar. Türkiye’nin daha ön­ce imzaladığı Ankara anlmaşması gereği 1988 yılından bu yana işçilerin Avrupalı ül­kelerde serbest dolaşım hakkına sahip ol­masına karşılık Türkiye’nin, Avrupalı ülke­lerden sağladığı bir kaç milyar dolarlık yar­dımla bu haktan vazgeçtiği ve üyelik du­rumunda da en az 5-10 yıl boyunca buna izin verilmeme şartının AT tarafından ileri sürüldüğü hatırlandığında ATın işsizliğe bel­ki 2000’li yıllardan sonra bir emniyet sübapı

O halçle Türkiye’nin AT’a üyeiik isteğinin altındaki ilk iki neden belirginleşmektedir.

Birincisi dış ticaretteki entegrasyonun daha üst düzeylere çıkarılması ve İkincisi Avrupalı

emperyalistlerin Türkiye’de yatırımlara gitmesini hızlandırmaktır. Bu iki nedenin

dışında üçüncü bir neden olarak Türkiye’deki milyonlarca işsizi Avrupalı

emperyalistlere ucuz işgücü olarak sunmak “bir taşla iki kuş vurmaktır”

Türkiye’deki milyonlarca işsizi Avrupalı emperyalistlere ucuz işgücü olarak sunmak “bir taşla iki kuş vurmaktır” Finans-kapital hem giderek sosyal patlamalan besleyen iş­sizliğin boyutlannı “evdeki hesaba göre” kü­çültecek, hem de ucuz işgücüyle emperya­list sermayeye cazip yatırım alanları yarata­caktır. Yine işgücüyle ilgili bir diğer faktör Türkiye'nin yüksek doğum oranıdır. İstatis­tikler Avrupalı ülkelerde yıllık doğuın artış hızının 1990’lı yıllarda yüzde l ’in altına dü­şeceğini, Türkiye’nin ise yüzde 2’nin üstün­de bir doğum artış hızına sahip olacağını varsayıyor. Parababaları 2000’li yıllarda Türkiye’nin bu artış hızıyla 70 milyonluk bir nüfusa sahip olacağını böbürlene böbürle- ne açıklarken, bununla emperyalist ülkele­re “büyük Türkiye pazarı” ve “milyonlarca ucuz işgücü” mesajını vermektedir. Başta B. Almanya gibi ülkelerin 1990’lar sonrası sömürecek canlı emek gücü bulmakta sı­

olabileceği ortaya çıkıyor!ATa üye olma isteğinin altında yatan

dördüncü ve belki de en önemli faktör AT ın üye ülkelere yaptığı yardımlar kurulan araçlarla üye ülkelere dağıtılan “arpalık­lardır” Gözatıldığında AT ın sayısı altıyı aşan değişik mekanizmalarla üye ülkelere her yıl milyarlarca dolarlık yardım yaptığı anlaşı­lıyor. Şu anda ATda, ’Avrupa Bölgesel Kal kınma Fonu (ESF)”, Avrupa Yatırım Ban­kası Kredileri, Yeni Ortaklık Aracı kredile­ri, Ulaştırma altyapısı için özel yatırım kre­dileri ve Avrupa Kömür ve Çelik Toplulu­ğu Yardımları (ECSC)” mekanizmaları yü­rürlükte olup, bunlarla her yıl üye ülkeler ekonomik durumlarına göre belli paylar al­maktadır. Örneğin 1975’den bu yana yü­rürlükte olan ERDF Fonun’dan üye ülke­lere yaklaşık 14 milyar dolarlık yardım ya­pılmıştır. Bu yardımla 20 yatırım, 19 bin alt­yapı, 6500 sınai proje finanse edilmiş ve

1984 yılında 1 milyar 65 milyon dolarlık yardım yapılmış, İtalya 504 milyon dolar, Yunanistan 133 milyon dolar kredi almış­tır. ESF, yani Avrupa Sosyal Fonundan sa­dece 1983 yılında yapılan yardımlar top­lam 2,2 milyar doları bulmuş, İngiltere bu fondan 680 milyon dolar, İtalya 640 mil­yon doları bulmuş, İngiltere bu fondan 680 milyon dolar, İtalya 640 milyon dolar, Fransa 332 milyon dolar, Yunanistan 135 milyon dolar yardım almıştır. Kâr amacı gütmeyen ve çok düşük faizlerle kredi açan Avrupa Yatırım Bankasının 1981-86 döne-t minde açtığı kredinin 40 milyar dolara ulaş-’ tığı göz önüne alınırsa bu kredilerin de finans-kapitalin iştahını nasıl kabarttığı da­ha iyi anlaşılır. İtalya, İngiltere ve Fransa bu kredilerden en çok yararlanan ülkelerdir.

ATııı bütçesine ve bunun dağılımına baktığımızda ise tüm bunların dışında ta rnn ve balıkçılık sektörlerine açılan milyar­larca dolarlık sübvansiyonu karşımızda bu­luyoruz. 1973’de ATın toplam bütçe gide­ri 4,3 milyar dolar iken tarım ve balıkçılı­ğın aldığı pay yüzde 81’dir. 1985’de ATın bütçe gideri toplamı 25 milyar dolara ya­kındır ve yine aynı iki sektörün aldıkları pay yüzde 73e düşmüş ama yine en yüksek düzeyde kalmıştır.

Finans-kapitalistlerimizi ATa girmekte sa­bırsızlandıran “yağma haşanın böreğinden” pay almaktır. Bakın bunu TÜSİAD bir ya­yın organında şöyle dile getiriyor:

“Bugün yapılacak iş, hangi sanayi yaşar, hangisi yaşamaz tartışmalarını şimdilik bir yana bırakarak, Avrupa’da sanayicilere ta­nınan bütün kolaylıkları (faiz, devlet yardı­mı, pazar araştırma yardımı, ihracat sigor­tası vs.) kendi sanayicimize en kısa sürede tanımaktır..." (7)

Finans-kapitalistlerimizden Vehbi Koç AT üyeliğinden Türkiye’nin sağlayacağı yarar­ları şöyle sıralamaktadır:

“ATa yaptığımız ihracattaki engellerin or­tadan kalkması, Türkiye’nin büyük bir pa­zara açılması, yabancı sermaye yatırımla­rının artması, teknoloji transferinde yeni im­kânların doğması, döviz gelirlerinin hızlan­ması, yatırımların artması ve turizm ile ta­rım gibi döviz kazandırıcı sektörlerin geliş-m o c i " (9)

Page 34: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ÖĞRENCİ HAREKETİNDE MEVCUT DURUM

Sevinç ATAKAN

1984’de kuşa çevrilmiş olsa da “d e­mokrasiye geçiş” maskesi altında der­nekler yasasının ortaya çıkışının ardın­dan öğrenci gençlik kendi örgütlenme­sini yaratma yolunda hareketlenmeye başladı. 1984’den bugüne dek yaşanan süreçte ise öğrenci gençlik mücadele­sinin 12 Eylül öncesi durumundan pek çok açıdan farklılık gösterdiği açık. Ey­lül öncesi gençlik mücadelesi belli bir kitlesellik, dinamizm ve coşku kazan­mıştı. Fakat gerek gençlik içinde ağır­lıkta olan küçük burjuva siyasetlerin gençliğin bir perspektif sunamaması ve 12 Eylülle taktiksel bir geri çekilişin ba- şarılamamış olmasının getirdiği yenil­gi; gerekse de Eylül faşizminin kitleler üzerindeki sistemli baskı ve yıldırma operasyonları ve depolitizasyon poli­tikası sonucu 12 Eylül sonrası gençlik uzun bir süre suskunluğa girdi.

Ancak gençliğin devraldığı bir miras vardı; antifaşist, antiemperyalist müca­dele geleneği. En küçük talepleri ko­nusunda dahi düzenle çatışmaya gir­mek zorunda ola öğrenci gençliğin uzun süre suskun kalması beklenemez­di. Nitekim işçi sınıfı içinde hoşnutsuz­luklar mırıldanmaya başlandığı, tepki­ler grevler somutlanmaya başladığı noktada, öğrenci gençliğin de bir ha­reketlilik içine girdiğini görüyoruz.

12 Eylül ardından faşizmin ülkede korumsallaşması eğitim ve gençlik ala­nında da kendini gösterdi. Bir tarafta tüm örgütlenmeler dağıtılır, her alan­da örgütlenme yasakları konurken, di­ğer yandan da anarşist-terörist suçla­maları ile öğrenci gençlik adeta bir gü­nah keçisine dönüştürüldü. Yeni yeti­şen nesile masum öğrenci istekleri ile yola çıkanların sonunda terörist olduk­ları masalı anlatılırken, kendilerinin de en masum istekleri doğrultusunda hak aramaya giriştikleri takdirde eninde so­nunda işkence tezgahlarına çekilecek­leri, hapishanelere konulacakları m e­sajı veriliyor, yeni pısırık bir gençlik ya­ratılmaya çalışılıyordu.

1402 sayılı yasa çıkarılıyor, ilerici- demokrat öğretim üyeleri üniversiteler­deki kadrolarından uzaklaştırılıyor, bu temizlik operasyonundan sonra da yerleri gerici-faşist kadrolarla dolduru­luyordu.

Yaratılan YÖK umacısı ile üniversi­

telerin kısmi özerkliği de ortadan kal­dırılıyor. üniversite tam bir hiyerarşi içinde emir komuta zinciri ile çalışan bi­lim örgütleyip, bilim üreten kurumlar olmaktan son derece uzak bir nokta­ya vardırılıyordu.

Okulların içine kadar sokulan kara­kollar yetmiyor, sivil polislerle daha da içeriden denetim sağlanmaya çalışılı­yordu.

İlkokullardan itibaren “millî” adı al­tında verilen en gerici - en şoven eği­timin bilince kazındığı bir ortamdan üniversitelere gelen öğrenciler ise var olan duruma tepki duymanın ötesin­de, bu duruma adapte oluyorlardı.

Devrimci yapıların aldıkları ağır dar­be sonucu uğradıkları dağınıklık öğren­ci gençlik içinde de etkisini göstermiş­ti. Bu yapılar toparlanma çabası için­deyken meydanı boş bulan reformist kesimin ilk dernekleşme çalışmalarının başını çektiğini görüyoruz. Gençlikte­ki gene yılgınlık havası ile bu kesimin karakteri olan şiniklik kısa sürede kay­naşarak, geri talepleri doğrultusunda çevrelerinde gençliği toplamakta zor­luk çekmediler.

Her koldan yaratılan ağır depoliti- zasyona ve reformist kesimin var olan kitleyi pasifize etme çabalarına rağmen 14 Nisanda öğrenci gençlik mücade­lesinin niteliksel ve niceliksel bir sıçra­ma yapması önlenemedi. O zamana kadar kitlenin geri konumunun teori­sini yapan, en ufak bir canlanmaya, kı­pırtıya kraldan daha kralcı bir zihniyetle karşı çıkan Yarın’cı kesim, 14 Nisan ey­lemliğine karşı çıkarak, yer yer eylem kinci tavra girerek bir bakıma kendi sonlarını ilan ettiler. Burjuvaziden ko­puk, bağımsız bir mücadele anlayışın­dan yoksun olmalarının doğal bir so ­nucu olarak, yığınların coşkulu çıkışı­nı pasifize etmeyi önlerine görev ola­rak koyanlar tarihte binlerce örneği gö­rüldüğü gibi, akışın önünde uzun süre engel olamayıp, tamamen süreçten savruldular; bir varmış bir yokmuşa döndüler. Hiç bir zaman düzeni tam olarak karşısına alamayan bu anlayış, her zaman olduğu gibi can simidi ola­rak eylem kaçkmlığı ve teslimiyetçiliğe sığındı. Bugün dergi bürolarında otu­rup, uzaktan uzağa izledikleri öğrenci mücadelesi konusunda yorumlar ya­

pıp, bunları karikatürlerle anlatmaktan başka bir işleri kalmadı.

14 Nisan sonrası süreçte pek çok olumsuzluk yaşandığı açık. Bunca yıl­lık dernekleşme çalışmalarına rağmen örgütlülüğün istenilen noktaya gele­memesi bir yana, örgütlülüğün sağlam temeller üzerine oturması ve kitlesel­leşme noktasında fazla bir başarı sağ­lanamadı.

Farklı farklı dergilerde öğrenci genç­liğin yaşadığı sorunlara ilişkin tespitler “kriz” “tıkanma” vs. şeklinde adlandı­rarak yapıldı. Bu somut durumu nasıl adlandırırsak adlandıralım sonuçta du­rum tespiti yapmak ardından aşılması yönünde öneriler getirmiyorsa boş ge­vezelikten öteye gidemez. Bizim ise ya­şanılan duruma ilişkin tesbitleri yapar­ken amacımız bir umutsuzluk rüzgarı estirmek değil, aksine somut öneriler­le, bu önerileri en geniş kesimde tartı­şarak gidişe müdahale etmektir.

Demek çalışmaları ve eylemler istenilen yaygınlığa ulaşamamış, sen-ben-bizim oğlan

üçlemesinin dışına taşamamıştır. Buna rağmen, vurgulanması gereken önemli bir

nokta girdikleri eylemlilik sürecinde, dernekler kitlesini oluşturan öğrencilerin

niteliksel bir farklılaşma yaşadıkları, netleştikleri, daha politik, daha militan bir

yapı kazandıklarıdır.

Senelerden beri kitleselleşme ağız­lara sakız oldu, gelinen nokta ise açık. Her ne kadar bugün daha fazla sayı­da öğrenci derneklere sıcak baksa, öğ­renci mücadelesi kitle gözünden belli bir haklılık zemini kazansa da, bu in­sanlar örgütlü yapı içine çekilememek- tedir. Dernek çalışmaları ve eylemler istenilen yaygınlığa ulaşamamış, sen- ben bizim oğlan üçlemesinin dışına ta- şamamıştır. Buna rağmen vurgulan­ması gereken önemli bir nokta girdik­leri eylemlilik sürecinde, dernekler kit­lesini oluşturan öğrenciler niteliksel bir farkılılaşma yaşadıkları, netleştikleri.

Page 35: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

için sistemli çalıştığını göstermektedir. Van’da Mehmet Şirin Tekinin öldürül­mesi ile başlayan olayların, en son Bur dur’da faşistlerin “Allah Allah’’ nidaları ile ilerici öğrencilere saldırmaları, poli sin buna seyirci kalması, hatta faşistle­re yardım etmesi, olayların daha ciddi boyutlara varabileceğinin belirtileridir.

savunduğumuz üst eylem biçimleri ör­gütleme istekleri olumlu bir yanları ol­masına rağmen, aynı biçime takılıp kal­maları olumsuzlukları Geniş katılımlı, coşkulu bir korsandan sonra, bu olay­daki coşkunu çekiciliğine kapılıp ardın­dan aynı biçimi ile eylem önerilerinde bulunuyorlar. İvme yakalandığı nokta­

daha politik, daha militan bir yapı ka­zandıklarıdır.

Bu noktadan Çözüm dergisinin ola­ya bakışına değinmeden geçemeyece­ğiz Çözümde kendilerini ifade eden ar­kadaşlar bir taraftan yaşanan olumsuz­luklara işaret ederken, diğer yandan da bunları unutup görünerek kendi ekse­ninde gelişen dar kadro eylemlere ba­kıp bütün kitlenin bu eylemlilik düze­yine ulaştığı tesbiti ile, “devrimci genç­liğin mücadelesi yükseliyor” çığlıkları-

• nı atıyorlar. Bu subjektivizmin batağı­na çırpınmaktan başka nedir. Ve mev­cut sorunların görülüp düzeltilmesini engellemez mi?

Bugün demokratik öğrenci gençlik hareketinin yığınlar arasında yeterince yaygınlaşamamasının nedenlerinden biri hâlâ ağır depolitizasyon izlerinin varlığını koruması. Diğer yandan ise ik­tidarın sistemli olarak dernek ve der- nekçi öğrenciler üzerinde antipropa­ganda, bastırması ve yıldırma yöntem­leri uyguluyor olması. Dernekler arka­sında yasadışı örgütler olduğu iddiası, günlük basında hangi yasadışı örgüt­lerin derneklerin arkasında olduğu noktasında dökümler yapılmasına ka­dar vardınlmakta, yine basında öğrenci eylemleri siyasi yapıların eylemleri gi­bi yansıtılmaktadır. Genelde tüm DKO'lere özelde ise öğrenci dernekle­rine bu perspektifle yaklaşan iktidar, bu bakışın kendine göre doğal bir uzantı­sı olarak dernek tabanında ve yöneti­minde illegal örgüt üyesi gerekçesiyle pek çok önder öğrenciyi gözaltına ala-

İvme yakalandığı noktada örgütlenebilen en üst eylem biçimini koymak, ardından aynı

zorlukta bir başka görevi bir zeminde daha geri eylemliliklerle, sıcaklığını

kaybetmeye başlayan olayı kitlenin gündeminde daha uzun süre tutmak; daha derinlemesine tartışmaları sağlamak, tekrar

güç toplayıp aynı canlılıkla çıkış yapma imkânı sağlayabileceği gibi, insanlar eylem sonrası bir yılgınlığa terkedilmemiş olacak,

sürekli çalışmalarla daha geniş kitleye ulaşılacaktır.

rak, işkence tezgahlarına çekmekte, bu yolla hem ileri unsurları pasifize etmek hem de geniş kitlenin dernek dışında kalmasını kabalaştırmaya çalışmakta­dır. Siyasi polisin bir kolu gibi davra­nan okul idareleri, polisten aldıkları ih­barlara göre, ileri öğrencileri yıldırma­ya yönelik senaryonun okullardaki uzantısı durumunda olan gerici disip lin yönetmeliğine dayanarak, dernek- çi öğrencileri engizisyon mahkemesin­de gibi yargılamakta, okuldan atılma­ya kadar varan cezalar vermektedir.

Siyasi iktidar gerici faşist örgütlen­meleri besleyerek kendisi ile ilerici un­surlar arasında bir set oluşturmaya ça­lışmakta. faşist saldırıları desteklemek­te, bu yolla hem olaylara sağ-sol çatış­ması görüntüsü vermeye çalışmakta, hem de gelişen muhalefeti bastırmak

Gelişen süreçte eylem ürünlerinin toplanıp örgütlü potada eritilmesi sağlanamadı.

Eylemlerin başarısı sadece somut kazanımlarıyla değerlendirilemez. Eylemler

bir yanıyla da örgütlenme sürecini hızlandıran, sınırlarını genişleten, örgütlerin

tecrübesini arttıran, esneklik ve dinamizm kazandıran bir araçtır.

Derneklerin tüzellik kazanma yö­nündeki çabalan siyasi iktidarın iki yüz­lülüğü nedeniyle pek çok biçimde so­nuç vermekte. Bir taraftan dernek kur­ma hakkının yasalarca güvence altına alınmış olmasına rağmen, kaymakam­lık, valilik, rektörlük ve polis gibi bü­rokratik mekanizmanın her aşamasın­da akla hayale gelmeyecek bahaneler­le bu çabalar engellemeye çalışılmak­ta. Bu engelleri aşıp tüzelliğini kazana­bilmiş dernek de. sudan gerekçelerle feshedilme tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir. Her ne kadar bizim için burjuva yasallığı değil, meşruluk önemli ise de yeterli değildir. Tüzellik kazanma yönünde çabalar sonuç ver­mediği noktada yasal planda yapılacak dernek çalışmaların eksik kalması, ya­sal avantajlardan yararlanma yolları tı­kalı tutulurken, geniş kitle gözünde de demek çalışmalarına illegal havasının yaratılmaya çalışılmasına neden olur.

Öğrenci gençlik mücadelesinin yay- gınlaşmamasının nesnel nedenlerini koyarken, öznel nedenleri de sapta­mak ve bu doğrultuda çalışmak gere­kir.

14 Nisan sonrası farklı anlayışların eylemlilik sürecine ilişkin yanlış tutum­ları da kitleselleşmek ve politikleşmek amacına ulaşmamız için eleştirilmeli. Gelişen süreçte eylem ürünlerinin top­lanıp örgütlü potada eritilmesi sağla­namadı. Eylemlerin başarısı sadece so­mut kazanımlarıyla değerlendirilemez. Eylemler bir yanıyla da örgütlenme sü recini hızlandıran, sınılarını genişleten, örgütlerin tecrübesini arttıran, esnek­lik ve dinamizm kazandıran bir araçtır. Örgütlenmeye hizmet edebilmesi için eylem öncesi olduğu kadar eylem son­rası çalışma da önemlidir Eylemlere araç olarak değil de sadece amaç ola­rak yaklaşıldığı noktada eylemlilik sü­recinin kitleselleşmeye hizmet etmesi beklenemez.

Çözüm dergisi kendi sığ ufkunun somut örneklerini bu süreçte veriyor. İvmenin yükseldiği ya da pek başarı- lamamış olsada bilinçli bir şekilde yük seldiği noktada bizim de sonuna kadar

da örgütlenebilen en üst eylem biçimini koymak, ardından aynı zorlukta zor­lukta bir başka görevi bir zeminde da­ha geri eylemliliklerle, sıcaklığını kay­betmeye başlayan olayı kitlenin gün­deminde daha uzun süre tutmak; da­ha derinlemesine tartışmaları sağla­mak. tekrar güç toplayıp aynı canlılık­la çıkış yapma imkânı sağlayabileceği gibi, insanlar eylem sonrası bir yılgınlı­ğa terkedilmemiş olacak, sürekli çalış­malarla daha geniş kitleye ulaşılacak­tır. Böyle bilinçli bir şekilde örgütlenen eylemliliklerin örgütlenmeye hizmet edeceği kesindir. Aşağıdan yukarıya, basitten karmaşığa doğru gittikçe zen­ginleşen ve yükselen ivmenin, örgüt­lü bir zeminde düşürülmesinin sağlan­ması yerine, hep tek şekliyle getirilen eylemlerle, gençliğin hareket zenginli­ği kısırlaşacaktı. Eylemin özüne uygun biçimler düşünülerek en geniş kitlenin katılımı da hedeflenmelidir. Pratik en iyi öğreticidir, üst eylem biçimleri bu­na katılabilecek nitelikteki fakat daha az sayıdaki gencin eğitimine hizmet eder. En geniş kitleyi de eylemcilik içi­ne katmak, eğitmek ve bir üst boyuta sıçratmak istiyorsak tek eylem biçimi­ne sarılmanın yanlışlığını daha açık gö­rürüz.

Eylemci yapılarından kaynaklansa da küçükburjuva sığlığından kurtula­mayan bu anlayışın zaman zaman ta­kındığı eylem zorlayıcı tavırlar, libera­lizme kaymış başka bir küçükburjuva anlayış (“Demokrat Arkadaş" çevresi) tarafından kendi geri konumlarının, pasif, statükoyu yıkmak isteğinden uzak tutumlannın teorisini yapmak için malzeme olarak kullanılıyor. 14 Nisan öncesi Yarıncı kesimin tuttuğu sağ çiz­giyi. bugün yaşatan bu farklı anlayış, batakçı tüccar zihniyeti ile gördüğü her yanlışın üzerine atlamakta, bunları kendi savunusunu yapmak için kullan­maktadır.

Öğrenci gençliğin henüz bir üst mer­kezi yapı yaratamamış olması da bu­gün yaşanan sorunlardan biridir. Bu­gün üst merkezi yapı olarak var olan

Page 36: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

platformun sağlıksızlığı çok açık bir ger­çek. DKÖ’lerin örgütlenişi aşağıdan yu- kanya ya da yukardan aşağıya diye şe­matikleştirilemez. Çoğu zaman bir ara­da bulunan bu iki yönden değişen ko­şullarda birinin ağırlık kazanması söz konusu olabilir. Önemli olan nesnel koşulların böylesi bir örgütlenme gö­revini öne çıkartmış olmasıdır. Bu du­rumda tek başına yukarıdan da olsa çakılan kıvılcıma taban cevap verir. Böylesi bir persektifle öğrenci gençli­ğin üst örgütlenmesini incelediğimizde platformun oturmamasının, yaşanan sağlıksızlıkların nedeni birim dernekler­deki sağlıksızlıksa da, bu tek neden olarak algılanmamalıdır. Temsilci ko­numunda olan bazı öğrenci önderleri­nin öğrenci hareketine bakışından, bu hareketten beklentisinden kaynakla­nan bir tavırla, dar grupçu, sekter, ken­dilerini her olayın merkezine koyan yaklaşımla, o yapıya sahiplenmeye ça­lışmaktadır. Ortak bir eylem örgütle­meyi ve bu ortak eylemlilik içinde yer almayı kendi küçükburjuva gururuna yediremeyen bu anlayış sahipleri, tek başına kendilerinin olduğu ya da ken­dilerinin ağırlıkla olduğu sözüm ona platformlarda şark kurnazlığı ile eylem kararı çıkartmaktadır. Küçük burjuva mülkiyet anlayışının tipik bir yansıma­sı olan bu tavn demokratik öğrenci ha­reketinin yaratılması yolunda en tehli­keli engellerden biri olarak görüyoruz. Bağımsız öğrenci hareketi perspektif olmayan bu anlayışın, öğrenci hareke­tinden beklentisi ancak bu kesimden si­yasi kadrolar çıkartmakla sınırlıdır. Pro­letaryanın devrim mücadelesinde en yakın müttefiklerinden biri olan öğrenci gençliğin demokratik mücadelesinin dar grupçu mantıkla dumura uğratıl­masının burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet etmek olduğu açıktır.

Bugüne kadar gelişen eylemliliğe baktığımızda, sağlam bir örgütlülüğün yaratılmamasından kaynaklanan ne­denlerle eylemlerin çoğunlukla tepki­sellik düzeyinde kaldığını söyleyebiliriz. Bağımsız olarak gündemi oluşturma çabaları en basitinden kampanya ör­gütlenme çabaları istenilen boyuta ula­şamadı, başladıktan kısa bir süre son- 1

suzluktur. Elbette ki siyasi iktidarın ka­zanılmış hakları gasbetmesi türünden saldırılara karşı tepkisiz kalınamaz. An­cak eleştirilen nokta bu karakterin sü­rekli hale gelmesi, bağımsız gündem oluşturacak örgütlenmenin yaratılma- masıdır.

Yukarıda öğrenci gençlik mücade­lesinin içinde bulunduğu sorunların tesbitini yaparken, bir bakıma olaya ge­tirdiğimiz yaklaşıma çözümler üretme­ye çalıştık. Burada ise bu durumun net ve bütünlük içinde değerlendirilebilme­si için bu sorunların aşılması yönündeki önerilerimizi sıralamayı uygun görüyo­ruz.

Aşılması gereken sorunları bizim dernekler ve merkezi üst örgütlenme­nin yaratılması bazında aldığımızda bi­rini diğerinin önüne koymuyoruz. Ya­pılacak çalışma iki koldan bütünlük içinde yürütüldüğü noktada ancak ba- şan sağlanabilir.

Birim derneklerin sadece eylem ka­rarı alınan yerler olmaktan kurtulması için organların yeni yönetim kurulu­nun, sınıf temsilciliklerinin, komisyon­ların (inceleme-araştırma, kültür-sanat, kadın, basın-yayın) oluşturulması ve iş­lerlik kazanması ile dernekler kısır tar­tışmalar yerine somut şeylerin üretildiği yerler olacak, en sonunda itici olan çehresinin değişeceği ve daha fazla sa­yıda öğrencinin dernek çalışmalarına ilgi duyup katılacağı açıktır.

Nisan ayında gerçekleştirilmesi dü­şünülen ancak başvurusu reddedilen Gençlik Kurultayı, öğrenci gençliğin sorunlarının tartışılacağı ve çözümüne ilişkin önerilerin üreticeği olumlu bir adımdı. Gençlik Kurultayını, atmosfe­rin daha yoğun olduğu İstanbul’da yapmak üzere çalışmalara başlamak bugünden hayata geçirilmelidir. Ancak önerimiz gençlik kurultayında sağlıklı tartışmaların yaşanabilmesi için müm­kün olduğu kadar çok sesliliğin sağlan­ması, farklı yaklaşımlann bu yapıda temsil edilmesine çalışmak gerektiğidir. Tek temsilci yöntemi ise böyle bir ola­nağı sağlamaktan çok uzakta kalıyor. İki günlük bir kurultay elbette ki sorun­ların derinlemesine tartışılması için ye­terli değil, fakat bu yönde atılmış kü­

Bağımsız öğrenci hareketi perspektifi olmayan bu anlayışın, öğrenci hareketinden

beklentisi ancak bu kesimden siyasi kadrolar çıkartmakla sınırlıdır. Proletaryanın devrim

mücadelesinde en yakın müttefiklerinden biri olan öğrenci gençliğin demokratik

mücadelesinin dar grupçu mantıkla dumura uğratılmasının burjuvazinin sınıf çıkarlarına

hizmet etmek olduğu açıktır.

ra sonuna kadar götürülemeden biti­rilmek zorunda kaldı. Gündemin siyasi iktidar tarafından belirlenmesi, kendi dışında oluşturulan bu zemine çekilme, bu zeminde mücadele etme sonucu­nu doğurduğu için uzun vadede mü­cadelenin gelişmesi açısından olum­

çümsenmeyecek, değerlendirilmesi gereken bir adımdır.

Bugünlerde artık pratiğin dayatma­sı ile öğrenci gençliğin üst merkezi ör­gütlenmesinin yaratılması konusunda tartışmalar yaşanıyor. Pek çok anlayış bu konunun gerekliliğini vurgularken,

daha sonra getirdikleri önerilerle tam bir kafa karışıklığı sergiliyor. Diğer yan­dan ise Merkezi Dernek önerisi ile “Çözüm” bu konuda en fazla netleşmiş grup izlenimini veriyor.

Yaşanan mücadele süreci, öğrenci gençliğin platform gibi şekilsiz bir yapı ile değil daha farklı bir merkezi yapı ile kucaklaşması gerektiğini ortaya koyu­yor. İlkesiz, programsız, tüzüksüz böy­lesi bir platformun gelişen süreçte mü­cadeleyi kucaklayamadığı açık. En ba­sitinden platformun bağlayıcılığını ka­bul etsek de, pratiğe bunu kabul eden gruplar tarafından bile geçirilemiyor.

Yaşanan mücadele süreci, öğrenci gençliğin platform gibi şekilsiz bir yapı ile değil daha

farklı bir merkezi yapı ile kucaklaşması gerektiğini ortaya koyuyor. İlkesiz,

programsız, tüzüksüz böylesi bir platformun gelişen süreçte mücadeleyi kucaklayamadığı açık. En basitinden platformun bağlayıcılığını

kabul etsek de, pratiğe bunu kabul eden gruplar tarafından bile geçirilemiyor. Böyle

bir yapının bağlayıcılığının pratikte söz konusu olamayacağı görülüyor.

Böyle bir yapının bağlayıcılığının pra­tikte söz konusu olamayacağı görülü­yor.

Oysa gençlikte bir kitleselleşme po­tansiyeli var. Bu potansiyeli doğru ka­nala aktarmak ancak tepede tırnağa örgütlü bir yapı ile mümkün olabilir. Diğer yandan ise yetersiz gördüğümüz dernek kitlesini harekete geçirmek so­runu ortaya çıkıyor. Gelişen olaylara anında tepkileri örgütleyebilmek ve bu yolla daha geniş kitleye ulaşabilmek bu noktada ancak platformdan çok farklı merkezi bir dernek ile gerçekleştirile­bilir.

Diğer bir öneri ise var olan platfor­mun restore edilmesi ile merkezi üst örgütlenme konusundaki eksikliğin gi­derilmesidir. Bu anlayış Merkezi Der­nek (M.D.) olayında sağ liberal anlayı: şını “önce birim dernekler sağlıklılaştı- rılmalı, bunun üzerinde sağlıklı merkezi dernek kurulmalıdır” diyerek göster­miştir. Son tahlilde doğru olan üst mer­kezi yapılarla, alt yapının bütünlük arz edeceği şeklinde prensibi ilk adımda önce çıkarıp bu genel doğruyu dar ufukla yorumlayıp M.D. olayına eleş­tiri olarak kullanmak liberal bir yöntem­dir, dar bir yaklaşımdır. Bu şekilde ta­vır takınarak üst organların doğru tak­tik politikasıyla tabanı, hareketi etkile­diğini, tıkanıklığın açılmasını sağladığı­nı, mücadeleyi doğru bir rotaya çeki­ci devrimci anlamda inisiyatif koyan yönünü görmediklerini bir bakıma ken­dileri farklı şekilde, farklı söylemle ifa­de etmişlerdir. Herşeyi birim dernek­leri “eri önce” sağlıklaştırılması politikası üzerine kurduktan için birim dernekler­den ötesini, yani üstyapının altyapıya bağlı olmakla birlikte göreli bağımsızlı-

37

Page 37: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ğını görememişler diğer bir deyimle bunlar üstyapıyı altyapının basit ve di­rekt bir yansıması olarak görmüşlerdir.

İsmi daha sonraki aşamada farklı konsa da M.D. önerisini ortaya atarken biz “Çözüm" gibi her derde deva bir re­çete yazma sevdasında değiliz. “Çö­zündün yaptığı gibi M.D. oluşturulma­sını herşeyin önüne koymak, bunu kit­leye dayatmak ve hemen onaylama­sını ya da onaylamamasını ona sonuç­ta bir tavır koymasını beklemek küçük burjuva anlayışın kendini dayatması, sabırsız, telaşeci davranmasından baş­ka birşey değildir. Önemli olan M.D. konusunu en geniş kitle ile tartıştıktan sonra onaylatabilmek, kafalannı müm­kün olduğu kadar açabilmektir. Tabii bu arada M.Dİ önerisini ortaya atan “Çözündün de kafası açılacaktır. Yan­gından mal kaçırır gibi M.D. oluştur­mak, bu konuda program tartışmala­rına girmeyi o yapıyı oluşturduktan sonraya ertelemek sonuçta M.D.’in ile­ride işlevsiz olmasını ya da hemen he­men aynı anlama gelecek sadece bir anlayışın egemen olduğu bir yapıya çe­virmeye neden olur. O zaman M.D. so­runlarını aşmada bir adım yerine, ge­lebileceği konum ile kendisi bir sorun olabilir. Böylesi bir hataya düşmekten uzak durmaya çalışırken, bu hataları yapanlan uyarmak da görevimiz olma­lı.

“Çözündün getirdiği öneri başından itibaren “kendi” M.D.’ni yaratmayı he­defliyor. Her ne kadar bunun aksi id­dia edilse, diğer kesimlerin sübjektif kaygılarla öneriye kuşkuyla baktıkları söylense de hem şimdiye kadar gös­terdikleri pratik, hem de bu önerinin altını dolduruş biçimleri aslında bu kay- gılann subjektivizmden değil ama nes­nel bir gerçeklikten kaynaklandığını gösteriyor. Şimdiye kadar hem öğrenci gençlik hem de diğer olanlardaki ça­lışmalarda ve eylemliliklerde kollektif önderlik anlayışından yoksun olmala- n, (1 Ağustos genelgesi sırasında takın­dıkları görünüşte anti PDA’cı aslında dağıtıcı tutum, Filistin başvurusunda anti-DKD’ci tutumları ile var olan plat­formu parçalamaya yönelik tavırları bunun en iyi örnekleri) dar grup çıkar­larını her zaman için en öne koymala-

Bu perspektifle bizim önerimiz öğrenci gençliğin devrimci demokrat birliğinin

sağlanması, yaratılmasını temel alan bir örgütlenmedir. Anti-faşist, anti-emperyalist, antLsovenist (UKKTH'nı tanıyan) temelde,

kitle bağlarını ve mücadelenin siyasi kimlik kazanmasını gözeten bir yapı oluşturmak,

Dev-Genç ruhunu bu yapı İçinde var etmek bizim görevimizdir.

rı en son 16 Mart eylemliliğinde takın­dıkları ayrılıkçı tavır çok şeyler ifade ediyor.

Önemli bir nokta da kurulması öne­rilen M.D.’in yönetim kurulunun homo­

jen olması şeklindeki düşünceleri. Yö­netim kurulunun homojen olması sa­dece istemekle, bu yönde kararlar al-, makla olmaz, çok çeşitli siyasi farklılık­ların, anlayışların tabanda yansıması­nı bulduğu bir dönemde böylesi bir yapılanma sürece denk düşmeyecek­tir. Sınıflar savaşının yükselmesi, pro­letarya sosyalizminin güçlenmesi, yay­gınlık kazanması ile, farklı sınıf katman­lara denk düşen anlayışlar süreçten ko- puşacak ya da proletaryanın saflarına katılacak, bu noktada tabandan da belli bir homojenlik oluşacaktır. Bugünden böylesi bir öneri erken bir adımdır.

yaşanması kaçınılmazdır. Oluşturulma­sını önerdiğimiz M.D. tüzüğü, progra­mı, ilkeleri ve işleyişteki Demokratik Merkeziyetçilik ile bir iç disiplin sağla­yacak, hedefleri ve mücadele yönte­mini netleştirecektir.

Biz, bazı anlayışların yaptığı gibi bi­rimlerle merkezi derneği karşı karşıya koymuyoruz, bütünlük içide değerlen­diriyoruz, “Demokratik Arkadaş"lanmı- zın birim demeklerdeki sağlıksızlığı ileri sürerek M.D.’e karşı çıkmalan, savunu­su nasıl yapılırsa yapılsın, ne kadar devrimci laflar söylenirse söylensin, bu­günkü olumsuzluğu sürece bırakmak.

Böylesi bir kısır döngü hem birimlerdeki çalışmalar hem de merkezi üst yapının

oluşturulması ile kırılabilir. Merkezi Dernek yapacağı devrimci müdahale ile

mücadelelerin önünü açacak, kitleselleşme ve niteliksel bir sıçrama sağlayacaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ayakları havada,

kitlenen kopuk bir yapı olma ihtimalini ortadan kaldırmak için M. D. olayının yaygın

bir tartışma sonucu kitlede bir taban bulması gerekmektedir.

Ülkemiz gerçeği öğrenci gençlik mü­cadelesine devrimci bir kimlik kazan­dırmıştır. 80 öncesi ve sonrası öğrenci gençlik mücadelesi, devrimci-öğrenci gençlik mücadelesi olarak gelişmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. Bu perspektifle bizim önerimiz öğrenci gençliğin devrimci demokrat birliğinin sağlanması, yaratılmasını temel olan bir örgütlenmedir. Anti faşist, antiem- peryalist. antişovenist (UKKT H’nı ta­nıyan) temelde, kitle bağlarını ve mü­cadelenin siyasi kimlik kazanmasını gözeten bir yapı oluşturmak. Dev- Genç ruhunu bu yapı içinde var etmek bizim görevimizdir.

Merkez örgütlenme soyut bir gerek­lilik değil, mücadelenin geldiği nokta­da pratiğin bir dayatmasıdır. Bugün platformun bu sürecin çok gerisinde kalmış olması merkezi örgütlenmeyi önümüzde acil bir hedef olarak koyu­yor. Platformun daha önce bahsettiği­miz anlamda bir örgütlülüğü ifade et­memesi. bu noktada gerek eylemlerin örgütlenip, sürece müdahale edilme­sinde, gerekse de örgütlenmenin kit­leselleşmesi ve politikleşmesinde taşı­dığı eksikliklerle artık sürecin önünü tı­kar hale gelmiştir. Örneğin en basit ey­lem kararının alınmasında bile günler­ce tartışmalar sürmekte, sağlıklı karar­lar alınıp, hayata geçirilememekte; platformun şekilsizliğinden kaynakla­nan nedenlerle örgütlü bir yapı içinde asgariye inebilecek kişisel zaaflar öne çıkmaktadır.

Platformun sağlıksızlığı konusunda söylediklerimizden, M.D. önerisini plat­formun bugün içinde bulunduğu sağ­lıksızlık üzerine dayandırdığımız anla­şılmamalıdır. Platform bu yapısı ile za­ten merkezi yapının yerini doldurama- yan bir kurumdu. Hiçbir netliği bulun­mayan böylesi bir yapıda bu zaafların

devam ettirmek anlamına gelir. Bu an­layışlara bir noktada “hak veriyoruz” çünkü kendi örgütsüzlükleri, liberallik­leri. kendilerinde bir anti-örgüt psiko­zu yaratmış, örgüt düşmanlığı yapar konuma gelmiştir.

Öğrenci gençlik mücadelesinin en temel sorunu kuşkusuz örgüt sorunu­dur. Birim dernekler yaşadıklan sağlık­sızlık nedeniyle mücadelenin önünü açacak bir merkezi yapıyı yaşadıkları sağlıksızlık nedeniyle mücadelenin önünü açacak bir merkezi yapıyı oluş- turamamaktadır. Bu da olumsuzlukla­rın yaygınlaşması, derinleşmesi sonu­cunu doğuruyor. Böylesi bir kısır dön­gü hem birimlerdeki çalışmalar hem de merkezi üst yapının oluşturulması ile kırılabilir. Merkezi Dernek yapacağı devrimci müdahale ile mücadelelerin önünü açacak, kitleselleşme ve nitelik­sel bir sıçrama sağlayacaktır. Daha ön­ce de belirttiğimiz gibi ayaklan havada, kitlenen kopuk bir yapı olma ihtimali­ni ortadan kaldırmak için M.D. olayı­nın yaygın bir tartışma sonucu kitledeki bir taban bulması gerekmektedir. Kit­lenin belli bir çoğunluğu M.D. gerekli­liğini kavradığı noktada bu öneri meş­ruluk kazanacak, oluşturulması yönün­de somut adımlar atılmış olacaktır. Ge­nel kitlede onay görmediği noktada, kurulması onu işlevsiz bir yapı haline getirebilecektir. Bu nedenle M.D. öne­risi bütün birimlerde tartışma gündemi­ne sokulmalı, önerinin onay gördüğü birimler belli bir yoğunluğa ulaştığında, bu birimlerin temsilcilerinin oluşturaca­ğı koordinasyonlar M.D.’in öluşturul- ması için çalışmaları başlayacaktır. M.D. savunusu yapan herkesin, acili- yeti tartışma götürmez olan bu konu­da, en kısa zamanda, somut sonuçlar olacak şeklinde en geniş tartışmalar yapması görevidir.

38

Page 38: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

UNIVERSITE VE EĞİTİM ÇIKMAZI (2)Üniversite:

Üniversite, kapitalizmin gelişimiyle, bilimin üretime uygulanması sonucun­da en üst derecede bilgi üretme gerek­siniminden doğar. Gittikçe karmaşık laşan toplumsal yaşam ve bu yeni üre­tim biçiminin biriktirdiği bilgi yığını, uz­manlığı gerektirir. Uzmancı bilgi üretil­mesi. biriktirilmesi, ayrınılanması, ile­tilmesi ve üretim süreçlerine uygulan­ması. üniversitenin işlevselliğini oluşturur Kendi tarihselliği içinde üni­versitenin gelişimini feodal sınıflar, özellikle kilise ile burjuvazi arasındaki çatışma açısından kavramak gerekir. Bilimin kilisenin tekelinde olması ister istemez gelişen yeni toplum biçiminin burjuva aydınını kendi içinde kapalı lonca örgütlenmesine (üniversitas) gö­türür Ve bu haliyle “üniversitas" çağ­daş üniversitenin tohumu olur. Kendi parası ile kendine öğretmen tutan ve ­ya okul kuran burjuvazi, kapitalizmin erken çağında üniversite ile birlikte özerkliğinde temelini atar.

Fakat kapitalizmde her zaman üni­versitenin siyasi iktidarın denetimi dı­şında olduğunu sanmak yanlış olur. Ve bugünün çağdaş üniversitesi gerek burjuvazinin feodal gericiliğe karşı ver­diği mücadele, gerekse sanayii devri- minin bilimin gelişimine verdiği hızla birlikte düşünülmelidir.

Üniversitenin işlevinin bilim olması, bilimin gelişimi ile üniversitenin gelişi­minin içiçe geçmesi bizi bilimin açıklan­masına götürür.

Bilim ve kapitalizm:Felsefe sözlüğünde bilim şöyle ta­

nımlanır: “İnsanların teorik faaliyetinin en yüksek biçimi ve bu faaliyetlerin sis­temleştirilmiş bilgiler biçimindeki sonu­cu... Bu bilgiler toplumsal pratik zemi­ni üzerinde ve toplumsal öğrenme sü­reci içinde oluşur; doğanın toplumun ve düşüncenin yasalarına ilişkin bilgi­leri, kavramlar, önermeler teoriler ara­cılığıyla saptar ve -toplumun üretici gü­cü durumuna giren bu sistemli bilgi (bi­lim)- sosyal işlevi bakımından toplum­sal süreçlerin yönlendirilmesine daya­nak ol(ur). (Felsefe Sözlüğü, Manfred Buhr. Alfred Kosing. Konak Yay. Bi­lim mad. s. 41)

Maddeleştirerek açıklayalım:1) Bilim insanın teorik faaliyetlerinin

en yüksek biçimidir. Ve bu faaliyet üni­versitede kurumlaşır. Teorik faaliyetin gelişim derecesi üniversiteyi belirledi­ği gibi, üniversitenin bulunduğu ko­numda bu faaliyetin gelişimini etkiler.

2) Bilim toplumsal pratik zemini üze­

rinde oluşur. O halde bilim ve üniver­site kendi toplumsal pratiğimiz veya üretim biçimimiz içinde kavranmalıdır. Ülkemizin bilimsel-teknik alanda emperyalist ülkelerin tamamlayıcı tek­nikeri ve beyin deposu olması üretim koşullarımızın geriliği ile kavranabilir. Bilimin ve üniversitenin gelişimi için bu geriliğin aşılması birinci koşuldur.

3) Doğanın, toplumun ve düşünce­nin yasalarına ilişkin bilgileri kavram­lar, önermeler, teoriler aracılığıyla sap­tar. Bu önerme ve teoriler varolan üre­tim biçiminden bağımsız değildir. Bi­lim.üretim biçiminin dolaylı veya doğ­rudan denetimi altındadır. Bu denetim kapitalizmde, bilimler sınıf çıkarlarını il­gilendirdiği oranda artar veya azalır.

Toplumsal bilimlerde bilginin derlen­mesi, sınıflandırılması ve teorileştirilme- si doğrudan egemen sınıfın ideolojisi­ni dile getirirler.

Örneğin ekonomide emek-değer te­orisinin yerine, her şeyi karıştırmak ve bulanıklaştırmaktan başka işe yarama­yan marjinal fayda teorisinin geçirilme­si. Veya antropolojide evrimci görüşü terk ederek, bütün antropolojik süreci tek tek bireylerin davranışına indirge­yen davranışçı anlayış.

Doğa bilimleri felsefi dayanakları ve vargıları bakımından egemen sınıfın, yani burjuvazinin ideolojisine bağlıdır­lar. Nedensellik ilkesinin yok edilme­si, tüm doğal süreçlerin olasılıklara terk edilmesi bu gerçeğin en açık anlatımı­dır.

Düşüncenin yasalarına gelince, di­yalektik mantık yerine utangaç idea­lizmden öte bir şey olmayan pozitivizm her teorinin, önerme ve kavramın ar­dında sırıtması, burjuvazinin bilimi, kendi köhnemiş varlığını sürdürmenin aracı olarak kullanmasını örnekler.

İşte bilimin önüne çekilen bu setler binbir ayrımın içinde kendini ve insani özünü yitiren, uzmanlığından başkaca şeye değer vermeyen laboratuar ve kü­tüphane farelerini doğurur.

4) Bilim toplumun üretici gücü du­rumuna girer. Bilimin kapitalizmle çe­lişkisi bu noktada kendini bütünüyle açığa vurur. Bilim teknikte somutlana rak üretimle içiçe geçer. Teknik bilim­ler doğar. Ve üretim ilişkileri ile çatış­maya girer. Çevre kirliliği ve nükleer si­lahlarla jenosit tehdidi gerçekte bu ça­tışmayı açığa vurur. Bilim iki yanı kes­kin kılmçtır. Bilimle dünya cennete çevrilebileceği gibi, nükleer bir cehhe- neme veya çöplüğe de çevrilebilir. Ve kullanım doğrudan üretim ilişkilerince

Nevruz ÇAĞLARkoşullanır. Kâr amacına dayanan bir gelişim, yani kapitalist meta ekonomi­si temelinde gelişen bilim sonuçta top­lum yaşamını bırakın, bütün insanlığı tehdit eder hale gelir. Ozon tabakasını delen kapitalizmdir. Dünyayı çöplüğe çevirenin kim olduğunu da emperya-' list ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine itiverdiği çöp yığınları çok iyi anlatır. Şimdi sermaye ihracının yanı sıra çöp ihracı var. Bilimlerin toplum yararına, insanlığın yararına kullanılması sosya­lizmle mümkündür. İki toplum biçimi arasındaki fark yalın bir biçimde şöyle dile getiriliyor. “Fark fırtınalı havadaki yıldırım elektriğinin gücü ile telgrafta ve elektrik arkında kumanda altına alın­mış elektrik arasındaki fark gibidir; yan­gın ile insanın hizmetinde yanan ateş arasındaki fark gibidir.” (Bilimsel Sos­yalizm - Ütopik Sosyalizm. F. Engels Sol Yay. s. 1115

5) Sosyal işlevi bakımından toplum­sal süreçlerin yönlendirilmesine daya­nak olur. Toplumsal süreçlerin yönlen­dirilmesi az veya çok egemen sınıfın denetimindedir. Ve bilim bu noktada sınıf çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde devreye girer. Bu süreçlerin bütünüy­le bilime dayanılarak yönlendirilmesi planlı üretim faaliyetini gerektirir. Ve ancak böyle bir faaliyete bilim egemen kılınarak insanlık bilinmez kör yasala­rın oyuncağı olmaktan çıkarılabilir.

Özerklik ve üniversiteSöylenenlerin ışığında temcit pilavı­

mız “özerkliğe” yeniden dönelim. Öğ­retici olmak bakımından tekrarda ya­rar var. Üniversitenin özerkliği kendr anayurdunda kiliseye karşı savaşım içinde oluşur. Ve bu özerkliğin teme­linde burjuvazinin kendi mülkü olan üniversite gerçekliği yatar. Amerika1 nın, İngiltere’nin ünlü birçok üniversi­tesi vakıf üniversiteleridir. Bizim son Bezm-i alem rezaletimizde kendine öz­gü burjuvazinin ağababalarını taklit et­me girişiminden başka bir şey değildir. Ne yazık ki geç kalmıştır bizim tatar ağalan. Ve Bezm-i Âlem’in çağdaş bi­limi bırakın bir yana ortaçağ gericiliği­nin ideolojisini yeşerteceği de sadece adından anlaşılabilir. Görüyor musu­nuz özerkliğin nerelere gittiğini.

Denecek ki savunulan böyle bir özerklik değil, özerk üniversiteyi savu­nan kime sorarsanız sorun, murat et­tiği, üniversiteyi siyasi iktidarın dene­timi dışında tutmaktır. Üniversitenin te­kellerin yan bilim kuruluşu haline gel­diği bu çağda bunun ne anlamı var:*

Page 39: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Türkiye Finans-Kapitalinin danış­manlıklarla, yönetim kurulu üyelikle­riyle payalendirdiği dekanlar, profesör­ler. doçentlerle zaten bu denetim sağ­lanmıyor mu?

Türkiye finans-kapitalizmi üniversi­telerini özerkleştirecek? Bu bir sosyal demokrat öğrenci açısından safça bir hümanizm veya iyi dilek olabilirdi. Ama devrimi hedefleyen siyasetlerde olunca hafiflik veya ne yaptığını bil­mezlik olmuyor mu?

Özerk-demokratik üniversite sloga­nına burjuva bir talep olduğu için kar­şı çıkıldığı sanılıyor. Ve soruluyor, di­ğer taleplere neden sahip çıkılıyor. Acaba halk iktidarı ???....

Küçükte olsa burjuvaziyi içermeyen bir kavram mı? Sorun halk iktidannm de­netiminde. bilimi yönetimde dahil bü­tün toplumsal süreçlere egemen kılan bir üniversitenin kurulmasıdır, ama her alanın, kendi iç yasalarına ve mantığı­na sahip olduğu unutulmamak kaydıy- la. Eğer sorunu böyle koymazsak, özerk-demokratik üniversite halk ikti­darının, diğeri ise sosyalizmin kurumu- dur gibi saçma ayrımlara varırız.Yeni Çözüm Program Eleştirisi

Elimizde demokratik-özerk üniversi­te talebine sistemli bir yaklaşım getir­meye çalışan Yeni Çözüm programı var. Bu programa eleştirel bir bakış kendi yaklaşımımızı daha netçe açık­layacaktır.

Program üniversite mücadelesinde önderlik etmiş devrimci gençlik hare­ketinin zengin deneylerinin değerlen­dirilmesi biçiminde sunuluyor. Onca yıllık deneyin sonucu böyle bir prog­ram olmamalıydı ve biz olmadığını bi­liyoruz.

Program mantığı açısından ele alın­dığında küçükburjuva uçkunluğunun ardındaki reformizm kendini bütünüyle açığa vuruyor. Program Demokratik Halk Üniversitesi ve Özerk Demokra­tik Üniversite adlı iki bölümden oluşu­yor İki bölüm arasında basit bir nicel bir oranlama bile bu yönelişi ortaya çı karmaya yetecektir Demokratik Halk Üniversitesi altı sayfada onbir maddey le özetlenirken, özerk demokratik üni versite mücadelesinde somut talepler (nedense, broşürün kapağında “özerk demokratik üniversite programı' yazılı iken, içeride “mücadelesinde somut ta leplerimiz oluyor) on beş sayfada on üç madde ve bir o kadar alt başlıkla üniversite hocalarından özür dilenme sine dek binbir sürü ayrıntı anlatılıyor Şu kadar sayfa bu kadar satır kendi ha şına bir şey ifade etmez elbette Ama önemli olan somut taleplerimiz deni lerek en acil ve asgari talep olması ge reken halk üniversitesinin önüne yeni bir programın geçirilmesi ve bunun burjuvaziye ısmarlanmış olmasıdır Gerçekten günün öne çıkardığı ve açıklanması gerekli birtakım somut ta lepler olsaydı, değil on beş sayfa, ge rekirse yüz sayfa bile yazılabilirdi. Ama kazın ayağı öyle değil. Somut talepler diyerek alt alta dizilenler baştan ayağa bir program oluşturuyorlar.

Programın gerekçesi olabilecek bö

Kimde, sürekli vurgulanan öncelikle egemen sınıfların denetiminin sınırlan- dırılmasıdır. “O halde kısmen de olsa (abç) gerçek işlevine yakın işlevler gör­mesi, egemen sınıfların denetiminin sı­nırlandırılması oranında mümkün olacaktır' (Özerk-Demokratik Üniver­site Programı Yeni Çözüm s. 11). İşte bütün program ve “kısmen de olsa sınırlama" mantığıyla sakattır. Küçük- burjuvanın kavramları idealleştirip, cennete uçurmasının ve ne zaman ge­leceği meçhul uzak bir masal gününe ertelemesinin sonucudur bu.

İşte örneği: “Ancak bunlardan hare­ketle “nasılsa devrimle gerçekleşeke" veya nasılsa demokratik “özerk üniversitenin' bu düzende gerçekleşme şansı yok diyerek, her şeyi geleceğe er­teleyenleyiz. (a.g.e. s. 30)" Doğrudan halk üniversitesi için döğüşmek her şe­yi geleceğe, o gizemli kutsal geleceğe ertelemek oluyor Sonra görevin ikili olduğu, bir yandan halk üniversitesi için döğüşürken öte yandan özerk demokratik üniversite talebine sahip çı kılması gerektiği söyleniyor Kaçta kaç oranında diye sormak geliyor insanın içinden.

En acil, en somut sorun, iktidar so runudur. Bundan ötürü halk üniversi tesinden daha acil talep olamaz. Bu günden yanna iktidara gelindiğinde yapılacak olan budur. Hedef budur Ve reformlar -ki Yeni Çözümün özerk- demokratik üniversite talepleri bir re­form programından başka bir şey değildir- mücadelenin ancak yan ürün­leri olacaktır. hedefi değil. “Adım adım elegeçirilecek mevziler" bu reformist mantığın ürünüdür. Mevzi elde etmek başka şeydir, savaşı kazanmak başka. Ve mevzi elde etmek, günlük müca­dele içinde taktik yönelişlerle bir anlam kazanabilir

Daha anlaşılır olmak için somut ta­leplerin ne kadar somut olduğuna ba­kalım. Bütünü içinde anlamaya çalış­tığımız da özerk demokratik üniversi­te mücadelesinde somut taleplerle, halk üniversitesi arasında birinin bur­juvaziye ısmarlanmış olması, diğerinin halk iktidarına bırakılması dışında bir fark olmadığını görüyoruz

Hemen ilk madde de “YÖK kaldı­rılmalı. üniversiteler özerk demokratik olmalıdır" deniyor Hayır. YÖK un al­ternatifi halk üniversitesidir Özerk demokratik üniversitenin olmazsa ol­maz koşul yapılmasının anlamı nedir acaba':* Reformizm değil mi-'

E maddesinin c bendi şöyle der: 'Öğretim üyelerinin, holdinglerin birer kuklası, üretici birer elemanı haline gel melerim engellemek için özel kuruluş larla iş yapmaları, onlara danışmanlık, proje çizimi vb alanlarda yardımcı ol maları yasaklanmalıdır" Hoş söylüyor söylemesine ama boş söylüyor Hol diııglerin egemenliği altında hangi si yasal güç yapacak bunu7 İktidara gel mek için panellerde, konferanslarda finaııs kapitalin yüreğine su serpip ica zet almaya çalışan zavallı SHP mi? Yoksa devletin verdiği üç buçuk kuruş maaşla geçinen üniversiteli hocaların namusluluğuna mı güveneceğiz So

mut taleplerin daha doğrusu reform programının mantığını açığa vuran en can alıcı nokta burasıdır. Eğer istiyor sanız o talepler mahşeri içinde- düpe düz bir programa taleplerimiz deme kurnazlığı niye benzer örnekleri rahat ça bulabiliriz.

Bir ö mek daha verelim: “Üniversi­teler ulusal baskının ve asimilasyonun aracı olmaktan kurtulmalı, tüm Kürt halkından ve azınlık milliyetlerden özür dileyerek Kürt dilini ve kültürünü araş­tırıp geliştirecek bölümler kurmalı. Kürt gençlerinin ana dillerinde eğitim yap­malarını sağlamalıdır" Burjuvazi mi ya­pacak bunu? Çocuklar güler buna. Kü­çükburjuva şovenlerimizin lütfedip bunları yazmasına yol açan nedir acaba sıcak mücadele değil mi?

Halk üniversitesi programımız:

Buraya kadar söylenenler aşağıda ki maddelerin hem gerekçesi hem açıklayıcısı durumundadır. Bundan ötürü bu maddeleri ayrıca açıklamaya­cağız

1) Demokratik Halk Üniversitesinin hedefi gerçeği- arayan yaratıcı insan olacaktır Kültürün kitlelere maledilme- sinin araçlarından biri olacaktır

2) Bütün öğretim sisteminin bir par­çası olan Halk Üniversitesi bu sistemi oluşturan diğer kurumlar gibi kafa ve kol emeği arasındaki uçurumu doldur­ma hedefini güdecek, kendi fildişi ku­lesindeki aydın tipine son verecektir.

3) Halk Üniversitesi yabancı yayın­ları çevirmekle geçinen kürsü asalak­lığının yerine, yurdumuzun yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıkları­nı inceleyerek ekonomik ve üretim ko şullarımızı geliştirmeye fiilen yarar or- jinal emeği geçirecek, laboratuvarları nı tarlalarımıza, atelyelerimize. fabrika­larımıza bağlayarak bilim yapma göre vini sınai kalkınma atılımımızla taçlan- dıracaktır. Böyle bilim ve üretim içiçe- çe geçecektir.

4) Halk Üniversitesinde bütün öğre­tim görevlileri kendi kültür sendikala­rında kişiliklerini ve çıkarlarını koruya­caklardır. Öğrenciler kendi örgütlerin­de toplumsal kişiliklerini geliştirecekler­dir. Üniversite kitlesi tepeden tırnağa örgütlü olacaktır.

5) Hükümet, bir öğretim yasası ile öğ­retim kollarını ve öğreticilerin nitelikle­rini. okul giderlerini belirtmekle kala­cak ve özel müfettişlerle yalinız bu ya­sanın uygulanmasını denetleyecektir.

(») Halk Üniversitesi her öğrencinin kişiliğini ezmeyen ısmarlama eğitim güdecektir Herkes yetenekli olduğu dalda, eğitim görme hakkına sahip olacaktır

7) Sınavlar birer turnike olmaktan çı­karılacaktır Sınavlarda başarılı olama­yan öğrencilerin oranı öğretim görev­lileri. öğretim sistemi ve öğretim araç­larının niteliği ile karşılaştırılacak ve ek sikliklerinin giderilmesi sağlanacaktır.

S) Het taıaft.ı halkın eğitimini üni versıteı duzevde üstlenmeye yönelik halk ünıvetsıtelen kımılacaktır. Bu üni versiteleı halk eğitiminin en üst basa mağı olcu akut

Page 40: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

8 MART 1989'DA TÜRKİYE'DE KADIN HAREKETİNİN GELDİĞİ KONAK"Kadınlar, Uyanın, Harekete

8 Mart New York’lu tekstil işçisi ka­dınların direnişi ile Dünya Kadın Ha­reketine kazanıldı. Özü bakımından işçi sınıfı kadınlarının yarattıkları ve ge­ne işçi sınıfı kadınlarının öncülüğünde sahip çıkılması gereken bugün, 1910 yılından bu yana tüm dünya kadınları tarafından kutlanıyor ve o anlamda da benimseniyor 8 Mart Dünya Kadınlar Günü 79 yıllık tarihinde sosyalistlerce mücadele günü olarak bayraklaştırılır- ken, bunun karşısında burjuvazi de 8 Mart’ı kendi anlayışı doğrultusunda kendi sınıfının kadınları ile bayraklaş- tırdı. Yani kendi “Günler” kervanına kattığı bir gün olarak... Özellikle ulus­lararası planda, 1975 yılında Birleşmiş Milletler in 8 Mart ı uluslararası bir gün olarak kabul etmesi, doğu bloku ülke­lerinin yanı sıra, artık batı bloku ülke­lerinde de meşru bir gün olarak kut­lanması geleneğini başlattı. Böylece kapitalist ülkelerin hakim sınıfları pek doğal olarak 8 Mart’ı kendi sınıf per­spektifleri doğrultusunda kutlamaya başladılar.

8 Mart tüm dünya kadınlarının sa­hip çıkması gereken bir gün ama han­gi öz ve biçimle? Bizce sorgulanması gereken yan işte bu. 8 Marta işçi sını­fının ideolojisiyle sahip çıkan kadınlar bu ideolojinin belirlediği pratikte bu günde doğru anlayışlann propaganda­sını yapacaklardır. Ve tüm sınıf ve kat­manlardan kadınların bilinçlerinde 8 Mart’ın bu ideoloji doğrultusunda kav­ranmasını ve yer etmesini sağlayacak­lardır. Kadın hareketinin hele bağım­sız demokratik kadın hareketini oluş­turmak için yola çıkan kadınlann önle­rindeki görev budur. 1989 Türkiyesiz­de bu misyonu yüklenen kadınlar ka­pitalizmin örgütlü ve meşru gücüne karşılık kendi güçlerini ve meşrulukla­rını koymak ve 8 mart taktiğini ve pra­tiğini buna göre olgunlaştırmak zorun­dadırlar. Bu yolda atılacak adımlar aynı zamanda uluslararası kadın hareketini zenginleştirmede ve onu bütünleme­de atılan adımlardan birisi olmakta, bu anlamda dünya kadın hareketinin doğ­ru perspektifi oluşturmada enternasyo­nal ruhumuzu ortaya koymaktadır. Bu bakış açısı 8 Mart’ta Türkiye’de kadın­ların yaratacağı pratiği saflaştırmakta ve

Geçin, Savaşın" Clara Zetkin

görevleri net bir şekilde ortaya koy­maktadır.

Türkiye’de finans-kapitalin temsilci­si kadınlar balolar, Anıt Kabir’e yürü­yüşlerle anlamını bile bilmedikleri 8 Mart’ı kutlarken, sosyal demokratları­mız daha anlamlı seminer, şenlik (ucuz türkücüler ve parti propagandalarıyla geçiştirilen) ve benzeri “etkinlikleriyle” 8 Mart’ı kutlarlar. Bu kadınlar Clara Zetkin’i de bilirler, 1857’de polis cop­larının kafalarında parçalandığı işçi ka­dıları da... Burjuvazinin düzen içi araç­ları kullanarak ve bu araçların kullanı­mını propaganda ederek yaptığı “kutlamalara” hayır diyen demokratik kadın hareketinin üyeleri kadınlann tav­rı ne olacaktır? Mücadele zemininde meşrulaşacak eylemlilik biçimleri yarat­mak ve 8 Mart’ı kutlamamak... 8 Mart ancak ve ancak mücadele bayrağının yükseltildiği, kadınların örgütlü müca-' delelerini ve anlayışlarını propagan­da ettikleri bir araç, kendi güçlerini meşruluklarını dayattığı bir gün.

Türkiye’de bağımsız demokratik ka­dın hareketini oluşturmak üzere yola çı­kan Demokratik Kadın Derneği 8 Mart’ı mücadele bayrağının yükseltile­ceği bir gün olarak ilan etti. Bu anlam­da dernek üyelerince oluşturulan prog­ramın amacı; bu günü eylemlilik süre­ci ile asıl anlamına oturtmanın yanı sı­ra, kadın sorununun çeşitli demokra­tik kitle örgütü üyelerince tartışılması­nı sağlamak için bir zemin, herkesin hassaslaşüğı bir moment olarak kullan­maktı. Aynca 8 Mart’a yönelik tüm haf­ta boyunca dağıtılması planlanan bil­diri ise polis izni alınamadığından gün­demden kaldırıldı. DKD’nin 8 Mart et­kinliklerinde bir diğer perspektif çeşitli kadın insiyatifleri ile bugüne yönelik or­tak eylemlilik platformu oluşturmaktı. Bu platformda yaşananlar gelecek için önemli gerçekleri içeriyor. Bu yüzden yazıda öncelik vermeye uygun görü­yorum. Uzun bir süredir yürütülen Ka­dın Kurultayı çalışma grubuna katılan örgütlü örgütsüz kadın gruplan ile ya­pılan görüşmelerde herkesin ortak ey­lemler noktasında görüşbirliği içinde olduğu ortaya çıktı. DKD’nin önerileri 8 Mart gününde kitlesel bir eylem ve onu izleyen hafta sonu bir mitingle

DEMİR

Türkiye’deki kadın hareketinin kendi meşruluklarını ortaya koyması doğrul­tusundaydı. Feminist grupları, Sosyalist Feminist Kaktüsün, Kadın Kültür Evinin, Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneğinin, İHD Kadın Komisyonu1 nun, Emek Dünyası çevresinden bir grup kadının ve Demokratik Kadın Der- neği’nin katıldığı platform kendi içinde bir hazırlık komitesi oluşturdu. Ağırlı­ğını feminist düşünceyi paylaşan ka­dınların oluşturduğu bileşimde örgüt­lü mücadele taktiğini döğüştürmek, 8 Mart gününü ve mitingi şenlik havasın­da kutlamaktan çok kadınların kitlesel mücadelesi bir runa sergiledikleri bir gösteriye dönüştürmek konusundaki düşünce ayrılıkları başından sonuna dek sürdü. Birleşimde örgütlü müca­delenin temsilcisi olarak kendini orta­ya koyan DKD (x ) kendi anlayışını platforma yansıttıkça yalnız kaldı ve belli konularda dayanışma sağlanan Emek Dünyası çevresi ile iletişim ek­sikliği ve arkadaşların feministlere ba­şından itibaren son derece ön yargılı yaklaşımları yüzünden sağlıklı bir güç birliği kurulamadı. Platform süresince yukarıda bahsettiğim nedenlerden do­layı çoğu kere net olmayan tavırlar ser­gilemeleri diğer bir engel olarak sayı­labilirdi.

Nicel olarak azınlık olmak, DKD için bir çekince yaratmamıştı. Çünkü önemli olan nitelikçe çoğunluğu belir­leyebilmek, DKD perspektifini benim­setmek ve inisiyatifi alabilmekti. Ancak dernek temsilcilerinin dernek ile plat­form arasındaki ilişkiyi kurmada çoğu kere zayıf kalmaları, söz konusu inisi­yatifin kurulmasını belli noktalarda sekteye uğrattı. 8 Mart gününe yöne­lik tartışmalarda DKD’nin savunduğu görüş ve sunduğu öneriler o günün meşruluğunu mücadeleci bir çizgiye oturtmaktı. Buna karşılık platformda ki ağırlıklı görüş teslimiyetçi bir çizgide gelişiyor, yumuşak, şarkılı türkülü, pik­nik havasında bir gösteri örgütlenmek isteniyordu. Olası polis müdahalesine karşı katılan kadınlann olayı savunma maları ve olay çıkarmadan dağılmala rı benimseniyordu. Buna karşılık DKD’nin önerisi sırayla; her inisiyatifin kendi bildirileri ile katıldığı, kadın ha reketinin somutlaştığı sloganların atıl

Page 41: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

dığı, dövizlerin taşındığı, pankartlı ba- lonlann uçurulduğu, polis müdahale­sine karşı direnişçi ruhun ayakta tutu­larak direnme ve dağıtılma tehlikesine karşılık bir yürüyüş örgütleyerek dağıl­ma ve polisin kadınlan gözaltına alması sonucunda toplu direniş ve polis oto­larından gözaltına alınanlann kurta­rılması ve sonuçta kadınların polis ifa­delerinde 8 Mart’ı meşru gördüğü yolunda savunma yapmasıydı. Çıkış noktası olarak demokratik öz taşıyan feminist hareketin intiharı ve bitişi “ben yoldan geçiyordum“ savunması ile kendini çok güzel ifade ediyordu. Hatta bazı kadınlar için 8 Mart’m mü­cadeleci yanından çok neler giyileceği, hangi şarkılann söyleneceği önem ta- • şıyor ve tartışma konuları bu serçeve- de döndürülmeye çalışılıyordu. Böyle- ce aslında demokratik mücadeleden ne kadar uzak olduklarını gösteriyor ve çelişkilerini düzenle görmeyen bir kadın hareketinin sözcülüğünü yapıyorlardı. 7 Mart günü gelip çattığında DKD ile di­ğer gruplann çelişkisi artmış ve 8 Mart! ta Sultanahmet’te yapılacak şarkılı türkülü baştan teslimiyetçi ruhla yola çıkılan gösteriye katılmama kararı alın­mıştı. DKD üyesi bir grup kadın der­nek düzeyinde katılmamayı onayladık­larını ancak kişi düzeyinde katılma ko­nusunda esnek yaklaştıklarını belirte­rek. aslında feminist görüşten kopama- yışlarının bir ifadesi olarak 8 Mart gü­nü feministlerin gösterisinde yer aldı­lar. DKD’nin yanı sıra Emek Dünyası çevresinden platforma katılan kadınlar­da 8 Mart günü yapılan gösteride yer almadılar. Sultanahmet’te gerçekleşti­rilen gösteride polis müdahalesi olma­masına rağmen bazı kadınlar gösteriyi daha polis gelmeden dağıtmaya çalı­şıyor, örgütsüzlük ve düzenle çelişki noktasındaki zaaflarını çok güzel ifade ediyorlardı. Benzer tartışmalar ve gö­rüş ayrılıkları 11 Mart günü düzenle­necek “Kadınlarla Dayanışma mitingi” için söz konusuydu.

Miting başvuru komitesi kararlaştın- lan ortak sloganlar dışında denetleme görevi yapmaya çalışarak farklı slogan­lar atılmasını sansürlemeye çalışıyor ve kararlaştırılan pankartlar dışında pan­kartın yer almamasını istiyorlardı. Mi­tinge katılan kadınlann var olan kadın hareketinin doğal üyeleri olduğu ima­jının çıkmasını, katılanlann farklı yapı­lardan olmalarının önem taşımadığını belirtiyorlardı. DKD’nin tavrı ortak slo­gan ve pankartlara sahip çıkma ancak bunun yanı sıra her inisiyatifin kendi sloganlarını atma özgürlüğüne sahip olmalan gerektiği doğrultusundaydı. Çünkü kitlesel gösterilerin gerçekliği bunu gerektiriyotdu. Birleşilen nokta­larda ortaklığın yanı sıra ayrılıklar ve kendi zeminlerinin belirlediği sloganlar­da kitlelere duyurulmak ve propagan­da edilmelidir. Demokratik platform il­keleri bunu gerektirir. Ancak bazı ar­kadaşlar polisvari bir denetim koyma­ya çalışarak mitinglerin hareket gerçek­liğini ortadan kaldırmaya, gelen kitle­yi tek bir vücut gibi göstermeye çalışı­yorlardı. Feminist çevrelerin örgütlülü­ğe duyduklan tepki DKD’ye “kendi adı­

nızla pankart açamazsınız şeklinde” dı­şa vuruldu. DKD temsilcisi mitingte “kendi pankartımız ve kendi sloganla­rımızla yer alacağız" dedikçe diğer grupların saldınsına uğradı.

11 Mart günü Zeynep Kamil Hasta­nesi arkasındaki parkta toplanılmaya başlandı ve Bağlarbaşı meydanına doğru yürüyüşe geçildi. DKD imzasıyla “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” pan­kartı taşınıyor bunun yanı sıra kadın hareketine bakışı yansıtan pek çok dö­viz, sayısı 400’e varan DKD çevresin­den kadınlann elinde göze çarpıyordu. DKD korteji İstanbul’un çeşitli mahal­lelerinden, fabrikalarından, üniversite­lerinden gelen işçi, ev kadını, öğrenci ve memur kadınlardan oluşuyordu. Ortak slogan ve şarkılar söyleniyor ör­gütlü mücadelenin simgeleştiği “Yaşa­sın örgütlü mücadelemiz", “Kadınlar devrimin mayasıdır” gibi sloganlar atıl­dıkça çoğunluğu feminist çevrelerden oluşan görevliler hızla müdahale edi­yor, çeşitli sürtüşmeler doğuyordu. Coşkularını ve düzenle olan çelişkile­rini sloganları ile ifade eden emekçi ka­dınlar miting görevlilerinin sert tepkisi ile karşılaşıyordu. Kadınları destekle­mek üzere kortejin arkasından gelen erkek arkadaşlar görevli kadınlardan birinin yürümelerine karşı çıkmaları üzerine polis müdahalesine uğradı. DKD’li kadınlar “Kadın erkek el ele öz­gür günlere" sloganını atarak erkek ar­kadaşların polis müdahalesine uğra­masını kınadılar ve erkeklerin polisçe alınmamasını sağladılar. Bu noktada görevli arkadaşların müdahalesi hat safhaya ulaştı ve tartışmalar kavga bo­yutuna döküldü. Gelen erkek arkadaş- lann kadınların arasında yürüme gibi bir talepleri yoktu ve desteklerini yü­rüyüş kortejinin arkasına geçerek gös­teriyorlardı. Çirkin bir erkek düşman­lığına dönen tavır feminizmin çıkmaz­larını bir kere daha ortaya koyuyordu. Evet erkek egemen ideolojiyi sonuna kadar söküp atmak için yola çıkıyoruz ama bunun arkasındaki kapitalist dü­zeni görmezden gelmeden. Bu ise biz- leri kadın-erkek çelişkilerini öne çıkar­ma sıradanlığına düşürmüyor; aksine kadın sorununun erkeklerce de benim­senerek tüm ilerici insanlar için cins ay­rımcılığına karşı olmanın bir kıstas ol­duğuna inanıyoruz.

Miting alanında grupların yerlerini alması sona erdikten sonra konuşma­lar başladı. Feminist hareketin temsil­cisi kadın alanındaki örgütlülüğe çatar­ken feminist devrim şiarını atıyor, Sosyalist-Feminist Kaktüs sosyalizmin kadın sorunu için olmazsa olmaz bir ön şart olduğunu ortaya koyuyor, Emek Dünyası konuşmacısı düzen içi müca­delenin sonucunun iyileştirmeler oldu­ğunu çözümün sosyalizmde olduğunu ifade ediyor ve diğer inisiyatifler AKKD, Kadın Kültür Evi. IHD Kadın Komisyonu kadın sorunu üzerine sap­tamalarını dile getiriyorlardı. Kürt ka- dınlann uğradığı baskı ve sömürü po­litikasını dile getiren Kürdistanlı kadın­lar adına mitinge katılan konuşmacı protesto amacı ile ağzını bağladığında, önceden kararlaştırılmış olmasına rağ

men DKD üyeleri dışında kimse katı­lıp desteklemedi. DKD adına konuşan Dernek Genel Başkanı Hikmet Beski- siz Türkiye'de kadın sorunu için soru­nun ortaya konuş ve çözüm noktasın­da bugüne kadar çok tespit yapıldığı­nı ve görüşlerin bu noktada yeterince netleştiğini vurguluyordu. Bundan sonra kadın hareketinin önündeki sü­reç kadın sorununda Türkiye’nin gün­demini belirleyebilmekti. Hikmet Bes- kisiz konuşmasında bugüne kadar gündemin burjuvazi tarafından belir­lendiğini ve kadın hareketinin bu be­lirlenen gündem üzerinden müdaha­le etme doğrultusunda eylemlilikler ge­liştirdiğine dikkat çekerek görevin bun­dan sonra gündem belirlemek ve ka­dınları bu belirlenen gündem doğrul­tusunda harekete geçirmek gerektiği­ni ifade ediyordu. Be nedenle DKD programının talepler bölümüne konuş­masında yer veren DKD konuşmacısı örgütlü mücadele sonucu oluşacak ka­dın hareketinin taleplerinin uzun erimli, yani ne bugünle sinirli ne de yarınki düzen değişikliğinde sona erecek bir nitelik taşımadığı gerçeğini ortaya koy­du. DKD'nin bakış açısı ve talepleri mi­tinge katılan çeşitli gruptan kadınlar arasında oldukça ilgi uyandırırken mi­tingin bu açılımla gündeminin belirlen­mesi gerçekleştirilmiş oluyordu. Femi­nistler bugüne kadar kadın sorunun­da kadınlar açısından talep üretecek tek merkez kendilerini gördüğünden sosyalist perspektifle hareket eden ör­gütlü mücadeleyi savunan bir kadın hareketinin indirgemeci olduğu konu­sunda yaygara koparıyorlardı. Böyle- ce mitingte kadın sorunu için yürütü­lecek mücadele ve propaganda edile­cek talepler anlamında örgütlü müca­delenin gerekliliği bir kez daha göste­rildi.

Kadın inisiyatifleri ile oluşturulacak platformlarda atılacak taktik adım, ör­gütlü mücadele gerçeğinin inisiyatif ka­zanmasını sağlamak ve kadın hareke­tinin birleşik her grubun kadın hareke­tinin doğal üyesi olma görüntüsüne karşılık örgütlü mücadele veren yapı­ların kendilerini dayatmaları ve kadın hareketine önderlik etme amaçları doğrultusunda hareket etmeleridir. Bu yanıyla baktığımızda Türkiye’de kadın­ların örgütlü ya da örgütsüz güçlerinin eylem platformunu oluşturma yete­nekleri ve gösterdikleri zaaflar DKD için geleceğe yönelik somut bir dene­yim oluşturdu. Feminist hareketin so­nuçta uzlaşmacı pratiği örgütlü ve sı­nıf perspektifli kadın hareketinin kar­şısında nesnel olarak zaaflı ve gevşek, gündem belirlemekten uzak yapısını bir kerede gün ışığına çıkardı. Bundan sonra da eylemlilik çerçevesinde kadın sorunu gündemli birliktelikler oluştu­rulacak. DKD yapısı buna her zaman açık. DKD'nin tavrı gene gündem be­lirlemeye yönelik ve sınıf perspektifli örgütlü mücadeleyi temel alarak süre­cektir. Ancak bu gerçeklik, Türkiye’de geleceğe dönük dünden beslenecek bir kadın mücadelesi oluşturmaya adaydır.

Türkiye’de kadın hareketinin geldi-

42

Page 42: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ği nokta ve bağımsız demokratik kadın hareketini yaratmada önemli bir dene­yi oluşturan platform değerlendirme­sinden sonra DKD inisiyatifinde geli­şen 8 Mart etkinliklerinin değerlendir­mesine devam etmek istiyorum. DKD 8 Mart etkinliklerine 7 Mart akşamı Pendik Halkevi’nde halkevi üyeleriyle bir toplantı yaparak başladı. Toplantı ağırlıkla neden bağımsız bir kadın ha­reketi oluşturmanın gereği üzerinde gelişti. 8 Mart günü saat l l ’de Topka- pı Otomobil İş Şubesinde, grevdeki Deri İşe bağlı Alboy fabrikasında çalı­şan kadın işçilerle biraraya gelindi. Ka­dınlarla ilgili dia ve şiir gösterisinden sonra DKD’nin 8 Marta yönelik bakış açısını ortaya koyan bildirisi okundu ve daha sonra Deri-İş Sendikası yetkilile­ri ve Alboy fabrikasında grevci bir ka­dın işçi 8 Marta yönelik konuşmalar yaptılar. Çağdaş Oyuncular Tiyatro Topluluğunun kadın sorununun işlen­diği küçük oyunlardan oluşan kısa gös­terisinden sonra DKD üyeleri ve Al- boycu grevci kadın işçiler hep beraber fabrikanın önüne gittiler. Grevci işçiler­le birlikte dayanışmanın sergilendiği gösteride DKD üyelerinin ve grevci iş­çilerin sloganlı alkışlı birlikteliğiyle pe­kişen 8 Mart kutlaması DKD’nin bugü­ne yüklediği misyonu çok güzel orta­ya koyuyordu. Alboy fabrikasının pat­ronu finans-kapitalin en önemli sözcü­lerinden TÜSİAD’ın başkanı Ömer Dinçkök. Bu nedenle fabrika önünde grev gözcülerinden başka ziyaret amacı ile bulunan her kişi gözaltına alınıyor. Bugün de toplantıya müdahale etme­ye çalışan polis, işçi sınıfının direnişçi ruhunu benimsemiş bu topluluğu da­ğıtmayı başaramadı.

Aynı günü öğleden sonra saat 15’te bir grup DKD’li kadın Fatih Çarşamba pazarında 8 Mart’la ilgili bir basın top­lantısı düzenledi. Pazarda bulunan ka­dınlara 8 Mart’ı mücadele günü olarak benimsetmeyi hedefleyen DKD’li ka­dınlar buna yönelik sloganlar attılar ve pazarda bulunan, ağırlığını ev hanım­larının oluşturduğu kadınları mücade­leye çağırdılar.

10 Mart akşamı Şişli Kültür Merke­zinde kadın konulu dia gösterisi ve şi­irlerin ardından DKD üyeleri ve ŞKM üyeleri arasında kadın sorunu üzerine oldukça ayrıntılı bir tartışma yaşan­dı.Tartışmanın ilginç yanı erkek arka­daşların bağımsız kadın örgütlenmesi­ne itirazları oldu. Bu konuya indirge­meci yaklaşmalarının yanı sıra kadın derneklerinde erkek ve kadın birlikte örgütlenme önerisini tartıştırmaya ça­lıştılar. Ancak ortaya çıkan gerçek ka­dın sorunun çözümü üzerine “büyük” laflar söyleyen ilerici erkeklerin bu so­run üzerine gerçekte hiç düşünmemiş ve kadın hareketinin gerekliliği konu­sunda hiç kafa yormamış olmalarıydı.

12 Mart günü saat 14’te Zeytinbur- nu Halkevi Kadın Komisyonu ile ortak bir 8 Mart toplantısı düzenlendi. Dia- Şiir ve tiyatro gösterisinin yanı sıra halkevinden kadınlar ve DKD temsil­

cileri bildiriler okudular.Kadın sorununun düzenle olan bağlantısının ortaya kon­duğu konuşmalardan sonra gün türkü­

leri söyleyerek coşkulu bir biçimde so­na erdi.

16 Mart günü Bakırköy Halkevi’nde düzenlenen 8 Mart toplantısı ise DKD ile Bakırköy Halkevi’nin ortaklığından çok Bakırköy Halkevi’ııin kendi oluşturdu­ğu program çerçevesinde geçti. Kadın sorununun tarihsellisi, Türkiyede ka­dın, sosyalist ülkelerde kadın sorunu gibi konuların işlendiği toplantıda ko­nuşmaları uzun ve canlı hayata dönük tesbitlerden çok, kitaplardaki konula­rın izleyicilere aktarımı biçiminde oldu­ğu için tartışma bölümüne fazlaca bir katkısı yoktu. En çarpıcı olan konu sos­yalist ülkelerde kadın hareketinin tarih­çesi ve bugün içinde bulunduğu du­rumla ilgili olarak yapılan konuşma idi. Çoğu DKD’li olduğunu iddia eden Ba­kırköy Halkevi’ndeki kadınlar DKD’nin katılımı ve kendini ifade etmesi konu­sunda oldukça çekinik hatta deyim ye­rindeyse korkakça davranıyorlardı. Önemli olan 8 Mart çerçevesinde Türkiye’de kadın hareketinin yaratılma­sı doğrultusunda sürdürülecek müca­delenin ana hatlarını, gündemini be­lirlerken yapılacak çalışma biçimlerinin tartışılmasıydı. Bakırköy Halkevi üye­si kadınların konuşmacılar arasında ör­gütlü bir yapıya yer vermek amacını “yönetimi” bahane ederek taşımadık- lan ortaya çıktı. Daha önce DKD ile iliş­kiye geçerek bugün de ortak bir top­lantı olacağını söylemişlerdi. Ancak DKD üyeleri gittiklerinde kendilerinin dışında bırakıldığı bir ortamla karşılan­dılar. Bu Bakırköy Halkevi içinde yer alan ve kadın sorununda ortaklaştığı­mızı iddia eden kadın grubunun kendi örgütlü güçlerini ne oranda döğüştü- rebildikleri, daha doğrusu bir güç so­runu idi ve güçsüzlükleri de kendini gösteriyordu.

19 Mart günü saat 15’te Esenler Halkevi’nde düzenlenen 8 Mart top­lantısı dia, şiir gösterileri, Çağdaş Oyuncuların kadın sorunu ile ilgili kı­sa oyunları, Esenler Halkevi Halk Oyunları Topluluğu, Grup Baranın konseri gene Esenler Halkevi’nde mü­zik grubunun etkinlikleri ile çoşkulu bir güne dönüştü. Esenler Halkevi Kadın Komisyonu ve DKD konuşmacıları 8 Mart’la ilgili bildiriler okudular ve ka­dın sorunu üzerinde kendi perspektif­lerini anlattılar. Esenler Halkevi’ndeki toplantı ile DKD 8 Mart etkinliklerini sona erdirmiş oldu. Ancak bu yazının yazılışı sırasında başka kitle örgütleriy­le benzeri günlerin organizasyonlarının yapılmasına devam ediliyordu.

Evet, Türkiye’de bir 8 Mart’ı daha ge­ride bıraktık. Kadın hareketini oluştur­mak üzere yola çıkan kadınlar için her- gün bir 8 Mart ve hergün kadın mü­cadelesi için yeni bir gün. Her gün iki uzlaşmaz sınıftan Fınans-kapital züm­resinin egemenliğindeki burjuvazi ka­dının köleliğinin koşullarını ağırlaştır­mak ve sürdürmek için uğraşırken, modern yaşama mücadelesi yürüten proletarya sınıfının öncülüğünde yürü­yen kadınlar kadının köleliğinin orta­dan kaldırılması ve iki cinsin özgürleş­mesi için mücadele veriyorlar. Kadın- lann kurtuluş mücadelesi proleteryanın

kurtuluş mücadelesi ile iç içe geçmiş ve sımsıkı bağlarla birbirine bağlı. Antika- pitalist mücadeleyi sürdüren işçi sınıfı kadınlan kendi cinslerinin kurtuluş mü­cadelesinde de başa geçmek kadın ha­reketinin motoru, öncü gücü olmak durumundadırlar. Bu işçi kadınların ta­rihsel görevi olarak karşımıza çıkıyor ama diğer sınıf ve katmanlardan kadın­ları kendi mücadelesine akıtarak ve ka­dın kurtuluş mücadelesi ile proleterya- nın kurtuluş mücadelesi arasındaki di­yalektik ilişkiyi, bu düşüncenin karşı­sında yer alan reformist uzlaşmacı dü­şüncelerin suratına çarparak.

Kadınların kendi ülkelerinde ulusla­rarası kadın hareketinin de bir parçası olarak görevleri ve programları artık çok net. Örgütlenmek, mücadele et-' mek ve Türkiye’nin gündemini belirle­mek. Örgütlü demokratik kadın hare­ketini oluşturan kadınlann tarihsel gö­revlerinden en önemlilerinden birisi de yanı başlarında duran parababalarımı- zm en kanlı olayları sahnelediği, her türlü ulus özelliklerini terörle bastırdığı insanı kendi kültürüne yabancılaştırdığı Kürt ulusu kadınlarının kendi kader­lerini tayin hakkını desteklemek ve kendi demokratik hareketlerini yarat­mada enternasyonalist ruhla her tür­lü desteği vermek.

Burjuva ideolojisiyle donatılmış er­kekler bu ideolojinin pencerelerinden kurtulmadan« kadınların günlük ya­şamlarında ezmekten vazgeçmeden nasıl özgürleşemeyeceklerse, ezen ulu­sun kadınlan da Kürt kadınlar bağım­sızlıklarım kazanmadan özgürleşeme- yecekler. Yazımı Türkiye Komünist hareketinin öncülerinden Dr. Hikmet Kıvılcımh’mn sözleri ile bitirmek is­tiyorum.

“1965 Ekim 24 günü Türkiye’nin 31 milyon 391 bin 207 nüfusu sayıldı. Bu­nun 15 milyon 445 bin 439 kişisi, ka­dın adlı toplumca herşeysi örtbas edi­len alt mahkûm sınıf insanımızdır. Ya­rısı yadlaşmış, altlaşmış, var iken yok edilmiş bir milletten hayır gelir mi?

Dün olduğu gibi bugün de Türkiye ̂nin bütün ekonomik, sosyal, politik, kültürel ve ilh... problemlerini daha doğmadan boğan, bütün insancıl iliş­kilerini son derece yozlaştıran, soysuz­laştıran birinci sakatlığımız burada top­lanıyor. Ana-Kadm’ın Tarih ve Toplum dışı bırakılmasından doğan dilsiz traje­di, dönüp dolaşıyor. Türkiye’nin topal eşekle bile kervana katılamayan uygar - lıkdışı kalış dramına kalıyor. Onu kav­ramadıkça hiçbir sosyal meselemizde ayık gezemiyoruz.” ( x x )

Yaşasın kadınların örgütlü demok­ratik mücadelesi

Kadınlar üzerindeki her türlü cins ayrımına son

Kadınlar el ele özgür günlereYaşasın 8 Mart Dünya Kadınlar Gü­

nü.

Dipnotlar(x) Kuruluşu bilimsel temellere oturtulmamış fe­minist hareketin hık deyicisi Ayrımcılığa Karşı Ka­dın Demeği’ni örgütlü mücadeleyi savunan ve pra­tikte dönüştüren bir yapı olarak görmek mümkün değil.(x x) Kıvılcım Dergisi Sayı: 1-2,1978, “ Kadın Sos­yal Sınıfımız” Dr. Hikmet Kıvılcımlı.

Page 43: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

DÜNYADA KADIN

EL SALVADORLU BİR KADIN TİPİJULIA

Çeviriler: AYŞE TANSEVER

Julia kadınların çoğunlukta olduğu bir işyeri sendikasının tek kadın sendi­kacısıdır. Sendikanın kadın komitesi kurucusudur. Onun hayatı El Salva­dor’un kadın politik faaliyetinin gelişi­mine bir örnek olmakla birlikte kendi­ne özgü özellikler de taşır.

“Sendikal çalışmaya sürekli ilgi duy­dum ama yıllarca aktif olarak katılama­dım. 17 yıl evli idim ve son on yılda altı çocuk doğurdum. Kocam sık sık dı­şarı giderdi. Ev işlerine yardım etmez­di. Ben çocuklara bakar, ev işlerini ya­par bir de fabrikada çalışırdım. Koca­mın canı bir şeye sıkıldığında beni dö­verdi. Son çocuğuma hamile kaldığım zaman bunun kendisinden olmadığını iddia edip beni terk etti. Babası onu ta­nımadığından çocuk benim soyadımı aldı. Ondan sonra çocuklara kendim bakmak zorunda kaldım. Bu durum­daki kadına yardım edecek bir yasa gerçekte yoktur.

“Şimdi 50 yaşındayım. O zamanlar kadınlar için doğum kontrol araçları yoktu Aynı zamanda ahlakı olarak kö­tülenir. yalnız fahişelere özgü olarak kabul edilirdi Evlendikten sonra çok çocuk sahibi olmak, çok erken çocuk doğurmak bir mutluluk olarak görülür­dü. O zamanlar böyleydi. bugünlerde böyle. Bunun dışında katolik klişesinin doğum kontrolünü yasaklaması üstü­müzde ayrıca bir baskıydı.

Erkekler prezervatif kullanmadıkla­rından doğum kontrolü kadınların bir işi haline geliyordu Bir doğum kont­rol hapının kaça olduğunu biliyor mu­sunuz7 Bunu satın almaya imkân yok tur Diğer korunma araçları ise kulla­nılmaz Evde bakılacak 6 çocuk, koca ve büyükler varken ateş ölçerek gün hesabı yapmaya da vakit kalmıyor doğrusu. Sağlık koşullan genelde o ka­dar kötüdür ki bütün köyde bir tane kadın kliniği bulunur. Çoğu kişinin has­talık sigortası yoktur. Olsa bile masraf­ların çok azını karşılar. Doğum kont­rolü zenginlerin işidir.

“Elbette bir de kürtaj imkânı var. An­cak bunu yalnız katolik klisesi değil devlet de yasaklamıştır. Eğer kadınlar çocuk istemiyorlarsa rizikoyu kendile­ri göğüslemek zorundadırlar. Kürtajda ölüm olasılığı çok yüksektir. Genellik­le de sağlıksız koşullarda yetkisiz kişi­

ler tarafından gerçekleştirilir. Kürtaj sı­rasında çoğu ölür ya da kısır kalır. Son­raki hamileliklerde düşük yapma ora­nı artar. Köylerde doktor kıttır. Ya da doktora gidecek kadar para yoktur.’ “Son çocuğumu doğurduktan son­

ra bende kendimi kısırlaştırdım. Ama kocam olmadığından bunu yapabil­dim. Yoksa bana izin vermezdi.

“Çocuklanmı yetiştirmek için çok ça­lıştım. Sendikada aktif görev alabilmek için vaktim yoktu. Çoğu günler yor­gunluktan ayakta duramaz hale gelir­dim. El Salvador’da ev araç ve gereç­leri çok pahalıdır. Bir çamaşır makine­sini düşünemez bile bizim gibiler. İşten döndükten sonra birde altı çocuğun çamaşırını yıkamaya kalkın bakalım. Ya yemek pişirmek, hem de tam üç öğün. Pirinç, fasulye, sebze. Yani gün­de üç öğün yemek yapmak, fasulye ayıklamak...

“Çocuklar büyür büyümez ev işleri­ne el vermeye başladılar. İşte o zaman sendikada aktif olarak çalışmaya vak­tim olabildi. Bu kez geceleri toplantı­lara katılıyor, eve gidemiyordum. Bu çocuklar için iyi olmadı. Şimdi hepsi evden ayrıldılar. Evlenip hayat müca­delesine katıldılar. Bir de torunum var. Ama sendikal faaliyetlerim yüzünden onunla pek ilgilenemiyorum.

“Başta çocuklarım tekrar evlenme- 'mi istediler Bana dediler ki: Anne, gü zel bir kadınsın, işin var Biz evlendiği­mizde yalnız kalacaksın Onun için bir daha evlen Yalnızlıktan kurtulursun. Ben de onlara dedim ki: Ben yalnız de ğilim. Bir sendikacıyım. Ben insanlar için çok şey yapmak istiyorum. İş ar kadaşlarım var. Kadın komitem var Birlikte çok işler yapıyoruz. Bu yaptık tarımdan memnunum. Kocam olsun istemiyorum.

“Sonra torunum doğdu. Yine bütün bunları bırakmamı istediler. Dediler ki: Anne bizi ziyaret etmeye bile vaktin yok. Artık torununa bakabilirsin, senin yaşındaki kadınlara bu daha yakışır

“Yaptıklanmdan vazgeçmedim. Çok aktiftim. Çalışmak bana zevk veriyor­du. En sonunda gerçekten istediğim bir işi yapıyordum. Her zaman ki gibi yine çok çalışıyordum. Onlara dedim ki: Siz kendi hayatınızı yaşıyorsunuz, ben de kendiminkini. Böyle yaşamak

tan mutluyum. Bu benim hayatımın en keyifli dönemi. Beni böyle kabul etme­yi öğrenmelisiniz.

“Şimdi birbirimizi çok seyrek görü­yoruz. Pek ortak bir yanımız yok. On­ların istediği gibi bir anne olamadım, olmadım. Çocuklarımın yaptığım işin önemini anlayamamaları ve bana des­tek olmamalan çok yazık. Bu bana çok acı veriyor.

İşimde de çok mücadele etmek ge­rekti, Sendikada yanm gün çalışmaya karar verdim. Sabahtan öğleye kadar sendikada çalıştıktan sonra o kadar yo­ruluyordum ki öğleden sonra kendimi normal işime veremez hale geliyor­dum. Geceleri de toplantılarımız olu yordu Sonra şefimle tekrar oturup an­laştık. Bir gün sendikada bir gün nor­mal işimde çalışmama karar verdik. Şefim bana çok öfkelendiğinden zor günler yaşadım..

/Sendikanın yönetim kurulunun tek kadın üyesi seçildim. Bu kadar çok ka­dının çalıştığı işyerinden tek kadın üye olmam müthiş ilgi çekti. Fabrikamızda­ki işçilerin ancak yarısı sendikalıydı. Ama kadın üyeler azdı. Böylece iki yıl geçti. Artık böyle devam etmemeli di­ye düşündüm. Kadınlar da faaliyete katılmalıydı. Bir bildiri yazıp kadınları toplantıya çağırdım. Böylece bir kadın komitesi kurulacak, onlan harekete ge­çirip çevreden destek toplayacaktık. Bildiri bütün işyerinde dağıtıldı O ge­ce uyuyamadım. Ne olacağını merak ediyordum. Vakit geldiğinde toplanı­lacak yere gittim. Bir saat bekledim. Tek bir kadın gelmedi. Bir tek ben var­dım Bu tam bir yenilgi, bir felaket ol­muştu

“Ama vazgeçmedim. Bu kez kadın­larla tek tek konuşmaya başladım. Ve sordum. Sendikaya üyesiniz ama ka­dın olarak faaliyet göstermiyorsunuz. Birleşmeliyiz, çıkarlarımızı korumak için birbirimize destek olmalıyız. Böy­le dedim. Ve beş kişi olduk. Düzenle­diğimiz ilk seminer anahanlık ve baba- hanlık gelişimi konusunda idi. Üniver­siteli kadınlarla ilişki kurduk. Bize bu konuda yardımcı oldular. Seminere 50 sendika üyesi katıldı. Aralannda erkek­ler de vardı. Bu tartışmalara yol açtı. Herkes şaşırmıştı. Böylece kadın komi­tesinin adı her yerde duyuldu.

Page 44: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

- “Şimdi sürekli çalışan 12 kadınız. Sendikal haklarımız konusunda semi­nerler düzenliyoruz. Dikiş kursu açtık, ilk yardım kursunu bitirenlere diploma veriyoruz. Ülkemizin içinde bulundu ğu ekonomik sosyal durum, halkımı­zın özgürlük pıücadelesi işlediğimiz en aktüel konular arasında. Son grevde çok aktif rol oynadık. Ön saflarda yer aldık. Polisle tartıştık. Görevlerinin iş­çilerin karşısında durmak değil işçile­

rin haklarını almalarına yardım etmek olduğunu anlattık.

“Elbette sendika içinde engellerle karşılaşıyoruz. Erkeklerin futbol maçı­na bile daha çok insan götürdüğünü, kadın çalışmasının önemsiz olduğunu söyleyen bir fraksiyon var. Bu büyük sorun yaratıyor. Öte yandan kadınlar olarak bağımsızlık istediğimizi açık açık söyleyemeyecek kadar yüreksiz oldu

ğumuzıı söyleyenler var Boyler, e bizi dışlamak, yalnız bırakmak ıstıvoilat Bı zi bölmeye çalışıyorlar Örgütlenirsek erkekler eskisi gibi ezen >eyec eklenin bı liyorlar Ancak bizim erkeklenil deste­ğine ihtiyacımız var Biraz değışebılse ler, mücadelemiz birlikte güçlenecek, yükselecek."

EL SALVADOR’DA KADINLAR broşüı ünden alınmıştır

JAPONYA'DA PARCA İSİ YAPAN KADINLAR ' '

1985 yılında Japonya’da 23 7 mil yon kadın iş piyasasında idi Toplam işgücünün % 40’ını oluştururlar Ama bunların ancak 15 5 milyonu yani % 36’sı ücretlidir

Kadın işgücü kalite ve sayıca değiş inektedir En önemlisi orta yaşta çalış ma hayatına giren kadınların sayısı gi derek artmaktadır. Bunun çeşitli ne denleıı vaıdır liretim araçlarının oto masyoııu işleri basitleştirmekte ve özel bir beceri gerektirmemektedir. Öte yandan, aile yaşantısında ev işlerinin kolaylaşması ve çocuk bakım evlerinin açılması da kadına çalışma olağanı ta nımıştır Ev gelirini arttınp yaşam ko­şullarını yükseltmek yanında yaşamın giderek daha pahalılaşması, yoksullu ğuıı artması da kadım çalışmaya itmiş tir

1960'lardaki gizli ekonomik gelişim ev kadınlarını iş piyasasına çekmiştir Okullardan yeni mezunlar işe alındık tan sonra orta yaşlı ev kadınları da ucuz işgücü olarak çalışma hayatına katılmışlardır. Çalışanları ya sürekli dü zenli bir şekilde çalışan ya da part time olarak çalışanlar olarak ayılabiliriz Ki misi ise belirli bir zaman diliminde gı rip sonra eve çekilmektedir Parça işi yapanlar bu gruba girerler Hem çok düşük ücret alırlar lıenı de hiçbir iş yü venceleri yoktur

1973 yılında parça başına çalışan kadın sayısı rekor kırdı ve 1.84 mil yona ulaştı 1985 yılında biraz daha düşüktür ama yine de 11.5 milyon ın san bu koşullarda çalışmaktadır Bun ların çoğu yani % 9,3 u kadındır. Top lam çalışan kadınların yarıdan çoğu böyle parça başı işlerde çalışmaktadır

Çeşitli işler yapılır. Tekstil ve elektrikli makine endüstrilerinde genellikle bu tür işler çoktur. Elbiselerin bazı kısım­ları dikilir, işleme yapılır. Radyo, TVJe- re bazı parçalar yerleştirilir Elektrikli makine monte edilir, sebze soyulur ya da bazı sebze ve meyvalar toplanır

Parça başı çalışan kadınlar genellik le 30 49 yaş dilimine gıreıler Yanı oı ta yaşdaki kadınların tercih ettiği hıı iş türüdür Ortalama çalışına suıesi t> 4 yıldır Daha uzun sure katlanabilen en derdir

Ücretleri diğer tur çalişunlunt.r

farklıdır Sürekli çalışanlar sözleşme ile bellilenmiş bir ucıet ve yılda iki kez ik ramiye alıılar İşin verimliliği önemli de ğıidır Oysa parça başına çalışanlar yaptıkları iş miktarına göre ücret alır­lar ikramiye vs. gibi hakları yoktur. Di­ğer tür çalışanlarla karşılaştırıldıkların­da sözleşmeli çalışanların % 34u ka­dar para anca kazanabilirler. Eğitimler vs hiçbir fark getirmez.

İşverenlerin parçabaşı çalışan işçi ça­lıştırmaları işlerine gelir. Bunun üç te­mel nedeni vardır.

1 Ucuz ücret ödedikleri için maliyeti düşürürler. Daha çok kâr ederler. İk­ramiye vs. gibi bir yığın masraftan kur tuluılar.

2 İşler iyi gitmediğinde hiçbir yü kümlülük altında değillerdir. İş vermez ler ve birşey de ödemezler. Oysa söz (eşineli işçilerin iş garantisi vardır. Çı karılmaları tazminatlıdır.

3. Parçabaşı çalışanlar genellikle ör gütsüzdürler Ne ücretlerini arttırmak ne de hastalık vs gibi durumlarda ken dilerini koruyacak bir kurumlan vardır Bu işverenler için bir avantajlıdır. İş uyuşmazlığı gibi bir sorunla karşılaş­mazlar İstedikleri gibi işçileri kullanır lar

Parçabaşı çalışaıılaı için genel olarak söylenecekler şuıılaıdtı t kuz emektir­ler Çoğu orta yaşlıdır Lğıtını görme diklen için bu kadıniaıın başka iş bul ma imkânları azdıı Sutlarını dayaya caklaıı bir örgütleri yoktuı Ucuz ücre­ti kabul etmeye ıııeğıldııler

YEDEK İŞGÜCÜ O RDUSU KADINLAR

Japonya’da ev k ad ım o l d u ğ u halde sulışiııak isteyen çok k.j. lm vardır Ço ğ u bıı eğitimleri olm ad ığ ı için ya da iş

i bulma olasılığı o ld u ğ m . I ilmedikleri

için etkin bir şekilde iş aramazlar. Bun­lara çalışmak isteyen kadınlar diyelim. Aktif olarak ış arayanlara ise iş arayan kadınlar diyebiliriz.

Çalışmak isteyen kadın sayısı 1962’de 3.85 milyondan 1982 yılıda 8.07 milyona çıkmıştır. Yani ev kadını olan kadınların % 33.3 u bugün çalış­mak istediği halde iş bulamamaktadır. Yani istatistiklere geçmeyen çalışmak isteyen yığınla kadın vardır, isteyenle­rin sayısı giderek artmaktadır. Ama iş bulamamaktadırlar. Yani kadınlar ara­sında gizli işsizlik oranı çok yüksek* tir.

Sonuçta 1962 82 arası potansiyel iş gücü özellikle kadınlarda çok artmış­tır. 1982’de 8.1 milyon kadın çalışmak isterken ancak 3 milyonu aktif olarak iş arıyordu.

Tarım sektörü genellikle tarım dışı sektörler için ucuz işgücü reservidir. Ta­nın bu özelliğini giderek kaybettikçe aynı 19t>0'larda yaşandığı gibi kadın­lar ise çağırılır. Ama sonra iş kalmayın­ca geri gönderildiler. Oysa çoğu tek­rar çalışmak istiyor. Iş bulamayınca ev işlerine mahkûm olurlar.

Kadın ekonomik gelişimin bir sibo- pu gibi kullanılıyor Japonya’da. Kapi­

talizmin en gelişkin ülkesinde bile işler iyi gitti mi imdada çağrılıyor, işe alını­yorlar. Sonra işler kötüleşti mi işten atı­lanlar yine kadınlar oluyor. Kadınları keyfi kullanıyorlar. Hiçbir bedel öden­meyen yedek işgücü ordusudur Ja­ponya’da kadınlar.

Kaynak. Women’s Studies Interna­tional Forum Pergomon Press. New York 1987 Cilt II. S. 599-611. Bu yazı Yoko Kawashima adlı bir kadının “Ja­pon işgücü Pazarında KAdın İşçilerin Rolü ve Yen" adlı bıı yazıdan küçük bir kibiııı özetlenerek çevrilmiştir.

Kadın işgücü kalite ve sayıca değişmektedir. En önemlisi orta yaşta çalışma hayatına giren kadınların sayısı giderek artmaktadır. Bunun

çeşitli nedenleri vardır. Üretim araçlarının otomasyonu işlerj basitleştirmekte ve özel

bir beceri gerektirmemektedir. Öte yandan, aile yaşantısında ev işlerinin kolaylaşması ve

çocuk bakım evlerinin açılması da kadına çalışma olağanı tanımıştır.

Page 45: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

LATIN AMERIKAKADIN HAREKETİNE GENEL BAKIŞ

Latin Amiraka’daki kötü ekonomik koşullar kadın» erkeği ile herkesi etki­lemektedir ama kadınlar, gençler, yaş­lılar ve etnik gruplara düşen açlık, se­falet daha da fazladır. Kır kadınlarının yarıya yakını hiç okuma yazma görme­miştir. Kentlerde gün boyu en uzun ça­lışan en az ücreti alanlarda kenar ma­hallelerde, gecekondularda oturan ka­dınlardır. Tüm çalışan 3 kadından 2 ta­nesi kötü işlerde çalışmaktadır.

Latin Amerika kadınının iş hayatına girişi genel olarak 1970 yıllarında baş­lar. Diğer kttalarla Latin Amerika’nın kalkınma düzeyi göz önüne alınırsa ka­dınların iş hayatına girişi çok geçtir de­nilebilir.

Aynca Uluslararası İş Örgütünün “çalışan nüfus” diyerek sıraladığı çoğu işin dışında çalışır kadınlar. Part-time çalışmak, ticaretle uğraşmak, gönüllü işlere vakit harcamak ve ev işi yapmak kadınlar arasında çok yaygındır. Örne­ğin Bolivya, Peru, Ekvador, Meksika kır pazarlarında tarım ürünlerini, el iş­lerini satanlar hep kadındır. Aile geli­rinin büyük bir kısmını bu yolla kaza­nırlar. Ve bu çalışmalar istatistiklere alınmazlar.

Eğitim: 1960-70 yıllan kadınların orta okullan istila yılı ilan edildi. Ama o zaman bile kadınların okuma oranı % 12’lik bir artış gösterebildi. Meslek okullarına giden moda, berberlik öğ­renen kadınlar artmaktadır.

Politika: Latin Amerika kadınlannın politika ile uğraşma hakkı vardır. 1929-61 yılları arasında 23 Cumhuri­yette bu hak yavaş yavaş elde edilmiş­tir. Elbette ülkeler arasında büyük fark­lılıklar vardır.

Kadın örgütlenmeleri: Çeşitli ka­dı örgütleri vardır ama etkinliklerinin çok olduğu söylenemez. Örneğin ev kadınları birer tüketici olarak fiyat ko­nusunda etkin olmak için örgütlenmiş­lerdir. Pek başarılı olamamışlardır.

Kadınların yoğun olduğu meslek grupları içinde de bir örgütlülük oluş­turamamışlardır. Örneğin el sanatları, sekreterlik ve hizmet sektörlerinde ça­lışan kadınların ayrı bir örgütlenmeleri yoktur.

Hatta sendikal faaliyetin olduğu fab­rikalarda bile temsil edilişleri çok kısıt­lıdır. Bir ağırlıkları yoktur. Örneğin Ar­jantin’de güçlü sendikal bir gelenek var­dır ve manüfaktür de uzun yıllardan beri kadınlar çalışır. Ancak 1973 yılın­da genel sendika içinde bir kadın bö­lümü oluşturabilmişlerdir.

Latin Amerika kadınlarının en aktif olduğu alan gönüllü İşlerdir. Her bir Latin Amerika ülkesinde sayısız, çeşitli

işleri yapan gönüllü kadın örgütleri var­dır. Yaptıklannın görünürde bir ekono­mik değeri yoktur. Etkinlikleri bölgesel kalır. Bazı ülkelerin kırsal kesimlerinde kooperatifler oldukça yaygındır.

Ancak kadınların politik faaliyetlere katılımı fazladır. Kamuoyu oluşturma­da etkindirler. Oy hakları olmadığı dö­nemlerde bile partilerde görev alırlar­dı. Şimdi politik örgütlenmelerin he­men hemen hepsinde kadın kolları vardır.

Latin Amerika Kadın hareketleri 1980 yıllarına kadar başardıkları şu maddelerde toplanabilir.:

1. Çeşitli politik faaliyetlere katılıp ül ke politik dönemeçlerinde belirleyici ol­muşlardır.

2. Ama kurulmasına ön ayak olduk­ları kurumlarda yeterince temsil edile­memişlerdir.

3. Latin Amerika hükümetleri kadın sorununa çok az eğilmişlerdir.

Latin Amerika Kadın Sorunları Büroları

Kadın sorunları ile ilgilenen, devle­te bağlı kurumlar ilk olarak 1936 yılın­da kurulmaya başladı. Kadınların oy hakkına kavuşmaları, haklarını koru­mak açısından böyle kurumlann kurul­masını dayattı. Çoğu ülkede bu ku rumlar oy hakkından sonra kurulmuş lardır.

Bu bürolann çoğu iş ve işçi sorun- lan bakanlıklanna ya da sosyal kurum- lara bağlıdırlar. Diğerleri sekreterlikler, bürolar ya da komiteler olarak şekillen­mişlerdir. Ülkede yürütülen genel po­litikalara göre çeşitlilik kazanmışlardır.

İşlevleri: Çalışan kadını ekonomik ve yasal olarak korumaktır. Hedefleri kadınlıklannın sonuçlarından çok yok- sulluklannın sonuçlarını iyileştirmeye yöneliktir. Kadın ve çocuklarla uğraşır­lar. Genel olarak hümanist bir yapı içindedirler.

Eğitim: Büroların verdiği eğitim ai­le yaşantısı, boş vakit ve üniversite eği­timi konularını kapsar. Ya bizzat eğitim yaparlar ya da ilgili okulla bağlantı kur- durturlar. Aile yaşantısı ile ilgili konu­larda verilen eğitim genellikle aile büt­çesi. sağlık, aile planlaması ve beslen­me gibi konulardır.

Kadınların terfisi: Özel ve kamu sektörlerinde kadının mesleğinde yük­selebilmesine yardım ederler. Bölgesel, ulusal hatta uluslararası platforma se­sini ve sorunlarını duyurmaya çalışır­lar.

Üç Ulusal ProgramKadın örgüt çalışmaları açısından üç

Latin Amerika ülkesi Arjantin, Meksi­ka ve Küba tipik özellikler gösterir.

Arjantin: Kadın örgütleri kentlerde yoğunlaşmışlardır. Kadınların çalışma yaşamına en yoğun girdiği ülkeler. 1887 Boenos Aires'te çalışan nüfusun % 39'unu oluşturuyorlardı. Şimdiler­de de kadınların okuma yazma oranı oldukça yüksektir. 1960 yıllarında okula kayıtlı kız öğrenci sayısı erkek­lerden yüksekti.

1944 yılında kadınlar ilk kez kendi­lerine ait bir iş bürosu oluşturdular. Ka­dınlara oy hakkı mücadelesi verildi ve 1947’de bu hak kazanıldı. Peronizm hareketinin kurulmasına ön ayak oldu­lar. 1955 yılında politik bir yığın olay yaşandı. İktidara gelen faşist askeri ida­re kadın örgütlenmelerini kuşa çevir­di. Ancak 1964 yılında tüm kadın bü­roları Kadın Sorunları Departmanı al­tında toplandı. Ama bu da askerlerin kadın çalışmasını tepeden kontrol al­tına almasına yaradı.

Meksika: Bu ülkede kırsal kesim kadını örgütlüdür. Çevre kalkınma programlanna kitleyi katabilmek amacı için örgütlendirildiler. Çocuk Koruma Enstitüleri altında devlet, gönüllü bir yı­ğın kadın topladı. Çocuk bakımı mer­kezleri, kreşler, rehabilitasyon merkez­leri ve sağlık kurumlan böyle gönüllü kadınların örgütleri haline geldi. Ayrı­ca aile planlaması, bütçesi, yiyecek üretim ve tüketiriı, sağlık konularında eğitimler verilir. Yasal haklar ve sosyal güvenceler konusunda bilgi ve yardım sağlarlar.

Küba: Ülke kalkınmasında kadının örgütlenmesinin en değişik örneği Kü­ba’da yaşanır. 1960’da Devrim Hükü­meti Küba Kadın FederasyonıTnu kurarak 100.000 kadını bir araya top­ladı. 1970’de üye sayısı 1.300.000e çıktı. 14 yaşının üstündeki kadınların % 54’ü böylece örgütlenmiş oldu. Fe­derasyonun amacı “devrimde yerleri­ni alabilmeleri için kadınların eğitimsel, politik ve sosyal açıdan hazırlanması­dır. Temel fonksiyonu kadınların işgü­cüne iyice katılmaları ve eğitim düzey­lerinin arttırılmasıdır.

Bu amaçla 5000 gönüllü harekete geçirildi. Gönüllüler ülkenin kırlarında okuma yazma öğretecek 20.000 gö­nüllü öğrenci yetiştirdiler. Ve bunların % 56’sını kadınların oluşturduğu707.000 köylüye ders verdiler. Eğitim programları dikişten mekaniğe kadar çeşitli konuları içerir. 1968 yılında700.000 üstünde kadına sağlık ve te­

Page 46: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

mizlik konularında eğitim yapılmıştır.Program ilk önce kentlerde başladı

ve kırlara doğru yayıldı. Kadınların ül­ke kalkınmasına aktif olarak katılabil­melerini sağlamak için devlet günlük işleri hafifletici önlemler aldı. İşyerle­rinde yemek vererek, çocuk bakım merkezleri, yatılı okullar, kantinler aça­rak kadınların yükünü azalttı. Çocuk bakım merkezleri genellikle çocukları

45 günlükken alıp ilkokul yaşına kadar bakacak şekilde düzenlenmiştir.

Kadın sorunları ile ilgili bir yığın ba­şarı elde edildi. 1970 yılında üniversi­te öğrencilerinin yarısını kızlar oluştu­ruyordu. 1964-70 yıllan arası çalışan kadın sayısı iki katına çıktı. Bu kadar başarıya karşın kadınların çalışma ha­yatına tam katılımını engelleyen bazı Şeyler vardır. Kadınlar daha çok hizmet

sektörlerinde çalışmaktadırlar.Kadın ve Dünya Kalkınması (Wo­

men and World Development, edited by: Irene Tinker, Michele Bo Bramsen, Mayra Buvimc, Praeger Publishers New York, 1976).

Bu yazı adı geçen kitapta Teresa Or- rego de Fıgoeroa adında Pan Ameri­kan Sağlık Örgütü Danışmanı’nın ya­zısından özetlenmişti;.

MODERN TEKNOLOJİ ve KADIN1980’Ii yıllardan beri kapitalist mer­

kezler, yani ABD, Avrupa ve Japonya yoğun bir modernleşme hamlesi için­deler. Şimdi fabrikalarda, çoğu işyer­lerinde yoğun bir şekilde robotlar ve bilgisayarlar kullanılıyor. Bedensel ola­rak ağır olan ve genellikle erkeklerin çalıştığı işyerlerine robotlar girdi. Usta- başlannın yerini bilgisayarlar aldı. Ya­ni üretim sürecinde kaba, bedensel kuvvetin kullanımı azaldı. Robotlar er­keklerden daha fazla yük kaldırıp da ha kötü koşullarda daha hızlı ve dahaucuza çalışıyorlar. Aynı şekilde bilgisa­yarlar ustabaşlanndan daha akıllılar. Iş- yerindeki bir dizi bilgiyi hem daha ko­lay akılda tutuyorlar hem de işi daha iyi düzenliyorlor. Bütün bunlar iş disip­

linini arttırdı. Verimlilik arttı. Daha kı­sa zamanda, daha az emekle, daha az malzemeyle daha çok mamul üretili­yor. Tabii böylece kapitalistlerin kârı da bir o kadar arttı.

Üretim yapısındaki bu diyalektik ge­lişim çalışan nüfustaki kadın ve erkek oranını da etkiliyor. Ağır işler robotla­ra verilince ayni işte kadının çalışma olasılığı artıyor. Aynca kadın işgücü da­ha ucuz glduğu için kapitalizmin artı- değer sömürüsü fazlalaşıyor. İstatistik­lerde bunu izlemek olası. 1975-85 yıl­ları açılan her 100 işyerine 62.2 kadın alınırken ancak 37.8 erkek alınmış. Av­rupa’da oran daha da üksek. Erkekler eski işlerinden bile olmuşlar. Her 100 erkekten 49 tanesi işini yitirmiş. Yeri­ne kadınlar alınmış. Endüstride çalışan

erkeklerin artış oranı düşerken kadın­larınki fazlalaşmış.

Bilimsel teknik bulguların üretime aktarılması insanlığa büyük kolaylıklar sağlıyor. Daha az çalışarak, daha az yorularak daha çok üretebiliyorlar. An­cak kapitalizmde bu insanlığın yararı­na değil bir kaç parababasınm daha çok kâr sağlamasına hizmet ediyor. Şimdi kadınları daha çok işe alıyorlar, daha çok kâr edebiliyorlar. Hem de ka­dınlar erkeklerden daha titiz ve dikkatli çalıştıklarından yeni üretim yapısına daha uygunlar. Sonuçta merkezlerin son yenilenme, modernleşme çabası kadınların sömürüsünü daha da arttır­dı. Daha kolay üretime evet ama da­ha çok sömürüye hayır.

RAKAMLARLA KADINDünya Bankasının yayınladığı Kal­

kınma Raporu son sayısında 1985 yı­lında kadınların dünyanın çeşitli bölge­lerindeki durumlarını gösterir istatistik­ler var. Bazı rakamlara bakalım.

Yeryüzünde acaba erkekler mi fazla yoksa kadınlar mı? Her 100 erkeğe ge­ri kalmış ülkelerde 95, kapitalist mer kezlerde ise 104 kadın düşüyormuş. Yani kalkınma düzeyi arttıkça kadınlar artıyorlar. Neden acaba? Geri ülkeler­de erkeğin üstünlüğü tarımsal faktör­ler nedeniyle daha fazla. Ama üretimin temeli modernleştikçe iki cins arasın daki emek farkı ortadan kalkıyor. Ge­ri ülkelerde erkek çocuğa rağbet daha fazla. Bu da olsa olsa onlara gösteri­len bakımın fazlalığına yol açabilir.

Olaya birde başka açıdan bakalım.Geri ülke kadınları ortalama 63, er­

kekleri ise 60 yıl yaşıyorlar, merkezler­de ise kadınlar 79, erkekler 73 yaşıyor­lar. Yani kalkınma düzeyi yükseldikçe yaşama süresi artıyor. Demek ki Ay­şe’ler Fatma’lar, Mary, Ruth’lardan 16 yıl erken ölüyorlar. Bu konuda Japon kadınları rekor kırıyor. Tam 81 yıl. Ka­pitalist merkezlerdeki kadınlar erkek­lerden 6 yıl daha fazla yaşıyorlar. Mer­kezlerde kadın nüfusunun daha çok ol­masının nedenlerinden biri de bu olsa gerek.

Ekonomi ne kadar gelişirse sağlık «olanakları o kadar artıyor. Doğum gi­bi nedenler kadınların karşılaştığı so­runların bazıları. Geri ülkelerde her

100 kadından ancak 44 u doktor ve­ya bir sağlık görevlisinin gözetiminde doğum yapıyor ve 100.000 kadından 346’sı bu nedenle yaşamını yitiriyor. Oysa gelişmiş merkezlerde 100 kadın­dan ancak 1 tanesi böyle olanaktan yoksun. O nedenle de aynı miktarda­ki kadından yalnızca 11 tanesi ölüyor.

Geri ülkelerde kadınlann azlığının bir nedeni de cahillik olsa gerek. Her 100 ilkokul mezunu erkeğe karşı 78 kadın

ilkokulu bitiriyor. Ortaokulu bitirmiş ka­dın ise daha az. Her 100 erkeğe karşı 67 kadın. Merkelerde ise oran 95 ilko- kulluya 99 ortaokullu.

Kadınların üretimdeki yerlerine ba­kalım:

Dünyada çalışan nüfusun % 36.9’u, geri kalmış ülkelerde ise % 29*u kadın. Buralarda 6 tanesi tarımda çalışıyorsa 2 tanesi hizmet sektöründe 1 tanesi ise

endüstride çalışıyor. Afrika Kıtasında tarımda çalışanlar daha da yüksek. Oysa Latin Amerika ülkelerinde kadın­lar genel olarak hizmet sektöründe yo­ğunlaşmış. Öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik, memurluk alanlarında fa­aliyet gösteriyorlar.

Rakamlara bakarak daha çok şeyler söylemek mümkün. Önemli olan bu verilerden kalkarak bir sonuç çıkar­

mak. En başta ülkenin kalkınma dü­zeyi yükseldikçe kadınların çalışma ha­yatına katılışı artıyor. Daha uzun eği­tim görüyorlar, daha uzun yaşıyorlar, sağlıklı yaşama olanaklan artıyor. Eğer ki sorunlarımızın azalmasını istiyorsak öncelikle ülkemizin kalkınması için na­sıl bir yol izlenmesi gerektiği konusun­da bilgimizi artırmalıyız. Bu doğrultu­da aktif mücadele vermeliyiz.

“Sendikanın yönetim kurulunun tek kadın üyesi seçildim. Bu kadar çok kadının

çalıştığı işyerinden tek kadın üye olmam müthiş ilgi çekti. Fabrikamızdaki işçilerin

ancak yarısı sendikalıydı. Ama kadın üyeler azdı. Böylece iki yıl geçti. Artık böyle devam

etmemeli diye düşündüm. Kadınlar da faaliyete katılmalıydı. Bir bildiri yazıp

kadınları toplantıya çağırdım. Böylece bir kadın komitesi kurulacak, onları harekete

geçirip çevreden destek toplayacaktık.

Page 47: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

'İNSAN HAKLARI" VEYA UÇUŞUP DURAN BURJUVA KAVRAMLAR

I *

insan haklarını ilk tanıyan anayasa olan Amerikan Anayasasının, Amerika'da yaşayan (kara-ç.) renkli insanlann köleliğini bir solukta doğrulaması, bu insan hakları­nın özgül burjuva niteliğini açıkça gös­teren bir şeydir: Sınıf imtiyazlan kaldınlmış, ırk imtiyazları onaylanmıştır."

E.ıgels. Antl-Dühring. s.182

Hatırlardadır 1988 yılının aralık ayında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin imzalanışının 40. yılıydı.

30 maddeden oluşan (yaşama hakkı, ya­salar önünde eşitlik hakkı, yurttaşlık hak­kı, düşünme ve vicdan özgürlüğü, vs. vs.) devletlerin çoğunluğu tarafından imzalanan -Türkiye 1949da ilk imzalayanlar arasın­daydı- belge dolayısıyla İnsan Haklanyla ilgili etkinlikler tüm dünyada daha da yo­ğunlaştırıldı. Gazetelerde, toplantılarda, parlamento ve siyasi demeçlerde çeşitli açı­lardan ele alındı. Emperyabzmin sözcüle­rinden, finans-kapital partilerinin eski yeni temsilcilerinden tutalım da, burjuva aydın­lara, küçük burjuva demokratlara ya da işçi sınıfı temsilcilerine kadar konu hakkında görüş belirttiler. Hatta boyalı basında çıkan bazı haberlere bakılırsa, Sovyetler Birliği nde parti organı “Pravdada çıkan bir yazı­da, tüm sosyalist ülkelerde insan haklanyla ilgili uygulamalan gözlemlemek amacıyla bölgesel komisyonlar kurulması önerildi" (Hürriyet G.13.12.1988)

“İnsan Haklan”m ilk tanıyan anayasa ABD anayasası olduğuna göre, aslında 40 yıllık bir

tarihe değil, daha uzun bir tarihe sahip olduğu da açık. Daha sonra pek çok

anayasada “insan hakları” yer aldı ve o ülkedeki kapitalizmin gelişimine, sınıf

savaşının güçlerindeki dengeye göre, şu ya da bu oranda devlet tarafından tanındı.

Uluslararası Af örgütü (Al) ve yerli İn­san Hakları derneği kampanyalar düzen­leyip, etkinlikler gerçekleştirdi. Binlerce kişinin katıldığı konserler düzenlendi. Bil­dirgenin ilk imzalandığı Paris’teki Chaillot Otelinde “seçkinlerin katıldığı “İnsan Hakları" toplantısında PolonyalI sarı sendi­kacı Leş Valesa ve Sovyetler Birliğinde ‘İn­san Haklarfyla ilgili gürültü koparan bilim adamı Saharov ilk kez bir araya geldiler.

Almanya’da duvarlara afişler asıldı. (Da­ha çok sanatçıların reklamı gibi dursa da)

Bazı demokrat sanatçılar, sorgulamasından sonra kaybolan, öldürülen kişilerin nerede olduğunu soruyorlardı. Televizyonlarda çe­şitli ülkelerden örnekler gösterilerek “İnsan Haklan’nın nasıl çiğnendiği anlatıldı. “İnsan Hakları" ihlalleri özellikle kuzu postundaki kurtlarca. en çok “İnsan Hakları" “İnsan Hakları" diye çığırtkanlık yapanlarca çiğne­niyordu: Örneğin “İnsan Haklan" şampiyo­nu Reagan’ın ülkesi ABD’de zenciler ve kızılderililer hâlâ ikinci sınıf vatandaştı: de­mokrasinin “beşiği" Avrupa'nın metropol­lerinde “yabancı işçiler" hâlâ en alttakilerdi; Güney Afrika'da ise “İnsan Hakları" sade­ce beyaz azınlık için söz konusuydu; Türki­ye’de işkenceler sürüyordu. Son sekiz yılda 269 kişi işkencede ölmüştü, 630 tane ha­pishane yapılmıştı. Cezaevlerindeki koşullar 1 Ağustos 88 kararıyla daha da kötüleşti­rilmiş, açlık grevleri yükseltilmiş, tek tip el­biseye karşı verilen mücadelede insanlar ölmüş, binlerce öğretmenin “çalışma hakkı" elinden alınmıştı vb. vb. Tabii “çalışma hakkı” olmayan işsizlerden, “çalışma hakkını" kaybeden işçilerden söz yok.

İlginç bir resmi kabul" de Federal Alman Cumhurbaşkanı Weiseker tarafından yapıl­dı. Çeşitli ülkelerden gelen -bu arada Türk­iye’den de- “İnsan Hakları" kuruluşlarının sözcüleri cumhurbaşkanına şikâyetlerini ilettiler. (Oysa insan haklarını çok seven bu cumhurbaşkanı kimi işkence vs. sorumlu­su faşistleri davet ve kabul edeli daha üç ayı bile doldurmamıştı.) Türkiye’den gelen dernek sözcüsünün şikâyetleri özetle şöy­le maddeleniyordu: “Türkiye’de hukukbir- liği yok!" “Hukukun üstünlüğü tanınmalı" “insan Hakları Avrupa standartlarına uyulmalı” İnsan Hakları ihlallerine son ve­rilmeli. Askeri darbeler olmamalı. Sivilleş­me.” “ölüm cezalan kalkmalı" “İşkenceye son verilmeli.”

Kısaca 40. yıl dolayısıyla manzara, her­kes insan haklarından yanadır, şeklindey­di. Süleyman Demirel de bu “taraftarlar" arasındaydı, radyoya o da demeç verdi.

Her şeyden önce bilinçlerin bulanıklaş­masını engellemek için konuya bizlerin de değinmesi elzem oldu. Diğer taraftan, her alanda mücadelenin bilimsel sosyalizmin ruhuna uygun tutulması zorunluluğu da bizi buna itiyor. Hemen her konu bahanesiy­le , “burjuva demokrasininin allanıp pullanıp" ikide bir karşımıza çıkarılması ka­çınılmaz çünkü. “En alışılmış ve taşlaşmış ön yargılar tarafından kabul edildiği için" adeta aksi iddia edilemeyen kavramlar, cümleler dolaşıp duruyor ağızlarda: “ Hu­kukun üstünlüğü” “hak eşitliği”, “in­san h a k la n ”, “ insan hakları konusunun sağ, sol konusu olmadığı”, “insan haklan konusunda İki yüzlü

Aslı DOKUMACIolmamak” gerektiği, “adalet”, “demok­rasi”, “batı demokrasisi standartlan”, “özgürlük”, “ahlak”, “ 12 Eylül dikta rejimi”, “12 Eylül sonrasında Anayasa ve hukuk sisteminin geniş halk yığın- lan için baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” vb. vb.

Bütün bu kavramlar ya mutlaklaştırılıyor, putlaştırılıyor, -oysa bu kavramlar insanlı­ğın tarihi gelişimi ve sınıfsal somutlukları içinde ele alınmak zorunluluğunda: yoksa kullananın karnındaki anlamıyla kalıyorlar ya da özellikle uzun bir zamandan beri, kendisine Marksist diyen bazılan tarafından, Marksizm adına burjuva yavanlıktan ve me­tafizik yorumlarıyla kullanılıyorlar. İşte bu sebepten de bu kavram ve cümleler üze­rinde bir kere daha durmak büsbütün ge­rekli oldu. Ayrıca bilinçli işçilerin nasıl demokratlar, nasıl özgürlük savaşçılan. nasıl insan haklan savunucusu olduklannı; diğer burjuva ve küçük burjuva devrimcileriyle aralarındaki sınırı netleştirmek için de ge­rekli bu. Yoksa insanın, bu “insan haklan" havarilerine bakıp, öyleyse ben insan hak­ları savunucusu değilim diyesi geliyor.

Papaza kızıp, oruç bozmak bizden ırak ol­sun. Bilimde tabulara yer olmadığına ve bi­linçli işçilerin gerçeği görme yeteneklerini geliştirip, gerçeği derinleştirmekten başka yollan olmadığına göre, “Gerçeklerin ve du- rumlann bilgisini derinleştirmeliyiz; ta ki, in­sanların, kitlelerin, halkların sübjektif kuruntuları dağıtılabilsin. Bunun açık ne­deni sübjektif etken veya anın politik ve sos­yal hayatta devrimci krizde hayati bir önemi olmasındandır" (Lenin) Dolayısıyla “İnsan Haklarfnın bu evrilip çevrildiğinde her an­lama gelen, dile pelesenk kavram ve cüm­lelerini biz de biraz gözden geçirmeliyiz. Bu gözden geçirişte, orijinal metinlerden sık sık uzun alıntılar yapmak zorunda kaldık. On- lan konuşturmayı bu aşamada daha uygun gördük.

“İnsan Haklan*nın “özgül burjuva nitelik" te olduğuna yazının girişinde dikkati çek­miştik. “İnsan Haklan’nı ilk tanıyan anayasa ABD anayasası olduğuna göre, aslında 40 yıllık bir tarihe değil, daha uzun bir tarihe sahip olduğu da açık. Daha sonra pek çok anayasada “insan haklan" yer aldı ve o ül­kedeki kapitalizmin gelişimine, sınıf sava­şının güçlerindeki dengeye göre, şu ya da bu oranda devlet tarafından tanındı. Çün­kü her şeyden önce: “Modern devlet tara­fından insan haklannın tanınmasının ilk çağ devleti tarafından köleliğin tanınmasından başka bir anlama nasıl gelmediği tanıtlan- mıştı. (1) İlk çağ devletinin doğal temeli kölelik idi; modern devletin doğal temeli

48

Page 48: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

burjuva toplum, burjuva toplum insanı, yani ötekine özel çıkar ve bilincinde olma­dığı doğal zorunluluktan başka hiçbir bağla bağlanmamış bulunmayan bağımsız insan, çıkara dönük emeğin, kendi öz bencil ge­reksinmesi ile ötekinin bencil gereksinme­sine köleliğidir. Doğal temeli işte bu olan modern devlet, evrensel insan hakları bildirisinde onu işte böyle tanımıştı. Ve bu hakları modern devlet yaratmamıştı. Ken­di öz evrimi ile eski siyasal engelleri aşma­ya götürülen burjuva toplumun ürünü olan modern devlet, kendi başına, insan hakla- nnı ilan ederek kendi öz köken ve kendi öz temelini tanımaktan başka bir şey yap­mıyordu" (Marks. Kutsal Aile. s. 174)

Demek ki “İnsan Hakları* öyle uylaştı­rılacak bir şey değil, burjuva toplumunun tarih sahnesine çıkması ile zorunlu olarak burjuva devleti tarafından tanınmış burju­va kavramlar. Ve bu burjuva insanın orta­dan kalktığı bir toplumda -yani insanın insanın kurdu olmadığı bir toplumda- “in­san haklarımdan söz etmek saçma olacak.

Sınıfların henüz ortadan kalkmadığı, ko­münizmin ilk evresinde burjuva nitelikte ol­duğunu yukarıdan beri belirttiğimiz “İnsan Hakları”ndan, yani burjuva insanın bu hak­larından ancak kısmen söz edilebilir. Çün­kü henüz bu burjuva insan ve burjuva etkiler tamamen ortadan kalkmamıştır. İle­ride “eşitlik” konusunda değineceğiz, ama burada yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Proletaryanın iktidara gelmesiyle bur­juva hukukunun tümüyle, hemen ortadan kalkması maddeten imkânsızdır. Çünkü içinden çıkıp geldiği burjuva toplumun ekonomisini ancak üretim araçlarının mül­kiyetini toplumsallaştırma seviyesinde de­ğiştirebilir. Ürünlerin bölüşümü ve çalışmanın toplum üyeleri arasındaki dağı­lımının düzenleyicisi olmak bakımından he­nüz “burjuva hukuku” yürürlükte kalır. Bu ilk evrede “çalışmayan yemez" ve “eşit mik­tarda çalışmaya, eşit miktarda ürün” ger­çekleştirilebilir. “... Bu henüz komünizm değildir ve henüz eşit olmayan insanlara eşit olmayan (gerçekten eşit olmayan) bir miktarda çalışma için, eşit bir miktarda ürün veren “burjuva hukuk”unu ortadan kaldır­maz... İşte bu bir “sakınca"dır, der Marks; ama bu sakınca komünizmin ilk evresinde kaçınılmaz bir şeydir; çünkü kapitalizm yı­kıldıktan hemen sonra, insanların, hiçbir çeşit hukuk kuralı olmaksızın, birden top­lum için çalışmayı öğrenecekleri, ütopya­ya düşmeden düşünülemez; kaldı ki, kapitalizmin ortadan kalkışı, böylesine bir değişikliğin ekonomik öncüllerini hemen­cecik vermez.

Oysa, “burjuva hukuk” kurallarından baş­ka hukuk kuralları yoktur.” (Lenin. Devlet Devrim, s. 105) Böylece kısmen “burjuva hukuku” sürmek zorunda kaldığı için, pro­letarya devleti de olsa, devletin zorunlulu­ğunun sürmesinden dolayı henüz burjuva “İnsan Haklan”ndan da kısmen bahsedile­bilir. Nitekim Sovyetler Birliğinde, Polon­ya ve Çekoslovakya gibi sosyalist ülkelerde kimi “insan hakları” çığırtkanlıkları, bu ta­mamen ortadan kalkmamış burjuva insa­nın varlığının göstergeleridir. Elbette bu kez burjuva gericiliğinin sürmesi istemi anla­mında. Bizler iki yüzlü olmadığımız için bu­nu açıkça söylüyoruz. Ama devletin “bir kandil gibi söneceği”, sınıflann var olmadı­ğı, dolayısıyla da bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde baskısından söz edilemeyeceği bir temelde, yani sınıflann tarih sahnesine nasıl bir zorunluluk olarak çıktılarsa, gene aynı zorunlulukla ortadan kalkacağı koşullarda “insan haklarının son kalıntılarına da rast­lanmayacaktır.

Çünkü: “İnsani koşullar içinde, tersine ceza, suçu işleyenin gerçekten kendi ken­

disi üzerindeki yargısı olacaktır. Ona baş­kası tarafından uygulanan dışsal bir zorun, onun kendi kendisine uygulandığı bir zor olduğuna inanması için çalışamayacaktır. Öteki insanlar onun için, daha çok onun kendi kendine vermiş olacağı cezanın do­ğal kurtarıcılan olacaklardır. Başka bir de­yişle ilişki tastamam tersine çevrilmiş olacaktır” (Marks, Kutsal Aile, s. 269) Ya­ni hukuka, devlete ihtiyacımız olmayacak­tır.

lnsanbk, günümüzde Marksın sözünü et­tiği “ insani koşullar”dan epey uzak şüp­hesiz. Yeryüzünde insanın, insan tarafından sömürülmesine son vermedik­çe, kapitalist devlet ve ilişkiler, tüm gerilik­ler silinip atılmadıkça, insani koşulların ön şartı oluşturulmadıkça, yani proleter dev­let kurulmadıkça, yukarıda dediğimiz gibi proletaryanın devletinin de “kandil gibi söneceği” günler gelmedikçe o koşullar içinde olmak, maddeten mümkün değildir. Kısaca bizim amacımız “insan hakları” de­ğil, “insani koşulların oluşturulmasıdır. Ve eğer bugün proleterler ve komünistler “in­san hakları” ile ilgili mücadelelere katılıyor- larsa bu bilinçle katılıyorlar. Elbette burjuva nitelikte de olsa bugün bu hakların elimiz­den alınması karşısında elimizi kolumuzu bağlayıp, tarafsız kalacak değiliz. Ama bur­juva demokratların veya burjuva sosyalist­lerinin yaptığı gibi de “Devleti insanlıkla, insan haklarını insanla, siyasi kurtuluşu, in­sani kurtuluşla karıştırmıyoruz. (Marks, Kutsal Aile. s. 137) Belirtmeye çalıştığımız yalnızca, “burjuva üretim biçiminin, tıpkı fe­odal üretim biçimi gibi, tarihsel ve geçici olduğu” ve onun üst yapısından olan “İn­san Haklarfnın da tarihsel ve geçici oldu­ğudur. “İnsan hakları’nın doğuştan (2) ve ebedi olduğunu söyleyen kimi iyi niyetli, demokrat aydınlarda veya kendine Mark­sist diyen burjuvalarda “bu yanılgıyı doğu­ran şey, burjuva insanı, her toplumun mümkün biricik temeli olarak görmeleri­dir; bunlar, insanların artık burjuva olama­yacakları bir toplum düşünemezler. (Marks, Felsefenin Sefaleti s. 200) “İnsani koşullar” ın yaklaşmasında geçilmesi gereken aşa­maları geçmek ve ancak bu bilinçle davranarak burjuva insanın ortadan kaldı­rılabileceği, yani insanın insanlaşabileceği ger­çeği, bugün bizi “insan haklan”nın savunucusu yapıyor. Çünkü bugün dün­yanın pek çok yerinde insanlık ‘hâlâ sadece kapitalist üretimin gelişmesinin* ya da emperyalist aşamaya ulaşmasının acısını değil, “kapitalist gelişiminin tamamlanma­mış olmasının da acısını çekiyor’ özellikle Türkiye gibi ülkelerde, “modern kötülükle­rin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kö­tülüklerin; çok eski üretim biçimlerinin” -7 bin yıllık Babil artığı antikalıkların- “alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde ge­tirdikleri çağdışı toplumsal ve politik ilişki­lerin de altında eziliyor.” Kısaca “yalnızca yaşayanlardan değil, ölülerden de acı çe­kiyoruz.” (Marks, Kapitalin 1. Cildi’nin Alm. 1. Bask. Önsöz, Seçme Eserler, Cilt: 2, s. 105)

Ama sınıf savaşının vardığı boyutlara rağ­men bu acılardan her gün biraz daha kur­tulma ve “insani koşullara” her geçen gün daha da yaklaşmakta olduğumuzu görü­yoruz. Gerek muazzam teknik gelişmeyle insanlığın üretim ihtiyacını gereği ve yeteri kadar hazırlama olasılığının ufukta belirişi, gerek dünyada işçi sınıfının kazandığı mev­ziler bunun ilk habercileri. Henüz sosyaliz­min “orta çağını” yaşıyor olsak bile.

Tüm bunların yanında gene sınıf sava­şının sonucu olarak, bugünkü dünyamız­da kapitalizmin veya onun en üst aşaması olan emperyalizmin varlığından ve elbette

özellikle kapitalist devletin varlığından dün­yanın pek çok yerinde toplu katliamlar, soy kırımları, şovenizm, işkence, hapishanele­rin ağzına kadar dolu oluşu ve koşullannın elverişsizliği, ırk ayrımı, yabancı düşmanlı­ğı; hepsinden en önemlisi işsizlik, açlık ve savaş istenmediği kadar boldur. Yukarıda da değindik bunlann kaynağı modern - an­tika - feodal geriliklerdir. Gelelim şimdi “in­san hakları”nın tarihine.

Bilindiği gibi 1789 Fransız Devrimiyle burjuvazi “özgürlük”, “eşitlik" ve “kardeşlik" sloganlanyla feodalizme ve feodal ayncalık- lara baş kaldırmıştı. Bugün bu sloganların hâlâ kimi zaman kullanılıyor ve çeşitli kı­lıklara girerek karşımıza çıkıyor olması ve

Burjuvazinin kendi koyduğu kuralları çiğnemesini (yani ^insan haklan” dediği,

kuralları çiğnemesini) mahkeme salonlarında, şurda hurda teşhir edip onu kendi silahıyla

vurma taktiği başka bir şey; sırf onun koyduğu kurallarla ona karşı mücadele

ettiğini sanmak başka bir şey. Birincisini yapmak sömürünün sınırlandırılması

mücadelesi için gerekli ve binbir zenginliği geliştirerek yapılmalı; ama İkincisini yapmak

düpedüz ihanet.bazılarının “bir halk önyargısı sağlamlığına sahip” oluşlan, “onların , slogan olarak doğruluğundan” değil, “18. y.y. fikirlerinin evrensel olarak yaygınlaşmalarının” ve sü­rüp giden antik ve feodal kalıntıların süpü- rülmesi gereğinden bunların kısmen “gün­celliklerini koruması sonucundandır. özel­likle faşizmin varlığı burjuva demokratik hakların kimilerini gündemde tutuyor. Yal­nız şu farkla ki burjuvazinin bıraktığı yerden proletaryanın kendi güncel ve nihai he­defleri, programı, sloganlarıyla devam et­mesi kaydıyla. Burjuva şekilleriyle aynen alıp, nihai hedefimizi unutarak değil. He­le burjuva sloganlarını bayraklaştırarak hiç değil. Çünkü burjuvazinin kendi koyduğu kuralları çiğnemesini (yani “insan hakları” dediği, kuradan çiğnemesini) mahkeme sa­lonlarında, şurda burda teşhir edip onu kendi silahıyla vurma taktiği başka bir şey; sırf onun koyduğu kurallarla ona kar­şı mücadele ettiğini sanmak başka bir şey.Birincisini yapmak sömürünün sınırlandı­rılması mücadelesi için gerekli ve binbir zen­ginliği geliştirerek yapılmalı; ama İkincisini yapmak düpedüz ihanet.

“insan haklarının doğduğu 18. yüzyıl­da, her şey burjuvazi tarafından -elbetteki burjuva tarzda- eleştiriliyordu: “Toplumun ve devletin bütün eski biçimleri, bütün es­ki geleneksel fikirler, akıl dışı ilan edildi ve bir yana atıldı, dünya o zamana kadar ön yargılarla yönetilmişti; geçmişe ait olan her şey, ancak acıma ve küçümsemeye layık­tı. Nihayet gün doğuyordu; bundan böyle boş inan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz gerçek, sonsuz adalet, doğa üze­rine kurulu eşitlik ve insanın devredil­mez haklan tarafından süpürülecekti.

Bugün, aklın bu egemenlğinin burjuva­zinin idealize edilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını, ölümsüz adale­tin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; burjuva mülkiyetinin ... insanın başlıca haklarından biri olarak ilan edildiğini; ve rasyonel devletin dünyaya ancak burjuva demokratik cumhuriye­ti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçim­de gelebilecek olduğunu biliyoruz.” (Engets,Anti Dühring, s. 62-63) (Altını biz çizdik)

Kısaca burjuva ihtilalinden hemen son­ra onun sadece burjuva için bir zafer, pro­letarya ve diğer halk yığınlan içinse bir “ha-

Page 49: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

yal kırıklığı" olduğu ortaya çıkmıştı. Üste İlk devrimin tüm yükünü ve fedakârlıkları­nı halk çekmişti. Hemen arkasından pro­letaryanın “eşttlik*’ isteklerinin yükselmesi­nin anlamı bu hayal kınklığı ve burjuva dev- riminin proletarya üzerindeki etkilerinin çok taze oluşudur. Bugün “sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünen dar görüşlülüğün temeli de bu eski gele­nektir ve “eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik slogan lanna dayanır" (Engels, Bebele Mek-

. tup, Seçme Eserler Cilt. 3, s. 42)21. yüzyıla 11 yıl kala bile burjuva slo­

ganların etkisi anlamında, bu yanılgı yaşan­makta, sosyalizmin bir “eşitlik imparatorlu­ğu” veya problemlerden annmış, “sonsuz adaletin gerçekleştiği, bir cennet olarak dü­şünülmesi sürmektedir. Sosyalizmin kuru­luş, işleyiş problemleri ortaya çıkınca da ha­yalleri sönenler, yan çizmekte, liberal ha­yallere dalmaktadırlar. Oysa küçük burju­vazinin kafasındaki gibi dikensiz gül bah­çesi değildir sosyalizm, hele “sınıfların eşitliği" hiç değildir. “Sınıflann eşitliği söz­cük karşılığı olarak burjuva sosyalistlerinin inançla vazettikleri sermaye ile emek ara­sında uyum demektir. Uluslararası İşçi Bir- liği’nin yüce amacını oluşturan şey. mantı­ken olanaksız olan sınıflann eşitliği değil, tersine sınıfların ortadan kaldırılmasıdır." (Mark-Engels. enternasyonal İçinde Sah­te Bölünmeler, Seçme Eserler, Cilt 2, s. 304)

Dolayısıyla bayrağında “herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneğine göre” yazılı proletaryanın ağzında eşitlik, sınıfların or­tadan kaldırılması anlamına gelir. Çünkü proletarya evrensel bir sınıf olarak “kendi­sine yapılan haksızlık sınırlı bir haksızlık ol­mayıp, genel olarak haksızlık olduğu için sınırlı bir düzeltme peşinde koşmayan... ge­leneksel bir statü değil, yalnızca insani bir statü isteyen... nihayet kendisini toplumun diğer sınıflarından kurtarmadıkça, dolayı­sıyla bütün bu diğer sınıfları da kurtarma­dıkça, kendi kendini kurtaramayan’ (Marks, Kutsal Aile'....) bir sınıf olduğundan bu­na zorunludur, burjuva “eşitliği" -yani “in­san haklarfnda ifadesini bulan- ile yetine­mez. Yetinmediğini 19. yy boyunca, ken­di bağımsız mücadelesini daha da pekişti­rip kurmakla zaten göstermiştir.

Ayrıca proletarya iktidara geldikten sonra bile yani üretim araçlarının ortak mülkiye-

Burjuva adaleti feodal toprağa bağlılığı ve köleliği haklı saymıyor elbette. Ama

ücretli köleliğin sürmesini yani kapitalist sömürünün sürmesini en temel hak sayıyor.

Proletarya İse ücretli köleliğin sürmesini, sınıfların varlığını haksızlık görüyor. İşte size üç tarihi döneme ait üç adalet Demek adalet

de bir mutlaklık değil, temellerin değişmesine göre değişen bir kavram. Dolayısıyla burjuvadan adaletli olmayı

beklemek, bir işçi açısından yanılgıların en büyüğü.

tinin gerçekleştirildiği, genellikle sosyalizm denilen ve Marks’ın “komünizmin ilk evresi’ olarak nitelendirdiği düzende veya dönem­de bile “eşit haktan” söz etmenin ne anla­ma geleceğini Lenin, Marks’tan aktarma­larla şöyle açıklar: “Ama... bu toplumsal dü­zene’ n (sosyalizmden-bizim notumuz) söz eden Lasal, bu düzende “hakkaniyetli bö­lüşüm", “eşit çalışma ürününe herkesin eşit hakkı" olduğunu söylerken yanılır ve Marks bu yanılma nedenini açıklar:

Marks “eşit hak" der; gerçekten burada eşit hak vardır, ama burada söz konusu

olan şey, henüz “burjuva hukuku"dur: her hukuk gibi, eşitsizliği öngerektiren burjuva hukuku. Her hukuk, farklı insanlara, aslın­da ne özdeş ne de eşit olan farklı insanla­ra tek bir kuralın uygulanmasına dayanır. Bundan ötürü “eşit hak" aslında eşitliğe bir saldırı, bir adaletsizlik demektir. Gerçekte herkes toplumsal üründen, kendisi tarafın­dan sağlanan toplumsal çalışmanın eşit bir parçası için (yukarda belirtilen çıkarmalar­la) (belirtilen çıkarmalar: bir yedeklik fonu, üretimi arttırmaya ayrılmış bir fon. makina- ların değiştirilmesine ayrılmış fon, vs. gibi, bizim notumuz) eşit bir pay alır.

Ama bireyler birbirine eşit değildir; biri daha güçlü, öteki daha güçsüzdür; biri evli, öteki değildir; birinin çocuğu çok, ötekinin azdır vb.

“Çalışma eşitliğinde ve dolayısıyla top­lumsal tüketim fonuna katılma eşitliğinde, demek ki biri aslında ötekinden çok alır, biri ötekinden daha zengindir vb. Bütün bu sa­kıncalardan kaçınmak için, hakkın eşit de­ğil. eşitsiz olması gerekirdi" diye bağlar Marks.

O halde, komünizmin ilk evresi, adalet ve eşitliği gerçekleştiremez; zenginlikler ba­kımından insanlar arasındaki adaletsizlik­ler sürecektir: ama insanın insan tarafından sömürülmesi de olanaksız olacaktır’ (Lenin, Devlet ve İhtilal s. 103)

Dolayısıyla, yukarıda da belirttiğimiz gi­bi. proletaryanın, eşittik mücadelesini ve" sı- nıflann ortadan kalkması anlamında almak koşuluyla, eşitlik sloganının büyük önemi­ni anlamak kolaydır... Ve, bütün toplum üyelerinin üretim araçları mülkiyetine gö­re eşitliği, yani çalışma eşitliği, ücret eşitli­ği. gerçekleşir gerçekleşmez, biçimsel eşit­likten gerçek eşitliğe, yani “herkese yete­neğine göre, herkese gereksinimine göre" ilkesine geçmek için, insanlığın karşısına mutlaka tamamlanması gereken yeni bir ilerleme sorununun dikildiği görülecektir." (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 110)

Burjuva için ise eşitlik “kanun önünde" eşitliktir. “İH" Evrensel Beyannamesinde­ki anlamı da budur: örneğin İş Sözleşme­sini alalım. İş akti işçi ile işveren arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kâğıt üzerinde ku­rulmasına dayanarak yapılır. Sınıf durum­ları arasındaki ayrılığın “taraflar’dan burju­vaziye verdiği güç. bu güçlü “tarafın öbürü üzerindeki baskısı -iki tarafın gerçek iktisa­di durumu- bütün bunlar yasayı ilgilendir­mez. Ve iş sözleşmesi boyunca biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe iki taraf da ay­nı haklardan yararlanıyor sayılır. Ama ikti­sadi koşullar, sözüm ona hak eşitliğinin hat­ta son kırıntılarından bile işçiyi vazgeçme­ye zorlamaktaymış, bu yasanın umurunda değildir.

Zaten günlük gazeteler, gerek bizde ge­rek dünyada, binlerce işçinin iş sözleşme­lerinin, yasanın verdiği “eşit hakka" daya­narak, taraflardan birinin -nedense bu da­ha çok “işveren” tarafından yapılır- iptal edildiği haberleriyle doludur. Bu “adil" mi­dir?

‘Bay .... — “Yasa ve yargıç önünde, bü­yük ve küçük, zengin ve yoksul, herkes eşittir. Bu madde devlet ilkelerinin (credo) en başında bulunur." (3)

Marks — “Devlet mi? Devletlerden ço­ğunun ilkeleri tersine, büyükleri ve küçük­leri. zenginleri ve yoksullan, yasa karşısın­da eşitsiz kılmakla başlar." (Marks, Kutsal Aile, s. 90)

İşte burjuva adaleti budur.Ayrıca,Engels — “Sonsuz adalet kavramı, yal­

nızca zaman ve yere göre değil, ilgili kişiye göre de değişmekte, ...‘herkes farklı bir şey anlıyor’ denilen şeyler arasına girmektedir... Ve her zaman için bu adalet, bazan tutu­cu,baZan devrimci açıdan, mevcut ekono­

mik ilişkilerin ideolojileştirilmiş. yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey olmamıştır, yu­nan ve Romalılann adaleti köleliği haklı sa­yıyordu." (Engels, Prudhon ve Konut Soru­nu Üzerine Ek, Seçme Eserler Cilt: 2, s. 435-436)

Burjuva adaleti feodal toprağa bağlılığı ve kölelği (4) haklı saymıyor elbette. Ama ücretli köleliğin sürmesini yani kapitalist sö­mürünün sürmesini en temel hak sayıyor. Proietarya ise ücretli köleliğin sürmesini, sı­nıfların varlığını haksızlık görüyor. İşte size üç tarihi döneme ait üç adalet. Demek ada­let de bir mutlaklık değil, temellerin değiş­mesine göre değişen bir kavram. Dolayı­sıyla burjuvadan adaletli olmayı beklemek, bir işçi açısından yanılgıların en büyüğü. Kaldı ki “bütün toplumsal değişmelerin ve politik devrirrilerin ereksel nedenleri, insan- İann kafalannda, insanlann sonrasız gerçeği ve adaleti daha iyi kavramalarında değil, ama üretim ve değişim tarzlanndaki değiş­melerde aranmalıdır. Bunlar felsefede de­ğil, her söz konusu çağın ekonomisinde aranmalıdır. Var olan toplumsal kurumla- nn usa-aykın ve adaletsiz olduğunun, sağ­duyunun saçma’laştığının iyinin kötüleşti­ğinin giderek kavranması, yalnızca, üretim ve değişim tarzlarında sessizce değişmeler olduğunun ve ekonomik koşullara uyarlan­mış toplumsal düzenin artık onlara uymaz hale geldiğinin kanıtıdır." (F. Engels. Üto­pik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm. Seç­me Eserler. Cilt: 3. s. 161)

“lyi’nin kötüleştiğinin kavranması’ bizi ahlakta da değişikliğin olduğu gerçeğine getirir. “Halktan halka, dönemden döne­me. iyi ve kötü fikirler öylesine değişiktir ki. çoğu kez birbiriyle açıkça çelişirler" (Engels. Anti Dühring. s. 165) Konu oldukça kar­maşık bir konudur ve eğer böylesine kar­maşık olmasaydı üstünde çok durulup, tar­tışılmazdı. “Bugün bize hangi ahlak öğüt­leniyor? Kimin, hangi sınıfın ahlakı?" (En­gels, ay.) Kimi yerlerde yedi bin yıllık Babil artığı köleliği de içinde barındıran ve çeşitli dinlerin etkisinde antik, köleci, feodal, kü- çükburjuvaya ait ahlakla, modernleşmenin göstergesi olarak alınan ve bencilliğin şa­hikası burjuva ahlakı -üstelik buna lumpen- liğin, toplumun en üst kademelerinde, finans-kapital göklerinde yeniden tezahür etmesi demek olan, tekelci burjuva ahlak haline gelmişliğini belirterek- ve hemen onun karşısında “geleceğin, proletaryanın ahlakı bulunur." (Engels ay. s. 165) Birbir- leriyle aynı zamanda ve yerde yaşayan esas olarak üç büyük ahlak kategorisi, “öyley­se hangisi hakiki ahlaktır bunların? Kesin ve mutlak anlamında, hiç biri; ama süre va­deden unsurlara en çok sahip bulunan ah­lak, şüphesiz, bugün, bugünün altüst olu­şunu, geleceği temsil eden ahlaktır, yani proleter ahlak." (Engels, ay. s. 166)

Demek ki sınıflar olduğu sürece bir sınıf ahlakı da olacaktır. Dolayısıyla her davra­nışımız İstesek de istemesek de bir sınıfın ahlakına denk düşecek, veya bir sınıfın ah­lakı tarafından değerlendirilecektir veya bir­birine karıştırılıp kimi burjuva soysuzlukla­rını modernlik adına proleter ahlakı gibi göstermekten, küçükburjuva ahlakına “dev­rimci ahlak" demelere kadar karışıklıklara rastlanacaktır. Kusurlann hataların çeşitli yanlanyla değerlendirilmesi yanında “ahlaki açıdan" yapılan değerlendirmeler veya “ah­laki açıdan yapılmadığı’ iddia edilen değer­lendirmeler dahil olmak üzere bir sınıfın ah­lakına uygun veya diğerine pygun olma­yacaktır. Buna rağmen “Ahlak ‘eyleme ko­nulmuş güçsüzlüktür’. Bir duruma saldırdığı her seferinde, ona alt olur." (Marks. Kutsal Aile. s. 302) Dolayısıyla “kapitalist sömü­rünün sayısız dehşet, vahşet, saçmalık ve namussuzluğu’na karşı elde proleter ahlak ilkeleriyle döğüşmek, Donkişot’un elde mız-

Page 50: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

rak, yel değirmenleriyle döğüşmesine ben- zer. Elde başka şeyler de olmalıdır.

"Henüz sınıf ahlakını aşmamış bulunuyoruz" (Engels, ay.) Öyleyse ne za­man bir "insani ahlak” gerçekleşecektir? ‘Sı­nıf karşıtlıkları ve bu karşıtlıkların anısı üze­rinde yer alan gerçekten insani bir ahlak, ancak sınıf karşıtlıklarının sadece yenil­mekle kalmadığı, am a yaşam a pratiği bakımından unutulmuş da bulundukla­rı bir toplum düzeyinde mümkündür" (En­gels, ay. s. 167)

‘İnsan hakları’nın en önemlilerinden “in­sanın devredilemeyen haklarına" gelince:

Kapitalist toplumda her şeyin meta ha­line gelişiyle ‘En sonu, insanın devredile­mez sandığı her şeyin değişime, alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu, o ana dek ifade edi­len ve aktarılan ama asla satın alınamayan -erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb. kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu, çü rümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para iie elde edilmesinin evrenselleştiği, ya da eko­nomi politik diliyle konuşacak olursak, ma­nevi ya da maddi her şeyin pazarlanabilir bir değer durumuna geldiği, en reel değe­rinden kıymetlendirilmek için pazara geti­rildiği dönemdir.” (Marks, Felsefenin Sefa­leti, s. 36)

Eğer bu devredilmezlik gerçekten isteni­yorsa, kapitalist pazarda başı boş dolaşan ekonomik güçleri insanın eline alması sağ­lanmalıdır. Ama burjuvazi, burjuva ekono­misi koşulları aracılığı ile toplumsal ilişkile­rin, insanlar arası ilişkiler değil de eşyalarla olan ilişkilermiş gibi görünsünler diye, ser­best pazarla, meta üretimi biçimleriyle giz­lenmesini istediğinden, insanın ekonomik üretim kontrol etmesine, yani bu üretim anar­şisi üstüne kurulu kapitalizmin yerine, üre­timin kontrolünün ön koşulu olan üretim araçlannm toplumsal mülkiyetine ve bu zo­runluluğun bilincine varma doğrultusunda­ki isteğe, "özgürlüğe karışma” gözüyle ba­kar. Tam bu noktada gelip, “özgürlük” konusuna dayanırız. Ve özgürlüğün de ge­rek eşitlik, gerek adalet, gerek devredile­mez haklar gibi tarihsel olduğunu ve çeşit­li dönemlere ve sınıflara göre değiştiğini gö­rürüz.

Kapitalist üretim şartlarında özgürlükten anlaşılan şey, özgür ticaret, özgür alım sa­tımdır; veya çoğu zaman doğa yasaları kar­şısında düşlenmiş bir bağımsızlık anlaşılır. Oysa özgürlük böylesi ‘doğa yasaları kar­şısında düşlenmiş bir bağımsızlık değil,... in­sanın maddi ve manevi varlığını yöneten Yasaların ‘bilinmesinde ve bu bilme ama­cıyla bu yasalann belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır” (En­gels, Aııti Dühring, s. 193)

Kısaca ‘özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üze­rine kurulu egemenliğe dayanır.” (a.y.)

işte bu sebepten, belirttiğimiz gibi, bu zo­runlulukların ve yasaların bilinmesinin ve eibetteki onun hayata geçirilmesine (sos­yalizme) burjuvazi, özgürlüğe kanşma göz­üyle bakar. Elbette onun açısından bakın­ca karışmadır. Onun bir burjuva olarak sta­tüsüne ve toplumdaki ayrıcalıklı durumu­na yani toplumun özgürlüğünü tekeline al­ma ayrıcalığına karışmadır.

Bir burjuva, özellikle üretim araçlarının mülkiyetinin, toplumun mülkiyeti haline gelmesine, yani kendisinin o düzende üre­tim aracı sahibi olamayıp, başkalarını sö­mürme olanaksızlığına, başkalarının alın teri üstüne varlığını sürdüremeyişe eibetteki “özgürlük yok" diye bakar. Çünkü burjuva için özgürlük, ücretli köleliğin varlığı -işçi sı­nıfının hep var olması- ve sürüp gitmesidir -sonsuza kadar- Demek ki burjuva toplu­mun görünüşteki, şekli özgürlüğü altında derin bir kölelik gizlidir. ‘Çünkü birey, kendi

yaşamının, örneğin mülkiyet, sanayi, din vb. gibi kendisine yabancılaşmış öğelerinin anarşik hareketini kendi öz özgürlüğü ola­rak gördüğünden, görünüşte, bireysel ba­ğımsızlığın gerçekleşmesidir bu kölelik... Bu sözde özgürlük, tersine onun köleleşme ve insan dişiliğinin gerçekleşmesi anlamına ge­lir.” (Marks, Kutsal Aile.)

Kısaca burjuva toplum, artık birbirlerin­den sadece bireysellikleri ile ayrılan birey­ler arasındaki savaşın dışa vurumundan başka bir şey değildir. Böylece feodal ayrı­calıkların engelinden kurtulmuş güçlerin zincirlerinden boşanması demek olan bu anarşi, burjuva toplumunun vazgeçilmez te­melidir. Onuııi çin “Soyut özgürlük sözcüğü­nün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu bir kişinin bir başka kişi kar­şısındaki özgürlüğü değil, sermayenin işçi­yi ezme özgürlüğüdür.” (Marks, 9 Ocak 1848’de Brüksel’de Yapılan Konuşma’dan) İşte burjuvazi bu ezme özgürlüğü için mü­cadele eder.

Proletarya için ise burjuva toplumdaki bu özgürlük şekli, görünüşteki bir özgürlüktür ve o gerçek özgürlüğün ancak ve ancak, proleter şekliyle bile olsa, devletin ortadan kalkacağı -bir kandil gibi söneceği- koşul­larda mümkün olacağını bilir ve böyle bir özgürlük için döğüşür. Ve bir gün “sınıflı ve sınıf çatışmak eski burjuva toplumun yeri­ni öyle bir toplum alacaktır ki onda her bi­reyin özgür gelişmesi, bütün herkesin öz­gür gelişmesinin şartı olacaktır. (K.Manifes­to, Marks-Engels, s. 59)

Marks'tan bir aktarmayla dedik ki: Bur­juva toplumun bu sözde özgürlüğü tersine onun köleleşme ve insan dışıkğının gerçek­leşmesi anlamına gelir. Marks cümlesine şöyle devam eder: ‘Hukuk burada (bu bur­juva toplumda, bn) ayrıcalığın (feodal ve köleci toplumdaki ayrıcalığın, bn) yerini tu­tar.”

Yani burjuva toplumda hukukun görevi budur. Tabii bu kez söz konusu ayrıcalığı, burjuvazinin sınıf olarak ayrıcalıklarını hu­kuk üstlenir. Dolayısıyla hukuku putlaştır­mak, “hukukun üstünlüğünden dem vur­mak, burjuva toplum putlaştırması, anla­mına gelir veya “Hukuk karşılık düştüğü ekonomik durum ve uygarlık derecesinden daha yüksek bir düzeyde olama” yacağına (Marks) göre, ülkenin alt yapısında bir de­ğişiklik yapmadan, bugün ikide bir tekrar edilen burjuva tekerlemeler, “Batıdaki se­viyesinde hukukun uygulanmadığını” bo­zuk plak gibi tekrarlamalar yakınmaktan öteye geçmez. (Hem de kime? Alman finans-kapitalinin cumhurbaşkanına. Kimi kime şikâyet ediyorsun? İnsan hakları için mücadele edeyim derken, kimin ekmeği­ne “insan haklan” balı sürüp, sınıf sınırları­nı bulanıklaştırıyorsun.) Yani bu alanda da mücadeleyi yoz burjuva seviyesinde tut­maktan başka bir anlama gelmez. Hoş, öy­le ya baylarımız bayanlarımız “İH konusu­nun sağ sol konusu” olmadığını söylüyor­lar. Tam da bunu söylerken “sağ” oluveri- yorlar, sağ olsunlar. Konu tam da kimle­rin, neden ve nasıl “insan hakları” mesele­si ile ilgilendiği iken, kimlerle ve kime karşı “insan haklarfnın savunulduğu iken, özet­le, konu herkesin “insan hakları” çuvalına doldurulması değil, hangi amaçla ve han­gi sınıfın çıkanna bunun yapıldığıdır.

Ayrıca sayfalardan fırlayıp da hukuk “üstünlük” kuramaz. Onu şu ya da bu se­viyede uygulayacak olan ancak bir sınıf “üs- tünlüğü’dür. Bugün Türkiye’deki hukuk, 61 Anayasasındaki burjuva halinden kuşa çevrilerek, “üstün" finans-kapitalin “üstün" çıkarları için bu tarzda ve bu kadar “üstün” tutuluyor. Yani finans-kapital zoru onu bu şekilde uyguluyor. Onu başka tarzda ve miktarda, başka nitelikte uygulatacak kar­şı zoru nasıl ve kimlerle örgütlüyorsun? İş­

te bütün mesele. “Çünkü, koyduğu kural­lara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 109) (altını biz çizdik)

Dolayısıyla konu “hukukun üstünlüğü” gibi dileklerin vazedilmesi değil, bu huku­ku (hangi ölçüde ve nasıl) kullanacak dev­letin hangisi ve hangi sınıfın devleti ola­cağı meselesidir.

Böylece gelir ‘demokrasi’ meselesine da­yanırız. Yazının başlarında aktardığımız cümleleiden biri olan şu cümleyi ele ala­lım. “12 Eylül sonrası tüm hukuk sistemi ge­niş halk yığınları için baskı ve zulüm aracı haline getirildi.” (hukukçuların bir çağrısın­dan) Oysa hukuk sistemi ve Anayasa 12 Eylül öncesinde de “baskı ve zulüm” aracı idi. Farklı olan, sadece güçler dengesinin bir icabı olarak, halk sınıf ve tabakalarının sömürüyü sınırlandırabilme mücadelesini, finans kapitalin nisbi demokrasisi içinde, karakterleri ne olursa olsun çeşitli siyasi ve demokratik örgütleri aracılığıyla kısmi açık­lıkta sürdürebiliyor oluşundaydı. Eğer “in­san hakları” savunucuları, bu arada “demokrat” hukukçular ortak bir saptama­da bulunacaklarsa, sık sık söylendiği gibi “12 Eylül sonrasında Anayasa ve tüm hu­kuk sisteminin baskı ve zulüm aracı haline getirildiği” değil, zaten var olein bu baskı ve zulmün karakterinde ciddi bir nitel değişiklik olduğu, bu baskı ve zulmün faşistleştiği noktasında olmalıdır. Yoksa finans-kapitalin ve onun yedek gücü tefeci-bezirganlığın 12 Eylül öncesi günahları aklanmış, onun in­cir yapraklı demokrasisinin ayıbı örtülmüş olur. 12 Eylül öncesi “hukuk yapısı’nın gök­leri çıkanlması da caba.

Elbette sınıf karakterleri burjuva olanlar bakımından 12 Eylül öncesi “baskı ve zu­lüm aracı” olmayabilir. Son tahlilde burju­va sosyalistleri düzene bağlı ve ondan ko- puşmamıştır. Objektifçe bu tespit tekel dışı burjuvazinin, sadece faşizmi baskı ve zulüm görmesinin sınıf içgüdüsü onun dile gelişi­dir. Ama Özellikle işçi sınıfı, yoksul köylü­lük, küçük burjuva halk tabakaları ezilen milletler bakımından 12 Eylül öncesinin na­sıl bir baskı ve zulüm olduğu apaşikârdı. Onlar çeşitli protesto eylemleriyle bu bas­kıların varlığını en kör gözlere bile göster­mekle kalmadılar, bu baskı ve zulme karşı binbir mücadele biçimlerinin kendi inisiya­tifleriyle nasıl gelişebileceğini de gösterdi­ler. Hem, ‘unutmaya hakkımız da yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuri­yetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelik­ten başka bir şey değildir.” (Lenin Devlet ve Devrim, s. 26) Nerde kaldı ki “en demok­ratik burjuva cumhuriyetiyle ancak cum­huriyeti ortak olan Türkiye Cumhuriyeti’n- de 12 Eylül öncesi baskısız zulümsüz olsun.

Şimdi de “12 Eylülün dikta rejimi” oldu- ğu iddiasına bakalım.

“Dikta rejimi” gibi umacı, bulanık deyim­lerle faşizmin yüzü yumuşatılıp, halkın baskıyı sevmeyen, istemeyen demokratik duyguları sömürülüyor. En önemlisi de “devlet” denilen aygıtın karakteristikleri giz­lenip, saklanıyor. 12 Eylül öncesi, şu bu­gün insan hakları havarisi olarak piyasaya sürülen Süleyman Demirel’li Milli Cephe veya daha önceki hükümetler sırasında da “dikta rejimi söz konusuydu ve devletin ka­rakteri de diktatördü. Finans-kapitalin dik­tatörlüğü idi. Finans-kapitalin diktası altın­da olması tekel dışı burjuvaya her zaman bu çığlığı attırır. Ve böyle yaparak kendisi­nin tekelcilik öncesi diktasını unutturacağını sanır. Burjuvazinin bu iki yüzlülüğünü işçi sınıfı çok iyi tanır.Çünkü onlar iki yüzlü de­ğildirler ve bir gün iktidara geldiklerinde kendi “diktalarını kuracaklardır. Ama na­sıl bir dikta ve kime karşı?”... Bu dönemin devleti, zorunlu olarak, yeni bir biçimde de-

Sayın ÇAĞDAŞ YOL dergisine

Bilindiği gibi Türkiye, aeçtiğimiz yıl içinde JŞKENCE’nin önlenmesine yönelik İki anlaşmanın altına İmza koymuş ve bunlar TBMM’nde de onanarak yürürlüğe girmiştir.Ancak Birleşmiş Milletler işkence ve Başka Zalimce, İnsanlıkdışı ya da Onur Kinci Davranış ya da Cezaya Karşı Sözleşme"nin yasal bir gereği olarak İŞKENCE"nin önlenmesine yönelik İç hukuk düzenlemeleri hâ li yapılmamıştır.Gözaltı ve sorguda da İşkence uygulamaları devam etmektedir.Bu nedenle İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi •İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULANACAK İZLEME KOMİSYONU" kurarak bir çalışma başlatmıştır. Komisyon ilk aşamada iç hukukta, ilk elde gerekli düzenlemelere ilişkin bir rapor hazırlamış ve bir basın toplantısı İle bu çalışmayı duyurmuştur.Komisyonun uygulamalara İlişkin başlattığı İkinci çalışma İse ‘İŞKENCE BİLGİ FORMU "nun hazırlanmasıdır. Bilindiği gibi gerek Uluslararası Kuruluşlar gerekse İHD ve diğer demokratik kuruluşlar dönem dönem İşkence uygulamalanna yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Komisyonumuz bu çalışmayı sürekli kılmayı ve periyodik olarak sonuçlanm kamuoyuna duyrmayı amaçlamaktadır.Bu nedenle İŞKENCE GÖRENLERİN gerek yasal haklarını kullanma konusundaki psikolojik baskıyı kırabilmek gerekse derneğin eline belgeli ve sağlıklı bilgilerin ulaşabilmesi açısından İŞKENCE BİLGİ FORMU Türkiye çapında İHD’nln bütün şubelerine gönderilmiştir.İŞKENCE GÖREN BİZE BAŞWRSUN çalışmamıza bu bilgi formuna sütunlarınızda yer vererek katkıda bulunmanızı diliyoruz. Saygılanmızla

İHD İstanbul Şubesi İŞKENCEYE KARŞI ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİ VE UYGULAMALARI İZLEME KOMİSYONU

51

Page 51: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

mokratik (genel olarak proleterler ve mülk- sözlerden yana) ve yeni bir biçimde dikta- toryal (burjuvaziye karşı) olmak zorunda­dır" (Lenin, Devlet ve Devrim) Dolayısıyla “dikta" burjuvazinin kendi iktidardayken te­pe tepe kullandığı, ama küçük burjuva anarşistlerinin tiksinerek yok edeceklerini sandığı bir şeydir.Kendi sınıf hâkimiyetleri­ni gizlemek için burjuvalar onu sözcük ola­rak bombardımana tutarlar. Hükümet şe­killeri ve devletin niteliğindeki değişiklikler ne olursa olsun bizi ilgilendiren kimin dik­tası, hangi sınıfın, hangi sınıflara diktası me selesidir. Böyle soyut “dikta" değerlendir­meleri hep bu sınıf gerçekliğini gizlemeye yarar. Yani “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" aldatmacasının ve devletin de sanki bir sınıfın veya zümrenin devleti de­ğil de tüm kitlenin devletiymiş gibi göste­rilmesine yarar.

Ama proletarya ve “geniş halk yığınları" kendi “diktalarını, yani kendi demokrasi­lerini bu bir avuç parababasına karşı kur­madıkça rahat yüzü göremeyeceklerini bi­lirler. (....) Proletarya devletinde “burjuva hukuku"nun kaldırılması ne ölçüde olacak­tır? Yukarıda buna, “eşit hak" konusunu gözden geçirirken değindik. Şimdi yeri gel­mişken burada da değinelim.

(“Komünist toplumun (genellikle sosya­lizm adı verilen) ilk evresinde, ’burjuva hukuku’ tamamen değil, ancak kısmen, ancak ekonomik devrimin, yani ancak üre­tim araçlarıyla ilgili devrimin yapılmış oldu­ğu ölçüde yürürlükten kaldırılmıştır.

‘Burjuva hukuku’, bireylerin üretim araç­ları üzerindeki özel milkiyetini tanıyordu. Sosyalizm, bunu ortak mülkiyet durumu­na getirir. İşte bu ölçüde ama ancak bu öl­çüde t>urjuva hukuku’ yürürlükten kalkmış olur.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 104-105))

Komünizmin ilk evresinde, ekonomik ba­kımdan henüz tamamen olgunlaşma söz konusu olmadığından, geleneklerin ya da kapitalizmin kalıntılarından henüz tama­men kurtulmuş olunmadığından “burjuva hukukunun sınırlı ufku korunur" (Lenin, ay. s. 109) Ama sadece bu kadar. Yoksa bu­gün yapıldığı gibi burjuva hukukunun, so­mutlaşmış biçimi olan “İH"nın ilelebet sü­rüp gideceği hayallerini yayarak, devrim meselesinde bilinçleri karartarak değil. Hele hele “Biz insan haklannı bütün insanlar için istiyoruz, sosyalist ülkelerde de buna uyulmalıdır" tarzında hamasetlerle hiç de­ğil. Çünkü “insan haklan"nın en temel hak­kı: Özel mülkiyet hakkıdır. (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan" 17. MD. 1. Herkesin tek başına ya da başkala­rıyla birlikte, mülkiyet hakkı vardır.

2. kimse keyfi olarak mülkiyetinden yok­sun bırakılamaz” maddesine karışmadır bu.

Maddede güzel sözlerle süslenmesine rağmen burada sözü edilen üretim araçla­rının mülkiyetidir ve bir halkın %90’nı için zaten bu mülkiyet kapitalist toplumda kalk­mıştır. Yani herkesin mülkiyet hakkı yok­tur ve bu “tek başına mülkiyet", bu masum sözcük tüm kapitalist sistem demektir. Za­ten “İnsan Haklan Evrensel Beyanname- sfnin girişinde gerekçe olarak belirtilen “İn­sanın zorbalık ve baskıya karşı son bir yol olarak ayaklanmaya başvurmak zorunda bırakılmaması için insan haklarıyla korunması” gerektiği boşuna belirtilmemiş­tir. Bütün mesele “bu tek başına mülkiyet hakkı"nın demokratik halk devrimleriyle el­den alınmasının önüne geçmektir. Tüm mi­zansen, liberal koro eşliğinde bu sebepten hazırlanmıştır. Ve zorunlu sonu geciktirme­ye yöneliktir. Sanki kapitalizm “baskı ve zorbalık” olmaksızın yürüyebilirmiş gibi.

Demokratik devrimle sadece bir avuç in­sanın tekelci karakterde sahip olduğu bu

üretim araçlarının özel mülkiyetinin sahip liği kalkacaktır. Türkiye gibi ülkelerde top­rak reformu gibi reformların gerçekleştiri­lebilmesi bile bir devrim meselesidir. Bunu görmeyip veya bugün işçilerin ve emekçi halkın ufkunu burjuva demokrasisi ile sı­nırlı tutmak, “insan haklan" ninnisiyle kit­leleri uyutmak, bu haklann karakterini açık lamak yerine sırf bu “insan haklarfm ger­çekleştirecek böylesi bir demokrasi için sa­vaştığını söylemek aldatmacadır. Liberal hayaldir.

Oysa, lütfedilip, “demokrasiye layık olduğu" ikide bir ilan edilen halkımız, libe­rallerin inayeti gibi dağıtılan “demokrasfyi. bu ne idiği belirsiz “demokratik rejimi” de­ğil, ancak işçi-köylü temelindeki, tekelcili­ğin tasviyesi anlamına gelecek olan burju vazinin programının haricindeki, demokra­tik devrim programını gerçekleştirerek kur­tulacağını veya demokratikleşebileceği­ni her geçen gün fark etmektedir ve fark edecektir.

Kavramların muğlaklığı dedik burjuvazi­nin yoludur. “Demokratik" dendi mi de asıl, hangi sınıfın demokrasisi diye sorarlar.ABD ve Federal Almanya’da “demokratik". Zaten Avrupa’da “demokratiklik'ten geçilmiyor. 2. Dünya Savaşında Ingiltere de ABD de Hit- ler faşizmine karşı “demokratik" olma zo­runda kaldılar. Dünya pazarlarının payla­şılmasındaki çıkarları nedeniyle. Yani şim di halka bu demokrasiyi mi, yoksa halk de mokrasisi perspektifini mi vereceğiz. Kimi­lerinde sınıf çıkarları gereği elbette 12 Ey­lül öncesini ehvenişer görüp, onu arzula­ma var. Ama tüm diğer “demokratik'leri de toplamak İstiyorsak, demokratikliği kendi seviyemizde tutmak zorundayız. Eğer böyle yapılmıyorsa, adı ne olursa olsun tutulan seviyenin hangi sınıfın demokrasisi olduğu­nu, buradaki sınıf rezonansını göstermek zorundayız. Çünkü sınıf savaşını örten her liberal sakız gerçekten demokrasiye yara­maz. Yarasa yarasa demokrasi orta oyunu­na yarar. Türkiye’de sağlı sollu oynanmak istenen oyun budur.

Hem sonra demokrasi de gelip, geçici­dir. “İşçi sınıfının kurtuluşu için kapitalist­lere karşı yürüttüğü savaşım içinde, demok­rasinin çok büyük önemi vardır. Ama de­mokrasi hiç de aşılamayacak bir sınır de­ğildir; o yalnızca feodaliteden kapitalizme ve kapitalizmden de komünizme giden yol üzerinde bir konak, bir evredir." (Lenin, Dev. Devr. s. 110)

(....)O halde ne yapılmalı?Hukuk ve anayasa bakımından, İnsan

Haklan Evrensel Beyannamesi’nin imzala­nışının 40. yılında Türkiye’deki 12 Eylül iie güçler dengesinde nasıl bir nitelik değişik­liği olduğunu, zaten var olan baskı rejimi­nin karakterinin faşistleştiğini, “insan haklan" açısından da göstergelerini açıkla­malıyız. Sınıf savaşında, finans-kapitalin yükselen krizini halk sınıf ve tabakalarına yükleyip, kendisinin yaklaşmakta olan ölü­münü geciktirme yolunun hep karnındaki faşizmi ortaya çıkarmakla sağlayacağını; krizlerin müzminleştiği tekelcilik çağında ar­tık burjuva demokrasilerinden bahsetme­nin, onu özlemenin hele Türkiye gibi mo­dem ve antika geriliklerin kaynaştığı ülke­lerde, sadece bunu propaganda etmenin anlamının ihanet olduğu vurgulanmalıdır. Hem sonra “Finans-kapital haline girince kapitalizm kendi ideolojilerini ve eski poli­tik şekillerini yok etme eğilimindedir." (Le­nin, ay.) Dolayısıyla demokrasiler hep raf­ta kalmak zorunda kalacaktır.

Eğer gerçekten demokrasi isteniyorsa, bunun ancak ve ancak toprak reformu, ucuz-devlet-şuurlu ticaretin oturtulması ve buradan elde edilen fonlarla ağır sanayinin kurulmasıyla yani işçi sınıfının asgari prog­

ramının uygulanması ve uluslann kendi ka­derlerini tayin etme hakkı temelinde ger­çekleşebileceği vurgulanmalıdır. Ancak böyle bir halk demokrasisidir ki. “geniş halk yığınlan'ntn etinde kemiğinde hissedilir. Bir hayal, bir aldatmaca ve bir oyun olmaktan çıkar. Bunun da adı demokratik halk dev- rimidir.

Aksi halde halk, bir avuç parababası ve onun devleti -bu devletin şekli ne olursa olsun- ülkenin “kaderine" hâkim oldukça, dillerden ve demeçlerden düşmeyen bütün o “insan haklan'nın konusu olan “temel hak ve özgürlükler’in “anayasa", “örgütlenme öz­gürlüğü". “fikir özgürlüğü", “rejim", “parla­mento". “adalet", “kanun önünde eşitlik". “Sa­vunma hakkı", “dil, cins gözetilmeden eşit olma" vs.vs.'nin nasıl burjuva kavramlar ol­duğunu ve tekelci çağda kendi anlamların­dan bile nasıl boşaltılıp kof hale getirildiği­ni işkence tezgâhlarında, hapishanelerde, fabrikadaki sömürünün vahşiliğinde. 1 Ma­yıs gösterilerinin yasaklanışında, bir açlık grevinde, vb. vb. öğrenmek zorunda kalır.

Gerçekten insan hayatını, onun yaşama hakkını, adaleti savunmak; enerjisini bu uğurda akıtmak isteyenler mücadelelerini “halk demokrasisi" seviyesinde tuturlarsa; yani sömürünün ortadan kaldırılması mü­cadelesine -hangi koşullar altında olursa olsun sömürünün sınırlandırılması müca­delesini tabi kılarlarsa, kendilerine düşeni gerçekleştirebilirler. Çünkü demokrasinin genişletilmesi bile, mücadelenin burjuva se­viyede tutulmasıyla mümkün olamaz Mü­cadele proleter seviyede tutulmayıp aksi yapılırsa bu bir aldatmaca, sınıfların, poli­tikaların üstünün örtülmesi, enerjilerin çar­çur edilmesi olur.

Dolayısıyla:Her zamandan daha fazla, üstü örtülme­

ye çalışılan politikaların üstünü açmaya, aramızdaki sınırları bulanıklaştırmaya değil, yapılabilecek işlerin yapılmasını; hem de en sonuç alıcı bir biçimde yapmak istiyorsak, bu sınırları iyi çizerek, ortak noktaları da­ha da netleştirme ihtiyacındayız. Hele en önemlisi Halk cephesi ile finans-kapital cephesinin sınırlarının bulanıklaştırılması anlamına gelebilecek olan en küçük bir de­ğerlendirmeye, etki alanı ne olursa olsun yer vermemek gerekir.

“insan hakları" konusunda da bu titizlik gösterilmelidir. Aksi halde Demireller. Re- aganlar, VVeisaikerlerle kendini aynı saflar­da buluvermek işten bile değildir.

Onun için diyoruz ki ey burjuvalar! “... bi­zim burjuva mülkiyetini ortadan kaldırma niyetimizi, kendi burjuvaca özgürlük, kül­tür, hukuk vb. anlayışınızın ölçüsüne vur­duğunuz sürece bize sataşmayı bırakın. Si­zin bu fikirleriniz, burjuva üretim ve burju­va mülkiyet düzeninden gelmedir, tıpkı hu­kukunuzun da, sizin sınıf iradenizin, öz ni - telğive yönü sizin sınıf varlığınızın ekono­mik şartlarıyla saptanmış sınıf iradenizin herkes için bir yasa haline getirilmesinden başka birşey olmadığı gibi* (Marks - Engels, Manifesto, s. 53)

(1) Alman-Fransız Yıllıkları Dergisinde “lanıtiarv 'dığmdan söz ediliyor. Oada Marks, “Yahu­di Sorunu" makalesinde “İnsan Haklan’ denilen temel burjuva özgürlüklerin derin bir tahlilini yaptı. Siyasi kurtuluş ve siyasi ihtilal deyimlerini burjuva ihtilali için kullanmıştır. İnsanın gerçek kurtuluşu olan sosyalist ihti­lal fikirlerinin ilk taslağını bu yazıda vermiş­tir.

(2) İMFB "Met: 1 Her insan özgür, onur ve haklar ba­kımından eşit doğar.

(3) İMEB “Md: 7. Herkes yasa önünde eşittir ve aynm gözetilmeksizin yasa tarafından eşil korunmaya hakkı vardır

(4) İHF.B “Md: 4 Kimse, kölelik ya da kulluk altında tutulamaz: kölelik ve köle ticareti her türüyle ya­saktır"

Page 52: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Rosa Luxemburg üzerine:

ROZAK a lle ş lik yap tı ona yapacağ ın ı G a y r i ne hançer, ne de neh ir N e içe rd e k i d ü ş m a n la r v u ra b ilir o n u N e em perya lis t o rdu la r, ne de başka b ir şey

Aslı Dokumacı

tikim devrimının birinci yıldönümü. Mil yoıılarca inşânın ölümüne yol açan I Emperyalist Dünya Savaşı nın son günle ri

Cephe ve cephe gerisinde yiyecek bu nalımı en yüksek noktasındadır. İngiltere, t ransa. Amerika yeni stoklar bulabilmek­te, fakat Almanya ve Avusturya son stok­larını da eritmiş durumdadır Asker bitkin­lik iyindedir Artık yenilgi kaçınılmazdır. CCılip taraflarca da yenilgiyle bitmiş sayıla cak savaşın sonlarına gelinmiştir

Halklar, onlara ölüm, aylık, hastalık ve acıdan başka bir şey getirırieyen bu sava şa kendilerini sürükleyen yöneticilerine kar şı büyük bir öfke iyindedir. Gerek Fıaıısa’- da gerekse Almanya'da grevler günden gü ne artmış. Avusturya'da milliyetçilik akım­ları şiddetlenmiş. Prag’la bağımsızlık için gösteriler birbirini izlemiştir. Macar birlikleri isyan etmiş, Alınan donanmasında çıkan isyan devrimin ilk haberini vermiştir.

"Ölüme kalmayacaktır bu dünya. Dalgaların altında upuzun yatanlar Dağılıp gitmeyeceklerdir denizde; Burulsalar da kasları koparan Çemberlere gerili, kırılmayacaklardır

Kötülükler dolu dizgin gelip geçse de onları Paramparça da olsalar, çözemeyecek­lerdir;Ölüme kalmayacaktır bu dünya ”

Ve en önemlisi, yepyeni bir çığır açan 1917 Sovyet Devrimi tüm dünyayı oldu ğu kadar. Alman Proletaryasını da etkile miş, Brest L.itovsk barışından çok önce cephede Sovyet askerlerinin. Alman ve Avusturya askerleriyle kaynaşması prole­ter kardeşliğin nasıl mümkün olduğunu, bu canavarca sürdürülen savaşın yalnızca emperyalistlerin çıkarına olduğunu kanıt­lamıştır Devrim "üniformalı proleterlere’’ silahlarım.. başka uluslardan kardeş prole­terlere değil, kendi ülkelerinin sömürgeci - emperyalist - burjuvazilerine karşı çevir­meleri gereğini somutça göstermiştir.

"Sen yoksulsan ben de yoksulum işte Sen halktansan ben de halktan gelmeyim; Nerden çıkarıyorsun öyleyse asker seni sevmediğimi?”

Emperyalist hasım taraf da en büyük düşmanın, halkların umut bağladıkları Sov­yet Devrimi olduğunda birleştikleri için, onu ve gelecek diğer devriınleri boğma işiy­le uğraşmaktadırlar

Almanya'da gittikçe büyüyen devrim tehlikesi karşısında, bir uzlaşma barışı iste­yenlerin sayısı artmaya başlar Ama Gene­ral Hindenburg yaklaşmakta olan sosyal devrimi ancak tam bir "zafer” sayesinde önleyebilecekleri görüşündedir.

Devrim dalgası Avrupa'yı öylesine kap­lamıştır ki, burjuvazi bazı yerlerde esnek

bir politika izleyip, halkın gözünü boyama yolunu seçmektedir Örneğin Ingiltere ve Hollanda’da genel oy kabul edilmiştir

1918 Eylül’üııde Almanya’nın yenilgisi kesinleşmiş, halk her yerde gösteriler ya parak imparatorun çekilmesini istemekte­dir

İlk isyan Kiel'deki donanmada çıkar ve birkaç saat içinde ihtilal Hamburg’a, Ren bölgesine. Münih'e kadar yayılıp. Viya na'ya uzanır

“Savaşı canlandırır kanayan rengiyle Ezilenlere yol gösteren deniz feneri Kitleler boyunduruğu onunla kıracak Ve onunla kuracaklar sevginin ülkesini.”

Devrim artık Avrupa’nın bağrına, “bek leııeıı ve gelmeyen devrimlerin ülkesi" Al ınanya’ya kadar sokulmuştur. "Marks’ın deyimiyle umutsuzluk ve güçsüzlüğün yol açtığı “ancak soyutlama yeteneklerinin to hum salabildiği" bu ülkeye de devrim so­nunda çıkagelmiştir.

Peninin Klara Zetkiıı’e yazdığı 2b Tem­muz 1918 tarihli mektupta belirttiği umut ve beklentileri mi gerçekleşmektedir?

“Sevgili Yoldaşım Zetkin,... mektubun için gönülden teşekkür­

ler.. .Senin, yoldaş Mehriııgin ve Almanya’­

daki öteki 'Spartakist yoldaşların’ 'canı gö­nülden bizimle olduğuna’ hepimiz çok se­vindik. Bu Batı-Avrupa işçi sınıfının en iyi unsurlarının, bütün güçlüklere rağ­men bizim yardımımıza geleceğine bi­zi inandırıyor. (altını biz çizdik.)

Biz burada, bütün devrimin belki de en güç haftalarını yaşıyoruz. Sınıf mücadele­si ve iç savaş nüfusun derinliklerine işlemiş, ülkenin her alanında bir ayrılık var. yoksullar bizden yana, kulaklar kudurmuş- çasına bize karşı- itilaf devletleri Çekoslo- vakları satın almış, karşı devrimci ayaklan­ma kudurmuş ve tüm burjuvazi bizi devir­mek için her türlü çabayı gösteriyor. Bu­nunla birlikte biz, devrimin (1784 ve 1849’da olduğu gibi) bu ’gelenekselleşmiş’ sonucunu önleyeceğimize ve burjuvaziyi yeneceğimize kesinlikle inanıyoruz.”

Evet “demir disiplinli” Bolşevik Parti bu­nu Rusya’da başarmıştır, ama örgütlenme anlayışında gevşeklik olan ve Menşevikle- rin yanında zaman zaman yer almış Al manya'da bu “yenilgi geleneği ‘altedilebile cek midir?

Her yerde işçi konseyleri kurulmaya baş lanır. Zaten daha 1917 nisanında patlak ve­ren ve “sefil ..., dalavereci Guillaum'u tir- tir titreten binlerce ve binlerce Alman işçi sinin” katıldığı grevlerde olsun, 1918 oca­ğında gerçekleştirilen grevlerde olsun “işçi konseyleri” örgütlenmelerine gevşek de ol sa başlanmıştır. Ekimde ise cephede ve cephe gerisinde asker konseyleri de kurul maya başlar

“Selam, selam size 17. Alayın yiğit as­

kerleri”ııin kardeşleriAlmanya'dan gelen devrim haberleri

Sovyetler’e heyecan ve sevinç getirmekte­dir. Lenin 1 ekimde Sverdlov'a şunları yaz maktadır:

"Almanya’da işler öylesine hızlandı ki, bizler geride kalmamalıyız Ve bizim yap­tığımız da budur . ..

Almanya’da başlamış olan devrimi ileri ye götürme konusunda Alman işçilerine yardım etmek için hepimiz canımızı vere ceğiz.

Bundan çıkarılacak sonuçlar:1 Tahıl üretiminde oıı kere daha fazla

çaba (bütün stokları hem kendimiz, hem de Alınan işçileri için kullanmalı)

2 Orduya on kere daha fazla asker al­malı.

Uluslararası işçi devrimine yardım ede­bilmek için ilkbahara kadar üç milyonluk bir orduya sahip olmalıyız.

Bu karar tasarısı bütün dünyaya duyu- rulmalıdır.”

“Denizimiz vahşidir Fakat ancak gözüpek olanı Götürür oraya dalgalar!Fırtınayla şişen yelkenimiz Kararlı ve güçlüdür Cesaret yoldaşlar!”

Artık mesele devrimin nasıl yönlendiri­lip, yönetileceği meselesidir. Gerçekten proletarya ve "onun en iyi unsurları” olan Spartakist Grubu tarafından zafere mi ulaş tırıfacaktır; yoksa Sosyal Demokrat Parti nin (SPD) sosyal şovenlerince ve bağım sız Sosyal Demokrat Partinin (USPD) sağ kanat oportünistlerince ve döneklerince iğ diş mi edilecektir?

Bilindiği gibi, savaş başlarında ve süre­cinde tüm dünyanın işçi sınıfı partileri önemli bir sınav geçirmiş II. Enternasyo nal içinde üç eğilim netleşmişti. Ve bu üç eğilim denk düşen örgütlenmeler her ül kede şekillenmeye başlamıştı.

Bugün nasıl ülkemizde ve dünyada her kes "demokrat” kesildiyse, savaşı başlan gıcmda ve civcivli günlerinde herkes En ternasyonlist kesilmişti.

Tüm ülkelerin işçilerine bir yandan tum­turaklı, cafcaflı barışçıl sözüınona enternas- yonalist “platonik çağrılar” yapılırken, bir yandan da FYansa’da olduğu gibi, savaşı- yürüten emperyalist hükümetlere katılım yor; veya Almanya’da olduğu gibi savaş ödeneklerine oy verip, kendi ülkelerinde­ki devrimci savaşlara “yurt savunması" pa­ravanası arkasında karşı çıkılıyordu

II. Enternasyonal içindeki tüm ülkelerin resmi Sosyal Demokrat Partileri bu haie gelmişti. (Rusya’da Plehanov ve Hempa­ları, Almanya’da Şeydeman, vb.)

Çünkü kapitalistlerin birçok sanayi da­lında elde ettikleri yüksek tekel bârları. on­ların bazı işçi kesimlerini ve bir süre için ol­dukça, önemli bir işçi azınlığını elde etme

Page 53: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

Icrini vc onları bütün ötekilere karşı, belli bir sanayinin ya da belli bir ulusun burju­vazisinin tarafına kazanmalarını ekonomik olarak mümkün kılmaktaydı. Dünyayı pay­laşmak için mücadele eden emperyalist devletler arasındaki uzlaşmazlıkların yoğun­laşması da sosyal-şoven eyilimi kuvvetlen­dirmekteydi. Ve böylece emperyalizmin gelişimiyle girilen yeni dönemde emperya­lizmle sosyal şovenlik arasındaki bağın ob­jektif temeli ortaya çıkmaktadır. Almanya’­da parti bunların elindeydi.

Bir de “Merkezciler” vardı. Bunlar ger çek F.nternasyonalistlerle, sosyal şovenler arasında yer alıyorlar ve “bölünmeyelim" sızlanmaları içinde “birlik” söylevleri çeki­yorlardı Kendi ülkelerinde uzlaşmaz bir devrimci savaş yürütmek yerine “çok marksist de çınlaşa en yavan kaçamakları icad" edip, duruyorlardı. “Merkezciler" de­mek, çürümüş bir yasalcılığın ve parlamen- terizmin geleneklerince kemirilmiş “yan ge­lip yatma" işine alışmış “memurlar” demek­ti.

Bunlar “işçi sınıfına sistemli örgütlenme sanatında çok şeyler vermiş olan 1871- 1914" dönemi ile I. Emperyalist Dünya Sa- vaşı’ndan sonra zorunlu olarak yeni nes­nel koşullar arasında geçiş dönemini tem­sil etmekteydiler. En meşhur temsilcisi Al­manya'da 1889 1914 yıllarında otorite olan fakat daha sonra “görülmemiş bir gev şeklik. içler acısı duraksama ve ihanetler ör­neği veren Kari Kautski"dir.

“Merkezcfler emperyalizmin kendine özgü siyasal özelliğinin, yani finans- kapitalin baskısıyla serbest rekabetin orta­dan kalkmasından sonra her alanda artan gericilik ve ulusal baskının sonuçlarının al­tında kalmıştır. Özellikle bütün emperya­list ülkelerde 20. yy’a girer girmez başla­mış. iktisadi temeliyle aslında gerici olan küçükburjuva reformist muhalefete karşı mücadele etmek “zahmetine girişmemiş", bununla da kalmayıp uygulamada "onunla birleşip, kaynaşmıştır. Kautski’nin ve ulus­lararası Kautskici akımın marksizmden ko­puşu tamtamına bu döneme raslar ve yı­kıcı etkileri ta II. Dünya Savaşı’na ve gü­nümüze kadar sürmektedir. Bunlar Alman­ya'da SPD'den ayrılıp, 1916’da Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’yi (USPD) kurdu­lar.

Üçüncü eğilim ise en zor koşullarda En- ternasyonalist kalabilmeyi başaran “Simer- vald Solu” olarak isimlendirillen gruptur. Bu grup hem merkezden hem de sosyal- şovenlerden kesin olarak kopuşmuş, “ken­di öz hükümetine ve kendi öz emperyalist burjuvazisine karşı uzlaşmaz bir mücadele veren" gerçek sosyalistlerdi. Rusya’da Bol- şevikler. Almanya’da önceleri “Enternas­yonal Grubu” diye anılan, daha sonra Spartakuslar adını alan grup ve diğerleri.

“Yücelerin yücesi yükselirsin Halka verdiğin sözün eri olarak”

Almanya’da yalnız Spartakuslar halkın sahneye sürülmesi demek olan I. Emper­yalist Paylaşım Savaşına karşı ( x ) çıktılar. Almanya’da “Sosyal Demokratların geri kalanı. Roza Lüksunburg’un dediği gibi “kokuşmuş cesetten başka bir şey değildir­ler."

SPD’nin parlamentodaki 110 milletve­kilinin içinden yalnız Karl Liebknecht ve Ot­to Rükle merkez ve sosyal şovenlere karşı “kafa tuttu. Ve savaş ödeneklerine red oyu verdi Meclis kürsüsünden yalnız o, Alman işçi ve askerlerine silahlarını kendi hükü­metlerine karşı çevirmeye çağırıp, haykır­dı: “Düşman dışarda değil, içimizdedir!”

Derhal askere alındı; sınıf kardeşlerine kurşun sıkmayı reddettiği için de “gücü tü- keninceye kadar ağaç kesme, patates soy­

ma ve ölüleri gömme işlerinde çalıştırıldı."“Ordan savaş açıyorum hıyanet bıçağı­

nın karanlık dolaplarına.’’1916’nın 1 Mayısında, binlerce işçinin

toplandığı Berlin’deki meydanda. “Kahrol­sun Emperyalist Savaş! Kahrolsun Hükü­met!" sloganlarıyla yaptığı konuşmada iş­çileri ve halkı ayaklanmaya çağırıp, ancak onların bu devrimci eylemlerinin savaşa son verebileceğini söyledi. Daha sözünü bi­tirmemişken ve savaşa karşı gizli bildiriler uçuşurken onu yaka paça götürdüler, hap­settiler

“Tekrarlamak gerekseydi Aynı yolu izlerdim gene Çünkü duyar yarınki insanlar Demirparmaklıklardan çıkan sesi"

Liebknecht’in böyle yakapaça götürülüp hapsedilmesine sessiz kalınmadı. Her yer­de büyük protesto eylemleri yükseldi. Bu durum, işbirlikçilik batağına her gün biraz daha batan sosyal-şovenleri küstahlaştırıp, Liebkneht’in 1 Mayıstaki gürlemesine “hav­layan köpek ısırmaz” deyimini kullanabili­yorlardı. Roza bu alçaklığa gereken ceva­bı şöyle verdi: “Köpek, diye yıllardır ken­disini tekmeleyen efendilerinin çizmesini yalayana denir.

Köpek diye, sıkıyönetim tarafından tas malanıp da, belki affolunun deyip askeri yöneticilere yine de melul mahzun bakan­lara denir.

Köpek diye, hükümetin emri üzerine, bir kuşak boyu kutsal bildiğim tüm parti geç­mişine bir çırpıda ihanet edenlere denir.

Köpek diye biz Davidleri, Landsbergleri ve avanelerini adllandırırtz. ama şunu iyi bilsinler, hesap günü geldiğinde Alman işçi Sınıfından yiyecekleri tekmeyi asla unuta­mayacaklar.”

Lenin’se, Liebknecht’in bu örnek dav­ranışının devrim için önemini 1917’nin 8 ekiminde Kuzey Bölgesi Sovyetleri Kong- resi’ne katılan BolşevikYoldaşlara mektu­bunda şöyle vurgular:

“Yoldaşlar! Devrimimiz son derece bu­nalımlı bir dönemde geçiyor. Bu bunalım, dünya sosyalist devriminin büyüme ve tüm dünya emperyalizminin ona karşı yürüttü­ğü büyük savaş bunalımıyla örtüşüyor. Par­timizin sorumlu yöneticilerine devsel bir dür düşüyor: eğer bu görevi yerine getirmez­lerse, uluslararası proleter hareketi tam bir başarısızlık tehdit ediyor...

Uluslararası duruma bir göz atın. Dün­ya devriminin yükselişi söz götürmez bir şey. Çek işçilerinin ayaklanma patlayışı... inanılmaz bir kan dökücülükle bastırıldı. İtalya’da, Torino’da yığınlann bir patlama­sına değin gidildi. Ama en önemli olgu Al­man donanmasının ayaklanmasıdır.. Dev­rimin, Almanya gibi bir ülkede, hele gün­cel koşullar içinde karşılaştığı son derece büyük güçlükleri düşünmek gerek. Hiç kuşkusuz Alman donanmasının ayaklan­ması dünya devrimininbüyük büyüme bu­nalımını gösteriyor.

Bugün Alman devrimcileri karşısında içinde bulunduğumuz durumu düşünün. Onlar bize şöyle diyebilirler: Bizim, açık­ça devrime çağıran Liebknecht’ten başka kimsemiz yok. Sesi zindan ile boğuldu. Devrimin zorunluluğunu ortaya koyan bir gazetemiz yok; toplantı özgürlüğümüz, bir tek işçi ya da asker vekilleri sovyetimiz yok. Sesimiz geniş yığınlara büyük bir güçlükle ulaşıyor. Ve biz. belki de yüzde bir şansla, bir ayaklanma girişiminde bulunduk. Ve siz, Rus enternasyonalist devrimcileri, altı aydır propaganda özgürlüğünüz var. yir­mi kadar gazeteniz var. bir sürü işçi ve as­ker vekilleri sovyetiniz var, her iki başkent sovyetinde de üstün durumdasınız, tüm Battık donanması ve tüm Finlandiya Rus

ordusu sizden yana ve ayaklanmanızın ba­şarı şansı yüzde doksan olduğu halde, bi­zim ayaklanma çağrımıza yanıt vermiyor, kendi emperyalist Kerenskinizi alaşağı et­miyorsunuz.

Evet, eğer böyle bir anda böylesine el­verişli koşullar içinde. Alman devrimcile­rinin çağrısına yalnızca kararlar ile yanıt ve­rirsek. gerçekten Enternasyonal hainleri oluruz."

Ve onu takip eden günlerde Kerenski alaşağı edilmiş Rusya’da devrim zafere ulaşmıştı.

“Yeni ışığı getiriyor dünyaya Deviriyor tahtları hapishaneleri Sınırları birer birer siliyor Kardeşliğe çağırıyor milletleri"

1914’te. militarizme karşı 200’ii aşkın makalenin ve broşürün yazarı olan Roza Lüksenburg ise halkı isyana teşvikten yar­gılanmıştı. Mahkemede onu suçlayan emperyalizmin sözcülerini suçladı Asıl suç­lu halkı kendi savaşı olmayan bir savaşa zorlayanlardı. Hitabet sanatının en güzel ör­neklerinden olan konuşmasıyla mahkeme salonunu sosyalist bir mitinge dönüştürdü: “Eğer Fransız kardeşlerimize ve öteki kar deşlerimize karşı o öldürücü silahları kuşa­nacağımızı sanıyorlarsa yanılıyorlar, hep birlikte hayır!’ diye haykırıyoruz."

Daha sonra Berlin'de de hakkında baş ka bir dava açıldı. Bu seferki gerekçe or duda erlere kötü davranıldığını söylemesi ve askeri generallere -ordu fosillerine- kar­şı isyana teşvik ettiği idi. Bu dava da sava­şa karşı bir eyleme dönüştü ve Roza Lük senburg’un zaferiyle sonuçlandı. Bini aşkın er onun lehine, yani orduda erlere kötü davranıldığma. tanıklık etmek üzere duruş ma salonunu doldurmuştu.

“Beceriksiz bir düşman bu.Kendi sesiyle bastırmaya kalkıyor senin se­sini ama biliyoruz hepimiz yalnız senin sesin çınlıyor şimdi, bir dinamit gibi patlıyor gecede tutuklanmış bir şimşek gibi çakıyor."

Ve savaş başladığında Roza Lüksenburg hastaydı. Öylesine kötülemişti ki hastane­ye kaldırıldı. Sağlık durumundan ötürü, yukarıda sözünü ettiğimiz Frankfurt dava­sında kesinleşen hapis cezasının infazı mah­kemece bir yıl ertelendi. (1 Mart 1915 ta­rihine)

Almanya’da onun. Liebknecht’in ve di­ğer Spartakusların: dünyada diğer gerçek Enternasyonalistlerin karşı koymalarına rağmen “sosyal şoven sarhoşluk" ortalığı sarmış; alkışlar, çiçekler ve bandoların eş­liğinde askerler katar katar cepheye “uğur- lanmış’ tır.

Öyle ki cepheye gidenler arasında yurt- dışındaki siyasi mülteciler bile vardır. Ör­neğin Fransa’da Bolşevik, Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerden 80 kişi gönüllü olarak Fransa ordusuna yazılmış ve “Rus Cumhuriyeti adına bir deklarasyon yayın- la’’mışlardır.

Oysa Lenin savaş çıktıktan kısa bir za­man içinde “mücadele çizgisini açık ve ke­sin bir şekilde ortaya koymuştu: "... Ka- utski şimdi bunların hepsinden daha tehli­keli. Düzgün ve kurnaz cümlelerle opor­tünist yaramazların benimsedikleri safsata­ların ne kadar tehlikeli ve ciddi olduğunu hiçbir kelime tarif edemez. Oportünistler açık bir bela. Kautskin’in başında bulundu­ğu ve diplomatik amaçlarla süslenerek iş­çilerin gözünü, düşüncelerini körelten Al­manya’daki merkez ise gizli bir bela ve hep­sinden daha tehlikeli. Bizim görevimiz, uluslararası oportünizme ve onu bir kalkan olarak kullananlara (Kautski) karşı kararlı

Page 54: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ve açık bir mücadeledir. Biz de, yakında yayımlamaya başlayacağımız bir merkez or­gan... aracılığı ile bunu yapacağız. Sınıf bi­lincine sahip işçiler arasında Almanların bu iğrenç tutumuna karşı bir nefret uyandıra­bilirsek için bütün gücümüzü harcamalıyız. Bu bir uluslararası görevdir. Bu görev baş­kasının değil bizim görevimizdir. Bu görev­den kaçmamak gerekir. Enternasyonali “yeniden kurma" sloganı yanlıştır. (Çünkü Kautski-ve Vandervelde saflarındaki ka­ypaklık ve döneklik tehlikesi çok çok bü­yük) “Barış” sloganı yanlıştır. Bu slogan, ulusal savaşı, iç savaşa dönüştürmek şek­linde düzeltilebilir ve gerektirecektir. Fakat çalışmalar, böyle bir dönüşüme yöneltilmeli ve doğrultuda sürdürülmelidir. Bu iş, sa­vaşı baltalamak ve bu yolda yapılacak ki­şisel eylemlerle değil fakat savaşı iç savaşa dönüştürmek amacıyla kitleler arasında yü­rütülecek propaganda (sadece siviller ara­sında değil) ile gerçekleştirilebilir.

Bu mücadelenin doğru ve belirli bir çiz­gide yürütülebilmesi için, mücadeleyi be­lirleyen bir slogan gereklidir. Bu slogan şöyle olmalıdır: Emekçi kitleler ve Rus işçi sınıfı çıkarları açısından biz Ruslar için bu savaşta çarlığın hemen yıkılmasının iyi bir şey olacağı konusunda kesinlikle en ufak bir şüphe olmamalıdır. Çünkü Çarlık, Kay- zerizmden yüz kez daha kötüdür. Savaşı baltalamak yerine, şovenizme karşı müca­dele etmek ve bütün propaganda ve ajitas- yonu uluslararası proletaryanın iç savaş için birleşmesi yönünde kullanmak gerekir. Ki­şileri bazı resmi binaları buna benzer yer­leri ateşe verme eylemine itmek veya “Biz Kayzerimze yardım etmek istemiyoruz” gi­bi tartışmaları sürdürmek de hatalı bir dav­ranıştır. ilki, anarşizme, İkincisi ise oportünizme yol açar. Bize gelince; ordu içinde bir kitle hareketi, (hiç değilse ortak bir hareket) hazırlamalıyız, bu sadece bir ulusun ordusunda olmamab ve bütün pro­paganda ve ajitasyon çalışmalarımızı bu yönde kullanmalıyız. Bütün sorun, ulusal savaşı bir iç savaş şekline dönüştürmek. (İnatçı ve sistemli bir çalışma isteyen bu iş, uzun bir süreyi gerektirebilir.) Böyle bir dü­şünümün hangi anda gerçekleşeceği ise ay­rı bir sorun ve bugün için açıkça belli değil. Bu anı oluşturmalıyız, sistemli bir şekilde 'oluşması için zorlamalıyız.'

Bana göre barış sloganı, şu sıralarda yan­lış bir slogan. Bir çıkarcının bir gevezenin sloganı. Proleteryanın sloganı iç savaş ol­malı.

Bugün iç savaşı ne ‘vaad’ ne de ilan ede­biliriz, fakat bizim görevimiz, uzun bir sü­reyi gerektirse bile, o yönde çalışmaktır.”

Lenin. 17 Ekim 1914 Şalyapnikova Mektup

Bolşevikler Bern’de hemen bir toplantı düzenleyerek, savaşa karşı bu politikayı bir kararla uygulamaya koymuşlardı. Kararda “İkinci enternasyonalde savaş kredileri le­hinde oy kullanarak işçi davasına ihanet edenlerin bu savaşta damgası bulunduğu” belirtiliyordu. Rusya’daki Bolşevik Dünya Grubu savaşa karşı kesin bir tavır alıyor, bu kararla tavır menşevik ve diğer sosyal de­mokratları sürükleyebiliyor; ortak hazırla­nan bir protesto metni meclis kürsüsünden okunabiliyor ve savaş kredileriyle ilgili otu­rum toplu olarak protesto edilip, oylama­ya katıiınmayabiliyordu.

Başka bir deyişle sosyal şovenizm, sınır­lı da olsa yurtdışında Bolşeviklerden bile in­sanı politikasının arkasında sürükleyip, gönüllü askere yazdırabiliyorken, mücade­lenin sıcak hattında bunun tam tersi olmuş, daha sonra S. şovenler çaysalar da, Bolşe­

vikler Sosyal Şovenleri ve Menşevikleri poli- tikalana çekebilmişlerdi. Emperyalist savaşa gidenler arasında Bolşevik taraftarların bi­le bulunabilmesi ülkelerindeki “devrimci şahlanıştan" uzakta, mülteci hayatının yıl­dırıcılığının boyutlarını ve partinin doğru si­yasetinin ve doğru taktiklerinin yurtdışında kavranıp, uygulanmasını nasıl ertelendiği veya affedilmez tarihi yanlış ve ihanetlere yol açtığını ve siyasi mültecilikte “her önü­ne gelen eşeğin* nasıl “vatan kurtanct aslan* kesiliveren sahte kahraman olduklarını ve I. Emperyalist Dünya Savaşı sırasında iha­netin boyutlarının nerelere kadar varabil­diğini gösterir ve ibret vericidir.

Buna rağmen gün geçtikçe emp. sava­şa ve şovenizme tepkiler artıyor, yavaş ya­vaş sesler bir araya geliyordu. Lenin “birkaç kişi olmamız önemli değil. Milyonlarca kişi bizimle olacak” diyordu.

Bu bilinçli ve yürekli seslere 26-28 Mart 1915’te gerçekleştirilen Uluslararası Sosya­list Kadınlar Konferansından yükselen ses­ler de katıldı. Savaşın en kanlı günlerinde, birbirini boğazlayan ülkelerin sosyalist ka­dınlarının bir araya gelebilmesi bile şove­nizme indirilen önemli bir darbeydi. Çağnyı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Bürosu Sek­reteri Clara Zetkin yaptı. Clara Zetkin Ro­za Lüksenburg’un en yakın arkadaşı ve 10 Eylül 1914’te Alman Sosyal Demokratla­rın ihanetine karşı çıkarılan deklarasyonu Roza Lüksenburg, K.Liebknecht, Mehring1 in yanında imzalayanlardandı.

Clara Zetkirile, Roza Lüksenburg uzun yıllar birlikte çalışmışlardı. İkisi apayrı top­raktan yapılmış, ayrı ayrı alanlarda deney ve etki sahibi olan güçlü kişilerdi. Uğraş alanları da tarzları da kendilerine özgüydü. Böylesine ayn yapıda olmalarına rağmen politikada, çeşitli konuları değerlendirme­de hep üst üste düştüler. Hiç kimse Roza1 yı C.Zetkin kadar tanımazdı belki. Onun mücadelesini, mücadele alanının zorlukla­rını, arkadaş ve düşmanlarıyla çatışmasını kimse Clara kadaryakından bilemezdi.

Her zamanki gibi Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansının son hazırlıkları ve diğer ilişki ve tepkilerin toparlanıp, örgüt­lendirilmesi için Hollanda’ya hareket eder­ken de birlikte olan bu iki arkadaş ve yoldaştan Roza Lüksenburg hareketlerin­den bir gün önceki 18 Şubatı 19a bağla­yan akşam birden bire, infazın daha sonraya ertelenmesine rağmen tutuklan­mıştı. Böylece hazırlıkları sürdürülen “Die Internationale’nin yayımının ve yeni topar­lanmaya başlayan mücadelenin inmelen- dirilmesi, bir de kadın konferansının engel­lenmesi düşünülmüştü.

Roza Lüksenburg’u diri diri gömmek üzere Berlin hapishanesine götüredursun- lar burjuvazinin tüm engellemelerine rağ­men nisanda “Die lnternationaIe”nin ilk sayısı çıktı. Hapishaneden binbir gizlikle çı­karılan yazısında Roza şöyle diyordu:

“Ya sınıf mücadelesi, savaş halinde dahi proletaryanın varhğının biricik temelidir; ve parti yöneticilerinin sınıflararası uyum çağ­rılan işçi sınıfının hayati çıkarlarına karşı iş­lenmiş bir ihanettir; ya da sınıf mücadelesi barış zamanında dahi ulusal çıkarlann “ana­yurdun güvenliği’nin başdüşmanıdır. Ya Sosyal Demokrasi “anayurt” burjuvazisi önünde banş zamanında dahi ulusal çıkar- ların “anayurdun güvenliğinin baş düşma­nıdır. Ya Sosyal Demokrasi “anayurt” burjuvazisi önünde barış zamanında dahi boyun eğecek ve günah çıkaracaktır, ya da ulusal işçi sınıfı önünde hesap verecek ve savaş halinde dahi barış zamanındaki mü­cadelesini sürdürecektir. Savaştan sonra, artık eski nakarattan ağızlarda sakız edip en-

ternasyonall*yeniden canlandırmanın im­kânı yok. Enternasyonale yeni bir havat vermenin tek yolu, zaaflarımızın, 4 ağus­tostaki manevi çöküşümüzün acımasız ve derinlemesine eleştirisinden geçmekte. Ve bu yolda ilk adım savaşa son vermek için eyleme girişmektir.

Ya Bethmann-Hollvveg, ya da Liebk­necht; ya emperyalizm ya da sosyalizm ama Markx’m anladığı tarzda sosyalizm!”

“Sert ve ışıltılı bir dokudan yaratılmışsınraslanmaz bir atılımdan;güneşlere, yağmurlara karşı koyarsın,rüzgârlara, aylara,karşı koyarsın fırtınalara.”

II. Enternasyonalin bu çöküşü gerçek devrimcileri derinden etkilemiş, onlann acı­larını koyulaştırırken, dirençlerini ve karşı koyuş yöntemlerini kararlılıklarını bilemiş- tir. Ekim Devrimi ve bugün yaşayabildiği kadanyla Enternasyonalizm bu karşı koyu- şun, direnişin ve kararlılığın ürünüdür. En­ternasyonalizmle ilgili yeni birikimlere, uzun vadeli ve soluklu yeni bir dönemin ve de­vasa güçlüklerin bizleri beklediğinin de geç­mişten gelen ve bugüne ışık tutan habercileridir. 1915te ise SPD’den kopuş iyice hızlanmış.

Lenin “İkinci Enternasyonal öldü, opor­tünizm tarafından altedildi” diyor, Roza Lüksenburg’da savaştan bir yıl sonraki du­rumu şöyle sergiliyordu: “Gösteri bitti... ye­dekleri taşıyan trenler artık coşkulu güzel kadınlar tarafından uğurlanmıyor, sessizce çekip gidiyorlar... Doğan günün donuklu­ğundan hava keskin, artık başka bir koro­nun sesleri duyuluyor: Savaş alantannı kınp geçiren çakalların ve akbabaların haykırış­tan bu. Onbir çadır, normal boy en iyi ka­lite! Yüzbin kilo domuz pastırması, kakao, suni kahve, derhal teslim, ödeme peşin! El bombaları, savaş dullan için saatçiler... Yal­nız ciddi olanların başvurması! Yaşa varol- cu vatanseverler, onca reklamı yapılan kılıç artıkları... savaş alanlarında çürümeye baş­ladı bile... Onursuz, utanmaz, eli kanlı, pis -işte burjuva toplumunun gerçek yüzü... Er­demin, kültürün, felsefenin, ahlakın, düze­nin, barışın ve anayasanınboyalı, bakımlı maskesi düşüyor, gerçek kişilik ortaya çı­kıyor.

Doymak bilmez canavar zincirlerini kopardı, anarşinin cehennem borusu çalı­yor, burjuvazinin veba kokan soluğu insa­noğlunun ve kültürün kıyamet gününü başlatıyor... Bu cadılar yortusunda dünya çapında bir felaket yaşandı: Uluslararası sosyal demokrasinin başını uçurdular.”

“Hiçbir zaman unutmayacağım ne gülleri' ne leylaklarıNe de ilkbahann bağnnda sakladıklarını

Hiçbir zaman unutmayacağım o acı görün­tüyüTankların zırhlı kulesinde ölüme gidenleri.”

Hapiste de olsalar Liebknecht’le, sava­şın en kıyıcı günlerinde milyonlarca insa­nın karşılıklı birbirini boğazladıktan günlerde kahrolsalar da acıdan, kalleşliğin hançeri derine de batsa her gün, enternasyonaliz­me ve devrime olan inançlan bir gün bile sarsılmadı. Şöyle diyordu Roza:

“Bütün uluslardan milyonlarca proleter dudaklannda kölelik marşlanyta kardeş ka­tilliğinin, kendi kendini mahvetmenin, kı­saca utanç hattının ön saflarında birbirine kırdtnlmışsa da, henüz kaybetmedik ve na­sıl öğreneceğimizi unutmadıksa gene kaza­nırız"

Page 55: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

SOSYALİZMİ k a v r a m aSORUNU VE TEODEM EYLEMİNİNDÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

*

Selma CÜLBAHAR

Dünyayı kavramaya başlamamızdan itibaren, gözlerimizin çevresinde yavaş yavaş bir sınır oluşturulmaya başlanır. Neden, niçin nasıl sorularının yanıtla­rı hazırdır ve bilinçlerimize işlenir. Ço­cukken sorulan bir sürü soru artık an- lamsızlaşır ve gereksizleşir. Sobanın ne­den sıcak olduğunu ve insanın canını yaktığını biliyoruzdur artık. Ve neden boyun eğdiğimizi neden kurullara baş- kaldırmamamız gerektiğini de. Dünya­yı çocuğun bakış açısıyla yani kuralsız ve sınırsız sorgulamamız çoktan sona ermiştir. Her şey doğaldır ve değişmez kabul edilir. Birazcık umut bırakılır yi­ne de payımıza.

Dünyayı kavrama sorununda bir başka bilimle tanışma sürecimize de bir göz atalım. Doğal saydığımız ama bo­yun eğme zorunu sürekli sorgulama­mızla başlayan bir süreçtir bu. Düzenin tüm kural ve ilişkileri tekrardan masa­ya yatırılır. Öncesinden öğretilen pek çok olgu yeni bir bakış açısıyla sorgu­lanır. Gözlerimizin etrafında oluşturu­lan sınır parçalanmaya başlamıştır ar­tık. Yepyeni bir dünyaya açarız gözle­rimizi. Bu bilimsel kavrayış işçi sınıfının bilmi yani sosyalizmdir. Bu kez neden­

Bağımsızlık kavramının altını nasıl doldurduğumuz önemlidir. Hangi

alanda olursa olsun bağımsız örgütlenmesini yaratan ve döğüştüren tüm yapıların

sosyalizm perspektifiyle olayı kavraması ve mücadele etmesi en temel savınrizdir.

I

ler niçinler yanıtlarıyla yeni bir yapı oluşturmuştur. Ancak bizim bu yazıda ağırlıkla değineceğimiz bu oluşturulan yeni düşünce yapısının geçmişinden ne kadar kopuşabildiği ve alternatifini yaratabildiği sorunudur.

Bu tartışmaya çok genel bir anah­tarla girelim. Sosyalizmin saptadığı te­mel ezilme ve sömrülr ıe yapılanmaları üç başlık altında topl ur. Ulusal, sınıf­sal ve cinsel. Uzun müca­

dele tarihi ulusal ve sınıfsal ezilmişliğe ve sömürüye başkaldırının tarihidir. Cinsel ezilmişlik ve sömürülmeye kar­şı ise bu mücadele tarihinde çok az pay ayrılabilir. Bunun pekçok nedeni var. Ancak bunları tek tek sorgulamadan bu yazı kapsamında Sosyalist İnsanın hatalarına değineceğiz ağırlıkta.

Öncelikle bu hatanın ana noktasına şunu oturtmak gerek. Sosyalizmi ve sosyalizm mücadelesini son derece za- vallılaştırma ve darlaştırma eğilimi. Sosyalizmi salt sınıfsal çelişki, sınıfsal çelişkiyede işçi-patron kavgasına indi­ren son derece kısır bir anlayışın sor­gulanması sorunu var karşımızda. Sos­yalizm insanca yaşamın kurallılığını ve gerçekleştirme yollannı bilinci çıkarmış­tır. İnsanın yaşamının her alanına kar­şılık gelen çözümleri vardır. Ustanın dediği gibi ‘insana dair herşey ilgilendirir bu bilimi. Bu noktadan ha­reket etmeyen ve eski alışkanlıkların devamında ısrarlı olan insanlanmız, ka­dın sorununu yani cinsel ezilmişlik so­rununu tartışmak ve düşünmek zah­metine girmiyorlar. Sihirli değneğimiz olan devrim her türlü sorun gibi bu so­runu da çözecektir nasıl olsa. Cinsler arasındaki çelişki bu çelişkiden elde edilen sömürü ve hangi kanallara ak­tığı sorunu da güme gidiyor böylece.

Olaya biraz daha mantıklıca yaklaş­tıklarını düşünen bir başka gruba de­ğineceğiz şimdi. Bu grup kadın soru­nunun mutlaka tartışılması ve çözül­mesi için ayrı bir alanın açılmasından yana. Ancak her türlü sorun gibi bu sorunda politik örgütlenmeler içinde yani işçi sınıfının partisi içinde döğüş- türmelidir kendini diye hemen ekleni­yor arkasından. Bağımsız bir kadın ör­gütlenmesine kesinlikle karşıdırlar ve tek bir sözcük var dillerde BÖLÜCÜ­LÜK. Bu insanlara 2. Enternasyonel içinde toplanan Uluslararası Kadın Ku- rultayı’nı anımsatmakta yarar görüyo­ruz. Kadın sc .ununun özgüllüğünü gö­rünüşte kav aminin bir sonucu olarak örgütlenme sorunu böyle çözümleni­yor. Ancal gerek kadın sorununun kapsamı v< yaşanan çelişkinin boyutu

gerekse şimdiye kadar doğru bulduğu­muz kadın hareketleri bu görüşün tam karşısında davranmıştır. Öğrenciler gençlik çevreciler vs. olarak uzatabile­ceğimiz bir liste var Bu gruplar var olan sistemden bir şekilde zarara uğrayan ve uzlaşmaları mümkün olmayan gruplar. Reformist gölgelenmeleri bir tarafa bı­rakırsak son tahlilde burjuvaziyle uzla- şamayan bu grupların örgütlenme bi­çimleri bağımsızdır. Bunların hiçbir za­man bölücülükle nitelendirildikleri gö­rülmemiştir. Ancak kadın sorunu oldu mu konu özellikle erkek arkadaşların tam bir işveren düşünüşüyle olaya yak­laştıklarını ve kadın sorunun bu tür ba­ğımsız örgütlenmelerinden ürktükleri­ni görüyoruz. Sorunu ‘Kadınlar Cumhuriyetinin’ kurulması boyutuna taşıyanlarda var.

Kapitalist düzen her alanda son de­rece sistemli bir mekanizmayla sömü­rü çarklarını işletiyor. Bu alanların tü­münde işçi sınıfı partisinin dışında ba­ğımsız örgütlenmelerin yaratılması bö­lücülük değil aksine zorunluluktur. Ba­ğımsızlık kavramının altını nasıl doldur­duğumuz önemlidir. Hangi alanda olursa olsun bağımsız örgütlenmesini yaratan ve döğüştüren tüm yapıların sosyalizm perspektifiyle olayı kavrama­sı ve mücadele etmesi en temel savı- mızdır. Dolayısıyle bağımsızlık var olan sistemin tüm kurum ve kuruluşların­dan, ideolojik yapılanmasından bağım­sızlıktır. Ancak işçi sınıfının bilmine ba­ğımlılıktır. Bu yapılar içinde yer alan sosyalist düşüncenin taşıyıcısı insanlar yapının oluşumu ve mücadelesini bu kanala akıtmanın sorumluluğunu du­yacaklardır.

Ayrımı birleşik mi sorununa yakla­şımda bir olguya daha değinmek ge­rek. Faşizmi salt faşizm emperyalizmi salt emperyalizm olarak ve ustaların yapıtlarından papaganvari tartışmak­tan vazgeçmek zorundayız. Bize gerek­li olan sistemin tüm yapılanmalannın kitleyle kurduğu her türlü bağı sorgu­lamaktır. Yani faşizmin kadına ya da kültüre getirdiği alternatifde önemlidir bizim için ve bu tartışmalar bizleri ba- şanya götürecek sonuçlan verir. Bu dar

Page 56: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

tartışma zeminlerinden çıkılmadığı sü­rece başta kadın sorunu olmak üzere diğer alanlarda sistemin gücünü ve yaygınlığını kavramak sonuç olarak na­sıl ve ne şekilde mücadele edeceğini önermek güçtür. Eğer kadın sorunu konusunda örgütlenmesinden müca­dele hattına kadar öneri geliştirmek is­teyenler varsa onlara önerimiz kadın sorununu öncelikle araştırsınlar. Kapi talist sistem içindeki yapılanmasını ka radıklarında ulaştıkları nokta bu kez bizden farklı olmayacaktır. Bundan do­layı önce tartışılan alanı bilince çıkar­ma sorumluluğunu yüklüyoruz insan lara.

Kadın sorununun bağımsız örgütlen meşini kabul eden bir başka anlayışın zaaflarına geldiğimizde bu kez çok da ha çapraşık bir durumla karşılaşıyoruz. Bu örgütlenmenin alanı ve kapsadığı kitlelerle olan bağları ve en önemlisi mücadele hattı konusunda bilinç kay­maları gündeme geliyor. Bunu bir ör­nekle somutlamakta yarar var. De­mokratik Kadın Derneği kısa süre ön ce Teodem adlı firmanın satış mağa­zasında oluşturulan bir vitrine karşı protesto eylemi gerçekleştirdi. Önce­likle eylem biçimi olarak ülkemizde ilk kez denenen bir yöntemdi. Bunda en büyük pay hiç Kuşkusuz 12 Eylül son­rasının eylem biçimleri yaratmadaki düşünce üretimleridir. Ancak önemli olan eylemin içeriğiydi. Tartışmaları bu eylemin içeriği başlattı. Vitrin kadını ta­mamen aşağılayan ve küçülten bir dü şüncenin somutlanmasıydı. Kadın at gibi arabaya koşulmuş erkek arabada ve koşum takımları ile kadını idare edi­yor Ne olur ne olmaz diye de bir di ğer kadın arabanın yanına bağlanmış, yedek olarak korunuyor. Cansız man- kenlerce aslında çok canlı bir atmos fer yaratmış dekoratör. Bu sistemin ka dma bakışını son derece çarpıcı bir gö­rüntüyle oluşturmuş DKD bu eylemiy­le öncelikle kamuya açık bir alanda ka dinin böylesine küçültülmesine karşı çıkmış diğer yandan Teodem Firması özelinde kadına bakış açısına karşı iti razlarını yükseltmiştir. Her şeyin bir bü tün olduğunu ve bütüne bağlı parça­ların ayrı ayn önem taşıdığını biliyoruz. Bu eylemde genel bütünlük içinde kü çük bir parça, hatta ayrıntı. Ancak bü­tünden parçayı göremeyenler hemen çığlıklarını yükselttiler bu Feministçe bir eylem. DKD nereye gidiyor? gibi yak­laşımlar gündeme geldi. Tekrar hatır­latmak gerek DKD bir kadın derneği. Yapacağı her türlü eylem öncelikle ka­dının bu sistem içerisindeki sömürüsü­ne ve ezilmişliğine karşı çıkmak ve da­ha köklü çözümlerin bilince çıkarılma­sı için ajitasyon ve propagandanın ya­kılmasını gerçekleştirmek sorumluluğu var. Eylem her yönüyle bu karşı çıkı­şıp bir simgesi. Öncelikle bu sistemde kadına yüklenen kimliğe bir itiraaz var. Bu itirazın yanında olmak varken bur­juvazinin ağzıyla olayı kınama ne ka­dar sosyalistçe bir tavır merak ediyo­ruz.

Olayı karikatürize ettiğimizde şöyle bir şema ortaya çıkıyor. Diyelim ki ara­baya koşulan işçi arabayı süren de pat­

ron olsa idi ve yine vitrin protesto edil­seydi sanırım aynı suçlamalar olmaya­caktı. Çünkü işçi sınıfının sorunu res­mi kabul görmüş ve bu alandaki mü­cadeleler gene-lleşmiştir. Ancak kadın sorunu doğru bir zeminde ilk kez tartı­şılmaya başlanmış ve bu tartışmalar sü­reç içinde ürünlerini ortaya çıkarmış­tır. Bu kadına dair yapılan her eylemi ve yönelişi sorgusuz sualsiz feminsçe bulma zaaflarını bu geçiş döneminin sancılarına yüklüyor ve pratikte deği­şeceğini umuyoruz. Bu eksiklik sade­ce erkeklerde değil kadınlarda da önemli bir sorundur. Kadın sorunu küçümsenir ve ikinci plana itilirken başka alanlardaki mücadeleler çok da­ha coşkulu ve iyi niyetli karşılanır. Biz­zat kadınlarda bu ikinci plandaki so­runla uğraşmaktan hele hele direk için­de yer alıp bu düşünceyi eylemlerle pratiğe çıkarmaktan çekinirler, kadın sorunu üzerinde gerek düşünce üret­meyi gerekse mücadele etmeyi ön pla­na alan kadınlarımız bu sorunu aşama­da itici güç olacaklardır.

12 Eylül’ün arkasından geçmiş dö­nemlerin sorgulanması kadın sorunu üzerindeki daha önceki hataları ve ek­sikleri de gündeme getirdi. DKD bu sorgulamaların ve eksikliklerin saptan­ması ve doğru teorinin ortaya çıkarıl­masıyla oluşturulmuş bir kadın derne­ği. Geçmişe yönelik eleştirilerin yanı sı­ra bugün hâlâ yaşanan eksiklik ve ha­talarda bu derneğin mücadelesinin kapsamı içinde. Kadının kurtuluşunun mücadelesi taşıyıcısı kadın olsun erkek olsun tüm bu yanlış yapılanmalara kar­şı amansız bir mücadeleyi de kendili­ğinden içeriyor. Sosyalist tanımlaması içinde kendine yer alan erkeklerin bu­rada ayrı bir önemi var. Başından beri özetlemeye çalıştığımız bu düşünceler ağırlıkta sosyalist erkekler tarafındansavunuluyor. Öyle ise bu insanların özelliklerine biraz değinelim.

Feodal düşüncelerle sosyalist düşün çeleri uzlaştırmaya çalışan karma bir anlayışın oluşturduğu sosyalist erkek ti­pine girmek gerek öncelikle. Kadın bu tip için hâlâ ataerkil yapının çerçeve­sinde ele alınır ve kabul edilir. Yeri ev­dir kadının, ancak erkeğin toplum için­de yüklendiği yeni misyon, bu erkeğin çevresindeki kadınlara da yeni bir ala­nı yaratır. Bu kez kadın sosyalist erke­ğin mücadelesinde yardımcı bir öğeye dönüştürülür. Ev işleri ya da çalışma yaşamı kadının bu görevinin parçala­rıdır. Tek başına ya da kendi kimliği ile değil bu yardımcı göreviyle sosyalizm mücadelesinde yerini alır kadın. Evi geçindirir, çocuk büyütür, cezaevi ka pılaruıda sıra bekler vs. Bu kadının çok şey bilmesine ve bu alanda kendi üret kenliğini dayatmasına gerek yoktur. Bi- rileri onun adına da mücadele ediyor­dur zaten, kadın erkek el ele bu mü­cadelede gereksiz bir slogana dönüşür. İnsanın en önemli özelliği yaratıcılığı­dır. Kadının ev ekonomisi içindeki ye­ri yaratıcılıktan uzak yeniden üretim sü­recidir. Bu süreç bilinci törpüleyen sağ lıklı düşünmeye olanak tanımayan ve

insanı tamamen yabancılaştıran bir sü­reçtir. Sosyalist erkeğimizin bu konum­da bıraktığı kadına açıkça haksızlık yap­tığı gözümüzün önüne geliyor herhal­de. Üretimden koparılan hele hele mü­cadele içindeki üretimden iyice eli eteği çekilen kadına tüm sosyalist yapılan­malar bu bakış açısıyla haksızlık yapı­yorlar.Kadın sorununun özgüllüğü ve çelişkilerin

boyutu kadınların erkeklerin yer almadığı bir örgütlenmede çalışmalarını gündeme

getirmiştir. Ancak küçük burjuva sosyalistlerimiz bunu bir türlü

kavrayamamakta kadının ve erkeğin birlikte kadın sorunu için örgütlenmesi

zorunluluğunda diretmektedirler.Mücadele içerisinde kadın erkek

herkesin dağılımı başka bir sorun. Yu­karıda açıklamaya çalıştığımız hatalı kavrayışla karıştınlmaması gerek. İşbö­lümü mutlaka gerekli? Ancak eğer iş bölümü egemen düşünce anlayışından kopuşmadan oluşturulmuş bir düşün­ce sisteminin ürünü ise buna karşı du­racağız. Nitekim kadının mücadele içindeki sorununda egemen düşünce­nin hâlâ taşıyıcı olan erkeklerin açtık­ları yaralar ortadadır. İşçi sınıfının par­tisini oluşturan bireylerin kadın ya da erkek olma durumlarından kaynakla­nan sorunları bitmiştir. Bu genel bir doğru. Ama hâlâ kadın bu mücadele­de hak ettiği yere çekilmiyorsa ya da bu alandaki vereceği mücadele kapi­talizmin kadına değer gördüğü alanlar­la sınırlı ise, bütün yapıyı tartışmak zo­rundayız. Değişim önce kafalarda baş­lar. Ve kendini dünyayı değiştirmeye aday görenlerin kafalardaki bu değişik­liğe açık olmaları zorunludur.

Kadın sorunun özgüllüğü ve çelişki­lerin boyutu kadınların erkeklerin yer almadığı bir örgütlenmede çalışmala­rını gündeme getirmiştir. Ancak küçük burjuva sosyalistlerimiz bunu bir türlü kavrayamamakta kadının ve erkeğin birlikte kadın sorunu için örgütlenme­si zorunluluğunda diretmektedirler.Olayı karikatürize ettiğimizde işçi sen­dikasında işverenlerin yer almasını is­temekte aynı zemine düşen bu anla­yış da sosyalist erkeğimizin yine bir başka eksikliği. Egemen güçlere karşı mücadelenin yükselmeyişini şöyle kav­rar bu anlayış. İnsanlar bu sistemin kendilerini nasıl ezdiğini ve sömürdü­ğünü bilmiyorlar. Biri bunu onlara an­latınca insanlar gerçeği görecek ve mü­cadeleye girecektirler. Hayır olay hiç de böyle değil. Anlatmak olayın baş­langıcı ama esas önemli olan arkasın­dan gelecekler. Çok sıradan bir gece­kondu ailesinde kadının sorununu na­sıl kavrayacağı ve nasıl mücadele ede­ceği konusunda pratik adımların atıl­ması en önemli nokta. Henüz erkekle aynı mekanı paylaşmaktan ürken ka­dının bir erkekle bu sorunu tartışaca­ğına ve birlikte mücadeleye gireceğine inanmak büyük yanılgıdır. Ya da çeliş­kiyi direk yaşamayan kadın olmaktan dolayı bu toplumdaki sistemli baskıyı

Devamı 80. Sayfa‘da

57

Page 57: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

HALKIN GENİŞ KESİMLERİNE ULAŞMADA DEVRİMCİ EĞİTİMİN UYGULANIŞI VE HALK ÖNDERLİĞİ'ÜSTÜNE

Ahmet AYDEMİR

Sosyalist mücadelenin önemli bir alanı olan eğitim çalışmasına, buraya kadar söy­lediklerimizle kanımca bir açıklıkgetirmiş oluyoruz. Hiç şüphesiz bir faaliyetin nasıl yürütüleceği üstüne yazmak, pratiğini yü­rütmekten her zaman daha kolaydır. Pra­tik karşımıza bin bir zorluklar ve ayrıntılar­da koyuyor ve koyacaktır. İyi bir eğitimci­nin görevi zorluktan aşmayı ve aynntılan us­taca işlemeyi bilmektir. Çoğu zaman ayrın­tıların önemli olmadığı fikri pratik faaliyet­te bir düzleşmenin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Yaşamın kendisini hiçbir alanda ka­lıba vurmak mümkün değildir. Bizde bu­rada sadece; sosyalist mücadelede akıp gi­den eğitim sürecinin genel doğrultulannı ve perspektiflerini ortaya koymaya çalıştık. Bundan öteye söylenecekler fantazi kabi­linden şeyler olabileceği gibi, pratik müca­delenin sonsuz şıkta ayrıntı ve zorluklarını da yazmaya kalkmak gibi bir ütopizm olur­du.

Bugün sosyalist hareketimizin önünde­ki temel görev daha da militan bir kimliğe ulaşabilmektir. İnsanın yeteneklerine olan derin inancımız, onun var oluşundan gü­nümüze ulaşıncaya kadar sergilediği mu­azzam gelişmelerde ifadesini buluyor. Dev­rimci mücadelede ise, kahramanlığın, di­renişin, inanca bağlılık ve özverinin günü­

Bugün sosyalist hareketimizin önündeki temel görev daha da militan bir kimliğe

ulaşabilmektir. İnsanın yeteneklerine olan derin inancımız. onun var oluşundan

günümüze ulaşıncaya kadar sergilediği muazzam gelişmelerde ifadesini buluyor.

müzde de neredeyse sınır tanımayan ör­nekleri vardır. Hele 12 Eylül sonrasının o zifiri karanlığında, toplum düşkünlüğün ve çürümenin en uç tipleriyle karşılaştığı gibi, direnişi' doruğuna ulaşmış halk önderle­rine de tanık olmuştur. İşte günümüzde bu karanlık bir ölçüde yırtılmış ve gözlemleri­mize biraz ışık ulaşabiliyorsa, halkını gerçek­ten temsil edebilmiş bu değerler sayesin­dedir. Devrimle karşı devrim bu yüce kişi­

liklerin şahsında çok elverişsiz koşullarda amansız bir boğuşma içine girmiştir. I iziki anlamda kayıplar ne olursa olsun, kazanan kesinlikle devrimcilik olmuş ve rejimi pek çok çelişkisiyle birlikte iflasın eşiğine getir­miştir.

İşte biz bugün devrimci eğitimden, ye­nileşmeden ve militanlaşmaktan söz edi­yorsak hiç şüphesiz temel alınması veya ulaşılması gereken nokta budur. Hedefimiz, direnişleriyle önemli oranda rejimi aşılmay­la karşı karşıya bırakan, bugünün ve gele­ceğin çözümleyicisi HALK ÖNDERİ sıfatı­nı kişiliğine egemen kılmış kadro ölçüsü­ne ulaşmak olmalıdır. Rejimin bize dayat­tığı yaşam bile sayılamayacak, sıradanlığın. dümdüz ve hiçbir soylu çabanın sahibi ol­madan ortalıkta sürünmenin karşıtını koy­maktır. Bu da ancak her düzeyde önder- leşmekle. halk önderliği düzeyine ulaşabil­mekle mümkün olacaktır.

Halk önderliğini elbette salt eğitimle ula­şılabilecek bir durum olarak da görmemek gerekir. Ama bu yönde var olan eğilim ve yetenekleri eğitimle işleyerek geliştirmek zo­runludur. Bugün doğal önderlik denilen durumlarda söz konusudur. Pek çok işçi için “doğal işçi önderi" nitelemesi kullanılı­yor. Bunlarla tanışıklığında, kişiliğinde başta alçak gönüllülük olmak üzere pek çok olumlu özelliğe tanık olunacaktır. Halkımız, kesinlikle, kendisine yukardan bakan un­surlara bilgi birikimleri ne olursa olsun ge­nellikle, vezirle köylü olan babasının ara­sından geçen konuşmayı içeren fıkrayı an­latır. Birşeyler biliyor ama en baştan adam olamamış der. Rejimin 12 Eylülden bu ya­na alabildiğine kendini kurumlaştırdığı ve zora dayalı otoritesini pekiştirmekten bir an bile geri durmadığı göz önüne getirilirse, yukarıda bir örneğini vermeye çalıştığımız olumsuz kişilikle solcu da olsa bir yerlere varabilmek mümkün değildir. Sosyalizmin yüceltici, eğitici ve örgütleyici etkisiyle, hal­kın tarihin derinliklerinden gelen değerle­rinin birleştirilmesi bizi gerçek halk önder­liğine ulaştırır. Buna bir kez ulaşıldı mı da, kitlelerin öğretmeni ve öğrencisi, onlarla kopmaz bağlara sahip, devrimci örgütlen­meleri yaratma ve geliştirmenin ana halkası yakalanmış demektir.

Biz, halk önderliğinden bahsederken, el- betteki “doğal önder" tanımlaması içine gi­ren, bazı olumlu özelliklerine rağmen, son derece yetersiz, eğitimsiz hatta örgütsüz ön­

cü işçilerin kuyruğuna fazlaca takmılmama- sı gerekliğini söylüyoruz. Bu kesimler yo­ğunlaşmış ve iyi programlanmış eğitim sü­reçlerine alınarak, en önemlisi de örgütlü yaşama kavuşturularak tarihsel misyonla­rını oynayabilecek bir duruma ulaştırılma­lıdır. Sadece işyerinin veya sendikasının ba­zı sorunlarını çözme ötesinde bir gelişme kaydedememiş bir öncü işçi halk önderi ol­maktan çok uzak bir konumu yaşıyor de­mektir. Bu kesimlerin düzenden kaynak­lanan pek çok olumsuzluk ve yetersizlik içinde bulunduğu da bir gerçektir. Eğer bu durumlarını aşmalarına yönelik yoğun bir çaba içine giremezlerse, sosyalist hareket­te. profesyonel devrimci bir faaliyeti sürdü- remiyecekleri gibi pek çok yeni hastalık ve­ya sorunlarada kaynaklık etmeleri işten bile değildir. Başta sendikalizm ve ekonomizm olmak üzere, proletarya sosyalizmine ke­sinlikle yabana eğilimleri, sosyalist hareke­timize dayatmaları, sosyalizmin aydınlatıcı ve örgütleyici etkisiyle dönüştürülmedikleri sürece mümkün olabilmektedir. “Anadan doğma sosyalist" olarak nitelenen işçi sını­fı ve özelliklede öncü kesimleri, kesinlikle sadece objektif durumlannı açıklayan bu ni­telemenin ötesinde bir yaklaşıma tabi tu­tulmak zorundadır. Sınıfın günlük yaşamın­dan. sosyalist hareketimize katılım yönün­de eğilim belirleyen işçi kadro adaylan, on­ların objektif konumlan ve tarihsel misyon­larıyla ilgili söylenenlerin etkisiyle yaklaşım­daki tolerans payı ne olursa olsun, birer dü­zen adamı oldukları, aslında maddi, ma­nevi, kültürel, ideolojik vb. binbir bağ ile dü­zene bağlı olduklarını akıldan çıkarmamak gerekir. Eğer bir proleter tarihin kendisine yüklediği görevlerin adamı olacaksa, kesin­likle hiçbir çıkarı bulunmayan bu sömürü düzeniyle tüm bağlannı koparmayı esas al­malıdır.

Sosyalistler mücadelede işçi sınıfını te­mel alır. Zaten sosyalizm işçi sınıfının öz ide­olojisidir. Ama sadece işçi sınıfı içine sıkı­şıp kalan bir sosyalist akımında hızla yoz­laşılası kaçınılmazdır. Sosyalizm, toplumun tüm ezilen, sömürülen ve horlanan kesim­lerine. yani bir avuç parababası dışındaki tüm kesimlerin sorunlarına çözümler geti­rebildiği ve onları örgütleyebildiği oranda başarıya ulaşabilir. İşçi hareketi = sosya­list hareket değildir. Sadece işçi hare­ketleriyle uğraşan, bunun ötesinde toplum­daki tüm sınıf ve tabakalara yönelik politi-

Page 58: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

kalar üretip, pratik mücadelelerini geliştire­meyen bir işçide bu anlamda henüz sos- yalistleşmemiş demektir Sosyalist hareke­te, sosyaltstleşme yoluyla, işçi sınıfından ge len öğeler gerçek halk önderi konumuna ulaşırlar Bu niteliğe kavuşan bir işçi, sadece fabrikasının veya sendikasını sorunlarını ko nuşan ve bu temelde örgütlenen değil, bi­linçli birhalk adamı olarak, toplumdaki tüm sosyal kesimlerle ilgilenen, onlara öğreten, onlardan öğrenen ve örgütleyip eyleme kaldıran insan demektir.

Sosyalist harekete proletarya saflarından gelen öğelerin en büyük özelliği, pratik- örgütçü yanlarını gelişkin olmasıdır. On yıl ların fabrika, sendika vb. düzen kurumlan da olsa örgütlü düzenli yaşama alışkanlığı vardır. Üretim faaliyetini kollektif bir biçim de gerçekleştirmeleri, kollektivite, disiplin vb konularda da oldukça güçlü özellikler taşımalarına neden olmaktadır. Elbetteki bu özelliklerde düzen tarafından çarpıtılmış olarak taşınır. Bu çarpık yanlar aşıldığında, durumları ve çıkarları aynı olan on milyon tuk bir sınıfın mensubu olan adayın önüne muazzam bir ilişkiler denizi ve bu ilişkilerin durum ve düzeyleriyle ilgili değerlendirme yapma ve örgütlendirme olanağı çıkmak­tadır. İlişkiler kendi doğallığı ve uzun süre­dir düzen ölçü ve ahlâkıyla da olsa sınan­mış bir biçimde binlerle ifade edilecek dü­zeyde vardır. Bu muazzam olanak, işçi sı­nıfından gelen ve halk önderliğine ulaşan militana kısa sürede büyük gelişmeler kay­betme olanağı sağlar.

Sosyalist literatürde belirtilen “Almanca konuşma* veya “Amerikan işadamlığı* pro­leter öğelerin adeta temel bir özelliği gibi­dir. Az konuşur çok iş yaparlar, çeşitli dü­zeyde ilişki ve örgütlenmelere kısa sürede ulaşırlar. Yalnız bütün bu olumlu özellikle­rinin yanı sıra, doğal önderlikten, halk ön­derliğine ve profesyonel devrimciliğe sıç­ramaları da yavaş olmaktadır. Kısa sürede profesyonelliğe soyunamadıkları gibi, kar­şılaştıktan ilk zorlukla birlikte mücadeleden kaçma gibi bir durumlan da söz konusu de­ğildir. Devrimci sıçramayı yapmak uzun bir birikim süreciyle olduğu gibi -ki bu durum istediğimiz birşey olmasa da biraz sabırlı ol­mak gerekir- kaçma da olumsuzlukların bir hayli birikmesi sonucu gerçekleşir. Sabırlı, inatçı, iğneyle kuyu kazarcasına çalışmak, işte proletarya saflarından gerçek halk ön deri çıkarmanın tek yoludur. Bu süreyi kı saltmak yaşamın tümden devrimcileştiril- mesi, bir eğitim ve örgütlendirme çabası­nın süreklileştiriimesiyle kısaltılabilir. Ama yine de sabır titizlik ve hassasiyeti elden bı­rakmamak gerekir.

güllenme ve mücadele yöntemlerine kaza nılmalarıyla bu olumsuz duruma düşmele rinin önlemi alınabilir. Önlem dendiğinde de en önemli araç, proletarya partisi safla­rında, halk önderliğini temel alan bir çalış­ma tarzına adayların kazanılmasıdır.

Sosyalist mücadeleye önemli oranda mi­litan kadro adayı da aydın gençlikten gel mektedir. Bu kesimin durumu ve sorunla­rı başlı başına ayrı araştırmaları gerektir­mekle beraber biz işlemeye çalıştığımız ko­nu açısından Aydın gençlik üzerinde dev­rimci eğitimin bazı uygulama problem­lerine- bir ölçüde değinmek istiyoruz. Ül­kemizde büyük bir aydın ve öğrenci potan­siyeli, tarihten günümüze kadar taşıdığı ge­leneğinde gücüyle kendini devrimci hatta sosyalist olarak nitelemekte, bu yolda yo­ğun bir çaba ve mücadele sergilemektedir. Hatta denebilir ki son 25-30 yıllık devrim­ci mücadelenin neredeyse en büyük yükü­nü bu kesim üstlenmiştir. Sosyalizmi, Pro- mete'nin elindeki ateş misali dağa taşa her tarafa taşımış, bu yolda, şehitlik, işkence, hapis ve zulmün her türlüsüne katlanma­da dahil büyük bir özveri sergilemiştir. Bu durum ülkemizde neredeyse aydın genç­lik <■ devrimcilik boyutunda yaşanmıştır ve hâlâ belli ölçülerde yaşanıyor. Şüphesiz bu durumun izahı oldukça derinlemesine in­celeme araştırmaları gerektirir. Bizde ko­nuyla ilgili genel geçer şeyleri söylemekle problem aydınlanamaz. Sorun, sadece gençliğin yenilikçiliğe, ilericiliğe açık olma­sı boyutundan da ileri bir durumdadır.

TC’nin oluşumunda, hatta Osmanlı dö­nemini de kapsayan her bunalım dönemin­de aydın gençliğin öne çıkışı yaşanmıştır. Rejimin 50’li yıllardan sonraki önemli kriz momentlerinde de aydın gençlik yine sel gibi mücadele alanlarına iniyor. Toplumu ileriye götürmesi gereken, Osmlanlı döne­minde burjuva sınıfı yerine “burjuva devrimciliğini* cumhuriyet döneminde buh­ranlardan ve sömürü düzeninden toplumu kurtarmada öncü güç olarak hareket etmesi gereken, proletaryanın yerine harekete ge­çip “proleter devrimciliği* üstleniyor. Hiç Şüphesiz bu önemli oranda ülkemizin ka­pitalist gelişme tarzının -yunker biçimde- ol­masından kaynaklanmaktadır. Bu gelişme tarzı aynı zamanda sınıf mücadelesinin yük­seltilmesi imkânlan üzerinde de korkunç bir baskıyı getirmiştir. Kaplumbağa hızıyla yü­rüyen ve sınıfsal ayrışma, kopuşmaları sü­rekli baskı altında tutan bu tarz kapitalist- leşme, Osmanlı döneminde jöntürklerin, cumhuriyetin ilk yıllarında da Kemalistle- rin burjuvazi adına kapitalizmin kervanına topal eşekle katılmasına benzemektedir.

Sosyalist harekete proletarya saflarından gelen öğelerin en büyük özelliği, pratik- örgütçü yanlarının gelişkin olmasıdır. On

yılların fabrika, sendika vb. düzen kurumlan da olsa örgütlü-düzenli yaşama alışkanlığı

vardır. Üretim faaliyetini kollektif bir biçimde gerçekleştirmeleri kollektivite, disiplin vb.

konularda da oldukça güçlü özellikler taşımalarına neden olmaktadır.

Proleter öğeler, devrimci mücadelede, gerçek halk önderliğine ve profesyonel devrimciliğe sıçrayamazlarsa, günlük çalış madaki tüm verimlilikleri de bir süre sonra tıkanmayla karşı karşıya kalacaktır. Düzleş me ve üretimsizlik Stalimn deyimiyle en ba­yağı “kafasız işgüzarlığa” soysuzlaşma bu özellikteki adayların gerekli nitelik dönüşü­müne uğrayamadıklarında kaçınılmaz alın yazılarıdır. Elbetteki çok yönlü eğitim, ör

Aydın Gençlik, gerek Osmanlı, gerek cumhuriyet dönemlerinde “çağdaşlaşma* adına modern sınıfların üstlenmesi gereken rolü üstlenmiştir. Ve bu sınıflar adına “devrimci" çıkışlar yapmıştır. Bu durum bi­ze has ve oldukça orijinal bir durumdur. Jöntürklük, Kemalistlik ve yakın tarihte de “solculuk” biçimindeki gençliğin bu yöne­limlerini anlayışla karşılamak gerekir. Ne var ki bu anlayışla karşılama bu oluşum ve

evrimi proletarya sosyalizmi olarak görme­mize de neden olmamalıdır. Ayrıca aydın gençliğin adeta sosyal sınıflar yerine hep bu öne atılışlarının kendisine kazandırdığı ba­zı olumsuz özellikleri de göz ardı etmemek gerekir. Ülkemizde, aydın gençlik kuyruk- çuluğu ve onun tarihsel devrimci geleneği çok çok pohpohlanarak, bu durum üzerin­de ideolojiler ve örgütlerde inşa edilmeye çalışılmış, ama hedeflenen sosyal devrime, modern sosyal sınıf proletarya atlandığın­dan dolayı, gençliğin devrimci atılganlığıyla da bir türlü ulaşılamamıştır.

Aydınların sınıfsal konumlanndan gelen zaafların yanı sıra, bir de yukarıda değin­diğimiz nedenlerden dolayı “kendini dün­yanın merkezi sanma” eğilimi ve bu yön-

Anlaşılmaz konuşma, kitlelere tepeden bakma devrimcilik iddiasındaki birisi için utanılacak bir durumdur. Eğer yücelmek,

önder olarak kabul edilmek isteniyorsa halka karşı saygılı olmak zorunludur. Herşeyden

önce halk adamı olamadan, egemen sınıflar eğitim ve kültürüyle halk saflarında bir yerlere gelinemeyeceğinin iyi bilinmesi

gerekir.de yönelişleri oldukça güçlüdür. Kitlelere yukardan bakma, onların anlayamayaca­ğı dilden konuşma, devrimin kitlelerin eseri olacağını sözde kabul etme, ama pratikte bunun tam tersi bir durumu yaşama bu ke­simlerin karşılaşılan önemli zaaflarıdır. Kit­lelerle ilişkide kendinin de pek anlamadığı biçimde, ya çok konuşma -gevezelik- ya da dilini yutmuşçasma hiç konuşmayıp birta­kım pozlara bürünme durumlan da sergi- leyebilmektedirler. Pek çoğunun kimi tep­kileri eşelendiğinde kitleleri sürü gibi gören­leri bile az değildir. Aydın gençlik “devrimciliğinin* jöntürklük Kemalizm ve solculuk biçiminde geçirdiği evrimin önem­le dikkate alınmakla birlikte, bu durumu üzerinde ideolojiler ve örgüt inşa etmeye kalkışmamak gerekir. Aydın gençliğin, bu gelenek ve evrimini yoğun bir sorgulama­ya tabi tutarak modern proletarya ideolo­jisi temelinde bir dönüşüm yapmasını esas alan bir yaklaşım temel alınmalıdır.

Bir aydın genç, içinden gelen tarihsel an­lamdaki dürtülerin, egemen sınıflar eğitim ve kültürünün etkisi ne olursa olsun -elbette bu durum onun için önemli bir avantajdır- kendini anadan doğma sosyalizmin bilimi­ne vakıf birisi olarak da görmemelidir. An­laşılmaz konuşma, kitlelere tepeden bak­ma devrimcilik iddiasındaki birisi için uta­nılacak bir durumdur. Eğer yücelmek, ön­der olarak kabul edilmek isteniyorsa halka karşılı saygılı olmak zorunludur. Herşeyden önce halk adamı olamadan, egemen sınıf­lar eğitim ve kültürüyle halk saflarında bir yerlere gelinemeyeceğinin iyi bilinmesi ge­rekir.

Buraya kadar söylediklerimizden de hiç­biriydin genç alınmamalıdır. Biz burada tek tek bireylere değil, gençliğe, ülkemizin yaşadığı tarihsel sürecin ve egemen sınıf­lar kültürünün vermek istediği yanlış bir eği­lime dikkat çekiyoruz. Bu yanlış eğilimin karşıtı olarak, halk için, halkla birlikte ve halk tarafından örgütleme ve mücadeleyi temel alan aydın gençliğin geleceğin kurta- nlmasında büyük bir rolü olacaktır. Bilinen ve en başlarda değindiğimiz bazı olumlu özelliklere ve bu yöndeki eğilime bilmem tekrar değinmeye gerek var mı. Bizim olan ve kazanılmış olumlu bir eğilimle değil da­ha çok olumsuz eğilim, düzenden ve gele­nekten kopuşamamış kesimlerdir. Okları-

* \ 59

Page 59: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

mızın ucunda olanlar... Onları bir kez da­ha halk adamı ve önderi olmaya çağırmak, kendine ve topluma yabancı ucube bir ko­numdan çıkarmaya çalışmak, gerekiyorsa bu yolda eleştirinin en sertini yapmak ka­nımca soylu \>e dönem açısından da önemli bir qörevdir.

Sosyalist hareketimizde, aydın gençlikten gelen pek çok öğenin kitlelere yaklaşımda ölçüyü tutturamayan başka bir zaafına da tanık olunmaktadır. Bu en az kitlelere yu­karıdan bakmak kadar tehlikeli olan kitle kuyrukçuluğudur. Biraz sosyalistler ve halk gerçeğine inana gelişen genç aydın öge kit­leler karşısında bu kez de doğru devrimci tutumu temsil etmek yerine, onlarla bağ kurmak adına kitlelerin geri yanlarına tabi olmaktadır. Böylesi bir durum ne kendini geliştirebildiği gibi ne de kitleler içinde dev­rimci bir gelişme yaratabilir. Şüphesiz kit­lelerle kopmaz bağlar kurmak bu değildir.

Kuyrukçulukla sağlanan kitle ilişkisi bir pamuk ipliğine benzer ve her an kopmaya elverişlidir. Kitlelerin ileri özelliklerini ve

devrimi kendi kişiliğinde temsil edemeyen, kitlelerini durumlarına uygun devrimci

gelişmeler içine sokamayan bir kadronun halka önderlik etmesi bir yana, halk

tarafından bir kenara kaldırılıp atılmaması için bile bir neden yoktur.

Kuyrukçulukla sağlanan kitle ilişkisi bir pa­muk ipliğine benzer ve her an kopmaya el­verişlidir. Kitlelerin ileri özelliklerini ve dev­rimi kendi kişiliğinde temsil edemeyen, kit­lelerini durumlarına uygun devrimci geliş­meler içine sokamayan bir kadronun hal­ka önderlik etmesi bir yana, halk tarafın­dan bir kenara kaldırılıp atılmaması için bi­le bir neden yoktur.

Sosyalist m ücadelede “Fransızca konuşma" veya “radikal devrimcilik" ülke­mizde önemli oranda aydın gençlik tarafın­dan temsil edilmiştir. Ve halen de temsil edilmek isteniyor. Ne var ki bu devrimcilik örgütlenmeci “Almanca konuşma" ile bir­leştirilemez bir halk adamlığına dönüştürü- lemezse kendi içinde yozlaşması kaçınıl­mazdır. Yozlaşma biçimleri sonsuz çeşitli­likte olmasına rağmen birkaçına dikkat çek­meye çalıştık.

Sosyalistleştiğini, hatta bolşevikleştiğini iddia eden bir aydın öğenin hiç unutma­ması gereken temel husus şudur. “Bir ku­ral olarak kabul ederiz ki. Bolşevikler, ge­niş halk yığınlarıyla bağlarını korudukları sürece, yenilmez olacaklardır. Ve, tersine Bolşevikler yığınlardan uzaklaştıklan ve yı­ğınlara bağlannı yitirdikleri an, bürokratik pasla örtüldükleri an, bütün güçlerini kay­bedeceklerdir, kof bir biçimden ibaret hale geleceklerdir. (Stalin) Devrimciliği, böylesi içi boş, kof ve öğrencilik yıllarında fantazi kabilinden bir şey olarak yaşamamalıdır ay­dın gençlik. Sosyalizmin bilimini on milyon­larca emekçiye, elinde bir meşale gibi taşı­malıdır. Bu yöndeki bilinen adımlarını sis- tematize etmelidir.

Aydınların, öğrenci gençlik dışındaki önemli bir bölümü olan, yazarlar, profesör, sanatçı, avukat, doktor, mühendis, mimar, devlet memuru, öğretmen vb. kesimleri de vardır. Bu kesimlerden ilk ve orta öğretim kurumlarında çalışan öğretmenler ve kü­çük memurlar; düzen tarafından oldukça yoksul bir yaşama mahkûm edilmişlerdir. Aydınların tüm kesimlerinin yanı sıra özel­likle bu yoksul kesimleri, kendi demokra­tik örgütlenmelerini yaratmanın yanı sıra.

sosyalist hareketin saflarında da büyük oranda yer almaktadır. Devlet kapı kullu­ğunun ve masabent yaşamın insanı tüke­ten ortamından kurtulup devrimci harekete katılan bu öğeler, tüketilen kişilik ve yete­neklerini geliştirme imkânı bulmakta, bir ço­ğu harekette yönetici bir düzeye ulaşan ge­lişme gösterebilmektedir. Ülkemizde yaşam standartları göz önüne getirildiğinde, pro­letaryanın önemli bir kesiminden daha yok­sul yaşayan bu küçük ve yoksul aydın ke­simler, devrimci mücadelenin geniş bir po­tansiyel gücü olmak durumundadır.

Yetenekleri dumura uğratılmış, masa bent, iki yakası bir araya gelmeyen, devlet kapı kulluğuyla da kişilikleri önemli oran­da aşındırılmış olan küçük memur kitlesi sosyalist saflara yönelirken şüphesiz ki bu olumsuz konumundan çıkanlmak zorunda­dır. Eğer yukarıda değindiğimiz zaaflarını atamazlarsa harekete, üretimsiz memurca çalışma, darlık, kitle adamı ve militan bir hatta oturumama gibi önemli zaaflar ve so­runlar taşırlar. Elbetteki tüm bunlar bizim bu kesimin sistematik bir eğitim ve örgüt­lendirme çabasıyla sosyalizm yönündeki eğilimlerinin örtünün açılması görevinden alıkoyamaz. Yaygınlaşma ve kitleselleşme eğilimi içine giren devrimci hareketimizin, bir kaç sosyal kesime değil, tüm halk sınıf ve tabakalarına ulaşma onları proletarya sosyalizmi yönünde kesin dönüşüme tığ ratma, mücadelenin bu anlamda hem iv meşini hem de gelişim hızını yükseltme zo­runluluğu vardır.

Ülkemizde devrimci bir halk hareketinin önemli potansiyelini şehirde ve kırda bü­yük bir insan kitlesinden oluşan işsizler teş­kil etmektedir. İşsiz insanımızın “deklase" lü­mpen kesimleri olduğu gibi, çoğunluğunu işsiz işçi tabir edebileceğimiz şehir ve kır emekçilerinin en yoksul kesimi oluşturmak­tadır. Bu nüfuz ülkemizde milyonlarla ifade edilecek boyuttadır. Devrimci hare­ketimizin oldukça akışkan ve “gözü kara" kesimi buradan gelmektedir. Bu kesimden gelen devrimci kadro adayları, sosyalist in­san olmakta oldukça zorlansa da en zor gö­revlere talip olurlar. Zaten yaşamlan da bi­raz böyledir. Yani yan aç yarı tok, kavgalı gürültülü bir yaşam oniarın doğal yaşam tarzıdır. Lumpenizm derece derece bu saf­larda etkilidir. Ama doğru devrimcilikle kar­

ne sevdalı aydın ahbap-çavuş tekkeleri çı­kar.

Kırlarda yoksul köylülük, özellikle de köylü gençlik proletaryayı temel alan ha­reketimizin, mutlaka önemle ele alması ge­reken bir alandır, özellikle Doğu ve Güney­doğu dışında kalan, İç Ege. Doğu Karade­niz ve Orta Anadolu'nun gelişilmeye uygun alanları, proletaryanın aydınlatmak ve ör­gütlendirmek zorunda olduğu alanlardır. Kır yoksulları desteğinden yoksun bir pro­leter devrimci hareket her an proletarya­nın belli kesimleri içinde sıkışıp kalmanın sancılarından ve sorunlanndan kurtulamaz. Ülkemizdeki ekonomik krizin kırlarda da yakıcı etkilerini hissettirdiği ve saflara bu ke­simlerden katılımlann olduğu düşünülürse bu alanın da artan bir önem taşıyacağı, şe­hir ve aydın gençliği, ilkokul öğretmeni, profesyonel devrimci proleter öğelerin, köylülüğün bilinen zaaflarını da aşmayı, proleter devrimciliği giderek buralarda ege­men kılmayı esas alan bir çalışmayı bura­larda tutturması büyük bir zorunluluktur. Zaten salt şehirle sınırlı bir harekette, sık sık sıkıştırılma, hatta kendi içinde de bu neden­le daralma tehlikesi taşır. Zaman bulunu- lamaması durumunda bile şimdilik sırf bu sıkışma aşamalarında yapılacak müdaha­lelerle ilk başlangıçları yapmak mümkün olabilir. Veya başlangıç adımlan geliştirebilir. Dergi ve çeşitli kitaplar çevresinde oluştu­rulacak okuma gruplan, köylülükle ilgili in­celeme ve araştırmalar üzerinde yürütüle­cek tartışmalar, ve her yörenin kendine has sorunlarının değerlendirilmesi ve demok­ratik çözüm önerileri etrafında, geleceğin en üst mücadele biçimlerinin hayata geçi­rilmesine uygun potansiyelin ortaya çıkma­sına zemin hazırlanabilir. Ve bu zeminler­den köylü kökenli halk önderlerinin fışkır­ması devrimci mücadele için yeni ve önemli imkânların açılması olacaktır.

Ülkemizdeki, zengin halk kültür ve çe­şitliliğini de önümüzdeki süreçte dikkate al­mak gerekiyor. “Kürt sorunu’yla aynı bo­yutta olmasa da. Çerkezlik-Gürcü-Arap vb. ulusal etnik topluluklann kendi ulusal, top­lumsal. kültürel yöndeki demokratik talep­lerini dile getiren yayın ve örgütlenme ça­bası içine girebilecekleri görülmektedir. Çerkez kültürünü geliştirmeye çalışan Kaf- dağı Dergisi buna bir örnektir. Demokra­

İİlkemizde devrimci bir halk hareketinin önemli potansiyelini şehirde ve kırda büyük

bir insan kitlesinden oluşan işsizler teşkil etmektedir. İşsiz insanımızın “deklase”

lümpen kesimleri olduğu gibi, çoğunluğunu İşsiz işçi tabir edebileceğimiz şehir ve kır

emekçilerinin en yoksul kesimi oluşturmaktadır. Bu nüfus ülkemizde on

milyonlarla ifade edilecek boyuttadır. Devrimci hareketimizin oldukça akışkan ve “gözü kara” kesimi buradan gelmektedir.

şılaştıklannda da hızla etkilenirler. Bizde he­nüz tüm boyutlanyla ortaya çıkmış bir iş­sizler hareketi örgütlenememiş olmakla bir­likte, böyle bir hareketi bu kesimden kaza­nılacak gelişmeye en açık adaylarla başa­rabilmek mümkündür. Bunun da ötesinde, militan görevlere talip pek çok aday yoğun teorik, pratik, teknik eğitimlerden geçirile­rek talip oldukları görevle ilgili özel örgüt­lenmelere kavuşturulabilir.Bu kesime lüm­pendir, işe yaramaz tarzında yaklaşmak çok sakıncalı ve tam bir “seçkinci aydın" tav­rıdır. Bu tavırdansa devrimci bir halk ha­reketi hiçbir zaman çıkmaz. Ancak kendi­

tik hareketin önemli bir bileşeni olma eği­limi taşıyan bu kesimlerle, milliyetçi ön yar­gılardan uzak, demokratik ve enternasyo- nalist yaklaşımı temel alan ilişkiler geliştir­mek. sosyalist hareketimizin küçümseme­mesi gereken bir görevidir. Bu ulusal-sosyal toplulukların yoğun yaşadıktan alanlarda kendi öz yönetimlerini oluşturmakta dahil tüm demokratik saflannda bu kesimleri et­kin yer alabilmesi için çaba sarfederken bu çabalar ulusal etnik topluluklanmızın ken­di önderliğine de kavuşabilmesi için gös­terilecek aktif destekle bütünleştirilmelidir.

“Kürt sorunu"nda ise bedeli ne olursa ol-

Page 60: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

sun bilinen enternasyonalist tutum terke- dilmeyeceği gibi bu halkın tarihinde yaka­ladığı ve modern proleter önderliğe de ka vuşturduğu mücadelesi tüm gücümüzle desteklenmelidir. Egemen sınıfların karşı propagandalarını boşa çıkarmakta da bü yük bir çaba sarfedilmelidir. ‘Kürt sorunun da Türkiyeli bir devrimci hareketin her türlü önderlik veya önderliği yaratacağı iddiası

özlü olması, kitlelere yukarıdan bakan “seç- kinci aydın” tavrı kadar, kitle kuyrukçulu- ğundan da özenle kaçınan bir devrimci yaklaşımın kadro yapısında hakim kılınması başarıya ulaşmanın temel şartlarıdır. Bir kadro halk önderliğine ulaşmayı hedefle­diğinde yaşamını tümden devrimcileştirmeli ve günün 24 saatinde devrimi yaşamalıdır. Devrimci görevler + özel hayat diye bizde

“Kürt sorunu’rıda ise bedeli ne olursa olsun bilinen enternasyonalist tutum

terkedilmeyeceği gibi bu halkın tarihinde yakaladığı ve modern proleter önderliğe de kavuşturduğu mücadelesi tüm gücümüzle desteklenmelidir. Egemen sınıfların karşı

propagandalarını boşa çıkarmakta da büyük bir çaba sarfedilmelidir. “Kürt sorunu’ nda

Türkiyeli bir devrimci hareketin her türlü önderlik veya önderliği yaratacağı iddiası ise

daha inceltilmiş bir sosyal şovenizmden başka bir şey değildir. Bu da iki halkın

kardeşliğine ve mücadele birliğine zarar vermekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

ise daha inceltilmiş bir sosyal şovenizmden başka birşey değildir. Bu da iki halkın kar­deşliğine ve mücadele birliğine zarar ver mekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Yazı dizimizin bu bölümünde buraya ka­dar kısmen değinmeye çalıştığımız kesim­ler devrimci hareketimizin bitmez tükenmez güç kaynaklarıdır. Ne var ki bu kesimlere düzenin verebileceği hiçbir şeyin bulunma­yışı ve devrimci olmaya zorlanmaları ve gi­derek mücadele içinde yer almaları eğer doğru bir devrimci yaklaşımla ve dönüşme­yi temel alan bir biçimde gerçekleşmezse pekçok proletarya dışı etkiyi de hareketin saflarına taşıyacaklardır. İşte tam da bu noktada dönüşümün nasıl olacağı sorunu çıkmaktadır. E>r. Hikmet Kıvılcımlı bir ya­zısında, proletarya dışı etkilerden arınma­nın yolu olarak “Proletarya cehennemin­de yanm ak” ve “devrimci teoriyle aydınlan maktan" söz eder. Bu yol bir baş ka deyişle ‘küçük burjuvazinin sınıf intiha nna uğratılması” olarak da ifade edilebilir. Proletaryanın kendisi kendi “cehennemin­de yandığına adeta örs ve çekiç arasında her gün bizzat düzen tarafından dövülüp hazırlandığına göre yine bu kesim başta dü­zenin etkilerinden kurtarılmak üzere eğiti­min aydınlatıcı sürecine alınacaktır. Emekçi halkın diğer kesimleri ise, proletarya cehen­nemi imkânından da yoksun olduğundan -geniş burjuva tabakalar- sınıf intiharına uğ- ratılıncaya kadar eğitilmek zorundadır. El­bette bu da birden bire değil uzunca bir mü­cadele sürecinin sabır ve enerjisini, karar­lılığını şart koşar. Bu kesimler ağırlıkla kendi sınıf ketumlarını ve hastalıklannı bilince çı­kartıp dönüşmek bunun için de sistemli bir şekilde devrimci tepriyle aydınlatılmak zo­rundadırlar. Her sosyal kesimin demokra­tik örgütlenmeleri veya bu örgütlenmele­rin yaratılma süreçleri bir yanıyla da böyle yaşanmalıdır. Salt demokratik bir kitle ör­gütleri çalışmasıyla, biz de özlemi ve eksik­liği yoğun olarak hissedilen mücadele alan­larına yönelik devrimci kurumlaşmanın ve bunu proletarya partisi önderliğinde ger­çekleştirmenin başka bir yolu da yoktur.

Militan ölçüsünde halk önderliğini temel olan devrimci bir partiyi inşa etmede, ya­şamın tümden devrimcileştirilmesi, eğitim ve aydınlanmanın tam yapılması, katılımın

sıkça karşılaşılan ikiye, hatta bunun yanın­da aile bağları + düzenle geçim imkânları bağları vb. vb. 4-5 parçalanmış bireyin de­ğil halk önderliğine ulaşmak sıradan bir aday olma konumunu bile sürdürmesi çok zordur. Bazı unsurlara yöneiik yapılan eleş­tirilerde, bu unsurların savunmasının “özel yaşamı bizi ilgilendirmez alana yönelik gö­revlerini yapıyor ya...” türündeki koruma- cılıklann ne kadar da sahte, aldanma ve al­datmaktan başka bir şey olmadığı her gün biraz daha ortaya çıkmaktadır. Yozluk ve lümpenizmi yaşayan bir unsurun, değil gö­revli olduğu alanın çalışmalarını yürütmek, buraya yönelik tüm planlamaları, hatta en zor dönemin oluşturulan ilişki ve bağlantı­larını tasfiye etmek, kendi yaşama alanı haline getirdiği buralarda, kendini dayat­mak ve yapıyı kendine bağımlı kılmak saf­lara yeni insan katmamak için herşeyi yap­tığı görülmüştür. Bu tür unsurların kadın sorunu, kitle içinde çalışma, devrimci ör­gütlenme ve yoldaşlık ilkelerinde derin tah­ribatlar açmaları, pek çok dürüst öğeyi bu­nalıma sürükleme durumları vardır. Yani yaşamda devrimi değil, düzenin en bayağı yozluğunu yaşayan ve bizlere de modern­lik adı altında bunu dayatanların herhangi devrimci gelişme sağlamak bir yana var ola­nı da düzene teslim etmeleri söz konusu­dur. Bu tür unsurlar yaşamlarının bilinçle­rinde yarattığı yansımayla devrimci saflar­da düzenin objektif ajanlığı rolünü oynar­lar. Sürekli bir kaçış ve tasfiye olmayı ha­rekete dayatırlar. Gelişme yerine tasfiye ol­ma yaşanmak istenmiyorsa, özel yaşam + görevler ikilemi yerine basit, sade ve dev­rimci bir yaşamın tekliği adaylarda egemen anlayış haline getirilmelidir. Aile, kadın so­runu, iş ilişkileri, özel tutku vb. gibi düzen içi kurumlaşmalarında gerçek halk önder­liğine ulaşmada devrimci bireyin önüne önemli engeller olarak çıktığı kesinlikle kav- ranmalıdır. Bu tür kurumlaşmalara gitme­mek, en cızından bu tür kurumlarla kendi arasına bir mesafe koyabilmek sonuç alan devrimciliğin temel yaklaşım tarzı olmalıdır.

Yine devrimci pratiğimizde, teoriyi hiç önemsemeyen, bırakalım klasikleri veya Türkiye’deki devrimci mücadelenin sorun­larını ele ala yapıtları, dergileri, hatta gün­lük basını bile takip etmeyen tipler ortaya

çıkmaktadır. Hareketin doğal mensubu ola­rak kendisini niteleyen bu kadro adayı tipi de ele geçirdiği çeşitli alan sorumlulukları içinde, herhangi bir devrimci gelişme kay­detmek bir yana, adeta alanındaki gelişme­lerin önünde bir tıkaç rolüde oynamakta­dır. Kendisi iflası yaşayan, birimindeki ge­lişmeleri de iflasın eşiğine getiren tiplere de özenle yönelmek gerekmektedir. Adeta maaşlı bir memur duyarsızlığı ve kayıtsızlı­ğı taşıyan bu tür öğelerin değil önderleş- mek bu yetenek ve özelliğe sahip pek çok adayı bastırıp gelişmelerini engelleyeceği ortadadır. Bu türden “doğal mensupların da acilen teorik eğitim içine alınmaları, dev­rimci teoriyle, dünya, Türkiye ve bölgede­ki gelişmelerle yakından ilgilenen, sağlam bir dünyaya bakışa, gelişmelere duyarlı en önemlisi de politik uyanıklığa kavuşturul­maları zorunludur. Bu tiplerin aydınlatma, uyandırılma, uyuz gezer durumdan çıka­rılmaları gereklidir. Sosyalist hareketimiz, sadece yeni kitle ilişkilerinden eğitim yoluy­la halk önderleri çıkarmayı -bu anlamda hareketi yenilemeyi temel almanın yanı sıra- eskiden beri hareketin saflarında olan öğelerinde durumlarını ve pratiklerini iyi denetleyip, tıkanma durumlarında müda­hale edip, görevden alıp, eğitim çalışmala­rı sürecine katmalıdır. Devrimci teoriye, dünya ve Türkiye’deki gelişmelere ilgisiz öğelerden eğer bu durumdan kurtarılamaz- larsa pek hayır gelmiyecektir. Tıkanma, bu­nalma ve kaçış, hatta kimi tahribatlar ya­ratmaları da söz konusu alabilecektir. Özel­likle bu tipe Dr. Hikmet Kıvılcımlının ya­şam ve mücadelesi iyice kavratılmalıdır. Te­mel aldığını söylediği düşünceye karşı ol­ma konumundan mutlaka çıkarılmalıdır.

Bir kadro halk önderliğine ulaşmayı hedeflediğinde yaşamını tümden

devrimcileştirmeli ve günün 24 saatinde devrimi yaşamalıdır. Devrimci görevler +

özel hayat diye bizde sıkça karşılaşılan İkiye, hatta bunun yanında aile bağları + düzenle

geçim imkânları bağları vb. vb. 4-5’e parçalanmış bireyin değil halk önderliğine ulaşmak sıradan bir aday olma konumunu

bile sürdürmesi çok zordur.

Olağanüstü duyarlı, çok okuyan, çok yazı yazan, düzenli, planlı, sade yaşayıp kit­lelere sosyalist düşünce ve yaşamı taşımak­tan başka bir şey olmayan H. Kıvılcımlının yaşamı biraz temel alındığında tıkanan öğe­nin açılması mümkün olabilecektir. Dürüst­lük, sağlamlık, kararlılık, davaya muazzam bağlılık ve düşmanı karşısında bir kez bile diz çökmemek. Bu özelliklerin değil tama­mı birkaçı bile kişiliğe sindirilse ülkemizde devrimci gelişme sağlanmaması için hiçbir neden yoktur.

Devrimci eğitimin, kadrolaşma ve özel-. likle de halk önderliğine ulaşmayla ilgili der­gimizin son 4 sayısında sürdürdüğümüz ça­lışmayı böylece tamamlamış oluyoruz.Bundan ötesini pratikte söyleyip, halkımı­zın önderliğine ulaşmak için bitmez, tüken­mez enerjiyle çalışmak, sahte önderlikleri, geçmişin o çarpık ve aşılmış “solculuğunu”12 Eylül kişiliğini -bireyci, kanan ve kandı­ran tipi- aşmak boynumuzun borcudur.Devrime, halkımıza ve kendimize olan inancıtnız ve kararlılığımızla görevlerimizin üstüne yürüyelim. Dönemin bize emretti­ği dönüşme ve önderleşmenin gereklerini tam yerine getirelim. Zafere ulaşmanın yolu buradan geçiyor.

- BİTTİ -

61

Page 61: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

12 EYLUL'UN İSÇİ HAREKETİVE SENDİKALAR ACISINDAN DOĞURDUĞU SÖNUCLAR VE BU SONUĞLARA MÜDAHALEMİZ.GİRİŞ

Bugünlerde işçi hareketi ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda çe­şitli görüşler tartışılmakta, değişik alter­natif ve davranış biçimleri ortaya atıl­maktadır.

Bu konuda netleşebilmek için sanı­rım anılarımızı yenilemekte yarar var. Olaya bakışımızı, geçmişle gelecek ara­sındaki iletişimi ve bütünleşmeyi de sağlayarak tespitlere gidilmeli. Bu kav­ramamızı ve çözümünü kolaylaştırıcı somut bir yöntem olacaktır. En önem­lisi de konuyu bugünkü gibi gündeme getiren, sendikal cepheye şekil veren maddi yönüdür. Burjuvazinin sendikal alandaki istem ve adımlanndan bağım­sız olarak olayı kavramak mümkün de­ğildir.

İşçi hareketinin sendikal cephesine yönelik görüşler, san uzlaşmacı Türk- İş çizgisi, Türk-işde birlik, DSİM ve Ba­ğımsız sendika çizgileridir. Hepsi ayrı ayn tartışma konusu yapılabilir. Bir yazı içinde tümünü tartışmak (salt yöntem tartışması olmayıp, aynı zamanda sen­dikal kavramların yorumlanış biçimle­rini de içine alacağından) yazının izlen­mesini zorlaştıracaktır. Biz bu tartışma- lan ileriki yazılara bıraktık, öncelikle, konuyu, 12 Eylül’ün İşçi hareketi ve sendikalar açısından doğduğu so* nuçlar ve bu sonuçlara müdahale açısından belleklerimizi de yenileyerek ele alacağız.12 Eylül’e gelirken işçi hareketi ve sendikalar

Finans-Kapital’n daha çok tekelleş­me, tekelleşme ivin daha çok üretim ve mali kaynak, daha çok çalıştırma, da­ha az ücret koşullannı istediği 1980 yılı

. Türkiyesi;

Finans-oligarşi bu sorunlarını doğa­sı gereği sürekli olarak zaten bağrında taşımaktadır. Ne var ki, ekonomik- demokratik talepler üzerine dayalı top­lamsal muhalefet politik bir baskı gü­cüdür de. Böylece işler hiç de tekelle­rin istediği gibi gitmeyebiliyordu. Emekçi yığınlann politik anlamda mer­kezi oluşumunun eksikliğine rağmen, mesleki örgütlenmeler düzeyinde da­hi sorunlara müdahale ve kitlesel is­temler için hareket etmeleri oldukça ileri boyutlardaydı. Ayrıca her biri di­ğer demokratik yapılanmalardan da destek görmekteydi. Toplumsal muha­lefetin yaygın ve etkili biçimde yürütül­mesi sınıf çatışmasında güç dengesini belirli ölçülerde işçi sınıfından yana kaydırıyor ve ivme kazandırıyordu.

Günlük hayatın toplumsal muhale­fetle süslenen yapısı tekeller açısından hiç de avantajlı değildi. Sınıf hareketi­nin ekonomik demokratik baskı gücü olarak da bir ölçüde, DİSK’e bağlı sen­dikalar, politik istemlerini uygulatma konusunda yaptırımcı olmaya başla­mışlardı. Oysa tekelleşmenin mantık­sal sonucu olarak, tekelleşme arttıkça daha az kesim ve tekeller için daha çok demokrasi, çoğunluk yani halk kitleleri için daha az demokrasi gerekir.

İşte 24 OCAK kararları bu ortamda alınıyor ve yönetenlerin yönetemez ol­duğu dönemde hayata geçirilmesi is­teniyordu. 24 Ocak sosyo ekonomik tedbirlerinin yaptırımcı olarak hayata dirilmesini engelleyen toplumsal de­mokratik muhalefetin ve muhalefetin sözcüsü durumunda olan yasal de­mokratik kurumlann demokrasi sahne­sinden indirilmesi gerekiyordu. Şahne­nin öbür tarafında hazırlanan 12 Ey­

Ahmet ERKÖK

lül. “yerinde ve zamanında müdaha­lesizdi. Bu yolla demokrasi güçlerini sahneden çekiyor ve oyunun baş ak­törü durumuna gelerek, hükmedenle­re yönetmenin mutlak otoritesini sunu­yordu. 24 Ocak kararlan toplumsal ke­sitler açısından aynı anlama gelen so­nuçlar doğurdu. Finans kapitalin sınıf sendikacılığına karşı yürüttüğü ideolo­jik mücadelenin sonuçlannı alması açı­sından da istemler taşıyordu. 12 Eylül bunu sağlarken demokrasi güçlerini cephenin çok gerilerine savuruyordu. Toplumsal muhalefetin yaygın olması­na karşın politik anlamda sınıf örgüt­lülüğüne sahip olamayınca sosyalistle­rin (!) demokratların geriye gidişlerinin önü alınamıyordu.

Bir yandan alınan ekonomik tedbir­ler bir yanda da ekonomik tedbirlerin uygulanabilmesi İçin gerekli koşullar hazırlanıyor. 24 Ocak ve onun yaptı- nmcı yapılanması 12 Eylülle birlikte. Ekonomik tedbirler deyince akla ilk ge­len işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. Do­ğaldır ki ekonomik tedbirlere tepki de bu kesimlerden gelecektir. Buna kar­şı, ekonomik-demokratik mücadelenin verildiği kuruluşlann varlığı ya da ni­teliği finans-kapitalin en çok tartıştığı üzerinde en çok demogoji yaptığı ve ideolojik mücadelesini doğrudan yü­rüttüğü odaklardı.

1980lere gelindiğinde birçok yanlış­lan bağnnda taşımasına rağmen, yığın­lar geniş olarak DİSK111 olgusunu tar­tışmaya, ekonomik mücadele de ka­zandığı başarılardan, politik mücade­le girişimlerinden de etkilenmeye baş­lamışlardı. Türk-iş ise kuruluşundan bu yana sermaye için salt bir mevzi örgüt­lenme değildir. Kurumsal olarak, sö-

Page 62: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

mürünün devamından yana, uzlaşma­cı tavrıyla sermaye ile bütünleşmiştir. 12 Eylül arifesinde bu tutumu gelişen sınıf sendikacılığı anlayışı karşısında kendisi için bir çıkış noktası oluştur­muştur.

Finans-kapital sözcüleri 12 Eylül ari­fesinde sınıf sendikacılığı anlayışının yaygınlaşmaya başlamasından rahat­sızdırlar. Sık sık “Sendika enflasyo­numdan söz ederek DİSK’le Türk-İş’in birleşmesi gerektiğini savunur olmuş­lar. Ama o günkü koşullarda istemle­rini uygulamaya geçirecek maddi ze­mini bulamamışlardır. Toplumsal geliş­me içinde sendikal anlayışları farklı olan, o güne kadar “işçi sınıfı” terimini ağzına bile almamış Türk-İş’le bir çok eksiği ve yanlışına rağmen “sınıf sen- dikactlığı”m benimsemiş DİSK’i bir­leştirmek gibi bir şey olacaktı. Ne var ki böylesi bir birleştirme zorlaması ser­maye güçleri için gerekliydi. Ve işçi sı­nıfının niteliksel anlamda daha da güç­lenmesinin yaratacağı tehlikenin kapı­da beklediğinin sezinlenmesinin sonu­cuydu. Sistemin yürümesi için mutla­ka olması gerekirdi. Aksi takdirde işçi sınıfının ekonomik demokratik ve po­litik mücadelesi, egemenlerin ve işbir­likçilerinin kontrolünden çıkıyordu. Gi­rişilen mücadeleler içinde işçi sınıfı ön­cüleri sınıf içindep yetişmeye başlıyor­du. O zaman finans-kapital açısından yapılması gereken sınıf ve kitle sendi­kacılığı anlayışının ideolojik ve politik açıdan yenilenmesini sağlamak olma­lıydı.

12 Eylül bu konuda da kılıcını attı. DİSK kapatıldı. Bu yolla da sınıf ve kit­le sendikacılığına darbe indirilmiş oldu. Bilimselliği bir tarafa, sırf demogojiye dayalı olarak giderek artan dozajlarda DİSK’e karşı ideolojik mücadeleye gi­rişildi. Toplumsal muhalefet ve DİSK’in toplumsal muhalefet içinde yer alışının nedenleri-sonuçlan unutturuldu. DİSK ve pek çok demokratik kuruluş hak­kında davalar açılarak öncü işçiler için­de baskı oluşturuldu. Giderek de Türk- lş’le DİSK arasındaki sendikal anlayış ve mücadele yöntemlerini ilişkin fark-

üyesi uzun süre Türk-İşe gitmeme ko­nusunda direndi.

Görüldüğü gibi 12 Eylülle çıkartılan yasalara salt doğurduğu hukuksal so­nuçlar açısından bakmak, geçmiş dö­nemi ve bundan sonraki dönemi tanı­mak açısından yolumuzu tıkar. Ger­çekten de 12 Eylül yasalarıyla işçi ha­reketi ve sendikal mücadele geriye gö­türülmüştür. Yani sermaye güçleri amaçlarına ulaşmışlardır. Bu yasaların, finans-kapitalin işçi hareketine karşı, sendikal anlamda yürüttüğü ideolojik mücadelenin politik sonuçlan olduğu­nu görmezsek ne olur? Basit, bu ya­salara karşı mücadele, en önemlisi ya­saların ekonomik-politik maddi temel­lerine karşı verilecek mücadele anla­yışı konusunda bizleri yanılgıya, olum­suzluğa en tehlikelisi de sermayenin minderinde döğüşmeye götürür.

Nasıl Bakmalı?Sendikalar kapitalizmin sistem için­

de ortaya çıkarttığı işçi sınıfının ekono­mik demokratik politik dayanışma, is­tem ve mücadele örgütleridir. Ama egemen güç sendikalan demokratik ve politik mücadeleden koparmaya çalı­şır. Dahası sömürünün sınırlandırılma­sı, buna yönelik mücadelenin önünün açılması gibi demel istemlerini yok say­mak, ekonomik istemler için bile mü­cadeleyi değil uzlaşmayı temel alan ör­gütler durumuna getirmek için çaba gösterirler.

Öte yandan, üretimin toplumsal ka­rakterine rağmen üretim araçlarının özel mülkiyette bulunması, kapitalistler­le işçi sınıfı arasında uzlaşmaz çelişki yaratır. Finans-kapitalin yaşaması da­ha fazla sömürüye, işçilerin yaşaması ise daha fazla ekonomik-sosyal imkân­ların elde edilmesine bağlıdır. Bu ne­denle işçiler kapitalistlere karşı hak ara­ma mücadelesine gitmek zorundadır­lar. İşçi sınıfı doğal olarak ilkin ekono­mik mücadele vermiştir. Ancak politik iktidarları aracılığıyla kapitalistler, hak arama mücadelelerinin, zorla ya da var olan yasalan uygulamayarak önüne geçmiştir. Yani kapitalistlerin elinde

Görüldüğü gibi 12 Eylülle çıkartılan yasalara salt doğurduğu hukuksal sonuçlar açısından bakmak, geçmiş dönemi ve bundan sonraki dönemi tanımak açısından yolumuzu tıkar.

Gerçekten de 12 Eylül yasalarıyla İşçi hareketi ve sendikal mücadele geriye götürülmüştür. Yani sermaye güçieri

amaçlanna ulaşmışlardır. Bu yasaların, finans-kapitalin işçi hareketine karşı, sendikal anlamda yürüttüğü ideolojik

mücadelenin politik sonuçlan olduğunu görmezsek ne olur?

Iılıkiar unutturuldu. Bir yandan bu ya­pılırken diğer yandan da sözde serbest toplu iş sözleşmesi pazarlığına geçilin­ce, sendikası kapalı olan yığınlar, eko­nomik abluka kaldı. Bu tedbirle Türk- Iş ve Hak-lş’e gitmeye zorlandılar. Böy- leyken bile 200-300 bine varan DİSK

yalnızca üretim aradan değil, politik ik­tidarları da vardır, öyleyse sendikala­rın verdiği mücadele ekonomik- demokratik mücadeleyle sınırlandırıla­maz. Sendikalar giderek sömürünün kaynağına yönelik ve onu sürekli kılan ideolojik anlayışa karşı da mücadele­

ye girmek zorundadırlar.İşte burada iki farklı sendikal anla­

yış ortaya çıkacak. Biri işçi sınıfının aleyhine uzlaşmacı anlayışlı politik kampta yer alırken İkincisi sındikal mü­cadelenin ekonomik, politik, ideolojik bütünlük içinde yürütülmesini savuna­caktır. Bir üçüncü biçim olan anarko sendikalizm ise sendikalarla iktidar mü­cadelesini özdeşleştirecektir. Bu anla­yışın farklı biçimleri olarak ya sendika­ların vereceği ekonomik mücadeleyle sınırlanacak ya da sendikal örgütlen­meye karşı çıkmanın yollarını geliştire­cektir.

Burada iki farklı sendikal anlayış ortaya çıkacak. Biri işçi sınıfının aleyhine uzlaşmacı

anlayışlı politik kampta yer alırken İkincisi sendikal mücadelenin ekonomik, politik, ideolojik bütünlük içinde yürütülmesini

savunacaktır. Bir üçüncü biçim olan anarko sendikalizm ise sendikalarla iktidar

mücadelesini özdeşleştirecektir. Bu anlayışın farklı biçimleri olarak ya sendikaların

vereceği ekonomik mücadeleyle sınırlanacak ya da sendikal örgütlenmeye karşı çıkmanın

yollarını geliştirecektir.Finans-kapitalse sınıf sendikacılığı

olan ekonomik demokratik politik mü­cadeleyi bütün olarak gören anlayıştan rahatsız olmakta, DİSK’le Türk-İş’i bir­leştirmeyi düşünürken aslında sınıf sendikacılığı anlayışını fiili olarak imha etmeyi planlamaktadır. O günün ko­şullarında (yanlış ve eksiklerine rağ­men) Türk-ış’den farklı bir politikaya sahip olan DİSK vardır, işçiler DİSK öncülüğünün ağır bastığı ekonomik demokratik mücadeleler sonucunda ve grevler pahasına elde ettikleri bir dizi hakların bir süre sonra kapitalistlerin körüklediği enflasyon ve diğer yollar­la alındığını gördüler. Politik mücade­leyle bu haklarını ve mevzileri pekiştir­mek, sınırlannı genişletmek ve sömü­rünün kaynağına karşı durmak yolun­da da eylemlere girişmek zorunluluğu kavranılır oldu. Bu durum, politik bir sıçramaya dönüştürecek koşullar ol­masa da finans kapital açısından ra­hatsız edici gelişmeler sayılmaktaydı.24 Ocak kararları bu açıdan da tersi­ne bir alt üst oluşu gerektiriyor, işçi sı­nıfının elde ettiği mevzilerden ve ulaş­tığı ekonomik, demokratik, politik mü­cadele seviyesinden geriye gitmesini öneriyordu. 12 Eylülün yaptırımcı gü­cü ise bunların hepsine toptan çözüm getiriyordu.

Artık sendikalar politikayla uğraşma­malı, ekonomik demokratik taleplerle uzun boyluca mücadeleye girişmemeli Sendikal alanda tek anlayış “sarı sendikacılık” ona muhalefet olarak da - “ekonomizm” egemen olmalıydı.

12 Eylülle fiili olarak bu istemini ger­çekleştirdi. Sürmesini sağlamak içinse demogoji ve ideolojik tartışmayla farklı görüşlerin kendi gücüne boyun eğme­sini zorluyordu. Doğrusu bunda başa­rılı da oldu.

Bir süre sonra DİSK içinde yer al-

Page 63: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

mış olan bazı kesimler önce “Ttirk- Iş’de birlik” şiannı ileri attılar. DİSK'in tabanın Türk-ış’e gitmesiyle Türk-İş'in kolayca ele geçirileceğini savunan bu kesim düşüncelerini kısa yoldan (!) ha­yata geçirem eyince daha sonra “Türk-İş değişmelidir” ve “var olan mevzilerin korunması” biçi­minde taktik tutumla bağımsız sınıf ör­gütlenmelerini gündemden çıkardılar.

Bir başka anlayışta, “Düzenin devamı” ilkesi üzerine kurumlaşmış olan Türk Iş’in işçi sınıfının her türden savaşımı önünde baraj oluşturduğunu söylüyordu. Buna rağmen Türk-İş için­de çalışma yapılabileceğini ve hatta ey­lem birliğine zorlanabileceğini belirti­yordu. Ancak işçi sınıfının önüne, 12

t^rk-İş'de birlik ve Türk-İş’i ele geçirme mantığıysa sınıfı sınıf ve kitle sendikacılığı

¿ rafında bütünleşmeden koparıyordu. Hatta bütünlüğün parçalanmasının kendisinden

başka bir şey ifade etmiyordu.

Eylül sonrasında “rüştünü” ispatlamış, sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının egemen olduğu örgütlenmeler çıkar­madan Türk-İş içindeki yapının da par­çalanmayacağını ileri sürüyordu. Ve bu temelde “bağımsız sendikalann” örgüt­lenmesinin zorunluluğunu savunuyor­du Tabii “bunu her iş kolunda tepe­den dayatmacı olarak değil uygun iş kollarında bizzat işçilerin gücüyle gerçekleştirmek” gerekiyordu.

Yine bu anlayışa göre yasalar, ege­menlerin, işçi sınıfının mücadelesini ve sendikal alanda yürüttüğü ideolojik mücadelesini engelleme politikasının bir sonucuydu. Bu ve yukarıdaki ne­denlerle sendikal mücadele salt yasa­lara karşı değil yasaların politik gerek­çelerine karşı da verilmeliydi. Zaten ye­ni yasalar sendikacılığa karşı değil, sı­nıf ve kitle sendikacılığına karşı engel­leme getiriliyordu, işçilerin ekonomik, politik, ideolojik mücadelesini birbiri, den koparmayı amaçlıyordu. TCirk Iş’de birlik ve Türk-İş’i ele geçirme man­tığıysa sınıfı sınıf ve kitle sendikacılığı etrafında bütünleşmeden kopanyordu. Hatta bütünlüğün parçalanmasının kendisinden başka bir şey ifade etmi­yordu. (Sarı sendikacılık ve sınıf sen­dikacılığı konunun dağılmaması açısın­dan ayn bir tartışma konusu yapılacak­tır.)

Sınıf ve kitle sendikacılığı Türk-Iş de birlikteki karşı çıktığı, Türk-İş de birlik­le;

a- Sınıf uzlaşmacı sarı sendikacılığın güçlenecek,

b Egemen ideolojiye karşı bağımlı­lık artacak,

c- Sermayeye karşı bağımlılık arta­cak.

d Gerici partilere karşı bağımlılık gerçekleştirilmesi, sınıf ve kitle sendi­kacılığı için mücadeleyse bilinmeyen bir tarihe ertelenmesiydi.

Finans kapitali, ideolojik mücadele­de zorla baskın getiren politik müca­

delenin sonuçları olarak ifade ettiğimiz yasalar karşısında işçi sınıfı ne yapma­lıydı?

İşçi sınıfı Türk-İş’in içinde rendele­meye ve tesfiyeye tabi tuttuğu sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışını hangi po­litika ve yöntemlerle sürdürecektir. Sı­nıf örgütlülüğünün bir parçası olarak sendikalara nasıl bakacaktı?

Sorun bu soruların yanıtlannda ken­diliğinden açılıyor. Bir yanda yığın ha­line getirilmiş işçi sınıfı, diğer yanda işçi sınıfı bilimi. Bir yanda hak arama bü­rolarına dönüştürülmüş sendikalar öte yanda sınıf ve kitle sendikacılığı. Kesik kesik, birbirinden koparılmış ayn dü­şünce ve davranış biçimleri. Ve siz de ne pahasına olursa olsun yığınları bir arada tutma çabası içindesiniz. Sonuç­ta egemen güçlerin istediği zeminde döğüşür olmaktan, onlann bir güç ola­rak sendikalar üzerinde kurduğu ide­olojik denetimi kolaylaştırmaktan baş­ka bir şey yapamaz durumdasınız.

Yaratılan sonuç bu. Üretimin kollek * tif olarak gerçekleştirilmesiyle, üretim araçlarının özel mülkiyetin doğurduğu uzlaşmaz çelişkilerin olduğu bir gerçek­tir. Taraf olarak da çıkan çıkar çatışma­larından, bu çatışmada politik inisiya­tif ve mücadele yöntemlerinden vaz­geçmiş olmanın adı bu birliktir, ne de var olan mevzilerin ele geçirilmesi.

Sermaye partilerinin, gerici güçlerin ve kurumlannın ideolojik-politik müca­delesine aynı propogandayla karşı dur­madan en basit bir ekonomik müca­delenin bile nasıl geri püskürtüldüğü ve ne denli sancılı bir mücadele evrimi ge­çirildiği tarihsel bir gerçekliktir.

Son zamanlarda yapılan işçi kıyım­larının herkesi rahatsız etmesine rağ­men örgütlenme ve mücadele tarzın­da düşülen zaaf nedeniyle ciddi hiç bir adım atılamayışının sorumluluğu yasa- lann ardına sığınılarak nasıl gizlenecek­tir.

Sendikal politikamızı sınıf ideolojisi­ne dayalı tesbit etmemiz kaçınılmaz gö­revdir. Önümüzdeki sorun Türk-İş’de birlik gibi kaypak hedefler yerine sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışının ve bu temelde sendikal birliğin hayata geçi­rilmesidir. Bununsa maddi zemini ve çekim merkezi örgütlü gücü bağımsız sendikalardan başka birşey değildir.

Bağımsız sendikal anlayışın maddi temel ve ilkeleri

Genel anlamda doğru olan Tüm İş­çilerin Birliği nin Tek Çatı Altında top­lanmasıdır. Ancak bu gerekliliğin vaz geçilmez koşulu olan sınıf ve kitle sen­dikacılığı ilkeleri de “birliğin” sağlanması koşulu unutulmuş ucube bir birlik an­layışı bizi ilk bakışta Türk-İşe götürebi­lir. Gerçekte ise her birlik gibi sendikal birliğin de vazgeçilmez ilkeleri olmalı­dır. Yoksa “kitle”nin olduğu yerde ol­mak gibi bir anlayış besbelli ki sınıf mü­cadelesinden vazgeçmekten öte işlev görmez. Bağımsız sendikalaşmanın ne­denleri ve hedeflerini bu anlamda bir kez daha açmakta yarar görmekteyiz.

Bağımsız sendika kavramından

Türk İş ya da herhangi bir konfederas­yona karşı bağımsızlık gibi bir anlam çı­karılmaya çalışılmaktadır. Bu son de­rece sakat ve sınıf anlayışını gizleme­ye yöneliktir. Bağımsız sendika kavra­mının başında ki “bağımsızlık” sözcü­ğü. Türk İş ya da herhangi “sarı sendikacılık” ya da “anarko sendikacılık’ anlayışında olan konfede­rasyon ya da oluşuma karşı olduğu ka­dar bunun asıl nedenlerini ve gerek­çelerini içeren taşır. Ama belirleyici ola­nı değil tam aksine sıralanan bir dizi ba­ğımsızlık gerektiren faktörlerin sonucu olarak bir soyutlamadır.

Bağımsız sendikacılık öncelikle sınıf ve kitle sendikacılığının kapsamında olan “bağımsız sınıf örgütlenmesi” an­layışının günümüz koşullarında üstü basılarak tekrarından başka bir şey de­ğildir.

Bağımsızlık sözcüğünün ilke olarak içeriği ise;

a. Gerici ideolojilere karşı bağımsız­lık,

b. Sınıf uzlaşmacısı anlayışa karşı ba­ğımsızlık,

c. Sermayeye ve onun temsilcileriyle partilerine karşı bağımsızlık.

d Sermayenin tüm kurum ve aygıt­larına karşı bağımsızlıktan başka bir şey değildir. Elbette ki bunun sonucu ola­rak da sınıf uzlaşmacısı her türden sen­dikal yapılanmadan da bağımsızlık be­lirleyici unsur olarak ortaya çıkacaktır.

Bağımsız sendikacılığı böylesi bir kavramayla hayata geçirme, işçi sınıfı­nın birliğinin parçalanmasını değil, tam da sınıf sendikacılığı zemininde işçile­rin sendikal birliğini sağlamayı gerçek­leştirmeyi hedeflemektedir.

Gelişen koşullar içinde ise bağımsız sendikacılık bu ilkeler temelinde iki farklı görüşe karşı mücadele vermek durumundadır. Birincisi, doğrudan burjuva ideolojisi olan, sendikaları po­litik mücadeleden koparmaya çalışan görüş. Bu sonuç itibariyle burjuva ide­olojisini tamamlayan sınıf sendikacılı­ğa sahip çıkma-onu özgün koşullarda örgütleme yerine işçileri sarı uzlaşma­cı sendikalarda toplamayı hedefleyen ekonomist-reformist görüştür. İkincisi ise sendikaların ekonomik demokratik yönünü görmeyence sendikal bürok­rasiyi tasfiye etmek adı altında sınıf sendikacılığını küçümseyen sol görüş DSÎM mantığıdır.

Bugüne kadar sendikalarda yaşayan sendika yöneticilerini “Tü-kaka" gör­mek ve yalnızca Türk-İşe rağmen ör­gütlenmeyi ön plana çıkarmak oldu­ğundan yukardaki görüşlere karşı kök­lü ideolojik mücadele yürütülememiş­tir. Başlangıcını Türk-İşe karşı olma olarak gören, bir yığın mücadele ve ça­balardan sonra ortaya çıkan, toplu iş sözleşmesi yapma durumuna gelmiş bağımsız sendikalar ise sınıf sendikacı­lığı anlayışını geliştirip dövüştürmek ye­rine kazandıkları sayısal gücün hesa­bını yaparak Türk-İş içinde mücadele edebilmenin telaşı içine düştüler. Gel­dikleri durumu sonuç ve zafer olarak görmenin erken olduğunu anlamadan

Devamı 69. Sayfa’da

64

Page 64: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

SOSYALİSTLER SAVAS SORUNUNA NASIL ' YAKLAŞMALI III

Buraya kadar, savaşın insanlığın tarihi içindeki yerini -sınıflar mücadelesinin da­ha özel karşılığı olan, politikanın başka alan­da sürdürülmesi anlamında- ve yine sava­şı bir ‘güzel sanatı” oluşu yani kendi özgül yasaları açısından da ele alıp incelemeye çalıştık Elbetteki dergi sayfalarının olağa­nüstü kısıtlayıcılığı koşullarında konunun salt bu yönleıine bile yeterince bir açıklık getirebildiğimizi iddia etmekten üzak bulu nuyoruz Yalnız bu kadar kısıtlı bir imkân çerçevesinde bile sanıyoruz konuyu tartış­mak isteyenler için bir platform ortaya koy muş olduk Türkiyede solun konuyu ne ka­dar yüzeysel tartışma tutumu içinde oldu Su, geçmiş yaşanan ve yenilgiyle noktala nan konumunu aşamayıp, geçmişin basit bir yeniden tekrarını hemen her konuda gündemleştirme eğilimi taşıdığı düşünülür se, bizim mücadelenin bu alanında yönelik geliştirmek istediğimiz yeni perspektifler da­ha da büyük önem taşımaktadır.

Toplumların ve toplumsal mücadelele rin tarihi, savaş ile oynamanın mümkün ol madiğini, böylesi bir oynama durumunu yaşamak isteyenlerin ise en baştan savaşın kendi yasaları tarafından hüsrana uğratıla cağını ortaya koymaktadır. Bizde sol, özel likle de küçük burjuva devrimciliği, konuy la o kadar sığ ve yetersiz bir biçimde oyna mız gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır Aıııa her yenilginin ardından, solun öbür ucu. reformizmi bu yenilgiler de beslenip biraz daha semirmesi ve işi açık işbirlikçilik ve tes­limiyete kadar vardırmasına zemin teşkil et mıştir. Elbette bu söylediğimizden reformiz min boyunu çoktan aşmış olan günahları nın kefaretini devrimcilere yıkmak istediği miz gibi bir sonuç da çıkarılmamalıdır Ama şu da kesindir hatta buna, savaşın yasası da diyebiliriz; yenilginin ardından teslimi yet gelir. Kuralsız, plansız, rekabetçi bir “eylem” yarışını özgül yasa, kural ve plan­lara dayalı silahlı mücadele (savaş) yerine koyanlar da şapkalarını önüne koyup biraz düşünmelidirler. Nerelerde hata yapılmış­tır? Yenilgiye giden yollar nasıl döşenmiş tir? Hangi oyunlara gelinerek, kuralların ve ilkelerin ihlaline gidilmiştir? işte bu ve ben­zeri türde sorulacak onlarca soruya dürüst ve açık cevaplar verilmedikçe halklarımız karşısına en keskin sloganlarla da çıkıtsa ik­na etmekten ve güven vermekten uzak ka lınacaktır. Doğayı değiştirmek için nasıl do­ğanın kurallarına uymak şartsa, toplumla- rın yaşamında köklü değişiklikler yapmak isteyenler, bu değişiklik süreçlerinde orta­ya çıkan “özel dövüş biçimlerfnin de ya­salarına uymak zorundadırlar.

Savaş konusuna dergimizin geçen iki sa yısında kabaca değinmiştik. Hiç şüphesiz sorunu bu biçimiyle devrimci kamu oyu­

nun gündemine sunmak pek fazla bir an­lam ifade etmemektedir. Sorunu daha de­rinlemesine çözümlemek, düşüncenin da­ha da kapsamlı ve zengin bir biçimde tartış­maya sunulması hareketimizin ve içinde bulunduğumuz dönemin, düzey ve özellik­lerine yaklaşımın zorunlu bir gereğidir. Da­ha önceki ilk iki yazının girişinde belirttiği­miz bir hususu yeniden vurgulamakta ya­rar var. Bu yazı dizisi - daha 4-5 sayı süre­bileceğini düşünüyoruz - kolektif bir ince­leme, araştırma, derleme, yoğun bir tartış­ma sonucu bazı dersler çıkarma veya üre­tilen düşüncelerin devrimci kamuoyuna sunulmasından ibarettir. Üretilen düşünce­lerin doğru olup olmadığına konuya ilgi du­yan devrimci çevreler ve bu yönde üretile­cek devrimci pratik karar verecektir. Çalış­malarımız sırasında hiçbir deney veya ça­bayı yok saymadığımızı, bu konuda azami çaba sarfettiğimizi, özlü yaklaşımlar geliş­tirmiş, dönemin devrimci akımlarını temel aldığımızı bilmem belirtmeye gerek var mı?

Savaşın nedenleri ve genel özellikleri

Savaşlar; insanlığın tarihinde sınıfların or­taya çıkmubiııdan bu yana tarihin gelişim seyrinde kendine özgü biçimlerde sürüp git iniştir. Savaşın gelişimi, kuralları ve özellik­leri toplumsal yapının gelişimine doğrudan bağlıdır. Toplumsal gelişme kanunları, in­san iradesinden bağımsız, her dönemde kendine has biçim ve özellikler arz eder. Bu yasalara bağlı olarak ve bunlar gibi savaşın da insan iradesinden bağımsız olarak, ge­lişimi, kurallan ve özellikleri vardır. Sava­şan güçler, zafere ulaşmak için, savaş so­rununa diyalektik mantık ve metodu temel alan bir biçimde yaklaşmak zorundadırlar. Bu mantık ise en özlü ifadesini yukarıda izah etmeye çalıştığımız savaşın yasalarını bulmak, ortaya çıkarmak ve buna uygun organizasyonları gerçekleştirmekte bu­lur. Hemen her toplum tarihsel ve do­ğa olayların izahında olduğu gibi, skolas­tik ve metafizik mantıklarla savaş olgusu da açıklanamayacağı gibi sorunu böylesi bir mantıkla yaklaşanları ise büyük bir hezimeti yaşamakla karşı karşıya bırakacağı ortadır.

Toplumların tarihinde felsefi olarak iki zıt akım şekillenmiştir. Bunlar idealizm ve ma­teryalizmdir. Her iki akım birbiriyle tarih bo­yunca sürekli bir mücadele içinde oldular. Çeşitli doğa ve toplum olayları bu felsefi akımların savunucularınca farklı farklı yo­rumlandı. Günümüzde de bu farklı bakış açısı sürmektedir Burjuvazi, olay ve olgu­ları çözümlemede, felsefi idealizm ve bu­nun metodu olan metafizik yöntemi kulla

Ahmet AYDEMİR

nırken, proletarya materyalist dünya görü­şüne dayanan diyalektik yöntemle olaylan izah etme ve değiştirme mücadelesi vermek tedir. Savaş sorununun çözümlenişinde de kapitalizmin bu iki temel sosyal sınıfının ba­kış açısı bu anlamda farklı olmaktadır. Ege­men sınıflar, kendi sosyal sınıflarının çıkar­larını korumak veya geliştirmek temelinde sayısız savaş çıkarmalarına rağmen, sava­şın kendi sınıf çıkartan nedeniyle çıkarıldı­ğını sürekli gizlemeye çalışırlar. Tarihteki sa­vaşları sürekli dini düşüncelerin etkisi altın­da, kafirleri ve günahkârları cezalandırma olarak göstermek isterler. Kısaca, hemen her dönemde temelinde sınıf çıkarları olan savaş, gemen sınıflarca, bu gerçek nede­ninin ötesinde farklı örtülere büründürüle­rek izah edilmeye çalışılmıştır, günümüzde dahi çok savaşın egemen sınıflarca günah­karların cezalandırılması eylemi olarak gös­terilmeye çalışıldığına tanık olmaktayız. Sa­vaşta yaralanma, ölme durumlarının kar­şılığında, şehit olarak, alemler ötesi dün­yada ödüllendirileceği ve tüm günahlarının affedileceği şeklinde geliştirilen idealist di­ni yorumlar, etkilerini günümüzde de sür­dürmekte, onlarca ‘mümin’ bu anlayış doğ­rultusunda savaş mezbahasına sürülebil- mektedir.

Ülkemizin kültürel yönden çok geri kır­sal bölgelerinde ve hatta şehirlerde yerle­şik nüfusun bile önemli bir kesiminde, sa­vaşa fazla nüfusun neden olduğu ve bu faz­la nüfusun savaşlarla kırımdan geçirilip ge­ride kalanların rahat içinde yaşayabileceği­ne yönelik bir anlayış vardır. Kırda ve kent­teki yoksul kesimlerin, yoksulluklarının asıl sebebini kavramayarak, soruna çok kaba ve içgüdüsel olan bu yaklaşımın, İngiliz fi­lozofu Malthus’un “nüfus teorisiyle çakış­ması da bir tesadüf değildir. Alabildiğine ba­yağı ve sıradan hayvani güdülerin teorileş- tirılmesinden başka bir şey olmayan Malt- husçuluk, savaşların çıkmasının asıl nede­ni olarak nüfus çokluğunu göstermektedir. Üretim ve ekonominin gelişme seyrinin çok yavaş ama insan nüfusunun artışının da­ha hızlı olduğunu ve bu nedenle nüfus ile geçim kaynaklan arasında ortaya çıkan dengesizliğin, savaşlara yol açmakta oldu­ğu bu teorinin anafikrini oluşturmaktadır. Malthus, bu duruma çözüm olarak fazla in san nüfusunun, savaş yoluyla imha edilme sinin gerekli ve haklı bir yol olduğunu sa vunmuştur. Yine benzeri bir tez Amerikalı H. Hessler tarafından ortaya atılmıştır O da ‘Asla unutulmamalı ki, nüfus fazlalığı aç­lığa yol açtığı için savaşın temel nedenle rindendir. Nüfus kontrolü için kullanılması gerekli olan teknikler listesine atom bom basını da eklemeliyiz” demektedir Burtu- va savaş teonsvenlerinin kimisi savaş..

Page 65: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

ma nedenlerini, insanlığın psikolojik yapı sına bağlar, kimisi de coğrafyaya bağlamak­tadır. Bunlardan Amiral Alferthayen, coğ­rafyayla savaş arasında bir ilintinin olduğu­nu savunarak, emperyalist güçlerin, maz­lum halkların topraklarını işgal etmesinin, neredeyse kaçınılmaz bir kanunu olduğu­nu iddia etmektedir, özü itibariyle Malthus- çu olan bu teorinin yanı sıra, bazı burjuva teorisyenleri savaşı insan tabiatının gergin ruh haline bağlamaktadırlar. Bu ve benze­ri saçma teoriler, savaş sorununa idealist bakış açısının ürünleridirler. Ve egemen sı­nıflatın kitleleri acımasız bir biçimde sömür­mesi ve sınıf çıkarlan gerektirdiğinde savaş alanlarına kurbanlık koyun gibi sürebilme­si için geliştirilmektedir. Sosyalistler ise sa­vaş sorununa objektif yaklaşırlar. Her bir savaşın, ekonomik kökleri ve niteliği var­dır. Sosyalistler savaşı incelerken, ekono­mik temellerini, savaşa yol açan çelişkile­ri, savaşın hangi sınıflarca yürütüldüğünü, tarihsel sürecin genel özelliklerini, savaşın kendine özgü niteliğini tüm bağlantılarıyla birlikte ele alırlar. Savaş, ne insanların öf­kelerinden, ne coğrafik atanlann ve strate­jik noktalann ele alınma isteminden, ne nü­fus artışından, ne de ırkların üstünlüğünden doğmuştur. Savaş, sınıflar arasındaki çelişkilerin antagonizmaya (uz­laşmaz hale dönüşmesinden doğmuş ve çözüm İçinde silahlı şiddet (savaş) tek yol olarak ortaya çıkmıştır.

Daha önceki bölümlerde de biraz açma­ya çalışmıştık, ilkel sosyalist toplumlarda da bazı çatışmalar ortaya çıkıyordu. İnsanlar birbirlerini av sahalarından uzaklaştırmak için, sürekli şiddetli çatışmalar ve kavgala­ra girerlerdi. Ancak bu çatışmalar, o günün ölçülerine göre kapsam olarak ne kadar ge­niş ve şiddet derecesi ne kadar boyutlu olursa olsun, bir sınıf temeline dayanma­dığı ve siyasal bir amaca bürünmediği için savaş olarak nitelendirilemezler. Savaşlar, insan emeğinin asgari geçim sağlayan bö­lümü dışında, bir artı ürün sağlaması ve ba­zılarının da bu artı-ürüne ve üretim araçla- nna el koymasıyla başladı. Bu da sınıflı top- lumlann ortaya çıkması demektir. Artı-ürüne el koyan sömürücü egemen sınıf, kendi çıkar larını korumak, insanları köleleştirerek da­ha çok artı-ürün sağlamak için savaş araç ve yöntemlerini geliştirmiştir. Toplumların gelişimine bağlı olarak savaşın kapsam ve boyutları da gelişmiş, günümüzde kitle kı­rım silahları ve çeşitli modern araç gereç­lerle tüm insanlığın kaderine hükmedecek bir etkinlik kazanmıştır. Savaş sınıf çıkarla­rının ifadesi olan politikanın başka araçlar­la sürdürülmesidir. Yani temelinde sınıf çı­karları, çelişkileri ve çatışmalan vardır. Sa­vaş özel mülkiyetin (sınıflı toplum) orta­ya çıkmasıyla başlamış, özel mülkiyetin (sı­nıflı toplumun) ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Bunun aksini iddia etmek savaşı insanlığın alınyazısı olarak görmek ve en bayağı kaderciliktir. Her ne kadar savaş si­lahlı şiddet ise de ağırlıkla siyasal çözüm­süzlükleri çözümlemenin aracı olmaktadır.

Kapitalizmin şafağında, burjuva sınıfının In­giltere ve kıta Avrupasfnda feodalizmle gi­riştiği siyasal savaşım, çözümsüzlükle karşı karşıya kalınca kaçınılmaz olarak siyasal çe­lişkilerin çözümüne şiddet (savaş) yoluyla gidilmiştir. İlk sınıflı toplumlann ortaya çık­ması, toplum biçimlerinden diğerine geçiş kapitalistlerin feodalizmi alt edip iktidara el koyması, sömürge savaşları, sömürge­lerin yeniden paylaşılması için yapılan I, II. dünya savaşları, günümüzde sömürge ve yeni sömürgelerin emperyalizme ve yerli gericiliğe karşı geliştirdiği ulusal kurtuluş sa­vaşları ve 1871 Paris Komününden günü­müze gelişen proletarya eylemleri de çö­

zümlenemeyen siyasal çelişkilerin şiddet yoluyla çözülmesinden başka nedir ki? An cak yer küremiz üzerinde siyasal çelişkile­rin çözülmesi yani bu çelişkilerin kaynağı olan sınıfların ortadan kalkması savaşların- sonunu getirecektir. Bunun aksini iddia et­mek, kendini ve tüm insanlığı kandırmak­tan başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Burjuva teorisyenlerinin iddia ettiği gibi savaş, ekonomik ve toplumsal gelişmeler­den kopuk, kişiliğin gerginliği veya insan öfkesinden, stratejik coğrafi noktaların ele geçirilmesinden ırklar arasındaki üstünlük farklarından doğan bir olay değildir. Ege­men sınıflar savaşa bu görünümlerden han­gini giydirmek isterse istesin, savaşın ger­çek nedenleri dönemin ekonomik çıkar çe­lişkilerinin vardığı aşamadır. Yani çelişkiler şiddet dışında bir çözüm yolunun kalma­masıdır. Savaşlann ortaya çıkmasının bu te­mel nedeninin yanı sıra, her toplum veya doğa olayında olduğu gibi Kendine özgü yasalan vardır. Bu yasa ve kuralların özüm- senmesi, kişiliğe sindirilmesi, savaşa bir de ‘güzel sanat" oluşu açısından yaklaşmak sa­vaşan güçler için zorunludur. Aksi takdir­de soruna çok dar, bireysel, idealist tutku­larla yaklaşmak durumuna düşülür ki bu da vahim sonuçlara yol açar. Bu nedenle savaş sanatını yakından tanımak, öğren­mek, hazırlanmak, psikolojik, moral, mad­di manevi tüm imkânlarını buna göre şe­killendirmek haklı davaların sahibi olan adamların ertelenemez görevleridir.

İnsanların üretim ilişkileri, mevcut üre­tim tarzının maddi temeli üzerinde şekille­nir. Sınıflar arasında maddi temelden kay­naklanan çeşitli çelişkiler, insan iradesinin dışında, zorunlu olarak diyalektiğin yasa­ları doğrultusunda, toplumsal gelişmenin yarattığı kaçınılmaz durumlardır. Ekonomik temel üzerinde gelişen ve uzlaşır gibi gö­rünen çelişkilerin zamanla antagonizmaya dönüşmesi, savaşları kaçınılmaz kılmakta­dır.

Toplumlar tarihinde köleler ile köleci sı­nıf, köleci devletlerin kendi aralarında yıl­larca süren kanlı çarpışmalarının temelin­de. ekonomik çıkar çelişkilerine dayanan sınıf çelişkileri mevcuttur. Yine feodal top­lumda artı-ürün sömürüsüne dayanan sa­vaşlar. toprak elde etmek, artı-ürünü gasp etmek şeklinde kendisini gösterir. Seriler ile feodaller arasında, yine feodal imparator- luklann kendi aralarında çıkan ve yüzyıllar­ca süren kanlı çarpışmalar, sınıf çıkarları­na ve sömürüye dayanır. Feodal toplumun bağrında ortaya çıkan burjuva sınıfı, feodal aristokrasi ve mali aristokrasiye karşı 1789-1871 dönemi boyunca Avrupa’yı bir savaş sahnesine dönüştürmüştür. Burjuva zjnin, kendi ulusal pazarlarının sınırını çiz mek ve devlet iktidannı ele geçirmek, kendi sınıfsal çıkarlarını güvenceye almak ama­cıyla diğer sınıf ve tabakalan peşine takarak yürüttüğü bu savaşlar da ekonomik, sınıf­sal çıkardan başka neyle izah edilebilir ki? Bilim ve tekniğin, üretim araçlarının geliş­mesi, ülke pazannda ekonominin tekeller­de yoğunlaşmaya başlaması, öte yandan uluslararası pazarlara meta sürümü, işgücü­ne. hammaddeye duyulan ihtiyaç, kapita­list ülkelerin sömürge elde etme ihtiyacını doğurmuştur. 17. ve 19. yüzyıllar adeta sö­mürge elde etme çağı olarak tarihe dam­gasını vurmuştur. Sömürgeleşmedik bir alanın kalmaması, paylaşılmış alanlann ye­niden bölüşülmesi zorunluluğunu ortaya çı­karmıştır. !., II. emperyalist evren savaşları bu anlamda dünyanın emperyalist devlet­lerce yeniden sömürge ve nüfuz bölgeleri halinde paylaşılmak istenmesiyle patlak vermiştir. Toplumlarda ortaya çıkan çıkar çelişkilerinin çeşitliliği ve gelişmesi savaşta- nn da çeşitliliğinin gelişmesini belirleyen te­mel etken olma durumundadır.

Üretim araçlannın gelişmediği, dolayısıyla la da insanın günlük geçim ihtiyaçları öte­sinde bir artı-ürüne sahip olmadığı ilkel sos­yalist toplumlarda savaşlardan bahsedile­mez. Ancak dönemin silahlarıyla yapılmış çeşitli çarpışma ve kavgalardan bahsedile­bilir Kabileler veya aşiretler arası ortaya çı­kan bu çatışmalar savaş olarak nitelene- mezler. Çünkü sınıflar henüz oluşmamış ve meydana gelen çatışmalar da ne kadar şid­detli olursa olsun, siyasal bir niteliğe bürü- nememiştir.

Gerçek anlamda savaşların ortaya çık­ması. üretim güçlerinin gelişmesi, bir kısım artı-ürünün elde edilmesi sonucunda, top­lumun üst kesiminde yer alan aşiret ve ka­bilelerin seçkin unsurlarının artı-ürüne el koymasından sonra, toplum sınıflara bölün­müş, egemen sınıflann kendi çıkarlannt gü­venceye almak, sömürüsünü sürdürebil­mek için egemen sınıf, zoru örgütlemiş, ta­rihi süreç içerisinde de sistemli ve toplum­sal gelişmenin seyrine paralel olarak savaş­lar geliştirilmiştir.

Her savaşın dayandığı bir sınıf zemini vardır. Bir sosyal sınıfın siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için savaşlar verilir.Bu an­lamda savaş olgusu sosyo-politik bir olgu­dur. Durup dururken, siyasal amaçları ol­mayan bir savaşın meydana geldiği görül­memiştir. Savaşların çıkış nedeni ise üre­tim içinde ortaya çıkan ürünlerin özel mülk haiıne getirilmesinin yarattığı çıkar çelişki­leridir. Ekonomik temel üstünde yükselen; üretim ilişkilerinden doğan çelişkiler, eko­nomik çelişkilerin çözümlenmesiyle birlik­te ortadan kalkar. Çünkü sınıflar arasındaki, ideolojik, siyasal, askeri vb. tüm çelişkile­rin ana kaynağı, ekonomik çıkar çelişkile­ridir. Bu çelişkiler bazen uzlaşır gibi görün­se de üretici güçlerin gelişmesi ve buna kar­şılık üretim ilişkilerinin bu gelişmeye uygun değişime uğramaması çelişkileri şiddetlen­dirir. Savaşlar işte tam da böylesi aşama­larda patlak verir. Savaş, ekonomik çıkar çelişkilerinden doğan ve sınıfların çıkarla­rını şiddet yoluyla çözmeye çalıştıkları bir aşamadır. Savaşın da, toplumsal gelişme kanunlarına denk ve ona paralellik içinde, kendine özgü, insan iradesinden bağımsız olarak gelişen bir olgu olduğu sonucuna varırız.

insanlık tarihi içerisinde ortaya çıkmış binlerce savaş vardır. Her savaşın da ken­dine özgü özellikleri, birbirine benzer yan­ları ve yine birbiriyle çelişen noktaları var­dır. Savaşların çeşitliliği ve karmaşıklığı ta­rihin her döneminde çağa damgasını vu­ran çelişkilerin farklılığı ve savaşlann ken­di iç özgül kanunlarının farklılığı savaşlann çeşitli ve karmaşık bir görünüm kazanma­sına yol açmaktadır. Her ne kadar böylesi bir çeşitlilik ve karmaşa söz konusuysa da ortak yanlar da mevcuttur.Biz burada sa­vaşın esas olarak genel ve ortak özellikle­rini vurgulamaya çalışıyoruz. Bu da tarihin hangi döneminde olursa olsun, savaşın muhakkak bir sınıfın çıkarlarını ifade ettiği gerçeğidir. Tarihin herhangi bir dönemin­de sürdürülmüş olan bir savaşa, çıkarla­rı olmayan diğer sınıfların da katılması, sa­vaşın sosyal sınıf temeli olduğunu söyleyen sosyalist tezleri çürütmez. Örneğin: burju­vazi feodalizme karşı “barış, kardeşlik, eşit­lik. özgürlük” sloganı altında, prolateryayı, milyonlarca köylüyü ve öteki küçükbur- juva tabakalan. kendi sınıf çıkarları uğnı- na yıllarca savaştırmıştır. Ancak, burada burjuvazi dışındaki kesimler daha çok çağa damgasını vuran burjuvazinin sınıf çıkarlan doğrultusunda savaşa katılmışlardır. Tüm ulus egemen sınıflann ideolojik etkilenmesi altında savaşa katılmış olsa bile, bu durum savaşın sınıfsal karakterinin reddi anlamı­na gelmez. Sadece savaşı yöneten ve ön­derlik eden sınıfın karakteri savaş üzerin-

Page 66: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

de egemen oln,u8 olur. Bizde, Türkiye Kurn h İ ,?a“ui 'lna,,1Ürn halk s,nı( ve inbâkala- olsa « ° 'ekl. uluj al ^nliklar katilmiş dae t® km Ku,M o bur' uva2isi önderlik

bu sınıfın dam-

cadele ha ra5ıdo"ernlerinde silahİ1 mü­cadele bir,nd P|ana çıkar Savasmmücadele biçimleri buna tabi olurlar Sa-: ? ? " ^ rÜlm“ i- baSa' ’*> ulaştırılması-

gasmıtaşe. ye sonuçta onun ç*a,Wma bk-' H İ S T f 'Ç' î ° nun aV'''mae parçak„ met eder. Vietnam Ulusal Kur,ulu saca- Tar.ibi" dönemlerinS “ T İ ‘arya Ve ° nun ^urim ci ideo- bjısı önderlik etliği için proletaryanın sınıfsa!

da edJm V 1,ah‘n P°,itikâ^ kuman­ca edemeyeceği, tersine politikanın, sila­ha kumanda edeceğidir Modern toplum-

T ? " ” ? n,ann Ç a ların ın yo­ğunlaşmış ifadesi olan politikanın en etkili ve modern ifade tarzının siyasi parti biçi-

çıkarlarının d a * , ^ 3 n deyimiyle savaş, politikanın başka araçlar-

. yanı şiddet araçlarıyla sürdürülmesidir Çözümlenemeyen çelişkilerin şiddet yoluy b çözümlenmesidir. Politika bir sınıfm ve ya oplumım çıkarlarının yoğunlaşmış bi çim idir. Savaş ise onun son bir biçim idir

Toplum luda çeşitli sınıflar ve sınıfların birbirinden farklı ekonom ik çelişkileri var­dır D evlete egemen olan sınıflarla ezilen

sınıflar, ezilen sınıflarla ara tabakalar, ayrı ayrı devletlere hâkim olan ayrı sınıflar ara­

sında farklı ekonom ik çıkar sağlamanın ar­zu ve istemleri, arzu ve istem lerin birbiriy- \e çatıştıktan çelişik durum lar vardır. Demek ki her sınıfın kendine özgü arzu ve istem­leri. onun sınıf politikasında, egemen oldu­ğu devlet politikasında temsil edilir. Ayn ay- n sınıf politikaları, aynı nesnelere yönelik çelişik politikalar ortaya çıkarırlar, bu da çe­lişkinin ana noktasını ve politikanın konu­sunu oluşturur. Bir toplumda çeşitli siya­sal organizasyonlann çokluğu, sınıfların çı- karlannın çeşitliliğinden gelir.

Burjuvazinin öne sürdüğü gibi politika, sadece devletin milletvekili, bakan, sena­törü vb. tarafından yürütülmez, sınıflann bi­linçli kesimlerinin -devlete neden olan anlamda- oluşturduğu politikalar ve yöne- _ tim sanaü bu yürütmeyi mümkün kılar. Ve böylesi yanılsamalı bir görünüm sağlar. Devletin toplum yaşamının kilit noktasını elinde bulundurması, politikasının merke­zine de temsil ettiği sınıfın çok yönlü çıkar­larını esas almasıyla mümkün olur.

Genellikle politika, ikiye ayrılarak ifade edilmektedir. Birincisi, iç politika, İkincisi dış politika. Dış politikayı belirleyen ve ona yön veren iç politikadır. Dış politika, iç politika­nın hizmetindedir ve onu destekler. Bir devletin dış politikada izlediği biçimlere ve diplomasideki görünümlere bakarak poli­tik özünü tam kavramak mümkün olmaz. Devletlerin politik özünü kavramak için da­ha çok ıç politikalarına bakmak gerekmek tedir. Örneğin İsrail siyonizmi dış politika­da, Güney Afrika yönetiminin ırkçı politi­kasını eleştirirken, mazlum Filistin halkını iç politikada katliamdan geçirmekten çekin­mez. Türkiye’deki rejimin sözcüleri, Filistin halkının yasal ve meşru haklarının tanın­ması gerektiğinden söz ederken iç politika­da mazlum Kürt halkına karşı tam bir asi­milasyon ve imha politikası uygulamakta­dırlar. Bu tür devletler için, dış politikada­ki esneklik, iç politikadaki insan haklarını hiçe sayan faşist uygulamalara bir örtü ola­rak kullanılır. Burjuva ideologları ise iç po­litika diye bir şey olmadığını, devletlerin sa dece dış politikası olduğunu söylerler. Bu demagoji, devletin sınıf temelini ve sınıf mücüdeiesini gözden saklamak amacıyla yapılır.

Bir savaşın nedenlerini anlamanın temel noktalarından biri, savaşan sınıfların, savaş öncesi politikalarını araştırmaktır. 1. emper­yalist evren savaşı patlayıncaya kadar, yi­ne, bizde Kıbrıs savaşı öncesinde politika incelendiğinde savaşın, savaş öncesi poli­tikaların devamı olduğu görülür.

Savaş olgusu sadece şiddet araçlanyla da sınırlı değildir.Savaş sırasında, ekonomik, ideolojik ve diplomatik alanlarda karşıt düş­man gücüne verilen mücadeleler de savaş kapsamının içine girer. Dünyanın neresin­de olursa olsun, savaşı sadece şiddet araç­larıyla sınırlandırma durumu, görülmemiş-

.pslkol°İlk "lücadckrlc, de ve Sömürü' baslayaşayan

ve—y-« jıuueııe sürdürülmüştür I Ve f rpütsÜ2*üğün cehenneminde yaşaıZ ^ ^ ^ ^ ’^ o m i k , dip§ | Z L ? m X r i ^ aha ^ ^

Sınıflı toplumlarda verilen savaş, toplum- sal çelışkılen ya hızlandırıp yoğunlaştırır ya da geçici olarak durgunlaştım. Egemen ^

buyuk bir şiddetle sürdürülmüşt öncesinde temel mücadele, ekonomm, lomatık yb. alanlarda sürdürülürken. aa vaşın pat amasıyla birlikte silahlı mücade-

u ' ğeT mücadele biçimleri s i­lahlı şiddetin başarıya ulaşması için destek unsurlar haline gelirler. Silahlı şiddet tek ba­şına zafere ulaşmaya yetmez. İdeolojik, dip­lomatik, ekonomik ve daha birçok m üca­

dele ile savaşın bir bütünlük hainde sürdürül me zorunluluğu vardır. Tekbaşma silahlı şid detle savaşa kalkmak, diğer mücadele bi

çimlerini yerinde ve zamanında kullanama­mak, genel amaç doğrultusunda, günlük

pratik faaliyetleri geliştirememek başarıya ulaşılmamasına neden olur.

Bir savaş aniden durup dururken patlak vermez. Taraflar arasında çelişkiler yavaş yavaş birikir ve patlama noktasına gelirken, öte yandan savaşa girecek güçler çeşitli ha­zırlıklar içerisinde olurlar. Bu da savaşın ge­nel bir taktiğidir. Savaş öncesinde, ekono­mik, siyasi, askeri vb. tüm hazırlıklar ta­mamlanır.

Askeri alanda gerekli stratejik planlar, güçlerin eğitimi, savaş araç ve gereçlerinin temini gibi hazırlıklar yapılırken, ekonomi askerileştirilir. Yeni silah, mühimmat fabri­kaları yapılır. Ülke içerisinde ise bu olağa­nüstü döneme uygun bir yönetim biçimi oluşturulur. Sosyalist ülkelerde, savaş sos­yalizmi uygulamasına geçilirken, kapitalist devletlerde, “demokrasinin" sınırlanması, iş­çi sınıfı ve öteki emekçi tabakalar üstünde baskıların arttırılması gündeme gelir.

Savaşlar incelendiğinde, savaş öncesi dönemde savaşa yoğun bir hazırlık sonu­cu savaşların geliştirildiği görülecektir. Bun­dan çıkarılacak en önemli sonuç ise savaş-. ların bilinçli, planlı, düzenli bir hazırlık ile verilebileceğidir. Savaş öncesi çok yönlü hazırlıklar yapılmadan savaşa girişilemez.

Politika, ülkenjp sosyo-ekonomik duru­munu dikkate alarak savaş strateji ve tak­tiğini çizer. Savaş süresince savaş akuman- danlık eder ve yönetir. Savaşın seyrinin po­litika üzerinde etkisi olur. Bu, savaş, politi­kayı yönlendirir anlamına gelmez. Gidiş gerçek hayata dayanmak zorundadır. Tak­tik ve stratejinin, toplum yapısına, olanak­larına, üretim kapasitesine ve teknik yete­neğine göre oluşturulmak zorunluluğu var­dır. Bugün ciddi bir savaş, bu tayin edici faktörleri doğru olarak değerlendirmedik­çe başarıya ulaştırılamaz. Demek oluyor ki, bir savaşın mücadele biçiminin seçiminde, keyfi yaklaşmak, ülkenin sosyo-ekonomik yapısından bağımsız ve sübjektif bir yakla­şım göstermek, savaşın yenilgiyle sonuçlan­masını doğurur. Sömürge ve yeni sömür­ge ülkelerin pek çoğunda, halklar ulusal ve sosyal kurtuluşa ulaşabilmek için, uzun sü­reli halk savaşı stratejisinin çeşitli taktikle­rine göre mücadele sürdürüyor ve bunu za­fere ulaştırabiliyorsa, bu stratejinin, ülkenin sosyo ekonomik yapısına, hatta coğrafi ya­pısına, öte yandan düşman kampın imkân ve olanaklarının kapsamlı bir analizine da­yandığı içindir. Elbetteki ülkenin sosyo­ekonomik yapısı, coğrafi durum, düşma­nın durumu gibi pek çok konuda gerçekliğe dayanmayan tahlillerle, salt sübjektif niyet ve özleme dayalı, bir halk savaşı stratejisi, ya­şama geçirilemeyeceği gibi, yenilgiye de neden olacaktır. Fialkların savaşımları, is­ter halk savaşı isterse başka savaş taktikle­riyle geliştirilmek düşünülsün kesin olan bir-

v J r l L ,k!e 'Çtf kl Çelişkileri A ş tırm a k ve çelişkiyi dışa d er ive e tm e k iç in dış s a ­vaşlar g e liş tirm ek ten çek in m ezle r . İran -

Irak savaşında , Kıbrıs savaşında ve tü m em p erya lis t kapitalist ü lkeler arası pa tlayan

savaşların bö y le bir n e d e n i ve yö n e liş i var­dır E lb e ttek i iç teki çelişkilerin b u b iç im d e

yatıştınlm ası geçicidir. Savaşın, kitlelerin y a ­şa m ın d a yarattığı m u a zza m y ık ım , tersi e t ­kinin, içte çelişkilerin d aha da derin leşm esi gibi bir durum yaratmasıysa ka çın ılm a z bir sonuç gibidir, ama her zaman böyle bir durum ortaya çıkmayabilir de Sava­şın seyrinin çelişkileri hızlandırması ve­ya yavaşlatması, savaşın seyrinin politi­ka üzerinde karşıt etkisi, savaşın genel bir özelliğidir. İran - Irak savaşı ve yarattığı so­nuçlar “savaşın çelişkileri” içte yavaşlatma-, sına bir örnektir. “Çelişkileri hızlandırma” ya ise, 1. Dünya Savaşmın seyri ve sonuç­larından bir örnek vererek açıklık getirebi­liriz. 1. emperyalist evren savaşında, Ka- utsky şahsında, sosyal-şovenler, kendi bur­juvazilerinin saflarına hızla akarak onlarla birleşmeleri ve işçi sınıfı hareketini burju­vazinin savaş arabasına bindirmeleri onla­rın gerçek çehrelerinin açığa çıkmasını sağ­lamıştır. Savaşın getirdiği sonuçların emek- sermaye çelişkisini hızlandırması bu durum­la birleşince çelişkileri “içte” yatıştırmak için -bir yanıyla- patlatılan savaş, çelişkilerin yo­ğunlaşması, ayaklanma ve devrimlere ne­den olmuştur.

Savaş seyrinin akışına göre, tarafsız dev­let veya güçlerin bir kamptan diğer kampa geçmeleri, savaşın gidişatının politika üze­rinde yaptığı başka bir karşıt etkidir. II. emperyalist evren savaşında, Türkiye’nin SSCB’ye karşı, Almanya’nın safında yer al­ma eğilimi varken, Almanya’nın yenilgisin­den sonra Almanya’ya savaş açması buna iyi bir örnektir. Sınıf mücadelesinde de ara tabakaların tavrı böyledir. Burjuvazi ege­men ve güçlüyken onun iktidarının destek- çisidirler, ama devrimci proletaryanın mü­cadelesi gelişip güçlendikçe, burjuva kamp­tan proletaryanın kampına geçme veya en azından mücadeleyi destekleme tutumuna girerler.

Savaş, Lenin’in deyimiyle, yaşamaya hakkı olanla olmayan güçleri en iyi bir bi­çimde sınavdan geçirir. Burada çok güçlü gibi görünen sosyal sistemlerin yok olup çö­küşleri, o güçlerin, ekonomik,siyasal ve ör­gütsel olarak, diyalektik gelişim seyrine gö­re gelişimlerinin son evresinde, çürümeye ve dağılmaya yüz tutma sonucunu doğu­rurken, küçük* gibi görünen ama savaş or­tamında bir türlü silinmeyen güçlerin ise yi­ne diyalektik gelişme yasasına göre geliş­me şartlarının olduğu sonucu çıkar. Bu ko­nuda sınıflar savaşımının tarihi örneklerle doludur. I. emperyalist evren savaşının kı­zılca kıyamet ortamında, ömrünü doldur­muş Çarlık Rusyası, çürümüş kof bir ağaç gibi devrilirken, çok küçük gibi görünen ca­ma halkların çıkarlannın temsilcisi duru­munda olan Bolşevik Farti’nin, savaşın tüm zorluktan ortasında gelişmesini sürdürerek, dünyanın büyük bir parçasında, sosyaliz­mi kurmayı başarması, bunun açık bir gös­tergesidir. (SÜRECEK)

Page 67: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

DAVID ALFARO SIQUEIROS

“Yüzyıllardır silahlı burjuvazinin ya­lanlarıyla politike olmuş askerler; Indiolara (2). köylülere, işçilere ve aydınlara bir cellat gibi davrandılar.”

Meksika Gravürcüler. Ressamlar ve Hey- keltraşlar Sendikası Manifestosu. Siquei ros'un kaleme aldığı biçimiyle böyle başlar.

Bu tümcenin korkunç içeriği. Meksika Halk Devriminin nedenlerinden önemli bir bölümünü yansıttığı kadar. Siqueiros res­mine de bir öz sağlar.

“Halkımızın içsel gürü, etkin gü cünden çok ileridedir. Onun en bii yük yeteneği, güzeli yaratabilmek tir. Meksika Sanatı. Indio gelene ğinden kaynaklanan doğal bir es tetik taşır ki: yeni sanatımız da ay­nı estetik tavır ile halka ulaşmakta dır " (3)

Geleneksel sanatın çağdaş nitelik kazan ması, uzun bir gelişim süreci sonunda ola­sıdır kuşkusuz. Ancak söz konusu süreç içindeki devinimin hızlanması (sanatçının eserlerine yüklediği anlamın, izleyici tarafın­dan çabuk algılanabilirliği ve halk kültür ve davranışlarının sanatçı tarafından doğru al- gılanabirliği) geleneksellikten çağdaş nite liğe ulaşmada zaman kazandırıcı unsurdur. Yalnız; sanatçı-halk anlaşması her ne ka­dar sanatçının halkı, halkın da sanatçıyı uyarması açısından kayda değer ise de. ek sik noktaların kaldığı açıktır:

Çağdaşlığa ulaşma sürecinde, ivmeyi kim verecek ve devinimi kim yönetecektir?

Dahası; çağdaşlık, eserin özünde ve bi çiminde hangi değişiklikleri gündeme ge­tirecektir ?

1923 yılında Manifestoya isimlerini ya zan sanatçıları (4), “çağdaş sanat çağdaş düşünce”, “çağdaş düşünce- özgür düşünce” bağlantısını bilen ve bu bilinçle devinime iv­me kazandıran öncülerdi (5) Onlar eser terini, geleneksel estetik anlayışlarını yitir meden. ama özgür düşünceyi sürekli sa vunur biçimde tasarladılar

“Meksika h^ılk Devrimi nin nedenleri. Si queiros Resmine bir öz sağlar" sözü. “Öncüler" için de geçerlidir doğallıkla.

Geçerlidir de: Siqueirosu. ortak düşün yapıları nedeniyle, diğerleri ile “eş işlevle değerlendirmek (kanımca) son derece bü yük bir yanılgıdır.

Çünkü. “Öncüler”, alt yapıda birbirleri­ne uygunluk gösterseler bile, inceleyici bir bakışla: tam bir birliktelikten uzaktırlar. Ör neğin: Rivera (b) resimlerinde Marx‘çı çö zümler önerirken. Orozco (7) kendisini po litika dışında tutmağa çalışmış, ideolojik yöntemlerin, resimlerine yansımasını engel­lemiştir (Bkz: J C. Orozco / Çağdaş Yol/ Sayı: 4) Ayrıca; “Öncülerin sürekli: “toplu kararlar” ile eylemlerini düzenledikleri de söylenemez. (8)

Bu durumda; gruptaki sanatçılar kendi aralarında bir önem sırası alırlar Gerçek­ten de; zamanla. David Alfaro Siqueiros, dose Clemente Orozco ve Diego Rivera da

ha çok gündeme gelmişler ve Meksika “Ye­ni Sanatlnın üç büyükleri olarak anılmış lardır. Başka bir anlatımla; “Üç Büyükler çağdaşlığa ulaşma sürecinde, ivmeyi veren terdir.

İvme sözcüğünü, konumuz bağlamında ele almak zorunluluğunu duyuyorum. Ön ce ivmenin niteliğini açalım (Bu açınım “öz ve “biçim” bütünlüğü çerçevesinde olacak )

I- “Yeni Meksika Sanatfnın özü ilk bakışta. Indıio geleneğinden kay­naklanan içsel yaratıyı taşıyacaktır. (Manifestoda belirtildiği gibi )

2 Özü yansıtan imgelere ver ve recektir. (İmgelerin oluşturduğu ge leneksel kurgu... estetik tavır.)

Yukarda yazılı iki madde, “Öncüler'ce. “Yeni Meksika Sanatfnda gözden kaçırıl­mayacak sorunlardır Oysa gerçek sorun; iki temel taşının üzerine kurulacak “yeni ya pildir.

“Yeni yapı" ise. çağdaş düşüncenin ön­gördüğü “öz" ve bu “özlü yansıtan imgele­

ri. geleneksel estetik tavıra uydurmaktan geçmektedir

Şimdi karşımıza yeni bir sorun çıkıyor: Meksika Geleneksel Sanatı nı yaratan lıı-

diölar, İspanyol'larla yaptıkları bağımsızlık savaşının ardından, bu kez. de hir sömürü düzeni yaşamakta ve etnik güçlerini yitir­mektedirler. Böylece “Yeni Sanatln iki te­mel taşı da bir anda dağılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. O halde “Yeni Sanatln bi­rincil görevi, “temel taşlarfm korumaktır

Konuyu toparlıyorum.Siqueiros u. ortak düşün yapıları nede

niyle. diğerleri ile “eş işlevle değerlendir memeli . demiştim Neden şudur:

I Siqueiros, temel taşlarını koru mada, yalnızca sanatın yeterli ola­mayacağını. sanatın yanısıra poli tik etkinliğinin de ağırlık kazanma­sının gerekli olduğuna inandı İki yönünü de uç noktalara taşımak

v için çalıştı. O; özgürlük savaşında bir asker (9). bir gazeteci, bir sen­dikacı. bir öğretmen ve bir sanatçı-

Emre ZEYTİNOĞLU

dır. (Bu özellikleri: sanatına sert ve kesin bir tavır.komünistideolojinin çözümlerini içeren bir bildiri niteli­ği kazandırmıştır.)

2- Siqueiros, temel taşlarını ko­rumada halkıyla işbirliğini düşünen ilk “Öncü’dür. Tüm bilgisini ve öz­gürlük isteğini halkına aktarmayı amaç edinmiştir.

(Manifesto'ya göz atıyoruz:. Yaptığımız sanat anıtsaldır. Hal­

ka açık ve onun bilinçlenmesine yöneliktir Beğenimiz: yalnızca sa­vaşın ve halk eğitiminin yararına olan sanata karşıdır Biliyoruz ki: soyumuz ve onun sanatı baskı al­tındadır Biz bu baskıya karşı sava­şacağımız. Dinlenmeden çalışıp ba şarıva ulaşacağımız...

. Resimlerimiz, halkın toplandık ları yerlerde sergilenecek Sokak ları. alanları müzelere dönüştürece­ğiz .)

3- Siqueiros. temel taşlarını ko­rumada. sanatçılara ve aydınlara iş­birliğini öneren ilk “Öncü diir Po­litik kişiliğinin ürünü olan bu girı şinı. "Meksika Yeni Sanatı nın do­ğuşudur(Manifesto şöyle diyor ... Aydınlara çağrı Yüzyıldır, bir de­yime dönüşen “duygusal tembelliği” unutacağız Halka yönelik eğitim savaşını başlatacak ve sürdürece­ğiz ..)

Yukarda sıraladığım üç neden. Siquei- ros’ıın ‘Öncülere ve dahası: “l)ç Büyüklere verdiği ivmeyi açıklamakta, buradan da. onu bir “Öncülere" Yol Gösterici" özelliği ne ulaştırmaktadır. Şunu kolaylıkla söyle vebilirim ki; “Meksika Sanatfnın yeni es­tetik tavrını yakalamasında en büyük pay Siqueiros‘uıı bilinci, uyguladığı yöntem, yöntemi doğrultusunda kaleme aldığı Ma ııifesto ve tümüyle birlikte: sanatında gös terdiği enerjidir.

Sigueiros'un sanatı, içinde barındırdığı

Siqueiros, temel taşlarını korumada, yalnızca sanatın yeterli olamayacağını, sanatın yanısıra politik etkinliğinin de ağırlık

kazanmasının gerekli olduğuna inandı. İki yönünü de uç noktalara taşımak için çalıştı.

O; özgürlük savaşında bir asker , bir gazeteci, bir sendikacı, bir öğretmen ve bir sanatçıdır. (Bu özellikleri; sanatına sert ve

kesin bir tavırf komünist ideolojinin çözümlerini içeren bir bildiri niteliği

kazanmıştır.)

Page 68: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

politik tavrına bağlı olarak, çözümler sağ layan biı özellik taşır. Bu bakımdan Sique­iros daha çok “çözümler düzeyinde” (bir başka söyleyişle, politik çerçevede) değer leııdirılmektedır.

DoğrudurSiqueiros un. yaşadığı sıcak günlerde, öz

gürlük için yüklendiği görevler, görevlere karşı takındığı duyarlık, çözüm yöntemleri ve sorunların üstesinden gelebilme bece risı hiç tartışmasız etkileyicidir.

Oysa, sürekli olarak belleğimizde koru mamız gereken düşünce, onun eylemletı ile sanatı arasındaki yakın ilişkidir kı, eyle mi sanat yoluyla uygulaması, onun sanat dilini tanımamızı gerektirmektedir.

(Evet. Siqueiros uıı eylemlerinde resim ikinci planda kalabilmiş, onu bit “doğrudan eylem adamı" olarak göıebılınişizdir Ot ne ğin; İspanya İç Savaşı nda, faşistlere karşı savaşan bir yarbay, İkinci Dünya Savaşı sı rasında. Küba, Peru. Ekvador, Kolombiya ve Panama'da yine faşistlere karşı savaşan bir neferdir Ama Siqueiros’u "Öncü” ya­pan baş etken, yukarıda sözünü ettiğim eylem sanat paralelliğidir)

Siqueiros, politikanın yanı sıra, sanat so­runları ile de yakından ilgilendi Kendisi ile bağdaştırabildığı sanat akımlarına (kübizm, fütürızın. biraz da Dada ) çekinmeksizin uydu. Bu sanat akımlarının etkileri, özgün­lüğünü bulmada yardımcı olmuştur. Çalış malarının en büyük bolümü, resimlerinde kullandığı ya da kullanmayı tasarladığı ge reçler üzeııne yaptığı araştırmalardır Araş tırmalar ölümüne kadar sürecektir (10).

Yazımın başında, “çağdaşlık, eserin özün de ve biçiminde hangi değişiklikleri günde me getirecektir?" diye bir soru vardı.

Öz, çağdaş düşüncenin öngördüğü “öz­gür düşünceyi içerecek, biçim ise, özün an latımını sağlayacak olan imgeleri bulup, ge leneksel estetik tavıra uyduracaktı

Soru böyle yanıtlanmıştı. ıSiqueiros, imgelerini küp, koni, silııuiu

gibi geometrik foıutlardan seçti Ona guıe bu formlar, güncel görüntület, teknolojik devinimin betimiydi (Yorumları sonuçta çoğunlukla bu ölüm görüntüsü verıı )

Siqueiros’un resimlerine bir Indiönuıt gözünden; içinizdeki özgürlük tutkusu ve güzeli yaratabilme yetisini duyumsayarak bakınız O ölüm görüntüsünün aıdıııda. ye iti bir yaşam yeşeıdığıni ayııııısayacaksınız

Not:(1) 28 Atalık 18‘k> O (.kak l ‘>/4(2) Yerli lıalk Kı/ıklcıılı (4) Maııılt,3İi)Ja:ı(4) Sıgıiı-ıno. O ııt /m Kıveıa V.im tinsel«*». Koberto

M diıtcnegıu. I vt.polıit. M ıiıılı’/ ( ı.ıluk-l terııa ıı ile / leıldMtıa. Juaıı OCıınıııaıı Antonio ( uao ve Cdilus ( İlâve/ (Muzisycnılıı )

lit) Bu saııatçilaı M ekıikaüa “KeKclleıi (O m u) ala rak anılıtlaı

(0) Kıveıa (188b 1 V:>7)(7) O h .a u (188.4 l ‘k|*t)(81 O ıneğlıı Siqueiios ile Kıveıa maşımla yakıtı ili}

kik i kuıulınuş olm asına kaı .ııı Sı,|ueıiııs O ıoA o ılijkııi yok de|ievek ka.l >. • t <v ııııl.ııı I»tyun

ca ün tinlerini a ıiıdk bir kez ynııııüşleiıtıı (Siqueiros Kıvera ılijkisı ise tanı bir yoıuş tın lığı iyinde geçmemiş. yerek saıidl yelekse politik ku iHilauld çeltşkileı doğm uştuı )

(V| 1V14 Halk O rdusunda . Balı l üınenı'nııı İm su t.ayıdıı Jalisco, Guanajuato. l alıma. Sınalod Su nura Nayant yıbı yellerde savaşmış ve yu/ktaşılı ğa yükselmiştir

(10) t ‘M2 ABDde C lıuınard S.buı.1 uf A nda duvar lesıııı u /eııne dersler verıı Bu aıavla. yeıeyleı uze tine ilk çalişmaluııııı yapaı İVdtı New Yuık'ta Sın f.xpenmaiitdl Workshop la boıaluvatıııı kınar burada pldslık yele. ın le-ıııı de kullanım ulanaklarını nuclei B>44 M ıksıkaıla Gerçekçi Sanat M erkezini ku laı lesıııı ve yıafık yereyleı UA-nndekı ata,anm a laıını suıduıur

Kaynak:biqueiros l e lııa ııd ı M uııuyıafıe Mario de Mu lıelı

l'k.8W and Bild Mexico / Nallnııalyaleıie B« ılın 1‘ISZDevııınleı ve Kaışıdevıııııleı Aıısikk.pı lıa ’ l.elıpn

Yayınlan IV87

l \ lşlsel Sl 'lg. ,1'? İ d d e Mt ı l ı t . I Uy ¡/,y, •/ / ı l ı y ı ı n i ı1 9 3 2 d e 1 o s A n g e le s (( ulı/o ın ıu) Lit h lit'itlın KiUı/>lit}i 1932d e uy ııı şe h ııd e A ıu lm sa tlo i O teli G aleııst m i te B u c m o s A ires (A ıjtu ıtııı) S o n a t D ostları D erneği ¡9.14 te N e w York (U S A ) D elphic S ta tic ( kılcı 1st 1 9 3 9 J a uyn ı şeh irde P M urisse Galerisi1 9 4 7 d e P lastik S a n a t laı M üzesi ( i t iz el Sa n a tla r U lusa l E n s titü sü1 9 5 0 d e V ened ik liten a liird e M e ksik a P a vyo n u1 9 5 3 d e Mı \ im ( uç M tk s ik ti Sa ın ıtı ( kilensı1 9 5 6 d a H esstiıııın A tö ly e s i1964 te M eksık ti M isıach l Galerisi19’)t> M exico ( itç A ( ' Gil Ö z t’/ k lu ze s ı

K oleksiyonlar; ıS ıg u c iıo sü n o ııe ın lı e s e d a m ın hıı ko leks iyonu, M exico C ity Ç a ğ d a ş S a n a t M ü ze

s n u la lirDujeı hıı ko le ks iy o n N e w Yoık M o d e m A rt M ü zesi'nded iı S h ju e ım s un e se ılen n ın e n zerimin ö ze l k o le ks iy o n u Dr A lv a io ( arillo G ıl’iıı M exico

( ıty k o leks iyo ııu d u ıB i/yo k eseı S a n l\iok>, lel Aviv. New Delhi ve Harana nıüzelerindediı.

K aıına serg ile /:‘■..uma sen jile ıin d en e n ö n em li olanları şunlardır F ernando G am boa Sergisi. M eksi ■ ■ 's ın a n S a h a serle r Se ıg isı, (burada S ı,/u e ııo sd hıitürı bir stilon tahsis e tlilm iş tıı) t i st igı d ü n ya n ın e n önem li kültür m e ıkö zlerin d e yer a lm ış tır S iqueiros ese ıle ıı Ve- ı lık Bu n, ılı nde (1950) M eksika p rivyo n u ııd a yer alm ıştır, B rü kse l I lluslan ın ısı Fu

a tın d a tl9 - ,S ) cc N e w Yoık S e ıg ıs ı ııde (1954 19ö5) o n u n eserleri b u lu n m u ştu r

12 Eylül’ün İşçi Hareketi ve...

tiuşlarafı 63. Sayfada

Türk İşe yeşil ışık yakmaya başladılar. Bu sendikalar, net olarak, sınıf ve kit le sendikacılığının ilkelerini açık alan da dövüştürm enin kaçınılmaz olduğu nu, dileriz denem e sınama yoluyla öğ rennıesinler.

Bize göre örgütlenm e düzeyleri ne olursa olsun bağımsız sendikalar bu ­günden başlayarak sınıl ve kitle sendi­kacılığını daha da bulaıııklaştırmaktan çıkararak tartışmaya ve ideolojik mü cadeleye açm alıdır

Özetle koyduğum uz bu durum ve bağımsız sendikaların ortaya çıkışıyla mücadeleleri; sınıfın egem enlerle yü rüttuğu ideolojik mücadelenin sonucu ve bu ideolojik m ücadelenin örgütlü yürütülmesi için gerekli m addi tem e­lin çabasıdır. Sınıfın sendikal politika­sının çekim merkezinin yaratılması ça basıdır

Sınıf ve kitle sendikacılığının kavra nıp kavratılmasıyladır ki işçi sınıfı bu güne kadar yaptığı mücadeleleri yeni den başlatma gibi geri bir seviyeye düş ıneden, yeni mevziler ele geçirmeli ve

bulunduğu yerden başlayarak gücünü ve örgütlülüğünü pekiştirmelidir.

Toplumsal tarih ve özellikle Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi bize göstermiştir ki işçi sınıfının taleplerinin toptan veya kısmi olarak gerçekleşmesi toplum sal sıçra malarla m üm kündür Bu anlayış hep sıfırdan başlamayı değil var olan dene yim ve maddi koşulların üzerine yeni örgütlenm e-m ücadele yöntemleri ge liştirmeyi öngörür Bu açıdan ele alın dığında “bağımsız" sendikalar, mücade le geleneğinin örgütlü gücü olarak da sınıfın önünde, onu her türlü sendikal gericilikten uzaklaştırarak, kendisi için dövüşen örgütlü güç durum una geti ren yeni dinamizmlerin oluşmasına ne den olacaktır. Böylesiııe bir sorum lu­luğu üstlenmek yerine DSİM adına ör- gütsüzlüğü önerm ek ya da sınıf uzlaş macılığı anlayışının devlet sendikacılı­ğıyla birlikte kurumlaştığı Türk İş çatı­sı altında kalabalıklaşmak (Türk Iş’de m ücadele edilmemeli dem iyoruz. Bu ayrı bir yazının konusudur ve son d e ­rece önem li bir görevdir. Türk-İş’i sen

dika gangsterlerine bırakmak sınıfa iha­net anlam ına gelecektir) sınıf sendika cılığı anlayışından vazgeçmek, sınıf m ücadelesini egem enlerin izin verdiği dönem e bırakmaktır

Halbuki günüm üz koşullarında sını­fın bağımsız örgütlenm elerinden daha tarihsel görev yoktur.

Dipnot(I) DİSK'le ilgili tespitleri tek boyutlu olarak

yapmak toplumsal gelişim çizgisine etki eden önemli bir olguyu görmezlikten gelmek olacaktır.

Türk Iş’e karşı oluşumunda ekonomizmin etki­sine rağmen siyasi yönü de vardır. Bu siyasi yön tam da sınıf sendikacılığı çizgisinde olmasa da sendikaların politikadan bağımsız kalamayacağı­nın bir sonucudur.

DİSK'te sınıf sendikacılığının tümüyle hayata geçirildiği söylenemez, ancak ekonomik demok­ratik taleplerini gelişen toplumsal muhalefet için­de ve burjuvazinin saldırısı karşısında politik is­tem ve mücadele yöntemleriyle perçinleyip geniş­letmeye çalışma zorunluluğu kitlelerde devi iıuci ruhun uyanmasında az çok etki yapmıştır.

Anti-demokratik uygulamalara ve yasalara karşı düzenlediği kitlesel eylemler toplumsal muhalefet açısından olumlu sonuçlar da doğurmuştur.

Biz DİSK'i yöneticileriyle sinıgeleştirmeyip kav­ram olarak düşünüyor ve onun mücadeleci yönü­nü yazımızda esas alıyoruz.

Page 69: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

GENEL OLARAK SOSYAL PARTİLER

Sosyal sınıf bölümlerinin ne olduktan ge çen yazımızda belirdi. Bunlann toplum için­de etki ve tepkileri her alanda ayrı biçim­lere bürünür. Bu etki ve tepkilerin en önemlileri SİYASİ İKTİDAR atanında gö­rülür. Sosyal sınıf bölümlerinin siyasi ikti­dar eylemlerine SİYASİ PARTİ adı verilir.

A- SİYASİ PARTİ NEDİR ve NASIL KURULUR?

Toplumun derinliğinde var olan bölüm­lenişe sosyal sınıf denince, bunun toplum yüzeyinde çıkmış yankısı SİYASI PARTİ olur. Sosyal sınıf toplumun yapısının gö­rünen katları ise, Siyasi Parti bu yapının en üstündeki kiremitliğine benzetilebilir. Bura­da siyasi partiyi kiremitliğe benzetmekle, önemsiz göstermek istemiyoruz. Nitekim insanların banndıklan yapılarda kiremitlik önemsiz bir bölüm sayılamaz. Kiremitlikte olacak ufak tefek çatlaklar, bütün yapının duvarlarına ve temeline dek sızıntılar, yı­kıntılar yapabilir. Siyasetle ve siyasi parti iie sosyal yapı arasındaki ilişkiler de ona ben­zer.

Konuyu bir başka yandan açalım. Siya­si parti niçin kurulur? SİYASİ İKTİDARI ele almak için.

Siyasi iktidar nedir? Tek sözcükle DEV- LETtir.

Devlet niçin vardır? Toplum içinde doğ­muş sosyal parçalılıkları, bölükleri, kısım­ları (sosyal sınıf, tabaka ve zümreleri): bir­birleri ile tepişirken, kurulmuş ve BELİRLİ DÜZEN’in dışına çıkartmamak üzere baskı altında tutmak için vardır.

Demek toplum içinde sosyal bölükler bu­lunmasa, onların çatışmaları olmazdı. Sos­yal bölüklerin çatışmaları olmasa, onları baskı altında tutup KURULU DÜZENİ ko­rumak üzere, bir Devletin doğmasına yer kalmazdı. Nitekim Medeniyetten önce sı­nıfsız ilkel toplumda Devlet yoktu. Sosya­lizmin gelecek yüksek konağında da Dev­let olmayacaktır.

Bir baskı cihazı olarak Devletin öz yapısı nedir? Başlıca iki şeydir: 1- Vatandaş ço­ğunluğunun dışında bir silahlı adamlar teş­kilatlandırmak, 2- Cezaevleri kurmak... Bu tarif daha yapılırken anlaşılan şey şudur: Devlet daha doğarken vatandaş çoğunlu­ğunu silahsızlandırmak zorunda kalır. Yok­sa Devlet görevini yerine getiremez. Nite­kim ilkel Komuna’da eli silah tutan herkes, her zaman, başkalan kadar silahlıdır. O yüz­den herhangi silahlı insanı bir başkasının yakalayıp cezaevine sokması imkansız olur.

Bu nedenle Devlet: Toplum içinde, top­lumdan ayrı bir silahlı kişiler ve cezaevleri örgütü olarak aynlır. Sonra her fırsattan ya­rarlanarak Toplumun üstüne yükselip çıkar. İşte, bu Toplumdan kopup insanüstü yük­sekliklere tırmanmış örgütü ele geçirmeye İKTİDAR SAVAŞI denir. Eğer böyle bir ik­tidar doğmasaydı, onu ele geçirmek üzere siyasi partilerin kurulması diye bir konu or­taya çıkmazdı.

SİYASİ PARTj ile SOSYAL PARTİ (sos yal bölümlülük) arasındaki sıkı bağlılık bu kertede açık, alfabetik ve matematik bir ger­çekliktir. Bir toplumda sosyal bölükler (sı nıflar. tabakalar ve zümreler) bulunmasay- dı. SİYASİ PARTİLERE de yer kalmazdı. Siyasi bölüksüz bir toplumda (sınıfsız bir sosyetede) yapılabilecek her türlü siyasi gösteriler, politika oyunları: ya kumarbaz­lığa alışkınların acıklı bir hastalığı, yahut iş siz ve dengesiz psikopatların gülünç semp­tomları olurdu Öylelerine ya acınır, yahut gülünür geçilirdi. Gösterilen en ciddi tep­ki. böyle “siyasileri bir hastaneye kaldırıp tedavi etmekten öteye geçmezdi.

Tersine, bir toplumda sosyal bölükler (sı­nıflar. tabakalar ve zümreler) gerçekten var­sa. orada SİYASİ PARTİLER kaçınılmaz olur. Biz istesek de, istemesek de insanlar iktidar çevresinde bir sıra siyasi bölünme­lere ayrılırlar. Bu bölünmeleri yasak da et­sek. siyasi bölükler yani partiler, yerin al­tında yahut yerin üstünde, az çok bilinçli veya bilinçsiz mutlaka kurulurlar. Yasak edenlerin kuruntulanndan başka hiçbir yer­de siyasi partiler yok edilemezler. Çünkü siyasi partilerin kökleri, yani sosyal bölün­meler toplum ortalığında bulunmaktadırlar.

Bu kısa açıklama üzerine, “Siyasi Parti nedir?" sorusuna verilecek karşılık kendili­ğinden ortaya çıkar. Toplumda herhangi bir bölünmeyi yaşayan insan kümelerinin ik­tidar eğilimleri, yani Devleti ele geçirme ça­baları siyasi partileri yaratır. Başka bir de­yimle, siyasi parti, sosyal bir bölük insanın iktidar eğilimlerini temsil eden bir örgüttür.

Bu gerçeklik anlaşılır anlaşılmaz, “İKTİDAR" sözcüğünün bütün insanüstü gösterilmeye çalışılan ve en inanılmaz bi­çimlerde mistikleştirilen binbir tecellisi ay­dınlığa çıkar. Birçok yanlış kavramlar, sü­rüyle düşünce, davranış kargaşalıkları ya hut alışkanlıklan kendiliğinden ortadan kal­kar. Ve problemin tersi de doğru olarak ko­nulabilir.

Bir ülkede SİYASİ PARTİLER varsa, o ülkede veya dünyada toplumun ayn ayrı bölüklere bölünüşü var demektir. Bir ülke­de hem siyasi parti kurulur, hem de sosyal bölünüşler (sınıflar, tabakalar, zümreler) yoktur denilirse: böyle bir iddia, en saçma görüldüğü zaman bile, kendine göre derin bir anlam taşır. Bu anlamlan, toplumun ka­rakteristiğine göre ayn ayrı biçimlerde gö­rebiliriz.

Ya toplumda gerçekten BİLİNÇLİ bir ör­güt, sosyal sınıfları yok etmek üzere tarih- cil görev yaptığına inanmaktadır. O zaman bu görev, şu veya bu sosyal sınıfın meka nizmasına dayansa bile, sınıf ayırdı yap­maksızın tümüyle insanlığa yönelmiştir. Böyle açık insancıl bir görevi güdenler, giz­lemeye değil, büsbütün açıklamaya önem verirler. Onun için sosyal bölünüşleri yok saymaya yer kalmaz. Sosyal bölünmeler vardır, ama giderilmeleri için toplumun ekonomik temelinde ve sosyal üstyapısın

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

da gelişen şartlar yeterince olgunlaşmıştır denir. Toplumdaki bölünüşlerin ve çatışma­ların ne ekonomik, ne sosyal, ne kültürel ve ilh. gerekliliği kalmamıştır. Tarih bakımın­dan yargılanmış gibi müzeye kaldırılması gereken sosyal bölükler henüz silinmemiş olabilirler. Bunların politika alanında debe lenmeleri. boşuna ve yok yere hem toplu­mu. hem kendilerini zarara uğratır. Böyle kısır ve boşuna zararlı çabalarla çatışmala­ra sürüklenmemek için, işin bilincine ermiş bir siyasi parti ortada bulunabilir.

Bugün yeryüzünde bu anlamda tek kal­mış yahut güdücü duruma girmiş Sosya­list Partileri vardır. Ancak bu partilerin baş­lıca görevleri bir an önce kendi temellerini yok etme bilincinden güç alır. Böyle bir tek partide insanüstü otoriteler yaratılamaz İk­tidar için iktidar ülküsü taşınamaz. Parti için parti yoktur. Kutsal misyon toplum içinde binlerce yıldır babayı oğula düşman etmiş sosyal bölünmeleri babanın da oğulun da hayırına gidermektir.

Başka türlü de tek parti veya dokunul­maz iktidar çeşitleri vardır. Bu çeşit iktidarlı toplumlarda sosyal bölükler (sınıflar, taba­kalar ve zümreler) bütün belirlilikleri (de­terminizmleri) ve dinamizmleri ile yaşamak­tadırlar. Ama onlardan birisi, yani üstün egemen sınıf, iktidar mevkiini münhasır olarak kendi tekelinde bir imtiyaz ve bir ta­hakküm cihazı gibi kullanmak ister. Dev­leti ele geçiren sınıf onu uzun süre muha­faza edemeyeceğinden korkar. Devlet ik- tidannın elinden kaydığı gün eriyip yok ola­cağını bilir. Çünkü tarihçil ve ekonomik şartlar o egemen sınıfın dinamizmini sıfıra doğru indirmiştir.

O zaman sosyal bölükler arasında az çok bilince ve hesaba dayanan bir savaşın ya­ratacağı dengeliliği egemen sınıf göze ala­maz. Vaktiyle Spartalılar idare ettikleri kö­lelerini sık sık kılıçtan geçirirlerdi. Modern çağda böylesine açık bir davranış başartla- mayacağı için, egemen sosyal bölüğün Devlet iktidarı kendi partisinden başkasına yaşama hakkı tanımaz. Yani, hem sosyal bölünüşleri kaldırma amacı güden eğilim­lere karşı kanlı saldırılarda bulunur: demek toplum bölünmelerinin kaldınlmasını değil, ebediyyen var olmasını sağlamaya çalışır, hem de sosyal alt bölüklerin kendi siyasi partilerini kurmalanna dayanamaz, sınıflar arasındaki hesaplı, bilinçli davranış denge­sine güvenemez. O zaman böyle bir tekel­ci iktidar saçma bir zorbalık durumuna dü­şer. Bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerine tahakkümü doğar. O sisteme FAŞİZM de­nir.

B- DEMOKRASİ, TOTALİTERLİK ve PARTİ KURULUŞLARI

Buraya kadar incelenen konu içinde iki term aydınlanmaya muhtaç kalmıştır. Bun­lardan birisi Demokrasi, ötekisi Totaliterlik

Page 70: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

adını alır.DEMOKRASİ nedir? Sosyal bölümlü (sı­

nıflı) bir toplumun içinde birden fazla siya­si parti kurulmasına izin verilirse, bu politi­kaya Demokrasi adı veriliyor. Kurulan par­tilere de Demokrasi partileri deniliyor.

TOTALİTERLİK nedir? Sosyal bölümlü (sınıflı) bir toplumun içinde tek bir siyasi partiden başka parti kurulmamastnı güden siyasete yaygın Batılı deyimiyle Totaliter po­litika deniliyor. Totaliterliğe uygun düşen partilere de Totaliter partiler adı veriliyor.

Ancak, basmakalıp bir benzetişle TOTA­LİTER adı verilen TEK PARTİ sistemleri, özleri bakımından birbiriyle taban tabana zıt iki tiptedirler.

Sosyal bölümlülükleri KALDIRMAK üzere kurulan tek partilere Sosyalist Parti­leri denir. Sosyal bölümlülükleri kıyamete dek SÜRDÜRMEK üzere kurulan tek par­tilere Faşist Partileri denir.

Geri kalmış ülkelerde üçüncü tip bir to- talider TEK PARTİ daha vardır. O ne Fa­şist Partisi, ne de Komünist Partisi olmamak iddiasındadır. Memlekette sosyal bölümlü- lükler yeterli keskinliğe erişememiştir. Bun­dan yararlanarak Devlet gücüyle bir ülke­de çok partililik yok edilir.

Bu üçüncü tip gibi görünen Totaliterlik gerçekte: sosyal bölümlülükleri (sınıfları) 'İNKÂR yoluyla, sosyal bölünmeleri YA­RATMAK amacını güder. Görünüşte siya­si partileri yasak ederken, toplumda sos­yal bölünmeleri önlemek ister gibidir. An­cak bilinen örnekleriyle çok iyi anlaşılmış­tır ki, bu gösteriler lafta kalan aldatmaca­dırlar.

Gerçekte toplum yapısı sosyal bölükler­le paramparçadır. O sosyal bölünmeleri ön­lemek iddiasında bulunan siyasi tek parti perde ardında sosyal bölüklerden birinin elindedir. O bölük henüz cılız olduğu için, kendisini maskelemek zorundadır. Tek par­ticiler o bölük insanı bir yandan üstün ve egemen duruma sokarken, öte yandan açıkça savunamayacak kadar güç durum­dadırlar. Hem haksız, hem görevsiz bir pı­sırık sosyal sınıfı güçlendirmek kayganda­dırlar. İlerde o egemen sınıfı kuvvetli bir si­yasi partiye kavuşturmak uğruna Totaliterlik yaparlar.

Demek toplumda, Totaliterlik adı verilen tek particilik, son duruşmada, ya gerçek Sosyalizmdir, yahut gerçek Faşizmdir. Öteki üçüncü tip gelgeç olan ve tarihin büyük krizler çağında beliren bir GEÇİT tipidir. Devlet, siyasi iktidar ve siyasi partiler üze­rine bilinen genel kuralı ortadan kaldıra­maz.

Genel kural plarak, bir siyasi parti niçin kurulur? Bir sosyal bölük insanı temsil et­mek için ve temsil ederek kurulur. Bunun dışında siyasi partiden söz etmek, ya ne de­diğini bilmemek, yani aldanmak, yahut in- sanlan gözlerinin içine baka baka aldatmak olur.

Siyasi parti hangi sosyal bölük insanı temsil eder?

Her sınıflı toplumda: bir başlıca SOSYAL SINIFLAR vardır; bir de sosval sınıfların

içindeki SOSYAL ZÜMRELER vardır. On­lar dışında birçok SOSYAL TABAKALAR vardır. Siyasi parti bu üç kategori sosyal bö­lünmelerden, bu üç türlü toplum parçala­rından birisini temsil eder.

Modern toplumdayız. Modern toplum­da bir siyasi parti başlıca sosyal sınıfların partisi olabilir: 1) İşveren sınıfının, 2) işçi sınıfının... Bunlara SINIF PARTİLERİ diye­biliriz.

Bir sosyal sınıfın içinde yalnız bir sosyal zümreyi temsil eden siyasi partiler de ku­rulabilir. Bunlara ZÜMRE PARTİLERİ di­yebiliriz.

En sonra sosyal sınıflar dışında kalmış, geçmiş toplumların kalıntı bölükleri olan sosyal tabakaları temsil edecek siyasi par­tiler de kurulabilir. Bunlara TABAKA PAR­TİLERİ adı verilebilir.

Daha bu basit tanımlamayı yaparken, si­yasi partilerin karakterleri ile karşılaşmış bu­lunuyoruz. Bir toplumda siyasi iktidara gel­mek üzere savaşacak olan siyasi partilerin hangileri, en gerçek ve mantıkçıl sonuçlu olabilir? Kendiliğinden bellidir. Her toplu­mun ekonomi temelinde üretim ilişkilerine DOĞRUDAN DOĞRUYA ve BİRİNCİL KERTEDE ilgisi bulunan sosyal sınıflara da­yanan siyasi partiler daha etkili olabilirler. Ne yaptıklarını bilirler, yapacaklarını bilin­ce ve pratiğe kolaylıkla geçirebilirle!*. Çün­kü bu imkânı ve bu gücü içinde yaşadıkla­rı ve dayandıkları sosyal sınıfta bütünüyle bulurlar.

Zümre partileri, tabaka partileri kurula­maz mı? Kurulur. Hatta modern toplum­da, bir paradoks gibi gözükse bile, en çok bu çeşit partiler kurulur durur. Çünkü Mo­dern işveren sınıfı hergün biraz daha sayı­ca azaldığını görür. Durumunun, inceldiği yerden kopmaması için, SİYASI BİLİNÇ­LERİ elinden geldiği kadar karıştırmak is­ter. Bu da elden geldiği kadar çok bir sürü birbirini tutmaz, birbiriyle kayıkçı döğüşü yapan siyasi partiler kurulmasını kışkırtır. O yüzden her kapitalist ülkesinde sanki ikti­darı alacakmış gibi önüne gelen zümre ve tabaka partileri her gün kurulurlar, dökü­lürler. Siyasi parti kurmak, maç seyircileri­ni eğlendiren spor kulüpleri kurmak çeşi­dinde ve anlamında olağan sayılır.

C- EGEMEN SINIFLARIN ALT SINIFLARI OYALAYIŞLARI

Büyük istikrarlı kapitalist ülkelerin ege­men sınıfları kendilerinin ekonomi ve teş­

kilat güçlerine güvenirler. Bu güvençle hiç­bir sosyal zümre veya tabakanın partisini açıktan açığa yasaklamazlar. Öyle iken ken­di sınıf diktatörlüklerini en demokratik gös­terilen “şallarla dahi güç örtebilirler. Onla­rın demokrasisi siyaset yahut idare yasak­ları gibi cılız engellere önem dermez. Eko­nomik ve sosyal güçlerini kullanarak alt sı­nıf bilincini taşıyacak teşkilatlanmaları ya­şatmamanın kolayını bulurlar ve öylece ka­pitalist sınıf diktatörlüğünü görünüşte olsun

“demokrat" kılıf içinde saklarlar.O zaman ileri ve “büyük demokrasiler”

adı verilen burjuva egemenliği ülkelerinde oynanan usturuplu oyunla karşı karşıya ge­liriz. Buralarda gerçi hiçbir parti “kanun zoruyla” kapatılmamış görünür. Hatta en aşırı akımlar isterlerse Komünist Partileri da­hi kurmakta serbest sayılırlar. Bununla bir­likte olaylara bakınca ne görürüz? Ülkenin bütün alınyazısı hep iKl SİYASİ PARTİ elin­de kalır. Onların dışındaki her parti, yasak edilmemekle beraber, sahnede belli başlı hiçbir rol oynayamazlar. Egemen çifte par­tinin klasik anayurdu Anglo-Sakson ülke­leridir. İngiltere’de bir zamanlar MU­HAFAZAKÂR - LİBERAL adlı iki parti vardı. Şimdi MUHAFAZAKÂR-İŞÇİ par­tileri sahneyi dolduruyor. Ingiliz burjuvazi­si eski Muhafazakâr Partisinin adını bile de- ğiştirmeksizin olduğu gibi kalmasını sağla­mıştır. Yalnız Liberal adı artık kapitalizmin 19. cu yüzyılında giyilen bir elbise olduğu için çıkarılmış, onun yerine LABOUR (Emek) yani İŞÇİ kılığına girilip 20. ci yüz­yılın modasına uyulmuştur.

Amerikan kapitalizmi böyle bir moda de­ğişikliğine dahi lüzum görmemiştir. Nasıl ol­sa büyük yığınları günlük yaşantı standar­dını yüksekçe tutarak kuzu gibi uslu bir sürü halinde kolayca güdebilmektedir. Öyle ise sahneyi tutan çifte partinin adlanna ve sem­bollerine bile dokunmağa yer yoktur. Eski Fil hortumlu CUMHURİYETÇİ parti ile eski Eşek kulaklı DEMOKRAT parti hiç istifle­rini bozmaksızın politika tahtaravallisinin iki ucuna bütün ağırlıkları ile oturuvermişler- dir. Biri iner biri çıkar. Fakat her zaman aynı kapitalizm Amerikan milletinin sırtında ta­şıdığı egemenlik oyununu sürdürüp gider.

Şu “büyük demokrasilerin hiç değişme­yen fiili eşekti çifte partileri sınıf partileri mi­dirler? Evet.

Hangi sınıfların partileridirler?Kapitalizmde böyle açık soruya hjçbir za­

man açıkça karşılık verilemez. Kapitalizmin en büyük başarısı da en basit sorunların açık karşılıklannı verdirtmemekle sağlanır. Bu sayede belirli egemen sınıflar hiç burun­ları kanamaksızın boyuna iktidarda tutuna­bilirler. İktidarda tutunabilmenin birinci şar­tı, ikide bir memlekette “iktidar değişikliği” yapılıyormuş gibi, tahtaravallinin iki ucun­da oturan çifte partiden birini yahut öteki­ni alaşağı etmek ve yerine sanki başka bir sosyal iktidar geçiyormuş gibi, yeni kabine­ler kurmaktır. Zengin ve kurnaz kapitalizm­ler ellerine geçirdikleri iktidarların SINIF KARAKTERLERİNİ böylelikle gözden ka­çırırlar. Ve o sayede egemenliklerini ebe­dileştirirler.

Her kapitalist toplumun egemen sınıfı, iktidannı aksaksız yürütebilmek için iki po­litikayı gözden uzak- tutmaz:

1- Alt sınıf ve tabakaları herşeyden ön­ce İŞSİZ BIRAKMAMAK.

2- Bundan sonra halkı ne yapıp yapıpKAFADAN SİLAHSIZLANDIRMAK.

Bütün akıllı yani gerçekçi büyük kapita­list demokrasilerin siyaseti bu iki başlı gö­revde toplanır. Bu görevi yerine getirmek için ÜST SINIF partileri bir şeye çok dik­kat ederler. Memlekette bütün ekonomik ve sosyal problemleri hiç eksiksiz onlar el­lerine almış görünürler. O görüntü ile bü­tün sosyal sınıf, zümre ve tabakalara tem­silci olmak gibi ince bir işi yerine getirmek zorunda kalırlar.

Buna karşılık ALT SINIF partilerine hangi rol düşer? Bu, aynaya bakar gibi üst sınıf partilerine bakmakla öğrenilir. Politikada dahi çivi çivi ile sökülür. Alt sınıf partileri de ister istemez en az üst sınıf partileri ka­dar bütün sosyal ve ekonomik problemleri ele almak zorundadırlar. Aynca işçi sınıfı gi­bi ezilen ve sömürülen bütün sosyal züm-

Bir toplumda siyasi iktidara gelmek üzere savaşacak olan siyasi partilerin hangileri, en

gerçek ve mantıkçı! sonuçlu olabilir? Kendiliğinden bellidir. Her toplumun ekonomi temelinde üretim ilişkilerine DOĞRUDAN DOĞRUYA ve BİRİNCİL

KERTEDE ilgisi bulunan sosyal sınıflara dayanan siyasi partiler daha etkili olabilirler. Ne yaptıklarını bilirler, yapacaklarını bilince ve pratiğe kolaylıkla geçirebilirler.

Page 71: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

re ve tabakaları kafadan silahlandırmak ge­rekir. Böyle halktan çıkmış ve burjuva ege­men partilerinin tekerleklerine çomak so­kan partilerin memleket meselesini sınıf bi­linci ile kaynaştırıp ele almalan, politika problemini büsbütün karıştırır.

O yüzden bütün burjuva ülkelerinde po­litika alanı inadına karartılmış, göz gözü gör­mez bir mahşer yerine çevrilir. Bu alanda SİYASİ PARTİ’nin ne olduğunu kavramak en güç problem olur. Bu karanlıkta yönel­mek için bir partinin hangi sosyal sınıf, züm­re ve tabaka eğilimini taşıdığını kesince kes­tirmek birinci şarttır. Ancak bir siyasi parti­de bulunan EGEMEN EĞİLİMİ kavramak en ağır ve korkunç güçlükleri taşır.

Bir siyasi partinin İÇYÜZÜNÜ anlamağa engel olan başlıca iki yaman güçlük orta­ya çıkar:

1- O partinin sosyal sınıf eğilimini iyi bil­mek,

2- O bilince varıncaya dek karşılaşılan binbir pratik ve teorik tehlikeleri göğüsle­yebilmek...

Bu iki güçlük de birbirinden aşağı kalma­yacak kertede önemlidirler. Çünkü bir si­yasi partinin sosyal sınıf eğilimini kestirmek ne denli çok bilgi, tecrübe isteyen uğraştı- ncı bir iş ise, tıpkı öyle, kesin bir kanıya var­mak için yapılan girişimlerde insanların uğ­ratıldıkları SUÇLANDIRILMALAR ve CE­ZALANDIRILMALARA karşı koyabilme­leri için en az o denli büyük cesaret, enerji ve uğraşı ister.

Şaka değildir. Egemen sınıflar 7 bin yıl­lık tecrübelerin mirasçılandırlar. Yüzlerce yıl bir avuç adam büyük toplum yığınlarını gütmüşlerdir. Gütmek için türlü kafaca ve bedence silahsızlandırmalara uğratmışlar­dır. Bu uğratışlarında yetmiş bin türlü kur­nazlık edinmişler, kalleşlikler uygulamışlar­dır. O ebedi ve ezeli egemen sınıf oyunu­nu bozmak, masallardaki sihirbazların bü­yüsünü çözmekten daha çetindir. Sınıflı toplum oldu olasıya üst sınıfların kaygıları ile yürütülür. Bu kaygıların en büyüğü; alt sınıfları ŞAŞKINA ÇEVİRMEK ve BİTKİN TUTMAK’tır. Bu alanda bizim yaşantımıza miras kalmış bitmez tükenmez çeşitler göz önüne getirilebilir.

Egemen sınıflar 7 bin yıllık tecrübelerin mirasçılarıdırlar. Yüzlerce yıl bir avuç adam

büyük toplum yığınlarını gütmüşlerdir. Gütmek için türlü kafaca ve bedence silahsızlandırmalara uğratmışlardır. Bu

uğratışlarında yetmiş bin türlü kurnazlık edinmişler, kalleşlikler uygulamışlardır.

Kültürümüze en yakın iki olayı alalım.Islam toplumunda Mekke’nin Tefecİ-

Bezirgân kodamanlan ilkin Ebu-Süfyanlar, sönra oğulları Muaviyeler İdi. Bunlar ülkü­cü “MUŞTULANMIŞ HALİFELER’ (Hü lefa’i Raşidin) iktidarını ele geçirmek iste­dikleri zaman ne yaptılar? Biliyoruz, Mek­ke kodamanlarının çoğu “GÖNÜLLERİ

' UZLAŞTIRILMIŞ” (Müellifetül-kulüp) de­nilen Müslümanlardı. Gönülleri neye uzlaş- tınlmıştı? Müslümanlığa... Nasıl uzlaştınlmış- tı? Para ile.

Yani pratik gerçekçi olan Hazreti Mu- hammed, Mekke kenti içinde bir an önce birliği sağlamak istiyordu. Ancak o birlikle

/ cihan görevine daha çabuk girişebilirdi.Müslüman olmamakta inatla direnen Mek­ke mütegallibesinin paraya taptığını biliyor­du. Onları para ile Müslüman etmişti. Ga­nimetten bu kodamanlara da bir pay ayır­mayı Kurana kadar soktu.

Yeryüzünde Müslümanlık büyük başarı-

lar kazanır kazanmaz, o parayla Müslüman olanların huyları tepreşti. Bütün ganimet­lerin ve fütuhatın üzerine oturabilmek için, yürekten gerçek Müslüman olan “Muştu­lanmış Haüfeler”i (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali’yi) sona erdirmek istediler. Onlann dev­rimci gelenekleri derin Müslüman demok­rasisi idi. Mekke vurguncuları son “Muştu­lanmış Halife" Ali’nin kişiliğinde Müslüman demokrasisini kökünden kazımağa kalkış­tılar.

Dünyada herkesten çok Müslüman görün­mek yollarını domuzuna kullanabildi.

Bu Antika örneğe çok dikkat edelim. Ali düşmanı kesilen askerler hangi sosyal sı­nıfın aygıtları idiler? Mekke’de Müslüman­lığı yıllarca boğmaya çalışan ve boğamayın- ca para ile Müslüman olan, sonra demok­ratik Müslümanlığı halk düşmanı ve zalim uir iktidara çeviren ezeli müstebit TEFECİ- BEZİRGÂN sınıfının aygıtları idiler. Ancak bu sosyal sınıf sinsi karakterlerini gizleı^s-

Bugün yeryüzünde Finans-Kapitalist soyguncuları bir avuç Oligarşidir. Finans

Oligarşisinin oynadığı en büyük oyun, işçi sınıfını kandırmak için ne yapıp edip

herkesten çok işçi sınıfından yana görünmek oyunudur. O nedenle, bütün dünyanın ileri

geri bütün kapitalist sınıfları başlıca çabalarını hep aynı noktada odaklaştırırlar.

Ne ile? Gene Müslüman demokrasisinin temelinde yatan ilkel Sosyalizmin Barbar gelenekleriyle. Önlerine çıkan son engel Halife (Peygamber vekili) Ali idi. Onunla bahaneler bulup Sıffîyn savaşmasına giriş tiler. Mekke Tefeci-BezirgAn çocukları için din iman, bin mintan: çıkar ve para idi On lara Müslüman olmaları için Kuran htik müyle sağlanmış bulunan parayı ikinci “Muştulanmış Halife" Ömer ortadan kaldır­mıştı. Ali daha da ileriye gidebilirdi.

Mekke vurguncuları İslam dini içinde se­çimle iktidara gelen Cumhuriyet sistemini Antika müstebit krallığa çevirmek istediler. Ne var ki, Sıffîyn savaşında vurguncuların başı olan vali Muaviye. askerlerinin yeni­leceğini gözleriyle gördü. O zaman hüküm­lerini hiçe saymaya kalkıştığı Kuranı Keri­mi mızraklarının ucuna asan Muaviye as­kerleri Ali ordusuna karşı durdular.

Vurguncular ordusu “MÜSLÜMANIZ" demek istiyorlardı. Oysa Mauviye partisi daha ilk günden para için Müslüman ol­muştu. Şimdi para için isyan etmiş, para için Müslümanlığı pazara çıkarıyordu. Öy­le iken, zengin aristokrat sınıfın öz Müslü­manlığa düşman olan partisi, asıl fakir fu­karanın gönülden benimsedikleri Müslü­man partisine karşı daha Müslüman imiş gibi göründü. Bugün için inanılmaz sayıla­cak bayağı hakemlik kalleşlikleriyle asıl Müslümanlan önce aldattı, sonra öldürdü. Böylelikle Müslümanlığı ilk temiz, insancıl eğiliminden sıyırarak Derebeğileştirdi.

Zamanla, en demokratik cumhuriyet dini olan Müslümanlık, en zalim Halifelerin müstebitliği altına girdi. Zengin fakir kav- galan son derece keskinleşti, jktidarı elin­de tutan üst sınıflar Müslüman halkı dış sa­vaşlarla oyalayıp, sınıflar arasındaki iç çe­lişkileri uyuşturmak hinoğlu hinliğine baş­vurdular. Müslümanlıkta savaş ancak kut­sal CİHAD idi. Cihad din düşmanı Hıristi- yanlara karşı açılırdı. Oysa burada o kutsal gaza prensibi yok edildi.

Sahte Müslüman Tefeci BezirgAn ege­men sınıflar, Müslüman fakir halkını ezip harcamak üzere yoktan boğazlaşmalar kış­kırttılar. Ve bu oyunlarını kodamanlara mahsus kitaplara Devlet idaresi usulü ola­rak geçirttiler.

Neticede Müslümanların ve Müslüman­lığın ezilip yıkılmasına dek varıldı. Bütün o sömürü ve yıkılış yüzyıllannda Muaviye as­kerlerinin mızrakları ucunda KURANI KE­RİM asıldığı gibi. Müslamanlığı uçuruma götürenlerin bayraklarında da en koyu mu­taassıp MÜSLÜMANLIK yazılıydı. Müslü­man düşmanı sınıfın partisi, iktidarını Müs­lüman halkına karşı savunabilmek için:

bilmek için fakir halka en utanmazca ya­lanları yutturmanın yolunu buldular. On­ların bu hilelerini keşfedip açıklayacak kim­selere karşı neler yapmadılar? Şımartıp siv­riltmeler. para ile satınalmalar. binbir Tari kat hilebazlıkları yetmediği zaman, idare iş kenceleri. resmi katliamlar birbirini kovala dı.

Tek neden: İktidardaki SİYASİ PARTİ- nin hangi sosyal sınıf partisi olduğunu sak lamaktı İşin içyüzünü açığa vurmaya kal­kışanları bu yüzden en ağır ölüm cezala­rıyla yok ettiler.

Modern çağda sosyal sınıf ilişkileri hayli duruldu. Kapitalizmde üstteki işveren sö­mürücü sınıfı, alttaki sömürülen işçi sınıfı arasında ayrım ve çelişkiler en göze bata­cak hale geldi iktidarı ele geçiren üst siya­si partilerin sosyal sınıf içyüzlerini örtbas et­mek epeyi güçleşti. Fakat egemen sınıfla­rın aldatma kaynakları tükenmedi.

Modern sömürücü sınıflar Antika Tarih­ten çok ders aldılar. İslam Tarihinde Tefeci- Bezirgânlar: halkın benimsediği MÜSLÜ­MANLIĞI kimseye bırakmamışlar, en ham sofu koyu Müslüman geçinmişlerdi. Mo­dern çağda işçi sınıfının benimsediği akım SOSYALİZM’dir. işveren sınıfı Antika ege­men sınıflar gibi, halkın benimsediği akımı, yani Sosyalizmi ele geçirmenin yollannı aradı ve buldu İslam Tarihinde Tefeci- Bezirgânlar nasıl Hazreti Muhammed’in fa­kir fukara ile ve kölelerle kurmuş olduğu Müslümanlığı savunuyormuş gibi görüne­rek baltaladılarsa, tıpkı öyle. Modern Tari­hin sömürücü işveren sınıfı ile Büyük Top­rak ve Mülk Sahipleri sınıfı, fakir fukaranın dört elle sanldığı son umudu Sosyalizmi sa­vunuyormuş gibi görünerek baltalamanın yollarını buluyorlar.

Bugün yeryüzünde Finans-Kapitalist soyguncuları bir avuç Oligarşidir. Finans Oligarşisinin oynadığı en büyük oyun, işçi sınıfını kandırmak için ne yapıp edip her­kesten çok işçi sınıfından yana görünmek oyunudur. O nedenle, bütün dünyanın ileri geri bütün kapitalist sınıflan başlıca çaba­larını hep aynı noktada odaklaştınrlar. Her yerde çarçabuk sahneyi tutan İŞÇİ PAR­TİLERİ yahut SOSYALİST PARTİLERİ kurdururlar. Amaçlan halkın sempatisini kendi ajanlarına kaptırıp ince yollardan sı­nıf bilincini körletmektir.

Bu oyunun en korkunç yanı şudur. Ger­çekten işçi sınıfı partisi olan bir teşkilat da. sahte işçi sınıfı partisi olan bir teşkilat da ay­nı kitap üzerine (tıpkı vaktiyle Müslümanın ve münafığın Kuran üzerinde yaptıkları gi­bi) yemin edebilirler. Örneğin, Amerika’nın en büyük Sosyalizm düşmanı casus teşki-

Page 72: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

latı CİA, dünyanın ileri geri bütün ülkele­rinde her türlü gençlik ve işçi teşkilatları­nın subaşlarını kesmiştir. O subaşlannda ge­rekince SOSYALİST, gerekince MARK­SİST LENİNİST, gerekince KOMÜNİST, gerekince TROÇKİST, gerekince ANAR­ŞİST olur Fakir halkın özlemlerini ve eği­limlerini dile getirebilecek her ad altında ak la gelen en keskin çıkışlı teşkilatlar kurar

Daha feci yanı da vardır. Finans-Kapital casus teşkilatlarının kurdurduğu İŞÇİ ya­hut SOSYALİST maskeli teşkilatlar: en ger­çek sosyalistin söylediklerini ve yaptıkları nı özel öğretimden geçerek papağanca ez berlerler. Daha doğrusu Sosyalist formül­leri en yüksek hoparlörlerden yayacak im­kânlar ve adamlar Finans Kapitalin emrin dedir Egemen sınıfların iktidar partileri, gizli açık devlet cihazları, polis ve casus teşki lâtları, maskeli maskesiz kapitalist veyâ de rebeği artığı dernek ve kurulları hep o sah te işçi partisi veya sosyalist partisi veya ko­münist partisi kanallarına binbir maddi ve manevi yardım akıtırlar.

Böylece kapitalist sınıfların destekledik­leri, çoğu zaman yavuz hırsızın ev sahibini bastırması rolüne çıkarlar. Ansızın çok et keıı ve parlak kişiler, işitilmemiş propagan da ve tahrikat biçimleriyle sahneyi doldu rurlar Beklenmedik yıldırım çabukluklarıyla başarılara ulaştırılırlar.

Bunun tam tersi de olağandır. Sahneye çıkarılmış sahte işçi veya sosyalist partileri ne karşı olmadık güçlükler icadedılir Ka lantor işveren ve ağa partileri, iktidarları ve sınıfları para ile tutulmuş kişiler ve teşkilat­larla sahte işçi partisini görünüşte baskıla­ra uğratırlar. Kanun adına kışkırtılmış res mi, gizli ve açık şahsiyetler veyahut şebe­keler el altından yapma saldırılara geçirti­lirler. Halk bu manzara önünde: sahte iş­çi ve sahte sosyalist partilerinin sahici ve na­muslu teşkilatlar olduklarına daha kolayca kanar.

Tek sözle Kapitalizm, sahte olmak şar- tiyle, çarçabuk ün kazandırılan ve göklere çıkarılan sosyalist işçi partilerini de, uzun sü­re “mağdur", eziyet çekmiş, baskılara uğra mış görünen sözde sosyalist işçi partilerini de, kendi sınıf egemenliğini daha uzun ömürlü kılabilmek için kullanır. Bu gerçek liğin en klasik örneği bugün İngiltere’de yüz­lerce yıllık sosyalist harekete mirasçı oldu­ğunu ilan eden İŞÇİ PARTİSİ’dir Bu İşçi Partisi olmasa. İngiliz kapitalizminin ayak ta durması düşünülemez.

D- 20. ci YÜZYILDA ÇİFTE PARTİNİN ANLAMI

Ingiltere’de ve Amerika’da ÇİFTE PAR­Tİ var Hatta bu iki Emperyalizm, ikinci Ci­han Savaşından sonra Türkiye'de birbirinin yerine geçerken, Amerika kanalıyla De­

ingiltere’de MUHAFAZAKÂR PARTİ: dolaylı yoldan kapitalistleşmiş Antika top­lum kalıntısı Lordların, açıkça BÜYÜK TOPRAK VE MÜLK SAHİPLERİ’nin ken­di öz ideal partisidir. Amerika’da DEMOK­RAT PARTİ: Büyük Toprak ve Mülk Sahip­leri sınıfının partisidir. CUMHURİYETÇİ PARTİ: Kapitalist sınıfının kendi ideal öz partisidir. Genel Olarak Çifte partilerin Anglosakson ülkelerinde doğup yerleşme­si, bu sosyal sınıf kökünden gelmiştir.

Ne var ki, heyey gibi bu klasik büyük de­mokrasilerin meşhur tahtaravallici Çifte Partileri de zamanla değişikliklere uğramış­tırlar.

İngiltere’de ve Amerika’da BURJUVA DEMOKRASİSİ denilen Parlamenter reji­mi iki siyasi parti yürütür. Çünkü İngiltere ve Amerika’da iki egemen Modern sosyal sınıf güçlü siyasi teşkilata sahiptir: “DEMOKRASİ” kitaplarda her sosyal sını­fın ve zümrenin dilediği siyasi partiyi kur­mak hürriyeti gibi anlatılır. Bununla birlik­te, 19. cu yüzyıl boyu yeryüzünde en kla­sik hürriyetlerin bulunduğu söylenen İngil­tere'de ve Amerika'da alt sınıfların gerçek politika teşkilâtları yaşatılmadı.

19. cu yüzyılın Serbest Rekabetçi kapi­talizmi ayakta durdukça, üst sınıfların ülke gelirlerini ve güdümünü paylaştıkları dü­şünce borsası durumunda olan Parlamen- toculuk da klasik biçimini korudu, ileri ka­pitalist ülkelerinde sosyal sınıflar ve siyasi partiler oldukları gibi kaldılar. İki üst sos­yal sınıf, bütün öteki sosyal sınıfların ve ta­bakaların eğilimlerini kendi kanatları altın­da topladı. Siyasi partiler de üst sınıflara uy­gun Çifte Parti durumundan çıkmadı.

2ü. ci yüzyıl ile birlikte Kapitalizmin ya­pısı tersine döndü. Bu tersine dönüşün ko­numuzla ilgili önemli olayları şunlar oldu:

Serbest Rekabetçi kapitalist sermaye, Te­kelci Finans-Kapitale dönünce: Modern ka­pitalizmde görülen iki ayrı klasik üst EGE­MEN SOSYAL SINIF yapı değişikliğine uğ radı. Doğrudan doğruya Kapitalistler sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı bütün zümreleriyle ekonomi ve politika sahnesini doldurur olmaktan çıktılar. Her iki sınıftan katma ve karma elemanlar bir- birleriyle kaynaştılar. Böylece biricik FİNANS-KAPİTAL.İSTLER zümresi doğdu ve bu zümre Kapitalizmde herşeye egemen oldu

Dikkat edelim İki SOSYAL SINIFIN ye riııe bir tek SOSYAL ZÜMRE geçti. Bu du­rum klasik sosyal sınıf ilişkilerinde yaman bir altüstlük demekti. Bu altüstlük ister is­temez sosyal sınıf ilişkilerinin kaçınılmaz ürünü olan SİYASİ PARTİLER’in ahnları- na kendi damgasını vuracaktı ve vurdu.

19. cu yüzyılda DÜNYA YAĞMASININ HEGEMONYASI hemen hemen tek başı­na İngiliz kapitalizminin tekelinde idi. Dün­ya piyasalarının Kâbe'si Londra idi. Onun

Serbest Rekabetçi kapitalist sermaye, Tekelci Finans-Kapitale dönünce: Modern

kapitalizmde görülen iki ayrı klasik üst EGEMEN SOSYAL SINIF yapı değişikliğine

uğradı. Doğrudan doğruya Kapitalistler sınıfı ile Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sınıfı bütün zümreleriyle ekonomi ve politika

sahnesini doldurur olmaktan çıktılar.

mokrasi adına Türkiye’ye Çifte Parti öğüt lediler. kapitalist demokrasinin Çifte Parti­leri hangi sosyal sınıfların partisidirler?

Egemen olan doğrudan doğruya Kapi­talist sınıfı ile'Büyük Toprak ve Mülk Sa hipleri sınıfının siyasi partisidirler.

I için, Dünyayı soyan İngiliz kapitalizmi, sağ­ladığı AŞIRI KAR (sürprofit)i hep Büyük Britanya adacığına yığabildi. O aşırı-kârla(..... ) İngiltere’nin iki egemen sosyal sınıfı:Kapitalistlerle Lordlar beslenip doyuruluyor, ayrıca İşçi sınıfı içinden insanlar satınalıııa-

biliyordu.20. ci yüzyıl ile birlikte ekonomik ve po­

litik dünya bunalımları başladı. Hele Bi­rinci Emperyalist Evren Savaşı, getirdiği bu­nalımlarla birlikte Dünya hegemonyasını da iki türlü ihtilale verdi. Sovyetler ihtilali yer­yüzünün altıda birini Kapitalizmden kopar­makla kalsaydı ne iyi idi. Kapitalizm sek­töründe de hegemonya ihtilali patlak ver­di.

İngiltere’de ve Amerika’da BURJUVA DEMOKRASİSİ denilen Parlamenter rejimi iki

siyasi parti yürütür. Çünkü İngiltere ve Amerika’da iki egemen Modern sosyal sınıf

güçlü siyasi teşkilata sahiptir: “DEMOKRASİ” kitaplarda her sosyal sınıfın ve zümrenin

dilediği siyasi partiyi kurmak hürriyeti gibi anlatılır.

Avrupa’nın eski emperyalistleri kanlı sa­vaş oyununu oynamışlardı. Bu oyunda parsayı Birleşik Amerika toplamıştı. O sa­yede Dünya yağmasının ağırlık merkezi Es­ki Dünyanın İNGİLTERE’sinden, Yeni Dünyanın BİRLEŞİK AMERİKA DEV- LETLERİ’ne geçti. Amerikan kapitalizmi yeryüzünün en yüksek Aşırı-Kârı ile en par­lak yaşama standardını Amerikan tebası- na sağladı.

En yüksek yaşama standardı sağlanan Modern kölelerin, işçi ve emekçi yığınları­nın kendi egemen çevrelerinden başka bir isteyecekleri kalabilir mi? Medeni parklar­da yatıp, aç kaldıkça şehirden şehire yük vagonlarına kaçak binen ve Federal Polis­çe maymun sürüleri gibi kovalanan ayak­takımı mı? Onlar nasıl olsa bir lokma ek­meğe satınalınacak bir soysuzlaşma içine sokulmuşlardı. Beyazlann kızınca linç ettik­leri kara derili ve kara talihli insanlar mı?Onlar nasıl olsa millet çoğunluğunca bir “Dokunulmazlar” durumuna itilmişlerdir. Or­taçağın Ghetto’larını, Modern çağın Kon­santrasyon kamplarını andıran kapalı böl­gelerde hapsedilerek Amerikan dünyası dı­şına atılmışlardır. Atalarından kalma Köle­lik gelenek ve görenekleriyle, başkaldır- maksızın sürüklenip giderler.

Yeter ki üst tabakaya egemen olan FİN AN S-KAPİTAL zümreleri içinde birlik ve dirlik korunabilsin. Bu nasıl olacak?

Kendiliğinden. Üretimin hemen hemen bütün dalları nasıl olsa birkaç yüz milyar­derin kontrolündedir. O birkaç yüz milyar­der ise, birkaç ulu bankanın “harem’i isteminde” derleşik, kaynaşık ve birleşiktir­ler. Bütün Amerika’nın ve bütün Dünyanın candamarlan o birkaç yüz Finans Kapitalist ailesinin emrinde daralıp genişler.

Bu gidişin politikadaki karşılığı: gelenekcil DEMOKRAT CUMHURİYETÇİ tahtaraval- lisidir. Bu oyunu değiştirmekte hiç yarar aranamaz. 19. cu yüzyıl usulü biri iner, öte­kisi biner. Sıkı günde ikisi birbirine taş çı­kartır.

Amerikan milleti mi? O, alışmış kudur muştan beterdir. Holivud’un bacak arası,Teksas’m keskin nişancılığı, asi gençliğin saç sakal uzamış motosikletli şampanzeleri, Şe­riflerin bıyık altından gülüp Hür Basının reklam ettiği haydutluklar. Bütün bu kar­gaşalık içinde, vur patlasın çal oynasın,Amerikan kalabalıkları gangster saklambacı oynarlar.

öylesine bunaltılmış kamuoyu önünde Çifte Partiler adlarını bile değiştirmeye ge­rek bulmazlar. Diledikleri gibi, kongrelere oy müteahhidi Lobby’lerin gönderdikleri üyelerle toplanırlar Herkesin oııunde se

73

Page 73: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

natörleri, milletvekillerini, valileri, hakim- x leri seçerler. Perde arkasında Mafia'ları, Cİ-

A’ları, Ku Klux Klanları, yani eli silahlı gizli güdücülerini seçerler. Bu seçimler “DE- MOKRAShnin son sözü olur, imtiyazlı Finans-Kapital oligarşisine hiçbir engel bı­rakılmaz. Akıl vermeye kalkışacak kimse. Cumhurbaşkanı da olsa, kim yurduya ge­tirilir. Böylece herkes “HÜRRİYETİ SEÇMİŞ” ve uygulamış olur.

Küçükburjuva kalabalıktı veya küçükburjuva ruhlu bir toplumda PARTİLER FURYASI

kaçınılmaz şeydi. Anglosakson ülkelerinde kapitalizm kendi demir disiplinini aşırı-kâr

sayesinde beslediği ÇİFTE PARTİ demokrasisi ile dayattı. Geri kalan ülkelerde

Kapitalizm bunun zıddını yaptı. İsteyenin dilediği partiyi kurmasına göz yumdu. Varsın

ortalık alabildiğine karışsındı.İngiltere böyle mi?Hayır. İki Emperyalist Evren Savaşı ko­

ca Emperyalist İngiliz’de ne kol, ne kanat bırakmıştır. Doğru dürüst sömürge ve ya­rarlı nüfuz bölgeleri bile sağlam kalmamış­tır. O yüzden “Aşırı-Kâr" temelleri iyice aşın­mıştır. 19. cu yüzyılın egemeni üst Kapita­list ve Büyük Toprak ve Mülk Sahipleri sı­nıfları bile sınıf olarak Arafat’ta bırakılmış lardır. İçlerinden en kodamanları o sınıfla n bir çeşit “Ekspropriasyona (mülklerinden etmejye kararlı ve mecbur olmuş bir Finans-Kapital zümresi halindedir.

Gerçi ikinci kerte kapitalistlerle ikinci ker- de Mülk ve Toprak Sahipleri mülklerinden edilmediler. Ama aşın-kâr kaynaklarından yoksun kaldılar. O bakımdan Finans- Kapital hizbi dışındaki kapitalist ve mülk sa­hibi sınıflar, söz yerinde ise, (kodamanlara bakarak) “PROLETERLEŞME”ye uğradı­lar, Aşın kârdan pay alamayan bu ikinci kerte kapitalist ve mülk sahibi sınıflar, “VAHŞİ" adıyla damgalandılar. Tekelci sermaye dı­şında eski üst sınıf geleneklerini savunama­dılar. Gelenekcil LİBERAL partileri çöktü. “Vahşi” üst sınıflar nasıl bir çeşit, işçi sınıfı­na doğru itildilerse, tıpkı öyle. Liberal Par- ti’nin yerine LABOUR PARTY (İşçi Parti­si) geçirildi.

Yeni kartlarla eski oyun oynanmaya baş­landı. İki klasik egemen kapitalizm metro- polunda (İngiltere ve Amerika’da) ÇİFTE PARTİ sistemi olduğu gibi kaldı. Bu parti­ler ister Muhafazakâr, ister Liberal, ister işçi, ister Demokrat, ister Cumhuriyetçi etiket­lerini taşısınlar, hiçbir şeyi değiştirmedi. İç­yüzlerinde hep iki belli başlı modem sömü­rücü sınıfın (Kapitalist sınıfı ile Büyük Top­rak ve Mülk Sahipleri sınıfının) maskeli ya­hut maskesiz iktidarını yaşattılar.

Gerek İngiltere’de, gerek Amerika’da ege­men iki sosyal sınıf bile, sınıf olarak ege­menliklerini Finans-Kapitale ipoteklediler. Kendileri bir zümre plütokrasisinin buyru­ğu altına geçtiler. Böyle iken politika sah­nesinde sanki demokratik 19. cu yüzyıl oyunu oynandı. O çağın siyasi partileri es­ki adlarıyla sahnede idiler. O sayede gös-

- terişli bir parlamento oyunu ile Finans-Kapitalin sömürüsü ve baskısı maskelenip yürütüldü.

Ya İngiltere ve Amerika dışında kalmış öteki kapitalist metropollarda ne oldu?

Orada kapitalizmin geç veya güç geliş­mesi yüzünden, keskin sınıflaşma nisbeten amortize edildi. Toplum kapitalizme girdi­ği halde, kapitalizmden önceki Derebeyi ar­tığı sosyal tabakalar hem kendi varlıkları­nı, hem de gelenek ve göreneklerini olduk­ça muhafaza ettiler. Kimi ülkelerde millet nüfusunun büyük bölüğünü bu Ortaçağ ar-

tığı sosyal tabakalar teşkil etti. Fransa’da ol­duğu gibi, spekülasyoncu Finans-Kapital o küçük mülk özentili insanları kendi kuma- nna oturtmayı becerdi. Para ve hisse senedi ve tahvilat alıp satmaları küçükburjuva yı­ğınlarını büyük sermayenin kuyruğuna ta­kılmış büyük kuru kalabalıklar biçimine sok­tu.

Kimi ülkelerde küçükburjuvazinin sayısı azaldı. Ne var ki, milletin kapitalizme geç gelme ve sonradan görme hevesleri azıttı. Millet yapısında ve ruhunda iflah olmaz kü­çükburjuva eğilimleri olduğu gibi kaldı. Zen­gin Almanya’da işçi sınıfı bile, en pis Prus­ya ağalığının Derebeyi artığı molozlarından bir türlü kurtulamadı.

Küçükburjuva kalabalıklı veya küçükbur juva ruhlu bir toplumda PARTİLER FUR­YASI kaçınılmaz şeydi. Anglosakson ülke­lerinde kapitalizm kendi demir disiplinini asırı-kâr sayesinde beslediği ÇİFTE PAR­Tİ demokrasisi ile dayattı. Geri kalan ülke­lerde Kapitalizm bunun zıddını yaptı. İste­yenin dilediği partiyi kurmasına göz yum­du. Varsın ortalık alabildiğine karışsındı. Her kafadan ne kadar Çok ses çıkarsa, in­san beyinleri o kadar çok dumanlanırdı.

Nasıl olsa her parti kendi yapısıyla mil­let içinde bölünmeleri artıracaktı. O parça- lılık ortasında en devrimci sosyalist parti­ler bile kişiliklerini kolay tanıtamazlardı. Egemen sınıfların tekellerinde Finans ve Devlet mekanizmaları vardı Bu sayede her politikanın başına çarçabuk en pisi pisine kariyerist küçükburjuva elemanlan geçirile­bilir ve hareket soysuzlaştınlabilirdi.

Modern işçi sınıfının duru bilinci o kar­gaşalık yüzünden bulandınlırdı. Proletarya­nın sınıf bilincine kesince kavuşmayan her parti ise, dilediği kadar “aşın" olsun, çarça­buk anarşist ve benzeri kaçıklıklara düşü- rülürdü. Böylelikle bütün akımlar önünde sonunda egemen kapitalist sınıflarının de­ğirmenine su götürecekti.

Çok partililik kapitalizm kurdunun sev­diği dumanlı havaydı. Bir sürü partinin ya­rattığı bulanık suda balık avlamak kapita­lizm için alışılmış bir zanaattı. Çok parti ka­osu (mahşeri) sonuçsuz, verimsiz, ikircikli düşünce ve davranış kargaşalıklarına elve­rişliydi. O kanşıklıkta geniş küçükburjuva yığınları bunalırlar, küçükburjuva eğilimleri azıtırdı. En sonunda çıkar yol bulamayan büyük yığınlar Finans-Kapital zümresinin yumruğu altına sığınmak zorunda kalırlar­dı.

curcunalan memleketi çarçabuk Babil Ku- lesi’ne çevirir. Oligarşi zümresi Finans- Kapital ve devlet ağalanyla yüzyıllardan bert kurulu dalyanında gittikçe daha bereketli avcılıklar geliştirir.

Ingiltere ve Amerika dışında kalan irili ufaklı kapitalist ülkelerde “DEMOKRASİ" adı verilen ÇOK PARTİLİ oyununun an­lamı budur.

Bu oyunda tehlike yok mudur? Küçük­burjuva kalabalıkları her an her şeyi tersi­ne çevirmeye hazır anarşistlerdir. Bir gün gemi azıya alırlar, ne Finans-Kapitali, ne devleti dinlemeyip işçi sınıfına katılmaya kalkışırlarsa ne olur?

Küçükburjuvazinin ikisi beşi bir araya güç gelir Bir araya gelseler, her biri kendi ba­şına buyruk “büyük lider” olmak sevdası­na kapılır. O zaman yavrularını çiğneyen şaşkın kuluçka tavuğa döner, ortalığı bir­birine katmaktan başka türlü kurnazlık ve kararlılık gösteremezler.

Azıtacak küçükburjuva maskaralıktan sa­man alevi kadar ömürsüz olur. Finans- Kapitalin gizli açık, silahlı silahsız resmi güç­leri büyüktür. Sokaklar dolusu zavallı insan­lar yarı aç ve işsiz bırakılmıştır. Bunların iç­lerinden maaşı verilince Cehenneme dahi gidecek pek çok insan bulunur. Bu gibiler belli bir kılık ve para ile gizli açık sivil çete­ler halinde teşkilatlandırılır. Öteki aç ve iş­siz kardeşleri üstüne saldırtılır Emperyalist politikanın bu oyununa adıyla sanıyla FA­ŞİZM denir,

Bir avuç Finans-Kapital plütokrasisi elin­deki müthiş sermayeye, müthiş devlete, müt­hiş orduya ve müthiş polise güvenir. Silahlı şebekeler kısaca ayarlanır. Açı aça. işsizi iş­size. kardeşi kardeşe, babayı oğula düşür­menin çeşitleri becerilir. Halk tabakaları halk tabakalanna ezdirilir, insanlara yazık mı olur? Kapitalizm için “it de ölürse kâr­dan. kurt da ölürse kârdandır” Çivi çivi ile sökülür.

Bugün kapitalist dünyada tümüvle oy­nanan SİYASİ PARTİLER OYUNU kısaca budur.

E- KAPİTALİZMİN SOSYALİZME “İZİN” VERİŞİ

Modern tarihte işveren sınıfı sahneye “SOSYAL DEVRİM" ile çıktı. O gün bugün­dür, sosyal devrim işveren sınıfının tekelin­

Çok partililik kapitalizm kurdunun sevdiği dumanlı havaydı. Bir sürü partinin yarattığı bulanık suda balık avlamak kapitalizm için

alışılmış bir zanaattı. Çok parti kaosu (mahşeri) sonuçsuz, verimsiz, ikircikli düşünce ve davranış kargaşalıklarına

elverişliydi. O karışıklıkta geniş küçükburjuva yığınları bunalırlar, küçükburjuva eğilimleri

azıtırdı.Kapitalizmin küçük çıkarlar anaforuna

kapılmış bir ülkede insanlar günlük dala­verelerinden başka işe vakit bulamazlar. Bu ülkelerde işçi sınıfı azınlıktadır. Küçük müjk. sahipleri yerlerdi sürüngenliğe yatkındır. Açlıktan ölürken gözü çöplükte kalan* kuş beyinli horozlara benzerler. Bu şaşkın ka­labalıkları Finans-Kapital kendi sandıkları­na oy davarlan gibi ürkütmenin kolayını her zaman bulur.

Bırakın herkes istediği partiyi kursun. Partiler ne denli çoğalırsa, ezilen ve sömü­rülen alt sınıf ve tabakaların dünyayı net görmeleri o denli imkânsız olur. Demok­rasi panayırında bol bol çıkarılan politika

de meşrulaştı. İşveren sınıfı iktidara gelin­ce bütün siyasi hareketle* burjuva açısın­dan “MEŞRU” kılındı. Kapitalizmin işine gelmeyen, doğrudan doğruya İŞÇİ SİNI- Ff’nın devrimci bilinci lanetlendi. Her ileri halk hareketi gerekince kanla ateşle boğul­du.

1789 “BÜYÜK FRANSIZ İHTİLALİ”: Burjuva ihtilali olduğu için, hem “ULU”, hem de “MEŞRU" sayıldı'. O ihtilal içinde motor halktı. Devrimci halk yığınları kendi devrimci eğilimini Jakobenlerde buldu. Ja- kobenler teşkilatlanıp düşüncelerini davra­nışa çevirir çevirmez, burjuvazi tapayı attı-. İşveren hürriyetinin maskesini düşürdü.

74

Page 74: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

»■

Artık maaşlar 11U bm Frdiıkd çıkarıldı Kapitalistlere iktidar sayesinde en yağlı ye lirler kdyırıldı O zamana dek devrimin göz bebeği sayılan basın hürriyeti çiğnendi Ga zetelere imzasız yazı yazmak ydSdkidiıdı İŞ sizlere bir ekmek parası sağlayan satıcılık lârı pldkaya bağlandı Plakasız iş yapmak suç oldu Böyle rızkını daralttığı halkın mu messıllerıııi değiştirme hakkını da enyelle di ve kulüpleri karıştırmaya başladı “Patıı otizmi (yanı yurtseverliği), patruyulızıne (yanı karakol devriyecılığıne) kovdurdu".

mak", yahut 'fabrikatör olmak” her kula na sıbolmaz. Bu sefeı zenyınleşınek sevdası nın parlak kuruntu tahtından teker meker yuvarlanan oıta ve kuçuk kapitalistlere bir umut kapısı açmak gerekir Bu kapı işçi sı ıııfıımı "SOSYALİZM" yeteneğinde yızlıdır

Her birinin yüreğinde fabrikatörlük ve milyonerlik aslanı yatan burjuvaların Sos yalızın safına atılmaları bir çeşit kariyer, ku lalı kapına oluı Omdan fabııkatorlüğe. mil yonerhğe değme kapılar açan iktidar fırsat laıı yakalanır Bu uğurda küçücük Türkı

Devrimci halk hareketlerini kapitalizm uzun süre kanla boğdu. Ondan sonra kendi sosyal

temellerini oturaklaştırmak gereğini anladı.Bunun için tek çıkar yol, sosyal sınıflar

arasındaki keskin sınır ayırtlarını kaldırmak, sınıf çizilerini birbirlerine karıştırmak oyunu

olabilirdi. Bu oyunun başında Sosyalizme “İZİN” vermek geldi. İşveren sınıfı çapını ve

gücünü kendi belirteceği bir sıra “ Sosyalizmler” kurdu.

1792 yılında artık halkın silahlı kuvvet lerde rol alınası yeteneği oltadan kaldırıl dı 'GAKI) NASYONAL" ('ııııllı muhafız ) adını alan yeni silahlı kuvvet teşkilatı yal ııız işveren çocuklarından kuruldu Jako betiler: "YAŞASIN MİLLET. YAŞASIN DONSUZLAR!", yahut 'KAHROLSUN KRAL. KAHROLSUN KOCA DOMUZ!" diye istedikleri kadar bağırsınlar Jakobeıı lere ve Jakoben yanını tutanlara karşı 95D İsviçreli aylıklı asker, 200 asilzade ve 2 3 bin burjuva çocuğu silahlandırılıp çıkarıldı Bunlar: 'YAŞASIN KANUN! YAŞASIN KRAL!" diye karşılık veriyorlardı

Jakobeııler 9 10 bin kişiydiler. Ama si lahları kötüydü Kumandasızdılar 4 bin tü fekli. 11 toplu gerici silahlı yüçler. 'VİL CANAİL" (pis ayaktakımı), “DE GUENİL.LE" (hırpaniler) dedikleri devrimci yurttaşların üzerine kurşun yağdırıp hepsini kılıçtan geçirdiler.

1793 yılı İşveren sınıfı ekonomik balta lamalara girişti Böylece Jakobenlerin 'DEVRİMCİ H()KÜMETl"ni halkın gözün den düşürdü. Büyük devrimcilerin terör günlerinde kan dökmelerinden yakınan iş veren sınıfı, insan giyotinlemekte, adam öl dürtmekte devrimci teröre taş çıkarttılar.

1830, 1848, 1871 yılları halk işveren sı nıfı tarafından kışkırtıldı. Ayaklanmalarda halk kendi kurtuluşunu kendi gücünden beklemıye başlayınca, işveren sınıfı ters döndü En gerici insanlarla el ele verip, devrimi yaratmış bulunan halkı ve kendi öz milletini bire dek kırmakta gözünü kırpma dı.

Tarihte işveren sınıfının la kendisi her za man budur. Onun Burjuva Demokrasisi dediği şey başka türlü olamaz. Ne var ki, Kapitalizm oldu olasıya kendi kendisini ke­miren bir sosyal üretim temeline dayanır. Burjuvazi ilk iktidar günlerinde (bizim DP ve AP liderleri gibi) her mahallede bir mil yoner yarattı. Bu olayı bütün ülkede her­kesin kapitalist olabileceği parolası ile rek­lam etti Bu curcunah ilanlar bütün kapita­list heveslilerine tayyare piyangosu gibi se­vimli geldi. Bununla birlikte, S Demirel’in “Herkes fabrikatör olacak” sözünün anla­mı yalnız işveren sınıfını umutlandırabilir.

Kapitalizm biraz gelişti mı, sermaye sant- ralizasyonu (merkezileşmesi, yaygınlığına derleşip toplaşması) ve sermaye konsant rasyonu (koygunlaşması, yani yüksekliği­ne derleşip toplaşması) kaçınılmaz olur Ka pitalist sınıfının kendi içinde bile ufaklar ve cılızlar rekabetle alaşağı edilir. ‘Milyoner ol

yenin bile ne tükenmez örnekleri vardır Ta eski 'AMELE TEALİ CEMİYETİ" liderle tinden az mı milyonerler göıduk... Hele şimdi Amerikan yardımı çağında nice yeni sağlı sollu, hatla sosyalist basit "Sendika" yöneticileri han. apartıman, fabrika sahibi olu oluverıııektedırler.

Bu kıssalardan işveren sınıfının çıkardı­ğı hisseler çok oldu Devrimci halk hare­ketlerini kapitalizm uzun süre kanla boğdu Ondan sonra kendi sosyal temellerini otu raklaştırmak gereğini anladı Bunun İçin (ek çıkar yol, sosyal sınıflar arasında­ki keskin sınır ayırtlarını kaldırmak, sı­nıf çizilerini birbirlerine karıştırmak oyunu olabilirdi. Bu oyunun başında Sosyalizme “İZİN” vermek geldi. İşve­ren sınıfı çapını ve gücünü kendi belirtece­ği bir sıra "Sosyalizmler" kurdu. Bu Sosya­lizmlerin subaşlarını kendi burjuva eleman larııra kestirdi. İç ve dış işveren çıkarların­da sosyalistleri kullanma fırsatını kaçırma dı. izinnameli ve patentli sosyalizmlerin an laını bu oldu.

İşveren sınıfının Sosyalizme karşı göster dıği “TOl.E'KANS” daha 19 cu yüzyıl so ııunda başladı Hele 20. ci yüzyılda o yol dan yürümek kapitalizm için büsbütün ge­rekli Çünkü işveren sınıfı içinden bir tek Finans Kapitalist grubu herşeyi tekeline al mıştı. Kapitalist sınıfının öteki zümrelerini “VAHŞİ” saydırıp saf dışı etmek veya ez­mek olağandı. O zaman işveren sınıfının geri kalan epeyce kalabalık bütün öteki zümreleri, irili ufaklı işverenler ve çoluk ço cukları “SOSYALİZM” alanında talihlerini denemek yoluna düştüler

Bugün Kapitalizm ancak öyle bir BUR JUVA SOSYALİZMİ’nin yarattığı “EMNİ YET SÜPABl" ile ayakta durabiliyor. Bu emniyet sübapı sayesinde bir taşla birçok kuşlar vuruluyor. Bir yandan yer yer pasla nıp delinmeye yüz tutmuş Emperyalizm ka­zanının patlaması önleniyor, ö te yandan asıl amaç işçi sınıfını avlamaktır. İşçi sınıfı her eğiliminde Sosyalizme dört elle sarılı yor işçi sınıfının namuslu ve bilinçli hare­ketini en iyi baltalamak, ancak arkadan vurmakla başarılı olur. Onun için proletar­yanın hareketi burjuva sosyalizminin pis perdeleriyle göz gözü görmez hale getirilir ve tanınmaz kılıklara sokulabilir.

İşte iki sosyal üst sınıfın (KAPİTALİST ve BÜYÜK MÜLK TOPRAK SAHİPLERİ sı nıflarının) meşhur iki klasik “ÇİFTE PARTİSİ" dışında başka birçok partilerin pi yasaya dökülmesi böyle oldu Özellikle "İŞ

Çİ PARTİl ERİ”ne. yahut “SOSYALİST PARTİl ERİ’ne. hatta “KOMÜNİST PARTİLERİ" ne karşı işveren sınıfının 'TOLERANS” göstermesi, gerekince el al tından yardımlarda bulunması o gerekçe ile oldu

Hele sömürge ve geri ülkelerden aşırıl- miş “AŞIRI KÂRLAR la zenginleşen Emperyalist metropollarında yetmiş yedi buçuk türlü ‘SOSYALİZM” oyunları orta­ya döküldü İşçi sınıfının içinde bir kaymak tabakası satın alınarak, işçi kuçukburjuva- ları ve burjuvaları haline getirmek epey ko­laydı Onun için Emperyalizmin büyük metropollarında işveren sınıfı her türlü “DEVRİMCİ” partileri denedi Bu deneyi­şin yarattığı kargaşalık içinde, ölüm çağına girmiş bulunan kapitalizm, hem bir “MEŞRUİYET” (dokunulmaz haklılık) ve hem de bir “İSTİKRARLILIK” (tutarlılık) ka­zanıyordu Eski yırtıcı kanlı silah zorlama larından vazgeçilmişti. Şimdi maddi silah lardan daha büyük, daha yaygın ve etkili olan MANEVİYAT (moral) silahı kullanılır oldu

Geri ülkelerin işveren sınıfları kendi ağa­babaları olan Batı emperyalizmini, her alan­da olduğu gibi, sosyalizm alanında dahi taklit ettiler. Buralarda burjuva, küçükbur juva sınıf ve tabakaları bınbir çeşit hoşnut­suzlukla kıvranıyordu Onun için hemen her sınıfın ve her zümrenin ve tabakanın uydurduğu ve uydurabileceği sürüyle sos yalızıııler ortalıkta cirit atmaya başladı. Ar tık emperyalizm bile sosyalızııısiz nefes ala­maz oldu Finans-Kapital zümresinin bi­le bir sosyalizmi fışkırdı: NASYONAL SOSYALİZM (Nazilik)

Toplumu Babil kulesine çevirmek sırası böylece 'Sosyalizme düştü Sosyalist akım­lar birbirlerine düşürüldü Kritik anda sos­yalizmle uğraşanlar artık işveren sınıfı de-

Bugün Kapitalizm ancak öyle bir BURJUVA SOSYALİZMİnin yarattığı “EMNİYET

SÜPABl” ile ayakta durabiliyor. Bu emniyet sübapı sayesinde bir taşla birçok kuşlar vuruluyor. Bir yandan yer yer paslanıp

delinmeye yüz tutmuş Emperyalizm kazanının patlaması önleniyor. Öte yandan asıl amaç

işçi sınıfını avlamaktır. İşçi sınıfı her eğiliminde Sosyalizme dört elle sarılıyor. İşçi sınıfının namuslu ve bilinçli hareketini en iyi baltalamak, ancak arkadan vurmakla başarılı

olur. Onun için proletaryanın hareketi burjuva sosyalizminin pis perdeleriyle göz

gözü görmez hale getirilir ve tanınmaz kılıklara sokulabilir.

ğil, gene sosyalist olanlardır Sosyalist olan­ların en gerici davranışı maskelemek için kullandıkları strateji ve taktık, herkesten ön­de gitmek ve sözde aşırı-devrimcilik yap­mak oldu.

Aşırı lakırdıları ciddiye alıp uygulamaya geçenlere karşı sosyalist örgütlerin sınırlı mekanizmaları işletildi Herkesten ileri gi­denlerin ihtiyatsız davrandıkları ve Faşizmi çağıracakları öne sürüldü. Yapma manev­ralarla halk ve işçi sınıfı geriye doğru itilir ve bezdirilirken, ‘PARTİ DİSİPLİNİ’ perdesi altında gizlenildi. Yığınlann bilinçlice düşün­me ve davranmaları “başı bağlanmış” du- ’ ruma getirildi.

Bütün bu şartlar altında “Sosyalist Partileri” sıkıştırmak ve yer altına itmek iş­veren sınıfı için en sersemcesine bindiği dalı kesmek olmaz mıydı?

(AYDINLIK, Sayı 3, Ocak 1969, s.187 204)

75

Page 75: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

00 1

=o 0 C

HÜCREDENHenüz...

güne ulaşmamıştı karanlık, tuttular kollarımdan

sormadan adımı bile. Kaç gün oldu,

Kaç kez güne ulaştı gece bilmiyorum.

Hücre karanlık ve de çok soğuk üstelik;

yapışıyor çıplak bedenimde kanlı yaralara soğuk.

Dişlerim,senfonisini çalıyor özgürlüğün;

kinle trompet çalıyor sanki işlik ederek temposuna yüreğimin.

Dolaşıyor gözlerim, eşlik ederek temposuna yüreğimin her an tekmeyle açılacak kapıda

Belli ki doymuş suya toprak zemin,

sularda dolaşıyor külçeleşmiş kollarımdan sarkan elim.

Burda değilim sanki şu an dağların...

Ovaların özgürlüğünde buluyorum kendimi.

Ne kahrolası zindan... ne de paslı prangalar

tutsak edemiyorlar dünyamı, ZA FER... diyorum

ZA FER... bizim olacak ey dünya.

Çarpıyor sesim çirkin duvarların suratına.

Ve...koşuyorlar hücremin kapısına;

karışıyor her türden iğrençlik kocaman ağızlardan,

uzanıyor eller peşpeşe Ve tekmeler...

ZA FER... diyorum ZA FER... bizim olacak.

Zaferin gururuyla bakıyorum Çevremi saran baykuşlara.

Küçülüyorlar... Küçülüyorlar...ve vuruyorlar

belli etmemek için bunu.Yoldaşlar...

gururun sarayındayım şimdi Vakur başımı dimdik kaldırarak,

haykırıyorum yeniden; ZA FER... bizim olacak.

Erimemek için gözlerimden bağlıyorlar yeniden

Kaç yoldaşın ölümsüzleştiği toprak bir tüneldeyim şimdi...

Yeni bir maç başlayacak -kuralsız- kaç raund süreceği

belli olmayan. Sonsuz bir umutsuzluğun

içinde kıvrananlar UMUT'a saldıracaklar.

Bekliyorum... profesyonel rakip edasıyla

Çarpıyor tüm kızıllığıyla yüreğim.Ve dayanamıyorum

bu kızıl atışa haykırıyorum ZA FER ... bizim olacak ey dünya.

Yaklaşıyor... ve sürüyor...

ve hızlanıyor... isteri krizi.

Sarsak, bunak ihtiyarın bir kez daha tükenişinde,

kucaklaşıyor kanım yoldaşlarımın kanıyla.

Ne kadar güzel böyle kavuşmak

en sıcak duygularla...Yoldaşlar,

gururun sarayındayım şimdi, kanınızla kucaklaşırken kanım,

haykırıyorum bir kez daha ZA FER... bizim olacak ey dünya. .

DİYARBAKIR DESTANIO rada bir destan yaşandı.O rada bir halk yeniden dirildi.

Ilık bir bahar günü. Diyarbakır C e ­zaevinde uzun süre yatmış, cezasını ta marnlayıp çıkmış eski bir dostum la be raberiz. Her zamanki gibi hüzünlü am a coşkulu Sanki asırlar öncesinden gü ­nüm üze kadar bir halkın yaşadığı tüm acıları, sevinci ve um udu bugüne ta ­şımasına derinden am a bir o kadar da ışık saçan gözlerle bakıyor insana. N e­dense her buluşm am ızda bu bakışlar beni iliklerime kadar ürpertiyor. Ade­ta bakışlarından kaçmak istiyorum. Bil­miyorum neden böyle oluyor. Çok d ü ­şündüm bunu. Birkez daha düşünüyo­rum . Acaba diyorum; tarih boyunca atalarımızın bu mazlum halka yaptık larımı beni utanca boğan? Yoksa tari­hin bugünde bana ve benim gibilere yüklediği, tarihsel sorum luluğum uzu, görevlerimizi, layıkıyla yerine getireme­m enin ezikliğimi?

— “Ne içersin" diyorum.— “Çay içelim" diyor.Kendisine bir sigara ikram ediyo­

rum Sigarasını yakıyorum. Sigarasını yaktığım elime dokunuyor. “Teşekkür ederim" diyor. Bu dostça dokunuş ve bir tek “teşekkür ederim" sözcüğünde bile sanki bam başka anlam lar var. İşte bir halk ve onun bir sözcüsü diyorum içimden. Ne kadar da ölçülü ve içten davranıyor. Bize ve tüm insanlığa ade ta çağlar boyunca hep içten ve sıcak davranmış. Çağdaşlaşm ak ve çağ için­de onurlu bir yer alabilmek için hep eli­ni uzatmış. Ama biz bu eli ya gö rm e­mişiz. ya da görm ek “büyüklerimizin" ve çağdaş insanlığın işine gelmem iş Hatta uzatılan el kırılmak istenmiş. Bu­na karşı direnince de “VAHŞİ" denmiş. Acaba vahşi olan kim? Halkımın da ka­fasında bu ön ygrgılar on yıllardır diri tutulm aya çalışılıyor, inanıyorum tarih kitapları bir gün yeniden yazılacak. Ta­rihin adaletli ergeç yerine getirilecek. Kimin vahşi kimin mazlum olduğu o zam an daha iyi ortaya çıkacak. O za­man benim gibi halkım da olanlardan utanç duyacak.

— “Diyarbakır'ı yazmak istiyorum" diyorum.

— “Çok zordur" diyor.Neden çok zor acaba? Eninde so ­

nunda bir cezaevinde yaşanan işken­ce ve baskılar değil mi söz konusu olan? Bunların çoğu basında işlendi­ğine, hatta kam uoyuna m alolduğuna göre bunun zorluk neresinde? Hatta en son direniş ve bunun öteki cezaevleri­ne yayılması, direnişin başanyla sonuç­lanması, tutuklu ailelerinin ve bazı mil­letvekillerinin bu direnişi desteklediği günlük basında yer almadı mı? D aha önceki sohbetlerimizde cezaevinde çe ­kilen acıları, ölüm, işkence ve baskıla rı uzun uzun anlatmıştı. Hepsini bir film şeridi gibi gözüm ün önünden geçiriyo­

rum. İşte bunları yazmak gerekir. Bun­larda yazılamayacak bir yan yok ki di­yorum içimden. Besbelli ki yazmamın “çok zor" olacağını söylediği şeyler bun­lar değil. Yazılmasında zorluk çekilece­ğinden kastedilen “Kürt S orunu” mu acaba? Bu sorunda son zam anlarda gazete ve dergi sayfalarında bol bol iş­lendiğine, hatta Türkiye’nin “dostu" ABD ve FAC Türkiye’de böyle bir so ­ru n u n v a rlığ ın d an b ah se ttiğ in e . TBMM’de bile konu tartışıldığına göre, biz neden yazamayalım? Öyleyse g e ­riye ne kalıyor?

Diyarbakır cezaevinde, bir halkın ya­kın tarihinde yaşanılan bir destan var. Direnenin yaşadığı ve ölümsüzleştiği, teslim olanınsa çürüdüğü ve yok o ldu­ğu bir yaşam bu destana konu olan. Ama sadece bu mu? Eylülizm, yüzyıl­ların geleneğinden devraldığı ve bir vahşet boyutuna çıkardığı, bir halkın yok edilme politikasını o küçücük dört duvar arasına sığdırmak istemiş. Bir cennet ülke ve bu ülkenin şirin halkı­nın bu beton m ezarda “meftun" o ldu­ğu ilan edilmek istenmiş.

Bir küçücük kibrit çöpünün alevi, bir m um un ışığı, ölüm süzleşen genç ve MAZLUM bir fidan, yiğit ve Türkiyeli devrimcinin tok ve gür sesinin beton duvarları parçalayarak uğrunda savaş­tığı halkın yüreğine, ebediyete kadar çıkm am acasına yerleşmesi, bir halk önderinin “halkına borçlu kaldığını, çünkü halkına karşı yükümlülüklerini yerine getirem eden göçüp gideceğini, bu yüzden m ezar taşına borçlu yazıl­masını, istemesi; on yıllardır uygulanan ve Diyarbakır zindanıyla kesin sonuç alma ve imhaya dönüştürülen politika­nın iflasını getirmiş. O rada, bir zam an­lar insanlık tarihinin tanık olduğu en büyük katliam, sürgün ve asimilasyon politikasıyla yok olduğu tarihin derin­liklerine göm üldüğü söylenen bir hal­kın yeniden dirilişi yaşanmış. Diyarba­kır D estanı bu anlam da bir halkın di­riliş destanı, geçmişten günüm üze bir köprü, bu mazlum halkın yaşamasının bedelinin ne olduğunun bir gösterge­sidir. Katliamlar, sürgün, işkence ve darağaçları... insan aklının alam ayaca­ğı boyutlara varan işkenceler sonucu, bir deri bir kemik kalmış insanlann des­tansı direnişleri... Ö lüm de bir halkın yaşamını yaratmak... H erhalde yazıl­ması, anlatılması, hele tüm bunları ya­şam am ış biri olarak “çok zor" olsa g e ­rek. Dostum “çok zordur" sözünden bunu kastetmiş olmalı. Bir de kendi­sinden öğrenm ek istiyorum.

— “Diyarbakır'ı yazmak neden çok zordur?" diye soruyorum .

— “Bir kez ülkemizi ve halkımızı ye­terince tanım ıyorsunuz” diyor ve sür­dürüyor.

— “Bizim halk tarihimiz çok eskile­re ta m ed’lere kadar uzanıyor. Yine bi­

zim halkımızın isyancı, direnişçi gele­neği ta o zam andan beri sürüp geliyor. Atalarımız olan M ed’ler. bir efsaneye göre o çağın en büyük zalimi olan DE- HAK'ı bahann ilk ayında ayaklanarak yeniyorlar. Kendileri ve bölge halkları için özgür gelişmenin yolunu açıyorlar. Bugün bile mart ayının 21’i tüm O rta­doğu halkları açısından bir bayram gü­nü olarak kutlanır. Ne var ki halkımı­zın burada bu bayramı kutlaması ya­saktır. Neyse bu işin bir yanı. Esas önemlisi, insanlığın, medeniyete ilk ge­çişinin beşiği olan ülkemizde, halkımız nedense hep işgal ve istila altında ya­şamıştır. Bunda da anlaşılmaz bir yan yok. Ülkemizin yer altı, yer üstü zen­ginliklerinin fazlalığı ve halkımızın ör- gütsüzlüğü yabancı işgal ve istilaları m üm kün kılan en önemli etmenler oluyor. Ama esas burada dikkatini çek­mek istediğim birşey var. O da şu; bin yıllara varan yabancı egem enliğe rağ­m en tarihten silinemeyen bir ülke ve halk gerçekliğimizde var. işte bunun iyi kavranması ve nedenleri üzerinde d ü ­şünülm esi gerekir. Halkların tarihini araştırırsanız bırakalım bu kadar uzun süreli, binlerce yıla varan yabancı ege­menliği. birkaç yüzyıl bile böylesi bir durum u yaşamış pekçok halk tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Ya da yok olmayla yüz yüzedir. Bunun pek çok örnekleri var. Ayrıntıya girmek istemi­yorum. Ama bizim halkımız Ortadoğu- nun en büyük ulusal topluluklarından biri olarak bugünlere gelebiliyor. Bunu neye borçluyuz? Eğer bu noktayı iyi kavrayabilirsek, bundan sonrasında anlaşılmaz bir yan kalmayacaktır. Bi­zim halkımızın yaşayabilmesinin ve bu­güne ulaşmasının izahını yine tarihi­mizde buluyoruz. Tarih, ülkemizin, in­sanıyla cağrafyasıyla, her şeyiyle ya­bancı işgal ve istilaların tüm üne diren­diğini ortaya koyuyor, işgaller, istilalar birbirini izliyor. Tabii bunlarla uzlaşan­lar ve işbirliğine girenlerde var. Ama

‘halkın ezici çoğunluğu, uzlaşma ve tes­limiyeti red ediyor. Aşiret veya klan bi­çiminde geri bir örgütlülük düzeyinde de olsa, dağlara çekilerek direniyor. Çok zor koşullarda da olsa yaşamını, dilini, kültürünü, gelenek, görenek ve coğrafya üzerinde yoğunluğunu koru­yarak bu günlere geliyor.

T.C.’nin kuruluşundan sonrada, ya­kın tarihte olanlan sanınm biliyorsunuz. Onlarca ayaklanmanın bastınlması sür­gün ve asimilasyon politikalarıyla so­run neredeyse kapandı sanılıyor. H at­ta 1930’da Ağn isyanının bastınlmasın- dan sonra, o dönem in gazetelerinde il­ginç bir karikatür vardır. Bilmem gör­dünüz mü? Karikatürde, ağn dağı üze­rinde büyük bir mezar çizilmiş, mezar taşına da “muhayyel Kürdistan burada m eftundur" yazılmış. Yani sorun her

76

Page 76: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

yönüyle halledilmiş, tarihe gömülmüş. Öyle denm ek isteniyor. Am a ne olu yor? 30 yıllık bir suskunluk dönem i ya şansa da, 1970’lerden sonra bu halk tarihten silinmediğini kanıtlama yolu­na çıkıyor. Örgütlenm eye ve yeniden direnm eye başlıyor.

“Bence, 12 Eylül askeri darbesinin en büyük amacı bu dermişi bastırmak tır. Tabii ki Türkiye’de gelişen devrimci demokratik hareketi de. Ama bizde ya şananlar, tarihimiz boyunca ve en son Diyarbakır zindan direnişleri sırasında çok iyi görüldüğü gibi, biraz farklı b o ­yuttadır Burada bir halk ve onu ön derleri, tarihin tanıklık ettiği en vahşi uygulamalarla, birkez daha yok edil­meye tarihten silinmeye çalışılmıştır Burada işkencede bir boyut aramak, hak, hukuk, adalet aram ak beyhude dir. Va direnip, onlarca şehit vermek pahasına da olsa, halkımızın onurlu davası ve varlığı yaşatılacak, ya da tes lim olunarak halkımızın tarihine karan lık bir halka daha eklenecekti Bizler, Diyarbakır zindanında direnerek, hal kımızın en seçkin evlatlarının şehit ol ması pahasına da o k a bu soyla dava nın süıdürücülerı olduğumuzu kanıtla dik Yanı direnerek, gerektiğinde olu mu kucaklayarak, halk talihimizin dı reııiş geleneğini, deyim yerindeyse ye ıııdeıı dirilişim sağladık *

Bu rle teslimiyet ve ihanet var Ora da tariflimizin diğer bir yönü de çıplak bir biçimde görülür Ama biz, tarihimiz den gelen bu olumsuzluğu, gene ora da. Dıyaı bakır da direnişi yükselterek yerle bir ettik Çağdaş DEHAK ve onun zavallı uşaklarının karşısında ÇAĞDAŞ KAWA gene Diyarbakır zııı dalım da doğdu O ndan sonraki geliş meleri ise biliyorsunuz Bııguıı “Kurt SoruııuTıu kabul etm eyen hu, kimse nın kalmadığı bir gelişme düzeyi orta ya çıktı Tabii ki sorunun kabul edilmesi başka, doğru çözüm yolu başka. So runu kabul ettiğini söyleyen ülkelerin ve pek çok kişinin tutum u sorunun doğru çözüm üne yönelik değil fiuıı ları, iflas eden bir politikanın yerine, ye ııi politikalar üretm e arayışı ve telaşı olarak da görebiliriz Doğru çözümün ne olduğunu bilmem anlatm am a ge rek var mı? Sanırını anlamışsıııdır

- “Evet” anlam ında başımı sallıyo­rum

Gözlerim bir an dalıp gidiyor Konu nun bu kadar aydınlık ve tarihi kökle rıyle birlikte koyulması karşısında ne denebilir Bir an başka bir Kürt “dostum u” anımsıyorum. M Ali Erenin mecliste yaptığı konuşm adan sonraki, ellerini oğuşturan, sevinçten ağzı ku laklarına varmış hali gözüm ün önüne geliyor O Diyarbakır’da hiç direnm e mış Bir an önce cezayı tamam layıp çıkmaya bakmış Herşeye provakasyoıı deyip duruyor Çözümü nereden kim lerden bekliyor? Kendine ve kendi ta rıhıııe yabancı bir zavallı Bir özgürlük dilencisi Özgür bir yaşamı kimsenin kimseye bahşetmıyeceğım bile bilemi­yor. Bu tipler iflah olmaz diyorum içim den Tüm den ipleri koparmalı Mırıl daııırca sesli düşünüyorum , işte şimdi birlikte olduğun onlarca yıl öncesinin

senin ve sözcüsü olmak istediğin sini fin gerçek dostu. Ne istediğini, bunun bedelinin de ne olduğunu çok iyi bili yor. O ndan çok şey öğrenebilir, sınıfı­na da öğretebilirsin. En baştan da “Di renm enin yaşamak” olduğunu. Bunun dışındaki herşeyiıı, sosyalist bir m üca dele bile versen çürüm e ve kokuşmay la sonuçlanabileceğini D ostum un ko nuştuklarının etkisini ölçmek için beni izlediğini hissediyorum. O na bakm a dan, soracağım soruları kafam da to parlayarak söyleşiyi sürdürm ek istiyo rum.

— “Tamam" diyorum “Diyarbakır” yazmak çok zor Hiç değilse Diyarba kır Direnişinin yeniden güncelleştiği şu günlerde, bu direnişin ilk başlatıcıları ve ilk şehitleri üzerinde biraz konuşsak

— “Tabii” diyor Ve konuşmasını şöyle sürdürüyor.

“Diyarbakır zindan direnişlerinin bi liyorsun 50’den fazla şehidi vardır Bu şehitler halkasına en son direnişte M Eının Yavuz eklendi Ama ben bura da sana, Direnişi başlatan ve öndeılık eden 3 arkadaşımı biraz anlatm aya ça lışayım. Diyaıbakır zindan direnişini başlatan bu üç önder. Mazlum Doğan, M flayri Durm uş ve Kemal Pirdir M azlumdan başlayayım

“MAZLUM'u tanım am ış ve onunla konuşm am ış olmak bence bir devrim ci için büyük bir kayıptır O n u bir kez dinleyen, kişiliğinde somutlaştırdığı üs­tün vasıfları gören birisi. O ’na hayran olurdu O yüzyıllardır halkımızın tari hinden getirdiği tüm olumlu değerleri adeta kendinde toplamıştı Koskoca bir ülkeyi ve halkını yüreğine beynine sığ ditmiş, halkıyla bütünleşmiş biriydi O mazlum halkımızın bir sözcüsü, önde ri ve usta bıı politikacıydı Bu kadar genç yaşına lağuıerı nasıl bunca özel liğe kavuşabılmıştP O nda bıı insan öııı rünü aşabilecek, yılların deneyim ine sahipmiş izlenimi uyandıran, ilk bakış ta insana güven veren, zor anlarda ka rar verme ve uygulam a gücü yüksek bir halk önderinin tüııı özelliklerini gor rnek m üm kündür

“O zincire vurulduğu, işkencelerden bir kemik yığını haline geldiği koşullar da bile sergilediği tavrıyla halkına ve mücadeleye mesaj iletmeyi becerem e di Böylece halkımıza oynanm ak iste nen oyunları sergiledi. Boşa çıkardı

O “Direnmek yaşamaktır” sloganıy la, insanlık onurunun korunm asının y o lu n u çizdi " ih a n e tin y ü zü n e tükürün” diyerek ihanete karşı direnişi egem en kıldı M ahkem elerde inandı ğı davayı tavizsiz savundu 21 Mart 1982’de birkaç kibrit çöpü ve mum ile halkımızın geleneksel bayramını, tek başına hücresinde kutlam a ve deyim yerindeyse yeniden isyan ateşini yak mak gibi onurlu bir görev üstlendi Ve aynı gece cezaevi cellatlarında hücre sinde boğularak katledildi.

“Mazlum’un cezaevi öncesi yaşamın da örnek bir devrimci yaşam dı G ün de saatlerce okurdu. Halkının sorun tarım dile getirebileceği her platfor ma ulaşmaya çalışırdı G ünün 24 saa tinde devrimi yaşardı. O halkımızın m ücadele talihinde bir simgedir O bi

zim ÇAĞDAŞ KAWA’mızdır.“KEMAL PIR ise, BİZİM CHE GU-

EVERA'mtzdır. O ezilen bir ulusun öz­gürlüğü için savaşm ayan bir ulusun, kendisinin de özgür olamayacağının bi­linciyle, kendini halkımızın davasına adam ış büyük bir enternasyoııalistti

Cezaevi yaşamı, öncesindeki d ö n e ­minde mücadelesi birçok kahramanlık örnekleriyle doludur Halkımızın, h e ­sap soran, çağların haksızlığına son ve­ren uygulama tarzı onun günlük yaşa mı haline gelmişti Onunla karşılaşmak dostlar için sevinç ve onur, düşm an için ise yok oluşun başlangıcı sayılabi lecek bıı kâbustu

"İşkence tezgâhlarında, cezaevleriıı de, işkencecilerin karşısında diz çöktü ğü, yiğitlik, sağlamlık ve direııişçilik sembolüydü. Tok sesiyle, zalimleri aşa ğılayan, onlarla alay edebilen, bu an lam da O, zor günlerimizin moral ve enerji kaynağıydı O, direnişin yıkılmaz kalesini ören, direnişimizin karattı bir uygulayıcısı ve önderiydi 7’yi 8 eylüle bağlayan gece, siyasi onurun korun ması, siyasi savunm a hakkının kazanıl­ması için kararlılıkla sürdürdüğü ölüm orucu sonunda şehit düştü

MEHMET HAYRİ DURMUŞ’a ge linçe O, mücadelem izin ve halkımızın yiğit bir önderiydi 14 Nisan 1981 gü ­nü m ahkem edeki haykırışıyla, zulme karşı direnişi, halkımızın yeniden diri­lişini tüm dünyaya duyuruyordu. O nun şehit oluşunu kabul etm ek çok zor. Hergün, her dakika haykırışları, sözleri kulaklarımda çınlıyor. Sanki O, ülkemin üstüne kanat germiş öylece duruyor O nun yokluğunu düşündük­çe. ellerim titriyor, boğazımda boğucu bir düğüm adeta boğulacak gibi oluyo­rum O nu tanıyan, onunla zulıııu pay laşaıı yokluğunu kabullenemez O nun yokluğu, acının, kederin ve hasretin en

j büyüğü, kahredicisidir O bir yanardağ | dı Doğa yasalarını zorlayan, düşm anı

kahreden, enerji, azim ve kararlılık tim­saliydi En sadist işkence altında dahi değişmez tutumuyla, zalimlerin korku lu rüyası, ezilen tüm halkların oııuruy du İnsanlık onurunun korunması, si yasi savunma hakkının kazanılması için kahram anca sürdürdüğü ölüm orucu sonucunda 13 Eylül 1982 günü şehit oldu

“S onradan öğrendiğim e göre, ard arda gelen bu şehadetler. Diyarbakır halkını m atem e boğuyor Halk adeta için için ağlıyor ve patlayacak bir vol­kan haline geliyor

Dostum sözünü burada bitiyor Ara­ya derin bir sessizlik giriyor Adeta üşü yorum ürpertiden Diyarbakırda ola madiğim, orada direneınedığım ve orada ölem edim için utanıyorum Ya­şam ak ve ölmenin sınırı ne? Bir halkın özgürlük meşalesi olm aktan daha bü ­yük bir yaşam olacağını düşünem iyo­rum İçime yerleşen Mazlum’un, Ke­mal’in, Hayri’niıı büyüklüğü neredey se yüreğimi çatlatacak Dostumdan ay rılınaın gerekiyor O da sabırsız Bes belli işlen var Benim de işlerim var Sarılıp, öpüşerek ayrılıyoruz İçimde Diyarbakır hüznü, hıncı ve direnişin onuıuyla yürüyorum

ÜÇ KİBRİT ÇÖPÜÜç kibrit çöpünün, öyküsüdür bueğilmeden kırılmadanonurlu bir yaşamın,üç kibrit Çöpü, MAZLUM DOĞANve 21 martDerin bir öyküdür bubir kavgadır namert düşmanla,amansız ve kıyasıyaBurası Diyarbakır zindanları,köhne karanlıkta ucube bıı hanyer. koridorlar, hücrelerboydan boya kan,ve Mazlum yoldaşın hücresidüşmana hüsran dört yanım revanoyBu E s a t .....Gestapo derler buna.ekmek ve su gibidir işkence vezulümyedikçe acıkan çakal budur Mazlum yoldaşın mahkûm ettiği ağzı salyalı general Üç kibrit çöpüdür yanan Mazlum'un hücresinde direniş alevidir yüreğinde tutuşan gözlerde kin, yüreğinde direniş, bedeninde kan.Üç kibrit çöpüşimdi devrimci kavganın isyan ateşidir,ülkemin dağlarından zindanlara taşınan.Üç kibrit çöpüdür tutsak bedenlere baş kaldırışı anlatan biri halkım,biri belasına sevdalandığım ülkem, biri bağımsızlık Ben ihaneti tarihe gömdüm Dersım'e, Ağrı’ya, Zılana gömdüm. Çelik potalarda damıtılmış yüreğimevurduğun zincir zavallı,Kollarımda prangalar sevdalımın çıftenas bilezikleri Bedenimde kan paramparça bir can Ölüm sessizliğin bedeli.Nice 21 martlara varsın diye halkımZulmun zirvesinde kızıl kan dökülmeli

T l

Page 77: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

30 M ART'I A N M A K ve A N LA M A K

GİRİŞHer halkın toplum sal m ücadele ta

rihinde bazı anlamlı günler vardır Her proletarya sosyalisti, böylesi anlamlı günleri anmalı ve onları ortaya çıkaran koşulları araştırıp ortaya çıkararak, halklarımızın bilincinde yaşamasını ve gerçek içeriklerine kavuşturulmalarını sağlamalıdır İşte 30 Mart Kızıldere di renişi de böyle bir gündür. Yalnız şu mı hiç akıldan çıkarmamak gerekir. 30 Mart ne ilktir ne de sondur Kızıldere dermişinin ülkemiz devrimci hareketi nin en son 20 yıla yakıtı süren döne mindeki etkileri ne kadar büyük olur sa olsun, halklarımızın bir direniş tari hi vardır ve günüm üzde kapsam ve ııi telikleri itibariyle Kızıldere direnişini de aşan boyutlarda direnişler yaşanm ak tadır. Yalnız öyle dönem ler vardır ki. devrimcilik açısından, genel eğilim ola rak kendilerinden on hatta yirmi yıl öıı cesinin devrimci kişiliklerini aratırlar 12 F.ylül dönem i ve devrimciliği de biraz böyledir 12 Mart dönem inin soylu devrime iliğini arar hale geldik 12 İv liilün yarattığı kişilik, o günlerin soylu devrimciliğine, başı dik ve kalııam an ca yürüyen sosyalist insana dönüş m ekte muazzam hir direnç gösteriyor Bu herkes için böyle... Süreç bir yatııy la 12 EylülYın yarattığı tasfiyeciliğin kancasında kırk parçaya bölünüp, lime lime olma ve dökülm e biçiminde işler ken, diğer bir yandan yeni devrimci m ayalanm alar yönünde işliyor Yalnız birincisi hâlâ İkincisinden daha yaygın ve veba gibi buluşm aya veya ortamı tüm den zehirlem eye eğilimli görünü yor İşte böyle bir süreçte. DFV (îF.NÇ Tl IKP C ve Tl IKO gibi oluşum lara ve bunların yarattığı onurlu devrimciliğe, sınıfsal köken ne olursa olsun daha da anlamlı ve sıcak bakmak »rekiyor Fİ bette her sınıfsal hareket, kendi tarihi, geleneği yarattığı değerler ve ürettiği ideolojik politik gücüyle tasfiyecilik dönem ini de aşm aya çalışarak Pro letarya sosyalistleri de öyle Ama yine de H Kıvılcımlının “gençliği azıcık anlayalım’ çığlığı 1970’lerden günüm ü­ze ulaşırken, gençleşmiş ve yenilenmiş hareketimizce ister istemez daha zeri gin içeriklere kavuşuyor Nedir bu zeıı gin içerikler? TH K PC . THKO ve Kı zıldere direnişi, nedir sîzlerden alacak (arımız? İdeoloji mi? Hayır. Ç ünkü 20 yıldır bu ideoloji zaten hayata geçem e

Hayri YALÇIN

miş... Nedeni ister objektif isterse sub jektif olsun, am a gerçek bu Sübjektif iddia ve niyetler bir yana.. Strateji ve taktik mi alalım TH K PC ve THKO’ dan? Hayır. Biz ayaklanmacıyız On lar Halk savaşçısı. Yalnız bizim ayak lanmacılığımız biraz başka. TBKP. TSİP vb gibi değil deyim yerindeyse. Rus yanın Bolşeviklerinin, Nikaragua’nın Daniel Ortegn’sının ayaklanmacılığı tii rüııden Kurulabilse Sandinonıın cep hesi gibi bir cephe, savaşırız, om uz omuza halk savaşçılarıyla ama onlar ken di strateji taktikleriyle biz kendi strateji ve taktiğimizle Kanımız! kanlarına ka rışıı. yüreklerimiz birlikçe çarpar dev rim için

Buraya kadar. .TOMart’ın. devrimci lerin önüne koyduğu, dönem e uygun görevin ne olması gerektiğine değin dik F.lbette yeterli değil Bir de bu an lamlı direnişi yaratan gücü hangi tarih sel koşullar içinde oluştuğunu araştır mak ve ortaya koymakta yarar var

THKP-C’nin doğuşu şekillenişi ve yarattığı değerler

T H K P C nin doğuşu. 10b0 sonrası* m ücadelenin sonuna denk düşer Bu doğuşu kavrayabilmek için, içinden çı kıp geldiği şartları incelemek gerek inektedir TKHP-C 27 Mayıs sonrası hızlanan sınıflar kopıışmasının sonu cunda doğmuştur. Pek çok aydına Ke malizmin güçlü ideolojik etkinliği altın da “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz" dedirten toplum yapısının tek parti diktatörlüğü dönem indeki dur gunlıığu. lüğü sonrası bozulmuş ve bu gidiş 27 Mayıs sonrası yeni bir sıçrayı şa varmıştır

1‘Mö’lara kadar devletçilik fideliğin de gelişip, güçlenen, finans kapital bu tarihten itibaren devletçilik kabuğunu çatlattı Ve soygununu bir yarıdan kır lara yayarken, bir yandan Marshall yar dunlarıyla em peryalizmle bütünleşti Bu ekonom ik gelişmenin politika sah nesindeki görünüşü, sınıf mücadelesi nin hızlanması biçiminde olmuştur Kır larda o güne kadar durgun olan nü fııs. çöziılmeye başlamış ve kaçınılmaz olarak şehirlerin çevresine yedek işgü eti olarak yığılmıştır lüfrtVler sonrası fin an s kap ita l k ırla rd a te feci bezirganlıkla ittifakını perçinlemiş, do

layısıyla küçük üreticilerin mülklerinin talan edilmesi hızlanmıştır Ote yandan şehirlerde iktisadi devlet şekeküllerinin yağması başlamıştır işte 27 Mayıs, bu sınıfsal ayrışmaların ve iktisadi devlet teşekküllerinin yağm asına, ordu için­deki genç subayların ve aydın gençli ğin tepkilerinin ürünüdür 27 Mayıs sonrası nispi anlam da burjuva dem ok ratik haklardan bahsedilebilir f .lbette bu haklar alabildiğine kısıtlıdır Ama bu kısıtlı haklar bile sınıflar kopıışmasının ve m ücadelenin yükselmeye başladı ğı bu aşam ada geniş emekçi kitlelerin m ücadeleye atılmasında kimi olanak lar oltaya çıkarmıştır

27 Mayıs sonrasında ilk şekillenen küçük burjuva aydın eğilimi “YON" ol m uştur Y önün ideolojisi. Kemalizmi ve devletçiliği aşabilmiş değildir Daha sonra 1969’larda Yön. Devrim dergisi olarak varlığını sürdürecektir Ve temel bakış açısı işçi sınıfı dışında, asker sivil aydın zümreye dayanan bir devrim an layışını savunm ak olacaktır

27 Mayıs kaynaklı bir diğer küçük burjuva atılımı da 21 Mayıs darbe giri şimıdir Finans kapitalin 27 Mayısı not ralize etm esine tepki olarak gelişmiş, am a başarıya ulaşam adan bastırılmış tır

Yine lOöl'de kurulan ve sırf şendi kacılar züm resine dayanan l İP bu yıl laıda genellikle sessiz ve adeta yok gi bidiı 21 Mayıs ta, genç subayların dar be girişiminin bastırılmasından sonra. 1‘HvTlerde TİP'in sesi duyulur hale gel­meye başlamıştır Aristokrat işçi zıırn resi sendikacıların ve b’uriuva aydınla rııı egemenliğindeki 1 İP. gelişmesiyle. Iıerrıen hem en o yıllardaki ilerici po fnnsiyelitı hepsini toplamıştır Küçük burjuva devrimciliğinin YON ve 21 Mayısçıların tprsine TİP bir sınıfa Ha yandığını söylüyor, soyut bir biçimde de olsa sosyalizmi savunuyordu Kü Çük burjuva devrimcilerinden. 21 Ma yısçılar idam edilirken. Yüncüler ise burjuva liberalizmine soysuzlaşarak C H P ’ııin yedeğine girmişlerdir

Küçük burjuva tabakalar, özellikle- köylülüğün bir kısmı ve küçük esnaf lar. hatta gençliğin bir kısmı o yıllarda O İP potasındadır Şehir ve kasabalar daki gençliğin büyük bir kısmı ise lOöT'lerden sonra güçlenm eye başla yan TİP çevresindedir O dönem de O İP “ortanın solu" TİP ise “sosyalizm"

R

Ii

T

78

Page 78: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

dem ektedir Bu söylenenlerin sınıflar savaşı açısından anlamı şudur. O y ü ­ne kadar finans kapitalle gerek ekono mik gerek politik olarak önemli bir ça tışma içinde olm ayan tekel dışı buıju vaların, 1950 lerden itibaren finans kapital vurgununun hızlanmasıyla bir likte bu tekelci zümreyle çatışmaları yükselmiştir. Ve bunun siyasi görünü mü iki yönde olm uştur Tekel dışı bur­juvaların daha ileri özlemlerini ‘ortanın solu” biçiminde, daha çok liberal bir anlayışla CHP dile getirmiştir. Düzen den daha çok kopuşanlar ise kurtuluş larııu işçi sınıfıyla ittifakta yoklayarak özlemlerini “sosyalizm” talebiyle TİP’te formüle ettiler. TİP ‘sosyalizmi" ise par tide egem en olan işçi aristokrasisi ve burjuva aydınların eğiliminin dam ga sini taşıyan burjuva sosyalizmidir. Bun lar ise sonuçta işçi sınıfı içinde burjuva nüfuzu olmaktaydılar. Bütün bu geliş­meler şunu da gösteriyordu; proletar­yanın öz eğilimi 1920’lerde doğm uş ve 1927’lerde sağlamca şekillenmiştir Pa kat sınıflar savaşının yüksek boyutlara varmadığı bu yıllarda, finans kapitalin sürekli zulmü ve yok etmesi sonucun ­da 1960’lara gelindiğinde dağınık ve örgütsüzdür.

Bu nedenle 27 Mayıs sonrası d ö ­nem de, işçi sınıfı adına onun öz eğili­mi değil, tersine sınıf içindeki egem en burjuva nüfuzu davranm ış ve TIP o la­rak partileşıniştir. Ve henüz daha so n ­ra değişik bir biçimde şekillenecek kü ­çük burjuva devrimciliği, TİP içindedir, am a sınıflar savaşı yükselip, m ücade­le şartları değişince, daha militan bir karakter kazanınca, TİFnin burjuva sosyalizmi iflas etm eye başlamıştır. Çünkü TİP’nin sosyalizmi gerçek işçi sı­nıfına değil işçi içindeki aristokrat bir zümreye dayanıyordu. Ve düzen d e ­ğişikliğini devrimci tarzda düşünmeyip, burjuva devrimciliğinin gereği, parla m entoda başa güreştiğini söyleyerek, mevcut statükonun ebedileşmesi için çalışmış oluyordu, işte bütün bunlar gen iş yığınlar ta ra fın d an h en ü z 1 9 6 5 ’lerde b ilinm iyo rdu . A m a 1966’lardaıı sonra yükselmeye başla­yan sınıflar savaşı, TİP’nin bütün yal dızları döktü. TİFnin içinde ve dı­şında MDD hareketi yükselmeye baş­ladı. Bunun anlamı yükselen sınıf mü cadelesi şartlarında, küçük burjuva ta­bakaların, burjuva öncülüğünden ko- puşmasıydı. 1969’da Türkiye’nin içine sürüklendiği buhran, kitlelerin yükse­len devrimci eylemleri, 1969 seçim le­rinde parlam enter yolun iflası, dışarda ise Çekoslovakya olaylarının patlaması ve M. Aybar’ın bu olaylar karşısında- bütün gericiliğini kusarak, sosyalizm düşmanlığını açığa vurması TİFnin çö zülmesini hızlandırmıştır. MDD kopu şurken, yani sınıfsal anlamıyla, burju va devrimciliğinden, küçük burjuva devrimciliği kopuşurken, elbette olum ­luluğunun yanında, olumsuz özellikleri de kaçınılmaz olarak vardı.

MDD, en genel anlamda, TİFnin sırf işçici (uvyerist) tutum una haklı bir tepki gösterirken, aynı zam anda işçi sınıfının öncülüğü sorununu tartışma konusu yaparak, ister istemez Yön devrimcili

ğinin, sınıfsız bakış açısının etkilerini üzerinde taşıyordu Daha doğrusu MDD hareketi TİP deneyi süresince yaşanan olaylardan iki gerici sonuç çı karmıştır İlki işçi sınıfının pratikteki ö n ­cülüğünü göremediğniden veya işçi sı nıfı öncülüğünü TİFnin bakış açısı gı bi zannettiğinden, sınıfa güvensizliği kışkırtmak, onun yerine asker sivil aydın zümreyle bir bağımsızlık savaşı hayal etm ek İkincisi TİFnin parti soy suzlaştırmasından kalkarak partinin ol mazlığına varmak, partisizliği teorileş- tirmek...

TİP deneyinden, ancak bir küçük burjuva devrimcisi bu gerici sonuçları çıkarabilirdi İşte MDD böyle bir zemin de şekillenmiştir. Sırf işçici TİP ile ay ­dın kadrolara öncülük tanıyan YÖN çizgisinin eklektik bir uzlaşması sonu cu MDD teorisi olmuştuı MDD sözde işçi sınıfının varlığını ve önderliğini red detmiyordu, am a işçi sınıfını da bir tür lü öncü olarak görm üyordu Nitekim daha sonraki yıllarda MDD’nin bütün nüansları arasındaki temel tartışma ko­nusu hep bu öncülük meselesi olm uş­tur.

TlP MDD arasındaki en temelli ay­rılık konusu devrim stratejisiydi. TIP sosyalist devrim aşam asında, MDD ise milli dem okratik devrim aşam asında o lunduğunu savunuyordu. Yani TİP, Kemalizmin, burjuva dem okratik dev- rimini sonuçlandırdığını, böylece kapi­talizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye ettiğini söyleyerek, sosyalist devrim aşam asına gelindiğini söylerken, hem kapitalizmi Türkiye’de olduğundan ileri görüyor, dem okratik devrim adımını atlıyor, Kemalist burjuvaziye olmadık misyonlar yüklüyordu. Elbetteki bu ba­kış açısı onun devrim kaçkınlığının ve burjuvaziye olm adık misyonlar yüklü­yordu. Elbetteki bu bakış açısı onun devrim kaçkınlığının ve burjuva sınıf karakterinin bir sonucuydu.

Bunun karşısında ise MDD doğru bir çizgi savunm am ış adeta TİFnin aııti tezi kılığında şekillenmiştir. Türkiye’de kapitalizmin gelişimini olduğundan geri değerlendirmiş, yarı feodal gördüğü Türkiye’de feodalizm ve ABD sömür­gesi o lgusunu abartm iştır. MDD 192ü’lerin Türkiye’si ile 1950 60’ların Türkiye’si arasındaki farkı göremedi. H atta dağa tırmanılırken geri 1920’ler koşullarına düşüldüğünü söyleyebildi. Mesele böyle konulunca işçi sınıfı ö n ­cülüğü küçüm senm iş, bunun yerine 1960 lı yıllarda Mustafa Kemal olmak özlenmiş, Kemalizmden kopuşulam a- mıştır. Kemalizmin esas burjuva özü görülemeyip, Kemalizm bir küçük bur juva eğilimi zannedilince, burjuva e t­kisinde kalınıyordu. İşte pratikte kimi öncü ve atak tutum lar içinde olan ve güçlenen MDD hareketi, böylesine ide­olojik gerilikler ve yetmezlikler içindey­di. Nitekim MDD’nin AK AYDINLIK {Doğu Perinçek) kanadının o zam an savunduğu temel görüş, işçi sınıfı ön Gülüğünün, objektif ve sübjektif şartla rının olmadığı, yükselen sınıflar m üca­delesine, yaşayan sosyalizme tepki hat­ta düşmanlık ve koyu bir Kemalizm bi

çiminde kendini ortaya koyuyordu. MDD hareketindeki gerici ve sağ yan ­lar onun özünde filiz halindeyken, sos­yalizme düşmanlık ve işçi sınıfının ey­lemine tepki biçiminde Doğu Perinçek çizgisine varıyordu

15 16 Haziran olayları MDD safia rında önemli bir dönüm noktasıdır 15 16 H azirandan hem en önce ger­çekleşen AK AYDINLIK kopuşm ası geriye doğru gerici bir kopuşmaydı. Haziran olaylarıyla birlikte işçi sınıfı kendini ortaya koyunca, AL. AYDIN L1K (Mihri Belli) kanadının bütün teo rik yetmezliği ortaya çıktı Bu durum un bilince kavuşturulm asında o dönem YÖN-TİP-MDD eleştirileriyle, proletar ya sosyalizminin (kı Kıvılcımlıda ken ­dini ifade ediyordu) verdiği ideolojik mücadelenin belli etkileri oldu. AL AY­DINLIĞIN Böylece teorik pratik tüm temelleri sallanırken, 1971 başlarında, “Aydınlık Sosyalist Dergiye açık mek- tu p ’la (Mahir Çayan) CEPHE hareke­ti kopuştu.

C ephe hareketinin kopuşmasından- sonra, işçi sınıfı hareketinin geriye ç e ­kilmeye başlaması, 12 Mart faşist d a r­besi ve MDD zem ininden doğup, şe­killenmenin cephe hareketi açısından olum suz etkileri olmuştur. İşte Mahir Çayan’ın tezleri böylesi objektif ve süb­jektif şartlar göz önüne alınarak ince- lenmelidir. Kemalizm, Kürt sorunu, ö r­gütlenm e mantığı ve strateji-taktik vb. konularda günümüzde, THKP-C’nin ve önderi Mahir Ç ayan’tn tezlerinden ol­dukça ileri bir kavrayış düzeyine, Türk­iye Devrimci Hareketi sahiptir. Elbette baştan da belirttiğimiz gibi, bizim açı­mızdan “C ephe” kopuşm ası ve ardın­dan geliştirilen THKP-C ideolojisi ve örgütlenm esi tem el alınmıyor. Hatta bu tezler ortaya çıktığı koşullar dikka­te alınarak belli eleştirilerden de geçi­rilmiştir. Ama bu cephe hareketinden hiçbir şekilde etkilenilmediği onun olumlu özelliklerinin görülmediği a n ­lamına gelmem ektedir. Bu konuda özet olarak şunları söyleyebiliriz. M a­hir Çayan’ın görüşleri ve en son şekli­ni verdiği ‘kesintisiz devrim” tezleri, h a ­reketin yükselm esine karşı teslimiyete varan TIP ve Ak Aydınlık (Perinçek) ve oturganlaşan Al Aydınlık (Mihri Belli) a duyulan tepkilerin şekillenmesidir. Ve buradan kendine has (orijinal) THKP- C ideolojisi yaratılmıştır. Bu tepkilerin özü, burjuva liberalizmine soysuzlaşan TİP ve AK AYDINLIK gibi eğilimlerin kendi eylemsizliklerini, lafta teoriyle örtm elerine karşılık, pratik eylemciliği ve davranışı öne çıkarmaktır. Ve M a­hir Çayan’ın Bütün Yazılarının son cümlesi şöyledir. “Örgütü örgüt ya­pan, onu kitlelere tanıtan, program­lar ve yaldızlı laflar değil, devrimci ey­lemdir...” Ve Cephe hareketinin değe- ride buradan gelmektedir. Hareketi sorm aya başlayan, sardıkça da boğan eylemsizliğe karşı bayrak açm aktır. P ratik içine böyle boyunca girebilen, bu cesareti gösteren pratik tarafından eğitilecektir. En azından böyle bir şansı vardır. A m a hımbıl kocakarı gi­bi denize atlam ayıp da kıyıda teori ke-

Page 79: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

şenler hiçbir zam an öğrenemeyecek­tir veya bu şansları yoktur. Ne yazık ki önderliğin imhası yüzünden THKP- C bu eğiticilikten m ahrum kaldı.

12 Marta kadar THKP-C’nin orta­ya çıktığı zem inleri ve koşu llan açık­lam aya çalıştık. Eğer 12 M art ve 12 Eylül sonrası bu çizginin gelişimini ve içinde bu lunduğu durum u kısaca da olsa ele alm azsak, değerlendirm em iz yetersiz kalacaktır. Ç ünkü 12 M art ve 12 E ylülsonrasında TH KP-C hareke­tin doğuş, gelişme ve doğasına ters o lan tasfiyeciliğin en azılı sözden çık­mış olm ası ilginçtir. S H P ’nin tabela­ları a ltında veya A vrupa’nın yoz kü l­tü r o rtam ında bu hareketin yarattığı tüm devrim ci birikim eritiliyor. H er­halde Türkiye devrimci hareketine, 12 Eylül darbecileri bile bu kadar zarar verdirebileceklerini tahm in edememiş­lerdir. “ Yeni Ç özüm cüler” ise Tasfi- yeciliğe karşı devrim ci b ir ö fke duy­m akla birlikte, devrimci hareketin bir­

liğini esas alm ayan, dar ve sekter yak­laşımlarıyla Tasfiyeciliği soldan uygu­lam akta rekabetçilik, didişme ve iç ça­tışm alara kadar gidebilecek bir üslup­suzluk ve küçük dükkân m antığı sergilem ektedirler. Elbette bu tu tu m ­ların hiçbirinin TH KP-C’nin özüyle ilişkisi yoktur. TH KP-C önderliği bir 30 M art gününde dost gördükleri gü­cün (TH K O ve Denizler kastediliyor) idam larım engelleyebilmek için şeha- deti severek kucaklayacak kadar dev­rimci dayanışma ve ittifak ruhuna sa­hiptirler. Proletaryanın en temel hak­larının gaspedildiği açlığa itildiği, sen­d ika ağalarının ve m ilitarist devletin on ların sokağa dökülm esini engelle- yemediği, zindanlarda yüzlerce dev­rimci ve Doğuda da dağlann UKM militan­larının görkemli direnişlerine sahne olduğu koşullarda, b irkaç yüz üyeli, dernek-sendika vb. için bu ka­d ar rekabet tehdite kaçan üslupsuz konuşm a ve yazma anlam sız o lm ak­tadır.

SON U Ç:G ünüm üz Türkiye’sinde, THKP-C

teoride ve pratikte, biraz da ülke ko­şullarına uygun bir çizgi olmadığı için aşılmıştır. Yalnız bu aşm a hayata ge­çirerek değil geçiremeyerek aşm adır. Her THKP-C kökenli siyaset bunu kendi pratiğine bakarak görebilir. İs­terse görmeyebilir de. Bu onların ken­di sorunlarıdır. Yalnız DGDA’da hem hayata geçirildiği, hem de ideolojik ve pratik olarak aşıldığı kesindir. Bizler açısından, TH KP-C’nin davranış ye­teneği, eylemciliği, devrimci dayanış­ma ve ittifak için hiçbir Özveriden ka­çınm am ak gerektiğini gösteren şanlı Kızıldere direnişi, halklarımızın dire­niş tarihi açısından, güncel görevleri­mize ışık tutan bir meşale olm aktadır. H er Ç ağdaş Yol’cuyum diyen kendi­ni böylesi onurla ve başı dik devrim ­ciliğe hazırlam aya ve kitlelerde bu devrimcilik ve dayanışm a ruhunu hâ­kim kılmaya büyük bir özen göster­melidir.

halkın kendi iktidarı olduğunu belirti­yordu.

Bu saldırı ne Türkiye'de ne dünya­da ilk kez görülüyor. Egemen sınıflar kendi köhne iktidarlarını sürdürm ek için benzeri yöntemleri her zaman uy­guluyorlar. Köhne egemenlikleri yıkıl­m adan da uygulamaya devam e d e ­cekler. Burdur direnişi bu bilinç üstü ­ne oturm uştur. M ücadelenin yönü di­reniş hattı olmalıdır. Burdur 8 Nisan di­renişi yıllardır tartışılan anti-faşist. anti- em peryalist ilkelerin anlamını göster­m ek aç ısından öğreticidir. Anti- sömürgecilik sadece kendine yönelik saldırıları değil, tüm dünya halklarını uğradığı zühne karşı çıkmak anlam ın­da önemlidir. Türkiye öğrenci hareketi bu ilkeler üzerinde yükselmelidir.

Burdur direnişi tarihte yüzbinlerce kez tarihin akışına karşı koymaya çalı­şanların beynine yumruklarla çivilenen gerçeği bir kez daha haykırıyor.

RÜZGAR EKEN. FIRTINA BİÇER!

Baştarafı 57. Sayfa Ja mantıkla örmeleri zorunludur. Ç ocu­ğun dünyayı kavramasından başlamıştı yazı. Yeni düşünceyi kavram ada ço ­cukça bir naviteye gereksinim duyuyo­ruz. Yeni insanı yakalarken bu tüm eski kalıpları parçalam ak ve yerine yenile­rini koymak gibi zorlu bir süreci g ü n ­dem e getirir. Kadın sorunu konusun­da yapılacak en ufak çabanın bu kafa­lardaki değişimin ne kadar başanldığıy- la doğru orantısına dikkat çekmek is­tiyoruz. Sağlıklı ve üretken tartışmalar için erkeklerin ve hâlâ bu egem en ide­olojiden yakasını koparamamış kadın­ların değişim için kendilerini biraz zor­lamalarını istiyoruz. Yeni toplum yeni insanla yaratılacak. Ve yeni insanın ha­tasız olması başanmızın anahtarı.

Bir Direni« Örneği: BURDURBaştantft 23. Sayfadaralam aya, saldırıyı kendilerince haklı çıkarm aya kalkıştılar.

Saldın yanm saat sürdü. Saldırı sı­rasında m üdahale etm eyen polis, sal- d ından sonra bütün gücüyle kendile­rini savunm aktan başka suçu olm ayan devrimci öğrencileri gözaltına alm aya başladı. Öğrenciler bu haksız uygula­m aya karşı direndiler. Polisin am acı devrimci öğrenciler: dağıtıp saldırıya hedef olmafannı sağlamaktı.' Ö ğrenci­ler bu taktiği direnişleriyle boşa çıkar­dılar. Yurtlardan ve çevre halkından yükselen kınam a sesleri devrimcilerin haklılığını gösteriyordu. Halk saldırıya karşı koymuyor, am a pasif destek ve­riyordu. Sonuçta saldırganların hepsi kaçmış am a saldınya uğrayan elli iki öğrenci gözaltına alınmıştı. Bunun üze­rine geniş bir öğrenci kitlesi olayı p ro ­testo etm ek üzere forum düzenleyip açlık grevine başladı.

Gözaltına alınanların 13 u siyasi şu ­beye geriye kalan öğrenciler m ahke­

m eye çıkarılmak üzere Göl Karakolu^ na götürüldü. Asıl m ahkemeye çıkması gerekenlerse sırra kadem basmıştı. S i­yasi şubeye götürülen öğrencilerin beşi işkenceden geçirildi. Bir öğrenci kafa­sına vurulan cop darbeleriyle sarsıntı geçirdi. Şubede bunlar olurken direnişi destekleyen, haksız gözaltını protesto eden eylem yükseliyordu. Çocukları­na sahip çıkmak için gelen veliler ço ­cukların direnişine katıldılar.

İki gün sonra öğrenciler serbest bı­rakıldı. Siyasi şubeden bırakılan öğren­ciler açlık grevine giden kalabalık kit­lece karşılandı. Bu grup Göl Karako- lu’ndan bırakılanlarla okul bahçesinde karşılaştı. G örülm eğe değer bir şenlik yaşandı. Onurlarını korum anın verdi­ği grurla öğrenciler kucaklaştılar. Marş­lar ve sloganlarla zafer coşku içinde kutlandı. Öğrenci arkadaşlar yollarının direniş yolu o lduğunu defalarca hay­kırdılar. Atılan sloganlar faşist saldırı­ları kökünden kazımanın koşulunun

Sosyalizmi Kavrama sorunu ve.,ve söm ürüyü yaşam ayan erkeğin bu soruna nasıl ne kadar duyarlı olacağı­nı da düşünm ek gerek.

Kadın sorunu özgün bir sorundur ve beraberinde hem ayrı örgütlenm eyi hem de erkeğin yer almadığı bir örgüt­lenmeyi gerektirir diyoruz. Bu erkek­lerin bu alanla ilgili her türlü desteğini ve düşünce üretimini yok saym ak a n ­lamına gelimoyor. Kadın sorunu ken­di alanı için de sosyalist bir karayışla so­runları inceler bu tem elden hareketle cins ezilmişliğini kadın erkek arası çe­lişkiden çıkarak kapitalist sistemin sö ­m ürü odaklarından birinin açıklanm a­sına vardırır. M ücadele sistem içinde teşhir ve değişimleri hedeflerken, ye­

ni bir sistemin sosyalizmin inşası bu so­runun biteceğinin garantisi değildir. Aksine bu sistem içinde de kadının ye­niden yapılanm aya katılması ve kendi sorunlarının çözümlerini iirtmesi d e ­mektir. Ve kadın sorununu bilince çı­kartacak ve doğru bir rotada ilerlete­cek olan işçi sınıfının partisinin bu ala­nı kapsayan programı olacaktır diyo­ruz. Bu program sosyalist insanlarca döğüştürülecek ve kitlelere yayılacak­tır.

Diğer bir nokta da yeni insan tipinin bütün boyutuyla yaratılması sürecini sağlıklı şekilde kavramaktır. Dünyayı değiştirme bilinci ile yola çıkanlann eski düşünce yapısının bütün gereci yönle­rini red etmeleri ve yeni düşünceyi bu

Page 80: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

‘Esa

sen

biz

kom

ünis

tler

görü

şler

imiz

« gi

zlem

e ge

reği

duy

may

ız.

Ne

var

ki ö

rgüt

ümüz

le v

e yo

ldaş

ları

mız

la i

lgili

bilg

i ve

rmey

i on

ursu

zluk

say

arız

” (1

8 m

ayıs

197

3...

Diy

arba

kır

Zin

danl

arın

da)

Deniz Gezmiş,

31 mayıs 1971 NURHAK DAĞLARINDA SİNAN CEMGİL

Yusuf Aslan

Hüseyin İnan

Page 81: Çağdaş Yol Mayıs 1989 Sayı 7

m nereden ve naşı gelirse gelsin, eğer savaş sloganlarımızı başka bir kulak duyacak, silahlarımızı kullanmak için bir başka el uzanacaksa ve başkaları makınalı tüfeğin kesik güçlü ezgisiyle, yeni savaş ve zafer sloganlarıyla ağıtlar yakmaya hazırsa, HOŞ GELDİ. y 9marCHE GUEVERA