Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11
-
Upload
yol-siyasi-dergi -
Category
Documents
-
view
240 -
download
7
description
Transcript of Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11
syalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu?
Kapitalizmin Horoz Döğüşü (ABD)
Ulusal Sorun (3)
Kırda Kapitalizmin Gelişmesi
FEKDG Eleştirisi
Y.Çeltek Cinayetini? Anlattıkları
Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİDüşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılm az
S a h ib i;
S. G ü n e ş U N S A L
S o ru m lu Y a z ı iş ie r i M ü d ü rü :
İ Ç İ N D E K İ L E R
G ü rca n Ç İLE S İZ
Y a z ış m a A d re s i:
G e n ç tü rk C a d . N ika h D a ires i Karşısı
Şam dancı iş H an ı N o :2 6 La le li - İST.D iz g i :
D İZ Basın Y a y ın - 522 1 5 85
B ask ı:
Ç îfta y M a tb a a c ılık
F iy a t ı:
3000.- TL
Y u r td ış ı F iy a t ı:
6 D M - 6 SF G e n e l D a ğ ıt ım :
H ü rd a A rk a K apak:
1917 Şubat D e v r im i ne aktif o la rak
katılan ka d ın la r
M e r h a b a ..........................................................................................................................1
P o l i t i k D u r u m .......................................................................................................... 2
S o s y a l i z m i n O r t a ç a ğ ı K a p a n ı y o r m u ? / M e h m e t
Y I L M A Z E R ............................................" .................................................................4
U l u s a l S o r u n ( 3 ) / E r k a n D E M İ R C İ ..................................................... 15
K ı r d a K a p i t a l i z m i n G e l i ş m e s i / M . Y I L M A Z E R ..................21
F i n a n s - K a p i t a l i n Y a p ı s ı (1 ) , M e h m e t Ç A Ğ L A Y A N . . 3 3
K a p i t a l i z m i n H o r o z D ö ç ü s ü / A y ş e T A N S u V E R ............... 4 2
" F a ş i z m e v e E m p e r y a l i z m e K a r ş ı D e v r i m c i G e n ç l i k "
E l e ş t ı r i s i / M . S i n a n M E R T ............................................................................4 7
D e m o k r a t i k K a d ı n D e r n e ğ i 8 M a r t B i l d i r i s i ............................. 5 0
S i v a s i K a d ı n T u t s a k l a r d a n K a m u o y u n a ....................................... 51
O k u r M e k t u b u : B a s k ı y a , Z u l m e , Z o r a k i G ö ç e K a r ş ı
O l a n T ü m İ n s a n l ı ğ a .......................................................................................... 5 2
Y e n i ç e l t e k C i n a y e t i n i n A n l a t t ı k l a r ı ...................................................5 5
MerhabaÇağdaş Yol, 9 . sayısında sivil-faşişt saldırıların artacağını yazmıştı. Profesör Muammer Aksoy’un
öldürülmesi ve arkasında MİT kokulannın alınması bu tespitimizi doğru çıkardı. Bir taraftan yükselen devrimci mücadele, öbür tarafta ülkenin içine girdiği ekonomik ve politik kriz, finans-kapitali yeni bunalım senaryolan yazmaya zorunda bırakıyor. Uzun zaman, Bulgaristan ve Jivkov'la kitlelerin ilgi odaklan saptırılmıştı. Şimdi gündemde Batı Trakya var. Yüzlerce yurtsever devrimci-demokratın zindanlarda,işkencehanelerde sorgusuz sualsiz işkenceden geçirilmesine ses çıkarmayanlar, iki Türk'ü tutukladı diye Yunanistan'a cihat çağrıları yapmakta sakınca görmüyorlar. Utanmadan özgürlük havariliğine soyunabiliyorlar. Finans-kapital iki yüzlülüğünü sergiliyor. Türkiye halkları için çok öğretici oluyor.
Geçtiğimiz günlerde iki acı olay yaşadık. Önce Kumkapı'da çıkan bir yangında 16, ardından Yeniçeltek'de meydana gelen grizu patlamasında 6 9 işçi yaşamını kaybetti. Kazayı önceden tahmin eden yöneticiler, teknik malzemeyi tahliye edip,katırları bile ocağa sokmazken, önlem alınmadan çalışmak istemeyen işçileri, işten atmakla tehdit edip zorla, bile bile, mezara indirircesine ocağa indiriyor. İşçiye verilen değer bir kez daha görülüyor. Finans-kapitalin ölenlerin yakınları için açtığı yardım kampanyaları, döktüğü timsah gözyaşlan inandırıcı olmuyor.
Hükümetin, Ege Bölgesi için açıkladığı tütün fiyatlanna üreticinin gösterdiği tepki,ilerisi için umut veriyor. Küçük üreticilerin düştükleri çıkmazdan kurtulabilmek için davrandıklarını görüyoruz. Öncülerin çaktığı kıvılcım kitlelerle buluşup alevleniyor. Mücadele yeni mevziler kazanıyor.
Sosyalist ülkelerde yaşanan değişim, yerini sessizliğe bıraktı. Komünist partilerin hatalanna duyulan on yılların tepkisi, bazı ülkelerde aşırı ölçülere varmış olsa bile, kimsenin sosyalizmden döndüğü yok. M.Yılmazer'in de belirttiği gibi; "sosyalizm orta çağını kapattı". Bugün yaşanan belirsizliklerden sosyalizm, kendisini daha da geliştirerek kârlı çıkacaktır. Yanştan kopabilecek bir iki ülke, kimsede yılgınlık ve umutsuzluk yaratmamalıdır.
Kürdistan'da yaşanan baskı ve terör gün geçtikçe yoğunlaşıyor. T.C. ordusu köy köy makineli tüfekleri,toplarıyla geziyor. Bir kısım köylüler çareyi, daha dün akrabalarını katleden Saddam rejimine sığınmakta buluyor. Oktay Ekşi Hürriyet'teki köşesinden endişeleniyor, finans-kapitalin ölçüyü fazlaca kaçırmasından ve PKK’nın uluslararası alanda daha fazla prestij kazanmasından korkuyor.
Yaşadıklanmız, gördüklerimiz bizleri umutlandırıyor. Bunun için, akan pratik karşısında duru, net ' taktik adımlar atabilmek yeterli.
11 . sayımızın içeriğine gelince: M.Yılmazer Doğu Avrupa'daki gelişimin nedenlerini, buna bağlı olarak dünya ekonomisinde meydana gelebilecek yeni güç odaklannı irdeledi. M.Çağlayan arkadaş bu kez Türkiye'de finans-kapital olgusunu ayrıntılı olarak incelemeye başlıyor. Kırda kapitalizmin gelişmesi ve sonuçlan, Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik'in eleştirisi dergimizde okuyabileceğiniz yazılardan bazıları.
12. sayımızda buluşmak dileğiyle.
Çağdaş YOL
t
Politik Durum
K arşı - devrimin yıkıp ezdiği ve dağıttığı proleteryanın devrimci gücü, yeniden a-
.yaklan üstüne dikilmenin sancılarını yaşıyor. Yıllardır yanardağ gibi içten içe işleyen proleteryanın,şehir ve kır yoksullarının öfkesi; biraz ürkek dağınık ve acil iktisadi taleplerin dar sınırları içinde de olsa eylem alanlarına taşımaya başladı. 1989’un bahar eylemleri, iş yeri düzeyindeki tek tek iktisadi grev ve direnişler döneminden, tüm ülke sathında süren ve sınıfın çok geniş kesimlerini içine alan bir döneme girildiğinin işaretidir. Son günlerde ortaya çıkan Ege’li tütün üreticilerinin eylemi de, aynı gelişimin kırlarda da başladığını göstermektedir. Bu eylemlerin ortaya çıkış sebepleri ve karekteri anlaşılamadan yakın geleceğin mücadelesini yönetmek mümkün alamaz. Proleter- yanın ve kır yoksullarının taşmaya başlayan öfkesinin devrimci sonuçlar yaratması, düzene karşı sonuç alıcı bir direniş hattında örgütlenmesine bağlıdır. Proleteryanın devrimci öncüleri, sınıf bilinçli işçiler şimdi bu tarihsel görevle yüz yüzedir. Şayet bu görev başarılamazsa, öfkenin dile gelişi ne kadar radikal olursa olsun, çapı ne olursa olsun kısa zamanda yenilecek ve geriye çekilecektir. Hiç bir yerde ve hiç bir zaman kitlelerin kendiliğinden eylemi, kalıcı devrimci sonuçlara ulaşamamıştır ve uzun süre devam edememiştir.
Bahar eylemlerinin de, tütün üreticilerinin eyleminin de ortaya çıkış gerekçesi aynıdır. Dayanılmaz
hale gelmiş iktisadi yaşamın iyileştirilmesi. Her ikisi de, devrimci merkezi bir faaliyetin ürünü değil, kendiliğinden ortaya çıkan kitle hareketleridir. Aralarındaki fark, bahar eylemlerinde sınıf bilinçli işçilerin İŞYERİ KOMİTELERİ vasıtasıyla kısmen de olsa müdahale edebilmesi, tütün üreticilerinin eyleminde geçici bir komiteye bile rastlanma- masıdır. En azından şu ana kadar ki durum budur. Sözkonusu eylemlerin mevcut karakteri, kimseyi yanılt- mamalıdır. Eylemcilerin dar iktisadi ufku, mücadelenin seyrinde hızla değişecektir ve değişmek zorundadır. Bahar eylemleri olsun, tütün üreticilerinin eylemi olsun, iktisadi mücadelenin basit bir uzantısı gibi ele alınamaz. Soruna böyle yaklaşanlar, sınıf savaşından hiç bir şey anlamıyorlar demektir. Eylemcilerin başlangıçtaki niyetlerinin ne olduğu, sınıf savaşında belirleyici olmayı bir yana bırakalım, çoğu zaman hiç bir öneme sahip değildir. Tarihte hemen bütün devrimci kitle eylemleri, masum hak arayışlannm arkasından ortaya çıkmıştır ve tarihin yönünü değiştirmiştir. Durumun bizde de böyle seyretmesinin önünde engeller vardır. Ve kitleler daha ilk günden çarptıkları bu engelle sarsılmakta, köklü bilinç değişikliğine uğramaktadır. Bugün Türkiye'de en sıradan iktisadi hak arayışı, öylesine yasal ve siyasi engellerle karşı karşıyadır ki, bu engelleri yıkmadan, işlemez hale getirmeden veya ortadan kaldırmadan tek bir başarılı adımın atılması bile imkansızdır. Bahar eylemcilerinin ve tü
tüncü köylülerin, eylemin seyrinde, parolalannı hızla değiştirmesi ve siyasi iktidarın protestosuna yönelmesi işte bu şartlardan kaynaklanmaktadır. Yakın geleceğin kitle eylemlerinin hızla kabuk değiştireceği, iktisadi karakterden aynlıp siya- sileşeceği ve doğrudan düzeni hedefleyen, devrimci eylemlere dönüşeceğini görmek için kahin olmak gerekmiyor. Iş yeri düzeyindeki tek tek iktisadi grev ve direnişler döneminden, tüm ülke sathında ve sınıfın çok geniş kesimlerini içine alan ve şimdi artık kıra da yayılmakta olan, bir konağa girdik. Bu konakta seyretmekte olan mücadelenin, siyasi karakter kazanma hızı ve derinliği, doğrudan devrimci proleteryanın siyasi uyanıklığına, olaylar içinde kararlıca yer almasına, yaratıcı enerjisine ve yönetme ustalığına bağlı olacaktır.
Her yeni konak, mücadeleyi yönetecek ve yönlendirecek yeni mücadele organları yaratmak ve var olanlarını yeni duruma uygun hale getirmek zorundadır. Ve bu görev başarılı bir şekilde yerine getirile- meden ileriye doğru adım atmak olanaksızdır. Bu organlar çoğu kez kitle eylemlerinin içinden kendiliğinden çıkar ve mücadelenin seyrine göre değişikliklere uğrar. Başarılı hiç bir devrimci kitle eylemi yoktur ki, kendine uygun mücadele organları yaratmamış olsun. Uluslararası proleteryanın ve çeşitli ülkeler kır yoksullarının çok zengin deneyleri önümüzde durmaktadır. Türkiye sınıflar savaşının ortaya çıkardığı, sürekli ve istikrarlı işleyiş, devrimci
2
kitleler çapında kabul görmüş ve az çok gelenekselleşmiş deneylerden yoksunuz. Sebebi belli. Kitlelerin devrimci ayaklanmasının yaşanmamış olması. Bu durum, devrimci proleteryanın işini zorlaştırsa da, sınırlı ve gelgeç de olsa ortaya çıkmış deneyler, şimdi yapılması gerekenlere ışık tutabilir.
Günümüze kadarki mücadelede, yasal sınırları zorlayan ve siyasi karakteri yüksek olan her kitle eyleminde, ortaya çıkan organ İŞ YERİ KOMİTELERİ oldu. Bazen bunlar sendikanın organı gibi çalıştı, kimi durumlarda sendikaya rağmen ortaya çıktı ve sendika yöneticilerinin eylem kırıcılıklarını aşma yönünde davrandı. Eylemin sıcaklığı ortamında yeşeren bu komiteler, bu ortamda bile merkezileşemedi, kalıcılığını sağlayamadı.
Cumhuriyet döneminde kır yok- sullannın sınıf savaşı içinde tuttukları yer çok sınırlı olduğundan ve hemen hiç kitleselleşememesinden dolayı, devrimci kitle organları da oluşamadı. Devrimci gençliğin kırda ki çabaları ile kimi bölgelerde çok sınırlı olarak YO KSUL KÖYLÜ BİRLİK’leri kurma adımları atıldıysa da, hemen hiç bir iz bırakmadan kayboldu. Ve yoksul köylülük, iktisadi örgütlenmenin içinde yani tarımsal üretim kooperatiflerinde bile çok az yer alabildi, önümüzdeki günlerin mücadelesine kır yoksullarının, her türlü deneyden yoksun olarak ve bütünüyle örgütsüz biçimde girmek zorunda olduğu ve siyasi bilincin geriliği de hesap edildiğinde, kırdaki hareketin devrim- cileşmesi, devrimci proleteryanın yörüngesine oturmasının zorlukları anlaşılabilir. Tütün üreticilerinin eyleminin, tümüyle doğru hedeflere yönelmiş olmasına ve tepkilerinin şiddetine rağmen, bir kaç günde yatışması bu durumdan kaynaklanıyor. Bir yandan çimçiy örgütsüz- lük, öte yandan bilinç geriliği, gerici burjuva partilerin kır yoksulları üstündeki manevra şansını arttırıyor ve mücadeleyi dar sınırlar içine hapsedip, boğabiliyor.
Ne yapılmalı? Proleteryanın devrimci öncüleri, henüz yarı iktisadi karakter taşıyan proleteryanın ve yoksul köylülüğün sokağa taşmaya başlayan ve kaçınılmazca her gün yeni kitleleri içine çekecek olan mücadelesine, nasıl bir örgütlenme
önermeli? Yoksa nasıl olsa kitlelerin devrimci eylemi, kendi organlannı da yaratacaktır diye beklemeli mi? Biz beklemenin cinayet olacağı kanaatindeyiz. Bugünkü karakteriyle bile, kitle eylemlerinin gelişip serpilmesi, ileriye doğru adım atması, duruma uygun organların, örgütlerin yaratılmasına bağlı. Tümden düzeni hedefleyen ve yasalara rağmen hayat bulan eylemlerin, kitle organlarını şimdiden tartışmanın ilerletici hiç bir yanı olmaz. O seviyeye ulaşıldığında sorun kendi çözücüsünü de yaratacaktır. Bugün yaratılacak örgütlerin ya da organların, mücadelenin her döneminde geçerli olacağını düşünmüyoruz ve böyle donmuş hayaller kurmuyoruz. Ama şunun gerekliliğine ve gerçekleşeceğine inanıyoruz. İçerden hiç bir bürokrasiyle sınırlanmamış, gerçekten demokratik işleyişe sahip ve kitle meclisleri olarak işleyecek örgütlenmeler şimdiden yaratılabilir ve yaratılmalıdır. Kır için, YOKSUL KÖYLÜ BİRLİKLERI’ni hoşnutsuzluğun yaygın ve küçük üretmenlerin yoğun olduğu böİgelerde hayata geçirme şansı vardır ve bu konuda yasal engeller aşılabilir.Yeter ki ısrarla ve kararlılıkla çıkanlacak engellerin üstüne gidilsin ve cesaretle davranılabilsin. Birlik birimlerinin her köyde mi kurulacağı yoksa üreticilerin yoğunca biriktiği daha merkezi yerleşim alanlarında mı kurulacağı, pratik ihtiyaçlar tarafından belirlenecektir. İşleyişinin ve işlevinin ne olacağı, nasıl olması gerektiği de yaşandıkça daha iyi ortaya çıkacaktır. Üretimin her aşamasında yoksul köylülüğün sorunlarına sahip çıkmak, hak ve çıkarlannı korumak, bu uğurda yoksul köylü kitlelerini seferber etmek, aralarındaki dayanışmayı güçlendirmek ve bu kesimin sorunlarının çözüleceği bir toplumsal düzenin oluşması yönünde faaliyet göstermek. En temel hatları ile şimdi söylenebilecekler bunlar. Gerisi laf ebeliği olacaktır.
İŞ YERİ KOMİTELERİ Türkiye işçi sınıfının gündemine yeni girmiyor. Çeşitli dönemlerde daha önce de girmiş, sonra işlevini yitirip geri çekilmişti. Genelde mücadelenin yükseldiği anlarda ortaya çıkmakta, yasal sınırları zorlayan eylemliliklerde yerleşmekte, kısmi başarılar elde edildikten sonra eylem dalgasının çekilmesiyle tutunma
zorluğu çekmekte, dağılışa uğrayabilmektedir. Ancak özellikle İstanbul’da kimi öncü işkollarında-işyer- lerinde süreklilik kazanabilmiştir. Sorun, bu sürekliliğin genelleştirile- bilmesi ve canlılık kazanmaya başlayan ülkedeki politik ortama müdahale eden bir yapıya dönüşmesidir. Ancak, “tavuk-yumurta” esprisinde olduğu gibi, bu sürekliliğin sağlanması da mücadele hedeflerinin dar ufkunun genişletiletilerek (en son belediye işçilerinin maden işçilerine destek eylemi gibi) günlük iktisadi çıkarların ötesinde belirleyici noktalarda meşru direnişler örgütleyebilmekten geçiyor. Proleter devrimciler kendilerini hiç bir yasayla sınırlamadan yapacakları cesur ve cüretli çıkışlarla bu meşru direnişlere ışık tutabilmelidir. Hangi sınıfa ses- lenildiğini unutmadan ve sınıfın ruh halini her an avuçta tutarak.
Başta İŞYERİ KOMİTELERİ olmak üzere çok çeşitli kaynaklardan beslenecek DİRENİŞÇİ İŞÇİ HAREKETİ, gündeme girmesiyle birlikte güçler dengesini sarsıcı roller oynayabilecektir. Proleteryanın meşru direnişleri ülkedeki diğer sınıf ve tabakalardaki düzene hoşnutsuzlukları açığa çıkartıp, besleyerek genel bir toplumsal harekete dönüşebilme potansiyelini taşımaktadır. Yeter ki proleter devrimciler bir kuyumcu titizliğiyle çalışarak kendi bağımsız pratikleriyle meşru işçi direnişleri arasındaki köprüyü kurabilsinler.
ö te yandan üniversite gençliği üstünde estirilen onca teröre rağmen ayakta kalmış ve şimdi düzene karşı politik insiyatifi ele geçirebileceği merkezi örgütlenmesinin inşa sancılarını çekiyor. Son Yeni- çeltek katliamına ve tütün üreticilerinin tepkilerine, üniversite gençliği gücü oranında desteğini vermiştir. Merkezi örgütlenmenin oluşmasıyla birlikte, üniversite gençliğinin demokratik hareketinin yeni bir ivme kazanacağı, yeni bir yükselişin sancılarını çeken gençlik hareketinin sıçrayabileceği açıktır.
Geçmişte sadece küçük burjuva sosyalizminin tekelinde olan gençlik hareketinde bu gün yeni bir olgu ortaya çıkmaktadır. Devrimci Direnişçi Gençlik. (Dev-Genç-Direniş) Proleterya sosyalizminin aydın gençlik içinde tutacağı mevziler, proleterya ile gençliğin ortak mücadelesinin köprübaşları olacaktır. ■
3
Sosyalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu?
Mehmet YILMAZER
D oğu Avrupa”da olaylar şaşırtıcı bir hızla akıyor. İki üç ay önce kimse Berlin Du-
varı'nın yıkılabileceğini tahmin edemezdi, hele iki Almanya’nın birleşmesi ancak bir deli saçması olarak kabul edilebilirdi. Oysa bütün bunlar şimdi hepimizin gözleri önünde oluyor.
Olaylann sıcaklığı içinde, kesin yargılara varmak güç ve ayrıca yanıltıcı olur. O nedenle, yazımızda muhtemel gelişmelerden çok olaylarda ortaya çıkan bazı ana ortak özellikleri irdeleyeceğiz.
KRİZİN ORTAYA ÇIKTIĞI KOŞULLAR
Sosyalist ülkelerde son yaşanan krizi Polonya olaylarıyla başlatmak hatalı olmaz. 1 9 8 0 'de başlayan Polonya krizi pek çok konuda işaret vermişti. Ancak o zaman olaylara bakan bizler, Polonya'daki sorunların sosyalist sistemin de yardımıyla kısa zamanda çözülebileceğini düşünmüştük. Oysa sistemin ta köklerine inen derin bir birikimle yüzyüze olduğumuzdan haberdar değildik. 1 9 8 0 ’li yıllar bu birikimin hangi boyutlarda olduğunu tüm dünya halklarına açıkça gösterdi.
Sosyalist ülkelerdeki krizin uzun yıllar biriktiği çok açık, hatta sosyalizmin 7 0 yılı iyice irdelenmeden bugünkü olaylar yeterince açıklanamaz. Ancak krizin birikip açığa çıktığı koşullar da bir o kadar önemlidir. Sosyalist ülkelerdeki krizin patlak verdiği koşullan üç yönden özetlemek gerekli: 1-
Sosyalist ülke ekonomilerindeki durum, 2- kapitalizmdeki gelişme özellikleri, 3- Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki değişim özellikleri.
1- Sosyalist ülke ekonomilerindeki durum: Ekonomilerde genel bir durgunluk 1 9 7 5 ’lerden itibaren yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştır. (Tablo 1)
Sovyet ekonomisiyle ilgili rakamlar 1 9 7 5 sonrası yarı yarıya düşmüştür. Yalnızca bu olgu Sovyet sanayinde işlerin tıkandığının tartışma götürmez kanıtıdır.
Ayrıca 1 9 7 7 -8 5 arasında üretim araçları sektöründe stoklar yüzde 184 artış göstermiştir.(l) Yani teknik olarak geri, talep edilmemesine rağmen “plan gereği" üretilen makinalar yığını 1 9 7 5 ’ler sonrası artmıştır.
Diğer çarpıcı gösterge tanındaki durumla ilgilidir. “Sovyetler Birliği Amerika 'dan daha az tahıl üretmesine rağmen ondan dört kat fazla traktör kullanır. Aynca' tanm sektöründe Sovyetler dokuz kat fazla işgücü kullanır. Başka bir deyişle Sovyet tanmında em ek üretkenliği Amerika dakinin onda biri kadardır. ” (2)
Bütün bu göstergeler, Sovyetler Birliği'nde emeğin ve üretimaraçlarının nasıl israf edildiğineçarpıcı örneklerdir. Bu tablonun altında ekonomik anlamda yatan temel neden, üretici güçlerin yenilenmesi, geliştirilmesi ' veyaygınlaştırılması zorunluluğudur. Ekstansif ekonomik gelişim son sınırlanna dayanmıştır. Entansif
gelişime sıçramadığı takdirde ekonomi üretici güçleri verimsizce tüketecek, Sovyet proletaryasının artı-emeği boşa harcanmış olacaktır.
özellikle 1 9 8 0 ’lerde Sovyet- lerde ve aynı zamanda diğer sosyalist ülkelerde üretici güçlerin kaçınılmaz yenilenmesi, modern deyimiyle bilimsel teknik devrimin imkanlarının üretime yaygınca ak- tanlması zorunluluğu sıkça tartışılmıştır. ardından yaşanan gelişmeler bu yenilenmeyi eski yönetim mekanizmalarının yapmaya yetenekli olmadığını ortaya çıkarmıştır. 1 9 3 0 ’lar sonrası Sovyet ekonomistleri arasında yaygınlaşan, “Sosyalizmde üretici ğüçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisiz uyumu" teorileri 1 9 7 5 ’lerle birlikte gerçekler tarafından yalanlanmış oldu. Urlaşan bürokrasinin ataletine denk düşen bu anlayış, ancak sancılı bir birikimle kırılıp aşılabiliyor.
Sosyalist ülkelerdeki kuruluş ve ekstansif gelişim sürecine denk düşen, bu dönemin yarattığı bürok- tarik mekanizmalar 1 9 7 0 ’lerle birlikte gelişmenin önünde engel olmaya başlamışlardır. Sosyalist ülkelerdeki krizin tırmanışının en temel özelliği budur.
2- Kapitalizmdeki gelişme özellikleri: Sosyalizmin kapitalizmden öğrendiğinden çok, kapitalizm yeryüzünde sosyalizmle “birlikte yaşam ak” zorunda olduğunu kavradı. Çökmenin eşiğine gelen kapitalist ana yurtlarda “devletçi kapitalizmle" ya da Keynes İktisadıyla ekonomiler reforme edildi. Sosyalizmin karşısın-
4
Tablo 1Yıllık Ortalama Artış Oranı (%)
Yıiîar 1966-70 1976-80 1981-85Sanayi üretiminde 8,47 4,4 3,7Tanm üretimi 3,9 0,5 1,2Sanayide emek üretkenliği 5,7 6,0 3.2
Kaynak: Beyond Perestroika, E. Mandei
da “sosyal devlet 'î ortaya atmak zorunda kalan kapitalizm, işsizlik ödentisi, sağlık hizmetleri gibi bazı sosyal haklan geliştirmek zorunda kaldı.
ö te yandan, yeni sömürgecilikle geri ülkeler karşısında kapitalizmin eski görüntüsünü değiştirmeyi denedi. Başansız olduğu söylenemez.
Son olarak, 1 9 7 0 ’ler sonrası bilimsel teknik devrimin sağladığı imkanlara sosyalizmden çok daha hızlı bir şekilde uyum sağlayan kapitalist ana yurtlar, aslında böylece 1940- ’ların rövanşına girişmiş oluyorlardı. Yaşadığımız yıllar, bu mücadelenin kapitalizm lehine dönüş yaptığı yıllar oldu. 1 9 7 0 ’lere kadar sosyalizm lehinde akan süreç, üretici güçlerin gelişmesinde mesafeyi gittikçe açan kapitalizm lehine dönmeye başladı. Bu gelişme kaçınılmaz bir şekilde sosyalist ekonomileri dolaylı bir baskı altına sokmuştur. Sosyalist ülkelerdeki krizin yoğunlaşmasında ikinci önemli etken budur.
3- Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki değişim özellikleri: ¡kinci Dünya Savaşıyla yükselen sosyalizmin itibarı, daha sonra yoğunlaşan ulusal kurtuluş savaşlarıyla durmaksızın yükseldi. Bu yükseliş 1970'lerde durdu. Klasik sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerin belki en son örnekleri Angola, Gine ve bir ölçüde Nikaragua dev- rimleri oldu. Böylece, ulusal kurtuluş savaşları dönemi tarihi olarak kapandı. Artık, yeni sömürgeciliğe karşı ve proletaryanın doğrudan öncülük edeceği sosyal kurtuluş savaşları dönemi açılmak zorundadır. Başta Latin Amerika, OrtaDoğu, Afrika'da koşullar, böyle bir mücadele için olgunlaşıyor.
Geri ülkelerdeki mücadelenin - böyle bir dönüş göstermesi sosyalist ülkeleri nasıl etkilemiştir?
Ulusal Kurtuluş savaşlan döneminin kapanmasıyla bir bakıma dünya ölçüsünde devrimci mücadelenin ekstansif, yaygın gelişmesinden, entansif derinlemesine, köklü sağlamlaşma dönemine girilmiş oluyordu. Bu sürecin başlamasıyla kendi kurtuluş mücadeleleri sırasında Sosyalizme dost olan bazı geri ülkeler sonraki süreçte hızla kapitalizmin yeni sömürgecilik ağına takıldılar. (Mısır, Cezayir, Irak vb.) Ayrıca diğerlerinin sosyalizme ilerleme süreci ise son derece zor ve
sancılı oldu. Bu sancılı süreç halen yaşanıyor.
Yaşanan olaylar şu gerçeklikleri ortaya koydu. Ulusal kurtuluş savaşları sonrası süreçte sosyalizmin bu ülkelerdeki gelişmeleri belirleme gücü son derece sınırlıdır. Ve her alanda emperyalizmle bitmez bir mücadele devam etmektedir. Bu mücadeleler sırasında Sosyalizm, kendi gücünü sınadı ve su sınavdan önemli ölçüde moral ve güç yitirerek çıktı.
“Dış yardım-ulusal hasıla oranında Sovyetler Almanya'yı üç kat, İngiltere'yi 3 ,5 kat ve A m erika’yı hem en hem en altı kat g eçm ektedir. " (3) bu yardımların Sovyet ekonomisini zorlayacağı çok açıktır. Üstelik bu ülkelerin pek çok yardıma rağmen Sosyalist ülkelerle ilişkilerini koparıp, emperyalizmin ağlanna yeniden yakalanmaları, Sosyalizm cephesinde önemli maddi ve moral çöküntüler yaratmıştır.
Neticede, sosyalist ve ilerici güçler, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1 9 7 5 ’lere kadar yaşadıkları yükselme döneminden, duraksama sürecine girince, sağlam olmayan mevziler teker teker kendini açığa vuruyor, eğer takviye edilemezse düşüyor. İşte yükselme günlerinde biriktirilen hatalar, duraklama ve gerileme günleride daha açık ve atlana- maz biçimde ortaya çıkıyor.
Sosyalizm 4 0 yıl önce savaş yıllarında en önemli sınavını vermişti, şimdi de barış yıllarının sınavından geçiyor, bu sınav sancılı uzun bir süreci kapsayacağa benziyor.
GELİŞMELERİN ÖNE ÇIKARTTIĞI ORTAK YÖNLER
Doğu Avrupa'daki gelişmeleri tek tek ülkelerdeki olaylar açısından incelemek yerine bütün akan süreçte ortaya çıkan ortak özellikleri öne çıkartıp ne anlama geldikerini incelemeye çalışacağız.
Gelişmeler 1980'lerin başında Polonya olayları ile başladı. Polonya’daki gelişmelerin önemli bir özelliği vardı. 1 9 5 0 ’lerden beri hemen her on yılda bir sancılanan Polonya’da 1980 lere kadar siyasi gelişmeler daima Komünist Partisi içindeki değişikliklerle “çözümlenmişti". Ancak böyle her “çözüm" yeni bir sancı ürettiği için 1 9 8 0 ’- İerde olay büyük bir oranda parti dışına taştı. Dayanışma Hareketi, partinin yanında yeni bir siyasi odak oldu. Üstelik o zamanlar sınıfın büyük çoğunluğunu yanına çekmeyi başarmıştı. Böylece bir sosyalist ülkede iktidardaki bir komünist partisinin sınıfla bağlarının çoktan kopmuş olduğu ilk defa açıkça ortaya çıkıyordu. Kopan bağları yeniden kurup, partinin kendini kısa sürede yenileyebileceğini ummuştuk. Olaylar bizi yalanladı. Daha da ötesi, Polonya ile birlikte sosyalist ülkelerde bambaşka bir süreç başladı.
Polonya’nın ardından Sovyet- ler’de Andropov’la başlayıp Gor- baçov’la devam eden sürecin ayırıcı özelliği ise, partinin sistemde biriken sancıları kendi insiyatifiyle çözmeye başlamasıydı. Fakat Gorba- çov’un itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, çürümenin bu kadar derinlerde olduğunu, parti liderliği de perest- royka yoluna çıkarken bilmiyordu. Bu sığlık kaçınılmaz şekilde parti politikasını pragmatizme sürükledi ve olaylar zaman zaman partinin in- siyatifi dışına taşıyor. Yani SB K P ’de olayların gerisinde kalıyor. Doğu Avrupa’da komünist partiler kendi ülkelerinde benzer bir süreci başlatmaya karşı birkaç yıl ayak dirediler ve bütün bu ülkelerde olaylar komünist partilere rağmen patlak verdi, komünist partiler yığınların tepkisinin ancak kuyruğuna takılabildiler, bunu bile yapamayan Romanya Komünist Partisi ise şimdilik bütünüyle meşruiyetini, varlık koşulunu yitirdi.
S
Polonya ’da dayanışma hareketi partinin yanında yeni bir siyasi odak oldu.
Sovyetler Birliği dışındaki sosyalist ülkelerde komünist partilerin biriken sorunları çözmeye yetenekli olmadığı ortaya çıktı. Ve bu ülkelerdeki siyasi gösterilerde hızla bir ve aynı ortak parola öne çıktı: “Komünist partisinin iktidar tekeline so n ” ya da Doğu Almanya’daki orijinal söylenişiyle “bir daha asla" Bu talebin yükselmesinin ardından başlayan reformları diğer ülkelerdeki aşağıdan halk ayaklanmaları geçti. Şimdi Sovyetler de aynı siyasi sorunu gündemine almak zorunda kalıyor.
Gorbaçov’un yukardan, ihtiyatla yürütmeye çalıştığı perestroykayı Doğu Avrupa’da yığınlar kendi insiyakileriyle mantık sonuçlarına zorluyorlar.
Yığınların baskısıyla, partilerin hızla insiyatif yitirmesi hükümetlerin, bakanların meydanlarda halk onayından geçmeyince çekilmek zorunda kalmaları. Doğu Avrupa komünist parti iktidarlarının ne ölçüde çürümüş ve yığınlardan kopmuş olduğunun ibret verici kanıtlarıdır.
Bütün bu gelişmeler sırasında,
her ülkede farklı süreçler yaşanmasına rağmen hepsinde ortak iki özellik öne çıktı.
İlki, siyasi planda komünist partilerin güç ve itibar yitirmesidir. Sovyetler Birliği için de bu tesbit geçer lidir. Diğerleriyle kıyaslandığında komünist partisi daha yavaş güç kaybetmektedir ama, ibre sürekli aşağıya kaymaya devam etmektedir.
İkinci ortak özellik: Üretim araçlarının sosyal mülkiyetinin itibar yitirmesidir. Üretim araçlarında özel mülkiyetin sosyalist ülkelerin gündeminde önemli bir yer tuttuğu açıktır.
Bir sosyalist ülke için komünist partisinin öncülüğü ve üretim araçlarının sosyal mülkiyeti komünizme gidişin vazgeçilmez koşulları olmasına rağmen, sosyalizmin bugüne kadarki pratiği bu iki olguyu aşırıca yıpratmış, tanınmaz hale getirmiştir.
Çok açıkça görülüyor ki, sosyalist ülkelerdeki gelişmeler sosyalizmin bu en temel taşlarını bile yerinden oynattığına göre, sosyalizmin krizi derin ve köklü demektir. Detayların içinde boğulmamak için sosyalist ülkelerin sorunlarına bu iki mercekten bakacağız. Nasıl, neden deforme olmuşlar? Nasıl, hangi yollarla onarılabilirler?
KOMÜNİST PARTİLERDEKİ ÇÜRÜME
Partilerdeki çürüme hiçbir gerekçeyle örtülemeyecek ölçüde ortadadır. Bazı sonuçlara varmadan komünist partilerin ülkelere göre durumlarına bir göz atalım.
İlk göze çarpan olgu, güçlü ve köklü mücadele geleneğine sahip olan partiler bir ölçüde daha sağlam kalabildiler. Sovyetlerle birlikte, Bulgaristan, Çekoslovak, Doğu Alman komünist partileri böyle görünüyor.
Macaristan Komünist Partisi eridi. Yeni partinin sözcülerinden birisi şöyle diyor: “ Yeni partiye ideoloji giydirmek istemiyoruz. Biz sosyalizmi yıllar önce başlamış ve yalnızca Marx, Engels ve Lenin tarafından değil St. Augustin,Thomas M oore ve Büyük Fransız Devrimi tarafından geliştirilen bir tarihsel prose o larak kabul ediyoruz... Sanıyorum. Avrupa sol hareketinin değerle
ri,gelenekleri ve bugünkü deneylerine dayanacağız. Öte yandan, Macar Parlementosu fabrikalarda parti faaliyetlerini yasaklayan bir karar geçirmeyi denedi." (S) 1 9 6 8 ’lerden beri süre gelen Macar tipi reformların sonuçları berraklaşıyor. Macar Komünist Partisi geleneksel zayıflığının yanında artık açıkça sosyal demokratlaşmıştır. Üstelik işçilerin politika yapmasından korkan Macar “sosyalistler” bunu fabrikaların özelleştirilme kargaşasından işçi sınıfını uzak tutma kaygısıyla yaptıkları çok açıktır.
Polonya’da Dayanışma umduğundan önce iktidara gelmenin sıkıntısıyla başlıca iki fraksiyona bölünmüş durumda. Gücünü gittikçe yitiriyor. Parti içinde ise üç eğilim var: 8 Temmuz Hareketi, Partinin omurgası, eski yapıyı reforme etmeyi amaçlıyor. Katowice grubu “Stalinist eğilimlere" sahip. Bir de eskiyle ilgili her şeyi inkar etmeye yeltenen sosyal demokratlar var.(6) Parti içinde pazar ekonomisine geçişe karşı direnen “Varşova işçileri Platformu" bulunmakta.(7) Yaşanan kriz siyasi güçleri önce bozdu, dağınıklığa uğrattı, artık olaylar geliştikçe yeni şekillenmeler yaşanacak.
Bu en çok Romanya için geçer- lidir. Parti, Çavuşesku'yla özdeş göründüğü için şimdi fiilen likide oldu. 1 9 8 7 ’de Brasov işçileri Parti binasını yakıp partinin gizli yiyecek stoklarını yağmaladığında (8) Çavu- şesku rejiminin sonu görülmüştü. Bu gelişmeleri 1989 Mart’ında 6 Parti liderinin Çavuşesku’ya karşı açık mektubu izledi.(9) Bu en geri sosyalist ülkede olaylar çok farklı aktı ve kısa da olsa bir savaş yaşandı.
Ulusal Kurtuluş Cephesinin bir ideologu sayılabilecek Silviu Brucan Cephenin konumunu ve durumunu şöyle tanımlıyor:
“ideolojik yönelim henüz kararlaştırılmadı. Sosyalizm ve kom ünizm gibi kavramların Romanyada bir anlama va tem ele sahip olmadığını düşünüyoruz. Mutlak monarşiy e yakın feodal-tip bir üst yapıya sahip olmuş olan ve kişi başına geliri Avrupa sosyalist ülkelerinin üç ya da dörtte biri olan Romanyada 6öy- le terimler için bir tem el yoktur."
“Yanm yüzyıldan beri marksis: düşüncenin fosilleşmesinin acı mey-
6
valarını topluyoruz."“Ulusal Kurtuluş Cephesi sola
eğilimli geniş bir politik örgütlenmeyi temsil ediyor, daha fazlasına değil." (10)
Doğu Avrupa ülkelerinde en azından önümüzdeki bir iki yıl yeni siyasi şekillenmelerin bozulup kurulmasıyla geçecek. Bu konuda şimdiden bir şeyler söylemek erken olur. Ancak şu kadan kesindir, artık bu ülkelerde komünist partiler tek ve güçlü siyasi örgütlenmeler olmayacaklar. Sosyalizm ve komünizm adına yapılan hataların yığınların hafızasında, kuşakların bilincinde yarattığı köklü olumsuzluklar, kolayca ortadan kalkmayacak.
Diğer bir soru, komünist partilere karşı öfkeyle sokağa dökülen bu yığınlar, “karşı devrimci" olarak
■ mı değerlendirilmelidir? Böyle bir yargı kolay ve tek yanlı olur. Böyle bir yargıya varmadan önce, komünist partilerin bu ülkelerde nasıl olup da böyle yaygın bir öfke kaynağı haline geldikleri açıklanma- lıdır. Sıradan insanları sosyalizmden soğutmak, bu partilerin pek çoğunun kaçınılmaz sonucu olmuştur. Geniş yığınlann komünist partilere yönelen öfkesinin objektif anlamı, halkın çıkarlarıyla partilerin konumunun çatışma noktasına var- masmdandır. Hiç şüphesiz ki, sosyalist ülkelerdeki ayaklanan tepkiler içinde pek çok siyasi çıkar henüz içiçedir. Macaristan ve Polonya'da bir ölçüde kapitalizmi restore etmeye eğilimli güçlerin bu momentte üste çıktığını söyleyebiliriz. Ancak gidecekleri yol emperyalizmin bütün gayretlerine rağmen, kolay ve pürüzsüz değildir. Diğerlerinde ise henüz siyasi güçler oluşma aşamasında.
Yığınları komünist partilerden soğutan, hatta karşısına geçiren en önemli nedene gelelim: Partiler, iktidar yıllarında imtiyazlı bir elite dönüşmüştür.
Bir komünist açısından, bırakalım bazı maddi imkanların çekiciliği ile soysuzlaşmayı, işçi sınıfı ve halk yığınlarından kopuşmak en büyük suçtur. Oysa, sosyalist ülkelerde partiler ve elbette partililer fiilen ve çoğu zaman da resmen imtiyazlı konuma gelmişlerdir. Örneğin, Yiyecek halk Komiseri Tsyuru- pa'nm Lenin'in önünde açlıktan bayılması üzerine, Lenin'in önerisiyle
halk komiserlerine yiyecek imtiyazı verilir. Açlık yıllarında çok doğal ve kaçınılmaz olan imtiyaz, ardından gelen yıllarda katlanarak özel parti mağazalarına kadar büyümüş, diğer komünist partiler tarafından da imtiyaz tasasız benimsenmiştir. 1918 koşullarında halkın bir ölçüde hoşgörüyle baktığı imtiyaz, sonraki yıllarda özel parti mağazalarına ev- rimleşince bu gelişme yığınlarda öfke biriktirmiştir. Bu yanlızca bir örnektir. Artık bizzat sosyalist ülkeler basınında parti ve devlet üst bürokratlarının nasıl akıl almaz maddi çıkar soysuzlaşmasına saplandıklarının örneklerini okuyabiliyoruz.
Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmelerin ortak yanları belirginleşince bürokratik çürümenin kaçınılmaz bir alın yazısı olup olmadığı sorusu akla geliyor.
Hiç şüphesiz ki, çok yönlü yeteneklerle teçhiz edilmiş komünist insana ve komünist topluma gidiş sürecinde, hele geri bir ülkede sosyalizmin kuruluş işine girişilince bürokrasi kaçınılmazdır. Ancak bürokratik soysuzlaşmanın kaçınılmaz olduğunu söylemek mümkün değildir.
. Böyle bir çürümeye karşı tek gerçek silahın aşağıdan yığın kontrolü olduğu açıktır. Ancak geri, üstelik köklü serf gelenekli Rusya ve benzeri ülkelerde yığın insiyatifi muazzam birikimler sonucu patlak veren devrim günlerinde açığa çıkabilmiştir. Günlük, rutin yaşam başladığında, her günkü yaşamın düzenlenmesinde yığınların insiyatifi biraz da kaçınılmazca geriye çekiliyor.
“Bu sorun üzerinde önemli bir adım Kliamkin tarafından ahlmıştır. Kliamkin kendisini, kapitalizmin g e lişmesi tarafından yeterince derin bir dönüşüme uğratılmamış olan Rus köylüsünün, sosyo-ekonom ik yapısındaki öncelikle yan pederşahi gelenekleri üzerinde yoğunlaşhr- mıştır. Bu gelenek doğal olarak, yarı pederşahi çarlıktan devşirileri ve onunla güçlü bağlannı kaybetmemiş olan Rus proletaryası üzerinde de izlerini bırakmıştır. Bürokrasi böyle bir toprakta yeşerebildi."( n )
Marx’m belirttiği gibi, devrim günlerinin sıcaklığı geçmeye başladığında eski, yeni biçimlerin içinde yeniden dirilmeye çalışır. Bürokra
sinin tutuculuğu, halktan kopukluğu böyle köklü bir geleneğin Sovyet sistemi içinde etkisini sürdürmesinden kaynak alıyor olmalıdır. Üstelik bu gelenek parti içi mekanizmaları da önemli ölçüde etkilemiş, kontrol araçları kireçlenmiştir.
Partinin yığınlardan kopması sonucunu doğuran bu eski düzenden kalma gelenekcil köklerin yanında başka neler söylenebilir?
Komünist partilerin, sonunda onları yığınlardan kopartan, sistemli olarak tekrarladıklan iki hata öne çıkartılmalıdır..
Birincisi, sosyalizmin genel hedefleri ile yığınların günlük pratik çıkarlarının birbirinden koparılmasıdır. İktidarda olduklan ülkelerde komünist partiler propaganda planında sosyalizmin insancıllığından ve güzelliğinden o kadar çok söz etmelerine rağmen beş-on değil kırk- yetmiş yıl pratikte insanların en basit ihtiyaçları ancak kabaca karşılanmıştır. Sosyalizmin gelecekteki idealleri "uğruna”, yığınların en basit tüketim ihtiyaçları küçümsenmiştir. Nihilist bir küçük burjuva tavrıyla sosyalist ülkelerde tüketim malları ihtiyacı aşağılanmıştır. Ve giderek bizzat sosyalist ülkelerin günlük yaşamında, sosyalizm ve komünizm propagandası ikiyüzlülük haline gelmiştir. Sözlerde kalan yüksek idealler, bayağılaşan günlük pratik, ilk yılların umutlu aceleciliğini kayıtsız bekleyişe dönüştürmüş, ancak sonunda, oldukça uzun bir birikimin zoruyla yığın insiyatifi yeniden durgun kanalların dışına taşmıştır.
ikinci hata, partilerin yığınların eski alışkanlıkları karşısında aldıkları tavırdır, iktidar oldukları ülkelerde bile komünistler henüz azınlıktılar. Üstelik kapitalizmin yarattığı belli olumlulukları bile miras olarak alamayan komünist partileri önünde devasa sorunlar yığılıydı. Üretim tarzı olarak küçük meta üretime hele Rusya'da en yaygın biçimdi. Kültür, serfliğin güçlü izlerini taşıyordu. Bu zemin üzerinden sosyalizme gidişte her yapmalık, partilerin geniş yığınlarla bağlarını zayıflatmıştır. Bunun en tipik göstergesi Doğu Almanya dahil, halk tepkilerinin önce kilise kanallarından geçmesidir. Sanki sosyalist ülkelerde din yeniden itibar kazanıyor.
7
cıD ın ıt içinde bile bilinçli işçilerin azınlık olması,sosyalizmin inşa sürecinde partinin geniş yığınlardan kopabileceği objektif bir ortam oluşturmaktadır. Gereksiz acelecilikler, zorlamalar bu objektif temelden hareketle parti-yığın ilişkisini zayıflatabiliyor.
Sınıf içinde bile bilinçli işçilerin azınlık olması, sosyalizmin inşa sürecinde partinin geniş yığınlardan kopabileceği objektif bir ortam oluşturmaktadır. Gereksiz acelecilikler, zorlamalar bu objektif temelden hareketle parti-yığın ilişkisini zayıflatabiliyor. Sosyalizmin kuruluş pratiği parti için tükenmez bir uyanıklıkla davranmalıdır. Bu canlı mekanizmalar her hangi bir noktadan kireçlenmeye başladığında bu durum parti için alarm anlamında bir uyarı olmalıdır.
Sovyetlerin zor koşullan, partiyi biraz da bu konularda fazla detaylara inemeden acele etmeye zorlamıştır. Bu koşullann ortaya çıkardığı yapıyı ise. Doğu Avrupa komünist partileri kabaca kopya etmekten öteye gidemediler.
ÜRETİM ARAÇLARININ SOSYAL MÜLKİYETİ
Sosyalist ülkelerdeki son olaylar sadece komünist partilerin ne ölçüde çürüyüp soysuzlaştığını ortaya çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda ülkedeki krizi aşmanın yollarının her tartışıldığı yerde mülkiyet biçimi gündeme geldi. Ma caristan bu konudaki reformlarına 1968’de başlamıştı. Üretim araçlarında özel mülkiyet hakkı kısmen tanınmış ve bir 2 0 yılda ise bu konudaki bütün sınırlamaların kaldırıldığı bir noktaya varılmıştır. Polonya aynı yoldadır. Ve benzer '‘reform lar” hemen bütün sosyalist ülkeleri sırayla sarmaktadır. Anlamını ve nedenlerini ortaya koymaya çalışalım.
ö n ce bir kaç örnekle Sovyet- lerde üretim araçlarının sosyal mülkiyetinde ve genel olarak üretimdeki bozulmalara değinmeliyiz.
Üretimde en temel unsur insan üretici gücüdür. Sovyetler dünyanın en iyi eğitilmiş işçi sınıfına sahiptir. Üstelik Sovyetlerde 1970'de işçi sınıfının yarısı genç, otuz yaşın altındadır. 1971-1975 plan döneminde
sağlanan yeni işgücünün de yüzde 9 0 ’ı gençtir. Ancak öte yandan 1970’de Leningrad’da yapılan bir araştırmaya göre işçilerin yüzde 4 0 ’ı yaptığı işin kapsam ve kalitesinden memnun değildir. 1976- 7 7 ’de aynı konuda yapılan araştırmada bu oran yüzde 6 5 e yükselmiştir. (12)
Bu rakamlar, özellikle 1975’lere gelindiğinde sınıfın üretm ile yaratıcı bir ilişki içinde olmadığını kanıtlıyor.
Yine Andropov’un verdiği rakamlara göre “Sovyetler de ücreti ödenmiş çalışma saatlerinin üçte biri karşılıksızdır. ” Bunun en önemli nedeni işçilerin tembelliği değil, fakat bürokratik hatalı yöntemdir. Ancak bizzat bu, üretimde tembellik, üretime kayıtsızlık yaratmaktadır. Aynı şekilde, Sovyetler de üretimin yüzde 20 si çeşitli nedenlerle (kötü depolama, taşınma ku- surlan, hır-sızlık vb.) normal dolaşım sürecine girmeden yitirilmektedir.
Bu açıkladıklarımız, üretim ve işçi sınıfı arasındaki ilişkide yaygın kapsamlı bir bozulmanın delilleridir. Sınıf, işin kapsamına, üretilene kayıtsızdır. Böylece Sovyet proleter- yasının artı-emeğinin önemli bir bölümü boşa harcanmaktadır.
Üretim sürecinde diğer çok önemli bir yozlaşma, sosyalist ülke ekonomilerine ayrılmazca kenetli olan “gölge ekon om i'nin varlığıdır. ~ “Gölge ekonom iyi kapitalizmin ‘doğuş işareti’ olarak görmüyoruz (onun var oluşunun nedenleri sosyalizmin bozulmasında yatar, hatalarımızdan ve eksikliklerimizden kaynaklanır)” (13)
Aynı yazar gölge ekonomisinin 19 7 0 lerde hızla yayıldığını ve kökleştiğini tesbit etmektedir.
Kara pazarın yaygın olduğu alanlar: Tüketici hizmetleri (resmi sektörün yansı kadardır; inşaat ve ev onarımı, resmi sektörün iki katı hacme ulaşır); makina araç gereç
onarımı (resmi sektör oto tamirinde ihtiyacın yüzde 2 0 -2 5 ’ini, diğer alanda yüzde 50-60 'ın ı karşılayabilmektedir, diğer açığı şu anda gölge servisler de kapatabilmiş değildir) tatil yeri elde etme, sağlık hizmetlerinde ve eğitimde çeşitli oranlarda gölge ekonomi vardır. (14)
Toplam olarak ele alındığında gölge ekonomi bütünün yüzde 20- 2 5 ’ini meydana getirmektedir. Özetle Sovyet ekonomisinin dörtte biri sosyalizmin kanunlan dışında işlemektedir. Ancak bu rakam tek başına aldatıcıdır. Bir ankete göre, az bulunur mallan kara piyasada satmanın suç olduğunu kabul edenler yalnızca yüzde 3 5 -5 6 ’dır. Aşağı yukarı Sovyet insanının yarısı gölge ekonomiyi “m eşru” görüyor. Dolayısıyla onun yozlaştırıcı etkisiyle sosyalist ekonotninin temel değerleri insanların gözünde erozyona uğruyor.
Böyle bir ekonomi ve sosyal ilişkiler ortamında olgunlaşan sosyalizmin krizi, kaçınılmaz bir şekilde üretim araçlarının sosyal mülkiyetini tartışma gündemine getirmiştir. Çünkü geniş üretici yığınlar bu aksamalar, bozulmalar ve çürümeler karşısında genellikle seyirci konuma itilmişlerdir.
Bu konuda özelllikle Sovyetlerde süren tartışmanın ana noktalarına değinirsek sorunun hangi boyutlara vardığı daha iyi ortaya çıkacaktır.
“Sosyalist ülkelerin tarihine bakarsak, halk mülkiyetinin kullanımında ekonom ik otoritenin daralmasına işaret edilebilir. Pek çok hak, iş kolektiflerinden ve tek tek işçilerden alınıp yönetimin yüksek katlarına aktarıldı. ” (15)
“Yakın zamana kadar, işçilerin büyük çoğunluğu mülkiyet sahipleri olarak haklarını kullanmada çok az şey yaptı ve üretimin gerçek yönetimine geniş ölçüde kaülmadı. Böyle koşullarda, mülkiyet ilişkileri bütünüyle sosyalist olamazdı. ”
Yukarıdaki tespitler hangi açıdan önemlidir? Üretimin örgütlenmesi ve üretimin yönlendirilmesi mi yetkisi sürekli bürokrasinin üst katlarında yoğunlaşmıştır. Sosyalizm yalnızca üretim araçlarında devlet mülkiyeti değildir. Sosyalizmi “dev- letçilik’\en ayıran şey, halkın üretimin yönetimine artan oranda ve giderek tamamen katılmasıdır. Yu-
8
karıda verilen bilgilerden işçi sınıfının önemli bir çoğunluğunun üretime yabancılaştığı gerçeği göz önüne alınırsa, üretim araçlarının sosyal (ya da devlet) mülkiyeti üreten açısından bir anlama sahip olmayacaktır.
“Kural olarak, tek tek işçiler ve iş kollektifleri gerçekten kendilerine ait olan bir iş gerinde çalıştıklarını hissetmiyorlar. ”
“Uzun yılların deneyi şunu söylem em e yol açıyor, yanlış yönetimin esas nedeni g erek bireysel g erek kollektif mülkiyetin soyut karekte- rinde yatıyor."
Yazar “yanlış yönetimi" engelleyebileceğini düşündüğü mülkiyetin somutlaşmasını şöyle yapıyor:
“Bütün halkın ilk elden mülk sahipliği hakkının koşulsuz korunması esas olarak kalır. Bu, sosyalist ekon om ik sistemin temelidir. Iş ko lektiflerine bütün ekipmanın ve diğer işyeri mülkiyetinin kısmi sahiplik hakkı verilmelidir. Bu hak tam bir ekonom ik bağımsızlık ve davranış özgürlüğü garanti edilinceye kadar genişletilmelidir. ”(17)
Yazar, üretime kayıtsızlığı kaldırmanın yolunu kısmi grup mülkiyetinde görüyor. Üretim araçları, iş kollektiflerine devredilirse ve onlara tam davranış özgürlüğü verilirse, mülkiyetin soyut karekterinin doğurduğu yanlış yönetim ve aksamalar ortadan kalkabilecektir. Ancak Yugoslav örneği, yazarın görüşlerini yalanlamaktadır. Ünlü “öz yönetim", grup mülkiyetinden başka bir şey değildi, birikim fonları makina yenilemek yerine ücretleri arttırmaya harcanınca, bugünkü yüksek enflasyonlu günlere gelindi.
Bir başka yazar, benzer bir öneriyle mantığı şöyle tamamlıyor.
“Gelir dağılımında sosyal adaletin sürekli, yaygın ve rezilce ihlal edilmesi yeni yaratılan ürünün mal edinilmesinde varolan toplumsal mekanizmanın iflas ettiğini gösteriyor. Görüşümüze göre, buradaki prensip hatası, iş kollektiflerinin mal edinm e sürecinde üretilenin önemli bir bölümüne sahip olmamasıdır... Herşeyden önce, sosyalist mal edinme, üreticilerin yarattiklannm önemli bir kısmını uygun gördükleri gibi kullandıkları bir prosedir. " (18)
Böyle bir dağılım mekanizmasıyla sosyal adaletin çok daha korkunç ölçülerde bozulacağı açıktır.
Yeltsin, ABD'de büyük çiftliklerde işçi yığınlarının ücretli kölelik yaptığını bilmiyor mu?Modern toplumda giderek doğrudan yaratanlann sayısı azalıyor, buna karşılık doğrudan üretmeyen hizmet sektöründe çalışanlar hızla artıyor. Ancak Sovyetler’de yaşanan kötü ve gerçekten “rezilce" örnekler düşünceleri böyle bir uçtan öbür uca savurmadan edemiyor.
Bir tek örnek verelim. Grevlerin patlak verdiği, işçilerin sabun bile bulamadığı Kusbass maden bölgesinde üretilenin dağıtımı gerçekten akıl almaz bir rezilliktedir. Kömür madeni yılda 1.7 milyar ruble kazanmaktadır. Bu rakamdan bölgesel bütçeye yıllık yalnızca 1.3 milyon ruble ayrılmaktadır. 9 2 5 bin kişinin yaşadığı Kusbass bölgesinde kişi başına yıllık 1 ruble 38 köpeklik bir harcama düşmektedir. (19) Doğru dürüst hiç bir sosyal tesisin, bulunmadığı bu bölgede sonunda olay grevlere dayanmıştır. Ve işçiler kömür işletmesinin kazancının tahsisinde daha fazla yetki istemektedirler.
Sosyalizmin bu güne kadar ki deneyi, bazıları kaçınılmaz bazıları da affedilemez hataları nedeniyle, tartışmaları yeni mülkiyet biçimlerine vardırmıştır. Hergün akan
süreçte ağırlık kazanan yön, özel mülkiyete bir yöneliştir.
Sosyalist ülkelerde üretici güçlerin gelişmesi açık bir durgunluğa girdi. Daha açık söylersek mülkiyet ilişkileriyle üretici güçlerin açık bir çatışması var. 7 0 yıllık deneyle üretim araçlarının sosyal mülkiyeti ömrünü doldurdu mu? Dünya yeni bir tarihsel sürece mi gebe?
Macaristan ve Polanya olaylarına bakarsak tarih geriye akıyor. İşçilerin kısmen onayı, kısmen de pasif direnişiyle, üretim araçları başta emperyalist tekellere haraç mezat satılıyor. “Kutsal özel mülkiyet", yetmiş yıl sonra sosyalist mülkiyetten öç mü alıyor? Tarih bu konudaki kararını henüz vermedi.
Ancak şu kadarı kesindir. Sosyalist ülkelerde üretim araçlarının sosyal mülkiyeti üzerine soysuz bürokrasinin güçlü gölgesi düştüğünden beri kollektif yaratıcılık zamanla yerini kayıtsızlık ve yabancılaşmaya bırakmıştır. Sovyetler’de 1930’larda yaşanan Stahanof hareketi daha sonraları tekrar etmemiştir, işçilerin üretim araçlarını günlük deneylerinden hareketle en iyi biçimde kullanma yollarını bulup uygulamalan
9
olan Stahanof hareketi o yıllarda kömür çıkarım işkolunda başlayıp diğer pek çok iş koluna hızla sıçramıştır.
Yeni makinaların sanayide üretime girdiği, işçilerin hızla teknik eğitimden geçtiği 1935’lerde Stahanof kömür çıkarımını yeni düzenlemesiyle hemen hemen 5 kat arttırdı. Bu üretkenlik o dönem en ileri Almanya’yı bile geçiyordu. Ardından ayakkabı sanayiinde Sme- tanin, üretimi iki katı yükseltiyor. Tekstil işkolunda otomatik tezgah kontrolü 2 0 ’den 140’a kadar yükseliyor. (20)
İlk Stahanof’cular kongresinde yaptığı konuşmada Aleksi Stahanof “Sovyet ülkesinde yaşamanın ‘daha iyi ve daha neşeli’ hale geldiğini" ilan ediyor.
Stahanovistler, fazla çalışmayı yetersizliğin bir itirafı olarak beğenmiyorlardı. Fizik bakımdan insanı tüketmeyen bir çalışma temposu bulunmalıydı. “Eğer iş doğru yapılırsa, insan kendini daha iyi ve güçlü h isseder” diyorlardı. Ve becerilerini başkalarına göstermeye özen gösteriyorlardı. Makinist Omalinov, bir rekor kırdıktan sonra “en yavaş bir makinisti" öğrenci olarak almış ve onu bir rekortmen yapmıştı. Bu adamların talepleri teknik süreci zorluyor ve kmyordu. Bir mühendis bana şöyle diyordu, “işin akışını bu adamlara uydurmak için sabaha kadar oturup planlar yapıyorum " (21)
Mühendisleri sabahlara kadar plan yapmaya zorlayan üretici işçi zorlaması ve deneyleri: Herhalde kollektif yaratıcılık bu olmalıdır.
Ancak sosyalizmin ilk muazzam başarılannın zafer sarhoşluğu ve II. Dünya Savaşı’na tırmanan yılların olağanüstü koşulları yaratıcı yığın insiyatifini, aşırı merkezi uygulamalar karşısında geriletti.
Merkezi planlama, sosyalizmin kuruluş yıllarında hem daha basitti hem de ekonominin ana yönelişleri henüz karmaşık değildi. Ancak planlama zamanla kendi üzerine katlanarak, büyüdü. Bizzat kendisi bir amaç haline geldi. Aşın planlama bölgesel insiyatifi ve zenginliği kırdı; insiyatif yokluğu daha fazla planlama talep etti.
Lenin, daha sosyalizmin kuruluş yıllarında şu uyarıyı sanki sonraki gelişmeler için yapmıştır:
“Yanşma işçi ve köylüler için
den pratik örgütçüler arasında düzenlenmelidir. Yukarıdan zorlanan tek düzelik ve klişe formların demokratik ve sosyalist merkeziyetçilikle hiçbir ilgisi yoktur. Yaklaşım tarzlarında, kontrolü sağlama metodlarında zararlı parazitlerden kurtarma ve yoketm e yollannda, belirgin mahalli özellikler ve olaylardaki çeşitlilik nedeniyle esasta, özde, temeldeki birlik tahrip edilmez, tersine böyle bir birlik ortaya çıkar." (22) _
Oysa Sovyet planlaması en aşın detaylara kadar varan bir belirlemeyle “ detaylardaki çeşitliliği ” zamanla öldürmüştür. Planlama, üretimde belli bir kotayı tutturmaya varmıştır. Tüketim malları üretimi küçümsendiği için, tüketici (yani üreten işçinin köylünün) tepkisi hiç dikkate alınmamıştır. Bu o noktalara varmıştır ki halka sunulan ancak kalitesizliğinden ya da doğrudan bozuk olduğu için tüketilmeden kalan mallar oranı bazı alanlarda (televizyon gibi) yüzde 4 0 ’a varmıştır. Hatta bu konuda sosyalist ülkeler arası ilişki “eşit ve dostça ticaret” laflan altında tam bir saçmalığa, bürokratik aymazlığa dönüşmüştür.
“Düşük kalite tuhafiye ve hediyelik eşya, ihtiyaç duyulmayan ikinci kalite mal yığınıyla elbise ve a yakkabı açığımızı kapatmaya çalışıyorlar. Ve biz bunları alıyoruz. Mevcut beş yıllık plan döneminde, örneğin, Bulgaristan'ın ihraç ettiklerinin yüzde 6 8 ’i, Polonya'nınkinin yüzde 4 3 ’ü ve Macaristaninkinin yüzde 36.5'i böyle mallardır. Satın aldıktan sonra, bu mallar mağazala- ramızda tozlanıyor. ’(23) Ancak Sov- yetlerin, sosyalist ülkelerin bu kalitesiz mal üretiminden fazlaca yakınmaya hakkı yoktur. Çünkü bu konulardaki tekniğin büyük bir kısmı Sovyet malıdır. Sovyet makina- larıyla üretilen kalitesiz mallar yığını ve bürokratik baştan savmaya dönüşen ticari ilişkiler, bunlar herşey- den önce müthiş bir israf, sosyalist ülkeler proletaryasının emeğinin sokağa atılması demektir. Neden bu emeğin sahibi gayretli ve yaratıcı çalışsın?
Bugün bürokratik çürümenin doğrudan sonucu olarak sosyalist ülkelerde “devlet mülkiyeti" ya da “üretim araçlannm sosyal mülki
yeti” “sahipsiz” bir görünün) kazanmıştır. “Gölge ekonom i" gibi bozul
malarla bu “devlet malı" aşırılmakta, kemirilmektedir. Ve haliyle mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin önünde engeldir.
Ancak çözüm, Sovyet aydınlan, bilimcileri arasında yaygın bir anlayış olan, iş kollektiflerine mülkiyet ve üretileni doğrudan sahiplenme hakkının devredilmesinde değildir. Bu sancılı bir yoldan kapitalizme geri dönüş olurdu. Sosyalist mülkiyetin “soyutluğundan " yakınmak ve ancak somut mülkiyet hakkıyla üretici güçlerin canlandırabileceğini düşünmek, Sovyetler’deki bürokratik çürümenin yarattığı, aslında bürokrasiye karşı inatçı bir savaş verme gücünü yitirmiş, bir anda ve topyekün bir çözüm özleyen demoralize olmuş aydın mattığıdır. Bugünlerde, bu eğilimin en parlak sözcüsü Boris Yeltsin’dir. Şöyle diyor Yeltsin:
“Ben kişi olarak, 70 yıl önce bizi korkutan kapitalizmin bugün hala varolduğunu söyleyemem. Fakat biz hala aynıyız. Pazar ekon omisi yle ilgili bir şey işitir işitmez imdat çığlıktan atmaya başlıyoruz: Kapitalizm saldırıda!"
“Komünizmin benim için bulanık bir şey olduğunu, bu konuda tartışmaya hazır olmadığımı söylediğimde, beni eleştirmeye başladılar. Fakat bugün komünizm nedir? Halka temel koşullan henüz sağlayamadık. Onlara toprakta özgürce çalışma şansı verelim, fabrikanın kısmen sahibi olması için pay sahibi olmalarına izin verelim. Bunun nasıl isimlendirileceği önemli değil."(24)
Yeltsin, tarımda üretkenliğin en yüksek olduğu Amerika’da toprağı “özgürce” işleyenlerin dev bankalarla doğrudan bağlantılı bir avuç tekel olduğunu, bu büyük çiftliklerde geniş işçi yığınlannın ücretli kölelik yaptığını bilmiyor mu?
Yine Yeltsin, bütün kapitalist anayurtlarda, üretkenliğin çok yüksek olduğu dev işletmelerde işçilerin hiç de pay sahibi olmadığını, buna rağmen karıncalar gibi çalıştıklarını bilmiyor mu?
Kapitalizm, birkaç yüzyıllık iş ve iş disiplini deneyine dayanıyor. Ve ücretli kölelerine parlak vitrinlerde çok çeşitli tüketim araçları sunabildikçe rahat edebileceğini biliyor. Ancak kapitalizmde, açlık, işsizlik tehtidiyle nesiller boyu proleter- yanın kaslarına iş disiplini yerle-
10
D üğüne kadar uygulanan kaba eşitçilik sosyalistkollektif içinde kişisel insiyatifin gelişmesini engellemiştir. Şimdi Yeksin ler, Bırakalım herkes özgürce yarışsın önerisini getirdiklerinde, yine yüzde doksanın baskı altında ve devre dışı tutulduğu rekabet başlıyacak.
şirken, en küçük yaratıcı düşünce ve davranış da beyinlerden sürülüp çıkarılmıştır.
Yeltsin, sosyalizmde çözülmesi gereken zor göreve talip olmak yerine, kapitalizmin dizginsiz rekabetine teslim olmayı yeğliyor.
“Böyle bir kapitalizm albnda, yarışma (rekabet) yüz yoksuldan doksanının, büyük çoğunluğun, yığınların girişim, enerji ve atılgan insiyatifinin kaçınılmazca bastmlma- sı anlamına gelir."
“Rekabetin tükenmesi bir yana, tam tersine, sosyalizm ilk kez gerçekten geniş ve gerçekten yığın ölçeğinde rekabetin uygulanması fırsatını yaratır." (25)
Ancak deneylerin gösterdiği gibi, henüz yığınların insiyatifini canlı tutmak ve yükseltmek bir anda gerçekleşemeyecek ve uzun bir süreci kapsayacak mücadeleyi gerektiriyor. ö te yandan, uzun yıllardır kökleşmiş olmasına rağmen bürokrasinin halk hareketi karşısında nasıl acze düştüğünü yine Doğu Avrupa olayları göstermiştir.
Bugüne kadar uygulanan kaba eşitçilik sosyalist kollektif içinde kişisel insiyatifin gelişmesini engellemiştir. Şimdi bu hatadan kalkarak Yeltsin’ler, “Bırakalım herkes özgürce yanşsm" önerisini getirdiklerinde, yine yüzde doksanın baskı altında ve devre dışı tutulduğu rekabet başlıyacak. Oysa yapılması gereken geniş yığın insiyatifini yeniden dirilmektir. Hatta azçok dirilen yığın insiyatifine pratik akış yolları göstermektir.
Pravda'ya yolladığı bir mektupta işçi İvanov şu ilginç tespiti yapar:
“Parti Merkez Komitesi ve işçi sınıfı arasında hiçbir değişiklikle ilgilenmeyen başka bir tabaka var. Partiden bütün istedikleri kendi ayrıcalıklarıdır." (26) Oldukça yaygın, Sovyet’lerin her yanında eli olan kendi imtiyazlı konumundan başka bir şeyle ilgilenmeyen bu tabaka, işçi sınıfının şimdiki hedefi o
lacaktır.özetlersek, sosyalist ülkelerde
üretici güçlerin gelişmesine engel olan şey üretim araçlarının sosyal mülkiyeti değil, bu mülkiyet hakkını soysuzca tasarruf edip bozan bürokratik kanserleşmedir. Eğer bu kanser, özel mülkiyet hakkı ile kazınmaya çalışılırsa, en önce mülk edinecek olanlar bunlar olacağı için, tam aksi yönden yükseltildiği sanılan böyle bir çözüm en sonunda yine bürokratik zümre lehinde olacaktır. Macaristan bunun en güzel örneğidir. Üretim araçlarını yağmalamak isteyenler partinin ve bürokrasinin kapısını çalıyorlar.
Proleterya diktatörlüklerinin, g e ri ülkelerde yaratmadan edemediği bürokratik imtiyazlı zümre, şimdilerde proleteryanın ve genel olarak halkın daha gelişkin bir düzeyinde eski tarz varlık koşulunu yitiriyor.
GENEL KRİTİK
Sosyalist ülkelerdeki gelişmeler hiç şüphesiz ki Marksist teorinin odak noktasında duracak. Marksizm açısından yepyeni, bambaşka bir sınav. Ancak genel teorik sonuçlar çıkartabilmek için olaylar henüz çok sıcak. Biraz zaman gerekecek. Fakat bugünden gelişmeleri Mark- sizm-Leninizmin birkaç temel belirlemesi açısından gözden geçirmek yersiz olmaz.
İlk olarak, üretici güçler teorisi açısından son gelişmeler ne anlama gelmektedir?
Son olaylarla, “kapitalizm yeterince gelişmeden sosyalizm kurulamaz" diyen Kautsky ya da dünya devriminden önce tek ülkede sosyalizmi mümkün görmeyen Troçki haklı mı çıkıyor? Elbette ki hayır., Ancak, üretici güçlerin yeterince gelişmemesinin geri mirasının sosyalizmi nasıl zorladığını şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Kapitalizmin şehir ve kırdaki gelişimi disiplinli bir iş gücü yaratıyor. Sosyaliz
min böyle bir gücü miras alabilmesi, Lenin’in deyimiyle onun işini “k o laylaştırır”.
Parti içinde, sanayide iş disiplininin kurulması tartışmalan sırasında Buharin'in başını çektiği sol komünistler bu düzenlemelere şöyle itiraz ederler:
“Sanayide kapitalistlerin liderliğinin restore edilmesiyle birlikte, iş disiplininin kurulması köklü bir şekilde em ek üretkenliğini yükseltmez, tersine sınıf inisiyatifini, eylemliliğini ve proleteryanın örgütlü karakterini zayıflatır.” 1918'lerde henüz tüm kapitalistlerin tasfiye edilmediği günlerde sol komünistleri Lenin tam karşıt yönde cevaplar: “Bu gerçeklik değil; eğer gerçek olsaydı Rus devrimimiz, sosyalist görevleri ve sosyalist özü bakımından çökm e noktasında olurdu. Fakat bu doğru değil. Deklase olmuş küçük burjuva aydını sosyalizmin temel zorluğunun iş disiplininin sağlanmasında yattığını anlayamaz. " (27)
İşten atılma, açlık korkusuyla değil, başlıca bilinç ve iş değiştirme “cezalarıyla” disipline edilmesi gereken sosyalist ülke işçi sınıflarının, geriliği ve büyük oranlarda köylülükle beslenmesi göz önüne getirilirse, sorunun ne derece zor olduğu kavranabilir. Üstelik yukarıdaki tartışmadan da anlaşılacağı gibi geniş küçük burjuva ruh halinin ikide bir yaratacağı bozulmalar da hesaba katılırsa, zorluklar birkaç kat daha artar.
Öte yandan, kırda doğrudan serf ilişkilerinden ya da küçük meta üretiminden kollektif büyük tarıma geçişin ne derece inatçı bir süreç olduğu hemen her sosyalist ülke deneyinden bir kere daha görülebilir. Binlerce yıllık küçük köylü mantığını, kapitalizm, üç yüz yılı aşkın bir sürede kır proleteryası ve kapitalist çiftçiyi evrimleştirdi. Sosyalizm bu işi birkaç on yıla sığdırmak zorunda kalınca, küçük köylü mantığı en sinsi, en inatçı direnişleri gösterdi. Bugün Sovyet kırlarında kulakların kendisi değil ama, ruhu direniyor. Yavaş iş temposu, ürüne kayıtsızlık ve bu davranışlarla pek çok ürünün toprakta çürümesi Rus kırlannda doğal bir olaydır. Kollektiflerin yalnızca onda biri randımanlı çalışmaktadır. Propaganda iyi dilek hatta yerli tarım makinası köylü mantığını
11
Jivkov'lar, H onecker’ler, Çavuşesku lar geçmişlerindeki lekesiz devrimciliklerini uzun iktidar yıllarında sürdüremediler.birkaç on yılda köklü bir şekilde değiştiremedi.
Diğer taraftan, Yugoslavya, Macaristan. Çekoslovakya gibi ülkelerde (şimdi Çin de aynı konumda) kol- lektif üretim hiç tutmayınca köylüye toprak dağıtımıyla küçük köylü üretimi ebedileştirilmiştir. İlk dönemler tanma canlılık veren bu uygulama ya kapitalizmin serbest toprak satışlı rekabet yoluna, ya da kol- lektif büyük tarıma geçmedikçe üretici güçler dumura uğrayacaktı. Şimdi bu yaşanıyor.
Sosyalizmin deneyi şunu gösteriyor: Ne hızlı kolektifleştirme, ne de küçük köylü üretimini, ebedileştirme tarımda sorunu çözemiyor.
Kapitalizmden devralman en modern tarım çiftlikleriyle küçük köylü üretimiyle, ustaca ve titizlikle yürütülecek bir rekabet (yarışma) propaganda ve- bilinçlenmenin yanında somut kanıtlarıyla küçük üreticiyi modernleşmeye zorlayacaktır.
Sonuçta üretici güçlerdeki gerilik henüz kapitalizmin geliştiremediği süreçleri proleterya iktidarına yüklediği için, bürokratik bozulma tehlikesi gündemde yer almaktadır.
Öte yandan Trockizmin dünya
devrimi beklentisi bir yanda, yine yaşanan yıllar güçlü bir kapitalizmin varlığının sosyalist kuruluşu nasıl etkilediğine önemli örnekler vermektedir. Emperyalizm, sosyalizmin kuruluşunu ve gelişme hızını etkileyebilmektedir. Silahlanma dev kaynaklan üretimden koparmakta, güçlü emperyalist kuşatma iç politik yaşam üzerinde baskı kurabilmektedir. Komünist partiler yeterince hassas davranmadıklarında, pek çok nüans görüşü, emperyalizmin bir uzantısı görme basit yolunu seçebiliyor. Böylece sosyalist ülkelerin iç politik yaşamındaki her politik tartışma, emperyalizmin yeni bir “sızmasına” “saldınsma" karşı bir mücadele biçimine girerek, ülkenin somut koşulları açısından ifade ettiği anlam ikinci plana düşebiliyor. Sosyalizim 1917 yılından beri böyle yaşamaya alışmıştı. Haksız olmasa da bunun köklü siyasi etkileri oldu. Olayları kabalaştırma, basit zıtlıklara indirgeme teoriyi aşırıca sağlaştırdı. Teorik zenginliğin pratik politikaya- güç katması gerekirken, Pragmatik politika kaygıları teoriyi güdükleştirdi,' hatta bayağılaştırdı.
Üretici güçlerin geriliğinin sos
yalizm açısından en genel sonucu, proleterya iktidarlannı, 'o ülkelerde, henüz burjuva gelişmelerin tamam- layamadığı sorunlarla uğraşmak zorunda bırakmasıdır. Bu durum sosyalizmin günlük pratik akışını kaçınılmaz bir şekilde küçük burjuva ve burjuva etkilerle bozuldu. Hiç bir devrimcinin bu objektif gerçeklikten dolayı ağlayıp sızlanmaya hakkı yoktur. Sosyalizmin deformasyon- lan her geçen gün daha açıkça gözler önüne serildikçe, özellikle düş kınklığına uğrayan aydınlar saf sosyalizm parolasıyla sosyalizmi ütopyaya dönüştürmeyi yeğliyorlar. Sosyalizmin mükemmel tasarımlan üzerine bitmez tükenmez düşünce spekülasyonları, ancak canlı pratiğe gelince korku ve bayağı pasifizm, bu aydınların bütün davranışlarına egemen oluyor.
Sosyalizm bugüne kadar kurulduğu ya da kurulmakta olduğu ülkelerde yaptıklarıyla geri bir süreci tamamlamak zorunda olduğu için, kapitalist anayurtlardaki gelişimi aşan bir konuma ulaşamadı. Bu yalnızca ekonomi tabanında böyle değil, yığınların politik yaşamda yer alışlan açısından da geneİ farklı bir çarpıcılık yaratılamadı. Sosyalizmin bugünkü sancıları, bu eski dönemin kapanmakta olduğunu gösteriyor. Fakat yeni bir döneme girerken geçmiş hataların badeli ödenmeden yürünemezdi. Bedel sosyalizmin genel itibarında bir düşmeyle kalmayacak, en zayıf noktalarda kapitalizmin restorasyonuyla da daha pahalı bir bedel ödeneceğe benziyor.
Bu konuda, kapitalizmin restorasyonuyla ilgili henüz fazla şeyler mümkün değil. "Politbüro” darbesiyle Sovyet'lerde ve diğerlerinde kapitalizmi geri getiren ilkel küçük burjuva duygusallığı ile davranıl- madığında, olaya tarihsel süreçlerin hangi koşullarda, nasıl birbiri içine girdiğine baktığımızda kapitalizmin restorasyonu sorunuyla ilgili söylenebilecekler oldukça sınırlıdır.
Kapitalizm, ekonomik ve siyasi bir sistem olarak, devrimlerle feodalizmden doğmaya başladıktan sonra kısmi restorasyonlar yaşamıştır. En yönlüsü Fransa’dadır. Şarap vergisi koyan cumhuriyeti, Fransız köylüsü Napolyon monarşisiyle alaşağı etmiştir. Orta çağın egemen sınıflarıyla çeşitli uzlaşmalar yaşanmıştır.
12
cSosyalizmde, bugünkü sosyalizm krizinin ortayakoyduğu gerçekler ışığında en can alıcı sorun, yığın inisiyatifinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu noktada çok partililiği dile dolamak, derin burjuva etkisinin ve önyargısının açığa vurulmasından başka bir anlama gelmez.
Ancak bütün geriye dönen anaforlara karşın, tarih kapitalizme doğru akmıştır. Kapitalist üretim ilişkileriyle tanıştıktan sonra hiç bir ülkede feodal üretim ilişkileri geriye gelememiştir. Bu böyle olmakla birlikte, özellikle geri, yarı sömürge ülkelerde ise, kapitalizm bugüne dek -ki 2 0 0 yıllık bir süreci kapsar- feodal ya da kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve sosyal gelenekleri bütünüyle tasfiye edememiştir. Üretici güçleri kanserleştiren melez yapılar şekillenmiştir. Bu ülkelerde eski, çeşitli melez biçimlerde, sosyal ve ekonomik yapıdan kopartılıp atılamayan ağrılı bir ur gibi yaşayıp gitmektedir. Yani eski kendisini kısmen restore edebilmektedir.
Bu durumun en büyük nedeni elbette ki emperyalist soygundur. Emperyalizm bu ülkelere kapitalist üretim ilişkilerini taşırken, aynı zamanda kapitalist üretimi güçlendirecek serm aye birikimini de bu ülkelerden anayurtlara taşıyarak, geri ülkeleri kendi varlık koşullan açısından çölleştirmektedir.
Sosyalizm açısından geri dönüş kanallannı açabilecek hangi kanallar vardır?
Sosyalist ülkelerin hemen pek çoğunda, önce ve ağırlıkla kapitalizmin temizleyemediği önceki üretim ilişkilerinin tasfiyesine çok fazla enerji harcamak zorunda kaldılar. Diğer yandan, insan yaşamında maddi zenginliğin ağır baskıcı çekiciliğini hiç değilse önemli ölçülerde anlamsızlaştıracak, çekici olmaktan çıkaracak genel yaşam düzeyine vanlamadı. Bunların yanında, en önemlisi, yığınların canlı girişkenliğiyle, devletin fonksiyonlarının derece derece doğrudan halk yığınlanna geçmesi yönünde, sosyalizm etkileyici gelişmeler sağlayamadı. Bu üç ana zaaf bir sosyalist ülkede geriye dönüşün olanaklarını yaratabilir.
Hele, kırda ve şehirde küçük ve orta işletmelerin varolduğu, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde uzun yıllar bu üretim ilişkilerinin zehirlediği ortam, restorasyon için üstelik bir de öncü siyasi güçler yaratmıştır. Her şeye karşın belirleyici önemdeki sanayi işletmelerinin ve dağıtım ağının özel ellere devri kolay bir süreç değildir. Bu büyük işletmeleri içeride satın alabilecek bir sermaye -ınkimi kişilerde yoktur. Ancak
düzenin çatlak noktalarında yasa dışı yollarla sermaye birikimi yapmış olanlarda, “yeraltı zenginlerinde" böyle birikim bulunabilir. Üretim araçlarının bunlara satılması ya da imtiyazlı bürokratik ilişkilerle bir bakıma yağmalanması, bu restorasyonun baştan halk yıgınlan gözünde meşruluğunu ortadan kaldıracaktır.
Eğer sosyalist ülke insanlan, Fransız köylüsünün şarap vergisi ile cumhuriyeti gözden çıkardığı gibi, dar ufuklu iseler ya da bu güne kadar aksamalarla işleyen sosyalist ekonomi, gölge ya da kara ekonomiyi insanlann gözünde tümüyle meşrulaştıracak ölçüde soysuzlaşma yaratmışsa geriye dönüş olasıdır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizm ne kadar saf ise Doğu Avrupa ülkelerinde daha saf bir kapitalizm restore edilemez.
Genel kritiğin ikinci temel konusu, demokratik devrim, sosyalist devrim ilişkisi açısından son gelişmeler neleri ortaya çıkarmaktadır?
İşçi sınıfının önüne demokratik devrim sorununun çıkması kapitalizmin geri gelişme düzeyinde proleter devrimlerinin gündeme gelmesinin doğal bir sonucudur. Bu aynı zamanda, proleteryanın tarih sahnesine çıkmasından sonra, feodalizme karşı burjuvazinin radikal tutumunu terketmesi anlamına gelir. Böylece proleterya iktidarlarına tarihsel olarak burjuvazinin tamamlama yeteneği göstermediği görevleri devrolur. Bunun genel sonuçlarını biraz önce açıkladık.
Burada demokratik devrim görevlerinin proleterya tarafından yerine getirilişinde ortaya çıkan bazı sorunlara değineceğiz.
Bugün Sovyetler dahil pek çok sosyalist ülkede “kara ekonom i" şehirde, tamir, inşaat ve bunun gibi orta ve küçük işletme alanında kırda da sebzecilik vb. gibi aile işletmelerinin biraz teknikle rahatlıkla
yürütülebileceği noktalarda yoğunlaşmıştır.
“Beklenenin tersine mal edinmenin kooperatif ve kişisel biçimlerinin suni olarak tasfiyesi sosyalizmin gelişmesini engelledi. ” (28)
Büyük işletmelerin ve kırda büyük toprakların millileştirilmesin- den sonra, sayıca yaygın ancak ekonomik güç olarak o derece etkin olmayan şehir ve kır küçük işletmelerinin tasfiyesi süreci sosyalizmin kuruluşunun en sancılı belki en fazla dikkat gerektiren süreçlerinden birisidir. Koşulların tartışmasız dayatmadığı her tür zorlama ya da acelecilik bu alanlardaki üretici güçleri inmelendiriyor. Küçük meta üretiminin bir süre, sosyalizmin kuruluşu yolunda çevreye yayacağı zehirle, zorla kollektif üretime itilip bir bakıma deklase edilmiş, inmeli üretici güçlerin inatçı verimsizliğinin sosyalizmin araç ve değerlerinin bozması karşılaştırılınca, sonuncunun zararının daha köklü, daha uzun süreli oluyor.
ö te yandan iş karakteri işçi gruplarını değil de daha çok kişisel çalışmayı gerektiren alanlarda sosyal mülkiyete geçiş, üretici güçlerde oldukça yüksek bir seviyeyi gerektiriyor. Ayrıca böyle işler toplumda iyi işleyen kollektif üretimle kuşatıldığı ölçüde, onun kendiliğinden denetimi altında oldukça varlıklarını sürdürebilirle^ de. Sosyalizm bugüne kadar, her türlü özel mülkiyetin karşısına oldukça hızlı ve çoğu kaba ajitasyona dayalı yöntemlerle devlet mülkiyetini koymuştur. Sovyetleri kabaca taklit edenlerin özellikle kırlarında bu uygulamalar hızla geriye tepmiş, kollektifler çözülmüşlerdir ve aynı konumdadırlar.
özetlersek demokratik devrim ve sosyalist devrim arasında “Çin Şeddi” yok. Ancak birinde yaşanması gereken süreç diğerine suni olarak aktarılırsa, bizzat böyle hatalar sosyalizmin önüne setler örebiliyor.
13
Üçüncü ve son olarak, son gelişmelere Lenin’in parti teorisi açısından bakacağız. Sosyalist ülkelerdeki partilerin çürüyüp güç yitirmesinden daha önce sözetmiştik. Ülkelerin hepsinde konu geldi “çok partililiğe”, “çoğulculuğa" geçişe dayandı. Bu parolalar öne çıktıkça, tarihin bir alayı olsa gerek, sosyalist ülke insanları kapitalizme itibarını iade etmiş oluyorlar.
Hiç şüphesiz ki, sosyalist ülkelerde komünist partilerin bileklerinin hakkına değil de kanunsal örtüyle iktidarlarını ve güçlerini koruma çabalannın savunulacak bir yanı yoktur. Bunun Lenin’in parti ve proleterya diktatörlüğü anlayışıyla da bir bağlantısı yoktur. Sosyalizmde tek ya da çok parti sorunu bir prensip sorunu değil, pratik sorunudur.Sınıflar mücadelesinin, iktidar alındığındaki güçler dengesinin ve diğer sınıf ve tabakaların proleterya iktidarına karşı davranışlarının belirleyeceği bir sorun için, önceden bir klişe belirleyebilmek saçmalık olur. Sosyalizmde sorun, partilerin tek ya da çokluğunda odaklaşmaz. Yığınların devlet yönetimini ne ölçüde doğrudan yürütebildiklerinde yatar. Kapitalizmde çok partili seçimler, yığınlara ülkeyi yönetiyormuş oyununu oynatır. Daha fazlasını değil.
Sosyalizmde, bugünkü sosyalizm krizinin ortaya koyduğu gerçekler ışığında en can alıcı sorun, yığın insiyatifinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu hangi mekanizmalarla olur? Bu noktada çok partililiği dile dolamak, derin burjuva etkisinin ve ön yargısıruruaçığa vurulmasından bai<a phir anlama gelmez \ \
Yeterki yığınlarla ..yüzyüze g e lmekten korkulmasın. Çekoslovakya’da, DDR’de miting alanlarında yığınlar bakanları onayladı. Onaylanmayan çekilmek srunda kaldı. Elbette böyle yapılan her şey doğrudur mantığında değiliz. O, tipik bir halk dalkavukluğu olurdu. Fakat halk sorunlarını başka hiç bir yolla duyuramamış ve etkili olamamışsa, gövdesiyle kantara yüklenmek zorunda kalır. Yığınların nabzını tutamayan bir komünist partisi, tepkileri algılayamayacak ölçüde bürokratik zırhıyla sağırlaşmış, bürokratik zihin tembelliği ile alıklaşmış bir komünist parti, siyaset sahnesinden süpürülmek zorun
dadır.Jivkov’lar, Honecker’ler, Çavu-
şesku'lar geçmişlerindeki lekesiz devrimciliklerine karşın uzun iktidar yıllarında aynı ölçüde lekesiz kalamadılar. Törenlerde, arada yapılan fabrika ziyaretlerinde değil, canlı bir şekilde işleyen mekanizmalarla yığınların nabzını tutabilmek çürümeyi engelleyebilir.
İnanmaz gözlerle seyrettiğimiz, liderlerin sık sık ve uzun uzun alkışlandığı, oybirliği ile kararların alındığı parti kogreleri, artık bir çürüme işareti sayılmalıdır.
SONUÇ
Sosyalist ülkelerde yığınlar “k o münist parti tekeline son ” sloganları atıyorlarsa, en azından halkın bir kesimi -önemli bir kesimi- artık çıkarlarının komünist parti de temsil edileceğine inanmıyor demektir. Partiler önemli ölçüde imtiyazlı zümreye düşünce, geniş yığınların bu zümreden kopuşması çok doğaldır.
Kaçınılmazca yeni siyasi gelişmeler yaşanıyor. Bu siyasi şekillenmelerin sınıf temeli ne olabilir ve sosyalizmin savunulmasında, geliştirilmesinde kim öncü olacaktır?
Bu sorulara yakın pratik cevap verecek! Ancak kitaplarda ilan edildiği gibi sosyalist ülkelerde sınıf izleri yok olmamıştır. Üstelik sistemdeki tıkanma farklı tabakaların konumlarını daha belirgin hale getiriyor. Gericiliğin en sistemli şekilde yuvalandığı örgütlü kara ekonomi güçlerinden, kooperatiflere, gençlere, işçi sınıfına aydınlara kadar sınıf ve tabakaların siyasi taleplerinin dile getirilişi, Sovyetler Birliği’ni ayrı tutarsak yeni örgüt biçimleri arıyor. Şimdilik çoğu zaman aynı masa etrafında uzlaşma yolları arıyorlar. Fakat bu dönemin çok geçici olduğu açık.
Olayların nasıl akacağını izleyeceğiz. Ancak bu genel değişim sancısını nasıl yorumlamalıyız? Sosyalist ülkelerdeki proleterya iktidarları ülkelerdeki yapıların kaçınılmaz sonucu olarak ve uzun bir sürece oldukça güçlü olarak küçük burjuva ruh haliyle beslenmiş ve küçük burjuva davranış tutarsızlıkları ile inme- lendirilmiştir. Üstelik kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden miras kalan geniş köylü küçük burjuva ta
bakaların dalga dalga proleteryanın saflarına katılmasıyla proleterya diktatörlükleri bir ölçüde ortaçağın kalıntılarıyla kenetlenmişlerdir.
Akan yıllar iktidarların ilk yılları ile kıyaslanamayacak ölçüde ortaçağın kalıntılarından sosyalist ülkeler proleteryasını arındırmıştır. Sosyalizme yeni bir kalite verecek olan güç budur. Son olaylarla sosyalizmin ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır. ■
KAYNAKÇA1- 0 . Latsis. “On The Transforma
tion Of The Economic Mechanism", Kommunıst, No. 13, 1986
2- A.Aganbegyan, “Why do we Make Four Times More Tractorsthen the USA''. Akt. E.M., Beyond Perestroika
3- Moscow News, 1989, sayı 494- New Times, 1989, say 435- New Times, 1989. sayı 456- New Times, 1990, sayı 37- New Times, 1989, sayı 428- Telos, spring, 19899- The World Today, Mayıs 198910- New Times, 1990, sayı 311- A. Kolganov, How was the
Administrative System Created" Problems o f Economic, Sep. 1989
12- E. Mandel, Beyond Perestroika13- O.V.Osipenko, “What is the that
costs a shadow”, Aktaran, Problems o f Economics, Kasim 1989
14- T. Konağına, “Shadow Services and Legal Services", Aktaran Problems o f Economics, ay.
15- For New Economic Thinking, Nova Mysl ve Kommunist tarafından düzenlenen tartışma, Aktaran Problems o f Economics. Haziran 1989
16- K.Ulybin, “On Cnteria o f the sosyalist Nature o f property Relations", Aktaran Pro o f Eco. Ağustos 1989
1 7- U Mereste, “The Feeling o f a Master is the Feeling o f an Owner," Akt. ay.
18- K. Ulybin, ay.19- Offene Worte, 19 Gesamtsowje
tischen Konferenz der kodsu in Moskow20- H. Kıvılcımlı, Stahanof Hareketi.21- A. Strong, Stalin Dönemi22- Lenin, “Yarışma Nasıl Örgütle
necek”, Cilt 2623- Ffbscow News, 1989 sayı 5124- Mos. News. 1990 sayı 225- Lenin, ay26- Aktaran E. Mandel, ay27- Lenin, Bütün Rusya Merkez
Komitesi Oturumu, Cilt 2728- K. Ulybin, Problems o f Eco.
14
Ulusal Sorun o)
Erkan DEMİRCİ
ürdistan’m, sosyo-ekonomik statüsünün doğru tesbitinin yapılabilmesi, sömürgecilik
kavramının irdelenmesi ile mümkündür, ülkemizde birçok devrimci anlayış sömürgecilik üzerine ciltler dolusu yazı yazmış olduğu halde, burnumuzun dibindeki Kürdistan’ın dinamiklerinin incelenmesi konusunda olağanüstü yoksul kalınmıştır.
“Doğu "daki feodal ağaların etkinliği, altmışlı ve yetmişli yıllarda yapılan değerlendirmelerde yalnızca emperyalist sömürgeciliğin sonucu ayakta kaldığı yanlış görüşüne yolaçmış ve bu görüş egemen olmuştur. Kürdistan'daki geriliğin ancak sömürgecilikle olabileceği anlaşılmasına rağmen bu veriler, Türkiye ’nin yan-sömürgeleştirilmesi düşüncesi adına kullanılmışın Burjuva araştırmacıların “doğu’nun geri kalmışlığı üzerine yaptıkları araştırmalar bu düşüncenin sabitleşmesinde etkili olmuş ve daha sonra ortaya çıkan “mlllici" görüşler Türkiye ve Amerikan emperyalizmi çelişkisini öne çıkarırken Kürdistan’ın sömürge olması olgusunu geri plana itmişlerdir.
Kürdistan'ın tarihine Kürdistan- m dinamiğinde bakılabilmelidir, ancak bu yolla halkların haklan teslim edilebilir.
özellikle, Türk devrimci hareketi, Kürt bağımsızlık mücadelesinin, devrimimizi üst derecede etkileyeceği gerçeğini gözardı etmemek durumundadır. Ancak böyle bir durumda enternasyonalist görevlerini tam olarak yerine getirme ola
nağına sahip olacaktır.Millici görüşlerin etkisi altındaki
Türk devrimci hareketi, Kürt işçi sınıfına ve emekçilerine güven verememiştir, ulusal çelişkinin özhali görülememiş ve ancak bağımsız tepkinin ortaya çıkmasıyla geciktiğini anlayabilmiştir. Türk devrimci hareketi proleter sosyalizminin öngürdüğü enternasyonalist desteğini biran önce yerine getirip Kürt halkının samimi yoldaşı olduğunu kanıtlamalıdır.
Daha önceki bölümlerde sömürgeciliğin birbirinden çeşitli özellikleriyle farklı üç biçiminden sözet- miştik şimdi bunlann irdelenmesine geçelim.
ÜÇ TİP SÖMÜRGECİLİK
Köleci toplum biçiminden bu yana insanoğlu üç tip sömürgeciliğe maruz kalmıştır. Bunlardan birincisi, kapitalizm öncesi dönemlerde görülen biçim (Roma, Mısır sömürgeciliği), İkincisi, kapitalizmin doğuşundan ikinci paylaşım savaşı sonrası döneme kadar olan biçim (bu iki tip sömürgecilik genel olarak klasik sömürgecilik olarak adlandırılır), üçüncüsü emperyalist döneme özgü olan yeni sömürgecilik.
Bu biçimler doğal olarak birbirlerinden bıçakla ayrılmamıştır, ö r neğin sermaye ihracı yapıldığı halde askeri işgalin olduğu ülkeler mevcuttur ya da meta ihracı yapıldığı halde siyasi özgürlüğe sahip ülkeler olabildiği gibi. Roma İmparatorlu- ğu’nun köle elegeçirme savaşlan ve uyguladıkları sömürgecilik, Orta
Asya’nın göçebe kabilelerinin egemenlik biçimi olan fetih ve istilalarından farklıklar arzeder.
Sömürgecilik kavramının sınıflandırılmasının en uygun olanı kapi- takzm öncesi, kapitakstleşme dönemi ve emperyakst dönem olarak ayrılmasıdır. Köleci dönemde, üretimi artırmanın tek yolu daha fazla köle emeğine sahip olmaktı. Bundan dolayı ekonomik bir gerekklik olarak bitmez tükenmez savaşlar oluyor. Yenilen tarafın değerk eşyaları yağmalanıyor, insanları köleleştiriliyordu.
Üretici güçlerin gelişim seviyeleri yaklaşık olarak denk olduğu için varolan ekonomi sadece gaspedi- liyor değişikkğe uğratılmıyordu. Yalnızca ilkel komünal üretim düzeyinde olan topluluklar köleleştiriliyor, toprağa bağlanıyordu.
Mısır, Asur, İran, Çin, Babil gibi eski doğunun, Roma, (Atina, İsparta) gibi Antik Yunan köleci devletleri sayısız fetih ve sömürgeleştirme savaşları vermiştir. Barbar istilalanysa, göçebe toplumların ilkel komünal yaşayışlarının doğrudan sonucu olarak ele geçen toprakların üretim tarzına müdahale etmiyorlardı. Daha geri üretim tarzından gelen ekonomik düzenin hakim olması beklenemez.Toprağa bağlı toplumlar paranın ve mülkiyetin gücünü keşfetmişlerdir. Barbar toplumlan bu biçimde tâbi kılmışlardır.
Bu dönemin sömürgecilik ve istilalar açısından temel özellikleri:
1-Amaç talandır (köle, değerli madenler, mal, ürün vb.)
N i h a i tarımsal ürün talebi sömürgelerde küçük tarımüreticisini mülksüzleştirmiş, plantasyonda karın tokluğuna çalışan yarı köleler haline getirmiştir.
2- Doğrudan askeri zora dayanır3- Vergilendirme ile sömürüyü
sistemleştirir.15. yy.da büyük coğrafya keşif
lerinin yapılmasıyla, Afrika ve Amerika'dan ele geçirilen servet, Avrupa kapitalizminin ilk sermaye birikimini oluşturdu. Avrupa pazarı, doğunun tılsımlı pazarının ticari hacmine yetişmiş ve onu geçmiştir. Bunun sonucu olarak, hammadde talebi artmıştır. Sömürgeci nakliye- sinde yükün bileşimi altın, gümüş, elmas, köle taşımasından, pamuk, bakır, demir, guyana, kakao, muz gibi nihai tarımsal ürün ve hammadde taşımasına kaymıştır.
Pazarın talebi ve sömürge ülkenin kaynakları sömürgeciliğin yönünü belirlemiş. Büyük alanlarda tarımsal üretim yapılan plantasyonlar, prekapitalist ekonomiyi tek yanlı uzmanlaşmaya zorlamıştır. Nihai tarımsal ürün talebi sömürgelerde küçük tarım üreticisini mülksüzleştirmiş, plantasyonda kann tokluğuna çalışan yarı köleler haline getirmiştir.
Küçük üretimin tahribatı iç pazarın akışkanlğım sekteye uğratmış, kapitalist üretime geçişin nüvelerini oluşturacak olan küçük üretim ve zanaatçılık giderek yokolmuştur. İç pazar sömürgeci metayla kuşatılarak değer aktarımının bir diğer yanı devreye sokulunca, meta akışı sömürgeci ülkede prekapitalist dönemden kalma tüccar-tefeci sınıfın güçlenmesinin ve işbirliğine gidebilmesinin zeminini yaratıyordu.
Sonuç olarak iç pazar bir veya birkaç malda uzmanlaşmış ekonomide sömürgeciliğin en büyük alıcı olarak katılmasıyla, tek yanlılaşmış- tır. Sömürge ülkenin tüm ekonomisi birkaç malın üretiminin hazırlayıcısı ve tamamlayıcısı olarak şekillenir. 1 9 6 9 ’da klasik sömürgeciliğin etkisinde olan ya da yeni kurtulmuş ülkelerin ihracatlarının kalemleri şöy- ledir:
“196 7-68'de Libya 'da yüzde 99'u, Irak ve Venezüella'da yüzde 92'si (Irak'ın petrolünün büyük kısmı Kürdistan 'dan sağlanmak
tadır. (E.D) Petrol, Şili’de yüzde 78'i bakır, Sudan’da yüzde 6 0 i pamuk, Kolombiya'da yüzde 5 9 ’u kahve, Gana'da yüzde 5 8 ’i kakao, Etyop- y a ’da yüzde 58li kahve, Seylan'da yüzde 75 'i çay, Bolivya 'da yüzde 5 3 ’ü çinko... ” (l)
Sömürgeciliğin ülke ekonomisine vurmuş olduğu darbe kurtuluştan sonra bile uluslararası işbölümüne eski rolüyle girmesine neden olmuştur. Klasik sömürgecilik yapan ülkenin ekonomisinin sömürge ülkeden daha gelişkin olması gerekmemektedir, gerekli olan şey bariz bir askeri üstünlüktür. Askeri üstünlük yoluyla kapatılan hammadde ve emek gücü kaynaklan dünya pazarına ihraç edilerek sömürgecilik doğrudan gasp ekonomisiyle de yürütülebilir. Fakat meta ihracının yapılabilmesi için ekonomide belirgin bir gelişkinlik seviyesine ihtiyaç vardır, bu da sömürgeden aktarılan servetin sermayeye dönüştürülmesiyle sağlanacaktır.
Askeri zor yoluyla sağlanan egemenlik doğal olarak karşıtını üretmiş ulusal kurtuluş hareketleri ilerici aydınların, işçi sınıfının, köylülüğün ve devrimci burjuvazinin ittifakında klasik sömürgeciliği iflas ettirmiştir.
Yukarıda sözü edilen ekonominin bir veya birkaç malda uzmanlaşması kurak geçen bir mevsim ya da düşük pazar fiyatları nedeniyle, açlıktan ölümlere varan yıkıcı etkilere maruz bırakabiliyordu. Aynca emperyalizm ve sömürgecilik rekabet şanslarını koruyabilmek ve daha çok kâr elde etme isteği ile ¿ızgın ve kanlı yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu.
Kapitalizmin ulaşmış olduğu tekelci aşama sermaye ihracının ağırlıklı olarak yapılabilmesini mümkün kılması ekonomik zor yoluyla sömürüye yani yeni-sömürgeciliğe geçişin imkanlarını yaratmış olması nedenleriyle, sömürgeciliğe karşı güçlü bir halk hareketi oluşmuş ve siyasi bağımsızlık uğruna verilen mücadeleler sömürgeciliğin askeri gücünü geri çekmesini sağlamıştır.
Siyasal kurtuluşu, toplumsal kurtuluşa sıçratabilen ülkeler (Kore, Vietnam, Çin) sömürgeciliğe ulusal kurtuluş hareketlerinin artık işçi sınıfının etkisinde olacağı gerçeğini göstermiştir. Bu olaylardan gerekli dersleri çıkarmayı bilen emperyalizm ekonomik ve siyasi pozisyonlarını güvence altına alabilmek için askeri gücünü geri çekip kukla hükümetlere “bağımsızlık" hakkını vermiştir. Klasik sömürgeciliğin temeli olan, askeri üstünlüğe sahip, fakat yeni-sömürgeci yöntemleri uygulayabilecek ekonomik seviyeye ulaşamayan Portekiz, İspanya gibi ülkeler sömürgelerini bir bir emperyalizme kaptırdılar. Sömürgeciliğin yeni biçimi bir anlamda, ulusların uzun süre askeri zorla egemenlik’ altında tutulamayacağının itirafıdır. Yeni-sömürgecilik askeri zora doğrudan gerek duymadan gerçekleştir ilmektedir. Değer aktarımı; 1- Sermaye ihracı, bu yolla artı- değerin üretimi sömürge ülke içinde gerçekleştiriliyordur, yani sömürge klasik dönemden farklı olarak dünya kapitalist üretimine doğrudan katılıyordur. Sermaye ihracı üretime girmesi (üretici sermaye) sonucu ortaya çıkan artı-değerin transferi yoluyla; 2- Borç faizleri yoluyla; 3- Sömürge ülkeyle yapılan eşitsiz mübadele yoluyla; 4- Patent, lisans, know-how vb. yollarda değer aktarını sağlanır.
Emperyalizmin yeni-sömurgeci- liği uygulamak için doğrudan askeri zora gereksinimi yoktur. Askeri ve ekonomik çıkarlarını koruyacak satılık işbirlikçi yöneticileri her zaman bulabilecektir. Ekonomik düzeyde bağımlı ülkenin finans-kapi- taüyle, bürokratlarıyla girmiş olduğu binlerce karmaşık ilişkiyle siyasi po- zisyonlannı güvence altına alabilmektedir.
Yeni sömürge bir ülkenin ekonomik yöntemlerle soyulmasının temellerini belirttik. Bu arada açıklık getirilmesi gereken bir yan vardır, emperyalizm sermaye ihracı yoluyla bir ülkeyi kendine bağlamış olsa da eğer askeri ve siyasi üstünlüğü ve konjonktürün elverişliliği varsa sermayesini askeri işgalle güvence altına almaktan ya da bir operasyonla düzenlemekten çekinmeyecektir, örneğin ABD 1 9 7 0 ’de Vietnam’da yediği darbeyle askeri işgalli maceralara cesareti kırılmıştır. Fakat ko-
16
Atatürk en azından bütün emperyalist anayurtların sömürgelerinde yaptıkları kadar! hizmet verilmeli demişti. Sonuç GAP.
numunun uygun olduğunu kavradığı Panama’ya operasyon düzenleyebilmededir. Askeri zorun yani klasik sömürgeciliğin güçler dengesine bağlı olduğu, bu politikanın geniş halk yığınlarının tepkisiyle karşı karşıya kaldığı ve ulusal kurtuluştan sosyalizme sıçrama ihtimali olması emperyalizmi dizginleyen nedenlerdir.
Kapitalist dünyanın her yerindeki tekelci egemenlikler, ekonomik, bağımlılığı şu ya da bu düzeyde olması önemli değildir. Diş geçirebileceklerini ve sonuçlarına katlanabilecekleri işgallerden çekinmeyeceklerdir. Bu itki tekelin doğasında bulunan bir eğilimdir.
Yeni sömürge bir ülkenin klasik sömürgesi olabilir denildiğinde akla sömürülen nasıl sömürebilir diye bir soru geliyorsa, Finans-kapitalin sö- mürülmediğini, sömürülenin halk olduğunu düşünmek gerekiyor.'Sömürgenin sömürgesi olmaz"
mantık hatası, tamamiyle bir türlü sömürme olanağı bulamamış cılız, güçsüz (!) burjuvazi düşüncesinden gelmektedir.
2- OSMANLI DÖNEMİNDE KÜRDİSTAN
Osmanlılığın toprakları ele geçirmesi yazının başında yapılan tanımlardan barbar istilaları tülündedir. Çoban-göçebe ekonomisinin hakimiyetinde orta barbar bir kavim olan Osmanlı toprak üzerinde özel mülkiyeti tanımamaktadır. Ele geçirdiği toprakların mülkiyeti “beytül mal-i müslimin’e ait ortak maldı, tasarruf hakkı ise üzerinde bulunan köylülere verilmişti. Kanuni ye kadar toprakta dirlik sistemi hakimdi. Dirlikçiler toprağın ne mülkiyetine ne de tasarrufuna sahiptir, koruması altındaki toprakta üretim yapan reayadan devlet için öşür ve haraç toplayıp, seferlerde hazır bulundurmak üzere toprağının -büyüklüğüne göre asker beslemek zorundaydı. Osmanlı toprak sistemi Kanuni ye kadar böyle sürmüştür. Sultan Selim, müslümanlığm merkezi olan Mekke ve Medine’ye ayrıca doğuya giden zengin ticaret yollarına ulaşabilmek için bunlarla arasındaki Safevi engelini kaldırmak istiyordu. Bitlis Emiri Şeyh İdris-i Bitlisiyle yaptığı
ittifakla, Kürdistan topraklarını Osmanlılığa bağlar. Şeyhle yaptığı anlaşmayla, Kürt beyliklerinin özerkliği korunacak, kürtler savaşlarda Osmanlıya yardım edecek, Osmanlılar kürtleri dış saldırılardan koruyacak ve kürtler Osmanlıya vergi vereceklerdir.
Kürdistan toprakları memaliki arazi-ı den sayılmamaktadır. Beylikler çeşitli hukuki statülerle Osmanlıya bağlanmıştır. Miri topraklar üzerinde bulunan beylikler savaşta yararlılıklarına göre berat, imaret ve vakıf kurma ve hutbe okutma hakları alıyorlardı. Osmanlı vaktiyle Kürt aşiretlerinden yararlanarak fetihler yaptığı için ve kendi aşiret geleneklerinden sezinlenerek, onlara imparatorluk içinde ayrı özerk “hükümetnçi\der tanınmıştır.
,16. yy. ortasında o çeşit aşiret hükümetler, saliyaneler (yıllık ödeme yapılan topraklar. E.D) gibi 9 tanedir. ’
Cizre, Ergil, Genç, Palu, Zder- ro, Ekrad, Muhruvana, Oşti, İma- diye.
“İçlerinde Osmanlı komutanlarından (ümera) ve kul (padişahın
17
aylıklı askeri) tayfasından hiç kimse yoktur. Cümle kendilerine mahsustur" (Ali Genç). Yani komutanları da, erleri de aşiret uşağı olur. Belki ilkel komünal yapılarının içine işle- mezliği yüzünden birer dokunulmazlık kazanmışlar ve bunu anlaşmalarla Osmanlıya kabul ettirmişlerdir. " (2)
16 3 9 yılında İran şahı ve Osmanlı arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan ikiye bölünmüştür.
Kürt beylikleri özerk yapılarını 19. yy. ortalarına kadar korumuşlardır. Barbar istilalannın ortak özelliği olarak egemenlikleri altındaki halkların vergilendirilmesi (öşür, haraç), savaşlarda askeri güç olarak kullanılmak, ayaklanma olduğunda çapul yapmak Osmanlılığın bu dönemdeki egemenliğini tanımlar.
Kanuni zamanıyla birlikte Osmanlı toprak sisteminde dirlikten, kesime geçiş olur. Bunun nedenleri:
a) Toprağa yerleşikliğin başlaması ve değişim ilişkilerinin giderek yaygınlaşması sonucu mülkiyetçili- ğin körüklenmesi,
b) Toprağın kendisi kamuya, üzerindeki menkule (toprak üzerindeki bütün bayındırlık) özel kişiye aittir bu çelişkiden dolayı,
c) Doğrudan olan ticaret yolla- nnın büyük coğrafya keşifleriyle canlılığını yitirmesi sonucu vergi gelirlerindeki düşme ayrıca savaş harcamalannın artmasıdır.
Dirlik sistemi ürün-ranta dayalıdır. Yukarıdaki gereklilikler kesim (mukataa) sistemine geçişi zorunlu kılıyordu. Kesim sistemi toprağın bir kısmının gelirlerinin ve vergilerinin peşin olarak satın alınmasıydı. Tasarruf hakkını satın alan kesimci bu hakkı mültezimler vasıtasıyla kullanır.
Dirlik sisteminde de vakıf ve imaret kurma yoluyla miri topraklar kemirilmiştir. Vakıf giderlerini karşılamak amacıyla bir kısım toprağın geliri vakfa ayrılıyordu. “Beytül mali müslimin ” toprakları özel mülkiyetçi amaçlarla erezyona uğratılıyordu. Kesim sistemine geçiş aşağıdan yapılan bu “fiili durum" baskısı sonucu zorunluluk olmuştur.
1848 toprak konunuyla kesimcinin borcuna karşılık kesim hakkını verebilmesi kanunlaşınca özel mülkiyetin gereği yerine getirilmiş olur.
Osmanlı toprak sisteminde gerçekleşen bu değişim doğal olarak Kür- distan’da da sonuçlannı üretmiştir. Malikane sisteminin oturması demek olan kesimcilik, dirlikçi yapının sosyal kurumlaşması olan aşiret, hükümetciklerin hızla parçalanmasına ve tefecileşmiş ağalık egemenliğine dönüşmüştür. Tefeci bezirgan sermayenin yerel Kürt egemenleriyle uzlaşarak toprakta mülkiyetini yaygınlaştırma mücadelesi başlamıştır.
Bir yanda Osmanlılığın yıkılış dönemi olması nedeniyle vergilerin artırılması ile çıkan çatışma öte yanda Kürt ağalarının toprak mülkiyeti amacıyla iç çatışmaları, Kürdistan’ı sarsan çatışmalardır.
Bu ikinci tür çatışma aşiretler arası bitmez tükenmez çatışmaların ve ufusal birliğin sağlanmasında engelleyici rol oynayan bir özellik taşımaktadır.
Osmanlı’nın 19. yy. ortalarına dek Kürdistan topraklarını işgal ettiğinde ekonomilerini kendi ekonomisine göre (klasik sömürgeciliğin özelliği) düzenlemesi beklenemezdi. Birincisi toprak mülkiyetini reddinden, İkincisi Kürt beylerinin gücünden dolayı böyle olmuştur.
Kürdistan’da iç ticaret bağımsız ekonomisinden ve Doğu Akdeniz’e, Anadolu’nun içlerine, Mısır’a, Arabistan’a giden ticaret yollarının üzerinde olması şehirlerin canlı, küçük zanaatçıların yoğun olarak faaliyetini sağlıyordu. 16. yy.a dek canlılığının doruk noktasında olan doğu ticaret yolları Kürdistan’ı Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerine göre daha gelişkin yapmıştır. Kürt halkını, uluslaştıracak iktisadi yaşam birliği bu ticaret ağıyla oluşturulmuştur.
“Gaziantep'te ayakkabıcılığa e hemm iyet verilmişti, o zaman An- tep ’te herkes yemeni, çizme ve her neviden ayakkabı yapardı. Çünkü kervan onu istiyordu. Maraş'ta demir sanayii him aye edilmişti. Nal, mıh, çivi, zincir, gem, silah ve kervanlar için gerekli her nevi demir avadanlığın yapılma ve işleme m erkezi orası id i." (3)
Evliya Çelebi'de Kara Amid'i (Diyarbekir) İstanbul’dan sonraki büyük şehir olarak tasvir ediyor.
Kürdistan şehirlerindeki bu zenginliğin nasıl yokolduğunu tespit edebilmek kapitalist döneme özgü
sömürgeci uygulamalarında görüntüsünü verecektir.
3. KÜRDİSTAN’IN SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ '
Osmanlı İmparatorluğu’nun yan sömürgeleştirilmesinin sonuçları, önce küçük üretimin tahribatıyla görülmüştür, örneğin Bursa’da ipek kumaş dokumacılığı yurt dışında rekabet şansına sahipken AvrupalIlar önce ipek ipliği alıp kendileri üretmeye başlıyor. Giderek ipek ve ipek böceğini kendileri yetiştirmeye başlıyorlardı. 1838 ticaret anlaşmasıyla indirilen gümrük oranları emperyalist metalann Osmanlı pazarını işgaline yolaçmıştır. 16. yy. kapütülasyonlarla başlayan süreçte rekabet şansını yitiren küçük üretici mülksüzleşmiş üretimden çekilmişti. Osmanlı küçük üretiminin tahribatı 16 .yy.’da başlayıp 1838 anlaşmasıyla son darbeyi yemişken, Kürdistan pazarı 19.yy. başlarından 1 9 4 0 ’lara kadar olan süreçte tahrip olmuştur.
Bu dönemde Kürdistan’m ekonomisi tarım, tarım ürünleri, hayvancılık ve hayvancılık ürünleri ile şehirlerde küçük atölye üretimine dayalıdır. Şehirlerde Suriye, Irak ve İran’dan getirilen mallar ile ticaret yapılmakta tanmsal ve hayvansal ürünler, kervanlar aracılığıyla diğer parçalara gönderilmektedir. Kuzey Kürdistan’ın içlerinden getirilen mallar Mardin, Diyarbekir, Gaziantep üzerinden İran, Irak ve Suriye- ye aktarılıyordu.
Ticaret kapalı ekonomileri parçalayan mızrak ucudur, ticari hareket sonucunda küçük üretim canlanır, şehirlerin büyümesi ulusal alanları birbirine bağlar. Kapitalizmin gelişimi için gerekli ilkel sermaye birikimini sağlar.
İç iktisadi bağlar sağlamlaştıkça bunun yansıması olarak siyasi bağlarda güçlenecektir. Kürtlük bilinci ancak ticari faaliyetin hareket ser- bestisiyle feodal beylikleri harekete geçirebilir ve bu bilince sahip kürt burjuvazisini yaratabilirdi.
Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan bölünmüş fakat iç iktisadi bağları yüksek oranda etkilenmemiştir. Çünkü bu dönem doğu ticaret yollarının canlılığını koruduğu dönemdir.
Doğu ticaret yollarının önemini
18
yitirmesi, ticari faaliyeti de bir daralmaya uğratmıştır. Fakat asıl önemli sonucu gelirleri azalan Osmanlı ve İran imparatorluklarının Kürdistan beylerine baskıyı artırmalarıdır.
Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasında 1823 'd e Erzurum anlaşması yapılıyor. Bu anlaşmaya göre İran ve Osmanlı devletinin sının olduğu gibi kalacak iki taraf birbirinin içişlerine karışmayacak, Kürt aşiretlerinin sınır tanımadan geçişine engel olunacak, eğer geçme olursa geçmiş olduğu tarafın yönetimine boyun eğmeye mecbur edilecek.
Kürdistan iç ticaretinin yediği birinci büyük darbe vurulmuş oluyor. Kürt tarihinde olaylar birbiri üzerine gelmeye başlıyor; 1834 yılında Reşit Paşa komutanlığında Kürdistan üzerine bir sefer düzenleniyor amaç, Kürdistan eyaleti olarak “memalik-i araziden” sayılmayan toprakların mülkiyet hırsına düşmüş toprak ağalarının iç çatışmalarından faydalanarak, Kürtlerin özerkliklerini ellerinden almak, vergilerin düzenli ödenmesini sağlamak ve ulusal çıkış tehlikesini bertaraf etmektir.
Reşit Paşa kanlı işgaliyle Kürt beylerinin imaret ve vakıflarını dağıtıyor ve Kürdistan’ı Osmanlılığa gerçek anlamışla bağlıyor, Kürtler o tarihten itibaren “Türk” vatandaşı sayılıyordu.
1834 saldırısı Kürdistan tarihinde bir dönüm noktasıdır artık, istilacı talancı vergilendirme ek o nomisine dayanan Osmanlı eg emenliği kapitalist anlamda klasik sömürgeciliğin kapısını aralamış ve bunun açıkça askeri zora dayanacağını ilan etmiştir.
¡kinci anlaşma, İngiliz emperyalizmi mandası haline getirdiği Irak’ta Kürt ulusal hareketlerini engellemek amacıyla Türkiye Cumhuriyeti ile İrak arasında yapılan anlaşmadır. 5 Haziran 19 2 6 da yapılan Ankara Anlaşması nda “sınırın her iki yanındaki konar-
göçerlerin yağma ve kaçakçılığını önlem ek için tedbir alınması" (4) kabul ediliyor*.
Kürdistan’m o tarihlerde batıyla olan ticari ilişkileri zayıftır, asıl yön doğu ve güneye dönüktür. Geçen sayıda, Diyarbakır ticaret odasının oralarda Türk banknotunun geçmediğinden yakınması örneği verilmiştir. Küçük üretimin tahribatının te
mel nedeni iç iktisadi bağın koparılması olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Ekonomik hareketsizliğin sağlanmasıyla pre-kapitalist egemenlik olan ağalık ve tefeci bezirgan sermaye varlıklarını sürdürmelerinin nesnel zemini ayakta tutulmuş olur. Sömürgeciliğin en temel özelliklerinden birisi olan eski egemenliğin varlığını sürdürmesini sağlamak, finans-kapitalin Kürdistan politikalarının başında gelmektedir.
Sömürgeleştirme politikası 19. yy.’ın başından itibaren 130 yıllık bir isyanlar zincirinin başlamasına neden olmuştur. Çatışmalar tam bir askeri hesaplaşma mücadelesidir. İsyancı köylülüğün toprak talebini karşılayarak isyanda tutmayı bilemeyen ağabey örgütlenmesi yenilgiye uğrayacak, nesnel olarak önderlikten tasfiye olacaklardır. Bu yüzyıllık çatışmalar yukarıda yanıt aradığımız küçük üretimin tahrip olmasının önemli nedenlerinden birisidir.
Kürdistan’m sömürgeleştirilmesi cumhuriyet kurulduktan sonra daha da göze batar hale gelmiştir.
Türk finans-kapitali, Kürdistan pazarını fethedecek meta üretimi seviyesine ancak 1 9 4 0 ’larda ulaşabilmiştir. Her ne kadar yasalarla engellenmeye, kilometrelerce mayınla kesilmeye çalışılsa da “kaçakçılık” varlığını sürdürmektedir. Resmi istatistikler durumu açıkça ifade etmektedir.
Suriye’ye yapılan ihracat ve ithalat (000)
İhracat İthalat1923 6 0 4 6 7 .8 8 01924 2 0 0 7 .5 2 71925 1 1 .8 2 5 9 .0 7 71926 7 .6 9 8 5 .7 3 31927 7 8 4 7 5 .4311928 6 5 2 3 2 .8971929 6 561 2 0 4 01920 5 .3 3 i 1 .8881931 4 o 3 9 1 3 3 01932 4 0 0 5 1 .3041933 4 .5 8 0 6 3 51934 2 .9 4 0 5 6 01935 1 .641 544!9 3 b 1 .6 3 7 5 8 91937 2 .2 5 6 8 3 81938 1 172 6 4 61939 1 .6 0 8 3 7 61930 7 2 6 35
Ticaret, iktisat ansiklopedisi 4277, 1944
Suriye ile yapılan resmi ihraç ve ithalin miktarının bu derece yüksek olması;
1- Kürdistan’ın iç iktisadi bağının güçlü olmasını;
2 - 1 9 4 0 ’lara gelindiğinde ticarete konu olan malların batıya satıldığını yani ticaretin yönünün değişmeye başladığını kanıtlar.
Finans-kapital Kürdistan’a hiçbir zaman üretici sermaye olarak gitmemiştir, spekülatif sermaye olarak girmiş, yerel olarak tefeci bezirgan ve toprak ağalarıyla para hareketiyle rezonansa gelmişlerdir.
“9 şark vilayeti kendi aralarında bir banka kuruyor”
“Diyarbekir’de 300 .000 lira ser- maveli bir banka kuruldu (Son Posta 1932 )” (5)
Bu kesim batıdan meta akışının başlamasıyla bayilik, temsilcilikler üstlenerek finans-kapitalin kırdaki ittifakı olacaktır.
Kürdistan’ıri sömürgeleştirilme- sinin bir boyutu da kapitalist gelişimin pazara olan bağlılığının sonucu devletin en büyük alıcı olarak pazara katılmasıdır. Böylece devlet Kürdistan’daki üretimin ve kapitalizmin gelişimini doğrudan belirleyebilirle gücüne sahip olmuştur.
Klasik sömürgeİerde yukarıda örneklediğimiz bir veya birkaç malda uzmanlaştırılma pazara yapılan bu müdahaleyle gerçekleştirilir.
“ 1969 yılında TMO, Diyarbakır'da en büyük alıcı olarak nazım rolünü muhafaza etmiştir.
1967 14 .590 .672 ton1968 14 .338 .904 ton1970 19 .416 .366 ton.” {6)Devlet girişimleri olan TMO.
TEKEL, EBK, SEK, Fiskobirlik vb. kurumlar tarımsal ürünlerin ucuz yoldan kapatılmasıyla değer aktarımını, kapalı ekonominin hangi tarımsal ürünlerle pazara açılacağını ve bölgesel olarak özel ürünlerde uzmanlaşmayı sağlar.
Türkiye’nin ekonomik yapısı da 1950 li yıllara dek tarımsal üretime dayalıdır. İhracatın temel kalemleri madenler ve tarımsal ürünlerdir. Kürdistan’a geniş anlamda meta ihracatı yapabilecek durumda değildir, bunun için iki pazar arasında belirli bir gelişkinlik farkına ihtiyaç vardır. Bu gelişkinlik farkı birincisi Kürdistan pazarının gelişimini engellemek İkincisi bu pazardan ve yeraltı, emek gücü kaynaklan sö-
19
l\ürdistan ın geri kalmışlığının tarihi, bilinçli olarakekonomiler arasında gelişkinlik farkı yaratma düşüncesinin ve faaliyetinin sonucudur. Meta ihracına dayalı değer aktarımı, devletçilik politikası sonucuimkan dahiline girmiş finans şehirlerindeki tefeci bezirgar pazarı ele geçirebilmiştir.mürüsünden elde ettiği artığı tüketim malı üretimine yöneltmesiyle ortaya çıkacaktır.
Kürdistan’ın geri kalmışlığının tarihi, bilinçli olarak ekonomiler arasında gelişkinlik farkı yaratma düşüncesinin ve faaliyetinin sonucudur.
Meta ihracına dayalı değer aktarımı, devletçilik politikası sonucu imkan dahiline girmiş finans-ka- pital Kürdistan şehirlerindeki tefeci bezirgan sermaye ittifakı yoluyla pazarı ele geçirebilmiştir.
Klasik sömürgeciliğin iki temel unsuru olan metanın ve askerin taşınabilmesi için Kürdistan içlerine ulaşacak yol yapımına ağırlık verilmiştir. Üstelik bunun masrafı bizzat Kürt halkına ödetilerek yapılmıştır. Yol vergisine direnen Buban aşireti 19 3 4 yılında bir yıl süren bir ayaklanmaya girişmiştir. "Kemalizm Kür- distan'ı layıkiyle soyabilmek için oranın zirai ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyattan ile yok pahasına çekebilm ek ve kendi sanayi ürünlerini orada sürüm edebilm ek için hiç olmazsa, bütün emperyalist anayurtların sömürgelerinde yaptıkları kadar olsun "şark” vilayetlerinin yollannı düzeltmeye mecburdur. Kürdistan in kapak iktisadiyatını parçalamak için bundan daha tabi zaruret ve mecburiyet de yoktur. Ne çareki Kürdistan esasen “kendisi muhtaç himmet bir dede" vaziye-
kapital Kürdistan sermaye ittifakı yoluyla
tinde olan Türk finas-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada Kemalizmin tatbik ettiği usuller, hatta normal bir sömürgecilik bile değil de, adeta bir taht-el müstemlekeciliktir (sous co lonialisme) en aşağı sömürgeciliktir. " (7)
Dr. H. KIVILCIMLI Kürdistan’m 1 9 3 0 ’lardaki durumunu böyle tespit ediyor. Kürdistan’ın parçalanması yalnızca İrem, Osmanlı imparatorluklarının isteği değildir. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Suriye ve Irak’taki egemenliklerinin bağımsız bir kürtçülük hareketiyle zedelenmesini istemiyorlardı. Kürt ulusunun aşiretçi yapısından dolayı (aşiretlerin birleşememesinden değil) bir parçada katlederken bir parçada isyana teşvik edilmiş emperyalizmin çıkarlarına araç olmuşlardır. İngiliz- lerin “bağımsız Kürt devleti” istemesi görüntüsü bu küçük ayak oyun- landır. Kürt ulusu bağımsızlık mücadelesinde hiçbir destek görememiştir. Emperyalist işgal Türk ve Kürt egemenlerinin şartlarını eşitlemiş olduğu halde Dr. H. KIVILCIMLI’nın belirttiği gibi Türk halkının alabildiği Dünya Sosyalizminin desteğini, Kürt halkı sağlamayı bilememiştir.
Kürt ulusunun direnişi zor yoluyla uzun bir dönem için kırılmıştır. Bu finans kapitalin, sürgün, asimilasyon, imha siyaseti ve baskısı yo
luyla olabilmiştir. Kürdistan tarihi Kürt halkının maruz kaldığı kanlı saldırılann tarihiyle doludur.
Kürdistan’m sömürgeleştirilme- sinin ve klasik sömürge statüsünü belirleyen özellikleri şöylece toparlarsak:
1- Sömürgeleştirme tüm tarihi örneklerinde olduğu gibi askeri zora dayanmıştır. 1834 Osmanlı egemenlik biçiminden dönüşün tarihidir.
2- Kürdistan’ın iç ticari faaliyeti sekteye uğratılmış, bağımsız gelişimi engellenmiş, küçük üretim tahrip edilmiştir. Kapitalizmin nüveleri böylece ortadan kaldırılmıştır.
3 - Ekonomiye vurulan bu darbe prekapitalist unsurlann sömürgecilikle ittifakında uzun süre yaşayabilmesinin koşulunu yaratmıştır.
4 - Devlet ticari faaliyeti kurumlan aracılığıyla elinde tutarak, Kürdistan ekonomisini tek yanlı gelişime zorlamıştır.
5- Meta akışını sağlayacak gelişkinlik farkı sömürgecilik tarafından hammadde, ürün ve emek gücü kaynaklannın aktanlmasıyla sağlanmıştır. ■
(sürecek)
KAYNAKÇA
(1) SBKP Bilimler Akademisi Ekonomi politiğin temelleri sf. 632
(2) Dr. Hikmet KIVILCIMLI Osmanlı tarihinin maddesi sf. 42
(3) Reşit Tankut Aktaran D. Avcıoğlu Türkiyenin Düzeni sf. 19
(4) Enver Kartekin Türkiye devrim tarihi ve cumhuriyet rejimi sf. 204
(5) Dr. Hikmet KIVILCIMLI a.g.y. sf. 114
(6) Cumhuriyetin 50. yılında Diyarbakır
(7) Dr. Hikmet KIVILCIMLI a.a.y sf.125
* 1918 yılında kaçakçılığın def-i hakkında cezai hükümlere ağırlaş-tmcı bir kanun kabul ediliyor.
20
Kırda Kapitalizmin Gelişmesi
Mehmet YILMAZER
Eylül sonrası, işçi sınıfı hareketi yavaş da olsa yükselirken kırlar sakin
görünüyor. Kürt ulusal sorununu tamamen ayrı niteliğinden dolayı “köylü sorunu’ ndan ayırırsak
Türkiye kırlan, 12 Eylül ün bütün fiyat makaslarına rağmen henüz hoşnutsuzluğunu açığa vurmamıştır. Bunu söylerken, 1985 'ler de batan çiftçilerin traktörlerini kitle halinde satışa çıkarmalarına ve Ege Bölgesi’ndeki tütün üreticilerinin yarattığı eylemliliği elbetteki unutmuyoruz! Ancak bunlar, kırdaki koşulların acı tablosunu yansıtmaktan çok uzaktır.
En kaba hesapla, tarımın ulusal gelir içindeki payı 1 9 8 0 ’de yüzde 2 3 .8 7 iken 1 9 8 9 ’da bu pay yüz- d e l5 .8 0 ’e gerilemiştir. (Milliyet, 1 6 .4 .1 9 8 9 ) Kırdaki egemen zümrelerin gelirlerinin 12 Eylülle birlikte azalmayıp arttığını göz önünde tutarsak, kırdaki yoksullaşmanın boyutlarının çok daha derin olduğu hemen tutarsak, kırdaki yoksullaşma şimdilik kendini sistematik olarak büyük şehirlere ve yurt dışına göç olarak açığa vuruyor.
Kırda sınıflar savaşının gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekli. 1 9 6 0 sonrası devrimciliğinde "köylülüğün stratejik önemi" çok tartışılmış olmasına rağmen, 1974 sonrası ve özellikle 1 9 8 0 sonrası “köylü sorunu" adeta unutulmuş, ya da oldukça başka zeminlerde ele alınmıştır.
Sınıflar mücadelesinin en kalın çizgileri şu gerçekliği gösterdi: şehirler sosyal demokratlara, kırlar
“sağ" partilere oy veriyor. ANAP 12 Eylülün zoruyla bu tabloyu biraz zorladıysa da, sonuçta yine böyle bir dengeye yaklaşıldı. Ancak 12 Eylülün yürüttüğü ekonomi politikanın sonucu olarak, işçi sınıfının yanında kırlarda da yoksullaşma hızlandı ve yaygınlaştı. Demirel ve DYP kırdaki bu hoşnutsuzluğu zaman zaman politik manevralarında değerlendiriyor. Ancak olay bu Pragmatik manevralardan daha öteye bir anlam taşıyor. Türkiye'de finans-kapital iktidarı, kırlardaki yedek güçleri aracılığıyla köylülüğün büyük çoğunluğunu kendi ağlarında tutabildiği ölçüde, işçi sınıfını yenilgiye uğratma şansına sahip olduğu- hun bilincindedir. Bu nedenle, kırlarda da hoşnutsuzluğun yükselmesi finans-kapital iktidarı için önemli sancılar yaratabilir. Taban fiyatlarını yükseltme, köylüye olan devlet borçlarının ödenmesi vb. Pragmatik uygulamalarla, her iktidar biriktirdiği hoşnutsuzluğu gidermek için yollar bulur. Ancak yeterince tekrarlanan bu uygulamalar her seferinde sorunu çözmek bir yana kırlardaki problemin üzerindeki basıncı arttırıyor.
Son yapılan 19 8 0 tarım sayımının verilerinden hareketle, kırlarda akan bu süreci somutlaştırmaya çalışalım. 1 9 8 0 ’deki durumu yeterince tesbit edebilirsek, 12 Eylül sonrası yaşananların kırlardaki gelişimi nasıl ve hangi yönde etkilediği, hangi süreçleri derinleştirdiği daha açık kavranabilir. Sınıflar savaşının bu geniş alanındaki gelişmeler yeterince gözler önünde değil. Türki
ye'deki gelişmeler, önümüzdeki yıllarda, kırlardaki sınıf mücadelesini daha göze batar hale getirebilir. Aslında bu alanda mücadelenin yükselmesi biraz da proletaryanın yolu açmasına bağlıdır. Yoksa yeterince “yanıcı m adde” kırlarımızda da hergün artan biçimde birikmektedir.
Süreçleri somutlamaya çalışalım.
TOPRAK DAĞILIMI
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi tek parti döneminin sinsi 25 yıllık birikiminden sonra 1950']erde hızlanmıştır. Özellikle kırlara traktör akınıyla birlikte 1950'den sonra yaman bir alt üstlük yaşanmıştır. Bunun en belirgin kanıtı nüfus kaymasıdır. Tek parti yıllarında hemen hiç değişmeyen tarımsal nüfus oranı yüzde 75 , sonrasında hızla küçülmeye başlamış 1980'de yüzde 5 6 .1 e gerilemiştir. Bu zelzele toprak dağlımına nasıl yansımıştır? Tarım istatistiklerimizin sistemsizliği bu gelişmeleri elbetteki çok silik- leştirmektedir. Ancak bu silik haliyle de olsa, süreçlerin ana yönüyle ilgili yeterince ipucu vermektedir. (Tablo 1) Kırdaki sınıf farklılaşmasını tablodaki toprak büyüklüklerinden izleyeceğiz. Bunun ancak çok kaba bir ayınm olduğunun bilincindeyiz. Çünkü yoğun tarım için toprak büyüklüğü yanıltıcı bir kriter olur. En sağlam kriter hiç şüphesiz üretim temeline dayanmalıdır. Ancak bizde böyle bir istatistik yoktur. Öte yandan, bizde tahıl alanlarının
21
çok geniş olması ve yoğun tanmın henüz çok sınırlı olması nedeniyle toprak büyüklükleri çok kaba da olsa kırdaki farklılaşma hakkında sınırlı bir bilgi verebilir.
ö n ce yoksul köylü işletmelerinin durumundan başlayalım. Bunlar 1-50 dönüm toprak işlerler. İlk göze çarpan yoksul köylü işletmelerinin sayılanndaki artıştır. 1950- 'de 1 .5 milyon olan işletme sayısı 1 9 8 0 ‘de 2 .2 6 milyona çıkmıştır. Bu çoğalma kırda kapitalizmin gelişmesinin en tipik sonucudur. Toprak parçalanması ve yoksullaşmadaki artış birbirine parelel giden süreç
lerdir. Nitekim, 1 9 5 0 ’de 2 5 .2 dönüm olan ortalama işletme alanı 1 9 7 3 ’de 19 .6 dönüme, 1 9 8 0 ’de ise 2 0 .1 dönüme düşmüştür. 1 9 8 0 ’de köylü işletmeleri içinde 6 2 .1 ’lik bir çoğunluğa sahip olan yoksul köylülük toplam toprağın ancak yüzde 2 0 ’sini işlemektedir.
Uç tanm sayımındaki rakamları karşılaştırınca, yoksul köylülük içindeki toprak parçalanmasının sınırına dayanıldığı sonucu çıkarılmalıdır. Eğer DİE bizi yanıltmıyorsa durumu böyle tesbit edebiliriz. 1 9 5 0 ’den 1 9 7 3 ’e sayıca 6 4 8 .9 9 8 artan 1-50 dönümlük işletmeler, 19 7 3 den
1980 e yalnızca 6 4 -0 2 3 artmıştır. 19 5 0 -7 3 arası yıllık artış 28 bin. 1 9 7 3 sonrası ise sadece 9 bindir. Yoksul köylü işletmelerindeki toprak parçalanması üç kat yavaşlamıştır. Bunun nedenini somutlayabil- mek için yoksul köylü işletmelerinin birdz daha içine girelim.
Yoksul köylülük içinde 2 0 dönümden aşağıya toprak işleyenleri ele aldığımızda, (Tablo 2) toprak parçalanmasının hangi sınırlan zorladığı açıkça görülmektedir. Ortalama işlenen alan 1 0 .7 ’den 8 .5 dönüme düşmüştür. Sonuç olarak 20 dönümün altında toprak işleyenler
Tablo 1:1 950 , 1973 , 1 9 8 0 de toplam dağılımı
1950 (1)
işit, büyükl. (dönüm)
işit.sayısı
oran(%)
İşlenen alan (hektar)
Oranm
Ortalama işit. alanı(dönüm)
1-50
5 1 -1 0 0
1 01 -200
2 0 1 -5 0 0SOI-
1 .5 5 4 .0 0 0
5 5 0 .0 0 02 6 4 .0 0 0
1 0 4 .0 0 0 4 0 .0 0 0
6 1 .8
2 1 ,9
1 0 .5
4 ,21,6
-3 9 2 4 5 0 0
3 8 9 4 0 0 0
3 9 6 0 0 0 0
3 5 0 0 0 0 0 5 4 7 2 091
18 .9
18 .8
19.116 .9
2 6 .3
2 5 .27 0 .0
1 5 0 .0
3 3 5 .0
1 3 70 .0
toplam 2 ,5 1 2 .8 0 0 1 0 0 .0 2 0 7 5 0 5 9 1 100 0
İşit, büyükl. işit.197;
oran3 (1 )
işlenen alan Oran Ortalama işit.(dönüm) sayısı (%> (hektar) m alanı(dönüm)
1 50 5 1 -1 0 0
1Ö1-200 2 0 1 -5 0 0
501 -
2 .2 0 2 .9 9 8
5 0 6 .1 9 8
2 6 5 .5 9 8
1 1 5 .6 1 3
3 4 .7 1
7 0 .516 .2
8 .5
3 .7
I . i
4 37 1 7 7 7
3 8 7 9 182
4 0 6 3 90 5
3 8 1 T 6 0 8
1 3 9 2 3 0 2
2 1 .3
18.9
19 .8
18.6
2 1 .1
19 .6
7 6 .0
1 60 .0
3 3 0 .0
1 2 60 .0toplam 3 .1 2 4 .6 7 8 100 2 0 5 2 4 7 4 4 100 .0
İşit, büyükl. işit.
198ıoran
0 (2)İşlenen alan Oran Ortalama işit.
(dönüm) sayısı (%) (hektar) m alanı(dönüm)
1-50
5 1 -1 0 02 .2 6 7 .0 2 1
7 3 8 .3 7 6
62 .1
2 0 .2
4 5 5 5 5 8 8
4 8 3 9 2 1 3
2 0 .0
2 1 .2
20.1
6 5 .5101-200 4 2 1 .5 2 3 1 1 6 5 4 2 4 4 9 7 2 3 .8 128 .62 0 1 -5 0 0
501
194 .551
2 9 .4 3 9
5 3
0 .8
5 2 0 0 6 8 8
2 7 3 6 0 4 0
2 2 .9
12.1
2 6 7 3
9 2 9 4
toplam 3 6 5 0 .9 1 0 100 2 2 7 5 6 0 2 6 100
22
3 1 3 bin eksilmiştir. Kırdaki işletmelerin üçte birine yakın olan 1 milyonu aşkın en yoksul işletme (1-20) toplam tarım alanının yalnızca yüzde 4 .2 ’sini işlemektedir. Oysa hinde 8 azınlık olan 5 0 0 dönümden fazla toprağı işleyen büyük toprak sahipleri, tüm en yoksul işletmelerin üç katı toprağa sahiptirler. (Tablo: 1) (21-50) dönüm toprak işleyenler ise 3 7 7 bin artmıştır. İşletme sayısı olarak yüzde 4 7 .9 artışa karşılık işlenen alan yüzde 2 6 .7 artabildiği için ortalama işlenen alan 3 6 .2 dönümden 31 dönüme düşmüştür. Sonuç olarak, 20 dönümden aşağıya toprağa sahip en yoksul köylü işletmeleri sayı ve alanca azalmaktadır. Bu bize Türkiye ölçüsünde toprak parçalanmasının alt sınınnı veriyor. Bu işletmelerde çok azının sermaye biriktirip işletmesini genişletme şansı olduğu, diğer ezici çoğunluğunun daha da yoksullaşacağını dikkate alırsak, 2 0 dönümün altında eksilen 3 1 3 bin işletme proleterleşmenin boyutunu verir. Demek 1 9 7 3 -1 9 8 0 arasında en az 3 0 0 bin aile proleteryanın saflarına itilmiş olmalıdır.
Sonuç olarak, yoksul köylü işletmelerindeki toprak parçalanması, 1 9 7 0 öncesine göre yavaşlamıştır. Bu demektir ki. yoksullaşmanın son sınırına dayanıimıştır, daha gerisi doğrudan proleterleşmektir.
"Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Dairesi 'nin bölgeler düzeyinde yaptığı bir gelir dağılımı araştırmasına göre toprakla uğraşan hane halkının Akdeniz B ölgesi’nde yüzde 83'ü, Karadeniz Bölgesi’nde yüzde 7 7 ’si, iç Anadolu Bölgesinde yüzde 7 8 ’i, Ege Bölgesi’nde yüzde 7 3 ’ü ve Doğu Anadolu B ölgesi’nde yüzde 9 0 i geçim için yeterli toprağa sahip bulunmamaktadır." (3) Bu rakamlarla Tablo l'deki yoksul köylü işletmelerinin yüzde 6 2 .1 lik oranı karşılaştırılırsa, yoksulluk sınırının toprak dağılımı bakımından 5 0 dönümün de üzerine çıktığı anlaşılıyor. Tanm girdi fiyatlarında ve günlük tüketim mallarındaki yüksek fiyat artışları dikkate alınmadan, yalnızca toprak dağılımı temel alınarak kırdaki yoksullaşmanın boyutları ancak çok genel sınırlarıyla tesbit edilebilirdi. “Hane halkı gelir dağılım ı” kır yoksullarımızın oranını yukarıya çekmektedir.
Orta köylülüğe gelince, tablo
dan belirgin sonuçlar çıkartmak çok zordur. 1 9 5 0 den 1 9 7 3 ’e 5 1 -2 0 0 dönüm işleyen işletmelerde sayıca bir azalmaya karşılık işlenen alanda bir artış gözlenmektedir. Orta köylülüğün üst dilimi (101-200) az da olsa bir toprak temerküzü yapmıştır. Nitekim ortalama işletme alanı yükselmiştir. (Tablo 1) (7 0 ’den 7 6 ’ya, 1 5 0 ’den 160 dönüme) Ancak 19 7 3 sonrası gelişim tersi yöndedir, toprak parçalanması artmıştır. Toplam orta işletmeler 38 8 bin artmasına karşılık işlenen alan aynı oranda artmadığı için ortalama işlenen alan (51-100)lük dilim için 1 9 7 6 ’dan 6 5 .5 ’e, (101-200)lük dilim için 1 6 0 ’dan 1 2 8 .6 dönüme gerilemiştir. Dolayısıyla toprak parçalanmasının yoksul köylülük içinde son sınırları zorlanırken, orta köylülük için bu süreç özellikle 1970- ler sonrası hızlanmışhr. Modem- yoğun tarımla karşılanamayan toprak parçalanması çok açıktır ki, kırda yoksullaşmanın daha yukarı basamaklardaki köylü ailelerine tırmandığının işareti olabilir. Anlaşılıyor ki 1 9 7 0 ’ler sonrası süreç bu yönde işlemektedir. 1 9 8 0 sonrası ekonomi politikası bu gelişmeyi derinleştirmekten başka bir sonuç yaratmış olamaz.
Orta köylülükle yoksul köylülüğü birlikte ele alırsak, bunlar kırdaki işletmelerin yüzde 9 3 .9 gibi ezici bir çoğunluğunu temsil etmelerine karşılık, toprakların yüzde 6 5 ’ini iş- leyebilmektedirler.
Zengin köylülük ya da (201 500) dönüm işleyen kır burjuvalarına gelince, sayıca 1 9 5 0 ’de 100 binden 197 3 ’de 115 bine yükselmiş, işledikleri alan da bu yıllar içinde çok az artmıştır. Ancak 1970 sonrası kır burjuvaları daha hızlı bir gelişim göstermişlerdir. İşletme ve alan olarak payları artmıştır. Gerçi ortalama işlenen alan 1 9 7 3 ’de 3 3 0 iken, 1 9 8 0 ’de 2 6 7 dönüme düşmüştür, ancak bunların genellikle modern tarım yaptığı düşünülürse bu bir gerileme belirtisi olamaz.
5 0 0 dönümden fazla toprağa sahip, büyük toprak sahiplerinin işletme sayısı 1 9 5 0 ’de 4 0 bin iken topraklann yüzde 2 6 .3 ’ünü işlemekteydiler. 1 9 8 0 ’de 2 9 bine gerileyen işletme sayısına karşılık toprakların yüzde 12. Tini işlemektedirler. Tablodan çıkan ana eğilim büyük toprak sahipliğinin giderek
parçalandığı yönündedir. Bu iki açıdan incelenmelidir.
Birincisi, kırda kapitalizmin gelişmesiyle eski beyler Prusya tarzı burjuvalaşırken, toprakları da en uygun üretim boyutlarına küçülmüştür. Ya da gelişime ayak uyduramayanlar topraklarını kır burjuva- lanna satmak zorunda kalmışlardır. Bu inkar götürmez bir gerçekliktir. Ancak bu sürecin somut boyutlan nedir? Bu konuda DİE rakamlan gerçeğe ne kadar yaklaşabilmektedir? Bu noktada olayın ikinci yönüne değinmek zorundayız. Bizde 1 9 37 , 1 9 4 6 ve 1971 toprak reformu uygulamaları değil, söylentileri sahte toprak parçalanmalarına yolaçmıştır. Topraklar, reform sınırına girmesin diye tapuda akrabalara “sahlmışür”. Bu nedenle istatistiklerdeki 5 0 0 dönüm üzerindeki topraklarla ilgili rakamlar gerçeklere oldukça uzaktır.
Sonuç olarak, büyük topraklarda, kapitalizmin gelişmesinin sonucu bir bölünme yaşanmıştır. Ancak bunun gerçek boyutlarıyla ilgili fazla birşey söylemek mümkün değildir. Kırdaki farklılaşmanın hiç değilse kaba bir tablosunu çıkarabilmek için kır yoksullarıyla, kır burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin konumlarını belirtelim. 19 8 0 de yoksul köylü işletmeleri toplam içinde yüzde 6 2 .1 ’lik yer tutarken, toprakların yüzde 2 0 ’sini işlemektedirler. Kır burjuvazisi ve büyük toprak sahipleri yüzde 6. T lik bir azınlık iken, topraklann yüzde 3 5 ’ini işlemektedirler. En yumuşatılmış, tapu oyunlarıyla üstü örtülmüş haliyle kırlardaki saflaşmanın durumu böy- ledir.
Dolayısıyla, kırlardaki ezici çoğunluğun sorunu toprakta odaklaşmaktadır. Oysa, 1981 Köy Envanter Etütlerinde “köy sorunlan" anketinde "cami sorunun”dan "yol sorununa” kadar anket yapılırken toprak ihtiyacı üzerine soru bile açılmamıştır, ö te yandan samimi bir köy araştırmacısı şu sonuca varmıştır:
“Mevsimlik tanm işçileri ise sürekli işçiliğe değil köylülüğe yönelik eğilimler taşımaktadırlar. Toprağa olan özlemlerini açıkça belirtmişlerdir. Nitekim ‘en büyük ihtiyaçlarının n e olduğu’ sorulduğunda yüzde 85 oranında toprak yanıtı alınmıştır. ” (4)
23
Tablo 2:1973. 198ö d e
işit, büyükl. (dönüm)
(1-50) dönüm arası toprakların sağılımı
1973
işit. oran sayısı (%)
İşlenen alan (hektar)
Oran Ortalama işit. (96) alanı(dönüın)
1-20 1 .4 1 5 .4 7 9 4 5 .3 1 .5 1 8 .8 3 3 7 .4 10.7
2 1 5 0 7 8 7 .4 1 9 2 5 2 2 8 5 2 9 4 5 13 9 3 6 2
toplam 2 .2 0 2 .9 9 8 7 0 .5 4 .3 7 1 7 7 7 2 1 .3
1980işit, büyükl. işit. oran İşlenen alan Oran Ortalama işit.
(dönüm) sayısı (96) (hektar) (%) alanı(dönüm)
1-20 1 1 0 2 .3 7 9 3 0 .2 9 4 1 .4 3 1 4 .2 8 .5
2 1 .5 0 1 .1 6 4 .6 4 2 3 1 .9 3 .6 1 4 .1 5 7 15 .8 31 .0
toplam 2 .2 6 7 .0 2 1 62 .1 4 .5 5 5 .5 8 8 2 0 .0
TOPRAK TASARRUF BİÇİMLERİ
Toprak tasarruf biçimleri, eski üretim ve mülkiyet ilişkilerinin kırda kapitalizm tarafından ne ölçüde değişime uğratıldığının bir göstergesidir.
Bu konuda ortakçılık ya da yarıcılığın durumu önem kazanır. Tablo 3 ’e baktığımızda rakamların yeterince güvenilir olmadığı hemen anlaşılıyor. 1 9 5 0 yılında ortakçılığın yüzde 2 .9 gibi düşük bir seviyede olması inanılır görünmüyor. Tek parti döneminin son yıllarındaki toprak reformu tartışmalarında üzerinde en çok tartışılan konu ortakçılıktı. O günlerin CHP'li Tarım Bakanı konuyu meclise şöyle getirmişti: “Nedir mevcut düzen arkadaşlar bilir misiniz? Ortakçılık. Sîz
lere bu düzeni anlatayım, hem de çmlçıplak’’ (5) Bütün kıyametin böylesine önemsiz bir miktar için kopması mümkün değildir. Ancak bu rakamlarla da yetinmek zorundayız. Çünkü başka veri yok.
Ortakçılık 1 9 6 3 lerde artmıştır. Bu, işletmelerin parçalanması ve sermaye yetersizliğinin sonucu olmalıdır. Ancak ardından gelen yıllarda makinalaşma arttıkça ortakçılık çok gerilemiştir. 19 6 3 den 19 8 0 e tam 13 kat azalmıştır. Öte yandan, ortakçılığa göre kiracılık artmıştır. Bu da kapitalizmin gelişiminin doğal bir sonucudur. Ancak kiracılık da mutlak rakam olarak gerilemiş, 1 9 6 3 ’den sonra 3 kat azalmıştır. Mülk sahipliği yüzede 9 0 'a varmıştır. Ortakçılığın kapitalizmle birlikte gerilemesi az çok normal sayılabilir. Bu alanda tefeci ser
mayenin doğurduğu sonuçlara daha sonra değineceğiz. Ancak kiracılığın hızla gerilemesi aynı ölçüde normal sayılamaz. Bunu bizde yerleşmiş bir kiralama sisteminin olmayışına bağlamalıyız. Gelişmiş kapitalist ülkelerde gayri menkul kiraları genellikle uzun periyodlarla yapılıp kiracı korunur. On yıldan 99 yıla kadar süre belirlenebilir. Ancak bizde sorun toprak sahibiyle kiracının pazarlığına kalmıştır. Oysa batıda daha burjuva devrimi yıllarında büyük toprak sahipleri terbiye edilmiş, onların rant vurgunu sınırlandırılmıştır. Bizde büyük toprak sahiplerine I. İnönü'nün deyimiyle hiçbir zaman “dokunulmamıştır”. Sonuçta toprak sahibinin ikide bir kira arttırımı talebi, kira sürelerinin belirsizliği kiracılık sistemini iyice küçültmüştür. Böylece, büyük ser-
Tabio 3:Toprak tasarruf tiplerine göre işletme sayısı
TOPRAK tasarruf tipleri
1950 (6)işletme sayısı 96
1963 (7) işletme sayısı
:%
1980 (8)işletme sayısı %
Mal sahibi
Yarı mal sahibi
Kiracı
Ortakçı
Diğer
1 .686 .1 .43 7 4 .1
4 9 8 .8 3 8 2 3 .9
1 4 .8 1 5 0 .6 6 6 .8 9 5 2 .9
7 .9 8 4 0 .5
2 .1 7 0 3 5 3
6 2 1 .5 8 8
9 7 .0 0 0 3 7 2 .9 0 9
3 8 .9 0 0
7 0 .0
2Ö.0
3.15 .6
1.3
3 .2 2 3 .7 5 4 9 0 .5
2 7 .0 1 0 7 7 .5
2 9 .6 1 1 0 .8 1 3 .3 8 9 0 .5
2 1 .9 5 3 0 .7TOPLAM 2 .2 7 4 6 7 5 100. 3 .1 0 0 .7 5 0 3 0 0 0 3 .5 8 8 .8 1 5 300
24
mayeler toprak satın almaya aktığı için, bizzat üretim devresine gerekli olan sermaye daralmıştır.
Son olarak, Tablo 3 ’deki “yan m al sahibi ” (işletmesi için mülk toprağına ilave olarak toprak kiralayanlar) ve sırf kiracıların toplamını dikkate alarak toprak kiralama gücünün nasıl dağıldığını görelim.
Kendi toprağına ilave olarak toprak kiralayan ve sırf kiracı olan işletmeleri ele aldığımızda, kira ile işlenen alan toplamın yüzde 1 2 ’si- dir. Arazinin yüzde 8 8 ’i mülk olarak işlenir. Toplam kiralanarak işlenen alan içinde büyük toprak sahiplerinin payı yüzde 1 7 ’dir. 5 0 0 dönümden fazla toprak işleyen büyük toprak sahiplerinin toprak kiralaması garip görülmesin, bunlar genellikle devlet topraklarını yok pahasına kiralarlar. Kır burjuvaları (201-500) kiralanan alan içinde yüzde 3 0 .2 ; orta köylülük (51-200) yüzde 3 9 .2 ’lik bir paya sahiptir. En çok toprağa ihtiyacı olan yoksul köylülük ise toplam kiralanan alan içinde ancak yüzde 1 3 .1’lik bir paya sahiptir.
En çok toprak kiralayan kesim orta köylülüktür. Bunun anlamı, işletmesini büyütmekten çok, toprak yetmezliğini giderebilme çabasıdır. Fakat kır burjuvaları için toprak kiralamanın anlamı, işletmesini ve kârını büyütme güdüsüdür. Yoksul köylülük toprağa açtır. Ancak bu açlığı giderecek sermaye birikimine sahip olmadığı için en az toprak ki- ralayabilen kesimdir.
Sonuçta, kırda kapitalizmin gelişmesi ortakçılık gibi eski üretim ve tasarruf biçimlerini tasfiye ederken kırlarımızı belki de gereğinden fazla özel mülkiyet çitleriyle bölmüş, parçalamıştır. Bu da kırda sermayenin hareketini zorlaştıran en önemli engeldir. Sermaye her hareketinde bu özel mülkiyet çitleriyle yüzyüze gelir, o nedenle üretimden çok ticaret ve tefeciliğe eğilimlidir. Bu durum ise, kırlarımızın Babil Kulesi gibi katmerlenmesini arttırmaktan başka bir sonuç doğuramaz.
KIRDA MAKİNALAŞMA VE ÜRETKENLİK
Tarımda makinalaşmayı traktör sayılarından izlemek genellikle ye- terlidir. 1 9 8 0 ’deki duruma gelmeden makinalaşmanın gelişmesine
değinelim. 1 9 4 0 yılında 1066 traktör vardır: 1 9 5 0 ’de 16 bin-, 1 9 6 0 ’da 4 2 bin; 1970 'd e 105 bin olan traktör sayısı 1 9 8 0 ’de 5 5 6 bine çıkmıştır. Gelişimde 1 9 5 0 ’ler ve 1 9 7 0 derde iki önemli sıçrama vardır. Birincisi, traktör ithalatına; İkincisi, montaj sanayiinin kurulup gelişmesine denk düşer.
Traktör sayısındaki artışa paralel olarak traktörle işlenen alan sürekli artmıştır. 1 9 6 0 ’da toplam ekilen alanın yüzde 1 3 .6 ’sı traktörle işlenmiş, bu oran 1 9 7 0 ’de yüzde 3 2 .7 ’ye çıkmış, 1 9 7 5 ’de ise yüzde 74 .7 'ye sıçramıştır. (9) Ancak, eğer yine bizleri DİE yanıltmıyorsa 1 9 8 0 ’de traktörle işlenen alan yüzde 1 9 .2 ’ye gerilemiştir. (10) Traktör sayısındaki artışa rağmen böyle bir gerileme eğer gerçeklik ise nasıl açıklanabilir? İhtiyatlı bir yorumla 1 9 7 8 -7 9 ’da tepe noktasına tırmanan ekonomik krizle mazot, gübre, tohumluk fiyatlarındaki aşırı yükselme traktör kullanımını etkilemiş olmalıdır. Ancak gerilemenin yüzde 25 gibi yüksek bir oranda olması yine de şüphe götürür.
O yılların ekonomik gelişimini dikkate alırsak, 1 9 7 4 -7 5 ’lerdeki enflasyonla ekonominin şişmesi ve 1 9 7 9 ’da tıkanması gerçekliği belki de tanmda en önemli üretim aracı traktörün kullanımına böyle yansımış olabilir. 1980'deki duruma gelince, traktörlerin işletmelere dağılımı şöyledir: (1-50) dönüm işleyenlerin yalnızca yüzde 5 .5 ’i traktör sahibidir. Bu oran orta köylü işletmelerinde (51-200) yüzde 26 .1 dir. Kır burjuvalarının (201-500) ise yarısından biraz fazlası yüzde 5 2 .8 traktörlüdür. Büyük" toprak sahiplerinin ise yüzde 8 2 .7 ’si traktör sahibidir. ( l l) Görüldüğü gibi kırda modem üretim araçları 2 0 0 dönümden fazla işleyenlerde yoğunlaşmıştır.
Traktörle işlenen alanların dağılımına gelince, en küçük oran yoksul köylülüktedir. Topraklarının ancak yüzde 3 5 .4 ’ünü traktörle işleye- bilmektedir. Bu işlenen alanın yüzde 7 9 .5 ’ini ise traktör kiralayarak işlemektedir. (Tablo 4)
Orta köylülükte oran biraz daha yüksektir. Orta köylülük, topraklarının yarısına yakınını (48.9) traktörle işlemektedir. Traktörle işlediği alanın ise yüzde 4 1 .9 ’unu “kendi m alı” traktörle, gerisini kira
ve ortak işlemektedir.Kır burjuvaları ve büyük toprak
sahiplerine gelince, 1980 rakam- lanna göre traktörle işledikleri alan yüzde 57 gibi düşük bir orandadır. Bu düşük seviye genel anlamda tarımda modern üretimin geri durumunu göstermektedir; öte yandan 1 9 7 9 ’daki kriz kırlara böyle yansımış olabilir. DİE rakamlarının birbirini tutmazlığı nedeniyle kesin yorumlara gitmek hata olur.
Tanmda makinalaşma ve diğer modem girdilerin kullanımının en doğal sonucu verimlilikte bir artış olmalıdır. Tablo: 5 ’den görülebileceği gibi verimlilikteki artış son derece sınırlıdır. Bizde tarım hala önemli ölçüde mevsim koşullarına bağımlıdır. Ancak verimlilik rakamlarını esas aşağıya çeken etken tarımdaki kutuplaşmadır. Büyük işletmelerde verim artışı tablodakinden çok daha yukarıda olmalıdır. Ancak hesaplamada, gittikçe yoksullaşan küçük işletmeler ortalama verimliliği aşağıya çekmektedir. Bu da ne devasa üretim gücünün boşa çalışıp yıprandığının en açık kanıtıdır.
TOPRAKSIZ KÖYLÜ- MEVSlMLİK İŞÇİLİK-KIR
PROLETERYASI
Kırdaki farklılaşmanın en önemli göstergesi hiç şüphesiz ki işçileş- medir. Bu konuda yine istatistik tutarsızlıklarıyla boğuşmadan adım atamayacağız. Önce topraksız köylü ailelerinden başlamalıyız. Bunlar kır proleteryasının ana kaynağıdır. 1980 yılında 5 .6 milyon köylü ailesinin 1.7 milyonu topraksızdır. (14) 1 9 5 0 yılında topraksız ailelerin oranı yüzde 1 4 .5 ’dir. 1968'de bu oran yüzde 1 7 .5 ’e çıkmıştır. 1 9 7 3 ’de yüzde 2 1 .6 ’ya çıkan topraksız aileler oranı 1 9 8 0 ’de yüzde 3 0 .9 a tırmanmıştır. Kırda her yüz aileden 30 'u topraksızdır. ’
1 9 5 0 ’de toplam topraksız aile sayısının 3 4 0 bin olduğu dikkate alanırsa, kırda kapitalizmin 3 0 yıllık gelişimi mülksüzleşmeyi 5 kat arttırmıştır. Sadece bu rakam proleter- yanın kırdaki ittifak potansiyelinin nasıl yaygınlaştığını göstermeye ye- terlidir. Topraksız ailelerin çok az bir kesimi, sadece yüzde 4 u kira ya da ortakçılıkla toprak işlemektedir. Geriye kalanlar şehre göçemedikçe mevsimlik işçiliğe ya da türedi işlere
25
mahkumdur.Mevsimlik işçiliğe gelince, 1980
tarım sayımına göre sayıları 13 milyon 7 9 8 bindir. 1 9 8 0 de toplam kır nüfusunun 2 5 milyon olduğu düşünülürse, kırların yan nüfusu mevsimlik işçiliğe çıkmaktadır. Çalışılan gün sayısının 87 milyon olduğu göz önüne alınırsa, mevsimlik işçiler ortalama 6-7 gün çalışmaktadırlar. Bu rakamlardan çıkan sonuç, mevsimlik işçilerin büyük çoğunluğu hemen yakınındaki bir başka işletmede çok geçici iş tutmaktadır, ö te yandan, Çukurova’da mevsimlik iş martın ortasından haziran ortasına kadar sürer. Yaklaşık 9 0 gün çalışılır ve buradaki işçiler artık genellikle kışın da çadırlarını sökmez ovada kalırlar. Çok kısa süreli de olsa mevsimlik işçiliğin böylesine yaygın oluşu tanmsal üretimin özelliği yanında, kırdaki genel yoksullukla açıklanabilir. Rakamlara göre 2 0 0 dönümden az toprak işleyen her aileden mevsimlik işçi çıkmaktadır.
“Neden kendi memleketinde çalışmıyorsun?" sorusuna, büyük bir çoğunluğu (95.9) topraksızlığı, geri kalanı da toprağın yetersizliğini göstermektedir.
.. mevsimlik tarım işçilerinin büyük bir kısmı (yüzde 65) eskiden ortakçılık yaptıklarını söylemişler: daha önce ortakçılık yapmış olan bu yüzde 65 oranında işçinin kendi içinde yüzde 7 7 ’si toprak sahibinin zorlaması ile bu işlerini bırakmak zorunda kaldıklarını söylemişlerdir." (15)
Çukurova bölgesinde yapılan bu araştırma, mevsimlik işçilerin köklerini açıklamak bakımından genel bir eğilimi yansıtmaktadır. Topraksızlık ve toprak yetersizliği mevsimlik işçiliği zorlamaktadır, ö te yandan, eski ortakçılar, işledikleri toprakları terke zorlanmadadırlar.
“Kendilerine soru sorulan işçiler ortakçılığın gittikçe azaldığını belirttikten sonra, toprak sahiplerinin ileri tanm alet ve makinalanna sahip olma ve ortakçıları topraktan çıkarma sürecini açıklamışlardır. Bir mevsimlik tarım işçisi 'toprağı ta- raktöre terkettik' demiştir. ” (16)
Sonuçta, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşmasıyla kır nüfusu hareketlilik kazanmaktadır. Bu demektir ki, “durgun" kırlar, sosyal olayların gelişiminden eskiye oranla daha çabuk etkileneceklerdir.
Tablo 4:1 9 8 0 (12)
işletme traktörle kendi mab ortak kira ile büyüklüğü işi, alan (%) traktörle % %
1-50 3 5 .4 16 .9 3 .6 7 9 55 1 -2 0 0 4 8 .9 4 1 .9 7 .2 5 0 .92 0 1 -5 0 0 5 7 .5 5 6 .2 10 .9 3 2 .95 0 1 -______________ M M _________ 71 0______________8 .5 20 9ortalama 4 9 .2 4 6 .2 7 .9
Tablo 5:Verimlilik (13)
Verim: kg/ha.yıllar buğday arpa pirinç tütün pamuk şeker pan
1967 1 2 5 0 1394 2 3 3 3 6 3 7 55 1 3 5 1 2 2 1975 1594 1731 2 7 4 0 8 2 8 7 1 6 3 2 3 8 9 1980 1 8 2 9 1 8 9 3 2 7 5 0 1024 7 4 4 2 5 1 1 9
Mevsimlik işçilerin işletmelere dağılımına gelince; 50 dönümden az toprak işleyen işletmelerden ancak yüzde 2 4 .4 ’ü mevsimlik işçi çalıştırmaktadır. İşletmeye ortalama 7 işçi düşmektedir. Yani yoksul köylü işletmelerinin yüzde 7 5 .6 ’sı yalnızca “ücretsiz aile işçiliği" ile yürümektedir. Orta köylü işletmelerinin yüzde 3 9 ’u mevsimlik işçi çalıştırmakta; işletmelere ortalama 15 mevsimlik işçi düşmektedir. Orta köylü işletmelerinin de önemli bir çoğunluğu (yüzde 61) sırf “aile işçiliği” ile yürümektedir.
Kır burjuvalannın yansı mevsimlik işçi çalıştırmakta, diğer yansı aile işçiliği ile yetinmektedir, işletmeye ortalama 2 2 mevsimlik işçi düşmektedir. Büyük toprak sahiplerinin ise yüzde 7 3 u ortalama 55 mevsimlik işçi çalıştırmaktadır.
Toplam olarak aldığımızda tarım işletmelerinin yarısından azı yüzde 3 1 .4 ü işçi çalıştırabilirken, yüzde 6 8 .6 ’sı ya da 2 .5 milyon işletme sırf “aile işçiliği" ile gitmektedir.
Son olarak, kır proleteryasının durumunu özetleyelim. Yıllara göre kırdaki ücretliler şöyledir: ■
Tablo 6 : Kırda ücretler (17 19 5 5 2 4 4 .2 3 519 6 0 6 7 6 .7 9 119 7 3 1 .2 1 1 .4 5 119 8 0 1 .5 0 0 .0 0 0
1 9 5 5 ’den 1 9 8 0 ’e tarım işçileri sayıca 6 kat artmıştır. Ancak kır proleteryalarının örgütlenmelerinde 1 9 5 5 ’lerden bugüne çok fazla bir değişim yoktur. Yalnızca devlet üretme çiftliklerinde çalışanlar (40 bin kadar) “sendikalı ve sigortalıdır”. Gerisi tam anlamıyla örgütsüz, dağınık bir yığındır.
Toplam kır nüfusuna oranlayınca, her yüz kişiden 6 ’sı tarım işçisi, 5 5 ’i ise mevsimlik işçidir.
Sonuç olarak, kırdaki saflaşmayı özetlersek, bir yanda toplam işletmeler içindeki payı yüzde 6 .1 ’i geçmeyen 2 9 bin büyük toprak sahibi ve 190 bin zengin köylü toprağın yüzde 3 5 ’ini işlerken; öte yanda yüzde 6 2 .1 çoğunlukta olan 2 .2 6 milyon yoksul köylü işletmesi toprağın ancak yüzde 2 0 ’sini işlemektedir. ikisi arasında köylü işletmelerinin yüzde 3 1 .8 ’ ini meydana getiren, ve toprağın yüzde 4 5 ’ini işleyen 1 .15 milyon orta köylü işletmeleri vardır.
Farklılılaşmanın en uç kutuplarını alırsak, 2 0 dönümden az toprak işleyen ve ortalama işletme büyüklüğü 8 .5 dönümü geçmeyen 1.1 milyon iyice yoksul işletme tüm toprakların sadece yüzde 4 .2 ’sini işleyebilirken 29 bin büyük toprak sahibi bu bir milyonu aşkın işletmenin bütün topraklarının üç kah toprağı
26
Bclüyük bey topraklarından traktörlerle ortakçılarsürülüp çıkarılırken, küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlarıyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir.
işlemektedir. Devrim toprak sorununu çözecekse, bu zıtlığı ortadan kaldırarak bunu yapabilir. Üstelik istatistikler büyük toprak sahiplerinin konumunu iyice bulanıklaştırmasına rağmen, bu zıtlaşma yine de, en törpülenmiş haliyle de olsa kendini ortaya koyuyor.
Köylü işletmelerinden, tüm kır nüfusuna geçersek, 1 .5 milyon tarım proleteryasınm yanında, 1.7 milyon topraksız köylü ailesini dikkate alırsak, kırda en az 5-6 milyon insanımız, yani toplam kır nüfusunun yüzde 2 0 ’si türedi işlerle uğraşır ya da daha doğrusu işsizdir. Bütün bu rakamlar, proleteryanın kırdaki ittifak alanının ne ölçüde geniş olduğunu gösteriyor. Köylü ailelerinin yüzde 7 2 ’si (topraksızlar ve yoksul köylülük) proleteryanın ittifak gücü olmaya adaydır. Kırdaki açık farklılaşmanın gösterdiği gibi “tüm köylülük" birlikte davranma yeteneğinde değildir. Köylülük, kalın çizgilerle çıkarları zıt saflara bölünmüştür.
SONUÇ: KIRDAKİ SÜREÇLERİN YÖNÜ VE
NİTELİĞİ
Kırlanmızda 1 9 5 0 ’den beri hızlanan farklılaşma sürecinin esas yönlerini özetlemeye çalışalım.
İlki, toprak parçalanması ve küçük işletmelerin sayıca artışıyla ilgilidir. 1 9 7 0 ’lere kadar küçük işletmeler (1-50) sayıca artmıştır. Dolayısıyla toprakça küçülmüşlerdir. 1 9 8 0 ’e varıldığında ise küçük işletmeler çok az bir artış göstermiş, hatta 2 0 dönümden az toprak işleyenler azalmıştır. Bu gelişme, artık küçük işletmelerin parçalanma sınırına dayandıklarını gösteriyor. Toprak parçalanmasıyla, yoksullaşma küçük işletmelerde paralel akan bir süreç olduğu için, 2 milyonu aşkın köylü işletmesi yoksulluğun en alt sınırına itilmiş demektir.
¡kincisi, 19 5 0 -7 0 arası süreçle kıyaslandığında 1 9 7 0 -8 0 arası orta köylü işletmeleri çok hızlı bir parçalanma süreci yaşamaktadır. 1 9 5 0 -7 0 arası çok az da olsa toprak temerküzü yapabilen bu işletmeler, 1 9 7 0 sonrası hızla parçalanmaya ve küçülmeye başlamışlardır. Bu demektir ki, yoksullaşma orta köylülüğün de eteklerinden
yukarıya tırmanmaktadır. Elimizde henüz yeni rakamlar yok, ancak bu sürecin özellikle 1 9 8 0 sonrası daha da hızlanmış olması gerekir.
Üçüncüsü, topraksızlaşma ve doğal olarak işçileşme sürecinin sürekli derinleşmesidir. Mevsimlik işçilik ya da yarı proleterlik de aynı şekilde yükselmektedir.
Dördüncüsü, kiracılık ve özellikle ortakçılık hızla azalmaktadır. Tarımın makinalaşması ortakçıyı tarım işçisine dönüştürmektedir. Ancak toprak kiralanmasının azalması rantların korkunç boyutlarda artması karşısında küçük ve orta köylülüğün sermaye kıtlığıyla açıklanabilir.
Beşincisi, bir bakıma yukardaki- lere karşı akan bir süreçtir. Köylü işletmesi küçüldükçe tefeci ağına yakalanır.
“Örgütlü kredi piyasası (Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatifleri) genellikle büyük ve orta çiftçiye hizmet götürmektedir”
“Buna karşıkk küçük çiftçinin kredi sağlama olanakları kısıtlıdır. Herşeyden önce mal varlığı (toprağı) küçüktür. Genellikle mülkiyet durumu hukuken açık değil ya da ihtilaflıdır. ”
“Örgütlü kredi piyasasından g e rekli krediyi sağlayamayan küçük çiftçi, resmi olmayan piyasaya dönm ek zorundadır. Tefeci, kasaba- kentteki tüccar ya da bir büyük toprak sahibi kredi kaynağı olmaktadır. ’( 18)
Ya da tefeci küçük çiftçi ilişkisi daha canlı olarak şöye anlatılır: ...köylü nüfus içinde huzursuz halinden şikayetçi başka bir sınıf da, ancak geçinecek kadar toprağı olan ya da kiralayabilen, pazar içinde yüksek değerde ürünler yetiştiren, fakat bunları düşük fiyattan elden çıkarmak zorunda kalan küçük üreticidir. Bize de, araştırma sırasında bir küçük üretici, tefeciler küçük çiftçiyi öldürdü, sebze işi kumar gibi
diyerek bu eğilimi belirtmişti. ” (19)
Tefeciliğin bizdeki derin tarihi kökleri de düşünülürse, küçük üretici üzerindeki tefeci tahakkümü daha iyi kavranır. Küçük köylünün, topraktaki “mülkiyet durumu ” sürekli parçalanmadan dolayı genellikle “ihtilaflıdır”. Aynı zamanda, tefeci kredisine mahkum olan köylünün tapusu ipoteklidir, tefecinin çekmecesinde durur. Böylece büyük bey topraklarından traktörlerle ortakçılar sürülüp çıkanlırken. küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlanyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir. Ürün, tefeci tüccarın insafına göre paylaştırılır.
Bu durum, avuç içi kadar toprağa köylüyü bağlar, borcunu başka bir yoldan ödeme imkanı görmedikçe, bu toprakta ömür tüketmeye mahkum olur. Böylece tefecilik, yoksul köylünün topraktan kopuşunu engeller, bu süreci yavaşlatır.
Kırlanmızdaki bu gerçeklik, kırda sınıf mücadelesinde büyük toprak sahipleri ve zengin köylülüğün yanına, hedef tahtasına tefeci sermayenin de yerleştirilmesini zorunlu kılar.
“KÖYLÜ SORUNU” ÜZERİNE TARTIŞMALAR
12 Mart öncesi yıllarda “devrim stratejisi" tartışılırken “köylü soru-, nu" bu tartışmalarda özel ve önemli bir yer tutmuştur. “Milli demokratik devrim” stratejisini benimseyen bazı siyasi eğilimlerce köylü “tem el güç" olarak alındı. “Kırlardan şehirlerin kuşatılması" savunuldu. Bu görüşlerde Çin ve Vietnam devrimleri- nin etkisi bir yana, yanılgıların esas kaynağı Türkiye’de kapitalizmin durumu ve gelişiminin hatalı kavra- nışındaydı. Özellikle kırda kapitaliz-
27
min gelişmesi gerçek durumundan çok gerilerde görüldü. O zaman da “feodal toprak beylerine" karşı köylülüğün az çok birlikte devrimci davranışı umuldu. Oysa hem eski toprak beylerinin önemli bir kısmı sancılı bir yoldan da olsa burjuva- laşmaktaydı; hem de “köylülük", birbirine benzer (Çarlık Rusyası’nda ve Çin'deki gibi) ve derebeylere karşı birlikte davranmaya yetenekli bir “sınıf” ortaçağdan kalma bir sınıf konumunda değildi. Onun eski “birlikteliği" ve toprak beyleri karşısındaki benzer konumları çoktan yepyeni farklılaşmalarla bozulmuştu. Bu anlamda köylülüğün davranış yeteneği parçalanmıştı.
Nitekim. 19 6 8 toprak işgallerini unutmazsak, daha sonra köylü hareketi olarak öne çıkan ve talepler ileriye süren orta ve zengin köylülük olmuştur. Bu gösterilerde hiçbir zaman toprak talebi dile getirilmemiştir. Taban fiyatları, tanm girdi fiyatları daima köylünün tek sorunuymuş gibi konulmuştur. Bunlar pazara mal sürebilen daha çok orta ve zengin köylülüğün sorunlarıdır.
En altta kalan yoksul köylülük şimdiye kadar ne güçlü bir örgütlülük ne de eylemlilik göstermiştir. Doğrudan büyük toprak sahipleriyle karşı karşıya olmayan, daha çok te- feci-bezirganla boğuşan yoksul köylülüğün davranışı elbette ki Rus ya da Çin devrimindeki gibi olamazdı. MDD kaynaklı bu yanılgı daha sonra kısmen terkedilmiştir. Ancak bu sefer diğer uca sıçranarak köylünün toprak sorunu olmadığı, halk iktidarının temel sorununun kırda büyük modem işletmeleri örgütlemek olduğu söylenmiş, bir bakıma köylü sorunu bu sefer küçümsenmeye başlanmıştır. Bu da kırda kapitalizmin durumunun abartılması oluyordu.
12 Eylül sonrası ise, köylü sorunu fazla gündeme gelmemiş, ancak bazı dergilerce oldukça başka bir boyutta ele alınmıştır. Bunları dergimizin ikinci sayısında değerlendirmiştik. Yeniden ele almayacağız. Ancak 19 7 8 Nisanında toplanan “Türkiye’de Tarımsal Yapıların Gelişimi 19 2 3 -1 9 8 7 ” konulu sempozyuma sunulan tebliğler “Türkiye de Tarımsal Yapılar" adlı bir kitapta toplanıp yayınlandı. Buradaki bazı görüşlere değinmeden geçemeyeceğiz. Devrimci hareketin çok
gerilerde bıraktığı bir tartışmayı, kırlarımızda kapitalizmin olup olmadığı sorusunu değişik bir bakış açısıyla yeniden ele alıyor. 1960- larda konunun ağırlığı “feodal artıklardaydı. Kırda feodal ilişkilerin egemen olduğu iddia edilerek, kapitalizmin varlığı görmezden geliniyordu. Aynı görüşü şimdilerde ileri sürmek mümkün değil. Bu sefer kırda çok yaygın “küçük üreti- cilik”ten kapitalizme geçilemeyeceği ileri sürülüyor.
“Kapitalist tarım ancak ‘köylü’ oluşumunun dönüşümü ile ortaya çıkar, küçük meta üretimi yerleştikten sonra tarımda kapitalizme geçileceğini beklem ek hatadır. Yani, köylülüğün meta ilişkilerinin yaygınlaşması yolu ile tasfiyesi iki şekilde olabilir: Birincisi, mülkiyet hakkının büyük toprak sahipleri tarafından veya devlet ile beraber büyük toprak sahipleri tarafından kontrol edilmesi ki, böylece de yoksul köylünün mülksüzleştirilip tanm işçisi statüsüne sokulması gündeme gelir. Bu, anlaşılacağı gibi ktapita- list tarıma giden yoldur. İkincisi ise, köylü ilişkilerin çözülmesi sürecinde mülkiyet hakkının yaygın olarak e dinilmesi, ya toplumsal mücadele ya da devlet kadem esindeki politik dengeler vasıtasıyla küçük meta üretiminin yerleşmesi. Büyük çapta bir politik şok yaşanmadığı takdirde ikinci yoldan birinciye geçmenin olasılığı yoktur. Türkiye de bir yandan 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun mülkiyet alanında g e tirdiği hukuki ve toplumsal yöneliş, bir yandan da 1950'lerdelu gelişmeler ikinci yolun yerleşmesini ve tarımda kapitalist dönüşüm yapısının kapanmasını sağladılar. Devlet de tercihini kapitalist tanm aleyhine yapmış, g erek 1950lerde gerekse de daha sonra küçük meta üretiminin kök salması ve korunmasına yönelik politikalar uygulamıştı. ” (20)
Yazar küçük meta üretimi yerleştikten, ya da başka bir anlatımla “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesinden sonra, tarımda kapitalizme geçilem eyeceğini” iddia etmektedir. Ç. Keyder, Türkiye tarımının kaba görünüşünden mi böyle bir sonuca varıyor bilemiyoruz.
Yazarın birinci yol dediği “mülkiyet hakkını büyük toprak sahipleri ve devletin kontrol ettiği” ve “köyl
ülüğün tanm işçisine dönüştürüldüğü" duruma en fazla benzeyen ülke Ingiltere'dir.
“15. yüzyılın son üçte-birinden başlayıp, 18. yüzyılın sonuna kadar sürüp giden ve halkın zorla mülk- süzleştirilmesi” (21) üçyüz yılı almış,' Thomas More'hn dediği gibi “ko yunlar insanları yemiş, kırlan, köyleri, evleri silip süpürmüştür."
Ancak ikinci yoldan da, yani “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesi ve küçük meta üretiminin yerleşmesi" yolundan da, üstelik dünya da bir başka eşi görülmedik hızda kırda kapitalizme geçilmiştir. Bu örnek Amerika’dır.
Hatta o yıllar, Amerikan kırlarındaki durum kabaca gözlenince çok yanıltıcı yorumlara sebep olmuştur. Rus Sosyalist-Devrimcileri “Birleşik Devletler’de çiftliklerin büyük çoğunluğunda sadece aile içi em ek kullanıldığı, daha gelişmiş bölgelerde tarımsal kapitalizmin parçalandığı; bölgelerin büyük ço ğunluğunda mülk sahiplerinin yönetiminde küçük ölçekli çiftçiliğin gittikçe daha baskın hale geldiğini” ileri sürmüşlerdir. (22) özellikle iç savaş sonrası güneyde büyük çiftliklerin bölünmesi, Batı nm “H om estead Kanunu” ile yerleşime açılması, görünüşte böyle bir yoruma yol açabiliyordu, örneğin, ortalama işlenen alan güneyde 1850 de: 3 3 2 .1 ; 1 8 6 0 da: 3 3 5 .4 ; 1 8 7 0 ’de2 1 4 .2 1 9 8 0 da 1 39 .7 ve 1910 da 1 1 4 .4 acr’a kadar gerilemiştir. 1 8 7 0 ’de iç savaş nedeniyle keskin bir düşüş vardır ve bu, ardından gelen yıllarda devam etmiştir.
işletme sayıları 1 9 0 0 ’de 5 .7 milyon, 1 9 1 0 ’da 6 .4 milyon,1 9 3 5 ’de 6 .8 milyon, 1 9 8 2 ’de ise2 .2 milyondur.
‘1935 yılında ABD'de 6 .8 milyon olan çiftlik sayısı 1 9 8 2 ’de 2 .2 milyona inmiştir; bu yanm yüzyıllık dönem de tarımda çalışan sayısı büyük ölçüde düşerken, işçi başına kullanılan toprak 5 katı, nominal sermaye de 15 katı artmıştır."(24 )
İngiltere dünya imparatorluğuna soyunurken, koyunlara insanları yedirerek, lordları dev toprakların ve koyun sürülerinin sahibi yapmış, 15. yüzyılın özgür çiftçisini silip süpürmüştür. Amerika özellikle I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere'nin boşluğunu kapatmaya girişirken, küçük işletmelerin büyük çoğun-
28
1970 öncesine göre toprak parçalanması yavaşlamıştır. Yoksullaşmanın son sınırı olan bu momentte doğrudan proleterleşm e başlamışhr.
luğu tasfsiye edilmiştir.Ç. Keyder, küçük üretimden ka
pitalizme geçilemeyeceğini iddia ederken, tezine bulduğu dayanak noktalan nelerdir? Yazıdan şunları çıkarabildik:
"Her küçük meta üreticisi üretim araçlarının mülkiyetine sıkıca sarılmıştır, bunları elinden çıkarmayı düşünmez. Toprağı satıp işçileşmek toplumun kesinlikle tasvip etm eyeceği bir yoldur." (ay.)
Yazar, köylülükten ya da serf ağırlıklı ilişkiden küçük meta üretimine yani kapitalizmin sınırları içinde küçük köylü üretimine geçilmesiyle birlikte süreci donduruyor. Küçük üretici mülküne sarılır buna şüphe yok, ancak süreç aktıkça farklılaşmalar yoğunlaştıkça, aynı mülkten soğur ve kopuşur da. Bu kopuşmanın gönüllü olup olmaması ekonomik gidiş açısından bir anlama sahip değildir. Bırakalım diğer ülkeleri kendimize bakalım. 1950- den 1 9 8 0 ’e topraksız aileler yüzde 1 4 .5 ’den 3 0 .9 ’a yükselmiştir. Mutlak rakam olarak 3 0 yılda 5 kat artmıştır. Aynı şekilde tarım işçileri 6 kat kalabalıklaşmıştır. Bunlar
“sıkıca” sarıldıkları üretim araçlarının mülkiyetini terketmek zorunda ' kalmışlardır.
ö te yandan, 2 0 0 dönümden aşağıya toprak işleyen orta ve küçük işletmeleri toplu olarak dikkate alırsak, onların 3 0 yılda 2 .3 milyondan 3 .4 milyona karıncalar gibi çoğalmaları Ç. Keyder'e “mülkiyet hakkının yaygınlaşması ” gibi görünse de, bu çoğalmanın işlenen topraktaki azalma pahasına olduğu açıktır. Yani toprak mülkünün bir parçasından vazgeçmektedirler. Ayrıca bu işletmelerin büyük çoğunluğunun modern tarım yapamadıkları göz önüne getirilirse, işlenen alandaki azalma fakirleşme anlamına gelmektedir. Demek ki, miras yoluyla olsun, aile emeğindeki azalma yoluyla olsun, kutsal mülk yıllarla birlikte erezyona uğramaktadır.
Yazarın ikinci dayanak noktası ise şudur: “Köylünün proleterleşmesini içeren bu gelişme yukarda sözünü ettiğimiz, ekonomi-dışı güçlerin mobilizasyonu vasıtasıyla gerçekleşebilir. Pazar modeli bu tür bir niteliksel dönüşümü sağlayamaz,
yani küçük meta üreticilerini ekon omi dışı bir müdahale olmadan proleterleştirmek çok zordur. " (ay) Yazarın ekonomi dışı güçleri, büyük toprak sahipleri ve devlettir. Pazarın kendi işleyişi, küçük üreticiyi tasfiye edemeyecektir. Ç. Keyder, iki yönden yanılıyor. Pazar ile ekonomi dışı güçleri fazlaca birbirinden ayırıyor. Pazarın ihtiyaçları zoru katmerlen- direbilir, onu harekete geçirebilir. Öte yandan, zorun kırdaki etkisi, somut tarihi gidiş dikkate alınırsa, sırf ve yalnız tek yönlü, yani küçük köylü mülkünün tasfiyesi yönünde olmamıştır. Amerikan iç savaşında güneyin çiftlikleri parçalanmış, bir bakıma “köylüleşme" artmıştır. İkinci dünya krizi yıllarında ise, banka ve tekeller küçük toprak sahiplerini zorla kendi topraklanndan sürüp çıkartmışlar bu sefer de işçileşme artmıştır. Ancak her iki zor da, pazar güçlerinin ülke ve dünya ölçüsünde iticiliğinde gerçekleşmiştir.
Yazar, pazarın küçük meta üreticisini “sımsıkı ” sarıldığı üretim aracından koparmayacağını ileri sürerken, aslında küçük üreticiyi kapitalist pazardan soyutlama yanılgısına
29
/ kinci yol olan mülkiyet hakkının yaygın olarakedinilmesi ve küçük meta üretiminin yerleşmesi yolundan da, üstelik dünya da bir başka eşi görülmedik hızda kırda kapitalizme geçilmiştir.Bu örnek Amerika dır.
düşüyor. Kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla, küçük üretici kendisi pazar için fazla mal üretmese de en azından para kullanma zorunluluğuyla pazara bağlandıkça, mülkü aşmaya başlar. Bunun için mutlaka "ekonomi dışı güçlerin ” müdahalesi gerekmez. Üretim tekniğindeki gelişim karşısında emeği ve sahip olduğu üretim araçları buna bakım- sızlaşan toprak da dahildir gittikçe değersizleşen küçük üretici, işgücünü satarak yaşamaya zorlanır ve aslında böylesi onun için bir nevi “kurtuluş" olur. Yazar, tarımda kapitalist pazarı ve üretim tekniğinde bir gelişmeyi varsayıyorsa, küçük meta üreticisinin bu gidişe ayak uyduramadığı ölçüde tasfiye olacağını kabul etmek zorundadır. Ancak bazen ülke ve dünya ölçüsünde krizler bu tasfiyeye daha yüksek bir hız kazandırırlar. Krizlerden çıkış için alınan tedbirler en zayıflann bir anda elenmesine neden olabilir. Ç. Keyder, aslında, kapitalist pazarda küçük meta üreticisinin her ne pahasına yaşayacağını ileri sürerek, üretim tekniğindeki gelişimi ve bunun gücünü dikkate almamış oluyor. Ortaçağ tekniğiyle küçük üretici binlerce yıl yaşayabildi, ancak gelişmiş ülkelerde bir kaç yüzyıllık kapitalizm fırtınasına dayanamadı.
Yazarın bu konuda diğer önemli tespiti doğrudan Türkiye ile ilgilidir. 1 9 5 0 ’ler de ve sonrasında yapılanları, Ç.Keyder şöyle yorumluyor: “Devlet tercihini kapitalist tarım a leyhine yapmış... küçük meta üretiminin kök salması ve korunmasına yönelik politikalar uygulanmıştır. ” Bu söylenenlerin yazıda iki satırlık da olsa kanıtı yoktur. Aynı şeyler tek parti dönemi için söylenmiş olsa belki bir ölçüde yadırganmayabilir. 19 5 0 sonrası ise, kırda kapitalizmin gelişmesine devlet eliyle hız veril- mediyse ne yapıldı? Küçük üretici nasıl korunmuştur? Topraksızlaşma ve işçileşmede yaşanan 5-6 katlık artışla mı? Ya da küçük üreticiye
kredi imkanı mı yaratılmıştır? “En üst kredi diliminden yararlanan borçluların yüzde 14 kadarının ise toplam kredilerin yüzde 54 ünü kullandıkları görülmektedir. Bu kümedeki borçlu sayısı 270 bin dolayındadır. Bu sayı, yaklaşık olarak, işletmeleri 150 dekarın üzerindeki işletmelerin sayısına eşittir. Banka kredilerinin yarısından fazlasının büyük işletmelere tahsis edildiği, büyük işletmelerin hem en tamamının banka kredilerinden yararlandıkları kuwetle savunulabilir. ”(25) Küçük üretici ise tefeciye mahkumdur.
Taban fiyatları ve destekleme alımları ise, uygulamada pazara fazla mal sürebilen büyük işletmeler için bir devlet kredisi olurken, küçük üretici için bir anlamı olmadığı gibi, yarattığı nispi pahalılıkla onlara zarar bile vermiştir. Bu yoldan, büyük işletmeler sermaye birikimlerini hızlandırmışlar, oysa küçük üretici tüccarın insafına kalmıştır. ‘ Tefeci küçük üreticiyi öldürmüş, sebze işi kumar olmuştur. ”19 5 0 sonrası (elbette öncesi de) devletin küçük üreticiyi koruduğunu söylemek, kırsal gerçekliklerimizden çok uzakta olmak demektir.
Fakat, Ç. Keyder kendi mantığı açısından fazla haksız da sayılmaz. O kırdaki bütün işletmeleri küçük üretici olarak gördüğü için, ortaya devletin küçük üretimi koruması gibi bir sonuç çıkmaktadır.
“Küçük üreticiler genellikle küçük üretici olarak kalacaklar, fakat bu statü içinde farklı konumlarda farklı işlevler göreceklerdir. Bu bağlamda küçük meta üretiminin ülkede hakim olan üretim tarzı ile nasıl eklemlendiği önem taşıyacaktır” (ay)
Bu noktada “üretim tarzlannm eklemlenmesi" konusundaki “teorilere” çok kısaca değinmeliyiz. Üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizmin gelişmesi sırasında kırdaki üretim biçimlerinin gelişim ve değişimi çözümlemeye yeltenen bu “teoriler”
sonunda, bir “eklemlenme teorisin e "varmışlardır. Bu teori aslında kırda kapitalizmin ilk geliştiği yıllarda yaşıt olan, “küçük üretimin dayanıklılığı ” teorilerinin, emperyalizm çağı geri ülkelerine eklemlenmesinden öteye bir anlama sahip değildir. “Küçük üretimin dayanıklılığı” teorilerini batı kapitalizmi bir kaç yüzyılda pratikte iflas ettirdi. Fakat şimdi aynı teori özellikle Latin Amerika'dan dünyaya yayılıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizmin sancılı gelişimi, hele kırlarda eski üretim tarzlanyla içiçe gelişmesinin kaba bir hava fotoğrafı olan bu eklemlenme teorileri, süreçlerin canlı akışlarını kavramak yerine, onların dondurulmuş çekimlerini verebiliyor.
Devam edelim. Bizde küçük meta üretimi nasıl eklemlenmiştir?
“Tarımdaki küçük üreticiler arasındaki farklılaşma bu eklemlenmeden kaynaklanır. Bir grup rekabet dolayısıyla teknolojik birikim yapmaya mecbur kalarak, şehirler için büyük miktarda tarımsal artık üretirken, diğer bir grup hane halkının geçimliğini ucuza sağlayıp şehirlere ucuz işgücü arzedebilir. Bir üçüncü grup ise, kendi kendini sömürüyü ileri dercede uygulayıp ne pahasına olursa olsun küçük meta üretimini idame ettirmek kaygısıyla kapitalizm e ticaret yoluyla değer aktarabilir.
Bu farklılıklar gelir potansiyeli ve de kapitalist ekonominin hakimiyetinin hangi boyutlarda ortaya çıkacağı açısından önemli, fakat sınıf farkblıkları değiller. ” (ay)
Tarım, yaygın küçük üreticisiyle kapitalist pazara “eklemlenmiştir”, ancak aynı pazar içinde değildir, yanında ona eklidir. Ç. Keyder'in kırdaki durumu tanımlayışı böyledir. ö te yandan, tarım dışındaki kapitalist pazar, burda bazı farklılaşmalara yol açmaktadır, ancak bunlar sınıfsal farklılıklar değildir; kırdakilerin hepsi neticede, yeminli küçük meta üreticisidir. Neden? Çünkü, “üretim araçlarına sımsıkı sarılmışlardır", ve “küçük meta üretimini idame ettirm ek kaygısıyla " dopludurlar.
Gülünç, ancak yazarın eklemli bakış açısının mantık sonucu budur. benzer görüşler gelenek dergisinde O. Çutsay ve 11. Tez kitap dizisinde Z. Aydın tarafından savunuldu. Demek söylenenler bir dil sürçmesi değil. Tam tersine nasıl
30
1 9 6 0 ’lardaki köylülük değerlendirmeleri kuvvetle Çin ve Vietnam devriminden etkilendiyse, bu yıllarda ise üçüncü dünya sorunlarını çözümlemeye çalışan batık, pratikten kopuk Marksologlardan etkilenmektedir. Bazı aydınlanınız. Batıda çoktan küçük tartışma kulüplerine dönüşmüş, “yeni sol" düşünceyi Türkiye devrimci hareketine taşımaya çakşıyorlar. Kaynağı bir kenara çözümlemenin anlamını biraz daha irdeleyelim.
Yazar, kırda kapitakzm deyince, dev işletmeler ve tanm proleteryası saflaşmasını düşünüyor. Oysa kırda kapitalizmin gekşmesi farldı yollar izler. Toprak rantı nedeniyle kırda sermaye hareketi daha yavaştır, ancak bir kez başladığında kendi yolunu açarak ilerler.
Kırlarımızda, en az yüz yıldır işleyen ancak son kırk yıldır hızlanan çeşitli basamaklardan geçen farklılaşmayı görmemekle, kırı birbirine benzer küçük üreticilerden ibaret sanmakla, yazar, tarımda egemen olan sayıları 150 bin civarında büyük toprak sahibi ve kır burjuvazisinin üstüne yanıltıcı bir örtü örtmektedir. Onları “küçük burjuva" olarak görmenin proletarya ve gerçek küçük burjuvalara ancak zararı dokunur, fakat öte yandan bu egemenlerin gerçek yüzü onlann üretimde gerici rolü gizlenmiş olur.
“Haymana'nın 4 0 0 dönüm sahibi traktörlü, biçer-döğerli buğday çiftçisi ile Doğu Karadeniz'in çay üreticisi, hatta Doğu Anadolu’nun hayvancılık yapan mevsimlik göç eden 5-10 dönümlük toprak sahibi hepsi küçük üreticilerdir." (ay) Yazar, eklemlenme teorisinden bir adım öteye atıp, bu hep bir halli “küçük üreticilerin", işçi ya da mevsimlik işçi kullanımı, tarım makina- ları sahipliği, modern tarım girdileri kullanımı, özetle işletmelerin sermaye durumlanna göre farklılaşmasını irdelerse tarım burjuvazisiyle gerçek küçük üreticileri birbirinden ayırabilir. Tersi durumda, eklemlenme teorisi, gerçek küçük üreticiler aleyhine kır burjuvalarıyla bir eklemlenme olur çıkar. Çünkü, sınıf farklılaşmasını örtmek, her zaman zenginleşen azınlığın çıkarlarına denk düşer.
Kırlarımızda kapitalizmin gelişimini irdelediğimizde, sürecin başlangıcından ele alırsak, yüz yıla ya
kın zamandır hala bir kaç milyon küçük üretici sayıca kırlarımızda baskındır. Elbette toprak ve sermayece kesinlikle baskın değildirler. Liretim gücü açısından ele alındığında yüzde 6 .1 Tik azlık olan kır zenginleri yüzde 9 3 .9 ’luk çoğunluk küçük üreticiye baskındır. Fakat küçük üreticiler nasıl hala yaşayabilmektedir?
ö n ce şunu belirtmeliyiz. İngiltere ve Amerika ile kıyaslandığında, bu ülkelerde 2 5 0 -3 0 0 yıl süren kırların süpürülmesi, üstelik çok güçlü bir kapitalist gelişme altında olmuştur. Bizde kapitalizmin gelişimi ise, daha çok 19 4 6 sonrası hızlanmıştır.
İkinci olarak, kırların süpürülmesi esas olarak o ülkede kapitalizmin güçlü gelişimine bağlıdır. Kentlerdeki sanayi kır işsizlerini emebildiği ölçüde kopuşma daha kolay olmaktadır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinin hemen hepsinde yaşanan gecekondulaşma olgusu, bir yandan kırlardan kitlesel bir kopuşmayı yansıtırken, aynı zamanda da ortaya çıkardığı tablo ile kopuşmanın hızını yavaşlatıcı bir etki yaratmaktadır. Bizde ve pekçok üçüncü dünya ülkesinde kırdaki yoksullaşmayı ve işçileşmeyi, kentlerdeki sanayi eme- mediği için gelişmiş kapitalist ülkelere göç kitlesel bir olgu olmuştur.
Bu noktada B. Akşit’in bir tespitine değinmeliyiz: “Illerarası g öç ve 1960 lar ve 1 9 7 0 ’lerin başında çok hızlanmış olan uluslararası g öç ve bunların içerdiği dönüşümler küçük meta üretiminin sürüp gitmesini en az üç açıdan sağlamıştır. Birinci olarak, hanedeki bazı üyelerin kente veya yurt dışına gitmesi, toprağın bölünerek yeniden üretim koşullarının altına düşmesini önlemiştir, ¡kinci olarak, kente ve yurt dışına göçen haneler köyde kalan topraklarını çok düşük fiyatla kiraya veya ortağa vermişlerdir. Bu da köyde kalan özellikle traktörlü küçük meta üreticileri için çok önemli bir katkıdır. Üçüncü olarak, kente ve yurtdışma giden hane üyelerinin köyde kalan üyeleri paraca desteklenmeleri ve böylece küçük meta üreticiliğinin yeniden üretimini ve hatta birikim yapmasını sağlamalarıdır. Özellikle yurtdışı g öç böyle bir etkiyi fazlasıyla yaratmışhr. ” (26)
Gerçekten göç ve özellikle yurt- dışına göç, ailelerin geriye kalanına
para aktarabildiği ölçüde, küçük üreticinin toprağa bağlı kalmasında bir etken olabilmektedir. Elbetteki bu sınırlı destek son tahlilde akan bir süreci ancak geciktirebilir, yoksa ona yeni bir karakter kazandıramaz.
Üçüncü ve en önemli neden, tefeci sermayenin küçük üreticiyi toprağa mahkum eden yapısıdır. Tefeci, küçük köylüden borcu karşılığı toprağını alan onu daha modern yollarla işlemeyi kendi bin yıllık gelenekçil özelliğinden dolayı tercih etmez. Tersine köylünün ürünün büyük bir bölümüne el koymayı yeğler. Bu, kendisi için daha zahmetsiz bir yol olur. Bizde tefeci, sermaye vererek, küçük köylünün aşın yoksullaşmasına yol açar, fakat aynı zamanda onu toprağa mahkum eder. O nedenle küçük üreticiliğin yaşamasında, ya da daha doğrusu uzatmalı can çekişmesinde en önemli etken, kırlarımızda hala köklü ve yaygın bir şekilde tefeci-bezirgan sermayenin varlığıdır.
özetlersek, kapitalizmin üçüncü dünya ülkelerindeki gelişim tarzının genellikle tekelci yapıda olması, onun asalak ve vurguncu yanını aşı- rılaştırmıştır. Zenginliklerin önemli bir bölümü yüzyıllardır kapitalist ana yurtlara taşındığı için hiçbir zaman yeterli sermaye birikimi yaratılamamıştır. Bunun en doğal sonucu yaygın açık ya da gizli işsizliktir. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde en aşırı ölçüde Brezilya ve Meksika’da insan üretici güçü yaygın bir şekilde deklase hale gelmekte, sınıf dışı kalmakta, çürü- mektedir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sında “başıboş serseri ve dilencilerden" geçilmiyordu. Ancak o zaman “önce zorla toprakları ellerindenden alman, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getirilen tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, müthiş yasalar yoluyla işkence edilerek ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuluyordu." (27) Fakat günümüzde kapitalizmin, özellikle geri ülkelerde böyle bir gelişme şansı yoktur. O nedenle büyük bir işsiz yığını şehirlerin varoşlarında, en az bir o kadar da kırlarda küçük topraklarında çürütülmektedir. Geri ülke kapitalizmleri onları “ücret sisteminin" katı disiplini içine çekmedikçe paçavralaştırmayı yeğlemektedir. Bu korkunç gerçeklik, çağı-
31
I azar, kırda kapitalizm deyince, dev işletmeler vetarım proleteryası saflaşmasını düşünüyor. Oysa kırda kapitalizmin gelişmesi farklı yollar izler. Toprak rantı nedeniyle kırda sermaye hareketi daha yavaştır, ancak bir kez başladığında kendi yolunu açarak ilerler.
mızdaki köleci çürüyüş, sınıflar savaşına hız verecek objektif bir temeldir, ancak öte yandan onun yapısını zehirleyen, sınırlarını bulanıklaştıran, örgütlenmesini zaafa uğratan bir etki de yapmaktadır.
Türkiye'de çürümenin boyutları elbetteki Latin Amerika ülkeleri ölçüsünde değildir. Ancak şehirlerde artan işsizlik (en az 3 .5 milyon), kırlarda kanserleşen yoksul işletmeler (en az 2 .5 milyon işletme) Türkiye'nin böyle bir sürece girdiğinin en açık kanıtlarıdır. Siyasi ve moral planda ise, bu temelin üstüne biryandan “köşeyi her ne pahasına dönm e ', öte yandan, güzellikleri öbür dünyaya erteleyen kaderciliğin bilinçli yaygınlaştırılması inşa edilmeye çalışılmaktadır.
SONUÇ
Kırda sınıf farklılaşmasının gö- rülemeyişi ya da yeterince önem- senmeyişi, hiç şüphesiz ki pratikte kırlardaki sınıf mücadelesinin henüz kendini çok silik ölçülerde ortaya koyabilmesinden kaynaklanmaktadır. Söylemeye bile gerek yok ki, somut süreçlerin inkarına böyle bir gerekçe gösterilemez.
1 9 6 0 ’ larda kırlardaki durum
“toprak ağalığına karşı köylülük" kutuplaşması biçiminde konularak, bir yandan toprak beylerinin burjuva evrimleşmesi görülemiyor, ağalık abartılıyordu; öte yandan köylülük içindeki farklılaşma önemsemiyordu.
Şimdi ise, kırdaki farklılaşma yaygın küçük mülk sahipliğinin tılsımlı mülkiyet tülüyle örtülüyor. Kırların hala gerici partilerin ağında takılı olmaları, siyasi olarak böyle bir görüntüye güç kazandırıyor.
Yoksul köylülüğün on yıllardır, objektif olarak kır zenginlerinden kopuşması, aynı olgunun, hemen ve doğrudan siyasi mücadeleye yansımasını getirmiyor. Hele konu, dağınık örgütsüz ve örgütlenme yeteneği en zayıf olan küçük köylülük ise, bu yansımanın çok dolaylı yollardan ortaya çıkabileceği açıktır. Ülkemiz koşullarında, bu mücadelenin az çok kendi çehresiyle ortaya çıkabilmesinin, proleteryanın örgütlenme seviyesinin yükselmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
On yıldır uygulanan 12 Eylül e- konomi-politikasmın kırlardaki yoksullaşmayı katmerlendirdiği çok açıktır. Şimdiye kadar “toprak reformu" iktidarların köylüyü yukardan oyalamasından başka bir sonuç
doğurmadı. Bu talebin bizzat yoksul köylülük tarafından dile getirileceği günler uzak değildir. ■
K A Y N A K Ç A
1. DİE, aktaran Ülke Dergisi, Köylülüğün Farklılaşması
2. DİE-1980 Genel Tanm Sayımı3. Sosyal Demokrat, tem-ağ. 19894. M. Şeker, Türkiyede Tarım
işçilerinin Toplumsal Bütünleşmesi5. Toprak Reformu Nasıl Engellendi
(1945-1971) N. Tuna6. M. Keten. Tanm işletmelerinin
Yapısı, DPT7. M. Keten, Tarım işletmelerinin
Yapısı, DPT8. DİE- 1980 Genel Tanm Sayımı9. DİE, Tanmsal Yapı Ve Üretim10. DİE, 1980 Genel Tarım Sayımı11. DİE, 1980 Genel Tanm Sayımı12. DİE, 1980 Genel Tanm Sayımı13 . Tarım İstatistüderi Özeti. 198614.1981 Köy Envanter Etütleri15.M.Şeker (ay.)16 M. Şeker (ay.)17. DİE Kırsal Yerler Hane Halkı
işgücü Anketi ve Türkiye de Tanm işçileri (M.Şeker) kitabından derlenmiştir.
18. Ç. Aruoba, Tanmda Teknolojinin Değişmesinin Gelir Dağılımına Etkisi
19. M. Şeker (ay.)20. Ç. Keyder, Türk Tarımında Kü
çük Meta Üretiminin Yerleşmesi21. K. Marx, Kapital I22. Lenin, Cilt 22, Birleşik Devlet
lerde Kapitalizm ve Tanm23. Lenin, Cilt 22, Birleşik Devlet
lerde Kapitalizm ve Tanm24. G. Kazgan, Türkiye’de Tanmsal
Yapılar25. Ç. Aruoba, (ay)26. B. Akşit, Kırsal Dönüşüm ve Köy
Araştırmalan27. Kapital I
32
Finans-Kapital in Yapısı (d
Mehmet ÇAĞLAYAN
FİNANS-KAPİTALİN TEORİK ÇERÇEVESİ:
K apitalizmin işleyiş biçimini ve gelişim dinamiğini ele alan ekonomi politiğin, in
celeme konusu olmasına yönelik, iki yanlış eğilim tespit etmiş bulunmaktayız. Bunlardan birincisi, konuyu sadece akademik düzeyde ele alan; içi boş kavramlar kullanarak konuyu anlaşılmaz kılan, sadece birkaç aydın zümresine yönelik, elit bir düzeyde konunun ele alınışı yani sınıf mücadelesi ile ekonomi- politiğin işleyişi arasındaki kopmaz bağın ihmal edilişi. Bir diğeri yine aynı eğilimin bir diğer ucunu temsil eden; ekonomi-politiği ve açıklamasını sadece bu yukarıdaki eğilimi taşıyan kesime bırakan, sınıf mücadelesi açısından anlaşılmasını gereksiz gören, sınıf mücadelesinin üzerinde geliştiği ekonomi politiğin güç dengeleri, taktik ve stratejilerle arasındaki bağı yine ihmal eden, konuyu kabalaştıran ikinci eğilim. Buradan hareketle, kapitalizmin gelişim biçimini ve herhangi bir toplumsal formasyonda egemenlik ilişkisinin biçim ve niteliğini açıklamayı bir zorunluluk olarak görüyorum. Emperyalizm çağında, oluşumlarındaki farklı özelliklere rağmen; hem emperyalist ülkelerde hem de yarı-sömürge ülkelerde egemen konumu ifade eden “finans-kapital ve finans-oligarşisi’nın anlamı, sömürü yöntemleri ve sınıf mücadelesi açısından etkilerinin açıklanması gerekli. Bugün Türkiye'de de egemen olan “ finans-kapital' konusunun
anlaşılması oldukça önem taşıyor.1) Finans-Kapitalin Doğuşu:Emperyalizm öncesi dönemde,
burjuvazinin çeşitli katmanlan; ticaret sermayesi “ticari kâr', sanayi sermayesi “sınai kâ r”, toprak sahipleri “rant” ve finansal sermaye (banka sermayesi) “faiz” şeklinde “artı değeri” paylaşmıştır. Sermayenin merkezileşmesi sonucu sermayenin giderek daha büyük bir miktarda ve daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması, “tekelleşme" teriminde ifadesini bulur. Tekelleşme hem bir olgu ama aynı zamanda sürekli var olan bir eğilimdir. Emperyalizmin öncesinde de, ilk başlarında da, egemen bir konum aldıktan sonra da var olan ve artan bir gerçekliktir “t e k e l l e ş m e Ticaret sermayesini temsil eden kesimin içinde merkezileşme sonucu uğraş alanı ticaret (meta alış-verişi) olan tekellerin, sanayide sanayi tekellerinin, bankacılıkta banka tekellerinin ve büyük toprak sahipliği tekelinin ortaya çıkması ve gelişmesi, gözlemlenen ve ortaya konulan somut bir durumdur 1 Ancak “emperyalizm’le birlikte gelişme dinamikleri ve etkinlikleri farklı da olsa, banka ve sanayi sermayesinin içiçe geçmesinden oluşan “finans-kapitaf (mali sermaye), hem emperyalist ülkelerde, hem de emperyalizmin sömürdüğü ülkelerde egemen konuma yükselmiştir. Bu gerçeklik tekelleşmeyi dıştalamaz, tam tersine içine alır. Tekelleşmenin en yüksek evresine karşılık gelir finans-kapital. Ancak, kesimlerin içiçe geçmediği, birbirinden ayrı bir şekilde (birbirlerine
etki etmekle birlikte fakat organik olmayan) varlığını sürdürdüğü durumu ifade eden “tekelci burjuvazi”
" kavramından farklı bir “sentezleş- me yi ve egemenlik ağını ifade eder “finans-kapital' .—
a) Tekellerin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi:
Tekeller bahsinde geçen ve konuya yabancı okur açısından karıştırılma olasılığı yüksek bazı tekel biçimlerini açıklamakta yarar görüyorum. Kartel: Burada büyük şirketler, birbirlerinden bağımsız kalmakla birlikte (faaliyet, mülkiyet, satış açısından) belirli konularda ortak davranmak için biraraya gelir ve anlaşma yaparlarsa, oluşturmuş oldukları bu birliğe “kartel” denir. Karteller satın alacakları malların fiyatlarının düşmesini engellerler. Sendika: Burada yine büyük şirketler biraraya gelerek sendika adı verilen bir birlik oluştururlar. Kar- tel’den farkı, satışlar şirketler tarafından ayrı ayrı değil, Sendika'da toplanan siparişlerin şirketlerin büyüklüklerine göre dağıtılması yoluyla yapılır. Tröst: Tröstü oluşturan şirketler artık tümüyle tröste ait olur. Tröste katılan kapitalistler hem üretim hem de satış açısından özerk değildir. Burada işletmeler tamamiyle kaynaşmıştır (faaliyeti ne olursa olsun). Herkes hissesi oranında kârdan pay alır. Tröst diğer tekelci birliklerden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Çok yoğun bir sermayeye sahip olduğu için daha güçlüdür ve kârlı yatırımlar yapabilir.
1860 ve 1 8 8 0 arası yıllar ser
33
best rekabetin en parlak devresidir. Tekellerin ortaya çıkması için yoğunlaşma ve arkasından merkezileşmenin belli bir büyüklüğe erişmesi gerekir. İşte bu büyüklüğe Avrupa’daki kapitalist ülkeler ve ABD, XX. yüzyılın başında gelmişlerdir. Bunda etken olan faktörlerin başında 1 9 0 0 -1 9 0 3 arasında yaşanan bunalım ve bu esnada rekabette daha güçsüz işletmelerin iflas ederek güçlü şirketler tarafından yutulmaları sayılmalıdır. Bunalım sırasında karteller ortaya çıkmış, satış ve rekabet koşulları üzerinde anlaşarak, sermayesi daha küçük olan kartel dışı şirketlerin rekabet etmelerini olanaksızlaştırmıştır. Bunlar ya kartellere eklemlenmiş ya da iflas etmişlerdir. Böylece, fiyatları olduğu gibi, ürünlerin miktarını da istediği gibi ayarlayan tekelci birlikler, yığınların azgın sömürüsüne dayalı birikimlerini, tekel olmanın verdiği avantajla pekiştirmişler, pazarı tek başına belirlemenin sağladığı tekel kârını da midelerine indirmişlerdir.
“ Yoğunlaşma ’ demek, üretimin arttınlması amacıyla (aslında artı- değeri arttırmak) yeni üretim araçları satın almak, daha çok değişmez sermaye kullanmak demektir. Bu da eskisinden daha büyük miktarda yatırım yapılmasını zorunlu kılar. Doğaldır ki bu boyutta yatırımı gerçekleştirebilecek olanlar, en çok sermaye birikimini elde edebilmiş olanlar yani tekelleşebilmişlerdir.“Buradan anlaşılıyor ki, yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaşbğı zaman, kendiliğinden, doğruca tekele götürür. Çünkü, yirmi- otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleşmesi, tekele gidiş eğibmi, açıkça, bu işletmelerin büyüklüklerinden doğmaktadır. Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değils e - en önemli olaylarından biridir". (l) Yani kapitalizmin doğasında bulunan yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkisi, tekellerin egemen olduğu “emperyalizm " çağında yoğunlaşma ve tekelleşme şeklinde düşünülmelidir.
b) Bankalar ve Yeni Rolleri:Dolaşım alanında, para-serma-
yenin akış kanallarını oluşturan bankalar, emperyalizm dönemine özgü yeni işlevler üstlenmişlerdir.
“Bankaların ilk ve tem el görevi, ö dem elerde aracılık hizmeti görm ektir. Bu yolla, ahi para-sermayeyi faal sermayeye, yani kâr sağlayan serm ayeye dönüştürürler; her çeşit para gelirlerini toplayarak, bunları, kapitalist sınıfın emrine veriler. Bankalar gelişükçe ve az sayıda ku- rumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin ham m adde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronlann para-sermaye- lerinin hem en hem en tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler. Birçok mütevazi aracının, böyle bir avuç tekelci haline gelmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin tem el süreçlerinden birini meydana getirmektedir. ” (2)
Bankalarda yoğunlaşmanın artmasıyla birlikte, kredi kuruluşlarının sayısında azalma gözükür. Böylelikle az sayıda banka arasında “bir- birleriyle tekelci anlaşmalar yapma ve bir banka tröstü oluşturma eğilimi, elbette giderek artar." (3) Banka tekellerinin dışında kalan küçük bankalar da bağlı bankalar haline gelir. Çünkü, ellerindeki para-sermaye kütlesi banka tekellerinin kasalarındakine oranla “ devede kulak" kalır. Dolayısıyla, bankalar arenasında belirlenen kurallara tabi olurlar. Ne mevduat faizleri ne de kredilerden alınacak faiz oranları üzerinde etkili olamazlar. Kendileri dışında belirlenen bu alışveriş kurallarına uyum gösteremezler, iflasın eşiğine gelerek ya banka tekelleri tarafından yutulurlar ya da oyunun kuralını bozmamak şartıyla büyük banka tekelleri ile küçük işletmelerin para sermayeleri arasındaki ilişki ağını sağlayan, basit bir ödeme aracı haline düşmüş, yerel banka faaliyetini sürdüren şubeler haline gelirler.
Birçok kapitalist işletmenin cari hesaplarını tutan bankaların bu fonksiyonu çoğu kez yardımcı bir işlem olarak görülür. Ancak bu işlemin saygınlık kazanması, bütün kapitalist toplumun iktisadi faaliyetleri üzerinde merkezi bir düzenleme için gerekli olan enformasyon (bilgi toplama) ağının kurulması gibi ivedi bir ihtiyaca hizmet eder. Elde edilen enformasyon sayesinde küçük işletmelere verilecek kredi miktarlarını
tespit ederek, kredi kozunu kendi çıkarlarına göre düzenlerler ve bunlar üzerinde denetim kurarlar. Bu gerçeği Lenin şöyle ifade ediyor:“Bir avuç tekelci, -banka birlikleri, açık hesaplar ve diğer mali işlemler sayesinde- ön ce tek tek kapitalistlerin iş durumu hakkında kesin bilgi toplayarak, sonra bunlan kontrol ederek, bunlan, kredi vermeyi g e nişletip ya da zorlaşhnp etkileyerek ve bunların kaderlerini tamamen belirleyerek tüm kapitalist dünyanın ticari ve sınai işlemlerini kendilerine tabi kılarlar. ” (4)
Kredi mekanizmasının merkezileşmesi; bankalar ile ticari ve sınai işletmelerin kaynaşmasının maddi temelini oluşturur. Hisse senetleri alımı yoluyla bu kaynaşma sağlanır. Bu yöntemle bankalar, sınai ve ticari işletmelerin denetim (ya da yönetim) kurullarına kendi temsilcilerini (mürdürlerini) sokarlar. Bütün bunlar, kapitalist ekonominin yeni bir toplumsallaşma biçimini yaratır. “Fakat bu, aynı zamanda özel- kapitalist mülkiyet biçiminin gelişmesinde yeni bir aşamadır. Bu aşamada az sayıda büyük bankalar grubu, işletmelerin çoğunluğu üzerindeki kontrolü sayesinde dev kârlar elde ed er ." (5)jGörüldüğü gibi, emperyalizm dönemine has yeni bir kaynaşma ve egemenlik biçiminin (finans-kapital ve finans-oligarşisi) oluşması için sadece tekellerin oluşması değil, fakat aynı zamanda banka tekellerinin oluşması ve önceki rollerinden ayrı olarak yeni işlevleri üstlenmeleri gerekmektedir__
2) Fınans-Kapital ve Fınans Oligarşisi
a) Sanayi ve Banka Tekellerinin Içiçe Geçiş Türleri».
Kapitalizmin serbest rekabet döneminde, bankalarla sanayi arasındaki ilişki, kredi sağlama ilişkisidir demiştik. Sanayi sermayesi, kredi (finansman) ihtiyacını karşılamak amacıyla bankalardan ödünç para alır, işgücü sömürüsünden sağladığı artı değerin bir kısmını “faiz" olarak bankalara verirdi. 19. yüzyılın sonundan itibaren banka ve sanayi tekellerinin giderek gelişmesi, kedi mekanizmasının merkezileşmesi, banka tekellerinin elinde muazzam bir para-sermayenin birikmesine yol açmıştır. Artık para- sermayenin sadece banka-kârı ile yetinmesi sözkonusu olamazdı. Elle-
34
L v e t finans-kapital sanayi sermayesi haline dönüşenbanka sermayesi değildir. İttifak kurmuş iki sermaye türü de değildir. Yani ayrıştırılamaz. Sentezleşmiş, organik bir bileşimi (banka sermayesi ile sanayi sermayesi) ifade eden ve ayrıştırılabilir tüm sermakye kesimleri üzerinde egemenliğini kurmuş yeni bir sermaye türüdür. Finans-kapital egemenliğini kuran, oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir.
rindeki para-sermayenin büyük bir kısmını sanayiye yatırmaya başladılar. Buna, sanayi şirketlerinin hisse senetlerini satın alarak, zor duruma düşen şirketlere “yardım ” amacıyla katılarak sağladılar. Böylece, sadece kredi verme işlemi ile değil aynı zamanda sanayiye yatınm yaparak, üretim araçlarının kontrolü üzerinde söz sahibi de olarak, artı değere doğrudan el koyma işine de soyundular. Bu işin sadece bankalar cephesi. Bir de sanayicilerin cephesinden bakalım. Banka tekellerinin sanayiye el atması ile sanayi tekellerinin bankacılığa el atması aynı anda gerçekleşir. Bu sefer, sanayi tekelleri; bankaların hisselerini satın alarak veya kendi bankalarını kurarak, hem aynı zamanda banka kânnın bir kısmını ceplerine atmış, hem de ucuz kredi sağlamak olanağına kavuşmuş olurlar. Böyle her iki yolla da banka-sanayi sermayesinin sentezleşmesi (finans-kapital) gerçeklemiş olur. __
b) Finans-Kapitalin özü : Finans-kapitalin ilk kullanılışı
Hilferding tarafından yapılmıştır: “Gerçekte, sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine -yani para- serm ayeye “maii-sermaye" (finance Capital) diyorum. Kısacası, “mali-sermaye", bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir serm aye oluyor. ’ (6) Lenin bu tanımı eksik bularak şöyle karşı çıkmıştır. “Bu tanım, eksiktir; çünkü çok önem b bir olğuyu, üretimin ve sermayenin genişleyen yoğunlaşmasının tekellere yolaçtığı ve hala açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir. ” ... “Üretimin y o ğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayiin ve bankalann kaynaşması ya da içiçe girmesi işte mali-sermayenin (finans-kapital) oluşum tarihi ve bu kavramın özü." (7) Evet finans-kapital sanayi sermayesi haline dönüşen banka sermayesi değildir. İttifak kurmuş iki sermaye türü de değildir. Yani ayrıştırılamaz. Sentezleşmiş, organik bir bileşimi (banka sermayesi ile sanayi sermayesi) ifade eden ve ayrıştırılabilir tüm sermaye kesimleri üzerinde egemenliğini kurmuş yeni bir sermaye türüdür. Finans-kapital egemenliğini kuran, oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Yani, oluşum biçimi, herhangi bir toplumsal formasyonda finans-kapital ege
menliğine geçişin tarihidir. Finans- kapitalin kendi içindeki evrim ve kompozisyon değişiklikleri; mutlak finans-kapital egemenliğinin işlevini yani başta işçi sınıfı olmak üzere tüm sınıf ve katmanlar üzerindeki hegomonyasını ortadan kaldırmaz. Tam tersine bu hegomonyayı sürdürebilmek için gerekli uyarlamaları yerine getirir.
Bu oluşum finans-kapital sahiplerine ekonominin her alanına (sanayi, bankacılık, ticaret, ulaşım, tarım vb.) yayılma ve artı-değerin her türlüsüne el koyma olanağı veren bir sermaye büyüklüğü sağlar. Sermayenin bütün kesimlerine el atmış ve artık herbirinden farklı bir şeyi ifade eden "finans-kapital' tek egemendir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi (artık tekelleşmesi) her zamankinden daha da artmış olduğundan, sayısı çok az olan en kodaman kapitalistleri bünyesinde toplayan finans-kapital, azınlığın azınlığıdır. “Sermayenin ve üretimin tayin edici bölümü, bu azınlığın elinde yoğunlaşmış olduğu için, yeniden üretim süreci herşey- den ön ce bunların çıkarlarına hizm et eder.” (8)•— Ekonominin her alanına el atış “Holding Sistemi” yoluyla olur. Holding sistemi bir ana şirkete bağlı birçok yavru şirketten oluşur. Ana şirket yavru şirketleri denetleme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Holding sistemi; iştirakler yoluyla diğer firmaları satın almadan dahi kontrol etme ve yönetme olanağı sağlar. Örneğin üretimi denetleyebilmek için sermayenin yüzde 5(Ysine sahip olmak yetiyorsa, ikinci dereceden bir şirketin 10 milyonluk sermayesi için 5 milyon, dördüncü dereceden bir şirketin 10 milyonluk bir sermayesi için 1 ,25 milyon yetecektir. Küçük hisselerin çıkarılması, sermayenin demokratlaştırılması de
ğil, küçük gelirlerin de para-serma- ye haline dönüştürülerek artı değeri arttırma amacıyla kullanılması amacına hizmet eder. “Burjuva bilgiçler ve sözüm ona ‘sosyal-demokrat’ oportünistler, hisselerin demokratlaşmasıyla, sermayenin de dem okratlaşacağını, küçük üretimin ön eminin artacağını, rolünün büyüyeceğini umuyorlar (ya da umduklarını söylüyorlar); oysa bu, aslında, mab- obgarşinin (finans-obgarşisi) gücünü arttırma yollanndan biridir. Bunun içindir ki, daha ileri, daha eski, daha deneyimli kapitabst ülkelerde, küçük değerde hisse senetleri çıkarılmasına yasalarca izin verilmiştir." (9) ‘Yani finans-kapital “holding zinciri" sayesinde, bankalarda toplanan mevduat ve halka açılma adı altında hisse senetleri çıkarma yoluyla, küçük tasarruf sahiplerinin sermayelerini de kontrol ederek kendi kanalına aktarmaktadır.—
' "Kapitalizm geliştikçe sermayenin sahipleri ile sermayenin yöne-, timi birbirinden aynlır. Şöyle ki: Artı-değer kütlesi yine sermaye sahiplerine akmakla birlikte, sermayenin yönetimi, bu konuda uzmanlaşmış, maaşla çalıştırılan, görevleri; artı-değeri arttırmak için her türlü teknik, parasal ve işgücü sömürü yöntemini kullanarak artı-değeri sermaye sahiplerine aktaran yöneticilerin elindedir. “Emperyabzm ya da finans kapital egemenbği kapitalizmin, bu aynlmanm muazzam ölçüde yaygınlaştığı en yüksek aşamasıdır. ”(10) Çünkü, finans-kapitalin yönelmediği alan kalmamış, artı değerden pay alan her faaliyete sızmış, bir ya da birkaç holdinge bağlı faaliyet gösteren bir dolu şirket türemiş, bunların yönetimi işi de bir o derece zorlaşmıştır. Bu yüzden para babalarının işi, holdinglerin başında gözükmek ve artı-değeri cebe indirmektir. Bu çok sayıda
35
şirketler zincirinin yönetimi, onlar adına hareket eden müdürler zümresiyle sağlanır.
Sermaye birikim sürecinin genişleme evresinde, sanayi de atılım zamanlarında finans-kapital (mali- sermaye) kârları kendi cephesinde toplar. Kârlılığa konu olan sermaye yatırımlarının büyüklüğü, bu çapta bir yatırımın, ancak azınlığın azınlığı finans-kapital küçük işletmeler iflasın eşiğine gelirler. Sermaye birikimlerinin yetersizliği, sermayenin ihtiyaç duyduğu uyarlama (yeniden örgütlenme) sürecine olanak vermez. Bu durumda, büyük bankalar, bunları, çok düşük fiyatlarla satın alır veya yok pahasına iştirakler şeklinde katılarak holding zincirini geliştirirler. Şirket kurtama operasyonları bunlara en güzel örneklerdir. Kıymetli evrak ihracı veya devlet tahvillerinin alım-satımı işlemlerinde aracılık yine bu kesimin elindedir. “Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali- serm aye (finans-kapital), mali-oli- garşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, firmaların kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan ölçüde kârlar elde etmektedir. " (ll)
Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmiş halidir, ancak, faaliyetleri sadece bu alanla sınırlı değildir. Bağlı şirketler yolu ile her iktisadi faaliyet alanına sızar. "Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üzerine yapılan spekülasyonlar da mali- serm aye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yollan tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yüksekliği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay bir ulaştırma düzenine bağlıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasındaki mevki paylaşılması yoluyla söz- konusu bankalara bağlı şirketlerinelindedir. ” ....... “Bir tekel bir kezkurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasal rejimden ve daha başka ayrıntı sorunlarından bağımsız olarak karşı konmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sıza çaktır. (12)
j Özetle: Finans-kapital. tekelci
sermaye kavramını da içine alan, fakat ondan daha aşkın, nitelikçe farklı, tekelci-sermaye kavramında bulunmayan kompleks bağlan da içeren emperyalizm dönemine özgü bir kategoridir. İçiçe geçiş sadece ulusal değil, uluslararası alanda da sözkonusudur. Özelikle emperyalist ülkelerin finans-kapitalelleri yeni- sömürge ülkelerin finans-kapitalleri ile birlikte, fakat kendi belirleyiciliği altında. emperyalizm çağında, sömürüyü uluslararası düzeyde de muazzam boyutlara vardırmıştır. Uluslararası işbölümünde aldığı konumu, çarpık da olsa kapitalist yeniden üretimi, ancak yabancı sermaye yoluyla sürdürebilen yeni sömürge ülkelere sermaye ihracı yoluyla nüfuz eden emperyalist ülkelerin finans-kapitalleri. dünyaya ahtapot gibi kök salmış, iyiden iyiye asalaklaşmıştır (sermaye ihracı ve fi- nans-kapital bölümünde bu konu daha zengin bağlarla açılacaktır). Bu olguya işaret eden Lenin, emperyalizmi “finans-kapital çağı” olarak tanımlamıştır.
Finans-oligarşisi kavramına geçmeden önce belirtmek gerekir ki finans-kapital, sermayenin aldığı yeni bir nitelik ve egemenlik biçimidir. Daha önce anlattığımız finaııs-ka- pitalin ortaya çıkışına dair özellikler gelişkin kapitalist ülkelere özgüdür. Finans-kapitalin oluşumu (tıpkı tekelci sermayenin oluşumu gibi) sermaye birikimi ve türlerinin gelişkinlik düzeyine göre farklılıklar gösterebilmektedir. Emperyalist ülkelerde finans-kapital, tekelleşmenin belirli bir yoğunluğunda, banka ve sanayi tekellerinin aynı süreçte birbirlerine katılımı şeklinde sentezleşmiş, ortaya çıkmıştır. Ancak benzer yapı (finans-kapital ve finans-oligarşisi) emperyalizm çağında, yarı-sömürge ülkelerde de kurulmuştur. Siyasal yönden bağımsız görünmekle birlikte bu ülkeleri dünya pazarının oluşmasıyla birlikte dünya kapitalist sisteminin bir parçası haline gelmiştir. Finans-kapital çağma sıçramış dünya ekonom isinde, kapitalizme daha g eç eklem lenmiş bu ülkelerin, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca, baştan tekelci kapitalizm (serbest rekabeti yaşamadan) egemenliğinde örgütlenmeleri, diyalektik bir zorunluluktur.
Bugün Türkiye de de finans-
kapital egemendir. Banka ve sanayi sermayesi içiçe geçmiş ve sentez- leşmiştir. Bu sentezleşmeden kaynaklanan finans-kapital, holdingler diye tanımladığımız şirketler zinciri şeklinde örgütlenmiş ve üretimin her alanına el atarak, artı-değeri kendi havuzuna dolduracak bütün kanalları yaratmıştır. Finans-kapitali oluşturan bir avuç para babası ülke yönetimine ilişkin ekonomik, siyasal ve diğer bütün alanlarda tek söz sahibidir. Ancak, finans-kapitalin Türkiye'de ortaya çıkış özellikleri, emperyalist ülkelerdekinden biraz daha faklıdır. Bu kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasından kaynaklanan bir durumdur. Sanayi üretimi ile yakından uzaktan ilgisi olmayan Osmanlı toplumunda ekonomi; emperyalizmden gelen metaları ithal ederek, tanm ve tarıma bağlı ürünleri ihraç ederek meta ticareti yapan, liman kentlerinde mevzilen- miş gayrı müslim, “levanten” dediğimiz “kom prodor burjuvazi” ile bu metaların Anadolu'ya dağıtımını yapan ve küçük üretici, emekçi ve köylüleri tefecilik yoluyla haraca kesen “tefeci-bezirgan" ve “toprak ağaları nın egemen olduğu bir sistemdi. Kurtuluş savaşından sonra gayrı müslim “kom prodor burjuvazi' nin tasfiyesi sonucu, aynı işlevi, onlardan boşalan yere geçen tefeci- bezirgan sermayenin en irileri gerçekleştirdi. Sınıf temeli, ticaret burjuvazisi ve büyük arazi sahiplerine dayanan “Kemalizm", batılı anlamda kapitalizmi yerleştirmek amacıyla 1924 te “İş Bankası”nı kurdu. İş Bankasının kurucuları arasında l 4 milletvekili. 17 tefeci-bezirgan, 6 adette ticaretle uğraşan kapitalist var. Bankaya akan mevduatlar sayesinde kısa sürede büyük bir sermaye birikimi sağlayan “İş Bankası". bankacılığın dışına da çıkarak sanayi teşebbüsleri kurmaya ve sanayi teşebbüsleri olarak kurulan şirketlere katılmaya başlıyor. Dem ek ki Türkiye’de kapitalizm, Batı Avrupa toplumları ve diğer em peryalist ülkelerin aksine, serbest-reka- betçi dönemini yaşamadan, baştan tekelci karakterde kuruluyor ve finans-kapital egemenliğinde gelişiyor. Finans-kapitalin bundan sonraki evrimi, emperyalizme bağımlı fakat emperyalist ülkelerin finans- kapitallerinin özellikleriyle paralel bir şekildedir. Devlet desteğiyle pa-
36
I ürkiye de kapitalizm, serbest-rekabetçi döneminiyaşamadan, baştan tekelci karakterde kuruluyor ve finans-kapital egemenliğinde gelişiyor. Finans-kapitalin bundan sonraki evrimi, emperyalizme bağımlı fakat emperyalist ülkelerin finans-kapitallerinin özellikleriyle paralel bir şekildedir. Devlet desteğiyle palazlanan sanayici kapitalistlerin banka kurmaları ve bankaların sanayiye el atmaları giderek yükselen bir sentezleşmede ifadesini buluyor.
Iazlanan sanayici kapitalistlerin banka kurmaları ve bankalann sanayiye el atmalan giderek yükselen bir sentezleşmede ifadesini buluyor. Daha önce de açıkladığımız gibi bugün ve 1 9 3 0 ’lardan beri egemen olan fi- nans-kapitaldir. 1 9 2 3 -1 9 3 0 arası finans-kapital yaratma dönemi olarak düşünülmelidir. Türkiye’deki sürecin gelişimini finans-kapitalin ortaya çıkışındaki farklılık açısından ele aldık. (Daha aynntılı bilgi için Dr. Hikmet Kıvılcımlı nın “Finans- Kapital ve Türkiye” adlı borüşü in- celenmelidir) _
c) Fınans-Oligarşisi: Finans-kapital, kaçınılmaz bir
şekilde, üretimi ve para dolaşımını elinde bulunduran “finans-oligarşi- sini” (mali-oligarşi) doğurmuştur. Sermaye nasıl kapitalist sınıfta kişileşirse, finans-kapital’de, bu sınıfın egemen zümresinde, finans-oli- garşisinde kişileşir. Finans-oligar- şisini oluşturan kapitalistler bir avuç para babasından ibarettir. Bu finans grubu, bütün sermayelerini, ekonominin her alanında egemenliği elinde tutmak ve artı-değeri kendi havuzlarına aktarmak amacıyla bir anlaşma zemininde birleştirirler. Her finans-kapitalist grubu, genel olarak, finans kaynaklarını sağladığı bir ya da birkaç banka, sigorta şirketleri ve çok sayıda ticaret ve sanayi şirketine sahiptir. Bunların bileşiminden oluşmuş holdingleri, alanında uzmanlaşmış müdürler ve yardımcılan, teknik danışmanlar ve her yasa boşluklarını tespit eden, bu boşlukları artı-değeri daha da genişletmek amacıyla kullanan hukukçular yönetirler. Fakat bütün bunlar maaşla tutulmuş bekçilerdir, bütün davranışları, finans-kapitalin kendisini ifade ettiği finans-oligarşisinin istekleri ve arzulan yönündedir. Bü
tün sosyal statüleri ve uzmanlık perdeleri aralandığında, altında yatan kâr güdüsü ve binlerce yıllık insan üretici gücünün tüm değerlerinin azgın sömürüsü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilir.
Finans-oligarşisi, hisse senetlerini “halka açılma" adı altında (özelleştirmeler ve menkul sermaye ihracı buna en iyi örneklerdir) çok sayıda küçük tasarruf sahibine de pazarlayarak, birbirinden dağınık halde ve hiçbir zaman yönetimi ele geçiremiyecek durumda olan bu kesimin gelirlerini de sermaye olarak kullanır ve yutar. Bu yöntemin karakteristiği “anonim şirketlerdir". Toplam nüfusun yüzde l'in i bile oluşturmayan bu grup, ulusal zenginliğin yüzde 6 0 -8 0 ’ini elinde tutar.
özetle; emperyalizm çağının ürünü “ finans-kapitaf ve egemenlik biçimi “finans-oligarşisi” sermayenin aşın ölçüde yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu, dev bir sermaye kütlesiyle diğer küçük sermayeleri de yutar ve asıl sömürüsünü yükselen “organik bileşim” sonucu, mutlak ve nispi her türlü artı değer üretimi yoluyla, işçi sınıfı ve emekçi katmanlar üzerinde yoğunlaştırır. “Kapitalizmin özelliği, genel olarak, serm aye sahipleğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-serma- yeden elde ettiği gelişle yaşanan rantiyeyi, sanayiciden ve serm ayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaşhğı zaman, . finans- kapitalin (mali sermayenin) egem enliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür serm aye çeşitlerinden üstünlüğünü rantiyenin ve finans-oligarşisinin
(mali-oligarşi) egemenliği anlamını da taşır; mali yönden güçlü ’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar." (13)- Egemenliğini üretim temelinde
holding sistemi ile kuran finans- oligarşisi, siyasal egemenliğini de siyasi gerici burjuva demokrasisi ya da doğrudan faşizm yoluyla sürdürmektedir. Hangi devlet biçiminin yöntem olarak uygulanacağı finans- kapitalin mevcut birikim rejimini sürdürebilme varyasyonlan (seçenekleri) ile sınıf mücadelesinin gelişkinlik düzeyi ve güç dengelerine bağlıdır. Şu ya da bu finans- kapitalistin tercihine değil. Bugün Türkiye’de geniş halk yığınları ve proletarya hem emperyalizm, hem de “holding sistemi” şeklinde örgütlenmiş finans-kapital tarafından faşizmin çizdiği ekonomik, hukuki ve siyasal yapı içinde azgınca sömürülmektedir. Burjuvazinin siyasal diktatörlüğünün doğrudan aracı olan devlet aygıtı finans-kapitalin elindedir. Türkiye proletaryası ve emekçi yığınlara, proletarya sosyalizminin bayrağı altında, finans- Oİigarşisini alaşağı etmek düşüyor.
3) Sermaye İhracı ve Finans- Kapital
. 'Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” (14) Lenin’in de ifade ettiği gibi, emperyalizm döneminin ve dolayısıyla finans-kapital egemenliğinin ayırdedici bir özelliğidir sermaye ihracı. Taşıdığı önem nedeniyle konuya yabancı olmayan okuru sıkmak pahasına meta ihracı ve sermaye ihracı arasındaki farkları belirtmeyi gerekli görüyorum. Kapitalizm, emek gücünün kendisinin meta haline geldiği ve ancak bu yolla artı-değerin yaratıldığı meta üretimidir. Kapitalist yolla üretilen çeşitli metaların ulusal sınırların dışında satılarak elde edilen paranın kapitalist girişimcilere geri dönmesi “meta ihracı”dır. Bu kapitalist üretim tarzının egemen olduğu her dönem ve her toplum için şu ya da bu oranda gündemde olan ekonomik bir ilişki tarzıdır. Emperyalizmle birlikte ise sermaye ihracı karakteristik oldu. Sermaye, ücretli emek kullanımı ile artı-değer elde edilme
37
sini sağlayan toplumsal bir üretim ilişkisidir. Sermaye, ülke sınırları içinde değil, başka bir ülkede “me- ta-üretimi” amacıyla kullanılır ve elde edilen artı-değer kapitaliste geri dönerse bunun adı “sermaye ihracı "dır. Kapitalist, bir başka ülkede yatırım yapıyorsa, yani o ülkede herhangi bir üretim gerçekleştiriyorsa, vergi ve birtakım kanuni karşılıklar dışında, girişimin karşılığı olan kâr ile, sermayenin karşılığı olan faizi içeren artı-değerin bütününe el koyar. Eğer yatırımı doğrudan yapmıyor, başka bir kapitaliste ya da hükümete ödünç veriyorsa, karşılık olarak “faiz" şeklinde artı- değerden pay alır. Ancak her iki durumda da sermaye ihraç edilmiş ve ulusal sınırlar dışında yaratılan artı-değerden şu ya da bu oranda pay alınmıştır.
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, banka ve sanayi tekellerinin içiçe geçmesi finans-kapitali ve finans-oligarşisini oluşturmuştur. Bu oluşum dev boyutlardaki sermayenin küçük bir finans azınlığının elinde toplanmasına yol açmıştır. Bu muazzam bir “serm aye fazlası” demektir. Demekki sermaye ihracının zorunlu bir koşulu sermaye fazlasının bulunmasıdır. Ancak bu yetmez. Sermaye ihracının yapılması için bu sermaye fazlasının yurt dışında kullanılmasının daha kârlı olması gereklidir. Geri kalmış ülkelerde kâr oranı daha yüksektir. Çünkü bu ülkelerde sermaye kıt, ücretler düşük ve hammadde ucuzdur. Üstelik sermaye fazlasının emperyalist ülkelerde kullanılması, üretimi bollaştırıp, fiyatları düşüreceğinden tekel kârını azaltacaktır, öyleyse tek amacı azami kâr olan finans- oligarşisinin yatırımını yapacağı uygun koşullar da varsa (ulaşım, hammadde kaynağı, ucuz ve yeterli işgücü, politik riskin düşüklüğü) kâr oranını düşüreceğine, daha yüksek kârlılık sağlayan geri kalmış ülkeler, biçilmez kaftandır. “Sermayenin ihraç zorunluluğu, (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksulluğu nedeniyle) sermayenin ‘kârlı’ yatırım alanı bulamadığı bazı ülkelerde, kapitalizmin ‘yüksek derecede bir olgunluk’ kazanmasına bağlıdır. ” (15) Burada bir saptama yapmak gerekiyor. Herhangi bir toplumsal formasyon da egemenlik biçiminin finans-kapital olması ser
maye ihracına başvurulabilmesi için yeterli değil. İlkin ‘serm aye fazlası’ bulunması, sonra bu sermaye fazlasının ulusal sınırlar içinde değerlendirilmesinin kârlı olmaması, diğer ülkelerde daha kârlı alanların bulunması ve nihayet, sermaye ihracına başvuracak diğer ulusların fi-
■ nans-kapitalleriyle rekabetten galip çıkılabilecek veya ortak bir anlaşma zemininde çok ulusluluk arenasında yer alınabilecek şekilde kapitalizmin yüksek derecede olgunluk kazanması gerekiyor.
Sermaye ihracı ilk kez emperyalist ülkelerin kendi aralannda gerçekleşmiştir. Çünkü ulaşım ağları ve altyapı tesisleri tamam olduğu için ek maliyet gerektirmiyordu. Ayrıca emperyalizmin ilk zamanlarında yabancı sermayenin yatırım yapması için zorunlu olan ulaşım (demiryolu, karayolu vb.) haberleşme ve diğer altyapı hizmetleri geri kalmış ülkelerde yeni yeni tamamlanıyordu. Emperyalist ülkelerde sermayenin organik bileşiminin yükselmesi sonucu kâr oranları düştüğünde ve ulaşım ağları tamamlandığında, sermaye geri kalmış bölgelere akın etmeye başladı. Böylece Lenin'in belirttiği gibi “Sermaye ihracı, birkaç zengin dei'letin kapitalist asalaklığı adına, dünya ülkelerinin ve halklarının çoğunun emperyalist baskı ve sömürü altına girmesi için sağlam bir temel oldu. ” (16) Bunun iki sonucu olmuştur. Birincisi; sermaye ihraç edilen ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hızlanmıştır. Ancak bu gelişme çarpık ve bağımlıdır. Çarpıktır, çünkü azgelişmiş ülkelerin ekonomileri sadece birkaç hammadde veya tüketim maddesi üretimine dayalıdır. Bağımlıdır, çünkü üretimleri, uluslararası işbölümünün belirlediği alandan emperyalizmin ithalatçısı durumundadırlar. Yani sermaye ihracı, meta ihracını ortadan kaldırmamış, ona ek olarak sömürüyü yaygınlaştırmış ve derinleştirmiş, meta ihracını da arttırmıştır. İkincisi; az gelişmiş ülkelerin proleter ve emekçileri hem kendi ülkelerinin finans-oligarşisi hem de emperyalist ülkelerin finans-oligarşisi tarafından çifte sömürüye uğramıştır ve uğramaktadırlar. “Böylece, mali-sermaye (finans-kapital), sözcüğünü tam anlamıyla, denebilirse, ağlarını, dünyanın bütün ülkelerine yaymaktadır.
Sömürgelerde kurulan ve şubeler açan bankalar, bu bakımdan önemlirol oynar” ....... “Sermaye ihraçeden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama finans-kapital, yeryüzünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü. " (1 7 ) Bu durum, proleter ve emekçileri bir yandan kendi finans- kapitallerine karşı birleştirirken, uluslararası alanda da işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını zorunlu kılmaktadır.
4) Finans-Kapitale Karşıt Polemiklerin Dayanılmaz Hafifliği
Devrimci strateji ve taktikler birincil olarak sınıfsal yapı ve tahliller üzerinde temellendirilir. Somut durumun analizinden yola çıkmayan veya yanlış tespitlerle sınıf mücadelesine soyunan siyasetler tarihin eleyici süzgecinde takılmaya mahkumdur. Bugün Türkiye’de sınıf mücadelesinde ■ proletarya’nm yanında ve ona önderlik etme iddiasında bulunan siyasi yapılar, günü ve geçmişi açıklamayan, yetersiz ve muğlak tahlillerle yetinemezler, yetinmemelidirler. Kuşkusuz küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva sosyalizmi ideolojisi etrafında strateji ve taktikler üretenler muhatabımız değildir. Çünkü her siyasi eğilim, dayandığı sınıfın özlemleri, talepleri ve ideolojik gözlüğüyle olaylara bakacak ve bunlara uygun taktikler üreteceklerdir. Ancak hem proletaryanın davası uğruna mücadele ettiğini söyleyen fakat hem de sınıfsal yapının tahlilini, proletaryanın bilimsel dili Marksizm-Leni- nizm ışığında yapmayan ya da yeterince yapamayan siyasi yapılardaki netsizlikler ve teorik bulanıklıklar si- linmelidir. Bugün Türkiye’de proleter mücadele doğrultusunda prog- ramatik ve taktik hedefler üretmek “finans-kapital" ' ve “finans-oligar- şisi”ni tespit etmek, bu oluşumun tüm neden ve sonuçlarını incelemek ve teşhir etmek, işçi sınıfı ve emekçi katmanlara h ed e f göstermekten geçiyor. 12 Eylül faşizmi 24 Ocak ekonomik paketiyle kucak kucağa oturup, 80 sonrası iktisadi operasyonlar “ finans-kapital’ dışındaki tüm kesimleri haraca kesince ekonomideki tekelci yapı ve finans- oligarşisi gerçeği birçok siyasi yapının gözlerini tespitlerini yeniden ele almaya çevirmiştir. Fakat gerek incelemelerin mantık sonuçlarına
38
c•¿Sermaye ihracı, finans-kapitalin varlık göstergesi değil,kapitalizmin gelişkinlik düzeyiyle ilgili ve fakat finans-kapitalin gelişkinlik düzeyi ile emperyalist sömürüyü yaygınlaştıran bir maniveladır. Yani sermaye ihracının yaygınlaşarak karakterize ettiği olgu finans-kapital değil, emperyalizmdir.varmasını engelleyen teorik donanımdan yoksunluk gerek prole- teryanın ideolojisi dışındaki sınıf ve katmanların bakış açılarından etkilenmiştik hala bazı kesimler de finans-kapital gerçeğinin bulgula- namamasına yol açmıştır. Emek dergisi artık mali-oligarşi (finans- oligarşisi) egemenliğinden söz ediyor. Ancak bu egemenliğin 1 9 8 0 ’le başladığını iddia ediyor. Bu bakış açısının eleştirisi daha önceki dergi sayfalarımızda yapıldı, (bkz. Mehmet Yılmazer, “Em ek Eleştirisi", Mayıs 89 , s. 6-7-8, Çağdaş Yol). Aynı siyasi eğilimin 1 9 7 8 ’de çıkan bir yayınında yerli bir finans-kapital olamayacağı üzerine polemiğe giriliyor. 12 Eylül, bu çevrenin değerlendirmelerinin önemli bir kısmını değiştirdi. Ancak, parça parça da olsa hala bazı yapılarda kendini koruyan bu teorik itirazlar, bu yayında toplu olarak bulunduğundan (tüm özenden yoksun bir içerik ve üsluba rağmen) okurun kolay erişmesi ve karşılaştırma yapabilmesi açısından yanıtlanmak.
Emeğin Birliği yazarı, yerli finans-kapitalin olamayacağına ilişkin teorik itirazlarına (teorik değeri tartışılır tabii) şöyle başkyor: “Sanayi sermayesi tüm üretim alanlarında yoğunlaşıp tröstleşmeden ve sanayide bir tekelcilik olgusu ortaya çıkmadan, yani sanayi sermayesi ülkenin modern üretiminde tam bir hakimiyet sağlamadan ve bu süreç içerisinde gelişip tekelleşen banka sermayesi ile bir içiçelik sağlamadan ve karşılıkh bir denetim ve yönetim gerçekleştirmeden, bir finans-kapi- talden bahsetm ek ya saflık ya da siyasi şarlatanlık olur." ( 18) Proleter- ya biliminden yoksunluk ve düz mantık, kendini bilmez bir şaşkınkk, karalama ve çarpıtmada ifade buluyor. Finans-kapital egemenliği ile oluşum biçimini karıştırmak işçi sınıfı bilimi ile yeni tanışmış bir sempatizanın bile düşmeyeceği bir gaftir. Finans-kapital egemenliğini
tanımlayan oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Kapitalist üretim tarzına çok önceden geçmiş, serbest-rekabet içinde yoğunlaşma ve merkezileşmeyi yaşamış, tekellerin bu dönemde oluşmaya başladığı sermaye fazlasının ortaya çıkmış olduğu, meta ihracının olgunluk dönemini kapadığı, emperyalizmi karakterize eden seımaye ihracının bir birikim üzerinde temellendiği 'kapitalizmin yüksek bir olgunluk seviyesi ne ulaştığı gelişmiş kapitalist ülkelerde finans-kapitalin oluşum biçimini diğer toplumsal formasyonlarda aramak düz mantık değilse nedir? Emeğin Birliği yazarı eşitsiz ve bileşik gelişme yasası diye birşey duymamış olmalı, benzeri bir düz mantık 1 9 6 0 ’larda ülkede egemen üretim tarzının kapitalist olup olmadığı konusunda yürütülmüştü. Gözünü batılı gelişmiş kapitalist ülkelerden ülke gerçeklerine çevire- meyen bazı çevreler “yarı-feodal” gibi ucube bir kategori icad etmişler, Türkiye’nin gündemindeki devrime “anti-feodal" karakter yükleyip, temel çelişkiyi emperyalizm ve feodal yapı ile halk arasında görmüşlerdi. Oysa kapitalist üretim tarzını tanımlayan ücretli emek-sermaye toplumsal üretim ilişkisinin egemen olup, olmadığıdır. Çeşitli ülkeler arasındaki sermaye birikiminin ulaşmış olduğu düzey farklılıkları -ü cretli emek-sermaye toplumsal üretim ilişkisi veri ise- kapitalist toplumlar arasındaki gelişkinlik düzeyleriyle ilintilidir, birini merkez alarak, diğerlerinin kapitalist olup olmadıklarını bu baza göre değerlendirmek, nitelik ve nicelik karmaşasına uğramak demektir. Üstelik ülkelerin kapitalist üretim tarzına geçişleri de, iç dinamiklerle-dış dinamiklerin çeşitli bileşimlerde etkilemesi sonucu gerçekleşir. Batı Avrupa’da kapitalist ana yurtlarındaki tarihi gelişim ile kapitalist üretim tarzına, dünya pazarı oluştuktan, emperyalizm evrensel bir kategori
haline geldikten sonra sıçrayan azgelişmiş ülkelerin kapitalistleşme biçimleri birbirinden oldukça farklıdır. Bu farkları ortaya sermek tikel ile tümel olanın diyalektik bağlarını kurmaktan geçer. Emperyalizm evrensel bir nitelik oluşturduğu andan itibaren artık hiçbir toplumsal formasyon sadece kendi iç dinamikleriyle gelişemez. (Sermaye ihracının geri kalmış bölgelerdeki kapitalistleşme üzerindeki etkilerini açmıştık) Fakat bu iç dinamiklerin etkisini ortadan kaldırıp, toplumların gelişim biçimlerini aynılaştırmaz. Kapitalizme geç girmiş ülkeler, eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu bir yandan en yeni biçimleri kendi yapılarında barındırırken bir yanda da en arka
i k , geri kalmış toplumsal ilişkileri de değişik düzeylerde de olsa taşırlar. Fakat bu gerçek bu toplumlann kapitalist olup olmadığını değil, kapitalizmin egemen üretim tarzı olarak eklemleniş sürecindeki farkları açıklar. Emeğin Birliği’nin yazan ve düşüncesini paylaşanların düz mantığına göre bu ülkeler kapitalist sayılmamalı, çünkü kapitalizmin yer- leşiş.biçimi kapitalist anayurtlardaki gibi oluşmamıştır. Eğer böyle bir açıklamaya yazarın itirazı varsa, temel olan niteliklerle özgül niteliklerin arasındaki bağ ve etkileşim biçimini açıklamak zorundadır. Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmesinden oluşmuş ve holding sistemi yoluyla ekonominin bütün üretim, dolaşım, dağıtım ve bölüşüm alanlarında diğer kesimleri aleyhine diktatörlüğünü ilan etmiş finans-oligarşisinin dayandığı sermayenin adlandırmasıdır. Emperyalizm’in ortaya çıktığı uluslararası mali-sermayenin egemenliğini ilan ettiği bir süreçte, kapitalizme eşitsiz ve bileşik gelişme uyarınca geçen Türkiye için serbest rekabeti yaşamadan, tekelci karakterde kapitalizmin örgütlenişi, diyalektik olarak finans-kapital örgütlenmesi dışında yaratılamazdı. Finans-kapitalin oluşum biçimini gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleştiği biçimde niteleyerek aynılaş- tırmak, demagoji değilse bilgisizliktir, politik şaşılıktır.
Emeğin Birliği yazarının itirazlarına devam edelim: “Finans-kapitalin en belirleyici özelliklerinden biri de, herkesin bildiği gibi, sermaye ihracıdır." (19) dedikten sonra
39
/ i maçımız emperyalizm olgusunu dışlamak değildir.Ancak bugün Türkiye de, temel çelişki; proletarya ve emekçi katmanlar ile finans-kapital arasındadır. Bir avuç para babasından oluşan finans-oligarşisi, geniş halk yığınlarını faşizm destekli politikasıyla haraca kesmektedir.
soruyor. Nasıl oluyor da sermaye ihracı yapamayan bir ülkede finans- kapital oluyor muş? Sorun yine tersten koyuluyor.-Sermaye ihracı varsa finans-kapital var, aksi halde söz edilemez. Emeğin Birliği yazarının her itirazindan düz mantık akıyor. Sermaye ihracı mali-sermaye öncesinde de vardı. Mali-sermaye, sermaye ihracını yeni bir artı-eğer aktarma ve sömürü aracı olarak yaygınlaştırmış, emperyalizme özgü bir ilişki tarzı haline getirmiştir. “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün m ecaz anlamıyla, aralarında paylaşmıştı. Ama m ali-sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü. ” (20) Sermaye ihracı, finans-kapitalin varlık göstergesi değil, kapitalizmin gelişkinlik düzeyiyle ilgili ve fakat finans-kapitalin gelişkinlik düzeyi ile emperyalist sömürüyü yaygınlaştıran bir maniveladır. Yani sermaye ihracının yaygınlaşarak karakterize ettiği olgu emperyalizmdir. Finans- kapital değil. Kaldı ki sermaye ihracının varlığı ya da yokluğu da değildir emperyalizmi ifade eden. O toplumsal formasyonda belirleyici karakter kazanıp, kazanmadığıdır. Sermaye ihracı en geniş anlamıyla üretim kaydırması olarak ele alındığında bile bugün bazı az-gelişmiş ülkeler, emperyalizmin eskimiş, kârlı bulmadığı alanlarda yatınm malları üretip bunları kendilerinden daha geri konumda bulunan ülkelerde tesis kurarak, ihraç ederek, o ülkelerde yaratılan artı-değerin bir kısmına el koyuyorlar. Eğer bu sermaye ihracı değildir denirse (sömürülen ülkelerin arasında gerçekleştiği ileri sürülerek) sömürenler arasındaki sermaye akımlarının neyi ifade ettiği açıklanmak zorunda. Sermaye ihracı ilk kez emperyalist ülkeler arasında yaşanan bir ilişki tarzıydı. Sömürülen ülkelerin de sömürgeleri olur. Aksini iddia eden yapılar bugün Türkiye’de ulusal so
run konusunda yeni sömürgenin klasik sömürgesi olmaz mantığıyla hareket ederek, Kürdistan’ı Türkiye’nin değil emperyalizmin sömürgesi olarak nitelendirmektedirler. Bu yaklaşım yerli finans- kapitalin egemenlik biçimini inkar eden, yaratılan değerin olduğu gibi emperyalizme aktığı, işbirlikçilerin sadece komisyon aldığını ileri süren yaklaşımların türevidir. Vurgulamak istediğimiz nokta, sermaye ihracının varlığı ile yokluğunun emperyalizmi tanımlamadığı, sermaye ihracının o toplumsal formasyonda belirleyici nitelik kazanır bir şekilde yaygınlaşması sonucu emperyalist karakter kazandığıdır. Bugün Türkiye’de yerli finans-kapital, çok küçük bir oranda da olsa, finans-kapitalin diğer bazı azgelişmiş ülke finans- kapitallerine oranla görece gelişkinliğinden kaynaklanan ve emperyalizmin rekabeti dışında kalan bazı alanlarda sermaye ihracı yapmaktadır. Ancak emperyalist karakter taşımak bir yana, açıkça emperyalizmin (uluslararası-mali sermayenin) yarı-sömürgesidir.
Bir diğer itiraz da şu: “1923 den 1 9 5 0 ’ye kadar, devlet mekanizmasında milli burjuvazi ve onların sınıf çıkarlanna hizmet eden küçük- burjuva bürokratlar etkin durumdaydılar (kuşkusuz bu süreç içerisinde milli burjuvazi içerisinden em peryalizmle işbirliğinden yana olan bir tabaka giderek güçleniyordu, fakat devlet mekanizması üzerinde henüz belirleyici bir hakimiyetleri yoktu)." ....... “Eğer o dönem de finans-kapital aşamasına ulaşmış bir Türk burjuvazisi varsa, neden küçük-burjuva bürokratlara iktidarda bu kadar etkinlik tanınmış?' (21) Farklı bir itiraz olarak ileri sürülen fakat Türkiye’deki sürecin gelişimi açısından birlikte yanıtlanması gereken bir nokta daha var: “Bir de, Türkiye'deki devletçiliğe baktığımız zaman görüyoruz İd devletleştirilen
sanayi dallannda hem devlet hakimdir ve hem de o dallarda sözü edilebilir bir özel sermaye birikimi yoktur ve hatta o üretim alanında özel sektöre üretim yapm a müsaadesi verilmemiştir, bu da kanunlarla sabitleştirilmiştir. Bu durum devlet eliyle kapitalizmin gelişimini çarpık biçimde sağlayabilir; fakat tekelci kapitalizmin (finans-kapitalin) gelişmesi için en büyük engeldir. ” (22)
Türkiye’nin sınıfsal yapı gerçekliklerinden, devletin fonksiyonu ve sermayenin işleyiş kanunlarından bu kadar uzak olunur doğrusu. Kafa kanşıklığını sergilemek için bu kadar zırvanın birarada yayınlandığı bir yazı daha aransa bulunabilir mi bilmiyorum. Proleterya bilimiyle ilgisi olmayan ve çok sık tekrarlanmış bir kavrayış ve yaklaşımı eleştirmekle başlayalım. Burjuvaziyi işbirlikçi ve işbirlikçi olmayan (milli) burjuvazi olarak ikiye ayırmak, sermayenin tabiatını kavrayamamak demektir. Sermaye kökeni artı-değer elde etme amacına dayanan toplumsal bir üretim ilişkisidir ve kapitalist sınıfta kişileşir. Sermaye’nin bir tek kanunu vardır: Genişleyen yeniden üretim yoluyla artan bir şekilde artı- değer üretimi ve bu koşulları yeniden üretmek amacıyla gereken uyarlamaları yapmak. Sermayenin vatanı yoktur. Dünyanın en büyük mali gruplan ¿ırasında kurulan çok uluslu şirketler bu durumu aksi inkar edilemeyecek şekilde gözler önüne sermektedir. Herhangi bir ulusun burjuvazisi gerek daha fazla kâr elde etme avantajından gerekse de güçsüzlüğünün etkisiyle, ancak daha büyük mali-grupların belirlediği koşullarda varlık sürdürebildiğinden kaynaklansın, her iki nedenden de olsa, doğası gereği diğer ulusun burjuvazileriyle işbirliği içindedir. Bu, rekabeti dıştalamaz. işbirlikçilik nitelemesi sermayenin kendine ilişkin bir özelliğidir ve burjuvazi kelimesinin başına getirilmekle yeni olan hiçbir şeyi ifade etmez. Ama burjuvazinin bir kısmının hangi saiklerle milli (işbirlikçi o lmayan) davranış kalıplarına büründüğünü açıklamak Emeğin Birliği yazarına kalsın, bizim konumuz değil bu. Devlet mekanizmasında 1 9 2 3 ’den 1 9 5 0 ’ye kadar milli burjuvazi ve küçük burjuva bürokratların etkinliğini ileri sürmek ve bunu devletçilikle açıklamaya kalk
40
mak düpedüz saçmalıktır. Tekrarlayalım: 1 9 2 3 -1 9 3 0 arası finans- kapital yaratma dönemidir. Sınıf temeli ticaret burjuvazisi, tefeci- bezirganların ve toprak ağalarının en irilerine dayalı (küçük burjuva bürokratlara değil) Kemalizmin Türkiye’nin uluslararası işbölümünde kapitalist bir konumda yer alabilmesi için başka bir seçeneği yoktur. 19 2 4 İzmir İktisat Kongresi’nde iktisadi yapının teşekkülü tartışılırken, yeterli birikimden yoksun özel sermayeye rakip olarak değil, desteklemek ve öncü olmak amacıyla İş Bankası nın kurulması ve devletin iktisadi faaliyete müdahalesi öngörülmüştür. KIT’ler de bu politikanın uzantısı olarak kurulmuş teşebbüslerdir. Yani Emeğin Birliği yazannın ifade ettiği gibi devletçilik finans-kapitalin oluşma-sma engel olmak bir yana, oluşması ve sonra da palazlandırılması için uygulanan bir yöntemdir.
Bir de emperyalizmin kavranış biçimini sergilemek için son bir örneğe daha başvuruyoruz. "Emperyalizm çağında, Türkiye ve buna benzer tüm geri bırakhrılmış ülkelerde finans-kapitalin oluşması, serm aye kanununa göre mümkün değildir........... Türkiye’de de bu durum olmuştur. Yani, emperyalist serm aye 1 9 5 0 ’lerden sonra Türkiye pazarına bütün gücüyle girmiş ve ekonom ik ilhak yoluyla Türkiye'yi ekonom ik, politik, kültürel, askeri yönden yan-bağımh duruma getirmiştir. Artık bu durumdan sonra, Türkiye’de bir finans-kapitalin oluşması tarihi ve ekonom ik bakımdan mümkün değildir." (23) Evet biz
Emeğin Birliği yazarının uçkun icadlarının tam tersine, sermaye kanununa göre, emperyalizm çağında, Türkiye ve buna benzer tüm yarı-sömürge (geri bıraktırılmış değil; çünkü bu kavram ülke içi dinamiklerin üstünü örtme ve önemsememe çabasının bir ön hazırlığı olarak ortaya çıkıyor) ülkelerde finans- kapital örgütlenmesinin bir zorunluluk oduğunu kanıtladık. Yazarın görüşlerini ifade ettiği siyasi çevre daha finans-kapitalin oluşması tarihi ve ekonomik bakımdan mümkün değildir yargısını, 12 Eylül faşizminin yarattığı öğreticilikle bir kenara bırakmış, 1 9 8 0 sonrası “mali- oligarşi” (finans-oligarşisi) egemenliği vardır tespitini yapmıştır. Ancak emperyalizmin ülke içi dinamiklerin kavranmasına engel olan, yukarıdaki biçimde kavranması, başta cephe kökenli siyasetler olmak üzere, sınıfsal yapı tahlillerinin üzerine ölü toprağı serpmektedir. Bu mantık değişmedikçe Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişim seyri asla anlaşılamaz. Emperyalizm her şeyi açıklayan bir kavram haline getirilmiş, içi boşaltılmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki devrimci mücadelenin hattı çizilirken şehirlerin emperyalizm tarafından kuşatıldığından hareketle, mücadele kırlardan başlayarak şehirlere yayılacaktır tespiti yapılmıştır. Amacımız emperyalizm olgusunu dışlamak değildir. Ancak bugün Türkiye’de, tem el çelişki; proletarya ve em ekçi katmanlar ile finans-kapital arasındadır. Bir avuç para babasından oluşan finans-oligarşisi geniş halk yığınlarını faşizm destekli politi
kasıyla haraca kesmektedir. Elbette yan-sömürge olan bir ülkenin fi- nans-kapitali emperyalizme bağımlı olacaktır. Ama öne çıkarılacak temel çelişki bu değil, sınıf mücadelesidir. Doğaldır ki işçi sınıfının önderliğinde ve diğer emekçi katmanlarla ittifak halinde kurulacak demokratik halk iktidarı, sosyalizmin inşası yolunda, emperyalizme de darbeyi vurmuş olacaktır. ■
(Sürecek. 12. sayı: Finans-Kapita- lin günümüzdeki görünüş biçimleri)
KAYNAKÇA1) V. İ. Lenin, Emperyalizm, Sol
yayınlan Haziran 1979, s. 232) A.g.e., s. 38-393) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, s. 223,
197141 A.g.e., s. 2185) Ekonomi Politiğin Temelleri, May
yayınlan 1979, S. 5976) R. Hilferding, Das Finans kapital,
2..baskı, s. 3017) V. 1. Lenin, Emperyalizm, s. 588) Ekonomi Politiğin Temelleri, s.
600 "9) V.İ. Lenin, Emperyalizm, s. 5910) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, S. 24211) V. I. Lenin, Emperyalizm, s. 6712) A.g.e., s. 68-7013) A.g.e., s. 71-7214) A.g.e., s. 7415) A.g.e., s. 75-7616) A.g.e., s. 7617) A.g.e., s. 79-8018) Emeğin Birliği yayınlan, Finans
Kapital ve İşbirlikçi Tekelcilik, 1978, s. 22
19) A.g.e., s. 2320) V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 8021) Emeğin Birliği yayınlan, s. 28-922) A.g.e., s. 31 '23) A.g.e., s. 26-27
41
Kapitalizmin Horoz Doğuşu
Ayşe TANSEVER
A BD güvenlik danışmam ve dış politika teorisyenlerin- den Brezinski yaklaşık bir yıl
önce soğuk savaşın bitiş işareti olarak üç kriter sıralamış. Birincisi Berlin Duvarı. İkincisi Doğu Avrupa'da özgür seçimlerin belirlenmesi, Üçüncüsü ise Orta Avrupa'dan yabancı askerlerin çekilmesi. Sanırız bunları düşünmesinden bir kaç ay sonra çalışma masasının üstünü Berlin Duvarından alınmış bir taş parçasının süsleyeceğini düşünde bile görse inanmazdı. Reagan'ın Sovyetleri “Kötülükler İmparatorluğu" ilanı, Avrupa'da Persinglerin MX füzelerinin yerleştirilmesi sırasında yükselen savaş karşıtı gösteriler hala anılarda taptaze duruyor. Oysa şimdi dünyamız 1 8 0 derece görüntü değiştirdi. Gorbaçov'un yeni düşünce teorisi tuttu. Sosyalizm dünyamızı yeni bir topyekün savaştan kurtardı.
Avrupa bugün tam bir savaş sonrası görüntüyü andırıyor. Sınırlar, politikalar, pazarlar her şey bir karmaşalık içinde. Bugün için yapılan hesaplar ertesi gün gelişen olaylarla hemen bozuluyor. Çağımızın en ilginç günlerini yaşadığımız herkesin ağzında. Günümüz Avrupa'sını herkes 2. Dünya Savaşı çıkışı Avrupa’sına benzetiyor. Yeni Marchall ve Truman yardımlarının nasıl, hangi kriterler, hangi temel politika ile gireceğini tartışıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Sıcak ve soğuk savaş arasında izlenen politikaların dökümü yapılıyor. Yapılan yanlışlıkların hesabı çıkartılıyor. Alman dersler ışığında yeni hamle
lere hazırlanılıyor. Ama sadece hazırlanılıyor. Çünkü olaylar henüz dinmedi. Yarını nelerin beklediği belli değil, politikalar daha olayların gerisinde.
ABD'NİN GÜCÜSıcak savaşın bitiminde Avru
pa'ya taze kan akıtan ABD idi. Şimdi soğuk savaşın bitiminde de aynı şeyi yapabilecek mi? ABD 1 9 5 0 -9 0 yılları arasının hesaplaşmasını yapıyor. Kendisini 4 0 yıl öncesi kadar güçlü bulmuyor. Sosyalizmden gereğinden fazla korktuğunu ve bunun kendisine rakip bir AET ve Japonya yaratmağa hizmet ettiği görüşünde. ABD şimdi gücünün AET ve Japonya'ya parçalandığını savunuyor ve kendisini 1 .Dünya Savaşının bitiminin güneş batmaz İngiliz topluluklarına benzetiyor. Hayıflanıyor.
ABD'nin süper güçlüğü sorgulanmakta. Ekonomik göstergeler bunu haklı gösteriyor. Kendi basın organlarından bu hesaplaşmayı aktarmaya çalışalım.
ABD'nin dünya üretimindeki payı 1940-50'lerde yüzde 4 5 iken, 19 6 0 ortası yüzde 25'e düşmüş. 2 0 0 0 yılında da yüzde 18 -1 5 ’lere kadar düşeceği tahmin ediliyor. Bir süper güç olabilmek, dediğini dinletebilmek için dünya üretiminde belli bir söz sahibi olabilmek önemli, ama ne yazık ki ABD şimdi böyle bir yeteneğe sahip değil.
Manüfaktür üretim genelde artmasına rağmen 1 9 4 5 ’lerdeki dünya içersindeki payının ancak yarısını üretebiliyor. Bu iyimser bir hesap.
Bazıları ise ancak üçte birini üretebildiğim iddia ediyor. Öte yandan ithal ettiği metaların iç pazardaki oranı 1 9 6 5 ’lerde yüzde 4 .3 iken 1980'lerde 13.5'lere tırmanmış. Günümüz ABD'si daha çok mal ithal ediyor. İç pazarı daha çok dış pazarlara bağımlı. Hegemonya kurmanın bir özelliğini daha kaçırmakta olduğu ortada.*
ABD yüksek teknoloji, yarı modern üretimin bel kemiğinde de geriye düşmüş. 1 9 5 5 ’lerde dünya teknoloji satışının yüzde 3 6 ’sım elinde tutarken, çeşitli hesap farklılıklarına karşın bu oran yüzde 25'lere düşmüş. "ABD artık manüfaktür üretim ve yüksek teknoloji ürünü satışında önder değil. Ayrıca bazı kalite ölçekleri ABD’nin önde gelen teknolojik yeniliklerdeki ön derliğini ha yitirdi ha yitirmek sürecine girdiğini gösteriyor.” (Political Science Quarterly, Sonbaharl989 sayısı sayfa 407) ABD hala önde gelen yeni bilimsel teknoloji üretici ama mutlak olarak bunun ticari sömürücüsü değil. Bazı teknolojilerde en gelişkinini ellerinde tutmadıkları gibi üreticisi de değiller. Yapılan bazı araştırmalara göre yeni üretilen dokuz teknolojinin ancak 5'inde liderler. Metal ve bileşimleri üretiminde ve robot teknolojisinde Japonya önde. Elektronik ve ürünleri teknolojisinde Japonların avantajı daha fazla.
ABD'nin asıl belini büken 1 9 8 0 ’li yıllarda başlayan borçlanma süreci. 1985'te kredi veren olmaktan çıktı, kredi alan ülke durumuna geçti. 1 9 8 7 ’de ABD’nin devlet ve
42
özel sektör olarak dışarıda 1.2 trilyon dolarlık mal ve yatırımı vardı. Oysa yabancıların ABD piyasasındaki mal ve yatırım varlığı şimdi 1.5 trilyon dolara ulaştı. Yani ABD artık dışa borçlu bir ülke. 1 9 8 0 yılında 3 milyar dolar dış borcu vardı. 19 9 0 da bu rakam 1 trilyon dolara çıkacak, (ay.s.408)
Dış borçlara başladığındaki hesabı bir kaç yıl içersinde borçlarla başlayacak üretimin dış piyasalarda rekabet gücünü artırmasıydı. Yüksek teknoloji ile yapılacak üretim kısa sürede diğer iki merkez mallarını taponlaştıracak, ABD malları tüm dünya piyasalarına hakim olacaktı. Ama bu bir düş olmaktan öteye gidemedi. İki yılın üzerinden neredeyse bir beş yıl daha geçti. ABD hala dış ticaret açığı veriyor. Aşağıda IMF'nin buna ilişkin tahminini verelim.
TABLO 1Merkezlerin Tahmini Ticaret
Açıklan
1 9 8 9 19 9 0ABD -4 2 5 -139Almanya 5 3 57Japonya 72 mKaynak: Foreign Affaırs kış
sayısı s. 85
Görüldüğü gibi ABD geçtiğimiz yıl 125 milyar dolar dış ticaret açığı vermiş ve bu yılda açık azalmak yerine artarak 139 milyar doları bulacak. Açığı Almaya ve Japonya aralarında paylaşıyorlar Japonya geçtiğimiz yıl bunun 7 2 milyar dolarını almış bu yıl da 9 0 milyar dolarını alması bekleniyor. Onu Batı Almanya izliyor. Dışarıya sattığı malları 5 3 milyardan 5 9 milyar dolara çıkacak. Öte yandan ABD bugünkü haliyle dışarıya borçlu. 1 9 9 0 yılında her ay 8 ile 10 milyar dolar borç ödemek zorunda. Bu ticaret açıkları ile borçları nasıl ödeyecek belli değil. Üçüncü Dünya ülkeleri gibi borç alarak borçlarını ödemekten başka bir yol görünmüyor.
Yani ABD artık “dış sermayenin tutuklusu”, dış merkezlerden gelecek paralarla ekonomisini çevirmeğe zorunlu. Ekonomisi için dikte etme gücü elinde değil. Eğer
herhangi bir şekilde yabancıların ABD’ye sermaye akıtma isteği düşerse ne olur? Faiz oranları düşer ve ekonomik büyüme yavaşlar. Dolar değer kaybeder. Bu durumda ABD mallarının dünya piyasalarında rekabet gücü artar ama yukarıda gördüğümüz gibi metaların içindeki ithalat oranı az değil. Ayrıca ABD piyasası dışarıdan yığınla mal ithal etmeğe zorunlu. Düşük doların yaratacağı ithalat fazlasının ithalat maliyeti ile durgunluk, işsizlik, sosyal çalkantılar cabası. Doların düşmesi ve sermaye akışının azalması ekonomiyi gerçekten tepesi taklak edebilir. ABD böylesi korkulu bir düş yaşıyor.
Sonuçta günümüz ABD’si 1950'lerin ABD’si değil. Eskilerin Japonya'yı AET’yi yaratan ABD’si şimdi yarattığı çocukların tutuklusu bir Amerika'dır. Onlar üzerindeki yaptırım gücü azalmış, onlara direktifler verebilme durumunda değildir.
Şimdiye kadar bir ülkeyi süper güç haline getiren elindekiaskeri silah gücü idi. Soğuk savaşın bitmesi ABD’nin elinden bu kozu aldı. Özünde kendisi de artık bu jandarmalık yükünü kaldıramayacak duruma gelmişti. Silahsızlanmayı bütçe açıklarını kapatmanın bir yolu olarak seçmekten başka şansı pek kalmamıştı. Elbette ABD yine askeri olarak bir süper güçtür ama bunda da diğer merkezlere bağımlı hale gelmiştir, örneğin silah üretiminin bel kemiği çeliği kendisi üretmez dışarıdan alır. Tankların, uçakların, uzay araçlarının iç donanımı SONY tarafından yapılmaktadır. Yarattığı yavrularıyla arası açıldığında dayatma gücü yoktur. Ya da başka bir güç bu metaların taşıma yoluna çıkarsa ne olacaktır?
Sonuç olarak soğuk savaş bitmiş, Avrupa yeni bir savaş sonu yapımına hazırlanmaktadır ama ABD 1 9 4 5 ’lerin ABD si değildir. Bu yapımda öncü değildir. Süper güçlüğünde bir yığın çatlak. Püf noktası vardır. Öyleyse Avrupa’nın şekillenmesi sırasında kendi çıkarlarını korumada avantajı da yoktur “Amerikan ekonom ik, ■politik ve askeri gücündeki erozyon varlığı tespiti doğrudur. ” (Political Sciences Quarterly, a.y.s. 385) Yeni dünyanın şekillenmesinde ABD'nin etkisi olacaktır ama kontrol ve denetleme gücü değil.
GÜNÜMÜZÜN ODAĞI
Bugün bütün dünya finans- kapitalinin gözü ve yüreği Avrupa’da. Bunun iki temel nedeni var. Birinci nedeni yıllardır planlanan AET ülkelerinin aralarında sınırları kaldıracak olması. İkinci neden de soğuk savaşın bitimi sonrasında- Doğu Avrupa'daki gelişmeler, bu ülkelerin ekonomilerini geliştirmek için batıya açılmak istemeleri. İkisinin birbirini tamamlayan yanlarının olması gibi zıtlaşan yanları da var. ABD ve Japonya'nın çıkarı AET ile zıtlaşıyor. Sınırların kalkacak olması topluluk içinde zaten bir yığın çıkar zıtlılığı ile dolu. Bir de Doğu Avrupa’daki gelişmeler bu zıtlıkları artırıyor. Avrupa’da kısacası tam bir keşmekeş yaşanıyor. Tam bir horoz döğüşü var. Kim kimi yiyecek kim pazarını diğeri zararına artıracak, ya da yeni pazara önce girebilecek. Ülkeler tekeller birbirleri ile döğüşte.
Konuyu biraz deşersek AET’ye bağlı 12 ülkede sınırlar kalkacak yani gümrük duvarları inecek AET ikinci dünya savaşından beri gördüğü düşü gerçekleştirecek. İmrendiği ABD gibi büyük bir pazar olacak. 3 2 2 milyonluk tüketiciye hizmet verecek. Yani ABD'yi süper güçleştiren pazar gibi bir pazar. Neden AET bu gücünü iyi kullanabilirse en güçlü merkez, belki de 2 0 0 0 yılının süper gücü olmasın? Toplam GSMH 4 .2 trilyon dolara ulaşacak.
Gümrük duvarlarının inmesi küçük üretim birimlerinin büyüklere yem olmasına neden olacak. Avrupa tekelleri şimdiden yerlerini sağlamlaştırmaya çalışıyorlar. Topluluk içindeki diğer büyüklerle birleşi- yorlar, birbirleriyle anlaşma imzalıyor, döğüşe hazırlıklı, sağlam girmenin hesaplarını yapıyorlar. Stockholm'den Roma’ya, Paris'ten Bonn’a yoğun bir trafik yaşanıyor. En çetin savaş ise araba endüstrisinde geçecek. Mercedes mi WW mi İtalyanların Fiat’mı yiyecek yoksa Fransız Renault’mu devleşecek? Yoksa tam tersi mi? Belki aradan Japonlar sıyrılıverir. Savaşın galibi büyük ölçüde bugünden köşe başlarını tutmaya bağlı. Yeni yatırımlar yapabilmeğe başkalarının kuyusunu kazabilme becerisine bağlı.
Ekonomik değişiklik sosyo- politik değişiklikleri de beraberinde
43
Bush ’dan önce Reeagan kozlarım Gorbaçov ile görüşmelerinde kullanıyordu.
getirecek. En başta Avrupa Parlamentosu hükümetler üstü bir konuma gelecek. Yeni yetkilerle donanacak. Merkezi bir hükümet gibi işlemeye başlayacak. Aldığı kararlara. Paris, Bonn, Londra, Roma uymak zorunda kalacak. Bu durumda Avrupa Parlamentosunun politik hattı tüm dünya politikasını etkileyici olacak. Thatçer ve Khol gibiler parlamentoda sağın ağırlık kazanması için mücadele verirken, Avrupa’nın kaşarlı sosyal demokratları, Gen- scher’ler Ingiliz İşçi Partisi yetkilileri gelecekte iktidar olma şanslarını bu parlamentoda yer almakta görüyorlar. ö te yandan AET dışında Amerika ve Japonya’da parlamentonun politik hattını kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmenin kulislerini yapıyorlar.
Diğer önemli bir konu para birliği. Ortak bir Avrupa para birimi AET için zorunlu ama en güç sorun olarak duruyor. Topluluk Wall Street gibi merkez bankası görevini üstlenecek bir banka arıyor. Bütün bu ağır yükün altından kalkmaya aday Alman Merkez Bankası, Deutsche Bank. Onun belirleyeceği politikaya diğer merkez bankalarının uyma zorunluluğunun çok sancılar yaratacağı ortada. Geçtiğimiz yıl Deutsche Bank başkanının yağdan kıl çeker gibi, hiç bir iz bırakılmadan öldürülmesi çekişme
lerin boyutlarının habercisi olarak değerlendirilebilir. Evet Avrupa’da kıran kırana bir savaş sürüyor.
Bu savaş dalga dalga etrafa yayılıyor. İngiliz tekelleri ile döğüş gücünü artırmak isteyenler Norveç’i topluluk içine almanın yollarını arıyorlar. O zaman Avusturya’yı topluluk içine almakta çıkarları olanlar seslerini yükseltiyorlar. Topluluğun yoksul kanadı Yunanistan bir yıl içinde üçüncü kez sandık başına gidecek. Altında tekellerin keskinleşen, taviz verme yeteneğini yitirmiş çıkarlarının yattığına şüphe yok. İspanya, Portekiz topluluğa gireli beri tanınmaz hale geldiler. Herşey birkaç yılda 3 misli pa- halılandı. Yoksullaşan halklar henüz şokun etkisindeler. Tekelleri ise topluluktan beklediklerini bulamamışa benzerler. Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kendilerine yapılan bir darbe olarak görüyorlar. Ülkelerine yapılacak yatırımların Doğuya kayması kâr alanlarını daralttı. Bakalım Başbakan Gonzales'in Mitterant’lığı daha ne kadar sürecek.
AET’ye Serbest Gümrük Birliği ile bağlı ülkelerde var. Sınırlar kalkınca bunlarla da ilişkiler değişecek. İskandinav ülkeleri, İsviçre, İrlanda da buna hazırlanmaya çalışıyorlar. İsviçre de enflasyon yüzde 4 -5 ’lere çıktı. Dünya Bankacılığının merkezi için bu çok tehlikeli parasal sorunlar
doğurabilir. 1 9 7 5 ’lerdeki yüzde 7 ’lik enflasyon düzeyine doğru tırmanıyor. İsveç ise II. Dünya Savaşı sonrası en yüksek sınıf savaşını yaşıyor. Tekeller mali güçlerini arttırmak için, o tüm dünyanın hayran olduğu sosyal demokrat geleneğin sosyal harcamalarını kendilerine yontmak istiyorlar. Sosyalizmin bugünkü konumundan kalkarak bu sosyal harcamaları kesme korkusunu üstlerinden atmışlar, AET içindeki döğüş için halkı biraz daha sömürmeye soyundular. Yakın gelecekte Palme geleneğinin ne şekiller alacağını göreceğiz.
BAŞKA BİR BOYUT
Döğüşün bu boyutu biliniyordu. Her merkezin çıkarları az çok hesaplanıyor, hesaplar buna göre yapılıyordu. Ama topluluk içindeki hesaplar pazara uymadı. Kim üç ay önce Berlin Duvarının yıkılacağını tahmin edebilirdi ki? En güvenilir teorisyenler bile şaşkına dönmüş durumda. Kim Polonya’daki gelişmelerin tüm Doğu Avrupa’ya yayılacağını, tüm sosyalist sistemin pazarını batıya açacağını kestirebilirdi? Gorbaçov un belirli sakıncalarla da olsa Doğu Almanya’nın NATO içindeki bir Federal Almanya ile birleşmesine razı olabileceğini kim bir hafta önce söyleyebilirdi? Söylese bile, kim inanırdı ki?
Evet, kapitalizm için tekeller için, Atlantik’ten Berlin Duvarına kadar olan pazar büyüdü büyüdü Sovyet sınırına dayandı, bir ay içinde onu da aştı Urallara ulaştı. Gelecekte Asya’ya kadar da genişleyebilir. Sovyet’lerde özel mülkiyet yasasını tartışmıyor mu? Evet kapitalizm 1 9 9 2 ’ye kadar hesaplarını AET’ye göre yapmıştı, ama ufuk çok genişledi. AET içindeki mücadelenin önemi daha da arttı. Kimilerine göre ise tersi, bu mücadele azaldı, Sosyalist pazar daha kârlı bir pazar. Hepsi tartışmalı, hiçbir şey belli değil. Eskiden sosyalizmdeki gelişmelerin her an tersine dönebileceği korkusu vardı. Eskiden dediğimiz de birkaç ay önce. Şimdi artık böylesi bir şey pek olası gözükmüyor. Şimdilik her yaşanan olay sosyalist pazarı kapitalizm açısından daha cazip hale getiriyor. Ama elbette bunun da bir sınırı vardır.
Geçenlerde Fortuna dergisi
44
“Dünya Kapitalistleri Uyanın!” diye slogan attı. Herkesi şimdiden Sovyet pazarında bir köşe kapmaya çağırdı. “Özgürlüğe global koşuş çok geniş olanaklar yaratıyor. Bun- lan yakalamak yeni iş yapma yöntemleri bulmayı gerektiriyor. (Fortuna Ocak 15 sayısı s. 22) “Artık hükümetlerin iş bitirme y eteneği, sosyalist ülke pazarlarına girme yolları yaratmada belirlenecek. ” Böylece tekeller, hükümetlere ilk sinyallerini verdiler. “Politikaları savaşlara göre değil ekonom ik iş yapmaya göre biçimlendirin" diyerek. Müthiş bir savaş. Şimdilik AET birleşmesi biraz gölgelenmiş gibi görünüyor. Fakat sosyalist pazara giren herkes arkasından kapıyı kapatmanın yollarını da anyor.
Japonya en sinsi davranan merkez. AET için çoktandır hazırlanıyordu. Şimdi Sovyetlerle epey and- laşma yaptıkları söyleniyor. Bilindiği gibi kapitalist ülkelerin aralarında vardıklan andlaşmalara göre her teknik savaş sanayinde kullanılır endişesiyle Sovyetlere verilemiyor. Bu kuralı ilk çiğneyen yine Japon oldu. Hatta ABD öylesine kızdı ki ticaret ilişkilerini dondurmakla Ja ponya’yı tehdit etti. Japonya dünya finansının, mali gücün merkezi. Dünyada 1 numara. Şimdi bu avantajını kullanıyor. Polonya, Macaristan ile de bazı bağlantılara girdi. Yatıranlara başladı. AET ye bile bu kanalla girebilmeyi düşünüyor. Fakat bu ara seçimlerin eşiğinde. Ve tekeller arası bütün pislikler ortaya döküldü. Mali skandallarla çalkalanıyor. Görünüşte ABD ile aynı taktiği izlemesine karşın yukarıda da değindiğimiz gibi bağlantılarını da kuruyor.
Sosyalist pazara girme konusunda ABD’nin hükümet olarak elinde politikadan başka kozu yok. Ekonomik çökkünlüğünün, hantallığının izleri her yerde kendini gösteriyor. General Motorlar, ITT’ler belirli kredilere imzalar attılar. Bush ise AET içinde belirli taktikleri geliştirmeye çalışıyor. Politik olarak temel, AET’yi ilk önce kendi içinde birleşmeye ve onun kanalları ile, ortak olarak sosyalist pazarlara açılmaya zorlamak. Almanya’nın biraz sonra anlatacağımız özellikleri nedeniyle Fransa ve İngiltere’de ABD’nin bu taktiğinde üstüste düşüyorlar. Onlar da AET içinde ABD’yi dışarıda bı
rakmamış, peşinde koşsalar da, Almanya’yı dizginleyebilmek için ABD’nin hakimiyetine, onun belirleyiciliğine girmekten başka yol görmüyorlar.
ABD’ye göre Sosyalist Pazara girişte birlikte hareket etmek önemli. Doğu Avrupa ülke hükümetleri, IMF ile masaya oturmaya zorlanmalı. Bu ülkeler ekonomilerini IMF uzmanlarına açmalılar. Çünkü Batının sermaye, tekenoloji, idare yeteneği, pazarlamacıları uluslararası tekellerin elindedir. Batı hükümetlerinin elinde böyle imkanlar yoktur. IMF de tekellerle bu bağlantıyı sağlamaktadır. Hem böyle, tek elden, kurumdan açılınılacak olursa kapitalizmin dögüş gücü artacaktır. Daha çok şeyi yaptırma olanağına sahiptir. ABD'nin bu taktikteki çıkan ortada. Böylece herşey kendi kontrolünde gelişecek. Yok olan maddi olanaklarını bu liderlikle elde etmeye çalışacak.
Peki ortak davranmaya zorlama, dayatma olanağı ne kadar? Çünkü olaylar durmuyor. Tekeller her gün sosyalist ülke ekonomileriyle belirli projelere imzalar atıyorlar. Bu konuda ABD iki taktik yürütüyor. En başta şu gerçekliği vurguluyor. Sosyalizmi Batıya açılmaya zorlayanın kendisinin Yıldızlar Savaşı Projesi ve Avrupada konumlandırdığı füzeler olduğunu savunuyor. “Tabi aramızdaki anti-komünist ittifakın gücü ile bunu başardık” diyor. Öyleyse ileride de bunu bozmayalım. NAT O ’nun askeri bazı özellikleri eskimiş olabilir ama bunlara yeni biçimler verebiliriz. NATO çevre kirliliği ile de ilgilenebilir, öğrenci değiş tokuşu ile de ama yeterki örgüt olarak kalsın.
ABD tehdidini sürdürüyor: Hem hiç belli olmaz Gorbaçov her an gidebilir, gerici güçler her an yeniden iktidara gelebilirler. O zaman benim yaptırım gücüm olan askerime gereksinim duyacaksınız!.. Eğer ki Avrupa ülkeleri buna kulak asmazlarsa, bu fırsatı sırtlarında II. Dünya savaşından beri taşıdıkları ABD güdümünü atmak için değerlendirme yoluna çıkarlarsa da ABD bağırıyor. “Askerlerimi çekerim. Moskova ’ya karşı benim silah gücümü kullanamazsınız. Yükü ben çekeyim. Bütçe açıklan vereyim. Sizin tekelleriniz pazarda öne geçsin. Olmaz. ” Bush’un son ordu indirimi
önerisi, iki Almanya'nın birleşmesinde kat edilen yola duyduğu öfkenin dile gelişi olarak yorumlan- malıdır. NATO genel Komutanı bu indirime müthiş öfkelenmiş göründü. Ama daha öfkesi ABD’ye ulaşmadan Sovyetler’de gelişen olaylar, ordu indirimi tehdidinin önemini azalttı. Tacikistan, Özbekistan da sıkıyönetim ilan edildi. Pravda iç savaşın eşiğine doğru gidildiği uyan- sında bulundu. Gorbaçov gerici halk cephesi örgütleri ile mücadele için Yüce Sovyet’lerin karar çıkarmasını istedi. Öte yandan cumhuriyet merkezlerine daha çok yetkiler verilmesi için reform paketi sundu. Bütün bunlar ABD’nin Batı ya karşı korkutma aracı olarak kullandığı, gerici güçlerin tekrar iktidara geçme olasılığını daha azaltıyor. Her geçen gün Moskova'nın, ABD'nin lanse etmek istediği gibi Avrupa’yı tehdit etmediği gerçeği ortaya çıkıyor. Yani Sovyetlerin şu anda yaşadığı iç karışıklıklar, ABD ordularının caydırıcılık fiyatını kırdıkça kırıyor. Onu ekonomik döğüş, bileğinin hakkına yeni pazarda yer kapma zoruna itiyor.
Buradan yola çıkarak anti-komünist ABD taktiğindeki değişikliğe varırız. Bilindiği gibi son yıllara kadar emperyalizmin derdi Varşova Paktını parçalayabilmek idi. 1980- lere kadar Çavuşesku Romanya’sı ABD’nin kayırılan ülkelerinden idi. Sonra Polonya, Dayanışma eliyle sosyalist sistemden koparılmaya çalışıldı. Sosyalizm içindeki tüm ayrılıkçı güçler desteklendi. Şimdi Azarbeycan ve Ermenistan olaylarında da C1A parmağı olup olmadığı tartışılıyor. Bize göre böyle bir destek yoktur. Şimdi ABD’nin taktiği değişmiştir. önümüzdeki günlerde tekrar değişebilmek kaydı ile, şimdilik ABD Varşova Paktı’nda ya da Sovyetler Birliğin’de bir sınır değişikliği istememektedir.
“Varşova Paktı ideolojik bir ittifak olmaktan çıkıp jeopolitik bir ittifak olmalıdır. Varşova Pakhnı dağıtmaya ya da iki ittifakı da parçalama girişimleri n e Avrupa güvenliğine ne de Doğu-Batı ilişkilerini hizmet etmez. ” diyor Brezinski. (International Affairs, Kış Sayısı s.36) Sonra düşüncesini ilerleterek, “Sosyal Demokrat bir Macaristan ve Hristiyan Demokrat Polonya Varşova Paktı içinde kalabilirler. Avrupa’daki güç-
45
A T ortakları: Doğu ile fazla meşgul olmak yüzünden topluluğun kaynaşmasını ikinci plana atacağından; yardımı yeni A T kanalları yerine eski, denenmiş sınanmış iç kanallardan yürüteceği ve topluluk için, daha az para ayıracağından kaygılanıyorlar.ler dengesini Batı'nın lehine çevirmeyeceğinden de M oskova’dan da bir tehdit olarak görülmez Evet ABD’nin çıkarı sosyalist sistem ittifaklarının bozulmamasıdır. örneğin Baltık cumhuriyetlerinden birinin bile ittifaktan aynlmasım istemiyor. Finlandiya gibi tarafsız kalmalarından bile yana değil.
İki sistem arasında şimdiye kadar kurulmuş olan sınırlar olduğu gibi kalmalıdır. Çünkü böylesi bir değişiklik kendi ittifakı için de tehdit oluşturuyor. “Sovyet gücünün azalışı, Avrupa topluluklarında giderek artan canhlık ve Almanya’nın birleşmeye soyunuşu, ABD ’nin Avrupa ile bağlannı, Moskova korkusundan çok, daha sağlıkh ve politik rekabete dayalı tem ele oturtması sorununu getiriyor. (Time, Aralık 25 , s. 13) ABD yetkili ağızları da onaylıyorlar. “Avrupa’lılar artık bu danışmalık toplantılarının sembolik olmaktan çıkmasını istiyorlar. Dinlenilmek istiyorlar. Amerikalıların kendi konumlarına ve kollektif g ö rüşlerine gerekli ağırlığı verdiğinden emin olm ak istiyorlar. (Foregin Affaırs. Sonbahar sayısı)
Sosyalist sistem istediği kadar liberalleşsin ama sınırlar değişmesin. Ancak o zaman ABD’nin müttefiklerine söz dinletebilme şansı artacaktır. Doğuya giriş kendi güdümünde olacaktır, pazar payı artacaktır.
AET RAHATSIZ
Son gelişmeler AET içinde rahatsızlık yarattı. Temel sorumlu Batı Almanya. “Avrupa topluluğundaki ortakları (B. Almanya’nın bn) Doğu ile fazla meşgul olmak yüzünden topluluğun kaynaşmasını ikinci plana atacağından; yardımı yeni AT kanattan yerine eski, denenmiş sınanmış iç kanallardan yürüteceği ve topluluk için, özettikle de güney Avrupa için daha az para ayıracağından kaygılanıyorlar.’’ (The Economist 9 Aralık s. 18) iki Almanya’nın birleşme sorunu Batı Almanya’yı topluluktan uzaklaştırabilece-
ğinden korkuluyor. B.Almanya topluluğun birleşmesi sorununu ikinci plana iterken, diğerini öne çıkarıyor. Normal koşullarda içeriye yapılacak yatırımlar dışarıya kayıyor. İki Almanya’nın birleşmesi çok boyutlu sorunlarla dolu ve AET’yi kaygılandıran da sadece yatırım ve ikinci plana itilmek değil. Daha büyük tehlikelere.
Federal Almanya yukarıda da değindiğimiz gibi 6 0 milyar yıllık ticaret fazlası ile ekonomik açıdan kapitalizmin 2. büyük ülkesi. Eğer iki Almanya birleşirlerse daha da büyüyecek ve güçlenecek. Son iki aydır da bu süreç baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Başta Doğu Almanya, Federal Almanya'nın gücünden korkup, yok olacağını düşündüğünden birleşmeyi daha ileri bir tarihe atmak istiyordu. Ancak her gün 2 0 0 0 kişinin batıya geçtiği söyleniyor. Açık iş gücü büyüdükçe Doğunun ekonomisi felç oluyor. Doğu da birleşmeye mahkum olunca işler kızıştı. Birleşme yakın gözüküyor.
Federal Almanya Asya. Afrika- larda aradığı ucuz iş gücünü arka bahçesinde buluverdi. Hem de sosyalist işgücü çok teknik ve eğitimli. Kendi işsizleri gibi değil. Sonra bu ülkelerde sosyal dengesizlikler yok. Ayrıca Doğu Almanya Comecon içinde. O ülkelerle kurulmuş çeşitli ticari ilişkileri var. Almanya ile birleşmek demek sosyalist pazara daha kolay girmek demek. Eğer Batı Almanya Doğu ile iyi bir pazarlık yapabilir ve birleşebilirse 2 0 0 0 yılında süper güç olabilir. Hit- ler’in hayal ettiği Almanya şimdi kurulabilir. AET ülkeleri böylesi dev bir Almanya’dan korkuyor. Haksız da sayılmazlar.
Batı Almanya böyle bir düşü uzak görmüyor olmalı ki AET ile ilgili işlemleri pek önemsemiyor. AET içinde zaten huzursuzlukları vardı. Topluluğun yoksul ülkelerini subvanse etmeye yarıyan tarım politikasına katkısı canını sıkıyordu. Fransa ve Portekiz’in yoksul köylülerini sırtında kambur olarak
görüyordu. Eğer şimdi kendini yeterince güçlü hisseder, Doğu Avrupa’daki çıkarlarını belirgin görürse topluluk ile kaynaşmayı gereksiz görebilir. “Öte yandan Batı Almany a ’yı topluluk içinde kalmaya ikna edecek çıkarlar vermek gene topluluk içinde çatlaklar yaratabilir, (örneğin nüfusu Almanya'dan hızlı büyüyen Fransa, Alman Merkez Bankasının kontrolündeki büyümeyi yetersiz bulabilir) Fransa ve diğerleri Batı Almanya ’nm hegomanyasını kabul ederler mi?" (Foreıgn Affaırs, Sonbahar, s. 47)
Kold un bu kaygılara, yakarmalara kulak astığı yok. Ona göre ülkesine hergün akan 2 0 0 0 kişi zaten milyonu geçen işsizler ordusunu arttırıyor. Ekonomiyi tehdit eder boyutlara vardı. Doğu Almanya da seçimler yapılmadan Batı gerekli bağlantıları kurmak, seçimlerde söz sahibi olabilmelidir. Ayrıca Kohl, kendisi bu yıl. yine seçmen karşısına çıkacaktır. Seçmenlerine birşeyler vermek zorundadır. Ayrıca ekne geçen bir fırsatı neden değerlendirmesin? Ayrıca Almanya’nın birleşmesi bir bakıma Almanların kendi sorunu değil midir?
SONUÇ
19 9 0 yılma soğuk savaş bitmiş olarak girdik. Sosyalizm kıkk değiştirme sürecinde. Bu değişikkk diğer süper gücü de etkiliyor. ABD eskilerin ABD si değil. Bütçe ve ticaret açıkları süperliğini hergün yontuyor. Soğuk savaşın bitmiş olması askeri üstünlüğünün öneminiazalttı. Böylece ekonomik han- talkğına, silah gücünün önem kaybetmesi eklenince müttefikleri üstünde yaptırım gücünü de yitiriyor. Anti-Komünist ittifak değişiklik sürecine girdi. Artık merkezleri isteksiz de olsa birbirine yapışmaya zorlayan komünizm tehkkesi yok. Bu korkunun gölgelediği, merkezlerarasındaki rekabet hemen ortaya çıkma eğilimi gösterdi. Savaşın yakında çok şirretleşecek bir sürece girmesi olası. Bu süreçten Avrupa en güçlü bir merkez olarak ortaya çıkabilir. Ama olaylar henüz dinmedi. Olayların kılık değiştirmesi bu süreci tersine de sıçratabilir. Henüz kesin bir şey yok. Henüz olayların önüne geçilmedi. Gerisinden gidiyoruz. ■
46
"Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik" EleştirisiMustafa Sinan MERT
F aşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik (FEkDG)nin çıkışı sanırım
en çok bu “politik" yoğunlukla yüz- yüze kalan ama (belli bir görüş bütünlüğü sergilemedikleri için) eleştirinin oklarını nereye yönelteceğini zorunlu olarak bilemeyen bizleri sevindirdi. Gerçekten belli bir geleneği sahiplendiklerini söyleyen bu arkadaşların bugüne kadar sergiledikleri politik tutumdaki olağanüstü tutarsızlıkları ancak dolayındı olarak eleştirebilmiştik. özerk Demokratik Üniversite dolayımında Devrimci Gençlik eleştirimiz buna iyi bir örnektir. Ancak tutarsızlığın doruğundan ve bütünlüklü bir eleştirisi için arkadaşlann yanıt verebilecekleri bir kürsüyü yaratmaları gerekiyordu. FEKDG dergisi böyle bir kürsüdür.
Eleştirilerimizi oluştururken, Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik Mücadelesi Üzerine adlı broşürden (bundan sonra yalnızca “BRO ŞÜ R” olarak geçecek) ve ilk sayısı çıkan FEKDG dergisinden yararlandık.
A- FEKDG'nin programatik önermelerine bakış: FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MÜCADELESİ TEMEL HALKA MIDIR?
“Öğrenci mücadelesinin içine düştüğü kriz ancak faşizme karşı demokrasi mücadelesinde somutlanan tem el halkanın yakalanmaksı ve bu anlayış doğrultusunda en geniş kitlelerin insiyatifini seferber edebilecek program ve örgütlenme biçimlerinin yaşama geçirilmesiyle aşılabilir, "s. 27 , Broşür
“Öncelikle gençliğin demokratik hak ve özgürlük istemlerinden yola çıkılmalı ve bunlar faşizme karşı devrimci bir demokrasi mücadelesi içerisinde ifade edilmelidir. Diğer bütün sorunlar faşizme karşı mücadele sorununa tâbi olarak ele alınmalıdır... ”s. 13FEKDG dergisi
Bu alıntılardan anlaşılabileceği gibi FEKDG için yakalanması gereken temel halka faşizme karşı demokrasi mücadelesi olarak somut- lanmaktadır. Bu marazi bir söylemdir. Çünkü;
1- Demokrasi mücadelesi kavramı salt faşizmle ilişkilendirilerek inmelendirilmektedir ve;
2- Temel halka kavramı sınıfsal içeriğinden kopartılmakta, boş, popülist bir söylemin köşe taşı haline dönüştürülmektedir.
“Diğer bütün sorunlar faşizme karşı mücadele sorununa tâbi olarak ele alınmalıdır” tespitiyle FEKDG, çarpık kavrayışının mantıksal sınırlarına ulaşmaktadır, yani kapitalizm e karşı devrimci savaşımı dem okrasi sorunlarından yalnızca birine indirgemektedir, (l) Oysa gerçek hayatın akışı bambaşkadır; demokrasi sorunlarından biri diğerine tâbi olamayacak denli özgül nitelikler içermekte ve bizi bütünselliği içerisinde faşizme karşı değil, finans- kapitale karşı demokrasi mücadelesini tanımlamaya itmektedir.
"Sosyalist devrimi ve kapitalizm e karşı devrimci savaşımı, dem okrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, ..., karşı karşıya koym ak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik istek
lerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz." (2) tespitleriyle Lenin, demokrasi mücadelesinin bütünselliğinin erozyona uğratılmasını yani kapitalizme karşı devrimci savaşımın, demokrasi sorunlarından yalnızca birine indirgenmesini saçma bulduğunu belirtmektedir.
Demokrasi mücadelesinin tek boyutlu kavranışına FEKDG nin diğer alanlardaki güdüklüğü de eklenmelidir. Bu konudaki en çarpıcı örnek FEKDG nin “enternasyona- lizm'ıdir. Kürt halkına yönelik ulusal baskı politikasına karşı çıkan ve direnişin milli zulüm ile çözümlenmeye çalışılmasına karşı tavır alan FEKDG “Kürt gençliğinin direniş mücadelesinden ileri gelen özel so- rumluluklannı gözönünde (!) bulundurur" misali sözcüklerle, ulusal sorunda oportünizmin bayrağına yazılacak kişiliksiz bir politikanın sürdü- rücüsüdür.
Ulusal sorun konusundaki kişiliksiz tavırla, demokrasi mücadelesinin salt faşizme karşı kavranışı birbirlerinden kopuk değildir; yalnızca aynı özün iki farklı görünümleridir. Bu öz FEKDG nin küçük burjuva sınıfsal temelinin ta kendisidir.
Küçük burjuvazi, proleterya ve burjuvazinin aksine, egemen üretim ilişkisindeki yerine göre değil bu ilişkiye uzaklığıyla tanımlanır, bu yüzden üretimden gelen bir gücü yoktur ve yine bu yüzden üretimin
47
kendisine müdahale etmeyi değil, onun kötü sonuçlarına karşı verili durumunu korumayı gözetir. Yani, üretimin kendisiyle değil sonuçlarıyla ilgilidir. Toplumsal varoloşun- da egemen üretim ilişkisi karşısındaki tâli konumu, politik bilincini de belirler, “ö z le r e karşı ilgisizliğini ve görüngülere teslimiyetini koşullar. FEKDG’de aynı diyalektik çerçeve içerisindedir; kaynağı finans kapital egemenliği olan faşizm, gerçekliğinden kopartılarak temel hedef haline getirilir, yani FEKDG’ye “diğer bütün sorunlar faşizme karşı mücadele sorununa tâbi olarak ele alınmalıdır” dedirten de, “Devrimci Gençlik, Kürt gençliğinin direniş mücadelesinden ileri gelen özel so- rumluluklannı gözönünde bulundurur" türünden kişiliksiz sözcükleri sarfettiren de gerçekte onun küçük burjuva sınıfsal özünden başka hiç- birşey değildir.
Görüngüye teslim olup “ö z ”e yabancılaşmanın kendisi teorik bir sorun olarak kavranmamalıdır, böy- lesi bir ajitasyon-propagandanm in- şaası bile başlı başına bir pratik sorundur. Örneğin; Kürdistan açısından ince bir şovenizmin hergün yeniden üretilişi ya da bir başka biçimde söylersek enternasyonalist desteğin hergün yeniden ertelenişi, belki Türkiye'de yalnızca teorik bir sorundur, ama Kürdistan da bu son derece maddi sonuçlara yol açan pratik bir sorundur.
B- FEKDG’ninÖRGÜTLENME ÖNERİLERİNE
BAKIŞ
FEKDG’nin örgütlenme önerilerini iki dönemde incelemek kaçınılmazdır. Birinci dönem örgütlenmede “ana halka ”nın anfi komiteleri olarak tespit edildiği dönemdir. FEKDG dergisi çıkıncaya kadar “merkezileşmenin nesnelliği y ok tur”; bu önermelerini de farklı dönemlerde farklı gerekçelerle temellendirirler. İlk zamanlarda birimlerin sağlıksızlığı bahane edilir, son zamanlarda platformun sağlıksızlığı...
Birimler sağlıksızdır;“Artık tümüyle meşru ve açık
bir biçim kazanmış olan il-bölge- ülke platformlarının, biçimsel olarak bugünkü merkezi-demokratik karar organlan halinde örgütlenebilmele
rinin önünde tek engel, birim derneklerinin sağlıklı bir işleyişe kavuşturulmamış oluşudur," Broşür 28 Dipnot.
Birimleri sağlıksızlaştırma yolu;“Gençlik mücadelesinin içine
düştüğü kriz ancak faşizme karşı demokrasi mücadelesinde somutlanan tem el halkanın yakalanması ve bu anlayış doğrultusunda en geniş kitlelerin insiyatifini seferber edebilecek program ve örgütlenme biçimlerinin yaşama geçirilmesiyle aşılabilir. Anfi sınıf, yurt vb. kom iteleri, bu tür örgütlenmeler olarak gençlik mücadelesinin gündemine girmelidir. Böylece, dernekler geniş gençlik yığınlarını kapsar hale getirilmeli ve giderek anfi komitelerinin üzerinde yer alan merkezi birim örgütlenmelerine dönüşmelidir. Ve dernekler bugün de varolan ¡1- bölge-ülke platformlannı güçleriyle orantılı bir kablım anlayışıyla oluşturmalıdırlar. Hedef, gençliğin merkezi-demokratik, kitlesel mücadele örgütünün (DEV-GENÇ) bir federasyon halinde yapılandırılması olmalıdır. " Broşür 2 7 Dipnot
Böylece birimleri sağlıklaştırmanın yolu anfi komiteleri üzerinde yük-selen merkezi-birim örgütlenmelerine dönüştürmek olarak kavranmaktadır. Birimler sağlılıklaş- tırılınca merkezileşmenin nesnelliği de- ortaya çıkacaktır. Eğer bugüne değin FEKDG dergisinin ilk sayısı elimize ulaşmamış olsaydı, anfi komitelerinin ana halka olarak tanımlanmasına ilişkin aşağıdaki eleştirimizi okuyacaktınız;
Anfi komiteleri önerisinin denk düştüğü zemin özgül anfi hareketidir. Öğrenci hareketi nin anfilere kadar yansıyabildiği durumlarda gerçekçi bir öneri olarak görülebilir, ancak öğrenci hareketi nin anfilere kadar yansıması bir genellik arzetmediği ve anfi hareketiyle vuracağımız hedef öncelikli bir hedef olmadığı sürece örgütlenmede bir ana halka olarak “anfi komiteleri” öne sürmek, anlamsızdır. Gerçekten somutumuzda anfi hareketlerini birkaç fakülte dışında göremiyoruz; bu okullarda anfi komitesi önerisi kendi anlamını bulmaktadır. Bu yüzden mutlaka yaşama geçirilmesi gereken önerilerdir, ama genel ö. hareketinin gelmiş olduğu konakta özgül anfi hareketleriyle boğulmuyoruz, yani anfi komitelerini öğren
ci hareketine yakalanması gereken bir ana halka olarak sunmanın nesnelliği yoktur!
Artık bu eleştirimizin anlamı kalmıyor, çünkü FEKDG’nin örgütlenmede yakalanması gereken ana halka tespiti dergide bütünüyle deği- şiyor(?)
“FEKIDG'nin önerilerini iki dönem de incelem ek kaçınılmazdır" demiştik, FEKDG tarihinde “dergi "nin çıkışı örgütlenmede ikinci döneme denk düşer, artık örgütlenmede yapılması gereken ilk iş anfi komitelerini yaratmak değil, merkezileşme yolunda ilerlemektir, bu amaçla bir model oluşturulur; platformda oluşturulacak bir komisyon ve ardından kurultayın toplanması bu modelin yapı taşlarıdır. Bu modelle birlikte “il-bölge-ülke platformlarının " “merkezi-demokratik karar organlan halinde örgütlenmeleri" de terk edilir. Herşeye kurultay karar verecektir. Merkezileşme sürecinin nasıl başlaması gerektiğini FEKDG aşağıdaki biçimde tanımlar.
“Bizce, yapılması gereken ilk iş, D e’rnekier Platformu nun, platformda temsil edilen gençlik kitlesinin merkezi, demokratik bir mücadele örgütü, bünyesinde bütünleştirilmesi kararını almasını sağlamaktır. Bu kararla birlikte, platform yalnızca karan bağlayıcı kabul eden derneklerle toplanmalıdır."
Merkezileşme konusunda tavn- mızı somutlarken, çokça birbirine karıştırılan iki kavram arasında kesin sınırlar çekmiştik; bu kavramlar platform ve merkezi yapı kavramlarıdır. Platformun bir savunma örgütü olarak işlev gördüğünü, politika üretmeye özgü bir yapılanmasının olmadığını, dolayısıyla platformla politika üretmeye hedefleyen merkezi yapı arasında bir ilişki olmadığını belirtmiştik. Merkezi yapıyla doğru bir ilişki politika üretme özelliklerinden dolayı birim derneklerle kurulabilir. Bütün bunlar söylendi, ama kaçınılmaz olarak bir daha söylemeliyiz, çünkü küçük burjuva sosyalistleri merkezileşmeyle ilgili her önerilerinde platformu tahrip etmeden duramıyorlar. Dün, Bağımsız Sosyalizm, Demokrasi Mücadelesinde Dev-Genç. Bugün FEKDG. Merkezileşme yolunda muhakkak platforma “çarpıyorlar".
Yukandaki alıntıda “...bu karar-
48
Devrimci Direnişçi Gençlik Yeniçeltek katliamını protesto ederken
la birlikte platform, yalnızca kararı bağlayıcı kabul eden derneklerle toplanmalıdır. ” bölümü gerçekleşirse platformun bütünlüğü parçalanacaktır. özellikle kendi dışında hareketleri masa başına politika üretmekle suçlayan, hayal kurmak üzerine felsefe yapan FEKDG taraftarları, Merkezi yapılanma kumlana kadar platformun bütünselliğinin parçalanmasıyla ortaya çıkacak savunma boşluğunu neyle dolduracaklarını açıklamak zorundadırlar.
Merkezileşme yolunda yürüyebilmemiz için hiç de platformun bütünselliğini bozmak gibi bir zorunluluğumuz yok, Merkezileşmeyi kabul eden dernekler birbirlerini platformlarda, koordinasyonlarda bularak yollarına devam edebilirler, üstelik böyle de olmak zorundadır.Çünkü merkezi örgütü yaratıp çalıştırmaya başlayana kadar elimizin altında savunmamızı örgütleyebilecek platformdan başka bir yapı yok ve onu parçalama lüksüne sahip değiliz.
SONUÇ
Teologlar arasında Kur'an'ın yedi değişik biçimde okunabileceğine ilişkin bir inanç vardır, her o kumada farklı şeyler görülebilir, anlaşılabilir. FEKDG’nin broşür ve dergisini aynı şekilde birkaç anlam verebilecek şekilde okuyabilirsiniz. Kur an yedi biçimde okunabileceği için demagojiktir. Dilediğiniz anlamı ilk okumada değilse 2. 3 . okumalarda bulabilirsiniz, tabii 2. okumada bulduğunuz yer ilk okumada bulduğunuz bir sürü yerle çelişebilir o
zaman önünüzde 3. 4 . okumalar vardır. Bu böyle sürer gider, içinde bulunduğunuz kaosun adı, yani sizi 3. 4 . 5. okumalara götüren itkinin adı yine teologlarca “inanç"tır.
Biz bu yazımızda FEKDG’nin merkezileşmeyi örgütlenmede ana halka olarak kabul ettiğini varsayarak teorimizi oluşturduk. Bu gerçekten yalnızca bir varsayımdır. Bilindiği gibi FEKDG taraftarları dergileri çıkana kadar merkezileşmeye “soğuk” bakmışlar; olası bir sürecin yaşanmasını, bir dönem birimlerdeki, diğer dönem platformdaki “sağ- /ı/¿sızdıkları bahane ederek engellemişlerdi. Bu süreçte bizim yanıtlamaktan onların tekrarlamaktan usanmadığı aktüel tümceleri “m erkezileşmenin nesnelliği yoktur ’’ olmuştu. Bugün yaşanan bir yanıyla trajiktir; bu yan öğrenci hareketiyle ilgili olan yandır, diğer yanıyla komiktir: bu yanda FEKDG taraftarlarıyla ilgili olan yandır, bir buçuk aylık bir süreçte örgütlenme üzerine teorisini baştan başa yenilemiş “günün anlam ve önemine göre giyinmiş " yepyeni bir FEKDG karşımızdadır. Böyle bir değişimi (?) kınamıyoruz. FEKDG anlayışının merkezileşme görüşlerini eleştirmemize rağmen merkezileşmenin önemini geç de olsa kavramaları olumludur.
Gözünün önündeki öğrenci hareketine hiçbir şey önermeyip anfi komiteleri için anfilerde özgül hareket arayan ve bunu temel halka düzeyine yükselten FEKDG taraftar lanyla. merkezileşmenin nesnelliğini aynınsam!« yenilenmiş
FEKDG taraftarları arasında koskoca bir uçurum vardır, sadece doğru bir özeleştiriyle kapanacak bir uçurum... ama kesinlikle demagojiyle değil!
Dikkat edilirse benzer bir sorun Özerk-Demokratik Üniversite düzleminde de yaşanır; “özerklik", broşürden önce, “faşizmden, em peryalizmden ve büyük sermayeden özerkliğe denk düşer” broşürde, “bu güçlerden bağımsızlığa ve kurtuluşa denk düşürülür. ” Broşürden önce alabildiğine eleştirilen Özerk D. Üniversite+Halk Üniversitesi ortak programı, FEKDG dergisinde Öz. Dem. Üni.+Demokratik Üniversite formülüyle sahiplenilir. Çok önceleri “yağmurun ıslaklığı ” kadar net olan özerkliğin anlamı böylece “bulanık- laşırken”, boşlukta, zamanında sarf edilmiş cüretkâr sözler salınır durur... ■
D ip n ot
(1) Faşizme karşı mücadeleye FEKDG türü özel anlamlar yükleyen bir politik yoğunluk en sonunda DHD (Demokratik Fialk Devrimi) öncesi bir Anti- Faşist Devrim Programı formüle edecek kadar sağ bir konuma sürüklenmişti. FEKDG’nin bu tür bir konuma doğru savrulacağından söz etmiyoruz, çünkü zaten bu konumdadır. DHD lâfzi düzeyde korunmakta herşey ama herşey anti faşizme indirgenmektedir, gerçeklik bu olduktan sonra DHD'ye Anti Faşist Devrim aşaması yazmak ikincil bir sorundur.
K A YN A K
2- Lenin “UlusaI Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaştan s/230-231 "
49
i
8 Mart çifte ezilmişliğe
başkaldırıdır.
8 Mart cinsel sömürüye hayır
dendiği gündür
8 Mart evde, işyerinde, sokakta
ikinci sınıf insan olmanın hesabının sorulduğu gündür
Kadınlar!
Evde, fabrikada, tarlada yaşamı vareden bizler 8 Mart günü yakalarımıza kırmızı karanfiller takalım, öyle gidelimtezgahlarımızınbaşına...
yy. kapitalizmin vahşi sanayileşme sürecinin yaşadığı çağdır. Sanayileşmenin en büyük
bedeleni ise ucuz emek gücü olarak . çalışma hayatına çekilen ve sosyal güvencesiz, hafta tatilsiz, günde 12 saatten fazla bir süreyle, en ağır şartlarda çok düşük bir ücretle çalışan kadın ve çocuk işçiler ödemişlerdir.
8 Mart 1 857 : tarihte ilk kez bağımsız bir direnme hareketine girişen, New York'lu 4 0 .0 0 0 kadın dokuma işçisinin greve gittikleri gündür. Ağır çalışma koşullarını protesto eden bu kadın işçilerin talepleri, çalışma sürelerinin kısaltılması ve ücretlerin artırılmasıdır. Greve engel olmaya çalışan ve şiddet kullanan polisle çatışmalar çıkmış, bu sırada çok sayıda kadın işçi yaşamını yitirmiştir. Bu yüzyılın sonuna doğru artan işçi hareketliliği ve yükselen sınıf mücadelesinde kadınlar ön saflara doğru akmaya başlamıştır. Yine Şubat 1908 de ABD'de kadınlar 8 saatlik iş günü ve işçi kadmlann siyasal haklan için mücadele ederken Manhattan'lı iplik işçisi kadınlar grev yapmış ve polisin müdahalesiyle karşılaşmışlardır. Yükselen mücadele sürecinde kadınların artık politikleşmeye başladığını proleterya hareketi içinde aktifleştiğini görüyoruz. Nihayet 8 Mart 19 0 8 de New York'lu dokuma işçisi kadınların işten çıkarılmalarını protesto için .çalıştıkları fabrikayı işgal etmeleri ve işyerinde çıkan ■.angında 129 kişinin hayatını kaybetmesiyle noktalanan olay, o zamana dek olgunlaşan sosyalist kadınların bugünü Uluslararası Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan etmesine neden oldu. Önemli mü
cadele deneyimi kazanan ye örgütlenen kadınlar, 1910 da İkinci Enternasyonale bağlı olarak düzenlenen kadınlar konferasında Clara Zetkin in önerisiyle 8 Mart’ın mücadele günü olarak bayraklaşmasını sağladılar. Clara Zetkin in kadınların kurtuluşunun ancak sosyalizmle olanaklı olacağını savunmasına rağmen, kadınların işçi sınıfı içinde bile özgül bir konumda olduğunu vurgulamak onların mücadelesinin iki kat daha zor olduğunu gösterebilmek için kadınlar açısından anlamlı bir günü dayanışma günü olarak önermesi bizim için çok önemlidir.
Bu anlamda o zamandan bu zamana geçen süreçte 8 Mart her kesimden kadının kutladığı “Özel günler" zincirine katılmaya çalışıldı. İçinde taşıdığı değerlerden yalıtarak ’ Özel gün ” veya bayram mantığının yaygınlaştırılması için çaba harcandı ve harcanıyor. Bu yüzden biz bu-
ün düzenin sıradanlaştırarak içini oşaltmaya çalıştığı 8 Mart ı dev
rimci özünü yitirmeden alanlara taşımak zorundayız. Burjuvazinin her kesime özel günler vererek onları yılın belli bir gününde hoşnut etmeye çalışması taktiğini teşhir ederek buna uygun pratik tavırlar geliştirmeliyiz. 8 Mart ı kendi özüne uygun kutlamak mücadele tarihimizin bize verdiği sorumluluktur. Bu sorumluluğun bilinciyle bir kez daha sokaklara taşıp, direnişimizi bayrak- laştırdığımız bugün de örgütlü mücadeleyi öne çıkartmalı kurtuluşumuzun yolunu göstermeliyiz. Bu nedenle bugünden halkalarını oluşturduğumuz zincir geleceğe taşınabilecek bir esnekliği ve dürüstlüğü içermelidir. Sözünü ettiğimiz gelecekte kadınların da taraf olabilmesi,
ön saflarda mücadele edebilmesi için bağımsız kadın hareketini yükseltmeli, aynı bayrak altında toplamalıyız. Zemini net bir örgütlülükte yanyana olmak ve uzun erimli bir mücadeleyi hedeflemek, doğru politikalar geliştirmek ve hayata geçirmekle olasıdır. Böyle bir örgütlülük kendini cinsin ezilmesiyle tanımlarken, ezilen sınıflarla ve uluslarla da yanyana tanımlar. Bu anlamda burjuva kadın hareketinden yani feminizmden ayrılan nokta belirginleşir. 8 Mart ı kutlama mantığımızdan, birlikte davranma mantığına kadar, örgütlülüğe bakış açımızdan. ittifak politikamıza kadar her yerde ayrıldığımız bu hareket 8 Mart ı tüm dünya kadınlarının günü olarak kutlar. Çünkü sorun sadece kadın olmaktır ve biz sadece kadın olduğumuz için mücadele veririz. Bu nedenle tüm kadınlar aralarında sınıf farkı gözetmeksizin birlikte mücadele verebilirler, l t̂e bu noktada biz de diyoruz ki ‘‘kadınlar erkeklerle eşit değildir; doğru ama kadınlar kadınlarla da eşit değildir" Bu nedenle 8 Mart ı Dünya Kadınlar Günü olarak değil özüne uygun olan DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ olarak kutluyoruz. Ve tüm dünya emekçi kadınlarının ağzından sesleniyoruz size;
Biz-, işyerinde kapitalistin sömürdüğü, patronların baskısıyla ezilen ucuz işgücü kaynağı işçi kadınlarız.
Biz; evlerinde her türlü ev işini ayrımsız yaparak kocalarına itaat etmesi istenen ev kadınlarıyız.
Biz; okullarda-yurtlarda gerici cins ayrımı yönetmelikler karşısında boyun eğip susması beklenen öğrenci kadınlarız.
Biz; bütün gün tarlalarda çalışıp,
50
evin her türlü işini yapmak zorunda kalan, kocasının getirdiği kumaları kabullenmesi istenen köylü kadınlarız.
Biz: Doğu'da her türlü baskı ve terör altında dayağa, işkenceye, tecavüze uğrayan, kendi çocuklarına kendi isimlerini koyamayan ama, doğurduğu çocuklardan dolayı hapislere atılan Kürt kadınlarıyız.
Biz; içerde de dışarıda olduğu gibi onurlu yaşamayı sürdürebilmek,
Siyasi Kadın Tutsaklardan:K A M U O YU N A
12 Eylül’den bu yana cezaevlerinde sürdürülen baskılarla, siyasi tutuklu ve hükümlüleri sindirme ve siyasi kişiliklerini yoketme politikalarının bir devamı olan 1 Ağustos Genelgesi kamuoyunda tepkilere yol açmış ve geriletilmişti. Bugün ordu ve Adalet Bakanlığı yeni planlar yapmakta ve yaratılmaya çalışılan provokasyon ortamıyla da bu planlara zemin hazırlamaktadırlar.
Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun ve İstanbul İl Jandarma Komutanlığının basında yer alan açıklamalarında;
Cezaevindeki görevliler görev yapamıyor. Siyasi tutuklular ellerini kollarını sallayarak firar ediyorlar. Gardiyanlar rüşvet alıyor. BMW marka otosu olan gardiyanlar var. Sağmalcılar cezaevinde tünel var." Gibi yalanlar, spekülasyon ve provokasyona dayalı söylemler yer aldı. Bu açıklamalarla, dış güvenlikten sorumlu askerin, firarlar karşısındaki yetersizlik ve çaresizlikleri örtbas edilirken, diğer taraftan yöneticilerce işletilen rüşvet çarkları gizlenmeye çalışılmaktadır. Asıl hedefledikleri, askerle zor kullanımlarını meşrulaştırarak siyasi tutuklu ve hükümlüleri kişiliksizleştirmek için de “daha özel tip” cezaevleri hazırlıyor, tek kişilik hücre ve havalandırması olan cecaevlerine bizleri diri diri gömmek istiyorlar. Bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevinde de izledikleri genel politikaya paralel provokasyona yol açacak yeni girişimlerde bulunuyorlar.
Bu cezaevine sevkedildiğimiz- den beri rüşvet ve çeşitli yolsuzluklarla cezaevini yönetmeye çalışanların keyfi kaçtı. Başlangıçtan beri diğer tüm cezaevlerinde varolan asgari yaşam koşulları ve haklar. bu cezaevinde korunamamaktadır. İdare sorunların çözümünde görüşmeler yolunu değil, provokasyonlarla gerginlik yaratma, keyfi yönetimi ile olayları tırmandırma ve operas-
insanca koşullarda kalabilmek için yükselttiğimiz talepler karşısında yüzlerce asker ve gardiyanın saldırısına uğrayan siyasi tutsak kadınlarız.
Biz; Şili’de direnen, biz iş cinayetlerinde ölen, biz Nikaragua'da savaşan direnişçi kadınlarız.
Ve tüm dünya emekçi kadınları olarak bir kez daha haykırıyoruz ki;
8 Mart bizim günümüzdür, bugün içerde, dışarda. fabrikada, tarla-
yon yolunu seçmektedir. Daha geçtiğimiz Mayıs ayında bir çoğu ağır olmak üzere 150’yi aşkın arkadaşımızın yaralanarak, tüm eşyalarımızın kullanılmaz hale gelene kadar yağmalanmasına neden olan operasyon sıcaklığını korurken, yıl başı öncesi haklılığı kabul edilerek çözülmek üzere açık görüş sonrasına ertelenen kadın siyasi tutukluların koğuş talepleri ve görüş kabinlerinin koşullara uygun hale getirilmesi vb. taleplerimiz çeşitli bahanelerle hiç yoktan sorunlar çıkartılarak çözülmemiş, gerginlik arttırılarak biz tutukluları operasyonlarla, askerlerle karşı karşya getirmişlerdir.
En son 1 Şubat günü yaşamak zorunda bırakıldıktan koğuşun olumsuz koşulları kendini acil bir şekilde çözümlemek üzere dayatan ve tahammülü güç boyutlara ulaşan sorunları için, eşyaları ile koridora çıkarak söz verilen yeni koğuşlarına geçmek üzere bekleyen siyasi kadın tutuklular, idarece yanıt verilmeksizin günlerce beton üzerinde sabahlamak zorunda bırakıldılar. Temsilcilerimize verdikleri “üç gün bekleyin, beş gün bekleyin çözülecek" benzeri ciddiyetsiz ve ikna edicilikten uzak yanıtlar üzerine arkadaşlarımız geçici olarak boş koğuşlardan birine yerleşmek zorunda kaldılar. Durumu kabullenmiş görünen idare burayı geçici olarak kabul ettiklerini ve koğuşu barınmaya uygun hale getireceklerini söylediler. 3 Şubat sabahı siyasi ve adli tutuk- luların bulunduğu tüm koğuş anahtarları toplanarak kapılar açılmadı. Yemekler verilmedi ve ihtiyaçlan- mız karşılanmadı. Koğuş önlerindeki sivil personel çekilerek koridorlara askerler dolduruldu. Siyasi kadın tutukluların geçici olarak yerleştirildikleri koğuşa erkek gardiyanlar ve askerlerce apansız saldırıldı. Siyasi kadın tutuklular tekmelenerek, jop- lanarak yüzlerce metre sürüklenerek eski koğuşlarına götürüldüler.
da, okulda, sokakta her yeri bayram alanına çevirerek yüreklerimizde yarının umudu, bileklerimizde kendi gücümüzü taşıyoruz ve bizler gibi ezilen herkese çağn yapıyoruz:
Bugün mücadele günüdür. Bugün rollerimize hayır deme günüdür. Bugün başkaldırı günüdür. Ve bugün: 8 Mart:
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ'dür. m
Demokratik Kadın Derneği
Toplam 21 siyasi kadın tutuklu asker ve erkek gardiyanlarca dövülme sonucu çeşitli yerlerinden yaralanarak tedavi altına alındılar. Kadın tutuklulara yapılan bu saldından sonra erkek siyasi tutukluların koğuşlarına da saldırı hazırlıklarına başladılar. Cezaevinde hiçbir ola- ğandışılığın olmadığını bilmelerine rağmen Cezaevi Savcısı Muzaffer İnanlı, 1. Müdür Mustafa Yelegen, Dış Güvenlik Amiri Bnb. Halit Ka-
Er. İç Güvenlik Amiri Bnb. Feridun aran, Ütğm. Tugay Karataş,
Utğm. Ayhan Bozpınar ısrarla olay var havası verdirmeye ve operasyon zemini yaratmaya çalıştılar. Askerler marşlarla motive edilerek üzerimize saldırtıldı. Bu saldırıya karşı olayları kendi çabalarımızla önlemeye çalışarak gerekli tedbirlerimi aldık. Bir gün boyunca elektriklerimiz, sularımız kesildi, tüplerimiz toplandı. Yiyecek ve benzeri ihtiyaçlarımız giderilmeyerek olası durumlara hazırlık amacıyla cezaevi kapısında sayısız ambulans bekletildi. Fakat amaçlanan boyutta bir saldırının nedenlerini yaratamadıklarından askerleri çekmek zorunda kaldılar.
Şu an cezaevinde yaşam normale dönmüş gibi görünse de, sorunlarımızın çözümü için hiçbir yetkili görüşmeye yanaşmamakta, yeni yeni olaylarla durum gerginleştirilmeye çalışılmaktadır. Fırsatı bulunduğunda provokasyonlarla karşılaşacağımızın belirtileri apaçık ortadadır. Beklenen saldırılar karşısında haklı olduğumuzun verdiği kararlılıkla kendimizi savunacağız.
Halkımızı, devrimci-demokrat kamuoyunu ve tüm insan hakları savunucularını genelde ülke cezaevleri üzerinde planlanan özelde de, bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevinde gerçekleştirilmek istenenler karşıksmda duyarlı davranmaya ve sorunlarımızı sahiplenmeye çağırıyoruz. ■
51
OKUR MEKTUBU Demokratik Kamuoyuna:
Baskıya, Zulme, Zoraki Göçe Karşı Olan Tüm İnsanlığa!B izler son yıllarda Çukurova
başta olmak üzere Türkiye'nin birçok yerine, iline, zoraki göç ettirilen Kürt
halkının çok önemli bir sorunu olan ve mutlaka üzerinde durulması gereken bir konuyu, zoraki köylerinden göç ettirilme olayını dile getirmek istiyoruz.
Günümüzde dünya halkları arasında kendi kimliğiyle “Ben de varım” diyerek onurlu biçimde yerini alma çabasında olana Kürt halkına karşı amansız baskı ve işkenceler yapılmakta, ererinden yurdundan sürülmektedir. Öyle ki. bu yerinden yurdundan sürülme
olayı gazete manşetlerine sıradan bir olay gibi geçmektedir. Böyle ciddi bir olaya bu kadar duyarsız davranılmasını gördükçe, insanlığımızdan kuşkulanır hale geliyoruz. Her halde bu kadar yoğun bir zoraki göç dünyanın başka bir yerinde olsaydı bugünkünden daha çok tepkiyi Türkiye'de duyabilirdik. Konumuz bu çelişkiyi irdelemek olmadığından burada değinmeyeceğiz.
Kürt halkına karşı estirilen terör, baskı v e/ işkencenin ne boyutta olduğunu 'ortaya koymaktadır. Ama zoraki göç konusu her nedense Türkiye ve dünya kamuoyuna yeterince yansımış değildir. Biz bu yazımızla bu konu üzerinde kısaca duracağız.
Bilindiği gibi Kürtler tarihin birçok döneminde zulme, sömürüye, ulusal baskıya her başkaldırılarında katliam ve sürgünlerle susturulmuşlardır. Cumhuriyet dönemindeki mecburi iskanların anılan hala belleklerde tazedir. Yine yüzyılın başlannda sürülen Kürtlerin, Toros tarda yüzbinlercesinin nasıl hastalıktan, açlıktan öldüklerinin hika
yelerini sık sık duymuşuzdur. 19 2 0 4 0 arası dönemde Kürtler generallerin, valilerin emirleriyle yerlerinden yurtlarından sürülüp, mecburi iskanlara tabi tutulurlardı. Bu dönemlerde sürgün ve mecburi iskanlar resmi olarak yapılırdı. Bunlar beş-on kişi değil, onbinlerce olurdu. Genellikle de devlete karşı olan aşiretler tümden topraklanndan koparılıp, Türkiye’nin her hangi bir oölgesine sürülürdü. Günün resmi literetürüyle bu durum mütagallibe- nin bölgeden sürülmesinde ifadesini bulurdu.
Oysa T C ’nin o günkü politikasının amacı açıktır. Başkaldınları ezme ve bölgeden sürmek, böylece devlet denetimini sağlama. Türkiye’de mecburi iskana tabi tuttuğu kürtleri asimile etmedir. Ermenilere karşı uygulanan tehcir politikasında başarılı olan Ittihat-Terakki’den ders alan Kemalistler, Cumhuriyet döneminde Ermeni kalıntılarını temizlerken, kürtleri de mecburi iskana tabi tutarlar. Ne var ki, kürtlerin kalabalık bir nüfusa sahip olması, onları Ermeni akibetinden kurtarır. Tarihte kürtlerin zoraki göçü ve mecburi iskanı geniş bir inceleme ve araştırma konusudur. Bu uygulamaların bıraktığı acılar daha (in memiştir. Biz burada bir değinme yaptıktan sonra, günümüzdeki zoraki göçlerin üzerinde durmak istiyoruz.
Son yıllarda Türkiye ve dünyada yankı bulan Iran-Irak savaşının ateşkesle sona ermesiyle, faşist Saddam rejimi 19 Ağustos 1 9 8 8 tarihinde kürtlerin yaşadığı bölgeleri kimyasal silahlarla bombalamaya başladı. Can telaşına düşen onbinlerce Kürt Hakkari’ye sığındı. Kendi hakimiyetinde yaşayan kürtlerin en küçük insani ve demokratik taleple-
rini zor ve baskıyla ezen TC, peş- mergelere kucak açtığını söyleyerek onları esir kamplarını andıran kamplarda tutsak yaşamı içine sokarak, enterne etti. Silahsızlandırılmış bu insanları mücadeleden ko- panp, askeri özelliklerinden soyundurarak Irak’a önemli bir yardımda bulundu. Bugün onlan kimliklerinden uzaklaştırmak, asimile etmek, bölgede devletin yedek gücü haline getirmek için her türlü çabayı harcıyor, mülteciler arasında gerici aşiret reisleriyle ilişki geliştiren devlet, kimliğine sahip çıkan, devletin piyonu olmak istemiyenleri ya işbirlikçileri vasıtasıyla türlü baskılar altına almaya çalışıyor ya da değişik ülkelere türlü gerekçelerle sürüyor.
Irak Kürdistan’mdan sınırı aşıp Kuzeye sığınan kürtlere “kucak a ça n ’ T C ’nin, kendi vatandaşı durumundaki kürtleri zorla Türkiye- nin çeşitli illerine göç ettirmesi ya da göçe zorlaması bir çelişki değil, yürüttüğü sindirme ve ezme politikasının doğal sonucudur. Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen türkle- rin göçü için dünyayı ayağa kaldıran, sorunu BM dahil, birçok uluslararası kuruluşa götürenler; tarihteki en büyük Kürt göçünü zorla gerçekleştirip, yüzbinlerce kürdün üç bin yıldır yaşadıklan topraklardan kopartması olayını gözlerden ırak tutması, T C ’nin insan haklarına ve bir halkın en doğal haklarına nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından ilginçtir. Bu tür yöntemler konusunda dünya halkları nezdinde sabıkalı olan T C ’nin bu uygulamasını gün yüzüne çıkarmak insan ve demokrat olmanın “olmazsa olm azıdır. Günümüzde devletle PKK arasında bir savaşın sürdüğü yörelerde yaşayan kürtlerin göç et
52
mesi için ne gerekiyorsa o yapılmaktadır. Yaşam öyle bir yaşanmaz hale getiriliyor ki, canını kurtarmak için yurdundan kopan yüzbinlerce insan Türkiye’nin birçok ilinde perişan bir vaziyette yaşamını sürdürmeye zorlanıyor. Baskı, zulüm, ekonomik nedenler ve devletin kontrolündeki simsarlar yoluyla Avrupa’ya göç ettirilen onbinlerce kürdün sorununa burada değinmeyeceğiz. Yanlız şu kadarını belirtelim ki, Adıyaman, Maraş, Sivas ve Malatya’nın birçok köyü bu göçle ya boşalmış ya da yanlızca ihtiyarların yaşadığı ölü yerleşim merkezlerine dönüşmüştür.
Bilindiği gibi 8 9 ’un yazında Bölge Valisinin emriyle sekiz Kürt demokratı ya da ailesi resmen Bölge Valiliği sınırları dışına sürüldü. Bu resmi sürgünlerle basın ve kamuoyu ilgilendi. Ne acıdır ki, sekiz kişinin resmi sürgünüyle ilgilenen basının tarihteki en büyük Kürt göçüne sessiz kalması, yüzbinlerin gayri resmi sürgününü görmemesi düşündürücüdür. Resmi sürgünlere karşı gelişen tepkilerden de anlaşılıyor ki TC eskisi gibi resmi mecburi iskanları göğüsleyemediği, resmi kitle sürgünleri göze alamadığı için Kürt halkına yaşamı zehir ederek, gayri resmi sürgünlere hız vermektedir. Son birkaç yılda bölgeden, Türkiye’nin çeşitli illerine göç edenlerin sayısı bir milyonun üzerindedir - eskiden beri süren doğal göç oranını bu sayı dışında tutuyoruz-. Son yıllardaki yüzbinlerce kürdün göç etmesinin nedeni ne normal olarak kırdan şehire olan göç ne basının söylediği gibi “PKK baskısından" dolayı gerçekleşen göç, ne de savaşan iki güç arasında kalmaktan dolayı gerçekleşen göçtür. Yani yüzbinlerce insan yurtlarını bu nedenle terketmemektedir. Bugün Türkiye’nin çeşitli illerinde bilinmezlikler içinde sefil bir yaşam süren göçmenler içinde bir araştırma yapılırsa, neden göç ettikleri kolaylıkla anlaşılır. Belki göç edenlerin yüzde beşi aşağıda anlatacağımız nedenler dışında bir nedenle göç etmişlerdir.
öncelikle zoraki göç ettirmenin yöntemlerini, sonrada nedenlerini açıklamak istiyoruz.
Göç ettirmenin yöntemleri:
1984 yılından beri Bölge Valiliği içinde olan illerde gerilla savaşının olduğunu bütün dünya bilmektedir. Kaldı ki devlet yetkilileri de bir savaşın yaşandığını defalarca açıklamışlardır. Bu savaşın bastınl- ması için Bölge Valiliği, Özel Kolor
du, köy koruculuğu ve aşiret örgütlenmesi oluşturup, geniş cepheli bir savaş sürdürülmektedir. Hiç kuşkusuz Bölge Valiliğinin denetiminde olan illerde yanlız silahlı militanlara karşı savaş yürütülmemekte, devlet yanlısı olmayan tüm halk ister PKK'yı desteklesin, isterse desteklemesin potansiyel suçlu olarak görülmekte, buna göre muameleye tabi tutulmaktadır. Bilindiği gibi 1984 'ten sonra bütün aşiretler ve köyler devlet yanlısı, devlet karşıtı, tarafsız diye belirlenmiş, bu tasnife göre muameleye tutulmuşlardır. Giderek tarafsız olmak da potansiyel tehlike olarak görülmüş bu değerlendirme doğrultusunda bir muameleye layık görülmüşlerdir. Bir aşiretten veya köyden aranan kişi olmuşsa, o aşiret veya köy toptan suçlu bulunmuş; bir köye yakın olay olmuşsa köyün tümü gözaltına alınmış, işkenceden geçirilmiştir. Si- lopi’de Özel time mensup birinin basına yansıyan “Buraya her köyden bir Kürt öldürmeye qeldik” sözleri, yine bir subayın “Ha bir Kürt öldürülmüş, ha bir köp ek far- ketmez" demesi, General Altay To- katlı’nın “Benim öyle yöntemlerim var ki, burada uygulasam ot bitmez” demesi tüm kürtlerin ne derecede potansiyel suçlu olarak değerlendirildiğinin somut kanıtıdır.
1 9 8 5 tarihinden sonra devlet yörede kendisine bağlı aşiretleri yedek bir güç olarak silahlandırmaya başladı. Yine çıkarılan bir kanunla köy koruculuğu sistemi geliştirildi. Kürdü kürde kırdırma politikası Bölge Valiliği nin kurulmasıyla daha da boyutlandırıldı. Korucu sayısı köylüler zorlanarak artırılmaya çalışıldı. Silah almayı kabul etmeyen Köylüler devlet düşmanı olarak değerlendirildiği gibi, qözaltına alınıp işkenceden geçirildi. özellikle 1 9 8 7 ’den sonra silahlı olarak devletin yanında yeralan aşiretler ve köyler, silah almayı kabul etmeyen aşiret ve köyler değerlendirmesi yapılarak, korucu olmayı kabul etmeyen kesimler sürekli baskı altına alındı. Özcesi, her türlü devlet terörü, kısıtlama ve hakarete maruz kaldılar. Gün geçmesinki basma yansıyan bu tür haberlerle karşılaşılmasın. Eğer gazete arşivleri karıştırılırsa yüzlerce bu yönlü haberlere rastlarız.
özellikle Siirt, Mardin, Hakkari, Van ve Bitlis’in bir kesiminde 1986 yılından beri yiyecek ve giyecek üzerinde polis ve jandarmanın denetimi sözkonusudur. Köylerde ve şehirlerde yiyecek ve giyecek eşyaları kontrollü satın alınmakta, köylerde ve şehirlerde yapılan arama
larda evlerde kontrolsüz bulunan eşyalara el konulmaktadır. Gazetelere suçlu patatesler, suçlu mekap- lar da olabileceği yansıdı. Yine köylülerin beslediği hayvanlar sık aralıklarla sayılmakta eksilenlerin hesabı köylülerden sorulmaktadır.
Bölge Valiliği'nin kritik olarak değerlendirdiği bölgelerdeki köylüler geceleri sokağa çıkamamakta, bazen gündüzleri de bu tür yasaklarla karşılaşmakta, hayvanlarını ot- latamamakta, tarlalarına gidip çalışamamakta, yazın yaylalara çıkamamaktadırlar. Bunun sonucu olarak ekim yapamamakta, hayvanlarını besleyememektedirler. Çaresiz kalan bu insanlar hayvanlarını satarak hayvancılıktan, tarlalarını bırakarak çiftçilikten vazgeçmektedirler. Yaşamlarının devam ettirilmesi zorlaştırılıp hapishanelere çevirilen bu yerlerin köylüsü bu ortamdan kurtulmak için çareler aramaktadırlar. Bu tutum köylülere; “Bu topraklardan gideceksin " demekten başka ne ifade eder?
Devletle işbirliği yapmayan köylüler sık sık gözaltına alınmakta, gözaltlarında yapılan işkencelerin öyküsü basına yansımakta, öldürülenler ya uçurumlardan atılıp intihar süsü verilmekte ya öldürülüp ailelerinden habersiz çöplüklere gömülmekte ya da sakat bırakılmaktadırlar. Gözaltına alınan kadın ve kızlara tecavüz dahil, her türlü sadist uygulamalar yapılmakta veya çini çıplak soyulup dansöz olarak oynatılmaktadırlar. Bazı köylülerin temmuz sıcağında saç bidonlara konulup bidon kapağının üzerinde ateş yakıldığı, bazı köylülerin üzerine mazot dökülüp yakıldığı, bazı köylülere bok yedirifdiği, çöplüğe atılan bazılarının kopmuş bacaklarını köpeklerin çarşıya kadar götürdüğünü basın yazdı. Bunlar bilinenler. Bilinmeyenlerin yüzbinde biri bile insanlığın midesini bu kadar bulandırıyorsa ya bir de bilinmeyenler bilinse ne olur? İnsan merak ediyor!
Bu eziyetlerden başka bölgedeki insanlar .binbir çeşit cezaya çarptırılmaktadırlar. Köylerdeki aramalar çok sık ve onur kırıcı yapılmakta, herşey yırtılıp, dökülüp birbirine karıştırılmakta, köylüler eve topluca ceza olsun diye hayvanlarla birlikte günlerce bir ahıra konulmakta. köylülerin belirlenen bölge dışına çıkmaları yasaklanmakta, köyden köye gidenler karakol komutanlarına durumu bildirmek zorunda kalmaktadırlar. Bazı bölgelerde devletin verdiği silahları almayan köylülerin taş taşıma cezasına çarptırıldıklarını basın görüntüleriyle yazdı. Ortaçağda uygula -
53
nan bu ceza yöntemlerinin devlet yanlısı olmayan köylülere uygulanması zulmün boyutunu gösteren en önemli ölçüttür. Yine sıcak çatışmaların olduğu bölgede insanların çoğunun geçim kaynağı hayvancılıktır. Devlet yanlısı olmayan, silah almayan tüm halkı potansiyel suçlu olarak gören devlet, yaylaları askeri alan veya yasak bölge olarak ilan ederek hayvanların burada otlatılmasını yasakladığı gibi, bu alanlarda dolaşan köylüler ‘Teröristtir" gerekçesiyle öldürülmektedir. Yalnız insanları vurmakla yetinmeyen özel tim, eşekleri, inekleri istedikleri zaman öldürerek, yanlız insanlar için değil, hayvanlar için de can güvenliği bırakmamıştır.
Tüm bu uygulamaları yaparak insanlar bölgede yaşayamaz hale getiriliyor, bunun sonucunda köyler boşalıyor. Hergün kamyonlara veya başka araçlara doluşan köylüler yurtlarını terk ediyor. Öte yandan devlet yöre halkına açıktan açığa ya devletten yana olup koruculuk. ihbarcılık yapacaksın ya da yöreyi terk edeceksin tehdidiyle insanları göçe zorlamaktadır. Kendisinden yana olmayan herkesi tehlikeli ve düşman gören bu zihniyet yöreyi insanlardan arındırarak tehlikeden kurtulmak istiyor, özcesi yöre, PKK’ya destek verenlere değil, destek vermeyenlere de zehir ediliyor. Hergün yapılan baskılar insanları gözle zehir bir yaşam arasında tercihe zorluyor.
Yukarıda sıralanan uygulamalara ek olarak silahlarını ve yetkilerini devletten alan köy korucularının, aşiret bağıyla örgütlenen savaş ağalarının baskıları yöre halkını yıl- dırmıştır. Bazı korucu başları (Baho Ağa gibileri) yörede adeta despotik bir krallık kurmuş, köylüleri sürgüne yollamakta, dediklerini yapmayanları öldürmekte, kollarını bacaklarını kesip değişik yerlere atarak korku üzerine kurulu bir etkinliği köylüler üzerinde sağlamak istemektedir. Son dönemlerde aşiretlerin devlet eliyle nasıl örgüt- lendirildiği ayakta tutulmaya çalışıldığı sık sık yazıldı, çizildi. Böylece Hamidiye alayları yeniden hortlatılmak istenmektedir.
Yine sınırda 112 köyün boşaltılacağı basına yansıdı. Zaten daha önce yüzlerce köy boşaltılmış ya da
boşaltılmak üzeredir. Eskiden beri sınırların yakınındaki verimli birçok toprağın ya mayınlandığı, ya askeri bölge ilan edildiğini biliyoruz. Bunlara birçok bölgede boşaltılıp askeri bölge ilan edilen yöreler de eklenirse Kürt halkının yaşadığı toprakların önemli bölümünün insandan ve üretimden koparıldığı ortaya çıkar.
Şimdiye kadar şiddetli biçimde süren ve bundan sonra da ivmesi yükselerek artacağı beklenen baskı yöntemleriyle cendereye alman mazlum Kürt insanı, çareyi ülkelerini, köylerini, topraklarını bırakıp kaçmakta bulmaktadırlar. Yani Türkiye’nin bazı illerine akın akın göçen Kürt köylüleri yukarıda sıraladığımız nedenlerden dolayı göçmektedirler. Bu göçe Kürt tarihindeki en büyük ve en dramatik göç diyebiliriz rahatlıkla.
Yukarıdaki nedenlerle Kürt köylülerini göçe zorlayanların amaçladığı sonuçlar vardır. Bu amaçları kısaca açıklamak istiyoruz:
Köylülere yukarıda sıraladığımız baskı yöntemlerini uygulayanlara ilk amacı potansiyel suçlu gördüğü, kendisine yardım etmeyen bu insanların gözünü korkutmak, onları yerinden yurdundan ederek cezalandırmak böylece tüm halka korku salmaktır. Yani her bölgeden birçok köyü baskı ve zulümle göç etmeye zorlayarak, bunların akibetiyle bölgede kalan köylere isteği doğrultusunda boyun eğdirmek süren baskılara karşı sessiz kalmalarını sağlamaktır.
Göç ettirmenin başka bir amacı da, devlete karşı gerilla savaşı yürütenlere yardımcı olan, destek veren, taban oluşturan yoksul Kürt köylüsünü bölgeden sürerek gerillayı desteksiz bırakmak ve ezmeye çalışmaktır. Sorunu geleneksel ezme politikasıyla çözmek isteyenlerin bu yola başvurmalarına şaşmamak gerekir. Ancak yüzbinlerin göçüne sessiz kalanlara şaşmamak elde değildir. Bugün birçok demokrat, Ermeni tehcirine ve Kürt mecburi iskanlarına karşı çıkmakta, bunun için kitaplar yazmaktadırlar. Herhalde demokratların görevi yanlızca tarihi haksızlıkları dile getirmek değildir. Yoksa kürtlerin en büyük göçüne karşı çıkmayı on yıllar sonrasının demokratlarına mı
bırakacağız? Tarih bu faciaya bugün karşı çıkmayanları rahmetle an- mayacaktır. Öyleyse devletin, “terörden kaçıyorlar” demagojisini açığa çıkarmak önemli bir görev oluyor. Aksi halde devletin zoraki göçü, bu demagojiyle örtmesine alet olunmuş olacaktır. Nitekim birçok yazılı basın devletin bu demagojisine alet olarak insanlık suçu işlemektedirler.
Saddam’ın “Bombayı Kimya smdan kaçarak sınırı aşmasına, Bulgaristan'dan Türkiye ye yapılan göçe, sekiz Kürdün Bölge Valisinin emriyle Bölge Valiliği nin denetimindeki iller dışına sürülmesine sesini yükselten kamuoyunun, yüz binlerce kürdün sessiz sedasız, sorgusuz yargısız, sürülmesine karşı sessiz kalması milyonlarca insanın yerinden sürülmesine, yaban ellerde perişan olmasına göz yummak anlamına gelecektir. Gayri-resmi olarak gerçekleştirilen bu en kalabalık Kürt göçü ' ve mecburi iskanına, Kürt sorununun bu biçimde çözülmesine karşı, tüm demokratik kişi ve kuruluşları konuyla ilgili uluslararası kuruluşları, devrimci ve demokratik basını konuya eğilmelerini, tepki ve seslerini yükseltmelerini is- tiyo ız.
Uç bin yıldır emek vererek, ter dökerek, acı çekerek, can vererek yurt yaptıkları topraklardan, geçmişinden, anılarından, kültüründen ve onları yoğuran tüm değerlerinden zorla koparılan Kürt halkının onursuz bir duruma düşmemesi, belirsiz bir yaşamın girdabından boğulma- ması için onur sahibi tüm insanları ve demokratik kuruluşları bu acı duruma karşı ortak bir kampanya başlatmalarını istiyoruz. Bu sorun zaman zaman basına yansıyan haber niteliğinden ve arada sırada demeç konusu olan bir durumdan çıkarılmalı, sürekli üzerinde durularak kamuoyuna mal edilecek değerde görülmelidir.
Bu çalışmaları yaparken göç ettirilenlerin tekrar yurtlarına döndürülmesi için bir kamuoyu oluşturmak da sorunun önemli bir parçasıdır. Ve bu konuda yoğun bir çabanın harcanması demokratik ve insani bir görevdir. ■
M. Selim Çürükkayaö ze l Tip CezaeviCeyhan - ADANA
54
!5®f M:W « t»
su w my r ¿a.“ »**.«
J'H iy 'Yeniçeltek katliamının protestosu için Zonguldak’da otuz bini aşkın insan vardı
Yeniçeltek Cinayetinin Anlattıkları
5 8 Çeltek, 1 9 6 8 Çeltek ve 19 9 0 yine Çeltek... Toplam 150 ölü. Acı,
(eder, üzüntü, kadınların ağıtlan, :ocukların bekleyişleri... Ancak bu tez öfke var, zaptedilemeyen, aka- :ak bir yatak arayan, kat kat lüyüyen, bastırılamayan bir öfke, kaderciliğin, böylesi olaylarda ken- lini suçlu görmenin son bulduğunu ¡österen bir öfke. Başta işçi sınıfı >lmak üzere toplumun diğer kesim- srindeki hoşnutsuzluğun geniş ey- îmliliklerle dışa vurulmaya başladı- ı momentte, acıların en büyüğünü aşayan işçilerin, işverenin ve onun anak yalayıcılarının timsah gözyaş- ırına kanmalan beklenemezdi.
Çeltek ne ilkdi, ne de son ola- ağa benzer. Her yıl ortalama 14 in iş kazasının yaşandığı kömür iadenciliğinde, yılda ortalama 3 5 0 işi yaşamını yitirirken 2 0 0 binin zerinde de işgünü kaybı ortaya ıkmaktadır.
Soğuk istatistiki bilgiler, ölümle anlanan iş kazalarında dünyada bi- nci, maden kömürcülüğünde ise
dünyada ikinci, Avrupa'da birinci olmamız gerçeğiyle yan yana konduğunda yakınlaşmakta. Rakamların sadece sigortalı işçileri kapsadığı, sigortasız çalışanların ezici bir çoğunlukta olduğu düşünüldüğünde sorun daha büyük bir önem kazanmaktadır. Böylesi hatırı sayılır bir yerde bulunmamıza yol açan iş kazalarının nedenlerini araştırmak yerine, bir şuçlu bulup, bütün günahlar onun boynuna asılır. Çoğu zaman işçinin dikkatsizliği, bir anlık dalgınlığı, yani işçinin kendisi, bulunan tek suçludur. Sonuçta; en büyük zarara uğrayan, hayat ve ölümle kumar oynayarak çalışan, ölen, yaralanan, sakat kalan işçiye tüm fatura yüklenir.
Üretim olgusu toplumsal bir gerçekliktir. Üretim insan ve maddi ortamın birlikteliği ve etkileşimi ile somutlanır. Bu ikili birlikteliğe bakıp, insan olgusunu suçlu görmek, üretim olgusunu anlamamak veya çarpıtmaktır. Bu iki öğenin uyumsuzluğu doğaldır ki üretim sürecinde aksamalara neden olacak, iş ka
zalarının görülmesi kaçınılmaz olacaktır. Kapitalist toplumda bu uyumsuzluk ne başlı başına insanın ne de maddi ortamın iradesi dahilindedir. Hem maddi ortamı düzenleyen hem de bireyin içinde bulunduğu çalışma yaşamı belirleyen, kontrol eden egemen sınıftır. Bu noktada kendi çalışma koşulların kendisi düzenleyemeyen işçi suçlu değildir, iş kazalannda bireysel suç ve suçlu aranamaz, suç toplumsaldır, suçlu da işçinin hayatını ve maddi ortamı tek başına belirleyen finans-kapitaldir. Finans-kapital bu suçunu gizlemek için insan faktörüne yüklenmekte “suçlu dikkatsiz işçidir” demagojisini sonuna kadar sürdürmeye çalışmaktadır. Çel- tek’de yaşanan olayda olduğu gibi katırlarını göndermeye çekindiği yere işçileri gönderdiği, işçilerin hayatına katırlarınkı kadar bile değer vermediği bu denli açıkken bu demagojisini sürdürebilmesi beklenemez.
Suçlu bu suçu bilerek, isteyerek işlemekte ve işlemeye de devam et-
55
mektedir. İşyerlerinde meydana gelen olaylar bu gerçek ışığında kaza değil olsa olsa cinayettir. Kapitalizmin gelişimi ile üretim insan için değil, kâr için yapılageldiği sürece, gözlerini kâr hırsı kaplamış finans- kapitalin işlediği cinayetler devam edecektir. Daha fazla kâr elde edebilmekten başka bir amacı olmayanların, bu kârın nereden ve nasıl geldiğini önemsemeleri beklenemez. Fazla mesai, parça başı ücret, prim sistemi, bant sistemi; işçilerin daha fazla ücret alabilmelerini sağlaması ve “kazandığını haketm ek" demagojisinin işçilerde yansımasanı bulması sonucu, tam işverenin istediği gibi çalışmaktadır. Bu yöntemler işverenin kânna kâr katarken, bir yandan da iş kazalarını ve meslek hastalıklarını arttırmaktadır, ileri kapitalist ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine ihraç ettikleri geri teknolojiye bir nimet gibi sarılan işveren için, daha fazla kâr elde edebilmenin bir yolu da insan faktörünü en acımasız bir şekilde zorlamaktan, işçiler üzerindeki sömürüyü katmer- leştirmekten geçmekte Geri teknolojiye zar zor adapte edilmeye çalışılan vasıfsız, eğitimsiz, çocuk denecek yaştaki işçilerin yerine, herhangi bir kaza veya hastalık durumunda, yedek işgücünün, işsizler ordusunun varlığından aldığı cesaretle, bir yenisini bulmak, kapitalist için, işyerinde güvenlik önlemleri almaktan daha kârlıdır. İşte bu noktada azınlığın kârı ile çoğunluğun çıkarı çatışmakta, bu çatışmada işçi sınıfı kapitalizmin azgın dişlerine her yıl yüzlerce ölü vermektedir.
ILO ve Dünya Sağlık örgütü’ne göre işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunu tüm çalışanların bedensel, ruhsal ve toplumsal yönden en iyi duruma getirilmesi ve bu durumun korunması, işyerlerindeki koşulların, çevrenin ve üretilen malların getirdiği sağlığa aykırı sonuçların temelinden yok edilmesi, işçilerin bedensel ve ruhsal gereksinmelerine uygun bir ortam yaratılması sorunudur.
işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda, insan doğasının doğurduğu hatalara değil; nesnel ve teknik nedenlere yönelinmeli, insan faktörü temel alınmamalıdır işçilerin en dikkatsiz anlarında dahi kaza yapma olasılığının olmadığı çalışma koşullarının yaratılması gerekmektedir.
Türkiye'de yukarıda tarif ettiğimiz ortamın varlığı bir yana, en dikkatli ve usta işçilerin dahi herhangi bir kaza yapmadan ya da hastalığa yakalanmadan çalışacağı ortam mevcut değildir. Endüstrileşme ve üretime makinalann girmesi ile insan adeta makinanın bir parçası olmuş, aynı işi yapan robottan bir farkı kalmamıştır. Üretim sürecindeki bu monotonlaşmanın yanında işçinin kendi ürettiğini satın alabilecek gücünün olmaması, sonuçta yabancılaşma olgusunu ortaya çıkarmıştır. Yemek ve uyumak dışında tüm zamanı, zevk almadığı, yaşadığını dahi hissetmediği bir ortamda, işyerinde geçen işçiden doğaldır ki, yaptığı işe uyum sağlaması ve onu hatasız bir şekilde yapması beklenemez.
Iş kazalarının büyük bölümü ani ölümle sonuçlandığından, bunları gizlemek pek mümkün değil. Oysa meslek hastalıkları için aynı sey söz konusu değildir. SSK kayıtlarına göre 3 milyon sigortalıdan yalnız 7 3 6 ’sı meslek hastalığına yakalanmış görünüyor. Bu işçilerin 3 1 1 ’inin hayatını kaybettiği, 2 4 9 ’u- nun sürekli iş göremez hale geldiği belirtilmiş. Dar ve kısıtlı imkanlarla yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Türkiye'de meslek hastalıklarına yakalananların en az 3 0 bin olması gerekmektedir. Bu rakamlar, ancak gizlenemeyen, ilerlemiş, ölümcül vakalarda meslek hastalığı tanısının koyulduğunu göstermekte. Türkiye’de meslek hastalıkları konusunda uzmanlaşmanın, işyeri hekimliği uygulamasının olmaması, işyeri hekimliği uygulamasının olduğu kısıtlı sayıdaki işyerlerinde meslek hastalıkları konusunda uzmanlaşmamış doktorların görevlendirilmesi çalışma koşullarından kaynaklanan pek çok hastalığın atlanması, gözardı edilmesi sonucunu doğuruyor.
Asıl önemli olan meslek hastalıklarına neden olan faktörleri ortadan kaldırmak olmasına rağmen, ortaya çıkan hastalıkları tedavi edebilmek de işin diğer boyutu. Genel sağlık politikasının eksikliği ve çarpıklığı bu konuda dfc artarak sürmekte.
iş kazalannın ve meslek hastalıklarının ortaya çıkma nedeni olarak insan ve maddi ortam arasındaki uyumsuzluğa ve bu uyumsuzluğun kaynağı olarak egemen
sınıfın rolüne işaret etmiştik. Toplumda kapitalist üretim ilişkileri hakim olduğu noktada bu uyumsuzluğun ortadan kalkmasını beklemek hayal olur. Maddi ortam ve toplum hayatının kollektif bir belirleyicilik sonucunda şekillendiği sosyalist bir toplumda bu uyumsuzluk ortadan kaldırılabilir. Ancak ellerimizi kavuşturup sosyalizmi bekleyecek değiliz. Bugün gelişen bu olumsuzluklara güç oranında müdahale etmek ve bu yolla daha etkili bir güç olmanın olanaklarını yaratmak yönünde acil müdehalelerde bulunmak gerekmektedir.
İşyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliğini denetleyecek sistem üçlü bir bileşimden oluşmak zorunda. Denetim mekanizmasının bir ayağını oluşturan sağlık hizmetleri konusundaki uygulamalar, Türkiye’deki sağlık politikasının çarpıldığını yansıtmakta. Sağlık politikasına bütünlüklü bir yaklaşım, bu alanda da kendisini hissettirecektir. Bu noktada, şimdiye kadar oluşturulmamış olan meslek hastalıkları konusunda uzmanlık dalının açılması, işyerlerinde doktor bulundurma zorunluluğunun getirilmesi ve işyerlerinde görev olacak doktorların da bu konuda uzman kişilerden oluşturulması gerekmektedir. İşyerlerindeki koşullan en iyi denetleyebilecek olanlar, bu konuda bilgilenmiş işçiler olmakla beraber, bu koşulları ve sağlık hizmetlerini denetleyecek müfettiş sayısının arttırılması, meslek hastalıklarının ve iş kazalarının bildirilme zorunluluğunun denetlenmesi, işleyiş kolaylığı sağlayacaktır.
İşyeri koşullarından en fazla etkilenen işçiler, bu koşullan denetleyecek ve değiştirecek mekanizmanın en önemli ve en etkili bileşenidir. Yeraltı Maden İş Sendikası kanalıyla oluşturulan ve 12 Eylülle kaldırılan işyeri konseylerinin deneyimi ışığında işçilerin oluşturacakları komiteler, çalışanın çalıştığı ortamın koşullarını denetleyeceği yetersiz gördüğü noktada müdahale edeceği, koşullar değişmediği noktada çalışmama durumunu yaratacağı, kısacası kendisi ile ilgili olan larda kendi insiyatifini yaratacağı organlar olacaktır. İşçilerin sendikalar ve sağlık- kuruluşları tarafında.- bilgilendirildikten sonra, en etkıi denetim mekanizmasını kendi ir. siyatifleri ile oluşturacaklardır. ■
56
Bülent Ramazan ONGAN( 1 9 5 6 )
D İ R E N İ Ş S Ü R Ü Y O R
Kerim H ü se y in kod adlı T Ü R K İY E K O M Ü N İS T P A R T İS İ B İR L İK (TKP/B) adlı ö rgü t üyesi, M E H M E T SA LT O C LU nun ya k a la n d ığ ı 21.9.1989 ta rih li p o lis ifadesinden
Bulunduğu yerden fırlayarak, sol elini havaya kalkmış yumrukları sıkılmış vaziyette: KAHROLSUN EVREN, ÖZAL FAŞİZMİ,'FASİST AMERİKAN UŞAKLARI EVREN VE ÖZAL DAN HESAP SORULACAK, CUDİ DEKİ KATLİAMIN HESABI SORULACAK, FASİST KATİLLERDEN HESAP SORULACAK, TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ BİRLİK (TKP/B) ibareleri sloganlar atarak görevlilerin elinden kurtularak, burada bulunan görevlilere saldırarak, istediği sırada yine buradaki görevliler tarafından engellediği, yine burada bulunan görevlilere ve bize hitaben BEN EVREN, ÖZAL FAŞİZMİNİN İDARE ETTİĞİ SİZLERE, FASİST POLİSLERE İFADE VERMEM, VERMEYECEĞİM. SÎZLER KATİL FAŞİSTLER SİZDEN HESAP SORULACAK. SİZİN GİBİ FAŞİSTLERİ ÖRGÜTÜNÜZÜN SİLAHLI KANADI OLAN SİLAHLI HALK BİRLİKLERİ YOK EDECEK, ÖLDÜRECEK. SONUNUZ GELDİ.
DİRENİŞ SÜRÜYOR