Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

34
BU SAYIDA Prof. Dr. Hülya Kasapoğlu Çengel İle Röportaj Fulya AKMAN Kemençe ve Göç – İskender KELEŞ ◊ Anneye Ağıt – Halil Sercan KOŞİK Sıfatlardan Münezzeh Bir Arayışın Sorusu: Ben Kimim? – Saliha YILMAZ Yedi Yılın Duası – Ünal DERELİ ◊ Ve Sen Ey Mihribân – Yavuz Fermân KILIÇ Kelebeğin Ömrü – Damla KARAYİĞİT ◊ Suskunluğum – Nazlı Nazime EKİNCİ Anlatılamayan Sevdanın Şiirleri: Sedavama Dair Muammer YİĞİT Sev Beni Yunus Emre BOLAT Hurufilik Bilgisi Ferişteoğlu Abdülmecid Külliyatı Arş. Gör. Ahmet AKDAĞ Gürcistan Tarihinde İslâm – Giorgi Phutkaradzade Nerdesin Mesut YILMAZ Roman Kahramanları – Samet ÇAKMAKER ◊ Yıkık Şehir – İrfan KOÇ Gölgeler Koridoru – Mahir ELVAN Toplayamadıklarım – Samet Mustafa MAZLUM Safa-yı Vuslat – Melike YILMAZ Gün Eksilirken – Kevser BEYAZIT Türkiye Ağlıyor – Esra Cemre ÇAĞIR ◊ Bir An Bir Hikâye – Güven ŞERBETÇİ

description

 

Transcript of Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Page 1: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

BU SAYIDA Prof. Dr. Hülya Kasapoğlu Çengel İle Röportaj – Fulya AKMAN

Kemençe ve Göç – İskender KELEŞ ◊ Anneye Ağıt – Halil Sercan KOŞİK

Sıfatlardan Münezzeh Bir Arayışın Sorusu: Ben Kimim? – Saliha YILMAZ

Yedi Yılın Duası – Ünal DERELİ ◊ Ve Sen Ey Mihribân – Yavuz Fermân KILIÇ

Kelebeğin Ömrü – Damla KARAYİĞİT ◊ Suskunluğum – Nazlı Nazime EKİNCİ

Anlatılamayan Sevdanın Şiirleri: Sedavama Dair – Muammer YİĞİT

Sev Beni – Yunus Emre BOLAT ◊ Hurufilik Bilgisi Ferişteoğlu Abdülmecid

Külliyatı – Arş. Gör. Ahmet AKDAĞ Gürcistan Tarihinde İslâm – Giorgi Phutkaradzade ◊ Nerdesin – Mesut YILMAZ

Roman Kahramanları – Samet ÇAKMAKER ◊ Yıkık Şehir – İrfan KOÇ

Gölgeler Koridoru – Mahir ELVAN ◊ Toplayamadıklarım – Samet Mustafa MAZLUM

Safa-yı Vuslat – Melike YILMAZ ◊ Gün Eksilirken – Kevser BEYAZIT

Türkiye Ağlıyor – Esra Cemre ÇAĞIR ◊ Bir An Bir Hikâye – Güven ŞERBETÇİ

Page 2: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Editör

Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ

Tashih

Serap CENGİZ

Kevser BEYAZIT

Ayşenur AYYILDIZ

İletişim Sorumları

İhsan BAYRAK

Röportaj Ekibi

Damla KARAİĞİT

İrem ERTEN

Burcu BEKİROĞLU

Haberler

Yunus Emre BOLAT

Yazı Denetimi

Samih YIKILGAN

Eray KARAHAN

Bilgisayar ve Jenerik

Yunus Emre BOLAT

Bayram AKI

Pano ve Arşiv Nuray ACAR

Merve CAN

Gülsüm KANOĞLU

Meryem ZENGİN

Büşra BİRCAN

Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.

bengutasduvargazetesi.blogspot.com

[email protected]

Her hakkı saklıdır.

Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa

çoğaltılamaz.

Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu

yazarlarına aittir.

Copyright©2014

Page 3: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

EDİTÖR’DEN

Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ

Bengütaş…

Bir kıvılcımdı, bir yangın oldu. Bir sessiz çığlıktı, kulakların ve

gönüllerin pasını silen bir musiki oldu. Bu kubbeye bir hoş sada

bıraktık. O sadanın baki kalacağına iman ettik.

6. sayımıza ulaşmanın gururu içindeyiz. Bu süre zarfında

Türk dili ve edebiyatına hizmet etmek amacıyla birçok genç

arkadaşımızın, dil bayrağımız Türkçeyi büyük bir azim ve inançla

göndere çektiğine tanık olduk.

Bu sayıdan itibaren, gazetemizin editörlüğünü genç arkadaşlarımıza havale ediyoruz.

Türk diline hizmet etmenin özveriden başka bir sermayesi olamayacağını kanıtlayan ilk altı

sayımız, diğer sayılar, diğer Türk dili sevdalıları ve diğer Türkoloji bölümleri için de örnek

teşkil etmelidir.

Üniversite öğrenciliğini, üniversal bilgiyi öğrenmeye adayan bir genç; doğal olarak

kendisini dilinin hizmetkârı addeder. Hele hele bir Türkoloji öğrencisi için kendi diline hizmet

etmek bir mefkûre olmalıdır. Çok şükür, Bengütaş etrafında sıkı sıkıya kenetlenmiş, millî

değerlerine, diline ve edebiyatına hürmet duyan bir neslin, büyük bir azimle yetişmekte

olduğuna tanıklık ettik.

İlk altı sayının editörlüğünü büyük bir istekle yaptığım Bengütaş, şimdi yalnızca

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ya da Trabzon’un değil, Türk hissiyatının dünyaya

duyurulduğu bir platform haline geldi. Umarım bundan sonra da çizgisini devam ettirir,

prensiplerinden taviz vermez ve başarısını katlayarak yoluna devam eder. Tüm güzellikler

Bengütaş için.

Aylardır bize yazılarıyla destek olan değerli katılımcılarımıza ayrıca teşekkür etmeyi

bir görev biliyorum. Onlar, göz nuru emeklerini ve satha döktükleri hislerini, düşüncelerini

bizimle paylaştılar. Bundan bizim gibi manevî bir haz elde etmek dışında bir kaygı

gütmediler. Her yerden, her şehirden sesimize karşılık veren tüm gönül dostları! Var olunuz!

Desteğiniz daim olsun.

Page 4: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Röportaj

PROF. DR. HÜLYA KASAPOĞLU

ÇENGEL İLE RÖPORTAJ

Arş. Gör. Fulya AKMAN

Hocam, öncelikle bizleri kırmayıp bu röportajı gerçekleştirdiğiniz için çok

teşekkür ederiz. 1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü

bitirip aynı yıl yüksek lisans eğitiminize ve 1987 yılında da Gazi Üniversitesi’ne

araştırma görevlisi olarak başlıyorsunuz. Bize ilk olarak akademik yaşantınızın

başlangıç yıllarından söz edebilir misiniz?

1986 yılında Hacettepe

Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı

Bölümü’ne girdim. Öncelikle şunu

belirtmek isterim ki bilinçli olarak

tercih ettiğim bir bölümdü. Bölüme

girdiğimde İstanbul Üniversitesi’nde

Muharrem Ergin, Reşit Rahmeti Arat,

Mehmet Kaplan’ın öğrencisi olmuş

hocalarımız vardı. Talat Tekin, Ahmet

Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım,

Bilge Ercilasun, Tulga Ocak, Umay

Günay Türkeş, Abdurrahman Güzel;

rahmetli Halil Erdoğan Cengiz, ve

Nevin Önberk’in öğrencisi oldum. Ahmet Bican Ercilasun ve Talat Tekin, Türk Dili alanını

seçmemde elbette ki çok etkili oldular. Türk Dili Tarihi, işte Orhun, Uygur Türkçesi ve

Karahanlı Türkçesi gibi tarihi yazı dilleri dersleriyle çok ilgiliydim. Ahmet Bican Ercilasun

Türkiye Türkçesi’ne girerdi. Talat Tekin, tabii ki Orhun Yazıtları onun işiydi. Indiana’da

yaptığı doktorasının tez konusu Orhun Yazıtları’ydı, bunu hepimiz biliyoruz. Çok heyecanlı

ders anlatırdı; hiç oturmazdı, sınıfın içinde gezerdi, hiç oturmazdı. Tebeşir tozları üstüne

başına, yüzüne gözüne bulaşırdı hatta; o kalın kemik çerçeveli gözlüklerini adeta kaplardı. O

kadar ki görmesini engellerdi “ne oldu ya, gözlerim kapandı Allah Allah” diyerek nasıl

kendinden geçercesine ders anlattığına bir kez daha şahit olurduk. Orhun Türkçesi dersinde

hocamızın heyecanı bizlere de geçerdi. Her iki hocam da ayakta ve iştahla ders anlatırlardı.

Birinci sınıftan itibaren artık kararımı vermiştim; dil alanında çalışacaktım. Bu istek,

mezuniyete doğru iyice artmaya başladı. Diğer dillere ilgim o yıllarda da vardı. Meselâ

Farsçaya olan ilgimi söylemeliyim. Farsça beni çok etkilerdi. İşte Türklerin Anadolu’ya

geldikleri tarihten itibaren Anadolu’da hazır buldukları dil, edebiyat dili. Tulga Ocak’ın

hakkını yememem lazım, benim hayatımda iz bırakanlardan biridir Farsça konusunda

özellikle. Tahran’da, yerinde öğrendiği güzel Farsçasıyla, açık /e/leri telaffuzuyla beni çok

etkilemişti Tulga Hanım. İki yıl Farsça okuduk ve sonra İranlı öğrencilerle ben Farsçamı

ilerletmiştim. İran edebiyatını okuyunca Tulga Hanım’la işte Hafız’dan, Sadi’den, Ömer

Hayyam’dan şiirler, metinler okuyunca; gerçekten Farsçanın edebiyat dili olarak ne kadar

Page 5: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

etkili ne kadar büyük bir dil olduğunu

görüyorsunuz. Meselâ, hep dilimdedir

Sadi’nin Birleşmiş Milletler’de yazılı olan

o beyitleri: Beni adem ezayi yek

digerend…

Türk lehçeleri dersinde şimdiki

öğrenciler “biz Rusça bilmiyoruz, Rusça

sözlüklere bakamayız” diye şikâyet

ederler; ama Talat Tekin bize derdi ki

lehçelerle ilgili kelimeleri orijinal

sözlüklerinden araştıracaksınız. Rusça

bilmiyordum o yıllarda; gider, hem lehçe

sözlüklerine bakardık Kirgiszko-russkiy

Kırgızca-Rusça Sözlük; bir yandan da

Rusça-Türkçe sözlük kullanırdık. İlk

master deneyimim Hacettepe

Üniversitesi’nde oldu. Hacettepe’de

yüksek lisans sınavlarına girmiştim ve

yabancı dilden muaf olmuştum. O zaman

hazırlık vardı, bir yıl hazırlık okuyorduk;

1987 yılında İngilizceyi geçerek doğrudan

Talat Tekin ve Ahmet Bican Bey ile

yüksek lisansa başladım. Bir sömestr sonra

Ahmet Bican Ercilasun, Gazi Üniversitesi,

Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümü’nü kurunca

Hacettepe’deki programı yarım bıraktım.

Böyle bir tercih yapmış oldum. Bu

Hacettepe’yi sevmediğim, Talat Tekin ile

çalışmak istemediğim anlamına gelmemeli,

o zaman ki tercihim böyle oldu. Talat

Hocam’ın Türkoloji Araştırmaları

kitabında benim bir makalemle ilgili

yazmış olduğu eleştiride onu ve

Hacettepe’yi bırakıp Gazi’yi tercih ettiğim

konusunda yazdığı satırlar, beni her zaman

duygulandırmıştır. Yüksek lisansımı

Gazi’de tamamladım ve doktoramı da aynı

üniversitede yaptım. Gazi Üniversitesi’nin

çalışanlarına ve mezunlarına mensubiyet

duygusu verme noktasında hâlâ eksikleri

var. Evet, Gazi Üniversitesi’ndeki meslek

ve akademik hayatım böyle başladı.

Geriye dönüp baktığınızda

seçtiğiniz meslek olan akademisyenliğe

yönelik “iyi ki” ve “keşke” lerinizi

nedenleriyle öğrenebilir miyiz?

Keşkelerim çok, ama hepsini

söylemeyeyim. Bazı insanlar kırılabilir,

kırabilirim istemeden. Gazi Üniversitesi

olarak iyi bir akademik kadroya sahibiz

aslında. Çok değerli akademisyenler var

aramızda. Beni en çok üzen hususlardan

biri, Üniversitemizin hak ettiği noktaya

gelememesi. “İyi ki”lerime gelince ise iyi

ki akademisyen oldum. Yaptığım işi çok

seviyorum. Hocalığı, ders anlatmayı çok

seviyorum. Her sene; bu sene 26. yılım,

derse her girdiğimde bacaklarım titrer ve

bunca yıla rağmen hâlâ bu heyecanı

yaşarım. Bu heyecanı hiç kaybetmedim,

kaybetmek de istemiyorum. İşin araştırma

kısmı ayrıca çok zevkli. Manevi olarak sizi

tatmin eden bir meslek.

Sizi bu akademik süreçte en çok

zorlayan evre hangisiydi? Yaptığınız

çalışmalar arasında bir derecelendirme

yapacak olsanız en çok hangi çalışma

için emek harcadığınızı

söyleyebilirsiniz?

1987 yılı, Türk dünyası ile

temasların oldukça zayıf olduğu bir

dönemdi. 1990’lı yıllarda Sovyetler

Birliği’nin çözülmesiyle Türk dünyası ve

Türkiye arasındaki ilişkiler artmaya

başladı. Ama ondan evvel böyle bir

ilişkimiz yoktu; akademik anlamda, kitap

alışverişi anlamında, çok zorlanıyorduk.

Dolayısıyla Yeni Uygur Türkçesinde Fiil

çalışmama başladığımda çok az kaynağa

ulaşabilmiştim. Rahmetli Şekür Turan

olmasaydı –Uygur’du Şekür Turan, 1950’li

yıllarda Doğu Türkistan’ın Hoten

şehrinden Türkiye’ye gelmişti. Kültür

Bakanlığı’nda müşavirdi kendisi- o

olmasaydı ben Yeni Uygurca yayınlara bu

kadar rahat ulaşamayacaktım. Doktora

çalışmamda da çok zorlanmıştım.

Abdurehim Ötkür’ün şiir kitaplarını ve

romanlarını bana yine Şekür Turan temin

etmişti. Evet, çok emek harcadığım

çalışmalara gelince, hepsi emek mahsulü.

Meselâ, Kırgız gramerine çok emek

Page 6: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

harcadım. 1992’de Kırgızca öğrenmek ve

kaynak toplamak için iki aylığına

Kırgızistan’a gittim. Ayrıca, 1996’da bir ay

ve 2002’de bir yıl kaldım. Kırgız bilim

adamlarıyla, dilcileriyle, birlikte çalışarak

kitabımı en iyi hâle getirmek için çok

büyük emek sarf ettim. Yani hepsi emekli

çalışmalar.

Doktora tezinizde Abdurehim

Ötkür’ün şiirleri üzerinde çalıştınız.

Ötkür’ün Türk dünyasındaki yeri ve

öneminden söz edebilir misiniz?

Abdurehim Tileşüp Ötkür,

Uygurların çok değer verdiği bir şahsiyet.

20. yüzyılın en önde gelen şairlerinden

biridir. İlk şiirlerini 1940’lı yıllarda

yazıyor. Diğer Türkistan şairleri gibi Sufi

Allahyar’ın şiirleriyle büyüyor. Rus

edebiyatıyla, diğer Türk edebiyatlarıyla

çok ilgileniyor. Puşkin, Lermontov,

Tolstoy, Tukay, Ömür Muhammediy gibi.

Doğu Türkistan yönetiminin 1940’lı

yıllarda Şeng Şisey hükümetinin

politikalarıyla çatışması, işte Üç Vilayet

Ayaklanması, Doğu Türkistan Uygur

edebiyatını çok etkileşmiştir. Bu

ayaklanmanın liderleri arasında şairler de

var. Ötkür, bu şairlerden biri. Bu

ayaklanmalara hem bizzat katılıyor; hem

de şiirleriyle halka destek veriyor. Bu

yüzden şair, uzun yıllar hapishane hayatı

yaşamıştır. Onun en büyük aşkı vatanı,

milleti, Uygur Halkı’nın özgürlüğüne

kavuşması. 1940’lı yıllarda yazdığı Tarım

Boyları adlı şiir kitabı, bu yüzden

yasaklanmıştır. Kitabı, Erkin Alptekin’den

–İsa Yusuf Alptekin’in oğlu- temin

etmiştim. Kendisi Münih’te yaşıyor. Daha

sonra 80’li yıllarda Ömür Menzilleri diye

bir kitabı çıkıyor. “Ey eziz yurtum senin

bağça sarayindin aylinay, zepiran tüslük

senin ğemkin çirayindin aylinay…” diyor.

Ey aziz yurdum; senin bahçelerine,

saraylarına kurban olayım. Safran renkli

senin gamlı yüzüne kurban olayım. İşte

yine bir aşk şiirinde “kesem billa, senindek

yar u canan tepilmas, veslin üçün

menindek şeydayi can tepilmas” diyor.

Burada bile aslında bir vatan aşkı

hâkimdir. Bu mısralarda aslında kavuşmak

istediği şey; özgür, hürriyetine kavuşmuş

bir vatandır.

Uzmanlık alanınız olan Kuzey

Batı (Kıpçak) lehçelerinden Kırgız

Türkçesi’nin gramerini doçentlik

çalışması olarak hazırladınız. Bu

gramerin yeni bir baskısı olacak mı ve

bu alanda yapmayı düşündüğünüz

başka çalışmalar var mı?

Türk lehçeleri alanında Ahmet

Bican Ercilasun unutulamaz bir isimdir.

Ahmet Hocam, Türk dünyası ufkumuzu

genişleten kişidir. Üniversite yıllarında

Talat Tekin’den Halaçça bile okuduk.

Kırgızca derslerinde ise bize Camiyla’yı

okuturdu. Camiyla’yı ilk okuduğumuzda

hiç anlamamıştım. Lehçe-dil

tartışmalarıyla yetiştik; fakat bana şimdi

çok anlamsız geliyor. Gerçekten de hiçbir

anlamı yok. Çok kısır bir tartışma. Her iki

hocamın da haklı olduğunu düşünüyorum.

Nasıl haklı diyeceksiniz. Meselâ,

Aytmatov’un Camiyla adlı eserinin ilk

sayfasını okuyorsunuz: “Ar dayım bir

cakka col cürördö, men uşul alkagı

cönököy cıgaçtan casalgan süröttün aldına

kelip turam.” Böyle bir cümle, kolay

değil, alt yapınız yoksa hiçbir şey

anlayamazsınız. Bu noktada Talat Bey

haklı. Bir dil gibi. Şimdi şu açıdan

bakmalı. Konuşma dili olarak, sözlü dil

olarak baktığımızda bir Kırgız’la birkaç

gün içinde gerçekten anlaşabilirsiniz. On

beş günde, bir Kırgız’la bir Türkiye Türkü

karşılıklı sohbet edecek seviyeye gelebilir.

Fakat edebî dil olarak baktığımızda hiç de

öyle değil, bir dil gibi. Bir de siyasî,

diplomatik saygı gereği dil demek yanlış

olmaz. Çünkü şöyle eleştiriyorlar bizi: “Siz

kendi dilinize Türkçe diyorsunuz

bizimkine niye Kırgız Türkçesi

diyorsunuz?” Kırgız Anayasası’nda

devletin resmi dili, Kırgızcadır. Kazak

Anayasası’nda Kazakçadır. Kazak, Kırgız

Page 7: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Türkçesi ibaresi yoktur. Bizim de

Türkçedir. Yani bu açıdan baktığınızda;

diplomatik ve siyasî olarak baktığımızda

dil demenin hiçbir sakıncası yok. Dil

demek, dilimizin uzak olduğu anlamına

gelmez. Türkiye Türkçesi’ne en yakın

lehçe olarak bilinen Azerbaycan

Türkçesi’nde de durum böyledir. Elçin ve

Anar’ın eserlerini anlamak için sözlük

kullanmanız gerekir. Bu, Azerbaycan

televizyonunda televizyon programlarını

anlamaya benzemez. Nereden geldik bu

noktaya? Kırgız, Kıpçak… Ben işe Yeni

Uygurca ile başladım. Ötkür’ün İz

romanını okuyup anlamak o kadar da kolay

değil. Sözlüksüz olmaz. Niye Kıpçak?

Çünkü ben yüksek lisans ve doktoramda

bir Karluk grubu lehçesi olan Yeni

Uygurca üzerine çalıştım. Doktoram

bittikten sonra, Ahmet Bican Bey’in

yönlendirmesiyle Kırgızca çalışmaya

başladım. Ayrıca, başka bir hikâyem de

var. Aytmatov’un Samançının Colu

“Samanyolu/Toprak Ana” adlı eserini,

Stalin döneminde 1938’de diğer rejim

muhalifleriyle birlikte katledilen ve

kabirsiz gömülen babasına ve ayrıca,

annesine ithaf ederken yazdığı yürek yakan

cümleleri okuyunca çok etkilenmiştim

“Ata, men sağa estelik turguzalbaym, senin

kay cerge kömülgönüngdü da bilbeym.

Mına uşul emgegimdi atam Törökul

Aytmatov saga arnaymın. Apa, sen bizdi

östürüp adam kıldıng, senin uzak ömür

sürüüngdü tilep mına uşul emgegimdi

apam Nagiyma Aytmatova saga arnaymın”

“Ata, ben sana anıt mezar yaptıramıyorum.

Çünkü senin nereye gömüldüğünü

bilmiyorum. İşte bu eserimi babam

Törökul Aytmatov sana ithaf ediyorum.

Anne, sen bizi büyütüp adam ettin. Senin

uzun ömür sürmeni dileyerek işte bu

eserimi annem Nagiyma Aytmatova, sana

ithaf ediyorum.” Çok acı, 1991’de bu toplu

mezar bulundu ve Bişkek’te Ata Beyit adı

verilen şehitliğe taşındı. Hazin bir hikâye.

Sözü uzatmayayım. Sovyetler Birliği’nin

çözülmesiyle beraber Kültür Bakanlığı bir

proje başlatmıştı. Türk Lehçeleri Sözlüğü.

Önce sözlük projesi başladı. Oradan dil

uzmanları geldi. Kazak, Kırgız, Özbek,

Tatar, Başkurt, Uygur… Onlarla birlikte

sözlük üzerinde çalışıyordu Ahmet Bey ve

yine Kültür Bakanlığı’nın bir projesi olarak

Türk lehçeleri kursu başlattı Kültür

Bakanlığı. Pascal diyor ki “Her fırsat

hazırlıklı bir zihin içindir.” Biz çok

hazırlıklı yakalanmadık bu çözülmeye. Bu

bir fırsattı; fakat biz, bu fırsatı çok iyi

değerlendiremedik. Kültür Bakanlığı

tarafından başlatılan bu proje kapsamında

Kırgızca öğretmeye başladım. Ahmet

Bican Bey, bana “Kırgızcayı sen

öğreteceksin” dedi ve bu kursta yaklaşık üç

yıl kursiyerlerle birlikte çalıştım. Sonra

baktım ki bu iş iyi gidiyor. Süleyman

Demirel Cumhurbaşkanıydı o zaman,

Kırgızistan’dan resmi heyetler gelip

gidiyordu. Fikri Sağlar Kültür Bakanıydı.

Ben o yıllarda devlet erkânına tercümanlık

yapmaya başladım. Daha sonra Kırgız

Kültür Bakanı Daniyal Nazarmatov,

rahmetli Sovyetler Birliği devlet

sanatçısıydı; gitarist idi, beni Kırgızistan’a

davet etti 1992’de eşi Saadat Nazarmatova

ile birlikte. Yazın iki ay Bişkek’te

bulundum. Kızları, Çolpon, Camiyla ve

Solidat… Kırgızistan’daki ailem, kız

kardeşlerim. Onları çok seviyor ve çok

özlüyorum. Bu iki ay, Kırgızcamın

gelişmesinde çok etkili oldu. Daniyal

Bey’in evinde kaldım ve sokaklarda

insanların arasında dolaşıp Kırgızca

konuştum. Daha sonra arkasından Kırgız

grameri geldi. Yeni baskısı çoktan

yapılmalıydı. İlk baskısı çoktan tükendi.

İnşallah 2015’te yeni baskısı çıkacak.

Page 8: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

2012 yılında Dil

Araştırmaları’nın 10. sayısında çıkan

Ermeni Harfli Kıpçak Türkçesi adlı

kapsamlı makalenizin bu alanda bir

açığı kapattığını düşünüyor musunuz ve

Ermeni Kıpçakçasına yönelik yapmak

istediğiniz ya da yapılmasını gerekli

gördüğünüz başka çalışmalar var mı?

Bence bu önemli bir konu.

Maalesef algıda seçicilik dediğimiz şey bu.

Adında Ermeni olduğu için Türkiye

Türkolojisi’nde ihmale uğramış bir alandır

bence. Hâlâ da çok duygusal

davrandığımızı düşünüyorum bu konuda.

Ermeni Kıpçakçasını ilk defa 1959’da

Wiesbaden’da çıkan Fundamenta kitabında

Pritsak’ın makalesiyle tanıyorum master

yıllarımda, öğrencilik yıllarımda. Mehmet

Akalın’ın çevirisinden okudum. O

zamanlar inceleme fırsatım pek olmadı.

Başka yabancı kaynaklara bakmadım.

2002’de Kırgızistan’dayım, Almatı’ya

gittik eşim ve kızım Göksu ile birlikte.

Göksu 3 yaşındaydı o zaman. Konuralp

(Ercilasun) ile Gülcanat evleniyordu.

Almatı’da Kazak düğünü oldu. Ben,

Bişkek’te, Kırgızistan-Türkiye Manas

Üniversitesi’nde, Türkoloji Bölümü’nde

görev yapıyordum. Düğüne gittiğimizde

Konuralp dedi ki “Hocam, bir kitap çıkmış

Armenian-Qypchaq Psalter diye.

Ermenistan Büyükelçiliği’nden

alınabiliyormuş.” Konuralp ile birlikte

gidip kitabı almak istedik. Baktık ki bu

Ermeni Kıpçakçası metinleri. Zebur Kitabı.

Zebur’un Kıpçakçaya çevirisi. Türk

olduğumuz için epeyce bir soruşturmadan

sonra kitabı almayı başardık. Edward

Khurshudian ile Aleksandr Garkavets

hazırlamış bu kitabı. Daha sonra Garkavets

ile yazıştım. Bana diğer yayınlarını da

gönderdi. Ermeni Kıpçakçası, Batı ve Rus

literatüründe meselâ, Edmond Schütz’ün

yayınlarında Armeno-Kipchak diye

geçiyor. Meselâ Clauson’un makalesinde,

Rocznik Orientalistyczny dergisinde,

1971’de çıkmıştır. Orada da Armeno-

Qıpcaq diye geçer. 1970’li yıllardaki

çalışmalarda hep bu şekilde geçmektedir.

Ermeni Kıpçakçası ibaresi bize çeviri

yoluyla girdi. Agatangel Krımskiy. Ben

makalemde de yazdım. Krımskiy bu

metinleri, 1930’lu yıllarda tanıtmıştır.

Onun öğrencisi Grunin, onun yarım

bıraktığı yerden devam etmiştir. 1930-

1940’lı yıllarda. Edmond Schütz,

Tryjarski, Daşkeviç, Deny… Garkavets o

yıllarda genç; ancak, 1970’li yıllarda onun

da çalışmaları var. Bagratid’den Kırım’a;

Kırım’dan, Osmanlı’nın Kırım’ı almasıyla

Batı Ukrayna’ya göç... Kamenets-Podolsk

ve Lviv’de Ermeni harfleriyle yazılan

eserler… Gregoryan dinine intisap etmiş

Kıpçaklar. Birbirine karışmış iki koloni.

Birbirlerinin dilini, alfabesini öğrenmişler.

Kilise alfabesi, Ermeni alfabesi olduğu için

Ermeni harfleriyle yazmışlar. Bu, tıpkı

Arap harfli metinler gibi. On asır

kullandığımız, bin yıl kullandığımız Arap

alfabesi de böyle değil midir? Arap

harfleriyle yazmışız, Kutadgu Bilig’i. İlk

İslami eserimizi. İşte Gülistan Tercümesi.

Memluk sahasında yazılan Et-Tuhfet-üz

Zekiyye fi’l-Lûgat-it-Türkiyye. Bunların

hepsi Arap harfleriyle ama Türkçedir.

Dönemin Kıpçakçasıdır ya da

Uygurcasıdır. İşte Soğud harfli Altun

Yaruk gibi. Hukuk metinleri, dini

metinler… Bu metinlerin Ermeniceyle

hiçbir ilgisi yok. Türkler tarih boyunca

neredeyse 12-14 alfabeyle yazmışlar.

Bizim kadar alfabe değiştiren bir millet

yok. Türkçe başka alfabelerle; Süryani

harfleriyle, Grek harfleriyle, İbrani

harfleriyle de yazılmıştır. Bu metinlerde

Ermenice kelimeler yok mu, var. Dini

kelimeler Ermenice. Ana katman

Türkçedir. Bu makale, ilk çalışmaydı.

Genişletilmiş biçimini hazırlamayı

düşünüyorum, kısmet olursa.

Free Üniversitesi’nde bir

süreliğine burslu misafir öğretim üyesi

olarak bulundunuz. Burada geçirdiğiniz

süreden yola çıkarak Avrupa’daki

Page 9: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Türkoloji çalışmalarını nasıl

değerlendiriyorsunuz?

Bir kere Avrupalıların özellikle

Almanların ben çok ciddi yayınlar

yaptığını düşünüyorum. Benim

Almanya’ya gitmem de bu yüzdendir; yani

Alman Türkolojisi’ni tanımak için. Tabii

keşkelerimden biri de belki budur. Yani

keşke daha master-doktora yıllarımda

böyle bir fırsatım olsaydı. Bir doktora

sonrası, post doktora için gitseydim. Çünkü

Humboldt Vakfı’nın ya da DAAD’nin

açılımı değişim programı demek. Keşke

doktora sonrası gitseydim. Yani öyle bir

kompleksim yok master-doktoramı orada

yapsaydım gibi. Batı’ya aşağılık

kompleksiyle bakmadım hiçbir zaman.

Türkiye’de de çok değerli bilim adamları

var. Eksiklerimiz var; ancak, iyi

taraflarımız da var. Alman

Büyükelçiliği’nin vermiş olduğu bir burs

DAAD. Barbara Kellner-Heinkele’yi daha

önce PIAC toplantılarından tanıyordum. O

beni davet etti ve 2004 Ekimi’nde gittim,

Şubat’a kadar kaldım. Almanya’dan

Türkiye Türkolojisi’ne, Türkiye’ye

bakmak… Çok daha analitik

bakabiliyorsunuz. Çok ciddiler bir kere.

Çok az insan çalışıyor enstitüde maaşlı

olarak ve diğerleri burslu. İşte

Volkswagen’ın, Humboldt’un, DAAD’nin

verdiği proje bursları ile istihdam

ediliyorlar. Staatsbibliothek’te çalıştım.

Oranın zengin bir Çağatay yazmaları arşivi

var. Dört ayımı dolu dolu geçirdim,

diyebilirim. Bizim kütüphaneler o kadar

caydırıcı ki… Gitmek istemiyorsunuz

bazılarına. Kitap geç çıkar, saatler sürer,

fotokopi eziyet… Fotokopiyi kendiniz

çektiriyorsunuz. Kimse size fotokopi

hizmeti vermiyor. Grunin’in Dokumentı na

polovetskom yazıke yani Kıpçak

dokümanları. Ermeni cemaatine ait

Kıpçakça metinler kitabını Türkiye’de

bulamadım, yok. Orada buldum ve kendim

fotokopiyle çoğalttım. O yüzden bazı

sayfalar yamuk yumuktur, bazıları eksiktir.

Böyle bir anısı var o kitabın. Onu elime

aldığımda “bu fotokopi bana ait, eksiğiyle

gediğiyle” derim. Seminer verdim

Humboldt’ta. Humboldt’ta Central Asian

Seminar var, Orta Asya Bölümü.

Mongolistik kürsüsü var, Mongolist iki

Alman Moğolca konuşuyor, Almanca

konuşmuyorlar. İngeborg Baldauf, Özbek

ve Uygur meslektaşlarıyla Özbekçe ve

Uygurca konuşuyor. İşlerini çok iyi

yapıyorlar.

Türk dünyasında yapılan

Türkoloji çalışmaları için neler

söyleyebilirsiniz? Türk lehçelerinin

bugünkü güncelliğinden hareketle bu

lehçeler üzerinde yapılmasını

öngördüğünüz çalışmalar nelerdir?

Bence 1990’lı yıllarda başladı.

Ahmet Bican Bey gerçekten de bir ufuk

açtı Türk Dünyası ile ilgili. O zaman ilk

sözlükler yazıldı. Bizim de içinde

olduğumuz bir projede sözlük ve gramer

çalışmaları yapıldı; ama bence yeterli

değil. Meselâ, benim gramerim var, başka

meslektaşlarımın Özbekçe, Uygurca

gramerleri var. Bence bunların sayısının

artması lazım. Daha profesyonel çalışmalar

yapılmalı, mukayeseli çalışmalar. Çünkü

önümüzde büyük bir Kazakistan var ve

gerçekten de Kazak ekonomisi çok büyük

destek veriyor bilime. Yüksek lisans ve

doktora programlarında ikinci danışman

olarak Avrupa ülkelerinden, Türkiye’den

danışman atıyorlar. Öğrenciler, ikinci

danışmanının bulunduğu ülkeye gidiyor,

bilgi ve görgüsünü artırmak üzere ve

derslerine katılıyor. Bu konuda hâlâ çok

hazırlıksızız, hâlâ çok eksiğimiz var.

Türkiye’de bütün lehçeleri bilen

araştırmacılar yetiştirilmeli. Orada

Türkçeyi öğreten çok iyi araştırmacılar

olmalı. Ortak projeler yapılmalı. TİKA,

TÜRKSOY, TÜBİTAK bu projeleri

desteklemeli. Bu kurumların misyonlarına

uygun bir şekilde çalışmalarını bekliyoruz.

Bir başka husus, iki ortak üniversitemiz

var. Manas Üniversitesi ve Ahmet Yesevi

Üniversitesi. Osman Horata Bey gerçekten

de bir açığı kapatmıştır. Artık çok seçici

Page 10: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

davranarak, amaca hizmet edecek kaliteli insanları göndermeye çalışıyorlar. Gerçekten de

Türk Dünyasına gönül vermiş, hem gönlüyle ruhen oraya bağlı; ama ruhen bağlı olmak

yetmez. Akademik anlamda da hazırlıklı olmalı. Meselâ, Kazakistan’a gidecek kişiler,

Kazakça, Kazak kültürü, Kazak coğrafyası hakkında hiç değilse genel olarak bilgi sahibi

olmalı. Başka disiplinlerden gidecek olanlar içinde bu hazırlık gerekli. Kazakçayı günlük

konuşma düzeyinde bilmek gerekir, diye düşünüyorum.

Gazi Üniversitesi’nde vermiş olduğunuz lisans ve lisansüstü dersleriniz

dışında Türkiyat Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde de sürdürmekte olduğunuz

faaliyetler var. Bu faaliyetlerden söz edebilir misiniz?

Türkiyat Enstitüsü ve merkezlerinden söz ederek bu soruya cevap vereyim. İlk

Türkiyat Enstitüsü Atatürk’ün Fuat Köprülü’yü görevlendirmesiyle 1924’te kurulmuştur.

Hacettepe, Ege, Selçuk, Atatürk ve Karatekin Üniversitesi’nin bünyesinde Enstitüler var. Biz

Enstitü değil, Araştırma Merkeziyiz. Türkiyat’ın merkezi, elbette Türkiye olmalı. Türkiyat

Enstitüsü ve Araştırma Merkezlerine bence daha fazla imkân sağlanmalıdır. Enstitülerin kendi

kadroları, yüksek lisans ve doktora programları var. Biz, merkez olarak bazen

Üniversitemizin desteğiyle bazen de kendi imkânlarımızla birtakım faaliyetler

gerçekleştiriyoruz. Bunlar dergi yayını, konferans ve çalıştaylardır. Gazi Türkiyat Türkoloji

Araştırmaları Dergisi adında bir dergimiz var, 2007’de çıkmaya başladı. Senede iki kere;

bahar ve güz olmak üzere iki sayı yayımlanmaktadır. Dergi, tamamen Rektörlüğümüzün

desteğiyle çıkmaktadır. Konferanslar düzenliyoruz kendi imkânlarımızla. 24 Ekim Cuma

günü Türk-Moğol Araştırmaları Çalıştayı’nı gerçekleştireceğiz. Üniversite Rektörümüz Prof.

Dr. Süleyman Büyükberber’e teşekkür borçluyum bu çalıştaya verdikleri destekten dolayı.

Türkiye’de ilk defa bu içerikte bir çalıştay gerçekleştirilecek. Moğolistan ile diplomatik

ilişkilerimiz 45 yıllık; ancak, iki millet arasında tarihin derinliklerinden gelen bir ilişki var.

Bilga Kağan ve Kül Tigin yazıtları, başkent Ulan Bator’a yaklaşık 300 km. Tonyukuk ise 60

km. uzaklıktadır. Biz Moğollarla tarihte kardeşlik etmiş, birlikte yaşamış bir milletiz. O

coğrafyadan gelmiş; ayrıca da dil olarak aynı gruba mensubuz. Altay dil ailesi. İki dil

arasında çok benzerlikler var. Kelime benzerlikleri var, işte söz dizimi benzerliği var. Bu

çalıştay, bence çok anlamlı. Merkez olarak bu tür faaliyetlere devam edeceğiz.

Hocam son olarak Bengütaş Duvar Gazetesi okuyucularına söylemek

istedikleriniz nelerdir?

Türkoloji demek, dil demek, tarih demektir. Köktürk, Uygur, Karahanlılar kimdir?

Harzemşahlar kimdir? Meselâ, öğrencilerime derste soruyorum Balasagun nerede?

Balasagunlu Yusuf’tan yola çıkarak. Ses yok. Bugün Balasagun toprağı yok olmadı herhâlde

değil mi? Karahanlılar’ın başkenti. Nerede? Kırgızistan topraklarında. Bişkek’e 80 km.

uzaklıktadır. Bilgiye ulaşmak artık çok olay. Bu tür ayrıntıları atlamamalıyız. Türk dünyasıyla

ilgili ufkumuzu genişletmeli, Türk dünyasını iyi tanımalı, iyi anlamalı ve onlarla

iletişimimizde profesyonel olmalıyız.

Hocam; sorularımıza vermiş olduğunuz cevaplar ve ayırmış olduğunuz vakit

için size Bengütaş Duvar Gazetesi adına çok teşekkür ederiz.

Page 11: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Hikâye

KEMENÇE VE GÖÇ

İskender KELEŞ

Sabahın ilk saatleriydi. Tan ağarmaya başlamıştı. Seher yeli

hafiften esiyordu. Güneş ilk ışıklarını vuruyordu. Sabah rüzgârının

esintisinde mavi gökyüzü ile denizi seyrediyordum. O sırada yükseklerden

bir müzik sesi geliyordu. Gözlerimi yüksek dağlara doğru çevirdiğimde;

yere çöken bulutlardan başka bir şey göremiyordum ama müzik sesi

kesilmeden devam ediyordu. Bu sesin nereden geldiğini, ne sesi olduğunu

merak etmiştim. Bunu öğrenmek için Karadağ’a giden yolun üzerinde bulunan Kunus

tepesine çıkmayı düşündüm.Yürümeye başladım.Yürüdükçe sese daha çok yaklaşıyordum.

Ancak sesler çoğalıyordu. Sanki düğün kurulmuştu. Kuşluk vakti girdiği an Kunus tepesine

çıktım. Oradan etrafı gözetlemeye, bu sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Sağ tarafa

baktığında Karadağ’a çıkan patikada insanların toplu halde yürüdüğünü gördüm. Hep bir

ağızdan türkü söylüyorlardı. Türkünün sözleri şöyleydi: “Ah yine şenlendi yayla yollari, geldi

yaylaya çıkmanın zamanlari”. Türküler söylenirken arkadan kelek sesleri gelmeye başlamıştı.

Hayvanlar süslenmiş, üzerinde yüklerle insanlarla beraber yürüyorlardı. O ağır ağır çalan

müzik sesi gittikçe hareketlenmeye başlamıştı. Bu sesin hangi müzik aletine ait olduğu

görmek için patika yolun zirvesine baktım. Patikanın zirvesinde insanların önünde üç tane

müzisyen görünüyordu. Üç tane kemençeci. Evet, o ses kemençeydi. O önde yürüyor.

Yaylacılar yüksek dağlara göçüyordu.

Şiir

ANNE’YE AĞIT

Halil Sercan Koşik

Uyuyamıyorum anne geceleri

Bir sessizlik öldürüyor beni

Uzat kollarını geleyim yanına

Ben de gireyim o kara toprağa

O kara toprak ki sana bir döşek

Sensiz yaşamak neyime gerek

Ağlasam, sızlasam hepsi boş

Bir kokuna sarılıp uyumak hoş

Uyuyamıyorum anne geceleri

Bu sensizlik öldürüyor beni

Page 12: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Deneme

SIFATLARDAN MÜNEZZEH BİR

ARAYIŞIN SORUSU BEN KİMİM?

Saliha YILMAZ

1993 yılının

yazıydı, annemin kucağına

düştüm. İlkin çocuktum,

büyümeye yüz tuttum

sonra. Bir kuşun kanatları

kadar özgür, gökyüzü

kadar mavi hayallerim vardı. Masumdum,

sonra büyüdüm…

Annemin telaşları arasında

döndüm, dolaştım, takıldım ve elimi

bırakan olmadı hiç, hep tutundum.

Büyürken değiştim, değişen her şey gibi.

Ben neysem 12 yaşımda oldum. En çok o

zaman buldum kendimi. Karşılaştığım ilk

şey dua oldu, istemeyi öğrendim, istemem

gerektiğini. Bir çocuğun sabrı kadardı

benim de sabrım. Sonra fark ettim ki

büyürken küçüldü çocukluğum. Dönerken

kendi etrafımda; bir yokluk duygusu, bir

olgunluk, bir kıskançlık derken… Evet,

evet kıskançlık. İlk bu duyguydum ben. Bir

kıyafet, bir bebek, bir nesne hiç değildi

aradığım…

Akrep yelkovanı kovalamaya

devam etti ve bugün neysem dünden

oldum. Çocukluğumun ulaşamadığı o

uçurtmayım ben, annemin ardından koşup

ellerime bırakmak istediği. Sonraları bir

saklambacın kıyısından döndüm.

Saklanandım özümle tanıştım.

Dünüm ben, bugünüm, yarınım.

Hikâye

YEDİ YILIN DUASI

Ünal DERELİ

Olağanüstü bir hal var son zamanlarda bu şehirde. Ne zaman

kalabalık ve uzun bir sokağında yürüsem; dilini, dinini bilmediğim bir

ülkedeymişim gibi hissediyorum. O derece yalnız o derece yabancı. Bulutları

paslanmış, toprağı çoraklaşmış, denizinin de çöp koktuğu bir cuma günü; atm

kuyruğunda burs parası çekmek için beklerken tanıştım Mahmut ile. Ben pek

konuşkan biri değilimdir. Hele banka kuyruğundaki insanlarla konuşmak hiç huyum değildir.

Oflaya puflaya sıranı beklersin, sıra sana gelir, paranı çekersin ya da yatırıp gidersin. Doğru

olan da budur.

Maalesef öyle olmadı. Bizim Mahmut çenesi düşüğün teki çıktı.

-Merhaba ağabey. Dün burası böyle kalabalık değildi.

-Yarım ağız: Burs paraları yattı, o yüzden kalabalık dedim.

Page 13: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

-Öyle mi, ben birinci sınıfım ben de

başvurdum ama geç alıyormuşuz biz.

-Ocakta almaya başlarsınız.

-Beyefendi sizi mi bekleyeceğiz?

Kahvehane mi burası işiniz yoksa niye

bekletiyorsunuz bizi?

dedi kızın biri. Haklı kız dedim içimden.

İki günlük adam yüzünden tövbe

estağfurullah.

-Bana mı dedin ağabey?

-Sana dedim sana, geç sıra sende.

Dedim ya paranı çeker gidersin.

Hoş yatacak değildim ya atmnin önünde.

Hiç meraklı olmamama rağmen, arkama

dönüp Mahmut'un gidip gitmediğine

bakma istediği uyandı içimde. Döndüm

arkamdan sanki bir yakını ölmüşçesine

yüzü asık bir vaziyette gidiyordu. Arkamı

dönüp yürüdüm biraz. İster şeytan deyin

ister vicdan her ne ad verirseniz onunla

kafamda ve kalbimde köşe kapmaca

oynadım. Haliyle; birinci sınıfım dedi,

bursu geç verecekler dedi, parası mı yoktu

ya da kalacak yeri, gibi sorulara teslim

oldum. Aslında hiç umurumda olmaz, bana

ne elalemin çocuğundan, velisi miyim?

-Hey! Hey! beyaz gömlekli çocuk!

Sana diyorum.

- Bana mı dedin ağabey?

-Adın ne senin?

-Mahmut.

-Hangi bölüm de okuyorsun?

-Tarih.

-Ben de matematik okuyorum.

Bakmayın matematik okuduğuma

hiç haz etmem. Hatta matematik de

benden nefret eder.

-Bölüme mi gidiyorsun?

-Yok ağabey, yurda gidiyorum.

-Hayırdır, yüzün niye asık?

-Memleketi, ailemi özledim deme.

Her gelen aynı der; ağlar, bayılır, ayılır iki

aya da alışır.

-Yok, ondan değil.

Ben de konuşmaya amma

meraklıymışım. Sanki kırk yıllık

arkadaşım. Alaycı bir gülümsemeyle:

-Ne o ilk haftadan bir kız bulup

sonra da terk mi edildin? Gülerek:

-Hiç sevilmedim ki terk edileyim

dedi.

İnsanı üzen bütün bunlar

olamadığına göre geriye bir tek şey

kalıyordu. Para.

Çocuğa velisi gibi bodoslama paran var

diye sorulmazdı ya. Hem yürüyüp hem de

kırmadan incitmeden sormanın yolunu

arıyordum. Birden yanımdan kayboldu.

Arkamı döndüm, durmuş bir yere bakıyor.

-Ooo Mahmut Efendi sana da

hemen bahsetmişler Çağla Hanım’dan.

-Sen de tanıyor musun onu ağabey?

-Tanımayan yok ki. Hem bizim

sınıftan.

Bozulduğunu anladım ama pek

kâle almadım. Sonra öğrendim ki: Nam-ı

diğer Çağla Hanım'la bizim oğlan aynı

memlekettenmiş. Aynı lisede okumuşlar.

Sizin anlayacağınız bizim oğlan aşık olmuş

kıza. Bir kaç kere sevdiğini söyleyecek

olmuş; kız ağzını tıkmış lafı. Fakat hiç

vazgeçmemiş Çağla'yı sevmekten.

Üniversite’de olduğu gibi lisede de aklı

havadaymış bu Çağla'nın. Dört yıl boyunca

haliyle bir sürü erkek arkadaşı olmuş.

Mecnun deyin Ferhat deyin tercih size

kalmış ama bizimki bütün bunları sineye

çekip sevmeye devam etmiş. Bana bunları

anlattığında; salağa bak 21.yüzyıldayız

böyle aşk mı kaldı? Ağzını burnunu kırsam

mı şunun, diye içimden geçmedi değil.

İki yıl boyunca Mahmut'la çok

içli dışlı olmasak da; selamlaşır, karşılıklı

hal hatır sorardık. Son sene bir tanıdık

aracılığıyla üst sınıflarla eve çıkmış. Eve

çıktığı çocuklar da benim samimi

arkadaşlarım. Haliyle gidip geliyorum

Page 14: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

evlerine tabi. Bir gün muhabbet arasında

çocukların biri Çağla ile ilgili kötü bir söz

söylemiş. Yedi yıldır içinde

biriktirdiklerinin de verdiği bıkkınla,

canhıraş bir vaziyette atlamış çocuğun

üstüne. Gürültü patırtı derken;

bizimkini epey bir hırpalamış çocuk. Olayı

ben bir hafta sonra öğrendim. Bir akşam

bir kaç öteberi aldım, bunların evinin

yolunu tuttum. Mahmut'la beraber üç

kişilerdi evde. Kavga ettiği çocuk

dışarıdaymış. Yüzündeki morluklar

kapanmaya yüz tutmuştu. Hoş beş,

muhabbet derken; Mahmut ben bir şeyler

hazırlayayım deyip mutfağa gitti.

Duramadım yardım bahanesiyle peşinden

ben de gittim. Aslında çok kızmıştım ona

sayıp sövecektim hesapta. Ne işin var senin

o kızla dört yıl lise üç yıl da üniversite

olmuş. Bu devirde hiç merhabalaşmadığın

hadi onu da geçtim seni sevmeyen biri yedi

yıl beklenir mi? Halini görünce bunları

diyemedim tabi. İtiraf edeyim acıdım da.

Bu çocuk beni yufka yüreklinin biri yaptı

galiba.

-Yedi yıl oldu değil mi? dedim.

-Ne yedi yıl oldu ağabey? dedi.

-Çağla'yı diyorum. Niye bekledin

bu kadar yıl? Bekle mi dedi, umut mu

verdi? Neye güvendin de bunca yıl da

bekledin oğlum?

Elindeki tabağı bir kenara bırakıp,

kendinden son derece emin bir vaziyette:

-Ben bu yaşıma geldim adımı

söylerken bile bu kadar kendimden emin

olduğumu hiç hatırlamıyorum.

Dedi ki:

-Dualara ağabey.

-Ne duası oğlum, ne diyorsun sen?

-Belki bezm-i elestte hiç

karşılaşmadık, belki beni de hiç sevmedi.

-Anlıyorum ama o kadar duanın

hatırı ne olacak?''

deyince; donup kalmak deyiminin bile

donup kaldığı bir an yaşadım. Bir şey

diyemedim.

-Belli mi olur ağabey, belki yedi

yıldır ona serenâd ettiğim duaların hatırına

bir selam verir. Ha ne dersin?

-Amin Mahmut'um, Amin kardeşim

derim.

Şiir

… VE SEN EY MİHRİBÂN!

Yavuz(Fermân) KILIÇ

Günlerin sonunu aramakla geçiyor

günlerim

Aklımda korkunç, tuhaf soru işaretleri

sıralanmış

“Hırpalanmış ufuklardan güneş ne zaman

düşecek

Sensizliğin gün sonu ne zaman gelecek?’’

kavgasındayım.

Yine sensizlikte, yine sessizlikte…

Yine yoğun karbon gazı katıklı dertlerin

arasındayım.

Masal dünyasında, gözlerinden yıldırımlar

saçan

Cellâtlar gibi bakan gölgelerin önünde

dikiliyorum

Kocamış bir vapurun bağırtısıyla

irkiliyorum

Ürperti ile geriliyorum

Bir kaşık suyla boğmak istiyorum her

şeyi…

Sensizliğin, sensiz bu sessizliğin ne kadar

zor olduğunu biliyorsun

Biliyorum.

Bu şehrin er meydânına asit yağmurları

yağıyor

Page 15: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Herkes, herkesin farkında değil her zamanki gibi

Ezici güçler, çöpleri yemek niyetiyle güvercinlerin önüne yığıyor

Görünmüyor,düşürülen uçurumların dibi

Görüntü vermiyor yanıp sönen bakışların sâhibi.

Beni de korkuttular…

Korktuğum, korkutulduğum çok zamânlar oldu

Seni düşündüm sadece, aşkına sığındım

Tüm korkular, tüm korkuluklar son buldu.

Sen…

Sen, ey kim bilir

Hangi renkli âlemlerin sonbahâr rüzgârlarında saçlarını savuran

Sen, ey firâkı, yüreğimi

Taşkömürü ocaklarında çıkan yangınlardan beter kavuran

Sen, ey güzelliklerin öncüsü

Sen, ey sevgili!

Hazânın dalımdan düşüremediği tek yaprak

Sen, gönül hazînemin en değerli incisi

Cânımacân katan cân

Sen, ey Mihribân!

Ey nûr-ı dîdem!

Sen, benim kurtuluş müjdem.

Page 16: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Deneme

KELEBEĞİN ÖMRÜ

Damla KARAYİĞİT

Şimdi

gözlerinizi kapatın.

Derin bir ırmağa

doğru çağlayan

suların üstünden,

oynaşarak geçen iki

kelebek geçiyor

gözlerinizin önünden… Rengi mühim

değil; yaşadıkları aşkı hissetmeniz mühim.

Irmağın sol tarafında yeşilin her tonu ve

çiçeklerin her renginin hâkim olduğu bir

ova düşünün. Ovanın üstünde açık mavi,

beyaz ve kızılın ilk ışıkları ve onlara başını

değdirmeye çalışan mor dağlar. Mor

dağların eteklerine serilmiş toprak yoldan

bir toz bulutu havalanıyor. Bir kalabalık ki

davullu zurnalı, sesi uzaktan hoş geliyor.

Kalabalığın en önünde kahverengi bir atın

üzerine kondurulmuş beyaz bir kelebek.

Pullu, kırmızı yazması hiç kestirmek

istemediği saçlarının üzerine örtülü, elinde

beyaz eldiven, üzerinde omuzları

oturmamış beyaz tülden elbise. Atın

boynundan tutan kahverengi yelekli

adamın pantolonunun sol cebi hayli

kabarık… Kelebeğin ağa babası olsa gerek.

Ayşe bu ailenin dokuzuncu

çocuğu, babasının beşinci hasılatı,

annesinin teminatı. “Kelebekler” demişti

Kemal öğretmen dört yıl önce “yirmi dört

saat yaşar, bu süreçte evlenir, yuva kurar,

anne olur ve ölür.” Ayşe bunu şimdi

hatırlıyor, çok sevdiği ablasının kaçıncı

senesinde öldüğünü… Öldürüldüğünü

hesaplamaya çalışıyordu. Ablasının

beyazla girip beyazla çıktığı eve yine aynı

renkle karalar bağlaya bağlaya gidiyordu ki

Berdel’i adından daha iyi ezberletmişlerdi

on bir senedir Ayşe’ye.

Şimdi bu ahşap oymalı kapının

önünde alnına helalinden bir koyunun

kanını sürmüşler, sarı bir ibrikle ellerinin

kınasını yıkamışlardı. Anlamını hiç aklında

tutamadığı besmeleyle ve çeşitli bereket

dualarıyla aldılar Ayşe’yi bu devasa

büyüklükteki karanlık eve. Ayşe’yi sarı

duvarlı bir odaya aldılar, hala abla kokan

beyaz dantelden bir yatağa oturttular.

İçeri, iki yıl önce ablasının

düğününde pencereden ağlayarak izlediği

adam girdi. Çok ağlamıştı da ablası

evlenirken bu adam ona cebinden şeker

vermişti. Ta o zamandan sevmemişti bu

adamı Ayşe. Önce ondan ablasını aldı,

sonra ablasını ondan kopardı. Şimdi

Ayşe’den okulunu, çok sevdiği

arkadaşlarını almış, onlardan koparmıştı.

Ayşe’nin gözleri, başındaki pullu, kırmızı

örtüden ayrılırken bu adamın kahverengi

çoraplarına dikilip kalmış, minik omuzları

kaskatı kesilmişti. Şimdi kelebeğin ömrünü

düşünüyordu Ayşe… Yirmi dört saatte

doğmuş, birden kadın olmuş, kağıttan yuva

kurmuş…

Şimdi gözlerinizi açın. Derin bir

hiçliğe doğru çağlayan hıçkırıkların

üstünden, ağlaşarak geçen insan(!)lar

geçiyor gözlerinizden. İnsan olup

olmadıkları mühim değil; yaşadıkları -mış

gibiler mühim. Hiçliğin sol tarafında acının

her tonu ve karanlıkların bin bir renginin

hâkim olduğu bir cehennem düşünün.

Cehennemin üzerinde sarının,

kahverenginin ve siyahın bitmeyecek

ışıkları ve onlara ellerini bulamış şeytanlar.

Şeytanların eteklerine serilmiş taşlı yoldan

bir toz bulutu havalanıyor. Bir kalabalık ki

Page 17: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

kadınlı erkekli çığlıklar uzaktan boş geliyor. Kalabalığın en önünde sarı bir tabut, içine

kondurulmuş minik bir kelebek. Kırmızı yazma, hiç girmek istemediği tabutunun üstünde

örtülü, ellerinde soğumamış kınası, üzerinde kaderinden örülü beyaz bir kefen. Tabutun baş

ucundan tutan kahverengi yelekli adamın pantolonunun cebinde kabarıklık biraz eksik…

Kelebeğin ağa celladı olsa gerek.

Ayşe bu lanetin ikinci kurbanı, babasının yüz karası, annesinin ölüm fermanı.

“Kelebekler” demişti Kemal öğretmen beş yıl önce “yirmi dört saat yaşar, bu süreçte evlenir,

yuva kurar, anne olur ve ölür.”

Şiir

SUSKUNLUĞUM

Nazlı (Nazime) EKİNCİ

Kalemim tüm kırılganlığına rağmen

damla damla dua/lar akıtıyor beyaz

sayfalara

hani duasız üşürmüş ya yürekler!

Üşüme sevgili !

Allah aşkına üşüme !

Bak tüm dua/larım sana

Tüm gözyaşlarım rahmet rahmet yüreğine!

Üşüme sevgili!

Kırık kalemim hatrına

Seni yazıyorum tüm yaşayamadıklarıma

Sevgilere,

Hasretlere,

Mutluluklara…

Seni yazıyorum..!

Yaşayamadan da anlatamıyorum ki

seni!

Sana dair mutlulukları!

Ve yüreğini..!

Anlatamıyorum..!

Hani hiç bir şey yaşanmadan anlaşılmaz

ya!

Sen de anlaşılmıyorsun sevgili!

Anlatamıyorum seni..

Yaşayamadan dile getiremiyorum o

güzelliğini!

Görüyorum

fakat

tarif edemiyorum…

Yalnızca adını dualarıma işliyorum.

Üzgünüm!

yapabildiğim tek şey bu!

Herkes soruyor kim? diye…

Susuyorum....

Dilimden dökülen tek hece

Suskunluğum!

Page 18: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Şiir

VEZİNLİ MİZANSIZ

Özer Şenödeyici

ON DÖRT

1.

Dünya seni oltamın ucuna takayım mı?

Üstünde gezindiğin balığa atayım mı?

Öküzün boynuzuna serum lastiği gerip

Anka'nın yuvasına hızla fırlatayım mı?

2.

"Nasıl yazıyorsun?" der, bu işten anlamayan.

Halbuki dertle doğar, dünyada şiir yazan.

Şair bir kez şarapla dostluk kurduğu zaman,

"Sözün sultanıyım." der, nitekim olmaz yalan.

3.

Korkum yok zerre kadar, çürüyorken bu beden;

Dostun yanında ise, düşmanın da güzeldir.

Sorarlarsa "Ne yaptın bunca yıl dünyada sen?"

Bir iki dost edindim, dünyalara bedeldir.

4.

Ayran gönüllü idim, belki de biraz a'ma;

Nice eski defterde, şükür temayül gördüm.

Dünyada otuz beş yıl henüz geçmedi amma,

On ömre bedel hain ve alçak gönül gördüm.

5.

Öküz öldüğü zaman ortaklık da bitermiş...

Vefasızın huyu bu: İş bitince gidermiş.

Çok şükür ki öğretti devran bana gerçeği:

Vefa denilen nesne İstanbul'da bir yermiş...

6.

Gündüz gece yorulmaz, çobanı takip eder;

İş yapan ademleri güldürmez böyleleri.

Gece rahat uyuyup gündüz memurluk eder,

Tanrı'nın ikazına aldırmaz böyleleri.

ON BİR

1.

Söyleyip fâş etmem intizarımı,

Tabipler âcizdir benim derdimde.

Seher vaktindeki ah ü zarımı,

Bülbül sesi derler hazan mevsimde...

2.

Şiir hikmet değil, lânettir ancak,

Bunca idraksizin olduğu yerde.

Kelâmı tersinden anlayan alçak,

Şairin başını sokmaz mı derde?

3.

İsyana teşebbüs kalmamış biraz,

Öyle bir harcadın ruhumu dünya.

Bu naçar gönlümde ne bir beddua,

Ne isyan edecek kudret bulunmaz.

4.

Bulmadım umduğum bir kezömrümce,

Nabza göre şerbet vermediğimden.

Devranı sürmedim şöyle gönlümce,

Şerefim yerlere sermediğimden.

5.

Bilmezden gelmenin erdem olduğu,

Tek yer sevgilinin yurdu değilmiş.

Her yerde kesilmiş Hakk’ın soluğu,

Hakikat kul olmuş, boynu eğilmiş.

6.

Üç beş vesikalık ve birkaç belge,

Yeter bu diyarda alçak namerde.

Liyakat, dirayet yoksa üstelik,

Görürsün onu sen en yüksek yerde.

Page 19: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Kitap Tanıtımı

ANLATILAMAYAN SEVDANIN

ŞİİRLERİ: SEVDAMA DAİR

Muammer YİĞİT

Yunus Emre BOLAT Kimdir?

Sevdama Dair isimli şiir kitabının yazarı Yunus Emre Bolat, 1994 yılında Tokat

Erbaa’da dünyaya geldi. İlköğretim ve liseyi bu şehirde tamamladı ve 2012 yılında Karadeniz

Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Şu an ise

aynı bölümde lisans eğitimine devam etmektedir. Yunus Emre Bolat, aynı zamanda bestakâr

ve müzisyendir.

Sevdama Dair

Yunus Emre Bolat’ın “Sevdama Dair” isimli şiir kitabı 2014 Haziran ayında Gece

Kitaplığı yayınları arasında yerini buldu ve okuyucularıyla buluştu. Yazarın kitabında,

ilköğretim çağından şimdiye kadar yazdığı şiirler yer almakta. Önsözde yazar, yazın hayatına

nasıl başladığından bahsediyor:

Yazmak, kendi içimde birikmiş olan sevgiyi,

acıyı, nefreti, aşkı ve bunlarla beraber gözlem, sezgi,

his ve hayallerimi dış dünyaya yansıtmak için

kullandığım en büyük araçtır. Yazmaya ilk kez on dört

yaşımda Hüseyin Özdilek İlköğretim Okulu’nda

okurken başladım. Türkçe öğretmenim Yavuz

Eryılmaz’ın beni cesaretlendirmesiyle belediyenin

düzenlediği Kütüphaneler Haftası konulu şiir

yarışmasına “Kitap Sevdası” adlı şiirimle katıldım.

Yarışmada birinci olmam beni çok cesaretlendirmişti.

Kitapta genel olarak aşkın ve hüznün izleri

bulunmakta. Kitaba ismini veren ve arka kapakta da bir

kısmı yer alan “Sevdama Dair” isimli şiirde yazar,

yazdıklarıyla sevdasını anlatamayacağını dile getiriyor.

Bu nedenle kitabın ilk şiiri de budur. Burada okuyucuya

verilen mesaj: “Ben sevdama dair şiirler kaleme aldım;

lâkin sevdam şiirlerle anlatılacak gibi değil!” …

Ey dünyalar güzeli canım sevdiğim benim,

İste, al bu canım olsun hemen senin.

Yalnız bahsedebilirim senden şu sayfalara,

Dedim ya işte, sığmazsın bu aciz satırlara.

Yunus Emre Bolat’ın bestakâr ve müzisyen

olması dolayısıyla çoğu şiirinin aslında kendi şarkılarının da

Page 20: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

sözleri olduğunu söylemek mümkün. “Yandım, Hüzün, Hep Yanındayım, Sevgilim,

Gülüşün…” isimli şiirleri, bestelenenler arasındadır.

Yazar klâsik Türk edebiyatına ilgi duyması yönüyle, o şiir geleneğine yakın ve içinde

Arapça-Farsça kelimeler barındıran şiirler de kaleme almış. “Acz, Maşukâma İltifât,

Bilmecburîye Reftâr…” isimli şiirlerini bu yönde yazdığı şiirler arasında saymamız mümkün.

Nigâh eyledim ve gördüm ki bîşümâr mahâsin sendedir

Şekerhandın ekser lâyık olduğu cemâl münhasıran sendedir …

Aşkın ve hüznün izleini taşıyan Sevdama Dair adlı şiir kitabını internet üzerinden satın

almak mümkün. Tüm okurlarına şimdiden iyi okumalar…

Şiir

SEV BENİ

Yunus Emre BOLAT

Baktın ki hislerim çok ağır geliyor sana

Kenara itilmiş masum duygularımla sev beni

Görme arzum “zaman hırsızı” dedirtecekse bana

Tüm suçlarımı kabullen böylece sev beni

Alev alev kor olmuş, tutuşup canımızı yakan

Dalga dalga coşmuş her güne hatıralar bırakan

Yağmurlar gibi damla damla yüreğime akan

Bu çıkarsız ve sonsuz olan aşkımla sev beni

Fark etmeyecekse eğer beni görüp görmemek

Senin tarif ettiğin duyguysa eğer bu sevmek

Ayrılıktan çok daha acıysa eğer ölmek

Bir an olsun görmeden yokluğumla sev beni

Bülbül olup senin dalında etsem de feryat

Dikenin acısına katlanmayı gerektirir hayat

Yediğim aş bana taş olsun, ekmeğim bayat

Büsbütün çaresizliğimi göre göre sev beni

Page 21: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Kitap Tanıtımı

HURUFİLİK BİLGİSİ

FERİŞTEOĞLU ABDÜLMECİD

KÜLLİYATI

Arş. Gör. Ahmet AKDAĞ

Fatih Usluer, Özer Şenödeyici ve İsmail Arıkoğlu tarafından neşre hazırlanan

Hurufilik Bilgisi Ferişteoğlu Abdülmecid Külliyatı adlı eser, Ferişteoğlu Abdülmecid'in

Hurufilikle ilgili eserlerinin transkripsiyonlu olarak bir araya getirilmesinden müteşekkildir.

Eser, toplam 330 sayfadan oluşmaktadır.

Eserin "Önsöz" bölümünü Fatih Usluer

kaleme almıştır. Usluer bu bölümde, Ferişteoğlu

gibi önemli bir kişiliğin eserlerinin bir arada

okuyucunun istifadesine sunulması gerektiği

düşüncesinin, kendisini, bu eserin vücûda

getirilmesine sevk eden temel âmil olduğunu

vurgulamıştır. Bundan hareketle Usluer,

Ferişteoğlu'nun eserlerinden Işk-nâme'yi doktora

tezi olarak hazırlayan İsmail Arıkoğlu ile Hidâyet-

nâme ve Âhiret-nâme'yi makale olarak

yayınlayan Özer Şenödeyici'ye bu husustaki

düşüncelerini açtığını ve bu düşüncesinin her iki

araştırmacı tarafından da memnuniyetle

karşılandığını vurgulamıştır. Yukarıda adı geçen

eserlerle birlikte Fatih Usluer'in de Tercüme-i Hâb-

nâme ile Risâle-i Hurûf'u müstakil, Saâdet-nâme'yi

ise Halil Karabulut ile müşterek hazırladığı

Ferişteoğlu'nun Hurufilikle ilgili diğer üç eseri, bu

kitabın muhteviyatını oluşturmaktadır.

Eserin önsöz bölümünden sonra Fatih Usluer tarafından hazırlanmış Ferişteoğlu

Abdülmecid'in hayatı ve eserleri ile ilgili bilgi veren bir kısım bulunmaktadır. Bu kısımdan

öğrendiğimize göre Ferişteoğlu'nun bu esere dahil edilen altı eserinin yanı sıra Lügat-ı

Kânûn-ı İlâhî ve Kitâb-ı Hutbe-i Devâzdeh İmam adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Bu

eserlerden ilki, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş bir Kur'ân sözlüğü olup Cemal Muhtar

tarafından neşredilmiştir. İkincisinin ise Hurufilikle ilgili olmadığından bu esere dahil

edilmediği söylenmiştir.

Page 22: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Eserin 13-17. sayfa aralığında İsmail Arıkoğlu Işk-nâme'yi tanıtmıştır. Evvelâ Işk-

nâme hakkında bilgi vermiştir. Arıkoğlu, daha sonra Işk-nâme'nin kısaca özetini vermiş ve

ardından metnin hazırlanışında kullanılan nüshaları tanıtmıştır. 19-159. sayfalar arasında Işk-

nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.

161-163. sayfa aralığında Özer Şenödeyici Hidâyet-nâme'yi tanıtmıştır.

Şenödeyici, eserin özetine yer verdikten sonra kısaca Hurufilik inancına göre sayıların ifade

ettiği anlamlar ve Hurufilik itikadı üzerinde durmuştur. Aynı şekilde Şenödeyici de eserin

tenkitli metnini hazırlanırken kullanılan nüshaları bu bölümün sonuna ilave etmiştir. 165.

sayfadan itibaren ise Hidâyet-nâme'nin tenkitli metnine yer verilmiştir. Hidâyet-nâme 191.

sayfada son bulmaktadır.

193-194. sayfalarda Özer Şenödeyici Âhiret-nâme'yi tanıtmıştır. Şenödeyici,

Ferişteoğlu'nun bu eserinin, Hurufilerin ölüm ve ölüm sonrasına ait fikirlerini ihtiva etmesi ve

Türk dilinin 15. yüzyılda geldiği noktayı kayıt altına alması açısından önemli olduğunu

vurgulamıştır. Araştırmacı, eserin tenkidinde kullandığı nüshaları da bu bölümün sonunda

vermiştir. 195-218. sayfalar arasında ise Âhiret-nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.

219-221. sayfalarda Fatih Usluer, Saâdet-nâme'yi tanıtmıştır. Usluer,

öncelikle eserin nüshaları hakkında bilgi vermiş ve metnin tenkidinde kullandığı nüshaları

hangi kısaltma harfleri ile verdiğine işaret etmiştir. Daha sonra Saâdet-nâme'nin muhtevası

hakkında bilgi vermiştir. 223-255. sayfa aralığında ise Fatih Usluer ile Halil Karabulut'un

hazırladıkları Saâdet-nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.

257-258. sayfalarda, Fatih Usluer, Risâle-i Hurûf Tercemesi'nin tanıtımını

yapmıştır. Usluer, bu risâlenin temel fikrinin insan yüzünün Allah'ın bir kitabı olduğunu

vurgulamıştır. Usluer, bu kısmın sonunda metnin neşrinde kullandığı nüshalara yer vermiştir.

259-262. sayfa aralığında ise Risâle-i Hurûf'un metni bulunmaktadır.

263-272. sayfa aralığında Fatih Usluer, Ferişteoğlu'nun, Seyyid İshak'ın Hâb-

nâme adlı eserinin çevirisi olan Tercüme-i Hâb-nâme adlı eserin tanıtımını yapmıştır. Usluer,

bu bölümde "1. Rüya ve Rüya Tevili, 2. Tabir Edilen Rüyaların Analizi" şeklinde iki alt

başlık altında eser hakkında bilgi vermiştir. 273-327. sayfalarda ise Tercüme-i Hâb-nâme'nin

metnine yer verilmiştir.

Eserin sonunda ise istifade edilen kaynaklar "Genel Kaynakça" başlığıyla verilmiştir.

Bir sanatçının eserlerinin külliyat şeklinde bir araya getirilmesi, o sanatçının edebî

kimliği ve kişiliği hakkında daha geniş bilgilere ulaşma imkânı verir. Üç ayrı araştırmacının

Ferişteoğlu'nun farklı eserleri üzerine yaptıkları titiz çalışmalarının meyvesi olan bu eser de

Hurufilik ve Ferişteoğlu ile ilgili yapılacak araştırmalar için önemli bir kaynak hüviyetine

sahiptir.

Page 23: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Araştırma

GÜRCİSTAN TARİHİNDE İSLAM

Giorgi PHUTKARADZE

Gürcistan M.Ö. 5. Yüzyılda Kral PARNAVAZ tarafından

diğer kraliyetleri tek hâkimiyet altında toplayarak bir devlet olarak

ilan edilmiştir. Dünyada 14 yazılı dilden birisi olan Gürcüce de aynı

tarihte harfleri oluşturarak Gürcistan’ın resmi dili olarak ilan

edilmiştir. Dini açıdan ise M.S. 4. Yüzyıla kadar genel olarak

putperestlik yaygındı. Gürcistan’da Hristiyanlık ilk olarak 1. Yy-da

Hz. İsa’nın havarilerinden ANDREAS ve MATİAS tarafından

getirilmiştir ancak o dönemde çok az sayda insan Hristiyanlığı kabul etmiştir. Genel olarak

Gürcülerin Hristiyanlaşması M.S. 4. Kapadokya’dan gelen aziz NİNO vasıtasıyla Kral

MİRİAN döneminde olmuştur ve o tarihten itibaren Hristiyanlık Hristiyan Gürcüler

tarafından millileştirilmiştir.

İslam konusuna gelince, tarihi

kaynaklara göre, M.S. VII. Yüzyılda

Araplar İbeya’yı (doğu Gürcistan’ın eski

adı) işgal ederek Tiflis ve civarına hakim

oldular. Böylece Gürcistan, Hz. Ömer

devrinde başlayan fetihlerle

Müslümanların hakimiyetine girmiş

olmaktaydı. Aynı yüzyılda Tiflis’i kuşatıp

egemenliği altına alan sahabe Habib Bin

Mesleme Gürcülerin cizye ödemeleri

karşılığında dinlerini özgürce

yaşayabileceklerine; mabetlerine, canlarına

ve mallarına hiçbir zarar verilmeyeceğine

dair de bir amanname hazırlatmıştır.

Ayrıca Abdurrahman bin Cez adında bir

alimi de İslam hakkında kendilerine

bilgilendirmek üzere Tiflis’e gönderdi ve

bu şekilde insanlar İslam dini öğrenerek

kısa süre içerisinde Müslüman nüfusu

çoğaldı ve Tiflis’te bir İslam Emirliği

kuruldu. Batı Gürcistan’da ise İslam

Osmanlı döneminde yayılmayı başlamıştı.

Yukarıda yazdıklarım tarihi

kaynaklarda yer alan olayılardı ancak bir

rivayete göre, ise Hz. Peygamber (s.a.v.)

hayattayken onun ziyaretine Kafkasya

bölgesinden bir grup insan gittiğini

söyleniyor ancak bunların hangi

milletlerden olduklarını net olarak belli

değildir. Zikredilen ziyaretçiler

peygamberimizi ziyaret ettikten sonra

kendisinden hatıra olarak bir hediye talep

etmişler, peygamberimiz onlara bir deri

parçası vermiş bununla ayakkabı dikip

giyersiniz diye, ancak onlar bu hediyeyi

aldıktan sonra biz peygamberin verdiği

hediyeyi ayaklar altında taşımayız

düşüncesiyle birer takke yaptırıp başlarına

takmışlar ve bu haberi alan peygamberimiz

onlar için dua etmiştir. Yanı böylece,

fetihler olmadan da Gürcistan’da

Müslümanların olduklarını söylenebilir.

Bazıları İslam kaynaklarına

dayanarak ahir zamanda Mehdi

hazretlerinin 313 kişilik ordusunda 5

kişinin Tiflisli olacağını kabul

etmektedirler.

Bugün itibarıyla 5 milyon olan

Gürcistan nüfusun %11-i Müslüman olup

Şii ve Sünni olarak ikiye ayrılır. Şiiler

genellikle doğu Gürcistan’da yaşıyorlar ve

onların Şii olmalarında, batı Gürcistan’daki

Sünnilerde Osmanlı etkisi olduğu gibi

Page 24: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

onlarda da tarihi boyunca devam eden İran etkisidir. Gürcistan ve Kafkasya bölgesinde Tiflis

tarihi boyunca olduğu gibi hem dini hem de siyası açıdan olmak üzere İslam dini için de

merkezi yerdir. Bunun en iyi örneği 19. Yüzyılın sonuna kadar Tiflis’te bulunan 5 camiden

Sovyet birliği yıkıldıktan sonra tekrar faaliyete geçen tek cami, 1522 yılında Lala Mustafa

Paşa adına yaptırılan cami olduğunu tahmin edilmektedir. Bu camin en önemli özelliği

içerisinde iki mihrabın olmasıdır. Bunlardan bir tarafı Şiiler diğeri ise Sünniler tarafından

kullanılmaktadır. Bu camiden yola çıkarak bugünkü İslam ülkelerinde olan Şii ve Sünni

davaları yorumlayacak olursak gerçek şu ki; Hristiyan hakimiyeti altında olanlar birleşip

birbirlerine sahip çıkarken Müslüman devleti kurmuş olan Müslümanlar ise birbirlerini

öldürerek ve katlederek güçlü olmaya çalışıyorlar. Ancak ne yazık ki bu şekilde İslam dinine

ve kendilerine zarar verdiklerinden farkında değiller.

1801 tarihli Rus işgalinden sonra Müslümanlar üzerinde baskılar nedeniyle dini

bilgiler azalmıştır ve bu şekilde bazı Müslümanlar asimile olmuş veya Gürcistan’dan ayrılıp

başka ülkelere Türkiye’ye veya İran’a göç etmişlerdir. Özellikle de 1877-1878 (93 harbi)

Osmanlı Rusya savaşında Acara bölgesi Rusların elinde geçtikten sonra Ruslar tarafından

yapılan baskılar nedeniyle yüz binlerce Müslüman Acaristan bölgesinden Türkiye’ye

(zamanın Osmanlı ülkesi) göç ederek hayatlarını orada devam ettiler. Buna rağmen

Gürcistan’da Müslümanların en yoğun bulunduğu yer ve Gürcistan Müftülüğün bulunduğu

yer yine Acara (Batum) bölgesidir.

Müslümanlar üzerinde en büyük

baskılar özellikle Sovyetler döneminde

yapılmıştır. Çünkü diğer ibadethanelerde

olduğu gibi her cami de ibadete kapalıydı.

Açıkça ben Müslümanım diyenleri ya hapse

ya da Sibirya’ya gönderiyorlardı. Bununla

ilgili olarak atalarımız şöyle anlatırdı: “biz

sahura kalktığımızda sobanın ışığında

yemek yerdik ve pencerelerde battaniyeler

asardık ki kimse sahura kalktığımızı

anlamasın diye, kurbanları da geceleyin evin

bodrum katında keserdik kimse görmesin

diye, üstelik okullarda da ramazan ayında

herkese zorunlu olarak birer şeker

yediriyorlarmış ki hiç kimse oruç tutmasın diye ve medreselerin olması imkansız bir şey idi.

Böylece Müslüman adı taşıyan ancak İslam dinin ne olduğunu bilmeyen Müslümanların sayısı

çok hem de çok büyük rakamlara ulaşmıştı. Sovyet birliği dağıldıktan sonra Gürcistan

bağımsızlığı ilan edince herkes kendi dinine sahip çıkmayı başladığı gibi Müslümanlar da

kendi dinine sahip çıktılar ancak bunu bazılar bir gelenek yani atalardan kalan bir gelenek

olarak Müslümanlığa devam ettiler ve ne yazık ki bu şekilde davrananların çoğu Hristiyan

misyonerlerin kurbanı oldular. Ancak her yerde olduğu gibi Gürcistan’daki Müslümanlar da

yeni yeni uyanmayı başlayıp İslam dinine tam olarak sahip çıkmayı başladılar ve böylece

bugün itibarıyla yeni yapılan ve eskiden kalanlar olmak üzere Gürcistan’da 200’den fazla

cami ve 70’e kadar medrese (Kuran kursu) Müslümanlara hizmet vermektedir. Bu hizmetlerin

çoğu Türkiye’den gelen yardımıyla yapılmaktadır. Allah tüm yardım sevenlerden ve tüm

Müslümanlardan razı olsun. Duamız Müslümanlar üzerinde ve Müslüman olmayanların

Müslüman olmaları için olsun. Selam ve duayla…

Page 25: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

İnceleme

ROMAN KAHRAMANLARI

Samet ÇAKMAKER

Sanatların en zoru, bazı hikmet sahiplerince “insan tanımak sanatı” ve insanın

kendini tanıması olarak gösterilir. Romanlarda tanınan kahramanlar bazen insanın kendini

tanımasına da katkı sağlar. Hatta kimi zaman onlarla gerçek hayattaki insanlardan daha fazla

bütünleşiriz. Çünkü gerçek yaşamda hiç kimseyi romanlardaki kadar ayrıntılı ruh halleriyle,

yaşantılarıyla, itiraflarıyla tanıma şansımız olmaz. Cemil Meriç’in şu cümleleri durumu

özetliyor aslında: “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaplardaki

insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.”

Hayatımızda böylesine yer etmeyi başarmış

sayısız roman kahramanını daha yakından tanıtmayı ve

kişilerden hareketle romanı, romancıyı, edebiyatı ve

edebiyatla iç içe olan diğer disiplinleri mercek altına

almayı hedefleyen bir dergi olan Roman Kahramanları

bu alanda ciddi bir boşluğu dolduruyor. Roman

Kahramanları dergisi yayın hayatına başladığı 2010

yılından bu yana dosyalar halinde onlarca roman

kahramanını farklı bakış açılarıyla daha yakından

tanımamızı sağladı. Derginin birinci sayısında yer alan

tanıtım yazısında her sayıda iki yerli ve iki yabancı

roman kahramanı üzerine dosyalar hazırlamak fikrinden

bahsedilmiş. Bunun yanında farklı disiplinlerle de

sürekli irtibat halinde olma düşüncesi de derginin

sonraki sayılarını şekillendiren etkenlerden biri olmuş.

Bu yazıdan bir bölümle derginin kendini tanıtmasına

izin verelim: “Yazıların yalnızca edebiyatın

penceresinden yaklaşmaması gerektiğini düşündük sonra. Roman kahramanı dediğimiz, insan

ruhunun bir suretiydi madem, ona psikolojiden felsefeye, edebiyattan tarihe, hukuktan

antropolojiye insan bilimlerinin farklı dallarının bakış açılarıyla yaklaşmak daha anlamlı

olacaktı… Bu ilk sayıda yoğun olarak edebiyatçıların kalem oynattığının farkındayız, ancak

gelecek sayılarda sözünü ettiğimiz farklı yaklaşımlara yer vereceğimizi şimdiden

duyuralım...”

Elimizdeki 19. sayı tam da bu düşünceye uygun olarak hazırlanmış. “Mimarlık

Edebiyatı”, “Öğretmen Roman Kahramanları”, “Yasaklanmış Romanlar”, “David H.

Lawrence” ve “İlhan Tarus” dosyalarının yer aldığı bu sayıda oldukça dikkat çekici yazıların

bulunduğunu söyleyebiliriz. İlk dosya konusu olan “Mimarlık Edebiyatı” yukarıda bahsedilen

edebiyatla farklı disiplinlerin bir arada değerlendirilmesi noktasında oldukça önemli bir konu.

Şehirlerin kimliklerini oluşturan mimari yapının tarihsel değişimi ve işlevin dikkate alınarak

kimliğin göz ardı edildiği son dönem mimarimizin kimliksizliği bize medeniyet ve mimarinin

ayrılmaz

taraflarını bir kere daha göstermiştir. Edebi eserlerde mimarinin ne şekilde yer edindiğinin

araştırılması mimari kimliğin ön plana çıkarılmasında önemli bir role sahip

Page 26: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

“Mimarlık Edebiyatı” dosyası

aslında Kocaeli Üniversitesi tarafından

desteklenen bir Bilimsel Araştırma Projesi

kapsamında ortaya çıkan ve henüz

yayımlanmamış olan “Temel Mimarlık

Kültürü” isimli bir kitaptan seçilmiş

yazılardan oluşuyor. Dosyada Umberto

Eco’nun Gülün Adı, Ursula K. Le Guin’in

Mülksüzler, Orhan Pamuk’un Masumiyet

Müzesi, Thomas Mann’ın Büyülü Çağ,

Hikmet Temel Akarsu’nun Aleladelik

Çağı, Orhan Kemal’in Devlet Kuşu, Latife

Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları,

Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın

Kamburu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın

Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Dino

Buzzati’nin Tatar Çölü romanlarını mekân

ve mimari açısından inceleyen yazılar yer

almakta.

“Öğretmen Roman

Kahramanları” dosyası ise Tanzimat

romanından modern romana kadar geniş

bir alana yayılmış romanların incelendiği

yazılarla dikkat çekiyor. Okan Koç’un

kaleme aldığı “Ölmeye Yatmak: Taşradan

Metropole Bir Modernleşme Hikâyesi”

başlıklı yazıda Adalet Ağaoğlu’nun Dar

Zamanlar üçlemesinin ilk romanı olan

Ölmeye Yatmak romanının öğretmen

karakterlerinin sistematik bir

değerlendirmeye tabi tutulduğu görülüyor.

Yazıda, romanın merkez kişisi olan

Öğretim üyesi Aysel’in şahsında hem

bireysel hem de onun temsil ettiği kuşağın

bunalımları ekseninde toplumsal

çalkantılar irdelenmiş. Dosyada yer alan

yazılardan biri de Serhat Demirel’e ait.

Yazı, Ferit Edgü’nün O. Hakkâri’de Bir

Mevsim romanının öğretmen karakteri

hakkında çeşitli özgün tespitler içeriyor.

“Yasaklanmış Romanlar”,

“David H. Lawrence” ve “İlhan Tarus”

dosyalarıyla da Roman Kahramanlarının

19. sayısı edebiyata, romana ilgi duyan

fakat bununla sınırlı kalmayan bir kitlenin

sayfalarını heyecanla çevireceği bir seçki

olmuş.

Roman Kahramanları S.19-Temmuz/Eylül

2014. Heyamola Yayınları.

Şiir

YIKIK ŞEHİR

İrfan KOÇ

Duygularını kaybetmiş köhne bir şehir gibiyim

Acıların her türlüsünü tatmış

Yaşanılacak her şeyi yaşamış

Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir şehir gibi

Surları kırık dökük

Terk edilmiş ve yapayalnız

Kaldırımları sökük,sokakları buram buram hüzün kokan

Harcı ayrılıkla karılan bir şehir

Her dosttan bir tutam ihanet tattı

İhanet sadece hançeri alıp sırtına saplamak değildi

Sessiz kalmak en büyük ihanetti

Kanatmadan hançeri alıp da kalbinin en orta yerine sokmak

Ve bir anda soluksuz bırakmaktı,sessiz kalmak

Ne şehirler ne de şairler asla yalan söylemez

Ne sessizlikler ne de haykırışlar asla unutulmaz

Ve bunlar şehrin her yerine buram buram kazınırlar

Page 27: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Hikâye

GÖLGELER KORİDORU

Mahir ELVAN

Gökyüzü hala bulutluydu. Her an yağmur başlayabilirdi. Trabzon da yağmur, trafik

lambalarında ki sarı ışığa benzer. Devamlı tetiktedir bulutlar. Trabzon'da yaz sonlarında, sanki

dünya yağmurlu bahar aylarından yaz aylarına nasıl geçeceğini bilmiyormuşçasına, bitmek

tükenmek bilmeyen yağmurlar yağar. Bu yüzden her zaman mistik bir hava vardır. Takvimler

olmasa, günleri birbirinden ayırt etmeniz mümkün değildir. Ben artık günleri saymayı

bıraktım. Bunun her gün havanın kapalı olmasıyla, sürekli insanın dışarıya çıkmasını

engelleyecek şiddette yağan yağmurlarla pek ilgisi yok. Fakat bir akıl hastanesindeyseniz

burada her gününüz birbirine benzer. Bugün dünün aynısıdır, yarın bugünün aynısı olacaktır..

Siz hiç hangi günde olduğunuzu hatırlayamadığınız zamanlar oldu mu? Çok desenize! O gün

evinizde 4 duvar arasında mıydınız bari? Belki de şuan bir devlet dairesinde her gün

yaptığınız rutin işleri yapmak ile meşgulsünüz. O zaman durun size bir şizofrenin içinde

bulunduğu bilmeceyi anlatayım... Artık kendi seslerimi duymuyorum. Bu iyi bir gelişme.

Fakat onlar bu hikâyeyi benden çok daha iyi anlatırdı. En azından onlar daha cesur

açıklamalar yapabilirlerdi…

Şehrin dışında olan dört katlı hastanemiz, dışarıdan ilk bakıldığında devasa

büyüklükte bir kolezyumu size anımsatsa da içeriye girdiğiniz de; daracık odaları, büyük bir

bölümünün depo olması ve hastane personellerinin dördüncü katta yer almasıyla yarattığı

sıkışmışlığın hemen farkına varırsınız. Evet… O büyülü ses başlamıştı. Yine yeni yeniden..

Yanlış anlamayın iç seslerimden bahsetmiyorum. Sadece yağan yağmurlara bir yenisi daha

eklenmişti o kadar. Belki de yağmurdan nefret ediyorsunuz. Fakat; yılın üç yüz atmış günü de

yağsa, bu yağmurlardan sıkılmanız mümkün de değildi. Bir kere büyülü sesi insana huzur

veriyor. Hele ki bittikten sonra ki o topraktan gelen kokusu yok mu, insana huzur verir. Hafta

da bir kere bahçeye çıkma iznim olsa da o koku her zaman gelip beni bulur. Ben daracık

odamın ahşap penceresinden hastanemizin karşı sokağını izlerken hemşirenin geldiğini geç

fark ettim. İlaç saatim gelmiş. Zaman kavramının olmadığını bir kez daha anladım. Günlük

ilaç alma seremonisini bitirdikten sonra koridora çıktım. Az yanan koridor ışıkları sayesinde

koridorun sonunu görmemiz çok zordu. Burası bana 1963 yapımı 'Şok Koridor' filmini

hatırlatıyor. İçinden çıkılmayan bir çok olayı bünyesinde barındıran bu koridorda hiçbir şey

göründüğü gibi değildir...

Bazen gerçekle rüyayı ayıran sınırları ayırt edemem. Hangisinin gerçek olduğunu

anlamakta zorlanırım. Sanki gerçeklik, kimyasal yolla zorla enjekte edilen bir maddeydi.

Günün en aydınlık olması gereken saatlerin de bile bugün hava aşırı pusluydu. Güneş,

bulunmaz Hint kumaşıydı bizim için. Silah zoruyla bile doğmayacağına bahse girebilirim. Bir

gün daha bitmişti. Bugün de dünün aynısıydı. Ya da ben sıradanlığın mihenk taşıydım. Etrafta

gezindiğim zamanlarda herkesi halinden memnun görüyorum. Herkes bir hayal dünyasında

yaşıyor… Her gün, öğle arasına çıktığımız zaman kendisini padişah Kanuni zanneden ve

sabahtan akşama kadar 'tez kellesi vurula' diye bağıran bir herifle karşılaşıyorum. Hastaneye

giriş kapısına her yöneldiğimde de Oedipus'a selam verip, Koridorda da, Zeus'la göz göze

gelip, odama gidiyorum. Yan yatağımda dünyaya hükmettiğini iddia eden, fakat fukara

sümüğü olduğu her halinden belli olan Sezar var. Yataklarımızın arasında otuz santim bile

Page 28: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

yok. Ben bunları düşünürken ışıklar tamamen söndü. Işıklar söndükten bir süre sonra Enbe

Orkestrası konserine başladı. Tavuk kümesini andıran odamızda ki horozların, uyuduktan

sonra horultu ve iniltiler duyuyorum. Günlük işlerimi yaptıktan sonra gözlerimi kapatıp

uyumayı denerken, koridordan bir çığlık sesi duydum. Hızlıca gözlerimi açtım. Herkes derin

uykuya dalmıştı. Doğrulup kapı eşiğine baktım. Kapı eşiğinden bir gölge geçtiğini gördüm.

Ama bu zihnimde ki bulantıdan kaynaklı olabilirdi. Ya çığlık? Buna verilecek cevabım yoktu.

Garip bir şekilde bu çığlık, her zaman duymaya alıştığım çığlıklara benzemiyordu. Hele ki bir

akıl hastanesindeyseniz her an çığlık sesleri duyabilirdiniz. Bu bizden daha normal olan bir

şeydi. Hem benim dışımda kimsenin bu çığlığı umursadığını da sanmıyorum. Merakla içimi

kemiren gidip bakma duygusunu, kitli kapı engelliyordu. Kapı kilitli olduğundan uyumaktan

başka çarem yoktu.

Dün gece, Napolyon'un gözleri çıkartılmış. Artık olmayan paralarını sayamayacaktı..

Artık sıradan günlere paydostu. Hastane de büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Polisler

gelmişti. Napolyon'un odasındaki hastaları inceliyorlardı. Tüm personeller deli gibi sağa sola

koşuşturmaktaydı. Bu halleriyle ilaçlara bizden daha fazla ihtiyaçları oldukları aşikardı.

Napolyon, hemen acile kaldırılmıştı. Bir süre tedavi altında kalacaktı. Böyle bir durum da

şiddete maruz kalmış hastanın oda arkadaşlarından şüphelenilirdi. Öyle de oldu. Bizim

polislerde ki bir türlü anlayamadım 'al bunu al al al' hastalığı baş göstermiş bir tane zihinsel

geriliği olan hastayı alıp götürmüşlerdi. Halbuki biraz düşünseler yaşlı adamcağızın böyle bir

şeyi yapmaya ne gücünün nede aklının olmadığını göreceklerdi. Bence personellerden sonra

polislere de bize verilen ilaçlardan verilmeliydi.

Hastanemizin davetsiz misafiri olan bu gölge ile birlikte doğru orantı olarak şiddete

maruz kalan hasta sayısı artıyordu. Kulakları koparılan, elleri kırılan, gözleri moraran hasta

sayısı artmıştı. Akıl hastanesi artık revire dönmüştü. Güvenlik önlemlerinin arttığını

söylemelerine rağmen, burma altın bilezik fiyatında ki bu güvenlik kameraları bana göre beş

para etmezlerdi. Çünkü; bir türlü bir yararını görememiştik. Üstelik; polisler ve doktorlar, bizi

dış dünyada ki kötülüklerden koruyacaklarına bizi bizden korumaya çalışıyorlardı. Şeytan

içimizde değildi, aksine ensemizdeydi. Bunu anlamak için filozof olmaya gerek yoktu, deli

olmamak yeterliydi.

Aylardır hastanemizde huzurdan eser kalmamıştı. Bugün bu iş bitmeliydi. Ben

bitirmeliydim. İçime birden bire cahil özgüveni doğmuştu. Bu yaratan tarafından bana,

içimizde ki şeytanı bulup çıkarmam için gönderilen bir ışık olduğundan hiç şüphem yoktu. Bir

Sherlock Holmes olmaya bilirdim fakat düzenimizi bozan canavara gününü göstermeye

niyetliydim. Bugün her zaman yaptığımız günlük işlerden sadece bir nüshayı atlamıştım.

Çünkü; seslere ihtiyacım vardı. Benden daha cesurdular. Fikir ve önerileri sayesinde bize

musallat olan şeytanı yenebilirdim. Bana verilen ilacı dilimin altına saklayıp, hemşeriler

gittikten sonra da pencereden dışarıya sallamıştım. Bir kaç saat sonra nedense aklıma 'Son

Ayin' filmi gelmişti. Kendimi Anthony Hopkins'in oynadığı rahip karakteri gibi

hissediyordum. Kararlı, dik duruşlu. Evet, sesler de gelmeye başlamıştı. Günler sonra gelen

tek iyi haber buydu. Bana yapmam gerekenleri özenle anlattılar. Hemen harekete geçtim.

Akşam yemeğinden sonra hemşirelerin birinden her kapıyı açan oda anahtarlarını çarpmıştım.

Yakalasaydım başıma neler geleceğinin farkındaydım. Fakat o şahane(!) güvenlik

kameralarımıza da el atmak zorundaydım. Gerçi ben dokunmasam bile onlar bir şeyin

farkında değillerdi ama, eşeği sağlam kazığa bağlamalıydım. Sonuçta Paranormal Activity

Page 29: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

filminde değildik. Çarptığım anahtarlar sayesinde kameraların bulunduğu odaya koridorlar

tenhalaştıktan sonra rahatça girdim. Güvenlik kameralarının bağlı olduğu mekanizmaya

yanıma getirdiğim suyu döktüm.Bu basit ve etkili bir yöntemdi. 'Cısss' sesinden sonra odadan

hemen çıktım. Çok basit olmuştu her şey. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Odama girdim.

Yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattım hemşirenin gelip kapıyı kilitlemesini bekledim.

Hemşire her zamanki gibi gelip kapıyı kilitledi. Ayak seslerini dinlemeye koyuldum. Ayak

sesleri azaldı. Artık koridorda fırtına öncesi sessizlik hâkimdi. Ya av olacaktım ya da avcı.

Ayrıca, avda olsam bir şey değişmezdi hayatımda. Zaten bitkisel hayat yaşıyordum.

Gözlerimi kapatıp etrafı dinlemeye koyuldum. Tahminen bir saat geçmişti. Gelen giden

yoktu. Bu kadar basit bir planın işe yarayacağını zannedecek kadar aptaldım. Saatler akmaya

başladı. Akrep yelkovanı kovalamaya devam ediyordu. Fakat hala ıssız bir ada gibi sessizdi

koridor. Zaman ilerledikçe sesler bana emirler vermeye başlamıştı. Bir tanesi heyecanlı bir

şekilde: 'Av sana gelmiyorsa sen ava gitmelisin' diyordu.

Diğer ses; daha otoriter bir şekilde, Şeytanı saklandığı ininden çıkartmam için kalkıp

koridorda ses çıkarmamı istiyordu. Ah, bana cesaret verebilecek bir şeylere ihtiyacım vardı.

Mesela bu; Temel Reis'in, güç kazanmak için yediği ıspanağı olabilirdi.. Bu düşünceden sonra

sesler beni aşağılamaya başlamıştı. Alaylara daha fazla dayanamayıp yataktan fırladım.

Odanın kapısını tam açacakken, korku evlerinin koridorunu andıran koridorumuz da sesler

duydum. Sessiz olmak için aşırı güç sarf ederek odadan dışarı çıkmaya çalıştım. Gerçi, bu

kadar özenli olmama gerek yoktu. Odamda ki ve diğer odalarda ki hastaların iniltileri,

horlamaları beni görünmez adam yapıyordu. Bir ses daha işittim. Tüm düşüncelerden sıyrılıp

işime odaklanmalıydım. Kapıdan çıktım. Şeytan, avına sinsice yaklaşan bir tilki gibi

koridorun sonunda ki odadan içeri usulca sokuldu. Koridoru hızlıca geçip arkasından odaya

daldım. Tek atımlık barutum vardı. Eğer Şeytan'ı yakalayamazsam onun işini kolaylaştırmış

olacaktım… Gökyüzündeki bulutlar dağılmıştı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdırdıktan

sonra evlerine dönmüş olmalıydılar. Fakat, hava hala aşırı sıcaktı. Ah, o nem yok mu!

Olduğum yerde terlememe neden oluyor. En kötüsü de yaz tatilindeydik ve ben tatile

çıkamamıştım. Ama insanlar şuan Antalya’da şu saatler de bile denize girerken, bense

umutsuz ev kadınları gibi; film izleyip, günlük yazıyordum. Günlüğüm de yaşadığım

olaylardan daha çok, izlediğim filmlerden bazı sahnelere ve hayal ettiğim düşlerin bir

bölümüne yer veriyordum. Bugünde 'Son Ayin' filmini izlemiştim. Anthony Hopkins der

susarım...

Şiir

TOPLAYAMADIKLARIM

Samet Mustafa MAZLUM

Sigaradan sararmış parmaklarımla,

Ellerim titreye titreye düşürüyorum bu satırları senin beyazlığına.

Ah! Toprak bakışlım bir bilsen,

Nasıl çaresiz kaldım karşında

Düşen gözyaşlarımı toplamaya çalışır gibi.

Kim bilir sardığım son nefeslerdir bu sigara,

Dağlayacağım son yara ağlayacağım son gece.

Sabahı olmayan bir gece umuduyla yazamıyor bunları sana.

Mürekkebim düşüyor sana ben yalnızca dağıtıyorum,

Tüm toplayamadıklarım gibi…

Page 30: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Şiir

SAFA- YI VUSLAT

Melike YILMAZ

Huzur ve uyku faniliğin ebedi arzusu,

Lakin, ömr-i beşer her dem melûl her dem

mahzun

Asuman ümit meydanı lisanım mükedder su

Kimdir ey, bu bezginlik sarhoşu ?

Efkârımızı kaplar sağır ve dilsiz geceler

Düşün ne olur. Mai siyahı görene kadar

Ey faydasız ağlayışlar, zehirli gülüşler,

Safa- yı vuslat hicrandan beter.

Kağıt üstünde kelimat soğuk birer ceset,

Yazarım ''Telakiler,firkatler...'' kalbim inlerken,

Kimsin, nesin ? ... İnsandır fikr-i müşterek elbet.

Atî çıkınca mâzi esaret !

Deneme

GÜN EKSİLİRKEN

(Her mihnetin kabulümdür yeter ki gün eksilmesin penceremden… Cahit Sıtkı Tarancı)

Her şey güneşin doğuşuyla başladı. Güneş gökyüzünü ve ufuk

çizgisini selamladı. Kuşlar pencere kenarları aradı konmak için. Deniz

üzerine giyindiği mavi örtüsüyle şöyle bir salındı. Bir gemi göründü

ötelerden. Kayalıkları selamladı deniz usulca. Kayalıklara iki kişi

oturdu sabahın erken saatlerinde. Deniz ne kadar güzel bugün dedi biri

diğerine. Diğeri bir çiçeği koklar gibi içini çekerek gülümsedi. Deniz

mutlulukla selamladı onları. Ufuk çizgisine bakıp hayal kurdu iki kişi.

Umut, gelecek, sevinç… Kötü bir şey düşünmediler bugün. Kuşların

gönlünü taklit etmek, çatıların üstüne çıkıp özgürlüğe ulaşmak istediler. Gemi gibi denizde

süzülmek, gökkuşağının altından geçip masal diyarına ulaşmak, bir anka kuşunun kanadında

kaf dağını aşmak istediler. Çocuklar ölmesin deyip, gökyüzüne rengarenk

balonlar göndermek istediler.

Sonra güneş gidişini haber verdi. Ufuk çizgisi uzaklaştı. Gemi onu bekleyen başka

limanlara doğru yol aldı. Kayalıklardaki iki kişi günün bittiğini anlayıp eve doğru yol aldı.

Kuşlar yuvalarına uçtu. Gün eksildi pencereden. Onları izleyen adam pencereyi kapattı.

Karanlık bir oda kaldı geriye bir de odayı aydınlatan ışık. Masadan kalktı adam ışığı kapattı.

Gün bitmişti… Her şey bir şey oldu. Akşam oldu gün uyudu. Gün yeniden söz söylemek için

şimdilik karanlık oldu.

Page 31: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Şiir

TÜRKİYE AĞLIYOR

Esra Cemre ÇAĞIR

Yine Türkiye ağlıyor...

Yürekler kanıyor

Şehitler toprağa veriliyor

Ne zaman bitecek bu gözyaşı

Ne zaman bitecek gönüllerdeki acı..

Artık sabır kalmadı

Allah’ım sen bize acı!

Ne zaman bir şehit toprağa düşerse

Sadece annesi ağlamıyor

Bütün ülke ağlıyor

Yıllardır ağlayan bu insanlar

Yeniden karalar bağlıyor...

Bitsin Allah’ım bitsin bu acı

Sabır tahammül kalmadı sen bize acı...

Şiir

NERDESİN

Mesut YILMAZ

Hayalime doğar yine gözlerin

Mâverâdan bir ses gelir, nerdesin

Âteş-i sûzan gibi gönlümü eritir

Eşkimden doğan yıldızlar, nerdesin

Tir-i gamzende çak çak oldu yüreğim

Simâ-yı âfîtâbım, rû-yı mâhım

İnler her solukta naçar şu bahtım

Uykusuz gecelere mihmân oldum, nerdesin

Cây-ı behiştinde kimler dolanır şimdi

Taltiflerini kim duyar, ellerini kim tutar

Ey benim sultanım söyle yüreğinde kim var

Yeter sensizlikten yandığım, nerdesin

Itrnâk rayihaların dolar gönlüme

Lâl olur yüreğim leyli dinlerim

Mahmur gözlerin dolanır gözlerimde

Ahû gözlü sevdiğim, bilsen nasıl severim

Zülfün teli için canım veririm, nerdesin…

Page 32: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

HABERLER

Bengütaş Yeni Yayın Dönemine Başladı

Bengütaş Duvar Gazetesi yeni

yayın dönemine başladı. Son sayısı

Haziran ayında yayınlanan Bengütaş,

yaz dönemi tatiline girdikten sonra yeni

eğitim-öğretim yılının başlamasıyla

beraber yayın hazırlıklarına başlamış ve

ilk olarak gazetenin tamamen öğrencilere devredilmesi amacıyla düzenlenen toplantı

gerçekleştirilmiştir. Gerçekleşen toplantıda aşağıdaki kararlar alınmıştır:

1- Yönetim Kurulu değiştirilerek yeni görevliler belirlenmiştir.

2- Komisyonlar ve bu komisyonlarda görev alacak olan kişiler düzenlenerek görev

dağılımı yapılmıştır.

3- Gazete için bir üyelik sistemi kurulmasına ve üyelere kart yaptırılmasına karar

verilmiştir.

4- Gazetemizde artık üyelerden gelen çeşitli fotoğraflar kullanılacaktır.

5- Bölümümüzdeki sınıflarda gazetenin daha detaylı tanıtılması ve öğrencilerle irtibatın

sağlam kalması için bir duyuru ekibi kurulmuştur.

Bölümümüz Öğretim Üyelerinden Doç. Dr.

Özer Şenödeyici’nin İmza Günü

Page 33: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

Bölümümüzde Birinci Sınıflar İçin Oryantasyon

Faaliyeti Düzenlendi

Karadeniz Teknik Üniversitesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü birinci

sınıf öğrencileri için 24 Eylül 2014

tarihinde oryantasyon faaliyeti

düzenlendi. Bölüme yeni katılan

öğrencilerin, üniversite öğrencisi

olmanın idrakine varmaları, görev ve

sorumluluklarından haberdar olmaları

için düzenlenen programda bölüm

öğretim elemanlarının tanıtılmasının

ardından, öğrencilerin görev ve

sorumlulukları hakkında bilgiler

verildi. Daha sonra Türk Dili ve

Edebiyatı mezunlarının iş olanakları hakkında bilgilendirilen öğrenciler, daha sonra

üniversiteler arası öğrenci değişim programları hakkında bilgi sahibi oldular. Biz de Bengütaş

ailesi olarak yeni öğrenci arkadaşlarımıza “hoş geldiniz” diyoruz.

Bölümümüz Öğrencilerinden Emirhan Bostan

KTÜ Öğrenci Derneği Başkanlığına Atandı

1986 yılından beri faaliyet gösteren Karadeniz Teknik

Üniversitesi Öğrenci Derneği'nde, 2012 yılından bu yana

Dernek Başkanlığını yürüten Ahmet Yılmaz, görevi KTÜ

Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olan Emirhan Bostan'a

devretti. Kendisine görevinde başarılar diliyoruz.

“Hikâyeleriyle Şiirler” Programı

Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri bu aralar

tatlı bir telaş içinde… Doç. Dr. Özer Şenödeyici’nin yönetiminde hazırlanmakta olan

“Hikâyeleriyle Şiirler” adlı programın hazırlıklarını devam ettiren öğrenciler, aralık ayı içinde

sunumlarını gerçekleştirecekler. Bengütaş Haber Bürosu’na ulaşan bilgiye göre, bel kemiğini

belirli bir arka planı olan ve bir anlatıya dayanan şiirler oluşturmakta. Şiirler ve onların

yazılma nedenlerinin işleneceği programda çeşitli sunumlara ve müzik performanslarına yer

verileceği belirtildi.

Page 34: Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6

BİR AN BİR HİKÂYE

Güven ŞERBETÇİ

Her şey gibi bilgiye ulaşmanın da çok kolaylaştığı bu baş döndürücü çağda, her

zaman kolaya meyli olan insan da hayatını idame ettirmesi için gereken bilgiyi, görgüyü,

fikri; televizyonun, bilgisayarın ve nihayet artık cep telefonlarının soğuk ekranlarından

ediniyor. Teknolojin koşmayı bırakıp uçtuğu bu çağda ağacın ağaçlıktan sonraki en kıymetli

hali olan kitaplar yaya kalıyor. Oysa insanoğlu şunları unutuyor: Evet en cafcaflı Hollywood

filmlerinde çok eğleniyor ancak hayal gücü alınıyor elinden. Her okurun yeni bir dünya

kurmasına izin veren kitaplar yerine milyarlarca insan tek bir adamın hayalgücüne bağlı

kalıyor. Ve evet her türlü bilgiye kolayca ulaşıyor ama iki kelimeyi bir araya getirip de

bildiklerini aktaramıyor. Bunun gibi onlarca örnek saymak boşuna, biliyorum. İnsanoğlu

teknoloji çarkının kanlı dişlilerinde öğütülmeyi seçecek yine yüksek ihtimalle. Velakin

umutsuzluk bize göre değil. Daha iyi, daha akıllı, daha sosyal, daha mutlu, daha şefkatli yani

daha “insan” insanlar yetiştirmek için mücadeleyi sürdürmeli ve çocuklarımıza kitap denen

virüsü bulaştırmalıyız. Çok didaktik üslubu sevmem o yüzden burada kesiyorum sevgili

izleyici-okuyucu.

Bir eylül günü, görev yaptığım Türkmenmecidiye Köyü’ndeki okulumun bahçesinde

çekildi bu “an”. Diğerleri henüz göreve başlamayan öğretmenlerinin yokluğunu voleybol

oynamakla değerlendirirken bu öğrencim kitap okumayı tercih ediyordu. İşte bu hırgür

içerisinde hala zoru seçenlere ithaf edilmiştir bu kare. Okumanın hem ihtiyaç hem de bir

tercih meselesi olduğunu düşündüğüm için bu karenin adını “Tercih Meselesi” koymuştum.

İyi seyirler...