Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6
-
Upload
yunus-emre-bolat -
Category
Documents
-
view
255 -
download
8
description
Transcript of Bengütaş Duvar Gazetesi Sayı:6
BU SAYIDA Prof. Dr. Hülya Kasapoğlu Çengel İle Röportaj – Fulya AKMAN
Kemençe ve Göç – İskender KELEŞ ◊ Anneye Ağıt – Halil Sercan KOŞİK
Sıfatlardan Münezzeh Bir Arayışın Sorusu: Ben Kimim? – Saliha YILMAZ
Yedi Yılın Duası – Ünal DERELİ ◊ Ve Sen Ey Mihribân – Yavuz Fermân KILIÇ
Kelebeğin Ömrü – Damla KARAYİĞİT ◊ Suskunluğum – Nazlı Nazime EKİNCİ
Anlatılamayan Sevdanın Şiirleri: Sedavama Dair – Muammer YİĞİT
Sev Beni – Yunus Emre BOLAT ◊ Hurufilik Bilgisi Ferişteoğlu Abdülmecid
Külliyatı – Arş. Gör. Ahmet AKDAĞ Gürcistan Tarihinde İslâm – Giorgi Phutkaradzade ◊ Nerdesin – Mesut YILMAZ
Roman Kahramanları – Samet ÇAKMAKER ◊ Yıkık Şehir – İrfan KOÇ
Gölgeler Koridoru – Mahir ELVAN ◊ Toplayamadıklarım – Samet Mustafa MAZLUM
Safa-yı Vuslat – Melike YILMAZ ◊ Gün Eksilirken – Kevser BEYAZIT
Türkiye Ağlıyor – Esra Cemre ÇAĞIR ◊ Bir An Bir Hikâye – Güven ŞERBETÇİ
Editör
Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ
Tashih
Serap CENGİZ
Kevser BEYAZIT
Ayşenur AYYILDIZ
İletişim Sorumları
İhsan BAYRAK
Röportaj Ekibi
Damla KARAİĞİT
İrem ERTEN
Burcu BEKİROĞLU
Haberler
Yunus Emre BOLAT
Yazı Denetimi
Samih YIKILGAN
Eray KARAHAN
Bilgisayar ve Jenerik
Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv Nuray ACAR
Merve CAN
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Büşra BİRCAN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi bir vasıtayla kısmen de olsa
çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayınlanan yazıların tüm sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Copyright©2014
EDİTÖR’DEN
Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ
Bengütaş…
Bir kıvılcımdı, bir yangın oldu. Bir sessiz çığlıktı, kulakların ve
gönüllerin pasını silen bir musiki oldu. Bu kubbeye bir hoş sada
bıraktık. O sadanın baki kalacağına iman ettik.
6. sayımıza ulaşmanın gururu içindeyiz. Bu süre zarfında
Türk dili ve edebiyatına hizmet etmek amacıyla birçok genç
arkadaşımızın, dil bayrağımız Türkçeyi büyük bir azim ve inançla
göndere çektiğine tanık olduk.
Bu sayıdan itibaren, gazetemizin editörlüğünü genç arkadaşlarımıza havale ediyoruz.
Türk diline hizmet etmenin özveriden başka bir sermayesi olamayacağını kanıtlayan ilk altı
sayımız, diğer sayılar, diğer Türk dili sevdalıları ve diğer Türkoloji bölümleri için de örnek
teşkil etmelidir.
Üniversite öğrenciliğini, üniversal bilgiyi öğrenmeye adayan bir genç; doğal olarak
kendisini dilinin hizmetkârı addeder. Hele hele bir Türkoloji öğrencisi için kendi diline hizmet
etmek bir mefkûre olmalıdır. Çok şükür, Bengütaş etrafında sıkı sıkıya kenetlenmiş, millî
değerlerine, diline ve edebiyatına hürmet duyan bir neslin, büyük bir azimle yetişmekte
olduğuna tanıklık ettik.
İlk altı sayının editörlüğünü büyük bir istekle yaptığım Bengütaş, şimdi yalnızca
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin ya da Trabzon’un değil, Türk hissiyatının dünyaya
duyurulduğu bir platform haline geldi. Umarım bundan sonra da çizgisini devam ettirir,
prensiplerinden taviz vermez ve başarısını katlayarak yoluna devam eder. Tüm güzellikler
Bengütaş için.
Aylardır bize yazılarıyla destek olan değerli katılımcılarımıza ayrıca teşekkür etmeyi
bir görev biliyorum. Onlar, göz nuru emeklerini ve satha döktükleri hislerini, düşüncelerini
bizimle paylaştılar. Bundan bizim gibi manevî bir haz elde etmek dışında bir kaygı
gütmediler. Her yerden, her şehirden sesimize karşılık veren tüm gönül dostları! Var olunuz!
Desteğiniz daim olsun.
Röportaj
PROF. DR. HÜLYA KASAPOĞLU
ÇENGEL İLE RÖPORTAJ
Arş. Gör. Fulya AKMAN
Hocam, öncelikle bizleri kırmayıp bu röportajı gerçekleştirdiğiniz için çok
teşekkür ederiz. 1986 yılında Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
bitirip aynı yıl yüksek lisans eğitiminize ve 1987 yılında da Gazi Üniversitesi’ne
araştırma görevlisi olarak başlıyorsunuz. Bize ilk olarak akademik yaşantınızın
başlangıç yıllarından söz edebilir misiniz?
1986 yılında Hacettepe
Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’ne girdim. Öncelikle şunu
belirtmek isterim ki bilinçli olarak
tercih ettiğim bir bölümdü. Bölüme
girdiğimde İstanbul Üniversitesi’nde
Muharrem Ergin, Reşit Rahmeti Arat,
Mehmet Kaplan’ın öğrencisi olmuş
hocalarımız vardı. Talat Tekin, Ahmet
Bican Ercilasun, Dursun Yıldırım,
Bilge Ercilasun, Tulga Ocak, Umay
Günay Türkeş, Abdurrahman Güzel;
rahmetli Halil Erdoğan Cengiz, ve
Nevin Önberk’in öğrencisi oldum. Ahmet Bican Ercilasun ve Talat Tekin, Türk Dili alanını
seçmemde elbette ki çok etkili oldular. Türk Dili Tarihi, işte Orhun, Uygur Türkçesi ve
Karahanlı Türkçesi gibi tarihi yazı dilleri dersleriyle çok ilgiliydim. Ahmet Bican Ercilasun
Türkiye Türkçesi’ne girerdi. Talat Tekin, tabii ki Orhun Yazıtları onun işiydi. Indiana’da
yaptığı doktorasının tez konusu Orhun Yazıtları’ydı, bunu hepimiz biliyoruz. Çok heyecanlı
ders anlatırdı; hiç oturmazdı, sınıfın içinde gezerdi, hiç oturmazdı. Tebeşir tozları üstüne
başına, yüzüne gözüne bulaşırdı hatta; o kalın kemik çerçeveli gözlüklerini adeta kaplardı. O
kadar ki görmesini engellerdi “ne oldu ya, gözlerim kapandı Allah Allah” diyerek nasıl
kendinden geçercesine ders anlattığına bir kez daha şahit olurduk. Orhun Türkçesi dersinde
hocamızın heyecanı bizlere de geçerdi. Her iki hocam da ayakta ve iştahla ders anlatırlardı.
Birinci sınıftan itibaren artık kararımı vermiştim; dil alanında çalışacaktım. Bu istek,
mezuniyete doğru iyice artmaya başladı. Diğer dillere ilgim o yıllarda da vardı. Meselâ
Farsçaya olan ilgimi söylemeliyim. Farsça beni çok etkilerdi. İşte Türklerin Anadolu’ya
geldikleri tarihten itibaren Anadolu’da hazır buldukları dil, edebiyat dili. Tulga Ocak’ın
hakkını yememem lazım, benim hayatımda iz bırakanlardan biridir Farsça konusunda
özellikle. Tahran’da, yerinde öğrendiği güzel Farsçasıyla, açık /e/leri telaffuzuyla beni çok
etkilemişti Tulga Hanım. İki yıl Farsça okuduk ve sonra İranlı öğrencilerle ben Farsçamı
ilerletmiştim. İran edebiyatını okuyunca Tulga Hanım’la işte Hafız’dan, Sadi’den, Ömer
Hayyam’dan şiirler, metinler okuyunca; gerçekten Farsçanın edebiyat dili olarak ne kadar
etkili ne kadar büyük bir dil olduğunu
görüyorsunuz. Meselâ, hep dilimdedir
Sadi’nin Birleşmiş Milletler’de yazılı olan
o beyitleri: Beni adem ezayi yek
digerend…
Türk lehçeleri dersinde şimdiki
öğrenciler “biz Rusça bilmiyoruz, Rusça
sözlüklere bakamayız” diye şikâyet
ederler; ama Talat Tekin bize derdi ki
lehçelerle ilgili kelimeleri orijinal
sözlüklerinden araştıracaksınız. Rusça
bilmiyordum o yıllarda; gider, hem lehçe
sözlüklerine bakardık Kirgiszko-russkiy
Kırgızca-Rusça Sözlük; bir yandan da
Rusça-Türkçe sözlük kullanırdık. İlk
master deneyimim Hacettepe
Üniversitesi’nde oldu. Hacettepe’de
yüksek lisans sınavlarına girmiştim ve
yabancı dilden muaf olmuştum. O zaman
hazırlık vardı, bir yıl hazırlık okuyorduk;
1987 yılında İngilizceyi geçerek doğrudan
Talat Tekin ve Ahmet Bican Bey ile
yüksek lisansa başladım. Bir sömestr sonra
Ahmet Bican Ercilasun, Gazi Üniversitesi,
Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nü kurunca
Hacettepe’deki programı yarım bıraktım.
Böyle bir tercih yapmış oldum. Bu
Hacettepe’yi sevmediğim, Talat Tekin ile
çalışmak istemediğim anlamına gelmemeli,
o zaman ki tercihim böyle oldu. Talat
Hocam’ın Türkoloji Araştırmaları
kitabında benim bir makalemle ilgili
yazmış olduğu eleştiride onu ve
Hacettepe’yi bırakıp Gazi’yi tercih ettiğim
konusunda yazdığı satırlar, beni her zaman
duygulandırmıştır. Yüksek lisansımı
Gazi’de tamamladım ve doktoramı da aynı
üniversitede yaptım. Gazi Üniversitesi’nin
çalışanlarına ve mezunlarına mensubiyet
duygusu verme noktasında hâlâ eksikleri
var. Evet, Gazi Üniversitesi’ndeki meslek
ve akademik hayatım böyle başladı.
Geriye dönüp baktığınızda
seçtiğiniz meslek olan akademisyenliğe
yönelik “iyi ki” ve “keşke” lerinizi
nedenleriyle öğrenebilir miyiz?
Keşkelerim çok, ama hepsini
söylemeyeyim. Bazı insanlar kırılabilir,
kırabilirim istemeden. Gazi Üniversitesi
olarak iyi bir akademik kadroya sahibiz
aslında. Çok değerli akademisyenler var
aramızda. Beni en çok üzen hususlardan
biri, Üniversitemizin hak ettiği noktaya
gelememesi. “İyi ki”lerime gelince ise iyi
ki akademisyen oldum. Yaptığım işi çok
seviyorum. Hocalığı, ders anlatmayı çok
seviyorum. Her sene; bu sene 26. yılım,
derse her girdiğimde bacaklarım titrer ve
bunca yıla rağmen hâlâ bu heyecanı
yaşarım. Bu heyecanı hiç kaybetmedim,
kaybetmek de istemiyorum. İşin araştırma
kısmı ayrıca çok zevkli. Manevi olarak sizi
tatmin eden bir meslek.
Sizi bu akademik süreçte en çok
zorlayan evre hangisiydi? Yaptığınız
çalışmalar arasında bir derecelendirme
yapacak olsanız en çok hangi çalışma
için emek harcadığınızı
söyleyebilirsiniz?
1987 yılı, Türk dünyası ile
temasların oldukça zayıf olduğu bir
dönemdi. 1990’lı yıllarda Sovyetler
Birliği’nin çözülmesiyle Türk dünyası ve
Türkiye arasındaki ilişkiler artmaya
başladı. Ama ondan evvel böyle bir
ilişkimiz yoktu; akademik anlamda, kitap
alışverişi anlamında, çok zorlanıyorduk.
Dolayısıyla Yeni Uygur Türkçesinde Fiil
çalışmama başladığımda çok az kaynağa
ulaşabilmiştim. Rahmetli Şekür Turan
olmasaydı –Uygur’du Şekür Turan, 1950’li
yıllarda Doğu Türkistan’ın Hoten
şehrinden Türkiye’ye gelmişti. Kültür
Bakanlığı’nda müşavirdi kendisi- o
olmasaydı ben Yeni Uygurca yayınlara bu
kadar rahat ulaşamayacaktım. Doktora
çalışmamda da çok zorlanmıştım.
Abdurehim Ötkür’ün şiir kitaplarını ve
romanlarını bana yine Şekür Turan temin
etmişti. Evet, çok emek harcadığım
çalışmalara gelince, hepsi emek mahsulü.
Meselâ, Kırgız gramerine çok emek
harcadım. 1992’de Kırgızca öğrenmek ve
kaynak toplamak için iki aylığına
Kırgızistan’a gittim. Ayrıca, 1996’da bir ay
ve 2002’de bir yıl kaldım. Kırgız bilim
adamlarıyla, dilcileriyle, birlikte çalışarak
kitabımı en iyi hâle getirmek için çok
büyük emek sarf ettim. Yani hepsi emekli
çalışmalar.
Doktora tezinizde Abdurehim
Ötkür’ün şiirleri üzerinde çalıştınız.
Ötkür’ün Türk dünyasındaki yeri ve
öneminden söz edebilir misiniz?
Abdurehim Tileşüp Ötkür,
Uygurların çok değer verdiği bir şahsiyet.
20. yüzyılın en önde gelen şairlerinden
biridir. İlk şiirlerini 1940’lı yıllarda
yazıyor. Diğer Türkistan şairleri gibi Sufi
Allahyar’ın şiirleriyle büyüyor. Rus
edebiyatıyla, diğer Türk edebiyatlarıyla
çok ilgileniyor. Puşkin, Lermontov,
Tolstoy, Tukay, Ömür Muhammediy gibi.
Doğu Türkistan yönetiminin 1940’lı
yıllarda Şeng Şisey hükümetinin
politikalarıyla çatışması, işte Üç Vilayet
Ayaklanması, Doğu Türkistan Uygur
edebiyatını çok etkileşmiştir. Bu
ayaklanmanın liderleri arasında şairler de
var. Ötkür, bu şairlerden biri. Bu
ayaklanmalara hem bizzat katılıyor; hem
de şiirleriyle halka destek veriyor. Bu
yüzden şair, uzun yıllar hapishane hayatı
yaşamıştır. Onun en büyük aşkı vatanı,
milleti, Uygur Halkı’nın özgürlüğüne
kavuşması. 1940’lı yıllarda yazdığı Tarım
Boyları adlı şiir kitabı, bu yüzden
yasaklanmıştır. Kitabı, Erkin Alptekin’den
–İsa Yusuf Alptekin’in oğlu- temin
etmiştim. Kendisi Münih’te yaşıyor. Daha
sonra 80’li yıllarda Ömür Menzilleri diye
bir kitabı çıkıyor. “Ey eziz yurtum senin
bağça sarayindin aylinay, zepiran tüslük
senin ğemkin çirayindin aylinay…” diyor.
Ey aziz yurdum; senin bahçelerine,
saraylarına kurban olayım. Safran renkli
senin gamlı yüzüne kurban olayım. İşte
yine bir aşk şiirinde “kesem billa, senindek
yar u canan tepilmas, veslin üçün
menindek şeydayi can tepilmas” diyor.
Burada bile aslında bir vatan aşkı
hâkimdir. Bu mısralarda aslında kavuşmak
istediği şey; özgür, hürriyetine kavuşmuş
bir vatandır.
Uzmanlık alanınız olan Kuzey
Batı (Kıpçak) lehçelerinden Kırgız
Türkçesi’nin gramerini doçentlik
çalışması olarak hazırladınız. Bu
gramerin yeni bir baskısı olacak mı ve
bu alanda yapmayı düşündüğünüz
başka çalışmalar var mı?
Türk lehçeleri alanında Ahmet
Bican Ercilasun unutulamaz bir isimdir.
Ahmet Hocam, Türk dünyası ufkumuzu
genişleten kişidir. Üniversite yıllarında
Talat Tekin’den Halaçça bile okuduk.
Kırgızca derslerinde ise bize Camiyla’yı
okuturdu. Camiyla’yı ilk okuduğumuzda
hiç anlamamıştım. Lehçe-dil
tartışmalarıyla yetiştik; fakat bana şimdi
çok anlamsız geliyor. Gerçekten de hiçbir
anlamı yok. Çok kısır bir tartışma. Her iki
hocamın da haklı olduğunu düşünüyorum.
Nasıl haklı diyeceksiniz. Meselâ,
Aytmatov’un Camiyla adlı eserinin ilk
sayfasını okuyorsunuz: “Ar dayım bir
cakka col cürördö, men uşul alkagı
cönököy cıgaçtan casalgan süröttün aldına
kelip turam.” Böyle bir cümle, kolay
değil, alt yapınız yoksa hiçbir şey
anlayamazsınız. Bu noktada Talat Bey
haklı. Bir dil gibi. Şimdi şu açıdan
bakmalı. Konuşma dili olarak, sözlü dil
olarak baktığımızda bir Kırgız’la birkaç
gün içinde gerçekten anlaşabilirsiniz. On
beş günde, bir Kırgız’la bir Türkiye Türkü
karşılıklı sohbet edecek seviyeye gelebilir.
Fakat edebî dil olarak baktığımızda hiç de
öyle değil, bir dil gibi. Bir de siyasî,
diplomatik saygı gereği dil demek yanlış
olmaz. Çünkü şöyle eleştiriyorlar bizi: “Siz
kendi dilinize Türkçe diyorsunuz
bizimkine niye Kırgız Türkçesi
diyorsunuz?” Kırgız Anayasası’nda
devletin resmi dili, Kırgızcadır. Kazak
Anayasası’nda Kazakçadır. Kazak, Kırgız
Türkçesi ibaresi yoktur. Bizim de
Türkçedir. Yani bu açıdan baktığınızda;
diplomatik ve siyasî olarak baktığımızda
dil demenin hiçbir sakıncası yok. Dil
demek, dilimizin uzak olduğu anlamına
gelmez. Türkiye Türkçesi’ne en yakın
lehçe olarak bilinen Azerbaycan
Türkçesi’nde de durum böyledir. Elçin ve
Anar’ın eserlerini anlamak için sözlük
kullanmanız gerekir. Bu, Azerbaycan
televizyonunda televizyon programlarını
anlamaya benzemez. Nereden geldik bu
noktaya? Kırgız, Kıpçak… Ben işe Yeni
Uygurca ile başladım. Ötkür’ün İz
romanını okuyup anlamak o kadar da kolay
değil. Sözlüksüz olmaz. Niye Kıpçak?
Çünkü ben yüksek lisans ve doktoramda
bir Karluk grubu lehçesi olan Yeni
Uygurca üzerine çalıştım. Doktoram
bittikten sonra, Ahmet Bican Bey’in
yönlendirmesiyle Kırgızca çalışmaya
başladım. Ayrıca, başka bir hikâyem de
var. Aytmatov’un Samançının Colu
“Samanyolu/Toprak Ana” adlı eserini,
Stalin döneminde 1938’de diğer rejim
muhalifleriyle birlikte katledilen ve
kabirsiz gömülen babasına ve ayrıca,
annesine ithaf ederken yazdığı yürek yakan
cümleleri okuyunca çok etkilenmiştim
“Ata, men sağa estelik turguzalbaym, senin
kay cerge kömülgönüngdü da bilbeym.
Mına uşul emgegimdi atam Törökul
Aytmatov saga arnaymın. Apa, sen bizdi
östürüp adam kıldıng, senin uzak ömür
sürüüngdü tilep mına uşul emgegimdi
apam Nagiyma Aytmatova saga arnaymın”
“Ata, ben sana anıt mezar yaptıramıyorum.
Çünkü senin nereye gömüldüğünü
bilmiyorum. İşte bu eserimi babam
Törökul Aytmatov sana ithaf ediyorum.
Anne, sen bizi büyütüp adam ettin. Senin
uzun ömür sürmeni dileyerek işte bu
eserimi annem Nagiyma Aytmatova, sana
ithaf ediyorum.” Çok acı, 1991’de bu toplu
mezar bulundu ve Bişkek’te Ata Beyit adı
verilen şehitliğe taşındı. Hazin bir hikâye.
Sözü uzatmayayım. Sovyetler Birliği’nin
çözülmesiyle beraber Kültür Bakanlığı bir
proje başlatmıştı. Türk Lehçeleri Sözlüğü.
Önce sözlük projesi başladı. Oradan dil
uzmanları geldi. Kazak, Kırgız, Özbek,
Tatar, Başkurt, Uygur… Onlarla birlikte
sözlük üzerinde çalışıyordu Ahmet Bey ve
yine Kültür Bakanlığı’nın bir projesi olarak
Türk lehçeleri kursu başlattı Kültür
Bakanlığı. Pascal diyor ki “Her fırsat
hazırlıklı bir zihin içindir.” Biz çok
hazırlıklı yakalanmadık bu çözülmeye. Bu
bir fırsattı; fakat biz, bu fırsatı çok iyi
değerlendiremedik. Kültür Bakanlığı
tarafından başlatılan bu proje kapsamında
Kırgızca öğretmeye başladım. Ahmet
Bican Bey, bana “Kırgızcayı sen
öğreteceksin” dedi ve bu kursta yaklaşık üç
yıl kursiyerlerle birlikte çalıştım. Sonra
baktım ki bu iş iyi gidiyor. Süleyman
Demirel Cumhurbaşkanıydı o zaman,
Kırgızistan’dan resmi heyetler gelip
gidiyordu. Fikri Sağlar Kültür Bakanıydı.
Ben o yıllarda devlet erkânına tercümanlık
yapmaya başladım. Daha sonra Kırgız
Kültür Bakanı Daniyal Nazarmatov,
rahmetli Sovyetler Birliği devlet
sanatçısıydı; gitarist idi, beni Kırgızistan’a
davet etti 1992’de eşi Saadat Nazarmatova
ile birlikte. Yazın iki ay Bişkek’te
bulundum. Kızları, Çolpon, Camiyla ve
Solidat… Kırgızistan’daki ailem, kız
kardeşlerim. Onları çok seviyor ve çok
özlüyorum. Bu iki ay, Kırgızcamın
gelişmesinde çok etkili oldu. Daniyal
Bey’in evinde kaldım ve sokaklarda
insanların arasında dolaşıp Kırgızca
konuştum. Daha sonra arkasından Kırgız
grameri geldi. Yeni baskısı çoktan
yapılmalıydı. İlk baskısı çoktan tükendi.
İnşallah 2015’te yeni baskısı çıkacak.
2012 yılında Dil
Araştırmaları’nın 10. sayısında çıkan
Ermeni Harfli Kıpçak Türkçesi adlı
kapsamlı makalenizin bu alanda bir
açığı kapattığını düşünüyor musunuz ve
Ermeni Kıpçakçasına yönelik yapmak
istediğiniz ya da yapılmasını gerekli
gördüğünüz başka çalışmalar var mı?
Bence bu önemli bir konu.
Maalesef algıda seçicilik dediğimiz şey bu.
Adında Ermeni olduğu için Türkiye
Türkolojisi’nde ihmale uğramış bir alandır
bence. Hâlâ da çok duygusal
davrandığımızı düşünüyorum bu konuda.
Ermeni Kıpçakçasını ilk defa 1959’da
Wiesbaden’da çıkan Fundamenta kitabında
Pritsak’ın makalesiyle tanıyorum master
yıllarımda, öğrencilik yıllarımda. Mehmet
Akalın’ın çevirisinden okudum. O
zamanlar inceleme fırsatım pek olmadı.
Başka yabancı kaynaklara bakmadım.
2002’de Kırgızistan’dayım, Almatı’ya
gittik eşim ve kızım Göksu ile birlikte.
Göksu 3 yaşındaydı o zaman. Konuralp
(Ercilasun) ile Gülcanat evleniyordu.
Almatı’da Kazak düğünü oldu. Ben,
Bişkek’te, Kırgızistan-Türkiye Manas
Üniversitesi’nde, Türkoloji Bölümü’nde
görev yapıyordum. Düğüne gittiğimizde
Konuralp dedi ki “Hocam, bir kitap çıkmış
Armenian-Qypchaq Psalter diye.
Ermenistan Büyükelçiliği’nden
alınabiliyormuş.” Konuralp ile birlikte
gidip kitabı almak istedik. Baktık ki bu
Ermeni Kıpçakçası metinleri. Zebur Kitabı.
Zebur’un Kıpçakçaya çevirisi. Türk
olduğumuz için epeyce bir soruşturmadan
sonra kitabı almayı başardık. Edward
Khurshudian ile Aleksandr Garkavets
hazırlamış bu kitabı. Daha sonra Garkavets
ile yazıştım. Bana diğer yayınlarını da
gönderdi. Ermeni Kıpçakçası, Batı ve Rus
literatüründe meselâ, Edmond Schütz’ün
yayınlarında Armeno-Kipchak diye
geçiyor. Meselâ Clauson’un makalesinde,
Rocznik Orientalistyczny dergisinde,
1971’de çıkmıştır. Orada da Armeno-
Qıpcaq diye geçer. 1970’li yıllardaki
çalışmalarda hep bu şekilde geçmektedir.
Ermeni Kıpçakçası ibaresi bize çeviri
yoluyla girdi. Agatangel Krımskiy. Ben
makalemde de yazdım. Krımskiy bu
metinleri, 1930’lu yıllarda tanıtmıştır.
Onun öğrencisi Grunin, onun yarım
bıraktığı yerden devam etmiştir. 1930-
1940’lı yıllarda. Edmond Schütz,
Tryjarski, Daşkeviç, Deny… Garkavets o
yıllarda genç; ancak, 1970’li yıllarda onun
da çalışmaları var. Bagratid’den Kırım’a;
Kırım’dan, Osmanlı’nın Kırım’ı almasıyla
Batı Ukrayna’ya göç... Kamenets-Podolsk
ve Lviv’de Ermeni harfleriyle yazılan
eserler… Gregoryan dinine intisap etmiş
Kıpçaklar. Birbirine karışmış iki koloni.
Birbirlerinin dilini, alfabesini öğrenmişler.
Kilise alfabesi, Ermeni alfabesi olduğu için
Ermeni harfleriyle yazmışlar. Bu, tıpkı
Arap harfli metinler gibi. On asır
kullandığımız, bin yıl kullandığımız Arap
alfabesi de böyle değil midir? Arap
harfleriyle yazmışız, Kutadgu Bilig’i. İlk
İslami eserimizi. İşte Gülistan Tercümesi.
Memluk sahasında yazılan Et-Tuhfet-üz
Zekiyye fi’l-Lûgat-it-Türkiyye. Bunların
hepsi Arap harfleriyle ama Türkçedir.
Dönemin Kıpçakçasıdır ya da
Uygurcasıdır. İşte Soğud harfli Altun
Yaruk gibi. Hukuk metinleri, dini
metinler… Bu metinlerin Ermeniceyle
hiçbir ilgisi yok. Türkler tarih boyunca
neredeyse 12-14 alfabeyle yazmışlar.
Bizim kadar alfabe değiştiren bir millet
yok. Türkçe başka alfabelerle; Süryani
harfleriyle, Grek harfleriyle, İbrani
harfleriyle de yazılmıştır. Bu metinlerde
Ermenice kelimeler yok mu, var. Dini
kelimeler Ermenice. Ana katman
Türkçedir. Bu makale, ilk çalışmaydı.
Genişletilmiş biçimini hazırlamayı
düşünüyorum, kısmet olursa.
Free Üniversitesi’nde bir
süreliğine burslu misafir öğretim üyesi
olarak bulundunuz. Burada geçirdiğiniz
süreden yola çıkarak Avrupa’daki
Türkoloji çalışmalarını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bir kere Avrupalıların özellikle
Almanların ben çok ciddi yayınlar
yaptığını düşünüyorum. Benim
Almanya’ya gitmem de bu yüzdendir; yani
Alman Türkolojisi’ni tanımak için. Tabii
keşkelerimden biri de belki budur. Yani
keşke daha master-doktora yıllarımda
böyle bir fırsatım olsaydı. Bir doktora
sonrası, post doktora için gitseydim. Çünkü
Humboldt Vakfı’nın ya da DAAD’nin
açılımı değişim programı demek. Keşke
doktora sonrası gitseydim. Yani öyle bir
kompleksim yok master-doktoramı orada
yapsaydım gibi. Batı’ya aşağılık
kompleksiyle bakmadım hiçbir zaman.
Türkiye’de de çok değerli bilim adamları
var. Eksiklerimiz var; ancak, iyi
taraflarımız da var. Alman
Büyükelçiliği’nin vermiş olduğu bir burs
DAAD. Barbara Kellner-Heinkele’yi daha
önce PIAC toplantılarından tanıyordum. O
beni davet etti ve 2004 Ekimi’nde gittim,
Şubat’a kadar kaldım. Almanya’dan
Türkiye Türkolojisi’ne, Türkiye’ye
bakmak… Çok daha analitik
bakabiliyorsunuz. Çok ciddiler bir kere.
Çok az insan çalışıyor enstitüde maaşlı
olarak ve diğerleri burslu. İşte
Volkswagen’ın, Humboldt’un, DAAD’nin
verdiği proje bursları ile istihdam
ediliyorlar. Staatsbibliothek’te çalıştım.
Oranın zengin bir Çağatay yazmaları arşivi
var. Dört ayımı dolu dolu geçirdim,
diyebilirim. Bizim kütüphaneler o kadar
caydırıcı ki… Gitmek istemiyorsunuz
bazılarına. Kitap geç çıkar, saatler sürer,
fotokopi eziyet… Fotokopiyi kendiniz
çektiriyorsunuz. Kimse size fotokopi
hizmeti vermiyor. Grunin’in Dokumentı na
polovetskom yazıke yani Kıpçak
dokümanları. Ermeni cemaatine ait
Kıpçakça metinler kitabını Türkiye’de
bulamadım, yok. Orada buldum ve kendim
fotokopiyle çoğalttım. O yüzden bazı
sayfalar yamuk yumuktur, bazıları eksiktir.
Böyle bir anısı var o kitabın. Onu elime
aldığımda “bu fotokopi bana ait, eksiğiyle
gediğiyle” derim. Seminer verdim
Humboldt’ta. Humboldt’ta Central Asian
Seminar var, Orta Asya Bölümü.
Mongolistik kürsüsü var, Mongolist iki
Alman Moğolca konuşuyor, Almanca
konuşmuyorlar. İngeborg Baldauf, Özbek
ve Uygur meslektaşlarıyla Özbekçe ve
Uygurca konuşuyor. İşlerini çok iyi
yapıyorlar.
Türk dünyasında yapılan
Türkoloji çalışmaları için neler
söyleyebilirsiniz? Türk lehçelerinin
bugünkü güncelliğinden hareketle bu
lehçeler üzerinde yapılmasını
öngördüğünüz çalışmalar nelerdir?
Bence 1990’lı yıllarda başladı.
Ahmet Bican Bey gerçekten de bir ufuk
açtı Türk Dünyası ile ilgili. O zaman ilk
sözlükler yazıldı. Bizim de içinde
olduğumuz bir projede sözlük ve gramer
çalışmaları yapıldı; ama bence yeterli
değil. Meselâ, benim gramerim var, başka
meslektaşlarımın Özbekçe, Uygurca
gramerleri var. Bence bunların sayısının
artması lazım. Daha profesyonel çalışmalar
yapılmalı, mukayeseli çalışmalar. Çünkü
önümüzde büyük bir Kazakistan var ve
gerçekten de Kazak ekonomisi çok büyük
destek veriyor bilime. Yüksek lisans ve
doktora programlarında ikinci danışman
olarak Avrupa ülkelerinden, Türkiye’den
danışman atıyorlar. Öğrenciler, ikinci
danışmanının bulunduğu ülkeye gidiyor,
bilgi ve görgüsünü artırmak üzere ve
derslerine katılıyor. Bu konuda hâlâ çok
hazırlıksızız, hâlâ çok eksiğimiz var.
Türkiye’de bütün lehçeleri bilen
araştırmacılar yetiştirilmeli. Orada
Türkçeyi öğreten çok iyi araştırmacılar
olmalı. Ortak projeler yapılmalı. TİKA,
TÜRKSOY, TÜBİTAK bu projeleri
desteklemeli. Bu kurumların misyonlarına
uygun bir şekilde çalışmalarını bekliyoruz.
Bir başka husus, iki ortak üniversitemiz
var. Manas Üniversitesi ve Ahmet Yesevi
Üniversitesi. Osman Horata Bey gerçekten
de bir açığı kapatmıştır. Artık çok seçici
davranarak, amaca hizmet edecek kaliteli insanları göndermeye çalışıyorlar. Gerçekten de
Türk Dünyasına gönül vermiş, hem gönlüyle ruhen oraya bağlı; ama ruhen bağlı olmak
yetmez. Akademik anlamda da hazırlıklı olmalı. Meselâ, Kazakistan’a gidecek kişiler,
Kazakça, Kazak kültürü, Kazak coğrafyası hakkında hiç değilse genel olarak bilgi sahibi
olmalı. Başka disiplinlerden gidecek olanlar içinde bu hazırlık gerekli. Kazakçayı günlük
konuşma düzeyinde bilmek gerekir, diye düşünüyorum.
Gazi Üniversitesi’nde vermiş olduğunuz lisans ve lisansüstü dersleriniz
dışında Türkiyat Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde de sürdürmekte olduğunuz
faaliyetler var. Bu faaliyetlerden söz edebilir misiniz?
Türkiyat Enstitüsü ve merkezlerinden söz ederek bu soruya cevap vereyim. İlk
Türkiyat Enstitüsü Atatürk’ün Fuat Köprülü’yü görevlendirmesiyle 1924’te kurulmuştur.
Hacettepe, Ege, Selçuk, Atatürk ve Karatekin Üniversitesi’nin bünyesinde Enstitüler var. Biz
Enstitü değil, Araştırma Merkeziyiz. Türkiyat’ın merkezi, elbette Türkiye olmalı. Türkiyat
Enstitüsü ve Araştırma Merkezlerine bence daha fazla imkân sağlanmalıdır. Enstitülerin kendi
kadroları, yüksek lisans ve doktora programları var. Biz, merkez olarak bazen
Üniversitemizin desteğiyle bazen de kendi imkânlarımızla birtakım faaliyetler
gerçekleştiriyoruz. Bunlar dergi yayını, konferans ve çalıştaylardır. Gazi Türkiyat Türkoloji
Araştırmaları Dergisi adında bir dergimiz var, 2007’de çıkmaya başladı. Senede iki kere;
bahar ve güz olmak üzere iki sayı yayımlanmaktadır. Dergi, tamamen Rektörlüğümüzün
desteğiyle çıkmaktadır. Konferanslar düzenliyoruz kendi imkânlarımızla. 24 Ekim Cuma
günü Türk-Moğol Araştırmaları Çalıştayı’nı gerçekleştireceğiz. Üniversite Rektörümüz Prof.
Dr. Süleyman Büyükberber’e teşekkür borçluyum bu çalıştaya verdikleri destekten dolayı.
Türkiye’de ilk defa bu içerikte bir çalıştay gerçekleştirilecek. Moğolistan ile diplomatik
ilişkilerimiz 45 yıllık; ancak, iki millet arasında tarihin derinliklerinden gelen bir ilişki var.
Bilga Kağan ve Kül Tigin yazıtları, başkent Ulan Bator’a yaklaşık 300 km. Tonyukuk ise 60
km. uzaklıktadır. Biz Moğollarla tarihte kardeşlik etmiş, birlikte yaşamış bir milletiz. O
coğrafyadan gelmiş; ayrıca da dil olarak aynı gruba mensubuz. Altay dil ailesi. İki dil
arasında çok benzerlikler var. Kelime benzerlikleri var, işte söz dizimi benzerliği var. Bu
çalıştay, bence çok anlamlı. Merkez olarak bu tür faaliyetlere devam edeceğiz.
Hocam son olarak Bengütaş Duvar Gazetesi okuyucularına söylemek
istedikleriniz nelerdir?
Türkoloji demek, dil demek, tarih demektir. Köktürk, Uygur, Karahanlılar kimdir?
Harzemşahlar kimdir? Meselâ, öğrencilerime derste soruyorum Balasagun nerede?
Balasagunlu Yusuf’tan yola çıkarak. Ses yok. Bugün Balasagun toprağı yok olmadı herhâlde
değil mi? Karahanlılar’ın başkenti. Nerede? Kırgızistan topraklarında. Bişkek’e 80 km.
uzaklıktadır. Bilgiye ulaşmak artık çok olay. Bu tür ayrıntıları atlamamalıyız. Türk dünyasıyla
ilgili ufkumuzu genişletmeli, Türk dünyasını iyi tanımalı, iyi anlamalı ve onlarla
iletişimimizde profesyonel olmalıyız.
Hocam; sorularımıza vermiş olduğunuz cevaplar ve ayırmış olduğunuz vakit
için size Bengütaş Duvar Gazetesi adına çok teşekkür ederiz.
Hikâye
KEMENÇE VE GÖÇ
İskender KELEŞ
Sabahın ilk saatleriydi. Tan ağarmaya başlamıştı. Seher yeli
hafiften esiyordu. Güneş ilk ışıklarını vuruyordu. Sabah rüzgârının
esintisinde mavi gökyüzü ile denizi seyrediyordum. O sırada yükseklerden
bir müzik sesi geliyordu. Gözlerimi yüksek dağlara doğru çevirdiğimde;
yere çöken bulutlardan başka bir şey göremiyordum ama müzik sesi
kesilmeden devam ediyordu. Bu sesin nereden geldiğini, ne sesi olduğunu
merak etmiştim. Bunu öğrenmek için Karadağ’a giden yolun üzerinde bulunan Kunus
tepesine çıkmayı düşündüm.Yürümeye başladım.Yürüdükçe sese daha çok yaklaşıyordum.
Ancak sesler çoğalıyordu. Sanki düğün kurulmuştu. Kuşluk vakti girdiği an Kunus tepesine
çıktım. Oradan etrafı gözetlemeye, bu sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştım. Sağ tarafa
baktığında Karadağ’a çıkan patikada insanların toplu halde yürüdüğünü gördüm. Hep bir
ağızdan türkü söylüyorlardı. Türkünün sözleri şöyleydi: “Ah yine şenlendi yayla yollari, geldi
yaylaya çıkmanın zamanlari”. Türküler söylenirken arkadan kelek sesleri gelmeye başlamıştı.
Hayvanlar süslenmiş, üzerinde yüklerle insanlarla beraber yürüyorlardı. O ağır ağır çalan
müzik sesi gittikçe hareketlenmeye başlamıştı. Bu sesin hangi müzik aletine ait olduğu
görmek için patika yolun zirvesine baktım. Patikanın zirvesinde insanların önünde üç tane
müzisyen görünüyordu. Üç tane kemençeci. Evet, o ses kemençeydi. O önde yürüyor.
Yaylacılar yüksek dağlara göçüyordu.
Şiir
ANNE’YE AĞIT
Halil Sercan Koşik
Uyuyamıyorum anne geceleri
Bir sessizlik öldürüyor beni
Uzat kollarını geleyim yanına
Ben de gireyim o kara toprağa
O kara toprak ki sana bir döşek
Sensiz yaşamak neyime gerek
Ağlasam, sızlasam hepsi boş
Bir kokuna sarılıp uyumak hoş
Uyuyamıyorum anne geceleri
Bu sensizlik öldürüyor beni
Deneme
SIFATLARDAN MÜNEZZEH BİR
ARAYIŞIN SORUSU BEN KİMİM?
Saliha YILMAZ
1993 yılının
yazıydı, annemin kucağına
düştüm. İlkin çocuktum,
büyümeye yüz tuttum
sonra. Bir kuşun kanatları
kadar özgür, gökyüzü
kadar mavi hayallerim vardı. Masumdum,
sonra büyüdüm…
Annemin telaşları arasında
döndüm, dolaştım, takıldım ve elimi
bırakan olmadı hiç, hep tutundum.
Büyürken değiştim, değişen her şey gibi.
Ben neysem 12 yaşımda oldum. En çok o
zaman buldum kendimi. Karşılaştığım ilk
şey dua oldu, istemeyi öğrendim, istemem
gerektiğini. Bir çocuğun sabrı kadardı
benim de sabrım. Sonra fark ettim ki
büyürken küçüldü çocukluğum. Dönerken
kendi etrafımda; bir yokluk duygusu, bir
olgunluk, bir kıskançlık derken… Evet,
evet kıskançlık. İlk bu duyguydum ben. Bir
kıyafet, bir bebek, bir nesne hiç değildi
aradığım…
Akrep yelkovanı kovalamaya
devam etti ve bugün neysem dünden
oldum. Çocukluğumun ulaşamadığı o
uçurtmayım ben, annemin ardından koşup
ellerime bırakmak istediği. Sonraları bir
saklambacın kıyısından döndüm.
Saklanandım özümle tanıştım.
Dünüm ben, bugünüm, yarınım.
Hikâye
YEDİ YILIN DUASI
Ünal DERELİ
Olağanüstü bir hal var son zamanlarda bu şehirde. Ne zaman
kalabalık ve uzun bir sokağında yürüsem; dilini, dinini bilmediğim bir
ülkedeymişim gibi hissediyorum. O derece yalnız o derece yabancı. Bulutları
paslanmış, toprağı çoraklaşmış, denizinin de çöp koktuğu bir cuma günü; atm
kuyruğunda burs parası çekmek için beklerken tanıştım Mahmut ile. Ben pek
konuşkan biri değilimdir. Hele banka kuyruğundaki insanlarla konuşmak hiç huyum değildir.
Oflaya puflaya sıranı beklersin, sıra sana gelir, paranı çekersin ya da yatırıp gidersin. Doğru
olan da budur.
Maalesef öyle olmadı. Bizim Mahmut çenesi düşüğün teki çıktı.
-Merhaba ağabey. Dün burası böyle kalabalık değildi.
-Yarım ağız: Burs paraları yattı, o yüzden kalabalık dedim.
-Öyle mi, ben birinci sınıfım ben de
başvurdum ama geç alıyormuşuz biz.
-Ocakta almaya başlarsınız.
-Beyefendi sizi mi bekleyeceğiz?
Kahvehane mi burası işiniz yoksa niye
bekletiyorsunuz bizi?
dedi kızın biri. Haklı kız dedim içimden.
İki günlük adam yüzünden tövbe
estağfurullah.
-Bana mı dedin ağabey?
-Sana dedim sana, geç sıra sende.
Dedim ya paranı çeker gidersin.
Hoş yatacak değildim ya atmnin önünde.
Hiç meraklı olmamama rağmen, arkama
dönüp Mahmut'un gidip gitmediğine
bakma istediği uyandı içimde. Döndüm
arkamdan sanki bir yakını ölmüşçesine
yüzü asık bir vaziyette gidiyordu. Arkamı
dönüp yürüdüm biraz. İster şeytan deyin
ister vicdan her ne ad verirseniz onunla
kafamda ve kalbimde köşe kapmaca
oynadım. Haliyle; birinci sınıfım dedi,
bursu geç verecekler dedi, parası mı yoktu
ya da kalacak yeri, gibi sorulara teslim
oldum. Aslında hiç umurumda olmaz, bana
ne elalemin çocuğundan, velisi miyim?
-Hey! Hey! beyaz gömlekli çocuk!
Sana diyorum.
- Bana mı dedin ağabey?
-Adın ne senin?
-Mahmut.
-Hangi bölüm de okuyorsun?
-Tarih.
-Ben de matematik okuyorum.
Bakmayın matematik okuduğuma
hiç haz etmem. Hatta matematik de
benden nefret eder.
-Bölüme mi gidiyorsun?
-Yok ağabey, yurda gidiyorum.
-Hayırdır, yüzün niye asık?
-Memleketi, ailemi özledim deme.
Her gelen aynı der; ağlar, bayılır, ayılır iki
aya da alışır.
-Yok, ondan değil.
Ben de konuşmaya amma
meraklıymışım. Sanki kırk yıllık
arkadaşım. Alaycı bir gülümsemeyle:
-Ne o ilk haftadan bir kız bulup
sonra da terk mi edildin? Gülerek:
-Hiç sevilmedim ki terk edileyim
dedi.
İnsanı üzen bütün bunlar
olamadığına göre geriye bir tek şey
kalıyordu. Para.
Çocuğa velisi gibi bodoslama paran var
diye sorulmazdı ya. Hem yürüyüp hem de
kırmadan incitmeden sormanın yolunu
arıyordum. Birden yanımdan kayboldu.
Arkamı döndüm, durmuş bir yere bakıyor.
-Ooo Mahmut Efendi sana da
hemen bahsetmişler Çağla Hanım’dan.
-Sen de tanıyor musun onu ağabey?
-Tanımayan yok ki. Hem bizim
sınıftan.
Bozulduğunu anladım ama pek
kâle almadım. Sonra öğrendim ki: Nam-ı
diğer Çağla Hanım'la bizim oğlan aynı
memlekettenmiş. Aynı lisede okumuşlar.
Sizin anlayacağınız bizim oğlan aşık olmuş
kıza. Bir kaç kere sevdiğini söyleyecek
olmuş; kız ağzını tıkmış lafı. Fakat hiç
vazgeçmemiş Çağla'yı sevmekten.
Üniversite’de olduğu gibi lisede de aklı
havadaymış bu Çağla'nın. Dört yıl boyunca
haliyle bir sürü erkek arkadaşı olmuş.
Mecnun deyin Ferhat deyin tercih size
kalmış ama bizimki bütün bunları sineye
çekip sevmeye devam etmiş. Bana bunları
anlattığında; salağa bak 21.yüzyıldayız
böyle aşk mı kaldı? Ağzını burnunu kırsam
mı şunun, diye içimden geçmedi değil.
İki yıl boyunca Mahmut'la çok
içli dışlı olmasak da; selamlaşır, karşılıklı
hal hatır sorardık. Son sene bir tanıdık
aracılığıyla üst sınıflarla eve çıkmış. Eve
çıktığı çocuklar da benim samimi
arkadaşlarım. Haliyle gidip geliyorum
evlerine tabi. Bir gün muhabbet arasında
çocukların biri Çağla ile ilgili kötü bir söz
söylemiş. Yedi yıldır içinde
biriktirdiklerinin de verdiği bıkkınla,
canhıraş bir vaziyette atlamış çocuğun
üstüne. Gürültü patırtı derken;
bizimkini epey bir hırpalamış çocuk. Olayı
ben bir hafta sonra öğrendim. Bir akşam
bir kaç öteberi aldım, bunların evinin
yolunu tuttum. Mahmut'la beraber üç
kişilerdi evde. Kavga ettiği çocuk
dışarıdaymış. Yüzündeki morluklar
kapanmaya yüz tutmuştu. Hoş beş,
muhabbet derken; Mahmut ben bir şeyler
hazırlayayım deyip mutfağa gitti.
Duramadım yardım bahanesiyle peşinden
ben de gittim. Aslında çok kızmıştım ona
sayıp sövecektim hesapta. Ne işin var senin
o kızla dört yıl lise üç yıl da üniversite
olmuş. Bu devirde hiç merhabalaşmadığın
hadi onu da geçtim seni sevmeyen biri yedi
yıl beklenir mi? Halini görünce bunları
diyemedim tabi. İtiraf edeyim acıdım da.
Bu çocuk beni yufka yüreklinin biri yaptı
galiba.
-Yedi yıl oldu değil mi? dedim.
-Ne yedi yıl oldu ağabey? dedi.
-Çağla'yı diyorum. Niye bekledin
bu kadar yıl? Bekle mi dedi, umut mu
verdi? Neye güvendin de bunca yıl da
bekledin oğlum?
Elindeki tabağı bir kenara bırakıp,
kendinden son derece emin bir vaziyette:
-Ben bu yaşıma geldim adımı
söylerken bile bu kadar kendimden emin
olduğumu hiç hatırlamıyorum.
Dedi ki:
-Dualara ağabey.
-Ne duası oğlum, ne diyorsun sen?
-Belki bezm-i elestte hiç
karşılaşmadık, belki beni de hiç sevmedi.
-Anlıyorum ama o kadar duanın
hatırı ne olacak?''
deyince; donup kalmak deyiminin bile
donup kaldığı bir an yaşadım. Bir şey
diyemedim.
-Belli mi olur ağabey, belki yedi
yıldır ona serenâd ettiğim duaların hatırına
bir selam verir. Ha ne dersin?
-Amin Mahmut'um, Amin kardeşim
derim.
Şiir
… VE SEN EY MİHRİBÂN!
Yavuz(Fermân) KILIÇ
Günlerin sonunu aramakla geçiyor
günlerim
Aklımda korkunç, tuhaf soru işaretleri
sıralanmış
“Hırpalanmış ufuklardan güneş ne zaman
düşecek
Sensizliğin gün sonu ne zaman gelecek?’’
kavgasındayım.
Yine sensizlikte, yine sessizlikte…
Yine yoğun karbon gazı katıklı dertlerin
arasındayım.
Masal dünyasında, gözlerinden yıldırımlar
saçan
Cellâtlar gibi bakan gölgelerin önünde
dikiliyorum
Kocamış bir vapurun bağırtısıyla
irkiliyorum
Ürperti ile geriliyorum
Bir kaşık suyla boğmak istiyorum her
şeyi…
Sensizliğin, sensiz bu sessizliğin ne kadar
zor olduğunu biliyorsun
Biliyorum.
Bu şehrin er meydânına asit yağmurları
yağıyor
Herkes, herkesin farkında değil her zamanki gibi
Ezici güçler, çöpleri yemek niyetiyle güvercinlerin önüne yığıyor
Görünmüyor,düşürülen uçurumların dibi
Görüntü vermiyor yanıp sönen bakışların sâhibi.
Beni de korkuttular…
Korktuğum, korkutulduğum çok zamânlar oldu
Seni düşündüm sadece, aşkına sığındım
Tüm korkular, tüm korkuluklar son buldu.
Sen…
Sen, ey kim bilir
Hangi renkli âlemlerin sonbahâr rüzgârlarında saçlarını savuran
Sen, ey firâkı, yüreğimi
Taşkömürü ocaklarında çıkan yangınlardan beter kavuran
Sen, ey güzelliklerin öncüsü
Sen, ey sevgili!
Hazânın dalımdan düşüremediği tek yaprak
Sen, gönül hazînemin en değerli incisi
Cânımacân katan cân
Sen, ey Mihribân!
Ey nûr-ı dîdem!
Sen, benim kurtuluş müjdem.
Deneme
KELEBEĞİN ÖMRÜ
Damla KARAYİĞİT
Şimdi
gözlerinizi kapatın.
Derin bir ırmağa
doğru çağlayan
suların üstünden,
oynaşarak geçen iki
kelebek geçiyor
gözlerinizin önünden… Rengi mühim
değil; yaşadıkları aşkı hissetmeniz mühim.
Irmağın sol tarafında yeşilin her tonu ve
çiçeklerin her renginin hâkim olduğu bir
ova düşünün. Ovanın üstünde açık mavi,
beyaz ve kızılın ilk ışıkları ve onlara başını
değdirmeye çalışan mor dağlar. Mor
dağların eteklerine serilmiş toprak yoldan
bir toz bulutu havalanıyor. Bir kalabalık ki
davullu zurnalı, sesi uzaktan hoş geliyor.
Kalabalığın en önünde kahverengi bir atın
üzerine kondurulmuş beyaz bir kelebek.
Pullu, kırmızı yazması hiç kestirmek
istemediği saçlarının üzerine örtülü, elinde
beyaz eldiven, üzerinde omuzları
oturmamış beyaz tülden elbise. Atın
boynundan tutan kahverengi yelekli
adamın pantolonunun sol cebi hayli
kabarık… Kelebeğin ağa babası olsa gerek.
Ayşe bu ailenin dokuzuncu
çocuğu, babasının beşinci hasılatı,
annesinin teminatı. “Kelebekler” demişti
Kemal öğretmen dört yıl önce “yirmi dört
saat yaşar, bu süreçte evlenir, yuva kurar,
anne olur ve ölür.” Ayşe bunu şimdi
hatırlıyor, çok sevdiği ablasının kaçıncı
senesinde öldüğünü… Öldürüldüğünü
hesaplamaya çalışıyordu. Ablasının
beyazla girip beyazla çıktığı eve yine aynı
renkle karalar bağlaya bağlaya gidiyordu ki
Berdel’i adından daha iyi ezberletmişlerdi
on bir senedir Ayşe’ye.
Şimdi bu ahşap oymalı kapının
önünde alnına helalinden bir koyunun
kanını sürmüşler, sarı bir ibrikle ellerinin
kınasını yıkamışlardı. Anlamını hiç aklında
tutamadığı besmeleyle ve çeşitli bereket
dualarıyla aldılar Ayşe’yi bu devasa
büyüklükteki karanlık eve. Ayşe’yi sarı
duvarlı bir odaya aldılar, hala abla kokan
beyaz dantelden bir yatağa oturttular.
İçeri, iki yıl önce ablasının
düğününde pencereden ağlayarak izlediği
adam girdi. Çok ağlamıştı da ablası
evlenirken bu adam ona cebinden şeker
vermişti. Ta o zamandan sevmemişti bu
adamı Ayşe. Önce ondan ablasını aldı,
sonra ablasını ondan kopardı. Şimdi
Ayşe’den okulunu, çok sevdiği
arkadaşlarını almış, onlardan koparmıştı.
Ayşe’nin gözleri, başındaki pullu, kırmızı
örtüden ayrılırken bu adamın kahverengi
çoraplarına dikilip kalmış, minik omuzları
kaskatı kesilmişti. Şimdi kelebeğin ömrünü
düşünüyordu Ayşe… Yirmi dört saatte
doğmuş, birden kadın olmuş, kağıttan yuva
kurmuş…
Şimdi gözlerinizi açın. Derin bir
hiçliğe doğru çağlayan hıçkırıkların
üstünden, ağlaşarak geçen insan(!)lar
geçiyor gözlerinizden. İnsan olup
olmadıkları mühim değil; yaşadıkları -mış
gibiler mühim. Hiçliğin sol tarafında acının
her tonu ve karanlıkların bin bir renginin
hâkim olduğu bir cehennem düşünün.
Cehennemin üzerinde sarının,
kahverenginin ve siyahın bitmeyecek
ışıkları ve onlara ellerini bulamış şeytanlar.
Şeytanların eteklerine serilmiş taşlı yoldan
bir toz bulutu havalanıyor. Bir kalabalık ki
kadınlı erkekli çığlıklar uzaktan boş geliyor. Kalabalığın en önünde sarı bir tabut, içine
kondurulmuş minik bir kelebek. Kırmızı yazma, hiç girmek istemediği tabutunun üstünde
örtülü, ellerinde soğumamış kınası, üzerinde kaderinden örülü beyaz bir kefen. Tabutun baş
ucundan tutan kahverengi yelekli adamın pantolonunun cebinde kabarıklık biraz eksik…
Kelebeğin ağa celladı olsa gerek.
Ayşe bu lanetin ikinci kurbanı, babasının yüz karası, annesinin ölüm fermanı.
“Kelebekler” demişti Kemal öğretmen beş yıl önce “yirmi dört saat yaşar, bu süreçte evlenir,
yuva kurar, anne olur ve ölür.”
Şiir
SUSKUNLUĞUM
Nazlı (Nazime) EKİNCİ
Kalemim tüm kırılganlığına rağmen
damla damla dua/lar akıtıyor beyaz
sayfalara
hani duasız üşürmüş ya yürekler!
Üşüme sevgili !
Allah aşkına üşüme !
Bak tüm dua/larım sana
Tüm gözyaşlarım rahmet rahmet yüreğine!
Üşüme sevgili!
Kırık kalemim hatrına
Seni yazıyorum tüm yaşayamadıklarıma
Sevgilere,
Hasretlere,
Mutluluklara…
Seni yazıyorum..!
Yaşayamadan da anlatamıyorum ki
seni!
Sana dair mutlulukları!
Ve yüreğini..!
Anlatamıyorum..!
Hani hiç bir şey yaşanmadan anlaşılmaz
ya!
Sen de anlaşılmıyorsun sevgili!
Anlatamıyorum seni..
Yaşayamadan dile getiremiyorum o
güzelliğini!
Görüyorum
fakat
tarif edemiyorum…
Yalnızca adını dualarıma işliyorum.
Üzgünüm!
yapabildiğim tek şey bu!
Herkes soruyor kim? diye…
Susuyorum....
Dilimden dökülen tek hece
Suskunluğum!
Şiir
VEZİNLİ MİZANSIZ
Özer Şenödeyici
ON DÖRT
1.
Dünya seni oltamın ucuna takayım mı?
Üstünde gezindiğin balığa atayım mı?
Öküzün boynuzuna serum lastiği gerip
Anka'nın yuvasına hızla fırlatayım mı?
2.
"Nasıl yazıyorsun?" der, bu işten anlamayan.
Halbuki dertle doğar, dünyada şiir yazan.
Şair bir kez şarapla dostluk kurduğu zaman,
"Sözün sultanıyım." der, nitekim olmaz yalan.
3.
Korkum yok zerre kadar, çürüyorken bu beden;
Dostun yanında ise, düşmanın da güzeldir.
Sorarlarsa "Ne yaptın bunca yıl dünyada sen?"
Bir iki dost edindim, dünyalara bedeldir.
4.
Ayran gönüllü idim, belki de biraz a'ma;
Nice eski defterde, şükür temayül gördüm.
Dünyada otuz beş yıl henüz geçmedi amma,
On ömre bedel hain ve alçak gönül gördüm.
5.
Öküz öldüğü zaman ortaklık da bitermiş...
Vefasızın huyu bu: İş bitince gidermiş.
Çok şükür ki öğretti devran bana gerçeği:
Vefa denilen nesne İstanbul'da bir yermiş...
6.
Gündüz gece yorulmaz, çobanı takip eder;
İş yapan ademleri güldürmez böyleleri.
Gece rahat uyuyup gündüz memurluk eder,
Tanrı'nın ikazına aldırmaz böyleleri.
ON BİR
1.
Söyleyip fâş etmem intizarımı,
Tabipler âcizdir benim derdimde.
Seher vaktindeki ah ü zarımı,
Bülbül sesi derler hazan mevsimde...
2.
Şiir hikmet değil, lânettir ancak,
Bunca idraksizin olduğu yerde.
Kelâmı tersinden anlayan alçak,
Şairin başını sokmaz mı derde?
3.
İsyana teşebbüs kalmamış biraz,
Öyle bir harcadın ruhumu dünya.
Bu naçar gönlümde ne bir beddua,
Ne isyan edecek kudret bulunmaz.
4.
Bulmadım umduğum bir kezömrümce,
Nabza göre şerbet vermediğimden.
Devranı sürmedim şöyle gönlümce,
Şerefim yerlere sermediğimden.
5.
Bilmezden gelmenin erdem olduğu,
Tek yer sevgilinin yurdu değilmiş.
Her yerde kesilmiş Hakk’ın soluğu,
Hakikat kul olmuş, boynu eğilmiş.
6.
Üç beş vesikalık ve birkaç belge,
Yeter bu diyarda alçak namerde.
Liyakat, dirayet yoksa üstelik,
Görürsün onu sen en yüksek yerde.
Kitap Tanıtımı
ANLATILAMAYAN SEVDANIN
ŞİİRLERİ: SEVDAMA DAİR
Muammer YİĞİT
Yunus Emre BOLAT Kimdir?
Sevdama Dair isimli şiir kitabının yazarı Yunus Emre Bolat, 1994 yılında Tokat
Erbaa’da dünyaya geldi. İlköğretim ve liseyi bu şehirde tamamladı ve 2012 yılında Karadeniz
Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Şu an ise
aynı bölümde lisans eğitimine devam etmektedir. Yunus Emre Bolat, aynı zamanda bestakâr
ve müzisyendir.
Sevdama Dair
Yunus Emre Bolat’ın “Sevdama Dair” isimli şiir kitabı 2014 Haziran ayında Gece
Kitaplığı yayınları arasında yerini buldu ve okuyucularıyla buluştu. Yazarın kitabında,
ilköğretim çağından şimdiye kadar yazdığı şiirler yer almakta. Önsözde yazar, yazın hayatına
nasıl başladığından bahsediyor:
Yazmak, kendi içimde birikmiş olan sevgiyi,
acıyı, nefreti, aşkı ve bunlarla beraber gözlem, sezgi,
his ve hayallerimi dış dünyaya yansıtmak için
kullandığım en büyük araçtır. Yazmaya ilk kez on dört
yaşımda Hüseyin Özdilek İlköğretim Okulu’nda
okurken başladım. Türkçe öğretmenim Yavuz
Eryılmaz’ın beni cesaretlendirmesiyle belediyenin
düzenlediği Kütüphaneler Haftası konulu şiir
yarışmasına “Kitap Sevdası” adlı şiirimle katıldım.
Yarışmada birinci olmam beni çok cesaretlendirmişti.
Kitapta genel olarak aşkın ve hüznün izleri
bulunmakta. Kitaba ismini veren ve arka kapakta da bir
kısmı yer alan “Sevdama Dair” isimli şiirde yazar,
yazdıklarıyla sevdasını anlatamayacağını dile getiriyor.
Bu nedenle kitabın ilk şiiri de budur. Burada okuyucuya
verilen mesaj: “Ben sevdama dair şiirler kaleme aldım;
lâkin sevdam şiirlerle anlatılacak gibi değil!” …
Ey dünyalar güzeli canım sevdiğim benim,
İste, al bu canım olsun hemen senin.
Yalnız bahsedebilirim senden şu sayfalara,
Dedim ya işte, sığmazsın bu aciz satırlara.
Yunus Emre Bolat’ın bestakâr ve müzisyen
olması dolayısıyla çoğu şiirinin aslında kendi şarkılarının da
sözleri olduğunu söylemek mümkün. “Yandım, Hüzün, Hep Yanındayım, Sevgilim,
Gülüşün…” isimli şiirleri, bestelenenler arasındadır.
Yazar klâsik Türk edebiyatına ilgi duyması yönüyle, o şiir geleneğine yakın ve içinde
Arapça-Farsça kelimeler barındıran şiirler de kaleme almış. “Acz, Maşukâma İltifât,
Bilmecburîye Reftâr…” isimli şiirlerini bu yönde yazdığı şiirler arasında saymamız mümkün.
Nigâh eyledim ve gördüm ki bîşümâr mahâsin sendedir
Şekerhandın ekser lâyık olduğu cemâl münhasıran sendedir …
Aşkın ve hüznün izleini taşıyan Sevdama Dair adlı şiir kitabını internet üzerinden satın
almak mümkün. Tüm okurlarına şimdiden iyi okumalar…
Şiir
SEV BENİ
Yunus Emre BOLAT
Baktın ki hislerim çok ağır geliyor sana
Kenara itilmiş masum duygularımla sev beni
Görme arzum “zaman hırsızı” dedirtecekse bana
Tüm suçlarımı kabullen böylece sev beni
Alev alev kor olmuş, tutuşup canımızı yakan
Dalga dalga coşmuş her güne hatıralar bırakan
Yağmurlar gibi damla damla yüreğime akan
Bu çıkarsız ve sonsuz olan aşkımla sev beni
Fark etmeyecekse eğer beni görüp görmemek
Senin tarif ettiğin duyguysa eğer bu sevmek
Ayrılıktan çok daha acıysa eğer ölmek
Bir an olsun görmeden yokluğumla sev beni
Bülbül olup senin dalında etsem de feryat
Dikenin acısına katlanmayı gerektirir hayat
Yediğim aş bana taş olsun, ekmeğim bayat
Büsbütün çaresizliğimi göre göre sev beni
Kitap Tanıtımı
HURUFİLİK BİLGİSİ
FERİŞTEOĞLU ABDÜLMECİD
KÜLLİYATI
Arş. Gör. Ahmet AKDAĞ
Fatih Usluer, Özer Şenödeyici ve İsmail Arıkoğlu tarafından neşre hazırlanan
Hurufilik Bilgisi Ferişteoğlu Abdülmecid Külliyatı adlı eser, Ferişteoğlu Abdülmecid'in
Hurufilikle ilgili eserlerinin transkripsiyonlu olarak bir araya getirilmesinden müteşekkildir.
Eser, toplam 330 sayfadan oluşmaktadır.
Eserin "Önsöz" bölümünü Fatih Usluer
kaleme almıştır. Usluer bu bölümde, Ferişteoğlu
gibi önemli bir kişiliğin eserlerinin bir arada
okuyucunun istifadesine sunulması gerektiği
düşüncesinin, kendisini, bu eserin vücûda
getirilmesine sevk eden temel âmil olduğunu
vurgulamıştır. Bundan hareketle Usluer,
Ferişteoğlu'nun eserlerinden Işk-nâme'yi doktora
tezi olarak hazırlayan İsmail Arıkoğlu ile Hidâyet-
nâme ve Âhiret-nâme'yi makale olarak
yayınlayan Özer Şenödeyici'ye bu husustaki
düşüncelerini açtığını ve bu düşüncesinin her iki
araştırmacı tarafından da memnuniyetle
karşılandığını vurgulamıştır. Yukarıda adı geçen
eserlerle birlikte Fatih Usluer'in de Tercüme-i Hâb-
nâme ile Risâle-i Hurûf'u müstakil, Saâdet-nâme'yi
ise Halil Karabulut ile müşterek hazırladığı
Ferişteoğlu'nun Hurufilikle ilgili diğer üç eseri, bu
kitabın muhteviyatını oluşturmaktadır.
Eserin önsöz bölümünden sonra Fatih Usluer tarafından hazırlanmış Ferişteoğlu
Abdülmecid'in hayatı ve eserleri ile ilgili bilgi veren bir kısım bulunmaktadır. Bu kısımdan
öğrendiğimize göre Ferişteoğlu'nun bu esere dahil edilen altı eserinin yanı sıra Lügat-ı
Kânûn-ı İlâhî ve Kitâb-ı Hutbe-i Devâzdeh İmam adlı iki eseri daha bulunmaktadır. Bu
eserlerden ilki, alfabetik sıraya göre düzenlenmiş bir Kur'ân sözlüğü olup Cemal Muhtar
tarafından neşredilmiştir. İkincisinin ise Hurufilikle ilgili olmadığından bu esere dahil
edilmediği söylenmiştir.
Eserin 13-17. sayfa aralığında İsmail Arıkoğlu Işk-nâme'yi tanıtmıştır. Evvelâ Işk-
nâme hakkında bilgi vermiştir. Arıkoğlu, daha sonra Işk-nâme'nin kısaca özetini vermiş ve
ardından metnin hazırlanışında kullanılan nüshaları tanıtmıştır. 19-159. sayfalar arasında Işk-
nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.
161-163. sayfa aralığında Özer Şenödeyici Hidâyet-nâme'yi tanıtmıştır.
Şenödeyici, eserin özetine yer verdikten sonra kısaca Hurufilik inancına göre sayıların ifade
ettiği anlamlar ve Hurufilik itikadı üzerinde durmuştur. Aynı şekilde Şenödeyici de eserin
tenkitli metnini hazırlanırken kullanılan nüshaları bu bölümün sonuna ilave etmiştir. 165.
sayfadan itibaren ise Hidâyet-nâme'nin tenkitli metnine yer verilmiştir. Hidâyet-nâme 191.
sayfada son bulmaktadır.
193-194. sayfalarda Özer Şenödeyici Âhiret-nâme'yi tanıtmıştır. Şenödeyici,
Ferişteoğlu'nun bu eserinin, Hurufilerin ölüm ve ölüm sonrasına ait fikirlerini ihtiva etmesi ve
Türk dilinin 15. yüzyılda geldiği noktayı kayıt altına alması açısından önemli olduğunu
vurgulamıştır. Araştırmacı, eserin tenkidinde kullandığı nüshaları da bu bölümün sonunda
vermiştir. 195-218. sayfalar arasında ise Âhiret-nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.
219-221. sayfalarda Fatih Usluer, Saâdet-nâme'yi tanıtmıştır. Usluer,
öncelikle eserin nüshaları hakkında bilgi vermiş ve metnin tenkidinde kullandığı nüshaları
hangi kısaltma harfleri ile verdiğine işaret etmiştir. Daha sonra Saâdet-nâme'nin muhtevası
hakkında bilgi vermiştir. 223-255. sayfa aralığında ise Fatih Usluer ile Halil Karabulut'un
hazırladıkları Saâdet-nâme'nin tenkitli metni yer almaktadır.
257-258. sayfalarda, Fatih Usluer, Risâle-i Hurûf Tercemesi'nin tanıtımını
yapmıştır. Usluer, bu risâlenin temel fikrinin insan yüzünün Allah'ın bir kitabı olduğunu
vurgulamıştır. Usluer, bu kısmın sonunda metnin neşrinde kullandığı nüshalara yer vermiştir.
259-262. sayfa aralığında ise Risâle-i Hurûf'un metni bulunmaktadır.
263-272. sayfa aralığında Fatih Usluer, Ferişteoğlu'nun, Seyyid İshak'ın Hâb-
nâme adlı eserinin çevirisi olan Tercüme-i Hâb-nâme adlı eserin tanıtımını yapmıştır. Usluer,
bu bölümde "1. Rüya ve Rüya Tevili, 2. Tabir Edilen Rüyaların Analizi" şeklinde iki alt
başlık altında eser hakkında bilgi vermiştir. 273-327. sayfalarda ise Tercüme-i Hâb-nâme'nin
metnine yer verilmiştir.
Eserin sonunda ise istifade edilen kaynaklar "Genel Kaynakça" başlığıyla verilmiştir.
Bir sanatçının eserlerinin külliyat şeklinde bir araya getirilmesi, o sanatçının edebî
kimliği ve kişiliği hakkında daha geniş bilgilere ulaşma imkânı verir. Üç ayrı araştırmacının
Ferişteoğlu'nun farklı eserleri üzerine yaptıkları titiz çalışmalarının meyvesi olan bu eser de
Hurufilik ve Ferişteoğlu ile ilgili yapılacak araştırmalar için önemli bir kaynak hüviyetine
sahiptir.
Araştırma
GÜRCİSTAN TARİHİNDE İSLAM
Giorgi PHUTKARADZE
Gürcistan M.Ö. 5. Yüzyılda Kral PARNAVAZ tarafından
diğer kraliyetleri tek hâkimiyet altında toplayarak bir devlet olarak
ilan edilmiştir. Dünyada 14 yazılı dilden birisi olan Gürcüce de aynı
tarihte harfleri oluşturarak Gürcistan’ın resmi dili olarak ilan
edilmiştir. Dini açıdan ise M.S. 4. Yüzyıla kadar genel olarak
putperestlik yaygındı. Gürcistan’da Hristiyanlık ilk olarak 1. Yy-da
Hz. İsa’nın havarilerinden ANDREAS ve MATİAS tarafından
getirilmiştir ancak o dönemde çok az sayda insan Hristiyanlığı kabul etmiştir. Genel olarak
Gürcülerin Hristiyanlaşması M.S. 4. Kapadokya’dan gelen aziz NİNO vasıtasıyla Kral
MİRİAN döneminde olmuştur ve o tarihten itibaren Hristiyanlık Hristiyan Gürcüler
tarafından millileştirilmiştir.
İslam konusuna gelince, tarihi
kaynaklara göre, M.S. VII. Yüzyılda
Araplar İbeya’yı (doğu Gürcistan’ın eski
adı) işgal ederek Tiflis ve civarına hakim
oldular. Böylece Gürcistan, Hz. Ömer
devrinde başlayan fetihlerle
Müslümanların hakimiyetine girmiş
olmaktaydı. Aynı yüzyılda Tiflis’i kuşatıp
egemenliği altına alan sahabe Habib Bin
Mesleme Gürcülerin cizye ödemeleri
karşılığında dinlerini özgürce
yaşayabileceklerine; mabetlerine, canlarına
ve mallarına hiçbir zarar verilmeyeceğine
dair de bir amanname hazırlatmıştır.
Ayrıca Abdurrahman bin Cez adında bir
alimi de İslam hakkında kendilerine
bilgilendirmek üzere Tiflis’e gönderdi ve
bu şekilde insanlar İslam dini öğrenerek
kısa süre içerisinde Müslüman nüfusu
çoğaldı ve Tiflis’te bir İslam Emirliği
kuruldu. Batı Gürcistan’da ise İslam
Osmanlı döneminde yayılmayı başlamıştı.
Yukarıda yazdıklarım tarihi
kaynaklarda yer alan olayılardı ancak bir
rivayete göre, ise Hz. Peygamber (s.a.v.)
hayattayken onun ziyaretine Kafkasya
bölgesinden bir grup insan gittiğini
söyleniyor ancak bunların hangi
milletlerden olduklarını net olarak belli
değildir. Zikredilen ziyaretçiler
peygamberimizi ziyaret ettikten sonra
kendisinden hatıra olarak bir hediye talep
etmişler, peygamberimiz onlara bir deri
parçası vermiş bununla ayakkabı dikip
giyersiniz diye, ancak onlar bu hediyeyi
aldıktan sonra biz peygamberin verdiği
hediyeyi ayaklar altında taşımayız
düşüncesiyle birer takke yaptırıp başlarına
takmışlar ve bu haberi alan peygamberimiz
onlar için dua etmiştir. Yanı böylece,
fetihler olmadan da Gürcistan’da
Müslümanların olduklarını söylenebilir.
Bazıları İslam kaynaklarına
dayanarak ahir zamanda Mehdi
hazretlerinin 313 kişilik ordusunda 5
kişinin Tiflisli olacağını kabul
etmektedirler.
Bugün itibarıyla 5 milyon olan
Gürcistan nüfusun %11-i Müslüman olup
Şii ve Sünni olarak ikiye ayrılır. Şiiler
genellikle doğu Gürcistan’da yaşıyorlar ve
onların Şii olmalarında, batı Gürcistan’daki
Sünnilerde Osmanlı etkisi olduğu gibi
onlarda da tarihi boyunca devam eden İran etkisidir. Gürcistan ve Kafkasya bölgesinde Tiflis
tarihi boyunca olduğu gibi hem dini hem de siyası açıdan olmak üzere İslam dini için de
merkezi yerdir. Bunun en iyi örneği 19. Yüzyılın sonuna kadar Tiflis’te bulunan 5 camiden
Sovyet birliği yıkıldıktan sonra tekrar faaliyete geçen tek cami, 1522 yılında Lala Mustafa
Paşa adına yaptırılan cami olduğunu tahmin edilmektedir. Bu camin en önemli özelliği
içerisinde iki mihrabın olmasıdır. Bunlardan bir tarafı Şiiler diğeri ise Sünniler tarafından
kullanılmaktadır. Bu camiden yola çıkarak bugünkü İslam ülkelerinde olan Şii ve Sünni
davaları yorumlayacak olursak gerçek şu ki; Hristiyan hakimiyeti altında olanlar birleşip
birbirlerine sahip çıkarken Müslüman devleti kurmuş olan Müslümanlar ise birbirlerini
öldürerek ve katlederek güçlü olmaya çalışıyorlar. Ancak ne yazık ki bu şekilde İslam dinine
ve kendilerine zarar verdiklerinden farkında değiller.
1801 tarihli Rus işgalinden sonra Müslümanlar üzerinde baskılar nedeniyle dini
bilgiler azalmıştır ve bu şekilde bazı Müslümanlar asimile olmuş veya Gürcistan’dan ayrılıp
başka ülkelere Türkiye’ye veya İran’a göç etmişlerdir. Özellikle de 1877-1878 (93 harbi)
Osmanlı Rusya savaşında Acara bölgesi Rusların elinde geçtikten sonra Ruslar tarafından
yapılan baskılar nedeniyle yüz binlerce Müslüman Acaristan bölgesinden Türkiye’ye
(zamanın Osmanlı ülkesi) göç ederek hayatlarını orada devam ettiler. Buna rağmen
Gürcistan’da Müslümanların en yoğun bulunduğu yer ve Gürcistan Müftülüğün bulunduğu
yer yine Acara (Batum) bölgesidir.
Müslümanlar üzerinde en büyük
baskılar özellikle Sovyetler döneminde
yapılmıştır. Çünkü diğer ibadethanelerde
olduğu gibi her cami de ibadete kapalıydı.
Açıkça ben Müslümanım diyenleri ya hapse
ya da Sibirya’ya gönderiyorlardı. Bununla
ilgili olarak atalarımız şöyle anlatırdı: “biz
sahura kalktığımızda sobanın ışığında
yemek yerdik ve pencerelerde battaniyeler
asardık ki kimse sahura kalktığımızı
anlamasın diye, kurbanları da geceleyin evin
bodrum katında keserdik kimse görmesin
diye, üstelik okullarda da ramazan ayında
herkese zorunlu olarak birer şeker
yediriyorlarmış ki hiç kimse oruç tutmasın diye ve medreselerin olması imkansız bir şey idi.
Böylece Müslüman adı taşıyan ancak İslam dinin ne olduğunu bilmeyen Müslümanların sayısı
çok hem de çok büyük rakamlara ulaşmıştı. Sovyet birliği dağıldıktan sonra Gürcistan
bağımsızlığı ilan edince herkes kendi dinine sahip çıkmayı başladığı gibi Müslümanlar da
kendi dinine sahip çıktılar ancak bunu bazılar bir gelenek yani atalardan kalan bir gelenek
olarak Müslümanlığa devam ettiler ve ne yazık ki bu şekilde davrananların çoğu Hristiyan
misyonerlerin kurbanı oldular. Ancak her yerde olduğu gibi Gürcistan’daki Müslümanlar da
yeni yeni uyanmayı başlayıp İslam dinine tam olarak sahip çıkmayı başladılar ve böylece
bugün itibarıyla yeni yapılan ve eskiden kalanlar olmak üzere Gürcistan’da 200’den fazla
cami ve 70’e kadar medrese (Kuran kursu) Müslümanlara hizmet vermektedir. Bu hizmetlerin
çoğu Türkiye’den gelen yardımıyla yapılmaktadır. Allah tüm yardım sevenlerden ve tüm
Müslümanlardan razı olsun. Duamız Müslümanlar üzerinde ve Müslüman olmayanların
Müslüman olmaları için olsun. Selam ve duayla…
İnceleme
ROMAN KAHRAMANLARI
Samet ÇAKMAKER
Sanatların en zoru, bazı hikmet sahiplerince “insan tanımak sanatı” ve insanın
kendini tanıması olarak gösterilir. Romanlarda tanınan kahramanlar bazen insanın kendini
tanımasına da katkı sağlar. Hatta kimi zaman onlarla gerçek hayattaki insanlardan daha fazla
bütünleşiriz. Çünkü gerçek yaşamda hiç kimseyi romanlardaki kadar ayrıntılı ruh halleriyle,
yaşantılarıyla, itiraflarıyla tanıma şansımız olmaz. Cemil Meriç’in şu cümleleri durumu
özetliyor aslında: “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaplardaki
insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.”
Hayatımızda böylesine yer etmeyi başarmış
sayısız roman kahramanını daha yakından tanıtmayı ve
kişilerden hareketle romanı, romancıyı, edebiyatı ve
edebiyatla iç içe olan diğer disiplinleri mercek altına
almayı hedefleyen bir dergi olan Roman Kahramanları
bu alanda ciddi bir boşluğu dolduruyor. Roman
Kahramanları dergisi yayın hayatına başladığı 2010
yılından bu yana dosyalar halinde onlarca roman
kahramanını farklı bakış açılarıyla daha yakından
tanımamızı sağladı. Derginin birinci sayısında yer alan
tanıtım yazısında her sayıda iki yerli ve iki yabancı
roman kahramanı üzerine dosyalar hazırlamak fikrinden
bahsedilmiş. Bunun yanında farklı disiplinlerle de
sürekli irtibat halinde olma düşüncesi de derginin
sonraki sayılarını şekillendiren etkenlerden biri olmuş.
Bu yazıdan bir bölümle derginin kendini tanıtmasına
izin verelim: “Yazıların yalnızca edebiyatın
penceresinden yaklaşmaması gerektiğini düşündük sonra. Roman kahramanı dediğimiz, insan
ruhunun bir suretiydi madem, ona psikolojiden felsefeye, edebiyattan tarihe, hukuktan
antropolojiye insan bilimlerinin farklı dallarının bakış açılarıyla yaklaşmak daha anlamlı
olacaktı… Bu ilk sayıda yoğun olarak edebiyatçıların kalem oynattığının farkındayız, ancak
gelecek sayılarda sözünü ettiğimiz farklı yaklaşımlara yer vereceğimizi şimdiden
duyuralım...”
Elimizdeki 19. sayı tam da bu düşünceye uygun olarak hazırlanmış. “Mimarlık
Edebiyatı”, “Öğretmen Roman Kahramanları”, “Yasaklanmış Romanlar”, “David H.
Lawrence” ve “İlhan Tarus” dosyalarının yer aldığı bu sayıda oldukça dikkat çekici yazıların
bulunduğunu söyleyebiliriz. İlk dosya konusu olan “Mimarlık Edebiyatı” yukarıda bahsedilen
edebiyatla farklı disiplinlerin bir arada değerlendirilmesi noktasında oldukça önemli bir konu.
Şehirlerin kimliklerini oluşturan mimari yapının tarihsel değişimi ve işlevin dikkate alınarak
kimliğin göz ardı edildiği son dönem mimarimizin kimliksizliği bize medeniyet ve mimarinin
ayrılmaz
taraflarını bir kere daha göstermiştir. Edebi eserlerde mimarinin ne şekilde yer edindiğinin
araştırılması mimari kimliğin ön plana çıkarılmasında önemli bir role sahip
“Mimarlık Edebiyatı” dosyası
aslında Kocaeli Üniversitesi tarafından
desteklenen bir Bilimsel Araştırma Projesi
kapsamında ortaya çıkan ve henüz
yayımlanmamış olan “Temel Mimarlık
Kültürü” isimli bir kitaptan seçilmiş
yazılardan oluşuyor. Dosyada Umberto
Eco’nun Gülün Adı, Ursula K. Le Guin’in
Mülksüzler, Orhan Pamuk’un Masumiyet
Müzesi, Thomas Mann’ın Büyülü Çağ,
Hikmet Temel Akarsu’nun Aleladelik
Çağı, Orhan Kemal’in Devlet Kuşu, Latife
Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları,
Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın
Kamburu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Dino
Buzzati’nin Tatar Çölü romanlarını mekân
ve mimari açısından inceleyen yazılar yer
almakta.
“Öğretmen Roman
Kahramanları” dosyası ise Tanzimat
romanından modern romana kadar geniş
bir alana yayılmış romanların incelendiği
yazılarla dikkat çekiyor. Okan Koç’un
kaleme aldığı “Ölmeye Yatmak: Taşradan
Metropole Bir Modernleşme Hikâyesi”
başlıklı yazıda Adalet Ağaoğlu’nun Dar
Zamanlar üçlemesinin ilk romanı olan
Ölmeye Yatmak romanının öğretmen
karakterlerinin sistematik bir
değerlendirmeye tabi tutulduğu görülüyor.
Yazıda, romanın merkez kişisi olan
Öğretim üyesi Aysel’in şahsında hem
bireysel hem de onun temsil ettiği kuşağın
bunalımları ekseninde toplumsal
çalkantılar irdelenmiş. Dosyada yer alan
yazılardan biri de Serhat Demirel’e ait.
Yazı, Ferit Edgü’nün O. Hakkâri’de Bir
Mevsim romanının öğretmen karakteri
hakkında çeşitli özgün tespitler içeriyor.
“Yasaklanmış Romanlar”,
“David H. Lawrence” ve “İlhan Tarus”
dosyalarıyla da Roman Kahramanlarının
19. sayısı edebiyata, romana ilgi duyan
fakat bununla sınırlı kalmayan bir kitlenin
sayfalarını heyecanla çevireceği bir seçki
olmuş.
Roman Kahramanları S.19-Temmuz/Eylül
2014. Heyamola Yayınları.
Şiir
YIKIK ŞEHİR
İrfan KOÇ
Duygularını kaybetmiş köhne bir şehir gibiyim
Acıların her türlüsünü tatmış
Yaşanılacak her şeyi yaşamış
Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir şehir gibi
Surları kırık dökük
Terk edilmiş ve yapayalnız
Kaldırımları sökük,sokakları buram buram hüzün kokan
Harcı ayrılıkla karılan bir şehir
Her dosttan bir tutam ihanet tattı
İhanet sadece hançeri alıp sırtına saplamak değildi
Sessiz kalmak en büyük ihanetti
Kanatmadan hançeri alıp da kalbinin en orta yerine sokmak
Ve bir anda soluksuz bırakmaktı,sessiz kalmak
Ne şehirler ne de şairler asla yalan söylemez
Ne sessizlikler ne de haykırışlar asla unutulmaz
Ve bunlar şehrin her yerine buram buram kazınırlar
Hikâye
GÖLGELER KORİDORU
Mahir ELVAN
Gökyüzü hala bulutluydu. Her an yağmur başlayabilirdi. Trabzon da yağmur, trafik
lambalarında ki sarı ışığa benzer. Devamlı tetiktedir bulutlar. Trabzon'da yaz sonlarında, sanki
dünya yağmurlu bahar aylarından yaz aylarına nasıl geçeceğini bilmiyormuşçasına, bitmek
tükenmek bilmeyen yağmurlar yağar. Bu yüzden her zaman mistik bir hava vardır. Takvimler
olmasa, günleri birbirinden ayırt etmeniz mümkün değildir. Ben artık günleri saymayı
bıraktım. Bunun her gün havanın kapalı olmasıyla, sürekli insanın dışarıya çıkmasını
engelleyecek şiddette yağan yağmurlarla pek ilgisi yok. Fakat bir akıl hastanesindeyseniz
burada her gününüz birbirine benzer. Bugün dünün aynısıdır, yarın bugünün aynısı olacaktır..
Siz hiç hangi günde olduğunuzu hatırlayamadığınız zamanlar oldu mu? Çok desenize! O gün
evinizde 4 duvar arasında mıydınız bari? Belki de şuan bir devlet dairesinde her gün
yaptığınız rutin işleri yapmak ile meşgulsünüz. O zaman durun size bir şizofrenin içinde
bulunduğu bilmeceyi anlatayım... Artık kendi seslerimi duymuyorum. Bu iyi bir gelişme.
Fakat onlar bu hikâyeyi benden çok daha iyi anlatırdı. En azından onlar daha cesur
açıklamalar yapabilirlerdi…
Şehrin dışında olan dört katlı hastanemiz, dışarıdan ilk bakıldığında devasa
büyüklükte bir kolezyumu size anımsatsa da içeriye girdiğiniz de; daracık odaları, büyük bir
bölümünün depo olması ve hastane personellerinin dördüncü katta yer almasıyla yarattığı
sıkışmışlığın hemen farkına varırsınız. Evet… O büyülü ses başlamıştı. Yine yeni yeniden..
Yanlış anlamayın iç seslerimden bahsetmiyorum. Sadece yağan yağmurlara bir yenisi daha
eklenmişti o kadar. Belki de yağmurdan nefret ediyorsunuz. Fakat; yılın üç yüz atmış günü de
yağsa, bu yağmurlardan sıkılmanız mümkün de değildi. Bir kere büyülü sesi insana huzur
veriyor. Hele ki bittikten sonra ki o topraktan gelen kokusu yok mu, insana huzur verir. Hafta
da bir kere bahçeye çıkma iznim olsa da o koku her zaman gelip beni bulur. Ben daracık
odamın ahşap penceresinden hastanemizin karşı sokağını izlerken hemşirenin geldiğini geç
fark ettim. İlaç saatim gelmiş. Zaman kavramının olmadığını bir kez daha anladım. Günlük
ilaç alma seremonisini bitirdikten sonra koridora çıktım. Az yanan koridor ışıkları sayesinde
koridorun sonunu görmemiz çok zordu. Burası bana 1963 yapımı 'Şok Koridor' filmini
hatırlatıyor. İçinden çıkılmayan bir çok olayı bünyesinde barındıran bu koridorda hiçbir şey
göründüğü gibi değildir...
Bazen gerçekle rüyayı ayıran sınırları ayırt edemem. Hangisinin gerçek olduğunu
anlamakta zorlanırım. Sanki gerçeklik, kimyasal yolla zorla enjekte edilen bir maddeydi.
Günün en aydınlık olması gereken saatlerin de bile bugün hava aşırı pusluydu. Güneş,
bulunmaz Hint kumaşıydı bizim için. Silah zoruyla bile doğmayacağına bahse girebilirim. Bir
gün daha bitmişti. Bugün de dünün aynısıydı. Ya da ben sıradanlığın mihenk taşıydım. Etrafta
gezindiğim zamanlarda herkesi halinden memnun görüyorum. Herkes bir hayal dünyasında
yaşıyor… Her gün, öğle arasına çıktığımız zaman kendisini padişah Kanuni zanneden ve
sabahtan akşama kadar 'tez kellesi vurula' diye bağıran bir herifle karşılaşıyorum. Hastaneye
giriş kapısına her yöneldiğimde de Oedipus'a selam verip, Koridorda da, Zeus'la göz göze
gelip, odama gidiyorum. Yan yatağımda dünyaya hükmettiğini iddia eden, fakat fukara
sümüğü olduğu her halinden belli olan Sezar var. Yataklarımızın arasında otuz santim bile
yok. Ben bunları düşünürken ışıklar tamamen söndü. Işıklar söndükten bir süre sonra Enbe
Orkestrası konserine başladı. Tavuk kümesini andıran odamızda ki horozların, uyuduktan
sonra horultu ve iniltiler duyuyorum. Günlük işlerimi yaptıktan sonra gözlerimi kapatıp
uyumayı denerken, koridordan bir çığlık sesi duydum. Hızlıca gözlerimi açtım. Herkes derin
uykuya dalmıştı. Doğrulup kapı eşiğine baktım. Kapı eşiğinden bir gölge geçtiğini gördüm.
Ama bu zihnimde ki bulantıdan kaynaklı olabilirdi. Ya çığlık? Buna verilecek cevabım yoktu.
Garip bir şekilde bu çığlık, her zaman duymaya alıştığım çığlıklara benzemiyordu. Hele ki bir
akıl hastanesindeyseniz her an çığlık sesleri duyabilirdiniz. Bu bizden daha normal olan bir
şeydi. Hem benim dışımda kimsenin bu çığlığı umursadığını da sanmıyorum. Merakla içimi
kemiren gidip bakma duygusunu, kitli kapı engelliyordu. Kapı kilitli olduğundan uyumaktan
başka çarem yoktu.
Dün gece, Napolyon'un gözleri çıkartılmış. Artık olmayan paralarını sayamayacaktı..
Artık sıradan günlere paydostu. Hastane de büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Polisler
gelmişti. Napolyon'un odasındaki hastaları inceliyorlardı. Tüm personeller deli gibi sağa sola
koşuşturmaktaydı. Bu halleriyle ilaçlara bizden daha fazla ihtiyaçları oldukları aşikardı.
Napolyon, hemen acile kaldırılmıştı. Bir süre tedavi altında kalacaktı. Böyle bir durum da
şiddete maruz kalmış hastanın oda arkadaşlarından şüphelenilirdi. Öyle de oldu. Bizim
polislerde ki bir türlü anlayamadım 'al bunu al al al' hastalığı baş göstermiş bir tane zihinsel
geriliği olan hastayı alıp götürmüşlerdi. Halbuki biraz düşünseler yaşlı adamcağızın böyle bir
şeyi yapmaya ne gücünün nede aklının olmadığını göreceklerdi. Bence personellerden sonra
polislere de bize verilen ilaçlardan verilmeliydi.
Hastanemizin davetsiz misafiri olan bu gölge ile birlikte doğru orantı olarak şiddete
maruz kalan hasta sayısı artıyordu. Kulakları koparılan, elleri kırılan, gözleri moraran hasta
sayısı artmıştı. Akıl hastanesi artık revire dönmüştü. Güvenlik önlemlerinin arttığını
söylemelerine rağmen, burma altın bilezik fiyatında ki bu güvenlik kameraları bana göre beş
para etmezlerdi. Çünkü; bir türlü bir yararını görememiştik. Üstelik; polisler ve doktorlar, bizi
dış dünyada ki kötülüklerden koruyacaklarına bizi bizden korumaya çalışıyorlardı. Şeytan
içimizde değildi, aksine ensemizdeydi. Bunu anlamak için filozof olmaya gerek yoktu, deli
olmamak yeterliydi.
Aylardır hastanemizde huzurdan eser kalmamıştı. Bugün bu iş bitmeliydi. Ben
bitirmeliydim. İçime birden bire cahil özgüveni doğmuştu. Bu yaratan tarafından bana,
içimizde ki şeytanı bulup çıkarmam için gönderilen bir ışık olduğundan hiç şüphem yoktu. Bir
Sherlock Holmes olmaya bilirdim fakat düzenimizi bozan canavara gününü göstermeye
niyetliydim. Bugün her zaman yaptığımız günlük işlerden sadece bir nüshayı atlamıştım.
Çünkü; seslere ihtiyacım vardı. Benden daha cesurdular. Fikir ve önerileri sayesinde bize
musallat olan şeytanı yenebilirdim. Bana verilen ilacı dilimin altına saklayıp, hemşeriler
gittikten sonra da pencereden dışarıya sallamıştım. Bir kaç saat sonra nedense aklıma 'Son
Ayin' filmi gelmişti. Kendimi Anthony Hopkins'in oynadığı rahip karakteri gibi
hissediyordum. Kararlı, dik duruşlu. Evet, sesler de gelmeye başlamıştı. Günler sonra gelen
tek iyi haber buydu. Bana yapmam gerekenleri özenle anlattılar. Hemen harekete geçtim.
Akşam yemeğinden sonra hemşirelerin birinden her kapıyı açan oda anahtarlarını çarpmıştım.
Yakalasaydım başıma neler geleceğinin farkındaydım. Fakat o şahane(!) güvenlik
kameralarımıza da el atmak zorundaydım. Gerçi ben dokunmasam bile onlar bir şeyin
farkında değillerdi ama, eşeği sağlam kazığa bağlamalıydım. Sonuçta Paranormal Activity
filminde değildik. Çarptığım anahtarlar sayesinde kameraların bulunduğu odaya koridorlar
tenhalaştıktan sonra rahatça girdim. Güvenlik kameralarının bağlı olduğu mekanizmaya
yanıma getirdiğim suyu döktüm.Bu basit ve etkili bir yöntemdi. 'Cısss' sesinden sonra odadan
hemen çıktım. Çok basit olmuştu her şey. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Odama girdim.
Yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattım hemşirenin gelip kapıyı kilitlemesini bekledim.
Hemşire her zamanki gibi gelip kapıyı kilitledi. Ayak seslerini dinlemeye koyuldum. Ayak
sesleri azaldı. Artık koridorda fırtına öncesi sessizlik hâkimdi. Ya av olacaktım ya da avcı.
Ayrıca, avda olsam bir şey değişmezdi hayatımda. Zaten bitkisel hayat yaşıyordum.
Gözlerimi kapatıp etrafı dinlemeye koyuldum. Tahminen bir saat geçmişti. Gelen giden
yoktu. Bu kadar basit bir planın işe yarayacağını zannedecek kadar aptaldım. Saatler akmaya
başladı. Akrep yelkovanı kovalamaya devam ediyordu. Fakat hala ıssız bir ada gibi sessizdi
koridor. Zaman ilerledikçe sesler bana emirler vermeye başlamıştı. Bir tanesi heyecanlı bir
şekilde: 'Av sana gelmiyorsa sen ava gitmelisin' diyordu.
Diğer ses; daha otoriter bir şekilde, Şeytanı saklandığı ininden çıkartmam için kalkıp
koridorda ses çıkarmamı istiyordu. Ah, bana cesaret verebilecek bir şeylere ihtiyacım vardı.
Mesela bu; Temel Reis'in, güç kazanmak için yediği ıspanağı olabilirdi.. Bu düşünceden sonra
sesler beni aşağılamaya başlamıştı. Alaylara daha fazla dayanamayıp yataktan fırladım.
Odanın kapısını tam açacakken, korku evlerinin koridorunu andıran koridorumuz da sesler
duydum. Sessiz olmak için aşırı güç sarf ederek odadan dışarı çıkmaya çalıştım. Gerçi, bu
kadar özenli olmama gerek yoktu. Odamda ki ve diğer odalarda ki hastaların iniltileri,
horlamaları beni görünmez adam yapıyordu. Bir ses daha işittim. Tüm düşüncelerden sıyrılıp
işime odaklanmalıydım. Kapıdan çıktım. Şeytan, avına sinsice yaklaşan bir tilki gibi
koridorun sonunda ki odadan içeri usulca sokuldu. Koridoru hızlıca geçip arkasından odaya
daldım. Tek atımlık barutum vardı. Eğer Şeytan'ı yakalayamazsam onun işini kolaylaştırmış
olacaktım… Gökyüzündeki bulutlar dağılmıştı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdırdıktan
sonra evlerine dönmüş olmalıydılar. Fakat, hava hala aşırı sıcaktı. Ah, o nem yok mu!
Olduğum yerde terlememe neden oluyor. En kötüsü de yaz tatilindeydik ve ben tatile
çıkamamıştım. Ama insanlar şuan Antalya’da şu saatler de bile denize girerken, bense
umutsuz ev kadınları gibi; film izleyip, günlük yazıyordum. Günlüğüm de yaşadığım
olaylardan daha çok, izlediğim filmlerden bazı sahnelere ve hayal ettiğim düşlerin bir
bölümüne yer veriyordum. Bugünde 'Son Ayin' filmini izlemiştim. Anthony Hopkins der
susarım...
Şiir
TOPLAYAMADIKLARIM
Samet Mustafa MAZLUM
Sigaradan sararmış parmaklarımla,
Ellerim titreye titreye düşürüyorum bu satırları senin beyazlığına.
Ah! Toprak bakışlım bir bilsen,
Nasıl çaresiz kaldım karşında
Düşen gözyaşlarımı toplamaya çalışır gibi.
Kim bilir sardığım son nefeslerdir bu sigara,
Dağlayacağım son yara ağlayacağım son gece.
Sabahı olmayan bir gece umuduyla yazamıyor bunları sana.
Mürekkebim düşüyor sana ben yalnızca dağıtıyorum,
Tüm toplayamadıklarım gibi…
Şiir
SAFA- YI VUSLAT
Melike YILMAZ
Huzur ve uyku faniliğin ebedi arzusu,
Lakin, ömr-i beşer her dem melûl her dem
mahzun
Asuman ümit meydanı lisanım mükedder su
Kimdir ey, bu bezginlik sarhoşu ?
Efkârımızı kaplar sağır ve dilsiz geceler
Düşün ne olur. Mai siyahı görene kadar
Ey faydasız ağlayışlar, zehirli gülüşler,
Safa- yı vuslat hicrandan beter.
Kağıt üstünde kelimat soğuk birer ceset,
Yazarım ''Telakiler,firkatler...'' kalbim inlerken,
Kimsin, nesin ? ... İnsandır fikr-i müşterek elbet.
Atî çıkınca mâzi esaret !
Deneme
GÜN EKSİLİRKEN
(Her mihnetin kabulümdür yeter ki gün eksilmesin penceremden… Cahit Sıtkı Tarancı)
Her şey güneşin doğuşuyla başladı. Güneş gökyüzünü ve ufuk
çizgisini selamladı. Kuşlar pencere kenarları aradı konmak için. Deniz
üzerine giyindiği mavi örtüsüyle şöyle bir salındı. Bir gemi göründü
ötelerden. Kayalıkları selamladı deniz usulca. Kayalıklara iki kişi
oturdu sabahın erken saatlerinde. Deniz ne kadar güzel bugün dedi biri
diğerine. Diğeri bir çiçeği koklar gibi içini çekerek gülümsedi. Deniz
mutlulukla selamladı onları. Ufuk çizgisine bakıp hayal kurdu iki kişi.
Umut, gelecek, sevinç… Kötü bir şey düşünmediler bugün. Kuşların
gönlünü taklit etmek, çatıların üstüne çıkıp özgürlüğe ulaşmak istediler. Gemi gibi denizde
süzülmek, gökkuşağının altından geçip masal diyarına ulaşmak, bir anka kuşunun kanadında
kaf dağını aşmak istediler. Çocuklar ölmesin deyip, gökyüzüne rengarenk
balonlar göndermek istediler.
Sonra güneş gidişini haber verdi. Ufuk çizgisi uzaklaştı. Gemi onu bekleyen başka
limanlara doğru yol aldı. Kayalıklardaki iki kişi günün bittiğini anlayıp eve doğru yol aldı.
Kuşlar yuvalarına uçtu. Gün eksildi pencereden. Onları izleyen adam pencereyi kapattı.
Karanlık bir oda kaldı geriye bir de odayı aydınlatan ışık. Masadan kalktı adam ışığı kapattı.
Gün bitmişti… Her şey bir şey oldu. Akşam oldu gün uyudu. Gün yeniden söz söylemek için
şimdilik karanlık oldu.
Şiir
TÜRKİYE AĞLIYOR
Esra Cemre ÇAĞIR
Yine Türkiye ağlıyor...
Yürekler kanıyor
Şehitler toprağa veriliyor
Ne zaman bitecek bu gözyaşı
Ne zaman bitecek gönüllerdeki acı..
Artık sabır kalmadı
Allah’ım sen bize acı!
Ne zaman bir şehit toprağa düşerse
Sadece annesi ağlamıyor
Bütün ülke ağlıyor
Yıllardır ağlayan bu insanlar
Yeniden karalar bağlıyor...
Bitsin Allah’ım bitsin bu acı
Sabır tahammül kalmadı sen bize acı...
Şiir
NERDESİN
Mesut YILMAZ
Hayalime doğar yine gözlerin
Mâverâdan bir ses gelir, nerdesin
Âteş-i sûzan gibi gönlümü eritir
Eşkimden doğan yıldızlar, nerdesin
Tir-i gamzende çak çak oldu yüreğim
Simâ-yı âfîtâbım, rû-yı mâhım
İnler her solukta naçar şu bahtım
Uykusuz gecelere mihmân oldum, nerdesin
Cây-ı behiştinde kimler dolanır şimdi
Taltiflerini kim duyar, ellerini kim tutar
Ey benim sultanım söyle yüreğinde kim var
Yeter sensizlikten yandığım, nerdesin
Itrnâk rayihaların dolar gönlüme
Lâl olur yüreğim leyli dinlerim
Mahmur gözlerin dolanır gözlerimde
Ahû gözlü sevdiğim, bilsen nasıl severim
Zülfün teli için canım veririm, nerdesin…
HABERLER
Bengütaş Yeni Yayın Dönemine Başladı
Bengütaş Duvar Gazetesi yeni
yayın dönemine başladı. Son sayısı
Haziran ayında yayınlanan Bengütaş,
yaz dönemi tatiline girdikten sonra yeni
eğitim-öğretim yılının başlamasıyla
beraber yayın hazırlıklarına başlamış ve
ilk olarak gazetenin tamamen öğrencilere devredilmesi amacıyla düzenlenen toplantı
gerçekleştirilmiştir. Gerçekleşen toplantıda aşağıdaki kararlar alınmıştır:
1- Yönetim Kurulu değiştirilerek yeni görevliler belirlenmiştir.
2- Komisyonlar ve bu komisyonlarda görev alacak olan kişiler düzenlenerek görev
dağılımı yapılmıştır.
3- Gazete için bir üyelik sistemi kurulmasına ve üyelere kart yaptırılmasına karar
verilmiştir.
4- Gazetemizde artık üyelerden gelen çeşitli fotoğraflar kullanılacaktır.
5- Bölümümüzdeki sınıflarda gazetenin daha detaylı tanıtılması ve öğrencilerle irtibatın
sağlam kalması için bir duyuru ekibi kurulmuştur.
Bölümümüz Öğretim Üyelerinden Doç. Dr.
Özer Şenödeyici’nin İmza Günü
Bölümümüzde Birinci Sınıflar İçin Oryantasyon
Faaliyeti Düzenlendi
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü birinci
sınıf öğrencileri için 24 Eylül 2014
tarihinde oryantasyon faaliyeti
düzenlendi. Bölüme yeni katılan
öğrencilerin, üniversite öğrencisi
olmanın idrakine varmaları, görev ve
sorumluluklarından haberdar olmaları
için düzenlenen programda bölüm
öğretim elemanlarının tanıtılmasının
ardından, öğrencilerin görev ve
sorumlulukları hakkında bilgiler
verildi. Daha sonra Türk Dili ve
Edebiyatı mezunlarının iş olanakları hakkında bilgilendirilen öğrenciler, daha sonra
üniversiteler arası öğrenci değişim programları hakkında bilgi sahibi oldular. Biz de Bengütaş
ailesi olarak yeni öğrenci arkadaşlarımıza “hoş geldiniz” diyoruz.
Bölümümüz Öğrencilerinden Emirhan Bostan
KTÜ Öğrenci Derneği Başkanlığına Atandı
1986 yılından beri faaliyet gösteren Karadeniz Teknik
Üniversitesi Öğrenci Derneği'nde, 2012 yılından bu yana
Dernek Başkanlığını yürüten Ahmet Yılmaz, görevi KTÜ
Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi olan Emirhan Bostan'a
devretti. Kendisine görevinde başarılar diliyoruz.
“Hikâyeleriyle Şiirler” Programı
Karadeniz Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri bu aralar
tatlı bir telaş içinde… Doç. Dr. Özer Şenödeyici’nin yönetiminde hazırlanmakta olan
“Hikâyeleriyle Şiirler” adlı programın hazırlıklarını devam ettiren öğrenciler, aralık ayı içinde
sunumlarını gerçekleştirecekler. Bengütaş Haber Bürosu’na ulaşan bilgiye göre, bel kemiğini
belirli bir arka planı olan ve bir anlatıya dayanan şiirler oluşturmakta. Şiirler ve onların
yazılma nedenlerinin işleneceği programda çeşitli sunumlara ve müzik performanslarına yer
verileceği belirtildi.
BİR AN BİR HİKÂYE
Güven ŞERBETÇİ
Her şey gibi bilgiye ulaşmanın da çok kolaylaştığı bu baş döndürücü çağda, her
zaman kolaya meyli olan insan da hayatını idame ettirmesi için gereken bilgiyi, görgüyü,
fikri; televizyonun, bilgisayarın ve nihayet artık cep telefonlarının soğuk ekranlarından
ediniyor. Teknolojin koşmayı bırakıp uçtuğu bu çağda ağacın ağaçlıktan sonraki en kıymetli
hali olan kitaplar yaya kalıyor. Oysa insanoğlu şunları unutuyor: Evet en cafcaflı Hollywood
filmlerinde çok eğleniyor ancak hayal gücü alınıyor elinden. Her okurun yeni bir dünya
kurmasına izin veren kitaplar yerine milyarlarca insan tek bir adamın hayalgücüne bağlı
kalıyor. Ve evet her türlü bilgiye kolayca ulaşıyor ama iki kelimeyi bir araya getirip de
bildiklerini aktaramıyor. Bunun gibi onlarca örnek saymak boşuna, biliyorum. İnsanoğlu
teknoloji çarkının kanlı dişlilerinde öğütülmeyi seçecek yine yüksek ihtimalle. Velakin
umutsuzluk bize göre değil. Daha iyi, daha akıllı, daha sosyal, daha mutlu, daha şefkatli yani
daha “insan” insanlar yetiştirmek için mücadeleyi sürdürmeli ve çocuklarımıza kitap denen
virüsü bulaştırmalıyız. Çok didaktik üslubu sevmem o yüzden burada kesiyorum sevgili
izleyici-okuyucu.
Bir eylül günü, görev yaptığım Türkmenmecidiye Köyü’ndeki okulumun bahçesinde
çekildi bu “an”. Diğerleri henüz göreve başlamayan öğretmenlerinin yokluğunu voleybol
oynamakla değerlendirirken bu öğrencim kitap okumayı tercih ediyordu. İşte bu hırgür
içerisinde hala zoru seçenlere ithaf edilmiştir bu kare. Okumanın hem ihtiyaç hem de bir
tercih meselesi olduğunu düşündüğüm için bu karenin adını “Tercih Meselesi” koymuştum.
İyi seyirler...