tez.sdu.edu.trtez.sdu.edu.tr/Tezler/TS03531.pdf · iv (ÇETİN, Ayhan, Türkçülerin Din...
Transcript of tez.sdu.edu.trtez.sdu.edu.tr/Tezler/TS03531.pdf · iv (ÇETİN, Ayhan, Türkçülerin Din...
T.C.
SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TÜRKÇÜLERİN DİN ANLAYIŞI
Ayhan ÇETİN
0040207019
DOKTORA TEZİ
DANIŞMAN
Prof. Dr. Mehmet Saffet SARIKAYA
ISPARTA-2019
iv
(ÇETİN, Ayhan, Türkçülerin Din Anlayışı, Doktora Tezi, Isparta, 2019)
ÖZET
Milliyetçilikler çağı 19. yüzyılda başlayan Türkoloji çalışmaları, Türklerin
tarihte büyük başarılar elde etmiş ve önemli roller üstlenmiş bir millet olduğunu
belgeleriyle ortaya koymuştur. Şanlı mazisini öğrenip büyük millet olmanın gururuyla
yetişen yeni nesiller Avrupa’daki milliyetçiliklerden esinlenerek, şimdiye kadar kimlik
olarak kendilerini nispet ettikleri Müslümanlıklarının yanında Türk kimliklerinin de
farkına varmışlardır. Zamanla kurumsal varlığını güçlendiren Türkçülük düşüncesi,
Osmanlı’nın son döneminde yer almış olan kurtuluş reçetelerinden biri olmuştur.
Bütüncül bir düşünce hareketi olan Türkçülüğün İslam’a yaklaşımı, bu çalışmanın esas
temasını oluşturmaktadır. Çalışmada Türkçülüğü temsil kabiliyetlerinin yüksek olduğu
düşünülen dört Türkçü aydın; Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Mehmet
Şemsettin Günaltay’ın düşünceleri ortaya konulmuştur.
Aydınların görüşleri problematik tarzda ele alınmıştır. Bu bağlamda İslam’ın
inanç, ibadet ve ahlakla ilgili yönü bir başlık halinde; siyaset, hukuk, kültür ve
medeniyet gibi daha ziyade devleti ve toplumu ilgilendiren öğretileri ise ayrı bir başlıkta
değerlendirilmiştir. Ağaoğlu ve Akçura’yı İslam’ın daha çok siyasi ve sosyo-kültürel
meseleleri ilgilendirdiği için, bu iki ismin inanç ve ibadetlerle ilgili düşünceleri oldukça
azdır. Yine bazı konuları sadece Gökalp çalışmıştır. Dolayısıyla her aydının, her konuda
görüş ve düşünce ortaya koyması söz konusu değildir.
Çalışma boyunca ortaya çıkan sonuç ise Türkçü aydınların İslam’ı devlet, siyaset
ve hukuk gibi yönetim alanlarından uzaklaştırıp, bireysel ve toplumsal zeminde
değerlendirmiş olmaları gerçeğidir. Şüphesiz bu değerlendirme; İslam’ın, hayatın her
alanına dair hükümler vazettiğini düşünenlerce yadırganabilir. Ancak Türkçü aydınların
da kendi görüşlerini, İslam düşünce tarihinde bir şekilde var olmuş mevsuk bilgilerle
temellendirmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.
Anahtar Kelimeler: İslam Mezhepleri Tarihi, Türkçülük, Türkçüler, Din, İslam,
A. Ağaoğlu, Z. Gökalp, Y. Akçura, Ş. Günaltay.
v
(ÇETİN, Ayhan, The Turkish Nationalists’ Understanding Of Religion, Ph.D.
Thesis, Isparta, 2019)
ABSTRACT
Turcology studies, which started in the 19th century, which was the age of
nationalism, proved with great documents that Turks have achieved great successes in
history and played important roles. The new generations, who grew up with the pride of
being a great nation and learned the glorious past, were inspired by the nationalism in
Europe and realized that they had a Turkish identity alongside their Muslim identity.
Over time, the idea of Turkism, which strengthened its institutional existence, became
one of the prescriptions of liberation that took place in the last period of the Ottoman
Empire. Turkism's approach to Islam, which is a holistic thought movement, constitutes
the main theme of this study. In this study, four Turkist intellectuals who are thought to
have high ability to represent Turkism; The thoughts of Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp,
Yusuf Akçura and Mehmet Şemsettin Günaltay were put forward.
Intellectuals' views were handled in a problematic manner. In this context, the
aspect of Islam regarding faith, worship and morality is a title; the doctrines of politics,
law, culture and civilization that concern the state and society rather are evaluated under
a separate title. Since Ağaoğlu and Akçura are more concerned with the political and
socio-cultural issues of Islam, these two names have little opinion on beliefs and
worship. Again, some of the issues only were worked by Gökalp. Therefore, it is not
possible for all intellectuals to present their opinions and ideas on every subject.
The result of the study is the fact that Turkish intellectuals have taken Islam
away from the administration areas such as state, politics and law and evaluated it on an
individual and social basis. Without a doubt this review; It may be odd for those who
think that Islam preaches provisions for every aspect of life. However, it should not be
forgotten that Turkist intellectuals are trying to base their own views on the existing
knowledge in the history of Islamic thought.
Key Words: The History of Islamic Sects, Turkism, Turkists, Religion, Islam,
A. Ağaoğlu, Z. Gökalp, Y. Akçura, Ş. Günaltay.
vi
İÇİNDEKİLER
TEZ SAVUNMA SINAV TUTANAĞI .................................................................... ii
YEMİN METNİ SAYFASI ...................................................................................... iii
ÖZET .......................................................................................................................... iv
ABSTRACT ................................................................................................................ v
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... vi
ÖN SÖZ .................................................................................................................... viii
KISALTMALAR ....................................................................................................... x
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ ARKA PLANI
1. SİYASİ, SOSYO - KÜLTÜREL VE EKONOMİK DURUM .......................... 17
1.1. Siyasi Durum ....................................................................................... 17
1.2. Sosyo - Kültürel ve Ekonomik Durum .............................................. 23
2. DÖNEMİN BAŞLICA DÜŞÜNCE AKIMLARI .............................................. 32
2.1. Osmanlıcılık ......................................................................................... 34
2.2. İslamcılık .............................................................................................. 39
2.3. Batıcılık ................................................................................................ 47
2.4. Türkçülük ............................................................................................ 54
3. ÖNDE GELEN TÜRKÇÜ AYDINLAR ............................................................ 64
3.1. Ahmet Ağaoğlu (1869-1939) ............................................................... 64
3.2. Ziya Gökalp (1876-1924) .................................................................... 71
3.3. Yusuf Akçura (1876-1935) ................................................................. 75
3.4. Mehmet Şemsettin Günaltay (1883-1961) ......................................... 78
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKÇÜ AYDINLARA GÖRE DİN, İNANÇ, İBADET VE AHLAK
1. KAVRAM OLARAK DİN VE İSLAM .............................................................. 83
1.1. Dinin Anlam ve Önemi ....................................................................... 83
1.2. İslam - Birey ve Toplum ..................................................................... 91
1.3. İslam ve Terakki ................................................................................ 98
1.4. İslam’da Islah ve Tecdid Meselesi ................................................... 103
1.5. Türk Müslümanlığının İmkânı Meselesi ........................................ 112
2. TÜRKÇÜLERİN İSLAM ANLAYIŞINDA İNANÇ MESELESİ ................. 118
2.1. Allah İnancı ....................................................................................... 118
2.2. Peygamberlik, Hadis ve Sünnet ....................................................... 119
2.3. Kader, Kaza ve Tevekkül ................................................................. 121
2.4. Mezhepler ve Diğer Dini Oluşumlar ............................................... 131
3. DİNİ PRATİK VE RİTÜELLER ..................................................................... 136
3.1. İbadetlerin Felsefi ve Toplumsal Boyutu ........................................ 136
3.2. Türkçe İbadet Meselesi..................................................................... 143
vii
4. DİN - AHLAK İLİŞKİSİ ................................................................................... 145
4.1. Ahlakın Felsefi Boyutu ..................................................................... 145
4.1.1. Ahlaki Değer ...................................................................... 149
4.1.2. Ahlakın Kaynağı ................................................................ 151
4.1.3. İslam Ahlakı - Evrensel Ahlak .......................................... 153
4.1.4. Ahlaki Müeyyide ............................................................... 155
4.2. Ahlakın Pratik Boyutu ..................................................................... 157
4.2.1. Ferdi Ahlak ........................................................................ 157
4.2.2. Toplumsal Ahlak ............................................................... 158
4.2.3. Devlet Ahlakı ..................................................................... 161
4.3. Ahlak Eğitimi .................................................................................... 162
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇÜ AYDINLARA GÖRE DİNİN TOPLUMSAL BOYUTU
1. MEDRESELER, ULEMA VE DİN EĞİTİMİ ................................................ 166
1.1. Medreseler ......................................................................................... 167
1.2. Ulema ................................................................................................. 172
1.3. Din Eğitimi ......................................................................................... 175
2. DİN - BİLİM, SANAT, EDEBİYAT VE FELSEFE ....................................... 185
3. DİN - KADIN VE AİLE .................................................................................... 189
4. DİN - HUKUK İLİŞKİSİ .................................................................................. 201
4.1. Diyanet - Kaza Ayrımı ...................................................................... 205
4.2. İçtimai Usûl-ü Fıkıh .......................................................................... 212
4.3. İçtihat Meselesi .................................................................................. 221
5. DİN - SİYASET İLİŞKİSİ ................................................................................ 230
5.1. Hilafet Meselesi ................................................................................. 230
5.2. Din-Devlet Ayrımı ve Laiklik .......................................................... 242
6. DİN - KÜLTÜR VE MEDENİYET .................................................................. 252
6.1. Kültür ve Medeniyet ......................................................................... 252
6.2. Medeniyet ve Din Etkileşimi ............................................................ 258
6.3.Yeni Bir Medeniyet İnşası: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak
.................................................................................................................... 260
7. DİN - EKONOMİ ETKİLEŞİMİ ..................................................................... 274
SONUÇ .................................................................................................................... 283
KAYNAKÇA .......................................................................................................... 288
ÖZ GEÇMİŞ ........................................................................................................... 318
viii
ÖN SÖZ
19. ve 20. yüzyıllar, milletimizin tarihinde başarı ve başarısızlıkların birbiri ardına
tekrar ettiği, fırtınalı yılların yaşandığı zaman dilimleridir. 19. yüzyıl bu nedenle olsa gerek
“İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak nitelendirilmiştir. Yüzyılın özellikle ikinci
yarısında Osmanlı’nın içine düştüğü sıkıntılardan kurtarılması için siyasi, sosyal-kültürel ve
iktisadi fikir hareketleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu tür çabalar, özellikle Osmanlı
coğrafyasındaki muhtelif unsurların, gittikçe billurlaşan siyasal ve düşünsel ayrılıkçı
tavırları sonrasında, Türkçü aydınlarda da karşılık bulmuştur. Yüzyılın sonlarına kadar,
daha ziyade tarihi, edebi, kültürel ve sosyal alanda yoğunlaşan Türkçülük düşüncesi, 20.
yüzyılın başlarından itibaren, siyasal alana da intikal etmiştir. Özellikle Yusuf Akçura’nın
“Üç Tarz-ı Siyaset”i (1904) ile başlayan siyasi Türkçülük cereyanı, II. Meşrutiyetle birlikte
partileşme, iktidarı üstlenme; Balkan ve Dünya Savaşlarıyla ilgili karar verme gibi siyasi ve
toplumsal önemli sonuçlar doğuran politik kararlara imza atmıştır.
Bu tezin içeriğini çerçeveleyen dönemde (1904-1931) İslam; Müslüman halkın
inanç, ibadet, ahlak ve sosyal hayatında etkin bir dindir. Bunun yanı sıra, devletin yıkılışına
kadar Osmanlı yönetici ve aydınları tarafından modernleşme çabalarında ve yıkılışı
önlemeye yönelik gayretlerde olumlu veya olumsuz olarak en çok tartışılan konu olmuştur.
Cumhuriyet döneminde ise Batılılaşmaya engel olarak algılanmıştır. Dolayısıyla ilgili
dönemlerde önemli tartışmalara konu olmuş İslam’a yüklenen anlam ve işlevin temelinde
yatan felsefi anlayış ve bu anlayışın ana noktalarını ve etkilerini ortaya koymak önem arz
etmektedir. Hazırlanan çalışmada bu hususlar; Osmanlı Devleti’nin yıkılış dönemlerinde ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temellendirildiği yıllarda önemli bir fikir
akımı olan “Türkçülük” bağlamında ele alınmıştır. Bu amaçla Türkçülüğü temsil kabiliyeti
yüksek olan Ahmet Ağaoğlu, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Şemsettin Günaltay’ın din
anlayışları bir bütün halinde çalışılmıştır.
Aydınların görüşleri problematik tarzda ele alınmıştır. Bu bağlamda İslamiyet’in
inanç, ibadet ve ahlakla ilgili yönü bir başlık halinde; eğitim, kadın ve aile, siyaset,
hukuk, kültür ve medeniyet gibi daha ziyade kamusal alanı ilgilendiren öğretileri ise
ayrı bir başlıkta değerlendirilmiştir. Ağaoğlu ve Akçura, İslam’ın daha çok siyasi ve
sosyo-kültürel meseleleriyle ilgilendikleri için, bu iki ismin ilahiyatla ilgili düşünceleri
oldukça azdır. Yine bazı konuları sadece Gökalp çalışmıştır. Bu nedenle bütün
aydınların her konuda fikir serdetmesi söz konusu olmamıştır.
Şüphesiz bugüne kadar “Türkçülerin Din Anlayışı” hakkında birçok düşünce ileri
sürülmüş; konu farklı boyutlarıyla akademik, siyasi ve fikri platformlarda tartışılmıştır.
Ancak bu uğurdaki saygıdeğer çabalar, tespit edebildiğimiz kadarıyla, Türkçülerin din
anlayışını bütün yönleriyle ve sistem bütünlüğü içinde yeterince ortaya koymaktan uzaktır.
Bir bütünün, parçalı ve kesitler halinde ortaya konulması ise o bütün hakkında eksiksiz ve
doğru bir kanaatin oluşmasına engel teşkil edebileceği gibi yanlış anlamaya da neden
olabilecektir. Dolayısıyla yapılan bu çalışmada konu, bütüncül ve sistematik bir tarzda ele
alınarak sunulmaya çalışılmıştır.
Tezin Giriş bölümünde araştırmanın konusu, amacı, önemi, izlenen yöntem ile
araştırmanın sınırları, kavramsal çerçeve ve kaynaklar tartışılmıştır.
Birinci bölümde Türkçülük akımının oluştuğu dönemin özellikleri ve önemli
düşünce ekolleri hakkında bilgi verilmiştir. Bu bağlamda Türkçülük akımı da genel
çerçevesi itibariyle incelenmiş; Türkçü aydınlar hakkında bilgi verilmiştir.
ix
Çalışmanın İkinci bölümünde Türkçülerin İslam anlayışı itikat, ibadet ve ahlak
bağlamında daha çok teorik açıdan tespit edilmeye çalışılmıştır.
Çalışmanın Üçüncü bölümünde Türkçülerin toplumsal, siyasi, hukuki, sosyo-
kültürel ve ekonomik alanlarda İslam’ın konumu ve rolü üzerine ortaya koydukları
düşünceler resmedilmiştir.
Sonuç kısmında ise elde edilen bulgular değerlendirilmiştir.
Bu çalışma birçok değerli insanın yardım ve teşviki ile ortaya çıktı. Çalışmanın
başlangıcından bitimine kadar yaptığı rehberlikten ötürü danışman hocam Sayın Prof. Dr.
M. Saffet Sarıkaya’ya çok teşekkür ederim. Onun anlayış ve sabrı olmasaydı bu çalışma
bitmezdi. Gösterdikleri ilgi ve yaptıkları çok değerli bilimsel katkılar için TİK üyeleri Sayın
Prof. Dr. Musa Koçar ve Prof. Dr. Ramazan Uçar Beylere de müteşekkirim. Yine Tez
Jürisinde yer alarak değerli öneri ve fikirlerini paylaşan Sayın Prof. Dr. Kemal Sözen ve
Prof. Dr. Ömer Faruk Teber’e de teşekkürü bir borç bilirim. Muhtelif sebeplerden dolayı
hazırlanıp bitirilmesi uzun süren bu çalışmada desteğini her zaman yanımda hissettiğim
kıymetli eşim Emine’ye ve türlü yardımlarını gördüğüm ancak burada isimlerini
sayamadığım dostlarıma da şükranlarımı arz ederim.
Isparta / 2019
Ayhan ÇETİN
x
KISALTMALAR
A.g.e. / a.g.e. : Adı geçen eser
A.g.m. / a.g.m. : Adı geçen makale
AKM : Atatürk Kültür Merkezi
A. mlf. / a. mlf. : Aynı müellif
AÜ : Ankara Üniversitesi
AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
b. : ibn / bin
Bak. : Bakanlık/bakanlığı
Bkz. / bkz. : Bakınız
Bsk. / bsk. : Baskı
C. : Cilt
CÜİFD : Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fak. Dergisi
Çev. : Çeviren/tercüme eden
DGBİT : Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi
DFİFM : Dârulfünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuâsı
DİA : Diyanet İslam Ansiklopedisi
DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı
Haz. / haz. : Hazırlayan
Hz. : Hazreti
İA : İslam Ansiklopedisi (MEB. Yayını)
İFAV : İlahiyat Fakültesi Vakfı
İM : İslam Mecmuası
İst. : İstanbul
MTSD : Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
MÜ : Marmara Üniversitesi
MÜİFAV : Marmara Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı
S. : Sayı
s. : Sayfa
SDÜ : Süleyman Demirel Üniversitesi
Sos. Bil. Enst. : Sosyal Bilimler Enstitüsü
ss. : Sayfalar arası / sayfa sayısı
TCTA : Türkiye Cumhuriyeti Tarih Ansiklopedisi
TEV : Türk Edebiyatı Vakfı
TİK : Tez İzleme Komitesi
TİM : Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (Ziya Gökalp'in eseri)
TTK : Türk Tarih Kurumu
ts. : tarih yok / tarihsiz
TY : Türk Yurdu Mecmuâsı
Ü. : Üniversite(si)
vd. : ve diğerleri/ ve devamı
Yay. / yay. : Yayın/yayıncılık/yayınları/yayınevi
YKY : Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık
YL : Yüksek Lisans
y.y. : yayım yeri yok / yayımlayan kurum belli değil
1
GİRİŞ
Türkçülük, 19. yüzyılın ikinci yarısında öncelikle tarihi, kültürel ve ilmi alanlarda
başlayan, 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren siyasi temelde ele alınan ve nihayet 2.
Meşrutiyet ile birlikte teşkilatlı hale gelen bir ideoloji olup hayatın her alanında Türk
milletine hizmet etmeyi kendine şiar edinmiştir.1 Türkçü düşüncede esas olan kendini Türk
hissedip kabul eden herkesi, milliyet mefkûresi altında birleştirip dayanışma temelinde ileri
medeniyetler zümresine ulaştırmaktır.
Ziya Gökalp'in ifade ettiği gibi2 ihtiyaca binaen ortaya çıkan Türkçülük3, çöküş
içerisinde bulunan Osmanlı’yı yaşatmak ve onun kurucu unsuru olan Türk milletini
milletler muvazenesinde hak ettiği itibara kavuşturmaktır. İşte bu araştırmanın konusu,
tarihin önemli bir dönüm noktasında ortaya çıkan böylesine muazzam bir düşünce akımının
din anlayışını bütüncül bir şekilde ortaya koymaktır. Zira İslam, Türkçülük düşüncesinin en
önemli bileşenlerinden biridir4 ve Türkçü aydınlar da yazdıkları eserlerle bunu ortaya koyup
sahih bir İslam anlayışının değerini ifade etmişlerdir.
Bu cümleden olarak toplumların ilerlemesinde veya gerilemesinde din anlayışının
oynadığı rol inkâr edilemez. Din, bireysel tecrübelerden, toplumsal davranış biçimleri ve
kurumlara kadar etki eden bir olgudur.5 Dolayısıyla dinin diğer toplumsal kurumlarla yoğun
bir etkileşimi söz konusudur. Bu çalışmanın amacı da söz konusu etkileşimi “Türkçülük
Akımı” bağlamında incelemektir. Bu çerçevede ilk işaretleri II. Meşrutiyet öncesinde
görülmesine rağmen, asıl bu tarihten hemen sonra belirgin bir düşünce akımı halini almaya
başlayan Türkçülüğe yön veren ya da Türkçü görüşlere sahip olan aydınların “din
anlayışları” tespit edilmeye ve değerlendirilmeye çalışılacaktır.
1 Yusuf Akçura, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981, s. 40,82,134,188; Şükrü
Hanioğlu, “Türkçülük”, DİA, İst., 2012, C. 41, s. 551-554. 2 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (sonraki sayfalarda bu eser kısaca TİM şeklinde
ifade edilecektir.), Haz. İbrahim Kutluk, Kültür Bak. Yay., İst., 1976, s. 1. 3 Osmanlı’nın son dönemindeki düşünce akımlarının ihtiyaca binaen teşekkül ettiklerine dair ayrıca bkz.,
Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981, s. 61-64; Tarık Zafer Tunaya,
Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İst. Bilgi Ü. Yay., İst., 2004, s. 75; Ahmet Kabaklı,
Türk Edebiyatı, TEV Yay., İst., 2002, C. III, s. 341-342. 4 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 75. 5 Joahim Wach, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İst., 1995, s.
36-40, 65-81. Ayrıca krş., Günter Kehrer vd., Din Sosyolojisi, Türkçesi: M. Emin Köktaş-Abdullah
Topçuoğlu, Vadi Yay., Ankara, 1996, s. 62-101; Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, MÜİFV Yay., İst.,
1993, s. 63-84.
2
İnsanlar buhran dönemlerinde dinî ve mistik değerlere daha fazla bağlanırlar.6 Böyle
dönemler, toplumların hayatında genellikle sosyo-kültürel değişim ve dönüşümlerin yoğun
olarak yaşandığı; din, siyaset, hukuk, ekonomi, eğitim, sanat, aile gibi kurumlarda yeni ve
farklı çözüm arayışlarının ortaya çıktığı zaman dilimleridir. Özellikle Osmanlı Devleti’nin
yıkılış sürecini yaşayan ve bu süreci tersine çevirmek isteyen aydınlar; hem yıkılış ve
toplumsal çözülmeye tanıklık ederek, hem de bütün bu olumsuz şartlar altında yeni bir
devlet ve modern bir toplum inşasına katkıda bulunarak bizlere devasa bir birikim ve eşsiz
bir tecrübe bırakmışlardır. Bu çalışmada, günümüze kadar ulaşan bu engin tecrübe
değerlendirilerek; dinin, tarihin bu tür kırılma dönemlerinde oynadığı rol ile zihinlerde
neden olduğu dönüşümün tespit edilmesi; günümüz Müslümanlarının din anlayışlarına
katkıda bulunulması; bu yolda öncelikle doğru bilgi,7 doğru inanç, doğru davranış
hiyerarşisi ile beslenen bir birey ve toplum inşasına katkı sağlanılması gözetilen bir diğer
amaçtır.
Yukarıda ifade edilen tespit, değerlendirme ve hedeflerle bağlantılı olarak,
çalışmada aşağıdaki sorulara cevap aranmıştır.
Türkçü aydınların toplumsal kurumlardan biri olan dine kavram olarak yükledikleri
rol nedir?
Türkçü düşünce dinin, diğer toplumsal kurumlarla olan ilişkisini hangi temelde ve
nasıl değerlendirmektedir.
Kültür ve medeniyet değişikliğinin din anlayışlarındaki yansıması nasıldır?
Toplumsal zihniyetteki ayrışmaların din anlayışlarına etkisi nedir?
Müslüman bir toplumda, toplumsal gerileme ve çöküş dönemlerinde “din
kurumu”ndan beklenen fonksiyon nedir?
İslam ilerleme, gelişme ve çağdaşlaşmaya engel midir?
Türkçü aydınların mezhep ve diğer dini gruplaşmalara bakışı nasıldır?
Türkçülerin din anlayışlarında Türk kültürü ya da coğrafyasına özgü bir “Türk
Müslümanlığı”ndan bahsedilebilir mi?
Modern ulus devletlerde dinin konumu nedir?
6 Andrei Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tunçay, Salyangoz Yay., İst., 2008,
s. 21-28. 7 Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş, dem Yay., İst. 2010, s. 173.
3
Bu sorular çerçevesinde Türkçü aydınların, İslam’ın inanç, ibadet, ahlak ve
toplumsal kurumlara bakışı; sosyo-ekonomik ve siyasal gelgitlerin yoğun olduğu tarihsel bir
süreç içerisinde ele alınıp değerlendirilecektir.
Tarihten ders almak, şüphesiz düşünce tarihimiz üzerinde yapılan araştırmalar
sayesinde mümkündür ve bu tür çalışmalar yaşanılan günlere ve geleceğe ışık tutacaktır.
Bugün hala bundan yüz-yüz elli yıl önce orta çıkmış olan siyasi ve toplumsal teoriler
tartışılıyorsa bunun altında yatan bir sebep, problemlerin hala çözülememiş olmasıysa diğer
bir sebep de bu düşünce akımlarının kuvvet ve kuşatıcılığıdır. Siyasi, toplumsal ve
ekonomik alanda milliyetçi düşüncenin bir şekilde iki yüz yıldır revaçta olup henüz
aşılamamış olması, Türkçülük üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi gerekli kılıyor.
Araştırma, bilginin keşfedilip geliştirilmesi ve vakıaya uygun olup olmadığının
ortaya konulması çabasıdır. Bu çaba, konunun tespiti, hipotezin kurulması, verilerin
toplanması, tasnifi, tahlili, açıklanıp yorumlanması ve raporlanması gibi bilimsel bilgi
üretme aşamalarını içeren düşünsel, deneysel, sistemli ve planlı bir süreçtir.8 Her bilim dalı
alanın kendi özelliklerine ve konunun niteliğine göre bu süreçlerden bazılarını veya
tamamını kullanır.
İslam Mezhepleri Tarihi sadece tarihi değil bugünü de konu edinir. Ancak
günümüzdeki olay ve olguları araştırmada diğer modern bilimlerin kullandığı gözlem,
anket, görüşme vb. yöntem ve teknikleri kullanırken, tarihi vakıaların araştırılmasında ise
genel tarih ve tarih felsefesinin metodolojisini ve tekniklerini de kullanır. Bu ortak
metodolojik kullanımın yanında İslam Mezhepleri Tarihi’nin kendine özgü bazı araştırma
yöntem ve teknikleri de bulunmaktadır.9
Bu araştırmanın konusu olan sosyal olay, olgu ve kurumlar ile üzerinde çalışılan
aydınlar birer tarihi vakıa olup belirli bir zaman diliminde ortaya çıkmış ve o dönemin
izlerini taşımaktadırlar. Bu sebeple çalışmada dolaylı gözlem yapılarak, mevcut bilgi ve
belgeleri inceleme yoluyla veri toplama yöntemi olan dokümantasyon metodu10
kullanılmıştır. Bu bağlamda temel ve ikincil kaynakların tespitiyle teze başlanmıştır.
8 İsmet Taşdemir, Bilimsel Araştırma Yöntemleri, Nobel Akademik Yay. Eğitim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti.
Bartın, 2016, s. 27. 9 Mehmet Ali Büyükkara, “Mezhepler Tarihine Giriş”, İslâm Mezhepleri Tarihi içinde, Editör: Mehmet Ali
Büyükkara, Anadolu Ü. AÖF Yay., Eskişehir, 2010, s. 14-15. 10 Zeki Arslantürk, Sosyal Bilimler İçin Araştırma Metot ve Teknikleri, MÜİFAV Yay., İst., 1995, 67-68; aynı
mlf., “Din Sosyolojisinde Yöntem ve Teknikler”, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi içinde, Ed. Akyüz-
Çapçıoğlu, Gündüz Eğitim ve Yay., Ankara, 2008, s. 207; Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İst.,
2006, s. 81.
4
Sonrasında ise konuyla ilgili kitaplar, dergi ve mecmualarla lisansüstü tezler tespit edilip
incelenmiştir.
Eldeki mevcut bilgi ve belgeler (dokümanlar) incelenirken deskriptif/tasviri metot
kullanılarak olay, olgu, fikir ve şahıslara objektif bir şekilde yaklaşılmıştır.11 Zira İslam
Mezhepleri Tarihi deskriptif bir bilim dalıdır. Bu alanda araştırma yapanlar vakıayı olduğu
gibi tespite gayret edip konulara kendi öznel yorumlarını ilave etmekten kaçınmalıdırlar.12
Bu araştırmada konu edilen Türkçü aydınların ve onların muhatapları olan toplumun
neredeyse bütünüyle Müslüman olması, aydınların düşünce ve eylemlerinde çoğunlukla
dinî referanslar kullanmalarına sebep olmuştur. Bu yönüyle Türkçülük akımı klasik dini-
siyasi fırkalarla benzer özellikler göstermektedir. İslam tarihinde görülen fırkalara bakıldığı
zaman, genelde bu fırkaların başlangıçta siyasi, ekonomik vb. sâiklerle teşekkül ettikleri;
akabinde ise görüşlerini Kur’an ve Sünnet’e onaylatma çabasına giriştikleri görülmektedir.13
Türkçülük, dini söylem ve iddialara da sahip siyasi bir düşünce akımıdır. Kimi
özellikleriyle dini grup yapısı gösterir.14 Zira Müslüman bir toplumda ortaya çıkmış ve bu
Müslüman toplumun ülkesi; siyasi, sosyo-kültürel, ekonomik vb. meseleleri üzerine
düşünce ve eylem üretmiş bir hareket, bir düşünce akımıdır. Bu yönüyle o, İslam
Mezhepleri Tarihi’nin konuları içerisinde yer alan çağdaş dini akımlardan biridir. Bu
sebeple Türkçülük değerlendirilirken, İslam Mezhepleri Tarihi bilim dalının bir dini grubun
incelenmesinde takip ettiği yöntemler kullanılmıştır. Bu nedenle çalışmada Türkçü
aydınların din anlayışları nesnel ve geniş bir perspektifte ele alınmaya çalışılmıştır. İslam
Mezhepleri Tarihi’nde fırkaların adlandırılması, şahıslar üzerinde derinleşme,15 şahısların ya
da grupların görüşleri tespit edilirken fikir-hadise irtibatı dikkate alınmaktadır.16 Bu
çerçevede çalışmamızda da “Türkçülük” adlandırmasının üzerinde durulmuş; Türkçülüğün
kapsam ve içeriği tespit edilmiştir. Aydınlarımızın konu ile ilgili görüş ve düşünceleri
üzerinde yoğunlaşılarak makale ve eserleri üzerinde metin analizi yapılmıştır. Türkçü görüş
11 Deskriptif metodun İslam Mezhepleri Tarihi bilim dalında kullanımı için bkz., Sönmez Kutlu, Türklerin
İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV Yay., Ankara 2002, s. 27; Aynı mlf., “İslâm Mezhepleri
Tarihinde Usûl Sorunu”, İslâmî İlimlerde Metodoloji/Usûl Mes’elesi-I, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı,
İst., 2005, s. 434. 12 Mehmet Saffet Sarıkaya, İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, Rağbet Yay., İst., 2016, s. 27. 13 Sarıkaya, a.g.e., s. 19. 14 Dini grup özellikleri hakkında bkz., Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslâmi Akımlar, Klasik Yay., İst.,
2017, s. 318; Joseph Fichter, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Attila Kitabevi, Ankara, 1996, s. 52-54. 15 Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV Yay., Ankara, 2002, s. 27. 16 Hasan Onat, Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, TDV Yay., Ankara, 1993, s. 148.
5
ve düşünceler fikir-hadise-zaman-mekân irtibatı çerçevesinde, ele alınan dönemdeki sosyal
çevreyle; tarihi, siyasi ve iktisadi şartlarla ilişkilendirilmiştir.17
Genel itibariyle bu araştırmada Türkçü aydınlardaki din olgusunun anlamı ve
yansımaları ile bu olgunun toplum hayatının bütünü içerisindeki yeri tespit edilmeye gayret
edilmiştir. Çalışmanın bütününde “Türkçülerin Din Anlayışları”, “sosyal bir olgu” olarak
ele alınmış; doğruluğu veya yanlışlığı hakkında hüküm vermekten kaçınılmıştır.
Türkçüler hakkında yazılmış her çeşit yazılı materyal incelenip içerik çözümlemesi18
yapılırken, tarihin belli bir döneminde gerçekleşmiş, olup-bitmiş olaylar kümesine, doğa
bilimlerinin bir nesnesi gibi yaklaşılmamış bilakis imkân nispetinde kişi ve olaylar kendi
dönem ve bağlamları çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmıştır.19 Elde edilen veriler ise sebep-
sonuç bağı kurmayı gerektiren “anlayıcı, açıklayıcı” metotlar yardımıyla
değerlendirilmiştir.20 Ne var ki tarih alanında yapılan bir çalışmada doğa bilimlerinde
olduğu gibi somut ve müşahhas kavram ve değerlendirmelerle yol almak mümkün değilse
de çalışmamızda imkân ölçüsünde objektif olmaya özen gösterilmiştir.
Çalışmamızın dikey kesiti 1904-1931 yılları arası olarak belirlenmiştir. 1904 tarihi
Türkçülüğün önde gelen teorisyenlerinden Yusuf Akçura’nın, dönemin önemli fikrî-siyasi
akımlarının değeri ile Osmanlı’nın özellikle siyasi sorunlarının çözümüne katkı ve
uygulanabilirliklerini ilk defa sistemli bir şekilde gündeme getirip tartıştığı; artık alanında
klasikleşmiş olan meşhur makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset”in Mısır’daki Türk Gazetesi’nde
yayımlandığı tarihtir.21 Makalede ırka dayanan siyasi bir Türk milliyeti meydana getirmek
17 Dini-siyasi bir düşünce akımının incelenmesinde dikkate alınması gereken hususlar için bkz., Yusuf Ziya
(Yörükan), “Şehristânî”, DFİFM, S. 5-6 (ss. 187-277), İst., Haziran 1927, s. 258-277; W. Montgomery
Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Umran Yay., Ankara, 1981, s. 6;
Abdülkâhir el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar, Önsöz ve Notlarla Çev. E. R. Fığlalı, TDV Yay.,
Ankara, 2001, Çevirenin Önsözü, s. XXII; M. Saffet Sarıkaya, İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler,
Rağbet Yay., 6. Baskı, İst., 2016, s. 26-27; Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş, dem Yay., İst., 2010,
s. 143-145; Halil İbrahim Bulut, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2011, s. 23-25;
Hasan Onat-Sönmez Kutlu, “İslam Mezhepleri Tarihi’ne Giriş”, İslam Mezhepleri Tarihi içinde, Editörler:
H. Onat-S. Kutlu, Grafiker Yay., Ankara, 2016, s. 24-35. 18 “İçerik Çözümlemesi” için bkz., Selahaddin Öğülmüş, “İçerik Çözümlemesi”, Ankara Üniv. Eğitim
Bilimleri Fakültesi Dergisi, Ayrı basım, Ankara Ü. Basımevi, Ankara, 1992, C. 24, S. 1, s. 213-228. 19 Bkz., Doğan Özlem, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İst., 1986, s. 73-74. 20 Günay, Din Sosyolojisi, s. 86. 21 Üç Tarz-ı Siyaset, özgün ve kurgusu sağlam bir makaledir. Rusya’da yazılmış olmakla birlikte, Mısır’da
neşrolunan ve Abdülhamit idaresine karşı mücadelesiyle bilinen Türk Gazetesi’nin 14 Nisan, 28 Nisan ve 5
Mayıs 1904 tarihli 24, 26 ve 27. sayılarında yayımlanmıştır. Bundan sonra, biri Mısır’da diğeri İstanbul’da
olmak üzere iki kez basılmıştır. Bu baskılarda Ali Kemal’in Akçura’nın makalesine yazdığı tenkit yazısı ve
Ahmed Ferid (Tek)’in buna cevabı da yer almıştır. Bkz., Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm
Bak. Yay., Ankara, 1987, s. 82; Enver Ziya Karal, Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’ine yazdığı önsöz
içinde, TTK Yay., Ankara, 2007, s. 6.
6
düşüncesi daha önceleri kimi belirtileri22 görülmüş olmakla birlikte ilk defa bu kadar açık ve
net bir şekilde ifade edilmiştir. Makale, İkinci Meşrûtiyet’in ilanından dört yıl önce
yayımlanmış olmasına rağmen, İmparatorluğun sonuna kadar tazeliğini korumuş; ülke
içerisinde, Osmanlı haricindeki Türk dünyasında ve Batı’nın kimi siyaset ve tarih yazarları
üzerinde etkili olmuştur.23 Masami Arai, Üç Tarz-ı Siyaset’i Türk milliyetçiliğinin ilk
manifestosu olarak kabul etmektedir.24 Çalışma, Türk milliyetçiliği ve Turancılık üzerinde,
Komünist Manifesto’nun Marksist ideoloji üzerinde yaptığı etkiye benzer önemli bir etki
yaratmıştır.25 Aynı etkiyi, Turkism and the Soviets kitabının yazarı Amerikalı diplomat
Charles Warren Hostler (1919-2014) da belirtmiş ve makaleyi; “1848 Komünist
Manifestosu’nun Marksistler için oynadığı rolün benzerini Türkçüler indinde oynamıştır.”,
diyerek yüceltmiştir.26 Üç Tarz-ı Siyaset, Batılı fikir insanlarının da dikkatini çekmekte
gecikmemiştir. Sadece Şarkiyatçılıkla ilgili özel yayınlarda değil, aynı zamanda Doğuya ait
genel çalışmalarda da “Osmanlılık, İslamcılık ve Türkçülük” düşünce ve siyasetlerinden,
kavramlar aynı şekilde kullanılarak bahsedilmiştir. Akçura da Türkçülük hareketinin
kurucusu, lideri ve yayıncısı olarak gösterilmiştir.27 Üç Tarz-ı Siyaset”in yazarı, siyasi
Türkçülüğün öncüsü kabul edilmiş28; makalenin kendisi de siyasal Türkçülüğü Osmanlı’da
temel entelektüel tartışma konularından biri haline getirmiştir.29 Dolayısıyla Türklük
davasının tarihi, kültürel ve ilmî alandan, siyasi alana evrilmesine önayak olan böylesine
önemli bir çalışma, bu tezin başlangıç noktası yapılmıştır.
Tezin üst sınırını ise Türkçülük ateşinin ilk tutuşturulduğu ocak olan Türk
Ocakları’nın kapatıldığı ve uzun soluklu ve en etkili Türkçü yayınlardan biri olan Türk
Yurdu Mecmuası’nın neşrinin sona erdiği1931 yılı oluşturmaktadır. Haddizatında 1930’lu
yıllar Cumhuriyet idaresinin kuruluş ve ideolojisinin çoğu yönleriyle tamamlandığı,
22 Örneğin Akçura, İstanbul’da son dönemlerde Türkçülüğü arzu eden, siyasi değil ama ilmî ve kültürel bir
yapılanmanın varlığından bahseder. Bkz., Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yay., 5. Bsk., Ankara, 2007, s.
23. Bu ilmî ve kültürel Türkçülük sürecini “Türkçülüğün Üçüncü Faal Devresi” (1897-1900) olarak tasnif
eden Akçura, bu dönem ve ilmi Türkçülüğe katkı sağlayan yazar, şair ve aydınlar hakkında geniş malumat
verir. Bkz., Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 82-133. 23 Karal, Üç Tarz-ı Siyaset’e yazdığı önsöz içinde, s. 11. 24 Massami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İletişim Yay., İst., 2003, s. 19. 25 Şükrü Hanioğlu, “Türkçülük”, DİA, C. 41, İst., 2012, s. 553. 26 Charles Warren Hostler, Turkism and the Soviets, George Allen & Unvin Ltd, Londra, 1957, s.
145’den naklen, Ercümend Kuran, “Yusuf Akçura’nın Tarihçiliği”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf
Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara, 1987, s. 46. 27 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 150-151. Önemine binaen konuyu ele alan Batılı yazarlar ve
eserleri için bkz., A. mlf., s. 151. 28 Mehmet Emin Erişirgil, Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, İnsanlık Devri, Ankara Güzel Sanatlar
Matbaası, Ankara, 1958, s. 24. 29 Hanioğlu, “Türkçülük”, DİA, C. 41, s. 553.
7
Osmanlı mirasının kimi yönleriyle içselleştirildiği kimi yönleriyle redd-i miras da
bulunulduğu; bu arada dinî mirasın da kabul veya reddinin aşağı yukarı tamamlanmış
olduğu yıllardır. Ancak bu tarihlemeyi mutlak olarak kabul etmek uygun olmaz. Çünkü
sosyal olay ve olguları öncesi ve sonrasındaki diğer gelişmelerden kesin çizgilerle ayırmak
mümkün değildir. Dolayısıyla çalışmada gerektiğinde bu tarihlerin öncesine ve sonrasına da
referansta bulunulmuştur.
Yukarıda belirtmiş olduğumuz tarihsel belirlemenin yanında çalışmanın asıl sınırları
isimler noktasında çizilmiştir. Çalışmaya başlangıçta Türkçü mecmualarda yazan veya
Türkçü mahfillerde bulunan çok sayıda aydın dahil edilmiş ancak malzemenin bolluğu ve
benzerliği isimler konusunda bir sınırlandırmayı gerektirmiştir.30 Sınırlandırma ise araştırma
evrenini yani ana kütleyi31 temsil kabiliyetleri ve araştırmanın amacı doğrultusunda tespit
edilmiştir.32 Bu bağlamda özellikle Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve M.
Şemseddin Günaltay, isimleri ön plana çıkan aydınlardır.
Söz konusu isimlerin tercih edilme sebeplerine gelince; Yusuf Akçura siyasi
Türkçülükle ilgili eser verenlerin ilkidir ve özellikle tarih alanındaki fikirleriyle
Cumhuriyetin başlangıç yıllarında etkin olmuştur. Ahmet Ağaoğlu ise Osmanlı ve
Cumhuriyet Türkiyesi’nde ilk dönemden itibaren liberal görüşleri itibariyle öncü isimlerden
biridir. Akçura ve Ağaoğlu’nun en önemli vasıfları Türkçülüğün ilk kez teşkilatlı hale
gelmesinde ilk sıralarda yer almış olmalarıdır. Her iki isim aynı zamanda Rusya göçmeni
olup Türkçülükleriyle temayüz etmelerinin yanında Batıcılık akımının tezlerine de temayül
eden şahsiyetlerdir.
Ziya Gökalp ve Şemseddin Günaltay ise Türkçülüğün yanında İslamcı görüşlere de
sahip aydınlardır. Gökalp, tartışmasız kendi döneminin en etkin şahsiyeti olmuş; fikirleriyle
kendinden sonraki sosyo-kültürel, siyasi ve dini hayatı etkilemiş bir aydındır. Günaltay ise
önceleri İslamcılık yanlısı çevrelerde modernist fikirleriyle temayüz etmiş ve etkili olmuş;
bilâhare Türkçü fikirleri savunmuştur. Cumhuriyet döneminde de düşünsel ve siyasal
alanlarda icra ettiği görevlerle etkili olmuştur.
30 Herhangi bir grup bütünü üzerinde araştırma yapmak her zaman mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda
ana kütleyi temsil edecek bir örneklem seçilmelidir. Ancak bütünü temsil edecek örneklemin iyi seçilmesi
ve ana kütlenin temel özelliklerini taşıması gerekir. Bkz., Arslantürk, Sosyal Bilimler İçin Araştırma Metot
ve Teknikleri, s. 85-87. 31 Araştırma alanına giren ve araştırılan konuyu oluşturan unsur, obje ya da fertlerin tümüne “evren/anakütle”
denir. Bkz., Arslantürk, a.g.e., s. 86-87; Elif Kuş, Nicel-Nitel Araştırma Teknikleri: Sosyal Bilimlerde
Araştırma Teknikleri Nicel mi Nitel mi?, Anı Yay., Ankara, 2009, s. 45. 32 Örnekleme girecek birimlerin tespitinde dikkat edilmesi gereken nitelikler için bkz., Arslantürk, Sosyal
Bilimler İçin Araştırma Metot ve Teknikleri, s. 111.
8
Türkçülük akımını temsil kabiliyetleri ve etkileri yüksek bu dört Türkçü aydının
hem ilgi alanlarının farklılık ve genişliği hem de o dönemdeki üretkenlikleri bu araştırmanın
sınırlarını yatay alanda oldukça geniş bir düzleme yaymaktadır. Ayrıca, çalışmada adı
geçen aydınların yanında, ilgili dönemde Türkçülük fikrini benimseyen görüş sahipleri de
çalışmaya dahil edilmiş; yer yer İslamcılık, Batıcılık gibi cereyanlara atıfta bulunulmuş,
bunlarla Türkçülük düşüncesi arasında karşılaştırmalar yapılmıştır.
Çalışmanın başlığı olan “Türkçülerin Din Anlayışı”nda geçen “Türkçüler”
kavramıyla daha çok Türk Yurdu, İslam Mecmuası, Küçük Mecmua ve Yeni Mecmua’da
yazan; Türk Derneği ve Türk Ocağıgibi Türkçü dernek ve kuruluşlarda organize olan;
önceleri bir bütün olarak Osmanlı Devleti’nin dağılmasını önlemeye çalışan, sonraları ise
Türk milletinin kurtuluşunu hedefleyen; bu amaçla dilde, düşüncede, siyasette, kültür ve
medeniyette Türk milletini yüceltmeye ve yükseltmeye kendilerini adayan aydınlar
kastedilmekte ve onların idealleriyle oluşan düşünce ekolüne de “Türkçülük akımı”
denilmektedir. Türkçülük 19.yüzyılda Osmanlı Devleti’nde entelektüel düzeyde başlayıp
daha sonra siyasal ve ideolojik boyut kazanan bir düşünce hareketi, bir kurtuluş
hareketidir.33
Türkçülük ilk olarak Avrupalı Türkologların Türklük üzerindeki araştırmaları ile
başlamıştır. İkinci Meşrutiyet’e kadar daha çok tarih, kültür, lisan ve edebiyatta kendini
hissettiren bu akım, bu dönemden itibaren siyasi-fikri bir düşünce ekolü haline gelmiştir.
Türkçülük, ortaya çıkışından kısa süre sonra aydınları ve edebiyatçıları en fazla etkileyen,
Kuva-yı Milliye ruhunu besleyip Cumhuriyet döneminde de oldukça etkili bir düşünce
akımı olmuştur.34 Dönemin ihtiyaçlarına bağlı olarak ortaya çıkan Türkçülük; “Bu devlet
nasıl kurtulur?” sorusuna “Türkleşmekle” cevabını veren akımdır. Dönemin yukarıda ismi
geçen önemli yayın organlarıyla Türk Ocağı gibi davası olan köklü bir müesseseye
dayanmasıyla ve o dönemdeki iktidar partisi İttihat ve Terakki’nin bu akımı İslamcılıkla
sentezleyerek parti ve hükümet programı haline getirmesiyle etkili olmuş bir harekettir.35
Çalışmanın en önemli anahtar kavramlarından biri olan “Türkçülük” ilerleyen sayfalarda
müstakil bir başlık altında ele alınacaktır.
33 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 75; Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-
1931) Üzerinde Bir İnceleme, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1990, s. 42; Hanioğlu, “Türkçülük”, DİA, C. 41,
ss. 551-554. 34 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 346-347. 35 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 75.
9
“Din Anlayışı” tamlamasıyla, dini yalnızca bir vicdan işi olarak görmenin yanında,
onu bütüncül bir anlam kümesi olarak değerlendirerek; ona hayatın birçok alanında yer
açmayı savunan; siyasi, hukuki, içtimai, kültürel vb. din algısı kastedilmektedir. İslam’ın
hayatın bütün yönleriyle ilgili hükümler vazettiğine dair görüşler bulunmaktadır. Bu tür
düşünce sahipleri dinden uzak bir eylem alanı tasavvurunu mümkün görmedikleri için dini,
dünyevi alanda da etkin kılmak maksadıyla İslam’a aynı zamanda siyasal bir araç olarak
bakmaktadırlar. Bu çalışmadaki dönem “İslam”ın, merkezi bir konum teşkil ettiği, deyim
yerindeyse onun, bütün iyiliklerin ya da bütün kötülüklerin nedeni olarak algılandığı bir
dönemdir. Bu nedenle çalışmada “din” kavramı bütün etki alanı ve ilişkileri çerçevesinde
ele alınmış; kullanılan çoğu kavram, terim ve isimlendirmeler de tarih yanılgısına
düşmemek adına kendi dönem ve bağlamlarında kullanılmıştır.
Araştırmanın temel kaynaklarını, Türkçülük yanlısı mecmua ve gazeteler ile Türkçü
aydınların kendi eserleri oluşturmaktadır. Bu kaynakların başlıcaları şunlardır:
1. Türk Yurdu: 1911-1931 yılları arası toplam 26 cilt (233 sayı).36
“Türklüğe hizmet etmek, Türklere fayda dokundurmak istiyoruz. Maksadımız işte
budur. Maksada erişmek için hangi yollardan yürüyeceğimizi, mecmuamızın münderecatı
göstereceğinden, mesleğimizin teşrihini fazla buluyoruz. Tanrı yardımcımız olsun!” Daha
ilk sayıda gayesini ve yöntemini bu cümlelerle ortaya koyan ve 1911 yılından günümüze
kadar kesintilere rağmen yayın hayatını sürdüren Türk Yurdu mecmuası, Türkçülük
hareketinin en uzun soluklu yayın organıdır. Türkçülük hareketini bütün yönleriyle hayatın
her alanında etkin kılmaya çalışmaktadır. Dilde Türkçülük ile başlayan bu aksiyon; düşünce
hayatı, toplumsal hayat, ekonomi, edebiyat, dil, basın-yayın, Türkoloji, tarih, arkeoloji,
coğrafya, etnografya, eleştiri, seyahat, mülakat, gezi yazısı, şiir, hikâye, nesir, yeni
kalemler, mektup, mimarlık, resim, musiki, biyografi, bibliyografi, sağlık, spor, eğitim-
öğretim, felsefe, kültür ve folklor araştırmaları, Türk dünyasından haberler ve diğer
konularda bütün Türklerce kabul görecek bir ideal ve ülkü oluşturmaya çalışarak, milli
kültür ve şuurun sözcülüğünü üstlenmiştir.37
Türk Yurdu, 1911-1931 yılları arasında Türkçülüğün en önemli yayın organıdır.
Yayın hayatının başlangıcında ilk sayısı 17 Terşrînisânî 1327 (30 Kasım 1911)’de 18×25
36 Türk YurduMecmuası’nın 1992 yılına kadar olan yayım akışı ve içeriği hakkında bilgi için bkz., Tuncer,
Türk Yurdu (1911-1931) Üzerinde Bir İnceleme; A. mlf., Türk Yurdu Bibliyografyası, Akademi Kitabevi,
İzmir, 1993. 37 Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerinde Bir İnceleme, s. 14; A. mlf., Türk Yurdu Bibliyografyası, s. IV.
10
cm ebadında neşredilmiştir. Dergi on beş günde bir otuz iki sayfalık bir forma halinde Arap
alfabesiyle ve Osmanlı Türkçesi ile İstanbul’da çıkmıştır. Derginin ilk imtiyaz sahibi
Mehmet Emin’dir (Yurdakul). Aynı yılın Ağustos ayından itibaren imtiyaz müdürlüğüne
Akçuraoğlu Yusuf Bey geçer. Dergi 13. ciltten itibaren Türk Ocağı’nın yayın organı olarak
yayın hayatına devam etmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu şartlar nedeniyle Türk Yurdu 15
Temmuz 1334 (1918)’ten 1340 (1924) yılına kadar yayın hayatına ara vermek zorunda
kalmıştır. Türk Yurdu’nun bu ilk serisi 14 cilt/161 sayıdır.
2. Seri (1924-1931): Bu devrede derginin yayım yeri Ankara’ya taşınmıştır.
Teşrînievvel (Ekim) 1340 (1924)’ta dergi yeniden yayın hayatına başlamıştır. Ağustos
1928’de Latin ve Arap harfleriyle birlikte neşredilmiştir. 1929’un Şubat ayından itibaren
dergi sayfaları tamamen yeni harflerle dolu olarak ve “Türk Ocaklarının fikirlerini neşreder
aylık mecmuadır” başlığı ile yayınına devam etmiştir. 10 Nisan 1931 yılında Türk
Ocağı’nın kapatılmasıyla derginin yayını tekrar kesintiye uğramıştır. 1924-1931 yılları
arasında dergi 12 cilt (72 sayı) olarak Türk-İslam düşünce hayatına katkı sağlamıştır.38
2. İslâm Mecmuası: 1914-1918 yılları arası toplam 5 cilt (63 sayı).39
İslâm Mecmuası, Birinci Dünya Savaşının başlamasından hemen önce yayın
hayatına girmiştir. İlk sayısı 30 Kânûnisâni 1329 (12 Şubat 1914)’da son sayısı da 30
Teşrinievvel 1334 (30 Ekim 1918)’te çıkmıştır. Toplam olarak 5 cilt ve 63 sayıdan
oluşmaktadır. Kazanlı Halim Sabit Şibay’ın idaresindeki mecmuanın şiarı, “Dinli bir hayat,
hayatlı bir din”dir. Türkçü-İslamcı anlayışı benimseyen bir yayın politikası takip etmiştir.
3. Yeni Mecmua: 12 Temmuz 1917- 20 Aralık 1923 arası toplam 4 Cilt ve 90 sayı.40
İttihat ve Terakki’nin desteği ile Ziya Gökalp'in öncülüğünde haftalık olarak
yayımlanmıştır. “İlim, Sanat ve Ahlâka Dair Haftalık Mecmua” antetiyle yayımlanan dergi
2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş sürecinde siyasi tartışmalardan uzak, Türklük
38 Türk Yurdu’nun yeniden yayımına yaklaşık 11 yıllık bir aradan sonra 1942 yılında tekrar başlanmış olup 3.
Serisi (1942-1943) yılları arasında ebatları biraz küçültülmüş olarak “Türklerin faydasına çalışır. On beş
günde bir çıkar” şiarıyla tekrar yayın hayatına başlamıştır. 4. Seri (1954-1957). 5. Seri (1959-1968). 6. Seri
(1970). Sadece iki sayı yayınlanmıştır. 7. Seri (1987-1992). Bkz., Tuncer, Türk Yurdu Bibliyografyası, s. V-
VIII. Türk Yurdu, Tuncer’in çalışmasını tamamladığı 1992’den günümüze (2019) kadar aralıksız bir şekilde
yayımlanmış ve yayımlanmaya devam etmektedir. 39 İslâm Mecmuası ile ilgili olarak bkz., Tuba Çavdar Karatepe, “İslâm Mecmuası”, DİA, İst., 2001, C. 23, s.
53-54; İslam Mecmuası’nın içeriği ve konuları için bkz., Mustafa Bakırcı, II. Meşrutiyet Dönemi İslâm
Mecmuası’nda Din Sosyolojisi Konularıyla İlgili Tartışmalar, Marmara Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış
YL Tezi, İst., 2001. 40 Yeni Mecmua ile ilgili olarak bkz., Alim Kahraman, “Yeni Mecmua”, DİA, C. 43, İst., 2013, ss. 428-430;
Sebahattin Küçük, Yeni Mecmua (46-90. Sayılar Üzerinde Bir Araştırma),Cumhuriyet Ü. Sos. Bil. Enst.,
Yayımlanmamış YL Tezi, Sivas, 1992; Erdal Baran, Yeni Mecmua Üzerine Bir İnceleme (1-45. Sayılar),
Niğde Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış YL Tezi, Niğde, 2009.
11
düşüncesini kültür, medeniyet, bilim, edebiyat, tarih ve sanat gibi alanlarda geliştirmek
üzere yayımlanmıştır.41
Türkçü söylemlere sahip olan dergi başta Gökalp olmak üzere M. Fuat Köprülü,
Ömer Seyfettin, Ahmet Refik, Necmeddin Sadak, Ahmet Ağaoğlu, Falih Rıfkı, Yahya
Kemal gibi devrin önemli fikir, edebiyat ve ilim insanlarının yazılarıyla anlaşılır bir üslup
ve sade bir dille seviyeli bir yayıncılık yapmıştır. Özellikle Gökalp'in kültür, medeniyet,
halkçılık ve ahlak üzerine yazılarıyla, Fuat Köprülü’nün Türk edebiyatı üzerine incelemeleri
derginin önemli yazıları arasında yer almaktadır. 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyle gelen
Mondros Mütarekesi’nin ardından İttihat ve Terakki’nin dağılması ve Gökalp'in Malta’ya
sürülmesiyle 26 Ekim 1918’de 66. sayıda mecmuanın yayımı durmuştur. 1 Ocak 1923’ten
20 Aralık 1923’e kadar F. Rıfkı Atay’ın editörlüğünde 24 sayı daha çıkarılmıştır.
4. Sırât-ı Müstakîm / SebîlürreşâdMecmuası:1908-1925 arası toplam 641 sayı.42
Sırât-ı Müstakîm, İkinci Meşrutiyet’in sağlamış olduğu hürriyet ortamından
istifadeyle 14 Ağustos 1324 (27 Ağustos 1908)’te İstanbul’da “Din, Felsefe, Edebiyat,
Hukuk ve Ulûmdan Bâhis Haftalık Risaledir.” antetiyle Mardînîzâde Ebu’l-Ûlâ
Zeynelabidin ve Serezli Hafız Eşref Edib’in öncülüğünde yayım hayatına başlamıştır. Bu
iki isim sırayla sorumlu müdürlüklerde bulunmuşlardır. Derginin başyazarı Mehmet
Akif’tir. 182 sayı olarak yayımlanmış olan mecmua modernist-İslamcı ve Türkçü-İslamcı
bir çizgide yayın politikası takip etmiştir. Görüşlerini araştırdığımız aydınlar içinde özellikle
Şemseddin Günaltay, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu’nun bu mecmuada dikkate değer
sayıda yazıları yayımlanmıştır.
Sebîlürreşâd: Sırât-ı Müstakîm Mecmuası 24 Şubat 1327 (8 Mart 1912) tarihli 183.
sayısından itibaren adını “Sebîlürreşâd”a tahvil ederek yayın hayatına devam etmiştir.
Ancak 1912’deki isim değişikliğinden sonra Sebîlürreşâd adını alan mecmua, modernist
İslamcıların ve Türkçü-İslamcıların ayrılmalarıyla birlikte muhafazakâr-İslamcıların
ağırlıkta olduğu bir dergi haline gelmiştir. 641 sayı yayımlanan mecmua 5 Mart 1925 tarihli
“Takrir-i Sükûn” yasasıyla kapatılmıştır.
41 Nejdet Ekinci, “İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Geçiş Sürecinde Bilimsel Türkçülük Çabalarına Bir
Örnek: Yeni Mecmua”, İst. Ü. İletişim Fak. Dergisi, İst., 2001, S. 11, ss. 137-162. 42 Mecmualar hakkında daha geniş bilgi için bkz., Abdullah Ceyhan, Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad
Mecmuaları Fihristi, DİB Yay., Ankara, 1991, s. V-X; Hüseyin Bulut, Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad
Dergisi’nde Milliyetçilik Meselesi (1910-1914), Marmara Ü. Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enst.,
Yayımlanmamış YL Tezi, İst., 2000, s. 30-34; Caner Arabacı, “Eşref Edib Fergan ve Sebîlürreşad
Üzerine”, MTSD, İletişim Yay., İst., 2005, C. 6 (İslamcılık), ss. 99-106; Mustafa Gündüz, II. Meşrutiyet’in
Klasik Paradigmaları, Lotus Yay., Ankara, 2007, s. 213-239.
12
5. Türkçü Aydınların Eserleri:
Ahmet Ağaoğlu’nun Eserleri:
1. İslam ve Ahund (1900)43 ve İslamlıkta Kadın (Tiflis, 1901).44
2. İslam’a Göre ve İslam Aleminde Kadın, (Bakü, 1901), Hasan Ali Ediz tarafından
İslamlıkta Kadın (İstanbul, 1959) ve İslamiyette Kadın (Birey ve Toplum Yay., Ankara,
1985) adlarıyla tekrar yayımlanmıştır.
3. Üç Medeniyet, (İst., 1927), yeni harflerle ilk baskısı, Milli Eğitim Basımevi,
Birinci Basılış, İst., 1972. Ağaoğlu’nun düşüncelerinin bir özetidir. Ağaoğlu bu
çalışmasında dünyada üç medeniyetin bulunduğunu; bunlardan Hint ve Doğu/İslam
medeniyetlerinin Batı medeniyetine yenildiklerini ifade eder. Özellikle İslam medeniyetinin
çöküş nedenlerini irdeler. Neticede yenilen medeniyetlerin galip medeniyeti taklit etmesinin
kaçınılmaz olduğunu savunur.
4. İngiltere ve Hindistan, Cumhuriyet Matbaası, İst., 1929.
5. Serbest İnsanlar Ülkesinde, Sanayii Nefise Matbaası, İst., 1930.
6. Hukuk Tarihi, Hukuk Talebesi Cemiyeti Neşriyatı, Kurtuluş Matbaası, İst., 1931-
1932.
7. Devlet ve Fert, Sanayiinefise Matbaası, İst., 1933.
8. Serbest Fırka Hatıraları (İst., 1949); İletişim Yay., 3. Baskı, İst., 1994.
9. Ankara Hukuk Mektebi Hukuk-u Esâsiye Notları (1926-1927). Osmanlı
alfabesiyle yazılmış olan bu ders notları, bazı ekler ve notlar eklenerek yeni harflerle tekrar
yayımlanmıştır. Bkz., Hazırlayan: Boğaç Erozan, Ahmet Ağaoğlu ve Hukuk-ı Esasiye Ders
Notları (1926-1927), Koç Ü. Yay., 1. Baskı, İst., 2012.
Ziya Gökalp'in Eserleri:
1. Makaleler 1, Haz. Şevket Beysanoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., İst., 1976.
2. Makaleler II, Haz. Süleyman Hayri Bolay, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1982.
3. Makaleler III, Haz. M. Orhan Durusoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1977.
4. Makaleler IV, Haz. Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1977.
43 O dönemde yayımlanmamış olan bu eser, elden ele dolaşmış, ahundların İslam’ı zayıf düşüren adamlar
olduğu tezi Azeriler arasında oldukça taraftar kazanmıştır. Bu risalede Ağaoğlu, İslam’la bir Şiî ahundunu
konuşturur. Mezhep ihtilafının zararlarını konu edinir. Bkz. Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri (1928
Yılı Yazıları), s. 180; Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay., Ankara, 1999, s. 17. 44 Ağaoğlu bu eserinde İslam dininin özünde, kadının sosyal, siyasi ve ekonomik hayatta görünür olmasına
önem verdiğini ancak sonraki dönemlerde bu anlayışın, İslam’a sonradan sokulan Farisî ve Süryanî
gelenekler yüzünden değişip, kadının ikinci plana itildiğinden bahseder. Bkz. Akçura, Yeni Türk Devletinin
Öncüleri (1928 Yılı Yazıları), s. 180; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 17.
13
5. Makaleler V, Haz. Rıza Kardaş, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1981.
6. Makaleler VII, Haz. M. Abdülhalûk Çay, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1982.
7. Makaleler VIII, Haz. Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981.
8. Makaleler IX, Haz. Şevket Beysanoğlu, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1980.
9. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1976. Türk
en önemli çalışmalarından biridir. Sonraki dönemde düşüncelerinde değişiklikler olsa da
temelde onun bütün sisteminin köşe taşlarını oluşturan üç düşünce biçimi, -önce bölümler
halinde yayımlanan, daha sonra müstakil olarak basılan- bu kitapta uzlaştırılmaya
çalışılmıştır.
10. Türkçülüğün Esasları, Haz. Mehmet Kaplan, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1976.
İlk kez 1923’te yayımlanan bu eser Türk düşüncelerinin bir özetidir. Ancak dönemin
şartları gereği, sisteminin en önemli temellerinden biri olarak İslamcılık, bu son müstakil
çalışmasında yeterince yer bulabilmiş değildir.
11. Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. İsmail Aka, Kâzım Yaşar Kopraman, Kültür Bak.
Yay., İst., 1976.
12. Malta Konferansları, Haz. Fahrettin Kırzıoğlu, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1977.
13. Limni ve Malta Mektupları, Haz. F. Abdullah Tansel, TTK Yay., Ankara, 1989.
14. Yeni Hayat Doğru Yol, Haz. Müjgan Cumbur, Kültür Bak. Yay., İst., 1976.
Yusuf Akçura’nın Eserleri:
1. Üç Tarz-ı Siyaset, (Makale ilk defa 1904’te Mısır’da neşredilen Türk
Gazetesi’nde yayımlanmıştır.), Kader Matbaası, İst., 1327 (1911), 32 sayfa. (Ali Kemal’in
“Cevabımız” adlı yazısı da yer almaktadır. Yeni harflerle basımı; TTK Yay., Ankara,
1976.) Akçura’nın en popüler çalışmasıdır. Osmanlı’nın mevcut çöküşten kurtulabilmesi
için önünde üç türlü siyaset yapma biçimi vardır; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Bu
üç siyaset tarzının imkân ve zorluklarını tartışır.
2. Eski Şûra-yı Ümmet’te Çıkan Makalelerim, Tanin Matbaası, İst., 1329 (1913), 60
sayfa.
3. “Osmanlı Saltanatı Müessesâtı Tarihine Dair Bir Tecrübe”, (Bilgi Mecmuası, İst.,
1913).
14
4. Muâsır Avrupa’da Siyasî ve İctimâî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar, Matbaa-i
Âmire, İst., 1339 (1923); Yeni harflerle basımı, aynı adla, Yayına Haz. Adem Efe, Yeni
Zaman Yay., İst., 2004; yine aynı adla Bugünkü Türkçeye Uyarlayan: E. Kılınç, Ötüken
Yay., İst., 2016.
5. Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri (XVIII.-XIX. Asırlarda), Akşam
Matbaası, İst., 1934, 176 s., 2. basım, Maarif Matbaası, 1940. 174 s.; Osmanlı Devleti’nin
Dağılma Devri, adıyla 3. Bsk., TTK., Ankara, 1988.
6. Türkçülük: Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, Özdemir Basımevi, İst., 1978, 253 s. Bu
eser, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri -1928 Yılı Yazıları-, Basıma Hazırlayan: Nejat
Sefercioğlu, Kültür Bak., Ankara, 1981 ve Türkçülük/ Türkçülüğün Tarihi Gelişimi adıyla
da tekrar İlgi Kültür Sanat Yay., İst., 2007, yayımlanmıştır.
M. Şemseddin Günaltay’ın Eserleri:
1. Zulmetten Nura (Tevsî-i Tıbaât Matbaası, İstanbul, 1331/1915, 405 s.; 2. bsk.
1915, 407 s.; 3. bsk. 1341/1925, 298 s. Dönemin siyasi havasına göre her baskısında bazı
ekleme ve çıkarmalar yapılmıştır. Musa Alak’ın aynı adla sadeleştirmesi, (1915 baskısı esas
alınarak) Furkan Yay., İst., 1996; Ahmet Lütfi Kazancı - Osman Kazancı sadeleştirmesi,
“Bunalım Çağından İslam’ın Aydınlığına” adıyla Marifet Yay., İst., 1998). Günaltay’ın
düşüncelerini temsil kabiliyeti taşıyan en önemli eseri Zulmetten Nura’dır. Yanlış inanç ve
fikirlerle geri kalmış ve bunalmış olan İslam âlemini uyandırmak gayesiyle yazılmış bir
kitaptır.
2. Hurafattan Hakikata (Tevsi-i Tebaat Matbaası, İst., 1332/1916, 368 s. Ahmet
Gökbel’in sadeleştirmesi, “Hurafeler ve İslam Gerçeği” adıyla, Marifet Yay., İst., 1997).
Yazarın Sebîlürreşâd’da çıkan makalelerinden oluşmaktadır. Tarih süreç içinde İslam
itikadının ve Müslümanların dinin aslında olmayan inanç ve hurafelere boğulduklarını
belirten yazar; bu durumdan ancak İslam’ın ilk saflığına dönüşle mümkün olacağını
vurgular.
3. Maziden Âtiye (Kanaat Matbaası, İst., 1339/1923, 316 s. A. Lütfi Kazancı-Osman
Kazancı sadeleştirmesi, aynı adla, Marifet Yay., İst., 2000; Ahmet Gökbel- D. Ali Aykıt
sadeleştirmesi “Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım” üst başlığıyla, İst., 2003). Bu
çalışma, Türk tarihinin serüvenini ele alarak, İslam’a Türklerin katkılarını değerlendirir.
Gelinen noktada (1923) kurtuluş yolunun üç fikirde birleşmek olduğunu ifade eder.
Bunların hepsi de hakiki ihtiyaçlardan doğmuş olan İslamlaşmak, Türkleşmek ve
15
çağdaşlaşmaktır. Bu tezinde Gökalp’in fikirlerine katılan Günaltay, ancak İslamlaşmayı
merkeze alıp diğer ikisini buna bağlamakla Gökalp’ten ayrılır.
4. İslam’da Tarih ve Müverrihler (Evkaf-ı İslamiye Matbaası, İstanbul, 1339/1923,
464 s. Yüksel Kanar’ın sadeleştirmesi, “İslam Tarihinin Kaynakları: Tarih ve Müverrihler”
adıyla Endülüs Yay., İst., 1991). Bu eserden İlber Ortaylı sitayişle bahsetmektedir. Ona
göre bu çalışma, yazıldığı döneme kadar gerek batılı oryantalistler gerekse doğulu
araştırmacılar arasında benzeri az bulunan oldukça modern bir metotla kaleme alınmıştır.45
6. Türkçülük Düşüncesinde “Din”e Dair Bilgiler İçeren Diğer Çalışmalar:
1. Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Çizgi Kitabevi, Birinci baskı,
Konya, 1999. IV. Bölümde (267-353. sayfalar arası) “Türk Modernleşmesi: Türkçülük ve
Din” başlığı altında, Türkçü aydınların din anlayışlarının oluşum süreci ve dini millileştirme
sürecinin ana parametreleri ele alınmıştır. Konu Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet
Ağaoğlu ve Halil Nimetullah’ın fikirleri çerçevesinde değerlendirilmiştir.
2. Ahmet İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, Ensar
Neşriyat, 1. Bsk., İst., 2004. Başlangıçta doktora tezi olarak hazırlanan bu kitapta Ziya
Gökalp (1876-1924), Abdullah Cevdet (1869-1932), C. Nuri İleri (1882-1936), Necmeddin
Sadak (1890-1953), H. Cahit Yalçın (1875-1957) ve Kılıçzâde Hakkı (1872-1959) olmak
üzere altı ismini dine bakışları problematik bir tarzda ele alınmıştır.
3. Mustafa Gündüz, II. Meşrutiyet’in Klasik Paradigmaları:İçtihad, Sebilü’r-Reşad
ve Türk Yurdu’nda Toplumsal Tezler, Lotus Yay., Ankara, 2007. Doktora tezi olarak
hazırlanmış olan bu hacimli eserin 351-473. sayfalarında konumuzla alakalı olarak Türk
Yurdu Mecmuası’nın 1918’e kadar yayımlanan sayıları çerçevesinde toplum, toplumsal
değişme, eğitim, kadın ve aile gibi meseleler çoğu kere din ile ilgileri nispetinde ele
alınmıştır.
4. Ufuk Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, Kitabevi Yay., İst., 2010.
Ağaoğlu’nun dine yaklaşımı 114-124. sayfalar arasında “İslamiyet’in Milliyetçi Yorumu”
olarak takdim edilmiştir.
5. Şeref Göküş, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük Akımında Eğitim, Din Eğitim ve
Öğretimi, Ankara Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2013. Bizi
ilgilendiren yönü itibariyle çalışmanın 75-80. sayfalarında ahlak, 80-87. sayfalarda kadın,
87-97. sayfalarında din ve 180-234. sayfalarında din ve ahlak eğitimi ele alınmıştır.
45 İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Timaş Yay., İst., 2007, s. 171.
16
6. Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981.
Cumhuriyet rejimini yeni bir Türk inkılabı kabul eden Safa, bu çalışmasında özellikle 21-
59. Sayfalar arasında Türkçülük, Batıcılık ve İslamcılık cereyanları hakkında bilgi
vermektedir. Takip eden sayfalarda da Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin önemli
siyasi ve sosyo-kültürel problemlerini Avrupayla İslam dünyasını kıyaslayarak ele
almaktadır.
Netice olarak bu tez, konuyla ilgili daha önce yapılmış çalışmalardan hem içerik
hem de nicelik yönünden bir takım farklılıklar taşımaktadır. Öncelikle ele alınan aydınların
sayısı ve bu aydınların Türkçülük düşüncesini temsil kabiliyetleri itibariyle bir farklılık söz
konusudur. İkinci olarak aydınların din olgusuna yaklaşımları, parçalı değil; şümullü bir
perspektifle ele alınmıştır. Bu bağlamda dinin bir ihtiyaç olup olmadığı tartışmasından
İslam’ın inanç, ibadet, ahlak, muâmelât ve ukûbât gibi boyutlarına; oradan da başta ilerleme
ve ekonomik kalkınma olmak üzere bütün modern değer ve kurumlarla İslam’ın ilişkisi,
aydınların gözünden ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ayrıca yeni rejimle birlikte radikal bir
dönüşüm yaşayan siyasal ve sosyo-kültürel yapı çerçevesinde Türkçü aydınların din
algılarında herhangi bir değişimin olup olmadığı ve Cumhuriyet’in dine yaklaşımında
Türkçü aydınların etkisi tespit edilmeye çalışılmıştır.
17
BİRİNCİ BÖLÜM
TÜRKÇÜLÜĞÜN TARİHİ ARKA PLANI
1. SİYASİ, SOSYO-KÜLTÜREL VE EKONOMİK DURUM
Topluma yön verme iddiasındaki herhangi bir düşünce akımının ortaya çıkışı,
dönemin siyasi, sosyal-kültürel, ekonomik, dini vb. şartlarıyla yakından ilişkilidir. Siyasal
ve toplumsal yapıyla ilgili iddialı ve bütüncül tezleri olan bu tür fikir akımları, içerisinde yer
aldıkları toplumsal, siyasal ve ekonomik ortamdan bağımsız ele alınamazlar. Doğrudan ya
da dolaylı olarak toplumsal yapıdan etkilendikleri gibi aynı zamanda toplumsal yapı ve
problemlere tesir edip; sorunlara birer tepki, arayış, takviye ya da yanıt olma amacını
güderler. Osmanlı modernleşme sürecindeki düşünce akımları da dönemin siyasal,
toplumsal ve ekonomik sorunlarıyla yakından ilgilenip; bunlara cevap verme çabasında
olmuşlardır.1 Bu nedenle çalışmada öncelikle dönemin siyasal, sosyo-kültürel ve ekonomik
durumu tespit edilmeye çalışılacaktır.
20. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, bir savaştan çıkıp diğerine giren, gittikçe
daha fazla toprak kaybeden, hepsinden daha önemlisi özgüvenini kaybeden insanların
ülkesidir. Siyasi ve askeri bozulmaya ek olarak sosyal, iktisadi ve ahlaki-dini bir
çözülmeden2 bahsetmek mümkündür. Burada dönemin genel görünümü alt başlıklar
halinde incelenmeye çalışılacaktır.
1.1. Siyasi Durum
1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti, yaklaşık 620 yıllık ömrünün yarısını kuruluş,
gelişme ve yükseliş dönemleri olarak geçirmiş, kalan yarısını ise duraklama ve çöküş
süreçleriyle tamamlamıştır.3 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren duraklama sürecine giren
Osmanlı Devletinin 17. Yüzyıldaki II. Viyana yenilgisi (1683) ve ardından Karlofça
Antlaşması ile ilk defa toprak kaybetmesi, genel olarak Osmanlı ile Avrupa devletleri
arasındaki güç dengesinde bir dönüm noktası olmuştur.4
Osmanlı yönetim sisteminin 16. yüzyılın sonlarından itibaren bozulma sürecine
girmesiyle bu duruma çare olmak üzere çeşitli tedbirler alınmaya başlanmıştır. Ancak daha
1 Mehmet Ö. Alkan, “Giriş”, MTSD, İletişim Yay., İst., 2003, C. 1, s. 17-19. 2 Gökalp, TİM, s. 49 vd. 3 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, T. İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1993, C. I, s. 41. 4 Geniş bilgi için bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., Ankara, 1983, C. III, s. 585-595.
18
çok siyasi-hukuki alanlarda yapılan iyileştirme çabaları, istenilen iyileşme ve istikrarı
sağlayamamıştır. Bunun üzerine dikkatler askeri alana çevrilmiş; 16. yüzyılın sonlarından
itibaren Yeniçeri ocağına yabancı kökenli askerlerin alınmaya başlanmasıyla askeri yapıda
gözlenen olumsuzluklar5 ve savaşlarda yenilgilerin sürekli hale gelmesi ıslahat
düzenlemelerini askerî alana kaydırmıştır.6
Osmanlı’nın askerî yapılanması, yönetimi, vergi ve toprak düzeni; fetih
hareketleriyle çevre ülkelere doğru genişleyen bir toplumun ihtiyaçlarına göre
düzenlenmişti. Ancak fetihlerin sona ermesiyle birlikte bu yapılanma mevcut duruma çare
üretemez hale gelmiştir.7 Savaşlarda alınan yenilgiler, Avrupa ülkelerinin sömürge
siyasetine başlaması ve Rusya’nın güçlenmesi askerî alanda köklü bir ıslahatı mecburi hale
getirmiştir. Bu bağlamda Avrupai tarzda yeni bir ordunun kurulması gündeme gelmiş;8
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826) “Vakâ-i hayriyye” olarak görülmüştür.9
Siyasal ve toplumsal yozlaşmaların yanı sıra ilmiye sınıfının bozulması10, rüşvet,
iltimas ve ehil olmayan kimselerin devlet görevlerine getirilmesi, Osmanlı’daki bu
yozlaşma sürecini hızlandıran faktörler olmuştur.11
Sorunlar karşısında Osmanlı idarecileri birtakım tedbir ve çarelere başvurmuşlardır.
Bu çerçevede Lâle devrinden (1718) itibaren Batı medeniyetinden yararlanmanın gereğine
inanılmış ve bu maksatla Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar muhtelif gayelerle
reformlar ve yeni düzenlemeler yapılmıştır. Batıya öykünme, öncelikli olarak Batı
5 “Velhasıl, eski zamanda İslam askeri, az öz, temiz ve disiplinli iken her ne tarafa yönelse Allah’ın emriyle
fetih ve zafer görünüp, İslam’ın şevketi ilerlemekte idi. Şimdi başka asker kalmayıp kulluk, ulûfeli kula
kalıp, âleme fesad tohumu ekildi. Bu iki taife hadsiz hesapsız iken yine bir iş görülmez ve bir iş sona
erdirilemez. İstedikleri zaman sefere giderler. İtaat yok. (…) Padişahtan korku yok. (…) İslam askeri böyle
mi olur? Bunlarla yakından meşgul olmak zamanımızda farz-ı ayndır. Bâki ferman padişahımındır.” Bkz.,
Koçi Bey Risalesi, Sadeleştiren: Zuhuri Danışman, MEB Yay., İst., 1997, s. 30-32. 6 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi, Ankara, 2004, s. 39. 7 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 27. 8 İki asırlık Batılılaşma serüveninin ilk yarısında bütün gayretler ordunun ıslahına yönelmiştir. “O zamanın
adamları, mücedditleri Avrupa karşısındaki mağlubiyetin sebeplerini, ordunun kifayetsizliğinde, orduda
düzenin bozulmasında ve garbın üstünlüğünü de askerlerinin iyi yetiştirilmiş olmasında bulurlar.
Binaenaleyh orduyu ıslah etmek veya garp tekniğine göre yeni bir ordu meydana getirmekle meselenin
halledileceğine kanidirler. (…) Diğer yenilik teşebbüsleri, hep bu mevzu etrafında toplanmış, bu gayeye
müteveccih gayretleri kuvvetlendirmek için yapılmıştır. Fabrikalar orduya kumaş, malzeme ve mühimmat
temin etmek, mektepler ordunun ihtiyacı olan elemanları yetiştirmek maksadı ile açılır.”, Mümtaz Turhan,
Garplılaşmanın Neresindeyiz, Babıâli Yay., İst. 1961, s. 101-102. 9 Enver Z. Karal, Osmanlı Tarihi, TTK Basımevi, Ankara, 1995, C. 5, s. 142-162. 10 Koçi Bey Risalesi, s. 19-23. 11 Ercüment Kuran, Türk İslam Kültürüne Dair, Ocak Yay., Ankara, 2000, s. 76; Ahmet Mumcu, Osmanlı
Devleti’nde Rüşvet, İnkılap Kitabevi, İst., 1985, s. 275-276; Koçi Bey, tâ hicri 990 (miladi 1581) tarihinden
itibaren rüşvetle iş görülmeye başlandığından bahseder. Bkz. Koçi Bey Risalesi, s. 35. Rüşvetle nasıl baş
edileceği konusunda bkz. aynı eser, s. 46-47.
19
uygarlığını yaşayış ve eğlence yönünden taklit, askeri alanda yenileşme, devlet otoritesinin
yerel iktidar sahipleri olan ayanlarla paylaşılması (Sened-i İttifak Antlaşması-1807),
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Batı tipi askeri okulların açılması şeklinde devam
etmiştir.12
Ancak Devletin resmi olarak Batılılaşmayı ve köklü siyasi düzenlemeleri
benimsemesi 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla olmuştur. Avrupa devletlerinin
baskıları sonucu ilan edilen Tanzimat Fermanı ticari, mali, hukuki düzenlemeler içerir.
Ferman’la padişahın kendi egemenlik hakkını sınırlaması, dini ve milliyeti ne olursa olsun
bütün vatandaşların can, mal, ırz ve namusunun güvence altına alınması ve bu hakların
hükümdarın egemenlik alanından çıkarılıp, yasal düzenlemelere bağlanması temin
edilmiştir.13 Mülkiyet hakkı esas olup, vergide adalet sağlanacaktır. Suç ve cezada şahsilik
esastır. Yargılama açık yapılacak; suçluların malları müsadere edilip varisleri mirastan
mahrum bırakılmayacaktır. Memurlara düzenli maaş bağlanacak; rüşvet kesinlikle
cezalandırılacaktır.14
1856’da ilan edilen Islahat Fermanı ise Tanzimat reformlarını tamamlamıştır.15
Ancak bu fermanlarla düzenlenen yeni vatandaşlık anlayışında, gayrimüslimlere tanınan
haklar Müslüman halk arasında memnuniyetsizlik meydana getirmiştir. Bu tepkilerin en
önemlisi Yeni Osmanlılardan gelmiştir. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi önemli
isimlerden oluşan Yeni Osmanlılar İslam’ın ilk dönemlerindeki uygulamalardan
derledikleri kavramlarla modern anlamdaki bazı siyasi kurumları bağdaştırarak, şeriata
dayalı ancak Batılı tarzda kodifiye edilmiş kanunlara müstenit meşruti bir yönetim kurmayı
amaçlamışlardır.16 Nitekim kısa süre sonra hükümet A. Cevdet Paşa’ya Mecelle’yi
hazırlatmıştır. Benzer şekilde dönemin sorunlarına tepki, arayış ya da cevap olmak
sadedinde bir ideolojiler çağı olan 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Milliyetçilik,
liberalizm, feminizm, sosyalizm, anarşizm, dinlerin ideolojileşmesi gibi fikir hareketlerinin
12 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 18-28; Stanford J. Shaw-Ezel Kural
Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Terc. Mehmet Harmancı, E Yay., İst., 1983, s. 27.
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma ve yenilik hareketlerinin sosyolojik bir değerlendirmesi için bkz., H.
Bayram Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihine Giriş-1, Birey Yay., İst., 2001, s. 81 vd. 13 Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, 2004, s. 25; Kaçmazoğlu, Türk
Sosyoloji Tarihine Giriş-1, s. 93-96. 14 Şükrü Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, İz Yay., İst., 1993, s. 57. Tanzimat Fermanı’nın
içeriği ile siyaset ve hukuk felsefesi bakımından kritiği için bkz., Yavuz Abadan, “Tanzimat Fermanının
Tahlili”, Tanzimat 1, MEB Yay., İst., 1999, s. 31-58. 15 Azmi Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, İst., 2007, s. 485. 16 İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat 2, MEB Yay., İst., 1999, s. 802; Ayrıca Yeni
Osmanlılar’ın Tanzimat’a bakışları hakkında bkz., a.g.m., s. 777-857.
20
savunucusu olan aydın ve genç hareketleri17 (jön hareketlerinin) ve daha başka şartların
zorlamasıyla 1876’da ilan edilen Kanun-u Esasi (Anayasa), Osmanlı yönetim sisteminde bir
ilktir. Bu çok kısa süren anayasal monarşi denemesi, iktidarın halkla paylaşımının ilk
örneğini oluşturmuştur.18
Diğer yandan Osmanlı’nın son elli yıllık tarihini iyi anlayabilmek için nihai amacı
Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve sonra da tarih sahnesinden silmek olan Şark
Meselesiyle19 Osmanlı Devleti özelinde amacı Osmanlı’nın siyasi istiklaline ve toprak
bütünlüğüne dokunmadan, mevcut kapitülasyonlar ve yeni anlaşmalar yoluyla
İmparatorluğu iktisadi, mali, ticari ve kültürel açılardan abluka altına almak olan Avrupa
emperyalizmini20 de hatırlamak gerekir. 1789 Fransız ihtilâliyle başlayıp diğer fikir
hareketlerine öncülük eden liberalizm ise Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet kanalıyla
Osmanlı Devleti’ni ve toplumunu etkisi altına almış ve değiştirmiştir.21
19. yüzyılda, ideolojisini, kurgusunu ve enerjisini liberalizmden alan ve dünya
haritasını değiştiren milliyetçilik ise liberalizmin bireyler için tasarladığı hürriyet, eşitlik
anlayışını zamanla milletlerin hürriyeti, milletlerin eşitliği şeklinde yorumlamıştır. Ferdin
yerini millet gerçeği almış; milli şuur gelişmiştir. Milliyetçiliğin etkisi diğer çok uluslu
İmparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı’da da yoğun şekilde hissedilmiştir.22
17 Alkan, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 1, s. 18-19. 18 I. Meşrutiyet (1876) ile Mondros Mütarekesi (1918) arasında kalan dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun en
buhranlı zamanıdır. Bu dönem, Abdülhamid devri (1876-1908) ve İttihat-Terakki (1908-1918) şeklinde
ikiye ayrılabilir. Abdülhümid yönetimi muhafazakârlığı, statükoyu, eğitimde gelişmeyi, teknikte yeniliği,
siyasette “istibdadı”, buna karşılık İttihat-Terakki iktidarı ise kargaşayı, bocalamayı, çelişkileri, yolların
ayırımını, çok partili hayatı, Talat-Enver-Cemal Paşaların üçlü yönetimini ve nihayet imparatorluğun
çöküşünü çağrıştırır. Bu üç dönem (Tanzimat dönemi (1839-1876) de katılırsa) imparatorluk için sonun
başlangıcını teşkil eden ciddi dönemeçlerdir. Bununla birlikte yine bu üç dönem Türk toplumu için
şuurlanmanın, milletleşmenin başlangıç ve hareket noktasını teşkil eder. Bayram Kodaman, “1876-1920
Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağrı Yay., İst., 1993, C. 12, s. 19.
Osmanlı Devleti’nin bu son çağı, yoğun siyasi, sosyal, kültürel vb. olaylardan ötürü tarihçi İlber Ortaylı
tarafından da “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak nitelendirilmiştir. Bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun
En Uzun Yüzyılı, İletişim Yay., İst. 2001. 19 Şark Meselesi’nin ayrıntılı hedefleri için bkz., Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, s. 22;
Batılı güçlerin konuya yaklaşımları için bkz., Yusuf Akçura (Sa’fes), Türk Yurdu, C. 2, S. 123, 24
Teşrinisani 1332/7 Aralık 1916, s. 3241-3246; Yusuf Akçura (Sa’fes), “Garp Nazarında Şark Meselesi-1”,
Türk Yurdu (Tutibay), C. 5, s. 266-269. 20 Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, s. 23-26. 21 Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, s. 28-29. Hürriyetçi, ferdiyetçi, rasyonalist bir
karaktere sahip olan liberal düşünce, 19. yüzyıl boyunca başarılı olmuş; her türlü devlet ve iktidar
otoritesini sınırlamıştır. Bu bağlamda insan hakları evrensel beyannamesi, anayasalar, kuvvetler ayrılığı
prensibi, meclisler, partiler, seçimler gibi yöntem ve kurumlar icat etmiştir. Bkz. A. mlf., a.g.m., s. 28-29. 22 Kodaman, “1876-1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, s. 29-30.
21
Osmanlı’nın bu dönemdeki siyasi kronolojisinde zikredilmesi gereken önemli bir
figür II. Abdülhamit’tir.23 Osmanlı’yı parçalamak isteyen Batılılara karşı devreye giren
Abdülhamit, İttihad-ı İslam (İslam birliği) siyasetini uygulamış24; bu arada Tanzimatçıların
başlatmış oldukları ıslahatları da devam ettirmiştir. Döneminde özellikle eğitim öğretim
alanında önemli çalışmave yenilikler yapılmıştır.25
Türk siyasi tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri de 1908’de Meşrutiyet’in
ikinci kez ilanıdır. Anayasal monarşi ikinci kez denenmiş ve Osmanlı’nın yıkılışına kadar
siyasal alanda yürürlükte kalmıştır. Meşrutiyet’in ilanıyla memleket sathında oldukça geniş
bir hürriyet havası oluşmuş; dönemin bütün düşünce akımları, çıkardıkları gazete, dergi ve
yazdıkları yazılarla düşüncelerini anlatma imkânı bulmuşlardır.26 1913’te iktidara gelene
kadar Osmanlılık siyaseti güden İttihat ve Terakki Cemiyeti de bu tarihten sonra Türkçü
anlayışı benimsemiştir.27
Tarihimizde “31 Mart hadisesi” olarak kayıtlara geçen olay ise siyasal hayatımızda
yer alan iktidar mücadelelerinin ibretlik bir örneğidir. Bu olaylar sonucunda ülkedeki
hürriyet havası geniş oranda kaybolmuş; uygulanan sıkıyönetimde gazeteler ve derneklerin
çoğu kendiliğinden kapanmış; İttihat ve Terakki Partisi ülke yönetimini perde arkasından
yönetmek yerine fiilen üstlenmiştir. Almanlar İkinci Abdülhamit’e yaptıramadıkları birçok
icraatı İttihat ve Terakki yöneticilerine yaptırmışlar ve yönetimde Almanların nüfuzu
artmıştır.28
23 Abdülhamit’in 33 yıl süren istibdat dönemi toplumsal baskıların ve ittihatçı subayların zorlamasıyla
1908’de sona ermiş; II. Meşrutiyetle başlayan yeni süreç siyasi açıdan olduğu kadar Türk-İslam düşünce
tarihi açısından da son derece kritik ve yoğun geçen bir dönem olmuştur. Zira iki yüz yıldır birikmiş
çağdaşlaşma sorunlarının hemen tümü sıkıştırılmış bir halde 1908 ile 1918 yılları arasında yer almıştır.
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay., İst., 2002, s. 410. 24 Kuran, Türk İslam Kültürüne Dair, s. 23. 25 Eğitim öğretim konusunda yapılan çalışmalar için bkz., Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim
Sistemi, TTK Basımevi, Ankara, 1999. 26 Dönemin ilk yıllarında İslamcıların Meşrutiyetin olumlanması ve istibdadın yerilmesiyle ilgili yazılı basınla
cami vaaz ve hutbelerinde ortaya koydukları düşünceler için bkz., İsmail Kara, İslamcıların Siyasi
Görüşleri, İz Yay., İst., 1994, s. 82 vd. Hürriyet’in ilanı toplumun pek çok kesiminde mucizeli çözümler
beklentisini yaratmıştır. Örneğin köylüler Meşrutiyet’i vergi ödememek diye yorumlarken, memurlar terfi
ve maaş zammı beklentisi içine girmişlerdir. Basın her şeyi yazabilecek geniş bir özgürlük içine girmiştir.
Ayrılıkçı örgütler, Kanun-ı Esasi’yi Osmanlı’dan kopmanın altın anahtarı olarak kullanacaklarını açıkça
ortaya koymuşlardır. Muhalefetleri sırasında Meşrutiyet’i “her derde deva” sihirli bir formül olarak gösterip
kitlelerin beklentilerini artıran, bunu da onları cemiyete bağlamanın bir yolu olarak gören İttihatçıların
karşısında zamanla büyük bir hoşnutsuzlar kitlesi ortaya çıkmıştır. Bkz., Mim Kemal Öke, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, s. 251. 27 Kuran, Türk İslam Kültürüne Dair, s. 24. 28 İkinci Meşrutiyet ve sonrası gelişmeler için bkz. Tarık Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952,
Arba Araştırma Basım Yay., İst., 1995, s. 174 vd.; Tarık Z. Tunaya, Hürriyetin İlanı: İkinci Meşrutiyet’in
Siyasi Hayatına Bakışlar, Baha Matbaası, İst., 1959; Cemal Kutay, Türkiye İstiklal ve Hürriyet
22
Bu süreçte gerçekleşen Balkan Savaşları29 da Osmanlı Devleti’nin en zor dönemlerinden
biridir. Ancak Tunaya’nın da belirttiği gibi Balkan Savaşları ve beraberinde ortaya çıkan
siyasal ve sosyal çözülme, Türklerin milli bilincinin oluşmasında büyük bir rol oynamış ve
milletimiz için “kazanılmış bir kurtuluş savaşı” olmuştur.30 Geleceğe dönük bu
kazanımlarının yanında Osmanlı’nın yıkılışına değin geçen süre, iç ve dış siyaset yönünden
kargaşa, sıkıntı ve çalkantılarla doludur. Ülkenin yönetimi; İttihat ve Terakki, padişah,
muhalefet ve ordu arasında sıkışıp kalmıştır.31
Dünya Savaşı ve arkasından büyük bir özveriyle yokluk içinde başarılan Kurtuluş
mücadelesinin ardından yeni bir devletin kuruluşu gerçekleşmiştir. Yeni Türk devletini
kuracak kadrolar başlangıçta oldukça geniş bir toplumsal zemine ve mutabakata dayandığı
halde bu yönetim de tıpkı İTC’nin son yıllarında olduğu gibi otoriterliğe kaymıştır.32
Neticede 1923’ten 1930’lu yıllara kadar geçen süre zarfında en radikal inkılâplar toplumsal
bir uzlaşma olmadan hayata geçirilmiştir. Esasen Cumhuriyetin kurucu kadrosu milliyetçi,
İslamcı hatta sosyalist unsurlardan oluşmakta ve asker, aydın, tüccar, toprak sahibi gibi
geniş sınıflara dayanmaktadır. Bu unsurlar hep birlikte başlangıçta hem emperyalist
güçlerin işgal girişimlerine hem de içteki muhalefete karşı birlikte mücadele vermişlerdir.33
Ancak Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle birlikte kurucu kadro arasında
çekişmeler başlamıştır. Dini bir devlet ya da İslam’ın devlet ve toplumu yönlendirdiği bir
sistem öngörmeyen Atatürk ve yakın çevresi, bu süreçte devletteki ve toplumsal yaşayıştaki
dini izleri silmeye girişmişlerdir.34 Öncelikli olarak gerçekleştirilen inkılâpların birincil
gayesi, işlevini yitirmiş geleneksel kurumların tasfiye edilip yerlerine batılı olanlarının inşa
edilmesidir.35
Bu çerçevede siyasi, hukuki, dini ve toplumsal alanda birtakım yeni düzenleme ve
inkılâplar gerçekleştirilmiştir. Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922), hilafetin ilgası (3
Mart 1924), Tevhid-i tedrisatın sağlanması (3 Mart 1924), şeriat mahkemelerinin
Mücadeleleri Tarihi, C. XVII, S. 23, İst. 1961, s. 9524-9525; Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu,
Çev. Yavuz Alagon, Kaynak Yay., İst., 2015, s. 44-67; Öke, a.g.e., s. 251-281. 29 “Balkan savaşı, Osmanlı Devleti’nin en kritik zamanında ortaya çıkmıştı. Trablusgarp savaşı, Arnavutluk
isyanı, Halaskâr Zabitan olayı, ordudan 60.000 kişinin terhisi, Meclis’in feshedilmiş durumda bulunuşu vs.
ülkenin bazı güçlerce bu savaşa hazırlanmış (!) olduğunu gösteriyordu.”, C. Kutay, a.g.e., s. 9902-9904. 30 Tunaya, Hürriyetin İlanı, s. 20. 31 Henry Coston, Beynelmilel Sermaye ve İhtilâller, Çev. Kemal Yaman, Otağ Yay., İst., 1974, s. 55. 32 Süleyman Seyfi Öğün, Türk Politik Kültürü, Alfa Yay., İst., 2004, s. 329. 33 Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s. 37 vd.; Ahmad, Modern
Türkiye’nin Oluşumu, s. 68. 34 Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 69-74. 35 Naci Bostancı, cumhuriyet’i anlamak, Timaş Yay., İst., 2008, s. 44.
23
lağvedilmesi (8 Mart 1924) dikkati çeken düzenlemelerdir. Şapka kanunu (28 Ekim 1925),
Türk Medeni Kanunu (17 Şubat 1926) gibi toplumsal ve hukuki uygulamalar da yeni
rejimin önem verdiği iki önemli yeniliktir. Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin
kullanımına geçilmesi yapılan en radikal değişikliklerden biri olmuştur (1 Kasım 1928).36
Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması (3 Nisan 1930), kadınların siyasal karar
alma süreçlerine katılmaları adına önemli bir kazanımdır. Türk Tarih Kurumu (15 Nisan
1931) ve Türk Dil Kurumu (12 Temmuz 1932)’nun kurulması ise yeni devletin milli bir
temel üzerinde inşasına katkı sağlayan müesseselerdir.37 Çok partili hayata geçişin ilk
örnekleri olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve Serbest Fırka (1930) denemeleri
ise muhtelif sebeplerden dolayı başarılı olamamış, kurulmalarından kısa süre sonra
kapatılmışlardır.38
Sonuç olarak, yeni rejime ve inkılâplara yönelik eleştiriler olmuştur. Ancak o
dönemin Türkiyesi’ne bakarken, ideal yönetim yerine, mevcut toplumsal ve siyasal ortamda
mümkün olan iktidar biçimlerini düşünmek daha gerçekçi ve daha doğrudur. “Tarihi
tahayyülde bizi körleştirecek olan mükemmellik fantezisidir.”39 Dahası Cumhuriyet’in ilk
yıllarındaki Türkiye’de eleştiriden uzak dört dörtlük bir iktidarın olmasını beklemek de
haksızlıktır. “Tarihe ilişkin analizlerde makul ve kabul edilebilir yorumlara ulaşmak için
ideal tipler üzerinden gitmek yerine siyasetin mümkünlük şartları üzerinden konuşmak
gerekir.” Ayrıca dönemin kurucu-siyasi kadrolarının yeni bir düzen, toplumsal bütünleşme
ve değişme, modernleşme ve yönetim siyasası hakkındaki bilgi ve deneyimlerini, konuyla
ilgili bugünkü birikimlerimizi referans alarak “sınava tabi tutmak” da doğru değildir.
Unutulmasın ki Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı olduğunda, bugünkü yasalarımızda bu
göreve seçilebilmek için belirtilen alt sınırın sadece iki yaş üzerindeydi (42 yaşındaydı).40
1.2. Sosyo - Kültürel ve Ekonomik Durum
Türk düşünce hayatında, siyasi ve ideolojik tartışmalarının en yoğun yaşandığı
dönem, İmparatorluğun en uzun yüzyılı kabul edilen 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın ilk
çeyreğidir. Özellikle 19. yüzyılın sonu ile Cumhuriyet’e kadar olan dönemde demokrasi,
36 Latin harflerine geçişin ayrıntılı süreci hakkında bilgi için bkz., Herbert W. Duda, Hilâfet’ten Cumhûriyet’e
Geçiş, Terc. Abdurrhman Güzel, Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara, 1989, s. 153 vd. 37 H. Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, s. 287. Ayrıntılı bilgiler için bkz.,
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 239-291; Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), s.
273-337. 38 Lewis, a.g.e., s. 265, 278-280; Çavdar, a.g.e., s. 293-299, 328-335. 39 M. Naci Bostancı, Cumhuriyetimiz, Vadi Yay., Ankara, 2002, s. 106. 40 Bostancı, cumhuriyet’i anlamak, s. 50-51.
24
cumhuriyet, özgürlük, eşitlik vb. modern siyasal ve ideolojik kavramlar Osmanlı
coğrafyasında siyasal ve toplumsal gündem içerisinde yoğun şekilde tartışılmıştır.
Osmanlıcılık, İslamcılık akımları ile başta Türk milliyetçiliği olmak üzere muhtelif
milliyetçi yönelimlerle sosyalizm, feminizm gibi siyasi-toplumsal düşünce cereyanlarının;
pozitivizm, materyalizm gibi ideolojik-felsefi düşünce akımlarının temeli bu dönemlerde
atılmıştır.41
Tartışma gündeminin önde gelen meselelerinden biri Tanzimat’ın ilanıdır. Öncelikli
hedefi devletin bütün vatandaşları arasında hürriyet ve eşitlik idealini gerçekleştirmek olan
Tanzimat uygulamaları aynı zamanda sancılı bir sürecin de başlangıcı olmuştur. Önceleri
“Osmanlı” birliğine bağlı kalan farklı etnik, dini ve siyasi unsurlar, bu “birlik”ten ayrılma
temayülü içine girmişler; Tanzimat’ın getirdiği düzen ve hoşgörü, devletin parçalanmasına
kadar gidecek bir iç krizin tohumlarını atmıştır.42 Düşüncede ve sosyal hayatta ikili bir yapı
ortaya çıkmıştır. Doğu-Batı, eski-yeni, alaturka-alafranga karşı karşıya gelmiştir. Bu durum
özellikle eğitim-öğretim kurumlarında açık şekilde görülmüştür. Bu ikili yapı, düşünce
hayatında yeni bir senteze ulaşamadan uzun süre aynı kafanın içinde yan yana yaşamıştır.43
Tanzimat’la birlikte din değiştirmek mümkün hale gelmiş; İngiltere’nin baskısıyla 1844’ten
itibaren yürürlüğe giren bir uygulama ile İslam’dan başka dinlere geçenlerin (mürtedlerin)
şer’an idam edilmelerine son verilmiştir. Liberal-Osmanlıcı siyaset ile ilişkilendirilebilecek
bu durum, Osmanlı toplumunda din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması ve Müslüman-
gayrimüslim ayrımının azaltılması açısından önemli bir gelişme olmuştur.44 Tanzimat’ın
eksiklikleri Islahat Fermanıyla giderilmiştir. Gayrimüslim tebaanın talepleri doğrultusunda
hukuki alanda laikleşmeye doğru somut adımlar atılmıştır. Ne var ki gayrimüslimlere
tanınan yeni haklar,45 Müslüman halkla gayrimüslimlerin birbirlerine karşı husumetini
artırmıştır.46
I. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde ise karşımıza çıkan en önemli gelişme bütün
eksiklik ve kusuruna rağmen Anayasal bir rejimin denenmiş olmasıdır. Her ne kadar
41 Alkan, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 1, s. 20. 42 Hilmi Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay., İst., 1994, s. 56. 43 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 48-53. Diğer taraftan Tanzimat uygulamaları eski ile yeniyi,
Avrupacılıkla İslamcılığı karşı karşıya getirirken, medresenin dar dairesinde kalmış İslami ilimlerin
Türkçeleşmesini ve yayılmasını sağladığı için Avrupacılık kadar İslamcılığın da kuvvetlenmesine hizmet
etmiştir. Bkz. A. mlf., a.g.e., s. 48-49. 44 Selçuk Akşin Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913)”, Modern
Türkiye’de Siyasi Düşünce (MTSD), C. 1 (Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası/Tanzimat ve
Meşrutiyet’in Birikimi içinde), s. 96. 45 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 115-118. 46 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 127; Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 94.
25
Abdülhamit tarafından kısa süre sonra askıya alınmış olsa da 1876’da kabul edilen batılı
tarzda kodifiye edilmiş bu ilk anayasa esasen Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanı (1856) ile
kabul edilip taahhüt edilen yeni hak ve düzenlemelerin anayasal bir teminat altına
alınmasını sağlamıştır. Yine bu anayasa ile Osmanlı’da yüzyıllardır devam eden mutlakiyet
yönetimi son bulmuş ve halkın temsilcilerinin devlette temsilini sağlayan meşrûtî bir hukuk
düzeni kurulmuştur.47 Ne var ki fiili durum kısa sürmüş Abdülhamit, tarihte 93 harbi diye
bilinen 1877-1878 (Rumi takvim, 1293) Osmanlı-Rus savaşını gerekçe göstererek Meclisi
feshedip anayasayı geçici olarak askıya almıştır. Ancak geçici durum 1908’e kadar tam 30
yıl sürmüştür. Bu süre zarfında meşrutiyet düşüncesi gittikçe yaygınlaşmış ve olgunlaşmış
ve nihayet 1908’de meyvesini vermiştir.48
Birinci Meşrutiyet döneminin çok önemli bir diğer gelişmesi Mecelle’nin
hazırlanabilmiş olmasıdır. İslam tarihinde ilk defa medeni hukuk ve borçlar hukuku
düzenlemesi yapılmış hukukun bu alanına giren hususlar keyfilikten ve şahsilikten uzak bir
şekilde tanzim edilmiştir. A. Cevdet Paşa49 öncülüğünde 1869-1876 yılları arasında kodifiye
edilen kanunlaştırma hareketiyle dini inançlara göre farklılaşmadan, laik bir kanun şeklinde,
her din ve her mezhepten vatandaş aynı yargılamaya tabi tutulmuştur. Mecelle, vatandaşlık
kavramına uygun olarak yapılan ilk kanunlaştırma faaliyetidir. Klasik İslam hukukunda
uygulanan “kanunların şahsiliği” prensibinden vazgeçip “kanunların mülkiliği” ilkesini
getiren çok önemli bir hukuk reformudur. Her dinden vatandaşı aynı hukuka tabi kılan ortak
bir hukuk kaynağı olduğu gibi, Müslümanlar arasında özellikle mezhep farklılığı
dolayısıyla ortaya çıkan yargı karışıklığını da gidermiştir.50
Hukuk alanındaki gelişmeler kısa zamanda eğitim alanına da yansımıştır. Bu
bağlamda din eğitiminin yanı sıra teknik ve idari uzman yetiştiren kurumlar, Abdülhamit
döneminde açılmaya devam etmiştir. Bunlardan özellikle askeri okulların laikleşme
sürecinde büyük etkileri olmuştur. Ancak bu süreç sıkıntı ve çelişkileri de beraberinde
getirmiştir. Bir tarafta sayıları her geçen gün artan entelektüel cuma namazına gitmeme
47 Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 41-42; İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilât ve İdare Tarihi, Cedit
Neşriyat, Ankara, 2008, s. 533-534. 48 Kadri Unat, “Osmanlı Devleti’nde Sosyo-Ekonomik Düzen ve XIX. Yüzyıl Yenileşme Hareketleri”,
Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyet’i Tarihi, Editör: Temuçin Faik Ertan, Siyasal Kitabevi,
Ankara, 2011, s. 42. 49 İslam dünyasında Batılı tarzda ilk kanunlaştırma çalışması kabul edilen Mecelle’yi, neredeyse tek
başına hazırlayan A. Cevdet Paşa’nın hukuk anlayışı ve diğer görüşleri için bkz., Ahmet Cevdet
Paşa’nın Felsefi Düşüncesi, MÜİFAV Yay., İst., 1998. 50 Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, Doğan Kitap, İst., 2010, s. 53-58.
26
veya oruç tutmama durumuna gelmişken, diğer yandan ise aynı kişiler dinin etkin olduğu
kültür ortamlarında halka yakın olmaya çalışmışlardır.51
Birinci Meşrutiyet döneminde önemli kültürel faaliyetlere imza atılmıştır.
Tanzimat’la birlikte edebiyatımıza giren roman, hikâye ve tiyatro gibi edebi türlerde Batı
edebiyatı taklit edilmiştir.52 Bu etkinliklerin en önemlilerinden biri, hemen her alanda çok
sayıda tercümenin yapılmış olmasıdır. Özellikle dönemin ikinci yarısına damgasını vuran
ve etkisi sonraki yıllarda da hissedilen edebi zümre, Genç Kalemler mecmuası ve bunların
devamı olan Milli Edebiyatçılardır.53 Dönemin anılmaya değer bir diğer teşebbüsü Arap
harflerinin değiştirilmesi veya ıslah edilmesi meselesinin gündeme gelmesidir. Bu teşebbüs
düşünce seviyesinde kalmasına rağmen ileriye dönük sonuçları açısından önemli olmuştur.54
Sosyal yapıdaki yeni düzenleme ve değişiklikler, birçok geleneksel müessese,
tutum, alışkanlık ve zevkin Avrupai tarzda çözülmesinde etkisi olmuştur. Türk Müslüman-
Osmanlı vatandaşları arasında bazı yeni tipler ortaya çıkmaya başlamıştır. Devlet memuru,
subay ve aydınlar ilk akla gelenlerdir. Aydınların çoğu hala devlet memuru olsa da yavaş
yavaş bağımsız aydın tipi oluşmaya başlamıştır.55 Özellikle 19. yüzyıl boyunca açılan
okullar sayesinde eğitimde büyük bir ivme yakalanmış; gelişmeleri eleştiri süzgecinden
geçiren ve olgulara yeni bir anlayışla yaklaşan yeni bir elit sınıf ortaya çıkmıştır.56
Çoğunlukla Abdülhamit döneminin ürünleri olan bu okullarda doğulu ve batılı fikirler
paralel bir şekilde gelişmiştir. Bu arada Abdülhamit, Tanzimat zihniyetine uyarak, şekilde
batılı, özde doğulu olmaya özen göstermiştir.57
II. Abdülhamit’in okullarında okuyan, Batıyla iletişim ve etkileşimi artan ve türlü
zorluklarına rağmen basını etkin olarak kullanan aydın, asker ve bürokratlar, azınlık
gruplarının da desteğini alarak artık patlamaya yüz tutmuş tomurcuk misali besleyip
büyüttükleri fikirlerini 1908’de hayata geçirmişler ve Meşrutiyet’i bir kez daha ilan
ettirmişlerdir. Her kesimin umutla beklediği Meşrutiyetle birlikte gerçekte pek çok siyasi ve
entelektüel düşünce gün yüzüne çıkmış; siyasi ve sosyo-kültürel gelişmeler fikir hayatında
51 Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, Çev. Elif Kılıç, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 2011, s.
301. 52 Bayram Ali Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay, Araştırma Yay.,
Ankara, 2003, s. 14. II. Meşrutiyet döneminde ise tiyatro, roman, hikâye, şiir vb. edebiyat ürünleri git gide
milli bir yapıya bürünmüştür. Bkz., Kavçar, a.g.e., s. 44-51. 53 Cahit Kavcar, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim, İnönü Ü. Eğitim Fak. Yay., Malatya, 1988, s.
42-51. 54 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, MÜİFAV Yay., İst. 1997, s. 188-192. 55 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 366. 56 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 126. 57 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 135-136.
27
anarşik bir ortamın oluşmasına neden olmuştur. Basın hürriyeti, genişlemiş ve birbirine zıt
birçok fikrin birdenbire yayılmasına imkân vermiştir. Karşıt kutupta yer alan birçok siyasi,
sosyo-kültürel anlayış ortaya çıkmıştır.58 Aralarındaki ciddi ihtilaflara rağmen Abdülhamit
rejiminin devrilmesinde birlikte hareket eden her grup, Meşrutiyetle birlikte kendi düşünce
ve gayesini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durum İmparatorluğun dağılmasına kadar
sürmüş ve 1908 ile 1918 yılları arasındaki on yıllık dönem, iki yüz yıldır birikmiş
çağdaşlaşma sorunlarının tümünü kapsayan bir tartışma zemini oluşturmuştur.59
Belirli bir ideolojiye sahip olan bu fikir cereyanlarından toplumda karşılığı olanlar
büyük şehirlerde konferans, gece dersi ve müsamere gibi yaygın kültürel faaliyetler
gerçekleştirmişlerdir. Dayanışma ve kültürel amaçlı pek çok dernek kurularak sosyo-
kültürel hayatı yönlendirmiştir.60 Basın hayatında ilk günlerdeki anarşi ve kargaşa ile
Abdülhamit rejimine hücum eden yazılar, sonraki günlerde yerini Batılılaşmanın ana
sorunları ve çeşitli fikir akımlarının tanıtılmasına bırakmıştır.61
Özellikle bu dönemde İslamcılık, Türkçülük, Batıcılık gibi düşünce hareketlerinden
her biri belirli zümre veya gruplar tarafından çıkarılan mecmua ve gazeteler vasıtasıyla
yayılmış ve savunulmaya başlanmıştır.62 Daha ileriki dönem ve aşamalarda ise bu düşünce
hareketlerinden her biri mecmua sayfalarında birer nazari görüş olmaktan çıkmış özellikle
Birinci Dünya Savaşı’nda, İttihat ve Terakki Genel Merkezi’ne taşınarak birer aksiyon ve
irade kaynağı olmaya başlamıştır. Bu dönemde İmparatorluk siyasetini yönlendiren İttihat
ve Terakki, bu üç fikri birbirlerini incitmeye meydan vermeden gerçekleştirmeye çalışmış;
Türkleşmeye, İslamlaşmaya, Garplılaşmaya doğru bütün hamleleri teşvik etmiştir.63 Bu
realite o dönemde İTC’nin politikalarında etkin olan Ziya Gökalp’in “Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmasında “hakiki ihtiyaçlardan doğmuşlardır”
şeklinde temellendirilmiştir.64
Bu arada Türk Ocakları, İttihat ve Terakki’nin kültür şubeleri gibi çalışmış ve bu
parti de Türk Ocakları’na maddi ve manevi destek vermiştir. Türkleştirme hareketi ise
Birinci Dünya Savaşı ile başlamıştır. Bunun bir göstergesi 1915’de bütün ecnebi
58 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 139. 59 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 410. 60 Mustafa Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, Ocak Yay., Ankara, 1996, s. 40. 61 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 139; Kavçar, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim, s.
32. 62 Gökalp, TİM, s. 1; Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 192-193. 63 Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, s. 65-66. 64 Gökalp, TİM, s. 1.
28
kurumlarında Türkçenin kullanılmasını mecburi kılan bir kanunun çıkarılmasıdır. Ayrıca
Türk okullarında edebiyat programları yenilenmiş; edebiyatın millileştirilmesine gayret
edilmiştir. Gazetelerde ise “milli mefkûre” sözü, resmi bir havaya bürünen milliyetçilik
ideolojisinin sloganı haline gelmiştir.65
Meşrutiyet’in getirdiği hürriyetle birlikte kadınların toplumsal alandaki
görünürlükleri artmıştır. Bu artış beraberinde “kadın” olgusu etrafındaki tartışmaların
yükselişe geçmesini sağlamıştır. Bu bağlamda tartışma daha çok İslam’ın kadına bakışıyla
batılı kadın imajı üzerinden yapılmıştır. Kadınlara yönelik yayınların sayısındaki artış bir
bakıma kadınlar için açık öğretim kurumu halini almış ve örgün eğitim alanında da
kadınların ilk mektepten darülfünûna kadar bütün eğitim müesseselerine devamları
sağlanmıştır.66 Bununla eş zamanlı olarak kadınların iş hayatındaki etkinlikleri de artmıştır.
Daha önce ancak ebe, hastabakıcı ve öğretmen olabilen kadınlar bu dönemde memuriyet
hayatına atılmış; Birinci Dünya savaşı esnasında askere giden erkeklerin yerini almışlardır.
Memur olan bu kadınlar peçelerini açmışlar, çarşafları elbiseye yakın bir şekil almıştır.
Böylelikle kadınların eğitim ve öğretiminde başlayan yenilikler ve gelişmeler, toplumsal
hayatı da dönüştürmeye başlamıştır.67
İkinci Meşrutiyetle birlikte ise hukuk alanında laikleşmeye doğru atılan adımların
sayısı artmıştır. Mahkemeler Şer’iyye ve Evkâf Vekâletinden alınarak, doğrudan Adliye
Nezareti’ne bağlanmıştır. 1917’de modern ve laik içerikli “Hukuk-u Aile Kararnamesi”
yayımlanmıştır.68 Aile Hukuku Kararnamesi, Mecelle kadar önemli bir hukuk reformudur.
Kararnamenin yasalaşma sürecinde söylenenler ve yazılıp çizilenler temelde şeriatın
yasamaya ne ölçüde izin verdiği ve yasamada insanlara bıraktığı düzenleme alanının
sınırlarıyla ilgilidir. Özellikle çok kadınla evliliğin, vacip değil caiz olduğu ve caizler
alanında kamu otoritesinin tasarruf yetkisinin olup olmadığı; varsa sınırları meselesi
tartışılmıştır. Türkçü aydınlar ve modernist İslamcılar “yasama” alanının genişletilmesinden
yanayken, medrese çevresi ve muhafazakâr İslamcılar caizler alanında devletin herhangi bir
65 Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, s. 66. 66 Meşrutiyet dönemi eğitiminin temel nitelikleri ve kadınların eğitimi konusunda bkz., Yahya Akyüz, Türk
Eğitim Tarihi, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi yayınları, Ankara, 1988, s. 292-294; Mustafa
Tekin, “II. Meşrutiyet Dönemi Kadın ve Aile Tartışmaları”, Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet içinde, Editör:
Asım Öz, Pınar Yay., İst., 2008, s. 122-123; Şeref Göküş, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük Akımında
Eğitim, Din Eğitim ve Öğretimi, AÜ Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2013, s. 84-85.
Kadınların cemiyet, dernek, basın ve siyasi teşekküllerdeki faaliyetleri için bkz., Leylâ Kaplan,
Cemiyetlerde ve Siyasî Teşkilatlarda Türk Kadını (1908-1960), Atatürk Kült., Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Araşt. Merkezi Yay., Ankara, 1998. 67 Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 188; Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 294. 68 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 229.
29
tasarruf yetkisinin bulunmayacağını savunmuşlardır. “Caizde devletin tasarruf” yetkisini
savunanlar özellikle Hz. Ömer’in kamu yararı, aile hukuku ve şahsın hukuku gibi
konulardaki uygulamalarından yararlanmışlardır. Neticede hem “devlet-i muntazama”yı
içeride hâkim kılarak gayrimüslimlerin kendi mahkemelerini kurma veya bu konuda dini
temsilciliklerine daha fazla yetki taleplerinin önüne geçilmiş hem de yargı birliği
sağlanmıştır.69 Ayrıca Batılıların taaddüd-i zevcât konusundaki eleştirileri çerçevesinde bu
konuda yeni düzenlemeler yapılmış ve bu durum halifenin yetkisine bırakılmıştır.70
Osmanlı’nın ekonomik hayatı ise 19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, batılı büyük
devletlerin iktisadi hegemonyasına gün geçtikçe daha da bağımlı hale gelmeye başlamış;
İmparatorluğun aleyhine yapılmış olan serbest ticaret sözleşmeleri ve kapitülasyonlar,
devletin kendi sanayisini kurmasını engellemiştir.71 Örneğin 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret
Antlaşması Mısır valisi Mehmet Ali Paşa tehlikesi karşısında İngilizlere verilen önemli bir
ekonomik imtiyazdır.72 Temel politikası sömürge yollarının güvenliği meselesi olan
İngiltere, bu amaçla Osmanlı Devleti’ni, Fransa ve Rusya’ya karşı 1878 yılına kadar
koruma yoluna gitmiş; Osmanlı’nın ayakta kalmasını istemiştir.73
Diğer taraftan II. Mahmut döneminden itibaren devam eden çağdaşlaşma ve
modernleşme sürecinin ekonomiyi etkileyen boyutları olmuştur. Bunlardan birincisi,
1882’de İmparatorluğun borçlarının ödenmesi için alacaklılar adına çalışacak, “Düyûn-u
Umumiye” yönetiminin kurulmasıdır. Diğeri ise bunun arkasından Avrupa sermayesinin
Osmanlı İmparatorluğu toprakları üzerinde doğrudan yatırım yapmasıdır.74 1875’ten
itibaren Osmanlı yönetimi borçlarını ödemekte güçlük çekmeye başlayınca Osmanlı
ekonomisi üzerindeki Avrupa denetimi iyice artmış ve “Duyûn-u Umûmiye” uygulaması
başlamıştır.75 Devletin ekonomisinin çöküş sebepleri arasında, ordu ve ulaşımın
69 Akyol, Medine’den Lozan’a, s. 69-80. 70 Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay, s. 17. Krş. Mansurizâde Said,
“Cevazın Ahkâmı Şer’iyyeden Olmadığına Dair”, İM, C. I, S. 10, s. 295-303; Şerafeddin, “Cevazın
Ahkâmı Şer’iyyeden Olmadığına Dair’ Makale Münasebetiyle”, İM, C. I, S. 12, s. 357-360. 71 Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa kapitalizminin yarı-sömürgesi haline gelme
süreci ve bunun muhtelif etkileri için bkz., Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih
Vakfı Yurt Yay., İst., 2002, s. 63 vd. 72 1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşmasının içeriği hakkında bkz. Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün
Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, TTK Basımevi, Ankara, 1989, s. 45-56. 73 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara Ü. Siyasal Bil. Fak.Yay., Ankara, 1978, s.
15-17. 74 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 364-365. 75 Osmanlı Devleti ilk borç anlaşmasını, Kırım savaşının finansmanı için İngiltere ile yapmıştır (1854). Bu
borç ve sonra başka ülkelerden de aldığı borçlarını ödeyemez duruma gelmesi üzerine Avrupa ülkeleri
yönetiminde “Duyûn-u Umûmiye” kurulmuştur (1882). Duyûn-u Umûmiye borçlarının son ve kesin
30
modernizesi için yapılan harcamalar dikkati çeker ancak temelde eşit olmayan antlaşmalar
sonucu kaybedilen kaynaklar ve kazanç getiren bölgelerin özerk statüleri asıl nedenlerdir.76
Avrupa sanayi kapitalizminin neden olduğu buhran ise 19. yüzyılın ikinci yarısında
gittikçe genişleyerek, Osmanlı’nın bütün sanayisini çökertmiştir.77 Çöküşü önlemek
maksadıyla alınan tedbirler muhtelif nedenlerle yeterli olmamıştır.78 İstanbul’da tüketimin
artması ve ayrıca emlak fiyatlarının gerçek değerinin üstüne çıkması (servet-i kâzibe),79
Tanzimat ve sonrası dönemde ekonomik sıkıntılara neden olmuştur.
Bütün olumsuzluklarına rağmen Tanzimat, siyasi ve toplumsal yapının bazı
esaslarını değiştirip, garp medeniyetine yol açmıştır.80 Sanayi sahasındaki ilerlemeler sosyal
yapının gelişimine bağlı bulunduğu için Tanzimat düzenlemeleri dolaylı da olsa
Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki sanayi atılımlarına örnek teşkil etmiştir.81
İkinci Meşrutiyet’e gelindiğinde ise zanaat ve ticaretin, Türk olmayanların elinde
olduğu görülmektedir. Türkler yabancı mallarına karşı ancak boykot yapabilmektedir. Bu
boykot, Türk kamuoyu üzerinde milliyetçi oluşumun ilk işaretleridir. Pek çok aydın iktisadi
ve sosyal alanlar ile eğitim sahasında Meşrutiyeti destekleyecek düzenlemeler
yapılmadıkça, siyasi devrimin tek başına pek etkin olamayacağını ifade etmiştir. Siyasi
istikrarsızlığın yaşandığı Meşrutiyet’in ilk yıllarında Trablusgarp ve Balkan savaşları
borçları artırmıştır. Dolayısıyla, Duyûn-u Umûmiye İdaresi daha çok devreye girmiştir.
Devletin bütçesinin hemen hemen yarısına el koyan bu idare, kaybolan Rumeli
topraklarından toplayamadığı vergiyi Anadolu halkından tahsil etmiştir. Bu arada üretim
fiyatları artmış, ihracat fiyatları düşmüştür. İthalat fiyatları ise sürekli arttığından, Birinci
Dünya Savaşı’na gelindiğinde ticaret açığı büyük boyutlara ulaşmıştır. 1909’dan sonra milli
şirketlerin sayısı arttığı halde ekonomi içindeki payları, %10 gibi oldukça düşük bir
tasfiyesi 1954 yılında gerçekleşmiştir. Bkz., Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay.,
Ankara, 1975, s. 43-45. 76 Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, s. 295. 77 Ömer Celâl Sarc, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat 1, MEB Yay., İst., 1999, s. 429-434. 78 Sarc, “Tanzimat ve Sanayimiz”, s. 430. Bu tedbirler bağlamında ithalat vergilerinin artırılması, sergiler
açılması, sanayi mekteplerinin kurulması ve küçük sanayilerin birleştirilerek şirketleşmeye gidilmesi
şeklinde dört önlem alınmıştır. Ne var ki iş bölümünden ve makineden yararlanmayan küçük ölçekli imalat
yapan eski sanayi, sadece Osmanlı’da değil bütün dünyada hatta öncelikle kapitalizmin ilk ortaya çıktığı
Batı Avrupa ülkelerinde çökmüştür. Bkz., A. mlf., a.g.m., s. 430. 79 Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, s. 52. 80 Fransız arkeolog, seyyah Georges Perrot 1861 yılında Anadolu’ya yaptığı inceleme gezisinde, Bursa’da
ipekli dokuma sanayisinin geliştiğini, 1845’de bir İsviçreli’nin kurduğu buharlı makine kullanan dokuma
imalathanelerinin sayısının 35’e yaklaşmış olduğunu, bunlardan 7-8’inin Avrupalılara diğerlerinin
Ermenilere ait olduğunu ifade etmektedir. Georges Perrot, Souvenirs d’un Voyage en Asie Mineure, Paris
1867, s. 67 den naklen, Kuran, Türk Kültürüne Dair, s. 96. 81 Sarc, “Tanzimat ve Sanayimiz”, s. 440.
31
seviyede kalmıştır. Sonuç olarak Jön Türk ve Meşrutiyet idarelerinde Osmanlı Devleti
üzerindeki ekonomik sömürü daha da artmıştır.82 Batılı bir yazar bu durumu; “yabancı
sermayenin etki alanının Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha geniş olduğu bağımsız bir
devlet herhalde yoktur.” şeklinde ifade etmektedir. Aynı yazara göre, siyasi ve kültürel
denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yolu sermaye kaynakları üzerinde hâkimiyet
kurmaktır. Görüldüğü üzere dönem itibariyle Osmanlı’nın ekonomik fotoğrafı “yarı
sömürgeleşmiş bir toplumsal yapı”yı resmetmektedir.83
Diğer yandan ekonomik durumu ve faaliyetleri direkt olarak etkileyen sosyal
yapıdaki kimi kökleşmiş yapısal sorunlar varlığını devam ettirmektedir. Bunlardan biri
temelde sosyal bir problem olup, başka kurumsal yapıları da etkileyen “aşiret”
yapılanmalarıdır. Gökalp’in ifadesine göre, Osmanlı’yı sıkıntıya sokan başlıca sebeplerden
biri aşiretlerdir. Bunlar, vergi vermeyen, asker vermekten kaçınan, aralarında sürekli
çatışma ve mücadelelerin olduğu, ahalinin can ve mal emniyetini sürekli tehdit eden, silahlı
büyük gruplardır. Bunların kanun altına alınmaları kimi zaman iltimas ve rüşvet gibi
nedenlerle mümkün olmamıştır.84
Bu dönemde ekonomik sorunların üstesinden gelebilmenin bir çaresi olarak milli bir
ekonomi modeline geçiş hamleleri olduğu görülmektedir. Bu çaba özellikle 1913’te İttihat
ve Terakki’nin yönetime tamamen egemen olmasıyla başlamıştır. Bu çerçevede ilk olarak
uzun yıllardır devam eden Kapitülasyonlar kaldırılmıştır (Eylül 1914). Yine aynı amaçla
serbest ticaretten vazgeçilmiş; başka amaçlarının yanında yerli üreticiyi korumak için ithal
mallardan alınan gümrük tarifeleri yükseltilmiştir. Benzer şekilde Cumhuriyet döneminde
de bu korumacı ekonomik uygulamalar yeni rejim tarafından hayata geçirilmiştir.85
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise, on yıllardır beka mücadelesi veren
Türklüğün önünde ekonomi politik adına uygulanabilecek kabaca üç yol vardır: (1) Dış
borçlanma yani yabancı sermaye yatırımları ile kalkınma; (2) Yerli özel teşebbüsü teşvik
edip destekleyerek özel sermaye ile kalkınma ve (3) Devletçi model ile yani planlı bir
82 Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, s. 28-29. 83 Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2009, İmge Kitabevi, Ankara, 2012, s. 19. 84 Gökalp’in bu noktadaki teklifi, aşiretlerin özel bir düzenleme (Nizamnâme-i Mahsus) ile yola
getirilmeleridir. Bkz., Gökalp, “Aşiretlerin Nizamname-i Mahsusla Takyidi”, Peyman Gazetesi, Sayı 2,
Diyarbakır, 5 Temmuz 1909, bkz., Makaleler-1, s. 50-53. Gökalp aşiret meselesiyle ilgili olarak ayrıca şu
makaleleri kaleme almıştır: “A’şar İhalesi”, Peyman Gazetesi, S. 3, Diyarbakır, 12 Temmuz 1909;
Makaleler-1, s. 60-61; “Ziraat ve Zeamet”, Peyman Gazetesi, S. 4, Diyarbakır, 19 Temmuz 1909;
Makaleler-1, s. 66-68; “Arazi Münazaaları”, Peyman Gazetesi, S. 9, Diyarbakır, 23 Ağustos 1909;
Makaleler-1, s. 95-97; “Firari Maznunlar, Gıyabi Mahkumlar”, Peyman Gazetesi, S. 10, Diyarbakır, 30
Ağustos 1909; bkz., Makaleler-1, s. 103-106. 85 Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay, Kaynak Yay., İst., 2011, s. 180.
32
şekilde kamusal sermaye ile kalkınma. Ancak yabancı sermaye, hızlı ve yüksek kâr amacı
güttüğü için bizim gibi savaştan yeni çıkmış ve beşeri sermayesi kısıtlı ülkelerde yatırım
yapmaktan uzak durmaktadır. Bu sebeple kısa süre tecrübe edilen “başkalarının parasıyla
cennet kurma ütopyaları” başarılı olmamıştır. 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde
ise özel teşebbüsle kalkınma meselesi üzerinde durulmuştur. Özel teşebbüsle birtakım
başarılar elde edilmekle birlikte 1929’da bütün dünyada yaşanan ekonomik bunalım
nedeniyle sıkıntılar baş göstermiştir. Dolayısıyla zorda kalan özel teşebbüs kanalıyla
yapılması mümkün olmayan kimi yatırımlar için kamu devreye girmiş ve daha devletçi bir
ekonomi siyaseti, kalkınma planları doğrultusunda hayata geçirilmeye çalışılmıştır.86
2. DÖNEMİN BAŞLICA DÜŞÜNCE AKIMLARI
19. yüzyıl özellikle Avrupa’da ideolojiler yüzyılıdır. Milliyetçilik, liberalizm,
feminizm, sosyalizm, anarşizm, dinlerin ideolojileşmesi, anayasacılık ve devletçilik gibi
kimi siyasal kimi ekonomik; bazısı da toplumsal bu fikir hareketleri dönemin siyasal,
toplumsal ve ekonomik sorunlarına birer tepki, arayış, katkı ya da cevap olma amacını
gütmüşlerdir. Bunlardan bazıları aynı zamanda 20. asırda da toplumsal ve siyasal değişim
üzerinde etkili olmuştur. 19. yüzyılda uluslar arası iletişimin ve etkileşimin artması,
toplumlar arası ideoloji ve kültür transferini artırmıştır. Örneğin bazı Avrupa şehirlerinde
ortaya çıkan “Jön (genç) Hareketleri” diğer Avrupa şehirlerine, Mağrip’e ve Osmanlı’ya
yayılarak; liberal, pan/birlikçi, meşrutiyetçi ya da cumhuriyetçi fikirlere sahip “genç”
öğrenci/aydın hareketleri olarak siyasal tarihte yerini almıştır.87
Bu bağlamda Osmanlı Devleti’nde de 19. yüzyılın son dönemi ile 20. yüzyılın
başlarında hepsinin de ortak amacı, devleti içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmak ve
toplumu kalkındırmak; rahata ve huzura kavuşturmak olan fikir akımları ortaya çıkmıştır.
Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Meslekçilik (Meslek-i İçtimai) ve Sosyalizm,
bu fikir cereyanlarının başlıcalarıdır.88 Ancak bu düşünce akımları Devletin düzlüğe
çıkarılmasının nasıl gerçekleştirileceği ve kullanılacak araç ve yöntemler bağlamında farklı
kanaatlere sahip olmuşlardır. Farklı kanaatlere sahip bu kurtuluş ideolojilerini kesin hatlarla
86 Berkes, Türk düşününde batı sorunu, s. 99-108. İktisat konusundaki önemli isimlerden Korkut Boratav da
analizlerinde benzer ifadeler kullanmakta ve 1923-1929 dönemini “Açık Ekonomi Koşullarında Yeniden
İnşa” süreci, 1930-1939 arasını ise “Korumacı-Devletçi Sanayileşme” olarak değerlendirmektedir. Bkz.,
Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2009, s. 39, 59. 87 Alkan, “Giriş”, MTSD, C. 1, s. 18-19. 88 Tarık Z. Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1, İletişim Yay., İst., 1998, s. 41-44.
33
birbirinden ayırmak mümkün olmamakla birlikte modernizm, batılı değerler, milliyetçilik,
din vb. siyasal ve toplumsal olguları ele alışları çerçevesinde bir değerlendirme yapılabilir.
Bu düşünce akımlarından Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük, Türkdoğan’ın
deyişiyle, “aynı kanala dökülen ırmaklar gibi tarihimizin belirli bir döneminde Türk fikir
hayatını beslemiştir.” Bu siyasi-toplumsal tezlerin başka bir dönemde değilde İkinci
Meşrutiyet’te popüler olmaları, elektrikle doymuş yağmur bulutlarının patlaması gibi sosyal
ve felsefi düşüncelerin bu dönemde doyuma ulaştığını ve taşması gerektiğini gösterir.
Birbirinden farklı mecralara yönelen bu akımlar, aynı rahimde aşılanmış ve gelişmiş
“Karamozof Kardeşler”e benzer. Hiçbirinin niteliği, davranış kalıbı ve karakteri bir diğerine
benzememiş olsa bile, hepsi de aynı lif ve aynı dokulardan meydana gelmiştir. Aralarındaki
zıtlaşma ve çelişkiler bu toplumun çelişkileridir.89
İlerleyen sayfalarda haklarında geniş bilgi verilecek olan farklı siyasi yönelim ve
yöntemlere sahip bu düşünce akımlarının birleştikleri noktaları burada ifade etmek,
aralarındaki farkları görmek ve ideolojik bağlamlarını göstermek açısından daha yararlı
olacaktır. Bu çerçevede şu tespitlerde bulunulabilir:
1. Hepsi de dönemlerinin gündelik ihtiyaçlarından doğmuştur. Her biri yıkılışa
doğru sürüklenen Osmanlı Devleti’ni kurtarmak ve milletimize eski ihtişam ve gücünü
tekrar kazandırmak amacındadır.
2. Hepsi, Batı’nın maddi ve teknik üstünlüğünü kabul etmiştir. Bu noktalarda
Avrupa seviyesine ulaşmayı amaçlamışlardır.
3. Bu düşünce cereyanlarının çoğu daha çok geleceği hazırlayan siyasi ve sosyal bir
fikir özelliği taşır. Aksiyon haline geçmeye hazırdır. Bununla birlikte mümkün olduğunca
günlük kısır çekişmelerden uzak kalmışlardır.
4. Ekseriyetle Tanzimat’ın hayatımıza getirdiği yüzeysel Batı taklitçiliğini ve Doğu-
Batı ikilemini sona erdirmek isterler.
5. Bu akımlar son tahlilde iktisadi olmaktan çok mefkûreci ve ahlakçıdır. İktisadi
konulara daha az kafa yormuşlardır. Az sayıdaki bu ekonomik meseleler de daha çok
dönemsel milli heyecanlarla kapitülasyonlardan ve Avrupa’nın iktisadi-mali baskısından
kurtulmayı salık veren hususlardır.
89 Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Üçdal Neşriyat, İst. 1983, s. 105-106.
34
6. İlk ortaya çıkışlarında uzlaşmaz ve aşırı görünen bu akımlar zamanla siyasi
olaylar ve hayatın gerçekleri karşısında bazı ortak noktalarda buluşabilmişlerdir.90
Türkçülük, İslamcılık, Batıcılık akımları hep birlikte yeni Türkiye’yi hazırlayan
fikirlerdir. Hepsi bir miktar değişerek, dönüşerek genel anlamda Osmanlı, özel anlamda
Türk toplumunun hayatında etkili olmuştur. Zaten daha 1913’lerde Gökalp, bu üç cereyanı
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinde uzlaştırmak istemiş ve “muâsır bir
İslam Türklüğü” inşa etmenin gerekliliğini vurgulamıştır.91
2.1. Osmanlıcılık
Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bütün etnik ve dini gruplar arasında
“Osmanlılık” aidiyeti tesis edip; din, ırk, milliyet farkı gözetmeden adalet, hürriyet, eşitlik
çerçevesi içinde tam bir kaynaşma ve dayanışma ile bir arada tutulmalarını ve yaşamalarını
temin etmek isteyen; İmparatorluğun menfaatleri doğrultusunda gayret sarf edecek bir
“Osmanlı Milleti” oluşturmaya yönelik bir çabadır; bir fikir cereyanıdır.92 Osmanlıcılık
ideali, “millet sistemi”ne dayanan Osmanlı’da toplumsal statüyü belirleyen kıstaslardan biri
olan dinin etkisinin azaltılıp; Fransız İhtilali sonrasında Avrupa’da yaygınlaşmaya başlayan
vatandaşlık ve hukuksal eşitlik esaslarına dayalı modern siyasal anlayışın İmparatorluk
siyasetinde bilinçli ve tedricen etkin kılınmasıdır, Tanzimat döneminde devletin dağılma
sürecini önlemeye yönelik bir tedbir paketidir.93
Osmanlıcılık cereyanının resmî olarak ortaya çıkışı ve gelişimi Tanzimat’la başlar.
Zira 1839 Gülhane Hatt-ı Hümâyunu, Osmanlı ülkesinde yaşayan bütün tebanın eşit
vatandaşlığını ilan etmiş ve bütün etnik ve dini azınlıkların can, mal ve namuslarını güvence
altına almıştır. Osmanlı milleti oluşturma siyasetinin, II. Mahmut’un “Ben tebaamın
Müslüman olanını camide, Hıristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim.
Aralarında başka bir gûnâ farkı yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir
ve hepsi gerçek evladımdır” beyanı ile örtüştüğü dikkate alınırsa, Tanzimat’tan önce
kendini hissettirmeye başladığı söylenebilir. Hatta Ziya Gökalp’e göre Osmanlılık anlayışı
İmparatorluğun kuruluş yıllarına kadar götürülebilir. O, Diyarbakır’da Peyman
90 Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, s. 61-64; Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 341-342. 91 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 359. Krş. Gökalp, TİM, s. 12-13. 92 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 58; Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913)”,
s. 88. 93 Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913)”, s. 89-91.
35
Gazetesi’nde yayımlanan “Türklük ve Osmanlılık”94 adlı makalesinde, Osmanlı demek,
Türk demek değildir, diyerek iki kavramı tartışır. Ona göre Osmanlılar, kaderin bir cilvesi
olarak anayurtları olan Türkistan’dan uzak bir yerde zaman ve mekândan kayıtsız olarak,
sahip oldukları hususi dehaları onları başka bir gayeye yöneltmiştir. Bu gaye, kan kardeşi
olmayan çeşitli kavimleri can kardeşi yaparak, doğumla hâsıl olan kardeşliğin fevkinde
terbiyevî ve tekâmülî bir millet yaratmıştır. Ancak hariçte somut bir varlığı olmayıp sadece
zihinlerde mevcut olan bu hayali milletin varlığını devam ettirebilmesi için zihnin dışında
hariçte bir varlığa ihtiyaç vardır. İşte bu da “Osmanlı”dır. Osmanlılık duygusu daha ilk
başlarda kendini hissettirir. Abdurrahman Gaziler, Konur Alpler, Samsa Çavuşlar, Mihal
Gaziler, Evrenos Gaziler, Kara Halil gibi her ırktan kimseler bunu benimsemiştir. Sonraki
dönemde devlet her şeyi ile “Osmanlı” olacak fertler yetiştirmek için üç kurum ihdas
etmiştir. Enderûn-i Humâyun, Paşa daireleri ve Yeniçeri ocağı. Türkler de dâhil farklı
unsurlardan gençler buralarda eğitilip, kendi asli unsurlarını unutup, hakiki Osmanlı
olmuşlardır. Osmanlılık, bütün unsurların üzerinde yepyeni bir millettir. Artık Osmanlı,
Türklükten tamamen ayrıdır. Türk kalanlar Osmanlı olamadıkları gibi Osmanlı olanlar da
artık Türk değildir.95
Ancak 19. yüzyılın siyasi ve ideolojik bir düşünce akımı olarak Osmanlıcılık
düşüncesi Tanzimat döneminde hız kazanmıştır. Bu devrede, Osmanlı ülkesinde bulunan
değişik etnik unsurlar, batılı büyük devletlerin kışkırtması ve desteği ile bağımsızlığa
yönelmişlerdir. Zaman milliyetçilik zamanıdır. Dolayısıyla bu ayrılıkçı siyasetleri en aza
indirmek ve ülke bütünlüğünü muhafaza edebilmek amacıyla dâhilive harici baskıları
bertaraf etmeye yönelik olarak “Osmanlıcılık”96 fikri, Osmanlı devlet ve siyaset ricali
arasında kabul görmüştür.97
1789 Fransız İhtilali sonrası çağdaş anlamda millet tanımının çerçevesine giren
toplumların, yaşadıkları topraklar üzerinde kendi devletlerini kurmak istemeleriyle birlikte
94 Gökalp (Mehmed Mehdi), “Türklük ve Osmanlılık”, Peyman Gazetesi, S. 2, 22 Haziran 1325/5 Temmuz
1909; Makaleler I, s. 54-57. 95 Gökalp, “Türklük ve Osmanlılık”, Makaleler I, s. 54-57. 96 Kodaman, Osmanlıcılığın fiilen, 15. ve 16. yüzyıllarda mevcut olduğunu, siyasi Osmanlıcılığın, 19.
yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı birliğinin fiilen olmadığı ve İmparatorluğun dağılma safhasını yaşadığı
bir dönemde ortaya çıktığını dolayısıyla hiçbir başarı şansının olmadığını ifade eder. Kodaman, DGBİT, C.
12, s. 58. 97 “Tanzimat fikri, (…) bir Osmanlı milleti oluşturması beklenen Galatasaray Mekteb-i Sultanisi (1858) gibi
okullarda ve basının kamuoyu oluşturma aracı olarak geliştiği 1860’lardan itibaren Basiret ve İttihad gibi
gazetelerde devlet destekli olarak yoğun biçimde işlenmiş, (…) nihayet 1876 Anayasası’nın 8. maddesinde
resmi ifadesini bularak, “Devlet-i Osmaniyye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve
mezhepte olursa olsun bilâ istisna Osmanlı tabir olunur” denilmiştir.”, Özcan, “Osmanlıcılık”, s. 486.
36
gelişen milliyetçilik hareketleri imparatorlukların toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir. İşte
Osmanlıcılık, 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren böyle bir gelişmeyi önlemeye yönelik
olarak ortaya çıkmış bir akımdır. İlk zamanlar, bu mesele bir Avrupa meselesi olarak
görülmüş ancak Sırp isyanı ve bağımsızlıkla sonuçlanan Yunan isyanından sonra
Balkanlar’daki Hıristiyan unsurların Avrupa’dan aldıkları destekle ayrılıkçı temayüller
göstermeye başlamaları, meselenin mevcut Osmanlı toplumsal yapısı içerisinde
çözümlenemeyeceğini göstermiş; böylece daha geniş muhtevalı bir Osmanlı kimliği
oluşturulması kaçınılmaz olmuştur.98 Ancak burada dikkati çeken husus, Osmanlıcılık’ın tek
başına kurtarıcı bir siyaset olmaktan ziyade, devletin bekası için uygulamaya konulan
Tanzimat’ın toplum projesi olmasıdır. Tanzimat ise kanun ve nizama dayalı, hürriyet ve
meşvereti esas alan yeni bir devlet ve toplum yapılanmasını hedeflemiştir.99
Osmanlıcılık programının sloganı; “Türklük yok, Osmanlıcılık var”dır.100 Ancak
Tanzimat ve sonrasındaki uygulamalar ne Müslümanları ne de gayrimüslimleri memnun
etmiştir.101 Yüzyıllardır “millet-i hâkime” olan Müslümanların “milel-i mahkûme”
durumundaki gayrimüslimlerle eşit haklara sahip olması, Müslüman Osmanlılar açısından
kabullenilmesi zor bir durum oluşturmuştur. Bunun neticesi olarak Müslüman bürokrat ve
aydınlar arasında farklı tavırlar oluşmaya başlamış; gelişmelere tepki gösteren ve Şinasi ile
başlayan Yeni Osmanlılar hareketi I. Meşrutiyete kadar etkili olmuştur. Diğer taraftan elde
ettikleri yeni haklara rağmen gayrimüslim unsurlar da farklı coğrafyalarda bağımsızlık
hareketlerine girişerek fiili isyanlar başlatmışlardır.102
Böylesine zorlu bir dönem ve zeminde siyaset sahnesine çıkan; Osmanlı hanedanı,
Osmanlı vatanı ve ortak menfaat gibi üç temel üzerinde yükselen “Osmanlıcılık” düşüncesi,
bütün Osmanlı vatandaşlarını eşit, hür ve adil bir yönetim altında “Osmanlı milleti” olarak
bir araya getirmeye çalışmıştır.103 Bu çerçevede önceden süregelen Müslüman eksenli devlet
98 Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 485. 99 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, Dergah Yay., İst., 2011, s. 27. Dönemin önde gelen devlet
adamlarından Mustafa Reşid Paşa’nın, “Din ve mezhep farkı tebaanın ancak şahıslarına müteallik bir iştir.”,
Ali Paşa’nın, “tebaanın din ve mezhepten başka hususlarda birbirleriyle kaynaştırılması” gibi ifadeleri ile
dönemin basılı eserlerinde geçen “imtizac-ı akvam ve ittihad-ı anasır” türü ifadeler, Osmanlıcılığın izlerini
göstermektedir. Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 485. 100 Devlet içindeki Türk unsur önceleri sezgisel bir ihtiyata tabi olarak, henüz mevcut olmayıp bir mefkûre
olarak zihinlerde var olan Türkçülük için hâlihazırda mevcut Osmanlı Devleti’ni tehlikeye düşürmekten
çekinmişlerdir. O nedenle Türk aydınları “Türklük yok, Osmanlılık var” anlayışını benimsemişlerdir. Bkz.,
Gökalp, TİM, s. 3. 101 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 58. 102 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 341; Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi
(1839-1913)”, s. 97. 103 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 58.
37
yapılanması yerini bütün vatandaşların siyasi ve hukuki temelde eşitliği anlayışına
bırakmıştır. “Hâkim devlet”in yerine, “hâdim devlet”, “millet-i hâkime”nin yerine de
“milletlerin eşitliği” düşüncesi ikame edilmiştir.104 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi ile
anayasal bir dayanağa kavuşan Osmanlıcılık, böylelikle en önemli hukuki hedeflerinden
birini gerçekleştirmiştir.105 II. Abdülhamit’in iktidarı döneminde de resmi planda aynı
çizgidedevam eden Osmanlıcılık siyaseti, farklı gruplar tarafından ona karşı yürütülen
muhalefetin de kullanışlı bir politik aracı olmuştur.106
Balkan Savaşlarının sonuna hatta İmparatorluğun yıkılışına kadar bir şekilde
gündemde kalan bu siyaset anlayışının yani Osmanlı milleti teşkil etme düşüncesinin imkân
ve sonuçlarını diğer fikir akımlarıyla karşılaştırmalı olarak ilk defa ortaya koyan Yusuf
Akçura’dır. O, “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük
cereyanlarından hangisinin yararlı ve uygulanabilir olduğunu tartışırken: “Osmanlı milleti
teşkili, Osmanlı ülkelerini şimdiki hudutlarıyla muhafaza için yegâne çaredir. Fakat
Osmanlı Devleti’nin hakiki kuvveti, günümüzdeki coğrafi şeklini korumakta mıdır?”, diye
sorar ve Osmanlı milleti teşkil etmenin, zımnen bir hayal olduğunu ifade eder. “Osmanlı
milletinin ortaya çıkmak halinde, devletin farklı din ve cinslere mensup tebaasından,
serbestlik ve hukuki müsavat üzerine kurulmuş karma bir millet hâsıl olacak, bunlar sırf
vatan (Osmanlı ülkesi) ve millet (Osmanlı milleti) fikriyle birleşerek, din ve kavimlerin
hayatlarından doğma ihtilaflar ve kavgalar kalmayacak ve bu esnada Rumlar, Ermeniler
gibi Türkler, Araplar da eriyecek. (…).”107 Bu tür düşünce ve planların gerçekleşmesinin
önündeki engelleri birer birer ortaya koyan Akçura’ya göre artık Osmanlı milleti meydana
getirmekle uğraşmak, boş bir çabadır.108
Acı tecrübelere ve milliyet fikrine rağmen Osmanlıcılık, Genç Türkler arasında
taraftar bulmuştur. II. Meşrutiyet ve Balkan savaşlarından sonra Osmanlıcılığı, Türkçü,
İslamcı ve gayrimüslim gruplar kendilerine göre tanımlamışlardır. Artık kimse “Osmanlı
milleti” yaratma peşinde değildir. Her grup kendi amacına hizmet ettiği ölçüde,
Osmanlıcılık anlayışından yararlanma yoluna gitmiştir.109
104 Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 485. 105 Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913)”, s. 92. 106 Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 486. 107 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 27. 108 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 30-31. 109 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 59. Tunalı Hilmi’nin dediği gibi: “Osmanlılık demek, Türklük demek değildir.
Ne kimseye zarar verir ne de bir milliyete dokunur. Böyle olunca: Osmanlı olmayacak kim bulunur?”.
Bkz., Orhan Türkdoğan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Birleşik Yay., İst., 1996, s. 100-101.
38
Devletin bekası için Müslüman-Türk unsur tarafından savunulan Osmanlıcılık
ideali, Avrupa’yı da arkalarına almış olan gayrimüslimler tarafından hiçbir zaman
benimsenmemiştir. Onlar her zaman kendi milli davalarını takip etmişlerdir. Balkanlar’da
sürekli yaşanan ayrılıkçı gelişmeler, Osmanlıcılık siyasetinin beklenen kaynaşmayı
sağlayamadığını göstermiştir. Diğer taraftan Balkanlar’daki Hıristiyan unsurların baskı ve
katliamlarından kaçarak Anadolu’ya göç eden Müslüman halkın durumu ve bilhassa
Anadolu’da Müslüman nüfusun artması gibi demografik değişimler, devletin bekasını
Müslüman unsura ve İslam dayanışmasına dayandıran bir siyaset olarak İslamcılığa yönelen
bir gelişmeyi gündeme getirmiştir. Böylelikle Osmanlıcılık büyük ölçüde terk edilmiştir.110
II. Meşrutiyet’e gelindiğinde Abdülhamid111 muhalifi Müslim, gayrimüslim bütün
unsurlar, Abdülhamit’e Meşrutiyeti yeniden ilan ettirmenin verdiği heyecan ve
duygudaşlıkla kardeşlik ve birlik gösterileri sergileyerek bir bakıma Osmanlıcılık ruhunun
halen ölmediğini gösterseler de bu onları Abdülhamit muhalifliğinde birleştiren bir
yakınlaşmadan öteye geçmemiştir. Nitekim Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra, Girit’in
Yunanistan ve Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı ile Bulgaristan’ın
bağımsızlığını ilan etmesi, yapılacak seçimlerde gayrimüslimlerin eski imtiyazlarını
korumaya yönelik ısrarları gibi gelişmeler Osmanlılık siyasetinin gerçekleşmesinin
zorluklarını teyit etmiştir. Bu çeşit engel ve zorluklar, İttihatçıları Osmanlılık siyasetinden
uzaklaştırıp Türkçülüğe doğru yaklaştırmış, Osmanlılık idealini savunmak bu tarihten sonra
İttihat ve Terakki muhaliflerine kalmıştır. Balkan savaşlarında yaşanan felaket ve
Rumeli’deki toprak kayıpları Osmanlıcılık idealini kesin olarak sona erdirmiştir.112 Öte
yandan devletin adının Osmanlı ve “Osmanlı” kavramının etnik veya dini bir çağrışımının
ön planda olmayışı nedeniyle, konjonktürel olarak “Osmanlıcılık”, 1. Dünya savaşının
sonuna kadar Osmanlı aydınlarının ortak noktası ve ideali olma özelliğini korumuştur.113
Sonuç olarak, “Osmanlı Devleti nasıl kurtarılmalıdır?” sorusuna verilmiş ilk
ideolojik cevap olan ve kendisinden sonra gelen İslamcılık ve Türkçülük gibi düşüncelere
zemin teşkil eden Osmanlıcılık, devlet adamları için bir şekilde devletin bütünlüğünü
110 Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 486; Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi
(1839-1913)”, s. 92. 111 Abdülhamit ile ilgili birbirine zıt iki aşırı düşünce vardır. Bir gruba göre o, kanlı istibdâdı ile Türk ve
Osmanlı halklarına kan kusturan bir tirandır; diğer tarafa göre ise, “ne yaptıysa iyi ve doğru yapmış” ulu bir
hakandır. Oysa Abdülhamit her ikisi de değildir. O, “yalnızca gemisini kayalıklı ve hırçın suların hızla
aktığı bir boğazdan sağ salim geçirmeye çalışan kaptandır. Koşulların rasyonaline göre davranmaya çalışan
bir yöneticidir.” Bkz., Çavdar, Türkiye’nin demokrasi tarihi 1839-1950, s. 51. 112 Özcan, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, s. 486-487. 113 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 59.
39
korumak ve devleti yaşatmaktır. Türk aydınları için hem devleti yaşatmak hem de Türk
unsurunun devlet içindeki önemini ve işgal ettiği ilk sırayı muhafaza etmek, gayrimüslim ve
Türk olmayanlar için ise bağımsızlığa götüren yoldur. Türkçüler ve İslamcılar için
kozmopolitliktir. Avrupalı emperyalist devletler için kapitülasyon, imtiyaz, sömürü,
Hıristiyan unsurların önce özerkliği sonrasında ise bağımsızlığı demektir.114 Tanzimat’ın
ilanı ile başlayıp 1. Dünya savaşı yıllarına kadar gündemde kalan Osmanlıcılık pragmatik
araçsallığının yanında entelektüel olarak da kendini hissettirmiş; Yeni Osmanlılar ile
başlayıp, Jön Türklerle devam eden liberal siyasetle özdeşleşmiştir. Nitekim 1908 sonrası
kurulan bazı liberal siyasi partiler (Ahrar Fırkası, Osmanlı Demokrat Fırkası, Mutedil
Hürriyetperverân Fırkası ve bunların bir araya geldiği Hürriyet ve Îtilâf Fırkası) Osmanlıcı
bir siyasi ideoloji takip etmişlerdir.115
2.2. İslamcılık
İslamcılığı nesnel olarak tanımlamak zordur. Bunun yerine onun çerçevesini,
özelliklerini betimlemek daha uygun olur. Bu bağlamda İslamcılık; “XIX-XX. yüzyılda,
İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) “yeniden”
hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı
sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden…
kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist,
modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve
çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket”tir.116 Bu yaklaşımda İslamcılık daha çok
sosyal değişme olgusuyla açıklanmaktadır. Bir başka tanımlama denemesinde ise İslamcılık
“ideolojik bir yönelim” olarak görülür. Bu ideolojik form 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı
İmparatorluğu’nun uzak çevresinde ve Hindistan’da şekillenmiş; 1870’lerden itibaren
Osmanlı vatanında da güçlenmeye başlamıştır.117 Kendisi de İslamcı olan S. Halim Paşa ise
İslamlaşma’yı; “İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak
tatbik edilmesi” olarak tarif eder. Ancak ona göre bu tatbik işi, dinin temel esaslarıyla
114 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 59-60. 115 Somel, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913)”, s. 92. 116 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 17. 117 Şerif Mardin, “İslamcılık”, TCTA, İletişim Yay., İst., 1985, C. 5, s. 1400.
40
zaman ve muhitin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde tefsir edilip uyarlandıktan sonra
yapılmalıdır.118
İslam, kuruluşundan itibaren Osmanlı Devleti’nin siyasal karar alma süreçlerinde ve
toplumsal yaşamında etkili olmuş bir dindir. Ancak bir düşünce akımı olarak İslamcılık;
hedefi, yöntemi ve işlevi bakımından, dini olmaktan ziyade politik bir yapıya sahiptir. Bu
hususun bir göstergesi, İslamcıların sıklıkla ve önemle vurguladıkları “ittihad-ı İslam”
siyasetidir. Uluslararası arenada Müslüman toplumların ve özellikle de Osmanlı’nın tekrar
söz sahibi ve bir denge unsuru olabilmesinin yegâne yolu budur. Bu politik aracı II.
Abdülhamit de uzun süre etkili bir şekilde kullanmıştır.119 İslamcılık, Müslümanların buhran
dönemlerinde İslam’a daha sıkı sarılmalarını öğütlemekten ziyade, bütün Müslümanların
birlikte hareket etmeleri, hatta daha ileri seviyede siyasi bir ittihat kurmaları fikri üzerine
yoğunlaştığı için “Panislamizm” olarak da vasıflandırılmıştır.120
İslamcılık aynı zamanda bir savunma ve kurtuluş ideolojisidir.“İslam dünyasının
modernleşmeyi ve Batılılaşmayı göğüsleme çabası”dır.121 Dolayısıyla Osmanlı
Devleti’ndeki İslamcılık hareketi bir bakıma Osmanlıcılığın devamı, Türkçülük öncesi bir
kalkınma ve kurtuluş ideolojisidir.122 Batıcılık, Türkçülük, adem-i merkeziyetçilik
cereyanları gibi ideolojik ve siyasi bir karaktere sahiptir. Yeni kurumlar ihdas etmeye dönük
fikirleri ve toplumsallaşma istidadı ideolojik; Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü,
muhafazasını ve devamını sağlamaya yönelik hedefleri dolayısıyla da siyasi bir harekettir.123
19. yüzyılda ortaya çıkan modernist İslamcılık hareketini geçmişteki dini
tecdid/teceddüd (yenileme/yenilenme) hareketlerinden ayıran en önemli nokta bu yeni
İslamcılık yorumunun “dıştan içe doğru bir yenilenme” olmasıdır. Daha önceki ihya
hareketleri İslam’ın ilk yıllarına dönmeyi, asıl kaynakları temel almayı merkeze alan “içten
118 Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Haz. M. Ertuğrul Düzdağ, Tercüman 1001 Temel Eser, t.y., s. 204.
İslamcılıkla ilgili diğer tanımlar için bkz., Tarık Z. Tunaya, İslamcılık Akımı, İst. Bilgi Ü. Yay., İst., 2003, s.
1; Mehmet S. Aydın, “İrtica’ya İlişkin Bazı Düşünceler”, Doğu Batı, Yıl: 1, S. 3, Mayıs-Haziran-Temmuz
1998, s. 55. 119 Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İst. Bilgi Ü. Yay., Çev. Şiar Yalçın, İst., 2010, s. 22-30. 120 Kodaman, DGBİT, C. 12, s. 60. Ayrıca İslamcılık için İslam dünyasında “tecdid, ıslah, ittihad-ı İslam
(Panislamizm karşılığı olarak), ihya; Batı’da ise “Panislamizm, modern İslam(iyet), çağdaş İslam
düşüncesi, İslam’da reformist düşünce” gibi isimlendirmeler kullanılmaktadır. Bkz., Kara, Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi-1, s. 17. 121 İsmail Kara, “İsmail Kara ile Yeni Kitabı Üzerine Söyleşi”, İzlenim, S. 16, Aralık 1994, s. 50. 122 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 27. 123 Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 1; Enver Z. Karal da İslamcılığı dini olmaktan ziyade siyasi bir hareket olarak
nitelemektedir. Bkz., E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, TTK Basımevi, Ankara, 1995, C. 8, s. 540.
41
içe bir yenilenme” yani Hz. Peygamberin hadisinde124 ifadesini bulan tecdid hareketidir.
Modernist İslamcılık ise her ne kadar kaynaklara dönüşe çok önem verse de genel hatlarıyla
“içten içe doğru yenilenme”ye uzak kalmış, hatta ilke olarak bunu benimsememiş; bunun
gerçekleşmesini imkânsız gören bir yaklaşıma sahiptir. Bir kurtuluş, kalkınma, iktidar ve
hâkimiyet peşindedir. Dolayısıyla evrim düşüncesinin bir ürünü olan ilerleme (terakki)
fikrine önem verir; bu yönüyle geçmişten, gelenekten uzakta durur. Haddizatında geçmiş ve
gelenek ancak ilerlemeye katkısı oranında bir değere ve öneme sahiptir.125
İslamcılık iki temel göstergeye sahiptir: Bunlardan biri “İslamlaşmak” diğeri de
“modernleşmek”tir. İslamcı aydınlara göre modern Avrupa medeniyetinin İslam dünyasına
meydan okumasına ancak modernleşmenin gereklerine uygun bir zihniyet dünyası inşa
ederek ve dinin hakikatine dönerek yani “İslamlaşarak” karşı konulabilir. Bu bağlamda
İslamcı aydınlar, İslam toplumunun geri kalmışlık problemini aşmak için, maddi
kalkınmayı teşvik eden nasları öne geçirmek, İslam’ın özüne aykırı geleneği ıslah etmek,
içtihat müessesesini işletmek, cehaleti gidermek için yaygın kitlesel eğitime ağırlık vermek
ve en nihayetinde dinin asli kaynaklarına dönmek amacıyla çalışmalar yapmışlardır.126
İslamcılık düşüncesi Mısır’da Cemâleddin Efgânî (1839-1897), onun öğrencisi ve
takipçisi Muhammed Abduh (1845-1905), Hindistan’da Seyyid Ahmed Han (1817-1898)
ve Seyyid Emir Ali (1849-1928), Osmanlı Türkiyesi’nde ise Sırât-ı Müstakîm
(Sebîlürreşâd), Beyânu’l-hak, İslam Mecmuası ve Volkan gibi yayın organlarında
kümelenen yazar ve aydınların127 öncülüğünde II. Meşrutiyet sonrası128 ortaya çıkmış ve
gelişmiştir.129
İslamcılığın doğuşuna neden olan en önemli husus, Batı’nın 19. yüzyılda İslam
dünyası üzerinde kurduğu askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel üstünlük ve baskıcı
124 “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak (yüceddidü) biri(leri)ni gönderir”, Ebû
Dâvûd, Sünen, “Melâhim”, 1. 125 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 17-19. 126 Kutluer, “İslamcılık: Düşüncede”, DİA, C. 23, İst., 2001, s. 65. 127 Bu çerçevede Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1914), Said Halim Paşa (1864-1921), Mehmed
Âkif (1876-1936), Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), Ömer Ferit Kam(1864-1944) , Mehmet Ali Ayni
(1869-1945), İsmail Fenni(1855-1946), Said Nursî (1878-1960), Musâ Kâzım (1859-1920, Halim Sabit
(1883-1946), Seyyid Bey (1873-1925), Mehmet Şemsettin (1883-1961) gibi isimler zikredilebilir. Bu
aydınlar daha çok Sırât-ı Müstakîm mecmuasında yazarken, II. Meşrutiyet’in getirdiği hürriyetle beraber
yayın organlarının sayısı artınca Sırât-ı Müstakîm (Sebîlürreşâd), Beyânülhak, Livâü’l-İslâm, Hikmet,
İttihad-ı İslâm, Tasavvuf, İslâm, Volkan gibi dergi ve gazetelerde de yazmaya başlamışlardır. Bkz., Azmi
Özcan, “İslamcılık: İkinci Meşrutiyet Dönemi”, DİA, İst. 2001, C. 23, s. 62; Kutluer, “İslamcılık:
Düşüncede”, DİA, C. 23, s. 62. 128 Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 1-2; Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 17. 129 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 17.
42
tutumdur. İslam toplumları üzerindeki Oryantalizm130 ve misyonerlik çalışmaları,
Müslüman ülkelerin işgal altında ve çoğunun da baskıcı yönetimlerin idaresi altında
bulunması gibi hususlar Müslümanların kendilerini değersiz addetmelerine zemin
hazırlamış ve psiko-sosyal bir sarsıntıya maruz bırakmıştır.131
İslamcılara göre yanlış dini inançlar, dine olan ilgisizlik, baskıcı yöneticilerin
varlığı, müesseselerin bozulması, burjuvazinin yokluğu, hem Batıyı hem de geleneği taklit
düşüncesi, atalet ve tembellik gibi nedenlerle Müslüman toplumlar geri kalmışlardır.132 Bu
hususları Müslümanların İslam’ın temel prensiplerinden uzaklaşmaları, taklit, cehalet, atalet
ve iktisadi bağımlılık gibi Müslümanların kendilerinden kaynaklanan iç sebepler; Batının
Osmanlı Devleti üzerindeki ağır baskısı, Avrupa’nın maddi ve manevi bütün gücüyle İslam
dünyasına saldırması şeklinde ifade edilebilecek dış sebepler şeklinde sıralamak
mümkündür.133 Bütün bu sorunların üstesinden gelebilmek için yani Müslümanların maddi
ve manevi olarak kalkınabilmeleri, medeni milletler seviyesine erişebilmeleri, devletin eski
azamet ve kuvvetine kavuşabilmesi ancak yeniden gerçek İslam’a dönmekle yani
İslamlaşmakla mümkündür. Özellikle Batılıların, oryantalistlerin ve onların izinden giden
bazı Müslümanların iddia ettiklerinin aksine “Gerçek İslamiyet mani-i terakki değildir”.
İslam, bireysel ve sosyal hayatın her alanını kapsayan kaide ve kurallar vazetmiştir. İslam’ın
esasları her çağın ihtiyaçlarını karşılayabilecek tarzda esnekliğe ve yenilikçi özelliklere
sahiptir. Hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik, düşmanın silahıyla silahlanma, ruhbanlığı kabul
etmeme, istibdat ve zulme razı olmama gibi siyasi, sosyal ve ahlaki kaide ve kurallarıyla
İslam, modern bir devlet ve yaşayışın gereklerini kendinde bulunduran bir dindir. Öyleyse
kabahat İslam’da değil, Müslümanlardadır. Yapılması gereken Müslümanların yeniden
gerçek İslam’a yönelmeleri yani İslamlaşmalarıdır.134
130 Oryantalizm hakkında bilgi için bkz., Edward W. Said, Oryantalizm, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., İst.,
1999. Oryantalizm ve oryantalistler hakkındaki bazı olumsuz fikirlerin izalesi ve onlar hakkında gelişigüzel
fikir ileri sürmenin yanlış olduğuna dair düşünceler için bzkz., İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı,
Timaş Yay., İst., 2006, s. 159-169. 131 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 20-21. Enver Z. Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslamcılık
siyasetini benimsemesinin bir zorunluluktan kaynaklandığını ifade eder ve İslamcılığı ortaya çıkaran
amiller olarak şu tespitleri yapar: 1. Osmanlı’daki Müslüman-Hıristiyan münasebetlerinin bozulması. 2.
Avrupa’nın Osmanlı’nın içişlerine karışarak, Osmanlı Hıristiyanları lehinde müdahalede bulunmaları. 3.
İmparatorlukta ve dünyanın diğer yerlerinde İslam memleketlerinin Avrupalılar tarafından istilası ve
sömürge siyaseti. 4. İslam dünyasında İslam ittihadı lehinde fikir cereyanlarının belirmesi. Karal, Osmanlı
Tarihi, s. 539-543. 132 Adem Efe, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcılar ve Modernleşme (1908’den 1924’e), Uludağ Ü. Sos.
Bil. Enst. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bursa, 2002, s. 114-124. 133 Recai Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, y.y., Ankara, 1999, s. 15-16. 134 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 16-19.
43
İslamcılık akımına göre İmparatorluğun kurtuluşu için yapılması gereken iki temel
şart vardır. Birincisi özellikle ilim ve eğitim alanlarında yapılacak sosyal ıstılahlar, diğeri ise
modern anlamda milliyetçiliğin taklidi kabul edilebilecek ittihad-ı İslam’ı gerçekleştirmeye
yönelik olarak siyasi alanda ıslahat yapmak. Bu iki temel yaklaşım aynı zamanda
İslamcılığın ideolojisinin en önemli temellerini oluşturmuştur.135 İslamcıların fikirlerinin
odak noktasını, Osmanlıların Tanzimat’la birlikte kaybetmeye başladıkları
kültürelbenlikleri oluşturur. Bunu engellemenin en uygun yolu, Tanzimat’ın gizli olarak
inkâr ettiği şeriatın değerlerini tekrar Osmanlı toplumuna getirmektir.136 Haddizatında
İslamcılık, Tanzimat dönemindeki batılılaşma uygulamalarına düzensiz ancak sürekliliği
olan “Müslüman’ca” tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1860’lardan itibaren ise aydınlarını
oluşturmuş ve örgütlü hale gelmiştir.137
İslamcılık, Modernizmin ürettiği yeni kavramlara İslam kaynaklarından karşılıklar
bulma yoluna giderek hem kendini Batı karşısında bir alternatif olarak sunmak hem
İslam’ın tüm zamanlar için yeterliliğini vurgulamak istemiştir. Bu durum İslamcı retoriğin
siyasal alanda batılı kavram ve kurumlardan etkilendiğini göstermektedir.138 Aynı zamanda
bu çabalarla İslamcılar, demokratik ve parlamenter yönetim biçimlerinin Batıya has
olduğunu, Müslümanların ise monarşik bir idari sistemle idare edildiklerini öne süren
oryantalist söylemlere cevap vermek hem de pasif bir itaat kültürünü benimsemiş olan
Sünni siyaset anlayışını reforma tabi tutarak, yeni bir muhalefet oluşturup siyasi alternatif
sunmak istemişlerdir.139
Diğer düşünce akımlarında olduğu gibi İslamcılığın da temel ilgilerinden biri
batılılaşma meselesidir. İslamcılar, Avrupa’nın zihniyet yapısını ve temel müesseselerini
anlamadan; bu sistemi analiz edecek ulema ve bunları benimsemeye hazır toplumsal ve
kültürel yapı oluşturulmadan teşebbüs edilmiş ve edilecek her çeşit batılılaşma hamlesinin
beyhude olduğunu düşünmüşlerdir.140 Ancak İslamcıların bu konudaki görüşleri
bütünlükten uzaktır. Batı’ya ait her şeyi reddeden İslamcılara karşılık, çoğunluğu teşkil
eden bir başka grup ise seçmeci bir tavırla Batı medeniyetinden kısmen yararlanılmasını
135 Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 77-81. 136 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Der. M. Türköne, T. Önder, İletişim Yay., İst., 2000, s. 91-92. 137 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 91. 138 Kenan Çağan, “Son Dönem Osmanlı Siyasetinde İslamcılık ve Batılılaşma”, Yüzüncü Yılında II.
Meşrutiyet, s. 341. 139 M. Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Türkiyesindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış”, Arayışlar, Yıl: 1,
S. 1, 1991/1, s. 106. 140 İslamcıların “batılılaşma” olgusuna yaklaşımları için bkz., Özcan, “İslamcılık: İkinci Meşrutiyet Dönemi”,
s. 63; Efe, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcılar ve Modernleşme (1908’den 1924’e), s. 107-114.
44
savunmuşlardır.141 Genel itibariyle İslamcı düşünürler dinin temel kaynaklarını her dönemin
kendi şartları içinde yeniden yorumlayarak modernizmin ortaya koyduğu sorunlara ve Batı
medeniyetinin İslam’a yönelik hücumlarına cevap üretmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda da
geleneksel İslam’da asırlardır kapalı olduğuna inanılan içtihat müessesesinin yeniden
işletilmesini istemişlerdir.142
Hukuk alanındaki düzenlemelerde de İslamcı aydınların düşünce üretimleri,
sorunlara İslam fıkhının kendi iç dinamizmini işleterek çözüm bulmak yerine, modernizme
tepki şeklinde gelişmiştir. Ancak bu noktada gelenekçisinden modernistine kadar geniş bir
yelpazede yer alan İslamcı aydınların kendi aralarında önemli görüş ayrılıkları söz konusu
olmuştur.143
Yukarıda çerçevesi çizilen siyasal ve toplumsal görüşleriyle İslamcılar, somut
olarak ortada duran bir takım soru ve sorunları144 çözmeyi hedeflemişlerdir. Bu sorulara
verdikleri cevaplar ise şöyle sıralanabilir: İslam, modern dünyaya cevap verebilecek ve
hayatın her alanına hâkim kılınabilecek evrensel, siyasi-sosyal içeriğe sahip bir dindir. İslam
gelişmeye engel değildir, bilakis terakkiyi emreder. İslam’ın terakkiye engel görünen
tarafları ona sonradan ilave edilen geleneklerde aranmalıdır. Bu nedenle İslam’ın asli
kaynaklarına dönülmeli, kapanan içtihat kapısı yeniden açılmalıdır. Batı dünyası bazı
teknolojik üstünlüklere sahiptir. Müslümanlar, Batıyı üstün kılan bu bilim, teknik ve medeni
141 Bu noktada Müslüman aydınların batıdan gelen ideolojik ve oryantalist meydan okumalara karşı
geliştirdikleri üç farklı tepki dikkati çekmektedir: 1. Nostaljik söylem (“Batıya uygarlığı getiren
İslam’dır.”). 2. Batının üstün olduğu yaklaşımını reddeden söylem (Batıdan öğrenilecek ve alınacak
herhangi bir değer yoktur.). 3. Din olarak İslam’ı savunma ve haklı gösterme söylemi (Kur’an ve Sünnet’te
her şey mevcuttur; İslam en mükemmel dindir.). Bkz., Oliver Roy, Siyasal İslam’ın İflası, Çev. C. Akalın,
İst., 1992, s. 27. Roy’un bu tespitini, İslamcı düşüncenin tekâmülü ve çeşitli sorunlar karşısında takındığı
farklı yaklaşımlar olarak ele almak daha analitik ve daha isabetlidir. Bkz., Sarıkaya, “Osmanlı
Türkiyesindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış”, s. 106. 142 Sarıkaya, “Osmanlı Türkiyesindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış”, s. 106. 143 Örneğin İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Muhammed Hamdi, Seyyid Bey, Ahmed Hamdi (Akseki) gibi
İslamcılar İslam hukukunun zenginleştirilmesini, diğer mezheplerden yararlanılmasını yani mezheplerin
telfikini savunurken, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Darülfünûn müderrislerinden Sadreddin, Said Nursi gibi
İslamcılar ise diğer mezheplerden yararlanılmasına esastan veya zaman açısından karşı çıkmışlardır.
Aralarında bu türden görüş ayrılıklarına rağmen İslamcıları birleştiren ortak nokta; İslam hukukunun ve
kurumlarının asrın ihtiyaçlarına cevap vereceği düşüncesidir. Yine onlar Gökalp’in örfi şeriat-nakli şeriat
ayrımına karşı çıkarak, Kur’an’daki örfi şeriata dair ayetlerin zamanın ve örfün değişimine açık olmasını
reddetmişlerdir. M. Akif Aydın, “İslamcılık: Hukukta”, DİA, İst. 2001, C. 23, s. 68-69. 144 Bu temel sorulardan bazıları şunlardır: İslam dünyası niçin geriledi (inhitat, tereddi ve inkırazın sebepleri);
Müslümanlar maddeten nasıl kalkınabilir (terakki); ittihad-ı İslam için ne yapılabilir; Batının bugünkü
kalkınmışlık seviyesine gelmesinde etkin olan hürriyet, eşitlik, medeniyet, ilim, fikir hürriyeti, kadın hakları
gibi değerler İslam’da mevcut mudur; bilimle/akılla İslam arasında çatışma var mıdır; din-devlet ilişkileri
nasıl olmalıdır; dinde değiş(mey)en unsurlar nelerdir; Batıdan neler alınabilir/alınmalıdır; bu imkân nasıl
sağlanabilir (ictihad kapısı) vb. Bkz., Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 22; Özcan, “İslamcılık:
İkinci Meşrutiyet Dönemi”, s. 63.
45
usuller ile bunun temelindeki düşünce ve kurumları almalıdırlar. Diğer taraftan İslam,
Batılı tarzda bir milliyet anlayışını içermektedir. Öyleyse Müslümanlar bu avantajı
değerlendirip, siyasi bir topluluk oluşturabilirler.145
İslamcılara göre İslamlaşmanın gerçekleşebilmesi için ise şu tedbirlerin alınıp takip
edilmesi gerekir: 1. Müslümanları saf bir inanç sahibi kılmak. 2. Eğitim-öğretimin ıslahı ve
cehaletle, bilgisizlikle, taklitle mücadele. 3. Tasavvufun ıslahı. 4. İslam dünyasında yaygın
olan ahlak anlayışını ıslah etmek. 5. Cihadın çok geniş ve kapsamlı bir şekilde anlaşılmasını
sağlamak.146
İslamcılık düşüncesini iç ve dış siyasette etkin bir araç olarak daha çok II.
Abdülhamit kullanmayı denemiştir. Zaten İslamcılık onun iktidarıyla birlikte siyasal,
toplumsal ve basın-yayın alanında etkili olmaya başlamıştır.147 Peki, İslamcılık teoride tespit
edip ortaya koyduğu hedeflerini gerçekleştirebilmiş miydi ya da gerçekleştirme potansiyel
ve şansına sahip miydi? Bu konuyuYusuf Akçura, 1904 gibi İslamcılığın bir hayli yol aldığı
ve sonra görüleceği üzere Osmanlı’nın yıkılışına kadar da epey sürenin olduğu bir tarihte
yani tam da vaktinde tartışmaya açmıştır. O, İslam birliği politikasının Osmanlı Devleti’ne
faydası ve uygulanabilirlik imkânını tartıştıktan sonra şu minvalde düşünceler ortaya koyar:
Hiç korkmadan tekrar olunabilir ki İslam henüz pek güçlüdür. Ayrıca İslam birliği
siyasetinin tatbikinde, dâhili engeller az güçlük ile katlanılabilecek surettedir. Lakin harici
maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslam devletlerinin hepsi Hıristiyan
devletlerin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında, bütün Hıristiyan
devletleri Müslüman tebaaya maliktir. Dolayısıyla Hıristiyan devletler, tabiiyetlerinde
bulunan Müslümanların, sınırları haricindeki siyasi merkezlere bağlılıklarını -velev ki
manevi olsun- gelecekte önemli sonuçlar doğurabilecek umumi bir fikre hizmetlerini,
menfaatlerine aykırı gördüklerinden, ortaya çıkmasına her şekilde karşı koymak
isteyeceklerdir. Bunu İslam devletleri üzerindeki nüfuz ve iktidarları sayesinde yapabilecek
güce de sahiptirler. Dolayısıyla, dönemin en kuvvetli İslam devleti olan Osmanlı
Devleti’nin bile ciddi bir surette İslam birliği siyasetini hayata geçirmesine karşı
145 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 22. 146 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 58-61. 147 Kara’ya göre Osmanlıcılık siyasetinin “ittihad-ı anasır” ve “imtizac-ı akvam” oluşturma çabaları neticesiz
kalınca ittihad ve imtizac “ittihad-ı İslam” şeklinde daraltılmıştır. Böylelikle İslamcılık, 1870 yılından
itibaren Osmanlı’da hâkim siyasi düşünce olmuştur. Ancak İslamcılığın bir fikir hareketi halini alması, II.
Meşrutiyet esnasında Sırât-ı Müstakîm’in 14 Ağustos 1908’de yayın dünyasına girmesiyle mümkün
olmuştur. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 27-28.
46
koyacaklardır.148 Dolayısıyla İslamcılık icrası önünde büyük engeller bulunan bir düşünce
ve siyaset anlayışıdır.
İslamcılık düşüncesi etrafında birleşen aydınlar meselelere yaklaşımları, çözüm
önerileri ve yöntemlerindeki farklılıklar nedeniyle muhtelif gruplar içerisinde
değerlendirilmişlerdir. Örneğin Hilmi Ziya Ülken İslamcıları; 1. Gelenekçiler (Ahmed
Naim gibi). 2. Modernistler (İsmail Hakkı İzmirli ve Mehmed Şemseddin Günaltay gibi
medrese ile mektebi bir başka ifade ile doğu ile batıyı birleştirmek isteyenler). 3. Orta yol
tutanlar (Musa Kazım gibi gelenekçilik ile modernizm arasında orta bir yol tutanlar). 4.
Modernizme karşı olanlar (Mustafa Sabri gibi doğrudan doğruya modernizme karşı olanlar)
şeklinde dörtlü bir tasnife tabi tutmuştur.149 Ülken, daha sonra bu sınıflamaya beşinci bir
kategori daha ekleyerek, Modernist ve Türkçü olan İslamcılardan bahseder ve Mehmed
Şemseddin (Günaltay), Şerafeddin Yaltkaya, Halim Sabit ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimleri
bu başlık altında zikreder.150 Bir başka tasnif; 1. Muhafazakârlar. 2. Liberaller/Modernistler
ya da 1. Batıcılar. 2. İhyacılar şeklinde yapılmıştır.151
Yapılan bu ve başka tasnif denemeleri genel bir fikir vermesi açısından yararlıdır.
Ne var ki İslamcı aydınları kendi aralarında kesin çizgilerle birbirinden ayırmak uygun
değildir. Kara’nın da ifade ettiği gibi ilk bakışta anlamlı gibi görünmekle birlikte bu
sınıflamalar yanıltıcı olabilir. Zira İslamcılar arasında meselelere yaklaşım farklılıkları
olmuş; her biri kendi görüşüne yakın belirli mecmua ve gazetelerde yazmış ve birbirlerine
muhalefet etmişlerdir. Ancak tartıştıkları veya ayrı düştükleri konular asli meseleler
değildir. Örneğin hiçbir İslamcıda İslam’ın terakkiye karşı olduğu, Batı medeniyetinin
tümüyle reddedilmesi gerektiği, Batıda gelişen rasyonalist hareketlerle İslam’ın akla verdiği
önemin kıyaslanamaz olduğu türünden muhafazakâr fikirlere pek rastlanmaz. Muhafazakâr
olarak nitelendirilen isimlerin bu durumları, fikirlerinden ziyade yaşayış, davranış ve büyük
ölçüde de sonraki dönemde Cumhuriyet yönetimine karşı tutumları nedeniyledir.152
İslamcıların çoğunluğu Milli Mücadeleye destek vermiş ve Birinci Büyük Millet
Meclisi’nde de aktif olarak yer almıştır. Ancak paradoksal bir şekilde İslamcı Seyyid
148 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 31-33. 149 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 276. 150 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 276, 394-417. 151 Fazlur Rahman, İslam, Terc. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Selçuk Yay., Konya, 1996, s. 308-314. 152 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, s. 36.
47
Bey’in, hilafetin dini bir mesele olmayıp siyasi ve dünyevi bir konu olduğuna dair153
Mecliste yaptığı konuşmanın da etkili olduğu görüşmeler sonrasında 3 Mart 1924’te
Hilafetin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisatın getirilmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
kurulmasını düzenleyen kanunlar, İslamcılık akımının en azından o dönem için büyük
oranda sonu olmuştur. Bununla birlikte özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında ilmiye ve
İslamcı düşünce mensuplarından çok sayıda zat Büyük Millet Meclisi’nde mebus olarak yer
almış ve hukuk alanı ile ilgili kanunlaştırma faaliyetlerinde önemli etkileri olmuştur.154
Diğer taraftan Cumhuriyet inkılâpları ve laik kanunlarla siyasi rotasını çizen yeni rejim
hakkındaİslamcıların 1924 sonrası dönemde ortaya koydukları tavır ve fikirlerde bir
bütünlük görülmez.155
Netice itibariyle İslamcılık, İslam dünyasının Batı karşısında geri kalması ve
birçoğunun sömürge durumuna düşmesi karşısında daha çok İslamlaşmayı savunan
düşünce akımıdır. Ancak bu noktada İslam, ideolojik bir boyutla ele alınmıştır. Bu ideolojik
form, ilhamını İslam dininden almakla birlikte İslam’ı geleneksel kodlarından farklı olarak
batılı, modern siyasi ve toplumsal kavramlarla formüle etmiştir. Bu sebeple İslam
toplumlarının kendi epistemoloji ve medeniyetlerinin ürünü olmaktan çok Batıya bir cevap
ve reaksiyon şeklinde ortaya çıkıp şekillenmiştir. İslam toplumlarının birliğini hedeflediği
halde bunu gerçekleştirmenin bir hayli uzağında kalmıştır.
2.3. Batıcılık
Batıcılık’ı Osmanlı Devleti’nde başlayıp Cumhuriyet Türkiyesi’nde yeni boyutlar
kazanan, Batı Avrupa’nın toplumsal ve fikirsel kazanımlarını erişilmesi gereken bir hedef
olarak gören yaklaşım;156 çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmayı hedefleyen, uzun bir
hazırlık dönemine sahip olan ve ancak İkinci Meşrutiyet döneminde sistemli hale gelmiş
olan bir ideoloji;157 Osmanlı camiasını ve saltanat rejimini koruyarak radikal ıslahat
girişimleriyle memleketi kurtarmak isteyen İkinci Meşrutiyet dönemi cereyanı158 olarak
tanımlayanlar olmuştur. Onu toplumsal mühendislik projesi olarak gören Akgül’e göre ise
153 Ramazan Yıldırım, Hilafet Tartışmaları, Anka Yay., İst., 2004, s. 89. Seyyid Bey’in hilafetle ilgili görüşleri
için bkz., aynı eser, s. 85-131. 154 Aydın, “İslamcılık: Hukukta”, s. 70. 155 Özcan, “İslamcılık: İkinci Meşrutiyet Dönemi”, s. 65. 156 Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 9. 157 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 205. 158 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1 s. 41.
48
Batıcılık, tarihi hızlandırarak, toplumu “yakasından tutarak adam etme”ye çalışan tepeden
inmeci ve dayatmacı bir ideolojidir.159
Osmanlı Devleti, Avrupa ülkeleri karşısında özellikle askeri alandaki yenilgi ve geri
kalışa çözüm arayışları çerçevesinde Batı ile temasa geçmiş; daha önce dikkate almadığı,
bilmeye gerek görmediği Avrupa’nın siyasası ve yükselen bilimsel ve teknik başarılarının
gerisindeki nedenleri öğrenme çabası içerisine girmiştir. Bu amaçla bazı Avrupa ülkelerine
gönderilen elçiler ile özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra açılan modern okullar ve
gazete sayesinde batılı siyasi, sosyal ve kültürel değer ve düşünceler Osmanlı aydınlarını
etkilemiş ve toplumsal değişim başlatmıştır. Yeni Osmanlı aydınları ve sonrasında Jön
Türkler özellikle Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Mülkiye gibi önemli ölçüde Batının
pozitivist ve materyalist felsefelerinin tesiri altındaki dönemin önemli okullarında öğrenim
görenler, Batıcılığın ilk ve önemli temsilcileridir.160
Temelde Batıcılık161, Osmanlı Devleti’nde iki yüz yıldır devam eden batılılaşma
teşebbüslerinin II. Meşrutiyet’in özgür ortamında organize ve sistemli bir ideoloji hale
gelmesidir. Aynı zamanda bu dönemde batılılaşma adına tartışılan sorunlar da artmış ve
çeşitlenmiştir. Bu bağlamda ferdiyetçilik-toplumculuk, sosyalizm-kapitalizm, hürriyetçilik-
anarşizm, komünizm, evrimcilik, devrimcilik gibi birbiriyle karşıt düşünceler öncelikle
tartışılan konular arasında yer alır.162
Batıcıları163 Türkçü ve İslamcılardan ayıran temel fark şudur: Türkçü ve İslamcılar
Avrupa’nın yalnız ilim ve fennini almak taraftarı iken, Batıcılar bunlara ilaveten Batı’nın
kültür ve yaşam tarzının da alınmasını isterler. Üstelik Türk milletinin ve İslam dininin
değerlerini, törelerini hatta varlığını bile kabule yanaşmazlar. Batıcıların bu isteklerinin bir
159 Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Çizgi Kitabevi, Konya, 1999, s. 124. Krş., Ahmet İnsel,
Türkiye Toplumunun Bunalımı, Birikim Yay., İst., 1992, s. 1. 160 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 232-233; Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908),
İletişim Yay., İst., 1983, s. 43-50; Ayten Sezer, “Osmanlı Dönemi ‘Batıcılık’ Akımının Atatürk İnkılâpları
Üzerindeki Etkileri”, Türk Yurdu, S. 148-149, C. 19-20, Aralık 1999- Ocak 2000, s. 422; Ernest
Edmondson Ramsour, Genç Türkler ve İttihat Terakki, Terc. Hacasan Yüncü, Kayıhan Yay., İst., 2001, s.
25-29. 161 Batıcılık, Batılılaşma, Garpçılık, Avrupacılık, asrîlik, çağdaşlık, modernizm gibi kavramlar, aralarında
nüans olmakla birlikte aşağı yukarı aynı düşünce çizgisini ifade ederler. Bkz., Ülken, Türkiye’de Çağdaş
Düşünce Tarihi, s. 205. 162 Batıcı düşünce başta İctihad olmak üzere Tasvir-i Efkâr, Tanin, İkdam, Hürriyet-i Fikriyye gibi gazete ve
mecmualarda, Batıdan tercüme edilmiş kitaplarda ve aydınların kendi telif eserlerinde ortaya konulmuştur.
Bkz., Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 119. Krş., Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 357-358; Ergün
Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, AÜ Basımevi, Ankara, 1988, s. 41-42; Şükrü Hanioğlu,
“Batılılaşma”, DİA, İst., 1992, C. 5, s. 150. 163 Batıcılık akımının önde gelen savunucuları Dr. Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı, Süleyman
Nazif ve Ahmet Muhtar’dır. Bkz., Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İst., 1996, s. 42.
49
kısmı Meşrutiyet’te, büyük kısmı da Atatürk devrimleri sonunda gerçekleşmiş hatta bu
hususlardan daha radikal olanları bile uygulama imkânı bulmuştur.164
Maddeci ve pozitivist bir görüşe sahip olan batıcılar, Batının bütün medeniyet ve
değerleriyle aynen benimsenmesini istemişlerdir.165 Batıcılık, Osmanlı seçkinlerinin
bürokratik, bilimsel ve ideolojik baskı araçlarıyla yaptıkları “sosyal mühendislik”
dayatmasıdır. Batıcı yönelimde ana eksen pozitivist temelli olarak dinin insan ve toplum
hayatından dışlanmasıdır.166
Diğer taraftan her türlü fikre açık II. Meşrutiyet dönemi, batılılaşmanın sistemli hale
geldiği ve ivme kazandığı bir dönemdir.167 Dönemin hürriyet ortamı içinde oluşan kamuoyu
sayesinde on yıllardır varlıkları hissedilen siyasi fikirler sistemli bir cereyan halini
almıştır.168 Ülken, Batıcıların İkinci Meşrutiyet yıllarında tam bir bütünlük içerisinde
olmadıklarını; çeşitli hiziplere ayrıldıklarını ifade eder. Bunlardan biri onun “Tanzimat’ın
medeniyetçileri” dediği ve günün şartlarına göre, Osmanlı birliğini korumayı
amaçlayanlardır. Bunlar, Osmanlı-İslam geleneklerine bağlı kalarak batılılaşma taraftarı
olanlardır. Bunu da eğitim ve öğretim yolu ile aşmayı düşünmüşlerdir. Bunların başında
Emrullah Efendi ve Satı Bey vardır. Ancak Batıcıların ana gövdesi Dr. Abdullah Cevdet’in
merkezde yer aldığı gruptur.169 Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı ve Ali Kâmi diğer önde
gelenlerdir. Siyasi hayata Jön Türkler arasında başlayan bu aydınlara göre “kuvvetli ve
üstün olan her şey Batı’dadır.” Bu duygunun ilham verdiği bu aydınlar köklü bir
batılılaşmadan yana olmuşlardır. Çünkü onlara göre Doğu’dan gelen her şey “geri”,
Batı’dan gelecek her şey ise “ileri”dir. Geleneğe bağlanan herkes gericidir.170
Abdullah Cevdet’in Mısır’da neşrettiği ve Batılılaşmanın en önemli yayın organı
olan “İctihad” mecmuası171 dine, geleneksel toplum yapısı ve onun değerlerine karşı tavır
164 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 358. 165 Selahattin Hilav, Türkiye Tarihi-4: Çağdaş Türkiye (1908-1980), Cem Yay., İst., 1989, s. 360. 166 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 117. 167 Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, s. 150. 168 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 66-67. 169 Abdullah Cevdet’in siyasi faaliyetleri ve düşünceleri için bkz., M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür
Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İst., t.y.; A. Cevdet’in dine ve batılılaşmaya
dair düşünceleri için bkz., Ramazan Uçar, Abdullah Cevdet’te Din ve Batılılaşma, A.Ü. Sos. Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL. Tezi., Ankara, 1997; Aynı mlf., “Abdullah Cevdet’in Din Anlayışı”, Toplum
Bilimleri Dergisi, Ocak-Haziran 2012, C. 6, S. 11, s. 205-218. 170 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 207. 171 İctihad mecmuası, 4 Eylül 1904’de Cenevre’de yayımlanmaya başlamış, üç farklı siyasal dönemi
(Abdülhamid dönemi, İkinci Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemi) idrak etmiş, üç ayrı ülkede çıkmış (Cenevre-
İsviçre, Kahire-Mısır, İstanbul-Türkiye), kültürel, siyasi, sosyolojik ve edebi bir süreli yayındır. Abdullah
Cevdet ismiyle bütünleşmiştir. 4 Eylül 1904’ten Abdullah Cevdet’in 29 Kasım 1932’deki ölümüne kadar
50
almış; mecmuanın sahibi ve başyazarı A. Cevdet dini, değişimin ve ilerlemenin önünde bir
engel olarak görmüştür.172 Batıcı anlayış, dine dayanan toplumsal yapıda ortaya çıkan
problemlere çözüm noktasında, topyekûn bir batılılaşmayı çare olarak öne sürmüştür.173
Batıcılara göre Osmanlı toplum yapısının iki ana belirleyeni olan İslami anlayış ve idari
anlamda imparatorluk yapısı ülkenin karşı karşıya kaldığı bütün problemlerin kaynağıdır.174
Peki, Batıcıların175 yapmak istedikleri neydi? Somut olarak ne istiyorlardı? Bu
sorulara cevap teşkil edebilecek bir çerçeve plan İctihad mecmuası’nda neşredilen “Pek
Uyanık Bir Uyku”176 başlıklı yazıda ortaya konulmuştur.177 Buna göre Padişahlar tek bir
kadınla evlenecek ve cariye tutamayacaklar. Fes iptal edilip yerine yeni bir başlık
kullanılacak. Yerli mallarının kullanımı teşvik edilecek. Kadınlar istedikleri gibi
giyinebilecekler; onlara kimse karışamayacak vedin adamları da onların giyimleri
konusunda yasaklayıcı fetvalar veremeyecekler. Kadın-erkek ilişkileri serbest olacaktır.
Kılıçzade’ye göre birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyeler kapatılmalıdır. Medreseler
kapatılıp yerlerine Batı tarzı kolejler açılacak. Sarık ve cübbeyi sadece ulema
kullanabilecek. Evliyalara adak adamak yasaklanacak, bu gibi yerlere verilen bağışlar askeri
358 sayı yayımlanmıştır. İstanbul’daki ilk sayısı, 1 Haziran 1327 (1911) tarihli 24 numaralı sayıdır. Bkz.
Nazım H. Polat, “İctihad”, DİA, İst., 2000, C. 21, s. 446-448. Ayrıca İctihad hakkındaki bu bilgiler ve
özellikle içeriği ve toplumsal konulara yaklaşımı için bkz., Gündüz, II. Meşrutiyet’in Klasik Paradigmaları,
s. 63 vd. 172 Ramazan Uçar, “Abdullah Cevdet’in Din Anlayışı”, Toplum Bilimleri Dergisi, Ocak-Haziran 2012, C.
VI, S. 11, s. 212-215. 173 Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma”, DİA, s.151; Hanioğlu, “Batıcılık”, TCTA, İletişim Yay., İst., 1985, C. 5, s.
1382-1384; İlhan Kutluer, “Batılılaşma: Felsefi Düşünce”, DİA, C.5, s.155. 174 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 117. 175 Bu arada aşağıdaki hadise Batıcı aydınların zihniyet dünyası hakkında verdiği bilgi açısından değerlidir.
Batıcılığın önde gelenlerinden Dr. Abdullah Cevdet, Mütareke yıllarında (1918-1922) Sıhhat ve İçtimaî
Muavenet Umum Müdürlüğü yapmıştır. Abdullah Cevdet aynı zamanda Cumhuriyet’in ilanından iki yıl
sonra tasarladığı “damızlık erkek” ithali projesiyle hatırlanmaktadır. Hem Batıyla ilişkileri geliştirmek hem
de Türk insanını daha sağlıklı ve gürbüz hale getirmek için İtalyan ve Alman vatandaşlarının ülkemize göç
etmelerini temin edip, bunların Türklerle evlenmelerini sağlayarak “Türk kanına kan ilavesi” suretiyle,
ilginç ve tuhaf bir sağlık politikası teklif etmiştir. Batıcı diğer aydınlardan Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı ise
Cumhuriyet döneminde mebusluk yapmışlardır. Celal Nuri aynı zamanda 1924 Anayasası’nı hazırlayan
Meclis Komisyonu’nun raportörüdür. Batıcı aydınlar da Türkçü ve İslamcı aydınlar gibi dönemin siyasal ve
sosyo-kültürel realitesi gereği fikirlerinde iniş ve çıkışlar yaşamışlardır. Bununla birlikte Cumhuriyet öncesi
uygulamaya konulmasını istedikleri çerçeve program, Cumhuriyet dönemindeki siyasal ve toplumsal
düzenlemelerde büyük ölçüde etkili olmuştur. Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma
Hareketleri, s. 70-71; Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay, s. 27-28;
Sezer, “Osmanlı Dönemi ‘Batıcılık’ Akımının Atatürk İnkılâpları Üzerindeki Etkileri”, s. 420-429. 176 Kılıçzade Hakkı, , “Pek Uyanık Bir Uyku-1”, İctihad, 19 Teşrînisâni 1329/2 Aralık 1913, C. 3, Nr: 55,
s. 1226-1228; A. mlf., “Pek Uyanık Bir Uyku-2”, İctihad, 7 Mart 1330/20 Mart 1914, C. 3, Nr: 57, s.
1261-1264. İctihad mecmuasının 1-100. sayılarındaki yazılar için bkz., Semiramiz Tutkun, İctihad
Mecmuası (1-100. Sayılar), Cumhuriyet Ü. Sosyal Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Sivas, 1988. 177 Peyami Safa’ya göre bu yazı Batıcıların bütüncül bir programı mahiyetindedir. Bkz., Safa, Türk İnkılâbına
Bakışlar, s. 49; A. İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, Ensar Neşriyat, İst.,
2004, s. 90-94.
51
birliklere aktarılacak. Üfürükçülük ve okuyarak tedavi yasaklanacak; sıtma hastalığı sıtma
bağcılar tarafından değil; sıtma hapı (sulfato) ile tedavi edilecek; bu tür hastalar bu hapı
kullanmaya mecbur tutulacaklar. Halkın şer-i şerife aykırı itikatları tashih edilecek; örneğin
softaların ve cahil şeyhlerin söyledikleri: “Canım, dünya fani değil mi? Aza kanaat edip
cem-i mal etmeyiniz, ahirette o altınlar hep derilerinize yapışacaktır.” gibi maskaralıklara
izin verilmeyecek; kazanmak, çalışmak, zenginlik ve tüketim teşvik edilecek. Binaların
girişine asılan “Ya Hafız” levhası altına bir de herhangi bir sigorta şirketinin tabelası
asılacak. Yangınlara karşı binalar kargir şeklinde yaptırılacak. Büyük bir Osmanlıca lügat
hazırlanacak. Lisan Osmanlı lisanı olarak muhafaza edilecek, Turan lisanı öne
çıkartılmayacaktır. Hiç kimse ihtiyacına yetecek kadar Osmanlıcanın dışında daha fazla
Arapça ve Farsça tahsiline mecbur edilmeyecek. Toplum müteşebbis olacak; yolları,
köprüleri, limanları, demir yollarını, trenleri ve vapurları kendi teşebbüs ve imkânlarıyla
yapacaklar bu konuda devletten ve yabancılardan beklenti içerisinde olmayacaklar. Peyami
Safa, Batıcıların diğer yayın ve söylemlerine istinaden yukarıdaki listeye şunları da ilave
eder: Şer’i mahkemeler kaldırılacak; nizami mahkemeler ise ıslah edilecektir. Mecelle
yürürlükten kaldırılacak ya da köklü bir şekilde yenilenecektir. Osmanlı-Arabî hurûfât
yerine Latin harfleri kabul edilmelidir. Avrupa’nın medeni kanunu kabul edilerek; hâlihazır
evlenme ve boşanma kuralları iptal edilecek. Birden fazla kadınla evlilik ve tek bir sözle
kadın boşamak kaldırılacaktır. Özet olarak Batıcıların programları Türkçülerinki kadar
sistemli değildir zira bizdeki Garpçılık planlı ve örgütlü bir hareket olmaktan ziyade dini
taassubun ifrat ve tefritlerine karşı medeni/insani ihtiyaçları tatmin için Batının değerlerine
duyulan bir hayranlıktan ibarettir. Dolayısıyla Garpçılık halka inememiş, evrensel bir kabul
görmemiştir. Sadece birbirinden kopuk seçkinlerin düzensiz ve plansız bir arzusu olarak
kalmıştır.178
178 Peyami Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, s. 50-53. Daha somut ve bir program dâhilinde batıcıların siyasal ve
toplumsal önerileri 1912 yılında İctihad’da aşağıdaki çerçevede ortaya konulmuştur: 1. Modernizmin aklı
ve insanı merkeze alan değerler dizisinin bir yansıması olarak binaların üzerine asılan “Ya Hafız”
levhasının altına bir de herhangi bir sigorta şirketinin levhası asılmalı. 2. Bizans kökenli olduğu için fes terk
edilmeli ve yerine yeni bir ulusal başlık ikame edilmelidir. 3. Kadınlara birtakım haklar tanınmalı ve bu
konuya dini makamlar karışmamalıdır. 4. Tekke ve zaviyelerin faaliyetlerine son verilmelidir. 5.
Geleneksel eğitim kurumları olan medreseler kapatılarak yerlerine batılı tarzda eğitim yapan kurumlar
açılmalıdır. 6. Din işleri konusunda en yetkili kurum olan Meşihat’ta reform yapılmalı ve bu kurum
modernleşmeye destek olacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. 7. Mezheplerin telfîki sağlanmalı ve
bütün mezhepler tek bir çatı altında toplanmalıdır. Bkz., İctihad,1912, S. 55 ve 57. Batıcı anlayışın iz
düşümü olan bu program, Hanioğlu’nun ifadesiyle, o dönem için Osmanlı toplum yapısına tamamen
yabancı bir toplumsal düzen arayışıdır. Hanioğlu, “Batıcılık”, TCTA, s. 1386.
52
Batıcı aydınların genelde dine, özelde İslam’a bakışları genel olarak olumsuz ve
dışlayıcı olmuştur. Batıcı aydının gözünde din, Türk toplumunu pozitivizm doğrultusunda
batılılaştırmaya bir engel teşkil ettiği için dışlanmış ve olumsuz bir imaja sahip olmuştur.
Bu olumsuz imajın temelinde ise pozitivist bakış açısı yatmaktadır. Dine yaklaşımları
birbirinden farklılık gösterse de ortalama bir Batıcı aydının dine ya da geleneksel değerlere
karşı tavrı genellikle olumsuzdur.179 Onlara göre, “Din avamın ilmi, ilim havassın
dinidir.”180
Batıcılara göre, Batı-dışı toplumlar kalkınmak ve çağdaşlaşmak için Batı
uygarlığının maddi unsurlarından önce manevi ve kültürel unsurlarını bütünüyle ve acilen
almak zorundadırlar. Maddi unsurlardan önce Batının kültürel, dini, fikri ve felsefi kavrayış
ve sistemlerinin alınması gerekir.181 Çünkü Batının maddi kalkınmışlığının temeli zihniyetle
ilgili bir meseledir. Öyleyse Osmanlı’da geleneksel toplumun temel karakteristikleri olan
“imparatorluk yapısı” ve “din”i reforma ve değişime tabi tutmak gerekir.182 Bu bağlamda
örneğin Abdullah Cevdet’te dine imanın yerini bilime olan güven ve iman almıştır. Dinin
şehitleri olduğu gibi bilime müştak olan hür düşüncenin de şehitleri vardır. Evren, insan ve
toplum üzerine kutsal metin ve yorumlara dayalı metafizik inançlar, insan aklı sayesinde
gizeminden sıyrılarak yerini pozitif bilimin verilerine bırakacaktır/bırakmalıdır. Bir başka
deyişle “evreni ve içindeki oluşumları, Kutsal’a dayalı aşkın yorumlamadan kurtararak,
Tanrı’nın yeryüzüne indirilmesi ve onun tahtına insanın oturması gereklidir.”183
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e uzanan dönemde Fransız pozitivizminin ateist
öğretisi, Batıcı aydınların zihinlerindeki Tanrı tasavvurunu dönüşüme uğratmıştır. Bu
sürecin taşıyıcılarından biri olan Mekteb-i Tıbbiye materyalist Batı düşüncesinin öğretildiği
bir kurum haline gelmiştir.184 Rıza Tevfik, Ahmet Şuayip, Mehmet Cavit gibi Batıcı
179 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 117-124. 180 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s. 100. 181 Bu radikal düşünce özellikle 2. Meşrutiyet ve erken Cumhuriyet batıcılığında yoğun şekilde söz konusu
olmuştur. Dönemin aydınları Batılılaşmayı demiryolu hatları tesis etmek, fesin yerini şapkanın alması gibi
teknik ve formel dönüşümün yanı sıra pozitivizm temeline dayanan yeni bir ahlak ve din inşası olarak
düşünmüşlerdir. Başka bir ifade ile bu hareket, daha önceki ıslah ve yenilikçi hareketlerinden farklı olarak,
batılılaşmayı devletin bekası için Batının teknik düzeyine ulaşma ve onlarla aradaki mesafeyi kapatma
anlayışından ziyade, geleceğin pozitivist/bilimsel toplumunu oluşturmak olarak anlamışlardır. Bkz., M.
Şükrü Hanioğlu, “II. Meşrutiyet Dönemi ‘Garbçılığı’nın Kavramsallaştırılmasındaki Üç Temel Sorun
Üzerine Not”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2005, Yıl: 8, S. 31, s. 60-61. 182 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 153. 183 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 131. 184 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 232-233. 1847 yılında bu okulu ziyaret eden İskoçyalı seyyah ve yazar
Charles Mac Farlane’ın izlenimleri bunu teyit etmektedir. Farlane, okulun kitaplığında Fransız Devrimi’ni
hazırlayan ünlü materyalist filozofların kitaplarının bulunduğunu gördüğünde şaşırmıştır: “Çoktan beri bu
53
aydınlar Ulûm-u İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuası ile pozitivist düşüncenin yayılmasına
önayak olurken Abdullah Cevdet, Baha Tevfik, Ahmet Rıza gibi aydınlar da telif ve
tercüme eserleriyle bu süreçte yer almışlardır. Batıcı aydınlar, ortak noktaları dini, insan ve
toplum hayatından silmek olan Charles Darwin, Lamark, Herbert Spencer, Ludwig Bücher
ve Gustave Le Bon gibi Batı düşünce tarihinde önemli etkileri olan pozitivist ve materyalist
kafaların bilim anlayışını Osmanlı Türkiyesi’ne taşımışlardır.185
Osmanlı toplumunun modernleşme sürecinde Batıcı aydınların terakki, medeniyet,
bilim, fen gibi kavramlara yükledikleri anlamlar sosyal, siyasal, kültürel ve ideolojik
süreçlerle birleşerek bütüncül bir batılılaşma ve çağdaşlaşma ütopyasına dönüşmüştür. Bu
ütopyanın epistemolojisi ise Batıcı Osmanlı aydınlarının “afyon”u haline gelen
pozitivizmdir. Başta Abdullah Cevdet186, Ahmet Rıza ve Kılıçzade Hakkı olmak üzere
Batıcı aydınların187 çoğu dini, A. Comte’un beşeri ilerleme aşamalarını dikkate alarak
yorumlamışlar ve yalnızca İslam’a değil genel olarak “din” olgusuna karşı çıkmışlardır.188
Modernleşme tarihimizde 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar geçen iki yüzyıllık
süreçte yapılan reformlarla, dinin etkin olduğu geleneksel toplum ve devlet anlayışından
ziyade bilim ve felsefenin yol göstericiliğinde modern bir devlet ve toplum yapısı
hedeflenmiştir.189 Bu süreçte dinden beslenen “ulema”nın yerini bilim ve felsefeden
kadar düpedüz materyalizm kitapları toplayan bir koleksiyon görmemiştim. (…) Genç bir Türk, oturmuş
dinsizliğin elkitabı olan Système de la nature’ü okuyordu”. Aynı kitabın en son Paris baskısını
Üsküdar’daki bir askeri hastanenin doktor odasında gören Farlane, kitabın çok okunmakta olduğunu ilgili
bölümlerin çizilmiş ve yıpranmış olmasından anladığını; özellikle Tanrı’nın varlığına inanmanın
saçmalığını(!), ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını(!) iddia eden bölümlerin çok okunmuş olduğunu
belirtir. Hatta Farlane kitabı yerine koyarken Türk doktorlardan birinin yanına geldiğini ve Fransızca olarak
“Bu büyük bir yapıt. Adam büyük feylesof; tüm söylediklerinde haklı.” dediğini nakletmektedir. Bkz.,
Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 232-233. 185 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 133. 186 Abdullah Cevdet 1904’te Cenevre’de çıkardığı İctihad mecmuası’nın ilk sayısına şu sorularla başlamıştır:
1. Müslümanların düşkünlüğünün nedenleri nelerdir? 2. Müslümanları bu durumdan kurtaracak en etkili
önlemler nelerdir? Cevabı ise şu şekildedir: Geri kalışımızın nedeni Asyalı kafamız; yozlaşmış
geleneklerimizdir. Bizi yenen güç, bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen
kafalarımızdır. Bizi geride bırakan ve bırakmaya da devam edecek olan güç dünya işlerini hükmü altına
alan bir din-devlet koalisyonudur. Bkz., Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 412. 187 Batıcı aydınlar, öncelikle dini toplumsal işlevleri bakımından değerlendirmeyi denemişler, akabinde ise
genel manada din anlayışındaki yanlışlığı eleştiri konusu yaparak, dinin kurumsallaşmış formunu genelin
anladığından çok farklı bir şekilde anlamışlardır. Bu konuda Abdullah Cevdet’in yorumları bize bir fikir
vermektedir. Ona göre “İzzet, Allah, Resulü ve Müminler içindir” ayeti toplumu ayağa kaldırmak, “İyilikte
yardımlaşınız, kötülükte yardımlaşmayınız” ayeti zulüm, cehalet ve taassuba karşı çıkmak, “Onların işleri
müşavere iledir” ayeti saltanat ve istibdada karşı koymak, “İlim talep etmek” hadisi kadınların sosyal
konumlarını değiştirmek, “Zulüm, münkerdir, onu ortadan kaldırınız” hadisi, ülkenin yaşadığı hayati
problemleri gidermek şeklinde yorumlanmıştır. Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 145, 147. Krş.,
Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 91. 188 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 136-137. 189 Hanioğlu, “Batıcılık”, TCTA, s. 1386.
54
beslenen “aydın” almıştır. Bu aydınların toplumu dönüştürme projelerinin temel referansları
ise modernitenin değerleridir.190 Aklı, diğer bileşenlerini görmezden gelerek sadece
pozitivist olanla eşleştiren indirgemeci bilim anlayışı, Batıcı aydınlarda akılla geleneği karşı
karşıya getirmiştir. Esasen Batılaşma ideolojisini İslamcılık ve Türkçülükten kalın çizgilerle
ayıran da siyasal ve sosyal değişimi geçmişle/Osmanlıyla süreklilik bağlamında değil tam
tersine kopuş temelinde ele almış olmasıdır. “Kopuş tezi” Cumhuriyet sonrasında yeni
rejimin özellikle yeni bir tarih inşa etme sürecinde sıklıkla tedavüle sokulmuştur.191
Dolayısıyla gelenek ve kültürel kodlarla bağını tamamen kopartan Batıcı aydın ve
entelektüellerin modernleşme projeleri, toplumsal bir zemine dayanmaktan ziyade tepeden
inme, dayatmacı ve tedrici olmaktan ziyade zecri bir formda icra edilmiştir.192
Osmanlı’daki ve Türk toplumundaki hemen bütün problemlerin sebebinin Doğulu
zihniyet yapısından ve İslam’ın kimi inanç ve uygulamalarından kaynaklandığını düşünen
Batılılaşma yanlıları, bunun yegâne çözüm yolunun ise Batılı bir zihniyeti de içeren kültür
ve medeniyet transferi yoluyla mümkün olduğunu savunmuşlardır. İlk nüveleri 18. yüzyılın
başlarına kadar giden bu düşünce, “galipleri taklit etmek” yanılsamasıyla modernleşme
tarihimiz boyunca en çok öykünülen çözüm arayışlarından biri olmuş ve Cumhuriyet
rejiminin istikametini tayin etmiştir.
2.4. Türkçülük
Türkçülük, “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusuna “Türkleşmekle” cevabını veren
akımdır. Dönemin ihtiyaçlarına bağlı olarak siyasi-fikri bir cereyan olarak İkinci
Meşrutiyet’te ortaya çıkmıştır. Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi yayın organlarıyla, Türk
Ocağı gibi davası olan köklü bir müesseseye dayanmasıyla ve dönemin iktidar partisi İttihat
ve Terakki’nin bu akımı İslamcılıkla sentezleyerek parti ve hükümet programı haline
190 Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 129-130. Yukarıdaki düşünce Batıcıların önde gelen
mecmualarından İctihad’da şu şekilde ifade edilmektedir: “Kâinatı keyfe ma yeşa sevk eden bir Hüdavendi
Mutlak’ı kabul etmek, büyük safdillik göstermekle kalmaz, aynı zamanda nâ kabil-i tedavi bir
mantıksızlığa sevkederek ruh-i beşerin hüzn-i engiz bir derecede küçülmesini de müeddi olur.” İctihad, 1
Teşrin-i evvel, 1923, No:158, s. 2’den naklen, Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 130. 191 Nilgün Toker-Serdar Tekin, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”, MTSD, İletişim Yay.,
İst., 2004, C. 3, s. 83. 192 1917 Hukuk-u Aile Nizamnamesi, aynı yıl Rumi takvimi miladi takvimle eşleştirme amaçlı yapılan 13
günlük düzeltme, alfabe değişikliği talebi ve bunun daha sonra gerçekleştirilme biçimi, tevhid-i tedrisatın
uygulamaya konulması ve karma eğitime geçilmesi, kadınların statüsü gibi uygulama ve talepler bu
durumun göstergesi ve daha sonra icra edilecek Cumhuriyet ve sonrasındaki uygulamaların ilk belirtileridir.
Bkz., Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, s. 153.
55
getirmesiyle etkili olmuş bir harekettir.193 Bu akım, İkinci Meşrutiyet’ten sonra aydınları ve
edebiyatçıları en fazla etkileyen, Kuva-yı Milliye ruhunu besleyen bir cereyan olmasının
yanı sıra Cumhuriyet döneminin de en etkili akımı olmuştur.194
Türkçülük, Avrupalı Türkologların Türklük üzerindeki araştırmaları ile başlamıştır.
Tarihi ve konjonktürel şartlar bağlamında Avrupa’da milliyetçiliğin yükselmesi,
Balkanlarda etnik temele dayalı ayrılıkçı hareketlerin artışı, Rus panslavizmi karşısında
Tatarların tepkisi gibi sosyo-kültürel ve siyasi gelişmeler Türk milliyetçiliğinin ortaya
çıkışına ve toplumsal bir taban bulmasına imkân ve kolaylık sağlamıştır. Bütün bunların
neticesinde sosyolojik ve ideolojik zeminini din veya devlette değil de Avrupa’dan Pasifik’e
kadar uzanan coğrafyada yaşayan Türk halkında gören yeni bir siyasi-ideolojik hareket
olarak Türkçülük akımı ortaya çıkmıştır.195
Avrupalı Türkologlar, Eski Türklerin tarihi, soyu, sanatı, dini ve kültürü ile ilgili
çalışmalara 18. yüzyılda Çin kaynaklarını inceleyerek başlamışlardır. Özellikle 19. yüzyılın
ikinci yarısında Türkoloji çalışmaları hızlanmıştır. 1850’li yıllarda Macar müsteşrik
Vambery, bir derviş kılığında İstanbul’dan Çin’e kadar sadece Türkçe konuşarak seyahat
etmiş ve “Türkleri ve Türklüğün önemini uzak Asya’ya gittikten sonra daha iyi anladım.”,
diyerek “Türklük” üzerine dikkatleri çekmiştir. Aynı yıllarda Alman asıllı Rus müsteşrik
Radloff, Almanca ve Rusça karşılıklarıyla “Türk Lügati” çıkarmıştır. Fransız müsteşrik
Leon Cahun’un “Asya Tarihine Giriş” adlı eseri ise Türklük açısından çok kıymetli yeni
bilgileri ortaya çıkarmıştır. Bu ve benzeri diğer çalışmalar Osmanlı edebiyatçı, tarihçi ve
aydınlarının dikkatini çekmiş ve Osmanlılardan önceki Türk tarihine, Osmanlı sınırları
dışındaki Türk soylarına ve Türk diline karşı ilgiyi artırmıştır.196
Gelişme dönemleri itibariyle Türkçülüğü romantik, ilmi ve mefkûreci kısımlarına
ayırmak mümkün olduğu gibi ortaya çıktığı alanlar yönüyle de dilde Türkçülük, soyda
Türkçülük ve tarih Türkçülüğü olarak sınıflandırmak mümkündür.197 Bu tasniflerin yanında
dil, tarih ve ilmi çalışmaları içeren kültürel Türkçülük ile bu konulardaki fikirleri realize
etmeyi ve örgütlenmeyi içeren siyasal Türkçülük şeklinde ikili bir ayrımda söz
konusudur.198
193 Tunaya, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, s. 75. 194 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 346-347. 195 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 346. 196 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 347. 197 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 347. 198 Hanioğlu, “Türkçülük”, s. 552.
56
Türkçülük ilk olarak lisanda ortaya çıkmıştır.199 Tanzimat’tan önce de Türkçeyi
Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtarmak isteyen kişi ve akımlar (Türkî-i basit) olmakla
birlikte dilde Türkçülük veya Türkçecilik hareketi şuurlu olarak ilk defa Tanzimat
döneminde başlamıştır.200 Ahmet Vefik Paşa, Ziya Paşa, Şinasi, Şemseddin Sami, Necip
Asım, Süleyman Paşa, Namık Kemal, A. Mithat Efendi gibi önde gelen aydınlar Türk tarihi
ile ilgili tercüme, Türkçe sözlük çalışması, Türkçenin ıslahı ve sadeleştirilmesi gibi
konulardaki katkılarıyla dilde Türkçülüğün öncüleri olmuşlardır.201
Örneğin bu dönemde Muallim Naci:
“Türk olan nimetşinâs olmak gerek.
Ben ki Türküm unutmam Ca’ber’i”, ifadesiyle “Türküm” diyebilen ilk aydınlardandır.
Yine Said Bey:
“Arapça isteyen Urbân’a gitsin,
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Frengî’ler Frengistan’a gitsin,
Biz ki Türk’üz, bize Türkî gerektir.
Bunu anlamayan cahil demektir.” mısralarıyla dilde Türkçülüğün ilk müjdecilerinden
olmuştur.202
Soyda Türkçülük, Osmanlı sınırları dışında kalan Kırgız, Özbek, Kazak, Tarançi,
Tatar, Çağatay, Azeri, Başkurt, Yakut, Hazar vb. adlarla anılan Türk uluslarının (boylarının)
tek bir millet olarak düşünülmesidir. Türk boylarını tek bir millet halinde belli idealler
etrafında birleştirmek isteyen bu anlayışın, Gaspıralı İsmail gibi “Dilde, fikirde, işte birlik”
sloganıyla özetlediği kültür, din, dil, töre, ahlak ve eğitim gibi konularda işbirliğini
öngörenleri olduğu gibi, özellikle Rusya’dan Türkiye’ye göç eden aydınların öncülük ettiği
siyasi Türk Birliğini hedefleyen Pan-Turanizm, (Turancılık) taraftarları da vardır.203
Tarih Türkçülüğü ise çeşitli uluslar halinde Asya’ya ve Avrupa’ya yayılmış bulunan
Türk milletinin, Osmanlılardan önce de önemli bir tarihe sahip olduğu ve bu eski tarihin
bilinmesiyle bu milletin önüne yeni siyasi ve sosyo-kültürel ufukların açılabileceği idealini
taşır. Bu amaçla Türk tarihinin araştırılıp, yeni nesillere öğretilmesi gerekir. Batılı
Türkologların eserlerinde ortaya koydukları üzere Türklerin beş bin yıllık bir tarihleri
199 Kodaman, DGBİT, C.12, s. 63. 200 Türkçülüğün ortaya çıkışında lisanın rolü ile ilgili bkz., Akçura, Türkçülük: Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, s.
37-49; Akçura, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri, s. 16-27; David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu,
Ay Köprüsü Yay., İst., 2004, s. 105-138; Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Kitabevi,
Ankara, 1995, s. 189-206; Yusuf Bayraktutan, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk
Ocakları (1912-1931), Kültür Bak. Yay., . Ankara, 1996, s. 67-73. 201 Akçura, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri, s. 16-27; Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 349; Kodaman,
DGBİT, C. 12, s. 63. 202 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 349. 203 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 348.
57
vardır. Oysa Osmanlı’da Türk tarihi, Kayı aşiretinden ve Süleyman Şah’ın Caber
vak’asından daha geriye gitmemektedir. Okullarda daha çok “hanedan” tarihi
okutulmaktadır.204
İlmi Türkçülüğün ilk savunucuları ise Ahmet Vefik Paşa, Şemseddin Sami, Ali
Süavi, Süleyman Paşa, Bursalı Tahir, Necib Asım gibi Tanzimat ve Abdülhamit dönemi
aydınlarıdır.205 Esasında anlatımda kolaylık olsun diye dil, soy ve tarih Türkçülüğü şeklinde
ayrıma gidilmiştir. Yoksa bunları bir diğerinden ayırmak mümkün değildir. Her biri bir
bütünün parçası mesabesindedir ve “Türkçülük” idealinin bir yönünü oluşturur. Türkçü
aydınlar da Türkçülüğün bazen bir, bazen iki, bazen üç kolunda hizmet ve çalışmalarda
bulunmuşlardır.206
Başlangıçta Türkçü fikirler Birinci Meşrutiyet hatta Müslüman Arnavutların
İmparatorluk bütününden kopmasına ve Müslüman Araplar arasında ayrılıkçı düşüncelerin
çıkmasına kadar pek destek bulmamıştır. Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset adlı çalışması
gibi dönemsel çıkarım veya tezler ya önemsenmemiş ya da dönemin siyasi anlayışına
kurban gitmiştir. Sürgündeki Genç Türkler Türkçü fikirlere pek az ilgi gösterdikleri gibi
içeride kalanları da Türkçülükten çok Osmanlı birliği fikrine bağlı kalmışlardır. Ancak
tarihsel akış farklı gelişmiştir. Bu bağlamda Hıristiyan unsurlar bağımsızlıklarını elde
ettikçe İmparatorluktan ayrılmışlar geriye ise çok farklı etnisitelerden oluşan
Müslümanların yer aldığı bir devlet kalmıştır. Ne zaman ki bu Müslüman kitlelerden
Arnavut ve Araplar arasında da ayrılıkçı girişimler başlamış; işte o tarihten itibaren
İmparatorluğun asli unsuru Türkler arasında Türkçü eğilimler kuvvet kazanıp, teşvik
görmüştür. Bu gelişmelerle paralel bir şekilde canlı bir basın-yayın faaliyeti, Türkçü
dernekçilik çalışmaları ve kültürel yönü daha ağır basan siyasal etkinlikler çoğalmaya
başlamıştır.207 Bu dönemde yani II. Meşrutiyet sonrasında Türk milliyetçiliğinin aktif hale
gelmesi tarihi ve siyasi bir zorunluluktan kaynaklanmıştır. Rum, Ermeni, Arap ve Arnavut
milliyetçiliklerinin şiddetlenmesi karşısında “mülkün asıl sahibi olan Türkler” buna mecbur
kalmışlardır.208 Dolayısıyla Türkçülük, Müslüman unsurlarda başlayan proto-milliyetçi fikir
ve siyaset hareketleri içerisinde eyleme geçen en son cereyandır.209
204 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 348-349. Krş., Hanioğlu, “Türkçülük”, s. 552. 205 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 84; Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 350. 206 Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. III, s. 349. 207 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 346-347. 208 Mehmed Ali Aynî, Milliyetçilik, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kurtuba Kitap, İst., 2011, s. 474. 209 Hanioğlu, “Türkçülük”, s. 551.
58
Tarihi biraz geriye sardığımız zaman Yusuf Akçura’nın, Türkçülüğü siyasi anlamda
ilk defa bütün açıklığı ile dile getiren ilk Türkçü olduğunu görürüz. Kahire’de neşredilen
Türk Gazetesi’nde, 1904’ün Mayıs ve Haziran aylarında (24 ve 34 numaralı sayılar)
yayımlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesiyle o, ilk defa Osmanlı Saltanatı’nın takip
ettiği Osmanlılık, İslamcılık siyasetleri yanında Türkçülüğün de bir kurtuluş ideolojisi
olabileceğini sarih bir şekilde ortaya koymuştur.210 Bu dönemde o, Türkçülüğü teorik bir
kurtuluş reçetesi şeklinde sunduğu gibi sonraki yıllarda onu pratik olarak da uygulamaya
koyan bir aydındır. Akçura’nın İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte İstanbul’a geldiği
zamana kadar, Türk milliyetçiliği için ne siyasiler ne de basın-yayın çevrelerinde herhangi
bir faaliyet söz konusu olmamıştır. Bu dönemde sadece Batılılaşma yanlısı düşünceler ile
Osmanlıcı ve İslamcı fikirler kendilerini ifade imkânı bulmuştur.211 Teorik katkıya ilaveten
Türkçülük düşüncesinin nazariyattan pratiğe geçirilmesi de İstanbul’a geldiği 1908’in
Kasım ayından itibaren212, Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet ortamının yardımıyla Akçura’ya
nasip olmuştur. O, daha önceden İstanbul’daki öğrenimi sırasında tanıştığı bazı Türkçüleri
ziyaret ederek, gayr-i siyasi, sırf kültürel mahiyette bir Türk Cemiyeti kurulmasını teklif
etmiştir. Böylelikle ilk Türkçü dernek olan Türk Derneği’nin açılma teklifi Akçura’dan
gelmiş olup, kurucuları arasında Yusuf Akçura’nın da bulunduğu bu dernek 25 Aralık
1908’den itibaren faaliyete geçmiştir.213
Akçura, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük siyasetlerini analitik ve
karşılaştırmalı olarak bütün yönleriyle değerlendirdiği Üç Tarz-ı Siyaset’te Türkçülüğün
ontolojik imkânı ve pratik değeri konusunda iyimserdir. Ona göre Türk birliği siyasetinin
önemli faydaları ve uygulama kolaylıkları vardır. O, bunları iki farklı coğrafya açısından ele
alır. Osmanlı coğrafyasında yaşayan Türkler, dini bağların yanında ırki bağlarla da
birbirlerine iyice kenetlenecek ve köken olarak Türk olmayıp bir dereceye kadar Türkleşmiş
210 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 33-34; Rıza Kardaş, “Üç Tarz-ı Siyaset Üzerine Panel”, Ölümünün Ellinci
Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara,
1987, s. 63. Üç Tarz-ı Siyaset’in, siyasal Türkçülüğün ortaya çıkışında, ivme kazanıp yerleşmesinde en
etkili çalışma olarak görülmesiyle ilgili bir değerlendirme için bkz., Kaçmazoğlu, Türk Sosyoloji Tarihine
Giriş-1, s. 135-136. 211 Sayim Türkman, “Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp”, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk
Dergisi, I/4, Temmuz 2003, Erzurum, s. 141. 212 Akçura’nın Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a geliş tarihini Muharrem Feyzi Togay, 1908
Teşrînisânî/Kasım olarak vermektedir. Bkz., Muharrem Feyzi Togay, Yusuf Akçura’nın Hayatı,
Hüsnütabiat Basımevi, İst., 1944, s. 57. 213 Akçura, Türkçülük: Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, s. 197-198; Akçura, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri, s.
188-190; Togay, Yusuf Akçura’nın Hayatı, s. 57-59; Bayraktutan, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme,
Milliyetçilik ve Türk Ocakları, s. 85-86. Türk Derneğinin kuruluş tarihi konusundaki farklılıklar için bkz.,
Bayraktutan, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları (1912-1931), s. 85.
59
başka Müslüman unsurlar iseTürklüğü daha fazla benimseyebilecektir. Bunun yanı sıra
henüz hiç Türkleşmemiş unsurlar da Türkleşebilecektir. Ancak asıl büyük fayda Osmanlı
coğrafyası dışında kalan Türklerle ilgilidir. Dilleri, ırkları, adetleri ve hatta çoğunluğunun
dinleri bile aynı olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyla, Avrupa’nın doğusuna yayılmış
bulunan bütün Türk unsur birleşebilecek ve böylelikle diğer büyük milliyetler arasında
varlığını koruyabilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil edebilecektir. Akçura’ya göre bütün
bu siyasi ve kültürel ideallerin gerçekleştirilmesinde en önemli görev, Türk toplumlarının
en güçlü ve en medenisi olan Osmanlı Devleti’ne düşmektedir.214
Türkçülük siyasetinin mahzurlarına gelince; Osmanlı ülkelerinde yaşayan, Müslim
olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı
Devleti elinden çıkması ve İslam’ın Türk ve Türk olmayan kısımlara ayrılarak, artık
Osmanlı Devleti’nin Türk olmayan Müslümanlar ile ciddi bir münasebeti kalmaması
mahzurları vardır.215
Akçura’ya göre, Türkleri birleştirme siyasetinde dâhili problemler, İslam birliği
siyasetine nazaran daha fazladır. Zira Osmanlı Türkleri arasında milliyet fikri henüz yenidir.
Ancak birleşmesi muhtemel Türklerin büyük bir kısmı Müslüman olduğu için, büyük Türk
milliyetinin teşekkülünde İslam önemli bir rol üstlenebilir. Bunun için İslam, Hıristiyanlıkta
olduğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek tarzda değişmelidir. Bu değişme
mecburidir. Çünkü devir, milliyet devridir ve zaten dinler de gittikçe siyasi ve sosyal
işlevlerini kaybetmekte ve daha ziyade bireylerin vicdanlarında kendilerine yer
bulabilmektedirler. Ona göre “Dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta
hizmet edici olarak, siyasi ve içtimai ehemmiyetlerini muhafaza edebiliyorlar.”216
Türkçülüğün önündeki harici engeller ise İslamcılık siyasetine nazaran daha zayıftır. Zira
Hıristiyan devletlerden yalnız Rusya’nın Müslüman Türk tebaası vardır. Türkçülüğe karşı
çıkacak yalnız bu devlettir. Hatta diğer Hıristiyan devletler, Rusya’nın aleyhine olduğu için
bu siyasetebelki de destek olacaklardır.217
Netice olarak Akçura’nın öngörüsüne göre Osmanlıcılık siyaseti, Osmanlı Devleti
için birtakım faydalara sahip olmakla birlikte uygulanması mümkün değildir. İslamcılık
veya Türkçülük siyasetleri, Osmanlı Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve
214 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 33-34. 215 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 34. 216 Örneğin Rusya’daki Ortodoksluk, Almanya’daki Protestanlık, İngiltere’deki Anglikanlık veya farklı
ülkelerdeki Katoliklik bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bkz., Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 34-35. 217 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 35.
60
mahzurlar içermektedir. Uygulanabilirliklerine gelince, kolaylık ve zorluk ikisi arasında
yine eşittir. Öyleyse, “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için
daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?"218 Akçura, İslamcılık ve Türkçülük siyasetlerinin
gerçekleşme imkânını, eşit zorluk ve kolaylıkta görse de onun, satır aralarında Türkçülük
lehine örtük bir tavır sergilediği görülür.
Birinci Cihan Harbinde Osmanlı ordusunun çok uzak ve farklı cephelerdeki zorlu
mücadelesi ve verdiği kayıplar, aydın zümreler arasındaTürkçülük ideolojisinin daha doğru
ve bir ihtiyaç olduğu fikrini teyit etmiştir. Bu düşünce, Cumhuriyet Türkiyesi’nin
kuruluşunda ve siyasi yöneliminde etkili olmuştur. Dolayısıyla Cumhuriyet’in temellerinde,
uzun yıllardır Türkçülüğü en makul siyasi ve fikri yol olarak benimseyip büyüten Namık
Kemallerin, Şemseddin Samilerin, Necip Asımların, İsmail Gaspıralıların, Hüzeyinzâde
Alilerin, Ziya Gökalplerin, Akçuraoğlu Yusuf vb. aydınların emekleri vardır.219
Türkçü düşüncenin savunduğu ideallerden biri olan “Bir Türk ulusu” fikri de
Cumhuriyet’in benimsediği temel hedeflerden biri olmuştur. Bu hedef Cumhuriyet ve
sonrası dönemde özellikle okumuş zümreler arasında yayılmıştır. Büyük bir İmparatorluğun
kaybedilip, küçük bir coğrafya olan Anadolu’ya hapsolunmuş olmak, ulus devletle
yetinmek istemeyen bu kesimlere ağırgelmiştir. Bu nedenle, Pantürkist çevrelerde ve
özellikle Tatar sürgünler arasında, amacı çok dilli ve çok uluslu Osmanlı’yı yeniden
diriltmek değil ama Ege’den Çin denizine kadar Türk ve Tatar halklarından müteşekkil bir
Türk imparatorluğu kurmak fikri canlılığını korumuştur.220 Üstelik onların bu düşüncesinin
gerçekleşmesini kolaylaştırabilecek şartlar mevcuttur. Zira Avrupa ve Asya’da kaybedilen
topraklarda Osmanlı idaresinin yerine geçen yönetimlerin başarısızlığı, gittikçe artan
sorunlar ve ayrıca devrim ve iç savaş sancıları içinde bulunan çökmüş Rus çarlığının 20
milyonu aşkın Türkçe konuşan Müslüman halkı Türkçülerin planlarına yardımcı
olabilirdi.221
Ne var ki daha gerçekçi düşünen başta Mustafa Kemal olmak üzere Cumhuriyet
dönemi yöneticileri bu çeşit tasarı ve tutkulara karşı çıktılar. Zira savaşlardan yeni çıkılmış,
halk perişan ve bitkindir. Bu nedenle böyle bir maceraya atılmak tehlikelidir. Anadolu
haricindeki Türklere ancak sempati ve ilgi gösterilebilir. Ancak onlarla siyasi işbirliği
218 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 35-36. 219 Bostancı, cumhuriyet’i anlamak, s. 41. 220 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 355. 221 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 255.
61
yapılamaz.222 İşte Cumhuriyet yönetimi, sonucu kestirilemeyen bütün Pantürkist,
Panottoman veya Panislamik ideolojileri reddederek, ilgilerini ve umutlarını Lozan
antlaşmasıyla belirlenmiş ulusal topraklarla sınırlamışlardır.223
Diğer düşünce akımlarında olduğu gibi Türk milliyetçiliğinde de homojen bir
bütünlükten bahsetmek zordur. Bu bağlamda Özcan, Türkçülüğü, üyelerinin siyasal
yaklaşım ve ilişkileri, toplumsal kökenleri, kimlik ve zihinsel donanımları açısından üç ana
kategoriye ayırmaktadır:224
1. Özellikle Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu ile temsil edilen Rusyalı göçmen
Türkçüler. Bu grupta yer alanlar, kozmopolit ortamlarda yetişmeleri, düşünce kaynaklarının
farklılığı ve kolonyal bir toplumsal çevreye mensubiyetleri açısından Türkçülük içinde
önemli bir yer işgal ederler. Rusya’da ve Batı’da edindikleri özgün formasyonlarıyla
Modern Rus düşüncesi ve Batılı oryantalistik bakış açısıyla Türkçülüğe farklı bir yön
vermişlerdir. Yerli Türkçülere nazaran, toplumsal kurumların ve kimliğin dönüştürülmesi
sorunu üzerinde daha radikal bir tavır sergilemişlerdir. Özellikle yerli Türkçülerin önde
gelen temsilcisi Gökalp’in, toplumsal dengenin korunması adına, İttihat ve Terakki’nin
uyguladığı üç tür siyaseti temellendirmesi; buna karşılık imparatorluk yapısının korunması
kaygısını taşımayan Akçura’nın mevcut siyasal yapının ve toplumsal örgütlenmenin
çözülerek yeniden inşa edilmesi fikri ağır basmıştır. Bu bağlamda siyasal endişesi
dolayısıyla Gökalp sentezci; yeni bir başlangıç adına Akçura analitik ve eleştireldir.
Akçura’nın ayrıştırdığı ve yegâne başarı şansını Türkçülük cereyanına tanıdığı siyasal
anlayışını,225 Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı çalışmasında
birleştirmeyi denemiştir. Bu noktada gayrimüslim azınlıklar ile ilgili reform önerisinde
bulunan Akçura, Arap unsurun kaderiyle ilgilenmemiş ve “Osmanlı Türklerinin çıkarlarıyla
İslam dünyasının çıkarlarını, Osmanlı devletinin çıkarlarıyla yerli azınlıkların çıkarlarını
kategorik bir şekilde birbirinden ayırmıştır.” Buna karşılık diğer Rusyalı göçmen Türkçü
Ağaoğlu, en azından bazı makalelerinde İslam’ın birleştirici gücüne vurgu yapmış;
Türkçülüğün Arap unsuru dışlamadığını ifade etmiştir.
222 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 355. 223 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 255. 224 Ufuk Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, Kitabevi Yay., İst., 2010, s. 106-114. 225 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 27.
62
2. Türkçülükte ikinci yönelim, önde gelen temsilcileri olarak Gökalp226 ve Fuat
Köprülü’nün yer aldığı yerli Türkçülüktür. Bunların amacı, Jön Türklerin düşüncesine
benzer şekilde İmparatorluğun siyasal bütünlüğünün korunmasıdır. İmparatorluk statüsünü
koruma eğilimi, Gökalp’in meşrutiyet dönemi düşüncelerine yön veren önemli ilkelerden
biridir. O, Diyarbakır’da henüz düşünce hayatının ilk yıllarında, Jön Türklerce de
benimsenen Osmanlıcılık’ı savunmuş ve ABD’yi örnek göstererek farklı unsurların bir
arada yaşayabileceğini ifade etmiştir.227
Yerli Türkçüleri diğer Türkçülerden ayıran bir başka nokta, Gökalp’in fikirleri
çerçevesinde Türk milliyetçiliğinin, İslam beynelmileliyeti ile dengelenmeye çalışılmasıdır.
Yerli Türkçüler bu iki unsuru birbirinin mütemmimi olarak görmüşlerdir. Örneğin Gökalp,
Türk milliyeti vurgusunu, İslam beynelmileliyeti içinde yer alan organik bir unsur olarak
tasarlamıştır. Benzer şekilde Köprülü de Türkçülüğün, Osmanlılık ve İslamlığa aykırı bir
hareket olmadığını, aksine onların varlığını muhafazaya yönelik bir sigorta işlevi gördüğünü
vurgulamıştır.228 Özetle “Yerli Türkçüler temel arayışlarını, devlet ve toplumun istikrarlı bir
denge durumuna kavuşması üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bu nedenle tasfiyeci, ayrıştırıcı
değil, bütünleştirici bakış açıları geliştirmişlerdir.” Buna karşılık, Akçura gibi Türkçüler,
siyasal yapıda değişimi benimseyerek, Türkçülüğü imparatorluğun tasfiyesi ve yeniden
yapılandırılması için bir fırsat olarak düşünmüşlerdir. Ancak Ağaoğlu da göçmen bir
Türkçü olmasına rağmen, tasfiyeci bir kimlik önerisine sıcak bakmayarak yerli Türkçülerle
bu noktada aynı tarafta yer alır; İttihatçı siyasete bağlıdır.229
3. Gayrimüslim Türkçüler: U. Özcan’ın tasnifinde Türkçü hareket içinde etkinlik ve
süreklilik açısından pek de önemli olmamakla birlikte, etnik ve dinsel kimlikleri ve
savundukları fikirler açısından dikkat çeken bir diğer hizip, Moiz Tekin Alp ve Avram
Galanti gibi yurtdışındaki Siyonist çevrelerle bağlantıları bulunan Musevi kökenli
Türkçülerdir. Tekin Alp İmparatorlukta millet/ümmet bağının korunması ideali yerine,
İslam’ı dışta bırakan Turancılık fikrini savunmuş; Galanti ise semitik araştırmaları ve
226 Tanpınar’a göre Durkheimcı Gökalp, Türkçülüğe tarihi ve ilmi bir hüviyet kazandırmıştır. Bkz., Ahmet
Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Dergâh Yay., İst., 2011, s. 95. 227 Gökalp, “Yeni Osmanlılar”, Makaleler I, s. 62-65. Makalenin ilk yayımlandığı yer Peyman Gazetesi,
Diyarbakır, 29 Haziran 1325 (12 Temmuz 1909), S. 3. 228 Gökalp’in üçlü sentez denemesi “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak”a bir destek ve katkı veren
çalışma için bkz., Köprülüzade Mehmed Fuad, “Türklük, İslamlık, Osmanlılık”, Türk Yurdu, C. 4, S. 45 25
Temmuz 1329/7 Ağustos 1913, s. 693-702; Türk Yurdu (Tutibay), C. 2, s. 372-376. 229 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 110-112. Ağaoğlu, Meşrutiyet döneminde Rusyalı Türkçüler
tipolojisi içine girmesine rağmen, düşünce ve eylemleriyle Gökalpçi çizgiye yakındır. Ancak her iki isim
Cumhuriyet döneminde karşıt kutuplarda yer almışlardır. A. mlf., a.g.e., s. 114.
63
Musevi etnolojisi ve Türk etnolojisi arasında kurduğu bağla Türkçü anlayışa farklı bir
çerçeve çizmiştir. Siyonist çevrelerle ilişkisi bilinen Osmanlı Musevisi Tekin Alp,
imparatorlukların er geç çökeceğini iddia ederek, devlet-millet ayrımını savunmuş;
devletsiz bir milletin olabileceğini, ancak milletsiz bir devletin mümkün olamayacağı tezini
savunmuştur. Türkçü siyaseti benimseyen Yahudi aydınlar, Siyonizm’e alenen taraf
olmasalar bile, en azından İttihatçıların ilgisini Arap topraklarından ve özellikle de Filistin
ve çevresinden Orta Asya odaklı Pantürkizme yöneltmekte fayda mülahaza etmişlerdir. Zira
Filistin’de Yahudi bir devlet kurma hayali ancak Osmanlı’nın ilgili topraklar üzerindeki
egemenlik ve iddialarından vazgeçmesiyle mümkün olabilirdi.230
Daha çok “milli iktisat” ve “solidarizm” konularını işleyen; Türkçülük temelinde
milli iktisat anlayışını ve bu çerçevede Türk milli burjuvazisinin oluşturulmasını savunan bu
eğilimin amacını Özcan, “Osmanlı topraklarında İngiliz ve Fransız çıkarlarını temsil eden
Rum ve Ermeni tüccarların tekelini kırma ve Almanlarla işbirliği içinde onların yerini
alma” olarak ifade etmektedir. Aynı Musevi Türkçüler, Cumhuriyet döneminde Rum ve
Ermeni nüfus mübadelesini destekleyen yayınlarda bulunmuşlar ve yeni rejime destek
vermişlerdir.231
Yukarıdaki tasnif girişimi, Türkçü hareketi besleyen kanalların karmaşıklığı ve
çeşitliliği dikkate alındığında232 İslamcı, sosyalist, liberal ve “pan”-Türkçü tipolojilerle
genişletilebilir. Ancak Cumhuriyet ile birlikte değişen şartlar ve yurtiçi ve yurtdışı siyasal
atmosfer Türkçü hareket içindeki farklı görüşleri azaltmış ve bazı ortak noktaların daha
fazla öne çıkmasını sağlamıştır. Böylelikle Türkçülük, yeni rejimin siyasi anlayışıyla
uyumlu hale ge(tiri)lmiştir.
Her yönüyle dağılmış, bütün kurumları alt üst olmuş bir imparatorluk bakiyesi
üzerinde kısa sürede milli bir devletin inşası kolay değildir. Bu inşanın arka planında büyük
bir tarihi, kültürel ve siyasi birikim mevcuttur. İşte bu yeni devletin en önemli dayanak
noktalarından biri de Türkçülük düşüncesidir. Türkçülük düşüncesi, bazı konularda ihmal
edilebilecek görüş farklılıklarına rağmen temel noktalarda aynı düşünce ve amaca sahip
aydınların fikir ve aksiyon hareketidir. Bu aydınların kimi, Avrupa’da öğrenim görmüş,
230 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 113. 231 Ufuk Özcan, “İmparatorluktan Cumhuriyete Kimlik Değişimi: Ahmet Ağaoğlu’nun (1869-1939) Hayatı,
Dönemi ve Düşünceleri”, İst. Ü. Sos. Bil. Enst., Doktora Tezi, İst., 1996, s. 84. Özcan’ın Doktora Tezinde
yer alan bu bilgiler, daha sonra yayımlanan konuyla ilgili çalışmasında yer almamıştır. 232 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 113-114.
64
donanımlı ve teşkilatçılıkları yüksek Rusya göçmenidir. Kimi de Gökalp gibi birlik ve
dirliği çoklukta gören sentezci yerli aydınlardır.
3. ÖNDE GELEN TÜRKÇÜ AYDINLAR
3.1. Ahmet Ağaoğlu (1869-1939)233
Ağaoğlu 1869 yılında Karabağ’ın Şuşa234 şehrinde doğmuştur. Entelektüel seviyesi
yüksek olan ailesi “Mirza” unvanıyla anılırdı. Babası Mirza Hasan, geleneksel Müslüman
tavrına sahip, kültürlü bir kişidir.235 Ağaoğlu’nun çocukluk yılları ulema sınıfının arasında
geçmiştir.236 Ağaoğlu, sırasıyla Şuşa’da mahalle mektebinde, ardından Rusça eğitim veren
ortaokul muadili şehir mektebinde okumuştur. Bu yıllarda özel hocalardan Arapça ve
Farsça öğrenmiştir. 1887’de Tiflis’te klasik öğretimden çok pozitif bilimler; matematik ve
fen bilimlerine önem veren ve Realnoe Uçilişe (lise)’den dereceyle mezun olmuştur.
Ağaoğlu’nun kendi ifadesine göre lise eğitimi onun ilme, irfana, hakka ve hakikate karşı
derin bir iman ve aşkla dolmasına vesile olmuştur. Dönemin Rus aydınları Tolstoy,
Dostoyevski, Turgeniyev gibi idealistlerden istibdada, zulüm ve cebre, taassup ve cehalete
karşı durmayı öğrenmiştir.237
Ağaoğlu daha sonra üniversite eğitimi için Fransa’ya gitmiştir. O, Azerbaycan
Türklerinden öğrenim için Avrupa’ya giden ilk gençtir.238 Paris’te Doğu Dilleri Okulu’nda
şarkiyat ve Collége de France’da hukuk tahsili yapan Ağaoğlu,239 E. Rénan, Taine, Jules
Lémaitre gibi dönemin önde gelen aydınlarını tanımış, yine önemli isimlerin edebî
toplantılarına katılmıştır. Paris’te bulunan Jöntürklerle ve bu arada ileri gelenlerinden
233 Ağaoğlu’nun hayatı büyük oranda, daha önce hazırlamış olduğumuz Ahmet Ağaoğlu’nun Din ve Toplum
Anlayışı adlı YL tezinden yararlanılarak hazırlanmıştır. Bkz., Ayhan Çetin, Ahmet Ağaoğlu’nun Din ve
Toplum Anlayışı, SDÜ. Sosyal Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Isparta, 2011, ss. 6-17. 234 Şuşa, “Karabağ” yaylasının merkezidir ve Ağaoğlu’nun yayımlanmamış otobiyografisinde belirttiği gibi
“Karabağ, Şirvan ile beraber, Azerbaycan Türk kültürünün, Türk musikisinin ve Türk edebiyatı ile Türk
milliyetçiliğinin de beşiğidir.”. Bkz., Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 167. Bazı Türk topluluklarında ve İran'da kullanılan bir soyluluk unvanıdır. 235 Ahmet Ağaoğlu, “Altmış Yedi Yıl Sonra”, Samet Ağaoğlu, Babamdan Hatıralar’ın içinde, Zerbamat
Matbaası, Ankara, 1940, s. 64. 236 Ahmet Ağaoğlu: “Gençlik günlerimin hemen hepsini ilmî ve irfanî mücadeleler arasında geçirmek
mecburiyetinde kaldım.”, Ağaoğlu’nun basılmamış otobiyografisinden naklen, Akçura, Yeni Türk
Devletinin Öncüleri (1928 Yılı Yazıları), Haz. Nejat Sefercioğlu, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981, s.
168. Akçura’nın bu eseri Türkçülük/Türkçülüğün Tarihi Gelişimi adıyla tekrar yayımlanmıştır. Bkz.,
İlim Kültür Sanat Yay., İst., 2007. 237 A. Ağaoğlu, “Altmış Yedi Yıl Sonra”, Samet Ağaoğlu, Babamdan Hatıralar, s. 67-69, 171. 238 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 172. 239 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 172.
65
Ahmet Rıza ile tanışmıştır.240 Paris’te bulunduğu yıllarda bazı Fransızca dergilerde
makaleleri yayımlanan Ağaoğlu, bu yazılarda Doğu toplumlarının tarihleri ve dinleri
üzerinde durmuştur. Ağaoğlu Mayıs 1894’de Paris’ten ayrılırken, Hukuk ve Şarkiyat’tan
mezun olmuş ve yazarlık hayatına adımını atmış bir gençtir.241
Ahmet Ağaoğlu’nun Paris’teki yaşantısı ile ilgi olarak zikredilmesi gereken
önemli bir mesele de Şeyh Cemaleddin Efgânî ile tanışmış olmasıdır. Efgânî, o sıralarda
bir müddet Paris’te bulunmuştur. Ağaoğlu otobiyografisinde diyor ki: “İslam âlemi
mütefekkirlerinden Cemaleddin Afganî Hazretleri, Paris’teki ikametleri esnasında
benim mütevazı meskenimi, başkalarına tercih etmek lütfunda bulunmuşlardı ve
haftalarca beraber kalmıştık…”242
Ağaoğlu Paris’ten döndükten sonra Tiflis, Bakü ve Şuşa’daki okullarda Fransızca
öğretmenliği yapmıştır. Paris’te bulunduğu yıllarda yazı gönderdiği Kafkas gazetesinde
yazarlık; Bakü’de çıkan Rusça Kaspy gazetesinde başyazarlık görevlerinde bulunmuştur.243
Hayatının bundan sonraki dönemleri, aynı zamanda onun teşkilatçı yönünün öne çıktığı
zaman dilimleridir. O, Azeri halkını uyandırmak, geri kalmışlıktan kurtarmak için öncelikle
Neşr-i Maarif adıyla bir cemiyet kurmuştur.244 Bu cemiyetin amacı öğretim modeli olarak
başarısı tescillenmiş bir yöntem olan İsmail Gaspıralı’nın Usûl-i Cedid yöntemiyle
okuryazarlığı yaygınlaştırmaktır. Ağaoğlu bu dönemde Giriş Bölümünde haklarında bilgi
verilmiş olan İslam ve Ahund (1900)245 ve İslamlıkta Kadın (Tiflis, 1901)246 adlı eserlerini
kaleme almıştır.247
Ocak 1905’te başlayan Türk-Ermeni çatışması, Azerbaycan Türkleri arasında milli
uyanışa neden olmuştur. Azerbaycan Müslümanları kendi aralarındaki sosyal ve mezhepsel
240 François Georgeon, “Azerbaycanlı Bir Aydının İlk Adımları: Ahmed Ağaoğlu Fransa’da (1888-
1894)”, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930)/Seçilmiş Makaleler, Çev. Ali Berktay, Yapı Kredi
Yay., İst., 2006, s. 105; Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 172-174. 241 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 175-176; Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-
1930), s. 105. 242 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 176-177. 243 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 177-178. 244 Fahreddin Gülseven, “Ahmet Ağaoğlu’nun Hayatı, Fikirleri, Siyasi ve Sosyal Mücadeleleri”, Azerbaycan,
Yıl: 38, S. 268, s. 82-84’den naklen, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 16. 245 O dönemde basılmamış olan bu eser, elden ele dolaşmış, ahundların İslam’ı zayıf düşüren adamlar
olduğu tezi, Azeriler arasında oldukça taraftar kazanmıştır. Bu risalede Ağaoğlu, İslam’la bir Şiî
ahundunu konuşturur. Mezhep ihtilafının zararlarını konu edinir. Bkz. Akçura, Yeni Türk Devletinin
Öncüleri, s. 180; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 17. 246 Ağaoğlu bu eserinde İslam dininin özünde, kadının sosyal, siyasi ve ekonomik hayatta görünür
olmasına büyük önem verdiğini ancak sonraki dönemlerde bu anlayışın, İslam’a sonradan sokulan
İranî ve Süryanî gelenekler yüzünden değişip, kadını ikinci plana ittiğini işlemektedir. Bkz. Akçura,
Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 180; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 17. 247 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 17.
66
çekişmeleri bir kenara bırakarak toplumsal birlik ve dayanışma içine girmişlerdir. Bu amaca
hizmet için Gence’de kurulan “Difâî” teşkilatının kurucusu, kesin belli olmamakla birlikte,
büyük ihtimalle Ahmet Ağaoğlu’dur.248
Ağaoğlu mezhep fanatizminin zararlarını yakinen bilen bir aydındır. Zira doğup
büyüdüğü coğrafya buna oldukça müsait bir toplumsal ve kültürel zemin üzerinde yer
almaktadır. Ancak o, aldığı formasyonla birlikte sorumlu bir aydın olarak din ve mezhep
kaynaklı ihtilaf ve çatışmaların sona ermesi için gayret göstermiştir. Yukarıda bahsedilen
“Neşr-i Maarif Cemiyeti ve Usûl-i Cedid hareketinde Ağaoğlu, aynı zamanda Azerileri
kendi aralarındaki Şiî-Sünnî çekişmesinden kurtarmaya çalışmıştır. Hatta onun bu yöndeki
çabalarından rahatsız olan Azeri mollaları ahundlar, onun hakkında ölüm fermanı
çıkarmışlardır. Baskı ve tehditlerden dolayı altı ay evinde mahsur kalmıştır. Nihayet bir
yolunu bulup mollalarla bir camide konuyu müzakere ederek Şiî-Sünnî ayrımının İslam’a
sonradan musallat olduğunu onlara kabul ettirmiştir.”249
Ağaoğlu sonraki dönemlerde de mezhep konusunu bir aydın sorumluluğuyla
toplumsal birlik ve beraberlik açısından ele almıştır. Bir keresinde Süleyman Nazif, İctihad
mecmuasındaki bir yazısında Ağaoğlu’nu muhatap alarak Türkçülüğü eleştirirken: “Bugün
bir kerimem olsa bir putperest Türk’e hatta bir Şiî’ye tezvîc edemem.” diyerek, bir bakıma
Şiîleri İslam dışı gösterir. Ağaoğlu bu yazıya cevap sadedinde, vahdet-i İslamiye’yi
savunduğunu söyleyip Türkçülüğü eleştiren S. Nazif’in bizzat kendisinin bu vahdete aykırı
hareket ettiğini belirtir. Zira İslam’ın hiçbir zaman Kelime-i şahadeti söyleyen birini
putperestlikle itham etmeyi caiz görmediğini; böyle bir teşbihin dalalet olduğunu ifade eder.
Üstelik Ağaoğlu’na göre, Osmanlı’nın hâkimiyeti altında muhtelif kavimlere mensup
milyonlarca Şiî yaşamaktadır. İslam birliğini ve Osmanlılık düşüncesini savunan birinin
böyle hakaret ve küfür içeren sözlerinin Müslümanlarla Osmanlılar indinde nifak
tohumlarını saçması mukadderdir.250
Rusyadaki 1905 İhtilali’nden sonra Azerbaycan Türkleri arasında milliyetçilik
duygusunu canlandıran ve millet olma şuurunu uyandıran en önemli etken basın-yayın
248 Betül Aslan, I. Dünya Savaşı Esnasında Azerbaycan Türkleri’nin Anadolu Türkleri’ne “Kardaş Kömeği
(Yardımı)” ve Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, AKMB. Yay., Ankara, 2000, s. 32-34. 249 Fahreddin Gülseven, “Ahmet Ağaoğlu’nun Hayatı, Fikirleri, Siyasi ve Sosyal Mücadeleleri”, Azerbaycan
Türk Kültür Dergisi, Yıl: 38, S. 268, Nisan-Mayıs-Haziran 1989, s. 82-84, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s.
16’dan naklen. 250 Ahmet Ağaoğlu, “Sabık Trabzon Valisi Süleyman Nazif Beyefendiye”, Türk Yurdu, C. 4, S. 45, 25
Temmuz 1329/7 Ağustos 1913, s. 702-704. Türk Yurdu (Tutibay), C. 2, s. 377-378.
67
alanındaki gelişmeler olmuştur.251 Ağaoğlu da bu dönemde Hayat gazetesinde252 yazarlık253
ve yöneticilik yapmış, “Hürriyet, Adalet ve Musâvaat” şiarıyla İrşad ve Terakki gazetelerini
ise bizzat kendisi çıkarmıştır.254
Bütün gayreti, genel olarak İslam dünyasının ilerlemesi, özel olarak ise Azerbaycan
ve bütün Rusya Müslümanlarının uyanışı ve kalkınması olan Ağaoğlu, bu amaçla her fırsatı
değerlendirme çabası içinde olmuş, her çeşit faaliyete omuz vermiştir. Bu bağlamda Rus
hükümetinden, Azerbaycan Türklerinin Ermenilerle ve Ruslarla rekabet edebilecek düzeyde
eğitim, siyaset, kültür ve askerlik alanlarında reformlar yapılmasını talep eden bir heyet
içinde yer almıştır.255 Yine 1905’te “Bütün Rusya Müslümanları İttifakı”nın içinde yer
almıştır. Onun bir diğer başarısı ise 1907 yılında Bakü petrollerinden Türkleri
uzaklaştırmayı amaçlayan bir toplantıya Azerilerin haklarını savunmak için katılarak, şer
odaklarının planını bozmuş olmasıdır.256
Ağaoğlu’nun faaliyetlerinden rahatsızlık duyan Ruslar, özellikle 1908’den itibaren
onu takip etmeye başlamışlar, kitap ve yazılarını Türkçülük yaptığı gerekçesiyle
yasaklamışlardır. Osmanlı’da Meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine İstanbul’a gitmeye karar
251 Aslan, I. Dünya Savaşı Esnasında Azerbaycan Türkleri’nin Anadolu Türkleri’ne “Kardaş Kömeği
(Yardımı)” ve Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, s. 37. 252 Bu dönemin en önemli gazetesi, 1905 yılında yayın hayatına başlayan Hayat gazetesidir. Azerbaycan’da
Türkçülük, İslamcılık ve Liberalizm fikirlerinin gelişmesinde öncü rol oynayan Ali Merdan Topçubaşı,
Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzâde Ali Bey gibi şahsiyetler bu gazetenin yazarları arasında yer almıştır. Bkz.,
Aslan, a.g.e., s. 37. 253 Betül Aslan’ın: “Hayat’ın sütunlarında ilk önce Ahmet Ağaoğlu’nun daha çok İslamcılık fikirlerine
rastlanıyordu.” ifadesi bizim çalışmamız açısından önemlidir. Ne var ki Aslan’ın bu iddiasına kaynak
olarak gösterdiği, Akçura’nın Yeni Türk Devletinin Öncüleri kitabında bu veya buna benzer bir ifadeyi
göremedik. Öte yandan, Ufuk Özcan, Ağaoğlu’nun samimi ve önde gelen bir Panislamist olarak
gösterilmesi yadırgatıcı demekte ve onun İslam motifine pratik kaygılarla başvurduğunu ifade etmektedir.
Özcan’a göre Ağaoğlu, ne Paris’te ne de Kafkasya’daki gazetecilik yıllarında bir Panislamist olarak
nitelenemez. Ağaoğlu’nun düşüncesinde yer alan kozmopolitizm, milliyetçilik ve İslam zincirinde
İslamiyet görece en zayıf halkadır. Bkz. Betül Aslan, a.g.e., s. 37; Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri,
s. 163; Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 54. Hayat’ta daha sonra Hüseyinzâde Ali Bey,
Türkçülük fikrinin propagandasını yapmıştır. Hüseyinzâde ilk defa Hayat’ta yayımladığı bir makalede,
daha sonra Türkçülüğün sloganı haline gelen “Türkleşmek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak”tan bahsetmiştir.
Akçura’ya göre bu slogan daha sonra Ziya Gökalp tarafından, küçük değişikliklerle yaygın hale getirilmiş
ve Osmanlı Devleti’nde Türkçülük düşüncesinin temel düsturu olmuştur. Akçura, Yeni Türk Devletinin
Öncüleri, s. 163; Aslan, a.g.e., s. 37. 254 Nuri Yüce, “Ağaoğlu, Ahmet”, DİA, C. 1, İst., 1988, s. 465; Alaattin Uca, Türkçülük Fikrinin Ünlü
Mütefekkiri Ali Bey Hüseyinzâde (Turan)’nin Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Atatürk Ü. Sos. Bil. Enst.,
Yayımlanmamış YL Tezi, Erzurum, 1997, s. 55. 255 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 18-19; Gülseren Akalın, Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet
Ağaoğlu, Hacettepe Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi Enst., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1999,
s. 37-38. 256 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 185; Akalın, Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu,
s. 40.
68
veren Ağaoğlu’nun257 1908’in sonlarında kendisi ve 1910’da da ailesi İstanbul’a
gelmiştir.258 Paris döneminden iyi tanıştığı İttihatçılardan Dr. Nazım ve Ahmet Rıza ile
ilişkisi sayesinde Türkiye’de sıcak bir karşılama gören Ağaoğlu259, önce maarif müfettişi
olmuş, akabinde ise Süleymaniye Kütüphanesi Müdürlüğü’ne atanmıştır. Bu dönemde Le
Jeune Turc, Tercüman-ı Hakikat, İslam, Sırat-ı Müstakim ve Türk Yurdu gibi gazete ve
mecmualarda yazarlık ve başyazarlık yapmıştır. Ayrıca Türk-Moğol tarihi dersini ilk defa
Darülfünun’da Ağaoğlu okutmuştur.260
Ağaoğlu, Türkçülüğün teşkilatlanma dönemi kabul edilen II. Meşrutiyet yıllarında
Türk milliyetçiliğini esas alarak kurulan ilk cemiyet261 olan “Türk Derneği”nin262 (Kasım
1908) ilk üyelerinden biridir.263 Türkçülük düşüncesini yaymak ve savunmak için kurulan
diğer bir kuruluş olan Türk Yurdu Cemiyeti’nin (18 Ağustos 1911) de kurucuları arasında
yer alan Ağaoğlu264; bu cemiyetin neşretmeye başladığı, daha sonra da Türk Ocağı’na geçen
Türk Yurdu Mecmuası’nda da yazmıştır.265 Yine kendisi, Türk Ocakları’nın kurucuları
arasında yer almıştır.266
Ağaoğlu 1912’de memuriyetten istifa etmiş ve Türk Ocağı’ndaki faaliyetleri
yanında, İttihat ve Terakki Fırkası’nın Meclis-i Umumî Azalığı’nda bulunmuştur. 1914-
1918 yılları arasında bu partinin Afyonkarahisar mebusluğunu yapmıştır. Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nda milli egemenlik, milletvekili dokunulmazlığı ve herkesin düşüncelerini ifade
edebilme hakkı olduğundan bahsetmiştir.267
Ağaoğlu, İstanbul’daki çalışmalarının yanı sıra Rusya’da yaşayan soydaşlarının
yaşadıkları sıkıntıları dert edinmeye de devam etmiştir. Bu çerçevede, diğer Rusya kökenli
257 Osmanlı dışından birçok aydın, Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Türklük için faaliyet göstermek üzere
İstanbul’a gelmiştir. Bkz., Nadir Devlet, “Rusya Türklerinde Milliyetçilik (Türklük) Şuurunun
Gelişmesi”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ekim 1981, S. 14, s. 157. 258 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 22. 259 Abdullah Gündoğdu, Ümmetten Millete, IQ Kültür Sanat Yay., 1. Bsk., İst., 2007, s. 25. 260 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 23-24; A. Holly Shissler, İki İmparatorluk Arasında Ahmet Ağaoğlu ve
Yeni Türkiye, Çev. T. Ulaş Belge, İstanbul Bilgi Ü. Yay., 2005, s. 250. 261 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 188. 262 Shissler, Türk Derneği’nin, Türkçü değil, Osmanlıcı olduğunu iddia eder. Bkz. Shissler, İki İmparatorluk
Arasında Ahmet Ağaoğlu ve Yeni Türkiye, s. 251. 263 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 190. 264 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 192. 265 Türk Yurdu I (1-2), “Memleketlerine Göre Türk Yurdu’na Katkıda Bulunan Yazarlar” (Tablo IV),
Tutibay Yay., Ankara, 1998, C. 1, s. XLI. 266 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 198; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 24. 267 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 24; Yüce, “Ağaoğlu, Ahmet”, DİA, C. 1, İst., 1988, s. 465.
69
aydınlarla birlikte “Rusya’da Sakin Müslüman Türk Tatarlarının Haklarını Müdafaa
Cemiyeti”ni kurmuş ve bütün Rusya Türklerinin haklarının korunması için çalışmıştır.268
1917-1918’li yıllarda Osmanlı Devleti Azerbaycan’ı kurtarmak için askeri bir
harekât düşünmüştür. Bu amaçla Osmanlı askerlerinden müteşekkil ve başında Enver
Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın bulunduğu “Kafkas İslam Ordusu”nun siyasi
danışmanlığına getirilmiştir. Bu ordunun askeri başarılarından sonra kurulan Azerbaycan
Parlamentosu’nun önde gelen üyelerinden biri olan Ağaoğlu, aynı zamanda Osmanlı
Meclis-i Mebusanı’ndaki görevi devam ettiği için aynı anda iki farklı Türk devletinin
parlamentolarında görev yapan ilk ve tek Türk olmuştur.269 Ağaoğlu bu görevi esnasında
Azerbaycan hükümeti adına Paris Barış Konferansı’na giden bir heyette yer almış ancak
heyet İstanbul’dayken İstanbul’u işgal altında tutan İngilizler tarafından 25 Mart 1919’da
tutuklanarak meşhur Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilmiştir.270 Akabinde “asayişi bozmak ve
Ermenilere zorbalık yaptığı” bahaneleriyle1919’da Malta’ya sürgüne gönderilmiştir.271
Yaklaşık iki yıl süren Malta sürgünü, Ankara hükümetinin İkinci İnönü zaferiyle
sona ermiştir. Siyasi gelişmeler, Malta sürgünlerinin salıverilmelerini gerektirmiş;272
böylelikle Ağaoğlu da 28 Mayıs 1921’de İstanbul’a dönmüş ve kısa süre sonra Ankara’ya
geçmiştir. Bu günlerde Azerbaycan Sovyet Cumhuriyet’i Devlet Başkanı ve eski dostu
Neriman Nerimanov’un kendisini Azerbaycan’a davet eden mektubunu alan Ağaoğlu,
cevabi mektubunda, Nerimanov’a temsil ettiği fikirlere katılmadığını, Türkler için
kurtuluşun Osmanlı Türklüğü sayesinde olabileceğini ve kendisini hürriyetine kavuşturan
Ankara hükümetine vefa borcunu ödemek için Azerbaycan’a dönmeyeceğini ifade
etmiştir.273
Ağaoğlu bundan sonraki hayatında Ankara Hükümeti’nin yanında saf tutmuştur.
Hükümetin, Türk halkının saygı ve güvenini kazanmak amacıyla yurdun değişik
bölgelerine gönderdiği “irşad” heyeti içinde yer almıştır. Başarılı çalışmaları sonrasında
1921 yılının sonlarına doğru Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü görevine getirilmiştir.
Yine bu dönemde Yusuf Akçura ile birlikte Türk-Sovyet ilişkilerinin geliştirilmesinde rol
268 François Georgeon, Türk Milliyetçiliği’nin Kökenleri ve Yusuf Akçura, Çev. Alev Er, Tarih Vakfı Yurt
Yay., İst., 1996, s. 119. 269 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 26-27. 270 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 29; Yüce, “Ağaoğlu, Ahmet”, DİA, C. 1, İst., 1988, s. 465. 271 Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yay., Ankara, 1985, s. 107-108; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s.
31. 272 Akalın, Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu, s. 51-52. 273 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 36-38.
70
almış, hükümetin yayın organı Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yapmıştır.274
Ağaoğlu, TBMM’de ikinci dönem (1923) ve üçüncü dönem (1927) Kars mebusu olarak
görev yaparken, 1921 ve 1924 Anayasalarını hazırlayan komisyonlarda bulunmuş; yeni
kurulan rejimin anayasal çerçevesinin inşasında görev almıştır. Milletvekilliğinin yanı sıra,
1925’te açılmış olan Ankara Hukuk Mektebi’nde Anayasa Hukuku derslerini ilk defa o
vermeye başlamıştır.275
Ağaoğlu, çok partili hayata geçiş için yapılan ikinci denemede aktif olarak yer almış
ve Atatürk’ün direktifiyle Fethi Okyar’ın liderliğinde kurulan “Serbest Cumhuriyet
Fırkası”nın ideologluğunu üstlenmiştir.276 “Serbest Fırka”nın muhtelif siyasi nedenlerle üç
ay gibi çok kısa süren serüveninden sonra siyasete dönmeyen Ağaoğlu, 1933’te yapılan
Üniversite reformuyla emekli edilinceye kadar İstanbul Hukuk Fakültesi’nde görev
yapmıştır. Üniversiteden ayrıldıktan sonra ise gazetecilik ve yazarlık yapmıştır. Akın,
İkdam, İnsan, Kültür Haftası ve Türklük Mecmuası gibi yayın organlarında yazmıştır. 29
Mayıs 1933’ten itibaren bizzat kendisinin çıkardığı Akın gazetesinde İnönü hükümetinin
anti-demokratik yönetimini, bilhassa devletçilik anlayışı ve demiryolu politikasını tenkit
ettiği için 25 Ağustos 1933’te gazete kapatılmıştır. Akın’daki yazılarında toplumsal
konulara ağırlık vermiştir. Toplumun spora aşırı düşkünlüğüne, Latince ve Yunanca’nın
öğretilmesine karşı çıkmıştır. Uyuşturucunun zararları, boyalı sosyetenin genel ahlaka
aykırı davranış ve şımarıklıkları, faşizmin kötülüğü, yanlış ilhamlar veren filmlerin sansür
edilmesi gibi meseleler, gazetede ele aldığı konulardan bazılarıdır.277
Atatürk’ün ölümüne çok üzüldüğü yakınları tarafından ifade edilen Ağaoğlu’nun
kendisi de karaciğer, kalp ve nefes darlığından rahatsızdır ve Atatürk’ün ölümünden
yaklaşık altı ay sonra 19 Mayıs 1939’da Nişantaşı’ndaki evinde vefat etmiştir.278
Ağaoğlu’nun eserleri, tekrardan kaçınmak amacıyla burada verilmeyip, istifade
edilen çalışmaları Kaynakça’da gösterilmiştir. Kaynakça’da yer almayan diğer çalışmaları
için, hayatı konusunda yararlanılan kaynaklara bakılabilir.
274 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 157-159. 275 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 43; Özcan, s. 159; Fahri Çoker, Türk Tarih Kurumu Kuruluş Amacı ve
Çalışmaları, TTK Yay., Ankara, 1983, s. 6. 276 Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yay., İst., 1994, s. 25 vd. 277 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 85; Yüce, “Ağaoğlu, Ahmet”, DİA, C. 1, İst., 1988, s. 465. 278 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 63.
71
3.2. Ziya Gökalp (1876-1924)
Asıl adı Mehmet Ziya olan Gökalp, 1876’da Diyarbakır’da doğmuştur.
İlköğrenimini ve liseyi bu şehirde tamamlamıştır. Kendi kendini yetiştiren aydınlardandır.
Özellikle felsefe ve sosyal bilimlere olan ilgisi lisedeyken başlamıştır. Diyarbakır’ın önde
gelen bürokratlarından olan babası Tevfik Efendi’nin genç yaşta vefatından sonra Gökalp’in
eğitimiyle amcası ilgilenmiştir.279 Amcasından Doğu kültürünün anahtarı sayılan Arapça ve
Farsça’yı öğrendikten ve Diyarbakır belediye doktoru olup lisede Doğa Bilimleri Tarihi
dersleri veren Yorgi Efendi’nin etkisiyle felsefeye ilgi duymaya başladıktan sonra280 Gazali,
İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd, İbn Arabî ve Mevlana gibi şahsiyetlerin kelam, İslam felsefesi
ve tasavvufa ait eserlerini okumuştur.281 Namık Kemal ve Ahmet Mithat yazılarını ve
düşüncelerini takip ettiği diğer iki isimdir. Bu tür eserler Gökalp’te inkılâpçı bir ruh
meydana getirmiştir. Yine Dr. Yorgi’nin tavsiyesiyle lise yıllarında Fransızca öğrenmeye
başlamıştır.282
Gökalp, lisedeyken, Diyarbakır’a sürgün edilmiş dönemin aydınları ve onların
fikirleriyle tanışmıştır. Bu bağlamda 1890’ların başında Diyarbakır’a gelen Abdullah
Cevdet önemlidir. Gökalp’in İttihatçılığı tanımasında, siyasal ve toplumsal sorunlara
özellikle de Fransız toplumbilimine ilgi duymasında, devrimci fikirlere sahip Abdullah
Cevdet’in önemli etkisi olmuştur. Bu yıllarda şiire merak saran Gökalp, şiirlerinde
yurtseverlik ve özgürlük temalarına yer vermiştir. Bu dönemle ilgili önemli hususlardan biri
Gökalp’in Türkçülük düşüncesiyle tanışmasıdır. Türkçülüğün Esasları’nda da belirttiği gibi
bu dönemde okuduğu Ahmet Vefik Paşa’nın (ö. 1891) Lehce-i Osmanî’si283 ile Süleyman
Hüsnü Paşa’nın (1838-1892) Tarih-i Âlem284 adlı kitapları ona Türkçülük düşüncesinin
kapılarını açmıştır. 1896’da yükseköğrenim için İstanbul’a geldiğinde “Türklüğünü
hissettiğini” ifade eden Gökalp’e göre, kişinin milliyetini, etnik kökeninden daha çok eğitim
ve duygular belirler.285 Ücretsiz yatılı kalabilme imkânı tanıdığı için kısa süre veteriner
okuluna devam eden Gökalp'in, İstanbul’a geldiğinde ilk edindiği kitaplardan biri Leon
279 Rıza Filizok, Ziya Gökalp, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 14-15. 280 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 304. 281 Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Çev. Kadir Günay, Kültür Bak. Yay., Ankara, 2002, s. 8. 282 Hilmi Z. Ülken, Ziya Gökalp, Türkiye İş Bankası Yay., İst., 2007, s. XII-XIII. 283 Lehce-i Osmânî, A. Vefik Paşa’nın 1873-1876 yılları arasında hazırladığı Türkçe’den Türkçe’ye ilk
sözlüktür. Bkz., Ömer Faruk Akün, “Lehce-i Osmânî”, DİA, İst., 2003, C. 27, s. 127-128. 284 Süleyman H. Paşa’nın askerî okullar için ders kitabı olarak (İst., 1293/1877) yazdığı kitaptır. Kitap,
Türklere çok fazla yer vermesi ve yabancı kelimelere Türkçe karşılık bulmada gösterdiği özen
dolayısıyla önemlidir. Bkz., Kemal Beydilli, “Süleyman Hüsnü Paşa”, DİA, C. 38, İst., 2010, s. 89-92. 285 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 6.
72
Cahun’un (1841-1900) Introduction l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş: Türkler ve
Moğollar) adlı eseridir. Gökalp’e göre bu çalışma sanki Pan-Türkizm’i özendirmek için
yazılmıştır. Gökalp, bu dönemde İstanbul’da Hüseyinzâde Ali Turan (1864-1940) ile de
tanışmıştır.286
Siyasi faaliyetleri nedeniyle bir süre tutuklu kalan Gökalp, İstanbul’dan
Diyarbakır’a sürgün edilir ve burada önemsiz memuriyet görevlerinde bulunur.287 Kısa süre
milli eğitim müfettişliği yapar. Diyarbakır’daki çeşitli gazetelerde şiir ve yazıları
yayımlanır. Bu arada kendi gazetesi Peyman’ı neşretmeye başlar (1909). Dicle gazetesinde
de yazıları yayımlanır. Bu arada akrabası olan Cevriye Hanımla evlenir. Bu dönemde
Diyarbakır’da çıkan bir Kürt isyanının bastırılmasında etkin rol oynar.288
Meşrutiyet’in (1908) ilanından sonra, İstanbul’daki öğrencilik yıllarından itibaren
irtibat halinde olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır şubesini açar. Hürriyet,
meşrutiyet, kültür ve medeniyet gibi sonraki dönemde düşünce sisteminde ağırlık teşkil
edecek meseleler üzerine Cemiyet’te toplantılar düzenler, konferanslar verir. Bir müddet
sonra İTC’nin bölge müfettişliğine getirilir. Müktesebatı ve çalışmalarıyla göz dolduran
Gökalp, İTC’nin Genel Merkez üyeliğine seçilir (1910). 1911-1912 yıllarında Selanik’te
İttihat ve Terakki merkezinde “ilm-i ictimai” dersleri okutan Gökalp, bu yıllarda
yayımlanan Genç Kalemler, Yeni Felsefe mecmualarında Gökalp, Ziya Gökalp, Sedat
Tevfik, Demirtaş imzalı sosyoloji, felsefe ve tarihe dair şiir ve yazılar kaleme alır.
Fransızcasını da bu yıllarda ilerleten Gökalp, Fransızca kitaplardan özellikle sosyolojiye
dair meseleler üzerinde yoğunlaşır.289
1912’deki Meclis seçimlerinde Ergani temsilcisi olur ancak meclis çalışmalarında
etkinliği gözlenmez. Bu dönemlerde Genel Merkez üyelerinden Hüseyinzâde Ali’nin
tavsiyeleriyle Durkheim ve Bergson’u okumaya başlayan Gökalp üzerinde, Durkheim’ın
düşünceleri etkili olmuş; Bergson’a ilgisi meraktan öteye geçmemiştir.290 Selanik’te
geçirdiği birkaç yıldan sonra kendisindeki Osmanlıcılık ideali yavaş yavaş yerini
Türkçülüğe bırakan Gökalp, İTC’de hiçbir idari görevi kabul etmez ve kendini tamamen
ilme ve “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”in teorisyenliğine adar. Daha sonra (1917’de)
286 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 13. 287 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 14-15. 288 Ülken, Ziya Gökalp, s. XIV; Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 16-17. 289 Ülken, Ziya Gökalp, s. XIV; Uriel Heyd, Ziya Gökalp'in Hayatı ve Eserleri, Terc. Cemil Meriç, Sebil
Yayınevi, İst., 1980, s. 25-26. 290 Ülken, Ziya Gökalp, s. XIV.
73
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adıyla kitap olarak neşredilecek olan çalışmasının
içeriğini oluşturan makaleler bu yılların (1913-1914) ürünüdür. Birçok mecmua ve gazetede
yazan Gökalp, bunlardan bazısının da bizzat yayımcısıdır. Türk Yurdu, Halka Doğru, İslam
Mecmuası, Milli Tetebbular Mecmuası, Muallim Mecmuası, Şûra-yı Ümmet, Yeni Mecmua
ve Küçük Mecmua onun düşüncelerini ortaya koyduğu periyodiklerden ilk akla
gelenlerdir.291
Gökalp yaşadığı dönemin hemen bütün problemleri ve tartışma konuları hakkında
kafa yormuş; fikir üretmiştir. Her fırsatta düşüncelerini yaymaya çalışmış; hayatı dolu dolu
geçirmeye çalışmıştır.292 Toplumsal yapı, toplumsal değişme, toplumsal bütünleşme ve
çözülme, modernizm, medeniyet ve kültür, Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak, din,
hukuk, devlet teşkilatı gibi alanlar ve bunların birbiriyle ilişkisi ilgilendiği konuların
başlıcalarıdır.293 Aynı zamanda o, üniversitede sosyoloji kürsünü kuran ilk hocadır.
1915’ten itibaren Darülfünûn’da başlattığı bu dersleri 1919’a kadar okutmuştur.294 Pek çok
kimse tarafından Türkiye’nin ilk toplumbilimcisi kabul edilir. İttihat ve Terakki Fırkası’nın
ideoloğu olduğu için siyasal ortamı, sosyolojinin gelişimi için kullanmasını bilmiştir. Sahip
olduğu sosyoloji birikimi, modern Türkiye için elverişli yeni bir toplumsal değişme modeli
geliştirmesine imkân vermiştir.295
İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgalinden sonra, “asayişi bozma ve
Ermenilere zor kullanma” gerekçesiyle tutuklanan Gökalp, diğer birçok vatansever Türkçü
aydın, gazeteci, mebus ve siyasetçiyle birlikte Malta’ya sürgün edilmiştir. Yaklaşık iki yıl
devam eden bu süreçte okumalarına devam eden Gökalp, Malta adasını adeta üniversite
haline getirerek, özellikle Sosyoloji ve Türkçülük konularındaki düşüncelerini diğer
aydınlarla paylaşmıştır.296 Bu dönemde Malta’dan eşine ve kızlarına yazdığı yüzlerce
mektup bile içerik itibariyle uzaktan eğitim ders materyali değerindedir.297
Malta esaretinin sona ermesinden (Mayıs 1921) sonra Diyarbakır’a dönen Gökalp,
burada Küçük Mecmua’yı yayımlamaya başlamıştır. Telif ve Tercüme Heyeti başkanlığına
tayinin ardından Ankara’ya gelen (1922) aydınımız, İkinci Meclis’te (1923) Diyarbakır
291 Ülken, Ziya Gökalp, s. XIV-XV; Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 20-22. 292 Emre Kongar, Türk Toplum Bilimcileri -1, Remzi Kitabevi, İst., 1996, s. 32. 293 Akçura, Meşrutiyet dönemi Türkçülüğünde nazariyat sahasında merkezi simânın Gökalp olduğunu
belirtir. Bkz., Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri -1928 Yılı Yazıları-, s. 203. 294 Ülken, Ziya Gökalp, s. XV. 295 Kongar, Türk Toplum Bilimcileri -1, s. 33. 296 Ülken, Ziya Gökalp, s. XV; Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 24; Filizok, Ziya Gökalp, s. 28-29. 297 Bkz., Gökalp, Ziya Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları, Haz. F. Abdullah Tansel, TTK
Basımevi, Ankara, 1989.
74
milletvekili olmuştur.298 Meclis’in Maarif Komisyonu’nda etkin şekilde çalışmıştır.
Anayasa Komisyonu’nda yer almasa da 1924 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde
konuyla ilgili müzakerelere ve tartışmalara katılmıştır.299 Bu süre zarfında Halk Fırkası’nın
siyasi yol haritası sayılabilecek Doğru Yol risalesini kaleme almıştır. Gökalp, Meclis’teki
görevinin yanı sıra ilmi çalışmalarına da devam etmiş; Türkçülüğün Esasları’nı ve Türk
Medeniyeti Tarihi’ni bu dönemde yazmıştır. Kısa ömrüne (48 yıl) birçok başarı ve eser
sığdıran Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.300
Gökalp, görece kısa hayatı boyunca, siyasi bir parti olan İttihat ve Terakki’nin
içerisinde yer almıştır. Ancak onu bugünkü anlamda siyasetçi gibi algılamak yanlış olur.
Özellikle partinin Genel Merkez üyeliğine seçilmesinden (1910) vefatına kadar geçen 14
yıllık sürede o, bir siyasetçiden ziyade bir mürşit, bir rehber, bir teorisyen, bir sistemcidir.301
Eski Atina’nın tanıdığı Sokrat türünden bir millet eğiticisi; Doğu toplumlarının saygı
duyduğu pir, şeyh, arif türündeki insanların modern örneğidir.302 Gençlerin eğitimine çok
önem vermiş; İTC adına onları sosyoloji öğrenimi için Fransa’ya göndermiştir.303 Bir mürşit
misali kalpleri, ruhları, zihinleri etkilemeyi iyi bilen Gökalp, yazı ve şiirlerinin yanı sıra
sohbet ve konuşmalarıyla da çevresini, bilhassa gençleri aydınlatmış, bilinçlendirmiştir.304
Gökalp, yaşadığı dönem ve coğrafyalar itibariyle çok uluslu ve kozmopolit
toplumsal yapı ve kültürlerle temas halinde bulunmuştur. Çok farklı etnisite, din, mezhep ve
demografinin bir arada yaşamasının zorluklarını görmüştür.305 Bunları aşmanın çaresi olarak
sosyoloji bilimini keşfeden Gökalp, bu disiplinin verileri ışığında o dönemdeki üç farklı
siyasal yönelimi, üç farklı düşünce akımını sentezleyerek toplumsal ve siyasal sorunların
üstesinden gelmeyi düşünmüştür. Ona göre Türk, İslam ve Batılı değer ve kurumlar pekâlâ
298 Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi: TBBM II. Dönem, (1923-1927), TBMM Vakfı Yay., C. III,
Ankara, 1995, s. 246-247; Hüseyin Köroğlu, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 5, Sebat Ofset, Konya, 2004, s. 39. 299 Ömer Erden, “Ziya Gökalp'in 1924 Anayasası İle İlgili Çalışmaları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Mart 2013, C. XXIX, S. 85, s. 51 vd. 300 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 26-27. 301 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 19; Alâaddin Korkmaz, Ziya Gökalp; Aksiyonu, Meşrutiyet ve
Cumhuriyet Üzerindeki Tesirleri, MEB Yay., İst. 1994, s. 261. 302 M. Emin Erişirgil, Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp, Haz. Aykut Kazancıgil-Cem Alpar, Remzi
Kitabevi, İst., 1984, s. 209. 303 Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp, Varlık Yay., İst., 1952, s. 6. Yahya Kemal: “(…) İlmin birer
şubesine ihtirasla sarılmış gençlere, kendi mevkiinden istifade ederek, lazım olduğu gibi iyilik
edemedi. (…) Ziya Bey’i hiç tanımamış olan bir taraf onun, fikir arkadaşlarını ve tilmizlerini,
hükümetteki nüfuzu sayesinde, nimetlere gark ettiğini yazdılar ve muttasıl gevelediler. (…) Bu bir
efsanedir.” diyerek, yukarıdaki bilgilere katılmadığını belirtir. Bkz., Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi
Portreler, İst. Fetih Cemiyeti, İst., 1986, s. 17. 304 Cahit Kavcar, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim, İnönü Ü. Eğitim Fak. Yay., Gözden
geçirilmiş 2. bsk., Malatya, 1988, s. 82. 305 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 18.
75
birbiriyle çatışmaksızın bir arada yaşatılabilir. “Çeşitli unsurlardan mürekkep ve
Müslümanlıktan kuvvetini alan Osmanlı milleti, tıpkı bir Amerikan milleti gibi gerçek
olabilir.”306 Bu son cümle, Gökalp'in düşünce ve yazı hayatının ilk dönemlerine aittir. Çoğu
entelektüelde olduğu gibi onun da düşünce ve idealleri zamanla gelişmiş, değişmiş ve
olgunlaşmıştır. Bu değişim zorunludur. Zira yaşadığı dönem ve gelişmeler düşüncelerinde
bazı düzeltmeleri gerektirmiştir.307 Örneğin Osmanlıcı Gökalp zamanla yerini Türkçü
Gökalp’e bırakmıştır.
Gökalp’in eserleri, tekrardan kaçınmak amacıyla burada verilmeyip, yararlanılan
çalışmaları Kaynakça’da gösterilmiştir. Kaynakça’da yer almayan diğer çalışmaları için,
hayatı konusunda yararlanılan kaynaklara bakılabilir.
3.3. Yusuf Akçura (1876-1935)
Türk düşüncesinin ve Türk milliyetçiliğinin köşe taşlarından biri olan Akçura,
Kazan Türklerinden olup, 1876’da Kazan’ın (Rusya) İdil (Volga) nehri üzerindeki Simbir
şehrinde doğmuştur. Ailesi Kazan’ın meşhur ve zengin tüccarlarındandır. Küçük yaşta
babasını kaybeden (1878) Akçura, annesiyle birlikte 1883 yılında İstanbul’a gelmiştir. Koca
Mustafa Paşa Rüşdiyesi’nden sonra Harbiye’ye kabul edilmiştir (1892).308 Harbiye yılları
Akçura’nın şuurlu Türkçülüğünün başladığı yıllar olmuştur. Bu yıllarda Gaspıralı
İsmail’den (1851-1914) etkilenmiş; Kazanlı Cedidcilerin309 öncülerinden Şehâbeddin
Mercânî (1818-1889), Âlimcan Barûdî (1857-1921) ve Kayyûm Nâsırî (1825-1902) ile
amcası İbrahim Akçura onun entelektüel gelişmesinde etkili olmuştur.310
1896’da Harbiye’den mezun olduğu sırada Jön Türklerle ilgisi bulunduğu
gerekçesiyle tutuklanmıştır. Fizan’a sürülmek üzere Trablus’a gönderilen Akçura’nın
burada kalmasına ve askeri rütbesinin geri verilmesine karar verilmiş olmasına rağmen o bir
306 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 304. 307 Kongar, Türk Toplum Bilimcileri -1, s. 69-70. 308 Akçura, tahminen 1896 yılında tuttuğu anı notlarında çocukluğuna ve öğrenim hayatına ilişkin
ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu otobiyografi, Muharrem Feyzi Togay, Yusuf Akçura’nın Hayatı,
Hüsnütabiat Basımevi, İst., 1944, 99-141. sayfalar arasında latinize şekilde yayımlanmıştır. Ayrıca şuraya
da bkz., Akçura, “Ta Kendim Yahut Defter-i A’mâlim”, Yusuf Akçura, Hatıralarım, Yayına Haz.
Erdoğan Mura, Hece Yay., Ankara, 2005, 19-65. sayfalar arasında yayımlanmıştır. 309 Cedidcilik hakkında bilgi için bkz., İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dinî Yenileşme (1850-1917),
Ötüken Yay., İst., 2002. 310 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 137-139; Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bak.
Yay., Ankara, 1987, s. 9-11; Abdullah Gündoğdu, Yusuf Akçura’ya Göre Büyük Güçler ve Osmanlı
Devletinin Yıkılışı, IQ Kültür Sanat Yay., İst., 2010, s. 15-16; Nadir Devlet, “Yusuf Akçura’nın Hayatı
(1876-1935)”, Ölümünün 50. Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült.
Araş. Enst., Ankara, 1987, s. 17-20.
76
süre sonra Paris’e kaçmıştır (1899).311 Paris’te Siyasi Bilimler Okulu’nda okurken siyasetin
dışında felsefe, sosyoloji, tarih ve filoloji ile de ilgilenmiştir. Fransa’nın Prusya’ya
yenilmesinin hemen ardından Fransız vatanseveri ve milliyetçisi yetiştirmek için kurulan bu
okul, tam bir milliyetçi ruhla donatılmıştır. Ağaoğlu’nun böyle bir okulda öğrenim görmüş
olması şüphesiz ondaki milliyetçi duyguları beslemiştir.312 Ayrıca Ağaoğlu, Paris yıllarında
Genç Türklerle de bağlantı içinde olmuştur.313
Akçura, güney ve kuzey Türklüğünden edindiği bilgi ve görgüyle Avrupalı
şarkiyatçıların Türkoloji çalışmalarını, Avrupa bilim çevrelerinden kazandığı sosyal ve
siyasi muhakeme gücüyle birleştirerek milliyetçi ve Türkçü bir senteze ulaşmıştır.314
1903’te okulu bitirdikten sonra, Osmanlı Devleti sınırları kendisine kapalı olduğu için
Kazan’a dönmek zorunda kalan Akçura, Kazan’da Medrese-i Muhammediye’de tarih,
coğrafya ve Türk edebiyatı dersleri vermiştir.315 Akçura ailesinin asıl köklerinin yaşadığı
Züyebaşı köyünde amcası Yusuf Bay’ın evinde bir süre kalan Akçura, buradayken
Kahire’de yayımlanan “Türk Gazetesi”ne “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesini
göndermiştir.316 İkinci Meşrutiyet’in ilanına kadar Kazan’da Rusya Türklüğünün
yükselmesi için basın yayın faaliyetlerinde bulunmuştur. Cedidciler arasında yer alan
Akçura, “Rusya Müslümanları” adlı siyasi harekete de fiilen katılmıştır (1905).317 Bu
yıllarda hem öğretmenlik yapmış hem de Kazan Muhbiri adlı gazeteyi çıkarmıştır (1905).
Ulûm ve Tarih adlı kitabını 1906’da yayımlamıştır.318 Rus hükümeti Akçura’nın Duma’ya
seçilmesini önlemek için evine baskın yaparak onu tutuklamıştır. Seçim sonuna kadar 43
gün tutuklu kalan Akçura burada yaşadıklarını Mevkûfiyet Hatıraları319 adıyla neşretmiştir
(1907). Kırım’da çıkan Tercüman Gazetesi’nde çalışırken Üç Haziran Vak’a-i Müessifesi
(Orenburg, 1907) adlı eseri nedeniyle takibata uğramıştır.320 Bu arada Osmanlı’da II.
Meşrutiyet ilan edilince Ekim 1908’de İstanbul’a gelmiş,321 Darülfünûn ve Mülkiye’de
311 Togay, Yusuf Akçura’nın Hayatı, s. 39. 312 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935), Çev. Alev Er, Tarih Vakfı
Yurt Yay., İst., 1996, s. 35-36. 313 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 138-140; Temir, Yusuf Akçura, s. 26-28; Devlet, “Yusuf
Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün 50. Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart
1985), s. 22. 314 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 140. 315 Temir, Yusuf Akçura, s. 38. 316 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 145; Temir, Yusuf Akçura, s. 30-31. 317 Temir, Yusuf Akçura, s. 34-35. 318 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 152-153. 319 Akçura, Hatıralarım, 71-98. sayfalar arasında yayımlanmıştır. 320 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 156. 321 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 157.
77
siyasal tarih okutmuştur. Akçura, İstanbul’a gelir gelmez Türkçülük akımının öncülerinden
biri olmasına rağmen, bu dönemde siyasi Türkçülüğün temsilcisi olan İttihat ve Terakki’ye
üye olması yönündeki istekleri geri çevirmiştir.322 Bununla birlikte onlara muhalefet de
etmemiş hatta idealleri onu İttihat ve Terakki ile birlikte çalışmaya yöneltmiştir. O, bu
yıllarda daha çok ilmi ve kültürel Türkçülük çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Dernek ve basın-
yayın faaliyetlerinde bulunmuş Türk Derneği ve Türk Ocakları’nın kuruluşunda yer
almıştır. Türk Yurdu ve Halka Doğru mecmualarının neşrinde önemli görevler yapmıştır.323
1911-1917 yılları arasında Türk Yurdu mecmuasının müdürlüğünde bulunmuştur. 1916’da
İsviçre’de Lenin ile görüşmüş, 1917’de Rusya’nın savaştan çekilmesi üzerine Türk esirlerin
değişimi için Kızılay delegesi olarak Rusya’ya gitmiştir.324 Mondros Mütarekesi’nin
ardından tutuklanan (1919) Akçura, hapisten çıktıktan sonra Selma Hanım’la evlenmiştir
(1920).325
Akçura, 1920’den 1925’e kadar Milli Mücadele’nin bütün safhalarında siyasal ve
toplumsal çalışmalarıyla yer almış; Atatürk’ün bir nevi danışmanı olarak çalışmıştır.
Cumhuriyet’in özellikle milliyetçi ve halkçı düşüncelerinde katkısı olmuş; tam
bağımsızlığın aynı zamanda ekonomik bağımsızlıktan geçtiği noktasındaki fikirleri
yönlendirici olmuştur. Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’ün yakın çevresinde yer almıştır.326
Akçura, 1925’ten itibaren milletvekilliği görevine rağmen aktif siyasetten uzak
durmuş, özellikle üniversite hocalığı ve tarih çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ankara Hukuk
Mektebi’nde ve İstanbul Darülfünunu’nda siyasal tarih dersleri okutmuştur. 1931’de Türk
Tarih Kurumu’nun kurucuları arasında yer alan Akçura, 1932’de aynı kuruma başkan
olmuş ve ömrünün sonuna kadar bu görevde kalmıştır. 11 Mart 1935’te vefat etmiş ve
Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilmiştir.327
322 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 388-389; Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf
Akçura (1876-1935), s. 62-63. 323 Temir, Yusuf Akçura, s. 40-46; Togay, Yusuf Akçura’nın Hayatı, s. 58-61; Gündoğdu, Yusuf Akçura’ya
Göre Büyük Güçler ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı, s. 19. 324 Temir, Yusuf Akçura, s. 49-50, 53, 56. 325 Temir, Yusuf Akçura, s. 63. 326 Temir, Yusuf Akçura, s. 63-64; Devlet, “Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün 50. Yılında
Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), s. 31; Gündoğdu, Yusuf Akçura’ya Göre Büyük
Güçler ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı, s. 20. Akçura’nın Milli Mücadeleye katılması, Ankara’daki görevleri
ve TBMM’deki çalışmaları için bkz. Kat, Gürhan, Yusuf Akçura’nın Siyasi Kimliği ve TBMM’deki
Çalışmaları, Gazi Ü. Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara, 2003, s. 26-34. 327 Temir, Yusuf Akçura, s. 64-65, 75; Gündoğdu, Yusuf Akçura’ya Göre Büyük Güçler ve Osmanlı Devletinin
Yıkılışı, s. 20; Hüseyin Köroğlu, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 4, Sebat Ofset, Konya, 2003, s. 564-565.
78
Akçura, hayalci değil realist bir Türkçüdür. Paris’te Siyasi Bilimler Okulu’nda
bitirme tezi olarak hazırladığı “Osmanlı Devleti Teşkilatı Tarihi Üzerine Bir Deneme” adlı
çalışmasında Jön Türklerin bir Osmanlı milleti oluşturma siyasetlerinin neticesiz kalacağını,
devleti kurtarmak için milliyetçilikten başka çıkar yol bulunmadığını dile getirirken
Osmanlı kurumlarının sadece İslami temele değil Türkî temellere de dayandığını; İslam
dışında ve öncesinde bir Türk tarihinin var olduğunu savunmuştur. Mısır’da 1904’te Türk
gazetesinde çıkan Üç Tarz-ı Siyaset dizi makaleleri önemlidir. Bu makalelerinde Osmanlı
Devleti’nin önünde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük şeklinde üç siyasi seçenek
bulunduğunu sağlam bir fikir örgüsüyle ortaya koymuştur. Ona göre Osmanlı Devleti’nin
varlığını devam ettirebilmesi için Osmanlıcılık ve İslamcılık çıkar yol değildir. Bilakis
Türkçülük kurtuluş için en uygun ideolojidir. Akçura’nın bu makalesinden sonra Türkçülük
meselesi daha yoğun olarak tartışılmaya başlanmıştır. Bu makale o günden bu güne bu
alanda bir klasik haline gelmiştir. Bu çalışmanın yayımlanmasından çok sonraları yine
Türkçülük temelli olarak kaleme aldığı Osmanlı tarihi ile ilgili eleştirel görüşlerinden dolayı
Osmanlıcıların, Türk Yurdu’nda neşrettiği “Cengiz Han” vb. yazıları sebebiyle ise
İslamcıların şiddetli hücumuna uğramıştır. O, bu ve benzeri görüşlerinden dolayı
“Pantürkist” ve “Pantürkizm’in babası” olarak kabul edilmiştir.328
Akçura’nın eserleri, tekrardan kaçınmak amacıyla burada verilmeyip, istifade edilen
çalışmaları Kaynakça’da gösterilmiştir. Kaynakça’da yer almayan diğer çalışmaları için,
hayatı konusunda yararlanılan kaynaklara bakılabilir.
3.4. Mehmet Şemseddin Günaltay (1883-1961)
1883 yılında Erzincan’ın Kemaliye (o dönemdeki adıyla Eğin) ilçesinde doğmuştur.
Müderris İbrahim Efendi’nin oğludur. İlköğrenimini Üsküdar Ravza-i Terakki
Mektebi’nde, ortaöğrenimini de Vefa İdadisi’nde tamamlamıştır. 1905’te Dârü’l-
Muallimîn-i Âliye’nin fen şubesinden birincilikle mezun olan Günaltay, özel dersler
sayesinde Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiş, din eğitimi almıştır.329 Maarif Nezareti
tarafından, tabi ilimler ve fizik alanında bilgi ve görgüsünü artırmak amacıyla Paris’e ve
328 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 389; Nuri Yüce, “Akçura, Yusuf”, DİA, C. 2, İst., 1989, s.
228-229. 329 Kamil Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, DİA, C. 14, İst., 1996, s. 286.
79
Lozan’a gönderilmiştir. Türkiye’ye dönüşünden sonra Darüşşafaka Lisesi’nde geometri
muallimliği; Kıbrıs, Midilli ve Gelenbevi idâdîlerinde müdürlük yapmıştır.330
1913’ten itibaren Sebîlürreşâd Mecmuası’nda modernist İslamcı yaklaşımı ile
yazılar yazmaya başlamış,331 ilk yazıları felsefi alanla ilgiliyken sonraları sosyal konulara
yönelmiştir. Günaltay’ın İslam anlayışında siyasal boyut zayıftır. Yazı hayatının ilk
dönemlerinden itibaren o, modernist fikirlere sahip olmuştur. Bu nedenlerle onu İslamcı
olarak değerlendirmek yanlış olmasa da sorunludur. Konulara akılcı yaklaşımı, Batı
medeniyetine karşı mutlak bir tavır almayıp seçici tavra sahip olması ve bazı yönlerden
Gökalp’ten etkilenmiş olması onu Türkçü anlayışa yaklaştırmıştır. Bu bağlamda Türk
Ocağı’nda konferanslar ve tarih dersleri vermiştir. 1913’te yayım hayatına başlayan İslam
Mecmuası’nın İslamcı-Türkçü kabul edilen yazar kadrosuna katılmıştır.332 Gökalp’in üçlü
sentezini benimseyen Günaltay’ı, bu çok yönlü ve gel-gitler yaşayan düşünceleriyle
İslamcı-Türkçü-Modernist olarak nitelendirmek gerekir.333
1913’ten itibaren Süleymaniye Medresesi ve İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi
dersini okutmuştur. 1915’te Edebiyat Fakültesi Türk Tarihi ve İslam Kavimleri Profesörü
olmuştur. 1915’te İttihat ve Terakki Fırkası Ertuğrul (Bilecik) milletvekili seçilmiş ve bu
görevi 1920’de Meclis-i Mebusan’ın dağılmasına değin devam etmiştir.334 Meclisteyken
Darülfünûn ıslahatı ve öğretmenlerin durumlarının iyileştirilmesi için çalışmış, mebusluğu
esnasında Darülfünûn’daki derslerine de devam etmiştir.335
1918’deki İttihat ve Terakki Kongresi’nde ikinci reislik yapmıştır. Aynı yıl kurulan
Teceddüd Fırkası’nın kurucuları arasında yer almıştır. Mütareke’den sonra teşkil edilen
Divan-ı Harp’te İttihat ve Terakki ileri gelenlerini sorgulayan komisyonda görev almıştır.336
Mütareke günlerinde Darülfünûn’da milli davayı kuvvetle savunan ve gençlere yol gösteren
başlıca hocalardan biri olmuştur. 1920’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’nin İstanbul teşkilatında ve Kuva-yı Milliye içerisinde yer alan Günaltay, Ankara
hükümetinin kuruluşundan sonra İstanbul Belediye Encümen azalığı ve reis vekilliği
330 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 395; İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, Dergah
Yay., İst., 2011, s. 1059; Bayram Ali Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin
Günaltay, Araştırma Yay., Ankara, 2003, s. 39. 331 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 395. 332 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, s. 1059. 333 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 394-398. 334 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, s. 1059; Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde
Şemseddin Günaltay, s. 40. 335 Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 286. 336 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, s. 1059; Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 286.
80
yapmış, Atatürk’ün emriyle Cumhuriyet Halk Fırkası İstanbul Teşkilatı’nı kurmakla
görevlendirilmiştir.337
1922’de Şer’iyye Vekâleti Tedkikât ve Te’lîfât Heyeti azası olarak
görevlendirilmiştir. 1923’de İkinci Dönem TBMM’de Sivas milletvekilliği yapmıştır. 1924
yılında Darülfünûn İlahiyat Fakültesi İslam Dini Tarihi ve Fıkıh Tarihi müderrisliğine;
ertesi yıl da Fakülte Dekanlığı’na tayin olunmuştur. 1931 yılında kurulan Türk Tarih
Kurumu’nun kurucuları arasında yer alan Günaltay, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi
çalışmalar içinde yer almıştır. Resmi tarih kitaplarının yazılmasında önemli roller
üstlenmiştir. 1941’den itibaren vefatına kadar yirmi yıl boyunca Türk Tarih Kurumu’nun
başkanlığını yapmıştır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde ordinaryüs profesör unvanıyla dersler vermiştir.338
Yedi dönem üst üste Sivas, bir dönem de Erzincan milletvekili seçilmiş, Hasan
Saka’nın istifasının ardından 15 Ocak 1949-22 Mayıs 1950 tarihleri arasında tek parti
döneminin son başbakanlığını yapmıştır.339 Kurduğu hükümette daha önceki hükümetlere
göre daha fazla liberal bakan yer almış; hükümet programı da Türkiye’de demokrasinin
yerleşmesi açısından o dönem için önemli kazanımlar sunmuştur.340 Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nin açılması, seçim sistemiyle ilgili olarak gizli oy, açık tasnif
düzenlemesiyle seçimlerin daha adil bir şekilde yapılması bunlar arasında yer alır.341 Ancak
Türk Ceza Kanunu’ndaki katı laikçi uygulamalara yol açan meşhur 163. Madde de onun
döneminde yasalaşmıştır.342
1950’den itibaren Demokrat Parti iktidarı döneminde Halk Partisi’nden 1954 yılına
kadar milletvekilliği devam etmiş ancak o yıl yapılan seçimlerde tekrar seçilememiştir.
1958-1959 yıllarında Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanlığı yapmış, 27 Mayıs
1960 darbesinden sonra Kurucu Meclis üyeliğinde bulunmuştur. 1961 seçimlerinde
CHP’den İstanbul senatörü seçilen Günaltay, 19 Ekim 1961’de İstanbul’da vefat etmiştir.343
Doğuyu ve Batı’yı yakından tanıyan ve iyi bir öğrenim gören Günaltay, fen ve doğa
bilimleri tahsil etmiş olduğu halde, tarihçi yanıyla meşhur olmuştur. Eserleri daha çok
337 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 395. 338 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, s. 1059. 339 Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 286. 340 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 307-308. 341 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım: Maziden Atiye, s. 15; Köroğlu, Türk Dili ve
Edebiyatı, C. 5, s. 397-398. 342 Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 286-287. 343 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, s. 1060; Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde
Şemseddin Günaltay, s. 40-41.
81
tarihle ilgilidir. Tarihe Ziya Gökalp’in etkisiyle yönelmiştir. Tarihi olayları eleştirel ve
yorumlayıcı bir tarzda ele almak yerine olayları olduğu gibi aktarma yolunu seçmiştir.344
Ancak toplumsal konulara yaklaşımı analitiktir, eleştirel ve yorumlayıcı tarzdadır. Değişen
siyasi ve sosyal şartlar, fikirlerdeki olgunlaşma, konunun güncelliğini yitirmesi gibi
sebeplere bağlı olarak çoğu aydın ve siyasetçinin fikirlerinde görülen değişim, Günaltay
için de geçerlidir. Ancak bu durum, temel konulara yaklaşımında değil, ihmal edilebilir
ayrıntılarda söz konusudur.
Düşüncelerini temsil kabiliyeti taşıyan en önemli eserlerinden biri Zulmetten
Nura’dır. İlk olarak 1915’te yayımlanan bu çalışmasında İslam âleminin geri kalma
nedenleri üzerinde durur.345 İslam âlemini “zulmetten nura” çıkaracak bir yol haritası
çizmeye çalışır. Ona göre bunun için öncelikle zihinler, yanlış inanç ve fikirlerden
arındırılmalıdır. Akabinde ise bu zihinleri ilim, irfan ve çağdaş fikirlerle yoğurulmuş İslam
anlayışıyla doldurmak gerekir. İslam, bilgiye dost olan içtimai ve ahlaki bir dindir.346
Sorunların çözümü ancak sağlıklı bir eğitimle; doğru bir İslam terbiyesiyle mümkündür.
Kurtuluşun çaresi millettedir. Milli asabiyetin uyandırılmasındadır.347
Diğer önemli çalışması Hurâfâttan Hakîkâta (1916)’dır. Yukarıdaki eserde
savunulan görüşlere benzer fikirler burada da işlenir. Yanlış geleneklerin ve hurafelerin
egemen olduğu İslam anlayışlarını yeniden hakikate/ilk saflığına döndürmek gerekir.
Bunun yolu, aklın devreye sokulup dini taassup ve tahakkümün ortadan kaldırılması; asli
kaynaklar olan Kur’an ve Sünnet’in aklın ve bilimin rehberliğinde anlaşılmasıdır.348
İnsanlığa yükseliş ve ilerleme yolu göstermek temel amacı olan İslam, sonraki dönemlerde
yabancı inançların karışmasıyla, saflığını kaybetmiş; Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinle
bugünkü Müslümanların yaşadığı din arasında uçurumlar oluşmuştur. Muhtelif kavimlerin
hurafeleri, İslam ruhunu yenmiş ve İslam en acayip mezhep ve öğretilerin esiri olmuştur.
İslam dünyasında düşünce ve müspet ilim terk edilmiş, yerini ise hurafeler almıştır.
Müslümanlar bir an önce uyanmazlarsa, İslam’ın bütünüyle yeryüzünden silinmesi bile süz
konusu olabilir.349
344 Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 287; Köroğlu, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 5, s. 397. 345 Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay, s. 43. 346 S. Hayri Bolay, Türk Düşüncesinde Gezintiler, Nobel Yay. Dağıtım, Ankara, 2007, s. 448. 347 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 395-396. 348 Çetinkaya, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay, s. 43-44. 349 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 396-397.
82
Maziden Âtiye (1923) bir seyahate çıkılan bu eserde ise Günaltay, Türklüğün yeni
bir devletle varlığını devam ettirebilmesinin yollarını gösterir. Önce Türk tarihini
incelemekle işe başlar. Maziden âtiye giderken önemli bir inkılâp devresinden
geçilmektedir. Bu geçiş sırasında geçmişten geleceğe ne taşınacak ya da geçmişin
enkazından neler terk edilecek, bunun tespit edilmesi önemlidir. Milli ruhtan doğan
değerlerle ona sonradan karışan harici etkilerin ayırt edilmesi inkilabın başarısı için şarttır.350
Burada en önemli husus, ecdadın tarih boyunca en zorlu anlarında bir çıkış yolu bulmasını
sağlayan “milli ruh”tur; milli ruhun yaşatılmasıdır. Bunun için Günaltay önce maziye doğru
bir yolculuğa çıkar. Türk tarihinden dersler ortaya koyar. Sonrasında ise âtî’nin inşasına dair
ilkeler vazeder. Bu bağlamda milli ruhun yeni nesle kazandırılması, yeni bir eğitim
politikası, eğitimin birliği ve yaygınlaştırılması gibi konuları ele alırken temel olarak
Gökalp'in Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak idealini savunmuştur.351
Günaltay’ın eserleri, tekrardan kaçınmak amacıyla burada verilmeyip, yararlanılan
çalışmalar Kaynakça’da gösterilmiştir. Kaynakça’da yer almayan diğer çalışmaları için,
hayatı konusunda yararlanılan kaynaklara bakılabilir.
350 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 398. 351 Şahin, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, s. 287.
83
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKÇÜ AYDINLARA GÖRE DİN, İNANÇ, İBADET VE AHLAK
Bu bölümde Türkçü aydınların temel dini konulara bakışları problematik bir şekilde
ele alınmıştır. Bu bağlamda din denilence öncelikli olarak akla gelen; inanç, ibadet ve ahlak
konuları değerlendirilmiştir. Ne var ki toplumsal değişmenin çok hızlı gerçekleştiği bir
dönemde yaşamış aydınlarımız; doğal olarak İslam’ın daha çok toplumsal ve kamusal
yönüyle ilgilendikleri için dinin teolojik/bireysel boyutu üzerinde çok fazla fikir
üretmemişlerdir. Kaldı ki İslam’ın inanç ve ibadet boyutu sabit olup değişim ve gelişimden
uzaktır. Bu nedenle olsa gerek bu konuda yazan aydınlar da mevcudu tekrar etmişlerdir.
1. KAVRAM OLARAK DİN VE İSLAM
1.1. Dinin Anlam ve Önemi
Genel anlamda dinin özlü ve kapsayıcı bir tanımını yapmak, çerçevesini çizmek
kolay değildir. Zira bir değil birçok din olduğu gibi, din kavramının içeriği konusunda da
belirli bir anlayışa ulaşmak zordur.1 Bu zorluk, içerikten çok, dinin sahip olduğu muhtelif
boyutlarından hangisinin daha çok önemsendiğine bağlı olarak ortaya çıkmaktadır.2 Ancak
yine de dini tanımlama veya onun kapsamını belirleme girişimleri olmuştur.
İslâm âlimleri dini, yegâne hak din olan İslam’ın inanç esasları ve Kur’an ayetlerini
dikkate alarak yapmışlardır. Bu bağlamda din; “akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği
gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhî bir kanun (Seyyid Şerif Cürcânî).”, “akıl sahiplerini
kendi iradeleriyle şimdiki halde (dünyada) salâha, gelecekte (âhirette) felâha sevk eden,
Allah tarafından konulmuş bir kanun (Tehânevî).”olarak tanımlanmıştır.3 Elmalılı ise bütün
bu tarifleri içine alan bir tanımlama yapmıştır. Buna göre din, “akıl sahiplerini kendi istek
ve arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden ilahi bir nizamdır. Beşerin ihtiyarî
fiillerinin hayır ve saadet gayesine doğru cereyanını temin eden bir yol, bir kanundur. Din
ilahi bir yasa, dindarlık ise insanların emek ve çabalarının sonucudur. Hak dinin ayırıcı
özelliği akıl sahiplerini güzel arzuları ile bizzat iyiliğe sevk etmektir.4
1 İzzet Er, Din Sosyolojisi, Akçağ Yay., Ankara, 1998, s. 3; Kemaleddin Taş, “Dinin Sosyolojik Tanımı
Problemi Üzerine Bir Değerlendirme”, Dini Araştırmalar Dergisi, Mayıs-Ağustos 2003, C. VI, S. 16, s.
199-205. Aynı şekilde “dindarlık” tanımlamaları konusunda da zorluklar mevcuttur. Bkz. Kemaleddin Taş,
Üniversite Gençliğinin Dindarlık Kriterleri, Alter Yay., Ankara, 2005, s. 45-53. 2 Recep Yaparel, “Dinin Tarifi Mümkün mü?”, DEÜİF Dergisi, C. IV, İzmir, 1987, s. 414. 3 Günay Tümer, “Din”, DİA, İst., 1994, C. 9, s. 314. 4 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili-I, Sadeleştirenler: İsmail Karaçam-Emin Işık vd., Azim
Dağıtım, İst., t.y., C. 1, s. 92-97.
84
Yukarıdaki bütün tariflerde vurgulanan ortak noktalar; din ilahi kaynaklı, akıl ve
iradeyi muhatap alan, bilgi ve tercihe dayanan, hayır olana yönelten bir kurallar
manzumesidir. Ancak Kur’an’da İslam dışındaki inanç ve itikatların, hatta müşriklerin
inanç değerlerinin bile din olarak görülmesi dikkate alındığında (bkz. Kâfirûn, 109/6),
yukarıdaki tariflerin, dinin kapsamlı bir tanımını yansıtmayıp sadece hak din olan İslam için
düşünülmüş daha dar anlamda tarifler olduğu görülür.
Dinin sosyal bir kurum olmasından hareketle yapılan tanımlar da olmuştur. Bu
yapılan sosyolojik tanımlardan birkaçı şu şekildedir; “Din, inananların emir ve hüküm
sahibi olduğuna inandıkları yüce bir varlığın belirlediği prensip ve düsturlara
bağlanmaktır.”5 Yine din, hem bireysel hem de toplumsal yanı bulunan, fikir ve tatbikat
açısından sistemleşmiş olan, inananlarına bütüncül bir hayat tarzı sunan, onları belli bir
dünya görüşü etrafında toplayan bir kurumdur.6 “Sosyal bir olgu olan din, doğaüstü bir
varlık ile toplum bireylerinin ilişkilerinden doğan davranışlardır.”7 “Din sosyal
müesseselerin en köklü ve üniversal olanıdır.”8
Yukarıda verilen tanımlar çerçevesinde genel olarak din; kutsal, ilahi, tabiatüstü ve
müteal mana ve değerlere bağlılık (bireysel/özsel/psikolojik) olarak tanımlandığı gibi fert ve
toplum hayatında yerine getirdiği işlevlere dayalı olarak fonksiyonel (sosyolojik) açıdan da
tanımlanabilmektedir.9 Dinin fonksiyonelliği, ileriki sayfalarda görüleceği üzere Türkçü
aydınların düşüncelerini üzerine ikame ettikleri temel noktalardan biridir. Bu sebeple dinin
mahiyeti konusunda Durkheim’ın fikirlerini de ortaya koymak gerekir. Durkheim’in temel
düşüncesine göre her toplumsal olgu bir başka toplumsal olguya dayanır. Bu nedenle
beşeri/toplumsal bir olgu olan din de yine toplumsal bir olguya dayanır. Bu bağlamda
Durkheim, dinin kaynağını toplumda görür. Diğer taraftan, Marx’ta ekonomi neyse
Durkheim’de de din odur. Din, toplumsal birlik ve dayanışma sağlayan temel bir sosyal
kurumdur. Din bu işlevini çoğunlukla toplu halde yapılan tören ve ibadetlerle
gerçekleştirir.10
Bu kısa girişten sonra Türkçü aydınların meseleye yaklaşımlarına geçebiliriz.
Mütefekkirlerimizden Gökalp, ilmin insanoğlu için vazgeçilmez olduğunu ancak onu
5 Er, Din Sosyolojisi, s. 5. 6 Er, Din Sosyolojisi, s. 6. 7 Sezgin Kızılçelik-Y. Erjem, Açıklamalı Sosyoloji Terimleri Sözlüğü, Günay Ofset, Konya, 1992, s. 114. 8 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay., İst., 1995, s. 171. 9 Yaparel, “Dinin Tarifi Mümkün mü?”, s. 406; Kemaleddin Taş, “Sosyolojik Din Tanımları”, Din
Sosyolojisi El Kitabı, Editörler: Niyazi Akyüz-İhsan Çapcıoğlu, Grafiker Yay., Ankara, 2012, s. 38-39. 10 Emile Durkheim, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev. Fuat Aydın, Ataç Yay., İst., 2005, s. 500 vd.
85
kâmilen mutlu ve huzurlu yapmaya yetmeyeceğini; bu nedenle ilmin bu eksikliğini telafi
edecek çarenin din olduğunu ifade eder.11 Zira mutlu ve huzurlu bir hayatın yegâne istinat
noktası vicdanların huzurlu olmasıdır (itmi’nân-ı vicdandır). Bilim ne kadar ilerlerse
ilerlesin bütün insanlık için geçerli bir vicdan rahatlığı sağlayamayacaktır. Sonuçta bilim
sınırlı sayıda gözlem, deney ve tümevarım üzerine inşa edildiğinden, vicdani hayatın
ihtiyaçları için hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Bilimin bu eksikliğini telafi edecek
yegâne kuvvet dindir. Bilim ve din birbirini tamamlayan iki temel unsurdur: “İlmin vazifesi
zihinlere tedbir öğretmek, dinin gayesi kalplere tevekkül ilham etmektir. Tedbirin verdiği
eksik ve yetersiz ümit, tevekkülün bahşettiği güçlü bir güven ile tamamlanır.”12 Bilim ve din
insanlığı barışa, huzura ve mutluluğa götüren iki büyük mürşittir. Kamil bir aklî yücelik ve
sağlam bir maneviyat için dine ve ilme sahip olunmalıdır. İlim zan, din yakindir. İlim tedbir,
din tevekküldür. İlim ihtiyat, din ise cür’ettir. Dolayısıyla ilim ve din birbirini tamamlayan,
insanlığı selamete çıkaracak iki büyük rehberdir. Bu iki kuvvet için insanlık var gücüyle
çalışmalıdır.13
Gökalp’e göre insanlık tarihinde dinsiz bir toplum görülmemiştir. Herhangi bir
toplumun dinsiz olmasına imkân ve ihtimal yoktur. Ancak bütünüyle kapkaranlık bir
cehalete düşmüş toplumlar ile vicdani duygulara sahip olmayan hayvanlar âlemi dinden
uzaktır.14 Ona göre, özellikle materyalist ve pozitivist fikirlere saplanıp kalmışların
zannettiği gibi insanlığın bilgisi arttıkça dine olan ihtiyaç azalmaz. Tam aksine bilim
ilerledikçe hayatı tehdit eden tehlikeler, huzur ve mutluluk vadeden istek ve arzular daha net
görülmeye başlar. Böyle bir durumda ihtiyat ve tedbirin sınırlı ve şüpheli durumu daha
bariz olarak ortaya çıkacağından, manevi dayanak ve temellere olan ihtiyaç daha da artar ki
bunu da sağlayacak olan dindir.15
Vefatından iki yıl önce kaleme aldığı “Dine Doğru”16 adlı makalesinde ise Gökalp,
dine bakışını diğer toplumsal kurumlarla kıyaslayarak ele alır. Bu makalede öncelikle
sosyal değerler hakkında bilgi veren Gökalp, daha sonra bu kıymetlerin en üstünde bulunan
dini kıymetin önemini ve toplumsal gereklilik ve fonksiyonunu ortaya koyar. Ona göre
toplumsal hayat birtakım değerlerin meydana getirdiği bir ahenktir. Bu değerlerin ahenk ve
11 Gökalp, “Din, İlmin Bir Netîce-i Zarûriyyesidir”, Peyman Gazetesi, 10 Ağustos 1325/23 Ağustos 1909, S.
9; Makaleler I, s. 98. 12 Gökalp, Makaleler I, s. 100. 13 Gökalp, Makaleler I, s. 102. 14 Gökalp, Makaleler I, s. 101. 15 Gökalp, Makaleler I, s. 102. 16 Gökalp, “Dine Doğru”, Küçük Mecmua, S. 5, 3 Temmuz 1922, s. 1-7; Makaleler VII, s. 21.
86
uyumu aralarındaki bir hiyerarşi sayesinde gerçekleşir. Bu sosyal değerler piramidi en alttan
en üste doğru ekonomi, bilim, estetik, ahlak ve dini değerler şeklinde yükselir. Toplumsal
değerler piramidinin zirvesini “din”e tahsis eden Gökalp, dinin asıl gayesinin yüksek ahlak
sahibi birey ve toplumlar vücuda getirmek olduğunu ifadeyle dini kıymetin, ahlaki kıymetin
üstünde yer almasını anlamlı hale getirir. “Dinî değerin ahlâkî değerden üstte yer alması
ahlâkın şerefine herhangi bir zarar vermez. Zira dinin en çok değer verdiği şey ahlâktır.
Peygamberimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”17, buyurmuştur. Üstelik
bir şey mukaddes ise o mutlaka iyidir de. Hatta diyebiliriz ki mukaddes iyiden daha iyi bir
şeydir.”18 Diğer sosyal değerlerin kaynağını dinde görmesi, Gökalp’in dini değeri niçin
nihai nokta kabul ettiğinin de bir göstergesidir.19
Gökalp’e göre dinin rolü sadece fertlere şahsiyet vermekten ibaret değildir.
Cemiyetlere şahsiyet veren de yine dindir. Şu kadarı var ki din, fertlere kişiliklerini
kazandırırken bunu hem peygamberler hem de evliya denilen mürşitler eliyle
gerçekleştirirken, toplumlara şahsiyetlerini kazandırma işini yalnızca vahye mazhar olan
peygamberler vasıtasıyla yapar.20
Gökalp genel anlamda dinlerin sosyolojik imkânları üzerinde durmakla kalmamış,
içerisinde yaşadığı toplumun dini olan İslam’ı incelemiş ve önemli sonuçlara ulaşmıştır.
Baltacıoğlu’na göre, günün birinde Türk aydınları kalkınmanın din ile mümkün olacağına
inanıp da bunu gerçekleştirmek isterlerse meseleye öncelikle Gökalp’in yazılarını okumakla
ve dine verdiği önemi anlamakla başlamalıdırlar.21 Gökalp’in ideal toplum için din
kurumunu olmazsa olmaz olarak görmesinin arka planında İslam’dan önceki Türklerin
hayatları üzerine yaptığı araştırmalarında karşılaştığı gerçeklerin payı olsa gerektir. Çünkü
onun bu konudaki tespitlerine göre eski Türklerde de din merkezi bir öneme sahiptir.22
17 Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381. 18 Gökalp, Makaleler VII, s. 21-22. 19 Bolay, Türk Düşüncesinde Gezintiler, s. 292. 20 Gökalp, Makaleler VII, s. 24-25. “Dinin en büyük piştarları olan peygamberler, hem cemiyetlere, hem de
fertlere kat’î şahsiyetler veren semavî bir kitap[la], kudsî bir sünnetle, dinî bir teşkilâtla beraber gelirler.
(…) Sultan-ı Enbiya olan Peygamberimiz, bâdiye Araplarını amik bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve
medeniyete yükselttiği gibi, zuhurundan yüz sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk büyük bir
insaniyetin içtimaî ve ferdî nâzım ve mürebbisi” olmuştur. Bkz.,Gökalp, Makaleler VII, s. 25. 21 İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, Yeni Matbaa, İst., 1966, s. 64. 22 Gökalp, Türk Töresi, Haz. H. Dizdaroğlu, İst., 1976, s. 14. İslam’dan evvelki Türk dini için bkz., Gökalp,
Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. K. Y. Kopraman-A. İ. Aka, Kültür Bak. Yay., İst., 1976, s. 39-128.
87
Netice itibariyle Gökalp’in din anlayışı Durkheim’ın sosyolojik yaklaşımları23
temelinde, içerisinde yaşadığı sosyo-kültürel ortam ile dönemin modern değerleri, siyasal
şartları ve milli devlet arayışları çerçevesinde şekillenmiştir. “Bu nedenle dini, hem
milliyetçi hem de modern paradigmalarla yorumlamıştır. Milliyetçiliği, birliği, akılcılığı,
laikliği vs. onaylayan bir İslam anlayışı geliştirmeye çalışmıştır.”24
Türkçü aydınlardan Ağaoğlu’nun “din” anlayışına gelince, onu ilgilendiren İslam’ın
teolojisi değil, daha çok toplumsal işlevidir. O, nasları faydacı bir bakış açısıyla okumuştur.
Dini, genel olarak hukuki ve siyasi iddia ve içeriğinden arındırılmış bir ahlak sistemi olarak
görmüştür. Ona göre din her şeyden önce ve sadece vicdani bir meseledir ve öyle de
kalmalıdır.25
Ağaoğlu, İslam toplumlarında dinin çok önemli bir kurum olduğunu söylemekle
birlikte,26 onu daha çok, toplumsal bütünlüğe katkı veren, bireylerin aynı hedefe
yönelmelerini, millet olma iradesini göstermelerini sağlayan araçsal bir konuma
yerleştirmiştir. İslam’ı, milliyetin oluşumu için bir birleştirme unsuru olarak görmüştür.27
Oğlu Samet Ağaoğlu da bunu teyit eder. “Babam dini, insanları bir millet olarak yoğuran
amillerden birisi diye düşünürdü. Bu histen insanların mahrum edilmesini istemezdi. Allah
fikrine, klasik dini telakkilerle vardığını zannetmiyorum.”28
Ağaoğlu’na göre İslam dinin Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarının
bütün alanlarında hala etkin bir şekilde mevcudiyetini koruması, Ortaçağda Hıristiyanlığın
Avrupa’daki durumuna benzemektedir. Oysaki bu durum artık aşılmalıdır. Dini kurumlar,
beşikten mezara kadar maddi-manevi hayatın bütün yönlerini düzenlemekten; sosyal ve
siyasi müesseselere şekil vermekten uzak tutulmalıdır.29 Ağaoğlu, bu görüşüyle, Auguste
Comte’un “Üç hal yasası”ndan etkilenmiş gibidir. Bilindiği gibi, Comte, insan düşüncesinin
23 Gökalp, Durkheim’in sistemini bütünüyle benimsemiş değildir. Durkheim’den bazı unsurları alıp, yaşadığı
toplumun sosyolojisini gözeterek bilgi, değer ve ideal bağlamında kendi sistemini kurmuştur. Örneğin,
burada din olgusu çerçevesinde dinin kaynağı ile ilgili Durkheim’in görüşlerini açıkça benimsemiş değildir.
Buna karşın Durkheim’in dinin toplumsal dayanışmayı yaratıp kuvvetlendirmesi ve toplumsallaşmaya
sağladığı katkıya vurgu, Gökalp tarafından oldukça kabul görmüştür. Durkheim’in din olgusu üzerine
düşünceleri için bkz., Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri -1, Emre Yay., Konya, 1994, s. 208-212. Ülken,
ilmî bakımdan Durkheim’i takip etmiş olsa da, cemiyette oynadığı rol bakımından Gökalp’i ondan daha
ileri olarak nitelemektedir. Bkz., Ülken, Ziya Gökalp, s. XXII. 24 Ergün Yıldırım, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, Bilge Yay., İst., 1999, s. 91. 25 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-42. 26 “İslam âleminde en hareketli ve müessir bir amil olan din...”, Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 6. 27 Ahmet Agayef, “İslamiyet’te Dava-yı Milliyet-I, Türk Yurdu, C. 6,S. 70, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz
1914, s. 2327-9; Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 372-376. 28 Samet Ağaoğlu, Babamdan Hatıralar, s. 30. 29 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19.
88
birbirini izleyen üç evreden geçtiğini ileri sürmekteydi. Buna göre Batı Avrupa toplumları,
teolojik ve metafizik evreyi geride bırakmışlar ve pozitif çağa geçmişlerdir. Özetle onların
ilerlemelerinin temelinde pozitif çağın düşünce sistemi vardır.30
Dini düşüncenin topyekûn bütün bir hayatı etkisi altına alması hemen her toplumda
rastlanan bir hadisedir. Dinin bu hâkimiyetini sınırlamak kolay olmamıştır. Bilhassa dini
temsil eden ruhaniler dinin toplumsal hayattan dışlanmasına karşı çıkmışlardır.
“Hâkimiyetlerin en kuvvetlisi, en derini olan manevi hâkimiyetin sınırını aşarak bütün
hayatı düzenlemeye yeltenmişlerdir. Hatta dayandıkları mukaddes kitaplar bu gibi tecavüze
müsait olmasa bile, “ruhani” namını taşıyan bu zümreler gene aynı ruhi hallerle aynı
temayülü göstere gelmişlerdir.”31
Ağaoğlu’na göre örneğin Hıristiyanlık, yukarıda bahsedilen durumun açık bir
göstergesidir. İncil baştan sona kadar, ya Hz. İsa’nın hayatına dair bazı olayların
hikâyesinden veya dua ve niyazlardan ibarettir. Hayatın maddi taraflarına asla
dokunmamıştır. Hatta Kayzer’e ait vergiler hakkında kendisinden sorulduğu zaman Hz. İsa:
“Allah’a Allahınki’ni, Kayzer’e de Kayzerinki’ni veriniz.”, diye cevap vererek; maddi işler
ile manevi işler ve cisim ile ruh arasına kalın bir hat çekmiştir. Buna rağmen Hıristiyan
papalık dünyası hiçbir zaman maddi hayatı düzenlemek, dünyevi bir hükümete sahip olmak
iddiasından vazgeçmemiştir. Bu durumun asıl nedeni dinin asıl kaynaklarının yanına
sonradan eklenen beşeri yorumlardır. Bu yorumlarla birlikte artık ne İslamiyet yalnız
Kur’an’dan ve ne de Hıristiyanlık yalnız İncil’den ibarettir. Her iki din, bu kitaplarla
beraber pek çok geleneklerin, rivayet ve hadislerin, imamların ve din büyüklerinin davranış,
görüş, fikir ve yorumlarının bütününden meydana gelmiştir.32
Ağaoğlu yine bu çerçevede dinin alanını, kul ile Allah arasını düzenleyen prensipler
sistemi olarak sınırlar. Dinin asıl konusu inanç ve ibadetlerdir. Bunların dışındaki her şey
dine sonradan girmiştir. Din, esas konusu olan inanç ve ibadetlerin dışında başka
hususlardan bahsetmişse bir mecburiyet dolayısıyla veya tesadüfen böyle yapmıştır. Ancak
asıl maksat inanç ve ibadetlerdir. Dolayısıyla örneğin hukuki meseleler dinin konusu içinde
yer almaz.33
30 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Kormaz Alemdar, Bilgi Yay., İst., 1994, s. 62. 31 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19. 32 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 20. 33 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38-39.
89
Akçura’nın İslam’a ontolojik yaklaşımı ve ona yüklediği içerikler zaman içerisinde
farklılık göstermiştir. O, düşünce hayatının şekillenmeye başladığı üniversite yıllarında
İslam konusunda muhafazakârdır. Bu dönemde o, İslam’ı hem bir din hem de siyasal ve
toplumsal öngörüleri olan bir sistem, bir nizam olarak kabul etmektedir. Ona göre İslam,
inananlarının bireysel ve toplumsal yaşamlarının her yanıyla ilgili kaide ve kuralları
muhtevi bir yönetim modeli ya da siyaset biçimidir. Akçura bu yaklaşımıyla dini yalnızca
inanç ve ibadet ya da Allah ile kul arasında bir bağ ve eylem biçimi olarak görmez, bunun
yanında bireyi ve toplumu ilgilendiren siyaset, hukuk, ekonomi ve günlük yaşam gibi bütün
alanlarda İslam’ın düzenleme yetkisinin olduğunu düşünür.34
Akçura, yaklaşık on yıl sonra (1904), dinin kaynağı ve doğasıyla ilgili benzer
cümleler kurduğu halde genelde bütün dinlerin özelde İslam’ın, doğası gereği siyasi ve
toplumsal hayatta bireylere tam bir fikir ve vicdan hürriyeti vermediğini ifade eder. Zira
dinler insanüstü, ilahi bir varlığın mutlak hakikat kabul edilen kurallarına isnat eder. Bunun
haricindeki her yolu ilahi olana aykırı kabul edip reddeder. Örneğin Müslümanlarla gayri
Müslimleri hukuken eşit olarak görmez.35 İmkan dahilinde Müslümanların milliyetlerini,
mazilerini, ananelerini ve hatta lisanlarını unutturup onları her alanda eşitlemek ister. Zira
bunu talep eden temelde İslam’dır. İslam, kuvvetli bir değirmen gibi farklı cins ve din
mensuplarını öğütüp; dinen, cinsen bir ve aynı haklara sahip, birbirinden farksız
Müslümanlar ortaya çıkarır.36 Akçura bu dönemde İslam’ın siyasal ve içtimai iddiaları olan
bir din olduğunu kabul etse de çağın gereği genel olarak bütün dinlerin siyasi nüfuz ve
kuvvetlerini kaybedip, içtimai olmaktan ziyade şahsileştikleri ve gittikçe Yaratıcı ile
inananlar arasında vicdani bir ilişki düzeyine çekildiklerini belirtir.37
Diğer Türkçü aydınlarda olduğu gibi Akçura’da da ideal/mefkûre ve ahlak sürekli
vurgulanan değerlerdir. İslam’da bu değerler, bireysel ve toplumsal huzur ve saadet için
vazgeçilmezdir. İslam, bireyin ve toplumun saadet ve mutluluğunu sağlayacak metafiziği ve
ahlaki ilkeleri olan bir “ideal”dir, bir sistemdir. Bu sistemde bireyin kendisine, yaratıcısına,
yaşadığı topluma ve diğer milletlere karşı ahlaki sorumlulukları açıkça ortaya konulmuştur.
34 Yusuf Akçura, “Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir Tecrübe”, Bilgi Mecmuası, C. I, S. 1,
Teşrinisani 1329/Kasım 1913), s. 82-85. Akçura, Paris Serbest Siyasal Bilgiler Okulu’ndaki bu bitirme
tezinin “Medhal” kısmını Türkçe olarak Bilgi Mecmuası’nın 1. sayısının Teşrinisani 1329/Kasım 1913, 82-
96 ve 2. sayısının Kanunievvel 1329/Aralık 1913, 117-134. sayfalarında neşretmiştir. Ayrıca şuraya da
bkz., Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, s. 142. 35 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 28. 36 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 32. 37 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 34.
90
Bu sorumluluklardan da Yaratıcının, toplumun ve bireylerin hakları ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla her bir Müslüman, hayatında karşılaşacağı meselelerin çözümünü tabi olduğu
bu idealden çıkarabilir.38
Akçura, İslam aydınlanmasının eski ihtişamlı günlerine dönmesinin lüzumunu
belirtir. Bu bağlamda İslam’ın bir din olmak bakımından varlığını koruyabilmesi için bu
gereklidir. Oysa geleneğin, dini nasların yerini aldığı, içtihat müessesesinin işletilmediği
uzun bir tarihi süreçte İslam eski dinamizmini yitirmiştir.39 O, realiteyle teoriyi kıyaslayarak
realiteden yana tavır koymuştur. Bu yönelimde Akçura’nın, kendisinden yüzyıl sonra bile
düşünce ve siyasi hayatımızda hala güçlü bir şekilde varlığı hissedilen dilemmayı
sergilediği görülmektedir. İlkinde toplumsal ahengin devamı ve bütünlüğü için sıklıkla dini
referans alırken, siyaset, hukuk vb. devlet nizamının içeriğini dolduran örgütlenmeler
konusunda dini referans göstermekten uzak durmayı tercih etmektedir. Son tahlilde onun
dine dair ortaya koyduğu değerlendirme ve yaklaşımlarda Avrupa tarihi ve düşüncesinden
yoğun şekilde etkilendiği görülmektedir.40
Günaltay’a göre din lüzumlu bir kurumdur. Dine olan ihtiyaç özellikle bireysel ve
toplumsal ahlak alanında kendini gösterir. Dinin gayesi insanlığın saadet ve selametini
sağlamaktır. İnsan yaratılışı gereği ihtiras ve arzulara meyyaldir. Hatta Schopenhauer ve
Nietzsche gibi iki büyük filozof, insan hayatını hırs ve arzudan ibaret görmüşlerdir. Durum
böyle olunca onların kötü niyetlerinin kuvveden fiile geçmesine engel olacak, onları süflî
ihtiras ve arzulardan koruyacak, haksızlıklardan alıkoyacak din gibi bir kuvvete, bir denetim
mekanizmasına ihtiyaç vardır. Bu yönüyle din, en genel anlamda ahlaki fazilet demektir.
Dolayısıyla bir millet ahlaksız yaşayamayacağı için dinsiz bir kavim de düşünülemez.41
Din, Günaltay’a göre toplumsal barış ve huzuru sağlamada çok önemli bir işlev
görmektedir. Zira din insanları içten kuşatan bir müeyyide kuvvetine sahiptir. Cemiyetin
düzenini sağlamak ve insanların birbirine tecavüzünü engellemek için konulan kanun ve
nizamlar ile polis ve jandarma bu maksadı bütünüyle yerine getiremez. Çünkü ister polis
ister jandarma ancak tanık olduğu bir yanlışlığı engeller ya da fiilin meydana gelmesinden
sonra faili yakalarsa adalete teslim edebilir. Oysaki suç ve cinayetlerin çoğu polis ve
38 Yusuf Akçura, “Emel ve İdeal”, Türk Yurdu, C. 2, S. 16, 14 Haziran 1328/27 Haziran 1912; Türk Yurdu
(Tutibay), C. 1, S. 16, s. 266. 39 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 25. 40 Fatih M. Sancaktar, “Yusuf Akçura ve Din”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XXI, Mart 2005, S.
61, s. 392. 41 M. Şemseddin Günaltay, “Dinin Lüzûmu”, (Bu bölüm, 1925’deki 3. baskıda yer almamıştır.), Zulmetten
Nura, Yay. Haz. Musa Alak, Furkan Basın-Yay., İst., 1996, s. 61.
91
zabıtanın olmadığı yer ve zamanlarda meydana gelir. İşte dinin bireysel ve toplumsal düzen
ve barışı sağlamadaki önemi bu noktada ortaya çıkar.42
Günaltay, dinin insanı içten kuşatan gücünü ispat sadedinde bu iç denetim
mekanizmasının mutlak bir “vicdan”a hamledilmesine karşı çıkar.43 İnsanı haramdan ve
yanlıştan uzak tutan manevi gücün Allah’a iman, Allah korkusu ve ahiret cezası olduğunu
vurgular. “İyiyi kötüden ayırt etme melekesi” olarak kabul edilen “vicdan”ın haddizatında
çocukluktan beri alınan dini terbiyenin, insanın ruhunda ve dimağında bıraktığı izlerin
“hey’et-i mecmuası” olduğunu belirten Günaltay, yapılan yanlış sonucu duyulan nedametin
bundan kaynaklandığını ifade eder. Ona göre, içeriğinde ahlaki faziletler barındıran bir din
eğitimi almayan insanlarda vicdan bulunmaz. Bunun en güzel örneği, insan eti yiyerek
mutlu olan vahşilerdir.44
İnsanların maneviyatına en ziyade hâkim olan kuvvetin dini hissiyat olduğunu ifade
eden Günaltay, bunu dikkate alarak, milli hayatın bekası için toplum bireylerinin bu
hissiyatını yıpratmamaktan hatta bu hissiyatı artırmanın gereğinden bahseder. Zira varlığı
tehlikeye maruz kalmış bir milletin müracaat edebileceği nihai ve en önemli kuvvet halkın
milli duygularıdır. Milli duyguların gelişmesi de dini duyguların gelişimine ve yüceliğine
bağlıdır.45
Günaltay’a göre Immanuel Kant (1724-1804)’ın hakiki bir dinde bulunmasını
zorunlu gördüğü (1) efsane ve hurafelerden uzak bulunma, (2) uygulamaya elverişli olma,
(3) kesin bilgi ile bilinen bir takım kanun ve kaideleri ihtiva etme kıstaslarını taşıyan yegâne
din İslam’dır.46
1.2. İslam - Birey ve Toplum
İslam, bireysel öngörülerinin47 yanında toplumsal hayata önem veren bir dindir.
Temel ibadetlerden namaz, oruç, hac ve zekât, toplumsal hayatı dinamik tutmaya yönelik
farzlardır Müslümanların dini hayatının ekserisi toplu halde yapılır; birlik ve beraberlik
42 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 61-62. 43 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 62. 44 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 62-63. 45 Günaltay, “Orta Öğretimde Dini Bilgiler Öğretimi”, Zulmetten Nura, s. 277. “Orta Öğretimde Dini Bilgiler
Öğretimi” başlıklı bu makale 1915 yılındaki ilk iki baskıda yer almasına rağmen 1925 yılındaki üçüncü
baskıda yer almamıştır. Bu durum dönemin siyasi şartları ile ilgili olsa gerektir. 46 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 59-60. 47 Örneğin, “Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.”, En’âm, 6/164; “Kim doğru
yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aleyhine sapıtmıştır. Hiçbir
günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez.”, İsrâ, 17/15.
92
ruhunu canlandırmayı amaçlar. Mardin, Batı toplumlarında devletle fert arasında yer alan
sivil toplum kuruluşlarının (ikincil yapıların) Müslüman toplumlarda bulunmayışının,
cemaatçi bir toplumsal hayata yol açtığını belirtir.48
İslam’ın sosyal bir din olduğu konusunda Türkçü aydınlar arasında en fazla kafa
yoran ve çalışmalarında özellikle topluma ağırlık veren Gökalp olmuştur. Onun sisteminde
ferdiyetçilik arzulanan bir olgu değil, bilakis kaçınılması gereken bir hastalıktır. Bireyi
toplum içinde eriten Gökalp’in bu tavrı ve:
Ben, sen yok biz varız.
Biz aynı zamanda bey ve uşağız;
Biz demek bir demektir.
Ben sen O’na taparız.49 yaklaşımı, toplumu adeta Tanrı ile aynı seviyede gördüğü
şeklinde ithamlara sebep olmuştur. Ülken, Gökalp’in Tanrıyı cemiyetle aynı şey addettiğini
iddia ederken50 Kaplan, kusurlarla dolu olan toplum ile her türlü hatadan uzak olan Allah’ın
kıyaslanmasının doğru olmadığı kanaatini taşır.51 Yavuz’a göre ise Gökalp, inanç ve
ibadetlere hürmet gösteren biridir. Bu nedenle onu, inancın yerini sosyolojiyle doldurmak
isteyen biri olarak düşünmek doğru değildir.52
Gökalp, “İcmâ-ı Siyâsi İ’tizâl-i Siyâsi”53 adlı makalesinde İslam’ın sosyal bir din
olduğunu vurgulayarak; bu düşüncesini temellendirmeyi dener. Makalede “ictima’ (C-M-
‘A)” kökünden türeyen kelimeleri sıralayarak buradan “ittihat”a, nihayetinde ise siyasi
ittihat ve iftiraka dair tespitlerde bulunur. Ona göre İslam dini sosyal bir dindir. Bu iddia
İslamî kültürde kullanılan birçok kelime ve kavramla da ortaya konulabilir. Örneğin,
İslam’ın ma’bedine “câmi”, Müslümanların mukaddes günlerine “Cuma” denilmiştir. Ehl-i
Sünnet olan fırka-i nâciyeye ehl-i cemaat denilir. Fıkhın edille-i erbaasından biri de “icmâ’-ı
ümmet”tir. İbadetler çoğunlukla cemaatle eda edilir. Hac farizası, umumi bir içtima
vesilesidir. İslam dininin sosyal bir din olduğu Kur’an ve Sünnet’le de teyit edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, “Allah’ın ipine sarılın ve birbirinizden iftirak etmeyiniz.”54, buyuruyor.
Hadis kitaplarında: “Allah’ın yardımı cemaat üzerindedir”55, “Tefrika çıkaran bizden
48 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., İst., 1995, s. 73-90. 49 Gökalp, Ziya Gökalp Külliyatı I, s. 115. 50 Ülken, Ziya Gökalp, s. XXIII. 51 Mehmet Kaplan, Büyük Türkiye Rüyası, Türkiye Kültür Enstitüsü Yay., İst., 1969, s. 299. 52 Kerim Yavuz, “Ziya Gökalp’in Dini Tutumu ve Din Anlayışı”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler
Fakültesi Dergisi, S. 2, Sevinç Matbaası, Ankara, 1977. 53 Ziya Gökalp, “İcma’-ı Siyasi İ’tizal-i Siyasi”, Volkan Gazetesi, S. 19, İst., 30 Kanunievvel 1324/12 Ocak
1909; Makaleler I, s. 113-115. 54 Âl-i İmrân, 3/103. 55 Tirmizî, Fiten, 7.
93
değildir.”56, “Ümmetimin ittifakı kesin bir delildir. Müminlerin iyi gördüğü şey, Allah
katında da iyidir; müminlerin kötü gördüğü şey, Allah katında da kötüdür.”57, mealinde
birçok hadis-i şerif vardır.58
Gökalp’e göre bir milletin kurtuluşu ittihatla, çöküşü ve yok oluşu da ihtilafladır.
İslam’ın ilk dönemlerinde görülen ilerleme ve gelişmelerin hepsi ittihat düşüncesi sayesinde
gerçekleşmiştir. Kulüpler, şirketler, tarikatlar, ittihat üzerine kurulmuştur. “İttihat” bütün
sosyal grupların ve cemaatlerin ruhudur. Cemaatlerin devamı, bu ruhun kuvvetiyle
mümkündür.59
Siyaset sahasında da ittihat ve toplumcu bir anlayışın gerekliliğini savunan Gökalp’e
göre siyaset sahnesinde her bireyin kendine has bir görüşü olabilir ancak herkes siyaset
konusunda müçtehit olamaz. Fıkıh’ta içtihat için nasıl zekâ ve irfan gerekliyse, siyasi içtihat
için de benzer bir donanım gereklidir. Ne var ki fıkıhta ictihad kapısı bir süredir kapalı
olduğu halde, siyasette o kapı kıyamete kadar açıktır. Belli bir dönemdeki müçtehidîn-i
siyasiyenin ittifakla tasvip ettikleri ve gerekli gördükleri tedbirler birer “icmâ’-ı siyasi”dir.
Müslümanların siyasetteki icmasına uyanlar, siyasi fırkaların ehl-i cemaat zümresini teşkil
ederler. Fıkıhta olduğu gibi siyasette de fırka-i nâciye ehl-i cemaattır. Siyasette cemaatten
ve ümmetin icmâ’ından ayrılarak, kendi görüşlerine tabi olanlar, “mu’tezile-i siyasiyyedir”.
Bilindiği üzere Mu’tezile fırkası, bazı Abbasi halifelerinin açık desteğine rağmen, yok
olmaktan kurtulamamıştır. Çünkü nâci değildi; çünkü necat, ittihatta, icmâ’-ı ümmettedir.
Gökalp’e göre siyaset alanında icma, siyaset yapıcıların istişare ve müzakere neticesinde
varacakları uzlaşma sonunda gerçekleşir.60
Gökalp’te din sadece toplumsalı önceleyen bir kurum değildir. Dinin bireysel hayata
nüfûz eden yanı da bir o kadar önemlidir. Bir dine bağlanma hem bireyin şahsiyetini
geliştirir hem de bireyin ruh dünyasında derin izler bırakır. Bireyin şahsiyetinin oluşumunda
önemli vazifeler icra eder. Bireyin çocukluk yıllarına ait Ramazan geceleri, bayramlardaki
merasim ve coşku, mevlitler, kandiller, camide cemaatle kılınan namazlar ve müşterek
56 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 187. 57 Ahmed b. Hanbel, I, 379. 58 Gökalp, Makaleler I, s. 113-114. 59 Gökalp, Makaleler I, s. 114. 60 Gökalp, Makaleler I, s. 114-115. Bu şûrâ, her yıl İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel merkezinde yapılan
kongrede gerçekleştirilecektir. Kongreye, her ilden ve müstakil livalardan (sancak) seçilen birer temsilci
katılacaktır. Bu mebuslar temsil ettikleri merkezlerin en zeki ve malumatlı siyasetçileri olacaklar. Bu
temsilcilere mecazi olarak “müçtehid-i siyasi”, ittifakla karar verdikleri hususlara da “İcmâ’-ı siyasi”
denilebilir. Öyleyse, her Osmanlı vatandaşı görüşlerini ya bizzat katılarak ya da aracılar vasıtasıyla burada
dillendirmeli ve alınan kararlara uymalıdır. Yoksa siyasi açıdan mu’tezili sayılır; görüşünde yalnız kalmış
ve bütün gayretleri de boşa gitmiş olur. Bkz., Gökalp, Makaleler I, s. 114.
94
yapılan çeşitli ibadetler insan ruhunda derin izler bırakır. Bireysel ve toplumsal kaide ve
kuralları olan İslam sağlam inanç esasları ve feyizli ibadetlerle ruhları vecd içinde coşturur,
birbirine bağlar ve samimi bir mutluluk ve huzur verir.61 Dolayısıyla Gökalp’in
sosyolojisinde toplumsala vurgu ön planda olmakla birlikte İslam’ın “ed-din” olan
katışıksız hali bireysel vicdanlarda yaşanır. Bireysel ruhlarda Allah’a imanın coşkusunu
daima hissettiren bu “vecdî din”, İslam’ın siyasal bir ideoloji olarak anlaşılmasına onay
vermez.62
Gökalp’in sosyolojik analizlerinde bireyin toplum içinde erimesi; toplum için
kendini feda etmesi esastır. Özellikle bireyi birey yapan irade ve özgürlükten toplum lehine
vazgeçilmesi tartışmaya açıktır.63 Örneğin “Vazife”64 şiirinde bireyin hak ve hukukunu hiçe
sayıp, gözü kapalı bir şekilde itaat düşüncesini müdafaası bu duruma iyi bir örnektir65:
Hikmetini sormam, ince elemem.
Amirimdir ona karşı gelemem!
Haksızlığa eylemişim kanaat,
Benden ona kaydsız, şartsız itaat!
Gözlerimi kaparım!
Vazifemi yaparım!
Benim hakkım, menfaatim, arzum yok,
Vazifem var; başka şeye lüzum yok.
Aklım, gönlüm düşünmezler, duyarlar;
Ondan gelen emirlere uyarlar…
Gökalp, toplumları “iptidai cemiyetler” ve “müteazzi (organik cemiyetler yani iş
bölümünün yaygın olduğu ve uzmanlaşmanın gerçekleştiği) cemiyetler” şeklinde ikili bir
tasnife tabi tutar. Burada amaçlanan şey, her toplumsal yapıda dinin sosyal işlevinin farklı
olduğunu göstermektir. Ona göre, ilkel toplumlar zaten bütünüyle dini bir yapıya sahip
oldukları için bu tür toplumsal birliklerde dinin sağladığı sosyal faydalar somut olarak
görülmez ancak müteazzi dediği yani işbölümünün ortaya çıktığı modern toplumlarda -
şayet varsa- dinin toplumsal etkisinden ve faydasından söz edilebilir. Çünkü bu toplumsal
61 Gökalp, Makaleler VII, s. 23-25; Bolay, Türk Düşüncesinde Gezintiler, s. 292-293; Kâmil Özer, Ziya
Gökalp Sosyolojisinde İslamcılık ve Modernizm, Dokuz Eylül Ü. Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi,
İzmir, 1995, s. 73. 62 Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, s. 63. 63 Kabaklı, Türk Edebiyatı III, s. 387. 64 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 14. 65 Kabaklı, Türk Edebiyatı III, s. 387.
95
tipolojide, toplumsal yapının diğer unsurları gibi din de kendi alanına çekilmiştir ve dinin
toplumsal fonksiyonu somut olarak gözlemlenebilir.66
“Mefkûre”, Gökalp'in düşünce sisteminde anahtar kavramlardan biridir. O,
yazılarında mefkûreyi ideal, kutsal ve diğerkâm anlamlarında kullanır. Yeri geldiğinde
başkaları için kendini feda edebilmek için mefkûre sahibi olmak gerekir. Mefkûre daha çok
toplumsal hayatta ortaya çıkar. Toplum vicdanı, mefkûre ile beraberdir ve çoğunlukla
galeyanlı ve coşkulu anlarda mefkûre duygusu yüksek bir enerji üretir. Ferdi ruhlar ise, hem
kendi sakin ve galeyansız ruhlarının hem de coşkun toplumsal ruhun etkisi altında
bulundukları için bazen mefkûreli bazen bencil olurlar. Birey, toplumsal ruhun etkisi altına
girdiği zaman mefkûrelidir. Buna karşın uzvî yani bireysel ruhun tesiri altında kaldığı
zamanlarda ise kendi menfaatini düşünür, bencildir.67 Öyleyse toplum bireylerinin
mefkûreli ve ideal sahibi olmaları için içerisinde yaşadıkları toplumla bütünleşip, toplum
vicdanına kulak vermeleri gerekir. Bir başka ifadeyle toplumsal ruh, bireylere sürekli
coşkulu, değer yüklü ve mefkûreyi açığa çıkaracak bir hayat sunmalıdır.68
Ağaoğlu’nun düşünce evreninde ise temel birim “birey”dir. Birey, toplumsal
gelişme ve ilerlemenin temel birimidir. Bireyler içinde yaşadıkları toplumdan aldıklarının
daha fazlasını o topluma kazandırırlar. Dolayısıyla Ağaoğlu’nda toplumsallık vurgusu zayıf;
birey vurgusu ise daha fazladır.69 Ona göre, medeniyetler arasındaki gelişmişlik farkını
yaratan bireydir. Doğu toplumlarında cemaat yaşantısı bireyin gelişimini engelleyip
sınırladığı için, özgürlüğü ve yetenekleri sınırlı Doğulu bireyin toplumsal düşünce ve
kalkınmaya katkısı azdır. Batıda ise bunun tam tersi bir durum sözkonusudur. Bu sebeple
özgür bireylere sahip Batı medeniyeti daha fazla gelişmiştir. Ayrıca itaat ve kanaatkârlık
üzerine kurulu toplumsal yapı, Doğu/İslam toplumlarında kendine güvenden yoksun, bencil
ve fırsatçı şahsiyetler yetiştirmektedir. Bütün bunlar ise toplumsal bütünleşme, dayanışma
ve ilerlemenin önündeki en büyük engellerdir. Müslümanlar Batı medeniyeti seviyesine
yükselmek istiyorlarsa özgürlük, serbest rekabet, vatan sevgisi, iş bölümü gibi birey
66 Gökalp, “Dinin İçtimai Hizmetleri-I”, İslam Mecmuası, C. 3, S. 34, 13 Ağustos 1331/26 Ağustos 1915, s.
740-743; Makaleler VIII, s. 43-45. 67 Gökalp, “Fırka İçtimaiyatı: Fırka Nedir?”, Makaleler IV, s. 13. 68 Gökalp, “Mefkûre ve Şe’niyet”, Küçük Mecmua, S. 9, 31 Temmuz 1922, s. 1-5; Gökalp, Makaleler VII, s.
48. 69 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38.
96
merkezli bu tür siyasi-kültürel erdemlere sahip olmalıdırlar.70 Ekonomik alandaki başarılar
bile ferdi teşebbüs hürriyetine bağlıdır.71
Günaltay’a göre din, bütünüyle toplum hayatına yöneliktir ve toplum bireylerinin
mecburen kabul ettikleri bir takım anlayış, kabul, ritüel, davranış ve uygulamaların
toplamından ibaret sosyal bir müessesedir.72 Ona göre insanlık tarihinin bilinebilen
dönemlerinden beri insanlığın maddi ve manevi hayatına hâkim olan yegâne amil dindir.
Dinin mahiyet ve içeriği, onun bir ilim konusu olarak ele alınmaya başlanmasından sonra
daha doğru ve daha açık şekilde ortaya konulmuştur. Konuyla ilgili olarak daha önceleri az
da olsa birbirine zıt olan fikirleri uzlaştırmak mümkün olmuştur. Başlangıçta dini olaylar
bireysel ve subjektif kabul edildikleri için psikoloji biliminin veri ve yöntemleriyle
incelenmiştir. Bu sebeple yapılan ilk çalışmalarda psikolojinin alanı ve yöntemi içine
girmeyen birçok dini hadise dışta bırakılmış; değerlendirme harici tutulmuştur.73
Günaltay’a göre din konusunda ortaya konulan öncelikli veriler bireysel bir din
algısını işaret etse de dinin ortaya çıkışı ve fonksiyonelliği toplumsal öğeler taşır. O, bu
iddiasını temellendirirken öncelikle bütün dinlerdeki müşterek unsurları tespit eder. Ona
göre bütün dinlerde şu ortak noktalar bulunur:
1. Bir veya birden fazla üstün kudretin varlığına inanmak. Bu prensipten dinin inanç
esasları ortaya çıkmıştır.
2. Üstün kudret veya kudretlerle insan arasında bir ilişki ve rabıta hissinin varlığı.
Bu münasebetler ise dinin bağlılarının duygusal hallerini içerir.
3. Üstün kudret veya kudretlere yakınlaşma faaliyeti. Bu yakınlaşmalar da dinin
ayin ve ibadetlerini ortaya çıkarmıştır.74
Günaltay, bu üç esasla ilgili dini olayların, bireylere mensup oldukları zümreler
tarafından telkin edilmiş bir takım idrak tarzı ve ayinlerden, birçok yasak ve emirlerden
ibaret olduğunu düşünür. Bunlar toplumsal kaynaklı ruhi olaylardır. Dolayısıyla dini olgular
ferdi değil sosyaldir. Dinin subjektif yönleri bile sosyal dinin ferdi vicdanlarda bıraktığı
örtük anlayış, görüş ve tesirlerden ibarettir. Ona göre din, ferdi ruhlardan doğmuş olamaz.
Zira din, bağlılarından, nefislerinin hoşuna gitmeyen bir takım fiillerin yapılmasını ya da
70 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 143-144. Krş., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-88. 71 Ağaoğlu, İngiltere ve Hindistan, s. 13. 72 Günaltay, “Din Sosyal Bir Müessesedir”, (Bu makale 1925’deki 3. baskıda ilave edilmiştir.), Zulmetten
Nura, s. 67. 73 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 65-66. 74 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 66.
97
yapılmamasını ister. Onları arzu ettikleri birçok şeyden men eder. Şayet din, bireysel ve
subjektif kaynaklı olsaydı, bireyi, kendi hoşuna gitmeyen fiillerin yapılmasına mecbur
edemez; arzu ettiği birçok şeyden de onu uzak tutamazdı. Öyleyse en iptidai dinlerde bile
görülen “bir şeylerin yapılmasını farz ve diğer bazı şeylerin yapılmasını haram kılma” dinin
bireysel olmadığını göstermektedir.75
Günaltay’a göre iptidai toplumlarda tesanüt/dayanışma esastır. İşte dinin kaynağı da
iptidai toplumlardaki bu dayanışma ve yardımlaşma ihtiyacıdır. Birey ve toplum vicdanında
lahuti ve ilahi duygu uyandıran her şey “cemiyet”te de mevcuttur. Bir mabut kulları
nazarında ne ise cemiyet de fertleri nazarında odur. Nasıl ki bir mabuda tapınanlar
kendilerini ona bağlı addedip, bütün davranış ve eylemlerini onun rızasına uygun yapmaya
çalışırlarsa, bir toplumun fertleri de aynı duygu ve hisleri, içinde yaşadıkları cemiyete karşı
hissederler.76
Bu bağlılık neticesinde birey de mensup olduğu toplumsal yapının değer yargıları
çerçevesinde toplumun hoşnutluğunu kazanmayı ve kendisini toplum bireylerine
sevdirmeyi gaye edinir. Buna karşılık toplum da kendisine bağlı bireyler üzerinde bir
nüfuza sahiptir ve bireyi kendi istediği şekilde düşünmeye ve davranmaya mecbur bırakır.
Doğaldır ki her toplumsal grup birtakım gayeler takip eder. Ancak her grup bu gayelere
bizatihi değil ancak bağlılarının aracılığı ile erişebileceğinden hamiyet, örf, töre vb. yaptırım
gücüyle toplum bireylerinden yardım ve destek görür. Bireyler yardım için kişisel
menfaatlerini unutarak, toplum normlarına itaat ederler. Toplum bireylerden bu hususta
birçok meşakkat, mahrumiyet ve fedakârlıklara katlanmalarını ister. Bazı şeyleri güzel, bazı
şeyleri çirkin addeder. Böylelikle cemiyetin hüküm ve tesiri altındaki bireyler hayat
tarzlarını toplumun beklenti ve rızasına uydurmaya mecbur olurlar. Düşünce ve fikirleri bile
kendileri farkında olmaksızın toplumsal normların tesiri altında gelişir. Çok defa arzu ve
içgüdülerine aykırı hareket etmek zorunda kalırlar.77
Günaltay’a göre bireylerin cemiyetin kaide ve kurallarına boyun eğişi yalnızca
toplumun birey karşısındaki üstün gücü değildir. İtaatin asıl nedeni, “cemiyetin fertler
nazarında hakiki bir kutsiyet ve hürmete mazhar bulunmasıdır.” Ona göre bu kutsiyet ve
hürmet o kadar kuvvetlidir ki cemiyeti simgeleyen, örneğin o toplumun sembolü olan milli
75 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 67. 76 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 67-68. 77 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 68.
98
bayrak gibi birtakım toplumsal değerlere sirayet eder. Bu nedenle bir milletin bayrağı, o
milletin fertleri nazarında çok kutsaldır.78
Günaltay’da din, kutsal ve helal-haramla alakalı inanç ve amellerden ibaret
dayanışmacı bir sistemdir. Bireylerin sahip oldukları bu inanç ve amel manzumesi onların
mukaddes bir topluluk oluşturmalarını, cami gibi belirli mekânlarda bir araya gelmelerini
sağlar. Aynı duygular etrafında kenetlenen bireyler ahlak, ibadet, ayin vb. hususlarda
bütünlüklü bir topluluk haline gelirler. Bu nedenle bireysel din, ilmi ve sosyolojik anlamıyla
din değil bir çeşit mistisizmdir. “Çünkü bir sisteme din ismini verebilmek için onun bir
cemiyete ait olması helal ve haram, mukaddes ve mukaddes olmayan gibi inanç ve
amellerden oluşan dayanışmacı bir sistem halinde bulunması icab eder.” Buna göre bir
dinin din olabilmesi için toplumsal bir temele dayanması; sosyal hayatı düzenleyen kural,
ritüel ve normlarının bulunması gerekir.79
Sonuç olarak modern bazı düşünce sistemlerinde birey mi toplum mu önceliklidir,
tartışmasının yapılmış olması aydınlarımız tarafından da dikkate alınmıştır. Gökalp, bireyi
toplum içinde eriterek “sen, ben yokuz; biz varız”, anlayışıyla toplumun çıkarlarını
öncelerken, Ağaoğlu ise bireyin toplum içinde eritilmesinin onun yaratıcı gücünü
zayıflatacağı düşüncesiyle önceliği bireye vermiştir. Günaltay da Gökalp gibi tercihini
toplumdan yana kullanır. Akçura’da ise herhangi bir ayrım görülmemektedir.
1.3. İslam ve Terakki
“Terakki” düşüncesi, 19. asra damgasını vuran efsunlu bir slogandır. Osmanlı
aydınları “ilerleme” fikrinin etkisinde kalarak, dinin temel kaynaklarını referans alıp,
İslam’ın gelişmeye ve ilerlemeye engel olmadığını vurgulamışlardır. Bu süreçte
modernizmin akla atfettiği öneme vurgu yapılmış ve dini düşünce Batılı değer ve
kavramlarla savunulmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda şûra, hürriyet, eşitlik, adalet, kardeşlik,
düşmana karşı kuvvet hazırlama gibi konular ön plana çıkarılmıştır.80
78 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 68. 79 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 68-69. 80 İslam’ın terakkiye engel olmayıp bilakis terakkiyi teşvik ettiğine dair o dönemdeki bir yazı dizisi için bkz.
Musa Kazım, “İslam ve Terakki-1”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 1, 30 Kânûnisânî 1329/12 Şubat 1914, ss. 1-
6; “İslam ve Terakki-2”, İslam Mecmuası., C. 1, S. 2, 13 Şubat 1329/ 26 Şubat 1914, ss. 34-36; “İslam ve
Terakki-3”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 3, 27 Şubat 1329/12 Mart 1914, ss. 75-77.
99
İşte modernizmin tedavüle soktuğu “terakki” anlayışı dönemin bütün aydınlarında
ve fikir cereyanlarında olduğu gibi Gökalp’te de yankı bulmuştur.81 Gökalp’e göre terakki
sosyal hayatın bütün sahalarında genel bir iyileşmeyle mümkündür. Dolayısıyla sadece
maddi ilerleme ve kalkınmayı dikkate alan toplumsal kurumlardan bahsetmek,
vücudumuzdaki organlardan yalnız birini faydalı tanıyıp diğerlerini faydasız görmek
gibidir. İnsanlığın maddi ihtiyaçları yanında manevi ihtiyaçları da vardır. Nasıl ki din,
ahlak, sanat, felsefe, mantık ve lisan, insanın manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir vasıta ise
iktisat da maddi ihtiyaçlarını tatmin aracıdır. Bu insani alanların kendilerinden beklenilen
vazifeyi en iyi şekilde yapabilmeleri, birbirlerinden bağımsız olmalarıyla mümkündür.
Henüz terakki etmemiş toplumlarda hukuk, siyaset, ahlak, felsefe, sanat ve ilim gibi
faaliyetler dinden henüz tamamıyla ayrılmamıştır. Uzmanlaşma (taksim-i a’mal) geliştikçe
toplumsal terakki de gelişecektir. Ne var ki insanın huzur ve mutluluğuna yönelik sosyal
hadiselerin her çeşidi, toplumsal bir realite olarak yekdiğeri ile ilişki halindedir ve birbirleri
üzerinde etkide bulunur. Önemli olan bu sosyal değerlerin takım halinde uyumlu ve sistemli
bir şekilde çalışmasıdır. Zaten akıllı ve mütefekkir bir insanın hayatı özellikle dini, ahlaki,
estetik, felsefi ve iktisadi hayatının ortak bir neticesi olmak durumundadır. İslam’ın
ilerlemeye ve gelişmeye engel olmadığını, bilakis aydınlanmanın ve modernizmin
değerleriyle uyumlu; mantık ve ilim dini olduğunu vurgulayan Gökalp’e göre toplumlar
ilerledikçe dinler, din olarak esas işlevlerini o zaman görebilecek; itikat ve ibadetleriyle
ruha büyük bir vect, samimi bir saadet verecek ve kendi asli vazifesine dönecektir.82
Gökalp’e göre İslam, ilerlemeci ve inkılâpçıdır. Uhrevi mutluluğu gözettiği gibi
dünya refahı ve mutluluğunu da gözetir. Batıda her güzelliğin kaynağı bilim; Doğuda ise
her gelişmenin arkasında din olmuştur. Bu sebeplerle bazılarının düşündüğü gibi
Müslümanların geri kalmasının asıl nedeni İslam değil, bizzat Müslümanların kendisidir.83
Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri84 adlı eserinde tarihi, kronolojik
olayların aktarımından kurtararak, derinlikli bir tarih felsefesi çalışmasına imza atmıştır. Bu
eserin hemen başında 18. asır sonu ile 19. asır başlarında Osmanlı Devleti’nin genel
81 Gökalp, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet I”, İslam Mecmuası, C. 2, S. 51, 26 Kanûnisânî 1332/8 Şubat 1917,
s. 6-12 (1016-1022); Gökalp, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet II”, İslam Mecmuası, C. 2, S. 52, 1 Mart
1332/14 Mart 1917, s. 7-14 (1033-1040). 82 Gökalp, “İktisada Doğru”, Küçük Mecmua, C.1, S. 7, s. 1-7, 17 Temmuz 1922; Gökalp, Makaleler VII, s.
34-40. 83 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s.123. 84 Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), TTK Basımevi, Ankara,
1988. Akçura, bu kitabında III. Selim dönemini (1761-1808) ele alır.
100
durumunu verdikten sonra85, bir devletin gerileme ve çöküşü için yeterli sebepler olarak
nitelediği “Osmanlı Devleti’nin Dağılmasında[ki] Başlıca Âmiller”i sayar. Bu faktörlerden
bizi ilgilendirenleri şöylece tespit etmek mümkündür:
Batı dünyasında 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkan Reform ve Rönesans
hareketlerine Müslüman doğu toplumları ilgisiz kalmışlardır. Bir başka ifadeyle “terakki”
düşüncesi İslam dünyasında gerekli ilgiyi görmemiştir. Osmanlı Devleti’nin siyasi, adli ve
idari teşkilatının temellerinden biri olan İslam şeriatı zaman ve mekâna göre terakki ve
tekâmül ettirilememiştir. Dolayısıyla donuklaşan şeriat hukuku, devleti yönetmede yetersiz
kalmıştır. Mektep ve medreseler ise 17. yüzyıldan itibaren Batıda ortaya çıkan bilimsel
zihniyete ve bilimsel metoda duyarsız kalmıştır. Oysaki Batı dünyasında Rönesans’ı takiben
eğitim-öğretim kurumları sürekli gelişip yaygınlaşmış ve eş zamanlı olarak bu öğretim
kurumları dinle ilgilerini kesmişler ve ihtisas okulları kurulmuştur. Osmanlı’da ve Şark’ta
ise 18. yüzyılın sonlarına kadar bu tür gelişmeler görülmemiştir. Bütün devlet
kurumlarındaki zaaf ve acziyet ile ulûm ve marifetteki gerilemenin bir neticesi olarak
cehalet ve taassup her tarafta hâkim olmuştur. Bu durum her türlü teceddüt ve terakkiye
karşı çıkan güçlü bir muhalif ve mutaassıp kitlenin oluşumuna zemin hazırlamıştır.86
Akçura’nın düşüncesinde İslam, terakki ve temeddüne engel değildir. İslam tarihi
buna şahittir. Kalkınma ve ilerlemenin muharrik gücü düşünce özgürlüğüdür. Bu gerçeği,
uzun süredir Batı medeniyeti tecrübe ettiği gibi, geçmişte İslam medeniyeti de tecrübe
etmiştir. Esasında hakiki İslam’da “fikir bağlanamaz”.87 Geçmişte fikir hürriyetini temin
etmiş ve yaşadıkları çağa göre oldukça yüksek kültür ve medeniyet inşa etmiş olan
Müslümanlar elbette bunu tekrarlamaya muktedirdirler. Akçura’ya göre bu anlayışı
yeniden gerçekleştirmenin yolu Georgeon’un ifadesiyle “İslamiyet’i temel ilke ve iddiaları
bakımından asr-ı saadete, tatbikat ve uygulama bakımından ise yaşanılan çağa irca
etmektir.”88
Ağaoğlu, İslam toplumlarının kalkınma ve ilerlemeye kabiliyet ve imkânlarının
olduğunu bilmektedir. Ne var ki Doğu/İslam toplumlarında buna engel olan zihniyet
biçimleri; dini, kültürel ve tarihi engeller vardır. Bunlar ortadan kaldırıldığı takdirde
Müslümanların da Batı toplumları seviyesine gelmeleri tabii ki mümkündür. Bu engellerin
85 Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, s. 2-5. 86 Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, s. 6-9. 87 Akçura, “Birinci Sene-i Tedrisiye Nihayetinde”, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, s.
90. 88 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 25.
101
en önemlilerinden biri tarikat, ulema ve şeyh cenahından kaynaklanan fikirlerdir. Onların
düşüncesine göre Müslüman toplumların geri kalmalarının nedeni dinlerinden
uzaklaşmaları; ibadet ve farzlardaki ihmalleridir. Afrika’daki Senûsilerle Arabistan’daki
Vehhâbîler de aynı mutaassıp yaklaşıma sahiptir. Oysa Ağaoğlu’na göre Batı, Doğuya
ahlakıyla ve diniyle değil; ilim ve fenniyle medeniyetinin yüksekliği ve sahip olduğu
silahların mükemmelliği ile hâkim olmuştur.89
Müslüman toplumlar içinde bulundukları kötü durumdan ancak modernist
yaklaşımla kurtulabilirler. Ağaoğlu, modernist yaklaşımın öncüsü kabul ettiği Cemâleddin
Efgânî’nin, ilk defa, kendinden öncekilerin sebep olarak gördükleri dini ve ahlaki
bozulmayı, sonuç olarak değerlendirdiğini belirtir. Çünkü Efgânî’ye göre İslam âleminin
geri kalmasının asıl nedeni ilim ve fenne karşı oluşmuş tavırlar ve kötü yönetim tarzıdır.90
Müslüman toplumlardaki despotik eğitim ve yönetim anlayışı, özgür bireylerin yetişmesine
engel teşkil ettiği için, kültürel ve teknik ilerleme ve medeni gelişmeden yakın vadede
bahsetmek zordur.91 Bazı toplumsal kurumların kendilerini yenileyememeleri istibdada,
bireysel ve toplumsal sorunlara yol açmaktadır.92 Ecdadın asırlardır süren muhafazakârlığı,
bugün omuzlardaki yükü artırmıştır. Din, lisan, maarif, edebiyat ve aile gibi kurumlar ıslah
ve reforma muhtaçtır.93 Aydınların görevi; hayatı donduran, insanı atalete sevk eden
toplumsal hafızayı yeniden inşa etmektir.94 Yapılması gereken, şeklî bir takım
değişikliklerden ziyade, zihniyetleri ve itikatları değiştirmektir.95
Günaltay’a göre “Hayat bir mücadeledir; fıtrat kanunlarına uymayan organizmalar
yaşayamazlar”. Canlı türleri ve cinsleri Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarına göre doğar,
tekâmül eder ve yine bu kanunların zorlamalarıyla kâinat sahnesinden çekilir, giderler.
Çevre şartlarına uyum sağlayamayan canlılar körelir, gittikçe küçülür, kuvveti azalır ve
nihayet yok olur. “Yaşadığı asrın ihtiyaçlarına hareketini uyduramayan insan cemiyeti de
89 Mehmet Özden, Türk Yurdu Dergisi ve İkinci Meşrutiyet Devri Türkçülük Akımı (1911-1918), Hacettepe Ü.
Sos. Bil. Enst. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1994, s. 42; Krş. Ahmed Agayef, “Türk Alemi-
3”,Türk Yurdu, C. 1, S. 3, 15 Kanûnievvel 1327/28 Aralık 1911; Türk Yurdu, (Tutibay), C. 1, s. 47. 90 Özden, a.g.t., s. 43. 91 Ağaoğlu, Türk Yurdu, (Tutibay), C. 1, s. 48. 92 (İmzasız), “Anladım ki”, Akın, 3 Haziran 1933, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 192’den naklen. 93 Ağaolu, “Türk Alemi 7”, Türk Yurdu, C. 1, S. 14, 17 Mayıs 1328/30 Mayıs 1912; Türk Yurdu, (Tutibay),
C.1, s. 235. 94 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 191-192. 95 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914), Çev. Nuran Yavuz, Kaynak Yay., İst., 2007, s. 268.
102
böyledir. Bir millet yaşadığı asrın icaplarına uygun bir hal almaz, o asrın ihtiyaçlarını tatmin
edemez ve buna çalışmazsa canlı varlığı günden güne körelir ve nihayet yok olur.”96
Günaltay’a göre insan düşüncesi her çağda dini inanç ve değerlerden, sosyal ve
kültürel yaşantısına uygun normlar çıkarır. Ancak aynı din veya aynı millet farklı
zamanlarda birbirine zıt değer ve başarılar ortaya koyabilir. Örneğin kaza ve kader inancı
Müslüman toplumlarda bazen şecaat, sebat, azim, kararlılık, fetih, medeniyet, kazanç ve
ticaret gibi faziletlere imkân sağlamış, buna karşın aynı inanç son dönemlerde ise korkaklık,
tembellik, ihmal, zulüm ve zilleti tevlit etmiştir. Oysaki milletlerin yükseliş ve çöküş
sebeplerini ortaya koyan muhtelif bilimlerin konuyla ilgili çalışmaları incelenirse
Müslümanların gerilemelerinin dinlerinden kaynaklanmadığı görülür.97
Milletlerin gerileme ve çöküşünün nedenleri cehalet, atalet, ahlaksızlık, azimsizlik,
fakirlik ve sefalet gibi toplumsal hastalıklardır. Böyle toplumlar âlim, çalışkan, adil, gayretli
ve zengin milletler tarafından yutulurlar. Günaltay, konuyla ilgili olarak şu iki ayeti örnek
gösterir: “Arza, üzerinde yaşamaya salâhiyet kazanan milletler varis olurlar (Enbiya suresi,
/105)”, “Fıtrat kanunu, yaratılış âdeti böyle kurulmuş ve nihayete kadar böyle gidecektir
(Fetih suresi, /23)”. Dolayısıyla yaşamak ve galebe edebilmek için birey ve toplumların
yerine getirmeleri gereken dört temel şart vardır. Bunlar: (1). Bilgi sahibi olmak (âlim). (2).
Kuvvetli bulunmak. (3). Mal-mülk/kazanç sahibi olmak (servet ü sâmân kazanmak). (4).
Adaleti temin etmektir.98
Günaltay’a göre İslam, ahiret için olduğu kadar dünya için de çalışmayı teşvik eder.
Dünya için çalışmanın gereksiz olduğunu düşünüp ibadet adı altında vücuda eziyet veren
birtakım riyazetler yapmak ya da düşünceyi tembelliğe mahkûm etmek İslam’a aykırıdır.
Allah’ın toplumsal ve kevnî ayetlerine karşı gelip dünya işlerinde lakayt davrananlar hem
Yaratana karşı gelmiş hem de kendi kötü akıbetlerini hazırlamış olurlar. İslam’da dünya için
de çalışmak emredilmiştir. Servet ve mal edinmek şayet bunlar uygun şekilde harcanırsa hiç
de yasaklanmış değildir. Bilakis ibadettir. Şurada burada tembel tembel vakit geçirip sürekli
başkalarının hatalarıyla uğraşanlar, günde beş değil on beş vakit namaz kılıp senelerce oruç
da tutsalar dünya ve ahiret saadetine erişemezler. Ölülerden yardım için türbe ve yatırlara
tapınma derecesinde özel bir ilgi gösterenlerin; dirilerin yaşamasını ölmüşlerden
bekleyenlerin bu dünyada hayat hakkı olamaz. Düşünceyi donuklaştıran, ruha miskinlik ve
96 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 53-54. 97 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 324. 98 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 54.
103
tembellik aşılayan kitaplar, vaazlar, hutbeler maalesef İslam’ın toplumları geri bırakan bir
din gibi algılanmasına sebep olmuştur. Kader ve tevekkül akidesi yanlış anlaşılıp çalışıp
çabalamaksızın, emek sarf etmeksizin her şeyi Allah’tan beklemek O’na gerçek iman gibi
gösterilmiştir. Günaltay’a göre bu tür yanlış inanç ve davranışları İslam’a fatura etmek çok
büyük bir hatadır. Hurâfe ve bidatler İslam’a mal edilemez. Aklı bir kenara bırakıp selefin
din anlayışını taklitle yetinmek ve bunu değişmez bir dini kural haline getirmek, İslam
toplumlarını felaket ve sefalete sürüklemektedir.99
Sonuç olarak Türkçüler, İslam’ın gelişmeye ve ilerlemeye kesinlikle engel
olmadığını, olamayacağını ifade etmişlerdir. Kur’an’daki İslam doğru bir şekilde
anlaşıldığı takdirde; bilhassa ahkâm ayetlerinin, nazil olduğu dönemin toplumsal yapı ve
örfü çerçevesinde şekillendiği anlaşılabilirse sorun kalmayacaktır. Bu bağlamda bir ayet,
örften mütevellit ise zamanın ve coğrafyaların değişmesiyle oluşan yeni toplumsal şartlarda
ayetin konusu bağlamında mevcut toplumun örfüyle yeni bir hüküm tahsis edilebilir.
Ağaoğlu bu konuda diğer aydınlara nazaran daha uç fikirlerin sahibidir. Ona göre İslam’ın
inanç, ibadet ve ahlak konusu dışındaki diğer bütün hususlar ihmal edilebilir. Haddizatında
aydınların ortak görüşüne göre İslam insanlara adalet, hürriyet, irade, akıl gibi çok kıymetli
nimetler sunmuştur. Bunlar sayesinde insan doğruyla yanlışı rahatlıkla ayırt edebilir;
dünyaya gönderiliş amacını kavrayabilir. Modernizmin çoğu değeri, İslam’ın ortaya
koyduğu değerlerin aynısıdır. Batı medeniyetinin ortaya koyduğu insani değerlerin
benimsenmesinde, bilimsel ve teknik gelişmelerin alınmasında hiçbir sakınca yoktur.
1.4. İslam’da Islah ve Tecdid Meselesi
Tanzimat ve I. Meşrutiyet dönemlerinde özellikle Avrupa’ya kıyasla Osmanlı’nın
genel itibariyle bir gerileme ve çöküş içinde bulunuyor olması devlet ricalini bir takım
arayışlara itmiştir. Bu problemlere çözüm arayışları çerçevesinde din alanında da ıslahatlar
yapılması gündeme gelmiştir. Aynı sorun II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra iyiden iyiye
tartışılmaya başlanmış ve İslam’ın modernizmin kazanımlarıyla uyumlu hale getirilmesi, o
dönemdeki üç etkin düşünce akımının da birleştiği nokta olmuştur. Bu düşünce akımlarının
temel hareket noktaları; özü itibariyle İslam’ın akla uygun ve tabii bir din olduğu ancak
sonraki dönemlerde akla ve tabiat kanunlarına aykırı inançlarla bozulmuş olduğu
düşüncesidir. Yapılması gereken İslam’ı eski saf ve orijinal haline döndürmektir. Şayet bu
99 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 91-98.
104
yapılacak olursa büyük bir inkılâp gerçekleştirilmiş olacaktır. Ancak dinin hangi alanında
ya da hangi kurumlarında ıslahat yapılacağı veya hangilerinin kaldırılacağı konusunda farklı
yaklaşımlar olmakla birlikte eleştirilerin odağında medreseler ve tarikatlar vardır. İddialara
göre medreseler işsizlerin ve asker kaçaklarının yuvası haline gelmiştir. Medreseler bu
durumdan kurtarılmalı ve medreselerin öğretim programları içine modern bilimler dahil
edilmelidir. Böylelikle aydın kafalı din görevlileri yetiştirilmeli ve bunların eliyle İslam’ın
sanat, ticaret ve dünya kazançlarını teşvik eden yanları yeni nesillere öğretilmelidir.100
İslam’da ıslahat ihtiyacı meselesinde Batıcılar dinsizliğe giden bir anlayışı
savunarak ifrata, muhafazakâr İslamcılar ise taassuba ulaşan yorumlarıyla tefrite
düşmüşlerdir. Bilhassa Batıcılar din reformunun gerekli olduğunu hararetle savunmalarına
rağmen bu konuda olumlu, yapıcı ve sistemli bir program geliştirmemişlerdir. Ya tamamen
dini reddetme ya da dönemin reel politiğine aykırı, Müslüman ahaliyi karşılarına alan
çalışmalara girişmişlerdir. Oysa “Gökalp’e göre “taassup”ile “dinsizlik” aslında bir
madalyonun iki yüzü gibidir; ikisi arasındaki çatışmalar dinin, toplum hayatındaki rolünü
oynamadığını gösterir. Öyleyse meselenin taassup-dinsizlik açmazından kurtarılarak
mutedil bir yaklaşımla çözümlenmesi gerekir. Bu dengeli tutum sayesinde ıslahat
konusunda başta Gökalp olmak üzere Türkçü aydınların tezleri daha tutarlı ve etkili
olmuştur. O, meseleyi bir ilahiyat sorunu ya da dinilik, dinsizlik sorunu olmaktan
çıkarmıştır. O dönemde devleti dinin etkisinden koparmak mümkün olmadığına göre, dini
devletten koparmak gerekirdi. Bir bakıma Gökalp de bunu yapmıştır.101 “Diyanet-kaza”
kavramsallaştırmasıyla dinin sabit ve değişen unsurlarını tespit ederek yeni bir açılım
getirmiştir. Gökalp’in “Diyanet-kaza” kavramsallaştırması ve içeriği Üçüncü Bölümde
tartışılacaktır.
Gökalp için bütün dinler gibi İslam da toplumsal şartlara ve zamana bağlı olarak
değişebilir; içinde bulunduğu kabın şeklini alabilir. Bu yönüyle o, İslam’ı tarihsel bir olgu
olarak ele almaktadır. Uriel Heyd’e göre İslam’ın hala kutsiyetini ve önemini koruduğu bir
dönemde İslam’ı diğer dinlerle kıyaslayarak yukarıdakine benzer çıkarımlarda bulunan
Gökalp, şayet Atatürk’ün dine karşı tutumu onu engellememiş olsa, Türkiye’de İslam
üzerine çok verimli araştırmalara hatta dini bir reform hareketine imza atabilirdi.102
100 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 439. 101 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 440-442. 102 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 77.
105
Gökalp’e göre İslam, demokrat bir dindir; onda taassup, dogmatiklik ve tekelcilik
yoktur. Sadece Müslümanları cennetlik addetmez. Allah’a ve ahirete inanmak, iyilik
yapmak temel esastır. Oysa örneğin Katoliklik, kendi haricinde din olmadığını iddia eder.
İslam Allah’ı bir kabul eden, muvahhit olan herkese olumlu bakar. “İslamiyet, tevhid-i
edyân taraftarıdır.” Hatta mutasavvıflarda bu anlayış büsbütün aşikârdır. Onlar cami ile
kilise, Kâbe ile manastırı aynı şey olarak kabul ederler. Gökalp’e göre bütün bunlar İslam’ın
milletler cemiyetine (Cemiyet-i Milel) tamamıyla onay verdiğini gösterir.103
Gökalp, cahiliye ailesi ile İslam ailesini mukayese bağlamında İslam’ın inkılâpçı bir
din olduğunu belirtir. Kur’an-ı Kerim, “babalarımızdan böyle gördük” anlayışını
reddederek; Hz. Peygamber de “Eğer İslamiyet’te cahiliyetten bir tek kaidenin yerinde
kalması mümkün olsaydı, ben hılfu’l-fudûl’ü yerinde bırakırdım.” diyerek geçmişin körü
körüne taklit edilmesini ya da terk edilmesini kınamıştır. Gökalp konuyla ilgili olarak
İslam’ın özellikle hukuk alanında getirdiği düzenlemelerden örnekler verir. Velâyet-i âmme
diye isimlendirdiği; toplum bireyleri üzerinde egemenlik hakları olan yöneticilerin bu yetki
ve egemenlikleri ile aile hukukuna dair kanunlar yapabileceğini; bu durumun şeriatın
rağmına bile olsa velayet sahiplerinin tasarrufunda olabileceğini özellikle Hz. Ömer’in
uygulamalarıyla104 temellendirmeye çalışır. Netice itibariyle aile hukukunda köklü bir
ıslahatın gerekliliğini ve İslam’da bunun mümkün olduğunu belirtir.105
Gökalp, yaşadığı dönemde İslami kabul edilen birçok dini-toplumsal söylem, ritüel
ve uygulamaların esasında İslam’ın başlangıcında yer almayıp; Arap, Acem ya da Bizans
kültürlerinden İslam toplumlarına geçen yerel-bölgesel-tarihsel ögeler olduğunu öne sürer.
Dolayısıyla dinin ilk saflığına döndürülmesi noktasında öncelikle dinin başlangıcında yer
almayan, ona sonradan dahil edilen bu görüş ve anlayışların belirlenmesi ve ayıklanması
gerekir.106
Aslında Gökalp’in temel tezleri ve kabulleri düşünüldüğünde, bu iddiasının tutarlı
olduğu görülür. Zira dini olarak genel kabul gören birçok mesele onun nazarında İslam’ın
içerisinde yer almaz. Örneğin o, diyanet ve kaza ayrımına giderek, salt dini kabul
edilebilecek inanç, ibadet ve ahlak gibi meseleleri müftülerin vazifeleri arasında kabul
103 Gökalp, Malta Konferansları, s. 69-70. 104 Hz. Ömer’in Kur’an yorumu ve bu bağlamda bazı fıkhi uygulamaları için bkz., Ali Galip Gezgin, Özgün
Bir Kur’an Yorumu: Hz. Ömer Örneği, Rağbet Yay., İst., 2014. 105 Gökalp, Makaleler IV, s. 71-75. 106 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 52-55; Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 100-101; Berkes,
Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 414-415.
106
ederken, hukuki meseleleri diyanî/salt dini meselelerden ayırır ve bu meselelere
hukukçuların bakması gerektiğini belirtir. “Diyanî meseleler” mukaddestir, “kazâî
meseleler” ise zenimdir yani dünyevidir. Dolayısıyla kazâî alanda hükümler zamana ve
şartlara göre değişebilir.107 İslam değişmez ama onun anlaşılma biçimi zaman ve zemine
göre değişebilir. Din anlayışı geriledikçe ve daraldıkça toplum da geri kalır: “Dinin tarz-ı
telakkisi değişebilir. Terakki de eder tedenni de. Telakki yükseldikçe, millet yükseliyor. Din
telakkisi alçaldıkça, millet küçülür.”108 Görüldüğü üzere o, İslam’ı ve diğer bütün dinleri
içerisinde geliştiği toplumsal ortama göre şekil alabilen tarihi bir olgu olarak görür.109
Dolayısıyla dinin haricinde gördüğü sosyal, kültürel, ekonomik, teknolojik vb. hususların
Batı medeniyetinden transfer edilebileceğini belirtir. Böyle bir bilgi, teknik ve teknoloji
ithalini engelleyebilecek “İslamlaşmış” deneyim ve uygulamaların İslam’la ilgisinin
olmadığını ispatlama gayretindedir. O böylelikle dinde yenileşme, arındırma ve dinin
alanının yeniden tespiti yoluyla sosyal, kültürel ve iktisadi bir kalkınmanın önünü açma
peşindedir.
Gökalp, insanlığın “din” anlayışının, tarihi seyir içinde üç aşamadan geçtiğini ifade
eder: Birinci aşamayı “zühdi devir” olarak adlandıran Gökalp’e göre, bu süreçte halk ve
Hak aynı şeydir. Halkın sözü Hakkın sözüdür. Toplum vicdanı neredeyse ilahi olanla bir ve
aynı kabul edilir. Bu devirde halifenin başkanlığında teokratik bir hükümet kurulmakla
birlikte iktidar ve kuvvet kadıdadır. İkinci aşama “saltanat” aşamasıdır. Bu devirde sultan
mutlak hâkimdir. Her şey onundur; onun emrindedir. Üçüncü aşama ise “milli
egemenliğin” esas olduğu “millet” aşamasıdır. Ordu, hazine ve kanun yapma hakkı millete
aittir. Görüldüğü üzere her devirde hâkimiyet ve yönetim anlayışı farklı olmakla birlikte din
aynı dindir. Öyleyse “din değişmeksizin sadece din anlayışı değişmekle” yeni birçok
düzenlemeler yapmak mümkündür.110 Haddizatında ulema Müslümanlardan her zaman
azimet ehli olmalarını talep etmek yerine ruhsatları da kullanmalarını telkin etmelidir.
Böyle bir yaklaşım dinin doğal gelişimine; bir bakıma dinin kendi iç dinamikleriyle
gerçekleşecek bir yenilenmeye imkân sağlayacaktır.111 Değilse dinde sürekli zor olanı
107 Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, İslam Mecmuası, C. 2, S. 35, 27 Ağustos 1331/9 Eylül 1915; Gökalp,
Makaleler VIII, s. 46-49. 108 Gökalp, Malta Konferansları, s. 110. 109 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 77. 110 Gökalp, Malta Konferansları, s. 111. 111 Gökalp, Makaleler IV, s. 43.
107
tercih etmek, ıslah ve tecdidi zorlaştıracağı gibi “İslam’ı asrın idrakine söyletmek” de
mümkün olmayacaktır.
Türkçü aydınlardan Akçura, Müslümanların bireysel ve toplumsal olarak milletler
muvazenesinde geride kaldıklarını dolayısıyla yeni bir din anlayışına ihtiyaç olduğunu
düşünür. Onu bu düşünceye sevk eden bilhassa “Tatar reformculuğu ve modernizmi”dir.112
Şehâbeddin Mercânî (1818-1889), Kayyûm Nâsırî (1825-1902) ve Âlimcan Barûdî (1857-
1921) gibi Tatar reformcularıyla tanışmış ve onların reformcu fikirlerini Osmanlı’ya taşıma
gayretinde olmuştur. Özellikle mevcut İslam anlayışının yeniden organize edilmesi
bağlamında reformcu Tatar düşüncesi Akçura’yı etkilemiştir. Akçura’nın reformcu fikirleri
1900-1903 Paris yıllarında Cemâleddin Efgânî (1838-1897)113 ve onun öğrencisi
Muhammed Abduh (1849-1905)’tan114 almış olması da muhtemeldir.115 Rusya
Müslümanlarının reform çabalarının sonuçlarını İstanbul’un düşünsel-toplumsal
durağanlığıyla kıyaslayarak reformun gerekli ve acilliğine karar vermiş olması yanında116,
bize göre Paris’te edindiği modern metodoloji ve bilim anlayışıyla, bu Batılı formasyon
üzerine eklemlenen Efgânî’nin milliyetçi din söylemi, Akçura’nın zihinsel-düşünsel
yönelimini hep birlikte etkilemiştir.
Akçura’nın üzerinde İsmail Gaspıralı (1851-1914)’nın da etkisi olmuştur.117 Akçura,
Türklerin birliğini sağlama, ılımlı politika yapma, siyasal alandan daha çok kültürel alanda
mücadele yürütme, toplumsal ilerlemede kadının önemi konusundaki düşüncelerini
Gaspıralı İsmail’e borçludur. Bilgiye ulaşma ve olguları anlamlandırmada doğayı
gözlemleme, maddi gerçekliğe dayanma ve tarihe analitik bakış gibi yöntem bilgilerini
Gaspıralı’dan almıştır.118 Gaspıralı’nın vefatı münasebetiyle yazdığı “Muallime Dair”
makalesinde Gaspıralı’yı “bir inkılâpçı ve Batı medeniyetinin “reformatör” kelimesiyle
kastettiği anlamda bir müceddid”119 olarak takdim eder. Georgeon’a göre Akçura’nın laik
112 Tatar Reformculuğu hakkında bilgi için bkz., Maraş, Türk Dünyasında Dinî Yenileşme (1850-1917). 113 Cemâleddin Efgânî ve fikirleri hakkında bilgi için bkz., Hayrettin Karaman, “Efgânî, Cemâleddin”, DİA, C.
10, İst., 1994, ss. 456-466. 114 Muhammed Abduh ve fikirleri hakkında bilgi için bkz., Mehmet Zeki İşcan, Muhammed Abduh’un Dinî ve
Siyasî Görüşleri, Dergâh yay., İst., 1998. 115 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 23-25. 116 Akçura hatıralarında bunun ipuçlarını vermektedir. Bkz., Yusuf Akçura, “Ta Kendim Yahut Defter-i
A’mâlim”, Hatıralarım, Yay. Haz. Erdoğan Mura, Hece Yay., Ankara, 2005, s. 42, 60, 64. 117 İsmail Gaspıralı ve fikirleri hakkında bilgi için bkz., Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914),
Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara, 1988. 118 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s.25-27. 119 Akçura, “Muallime Dair”, Türk Yurdu, C. 6, S. 72, 27 Teşrinisani 1330/10 Aralık 1914; Türk Yurdu
(Tutibay), C. 3, s. 404.
108
bir düşünce yapısına meyletmesinde Gaspıralı’nın etkisi olmuştur.120 Akçura, Gaspıralı’nın
bu yönünü takdir etmektedir: “Bugün bile şark mütefekkirlerinin çoğu toplumsal değerlerin
hali hazır bilinen mevcut dinlere istinat ettirilmeksizin hatta onlardan kaynaklanmadığı
sürece muhafaza edilemeyeceğine inanıyorlar. İsmail Bey bu hususta bir istisna teşkil eder.
İsmail Beyin sosyal ve siyasî fikirleri dünyevîdir. Metafiziğe bağlanmaksızın topluma
yararlı bireylerin mevcut olabileceğine inanır.”121
Akçura, medeniyet telakkisinde de Gaspıralı gibi Garp medeniyetine girmenin
bütün Türk ve Müslümanlar için şart olduğu düşüncesindedir. Öyle ki Akçura’da “terakki”
ve “Garp” kavramları neredeyse aynı anlama sahiptir. “Milliyet” ise bu kavramları besleyip,
büyütecek olan olmazsa olmaz bir olgudur.122 Dolayısıyla farklı bir medeniyeti tercih
ederken milli ve dini öğelerden tamamen vazgeçilmesi söz konusu değildir.123 Esasen
Akçura’nın düşünce sisteminde milliyet anahtar kavramlardan biridir. Milliyetçilik ve din,
insanlığın iki temel muharrik gücüdür. Özellikle milliyetçilik düşüncesinin zirve yaptığı bir
çağda İslam, Hıristiyanlıktakine benzer şekilde milliyetlerin varlığını kabul edecek şekilde
değişmeli; milliyetçiliğe yer açıp onu geliştirecek tarzda görev üstlenmelidir. Rusya’da
Ortodoksluk, Almanya’da Protestanlık, İngiltere’de Anglikanlık, diğer birçok ülkede
Katoliklik bu işi başarılı bir şekilde yapmıştır.124
Görüldüğü üzere Akçura, döneminde milliyeti oluşturan unsurlardan biri olarak
görülen dinin, bu fonksiyonunu icra edebilmesi için İslam’ın mevcut yorumlanış tarzının,
Hıristiyanlık’ta olduğu gibi milliyetçiliğe yer açacak şekilde düzenlenmesi taraftarıdır.
Haddizatında siyasi ve toplumsal önemlerini kaybetmekte ve gittikçe vicdanlara
hapsolunmakta olan dinler varlıklarını devam ettirebilmek için milliyetçiliğe yardımcı
olmak zorundadırlar. Hıristiyanlığın tarihi serüvenine benzer şekilde İslam da siyasi, hukuki
ve kamusal iddialarından vazgeçip bireysel bir din haline gelmelidir. Genelde dinleri,
özelde ise İslam’ı bu şekilde sınırlandırma ise milliyetçiliğe de içerisinde yer verecek
şekilde sekülerleşme süreci olarak ifade edilebilir.125
Akçura’ya göre İslam anlayışından kaynaklanan arızaların giderilmesi için bir ıslah
gereklidir. Ancak bu işe eğitim müesseselerinden başlamak gerekir. Ona göre milli birlik ve
120 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 27. 121 Akçura, “Muallime Dair”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 404. 122 Akçura, “Muallime Dair”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 405. 123 Akçura, “Muallime Dair”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 404-405. 124 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, s. 34-35. 125 Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış: Cumhuriyet Kurulurken Laik Düşünce, Bağlam
Yay., İst., 1994, s. 20.
109
bütünlüğün teşekkül ve korunmasında din önemli bir unsurdur. Örneğin “dini bayramlar,
cemiyet makinesinin yağı” gibidir. Zira dini bayramlar ve dini törenler toplumu ayakta tutan
çok önemli heyecan ve coşkunluk günleridir. Ancak Osmanlı aydınlarının dini konulara
ilgisizliği şaşırtıcıdır. Oysa en müterakki ve mütemeddin toplumlar dinin en köklü biçimde
yaşandığı uygarlıklardır. Bu durum dinin modern uygarlıkla pekâlâ birlikte var
olabileceğinin kanıtıdır.126 Osmanlı aydınlarının dine olan ilgisizliklerinin nedenlerinden
biri, Tanzimat’la başlayan yönetici kadronun İslam’a sırtını dönmesi ve akabinde dinin
bağnaz ulemanın eline terk edilmiş olmasıdır. Öyleyse öncelikli olarak ulema ve üst düzey
yöneticilerin yetiştiği medreselerin ıslah edilmesi gerekir. Nasıl ki çöküşün nedeni
medreselerin bozulmasıysa, İslam’ın ilerleme düşüncesine uyum sağlaması da yine bizzat
medreselerin ıslahıyla mümkündür.127
Ahmet Ağaoğlu da dini tecdit ve ıslah konusunda diğer Türkçü aydınlarla benzer
görüşlere sahiptir. O, İslam’la ilgili olduğu düşünülen bazı uygulama ve hükümlerin,
aslında gerçek İslam’da bulunmadığını; bunların Arap ve İran kaynaklı olduğunu belirterek,
toplumsal ilerleme ve kalkınmaya engel olduğunu düşündüğü her türden inanç ve
uygulamanın ayıklanmasını ister. Aslında onun temel tezleri düşünüldüğünde, bu iddiası
yerindedir. Çünkü o, çoğu ulema ve toplum önderinin İslami olarak algıladığı
uygulamaların dinle ilgili olduğunu kabul etmez; dini inanç, ibadet ve ahlak alanıyla
sınırlar.128 Böylelikle o, dinin alanına girmediğini düşündüğü her çeşit sosyal, kültürel,
ekonomik, teknolojik meselenin, kısacası medeniyet alanına girdiğini varsaydığı
uygulamaların, Batı medeniyetinden iktibasının önünü açmaya çalışır. Buna engel olarak
gördüğü, sonradan İslam’a dahil olup dini görünüm kazanmış inanç ve ritüellerin İslamla
ilgisinin olmadığını göstermeye çalışır. Tefrik, tasfiye ve tecdit şeklindeki düzenlemelerle
din alanını yeniden tespit etmeyi dener.129
Olumlu fonksiyonları yanında dinler, muhafazakârlık özellikleri dolayısıyla bazen
sosyal bünyeyi donuklaştırıp toplumsal değişme ve gelişmeye engel olurlar. Bu nedenle
diğer sosyal normlar gibi, dini normların da hem toplumsal istikrarı sağlama görevlerini
126 (A.Y.) Akçuraoğlu, Yusuf, “Bayram İhtiyacı”, Türk Yurdu, Yıl: 3, C. 5, S. 52, 31 Teşrînievvel 1329/13
Kasım 1913, s. 953-955; Türk Yurdu (Tutibay), C. 3 (5-6/52), Ankara, 1999, s. 68-69; Georgeon, Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 106. 127 (A.Y.) Akçuraoğlu, Yusuf, “Medreselerin Islahı”, Sırât-ı Müstakîm, IV/79, 25 Şubat 1325/10 Mart 1910, s.
5-9; Krş., Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 106. 128 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38-41. 129 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 13-16, 33.
110
yerine getirmeleri hem de sosyal gelişme ve değişmeyi sağlamaları gerekir.130 Ağaoğlu’na
göre dinlerin bu özelliği İslam’da fazlasıyla vardır. İslam, içerisinde yer aldığı sosyo-
kültürel ortamı dikkate alan bir dindir. Bu durumu temellendirirken o, İslam’ı diğer dinlerin
benzer yönleriyle karşılaştırır.131 Ona göre dinler geçirdikleri değişim ve dönüşümle birlikte
siyasi ve hukuki iddialarını günden güne yitirmektedir. Bu süreçte ise din sadece Allah ile
kul arasını düzenleyen bir vicdan meselesi haline gelmektedir.132 Öyleyse dinin
milliyetçilikle birlikte ele alınması hem dine hem de Türkçülüğe katkı sağlayabilir. Ağaoğlu
da bunu yapmıştır. Onun, İslam’ı milliyetçi bir yorumla ele alması133, ondaki tecdid
düşüncesinin önemli bir boyutunu oluşturur. Bu konuda kendisini etkileyen Efgânî’nin134
reformcu kimliği135 Ağaoğlu’nu etkilemiş; düşüncelerinde yeniliğe açık ve liberal bir tutum
takınmasına sebep olmuştur.
Müslüman toplumların içerisine düştükleri siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik
sorunlar karşısında aydınların bu duruma çare aradıklarını belirten Ağaoğlu, ancak onların
bu teşebbüslerinin sığ ve eksik olduğunu belirtir. Ağaoğlu, İslam dünyasındaki ıslahat
teşebbüslerini kabaca ikiye ayırır. Bunlardan ilki geleneksel anlayıştır. Diğeri ise modernist
reform hareketleridir. Geleneksel anlayışı temsil edenler tarikatlar, ulema ve şeyhlerdir.
Gelenekçiler İslam toplumlarının geri kalış nedenlerini ortaya koyup buna göre çare
üretmek istediler ancak bunlar dini ilimlerde söz sahibi oldukları kadar dünyevi ilimlere
vakıf değillerdi. Bu sebeple meseleyi kapsayıcı bir şekilde ele alıp değerlendiremediler.
Çabaları sığ ve plansızdı. Bu zihniyettekiler: “Bela ve musibetlerin, bu gerileme ve çöküşün
yegâne menba ve sebebi ahlak bozukluğudur, ahlak bozukluğu ise ahkâm-ı diniye ve şeriat
prensiplerinin iyi anlaşılamamasından ve iş bu ahkâm ve kavâide hakkıyla riayet
130 Zeki Arslantürk-Tayfun Amman, Sosyoloji, Kaknüs Yay., İst., 2000, s. 282; Krş., Günay, Din Sosyolojisi, s.
323-343. 131 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-42. Uriel Heyd’in, Ziya Gökalp hakkında benzer bir değerlendirmesi için
bkz. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, Çev.Cemil Meriç, Sebil Yay., İst., 1980, s. 44. 132 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38-42. 133 Ahmet Agayef, “İslam’da Dava-yı Milliyet-I”, Türk Yurdu, Yıl: 3, C. 6, S. 70, 10 Temmuz 1330 / 23
Temmuz 1914, s. 2320-29; Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 372-376; Ahmet Agayef, “İslam’da Dava-yı
Milliyet-II”,Türk Yurdu, Yıl: 3, C. 6, S. 71, 24 Temmuz 1330 / 6 Ağustos 1914, s. 2381-90; Türk Yurdu
(Tutibay), C. 3, s. 388-392. 134 Özden, Türk Yurdu Dergisi ve İkinci Meşrutiyet Devri Türkçülük Akımı (1911-1918), s. 42-44; Akalın, Türk
Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu, s. 109. 135 Fazlur Rahman, İslam, s. 300. Dini ıslah hareketlerinde, Cemâleddin Efgânî’nin İslam dünyasında büyük
tesiri olmuştur. Efgânî, milli cereyanlar ile din arasında bir zıtlaşma görmemekte, tam tersine bu iki akımın
birbirini desteklediğini düşünmektedir. O, aynı zamanda, İslam’ın ana ilkelerinde akıl veya ilimle
uzlaşmayan hiçbir şey bulunmadığını vurgulamış ve İslam’ın Ortaçağ’da oluşturduğu birikimi genişleterek
modern toplumun ihtiyaçlarını karşılamayı düşünmüştür. Ayrıca Efgânî halkçılığının esasını oluşturan
insanla “insan olduğu için ilgilenme” tezi, Müslüman modernistlerin siyasi ve sosyal düşüncelerinin
şekillenmesinde önemli bir faktör olmuştur. Bkz., Fazlur Rahman, aynı eser, s. 300-301.
111
olunamamasından ileri geliyor, dediler.” Bu düşünceye sahip kişiler, Batıyı Batı yapan
değerlerin neler olduğunu anlayamadıkları gibi136 İslam dünyasının geri kalış nedenlerini de
doğru bir şekilde tespit edememişlerdi. Oysaki İslam dünyasının geri kalışının asıl sebebi
ilme ve düşünceye ilginin azalması hatta yer yer karşı çıkılması ve kötü yönetimdir.137
Efgânî’nin düşüncelerinden hayli etkilenen Ağaoğlu, ondan yaptığı alıntılardan birinde,
modernist-İslamcı yaklaşımın temel taleplerinden olan meşruti idarenin önemini ve bunun
dinin bir emri olduğunu vurgular: “Zulüm ve cebir ile akvâm-ı İslamiyye arasına sokulmuş
olan ve İslamiyet’e tamamen zıt bulunan keyfi ve istibdâdî usûl-i idare, medeniyet-i
İslamiyye’nin sönmesine sebep olduğu gibi, din-i İslam’ın da çığırından çıkarak, münharif
olmasına sebep olmuştur.”138 Ağaoğlu’nun dile getirdiği istibdat ve keyfilikten uzak; hukuk
kurallarına dayalı bir yönetim anlayışı Türkçülerle İslamcıların ve hatta Batıcıların ortak
talepleri arasında yer almıştır. İslamcı Akif ve Said Halim Paşa ile Türkçü Akçura ve Ziya
Gökalp’i İslamcı Abdülhamit’e yönelik ortak bir tepkide birleştiren gerekçe, gerçek İslami
yönetimin ancak meşrûti esaslara bağlılıkla sağlanabileceğine duyulan ortak inançtır. Bu
anlayış ıslah ve tecdidin salt dini alan dışında, siyasi düzen için de söz konusu edildiğini
göstermektedir.139
Netice olarak Doğu milletlerinde bazı toplumsal kurumların kendini yenileyemediği
için, halkın düşüncelerini olumsuz manada etkileyip, onları uzun bir uykuya sevk ettiğini
ifade eden Ağaoğlu, bütün bunların istibdada, bireysel ve toplumsal ahlaki yozlaşmaya yol
açtığını belirtir.140 Aydınların görevi, şeklî bir takım değişikliklerden ziyade, zihniyetleri ve
itikatları değiştirmektir.141 Müslümanların yüzyıllardır birikmiş sorunları ancak milli
değerlere yer veren, Batıyı doğru okuyan bir İslami ıslahat çabasıyla çözülebilir. Bu sebeple
milliyetçilik ve İslami ıslahatçılık, Ağaoğlu’nun modernizm anlayışında, amaçları
bakımından iç içe geçmiş iki akımdır ve İslam toplumunu Batı ölçüsünde kuvvetlendirmeyi
ve yeniden inşa etmeyi hedefler.142
136 Ağaoğlu,“Türk Âlemi-3”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 1, s. 47; Türk Yurdu Dergisi ve İkinci Meşrutiyet Devri
Türkçülük Akımı (1911-1918), s. 42. 137 Özden, a.g.t., s. 43. 138 Ağaoğlu,“Türk Âlemi-3”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 1, s. 48. 139 Özden, a.g.t., s. 44. 140 Ağaoğlu “Anladım ki”, Akın Gazetesi, 3 Haziran 1933, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s.192’den naklen. 141 Ahmad, İttihat ve Terakki (1908-1914), s. 268. 142 Özden, a.g.t., s. 45.
112
1.5. Türk Müslümanlığının İmkânı Meselesi
Takriben miladi 960’lı yıllarda Karahanlı, Karluk ve Oğuzların Müslüman
olmasıyla İslam, Türklerin milli dini olmuş ve Türkler bu din ve medeniyet dairesine
girerek büyük bir inkılâp başlatmışlardır. Bu inkılâp onları her alanda yükselişe ulaştırmış
ve kendi cihan hâkimiyeti mefkûrelerini (Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi) ve dünya
nizamı davalarını bu dinde bulmuşlardır.143 Ancak Türklerin İslam’ı kabulünden sonra eski
inanç ve kültürlerine ait izler de bir şekilde kendi formları içinde bireysel ve toplumsal
hayatta yaşamaya devam etmiştir.144 Bunlar bazen İslami bir görünüm altında varlığını
sürdürmüş bazen de orijinal yapısını korumakla beraber yeni bir muhteva kazanmıştır.145
Türkler İslam’ı kabulle birlikte, inandıkları dinin, itikadi, siyasi, fıkhi, tasavvufi
boyutlarını yeni bir yoruma tabi tutmuşlardır. Türklerin İslam anlayışı ve dindarlık algısının
inanç boyutunu Mâtürîdîlik146; Fıkhi yönünü Hanefilik ve ahlaki-tasavvufi yanını da
Yesevîlik oluşturmuştur. İşte bu üç boyut Türk Müslümanlığı veya Türk Dindarlığının
sacayağıdır.147 Türk dünyasındaki din olgusunu tanımak isteyenlerin, bu milletin kendi
ürettiği, kendine özgü dini kültürün şekillendirdiği bu üçlü sacayağını dikkate almaları
gerekir.148
Esasında Müslümanlığın farklı görünümlerinin olması doğaldır. Zira aynı
kaynaklardan ortaya çıkmış olsalar da farklı sosyo-politik, sosyo-kültürel yapıları içinde
barındıran farklı coğrafyalardaki Müslümanların İslam yorumlarının birbirinden ayrı olması
tarihi ve sosyolojik bir gerçektir.149 İslam’ın yerel veya etnik Müslümanlıklar halinde ortaya
çıkabilme kabiliyetini M. İkbal de mümkün görmektedir. Ona göre, İslam, Allahsız ve
dinsiz fikirlerin dışında, karşılaştığı toplumların çoğu görüşünü benimseyip kendi yapısının
bir parçası haline getirmiştir. İslam’ın yüce ruhu ve ufku bu yeni düşünce ve olguların kendi
143 Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, İst., 2011, s. 172-173, 197. 144 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yay., İst., 1999, s. 14. 145 M. Fuad Köprülü, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Yay. Haz. Orhan Köprülü,
Akçağ Yay., Ankara, 2004, s. 45. 146 Mâtürîdî kelam okulu, insan iradesini kabul etmiş; bu anlamda insanların bütün fiil ve eylemlerinde özgür
olduğunu vurgulamıştır. Aklı ve iradeyi temel alan bu düşünce doğaldır ki bilimin ve medeniyetin
gelişmesine önemli katkılar sağlamış/sağlayacaktır. Bkz., Musa Koçar, “Mâtürîdî’de Akılcılık ve
Uygulama Alanları”, SDÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2006/2, S. 17, s. 28-29. 147 Sönmez Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Ötüken Yay., İst., 2017, s. 15-27. 148 Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, s. 45. 149 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 100; Ö. Faruk Teber, “Mezheplerin Ortaya Çıkış Nedenleri”, İslam
Mezhepleri Tarihi, Anadolu Ü. Yay., Eskişehir, 2010, s. 30-31.
113
teoloji ve dünya görüşüne uygun bir mahiyette gelişmelerini sağlamıştır. İslam’daki
hazmedici bu ruh özellikle hukuk ve adalet alanında söz konusu olmuştur.150
Peki, bu bağlamda bilimsel, sosyolojik ve tarihi vakaya uygun olarak “Türk
İslam’ı”, “Türk Müslümanlığı” ya da “Türkiye Müslümanlığı” gibi kategorilerden
bahsedilebilir mi? Şayet bahsedilebilirse bunlar ne anlama gelmektedir? Öte yandan, bu
türden kavramsallaştırmalar evrensel bir din olan İslam’ın ruhuna; diğer Müslüman
toplumlarla olan manevi bağlara bir zarar verir mi? Türk Müslümanlığı iddia edildiği gibi
sadece Alevilik-Bektaşilik midir? Ya da Sünnilik söylenildiği gibi Emevi Müslümanlığı mı
demektir? Arapların içinde doğdu diye İslam, Arap dini mi kabul edilmelidir?151
Bu ve benzeri sorulara doğru cevaplar verebilmek için öncelikle “İslam” ile
“Müslümanlık” kavramları arasındaki farkın bilinmesi gerekir. Zaman zaman birbiri yerine
kullanılan bu kavramlar teolojik, tarihi ve sosyolojik veriler çerçevesinde birbirinden
farklıdır. “İslam”, yalın ve genel anlamda temel kaynaklar olan Kur’an ve Sünnet’te hiçbir
yorum katılmamış şekliyle inanç, ibadet, ahlak vb. esaslarıyla İslam dinini ifade ederken,
“Müslümanlık”, İslam’ın insanlar tarafından algılanma şeklini ifade eder.152 Diğer bir
ifadeyle, “İslam”, Kur’an ve Sünnet’in belirlediği ölçüler manzumesi olarak sabittir,
değişmez. “Müslümanlık” ise toplumların İslam’ı yaşama biçimleri demektir ve Müslüman
toplumlar sayısınca “Müslümanlık” vardır. İslam’ı algılama şekli ve derinliği, tarihsel akış,
hayatı yorumlamadaki farklılık, coğrafya ve kültürel çeşitlilik gibi nedenlerle
“Müslümanlık”lar çoğalabilmektedir. İşte her toplumun kendine has böyle bir hayat tarzı, o
toplumun milli kültürünü ve kimliğini inşa eder. “Türk Müslümanlığı” da böyle bir
inşadır.153
Öyleyse yukarıda geçen şekliyle imkan dahilinde görülen Türk Müslümanlığını
diğer Müslümanlıklardan ayıran nitelikler nelerdir? İslam, Türkler arasında nasıl bir şekil ve
içeriğe bürünmüştür?154 Bu durum tarihsel süreçte hangi zemin ve şartta, hangi faktörlerin
etkisiyle oluşmuştur?155 Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafi mekânda ve
150 Muhammed İkbal, İslâm’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Çev. N. Ahmet Asrar, Birleşik Yay., İst.,
ts., s. 222. İslam’ın, muhtelif kültürlere ve şartlara uyum gösterme yeteneği konusunda şuraya da bkz.,
Wach, Din Sosyolojisi, s. 308. 151 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 161; Ocak, “‘Türk Müslümanlığı’ Tartışmaları, Resmi İdeoloji,
Alevilik, Sosyolojik ve Tarihsel Gerçek”, Genç Erenler, S. 38, Kasım 1998, s. 5-9. 152 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 162; Ocak, “‘Türk Müslümanlığı’, Genç Erenler, s. 5-9. 153 Nevzat Kösoğlu, Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, Ötüken Neşriyat, İst., 2000, s. 73-74. 154 İslam’ın Türklerin estetik, sanat, edebiyat ve ahlaki hayatında aldığı şekil için bkz., Sait Başer, Yahya
Kemal’de Türk Müslümanlığı, Seyran Yay., İst., 1998. 155 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 16.
114
uzun bir tarihsel süreç içinde birbiriyle eş zamanlı ve paralel gelişen; biri Sünni diğeri
gayrisünni İslam yorumları mevcuttur.156 Türk tarihindeki bu İslam anlayışları; (1) Popüler
halk İslam’ı, (2) Kitabî medrese İslam’ı, (3) Mistik tekke İslam’ı, (4) Siyasal(laşmış) devlet
İslam’ı şeklinde dört farklı türde yer almıştır.157 Türk Müslümanlığını, bu kategoriler içinde
yer alan Müslümanların yetişme tarzları, sınır boylarında, kırsalda ya da şehirlerde ikamet
etmeleri; İslam’ı şifahi veya yazılı kültürle edinmeleri gibi değişkenler bağlamında da
değerlendirmek mümkündür.158
Türk Müslümanlığı denilince ilk akla gelen hususlar şöylece özetlenebilir. Türk
Müslümanlığında akla büyük önem verilir. Bu nedenle akıl sahibi insana güven söz
konusudur. Yine bilime verilen büyük önem bu dindarlığın başka bir özelliğidir. Hoşgörü,
kadına saygı, büyüklere hürmet, farklı kültür ve inançlarla bir arada yaşama tecrübesi diğer
ayırıcı nitelikleridir. Özellikle Sünni anlayışta dini metinleri aklın verileriyle sentezleyerek
yapılan ahlak merkezli yorum, bu tür dindarlığın en önemli boyutunu oluşturur.159 Türk
İslamlığının başka bir özelliği, -paradoksal olarak- Türklerin kendilerini İslam içinde eritme
derecesinin yüksekliğidir.160 Bu durum Osmanlı’nın İslam anlayışında kuvvetli şekilde
hissedilmiştir. Türkçü aydınlarımızın da bu çalışmanın muhtelif sayfalarında dile
getirdikleri gibi İslam ve onun kendi dönemindeki en büyük hamisi Osmanlı’da Türkler,
kendi benliklerini İslam içinde eritmişlerdir. Hatta Devlet-i Âliye’nin son dönemlerinde
Müslümanların ve devletin bekası için başka milliyetçiliklerin çoktandır ortaya çıkmış
olmasına rağmen Türk milliyetçiliği hep ertelenmiştir.
Bütün bunlarla birlikte, her Müslüman toplum ya da kavim, ne derecede kendi algı,
kültürel birikim ve zihinsel kapasitesine göre bir Müslümanlık anlayış ve yorumu
oluşturursa oluştursun, “temelde onlara “Müslüman” dedirten, onların “İslam dairesi”
içinde kabul edilmelerine sebep olan birtakım temel inanç ve pratikler vardır. İşte bu ortak
İslam dairesinde bir araya gelen Müslümanlar hangi kavme, ırka, millete veya mezhebe
mensup bulunurlarsa bulunsunlar, yine de onlar ortak bir takım duygularla evrensel bir
İslam üst kimliğinde toplanırlar ki bunun adına “İslam ümmeti” denir.” Doğrusu, çoğu
156 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 34-35. 157 Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 51. 158 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 11-12. 159 Kutlu, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, s. 45-51; Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 121-122. 160 Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 15.
115
İslamcı tarafından siyasal bir anlam yüklenilmek istenilen “ümmet” kavramının asıl anlamı
sanıldığının tersine siyasal birliği değil, inanç ve kültür birliğini yansıtır.161
Türk Müslümanlığı olarak nitelendirilebilecek bir din anlayışı, aydınlarımız
arasında en bariz şekilde Ağaoğlu’nda tecessüm eder. İslam-milliyetçilik bağlamında
Ağaoğlu’nun açılım getirdiği önemli meselelerden biri, sonraki yıllarda ve günümüzde
“Türk Müslümanlığı” olarak ifade edilen yaklaşımdır. Ona göre her din veya inanç sistemi
temel teorik unsurlarını korumakla birlikte, mutlaka yayıldığı çevrenin toplumsal ve
kültürel şartlarından etkilenir ve böylelikle kavmî özellikler de taşıyan bir din ortaya
çıkar.162 Ancak İslam’ın, kendisini benimseyen toplumdan izler taşıması, onun zaafını değil,
bilakis üstünlüğünü gösterir.163 “Din-i İslam’ın diğer meziyet ve faziletleri arasında en
ziyade câlib-i dikkat bir meziyeti de şu kuvve-i elastikiyetidir. (…) İslamiyet, kavmiyet ve
cinsiyetlerin mukteza-yı ruhiyesine tevafuk etmekle kuvvet bulmuş ve o sayede intişar
etmiştir.”164 Görüldüğü üzere Ağaoğlu’na göre herhangi bir dinin veya inancın içinde
yaşadığı toplumun maddi ve manevi nitelikleriyle işlevsel hale gelmesi doğaldır. Çünkü
din, bir kurallar manzumesidir; teoriktir, soyuttur. Ancak birey ve toplumlara intikal
ettiğinde tecessüm eder, varlık alanına çıkar; söze ve davranışa dönüşür. Dolayısıyla gerçek
hayatta beşeri unsurlarla ortaya çıkar. Milletler ona kendi rengini ve ruhunu katar.
Ağaoğlu’na göre Türklerin birlik ve beraberliği; dini ve mezhebi ayrılıklar, din ve
siyaset kaynaklı gruplaşmalar, ileri medeniyetlere karşı dirençsizlik ve milli bilinç eksikliği
gibi nedenlerle mümkün olamamaktadır.165 Bu bağlamda İslam’ı milli bir anlayışla ele
almak bu problemlerin çözümüne katkı sağlayacaktır. İslam’ı Arap ve diğer yerel
unsurlardan arındırarak Türklüğün milli unsurlarıyla eklemlemek ve onu Türk hayatıyla
bütünleştirmek gerekir.166
Ziya Gökalp’in Türk Müslümanlığı’na ilişkin görüşleriyle alakalı olarak Uriel
Heyd, “Gökalp bazen de İslamiyet’e ulusal Türk karakterinin verilmesi zorunluluğunu ima
etmektedir”, der. Heyd’e göre, Gökalp, Turancı döneminde, yani Birinci Dünya
161 Türk Ocakları Merkez Heyeti, “İslam Dini ve Türk Müslümanlığı”, Türk Yurdu, Ocak 1999, C. 19, S. 137.
s. 10-11; Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, s. 164; Ocak, “Türk Müslümanlığı”, Genç Erenler, s. 5-9. 162 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38-42; Ağaoğlu, “İslam’da Dava-yı Milliyet-I, Türk Yurdu, s. 2320-29; A. mlf.,
“İslam’da Dava-yı Milliyet-II”,Türk Yurdu, s. 2381-90, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 372-376. 163 Özden, Türk Yurdu Dergisi ve İkinci Meşrutiyet Devri Türkçülük Akımı (1911-1918), s. 48. 164 Ahmet Agayef, “Türk Âlemi-5”, Türk Yurdu, 9 Şubat 1327/22 Şubat 1912, C.1, S. 7, Türk Yurdu (Tutibay),
C. 1, s. 112. 165 Ahmet Agayef, “İran’ın Mazi ve Haline Bir Nazar”, Sırât-ı Müstakîm, C. IV, S. 103, Ağustos 1326/ 1910,
ss. 426-427, S. 104, Ağustos 1326/ 1910, ss. 452-453, C. V, S. 105, Ağustos 1326/ 1910, ss. 9-11. 166 Ahmet Agayef, “Milli Cereyan”, Türk Yurdu, C. 8, S. 80, 19 Mart 1331/1 Nisan 1915, s. 2531; Türk Yurdu,
(Tutibay), C. 4, s. 92.
116
Savaşı’ndan önceki yıllarda, İslam’ın ya da hiç değilse kurumlarının önemli bir kısmının
İslam’ın asli kaynaklarından değil de, başka toplumların kültürlerinden iktibas edildiğine
üzüldüğünü belirtir. “Açıkça belirtmemekle beraber, Gökalp ulusal Türk ruhu ile
bağdaşmayan yabancı unsurların sayılarak atılmasını önerir görünmektedir. İslamiyet’in
zorunlu olmayan yükümlülükleri arasında Arap geleneklerinin de yer almış olması, İslam
dininin hemen hemen sınırsız şekilde “durulaştırılması için” teorik bir temel
sağlamaktadır.”167
Gökalp, dinin asli kaynaklarına referansla yaşanılması gerektiğini ifade eder. O bu
konuda öncelikle milli ve dini terbiyenin sınırlarının belirlenmesini ve dini terbiyenin kendi
saf/orijinal haliyle kalmasının önemini vurgular. İslam terbiyesi, Arap ya da başka
milletlerin kültürlerinden, sonradan İslam’a girmiş her türlü bidat, hurafe ve âdetten
arındırılmalıdır. Ancak nelerin hakiki İslam’dan nelerin sonradan İslam’a karışmış
olduğunu tespit etmek de kolay değildir.168
Yusuf Akçura’nın Türk Müslümanlığı’na evrilen fikirlerini, yazı hayatının daha ilk
dönemlerinde görmek mümkündür. O, “Osmanlı Saltanatı Müessesâtının Tarihine Dair Bir
Tecrübe”nin ön sözünde Osmanlı kurumlarını, Türk ve İslam geleneklerinin ortak bir ürünü
olarak düşünmektedir. Tarihleri boyunca Türkler, nice büyük medeniyet, kültür ve din ile
karşılaşmış ve bunlardan etkilenmiş olmalarına rağmen bazı etnik özelliklerini
korumuşlardır. Benzer şekilde İslam’ı benimsedikten sonra da yalnız kavmi ahlaklarını
değil, adet ve kanunlarından bir kısmını da muhafaza etmişlerdir. Ecdadımızın toprak ve
coğrafi bağlılıktan daha çok lisan ve geleneklerine bağlılık gösterdiklerini vurgulayan
Akçura169, “meşrûtî yönetim şekli”nin İslami formdaki “meşveret”e uygun olduğunu
belirten İslamcı aydınların bu görüşlerine benzer şekilde meşrûtiyetin sadece İslamî şeriata
değil aynı zamanda Türk milli kültürü ve geleneklerine de uygun olduğunu savunur.170
Akçura, genel olarak İslami prensiplerle Türk töresini eşit düzeyde ele almış ve şeriatın
mutlak olma özelliğini bir kenarda bırakarak, onu tarihsel bir değere indirgemiştir. Bir
167 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 100-101. 168 Gökalp, TİM, s. 60-61. 169 Akçura, “Osmanlı Saltanatı Müessesâtının Tarihine Dair Bir Tecrübe”, s. 84-85. Akçura’ya göre Türklerin
önemli milli gelenekleri şunlardır: Ataerkil düzen, ortak toprak mülkiyeti, hakan ya da handa temerküz
etmiş ancak bazı törelerle de sınırlanmış güçlü bir iktidar, soyluluğun olumlanması, devlet kurma eğilim ve
kabiliyeti, ileri düzeyde dini hoşgörü. Bkz., a.g.e., s. 86-87. 170 Akçura, “Meşrutiyet, Töre, Hem Şeriat”, Şûrâ, 19 Ekim 1908, s. 601-605.
117
bakıma Akçura’ya göre İslam, Türk tarihinde, bir din olarak öteki geleneklerden farkı
olmayan bir gelenektir.171
İslam, Mekke’de doğmuştur ancak kendisine hizmet etme aşkına sahip gönülleri
Orta Asya’da bulmuştur. İslam dinini gönüllerinin ezeli bir sevgilisi gibi hasretle arayan
steplerin asil ve kahraman Türk halkı, güçlü bir bağ ile bu dine inanmış ve onun yolunda
hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır.172 Türkler, İslam’ı Saadet asrındaki sadeliği ile kabul
etmişlerdir. Bu durum Türklerin zihnine ve ruhuna uygun bir inanç formudur. Zira göçebe
hayat bunu gerektirmiştir. Yine ecdadımız, “İslam Şeriatı”nda milli duygularına katkı
sağlayan inanç unsurları bulmuştur. Tanrı fikri, sosyal ve siyasi birlik ve beraberlik, dostluk,
cihat, vatan ve toprağın kutsallığı, misafirperverlik, kadına saygı, ahlakın kutsallığı, Türk
töresindeki kurultaya karşılık şûranın varlığı bunlardan bazılarıdır.173
Günaltay’a göre Türkler doğuştan dindar insanlardır. Ancak dindarlığın herhangi bir
ırkın tekâmülüne hizmet edebilmesi, inanılan dinle ırkın ruhu arasındaki uyuma bağlıdır.
Dinin ilkeleri, toplumun ruhunu ve zihinsel karakterini geliştirecek nitelikte olursa, çok
kuvvetli bir motivasyon kaynağı olur. Bu durum Türk-İslam tarihi için bir süre böyle devam
etmiş ancak zamanla başka milletlerle karşılaşma ve kaynaşma sürecinde bu milletlerin örf
ve adetleri sanki İslamdanmış gibi Türk’ün hayatına ve inancına nüfuz ederek itikat ve
ananesini bozmuş; hurafeler zamanla din gibi algılanmaya başlanmıştır. İslam kisvesine
bürünen hurafeler ırk-din ahengini bozmuş; milli seciyeyi kuşatarak ırkî asaleti tehlikeye
düşürmüştür. Türk’ün temiz inancı ve yüksek seciyesi mezheplerin ve yabancı adetlerin
etkisiyle saflığını kaybetmeye başlamıştır.174
Günaltay, her dinin ait olduğu toplumu yansıtan sosyal bir müessese olduğunu; her
toplumsal kurum gibi dinin de o toplumun ruhi ve fikri gelişimiyle paralel olarak bir
tekâmüle ve bir tecdide uğramasının gerekli olduğunu vurgular.175 Dolayısıyla Türk’ün eski
aydınlık yolunu tekrar bulabilmesi için dinini ilk saflığında öğrenip yaşaması gerekir. Zaten
İslam’ın, Türk’ün mizac ve karekterine uygun yorumu da budur. Özellikle İran ve Arap
171 Mehmet Özcan, Bir Pozitivizasyon Örneği Türk Milliyetçiliği ve Din, Ankara Ü. Sos. Bil. Enst. Sosyoloji
Ana Bilim Dalı Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara, 1997, s. 52. Krş., Akçura, “Meşrutiyet, Töre, Hem
Şeriat”, s. 603. 172 M. Şemsettin (Günaltay), Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, Yay. Haz. Ahmet
Gökbel-Dursun Ali Aykıt, Akçağ Yay., Ankara, 2003, s. 105. Türklerin İslam uğrundaki fedakarlıkları için
bkz., aynı eser, s. 134 vd. 173 Günaltay, Maziden Atiye, s. 108-109. 174 Günaltay, Maziden Atiye, s. 110-111, 133. 175 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 69.
118
örfü kaynaklı unsurlar din olmadığı gibi, bunlar Türk’ün karakterinde doku uyuşmazlığına
yol açmaktadır.176
2. TÜRKÇÜLERİN İSLAM ANLAYIŞINDA İNANÇ MESELESİ
2.1. Allah İnancı
Yüce bir varlığa inanma duygusu fıtridir. “Dünyada inanmak ve tanımak fikri
insaniyetle beraber doğmuş, yine beşeriyetle beraber ufûl edecektir”. İster ilkel olsun ister
modern, ama bedevi ama medeni her insan inanma duygusu içindedir. İnanma duygusu
insanlığın en derin ve en temel ihtiyaçlarındandır. Bu sebeple günümüze intikal eden eserler
ve arkeolojik veriler dikkate alındığında mağaralarda ya da taş kovuklarında yaşayan
insanların bile inanç sahibi oldukları görülmektedir. En aşırı dinsizler bile inanmak
ihtiyacından uzak duramamışlardır. Temelde zaten dinsizlik, inanma ihtiyacına karşı bir
isyandır. Zira inanmak ihtiyacı daha evvel ve aslidir ki ona karşı sonradan karşı çıkılıp isyan
edilmektedir.177
Günaltay’a göre insanlar arasında en kuvvetli sevgi bağı din olduğu gibi insanları
birbirinden uzaklaştıran en güçlü unsur da dindir. “Din, bir taraftan insanları birbirleriyle
kardeş yapar, diğer taraftan birbirlerinin en müthiş düşmanı haline getirir.” Dinler tarihine
göre, insanlık hiçbir dönem dinsiz yaşamamıştır; yaşaması da mümkün değildir. En eski
insanlar hatta fetişistler bile ulûhiyet fikri peşinde koşmuşlar, evrende yüce bir kuvvetin
hükümran olduğunu düşünmüşlerdir.178
Gökalp ise Allah’a imanın daha çocukluktan itibaren başlamasının önemini
vurgular.179 Allah’a imanın özünü teşkil eden Tevhid akidesi onun sisteminde dönemin
büyülü mefhumlarından olan hürriyet ile temellendirilir. Tevhid, sadece Yaratıcıya kul
olmak, yaratılmışlara karşı ise hür olmaktır. Hürriyet de Allah’tan başka hiçbir kimseye kul
olmamaktır. İnsanlık, Allah’tan başkasına kulluk yapmamaya “Rûz-i Elest”te söz vermiştir.
Bu nedenle bir Müslüman’ın, yaratılmışlara karşı özgürlüğünü koruması ibadetten sonraki
en önemli görevidir.180
Gökalp’e göre herhangi bir insanın veya düşünce cereyanının dine bakışında esas
alması gereken temel kavramlardan biri “yaratıcı güç, ilahi kuvvet ve her şeye kadir olma”
176 Günaltay, Maziden Atiye, s. 112, 132. 177 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 57. 178 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 58-59. 179 Gökalp, Makaleler VII, s. 24. 180 Gökalp, “Hürriyetin Menbalarına Doğru”, Peyman Gazetesi, S. 2, 22 Haziran 1325/5 Temmuz 1909;
Makaleler I, s. 58.
119
gibi vasıfları taşıyan “Tanrı” kavramıdır. Onun Tanrı tasavvurunda ise ümit ve korkudan
daha ziyade sevgi hâkimdir.
Benim dinim ne ümittir, ne korku;
Allah’ıma sevdiğimden taparım!
Ne Cennet, ne Cehennem’den bir koku
Almaksızın vazifemi yaparım.181
Gökalp’te Allah’a inanmanın önemli göstergelerinden biri de duadır. Dua, çaresizlik
ve ümitsizliğin ilacı; insanlığın enerji kaynağıdır. İlahi gücü yanında hissetmenin adıdır.182
Ağaoğlu ve Akçura’da salt Allah inancı konusunda herhangi bir bilgiye
rastlayamasak da genel olarak Türkçü aydınlar, evrenleri, mevcudatı ve insanı yaratan yüce
bir Yaratıcının var olduğuna inanırlar. Allah’ın varlığı ve birliği evrenin ve içindekilerin
düzeni için gereklidir. Özellikle insanı içten kuşatan bir Allah inancı, İslam’ın en temel
itikat esasıdır.
2.2. Peygamberlik, Hadis ve Sünnet
Gökalp’e göre Hz. Peygamber’in çok kısa bir sürede cahiliyetin en alt derecesinde
bulunan insanları hem bireysel hem de toplumsal hayatlarında bilgi, ahlak ve hikmetin en
yüksek katına ulaştırması büyük bir mucizedir.183 Ona göre peygamberler toplumlara düzen
vermekle önemli bir görev icra etmişler; çok büyük bir aydınlanma ve inkılâp
gerçekleştirmişlerdir. O, peygamberlerin yaptığı bireysel ve toplumsal değişimin önemini
göstermek için onları, mesele daha kolay anlaşılsın diye evliyalarla kıyaslar.
İnsanlara manevi yol gösteren dini rehberler olan evliyalar sadece fertlere şahsiyet
verebilirlerken, peygamberler hem fertlere hem de cemiyetlere şahsiyet kazandırmışlardır.
Evliyaların her biri bir peygamberi takip ederler ve bağımsız hareket edemezler. Ancak
peygamberler bağımsız olup, dinin en başta gelen sorumlusu ve tebliğcisidirler. İlahi bir
kitapla, kutsi bir sünnetle ve dini bir teşkilatla donatılıp desteklenmişlerdir. Örneğin Hz.
Peygamberin ifa ettiği işler o kadar ulvidir ki kısa sürede çöl bedevilerini koyu bir
cehaletten en ileri kültür ve medeniyet aşamasına yükseltmiş; ortaya çıkmasından daha yüz
sene geçmeden neşrettiği din, dört yüz milyonluk muazzam bir insan toplumunun bireysel
ve sosyal hayatına yön verir olmuştur.184
Günaltay için İslami epistemoloji açısından esas alınması gereken temel bilgi
kaynakları akıl, mantık, Kur’an ve Hadistir. Ancak Hadislerin sahih olmasına dikkat
181 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 9. 182 Gökalp, Kızıl Elma, Haz. Yalçın Toker, Toker Yay., İst. 1995, s. 69-70. 183 Gökalp, Makaleler VII, s. 23-24. 184 Gökalp, Makaleler VII, s. 24-25.
120
edilmelidir. Hadis diye rivayet edilen bir haber dinin genel prensiplerine zıt, akıl ve
mantıkla izah edilemiyor ve Kur’an’ın bildirdikleriyle çelişiyor ise uydurmadır; Hadis
olarak kabul edilemez. Maalesef geçmişte farklı gayelerle hadis uydurulmuştur. Örneğin
Mutasavvıflar, ham sofileri korkutmak için surelerin faziletleriyle ilgili hadis
uydurmuşlardır. Yine toplumun saflığından geçimini sağlayan asalaklar da tasadduk
etmenin önemine dair hadis uydurmayı caiz görmüşler ve bu şekilde çok sayıda yalan hadis
uydurmuşlardır. Günaltay’ın mevzu hadislerle ilgili şu vurgusu önemlidir: Eğer bir hadis,
çoğu vaaz kitaplarında olduğu gibi küçük bir kusura şiddetli bir ceza veya küçük bir ibadete
büyük bir mükâfat vaadini içeriyorsa uydurmadır.185
Günaltay’a göre İslam’a sokulan hurafe ve ilme aykırı hususların başlıca kaynağı
uydurma hadislerdir. “Mevzu hadisler” adı altında toplanan bu tür uydurma hadislerde
patlıcanın faziletinden, pırasanın meziyetine veya kabağın cennet yiyeceği olduğuna kadar
birçok husus yer alır. Uydurma hadisler sadece ibadetlerle ilgili değildir. Bunların içinde
ilim ve sanatı küçük gören, dünyalık işleri küçümseyen, bilimin verileriyle uyuşmayan
binlerce mevzu hadis vardır. Hadis uydurmacılığı, Hz. Peygamber’e iftiranın yanında onu
saçma sapan konuşan biri konumuna düşürmüş; dini akıl, mantık ve insan bilgisinin dışına
itmiş; toplumu ise tembellik ve miskinliğe alıştırmıştır. Hadisin sahihini mevzu olanından
ayırmak için Buhârî’nin kıstaslarıyla Kur’an’ın prensipleri dikkate alınmalıdır. Hurafe
kaynaklarından olan mevzu hadisler ortada durdukça Müslümanların kâbustan kurtulmaları,
ayağa kalkmaları mümkün değildir. Bu iş Şeyhülislamlık makamının öncülüğünde
gerçekleştirilebilir. Ancak İslam âleminin düşünce merkezi olan bu makam da arpalık
dağıtımıyla meşgul olduğu için bu işlere vakit ayırabilecek durumda değildir.186
Akçura, Hz. Peygamberi “insanlığın en büyük inkılâplarından birinin faili” olarak
niteler.187 Türkçü aydınlardan Fuat Köprülü de Hz. Peygamberi tebcil eder; ona
hürmetsizliği mukaddesata karşı bir cinayet olarak niteler. Hz. Peygambere hürmetsizlik
etmek bu milletin mukaddesatına hançer saplamaktır. Dini düşünceden uzak ya da
Hıristiyanlık taassubuyla malul batılı mütefekkirler bile Hz. Peygamberi yüz milyonlarca
insanı cehalet, vahşet ve karanlıktan kurtarıp aydınlığa çıkaran bir dahi olarak kabul
etmektedirler. Gayrimüslimlerin bile böyle düşündüğü yüce bir şahsiyet için Müslümanların
185 Mehmed Şemseddin (Günaltay), Hurâfattan Hakîkata: Hurâfeler ve İslâm Gerçeği, Yay. Haz. Ahmet
Gökbel, Marifet Yay., İst., 1997, s. 249-250. 186 Günaltay, Hurâfattan Hakîkata: Hurâfeler ve İslâm Gerçeği, s. 251-261. 187 Akçura, “Mevkûfiyet Hatıraları”, Hatıralarım, s. 90.
121
daha dikkatli olmaları gerekir. “Biz, din gerisinden millete hitap edenleri herkesten daha
nezih, daha şefik ve daha halîm görmek isteriz. İrşâd ve ikaz yerine tel’in ve tekfir usulüne
müracaat edilirse, bundan istifade edecek olanlar memlekette kudsî duyguları kaldırmak
isteyenlerdir.”188 Bu ifadelerde görüldüğü üzere Köprülü, Müslüman’ca bir duruş için bir
başka hakikati daha nazarlara sunmaktadır: Din adına ya da dini kendine dayanak yaparak
konuşmak veya eylemek durumunda olanların herkesten daha nezih, daha şefkatli, iyi huylu
ve halim olmaları gerekir. Onlar her şeyden önce kolaylıkla tel’in veya tekfirden
kaçınmalıdırlar.
Peygamberlik kurumunu Allah’ın insanlığa bir lütfu olarak gören aydınlar, Hz.
Peygamber’in yaşadığı dönemde insanlık tarihinde daha önceden görülmemiş sosyal ve
ekonomik bir inkılâp gerçekleştirdiğinde hem fikirdirler. Ne var ki Peygamber sonrası
dönemde muhtelif sebeplerle onun yolundan sapan Müslümanlar, İslam’a bir yığın hurafe
karıştırmışlardır. İslam’ı ifsat eden birçok yanlış ilke ve prensip hadisler yoluyla
Müslümanların zihninde yer etmiştir. Bilhassa Arap ve Farisi kaynaklı İslam dışı bu
gelenekler İslam’ın akılcı, hür ve insana önem veren temel değerlerini aşındırmış; gelinen
noktada Müslümanların hayatında İslam’ın ilk saf halinden pek az değer kalmıştır.
2.3. Kader, Kaza ve Tevekkül
Kaza ve kader meselesi üzerinde bütün din, felsefe ve ideolojiler az ya da çok fikir
beyan etmişler; sırlı ve anlaşılması kolay olmayan bu konuyu çözüme kavuşturmayı
denemişlerdir. Bu mesele Müslüman toplumların Batı karşısında genel anlamda bir
yenilgiye düştükleri modern zamanlarda; özellikle de 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20.
yüzyılın ilk yarısında tekrar yoğun bir şekilde gündeme gelmiştir. Tabiatıyla bu dönemde
“insan fiillerinde mecburdur ya da insan rüzgârın önündeki yaprak gibidir, rüzgâr onu
nereye sürüklerse oraya gider” şeklinde ifade edilen ve insanın iradesini hiçe sayan “Cebrî”
anlayış tenkit edilmiştir.189
Yusuf Akçura, “Kader”e dair yazdığı bir makalede yanlış kader anlayışına değinir.190
Müslümanları yanlış bir kader inancına sahip oldukları için tenkit eder. Buradaki
ifadelerinde esasında Maturidi ve Eş’ari ekolüne mensup Sünni Müslümanların insanın
iradesini kabul etmelerinden dolayı doğru bir kader anlayışına sahip olmaları gerektiğini
vurgulayan yazar, ancak bunun böyle olmadığını maalesef Müslümanların özellikle Hint
188 Köprülüzâde M. Fuad, Tevfik Fikret ve Ahlakı (Eski harflerle), Kanaat Matbaası, İst., 1918, s. 3-4. 189 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 317-341. 190 Akçura, “Kader”, Eski Şûrâ-yı Ümmet’de Çıkan Makalelerimden, s. 4-8.
122
kültürünün etkisiyle çabasız, gayretsiz bir tevekkül anlayışına sahip olduklarını belirtir.
Oysaki İslam’ın da içerisinde yer aldığı Sami din geleneği ahiret için dünyayı terk etmeyi
uygun görmez. Bilakis dünya saadeti için çalışmayı ibadet sayar.191 Ona göre, her ne kadar
Osmanlı Müslümanlarının büyük çoğunluğunun görünüşte kader konusundaki itikatları
insana irade gücü tanıyan Matürîdi anlayışı olsa da onlar yaşayışları itibariyle cebridirler.
Zira cüz’i iradeyi kullanmaksızın her musibetin faili olarak kaderi görüp, bütün lütuf ve
ihsanı kaderden beklemektedirler. Oysaki “musibet ve saadeti, zatımızdan hariç bir
kuvvette, kaderde, padişahta aramamalıyız. Necat ve saadet kendimizdedir!”192
Günaltay da aynı şekilde toplumu atalet ve miskinlikten kurtarmak ve çalışmaya,
üretmeye teşvik için, insanı etkin bir konuma getirmeyi amaçlayarak, onun irade sahibi
olduğunu göstermeye çalışmış; yanlış bulduğu kader ve tevekkül anlayışlarını tenkit
etmiştir.193
Günaltay, bu konuları tartıştığı bir yazısında, öncelikle “kader” ve “kaza”
kavramlarının hangi anlamlarda kullanıldığını ele almıştır. Bu iki kavramın müteradif
kavramlar olup; ayetlerde şu anlamlarda kullanıldığını belirtir: Bir şeyin sonuca bağlanması,
bir şeye hüküm vermek, bir şeyden haber vermek, bir şeyi tamamlamak. Şu anda “kaza ve
kader” denilen meseleyi selef ve önceki âlimler, sadece “kader” meselesi olarak
isimlendirmişlerdir. Kaza lafzı müteahhirîn tarafından ilave olunmuştur. Asıl olan “kader”
kavramıdır. Kur’an’da “kader”, “takdir” ve “mikdar” lafızları, bir şeyi, özel bir ölçek ya da
sınırlı bir ağırlık veya bilinen kanun üzere cereyan eden belirli şekilde yapmak anlamlarında
kullanılmıştır. “Kader akidesi” Kur’an’dan mülhem olarak ıstılahî anlamda ise;
“Müslümanların kâinatta muhkem bir kanun, düzenli, sıralı bir sünnetin hükümran
olduğuna ve mezkûr kanunlara göre esbabın müsebbiplere bağlı bulunduğuna, ilahî
yaratılışta düzensizlik, eksiklik ve tefâvüt [farklılık/değişiklik] olmadığına (Mülk, /3) iman
etmeleri demektir.”194
Kaderi, mutlak bir cebir şeklinde anlayıp yorumlamak Günaltay’a göre dinin
esasını yıkmaktır. İnsanın fiillerinden sorumlu olmadığını düşünmek, ahlaki sorumluluğu da
ortadan kaldırır. Dini emir ve yasakların tebliğini gereksiz kılar. Hatta peygamberlik
müessesesini de lüzumsuz bir konuma indirger.195 Ona göre bir taraftan devamlı emir ve
191 Akçura, Eski Şûrâ-yı Ümmet’de Çıkan Makalelerimden, s. 4-8. 192 Akçura, Şûrâ-yı Ümmet Mecmuâsı, s. 2. 193 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 317-341. 194 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 337-340. 195 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 333.
123
yasaklar vazettiği halde diğer taraftan insanın fiillerinde mecburiyet altında olduğunu ortaya
atan bir din olmaz. Eğer insan sorumsuz olsaydı farzların, haramların veya mubahların
hiçbir anlamı kalmazdı. Üstelik ihtiyar ve iradeden mahrum bir insanın fiillerini hüsn ve
kubh ile nitelemek de mümkün olmazdı.196
Günaltay, kaza ve kader meselesini İslam açısından değerlendirirken, öncelikle
İslam’daki kaza ve kader anlayışının fatalizm olmadığını vurgulama gereği duyar. Ona göre
bu mesele İslam mütefekkirlerini de çok uğraştırmış; Müslümanlar arasında pek çok
tartışmanın çıkmasına neden olmuştur. Bu meseleyi ilk defa gündeme getiren, Mu’tezile
fırkasıdır. Vâsıl b. Atâ: “İnsan kendi fiilinin yaratıcısıdır” derken, Cehm b. Safvân da:
“İnsan fiillerinde mecburdur” görüşünü savunmuştur. Bu iki zıt fikir İslam âlemini olanca
şiddetiyle sarsarken, İmam Eş’arî ortaya çıkarak meseleyi akıl ve nakil ile uzlaşabilecek
şekilde izah etmiştir. Ne var ki daha sonra gelenler Eş’arî’nin açtığı hakikat caddesinden
sapmışlar ve İbn Safvân’ın dikenli ve çıkmaz yoluna girmişlerdir.197
Günaltay, kaza ve kader konusunu “muğlâk” bir konu olarak görmektedir. Bu
meseleyi aydınlığa kavuşturmak için öncelikle kendi dönemine kadar ortaya konulmuş
görüşleri ele alır. İlk olarak Fatalizm olarak nitelendirilen Kadercilik/Cebrilik görüşünü
değerlendirir. Kaderciler, her şeyin ezelde takdir edilip, belirlenmiş olduğunu, mukadder
olan ne ise onun gerçekleşeceğini ve takdire karşı tedbirin işe yaramayacağını iddia
etmektedirler. Onlara göre insanın fiilleri de dahil olmak üzere bütün tabiat, ezeli
mukadderatın mahkumudur. İnsanın fiilleri ile diğer bütün hadiselerin sebebi ve kaynağı
tabiatın dışında ve üstündedir. Bu ifadelerin zorunlu bir sonucu olarak kaderciler insanın
irade ve ihtiyarını inkâr ettikleri için mutlak bir cebre düşmüşlerdir.198
Günaltay’ın kader konusunda değerlendirmeye tabi tuttuğu diğer bir yaklaşım
“determinizm”dir. Fatalizme paralel bir fikre sahip olan determinist anlayış, “hadiseler
sahnesinde meydana gelen bütün fiil ve hadiseleri illiyet (sebeplilik) prensibi ile izah ederek
her nevi hadisenin bir takım illetler ve sebeplerin zorlamasıyla meydana geldiğini kabul
eder.” Bu anlayış, doğadaki kanunlar çerçevesinde her eserin bir müessire ihtiyacı olduğu
çıkarımına dayanır. Zira determinizm, fatalizm gibi akîdevî bir mezhep değildir, bilakis
196 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 334. 197 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 321. Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz., el-İmâm Ebu’l-Hasen Ali b.
İsmail el-Eş’arî, İlk Dönem İslam Mezhepleri, Çev. Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın, Kabalcı Yayınevi, İst.,
2005, s. 198-209, 229, 238-239; el-İmâm Abdü’l-Kâhir b. et-Tâhir b. Muhammed el-Bağdâdî, el-Fark
Beyne’l-Fırak, Dâr-u İbni Hazm, et-Tab’atü’l-Ûlâ, Beyrut, 2005, s. 66, 127, 205. Krş., aynı mlf, Mezhepler
Arasındaki Farklar, Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, TDV Yay., Ankara, 2001, s. 83, 156, 266-267. 198 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 317-318.
124
fenne ve deneye dayanmaktadır. Deterministlere göre, insanın fiilleri iradenin bir eseridir.
Dolayısıyla teselsül/nedensellik gereği iradenin de bir müessiri/nedeni olmalıdır. Bu
müessir, insanı o fiilin yapılmasına sevk eden sebepten başkası değildir. Bu sebep, fiilin
ortaya çıkmasına engel daha kuvvetli bir sebeple karşılaşmayıp, şiddet ve kuvvetini
muhafaza ettikçe, yani bu sebebi tetikleyecek yeni veya başka bir sebep var olmadıkça
(domino etkisi oluşmadıkça), o sebepte potansiyel halde bulunan fiil insandan sadır olmaz.
Yani onlara göre insanın iradesi yalnızca bir tasmîmden / kesin karar vermekten ibarettir.
Bu kararlılığın da, fiilin şekillenmesi esnasında en etkili nedene tabi olduğu düşünülürse, o
zaman deterministlere göre insanda gerçek anlamda irade ve ihtiyar yoktur. İrade ve ihtiyar
onlara göre mecburiyetle kuşatılmıştır. Zira söz ve eylemlerimizde esas faktör bizim irade
ve ihtiyarımız değil, sebepler ve mamuller silsilesidir. Biz bir fiili yapmaya veya
yapmamaya karar veririz. Çünkü bir sebep o konuda karar vermemizi gerektirir. Bununla
beraber o sebep de başka bir sebebin bu da üçüncü bir sebebin eseridir. Bu sebepler
sınırsızdır. Hatta sonsuza kadar uzanan bir nedensellik zincirine sahiptir. Aynı fiil hakkında
sebepler çoğalıp çatışacak olursa en kuvvetli sebep etkisini gösterir ve diğer sebepleri yok
eder.199
Günaltay, bu noktada “son asırda yetişen âlimlerin en büyüklerinden” dediği
Muhammed Abduh’un fikirlerini gündeme getirmiş ve Kader ve irade meselesi hakkında
Abduh’un aşağıda ifade edilen düşüncelerini benimsemiştir. Buna göre Kur’an-ı Kerim’de
insanın kesb ve ihtiyar sahibi olduğunu belirten altmış dört kadar ayet vardır. Kur’an’da
insanın irade ve ihtiyarının olmadığına dair içermeleri olan ayetler ise esasında tabiat
kanunları denilen sünnetullah’ı ifade için indirilmiştir. Yine milletlerin ahlak ve tabiatları
üzerinde etkili olan ilahi kudret ile kulun özgür olması farklı şeylerdir. Ümmetlerin tabiat ve
seciyelerindeki farklılıkta hiçbir insanın etkisi olamaz. Allah yer ve gök ile ikisi arasındaki
âlemleri hangi kanunlar çerçevesinde yaratmış ise onu da öyle yaratmıştır.200
Kadere inanmak bazılarının düşündüklerinin aksine hiçbir şekilde çalışmaya engel
değildir. Bu konuda en iyi örnek Hz. Peygamberdir. O, yorulmak nedir bilmeden çalışmış,
gecelerini ihya etmiş, dini tebliğ için sürekli gayret göstermiştir. Ben nasılsa peygamberim,
Allah bana kesin zafer vadinde bulundu, benim çalışmama, gayret etmeme, tedbir almama
199 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 317-318. 200 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 324-325. Muhammed Abduh’un konuyla ilgili görüşleri için bkz.,
Cemaleddin Afganî-Muhammed Abduh, Urvetu’l-Vuskâ, Türkçesi: İbrahim Aydın, Bir Yay., İst., 1987, s.
139-153, 253-261; İşcan, Muhammed Abduh’un Dinî ve Siyasî Görüşleri, s. 129-148.
125
gerek yok, dememiştir. Onun izinden giden sahabeler ile selef-i sâlihîn de Allah’ın ilminin
kuşatıcılığına ve kudretinin genişliğine iman hususunda insanların önde gelenleri oldukları
halde, akıl ve irade gibi iki nimetin değerini takdir etmişler, çalışma ve gayret ile azim ve
kesbde de topluma önder olmuşlardır.201
Günaltay’ın da benimseyip kabul ettiği Abduh’un düşüncesine göre, Müslümanlar
arasındaki ayrılık ve tefrikaya neden olanlar, Roma’dan ve Acemistan’dan (İran) gelen ve
güya İslam’ı benimsemiş görünen mevalilerdir. Bunlar akaid meselelerinde cedel bid’atini
dine sokup, görünüşte cilalı ve tatlı sözlerle, Müslümanları aldatıp, tefrika çıkarmışlardır.
Oysa Allah, Peygamberi’ne: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin
onlarla hiçbir ilişkin yoktur (En’am: 159)”, buyurmuştur. Abduh, İslam toplumlarındaki
çöküşün bir başka nedeni olarak son birkaç asırda içinde mutasavvıfların yer aldığını
düşündüğü; “fesad erbabı” kimseleri görür. Bunlar yaydıkları yanlış fikir ve vehimlerle
toplumu ifsat etmişlerdir. Doğrusu onların bu fikirleri sahih akide olduğu için değil, bunlara
Kur’an ve Sünnet’ten doğru cevaplar verilmediği için toplumda yayılma imkânı bulmuştur.
Yukarıda da belirtildiği gibi M. Abduh’a göre bu bid’at ve hurafelerin menşei İran ve
Hind’in eski inançlarıdır. Avrupalıların İslam hakkındaki yüzeysel yanlış kanaatlerinin
sebebi ise özellikle Cezayir ve Tunus gibi Avrupa’yla ilişkisi yoğun olan İslam
beldelerindeki derviş kılıklı derbederlerdir. M. Abduh’a göre o günler itibariyle hemen
bütün İslam memleketlerinde dini, geçim vasıtası, Allah’ı zikretmeyi de ticarete alet eden
birtakım insanlar mevcuttur. Oysaki Müslümanlar İslam’ı doğru anlamış olsalar; farzları
yapar, tarımla uğraşır, servetlerini çoğaltır, yabancılara karşı ellerinden gelen kuvveti
hazırlar ve sonunda da teşebbüslerinin verimli olması için kaderin yardımına
yaslanırlardı.202
Günaltay’ın kabulüne göre İslam’ın künhüne kadar nüfûz eden M. Abduh’un
yukarıdaki düşünceleri kader konusunda hakikati en açık şekilde ortaya koymaktadır. Bu
bağlamda “Furkan-ı Hakim ve sahih hadisler gibi kat’i senetler meydanda iken Hind ve
İran’ın, Roma ve Yunan’ın, kilise babaları ve Yahudi hahamlarının hurafelerinden mülhem
beyanlara, yahut akîm ve küflü beyinlerin hezeyanlarına elbette atf-ı nazar edilemez!..”203
“Kanaat” kavramının da yanlış anlaşıldığını belirten Günaltay’a göre “Müslüman’a
bir lokma, bir hırka kâfidir!” ifadesi yanlıştır. Dinin hikmetinden habersiz kimselerin bu ve
201 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 326. 202 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 326-328. 203 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 328.
126
benzeri sözleri İslam’ı özellikle Avrupa’ya yanlış tanıtmıştır. Onlar da bu tür bir inancın,
müntesiplerini geri bırakacağını belirterek; “Müslümanlar ilerleyebilmek için behemehâl
dinlerini ihmal ve belki de terk etmelidirler!” demeye başlamışlardır. Mensup oldukları
dininin içeriğini, maksat ve hikmetini araştırmayıp, Frenklerin her sözünü kesin nas kabul
eden kimi az düşünceli insanlar ile kimi genç nesiller bu çeşit yanlış düşüncelere
kapılabilmektedirler. Kader konusunda yanlış düşünceler, yetersiz ve ehil olmayan kimseler
tarafından vaaz ve kürsüler yoluyla da yayılmakta olup buna dikkat etmek gerekir. Ancak
yine de dini bilgi ve akide konusunda bu tür yanlışlar tabi ki örnek alınmamalıdır. Zira
Günaltay’a göre bir din veya felsefi görüş hakkında söz söyleyebilmek için bunların
müntesip ve bağlılarını değil, din veya akidenin bizzat kendisini değerlendirmeye tabi
tutmak gerekir.204
Gökalp de klasik gelenekte hâkim olan “bir lokma bir hırka” anlayışının
karşısındadır. Ona göre daha fazla üretip tüketmek gerekir. Zira üretim ve tüketim Allah’a
teşekkür etme ve müreffeh bir hayat yaşama vesilesidir. Dolayısıyla Allah’a şükretme
vesilesi olan kazancı artırmak ve çok çalışmak gerekir. Çok çalışmaktan ve harcamaktan
kaçınmak kanaatin gerçek anlamını bilmemektir. Helalinden ve meşru yoldan kazanç için
çaba sarf etmek gerçek kanaattir.205 Gökalp bir şiirinde de irade, tevekkül ve kanaatin gerçek
anlamda çalışmaktan geçtiğini belirtir.206
Daha önce de ifade edildiği gibi Günaltay’a göre insan düşüncesi her çağda dini
inanç ve değerlerden sosyal ve kültürel yaşantısına uygun normlar çıkarmaktaydı.207 Bu
sosyal realite yani geçim vasıtaları, üretim biçimleri ve kültürel kalıplardaki değişim inanç
ve değerlere bakışı etkiler. Bundan dolayı tarihin belli bir döneminin doğruları tarihin bir
başka aşamasında pekâlâ yanlış kabul edilebilir. Tarihsel olan bu durum coğrafyalar
itibariyle de söz konusu edilebilir. Burada önemli olan içinde bulunulan dönem ve şartlarla
dini akide ve değerleri birbiriyle çatıştırmadan, karşılıklı uyum içerisinde imtizaç
ettirebilmektir. Bu bağlamda Yusuf Akçura da tarihin çizdiği mecburi gidiş istikametini
takip edilmesi gereken bir rehber olarak görmek eğilimindedir. Hatta bu rehber ilahi bir
rehberdir. Örneğin milli egemenliğin erdemini ortaya koyma bağlamında Allah’ın
204 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 322-323. 205 Gökalp, “Makale-i İktisadiye”, Diyarbakır Gazetesi, S. 1519, 15 Mart 1323/28 Mart 1907; Makaleler I, s.
40. 206 Gökalp, Kızıl Elma, s. 73. 207 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 324.
127
yeryüzünde görmek istediği adalete karşı gelmeyi, ilahi iradeye isyan etmek olarak görür.208
Tarihi süreci “kadir-i mutlak” olarak niteler.209 O, bu anlayışıyla bireylerin ve toplumların
iradesini yok sayar. Bir yönüyle âdemoğlunun çalışma, tedbir alma, olayları okuma ve
tarihe yön verme kabiliyet ve melekesini görmezden gelir. Son tahlilde cebridir, kadercidir.
“Öyle ki, tarihin doğal akışına karşı gelenler, bulundukları topluma bunalım
kazandırmaktan öteye gidemezler.”210
Ne var ki böyle bir tahlil denemesi, birkaç açıdan yanlışlıkla maluldür. Birincisi
tarihi sürekli gelişme seyri içinde olan, sürekli yükselen bir süreç olarak ele almaktadır.
Oysa insanlık tarihinde yükselişler olduğu gibi çöküşler de söz konusudur. Tarihin akışını
inişli-çıkışlı ya da dairesel (cycling) olarak gören tarih felsefeleri de mevcuttur. Bu
düşüncenin bir başka maluliyeti, meseleyi sadece Batı-Hıristiyan medeniyeti bakış açısıyla
ele alarak toplumların ve coğrafyaların kendine özgü şartlarını ihmal etmesidir. Akçura’nın
bu bakış açısı, dinin adeta “reforme” edilmesi, ona yeni bir şekil verilmesi ve dini, Batı’nın
19. yüzyılda ulaştığı bilgi ve siyasal birikimle değerlendirdiği algısını oluşturmuştur. Bu
algının tabi neticesi ise Akçura’nın dini dışta bırakan laik bir düşünceye yönelmesi olarak
ifade edilmiştir.211
Akçura’ya göre tarihi şekillendiren ve insanlığın ilerleme ve gelişmesine etki eden
iki sebep vardır: Maddi nedenler ve fikir cereyanları. Tarihte kalıcı izler bırakmış ve
insanlığa yön vermiş büyük hadiseler kuvvetle iman edilen düşünce ve idealler sayesinde
mümkün olmuştur. Bir toplumda yüce ideal ve hedeflere sahip belirli sayıda bir kitlenin
varlığı, o toplumların gelişip yükselmesi için elzemdir. Böyle seçkin bir düşünce
insanlarından ve aydın kitleden mahrum olan milletler tarihin tozlu sayfalarında yerlerini
alırlar. Akçura’ya göre o gün için (1912) maalesef Osmanlı da böyle bir imkândan
mahrumdur.212
Akçura, İslam memleketlerinde eğitim ve öğretimin yetersiz olduğunu; erkek ve
kadınların cehalet içinde yüzdüğünü ifade bağlamında bazı Müslümanların dünya hayatına
bakışlarına, iğneleyici bir göndermede bulunur: “Neme lazım! Selef-i sâlihin
buyurmamışlar mı ki: “Bu dünya kâfire cennettir, mümine zindan!..” Zindan olsa iyi de,
208 Akçura, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, s. 220-221. 209 Akçura, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, s. 109. 210 Akçura, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, s. 136. Krş., Sancaktar, “Yusuf Akçura ve
Din”, s. 393. 211 Sancaktar, a.g.m., s. 393. 212 Akçura, “Emel ve İdeal”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 1, S. 16, s. 268.
128
belki ona da alışmak kabil olurdu, fakat bu gidişle dünya bize, zindan değil, bir siyaset
meydanı, hepimizin idama mahkûm olduğumuz bir siyaset meydanı olacak.”213 Akçura,
esasen Sünni Müslümanların itikatlarında kader inancının doğru bir şekilde yer almasına
rağmen, onların başka kültürlerden edindikleri; aşırı kanaati, miskinliği ve başkalarının
üzerinden geçinmeyi alışkanlık haline getiren yanlış kader anlayışında ısrar ettiklerini
belirtir.214
Müslümanların -yukarıda bahsedilen- atalet ve tembelliklerini olumsuz anlamda
besleyen önemli bir mesele yanlış tevekkül anlayışı olmuştur. Meselenin doğrusunu ortaya
koymak için aydınlarımız da büyük çaba sarf etmişlerdir. Bunlardan biri Şemsettin
Günaltay’dır. Ona göre tevekkül de kader gibi yanlış yorumlarla aslından uzaklaştırılmıştır.
Kader’i halka yanlış bir şekilde telkin ederek Müslümanları ataletten sefalete, sefaletten
çöküşe sevk eden cahillerin, tevekkülü de zillet ve hakarete tahammül olarak anlayıp yanlış
mana verdiklerini belirten Günaltay’a göre: “Zillete tahammül etmek tevekkül değil,
meskenettir. İslam dininde tevekkülün şartı sünnetullahlar ve tabiat kanunlarının gereğine
uygun hareket ve her türlü esbaba tevessül eyledikten sonra vukuâtı beklemek demektir.
Yoksa miskince ve kemâl-i zilletle her şeye tahammül etmek değil!”dir.215 Ona göre
toplumda yaygın olarak kullanılan; “Ne yapalım kader böyle imiş!” hükmünü, herhangi bir
durumda her türlü tedbiri aldıktan sonra ortaya çıkan sonuç hakkında vermek gerekir.
“Çünkü İslam’a göre kaderi inkâr etmek küfür olduğu gibi cebr derecesinde kadere itamad
da küfürdür.” Örneğin, bir hastalık karşısında bütün tedbirleri alıp, tedavi yöntemlerini
denedikten sonra şayet bu tedbirler fayda vermez ve hasta vefat ederse, işte o zaman “Ne
yapalım kader böyle imiş!” denilir ve gereksiz telaş ve ıstıraplara meydan verilmez.216
Kadere imanın, büyük hikmet ve faydalarının olduğunu belirten Günaltay, kadere ve
kazaya rızanın sıkıntı, bunalım ve felaket anlarında insanı teskin edeceğini; cinnet ve
intiharlardan uzak tutacağını vurgular. İslam’ın telkin ettiği kadere iman ve tevekkül hiçbir
zaman Müslümanları gayret ve çalışmaktan, sebeplere sarılmaktan alıkoymamıştır. Bilakis
Allah, bu konuda emir ve tavsiyede bulunmuştur: “İnsan için kendi çalışmasından başka bir
şey yoktur. (Necm, /39”. Hz. Peygamber de “Dünya için hiç ölmeyecek gibi çalış ahiret için
213 Akçura (A.Y.), “Kız Sultânî Mektebi”, Sırât-ı Müstakîm, C. VI, S. 147, 16 Haziran 1327/29 Haziran 1911,
s. 268. 214 Akçura, Eski Şûra-yı Ümmet’de Çıkan Makalelerim, s. 4-8. 215 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 329. 216 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 329-330.
129
de, yarın ölecek gibi ibadet et!”217, buyurmuştur. Yine hac ve zekât gibi dinin iki temel
farzının yerine getirilebilmesi zenginliğe bağlıdır. Gayret ve çalışma olmazsa servet nasıl
kazanılacaktır?218
Günaltay’a göre Allah evrendeki her şeyi belirli bir kanun ve nizam çerçevesinde
yaratmıştır. O’nun her şeye gücü yeter ve hiçbir şeyi yapmaktan aciz değildir. Murat ettiği
her şey gerçekleşir. Burada insana düşen görev kendine bahşedilen irade ve kudrete
dayanarak evrende hâkim olan Sünnetullah ve kanunların gereğine göre sebeplere sarılmak
ve neticeyi Allah’a bırakmaktır. İnsanlar neticede kendilerine emredileni yapıp
yapmadıklarına ve yasak fiillerden kaçınıp kaçınmadıklarına göre mükâfat veya ceza
göreceklerdir. Yani insan fiil ve eylemlerinden sorumludur.219
Günaltay’ın bu konuda üzerinde durduğu önemli bir husus da Doğu toplumlarının
edebiyat, şiir ve müziğinde üzüntü ve kederin yüceltilmesidir. Oysa bu yanlıştır. Hüzün,
keder ve ataletten ziyade ümit, azim ve çalışmaya ihtiyacımız vardır. Hayatını ve geleceğini
ailesinden ya da devletten bekleyen, şahsi girişimcilik iradesinden yoksun, “mutlak
tevekkül”e yaslanan bir nesille ilerleme sağlanamaz.220 Günaltay’a göre yeni Türkiye bu
yanlış dünya görüşünden vazgeçmelidir. “Tahsilli bireyleri, devlet memuru olmaktan başka
bir şey düşünmeyen bir memleketten huzur ve sükûn beklemek kadar saçma bir durum
olabilir mi” diye sorar. Böyle bir durumun neticesi yani devlete güvenen gençlerde azim ve
irade sönmüş, girişimcilik ruhu ölmüş demektir.221
Günaltay’a göre insan ya da toplumların maruz kaldıkları her felaket, bizzat kendi
atalet ve cehaletlerindendir. Kendi rahatlarını her şeyin üstünde tutmanın sonucudur. “Ne
yapalım, kader böyle imiş” demek Allah’a iftiradır. Böyle yapmak helak ve batış sebebidir.
İnsan, şu dünyada çaba ve gayretinden başka bir dayanağının olmadığına (Necm suresi, /39)
inanmalıdır. Oysa “kabahati kendimize değil, kadere ve Allah’a buluyoruz. Düşünmüyoruz
ki Allah bize irade vermiş yaşamak için konulan fıtrat kanunlarını anlayacak akıl ihsan
etmiş ve kendi çalışmamızdan başka hiç kimseye dayanmamamızı; dayanamayacağımızı
217 Bu Hadis, kaynaklarda şu rivayetlerle zikredilmektedir: (1). “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış,
yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”, Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 2, s. 12, Hadis No: 1201, (2). “Kendini hiç
ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünyan için) çalış, yarın öleceğini zanneden (düşünen, akleden)
kişinin korkması gibi (takva sahibi ol, günahlardan kaçın, Allah’ın azabından) kork.", Münâvî, Feyzu’l-
Kadîr, 2, 12; Aliyyü’l-Muttakî, Kenzü'l-Ummâl, 3, 40, Hadis no: 5379, (3). “Sizin hayırlınız, dünyası için
ahiretini; ahireti için dünyasını terk etmeyendir.”, Aliyyü’l-Müttakî, a.g.e., 3, 238, Hadis No: 6336. 218 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 330. 219 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 341. 220 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 243. 221 Günaltay, Maziden Atiye, s. 241.
130
bildirmiş! Biz ise devamlı kader böyle imiş, takdire rızadan başak çare yoktur, nakaratını
tekrarlayarak teselli buluyoruz.”222
Gökalp’te ise tevekkül, doğru bir şekilde anlaşıldığında hayatın enerji kaynağı,
ümitsizliğin ve karamsarlığın panzehiri, başarı ve mutluluğun anahtarıdır. Allah’a tevekkül
eden bir insan karamsarlığa düşmez, hiçbir düşmandan korkmaz. Tam bir huzur ve saadet
ikliminde yaşar.223 Ona göre, tehlikeden korkmamak, başarılı olunacağına dair ümit var
olmak, tehlikeli ve riskli işlere atılıp yüce ve büyük başarılar elde etmek ancak iman ve
tevekkül kuvvetleriyle olabilir.224
Gökalp’te tedbir ve tevekkül birbirini tamamlayan öğelerdir: “İlmin vazifesi,
zihinlere tedbir öğretmek, dinin gayesi kalplere tevekkül ilham etmektir. Tedbirin verdiği
ümid-i nakıs, tevekkülün bahşettiği i’timad-ı kavi ile tamamlaşır.” Tedbir ile tevekkülün
yardımlaşması bir bakıma insanın mutluluğu için ilim ile dinin birlikte çalışması demektir.
Zihnî melekeleri bilim ile gıdalanan bir insanın kalbî kuvveleri de dini bir tevekkülden
nasipsiz olmamalıdır. Böyle kişiler hiçbir dayanağı olmayan bir felçli veya doktorsuz bir
hastaya benzer ki sıkıntı ve dertlerine çare bulamaz. Oysaki tam bir tevekkül ruh sağlığı için
de gereklidir: “Kolera esnasında sıhhi tedbirler ile yüzde altmış oranında bir koruma
sağlayan adam, hakiki koruyucu (Hafız-ı Hakiki) olan Allah’a tevekkül-ü tamla kalbini rabt
etmeğe de muktedir olursa, devamlı bir itmi’nan-i vicdana malik, esaslı bir ruhi dengeye
sahip olabilir.”225
Gökalp, eşi Vecihe Hanım’a yazdığı bir mektupta vicdanen rahat olmanın ve
Allah’a mütevekkil olmanın önemini vurgular. Ona göre Allah’a güvenen insanın kalbi
rahat ve huzurlu olur. Hiç kimse onu bedbaht edemez.226
Aydınlarımız, yozlaşmış; bid’at ve hurafeler altında İslam’a tamamen aykırı hale
gelerek tembellik ve miskinliğe yol açan ve her şeyi Allah’tan bekleme kolaycılığına sebep
olan kader ve tevekkül anlayışının bir sonucu olsa gerek “dua” konusuna fazla
eğilmemişlerdir. Zira geçen sayfalarda da ifade edildiği gibi Müslümanların çoğunluğu
çalışmaktan ziyade sözlü bir yakarışla işlerin düzelmesini beklemektedir. Böyle bir
anlayıştaki topluma duayı salık vermek yersizdir. Aydınlarımız içinde sadece Gökalp,
222 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 54-55. 223 Gökalp, Makaleler VII, s. 24. 224 Gökalp, Makaleler I, s. 101. 225 Gökalp, “Makaleler I, s. 100-102. 226 Gökalp, Limni ve Malta Mektupları; Ziya Gökalp Külliyâtı-II, s. 83.
131
çocuklar için yazdığı bir şiirinde duanın inanç, ibadet ve ilahi gücü yanında hissetmenin bir
aracı olduğuna değinmiştir.
Yüce Tanrı! Biz ki yavru Türkler’iz,
Sana geldik, vatan için duaya!
Yurdumuzun necâtını dileriz,
Elimizi açtık işte semaya!
…
Hilâl haça yenilmesin: Âmin!
Türklük bitti denilmesin: Âmin!
…
Yüce Tanrı! Bize, doğru irfan ver,
Medeniyet eksik: Tamam edelim!
Bir nurlu din, bir ateşli îman ver,
Yoldan çıkan halkı İslâm edelim!
Yoldaşımız iz’an olsun: Âmin!
Rehberimiz Kur’anolsun: Âmin!227
Neticede Türkçü aydınlara göre Müslümanların önemli sorunlarından biri, kader ve
tevekkül konusundaki yanlış anlayışlardır. İslam, insana akıl, irade ve hürriyet bahşettiği
halde özellikle Hint, İran ve Arap kaynaklı İslam dışı gelenek ve hurafe malumatlarla kader
ve tevekkül konusunda Müslümanların zihinleri ifsat edilmiştir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.)
hadis ve sünnetlerinin ya yanlış anlaşılmış olması ya da sonraki nesillere aktarımında
sorunların yaşanması da meselenin bir başka boyutunu teşkil etmiştir.
2.4. Mezhepler ve Diğer Dini Oluşumlar
Mezhepler dinin anlaşılma biçimleri olup, dinin kendisiyle özdeşleştirilemezler. Zira
mezhepler din alanındaki farklılaşmaların bir ürünü olup, içinde geliştikleri kültür ve
ortamın izlerini taşırlar. Bu durum genel olarak diğer dini grup ve oluşumlar için de
geçerlidir.228
Akçura’nın düşüncesine göre de mezheplerin ve dini grupların oluşumları,
insanların hayata bakışlarından kaynaklanmıştır. Daha İslam’ın ilk yıllarında cereyan eden
Emevi-Haşimi çekişmesinin temelinde bu farklı bakış açısı söz konusudur. Hayata daha çok
maddi açıdan bakan Emeviler, kendilerine bu maddi imkânları sağlayacak iktidar, ticaret ve
saltanat peşine düşmüşlerdir. Buna karşın Haşimiler ise daha manevi, uhrevi ve muttakidir.
Emevi saltanatı döneminde büyük sıkıntılar yaşayan Haşimiler, bu mağduriyet ve
227 Gökalp, Kızıl Elma, s. 69-70. 228 Teber, “Mezheplerin Ortaya Çıkış Nedenleri”, s. 27.
132
mazlumiyetin; elem ve ızdırabın etkisiyle bir kurtarıcı ve mehdi beklemeye başlamışlardır.
Zira mağdur ve mazlumlar daima bir münecci bekler ve onun geleceği ümidiyle yaşarlar.229
Yukarıda “mezhepler dinin kendisi değildir”, denilmişti. İşte bu gerçek Akçura
tarafından da görülmüştür. Ona göre, Şiîlik, Araplardan ziyade İranlıların ruh ve zekâsının
ürünüdür; bir bakıma, İran’ın Arabistan’a karşı itirazı ve kıyamıdır. İran kültürüyle iç içe
geçmiş Şiîliğe haliyle, eski Fârisî unsurlarla beraber Mazdekî inançlar karışmıştır.230
Akçura, muasır Avrupa’daki siyasi ve içtimai fikir hareketlerinden biri olan
“sosyalizm”den bahsederken, toplumsal hadiselerin seyrinde üretim-tüketim faktörünün ve
sınıf bilincinin etkisini İslam tarihinden bir örnekle de ortaya koyar. Akçura’ya göre,
Haşimi-Emevi mücadelesinin temelinde, bu mücadelenin taraflarını teşkil eden iki büyük
kabilenin dünyaya ve hayata bakışlarındaki zıtlık söz konusudur: “Beni Haşim ve Beni
Ümeyye, sadr-ı İslam’da, iki mebde’yi (principe) temsil eder, gibidirler. Her iki ailenin
dünyaya, maişete, hayata, hayat-ı ictimaiyeye bakışları, hey’et-i ictimaiyenin tanzim ve
idaresine dair fikirleri mütezâddır.”231 Buradaki alıntıdan ve diğer ifadelerden anlaşıldığı
kadarıyla Akçura, üretim ve tüketim tarzları ile sınıfsal farklılıkları, dini yorumlara şekil
veren, toplumsal hadiseleri yönlendiren ve hayata bakışı etkileyen; Marksist terminolojiyle
söylersek tarihin akışını belirleyen bir faktör olarak görmektedir.232
Ağaoğlu ise o dönemde (1900 yılı) yayımlanmamış, ancak elden ele dolaşmış olan
risalesi İslam ve Ahund 233’da ahundların İslam’ı zayıf düşüren adamlar olduğu tezini
işlemiş ve Azeriler arasında oldukça taraftar kazanmıştır. Bu risalede Ağaoğlu, İslam’la bir
Şiî ahundunu konuşturmuş ve mezhep ihtilaflarının zararlarını konu edinmiştir. Ayrıca
Ağaoğlu’nun Kafkasya döneminde Şiî-Sünnî ihtilafını gidermek için çabaladığı da
bilinmektedir.234
Akçura ve Ağaoğlu’na karşın Gökalp, dini gruplaşma ve oluşumlar konusunda daha
ılımlıdır. O, öncelikle dini oluşumların Müslümanların hayat standardını yükselttiğini,
tarihten örneklerle gösterir. Ona göre, bu tür yapılara karşı önyargılı olunmamalı ancak kötü
niyetli kişi ve kurumların her zaman bulunabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu
sebeple devlet bu tür yapıları sürekli denetlemelidir. Gökalp’e göre örneğin Tekkeler, İslam
229 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 115. 230 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 119. 231 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 115. 232 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 105-124. 233 Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri (1928 Yılı Yazıları), s. 180; Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 17. 234 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 129.
133
medeniyetinde önemli görevler ifa etmişlerdir. Bu müesseselerin tarihi, “Ashab-ı Suffa” ile
başlar. Suffa ehli, barış zamanlarında “büyük cihat” kabul edilen nefis mücahedesiyle
meşgul olarak zahidâne bir hayat yaşamışlardır. Tarihi seyir içerisinde, sınır boylarında
düşman saldırılarına karşı ve belli yollar üzerinde halkı eşkıyadan korumak için yapılan
kışla ve karakollara “Ribat” adı verilmiştir. İşte bu ribatlarda oturan mücahitler askeri
vazifelerinden arta kalan zamanlarında Suffa ehli gibi nefis mücahedesiyle meşgul olurlardı.
Hz. Ömer, Sa’d bin Ebi Vakkas’a gönderdiği bir mektupta: “Zaferin akvası takvadır”
demiştir. Kuvvetli bir iman ve takva silahı ile mücehhez olan İslam ordusunun başarılarının
arkasındaki asıl sebep bu yüksek maneviyat, metanet ve terbiyedir.235
Ülke toprakları genişledikçe iç kesimlerde kalan Ribatlar, cihad-ı ekbere yani nefis
terbiyesine özel riyazetlerin yapıldığı mekânlara dönüşmüş ve buralarda yaşayan murabıtlar
için manevi âleme yönelik yeni bir mücahede yolu açılmıştır. Gökalp, tekke ve tarikatların
menşeini bu tekâmül süreciyle izah eder. Ona göre: “Tekke; tekâmül etmiş bir kışladan,
tarikat; manevileşmiş bir gazadan ibarettir. Ribatın hem kışla, hem tekke mefhumlarına
delaleti, murabıtın hem muvazzaf asker, hem derviş manasına gelmesi, tarikat kelimesinin
“tarik” lafzıyla münasebeti, cihad ve mücahid tabirlerinin hem askerliğe, hem tasavvufa ait
ortak bir terim olması, bu dini kurumun tarihsel serüvenini açıkça göstermektedir.”236
Gökalp’e göre tarikat ehli, “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız”237 emrine uyarak, bütün
nefsânî işlerden uzak kalmışlar ve hiçbir felsefe okulunun benzerini gerçekleştiremediği
yüce bir ahlak tesis etmişlerdir. O, tasavvufun temelini oluşturan bu süreci şöyle ifade eder:
“Fıkıhta bâbü’l-ahlak (ahlaka giriş) denilen bilgiye benzer yeni bir marifet alanı ortaya
koydular. İlimden ziyade hikmeti andıran bu ma’rifet-i zevkiyyeye “Tasavvuf” namını
verdiler. Tasavvuf, Yunanca “arif” manasına olan “sofos” kelimesinden müştaktır.
235 Gökalp, “Tekkeler”, Peyman Gazetesi, S. 7, 27 Temmuz 1325/9 Ağustos 1909; Makaleler I, s. 83-84. 236 Gökalp, Makaleler I, s. 85. Anadolu’nun İslamlaşma süreciyle Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve
gelişmesinde umumiyetle serhadlerde yaşayan Türkmen dervişlerin rolü için bkz., M. Fuad Köprülü,
Anadolu’da İslamiyet, Haz. Metin Ergun, Akçağ Yay., Ankara, 2005, s. 67 vd. Sınır boylarında ve stratejik
mevkilerde askerî-dinî amaçlı olarak kurulan “Ribât”lar için bkz., İsmail Yiğit, “Ribât”, DİA, C. 35, İst.,
2008, s. 76-79. 237 Rivayet, yukarıda metinde geçtiği şekliyle hadis kitaplarında yer almamaktadır. Ancak “Allah’ın yüz on
yedi ahlakı vardır. Kim onlardan birine sahip olursa cennete girer.” ve “Allah’ın yüz on yedi ahlakı vardır.
Kim onlardan tek birine sahip olursa cennete girer.” şeklinde iki farklı rivayet vardır. Bkz., Ali el-Muttakî,
Kenzü'l-Ummâl, No: 55; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2, 482. Bu üç rivayetle ilgili değerlendirmeler için bkz.,
Ali Akpınar, “Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanmak”, tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara,
2001, C. II, S. 6, s. 73.
134
Manevileşmiş bir kışladan ibaret olan tekkenin tarihi hedef ve görevlerine bağlı kalıp, aslına
dönerek önemli bir dârü’l-cihad olması da mümkündür.”238
Gökalp, tarikatların İslam medeniyetinde önemli fonksiyonlar icra ettiklerini belirtir.
Örneğin, hicrî 7. yüzyılda Moğol istilasına karşı Maveraünnehir’deki Nakşî tarikatları
İslam’ın izzetini, şevketini ve haşmetini korumuşlar; Afrika’da, Senûsî tarikatına mensup
tekkeler askeri, siyasi, içtimai, ahlaki büyük hizmetler görmüşlerdir. Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da bazı tekkelerin toplumsal yararlılıklarına şahit olunmuştur. Bu hususla ilgili
olarak o: “Reşkotan aşîret-i vahşiyyesini oldukça bir zabıta-i diniyye altına alan Zîlan-
Şeyhi’nin tekkesi, bu müessesenin en hayırlı numunelerindendir.” demektedir.239
Gökalp’in tarikat ve tekkeler konusunda ihmal edilmemesi gereken uyarıları da
olmuştur: “Şurasını da itiraf etmeli ki Kızılbaş, Yezidi, Nusayri, Dürzî gibi fırka-i naciye-i
ehl-i sünnet’ten inhiraf edip uzaklaşan mezheplerin hepsi tarikattan dal budak salmış
tekkelerin esrâr-âlûd zaviyelerinden [sırlı ve gizli işlerle meşgul dini-tasavvufi mabetlerinden] intişar
eylemiştir.” Bu nedenle bazı tekkelerin, kalender meşrep tiplerin; tembel ve miskin
cahillerin yuvası haline geldiğini de gözden uzak tutmamak gerekir.240
Gökalp, tekke ve tarikat benzeri dini oluşumlarla ilgili bazı teklif ve önerilerde
bulunmuştur. Onlardan bazıları şunlardır: (1). Tekkeler Şeyhülislamlık makamı tarafından
tanzim ve ıslah olunmalıdır. Böylelikle onların, sapık fırkaların arka bahçesi olmaları
önlenmiş olur. (2). Böyle bir düzenleme ile memleketin sosyal ve ahlâki önderleri olan
tarikât büyükleri eski güzel hizmetlerine geri dönüp, asli işlerini yaparlar. (3). Bu ahlâk
mektepleri zâhiri ve bâtıni ilimlere vâkıf oldukları imtihanla sabit olan kâmil şeyhlerin
idaresine bırakılmalıdır. (4). Tekkelerde, tasavvufta imam tanınan İmam Kuşeyri’nin
Risâlesi241 ile İmam Gazali’nin İhyâü’l-Ulûm’u türü, tasavvufun başlıca eserleri
okutulmalıdır. (5). Mutasavvifenin eğitimi, “Tenzih-i Ahlâk” dairesine bağlanmalıdır. (6).
Tarikâtlarda üst düzey eğitim ve öğretimi sadece ilmen ve zevken kemâle ermiş, temiz ve
iyi niyetli müritler almalıdır. Böylelikle yeni başlayan, cahil müritlerin esrarengiz söz ve
tavırlarla hayret ve şaşkınlığa, dolayısıyla dalâlete ve küfre sapmaları önlenmiş olur. Ayrıca
medreseler ve tekkeler asrın gereklerine göre yapılandırılmalı ve ıslah edilmelidir.242
238 Gökalp, Makaleler I, s. 85. 239 Gökalp, Makaleler I, s. 86. 240 Gökalp, Makaleler I, s. 86. 241 Kuşeyrî Risalesi, Abdülkerim el-Kuşeyrî, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İst., 1999. 242 Gökalp, Makaleler I, s. 87.
135
Gökalp’in tasavvufla ilgili bu tespit ve tavsiyeleri243 onun İslam anlayışıyla ilgili
bazı eleştirilere neden olmuştur. Bu bağlamda onun İslam anlayışı, tasavvufu yedeğine alan
“normatif ahlakî bir sistem” olarak değerlendirilmiştir.244 Ancak Gökalp’in İslam’a bakışını
sadece tasavvufa indirgemek eksik ve yanlış olur. Zira yaptığı çalışmalar ve ortaya koyduğu
eserler dikkate alındığında onun İslam’a bütüncül olarak yaklaştığı; onu topyekûn bir
medeniyet inşası için imkânlar barındıran bir din olarak algıladığı görülür.
Günaltay da diğer Türkçü aydınlarla benzer tezlere sahiptir. Ona göre de İslam
inancı başlangıçtaki saflığını koruyamamıştır. Özellikle İran kaynaklı düşünceler bilinçli
şekilde İslam’a dahil edilmiştir. Raşit Halifeler dönemini bir nevi cumhuriyet olarak
niteleyen Günaltay, bilhassa miras yoluyla iktidara alışık İran siyaset geleneğinin, Ali
soyundan bir imama biat etme isteklerini, İran kültürünün etkisine örnek gösterir. Ona göre
Şia’daki imamet meselesi bu konudaki ruhi tatminsizlikten doğmuştur.245 Müslümanlar
arasında ilk ortaya çıkan ayrılık konusu imamettir. Bu mesele, fırkaların ve mezheplerin
ortaya çıkmasının sebeplerinden biridir. Şiîler, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in Hz. Ali’nin
imamet hakkını gasbettikleri gerekçesiyle Müslümanlar arasında ilk büyük bölünmeye
neden olmuşlardır. Günaltay’a göre Şia, bağlılarını teselli için mehdi, imamet-i kübra,
imamet-i suğra gibi kavramlar üretmiştir. Hatta İmamiyye Şiası, imametin Ali soyuna ait
olduğunu ispatlamak ve onun Ali torunlarına iadesi için Kur’an ayetleri ve hadis uydurma
yoluna bile gidebilmiştir.246 Şia’nın imamet meselesi etrafında ortaya attığı fikirler bunlarla
da kalmamış; Peygamber’in vefatından sonra Ali’ye biat etmedikleri için sahabenin hemen
tamamını küfürle itham etmişler, Ali de kendi hakkını Ebubekir’e bıraktığı için bu
ithamlardan nasibini almıştır.247
Günaltay’a göre Müslümanlar arasında oluşan ilgisizlik ve uçurumun temelinde
mezhep ayrılıkları vardır. Bu durum bilhassa halkın cehaletinden beslenmektedir. Şiîlik ve
Sünnîlik arasındaki rekabet ne yazık ki İslamla Hıristiyanlık arasındaki soğukluktan daha
şiddetlidir. Hatta bu durumu izale noktasında Sünnilerin iyi niyetine rağmen, bazı Şii-Caferi
müçtehidleri buna hoş bakmayıp sertlikle karşılık vermişlerdir. Ancak bu tür olumsuz
ilişkiler her şeyden önce İslam’a ve Müslümanlara zarar vermektedir. Bu çatışmanın bir an
243 Gökalp, “Makaleler I, s. 83-87; Gökalp (Tevfik Sedat), “Muhiddin Arabî”, Genç Kalemler, C. II, S. 4,
1911, s. 61-64./ Makaleler II, s. 14-20; Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm,
Yay. Haz. Füsun Üstel-Sabir Yücesoy, İletişim Yay., İst., 1999, s. 85. 244 Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, s. 79-85. 245 Günaltay, Hurâfâttan Hakikata: Hurafeler ve İslam Gerçeği, s. 103-106, 115. 246 Günaltay, Hurâfâttan Hakikata: Hurafeler ve İslam Gerçeği, s. 116-122. 247 Günaltay, Hurâfâttan Hakikata: Hurafeler ve İslam Gerçeği, s. 126.
136
önce çözüme kavuşturulması gerekir. Mezheplerin tevhidi ilk akla gelen çözüm ise de,
hemen gerçekleşmesi mümkün olmayan böyle bir çözüm, avam tabakasının karşı
çıkmasıyla daha ilk adımda başarısız kalabilir ki böylesi durum daha zararlı olur. Bu
sebeple İslam kardeşliğinin tesisi için atılacak en güzel adım, herkesi kendi konumunda
kabul edip, diğerine saygı göstermekten geçer. Her iki mezhep yanlıları da birbirleri
hakkında nefret söyleminden uzak durmalı; birbirlerinin kutsallarına hakaret etmemelidir.248
3. DİNİ PRATİK VE RİTÜELLER
3.1. İbadetlerin Felsefi ve Toplumsal Boyutu
Gökalp’e göre modern toplumlarda iş bölümü sonucu, çeşitli toplumsal değerler için
müstakil sosyal yaptırımlar ve kamuoyu oluşmuştur. Bunlardan her biri kendi sahasında
faydalı olan vazifesini diğerinden bağımsız olarak yerine getirir. Dolayısıyla dinin
toplumsal faydalarını özellikle bu tür toplumlarda aramak gerekir. Zira dinin asıl işlevselliği
burada, kendine has alanda etkin şekilde görülür.249 Çağdaş cemiyetlerde dinin önemli
vazifelerinden biri siyasi, hukuki, iktisadi, estetik, lisanî, ilmî vb. kurumları kendi
alanlarında serbest bırakmaktır. Çünkü ona göre, din itikat ve ibadetlerden oluştuğu için,
dinin toplumsal görev ve fonksiyonlarını inanç ve ibadetin dünyevi faydalarında aramak
gerekir. Dinin uhrevi faydalarını ortaya koymak ise sosyologlara değil, kelamcılarla
fıkıhçılara aittir.250
İnanç ve ibadetlerin dünyevi ve toplumsal yarar ve fonksiyonlarını maddi alanlarda
değil, manevi alanlarda aramak gerekir. Örneğin abdest gibi gusül gibi farzları tıbbi
temizlikle özdeşleştirmek ya da namazı spor, orucu mide sağlığı için gereklidir anlayışına
indirgemek dini maddileştirmek olur. Oysa bu tür dini emirler semboliktir. Dini temizlik
türleri esas olarak manevi kirlerden temizlenmek içindir. Zaruret halinde toprakla
teyemmüm yapılması bunun göstergesidir. Dolayısıyla dinin etkisi manevi ve ruhi alanlarla
sınırlanmalıdır.251
Gökalp, varlığı “mukaddes” ve “zenîm (profane)” olarak ikiye ayırır. Ona göre
Tanrı ve O’na izafe edilen her şey mukaddes, bunların dışında kalan şeyler ise zenîmdir.
Dinin temel görevlerinden biri dünyevî hadiselerle mukaddes hadiseleri birbirinden
248 Günaltay, Hurâfâttan Hakikata: Hurafeler ve İslam Gerçeği, s. 235 vd. 249 Gökalp, Makaleler VIII, s. 45. 250 Gökalp, Makaleler VIII, s. 50. 251 Gökalp, Makaleler VIII, s. 50. “Zenîm: Ar., alçak, bayağı, adi, yabancı; “Profane”: İng., laik, dünyevî, dinle ilgisi olmayan. Gökalp,
“zenîm” kavramını mukaddesin zıttı olarak kullanmaktadır. Bkz., Gökalp, Makaleler VIII, s. 51.
137
ayırmaktır. Aralarında mutlak bir tezat bulunduğu için bu iki varlık alanının bir araya
gelmesi mümkün değildir. Kutsal olanla kutsal olmayanı bir ve aynı telakki etmek büyük
bir günahtır. Bunun uhrevi müeyyidesinin yanında dünyevi bir yaptırımı da söz konusudur.
Dünyevi yaptırım somut değildir ancak kutsallık kategorisine saygısızlık edenlere, kendileri
hiç farkına varmaksızın bir şekilde sıkıntı ve zarar verir; onları yıldırım çarpar gibi çarpar ve
mahveder.252
Ancak bu noktada mukaddes ve zenîm ayrımını mutlak gören Gökalp’in önünde
aşması gereken bir sorun vardır. Mahiyeti zenîm olan insan253, mahiyeti mukaddes olan
mabuduna nasıl ibadet edecektir? Öyle ya ibadetin mahiyeti insanın Rabbine yaklaşmasını
gerektirir. Gökalp, bu ikilemde çözüm olarak âbid olan insanın zenîmlikten kurtarılmasını
gerekli görür. Bunun için ibadeti iki aşamaya ayırır. Birinci aşamada Allah’a ibadet edecek
olan kişi, zenîm hadiselerden “menfi ayinler” sayesinde kurtulmalıdır. İkinci aşama ise
zenîmlikten temizlenmiş, kurtulmuş olan bu kişinin, ruhunu mabuduna arz etmesidir. Bu
ameliyelere “müsbet ayinler” adını verir.254
Gökalp’e göre âbidin dünyevi ve kutsal dışı düşünce ve tavırlardan kurtulmasını
sağlayan “menfi ayinler” şunlardır:
1-Abdest, gusül, necasetten taharet, hayız ve nifastan temizlenme, setr-i avret, oruç.
2- Mukaddes ayinlerde kıbleye yönelmek, ibadetleri hususi mahallerinde ve hususi
vakitlerinde eda etmek, ayinlere sağ cihetten başlamak.
3-Dünya kelamı etmemek, etrafına bakmamak, mîkatta ziynet elbiselerini çıkarıp
ihrama girmek, ihram esnasında saçını, tırnağını kesmek suretiyle ziynete meyil etmemek.
4- Canın feda edilmesinin bir sembolü olarak kurban kesmek, maldan vazgeçmenin
sembolü olarak zekât ve fitre vermek, cihat ve hac seferlerine katlanmak.255
Gökalp, bu tür uygulamalarla inananları bireysellikten ve benliklerinin esaretinden
kurtarmayı amaçlamaktadır. Zira “(…) Ferde ait olan her şey zenîmdir, o halde menfi
ayinlerin gayesi fertleri ferdiyetten tecrit etmek, “Terk-i masiva”nın esası olan “nef-i
ferdiyyet” mertebesine yükseltmektir. O halde manevi levs ferdi arzulardan ve bizzat
ferdiyetten ibarettir ki gusül ve abdest gibi ayinler bizi sembolik bir surette bu manevi kir ve
252 Gökalp, Makaleler VIII, s. 51. 253 Gökalp’in “insan anlayışı” için bkz., Gökalp, “İnsan Telakkisi”, Küçük Mecmua, S. 13, 28 Ağustos 1922, s.
1-4. 254 Gökalp, Makaleler VIII, s. 51. 255 Gökalp, Makaleler VIII, s. 51-52.
138
pisliklerden tathir ediyor, diğer menfi ayinler de yine bu suretle bizi ferdi heves ve
bağlardan yani manevi şaibelerden tecrit eyliyor.”256
Gökalp’in çözümlemesine göre, fizyolojisi itibariyle insanın, bencil bir hayvandan
farkı yoktur. Dolayısıyla toplumsal hayatın varlığı ve devamı için öncelikle bu bencillik ve
nefse düşkünlüğün dozajının azaltılması gerekir. Fert, bencil arzularına, nefsanî ihtiraslarına
hâkim olmadıkça, kişisel arzu ve isteklerinden fedakârlıkta bulunmayı kendi tabiatı haline
getirmedikçe medeni bir insan olamaz. Toplumsal hayatın devamı ve huzuru için maddi ve
manevi fedakârlıkta bulunmak gibi toplumsal görevleri yerine getirebilmek, ancak kişisel
ihtiraslara engel olacak kuvvetli bir iradeyle mümkündür. Bu iradeyi ise insana dinin “menfi
ayinleri” kazandırır.257
Öte yandan cemiyet hayatına dahil olmak önemli olmakla birlikte esas olan, cemiyet
içinde kalıcı olmaktır. Bireyin (bâki bi’l-cemâ’a) olması için öncelikle (fâni fi’l-cemâ’a)
olması gerekir. İşte menfi ayinler insanın bireysel yanını oluşturan bütün duygu ve
eylemlerini zenîm yani fani, mekruh ve haram sayarak bu tür arzu ve ihtiraslardan
kurtarıyor, onlara karşı kuvvetli bir irade sahibi olmasını sağlayıp, hakiki insan seviyesine
yükseltiyor. Bireyi bencil bir halden fedakâr bir vatandaş mertebesine ulaştırıyor.
Haddizatında bu dinî alaka ve koruma olmasa hukuki ve ahlaki kaidelerden bahsetmek
mümkün olmaz. Menfi ayinler etkin ve sürekli bir eğitim sayesinde yavaş yavaş bireyleri
benliklerinden kurtarıp, toplumsal bir varlık haline getiriyor. Dolayısıyla dinin sadece menfi
ayinleri bile kendi başlarına son derece önemli toplumsal bir görev icra ediyor. Gökalp’e
göre menfi ayinler, müsbet ayinleri yapabilmek için icrası gereken bir aşamadır. Ne var ki
menfi ayinlere gaye derecesinde ihtimam gösteren bazı âbidler olmakla birlikte böyle bir
anlayış İslam’ın ruhuna uygun değildir.258
Gökalp’in “Dinin İçtimâi Hizmetleri” üst başlığı altında yayımladığı üç makalede
varmak istediği nokta itikat ve ibadetlerin toplumsal hayata huzur ve dinamizm sağlayan
imkânlarını göstermektir. Bu amaçla yazdığı serinin üçüncü makalesinde “müsbet ayinler”
konusunu ele alarak meseleyi hem daha bir açıklığa kavuşturur hem de nihayete erdirir.
256 Gökalp, “Dinin İçtimai Hizmetleri-II”, İslam Mecmuası, C. 3, S. 36, 10 Eylül 1331/23 Eylül 1915, s. 772-
776; Makaleler VIII, s. 52. 257 Gökalp, Makaleler VIII, s. 52-53. 258 Gökalp, Makaleler VIII, s. 53.
139
Gökalp, kurguladığı kavramsallaştırmada “müsbet ayinler”in üç şartının
bulunduğunu belirtir: (1) Menfi ayinlerin icrasından sonra eda edilmek, (2) Cemaatle icra
edilmek, (3) Mevkût olmak yani belirli bir zamanla mukayyet olmak.259
Gökalp’e göre müsbet ayinlerin birinci şartını yani menfi ayinleri öncelikle yerine
getirmenin niçin gerekli olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Hatırlanacağı üzere menfi
ayinler inananları ferdiyetten ve zenîmlikten uzaklaştırıp, müsbet ayinlerin icrasına
hazırlıyorlardı. Müsbet ayinlerin cemaatle birlikte yerine getirilmesinin gerekliliği ise, bu
tür ameliyelerin ferdi ve içtimai ruhlarda meydana getirdiği tesirlerin farkını ortaya koyarak
tespit edilebilir. Ferdi ruhlar, duyguları irade haline, fikirleri mefkûre suretine ve zihnî
ilgileri akide formuna yükseltemez; bunu yapmak için ne nicelik ne de nitelik yönüyle
kabiliyetli değildir. Çünkü ferdi ruh cemaatten ilham almadıkça bir şey yapmak için istekli
ve coşkun hale gelemez. Bu istek ve coşkunluk olmadıkça da azim, mefkûre ve iman gibi
kuvvetli ruhi ve kalbi hadiseler meydana gelemez. Buna karşın fertlerin bir araya gelerek
cemaat halini almaları ve ferdi ruhların birbirini karşılıklı etkilemeleri sonucunda, yeni bir
ruhiyet meydana gelir ki buna “içtimai ruh” denir. Bu ruh, hem keyfiyet hem de kemiyet
olarak ferdi ruha zıttır. Fertler cemaat haline gelir gelmez, bireysel ruhları bir coşkunluk ve
galeyan kaplar.260
Gökalp’e göre işin özü şudur: Ferdi ruhlar tam olarak insanlıklarını
gerçekleştiremezler, eksik ve zenîmdirler. Yapılması gereken itikat ve ibadetleri cemaat
halinde icra etmektir. Böylelikle insan bir yandan fıtratına uygun olarak medeni bir hal alır,
kendini ve insaniyetini gerçekleştirir diğer yandan dini emirler esas maksatları yönünde
kullanılmış olur. Çünkü toplumsal hayata bigâne kalan birey, ahlaki bir kayıtsızlık içinde
yaşar. Elemden kaçmak, hazzı aramak gibi süflî arzuların peşine düşer. Ne yücelteceği ve
saygı göstereceği bir ideali ve ülküsü ne kin ve intikam besleyeceği mefkûrevî bir düşmanı
vardır. Ne kutsayacağı ne de tel’in edeceği bir şey vardır. Dolayısıyla insaniyeti de
nefsaniyeti de yoktur.261
Ferdi ruhlara karşılık cemaat ruhu ise ahlaki bir duruş ve kuvvete sahiptir. Hiçbir
suretle sorumluluktan kaçmaz. Düşündüğüne inanır, inandığı şeyi yüceltir ve yapması
gerekeni yapar. Bunun zıttı olan şeylere karşı da tavrını koyar. Toplumsal sorumluluk
bilinci yüksektir. Hiçbir zaman ümitsiz ve karamsar olmaz. Toplum bireylerinde görülen
259 Gökalp, Makaleler VIII, s. 55. 260 Gökalp, Makaleler VIII, s. 55-56. 261 Gökalp, Makaleler VIII, s. 56.
140
kuvvetli iman, daima ümitvar ve iyimser olmak gibi üstün nitelikler toplumsal hayatın
onlara kazandırdığı iyi karakter özellikleridir. Bunu da toplumsal hayat dil, edebiyat, anane,
ilim ve fen, hukuk ve ahlak gibi kültürel ve sosyal kurumlarıyla bireylerde bir şahsiyet
meydana getirerek yapmaktadır. İbadet, kutsal olmayan âbidin, mukaddes mabuduna
yaklaşması, yönelmesidir. Fakat âbidin kutsal olana yaklaşabilmesi için zenîmlikten
kurtulması yeterli değildir. Aynı zamanda kendisinin de mukaddesleşmesi yani ruhunda bir
takdis melekesinin doğması gerekir. Bunu da ancak cemaat olgusu sağlayabilir.262
İçtimâi ruhu diri tutan ve devamlılığına katkı sağlayan ibadetleri Gökalp, “müsbet
ayinler” olarak isimlendirir. Bunlar; Beş vakit namaz, teravih, Cuma, bayram namazı ve
hactır. Bunlardan beş vakit namaz ile teravih namazlarının cemaatle edası esas olmakla
birlikte, bunların münferit olarak yerine getirilmesi de caizdir. Ancak cemaatle edası daha
makbuldür. Zira toplum kültürüyle hemhal olmak bireylerin ruhlarında aralıksız bir kutsiyet
meydana getirir. Bu sebeple cemaatten ayrılık uzun süre devam ederse bu kutsiyet zayıflar.
Cuma ve bayram namazlarının münferiden kılınması bu nedenle caiz değildir.263
Gökalp’e göre ibadet mekânları özel mekânlardır ve mukaddes olarak tanınır. İslam
mabetleri mescit, cami, cami-i kebir, Kâ’be ile Arafat’tır. Mabetlerde buluşan toplumsal
gruplar milletin bilinçli kesimleri olduğu için bu tür birliktelikler aynı zamanda milli
içtimalardır. Ka’be ve Arafat ise milletler arası bir içtimadır. Her yıl bütün İslam ümmetinin
önemli bir bölümünü birleştirerek uluslararası büyük bir kongre vücuda getirir.264
Müsbet ayinlerin belirli vakitlere tayin edilmiş olması toplumsal hayatın bir
gereğidir. Zira sosyal hayatın dini yanından başka ekonomik, sanatsal vb. yanı da vardır.
Mabetlerde toplanmak için birtakım muayyen zamanlar olmalıdır ki fertler bir araya
gelebilsin. Zaten bu nedenle olsa gerek, her ümmet kendine ait bir dini takvim
oluşturmuştur.265
Gökalp, müsbet ayinlerin toplumsal fonksiyonları hakkında son tahlilde şu
değerlendirmeyi yapar: Bu nevi ayinler fertleri belirli zaman ve mekânlarda kutsal amaç
için bir araya getirerek, onlardaki bu duyguyu tazeler ve kuvvetlendirir. Bu kutsal duygu
öyle feyizli bir iksirdir ki, bu duygunun temas ettiği her fikir itikada, her duygu azme
dönüşür. Bu tür içtimalara ümitsiz, kederli ve şüphe içerisinde girenler umut içinde, iyimser
262 Gökalp, Makaleler VIII, s. 56-57. 263 Gökalp, Makaleler VIII, s. 58. 264 Gökalp, Makaleler VIII, s. 58. 265 Gökalp, Makaleler VIII, s. 58-59.
141
ve imanlı olarak çıkarlar. Korkaklar cesur, tembeller çalışkan, ahlaksızlar faziletli,
idealsizler ülkücü, iradesizler azimli ve benciller fedakâr hale gelir. Bu içtimalar farklı farklı
emeller peşinde koşan toplumu, milli zamanlarda bir araya getirerek onlara coşkulu milli bir
hayat bahşeder. Böylelikle daha önce bahsi geçen menfi ayinler “bireyselliği
olumsuzlayarak” toplumsal bir fayda temin ediyorken, burada bahsi geçen müsbet ayinler
ise “bir millet tesisine” katkı sağlar. Bu sebeple “din, fertleri mukaddes duygular ve
itikatlarla birleştirerek milli vicdanı vücuda getiren en önemli faktördür.”266
İbadetler ve diğer dini törenler Gökalp’in din algısında önemli bir yer tutar. Dini
duyguların kuvvet kazanmasına katkıları bir yana, bu tür dini pratikleri toplumsal
dayanışma ve bütünleşmeye sağladıkları katkılar açısından çok önemli görür. Toplumsal
çözülmenin görüldüğü zaman dilimlerinde ve özellikle nüfusun çoğunluğunun kırsalda
yaşadığı bir dönemde Gökalp’in “Köylü Şiirleri” üst başlığı altında yayımladığı “Oruç”,
“Ezan” “Zekât”, “Namaz”, ve “Bayram” gibi şiirlerinde ibadetlerin önemine vurgu
yapması, dinin toplumsal hayata yön vermede oynadığı rolü göstermesi açısından
önemlidir.267
Gökalp’te ferdiyetçilik istenilen bir sosyolojik değer değil, bilakis toplumun
menfaatleri doğrultusunda feda edilmesi gereken bir olgudur. İbadetler de bu doğrultuda
yani toplumsala katkısı açısından ele alınır. Bu durum özellikle “Ezan” ve “Zekât”
şiirlerinde açık şekilde görülür:
Ezan
Bu ses işte budur, bütün dünyayı
Uyandıran, Hak yolunu bildiren.
Kötüleri iyi yapan ve iyi
Vicdanlardan ben pasını sildiren.
Bu ses her gün beş vakitte bağırır.
İnsanları doğru yola çağırır.
Bu ses hala büyük asrın sesidir.268
Zekât
Bir çalışkan, uslu adam birçok para kazanır,
Düşünülse hepsi anın emeğinin bedeli;
Fakat hayır, bu paralar bütün halkın malıdır;
Çünki vardır onda cümle insanların ameli…
Millet nedir? Düşünülse bir teavün şirketi,
Bu şirkette her bir ferdin emeği var, re’yi var.
266 Gökalp, “Dinin İçtimai Hizmetleri-III”, İslam Mecmuası, C. 4, S. 37, 24 Eylül 1331/7 Ekim 1915, s. 791-
796; Makaleler VIII, s. 59. 267 Şiirler için bkz., Gökalp, Ziya Gökalp Külliyatı-I, TTK Basımevi, Ankara, 1952, s. 267-269. 268 Gökalp, Ziya Gökalp Külliyatı-I: Şiirler ve Halk Masalları, s. 268.
142
Zenginlerin servetinde yoksulların payı var.
Ey talihli demem sana, dağıt bütün serveti,
O hakkındır, fakat her yıl kırkta bir zekâtı var,
Kazancından fakirlere ait olan payı var.269
Gökalp’te ibadetler, hem dinin asli unsuru hem de hayatın muhtelif alanlarında
fonksiyonel unsurlardır. Bu nedenle ibadet ve dini törenlere birey ve toplumların ihtiyacı
vardır. Örneğin ibadetlerdeki temizlik şartı, vicdanî hasletlerin beslenmesi, cuma ve bayram
namazları ile beş vakit cemaatle kılınan namazlar270, zekât, hac gibi ibadetler toplumsal
bütünleşmeyi kuvvetlendirmeleri yönüyle faydalı ibadetlerdir. Hakeza yukarıdaki şiirde
geçen “halkın malı”, “cümle insanların ameli”, “milletin, bir teavün şirketi olması”,
“şirkette her ferdin emeğinin olması”, “zenginin malında yoksulun hakkının olması”,
“toplumsal yardımlaşma unsuru olarak zekâta vurgu”, toplumsal ve iktisadi önem ve
değerleri açısından gerekliliği vurgulanan dini öğelerdir.
Aydınlarımızdan Akçura’nın ibadetlere dair düşüncelerine rastlayamasak da onun
bireysel ibadet hayatı hakkında bazı bilgiler söz konusudur. O, Paris’te öğrenciyken
sabahleyin erkenden kalkıp namaz kılan biridir.271 Hac farizasını yerine getirmek için
meşakkatli uzun yolculuklara katlanmıştır.272 “Rusya Müslümanları İttifakı” adlı gizli
örgütün kuruluşunda ön saflarda yer alıp, Müslüman-Türkleri bilinçlendirmeyle ilgili takip
ettiği faaliyetleri nedeniyle tutuklanıp atıldığı Kazan hapishanesinde Cuma namazı kılar.273
Hatta çok sıkıntılı geçen bu hapis hayatı esnasında, bir keresinde imamın vaazından çok
etkilendiğini anlatır. Vaazı “ehemmiyetle, tevazu” ile dinlerken, İnşirah suresinin
manasından hareketle, kendi ruh dünyasını anlatan şu cümleleri sarf etmiştir.274 “Oh, bu
benim için pek yüksek! Küçük, pek küçük içtihadım, insanlığın en büyük inkılâplarından
birinin failine hitap buyrulan kutsal kelimeler ile teselli olunmaktan beni utandırıyor…
Mamafih, bu ilahi sözlerin dinlenmesinden, anlatılmaz bir semavi zevk duyuyorum;
âmennâ ve saddeknâ (iman ettik ve tasdik ettik): Fe-inne mea’l-usri yüsra. İnne mea’l-usri
269 Gökalp, Ziya Gökalp Külliyatı-I: Şiirler ve Halk Masalları, s. 268. 270 Gökalp, “Mefkûre ve Şe’niyet”, Küçük Mecmua, S. 9, 31 Temmuz 1922, s. 3. Krş., Gökalp, Küçük
Mecmua-1, Çeviriyazı; Şahin Filiz, Yeniden Rumeli ve Müdafaa-i Hukuk Yay., Antalya, 2009, s. 157. 271 Emel Esin, “Akçura-Oğlu Yusuf Beye Dair Hatıralar”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura
Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kültürünü Araş. Enst. Yay., Ankara, 1987, s. 36. 272 Esin, “Akçura-Oğlu Yusuf Beye Dair Hatıralar”, s. 37. 273 Abdullah Taymas, “Yusuf Akçura’nın Türkçülüğü ve Rusya Türkleri Arasındaki Çalışmaları”, Türk Yurdu,
C. 26, S. 7, İst., 1942, s. 224; Ahmet B. Ercilasun, “Yusuf Akçura ve Türk Fikir Tarihindeki Yeri”,
Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kültürünü Araş.
Enst. Yay., Ankara, 1987, s. 112. 274 Sancaktar, “Yusuf Akçura ve Din”, s. 387.
143
yüsra275 [Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır. Evet, her zorlukla beraber elbet bir kolaylık
vardır.].”276
3.2. Türkçe İbadet Meselesi
Ahmet Ağaoğlu, dinin geleneksel taklit yoluyla değil de bizzat manasına nüfuz
edilerek yaşanması; içten hissedilerek tatbik edilmesi taraftarıdır. Ona göre hutbe ve dualar
ve diğer dini merasimler halkın anlayacağı bir dille yapılmalıdır. Allah’ın emirlerini
insanların anlayabileceği bir dile çevirmekten daha doğal bir şey olamaz. Kur’an Türkçeye
tercüme edilmelidir. Zira ırk ve cins ayrımı yapılmaksızın bütün beşeriyetin kurtuluşu için
nazil olan kitabı yalnız bir kavmin malı addetmek yanlış bir düşüncedir. Anlaşılmayan bir
dille ibadet, dua ve dini ritüellerin yapılması, halkı dinin asıl kaynaklarından uzaklaştırır;
hurafe ve İsrailiyata mahkûm eder.277
Ağaoğlu, İstanbul camilerinden birinde Türk hocalardan birinin namaz surelerini
Türkçe okuyarak namaz kıldırması üzerine Milliyet gazetesinde kaleme aldığı bir yazıda
yukarıdaki fikirleri ortaya koymuştur. İlgili hocanın Diyanet İşleri Reisliği tarafından
görevden alınması üzerine Ağaoğlu, bu durumu eleştirmiş ve hocanın yaptığının doğru,
Diyanetin yaptığının ise yanlış olduğunu beyan etmiştir.278 Diyanet’in hocayı görevden
geçici olarak el çektirmesini eleştiren Ağaoğlu şu soruları sorar:
Hocanın kabahati nedir? Hangi kanun ve hatta hangi şer’i şerifin hangi düsturu Türkçenin dualarda
kullanılmasını menetmiştir? Türkçe haram bir lisan mıdır? Şer’i şerifçe haram bir lisan var mıdır? Hiç
unutmam, vaktiyle Türk Ocağında verdiğim bir konferansta Hazreti Kur’an’ın Türkçeye tercüme
lüzumunu ileri sürmüştüm. Bunu din namına Türklerin Hazreti Kur’an’dan istifade edebilmeleri
namına söylemiştim. İkinci gün mahut Abdülaziz Çaviş -ki elyevm Mısır’da Arap vatanperverliği ile
meşguldür- Beyazıt camiinde bir mev’ize vererek benim mürted olduğumdan ve benim için tecdid-i
iman ve nikâh lüzumundan bahsetmişti.
Ağaoğlu yazının devamında, ırk ve cins ayrımı yapmaksızın bütün beşeriyetin
kurtuluşu için nazil olan Kur’an’ı ve bu kitabın muhatabı olan peygamberi yalnız bir kavme
ait addederek, diğer kavimlere lisanlarını ve şuurlarını kaybettirip, bütün her şeyleriyle o
kavme tabi olmalarını arzu edenler ancak Abdülaziz Çaviş gibi kimselerdir. Onlara göre
Türkçeyi kullanmak dinden irtidat olduğu gibi Türklükten bahsetmek de dalalettir. “Allah
yalnız Arabın Allah’ıdır ve Arapçadan başka bir lisan kullananları ne dinler, ne işitir ve ne
de anlar. Ecdatlarımızı buna inandırmamışlar mıydı? Güzel Türkçemizle uğraşmayı abes ve
275 İnşirâh Suresi, 94/5-6. 276 Akçura, “Mevkûfiyet Hatıraları”, Hatıralarım, s. 90. 277 Ağaoğlu, Milliyet, 11 Nisan 1926, Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C. V, s. 1931-1933’den naklen. 278 Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C. V, s. 1931-1933.
144
hatta günah bir fiil gibi telakki etmeye ikna etmemişler miydi?” Ağaoğlu, bu zihniyetteki
ulemanın Türkleri Araptan ziyade Arap, Acemden ziyade Acem yaptıklarını; Türkleri
Kur’an’dan ve İslam’ın yüce manalarından mahrum ettiklerini vurgular. Dinin
kaynaklarından mahrum kalan; kıldığı namazın, yaptığı duanın manasını anlamayan insan
elbette dinin gönüllere ve dimağlara bahşettiği huzur ve aydınlıktan uzak kalacaktır.
Bunların yerine, kalbini ve kafasını İslamla alakası olmayan hurâfât ve İsrailiyat işgal
edecektir.279
Ancak Ağaoğlu, böyle tek tük olaylar olsa da müsterihtir. Zira Türklüğün ve
Müslümanlığın doğru bir şekilde artık idrak edildiği kanaatindedir. “Ne Müslüman olmak
Arap olmak ve ne Türk olmak Müslüman olmamak demek olmadığı” öğrenilmiştir. Bilakis
hakiki Türk olmak aynı zamanda hakiki Müslüman olmak demektir. Tarih ve hadiseler,
Müslümanlığı koruyup idame ettiren yegâne faktörün Türkler olduğunu ispat etmiştir.
Türksüz Müslümanlık yaşamaz, yaşayamaz. Dolayısıyla Türk manen kuvvetli olmalıdır ki
Müslümanlık da maddeten ve manen kuvvetli bulunsun. Netice olarak Türkçe namaz
kıldırmış olan hoca hem lisanın ve dinin inkişafına yardımcı olmuş hem de inkılâpların
amacına hizmet etmiştir.280
Gökalp’in milli devletin kurulmasından önce Türkçe ibadet konusunda herhangi bir
beyanı görülmemektedir. Bu konudaki fikirleri “Türkçülüğün Esasları” kitabında ele aldığı
“Dini Türkçülük”281 bahsinde yer almaktadır.282 Meseleyi ele aldığı bu kısacık bahiste
Gökalp, Türkçülüğün din siyasetini “din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe
olması”yla sınırlayarak indirgemeci bir yaklaşım sergilemiştir. Bununla birlikte din dilinin
Türkçeleştirilmesi konusundaki gerekçesi kendi içinde tutarlı görünmektedir. Ona göre “Bir
millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki dininin hakiki mahiyetini
öğrenemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı surette de ibadetlerden hiçbir
zevk alamaz.”283 Gökalp, İmam-ı A’zam’ın namazda okunan surelerin milli dilde
okunmasına cevaz verdiğini belirterek görüşüne destek arar. Çünkü ona göre ibadetlerden
alınacak vecd ve dini coşku okunan duaların anlaşılmasına bağlıdır. Ona göre bu durumun
279 Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C. V, s. 1932-1933. 280 Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, C. V, s. 1933. 281 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 170-171. 282 Gökalp’in, Türkçülük düşüncesinin ilkelerini vazettiği böyle bir çalışmada, din bahsine sadece bir buçuk
sayfa yer ayırmış olması, büyük ölçüde dönemin siyasi havasının müsait olmamasından kaynaklanmış
olmalıdır. Bkz., Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Haz. R. Güler-E. Kılınç, Ötüken Yay., İst.,
1996, s. 51. 283 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 170.
145
en güzel örnekleri dini törenler içinde en çok vecd duyulanların namazlardan sonra anadilde
yapılan deruni ve samimi dualardır ki böylelikle Müslümanlar büyük bir vecd, iç huzuru ve
gönül rahatlığı içinde camiden çıkarlar. Yine anadilde okunan ilahilerin dinleyenlerde
uyandırdığı ulvi duygular bir diğer örnektir. Özellikle teravih namazlarını büyük bir aşk ve
şevkle coşkun bir ibadet haline getiren, şiir ile musikiyi bir arada sunan Türkçe ilahilerdir.
Ayrıca dini bir bid’at olmasına rağmen Mevlid-i şerif kıraatinin yüzyıllardır halkımızın
ekserisi tarafından beğeni ve ilgiyle dinlenilmesi, halkın anladığı bir dille okunuyor
olmasındandır.284
Netice olarak Gökalp’e göre, dini hayata daha büyük bir istek, coşku ve iç huzuru
vermek için, tilavetler müstesna olmak üzere Kur’an-ı Kerim’in, ibadet ve dini törenlerden
sonra okunan bütün dua, münacat ve hutbelerin Türkçe okunması gerekir.285
Akçura da Gökalp gibi din dilinin Türkçeleştirilmesinden yanadır. Buradaki amaç
dini bilgi ve dini pratiklerin halkın anlayabileceği bir şekilde ifade edilmesi, Kur’an’ın
mesajının bir bütün halinde Türkçe olarak da okunabilmesidir. Bu tür bir girişim, dinin daha
iyi anlaşılmasına vesile olacağı gibi, üstelik Akçura’nın üzerinde ısrarla durduğu skolâstik
düşünce kısırlığından kurtulmak adına da önemli bir kazanım olacaktır.286
Görüldüğü üzere dönemin Türkçülerinin namazlar dışındaki (Ağaoğlu için namazlar
dahil) din dilinin Türkçe olması konusunda ısrarları ve haklı gerekçeleri vardır. Onlar bu
yöndeki düşünce ve ısrarlarıyla halkın din konusundaki bilgilerinin, inanç ve
uygulamalarının daha sağlıklı bir zemine oturtulmasını amaçlamışlar; dini heyecan ve
coşkunun daha yoğun hissedileceğini düşünmüşlerdir.
4. DİN - AHLAK İLİŞKİSİ
4.1. Ahlakın Felsefi Boyutu
Ahlak olgusu üzerinde felsefe yapmak demek olan Etik’in (Ahlak Felsefesi) veya
nazarî/teorik ahlakın başlıca konuları şunlardır: Ahlakın tarifi, konusu, gayesi ve lüzumu,
ahlakın kaynağı, iyi ve kötü davranış nedir? Bir söz veya eylemi ahlakî yapan nedir?
Ahlakın din ile ilişkisi var mıdır? Ahlakî sorumluluk nedir? Huy değişir mi? İhtiyar ve irade
ile ahlakî davranış arasında bir ilişkiden söz edilebilir mi? Ahlakın yaptırım gücü nedir?
284 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 170. 285 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 171. 286 Akçura, “Türklük”, Salname-i Servet-i Fünûn, 1328/1912, s. 190-191.
146
Vazife ahlakı ne demektir? Ahlaki davranışın rasyonel olması ne anlama gelir? Ahlakî
davranışın rasyonelliğinden söz edilebilir mi?287
Sözlük anlamı itibariyle “ahlak”, Arapça “hulk” veya “huluk” kelimelerinin
çoğuludur. Bu kelimeler ise seciye, huy, yaratılış özelliği/tabiat, din anlamlarına geldiği
gibi; insanın iç dünyasını (nefis) ve dış dünyasını ifade eder. Sözlüklerde çoğunlukla
insanın fizik yapısı için “halk”, manevî yapısı için “hulk” kelimeleri kullanılır.288 Ahlak,
terim olarak ise insanın iyi veya kötü olarak nitelendirilmesine yol açan manevî nitelikleri,
huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütününü ifade ettiği gibi bu
konularla ilgili bilim dalının da adıdır.289
İslam ahlakçıları ahlâkı doğuştan gelen ve sonradan kazanılan şeklinde ikili bir
ayrıma tabi tutmuşlardır. Doğuştan gelen, insanın yaratılışında gizli ve kişinin tabiatıyla
birlikte var olan ahlaka “hulk-i tabiî (tabiî huy)” denilirken; doğumdan sonra bireyin fiil ve
davranışları neticesinde istikrar kazanan, kişiyi onlarla nitelediğimiz davranış kalıpları da
“hulk-i kesbî (kazanılmış huy)” olarak tarif edilmiştir.290
Ahlakın bütün bu sözlük ve terim anlamlarını dikkate alırsak; “ahlâksız insan”
yoktur; her insan iyi ya da kötü bir ahlâka sahiptir. Zira her insan neticede bir karaktere,
huya, mizaca ve davranış örüntüsüne sahiptir. Dolayısıyla bizim günlük kullanımda
“ahlâksız” olarak nitelendirdiğimiz kişi, davranış veya sözlerden kastettiğimiz; “kötü ahlâk”
sahibi kişiler veya çirkin eylem ve ifadelerdir.
Ahlak kavramının müteradifi değilse bile mütemmimi olan “edeb” ya da “âdâb”
terimleri yeme, içme, sohbet, yolculuk gibi günlük hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranış
ve görgü kurallarını; terbiyeli, kibar ve takdire değer davranış biçimlerini; bunlara dair öğüt
verici kısa ve hikmetli sözleri ve bu sözlerin derlendiği eserleri ifade etmektedir. Bu
anlamlarıyla edep terimi özel davranış alanlarını ifade ederken; ahlâk, tutum ve
davranışların kaynağı olan ruhî ve manevî melekeleri, insanın ruhî kemalini sağlamaya
yönelik bilgi ve düşünce alanını ifade etmektedir.291
287 Hüsameddin Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Dem Yay., İst., 2006, s. 75-76. 288 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, C. X, Beyrut, 1956, s. 86; Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, DİA, C. 2, İst., 1989, s. 1;
Hüsameddin Erdem, Ahlâka Giriş, Günay Ofset, Konya, 1994, s. 22; Erdem, Son Devir Osmanlı
Düşüncesinde Ahlâk, s. 51; Recep Kılıç, “Ahlâk Kavramının Analizi”, İslam Ahlâkı ve Sevgi, TDV Yay.,
Ankara, 2007, s. 37. 289 Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, DİA, C. 2, İst., 1989, s. 1. 290 Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 52. 291 Çağrıcı, “Ahlâk”, s. 1; Mustafa Çağrıcı, “Edep”, DİA, C. 10, İst., 1994, ss. 412-414.
147
Ahlakî davranış ihtiyar ve iradeye dayalı, mesuliyet, ceza ve mükâfat gerektiren
tavır ve davranışlar bütünüdür. İnsana irade ve ihtiyar tanımayan ahlak anlayışlarında
kişilerin fiillerini ahlakî ölçüler içerisinde değerlendirmek mümkün değildir. Bir davranışın
ahlakî bir değer kazanabilmesi için o davranışın irade sahibi, özgür bir kişi tarafından
yapılmış olması gerekir.292 Böyle bir ahlak anlayışı cemiyette sosyal bir otoritedir.293 Ahlak
sistemlerinin çoğu sorumluluk esası üzerine kurulmuştur. Sorumluluğu esas kabul etmeyen
veya ona yer vermeyen ahlak sistemlerinin, toplumları erdemli hale getirmesi mümkün
değildir. Fatalist ve kaderci bir anlayışa dayalı olan ahlâk görüşleri daha ziyade günübirlik
yaşayan ve sorumsuzca davranan insan ve toplumlar üretir.294 Bu konuda insan iyi veya
kötü davranışı seçmekte özgür müdür? Dilediği gibi şu veya bu yönde eylemde bulunabilir
mi? İnsan davranışlarında tam olarak mı yoksa belirli ve kısmî ölçüde mi hürdür?
Davranışları neler etkilemektedir? İnsanın davranışlarını etkileyen iç ve dış faktörler
nelerdir? gibi sorular sorulmuş ve bunlara cevap aranmıştır.295
Ahlakî kanunda var olan prensiplerden birisi “otorite” fikridir. “Bu otorite her türlü
manevi kudretin, üzerimizde yaptığı baskı olarak kendisini göstermektedir ki buna da vazife
denir.”296 Bir kanunun, bir hükmün gereğini yapmak ya da yapmamak neticesinde kişiye
yüklediği mükâfat veya cezanın tamamına o kanunun, o hükmün müeyyidesi denilir.
Müeyyidelerde yaptırıcı bir güç vardır. Vazifeleri yapmaya teşvik eder, özendirir. Hür bir
irade ile yapıp-etmelerine yön veren insanın, eylemlerinin sonucuna da razı olması gerekir.
Her ne kadar müeyyideler, eylemlerin yerine getirilmesinde bireyi zorlayıp, teşvik etse de
asıl olan ceza korkusu veya mükâfat beklentisi olmadan eylemde bulunmaktır.
Müeyyidenin dinî, sosyal, kanunî ve vicdanî çeşitlerinden söz edilebilir.297
Ahlak meselesi Türkçü aydınların üzerinde en çok durdukları konular arasında yer
alır. Aydınların hemen hepsi bu konuda indirgemeci bir yaklaşımdan kaçınarak ahlakı daha
geniş bir perspektifte ele alırlar. Örneğin Ağaoğlu ahlakı sadece cinsellik ve kadın
üzerinden okumaya karşı çıkar ve meseleyi bütün boyutlarıyla ele almaya çalışır. Ona göre
ahlak iyilik, kötülük ve bunların dayandığı kural ve yaptırımlardan ibarettir. O, çağdaş
toplumlarla bizim aramızda ahlâkî normlar konusunda çok büyük bir görüş ayrılığı
292 Ayhan Çetin, Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Ahlâk Meselesi, Selçuk Ü. Sos. Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL Tezi, Konya, 1995, s. 30. 293 Erdem, Ahlaka Giriş, s. 27. 294 Çetin, Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Ahlâk Meselesi, s. 26. 295 Erdem, Ahlaka Giriş, s. 71. 296 Erdem, Ahlaka Giriş, s. 83. 297 Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 108-112.
148
olmadığı kanaatindedir. Sadece birden fazla kadınla evlenmek, örtünmek gibi başka
cemiyetlerce yadırganan, bizde ise makbul sayılan uygulamalar istisna edilirse, ahlaka ait
diğer görüşlerin hepsi hakkında, teoride onlarla bizim aramızda bir mutabakattan
bahsedilebilir. Ne var ki uygulamada onlarla aramızda büyük bir uçurum söz konusudur.
Zira biz ahlak alanına giren hususların bir kısmına aşırı önem verirken; toplumsal hayatta
büyük öneme sahip olan başka ahlak kurallarını ise görmezden geliriz.298
Cinsel ahlak, dalkavukluk, hırsızlık, vefasızlık, sadakatsizlik, riyakârlık, korkaklık,
cesaretsizlik, jurnalcilik, namus, gıybet, haset, kurumsal ahlak, tarafgirlik, sorumluluk
şuuru, göreve bağlılık, aile ahlakı, hak mefhumu; sebat, azim gibi ruhun üstün halleriyle
ümitsizlik, şeref, haysiyet, yaltaklanma, tefrika, fikir ve duygu birliği, ihanet, adalet,
düşünceye saygı ve israf Ağaoğlu’nun dikkat çektiği ahlaki konular arasında yer alır. O,
bütün bu hususlardan övgüye layık olanlarının yapılmadığını, kaçınılması gerekenlerden ise
uzak durulmadığını ifade eder.299 Görüldüğü üzere Ağaoğlu, bireysel ve toplumsal hayat
için önemli olan hususlar üzerinde durmakta; daha çok beşeri münasebetlerde cari ahlaki
normları öne çıkarmaktadır.
Gökalp de Ağaoğlu’yla benzer şekilde ahlak meselesine düşünce sisteminde geniş
yer ayırır. Ona göre ahlak toplumsal değerler manzumesinin zirvesinde yer alır. Hatta diğer
sosyal değerler birbiriyle mukayese edilebilirse de ahlakın kıymeti, diğer içtimai
kıymetlerle ölçülebilmekten münezzehtir. Nasıl ki din, din dışı kıymetlerle
karşılaştırılamazsa ahlak da diğer kıymetlerle kıyaslanamaz. Bir insanın ahlaki eksikliğini o
kişinin bilimde, sanatta veya başak alanlardaki meziyetleri telafi edemez. Bilimde, felsefede
büyük işlere imza atan veyahut sanayide, teknolojide önemli icatlarda bulunan bir kimsenin
bilgisine hürmetle ahlaki kabahatleri görmezden gelinemez. Aynı şekilde sanatın muhtelif
alanlarında büyük eserler ortaya çıkaran sanatkârlar da ahlaki suçlarının, dehaları hürmetine
affedilmesini isteyemezler.300
Gökalp’e göre deha, şeref bakımından ilmin fevkinde olduğu gibi, ahlak da
kıymetçe dehadan üstündür. Ahlak her kıymetin üstünde yer alır. Bir milletin fertlerini
birbirine bağlayan en kuvvetli manevi bağ ahlaktır. Ahlakın yozlaşmış olduğu toplumlarda
vatandaşlar birbirlerini sevip beğenmedikleri için aralarındaki dayanışma sağlam değildir.
298 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 43; Ayhan Çetin, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda “Da’vâ-yı
Ahlâk-ı Nazarî”, SDÜ Sosyal Bil. Enst. Dergisi, Yıl: 2012/1, S. 15, s. 323-324. 299 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 43-60. 300 Gökalp, “Ahlaka Doğru”, Küçük Mecmua, S. 4, 26 Haziran 1922, s. 1-4; Makaleler VII, s. 17-18.
149
Aile içindeki tesanüt ve rabıtayla devlet düzeninin temeli olan kamuoyu da kuvvetini
ahlaktan alır. Ahlakı zayıf olan toplularda aile içinde babanın, vatan içinde ise hükümetin
manevi nüfuzları zayıftır. Bir yerde ahlak, kuvvetli değilse, hukukun ve kanunların kuvveti
de azdır. Zira kanun, fertleri korkuttuğu için değil, umumun vicdanından doğduğu, milletin
ahlakına dayandığı için mukaddes ve itaate layıktır. Ayrıca ahlak, iradeyi şekillendiren ve
onu ayakta tutan bir kuvvettir ve bundan dolayı da terbiyenin esasıdır.301
Gökalp düşüncesinde toplumsal hayat ekonomik, ilmi, bedii, ahlaki ve dini
değerlerin meydana getirdiği bir ahenktir. Bu değerlerin ahenk ve uyumu aralarındaki
hiyerarşi sayesinde gerçekleşir. Bu hiyerarşinin en alt basamağında ekonomik değer, en üst
basamağında ise dini değer vardır. Dini değer ahlaki değerle birlikte bütün manevi değerleri
içine alır. Ancak dini değerin ahlaki değerden üstün olması ahlakın değerini düşürmez. Zira
dinin en çok önem verdiği şey ahlaktır. Hz. Peygamber: “Ben ahlâkı itmam için
gönderildim”302 buyurmuştur. Ayrıca bir şey dini değerin sıfatı anlamında mukaddes ise o
şey aynı zamanda ahlaki değerin sıfatı olarak da iyidir.303
Diğer bir aydınımız Günaltay da ahlaka büyük bir önem verir. Öyle ki ona göre bir
toplumun gelişmişlik derecesi, o toplum bireylerinin ahlaki seviyeleriyle doğru orantılıdır.
“Ahlaki asalet ve soyluluktan mahrum bulunan fertler, ne kadar münevver, ne derece tahsil
görmüş, ne nispette sanata vakıf bulunmuş olurlarsa olsunlar, toplum bu fertlere dayanarak
tam bir ahenkle ilerleyip, yükselemez.”304 Böyle bir toplum zahiren muhteşem ve debdebeli
görünse de görünüşteki bu haşmet ve kuvvet aldatıcıdır. Böyle bir toplum, çürümüş, kof ve
kocamış fakat üzeri rengârenk boyalarla boyanmış bir binaya benzer.305 “Fertleri ahlaki
terbiyeye bigâne olan milletler de aynıyla böyle bir binaya benzerler. Şiddetli bir iç
karışıklık, kuvvetli bir dış rüzgâr onu sarsar, devirir. Şu halde her şeyden evvel hatta
ilimden, kemalden; evet her şeyden evvel milletin fertlerine temiz bir ahlak eğitimi
verilmesi gerekir.”306
4.1.1. Ahlaki Değer
Ahlakın iki temel değeri iyi ve kötü’dür. Davranışlar, ona iyi ve kötü değeri
verilerek değerlendirilir. Genel olarak ahlak sistemleri iyi davranışı ortaya koymak ve
301 Gökalp, Makaleler VII, s. 17-18. 302 Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381. 303 Gökalp, Makaleler VII, s. 21-22. 304 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 283. 305 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 283. 306 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 284.
150
geliştirmek; kötü davranışı tespit edip, ortadan kaldırmak için çalışırlar. Fakat iyi ve kötü
davranışın ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Çünkü iyi ve kötü değerleri
görecelidir. Her felsefî görüş, din, inanç kendi anlayışına göre iyi ve kötü değerlerini
belirler. Her ahlak disiplini kendisinin esas kabul ettiği ölçülere uygun davranışlara ahlakî,
uymayanlara da ahlak dışı davranışlar veya kötü ahlak demektedir. İslam ahlakçılarıyla son
dönem Osmanlı ahlâkçılarının çoğunluğuna göre ahlakîlik ve gayri ahlakîlikte ölçü, dinin
emirlerine uyup-uymamaktır. Bir başka ifadeyle Allah ve Resulünün emirlerine uymak iyi
ahlakı, isyan etmek ise kötü ahlakı meydana getirir.307
Ahmet Ağaoğlu’na göre iyi ve kötü değerlerini tespit ve tayin etmek yalnız şeriat
sahibinin yetkisinde olmamalıdır. Ahlak normları yaşanılan zamana ve yere göre
değişebilir. Sosyal şartlara bağlıdır. Dolayısıyla bu konuda belirleyici olan akıl, kamuoyu
ve ihtiyaçlardır.308
Gökalp’te fazilet ahlaki değerin zirvesini teşkil eder. İnsanlığın en son gayesi fazilet
olmalıdır. Zira fazilet insanı üstün kılan yüce bir meziyettir. Ancak faziletin ne olduğu
önemlidir. Güzellik, pehlivanlık, nüfuz, iktidar, tantana, ihtişam gibi faydasız ve önemsiz
meziyetler fazilet sayılmaz. Fazilet, ilim ile ahlakın bir araya gelmesiyle gerçekleşir. Bir
insan ne kadar yüksek bir rütbe veya memuriyette bulunursa bulunsun sırf bu
niteliklerinden ötürü erdemli olmaz. Fazilet, fazilet olduğu için; ilahi ahlak ile ahlaklanmaya
aracılık ettiği için elde edilmeye çalışılmalıdır.309 İnsanlar için birçok meşru gayelerin
bulunduğunu ancak nihai gayenin fazilet olduğunu belirten Gökalp’e göre fazilet
ulaşılabilecek son nokta olduğu için artık onun gayesi yoktur. Fakat faydalı neticeleri
çoktur. Bu neticelerin en büyüğü, herkesin arzu ettiği, ne var ki pek az kimsenin ulaşabildiği
saadettir. Saadet aramakla bulunmayan sadece fazileti arayanların ulaşabildiği bir
hazinedir.310
Gökalp’e göre bir diğer önemli ahlaki değer vazife aşkıdır. Bu dünyada insanın
yegâne gayesi görev aşkı olmalıdır. Ne zevk, ne menfaat ne de hak iddiası onun yaratılış
gayesi olamaz. Erdemli insan olmanın gereği vazife şuuruna sahip olup, o vazifeyi yerine
getirmektir. Lezzetli arzulardan, menfaat düşüncesinden ya da hak iddiasından uzak olan
307 Erdem, Ahlâka Giriş, s. 43. 308 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 61-63. 309 Gökalp, “Fazilet ve Saadet”, Diyarbakır Peyman Gazetesi, S. 8, 3 Ağustos 1325/16 Ağustos 1909;
Makaleler I, s. 91-92. 310 Gökalp, Makaleler I, s. 94.
151
fazilet sahibi insanlar sanılmasın ki rahibâne bir hayat yaşamaya mahkûmdurlar. Bilakis
erdemli olmanın insana verdiği his ve tat, süfli zevklerden daha kuvvetli ve daha yücedir.311
Ahlakın, sosyal değerlerin en kıymetlilerinden biri olduğunu ifade eden Gökalp’e
göre toplum bireyleri arasında sağlam bir duygudaşlık ve kuvvetli bir dayanışma
oluşturabilecek yegâne unsur ahlaktır. “Ahlaksız cemiyetlerde, millettaşlar birbirlerini
sevmedikleri, beğenmedikleri için, dayanışma rabıtaları kuvvetli olamaz. Ailenin esası olan
velayet-i hassa ile devletin temeli olan velayet-i amme de kuvvetlerini ahlaktan alırlar.
Ahlakı zayıf olan toplumlarda aile içinde babanın, vatan içinde hükümetin manevi nüfuzları
zayıftır. Demek ki toplumsal asayiş ve güvenlik kuvveti de ahlakın kuvvetine bağlıdır. Bir
yerde, ahlak, kuvvetli değilse, hukukun, kanunların kuvveti de az olur. Zira kanun, fertleri
korkuttuğu için değil, umumun vicdanından doğduğu, milletin ahlakına uyduğu için
mukaddes ve itaate layıktır. Ahlak, irademize şekil verebildiği için, terbiyenin de esasıdır.
Bundan başka insanları mesut eden yegâne amil de ahlaktır.”312 Görüldüğü üzere Gökalp’e
göre ahlaka dayanmayan kanunlar, toplum nazarında itaate layık görülmez.313
Toplumsal değerleri ekonomik, felsefi, sanatsal, ahlaki ve dini değerler olmak üzere
beşe ayıran Gökalp, hukuk ve siyaset gibi diğer kıymetleri bu beş değerin içine dahil eder.314
“Hukuki, siyasi kıymetler de, ahlaki kıymetler nev’ine dâhildir. Bir işin hakka uygun,
adilâne olması, onun iyi olması demektir. Hukuk, halkın ahlakına istinat etmezse muhterem
tanınmaz. Kanun, kuvvetini, milli ahlaka uygunluğundan almazsa kendisine itaat edilmesi
zorlaşır.”315
4.1.2. Ahlakın Kaynağı
Ahlâka dair görüşlerin çeşitliliği oranında ahlâkın kaynakları da farklılık arz eder.
Bu bağlamda akıl, din, kamuoyu, vicdan veya devlet otoritesinden biri ya da aynı anda
birkaçı ahlakın kaynakları olarak kabul edilmektedir. İslam ahlakının temel kaynakları ise
Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas, örf ve âdetlerdir.316
Ahmet Ağaoğlu’na göre bir milletin fertleri ahlak anlayışının tamamını çevreden
alır. Çevre bunu birçok kanal aracılığı ile verir. Bunlar din, aile, okul, edebiyat ve millî
311 Gökalp, Makaleler I, s. 92. 312 Gökalp, Makaleler VII, s. 18. 313 Gökalp, “İlim ve Siyaset”, Makaleler IV, s. 33. 314 Gökalp, “Felsefeye Doğru”, Küçük Mecmua, S. 6, (10 Temmuz 1922), s. 1-6; Makaleler VII, s. 28. 315 Gökalp, Makaleler VII, s. 28. 316 Hüsameddin Erdem, “İslam Ahlâkı ve Özellikleri”, Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 2, Konya, 1986,
s. 229.
152
geleneklerdir. Ona göre ahlakın kaynaklarından biri olan İslam’ın, kişisel ahlak bakımından
koymuş olduğu kurallar çok üstün olmakla birlikte ahlak eğitimi okullarımızda ve ailede
tamamen ihmal edilmektedir.317
Dinden sonra, bir milletin ahlakî görüşlerini etkileyen en önemli faktörün, o milletin
sahip olduğu edebiyat ve felsefe eserleri olduğunu belirten Ağaolu’na göre, yakın
zamanlara kadar Osmanlı toplumunda takip edilen bu tür eserlerin çoğu, Arap ve
Acemlerden alınmıştır. Ancak bunlar arasında çağın ruhunu tatmin edecek bir tek eser bile
yoktur. Konuyla ilgili bir diğer husus ise daha yeniye kadar, ne okullarımızda ne de
medreselerimizde müstakil bir ahlak dersinin olmamasıdır. Dolayısıyla hem nazarî hem de
pratik kaideleri içeren bir ahlak kitabına sahip olmadığımız için bireysel ve toplumsal
ahlâkımız istenilen seviyede değildir.318
Gökalp’te ise ahlakın dayanak noktası, kişinin vicdanında Allah vergisi olarak
bulunan fıtri yetenek ve hislerdir. Ona göre, ilmin rehberi usûl, dehanın temeli ilhamdır.
Ahlakın kılavuzu da vicdandır. Olgun bir yaşa geldiğimiz zaman, ahlak ilkelerini
vicdanlarımızda sanki ezeli bir kalem tarafından yazılmış buluruz. Bu ilkeler tamamıyla
Allah vergisi ve doğuştandır. Ahlakı ilgilendiren bir fiil karşısında bulunduğumuz zaman
ona kayıtsız kalamayız, olumlu veya olumsuz bir tepki verir, beğenimizi ve nefretimizi
ortaya koyarız. Bu tepkilerin akıl ötesi bir alandan geldiğini de duyarız, hissederiz.319
Vicdani duyarlılık bazı bireylerde çok kuvvetlidir. Bunlara ahlak kahramanları
diyebiliriz. Bu tür kimseler, vicdanlarının sesine, hiçbir menfaat beklemeksizin, herhangi bir
tehlikeye aldırmaksızın derhal itaat eden fedakârlardır. Gerçekte herkes az çok vicdanının
sesine uyar ancak vicdanın sesi yüksek bir mevkiden feragat etmeyi, büyük tehlikelere
atılmayı emrettiği “hayatını ve sevgililerini mefkûre uğruna feda edeceksin!” dediği
buhranlı anlarda, çok kimseler bu sese kulak vermez ve bu fedakârlığı gösteremezler. Bu
fedakârlığı gösterenler ahlakın zirvelerine yükselmiş kahramanlardır. Zaten tarihteki büyük
inkılâpları yapanlar, zor durumda kalmış toplumları büyük tehlikelerden kurtarıp
medeniyetin zirvesine taşıyanlar bu insanüstü ahlak abidesi şahsiyetlerdir. Zira bu ahlak
dâhileri milletlere hür, bağımsız, yüce ve üstün bir hayat temin ederler.320
317 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 58; Çetin, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda “Da’vâ-yı Ahlâk-ı
Nazarî”, s. 325-326. 318 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 62. 319 Gökalp, Makaleler VII, s. 18-19. 320 Gökalp, Makaleler VII, s. 19-20.
153
Gökalp’e göre şe’niyet ve kıymet hükümleri olmak üzere iki tür değer yargısı
vardır. Şe’niyet hükümleri varlığın maddi ve fiziksel yönüne ait nitelikleri ifade eder.
Kıymet hükümleri ise mukaddes, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi yargılar içeren manevi
niteliklerdir. Ahlaki değer yargıları da akıldan ziyade kalbin etkin olduğu kıymet hükümleri
zümresindendir.321
Günaltay’a göre insanlara ahlak bilinci kazandıran en önemli kurum dindir. O,
günümüzde de insanlar arasında dolaşımda olan bir soruya, yaklaşık bir asır önce cevap
aramıştır. Herhangi bir dine bağlı olmadıkları halde ahlaki erdemlere riayet edenler, bu
güzel ahlakı nasıl elde etmişlerdir? Günaltay’a göre bu tür kimseler, asırlardan beri dini
terbiye içinde yaşamış, dini eğitimin etkisinde kalmış medeni toplumlar arasında
büyüdükleri ve onların ahlaki değerler adına ortaya koymuş oldukları esasları öğrendikleri
için, ahlaki fazilet sahibidirler. Zira herhangi bir dine tabi olmayanlar da bir şekilde içinde
bulundukları toplumların dinlerinden etkilenirler.322 Allah’ın varlığı, sıfatları, nübüvvet,
haşir-neşir gibi inançla ilgili şüphe ve tereddüdü olan dinsizler bile dinin insanları bir araya
getiren, onları ahlaki davranışlara yönlendirip, kötülüklerden uzaklaştıran, toplumsal ahenk
ve huzurun ancak dine bağlılıkla ayakta duracağı kanaatindedirler. Dolayısıyla dinsiz ve
ahlaksız bir cemiyet yaşayamaz.323
4.1.3. İslam Ahlakı - Evrensel Ahlak
Ahlak ile din arasında farklı türde ilişkilerden söz edilebilir: (1). Aralarında bir
özdeşlik kurulup; “din ahlaktır” veya “ahlak dindir” denilebilir. (2). Parça-bütün ilişkisinden
söz edilebilir ve; ya ahlak dinin ya da din ahlakın bir cüzü olarak görülür. (3). Din ile ahlak
birbirleriyle uyumlu, biri diğerinden bağımsız ve biri diğerinden türetilemez. (4). Din ile
ahlak arasında bir dereceye kadar uyumsuzluk söz konusu olabilir. (5). Ahlak ile din
arasında dinin, ahlakî değerleri davranışa dönüştürmede teşvik edici rolünden dolayı
psikolojik bir ilişki söz konusudur. Epistemolojik açıdan din, ahlakî norm ve kuralların
bilgisini sağlayan bir kaynak konumundadır. Ahlakî değerlerin kaynağının Tanrı olduğu
düşünülerek, ahlak ile din arasında ontolojik bir ilişkiden de bahsetmek mümkündür.324 Öte
321 Gökalp, Makaleler VII, s. 31-33. 322 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 63. 323 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 64. 324 Kılıç, “Ahlâk Kavramının Analizi”, s. 45-46.
154
yandan özellikle ilahî dinler söz konusu olduğunda iman, ibadet ve ahlak iç içedir.
Dolayısıyla ahlakın din ile münasebeti kaçınılmazdır.325
Ahmet Ağaoğlu’nda din, ahlakın kaynaklarından biridir ve İslam’ın yapılmasını
emrettiği ve kaçınılmasını istediği hususlara bakıldığı zaman onun üst düzey ahlakî
normlara sahip olduğu görülür.326 Ağaoğlu, her ne kadar ahlakın kaynaklarından birinin din
olduğunu ifade etse de, temelde din ve ahlakın birbirinden ayrılması taraftarıdır. Ona göre
din ve ahlak birbirinden bağımsız iki şubedir. Ahlakın iki temel öğesi olan iyi ve kötü
değerlerini tespit ve tayin etmek yalnız şeriat sahibinin yetkisinde olmamalıdır. Ahlak
normları yaşanılan zamana ve yere göre değişebilir. Sosyal şartlara bağlıdır. Bu konuda
belirleyici olan akıl, kamuoyu ve ihtiyaçlardır. Dindar olmak ile ahlaklı olmak aynı anlama
gelmez. Bazen dışarıdan dindar görünen bir adam, pekâlâ ahlaksız olabilir. Zira bu tür bir
anlayışa sahip kimseler gusül ve istibra gibi bir takım temizlik kurallarına riayet edince,
Allah’a karşı bütün görevlerini yaptıklarını zannederler.327 Ona göre dinin ahlak üzerindeki
etkisi sınırlı ve zayıftır. Okullarda ve medreselerde ahlak dersi hiç olmadığı gibi, âlimler de
ahlakı dinî vazifeler içinde kabul etmektedirler. Bu vazifeler de bir takım kuru, cansız,
ruhsuz ve gündelik alışkanlık halini almış olan kaidelerden ibarettir. Bu kaide ve kurallar da
fert ve cemiyeti yükseltecek, onları kuvvetli bir şekilde güdüleyecek, yüksek ideallere onları
ulaştıracak özden ve kudretten yoksundur.328
Yukarıdaki görüşleriyle dönemindeki mevcut ahlak anlayış ve pratiklerini eleştiren
Ağaoğlu’nun esas amacı ahlakı tamamen rasyonel bir temele oturtmaktır. O, özellikle
ahlakın dinden ayrılmasını savunurken bu düşüncesini temellendirmeyi dener. Ahlakî
normların akıldan ve insanlığın ortak tecrübesinden çıkartılabileceğini belirtir.329
Ağaoğlu’nun ahlak ile ilgili düşünceleri Durkheim’ın görüşleriyle paralellik arz etmektedir.
Çünkü Durkheim’e göre de ahlakın, ilahi dinlerin temel değerleri yerine sadece akla
dayanan rasyonel ve laik bir ahlak olması gerekir. Din ile ahlakın arası ayrılmalıdır.330 Bu
düşüncelerin tamamını Ağaoğlu’nun fikirlerinde de görmek mümkündür. Dolayısıyla
Ağaoğlu’nun ahlak anlayışı laik bir ahlaktır, denilebilir.331
325 Erdem, Ahlâka Giriş, s. 53. 326 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 58. 327 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 59-63; Çetin, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda “Da’vâ-yı
Ahlâk-ı Nazarî”, s. 330-331. 328 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 63. 329 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-42, 58-64. 330 Emile Durkheim, Ahlâk Eğitimi, Çev. Oğuz Adanır, Say Yay., İst., 2010, s. 29-30. 331 Durkheim, Ahlâk Eğitimi, s. 25-30.
155
Ağaoğlu’nun dinden bağımsız ahlak düşüncesini anlayabilmek için “din” olgusuna
yaklaşımına göz atmak gerekir. O, dini, bir vicdan meselesi ve yalnız Yaratanla kul
arasındaki manevî bağı düzenleyen bir kurum olarak görür. Dolayısıyla ahlakı dinden ayrı
düşündüğü gibi, dinin, devlet ve hukuk alanından çıkması gerektiğini de ifade eder.332
Gökalp’e göre Allah’ın fiilleri nasıl karşılıksız, hiçbir menfaat ya da çıkar
olmaksızın meydana geliyorsa Allah’ın ahlakıyla ahlaklanması istenilen bireylerin de
temelde karşılık, çıkar ve gösterişten uzak yaşamaları esastır.333
Akçura’ya göre ise İslam, metafizik ve ahlaki unsurları bünyesinde barındıran bir
ideal ve insani ihtiyaçlara cevap veren bir dindir. Kişinin yaratıcısına, kendine, mensup
olduğu topluma, başka toplumlara ve o toplumların bireylerine karşı sorumlu olduğu ahlak
kaideleri açıkça İslam’da yer almıştır. Böylelikle yaratıcının, toplumun ve kişilerin hakları
ortaya çıkmıştır.334
Fuat Köprülü, özellikle gençliğe ideal ve ümit aşılama noktasında İslam ahlakının
etkin bir unsur olduğunu belirtir. Zira ona göre materyalist anlayışın ahlak üzerindeki yıkıcı
ve olumsuz etkisi ancak sahih bir dini terbiye ile engellenebilir.335
4.1.4. Ahlaki Müeyyide
Bir kanunun, bir hükmün gereğini yapmak ya da yapmamak neticesinde kişiye
yüklediği mükâfat veya cezanın tamamına o kanunun, o hükmün müeyyidesi denilir.
Müeyyidelerde yaptırıcı bir güç vardır. Vazifeleri yapmaya teşvik eder, zorlar. Hür bir irade
ile yapıp-etmelerine yön veren insanın, eylemlerinin sonucuna da razı olması gerekir. Her
ne kadar müeyyideler, eylemlerin yerine getirilmesinde bireyi zorlayıp, teşvik etse de asıl
olan ceza korkusu veya mükâfat beklentisi olmadan eylemde bulunmaktır. Müeyyidenin
dinî, sosyal, kanunî ve vicdanî çeşitlerinden söz edilebilir.336 Burada Gökalp'in ifade ettiği
“biyolojik müeyyide”den bahsetmemiz gerekir. Zira başka ahlakçılarda pek rastlanmayan
bu yaptırım türü vicdani müeyyidenin bir uzantısıdır. Türkçemizdeki “duvarı nem, insanı
gam yıkar.” atasözünde olduğu gibi vicdanımızın rahatsız olduğu durumlarda fizyolojik
yapımızın herhangi bir cüzü zarar görür. Gökalp diyor ki: “İnsanlar ifratlarından dolayı her
332 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-20. 333 Gökalp, Makaleler VII, s. 30-31. 334 Akçura, Türk Yurdu, (Tutibay), C. 1, S. 16, s. 266. 335 Köprülü, Tevfik Fikret ve Ahlakı, Kanaat Matbaası, İst., 1918, s. 39. 336 Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 108-112.
156
gün hayatlarının müddetini tenkis ediyorlar ve melekelerini kaybediyorlar. Hâlbuki ahlaki
kanuna riayet etmiş olsalardı, cisimleri de ruhları da sağlam kalacak idi.”.337
Ağaoğlu, ahlakî müeyyidelerin önemini kabul eder ancak ona göre bu müeyyideler
bizim hayatımızda sınırlı sayıdaki bireysel ve toplumsal söz ve eylemlere uygulanmaktadır.
Bu da erdemli bir toplum olmanın çok uzağında kalındığını göstermektedir. Öyle ki
gerçekte bizde cinsî münasebete ait kaidelerden başka diğer ahlakî prensiplerin hemen hepsi
müeyyideden yoksundur. Müeyyideden yoksun bir kaide ve prensip ise yok hükmündedir.
Fiilen bizde ahlak telakkisi belden yukarı çıkmıyor. Çünkü yalnız bu alana ait kaideler ve
bu da kadınlara mahsus olmak üzere, kamuoyunda ve halk nazarında bir müeyyideye
sahiptir. Örneğin zina işlediği bilinen bir kadın bizde cemiyet ve aile içine alınmaz. Dışlanır
ve hakir görülür. İnsanlar onunla münasebet kurmaktan çekinir. Yani cinsellik ile ilgili
meselelerin toplumumuz katında ciddi ve sert bir müeyyidesi vardır. Ancak dikkat edilirse
mukaddes kabul edilen sadece kadın namusudur. Oysa zina işleyen erkeğe kamuoyu ve
halk vicdanı pekâlâ tahammül edebilmektedir. Bu ise bizim en hassas göründüğümüz ahlak
sahasında bile dürüst olmadığımızı göstermektedir.338
Yaptırım gücü olmayan herhangi bir ahlak kuralının olmadığını, yaptırım gücünün
de halkın vicdanı olduğunu savunan Ağaoğlu, cinsî ahlak kurallarının dışındaki diğer ahlak
kurallarında hassas davranmadığımızı ifade eder. Dünyanın hiçbir yerinde bizim kadar
namustan söz edilmediğini fakat yine dünyanın hiçbir yerinde bizim kadar namusla
kayıtsızca oynanılmadığını belirtir.339 Ağaoğlu, nasıl ki adı kötüye çıkmış bir kadından nasıl
kaçınıyor, onu nasıl aramızdan çıkarıyor, evlerimizin, ailelerimizin kapılarını ona nasıl
kapatıyorsak; dalkavuk, hırsız, katil, vefasız, sadakatsiz adamlara karşı da o suretle hareket
ediyor muyuz?, diye sorar ve böyle yapılmadığını ifade eder.340
Ağaoğlu’na göre toplumsal ahlakın müeyyidesi kamuoyudur. Ancak Doğu
toplumlarında gerçek kamuoyu olmadığından, ahlaki standartlara yeterince riayet
edilmemektedir.341 Oysa ona göre Batı medeniyetinin temelini ahlakî esaslar oluşturur.
Vazifeye, verilen söze, prensiplere, doğruya, iyiye, güzele, hakka bağlılık, Avrupa
337 Ziya Gökalp, Felsefe Dersleri, Sadeleştiren ve Yayına Haz., Ali Utku-Erdoğan Erbay, Çizgi Kitabevi,
Konya, 2006, s. 325-326. Gökalp’teki diğer müeyyideler ise; vicdanî, biyolojik, toplumsal ve uhrevî
müeyyidelerdir. Bkz., aynı yer. 338 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 43-44; Çetin, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda “Da’vâ-yı
Ahlâk-ı Nazarî”, s. 339-340. 339 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 47. 340 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 44. 341 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 48-49.
157
medeniyetinin temel taşlarıdır. Türkiye’de kurulan Cumhuriyet yönetiminin, bizi Avrupa’ya
götürdüğünü ve Avrupa ailesi arasına kattığını ifade eden Ağaoğlu, dışımız gibi içimizi de
tazeleyerek, bu topluluğa girmemiz gerektiğini vurgular.342
4.2. Ahlakın Pratik Boyutu
Amelî ahlak, felsefi ahlakın ortaya koyduğu konu ve kanunların uygulamaya
konulma ve bunların birey ve toplum tarafından tatbik edilme şekillerinden bahseder.
Ancak felsefi/teorik ve pratik ahlakın sınırlarını ve konularını kesin çizgilerle birbirinden
ayırmak mümkün değildir. Bu bir bakıma ahlak alanında teori ve pratiğin iç içe geçmiş
olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ilimle uğraşanlar, ahlakın uygulamaya yönelik olan
pratik kısmını birtakım bölümlere ayırmışlardır.343
1. Ferdî Ahlak: Ferdin kendi içi dünyası ile olan münasebetlerinden doğan
davranışlar ile ferdin Allah ile ilişkilerinden doğan davranışları konu edinir.
2. İçtimaî (Sosyal) Ahlak: Başkalarına karşı sorumluluklarımızı ele alır. Aile ve
cemiyet ahlakı şeklinde alt bölümlere ayrılmaktadır.
3. Devlet Ahlakı (Politika): Devletin üst bir organizasyon olarak, bireysel ve
toplumsal yaşamı düzenlerken uyması gereken kuralları içerir.344
4.2.1. Ferdî Ahlak
Kişinin kendisi ile barışık yaşaması, onun sağlıklı bir ruh haline sahip olduğunun
göstergelerinden biridir. Ruhî kuvvetlere dinamizm kazandırmanın ve bu kuvvetleri olumlu
yönde kullanmanın yolu ise onları hiç durmadan terbiyeye tabi tutmaktır. Kişinin sosyal
çevresinden önce kendine karşı sorumluluklarını yerine getirmesi, sağlığını koruması,
inancı ile eylemlerinin tutarlılık arz etmesi, sosyal statüsünün gereklerini yerine getirmesi
gibi konular ferdî ahlakın meselelerindendir. Bütün bunları sosyal çevre bazen olumlu
bazen olumsuz yönde etkileyebilir. Sağlam bir ahlakî terbiye ise her türlü olumsuz baskıya
karşı kalkan vazifesini görür.345
Ağaoğlu, ahlakı farklı yönleriyle ele alarak, ahlak meselesini indirgemeci bir
anlayıştan kurtarmayı dener. O, ahlâkın bireysel ve toplumsal hayat için önemi üzerinde
342 Ağaoğlu, “Cemiyet Hayatımızda Noksan Prensipler”, Cumhuriyet, 15 Mart 1935, Akalın, Türk Düşünce
ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu,s. 73’ten naklen. 343 Örneğin, Çağrıcı, Ahlakı; ferdî ahlak, aile ahlakı, medenî ahlak, iktisadî ahlak gibi kısımlara ayırmıştır.
Bkz., Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslam Ahlâkı, Ensar Neşriyat, İst., 2009, s. 187-267. 344 Gökalp, Felsefe Dersleri, s. 328 vd., 397 vd.; Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, s. 123-124. 345 Çetin, Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Ahlâk Meselesi, s. 34.
158
ısrarla durur. Ahlakı, insanı öncelikle içten kuşatması gereken bir olgu olarak ele alır.346 Ona
göre ahlâkî eylemin amacı, bireyin ve toplumun yararını gözetmektir.347 Ahlak kanununun
temeli akıl, kamuoyu ve ihtiyaçlardır. Birey ahlakî eylemde bulunurken özgürdür.348
Daha önce de ifade edildiği gibi349 Ağaoğlu’nun ahlaka dair üzerinde en çok
durduğu konular, bireyden kaynaklanan ahlaki eylem, söz ve tavırlardır.350 Ağaoğlu, Malta
esirleriyle ilgili değerlendirmelerde bulunurken, bireysel ahlak alanıyla ilgili güzel bir
tespitte bulunur. Kendisi de dahil Malta’ya sürülenlerin,351 İstanbuldakiler kadar vatanlarına
hiçbir zaman hıyanet etmediklerini, kendi çıkarları için milletlerine ihanet edecek kadar
küçülmediklerini belirterek şu soruları sorar: Fakat acaba bu fazilet midir? Acaba ihanet
etmemek gibi menfi sıfatlar, tarihî derinliği olan ve dünya çapında tarihi olan bir milletin
başına geçen bir partinin fertleri ve başkanları için pek övünülecek bir sıfat mıdır? Eğer
Türk aydın ve önderlerinin faziletleri, bu gibi menfi sıfatlardan ibaret kalırsa, acaba
vazifelerini hakkıyla yapıyor sayılabilirler mi? Vatana hıyanet etmemek, milleti satmamak;
bu ne demektir? Bunlar hep sıradan adamların da vazifesi değil midir? Önderlik iddiasında
bulunan insanlardan, bu gibi menfi sıfatların üstünde, daha yüksek ve müspet faziletler
beklemek tabii değil midir?352 Buna göre, Ağaoğlu için “erdem” sadece olumsuz tavır ve
eylemlerden uzak durmak değildir. Özellikle topluma rehberlik yapacak olanlar için erdem;
olumlu, müspet ve toplum yararına icraatlar ortaya koymaktır, artı değer üretmektir.
4.2.2. Toplumsal Ahlak
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu hakikati İbn Haldun “İctimâu’l-insaniyyi zarûriyyun /
İnsanların bir arada yaşamaları zorunludur.” diyerek, bazı filozoflar da “insan tabiatı
itibariyle medenîdir.” şeklinde ifade etmişlerdir.353 Zira insan acizdir. Bu acizliğini bir nebze
olsun diğer insan ve varlıklarla kurduğu ilişkilerle giderebilir. Toplumsal yaşamda ise
insanın hem cinsleriyle ve diğer varlıklarla münasebetlerini düzenleyen birtakım kurallar
346 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 50. 347 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 43-60. 348 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-42, 58-64. 349 Bkz., 1.1. Ahlakın Felsefi Boyutu. 350 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 43-60. 351 Malta esareti ve sürgünler için bkz., Cemal Kutay, Malta esirleri : Osmanlı sürgünlerinin öyküsü (1918-
1921), Haz., Ergun Tekin, ABM Yay., İst., 2014; Bilal Niyazi Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yay., İst.,
2009. 352 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 57; Ayhan Çetin, ““Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’na Göre
Da’vâ-yı Ahlâk-ı Amelî”, Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2012, S. 17/1, s. 140. 353 Abdurrahman İbn Haldun, Mukaddimetü İbni Haldun, Mürâcaa’ ve’z-Zabt: Süheyl Zükkâr-Halil Şuhade,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 2001, s. 54. Krş., İbn Haldun, Mukaddime, Çev. Zâkir Kadîrî Ugan, MEB, C. I, İst.,
1997, s. 100.
159
vardır. Hukuk, din, ahlak, örf ve âdet kuralları bunların başlıcalarıdır.354 İlişkileri
düzenleyen kurallar ne kadar rasyonel, fonksiyonel ve dinamik olursa toplum da o derecede
sağlıklı ve mutlu olur.
Ağaoğlu, bireysel ve toplumsal ahlakı toplumda hâkim kılmak için öncelikle bu
konuda örnek olacak, kitlelere rehberlik edecek edebi ürünlerin olması gerektiğini belirtir.355
O, ahlak adına çocuklara ve gençlere kuru bilgilerden ziyade, onların ruhlarına ve kalplerine
hitap edecek hikâyeler içine serpiştirilmiş tarzda ahlâkî öğütlerin verilmesi taraftarıdır.
Ezops’un, Lafontain’in, Crilof’un fabllarına benzer eserlerin dilimizde, hatta dahil
olduğumuz İslam medeniyeti içinde bulunmayışına hayıflanır. Var olanlar içinde
Hinducadan Farsça ve Arapçaya çevrilmiş “Kelile ve Dimne”nin356 Türkler arasında
yayılmadığını, Şeyh Sâdi’nin“Gülistan ve Bostan”ının357 da manevî etkileri açısından genel
olarak çağımızın insanını tatmin edecek mahiyette olmadığını belirtir.358
Ağaoğlu yazılarının çoğunda İslam medeniyetinin geri kalmasının nedenlerini
sorgular, çözüm önerileri sunar. Üç Medeniyet adlı eserinde üzerinde durduğu üç
medeniyetten359 biri olan İslam medeniyetinde bireye ve topluma yön veren ve oldukça
rağbet gören Gülistan ve Bostan’a ayrı bir parantez açar.360 Çünkü ona göre, Şeyh Sâdi’nin
prensipleri İslam medeniyetindeki bireysel ve toplumsal hayatın bir çeşit özetidir. Bu
prensipler yüzyıllar boyunca Müslümanlar arasında ilgi görmüş; hayatın çeşitli alanlarında
etkili olmuştur. Ancak Ağaoğlu, bölüm bölüm incelediği Gülistan ve Bostan hakkında
olumsuz bir kanaate ulaşır ve şu eleştirileri getirir: Tebaa, padişaha karşı mutlak itaat, mal,
can ve hatta ırz fedakârlığıyla mükelleftir. Fakat Şah’ın halka karşı hiçbir sorumluluğu
yoktur. Bütün hukuk ve hak onda, bütün vazife de halktadır. Maalesef Şeyh Sâdi’nin
hükümdarlık, hükümet ve devlet felsefesi hakkındaki fikri budur. Sâdi’ye göre hükümdar
zalim ve zorba da olsa halk yine sabır ve tahammül göstermelidir. Ona göre iyi adamın
sıfatları itaat, kanaat, teslim, tevekkül ve tahammüldür. Bunlar hep başkaları tarafından
güdülen iradesiz, cansız, dilsiz yığınları anlatan sıfatlardır. Sadi, bir başka müstakil bölümde
kanaatten bahseder. Ancak, Ağaoğlu’na göre Sadi’nin tavsiye ettiği kanaat, iktisatçıların
354 Adnan Güriz, Hukuk Başlangıcı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2005, s. 1-2. 355 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 63-64. 356 İbnü’l-Mukaffâ, Kelile ve Dimne, Haz., Ali Nihad Tarlan vd., Bedir Yay., İst., 1990; Beydeba, Kelile ve
Dimne, Haz. Ebuzer Kalyon, Akçağ Yay., Ankara, 2008. 357 Sa’di, Bostan ve Gülistan, Çev. Şemsettin Yeltekin, Araf Yay., İst., 2013. 358 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 64. 359 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 3-18. 360 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 64-76.
160
tavsiye ettikleri tasarruf/sermaye birikimi değildir. O, bütün Doğu toplumlarının fiilî olarak
uyguladıkları fakirliği ve ihtiyacı, bir ideal ve bir mefkûre haline koymaktadır. Sadi’ye göre,
çalışıp zengin olmak ve başkalarını da servetinden faydalandırmak, genel zenginliği
artırmak, doğru yoldan çıkmaktır ve manevî bir suçtur.361 Ağaoğlu, bu durumun İslam
dünyasında yapmış olduğu yıkıcı etkiyi Ziya Paşa’nın meşhur dizeleriyle özetler:
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm,
Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün vîrâneler gördüm.
Ağaoğlu’na göre, bireyi kurtarmak ve şahsî mutluluğunu sağlamak için belki
yukarıdaki sıfatlar yeterlidir. Ama o birey, bütünüyle cemiyetin dışında yaşamak şartıyla.
Çünkü cemiyet içinde yaşayan bireyler, birlikte yaşamanın neticesi olarak, ister istemez
kendi hemcinsleriyle ilgilenmek, onlara karşı belli bağlarla bağlanmak zorundadırlar. İşte
Sâdi ve çoğu İslam filozofu bu bağları dikkate almayıp; sanki insanların tek başlarına
yaşadıklarını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla İslam edebiyatında sosyal ahlaka ait hiçbir ciddi
eser ortaya çıkmamıştır.362
Toplumsal ahlak alanındaki önemli konu başlıklarından biri de kadın meselesidir.
İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarının çağdaşlaşma anlayışı içinde kadın hakları konusu
önemli bir yer tutmaktadır.363 Ağaoğlu’nun temel düşüncelerinden biri, bireyin özgürlüğü
olduğu için kadın haklarını da bu çerçevede ele alır ve kadının toplumsal yaşamda daha
görünür bir hale gelmesi taraftarıdır.364 O, ahlakî değerlerin oluşumu ve gelişmesi üzerinde
etkili olan kurumlardan biri olan aileye gündeminde hep yer vermiştir. Ancak ona göre
bizdeki aile kurumu çocuğun ruhu üzerinde toplumsal açıdan olumlu etki yapacak bir
mahiyette değildir. Koca ile karı arasındaki hukuk eşitsizliği, örtünme ve örtünmenin sebep
olduğu “kapalı” hayat, ailenin haremlik ve selamlık olarak bölünmesi, sosyolojik ve ahlakî
bakımdan önemli olan faziletlerin çocuklarda ortaya çıkmasına mani olmaktadır. Ayrıca bu
durum egoizmin beslenmesi için müsait bir ortam hazırlamaktadır. Aile teşkilatı ıslah edilip,
kadına çağdaş toplumlardaki mevkii verilmez ve kadınlar sosyal hayata dahil edilmezlerse,
aile eğitimi ve ailenin birey üzerindeki etkisi sosyolojik açıdan daima olumsuz olacaktır.365
361 Çetin, ““Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’na Göre Da’vâ-yı Ahlâk-ı Amelî”, s. 141-142. 362 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 64-73. 363 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 444-450. II. Meşrutiyet döneminde “kadın ve aile” konusunda bkz.
Tekin, “Meşrutiyet Döneminde Kadın ve Aile Tartışmaları”, s. 103-128. 364 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, Rusçadan Çev. H. Ali Ediz, Birey Toplum Yay., Ankara, 1985, s. 59-60. 365 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s.76.
161
4.2.3. Devlet Ahlakı
İnsanlar toplum halinde yaşayan varlıklar olduğuna göre, bu toplumun işleyişini
organize eden ve yönlendiren bir düzenlemenin de olması gerekir. Bu düzenleme işine
basitçe siyaset denilebilir. Âlemin düzeni, insanın huzur ve mutluluğu siyaset kurallarına
bağlıdır. Yine siyaset ve devletin varlığı, dinin korunması ve yaşanmasının garantisidir. Bu
önemi dolayısıyla devlet ahlakı, gelenekçi ahlâkçılara göre pratik ahlâkın üçüncü ana
konusunu teşkil etmektedir.366
Devletin bizatihi kendisi ahlaki eylemin hem öznesi hem nesnesidir. Devlet, her
şeyden önce organizasyonun en tepesindeki tüzel kişilik olarak bütün iş ve eylemlerinde
ahlakî davranmak zorundadır. Diğer yandan, genel anlamda ahlakı korumak bakımından da
ciddi roller üstlenebilir. Özellikle toplumsal düzeni sağlama adına başvurduğu hukuk
düzeni ile ahlaka yön verebilir; ahlâkın çiğnenmesi karşısında, devletin gücü harekete
geçebilir. Hak ve haksızlığı tespit edip, ahlak anlayışına maddî bir yaptırım gücü ekleme
kabiliyeti gösterebilir.367 Bu bağlamda devlet ahlakı; devletin bizatihi devamını sağlayacak
kaide ve kuralları içerir. Bu bazen yazılı kanunlar şeklinde olabildiği gibi örf ve adetler
şeklinde de olabilir. Bu düzenleme devlet adamlarının devleti idare biçimleri ile devletin
siyasî, ekonomik, kültürel vb. kurumlardaki yapılanmasını; kendi vatandaşları ve başka
devletlerle ilişkilerine varıncaya kadar bir dizi kanunu içerir. Dolayısıyla insanla alakalı
olduğu için devlet işleri bir yönüyle ahlakî bir çerçeveye sahiptir.368
Ahmet Ağaoğlu, düşlediği bireysel ve toplumsal hayatı ve bu hayatın zeminini
teşkil eden devletin nasıl bir ahlak ve hukuk anlayışına sahip olacağını Serbest İnsanlar
Ülkesi adlı ütopyasında anlatır. “Serbest İnsanlar Ülkesi”nin esas yasası 14 maddeden
oluşur. Burada bireysel, toplumsal ve devlet ahlakı ile ilgili emir, yasak ve tavsiyeler iç
içedir. Doğruluk ve cesaret, sahip olunması gereken iki önemli erdemdir. Yalan söylemek,
riya, dalkavukluk, muhbirlik, korkaklık, başkalarının haklarına tecavüz, hile ve fesat gibi
fiiller şiddetle cezalandırılır. Hakkı ve adaleti savunma, çalışma, yardımlaşma ve her
vatandaşın devlet çalışanlarını denetlemesi, yerine getirilmesi gereken önemli görevlerdir.
Bütün iş ve işlemlerde uzmanlaşma ve iş bölümü gereklidir. Yapılan iş ve işlemler şeffaf
olmalı ve her vatandaş gerektiğinde söz ve eylemlerinin hesabını vermelidir. Hesap
vermekten kaçanlar ile hesap veremeyenler cezalandırılır ve vatandaşlıktan çıkartılır. Son
366 Erdem, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, s. 255-256. 367 Mustafa Gündüz, Ahlâk Sosyolojisi, Anı Yay., Ankara, 2010, s. 216. 368 Çetin, Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Ahlâk Meselesi, s. 39.
162
olarak: “Yukarıdaki maddeleri ezberlemek ve onlara uymak her vatandaşın borcudur.”369
Görüldüğü üzere Ağaoğlu bir bakıma bu ütopyasında kendine göre “iyi vatandaş” ve
“medenî ülke” niteliklerini tartışır.
4.3. Ahlak Eğitimi:
Ahlak eğitimi konusunda birbirinden farklı görüş, yol ve yöntemler söz konusudur.
Bu farklılıklar temelde “ahlak” kavramına yüklenilen anlamlara göre değişmektedir.
Ahlakın kaynağını Tanrı, doğa, toplum veya insanda gören birbirinden farklı görüşler, ahlak
eğitiminin biçim ve içeriği konusunda da birbirinden ayrılır.370 Sosyal bir olgu olan ahlakı
yalnızca dine hasretmek eksik olur. Zira dinden bağımsız laik bir ahlak görüşünü savunan
düşünürler de vardır. Sözgelimi Emile Durkheim bunlardan biridir ve o modern bir ahlak
anlayışının disiplin, sosyal gruplara bağlılık ve irade özgürlüğü olmak üzere üç temel
unsura sahip olması gerektiğini belirtir.371
Osmanlı’nın son dönemindeki bozulma ve çöküş nedenleri bağlamında ahlak
eğitimi toplumun ve aydınların gündemini öncelikli olarak meşgul etmiştir. Türkçü aydınlar
da konuyla yakından ilgilenmiş ve önemli görüşler ortaya koymuşlardır.
Yusuf Akçura’ya göre eğitim ve öğretim kurumlarının bir ideali ve ahlak anlayışı
olmalıdır. Bu mesele kurumlarda görev yapanların kişisel anlayışlarına terk edilmemelidir.
Ahlak eğitimiyle meşgul olan herkes aynı gaye ve hedefe uygun hareket etmelidir. Yoksa
ortaya fikirler arasında bocalayan, okyanusun ortasında kaptansız kalmış gemiye benzeyen
bireyler çıkar. Fikir yapıları ve idealleri farklı öğretmenlerin tesirinde kalan öğrenciler
şüpheci, gayesiz, inançsız ve idealsiz olurlar. Öğretim kurumlarında birbirinden farklı fikir
ve görüşlere sahip öğrencileri, yüce bir ideal etrafında toplamak ve onlara fazilet ve üstün
değerler kazandıracak bir ahlak ve eğitim vermek gerekir. İlköğrenimden ortaöğrenime
geçen çocuklar dalgalar arasında kalmış yelkensiz, dümensiz bir tekneye döner. Bir hedefe
kilitlenip, bir şeye kuvvetle inanamaz. Hatta manevi bir şeyi sevemez. Lisedeki bir çocuğun
yaşı ilerlemiş, hissi, fikri gelişmiş, maddî ve manevî ihtiyaçları artmıştır. Sevdiği,
benimsediği bir ideali bir ülküsü bulunmazsa 17-18 yaşındaki bir genç sırf maddî, bedenî
zevklerin peşinden koşar. Böyle bir gencin ideali hayvanî hayattan azami istifade etmek
olur. Genç, en pis, en adî manasıyla bir epiküryen kesilir. Yaşının ilerlemesiyle
369 Ağaoğlu, Serbest İnsanlar Ülkesinde, Sanâyii Nefîse Matbaası, İst., 1930, s. 8. 370 Gündüz, Ahlâk Sosyolojisi, s. 248. 371 Durkheim, Ahlak Eğitimi, s. 39 vd. Dünyevi hazlara aşırı düşkün kimse.
163
epiküryenlik de artar. Yükseköğrenimi bitirip hayata karıştığı zaman bu idealsiz adamın
emeli sırf şahsî, bedenî ve maddîdir. O artık bencil bir individüalist, hazlarının peşinden
koşan bir sensualist, kendini beğenmiş bir egoist olmuştur. Kendinden başka kimseyi ve
hiçbir şeyi düşünmez. Düşündüğü ancak mümkün olduğu kadar çok ve iyi yemek, güzel bir
köşkte oturmak, çok para kazanmak, zevk ve safa sürmektir. Toplumun dertleriyle
dertlenen, başkalarını düşünen insanları alaya alır. Bu tür insanları akılsız ve saf olmakla
itham eder.372
Günaltay, ahlak eğitimine büyük önem verir. Bir toplumun gelişmişlik derecesini,
bireylerin ahlaki tutumlarının derecesiyle doğru orantılı görür. Ona göre, ahlaki derinlik ve
yücelikten uzak bireyler, ne kadar okumuş ne kadar kültürlü olurlarsa olsunlar, bu tür
bireylere dayanan toplumlar huzuru yakalayıp ilerleme ve kalkınmalarını
gerçekleştiremezler. Böyle bir toplum zahiren muhteşem ve debdebeli görünse de
görünüşteki bu haşmet ve kuvveti zahiri ve aldatıcıdır. Böyle bir toplum, çürümüş, kof ve
kocamış fakat üzeri rengârenk boyalarla boyanmış bir binaya benzer.373 “Ferdleri ahlaki
terbiyeye bigâne olan milletler de aynıyla böyle bir binaya benzerler. Şiddetli bir iç
karışıklık, kuvvetli bir dış rüzgâr onu sarsar, devirir. Şu halde her şeyden evvel hatta
ilimden, kemalden; evet her şeyden evvel milletin fertlerine temiz bir ahlak eğitimi
verilmesi gerekir.”374
Günaltay’a göre toplumdaki ahlaki zafiyetlerin başlıca sorumluları din adamlarıdır.
Toplumu din konusunda aydınlatma sorumluluğunu taşıyan bu insanlar, cahil topluma dinin
fazilet ve ahlaki yönlerini anlatmak yerine, hiç düşünmeden birbirlerini cahilce tekfir
etmekle uğraşmaktadırlar. Oysaki İslam’ın ahlaki emir ve yasakları hakkıyla öğretilip,
öğrenilse ve Müslümanlar dinin emirlerine uymuş olsalar, İslam ülkelerinde polis ve
jandarmaya ihtiyaç kalmaz. Bu durumun en güzel örneği Hz. Peygamber ve Hz. Ömer
dönemleridir. Ona göre “Bir cemiyetin huzur ve asayişini temin edecek en kuvvetli zabıta,
ahlak zabıtasıdır. Ahlak zabıtasının halkın vicdanında mutlak hâkim olabilmesi de din
tarafından telkin edilmiş olmasına bağlıdır.” Bu konuyu eğitimciler ile eğitim kurumları
dikkate almalı ve araştırmalıdır.375 O, 1917 yılında Ertuğrul (Bilecik) mebusu olarak
Bireyci; kendini düşünen kimse. Bilginin kaynağının sadece duyumlar olduğunu savunan materyalist öğreti. 372 Akçura, “Emel ve İdeal”, Türk Yurdu (Tutibay), s. 267. 373 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 283. 374 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 284. 375 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 90.
164
bulunduğu Mebusan Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada da benzer düşünceleri savunur.
Bireysel ve toplumsal ahlakın yükselmesi için okullardaki ahlak eğitiminin esaslı, sağlam
ve kutsi bir temele dayanmasının önemini vurgular. Bu kutsi temelin ise İslam olduğunu
belirterek; din eğitim ve öğretimine gerekli özenin gösterilmesini ister.376
Günaltay’a göre ahlaki tavır ve davranışların kazandırılması için çocukların okula
başlamalarını beklemek yanlıştır. Zira bir çocuğun bedenen, ruhen dış tesirlerden en çok
etkilendiği dönem okul öncesi dönemdir. Haddizatında ahlakçılara göre huy, çok tekrar ile
kazanılan bir melekedir. Çocuğun bu melekeyi kazanmaya en çok kabiliyetli olduğu zaman
dilimi ise çocukluğun ilk dönemidir. Bu nedenle çocuk terbiyesi ve ahlak eğitimi ailede
başlamalıdır. Çünkü bu devrede kazanılan tavır ve davranışlar kalıcı bir şekilde kökleşir ve
bireyin karakteri halini alır. Ancak ona göre maalesef toplumumuzda “çocuğa en az
ehemmiyet verilen, ona bir insandan ziyade bir oyuncak, bir eğlence gibi bakılan zaman da
yine bu devredir.377
Günaltay, çocukların ahlaki terbiye ve gelişimlerinde okullara ve öğretmenlere
büyük sorumluluklar düştüğünü ifade eder. Okul ve öğretmenler çocuğun evde kazandığı
huyları geliştirip, kalıcı hale getirir, yanlış olanları düzeltmeye çalışır. Toplumsal ahlaka
yönelik çalışmalar yapar. Değerler eğitiminde okulun ve öğretmenlerin başarılı olabilmesi
için, ailenin ve sosyal çevrenin okulla işbirliği yapması ve aynı zamanda ideal ve ülkü
birliği içinde olunması gerekir. Birinin yaptığını diğeri bozarsa, çocuğun istikrarlı ve kalıcı
bir karakter edinmesi mümkün değildir.378
Günaltay, ahlak öğretimi ile ahlak eğitimini birbirinden ayırır. Ahlak öğretiminin
üzerinde çok durmaz ancak ahlak öğretiminde öğretilen bilgilerin ezbercilikten kurtarılarak,
pratik ve tecrübeye dayalı bir şekilde öğretilmesini ister.379 Onun üzerinde durduğu temel
mesele öğretimden ziyade ahlak eğitimidir. Ahlak eğitimi ise sadece ahlak derslerine değil,
öğretimin tamamına nüfuz etmelidir. Gerek doğrudan doğruya gerekse dolaylı olarak bütün
öğretim süreçlerinde ahlak terbiyesi yer almalıdır.380 Ders anında, teneffüslerde, okuma
derslerindeki parça seçimlerinde, güzel yazı derslerinde yazılacak metinlerde vs. hemen her
yerde ahlak terbiyesine yönelik mesajlar verilmelidir. Oyun ve teneffüs vakitlerinde bile
çocukların ahlakı üzerinde çok etkili olunabilir. Ancak bunun için öğretmen ve bu işle
376 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İst., 1977, C. III-IV, s. 1371. 377 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 284. 378 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 284-285. 379 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 288. 380 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 285.
165
görevli diğer sorumluların, pedagoji ve psikolojiye vakıf ve iyi yetişmiş olmaları gerekir.
Diğer taraftan çocuk ve gençlerin ahlak eğitimlerinde okul içinde öğretmenler, evde ise ana-
baba ve diğer aile bireyleri sorumlu olmakla birlikte, sosyal çevrenin de bu konudaki etkisi
ihmal edilmemelidir.381
Ağaoğlu’na göre okul müfredatlarına, Kur’an’ın sırf ahlaka ait ayetlerinin
öğretileceği bir ders konulmalıdır. Bu derste ahlaka dair ayetler bir bütün şeklinde
öğrencilere hem ezberletilmeli hem de tercüme edilerek öğretilmelidir. Zira bu şekilde
ayetleri anlayarak ezberlemek hem daha keyifli olur hem de daha kalıcı bir öğrenme sağlar.
Yine çocukların ruhunda bir ferahlık husule gelir ve böylelikle Kur’an’la daha içli dışlı hale
gelir; ruh ve kalplerini aydınlatıp besleyecek prensipleri elde ederler.382
Ağaoğlu yaşadığı dönemde bireysel ve toplumsal hayattaki sorumsuzluk, bunalım
ve ahlakî yozlaşmanın farkında olan bir aydındır. Bu durumun ıslahı için neler yapılması
gerektiği konusunda kafa yormuştur. O, ahlakın sadece belirli konulara hasredilerek
indirgemeci bir boyutta ele alınmasını eleştirmiştir. Ağaoğlu’na göre din ile ahlak birbiriyle
uyumlu olmakla birlikte biri diğerinden bağımsızdır. Ahlak dinden bağımsız bir şekilde ele
alınmalıdır. Dindar olmakla ahlaklı olmak aynı anlama gelmez. Dinin ahlak üzerindeki
etkisi sınırlıdır. Ahlaki müeyyide olarak kamuoyu ve vicdana büyük önem atfeden
Ağaoğlu’na göre Doğu toplumlarında gerçek kamuoyu olmadığından ahlâkî duyarlılık da
yeterince gelişmiş değildir.
381 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 286-288. 382 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 59.
166
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKÇÜ AYDINLARA GÖRE DİNİN TOPLUMSAL BOYUTU
1. MEDRESELER, ULEMA VE DİN EĞİTİMİ
Osmanlı Devleti’nde eğitim sisteminin bozulmaya başlamasının tarihi 16. yüzyılın
sonlarına kadar götürülmektedir. Sürekli savaşlar sebebiyle bozulmaya başlayan ekonomik
durum ve ilmiye teşkilatındaki çeşitli sıkıntılar medrese sistemini olumsuz etkilemiştir.
Neticede ilme rağbet azalmış, iltimasla ve rüşvetle müderris ve kadılık verilir olmuştur.
Eğitim-öğretim sistemi ezberci ve rivayetçi bir hal almıştır.1
Tanzimat döneminde eğitim ve öğretimde nitelik ve nicelik olarak görece bir
düzelme görülmüştür. Bu çerçevede bazı meslek liseleri açılmış ve medrese haricinde
eğitimde kapsamlı bir düzenleme yapılarak yeni modern eğitim kurumları açılmıştır.
Sonuçta ise eğitimde ikilik ortaya çıkmış; “medrese” ile Tanzimat’ın okulları olan sivil ve
askeri “mektep”lerden dünya görüşü farklı bireyler yetişmiştir. Diğer tarafta azınlık ve
yabancı okulları önemli gelişmeler göstermiş ve gelecekte devletin bekasını zora sokacak
büyük bir felaketin tohumları atılmıştır.2 Birinci Meşrutiyet dönemi ya da bir başka ifadeyle
II. Abdülhamit iktidarında eğitim ve öğretim alanında çok önemli gelişmeler kaydedilmiştir.
Bu dönem, Tanzimat düzenlemelerinin meyvesinin alındığı ve maarif teşkilatının
modernleştiği bir devir olmuştur. Okullaşma oranı artmış, geçmişte sadece İstanbul’la sınırlı
kalan maarif çalışmaları taşraya da yayılmıştır. Dönemin ilköğretiminde temel amaç
“İslamcılık” siyasetine, ortaöğretimin amacı da “Osmanlıcılık” siyasetine uygun
yürütülmüştür. İlerleyen yıllarda ise “Türkçülük” ideolojisi, bu iki ideolojiye alternatif
olarak okullarda öğrencilere kazandırılması gereken bir düşünce ve ideal haline gelmiştir.3
Batıyla ilişkilerin gittikçe yoğunlaştığı, basın ve yayın faaliyetlerinin toplumu iyice
kuşattığı II. Meşrutiyet sürecinde ise eğitimin sorunları tekrar tespit edilmeye çalışılmıştır.
Bu bağlamda Meşihat makamına arz olunan bir layihada o dönemde medreselerdeki
sıkıntılar şu şekilde tespit olunmuştur: (1). Her asrın icabına göre medreselerde yapılması
gereken değişiklik ve ıslah yapılamamıştır. (2). Şer’i öğretiler, “asrın idrakine
söyletilememiştir”. (3). Asli meseleler bırakılmış; lüzumsuz teferruatla uğraşılmıştır.
1 Mehmet Saray, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey, Türk Kült. Araş. Enst. Yay.,
Ankara, 1987, s. 41. 2 Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 177-178. Tanzimat dönemi eğitimi için bkz., aynı eser, s. 177-249.
Osmanlıdaki ilmiye teşkilatı hakkında mufassal bilgi için bkz., İ. Hakkı Uzun Çarşılı, Osmanlı Devletinin
İlmiye Teşkilatı, TTK Basımevi, Ankara, 1988. 3 Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, s. 163-166.
167
(4). Genel olarak dini bilimlerin dışındaki bilimler, özellikle de fen ve doğa bilimleri
medrese programından çıkarılmıştır.4
Her şeye rağmen Tanzimat ve sonrasında başlayan medreseleri ıslah çalışmaları II.
Meşrutiyet’in getirdiği düşünce hürriyeti sayesinde artmış ve yaygınlaşmıştır. Medrese
programlarının asrın ihtiyaçlarını karşılayamaması, bu kurumların eski ilgiyi görmemesi ve
asker kaçaklarının sığınağı haline gelmesi gibi hususlar medreselerde ıslahı gerekli hale
getirmiştir.5 Yine medreselerde okutulan dini ilimlerin içeriğinin sadece namaz ve abdest
gibi ilmihal bilgileriyle doldurulup ahlaki hususların ihmal edilmesi; çalışmak, üretmek,
ilerlemek gibi faziletlerin yeterince öğretilememesi ve buna paralel olarak eğitim-öğretimde
başvurulan vaaz kitaplarının dünya malını kötüleyip sürekli züht ve takvayı, aza kanaati
teşvik etmesi ıslahatın gerekçeleri arasında yer almıştır.6 Bu dönemde de maarif sisteminde
Tanzimat’tan gelen çok başlılık devam etmekle birlikte Batılı modelde tedrisat yapan
okulların önemi artmıştır. Ancak eğitimde devam eden bu dilemma mevcut toplumsal ve
iktisadi kurumlardaki birlik ve ahengi yok ettiği gibi yeni bir sistem ikamesini de
gerçekleştirememiştir.7
Esasında meseleye daha geniş perspektiften bakıldığında 20. yüzyılın başlarında
İslam ülkelerinde geleneksel dini sistemin çözülüşü en açık şekilde hukuk ve eğitim
alanlarında görülür. Çünkü çözülüş öncelikle ve büyük oranda bu iki kurumun sahip olduğu
birtakım güç ve ayrıcalıkların budanmasıyla başlamıştır. Devletin batılılaşması sürecinde
eğitim yavaş yavaş ulemanın kontrolünden çıkmış ve medrese geleneksel güç ve otoritesini
kaybetme sürecine girmiştir.8 İşte böyle bir süreçte Türkçü aydınlar Müslüman
coğrafyalarda, hassaten Osmanlı’da eğitim meselesiyle ilgili düşüncelerini ortaya
koymuşlardır. Medreseler başta olmak üzere dini kurumların yapı ve işleyişindeki
sıkıntılarla ulemanın tedrisat ve toplumsal yapıdaki rolü ve din eğitiminin muhtelif
meseleleri, Türkçü aydınların ele aldıkları konular arasında yer almıştır.
1.1. Medreseler
Dini kurum denilince ilk akla gelen medreseler konusunda en fazla kafa yoranların
başında Ziya Gökalp gelir. O, idealindeki “Yeni Hayat”ı kurgularken bütün eski toplumsal
4 Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, s. 126-127. 5 Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 312-313. 6 Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yayınları, İst., 1983, s. 221-222. 7 Köprülüzade Mehmed Fuad, “Mekteb-Medrese”, Tasvir-i Efkâr, 6 Rebiülâhir 1331/15 Mart 1913. 8 Niyazi Berkes, Teokrasi ve Laiklik, Adam Yay., İst., 1997, s. 61.
168
kurumları ve eğitim müesseselerini gözden geçirir ve değerlendirir. Ona göre İslam,
görkemli ve üstün bir medeniyet inşa etmek kudretine sahiptir. Geçmişte bunun örneklerini
verdiği gibi bunu tekrar gerçekleştirebilir. Ancak bunun için İslam’ı, ana kaynaklarından
doğru bir şekilde bulup çıkaracak içtihat kurumları gerekir. Gökalp’e göre bu kurumlar
medreselerdir. “Din-i İslam öyle dolu bir hazineye sahiptir ki, şaşalı, muhteşem bir
medeniyeti ortaya çıkarmak için sadece bir cevher-i hakikati kâfidir. Fakat o hakikat
cevherlerini Kitap ve Hadis’ten devşirmek ve bütün âleme ithaf için içtihat merkezleri
lazımdır ki, onlar da, medreselerdir.”9
İslam’ın ilk dönemlerinde, eğitim ve öğretimin yapıldığı kurumlarda maddi ve
manevi bütün ilimlerin okutulduğunu ifade eden Gökalp’e göre işin sırrı meseleye bütüncül
bir şekilde yaklaşmaktır. Eğitim kurumlarında dini bilgilerin yanı sıra diğer bilimlerin de
yer alması gerekir. “İslam’ın ilk dönemlerinde medreselerde ulûm-i diniye ve içtimaiyyenin
kâffesi tedris olunuyordu. Medreselerden yetişen ulema, hakikaten ümenâ-i din ve verese-i
enbiya olurlardı. Medreseler, ümmet-i İslamiyye’nin müzekkî-i ahlak ve mürebbî-i
ma’neviyyatı idi.”10
Müslümanların geri kalmasının nedenlerini medreselerde verilen eğitime, daha
doğru bir ifadeyle buralarda verilemeyen hürriyet, adalet, eşitlik ve kardeşlik gibi temalara
bağlayan Gökalp, eski görkemli günlere kavuşabilmenin yolunun bu kurumları tekrar ihya
ve ıslahtan geçtiğini düşünür. “Millet-i Osmaniyye’nin bir iki asırdan beri uğramış olduğu
afet-i inhitatın esbabını, medreselerin indiras-ı tedrisatında aramalıdır. Vaktiyle hürriyyet,
müsâvât, uhuvvet, adâlet fikirlerinin matla’ları medreselerdi. Şimdi de medreseleri o hale
getirmek için bütün kuvvetimizle çalışmak en büyük vazifemizdir.”11
Gökalp medreselerin önemine işaret ettikten sonra, “Medreseleri nasıl ıslah
etmeli?”, diye sorar. Özetle şunları teklif eder: (1). Öncelikle aynı merkezdeki ayrı ayrı
fakat seviyesi düşük medreseler tek çatı altında toplanıp daha kaliteli hale getirilmelidir. (2).
Medreseler, ulum-i tâliyye ve ulûm-i âliyye şubelerine ayrılmalı ve her dersi mütehassıs
müderrisler vermelidir. (3). Buralarda, hem sosyal bilimler hem de mekâtib-e idâdiyyelerde
olduğu gibi fünûn-u cedide okutulmalıdır. (4). Müderrislerin maaşları artırılmalı ve etkin bir
müdür tayin edilmelidir. (5). Öğrencilerin yiyecek ve giyecekleri karşılanmalıdır. (6).
9 Gökalp, “Medreseler”, Diyarbakır Peyman Gazetesi, S. 6, 20 Temmuz 1325/2 Ağustos 1909; Makaleler I,
s. 79. 10 Gökalp, “Medreseler”, Makaleler I, s. 80. 11 Gökalp, “Medreseler”, Makaleler I, s. 80.
169
Eğitim ezbercilikten ve şerhçilikten kurtarılmalıdır. Eleştirel düşünceye önem verilmelidir.
Zira metin ve şerhleri ezber edenler malumatlı olurlar fakat âlim olamazlar.12
Gökalp, medreseleri ve müderrisleri İslam ümmetinin bütün dini ve toplumsal
sorunlarının çözüm makamı olarak görür. Zira müderrisler, Hıristiyan din adamları gibi
ruhani olmayıp13 bilakis İslam’ın akıl ve hürriyet esaslarına bağlıdırlar. Dini yorumlarında
akli delilleri kullanır ve teşvik ederler.14
Diğer bir Türkçü aydınımız Akçura’ya göre de toplumsal gelişmeye önayak olacak
ve yön verecek kurumların başında medreseler gelmektedir. Ancak medreselerin bu işlevi
gerçekleştirebilmeleri için öncelikle kendilerinin bir ıslaha ihtiyacı vardır. Bu kurumlar
ancak köklü bir ıslaha tabi tutulduktan sonra ilerleme ve modernite gibi Aydınlanma
döneminin değerlerinin İslamla uyum sürecinden bahsedilebilir.15
Akçura, medreselerin ıslahı meselesini daha çok Tanzimat dönemi eğitim
politikasının eksik ve yanlışlarını ortaya koyarak temellendirmeye çalışmıştır. Buna göre
Tanzimat uygulamaları mevcut medrese eğitimini aynen devam ettirmiş ve buna ilaveten
Batı tarzı eğitim veren modern okullar açmıştır. Bu durum bir taraftan geleneksel ortaçağ
zihniyetine sahip medreseli okumuş bir kesimi, diğer yandan da Batılı anlayışı benimseyen
ve milletin değerlerine yabancı mekteplileri ortaya çıkarmıştır. Neticede eğitimde iki başlı
bir durum belirmiştir. Ona göre bu olumsuz işleyişi düzeltmenin yolu yeni okullar açılması
değil, medreseleri ıslah etmek; onları klasik dönemdeki darülfünun yapısına yeniden
kavuşturmaktır.16
12 Gökalp, “Medreseler”, Makaleler I, s. 80-82. Burada çok önemli bir hakikati ifade eden son cümleler
Gökalp’in kendi ifadesiyle daha büyüleyicidir: “Mütûn ü şürûhu ezber edenler mâlumatlı olur, fakat âlim
olamaz. Âlim-i muhakkık olmak için ulûmu, usûl ve felsefesiyle beraber keşf ü tenvir eden eimme-i
müctehidinin kitablarını müdekkikâne okumalıdır. (…) Ve her ilmin târih-i tekâmülüne ve usûl-i tansisine
dair bahisler de tedrisâta ilave edilmelidir.” Bkz., Gökalp, “Medreseler”, Makaleler I, s. 82. 13 Lewis’in bu noktada bir itirazı vardır. Osmanlı’da ruhban sınıfının var olduğunu iddia eder ve şu minvalde
tezler ileri sürer: Osmanlı İmparatorluğunda İslamiyet’in en karakteristik niteliklerinden biri din
görevlilerinin hiyerarşik yapılanma şeklinde kurumsallaşmış olmasıdır. Teolojik anlamda İslam’da ruhban
yoktur. Yani ruhbani rütbe tevcih töreni, bir vaftiz ayini, mümin ile Tanrı arasında hiçbir ruhbani aracılık
yoktur. Ancak, sosyolojik ve siyasi açıdan ruhbanların varlığından söz edilebilir. Bu Osmanlı dini
kurumunun ilk örneğini, Büyük Selçuklular’da sapkın dini anlayış ve gruplara karşı medrese ve
müderrislerin örgütlenmesi oluşturur. Bununla birlikte sadece Osmanlılarda dini kurum tam bir kurumsal
yapıya bürünmüş ve inanç ve şeriatın bekçisi olmayı başarmıştır. Bu ifadelerine göre sanırız Lewis’in
ruhban’dan anladığı örgütlü bir dini kurumdur. Doğrusu Hıristiyan kültüründeki ruhbanlıkta bir örgütlülük
vardır ancak ruhbanlığın daha başka ve bizce daha önemli karakteristik nitelikleri vardır. Bkz., Lewis,
Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 15-16. 14 Gökalp, “Dine Doğru”, Makaleler VII, s. 26-27. 15 Akçura, “Medreselerin Islahı”, s. 5-9. 16 Akçura, “Medreselerin Islahı”, s. 5-8.
170
Şemseddin Günaltay’a göre ise medreseler, Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren milli
ve fikri hayat üzerinde etkili olmuştur. Tarihe mal olmuş büyük şahsiyetlerin çoğu bu
müesseselerde yetişmiştir.17 Ne var ki hakiki ulemanın zevali ve medrese sisteminin çoğu
birimindeki bozulma devletin yıkılışını hazırlayan temel nedenlerden biri olmuştur.18
Örneğin, mektep ve medreselerde tedrisatın yerini siyasi mücadeleler almış, on yaşındaki
küçücük çocuklar bile ders kitaplarını okuyacaklarına, fırka gazetelerini takip eder duruma
gelmişlerdir. Kadınlar ise an’anelerini, mukaddes vazifelerini unutup başka emellere
yönelmişlerdir.19 Medreselerin çöküşü, bu kurumlardan hikemiyât, felsefe ve ahlak
derslerinin kaldırılmasıyla başlamış; devamında müspet ilimlerin müfredat programlarından
çıkarılmasıyla had safhaya ulaşmıştır.20
Tanzimat’la birlikte medresenin paralelinde açılan Tanzimat mekteplerinin farklı
insan tipi ortaya çıkardığını belirten Günaltay, bu durumun olumsuz sonuçlar doğurduğunu
ifade eder. Medreseler, maziden gelen nüfuzları sayesinde topluma hâkim olmuş, mektepler
de hükümeti eline geçirmiştir. “Biri halkın maneviyatına ve ruhuna diğeri ise halkın
maddiyatına hâkim olmuştur.”21 Haliyle medrese-mektep kavgası topluma sağlıklı ve
bütüncül bir terbiye ve idealin verilmesini engellemiştir. Oysaki atılan her adım, yapılan her
düzenleme halkın zihniyet ve kültürüne uygun bir şekilde tesis edilip, icra edilseydi;
mektepler inşa edilirken medreseler unutulmayıp, bu iki fabrika aynı gayeye müteveccih ve
aynı tarz talim ve terbiye tezgâhında insan yetiştirmiş olsaydı, vatan ve millet içinde
bulunduğu mevcut çöküşle karşılaşmazdı.22
Geleneksel dini kurumlardan olan tekkelerin de toplumsal çöküş ve buhranda rolleri
olduğu kanaatini taşıyan Günaltay, Doğu toplumlarında siyasi ve şahsi ihtiraslara zemin
hazırlayan eğitim kurumlarının başında tekke ve tarikatların geldiğini belirtir. Bu kurumlar
vaktiyle hassas ruhlar, fazıl beyinler, heyecanlı, gayretli, yüksek ahlaka sahip soylu nesiller
yetiştirmek; milli birlik ve beraberliği temin ve toplumu irşat için kurulmuşlardır. Ancak bu
gayeler sonradan unutulup, amacından saptırılmış ve bu kurumlar zararlı olmaya
başlamıştır. Örneğin Osmanlı tarihinde Bektaşilik Yeniçerilikle beraber devletin düzen ve
17 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 157. 18 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 151-156. 19 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 29. 20 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 165. 21 Zulmetten Nura’nın üçüncü baskısında (1925) bu ifade “Biri hâkimiyetini idame için halkı küflü hurafelerle
uyuşturmaya çalışıyor, diğeri kurtarmak istediği halkın ruhunu anlamaya bile tenezzül etmiyordu.”,
şeklinde değiştirilmiştir. Bkz., Günaltay, Zulmetten Nura, s. 190. 22 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 189-190.
171
asayişinin bozulmasına neden olmuştur.23 Bütün bunlara rağmen Günaltay, toplumsal
kurumların ıslah edilip yararlı hale getirilebileceği kanaatine sahiptir. Geçmişte Şeyh
Galipleri, Yahya, Sünbül ve Hüdâi Efendiler gibi insan-ı kâmilleri yetiştiren tekkeler tekrar
ıslah edilip Müslümanların bilgi ve irfanının yükselmesine hizmetkâr hale getirilebilir.24
Günaltay’a göre, İslam’ın ilk dönemlerinde tekke ve türbelerin bir köşesine sokulup
asalak bir şekilde yaşayan bir Müslüman gösterilemez. Haddizatında o devirde tekke de
yoktur, türbe de yoktur. Müslümanlar için örneklik teşkil eden Hz. Peygamber, hayatın bir
mücadeleden ibaret olduğunu daima vurgulamıştır. Tembel ve miskin insanların
Müslümanların arasında barınması mümkün değildir. Zaten Hz. Peygamber: “Misvakınızı
yıkamak için bile olsa başkasına muhtaç olmamaya çalışınız”,25 buyurmuştur.26
Medreselerdeki bir başka problem skolâstik anlayıştır. Akçura’ya göre bırakınız
medreseleri, yeni açılan mektepler dahi manevi bilimler bir yana, doğa bilimlerinin
öğretilmesinde skolâstik yöntemden kurtulamamıştır. Skolâstik yöntem düşüncede, eğitim
ve öğretimde mütemadiyen kitaplara, üstatlara ve otoritelere dayanmak ve onların ortaya
koyduklarına mecbur olmak ya da mecbur bırakılmaktır. Skolâstisizm yalnızca tedrisat, yazı
ve telifte değil hayatın her alanında ve bilhassa zihniyet yapısında görülür. Modern bilim
hatta çağdaş dini düşünce bu sınırlamayı kaldırmış; hakikati arayanlara bunun yalnız
hayatın kendisinden ve doğadan araştırılıp, elde edilebileceğini göstermiştir. Katolik
ilahiyat, Kilise Babaları’nın kelâmiyatından azıcık bile uzaklaşmaktan çekinse de Luther,
Tevrat ve İncil’i herkesin anlayabileceği bir dile çevirerek, “hükümleri buradan çıkarınız”,
diye yeni bir anlayış getirmiştir. Bundan sonraki aşamada Hıristiyan teolojisi, kutsal kitabın
ve otoritelerin dışında “sırf doğal yaşamdan ve hayatta içkin olan ruh ve vicdandan ilham
olunmuş hükümler ile de dinlerinin bozulmadan kalabileceğini” ifade ederek, skolâstik
anlayıştan kurtulmuştur.27
Akçura, skolâstik zihniyetin okullarda hala devam ettiğini belirtmiş ve buna ilginç
örnekler vermiştir. Müfettişlik yaptığı dönemde ziyaret ettiği bir ilkokulda öğrencilere
deniz, tepe ve bayırı sormuş; kitapta yazılanları gayet iyi aktaran öğrenciler, somut şekilde
23 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 173-176. 24 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 177. 25 “İnsanlardan bir şey istemeyin, velev ki bir misvakı bir defa kullanmak için bile olsa.”, Bezzâr, Müsned (el-
Bahru’z-Zehhâr), II, 106. Aynı lafızla olmasa da bu manaya gelen başka hadisler için bkz., Müslim, Zekat,
108; Ebu Davud, Zekat, 27. 26 Günaltay, Hurâfattan Hakîkate: Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 280. 27 Akçura, “Skolâstik Usul Nedir?”, Skolâstik Eğitim ve Türkiye’de Skolâstik Tarz, Derleyen ve Çeviren:
Hasan Ünder, Epos Yay., Birinci Baskı, Ankara, 2002, s. 73-74. Makalenin ilk yayımlandığı yer;
“İskolastik Usül Nedir?”, Tedrisat Mecmuası, C. 13, S. 66, Nisan 1341/1925, s. 219-224.
172
karşılarındaki denizi, okulun üzerinde bulunduğu bayır ve tepeyi gösterememişlerdir.
Akçura’ya göre bu durumun sebebi öğretim metodunun yanlışlığıdır. Zira genellikle
öğretmenler kitabın otoritesinin dışına çıkmayı akıl etmemekte; hayatın kendisini, doğayı,
çevreyi öğretime dahil etmeyi düşünmemektedirler.28
Akçura’ya göre bu ve başka örneklerdeki başarısız öğretimin sebebi skolâstik
yöntemdir. Çünkü skolâstik zihniyet düşünmez, sorgulamaz; kendine ne verilirse onu alır.
Hazırcıdır. Doğadan, hayattan, bizzat olgulara dayanarak bilgi üretiminde bulunmaz.
Oysaki asıl bilgi kaynağı doğa ve hayattır. Şayet hayat ve doğa iyi tetkik edilir ve anlaşılırsa
hayata ve doğaya egemen olmak mümkündür.29 Akçura bu görüşleriyle bilimde yöntem
olarak, skolâstik anlayışın kullandığı tümdengelim30 yerine, Aydınlanma düşüncesiyle
özdeş doğa bilimlerinin tümevarım31 metodunun kullanılmasını talep ederek, yöntemsel
radikal bir dönüşümden bahsetmektedir.
1.2. Ulema
Aydınlarımızın üzerinde önemle durduğu bir başka husus ulemanın durumudur.
Genelde devletin bütün bir işleyişinde özelde ise eğitim-öğretim meselesinde ulemaya
önemli bir görev yükleyen aydınlarımız, ancak hâlihazırdaki ulemanın birikim, donanım ve
ileri görüşlülük açısından bu önemli fonksiyonu yerine getirmekten uzak olduğunu
belirtirler. Örneğin Akçura, hocaların öğrencilere karşı katı ve sert tutumlarından, bazı
hocaların yetersizliğinden ve metotsuzluğundan bahseder.32 Eğitim-öğretim kurumlarımızın
öğrencilere bir emel ve ideal veremediğinden yakınır. Eğitim sistemimizin en büyük
kusurunun emel ve ideal eksikliği olduğunu düşünen Akçura’ya göre bir millet geleceğe
güvenle bakmak istiyorsa kuvvetli ve müspet ideal sahibi bireyler yetiştirmelidir. Çocuklara
ve gençlere bu idealler çerçevesinde sağlam bir terbiye verilmeli ve kuvvetli bir iman
28 Akçura, Skolâstik Eğitim ve Türkiye’de Skolâstik Tarz, s. 79. 29 Akçura, , Skolâstik Eğitim ve Türkiye’de Skolâstik Tarz, s. 79-80. 30 Genelden özelin, tümelden tikelin bilgisine ulaşmayı sağlayan düşünme biçimidir. Bir veya birkaç
öncülden mantık yasalarına dayanılarak bir sonucun zorunlu olarak çıkacağını varsayar. Öncüllerin doğru
olması halinde sonucun da zorunlu olarak doğru olacağı kabul edilir. Tümdengelim metodu var olan
bilgilere yeni bir ekleme yapmadığı, kendi kendini tekrar ettiği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Bkz., Orhan
Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst., 1989, s. 420; Özer Ozankaya, Temel Toplumbilim
Terimleri Sözlüğü, Cem Yay., İst., 1995, s. 142-143. 31 Tek tek olgulardan hareket edilerek daha tümel bilgilere ulaşma yöntemidir. Özelden genelin bilgisi elde
edilir. Tümevarım yöntemi 17. ve 18.yüzyıllarda Francis Bacon, Galile ve Newton gibi, deneye ve gözleme
önem veren bilginlerle popüler hale gelmiştir. Ancak ulaştığı sonuçların ihtimalli olduğu gerekçesiyle
eleştirilmektedir. Bkz., Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 421-422; Ozankaya, Temel Toplumbilim Terimleri
Sözlüğü, s. 143. 32 Akçura, Hatıralarım, s. 33-40.
173
aşılanmalıdır. İdeal ve mefkûre sahibi bireyler yetiştirilememesinin temel nedeni de bu
kurumlarda görev yapan hocaların çok farklı etnisite, kültür ve din gibi gayesi, meselesi,
metodu ve hayata bakışı farklı ortamlardan gelmiş olmalarıdır. İdealsizlik bir millet için ne
kadar vahim ve yıkıcı ise idealde nizamsızlık da o kadar yıkıcıdır. Toplumsal birlik ve
bütünlük için millet fertlerini farklı yön ve hedeflere yönelten ve birbirine tezat birçok ideal
yerine, sınırları iyi tespit edilmiş tek bir ideal ve mefkûre olmalıdır. Çünkü aynı anda birçok
ideale sahip olunması, kuvvetli ve üstün bir idealin varlığını engeller.33
Akçura’ya göre idealsiz bir nesil yetişmesinin bir başka nedeni memlekette kök
salmış yabancı mekteplerdir. Bu okullar yönetmeliklerle en azından temel konularda kendi
okullarımızla uyumlu hale getirilmelidir. Bunun yanında özellikle ortaokul ve liselere
yönelik olarak, bu okullarda görev yapan hocaların birbirine zıt, birbiriyle çatışan düşünce
ve emellerini bir potada eritip, sentezleyerek yüce, yüksek; sınırları ve hedefleri tayin
edilmiş “bir gaye-i emel”, bir hedef belirlenmelidir. Zira hâlihazırda bu okullarda öğrenciye
aşılanacak bir ahlak ve terbiye modeli yoktur.34
Akçura’nın tespitlerine göre o dönemde idealist bireyler yetiştiren yalnızca asker
mektepleridir. Nizamiye mektepleri ise ne dini, ne millî ne vatanî ve ne de başkaca kuvvetli
bir ideal vermekten uzaktır. Örneğin mülki mekteplerden çıkan idealistler kolaylıkla
materyalist ve bedeni zevklerini düşünen bireyler haline gelebilmektedirler. İkinci
Meşrutiyet’te yaşanan olaylar bunun tanığıdır. Akçura’ya göre elbette bu okullardan olumlu
anlamda idealistler çıkmıştır ancak bunların sayısı sınırlıdır. Üstelik bu mefkûre sahipleri de
vatan ve milliyet bilincini ecnebi kaynaklar ile Osmanlı’da yaşayan azınlıklardan
öğrenmişlerdir.35
Akçura, tarihi olaylara yön veren ve insanlığın gelişimine etki eden faktörler olarak
maddi sebepler ile düşünsel sebepleri görür. İdeal fikirlerin tesiri ise bu ideallerin sağlamlık
ve kuvvetiyle doğru orantılıdır. İnsanlık tarihinde büyük değişimlere neden olan hadiseler
ancak bunlara samimiyetle inanmış büyük şahsiyetlerin, aydınlık simaların eseridir. Yoksa
zayıf imanlı kimseler büyük değişimlere imza atamazlar. Dinlerin ortaya çıkışında ve
yayılmasında hep böyle davasına inanmış, cesur şahsiyetler görülür. Hıristiyanlığın ilk
şehitleri, İslam’ın ilk mücahitleri buna örnektir. Luther bile kendisini diri diri yakabilecek
33 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 268. 34 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 267-268. 35 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 267.
174
bir meclis huzurunda “Hiç bir sözümü geri almam. Yardımcım Allah!” diye
haykırabilmiştir. Böyle bir cesareti ancak iman ve ülkü sahibi olanlar gösterebilir.36
Esasen Akçura’ya göre milletimizde eksik olan adam kıtlığı değil, idealdir. Eğitim
ve öğretim kurumlarımız ve yöntemlerimiz ideal ve hedeften yoksundur. Daha doğru bir
ifade ile özellikle mahalle mektepleri ve devamı olan medreseler dini bir tedrisat yapmakta
olup amaçları Müslüman yetiştirmektir. Ancak bunu da layıkıyla yapamamaktadırlar.37
Bütün bunlardan dolayı her toplumda ideal ve iman sahibi aydın bir sınıf bulunmalı;
eğitim ve öğretim kurumları bu tip insanlar yetiştirmelidir. Değilse bırakın toplumun terakki
ve tealisini, varlığı bile tehlikeye girer. Akçura’ya göre Osmanlı’nın son döneminde böyle
aydın bir güruh mevcut değildir. Çünkü mevcut heyet-i içtimaiye ne düzenli bir terbiye
anlayışına, ne muayyen bir ideale ne de güçlü bir imana sahip değildir. Her ne kadar İkinci
Meşrutiyet’i ilan ettiren Genç Türkler bir ideal sahibi gibi görünüyorlarsa da Akçura’ya
göre onların ideali müsbet olmaktan ziyade menfi idi. “Yani onlar hâli değiştirmek
lüzumuna mümin idiler. Fakat o hâlin yerine ikâme edilecek müstakbeli vuzuh ile tayin
edemiyorlardı. Tanzim ve inşaya muvaffak olamadılar.”38
Ahmet Ağaoğlu da benzer şekilde, yaşadığı çağın ruhunu bilen, dinin esasını
teferruatından ayırt edebilen aydın din adamlarına ihtiyaç olduğu görüşündedir. Ona göre,
ehil olmayan adamların elinde din sadece etkisini değil kendisini de kaybetmektedir. Din
âlimleri eğer Şeyh Muhammed Abduh (1849-1905), Şeyh Cemâleddin Efgânî (1838-1897)
veya Musa Carullah Bigi (1875-1949) gibi İslam’ın yüce fikirlerini hurafelerden ayırt edip
okullarda ve kamuoyunda anlatabilselerdi, İslam kavimleri medeniyet ve terakki yolunda
önemli mesafeler almış olurlardı. Oysa Mustafa Sabri (1869-1954)39 gibi bir takım kimseler,
asıl sorunları bırakıp, kadınlara elbise forması çizmek, onların sokaklara çıkmalarını
yasaklamak gibi dinin ruhuyla ilgisi olmayan meselelerle uğraşarak, İslam’ın manevi
tesirini zayıflatmaktadırlar.40
Bu bağlamda Günaltay da dini düşüncenin temsilcisi olan ulemayı, toplumun
geleceğini şekillendirecek aktörler arasında görmüştür.41 Ancak ona göre, başta Şeyhülislam
olmak üzere dönemin ulema ve münevverleri kendilerinden beklenilen görevleri ifa edecek
36 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 268. 37 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 266. 38 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 268. 39 Osmanlı’nın son döneminde (1919-1920) Şeyhülislam olarak görev yapmıştır. Bkz., Yusuf Şevki Yavuz,
“Mustafa Sabri Efendi”, DİA, C. 31, İst., 2006, s. 350-353. 40 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 61. 41 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 169.
175
donanım ve ruha sahip değildir. Zira hurafeleri din sayan bir anlayış ve öğreti; düşünceyi
skolâstik donukluktan kurtarıp toplumsal yeni bir diriliş ve kalkınma sağlamaktan uzaktır.42
Ulema öncelikle İslam toplumundaki yanlış inanç ve kanaatlerle maddi-manevi zararlara
yol açan olumsuz eylem, söz ve düşüncelerle mücadele etmelidir. Ancak bunu ilim, irfan ve
hikmetle yapmalıdır. Hataları ıslah edip eksiklikleri telafi yoluna gitmelidir. Yani ulema, bir
bakıma Hz. Peygamber’in “kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret
ettirmeyiniz”43 hadisi gereğince hareket etmelidir.44
Kendisi de uzun yıllar öğretmenlik ve okullarda idarecilik yapan Günaltay, iyi
yetişmiş bir öğretim kadrosunun önemine değinir. Bu bağlamda o, ülkenin ve toplumun
ihtiyaçlarının farkında, ideal ve pedagojik formasyon sahibi öğretmenlere ihtiyaç olduğunu
düşünür. Ona göre öğretmenlik bir uzmanlık mesleğidir. Her önüne geleni öğretmen olarak
görevlendirmek yanlıştır.45
Aydınların en önemli sorumluluklarının yeni nesillerin talim ve terbiyesi olduğunu
ifade eden Günaltay’a göre milletlerin yükseliş ve düşüşlerinde en ziyade etkili olan faktör
talim ve terbiye meselesidir. Talim ve terbiyede de temel meselenin bir ideal ve yaşam
modeli seçmek olduğunu ifade eden Günaltay, bu konuda Akçura’yla birebir aynı
düşüncelere sahiptir.46
1.3. Din Eğitimi
Genel anlamda düşünce sistemlerinde, eğitim ve öğretimi hayati bir mesele olarak
gören aydınlarımız özelde de din eğitim ve öğretimini erdemli bir toplumun oluşumu için
olmazsa olmaz bir gereklilik olarak görürler. Bu bağlamda örneğin, Alman milliyetçilerinin
felsefi ve bilimsel verilere istinaden din öğretimine ortaokul programlarında yer verdiklerini
hatırlatan Günaltay, okullarda dini bilgi tedrisatını gereksiz bulanların bu hususa dikkat
etmelerini ister. Ona göre milletin mukadderatı ve geleceği için toplum bireylerinin erdemli
ve ahlaklı olmaları gerekir. Bunu sağlamanın yolu ise sağlıklı bir din ve ahlak eğitimidir.47
Gökalp’te ise terbiyenin genel amacı bireyleri sosyal hayata hazırlamaktır.48 Ancak
bu hazırlıkta, sosyal hayatın farklı görünüm ve gerçekleri olan Türklük, İslamlık ve
42 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 168. 43 Buhârî, İlim, 12; Müslim, Cihâd, 6. 44 Günaltay, Hurâfâttan Hakikâte, Tevsî-i Tıbaât Matbaası, Dersaâdet, 1332/1916, s. 340. 45 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 269-273. 46 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 249-261; Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 265-268. 47 Günaltay, Zulmetten Nura, 1996, s. 278. 48 Gökalp, Makaleler IV, s. 77.
176
muasırlık göz önünde bulundurulmalıdır. İslam terbiyesinin görevi, hakiki İslam inanç ve
geleneklerini hem başlangıçta Arap kavminden geçen hem de sonraki dönemlerde başka
kavimlerden alınan adet ve bidatlerden ayırmaktır.49 Bu ameliye neticesinde İslam inanç ve
uygulamaları aslına irca ettiğinde, zaten akıl ve mantık dini olan İslam, Türklük ve
modernlik terbiyeleriyle uyumlu hale gelecektir. İslami terbiyeden maksat, dinin asli
değerler sistemine yönelmektir. Bu durumda, bu İslami terbiye anlayışı, temel ilke olarak,
Batılılaşma ve Türkleşme vetiresiyle uyum gösterecektir.50 Haddizatında “İslamiyet
gerçeklik hükümlerinde zamanın aklını, değer hükümlerinde ise milletlerin örfünü esas
olarak kabul eder.” Bu nedenle İslamlaşma ile modernleşme birbiriyle çelişmez. Bunlar
birbirine zıt iki sosyal süreç olmak yerine, biri diğeri ile birleşebilen, birbirini tamamlayan
olgulardır.51 Görüldüğü üzere İslami terbiye, modern eğitim ve Türk terbiyesiyle bütünleşir
ve uyum sağlar.52 Eğitim sürecinde özellikle din eğitimi çok önemlidir. Gökalp’e göre,
“Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî
bir terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz
kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar.”53
Günaltay’a göre ise eğitimin temel işlevi kendine, çevresine ve ülkesine yararlı,
ideal ve erdem sahibi bireyler yetiştirmektir. Zira sağlıklı, huzurlu ve mutlu toplumların
varlığı bu tür nitelikleri haiz bireylerle mümkündür. İyi bir birey için kâmil bir cemiyet
gerektiği gibi iyi bir toplum için de iyi yetişmiş bireyler gereklidir.54
Aydınlarımıza göre sağlıklı bir din eğitiminde müfredat en temel hususlardan
biridir. Yapılması gereken çağın gereklerine ve toplumun dinamiklerine uygun yeni bir
müfredat hazırlamaktır. Bu konuda yoğun mesai harcayanlardan biri Günaltay’dır. Ona
göre toplumun temeli olan halkı dinamik, üretken ve aydın bir halde yetiştirmek
hükümetlerin ön önemli görevleri arasındadır. Ancak mevcut öğretim programı üretmekten
çok tüketen bir nesil yetiştirmektedir. Okuldan mezun her öğrenci, devlet kapısında iş
aramaktadır. Zira okuduğu şeylerle kendi işini kurmak ve hayatını idame ettirmek
49 Gökalp, “İslam Terbiyesinin Mahiyeti”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 1, 30 Kanûnisânî 1329/12 Şubat 1914, s.
14-16; Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, s. 105-106. 50 Orhan Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, MÜİFV Yay., İst., 1998, s. 113. 51 Gökalp (Demirtaş), “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, C. II, S. 8, 26 Temmuz 1327/ 8
Ağustos 1911, s. 138-141 / Makaleler II, s. 40-46. 52 Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 113-114. 53 Gökalp, “Dine Doğru”, Makaleler VII, s. 24. Bu ifadeler Gökalp tarafından vefatından yaklaşık iki yıl önce,
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında dile getirilmiştir ki bu durum onun din eğitimine verdiği önemi
göstermesi açısından dikkate şayandır. 54 M. Şevki Aydın, “Mehmed Şemseddin’in Eğitim Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
S. 5, Kayseri, 1988, s. 250.
177
imkânından mahrum yetişmektedir. Bu yanlış düzeltilip girişimci bireyler yetiştirmenin
yolları aranmalıdır. Yine eğitimde yerel unsurlar dikkate alınmalıdır. Örneğin her vilayetin
ders müfredatı, o yerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir. İstanbul’daki öğretimle
Basra’daki ya da İzmir’dekiyle Erzurum’daki öğretim aynı olmamalıdır.55 Ancak hangi
vilayette olursa olsun bütün programlarda eğitim birliği, mefkûre ve ideal birliği gözden
uzak tutulmamalıdır.56 Günaltay’a göre terbiyede müfredat ve program ne kadar önemli ise
terbiye metodu da bir o kadar önemlidir. “Sosyal bilimler, temel prensiplerini eğitim
metodundan alır. Milletlerdeki toplumsal değişiklikler, uyguladıkları eğitim metodunun bir
neticesidir. Toplumsal problemleri çözmede başarılı olan milletlerin başarı sebeplerini
araştırırken, öncelikle onların eğitim ve öğretimde takip ettikleri metotları göz önünde
bulundurmak gerekmektedir.”57 Bir millet takip ettiği ve uyguladığı eğitim modeline göre
ya ilerler ya da geriler. İyi sevk ve idare edilmeyen tedrisat, faydadan çok zararlı ve tehlikeli
sonuçlar doğurur.58
Gökalp’e göre de eğitimde takip edilecek yöntem iyi seçilmeli, özellikle din ve
ahlak eğitimi ruha tesir edecek bir tarzda verilmelidir. 1919’da kızlarına gönderdiği bir
mektupta bu konuya dikkat çeker. O: “Din ve ahlak dersleri de en vecdli derslerdir; fakat
ma’atteessüf bizde bu dersler vecdli bir sûrette okutulamıyor. Çocuklara Allah sevgisi,
mefkûre sevgisi iyi verilemiyor.”59, diyerek, eğitimdeki metot eksikliğini vurgular. Kızlarına
yazdığı bir başka mektupta ise eğitim ve öğretimde okulun önemli bir yere sahip olduğu
belirtir ve din, ahlak ve mefkûre gibi değerleri okul gibi toplumsal bilincin yoğun olduğu
mekân ve zamanlarda öğrenmenin daha tesirli ve kalıcı olduğunu ifade eder.60
Türkçü aydınların üzerinde durdukları diğer bir konu; dini bilgilerin pozitif
bilimlerin verileriyle olan ilişkisidir. Bu bağlamda dini bilgi ve öğretilerin pozitif bilimlerin
verileriyle çelişirmiş gibi algılanmasının tehlikeli olduğunu belirtirler. Zira böyle bir yanlış
algı, genç kuşaklarda şüphe ve tereddütlere neden olur. Örneğin Gökalp’e göre, yanlış din
öğretimi ve bazı geleneksel uygulamaların akla uygun gelmemesi bu çatışmayı besler. Öyle
55 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 271. 56 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 272-273. 57 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 238. 58 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 238. 59 Tansel, Ziya Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları, s. 73. 60 Tansel, Ziya Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları, s. 75-76.
178
ki dini buhran geçirenler, dinin inanç esaslarını inkâr edenler değil, bilakis bir taraftan dini
inanca sahipken diğer taraftan ruhlarında bu tezatları yaşayanlardır.61
Gökalp, din ile bilim arasında var olduğu düşünülen gerginliğin çözümünü kalbin
vicdana mürebbi, aklın da bilime rehber olup, her birinin sadece kendi sahasında faaliyette
bulunmasıyla halledilebileceğini düşünür. Bunu, “Din ile İlim” adlı şiirinde şöyle dile
getirir.
Fakihlerin kılavuzu nakliyat,
Dini zorla sürüklerler bu yola.
Hikmet der ki: “Bana rehber akliyat;
O halde siz sağa gidin, ben sola!...”
Din mürebbi olur, hikmet muallim;
Her birisi çeker ruhu bir yana!
Savaşırken bunlar, çıkar meydana
Tecrübeden doğma müsbet bir ilim;
Bu son üstad der ki: “Nakil tarihtir,
Akıl yolu, bu tarihin usulü;
İkisi de aynı şeyi gösterir,
Matlub olan: ruhun ona vusulü!”
O şey nedir?...bir vecidli gönül mü?
Kudsi olan her şey ona dil midir?
Öyleyse al benim de son sözümü:
“Din kalpteki vecdin müsbet ilmidir!”62
Günaltay ise din ile bilim arasında herhangi bir çatışmanın söz konusu olmadığını,
asıl sorunun her ikisini de anlayamamış kimselerin zihinlerinde olduğunu vurgular. Ona
göre öğrencilere dini tedrisatın verilmesinde ve din duygusunun vicdanlara yerleşmesinde,
bu konuda sorumluluk taşıyanlar yetersiz kalmaktadır. Bu meselede yapılması gereken, din
ile bilimin aynı hakikatin iki farklı boyutu olduğunu anlatmaktan geçer.63
Günaltay, okullardaki öğretmenlerin ve dini kurumlarda görev yapanların
kendilerine yöneltilen soruları sahih dini bilgiler çerçevesinde doyurucu bir şekilde
cevaplamaları gerektiğini belirtir. Sorulan en uç sorularda bile soran kişiyi azarlamak,
dinsizlikle itham etmek gibi tavırlar yanlıştır. Bu tavırları sergileyenler tekfirci bir yaklaşım
sergilemiş ve hurafeye yardımcı olmuş olurlar. Özellikle fen tahsili yapan öğrencilere din
namına hakikati olmayan şeyler anlatılmamalı; öğrencinin kesinliğine inandığı fenni bir
hakikatin dine aykırı olduğu telkini de yapılmamalıdır.64
61 Gökalp, “Türkçülük Nedir?- III”, Yeni Mecmua, C. 2, S. 29, 24 Kanunievvel 1918, s. 41-44. 62 Gökalp, Yeni Hayat-Doğru Yol, s. 10. 63 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 278-279. 64 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 278-280.
179
Günaltay’a göre, sosyal hayatın gelişip yükselmesi ve ahlaklı bir toplumsal vasat,
dini hissiyat ile müzeyyen nesiller sayesinde mümkündür. Milliyetçi, vatanını seven,
fedakâr, namuslu ve fen tahsili yapan bir nesil yetiştirmek için dini bilgiler, özellikle de
akaid dersleri sahih, sağlam ve ilmi temellere dayanmalıdır. Bu vazifeyi yapacak
öğretmenlerin dirayetli ve fazıl dimağlar arasından seçilmesi bir başka önemli husustur.
Değilse şimdiye kadar takip edilen yöntemlerde ısrar edildiği takdirde, kaş yaparken göz
çıkarılmış olur; dinsizliğe kayan bir neslin temelleri atılmış olur.65
Günaltay, Müslümanların cehalet ve atalet içinde bulunmalarından dolayı İslam
dünyasının perişan bir vaziyette olduğunu belirtir. Ona göre, bu bilindiği halde, yeni fenleri
tahsil etmenin dine aykırı olduğunu söyleyenler, lanetlenmelidir. Üstelik bunu dini bilgi
öğretimiyle görevli biri yaparsa, bu yaptığı bir nevi cinayettir, kendisi de cânidir. İslam’a
bundan daha büyük bir ihanet yapılamaz. “Beyinleri bu derece akîm, fikirleri bu nisbette
mahdut derbederler, öğretim kürsüsüne çıkarılacaklarına; mâverâ-yı nisyana atılmalıdırlar
[unutulmaya terk edilmelidirler]!” Günaltay, bu tür din görevlilerinin gerçek din yerine İsrailî
rivayetleri din diye öğrettiklerini; aynı zamanda böyle hurafe ve İsrailî bilgilerin, pozitif
bilimler okumuş aydınlık beyinlerde fıtrî olan dini hissiyatı bile sarsabildiğini ifade eder.
Bütün bu sıkıntılara çözüm olarak, okullarda öğretilecek ameli ve itikadi konuları kapsayan,
ancak ayrıntılara girmeyen, kısa ve anlaşılır şekilde kaleme alınmış kitaplara ihtiyaç vardır.
Bundan daha da önemlisi, din öğretimi bu işte ehil olan kimselere verilmelidir. Değilse din
öğretiminin ders programlarında yer alması faydadan çok zarar verir. “Bu derslerin
öğretimini üstlenecek zatların da din-i Ahmedî’nin hakikatlerine hakkıyla vakıf, dünyanın
ahvalinden haberdar, fen ve felsefede vukuf sahibi kimseler arasından seçilmeleri icab
eder.” Ancak bu niteliklere sahip din dersi öğretmenleri, öğrencilerin şüphe ve
tereddütlerini, akli ve fenni delillerle giderebilir ve genç beyinlerde dine karşı sevgi,
muhabbet ve ilmi temele dayanan, samimi bir imanın teşekkülüne vesile olabilirler.66
Akçura da diğer aydınlarımız gibi gençliğin vermiş olduğu merak, her şeyi
sorgulama, şüpheci tavır takınma gibi niteliklerin hoş görülmesini ister. Öncelikle gençlerin
zihinlerindeki şüphelerin izale edilmesinin önemini vurgular. Eğitim-öğretim sürecinde
öğrencilerin yaşının ve sosyo-psikolojik niteliklerinin dikkate alınmasının gereğine işaret
eder. Özellikle lise çağındaki öğrencilerde, gençliğin getirdiği dinamizm ve kendine güven
duygusu yanında gurur ve nefislerinin de zirve yaptığını ifade eder. Kendine aşırı güven ise
65 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 280-281. 66 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 281-282.
180
her şeyi tenkit ve inkâr psikolojisini doğurur. O nedenle bu nitelikleri haiz öğrencilere
sağlam ve sağlıklı bir din eğitimi verilmelidir. Bu tedrisat ise yalnızca günlük ilmihal
bilgilerinden (abdest, gusül ve bunların rükünlerinin papağan gibi ezberletildiği bir anlayış)
ibaret olmayıp bilakis gençlerin kafasını meşgul eden ve onları inkâr bataklığına
sürükleyebilecek fikir ve kavramlarla mücadele temelinde olmalıdır.67
Mütefekkirlerimiz, din eğitiminin hayattan kopuk, tek düze ve kuru bir anlatımla
yapılmasının faydasızlığında hem fikirdirler. Özellikle Ağaoğlu toplumsal birlik ve
dayanışmaya katkıları açısından edebiyat ve sanat ürünlerine büyük önem verir. Ona göre
cemiyet, ortak duygu ve düşünce taşıyan, ortak ideal sahibi, şuurlu bir zümredir. Yazık ki
İslam dünyasında böyle bir topluluk yoktur. Yaşadığı dönem itibariyle Osmanlı-Türk aile
hayatı ile dini hayatının böyle bir cemiyet teşkili için elverişsiz olduğunu ifade eder.68 Bu
bağlamda din ve ahlak eğitiminde edebiyat ve felsefe ürünlerinin de kullanılması gerekir.
Okullarda okutulacak ders kitaplarının ve kültürel eserlerin içine serpiştirilmiş ifade ve
davranış modelleriyle erdemli ve iyi vatandaş yetiştirilebilir. Ancak Osmanlı’nın son
dönemine kadar ahlak meselesi, dinin içinde telakki edildiği için bu konuda sadece din
kitaplarıyla yetinilmiştir.69 Oysa toplumsal hayatın sağlam temeller üzerinde yükselmesi
için edebiyat ve felsefe önemli imkânlara sahiptir. Felsefe, düşünce ve tefekkür imkânıyla,
edebiyat ise duygu ve his boyutuyla toplumsal hayatı kuvvetlendirir; toplumsal birlik ve
dayanışmaya destek olur. Düşünsel ve duygusal birliktelikler meydana getirip, ortak inanç
ve heyecanlar yaratarak millet olma şuurunu doğurur. Böylelikle ortak siyasi ve toplumsal
idealler etrafında fikir akımları teşekkül eder. Çağdaş toplumlarda bu düşünce akımları
cemiyet hayatı üzerinde etkili olur. Ne var ki Osmanlı-Türk toplumu bu konuda çok
yetersizdir. Önceki çağlarda edebiyat dışında felsefe sadece tasavvuf edebiyatında, o da
kısmen yer almıştır.70 Bu nedenle Doğu-İslam toplumlarında edebiyat, sanat ve felsefe gibi
manevi ve estetik disiplinler toplumu ortak değerler altında bütünleştirme fonksiyonunu
yerine getirmekten yoksundur. Doğu-İslam düşüncesi, bireyler arası ilişkileri değil, bireyin
devlete karşı itaatini meşru gösterme üzerine bir çabayı içerir. Hayatın gerçeklerinden
kopuk, toplum sorunlarından uzak, fantastik ve gerçek dışıdır. Buna karşın Batı düşüncesi
ve edebiyatı bunun tam tersi olumlu niteliklere sahiptir.71
67 Akçura, “Emel ve İdeal”, s. 267. 68 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 99-102. 69 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 62-63. 70 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 102-104. 71 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 107-109. Krş., Ufuk Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s.146.
181
Türkçü aydınlar içinde bilhassa Ağaoğlu, sağlıklı ve kuvvetli bir toplumsal yapı için
eğitim sürecinde yeni nesillere fazilet ve ahlak sahibi kâmil insanların örnek gösterilmesini
ister. Bunun için özellikle Rus edebiyatında olduğu gibi edebi eserler içinde bu tip örnek
kahramanlara yer verilmelidir. Edebi eserlerin konusu bu nedenle önemlidir. “Bizde
baykuştan korkan bir erkekle şimşekten bayılan bir kız arasındaki aşkın cansız bir çevre
içinde ve inlemeler arasında geçen üzüntülü macerası veya fahişe, rakı ve meze ile çevrili
kaba bir şehvet tasviri. İşte konular!”72 Ağaoğlu’nun ifadelerine göre Doğu edebiyatı devlet
yöneticilerine yönelik methiye ve itaat edebiyatıdır. İtaat, kanaat, teslim, tevekkül ve
tahammül gibi öğretiler ise iradesiz, cansız ve dilsiz bir toplum meydana getirmiştir.73
Türkçü aydınların, eğitim ve öğretimin programlanıp düzenlenmesinde olmazsa
olmazlarından biri, millilik meselesidir. Bu bağlamda Günaltay’a göre mesele, milli seciye
ve değerlerin korunup geliştirilmesi temelinde ele alınmalıdır. Toplum için faydalı ve
değerli bireyler yetiştirmek isteniyorsa yeni nesillere milli bir duruş ve ideal
kazandırılmalıdır.74
Gökalp’te de eğitim milli temeller üzerinde yükselmelidir. Şimdiye kadar medrese
tedrisatı, Türkleri Türklükten uzaklaştırmış, Enderun ise Türk olmayanları Türkleştirmiştir.
Eğitim sistemimizin kozmopolitliğinden dolayı medrese ve mekteplerimiz bireylerin ahlak
ve seciyelerini bozmaktadır. “Başka milletlerde en seciyeli ve ahlaklı kimseler tahsilde en
ziyade ileri gitmiş fertler arasından çıktığı halde, bizde ekseriyetle bunun aksi vaki oluyor.
Türkiye’de vatan için en muzır adamlar medrese yahut mektepten nasip alanlardır. İlan-ı
Meşrutiyetten beri gördüğümüz birçok vakıalar bu paradoksal hakikati teyit etmektedir. Bu
vakıalardan çıkan netice şudur: Türkiye’de medrese ve mektep, terbiye ettiği fertlerin ahlak
ve seciyesini bozuyor.”75 Gökalp’e göre öğrencilere, verilecek çok sayıda ideal ve ülkü
olmakla birlikte özellikle “milliyetçilik, halkçılık, garpçılık ve cumhuriyetçilik” düşüncesi
aşılanmalıdır. Bu esaslar üzerine yetişen nesle sahip bir ülke içeriden ve dışarıdan
gelebilecek her türlü tehlikeyi savuşturabilir.76
Ağaoğlu ise edebi ürünlerin eğitim açısından önemini vurgulamakla birlikte bu
eserlerin, çağın ruhuna uygun bir şekilde, milli öğelere daha çok yer vermelerinin gereğini
72 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 110-111. 73 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 71-77. 74 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 189-191, 207; Krş., Aydın, “Mehmed Şemseddin’in Eğitim Anlayışı”, s. 241. 75 Gökalp, “Maarif Meselesi I”, Muallim Mecmuası, C. 1, S. 11, 1 Haziran 1333/14 Haziran 1917, s. 322-327;
Gökalp, Makaleler V, s. 151. 76 Gökalp, Makaleler IV, s. 80.
182
ifade eder. Bu türde ilk çalışmaları Namık Kemal ve onun yolundan gidenler yapmıştır.
Sonraki dönemde ise bu görevi “Türkçü” edebiyat yerine getirmiştir.77 Ağaoğlu’na göre
vatan sevgisi ve vatana bağlılık duygusu, telkin ve zihni etkilerden ziyade duygu
terbiyesiyle doğar ve gelişir. İşte Namık Kemal de memlekette İslam ve vatan sevgisini
ortaya çıkarmıştır. Türkçüler de aynı zemin üzerinde yürüyerek gençliğe Türklük ve vatan
aşkını aşılamış, Türklük ve vatan konularını sevdirmişlerdir.78
Ders kitaplarının içerik açısından yetersizliği de aydınlarımızın yaşadığı dönemde
önemli sorunlardan biri olarak görülmüştür. Ağaoğlu’na göre okullarda okutulan din dersi
kitapları çağın ruhuna ve pedagojik ilkelere uygun olmayan gereksiz ve hurafe bilgilerle
doludur. Mevcut din dersleri çocukların ruh ve dimağını ezen kuru ve cansız teferruattan
ibarettir. Sekiz-dokuz yaşındaki çocuk farz, vacip, helal ve haram kelimeleri altında
boğulup kalmaktadır. Anne babalar da çocukluk zamanında ona: “İslamiyet senden iyi
adam olmanı istiyor ve bunun için de filan filan sıfatlara sahip olman gerekir” demelidir.
Oysa sekiz-dokuz yaşındaki çocukların kalpleri abdest almanın teferruatına, gusül ve
taharetin çeşitlerine dair ayrıntılarla korkutulup öldürülmektedir. Sonuçta çocuklar okulu
bitirirken bile sahih bir İslam’ın nelerden ibaret olduğunu bilmeden mezun olmakta, sonraki
yıllarda da zaten güç bela ezberlemiş oldukları teferruatı unutmaktadırlar. Ağaoğlu’na göre
dini tedrisatın bu yönü maalesef taassup ve ısrarla takip olunmaya devam etmektedir.79 Din
eğitim ve öğretimi sürecinde öğrencileri teferruata boğmak yerine onlara verilecek bilgiler
kısa ve öz bir şekilde, yalın ve anlaşılır bir üslupla tedricen verilmelidir.80 Zira “Gusül,
abdest ve temizliğe ait teferruat bir insanı ne dindar eder, ne de ahlak sahibi. İstibra ile dini
ahlak arasında tabiatıyla alaka olamaz. İşte bunun içindir ki, bazen dışarıdan dindar görünen
bir adam, aynı zamanda pek ahlaksız olur. Çünkü zanneder ki, gusül ve istibra kaidelerine
riayet etti mi, Allah’a karşı bütün vazifelerini yapmış olur.”81
Yukarıdaki görüşleri çerçevesinde Ağaoğlu’nun din eğitiminde özellikle şu dört
hususa dikkati çektiğini söyleyebiliriz: 1. Anlaşılırlık, sadelik, kısa ve öz bilgiler vermek, 2.
77 Türkçü edebiyat ya da edebiyatta Türkçülük konusu için bkz., Akçura, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri -
1928 Yılı Yazıları-, s. 16 vd.; Köroğlu, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 4, s. 559-586. 78 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 64-77, 102-113. 79 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 58-59. 80 Ahmed Agayef, “Terbiye-i Milliye”, İçtihad, N. 27, 15 Temmuz 1327/28 Temmuz 1911, s. 783-784. 81 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 59.
183
Duygu ve düşünceye hitap etmek, 3. Aşamalı bir eğitim-öğretim ve tutarlılık, 4. Ahlaklı
bireyler yetiştirmek.82
Günaltay da eğitim ve öğretimde acil ihtiyaçların gözetilmesini, öncelik-sonralık
sıralamasının yapılmasını ister. Teferruatla meşgul olup hayattan kopuk bir öğretimi
dayatmanın manasızlığını vurgular: “Ziraatımız ortaçağdan bile çok geride, iktisadi
hayatımız tamamen yabancıların elinde iken tahsil için köyünden kasabasından gelen
çocuklara Fransa’nın edebiyatını, (…), Arapların tesniye zamiri olarak niçin hüma deyip de
hüm demediklerini, Fivavun’un imanla gidip gitmediğini, Samiri’nin yaptığı buzağının ses
çıkarıp çıkarmadığını, Hz. Salih’in devesinin kulaklarının altın veya gümüşten mi olduğunu
öğretmeye çalışmak, saf ve temiz zihinleri bunlarla yormak ve bunlarla boğmak ağlanacak
bir faciadır.”83 Oysa memleketi yükseltecek ve kurtaracak bilgiler bunlar değildir.Tam
tersine ülkeyi ve toplumu yükseltecek olan eğitim, çocukları hayat mücadelesine hazırlayan
eğitimdir. Yeni Türkiye’nin eğitim programı da medeni hayat ve milli kültür temelleri
üzerinde inşa edilmelidir.84
Günaltay, vaaz ve nasihat kitaplarının yaygın eğitim açısından önemi üzerinde de
durmuştur. Ona göre, Şeyhülislamlığın önemli görevlerinden biri, bilimin en son verileriyle
İslam’ın temel prensiplerini gözeterek, çağın ihtiyaçlarına cevap verecek kitaplar
neşretmektir. Bu kurumun diğer vazifesi de asırlardan beri toplumun itikat ve yaşayışını
tahrif eden hurafelerle dolu kitapları toplatıp yaktırmaktır.85
Şüphesiz eğitim sürecinde önem arz eden konulardan bir diğeri, eğitimdeki kritik
dönemdir. Ağaoğlu, bu kritik dönemlerden en önemlisinin çocukluk çağı olduğunu
vurgular. Öyle ki çocuk terbiyesinin en hassas aşaması olan bu devrede edinilen kazanımlar
hayatının sonuna kadar kişiyi takip eder. Dolayısıyla bu dönem iyi değerlendirilmelidir.
Ona göre mevcut dışa kapalı, haremlik-selamlık ve komşularla sınırlı sayıdaki iletişim ve
diyalogdan oluşan aile hayatı çocukların kişilik gelişimlerine ve birey olmalarına engeldir.
Bu tür tecrit edilmiş hayat tarzı, çocuklukta en ziyade muhtaç olunan ortak oyun ve eğlence,
heyecan ve neşe, şefkat ve yüreklendirme gibi faaliyetlere imkân vermez. Diğer taraftan
dini ve milli bayram kutlamaları ile camilerde yapılan toplu ibadetler toplumsal vicdanın
galeyana geldiği, sevinçlerin ve hüzünlerin paylaşıldığı müstesna zamanlardır. Bu tür dini-
82 Şeref Göküş, “Ahmet Ağaoğlu: Hayatı, Eserleri ve Din Eğitim-Öğretimi Görüşleri”, Toplum Bilimleri
Dergisi, C. 7, No: 13, Ocak 2013, s. 202. 83 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 257. 84 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 258. 85 Günaltay, Hurâfattan Hakîkate: Hurâfeler ve İslam Gerçeği, s. 269.
184
sosyal etkinlikler özellikle çocukların ruhlarında ortak hatıralar yaratır ve böylece
çocukluğun ilk yıllarından itibaren her bir çocukta toplumsal hayatın manevi dinamikleri
hâkim olur.86 Kuvvetli ve sağlam bir toplumun oluşumuna ise bu his ve kazanımların büyük
bir katkı sağlayacağı aşikârdır.87
Aydınlarımız topyekûn bir kalkınma, terakki ve aydınlanmaya olan ihtiyacı
bildikleri için örgün eğitimin yanında yaygın eğitimin de yoğun olarak istihdam edilmesini
isterler. Bu maksatla yurdun her tarafına “milli aydınlanma heyetleri” gönderilmeli;
kentlisinden köylüsüne herkes eğitilmeli, sosyal ve kültürel hayat, ziraat, sağlık, din ve
ahlak, ticaret ve sanat öğretilmelidir. Bu vazife Türk Ocakları’nın olmalıdır. O dönemde
ülkenin hemen her yerinde yaygın olan dini vakıflar bu işe tahsis edilmelidir.88 Aydınlatma
heyetleri her köy, kasaba ve ilçede özellikle Cuma günlerini değerlendirip, halkın yoğun
katılımının sağlandığı bu toplantılarda hatipler vasıtasıyla cemaat milli, dini, ticari, zirai vb.
her konuda bilgilendirilmelidir.89 Günaltay’a göre halkı terakki, ilerleme ve fikrî uyanış gibi
modernizmin kavramlarıyla tanıştırabilmek için görev verilecek kimseler, halkın teveccüh
gösterdiği; köylünün dilinden anlayan, onların kalp ve gönüllerine hitap edecek olan eski
medreseliler olmalıdır. Zira bu türden yenilikleri köylüyü ürkütmeden, şüphelendirmeden
onlara aktarabilecek olanlar mevcut mektepliler değil, ıslah edilerek güçlendirilmiş eski
medrese öğrenim görmüş olanlardır.90
Günaltay, sorunlara çözüm noktasında yaşadığı dönemin ihtiyaçlarını gözetmiş ve
bunlara pratik çözümler önermiştir. Din eğitiminin önemini her vesile ile vurgulamıştır.
Bununla birlikte Zulmetten Nura adlı kitabının 1915 yılındaki iki baskısında da yer alan
“Orta Öğretimde Dini Bilgiler Öğretimi” başlıklı kısma, 1925’deki üçüncü baskıda yer
vermemesi onun din öğretiminden vazgeçtiği anlamına gelmemelidir. Zira bu durum
dönemin siyasi şartlarıyla ilgi olsa gerektir.
Özetle eğitim-öğretim meselesinde aydınlarımız yaklaşık bir asır önce, yeni
nesillerin eğitim ve öğretimi için bugünün pedagojik verilerine çok yakın şu somut teklifleri
86 Cuma ve Bayram namazlarının benzer işlevleri konusunda bkz., Akçura (A.Y.), “Bayram İhtiyacı”, Türk
Yurdu (Tutibay), C. 3, s. 68-69; Gökalp, “Mefkure ve Şe’niyet”, Makaleler VII, s. 49-50. 87 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-79. 88 Günaltay, Zulmetten Nura, Tevsî-i Matbaası, Der Saâdet, 1331/1915, s. 245-247; Günaltay, Türk İslam
Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 253-258. Burada bir konuya dikkat edilmelidir;
Günaltay, makale ve yazılarını esas olarak üç kitapta toplamıştır. Bunlar Zulmetten Nura, Hurâfâttan
Hakîkata ve Maziden Âtiye’dir. Ancak bunlardan birinde yer alan bir konu, yazı ya da makalenin
diğerlerinde de tekrarlandığı epey örnek vardır. Bu nedenle biz, her birine ayrı ayrı göndermede
bulunmayacağız, sadece özellik arz eden tekrarlarda her bir referansı ayrı ayrı göstereceğiz. 89 Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 255. 90 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 190-191.
185
sunmuşlardır: (1). Yeni nesli, yanlış ve hatalı tesirlerden kurtarıp, onları kendi iradeleriyle
sosyal hayata hazırlamak gerekir. (2). Aile terbiyesi, pedagojinin en yeni verileriyle uyumlu
bir şekilde ele alınıp öğretilmelidir. (3). Çocuklara verilecek eğitimde amaç, onların fikrî
kabiliyet ve eğilimlerinin gelişmesi olmalıdır. (4). Ahlaki esaslar mutlaka öğretilmelidir.
(5). Aynı şehirde yer alan fakat seviyesi düşük medreseler tek çatı altında toplanıp daha
kaliteli hale getirilmelidir. (6). Medreselerde uzmanlaşmaya gidilmeli ve her dersi
mütehassıs müderrisler vermelidir. (7). Buralarda, hem sosyal bilimler hem de fen bilimleri
okutulmalıdır. (8). Okul programları düzenli ve kademeli olmalıdır. (9). Öğreticiler
pedagojik formasyon sahibi olanlardan seçilmelidir. (10). Eğitim ve öğretimin mutlaka bir
hedef ve mefkûresi olmalıdır. (11). Teorinin yanında pratik de olmalıdır. (12). Eğitim korku
üzerine bina edilmeyip teşvik ve teşebbüs üzerine kurulmalıdır. (13). Tedrisatta verimliliğe
son derece özen gösterilmelidir. (14). Eğitim ezbercilikten ve şerhçilikten kurtarılmalı;
eleştirel düşünceye önem verilmelidir. (15). Eğitimin hedef ve planlanmasında toplumsal
değer yargıları ve kültür, eğitim modeliyle birlikte ele alınmalıdır. (16). Eğitim milli
olmalıdır. (17). Eğitim ve öğretim işinde görev alanlarda unvandan ziyade vazife aşkı
olanlar tercih edilmelidir. (18). Müderrislerin maaşları artırılmalı ve yöneticiler etkin hale
getirilmelidir.91
2. DİN - BİLİM, SANAT, EDEBİYAT VE FELSEFE
Din ve felsefe beşeri tecrübe alanlarının en önemlilerindendir. Her ikisi de insanın
dünyadaki varlığı, eylemleri, gayesi ve sonu gibi problemleri konu edinir. Din ve felsefenin
en önemli ilgisi Yaratıcı, âlem, insan, ruh, ölüm ve ötesi, mutluluk ve benzeri problem
alanlarıdır. Dolayısıyla sorunları, konuları ve amaçları yönüyle din ve felsefe arasında
olumlu bir ilişki vardır. Bunun yanında bilgiye ulaşma ve çözümler konusunda bazı
farklılıkların olduğu da bir vakıadır.92
Gökalp, bilim ve dini bir madalyonun iki yüzü olarak görür. Bir insanda her ikisi
birlikte bulunduğu takdirde insan tam anlamıyla kâmil olur. Biri zihnin diğeri de kalbin yol
91 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 249-261. Krş., Necmi Uyanık, Modernist İslamcı Bir Aydının Geleneksel
Eğitim Kurumlarına Bakışı: Medreseler Tekkeler ve M. Şemseddin Günaltay, Selçuk Ü. Sos. Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL Tezi, Konya, 1996, s. 97-98; Gökalp, “Medreseler”, Makaleler I, s. 80-82; Gökalp,
Makaleler IV, s. 77-80; Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19 vd.; Akçura, “Medreselerin Islahı”, s. 5-9; Akçura,
“Emel ve İdeal”, Türk Yurdu (Tutibay), C.1, S. 16, s. 266-268. 92 Hüsameddin Erdem, Din-Felsefe Münasebeti, Sebat Ofset Matbaacılık, Konya, 1997, s. 28 vd.; Din-Felsefe
ilişkisinin, İslam’ın yorumlanması bağlamındaki imkan ve sınırlılıklarının bir değerlendirmesi için bkz.,
Kemal Sözen, “Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Dinin Günümüz Türkiyesi’nde Yorumlanması Sorunu”,
SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2011/1, S. 26, ss. 17-31.
186
göstericisidir. Gökalp bu bağlamda şunları ifade eder: “İlmin vazifesi, zihinlere tedbir
öğretmek, dinin gayesi kalplere tevekkül ilham etmektir. Tedbirin verdiği ümid-i nakıs,
tevekkülün bahşettiği i’timad-ı kavi ile tamamlaşır.”93 Ona göre din ve ahlak ile
dengelenmeyen bilimin beşeriyete vereceği fazla bir şey yoktur:“İnsaniyyetin intizam-ı
hayatı, ilim ile dinin mütevaziyen iktisab-ı kuvvet eylemesine vabestedir [ilim ile dinin birbirine
paralel bir şekilde kuvvet kazanmasına bağlıdır]. Zihni, terbiye-i ilim ile tevessu’ eden [bilimsel
verilere değer veren] bir insanın kalbi, tevekkül-i dindarâneden bînasib olmamalıdır. Öyle bir
adam istinadgâhsız bir mefluçtan, tabipsiz bir hastadan başka bir şey değildir.”94
Din ve bilimin birbirine dost iki alan olduğunu yani dinin bilimi, hakiki bilimin de
dini teşvik edeceğini belirten Gökalp, bu iki rehbere sahip olmanın önemini şöyle vurgular:
“İlim ile din: Birincisi zan, ikincisi (…?). İlim ile din: Birincisi tedbir, ikincisi tevekküldür.
İlim ile din: Birincisi ihtiyat, ikincisi cür’ettir. … Birbirinin lazım-ı gayr-i müfârıkı bulunan
bu iki kuvvet, beşeriyyetin iki muazzez rehber-i selametidir. Kemal-i akl ve metanet-i kalbe
malik olmak için bu iki kuvveti daima nefsimizde tenmiye edelim.”95
Gökalp, “Din ile İlim” adlı şiirinde, din ile bilim arasında var olduğu düşünülen
gerginliğin, kalbin vicdana mürşit ve mürebbi, aklın da bilime rehber olup, her birinin
sadece kendi sahasında faaliyette bulunmasıyla sonlandırılabileceğini düşünür.96 İlmin tek
başına insan vicdanını tatminde yetersiz kaldığını vurgulayan Gökalp, ilmin bu
kifayetsizliğini ancak dinin tamamlayabileceğini düşünür. Ona göre, hakiki ilim, insanlığı
zorunlu olarak dine ulaştırır.97 Ancak bu ifadelerine rağmen o, Comte’un dinin yerini
bilimin alacağı ve dinlerin devrini tamamlamış oldukları görüşünü de kabul eder
görünmektedir.98
Bilimi, “mazideki hadiselerden istidlalen, istikbaldeki vak’aları keşfeden bir
meleke-i fazıla”99, şeklinde niteleyen Gökalp, tıpta ve biyolojide sağlıklıyla hasta olanı
birbirinden ayırt eden bilimin, pekâlâ psikoloji ve sosyoloji vasıtasıyla da ruhi ve sosyal
hadiselerde doğruyla yanlışı, sağlamla hastalıklıyı ayırt edebileceğini belirtir. Bu gerçekle
93 Gökalp, “Din, İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir.”, Makaleler I, s. 100. 94 Gökalp, “Din, İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir.”, Makaleler I, s. 102. 95 Gökalp, “Din, İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir.”, Makaleler I, s. 102. 96 Gökalp, Yeni Hayat-Doğru Yol, s. 10. 97 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s. 132. Krş. Gökalp, “Din, İlmin Bir Netice-i
Zaruriyyesidir.”, Makaleler I, s. 101-102. 98 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s. 132; Krş. Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol,
s. 10. 99 Gökalp, “Din, İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir.”, Makaleler I, s. 98.
187
birlikte Gökalp’te öncelikle akla gelen sosyoloji ilmidir. Sıklıkla bu ilmin önemi ve
faydalarını anlatır.100
Dönemin diğer birçok aydınında olduğu gibi Gökalp’te de bilim, kalkınma ve
terakki ile refah ve saadetin büyülü kavramıdır.101 Çünkü çağdaş ve medeni bir millet
olabilmenin yolu budur. Fertlerin kendilerine has duyuş, düşünüş ve iradeleri olduğu gibi,
milletlerin de bu tür ruhi melekeleri vardır. Milletlerin düşünüşü ilim ve felsefe, duyuşu din
ve sanat, iradesi ahlak, siyaset ve iktisattır. Çağdaş bir milletin varlığını devam ettirebilmesi
için mutlaka müspet ilimlere önem vermesi, ona doğru gitmesi lazımdır.102
İlmin, her hadisenin sebep ve neticesini gösterip ortaya koyduğunu belirten
Gökalp’e göre ilim aynı zamanda toplumun bütün fertlerini ortak duygu, düşünce ve
ideallerle birbirine bağlar ve iyi ile kötüyü tayin eder.103 Ne var ki halktan kopuk aydın ve
ulema ilmin bu işlevini yerine getirmekten uzaktır. Bu durum özellikle dil, sanat ve edebiyat
gibi alanlarda çokça hissedilmektedir.104 Ulemanın halka yabancılaşması, halkın kendi içine
kapanmasına, kendi doğrularına yönelmesine neden olmuştur. “Avam, âlimlerin yazdığı
kitapları asla anlamamış, kendi yazıcıları tarafından yazılan, “Âşık Garipler”i,
“Köroğlular”ı okumuş, kendi ruhundan kopan “mani”leri, “destan”ları terennüm etmiş,
kendi muhayyilesinin doğurduğu “efsane”leri, “masal”ları anlatmış ve hala
anlatmaktadır.”105 Gökalp, halka yakın olmak için öncelikle lisanda sadeleşmeyi savunmuş;
Selanik merkezli “Genç Kalemler” mecmuasının şiarı olan “yeni lisan” akımının
öncülerinden olmuştur.106 Ona göre halkın söyleyişi, giyinişi, teslimiyeti, sekineti ve
gösterişsiz kahramanlığı gibi bütün yaşayışı orijinaldir. Toplumun sanat ürünlerinde bu
özgün yaşamın izlerine sıklıkla rastlanabilir.107
Milli kültürün sadece bedii duygulardan oluşmadığını aynı zamanda halkın dini ve
ahlaki duygu ve yaşayışını da içerdiğini ifade eden Gökalp, halkın dini ve ahlaki
100 Gökalp, Makaleler VII, s. 10-11. 101 Gökalp, Makaleler VII, s. 11. 102 Gökalp, Makaleler VII, s. 9. 103 Gökalp, “İlme Doğru”, Küçük Mecmua, S. 2, 12 Haziran 1922, s. 1-3; Makaleler VII, s. 9-10. 104 Gökalp, Makaleler II, s. 32. 105 Gökalp, Makaleler II, s. 37. 106 Gökalp, Makaleler II, s. 23. Gökalp, “Yeni Lisan”ın özelliğini ve savunusunu şöyle dile getirmektedir: “Bir
milletin içtimai muhitine başka milletlere mensup fertler girebilir; fakat hiçbir millet ecnebi fertlerin kendi
kanunlarıyla idare olunmalarına müsaade edemez. Tıpkı bunun gibi bir lisan da başka bir lisandan
kelimeler alabilir; fakat hiçbir lisan bu ecnebi kelimelerin kendi sarf ve nahiv kaidelerini de beraber
sürükleyerek getirmesine rıza gösteremez. Kapitülasyonlar milletin “siyasi istiklali” için bir nakısa olduğu
gibi lisanın “sarfı” muhtariyeti için de bir lekedir.”, Gökalp, Makaleler II, s. 23. 107 Gökalp, Makaleler VII, s. 12-13.
188
telakkilerinin de orijinal olduğunu düşünür. Bir toplumda mütefekkir ve sanatkârlar dini,
ahlaki ve bedii alanlarda halkçı olmalıdır. Bir millete yön verecek milli güzideler ancak
böyle vücuda gelir. Ama maalesef bizde üst sınıflar bu milli duygulardan uzak oldukları
için, tahsil Avrupa’da ahlakı yükselttiği halde bizde ahlakın bozulmasına neden
olmaktadır.108
Gökalp’e göre edebiyat ve lisan kavmî, siyaset milli, bilim ise beynelmileldir. Ona
göre ilmin vatanı olmaz, ancak siyaset ve edebiyat böyle değildir. O, çoğu kere birbirinin
yerine kullanılan “milli” ve “kavmi” kavramlarının farklı manalara geldiğini ifade eder.
Ona göre millet siyasi bir nüfuza, yani devlet kuvvetine sahip toplumsal bir bütündür.
Örneğin, “Osmanlılık” bir millettir. Fakat Türk, Rum, Kürt, Arnavut, Bulgar, Ermeni
unsurları Osmanlı milletinin içerisinde yer alan birer kavimdir. Osmanlı siyaseti milli bir
siyasettir. Kavmiyet esasına müstenit bir siyaset takibi ise bir cürüm ve cinayettir. Lisan ve
edebiyat kavmidir. Bir milletin kavmi lisanlardan herhangi birini kullanması gayet doğaldır.
Örneğin Osmanlı milletinin lisanı “Türk lisanı”dır. Osmanlı Edebiyatı “Türk Edebiyatı”dır.
Ancak Osmanlı milleti “Türk milleti” değildir. Osmanlı milleti Türklerin de içerisinde yer
aldığı birçok kavimden meydana gelir. Bir Türk siyasi hayat itibariyle Osmanlı’dır. Fakat
toplumsal hayatı itibariyle Türk’tür.109
Gökalp’e göre çok uluslu bir yapıya sahip olduğu için Osmanlı’da kavmiyeti esas
alan bir siyasal idare düşünülemez. Ancak Osmanlı idaresinde yaşayan diğer kavimler gibi
Türkler de kavmi bir lisan ve kavmi bir edebiyata sahip olmalıdır.110
Ahmet Ağaoğlu da toplumsal birlik, bütünlük ve dayanışmaya katkıları açısından
edebiyat ve sanat ürünlerine büyük önem verir. Ona göre cemiyet, ortak duygu ve düşünce
taşıyan, ortak ideal sahibi, şuurlu bir zümredir. Bu böyle olmakla birlikte maalesef İslam
dünyası böyle bir toplumsal bütünlük oluşturmaktan uzaktır. Zira Ağaoğlu’na göre
Osmanlı-Türk aile hayatı ile dini hayatı böyle bir cemiyet teşekkülü için elverişsizdir.111
Felsefe düşünce ve tefekkür imkânıyla, edebiyat ise duygu ve his boyutuyla
toplumsal hayatı canlandırır; toplumsal birlik ve dayanışmayı kuvvetlendirir. Düşünsel ve
duygusal birliktelikler meydana getirip, ortak inanç ve heyecanlar yaratarak millet olma
şuurunu doğurur. Böylelikle ortak siyasi ve toplumsal idealler etrafında fikir akımları
108 Gökalp, Makaleler VII, s. 16. 109 Gökalp, “Eskiliğin Mukavemeti”, Genç Kalemler, C. II, S. 2, 26 Nisan 1327/9 Mayıs 1911, s. 26-29;
Makaleler II, s. 25-26. 110 Gökalp, Makaleler II, s. 26. 111 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 99-102.
189
teşekkül eder. Bu fikir akımları ise cemiyet hayatı üzerinde etkili olur. Ne var ki Osmanlı-
Türk toplumu bu konuda çok yetersiz kalmıştır. Önceki dönemlerde edebiyat haricinde
felsefe sadece tasavvuf edebiyatında kısmen yer alabilmiştir.112 Bu nedenle Doğu-İslam
toplumlarında edebiyat, sanat ve felsefe gibi disiplinler toplumu ortak değerler altında
bütünleştirmeye katkı verememiştir. Bunun yanında hayattan kopuk, toplum sorunlarından
habersiz, mitolojik ve itaat eksenli bir içeriğe sahiptir. İtaat, kanaat, teslim, tevekkül ve sabır
öğretisi iradesiz, cansız ve dilsiz bir toplum meydana getirmiştir. Oysa Batı edebiyat ve
düşüncesi bunun tam tersi olumlu niteliklere sahiptir.113 Yerine getirilmesi gereken temel
görev, tefekkür ve edebiyatın bu ruhsuzluk ve dilsizlikten kurtarılmasıdır. Öncelikle sağlıklı
ve kuvvetli bir toplumsal yapı için yeni nesillere fazilet ve ahlak sahibi abide şahsiyetler
örnek gösterilmelidir. Edebi eserler içinde bu tip örnek kahramanlara yer verilmelidir.114
Cemiyet hayatının doğuşu ve gelişmesi üzerinde tiyatro ve müziğin de önemli tesir
icra ettiğini belirten Ağaoğlu, “müziği olmayan bir milleti, kalbi olmayan bir vücuda”
benzetir. Konservatuvar ve operaların, ortak duyguların beslenmesi, milli zevkin incelmesi
ve toplumsal hayatın güzelleşmesi için önemli olduklarını belirtir. Tiyatro ise toplum
fertlerinde aynı fikir ve duyguları yaratır. Bilhassa içtimai ve tarihi olayları konu edinen
tiyatro eserleri “milli şuur”un doğup gelişmesinde önemli bir etkiye sahiptir.115
3. DİN - KADIN VE AİLE
Kadın ve aile meselesi, Osmanlı’nın son döneminde üzerinde en çok tartışılan
konulardan biridir. Örneğin İkinci Meşrutiyet dönemi aydınlarının çağdaşlaşma anlayışının
temel meselelerinden biri kadın haklarıdır.116 Sosyo-kültürel hayatta görülen Batılı
değerlerin etkisiyle Osmanlı yönetici ve aydın sınıfı gelişmelere bağlı olarak konuyla ilgili
düşünce üretiminde bulunmuştur. Bu bağlamda II. Meşrutiyet döneminin iktidar partisi olan
ve özellikle Balkan savaşlarından sonra Türkçülüğü siyasetinin merkezine alan İttihat ve
Terakki Fırkası da kadın ve aile sorunları ile yakından ilgilenmiş; sosyo-ekonomik ve
kültürel alanlarda kadınların daha fazla yer alması yönünde çaba sarf etmiştir. Öncelikle
kadınların eğitimine önem vererek, laik ve modernleştirici bir tutum sergilemiştir.117 İttihat
ve Terakki ayrıca kadınlar üzerinde var olduğu söylenen, dini gelenekten kaynaklanan
112 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 102-104. 113 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 71-77, 107-109. Krş., Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 146. 114 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 110-111. 115 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 115-116. 116 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 444-450. 117 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler: II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918), s. 34.
190
baskıların bertaraf edilmesine çalışmıştır. Yapılan düzenlemeler Cumhuriyet döneminde
daha ileri seviyede yapılan düzenlemelerin alt yapısını oluşturmuştur. Fırka, kadın ve aile
konusunda laik düzenlemeler yapmış ve bu cümleden olmak üzere siyasal ve kamusal
alanlarda kadın istihdamının önünü açmıştır.118 Bu dönemde kadın ve aile tartışmalarının
odak noktasını, İslam ve modernleşme ilişkisinin aile hayatı ve kamudaki yansımaları teşkil
etmiştir. Kadın ve aileyle ilgili çok sayıda dernek kurulmuş, mecmua ve kitap
neşredilmiştir.119
Esasında bütün iyiliklerin ya da kötülüklerin kaynağı olabilme potansiyeline sahip
aile kurumu hakkında Türkçü aydınların sessiz kalması düşünülemezdi. Kabaca bir
değerlendirmeyle toplumun yarısını oluşturan kadınların eğitimi, sosyal hayata katılmaları,
evlilikleri ve diğer hak ve sorumlulukları geleneksel yapıdan modern hayata geçiş sürecinde
aydınlarımızın ele aldıkları konular arasında yer almıştır.
Gökalp’e göre, Türk kadının hukuki ve sosyo-kültürel statüsü ile ilgili yeni
düzenlemeler yapılması, Türk milletinin kalkınması ve çağdaş toplumlar arasında yerini
alabilmesi için temel ve acil bir ihtiyaçtır. Uzun süren savaşların neden olduğu iktisadi ve
sosyal buhranın neticesi olarak aile hayatında görülen sorunlar Gökalp’in bu konuya karşı
ilgisini artırmıştır. Konuya eski Türk cemiyetlerinde kadının statüsü ve toplumsal
durumuyla ilgili çalışmalarla başlayıp, meseleyi tarihi bir perspektifle temellendirmiştir.
Ona göre İslam’dan önceki Türklerde kadın her yönüyle hür ve şerefli bir hayat sürmüştür.
Aile içinde ve sosyal hayatta hukuku, ekonomik ve siyasi anlamda erkekle aynı haklara
sahip olmuş hatta bazen erkekten daha fazla söz sahibi olmuştur.120 Ona göre kadınların
toplumsal statüsü İslam’ın ilk dönemlerinde de yüksektir. Fakat bu durum sonraki
dönemlerde İran ve Bizans’ın etkisiyle kadınların aleyhine gelişmiştir. Bu bağlamda
örneğin yüzü peçeyle örtmek, kadınları hareme kapatmak gibi uygulamalar, Müslümanların
kabul ettiği yabancı gelenekler olduğu halde bilahare öncelikle şehirlerde dini bir
zorunluluk haline gelmiştir.121
Gökalp, Müslümanların cinsî ahlak bakımından kadınla erkeği eşit tutmakla birlikte
hukuk alanında eşitliği göz ardı ederek, kadının statüsünü dönemin toplumsal yargılarına
göre düzenlediklerini düşünür. Diğer taraftan, İslam hukuku örneğin kocaya kolay boşanma
118 Kaplan, Cemiyetlerde ve Siyasi Teşkilatlarda Türk Kadını (1908-1960), s. 63-64. 119 Tekin, “Meşrutiyet Döneminde Kadın ve Aile Tartışmaları”, s. 107. 120 Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 321-322. 121 Gökalp, Türk Ahlakı, s. 51-54. Krş. Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, s. 69.
191
hakkı verir ancak böyle bir ayrıcalığı ahlaki bakımdan çok uygun bulmaz; zorlaştırır, kerih
görür. Aynı durum birden fazla kadınla evlilikte de söz konusudur. Erkeklere böyle bir
imtiyaz verilmesine rağmen bu ruhsat kocanın hanımlarına “eşit davranması” gibi
zorlaştırıcı bir şarta bağlanmıştır.122
Heyd’e göre, “Gökalp, kadınlara reva görülen bu farklılaşmaya şiddetle aleyhtardır.
Nasıl oluyor da kanun, gönüllerimizde en mukaddes duyguları uyandıran annelerimize, kız
kardeşlerimize, karılarımıza, kızlarımıza bizden daha aşağı mahlûklar nazarıyla
bakabiliyor? Şüphesiz Kur’an müfessirleri aldanmışlardır. Kadın, devletin temeli olan
ailenin merkezidir. Kadının iştirak etmediği içtimai bir hayat sakattır.”123 Gökalp’in bu
düşünceleri “Aile” başlıklı şiirinde manzum olarak ifade edilmiştir.124
Gökalp, “Kadın”125 şiirinde ise “diyanet yuvası”na benzettiği aileyi kuran ve
toplumu erkeklerle birlikte inşa edecek olanın kadınlar olduğunu belirtir. İstiklal Savaşında
erkeklerin yerine evde ve tarlada çalışan, yaralılara bakan ve cepheye silah taşıyan Türk
kadınını yücelten Gökalp, Malta’da sürgündeyken kızı Seniha’ya yazdığı bir mektupta (24
Mayıs 1920), kadınlara dair zihninde tasarladığı “Yeni Hayat”ın ipuçlarını verir ve
kadınların erkekler gibi yüksek eğitim görmesi gerektiğini vurgular. Böylelikle sosyal
hayatta da kadınlar yüksek makamlarda yer alabileceklerdir.126
Bu konuda Heyd’in Gökalp ile ilgili bir iddiası da söz konusudur: “Bir
meslektaşının anlattığına göre Gökalp, teksir makinesinde basılıp gizlice dağıtılan bir
risalede kadınların tesettürünü ve hareme kapatılmalarını yerer. Tesettür iptidai insiyaklara
ve çok eski içtimai müesseselere kadar uzanan bir adettir. Bu alışkanlığın hala devam
etmesi Türk kadınlarına en büyük hakarettir.”127 Ancak Gökalp, aile hukuku128 ile ilgili bu
122 Gökalp, Türk Ahlakı, s. 52-53. Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, s. 68. 123 Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, s. 69; F. Abdullah Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı I, s. 107, 116. 124 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 32; Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı I, s. 116. 125 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 19; Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı I, s. 107. 126 Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı-II: Limni ve Malta Mektupları, s. 322-323. 127 Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, s. 69-70. 128 O dönemdeki Osmanlı toplumunun din ve inanç yönünden homojen bir görünümü yoktur. Bu durum
özellikle aile hukukunda farklı uygulamalara yol açmaktadır. Bu nedenle ülkedeki bu farklı uygulamaları
kaldırmak amacıyla Türk hukuk tarihi açısından önem arz eden 1917 tarihli Aile Hukuku Kararnamesi
çıkartılmıştır. Bu kararnamenin kanunlaştırılmasında Gökalp’in büyük katkısı olmuştur. Ne var ki bütün
Osmanlı vatandaşlarına tatbik edilen bu kanun, İstanbul’un işgaliyle cesaretlenen ve Türk mahkemelerinde
yargılanmak istemeyen gayr-i Müslimlerin talebiyle bir yıl sonra (1918) yürürlükten kaldırılmıştır. Bkz.,
Abdülkadir Şener, “İctimai Usul-i Fıkh Tartışmaları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam İlimleri
Enstitüsü Dergisi, C. 5, Ankara, 1982, s. 232, 235.
192
tür radikal değişiklikleri Jön Türklerin iktidarda olduğu bir dönemde açıktan dile
getirmekten kaçınmıştır.129
Gökalp, ailenin teşekkülü konusunda İslam’ın yeni anlayışlar getirdiğini belirtir.
Ona göre, sosyoloji ilmi tabii akrabalıkla, içtimai akrabalığın birbirinden farklı olduğunu
ortaya koymuştur. Tabii akrabalık kana bağlı ve doğuştan gelen fizyolojik bağdır. İçtimai
akrabalık ise, hukukça itibar edilen akrabalıktır.130 Sosyolojinin bu tespitinden asırlar önce
İslam, tabii akrabalıkla toplumsal akrabalığı birleştirmiştir. Cahiliye döneminde bir baba,
evladını evlatlıktan çıkarabilmekte veya yabancı bir kadından doğan bir çocuğu
“oğlumdur”, diyerek nesebine dahil edebilmekteydi. Ancak İslam, babanın evladını
akrabalıktan çıkarmasını kabul etmediği gibi, bir adamın karısından veya cariyesinden
doğmayan bir çocuğu nesebine katmasını da kabul etmemiştir.131
Gökalp’e göre İslam, oldukça inkılâpçı bir dindir. Kur’an-ı Kerim “babalarımızdan
böyle gördük” anlayışının yanlışlığını vurgulamış ve aile hukukunda şu inkılâpları
gerçekleştirmiştir:
1. Cahiliyet devrinde “mehir” karının velisine verilirken İslam, mehirin bizzat
evlenen kadının hakkı olduğunu apaçık şekilde beyan etmiştir.
2. Cahiliyette bir baba, kızını istediği erkeğe verebilirken İslamiyet, kadının rızasıyla
olmayan nikâhı geçersiz saymıştır.
3. Cahiliyet zamanında bir erkek ölünce, oğlu üvey anasının üzerine abasını
attığında, yeniden “mehir” vermeğe gerek kalmadan üvey anası onun nikâhlı karısı
hükmüne geçerken İslam, “hürmet-i müsâhere”yi tesis ederek, evlilik dolayısıyla meydana
gelen yakınlık nedeniyle üvey ana ile evliliği yasaklamıştır.
4. İslam’da siyasi otoritenin aile hukukuna dair kanunlar yapmak yetkisi vardır. Hz.
Ömer zamanındaki uygulamalar132 bunun açık örnekleridir. Bu örneklerden hareketle
Gökalp, siyasi otoritenin aile hukuk ile ilgili düzenlemeler yapabileceğini belirtir.133
Gökalp, İslam’ın aile hukukunda velayet-i ammeye/siyasi otoriteye verdiği bu
yetkilerin haricinde, evlilik kurumunda koca ile karının birtakım şartlar ileri sürmeleriyle
köklü değişikliklerin de yapılabileceğini düşünür. Örneğin, nikâh esnasında kadın, eşinin
129 Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, s. 69. 130 Gökalp, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, s. 71. 131 Gökalp, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, s. 72. 132 Hz. Ömer’in Kur’an yorumu ve bu bağlamda bazı fıkhi uygulamaları için bkz., Ali Galip Gezgin, Özgün
Bir Kur’an Yorumu: Hz. Ömer Örneği, Rağbet Yay., İst., 2014. 133 Gökalp, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, s. 73-74.
193
evleneceği diğer kadınların boş düşmesini şart kılarsa bu durumda tek kadınla evliliğe
benzer bir usûl teşekkül eder ki Osmanlı’da sultan hanımların evlenmeleri esnasında bu
duruma benzer özel bir yöntem tatbik olunmuştur. Sultan hanım talak hakkını üzerine
aldıktan sonra, padişahı, yani o zaman velayet-i ammeyi haiz olan siyasi otoriteyi vekil
tayin ederdi. Dolayısıyla bugün gerek siyasi otoritenin ve gerekse eşlerden herhangi birinin
talep edeceği şartların imkân, fırsat ve kuvvetine istinaden aile hukukunda esaslı ıslahat
yapılabilir.134
Gökalp, bütün dinleri ve bu arada İslam’ı da içerisinde geliştiği toplumsal ortama
bağlı değişebilir tarihi bir olgu olarak görür.135 Bu iddiasından hareketle Gökalp, cahiliye
ailesi ve İslam ailesini mukayese ederken, İslam’ın inkılâpçı bir din olduğunu ifade eder.
Kur’an-ı Kerim’in “babalarımızdan şöyle gördük” anlayışını reddettiğini; Hz. Peygamber’in
de “Eğer İslamiyet’te cahiliyetten bir tek kaidenin ibkası mümkün olsaydı, ben hılfü’l-
füzû’lü ibka ederdim.”136, diyerek, geçmişin körü körüne taklidini kınadığını belirtir.
Konuyla ilgili olarak özellikle hukuk alanında İslam’ın getirdiği düzenlemelerden örnekler
verir. Velâyet-i âmme diye isimlendirdiği; toplum bireyleri üzerinde egemenlik hakları olan
yöneticilerin bu velayetleri ile aile hukukuna dair kanunlar yapabileceklerini, bu durumun
şeriatın rağmına bile olsa velayet sahiplerinin tasarrufunda olabileceğini özellikle Hz.
Ömer’in uygulamalarıyla temellendirmeye çalışmaktadır. Netice itibariyle aile hukukunda
köklü bir ıslahatın gerektiğini ve bunun İslam’da da söz konusu edilebileceğini belirtir.137
Diğer bir Türkçü aydın Ahmet Ağaoğlu da eserlerinde aileye ve özellikle kadınların
durumuna ayrı bir parantez açmıştır. Ona göre kalkınma ve ilerlemenin temelinde aile ve
kadın vardır. O, Paris yıllarında yazdığı yazılarında bireyin önemini vurgular ve Müslüman
toplumlarda bireyin yetişmesini engelleyen bir aile düzeninin var olduğunu belirtir. “Birey
olabilme” olgusunun toplumda dinamizm kazanabilmesi için ise kadınlar, dinin onlara
sağladığı haklardan tam olarak yararlanabilmelidir.138
134 Gökalp, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, s. 75. 135 Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 77. 136 “Abdullah bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfü’l-fudûl’de hazır bulundum. O meclisten o
kadar memnun oldum ki, ona bedel bana kızıl develer verilse, o kadar sevinmezdim. O antlaşmaya şimdi de
çağrılsam, yine icâbet ederim.”, İbn Hişâm, Sîre, C. 1, s. 141-142; İbn Sa’d, Tabakât, C. 1, s. 129; İbni
Kesîr, el-Bidâye, II, 295. 137 Gökalp, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, s. 71-75. 138 Ağaoğlu, “Le Clergé”/ (Din Adamları), La Nouvelle Revue, S. 70, Mayıs-Haziran 1891, s. 804, François
Georgeon, “Azerbaycanlı Bir Aydının İlk Adımları: Ahmed Ağaoğlu Fransa’da (1888-1894)”, Osmanlı-
Türk Modernleşmesi (1900-1930), s. 109-110’dan naklen.
194
Ağaoğlu’nun düşünce evrenini oluşturan değerlerden biri bireyin özgürlüğüdür.
Kadın haklarını da bu çerçevede ele alır. İslamiyet’te Kadın (Tiflis, 1901)139 adlı
çalışmasını, kadının toplumsal yaşamda daha görünür bir hale gelmesi üzerine kurgular.
Yetiştiği dönem ve ortamda kadınların üzerindeki baskıyı fark etmiş olan Ağaoğlu, özellikle
annesinin, kendisinin yetişmesindeki çaba ve gayretlerini görerek, hissederek; onun
şahsında kadınlara olan saygısını ifade eder. Öğrencilik yıllarında Tiflis’te bir Ermeni kızına
matematik dersi veren Ağaoğlu, bu kızın öğrenim durumu ile kendi ailesindeki kızların
öğrenim durumlarını karşılaştırır ve kendi ailesindeki kızların birkaç Kur’an suresinden
başka bir şey bilmediklerini, öğrenemediklerini düşünerek, büyük bir şaşkınlık yaşadığını
belirtir.140
Ağaoğlu’na göre, Müslümanların kurtuluş ve ilerlemesinin yolu, özellikle iki önemli
meselenin çözümlenmesinden geçmektedir. Bunlar da kadın meselesi ve alfabe
meselesidir.141 İslamiyet’te Kadın142 adlı çalışmasının giriş bölümünde, “Zamanımızda kadın
hakları gelişiyor” diyen Ağaoğlu, Türkiye ve Mısır gibi halkı Müslüman olan ülkelerde bu
durumun görüldüğünü ancak, hala bu konuda çaba gösterenlere kötü gözle bakıldığını
belirtir.143 Oysa Müslüman kadın, sosyal görevlerini ancak bilinçli, özgür bir anne ve eş
olması durumunda başarabilir. O, ancak bu şartlar altında çocuklarına, sosyal hayatta büyük
önemi olan sağlam bir karakter ve irade kazandırabilir. Onlara, yüksek duygular, soylu
düşünceler aşılayabilir. Kendisine fiziksel gelişme olanağı vermeyen boğucu harem havası
içinde tamamen bitkisel, edilgen ve tembel bir yaşayış süren kadın, ırkın soysuzlaşmasında
da birinci derecede rol oynar.144
Ağaoğlu, İslam’ın kadınlara verdiği hakların önemi ve büyüklüğünü gösterebilmek
için öncelikle İslam öncesi toplumlardaki kadınların durumunu ele alır. Araplardaki ve
İran’daki kadınların durumlarını tartışan Ağaoğlu, bu toplumlarda kadınların yok
hükmünde olduğunu ifade eder.145 O, yaşadığı dönemi, Müslümanların Ortaçağı olarak
nitelemekte; nasıl ki Ortaçağ Avrupası’nda Hıristiyanlar kendi dinlerini bilmedikleri gibi,
139 Bkz., Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın. 140 Samet Ağaoğlu, Babamdan Hatıralar, s. 81. 141 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 59. 142 Ağaoğlu bu çalışmasında genelde Contemporary Review dergisi, Ernest Renan, Max Müller, Jules Scholle,
Maşanov, Hintli yazar Mir Ali, De Slan, Fransız Perron gibi oryantalistlerin yazdığı eserleri referans
kaynak olarak kullanmış; yanı sıra Fatma Aliye Hanım, Firdevsî, Zend-Avesta, Taberi, Ebülfida, İbn
Hallikan, Mes’ûdî gibi İslam ve Doğu medeniyetleri tarihinden kaynaklara da yer vermiştir. Bkz., Ağaoğlu,
İslamiyet’te Kadın, s. 14-48.
143 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 15. 144 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 59-60. 145 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 13-21.
195
bugün de Müslümanlar kendi dinlerini bilmemektedirler. Dolayısıyla özellikle aile ve kadın
konularında din adına, din dışı bir uygulama içerisindedirler.146
Ağaoğlu’na göre Kur’an ve Hz. Peygamber kadınları yüceltmiştir. Örneğin Nisa
suresi birinci ayette yer alan,“Ey insanlar! Sizi aynı maddeden yaratan, ondan da eşini
yaratan ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar yaratan Allah’tan korkunuz!” ifadeleri o
dönem için çok ilerici beyanlardır ve bu durum dönemin Arap erkeklerini şaşırtmıştır. Bu
son derece cesur ve başlı başına bir inkılâptır.147 Kadın haklarıyla ilgili olarak Kur’an şu
emir ve tavsiyelerde de bulunmuştur: Karı ile koca arasındaki bir anlaşmazlıkta, her iki
tarafın temsilcilerinden oluşan bir meclis bu konuyu halletmek durumundadır.148 Kadın
gerek kocasının gerek çocuklarının mirasından yararlanabilir.149 Evlenme ve nikâh aşka ve
sevgiye dayanmalıdır.150 Boşanma halinde koca, karısına mehir ödemek zorundadır.151
Kocasından ayrılmış bir kadın, küçük yaştaki çocuklarını yanında alıkoymak hakkına
sahiptir. Koca ise bu çocukların nafakasını sağlamakla mükelleftir.152 Kadınlar kötü bir
davranışla suçlanırken, bunu sadece şüpheye, hele dedikodu ve söylentilere dayanarak
yapmamalıdır. Bir kadının sadakatsizlikle suçlanması ancak adil olduklarına, yalan yere
tanıklık etmeyeceklerine kanaat getirilen dört şahidin dinleneceği153 yetkili bir mahkeme
tarafından görülmelidir.154
Ağaoğlu, Hz. Peygamberin kadınlara tanıdığı haklara ilişkin de örnekler verir: Hz.
Peygamberin kızını sevmesi, cennet anaların ayakları altındadır hadisi, kızların anneleriyle
babalarının miraslarını alabilmeleri, kızların bundan böyle alınıp satılamamaları, ergenlik
çağına giren kızların kendi istedikleriyle evlenebilmeleri, kızların rızası alınmadan onlar
adına kıyılacak nikâhların geçersiz olması, kızların bütün yurttaşlık haklarından
yararlanabilmeleri, meşru olan her işi yapabilmeleri; mukavele yapmak, imzalamak,
başkalarına senet vermek, senet almak haklarına sahip olmaları bunlardan bazılarıdır. Evli
kadınlar da her hakka sahip eşit yurttaşlardır. Bunlar kocalarına bağlı olmaksızın mallarını
idare etmek ve mallarına sahip olmak hakkına maliktirler. Kocası karısından, emzikli
çocuğuna meme vermesini istemekten başka hiçbir istekte bulunamaz. Kadının kocasına
146 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 22-23. 147 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 27. 148 Nisâ, 4/35. 149 Nisâ, 4/7, 11-12. 150 Rûm, 30/21. 151 Bakara, 2/229, 237; Nisâ, 4/20. 152 Talâk, 65/6. 153 Nisâ, 4/15. 154 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 30-31.
196
karşı görevi ise sadece makul ve meşru bir çerçevede kocasına sadık olmak ve itaat
etmektir. Kadının kocasına bakması, onun mal ve mülküne göz kulak olması, tamamen
kadının isteğine bağlı bir iştir. Dilerse yapar, dilerse yapmaz.155 Ne var ki Kur’an-ı Kerim ve
Hz. Peygamber kadınların değerini yüceltip, onlara 1900’lü yılların Fransası’nda bile
tanınmayan böylesine geniş haklar tanıdığı halde, zamanla gerçek dinden uzaklaşan
Müslümanlar bu genişlik ve ruhsatı daraltıp, sınırlamışlardır.156
Ağaoğlu’na göre İslam, Araplar arasında yaygın olan çok kadınla evlenme
uygulamasını, aynı anda en fazla dört kadınla sınırlamıştır. Bu sınırlamayı ise yerine
getirilmesi çok zor şartlara bağlamıştır ki bu sınırlandırma sonuçta tek kadınla evliliği
zorunlu kılmıştır.157 Dolayısıyla Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’i kadınlara düşman olmakla
itham eden Avrupalı yazarlar haksızdır. Bu yazarlar, Müslümanların kusur ve eksiklerini
İslam’a yüklemektedirler. Oysa İslam, asil ve büyük bir hamle yapmış, kadını kâhya kadın
rolünden eş ve anne mertebesine yükseltmiştir.158
Ağaoğlu, kadınların örtünmesi ve çarşafa bürünmesi konusunda Kur’an ayetlerini
ve Peygamberden gelen rivayetleri kendine has bir şekilde yorumlar. Ona göre çarşafın
1900’lü yıllarda bile gündemde olması, konuyla ilgili iki ayetin159 anlamının kapalı
olmasından kaynaklanmaktadır. Bu ayetlerin birinde ziynetlerin (edep yerlerinin)
örtülmesinden, diğerinde ise peçeden, başörtüsünden bahsedilmektedir. Şayet bu ayetler
yanlış, yanlı ve hilekârca yorumlanmazsa, İslam’da çarşaf sorun olmaz. Zira çarşaf, Hz.
Peygamberin İslam’a soktuğu bir uygulama değildir. Çarşaf İslam’dan çok önceleri Doğu
toplumlarında var olan ancak Araplar arasında kullanılmayan bir giysidir ve Hz.
155 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 29-30. 156 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 29. 157 Ağaoğlu, Kur’an-ı Kerim’in dört kadına kadar evlilikle ilgili Nisâ suresinin 3. ayetinde geçen “…
Kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. O (kadı)nlar arasında da adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir
tane alın. (…).” ayetindeki adalet kelimesini yorumlarken, adaletin sevgide de sağlanması gerektiğini
belirten müfessirlerin görüşlerine itibar eder: “Bu adalet, yalnız kocaların karılarına karşı olan dış
davranışlarını değil, onların duygularını da içene almak zorundadır. Kocalar, bütün karılarına karşı, aynı
duyguyu besleyecek, onların hepsini aynı derecede sevecektir. Acaba bu mümkün mü? Meseleye doğrudan
doğruya Kur’an cevap vermektedir: “En iyi arzularınıza rağmen karılarınızın arasında eşitlik gözetmeye,
onlara karşı adil olmaya gücünüz yetmeyecektir.” Bu insan gücünün dışında ve üstünde olan bir şeydir.
Çok kadın alanlar daima günaha gireceklerdir. O takdirde ne yapmak lazımdır? Bu soruya yine Kur’an
cevap vermektedir: “Karılarınıza karşı adil olamayacağınıza dair sizi korkutan sebepler varsa, o takdirde tek
kadın alınız! Adaletsizliğe yer vermekten, günaha girmekten sizi koruyacak en iyi yol budur!”, Bkz.,
Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 32. 158 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 33. 159 Bu iki ayetten kasıt, ziynetlerin (edep yerlerinin) örtülmesi konusunda Nur suresi 24/31. ayeti; peçe ve
başörtüsü konusunda Ahzab suresi, 33/59. ayeti olsa gerektir.
197
Peygamber’in vefatından çok sonra Arapların başka milletlerle temasa geçmeleriyle
Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır.160
İslam’ın ilk devirlerinde kadınların toplumsal hayatta hak ettikleri statüye sahip
olduklarını belirten Ağaoğlu, bu durumun Abbasiler döneminde değişmeye başladığını
belirtir. Abbasiler İran’ı fethettikten sonra Farisi gelenek, görenek ve kurumların etkisine
girmişlerdir. İran’a özel milli bir din olan Şiiliğin ortaya çıkmasıyla da İslam toplumları
içinde bir yığın tarikat boy göstermeye başlamıştır. İran’da eskiden beri mevcut olan
örtünme âdeti Araplara da geçmiştir. Böylelikle Farisî unsurlar, Arap yaşayışının
temellerini tahrip etmiş; seçkin kadın örnekleri azalmaya başlamış ve kadınların hür bir
şekilde kamusal alanda görünürlükleri azalmıştır. Her yerde harem ve haremağalarının
hâkimiyetleri başlamıştır.161
Yusuf Akçura da diğer Türkçü aydınlar gibi kadın ve aile konusuna ayrı bir önem
vermiştir. Kadınlara toplumsal hayatta hak ettikleri yerin verilmediğini, bu nedenle İslam
toplumlarında kadınların üretime ve kalkınmaya katkılarının olmadığını belirtir. Kadınların
mevcut toplumsal statülerinin kesinlikle Türklüğe yakışmadığını belirten Akçura’ya göre,
eski Türklerde kadınlar erkeklerle eşit seviyededir.162
Akçura, meselenin öncelikle bir eğitim meselesi olduğunu düşünmüştür.
Dolayısıyla daha işin başında, yaşadığı dönemde çok önemli bir sorun olan kız okullarına
olan ihtiyacı vurgular. “(…) Bu ihtiyaç orta veya ibtidai [orta veya ilk] birkaç mektep
açmakla bitirilemez. Fakat bu yolda atılan her bir hutve [adım] Türk ve İslam âlemine
edilen en büyük hizmetlerdendir.” Öyle ki Akçura’ya göre, o dönemde İstanbul’da
Müslüman ailelerin kız çocuklarını okutmaları için Türk mektebi bulmak zordur. Buna
karşın Fransız, Alman ve İngiliz mektepleri bu ihtiyacı gidermektedir. Ancak bunlar da Batı
kültürü ile Katolik ve Protestanlığın propagandasını yapmaktadır.163
Akçura, Osmanlı kız mekteplerinin açılmasına önayak olan ve bu uğurda çalışan
Osmanlı Mebusan Meclisi Başkan’ı Ahmet Rıza ve diğer zevatı bu hayırlı işlerinden dolayı
metheder ve bu teşebbüsün yalnızca Türklüğün değil bütün İslam dünyasının şükranını hak
ettiğini ifade eder. Akçura’nın dikkatleri yönelttiği bir diğer husus da kız mekteplerinin
açılmasına gayret gösteren Manastırlı İsmail Hakkı, Nasûhizâde Mustafa Asım gibi dini
160 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 36. 161 Ağaoğlu, İslamiyet’te Kadın, s. 45-46. 162 Ramazan Uçar - H. İbrahim Akkuş, “Yusuf Akçura’nın Gözünden Türk Milleti ve İslam Ümmetinin
Sorunları ve Çözüm Önerileri”, Toplum Bilimleri Dergisi, Temmuz-Aralık 2018, C. 12, S. 24, s. 14. 163 Akçura (A.Y.), “Kız Sultânî Mektebi”, s. 268.
198
alanda otorite olan ulemanın varlığıdır. O, bu tür âlimlerin desteğini, “mektebin teşkilat ve
nizâmâtında [okulun kuruluş ve tüzüğünde ] evâmir ve nevâhî-i şer’iyyenin [dini emir ve yasakların]
tamamıyla tatbik olunacağına en kavi [kuvvetli] teminat”164 olarak görür. Akçura’nın bu
satırları, kız okullarının açılmasına karşı muhtelif çevrelerden gelebilecek tepkileri
engellemek olarak da düşünülebilir.
Akçura, kızların eğitim-öğretimi konusunda gayret göstermeyi, Allah yolunda cihat
etmekle eşdeğer tutar. “Şu satırları karalayan aciz, “amentü”ye inanırcasına inanıyorum ki
Kandilli Ünâs Mektebi Sultanîsi [Kandilli Kız Lisesi] faidesine iane [yardım] bileti satın
alanlar, cehle [cehalete] karşı açılmış cihadın, mücahitleri olacaklar ve binaenaleyh
fîsebîlillah [bundan dolayı Allah yolunda] cihat sevabını kazanacaklardır.”165
Günaltay’a göre de çocukların eğitimi en önemli meselelerden biridir. Ailelerin en
başta gelen görevi çocukların eğitimi olmalıdır. Ancak o, kendi yaşadığı dönemde anne-
babaların bu konuda gereken hassasiyeti göstermediklerinden yakınır: “Ekseriyet babalık
vazifelerini tabiat dadısına bırakmış olduklarından hudayinâbit [kendi kendine/sahipsiz] olarak
yetişen gençlerde lazım gelen seciyeleri aramak kadar abes bir şey olamaz.”166 Çocuk
eğitimine az çok özen gösterebilen az sayıdaki aile ise bu vazifeyi bilinçsizce yaptıkları için
çocuklar istenilen seviyede yetişmemektedir. Örneğin yüksek tabakaya mensup ailelerin bir
kısmı çocuklarını cahil, ihmalkâr ve aciz bakıcılara bırakmaktadır. Oysa çocuk pedagojisi
konusunda bilgisi ve formasyonu olmayan bu tür kimselerin eline teslim edilen çocuklar
gerçekte felaketin kucağına atılmış olmaktadırlar. Bu tür cahil, dalkavuk ve izzet-i nefisten
mahrum kimselere çocukları emanet edip, sonra da onlardan sağlıklı bir ruhi hayat, ahlaki
fazilet ya da sağlam bir karakter beklemek ahmaklıktır.167 Çocuk ilk terbiyesini ana
kucağında, baba ocağında almalıdır. Temel terbiyeden mahrum bir genç, hayat
mücadelesinde başarılı olamaz. Sefalet bataklığına sürüklenebilir. Aile terbiyesi temeldir;
temel çürük olursa istenen sağlamlık temin edilemez. İleride bunu düzeltmek de pek
mümkün değildir. “Akıl ve muhakemeden ziyade içgüdü ve temayüllerin hâkim olduğu
çocukluk devresinde kazanılan alışkanlıklar kolay kolay terk edilemez.” Aile yuvası her
türlü fazilet ve güzelliğin öğretildiği bir dershane olmalıdır. Ebeveynler çocuklarını yanlış
ve manasız gelenek ve göreneklerden uzak ve çocukların mizacına uygun bir metot takip
164 Akçura (A.Y.), “Kız Sultânî Mektebi”, s. 268. 165 Akçura (A.Y.), “Kız Sultânî Mektebi”, s. 268. 166 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 263. 167 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 264-265.
199
ederek yetiştirmelidirler. Ana-babalık görevi, çocuğu ancak bir ülkü ve ideal sahibi yaparak;
onu hem kendisine hem ailesi, vatanı ve bütün insanlığa faydalı bir birey olarak
yetiştirmekle yerine getirilebilir.168
Bedenî, fikrî ve ahlakî terbiyede aileler, okula yardımcı olmalıdır. Kızların eğitim
almaları kesinlikle sağlanmalıdır. Zira “Kızlarına lazım gelen temel terbiyeyi veremeyen
milletler, oğullarını ebedi bir bedbahtlığa mahkûm etmiş, nesillerini, çöküş ve sefaletin
kucağına atmış olurlar.”169 Aile kurumuna büyük önem veren Günaltay’a göre toplumların
her bakımdan kalkınma ve ilerlemeleri, o toplumları oluşturan ailelerin kalitesiyle
mümkündür. Aile yuvası ne kadar düzenli ve huzurlu olursa memleket de o derece huzurlu
ve güçlü olur. Ailelerin, mensup oldukları milletlerin küçük bir numunesi olduğunu ifade
eden Günaltay, “Aile, milletin seciyelerini gösterir küçük ölçüde hakiki bir örnektir. Cılız,
aciz ve sefil ailelerden oluşan milletler ilerleme sahasında ahenkli ve sağlam adımlarla -
mümkün değil- ilerleyemezler”, kanaatindedir. Milli refah da toplumu oluşturan ailelerin
saadetleriyle doğru orantılıdır. Bu nedenle aile hayatının temel taşı olan evlilik doğal,
samimi ve denklik ölçülerine dayanmalıdır. Ismarlama evlilikler, çoğunlukla ayrılıkla
neticelenmektedir. Evlilik olayını sonradan uydurulmuş bid’at, temelsiz gelenek ve
göreneklerle çığırından çıkarıp, bunu bir de dinin emriymiş gibi göstermek çok üzücüdür.
Oysa İslam’ın evlilik ile ilgili tavsiyeleri çok sade, makul ve son derece açıktır. Özellikle
denklik (küfüv) meselesine verilen önemi bugün artık sosyoloji bilimi de desteklediği halde,
mevcut durumda Müslümanlar arasında denklik meselesine aykırı geniş bir uygulama
imkânı bulan örflere itibar edilmesi acınacak bir durumdur. “Nisbetsiz evlilikler daima ya
akamete mahkûm [verimsiz/sonuçsuz] kalır yahut sefaletle neticelenir! İrfanca, şerefçe,
servetçe, ahlakça, yaşça birbirinin dengi olmayan iki kalp arasında bir samimiyet
uyanacağına kani olmak, pek kaba bir ahmaklık olur.”170
Günaltay, evlilik konusunda makul ölçülere ve dinin emirlerine riayet etmeyenleri
ahlakî zafiyetle niteler. Bunları lanete müstahak görür. Ona göre, bu tür sorunların
çözümünde hükümetlere, anne-babalara büyük görevler düşmektedir. Gençliğe kadınlığın
nezaheti, kadınlığın yüksek mevkii anlatılmalıdır. Din, ahlak ve toplumsal açıdan kadınlara
karşı gösterilmesi gereken saygı, hürmet ve mukaddes vazifeler öğretilmelidir. Bunun için
okullara ve özellikle kız okullarına önem vermek gerekir. Milli hayatımız açısından,
168 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 266-267. 169 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 267. 170 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 238-239.
200
toplumumuzda yaygınlaşan Avrupalı kadınlarla evlenmek modasının önü alınmalıdır.
Böyle bir moda milli hayatın tahribine yol açmaktadır. Günaltay’a göre, kabul etmek
gerekir ki bizim kadın ve kızlarımız tahsil ve terbiye görmemişlerdir. Ancak sırf bunun için
yabancı kadınları tercih etmek doğru değildir. Haddizatında yabancı kadınlarda olmayan
ama sadece bizim kadınlarımızda bulunan üstün özellikleri görmek gerekir. Ahlaki temizlik
ve saflık, ruhi samimiyet ve fedakârlık gibi yüce hasletler bunlardan bazılarıdır. Bu hasletler
ise çok önemlidir. Zira kavmî ve milli asaletini muhafaza etmek, ecdadının kutsal
değerlerine bağlı kalmak isteyen milliyetçi bir genç, hakiki saadeti kendi muhiti dahilinde,
kendi yuvası içinde aramalıdır. Ayrıca yeni yeni baş gösteren evliliğe, evlilik kurumuna
karşı çıkmak temayülü de milli geleceğimiz için tehlikeli bir adettir. Yaygınlaşmaya
başlayan bu akımı durdurmak düşünen, aydın ve milliyetçi gençlere bir görev olmalıdır.171
Sonuç olarak aydınlarımız, aile ve kadının Türk toplumundaki önemini
vurgulayarak; ailenin sağlam ve toplumdaki görevini layıkıyla yapabilmesi için kadınların
eğitimini ön plana çıkarmışlardır. Günaltay’a göre, kadınların okutulmaması, onların eğitim
ve öğretimden mahrum bırakılması büyük bir günah, büyük bir hatadır. Üstelik bunu
İslam’ın bir hükmüymüş gibi düşünmek büyük bir hezeyandır. Böyle düşünenler İslam’ı
bilmeyen cahillerdir. Çünkü İslam’da bir erkek nasıl ilim ve marifet kazanmakla
emrolunmuşsa bir kadın da aynı şekilde ilim tahsiline mecburdur.172 Ağaoğlu da yazılarında
kadın ve aile meselesine büyük bir önem vermiştir. Yukarıda da ifade edildiği gibi o, Doğu
ve Müslüman toplumların kurtuluşunu ve ilerlemesini kadın, aile ve çocuk mevzularında
tarihsel ilavelerinden arındırılmış sahih bir İslam inancı ile çağdaş değerlerin sentezinde
görmektedir. Gökalp ise Türk aile yapısının Arap ve İran geleneklerinin etkisiyle
bozulduğunu ifade etmiş, İslam’ın ilk saf halindeki kadın imajıyla eski Türk töresindeki
kadını birbirine yaklaştırmaya çalışmıştır. Akçura da yarının anneleri olacak kızların eğitimi
için kız mekteplerinin önemini vurgulamıştır.
171 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 240-243. 172 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 82, 241-242.
201
4. DİN - HUKUK İLİŞKİSİ
İnsan toplumsal bir varlıktır. Bir insanın toplumdan ayrı bir şekilde tek başına
yaşaması mümkün değildir.173 Toplumsal hayatta ise insanlar arası ilişkileri düzenleyecek
kurallara ihtiyaç vardır.174 Bir başka ifadeyle “Nerede toplum varsa, orada hukuk vardır.”175
Dinlerin vahyedilmesinin ve peygamberlerin gönderilmesinin gayelerinden birisi,
toplumsal düzeni (nizâmu’l-beşer) inşa etmektir. Hukuk ve özellikle İslam hukuku,
insanların salahı ve esenliği için vardır. Her ne kadar hukuk kuralları ahiret hayatını
düzenlemezse de bu dünyada hukuk kurallarına riayet edip etmemenin ahirette bir karşılığı
olacaktır. Yüce Allah ahireti, insanların dünyada yaşadıkları hayata bir karşılık olarak
yaratmıştır.176
Hukuk, cemiyette düzeni kuran, müeyyidesini toplum vicdanının tepkisinde ve bu
tepkiye tercüman olan devletin gücünde bulan kaideler toplamıdır.177 Hukuk sosyal
ihtiyaçların karşılanması, eşitlik, kamu düzeni, adalet gibi gayelerin gerçekleştirilmesini
hedefler. Ancak bu gayeler toplumdan topluma değiştiği gibi zaman içinde de sürekli
farklılaşır. Amaçları belirleme işini ise her toplumda yasama organı gerçekleştirir.178
Hukukun temel özelliği değişmedir.179Ayrıca düzenleyicilik, emredicilik, yasaklayıcılık ve
yaptırım gibi unsurları da vardır. Bu itibarla hukuk kuralları sınırlayıcı karakter taşır.180
İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen ve emretme unsurunu içeren hukukun diğer bir özelliği,
maddi yaptırımla güvence altına alınmış olmasıdır. Hukukun yaptırımı cebir ve ceza
şeklinde karşımıza çıkar. Maddi yaptırımı olmayan bir hukuk düzeninin geçerli olması
düşünülemez.181
Yukarıda genel bir çerçevesi çizilen hukuk için çeşitli açıklama ve tanımlar
yapılmıştır. Buna göre hukuk: “Doğaya uygun akıldan çıkar. Bu hukuk, evrensel, değişmez
ve ebedidir (Ciçero). “Toplumu yönetenlerce çıkarılan, usulüne göre ilan edilen ve ortak
iyiliği gerçekleştirmeye yönelen aklî emirler toplamıdır (Aquinas). “Hukuk insanların dışa
173 İbn Haldun, Mukaddimetü İbn Haldun, s. 54. Krş., İbn Haldun, Mukaddime, s. 100. 174 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 1; Abdülkadir Şener, İslam Hukuku Dersleri I, Dokuz Eylül Ü. Yay., İzmir,
1992, s. 1. 175 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 1-2. 176 Muhammed Tâhir bin Âşûr, İslam Hukuk Felsefesi, Çev. Mehmet Erdoğan, Vecdi Akyüz, Rağbet Yay.,
İst., 2013, s. 43-45. 177 Hayreddin Karaman, Anahatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, İst., 2006, s. 32-33. 178 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 19. 179 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 8. 180 Şener, İslam Hukuku Dersleri I, s. 6. 181 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 17.
202
yansıyan davranışlarını düzenleyen, egemen güç (üstün siyasal iktidar) tarafından çıkarılan
ve uygulanan kurallar bütünüdür (Holland).182
Hukuk, ontolojik olarak tabii hukuk ve pozitif hukuk olmak üzere ikiye ayrılabilir.
Tabii hukuk olması gerekeni, pozitif hukuk ise yürürlükte olan hukuku ifade eder. Her
kanuni olan hukuki değildir.183 Hukuk, normların statik yapısı ile toplumun dinamik
gerçekleri arasında denge ve düzeni sağlayan bir formdur. Dolayısıyla hukuki düzenlemeler
değişen ve gelişen toplumsal şartlara bağlı olarak kodifiye edilmelidir. Örneğin evrensel
ahlaki ve insani boyutlar içinde yerini alan düşünceler yine evrensel hukuki kaidelerle
desteklenmeli ve somut müeyyidelere bağlanmalıdır.
Yukarıdaki gerekçeler dahil olmak üzere, 19. ve 20. yüzyıllarda İslam dünyasının
Batı ile artan ilişkileri diğer alanlarda olduğu gibi fıkıh ilminin184 de yeni bir anlayış ve
metotla ele alınmasına yol açmıştır. Bu dönemde fıkıh gerek şekil ve sistematik gerekse
içerik açısından modernize olmuş ve zengin bir fıkıh edebiyatı ortaya çıkmıştır. İslam
ülkelerindeki kanunlaştırma çabaları çoğunlukla Batılı ülkelerdeki kodifikasyonu esas
alarak kendine yeni ufuklar açmıştır.185
Osmanlı Devleti’nde modern anlamda hukuki düzenlemeler ilk kez Tanzimat
Fermanı (1839) ile yapılmıştır. O dönemde devletin içinde bulunduğu şartlar gereği ilan
edilmiş olan bu Haklar Bildirgesi, Osmanlı’da hukukun üstünlüğünü kabul eden ilk
belgedir. Fermana göre hangi dinden ya da ırktan olursa olsun, herkesin kanun önünde
eşitliği esastır. Vergi ve askerlik konularında daha adil ve eşitlikçi yeni düzenlemeler
yapılacaktır. Bu manifesto demokratikleşme yolunda atılmış ilk önemli adımdır. Bu
Fermanla padişahın kendi yetkilerini sınırlayarak, kendisinin de bizzat bu fermana
uyacağını belirtmesi “hukukun üstünlüğü” ve “hukuk devleti” ilkesinin tescil edildiğinin bir
kanıtıdır. Bu düzenleme Osmanlı’daki anayasal hareketlerin başlangıcı olmuştur. Her
vatandaşın can, mal ve namus güvenliğini teminat altına alan, bir dizi düzenlemeyle iktisadi
hürriyeti temine çalışan bu kanun hareketi, sonraki siyasal, toplumsal ve hukuki reformlara
örneklik teşkil etmiştir.
182 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 42-43. 183 Güriz, Hukuk Başlangıcı, s. 38-39. 184 Fıkhın klasik tanımı şöyledir: İnsanın ameli yönden leh ve aleyhine olan şeyleri yani hak vecibelerini
bilmesidir. Başka bir tarife göre de amele ait şer’i-cüz’i hükümleri, tafsili (ayrı ayrı) delillerinden istinbat
yoluyla bilmektir. Bkz., M. Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, Türkçesi: Abdülkadir Şener, Fecr Yay.,
Ankara, 1986, s. 13; Şener, İslam Hukuku Dersleri I, s. 24. 185 Ali Bardakoğlu, “Fıkıh”, DİA, C. 13, İst., 1996, s. 22.
203
Tanzimat sürecinde özellikle Fransız hukuk sisteminden yararlanılarak modern
anlamda kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Ceza kanunu (1840), Ticaret kanunu (1850),
Islahat Fermanı (1856) ve Danıştay’ın kurulması (1869) bunlardan bazılarıdır. 1856’ta
yayımlanan Islahat Fermanı’ndan sonra özellikle gayrimüslimlerin haklarının iyileştirilmesi
amacıyla şer’iyye mahkemelerinin yanında modern mahkemelerin (nizamiye mahkemeleri)
de kurulması, hukukun işleyişinde iki başlı bir yapı oluşturmuştur. Diğer taraftan hukuki
mevzuatın önemli bir kısmını oluşturan Medeni hukuk ve Borçlar hukuku Fransa’dan
alınmak yerine Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir heyet tarafından İslam fıkhı temel
alınarak hazırlanmıştır. 1868-1876 tarihleri arasında hazırlanan Mecelle-i Ahkâm-ı
Adliyye186 özellikle aile ve miras konularındaki eksikliklerine rağmen büyük bir boşluğu
doldurmuş ve ta Cumhuriyet’in ilk yıllarına (1926) kadar yürürlükte kalmıştır.187
Çok uluslu, çok kültürlü ve hâkim coğrafyası içinde birçok farklı din ve mezhep
mensubunu barındıran Osmanlı Devleti’nin, ülkeler arası siyasi, kültürel ve ekonomik
temasın arttığı bir dönemde mevcut hukuk mevzuatıyla varlığını devam ettirmesi gittikçe
zorlaşmıştır. Bu bağlamda dönemin diğer aydınları gibi Türkçü aydınlar da birtakım çözüm
önerilerinde bulunmuşlardır. Türkçü aydınların meseleye yaklaşımları daha çok
modernizmin verileriyle Türk-İslam hukukunun miras ve geleneğinin sentezlenmesi
şeklinde olmuştur. Konu üzerinde en yoğun mesai harcayan aydınlardan biri şüphesiz
Gökalp’tir. O, hukuk düzenine ilişkin düşüncelerini Yeni Mecmua, İslam Mecmuası,188
Tanin, Yeni Gün, Hâkimiyet-i Milliye ve Küçük Mecmua gibi periyodiklerde ortaya
koymuştur. Ona göre, devletin yeniden yapılanması, toplumun ümmet aşamasından millet
aşamasına geçmesinin zorunlu bir sonucu olarak öncelikle hukukun modernize edilmesiyle
başlatılmalıdır. Fakat bu modernleşme Gökalp’e göre, kökten bir laiklik şeklinde değil,
İslam hukuku ile modern hukukun telifi şeklinde formüle edilmelidir.189
Gökalp’in ve diğer Türkçü aydınların modern hukuk teklif ve girişimleri,
indirgemeci bir yaklaşımla İslam hukukunun ilga edilmesi olarak görülmemelidir. Zira o
186 A. Cevdet Paşa’nın, Mecelle’nin hazırlanmasında gösterdiği siyasi ve ilmi gayretler için bkz., Kemal
Sözen, Ahmet Cevdet Paşa’nın Felsefi Düşüncesi, MÜİFAV Yay., İst., 1998, s. 186-188. 187 M. Âkif Aydın, “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, DİA, C. 28, İst., 2003, s. 231-234. 188 İslam Mecmuası, Türkçülerin İslam’a ilişkin görüşlerini açıklamak için kurulmuş bir dergidir. Bkz., Arai,
Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, s. 127; K. Nami Duru, Ziya Gökalp, s. 87. Mecmua ile ilgili daha
geniş bilgi için bkz., Arai, a.g.e., s. 127-143; Mustafa Bakırcı, II. Meşrutiyet Dönemi İslâm Mecmuası’nda
Din Sosyolojisi Konularıyla İlgili Tartışmalar, Marmara Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış YL Tezi, İst.,
2001; A. mlf., “II. Meşrutiyet Dönemi Din Sosyolojisinin Önemli Bir Kaynağı: İslam Mecmuası (1914-
1918)”, Selçuk Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, C. 17, Bahar, 2004, ss. 177-210. 189 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce, s. 331.
204
dönemde Osmanlı nüfusunun neredeyse % 40’ını gayrimüslimler oluşturmaktadır. Devletin
müsâvât siyasetinin bir gereği olarak gayrimüslim unsurların haklarını koruma, hukuktaki
çift başlılığı giderme ve hukuki birlik ve bütünlüğü sağlamak adına bu yeni düzenlemeler
yapılmış, modern mahkemeler ihdas edilmiştir.
Gökalp’in temel amacı hukuku, asrın icabına göre kodifiye etmektir. Tabii ki bu
hukukla ilgili teknik bir meseledir ve kullanım kolaylığı sağlar. Ancak onun üzerinde
durduğu; asıl dikkati çeken husus, Osmanlıdaki hukuki uygulamaları modernizmin
değerleriyle bağdaştırarak hukuk alanını dini unsurlardan uzaklaştırmaktır. Amacını şu
ifadelerle ortaya koyar: “Bu asrın milletleri arasına geçebilmek için, en esaslı şart, milli
hukukun bütün şubelerini teokrasi ve klerikalizm bakiyelerinden büsbütün kurtarmaktır.”190
Orta Çağ devletlerinin nitelikleri olarak gördüğü bu özelliklerden kurtulabilen devletlere
çağdaş devlet denilebileceğini söyleyen Gökalp, çağdaş devletlerde yasama ve yürütme
yetkisinin millete ait olduğunu belirtir. Milletin bu yetkisini engelleyecek ve sınırlayacak
hiçbir makam, gelenek ya da kanun yoktur.191 Bir ülkede iki devlet olamayacağı gibi aynı
anda iki hukuk da olamaz.192 “Devlet” şiirinde ise hukukun dinden ayrı bir kategori
olduğunu bir kez daha ifade eden Gökalp, yanı sıra hukuk kurallarının toplumun örfüne
uyması, yasaların topluma hizmet için var olması gerektiğini vurgular ve haklı bir gerekçe
olmadan bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanamayacağını ifade eder.193
Fikirlerinde ve eserlerinde Fransa’da tahsil ettiği modern ve laik hukuk öğreniminin
izleri görülen Ağaoğlu’na göre de İslam, devlet ve hukuk alanlarından uzak durmalıdır.
Onun, din-hukuk ilişkisiyle ilgili değerlendirmeleri “din” olgusunun, öğrenim gördüğü ve
etkilendiği çevrelerdeki anlam ve görünürlüğü ile yakından ilgilidir. Bir başka deyişle o,
sanki Comte’un “Üç Hal Yasası” bağlamında düşünmekte; dinlerin devrini tamamladığını,
artık insanlık tarihinin pozitif/bilimsel aşamada bulunduğunu ima etmektedir.194 Ona göre
din, bir vicdan meselesidir. Dolayısıyla sadece Yaratanla kul arasındaki manevi bağı
düzenleyen bir kurum olmalıdır. Oysa mevcut haliyle Osmanlı’da din, hayatın maddi ve
190 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 168. “Teokrasi, kanunların Allah’ın yeryüzündeki gölgeleri addolunan
[sayılan] halifeler ve sultanlar tarafından yapılması demektir. Klerikalizm ise esasen Allah tarafından vaaz
edildiği iddia olunan an’anelerin lâ-yetegayyer [değişmez] kanunlar addolunarak, Allah’ın tercümanları
[sözcüleri] addolunan ruhaniler [din adamları] tarafından tefsir edilmesidir [yorumlanmasıdır]. Bkz.,
Gökalp, aynı eser, s.168. 191 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 168. 192 Gökalp, Şaki İbrahim Destanı ve Bir Kitapta Toplanmamış Şiirler, s. 87. 193 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 33. 194 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19-20.
205
manevi bütün alanlarına hâkimdir.195 Tarihi bir realite olarak, Ağaoğlu’na göre, dünyada
dinlerin hayatın her alanına hâkim olup müdahale ettiği böyle bir süreci yaşamamış bir
çevre, bir millet yoktur. Dini temsil eden grup ve sınıflar her yerde ve her zaman aynı
temayülü gösterip; insan üzerindeki hâkimiyetlerin en kuvvetlisi ve en derine işleyeni olan
manevi hâkimiyetin sınırlarını aşarak, bütün hayatı düzenlemeye kalkışmışlardır.196
4.1. Diyanet - Kaza Ayrımı
Aydınlarımız yukarıda, artık dinin hukuki alana müdahale etme ve onu düzenleme
yetkisinin olmaması gerektiği yönünde düşüncelerini ifade etmişlerdi. Onların bu
düşüncelerini; “Bu asrın milletleri arasına geçebilmek için, en esaslı şart, milli hukukun
bütün şubelerini teokrasi ve klerikalizm bakiyelerinden büsbütün kurtarmaktır.”, “İslamiyet,
devlet ve hukuk alanlarından uzak durmalıdır.” ve “Din bir vicdan meselesidir. Sadece
Yaratanla kul arasındaki manevi bağı düzenleyen bir kurum olmalıdır.”, şeklinde özetlemek
mümkündür. İşte bu bölümde hukuku dinden bağımsız kılmak yolunda aydınlarımızın
attıkları adımlardan biri olan “diyanet-kaza” ayrımı tartışılacaktır.
Gökalp’e göre, İslam ahkâmını üçlü bir tasnife tabi tutmak mümkündür: (1).
Ahkâm-ı diyâniye. (2). Ahkâm-ı ahlakiye. (3). Ahkâm-ı kazâiye. Onun nazarında esas
itibariyle bunların hepsi dinidir. Zira hepsi de mukaddestir. Din, bir ümmette kutsal kabul
edilen inançlar toplamıdır. Yalnızca bilimsel ve teknik kurallar ile estetik hükümler
mukaddes olmadıkları (lâ-mukaddes) için dinin dışında kalırlar.197 Gökalp, bu tür bir tasnifle
her ikisi de klasik öğretide dinin içerisinde kabul edilen dünya ve ahiret işlerini birbirinden
ayırmak ister. Böyle bir tasnifte ise müftü ile kâdının yetki ve sorumluluklarının farklılaşıp
belirgin bir hale geleceğini temellendirmeye çalışır.
Gökalp’e göre, müftü ile kâdının her ikisi de ahkâm-ı fıkhiyyeyi rehber edindikleri
halde birbirlerinden farklı görev ve sorumluluğa sahiptirler. Zira ahkâm-ı fıkhiye diyâni ve
kazâi olmak üzere iki kısımdır. Müftüler, sadece Allah rızasını gözeterek diyâni meseleleri
tebliğ eden kimselerdir. Kadılar ise kazâi ahkâmın yani hukuki meselelerin icrasıyla görevli
kimselerdir. Buna göre müftü ve kâdının yetki ve görev alanları ayrıdır.198 Böyle bir ayrımın
yapılması mevcut veya gelecekte olması muhtemel dini, siyasi ve hukuki sorunları
195 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19. 196 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 19. 197 Gökalp, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet-1”, s. 1018. Gökalp, daha önceki bir yazısında ikili tasnif yapmıştır.
Bunlardan biri “ahkâm-ı diyâniyye” dediği diyanet, diğeri ise “ahkâm-ı kazâiyye”dir. Bkz., Gökalp, “İttihat
ve Terakki Kongresi I”, İM, S. 48, 27 Teşrinievvel 1332/1916, s. 987-994; Makaleler VIII, s. 62. 198 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi I”, Makaleler VIII, s. 62.
206
engelleyecektir. Örneğin Orta çağ Hıristiyanlık dünyasında ruhani hükümetler uhrevi
cezaları, “Engizisyon” adı altında bu dünyaya taşımışlar ve yine “Konsüller” adı altında
parlamentolar kurup, uhrevi sorumluluk ve yaptırım gerektiren yasakları dahi dünyevi
yaptırımlarla cezalandırmışlardır. Böyle bir yanlış anlayış ve uygulama öncelikle halkın
nefretini kazanmış ve sonrasında “Reform” süreci başlamıştır. Oysa İslam tarihinde böyle
bir süreç yaşanmamıştır. İslam, en baştan itibaren mukaddes olan bütün ahkâmı “din” adı
altında toplamıştır. Ancak farklı müeyyideleri gerektirdiği için bu ahkâmı birbirinden
ayırmıştır. Buna göre “diyâni” hükümlerin yaptırım gücü “uhrevi”, kazâî/yargısal
hükümlerin yaptırım gücü “mahkemevî/dünyevi” ve “ahlaki” hükümlerin yaptırım gücü de
kamuoyu olarak tespit edilmiştir.199
Görüldüğü üzere Gökalp’e göre diyâni hükümler, yaptırımı uhrevi olan dini ibadet
ve uygulamalardır. Kazâi/hukuki hükümler ise yaptırımı dünyevi olan dini
yükümlülüklerdir. Ahkâm-ı kazâiyye, “dini ahkâm” olarak kabul edilse de “diyâni
ahkâm”ın haricinde müstakil bir türdür. Kazâi hükümler modern terminolojiye göre
“hukuk” adı verilen kaidelerdir ve yaptırımı dünyevidir. Salt dini diyebileceğimiz ve
yaptırımı uhrevi olan dini hükümler hukukun alanına girmez. Gökalp, bu noktada bir
açıklamada bulunarak esasında dini hükümlerin bir olduğunu ancak yaptırımlarının dünyevi
ve uhrevi olması cihetiyle yukarıdaki şekilde ikili bir tasnife gidildiğini belirtir.200
Hukuki meselelerin (ahkâm-ı kazâi) içeriği ve uygulamasını Gökalp, daha somut
olarak ortaya koymayı dener. Buna göre kadı, dünyevi düzen ve intizamla toplumsal
ihtiyaçların karşılanması göreviyle sorumlu olduğu için hayatın türlü gereklerini dikkate
almak zorundadır. Bu sebeple bazen diyâneten caiz olmayan meseleleri kadı bizzat yerine
getirmeye veya başkaları tarafından icrasına mecbur kalmıştır.
Mesela faiz almak diyâneten hiçbir suretle caiz olmayan bir fiildir. Çünkü nazar-ı diyânette bütün
Müslümanlar kardeş olup, kardeşin kardeşten faiz alması her milletin ahlakına göre ma’yubtur
[ayıplanmıştır]. Diyâneten katiyen caiz olmayan bu fiili kadı zarurât-ı içtimâiyyenin icbarıyla
[toplumsal zaruretlerin zorlamasıyla] bilfiil icra etmeye mecbur kalmış, yani eytâmın nükûdunu ribh-i
mülzim usulüyle faize vermeye muztar olmuştur [yani yetimlerin parasını işletebilmek için faizli
işlerde değerlendirmeye mecbur olmuştur]. Bunun gibi “Lâ vasıyyete li’l-vâris” mantukunca [“varise
vasiyet yoktur” sözü gereğince], varise vasiyet etmek caiz değil iken, kadı buna da nefi’ mülk
tarikiyle [mülkün faydası açısından] bir nevi müsaade-i zımniye göstermektedir [örtük bir izin
vermektedir].201
199 Gökalp, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet-1”, s. 1019-1020. 200 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 62-64. 201 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 64.
207
Görüldüğü üzere Gökalp, meseleyi faiz örneği üzerinden değerlendirmiş ve dünyevi
birtakım zaruretlerin, diyâneten caiz olmayan bazı iş ve işlemleri kazâen/hukuken caiz hale
getirdiğini vurgulamıştır. Dahası ona göre bir uygulamanın kazâen ve mecburen meşru
olması, onun diyâneten de meşru olmasını gerektirmez.202 Oysa bu iki alanın aynı makam
tarafından üstlenilmesi, bir diğer ifade ile diyâni (iftâ) hükümler ile kazâi meselelerin
sorumluluğunu aynı hükümet dairesinde birleştirmek sakıncalıdır. Gökalp’in ifadesiyle:
Mehâkim-i şer’iyye ilâmâtını fetva emanetine tasdik ettirmek kazâen tecviz edilen şeylerin, diyâneten
de caiz olduğu zehâbını tevlit [zannına sebep olmakta]” etmektedir. Oysa böyle yanlış bir anlayış,
diyanet ve ahlak açısından zararlıdır. Zira İslamiyet’in ahlaki üstünlüğü ve yüceliği diyâni emir ve
yasaklarında ortaya çıkar. Kazâi ahkâm ise her devrin gerektirdiği bir takım müsâmahât-ı diniyedir
(dini olarak hoş karşılanabilecek şeylerdir). “Buistü bi’l-hanefiyyeti’l-müsemmu”203 buyuran Hazreti
Peygamber, haniflikle ahkâm-ı diyâniyeyi ve semihlikle de müsâmahât-ı kazâiyyeyi [kazaî hoşgörü,
ruhsat] murat buyurmuşlardır.”204
Dolayısıyla hanifler, müftünün verdiği fetvalar (ahkâm-ı diyaniyye dairesinde)
çerçevesinde hareket edenler, müsamahacılar ise kâdının örtük müsaadesinden (müsâadât-ı
zımmiyyesinden) istifade edenlerdir. Mutasavvıflar birincileri, azimeti tercih edenler,
ikincileri ise ruhsatı tercih edenler, diye isimlendirirler. Örneğin, “mürûr-u zamanla hakk-ı
dava sakıt olur, fakat hak sakıt olmaz [zaman aşımıyla dava düşer ancak hak düşmez]”205 önermesi
böyledir. Her ne kadar zaman sınırlamasıyla dava açma hakkı zaman aşımına uğrayabilirse
de gasp edilmiş hak hiçbir şekilde hak olmaktan çıkmaz. Dava düşse de hak yerinde durur.
İslam Fıkhı’nın dini ve hukuki olarak ayrılması, bu işlerle ilgilenen kurumların da
yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. Gökalp’e göre bu noktada yapılması gereken
şey, şer’i mahkemeleri Şeyhülislamlığa bağlı olmaktan çıkarmaktır. Zira mevcut durum
diyâneten uygun değildir. Çünkü kamuoyu Meşihat idaresinin insanları, kadıların yaptığı
gibi dünyevi yaptırımlarla korkuttuklarını görünce, uhrevi yaptırımları görmezden gelmeye,
ikinci plana itmeye ya da onları önemsememeye yönelmektedir. Zira fetva makamı da kazâi
işlerle meşgul olup, mahkeme kararlarının onay merkezi olunca, sanki şeriat yalnızca kazâi
ahkâmdan ibaretmiş algısı oluşmaktadır. Yargılamadaki çok başlılık (taaddüd-ü kazâ)
diyâni hükümlerin önem, geçerlilik ve sıhhatini ihlal ettiği gibi, hilafet ile saltanatı
birbirinden ayrı iki kuvvet gibi göstermekte, bu durum ülkede adeta iki tür İslam
hükümetinin var olduğunu düşündürmektedir. Böyle bir zan İslam’ın da Katoliklik gibi biri
202 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 64. 203 Hadisin tam metni şöyledir: “Ben Yahudilik ve Hıristiyanlık’la değil, kolaylaştırılmış Haniflik’le
gönderildim.”, Bkz., Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/266, VI/116, 233; Tabaranî, Kebîr, 24/147, No: 7804;
A. mlf., Evsat, 22/106, No: 7664. 204 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 64-65. 205 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 65.
208
cismani (hükümet-i cismaniye), diğeri ruhani (hükümet-i ruhaniye) olmak üzere iki ayrı
hükümet şeklinde telakki edilmesine neden olmaktadır.206 Devlete ait genel yargı kurumları,
Müslümanların ahkâm-ı diniyyelerine ait işlerin görüldüğü “Bab-ı fetva” makamı ve ecnebi
vatandaşların kendi yargı kurumları, yargılamadaki çok başlılığın ilk anda akla gelen
örnekleridir ve bu durumun hukuki ve siyasal egemenlik açısından birçok sakıncası söz
konusudur.207
Yargılama makamı ve usulündeki çok başlılık ve kargaşanın somut ve görünür hale
geldiği sosyal kurumlardan biri ailedir. Gökalp’e göre aile ahkamı da kazâi hukuk alanına
dahildir. Tanzimatçılar, aileye dair hükümleri, hukuki meselelerden kabul etmeyip mezhep
alanında değerlendirmekle yanlış yapmışlardır. Oysa ailevi meseleleri, dünyevi yaptırımı
gerektiren hukuki meseleler; kamuoyunun yaptırımını gerektiren ahlaki meseleler ve uhrevi
cezayı gerektiren diyâni meseleler şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutmak gerekir.208
Yargılamadaki sıkıntılardan bir diğeri ise Fetva Dairesi kararlarının en son olarak
halife tarafından tasdik edilmesidir. Hatta şer’î mahkemelerin bu daireye bağlanmasıyla
mahkeme kararları da Fetva Dairesi kararları gibi halifenin onayına arz edilmektedir ki bu
yargı bağımsızlığına engel teşkil eder. Bu durum ne Meşrutiyete ne de Şeriata uygun
değildir. Meşrutiyete uygun değildir zira halifenin her iradesi bir kanun mahiyetinde
olduğundan, böyle bir işleyişle, yasama meclisinden geçmeden kanun yapılmasının önü
açılmış olur. Bu durum fetva makamının (velayet-i iftâ) halife değil, dini naslar olmasından
dolayı İslam şeriatına da uygun değildir. Nasların müfessir ve mübelliğleri müftülerdir.
İçtihat, içtihadı bozmadığı için halifenin iradesi hiçbir müftüyü şu suretle yahut bu suretle
fetva vermeye mecbur edemez. Devlet başkanının (ulü’l-emr) iradesi veya emri, kanun
hükmünde olduğu ve kadılar da halifenin vekilleri mevkiinde bulundukları için yalnızca
kadılar için uyulması zorunlu bir iradedir; yalnızca kadıları bağlar.209
Yargının diğer problemlerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Mahkemelerde
tedvin edilmiş bir mecelle-i şer’iyyenin bulunmaması sorunlardan biridir. Bazen bir
meselenin hükmü fetvahaneden sorulduğunda fetvahanenin buna cevabı, bu kurumun
yetkisi bağlamında iki farklı şekilde değerlendirilmiştir: Bu bir teşriî vazifedir (yasama
faaliyetidir) veya hukuk müşavirliğidir. Oysa Bâb-ı Fetva’nın, şer’î mahkemelerin hukuk
206 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 65. 207 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 69. 208 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 67-68. 209 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 69-70.
209
müşaviri olması caiz değildir. Teşriî bir vazife ifa etmesi de Meşrutiyet’e aykırıdır.
Yargıdaki çok başlılığın bir başka mahzuru da aynı madde hakkında mahkeme-i nizamiye
ile mahkeme-i şer’iyyenin ayrı ayrı ve birbirine zıt kararlar vererek yürütmeyi (hükümet-i
icrâiyyeyi) zor durumda bırakmasıdır.210
Gökalp’in yukarıdaki değerlendirmeler çerçevesinde varmak istediği şey; ister
çağdaş isterse İslami olsun, herhangi bir devlette, din işleri ile yargı işleri birbirinden farklı
kamusal hizmetlerdir. Bu nedenle her biri için ayrı teşkilat veya bakanlık gerekir. Ona göre
bu bakanlıklardan biri Adalet Bakanlığı (adliye nezareti) olmalıdır. Bu bakanlığın görevi
kazâî işler (umûr-u kazâiyye) olduğu için bütün kazâî teşkilat bu bakanlığa bağlanmalıdır.
Şeyhülislamlık makamı (meşihat-ı İslamiyye) da dini işler (umûr-u diniye) bakanlığı olduğu
cihetle bütün dini kurumların idaresi de bu makama tevdi edilmelidir.211
Gökalp’e göre, dini meselelerle yargılama faaliyetlerini birbirinden ayırıp farklı
bakanlıklar teşkil ederek düzenlemenin faydası sadece adaletin dağıtılması noktasından
değil, bundan daha fazla diyanet noktasından olacaktır. Zira şimdiye kadar yetimlerin
paralarını faize vermek ve asliye mahkemelerinin görevini yapmak gibi dünyevi işlerden,
toplumu uhrevi işlere (umûr-u diyâniyye) yöneltecek vakti bulamamış olan Şeyhülislamlık
makamı artık bu tür işlerden kurtulacağı için Zenbilli Ali Efendi’nin (ö. 1526) ifadesiyle
“emr-i ahretimizi muhafaza”ya hakkıyla çalışabilecek ve Müslümanlara lazım gelen dini
terbiyeyi vermeye muvaffak olabilecektir.212
Gökalp, yukarıdaki görüşlerinin çoğunu ve bu arada Şeyhülislamlığın egemenlik
alanının sınırlanmasını çok daha eski yıllarda da dile getirmiştir. İttihat ve Terakki Genel
Merkez üyeliğine henüz seçildiği 1911 yılında, Parti’nin gizli bir kongresine sunduğu
bildiride Şeyhülislamlık makamının, medreselerin, müftülerin modern mahkemelerle
uğraşmak yerine, bireylerin vicdanlarındaki manevi mahkemelerin işleyişiyle uğraşmaları
gerektiğini belirtir. Onlar şayet böyle yapmış olsaydılar toplumun ahlak ve maneviyatı,
toplumsal düzen bu kadar kötüleşmiş olmazdı. Müftü vazifesini yaparsa kadıya herhangi bir
iş kalmaz. Aynı şekilde medrese görevini layıkıyla yerine getirirse mahkemeye gerek
kalmaz. Bir toplumda sadece kadı bulunur da müftü bulunmazsa, sadece mahkeme mevcut
olur da medrese olmazsa zahiren bir asayişten söz edilebilirse de daha derinlerde ahlaki
erdemlerin varlığı şüphelidir. “Biz bugün o felaketin içindeyiz. Meşihat dairesine
210 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 70. 211 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 70-71. 212 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 71.
210
giderseniz, orada yalnız para meselesini, faiz meselesini, hile-i şer’iye meselesini
görürsünüz. Dine, ahlaka, maneviyata dair hiçbir kelime işitmezsiniz. O halde bu
memleketin diyanâtını, maneviyatını, ahlakını tanzim ve idare edecek makam neresidir? Bu
memleketin bir merkez-i dinisi, bir merkez-i ahlakisi, bir nazım-ı maneviyatı olmayacak
mı? İşte kardeşler, meşihat bu âli, bu mukaddes vazifelerle iştigal edebilmek için
Tanzimat’ın kendisine yanlışlıkla verdiği kaza işini Adliye Nezaretine iade eylemek
mecburiyetindedir.”213
Gökalp’e göre bir cemiyette amellerin iki türlü yaptırımı vardır. Birincisi manevi ve
vicdanidir ki buna “diyanî kuvve-i müeyyide” denilir. Diğerine ise “kazâî kuvve-i
müeyyide” denilir ve mahkemeler tarafından verilen; cezası dünyevi (maddi) olan resmi
hükümleri konu edinir. İslami eserlerde “diyânî ahkâm” ile “kazâî ahkâm”ın birbirinden
ayrılması, yaptırımlarının farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Gökalp’in
değerlendirmesine göre, yukarıdaki izahlar, bize İslam’da genel asayişi temin eden iki tür
görevlinin (inzibat) varlığını göstermektedir. Birincisi, vicdanlardaki manevi inzibatı temin
etmekle sorumlu olan müftüler. Diğeri de hariçteki yani hukuktaki maddi inzibatı
sağlamakla yükümlü olan kadılar/hâkimlerdir. Müftülerin verdikleri kararlara “fetvâ
(çoğulu: fetâvi, fetâvâ)”, kadıların verdikleri kararlara da “akdıye (hüküm, karar, sonuç)”
denilir. Hazreti Peygamberin uygulamalarında bunun örnekleri vardır. Onun sünneti bazen
fetva bazen de kazâî/yargısal mahiyettedir bir başka deyişle akdıyedir. Fetva mahiyetinde
olan sünnetler dini olduğu için tebliğ olarak kabul edilir ve değişmez/değiştirilemez ve
kıyamete kadar geçerlidir. Kazâî olanlar ise tebliğ sayılmaz. Tarihseldir; zamana ve mekâna
göre bir hâkimin hükmüyle değişebilir. Peygamberin sünnetini ve Kur’an ayetlerini tarihsel
olup olmamalarına göre ayırt etmek mümkündür. Sonraki asırlarda kazâî/yargısal
hükümlere “şeriat” adı verilmiştir ve “kanun” olarak ifadelendirilmiştir.214 Dolayısıyla
Gökalp’e göre, “din” yalnız diyânî ahkâmdan, şeriat ise yalnız kazâî ahkâmdan ibarettir.
Gökalp, diyanet kaza ayrımını “fıkıh” ilmine getirdiği yeni yaklaşımla da
temellendirmeyi dener. Ona göre “fıkıh”, yalnızca diyânî ahkâmı ihtiva eder. “Hukuk-u
İslam” ise İslami hükümetin yasama erki tarafından çıkarılan kanunlardır. Bu bağlamda
213 Duru, Ziya Gökalp, s. 63. Duru’nun kaydına göre, Genelge’nin tarihi 14-15 Kasım 1911’dir. Bkz., aynı
eser, s. 56. 214 Ziya Gökalp, “Din ve Şeriat”, İslam Mecmuası, C. 4, S. 44, 12 Mayıs 1332/25 Mayıs 1916, s. 905-906. Bu
makale İslam Mecmuası’nda isimsiz yayımlanmıştır ancak Duru, “Ziya Gökalp” adlı eserinin 85.
sayfasında bu yazıyı Gökalp’in makalesi olarak kullanmıştır. Duru, İslam Mecmuası’nın 3. ve 4. yıllarında
Gökalp’in imzasız birçok makalesinin yer aldığını da ekler. Bize göre de bu makale Gökalp’e ait olmalıdır.
Zira makalenin konusu, tezi/iddiası ve üslubu bunu teyit etmektedir.
211
Gökalp, yeni bir kavramsallaştırmayla “usûl-ü fıkıh”ın yanına bir başka yöntembilim olarak
“usûl-ü hukuk-u İslam” adıyla bir alet bilimi ekleneceğini belirtir. “Usûl-ü hukuk-u İslam”,
İslam devletine ait bütün mahkemelerde dikkate alınacak yargısal ilke veya kanunların
yasalaştırılma (kodifikasyon) tarz ve ilkelerini tespit edecektir. Böylelikle Gökalp’in
yöntemini belirleyip çerçevesini çizdiği ve fıkıhtan ayrı bir disiplin olarak addettiği “İslam
Hukuku”nun kaynakları, tarihsel niteliğinden arındırılmış naslarla örf, icma ve ulü’l-emr’in
kararları olarak görülmektedir.215
Netice itibariyle Gökalp’in bu yeni yaklaşımına göre hukuk meselesi, dini
ahkâmdan sayılmakla birlikte diyâni ahkâmı içermeyen bir muhtevaya sahiptir. Ona göre
diyâni/uhrevi ahkamı hukukun alanına dahil etmek yanlıştır. Müslümanların uhrevi
meselelerini (umûr-u vicdaniyelerini) din idare edecek, dünyevi işlerini (umûr-u maddiye)
ise zamanın ve mekânın şartlarına göre değişmesi gereken şer’î yasalar idare edecektir. Bu
hükümleri yerine getirmekle görevli müftü ve kadıların da görev alanları iyice birbirinden
ayrılacaktır. Müftü sadece dinin takva ve ahiret boyutuna taalluk eden ahkâmıyla yani
insanların ahlaklarını en yükseğe çıkaracak faziletleri Müslümanlara emir ve tavsiye
işleriyle meşgul olacaktır. Kadı ise dünyevi yarar ve çıkarları korumakla sorumludur.
Örneğin Gökalp’e göre, kadı faizin örtük bir yararının olduğunu kabul etmek zorundadır.
Çünkü bunda kamunun yararı vardır. Müftü ise faizin yararlı olduğunu kabul etmek
zorunda değildir. Bu noktada ayrıca eklemek gerekir ki, Gökalp’e göre, İslam devletinin
kanunları İslam şeriatı demek olduğundan, Müslüman olan bütün hâkimler kadıdırlar ve
İslam devletinin bütün mahkemeleri de şer’î mahkemeler mesabesindedir. Zira yasamanın
örfe istinaden yapmış olduğu kanunlar, şer’î bir icma olup, ayrıca devlet başkanı (ulü’l-emr)
tarafından tasdik edilmektedir.216
Bir diğer Türkçü aydın Ağaoğlu da dinin, eğitim ve öğretim alanı ile hukuk, iktisat,
siyaset gibi alanlardan kendini soyutlaması ve uzak tutması gerektiğini ifade eder. Ona göre
zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği kaidesi aklın zorunlu olarak kabul edeceği
bir prensiptir. Hukukun zamana ve şartlara bağlı olarak kendini yenileyip değişmesi kadar
doğal bir şey olamaz. Ne var ki muhafazakâr Müslüman algısı bu prensibi yeterince
kavrayamamakta; geleneklere aşırı derecede bağlılık buna engel olmaktadır.217 Oysa
Ağaoğlu’na göre hukukun değişebilir olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu kabul etmek,
215 Gökalp, “Din ve Şeriat”, s. 907. 216 Gökalp, “Din ve Şeriat”, s. 907-908. 217 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 33-35.
212
dinden vazgeçileceği anlamına gelmemelidir. O, bu iddiasını temellendirirken, hukuku
dinden ayrı bir kurum olarak değerlendirerek meseleyi halletme yoluna gider.218
Ağaoğlu, İslam’ı diğer dinlerden ayıran ve bütün Müslümanları bir noktada
toplayan hususların, dinin asıl konusunu oluşturan inançlarla ibadetler olduğunu; bunların
ebedî ve değişmez olduğunu belirterek, ikinci derecede ise dünya işlerinin
(furu’a/muamelata ait meseleler) geldiğini belirtmektedir. İslam’ın başlangıcından bugüne
kadar, inançlarla ilgili hiçbir ayette hiçbir değişiklik olmamıştır. Hâlbuki dünya işlerine ait
hükümsüz bırakılmış (nesh edilmiş) ayetler vardır. Ona göre dünya işlerine ait ayetler
İslam’a tesadüfen girmiştir. Şayet Hz. Peygamber hicretten evvel vefat etmiş olsaydı, bugün
elimizde sadece inanç, ibadet ve ahlaka dair konular bulunur, dünya işlerine dair tek bir ayet
bile bulunmazdı.219
Ağaoğlu’na göre, yaşatılmak istenilen geçmişin birçok değer ve hükmü günümüzde
uygulanamaz veya uygulansa bile tamamen yanlış sonuçlar verir. Örneğin cezalarla ilgili
olarak günümüzde hiç kimse “göze-göz”, “buruna-burun” gibi kısasa-kısas kaidesinin
uygulanabileceğini iddia etmemektedir. Bir hırsızın elinin kesilmesine hangi vicdan razı
olur veya hangi yargıç hükmeder? Bir kimsenin kız evladı dururken, mirasının büyük bir
kısmının baba tarafından akraba olan birine verilmesini, bugünkü toplum vicdanı hiçbir
şekilde uygun görmez. Birden fazla kadınla evlenmeye günümüzde hemen herkes karşı
çıkmaktadır.220
4.2. İçtimai Usûl-ü Fıkıh
“İçtihat Kapısı” açıktır ve bu nedenle dini ıslah mümkün ve hatta gereklidir, temel
iddiasını dile getiren modernist İslamcılar’a göre, İslami öğretileri savunan kelam ekolleri 9.
yüzyıldan beri, daima zamanın ilmî ve felsefî hareketleri ile paralel bir gelişme seyri
izlemiştir. Dolayısıyla bu mirası göz önünde bulundurarak asrın icaplarıyla dini inançlar
arasında bir uzlaşının sağlanması gerekir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta çağa ayak
uyduramayan veya çağın ihtiyacını karşılayamayan dini öğretileri terk etmektir. İslam’ı,
içinde yaşanılan birim zamanın ihtiyaç ve problemlerine çözüm olarak gören modernist
İslamcı doktrin için “içtihat” kurumunun işletilmesi hayati öneme sahiptir. “İçtihad”, dini
tecdid çabasında bir yöntem olarak kullanılırken; İnanç ilkelerini modernizmin bilgi-basiret
218 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 38-39. 219 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 39-40. 220 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 36.
213
ve epistemolojisiyle uzlaştırmak ve hukuk sistemini yeni ihtiyaçlara göre düzenlemek gibi
iki temel kıstası göz önünde bulundurmak gerekir. Birinci hususta hemen hemen tam bir
uzlaşma olduğu halde, İslam ülkelerinin yaygınlığı ve sosyal şartların farklılığından dolayı
hukuki düzenlemelerin şekli ve niteliği üzerinde herhangi bir uzlaşı söz konusu
olmamıştır.221
Ülken’e göre, bu sorunun çözümü için gayret edenlerden biri Gökalp’tir. İslamcı
kanatta yer almasa da Gökalp de bir modernisttir ve görüşleri orijinal ve oldukça ileri olarak
görünmektedir.222 İslam temelli Osmanlı hukuk uygulamalarını, aşırı laik bir yoruma
düşmeden, İslam modernizmi bağlamında en fazla ele alan ve geliştiren Gökalp olmuştur.
O, İslam fıkhını yeni sorun ve ihtiyaçlar karşısında hukuktaki modern gelişmelerle paralel
bir şekilde ele almıştır.223
Gökalp, yaşadığı dönem itibariyle dini kurum ve dini bilimlerdeki donukluğun
farkında olup bu durumun düzeltilmesinin gereğine inanmıştır. Bu sebeple özellikle fıkıhta
ve kelamda yeni arayışlar peşinde olmuştur. Bu disiplinlerin toplumun birlik ve tesanütüne
katkı yapabilmesi için, yeni bir okumaya tabi tutulup başlangıçtaki dinamizm ve
üretkenliklerine kavuşturulmalarının gereğini vurgulamıştır. “Kelamın, tasavvufun, fıkhın
tarihlerini bilmeliyiz. Bu müesseselerin nasıl tekâmül ettiği, muhtelif muhit ve zamanlara ne
yolda intibak eylediği malûm olursa, bu asırda hangi terakkileri kabul edeceği ve istikbalde
ne şekilde bir tekâmül takip eyleyeceği de anlaşılabilir.”224
Gökalp’e göre insanların davranış ve amelleri fayda-zarar (nef u zarar) ve iyilik ve
kötülük (hüsn ve kubuh) şeklinde iki kısma ayrılır. İnsan davranışlarını iyilik ve kötülük
noktasından ele alan ilme İslam âleminde “Fıkıh” denilir. Kendisinde hüsün ve kubuh
emareleri görülen davranışlar da “dini ibadetler” ve “hukuki muameleler” şeklinde tasnif
edilebilir. Ahlaki fiiller, ibadet ve muamelelerin vicdani boyutlarında mündemiç olduğu için
fıkıhta ayrıca bir ahlak bahsi tedvin edilmemiştir. Dolayısıyla İslam fıkhı “menâsik-i
İslamiyye” ve “hukuk-u İslamiyye” adıyla iki müstakil alandan oluşur. Amellerin fayda ve
zararını tecrübeye dayanarak tayin ve takdir eden akıldır. Hüsün ve kubuh’a gelince
221 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce, s. 276-277. 222 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce, s. 277-278. 223 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce, s. 281. 224 Gökalp, “Anane ve Kaide”, Türk Yurdu, Yıl: 2, C. 3, S. 15, 2 Mayıs 1329/15 Mayıs 1913, s. 480-484;
Gökalp, TİM, s. 26.
214
Mu’tezile’ye göre bunlarda da akıl hâkimdir.225 Oysa bir işin akıl tarafından takdir olunan
hüsün yahut kubuhu onun fayda ve zararından başka bir şey değildir. Bir amelin fayda ve
zararı ile iyilik ve kötülüğü ayrı ayrı şeylerdir.226 Bu nedenle değerler ve mukaddesler alanı
akıl ya da fayda gibi ölçütlerle değerlendirilemez. Zaten Ehl-i Sünnet’e göre hüsün ve
kubuhta akıl müdrik olmakla beraber, belirleyici olan şeriattır/şâri’dir.
Şeriat ise amellerin iyilik ve kötülüğünü iki kıstasa göre tayin eder. Bunlar “nas” ve
“örf”tür. Nas, Kitap ve Sünnetteki delillerdir. Örf ise halkın ahlak ve yaşayışında ortaya
çıkan toplumsal vicdandır.227 Hüsün ve kubuha nispet olunan hükümler nassa göre vacip ile
haramdan; örfe göre ise maruf ve münkerden ibarettir. Mübah ise vacip, haram, maruf ya da
münker olmayan amellerin sıfatıdır. Mendup vacibin, mekruh ise haramın dereceleridir.228
Gökalp’e göre örf ile âdet arasında bir yönüyle umum-husus ilişkisi vardır. Yani
bazı adetler örftür ve bazı örfler de âdettir. Her âdet örf olmadığı gibi her örf de adet
değildir. Âdet, seleften kalan toplumsal normlardır. Ferdi alışkanlıklar başka, toplumsal
âdetler başkadır. Âdet ferdi olmayıp içtimaidir. Öte yandan yeni ortaya çıkan toplumsal bir
norm ilk elde âdet olarak nitelendirilemez. Başlangıçta ona bid’at denilir. Bu nedenle
âdetlerin, bugünkü nesle, geçmiş nesillerden intikal etmiş olması gerekir. Bu intikal
biyolojik miras yoluyla değil, toplumsal miras yani terbiye yoluyla gerçekleşir. Her âdet örf
değildir. Çünkü adetlerin her dönem için toplum tarafından kabul edileni vardır, edilmeyeni
vardır. Âdetin makbulü ve merdut olanı olduğu halde, örfün merdudu olmaz. Örf, insanların
makbul saydığı kaidelerden ibarettir. Dolayısıyla makbul âdetler örfe dahildir. Merdut
âdetler ise örfün dışında kalır.229
Her örfün de âdet olmadığı meselesine gelince; âdet gibi bid’atın da insanlarca
makbul olanı da vardır merdut olanı da. Bid’at, geçmiş atalardan intikal etmemiş; hali
hazırdaki toplumda tekevvün etmiş kaidelerdir. Bid’atlerin içtimai olanları, yalnızca toplum
tarafından onaylananlarıdır. İnsanlar tarafından tasdik edilmeyen bid’atler içtimai değil,
ferdidir. Bunlar örneğin, başka milletler için içtimai olduğu halde, yeni cemaate bazı fertler
225 Mu’tezîle’nin hüsün ve kubuh anlayışı hakkında bkz., Şerafeddin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelâm,
Selçuk Ü. İlahiyat Fak. Yay., Konya, 1988, s. 214-215. 226 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 2, 13 Şubat 1329/26 Şubat 1914, s. 40-44;
Makaleler VIII, s. 16. 227 Gökalp’e göre fıkhın kaynaklarından biri olan örfün beş ayrı görünümü vardır: (1). Efkâr-ı Umumiye
(Opinion Publique). (2). Âdât (Moeurs). (3). Teâmül (Coutume). (4). İsti’mâl (Usage). (5). An’ane
(Tradition). Bunların yanında fakihlerin icması da örfün bir yansımasıdır. Bkz., Gökalp, “İçtimai Usûl-i
Fıkıh”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 3, 27 Şubat 1329/12 Mart 1914, s. 84-87; Makaleler VIII, s. 23. 228 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, C. 1, S. 2, 13 Şubat 1329/26 Şubatt 1914, s. 40-44; Makaleler VIII, s. 17-18. 229 Gökalp, “Örf Nedir?”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 10, 5 Haziran 1330/18 Haziran 1914, s. 290-295; Gökalp,
Makaleler VIII, s. 28-29.
215
tarafından sokulmuştur. Şu halde insanlar tarafından kabul gören içtimai bid’atler örfe
dahildir, kabul edilmeyen ferdi bid’atler ise örfün dışındadır. Netice olarak, örfün toplum
tarafından onaylanması temel şarttır. Bu niteliği taşıyan makbul âdet ve bid’atler örfidir. Bu
nitelikleri taşımayan merdut adet ve bid’atler ise örf kapsamına girmez.230
Gökalp, örf kavramının sadece “toplumca makbul olan kaideler” anlamına
gelmediğini aynı zamanda “toplumca makbul ve merdut olan kaideleri temyiz ve takdir
etmek melekesi” olduğunu ifade eder. Buna göre, bu melekenin makbul gördüğü kaidelere
“ma’ruf” ve merdut gördüğüne de “münker” denilir. Bunlardan ma’ruf, toplumun güzel ve
iyi gördüğü, ikincisi ise toplumun takbih ettiği, yani çirkin ve kötü olarak niteledikleridir.
Dolayısıyla örf, hem toplumsal normları hem de toplumsal vicdanı (kamuoyunu) içine
alır.231 Bu yönüyle “Örf, cemaat vicdanının teklif ettiği birtakım mefkûrevî kaidelerdir.”232
Bu noktada Gökalp, olguları ferdi ve sosyal olarak ikiye ayırır. Zira toplumsal
kaideler anlamına gelen örfü, ferdi amellerden ayırmak gerekmektedir. Bir normun içtimai
olabilmesi için, bireyin içgüdüsüyle yapılmamış olması ve iradi olarak bireyin yaptıklarının
da üstünde ve haricinde yer alması gerekir. Çünkü nasıl ki insan hayatı, onu meydana
getiren kimyasal elementlerin haiz olmadığı yeni bir tabiata sahip olduğu gibi, toplum da
kendini teşkil eden tek tek bireylerde mevcut olmayan çok özel bir yapıya sahiptir. Toplum,
kendini oluşturan bireylerin sayısal bir toplamı değil, bireysel ruhların kaynaşmasından
doğan, kendi nev-i şahsına münhasır çok özel bir realitedir. Bireylerin dışında gelişen bu
yeni toplumsal formun tasavvurları ve hükümleri de bireyler üstü ve bireyler ötesidir.233
Diğer taraftan toplum bireyleri, toplumsal kural ve normlara ya ceza korkusuyla ya
da gerçekten uyulması iyi olduğu için itaat ederler. Örneğin makbul bir âdet yahut güzel bir
bidat şeklinde tezahür eden toplumsal normlara uyulmadığı zaman toplumun ya alaya
almasına ya kınamasına yahut da lanetlemesine maruz kalınır. İşte kamuoyundan gelen bu
karşı tepki, toplumsal bir cezadır ki bu korkuyla uyulması gereken kurallara uyar,
kaçınılması gerekenlerden de kaçınırız. Bütün bunlarla birlikte toplumsal kurallara
uyulması sadece korkudan dolayı olmaz. Çoğu kere toplum fertleri bu kaidelere onları
sevdikleri ve kendilerine uygun geldiği için itaat ederler. Sevilen bir kanundan
korkulmayacağı gibi, korku duygusu ancak bu kanunu sevmeyenlere lazım gelir. Bu
230 Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 29. 231 Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 29. 232 Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 32. 233 Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 30.
216
bağlamda Gökalp: “O halde örf bizi, birinci derecede ilham ettiği aşk kudretiyle ikinci
derecede ihsas ettiği ceza kuvvetiyle teshiri altına alır. Tabir caiz görülürse “birincisi, örfün
cemal sıfatı, ikincisi celal sıfatıdır” der.234
Örfün toplumsal bir realite olduğunu yukarıdaki gerekçelerle temellendiren
Gökalp’e göre örfün vazifesi toplumsal bağlamda sadece maruf ile münkeri birbirinden
ayırmak değildir. Gerektiğinde örf nassın da yerine geçer ve bütün toplumu bağlar. Zira
“Müminlerin iyi ve güzel kabul ettikleri şey, Allah katında da iyi ve güzeldir.”235 ve “Örf ile
amel nas ile amel gibidir.”.236
Yukarıdaki gerekçelerle örfü nassa yaklaştıran Gökalp’e göre Müslümanlar,
nasslarla sabit olan emir ve yasaklara uymak zorunda oldukları gibi, marufu emredip,
münkeri de yasaklamakla sorumludurlar. Maruf ve münker ise daha önce ifade edildiği gibi
ona göre, toplumsal vicdanın iyi ve güzel kabul ettikleriyle çirkin ve kötü saydıkları
amellerden ibarettir. Dolayısıyla “fıkıh bir taraftan ‘vahy’e, diğer cihetten ‘içtimaiyyet’e
istinat eder. Yani İslam şeriatı hem ilahi, hem de içtimaidir.”237
İslam fıkhının naklî kaynakları mutlak ve değişmezdir. Bu kaynaklardan Kur’an
mahfuzdur (korunmuştur), Peygamber Efendimizin sünneti ise imkân ölçüsünde (alâ
kaderi’l-imkan) tespit edilip, tedvin edilmiştir. Şeriatın bu esasları, yani semavi kısmı ilahi
kaynaklı olduğu için “kemal-i mutlak” halindedir. Bu sebeple değişme ve gelişmeden
uzaktır. Dolayısıyla diğer toplumsal kurumlar gibi ilerleme kanununa tabi değildir.
Gökalp’e göre İslam Fıkhının diğer kaynağı olan örf yani toplumda cari kural ve
normlar ise toplumsal yapı, kurum ve sınıfların gelişim ve değişimine bağlı olarak
farklılaşabilir. Her örf mutlaka toplumsal bir tipolojinin örfüdür. Herhangi bir tipoloji içinde
ma’rûfâttan olan bir kaide diğer bir tipoloji için münkerâttan olabilir. Kimi âdet, teâmül ve
isti’maller dönemden döneme ve toplumdan topluma değişiklik gösterir. Bu nedenle
fiillerin hayır yahut şer olması, içinde cereyan ettikleri toplumsal tipolojilere göredir. Buna
binaen sadece zamanın değişmesiyle değil, nispet olundukları toplum tiplerinin eskiyip,
geride kalmasıyla da ahkâmın değişmesi gerekir. “Zaten ezmânın teğayyürü ile ahkâmın
234 Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 31. 235 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I/379. 236 Mecelle, madde: 45; Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 18. 237 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 18.
217
teğayyürüne cevaz verilmesi [zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi gerektiğine izin]”238 de
zamanla toplumsal davranış kalıplarının değişiyor olmasıyla alakalıdır.239
İslam Fıkhının nakli ve içtimai olmak üzere iki kaynağının olduğunu belirten
Gökalp, nakli kısmın değişime kapalı olduğunu, içtimai şeriatın ise toplumsal hayat gibi
değişim ve dönüşüme açık olması gerektiğini ifade eder. Fıkhın ayet ve hadisleri temel alan
esasları kıyamete kadar sabittir ve değişmez. Ancak bu esasların toplumun örfüne,
fakihlerin icmâına müstenit olan içtimai tatbikatı, her dönemin ve toplumsal şartların
ihtiyacına uyum sağlamalıdır.240
Gökalp’e göre fıkhın bu iki kaynağından biri olan naslar üzerinde olağanüstü bir
gayretle çok sayıda ve oldukça derin araştırmalar yapılmış ve fıkhi hükümlerin naslardan ne
şekilde elde edilip çeşitli kısımlara ayrıldığını kendine konu edinen usûl-ü fıkıh (fıkıh
metodolojisi) ortaya çıkmıştır. Ancak fıkıhta naslara ve usul-ü fıkıh’a gösterilen ilgi ve
alakanın örfe gösterilmemiş olması önemli bir eksiklik ve kayıptır. O, “Örflerin zümrelere
ve zümrelerin tekâmülî safhalara göre nasıl değiştiğini ve sonra bu tahavvül ve tekâmül
örflerin fıkha ne yolda tesirler icra ettiğini gösteren içtimai bir usûl tedvinine imkan yok
muydu?” diyerek temelde toplumsal yapı ve işleyiş kurallarına dayanan ve “İçtimai Usûl-i
Fıkıh” olarak isimlendirdiği toplumsal bir hukuk metodolojisinin gerekli olduğunu
vurgular.241
Gökalp’e göre her toplumsal birimin yasa ve hukukunun temelinde, o toplumun
örfü vardır. Kaynaklardaki yazılı kuralları tefsir edip, hayata tatbik eden, vicdanlarda
yaşayan kaidelerdir. İslam toplumlarının zamanla çeşitlenmesi ve büyümesi örf, adet ve
sosyal hayatta derin ve köklü değişim ve gelişmelere yol açmıştır. Neticede ise cevabı
Kur’an ve Sünnette açıkça yer almayan yeni hukuki ihtiyaç ve sorunlarla karşılaşılmıştır.
Bu duruma bir çare olmak üzere de örften yararlanma yoluna gidilmiş ve içtihat müessesesi
tesis edilmiştir. Örneğin İmam Malik, Medine toplumunun toplumsal ananesini,
Peygamberin sünnetinin halk arasında cari bir uygulaması olarak görmüş ve hukuki kaide
olarak benimsemiştir.242 İmam-ı Azam da örfü bağımsız bir hukuk kaynağı olarak
değerlendirmiş ve bağlamda toplumun ihtiyaç ve yararına daha uygun olan istihsanı bile
238 Mecelle, madde: 39. 239 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 18-19. 240 Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 20. 241 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 21. 242 İmam Malik’in usûlünde Medinelilerin uygulaması çok önemli bir fıkhi delildir. O, Medinelilerin amelini
âhâd haberlere tercih etmiştir. Bkz., M. Ebû Zehra, Mezhepler Tarihi, Çev. Sıbğatullah Kaya, Yeni Şafak
Dağıtım, İst., t.y., s. 415-416.
218
kıyasa tercih etmiştir.243 İmam Ebu Yusuf ise; “nas ile örf çatışırsa bakılır: Eğer nas örften
mütevellit ise örfe itibar edilir.” şeklinde bir hukuk normu ortaya koymuştur. Oysaki bu tür
çözüm yolları mevcutken, örfe ve içtihada değer vermeyip; Kitap ve Sünnet’in zâhiri/literal
anlamını esas alan Zâhiri mezhebi kaybolup gitmiş ve hiçbir iz bırakmamıştır. Bu durum,
içtihadın örfe uyum ihtiyacından doğduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda fıkhın
yaygınlaşıp çeşitli kısım ve ekollere ayrılmasının da en önemli sebeplerinden biridir.244 Zira
İslam dini, ilahi kökleri olan bir “tûba ağacı”dır. Ancak bu ağacın varlık sebebi dünyevi bir
ortamda yaşamak, toplumsal örflerden hava, ısı ve ışık alarak medeni ihtiyaçları
gidermektir. Bu ağaç birkaç asır ürün verdikten sonra artık devrini tamamlamıştır denemez.
İslam’ın kıyamete kadar her çağın şeriatı olarak kalacağına inananlar, bu ağacın her daim
canlı ve verimli olduğunu kabul etmelidirler. Çünkü kendisi yaşamayan ve yaşatamayan bir
kanun, bireysel ve toplumsal hayatı düzene koyamaz.245
Gökalp, “tûba ağacı” mecazıyla fıkhın nassî kaynağının yanında bir de toplumsal
kaynağının olduğunu belirtir. Ancak şimdiye değin “toplumsal hukuk metodolojisi”nin
tedvin edilmemiş olması, sosyoloji ilminin yeni bir ilim dalı olmasıyla alakalıdır. Yeni
dönemde içtimai usûl-i fıkhı tedvin işi mutlaka ele alınmalıdır. Fakat bu ne sadece
fakihlerin ne de sadece sosyologların kendi başına yapacağı bir iştir. Bu ilim ancak bu iki
sınıfın yardımlaşmasıyla kurulabilir.246
Gökalp’e göre Avrupalı sosyologlar, benzer toplumsal şartlar altında bazı ahlaki,
hukuki kurumların ve bazı dini itikatların benzerlik gösterdiğini ortaya koymuşlardır. Hatta
aynı sosyolojik kategoride yer alan cemaatler farklı zaman ve mekânlarda yaşadıkları halde
örf ve adetlerinin ayrıntılarında bile tam bir benzerlik göstermektedirler. Dolayısıyla benzer
toplumsal şartlar altında yaşayan toplumlarda benzer kurum ve gelişmeler
gözlemlenmektedir. Öyleyse nasıl ki tabiat kanunları sünnet-i ilahiye olarak kabul
ediliyorsa toplumsal kanunlarda da sosyal bir determinizmden söz edilebilir. Zira muhtelif
kavim ve ümmetlerin sosyal vicdanları, ahlaki âdetleri, hukuki gelenekleri, siyasi
kamuoyları ferdi iradelerden bağımsız olarak kendi tabii kanunlarına tabidir. Bütün bu
toplumsal yaşayış ve kuralları ilahi bir âdet ve kanun yapan kudret bizzat Allah’ın ezeli
iradesidir. Dolayısıyla toplumsal kanunları da sünnet-i ilahi olarak kabul etmek gerekir.247
243 İstihsan ve örf için bkz., Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 226-238. 244 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 21-22. 245 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 22. 246 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 22. 247 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 23-24.
219
Buna göre, Gökalp’te örf, ilahi bir mahiyet taşımakta olup, nassa eşdeğer şekilde dinin
temel bir kaynağıdır.
Toplumsal yapı ve işleyişte cari kaide ve normların ilahi düzenin bir parçası
olduğunu kabul eden Gökalp, Kur’an’da yer alan sosyal hayata dair emir ve yasakların
tarihsel olduğunu düşünür. İmam Ebu Yusuf’un “nas örften mütevellit ise itibar örfedir.”
fıkhî kaidesini önemli bir usûl ilkesi kabul eden Gökalp, “Acaba dünyevi işlere ve içtimai
hayata taalluk eden nasların hemen kâffesi örften mütevellittir denilemez mi?” sorusuyla
dünyevi alan ve toplumsal yaşamla ilgili hükümlerin zamanın ve mekânın şartlarına göre
yeniden düzenlenebileceğini ifade eder.248 İçtimai fıkhını, toplumsal değişmeye dayandıran
Gökalp, bu durumu gerekçelendirirken; İslam sarih akılla çelişmez, akla veya örfe uymayan
hükümler kabul edilemez, nesh kaidesi daha ilk dönemlerde dinin kaynağı olarak kabul
edilmiştir gibi öncüllerden hareket eder.249
Sonuç olarak Gökalp, İslam fıkhını kaynakları bağlamında ikiye ayırır: Değişime
kapalı olan kısmına “nakli şeriat” der ki bu naslardan ibarettir. Ancak her ne kadar nakli
şeriat değişmez ise de İslam fıkhının örf ve icmadan mütevellit kısmı, zamanla ve örflerin
değişmesiyle değişebilir. Fıkhın örfe istinat eden kısmını ise “içtimai şeriat” olarak niteler.
İçtimai şeriat toplumsal değişime dayanır. Toplumun örfü değiştikçe şeriatın toplumsal
hükümleri de değişebilir. Toplumsal ilerleme ve dönüşümün dışında kalan insani eylemlerin
sosyolojik bir realite olarak çok az sayıda olduğunu düşünen Gökalp’e göre, bu durumda
fıkhın sabit ve değişmez ahkâmı da aynı derecede sınırlı kalacaktır. Dolayısıyla nasların
toplumsal işleyiş, hukuk, siyaset vb. insani faaliyet alanlarındaki etkisi de oldukça dar bir
alanla sınırlanmış olacaktır.
Diğer bir Türkçü aydın Ahmet Ağaoğlu da her dinin, benimsenip yaşandığı sosyal
zeminden etkilendiğini belirtir. Ona göre dini kural ve kaideler geleneğin izlerini taşır. Ne
İslam yalnızca Kur’an’dan, ne de Hıristiyanlık yalnızca İncil’den ibarettir. Her iki din de
kutsal kitaplarıyla birlikte, ilk müminlerin söz ve eylemleri, sonraki nesillerin
uygulamalarıyla din büyüklerinin davranış, görüş ve yorumlarından oluşur.250
Üniversitede Hukuk dersleri vermiş olan Ağaoğlu, Hukuk Tarihi adıyla bir de kitap
telif etmiştir. Kitapta en ilkel toplumsal birlikteliklerden gelişmiş toplum yapılarına
gelinceye kadar, insanlığın geçirdiği aşamaları Türk, Arap, Yunan ve Roma uygarlıkları
248 Gökalp, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, Makaleler VIII, s. 24. 249 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s. 158-159. 250 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 20.
220
temelinde değerlendirir. Hukukta eşitlikçi yapının, zamanla bireyselliği öne geçiren bir
anlayışa doğru evirildiğini belirtir.251 Ona göre toplumlar geliştikçe, hukukta da değişmenin
yaşanması kaçınılmazdır.252 Bu durumun en açık örneklerinden biri Batı Avrupa ülkelerinde
cereyan eden tarihi süreçte görülebilir. Bu toplumlarda hukuki alandaki değişme,
uzmanlaşmanın artışıyla paralel bir şekilde gelişmiştir. İş bölümü ve vazife ayrımı kaidesi,
sosyal yapının önemli bir prensibi haline gelmiş; Kilise ve ruhani zümrenin hâkimiyet ve
yetkileri kısıtlanarak, sınırları belli bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu tür düzenlemelerden
sonra isteyen istediği gibi inanıp, istediği gibi yaşama salahiyetine kavuşmuştur.253
Ağaoğlu, dünyevi işlerdeki serbestliğin İslam’ın özünde de mevcut olduğunu, ancak
sonraki asırlarda İslam’ın özünün bidat ve hurafelerle bozulduğunu vurgular. Ona göre Hz.
Peygamber, inanç ve ibadetlerle ilgili konularda hiç taviz vermediği halde, dünya işleri
hakkında Müslümanları serbest bırakmıştır. Örneğin o: “Dünya işlerini siz benden daha iyi
bilirsiniz.”254, “Bir emirde şüphe varit olursa aklınızla hallediniz.”255 gibi hadisleriyle
Müslümanlara, dünya hayatıyla ilgili olarak geniş bir hürriyet sağlamıştır.256 Gökalp gibi
Ağaoğlu da toplumsal hayatı düzenleme ve yönlendirme ameliyesinde örfü, başat bir
normlar hiyerarşisi olarak ele almıştır. Hatta “Nas ile örf arasında bir çarpışma olursa örf
tercih edilmelidir.” Ona göre bu fıkıh kaidesinde bahsi geçen nas, hiç şüphesiz dünya
işleriyle ilgili olan nas’tır. Örfün ve toplumsal şartların dindeki yeri konusunda bir başka
örnek de Hz. Ömer’in mut’a nikâhını yasaklamasıdır.257 Oysa aynı Ömer, inançlar
konusunda böyle bir tutum sergilememiştir.258
Ağaoğlu’na göre hukuk kuralları mahiyet itibariyle değişken olmalıdır. Zira hukuk
insanlar arasındaki ilişkileri düzenlediğinden ve hayat şartları da zamanla değiştiğinden,
fertler arasındaki ilgi ve ilişkilerin mahiyeti de değişir. Dolayısıyla onları tespit eden
prensiplerin değişmesi kaçınılmazdır.259Mecelle’de bu durum; “Ezmânın teğayyürü ile
251 Ağaoğlu, Hukuk Tarihi, s. 143-151. 252 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 31. 253 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 28-29. 254 Müslim, Fedâil, 141. 255 Böyle bir rivayeti hadis külliyatında tespit edemedik. Ancak Kur’an-ı Kerim’de akla vurgu yapan
ayetlerden mülhem olarak söylenmiş bir kelâm-ı kibâr olabilir. 256 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 40. 257 Konuyla ilgili değerlendirmeler için bkz., Murat Sarıcık, “Cahiliye Nikahı Mut’a ve Diğer Cahiliye
Nikahları”, SDÜ İlahiyat Fak. Dergisi, 1996, S. 3, ss. 41-73, s. 45-50; Osman Kaşıkçı, “Mut’a Nikâhı”,
Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, 2007, Bahar, S. 3, ss. 43-58, s. 47-48. Her iki akademisyen de bu
çalışmalarında Hz. Ömer’in kendi içtihadı ile mut’a’yı yasaklamadığını bilakis zaten yasak olan bu nikâhın
yasaklığını bilmeyenlere bildirip hatırlattığını düşünmektedirler. 258 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 41. 259 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 31.
221
ahkâmın teğayyürü inkâr olunamaz”260 şeklinde hükme bağlanmıştır. Kur’an’ın dünya
işlerine ait kısmı, aynı maddi değişikliklerin mahsulüdür. Ayetlerin iniş sebeplerine dikkat
edilirse, görülür ki, dünya işleriyle ilgili ayetlerin hepsi maddi sebeplerle ortaya çıkan bir
ihtiyacın düzenlenmesi içindir. Demek ki bu ayetlerin inmesine bile hukukun mahiyet
bakımından değişik olması sebep olmuştur.261 Bir toplum şayet hayatını değişen zaman ve
mekâna göre düzenleme kabiliyet ve becerisini gösteremez, kendi kanunlarını yapamazsa
çağın ve medeniyetin gerisinde kalmaya mahkûmdur.262
Bu değerlendirmeler çerçevesinde Ağaoğlu, Müslümanların inanç ve ibadet
hususlarında dinin emirlerine bağlı kalmaları gerektiğini ancak dünya işlerinde tamamen
serbest olduklarını ifade eder. Böylelikle hem din korunmuş ve yükseltmiş olur hem de
yüzyıllardan beri Müslümanların çağın ve medeniyetin gerisinde kalmasına neden olan
engellerden kurtulunmuş olur.263
Aslına bakılırsa Gökalp ve Ağaoğlu’nun içtimai usûl-ü fıkıh veya başka bir ifadeyle
toplumsal iradenin,264 İslam fıkhının kaynağı olmasıyla ilgili düşünce ve talepleri, İslam
tarihinin bazı dönemlerinde bilfiil uygulanmıştır. Örneğin Ignaz Goldziher, İslam’ın ilk
devresi istisna edilecek olursa, Kur’an’ın getirdiği teorik ve ideal düzenin hiçbir zaman tam
manasıyla tatbik edilememiş olduğunu öne sürer. Ona göre Emevi ve Abbasi hükümdarları
birçok defa ‘nizam-ı âlem’ için şeriatın koyduğu hükümlere aykırı kararlar çıkarmaya
mecbur kalmışlardır. Fuat Köprülü de Hz. Ömer’in kamu hukukuna ait meselelerde nasları
bırakıp kendi şahsi içtihadına ve örfe göre karar verdiğini belirtir. Osmanlılar döneminde
çıkarılan Fatih Kanunnamesinde ‘nizam-ı âlem için’ kardeş katline cevaz verilmesi ve yine
bizzat Fatih Sultan Mehmet’in vakıf arazilerini tımar arazisine dönüştürmesi de örfi
hukukun, nasların önüne geçtiği tarihi örneklerdir. 265
4. 3. İçtihat Meselesi
İçtihat, İslam hukukunun beşeri kaynakları arasında önemli bir yere sahiptir. Kelime
olarak Arapça “cehd” kökünden türetilmiş olup çalışmak, çabalamak ve bir işin sonuna
ulaşmak için elden geleni yapmak demektir. Fıkıh usulünde ise uygulamaya yönelik olarak
tafsili (ayrı ayrı) delillerden şer’î hükümleri istinbat için çaba harcamayı ifade eder.
260 “Zaman değiştikçe hükümlerin de değişmesi, inkâr olunamaz bir realitedir.”, Mecelle, Madde: 12. 261 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 32. 262 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 41-42. 263 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 41. 264 Ancak Ağaoğlu’nda toplumsallığa vurgusu zayıf; bireye vurgusu ise daha fazladır. Bkz., Ağaoğlu, Üç
Medeniyet,s. 38. 265 Hilmi Yavuz, Türkiye’nin Zihin Tarihi, Timaş Yay., İst., 2009, s. 11.
222
Hakkında nas bulunmayan bir konuda fıkıh usulünün gösterdiği metot ve teknikle yapılan
bir hüküm teşkil yöntemidir.266
İçtihat kıyas, re’y, istidlal, istinbat ve fıkıh gibi kavramlarla yakın anlamlara sahiptir
ve “nasların lafız, mana ve bilinçli boşluklarında gizli şer'i-ameli ahkâmı ortaya çıkarmaya
yönelik beşeri çabayı ifade eder. Bu çabayı gösteren kimseye müctehid, hakkında ictihad
edilen konuya da müctehedün fih denilir.”267
Sünni fakihler genelde karşılaşılan olayların sınırsız, nasların ise sınırlı olduğu ve
sınırlının sınırsızı karşılamaya yetmeyeceği şeklindeki bir teze sarılarak ictihada gerek
bulunduğunu savunurlar. Bu amaca yönelik olarak içtihat nasların anlaşılması, uygulama
alanının genişletilmesi, hükmü bulunmayan olayların hükümlerinin bulunması ameliyesidir;
naslardan hareketle Allah’ın muradını istidlal etmektir. Bundan ötürü ictihadın veya
ictihadın bazı türlerinin şer’i deliller arasında sayıldığı görülür.268
İçtihat kavramıyla yakın anlamlara sahip fıkıh, ifta ve kaza gibi kavramlar arasında
küçük ancak birbirini tamamlayan farklar vardır. Fıkıh, “şer’i hükümleri bilmek”, içtihat ise
“şer’i hükümlere ilişkin zan oluşturmak”tır. Bu yönüyle içtihat daha çok şer’i ameli
hükümleri bilme sürecini, fıkıh ise bu sürecin sonucunu ifade eder. Dolayısıyla fıkhın
açıklanmasında “ilim”, ictihadın açıklanmasında ise daha çok “zan” kelimesi tercih edilir.
Yine içtihat faaliyetinin duraklama dönemlerinden itibaren içtihat yapabilme niteliklerine
sahip olmayan ancak birçok fıkıh meselesini, yani sonuçların bilgisini ezberleyen kimselere
müçtehit yerine fakih denilmesi fıkıh ve içtihat arasındaki farka işaret eder. İçtihadın ifta ve
kaza (yargı) kavramlarıyla farkına gelince; İçtihat ve fıkıh nasları anlama çabasının teorik
ve metodolojik boyutuyla ilgilidir. İfta ve kaza ise daha çok ulaşılan sonuçların
uygulanmasına yönelik bir süreci ifade eder.269
İçtihadın kapsam ve türleri konusunda farklı yorumlar ve geniş bir literatür
mevcuttur. Ancak kısaca ifade edilmek istenirse ictihad faaliyeti: “lafzın zahiri manasının
anlaşılması çabasından, lafzın mana ve amacının anlaşılması ve nasların bıraktığı
boşlukların aynı sistem içinde tamamlanması çabasına kadar uzanan geniş bir alanda söz
konusu olmakta”dır. Esasen sanılanın aksine "Mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktur"
(Mecelle, md. 14) kuralı ictihadın sadece hakkında nas bulunmayan konularda değil ayrıca
266 Ebu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi, s. 325; Şener, İslam Hukuku Dersleri, s. 95-96. 267 H. Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, C. 21, İst., 2000, s. 432. 268 Apaydın, “İctihad”, s. 433-435. 269 Apaydın, “İctihad”, s. 435-436.
223
hükmü doğrudan ve açıkça belirtilmemiş konularda olabileceğini ifade eder. Dolayısıyla
içtihat, konuyla “ilgili bir nassın bulunmaması veya karşılaşılan fıkhi meseleyi doğrudan
düzenleyen, fakat farklı bicimde anlaşılmaya müsait bir nassın bulunması durumunda söz
konusu olur ve işlev yüklenir. Bunun için de hakkında kesin delil bulunan meseleler
doğrudan ictihada açık olmamakla birlikte ayrıntıları ictihada açık olabilir.”270
Konuyla ilgili olarak içtihat ehliyetinin şartları, üzerinde çokça durulan ve tartışılan
bir mesele olmuştur. Müçtehid, "gerekli şartları kendinde toplayarak şer'i hükümleri
çıkarma melekesini elde eden kişi" olarak genelde ortak bir tanımda karar kılınmışken, bu
şartların ne olduğu konusunda ise usulcüler arasında ihtilaf cereyan etmiştir. Yaygın olarak
benimsenen anlayışa göre müçtehit olmanın iki temel şartı vardır: “Birincisi kendisinden
istinbat yapılacak olan asılları, yani şer'i hükümlerin temel kaynaklarını bilmek, ikincisi de
bu kaynaklardan hüküm çıkarmaya (istinbat) yarayacak olan usûl, kural ve bilgileri
kendinde toplamak, diğer bir ifadeyle bu kaynaklardan hüküm çıkarma keyfiyetini
bilmektir.” Öte yandan müçtehidin sahip olması gereken bilgi, yöntem ve şahsi kabiliyet
konusu ise bizatihi içtihadi bir konudur ve literatürde farklı yaklaşımlara rastlanmaktadır.271
Değişen hayat şartları, sosyal gerçeklik ve dinamizm çoğu kere nasların yeniden
yorumlanması ve işlevsel hale getirilmesini gerekli kılmaktadır. Bunun için içtihat
faaliyetinin her dönem ve toplumda canlı birşekilde sürdürülmesine ihtiyaç vardır. Ne var ki
hicri 3. (miladi 9.) yüzyılın ortalarına kadar canlı bir şekilde devam eden içtihat faaliyeti,
mezheplerin teşekkülü ve fıkıhlarının tedvin edilmesiyle birlikte ictihad faaliyetlerinde
duraklama ve donukluğun yaşanmasına neden olmuştur. Bundan sonraki dönemde fakihler
yeni içtihatlarda bulunmak yerine önceki imamların doktrinlerini yorumlamakla meşgul
olmuşlardır. Bu husus literatürde"içtihat kapısının kapanması" olarak algılanmıştır. Ancak
sonraki dönemlerde İslam toplumlarının içine düştükleri zor şartlar ve sosyal gerçeklik
“içtihat kapısının açılması” meselesini gündeme getirmiştir. Özellikle İbn Teymiyye'nin
(7./13. yy.) çıkışı, kendinden sonraki ıslah projelerinin bir çoğununun referans noktasını
teşkil etmiştir. Bu bağlamda düşünceye sahip kimi ulema mezhep ayrımlarını yumuşatmayı,
başka mezheplerden yararlanmanın gerekliliğini vurgulamışlardır.272
19. yüzyıla gelindiğinde İslam dünyasının Batı karşısında geri kalması ve
Müslümanların karşılaştıkları yeni problemleri çözmede gösterdikleri acizlik ve yılgınlık
270 Apaydın, “İctihad”, s. 436-437. 271 Apaydın, “İctihad”, s. 437. 272 Apaydın, “İctihad”, s. 443-444.
224
Muhammed Abduh gibi yenilikçileri harekete geçirmiştir. Bu dönemin ıslahçıları “İslam'ın
öz itibariyle modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek kapasite ve potansiyele sahip
olduğunu, İslam dünyasının içinde bulunduğu geri kalmışlığın sebeplerinin başında ictihad
kapısının kapatılması ve taklidin yaygınlaşması olduğunu ileri sürerek yeniden ictihad
çağrısı yapmışlardır. Bu tür düşünen aydınlar, ictihadın sadece önceki nesillerin hakkı
olmadığını, dinle hayat arası uyumu sağlayabilmek için bunun bir hak olmaktan öte
üzerlerine düşen dini bir sorumluluk olduğunu vurgulamışlardır.273 İslam’ı içinde yaşanılan
zamanın ihtiyaç ve problemlerine çözüm olarak gören bu modernist yaklaşım için “içtihat”
kurumunun işletilmesi hayati öneme sahip olmuştur. “İçtihat”, dinî tecdid çabasında bir
yöntem olarak kullanılırken; (1). İnanç ilkelerini modernizmin bilgi-basiret ve
epistemolojisiyle uzlaştırmak. ( 2). Hukuk sistemini yeni ihtiyaçlara göre düzenlemek gibi
iki temel kıstas göz önünde bulundurulmuştur. Ancak bu iki hususta da başarılı olunduğunu
söylemek zordur. Özellikle İslam ülkelerinin yaygınlığı ve toplumsal şartların farklılığından
dolayı hukuki düzenlemelerin şekli ve niteliği üzerinde herhangi bir uzlaşı söz konusu
olmamıştır.274
Ele aldığımız aydınlar içerisinde içtihat konusunda en fazla fikir beyan eden ve
ictihadın teknik boyutuna da değinen Günaltay olmuştur. Ona göre ictihat; fer’î bir şeri’î
hükmü, delilinden istinbat hususunda bütün gücü harcamaktır. Bu işi yapan zata müçtehit
denir. Müçtehit kat’i deliller ile sabit olmayan fer’î hükümleri Kitap, Sünnet, icma ve
kıyastan ibaret olan şer’î delillere dayanarak çözmeye çalışır. Bunu yaparken, şeriatın
esaslarını, genel ilkelerini ve maksadını gözetir; gücü ve imkânı oranında olaya vakıf
olmaya ve konu ile ilgili düşünce üretmeye çabalar. En nihayetinde de zamanın doğurduğu
ihtiyacın giderilmesi için mesele ile ilgili hükmünü verir.275
Günaltay, içtihadın gerekliliğini zaman, mekân ve ihtiyaçlar çerçevesinde
temellendirir. Zaman geçtikçe insanlık da gelişmekte ve yükselmekte; medeniyet yolunda
ilerlemektedir. İnsanlar, medeniyet ve fikri tekâmülde ilerledikçe geçim tarz ve vasıtaları,
aralarındaki ilişkiler o nispette değişir, gelişir ve genişler. Böylelikle yeni ihtiyaçlar yeni
durumlar ortaya çıkar. Sonuçta bir asrın ihtiyacı bir önceki asrın ihtiyaçları ile kıyas kabul
etmeyecek derecede farklılık gösterir. Hatta toplumsal değişim ve ihtiyaçlar yıldan yıla bile
273 Apaydın, “İctihad”, s. 444. 274 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce, s. 277. 275 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 346.
225
pek hızlı ve derinlikli olarak farklılaşmaktadır.276 İhtiyaçların artması ve çeşitlenmesi
insanlar arası münasebet ve muamelelerin değişiklik göstermesine ve artmasına neden olur.
İnsanlığın yaşadığı mekânlar da ihtiyaçların farklılaşmasına neden olur. Bedevi bir hayat
yaşayanlarla medeni bir hayat sürdürenlerin ihtiyaçları ve ihtiyaçlarının niteliği farklıdır.
Afrika’nın iç bölgelerinde pervasızca dolaşan bir vahşi ile Nil’in döküldüğü yerde yaşayan
bir medeninin ahlak ve tavırları, geçim tarzı, hayatının niteliği büsbütün farklıdır.277
“Muamelelerin genişleyip çeşitlenmesi, örf ve nizamların da genişlemesini gerektirir. Daha
başka ihtiyaçlara, daha evvelki zamanlara göre içtihat edilerek konulmuş usûller yeni
ihtiyaçları tatmin edemez. Yeni ihtiyaçlar, pek şiddetli bir surette yeni nizamlar ister!”278
Günaltay’a göre yukarıda bahsedilen sebeplerden279 dolayı yeni düzenlemelere
gidilmeli, yeni ihtiyaçlar için yeni içtihatlar yapılmalıdır. Eğer yeni içtihatlar yapılmaz, yeni
çözümler ortaya konulmazsa toplum meflûç hale düşer, yerinde sayar hatta çöküşe geçer.
Asrın ihtiyaçlarına göre içtihatlarda bulun(a)mayan milletler bulundukları dar mekânda
izole bir toplum halinde kalırlar. Haddizatında “zamanın değişmesiyle hükümlerin de
değişeceği” temel fıkhi kaidelerdendir.280
Günaltay, ictihadın makâsıdu’ş-şerîa ve usûl-ü fıkıh açısından da gerekli olduğunu
vurgular. Fıkıh usûlüne göre, fıkıh; nefsin kendisi için faydalı ve zararlı olan hususları
bilmesidir. Fayda ve zarar ise zaman, mekân ve toplumsal şartlara göre değişir. Bu nedenle
zamanın ihtiyaçlarına göre içtihatta bulunmak zaruridir. Esasen “dinin maksadı akl-ı selim
sahiplerini kendi arzularıyla dünya ve ahiret hayatında saadet ve selamete eriştirecek
gayelere sevk etmektir.” Dolayısıyla İslam, dünyevi işlerinde Müslümanları bu
maksatlarına ulaşmaktan alıkoymaz. Hz. Peygamber de dünya işlerinde Müslümanları
serbest bırakmıştır. İmam-ı A’zam ve talebeleri muamelatta istihsan gibi bir çözümü bir
fıkıh kaidesi haline getirerek, meşru menfaatleri kullanma konusunda çıkabilecek engelleri
276 Günaltay, Osmanlı’nın son yüzyılında toplumsal değişim konusunda temelde iki türlü bir yönelimin
olduğunu belirtir. Bunlardan biri “muhafazakârlık” eğilimi ki esas itibariyle değişimi kabul etmez ve
maziye bağlılığı esas alır. Cezrîlik/radikallik ise kökten inkılâpçıdır ancak temelinde körü körüne taklit,
özellikle de Batı’yı taklit vardır. Netice itibariyle de muhafazakârlık ve radikalliğin her ikisi de kuralcıdır.
Kuralcılık ise temelde yeniliğe ve gelişmeye engeldir. Bkz., Günaltay, Türk İslam Tarihine Eleştirel Bir
Yaklaşım -Maziden Atiye-, s. 233-237. 277 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 342-343. 278 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 343. 279 Günaltay’a göre, içtihadı kaçınılmaz kılan zaruretler; (1). Tarihi tecrübe. (2). Örf ve adet farklılığına bağlı
olarak değişen ihtiyaçlar. (3). Medenileşme. (4). Zaman ve mekân farklılığıdır. Bkz., Menderes Gürkan,
“Şemseddin Günaltay’ın (1883-1961) İçtihada İlişkin Görüşleri Üzerine Bir Değerlendirme”, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, S. 6, 2005, s. 352-354. 280 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 343-344.
226
aşmayı düşünmüşlerdir. Zira dinin bekası ve kemali ile Müslümanların huzur ve refahı
“içtihat” müessesesinin işletilmesine bağlıdır. Dolayısıyla içtihat, Müslümanlar için her
dönemde yerine getirilmesi gereken kesin bir farzdır.281
Günaltay, ictihadın gerekliliğini282 temellendirmek için şer’î nasların sınırlı,
insanların muameleleri ve dünyanın hadiselerinin ise sonsuz olduğunu, bu sebeple sonlu
olan bir şeyin, hiçbir zaman sonsuz olan hakkında yeterince hüküm barındırıp onu ihata
edemeyeceğini ifade eder. İçtihat ve kıyas yolu açık olmalı ki, her hadise ve muamelede
içtihat edilip, bu sayede Müslümanlar bütün sorunlarını çözebilsinler.283
Günaltay, “ictihad kapısının kapanması” diye bir şeyin söz konusu olamayacağını,
yukarıdaki gerekçeler yanında Hz. peygamber, hulefa-i raşidin, sahabe ve müçtehit
imamlardan örneklerle ortaya koymayı dener.284 Ona göre, “içtihat kapısının kapanmış
olduğu” fikrini Müslüman halka benimsetenlerin ümmete büyük zararı olmuştur. O, bu
durumu şöyle ifade eder: “Taklitçilik meydanı aldıktan sonra, beyinler düşünmekten,
fikirler araştırmaktan men edildi. İlimler, kitapların zahirlerine hasrolundu, fikir istiklali
mahvoldu. Akıl ve muhakeme tazyik altına alındı. Neticede Müslümanlar her ilmi ihmal
ettiler, gitgide ilim ve irfan caddesi dikenli ve dar derbentlere sokuldu.”285
Günaltay’a göre, içtihat kapısı açılmalı, Müslümanların ilerlemesine ayak bağı olan
engeller kaldırılmalıdır. Ancak bunun için belirli şartlar gerekir. Zira önüne gelen bu
kapıdan girip, içtihat yapacak olursa bu da zararlı olur. Komşumuz İran bunun örneğidir.
Biz içtihat kapısını sımsıkı kapatarak tefrite düşmüşsek, İran da sonuna kadar açarak ifrata
neden olmuştur. Her iki hal de zararlıdır. Yapılması gereken; kapalı kapıyı açmak fakat
içtihat görevini münevver ve fazıl bir “ilmî komisyona” havale etmektir. Zira içinde
bulunulan dönem itibariyle İslam dünyasında mütebahhir ve içtihat şartlarını taşıyan ve
kendi başına bu işi yapabilecek müçtehitler bulmak mümkün değildir. Müçtehitte
bulunması gereken şartların usûl kitaplarında ortaya konulmuş olduğunu belirten Günaltay,
bugün bu şartların hepsini aynı anda kendinde toplayan âlimlerin olmadığını, dolayısıyla
281 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 344-345. Müslüman toplumların içinde bulundukları dönem itibariyle Batı
karşısında birçok yönden geri kalmaları, yaşanılan türlü zorluk ve sıkıntılar nedeniyle dönemin ulema ve
aydınlarının çoğu içtihat kurumunun işletilmesini dile getirmişlerdir. İslamcıların bu konudaki görüş ve
değerlendirmeleri için bkz., Efe, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcılar ve Modernleşme (1908’den
1924’e), s. 139-144. 282 Günaltay’ın içtihadın gerekliliği konusundaki görüşleri için bkz., Gürkan, “Şemseddin Günaltay’ın (1883-
1961) İçtihada İlişkin Görüşleri Üzerine Bir Değerlendirme”, s. 352-354. 283 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 345. 284 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 346-348. 285 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 349.
227
içtihat komisyonunda bulunacak âlimlerin her birinin farklı dini bilimlerde ihtisas sahibi
olmalarının sorunu bir şekilde çözebileceğini dile getirir. Hatta içtihat komisyonunu
oluşturacak zevatın hepsi Osmanlı diyarında bulunmazsa, bunun için Hindistan’dan,
Mısır’dan ulema getirilebilir. Belki bu daha da yararlı olur. Böyle bir içtihat kurulu
sorunlara ve ihtiyaca binaen bir an önce teşekkül ettirilmeli ve “Âlem-i İslam’ın her
tarafından celb ve cem’ olunacak bu muazzam hey’et, Bâb-ı Meşihatta toplanarak hilâfet-i
İslamiyye namına ictihada başlamalıdır.”286
Günaltay’a göre şer’î hükümler itikat, ibadet, melekât (ahlak) ve muâmelât olmak
üzere dörde ayrılır. İtikatla ilgili hükümler akli delillerle sabit ve naslarla tespit edildiği için
bu konuda içtihat yapılmaz. İbadetler, taabbudîdir ve Hz. Peygamberin vefatıyla tamama
ermiştir. Dolayısıyla bu hükümlerde herhangi bir değişikliğe gidilemez. Sadece insanlara
ibadetleri sevdirmek, onları zora koşmamak için, ibadetlerin farz, vacip, sünnet gibi
kısımları en sahih rivayetler çerçevesinde ictihada tabi tutulabilir; ruhsat noktaları ortaya
konulabilir. Değilse, hiçbir müçtehit farz olan ibadetlerden herhangi birini, kendi ictihadıyla
değiştirme, kaldırma veya yeniden bir ibadet ihdas etme yetkisine sahip değildir. Ahiret
hayatı ile ilgili hükümlerde de içtihat yapılamaz. Şârî bu konuda ne emretmişse ona uymak
gerekir. Şer’î hükümlerin kısımlarından olan ve Günaltay’ın melekât olarak nitelendirdiği
ahlaki meseleler de ictihada konu edilemez. Sadece hakkında lehte veya aleyhte bir hüküm
bulunmayan bir fiilin haramlığı veya helalliği kıyasla ispat edebilir. Ayrıca müçtehidin
ahlaki esaslara dokunmaması ilerleme ve tekâmüle engel değildir. Bilakis değişmez olması
ahlakta ve terbiyede birliğin sağlanmasına fayda sağlar.287
İçtihada ruhsat ve ihtiyacın olduğu alan dünyevi muamelattır. Zira dünyevi
muameleler örf, adet, zaman ve mekân farklılığının bir gereği olarak asrî ve medeni
ihtiyaçlarla değişir. Dolayısıyla her asırda, o asrın gereklerine ve coğrafyanın zorlamasına
göre içtihatta bulunmak gerekir. Zira İslam şeriatı adaleti ikame etmek, eşitliği sağlamak,
zararı ve dırarı (zarara zararla karşılık vermeyi) ortadan kaldırmak gibi bir takım genel
kurallar vazetmiştir. İşte fukaha da bu esaslara göre içtihatta bulunarak Müslümanların
hayatını düzenleyecek tali ahkâmı ortaya koymakla görevlidir.288
286 Günaltay, “İctihad Kapısı Açılmalı, Lakin İlmî Bir Hey’et İçin”, (Bu bölüm 1925’teki üçüncü baskıda
çıkarılmıştır), Zulmetten Nura, s. 358-360. 287 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 349-351. 288 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 351. Günaltay’a göre içtihadın hangi alanlarda yapılıp-yapılamayacağının
farklı bir anlatımı için bkz., Gürkan, “Şemseddin Günaltay’ın (1883-1961) İçtihada İlişkin Görüşleri
Üzerine Bir Değerlendirme”, s. 355-358.
228
Aydınlarımızdan Ağaoğlu ise, Gökalp ve Günaltay’ın savundukları ve o dönem için
yaşanılan sorunlara çare olacağını düşündükleri iki hüküm çıkarma usulü hakkındaki
görüşlerine karşı çıkmaktadır. Bunlardan biri fıkhın “cevaz” kaidesi289, diğeri ise Ebu
Yusuf’un “örf nazariyesi”dir. Ona göre bunların her ikisi de meseleyi kapsamlı ve temelden
çözmekten uzaktır. “Cevaz’da tasarruf” kaidesi, şeriatın gayet sınırlı olan mubah sahasına
bir kapı açmakla beraber, hayatın hemen onda dokuzunu kapsayan geri kalan kısmına dair
hüküm koyamamaktadır. “Örf nazariyesi” de belirsizliklerle doludur. Örf nedir? İyilik ve
kötülük anlayışları mı? O halde elde mevcut olanı, en mükemmel saymak gerekmez mi? Bu
nazariyeye taraf olmak, her çeşit içtimai gelişmeyi inkâr anlamına gelir. Çünkü örf, hiçbir
zaman ve hiçbir surette kendi kendine değişmeyeceğinden, örfe saplanıp kalan cemiyetler
donmuş olurlar. Nitekim İslam âleminin son beş yüz yıllık tarihi, bunun örneğidir. Örf
nazariyesini savunanlar, nazariyelerinin bu tarafının yanlışlığını anladıklarından dolayı
görüşlerini “Dâhi nazariyesi” ile güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Kişiliği kaldırarak yerine
bir çeşit “insani Tanrılık” ikame ediyorlar. Örfün değiştiğini güya bu kahramanlar
müjdelerler. Fakat bu kahramanlar nasıl ortaya çıkıyorlar, kendileri nasıl meydana
geliyorlar? Mademki bunlar zaten var olmakla beraber henüz gizli bulunan değişikliklerin
mahsulüdürler, acaba bu değişikliklerin kendileri nasıl oluyor? Bu hususa örf nazariyecileri
cevap veremiyorlar. Zira ferdiyet yok edilmiş ve bireysel düşüncelere ve örfe uymayan
ferdi görüşlere hiçbir değer ve önem verilmemiştir. Oysaki siyasi ve toplumsal bütün
kurumlardaki gelişmelerde en etkili faktör bireydir. Birey ve toplum arasında karşılıklı bir
etki vardır ve birey toplumdan aldığını fazlasıyla ve kendinden bir şeyler ekleyerek geri
vermektedir. Bu nedenle örf nazariyesi yanlıştır. Böylesine dolambaçlı yollara sapmanın
gereği yoktur.290 Ağaoğlu gelen pasajdaki cümleleriyle Doğuyla Batı arasında gidip
289 Fıkıh Usûlün’de “cevaz”ın, bir mesele hakkında vücûb ve hurmetin olmayışı dolayısıyla aslî bir
hüküm/durum olup; şer’î bir hüküm olmamasıyla ilgili olarak bkz., Mansûrîzâde Said, “Cevazın Ahkâm-ı
Şer’iyyeden Olmadığına Dair”, ss. 295-303. Mansûrîzâde, bu makalede özetle şunu söylüyor: “Cevaz, şer’î
bir hüküm değildir. Çünkü şeriat, nizamı ve intizamı korumak maksadıyla vaaz ve tesis olunmuş bir
kanundan ibarettir. Kanun, fiil ve davranışları kayıt altına almak için vazedilir. Kayıtlandırmaya yarayan
hükümler ise, vücûb ve hürmet gibi hükümlerdir. Sıhhat ve fesad gibi hükümler de, şer’î emir ve nehyin
neticesi olduklarından vücûb ve hürmet manalarını içine alırlar. Bu sebeple onlar da kayıtlandırmaya
yardımcı olur. Cevaz ise, bir fiil ve hareketin serbest oluşundan ibaret olup kayıtlandırmaya hizmet edemez.
Dolayısıyla da şeriatın hükümlerinden sayılamaz.”, a. mlf., a.g.e., s. 296. Mansûrîzâde’nin konuyla ilgili
görüşlerinin toplu bir değerlendirmesi için bkz., Abdullah Kahraman, “Mansûrîzâde Said’in Klasik
Fıkıhçılara Yönelttiği Bazı Eleştiriler”, CÜİFD, C. V, S. 1, Sivas, 2001, s. 223-262; A. mlf., “Dâru’l-Fünûn
Hocalarından Mansûrîzâde Mehmed Said ve Klasik Fıkhın Sınırlarını Zorlayan Bazı Görüşleri,”
Darülfünun İlahiyat Sempozyumu 18-19 Kasım 2009 Tebliğleri, İst., 2010, s. 405-414. 290 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 36-37.
229
gelmenin veya her ikisini bağdaştırarak yol almanın yanlış olduğunu; yapılması gerekenin
Doğuyu terk edip tamamıyla Batıya yönelmek olduğunu düşünmektedir.291
Bu mevzuda Akçura, Gökalp ve Günaltay’a benzer şekilde hukukun, toplumsal
dinamiklere göre derlenip düzenlenmesi gerektiğini vurgular. Değilse hayat ve hukuk ayrı
mecralarda akar ve bazen birbiriyle çarpışır. Zaten ihtilâller de toplumun ihtiyaçları ile bu
ihtiyaçları karşılamayan hukuk kaidelerinin çarpışmasından doğar. Yani hukuki
düzenlemeler noktasında skolâstik zihniyet terk edilmezse sıkıntılar; inkılâp ya da ihtilâller
kaçınılmaz olur.292
Akçura, içinde bulunduğu dönemdeki (1925) Darülfünûn Hukuk Fakültesi’nin
hukuki zihniyet ve akıl yürütmede İslam fıkhına dayanmasına rağmen ortaçağdaki
medreselerden farklı olduğunu belirtir. Bununla birlikte Hukuk Fakültesi’nin hukuka
yaklaşımı hala skolâstiktir. Dolayısıyla Hukuk Fakültesi’nden mezun olan kimi gençler
teoride öğrendikleriyle hayatın gerçekleri karşısında ikileme düşmektedirler. Bu dilemma
ise onları hukuk normlarına hatta genel anlamda ahlaki değerlere karşı şüpheye
düşürmektedir. Neticede hala hukuktaki bu skolâstik, donuk ve yeniliğe kapalı anlayış
nedeniyle zamanın ve hayatın gereği olarak yapılan inkılâpları anlamayan ve katı bir
muhafazakârlığı sürdüren hukukçular mevcuttur. Oysa hukuktaki bu skolâstik anlayışın bir
an evvel terk edilmesi gerekir.293
Günaltay ise konuyu gittikçe artan sorunlar bağlamında ele alır. Ona göre, artan
sorunların çözümü için içtihat kaçınılmazdır. İslam medeniyetinin güçlü olduğu
dönemlerdekine benzer bir fikri ve sosyal hayat için içtihat kapısı açılmalıdır. Bununla
birlikte müçtehitte bulunması gereken niteliklerin bir kişide toplanması mevcut şartlarda
imkânsız gibidir. Bu nedenle ictihadın bir komisyon tarafından yapılması ve bu komisyonda
sahasının otoritesi olan din bilginlerinin yanında başka bilim dallarından da uzmanların
olması verimli bir çalışmaya imkân sağlayacaktır. Gerekli olması durumunda ülke dışından
da uzman getirilebilmelidir.
Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde aydınlarımızın yaşadığı dönemde İslam dünyasının
karşı karşıya kaldığı en büyük sorunlardan biri, ictihat kapısının kapalı olmasıdır. Tarihi
süreçte konuyla ilgili lehte ve aleyhte birçok yorum yapılırken; Müslümanların yüzleşmesi
geren temel mesele, İslam hukukunun artık modern dönemlerin gelişmeleri ve toplumsal
291 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 37. 292 Akçura, “Skolâstik Usul Nedir?”, s. 77-78. 293 Akçura, “Skolâstik Usul Nedir?”, s. 78.
230
yapısı karşısında yetersiz kalmaya başlamasıdır. Özellikle İslamcı düşünceye sahip ulema
ve aydınların tartışmaların merkezinde yer aldığı, İslam fıkhının modern dönemlerin
sorunlarına cevap olabileceği tezi çerçevesinde Türkçü aydınlar da önemli katkılar
sunmuşlardır. Bu noktada özellikle Gökalp'in “diyanet-kaza” ayrımı ve “içtimai usûl-ü
fıkıh” prensibi meselenin çözümünde ufuk açıcı öneriler getirmiştir.
5. DİN - SİYASET İLİŞKİSİ
5.1. Hilafet Meselesi
Terim anlamı itibariyle hilafet, Hz. Peygamber’den sonraki devlet başkanlığı
kurumuna verilen isimdir. Halife ise; “birinin yerine geçen, onu temsil eden kimse”dir.
Teoride halife daha çok, Peygamber adına devleti yöneten devlet başkanları için
kullanılır.294 Hilafet kelimesi, siyasal anlamda Kur’an’da geçmez. Hadis kaynaklarında ise
halife, hilafet kavramları; “devlet başkanı, yönetici, lider” gibi anlamlarda geçmektedir.
Örneğin; hilafetin Kureyş’e ait olduğu295; aynı anda iki halife ortaya çıkarsa sonrakinin
öldürülmesi gerektiği296; hilafetin otuz yıl sürüp daha sonra saltanatın başlayacağı297 ifade
edilmektedir. Ancak hadis edebiyatında yer alan bu tür hadislere ihtiyatla yaklaşılması
gerekmektedir. Zira daha İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren her grup, mezhep veya siyasi
fırka kendini haklı göstermek için birtakım haberler uydurma yoluna gidebilmiştir.298
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir ile başlayan hilafette halife,
toplum adına iş yapan bir yönetici değil de Peygamber’in vekili olarak meşrulaştırılmıştır.
Bu fiili durum sonrasında siyaseten devleti yönetme durumunda olan devlet başkanları, aynı
zamanda Peygamber’i dini anlamda temsil eden kimseler olarak kabullenilmiş ve hilafet
siyasi-dini bir kurum halini almıştır.299 Emevi ve Abbasiler ise dönemin dini önderlerinin de
294 Casim Avcı, “Hilâfet”, DİA, C. 17, İst., 1998, s. 539; Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar
Kavgası, Otto Yay., Ankara, 2015, s. 83-84. 295 Buhârî, “Ahkâm”, 2, “Menâkıb”, 2; Müslim, “İmâre”, 4, 8-9. 296 Müslim, “İmâre”, 61. 297 Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 8; Tirmizî, “Fiten”, 48. 298 Mehmed Said Hatiboğlu, “İslam’da İlk Siyâsî Kavmiyyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği”, AÜİFD, C.
XXIII, ss. 121-213; Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s. 89-90, 119; Sarıkaya, İslam Düşünce
Tarihinde Mezhepler, s. 41-45. 299 Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, s. 87-88, 209 vd.; E. Ruhi Fığlalı, Hz. Ömer’in vefatına
kadar (644) hilafetin sahip olduğu siyasi anlamın, bu tarihten sonra ciddi bir değişime uğratılıp dini
bir içerik ve kutsallığa büründürüldüğünü; bu durumun İslam ve Müslümanlar için tarih boyunca
önemli bir sorun teşkil ettiğini belirtir. Bkz., E. Ruhi Fığlalı, Din ve Lâiklik Üzerine Düşünceler,
Muğla Ü. Yay., Muğla, 2001, s. 111.
231
yardımıyla iktidarlarınını meşrulaştırmak için, siyasi otoriteye itaatin dini bir gereklilik
olduğunu bir şekilde İslam düşüncesine dahil etmişlerdir.300
Temelde yönetimin siyasi şeklinin nasıl olması gerektiğine dair ne Kur’an’da bir
ayet ne de Hz. Peygamberden gelen bir rivayet mevcuttur. Naslar, yönetenlerin kimliği ve
yönetimin türüne odaklanmaktan ziyade, yöneticilerin adilane davranmaları ve hukuki
ilkeleri gözetmeleri; hakkı ve adaleti ayakta tutup danışarak iş görme, zulmü önleme, dini
emir ve yasaklara uygun davranılmasını sağlama gibi kamu yönetimiyle ilgili esaslara özen
göstermeleri üzerinde yoğunlaşmıştır.301 İslam siyaset teorisinde de iktidarın ve egemenliğin
nasıl ve ne şekilde kullanılacağı kesin kurallara bağlanmamıştır. “Kur’an, devletin nasıl
olması gerektiği üzerinde değil, ne yapması lazım geldiği üzerinde durmuştur: Kur’an’a
göre devletin şekli farklı olabilir. Bu hilafet olabilir, saltanat olabilir, cumhuriyet olabilir,
demokrasi olabilir.”302 Yani İslam’da hukuk, devletten önce gelir. Bu nedenle Hz.
Peygamberin öğretilerinin ürünü olan yönetim şekli “nomokrasi” yani normların hâkimiyeti
olarak isimlendirilir.303
Yukarıdaki temel esaslar gözetilerek, İslam siyaset teorisinde egemenliğin ve iktidar
erkinin kullanımı maslahata binaen bir içtihat sorunu olarak ele alınmıştır.304 Bununla
birlikte iyiliklerin emredilip kötülüklerin yasaklanması, adaletin dağıtılması, toplumsal
düzenin sağlıklı işleyişi ve Müslümanların bir takım bireysel ve toplumsal görevlerinin ifası
için siyasi bir otoritenin varlığı gereklidir.305
İslam tarihi boyunca çeşitli uygulamalara ve nüfuza sahip olan hilafet, 19. yüzyıldan
itibaren tekrar önem kazanmıştır. Müslümanların Batı karşısındaki zayıflık ve güçsüzlüğü,
bu durumdan çıkış için çareler üretilmesini gerektirmiştir. Bu çözüm yollarından birisi,
hilafetin siyasi bir güç olarak kullanılması olmuştur. O dönemde Müslümanların yönettiği,
dünyadaki tek bağımsız devlet olan Osmanlının başında bulunan II. Abdülhamit, hilafeti
tekrar etkin bir siyasi araç olarak kullanmaya çalışmıştır. Özellikle sömürgelerde yaşayan
300 Yıldırım, Hilâfet Tartışmaları, Anka Yay., İst., 2004, s. 27-29. 301 Avcı, “Hilâfet”, s. 539. 302 Süleyman Uludağ, “İslam-Devlet İlişkisi”, Türkiye Günlüğü Dergisi”, S. 13, Kış, 1990, s. 32. 303 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. M. Türköne- F. Unan- İ. Erdoğan, Redaksiyon ve
Yay. Haz. Ö. Laçiner, İletişim Yay., İst., 2002, s. 97. 304 Hayrettin Karaman, “İslam’da Din-Devlet İlişkisi”, Türkiye Günlüğü Dergisi”, S. 13, Kış, 1990, s. 22. 305 İ. Hakkı İzmirli, Anglikan Kilisesine Cevap, Sadeleştiren: Fahri Unan, TDV Yay., Ankara, 1995, s. 111;
Hamid İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev.Yusuf Ziya, Yöneliş Yay., İst., 1995, s. 15.
232
Müslümanların desteğini almak ve onları harekete geçirmek için hilafet silahını kullanmayı
denemiştir.306
Yeni bir devletin kurulması sürecinde eski kurumların ama ıslahı ama kaldırılması
yoluna gidilerek yeni rejimin sağlam temellere dayanması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu
maksatla önce saltanat kaldırılmıştır (1 Kasım 1922). Aynı devlet içinde biri siyasi, biri dini
iki ayrı otoritenin bulunması beraberinde bazı sorunlara yol açtığından, gelen sayfalarda
görüleceği üzere halifelik kurumunun da kaldırılması için önce teorik tartışmalar yapılıp alt
yapı hazırlanmış; sonrasında ise TBMM’deki uzun müzakerelerin ardından hilafet
kaldırılmıştır (3 Mart 1924). Mecliste yapılan konuşmalarda Urfa milletveki Şeyh Saffet ve
özellikle Adalet Bakanı İslamcı Seyyid Bey, hilafetin usûl-i fıkıh açısından gerekli bir
kurum olmadığını, geçmişte birtakım işlevler yerine getirmekle birlikte artık devrini
tamamlayıp bozulduğunu; siyasi iktidarın baskı aracı olmaktan başka bir işe yaramadığını
ilmi bir dille ortaya koymuşlardır.307
Türkçülük yanlısı aydınlara gelince, onlar hilafeti dini bir konu olmaktan ziyade
siyasi bir mesele olarak ele almışlardır. Konuyu geniş bir çerçevede ele alıp tartışanlardan
biri Gökalp’tir. Ona göre, bir insanın toplumsal görevlerinin en önemlisi, hangi milletten ve
hangi ümmetten olduğunu bilmesidir. Buna “toplumsal kimlik” denilir. Ancak bu iki
kavramın iyi bilinmesi ve aralarındaki farkın doğru anlaşılması gerekir. Ona göre ümmet,
aynı dine mensup fertlerin toplamıdır. Ümmet yapısında ortak olan sadece dindir. Buna
karşın, millet yapılanmasında dinin yanında lisan, ahlak, hukuk, siyaset, güzel sanatlar,
iktisat, ilim, felsefe ve fen de müşterektir. Kendi ifadesiyle “Bir ümmetin içinde, lisanlar,
ahlaklar, hukuki ve siyasi teşkilatlar, bedii zevkler, iktisadi uzviyetler [organizasyonlar],
terbiyevi müesseseler ayrı olabilir. Bir milletin içinde ise din gibi bütün bu saydığımız
hayatların da müşterek ve müttehit [ortak ve aynı] olması lazımdır.”308
Gökalp'in düşünce sisteminde millet aynı harsa/kültüre mensup fertlerin bütünüdür.
Ümmet yapısında ise ortak bir dinin dışında, kültürel birlik ve bütünlükten bahsedilemez.
Tarihi süreçte Avrupa’da kültür unsurlarının önem kazanıp dinin nispi olarak önemini
306 Azmi Özcan, “Hilâfet: Osmanlı Dönemi”, DİA, C. 17, İst., 1998, s. 546-547; Yıldırım, Hilâfet
Tartışmaları, s. 36-42. 307 Jaschke, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., İst., 1972, s. 115 vd.; T. Zafer Tunaya,
İslâmcılık Akımı, İst. Bilgi Ü. Yay., İst., 2007, s. 145. 20. Yüzyıldaki hilafet tartışmaları için bkz.,
Yıldırım, Hilafet Tartışmaları. Seyyid Bey’in görüşleri için bkz., aynı eser, ss. 83-131. 308 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Küçük Mecmua, S. 24, 27 Kasım 1922, s. 1-6; Makaleler VII, s. 175.
233
kaybetmesi ümmet-millet ayrışmasına sebep olmuş ve bu durumdan Osmanlı
İmparatorluğu da etkilenmiştir.309
Gökalp’e göre ümmet-millet farklılaşması özellikle birçok milleti bünyesinde
barındıran büyük imparatorlukların yıkılıp her milletin kendi bağımsızlığını ilan etmesiyle
hızlanmış310 ve bu durum egemenliğin kullanımında köklü değişiklikler getirmiştir. Önceleri
bir ümmetin dini reisi, bu dine mensup birçok milleti bünyesinde barındıran bir
imparatorluğun da siyasi reisi olabiliyordu. Ancak her millet kendi devletini kurunca
ümmetin dini reisi, bu milletlerin siyasi reisi olamadığı için, artık bu yeni durumda onun
vazifesi yalnızca bütün Müslümanların dini hayatlarını yüceltmek ve yükseltmek olmalıdır.
Her bir milletin hükümetinin görevi ise yalnız o milletin yükselmesini ve gelişmesini
sağlamaktır. Dolayısıyla hem siyasi hem de dini riyasetin aynı şahısta toplanması uygun
değildir.311
Ümmet-millet farklılaşmasının hızlanmasının bir başka nedeni; siyasi bilincin
gelişmesiyle birlikte egemenliğin belirli bir zümreye değil, tamamen millete ait olması
düşüncesinin ortaya çıkmasıdır. Mütareke sonrası gelişen olaylar, saltanata sahip olanların
kendi menfaatlerini, ülkenin ve milletin menfaatlerinin önüne geçirdiklerini göstermiştir.
Buna binaen, Türk milleti saltanat hakkını bütünüyle kendi uhdesine alarak, yasama ve
yürütme alanlarındaki egemenlik yetkisini vekâlet yoluyla yalnız Büyük Millet Meclisine
vermiştir. Böylelikle ümmet-millet ayrışması tamamen gerçekleşmiştir. Bu yeni düzenleme
“millet” realitesinin fiili hale gelmesini ve hilafet kurumunun yeniden ele alınmasını
gerektirmiştir.312
Kazım Nami Duru, Gökalp’in İttihat ve Terakki Genel Merkezine seçildikten sonra,
partinin gizli bir kongresinde sunduğu genelgeden bahseder.313 Bu genelgede Gökalp,
hilafet ve saltanatın aynı otoritede toplanmasının herhangi bir sakıncasının olmadığını
savunmuştur.314 Ona göre, İslam’da ulü’l-emr halifedir. Bu yönüyle o hem siyasi bir reistir
hem de dinin hâdimidir. Ancak bu kadim anlayış, Tanzimat’ın eşit vatandaşlık ve Osmanlı
milleti oluşturma (ittihad-ı anasır) siyasetine uymadığı için hilafetin manasını değiştirmek
309 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”; Makaleler VII, s. 176. 310 Berkes’e göre ümmet-millet ayrışması 1905’ten sonra çok daha yoğun şekilde hissedilmeye başlanmıştır.
Eskiden sadece aynı inancı paylaşan dini grupları ifade için kullanılan millet terimi, artık bu anlamını
yitirmeye başlamış ve şimdi yaygın olan anlamında laik bir içerik kazanarak ortak dil, kültür, tarih ve ülkü
birliğini ifade eder olmuştur. Bkz., Berkes, Teokrasi ve Laiklik, s. 59-60. 311 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”; Makaleler VII, s. 176-177. 312 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”; Makaleler VII, s. 177. 313 Bkz., Duru, Ziya Gökalp, s. 56. Duru’nun kaydına göre Genelge’nin tarihi 14-15 Kasım 1911’dir. 314 Duru, Ziya Gökalp, s. 66.
234
gerekmiştir. Halifedeki “ulü’l-emr”lik kudreti saltanat manasına alınarak, bu siyasi nitelik,
mündemiç bulunduğu hilafetten kopartılmak istenmiştir. Bu düzenlemeyle Osmanlı
padişahının, sultan sıfatıyla siyasi riyaseti haiz, halife sıfatıyla da sadece Müslümanların
dini önderi olması amaçlanmıştır. Netice itibariyle artık halife Müslümanların siyasi önderi
(ulü’l-emr) olmaktan çıkarılmış, yalnızca dini önder olarak var olması düşünülmüştür ki
böylelikle halife, Katoliklerin papazı gibi yalnızca ruhani bir temsilci statüsüne indirgenmek
istenmiştir. Ne var ki Tanzimatçıların bu düzenlemesi Gökalp’e göre devletin iki başlı hale
gelmesine sebep olabilirdi.315
Gökalp'in yukarıdaki çekincesi gerçekleşmemiştir. Bunun da en önemli sebebi o
dönem için Abdülhamit gibi bir sultanın başta olması ve güçlü kişiliği ile hem devlet hem
de dini riyaseti uzun süre birlikte yürütebilmiş olmasıdır. Gökalp'in saltanat ve hilafetin aynı
kişide olmasını o dönem için niçin savunmuş olduğunun cevabı da Osmanlı’nın içinde
bulunduğu siyasi durum ve bunun uluslar arası ilişkilerle ilgili uzantılarında aranmalıdır.
Yukarıda ifade edildiği gibi yeni dönemde ümmet-millet ayrışmasının yaşanıyor olması ve
hilafetin dünya Müslümanları nezdinde önemini kaybetmiş olması, Gökalp’in fikirlerinde
meydana gelen dönüşümün bir başka sebebidir. Bu durum, aşağıdaki açıklamalarda daha iyi
görülmektedir.
Gökalp, Meşrutiyet döneminde hilafet ve saltanatın aynı otoritede toplanmasının
herhangi bir sakıncasının olmadığını savunmuştur. Buna karşın milli devletin kurulması
sürecinde saltanatın hilafetten ayrılmasının daha uygun olacağını dile getirmiştir. Kazım
Nami’ye göre bu durum Gökalp'in dönemin siyasasına uygun tavır alması şeklinde
anlaşılmamalıdır. Zira devlet laikleştikten sonra, din işlerinin halifeye bırakılıp devlet
idaresinden uzak tutulması elzemdi. Gökalp'in de esas ülküsü buydu: Yeter ki devlet
işlerine din adamları karışmasın.316
Yeni dönemde saltanatın ilgasını ve hilafetin saltanattan ayrılmasını
meşrulaştırmaya çalışan Gökalp’e göre, ümmetin başında bulunan ve bütün Müslümanların
dini lideri olan şahsa “Halife” adı verilir. Hz. Peygamber, kendi hastalığı esnasında Hz. Ebu
Bekir’i imamet için vekil tayin etmiş ve bu duruma nispetle vefatından sonra hilafet
makamı ihdas edilmiştir. Zaman içinde özellikle Cuma ve bayram namazlarının edasında
görevli imamların halife tarafından hususi bir izin ve vekâletle ruhsatlandırılmaları şart
315 Gökalp’in İttihat ve Terakki Genel Merkezine seçildikten sonra, partinin gizli bir kongresinde sunduğu
genelgeden. Bkz., Duru, Ziya Gökalp, s. 59. 316 Duru, Ziya Gökalp, s. 66.
235
olmuştur. “Cuma ve bayram namazları eda edilirken bütün İslam ümmeti Halife
Hazretleri’nin umumi imametiyle müttehiden ümmetçe bir ibadet icra eylemiş olurlar. İşte
bu sebepten dolayıdır ki Hilafet müessesesi imamet-i kübra tabiriyle tarif olunur. Cuma ve
bayram hutbelerinin Halife Hazretleri’nin namına okunması ve Halife mevcut olmadığı
zaman Cuma ve bayram namazlarının eda edilip edilmemesindeki muhtelif kavillerin
mevcudiyeti de gösteriyor ki Halife’nin esas vazifesi bir imamet-i kübradır.”317
Gökalp halifeyi, farklı coğrafya ve farklı milletlerdeki bütün imamların, ümmetin
dini vahdeti için tabi olmaları gereken imam-ı ekber olarak görür. Dolayısıyla İslam
ümmetinin birliğinin sembolü olan bu makam, bir milletin hususi siyasetine
karıştırılmamalıdır. Zira siyasetin doğasında yer alan beşeri ve kaçınılması mümkün
olmayan hatalar hilafet makamına zarar verebilir. Gökalp’e göre haddizatında dini ve siyasi
liderliğin birbirinden tefrikinin olumlu örnekleri geçmişte görülmüştür. Selçuklular
zamanında Bağdat’ta ve Kölemenler zamanında Mısır’da dini riyaset ile siyasi riyaset
ayrılmış ve İslam tarihinin gerek diyanet ve gerekse siyasetçe en olgun ve ileri devirleri bu
dönemler olmuştur. Buna karşın Yavuz Sultan Selim’in bu iki riyaseti tekrar kendi şahsında
birleştirmesinden sonra Osmanlı Devleti din, ahlak ve siyaset hayatında düşüşe geçmiştir.
İslam tarihi bu açılardan okunursa önemli sonuçlar elde edilebilir.318
Gökalp’in hilafete dair yazdığı “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”319 adlı makalesi, 1
Kasım 1922’de gerçekleşen saltanatın ilgasını, dinen meşrulaştırma ve hilafete de yeni bir
statü bulma girişimidir. Hilafetin ilgasının bu tarihte gerçekleşmemiş olması ise büyük
olasılıkla içinde bulunulan siyasi ve sosyal şartlar ile Büyük Millet Meclisi’nin mevcut
mebus yapısıyla alakalıdır.320 Nitekim Gökalp de makalesinin devamında bunun ipuçlarını
vermektedir.
Saltanatın kaldırılmasıyla birlikte yeni halifenin siyasi liderlik vasfından uzak
sadece dini önderlik vasfını kullanarak ümmetin “imam-ı ekber”i olması Gökalp’e göre,
İslam âleminin dayanışmacı bir ruha sahip olmasını geçmişe nazaran daha fazla
hissettirecektir.321 Aynı zamanda yeni halife, ümmetin vahdetini ve dini riyasetini temsilde
eskiye nazaran daha başarılı ve verimli olacaktır. Hatta bütün dünya Müslümanları onun,
317 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 177-178. 318 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 178-179. 319 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, ss. 175-180. 320 Birinci Büyük Millet Meclisi’nin yapısıyla ilgili olarak bkz., İhsan Güneş, Birinci TBMM’nin Düşünce
Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1997. 321 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 179.
236
kendilerini temsil ettiği konusunda daha tatminkâr olacaklardır. Çünkü geçmişte Osmanlı
halifelerinin dini önderlikleri, sadece Osmanlı’nın siyaseten egemen olduğu Müslümanlara
yönelikti. Başka devletlerin hâkimiyetleri altında bulunan Müslümanlara halifenin dini
telkinlerde bulunmasına bu devletler engel olurlardı. Zira Müslümanların dini meselelerine
göz kulak olup çözüm aranırken, araya siyasi emellerin karışacağından kuşku duyarlardı.
Şimdi ise yani halifelik salt dini bir makam haline geldikten sonra, halife hiçbir devletin iç
siyasetine bağlı olmayacağından, bütün İslam toplumlarının müftüleriyle açıkça görüş
alışverişinde bulunabilecek; İslam âleminin her bir coğrafyasında bulunan imamlara, din
tebliğcilerine ruhsat verme imkânını kullanabilecek ve bütün Müslümanların dini işlerine
liderlik edebilecektir. Müslüman olsun olmasın hiçbir devlet bu dini vazifelerin ifasına
engel ol(a)mayacaktır.322 Dolayısıyla hilafetin yeni statüsü Gökalp’e göre eskiye nazaran
daha güçlüdür. Hilafetin başlıca dayanağı yeni Türk Devleti ve milleti olmakla birlikte,
diğer İslam devletleri ve milletleri de maddeten ve manen hilafet makamına destek
olacaklardır. Gökalp, yeni halifenin tayini vesilesiyle hilafet makamının Osmanlı
Hanedanı’na hasredilmesini gayet isabetli bir tercih olarak görmektedir. Zira onun
ifadesiyle, “Bu muhterem aile, birkaç bin seneden beri Türklüğe, altı yüz seneden beri de
hem İslam’a hem Türklüğe büyük şanlar kazandırmış, büyük hizmetler ifa etmiş mübarek
bir hanedandır.” Netice itibariyle hilafet makamı Gökalp’e göre hem çağdaş siyasi yönelim
olan halkçılık ve milli egemenlik prensipleriyle uyumlu hem de dini alanda gerçek İslam
birliğinin oluşmasına katkı sağlar bir çözüme kavuşturulmuştur. Bu büyük cihanşümul
hizmetinden dolayı Büyük Millet Meclisi’ne ve onun şanlı reisi Mustafa Kemal’e teşekkür
edilmelidir.323
Gökalp, hilafetin siyasi öğelerden arındırılmasının hem hilafet için hem de yeni
siyaset kurgusu için yararlı olduğu iddiasını temellendirmeye, konu ile ilgili açık-seçik ve
somut örnekler vererek bir hafta sonraki başka bir makalesinde324 de devam eder. Hz.
Peygamber, İslam dinine davet için dönemin komşu devlet hükümdarlarına mektuplar
yazmıştır. Bu mektuplarda: “Siyasi teşkilatınız, hükümet müesseseleriniz aynıyla kalacak.
Memleketinizi yine eskisi gibi idare edeceksiniz. Sizden istediğim yalnız İslam itikatlarıyla,
İslam ibadetlerini kabul etmenizdir.”325, diyerek onların egemenliklerinin devamına izin
322 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 179-180. 323 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 180. 324 Gökalp, “Hilafetin İstiklali”, Küçük Mecmua, S. 25, 4 Aralık 1922, s. 1-4; Makaleler VII, s. 181-183. 325 “(…) Size gelince, İslam’ı tanırsanız her ikinize iktidar vereceğim. Ama İslam’ı kabul ve tasdik etmeyi
reddederseniz, ikinizin de krallığı kısa ömürlü olacaktır. Atım topraklarınıza inecek ve peygamberliğim
237
vereceğini belirtmiştir. Gökalp’e göre eğer o hükümdarlar milletleriyle beraber İslam
dinine girselerdi, büyük İslam ümmeti dairesinde her milletin kendi irfanı ve kültürüne
uygun bir hükümet teşkilatı olacaktı ki bu siyasi bağımsızlık, dini vahdet ve bütünlüğe
engel olmayacaktı. Hatta bütün İslam dünyası “Muhammed ümmeti” şemsiyesi altında
büyük bir dini camia halinde birleşmiş olacak ve bu dini camianın başında asr-ı saadette
Hazreti Peygamber, sonraki dönemlerde ise halifeler yer alarak İslam’ı tebliğ ile “emr-i bi’l-
ma’ruf ve’n-nehy-i ani’-l-münker” vazifesini yerine getireceklerdi.326
Yukarıdaki kurgunun gerçekleşmesi halinde her milletin siyasi teşkilatları haricinde
ayrıca bağımsız bir ümmet teşkilatı bulunacaktır. Böyle bir yönetim anlayışında ise siyasi
ve dünyevi hâkimiyetle dini işlerin ve ümmet yapılanmasının birbirinden ayrı tutulması
nebevi anlayışa aykırı olmaz. Ancak o dönem itibariyle Arapların siyasal yönetim sistemleri
olmadığı için hükümetleri de yoktur. Bu nedenle İslam’ın bidayetinde ümmet teşkilatıyla
devlet teşkilatı birbirinden müstakil bir yapıya kavuşamamış ve iç içe gelişmiştir.327
Belirtilen nedenlerden ötürü şimdiye kadar istenilen şekilde fiiliyata geçirilemeyen ümmet
teşkilatı, siyasi öğelerden arındırıldığı için bundan böyle kendinden beklenilen fonksiyonu
icra edebilecektir. Gökalp bu bağlamda ümmet teşkilatının çerçevesini kısaca şöyle ifade
eder: Ümmet teşkilatında esas olan mahalle mescididir. Mahalle mescitleri camilere,
camiler de şehrin cami-i kebir’ine hiyerarşik olarak bağlıdır. Her cami-i kebir’in başında bir
müftü bulunmalı, bu müftüler de payitaht müftüsüne yani Şeyhülislam’a bağlı olmalıdır.
Nihayetinde her milletin Şeyhülislam’ı da bütün Müslümanların dini önderi olan hilafet
makamına bağlı bulunmalıdır. Ayrıca medreseler ve tekkeler de derecelerine göre bu
teşkilata bağlanmalıdır.328
Gökalp’e göre hilafet makamı bütün bu görev ve sorumlulukları ancak siyasi
egemenlikten bağımsız olduğu zaman yerine getirebilir. Hilafet ve saltanat yetkileri aynı
kişide toplandığı zaman bu iki sıfattan biri diğerini baskı altına alır. Örneğin Raşid Halifeler
döneminde “diyanet” öncelikli olduğu için esas olan hilafet sıfatıdır. Saltanat ona tabidir.
krallığınıza galip gelecektir.”, bkz., Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi, Çev. Mehmet, Sofuoğlu, İst.,
1989, C. XV/7134; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Hz. Peygamber Döneminin Siyasî-
İdarî Belgeleri, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi, İst., 1993, s. 178-179. Hz. Peygamber’in komşu devlet
başkanlarına gönderdiği mektuplarla ilgili bir değerlendirme için bkz., İsmail Hakkı Göksoy, “Hz.
Peygamber’in Hükümdarlara Gönderdiği Davet Mektupları ve Önemi”, SDÜ İlahiyat Fakültesi II. Kutlu
Doğum Sempozyumu (Tebliğler), SDÜ İlahiyat Fak. Yay., Isparta, 1999; Mehmet Akif Yalçınkaya, Arap
Dili ve Edebiyatı Açısından Hz. Peygamber’in Mektuplarının Değerlendirilmesi, Dokuz Eylül Ü. Sos. Bil.
Enst., Yayımlanmamış YL Tezi, İzmir, 2006.
326 Gökalp, “Hilafetin İstiklali”, Makaleler VII, s. 181. 327 Gökalp, “Hilafetin İstiklali”, Makaleler VII, s. 181-182. 328 Gökalp, “Hilafetin İstiklali”, Makaleler VII, s. 182-183.
238
Diğer taraftan Emevi, Abbasi ve Osmanlı iktidarlarında ise hilafet maddi kuvvete sahip
emir ve padişahlar tarafından ele geçirildiği için bu memleketlerde hilafet, saltanata tabi
olmuştur. Gökalp’in anlayışına göre esas olan hilafetin de saltanatın da birbirinden bağımsız
olmasıdır. “Bugünkü Türk inkılâbı bu iki kudrete de tam istiklalini, tam hürriyetini bahşetti.
Bugün, Türklerin saltanat hakkı tamamıyla halka intikal etmekle istiklaline nail olduğu gibi,
hilafet de saltanattan ayrılmakla tam bir istiklale mazhar oldu. İstiklale mazhar olan hilafet
makamı bundan sonra yukarıda beyan ettiğimiz ümmet teşkilatını vücuda getirebileceği
gibi, arzu ettiği zamanlarda müftüler mü’temeri [kongresi], müderrisler mü’temeri, dini
terbiye mü’temeri namlarıyla beynelmilel dinî şûrâları da cem edebilecektir [uluslararası dini
toplantılar düzenleyebilecektir]. (…) İşte bu feyizli içtimalar vasıtasıyladır ki çoktan beri derin bir
uykuya dalmış bulunan dini hayatımız yeniden uyanacak ve Hazreti Peygamber’in vaadi
mucibince İslamiyet’in bundan sonraki şaşaası da asr-ı saadette olduğu kadar parlak
olacaktır.”329 Ancak Müslümanların saadet asrını tekrar geri getirebilmelerinin ön
şartlarından biri, “hilafet”in tarihi uygulamalarını bilmek ve siyaseten yanlış yerde
konumlanmamaktır. Gökalp, “hilafet” kurumunun İslam tarihi boyunca dört farklı şekilde
uygulandığını belirtir:
1. Halife-sultanlar devri: Raşid Halifeler’in asli vazifeleri halifelik olduğu halde o
dönem için ayrı bir devlet teşkilatı olmadığından saltanat görevlerini de halifeler yerine
getirmişlerdir. Raşid Halifeler, diyanet ve fetvada herkese örnek olabilecek üstün bir
dereceye sahip oldukları için ümmetin gerçek imamı/halifesi olmuşlardır. Ancak Gökalp’in
bu dönem halifeleri için bir itirazı vardır. Maalesef bu halifeler ek bir vazife olarak dünyevi
görevleri de kendi şahıslarında topladıklarından siyaset gündeminden uzak kalamamışlardır.
Onların zorunlu olarak siyasete karışmaları yüzünden Müslümanlar arasında Sünni, Şii,
Harici gibi dini ayrılıklar baş göstermiş; dinin farklı yorumları ortaya çıkmıştır. Şayet bu
dönem halifeleri, halifelik görevlerine ilaveten siyasi görevler almamış olsalardı, ümmete
dini önder olma sorumluluklarını daha iyi yapabilirlerdi.330
2. Sultan-halifeler devri: Emevi, Abbasi ve Osmanlı dönemi halifelerinin bu
kategoriye girdiğini belirten Gökalp’e göre, bu halifelerin asıl işleri sultanlık olduğu halde
hilafeti ilave bir görev olarak üzerlerine almışlardır. Dolayısıyla o, bu dönem hilafetini
“sultan-halifeler” devri olarak niteler. Bu dönem halifelerinin esas işi saltanat olduğu için
329 Gökalp, “Hilafetin İstiklali”, Makaleler VII, s. 183. 330 Gökalp, “Hilafetin Vazifeleri”, Küçük Mecmua, S. 26, 11 Aralık 1922, s.1-5; Gökalp, Makaleler VII, s.184-
186.
239
diyanet ve takva hususlarında herhangi bir bilgi ve otoriteleri yoktur. Dini meseleler için bu
alanda uzmanlaşmış örneğin, eimme-i erbea gibi kendi alanlarında otorite olan imamlar
ortaya çıkmıştır. Halifeler de bizzat yapmaları gereken dini vazifeleri vekiller aracılığı ile
yerine getirmişlerdir. Böylelikle İslam kişisel gayretlerle yükseldiği halde, siyasi
faaliyetlerden dini işlere zaman bulamayan halifelerin bu yükselişte hiçbir katkıları
olmamıştır.331
3. Teşkilatsız halifeler devri: Bu tür halifelerin örneği Selçuklu sultanları döneminde
Bağdat’ta ve Kölemen sultanları zamanında da Mısır’da vazife yapan halifelerdir. Bu
halifeler saltanata karışmayıp, yalnızca halifelik vazifelerini yaptıkları halde, dini görevleri
hakkıyla yerine getirebilmek için hem kendileri dini bilgi açısından eksiktiler hem de dini
faaliyetleri yerine getirecek sistemleşmiş bir teşkilat yoktu. Örneğin, ne bir şeyhülislamları
vardı ne de “dâru’l-hikmeti’l-İslamiye” gibi bir ilmi meclis ya da danışma heyetleri. Kâdı’l-
kuzâtlık siyasi bir makam olduğu için dini teşkilattan sayılmıyordu. Öyle olunca “Bu
ilimlerin hiçbirisinde mütehassıs olmayan ve olması da ekseriya mümkün bulunmayan bir
halife, mütehassıslardan mürekkep [uzmanlardan oluşan] bir din Encümen-i Danişi’nin
muaveneti [din işleri akademisinin yardımı] olmaksızın, dini vazifelerini nasıl ifa edebilirdi?
Böyle bir erkân-ı harbiye heyetine [kurmay heyetine] malik olsa bile, müftülerden,
müderrislerden, imamlardan, şeyhlerden, hatiplerden, vaizlerden, dâilerden [din
davetçilerinden] mürekkep bir neşriyat ordusuna kumanda edemeyen teşkilatsız bir halife,
i’lâyı kelimetullah vazifesini [Allah’ın adını yüceltmek, yaymak görevini] nasıl ifa edebilirdi?”332
4. Bağımsız ve teşkilatlı halifeler devri: Saltanatın kaldırıldığı 1 Kasım 1922’den
itibaren başlayan yeni döneme bu ismi veren Gökalp’e göre, artık bundan böyle halifeler,
siyasi otoriteden bağımsız ve rahat bir şekilde hareket edebilecekler ve bütün ümmeti
kucaklayacak sistemli bir teşkilat meydana getirip dini görevlerini etkin bir şekilde icra
edebileceklerdir. Tabiatıyla halifeler bu görevlerini yaparken bu amaçla oluşturulmuş dini
ve ilmi kurumlarla işbirliği içinde olmalıdırlar. Bu gayenin yerine getirilebilmesi için ise
mevcut dini kurumlar, hilafete bağlı ve onun altında hiyerarşik bir yapılanmaya dahil
edilerek dini ümmet teşkilatı oluşturulmalıdır.333
Gökalp, “ümmet teşkilatı”nın yapısının, siyasi otoritenin yasama, yürütme ve yargı
yetkilerine müdahil olacak şekilde düzenlenmesinin yanlış olacağını ifade eder. Zira böyle
331 Gökalp, “Hilafetin Vazifeleri”, Makaleler VII, s. 184, 186. 332 Gökalp, “Hilafetin Vazifeleri”, Makaleler VII, s. 184, 186. 333 Gökalp, “Hilafetin Vazifeleri”, Makaleler VII, s. 184, 187-188.
240
bir düzenlemenin örneği, İmparatorluk dönemindeki gayrimüslim cemaat teşkilatlarıdır ki
bu cemaat teşkilatları yalnız ruhani teşkilatlar olmayıp aynı zamanda yasama, yürütme ve
yargı yetkilerine de sahip teşkilatlardır. Bu tür yetkilere sahip dini oluşumlar hakikatte
bulundukları devlet içinde ayrı bir devlet, bağımsız bir siyasi otorite gibidir.334
Gökalp, hilafet meselesine vefatından önce son kez Halk Fırkası’nın siyasi
programının hazırlanması sürecinde, program hakkındaki değerlendirmelerini ortaya
koyduğu “Doğru Yol Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri”335 adlı
kitapçıkta değinmiştir. Buradaki görüşleri, hilafet hakkında 1922 yılının son aylarında
kaleme aldığı, önceki sayfalarda adı geçen makalelerindeki değerlendirmelerinden farklı
değildir. Buna göre Hilafet, dünya Müslümanları arasındaki dayanışmayı sağlayacak dini
bir kurum; yüce bir makamdır.
Halifenin ülkesi ve milliyeti meselesinin de önemli olduğunu belirten Gökalp,
halifenin Türk olması gerektiği kanaatindedir. Zira halifenin gayrimüslim bir devletin
vatandaşı olması söz konusu olamaz. Halifeyi kendi içinden çıkaracak milletin mutlaka
kuvvetli bir orduya ve tam bir istiklale sahip, mücahit bir İslam milleti olması lazımdır.
Asırlardır bu şartları haiz olan millet, Türk milleti olduğu gibi bugün de bu özellikleri
taşıyan yegâne ülke yeni Türkiye’dir. Buna binaen TBMM. de yeni halifeyi seçmiştir.336
Gökalp üzerinde çalışma yapan bazı isimlerin de onun hilafet hakkındaki fikirleriyle
alakalı değerlendirmelerini vermek konunun daha iyi anlaşılması açısından yararlı olacaktır.
Örneğin Baltacıoğlu, Gökalp’in dinle ilgili diğer bütün fikirlerine katılmakla birlikte ümmet
anlayışı ve halifelik savunusuna ilişkin düşüncelerine katılmadığını ifade eder.337 Ancak o,
Gökalp’in hilafetle alakalı fikirlerine niçin katılmadığını temellendirme noktasında yüzeysel
açıklamalar yapmıştır. Ona göre Gökalp, hilafete dair görüşlerinde samimi olmakla birlikte
hatalıdır ve konuyla ilgili düşünceleri, ilmi olmaktan ziyade psikolojik temellidir. Zira onun
hilafete yaklaşımı, genel siyasi ve dini görüşlerine aykırıdır. Gökalp’in de bildiği üzere o
yıllarda dünya Müslümanlarının gözünde Osmanlı halifesinin herhangi bir değeri yoktur.
Örneğin Birinci Dünya Savaşında halife tarafından çıkarılan cihat fetvalarının Araplar,
Hintliler üzerinde etkisi olmamıştır. Milletimiz bu savaş günlerinde Araplardan iyilik yerine
334 Gökalp, “Hilafetin Vazifeleri”, Makaleler VII, s. 187-188. 335 Gökalp, Doğru Yol: Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri, Matbûat ve İstihbârat
Matbaası, Ankara, 1339 (1923). 336 Gökalp, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Makaleler VII, s. 180. 337 İ. Hakkı Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yay., Yeni Matbaa, İst., 1966,
s. 64, 70-74.
241
hep kötülük görmüştür ve Gökalp de bunları bilmektedir.338 Ne var ki Gökalp, Meşrutiyet
devri düşünürü olduğu için, dönemin kozmopolit siyasi ve toplumsal şartları çerçevesinde
Müslümanları bir arada tutma ülküsünün gereği olarak yaptığı hilafet savunusu, eserlerinde
iz bırakmıştır.339
Kazım Nami Duru ise Gökalp’in laik bir kişiliğe sahip olup din ve dünya işlerini
ayrı tuttuğunu belirtir. “Halifeci” diyerek onu “dinci” sanmak doğru değildir.340 Duru,
Gökalp’in hilafetle ilgili düşüncelerinin dönemsel olduğu kanısındadır. Bu durumu;
“Ziya’nın bu yazısının 27 Kasım 1922 tarihini taşıdığına bakılınca, düşüncelerinin ancak
dönemin koşullarını yansıtmaktan ileri gitmediği anlaşılır.”341, cümleleriyle ifade eder.
Duru’ya göre, Gökalp’in hilafeti kaldırmaya yönelik bir amacı yoktur. Yapmak istediği şey,
din ile dünya işlerini ayırmak; Şeyhülislamlığın sorumluluk ve yetki alanını sadece din
işleriyle sınırlamaktır. Değilse Gökalp de diğer İslam ülkelerinin gözünde Osmanlı
halifesinin herhangi bir değerinin olmadığını iyi bilmektedir.342
Yine bir Gökalp araştırmacısı olan Taha Parla’ya göre, İttihatçıların iktidarda
olduğu dönemlerde saltanata karşı özellikle şiir yoluyla açıkça tavır almış olan Gökalp,
Kemalist yönetimin daha ilk yıllarından itibaren padişahlığın kaldırılmasını ve halifelikten
ayrılmasını teklif etmiş ve desteklemiştir.343 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılmasına karşı
çıkmamıştır. Bununla birlikte halifeliği olumsuzlamamış olması nedeniyle tepkilere ve
suçlamalara maruz kalmıştır. Parla’ya göre onun bu belirsiz tavrı; “ahlaksal ve kültürel bir
kurum olarak dine tanımak istediği konumun ve bu kurumu yeniden örgütleme çabasının
talihsiz bir sonucudur. Ama bunu hak etmemiş de değildir. Çünkü Cumhuriyet kuşaklarına
çağdaşlaşmayı, laikliği, Türk milliyetçiliğini (“en yüce ideal”) anlatmış olan üstad, bu
konuda, İslam’ın Türk toplumundaki tarihsel konumunu ve toplumsal işlevini dikkate
alınması zorunlu gerçeklikler olarak görmeye çalışırken, gerçekçiliği galiba ileri götürmüş;
moral solidarizmini bir “etik korporasyon” olarak yapılandırmaya kadar varmıştır.” Ancak
Parla’nın da belirttiği gibi Gökalp’teki bu etik korporasyon, sadece manevi bir otoriteyi
temsil için kurgulanmıştır ve düşünsel gelişiminin ikinci devresinde yazılmış birkaç
338 Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, s. 72-74. 339 Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, s. 74. 340 Duru, Ziya Gökalp, s. 87. 341 Duru, Ziya Gökalp, s. 93. 342 Duru, Ziya Gökalp, s. 93-94. Duru da Baltacıoğlu’yla benzer şekilde, Dünya savaşında halifenin cihat
fetvasının Araplar ve Hintliler üzerinde etkili olmadığını belirterek, Müslümanlar nezdinde Osmanlı
halifesinin değerinin olmadığını ifade eder. Bkz., Duru, aynı eser, s. 94. 343 Bkz., Gökalp’in daha önce adı geçen “Hilafet” ile ilgili makaleleri, Gökalp, Makaleler VII, s. 173-191.
242
makaleden ibaret olup sisteminde merkezi bir öneme sahip değildir. Zira Gökalp'in düşünce
evreninde dinin toplumsal boyutu önemlidir. Siyasi boyutu ise söz konusu değildir.344
Fazlur Rahman’a göre, modernist bir İslamcı olan Gökalp’in ve diğer
modernistlerin asıl düşünceleri, hilafet makamı altında bütün İslam dünyasını birleştirmek
değil, bir Müslüman Devletler Cemiyeti oluşturmaktır. Bu konuda Muhammed İkbal’in
tanıklığı ile Gökalp’in düşüncesi şöyledir: “İslam’ı gerçek anlamda faal bir birliğe
kavuşturmak için, öncelikle bütün Müslümanların bağımsızlıklarına kavuşmuş olmaları
gerekir. (…) Şu anda bu mümkün müdür? Eğer değilse beklemek gerekecektir. Bu arada
Halife, işlerliği olan modern bir devletin temelini atmak için faaliyetlerini önce kendi
yurduna (yani Türkiye’ye) yöneltmelidir.”345
5.2. Din - Devlet Ayrımı ve Laiklik
Din-devlet ilişkileri yalnızca Müslüman toplumlarda değil, Batı toplumlarında da
uzun süreli ve zorlu bir tarihi süreç geçirmiştir. Avrupa’daki Reform hareketleri öncesinde
Ruhban sınıfının liderliği ve Kilisenin hegemonyasında Ortaçağ karanlığına gömülen
Avrupa, çıkış yolu olarak laikliği benimsemiş ve Kiliseyi devlet işlerinden uzaklaştırmıştır.
Özellikle 19. yüzyılın başlarından itibaren yüzünü Batıya çeviren Osmanlı devlet adamları
ve idarecileri de İmparatorluğun içinde bulunduğu zor şartlar çerçevesinde çözüm
yollarından biri olarak laik devlet yapısını öngörmüşlerdir. Ancak laik düzene geçiş belli bir
zaman dilimi ve bir süreç sonunda gerçekleşebilmiştir.
“Laik” kelimesi Yunanca “laos” kelimesinden gelen “laikos”dan alınmıştır. Eski
Grekler’de halk anlamına gelen “laos”, ortaçağda rahip olmayan halk anlamında
kullanılmış; zamanla da din adamı olmayan kişilere alem olmuştur. Fransızca “laicisme”in
karşılığı olarak İngilizce ve Almancada “secularis” kullanılmakta olup; çağdaş, din gibi
donuk olmayan, zamanla değişen anlamlarına gelmektedir. Bu terimin yerine zaman zaman
halkçılık, çağdaşlaşma, uygarlaşma ve devrimcilik gibi kavramlar kullanılmaktadır.346
Devlet rejimi kavramı olarak kullanıldığında “laiklik”, din ve dünya işlerinin
birbirinden ayrılması anlamına gelir. Ancak bu tespit eksiktir. Laiklikten murat sadece
devlet içinde din ve dünya işleriyle ilgili otoritelerin birbirinden ayrılması değildir. “Sosyal
hayatın birçok cepheleriyle din arasındaki ilişkinin çözülmesi kastedilir. Nitekim bizde
laiklik dendiği zaman yalnız siyasal ve dinsel otoritenin ayrılması değil, eğitimin, ailenin,
344 Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, s. 82-85. 345 Fazlur Rahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay., Ankara,1996, s. 318. 346 Berkes, Teokrasi ve Laiklik, s. 91.
243
ekonomik hayatın, hukukun, hatta görgü kuralları, kıyafet ve sairenin değişmez din
kurallarından ayrılarak zamanın ve hayatın gerek ve zorunluluklarına göre tayin ve tanzim
edilmesi anlaşılır.”347
En yalın ifadeyle laiklik, devletin dine ve dinin devlete bağlanmasına karşı bir
anlayıştır. Din ve devlet birbirinden ayrı ve otonom bir yapıya sahiptir. Laik devlette, ruhani
ve cismani kuvvetler birbirinden ayrıdır ve her biri kendi hariminde; yani din bireylerin
vicdanında, devlet de siyaset ve yönetim alanında hükümrandır. Hukuk ve siyaset
anlayışında dine dayalı değerler yerine, dini bir nitelik taşımayan; din dışı, seküler
değerlerin hâkim olmasıdır.348
Konunun tarihi geçmişi Osmanlılarda çok daha öncelere dayansa da Berkes’e göre
1908-1918 yılları arası, din-devlet ilişkisinin son değerlendirmelerinin yapıldığı dönemdir.
Zira sosyal değişim ve dönüşüm, toplumsal kesimlerin büyük çoğunluğu tarafından
hararetle tartışılmakta ve kabul görmekteydi. Ayrıca çok önemli bir siyaset değişimi olarak
1905-1908 arası devletin temelinin “Müslüman ümmeti” olmayıp, “Türk milleti” olduğu
düşüncesi ortaya çıkmıştır. 1908-1918 arası dönem hızlı ve köklü siyasi ve sosyal
değişmelerin etkisiyle devletle dinin ilişkisi sorunu yerine devletle ulus ilişkileri sorununun
gündemi meşgul ettiği siyasi çekişmeler dönemi olmuştur. Bu dönemde “ümmet” ve
“millet” terimlerinin anlamları üzerine tartışmalar; laik devlet kavramıyla İslam devleti (din
devleti) kavramının tartışılması ve bir bütün olarak siyasi, sosyal ve ekonomik değişmelerin
yaratacağı yeni düzenin niteliği gibi üç temel tartışma alanı ortaya çıkmıştır. Bir başka
deyişle toplumsal yapının politik ve kültürel karşılıkları olan devlet ve hars değerleri
tartışılmıştır. “Doğululuktan Batılılığa, ortaçağlıktan modernliğe, fatalizm ve teokrasiden
laikliğe (asriliğe) geçiş deyimleriyle adlandırılabilecek değişmeler” masaya yatırılmıştır.
Devletin niteliği ve geleceği meselesi bütün tartışmaların özünü teşkil ederken hiçbir mesele
devlet sorunundan ayrı olarak ele alınmamıştır.349
Gökalp, devlet olmanın ölçüsünü, siyasi ve idari egemenlik olarak tespit eder. Siyasi
ve idari egemenliğin ölçüsü ise adaleti temin etme gücü yani yargılama hakkını elinde
bulundurmadır. Hukuku düzenleme yetkisine sahip olmak, bir bakıma devlet olmak
demektir.350 Ona göre Tanzimat’ta uygulanan “azınlık hukuku” egemen bir devletin
347 Berkes, Teokrasi ve Laiklik, s. 91. 348 Ali Fuad Başgil, Din ve Lâiklik, Yağmur Yay., İst., 1991, s. 184-185; Mehmet Ali Kirman, Din Sosyolojisi
Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İst., 2004, s. 140. 349 Berkes, Teokrasi ve Laiklik, s. 59-60. 350 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 66.
244
nitelikleriyle bağdaşmaz. Azınlık ve dini cemaatlere tanınan haklar onları devlet içinde
devlet haline getirmiştir. Zira bu cemaatlerin kendilerine ait yargı kurumları, hukuki
ayrıcalıkları ve otonom bir yapıları vardır. Bu durum Osmanlı’nın egemen devlet olması
gerçeğiyle asla bağdaştırılamaz. Çağdaş dünyada, örneğin Fransa’da ve Japonya’da benzer
azınlık ve dini cemaatlerin bu tür ayrıcalıkları yoktur.351 Esasen çağdaş bir devlette çok
hukukluluk söz konusu olamaz.352 “Asri bir devlette cemaat mahiyetini haiz heyetler yoktur
ve olamaz.” Bu tür azınlık ve dini cemaatler, kamu hukuku açısından ya genel idare veya
özel statülü dernek/kurum haline getirilmelidir. Oysa Tanzimatçılar Osmanlı devletini
fertlerden oluşan bir bütün olarak değil, yerli ve ecnebi cemaatler ile halifenin başkanlığı
altında bir İslam cemaatinden mürekkep bir birlik olarak düşündükleri için “Cemaatler
Konfederasyonu” şeklindeki bu tür bir yapılanma onlara gayet makul gelmiştir.353
Dini serbestlik ilkesi gereği Tanzimatçılar, devlet içinde özerk cemaatlerin varlığını
kabul etmişlerdir. Bu cemaatlere “cemaat-i diniye” ve bunların serbest bırakıldıkları hukuki
ahkâma da “umur-u mezhebiyye” denilmiştir. Ancak Gökalp’e göre böyle bir isimlendirme
ve beraberinde hukuki ayrıcalıkların verilmiş olması yanlıştır. “Umur-u mezhebiyye”nin
Fransızca karşılığı “affaires culturelles”tir. Fransızcada “culte” ise ibadet demektir.
Dolayısıyla bu ifadelerin tam karşılığı “umur-u taabbüdiyye”dir. Bu sebeple Osmanlı’daki
azınlıkların din hürriyeti, umur-u taabbüdiyyenin yani umur-u diyaniyyenin hürriyeti
demektir. Bu da sadece ibadet hürriyetini kapsar, siyasi ve hukuki ayrıcalıkları kapsamaz.
Buna rağmen Tanzimat döneminde Âli Paşa Ermeni cemaatine, mevcut ayrıcalıklar
haricinde bir de devlet içinde devlet anlamına gelen kendi milli meclislerini kurma ve bir
nevi özerk yasama hakkı vermekte bir sakınca görmemiştir.354
Gökalp, devleti aynı siyasi hâkimiyet altında yaşayan fertlerin toplamından oluşan355
siyasi bir kadro şeklinde ifade eder.356 Ona göre bir devletin siyasi egemenliğinin, hâkim bir
millet, sınırları belli bir ülke ve ülke üzerinde yasama, yürütme ve yargı kurumlarının hâkim
zümrenin (unsur-u aslî) elinde olması gibi üç temel öğesi vardır. Örneğin Osmanlı’da hâkim
zümrenin Müslüman olmasından dolayı bu üç devlet gücünün Müslümanların elinde olması
351 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 66-67. 352 Konunun kapsamlı bir tartışması için bkz., Akyol, Medine’den Lozan’a. 353 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, Makaleler VIII, s. 67. 354 Gökalp, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, s. 67-68. 355 Gökalp, Tamamlanmamış Eserler, Haz. Ş. Beysanoğlu, C. I, Z. Gökalp Derneği Yay., Ankara, 1985, s. 35. 356 Gökalp, “Milli Vicdanı Kuvvetlendirmek”, Makaleler IV, s. 55; Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 75.
245
normal bir durumdu.357 Bununla birlikte o, özellikle 1920 sonrası milli bir devletin oluştuğu
süreçte millet, vatan, devlet ve halk kavramları arasında büyük bir farkın olmadığını
savunur. Zira hepsi aynı cemiyetin, farklı açılardan görünümüdür. Toplum, kültürel bir öğe
olarak dikkate alınırsa millet; siyasi bir öğe olarak dikkate alınırsa devlet; ve ahlaki bir öğe
mahiyetinde dikkate alınırsa vatan diye isimlendirilir.358 Ona göre devlet yapısal olarak
kavim, imparatorluk ve milli devlet şeklinde olabilir. Bunlar içinde sınıf farklılıklarını
reddeden ve insan onuruna değer veren en gelişmiş devlet şekli milli devlettir.359 Hakiki
hükümet, meşruiyetini kesinlikle toplumun vicdanından almalı, baskı ve tahakküme
dayanmamalıdır.360 Gökalp’in siyasi düşüncesinde din ve devlet birbirinden ayrıdır.361
Yasama, yürütme ve yargı erkleri dinden tamamen bağımsız olmalıdır. Diyanet işleri ise
müftünün görevidir. Din kendi alanına çekilip haram-helal, günah-sevap ve ahlaki-dini
nasihatla meşgul olmalıdır.362
Gökalp'in, dini kurumların devlet işlerinden uzaklaştırılmasına dair görüşlerine ilk
defa 1914-1915 yıllarında İslam Mecmuası’ndaki makaleleri ile Yeni Mecmua’da (1917-
1918) çıkan şiirlerinde rastlanmaktadır.363 Örneğin aşağıdaki dörtlükte devlet nizamını teşkil
eden kurumlardan biri olan hukukun dinden ayrı olduğunu vurgular:
Lakin hukuk dinden ayrı bir iştir,
Bırakılmış ülü’l-emre, devlete
Hukuk örfe uymayınca değiştir,
Örfe uydur demiş Tanrı, millete.364
Kazım Nâmi’ye göre Gökalp’in Meşrutiyet yıllarındaki görüşleri açısından siyaset-
din ayrımından bahsetmek pek olası değildir. Çünkü o günlerde devleti yani Osmanlı
Devleti’ni bir İslam devleti olarak görmektedir.365 Ancak yukarıdaki şiirlerde de görüldüğü
üzere Gökalp’in bu konuda kafası karışıktır. Orhan Türkdoğan, “Türk düşünce tarihinde,
dinin devlet işlerinden ayrılması tezini, sistematik olarak ilk defa Gökalp ortaya
koşmuştur”, der. Ancak tarih belirtmez. Bununla birlikte Gökalp, 1914-1918 arası
şiirlerinde devlet, hukuk, medrese, müftü ve halife gibi kavramların içerik ve çerçevesini
357 Duru, Ziya Gökalp, s. 63. 358 Gökalp, “Mefkûrenin Nev’ileri ve Derecatı”, Küçük Mecmua, S. 11, 14 Ağustos 1922, s. 1-4; Gökalp,
Makaleler VII, s. 59. 359 Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, s. 13-17. 360 Gökalp, “Hükümet ve Tahakküm”, Küçük Mecmua, S. 25, 4 Aralık 1922, s. 9-12; Gökalp, Makaleler VII, s.
116-117. 361 Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, s. 312-313. 362 Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı I, s. 113. 363 Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 107. 364 Gökalp, Yeni Hayat Doğru Yol, s. 33. 365 Duru, Ziya Gökalp, s. 58-59.
246
tayin ederek, onların aralarını birbirinden ayırmıştır ki bu da, Meşrutiyet döneminin
ortalarından itibaren Gökalp’te din ve devlet ayrımının başladığını gösterir.366
Gökalp, milli devletin kuruluşu sürecinde ise dinin siyasi alandan ayrılmasını,
Avrupa’da olduğu gibi kendi alanına çekilmesini veya bir başka ifadeyle Allah ile kul
arasında bir vicdan meselesi olarak kalmasını istemektedir. Bununla birlikte Gökalp, dinin
bireyin ve toplumun hayatından tamamen çıkmasına da razı değildir. Dinin evrensel
önemini kaybetmesinin, toplumsal ve kamusal alanlardaki önemini bütünüyle yitirmesini
gerektirmeyeceği kanaatindedir. Bununla birlikte o, din-siyaset ayrımının modern
medeniyete mensup ülkeler için temel öneme sahip olduğunu savunur.367
Gökalp, bazı yorumlarında hukuk kurallarının dinle olan bağlantısını zikretmeyip,
bunların kaynağını toplumsal vicdan olarak göstermiş ve bu kuralların manevi etkinliğini de
dine değil, sosyal vicdana bağlamıştır. Ona göre milli kültür ve milli vicdana uygun hukuk
kuralları sadece dini olarak algılanmamalıdır.368 Zira milli kültürün içindeki dini öğeler
sanat, dil vb. diğer unsurlarla kaynaşıp, millet geleneği haline gelip, laikleşmektedir.
Dolayısıyla dini bir kural olmaktan öte geleneksel bir kural haline gelmiş olmaktadır.369
Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda hukukun, dini öğelerden ve etkilerden
arındırılmasının gereğini daha somut ve daha bariz bir şekilde ifade eder. Ona göre “Bu
asrın milletleri arasına geçebilmek için, en esaslı şart, milli hukukun bütün şubelerini
teokrasi ve klerikalizm bakiyelerinden büsbütün kurtarmaktır.”370 Gökalp’e göre bu asrın
prensiplerinden biri iş bölümü ve uzmanlaşmadır. Hayatın başka alanlarında olduğu gibi
dini alanda da bu prensip işletilmelidir. Gökalp'in bu noktada teklifi daha önce ayrı bir
başlık halinde ele aldığımız diyanet ve kaza ayrımıdır371 ki bu görüşünü Cumhuriyetten çok
daha erken bir vakitte; 1915 yılında ortaya koymuştur. Gökalp bu ayrımda İslam’ı, onun
özü saydığı; yaptırımı uhrevi olan inanç, ibadet ve ahlakla sınırlı tutmuştur. Dini, başta
devlet teşkilatı olmak üzere her türlü hukuki, siyasi ve iktisadi düzenlemeden uzak tutmanın
gereğinden bahsetmiş ve devlet idaresinde laik bir anlayışın ipuçlarını vermiştir.372
366 Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 107-108. 367 Andrew Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çev. Tuncay Birkan, İletişim Yay., İst., 2006, s.
147. Davison, Gökalp'in kültür-medeniyet ayrımına dayalı, dini de ihmal etmeden daha seküler bir ortak
gelecek inşa etme düşüncesinin, konuyla ilgili başka teorilere göre daha cazip olduğunu belirtir. Bkz.,
Davison, aynı eser, s. 211. 368 Gökalp, “Hükümet ve Tahakküm”, Makaleler VII, s. 116. 369 Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On İki Levha Yay., İst., 2008, s. 132. 370 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 168. 371 Bkz., Üçüncü Bölüm, 4.1. Diyanet - Kaza Ayrımı, ss. 205-212. 372 Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, Makaleler VIII, s. 46-49.
247
Gökalp'in din-devlet ve laiklik bağlamındaki görüşleri olumlu ya da olumsuz pek
çok yoruma konu olmuştur. Gökalp’in mesai arkadaşı ve dostu K. Nami’ye göre Gökalp,
dinin milli bir şekilde yaşatılması, boş inançların kaldırılması, dini törenlerin Türkçe
yapılması, hutbe ve ezanın Türkçe okunması gibi görüşleriyle “din”de reform için kendisine
güvenilen üstün nitelikli bir kişinin arkasından gidilmesi taraftarı olduğu için laiktir.373
Gökalp’in laiklik karşıtı olduğunu söyleyen Fazlur Rahman’a göre Gökalp’i din-devlet
ilişkileri meselesinde laiklik yanlısı olarak değerlendirmek yanlıştır. O, hem geleneği hem
de Batının laikliğini reddetmekte; dinle devleti ayırmaya çalışan siyasi tavırları
eleştirmektedir. Bununla birlikte Teokrasi ve ruhbanlığa Gökalp’in düşüncelerinde
rastlanmaz. O, bir sentezden yanadır. Onun bütün çabası Türk milliyetçiliğini, Türk kültürü,
İslam medeniyeti ve Batı’nın ilmi üzerine inşa etmeye çalışmak olmuştur. Dolayısıyla
laikliğin Gökalp’in eseri olduğu söylenemez.374
Bir diğer Türkçü aydınımız Ahmet Ağaoğlu ise doğrudan laikliği konu edinen bir
yazı kaleme almamıştır. Konuya türlü vesilelerle temas etmiştir.375 Ağaoğlu’nun doğrudan
laikliğe dair bir çalışma yapmamış olması, yaşadığı dini, siyasi ve kültürel bir takım
sıkıntılar nedeniyle “din ve laiklik gibi hassas bir konuda yazması”nın zorluğu ile
açıklanmıştır.376 Ancak bu düşünceye ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira Ağaoğlu’nun en
popüler çalışması diyebileceğimiz Üç Medeniyet tam anlamıyla bir laiklik
manifestosudur.377 Ağaoğlu laik bir devlet düzeni için, din ile devletin birbirinden ayrılması
gerektiğini savunur. Millet haline gelmiş bir toplumun yükselebilmesi için din, devlet
hayatından ve topluma yön veren bütün kurumlardan uzak tutulmalıdır. Onun yazıları
incelendiğinde, İslamla ilgili olanlarının İslamcılık akımı adı altında değil, laik devlet
anlayışı adı altında incelenmesi gerekir.378 Onu laiklik anlayışına götüren temel neden
‘modernizm’e olan hayranlığıdır. Çünkü modernizm, bugünkü çağdaş Avrupa
medeniyetinin bilim ve teknolojide yakaladığı üstünlüğün felsefi ve bilimsel altyapısını
oluşturur. Modernizmin her alanda iş bölümü ve uzmanlaşmaya dayanan anlayışı sayesinde
373 Duru, Ziya Gökalp, s. 98. 374 Fazlur Rahman, İslam, s. 317-318. 375 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 175. 376 Ahmet Ağaoğlu “doğrudan laiklik hakkında yazı yazmamıştır. Ancak muhtelif yazılarında türlü vesilelerle
bu konuya temas ettiğini görüyoruz. Kalemi yüzünden Azerbaycan’ı terk etmiş, Malta’ya sürülmüş, üç defa
Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilmiş ve nihayet Cumhuriyet döneminde bizzat fikirlerini savunduğu Atatürk
tarafından “sığıntı” diye suçlanmış bir kişinin din ve laiklik gibi hassas bir konuda yazması ne kadar
mümkündür?”, bkz., Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 175. 377 Bkz., Ağaoğlu, Üç Medeniyet.
378 Akalın, Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu, s. 86-87.
248
bütün bu başarılar elde edilmiştir. Uzmanlaşmanın sonucu olarak dini zümreler, kendilerine
has olan inanç ve ibadet alanlarıyla sınırlandırılmışlardır. Bu bağlamda ihtisasları dışına
çıkarak başka alanlara karışmaktan menedilmişler; siyasal ve kamusal alandaki etkinlikleri
yasaklanmıştır.379
Laikliğin temeli olan aklın egemenliğinin kabulü ve ilahi olanın kamusal alan ve
siyasetten uzak tutulması düşüncesi Ağaoğlu’nun olmazsa olmazlarındandır. O, temelinde
millet iradesinin olmadığı yasal düzenlemeleri eleştirir. Milli iradenin her şeye hâkim
olması gerektiğini savunur. Milli meclisler, milli hayatın her alanına dair hüküm ortaya
koyabilmeli; millet iradesi her şeyin üstünde olmalı ve İlahi irade kendi alanına
çekilmelidir. Avrupa’da milli meclisler hayatın bütün alanlarıyla ilgili kararlar alabilmekte
ve “Zamanın değişmesiyle hükümler değişir” prensibine hakkıyla riayet etmektedirler. Bu
bağlamda herhangi bir kaide, kural, hüküm gerekli görüldüğü anda hemen
değiştirilebilmektedir. Fakat Osmanlı’da durum böyle değildir. Hakiki anlamda milli
egemenlikten bahsetmek mümkün değildir. Milli meclis yasama çalışmalarında özgür
değildir. Değiştirilmesi, yeniden düzenlenmesi gereken birçok kanun ve kural olmasına
rağmen, dinsizlik damgası yemek korkusundan bu düzenlemeler yapılamamaktadır.380
Ağaoğlu’na göre laiklik düşüncesinin özünü teşkil eden din ve dünya ayrımı, zaten
İslam’da mevcuttur. İslam’da değişmez ve ebedi olan inanç ve ibadetlerdir. Dünya işlerine
ait olan kaideler tesadüfen yer almıştır, tarihseldir ve zaman ve mekâna bağlıdır. Dolayısıyla
Müslümanlar inanç ve ibadetlerde dine bağlı oldukları halde, dünya işlerinde tamamen
serbesttirler. Dünya işlerinde istedikleri gibi davranabilirler. Maddi hayatlarını toplumun
menfaatini göz önünde tutarak, istedikleri gibi düzenlemeleri, dini açıdan bir sorun teşkil
etmez. Ağaoğlu’nun bu konudaki temel ilham kaynağı Avrupa’dır. Avrupalılar bugün
dinlerini hakiki sahasına döndürüp; dünyaya ait işlerini dinden bağımsız şekilde
düzenlemişlerdir. Bundan dolayı onların dinlerine ne zaaf gelmiştir ve ne de gevşeklik.
Aksine olarak din, çağın ruhuyla uyumlu yürüdüğünden, gittikçe kuvvet kazanmıştır.
Avrupa toplumları da günden güne ilerleyerek ve yükselerek bizi epey geride
bırakmışlardır. Onlara yetişebilmek için Osmanlı da aynı şekilde hareket etmek zorundadır.
Etmezse hem kendisi hem de İslam yıkılıp yok olur.381
379 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 33. 380 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 34-36. 381 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 39-42.
249
Temelde laik bir devlet anlayışını benimseyen Ağaoğlu’nun, Cumhuriyetle başlayan
laik devlet düzenine geçişte katkıları olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ikinci
dönemi çalışmalarında yasalaşan; 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı Şer’iyye ve Evkaf
Vekâleti ile Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Vekâletlerinin Kaldırılmasına Dair Kanun, 430
sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve yine 431 sayılı Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı
Hanedanının Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun tekliflerini
verenlerden biri Ahmet Ağaoğlu’dur.382
Milli mücadele döneminde Türk inkılâbını destekleyen ve bu konuda toplumu
aydınlatan Ağaoğlu, Cumhuriyet kurulduktan sonra da laikliği destekleyen; laikliğin kabul
görmesini sağlayan yazılar kaleme almıştır.383 Bu durum, çok sayıdaki yazı ve makalesi
yanında, 1933’te Akın’ı; cumhuriyetçi, halkçı, laik ve inkılâpçı bir gazete olarak tanımlayıp
yayımlamasında da görülür.384
Kendisine “Frenk” yakıştırması yapılmış, dini araçsal bir konuma indirgemiş ve
aslen Şiiliğe mensup bir aydın olan Ağaoğlu’nun Türkiye’de laik bir anlayışa sahip olması
beklenilen bir durumdur. Zira resmi bir dini ve mezhebi olan Osmanlı’nın Şia’ya bakışı
olumsuzdur. Cumhuriyet Türkiyesi’nde ise bir tarafta o resmi din ve mezhebi sürdürmek
isteyenler, diğer yanda ise dini, siyasi ve kamusal alandan uzaklaştırmaya çalışanlar vardır.
Bu ikinci anlayışın egemen olduğu bir Türkiye’de Ağaoğlu’nun Şiiliği söz konusu
edilmeyecek ve en azından mezhebinden dolayı ikinci sınıf Müslüman muamelesi
görmeyecektir.385 Sakal’ın bu değerlendirmesi biraz iddialı bir ifadedir. Zira daha önce
belirtildiği gibi, Ağaoğlu zaten Paris yıllarından itibaren din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılmasını ve Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, dinin kendi alanına çekilmesini savunmaktadır.
Ancak Ağaoğlu’nu laiklik düşüncesine götüren hususlardan biri olan mezhep
mücadelelerine dair Sakal’ın tespiti isabetlidir.386 Çünkü Ağaoğlu, mezhep taassubunun
zararlarına hayatının ilk dönemlerinde bizzat tanık olmuştur. O, bu bağlamda Azerî
382 Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Atatürk Araş. Merkezi Yay., Ankara, 1998, s. 7, 21, 33. 383 Bkz., Ağaoğlu, “Tarihi Celse”, Hilafet ve Milli Hakimiyet”,Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara, 1339,
s.11-32; “Padişahlığın Türkiye’nin Başına Getirdiği Felaketler”, Hilafet ve Milli Hakimiyet, s. 65-75;
“Alemi-i İslam Ne Diyecek?”, Hilafet ve Milli Hakimiyet, s. 129-136; “İslam Alemi Ne Diyor?”, Hilafet ve
Milli Hakimiyet, s. 137-141; “Açık Mektup”, Hilafet ve Milli Hakimiyet, s. 142-148; “Mu’terizlerin
İtirazından Maksatları”, Hilafet ve Milli Hakimiyet, s. 191-198; “Kengiri Mebusu Tevfik Efendi’ye Açık
Mektup”, Hilafet ve Milli Hakimiyet, s. 202-207. 384 Ağaoğlu, “Gazetemizin Yolu, Dileği ve Tarzı”, Akın, 29 Mayıs 1933, Akalın, Türk Düşünce ve Siyasi
Hayatında Ahmet Ağaoğlu, s. 90-91’den naklen. 385 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 175. 386 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 179.
250
mollaları olan ahundlarla tartışmış ve onlar tarafından tehdit edilmiştir.387 Dolayısıyla
mezhebî ayrımlar, laik bir ortamda azalacağından, Ağaoğlu, laikliği milli birlik ve bütünlük
açısından önemli görmüş olmalıdır.
Ağaoğlu, dinin hem yöneticiler hem de dini temsil eden kesimlerce istismar
edildiğini belirtir. Dini inanç ve değerler, otoriter ve baskıcı yönetimlerin sıklıkla
kullandıkları araçlardan biridir. Özellikle Ortaçağ Hıristiyan dünyasında Ruhban sınıfı,
dinin kendilerine tanıdığı sınırları kabul etmeyip hayatın her alanına hükmetmişler; halkı
din aracılığı ile sömürerek, siyasi yöneticileri bile Kilise’nin hâkimiyeti altına almışlardır.388
“Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışı, Hıristiyan Kilisesi’nin parolası olmuştur. Ruhban
sınıfının elinde bütün imparatorları titreten Excommunio (toplum dışına çıkarma) yani
aforoz gibi oğlu babadan ayıran, kadının nikâhını bozan, kişiyi toplum dışına iten müthiş bir
silah teşekkül etmiştir.389 Konsüllerin vermiş oldukları kararlar, papaların fermanları ilahi
emir yerine geçmiş ve en küçük bir itiraz aforoza yol açmıştır.390 Avrupa’da laikleşme
süreci İncil’in milli dillere çevrilmesi, toplumun kutsal metinleri ilk elden okuması ve ilahi
emirleri kaynağından öğrenmesi gibi imkânlar sayesinde gerçekleşmiştir.391
İslam tarihini ümmet devri ve milliyet devri olmak üzere ikiye ayıran Ağaoğlu’na
göre her dönemin farklı değer yargıları ve anlayışları vardır. Ümmet devrinde değerleri
tayin eden ve belirleyen dini hükümlerdir. Milliyet devrinde ise şuursuz bir sürü
mahiyetinde olan kavimleri, şuurlu ve ideal sahibi bir millet haline getiren Avrupa kaynaklı
modern değerler vardır.392 Öyleyse bu modern değerlerin önde gelenlerinden biri olan din-
devlet ayrımı; teknik ifadesiyle laik anlayış medeni bir devlet ve hayat için elzemdir.
Yusuf Akçura’ya gelince o, Türkçü aydınlar içinde laiklik konusunda en radikal
fikir sahibi aydınlardandır. Öncelikle onun tarihi yorumlama ve dönemlere ayırma
konusunda Batılı öğretilere/dayatmalara bir itirazı vardır. Der ki: “Tarih-i umûmîyi frenk
lisanlarından Osmanlı veya diğer Türk lehçelerine nakledenler, Avrupalıların kurûn-ı ûlâ,
387 Gülseven, “Ahmet Ağaoğlu’nun Hayatı, Fikirleri, Siyasi ve Sosyal Mücadeleleri”, Azerbaycan Türk Kültür
Dergisi, Yıl: 38, S. 268, Nisan-Mayıs-Haziran 1989, s. 82-84, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 16’dan
naklen. 388 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 18-42. 389 Kilise tarihi ve Ortaçağ Batı zihniyeti için bkz., İsmet Zeki Eyuboğlu, Ortaçağ Düşüncesi : Kilise Babaları-
Tanrıbiliminin Doğuşu, Pencere Yay., İst., 2002. Hıristiyanlığın ilk dönemi hakkında bilgi ve sonraki
dönemde Hıristiyanlığı tehdit eden düşüncelere karşı Kilise’nin verdiği mücadele için bkz., M. Hans
Lietzmann, Eski Kilise Tarihi, Çev. Mehmet Aydın, Litera Türk Academia Yay., Konya, 2016. 390 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 22. 391 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 23-27. 392 Ağaoğlu (Agayef), “Ziya Gökalp Bey”, Türk Yurdu, Yıl: 14, C. 15, S. 164, Kanunievvel 1340/Aralık 1924,
Türk Yurdu (Tutibay), C. 8, ss. 89-101, s. 98.
251
kurûn-ı vustâ, kurûn-ı ahîre ve asr-ı hâzır taksimini aynen kabul etmişlerdir. Zaten maruf
tarih-i umûmî, umûmî tarih olmaktan ziyade Avrupa Romano-Cermen milletlerinin tarihi
olduğundan” bu taksim en azından onlar açısından kabul edilebilir.393 Ancak ona göre,
Dünya Tarihi’nde şark milletlerinden olan Sami, İranî ve Turanî kavimlerin tarihine de en
az Batılı milletlerin tarihi kadar yer verilmek istenilirse, Avrupalıların bu tasnifini bir tenkit
sürecinden geçirmek gerekir. Yahudiler bu manada Avrupai devreleri terk edip, kendi tarihi
taksimatlarını yapmışlardır.394 “Türkler, tarih-i umûmîyi dinlese bile, kendi hususî
tarihlerini, Türk tarihini olsun, Türklüğün tehâvülüne göre bazı devirlere taksim etmek
tecrübesine kalkışamazlar mı? Türk tarihindeki malûmatımızın pek nakıs olmasına
bakmayarak, biz böyle bir tecrübeye teşebbüs etmek cüretinde bulunmuştuk. Bizim
ictihadımıza göre Türk tarihi şu suretle taksim olunmalıydı.”, diyen Akçura, tarihi kendi
anlayışına göre dönemlere ayırmış ve gerekçeleriyle birlikte açıklamıştır. Buna göre; (1).
Devr-i kadîm (Kurûn-ı ûlâ). (2). Devr-i mutavassıt. (3). Devr-i âhir. (4). Asr-ı hâzır.395
Akçura’nın Avrupa ve İslam tarihini dikkate almadan tarihi devirleri bu şekilde dönemlere
ayırması396; buna ilaveten Türk ve Osmanlı tarihi çalışmalarında İslami prensip, hadise, kişi
ya da tarihleri; yani İslam merkezli izah yaklaşımını ihmal ederek açıklama ve tedrisat
yapma çabası Sancaktar’ın da belirttiği397 gibi, esas itibariyle onun düşüncelerinde laisizm
ve Türk(çü)lüğün merkezi bir rol oynadığını göstermektedir. Zaten Cumhuriyet döneminde
ehemmiyetle üzerinde durulan resmi tarih tezi yukarıdaki anlayışın bir benzeri olduğu gibi,
tezin kuramcılarının önde gelenlerinden biri de Yusuf Akçura olmuştur.398
Akçura, siyaset, hukuk ve devlet idaresi gibi alanlarda dinin etkisinden kurtulmuş
bir siyaset modeli olan laisizmi benimsemiştir. Din-devlet ayrımına taraftar olan Akçura’ya
göre devlet, meşruiyet kaynağını milli egemenlikten alan demokratik bir rejimle
yönetilmelidir. Haddizatında doğru ve sahih bir İslam’da millet egemenliği ve demokrasi
393 Akçura, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi”, Türk Yurdu, C. 8, S. 82, 23 Nisan 1331/6 Mayıs 1915; Türk
Yurdu (Tutibay), C. 4, s. 112. 394 Akçura, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 4, s. 112. 395 Akçura, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 4, s. 112-113. 396 Akçura, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 4, s. 112-113. 397 Sancaktar, “Yusuf Akçura ve Din”, s. 396. 398 Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Çev.
Ali Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1998, s. 25-26, 28.
252
anlayışı zaten mündemiçtir. Din bir vicdan işi olup sadece toplumsal alanla
sınırlandırılmalıdır.399
6. DİN - KÜLTÜR VE MEDENİYET
6.1. Kültür ve Medeniyet
Kültür ve medeniyet yaygın bir kullanım alanına sahip olmakla birlikte, anlamları
konusunda tam bir fikir birliğinin sağlanamadığı iki kavramdır. Zira tanımlanmaları bir
hayli zordur. Sahip oldukları geniş anlam, muhtelif dillerde farklı anlamlara gelmeleri ve
zaman içinde anlam kaymasına uğramaları ortak bir tanımı zorlaştıran sebepler olarak ifade
edilebilir.400 Bu bağlamda örneğin Mardin, kültürü, toplumsal bilimlerin en kaypak ve
anlaşılması en zor kavramlarından biri olarak ifade eder.401 Üzerinde ittifak edilen bir
tanımı olmamakla birlikte kültürün en klasik tanımı E. B. Tylor tarafından yapılmıştır. Ona
göre kültür; bilgiyi, inancı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri, kişinin mensup olduğu toplumun
bir üyesi olması itibariyle kazandığı alışkanlıklarını ve diğer bütün yetenek ve becerilerini
içeren oldukça karmaşık bir bütündür.402 Benzer şekilde kültür, bir cemiyetin sahip olduğu
maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden; cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi,
ilişkiyi, alışkanlıkları, değer ölçülerini, genel tavır, görüş ve zihniyet ile her çeşit davranış
şekillerini içine alan bir bütündür. Bunların hepsi birlikte o toplum mensuplarının
çoğunluğunda ortak olan ve onu diğer toplumlardan ayıran özel bir hayat tarzı temin eder.403
Kültür, her topluluğun kendine mahsus yaşayış ve davranış tarzıdır.404 Kültür,
hayatın maddesinden çok üslubudur. İnsanın tabiat karşısındaki başarılarının ve onun
tabiata kazandırdığı anlamların toplamıdır.405 Kültür, bir toplumun üyelerinin ya da
toplumdaki grupların hayat tarzlarına ilişkin manalar içerir. Kültür toplum üyelerinin nasıl
giyindiklerini, evlilik gelenekleriyle aile hayatlarını, çalışma ve iş yapma biçimlerini, dini
törenlerini ve boş zaman etkinliklerini içerir.406 Kültür, “sosyal birikim” ve “sosyal
miras”tır.407 Bir milletin yaşama biçimidir. Dil, din, mimari, vatan, bayrak, ortak tarih, ülkü
399 Akçura, “Birinci Sene-i Tedrisiye Nihayetinde”, 25 Mayıs 1338, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe
ve Makale, s. 96; Orhan Çakmak-A. Yücel, Yusuf Akçura, Alternatif Yay., Ankara, 2002, s. 50-51. 400 Zeki Arslantürk-Tayfun Amman, Sosyoloji, Kaknüs Yay., İst., 2000, s. 241. 401 Mardin, Din ve İdeoloji, s. 52. 402 Edward B. Tylor, Primitive Culture: Researches into the Development of Mythology, Philosophy,
Religion, Language, Art and Custom, John Murray Publication, London, ts., s. 1. 403 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İst., 1997, s. 48. 404 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İst., 1988, s. 16. 405 Nevzat Kösoğlu, Milli Kültür ve Kimlik, Ötüken Neşriyat, İst., 1992, s. 70-71. 406 Anthony Giddens, Sosyoloji, Haz. Cemal Güzel, Ayraç Yay., Ankara, 2005, s. 22. 407 Arslantürk- Amman, Sosyoloji, s. 234.
253
birliği, duygu ortaklığı; musikide, mutfakta, düğünde, cenazede ortak tutum ve değerlere
sahip olmaktır.408 İnsanın insana ve maddeye karşı tavır alışını belirleyen bir bütündür;
yaşama tarzıdır. Kültür, ferdi olmaktan çok, sosyal değerler ve davranış sistemidir. Tarihi
bir birikimdir. Bir toplumun bütün ideallerinin ve sosyal kişiliğinin sembolüdür. Birisi
koruyuculuk diğeri de gelişme ve yenileme olmak üzere iki temel fonksiyonu vardır.409
Medeniyet ise milli kültürlerin milletler üstü ortak değerler seviyesine yükselip
ortak bir anlayış, davranış ve yaşama formu oluşturmasıdır. Örneğin Batı medeniyeti
denildiği zaman, din bakımından Hıristiyan toplulukların manevi-sosyal değerleriyle pozitif
bilime dayanan teknik anlaşılır.410 Oysa Batı medeniyeti dairesi içinde yer alan milletlerin
her biri ayrı bir kültür topluluğudur. Pozitif bilimde ve tekniği ortaya koyma ve kullanmada
benzerliklerine rağmen, her birinin konuştuğu farklı dilleri, başka başka adetleri,
gelenekleri, ahlak anlayışları, edebiyatları, masalları, destanları, güzel sanatları, folklorları
ve hatta giyiniş tarzları vardır. Hepsi de Hıristiyan inancı içinde bulunmakla birlikte din
karşısındaki tutumları bile farklıdır. İşte bu birbirinden farklı inanış, eğilim, düşünce,
kullanış ve davranış tarzları her milletin kültür unsurlarını teşkil eder.411 Medeniyet ise bu
farklı kültürlerin uyumlu bir bütünüdür. Bu uyum ve bütünleşmede birçok kültür ve ortak
kurum yer alır. Örneğin İslam medeniyeti Türk, Arap, İran ve Hint kültürlerinin katkılarıyla
oluşmuş ve yeni kurum ve değerler üretmiştir. Yeni ortaya çıkan tabloda bütün kültürlerin
anlamlı, değerli ve fonksiyonel katkılarından söz etmek yanlış olmaz.412
Kültür ve medeniyetin ne olduğunu, aralarındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya
koyarak ifade etmek daha isabetli olacaktır. Ancak öncelikle şu ifade edilmelidir ki kültür
ve medeniyet ayrımı Müslüman Türk toplumu için pratik bir endişeden doğmuştur yoksa
sadece sosyolojik kavram meselesi değildir. İki kavramın arasını ayırma çabası millet
hayatına nasıl bir yön verileceği konusuna objektif ve ilmi bir destek bulma gayretidir.
Kültür ve medeniyet ayrımını ilk kez gündeme taşıyan Gökalp’in bu düşüncesinin
temelinde pratik ve güncel endişeler yer almıştır. Devlet ve aydınlar bütün kurum ve
imkânlarla Batının medeni gelişmelerini transfer etmeye çalışırken, aynı Batının sosyo-
kültürel özellikleri de iktibas edilecek midir? Ya da eski teknolojiyle birlikte adet, gelenek
408 Nevzat Kösoğlu, Türk Olmak Ya da Olmamak: Milli Kültür, Mozaik Kültür ve Etnisite, Ötüken Yay., İst.,
2005, s. 9. 409 M. E. Erkal-B. Baloğlu-F. Baloğlu, Ansiklopedik Sosyoloji Sözlüğü, Der Yay., İst., 1997, s. 170-171. 410 Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 16. 411 Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s. 16. 412 İsmail Doğan, Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yay., İst., 2000, s. 332.
254
veya inançlar da terk edilmeli midir? Toplum kılık kıyafetten dine kadar her yönüyle
Avrupalı gibi mi olmalıdır?413
İşte Gökalp, Türkiye’nin ilk sosyologu olarak yukarıdaki endişeleri gidermek
noktasında milliyetçilikle, yani Türk milli kültürünü koruma ve geliştirme ülküsüyle, Batı
medeniyetçiliği arasında uzlaşmaz bir durumun söz konusu olmadığını, her ikisinin bir
arada hatta bir bütün halinde yaşayabileceğini kültür ve medeniyet kavramlarıyla
göstermeye çalışmıştır. “Medeniyet nedir? Benimsemek istediğimiz Batı medeniyeti
nelerden ibarettir? Eski medeniyetimizin bizim milli hayatımızdaki yeri nedir? Milli hayatın
yarattığı değerler -kültür- nelerdir? Medeniyetle kültür arasında nasıl bir münasebet vardır?
Doğu medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine girdiğimiz takdirde kazançlarımız ve
kayıplarımız neler olacaktır?”. Gökalp ve dönemin aydınları bu sorulara cevaplar üretip,
toplumsal düzen ve geçişi mümkün olduğu kadar sağlıklı bir zemine oturtmaya
çalışmışlardır. Esasen bütün bu soruların cevapları kültür ve medeniyet ayrımında
yatmaktadır. Gökalp de pratik bir endişeyle değiştirilmesi istenmeyen bütün değerleri
kültüre, değiştirilmesi istenenleri ise medeniyete dahil etmiştir.414
Türkiye’de medeniyetle kültürü sistemli bir şekilde ilk tarif eden Ziya Gökalp’tir.415
Ona göre hars ve medeniyet kavramlarının her ikisi de sosyal hayata aittir. Toplumsal bir
hayatın varlığıyla söz konusudur. Ancak aralarında bazı farklar vardır. Medeniyet usûl
vasıtasıyla ve irade ile meydana getirilir ve yapaydır. Kültür ise yapay değildir. Usûlle veya
fertlerin iradeleriyle meydana gelmez. Bilakis bitki ve canlıların hayatı gibi doğal bir süreç
sonunda meydana gelir.416 Örneğin halkın konuştuğu lisan kültürle alakalıdır. Ancak yazı
lisanında kültürel boyut az; medeni boyut ise çoktur. Lisanın yapay ifadelerden kurtulup da
halkın lisan ve vicdanında doğal olarak yaşayan cana yakın ve sıcak kelimelerle
değişmesiyle lisan, kültürel bir öğe olmaya başlar.417 Kültüre ait bütün kurumlar ilham
vasıtasıyla meydana gelir.418 Kültür, milletten millete değişir. Örneğin Farisîlerde aruz vezni
kültüre dahilken, Türklerde ise kültüre dahil değildir.419 Bu nedenle Gökalp’e göre, başka
milletlerden iktibas edilen unsurlar kültürel bir öğe olarak kabul edilemez.
413 Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yay., İst., 1989, s. 9-10. 414 Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s. 11-12. 415 Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 39. 416 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 39. 417 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 39-40. 418 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 40. 419 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 40-41.
255
Her milletin başlangıçta sadece kültüre sahip olduğunu belirten Gökalp’e göre, bir
millet kültür itibariyle yükseldikçe siyasi olarak da kuvvetlenir. Diğer taraftan kültürün
yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet başlangıçta milli kültürden
doğduğu halde tarihi süreçte komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurum alır. Ancak
bir toplumun medeniyetinde aşırı bir gelişmenin hızla ortaya çıkması zararlıdır. Zira zihnin
aşırı inkişafı ferdi karakteri bozduğu gibi, medeniyetin aşırı inkişafı da milli kültürü bozar.
Milli kültürü bozulmuş millete ise yozlaşmış millet denilir.420
Gökalp kültür ve medeniyet ayrımını bir başka açıdan şöyle yapar: “Müellifler,
harsı, dini, ahlaki, bedii duyguların mecmuudur, diye tarif ediyorlar. Duygular, her milletin
kendine mahsustur. Ahlaki duygular usûl ile vücuda gelmiyor. İlham ile kendiliğinden, tabii
bir surette hâsıl oluyor. Duygular harsa; bilgiler, mefhumlar medeniyete aittir. Harsa dahil
olan unsurlar arasında vahdet vardır. Hepsi birbirinin oğludur. Bir millette, medeniyet, tabii
surette memlekete girebilmek için, mutlaka harsa aşılanmalıdır; hars millidir, medeniyet
beynelmileldir. Tanzimat devrinde Avrupa’dan medeniyet almağa çalıştık, fakat harsımıza
aşılayamadık.” 421 Gökalp’e göre yeni bir medeniyet dairesine geçmek ancak o medeniyeti
milli kültüre yedirmekle, milli kültürle uyumlu hale getirmekle mümkündür.
“Kültür” ve “medeniyet” kavramlarını temellendirirken Durkheim’ın kuramsal
modelinden yararlanan Gökalp’in medeniyet ve kültür izahı artık aksiyom haline gelmiştir.
Buna göre medeniyet; ilimdir, fendir, sanayidir ve beynelmileldir. Kültür ise millidir ve
dinî, ahlâkî, bediî duygularla lisandan ibarettir.422 Dolayısıyla Gökalp düşüncesinde “hars
millidir, medeniyet beynelmileldir. Hars ilham iledir, medeniyet usûl iledir. Hars da
medeniyet de, bütün içtimai hayatları camidir. Duygu halinde, harsın içine girer. Mefhum
halinde olur ise, medeniyetin içine girer.”423
Kültür ile medeniyet arasında ortak ve ayrışan noktalar vardır. Ortak noktaları, her
ikisinin de din, ahlak, hukuk, bilim ve felsefe, estetik, iktisat, dil ve tekniği içeren bütün
toplumsal hayatları içine almasıdır. Bu sekiz türlü toplumsal hayatın bütününe kültür adı
verildiği gibi medeniyet de denilir.424 Medeniyet, birden fazla kültürün bir araya gelmesiyle
oluşur. Dolayısıyla kültür milli, medeniyet milletlerarasıdır. Buna göre kültür, bir milletin
420 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 37. 421 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 42. 422 Yavuz, Türkiye’nin Zihin Tarihi, s. 113. 423 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 43; Gökalp, “Türk Harsı ve Osmanlı Medeniyeti”,
Makaleler IV, s. 44. 424 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 25.
256
din, ahlak, hukuk, bilim ve felsefe, estetik, dil, iktisat ve teknikle ilgili hayatının uyumlu bir
bütünüdür. Medeniyet ise aynı gelişmişlik çevresindeki birçok milletin toplumsal
hayatlarının ortak bir bütünüdür. Örneğin Avrupa ve Amerika medeniyet dairesinde bütün
Avrupalı milletler arasında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde
birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere İngiliz, Alman vb. kültürler bulunur. Ancak yeni
oluşan bütün, kendini oluşturan kültürleri aşan bir anlama sahiptir.425 Medeniyet çeşitli
milletlerin ortak malıdır. Zira her medeniyeti, o medeniyet dairesinde yer alan milletler,
ortak bir hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple her medeniyet mutlaka
beynelmileldir. Ancak bir medeniyetin her bir millette ortaya çıkan hususi şekli kültürü
oluşturur.426
İkinci olarak medeniyet, yöntem ve teknik vasıtasıyla ve bireysel iradelerle
meydana gelen toplumsal olayların bir bütünüdür. Örneğin dine dair bilgi ve bilimler
yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, iktisada, bilim ve
felsefeye, dile ve tekniğe dair bilgi ve teoriler de hep bireyler tarafından yöntem, teknik ve
irade ile meydana getirilmiştir. Bu nedenle aynı gelişmişlik çevresinde bulunan bütün
toplumsal hayatların, bilgi ve bilimlerin toplamı medeniyeti meydana getirir. Buna göre
medeniyet daha çok tek tek bireysel çabalara dayandığı halde kültür daha ziyade toplumsal
iradeye bağlıdır. Dolayısıyla kültürde bir muhafazakârlık söz konusudur. Toplumsal birlik
ve bütünlük için kültür gerekli olduğu gibi, toplumsal durağanlığı aşıp ilerleme, kalkınma
ve tabiata hâkimiyet için de bireysel iradelere ihtiyaç vardır ki bu da medeniyete olan
ihtiyacı gösterir.427
Gökalp’e göre medeniyeti kültürden ayıran en önemli farklardan biri taklit yoluyla
hariçten alınmasıdır. Bu durum dil, edebiyat, sanat gibi alanlarda açık bir şekilde görülür.
Örneğin ülkemizde iki tür müzik vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine
doğmuş olan Türk musikisi diğeri de Farabi tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas
olunan Osmanlı musikisidir. Türk müziği ilhamla oluşmuş, taklitle dışarıdan alınmamıştır.
Osmanlı müziği ise öykünme yoluyla dışarıdan alınmış ve ancak usûlle devam ettirilmiştir.
Bunlardan birincisi kültürümüzün, ikincisi ise medeniyetimizin müziğidir.428
425 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 25-26. 426 Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 19. 427 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 25-26. 428 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 27-28.
257
Gökalp'in kültür-medeniyet ayrımında kültürü medeniyetin antitezi olarak görmek
mümkündür. Milli kültürü kuvvetli ancak medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültürü
yozlaşmış fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet siyasi mücadeleye girdiğinde
kültürü kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Medeniyette ileri gidip kültürünü ihmal
eden bir millet yok olmaya mahkûmdur.429 Kültür-medeniyet karşıtlığında illaki bir tercih
yapmak gerekirse, Gökalp bunu kültürden yana kullanır. Zira kültür, toplumun karakteri ve
ruhu, medeniyet ise toplumun aklı ve zihnidir. Kurtuluş Savaşı’nda milletimiz, Yunan ve
Avrupa medeniyetini, kültürünün kuvveti ile yenmiştir. Bu ise kültürün medeniyetten daha
öncelikli ve üstün olduğunu gösterir.430
Ziya Gökalp’e göre medeniyetle kültür arasındaki farkları şu şekilde özetlemek
mümkündür:
1. Medeniyet beynelmilel olduğu halde kültür millidir.
2. Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat kültür geçemez.
3. Bir millet medeniyetini değiştirebilir fakat kültürünü değiştiremez.
4. Medeniyete akıl, yöntem ve teknikle ulaşılır. Kültür ise ilham ve sezgi yoluyla
elde edilir.
5. Medeniyet, iktisadi, dini, hukuki, ahlaki vb. fikirlerin toplamıdır.
6. Kültür, dini, ahlaki, estetik duyguların toplamıdır.
7. Medeniyetini değiştiren bir millette, kültür de değişir. Ancak bu değişme, yapay
bir şekilde olmayıp doğal bir gelişme halinde; kendi kendine meydana gelir.431
Ağaoğlu’na göre ise medeniyet bölünemez bir bütündür. Ancak görece olarak
maddi ve manevi bileşenlerine ayrılabilir. Giyim tarzı, elbiselerin şekli, binaların biçimi,
ibadet ve dini törenlerin yapılış tarzı maddi kısmı oluşturur. Manevi kısım ise daha ziyade
düşünce ve duygulara ait olduğundan etkisi ve yayılış sahası daha geniştir. Her medeniyetin
kendine göre bilgi felsefesi ve düşünme yöntemi vardır. Yine benzer şekilde her
medeniyetin bir kalbi ve duyuş tarzı vardır. Dolayısıyla her bir medeniyetin ortak bir
değerler manzumesi, ahlakı ve güzel-çirkin anlayışı mevcuttur.432
Sonuç olarak kültür ve medeniyet kavramlarını Türk okuyucusuyla tanıştıran
Gökalp’in ve diğer Türkçü aydınların asıl dertleri yol ayrımındaki Türk milletinin doğru bir
429 Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri I, s. 311. 430 Gökalp, “Hars ve Medeniyet Üzerine”, Makaleler IV, s. 43. 431 Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, s. 19-20. 432 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 5-6.
258
tercih yapmasına katkıda bulunmak ve onu, içinde bulunduğu sosyo-kültürel ve ekonomik
buhrandan kurtarmaktır. Kültür ve medeniyete dair bu kısa tespitlerden sonra Türk
toplumunda imparatorluktan millete, Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine, dini
değerlerin yoğun olduğu bir nizamdan laik uygulamaların tercih edildiği yeni bir toplum ve
devlet düzenine geçiş sürecinde önemli tesirleri olan Türkçü aydınların433 medeniyet-din
bağlamında ortaya koydukları düşüncelerine geçebiliriz.
6.2. Medeniyet ve Din Etkileşimi
Gökalp’e göre Avrupa’da Rönesans, reform, yeni felsefi düşüncelerle romantizm
gibi ahlaki, dini, ilmi, estetik vb. boyutları olan inkılâplar Ortaçağa son vermiştir. Buna
karşın İslam âlemi bu tür inkılâpları gerçekleştiremediği için ortaçağ düşüncesi ve skolâstik
zihniyetten kurtulamamıştır.434 Oysaki İslam, özünde üstün ve gösterişli bir medeniyet
vücuda getirme potansiyeline sahiptir. Düşünce özgürlüğü medeniyetin temelidir.435
Haddizatında ona göre medeniyetin dine bağımlı, dinden kaynaklanan yapısal bir durumu
söz konusu değildir. Medeniyet ayrı din ayrıdır. Dinleri ayrı bulunan cemiyetler aynı
medeniyete mensup olabilirler. Zira din sadece kutsal inanç ve kurumlardan ibarettir.
Bunun dışında kalan pozitif ve sosyal bilimler, estetik ve teknik gibi uğraşı alanları kutsallık
ihtiva etmeyen ve dinle irtibatı olmayan alanlardır. Bir medeniyeti inşa eden bunlardır.
Dolayısıyla hiçbir medeniyet herhangi bir dine nispet edilemez. “Bir Hıristiyan medeniyeti
olmadığı gibi, bir İslam medeniyeti de yoktur. Garp medeniyetini Hıristiyan medeniyeti
saymak doğru olmadığı gibi şark medeniyetine de İslam medeniyeti adını vermek
yanlıştır.”436 Gökalp, ortaya koyduğu bu fikirleriyle medeniyeti dini öğelerden soyutlayarak,
yeni rejimin düşünsel temellerine destek olmayı amaçlamıştır.
Medeniyet, kültürleri ve dinleri aynı veya ayrı olan çeşitli toplumlar arasındaki ortak
kurumların hep birlikte oluşturduğu bir bütündür. Kültür ve din bakımından birbirine
yabancı bulunan milletler aynı medeniyet dairesinde yer alabilirler. Kültürdeki ihtilaflar
nasıl dindeki birlikteliğe engel değilse, kültürün ve dinin ayrı olması da medeniyet
birlikteliğine engel teşkil etmez. Örneğin Yahudilerle Japonlar gerek kültür, gerek din
itibariyle Avrupalılara yabancı oldukları halde onlarla aynı medeniyet içerisinde yer
433 Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken Yay., İst., 2004, s. 242. 434 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 56. 435 Gökalp, Makaleler I, s. 79. 436 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 51-52.
259
alırlar.437 Medeniyet değişikliğinde milli kültürün ve dinin terk edilmesi gerekmez.
Dönemin aydınlarının konuyla ilgili olarak sıklıkla atıfta bulundukları Japonya örneğini
Gökalp de kullanır. Ona göre Japonlar dinlerini ve milliyetlerini terk etmeksizin Batı
medeniyetine girip her alanda Avrupalılarla boy ölçüşecek seviyeye geldikleri halde ne
dinlerinden ne de milli kültürlerinden herhangi bir şey kaybetmişlerdir. Bu sebeple millet
olarak biz de Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı muhafaza ederek pekala Batı
medeniyetine dahil olabiliriz. Onun ifadesiyle “Biz medeniyetçe Avrupalı, harsça Türk
olmalıyız. (…) Biz Türk ve Müslüman kalmak şartıyle, Avrupalı bir millet olmağa
çalışmalıyız. Gâyemiz, Avrupa medeniyeti içinde bir Türk harsı yapmak olmalıdır.”438
Türk ve Müslüman olarak yaşayıp, Avrupa medeniyetini benimsemek Gökalp’e
göre pekâlâ mümkündür. Medeniyetçe Avrupa’yı iktibas etmek veya Avrupa medeniyetine
dahil olmak ona göre hem bir haktır hem de bir görevdir.439 Ayrıca bu konuda haklı
gerekçeler vardır: “Dinimiz, bize, “Düşmanlarınız hangi silâhlarla müsellah [silahlanmış] ise
siz de onlarla müsellah olunuz”440 buyuruyor.”. Malumdur ki “İlim ile san’at, usul ile teknik
de birer silâhtır. Eğer bu manevî silâhlar noktasında da Avrupalılar’a müsavi olmazsak,
onlarla aramızda mevcut olan hayat mücadelesinde mutlaka mağlup oluruz. Mamafih
maddî silâhların izharı [ortaya konulup yapılması] da ilme ve fenne bağlıdır”.441 Hâlihazırda
Avrupalılarla ortak olarak kullanılan birçok husus bulunmaktadır ki buna rağmen ne dinden
ne de milliyetten hiçbir şey kaybedilmiş değildir. Zaten terk edeceğimiz çoğu kurum,
bilimsel tavır, alışkanlık ve adetlerin çoğu kendimize has olmayıp tarihi süreç içinde başka
milletlerden özellikle de Bizans’tan alınan unsurlardır.442
Günaltay ise kültür ve medeniyet konusunda daha muhafazakârdır. Ona göre milli
ruh ve milli kültürü oluşturan unsurlardan biri olan din sayesinde, fertler ortak duygu ve
inanç etrafında toplanırlar. Din birliği, toplum bireylerinin inanç ve duygularının aynı
kaynaktan beslenmesi demek olduğundan, çok farklı emel, ihtiras ve gayeleri olan bu
kişileri aynı inanç, ahlak ve hedef etrafında birleştirir. Dinin bu birleştirici gücü bir tarafa
bırakılıp medeniyet adına da olsa yabancılara ait ahlak ve inanç değerleri iktibas edilemez.
437 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 48. 438 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 61; Tansel, Z. Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları, s. 79. 439 Yavuz, Türkiye’nin Zihin Tarihi, s. 113. 440 Kütüb-i tis’a ve diğer hadis mecmuâlarında böyle bir rivayet bulamadık. Ancak Enfâl suresi 8. ayetten
mülhem bir kelâm-ı kibar olabilir. Ayet için bkz., Enfâl 8/60: “Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların
gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı
elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. (…).” 441 Gökalp, “Fırkalar İçtimaiyâtı: Reyimi kimlere vermeliyim?”, Makaleler IV, s. 11. 442 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 61-62.
260
Yabancı bir medeniyete ait değer ve kaideler ancak milli ruha uygun hale getirildikten sonra
kabul edebilir.443 Değilse zaten milli ruhumuz ve geleneklerimiz bir taraftan Doğunun hoca,
şeyh, derviş kılığında gayri İslami öğeleriyle diğer yandan da Batının muzır ahlak ve yaşam
tarzıyla bozulmuş haldedir. Bu durumu bir an önce düzeltmek için milli duyguyu
uyandırmak gerekir. Avrupa medeniyetinden alacağımız sadece ilim, fen ve teknik
olmalıdır.444
Kültür ve medeniyet transferinde Günaltay’ın muhafazakârlığına karşın Ahmet
Ağaoğlu daha liberal bir bakışa sahiptir. Ağaoğlu, geleneksel değer ve kurumları hem
toplumun varlığını sürdürmesinin hem de Batılılaşmasının önünde bir engel olarak
görmüştür. Zira ona göre, geleneksel değer ve kurumlar sabit, değişmez ve tarih üstü
değildir. Gerekli olduğunda değiştirilebilir. Kalıcı bir öze sahip değildir. Aynı nedenle
İslami norm ve kurumlar da Türklerin milli kimliğinin ayırt edici bir özelliği sayılamaz.
Bireysel ve toplumsal kimlikler tarihseldir. Böyle olunca belli bir dönem milli kimliğimizin
içini doldurmuş olan İslami öğelerden de vazgeçilebilir.445
İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki farkı yaratan birey olunca, Ağaoğlu
da modern Batılı bireyi, Doğu toplumlarına model olarak sunmuştur. Doğu’da karizmatik
kişiliklere gösterilen ihtimam ve ayrıcalıkla cemaat yaşantısı bireyin gelişimini
engellemiştir. Ayrıca Doğu tefekkürü itaat ve miskinlik telkin etmektedir ki bu anlayış da
fırsatçı ve bencil insan tipinin yetişmesine imkân sağlamaktadır. “Bu nedenle Doğu
insanının en belirgin vasfı egoizmdir. Bu egoizm gerçek anlamda bir toplumsal
dayanışmanın en büyük engelidir.” Bu bağlamda Ağaoğlu’na göre Batı medeniyetini
yükselten ve toplumsal dayanışmayı sağlayan serbest rekabet, yurttaşlık bilincine ulaşmış
birey, iş bölümünün yaygınlaşması gibi bireysel gelişmelerdir. Şayet Müslüman toplumlar
da Batı medeniyetine yetişmek istiyorlarsa aynı yolu izlemelidirler.446
6.3. Yeni Bir Medeniyet İnşası: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
Ahmet Ağaoğlu, Türkçü aydınlar içerisinde, Batı medeniyetinin bütün kurum ve
kuruluşlarıyla benimsenmesini isteyen yegâne aydındır. Ancak o, Üç Medeniyet’i
yazmasından yaklaşık yedi yıl önce Avrupa medeniyetinin benimsenmesine ihtiyatla
443 Günaltay, “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sırât-ı Müstakîm, 18 Ağustos 1327/31 Ağustos 1911, C. 6, s. 406;
Günaltay, Maziden Atiye, s. 270-275; Günaltay, Zulmetten Nura, s. 196, 272. 444 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 219. 445 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s.140-141. Krş., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 10-18. 446 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 143-144. Krş., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-88.
261
yaklaşmıştır. Bu bağlamda milli bünyeyi dikkate almadan Avrupa’dan kanun ve kurumlar
iktibas eden Tanzimatçıları eleştirmiştir. Ona göre Tanzimat idarecileri, Avrupa’nın kendi
bünyesine göre hazırlanmış ve orada verimli olmuş kanunları ödünç alıp Osmanlı’da
uygulamakla aynı başarıyı göstereceklerini zannederek yanılmışlardır. Oysa tarihi, kültürü,
geleneği, ülkenin kendi özel yapısını ve milletin hâlet-i ruhiyesini hesaba katmak gerekirdi.
Ne var ki yapılması gerekenler yapılmayınca Tanzimat uygulamaları hayatın hemen hemen
bütün alanlarında başarısız olmuştur.447
Ancak Ağaoğlu, Üç Medeniyet’teki görüşleri itibariyle önemli bir zihnî ve fikrî
dönüşüm geçirmiştir.448 Zira bu eserinde daha önceki İslami ve milliyetçi söylemlerinden
vazgeçmiştir. Bu yönüyle Üç Medeniyet daha çok Batıcı bir manifesto özelliği taşımaktadır.
Türk milletinin ve İslam medeniyetinin eleştirel bir değerlendirmesidir. Ağaoğlu’na göre
Batı medeniyetinin gelişimi bireye ve liberal düşünceye verilen önem sayesinde
gerçekleştiği için, konuya yaklaşımı da daha çok bu yöndedir.449 Birey mi toplum mu
ikileminde o, tercihini bireyden yana kullanmıştır.450 Bireysel gelişim ve girişimcilik, her
türlü ilerleme ve gelişmenin temelidir. Tarihin oluşumu ve medeniyetin gelişiminde “birey”
kilit kavramdır.451 Bu bağlamda modern Batılı bireyi, Doğu toplumlarına model olarak
sunan Ağaoğlu’na göre Doğu’da karizmatik kişiliklere gösterilen ihtimam ve ayrıcalıkla
cemaat yaşantısı bireyin gelişimini engellemiştir. Ayrıca itaate, boş vermişliğe yol açan
şuursuz kanaatle egoist insan tiplerine yaslanan Doğu tefekkürü toplumsal dayanışma ve
bütünleşmeye engel olmaktadır. Oysa Batı medeniyetini yükselten ve toplumsal
dayanışmayı sağlayan serbest rekabet, yurttaşlık bilincine ulaşmış birey, iş bölümünün
447 Ahmed Agayef , “Tanzimatçılığın İflası”, Jön Türk, 1 Mart 1329 / 14 Mart 1913, Ümmet Erkan, “1911-
1918 Yılları Arasında Türk Yurdu Dergisine Konu Olan Bazı Tartışma ve Polemikler”, Tarih Kültür ve
Sanat Araştırmaları Dergisi, March 2016, Vol. 5, No: 1, s. 55-56’dan naklen. 448 Ağaoğlu’nun yetiştiği ortam, sahip olduğu kültürel çeşitlilik ve Fransa’da kazandığı formasyon, bize bu
düşünsel değişim ve dönüşümün imkanını göstermektedir. Bkz., Ayhan Çetin, Ahmet Ağaoğlu’nun Din ve
Toplum Anlayışı, SDÜ. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış YL Tezi, Isparta, 2011, s. 23-25. 449 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 143. 450 Ağaoğlu, o dönemde daha çok toplumcu düşünürlerin, özellikle de Gökalp'in benimsemiş olduğu
“bireylerin cemiyet ve toplum için var olduğu” anlayışını eleştirir. Ona göre doğru olan, bu anlayışın tam
tersi olan yaklaşımdır ve “Fert yok, cemiyet var, hak yok, vazife var” prensibine -ki gerçekçe “kimse yok,
padişah var, hak yok keyif var” prensibinin aynıdır- artık son verilmelidir. Fertsiz cemiyet düşünmek, elsiz,
ayaksız, başsız ve gövdesiz insan düşünmektir. Haksız da vazife düşünmek bütün insanları hayvan yerine
koymak değil midir? Artık bizi çürütmüş olan bu gibi doğu prensiplerine son vererek, etrafımızı kuşatan
müthiş hakikatleri görmeli ve hayatımızı ona uydurmaya çalışmalıyız.”, bkz., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s.
86-87. 451 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-88.
262
yaygınlaşması gibi bireysel gelişmelerdir. Şayet Müslüman toplumlar da Batı medeniyetine
yetişmek istiyorlarsa aynı yolu izlemelidirler.452
Ağaoğlu’nun düşünce evreninde Batılılaşma, bütün unsurlarıyla birlikte hayat tarzı
değişikliğidir: “Garplaşmak, garplı gibi düşünmek, garp ilmini, hayatını şark ilmi ve hayatı
yerine almak. (…) Bu tabir son devrin bütün mütefekkirlerinde “muasırlaşma”nın eş
anlamlısıdır.”453 O, bu görüşleriyle bütün Batıcılarla hem fikir olduğu gibi, Yusuf Akçura ve
Ziya Gökalp gibi Türkçülerle de benzer görüşleri savunmuştur.454
En geniş anlamıyla medeniyete “hayat tarzı” denilebileceğini ifade eden Ağaoğlu,
bu kavramın içeriğini de şöyle doldurur: “Hayatın bütün tecellilerini, maddi ve manevi
bütün olaylarını o kavram içine koymalıdır. O halde medeniyet, düşünce ve tecessüs
tarzından başlayarak giyiniş şekline kadar hayatın bütün olaylarını içine alır.”455 Batı
medeniyetini bölünme kabul etmeyen yekpare bir sistem olarak algılayan Ağaoğlu’na göre
Batı medeniyetini üstün kabul ediyorsak, onu olduğu gibi ve bütünüyle almalıyız.456 Her ne
kadar Ağaoğlu’nun yukarıdaki düşünce ve iddialarını, 1919’da Malta’da tutsak iken ve
Türkiye’nin işgal altında bulunduğu, İslam dünyasının sömürgeleştiği şartlarda yazdığı ve
bunun bir teslimiyet psikolojisinin sonucu olduğu düşünülse bile, Sakal’ın da vurguladığı
gibi o, Cumhuriyet döneminde de benzer görüşleri savunmaya devam etmiştir.457 Ağaoğlu,
1928’in Ocak ayından 1929’un Şubat ayına kadar Türk Yurdu mecmuasında yayımladığı
“Medeniyette Vahdet”458 adlı toplam yedi sayılık yazı dizisinde bütün medeniyetlerin
birbirinden beslendiğini vurgulayarak, esasen bir medeniyetten başka bir medeniyete geçişi
452 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 143-144. Krş., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-88. 453 Ağaoğlu, “Türk Hukuk Tarihinde Usul”, İnsan, C. I, S. 3, 1938, s. 185, Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey,
s.152’den naklen. 454 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, s. 152. 455 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 3-4. 456 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 13. 457 Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, 318. dipnot, s. 153. 458 Ağaoğlu Ahmed, “Medeniyette Vahdet”, TY, C. 21/7, S. 195/34, Ocak 1928, TY (Tutibay), C. 13, ss. 41-45;
“Medeniyette Vahdet (2)”, TY, C. 21/7, S. 196/35, Şubat 1928, TY (Tutibay), C. 13, ss. 87-90;
“Medeniyette Vahdet (3)”, TY, C. 21/7, S. 197/36, Mart 1928, TY (Tutibay), C. 13, ss. 134-136;
“Medeniyette Vahdet (4)”, TY, C. 21/7, S. 198/37, Nisan 1928, TY (Tutibay), C. 13, ss. 201-204;
“Medeniyette Vahdet (5)”, TY, C. 21/7, S. 199/38, Mayıs 1928, TY (Tutibay), C. 13, ss. 253-257;
“Medeniyette Vahdet (6)”, TY, C. 22/8, S. 205/44, Kasım 1928, TY (Tutibay), C. 14, ss. 218-220;
“Medeniyette Vahdet (7)”, TY, C. 23/3, S. 206-208/12-14, Şubat 1929, TY (Tutibay), C. 15, ss. 4-6.
263
doğal bir durum olarak göstermek eğilimindedir. Bu sebeple yeni rejimin bütünüyle Batı
medeniyetine yönelmiş olması Ağaoğlu açısından makbul bir siyasi tercihtir.
Dünyada üç büyük medeniyet kurulduğunu belirten Ağaoğlu, bunlardan İslam ve
Buda-Brahma medeniyetlerinin Batı medeniyeti karşısında maddi ve manevi bütün
alanlarda yenilmiş olduğunu vurgular. Ona göre yenilenler yenenleri taklit etmek
durumundadırlar. Dolayısıyla bu iki medeniyet mensupları için Batı medeniyetinin şahsiyet
ve özelliklerini kabul edip onun iradesine tabi olmak gerekir. Özellikle toplumsal, siyasi,
teknik alanlarla eğitim ve öğretimde Batı medeniyetini benimsemekten başka çare yoktur.
Avrupa medeniyetiyle araya mesafe koymak yıkılıp yok olmak demektir.459
Ağaoğlu’nun medeniyet transferi eklektik değildir. Bir medeniyet üstünse bunu
sadece şu ya da bu kurumlarıyla başarmış değildir. Bu başarıda o medeniyetin bütün
kurumlarının payı vardır. Dolayısıyla yeni bir medeniyet benimsenecekse o medeniyetin
müesseseleri süzgeçten geçirilmeksizin bütünüyle alınmalıdır.460 Batı, hayatın bütün
alanlarında bizi geçmiştir. Bundan kurtulup varlığımızı devam ettirmek için bütün zihniyet,
ruh ve yaşantımızla galip olan Batıyı taklit etmeliyiz. Bunun haricinde kurtuluş yoktur.461
Değilse sadece Avrupa sanayisini alıp Endüstriyalizmden ve Sosyalizmden kaçınmak
mümkün olmadığı gibi birbirinin gerekli parçaları olan diğer alışlar da böyledir. Bir yandan
düşünce ve fikir hürriyetinden bahsederken diğer yandan falan ya da filan husustan bahs
olunmamasını istemek meseleyi anlamamak veya samimiyetten uzak olmak demektir.462
Medeniyet değişikliği durumunda milli şahsiyetin ve milli kültürün ne olacağı
meselesi de aydınlarımızın önemle üzerinde durdukları bir husustur. Ancak Türkçü aydınlar
bu konuda çok da endişeli veya kötümser bir tavır sergilemezler. Zira her biri farklı
gerekçelerle milli kültürle yeni medeniyet öğelerinin bir arada ve uyumlu bir şekilde yer
alabileceği kanaatindedirler. Ağaoğlu’na göre Avrupa medeniyetinin ya da başka bir
medeniyetin benimsenmesi durumunda milli şahsiyeti kaybetmek gibi bir tehlike söz
konusu değildir. Çünkü zaten hâlihazırda sahip olduğumuz maddi-manevi bütün kültür
unsurlarını ve milli değerleri de daha öncekilerin yerine başka milletlerden transfer
etmişizdir. Milletlerin tarihinde değişmeyen, ölümsüz ve ilelebet aynı kalan herhangi bir şey
yoktur. Milli kimliği oluşturan dil, din, hukuk ve gelenek gibi unsurlar zaman ve mekâna
459 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 9-11. 460 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 11. 461 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 13. 462 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 12.
264
bağlı olarak değişebilir olduğundan, Batıyla bütünleşme çabasında ciddi herhangi bir engel
yoktur. Batılılaşmanın şimdiye kadar tam manasıyla başarılamamış olması, Batı
medeniyetinin bir bütün olarak benimsenmemesinden kaynaklanmıştır.463
Ağaoğlu için, günümüzün popüler meselelerinden olan “küreselleşme”nin ilk
müjdecilerinden biridir, denilebilir. Zira o bundan yaklaşık yüz yıl önce küreselleşmenin
bazı değer ve özelliklerine değinmiştir. Ona göre, bir toplumda üretilen herhangi bir şey
bütün insanlığın ortak malıdır. Latinler’in: “İnsanım, insani hiç bir şey bana yabancı
değildir”, sözü evrenselliğe vurgu yapar ve bu hakikati dile getirir. Şüphesiz her millet
kendine ait bir şahsiyet taşır ve diğer milletlerden ayrılır. Ancak bu şahsiyet hiçbir şekilde
belirli ve mutlak bir ahlak, hukuk, mimari veya estetik tarzla kayıtlanmış değildir. Her bir
toplum bütün bunları kendi gelişim seviyesine göre idrak eder. Bu unsurlar karşılıklı
etkileşimle bir toplumdan başka bir topluma aktarılabilen içeriklere sahiptir. Bir insana,
insani hiçbir şey yabancı değildir. Donmuş; her şeyiyle muhafazakâr ve değişmeyen bir
milletten bahsetmek mümkün değildir.464 Her insani değer hemen herkesin malıdır. İşe
yarayan bir şey her yerden alınabilir. Bu alış kimseye şahsiyetini kaybettirmez. Aksine
şahsiyetin yeni kazanımlar elde etmesini sağlar. Çünkü şahsiyet, mahiyeti bakımından
kendine özgüdür. Hiçbir şartla kayıtlı değildir. Her millet sonradan elde ettiklerini farkında
olmaksızın, şuursuz olarak benimser.465
Küreselleşmenin ilk müjdecilerinden biri olarak nitelendirdiğimiz Ağaoğlu, Batı
medeniyet dairesine girmek adına, geleneksel İslamiyet’in değerlerini reddetmiş ve milli
değerlerin çoğunu da vazgeçilebilecek unsurlar olarak düşünmüştür. Dikkat edilsin,
İslam’ın kendisini değil, gelenekteki İslamlaşmış öğreti ve uygulamaları reddetmiştir. Zira
bu değerler en azından tarihi süreçte kendi asli mecrasından koparıldıkları için mevcut
içerikleriyle ilerleme ve gelişmenin önünde birer engeldir. İslam düşüncesinde bireyin
topluma feda edilmesi ve muhtelif nedenlerle özgür düşüncenin sindirilmesi medeniyetin
önündeki en büyük sorunlardan biridir.466 Öncelikle kişilik sahibi bireylerin yetiştirilmesi
gerekmektedir. Bu amaçla toplumsal yapının temel kurucu unsurları olan aile, okul ve
devlet gibi kurumların köklü bir yapısal dönüşümü sağlanmalıdır. Bireyi ve liberal
463 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 9-14. Krş., Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 140. 464 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 15. Ayrıca Ağaoğlu’nun daha önce geçen, “Medeniyette Vahdet” adlı
makalelerine bkz. 465 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 16. 466 Doğuda karizmatik şahsiyetlere verilen önem, kapalı cemaat ve aile hayatı, itaat ve miskinlik kültürüyle
bencillik, bu tür engellerin diğer örnekleridir. Bkz., Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 79-98.
265
düşünceyi medeniyetin temel taşıyıcısı yapan Batılı anlayış, her yönüyle benimsenip
içselleştirilmelidir.467
Malta’daki sürgün yılları esnasında Batı medeniyetinin her yönüyle üstün olduğunu
iyice içselleştirip, bu medeniyetin bütün unsurlarıyla benimsenmesini isteyen Ağaoğlu, bu
düşüncelerini sonraki dönemde de savunmuştur. Cumhuriyet rejiminin nitelik ve
önceliklerinin Ağaoğlu’nun medeniyet tasavvuruyla örtüşüyor olması da onu, fikirlerinin
arkasında durmaya teşvik etmiştir.468
Gökalp de Ağaoğlu gibi her bir medeniyetin kendi sistematiği ve bütünlüğü içinde
değerlendirilmesi gerektiğini belirtir. Bu nedenle herhangi bir medeniyet iktibas edilecekse
bütün unsurlarıyla birlikte kabul edilmelidir. Her medeniyetin sınırlarını tayin eden coğrafi
alanlar olduğu gibi, her medeniyetin sistemi de farklıdır. Her medeniyetin başka bir mantığı,
başka bir estetiği, başka bir hayat anlayışı vardır. Dolayısıyla bir medeniyeti bütün
unsurlarıyla kabul etmek gerekir. Onun bir kısmını alıp bir kısmını almamak olmaz. Alınsa
bile mevcut medeniyete uyumu kolay olmaz. Medeniyeti de dışından değil, din gibi içinden
almak gerekir. Medeniyet de tıpkı din gibidir. Ona da öncelikle inanmak ve kalben
bağlanmak gerekir. Oysa bu noktayı iyi anlamayan Tanzimatçıların, Avrupa medeniyetini
sadece şeklen ve dış görünüşüyle taklit etmeleri, bu sebeple başarısız olmuştur. Ayrıca
medeniyetlerin tarihsel gelişme süreçleri birbirinden bağımsızdır. Her medeniyetin başı ve
sonu vardır. Ancak medeniyet zümreleri kültürel zümrelerden daha geniş oldukları için
ömürleri de kültürel zümrelerden daha uzundur.469
Gökalp’e göre de milletler medeniyet değiştirebilirler. Bir millet geliştikçe ve
ilerledikçe yani tekâmülünde yüksek seviyelere çıktıkça medeniyetini de değiştirmek
zorunda kalır. Örneğin Japonlar, son asırda Uzakdoğu medeniyetini terk ederek Batı
medeniyetine girmişlerdir. Medeniyet değişikliğinin bir başka örneği Gökalp’e göre
Türklerde görülür. Milletimiz toplumsal gelişiminin üç farklı aşamasında üç farklı
medeniyet dairesinde yer almıştır. Kavmî devlet hayatı yaşarken Uzakdoğu medeniyetine
mensup olan ecdadımız, sultanî devlet devrinde Doğu medeniyeti dairesinde yer almıştır.
Milli devlet aşamasına gelindiğinde ise Batı medeniyetine dahil olmak için büyük bir eğilim
ve istek oluşmuştur.470
467 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 78-88. 468 Özcan, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, s. 147-148. 469 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 49. 470 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 50.
266
Gökalp'in düşünce dünyasında Batı medeniyetine olan bu ilgi ve teveccüh
kaçınılmazdır. Zira yüzyıllar boyunca Avrupa’yla İslam dünyası arasında medeniyet
açısından çok büyük bir fark bulunmadığı halde son asırlarda bu durum İslam dünyası
aleyhine bozulmuştur. Avrupa’da iş bölümü ve uzmanlaşma gelişmiştir. İnisiyatif sahibi
özgür birey ön plana çıkmış; ruhların bünyesi değişmiştir. İnsan zihni ve ruhu, köklü bir
değişikliğe uğramış; eski insanlara hiç benzemeyen hür düşünceli, ideal ve ülkü sahibi
bireylerden oluşan bir toplum teşekkül etmiştir. Bu derin zihni ve sosyal inkılâp, çağdaş
yeni bir medeniyeti başlatmış ve beraberinde sanayi ve endüstri devrimini
gerçekleştirmiştir. Doğuda ise bunların hiçbiri gerçekleşmemiş; Şark medeniyeti Ortaçağda
kalmıştır.471
İslam âleminin özellikle de milletimizin Batı medeniyeti karşısında bilhassa
teknikte, sanayide ve bilimde geri kalmış olmasını, dini ve vatani açıdan tehlikeli gören
Gökalp’e göre bu durumdan kurtuluşun tek çaresi bilim, sanayi, askerlik, hukuk vb.
alanlarda bütünüyle Avrupa medeniyetine girmektir.472 Değilse Tanzimat ricali gibi Avrupa
medeniyetini yarım yamalak transfer etmek veya üretmeden sadece tüketim tarzını
benimsemek bizi düzlüğe çıkarmayacaktır.473
Ağaoğlu’nda olduğu gibi Gökalp’te de Avrupa medeniyetini üstün yapan onun şu
ya da bu parçası değildir. Onu üstün ve başarılı kılan bütün parçalar ve bu parçaların
birbiriyle olan uyumudur. Bu nedenle Batı medeniyetinin belirli kısımlarını alıp kendi
medeniyetimize aşılamaya çalışmak beyhude bir gayrettir. Doğu medeniyeti ile Batı
medeniyetinin terkibi mümkün değildir. Çünkü sistem ve prensipleri farklı olan bu iki zıt
medeniyet birbiriyle uyuşmaz.474
Gökalp, Osmanlı toplumsal yapısında medeniyet, terbiye ve zihniyet olarak
birbirinden farklı üç sınıfın bulunduğunu belirtir. Bunlardan çoğunluğu oluşturan halk,
Uzakdoğu medeniyetinden hala tam anlamıyla çıkamamıştır. Medreseliler ise Şark
medeniyetinde yaşamaktadır. Sadece modernizme aşina mektepli sınıf, Batı
medeniyetinden bazı erdemlere ulaşabilmiştir. Bir milletin bu şekilde üç farklı zihniyet
yapısı ve terbiye usûlüyle bir arada yaşaması mümkün değildir. Bu durumda yapılması
gereken medeniyetleri birleştirip bire indirmektir. Gökalp’e göre bu yapıldığı takdirde
471 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 56-57. 472 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 58-59; Tansel, Z. Gökalp Külliyâtı-II, s. 79. 473 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 59. 474 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 59-60.
267
maarif ve pedagoji de kendiliğinden yeknesak bir hal alacak; millet ruhen ve fikren
homojen ve bütünlüklü bir yapıya kavuşmuş olacaktır. Ona göre bu sürecin yol haritası,
kendisinin “içtimai ilmihal” olarak nitelediği sosyolojik çözümlemelerdir. Bunun da en
başta gelen ilkesi aynı anda “Türk milletinden(im), İslam ümmetinden(im), Garp
medeniyetinden(im)” olabilmenin imkânını göstermektir.475 Gökalp’e göre yeni bir
medeniyet inşası için öncelikle doğru ve sağlam bilgilere ihtiyaç vardır. Bunun için akıl,
kalp ve vicdanlar eski terbiye, inanç ve alışkanlıklardan temizlenmelidir. İslam dünyasında
Gazali ve Batı’da Descartes tarafından yeni bir felsefî anlayış ortaya konulurken yapılan
budur. Ona göre Meşrutiyetin özü, mantığın hâkim olmasıdır. Bu mantık ise insanlığın
aklıselimidir ve tek tek fertlerde değil de bütün bir toplum da gerçekleşirse anlamlıdır.476
Gökalp, Meşrutiyet’in ilanından sonra, İttihat ve Terakki mensuplarına, öncelikli
hedef olarak “terakkî-i medeni”yi gösterir.477 Zira Medeniyet için siyasi inkılâbın (II.
Meşrutiyet) yanında içtimai bir inkılâp gereklidir. Bunun yolu ise zihinleri değiştirmek,
asırlarca süren toplumsal alışkanlıkları bir süzgeçten geçirmekle mümkündür.478 Ona göre
ilerleme yolunda benimsenmesi gereken metot taklit değil, orijinal olmalıdır. Taklitle
gerçekleşecek terakki kısa süreli olduğu halde yaratıcı ve üretken bir temele yaslanan
orijinal bir terakki, uzun süre yaşamaya (hayat-ı medîdeye) namzettir. İttihat ve Terakki
Fırkası’nın kalkınma ve ilerleme yolundaki diğer bir hedefi ise, Doğunun/İslam’ın manevi
feyiz ve kıymetleriyle (füyûz-i maneviyyesiyle) Batının maddi kazanımlarını (kemâlât-ı
mâddiyyesini) aynı potada buluşturacak orijinal bir kalkınma (terâkkî-i mübdiâne) hamlesi
olmalıdır.479
Gökalp, toplumsal ihtiyacın zorlaması ve Meşrutiyet’in sağladığı imkânlarla yeni bir
hayat kurgular. O, bu noktada yeni bir medeniyet oluşturmanın sancısı içindedir. Bu “Yeni
Hayat” kurgusunu vefatına kadar anbean inşa eder; yeniler, düzeltir. Ancak bu kurguda
değişmeyen tek şey Yeni Hayatın Türk, İslam ve Muasır medeniyetten oluşan üçlü bir
temayla tasarlanmış olmasıdır: “Yeni hayat demek “yeni iktisat, yeni aile, yeni bedâet, yeni
felsefe, yeni ahlak, yeni hukuk, yeni siyaset” demektir. Eski hayatı değiştirmek, iktisadi,
ailevi, bedii, felsefi, ahlaki, hukuki, siyasi, hususiyetleriyle yeni bir yaşayış yaratmakla kabil
475 Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 62-63. 476 Gökalp, Makaleler I, s. 62. 477 Gökalp, Makaleler I, s. 62. 478 Gökalp, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, C. II, S. 8, 26 Temmuz 1327/8 Ağustos 1911, s.
138-141; Makaleler II, s. 40. 479 Gökalp, Makaleler I, s. 64-65.
268
olabilir.”480 “Yeni Hayat” bilgiyi ve bilimi temel alarak, vatanın ve milletin önceliklerini
gözetmelidir. Medeniyetin hazır ve basmakalıp yaşayış ve kuralları yerine, kendi
milletimizin yaşayışına uygun kaide ve kurallarla inşa edilmeli; Yeni Hayat, milli bir
medeniyet olmalıdır.481
Gökalp “Yeni Hayat”ı, gayesi ve programı belli olmayan ancak usûlü olan bir tarzda
kurgular. Sosyalizm ve feminizm gibi hayali cennet tasavvurları bulunan siyasi-toplumsal
hareketleri eleştirerek; bunların temsilcilerinin tasavvur ettikleri hayali cennetlerden
zamanla uzaklaştıklarını söyleyerek; kendisinin kurguladığı “Yeni Hayat”ın önceden bir
gayesinin olmayacağını, belli bir usûl dairesinde yol alarak, hareketin kendi hedefini
bulacağını ifade eder. Bu ifadeler bize, Gökalp’in temelde çoğu kere olayların akışını takip
ettiğini ve bu minvalde düşünce üretimi yaptığını göstermektedir. Başka bir anlatımla
tümevarım metodunu yani deneyci, terkîbî bir metodu benimsediğini söyleyebiliriz.
Epistemolojinin rasyonel/akılcı anlayışı olan tümdengelim ise ikinci plandadır. Yeni
Hayat’ta takip edilecek sistem modern bir sistem olacaktır. Örneğin “iktisadi hayatta küçük
sanatlara tenezzül etmeyecek, doğrudan doğruya fabrikacılığa teşebbüs edeceğiz. Denizlere
hâkim olmak için ticaret gemilerinin en büyüklerini yapıcağız. İçtimai hayatımız, cemaat
esasına değil, hür iradelerin mahsulü olan dayanışma ve yardımlaşma esaslarına istinat
edecek. Medeni hayatın her safhasında en yeni nazariyelerden ve hakikatlerden istifade
edeceğiz.482
Gökalp, yukarıdaki düşünceleriyle yeni bir medeniyet tasavvur ve inşası yolunda
mevcut siyasi ve toplumsal karışıklıktan çıkabilmesi için Türklüğün önüne hem bir mefkûre
koymak hem de Türklüğe yeni bir özgüven aşılamak ister. Ona göre: “Türk zekâsı başka
zekâlar gibi tefessühe [bozulmaya] başlamamış, Türk hassasiyeti başka hassasiyetler gibi
kadınlaşmamış, Türk iradesi başka iradeler gibi zayıflamamıştır. İstikbalin hâkimiyeti Türk
şekîmesine mev’ûddur [geleceği şekillendirmek Türklere vaat edilmiştir/Türklerin elindedir].” ve
“Alman filozofu Nietzsche’nin tahayyül ettiği fevkalbeşerler [üstün insanlar] Türklerdir.
Türkler her asrın “yeni insanları”dır. Bundan dolayıdır ki, yeni hayat bütün gençliklerin
anası olan Türklerden doğacaktır.”483
480 Gökalp, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Makaleler II, s. 41. 481 Gökalp, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Makaleler II, s. 44-45. 482 Gökalp, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Makaleler II, s. 43-45. 483 Gökalp, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Makaleler II, s. 46.
269
Yusuf Akçura da diğer Türkçü aydınlar gibi yeni bir medeniyet tasavvurunda
Batı’nın zihniyet, düşünce ve tekniğinden istifade edilmesi taraftarıdır. Bunun için öncelikle
eğitim ve öğretimle bilgi ve bilimin yaygınlaştırılması gerekmektedir. Ona göre bilimsel
düşünce özgür bir ortamda gelişir ve ilerler. Düşüncenin her çeşidi eleştiriye açık olmalıdır;
değilse dini bir dogma haline gelir. Batı medeniyetinin temelinde bu tür metodik
yaklaşımlar mevcuttur. Akçura’ya göre her ne kadar manevi değerler açısından bir Doğu-
Batı kıyaslaması yapılabilirse de bu, mevcut durumu değiştirmemektedir. Zira Batı dünyası
sahip olduğu imkânlara ve mevcut kurumlarına dayanarak birkaç yüzyıldır Doğuya karşı
üstünlük sağlamakta ve ona hükmetmektedir. Bugün de durum aynıdır. O halde ilerlemek
isteyen milletler şu hakikati bilmek zorundadır: “Batının maddi ve manevi medeniyetinin
özelliklerinden biri maarifin yayılmasıdır.”484
Fransa’da öğrenim gördüğü yıllarda Batı Avrupa’daki toplumsal dinamizm
Akçura’nın dikkatini çekmiştir. Bu nedenle kaleme aldığı ilk yazılarındaki anahtar
kavramlardan biri “inkılâb-ı içtimaî”dir. Ancak Tanzimat dönemi uygulamalarıyla Genç
Osmanlılar ve akabinde Jön Türklerin yapmaya çalıştıkları yeniliklerin hepsi daha çok şeklî
ve siyasal düzenlemelerdir. Oysa yapılması gereken zihniyet reformudur, toplumsal
inkılâptır. Baskı zoruyla ve bugünden yarına kısa sürede yapılacak plansız ve programsız
inkılâplar toplumsal kargaşaya neden olacağı için bu tür sosyal değişim ve dönüşümler
öncelikle zihinlerde gerçekleştirilip zamana yayılmalıdır.485
Akçura’ya göre fiziki âlemde canlılar arasında görülen nedensellik yasalarının bir
benzeri toplumsal hayatta da mevcuttur. Bu yasaları bilip bunlara uygun hareket edilmediği
sürece ilerleme ve kalkınma mümkün değildir. Batı medeniyetinin temelinde tabiatla
mücadele ve onu hâkimiyet altına almak esastır. Aynı “mücadele” dinamizmini Müslüman
toplumlar da göstermelidir. Yaşamak için mücadele etmek gerekir.486 “Yaşamak için
mücadele” gibi Darwin’in iddialarıyla bunların tarih ve toplum alanında fonksiyonel
olduğunu savunan Spencer ve Tain’in tezlerini benimsediği görülen487 Akçura’ya göre
millet, bireyler arasında ve toplumsal sınıflar arasında var olan çatışma ve mücadelenin özel
484 Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 391. 485 Akçuraoğlu Yusuf, “Rusya İhtilaline Dair”, Şûrâ-yı Ümmet, 1 Eylül 1321/14 Eylül 1905, s. 2-3;
Akçuraoğlu Yusuf, “Rusya İhtilaline Dair”, Eski Şûrâ-yı Ümmette Çıkan Makalelerimden, İst., Tanin
Matbaası, 1329/1913, s. 48-50. 486 Akçuraoğlu Yusuf, “Şark Meselesine Dair”, Şûrâ-yı Ümmet, 31 Kanunievvel 1318/13 Ocak 1903, s. 27-34;
Akçuraoğlu Yusuf, “Şark Meselesine Dair”, Eski Şûrâ-yı Ümmette Çıkan Makalelerimden, İst., Tanin
Matbaası, 1329/1913, s. 35-42. 487 Özcan, Bir Pozitivizasyon Örneği Türk Milliyetçiliği ve Din, s. 53.
270
bir biçimidir. “Tarih-i beşeriyet [insanlık tarihi] sınıfların kavgasından başka bir şey değildir.
Ve tarih-i beşeriyette görülen bu kavga-yı sunûf da [sınıf kavgası da] bütün zevi’l-ervâhın
[canlıların] hayatında meşhûd [görülen] kavga-yı hayatın [yaşama mücadelesinin] bir hal-i
hususisinden [özel bir halinden] ibarettir.”488 Netice olarak bir nevi “Sosyal Darwincilik”
temayülü, Akçura’nın hemen bütün eserlerinde başvurduğu anahtar bir temadır.489 Onun
mücadele, kuvvet, birlik ve beraberlik mefhumlarına yaptığı vurgu, “Üç Tarz-ı Siyaset”te
de görülmektedir.490
Batı medeniyetinin üstünlüğünü kabul eden ve bu medeniyetin transfer edilmesini
gerekli gören Akçura’ya göre Türk milletini de sırf savaş ve fütuhat yapmak için yaratılmış
bir millet olarak görmek yanlıştır. Türk milleti ta eski çağlardan beri yüksek bir medeniyetin
temsilcisi olmuştur. Oysa Avrupa, İslam öncesinde ve sonrasında gayet ilkel şartlarda ve
yarı vahşiyane bir hayat sürmüştür. Türklerin ilk ve ortaçağlarda göçebe ve istilacı bir
toplum olduğu iddiası doğru değildir. Türklerin o dönemlerdeki medeniyetlerinin
yüksekliği, Orhun Abideleri gibi tarihi belgelerle kanıtlanmıştır. Hatta Türkler medeniyet
kuran ilk kavimlerden olup, bu medeniyet meşalesini yüzyıllar boyunca taşımışlardır.491 Ne
var ki 15. yüzyıldan itibaren durum tersine dönmüştür. Bilim, din, sanat, ekonomi, teknik
gibi alanlarda yeni bir zihniyet geliştiren Batı medeniyeti, 19. yüzyıla gelindiğinde hemen
her bakımdan üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Akçura’ya göre Batı medeniyetinin üstünlüğü
tartışmasız olduğu gibi Batıya yetişmek için onlardan istifade etmek de kaçınılmazdır.
Ancak Batının sadece tekniğini alalım anlayışı eksik ve yanlıştır. Zira bir taraftan
Avrupa’dan demiryolu köprüsü ve havada uçma makinesi yapmayı öğrenmek isteyip de
diğer taraftan Avrupalıların düşünme tarzına; onların yöntem ve becerisine karşı çıkmak
akıl kârı değildir.492 Batı medeniyetinin arka planında yer alan düşünce sistemi
öğrenilmelidir. Çünkü teknik alanda Zeppelin ve Bleriot’ya493 çırak olunmak isteniyorsa
488 Akçura, “Portekiz İhtilali Münasebetiyle”, Sırât-ı Müstakîm, 8 Teşrinievvel 1326/21 Ekim 1910, C. 5, S.
111, s. 120. 489 Özcan, Bir Pozitivizasyon Örneği Türk Milliyetçiliği ve Din, s. 55. 490 Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, çeşitli sayfalar. Örneğin, “Osmanlı Devletinin hakiki kuvveti, günümüzdeki
coğrafi şeklini korumakta mıdır?”, s. 27, “İslam Birliği politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup
olmadığı, (…).”. s. 31, “Bir zaman geldi ki, İslam’ın kuvveti en aşağı noktasına doğru inmeye başladı.”, s.
32, “Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber, İslam hala pek güçlüdür.”, s. 32, “Türk birliği
siyasetindeki faydalara gelince, (…).”, s. 33. 491 Akçura, “Birinci Türk Tarihi Kongresi”, Ülkü Mecmuası, C. 1, S. 1, Şubat 1933, s. 26; Krş., Kemal
Şenoğlu, Yusuf Akçura: Kemalizmin İdeoloğu, Kaynak Yay., İst., 2009, s. 101. 492 Temir, Yusuf Akçura, s. 68. 493 Ferdinand von Zeppelin (1838-1917); Alman mucit ve uçak üreticisidir. Zeplini icat etmiş ve ona adını
vermiştir. Louis Charles Joseph Blériot (1872-1936) ise Fransız pilot, mucit ve mühendistir.
271
öncelikle bilimsel ve felsefi anlamda Kant ve Comte’un öğrencisi olmak gerekir.494
Medeniyet tecezzi kabul etmez bir bütündür ve onu maddi ve manevi kısımlara ayırmak
doğru değildir.495
Akçura, Doğu toplumlarının Batı’nın esaretinden kurtulabilmeleri ve Batı’ya
yetişebilmeleri için öncelikle iyi bir eğitim almaları gerektiği kanaatindedir. Çünkü eğitim-
öğretimsiz bir medeniyet inşası er geç mağlubiyetle sonuçlanacak beyhude bir çabadır.496
Akçura’nın medeniyet yolunda eğitim ve öğretime verdiği önem, onun Türk Yurdu
mecmuasındaki yazılarında açıkça görülür.497 Ona göre Maarif alanında ilerlemeyi
sağlayabilecek eğitim anlayışı öncülüğünü İsmail Gaspıralı’nın yaptığı “Cedidçi” eğitim
modelidir.498 Eğitim kurumlarında dini eğitimin yanı sıra beşeri ve pozitif bilimlere de yer
verilmelidir.499 Bu bağlamda Osmanlı Türkleri medeniyet yolunda Rusya Türklerini örnek
almalıdırlar.500 Zira Rusya’da yaşayan Türkler medeniyet olarak Osmanlı Türklerinden daha
ileridir. Bilhassa iktisadi, sosyo-kültürel ve milli bilinç seviyeleri açısından daha iyi
durumda olan Rusya Türkleri, Türk dünyasının birlik ve bütünlüğü için daha fazla gayret
sarf eden, Türk tarihi ve geleneğine önem veren; kadınlara daha fazla özgürlük tanıyan
dindar insanlardır.501
Bir diğer aydınımız Şemsettin Günaltay’a gelince o, medeniyet inşasında milli
kültür ile medeniyeti uyumlu bir şekilde birbiri içinde eriterek yeni bir senteze ulaşma
gayreti içerisindedir. Ona göre ne halkına yabancı, kendi öz değerlerinden habersiz ve
Avrupa hayranlığıyla dinden ve milliyetten uzak kalmayı bir marifet sananlar ne de her
türlü yeniliğe karşı çıkarak gerçek İslam’dan habersiz, hurafeleri din zannedenler
öykünmeye değerdir. Her iki kesim de yanlış yoldadır.502 Yapılması gereken, kültürel
yozlaşmanın engellenmesi, milli bir asabiyetin canlandırılmasıdır.503
494 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 104. 495 Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931)Üzerine Bir İnceleme, s. 504. 496 Akçura, “Medreselerin Islahı”, s. 5-9; Krş., Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri s. 147-148. 497 Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931)Üzerine Bir İnceleme, s. 504. 498 Mevlüt Uyanık, Üç Tarz-ı Siyaset: Bir Üst Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik, Metropol Yay., İst., 2003,
s. 102-105. Ceditçilik, 18. yüzyılın sonlarına doğru Kazan’da başlamıştır. Öncelikle dini alanda, sonrasında
ise eğitimde yeni söylem ve fikirler olarak ortaya çıkmıştır. Bkz., İbrahim Maraş, “İdil Ural Bölgesi
Müslümanları ve Ceditçilik Düşüncesi”, SDÜ İlahiyat Fak. Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyet’e
Katkıları Sempozyumu (31 Mayıs- 1 Haziran 2007), Isparta, s. 569-570. 499 Akçura, “Alâim-i İnkılâb”, Sırât-ı Müstakîm, C. 5, S. 112, 15 Teşrinievvel 1326/28 Ekim 1910, s. 129-131. 500 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s.148. 501 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s.101. 502 Günaltay, Hurâfâttan Hakikate, s. 121. 503 Günaltay, Zulmetten Nura (1341), s. 126.
272
Günaltay’a göre yeni Türkiye’nin Türk-İslam kültürü çerçevesinde çağdaş
medeniyete sarılması gerekir. Zira takip edilen gelenekler milleti uyuşturmuş ve ilerleme
damarlarını kurutarak onları bedenen ve fikren felç etmiştir. Başkalarını taklit ise milli şuura
zarar vermek, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmaya ket vurmak ve millet fertleri arasına
nifak sokmaktan başka bir işe yaramamıştır. Öyleyse doğru olan yol çağdaş medeniyetin
değerlerini milli benliğimizle uygun hale getirip, benimsemektir. Çağdaş bilim ve fenler,
milli ve dini öğelere uygun bir şekilde aşılanırsa çağdaş bir Türk-İslam medeniyeti ortaya
çıkabilecektir.504 Kurtuluş, çağın bilim, fen ve sanayisini edinmekten geçer. Kurtuluş, Türk-
İslam kültür çerçevesine uyarlanmış çağdaş medeniyetten geçer. Türkleşmek, İslamlaşmak
ve muasırlaşmak birbirine zıt olmayıp, bilakis birbirini gerektiren ve biri diğerine destek
olan toplumsal siyaset türleridir.505
Tembellik, atalet ve cehaletin Müslüman toplumları geri bırakan öğeler olduğunu
ifade eden Günaltay, bu durumdan kurtulmanın çaresi olarak da ilim, irfan ve eğitime önem
verilmesini ister.506 “Bizi yükseltecek ve kurtaracak bilgiler; ne Lamartin [Alphonse de
Lamartine, 1790-1869]’le Alfons Dode [Alphonse Daudet, (1840-1897)]’nin mukayesesi, ne Darwin
[Charles Robert Darwin, 1809-1882] nazariyesi, ne de Hegel’in [Georg Wilhelm Friedrich Hegel, 1770-
1831] insanın maymuna tekâmül ettiği şeklindeki iddiasını teyid için ikisi arasında
düşündüğü yaratığın isimleri, ne de skolâstik hurâfelerdir. Ülkeyi yükseltecek eğitim,
çocuklarımızı hayat mücadelesine karşı her hususta donatabilen eğitimdir. (…) Yeni
Türkiye’nin eğitim programı, milli kültür, medeni hayat programı olmalıdır.”507
Çağdaş olmak demek; Batılı bir zihin ve düşünüşe sahip olmak demektir. Batı’yı
geliştiren ve ilerleten araç-gereçleri edinmektir.508 Yoksa milli ve dini kimliği tamamen
bırakıp görünüş ve şekil olarak Avrupalıya benzemek değildir.509 Aynı anda hem dindar
Müslüman hem de çağdaş ve medeni olmak mümkündür. İslam, medeniyete muhalif
değildir.510 Günaltay’a göre medeniyet değişikliği mümkündür ancak bu hemen bugünden
yarına kısa sürede olabilecek bir şey değildir. Üstelik yeni medeniyetin esasları milli
504 Günaltay, Maziden Atiye, s. 290. 505 Günaltay, Maziden Atiye, s. 280-284. 506 Günaltay, Zulmetten Nura (1341), s. 37, 264; Günaltay, Maziden Atiye, s. 61-62. 507 Günaltay, Maziden Atiye, s. 315-316. 508 Günaltay, Zulmetten Nura (1341), s. 160. 509 Günaltay, Maziden Atiye, s. 283; Günaltay, Hurafattan Hakikate, s. 115. 510 İ. Agâh Çubukçu, “Şemseddin Günaltay’ın Dini Düşüncesi”, Ankara Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, 50. Yıl Özel
Sayısı, AÜ İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1973, s. 190; İ. Agâh Çubukçu, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe
Hareketleri, TTK Basımevi, Ankara, 1991, s. 213.
273
bünyeye uygun hale getirildikten sonra benimsenmelidir.511 Zaten köklü bir geçmişe sahip
milletlere başka bir medeniyeti yeni ve uygun bir form haline getirmeden benimsetmek
kolay değildir.512
Günaltay, medeniyetin en temel değeri olan bilgi konusunda da sentezden yanadır.
Bilindiği üzere bilginin kaynağı meselesinde vahyin dışında insan ürünü olarak rasyonalizm
ve amprizm olmak üzere iki temel yaklaşım söz konusudur. Ona göre, ne salt tümden gelim
yöntemini kullanan rasyonalist/spekülatif felsefe ne de salt tümevarımla bilgiye ulaşmayı
amaçlayan ampirist/pozitivist yaklaşım doğru bilgiyi vermez. Hakikat, bu ikisinin işbirliği
ve senteziyle elde edilebilir.513
Günaltay da Akçura kadar olmasa da hayatı bir mücadele ve çatışmadan ibaret
görür. Ona göre bu dünyada zayıflara yer yoktur. Bu, hayatın her alanında geçerli bir
kuraldır. Yaşadığı çağın ihtiyaç ve gereklerine uygun hareket etmeyen toplumlar parçalanıp
yok olurlar. Hayatta kalabilmek için bilgili olmak, kuvvetli bulunmak, servet sahibi,
müteşebbis ve çalışkan olmak gerekir.514
Sonuç olarak Türkçü aydınlar, ayrıntılarda farklı düşünmekle birlikte kültürde Türk,
medeniyette ise Batı’yı temel alan çağdaş milli bir devletten yana olmuşlardır.515 Bu durum
Gökalp ve Günaltay için bütünüyle geçerli olmakla birlikte Akçura ve özellikle de Ağaoğlu
için kısmen geçerlidir. Gökalp “kültürde milliyet, medeniyette beynelmileliyet” kaidesini
ayet gibi ortaya koymuş ve medeniyet sahasında inkılâpçı, kültür alanında ise muhafazakâr
olunması gerektiğini belirtmiştir.516 Ağaoğlu ise “medeniyet”i yekpare bir bütün olarak
değerlendirerek kültürel ve yerel öğeleri medeniyet içinde eritmiştir.517
511 Günaltay, “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sırât-ı Müstakîm, 18 Ağustos 1327/31 Ağustos 1911, C. 6, s. 402-
406; Günaltay, Maziden Atiye, s. 275. 512 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 272. 513 Günaltay, “Felsefe Dersleri: Medhal”, Sırât-ı Müstakîm, C. 6, S. 144, 26 Mayıs 1327/8 Haziran 1911, s.
216-218. 514 Günaltay, Zulmetten Nura, s. 39. 515 Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi, s. 210. 516 Gökalp, Makaleler IX, s. 39. 517 Ağaoğlu, Üç Medeniyet, s. 11.
274
7. DİN - EKONOMİ İLİŞKİSİ
Ekonomik davranış, insani varoluşun temel eylemlerinden biridir. Bir dinin
kurumsal istikrarı, içinde yaşadığı toplumun ekonomik yapısına uyum sağlamasıyla
mümkündür. Bazı durumlarda dini prensip ve ritüeller ekonomik sistemde belirli bir
değişim sağlayabilirler.518 Örneğin İslam’ın getirdiği faiz yasağı vahyin geldiği ilk toplumda
ve sonrasında ekonomik hayata müdahale etmiştir. Bazen de ekonomik gereklilik dini
hükümleri zorlayabilir. Bunun örneği de Osmanlı’daki vakıf sistemi veya para
vakıflarıdır.519 Yine ekonominin dine etkisi bağlamında Mekke döneminde inen ayetlerin
muhataplarından birinin zengin tüccar aristokratlar olması sebebiyle ayetlerin konuları da
kâr-zarar gibi ticari kavramlarla işlenmiştir.520 İslam’ın iktisadi hayatla ilgili bazı prensipleri
olmakla birlikte, onun iktisadi bir doktrin olmadığı malumdur. Dolayısıyla İslam
ülkelerinde iktisadi problemler çıktıkça bunları çözmek için İslam’ın belirli prensipleri
yanında, İslam dışı sistemlerde geliştirilmiş teorilere başvurulması söz konusu olmuş ve
olacaktır.521 İşte Türkçü aydınlar da bunu yapmış; Müslüman toplumların ekonomik
sorunlarının çözümü noktasında fikir üretiminde bulunmuşlardır.
Gökalp’e göre Türk unsurun ekonomik alanda yer almaması, Osmanlı’da kuvvetli
bir hükümetin kurulamayışının esas nedenidir. Çünkü herhangi bir millette iktisadi sınıflara
istinat eden hükümet gayet kuvvetli; memur sınıfına istinat eden hükümet ise zayıf olur.522
“Milli mefkûreden mahrumiyet Türkleri Milli iktisadiyattan mahrum ettiği gibi, lisanın
sadeleşmesine, güzel sanatlarda milli üslupların tekevvün etmesine de mani oldu.
Bunlardan başka, milli bir mefkûre olmadığı için şimdiye kadar Türk ahlakı da ferdi ve
ailevi bir şekilde kaldı, tesanüt, hamiyet ve fedakârlık hisleri aile, köy ve kasaba muhitlerini
aşamadı. (…) Ümmet mefkûresi çok vâsi, aile mefkûresi çok dar olduğu için Türk ruhu
fedakârlık ve feragat hislerine istinatgâh yeri olacak zî-hayat ve şedit [hayat sahibi, dinamik ve
518 Günter Kehrer vd., Din Sosyolojisi, Türkçesi: M. Emin Köktaş-Abdullah Topçuoğlu, Vadi Yay., Ankara,
1996, s. 72-73. Max Weber’in konuyla ilgili artık alanında temel kaynaklardan biri olmuş çalışması
Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, dini inanç ve ahkâmın ekonomik hayatı etkileyebildiğinin klasik bir
örneğidir. Bkz., Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Türkçesi: Zeynep Aruoba, Hil Yay.,
İst., 1997.
519 Vakıflarla ilgi bilgi için bkz., Nazif Öztürk, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Genel
Müdürlüğü Yay., Ankara, 1983. Para vakıflarının hükmüyle ilgili bir risale için bkz., Tahsin Özcan, İbni
Kemal’in Para Vakıflarına Dair Risâlesi, İslam Araştırmaları Dergisi, S. 4, 2000, ss. 31-41. 520 Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yay., Ankara, 2000, s. 136. 521 Erol Güngör, İslâmın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yay., İst., 1989, s. 150. 522 Gökalp, TİM, s. 6.
275
kuvvetli] ahlaki bir ruhiyete yabancı kaldı. İktisadi, dini ve siyasi müesseselerimizin inhilali
[çözülüp dağılması] bunun neticeleridir.”523
Uzun süredir yaşanan acı tecrübelerin de gösterdiği gibi Gökalp’e göre artık Türkler
milliyet mefkûresinden yani Türkçülükten uzak durmamalıdırlar. Yoksa bu durum Osmanlı
Devleti’nin, onu oluşturan unsurların ve ayrıca Türklerin bizatihi kendi varlıkları için zararlı
ve tehlikelidir. Esasında Türkler milliyet mefhumunu, öteden beri bütün unsurları da içine
alır şekilde “devlet”le özdeşleştirdiklerinden, bütün varını yoğunu bu amaç uğruna sarf
etmişler ve böylelikle özellikle iktisadi ve içtimai alanlardaki hâkimiyet başka milletlerin
eline geçmiştir. Bu durum Türk’ü hiç rahatsız etmemiştir. Çünkü onun için önemli olan
Osmanlıdır. Memlekette iktisadi ve fenni sınıfların olması yeterlidir. Kendisinin bunların
dışında kalması önemli değildir. Bu anlayış neticesinde Türk unsur yalnızca memurluk ve
ziraat gibi meslek alanlarında istihdam edilmiştir. Gökalp’e göre çiftçilik, çobanlık,
rençberlik gibi meslekler yaratıcı amillerden uzak olduğu gibi memurluğun da üretimle
ilgisi yoktur. “Hâlbuki zihni melekelerin, irade ve seciyenin inkişaf ve tekâmülü [ortaya çıkıp
gelişmesi ve yükselmesi] sanayi, imalat gibi fa‘al meşgalelerle; ticaret ve serbest meslek gibi
iktirâhî hirfetlerle [yaratıcı mesleklerle] husule gelir. Bundan dolayıdır ki köylü ve memur
sınıflarına inhisar eden [sadece onlara dayanan] bir kavimden teşkilat yapmak iktidarı münselib
[iktidarı kaybettirir] olur. Hükümet idaresindeki beceriksizliğimiz, Balkan mağlubiyetine bâdî
[sebep] olan sevkulceyş ve levazım [ordunun sevk ve idaresiyle yiyecek, içecek, giysi, araç-gereç vb.]
hususlarındaki iktidarsızlığımız bu sebepten neş’et etmiştir.”.524
Ziya Gökalp’in iktisada ilgisi ve bu konuda yazdıkları bir iktisat felsefesi ya da
çözümlemesi olmaktan ziyade pratik amaçları gözeten düşüncelerden ibarettir. Ancak bu
hüküm, onun konuya ilişkin düşüncelerinin değerini azaltmaz. Belki diğer toplumsal
kurumlar yanında ekonomiye daha az eğildiğini gösterir.525 Gerçi onun konuya olan ilgisini,
daha Kasım 1907’de Diyarbakır’da yazdığı yazılarda görüyoruz. Memleketin içinde
bulunduğu eğitimsizlik ve akabinde yoksulluk onu çareler aramaya itmiştir. “Ticaret ve
523 Gökalp, TİM, s. 6-7. 524 Gökalp, TİM, s. 4-6. 525 Konuyla ilgili bir değerlendirme şöyledir: “Ziya Bey’in ekonomik meselelere dair görüşleri de dikkate
değer mahiyet taşımaktadır. Bütün içtimai meselelerde olduğu gibi, burada da onun problemin umumi
durumu ile ilgili görüşleri ile memleketin ekonomisine dair görüşleri kısmen muvazi ve kısmen karışık
olarak görülmektedir. Tabiatıyla, Ziya Bey, iktisadî meselelere bir iktisatçı gözü ve ölçüsüyle değil, bir
sosyolog görüş zaviyesinden yanaşmaktadır. Nazarî iktisadî tezi itibarıyla Ziya Bey, ne ferdiyetçiliği ve ne
de kollektivizmi tek başına benimser. O, daha ziyade, “Solidarizm” fikrini terviç eder.”. Bkz., Hans Freyer,
İçtimaî Nazariyeler Tarihi, Çeviren ve Yazan (Ekler): Tahir Çağatay, AÜ Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Yay., İkbal Matbaası, Ankara, 1977, s. 381-382. Bu görüş, kitabın 241-386. sayfaları arasında yer alan
“Ekler” kısmını telif eden Tahir Çağatay’a aittir.
276
san’atla meşgul akvamı bu babta muvaffak eden vasıflar nelerdir? Başlıcaları makineler ile
şirketlerdir. Makineler, az emekle çok iş gören cansız amelelerdir. Şirketler, az sermaye ile
büyük teşebbüslere girişen manevi şahıslardır.” diyerek, daha o zaman, küçük
sermayedarların bir araya gelerek şirketleşmelerini, makineleşmenin sağlanmasını salık
vermekte; henüz işin başında olanlar için devlet desteğinden; bugünkü anlamda
kooperatifleşmekten, şirketlerin memleketin uzak diyarlarında şubeler açmasından
bahsetmektedir.526
Gökalp’e göre ekonomi, sosyal kurumların en önemlilerinden biridir. Ekonomik
gelişmenin olmadığı bir toplumdan önemli çapta âlimlerin, sanatkârların, filozofların
çıkması mümkün değildir. Bir insanın bir taraftan mesleğini icra edip kendisini bilime,
sanata, felsefeye vakfetmesi, diğer taraftan geçimini sağlaması zordur. “İlim, sanat, felsefe
gibi faaliyetler ancak fıtri bir incizabla, deruni bir zevkle [doğuştan gelen bir alaka ve içsel bir
duyguyla] yapılacak işlerdendir. İlmi, sanatı, felsefeyi bir maişet vasıtası [geçim kaynağı]
yapmak isteyenler, âlim, sanatkâr, filozof olamazlar.” Benzer şekilde Gökalp, bizdeki
bilimsel çalışmalarda uzmanlaşmanın Avrupa’ya göre geri olmasını, ekonomik sebeplere
bağlar. İlim öğrenmek ve tahsil yapmak isteyenlerin geçim derdi olmamalıdır. Öte yandan
pek çok meselenin bağlı olduğu iş bölümünün gelişmesi alanında uzman kimselerin
yetişmesine katkı sağlayacak ve toplumsal kalkınmayı başlatacaktır. “İlimde, sanatta,
felsefede ihtisas mesleklerinin zuhuru da iktisat sahasındaki taksim-i a’malin inkişafına
bağlıdır.” Gökalp'in bu cümlelerinden şunu anlıyoruz ki dini alanda, İslam ilahiyatında
önemli çalışmaların yapılabilmesi için, bu sahada yer alacak uzman ve bilim insanlarının
maişet derdinin olmaması veya en aza indirgenmesinin gerekliliği açıktır. Şu cümleler ona
aittir: “İktisadi hayatın yükselmesi, yalnız mütehassısların yetişmesi için lazım değildir.
Diğer içtimai faaliyetlerin yaşaması da, her birinin zengin bir bütçeye malik olmasına
bağlıdır. (…) Dinin teşkilat ve ibadetleri de zengin bir bütçeye muhtaçtır. Avrupalılarla
Amerikalılar dini ayinler için milyarlarca para sarf ediyorlar. İtalya’da Toronto şehrini
himaye eden azize mahsus bir mukaddes gün vardır. Bugünün hususi bütçesi bir milyon
İtalyan frangıdır.”527
526 Gökalp, Makaleler I, s. 24-25. 527 Gökalp, Makaleler VII, s. 34-36.
277
Esasında ekonomik refahın diğer beşeri kurumlarla sıkı ilişkisi malumdur. Hz.
Peygamber’in “fakirlik neredeyse küfür olacaktı.”528, mealindeki hadisi bu konuda yeterince
hatırlatıcı bir örnektir. Gökalp de bu gerçeği kabul etmektedir: “Bir memlekette, iktisadi
hayat yüksek değilse, ne ilim, ne sanat, ne felsefe, hatta ne de ahlak ve din yüksek
tecellilerini gösteremez. Demek ki en manevi zevkleri, en ruhani vecdleri duyabilmek için
de yine iktisadi hayatın yükselmesi iktiza ediyor.” Ekonomiyi toplumsal olgu ve kurumların
temeli kabul edip ilmi, felsefi, bedii, ahlaki, hukuki, siyasi, dini diğer bütün hadiseleri
gölge-hadiseler olarak ikinci plana atan Marx (1813-1883) ve taraftarları, bilindiği üzere
tarihi maddecilik okulunun kurucularıdır. Onlara göre, gölge hadiselerin insanın fiillerinde
herhangi bir etkisi yoktur. İnsanın fiillerini belirleyen ve toplumsal olguları yönlendiren
sadece ekonomik olaylardır. Diğer sosyal hadiseler sadece sonuçtur fakat asla sebep
olamazlar.529
Gökalp, Marx’ın iddialarını, içinde hakikat payının olduğunu takdir etmekle birlikte,
abartılı bulur. Gökalp’e göre sosyal hadiseler arasındaki etki-tepki tek taraflı değil, çok
yönlüdür. Dolayısıyla ekonomik faaliyeti yegâne muharrik unsur kabul etmek yanlıştır.
“Tarihi maddecilik’in esası, iktisadi hadiselerin ehemmiyetini gösteren sade, basit bir
hakikattir. Fakat bu hakikat, mübalağalı bir şekle sokulunca hakikatliğini kaybetti. Çünkü
evvela, içtimai hadiselerin her nev’i, bir içtimai şe’niyettir. Saniyen bu hadiselerin her nevi,
diğerlerine ve bunlar arasında iktisadi hadiselere müessir ve sebep olabilir. Mesela sihir
dinden doğduğu gibi, iktisadi tekniklerden birçoğu da sihirden doğmuştur. Ahlaki, hukuki,
siyasi, bedii, felsefi, lisanî, fenni hadiselerin, iktisadi hadiseler üzerindeki müessirlikleri,
sebeplikleri de hiçbir suretle inkâr olunamaz.”530
Gelişmemiş toplumlarda, hukuk, siyaset, ahlak, felsefe, sanat, ilim gibi faaliyetlerin
dinden henüz tamamıyla ayrılmamış olduğunu belirten Gökalp, üretim ve tüketim
alanlarında iş bölümü ve uzmanlaşmanın olması halinde bütün beşeri kurumların kendi
alanlarına çekileceğini düşünür. Ona göre esasında olması gereken şey, her toplumsal
kurumun kendi alanında kalmasıdır. Böyle bir sınırlama sosyal kurumların kendi
fonksiyonları açısından daha faydalıdır. Örneğin ahlak, toplumsal hayatın düzeni için bir
araçtır. En yüce erdem, hiçbir gayesi ve çıkarı olmayan fiillerde tecelli eder. Din de hiçbir
528 Müsnedü’ş-Şihâb, Muhammed b. Selâme el-Kudâ’î, (thk. Hamdi b. A. es-Selefî), Müessesetü’r-Risâle,
Beyrut, 1986, I/342. 529 Gökalp, Makaleler VII, s. 37. 530 Gökalp, Makaleler VII, s. 37.
278
amaç ve çıkara aracılık etmediği sürece kutsiyetini muhafaza edebilir. Din, kalpte hissedilen
inanç ve yapılması gerektiği için yapılan ibadetleri sayesinde ruha bir vect ve samimi bir
saadet verir. Esas dini hayat, bu vectleri yaşayıp hissetmek, bu zevkleri tatmaktır. Bazı
kimselere göre din, siyaset içindir. “Hakikatte ise din, yalnız kendisi içindir. Dine gerçekten
kıymet verenler dinin itikatlarına ve ibadetlerine kıymet verenlerdir. Yoksa dinin başka bir
gaye için vasıta olduğunu kabul edenler değildir.” Haddizatında aydın sınıfın dini bir hayat
yaşamaması, bu yanlış anlayışın sonucudur. Zira dinin siyasete alet edilmesi hatta bazı
dindarların dinle bilimin arasını ayırmaya, dini bilimsel zeminden uzak tutmaya çalışmaları
insanları dini hayattan soğutabilmektedir. Benzer şekilde dinin emir ve yasaklarının, ibadet
ve nasihatlerinin dinin kendinde mündemiç manevi kuvvetiyle değil de hükümetin zabıta
güçleriyle dikte edilip yerine getirilmeye çalışılması da faydasız olup, yukarıdaki gibi
olumsuz sonuç verecektir.531 Görüldüğü üzere Gökalp’e göre dinin gücü kendi içinde
saklıdır. Din insanı içten kuşattığı veya insan dini yüreğinde hissedebildiği ölçüde mutlu
olur. Din asıl vazifesini böylelikle yerine getirmiş olur.
Temelde toplumsal hayatta bir düzen ve uyumun olduğunu düşünen sosyoloğumuza
göre, toplumsal hayat üzerine çalışma yapanlar, sosyal hadiselerin tek değil birçok
sebebinin olduğunu bilmek durumundadırlar. Onun ifadesiyle “vâhidü’l-cenab”
olmamalıdırlar. “Bazı mütefekkirlerin yalnız dine, bazılarının yalnız iktisada kıymet
vermesi doğru değildir. Cemiyetin hayatı için bunların her ikisi de lazımdır. Bunlar gibi,
ahlak, sanat, felsefe, ilim de içtimai hayat için aynı derecede lüzumludur. Bunların yalnız
birine kıymet verip diğerlerine ehemmiyet vermemek, vücudumuzdaki uzuvlardan yalnız
birini faydalı tanıyıp diğerlerini faydasız görmek gibidir. Şu kadar var ki bu içtimai
hayatların hepsine kıymet vermekle beraber, aralarındaki silsile-i merâtibi aramak da
lazımdır. İnsanda aklın vazifesi her şeyi layık olduğu mevkie koymaktır. Adalet de herkese
hakkını vermektir. (…) İnsan, içtimai kıymetler arasında bir silsile-i meratip [hiyerarşi] kabul
etmezse, hayatına bir program yapamaz. Dini, ahlaki, bedii [estetik], muakalevi [akli] ve
iktisadi hayatlardan her birine ne derecede iştirak etmesi lazım geldiğini tayin edemez.
Mütefekkir bir insanın hayatı, bu beş türlü hayatın muhassalasıdır [bileşkesidir]. Bir insan,
muntazam bir ömür geçirebilmek için, bir tabip reçetesindeki gibi, bu beş türlü hayatın
miktarlarını ilmi bir surette tayin etmiş olmalıdır.”532 Bu tespit ve değerlendirmeleriyle
531 Gökalp, Makaleler VII, s. 39. 532 Gökalp, Makaleler VII, s. 39-40.
279
Gökalp, tek tipçilikten uzak, terkipçi bir yaklaşım sergilemektedir. Ona göre birey ve
toplumların mutluluğu ölçülü olmaktan geçmektedir.
Gökalp, iktisada dair bir makalesinde, iktisadi-dini bir kavram olan “kanaat”in ne
olduğunu ortaya koyarken İslam’ın ekonomi-politiğinin genel hatlarını çizer. Ona göre
üretimin gayesi tüketim; tüketimin neticesi ise üretimdir. Her ikisinin maksadı, fani
dünyada bütün bunları insanın hizmetine sunan Allah’a şükre aracı olmaları ve insanlara
müreffeh bir hayat sunmalarıdır. Her ne kadar tüketimin faydası ilgili şahsa aitse de
tüketimi karşılamak için üretmenin faydası, devlete ve bütün bir millete aittir. Dolayısıyla
“çok çalışmamak, çok sarf etmemek kanaat-ı hakikiyye değildir. Çok çalışıp çok kazanmak,
efrâd-ı beşer [insanlar] için bir vazifedir. Çünkü her ferdin devlet ve memleketine hizmeti,
mikdâr-ı sa’yine müsavidir [gayreti kadardır].” İnsanın büyüklük ve yüceliği çalışma ve
kazancıyla doğru orantılıdır. İslam’da makbul olan kanaat, meşru kazanç peşinde koşarak
Allah rızasını elde etmeye çalışmaktır. Şayet bir insan geçimini sağlamak ve servet için
ülkenin kurallarına riayet ederek kazanç elde ederse namuslu ve dürüst hareket etmiş olur.
Böyle bir kişi kanaatkârdır. Ancak tam bir kanaatkâr olmak için kazancının bir kısmını
İslam’ın emirleri doğrultusunda iyiliklere harcarsa pek ziyade sevap kazanır.533
Esasen kazanç ve tüketim konusunda yanlış dini bilgiler, Müslüman toplumların
geri kalmalarına; başkalarına muhtaç duruma düşmelerine sebep olmaktadır. Gökalp’e göre,
örneğin gayrimüslim vatandaşlarımız siyasi hayattan uzak bulundukları için, iktisadi
teşebbüslerde ve içtimai alanlarda söz sahibi olmuşlardır. Buna karşın Müslümanların
iktisadi ve sosyal meselelerden uzak durmaları, daha çok siyaset ve devlet yönetimiyle
meşgul olmaları, İslam toplumlarını geri bırakmıştır.534
Yusuf Akçura, Türkçüler içerisinde, ekonomiye en çok vurgu yapan ve neredeyse
üretim ve tüketimi yaşamın ve tarihin akışını belirleyen bir faktör olarak gören bir aydındır.
Ona göre, “Marx ve tilmizânı maddiyet perestlikte ifrata [Marx ve takipçileri maddiyata
düşkünlükte aşırıya] kaçmış olabilirler lakin midesi olan hiçbir kimse inkâra ictisâr [cesaret]
edemez ki tezâhürât-ı şahsiye ve içtimaiyenin [bireysel ve toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasının]
en kavi müessiri [en kuvvetli faktörü] aç kalmak, doymak ve hatta biraz da israf etmek ve bu
suretle yaşamak arzu-yı fıtrîsidir.” Manevi öğreti ve düşüncelerin gelecekte toplumsal
hayata yön verecek önemli bir faktör olacağı kabul edilse bile, maddi ihtiyaçların her
halükârda onlardan daha bağımsız ve kuvvetli bir faktör olacağı inkâr edilemez. Hem
533 Gökalp, Makaleler I, s. 40. 534 Gökalp, Makaleler II, s. 41.
280
tarihte hem de siyasette materyalizmi benimseyenler idealizme inananlardan daha az
yanılgıya düşerler. Dolayısıyla toplumun siyasi ve sosyal hayatıyla meşgul olanların bu
hususu gözden kaçırmamaları gerekir.535
Akçura da Gökalp gibi Marx’a ilgisiz kalamamaktadır. Hatta idealizme nazaran,
materyalizmin insani ve toplumsal realiteyi kavramada daha makul olduğunu vurgulayarak,
biraz sola kaymaktadır: “Hey’et-i içtimaiyelerin [toplumsal kurumların] hayat ve tekâmülünde
en mühim belki de yegâne âmil, âmil-i iktisadî olduğunu keşf ve isbat içün, dünyanın en
müsait muhitlerinden birisi, şüphesiz Kostantiniyye [İstanbul] şehridir. Bununla beraber
garibdir, Türk tabaka-i münevveresi [aydın kesim], hiç olmazsa, tezahürat-ı fikriyelerinde
[ortaya koydukları düşüncelerinde] cemiyetlerin muharriki “fikir” ve hatta “ahlak” olduğuna
mutekit gibi görünüyorlar.” Akçura’nın bu tespitleri dönemin koşullarında Osmanlı’nın bir
bütün olarak Batı karşısında geride kalmasına neden olarak düşünsel ve bilimsel
durgunluğu gerekçe gösteren Batıcılarla, geri kalışta dini ve ahlaki yozlaşmayı esas neden
gören İslamcılara bir cevap niteliğinde olsa gerektir. Akçura’ya göre insanlık tarihine yön
veren asıl muharrik güç açlık ve susuzluğa kaynaklık eden mide yani ekonomik
hadiselerdir. Bazılarının zannettiği gibi ne bilinç hadiseleri ne de manevi öğelerdir.536
Akçura’nın materyalist bakış açısına bir başka örnek de şudur: “Ben, beşeriyetin
hayatında asıl müessir ihtiyac-ı maddî ve ondan mütevellid kuvva-yı maddiye olduğuna
inananların şakirdlerindenim [öğrencilerindenim]. Cemiyet-i beşeriyenin menba-ı tekâmülünün
[insanlığın ilerleme ve yükselme kaynağının] mide olduğuna zâhibim. Bu zehâbım Fourier'nin537
“Fikir, kuvvettir” nazariyesini bir netice, bir muhassala olmak üzere kabule mani değildir.
Kuvvet olan fikirlerin en mühimleri, “din fikri” ile “milliyet fikri” zannediyorum. “Fikr-i
milliyet” kuvvetinin en bariz tecelliyâtı, on dokuzuncu asr-ı milâdî imtidadınca meşhûd olur
[miladi on dokuzuncu asır boyunca görülür]. O asır, bazı müverrihlerin dediği gibi “milliyet
asrı”dır.”538
Akçura’ya göre, Marx ve halefleri materyalizme olan bağlılıkları konusunda işi
biraz abartmış olabilirler. Ne var ki tarihçi ve siyasetçilere göre, hakikati ifade etme
açısından materyalizm, idealizmden daha isabetli görünmektedir. Georgeon’a göre
Akçura’nın bu konudaki fikirleri, diyalektik olmaktan çok, kaba materyalist bir yaklaşımdır
535 Akçura, “Portekiz İhtilali Münasebetiyle”, s. 120-121. 536 Akçura, “Portekiz İhtilali Münasebetiyle”, s. 119-120. 537 Jean Baptiste Joseph Fourier (1768-1830); Fransız matematikçi ve fizikçi. 538 Akçura, “Milliyet Fikri ve Millet Muharebeleri-1”, Türk Yurdu (Tutibay), C. 2, s. 150-152.
281
ve Akçura materyalizmi gerçeğe ulaşmada bir araç olarak kullanmaktadır.539 Bu tutumu
1902’lerden itibaren sürmektedir. Akçura materyalist kavramını tarihin akışında ve
toplumsal yaşamda maddi ve ekonomik unsurların açığa çıkarılması ve önemsiz olmadığını
göstermek kastıyla ele almıştır.540
Özetle Akçura, toplumsal yapı ve değişmede ekonomik faktörlere büyük önem
vermiştir. Bununla birlikte bütün sosyolojik hadiseleri ekonomik faktöre bağlamamıştır.
Yeni Türkiye’nin kuruluşunda Türk milletinin fedakârlığını anlatırken: “İş bu kuvâ-yı
maneviyenin hisse-i azimesini kim inkâr edebilir?”, diyerek manevi kıymetlere önem
atfetmiştir. Ancak çağın gittikçe iktisadi kuvvetlerin etkisi altına girdiğini belirterek, bu
konuda gelişmiş ülkelerin takip edilmesini ister. Örneğin askerlik alanında manevi gücün
yeterli olduğunu; başka tedbirlere gerek olmadığını söylemek mümkün değildir. Üstelik
savaşların meydan muharebelerinden ekonomik alana kaydığı günümüzde manevi gücün
önemi iyice azalmıştır. Artık yaşamak isteyen milletler, dünyanın maddi ve ekonomik
unsurlarına önem vermelidir. Hamasi, uhrevi, mitolojik anlatım, düşünce ve güçler bir yere
kadardır. Rekabet etmek için düşmanın silahıyla silahlanmak gerekir.541
Yusuf Akçura, muasır Avrupa’daki siyasi ve içtimai fikir hareketlerinden biri olan
“sosyalizm”den bahsederken, sosyal olaylara yön veren tüketim faktörünün ve sınıf
bilincinin etkisini, İslam tarihinden bir örnekle de ortaya koyar. Akçura’ya göre, Emevi-
Abbasi çatışmasının temelinde, bu iki büyük kabilenin dünyaya ve hayata bakışındaki
farklılık yer alır. “Beni Haşim ve Beni Ümeyye, sadr-ı İslam’da [İslam’ın başlangıcında], iki
mebde’yi (principe) [ilkeyi] temsil eder, gibidirler. Her iki ailenin dünyaya, maişete, hayata,
hayat-ı ictimaiyeye [toplumsal hayata] bakışları, hey’et-i ictimaiyenin [toplumsal kurumların]
tanzim ve idaresine dair fikirleri mütezâddır [birbirine zıttır].”542 Buradaki alıntı ve diğer
ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Akçura, üretim-tüketim tarzı ile sınıfsal farklılıkları,
toplumsal hadiseleri baskılayan; Marksist terminolojiyle tarihin akışını belirleyen bir faktör
olarak görmektedir.543
539 Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 77. 540 Halil Berktay, Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, Kaynak Yay., İst., 1983, s. 40; Georgeon, Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 77. 541 Akçuraoğlu Yusuf, “Cihad-ı Ekbere Dair”, 5 Kanunievvel 1338/18 Aralık 1922’de Bursa Türkocağında
yapılmış bir sohbet), Siyaset ve İktisad Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, Kütüphane-i Hilmi Tabı, İst.,
1340/1924, s. 128. 542 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 115. 543 Akçura, Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyânlar, s. 105-124.
282
Bütün bunlar ve bunlara ek olarak liberalizmin kötülüklerini bildiği halde Akçura
sosyalist değildir. Çünkü o, en önemli sosyal gerçeklik olarak “sınıf”ı değil, “millet”i kabul
etmiştir. Onunun liberalizm karşıtlığı, kapitalist Avrupa’nın Türkiye’yi vahşice sömürmesi
nedeniyledir. O, ne liberalist ne de sosyalisttir; o dönem itibariyle milli ekonomi için uygun
olan karma ekonomik model yanlısı olmuştur.544 Batı medeniyetinin özellikle iktisadi
sahadaki ilerlemesinin temelinde emeğin sömürüsünü görür. Ona göre, “Avrupa
sermayedarlarının geceli gündüzlü çalıştırdığı iki kölesinden biri Garb’ın amelesi ise diğeri
de Şark’ın bütün ahalisidir.”545
Ele aldığımız Türkçü aydınlar içerisinde ekonomi-politik ve diğer düşünsel
alanlarda liberal yaklaşımı benimseyen Ahmet Ağaoğlu olmuştur. Daha önce ifade
ettiğimiz üzere o, toplum karşısında bireye öncelik tanır. Ona göre Batı’da hür birey ve o
hür bireylerin meydana getirdiği açık toplumlar, uzun yıllar devam eden bir dizi mücadele
sonunda gelişimlerini tamamlamışlardır. Batının aydınlanma, iktisadi gelişim ve
sanayileşmesinin arkasında İngiliz Magna Chartası (1215), Amerika’nın İnsan Hakları
Belgesi (1776), Fransız İhtilali (1789) gibi hürriyeti esas alan, düşünce geleneği
oluşturabilmiş, hukukun üstünlüğü prensibini benimsemiş manifestolar vardır.546
Ağaoğlu, aynı bağlamda Misak-ı Milli Belgesini Doğu toplumlarının özgürlük
bildirgesi olarak kabul etmektedir. İngilizlerin Magna Chartası, Fransızların İnsan Hakları
Beyannamesi, Batıda bireyin özgürlüğünü, özgür bireye dayalı toplum yapısını oluşturduğu
gibi, Türk milletinin Milli Misakı da milliyet esasına dayalı devletlerin ortaya çıkmasını
sağlayan; akabinde de millet egemenliğini ve birey özgürlüğünü getiren, yukarıdaki
belgelere eşdeğer bir manifestodur.547 Ağaoğlu’nun özgür birey vurgusu her alanda olduğu
gibi iktisadi alanda da başarıyı getiren bir faktördür. Ona göre örneğin İngiltere’nin iktisadî
başarısının arkasında bu ferdî teşebbüsün gelişmiş olması vardır.548
544 Mehmet Eröz, “Yusuf Akçura’nın Sosyal ve İktisadi Görüşleri”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura
Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara, 1987, s. 54-56. 545 Akçura, “Alâim-i İnkılâb”, s. 129-131. Krş., Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, s. 147-148. 546 Ağaoğlu, İngiltere ve Hindistan, Cumhuriyet Matbaası, İst., 1929, s. 6-11. 547 Ağaoğlu, “Milli Misak’ın Tarihi Kıymeti”,Ülkü Mecmuası, C. I, Şubat 1933, s. 41, Akalın, Türk Düşünce
ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu, s. 133’den naklen. 548 Ağaoğlu, İngiltere ve Hindistan, s. 13.
283
SONUÇ
Tarihin gördüğü en büyük ve en uzun yaşayan imparatorluklardan biri olan
Osmanlı’nın, ömrünün sonuna geldiği 20. yüzyılın ilk yıllarında; parçalanmayı durdurmak,
yıkılışın önüne geçmek isteyen türlü siyasi ve dini gruplar, düşünce cereyanları ve dernekler
teşekkül etmiştir. Bu bağlamda literatürde daha çok Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve
Türkçülük tasnifiyle kategorize edilen kurumsal düşünce akımları ön plana çıkmış; kurtuluş
ümidi olmuştur.
Osmanlı vatanındaki Müslüman, gayrimüslim bütün yurttaşların aralarında ayırım
yapılmaksızın hak ve sorumlulukta eşitlenerek, yekpare bir Osmanlı vatandaşlığı idealini
savunan Osmanlıcılık siyaseti, ilk ortaya çıkan çözüm önerisi olmakla birlikte hem
gayrimüslimler hem de Müslümanlar nezdinde kabul görmemiştir. Bu ideal bilhassa
Balkanlardaki gayrimüslim unsurların kendi devletlerini ilan etmeleri neticesinde zamanla
gözden düşmüştür. Ancak çoğu Müslüman ve aydın kesimde bir ümit ışığı olarak Dünya
savaşının sonuna kadar, etkisiz de olsa varlığını sürdürmüştür.
Diğer bir kurtuluş reçetesi İslamcılıktır. İslamcılık, geleneksel İslam anlayışından
farklı, 19. yüzyılda ortaya çıkan; dini-siyasi bir düşünce ve aksiyon hareketidir.
Müslümanların, Batı karşısında birçok alanda geri kalmalarına verilmeye çalışılan tepkisel
bir cevaptır. İslamcıları ortak bir noktada birleştiren düşünce, İslam’ın tüm zaman ve
mekânlar için yegâne çözüm olduğunu düşünmeleridir. Ancak İslam’ı algılayışlarındaki
farklılıklar kiminin muhafazakâr, kiminin modernist, kiminin modernist Türkçü, kiminin ise
modernist Batıcı Türkçü olarak nitelendirilmesine neden olmuştur. Dış etkenlerin yanı sıra
Osmanlı vatanındaki Arnavut ve Araplar gibi kimi Müslüman milletlerin ayırılıkçı
tutumları, İslamcılığa büyük bir darbe vurmuş; Cumhuriyet rejiminde de İslamcı aydınların
kendi aralarındaki görüş farklılıkları ve yeni rejimin ideolojik yönelimi İslamcılığın sonu
olmuştur.
Diğer düşünce akımlarına nazaran daha uzun bir geçmişe sahip olan Batıcılık ise
Osmanlıyı içinde bulunduğu geri kalmışlıktan kurtarmak için galip devletlerin her yönüyle
taklit edilmesini yegâne çözüm olarak gören bir anlayıştır. Buna göre Batının maddi ve
manevi kazanımları, erişilmesi gereken çağdaş medeniyeti temsil etmektedir. Batının
sadece ilim ve teknolojisiyle yetinmek; Batıyı anlamamak demektir. Esas alınması gereken
Batının düşünme biçimi, kültürü ve yaşam tarzıdır. Bu nedenle Batının zihniyet ve değerleri
Müslüman-Türk milletinin inanç, kültür ve hayat tarzının yerine ikame edilmelidir. Batıcılar
284
tarafından İslam dini, Batılılaşmanın önünde engel görülerek; bireysel inanç, ibadet ve
ahlak alanıyla sınırlandırılmak istenmiş ve dışlanmıştır.
Osmanlı vatandaşlığı önerisinin iflası, İslamcılığın diğer Müslümanlar tarafından
yeterince ilgi görmemesi ve Batılılaşmanın ise milli ve dini değerleri dışlayıp onlara
gereken önemi vermemesi sonucunda ise Türkçülük akımı ortaya çıkmıştır. Türkçülük, “Bu
devlet nasıl kurtulur?” sorusunun cevabını daha fazla Türkleşmekte gören düşünce ve
siyaset cereyanıdır. Siyasal ve ülküsel sebeplerden ötürü Osmanlı’da en son ortaya çıkan
siyaset türüdür ve Türk ve İslam düşüncesine önemli katkılar sağlamıştır. Bu katkıları şu
şekilde sıralayabiliriz:
Öncelikle bu çalışmanın da başlangıcını teşkil eden Üç Tarz-ı Siyaset (1904)’le siyasi
Türkçülüğün mümkün ve bir ihtiyaç olduğu gösterilmiş; Türkçülük, II. Meşrutiyetle
birlikte etkin bir fikir ve siyaset halini almıştır.
Rusya kökenli çok sayıda aydın ve aksiyoner şahsiyetin Türkiye’ye gelip Türklük için
çalışması, dış Türklerle ilişkilerin gelişmesine; Türklük bilincinin artmasına imkân
sağlamıştır. İyi yetişmiş ve donanım sahibi bu şahsiyetler, Türkçülüğün
siyasallaşmasında ve örgütlenmesinde önemli bir paya sahiptirler.
Türkçülüğün en önemli hedeflerinden biri, yeni bir “Türk ulusu” inşa etmektir. Bu inşa,
Gökalp'in büyük oranda kabul gören teorileştirmesiyle; milliyet, İslam ve modernizmin
(Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak) ilke ve değerleri üzerinde kurgulanarak;
dönemin üç büyük siyasi-fikri yönelimi, biri diğerini dışlamadan yeni bir toplumsal
model önerilmiştir.
Türkçü aydınlara göre Allah’a ve ahirete iman, dünyanın sıkıntıları ve dertleriyle baş
etmenin etkili bir yöntemidir. Ancak dini inanç ve ritüellerin kalpleri huzura
erdirebilmesi, ruhlarda coşkulu duygular meydana getirebilmesi için hissedilmesi ve
anlaşılması gerekir. Bu bağlamda bilhassa Gökalp ve Ağaoğlu, tilavetler hariç olmak
üzere, diğer bütün dini ibadet ve törenlerin Türkçe yapılmasını önermişler ve bunun
öncülüğünü yapmışlardır.
İslam’ın, sadece teolojik ve ahlaki boyutta ele alınmasını isteyen Türkçü aydınlar dini,
öncelikli olarak vicdani bir mesele olarak gördükleri için, İslam’ın kişiyle Allah arasında
kutsal bir ilişki alanı olarak kalmasını savunmuşlardır. Onlara göre, İslam’ın hukuki ve
siyasi alanı düzenleme yetkisi olmamalıdır. Türkçülerin bu düşünceleri, İslam’ın
285
kamusal alandan tümüyle uzaklaştırılmasını talep eden anlayışlara destek olmuş; bir
bakıma Cumhuriyet’e geçiş sürecinin düşünsel temellerini hazırlamıştır.
Yükselen milliyetçilikle birlikte dinlerin siyasi nüfuzlarını gittikçe yitirdiklerini
(özellikle Akçura); kamusal ve toplumsal alandan uzaklaşıp, bireysel/vicdani düzeye
çekildiklerini düşünen aydınlar İslam’ın da böyle olması gerektiğini savunmuşlardır.
Ancak İslam’ın toplum nezdindeki gücünün de farkında oldukları için bundan
yararlanılması taraftarıdırlar. Bu fikir ve çalışmalarıyla Türkçü aydınlar; İslam’ın, başta
milliyetçilik olmak üzere, siyasi, toplumsal ve iktisadi kimi kurumlara büyük oranda
yardımcı olabileceğini göstermişlerdir.
Günaltay, ele aldığımız Türkçüler içinde İslamcılığı ile de tanınan bir aydındır ve İslam’ı
hem teolojik boyutuyla hem de siyasi boyutuyla ele alır. Ancak siyasi boyut üzerinde
çok fazla durmadığı gibi İslam’ı, modern bir yaklaşımla değerlendirmiştir. Günaltay
geleneksel İslam anlayışına getirdiği eleştirilerle, modern İslam düşüncesine katkı
sağlamıştır.
Türkçü aydınlar yaptıkları çalışmalarla İslam’ın akla, özgür iradeye, düşünce hürriyetine
ve bilime önem veren bir din olduğunu ortaya koymuşlardır.
Türkçüler, İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve Sünnet’in yorumlanmasındaki
düşünceleriyle dini bilgi kaynaklarının doğru bir şekilde anlaşılıp açıklanması
konusunda geleneksel yöntemlere alternatif çözüm denemelerinde bulunmuşlardır.
“Diyanet-kaza” ayrımı ve “içtimâî usûl-ü fıkıh” bu tür tekliflerden ikisidir. Eğer
Gökalp'in bu metodolojik teknikleri yeterince geliştirilebilmiş olsaydı, belki de çoğu
sorun çözümlenmiş olurdu. Ancak hem yeni rejimin yönü hem de Gökalp'in erken vefatı
konunun daha fazla tartışılmasına imkân vermemiştir.
Gökalp'in diyanet-kaza ayrımında da işlediği gibi İslam’ın diyani meseleleri salt dini
meselelerdir ve bu alanda herhangi bir düzenleme yapılamaz. Kazai/hukuki meseleler ise
devletin yetkisi altındadır ve bu alanda yeni düzenlemelere gidilebilir. Dolayısıyla
hukuki meselelerin bazıları bu şekilde ele alınarak çözüme kavuşturulma yoluna
gidilmiştir. Bu düşünceler, dönemin çok tartışılan din-devlet ayrımı meselesinde ufuk
açıcı olmuştur.
İslam’ın terakkiye kesinlikle mani olmadığını ifade eden aydınlara göre, Kur’an’daki
İslam doğru bir şekilde anlaşıldığı takdirde; bilhassa ahkâm ayetlerinin, nazil olduğu
dönemin toplumsal yapı ve örfü çerçevesinde şekillendiği anlaşılabilirse sorun
286
kalmayacaktır. Bu bağlamda bir ayet, örften mütevellit nazil olmuş ise zamanın ve
coğrafyaların değişmesiyle oluşan yeni toplumsal şartlarda ayetin konusu bağlamında
mevcut toplumun örfüyle yeni bir hüküm kurulabilir. Bu düşünceler toplumsal örfün,
İslam’ın yorumlanmasında yeni açılımlar sunabileceğini gösterdiği gibi Kur’an’ın
tarihselliği tartışmaları bağlamında müzakere edilebilir.
Türkçülerin ortak görüşüne göre, modernizmin çoğu değeri, İslam’ın ortaya koyduğu
değerlerin aynısıdır. Batı medeniyetinin ortaya koyduğu insani değerlerin
benimsenmesinde, bilimsel ve teknik gelişmelerin alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Bu
düşünceler çerçevesinde başka bir medeniyeti düşman görmek yerine ondan
yararlanmanın yolları araştırılmalıdır.
Aydınların tamamı, herhangi bir milletin, kültürel değerlerini muhafaza ederek bir başka
medeniyet dairesine geçebileceğini mümkün görmektedir. Medeniyet, bütün insanlığın
ortak malıdır. Müslüman milletler, hangi medeniyet daha insani bir hayat standardı
temin ediyorsa o medeniyetten birtakım alıntılar yapabilir veya o medeniyete dahil
olabilirler. Medeniyet beynelmileldir.
Türkçü aydınlara göre; mezhepler ve diğer dini grup ve oluşumlar, din alanındaki
farklılaşmanın bir ürünü olup İslam’ın kendisiyle özdeşleştirilemezler. Bununla birlikte
Müslümanlar arasında ilk dönemlerden beri varlıkları bir realite olan bu tür dini söylem
ve gruplaşmaların İslam toplumlarında muhtelif problemlere yol açtıkları da bir vakıadır.
Aydınlarımız, bu sorunun çözümü noktasında doğru bilgiye dayanan bir İslam anlayışı
ile her grubun diğerine saygıyı temel alan bir ilişki ve iletişim yolunu teklif etmişlerdir.
Günaltay’a göre, mezheplerin telfiki de çözümlerden biri olabilir. Ancak bunun
gündeme getirilmesi için toplumsal vasat henüz uygun değildir. Şartlar olgunlaştığı vakit
böyle bir yapısal düzenlemeye gidilebilir. Gökalp ise bilhassa tekke ve tarikatların ıslahı
üzerinde durmuş; bu kurumların eskiden olduğu gibi tekrar bireysel ve toplumsal hayata
önemli katkılar sunabileceklerini belirtmiştir. Şayet bu kurumlar ıslah edil(e)mezlerse
mevcut halleriyle dünyevi ve uhrevi zararlara yol açmaları kaçınılmazdır.
Türkçü aydınlar, daha çok kültürel ve coğrafi kodlarla şekillenmiş; ancak içerisinde milli
öğeleri de barındıran bir “Türk Müslümanlığı”nı mümkün hatta gerekli görmektedirler.
Zira bütün dinler ve inançlar gibi İslam da yayıldığı çevrenin toplumsal, kültürel vb.
şartlarından etkilenmiştir. Her millet ona kendi rengini ve ruhunu vermiştir. Dolayısıyla
Arap, Farisi vb. gelenek, örf ve unsurların yoğun olarak yer aldığı geleneksel
287
Müslümanlık yerine, bunlardan arındırılmış; Türk milletinin ruhuna ve yaşayışına uygun
bir İslam anlayışı/Türk Müslümanlığı ortaya konulmalıdır. Türkün mizacına ve örfüne
uygun böyle bir İslam yorumu, Ebu Hanife-Mâtürîdî İslam düşünce geleneğinde
mevcuttur. İnsana ve onun aklına; kadına ve başkalarına saygıya; bilime ve ilerlemeye
önem veren bu tarz bir İslam anlayışı Türklüğün ve bütün insanlığın ihtiyacı olan
medeniyeti inşa edebilir.
Türkçülük akımı, kadınların eğitim-öğretim ve çalışma hayatına katılmalarının önünde
dini gelenek ve toplumsal yapı kaynaklı çok sayıda engelin bulunduğu bir dönemde, bu
konuda çok önemli adımlar atmıştır. Kız okullarının açılması teşvik edilmiş; kadınların
çalışma hayatına katılmaları sağlanmıştır. Batılılaşma yanlılarının da savunduğu bu
görüşler, Müslüman bir toplumda gerçekleştirilen en önemli toplumsal değişimlerden
birini oluşturmuştur.
Bitirirken, 1904’te Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaseti’yle başlayan, 1913-14 yıllarında
Gökalp'in Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak idealiyle devam eden ve nihayet
Ağaoğlu’nun Üç Medeniyeti’yle (1919/1920’de yazılmış ve 1926’da TY’de
yayımlanmıştır) son bulan üçlemeler dizisinin, aydınlarımızın düşüncelerini özetlediğini
ifade edebiliriz. Son olarak bu üçlemeler dizisine Günaltay’ı, Zulmetten Nura (1915),
Hurâfâttan Hakikate (1916) ve Maziden Âtiye (1923) başlıklı, onun din anlayışının
özünü içeren bu üç eseriyle dahil etmek kadirşinaslığın gereğidir.
288
KAYNAKÇA
1. Türkçü Aydınların Eserleri
Ağaoğlu, Ahmet / Agayef
Ağaoğlu, Ahmet, İslam ve Ahund (Bakü, 1900)
_____, Siyaset ve İktisat Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, Kütüphane-i Hilmi, İst.,
1340/1924.
_____, Ankara Hukuk Mektebi Hukuk-u Esâsiye Notları (1926-1927). Yeni harflerle haz.
Boğaç Erozan, Ahmet Ağaoğlu ve Hukuk-ı Esasiye Ders Notları (1926-1927), Koç
Ü. Yay., 1. Baskı, İst., 2012.
_____, İngiltere ve Hindistan, Cumhuriyet Matbaası, İst., 1929.
_____, Serbest İnsanlar Ülkesinde, Sanâyii Nefîse Matbaası, İstanbul, 1930.
_____, Hukuk Tarihi, Hukuk Talebesi Cemiyeti, Kurtuluş Matbaası, İst., 1931.
_____, Devlet ve Fert, Sanayiinefise Matbaası, İst., 1933.
_____, Üç Medeniyet, (İst., 1927), yeni harflerle ilk baskısı, MEB Basımevi, İst., 1972.
_____, İslamiyet’te Kadın, Rusçadan Çev. Hasan Ali Ediz, Birey Toplum Yay., Ankara,
1985.
_____, Serbest Fırka Hatıraları, İletişim Yay., 3. Baskı, İst., 1994.
Akçura(oğlu), Yusuf / Akçora, Yusuf / A. Y.
Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, (Makale ilk defa 1904’te Mısır’da neşredilen Türk
Gazetesi’nde yayımlanmıştır.) Kader Matbaası, İst., 1327/1911, 32 sayfa. Yeni
harflerle basımı, TTK Yay., 5. Bsk., Ankara, 2007.
_____, Ulûm ve Tarih, İlimler ve Tarih, Maarif Kütüphanesi, Kazan, 1906.
_____, Üç Haziran Vak’a-i Müessifesi, Orenburg 1907. Daha sonra Mevkufiyet Hatıraları
(Kazan ve İst. 1914) adıyla yayımlanmıştır.
_____, Osmanlı Saltanatı Müessesâtı Tarihine Dair Bir Tecrübe, Bilgi Mecmuası, İst.,
1913.
_____, Eski Şûrâ-yı Ümmet’te Çıkan Makalelerim, Tanin Matbaası, İst., 1329/1913, 60 s.
_____, Şark Meselesine Dair Tarih-i Siyasi Notları, Erkan-ı Harbiye Mektebi Matbaası,
İst., 1336 (1920), 56 s.
289
_____, Muâsır Avrupa’da Siyasî ve İctimâî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar, Matbaa-i Âmire,
İst., 1339 (1923). Yeni harflerle Muâsır Avrupa’da Siyasi ve İçtimaî Fikirler ve
Fikrî Cereyânlar, Yay. Haz. Adem Efe, Yeni Zamanlar Yay., İst., 2004.
_____, Siyaset ve İktisad Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale, Kütüphane-i Hilmi Tabı, İst.,
1340/1924.
_____, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri -1928 Yılı Yazıları-, Basıma Haz. Nejat Sefercioğlu,
Kültür Bak., Ankara, 1981. Bu kitap bazı ilavelerle birlikte tekrar yayımlanmıştır.
Bkz. Türkçülük/ Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İlgi Kültür Sanat Yay., İst., 2007.
_____, Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri (XVIII.-XIX. Asırlarda), Akşam
Matbaası, İst., 1934, 176 s., Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, adıyla 3. Bsk.,
TTK Yay., Ankara, 1988.
_____, Hatıralarım, Yay. Haz. Erdoğan Mura, Hece Yay., 1. Basım, Ankara, 2005.
Gökalp, Ziya
Gökalp, Ziya, Doğru Yol: Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri,
Matbûat ve İstihbârat Matbaası, Ankara, 1339/1923.
_____, Makaleler 1, Haz. Şevket Beysanoğlu, Kültür Bak. Yay., İst., 1976.
_____, Makaleler II, Haz. Süleyman Hayri Bolay, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1982.
_____, Makaleler III, Haz. M. Orhan Durusoy, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1977.
_____, Makaleler IV, Haz. Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1977.
_____, Makaleler V, Haz. Rıza Kardaş, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1981.
_____, Makaleler VII, Haz. M. Abdülhalûk Çay, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1982.
_____, Makaleler VIII, Haz. Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981.
_____, Makaleler IX, Haz. Şevket Beysanoğlu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1980.
_____, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1976.
_____, Türkçülüğün Esasları, Haz. Mehmet Kaplan, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1976.
______, Türk Medeniyeti Tarihi, Haz. İsmail Aka, Kâzım Yaşar Kopraman, Kültür Bak.
Yay., İst., 1976.
_____, Yeni Hayat Doğru Yol, Haz. Müjgan Cumbur, Kültür Bak. Yay., İst., 1976.
_____, Şakî İbrahim Destanı ve Bir Kitapta Toplanmamış Şiirler, Haz. Şevket Beysanoğlu,
Kültür Bak. Yay., Ankara, 1976.
290
_____, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (TİM), Haz. İbrahim Kutluk, Kültür Bak.
Yay., 1. Baskı, İst., 1976.
_____, Türk Töresi, Hazırlayan: Hikmet Dizdaroğlu, İst., 1976.
_____, Malta Konferansları, Hazırlayan: Fahrettin Kırzıoğlu, Kültür Bak.Yay., Gündüz
Matbaası, Ankara, 1977.
_____, Ziya Gökalp Külliyatı I, Haz. F. Abdullah Tansel, TTK Basımevi, İkinci Basım,
Ankara, 1977.
_____, Tamamlanmamış Eserler, Haz. Şevket Beysanoğlu, C. I, Ziya Gökalp Derneği Yay.,
Ankara, 1985.
_____, Ziya Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları, Haz. F. Abdullah Tansel, TTK
Basımevi, İkinci Baskı, Ankara, 1989.
_____, Türk Ahlakı, Sadeleştiren: Yalçın Toker, Toker Yay., İst., 1992.
_____, Kızıl Elma, Haz. Yalçın Toker, Toker Yay., İst. 1995.
_____, Felsefe Dersleri, Sadeleştiren ve Yayına Haz., Ali Utku-Erdoğan Erbay, Çizgi
Kitabevi, Konya, 2006.
_____, Küçük Mecmua-1, Çeviriyazı; Şahin Filiz, Yeniden Rumeli ve Müdafaa-i Hukuk
Yay., Antalya, 2009.
Günaltay, M. Şemsettin / Mehmed Şemseddin
Günaltay, M. Şemseddin, Zulmetten Nura, Tevsi-i Tebaat Matbaası, İst., 1331/1915, 405 s.
2. bsk. 1915, 3. bsk. 1925. Her baskısında önemli değişiklikler yapılmıştır. Musa
Alak’ın sadeleştirmesi, (1915 baskısı esas alınarak) Furkan Yayınları, İst., 1996.
_____, Hurâfâttan Hakikata, Tevsi-i Tıbaât Matbaası, Dersaâdet, 1332/1916, 368 s.; Ahmet
Gökbel’in sadeleştirmesi, “Hurafeler ve İslam Gerçeği”, Marifet Yay., İst., 1997.
_____, Tarih-i Edyân, Kanaat Matbaası, İst., 1922, 320 s.; Sevdiye Yılmaz sadeleştirmesi,
“Dinler Tarihi” adıyla, İst., 2006.
_____, Felsefe-i Ûlâ İsbat-ı Vacib ve Ruh Nazariyeleri, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, İst.,
1923, 582 s. Nuri Çolak’ın sadeleştirmesi aynı adla, İnsan Yay., İst., 1994.
_____, İslam’da Tarih ve Müverrihler, Evkâf-ı İslamiye Matbaası, İst., 1923, 464 s.; Yüksel
Kanar’ın sadeleştirmesi, “İslam Tarihinin Kaynakları: Tarih ve Müverrihler”
adıyla Endülüs Yay., İst., 1991.
_____, Maziden Atiye, Kanaat Matbaası, İst., 1923, 316 s.; Yeni harflerle Türk İslam
Tarihine Eleştirel Bir Yaklaşım -Maziden Atiye-, Yay. Haz. Ahmet Gökbel-Dursun
Ali Aykıt, Akçağ Yay., 1. Baskı, Ankara, 2003.
291
_____, İslam Dünyasının İnhitat Sebebi Selçuk İstilası mıdır?, II. Türk Tarih Kongresi, İst.,
1937, 15 s. Yeni basım, 1938.
2. Türkçü Aydınların Makaleleri
Ağaoğlu, Ahmet / Agayef
Ağaoğlu, Ahmet, “Le Clergé”/ (Din Adamları), La Nouvelle Revue, S. 70, Mayıs-Haziran
1891, ss. 804.
_____, “İran’ın Mazi ve Haline Bir Nazar-2”, Sırât-ı Müstakîm, C. IV, S. 104, Ağustos
1326/ 1910, ss. 452-453.
_____, “İran’ın Mazi ve Haline Bir Nazar-3”, Sırât-ı Müstakîm, C. V, S. 105, Ağustos
1326/ 1910, ss. 9-11.
_____, “Terbiye-i Milliye”, İçtihad, N. 27, 15 Temmuz 1327/28 Temmuz 1911, ss. 783-
784.
_____, (Agayef), “Türk Âlemi-3”,Türk Yurdu, C. 1, S. 3, 15 Kanûnuevvel 1327/28 Aralık
1911, Türk Yurdu (Tutibay), C. 1, ss. 46-48.
_____, (Agayef), “Türk Âlemi-5”, Türk Yurdu, 9 Şubat 1327/22 Şubat 1912, C.1, S. 7, Türk
Yurdu (Tutibay), C. 1, ss. 111-113.
_____, “Türk Âlemi-6”,Türk Yurdu, C. 1, S. 10, 22 Mart 1328/4 Nisan 1912, Türk Yurdu
(Tutibay Neşri), C. 1, ss. 161-163.
_____, (Agayef), “Türk Âlemi 7”,Türk Yurdu, C. 1, S. 14, 17 Mayıs 1328/30 Mayıs 1912,
Türk Yurdu (Tutibay), C.1, ss. 234-236.
_____, “Tanzimatçılığın İflası”, Jön Türk, 1 Mart 1329 / 14 Mart 1913.
_____, “Sabık Trabzon Valisi Süleyman Nazif Beyefendiye”, Türk Yurdu, C. 4, S. 45, 25
Temmuz 1329/7 Ağustos 1913, ss. 702-704. TY (Tutibay), C. 2, ss. 377-378.
_____, “Türkler İçinde Milli Hareket”, Türk Yurdu, C. VI, S. 66, 15 Mayıs 1330/28 Mayıs
1914, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, ss. 295-297.
_____, (Agayef), “İslamiyet’te Dava-yı Milliyet-I, Türk Yurdu, C. 6,S. 70, 10 Temmuz
1330/23 Temmuz 1914, ss. 2320-9; Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, ss. 372-376.
_____, (Agayef), “İslam’da Dava-yı Milliyet-II”,Türk Yurdu, Yıl: 3, C. 6, S. 71, 24
Temmuz 1330 / 6 Ağustos 1914, ss. 2381-90, Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, ss. 388-
392.
_____, (Agayef), “Milli Cereyan”, Türk Yurdu, C. 8, S. 80, 19 Mart 1331/1 Nisan 1915, s.
2529-2531, Türk Yurdu (Tutibay), C. 4, ss. 92-93.
292
_____, “Tarihi Celse”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet”,Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara,
1339/1923, ss.11-32.
_____, “Padişahlığın Türkiye’nin Başına Getirdiği Felaketler”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet,
Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara, 1339/1923, ss. 65-75.
_____, “Âlemi-i İslam Ne Diyecek?”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Matbuat ve İstihbarat
Matbaası, Ankara, 1339/1923, ss. 129-136.
_____, “İslam Âlemi Ne Diyor?”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Matbuat ve İstihbarat
Matbaası, Ankara, 1339/1923, ss. 137-141.
_____, “Açık Mektup”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara,
1339/1923, ss. 142-148.
_____, “Mu’terizlerin İtirazından Maksatları”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Matbuat ve
İstihbarat Matbaası, Ankara, 1339/1923, ss. 191-198.
_____, “Kengiri Mebusu Tevfik Efendi’ye Açık Mektup”, Hilafet ve Milli Hâkimiyet,
Matbuat ve İstihbarat Matbaası, Ankara, 1339/1923, ss. 202-207.
_____, “Ziya Gökalp Bey”, Türk Yurdu Yıl: 14, C. 15, S. 164, Kanunievvel 1340/Aralık
1914, Türk Yurdu, (Tutibay), C. 8, ss. 89-101.
_____, Ağaoğlu Ahmed, “Medeniyette Vahdet”, TY, C. 21/7, S. 195/34, Ocak 1928, TY
(Tutibay), C. 13, ss. 41-45.
_____, “Medeniyette Vahdet (2)”, TY, C. 21/7, S. 196/35, Şubat 1928, TY (Tutibay), C. 13,
ss. 87-90.
_____, “Medeniyette Vahdet (3)”, TY, C. 21/7, S. 197/36, Mart 1928, TY (Tutibay), C. 13,
ss. 134-136.
_____, “Medeniyette Vahdet (4)”, TY, C. 21/7, S. 198/37, Nisan 1928, TY (Tutibay), C. 13,
ss. 201-204.
_____, “Medeniyette Vahdet (5)”, TY, C. 21/7, S. 199/38, Mayıs 1928, TY (Tutibay), C. 13,
ss. 253-257.
_____, “Medeniyette Vahdet (6)”, TY, C. 22/8, S. 205/44, Kasım 1928, TY (Tutibay), C. 14,
ss. 218-220.
_____, “Medeniyette Vahdet (7)”, TY, C. 23/3, S. 206-208/12-14, Şubat 1929, TY (Tutibay),
C. 15, ss. 4-6.
_____, “Gazetemizin Yolu, Dileği ve Tarzı”, Akın, 29 Mayıs 1933.
_____, (İmzasız), “Anladım ki”, Akın, 3 Haziran 1933.
_____, “Cemiyet Hayatımızda Noksan Prensipler”, Cumhuriyet, 15 Mart 1935.
293
_____, “Türk Hukuk Tarihinde Usul”, İnsan, C. I, S. 3, 1938, ss. 185.
______, “Altmış Yedi Yıl Sonra”, Samet Ağaoğlu, Babamdan Hatıralar’ın içinde,
Zerbamat Matbaası, Ankara, 1940, ss. 64-66.
Akçura(oğlu), Yusuf (A.Y.) / Akçora, Yusuf / TY (Türk Yurdu) / S. (Safes)
Akçura(oğlu), Yusuf, “Şark Meselesine Dair”, Şûrâ-yı Ümmet, 31 Kanunievvel 1318/13
Ocak 1903, ss. 27-34.
_____, “Rusya İhtilaline Dair”, Şûrâ-yı Ümmet, 1 Eylül 1321/14 Eylül 1905, ss. 2-3.
_____, “Meşrutiyet, Töre, Hem Şeriat”, Şûrâ-yı Ümmet, 6 Teşrinievvel 1324/19 Ekim
1908, ss. 601-605.
_____, (A. Y.), “Medreselerin Islahı”, Sırât-ı Müstakîm, IV/79, 25 Şubat 1325/10 Mart
1910, ss. 5-9.
_____, “Portekiz İhtilali Münasebetiyle”, Sırât-ı Müstakîm, 8 Teşrinievvel 1326/21 Ekim
1910, C. 5, S. 111, ss. 119-122.
_____, “Alâim-i İnkılâb”, Sırât-ı Müstakîm, C. 5, S. 112, 15 Teşrinievvel 1326/28 Ekim
1910, ss. 129-131.
_____, (A.Y.), “Kız Sultânî Mektebi”, Sırât-ı Müstakîm, C. VI, S. 147, 16 Haziran 1327/29
Haziran 1911, ss. 267-268.
_____, “Türklük”, Salname-i Servet-i Fünûn, 1328/1912, ss. 187-192.
_____, “Emel ve İdeal”, Türk Yurdu, C. 2, S. 16, 14 Haziran1328/27 Haziran 1912; Türk
Yurdu (Tutibay), C. 1, S. 16, ss. 265-268.
_____, “Milliyet Fikri ve Millet Muharebeleri- 1”, Türk Yurdu, Yıl: 2, C. 3, S. 33, 7 Şubat
1328 / 20 Şubat 1913, Türk Yurdu (Tutibay), C. 2, ss. 150-152.
_____, “Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir Tecrübe”, Bilgi Mecmuası, C. I, S.
1, Teşrinisani 1329/Kasım 1913, ss. 82-96.
_____, (A.Y.), “Bayram İhtiyacı”, Türk Yurdu, Yıl: 3, C. 5, S. 52, 31 Teşrînievvel 1329/13
Kasım 1913. ss. 953-955; Türk Yurdu (Tutibay), C. 3, ss. 68-69.
_____, “Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir Tecrübe”, Bilgi Mecmuası, C. I, S.
2, Kanunievvel 1329/Aralık 1913, ss. 117-134.
_____, “Muallime Dair”, Türk Yurdu, C. 6, S. 72, 27 Teşrinisani 1330/10 Aralık 1914; Türk
Yurdu (Tutibay), C. 3, ss. 404-405.
_____, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi”, Türk Yurdu, C. 8, S. 82, 23 Nisan 1331/6
Mayıs 1915, Türk Yurdu (Tutibay), C. 4, ss. 112-113.
294
_____, (Sa’fes), “Garp Nazarında Şark Meselesi-1”, Türk Yurdu, C. 2, S. 123, 24
Teşrinisani 1332/7 Aralık 1916, ss. 3241-3246, Türk Yurdu (Tutibay), C. 5, ss. 266-
269.
_____, “Cihad-ı Ekbere Dair”, 5 Kanunievvel 1338/18 Aralık 1922’de Bursa Türkocağında
yapılmış bir sohbet, Siyaset ve İktisad Hakkında Birkaç Hitabe ve Makale,
Kütüphane-i Hilmi Tabı, İst., 1340/1924.
_____, “İskolastik Usûl Nedir?”, Tedrisat Mecmuası, C. 13, S. 66, Nisan 1341/1925, ss.
219-224.
_____, “Birinci Türk Tarihi Kongresi”, Ülkü Mecmuası, C. 1, S. 1, Şubat 1933, ss. 26.
_____, “Milli Misak’ın Tarihi Kıymeti”,ÜlküMecmuası, C. I, Şubat 1933, ss. 41.
Gökalp, Ziya / Tevfik Sedat / Demirtaş / Mehmed Mehdi / Mehmed Ziya / Gökalp
Gökalp, “Makale-i İktisadiye”, Diyarbakır Gazetesi, S. 1519, 15 Mart 1323/28 Mart 1907.
_____, “İcma’-ı Siyasi İ’tizal-i Siyasi”, Volkan Gazetesi, S. 19, İst., 30 Kanunievvel
1324/12 Ocak 1909.
_____, “Aşiretlerin Nizamname-i Mahsusla Takyidi”, Peyman Gazetesi, S. 2, Diyarbakır, 5
Temmuz 1909.
_____, (Mehmed Mehdi), “Türklük ve Osmanlılık”, Peyman Gazetesi, S. 2, 22 Haziran
1325/5 Temmuz 1909.
_____, “Yeni Osmanlılar”, Peyman Gazetesi, S. 3, Diyarbakır, 29 Haziran 1325/12
Temmuz 1909.
_____, “Hürriyetin Menbalarına Doğru”, Peyman Gazetesi, S. 2, 22 Haziran 1325/5
Temmuz 1909.
_____,“A’şar İhalesi”, Peyman Gazetesi, S. 3, Diyarbakır, 12 Temmuz 1909.
_____,“Ziraat ve Zeamet”, Peyman Gazetesi, Sayı: 4, Diyarbakır, 19 Temmuz 1909.
_____, “Medreseler”, Diyarbakır Peyman Gazetesi, S. 6, 20 Temmuz 1325/2 Ağustos
1909.
_____, “Tekkeler”, Diyarbakır Peyman Gazetesi, S. 7, 9 Ağustos 1909.
_____, “Fazilet ve Saadet”, Diyarbakır Peyman Gazetesi, S. 8, 3 Ağustos 1325/16 Ağustos
1909.
_____,“Arazi Münazaaları”, Peyman Gazetesi, S. 9, Diyarbakır, 23 Ağustos 1909.
_____, “Din, İlmin Bir Netîce-i Zarûriyyesidir”, Peyman Gazetesi, S. 9, 10 Ağustos
1325/23 Ağustos 1909.
295
_____,“Firari Maznunlar, Gıyabi Mahkûmlar”, Peyman Gazetesi, S. 10, Diyarbakır, 30
Ağustos 1909.
_____, “Eskiliğin Mukavemeti”, Genç Kalemler, C. II, S. 2, 26 Nisan 1327/9 Mayıs 1911,
ss. 26-29.
_____, (Tevfik Sedat), “Muhiddin Arabî”, Genç Kalemler, C. II, S. 4, 9 Haziran 1911, ss.
61-64.
_____, “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler”, Genç Kalemler, C. II, S. 8, 26 Temmuz 1327/ 8
Ağustos 1911, ss. 138-141.
_____, “Mefkûre”, Türk Yurdu, C. V, S. 56, 28 Kanunievvel1329/10 Ocak 1913, ss. 1088-
1093.
_____, “Anane ve Kaide”, Türk Yurdu, Yıl: 2, C. III, S. 15, 2 Mayıs 1329/15 Mayıs 1913,
ss. 480-484.
_____, “İslam Terbiyesinin Mahiyeti”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 1, 30 Kanûnîsânî 1329/12
Şubat 1914, ss. 14-16.
_____, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 2, 13 Şubat 1329/26 Şubat 1914, ss.
40-44.
_____, “İçtimai Usûl-i Fıkıh”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 3, 27 Şubat 1329/12 Mart 1914, ss.
84-87.
_____, “Örf Nedir?”, İslam Mecmuası, C. 1, S. 10, 5 Haziran 1330/18 Haziran 1914, ss.
290-295.
_____, “Dinin İçtimai Hizmetleri-I”, İslam Mecmuası, C. 3, S. 34, 13 Ağustos 1331/26
Ağustos 1915, ss. 740-743.
_____, “Dinin İçtimai Hizmetleri-II”, İslam Mecmuası, C. 3, S. 36, 10 Eylül 1331/23 Eylül
1915, ss. 772-776.
_____, “Dinin İçtimai Hizmetleri-III”, İslam Mecmuası, C. 4, S. 37, 24 Eylül 1331/7 Ekim
1915, ss. 791-796.
_____, “Diyanet ve Kaza”, İslam Mecmuası, C. 3, S. 35, 27 Ağustos 1331/9 Eylül 1915, ss.
756-760.
_____, “Din ve Şeriat”, İslam Mecmuası, C. 4, S. 44, 12 Mayıs 1332/25 Mayıs 1916, ss.
905-906.
_____, “İttihat ve Terakki Kongresi I”, İslam Mecmuası, C. 4, S. 48, 27 Teşrinievvel
1332/1916, ss. 975-978.
_____, “İttihat ve Terakki Kongresi II”, İslam Mecmuası, C. 5, S. 49, 17 Teşrinisani
1332/1916, ss. 987-994.
296
_____, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet I”, İslam Mecmuası, C. 5, S. 51, 26 Kanûnisânî
1332/8 Şubat 1917, ss. 6-12 (1016-1022).
_____, “İslamiyet ve Asrî Medeniyet II”, İslam Mecmuası, C. 5, S. 52, 1 Mart 1332/14
Mart 1917, ss. 7-14 (1033-1040).
_____, “Maarif Meselesi I”, Muallim Mecmuası, C. 1, S. 11, 1 Haziran 1333/14 Haziran
1917, ss. 322-327.
_____, “Türkçülük Nedir?-III”, Yeni Mecmua, C. 2, S. 29, 24 Ocak 1918, ss. 41-42.
_____, “Ahlaka Doğru”, Küçük Mecmua, S. 4, 26 Haziran 1922, ss. 1-4.
_____, “Dine Doğru”, Küçük Mecmua, S. 5, 3 Temmuz 1922, ss. 1-7.
_____, “Felsefeye Doğru”, Küçük Mecmua, S. 6, 10 Temmuz 1922, ss. 1-6.
_____, “İktisada Doğru”, Küçük Mecmua, S. 7, 17 Temmuz 1922, ss. 1-7.
_____, “Mefkûre ve Şe’niyet”, Küçük Mecmua, S. 9, 31 Temmuz 1922, ss. 1-5.
_____, “Mefkûrenin Nev’ileri ve Derecâtı”, Küçük Mecmua, S. 11, 14 Ağustos 1922, ss. 1-
4.
_____, “İnsan Telakkisi”, Küçük Mecmua, S. 13, 28 Ağustos, 1922, ss. 1-4.
_____, “Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Küçük Mecmua, S. 24, 27 Kasım 1922, ss. 1-6.
_____, “Hükümet ve Tahakküm”, Küçük Mecmua, S. 25, 4 Aralık 1922, ss. 9-12.
_____, “Hilafetin İstiklali”, Küçük Mecmua, S. 25, 4 Aralık 1922, ss. 1-4.
_____, “Hilafetin Vazifeleri”, Küçük Mecmua, S. 26, 11 Aralık 1922, ss. 1-5.
_____, “Millet Nedir?”, K.Mecmua, S. 28, 12 Kanunievvel 1338/25 Aralık 1922, ss. 1-6.
_____, “Kıymetler Nefsi mi Yoksa Şe’nî mi?”, K. Mecmua, S. 31, 5 Şubat 1923, ss. 7-10.
_____, “Fırkalar İçtimaiyâtı: Reyimi kimlere vermeliyim?”, Makaleler IV, ss. 8-12.
_____, “Fırka İçtimaiyatı: Fırka Nedir?”, Makaleler IV, ss. 13-18.
_____, “İlim ve Siyaset”, Makaleler IV, ss. 28-33.
_____, “Cahiliyet Ailesi ve İslam Ailesi”, Makaleler IV, ss. 71-80.
_____, “Milli Vicdanı Kuvvetlendirmek”, Makaleler IV, ss. 54-60.
_____, “Hars ve Medeniyet Üzerine Bir Musahabe”, Makaleler IV, ss. 39-44.
_____, “Türk Harsı ve Osmanlı Medeniyeti”, Makaleler IV, ss. 44-50.
297
Günaltay, M. Şemsettin
Günaltay, M. Şemsettin, “Felsefe Dersleri: Medhal”, Sırât-ı Müstakîm, C. 6, S. 144, 26
Mayıs 1327/8 Haziran 1911, ss. 216-218.
_____, “İslam’da Fen ve Felsefe”, Sırât-ı Müstakîm, 18 Ağustos 1327/31 Ağustos 1911, C.
6, ss. 402-406.
3. Türk Yurdu’nun Tutibay Neşri
Türk Yurdu, C. 1 (1-2, 1911-1912), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 1998.
_____, C. 2 (3-4, 1912-1913), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 1999.
_____, C. 3 (5-6, 1913-1914), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 1999.
_____, C. 4 (7-8-9, 1914-1916), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 1999.
_____, C. 5 (10-11/1916-1917), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2000.
_____, C. 6 (12-13/1917), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2000.
_____, C. 7 (14/1918), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2000.
_____, C. 8 (15/Cumhuriyet Dönemi, C. 1/1924-1925), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay
Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 9 (16/2, 1925), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 10 (17/3, 1926), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 11 (18/4, 1926), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 12 (19/5, 20/6, 1927), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 13 (21/7, 1928), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 14 (22/8, 1928), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 15 (23/9, 1929), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 16 (24/10, 1930), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara, 2001.
_____, C. 17 (25/11, 26/12, 1930-1931), Editör: Murat Şefkatli, Tutibay Yay., Ankara,
2001.
298
4. Diğer Eserler
Ağaoğlu, Samet, Babamdan Hatırala, Zerbamat Matbaası, Ankara, 1940.
_____, Babamın Arkadaşları, y.y., İst., 1969.
Ahmad, Feroz, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çeviren: Yavuz Alagon, Kaynak Yay., 14.
Basım, İst., 2015.
_____, İttihat ve Terakki (1908-1914), Çev. Nuran Yavuz, Kaynak Yay., İst., 2007.
_____, İttihatçılıktan Kemalizme, Çeviren: Fatmagül Berktay (Baltalı), Kaynak Yay.,
Altıncı Basım, İst., 2011.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, (el-Fethu’r-Rabbânî tertibi), Ensar Yay., Konya, 2004.
Akbulut, Ahmet, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası, Otto Yay., 2. Baskı, Ankara, 2015.
Akgül, Mehmet, Türk Modernleşmesi ve Din, Çizgi Kitabevi, 1. Baskı, Konya, 1999.
Akyol, Taha, Medine’den Lozan’a, Doğan Kitap, İst., 2010.
Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Ankara Ü. Eğitim Bil. Fak. Yay., Genişletilmiş 3. bsk.,
Ankara, 1988.
Alkan, Mehmet Ö., “Giriş”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 1 (Cumhuriyet’e
Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi), İletişim Yay., 5.
bsk., İst., 2003.
Arai, Masami, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, İletişim Yay., 3. Baskı, İst., 2003.
Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, C. I, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
9. bsk., Ankara, 1993.
Aron, Raymond, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev. Kormaz Alemdar, Bilgi Yay.,
Üçüncü Basım, İst., 1994.
Arslantürk, Zeki, Sosyal Bilimler İçin Araştırma Metot ve Teknikleri, MÜİFAV Yay.,
İkinci Baskı, İst., 1995.
Arslantürk, Zeki - Amman, Tayfun, Sosyoloji, Kaknüs Yay., 1. Basım, İst., 2000.
Aslan, Betül, I. Dünya Savaşı Esnasında Azerbaycan Türkleri’nin Anadolu Türkleri’ne
“Kardaş Kömeği (Yardımı)” ve Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, Atatürk
Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., Ankara, 2000.
Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, Dergah Yay., İst., 1983.
Aybars, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-I, AÜ Basımevi, Ankara, 1988.
Aydın, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Vadi Yay., Ankara, 2000.
299
Aynî, Mehmed Ali, Milliyetçilik, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kurtuba Kitap, İst., 2011.
Bağdâdî, el-İmâm Abdü’l-Kâhir b. et-Tâhir b. Muhammed, el-Fark Beyne’l-Fırak, Dâr-u
İbni Hazm, et-Tab’atü’l-Ûlâ, Beyrut, 2005.
_____, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, TDV Yay., Ankara, 2001.
Baltacıoğlu, İsmayıl Hakkı, Ziya Gökalp, Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yay.,
Yeni Matbaa, İst., 1966.
Başer, Sait, Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı, Seyran Yay., İst., 1998.
Başgil, Ali Fuad, Din ve Lâiklik, Yağmur Yay., 6. Baskı, İst., 1991.
Bayraktutan, Yusuf, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları
(1912-1931), Kültür Bak. Yay., Birinci Baskı, Ankara, 1996.
Bayur, Hikmet, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, TTK
Basımevi, 2. bsk., Ankara, 1989.
Berkes, Niyazi, Türk Düşününde Batı Sorunu, Bilgi Yay., 1. Basım, Ankara, 1975.
_____, Teokrasi ve Laiklik, Adam Yay., İkinci Basım, İst., 1997.
_____, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay., 2. baskı, İst., 2002.
Berktay, Halil, Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, Kaynak Yay., İst., 1983.
Bezzâr, Müsned (el-Bahru’z-Zehhâr), Ebubekr Ahmed b. Amr el-Ateki, Müessesetü
Ulûmi’l-Kur’an, Beyrut, 1988-1994.
Bolay, Süleyman Hayri, Türk Düşüncesinde Gezintiler, Nobel Yay. Dağıtım, 1. Basım,
Ankara, 2007.
Boratav, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2009, İmge Kitabevi, 16. bsk., Ankara, 2012.
Bostancı, Naci, Cumhuriyetimiz, Vadi Yay., 1. Basım, Ankara, 2002.
_____, cumhuriyet’i anlamak, Timaş Yay., İst., 2008.
Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi, Çev. Mehmet, Sofuoğlu, İst.,
1989.
_____, Câmiu’s-Sahîh, Muhammed b. İsmail (nşr. Abdülmelik Mücâhid), Dârü’s-Selâm,
Riyad, 1419/1999.
Bulut, H. İbrahim, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara Okulu Yay., 1. Bsk., Ankara, 2011.
Büyükkara, M. Ali, Çağdaş İslâmi Akımlar, Klasik Yay., 5. Baskı, İst., 2017.
300
Câmiu’s-Sahîh, Müslim b. Haccac, (nşr. Ebû Kuteybe Nazar Muhammed el-Fâryâbî),
Dârü’l-Kurtuba, Beyrut, 1430/2009.
Cemaleddin Afganî-Muhammed Abduh, Urvetu’l-Vuska, Türkçesi: İbrahim Aydın, Bir
Yay., İst., 1987.
Ceyhan, Abdullah, Sırat-ı Müstâkîm ve Sebîlürreşad Mecmuaları Fihristi, DİB Yay.,
Ankara, 1991.
Copeaux, Etienne, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam
Sentezine, Çev. Ali Berktay, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1998.
Coston, Henry, Beynelmilel Sermaye ve İhtilâller, Çev. Kemal Yaman, Otağ Yay., İst.,
1974.
Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslam Ahlâkı, Ensar Neşriyat, 5. Basım, İst., 2009.
Çakmak, Orhan – Yücel, A., Yusuf Akçura, Alternatif Yay., Ankara, 2002.
Çavdar, Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), İmge Kitabevi, 3. Baskı,
Ankara, 2004.
Çetinkaya, Bayram Ali, Türkiye’nin Modernleşmesi Sürecinde Şemseddin Günaltay,
Araştırma Yay., Birinci Basım, Ankara, 2003.
Çoker, Fahri, Türk Tarih Kurumu Kuruluş Amacı ve Çalışmaları, TTK Basımevi, Ankara,
1983.
Çubukçu, İ. Agâh, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, TTK Basımevi, Ankara,
1991.
Davison, Andrew, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çeviren: Tuncay Birkan, İletişim
Yay., 2. Baskı, İst., 2006.
Demir, A. İshak, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam’a Bakışı, Ensar Neşriyat, 1.
Basım, İst., 2004.
Devlet, Nadir, İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914), Kültür ve Turizm Bak. Yay., 1. Bsk.,
Ankara, 1988.
Doğan, İsmail, Sosyoloji: Kavramlar ve Sorunlar, Sistem Yay., İst., 2000.
Doğan, Recai, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, y.y., Ankara, 1999.
Duda, Herbert W., Hilâfet’ten Cumhûriyet’e Geçiş, Terc. Abdurrhman Güzel, Türk
Kültürünü Araştırma Enst. Yay., Ankara, 1989.
Durkheim, Emile, Dini Hayatın İlkel Biçimleri, Çev. Fuat Aydın, Ataç Yay., İst., 2005.
_____, Ahlâk Eğitimi, Çev. Oğuz Adanır, Say Yay., İkinci Bsk., İst., 2010.
301
Duru, Kazım Nami, Ziya Gökalp, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, Üçüncü
Basılış, MEB Yay., İst., 1975.
Ebu Davud, Süleymân b. Eş’as es-Sicistânî, Kitâbü’s-Sünen, I-V (nşr. Muhammed
Avvâme), Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut, 1425/2004.
Ebu Zehra, M., İslam Hukuku Metodolojisi, Türkçesi: Abdülkadir Şener, Fecr Yay., 4.
Baskı, Ankara, 1986.
_____, Mezhepler Tarihi, Çev. Sıbğatullah Kaya, Yeni Şafak Dağıtım, İst., t.y.
Elbânî, Muhammed Nâsuruddin, Silsiletü'z-Zaîfe ve'l-Mevzûa, Mektebetü’l-Maârif, Riyad,
1988.
Erkal, Mustafa E. - Baloğlu, Burhan - Baloğlu, Filiz, Ansiklopedik Sosyoloji Sözlüğü, Der
Yay., İst., 1997.
Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili-I, Sadeleştirenler: İsmail Karaçam-Emin
Işık vd., Azim Dağıtım, İst., ts.
Er, İzzet, Din Sosyolojisi, Akçağ Yay., 1. Baskı, Ankara, 1998.
Erdem, Hüsameddin, Ahlâka Giriş, Günay Ofset, Konya, 1994.
_____, Din-Felsefe Münasebeti, Sebat Ofset Matbaacılık, Konya, 1997.
_____, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlâk, Dem Yay., İkinci Basım, İst., 2006.
Ergin, Osman, Türkiye Maarif Tarihi, (I-II, III-IV, V), Eser Neşriyat ve Dağıtım, İst., 1977.
Ergün, Mustafa, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, Ocak Yay., Ankara, 1996.
Erişirgil, M. Emin, Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, İnsanlık Devri, Ankara Güzel
Sanatlar Matbaası, Ankara, 1958.
_____, Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp, 2. Basıma Hazırlayanlar: Aykut
Kazancıgil-Cem Alpar, Remzi Kitabevi, 2. Basım, İst., 1984.
Eş’arî, el-İmâm Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail, İlk Dönem İslam Mezhepleri, Çev. Mehmet
Dalkılıç-Ömer Aydın, Kabalcı Yay., İst., 2005.
Eyuboğlu, İsmet Zeki, Ortaçağ Düşüncesi : Kilise Babaları-Tanrıbiliminin Doğuşu,
Pencere Yay., İst., 2002.
Faroqhi, Suraiya, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, Çev. Elif Kılıç, Tarih Vakfı Yurt
Yay., Yedinci basım, İst., 2011.
Fazlur Rahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay., Ankara,1996.
_____, İslam ve Çağdaşlık, Çev. Alparslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara Okulu
Yay., Ankara, 1998.
302
Feyzu’l-Kadîr, Münâvî, M. Abdurraûf Muhammed, Dâru’l-Marifet, Beyrut, ts.
Fığlalı, E. Ruhi, Din ve Lâiklik Üzerine Düşünceler, Muğla Ü. Yay., Muğla, 2001.
Fichter, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev. Nilgün Çelebi, Attila Kitabevi, 3. Bsk., Ankara,
1996.
Filizok, Rıza, Ziya Gökalp, Akçağ Yay., 1. Baskı, Ankara, 2005.
Freyer, Hans, İçtimaî Nazariyeler Tarihi, Çeviren ve Yazan (Ekler): Tahir Çağatay, Ankara
Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yay., Üçüncü Baskı, İkbal Matbaası, Ankara,
1977.
Genç, Reşat, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara,
1998.
Georgeon, François, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri: Yusuf Akçura (1876-1935); Çev.
Alev Er, 2. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1996.
_____, “Aydınlanma ve Fransız Devrimi Hayranı Bir Türk Aydını”, Osmanlı Türk
Modernleşmesi (1900-1930), Çev. Ali Berktay, 1. Baskı, Yapı Kredi Yay., İst.,
2006.
Gezgin, Ali Galip, Özgün Bir Kur’an Yorumu: Hz. Ömer Örneği, Rağbet Yay., İst., 2014.
Giddens, Anthony, Sosyoloji, Haz. Cemal Güzel, Ayraç Yay., Ankara, 2005.
Göksel, Ali Nüzhet, Ziya Gökalp, Varlık Yay., İst., 1952.
Gölcük Şerafeddin - Toprak, Süleyman, Kelâm, Selçuk Ü. İlahiyat Fak. Yay., Konya, 1988.
Günay, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yay., İst., 2006.
Gündoğdu, Abdullah, Ümmetten Millete, IQ Kültür Sanat Yay., 1. Bsk., İst., 2007.
_____, Yusuf Akçura’ya Göre Büyük Güçler ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı, IQ Kültür Sanat
Yay., İst., 2010.
Gündüz, Mustafa, II. Meşrutiyet’in Klasik Paradigmaları, Lotus Yay., Ankara, 2007.
Gündüz, Mustafa, Ahlâk Sosyolojisi, Anı Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2010.
Güneş, İhsan, Birinci TBMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Kültür
Yay., Ankara, 1997.
Güngör, Erol, İslâmın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yay., İst., 1989.
_____, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yay., 5. Basım, İst., 1989.
_____, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay., İst., 1995.
303
_____, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Haz. R. Güler-E. Kılınç, Ötüken Yay., İst., 1996.
Güriz, Adnan, Hukuk Başlangıcı, 10. Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2005.
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye: Hz. Peygamber Döneminin Siyasî-İdarî
Belgeleri, Çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi, İst., 1993.
Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İst., 1989.
Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi,
Üçdal Neşriyat, İst., t.y.
Heyd, Uriel, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, Çev.Cemil Meriç, Sebil Yay., Birinci
Basım, İst., 1980.
_____, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Çev. Kadir Günay, Kültür Bak. Yay., İkinci Baskı,
Ankara, 2002.
Hilav, Selahattin, “Düşünce Tarihi (1908-1980)”, Türkiye Tarihi-4 Çağdaş Türkiye (1908-
1980), Cem Yay., İst., 1989.
Hostler, Charles Warren, Turkism and the Soviets, George Allen & Unvin Ltd, Londra,
1957.
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir bin Âşûr, İslam Hukuk Felsefesi, Çev. Mehmet Erdoğan-Vecdi
Akyüz, Rağbet Yay., 4. Baskı, İst., 2013.
İbn Haldun, Abdurrahman, Mukaddime, Çev. Zâkir Kadîrî Ugan, MEB Yay., C. I, İst.,
1997.
_____, Mukaddimetü İbni Haldun, Mürâcaa’ ve’z-Zabt: Süheyl Zükkâr-Halil Şuhade,
Dâru’l-Fikr, Beyrut, 2001.
İkbal, Muhammed, İslâm’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Çev. N. Ahmet Asrar,
Birleşik Yay., İst., ts.
İnayet, Hamid, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev.Yusuf Ziya, Yöneliş Yay., 3. Baskı, İst.,
1995.
İnsel, Ahmet Türkiye Toplumunun Bunalımı, Birikim Yay., İst., 1992.
İşcan, Mehmet Zeki, Muhammed Abduh’un Dinî ve Siyasî Görüşleri, Dergâh yay., 2. Bsk.,
İst., 1998.
_____, Siyasal İslam, Kültür ve Eğitim Vakfı Yay., Erzurum, 2002.
İzmirli, İ. Hakkı, Anglikan Kilisesine Cevap, Sadeleştiren: Fahri Unan, TDV Yay., Ankara,
1995.
Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı, C. III, TEV Yay., On Birinci Baskı, İst., 2002.
304
Kaçmazoğlu, H. Bayram, Türk Sosyoloji Tarihine Giriş-1, Birey Yay., 1. Bsk., İst., 2001.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İst., 1988.
Kaplan, Leylâ, Cemiyetlerde ve Siyasî Teşkilatlarda Türk Kadını (1908-1960), Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara,
1998.
Kaplan, Mehmet, Büyük Türkiye Rüyası, Türkiye Kültür Enstitüsü Yay., İst., 1969.
Kara, İsmail, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İz Yay., İst., 1994.
_____, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-1, 4. Baskı, Dergâh Yay., İst., 2011.
_____, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi- 2, 4. Baskı, Dergâh Yay., İst., 2011.
Karal, Enver Z., Osmanlı Tarihi, C. 5, TTK. Basımevi, Ankara, 1995.
_____, Osmanlı Tarihi, C. 8, TTK Basımevi, Ankara, 1995.
Karaman, Hayreddin, Anahatlarıyla İslam Hukuku, Ensar Neşriyat, 11. Basım, İst., 2006.
Karatepe, Şükrü, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, İz Yay., İst., 1993.
Karpat, Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yay., İst., 1996.
_____, İslam’ın Siyasallaşması, İst. Bilgi Ü. Yay., 4. bsk., Çev. Şiar Yalçın, İst., 2010.
Kavcar, Cahit, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim, İnönü Ü. Eğitim Fak. Yay.,
Gözden geçirilmiş 2. bsk., Malatya, 1988.
Kat, Gürhan, Cumhuriyet Döneminde Yusuf Akçura, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara, 2010.
Kehrer, Günter - vd., Din Sosyolojisi, Türkçesi: M. Emin Köktaş-Abdullah Topçuoğlu,
Vadi Yay., Ankara, 1996.
Jaschke, Gotthard, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Bilgi Yay., Birinci Basım, İst., 1972.
Kelile ve Dimne, İbnü’l-Mukaffâ, Haz. Ali Nihad Tarlan vd., Bedir Yay., İst., 1990.
_____, Beydeba, Haz. Ebuzer Kalyon, Akçağ Yay., Ankara, 2008.
Kenzü'l-Ummâl, Alaaddin Aliyyü’l-Muttakî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1993.
Keşfü’l-Hafâ, İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Dâru İhyâi’-t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, 1933.
Kızılçelik, Sezgin, Sosyoloji Teorileri -1, Emre Yay., 2. Bsk., Konya, 1994.
Kızılçelik, Sezgin, - Erjem, Yaşar, Açıklamalı Sosyoloji Terimleri Sözlüğü, Günay Ofset,
Konya, 1992.
305
Kirman, Mehmet Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yay., İst., 2004.
Koçi Bey Risalesi, Sadeleştiren: Zuhuri Danışman, MEB Yay., İst., 1997.
Kodaman, Bayram, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, Çağrı Yay., İst.,
1993.
_____, Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi, TTK Basımevi, 3. Bsk., Ankara, 1999.
Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri -1, Remzi Kitabevi, 3. Basım, İst., 1996.
Korkmaz, Alâaddin, Ziya Gökalp; Aksiyonu, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Üzerindeki
Tesirleri, MEB Yay., İst. 1994.
Köprülü, M. Fuat, (Köprülüzade), Tevfik Fikret ve Ahlakı, Kanaat Matbaası, İst., 1918.
_____, Anadolu’da İslamiyet, Haz. Metin Ergun, Akçağ Yay., Ankara, 2000.
_____, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Yay. Haz. Orhan Köprülü,
Akçağ Yay., 2. Baskı, Ankara, 2004.
Köroğlu, Hüseyin, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 4, Sebat Ofset, Konya, 2003.
Köroğlu, Hüseyin, Türk Dili ve Edebiyatı, C. 5, Sebat Ofset, Konya, 2004.
Kösoğlu, Nevzat, Milli Kültür ve Kimlik, Ötüken Neşriyat, İst., 1992.
_____, Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı, Ötüken Neşriyat, İst., 2000.
_____, Türk Olmak Ya da Olmamak: Milli Kültür, Mozaik Kültür ve Etnisite, Ötüken Yay.,
İst., 2005.
Kudret, Cevdet, Ziya Gökalp, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1963.
Kuran, Ercüment, Türk İslam Kültürüne Dair, Ocak Yay., Ankara, 2000.
Kushner, David, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ay Köprüsü Yay., 1. Baskı, İst., 2004.
Kuş, Elif, Nicel-Nitel Araştırma Teknikleri: Sosyal Bilimlerde Araştırma Teknikleri Nicel
mi Nitel mi?, Anı Yay., 3. Baskı, Ankara, 2009.
Kuşeyrî Risalesi, Abdülkerim el-Kuşeyrî, Haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., 3. Bsk.,
İst., 1999.
Kutay, Cemal, Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, C. XVII, S. 23, İst. 1961.
_____, Malta Esirleri : Osmanlı Sürgünlerinin Öyküsü (1918-1921), Haz., Ergun Tekin,
ABM Yay., İst., 2014.
306
Kutlu, Sönmez, Mezhepler Tarihine Giriş, dem Yay., 2. Basım, İst. 2010.
_____, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, TDV Yay., Ankara, 2002.
_____, Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar, Ötüken Yay., İst., 2017.
Kürkçüoğlu, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara Ü. Siyasal Bil. Fak. Yay.,
Ankara, 1978.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK Basımevi, 9. bsk., Ankara, 2004.
Lietzmann, M. Hans, Eski Kilise Tarihi, Çev. Mehmet Aydın, Litera Türk Academia Yay.,
Konya, 2016.
Lisânü’l-Arab, İbn Manzûr, Beyrut, 1956.
Maraş, İbrahim, Türk Dünyasında Dinî Yenileşme (1850-1917), Ötüken Yay., İst., 2002.
Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri (1895-1908), 2. Bsk., İletişim Yay., İst., 1983.
_____, Din ve İdeoloji, İletişim Yay., 7. Baskı, İst., 1995.
_____, Türk Modernleşmesi, Derleyen: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, İletişim Yay.,
İst., 2000.
_____, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Çev. Mümtaz’er Türköne-Fahri Unan-İrfan
Erdoğan, Redaksiyon ve Yay. Haz. Ömer Laçiner, İletişim Yay., 3. Baskı, İst.,
2002.
Meriç, Cemil, Bu Ülke, Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç, İletişim Yay., 10. Baskı, İst., 1995.
Mert, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış: Cumhuriyet Kurulurken Laik
Düşünce, Bağlam Yay., İst., 1994.
Mumcu, Ahmet, Osmanlı Devleti’nde Rüşvet, 2. Baskı, İnkılâp Kitabevi, İst., 1985.
Müsned, İmam Ahmed b. Hanbel, (el-Fethu’r-Rabbânî tertibi), Ensar Yay., Konya, 2004.
Müsnedü’ş-Şihâb, Muhammed b. Selâme el-Kudâ’î, (thk. Hamdi b. A. es-Selefî),
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1986, I/342.
Oba, Ali Engin, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 1995.
Ocak, Ahmet Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yay., 1. Baskı, İst., 1999.
Onat, Hasan, Emevîler Devri Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği, TDV Yay., Ankara, 1993.
307
Ortaylı, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yay., 9. bsk., İst. 2001.
_____, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yay., 1. bsk., İst., 2006.
_____, Osmanlı Barışı, Timaş Yay., 1. bsk., İst., 2007.
_____, Türkiye Teşkilât ve İdare Tarihi, Cedit Neşriyat, 2. bsk., Ankara, 2008.
Osmanağaoğlu, Cihan, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On İki Levha Yay., İst., 2008.
Ozankaya, Özer, Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Cem Yay., İst., 1995.
Öğün, Süleyman Seyfi, Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, İst., 1995.
_____, Türk Politik Kültürü, Alfa Yay., İst., 2004.
Öke, Mim Kemal, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, Çağrı Yay., İst., 1993.
Özcan, Ufuk, Ahmet Ağaoğlu ve Rol Değişikliği, Kitabevi Yay., İst., 2010.
Özlem, Doğan, Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi, Remzi Kitabevi, İst., 1986.
Öztürk, Kazım, Türk Parlamento Tarihi: TBBM II. Dönem (1923-1927), TBMM Vakfı
Yay., C. III, Ankara, 1995.
Öztürk, Nazif, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü
Yay., Ankara, 1983.
Parla, Taha, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Yay. Haz. Füsun Üstel-
Sabir Yücesoy, İletişim Yay., 3. Baskı, İst., 1999.
Ramsour, Ernest Edmondson, Genç Türkler ve İttihat Terakki, Tercüme: Hacasan Yüncü,
Kayıhan Yay., Birinci bsk., İst., 2001.
Roy, Oliver, Siyasal İslam’ın İflası, Çev. C. Akalın, İst., 1992.
Sa’di, Bostan ve Gülistan, Çev. Şemsettin Yeltekin, Araf Yay., 1. Bsk., İst., 2013.
Safa, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, Kültür Bak. Yay., Ankara, 1981.
Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Baskıya Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, Tercüman 1001
Temel Eser, t.y.
Said, Edward W., Oryantalizm, Çev. Selahattin Ayaz, Pınar Yay., 4. bsk., İst., 1999.
Sakal, Fahri, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay., Ankara, 1999.
Saray, Mehmet, Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Yay., Ankara, 1987.
Sarıkaya, M. Saffet, İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, Rağbet Yay., 6. Bsk., İst., 2016.
308
Sarınay, Yusuf, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları, Ötüken Yay., İst.,
2004.
Sezen, Yümni, Sosyoloji Açısından Din, MÜİFAV Yay., İkinci Baskı, İst., 1993.
Shaw, Stanford J.- Shaw, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, Terc.
Mehmet Harmancı, E Yay., 2. Baskı,İst., 1983.
Shissler, A. Holly, İki İmparatorluk Arasında Ahmet Ağaoğlu ve Yeni Türkiye, Çev. Taciser
Ulaş Belge, İst. Bilgi Ü. Yay., 1. Baskı, İst., 2005.
Skolâstik Eğitim ve Türkiye’de Skolâstik Tarz, Derleyen ve Çeviren: Hasan Ünder, Epos
Yay., Birinci Baskı, Ankara, 2002.
Sorokin, Andrei, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Çev. Mete Tunçay, Salyangoz
Yay., İst., 2008.
Sözen, Kemal, Ahmet Cevdet Paşa’nın Felsefi Düşüncesi, MÜİFAV Yay., İst., 1998.
Şener, Abdülkadir, İslam Hukuku Dersleri I, Dokuz Eylül Ü. Yay., II. Baskı, İzmir, 1992.
Şenoğlu, Kemal, Yusuf Akçura: Kemalizmin İdeoloğu, Kaynak Yay., İst., 2009.
Şimşir, Bilal Niyazi, Malta Sürgünleri, Bilgi Yay., 5. Bsk., İst., 2009.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Dergâh Yay., 7. Baskı, İst., 2011.
Taş, Kemaleddin, Üniversite Gençliğinin Dindarlık Kriterleri, Alter Yay., Ankara, 2005.
Taşdemir, İsmet, Bilimsel Araştırma Yöntemleri, Nobel Akademik Yay. Eğitim
Danışmanlık TİC. LTD. ŞTİ. 1. Basım, Bartın, 2016.
Taymas, Abdullah Battal, Kazan Türkleri ve Siyasi Görüşleri, 2. Baskı, Ankara, 1966.
Temir, Ahmet, Yusuf Akçura, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara, 1987.
Tezel, Yahya S., Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yay., 5. Bsk.,
İst., 2002.
Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi, Ankara, 2001.
Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ et-Tirmizî, Sünenü’t-Tirmizî, I-VI (nşr. Şuayb el-
Arnaût), Dârü’r-Risâleti’l-Âlemiyye, Beyrut, 1430/2009.
Togay, Muharrem Feyzi, Yusuf Akçura’nın Hayatı, Hüsnütabiat Basımevi, İst., 1944.
309
Tunaya, Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı: İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, Baha
Matbaası, İst., 1959.
_____, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952, 2. Baskı, Arba Araştırma Basım Yay., İst.,
1995.
_____, Türkiye’de Siyasal Partiler: II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1918), C. 1 İletişim Yay.,
1. baskı, İst., 1998.
_____, İslamcılık Akımı, İst. Bilgi Ü. Yay., 2. Baskı, İst., 2007.
_____, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İst. Bilgi Ü. Yay., 1. Baskı,
İst., 2004.
Tuncer, Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bak.Yay., Ankara,
1990.
_____, Türk Yurdu Bibliyografyası, Akademi Kitabevi, İzmir, 1993.
Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Neşriyat, 20. Basım, İst.,
2011.
Turhan, Mümtaz, Garplılaşmanın Neresindeyiz, Babıâli Yay., 3. bsk., İst. 1961.
_____, Kültür Değişmeleri, MÜİFAV Yay., 3. Basım, İst., 1997.
Türkdoğan, Orhan, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Üçdal Neşriyat, İst. 1983.
_____, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, MÜİFAV Yay., İst., 1998.
_____, Milli Kültür Modernleşme ve İslam, Birleşik Yay., İst., 1996.
Tylor, Edward B., Primitive Culture: Researches into the Development of Mythology,
Philosophy, Religion, Language, Art and Custom, John Murray Publication,
London, ts..
Uyanık, Mevlüt, Üç Tarz-ı Siyaset: Bir Üst Kimlik Tasarımı Olarak Türkiyelilik, Metropol
Yay., İst., 2003.
Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, C. III, TTK Basımevi, 2. bsk., Ankara, 1983.
_____, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, TTK Basımevi, 3. Bsk., Ankara, 1988.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken yay., 4. bsk., İst., 1994.
_____, Ziya Gökalp, Türkiye İş Bankası Yay., İst., 2007.
Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, İst. Fetih Cemiyeti, 3. Baskı, İst., 1986.
Yavuz, Hilmi, Türkiye’nin Zihin Tarihi, Timaş Yay., 1. Baskı, İst., 2009.
310
Yıldırım, Ergün, Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, Bilge Yay., 1. Baskı, İst., 1999.
Yıldırım, Ramazan, Hilafet Tartışmaları, Anka Yay., 1. Basım, İst., 2004.
Yıldız, H. Dursun, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C. 12, Çağ Yay., İst., 1993.
Wach, Joahim, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, MÜİFAV Yay., İst., 1995.
Watt, W. Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev. E. Ruhi Fığlalı, Umran
Yay., Birinci Baskı, Ankara, 1981.
Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Türkçesi: Zeynep Aruoba, Hil Yay.,
İst., 1997.
5. Diğer Makaleler
Abadan, Yavuz, “Tanzimat Fermanının Tahlili”, Tanzimat 1, MEB Yay,, İst., 1999, ss. 31-
58.
Akpınar, Ali, “Allah’ın Ahlâkı ile Ahlâklanmak”, Tasavvuf, İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, Ankara, 2001, C. II, S. 6, ss. 61-80.
Akün, Ömer Faruk, “Lehce-i Osmânî”, DİA, C. 27, İst., 2003, ss. 127-128.
Apaydın, H. Yunus, “İctihad”, DİA, C. 21, İst., 2000, ss. 432-445.
Arabacı, Caner, “Eşref Edib Fergan ve Sebîlürreşâd Üzerine”, MTSD (Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce), İletişim Yay., 2. Baskı, İst., 2005, C. 6 (İslamcılık), ss. 96-128.
Avcı, Casim, “Hilâfet”, DİA, C. 17, İst., 1998, ss. 539-546.
Aydın, M. Akif, “İslamcılık: Hukukta”, DİA, C. 23, İst., 2001, ss. 67-70.
_____, “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, DİA, C. 28, İst., 2003, ss. 231-235.
Aydın, Mehmet S., “İrtica’ya İlişkin Bazı Düşünceler”, Doğu Batı, Yıl: 1, S. 3, Mayıs-
Haziran-Temmuz 1998, ss. 51-58.
Aydın, Muhammed Şevki, “Mehmed Şemseddin’in Eğitim Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 5, Kayseri, 1988, ss. 237-252.
Babanzâde Ahmed Naim, “İslam’da Da’vâ-yı Kavmiyyet”, Sebîlürreşâd, C. 12, S. 293,
Nisan 1330/Nisan 1914, ss. 114-128.
Bakırcı, Mustafa, “II. Meşrutiyet Dönemi Din Sosyolojisinin Önemli Bir Kaynağı: İslam
Mecmuası (1914-1918)”, Selçuk Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, C. 17, Bahar, 2004, ss.
177-210.
Bardakoğlu, Ali, “Fıkıh”, DİA, C. 13, İst., 1996, ss. 22-27.
Beydilli, Kemal, “Süleyman Hüsnü Paşa”, DİA, C. 38, İst., 2010, ss. 89-92.
311
Büyükkara, Mehmet Ali, “Mezhepler Tarihine Giriş”, İslâm Mezhepleri Tarihi, Editör: M.
A. Büyükkara, Anadolu Ü. AÖF Yay., 1. Baskı, Eskişehir, 2010, ss. 2-24.
Çağan, Kenan, “Son Dönem Osmanlı Siyasetinde İslamcılık ve Batılılaşma”, Yüzüncü
Yılında II. Meşrutiyet, Editör: Asım Öz, Pınar Yay., 1. Basım, İst., 2008, ss. 325-
359.
Çağrıcı, Mustafa,“Ahlâk”, DİA, C. 2, İst., 1989, ss. 1-9.
_____, “Edep”, DİA, C. 10, İst., 1994, ss. 412-414.
Çetin, Ayhan, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda“Da’vâ-yı Ahlâk-ı Nazarî”,
SDÜ Sosyal Bil. Enst. Dergisi, Yıl: 2012/1, S. 15, ss. 317-344.
_____, “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’na Göre Da’vâ-yı Ahlâk-ı Amelî”,
Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2012, S. 17/1, ss. 131-151.
Çubukçu, İ. Agâh, “Şemseddin Günaltay’ın Dini Düşüncesi”, Ankara Ü. İlahiyat Fak.
Dergisi, 50. Yıl Özel Sayısı, AÜ İlahiyat Fak. Yay., Ankara, 1973, ss. 183-190.
Devlet, Nadir, “Yusuf Akçura’nın Hayatı (1876-1935)”, Ölümünün 50. Yılında Yusuf
Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst., Ankara,
1987, ss. 17-33.
Ekinci, Nejdet, “İkinci Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Geçiş Sürecinde Bilimsel Türkçülük
Çabalarına Bir Örnek: Yeni Mecmua”, İst. Ü. İletişim Fak. Dergisi, İst., 2001, S. 11,
ss. 137-162.
Ercilasun, Ahmet B., “Yusuf Akçura ve Türk Fikir Tarihindeki Yeri”, Ölümünün Ellinci
Yılında Yusuf Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kültürünü
Araş. Enst. Yay., Ankara, 1987, ss. 109-112.
Erdem, Hüsameddin, “İslam Ahlâkı ve Özellikleri”, Selçuk Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.
2, Konya, 1986, ss. 229-234.
Erden, Ömer, “Ziya Gökalp'in 1924 Anayasası İle İlgili Çalışmaları”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Mart 2013, C. XXIX, S. 85, ss. 47-72.
Erkan, Ümmet, “1911-1918 Yılları Arasında Türk Yurdu Dergisine Konu Olan Bazı
Tartışma ve Polemikler”, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, March 2016,
Vol. 5, No: 1, ss. 44-63.
Esin, Emel, “Akçura-Oğlu Yusuf Beye Dair Hatıralar”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf
Akçura Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kültürünü Araş. Enst.
Yay., Ankara, 1987, ss. 35-42.
Fığlalı, E. Ruhi, “Çevirenin Önsözü”, el-Bağdadî, Abdülkâhir, Mezhepler Arasındaki
Farklar, Önsöz ve Notlarla Çev. E. Ruhi Fığlalı, TDV Yay., 2. Baskı, Ankara,
2001, ss. XIII-XXXI.
312
Georgeon, François, “Azerbaycanlı Bir Aydının İlk Adımları: Ahmed Ağaoğlu Fransa’da
(1888-1894)”,Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-1930)/Seçilmiş Makaleler,
Çeviren: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., 1. Baskı, İst., 2006, ss. 103-115.
Göksoy, İsmail Hakkı, “Hz. Peygamber’in Hükümdarlara Gönderdiği Davet Mektupları ve
Önemi”, SDÜ İlahiyat Fak. II. Kutlu Doğum Sempozyumu (Tebliğler), SDÜ İlahiyat
Fak. Yay., Isparta, 1999, ss. 119-138.
Göküş, Şeref, “Ahmet Ağaoğlu: Hayatı, Eserleri ve Din Eğitim-Öğretimi Görüşleri”,
Toplum Bilimleri Dergisi, C. 7, No: 13, Ocak 2013, ss. 199-210.
Gülseven, Fahreddin, “Ahmet Ağaoğlu’nun Hayatı, Fikirleri, Siyasi ve Sosyal
Mücadeleleri”, Azerbaycan Türk Kültür Dergisi, Yıl: 38, S. 268, Nisan-Mayıs-
Haziran 1989, ss. 72-111.
Gürkan, Menderes, “Şemseddin Günaltay’ın (1883-1961) İçtihada İlişkin Görüşleri Üzerine
Bir Değerlendirme”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, S. 6, 2005, ss. 352-354.
Hanioğlu, Şükrü, “Batıcılık”, TCTA, İletişim Yay., C. 5, İst., 1985, ss. 1382-1384.
_____, “Batılılaşma”, DİA, C. 5, İst., 1992, ss. 148-152.
_____, “II. Meşrutiyet Dönemi ‘Garbçılığı’nın Kavramsallaştırılmasındaki Üç Temel Sorun
Üzerine Not”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2005, Yıl: 8, S. 31,
ss. 55-64.
_____, “Türkçülük”, DİA, C. 41, İst., 2012, ss. 551-554.
Hatiboğlu, Mehmed Said, “İslam’da İlk Siyâsî Kavmiyyetçilik: Hilâfetin Kureyşliliği”,
AÜİFD, C. XXIII, ss. 121-213.
Kahraman, Abdullah, “Mansûrîzâde Said’in Klasik Fıkıhçılara Yönelttiği Bazı Eleştiriler”,
CÜİFD, C. V, S. 1, Sivas, 2001, ss. 223-262.
_____, “Dâru’l-Fünûn Hocalarından Mansûrîzâde Mehmed Said ve Klasik Fıkhın
Sınırlarını Zorlayan Bazı Görüşleri,” Dârülfünûn İlahiyat Sempozyumu 18-19
Kasım 2009 Tebliğleri, Bayrampaşa Belediyesi Yay., İst., 2010, ss. 405-414.
Kahraman, Alim, “Yeni Mecmua”, DİA, C. 43, İst., 2013, ss. 428-430.
Kara, İsmail, “İsmail Kara ile Yeni Kitabı Üzerine Söyleşi”, İzlenim, S. 16, Aralık 1994, ss.
50-53.
Karaman, Hayrettin, “İslam’da Din ve Devlet İlişkisi”, Türkiye Günlüğü Dergisi”, S. 13,
Kış, 1990.
_____, “Efgânî, Cemâleddin”, DİA, C. 10, İst., 1994, ss. 456-466.
Karatepe, Tuba Çavdar, “İslâm Mecmuası”, DİA, C. 23, İst., 2001, ss. 53-54.
313
Karal, E. Ziya, “Önsöz”, Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset içinde, TTK Yay., 5. Bsk.,
Ankara, 2007, ss. 1-18.
Kardaş, Rıza, “Üç Tarz-ı Siyaset Üzerine Panel”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura
Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara,
1987, ss. 61-96.
Kaşıkçı, Osman, “Mut’a Nikâhı”, Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, 2007, Bahar, S. 3, ss.
43-58.
Kılıç, Recep, “Ahlâk Kavramının Analizi”, İslam Ahlâkı ve Sevgi, TDV Yay., Ankara,
2007, ss. 37-48.
Kılıçzade Hakkı, “Pek Uyanık Bir Uyku-1”, İctihad, 19 Teşrînisâni 1329/2 Aralık 1913, C.
3, Nr: 55, ss. 1226-1228.
_____, “Pek Uyanık Bir Uyku-2”, İctihad, 7 Mart 1329/20 Mart 1913, C. 3, Nr: 57, ss.
1261-1264.
Koçar, Musa, “Mâtürîdî’de Akılcılık ve Uygulama Alanları”, SDÜ İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Yıl: 2006/2, S. 17, ss. 27-53.
Kuran, Ercümend, “Yusuf Akçura’nın Tarihçiliği”, Ölümünün Ellinci Yılında Yusuf Akçura
Sempozyumu Tebliğleri (11-12 Mart 1985), Türk Kült. Araş. Enst. Yay., Ankara,
1987, ss. 45-49.
Kutlu, Sönmez, “İslâm Mezhepleri Tarihinde Usûl Sorunu”, İslâmî İlimlerde
Metodoloji/Usûl Mes’elesi-I, İslâmi İlimler Araştırma Vakfı, İst., 2005, ss. 391-
440.
Köprülü, M. Fuat, (Köprülüzade), “Mekteb-Medrese”, Tasvir-i Efkâr, 6 Rebiülâhir 1331/15
Mart 1913.
_____, “Türklük, İslamlık, Osmanlılık”, Türk Yurdu, C. 4, 25 Temmuz 1329/7 Ağustos
1913, S. 45, ss. 693-702. Türk Yurdu (Tutibay), C. 2, ss. 372-376.
Kutluer, İlhan, “Batılılaşma: Felsefi Düşünce”, DİA, C. 5, İst. 1992, ss. 152-158.
_____, “İslamcılık: Düşüncede”,DİA, C. 23, İst. 2001, ss. 65-67.
Mansurizâde Said, “Cevâzın Ahkâmı Şer’iyyeden Olmadığına Dair”, İslam Mecmuası, C. I,
S. 10, ss. 295-303.
Maraş, İbrahim, “İdil Ural Bölgesi Müslümanları ve Ceditçilik Düşüncesi”, SDÜ İlahiyat
Fak. Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyet’e Katkıları Sempozyumu (31 Mayıs- 1
Haziran 2007), Isparta, ss. 569-580.
Mardin, Şerif, “İslâmcılık”, TCTA, İletişim Yay., İst., 1985, C.5, ss. 1400-104.
314
Musa Kazım, “İslam ve Terakki-1”, İslam Mecmuası, Yıl: 1, C. 1, S. 1, 30 Kânûnisânî
1329/12 Şubat 1914, ss. 1-6.
_____, “İslam ve Terakki-2”, İM, C. 1, S. 2, 13 Şubat 1329/ 26 Şubat 1914, ss. 34-36.
_____, “İslam ve Terakki-3”, İM, C. 1, S. 3, 27 Şubat 1329/12 Mart 1914, ss. 75-77.
Ocak, A. Yaşar, “Türk Müslümanlığı’ Tartışmaları, Resmi İdeoloji, Alevilik, Sosyolojik ve
Tarihsel Gerçek”, Genç Erenler, S. 38, Kasım 1998, ss. 5-9.
Onat, Hasan-Kutlu, Sönmez, “İslam Mezhepleri Tarihi’ne Giriş”, İslam Mezhepleri Tarihi,
Editörler: H. Onat-S. Kutlu, Grafiker Yay., 5. Baskı, Ankara, 2016, ss. 19-60.
Öğülmüş, Selahaddin, “İçerik Çözümlemesi”, Ankara Üniv. Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, Ayrı basım, Ankara Ü. Basımevi, Ankara, 1992, C. 24, S. 1, ss. 213-228.
Özcan, Azmi, “Hilâfet: Osmanlı Dönemi”, DİA, C. 17, İst., 1998, ss. 546-553.
_____, “İslamcılık: İkinci Meşrutiyet Dönemi”, DİA, C. 23, İst. 2001, ss. 62-65.
_____, “Osmanlıcılık”, DİA, C. 33, İst., 2007, ss. 485-487.
Özcan, Tahsin, İbni Kemal’in Para Vakıflarına Dair Risâlesi, İslam Araştırmaları Dergisi,
S. 4, İst., 2000, ss. 31-41.
Polat, Nazım H., “İctihad”, DİA, C. 21, İst., 2000, ss. 446-448.
Sancaktar, Fatih M., “Yusuf Akçura ve Din”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XXI,
Mart 2005, S. 61, ss. 386-398.
Sarc, Ömer Celâl, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat 1, MEB Yay,, İst, 1999, ss. 423-
440.
Sarıcık, Murat, “Cahiliye Nikâhı Mut’a ve Diğer Cahiliye Nikâhları”, SDÜ İlahiyat Fak.
Dergisi, 1996, S. 3, ss. 41-73.
Sarıkaya, M. Saffet, “Osmanlı Türkiyesindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış”,
Arayışlar, Yıl: 1, S. 1, 1991/1, ss. 97-111.
Sezer, Ayten, “Osmanlı Dönemi ‘Batıcılık’ Akımının Atatürk İnkılâpları Üzerindeki
Etkileri”, Türk Yurdu, Aralık 1999- Ocak 2000, C. 19-20, S. 148-149, ss. 420-429.
Somel, Selçuk Akşin, “Osmanlı Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913),
MTSD, C. 1, ss. 88-116.
Sözen, Kemal, “Din-Felsefe İlişkisi Bağlamında Dinin Günümüz Türkiyesi’nde
Yorumlanması Sorunu”, SDÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 2011/1, S. 26, ss. 17-
31.
Sungu, İhsan, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat 2, MEB Yay., İst., 1999, ss. 777-
857.
315
Şahin, Kamil, “Günaltay, Mehmet Şemsettin”, DİA, C. 14, İst., 1996, ss. 286-288.
Şener, Abdülkadir, “İctimai Usul-i Fıkh Tartışmaları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, C. 5, Ankara, 1982, ss. 231-247.
Taymas, Abdullah, “Yusuf Akçura’nın Türkçülüğü ve Rusya Türkleri Arasındaki
Çalışmaları”, Türk Yurdu, C. 26, İst., 1942, Nr. 7, ss. 221-225.
Taş, Kemaleddin, “Dinin Sosyolojik Tanımı Problemi Üzerine Bir Değerlendirme”, Dini
Araştırmalar Dergisi, Mayıs-Ağustos 2003, C. VI, S. 16, ss. 199-205.
_____, “Sosyolojik Din Tanımları”, Din Sosyolojisi El Kitabı, Editörler: Niyazi Akyüz-
İhsan Çapcıoğlu, Grafiker Yay., Ankara, 2012, ss. 37-42.
Teber, Ö. Faruk, “Mezheplerin Ortaya Çıkış Nedenleri”, İslam Mezhepleri Tarihi, Anadolu
Ü. Yay., Eskişehir, 2010, ss. 27-41.
Tekin, Mustafa, “II. Meşrutiyet Dönemi Kadın ve Aile Tartışmaları”, Yüzüncü Yılında II.
Meşrutiyet, Editör: Asım Öz, Pınar Yay., Birinci Bsk., İst., 2008, ss. 103-128.
Toker, Nilgün - Tekin, Serdar, “Batıcı Siyasi Düşüncenin Karakteristikleri ve Evreleri”,
MTSD, İletişim Yay., C. 3, İst., 2004, ss. 82-106.
Tümer, Günay, “Din”, DİA, C. 9, İst., 1994, ss. 312-320.
Türkman, Sayim, “Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp”, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Atatürk Dergisi, I/4, Temmuz 2003, Erzurum, ss. 135-161.
Türk Ocakları Merkez Heyeti, “İslam Dini ve Türk Müslümanlığı”, Türk Yurdu, Ocak
1999, C. 19, S. 137, ss. 10-12.
Uçar, Ramazan, “Abdullah Cevdet’in Din Anlayışı”, Toplum Bilimleri Dergisi, Ocak-
Haziran 2012, C. 6, S. 11, ss. 205-218.
Uçar, Ramazan - Akkuş, H. İbrahim, “Yusuf Akçura’nın Gözünden Türk Milleti ve
İslam Ümmetinin Sorunları ve Çözüm Önerileri”, Toplum Bilimleri Dergisi,
Temmuz-Aralık 2018, C. 12, S. 24, ss. 7-23.
Uludağ, Süleyman, “İslam-Devlet İlişkisi”, Türkiye Günlüğü Dergisi”, S. 13, Kış, 1990.
Unat, Kadri, “Osmanlı Devleti’nde Sosyo-Ekonomik Düzen ve XIX. Yüzyıl Yenileşme
Hareketleri”, Başlangıcından Günümüze Türkiye Cumhuriyet’i Tarihi, Editör:
Temuçin Faik Ertan, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2011, ss. 19-46.
Yaltkaya, Şerafeddin, “Cevâzın Ahkâmı Şer’iyyeden Olmadığına Dair’ Makale
Münasebetiyle”, İslam Mecmuası, C. I, S. 12, ss. 357-360.
Yaparel, Recep, “Dinin Tarifi Mümkün mü?”, DEÜİF Dergisi, C. IV, İzmir, 1987, ss. 403-
417.
316
Yavuz, Kerim, “Ziya Gökalp’in Dini Tutumu ve Din Anlayışı”, Atatürk Üniversitesi
İslami İlimler Fakültesi Dergisi, S. 2, Sevinç Matbaası, Ankara, 1977, ss. 211-222.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Mustafa Sabri Efendi”, DİA, C. 31, İst., 2006, ss. 350-353.
Yiğit, İsmail, “Ribât”, DİA, C. 35, İst., 2008, ss.76-79.
Yörükan, Y. Ziya, “Şehristânî”, DFİFM, S. 5-6, İst., Haziran 1927, ss. 187-277.
Yüce, Nuri, “Ağaoğlu, Ahmet”, DİA, C. 1, İst., 1988, ss. 464-466.
_____, “Akçura, Yusuf”, DİA, C. 2, İst., 1989, ss. 228-229.
6. Lisans Üstü Tezler
Akalın, Gülseren, Türk Düşünce ve Siyasi Hayatında Ahmet Ağaoğlu, Hacettepe Ü. Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enst., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1999.
Bakırcı, Mustafa, II. Meşrutiyet Dönemi İslâm Mecmuası’nda Din Sosyolojisi Konularıyla
İlgili Tartışmalar, Marmara Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış YL Tezi, İst., 2001.
Baran, Erdal, Yeni Mecmua Üzerine Bir İnceleme (1-45. Sayılar), Niğde Ü. Sos. Bil. Enst.,
Yayımlanmamış YL Tezi, Niğde, 2009.
Bulut, Hüseyin, Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad Dergisi’nde Milliyetçilik Meselesi (1910-
1914), Marmara Ü. Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enst., Yayımlanmamış YL Tezi,
İst., 2000.
Çetin, Ayhan, Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Ahlâk Meselesi, Selçuk Ü. Sos. Bil.
Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Konya, 1995.
_____, Ahmet Ağaoğlu’nun Din ve Toplum Anlayışı, SDÜ Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış
YL Tezi, Isparta, 2011.
Efe, Adem, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e İslamcılar ve Modernleşme (1908’den 1924’e),
Uludağ Ü. Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bursa, 2002.
Göküş, Şeref, II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük Akımında Eğitim, Din Eğitim ve Öğretimi,
AÜ. Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 2013.
Kat, Gürhan, Yusuf Akçura’nın Siyasi Kimliği ve TBMM’deki Çalışmaları, Gazi Ü. Sos. Bil.
Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara, 2003.
Küçük, Sebahattin, Yeni Mecmua (46-90. Sayılar Üzerinde Bir Araştırma), Cumhuriyet Ü.
Sos. Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, Sivas, 1992.
Özcan, Mehmet, Bir Pozitivizasyon Örneği Türk Milliyetçiliği ve Din, Ankara Ü. Sos. Bil.
Enst. Sosyoloji Ana Bilim Dalı Yayımlanmamış YL Tezi, Ankara, 1997.
317
Özcan, Ufuk, İmparatorluktan Cumhuriyete Kimlik Değişimi: Ahmet Ağaoğlu’nun (1869-
1939) Hayatı, Dönemi ve Düşünceleri, İst. Ü. Sos. Bil. Enst. Doktora Tezi, İst.,
1996.
Özden, Mehmet, Türk Yurdu Dergisi ve İkinci Meşrutiyet Devri Türkçülük Akımı (1911-
1918), Hacettepe Ü. Sos. Bil. Enst. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1994.
Özer, Kâmil, Ziya Gökalp Sosyolojisinde İslamcılık ve Modernizm, Dokuz Eylül Ü. Sos.
Bil. Enst. Yayımlanmamış YL Tezi, İzmir, 1995.
Tutkun, Semiramiz, İctihad Mecmuası (1-100. Sayılar), Cumhuriyet Ü. Sosyal Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL Tezi, Sivas, 1988.
Uca, Alaattin, Türkçülük Fikrinin Ünlü Mütefekkiri Ali Bey Hüseyinzâde (Turan)’nin
Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Atatürk Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış YL Tezi,
Erzurum, 1997.
Uçar, Ramazan, Abdullah Cevdet’te Din ve Batılılaşma, A.Ü. Sos. Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL Tezi., Ankara, 1997.
Uyanık, Necmi, Modernist İslamcı Bir Aydının Geleneksel Eğitim Kurumlarına Bakışı:
Medreseler Tekkeler ve M. Şemseddin Günaltay, Selçuk Ü. Sos. Bil. Enst.
Yayımlanmamış YL Tezi, Konya, 1996.
Yalçınkaya, Mehmet Akif, Arap Dili ve Edebiyatı Açısından Hz. Peygamber’in
Mektuplarının Değerlendirilmesi, Dokuz Eylül Ü. Sos. Bil. Enst., Yayımlanmamış
YL Tezi, İzmir, 2006.
318
ÖZ GEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler :
Adı ve Soyadı : Ayhan ÇETİN
Doğum Yeri : Eğirdir/ISPARTA
Doğum Yılı : 25.05.1969
Medeni Hali : Evli
Eğitim Durumu :
Lisans : 1991 Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yüksek Lisans-1 : 1995 Selçuk Ü. Sos. Bil. Enst. Din Felsefesi ABD.
Yüksek Lisans-2 : 2011 SDÜ Sos. Bil. Enst. Din Sosyolojisi ABD.
Yabancı Dil ve Düzeyi :
Arapça : (Nisan 2016) 77,500.
İngilizce : (Mart 2019) 87,500.
İş Deneyimi :
1991- : MEB’de Öğretmen (Halen devam ediyor.).
Bilimsel Yayınlar :
1. “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’nda
“Da’vâ-yı Ahlâk-ı Nazarî”, SDÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, 2012\1, S. 15, ss. 317-344.
2. “Babanzâde Ahmet Naim ve Ahmet Ağaoğlu’na Göre
Da’vâ-yı Ahlâk-ı Amelî”, Fırat Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, 17:1 (2012), ss. 131-151.