Kentler Kitabıaltkitap.net/wp-content/uploads/Kentler-Kitabi-altKitap.pdf · 2016-11-26 ·...

87
2008 Kentler Kitabı

Transcript of Kentler Kitabıaltkitap.net/wp-content/uploads/Kentler-Kitabi-altKitap.pdf · 2016-11-26 ·...

2008

Kentler Kitabı

Kentler Kitabı

Kentler Kitabı

Sürüm: Mayıs 2008

Tasarım: Cem Uçan

© 2008 altkitap

Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar

dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

www.altkitap.com

[email protected]

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 1�

YAZARLAR

Ahu Parlar

1977 yılında doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi mezunu. Ekonomi alanında lisans

ve kültürel incelemeler alanında yüksek lisans eğitimi aldı. İş yaşamına

gazeteci olarak başladı. Şu anda bir firmanın kurumsal iletişim yöneticiliğini

yapmaktadır. Metinleri altzine, Uç, Altıkırkbeş, Varlık, Radikal İki gibi

yayınlarda yer almıştır.

Attilâ Şenkon

21 Ağustos 1962’de Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini bu kentte

tamamladı. 1987’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık

Bölümü’nden yüksek lisans derecesiyle mezun oldu. 1990’da yayımlanan ilk

kitabı Her Gün Perşembe Olsa ile, 1991 Akademi Kitabevi Öykü Özendirme

Ödülü’ne değer görüldü. Bu kitabı, Uykusuz Gece Düşleri (1993) izledi. Nazlı

Eray’ın yaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığı Bütün Düşler ‘Nazlı’dır

(1998) ve Gökkuşağına İki Bilet (2004) adlı romanları da bulunan Şenkon’un,

aldatılmış erkekler üzerine kurduğu bir üçlemeyi oluşturan kitaplardan Ten

Yükü 1995’te, Bıyık İzi Yalanları ise 2002’de yayımlandı. Üçlemeyi

tamamlayacak olan Sustum Duydun mu, Can Yayınları’nda yayımlanmak

üzere sırada. Attilâ Şenkon ayrıca 2005’ten bu yana TRT-Radyo-1’deki Gece

Yatısı programını hazırlayıp sunuyor.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 2�

Cem Uçan

1973 yılında İzmir’de doğdu. 1996 yılında Boğaziçi Üniversitesi İşletme

Bölümü’nü bitirdi. İlk öykü kitabı Bambaşka Hayatlar 2005 yılında ikinci öykü

kitabı Boşluğun İzinde (2007 Yunus Nadi Öykü Ödülü) 2006 yılında yine Sel

Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Evren Yiğit

Evren Yiğit 1978’de İstanbul’da doğdu. İstek Özel Kemal Atatürk Lisesi’ni

bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’ndan mezun oldu.

Ortaokul yıllarından beri yazıları çeşitli dergilerde ve toplamalarda yer aldı.

Küstah Mizah dergisinde “Deniz Kızı” adlı köşeyi ve tiplemeyi yarattı.

İlk kitabı Kipat 2005 yılında, ikinci kitabı Aşk Yüzünden 2006 yılında

yayımlandı. İlk çocuk kitabı Masal Ülkesine Yolculuk 2008 yılında, Masal

Masal İçinde adlı dizi masallarının ilk kitabı olarak basıldı.

Feryal Tilmaç

1969 yılında Adana’da doğdu. Adana Anadolu Lisesi’ni ve Boğaziçi

Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirdi. Öyküleri, yazıları, çevirileri Artimento,

Ceysanat, Varlık, Eşik Cini, İmge Öyküler, Deniz Yıldızı, Beyaz, Kül Öykü

dergilerinin yanısıra Altzine, Borges Defteri, Enkoyu vb elektronik ortamlarda

yayınlandı. Trilobis adlı öyküsü Altkitap 2006 Öykü Ödülü Yarışması’nda

birincilik ödülüne değer görüldü. İlk öykü kitabı Mevt Tek Hecelik Uyku

2007’de Okuyan Us Yayınevi’nden çıktı.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 3�

Murat Gülsoy

1967'de İstanbul'da doğdu. Mühendislik ve Psikoloji eğitimi gördü. Boğaziçi

Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 1992-2002 yılları arasında

Hayalet Gemi dergisini yayına hazırlayan editörlerden biri olarak çalıştı. 2000

yılından bu yana elektronik yayınevi altkitap 'ın editörlerinden. 2000 yılı Sait

Faik Hikaye Armağanı, Bu Kitabı Çalın adlı kitabına; 2004 yılı Yunus Nadi

Roman Ödülü, Bu Filmin Kötü Adamı Benim adlı romanına verildi. 2004

yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, Yayın Kurulu Başkanı olarak

görev yapıyor.

Mustafa Ziyalan

1959’da Zonguldak’ta doğdu. Şimdilerde New York’ta psikiyatristlik yapıyor,

Red Hook (Kızıl Kanca) semtinde yaşıyor. Fotoğraf çekiyor. Şiir, deneme ve

öyküleri 1983’ten bu yana sürekli yayınlarda yer aldı. Dünle Yarın Arasında

(1990), New York’un Arabı (1998) ve Kızıl Kanca Şiirleri (2007) adlı şiir

kitapları, Su Kedileri adlı (2005) bir öykü kitabı var.

Özge Baykan

1981 yılında İzmir'de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası

İlişkiler bölümünden 2005 yılında mezun oldu. 2003-2004 döneminde eğitimini

Japonya'da sürdürdü. Gazetecilik alanındaki yüksek lisans eğitimini 2007

yılında Londra Westminster Üniversitesi'nde tamamladı.

Pınar Türen Patterson

1969 İstanbul doğumlu. Saint Benoit ve Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümü

mezunu. Hayalet Gemi tayfası. Hayalet Gemi’de yayınlanan yazılarından

derlediği deneme kitabı Denedim Altkitap’ta yayınlandı. Boğaziçi Dergisi’nin

editörlüğünü yapmakta. Deniz’in annesi.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 4�

Yavuz Ekinci

1979 yılında Batman’da doğdu. Dicle Üniversitesi Siirt Eğitim Fakültesi Sınıf

Öğretmenliği Bölümü’nü bitirdi. Yazın hayatına öykü ile başladı. 2001 yılında

Yaşar Nabi Nayır ‘Dikkate Değer’ Öykü Ödülünü, 2003 yılında “Kafatası”

öyküsüyle Gençlik Kitabevi ve 2005 yılında “Eşikteki Hayatlar” öyküsüyle de

Gila Kohen Öykü ödüllerini aldı. “Sırtımdaki Ölüler” adlı dosyası 2005 Haldun

Taner Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Öyküleri, Adam Öykü, Varlık, Kitap-lık,

İmgeöyküler, Eşik Cini, Kül Öykü, İnsancıl, vb. dergilerde yayımlandı. İlk kitabı

Meyaser’in Uçuşu 2004 yılında Cadde Yayınevi’nden çıktı. İkinci kitabı

Sırtımdaki Ölüler Doğan Kitap tarafından 2007 yılında yayımlandı. Batman’da

sınıf öğretmeni olarak çalışıyor.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 5�

İÇİNDEKİLER

Adana Seni Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzeli

Feryal Tilmaç 6

Ankara Otuz Beş Yıl Sonra Yenişehir’de Başka Bir Öğle Vakti

Attilâ Şenkon 15

Aşiyan Zamanın Dışındakiler Kenti ve Ağaç Kabilesi

Evren Yiğit 19

Batman On Üç Yaşım ve Batman Yavuz Ekinci 22

Bozcaada Bir Garip Rüya Renginde Ahu Parlar 27

İmroz Ada Murat Gülsoy 34

İzmir Bir Şehre Gidememek... Cem Uçan 42

New Jersey Düşülmüştür Mustafa Ziyalan 54

Sapporo Buzlu Bira, Çilekli Çikolata ve Siyah Lavanta – 札幌 –

Özge Baykan 64

Saraybosna Hiç Bitmeyecek Bir Hüzün, Saraybosna

Pınar Türen Patterson

77

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 6�

-Adana-

Seni Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzeli

Feryal TİLMAÇ

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 7�

Seni Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzeli

İki yıl aradan sonra yine son dakikada bulduğum bir biletle çıkıyorum

yola. Bir önceki akşam kardeşim aradı,”Abla amcamı yoğun bakıma

kaldırmışlar, durum hoş değil gibi görünüyor, yarın konuşalım da gel

olmazsa.” Bir başka seyahatten henüz dönmüşüm, bavullarım holde duruyor.

Nasıl gideceğim, bir an gözüme büyüyor ama huzursuzum. Kahve üstüne

kahve, sigara ucuna sigara ekliyorum. Gece yarısını geçe ikinci telefon

geliyor. “Abla, amcamı kaybettik.” Taş kesiliyorum. Kurulmuş gibi bilet

işlemlerimi hallediyorum. Bavulu olduğu gibi bırakıp yeni bir çanta

hazırlıyorum.

Güneşli bir kış günü, tıpkı daha öncekiler gibi ama zaman acıyı

karşılama biçimimizi değiştiriyor. Artık büyüklerimizi kaybedebileceğimiz bir

yaşa geldiğimizden olacak ağlamıyorum. İçimde tüm yaşananlara ilişkin tatsız

bir tortu var sadece, taksiye annemin evini tarif ediyorum. Evin önünde

karşılaşıp apar topar cenazeye gidiyoruz. Bir temsilci göndermiş gibiyim; öyle

hissiz. Şehrin köhne mahallelerinden geçiyoruz. Bir tüp kamyonu trafiği

tıkamış, tablalarda portakal mandalina, havada kebap ve soğan kokusu, toz

duman korna sesleri, hepsi birbirine karışıyor. Hiç yabancısı olmadığım bu

manzarayı egzotik bir seyahate çıkmış turist gözleriyle izliyorum; içimde garip

bir utanç. İnsan doğup büyüdüğü yere yabancılaşır mı bu denli? İç sesimle

boğuşup dururken Asri Mezarlık’a varıyoruz. Akrabalar, ahbaplar… Yüzleri

şehrin sokakları kadar yabancılıyorum. Cenaze namazı kılınırken istemsiz on

beş yıl öncesine gidiyorum. Her şeyi o gün yüzünden yabancılaştırdım

kendime, belki de hiç gelmemeliydim. Namaz bitiyor, amcam eller üstünde

doğumundan önceki yalnızlığına dönüyor. Kalabalığı takip ediyoruz. Babamın

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 8�

mezarını görünce amcamı unutuyorum, neden orada olduğumu unutuyorum.

Dizlerimin üstüne çöküp kalıyorum. Ben seni aklıma gömmüştüm,

gelmeyecektim hiç buraya. İnanmıyorum burada olduğuna zaten ya! Mezar

taşının üzerinde adın yazmasa! Mermerin üzerindeki siyah oyuklarda, ince

çizgilerde dolaştırıyorum ellerimi. Güzel adın… Sen burada yatıyor olamazsın.

Üzerinde sapsarı kır çiçekleri bitmiş. Sana dokunur gibi dokunuyorum taç

yapraklarına. Birisi kolumdan tutup uzaklaştırıyor; bir dua etseydim bari!

Vazifemizi yaptık, artık gidebiliriz. Amcamın çocuklarının gözlerine

bakıyorum. Kıpkırmızı olmuş gözlerinde kendimi görüyorum. Ateş düştüğü

yeri yakıyor. Gidip sarılıyorum önce sonra dayanamayıp sarsıyorum ikisini de:

“Dik durun!” Artık çıkıyoruz. Birileri büyük kapının yanındaki mermer çeşmede

abdest alıyor. Tüm sevdiklerimizi alıp içinde öğüten bu mezarlık! Umarım

uzun bir süre gelmek zorunda kalmam. Arkama bakmadan gidiyorum.

Dönüş yolunda sessiziz. Belki de hepimiz kendi kayıplarımızı, daha iyisi

kendi ölümlerimizi düşünüyoruz. E-5’den şehir merkezine doğru giderken tüm

düşüncelerim sisleniyor. Aidiyet duygusu damarlarıma sızıyor. Aslında hep

orada da farkına varmak için dönüp gelmem gerekiyor. Eksik parçam

tamamlanıyor. Öncesiz sonrasız gibi bir dalgınlıkla yaşadığım yetişkin

hayatımdan uzaklaşıyorum bu şehre her gelişimde. Bir an önce eve, odama

gitmek için sabırsızlanıyorum. Kapıyı anneannem açıyor, kucağına atılıyorum.

Sarılıp kalıyoruz öylece. Biraz da, ya ona da bir şey olursa, son bir kez

görmeliyim duygusuyla apar topar geldiğimi biliyorum. Galiba o da biliyor.

Kulaklığı ötünce gülerek bırakıyoruz birbirimizi. Bu kargaşada bile sevdiğim

yemekleri yapmış. Mutfağa gidip bakıyorum, hoşuna gidiyor. Annem

amcamlara gidiyor, ikimiz yalnız kalıyoruz. Bu çocukluğumdan beri bir daha

bulamadığım özel cennetim benim. Dünyada benden daha değerli ve özel biri

yok, bu yaşımda bile ne zaman baksam anneannemin gözlerinde bunu

görüyorum. İçim hafifliyor, düpedüz mutlu oluyorum. Hemen bir Türk kahvesi

yapıyorum, sigaralarımızı yakıp karşılıklı içiyoruz. Kulağı ağır işittiği halde her

şeyi öğrenmek istiyor, yeni evimi merak ediyor, işlerimi, diğer torunlarını…

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 9�

Sordukça soruyor Bağıra çağıra anlatıyorum. Gözleri dolu dolu, yüzüme dalıp

gidiyor. Neler düşünüyor kim bilir? Ben çocukluğuma gidiyorum istemsiz…

Yaz akşamları şehirdeysek sinemaya giderdik en çok. Televizyonun

gündüz belirli saatlerde paket yayın yaptığı zamanlar. Henüz ilkokula bile

gitmiyordum. Akşam yemeğinden sonra iki dirhem bir çekirdek giyindiğimizi

hatırlıyorum. O zaman henüz üniversite öğrencisi olan dayım da bize eşlik

ediyor. Daima sırtına attığı beyaz merserize hırkası, keten plili etekleri ve zarif

terlik pabuçlarıyla anneannem. Ben tiril tiril elbiselerimle bazen ellerinden

tutup yürüyorum, bazen de dayımın omuzlarında. Ara sokaklardan geçerek

gidiyoruz Renk Sineması’na. Yolda arabası lüks ışığıyla aydınlatılan

tablacılardan birinden kırmızı kabuklu taze fıstık alıyoruz mutlaka.

Anneannem ayıklıyor ben yiyorum. (Yemeğe hazır halde uzatacak kimse

olmadığından beridir o fıstığı da yemez oldum, düşünüyorum da.) Dayım

briketle örülüp ayrılmış “loca”lardan alıyor biletimizi. Büfeden aldığımız sade

gazozlarımızla yerleşiyoruz kolçaklı beyaz ahşap iskemlelerimize. Onlarcasını

seyretmişimdir o yazlık sinemalarda ama zihin perdeme iki film geliyor her

anımsadığımda: Tuzsuz Deli Bekir ile Keloğlan; ilkini hiç hatırlamıyorum ama

ikincisinde başrolde Rüştü Asyalı. İmgesi zihnimdekiyle öylesine örtüşürdü ki

onu sahiden keloğlan zannederdim çocuk aklımla. (Tursil deterjanının

paketlerindeki siyah dalgalı saçlı, ince belli, güzel elbiseli kadını da

anneannem sandığım gibi. Çok benzemeleri bir yana anneannemin temizliğe,

çamaşıra olan merakı da bu düşüncemi onaylardı sanki. Banyosundaki mavi

çivit dolu kavanozlar...). Filmin sonuna doğru kucağına kıvrılıp uyuya kalırdım

her seferinde. Dönüş yollarını hiç hatırlamamam bundandır belki.

Anneannem “Hadi gel sarımsaklı köfte koyayım sana” deyince âna

dönüyorum. Saatlerce uğraşmıştır, yememek olmaz. Çaresiz kalkıp

yürüyorum peşinden. İnce bedeni iyiden iyiye küçülmüş, sertçe dokunsam

kemikleri kırılacak sanki; içimden çekip çıkartabilsem, gösterebilsem bendeki

imgesini! Bir söyleşimi okuduğunda bana telefon açtırmıştı, anneannen

konuşacak demişti annem de şaşırmıştım, “Telefonda hiç duymuyorum

yavrum, ben söyleyeyim sen dinle: Her yazdığını harfi harfine okuyorum, bana

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 10�

gençliğimi geri verdin, teşekkür ederim sana!” Ben sana teşekkür ederim asıl,

hem de her şey için. “Sarımsaklı köfte çok güzel olmuş anneanne ellerine

sağlık” diye hafifçe bağırıyorum. Bir tabak daha koymaya yelteniyor. Sonra

diye işaret ediyorum.

Balkona çıkıp birer sigara daha yakıyoruz. Anneanne torun bir bu

sigaradan vazgeçemiyoruz. Etrafı seyrediyoruz. Taş taş üstüne, apartmanlar,

apartmanlar… Eski yıllara gidiyor aklım yine, ne kadar farklıydı şehir o

zamanlar. Yetmişli yılların başı olmalı, okula da gitmediğimden hemen tüm

vaktimizi birlikte geçirirdik anneannemle. Oturduğu apartman semtin tek tük

apartmanlarından biri. O zamanlar, ne kadar modern diye içten içe gurur

duyduğumu hatırlıyorum. Kocaman bir de bahçesi vardı, arkada tırmanmayı

çok sevdiğimiz beyaz, kalın dallı ceviz ağacı. Karşısındaki arsada dutlar, bize

koca koca kayalar gibi gelen taşlar; yağmur yağdığında aralarına sular birikir,

minicik siyah balıklar ürerdi içinde: Kurbağa yavruları. Elimizde siğil çıkar diye

dokunamazdık korkudan ama maceralar yaşadığımız “kayalıklarımızın”

vazgeçilmez canlılarıydılar. Gündüzleri mutlaka gezmeye gidilirdi o yıllarda.

Hayat ne kadar sade, ne anlaşılır şeymiş düşününce! Öğle yemeğinin

ardından giyinip çıkardık. Apartmanın önündeki elektrik direğine monte

edilmiş derme çatma zile basar, megafona doğru usulca uzanırdı anneannem:

“Ceviz Apartmanı’na bir fayton lütfen!” Sokağın başından gelişini gördüğümde

içime bir lunapark sevinci dolardı her seferinde. Oysa hemen her gün biner,

şehir dışında değilse gideceğimiz yer, ya yürür ya faytonla giderdik. Kırmızı

meşinden klapalı kanepesi... O zamanlar parke taşlarla kaplıydı sokaklar,

caddeler; tekerleğin dönüşleri, atların nal seslerine karışır, araba portakal

bahçelerinin, tek katlı sömürge stili güzel evlerin arasından aheste revan

geçerken, bir garip müzik oluşurdu. Şimdi çevre yolları, uydukentler, büyük

alışveriş merkezleri, plazalarla hiç durmadan büyüyüp genişleyen şehrin ritmi,

çok değil otuz yıl önce bir faytonun ritmiydi işte; öyle dingin, huzur verici. Yeni

bin yılın çılgın temposundan, kaosundan burası da nasibini alıyor kaçınılmaz

olarak. Gelişme dedikleri bu olgu elini değdirdiğini bozuyor. İçim sıkılıyor,

sigaralarımızı bitirip giriyoruz içeri.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 11�

Kitaplarımı karıştıracağım bahanesiyle odama çekiliyorum. Odam

olduğu gibi duruyor ama yıllar içinde pey der pey taşıdığımdan kitap namına

pek bir şey kalmamış kitaplığımda. Nasıl olduysa bıraktığım Keşifler ve İcatlar

Ansiklopedisi (biraz karıştırdıktan sonra hemen çantaya atıyorum), okul

yıllıklarım, bir kutuda “pen friend”lerimden gelen mektuplar, hatıra defterlerim,

bir günlük, bir pul defteri, bir de çekmecede eski “walkman”im var.

Almanya’dan geldiği zamanı hatırlıyorum. Ortaokulda olmalıyım, seksenlerin

ilk yarısı demek; haftasonları arkadaşlarımla buluşup sinema öncesi Gazipaşa

Bulvarı’nda turluyoruz. Hepimiz tornadan çıkmış gibi giyiniyoruz. Kıbrıs’tan

gelme kenarları fosforlu pembe ya da yeşil Fiorucci kotlar, çizgilerle aynı

renklerde angora kazaklar, ayaklarımızda ya pembe arkalı Lady Ascott, ya da

yine pembe Pony. Bir kaçımızda da aksesuar niyetine walkman. Laura

Branigan dinliyoruz o sıralar, You take myself you take my self control…

Hatırladıkça hem gülüyor, hem hüzünleniyorum. Dolaşmaktan sıkılınca ya

Tatlıcı Fehmi’ye, ya Sun Pastanesi’ne oturuyoruz. Facebook’ta yıllar sonra

“bir kez bile Tatlıcı Fehmi’nin önünde arkadaşlarınızla buluşup sinemaya

gittiyseniz şehrimizin grubuna üye olmalısınız” diye okuduğumda nasıl

alelacele “Join this group” linkine tıkladım! Kitaplığın altındaki kapalı gözde bir

torba dolusu da kaset buluyorum. Liste verip Stop’ta, Melodi Uğurses’te ya da

Burhan Plak’ta doldurtmuşum herkes gibi. Boney M, Lionel Richie, George

Benson, Chris De Burgh, Olivia Newton John, Ottowa, Genesis, Chicago,

Foreigner, Air Supply, Alan Parsons Project, Duran Duran, Eurothymics, Barış

Manço, Pink Floyd, Led Zeplin, Eagles, Wham, Laura Branigan, Nilüfer,

Bonnie Tyler, Kim Wilde, Kiss, Mazhar Fuat Özkan, Survivor, Dire Straits, Deff

Leppard, Scorpions hatta Prenses Stephanie… Duyan gelmiş gibi. Ne ararsan

var! Anılar, çağrışımlar ruhuma hücum ediyor.

Daralıp kendimi ön balkona atıyorum bu sefer. Gazi Paşa Bulvarı ile

Atatürk Bulvarı’nı birbirine bağlayan ara yola bakıyor balkon. Karşımda

Celalettin Sayhan İlkokulu. İlk okulum… Hâlâ çocuklar teneffüse bağırarak,

koşarak çıkıyor. Bazı şeylerin değişmediğini görmek rahatlatıcı! Bu sokak

gençlerin yeni buluşma mekânı olmuş anlaşılan. İki katlı büyük bir Mado

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 12�

açılmış, başka birkaç kafe, Mavi Jeans, Stefanel, Burger King yan yana

sıralanmış. Önlerindeki geniş kaldırımlarda öbek öbek gençler; yaydıkları

uğultu sekizinci kata kadar yükseliyor. Tatlıcı Fehmi’yi de görüyorum

durduğum yerden, girip eli kolu paketlerle çıkanlar var ama yan tarafındaki

salonda kimseler oturmuyor. Sosyal anlamını yitireli çok olmuş belli ki. Zaman

hiçbir şeyi olduğu gibi koymuyor. Gelmişken bir kebapçıya da giderim diye

düşünüyorum. Bir oraları zamandan etkilenmemiş gibi görünür ne zaman

gelsem. Şehrin kurtarılmış noktaları; örtülerinin üstü pembe selofan

kağıtlarıyla kaplı masalar, floresan ışığın tuhaf beyazlığı, havada kuyruk

yağıyla karışık kuzu eti kokusu, tabaklarda deste deste maydanoz, turp, tere,

turunç, limon; altları yağdan portakal rengine kesmiş bardakaltı lahmacunlar,

minik kayık şeklinde peynirli pide, yanında kimyonla ciğer şiş, sumaklı soğan,

kebap, kadın müşterilere yaşına göre ya bacım ya da yenge diye hitap eden

garsonlar… Her şey ama her şey iki sene önceki, beş, on, yirmi, otuz sene

önceki gibidir. İyi ki kebapçılar var! Yoksa bu yeni şehirde kaybolmak işten

bile değil.

Anneannem gelip yanımdaki sandalyeyi çekiyor. Eskiden, yeniden

konuşuyoruz. Seçimlerden, memleketin vaziyetinden şikayetçi. Burada bile

türbanlılar var diyor. O zaman dikkatimi çekiyor, saatlerdir etrafı seyrediyorum,

hiç türbanlı kadın geçmiyor. Oysa İstanbul’da artık başımı nereye çevirsem

rastladığım bir görüntü bu. “Atatürk’ün Türkiyesi’nde hiç olacak şey mi? Geri

kafalılar!” deyip öfkeyle bir nefes çekiyor sigarasından. Anneanne diyorum bu

da bir şey mi? Sen bir de İstanbul’u görsen! Duymuyor, belki de duymak,

dinlemek istemiyor. Bu şehri benim içimde çok önemli bir yere oturtan

özelliklerinden biri de din konusunda asla bağnaz, tutucu, kısıtlayıcı, dayatıcı,

gerici bir atmosferi olmaması galiba. Yıllar öncesinde de yoktu, hâlâ da yok.

Bu şehirde oruç da tutar, namaz da kılar insanlar ama iftar sofrasına oruç

tutmamış bir arkadaşıyla oturmakta da beis görmez. Biri yemeğini yer huzurla,

öbürü zevkle rakısını yudumlar. Anlayabilmek için hoşgörünün sadece

sözlükte bir kelime olmadığını bilmek gerekir. Anneannem karganın masalını

hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Hiç unutur muyum? Bana anlattırıp

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 13�

gülerlerdi çocukluğumda: Günün birinde rahip, günlük işlerini bitirdikten sonra

eline şarap dolu tasını alıp kilisenin çan kulesine çıkar. Etrafını seyrederek

yarısını içer, kalanını da orada bırakır iner. Ertesi akşam tekrar çıktığında

tasın boş olduğunu görür. Üstelik şarabı içen, bir de çana çişini yapmıştır.

Etrafı temizler ama merak eder, inip tası yeniden doldurur, kuleye bırakır.

Ertesi gün çıktığında yine aynı manzarayla karşılaşır. O akşam tası yine

doldurup pusuya yatar. Belli bir saatte karganın biri gaklayarak gelir, tastaki

şarabı yudum yudum içer, uçup gitmeden önce çişini yapmayı da ihmal

etmez. Rahip şaşkın baka kalır arkasından. Kendi kendine söylenir etrafı

temizlerken: Müslüman olsa şarap içmez, Hıristiyan olsa çana çiş yapmaz, bu

karga olsa olsa Adanalı’dır!

Biz konuşmaya dalmışken okulun dağılma zili çalıyor. Yol servis

araçlarıyla, velilerin arabalarıyla ana baba günü oluyor bir anda. Annem de

gelmek üzeredir. Toplanıp içeri giriyoruz. Anneannem çay koyuyor,

televizyonu açıyor, “ajans” dinleyecekmiş. Gülüyorum. Bu yarım haliyle

dünyada olanı biteni kaçırmak istemeyişine gülüyorum. Ben havlu atalı,

handiyse dünyadan umudumu yitireli çok olmuş! Birkaç gün olsun uzak

kalmak istiyorum günlük hayattan; yıllar önce delip çıktığım kozama

döndüğüm, açtığım delikten usulca içeri süzüldüğüm, kıvrılıp yattığım

yanılsamasıyla huzur bulmak.

Onu neredeyse son sesiyle açtığı televizyonla baş başa bırakıp odama

gidiyorum. Zamanı geriye alıp başka türlü yaşamak mümkün olsaydı burada

kalmak ister miydim? Her geldiğimde olduğu gibi bu soruyla boğuşuyorum.

Çok daha sakin, mutlu, huzurlu bir hayatım olabilir miydi? Kim bilir? Tanıdık

birine rastlamadan sinemaya bile gidemezdim, hatta yolda yürüyemezdim.

Kimin benimle evlenmek istediğinden, dahası kiminle evleneceğimden,

girdiğim sınavdan, aldığım nottan, satın aldığım, alacağım evden, arabadan,

ne kadar ve nasıl ödeyeceğimden, girdiğim, gireceğim işten, yılda ne kadar

para kazandığımdan, kazanacağımdan, çocuk yapıp yapmak istemediğimden,

doğacak çocuğumun cinsiyetinden hatta ona konacak isimden ve ondan ve

bundan, kısaca benimle ilgili her şeyden, benden önce başkalarının haberinin

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 14�

olacağı bir yaşam. Biri bizi gözetliyor. Öyle olsa iyi! Tüm şehir birbirini

gözetliyor. Bu boğuntu duygusu değil mi zaten kozaların yırtılmasına sebep

olan? Sıkıntıyı damarlarında hisseden herkes gibi ben de uzaklaşmışım işte.

Daha az sevgi, daha fazla özgürlük! Kapı çalınıyor. Annem gelmiş olmalı.

Kalkıp açmaya gidiyorum. Sevgili şehrim seni çok seviyorum. Ama seçme

şansım olsaydı yine giderdim senden, biliyorum. Şarkımı söyleyerek

yürüyorum: Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli…

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 15�

-Ankara-

Otuz Beş Yıl Sonra Yenişehir’de Başka Bir Öğle Vakti

Attilâ ŞENKON

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 16�

Otuz Beş Yıl Sonra

Yenişehir’de Başka Bir Öğle Vakti

Ben kentleri doğup büyüyen, acı çekip mutlu olan, zamanla yaşlanan,

hatta ölen canlılar olarak görüyorum. Kentlerin de kaprisleri, kompleksleri,

hırsları, hırçınlıkları,edaları, nazları var. Onlar da tıpkı bizler gibi kırılıp küsme,

içine kapanma hakkına sahipler. Günümüz kentlerinin anlayışa gereksinimi

olduğunu düşünüyorum. Çok yorgunlar. Denetimsiz gelişme, hızlı büyüme,

çabuk değişim ve tutarsızlıklar kentleri çok yıprattı. Kentlerin sahip olduğu,

kentliye sunduğu olanaklar nüfus artışına ve zamana ayak uyduramıyor artık.

Ulaşım bir sabır sınavı haline geldi. Kentler, karışık, gürültülü, yaşanması zor

yerlere dönüştüler.

Kırk altı yılına gönüllü tanıklık ettiğim Ankara’nın psikolojisi böyle işte.

Gönüllü tanıklık diyorum; çünkü bu kentte yaşamayı kendi isteğimle seçmiş

biriyim ben. Zorunlu hizmet, tayin, hatta sürgün nedeniyle bir kentte yaşamımı

sürdürmek zorunda kalmadığım için şanslıyım. Ankara’yı neden sevdiğimi hiç

sorgulamadım. Yıllar geçtikçe tanıdık birbirimizi. Çok sıkı iki dosta dönüştük.

Her sokağında, her köşesinde başka bir anımı saklayan sırdaşım oldu. Zayıf

noktalarını, hassas ve güçlü yanlarını keşfettim kentin. Beklentilerimle, bana

sunabileceklerini dengeledim. Sakin zamanlarını, sinirli yorgun anlarını

öğrendim. Bu kurak bozkır kentinin suyuna giymeyi bildim kısacası. Onunla

çatışmayı değil, çakışmayı seçtim. Kentin psikiyatristi oldum belki de.

Bugünlerde Ankara, acemi bir doktorun ameliyat ettiği bir hasta gibi bütün iç

organları çevreye saçılmış yatıyor önümde. Söz verilen bitiş tarihinin

üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın kimsenin hesap sormadığı metro

inşaatı kentin göbeğine atılmış derin bir kesiğe benziyor. Kentsel planlamaya

ilişkin ilke ve kuralları gözetmeksizin anlık kararlarla yapımına başlanan alt ve

üst geçitlere, tamamlanış sürelerini ölümsüzleştirecek adlar veriliyor: 70 Gün

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 17�

Köprüsü, 60 Gün Altgeçidi. Bunlara çok yakında Aklıma Esti Caddesi, Canım

Böyle İstedi Kavşağı, Keyfimin Kâhyası mısınız Göbeği, Ben Yaptım Oldu

Konutları gibi yenilerini ekleyeceklerinden kuşkum yok. Bahçelievler’de

bahçeli bir tek ev bulmak olanaksız. Sokaklar ne zamandır iğde kokmuyor

artık. Kumrusuz bir Kumrular Sokağı, kavakları kesilmiş, deresi kurumuş bir

Kavaklıdere kaldı geriye.

Bu yazı için kenti dolaşmaya çıkarken, rehber olarak Sevgi Soysal’ın

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanını aldım yanıma. Yayımlanışından

tam 35 yıl sonra, bir başka öğle vakti geçirmeye karar verdim Yenişehir’de.

Roman; bireylerin duyarsızlığı, kişisel sorunlarından başka hiçbir şeyi

umursamamaları üzerine kuruludur ve bence ana fikri “bana dokunmayan

yılan bin yıl yaşasın”dır. Şu tümceyle başlar roman : “Sanki büyük bir

gürültüyle devriliverecekmiş gibi sallandı kavak. O her an oluşan, değişen

şeyleri görmeyenler sezemediler bunu.” (s:5)

“Öğlendi. Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en çabuk, en

ayakaltı olan Piknik’in oraya akıyordu kalabalık. Bulvarın öteki kaldırımındaki

Tezkan mağazasının satış müdürü, mağazanın alt katındaki yazı masasının

başındaydı.” (s:5)

Kalabalık, tıpkı romanın açılış bölümündekine eş bir biçimde Piknik’in

oraya doğru akıyordu. Piknik’in önce yer, sonra el değiştirdikten sonra

kapandığını, binanın yıkılıp yerine büyük bir işhanı yapıldığını biliyordum. Eski

Piknik’in önüne geldiğimde ilginç bir tabelayla karşılaştım. Çin mahallesinden

ödünç alınmışa benzeyen bir tabelada TAWUK-CHU yazıyordu. Hemen

yanındaki patiserrie’de gençler oturmuş yanında ice-tea içip yüzlerine

gözlerine bulaştırarak cheese-cake’lerini yiyorlardı. Kasanın yanına konmuş

ahşap bir kutu ise, üzerindeki tip-box sözcüğünü anlayıp içine bahşiş atacak

kişileri bekliyordu.

“Sandviç yemek kendi başına bir değişiklik, yenilikti çoklarınca. İlk

sandviççi, Büyük Sinema’nın yanındaki dar pasajda açılmıştı. Bulvar kaldırımı

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 18�

üstüne ‘Hot Dog’ diye bir ilân asmıştı sahibi. Açılır açılmaz iğne atsan yere

düşmeyecek kadar dolmuştu.” (s:18)

Yiyecek ad ve alışkanlıkları otuz beş yıl önce değişmeye başlamış

demek. Bu parçada önemli olan, dikkatimi çeken bir başka şey ise sinemanın

adı. O yıllarda Büyük Sinema, Renkli Sinema, Ulus Sineması vardı Ankara’da.

Şimdi ise Cinepol, Cinemagic, Moviecity, Cinemaxx, Odeon Cineplex...

“Her hafta toto oynarken, kazanınca alacağı giysileri düşünmeyi severdi

Ahmet. Bu giyim, alışveriş de bir bilim. Öyle Samanpazarı’nda eskici

dükkânlarından elden düşme pantolon almakla öğrenilmez. Babası şu ABC’ye

girse ne yapardı kim bilir? Ahmet babasının dükkânda düşeceği halleri

düşünerek eğlendi, sonra utandı.” (s:16)

Bulvar boyunca HSBC, NTV, D&R gibi adları Amerikan abecesindeki

seslerle okuyarak yürüyecek olan Ahmet’in babası bu koşullandırılmışlıkla

ABC’yi de ey-bi-si diye okuyacaktı mutlaka. Ne var ki, ABC de Piknik gibi

kapanmış, onun yerine de vitrininde türbanlı mankenler dizili, tabelasında

TEKBİR GİYİM yazan bir dükkân açılmıştı.

“Çürük kökleri üstünde fazla duramayan kavak, özsuyunu tümüyle

tüketmiş gövdesini bir sağa bir sola salladı, sonra büyük bir çatırtıyla, ama o

sondaki kimsenin artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceği andaki hızıyla Mevlüt’ün

üstüne devrildi” diye bitiyor Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.

Ben kalemimi, romanın başkişisi kapıcı Mevlüt’ün sonuyla

karşılaşmamak için, devrilmeye yüz tutmuş, bilerek isteyerek çöküşüne terk

edilmiş kavak ağacına destek olacak biçimde kullanmaya çalışıyor, sivriltip

sivriltip batırıyorum kâğıtlarıma. Amacım, kara sevdam Ankara’nın her şeye

boyun eğen suskun sakini değil, onun gerçek anlamda sahibi olabilmek.

Alıntılar : Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Bilgi Yayınevi, Şubat 1988, Yedinci

basım.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 19�

-Aşiyan-

Zamanın Dışındakiler Kenti ve

Ağaç Kabilesi

Evren YİĞİT

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 20�

Zamanın Dışındakiler Kenti ve Ağaç Kabilesi

Uçaktayım. İnsan bir şehirde ne kadar kalırsa kalsın bazen

benimseyemiyor o şehri. Hep nehir gibi akmak istiyor ait olduğu mekâna.

Önüne setler koysalar da duramıyor yerinde. Ancak şehrine kavuştuğunda,

nehir denize karışıyor. Hayat insana, soğuk sıcağa. Uçaktayım, aklımda

bunlar var. Bir daha uzun süreli ayrılık istemiyorum. Bütün giysilerim de

benimle beraber uçakta. Geri dönerken zaten, benim şehrime yakışmaz

dediğim her şeyi birilerine hediye ettim.

Yanımda oturan adama, “Nerelisiniz?” diye soruyorum. “İsveçliyim”

diyor. “Ama bir dünya vatandaşı da olabilirim ben. Otuz senedir hiçbir yerde

üç seneden fazla kalmadım. Dünyanın neredeyse her bölgesinde yaşadım”

-Anlıyorum. Benim sizin gibi arkadaşlarım var. Hatta, bir tanesi bana

“ben ‘çingene kabilesi’ndenim” demişti. “Bir yerde fazla kaldığımı

hissettiğimde kanım kurtlanır”. Ben de, onun öyle biri olduğunu düşünürdüm.

Sanki evinin ön bahçesinde hayalî bir karavan park halinde bir sonraki

yolculuğu beklerdi.

-Aynen öyle. Ben de o kabiledenim. “Çingene kabilesi” mi demiştiniz?

“Evet. “Çingene kabilesi”. Ama başka kabileler de var tabii dünyada.

Mesela ben komşu kabiledenim galiba.” diyorum. “Beni sürekli dolaşmak

yorar. Sanki kök salamıyormuşum, toprağımdan beslenemiyormuşum gibi

hissederim.“Ağaç kabilesi” diye bir şey varsa sanırım ben onlardanım”

diyorum gülümseyerek. “Olsun, biz çingeneler ağaçları severiz” diyor, o da

gülümsüyor. “Şehrimi de seversiniz umarım” diyorum. “Sevdim zaten. Bu

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 21�

ikinci gelişim. Belli olmaz, belki bir sonraki durağım şehriniz olur” diyor. “Ne

güzel,” diyorum, “biz de değişik kabilelerden misafirleri severiz.”

İniyorum şehre. Gökyüzünden yağan karlar gibi iniyorum. Şehrim

aynıymış gibi yapıyor bana. Oysa tanıyorum onu, biliyorum ne kadar hızlı

değişebileceğini, yaşına rağmen var olan çevikliğini. Arabalar bile sanki eski

model. Gittiğim zamanda kalmış gibiler. Yorgun argın varıyorum evime. Kapıyı

açınca durmuş hava kokusu, tozlar ve kapının altından atılmış mektuplar

karşılıyor beni. Bavullarımı bir kenara bırakıp, panjurları açıyorum. Geceyi

denize bakarak geçiriyorum. Koltukta uyuyakalıyorum.

Ertesi gün, erkenden kalkıyorum. Gitmem gereken bir yer var,

“şehrime, mekânıma geldim” diyebilmem için. Bir taksiye atlıyorum. Bebek

yokuşundan aşağı iniyorum. “Kenarda indirir misiniz beni?” diyorum. Badem

ezmecisinin, kedilerin, balıkçıların, kayıkların, elele tutuşmuş sevgililerin

yanından geçiyorum. Azıcık daha yürüyeceğim ve varacağım, biliyorum. Bu

yollarda gençliğim saklı, her köşesinde bir anı bana el sallıyor. Geçmiş

şimdiye karışıyor. Solda görüyorum daracık yokuşu ve sarı siyah tabelayı:

“AŞİYAN”. Yavaş yavaş yokuştan yukarı çıkıyorum. Nefesim ve kalp atışlarım

hızlanıyor. Sağda ardına kadar açık simsiyah demir kapı görünüyor. Giriyorum

mezarlıktan içeri. Girer girmez solda karşılıyor beni. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın

sonsuzluk evi. Mezartaşının üstünde “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün

dışında” yazıyor. “Bunun için buradayım, zamanın hem içinde hem dışında,

mekânın özünde olmak için” diye düşünüyorum. Oradaki heybetli ama

davetkar erguvan ağacına bakıyorum, o da pespembe, capcanlı. Bana, “Hoş

geldin” diyor “şehrine”. “Hoş bulduk” diyorum. Sonra teker teker bu şehre ruh

üfleyenlerin, sesleri gökte yankılananların mezarlarını ziyaret ediyorum.

Köklerim yine uzamaya başlıyor. Eve dönüşte, yemyeşil dallarım arabalara,

heykellere, bulutlara değiyor.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 22�

-Batman-

On Üç Yaşım ve Batman

Yavuz EKİNCİ

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 23�

On Üç Yaşım ve Batman

Bir başka kent bekleme sakın,

Konstantinos Kavafis

Ben bu satırları sana, senden binlerce kilometre uzaklıktaki bir kentin

otel odasındaki çift kişilik yatağımdan yazıyorum. Aramızdaki uzaklık seni

daha iyi tanımamı ve anlamımı sağlıyor. Ve bu uzaklık, beni sana karşı daha

cesur kılıyor. Odada yere dökülen bir unun sessizliği var. Arada bir duvardan

diğer odanın yatak yaylarının seslerini işitiyorum. Sonra da tutmakta

zorlandıkları nefes alıp verişlerini… Ve tekrar büyük bir sessizlik. Sonra yerde

hışırdayan terliklerini. Terlik hışırtılarını duyduğumda pencerenin gölgesi

perdelerin üzerine vuruyordu. Sonra bu kadar sessiz geçen zaman içinde

yeniden kendimi buldum. Ve sana yazayım dedim. Gecenin bu saatinde

gökteki sayısız yıldızlara bakarak beni düşlediğini biliyorum. Ellerinin, tenimde

ve saçlarımda bir esinti gibi gezindiğini ve bu gezintiyle de ruhumun

şahlandığını görebiliyorum. Bazen sensiz yaşamayı düşünmedim desem

büyük bir yalan olur. Yaz güneşinin gökte bir kora kesildiği, esen rüzgârın

ateşten dilleriyle tenimi yaladığı o cehennemi andıran yaz günlerinde senden

çok uzaklara gitmeyi isterdim. “Neresi olursa olsun gitmeliyim” derdim. Gittim

de. Ama her gidişimde olduğu gibi yine seni özledim ve sana geldim. Dedim

ki, bir kentin denizi olmalı. Dedim ki, bir kentin dağı olmalı. Dedim ki dağı ve

denizi olmayan bir kente ne yapayım? Senin ne göğüne tırmanan bir dağın,

ne de saçlarını okşayan bir denizin var. Çölü andıran ovaların ortasında sere

serpe uzanmış ceset gibisin. Ceset dedim de aklıma geldi. Ne Peygamber

Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretinin, ne de İsa Peygamber’in

doğumunun kaçıncı yıllı olduğunu hatırlıyorum. Oysa hatırladığım ve bildiğim

benim doğumumun on üçüncü yılıydı. Çünkü o günkü tarihi mezar taşım olan

yüreğime tırnaklarınla kazdın.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 24�

Bir yaz günüydü. On üç yaşındaydım. Esmerdim. Bulanık çıkmış bir

fotoğraf gibiydim. Yalnızdım. Karmakarışıktım ve dağınıktım. Çocukluğumun

geçtiği o muhteşem dağ köyünden koparılıp sana getirilmiştim. Sana geldiğim

de beni tanıyan kimseler yoktu. Gözlerim ağaç aradı. Dağ aradı. Dere aradı.

Yoktular. Göğsünde hiç ağaç yoktu. İçinde akan dere ise pis bir kokuydu. O

gün yüzüm köyün kuruyan bir dere yatağına dönüştü. Babaların yaptıkları en

büyük hata çocukların ellerinden tutmalarıdır. Babam da diğer babalar gibi o

büyük günahı işleyerek ellerimden tutup beni sana getirmişti. O gün ağır petrol

kokusu genzimi yakıyordu. Ve yoksulluk sokaklarında sel gibi akıyordu.

Çarşılarından, sokaklarından bir ölü gibi babamın elini tutarak dolaştım.

Babam yanımda büyük bir sessizlikti. Genzimi yakan petrol kokusunu

ciğerlerime çekerken gözlerim yaşardı. Ve buğulu gözlerle içinde yoksulluk

akan sokaklarına baktım. Küçük bir lokantanın önünde durduk. Ardından da

yanmış yağ ve soğan kokan lokantaya girdik. Masada duran adam güçlükle

başını kaldırıp baktı. Ayağa kalktı. Bizi buyur ettikten sonra tekrar

sandalyesine oturdu. Arkasına yaslandı. Gözlüğünü çıkardı. Gözlerinin

çevresinde kırmızı bir yuvarlaklık kalmıştı. Önümüzde duran adama babam

siparişlerimizi verdi. Ben dönüp adama baktığımda gözünün etrafındaki

kırmızı yuvarlaklık kaybolmuştu. Yerini ise çıplak bir yüze bırakmıştı. Babam

önümüze konulan soğanı yerken, bir yandan da büyük bir suskunlukla

yüzüme bakıyordu.

On üç yaşındaydım. Kavruk ve esmerdim. Ve binlerce, on binlerce

insanın hep birden kımıldadığı kentte, hiçbir şeye benzemeyen bir yaratık

gibiydim. Sonraki günlerde sırçaları dökülmüş aynalarda parça parça olan

kendimi aradım. Ve zamanla her şey dönüştü. Doğudan doğan güneş, batıda

batmaya hazırlanırken ayrılık vakti gelip çattı. Babam ellerimi daha çok sıktı.

Eğilip kemikli parmaklarıyla saçlarımı okşadı. Güneş tenimi, petrol kokusu da

genzimi yakıyordu. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Saçları ortadan ayrıktı.

Ayrık yerler kafasının çıplak yerine kadar uzanıyordu. Temmuz’da kuruyup

kalmış bir bataklık gibiydi. Gözü buğulandı. Başını eğdi. Boynumun

arkasındaki kasları ve babamın kalp atışlarını duyabiliyordum. Ve güçlükle üç

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 25�

sözcük söyledi. “Düşün. Dayan ve oku.” dedi. Bu üç sözcük ağzından

kulaklarıma, oradan da beynime vardığında babamın elleri başımdan

ayrılmıştı. Öptüğü yüzümdeki serinliği düşünürken hızla gittiğini gördüm.

Beynimden ayak kaslarıma durmadan “koş” emirleri veriliyordu. Fakat

dizlerimde koşacak derman kalmamıştı. Nemli bir havlunun düşüşü gibi yere

çöktüm. Sana geldiğimde beni tanıyan kimseler yoktu. Hiç yoktu. Binalar,

evler, gökyüzü sanki üzerime yıkılıyordu. Alıp başımı gitmek istedim. İstedim

fakat yine de sende kaldım. Göğe bırakılmış bir balon sessizliği içinde orada

durdum. Babam hiç arkasına dönüp bakmadı. Gözden kayboluncaya kadar

ona baktım. Sanki onun yüzüne asılı olan büyük suskunluk yüzünden düşüp

içime yuvarlandı. Ve ben o günden sonra içime kapandım kilitli bir sandık gibi.

Babam beni sana bıraktığında on üç yaşındaydım. O gün babam,

bütün umutlarını ve özlemlerinin mezarlığını da bana bıraktı. Onun

umutlarının ve özlemlerinin mezarlığına, kendimi gömüp bir uyurgezer gibi

sokaklarında dolaştım. Yoksulluk kokan sokaklarında köyün huzur veren

sessizliğini aradım. Beş gündüz daha geçmişti sana geldiğimin üzerinden.

Aradım. Sokaklarında keskin petrol kokusunu içime çekerken ben vardım ve

arıyordum. Sonra kırk gün daha geçti. Ve ben artık günleri unuttum.

On üç yaşındaydım. Yüzüm kurumuş bir dere yatağıydı. Esmerdim.

Sana getirilmiştim. Kırık bir oyuncaktım. Karışık düşler görüyordum. O

günlerde ölüm korkusu insan siluetlerine bürünmüştü ve sokaklarında volta

atıyordu. Gencecik bedenler ansızın kaldırımlara yığılıyordu. Ve sen bir

vampir gibi akan kanları emiyordun. Ölülerin yok olup gittiği gibi katiller de

duman olup uçuyordu sokaklarında. Göğünde yıldız parlamıyordu. Evlerde

güneşin batışıyla kapılar kapanıp kilitleniyordu. Ve kapanıp kilitlenen kapılar

gibi gün geçtikçe içime kapanıyordum. Ve kaldırımında yatan ölüler geceleri

durmadan rüyalarıma aktılar. Her sabah uyandığımda alıp başımı gitmek

istedim. Ve çocukluğumun dolaştığı sokaklarda boyum uzadı, saçlarım

döküldü… Dedim ki bir kentin denizi olmalı. Dedim ki bir kentin dağı olmalı.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 26�

On üç yaşındaydım. Küçük bir çocuktum. Yurtlar ki bir kentin çocuk

mezarlığıdırlar. Ve babam suskunluğuyla mezar taşıma üç sözcük kazımıştı.

Biliyor musun senden uzağa gitme isteği kadar sana gelme isteği de var

içimde.

Seni çok seven ve özleyen Yavuz.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 27�

-Bozcaada-

Bir Garip Rüya Renginde

Ahu PARLAR

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 28�

Bir Garip Rüya Renginde

Haftasonlarını iple çekerdim. Annemin uzun zayıf parmaklarıyla iki

yandan ördüğü saçlarımın ucundan sarkan kurdeleler bile sabırsızlanırdı.

Pendik sahilinde müstakil bir evdi, ağlamaklı... Soluk sarıydı duvarları.

Lodosta belli belirsiz bir sesle inlerdi yerdeki tahtalar. Sarmaşıklar zaptetmiş

yaşlı gövdesini, esti mi titrer dururdu. Kapıdan girer girmez babam üst kata

çıkar, dedemin sıkı sıkı örttüğü basma perdeleri aralardı. Sonra tozlu salon

koltuklarına oturur transistörlü radyoyu dinlerdik.

Bazı eşyaların üzerinde beyaz çarşaflar örtülü olurdu. Annem çay

bardaklarını masaya bırakır porselen çaydanlığı ve nihaleyi almaya giderken

dizlerini tutan dedeme seslenirdi: “Yine romatizmalarınız değil mi Ziya

Babacığım... Bizimle kalsanız, burası iyi gelmiyor size.” Dedem homurdanır,

bütün bavulları eskiciye verdiğini söylerdi. Susardık. Babam pencereye en

yakın iskemlede oturur, dedemin piposundan yayılan dumanı izlerdi, elini

sürmezdi yolda gelirken pastaneden aldığımız pandispanyalara. Çıt çıksa

çerçeveler kırılırdı, duvarlardaki fotoğraflar yokmuş gibi davranırdık biz de.

Sessizlik damla damla birikir, sonunda sığmaz taşar, dedemin göz

pınarlarından akardı. Dayanamaz bahçeye koşardım, ayrık otlarının,

çimenlerin, çalıların arasına saklanırdım. Kertenkeleleri kuyruklarından

yakalar, baş aşağı sallardım. Akşamsefası toplar, karıncaları kovalardım

parmaklarımla. Bakımsızlıktan yeşermiş süs havuzunda kağıttan gemiler

yüzdürür, dudaklarımı büzer fırtına koparırdım. Dizlerim çamur içinde kalır,

otlar saçlarıma yüzüme yapışırdı. Ne annem ne babam bir şey diyemezdi, izin

vermezdi dedem. “Bırakın gönlünce oynasın, sus pus oturup ne yapacak.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 29�

Onun damarlarında benim Yörük kanım akıyor!” Hiçbir zaman değişmeyen, ne

kızdığında ne sevindiğinde değişmeyen o vakur ve tok sesiyle...

Son gidişlerimizden birinde, bahçe kapısının demir parmaklıklarına

asılmış sallanıyor, bir yandan da göz ucuyla karşı kaldırımda misket oynayan

çocuklara bakmadan bakıyordum. Dedem bahçeye inen merdivenlerin

başında belirmişti. Adeti değildi, sevmezdi basamakları... “Düşmemi bekliyor

bu meymenetsizler!” diye köpürürdü, en üst basamakta durmuş babamın

koluna girip onu indirmesini beklerken. O gün tek başına, bastonuna

yaslanarak inmişti basamakları, süs havuzuna doğru yürümüştü ağır

adımlarla. Dişlerinin arasına sıkıştırdığı piposunu eline alıp tütün tabakasını

çıkarmıştı iç cebinden. Havuzun kirli yeşil sularında gezinen solgun ve kederli

nilüferleri işaret etmişti çenesiyle. “Biliyor musun bunları? Kökleri yok, suda

serbestçe yüzüyorlar, azâde çiçekler bunlar”. Bakmıştım, uzun uzun

bakmıştım çiçeklere küçük gözlerimle. Nasıl da hiç bir yere gitmeden

yaşıyorlardı o eski püskü havuzun içinde, şaşmıştım.

Büyüdüm. Dedem öldü. Evi sattık Pendik’e bir daha hiç gitmedim ve bir

daha kendimi hiçbir yerde evimde hissedemedim.

Kentin ışıkları değişti. Bulutlar akıp geçti. Yollar uzadı. Kocaman binalar

yükseldi. Birlikte büyüdüğüm herkes kendisine yeni yerler, yaşamlar seçti.

Bense ne içinde olabildim zamanın ne dışında. Sürüklendim durdum.

Durmadım aslında. Durduğumda bile durmadım. Hep yürüdüm. Aradım. Neyi

aradığımı çok aradım. Başka kentlere gittim, tepelere çıktım, ormanlarda

yürüdüm, trenlere bindim, gemilerin güvertesinden okyanusları seyrettim.

Yolculuk yolculuğun kendisi oldu sonunda.

Giderken zaman akmıyor, sadece düşünceler... Zihnindeki akıntıya ise

alışıyor insan, yolcunun kendisinden başka kimsenin göremeyeceği bir

yolculuk arkadaşı gibi. O yüzden düşünceleri nereye götürürse oraya gidiyor

insan. Kökü nereye gömülüyse oraya... Ben de bütün o yolculuklar boyunca

öyle yapmıştım: Yalnızca halkalar çizmiştim.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 30�

Yolculuğun, yolculuğun kendisi olduğu yolculuklardan birinde, yolum

yine Bozcaada’ya düştüğünde anladım. Kendi ayak izlerimi takip ederek

başladığım noktaya vardığımda. Adanın batı ucunda, kör bir ressamın son

tablosu gibi mağrur ve ahenkli asılı duran Salhane’de oturmuş denizi

seyrediyordum. Yağmur damlalarının suyun üzerinde oluşturduğu halkalara

bakıyordum. Halkalardan birinin içinde kendimi gördüm. Yıllar yıllar önce yine

iskelede oturmuştum. Aynı nemli tahtaya. Yıllar yıllar önceydi. Dündü belki

de... Tam buradaydı, oturmuştum. Hemen yanımda bir adam, suyun

derinliklerine bakıyordu. Su da ona. Bin kere silsem o görüntüyü, bin kere

bozup yeniden yapsam, bin kere her şey aynı olurdu.

Ben bin tane yolculuğa çıksam, bin halka çizer yine Bozcaada’ya

varırdım. Oysa onca şeyi geride bırakmıştım. Ne çok yol gitmiştim! Bavulları

eskiciye verdiğini söyleyen dedemin sesi kulaklarımda, her durakta sırtımdan

bir şeyler eksiltmiştim. Şeyler eksildikçe boşluklar çoğalıyormuş meğer.

Yıllar yıllar önceydi. Bilmiyordum merhabaların bazen kurşun gibi

ölümcül yaralar açabileceğini. İnsanın bir kez dokunduktan sonra, tekrar

dokunamadığı her an, kan kaybından ölebileceğini. Bilmiyordum. Merhaba

demiştim. Yıllar yıllar önceydi. Durmuş suya bakıyordu. Su da ona. Durdum

ben de. Adada. O anda. Gözlerinde. Bir yağmur damlasının yarattığı bir

halkada. Durdum. Sonsuza kadar hapsoldum.

Biliyorum artık. Aşk cinayettir. Sağ çıkmaz kimse. Daha ilk

soluduğunda ölürsün. Ama bilmezsin. Bitene kadar bilmezsin, gidene kadar

bilmezsin. Ölürsün yoksa; ölürsün ve bir hikayede öldüğünü bilmeden bir

adanın etrafında daireler çizen kadın kahraman olursun.

Feribottan inmenle başlamıştır hikâye. her şey otuz yıl öncede donmuş

gibidir. Tahta iskemleler, transistörlü bir radyodan yayılan müzik ve hışırtılar,

süs havuzunun kenarında oturmuş bekleyen insanlar... İple çektiğin

haftasonlarını anımsarsın. Limandan, çamlık bahçeye ulaşana dek çoktan

fethetmiştir poyraz zihnini, iyiden iyiye. Adanın boz zemini sürekli kayıyordur

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 31�

altından. Çünkü daha ilk soluğunda sarıp sarmalamıştır seni hikaye, içine

almıştır. İyota ve deniz kokusuna bulanıp burun deliklerinden içeri girmiş

damarlarına kadar sızmıştır... Bilmeden yürürsün. Mavi, pembe kapıları olan

bembeyaz Rum evleri ve yemyeşil asmalarla bezenmiş dar sokaklarında

gezinirsin. Sen sen değilsindir artık.

Uyuşmuş gibidir her şekil. Sana da bulaşır, adaya has rüzgârın,

beraberinde oradan oraya taşıdığı dinginlik ve nedensiz mutluluk hissi. Yeni

doğmuş, çelimsiz bir kedi koca bir tasın içindeki sütü küçücük ağzıyla

yudumluyor olur. Otomobiller geçer yanından; dikiz aynalarına havlu

bağlanmış, davul zurna eşliğinde bir sünnet düğünü konvoyu... Saçları

kabarık ve fönlü çırpı bacaklı kızlar. Ah, bu insanı sersemleten, kendinden

geçiren rüzgâr! Meğer bir yer insanı hayatta tutarmış. Kendini hikayedeki

kadın kahraman sanırsın, öldüğünü bilmezsin, adayı anlatmaya koyulursun,

adayı ve hikayeni...

Ada efsunlu bir sözcük. Her şeyi kendinde saklıyor. Onu unutmak,

unutup da bulmak için Bozcaada’yı seçtim ben de. Çünkü aşk cinayettir ve

ölüleri gömmek gerekir. Büyük, çok büyük bir cenaze töreni istiyordum. Havai

fişekler olsun, fener alayı, meşaleler ve zakkumlar. Dolunay istiyordum.

Köpekler ulusun, kadehler ateşe atılsın, herkes dans etsin, kutlasın...

İstiyordum.

Saçlarımı topladım ve tepedeki sardunya bezeli çardakta beklemeye

koyuldum. İçim geçmiş. Rüzgâr güllerinin kahkahalarını duydum. Şimşekler

çakıyordu adanın üzerinde. Şimşekler çaktıkça rüzgar gülleri coşuyordu.

Pervanelerin amansız dönüşü! Arnavut kaldırımı yollardan yürüyüp yağmurla

birlikte şarap kokulu evlerin arasından geçtim. Sahile, eski bir yıkıntının

içinden denize uzanan iskeleye kadar yürüdüm. O andan sonra dünyanın en

güzel adasında geçen hikâyede aşık olan kadın kahramandım.

İskelede başını sevgilisinin kucağına koyup güneşin bin bir koku bin bir

renk eşliğinde doğuşunu izleyen kahraman. El ele ara sokaklarda dolaşırken

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 32�

şarap kokusuyla sarhoş olan... Tüm pencereleri açık, tozu dumana katarak

ilerleyen minibüsün içinde “Aman kaptan, al götür beni denizlere” şarkısına

eşlik eden... Sevgilisiyle bambu şemsiyenin altında yatmış güneşlenen kadın

kahraman.

Zaten basit bir hikayeydi. Adayı anlatıyordu. Kadının adaya niye

gittiğini. Neden kaldığını. Şemsiyenin altındaydı ama akşam güneşi

omuzlarını yakıyordu kadının. Apış arası nemliydi. Açamıyordu gözlerini.

Turuncu yengeçler dans ediyordu göz kapaklarında. Dinliyordu. Suyu.

İnsanların yüzlerindeki pembelikleri. Üzümlerin ağır ağır kararışını. Poyrazın

serin soluklarını. Beze satan gencin terliklerinin hışırtısını dinliyordu, beyaz

önlüğü ve kasketi ile geçiyordu şezlongların arasından. Ellerinde kovalarla

oynayan çocukları dinliyordu.

Kumların devinimi başını döndürüyordu. Dudakları kuruyordu kadının.

İçi kavruluyordu. Deniz dil çıkarıyordu. Yanındaki şezlongda gözlerini

yummuş uzanan adama doğru çeviriyordu yüzünü. Deniz damlıyordu adamın

saçlarından, kumların üzerine. Uzanıp okşuyordu. Adam gülümsüyordu,

gözlerini açmadan gülümsüyordu. Elini tutup öpüyordu kadının. Kucaklayıp

suya bırakıyordu. Nilüfer çiçeğini... Kendisi de atlıyordu coşkuyla arkasından.

Mutluydular. Mutluluk mutluluğun kendisi olmuştu. Mutluydular. ‘Tanrı bugünü

kutsasın!’ diye bağırıyorlardı içlerinden avaz avaz.

Akşam olunca Ayazma’dan yola çıkıyorlardı. El ele. Taşan iki nehir.

Üzüm bağlarının arasından geçip Cansever şiirleriyle süslü taş duvarlara

varıyorlardı. Soluk soluğa. Rüzgarda uçuşan tüyler, mandallarla tutturulmuş

ıslak havlular karşılıyordu onları. Kırmızı, mor pervazlarda uzanmış

serinleyen ortancalar. Kediler. Kediler karşılıyordu. Bir film karesindeydiler

sanki! İçi içine sığmıyordu kadının. Feribotun yanaşırken çıkardığı köpükler

gibi olduklarını fark ediyordu.

Polente’nin az önce uğurladığı rüzgâr artık kalenin mağrur

duvarlarında uğulduyordu. Vurulan atların ruhları şaha kalkıyordu, ada gece

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 33�

gelecek fırtınaya hazırlanıyordu. Çamlık bahçenin yeşil soluğu küçük demir

parmaklıklı kapıdan süzülüp sokağa karışıyordu. Küçük bir kız çocuğuyken

her yaz dedesiyle bahçe kapısının parmaklıklarını boyayışını hatırlıyordu

kadın. Fırçanın kıllarının parmaklıklara yapışıp kalışını düşünüp

gülümsüyordu. Yıllar yıllar önce olduğunu bilmese...yıllar yıllar önce dedesi

evin kapısında durmuş el sallıyordu, arkalarından su döküyordu. “Azâde

çiçeğim yine gel.”

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 34�

-İmroz-

Ada

Murat GÜLSOY

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 35�

Ada

Kaleköy’de sahil boyunca yürüyoruz. Oturulup uzaklara bakılsın diye

denize doğru yerleştirilmiş banklar çekirdek çıtlayan gençlerle dolu. Günbatımı

zamanı: piyasa vakti tüm sayfiyelerde. Bankların aralarına, arkalarına, yer

bulabildikleri her yere açılmış tezgâhlarda gümüş taklidi takılar, korsan

kitaplar, kasetler, yöreye özgü olduğu izlenimi vermek için üzerine İmroz ya da

Gökçeada yazılmış tahta küllükler, ağızlıklar, bardaklar satıyorlar. Tüm

sayfiyelerde olduğu gibi... İçim bunalıyor. Yine de tüm tezgâhları dikkatle

gözden geçiriyorum. Tatilcinin bir şey kaçırma korkusu. Sonra iyice denizin

kıyısına ilerliyoruz. Bilim-kurguya meraklı arkadaşımla uzayın uzak

galaksilerinde akıllı yaşam var mıdır acaba diye birbirimize soruyoruz.

Yüzlerce yıl sürecek zorlu uzay yolculuklarını başarabilmek için genetik

biliminin büyük katkıları olacağını anlatıyor. Belli ki bunları anlatırken zihninin

gerisinde Space Odyssey 2001 filminin dev uzay gemisi gezegenlerle dansa

ederek uzak kıyılarına gidiyor evrenin. Ben bir türlü inanamıyorum uzaklarda

bir yerlerde hayat olduğuna. Aklımda hep belgesellerde izlemiş olduğum

astronotların çaresizlik olarak yorumlanabilecek yüz ifadeleri.

Sahile sıra sıra dizilmiş lokantalardan birini gözümüze kestiriyoruz

akşam yemeği için. Duvarlarına, çeşitli balık isimlerini yunan alfabesi ile

yazmışlar. Farklı harfler otantik bir hava veriyor mekâna. On iki kişiyiz, büyük

bir masa oluşturuyoruz. Ne yazık ki yemekte her şey kötü gidiyor. Mezeleri

tezgâh altında konservelerden tabaklara aktaran garsonla göz göze

geliyorum. Balık yemek istiyoruz, derin dondurucunun kapağı açılıyor.

Kafamızı uzatıp donmuş balıklara bakıyoruz dumanlar içinde. Az sonra komşu

disko, müziğini sonuna kadar köklüyor, günün popüler parçaları bizi geldiğimiz

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 36�

yere, evlerimize, televizyonlarımızın başına sürüklüyor. Defalarca

uyarmamıza rağmen aldırmıyorlar. Yemekten sonra yorgun bir şekilde zeytin

ağaçlarının arasına serpiştirilmiş küçük tek tek odalardan oluşan motelimize

dönüyoruz. Bir süre bahçede oturup yıldızları görmeye çalışıyoruz. Hava

bulutlu. Ertesi gün her şeyin çok daha güzel olacağını umarak yataklarımıza

gidiyoruz.

Bana göre en güzel tatil bir adada yapılır. Her ada küçük bir dünyadır

çünkü. Her adanın kendine özgü bir coğrafyası, doğası ve iklimi vardır. Küçük

bir gezegen gibidir ada. Oysa İmroz büyük! Çok büyük bir ada. Tavsiyeler ve

turist rehber kitapçıklarının önerileri doğrultusunda yanlış yerden başladığımız

gezimiz bir sonraki gün bambaşka bir kimlik kazanıyor. Sabah leziz balın ve

zeytinyağının damgasını vurduğu kahvaltımızı yaptıktan sonra denize girmek

için –çocuklara ve kedilere tahammülü olmayan sinirli motel sahibimizin

tavsiyesine uyarak- Kefalos’a gidiyoruz. Yol uzun. Arabalara doluşuyoruz.

Tepeler vadiler birbirine dolandıkça bir adada olduğumu zaman zaman unutur

gibi oluyorum. Bir baraj gölü çıkıyor karşımıza örneğin. Her yerde kendi

kendine otlayan koyunlar, kuzular, koşmaca oynayan şaşkın tavşanlar...

Adalar olasılıkları uçlara taşırmış. Bu bilgi kalmış aklımda. Bir adada yaşayan

canlılar olabilecekleri en uç boyutlara varırlarmış. Olabilecek en küçük ile

olabilecek en büyük. Oysa buradaki hayvanlar normal görünüyor. Ne de olsa

insan eli değmiş...

Sonunda Kefalos’a ulaşıyoruz Uzun, upuzun bir kumsal olarak

karşılıyor bizi Kefalos. Pırıl pırıl bir deniz olarak. İlk aklıma gelen buranın

hayatımda gördüğüm en güzel ve en uzun kumsal olduğuydu. Ölçmek,

ölçerek karşılaştırmak güzellikler için geçerli değildir, bunu biliyorum. Yine de

içinde bulunduğum güzelliğin boyutlarını başka güzelliklerle karşılaştırmadan

duramıyorum. Yakınlarım, bu özelliğimi biraz çocuksu bulurlar bunun da

farkındayım. Gerçi, beni çocuksu bulanların kendilerini Kefalos’un mavi

suyuna bıraktıktan sonra girdikleri halleri görseydiniz... Yaşları otuz ile kırk

arasında değişen erkekli kadınlı bir grup düşünün, önce denizde yapılabilecek

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 37�

tüm şaklabanlıkları yapıyorlar ardandan da... Ardından da Kefalos’un

ziyaretçilerine sunduğu özel bir sürpriz var. Tuz gölü!

Kumsalın gerilerinde, uzaktan beyaz bir çölü andıran bir tuz gölü vardı.

Göl dediğime bakmayın, sadece ortasında azıcık su birikintisi olan büyük

beyaz bir alan. Güneşte pırıldayan beyazlığın yanına gittiğinizde yumuşak

kumsal yerini sert bir tuz tabakasına bırakıyor. Gölün merkezine doğru

yürüdükçe bu tuz katmanı inceliyor, inceliyor ve birden ayağınız yüzeyi delip

geçerek kalın siyah bir çamur tabakasına varıyor. Oradan öteye yürümek çok

daha zor. Çünkü kalın çamur sizi içine doğru çekiyor. Sert tuz tabakası da jilet

gibi keskin, dokunduğu yeri kanatıyor. Buna rağmen onlarca insan uçsuz

bucaksız görünen beyazlığın ortasında çok önemli bir iş yapıyorlardı. Beyaz

tuzun altından çıkan siyah kaymak kıvamındaki çamurla bedenlerini

sıvıyorlardı. Beyazlığın ortasında simsiyah insanlar oluşmaya başlıyordu.

Çamurdan ağırlaşan bedenlerini güçlükle sürüklüyormuş gibi adanın bitimine

doğru ağır ağır yürüyorlardı. “Ak bağrından kapkara insanlar doğuran bu garip

adada aradığım neydi? Bir kaç gün içinde bir adanın gizemine varmayı

düşünmek ne saf bir hayalmiş.” Çevrede olup bitenleri anlamaya çalışırken

böyle şeyler düşünüyordum. Yapabileceğim tek şey kara insanlara katılmak

için avuç avuç çamuru bedenime sıvamaktı. Üstelik şifalı olduğu da

söyleniyordu. Bu bilgi, sahile geldiğimiz anda duyulmaz bir ses tarafından

kulaklarımıza fısıldanmış olmalıydı.

Denizde yüzmenin benim doğayla tek bağım olduğunu düşünürüm

zaman zaman. Dost dalgalarda bedenimi dinlendirmek, dipte nefesimi tutarak

bilincimin gerilerine bakmak... Kızgın olduğu zaman dalgalarının kıyısında

uzun uzun yürüyerek dertleşmek... Kefalos’un maviliğinde o gün kederden

eser yoktu. Kapkara biri olarak, başka biri olarak denize adım attığımda

bedenime sımsıkı yapışmış olan tuzlu çamurun hızla dağıldığını görüyordum.

Yeni edinmiş olduğum kalın kabuksu siyahlığın altından yine kendim

çıkıyordu. Hal değiştirmekten kaynaklanan arınma ve iyileşme duygusu içinde

bir şeyler sezer gibiydim. Dinle doğanın birbirinden ayırt edilemediği

zamanlarda nasıl yaşandığına dair bir şeyler...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 38�

Deniz kıyısında zaman değişkendir; sıcak güneşin altında yavaşlar,

incelir. Sanki kumsalı oluşturan kumlar bir zamanlar dev bir kum saatinin

içinde geçmişi ve geleceği saymış, bitirmişlerdir. Kum tepeciklerinin arasında

koşuşturan karıncaları, çenemizi dayadığımız havlumuzdan kaygısızca

izlerken, zaman, bulunduğumuz yerin çok uzağında bizi unutmuş gibidir. Oysa

birazdan güneş kızgınlığını kaybeder, gölgesine sığındığımız şemsiyenin

altına başını uzatarak hüzünle gülümsemeye başlar. Ufuk çizgisine

yaklaşmıştır. Birazdan terk edeceği sahneye omzunun üzerinden bakan

yorgun bir yıldız gibi ağır ağır kaybolur denizin üzerinde. Tatilciler gevşek

adımlarla yürürler sahil boyunca; pansiyonlarına, motellerine, yazlık evlerine

dönerler, serin pikelerin içine.

Akşamüzeri Kaleköy’ün hemen yanından tepeye doğru tırmanan Eski

Bademli’ye çıkmaya karar verdik. Dik yokuşun ortalarında bir yerde yeni bir

otel çıktı karşımıza. Kaleköy’e tepeden bakan, kibirli bir hali vardı. Yoldan

geçenlere sırtını dönmüş gibiydi. Tırmanmaya devam ettikçe ortam

sessizleşmeye başladı. Sokaklarda yürüyorduk ama sokak mıydı onlar

gerçekten? Evlerin arasından geçiyorduk ama ev miydi onlar? Bizden başka

hiç kimsenin olmadığı, sessizliğin içinde büyüyen küçük eski bir Rum köyünde

olduğumuzu anladığımızda ürperdik. Her yer o kadar sessizdi ki... Terk

edilmiş demek orayı anlatmaya pek yeterli değil. Çünkü terk edilmemişti.

Evlerin kapıları, camları yerinde, perdeleri asılı, yolları düzgündü. Bakımlı

güzel bir köydü. Sadece yaşayanlar oradan gitmişti. Kapılarını kilitleyip köyün

ve hatta adanın dışına gitmişlerdi. Hepsi aynı sabah mı çıkmışlardı evlerinin

kapılarından? Hepsi aynı anda mı kafalarını kaldırıp evlerine son bir kez

bakmışlardı? Fısıltıyla konuşuyorduk nedenini bilmediğimiz bir kederle. Hırsız

gibi hissediyordum.

Kapısındaki yazıdan köyün okulu olduğunu anladığımız, diğerlerinden

çok daha büyük olan binanın bahçesine girdik sonra. Kamusal bir alan

olduğundan mıdır, yoksa hepimiz okumakla yazmakla iç içe insanlar

olduğumuz için midir nedir bahçesinde ferahlamıştık. Adaya sert bir

yükseklikten bakan okulun bahçesinden gördüğümüz kadarıyla sınıfları da bir

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 39�

o kadar görkemli bir sadeliğe sahipti. Artık fısıldamıyorduk, yüksek sesle

konuşuyorduk. Oracıkta bir akademi düşüne dalmıştık. Bahçesinde mırıl mırıl

konuşanlar, sınıflarında tartışanlar, kütüphanesinde yüzlerce yıllık çalışmalara

gömülmüş araştırmacılar... Hepsi bizdik. Hem de değildik. Asla

olamayacaktık. Ertesi gün evlerine dönecek olan tatilcilerdik.

Eski Bademli’den inerken solumuzdaki açık mezarlığı gördüğümüzde

şaşırmıştık. Bizi şaşırtanın ne olduğunu hemen anlayamadık. Akşam

alacasında damarlarındaki tüm renklerle göz kırpan mermer haçlar bize başka

bir dünyanın, yabancısı olduğumuz bir dünyanın ötelerini işaret ediyordu.

Alıştığımız, Hıristiyan mezarlıklarının hep yüksek duvarlarla gözlerden

saklanmasıydı. Geldiğimiz şehrimizde böyleydi. O sırada mezar taşlarının

arasında elli yaşlarında, siyahlar giymiş bir kadın gördük. Çok üzgün

görünüyordu. Mezarlardan birinin başında durmuş bilmediğimiz zamanların

hayaletleri ile konuşuyordu. Onu bakışlarımızla rahatsız etmemek için

adımlarımızı hızlandırdığımızda şöyle düşünüyordum: “Bu köyü anlatan bir

öykü yazıyor olsaydım, böyle bir kadından söz ederdim finalinde. Ama şimdi,

gerçekten o kadını gördükten sonra... Bir öykü yazsam o kadını oraya

koyamam.” Köyün ruhu olarak algıladığım kadın, bizim farkımıza bile

varmamıştı belki. Ama orada, kimsenin olmadığı o köyde nasıl?... sorusu

gece uyurken de yakamı bırakmayacaktı.

Motele döndüğümüzde akşam ne yapacağımızı düşünmeye başladık.

Tüm görülesi tatil cennetlerini anlatan rehber kitabımız, adanın başka bir

köyünde Barba Yorgo’nun yerinden söz ediyordu. Gidip gitmemekte

kararsızdık. Bu sırada sinirli motel sahibimiz yanımıza yanaşıp bir gece önce

gittiğimiz yer için rezervasyon yaptırmak isteyip istemediğimizi sordu. Aslında

bu sorudan çok bir tavsiye niteliği taşıyordu. Çünkü rezervasyona gerek yoktu.

Bir gece önceki tek müşteri bizdik! Konuşmalar uzayınca, adamın bizim Barba

Yorgo’nun yerine gitmemizi çok da istemediğini hissettik. Garip bir durum.

Barba Yorgo’ya ulaşmak için adanın bir başka tepesine doğru yolculuk

etmeye başladık. İç taraflarda yerleşim olmadığı için gökyüzündeki tüm

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 40�

yıldızlar üzerimize yağmaya başladı. Yere o kadar yakın görünüyorlardı ki!

Sanki yeni doğmuş bir bebektik, henüz gelişmemiş görme yetimiz üzerimize

doğru eğilen annemizi ancak, böyle karanlıklar içinde parlayan ışık

patlamaları şeklinde görmemize yetiyordu. Bazılarımız onu daha iyi

görebilmek için başlarını arabadan dışarıya çıkardılar.

Vardığımız köy, Eski Bademli gibiydi. Bırakılıp gidilmiş... Sadece bir

sokağında hayat belirtisi olan bir köy. Lokantanın olduğu yere geldiğimizde bir

film setindeymişim gibi bir hisse kapıldığımı itiraf etmeliyim. Orayla ilgisi

olmayan bir film çekilecekmiş de o yüzden masalar dışarı çıkarılmış, lambalar

sallandırılmış, insanlar doluşmuşlardı sanki. Yine etrafı büyük, çok büyük bir

yalnızlıkla çevrili bir yer. Sahipleri başka yerlere gitmiş olduğu için somurtup

duran karanlık evlerin arasından yürüyüp lokantaya vardığımızda sonradan

suçluluk duygusu olduğunu anlayacağım garip bir yorgunluk hissediyordum.

Hayatımda yediğim en güzel yemeklerden biriydi. Saç kavurma,

şarap... Var olan yedi-sekiz masanın çoğu doluydu. Lokantanın sahibi ve

karısı arasında geçen bir konuşma birdenbire orasıyla duygusal bir bağ

kurmamıza neden oldu. Kadın kocasına soruyordu: Bu gece soframızı nereye

kuralım? Adam büyük bir sevecenlik ve yaşam coşkusuyla: Nereye istersen

kuralım. Hah işte bu köşe güzel. Bu gece buraya kuralım... İçtenlikle yaşanan,

kaynağını sadece yaşıyor olmaktan alan bu coşku hepimizi etkilemişti.

Yabancısı olduğumuz kavramlar.

Daha sonra sahibiyle sohbet de ettik. Kimya mühendisiymiş. Herkes

gidince, o geri dönmüş, babasından kalan bu lokantayı, bu köyü, bu adayı

yaşatmak için. Artık ‘film seti’ni tamamen unutmuş, bir insanda ne çok

yaşatma enerjisi olabiliyormuş, onu düşünüyordum. Köydekilerin, adadakilerin

neden gittiklerini sormadık, biliyorduk, anlamıştık. O sadece eski günleri

anlattı eliyle şimdi karanlıkta küskün duran evlere işaret ederek: “Çok verimli

bir adadır bu. Hayvancılık, tarım, balcılık, halıcılık, şarapçılık yapılırdı. Öyle

zamanları olmuş ki adadan mavnalarla İstanbul’a mal gitmiş.” Sonra? Sonra

herkese gitmiş. Ülkeler arasında yaşanan gerginlikler her şeyden uzak halklar

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 41�

üzerinde çok hazin etkiler bırakabiliyor, savunmasız insanların hayatlarını

değiştirebiliyordu. Ne Anadolu’ya ne de Yunanistan’a vatanım diyemeyecek

bir halk evinden kopup gitmiş. Ait olduğunuz yerin bir ada olduğunu

anlatamazsınız kimseye. Daha sonraları zaman zaman gelip evlere ve köylere

bakmışlar. İnsanın geçmişine dönüp sokaklarında yürümesi çok tuhaf olsa

gerek.

Lokantadan çıktığımızda mahzunlaşmıştık. Ada bizi misafir etmiş,

çamuruyla sağaltmış, suyuyla yıkamış, yemekleriyle beslemiş ve tüm bunları

yaparken sözcükleri kullanmadan kendi hikâyesini anlatmıştı. Çok geçmişte

yaşanmış acılardan dolayı kendimi sorumlu hissediyordum. Bu suçluluk

duygusuydu. Her adım attığımda, ayağımla toprağa her değişimde sanki

yoğun bir acı gövdeme zehirli bir sarmaşık gibi tırmanıyor, kimliğime dair

düşüncelerimi kemiriyordu.

O gece yatağıma girdiğimde tatilde gibi hissetmiyordum. Yüzleşmeye

henüz hazır olmadığı şeylerle karşılaşmış insanların kederi vardı üzerimde.

Gözlerimi ertesi güne, kendi şehrime açmak umuduyla İmroz’a kapattım.

Aradan zaman geçmesine rağmen o adanın üzerimde bıraktığı izler

hâlâ taptaze duruyor. Bazen dik yamaçlara kurulmuş, içinde insanların

yaşamadığı karanlık köyler giriyor rüyalarıma. Ruhumun bütün gece

nerelerde dolaştığını ancak sabahları uyandığımda anlıyorum. Böyle

sabahlarda, burnuma gelen tuz kokusunun bir yanılsama olduğunu bile bile

aynanın karşısında yüzümün bir yerine sıvanmış kara çamuru arıyorum.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 42�

-İzmir-

Bir Şehre Gidememek...

Cem UÇAN

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 43�

Bir Şehre Gidememek...

Yolculuk

Otobüs ağır ağır Sabuncubeli yokuşunu tırmanıyor. Yolculuğun en

sevdiğim kısmı burası, az sonra tepe noktasına varılacak ve iniş başlayacak.

Eskiden olduğu gibi şehrin ilk ışıklarını buradan görmek için

sabırsızlanıyorum. Henüz uykunun hüküm sürdüğü saatlerde yeni yeni

aralanmaya başlayan gökyüzünün altındaki şehirde uyanık olmak bana -hâlâ

anlam veremediğim- bir üstünlük hissi sağlıyor. O an, tadı ne kadar kötü

olursa olsun, bir kahve içmek için muavini arıyor gözlerim. En arkadaki

koltuğunda uyukluyor, ses etmiyorum.

Yıllar sonra bu şehre geri dönmek her zamankinden farklı bir duygu

yaratmıyor bende. On sekiz yaşında buradan ayrıldıktan sonra her an, karşı

konulması çok güç bir “geri dönme isteği” içimi kemirip durmuştu. Hâlâ aynı

isteğin içimde bir yerlerde olma ihtimali beni heyecanlandırsa da bu çocuksu

bekleyişin bir yere varmayacağının farkındaydım. Bu farkına varışın ne zaman

gerçekleştiğini tam olarak kestiremesem de...

Geri Dönmek

Önceleri mektuplarda, telefonlarda verilen sözler vardı, özellikle geride

bıraktığım dostlarıma: “Abi, okul bitsin kesinlikle geri dönüyorum.” Hatta

üniversitenin ilk yılında başarısız bir okul transferi macerasıyla bu geri dönüşü

daha erkene almak için eyleme de geçmiştim ama olmadı. Tam olarak

“olmadı” değil elbette, yapamadım. Daha sonra ise, sıradanlaşan bir soruya

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 44�

verilen sıradan bir cevap haline geldi: “Ne zaman geliyorsun artık?”, “İşleri

yoluna koyar koymaz.” Tabii ki işler hiçbir zaman yoluna konmaz bir türlü!

Geri dönmek, kimileri için kabul edilemeyen bir düşüncedir: Daima ileri.

Geriye bakmayacaksın! Ben o tür insanlardan olamadım. Kimi zaman geride

bıraktıklarımı düşünmekten başka bir şey yapamadım, kimi zaman da geride

bırakmamak için hiçbir şeyi, olduğum yerde kalakaldım. Sonunda geride

bırakılan ben olmuşum...

Şehrin Işıkları

Otobüs Sabuncubeli'nden

aşağı aynı ağırlıkta inerken

(“çıktığınız vitesle ininiz” yazısını

da ilk burada görmüştüm, hiçbir

anlam verememiştim babamın

açıklamasına rağmen) sol

tarafımda eskiden Bornova

olması gereken yerde bir kent yavrusu beliriyor. On üç yaşında, sınıf pikniğine

geldiğimiz gün ilk makinemle çektiğim fotoğraflar... Dağ başında yapılan bir

piknik... Sınıfın erkekleri terden sırılsıklam olana kadar taşlarla dolu, yabani

otlar içerisindeki biçimsiz alanda bir topun peşinden koşturup duruyor... Kızlar

Kızlar... Bu yol ve bu yeşillik yerinde binalar var şimdi...

erkekler... gölgede yatar, güneşte top oynar...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 45�

çiçek topluyor...

Bornova'nın hemen yanında Pınarbaşı... Güneş kollarından birisini

tepenin üzerinden atabilmiş. Fabrika bacalarından yukarıya uzanan dumanın

rengini seçmek mümkün değil. Dağlar oyulmaya devam ediyor, çimento

fabrikası hâlâ çalışıyor demek ki... Metaş'ın, ki artık sadece ismi kalmış, tam

olarak nerede olabileceğini kestirmeye çalışıyorum. Aklıma fabrikadaki

voleybol sahasına antrenmana giderken yakalandığımız dolu sağnağının

gelmemesi mümkün değil. Hayatımda gördüğüm en iri taneli dolular servisin

tavanını döverken yere düşenlerin büyüklüğü karşısında nasıl da hayretler

içinde kaldığımızı hatırlatıyor.

Mahalle

Dolu tanelerinin büyüklüğü o zaman

olduğu gibi şimdi de zihnime eski

mahallemizden görüntüler getiriyor.

Meşe -misket diyor İstanbullular, biz

meşe derdik- oynadığımız alan... Dolu

tanelerinin mükemmele yakın

yuvarlaklığı ve büyüklüğü meşeleri

andırıyor, içimde bir yerlerde garip bir

heyecan yükseliyor. Meşeler... (Bir

zamanlar bir çocuk için en değerli varlık

olan meşeler artık Paşabahçe

mağazalarında süs eşyası olarak

satılıyor.) Mahalle... Tabii ki mahalle hayatı, aidiyet duygusunun en samimi

halinden başka bir şey değildi: Hakimevleri 155 Sokak Hatay-İzmir. İki

apartman arasındaki boşluğu sahiplenişimiz, temiz tutma çabalarımız...

Duvara yazdığımız tehlikesiz ilkel grafittiler nedeniyle (sadece adlarımızı

yazmıştık, orayı sahiplenmenin bir başka yoluydu) polisin mahalleye gelmiş

olduğu söylentileri karşısındaki korkumuz...

Hakimevleri...155 Sokağa inen yokuş...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 46�

Nemeçek

Mahalle, oyun alanı deyince aklıma Nemeçek'ten başka bir şey

gelmezdi, hâlâ da gelmiyor. O mahallenin değerini daha sonra anlayacağımı o

sıralar bilemiyorum:

iki apartmanın boşluğuna sıkışmış küçücük alan (bizim tüm dünyamız,

okul sonrası buluşma noktamız); sakız arakladığımız bakkal (Hasan

Amca bir gece yarısı vurulduğunda ertesi sabah dükkânın mermer

merdiveninde kan izlerini birbirimize gösterip fısıldayarak olayı

değerlendiriyoruz aramızda. Hayatımda ilk defa tanıdığım birisi ölüyor);

komşular (en yakın arkadaşım Mustafa sünnet oluyor bir 30 Ağustos

günü. Sünnetçinin yanına gidiyorum, “haftaya ben de sünnet olmak

istiyorum”. Tamam, diyor hiç şaşırmıyor. Demek ki şaşıracak bir şey

yok. Eve dönüyorum, anneme yüzüme bakıyor, “haftaya sünnet

oluyorum”); soy ağacını çıkardığımız, tüm mahallelinin tanıdığı köpek

ve kediler (belediye görevlilerinin zehirlediği Kont'a sarımsaklı yoğurt

yedirmeye çalışıyoruz bir yandan da öfkemizi dizginlemeden tehdit dolu

sözlerle belediyeye küfür ediyoruz);

yaşlı-sinirli teyzeler amcalar (neden istemiyorlardı bahçelerine

girmemizi, neden bağıra çağıra top oynamamıza kızıyorlardı) yıkık,

döküntü, terk edilmiş, girilmesi yasaklanmış (!) bahçeler; dalınacak erik

ağaçları (bir kova soğuk su yemeye değerdi o eriklerin tadı gerçekten

de)...

Bunların hiç birisi ilkokul beşinci sınıfta taşındığımız Alsancak'ta yoktu.

Binalar, binalar, binalar... O zaman bir kez daha anlamıştım, apartman

arasındaki oyun alanımızı ne pahasına olursa olsun korumamız gerektiğini...

Dostluğun önemini... Pal Sokağı Çocukları'nı ilk okuduğum günlerden hemen

hemen iki yıl sonra taşınmıştık. Nemeçek'in ölümü karşısında göz yaşlarımı

engelleyebilmek için yumruklarımı sıktığım o günden iki yıl kadar sonra...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 47�

Boğazımdaki o düğümün aslında hiçbir zaman çözülmeyeceğinin farkına

varmadan yıllarca önce...

Otobüsün ön camı, dev bir plazma televizyonu andırıyor. Farların

ışıkları asfaltın üzerindeki düzenli beyaz çizgileri daha da belirgin hale

getiriyor. Yolculuk boyunca camın soğuk yüzeyinde can veren çeşitli canlılar

sileceğin huzur veren hareketleriyle yok oluyor. Dev ekranın kenarında,

kendine yol edinmiş bir damla deterjanlı su aşağıya süzülüyor.

Yağmur

Buranın her şeyi bir başka. Ya da başkaydı bilmiyorum artık. Artık eskisi

kadar emin değilim bildiklerimden... Daha çok bilmediklerimden eminim. Laf

oyunu yapıyorum, aslında hiçbir şey bilmiyorum. Sadece hatırladıklarım var...

Öyle olmasını hatırlamak istediklerim. Yağmur buraya hayat veriyor. Her yer

temizleniyor damlaların düşüşüyle birlikte. İstanbul'daki ilk sonbaharda

anlıyorum geride bıraktığım şehrin ne ifade ettiğini...

Otobüs Bornova'ya girdiğinde zihnimde bazı görüntüler... Bu anı bir

müzik klibi gibi kurguluyorum. Akustik gitarın yumuşak tınılarıyla

çocukluğunun geçtiği şehre geri dönen karakterin zihnindeki düşüncelerin

görüntüleri bunlar...

okul

bir nisan'da vatandaşlık dersi öğretmeninin sırtına asılan balığı

kimin taktığı sorgulanıyor. anneler babalar okula çağrılıyor: itiraf

etsinler yoksa disipline vereceğiz. kimse ağzını açmıyor. okul

yönetimi blöfünü yutmak zorunda kalıyor.

dostluk

üzerinde çok söze gerek yok. hâlâ özlüyorum.

müzik

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 48�

üç çocuk, yağmurlu (gerçekten temizliyor tüm pislikleri yağmur

bu şehirde) bir sömestr tatilinde can sıkıntısını yok etmenin

yolunu arıyor,

diğerleri gibi olmayacaklar, bildikleri tek şey bu...

karar veriliyor...

sonraki beş sene her hafta sonu bir odaya kapanarak müzik

yapmakla geçiyor.

o gün alınan bir karar tüm hayatı etkiliyor.

sokaklar

özgürlük alanı... hıdırellez gecesi yakılan ateşlerin üzerinden

atlıyor çocuklar, anne babaların sıkı tembihlerine rağmen: aman

yavrum, ateşe bir şeyler atarlar... yıl 1981, darbe sonrası her

yerde, her şey olabilir...

zamanın nasıl geçtiğinin farkına varılamayan bir aile ziyareti...

sokağa çıkma yasağı çoktan başlamış. sokakların gerçek sahibi

yeniden kediler...

yürüyoruz alsancak'ta gündoğdu'dan kıbrıs şehitleri'ne

konuşuyoruz o anda aklımızı kurcalayan ne varsa. soruyoruz

cevapları arıyoruz. bulmaktan korkmuyoruz bilmediklerimiz

henüz bizi korkutmuyor bir adam var o da sürekli yürüyor yalnız

kendi kendine konuşuyor her yürüyüş akşamında başka bir

sokakta onunla karşılaşıyoruz kendime itiraf edemesem de bir

gün o adam olmaktan korkuyorum öyle çok korkuyorum ki bunu

yıllar sonra bir metnin satırları arasına sıkıştırarak bundan

kurtulabileceğimi düşünüyorum

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 49�

fuar

anlamsız bir heyecan, kalabalık ve her pavyondan dünyanın en

değerli şeyleriymiş gibi alınan broşürler, eşantiyonlar. “en büyük

pavyon sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği'ne ait, hem de her

gelene rozet dağıtıyorlarmış” diyor kuzenim, iştahla... koşar

adımlarla oraya yöneliyoruz.

hayvanlar

dut ağacının tepesinde iki çocuk, naylon torba içine dut yaprağı

dolduruyor. yıllar sonra öğreniyorum, istanbul'da ipek böceği

beslemeyi bilmiyor tanıştığım insanlar.

nemli, yosunlu, kabarcıklarla dolu bir akvaryumcuda çocuk

satıcıyı oyalarken diğeri cebinden çıkardığı çay süzgeci ile balık

çalıyor. daha sonra bunu anlattığım kimse bana inanmıyor.

iki mahalle aşağıya “kedilere bakmaya” giden iki çocuk... hava

kararmış, anne babalar karakola haber vermiş... iki mahalle

aşağıya “kedilere bakmaya” giden iki çocuk...

çeşme

güneş rüzgar ıssız sakin dalyan balık kum sıkıntı hastalık

arkadaş dolmuş ılıca kumru yıldızburnu misina tekne dalga

mendirek albatros mercan kefal bataklık alaçatı delmar kale

balin yokuşu bisiklet turban büyük plaj paşalimanı vekamp venüs

Blacky ve Kuki'nin yavruları...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 50�

sitesi aşk(?) domates süleyman amca tarla kavun zıpkın sepet

anneannem...

Eşya ile olan ilişkimi düşünüyorum bir yandan... Siyah bir çanta geliyor

gözlerimin önüne. Yıllar önce yazılan tüm şiirler, alınan tüm mektuplar,

günlükler... Bir taşınma sırasında eskiciye veriliyor... Eksiliyorum...

Geçmişimin bir eskicinin el arabasında yok olmasını düşünüyorum... Babama

kızıyorum...

Önümde, koltuğun arkasında bir zamanlar bir küllüğün olduğu boşluğa

bakıyorum. Eskiden sigara da içilirdi bu otobüslerde. Nasıl tahammül

edebiliyordum? Sekiz saat boyunca sigar içebilen insanlar vardı, şimdi nerede

onlar, nasıl tahammül edebiliyorlar? Saçma sorularımı kendime saklayarak

hâlâ uyuklayan -ama bu kez ayaklanmış olan- muavine otobüsün nerede

duracağını soruyorum. Servis güzergahlarını söylüyor bana...

Karşıyaka, diğer bir deyişle 35.5 İzmir...

Neden kendilerini bu şehirden ayrı tutmak istediklerini

bilemedim. Belki de buradan hiç ayrı kalmadıklarından. Otuz beş

buçuk... Tam sayı bile değil.

Keyifli vapur yolculukları... Başka bir şehre yolculuk (otuz beş

buçuk!)

Kitaplarla dolu bir eve yılda üç beş defa yapılan bayram

ziyaretleri...

Hatay... İnönü Caddesi ve Köprü Durağı...

Köşk Sineması... En son geldiğimde yerinde yoktu. Sordum.

Yıkılmış. Cep sinemalarıyla başa çıkamıyormuş, artık devir dividi

devriymiş, sinemanın yeri değerliymiş, on beş katlı bir apartman

daha fazla gerekliymiş...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 51�

Konak Meydanı... Saat Kulesi ne kadar da yakınmış denize!

İnönü Parkı... Başka bir örneği olmayan su çeşmesi... Okul yolu.

Nâmık Kemal İlkokulu...

Konak... Şehrin merkezi (!)

İstanbul'a geldikten üç dört yıl sonra bile Taksim diyemedim.

Aklıma hep Konak gelirdi. Nedense Taksim=Konak denklemini

bir türlü zihnimden çıkaramamıştım. Çınar Sineması hâlâ

duruyor mu bilmiyorum, Superman filmini ilk kez o sinemada

seyretmiştim. (Sema Sineması'na gitmek ise ayrı bir eğlenceydi.

Bunun için Kemeraltı'nın kalabalığına girmek zorundaydınız ve

yanınızda anneniz varsa, mutlaka bir tatlıcıda soluklanılırdı...

Kemeraltı Çarşısı'ndan yapılacak cüzzi bir alışveriş de günün

başka bir kazancıydı. (Hele hele bir polis üniformasına sahip

olmak istiyorsanız, bunda ısrarlıysanız ve tüm isteklerinizi yerine

getirmeye çalışan bir dedeniz varsa, gidebileceğiniz en iyi

adrestir Kemeraltı Çarşısı.)

Saat Kulesi... Zihnimdeki o eski fotoğrafta denize ne kadar

yakındı oysa ki. En son gördüğümde (ki bu yaklaşık doksanlı

yılların sonuna denk gelir) kenara fırlatılmış bir çocuk oyuncağı

gibi mahzun, yerin bir iki metre altında, yanından geçenlerin

dikkatini bile çekmekten uzaktı.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 52�

Balçova... Şehrin diğer ucu...

2 numaralı Fahrettin Altay-Alsancak troleybüsü Üç Kuyular'a

kadar götürür (ki istisnasız her binişte İkiçeşmelik Yokuşu'nda

boynuzlarından biri çıkar, şoför her defasında aynı sabırla

öncelikle el frenini gürültülü bir hareketle çeker, sonra aracın

hidrolik nefesli kapısını açar, troleybüsün arkasına geçer ve

boynuzu rayına oturtur). Oradan da minibüsle Balçova Spor

Salonu... Sabahtan akşama kadar ortaokul/lise voleybol

maçları... Acaba hoca beni ilk altıya alacak mı, yoksa maç

sonuna kadar kenarda tutup buharlaşana kadar ısındıracak mı?

Babannemin Balçova'daki yıllar boyu gitmediğim (ben mezarlık

sevmem) ve görmediğim mezarı... (Dedem ondan yıllar sonra

öldüğünde aynı mezar içine gömüldüğünde üzerine bir kürekle

toprak atıyorum.)

***

Tüm bunları yazarken bir ara duraklıyorum. Daha fazla ileri

gidemeyeceğimi anlıyorum. İstanbul'daki kanıksadığım yaşantımın ortasında,

Boynuz (!) kazası...

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 53�

apartmanlara açılan penceremin önünde bu metni kurgulamaya çalışırken

bile, İzmir'e gidemediğimin farkına varıyorum. Bu metne bir şehre gidememek

adını vermek tam bu anda aklıma geliyor. Bunca yıldır bildiğim ama kendi

kendime itiraf edemediğim bir gerçeği yine bir metnin satırlarında “söylemek”

işime geliyor. İşleri hiçbir zaman yoluna koyamayacağımı biliyorum. Geride

kalan hiçbir şeyin bıraktığım yerde olmadığını biliyorum. Bir daha asla geri

dönemeyeceğimi biliyorum.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 54�

-New Jersey-

Düşülmüştür

Mustafa ZİYALAN

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 55�

Düşülmüştür

Çıplak bedenler, bedenlere sürülen, tende parlayan yağ, yağlı eller, iç

çekmeler, çığlıklar, kızgın etin ete, kuma, suya çarpması…

Bu gezegende yeniyiz.

Gözlerimizi kapadığımızda gördüklerimizin, duyduklarımızın, içimize doğan

sözcüklerin ne anlama geldiğini daha bilmiyoruz:

Ağ.

Üzerinde voleybol oynanan.

Dünyayla.

Sonu.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 56�

Su kulesine abayı yakmış bir vinç.

Karşı kıyıyı kendine çekecek:

Vinç, kule, rıhtım ve köprü gözyaşından ırmağın bu yakasına.

Bu ırmak gökyüzünü, güneşi, ayı, yıldızları yansıtmaz.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 57�

.

Mutlu çitler:

Ayak izlerinden başkasını ayırmaları gerekmez.

En soğuk plâjlarda gezerler.

En insansız yerlerdedir hep tatilleri.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 58�

“Fotoğrafçı” denilen görüntü toplayıcılardan biri kendi görüntüsünü kumsalda

unutmuş. (Yalnızca bu görüntüden oluşuyor olması, ondan başka bir şey

olmaması olasılığı da var.) Görüntüsünün zaman zaman bu ve benzeri

kayaların çevresinde de belirmesinin özel bir anlamı olabilir.

Kayaların bu gezegende en son kalan yaşam biçimi olduğu düşünülüyor.

Varlıkları gezegenin (onun kendi çevresinde bir kez dönmesi olarak

tanımlanan) günlerinden milyarlarcasına yayılıyor. Araştırmalar benzeri

zaman dilimlerinde kımıldadıklarını, biçim ve renk değiştirdiklerini gösteriyor.

Çoğalmaları oldukça karmaşık; sayıları artıyor, ama toplam kitleleri hiç

değişmiyor. Bu, nüfus artışını ve olası sonuçlarını her adımda hesaba katan,

bilinçli olmasa da bilgece bir yaklaşım olabilir.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 59�

Bir zamanlar bu gezegende “dikey”in sanılandan çok önem taşıdığına işaret

ettiği düşünülebilecek bir görüntü.

Buradaki dikey oluşumların yansımalarının, bir anlayışa göre de kendilerinin

neredeyse sürekli kımıldamaları, titremeleri, titreşmeleri, öte yandan da buna

karşın hiç de gelip geçici olmamaları dikkat çekici.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 60�

Çite takılı bu iki oluşumun doğal olmayabileceği düşünülüyor.

Bir kurama göre, bu gezegende bir zamanlar var olan, birden çok ayağı,

bacağı olan kimi canlılar ellerini, kollarını, ayaklarını, bacaklarını ortaklaşa

kullanıyorlardı.

Bir başka kurama göreyse, tek, belki de iki bacaklı canlılar organlarıyla tek

tek, bire bir ilişki içindeydiler. Doğal olarak bu kuram, organların bağlı oldukları

bedenden bağımsız, en azından görece özerk biçimde var oldukları olasılığını

gündeme getiriyor.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 61�

Başka bir “fotoğrafçı” görüntüsü, başka çitler. Görüntüyle çitler arasında

görüntüyle kayalar arasındakini andıran bir tür çekim olabileceğini düşünenler

var. Görüntü, kayalar ve çitler ekseninde rahat ediyor, dahası son çözümde

kayalardan ve çitlerden bağımsız olarak var olamıyor olabilir. Bunun

dolaysızca “fotoğrafçı”nın kendisi için de söz konusu olduğu düşünülebilir.

“Fotoğrafçı” (ve/ya da görüntüsü) kendisi için ayrılmanın, ayrımcılığın, bir

şeylere sahip olmanın ve sahip olduklarını ötekilerden esirgemenin önemli

olduğu bir türün üyesi olabilir.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 62�

Doğal olmayabileceği düşünülen bu oluşum, bir zamanlar denizle buluşmuş.

Denizden çıkmış da olabilir, ama öyleyse bile denizden çok ayrılamamış,

kıyıda, kumsalın kıyısında yerleşmiş. Bir zamanlar denizde yaşamış olduğu

düşünülen kimi varlıklar duvarlarında kalmış: Bir yunus, bir balina,

kabarcıklar…

Kımıldamamaları canlı olmadıklarını, yaşamadıklarını düşündürmüyor.

Duvarın iki boyutunda bir deniz kızına da rastladık. Onun “fotoğrafçı”nın olası

görüntülerinden biri olabileceği de düşünülüyor. Aramız iyi. Yakında duvarın

iki boyutuna yerleşmeyi düşünüyoruz.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 63�

Gezegenin güneşinden geçerek buralara gelmiş, çökmüş, kayalaşmaya yüz

tutmuş ya da kayalaşmaya çalışan bir canlı biçimi olabilir: Örneğin o soyu

tükenen kuşlardan biri.

Ansızın içimizde beliren bir sezgi: Bu gezegende bütün yanmış kuşlara

Antoine de Saint Exupery denir. Varsa, bu sezginin anlamını çözebiliriz

dilerim.

Cape May, New Jersey; 2007

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 64�

-Sapporo-

Buzlu Bira, Çilekli Çikolata ve Siyah Lavanta

札幌札幌札幌札幌

Özge BAYKAN

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 65�

Buzlu Bira, Çilekli Çikolata ve Siyah Lavanta

札幌札幌札幌札幌

Sapporo, Japonya’nın egzotik kuzeyi. Finlandiyası, İzlandası,

Grönlandı. Ahşap, pastel renkli kutu evlerinin bitişik nizam olmadığı, şeylerin

giderek birbirinden uzaklaştığı, hızlı trenin kayan rayları arasından yer yer

haraların ve sık ormanların seçildiği eşsiz coğrafya.

Hokkaido adasına dair hatırladığım ilk: Soğuk. Kalın montumun

kapişonuna pıtır pıtır düşen kar. Ferah araziler, fersah fersah. Altın sükun.

Japonya’nın ana adası Honşu’nun birebir tezatı Hokkaido. Zira Honşu’da

yapılar hep iç içedir, kaldırıma müsaade etmeyecek kadar dar sokaklarda

bisikletler, arabalar, yayalar birbirine dokunmaksızın devinmeye çalışır.

Hokkaido’da ise farklı, çok daha dingin, çok daha mesafeli, enlem

Japonya’dan çok İskandinavya’ya yakın.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 66�

Olunması gereken zamanda, olunması gereken yer. Karın örttüğü

böyle bir ruh işte, Yuki Matsuri. Yıllık ve yıllanmış Kar Festivali zamanı. Gelip

çatar. Uçaklar kalkar, oteller ayırtılır. Bu gıpta ettiren kardan ve buzdan heykel

festivali her şubatta farklı bir temayla Hokkaido bölgesinin en büyük kenti

Sapporo’ya yayılır. Merkezde, büyük Odori Parkı’yla çevrelenen Eyfel’in

karbon kopyası televizyon kulesinin etrafında, üşüye üşüye gezilen, dünyanın

her yerinden yontucuların oymalarına hayranlıkla bakılan şenlik. Henüz

başlamamış tantana ve biz, harıl harıl son çentikleri atıp eserlerini kenti birkaç

saat içinde istila edecek binlerce turiste yetiştirmeye çalışan kar ustalarını

izliyoruz.

Hırçın Japon Denizi üzerinden uzun saatler boyu süren gemi

yolculuğunun çıkış noktası Osaka’ydı. Sabaha karşı gemi bizi Otaru’da

indirdiğinde güneş doğmamıştı henüz. Alacakaranlıkta birbirimize tutuna

tutuna ilerliyoruz, keskin buz sarkıtlar kopup çatılardan düşmesin diye

dikkatliyiz. Japonya’nın bomboş sokaklarının hakimiyiz. Trafik ışıkları

kırmızıdan yeşile boşuna geçiyor sanki. Çünkü herkes uykuda.

Ayakkabılarımız yumuşak kara taze izler bıraktıkça Japonlaşıp fotoğraf

çekiyoruz, o yüzden uzadıkça uzuyor kente varış. Yirmi dört saat açık

Amerikan usulü konbinilere -7/11’lara, Lawson’lara- sora sora tren

istasyonunu bulup Sapporo’ya giden, günün muhtemelen ilk trenine biniyoruz.

Kahvaltımız yosunlu erik turşulu tuna balıklı pirinç topları, yanında pas

rengi soğuk Oolong çayı. Elimizde yün eldivenler, lahana gibi dört kat, beş

kat, eldivenler fotoğraf makinelerini sıkı sıkı kavrıyor. Ayaklarımız ıslanmasın,

suya kara batmasın.

Gerçekleşen bir rüya ama bu, yuki matsuri. Yanımda ömründe karı ilk

kez görmenin heyecanındaki Taylandlı arkadaşım Tim. Her adımla “Kar!”

diyor sevinçle, ellerini çırpıyor. Bana da bulaşıyor heyecanı. Yağan kar, duran

kar, yığılan kar, kaldırımda toplaşan katılaşan kürtün, üzerine bastığı sulu

çamur, her biri o mutlu şaşkınlığın başka bir paragrafı. Karı ilk gördüğüm anı

hatırlamaya çalışıyorum ben de onun yanında. Yedi yaşındaydım. Ama kar

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 67�

değildi ki o. Sulusepken. Kar sanmıştım. Sonra ilk kartopumu hatırlamaya

çalışıyorum. On sekiz yaşında. İnsan neleri bekleyebiliyormuş. Ama, belki

biraz da eşitiz, diyorum sonra Tim’e, ne de olsa benim de Japonya’da

gördüğüm ilk kar bu.

Festivalin onur konuğu Yunanistan’dı. Dev sütunlu

Yunan tapınağı o yüzden. Akşam da önünde bir

şov yapılacak, şarkıcılar çıkacak. Yanında bir de

Budist tapınak. Az ilerde zayıf güneşin tüm inadına

rağmen eritemediği, camsı buzdan Hannover

belediye binası, geceleri mavi kırmızı

ışıklandırılıyor. Bu nedenle hem gündüz hem gece

tavaf etmeli şenlik alanını.

Birbirimizle ve karla şakalaşarak resmi geçide dahil oluyoruz usulca:

Kızgın, dev dinozorlar, bıyıklı şaşkın kedi Hello Kitty, Fin çizgi kahraman

tombul hipopotam Moomin, kulübesinin üzerine uzanmış ponpon burunlu

uzun kulaklı Snoopy, güleç uçan fil Dumbo’yla neşelendiren bir harikalar

ülkesi burası.

Yolda dijital bir termometre var. “–0.00”ı gösteriyor. Sıfırın da eksisi

artısı mı olur, diyoruz gülerek. Yürüyoruz Sapporo’nun geniş bulvarlarında.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 68�

“Hadi,” diyor Andrea sonra, yemeğe. “Aşimoto ni goçuui kudasai,” diye

uyarıyor bizi, düşmeyin dikkat edin, “yerler kaygan”.

Andrea bir yıllığına değişim programıyla Sapporo’ya gelmiş, bizi

karşıladı. Silvia ve Tom’un arkadaşı. O da bizimle beraber tekrar keşfediyor

kenti. Bazen Almanca bazen Japonca bazen İngilizce, turluyoruz.

“Sapporo’nun raameni meşhurdur,” diyor Andrea, “yedirmeden

bırakmam.”

Bizi kentin ünlü Erişteciler Sokağı Raamen Yokoçoo’ya götürüyor.

Japon mutfağı kısıtlı olduğundan, yemeğe eklenecek tek bir yeni malzeme

bile o yemeği o bölgeye özgü kılabiliyor Japonya’da. Hakata’da makarnaya

domuz yağı ve kemiği, Sapporo’da miso, yengeç, tereyağı veya mısır

ekliyorsun. Bir de çileği meşhurmuş Sapporo’nun.

“Çilek mi?” diyorum kış şaşkını.

“Evet, evet,” diyor sonra bizi bir dükkana sokup çilekli çikolata

aldıracakmış.

Restoranda masa kuyruğuna ekleniyoruz. Kuyruğa girmek, sabırla

beklemek gerek çünkü Japonya’da. Hele hele ünlü bir lokantaysa bu. İçi ne

kadar dolu, bekleme süresi ne kadar uzunsa rağbet o kadar artıyor. İştahı da

kabartıyor beklemek. Yemeği hak etmek gibi, birlikte yemek yemenin

paylaşımını uzatarak tatlandırmak gibi, belki. Tereyağlı-mısırlı söylüyoruz

hepimiz. Yani Bataakon (butter-corn!). Andrea bize ne önerirse onu deniyoruz,

söz dinliyoruz, uslu uslu. Höpürdeterek sulu Çin makarnasını yiyoruz sonra.

Arada göz ucuyla bakışlar çevriliyor bize diğer müşteri höpürtüleri arasından.

Turistliğimiz her halimizden belli.

Yabancı demek İngilizce demek çoğu Japon için. Batılı da Amerikalı

demek. “Türkiye’de ana dil İngilizce mi?” sorusunu az duymadım Japonlardan.

Cildi beyazlaştırıcı losyonların peynir ekmek gibi satıldığı ülkede, aldığın

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 69�

iltifatlar da başka bir dilden konuşuyor: “Ne güzel açık tenlisin”, “ne güzel

büyük gözlüsün”.

İşte sıkı sıkı giyinmiş, kaymak yanaklı Japon çocuklar da benim

İngilizce bildiğimden emin yanaşıyorlar yanıma. Geliştirmek istiyorlar

İngilizcelerini. Japonca, İngilizce Korece ve Çince sorular bunlar, dikdörtgen

kartonlara zarif bir el yazısıyla yazılmış: “Ne tür bir karakter seversin?”

şeklinde zeka işi, bağlamı kayanlar. Sevdiğin kitaplar, müzikler, yemekler.

Şipşak Sapporo izlenimleri. Başka bir kartonda “Japonca yazar mısınız?

Lütfen yazın” gibi önkabullü ve iki aşamalı ricalar da mevcut. Yanıtlarken

çocuklarla fotoğraf çektiriyoruz, Japonlar gibi zafer işareti yapıyorum her

karede.

Ara sokaklarda heykelcikler çeşitlendi. Kırıklı şeffaf buzların içine

serpiştirilmiş balıklar, bir otomobilin üstüne pervasızca yayılmış çıplak bir

buzdankadın. Resim çeke çeke devam. Arada atkı bere eldiven kontrolü. Cam

samuraylar ve buğulu ejderhalar, öpüşen pelikanlar. Ünlü Sapporo birası da

buza girmiş, heykel olmuş. Akşama içeriz, karaokeye gideceğiz ya. Saklamalı.

Factory adlı eski bir fabrikadan bozma alışveriş merkezi de

duraklardan biri. Andrea diyor ki, işte o çilekli çikolata buradan alınır. Hediyelik

eşyalar gırla gidiyor. Yöresel Hello Kitty’ler de içlerinde. Çin makarnası

hesabı, bu, dünyayı fethetmiş Japon kedisinin kıyafetleri ve tavırları da

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 70�

Japonya’nın bölgelerine göre değişiyor. Hokkaido’nun Hello Kitty’si Ainu

olmuş, siyahlara bürünmüş. Dükkan ayı figürlerinden geçilmiyor. Ainular

Japonya’nın yerlileri, adanın ilk sahipleri. İskandinavya’nın Sami halkları ya da

Eskimolar gibi. Dilleri, adetleri özgün. Görünüşleri de Japonlardan farklı ve

bilim adamları için hala büyük bir muamma: Ainular esmer, kıllı ve kıvırcık

saçlı olur diyorlar. Ayı kültü, Ainu kültüründe özel bir öneme sahip. Bir ayı

yavrusunu yakalayıp aylarca besleyen, gerekirse anne sütüyle doyuran

Ainular yakaladıkları ayıyı sonra bir ritüelde kurban ediyorlar. Tıpkı kurban

ettikleri ayı gibi ve canlılara hayat veren kara toprak gibi, yaşamın rengi de

siyah Ainu halkı için. Giysileri de.

Başıma bu da gelecekmiş: Factory’nin içinde bir de “Hello Kitty Müzesi”

var! 200 yen giriş ücreti. Çilek, bira ve tereyağından sonra Japon mustisinin

müzesi de çıktı karşımıza. Merak etmedik. Başka bahara kalsın, dedik.

“Baharda asıl eflatun lavanta tarlalarını görmek gerek,” dedi Andrea

sonra. Milli parklarla dolu Hokkaido bölgesi, doğanın, ilkbaharda kiraz çiçekleri

‘sakura’nın, güzün de sonbahar yaprakları ‘momici’nin en güzel seyredildiği

yerlerden biri.

“Yine geliriz bahar,” diyor Tim, “ne olacak.”

İçimi çekiyorum.

Akşam erken çöktü, rüzgarlı kar bastırdı. Eyfel’in etrafında ziyaretçiler

ve sakinler cıvıl cıvıl. Her yerde Beyaz Sevgililer (Şiroi Koibito) marka

çikolatanın reklamları. Tanınmadık Japon rock gruplarının konserleri, aralara

serpiştirilmiş birtakım talk şov esprileri. Donmuş dudakları arasından gülüyor

herkes. Kar bizi sarıp sarmalarken, kim kime dum dumalıktan istifade çığlıklar

ve kartopları atıyoruz birbirimize.

Şenlik iki gün daha sürecek.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 71�

“Bir şarkı var,” soruyor Thomas derken - ama biz ona Tom diyoruz

zaten-.

“Tom, Tom, Tom. Ben onu söyleyeceğim karaokede.”

Japonca bilmiyor ki Tom. Kendi adına sanıyor şarkıyı. Meğerse kesilen

ağacın düşen kereste sesi, ton ton ton diye nakarata dönüşüyormuş bir Japon

halk şarkısında.

“Aman maksat eğlence,” diyor Tom, öğrenince, bozulmadan hiç. “Yine

söylerim; ha Tom Tom ha ton ton.”

Andrea’nın konukları, Andrea’nın Japon öğretmeninin de konukları

demek. Bizi klasik Japon meyhanelerinden bir izakayaya götürüyor Tanaka

sensei. Tepsiler dolusu, etrafı yosun sarılmış pirinç üzeri çiğ balık geliyor

önümüze. Pembe somonlu, kıtır ahtapotlu, kızartma karidesli, kırmızı havyarlı

ya da salatalıklı sınırsız suşi.

“İtadakimasu,” diyip çubuklarla kavrıyorum, “ben başlıyorum”. Vasabi

atılmış soya sosunu suşilere yedire yedire yiyorum. Yerken de bol bol

“lezzetli” naralarıyla esrimeli. Herkes birbirine Sapporo birası ikram ediyor.

Benim yanımda Tanaka sensei, ben onun bardağına döküyorum, o

benimkine. Kendi içkini kendin dökemezsin çünkü Japonya’da. Ayıp.

Bu ye-yiyebildiğin-kadar ve iç-içebildiğin-kadar mönüler sıkça bulunur

Japonya’da. Bizimki de onlardan biriydi. 3000 yene tıka basa doymak. Japon

mideleri göz önüne alındığında Japon işletmeleri bu işten hiç zararlı çıkmıyor

olsa gerek, diyorum.

Mönüde Sapporo’ya atfedilen başka spesiyaliteler de var ama ben o

sırada sensei ile Japonca konuşma derdindeyim. Tüylü yengeç, soya ezmeli

erişte ya da köri çorba gibi.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 72�

“Cengiz Han da popülerdir Hokkaido’da,” atıyor ortaya Andrea’nın

başka bir Alman arkadaşı, Nadine. Cengiz Han dedikleri, kuzu mangal. Bu

soğuk iklimde, bu Moğol ada başka ne olabilirdi ki.

Hesabı sensei ödüyor. Adetten.

“Hep böyle yemeğe çıkarır mı gelenleri?” diye soruyorum Andrea’ya.

“Hep,” diyor. Bu ayrı bir zevk. Eşsiz anın, paylaşımın zevki. Tabii ki

fotoğrafla da bol bol belgeliyoruz.

Gece bitmiyor, herkes karaoke kıvamında. Başlar dönüyor, tereddütler

çekingenlikler atılıyor. Öğretmen alıyor mikrofonu, başlıyor. Hiçbir sıkılma yok.

Provalar yapılmış. Asla detone olmuyor. O sırada Tom, şarkısını arar ağır

şarkı kataloğunda.

Beni dürtüyor Tim: “Özge san, sen de oku bir şeyler, hadi.”

Alışkın değilim ki. Utanıyorum. Ama kaçış yok, beraber ve solo şarkılar

seansı bu. Önce beraber, sonra solo okunacak. Kokteyl servisi sürerken ben

de İngilizce bir şarkı bulup başlıyorum. “Eşlik etmezseniz söylemem,” diye

resti de çekip.

Mikrofon elden ele dolaştıkça gece yoruluyor, tıpkı bizim gibi.

Alkışlar, baş ağrısı, lapa lapa yağmaktan bıkmayan kara bata çıka

dönüyoruz kapsül otelimize.

Çiğdir kuzeyin müziği. Acılıdır, yanık. Ağız harmonikasıdır, gırtlak

vokaldir. Ainularınki gibi. Kendi dillerinde “insan” demek ainu. Artık dilleri

ölmek üzere, Japonca ve Rusçaya yenik düşmüş. Yazıları yok, Japonca

yabancı kelimelerin yazıldığı kana alfabesiyle yazılıyor, o yüzden de ses

kaybına uğruyor yazılırken. Ainu nüfusunun tam sayısı bilinmiyor, 150.000

civarı olduğu söyleniyor. Japonlar adaya ulaşmadan çok önce, on bin yıl

evvel, Jomon döneminde de varlar Ainular. Çin ve Kore taraflarından gelen,

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 73�

şimdiki Japonların ataları kabul edilen Yayoi halkı onları giderek kuzeye itiyor,

sıkıştırıyor sonra.

Hoş karşılanmıyor Ainu olmak pek Japonya’da. Bu yüzden kimliklerini

saklıyorlar çokça. Japonca bir Ainu’yu aşağılamak da kolay: “A! Inu!”, "Aa!

Köpek!" demek.

Turistlikten kim ölmüş. Şiraoi, Hokkaido’daki en büyük Ainu köyüymüş,

şimdi bir açık hava müzesi. Girişte bizi kocaman ağzından saldırgan dişleri

dehşetle çıkmış bir ayı karşılıyor. Boynundaki kumaş bantta “İraşşaimase,”

yazılı, “Hoşgeldiniz”.

Ainular avcı ve balıkçı. Köyde de müze binasının hemen önüne

kurutulmuş balıklar raf raf dizilmiş. Vitrinler boyunca içi doldurulmuş siyah

ayılar, siyah renk üzerine kırmızı beyaz çizgili geleneksel Ainu giysileri,

giydikleri, çektikleri, yedikleri - ayı eti, tilki eti, kurt eti, öküz eti, at eti- diğer

hayvanlar ve müzik aletlerini seyrediyoruz. Bunların en önemlisi bambudan

yapılma, ipli ağız harmonikası mukkur (Japonca yazılışıyla mukkuri). İpini

titreştirdikçe gırtlak sesi çıkıyor aletten. Deniyorum.

Şiraoi köyü Porotoko Gölü’ne bakıyor, ama göl donmuştu. Çatlaklı buza

açılan delikler arasından plastik çizmeli balıkçılar oltalarını sallandırıyor.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 74�

Balıkçılar portatif taburelerinin üzerinde soğuktan uyuşmuş, büzüşmüş,

küçülmüş. Onlar uyur uyanık, ama biz arsız turistler fotoğraflarda hep

gülüyoruz.

“Şaşin va doo?” Bir fotoğrafa ne dersin? Ve bunun cevabı her zaman

için “hayhay”dır. Müzedeki rehberimiz bizi saz damlı ambarlardan birinde

geleneksel bir dans gösterisine davet ediyor. Kolalı, bedene kalıp gibi oturan

uzun etekli elbiseleri içinde erkekler ve kadınlar çok güzeller. Siyah kumaş

üzerine manşetlerde, etekte ve yakada kırmızı beyaz kalın şeritler. Kabalığı,

sertliği içinde vahşice güzel. Onlardan olmak istiyorum.

Dönüş yolunda, müzedekilerle karşılıklı olarak yerlere kadar

kapanıyoruz. Saygılı.

“Doomo arigatoo gozaimaşita.” Teşekkürler tükenmiyor. Bin fotoğraf bin

teşekkür.

Bize mukkur çalanlar, dans edenler, müzeyi gezdirenler ve buzda balık

tutanlar. Onlar da Ainu mu? Emin değilim.

Ama muhtemelen, Sapporo’ya dönüş treninde gördüğümüz o esmer,

kıvırcık sakallı adam bir Ainu’ydu. Buna inanmak istiyorum. Gezginliğin nahif

heyecanı içindeyim. Hayal kurmak güzel. Ve dünyanın bu kuytu köşesinde,

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 75�

gizemli bir efsane olarak tarihe iz bırakmış Ainu halkı, çoğu kişi gibi, benim

için de nostaljik, sırlı, ayrıcalıklı bir bilgi.

Osaka’ya dönüş yine sular, raylar ve tekerlekler üzerinden, bol

aktarmalı. Ama gidişler ne kadar meraklı, bakına bakına ve ahesteyse,

dönüşler de yolun daha ikinci seferde insana bilindik gelivermesinden, kısa,

sabırsız ve çabuktur sanki. Bizim mesafemiz de kısalmış gibi. Çektiğimiz

fotoğraflara ve biz tir tir titrerken, çorapsız giydikleri tüylü, bej botlarının

üzerinde süper mini etekleriyle boy gösteren liseli kızlara şaşıra şaşıra son

trenimizi bekliyoruz. Japonya’da pek çok istasyonda olduğu gibi, platformda

bekleyen yolcuları oyalamak için bir şarkı çalıyorlar hoparlörlerden. Tek bir

şarkı. Bittikçe başa sarılan, bıkmadan usanmadan çalınan yalnızca bir şarkı.

Tren geciktikçe ve ben trenin geleceğini giderek unutarak şarkıyı dinliyorum.

Sözleri ezberliyorum içimden.

Güzel bir günde ayrılıp

Kendi gölgemin izinde Batı’ya gidiyorum

Ve, Japonya'nın bir köşesinde

Beni bekleyen biri var, biliyorum

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 76�

O güzel günden kalan şarkıyı, yol arkadaşımdan şimdi yeniden

duyuyorum

diyor şarkı.

O karlı havada, yanımda benim gibi yabancı dört yolcu, sabırla ve

soğuktan hareketsiz, treni karşılarken Japonya’da beni bekleyen biri olduğunu

hayal ediyorum. Tanımadığım, belki bir gün karşılaşacağım, belki de farkında

olmaksızın yanından yürüyüp hüzünle geçip gideceğim biri. Yine de sıcak

şarap gibi düşünmek, beklenildiğini düşlemek, çok güzel.

Şarkının sözlerini aklımda tuttum ve uzun süre bir sandık gibi sakladım

içimde, Sapporo’dan kalan bir armağan gibi. Adını, söyleyenini hiç bilmeden.

Aramayı, bulmayı hep geciktirdim. Birlikte yaşanan bir yolculuğun, birlikte

yaşanmayan loş bir anısı olarak bıraktım. Sonra o sandığı açtım, içindeki küfü

üfledim ve şarkıyı buldum: İi hi tabidaçi.

O güzel günden kalan melodiyi, şimdi tekrar dinliyorum sepya renkli bir

fotoğraf gibi.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 77�

-Saraybosna-

Hiç Bitmeyecek Bir Hüzün, Saraybosna

Pınar TÜREN

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 78�

Hiç Bitmeyecek Bir Hüzün, Saraybosna

Uçağımız alçalmaya başlar başlamaz iniyoruz yere! Meğersem bu

havaalanının konumu yüzündenmiş. Dağlarla çevrili olduğu için hızla

iniliyormuş… Saraybosna’ya böyle adeta düşerek konuveriyoruz. Minicik

havaalanı bir başkentten çok bir kasaba havaalanına benziyor. Üzülüyoruz.

Sanki 10 yıl önce İstanbul havaalanı çok matahmış gibi, ne çabuk unutuyoruz

mütevazı halleri.

Taksiye atlıyoruz. Elimizde bir adres. Bir gece kalacağımız pansiyonun

adresi. Taksi şoförü bakıyor, “tamam biliyorum” diyor. İşte yoldayız. Dağlar

arasında bir platoda ilerliyoruz. Etrafa yeşil ve boş araziler hakim. Tek tük

viraneye dönmüş binalar görüyoruz. Avrupa’da bir yerden çok Karadeniz’de

bir yerlerdeyiz gibi hissediyorum. Yeşil, vahşi, çok güzel ve fakir.

Yolda eşim anlatıyor, savaş sırasında havaalanı kapanmış. Sırplar

ablukaya almış. Saraybosna’nın can damarı kesilmiş. Ama tek tük inen

uçaklardan şehre yiyecek, giyecek taşıyabilmek için bir tünel inşa edilmiş.

Sessizce, gizlice yapmışlar tüneli ve çok hayat kurtarmış o tünel, binlerce

hayat kaybolurken… Bugün “Tünel” bir müze. Sessiz sakin yaşarken bir

savaşın esir aldığı bir şehir dolusu insanın verdiği hayatta kalma

mücadelesinin en güzel örneği.

Dağlar arasında bir geçitteyiz. Yolun sonunda Saraybosna bizi bekliyor.

Çok fazla insan yok onu ziyaret eden. Yaralarını sarmak için yardım etmek

isteyen çok da, gidip o yaralara dokunmak isteyen fazla yok. Biz de suçlu

hissediyoruz kendimizi. Sadece bir gün kalıp terk edeceğiz onu.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 79�

Taksi dağdan aşağı iniyor. Saraybosna, coğrafya kitaplarının soğuk

betimlemelerine göre dört tarafı dağlarla kaplı yüksek bir platoya yerleşmiş.

Şehrin eski mahalleleri tepelere doğru tırmanıyor. Her tepede başka bir

mahalle var ve her mahalle farklı bir gruba ait. Müslüman Boşnaklar, Katolik

Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar. Evler üst üste değil, kibarca dizilmişler, yeşiller

arasında, belli ki çoğunun bahçesi var. Avrupa’nın ortasında Türkiye’de

gibiyiz. Cami minarelerini, düzensizce serpiştirilmiş binaları, bir şeye

benzemeyen mimariyi fark etmemek mümkün değil.

Taksi dar sokaklarda kıvrıla kıvrıla ve süratle ilerliyor. Şoför kendi

kendine bir şeyler mırıldanıp bir sokağa sapıyor. Tipik bir mahalledeyiz.

İnternetten yaptırdığımız rezervasyonun gerçekliğinden, adresten, taksinin

doğru yolda olup olmadığından…. her şeyden şüpheliyiz. Taksi daha da dar

yollardan ilerliyor, en sonunda o kadar dar bir yere geliyor ki daha fazla

ilerleyemiyor. Etrafta birkaç katlı, kasaba evleri olan ıssız bir sokaktayız. İnip

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 80�

biraz etrafa bakınınca dar bir yolun sonundaki binanın kenarında küçük, eğri

büğrü, üstünde “guest house” yazan bir tabela görüyoruz. Eşyalarımızı alıp

eve doğru yürüyoruz. Burası bildiğimiz bir kasaba evi. Kapıda uzun boylu,

yapılı bir gence rastlıyoruz. Bizi bekler gibi bir hali var. Biz İngilizce o

Boşnakça konuşuyor ama nasıl oluyorsa anlaşıyoruz ve içeri alıyor bizi. Belli

ki evlerinin bir katını pansiyon gibi işletip üç beş kuruş kazanmaya çalışıyorlar.

Bizden başka kaç kişi burayı bulup kalmıştır acaba diye düşünüyoruz. Çok

olmasa gerek. Aslan gibi delikanlıya utanarak bakıyoruz, kim bilir neler yaşadı

diye düşünmeden, ailesine ve ona hikayeler yazmadan edemiyoruz. Çok

acıklı hikayeler. Belki abisi ve babası savaşta öldü. Annesi ile o zar zor

hayatta kaldılar. Evlerini tamir etmeleri yıllarını aldı. Şimdi de kırık dökük

eşyalarını temizleyip bulabildikleri turistlere kiraya veriyorlar. Başka iş yok

yapacak... Bosna başlıyor vurmaya.

İki oda, bomboş bir mutfak, minicik bir tuvalet var kalacağımız katta. Bir

kapı daha var ama onun nereye açıldığını bilmiyoruz. Odalardan birinin

önünde balkon var. Yemyeşil otlarla kaplı bir bahçeye bakıyor. Hemen giyinip

kasvetli evimizden dışarı atıyoruz kendimizi. Eski şehrin merkezine ve meşhur

Uzun Çarşıya yürüme mesafesindeyiz. Yokuştan aşağı, mahallenin ufak tefek

yollarına vuruyoruz kendimizi. Temmuz ayında yağmurlu ve soğuk bir günde

Saraybosna’yı keşfe böylece başlıyoruz.

Minik bir mezarlığın yanından geçerken duruyoruz. Mezar taşları beyaz

beyaz parlıyor. Belki 50 belki 100 tane mezar taşı var. Çoğunun üzerinde

ölüm tarihi aynı 1993 veya 1994… Doğum tarihlerine bakıyoruz. Çoğu genç,

çok genç. Bir mahalle arasında, savaş dehşetiyle böylece tanışıyoruz.

Saraybosna’da ve Bosna’da geçirdiğimiz zaman içinde neredeyse her yerde

bu ufak mahalle mezarlarına rastladık. Hepsinde ölüm tarihleri aynıydı. Bosna

halkı özellikle ölülerini yanı başında istemiş ki savaşın aldıkları hep gözlerinin

önünde olsun; hem onların hem de bizim gibi ziyarete gelenlerin gözlerinin

önünde. Binlerce mezarlık şehrin içinde, binlercesi de dışında… Bosna

kaybettiklerini unutmuyor, unutması mümkün mü?

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 81�

Mahalleden ana caddeye doğru, yokuş aşağı yürümeye devam

ediyoruz. Evlerdeki kurşun deliklerini fark etmemek mümkün değil. Kimi evde

birkaç tane delik var. Kimisi ise resmen taranmış! Yüzlerce kurşunun izi

kazınmış duvarlarına… Donakalıyoruz. Kurşunlar bu sade, kendi hallerinde,

mütevazı hayatların yaşandığı evlere isabet ederken, içerde yaşayanların

dehşetini hayal ediyoruz. Hayal etmesi bile öyle acı verici ki, bunu yaşamak,

hem de bir gün veya birkaç ay boyunca değil, yıllarca o kurşunlar altında

yaşamak, her şeye rağmen yaşamak nasıl bir şey diye düşünüyoruz. Bir

mahalle arasında, savaş dehşetiyle tanışmaya devam ediyoruz.

Bosna halkı evlerindeki kurşun deliklerini sıvayla, boyayla kapatmıyor.

Kapatmıyor ki yaşadığı aşağılık savaşın fiziksel izleri kaybolmasın.

Saraybosna’nın nispeten daha yeni yerleşim yerlerinde 70’lerin sevimsiz

yüksek binalardan oluşan toplu konutlarından yüzlerce var. Hepsinde bomba

izlerini, kurşun, şarapnel ve adını bilemeyeceğim diğer silahların izlerini

gördük. Büyük binalardan birinin birkaç katı neredeyse yok olmuştu! Oraya

neyin isabet etmiş olabileceğini tahayyül bile edemedik. Yarısı olmayan bir

balkonun diğer yarısında çamaşır asılıydı. Hala hepsinde hayat var. Her şeye

rağmen hayat var.

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 82�

Yokuş aşağı yürüyüşümüz bitiyor. Artık şehirden geçen Miljacka nehri

boyunca yürüyoruz. Bir zamanlar ihtişamlı olmaya çalışmış olsa da belli ki her

daim mütevazı bir şehir olmuş Saraybosna. Nehir kıyısında Opera binası gibi

şehrin en güzel ve önemli yapıları var ama hepsi bakımsız kalmış. 19.

yüzyılda şehrin minik bir Avrupa şehri olarak ne kadar sevimli olabileceğini

hayal ediyoruz. Tepelerdeki eski mahalleler ise Anadolu’yu hatırlatıyor.

Bosna, Avrupa’nın ortasında bir Anadolu adeta… Ana caddeden çıkıp arka

sokaklara, paralel caddelere geçiyoruz. Kurşun izleri her yerde. Delik deşik

binaların arasından geçiyoruz. Kimi binalar savaşın son günü oldukları

halleriyle kalmışlar. İçimizden çığlıklar yükseliyor. Ama utançla bastırıyoruz.

Bosna savaşla yaşarken, biz nasıl yaşıyorduk diye düşünüyorum. Savaşı

protesto etmenin, üzülmenin ötesinde ne yapmıştık? Utancımdan yerin dibine

geçiyorum. İnsanlığımdan hiç bu kadar utanmamıştım.

Saraybosna, insanlığın en çirkin yüzünü gösteriyor, kana susamış, adi,

vahşi, arkadan vuran, aşağılık, kötü, iblis… İnsanoğlunun üstüne bin bir kilit

vurup, yerin binlerce fersah altına gömüp büyülerle mühürlemesi gereken tüm

kötülükleri bu savaşta bir bir ortaya çıkıp Bosnalılara saldırmış. Sadece

Sırplar değil, tüm Dünya suçlu. Kendimi o kadar suçlu, o kadar ezik

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 83�

hissediyorum ki tüm Bosnalılara sarılmak, hepsini kucaklamak ve kendimi

affettirmeye çalışmak istiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum…

Oysa Bosnalılar gülümsüyor. Hayatımda gördüğüm en güzel insan

onlar. Ellerinden alınan her şeye rağmen, yaşadıkları fakirliğe, yoksunluğa

rağmen, tüm dünyanın gözü önünde, medeniyetiyle pek gurur duyan

Avrupa’nın göbeğinde uğradıkları o akıl dışı kıyıma rağmen gözlerinin içi

gülüyor. Birbirinden güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, gülerek bakıyor hayata.

Savaş zamanı Boşnak bir arkadaşım anlatmıştı, ateş altında bile teyzesinin

makyajsız evden çıkmadığını. Şimdi, Saraybosna’da birkaç saat geçirince

anlıyorum bu müthiş insanların gücünü. Hiçbir şey onların elinden yaşama

sevinçlerini alamamış çünkü onlar hayatı hep çok güzel yaşamışlar. En kötü

zamanında bile!

Fonda balkan türküleri çalıyor, kızlar korosu hüzünlü ama insanı kıpır

kıpır oynatan bir türkü söylüyor… Hüzün ve neşenin birlikteliğini, bu müziklerin

sırrını biliyorum artık. Saraybosna, yüzyılın en kalleş soykırımından sonra,

dimdik ayakta, yaralarını sarıyor. Otobüs garında inmişiz. Taksi arıyoruz.

Yanımıza hayatımda gördüğüm en zayıf insan geliyor. Sarı saçlı, hırpani

giyimli, suratı minicik kalmış bir kadın. Önce deli sanıyorum. Bir şeyler

söylüyor, kırık dökük bir İngilizce konuşuyor. Onu terslemek istemiyoruz ama

ne yapmaya çalıştığını da pek anlamıyoruz. Yanımızdan ayrılmıyor. Nihayet

durumu kavrıyoruz. O bir taksi simsarı. Bize taksi ayarlıyor. Taksiden birkaç

kuruş para kazanacak. Sahiden de onun ayarladığı taksiyle gidiyoruz. Acaba

savaştan önce ne yapıyordu diye düşünüyoruz. Bosna içimizi alev alev

yakıyor. Hiç kalkmayacak bir hüzün oturuyor kalplerimize. Bosna vuruyor.

Hem de çok kötü vuruyor…

Uzun Çarşı’da geziyoruz. Vezir isimli ufacık bir restoranda dünyanın en

güzel köftesini yiyoruz: Cevapçiçi. Bol bol bahşiş bırakıyoruz. Yağmurda

ıslanıyoruz. Çarşı’yı gezen Türk turistler görüyoruz. Bir bara girip bira içiyoruz.

Afişlere bakıp şehirde olup bitenleri öğreniyoruz. CD alıyoruz. Kurşun

deliklerine alışıyoruz. Ama içimizdeki acı, hüzün, ızdırap, utanç, dehşet

K e n t l e r K i t a b ı

www . a l t k i t a p . c om 84�

karışımı duyguyu ne edeceğiz hala bilemiyoruz. Gece oluyor. Aynı yoldan

yürüyerek pansiyonumuza dönüyoruz. Balkonda içmeye devam ediyoruz.

Balkonun baktığı bahçede yüzlerce ateş böceği parlıyor. Bosna’nın yaşadığı

korkunç savaşı, hala mücadele ettikleri yoksulluğu, ümitsizliği ama tüm gün

gördüğümüz iyi niyetli, güler yüzlü, hüzünlü bakışlı kibar insanları

konuşuyoruz saatlerce. Ateş böceklerinin resimlerini çekiyoruz.

Bir ara, merak ediyoruz, kapalı duran üçüncü kapının ardında ne var

diye. Kilitli değil, açıyoruz… Oda yok, kocaman bir delik var.

2008

www.altkitap.com