İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9
-
Upload
incir-cekirdegi-dergisi -
Category
Documents
-
view
262 -
download
16
description
Transcript of İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9
Aralık 2014 Sayı: 9 dil, edebiyat, kültür, sanat
Doğum
ve
Ölüm
Yıldönümünde ÂKİF
AŞK ve
JANE
AUSTEN
Somut Olmayan
Kültürel
MİRAS
MEHMED
Tiyatrocu
Yönüyle:
NAMIK
KEMAL
E
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
Misafirler
Nefes Olgun
Hilal Gümüşlü
Tolga Gündoğdu
Betül Nükte
Feyza Sezer
Serhan Demir
Tasarım
Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları,
2014’ün son sayısıyla karşınızdayız. Her sayımızda bir
şairimizi, yazarımızı dosya konusu yapmaya devam ediyoruz. Bu
ayki özel sayımızda, “koskoca bir imparatorluğun gün batımını
görmüş, o koca yurttan bir vatan parçası kurtarabilmek için
milletçe girişilen mücadeleyi bütün heyecanıyla yaşamış yaralı bir
yürek olan” Mehmet Akif yer alıyor. “Asım’ın nesli” olarak
doğum ve ölüm yıldönümünde “İstiklal Şairi”nin hayatına,
şiirlerine, anılarına yer verdik.
Bu sayımızda Işık Selin Orhuntaş yeni bir yazı dizisine
başlıyor: Cadı Avı! Her ay bir kadın yazarın anlatılacağı köşenin
ilk konuğu İngiliz edebiyatının unutulmaz ismi Jane Austen.
Busenur Aslan “somut olmayan kültürel miras”lardan hareketle
kültürümüzde düğün geleneği üzerine incelemelerini sizlerle
paylaşıyor. Sultan Demirtaş tiyatro köşesinde Namık Kemal’in
tiyatrocu kimliğini ele alırken sinema ve kitap köşelerimiz de
tanıtımlarıyla sizlerle. Her zamanki gibi hikayelerimiz, şiirlerimiz
ve misafir köşelerimiz de dopdolu. Bu ay Erasmus köşesinde
Kübra Tarakçı ise muhteşem “Baltık” turuyla sizlerle. Bunun
yanında Mehmet Altınova’nın bir kelimeyle başlayan ve
İskender Pala’ya sormaya kadar uzanan merakı nedir? Sırdem
Kemiksiz’in Ardından serisinde Deniz hangi gerçekleri öğreniyor?
Dergimizin sonunda yurtdışındaki yabancı okurlarımız için
sürprizimiz nedir? Hepsi İncir Çekirdeği’nin Aralık sayısında!
Sizleri yeni sayımızla baş başa bırakırken yeni yılınızı şimdiden
kutluyor, Edebiyat dolu bir sene diliyoruz...
Ayşe Bengisu
AKDAĞ
Genel Yayın
Yönetmeni
Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Tarihi
Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cevizci, 1 Aralık 2014
Pazartesi akşam saatlerinde Üniversitedeki odasında geçirdiği
kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Uludağlı Edebiyatçılar
olarak, İncir Çekirdeği ailesi olarak Prof. Dr. Ahmet Cevizci
Hoca'ya Allah' tan rahmet, sevenlerine, öğrencilerine baş sağlığı
dileriz...
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
Âkif’in Evinde/ A. Bengisu Akdağ
Mehmet Akif’ten Hatıralar
Bülbül Şiiri / Mehmet Akif Ersoy
Hayat – Şiir / Sema Keser
Nerelerdeydin Beni alıp götüren? –
Deneme / Hilal Gümüşlü
Cadı Avı-1 Jane Austen / Işık Selin
Orhuntaş
Günlerin Hikayesi – Şiir / Tolga
Gündoğdu
Kâf u Nûn / Mehmet Altınova
Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar /
Busenur Aslan
Şiirler / Betül Nükte - Feyza Sezer
Filmci Nâzım / Tuğçe Erkol
Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye/
Serhan Demir
Ara Sokaklar – Şiir / Nefes Olgun
Ardından – 6. Bölüm/ Sırdem
Kemiksiz
Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra
Tarakçı
En Faydalı Eğlence: Tiyatro / Sultan
Demirtaş
Tövbe – Şiir / Hatice Türk
Eşyaların da dili var mıdır acaba? –
Hikaye / Hilal Akarslan
Arka Kapak / Merve Başol
Beyaz Perde / Afra Nur Akkayalı
Keşke – Şiir / İsmihan Öztürk
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Şiirler / Sema Keser – Süleyman
Erkut
Gönüllü Mutluluk / Tuğçe Erkol
Erasmus in Rīga / Ilona Taraškevič
from Lithuania
İçindekiler
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS PD JAMES
HAYATINI
KAYBETTİ
Kitapları dünyaca tanınan
ünlü yazar PD James
hayatını kaybetti.
Oxford'da 3 Ağustos
1920'de dünyaya gelen
James, İçişleri Bakanlığı
bünyesindeki adli tıp
birimindeki görevini 1979'a
kadar sürdürmüştü. "Cover
Her Face" adlı ilk kitabını,
1962'de 42 yaşındayken
yayımlayan James,
eleştirmenlerden büyük
övgü almıştı.
Yazdığı dedektif Adam
Dalgliesh karakteriyle dünya
çapında ün kazanan
James'in kitaplarının büyük
bir kısmı, televizyona da
uyarlanmıştı. James'in 1992
tarihli "The Children of
Men" romanı, 2006'da
yönetmen Alfonso Cuaron
tarafından beyaz perdeye
aktarılmış, filmde başrolleri
Clive Owen ve Julianne
Moore paylaşmıştı.
“EBRU” DÜNYA
KÜLTÜR MİRASI
LİSTESİNDE
Ebru sanatı, Birleşmiş
Milletler Eğitim, Bilim ve
Kültür Örgütü (UNESCO)
tarafından Türkiye adına
"Dünya Somut Olmayan
Kültürel Miras Listesi'ne
alındı. Kararı değerlendiren
Kültür ve Turizm Bakanı
Ömer Çelik, Türkiye'nin
Paris'te devam eden
toplantılarda bir başarı daha
kaydettiğini belirterek,
"Geçen yıl mart ayında, ebru
Türkiye halk süsleme sanatı
hakkında başvuruda
bulunmuştuk. Bu toplantıda
ebrunun insanlığın somut
olmayan kültürel mirası
listesine alınma önerimiz az
önce kabul edildi. Ebruyla
birlikte Türkiye adına temsil
listesine kaydedilen unsur
sayısı 12 oldu. Diğer
başarımız da ebrunun
yanında 46 dosya sunmamız
oldu. Bizim dosyamız en
başarılı ilk 5 dosya arasında
gösterildi" diye konuştu.
Türk-Fransız
Edebiyat Ödülü
Hakan Günday'a
verildi
'Ziyan' adlı romanıyla Türk-
Fransız Edebiyat Ödülü'ne
layık görülen Hakan
Günday'a Fransa'nın
başkenti Paris'te
düzenlenen bir tören ile
ödülü verildi. Türk-Fransız
Edebiyat Ödülü Komitesi
Başkanı gazeteci - yazar
Kenize Murad gecede
ödülün her yıl Türkiye
konulu roman ve ya deneme
yazıları arasından seçilen
Türk ya da Fransız yazara
verildiğini belirtti.
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kerime
Üstünova’nın
yazdığı “Türkiye
Türkçesinde Yapı
Kavramı ve Söz
Dizimi
İncelemeleri” çıktı!
Söz dizimi çözümlemelerini
farklı bir yaklaşımla ele alan
ve yeni bir yöntemi deneme
temeli üzerine oturtulan bu
çalışmada, birden fazla
cümle, aynı bütünün parçası
olarak görülüp yüzey-derin
yapı ilişkileri doğrultusunda
incelenmiştir. Dil bilgisinin
köken bilgisi ve ses bilgisi
dışındaki biçim bilgisi,
sözcük bilgisi, cümle bilgisi,
anlam bilgisi olmak üzere
dört bölümünü kapsayan bu
çalışmayla varılmak istenen
tezler okuyucuya
sunulmuştur.
ULUDAĞ
ÜNİVERSİTESİ’nde
GASPIRALI İSMAİL
ANILACAK
Türk Ocakları Derneği Bursa
Şubesi her yıl bir büyük Türk
hakkında bilgi şölenleri
düzenleme kararı almış ve
bu yılın UNESCO tarafından
İsmail Gaspıralı yılı olarak
ilan edilmesi nedeniyle bu
büyük Türk’ün vefatının
100. yılında bir bilgi
şöleniyle anılmasını uygun
görmüştür. Türk ve dünya
tarihinin önemli
isimlerinden birisi olan
İsmail Gaspıralı 11-12 Aralık
2014 tarihlerinde Uludağ
Üniversitesi ile ortaklaşa
düzenlenecek bir bilgi
şöleniyle anılacaktır. Bilgi
şöleninde Gaspıralı üzerinde
çalışmış bilim insanları
tarafından konferans ve
bildiriler sunulacak ve şölen
tarihi öncesinde bu
bildirileri içeren kitap
basılacaktır. Böylece bu yıl
için bir büyük Türk
hakkındaki derli toplu bilgi
kayda geçirilecek ve gelecek
nesillere aktarılacaktır.
44. Orhan Kemal
Roman Ödülleri
Başvuruları Başladı
44. Orhan Kemal Roman
Ödülleri için başvurular
başladı. Son başvuru tarihi
10 Ocak 2015. Kazanan,
2015 yılının Mayıs ayında
yapılacak seçici kurul
toplantısında belirlenecek
olup, yazara ödülü 2 Haziran
2015'te yapılacak "Orhan
Kemal'i Anma Günü"nde
verilecek. Ayrıntılı bilgi ve
katılım koşulları için: 0212
252 88 38
(www.orhankemal.org)
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde
yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri…
Cumhuriyet Caddesi’nden geçerken mütevâzı bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski
Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil
ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde
mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde
gezmeye devam ettim.
Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını
kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını
hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen
küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda yükselen
çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir ev göründü. Önünde
“İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açtığımda
etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif, duvarlara sıra
sıra asılmış çerçevelerden çıkmış; “Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta.
Açtığım her kapıdan başka bir rüyaya giriyor, her odada ayrı anılara sürükleniyordum.
Yemek odasında yuvarlak tahta yer sofrasının etrafında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son
durumunu konuşuyorlardı ama boğazlarından bir lokma geçmiyor, kaşıkları masada
amaçsızca duruyordu. Şair, oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını
ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu.
ÂKİF’in
EVİNDE Ayşe Bengisu AKDAĞ
“...Ne tasannu bilirim, çünkü, ne sanatkârım.
Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlâtmam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!...”
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kalbindeki acı gecenin karanlığından daha çok, daha derindi. Bir diğer tarafta gözlerinden
dökülen yaşların ıslattığı kağıtlara:
“…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım
Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda;
Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…”**
dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt
yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu: “…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını.
Gelen öksürük sesleri üzerine
biraz ilerleyip yatak odasına
gelince yorganın altında,
hastalıktan sararmış solmuş
benzi, zayıf düşmüş bedeni,
yarı kapalı gözleri, ellerini
başının arkasına almış,
dayanmış bir şekilde görünce
“İstiklal Marşı Şairi”ni,
tutamadım gözyaşlarımı.
Yanaklarımdan süzülürken
yaşlar:
“Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne,
O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine.
Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman,
Bırak; ben ağlayayım sen çekil de karşımdan.
Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim?
Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” ***
Beyitleri okundu, Mehmet Akif’in gözlerinden.
Güçlükle çıktım odadan. Trabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen
ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten
yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne
güneşler batıyordu.
*Âsım, M. Akif’in, şiirlerinde hayal ettiği gençliğin sembol ismidir. Memleketi, içinde bulunduğu zor durumdan kurtaracak ve onu geleceğe taşıyacak
bir neslin örnek tipi olarak tasvir edilir. **M. Akif Ersoy, Gölgeler, Bülbül Şiiri, 7 Mayıs 1921 ***M. Akif Ersoy, Gölgeler, San’atkâr, 22 Ağustos 1933
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÂKİF’ten HATIRALAR
Mehmet Akif Terekesi
(Vefatından sonra
kalanlar):*
Ölümünde terekesi muhtasardı:
Bir kat esvap, yepyeni bir şapka -
hayatındaki tek şapkadır- bir
mavzer tüfeği ve bir İstiklal
madalyası, yastığının altında
birkaç lira, bir fakfon saat...
Çalınmasına meşin bir kordonun
mâni olduğu saat...
Bu saat çok mühimdi. Kendi,
verdiği sözü bu saatle tutar; sizin
beş dakika geç kaldığınızı da bu
saatle ispat ederdi ve bu saatin
yanlış olduğunu söyleyemezdiniz:
Yeni Cami ayarıydı.
Bir gün sade kahvesini götürmeye gitmiştim.
Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamış
bir sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten
sonra, ben de dikkatle baktım. Bir de ne göreyim?
Asım’ın bir tashih sahifesi. Ben birdenbire hayrette
kaldım. Safahat’ı okurken bize öyle gelirdi ki, üstad
sanihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiriyor,
çünkü ifadeler o kadar tabii ve selis ki, mısraların
bir düşünce mahsulü olduğu kat’iyyen hatıra
gelmiyor. Kendisine bu hususu söyleyince: “Sen ne
diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm
olur” diye cevap verdi, donup kaldım.
Mahir İz, Yılların İzi**
“Balkan Harbi başlarken Akif Bey
yegane geçim yolu olan resmî
memuriyetinden istifa etti. Kirada
oturduğu evine bir cuma günü gittim.
Beş çocuğundan başka dört çocuğu daha
vardı.
-Bunlar kim? dedim.
-Çocuklarım, dedi.
-Bir hafta içinde fazladan dört çocuk
sahibi olmakta tuhaflık var, dedim.
Sonra anlattı.
Baytar mektebindeyken bir
arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce
ölürse, ölenin çocuklarına kalan
bakacak. Arkadaşı vefat etmiş. Akif Bey
de anlaşmalarının gereğini yerine
getirmişti.” Mithat Cemal Kaynak:
*Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984/ Mehmet Akif özel sayısı
**Edebiyat Üzerine İncelemeler, Necat Birinci
Derleyen: A. Bengisu Akdağ
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yunan askerleri 8 Temmuz
1920’de Osmanlı Devletinin ilk
payitahtlarından Bursa’ya girdiler.
Bursa’nın işgalinden 2 gün sonra
12 Temmuz 1920’de Hâkimiyeti
Millîye gazetesi “Bahtsız Bursa”
başlıklı bir yazı ile Yunanlıların
burada yaptıkları vahşeti gözler
önüne serdi. Yazıda şöyle
deniyordu:
“...Bahtsız Bursa, artık altı yüz
senedir gönül verdiği Türk’ün
sesinden uzak yabancı bayrakların
gölgesinde sıtmalı bir halde
kurtuluş yolunu bekliyor. Kara
Osman’ın, Uludağ’ın yamaçlarına
yüksekten bakan türbesi, artık bu yeşil Türk beldesine sızılı başını uzatamaz. Başının üstünde
parlayan bir Yunan satırı asılı. Günde beş defa bu fâni toprak adamlarına ilk ümit sesini veren
vakur minareler, minarelerinde cihat hutbeleri okunan camiler belki bir keyif için, bir eğlence için
atılan bomba ve silâh seslerinin aksiyle inliyor. Nilüfer Sultan’ın asırlardır sönmeyen aşk fısıldayan
türbesi, şimdi harap bir mezarlıktan başka bir şey değil, belki de ‘bir penceresi bir Ayasofya eder’
denen Türk mabetleri yıkılıyor.”
Bursa’nın kaybedilişi 10 Temmuz 1920’de TBMM’nde gündeme geldi. 31 Mebus tarafından
verilen bir önerge ile oturuma 20 dakika ara verilmesi ve Riyaset Kürsüsünün üzerinin kara bir
örtü ile örtülmesi teklif edildi. Aynı gün Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey de Yunanlıların
Bursa’da yaptıkları kötülükler hakkında bir önerge verdi, bir de konuşma yaptı.
“...Yunanlılar Bursa’ya giriyorlar, eşrafı Ulucami caddesine diziyorlar. ‘Siz, Bursa’yı bizden zapt
ettiğiniz zaman bizden şu kadar kız aldınızdı, onları bize vereceksiniz’ diyorlar, o kadar kız
alıyorlar ve bunları palikaryaların kollarına vererek eşrafın önünden geçiyorlar... Efendiler, Nilüfer
Sultan’ın kabrini, ‘vaktiyle sen bir Türk’e vardın’ diye yedi asır evvelki vak’ayii affetmeyerek
bombalıyorlar.”
Bu kara haberler bütün millet fertlerini olduğu gibi, Mehmet Akif’i de derinden sarsıyordu.
Duyduğu acı haberlerin parçaladığı hassas kalbinin sızılarını, karargâh haline getirdiği Taceddin
Dergâhı’nda “BÜLBÜL” adını verdiği şiirinde dile getirdi.
Yrd. Doç. Dr. Osman AKANDERE
Bu konuda bilgi için: Yrd. Doç. Dr. İhsan Güneş, “Bursa’nın Yunan Ordusu Tarafından
İşgali ve Bunun Doğurduğu Tepkiler”, Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Askeri Tarih ve
Staratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ank., 1985, s. 140-166
Bülbül: “Kelimeler Ağlıyor, Millet ise Kan Ağlıyordu.”*
*Nihad Sami Banarlı
”
“
Derleyen: A. Bengisu Akdağ
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bülbül
Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek
bunalmıştım:
Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde
kalmıştım.
Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;
Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.
Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş
lâl...
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.
Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım;
Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler
andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel
yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.
O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle
coşturdu:
Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp
durdu.
Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc
demlerdi:
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!
-Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir
derdin?
O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat
kurdun,
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin
yurdun!
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl
gülşen,
Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!
Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın,
Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı
pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada
Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada.
Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır,
Niçin bir katrecik göğsünde bir umman
huruşandır?
Hayır matem senin hakkın değil, matem benim
hakkım;
Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım.
Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda
Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda.
Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız
evlâdı,
Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc
oldu,
Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım
Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!
Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş
taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan
dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce
doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-
mahrem...
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil
mâtem!
Mehmed Akif ERSOY
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Keşke korksam, hayatı sevmekten
Düşler kurmasam uykusuz gecelerden
Uçurtmalar uçursam Afganistan çöllerinden
Siyahi çocuklara bayramları anlatsam
Yağmursuz günlerde yağmur olsam
Habeşistana.
Unuttursam, herkese siyahı beyazı
Anlatsam aleme gökkuşağıdır, evrenin yalansız
tonları.
Şarkılardan yapılan bir dil olsam
Kuşaklar beni konuşsa, lehçeler hiç olmasa
Rotası olmayan bir gemi olsam karada
Çocuk kahkahaları sürüklese, kınalı kızları
oradan oraya.
Atlas dağlarında bir derviş olsam
Horasan topraklarından Maveraünnehiri
arşınlasam
Maskeli gezginler olsa her yerde
Maskeleri tiyatrolarda görsek sadece
Kocaman bir ülke olsam
Sınırlarımda sadece korkuluklar ve kuşlar olsa
Her yerde güneş açsa
Yalınayak gezmek moda olsa
Ayakkabılar hiç olmasa
Hem Avrupa, hem Asya
Hem doğu, hem batı olsam
Her yer tek bir dünya olsa
Hayat, boynu bükük bir hamal olmasa
Hayallere işlemese, Firavunun mahalle
baskıları
Aforizma edilmese, umut tohumları
Efsaneye karışsa, tarihin kapitalist çocukları
Dünyaya hüküm sürmese, koltuğun arka
sevdalıları.
HAYAT Sema KESER
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nerelerdeydin Beni Alıp Götüren?
Aniden yağmur bastırmıştı. Sonbaharın sirenleri çalıyordu. Eylül geldiğini hatırlatıyordu adeta. Her
taraf ıslanmıştı. Ağaçların bayram ettiği kesindi. Yazın mayhoşluğunu almıştı. Her taraf bir 'oh'
çekmişti. Durmak bilmedi.
Genç kız okulun penceresinden izliyordu rahmeti. Sanki o yağan yağmur oydu. Kendini
anlatıyordu. O da böyle düşmüştü hayatın ortasına. Kimi zaman canını acıtan hayata... Sanki içini
döküyordu. Söyleyemediği ne çok şey vardı. O da bu yolu keşfetti. Böyle döküyordu içini; ne var ne
yok böyle anlatıyordu. Biliyordu bu sağanağın altına girdiğinde gözyaşlarının görünmeyeceğini...
Gözlerini kapattı; gözlerinden akan sıcaklığa aldırmadan... Dinginliğe kaptırdı kendini, buna ne kadar
da ihtiyacı vardı... Dünyadan bir dakikalık ayrılığa... Canının yanmamasını özlemişti. Her şey ne de
zordu. Başa çıkmak bu kadar zor olabilir miydi? Bir şekilde başarıyordu işte...
Birden kendini yağmurun kollarında buldu; ağlıyordu galiba ve kimse görmesin istemişti... Ne güzel
çareydi keşke her ağladığında böyle gizleyebilseydi. Aldırmadı ve ağlaya bildiği kadar ağladı.
Yağmurun soğuğuna gözlerinin sıcaklığı karışıyordu. Ağlıyor muydu? Duygu oydu ama hissetmiyordu.
Bahçede sadece o vardı. Yağmurun sesi ve o... Bu dinginlikte kendi başına olmak ne de güzeldi!
Yağmurun şırıltısına kulak kabarttı; yayılan toprak kokusunu tüm benliğiyle hissetti... Ölmek için
yaratılmıştı ya insan; bu yüzden toprak kokusu güzeldi... Ellerini kendine doladı ve yağmurdan
korkmadan kendi etrafında döndü. Sırılsıklam olmuştu; geciken vuslatını yaşıyordu adeta. Özlemiyle
sırılsıklam olmuşken bu neydi ki? Başını göğe kaldırdı ve tabii ki yağmurun tadına baktı...
Hilal Gümüşlü
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Cadı Avı’’ başlıyor!
Didem Madak, Mayıs 2010 tarihli Uluslararası Şiir Festivali’ne gönderdiği özgeçmişinin
sansürlenmesi üzerine festivalden çekilir. Özgeçmiş metninin son cümlesi ‘’Şu sıralar cadılık,
büyü çeşitleri gibi konularla ilgileniyor ve bir ‘efsun kitabı’ düşlüyor ‘’ şeklindedir. Bu duruma
sinirlenen Madak, uzun bir yazı yazarak ne cadılığından ne de büyülerinden ödün vererek, özgeçmişini
makaslayanları festivalleriyle baş başa bırakıp büyülerinin ve kedilerinin yanına döner.
İnternette şöyle bir yazı dolaştığına şahit oldum ‘’Erkeklere duygusuz derler, aşk şiirlerinin en
bilinenleri erkek şairlere/yazarlara aittir.’’ Bunun gibi sığ düşünceye en iyi ne şekilde cevap
verilebilirdi?
Ceylan Ertem’in de sesiyle hayat verdiği bir projede Türkiye’deki kadın şarkıcı/müzisyen/ozanların
şarkıları yeniden yorumlanıyordu. Ben de yukarıda sorduğum sorunun cevabını buldum. Kendi
alanımı –edebiyatı- kullanarak Türkiye ile de sınırlı kalmadan yanıt vermeliydim. Didem Madak’ın
büyücülüğünden yola çıkarak Cadı Avı’na başladım. İlk avımda yüzyıllar öncesine gittim.
Jane Austen
“İnsan ister erkek olsun ister kadın, eğer iyi bir romandan zevk
almıyorsa dayanılmaz ölçüde aptaldır.”
İşaretlere ya da tesadüflere inanır mısınız? Ben
inanırım. Şöyle ki, bir yakın arkadaş düşünün
çocukluktan gençliğe geçtiğiniz döneme şahit
oluyor. Kurduğunuz her hayalde en büyük
destekçiniz oluyor. İşte böyle bir arkadaş
sayesinde en büyük tutkumu tanıdım, yani
Jane Austen’i. O arkadaşın 18. Yaş günü
hediyelerinden biri Becoming Jane (Aşkın
Kitabı) DVD’siydi. Filmde 18. YY’da yaşamış,
kalıpları yıkmış, 21.yüz yıl da dahil, geçen süre
boyunca altı romanı da başyapıt olarak
değerlendirilmiş yazarın hayatını konu alıyor.
Hatta romanlarından birisi isminin tam tersine
duygusal anlatımlardan çok, alaycı,ince
yergilerle dönemini “ti”ye almış, arka planda
çaktırmadan ‘büyük aşklar nefretle başlar’
tezini kanıtlamış. Film kahramanı Jane Austen,
Anne Hathaway ‘in müthiş oyunculuğu ile
yeniden hayat bulmuş. Köy papazının sekiz
çocuğundan yedincisi. Piyano çalar, dikiş diker,
CADI AVI Işık Selin Orhuntaş
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
annesine yardım eder fakat yaşıtlarından farklı
olarak eli kalem tutar.
Susan takma adıyla yazılar yazar. Yirmi yaşına
geldiğinde, dönemin sosyal yaşantısının
ayrılmaz parçası olan baloların birinde
hayatının aşkıyla karşılaşır: Tom Lefroy. Genç,
yakışıklı,kültürlü,kibar ve zengin bir
beyefendidir kendileri. Austen ailesinin hemen
yanındaki malikaneyi kiralayan ailenin
misafiridir. Mükemmel erkektir adeta. Jane‘de
hem güzelliği hem de yaşıtlarından farklı
oluşuyla mükemmele yakındır.
Kısa sürede birbirlerine aşık olurlar,
evlenmeye karar verirler. Ancak önlerinde
büyük bir engel vardır: Jane alt sınıftandır,
Lefroylar ise üst sınıftan soylu bir ailedir.
Tanışma yemeği sırasında Jane büyük bir gaf
(!) yapıp yazar olma hayallerinden söz eder. Bu
nasıl mümkün olur? 18. Yy İngiltere’sinde bir
hanımefendi evde oturup, piyano çalıp koca
beklemelidir. İşte tam o sırada zeki hanım
kızımız Jane nezaketi elden bırakmadan, beni
kendisine bağlayan repliği söyler : ‘’Ama bir
yolu olmalı… Bir eş ve bir yazar olarak
yaşamanın bir yolu olmalı…’’ Tabii ki de yolu
yoktur. Evlenmelerine karşı çıkılır, Lefroy da
maddi açıdan amcasına bağlıdır. Bu aşk
romana konu olur. İşte aşkın kitabı, ‘’Aşk ve
Gurur’’ 1797 yılında böyle yazılır.
Doğum günümde, başkalarının koyduğu
kuralları yok sayan, alay etme konusunda
gayet başarılı olan bir yazarla tanışmak hoş bir
tesadüfün yanında klasiklerin korkulacak kadar
sıkıcı olmadığının işaretiydi.
Elizabeth Bennet ve William Darcy’in
birbirlerine karşı önyargılı davranmaları,bu
önyargıların gurura ve aşka dönüşmesini konu
alan Gurur ve Önyargı ya da bilinen adıyla Aşk
ve Gurur romanı Jane Austen’ın kariyerinin
doruk noktasıdır. Aşkın, gururun, önyargının
bol olduğu roman günümüzdeki anlatılar gibi
romantizm dolu değildir. Fazla romantizm
yerine, dönemin sosyal ve siyasal arka planı
ince ironilerle bezenmiştir. Mesela Austen
ailesinin uzaktan kuzeni ve ailedeki tek erkek
olan papaz Bay Collins’i yozlaşmış Hristiyanlığı
ile görürüz. Elizabeth’in en yakın arkadaşı ile
Bay Collins’le evliliği, kilisenin getirdiği
ayrıcalıktan yararlanmak isteğini ve sınıf
atlama kaygısını kanıtlar. Meslekler, savaş
ortamının getirdiği etkiyle askerlik, fakirliğin ya
da alt tabakanın simgesi çiftçilik gibi belirgin
sınıflardan seçilmiştir. Anne Bennet çok
konuşur.
Nefes almadan konuşabilen bu tip kadın
karakterler Austen’ın diger romanlarında da
sık görülür. Yazar, Darcy’yi kitabın başlarında
bize gururlu, insanlarla muhatap olmayı
sevmeyen, kızkardeşinden başka kimseyi
önemsemeyen biri olarak tanıtır. Daha sonra
bize önyargımızın kurbanı olduğumuzu
gösterir. Mr. Darcy karakteri zengin, yakışıklı,
mütevazıdır. Fazla gururludur. Samimiyet
ölçüsünü kaçırmamak ve kırılmamak için soğuk
görünür.
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Her Austen romanında olduğu gibi bu roman
da mutlu sonla biter. Darcy ve Elizabeth
kavuşur. Kitaplardan uyarlanmış filmleri
seviyorsanız, izlemekten büyük keyif alırsınız.
Jane Austen Kitap Klübü filmi, yakın
arkadaşlarla sabahlamak için idealdir. Altı
arkadaş (Beş kadın bir erkek ) Jane Austen
kitapları okuyup tartışmak için bir araya
gelirler. Her ay için bir Austen kitabı. Her kitap
ile gözden geçirilen bir hayat… Altı karakter
roman kahramanlarının canlı kanlı halidir bir
nevi. Sadece bir hanımefendi romanına değil
başka romanlara başka hayatlara da
yolculuktur.
Kadınların yazdığı en etkileyici yirmi roman
listesine altıncı sırada giren Aşk ve Gurur,
İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alır.
Bir kere okuyan tekrar tekrar okumak ister.
Genellikle Austen okuru kadınların Mr.Darcy
hayranlığı oluşur. Hatta ‘’Austenland’’ filmi ve
Beth Pattillo’nın ‘’Jane Austen Hayatımı
Mahvetti’’ romanı bu hayranlığı mizahi bir
anlatımla işler. Pemberley Malikanesi’nin
sahibi kibar, kültürlü Mr. Darcy hangi genç
kızın hayalini süslemez ki?
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Günlerin Hikayesi
Demek bugün doğdun,
Benden on gün önce.
On güne razı olmalıymışım
Bak,
Tanrı aldı seni elimden.
O günden beri kuşlar pencereme konmuyor,
Telaşlanıyorum.
Bozuk saatin geliyor aklıma,
Bir dalga boyu dalıyorum bulutlara.
Sonra,
Güneş’in gözleriyle uyanıyorum,
Ben çizdim.
Beden olamadı yavrucak.
O , senin kadar şanslı değil bugün.
Demek bugün doğdun,
Yürünmemiş yolları yürütmek için,
Şehrimdeki deniz kabuklarını sahiplenmek için,
Yeşili sevdirmek,
Şiir yazdırmak için…
Annemden sonraki,
Güneş’ten önceki kadın olmak için…
Demek bugün doğdun…
TOLGA GÜNDOĞDU
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
"Kün (كن) a.fi. Mânâsı "Ol" demektir. Özellikle tasavvufî edebiyatta çok kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in
birçok yerinde Allah'ın, bir şeyin olmasını istediği zaman ona "Ol!" demesinin yeterli olduğunu;
istenilen şeyin hemen olacağı hususunda âyetler vardır. (Bakara/11; Âl-i İmrân/47, 59; En'âm/73;
Nahl/49; Meryem/35; Yâsîn/ 82; Gâfîr/67). "Kün", kâinâtın ve her şeyin yaratılış emridir. Kâf ve Nun
harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir. Bu iki harfin akl-ı küll ve nefs-i küll'e işâret
olduğu, yahut Âdem ile Havvâ'ya karşılık gösterildiği rivayetleri vardır. "Kün" emri verilmeden evvel
herkes Elest bezminde idi. Henüz hiçbir maddî varlık yaratılmamıştı. İnsan, Kenz-i Mahfî
mertebesinden "Kün" emri ile çıktı."1
Yukarıdaki paragraf İskender Pala'nın Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü'nün Kün (كن)
maddesinden alınmıştır. Amacım tabii ki kün maddesini tanıtmak değildir. İskender Pala'nın yukarıda
geçen , " Kâf ve Nun harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir." cümlesinin bizi
nerelere sürüklediğini açıklamaktır. Kün kelimesi bilindiği üzere kef ve nun harfleriyle yazılmaktadır.
İskender Pala'nın Kün kelimesini madde başında doğru yazıp açıklamada yanlış yazması bizi
kuşkulandırdı. Açıklamanın iki yerinde kâf ve nun kelimesinin yan yana kullanılması acaba editörden
kaynaklanan hata değil de Arapça gramer yapısından dolayıdır mıdır , bizim bilmediğimiz bir konu mu
var deyip araştırmaya koyuldum. İlk olarak internetten araştırdım. "Kün'e Kâf u Nûn da denir."
ifadesini rastlayamadım. Daha sonra Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat'ına
baktım. Orada da Kâf maddesine buldum. Orada da şu şekilde geçmektedir:
Kâf(ك) (a.f.ha) kef harfinin bir başka okunuşu (bkz: kef)
kâf-ı arabî: Arap kefi:"kerim, kerâhat..."vb.
kâf-ı fârisî: g. sesini veren Acem kefi:"gül,gümân..." vb. [bir "ye", "ve" gibi okunan: "eğer,güvercin..."
bir de "deniz, ense ve beniz"de olduğu üzere "n" gibi okunan sağır kef vardır].
Bu açıklamalardan sonra anladığımız şu oldu: kef ve kâf'ın her ikisine de Arap gramerine göre
"kâf" ile isimlendirilmiş olmasından kaynaklandığını düşündük. Daha sonra bu düşünceyi kanıtlayacak
başka bir kaynak elime geçti. Onda da şu bilgiler yazılıydı:
Osmanlıca Kefin Telaffuzu: Sarf ve Nahiv Dersleri Kitabından "Osmanlıcada (kef) harfi 5 türlü
telaffuz olunur:
1.kef; kâf-ı arabî: kitap katip ekmek kelimelerindeki kefler gibi.
2.kef; kâf-i fârisi: gül,guhar,göz kelimelerindeki kefler gibi.
3.kef; kâf-i nûni: deniz-deniz.son-son kelimelerindeki kefler gibi.
4.kef;kâf-i vavi: gügercin-güvercin.ögünmek-övünmek kelimelerindeki kefler gibi.
5.kef; kâf-i ye-i: gögüs-göyüs.ekmek-eymek kelimelerindeki kefler gibi.. "
1 İskender Pala,Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Kapı yay.,2012
Kâf u Nûn Mehmet Altınova
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu kaynaktaki cümleler de Ferit Devellioğlu'nun mezkur
maddesindeki ifadelere uymaktadır. Beni Türk Dili ve Edebiyatı
bölümüne sürüklendiren, her konuda bilgisine başvurduğum
liseden hocam Şenay Aran'a da sorduktan sonra, İskender
Pala'ya e-posta attım. Daha sonra bizi bu konu hakkında
araştırmaya sevk eden insanla yani İskender Pala ile görüşme
fırsatı elde ettim ve Tüyap kitap fuarında bu soruyu yönelttim.
Önce beni bu soruyu yönelttiğimde, "Gerçekten "Kâf u nûn" mu
yazıyor?" dedi , ardından "Meslektaş olmanın faydaları..."
deyip, "Kef u Nun" olması gerektiği Arapça kavainlerle ilgili bir
kural olmadığını söyleyip bir dahaki basımda editörlere söyleyip
düzeltileceğini söyledi.
Orjinalinde Kef u Nûn olması gereken bu durum bazı
şâirlerin aruzda bir buçuk hece alımına olanak sağladığından
kullanılmış , Osmanlı şiiri ve şiirin dile etkisine de bakıldığı
zaman bu durumun kalıplaşmadan dolayı dile yerleştiğini
görebiliriz. Halbuki Kâf u Nûn ( نون و كاف ) diye bir şey yoktur.
Bu durum aruz kaygısından dolayı şâirlerin "efken "كن "اف
kelimesinin , "فكن"fiken" olarak kullanmasına benzer. Tek fark
elif sesinin düşmesi yerine Kâf u Nûn'da elif sesinin
eklenmesidir. Ama her hâl u kârda Kün(ن kelimesinin (ك
orjinalinde elif olmadığından Kef u Nun denmesi
gerekmektedir.
Böylece Aziz Nadir de bu sorunu buluşu ve lisedeki
hocam Şenay Aran'ın haklı çıkması ile mesele çözümlendi. Bir
yanlış bizi nerelere ve hangi bilgilere sürükledi. Bir yanlış, bize
birçok şey öğretti. İyi ki yapmış, vesselam...
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hayat denen meşakkatli yolun birçok iniş çıkışı
var. Evlilik kurumu, bu yolun önemli
dönemeçlerinden biri. Hem toplum için hem
de birey için ayrı bir önem arz ediyor evlilik.
Toplum için önemli çünkü düzen bu kurumla
devamlılık sağlıyor. Birey için önemli çünkü
ona ait yolda önemli bir adım.
Bu sayımızda –nâcizâne- Türk toplumunda
evlilik geleneklerini, Trabzon yöresi üzerinden
yola çıkarak anlatmak istiyorum sizlere.
Evlilik ritüeline kadar atılması gereken bir
çok adım var. Bildiğiniz gibi öyle ha diyince
olmuyor böyle önemli işler. Evlilik çağına
gelmiş oğlan için ailesi, bir komşu veya bir
yakın vasıtasıyla uygun bir eş aramaya koyulur.
Çevreden sorulur, soruşturulur. Ya da gencin
gönlünü kaptırdığı bir kız vardır ve bu kız ve
ailesi araştırılır. ‘’Kızın ailesinin durumu nasıl?
Ailede herhangi bir hastalık veya akıl yoksunu
biri var mı? ‘’ diye soruşturulur. Eğer ailede bir
hastalık veya deli bir oğlan varsa o aileden kız
alınmaz. Aynı şekilde, kız verilecek ailede de
bu durumlar mevcutsa o aileye kız verilmez.
Ailedeki bu durumların, gelecek nesle sirayet
edeceği düşünülür. Bu olaylar sonuca
kavuştuktan sonra ailenin sevdiği bir komşusu
kız evine gönderilir. Bunun amacı kızı istemek
değildir. Burada amaç, kızın evi düzenli mi, eli
yüzü düzgün mü, elinden iş geliyor mu diye
bakmaktır. Evden ayrıldıktan sonra,
gözlemlerini oğlanın ailesine aktarır. Kızın
ailesi de bu dolapların farkındadır ve görücü
gelecek aileyi araştırmaya koyulur. Daha sonra
oğlanın ailesi, kızın evine ziyarete gider. Onlar
bir de kızı kendi gözleriyle görmek isterler.
Sonuçta, ailelerine yeni bir evlat katacaklar,
kolay değil.
Bu gidiş gelişler artık sonuca bağlanmalı diye
düşünen oğlanın ailesi, kızın babasına ve kıza
haber gönderirler. Kızın babasının kızı verme
düşüncesi olmasa bile, aileye gelmeyin deme
şansı yoktur. Bunun uğursuzluk getireceğine
ve kızın bahtının kapanacağına inanılır.
“Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar!”
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu yüzden baba “Buyursun gelsinler.’’ der.
Görücüler genellikle uğurlu olduklarına
inandıkları Perşembe veya Pazar günleri
giderler kız istemeye.
Hepimizin aşina olduğu o sözler dökülür
dudaklardan. “Allah’ın emri Peygamber’in
kavliyle, kızınızı oğlumuza istiyoruz.’’
Sanmayın ki bu ilk istemede kız verilir. Kız
isteme denemeleri ikiyi hatta üçü bulabilir.
Bunun sebebi; kızın gelin gittiği evde “Sen
oyle(öyle) iyi olsan, babanlar hemen
vermezlerdi seni.’’ sözleriyle karşılaşmasını
önlemektir. Kızın, gelin gittiği aile içinde
saygınlığını arttırmaktır bunun sebebi. Nitekim
kız, yoğun uğraşlar sonucunda verilir ve söz
kesilir.
Kızın verilmediği durumlarda gençlerin
anlaşıp kaçması sık görülür. Evlilik isteğinin iki
taraflı olmadığı durumlarda, erkek kızı yalnız
bulduğu an kaçırır. Buna ‘’çekme’’ adı verilir.
Kaçırılan kız, eve geri dönemez, oğlanla
evlendirilir. Tabi bu günümüzde
gerçekleşmeyen bir durumdur. Buradan yola
çıkarak ‘’kız kaçırma’’ ya değinmek istiyorum.
Eski Türklerde, kız kaçırma erkeğin gücünü
göstermesi açısından önemliydi. Ayrıca bu,
erkekliğini kanıtlaması açısından da önemliydi.
Öyle ki kaçarak evlenme daha iyi ve doğru
görünür ve halk tarafından uygun bulunurdu.
Tabi, ailelerin üzülmesi ve aileler arası
anlaşmazlık çıkabilmesi gibi durumlardan
dolayı bu geleneğin önüne geçilmeye
çalışılmıştır. Bundan dolayı, kız isteme
usulünün ortaya çıkmış olabileceği
düşünülebilir. Fakat, kaçma olayları
günümüzde de görülmektedir.
Evlilik yolunda atılan adımlardan bir diğeri
başlık parasıdır. Bu konu bazen söz sırasında
bazen de düğünden bir süre önce konuşulur.
Farklı durumlarda söz konusudur. Mesela
başlık parası olarak, damat bir koç kestirip
bunu arkadaşlarıyla birlikte yiyebilir. Eski
Türklerde de başlık parası vardır. Bunun amacı
kızın, gelin gideceği aile içinde aşağı konumda
görünmesini önlemektir. Zaten kız kelimesinin
bir diğer anlamı pahalı olan demektir. Bir
oğlanın gelinine kavuşma süreci ne kadar
meşakkatli olursa o gelinin aile içindeki değeri
daha yüksek olur. Ayrıca, kızın ailesine kızlarını
çok iyi yetiştirdikleri için süt parası adı altında
da verilebiliyordu. Bu para genellikle baba
tarafından kızın düğün alışverişlerinde
kullanılır. Para demiş olmam çok da doğru
değil çünkü, başlık sadece para değil büyükbaş
hayvan da olabilir. Günümüzde, Trabzon
yöresinde pek görülmeyen bir adettir.
Girmiş olduğumuz yolda emin adımlarla
ilerliyoruz. Bir diğer adet olan çeyiz dizme
adeti var sırada. Bunun için, el işlemeli büyük
bir sandık yaptırılır kızın ailesi tarafından.
Çeyizin içine kanaviçeler, iğne oyaları koyulur.
Nevresim takımları, işlemeli havlular ve
yemeniler de eksik edilmez. Yine kız tarafının
oğlan tarafına vereceği bohçalar da bu
sandukanın içine yerleştirilir. Eski zamanlarda
kıza ait yorganlar da bu sandığa koyulurmuş
fakat, bu gelenek günümüzde görülmüyor.
Düğünden bir iki gün önce çeyizler kaynar
kazanlarda yıkanır. Ütülenir. Kızın, baba
evindeki odasına sergilenir. Komşular, aile
dostları ve oğlan tarafı gelip çeyize bakarlar.
Her gelen misafir, çeyiz için güzel bir el
işlemesi getirir. Sonra çeyizler, güzelce sandığa
yerleştirilir. Bunun sebebi kız ve ailesi
hakkında ortaya atılacak dedikoduları önlemek
ve kız tarafının zengin görünmesini
sağlamaktır. Bu adetler de günümüzde pek
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
görülmemektedir. Gördüğünüz gibi her şeyin
yığınla olduğu bu dönemde en güzel ve
eğlenceli adetlerimiz bir bir kayboluyor.
Hayatın hiçbir evresi kolay değildir ve hiçbir
evrenin kısa yolu yoktur. Evlilik
geleneklerimizde aynen öyledir. Sıradaki olay
ise, kınadır. Kına, genellikle düğünden bir gün
önce gerçekleştirilir. Gelin kızımız, kına
sırasında ‘’bindallı’’ adı verilen işlemeli bir
elbise giyerler. Kına tepsisi de önemlidir. Kızın
başına kırmızı bir tül örtülür. Geçmiş
dönemlerde bu tül, beyaz renkteymiş. Kız bu
olay sırasında kemençe ile çalan müziklerle
ağlatılmaya çalışılır. Ayrıca eli kınalanacak
gelin kaynanası para verene kadar elini açmaz.
Bu eğlenceye erkekler katılmaz.
Düğün vakti gelmiş çatmıştır artık. Erkek
tarafı kızı almak için eve gelir. Bana kalırsa,
bütün bu adetlerin en eğlenceli kısmı
burasıdır. Gelini gelen erkek tarafının içeri
girmesine izin verilmez. Kapı kızın erkek ya da
kız kardeşi tarafından tutulur ve açılmaz. Erkek
tarafı, kardeşe kapıyı açması için para verir.
Kapı açılır ve gelini alacak olanlar eve girer.
Evin bekar kalan kızı varsa baklava yapar. Bir
sofra kurulur ve bu baklava onun üzerine
konur. Bulundukları yerin zenginleri, bu
sofranın etrafına toplanır. Başlarlar baklavayı
döndürmeye. Sofrada bulunan herkes para
koyar sofranın üzerine ve en çok para koyan
kişi baklavayı alır. Bütün o paralar da evin
bekar kızına kalır. Yine bu sırada çeyiz
götürülür fakat bu da meşakkatlidir. Burada da
kardeşler devreye girer ve çeyiz sandığının
üzerine otururlar. Damat tarafı, sandığı
alabilmek için kardeşlere para verir.
Artık kız evden alınır ve erkek tarafının evine
götürülür. Bu eski zamanlarda, at vasıtasıyla
olurdu. Günümüzde atın kullanılması durumu
söz konusu değildir. Nitekim, kız evin önüne
getirilir. Gelin bereketli olsun diye başından
aşağı arpa dökülür. Yine gelinin önüne bir
kazan getirilir. Gelin bu kazana para atar. Bu
artık kazanın o geline ait olduğunu gösterir.
Bunun dışında erkek tarafı geline bir inek alır.
Bu ineğin kuyruğundan kesilen bir tüy de o
kazana konur. Bunlar, gelinin kendini o eve ait
hissetmesi için yapılır.
Gelin evin bir odasına oturtulur. Damadın
babası, geline bir miktar para verir ve yüzünü
görür. Bu da bir çeşit yüzgörümlüğüdür. Fakat
damadın verdiği yüzgörümlüğü bundan ayrıdır.
Diğer yörelerde bulunan yüzgörümlüğü adeti
Trabzon yöresinde de bulunmaktadır. Yine,
damat gerdek öncesi gelinin yüzünü görmek
için yüzgörümlüğü takar. Bu genellikle bir
ziynet eşyasıdır.
Bütün evlilik adetleri gerçekleşmiştir artık.
Trabzon yöresinde “Yediye gitmek” diye bir
gelenek vardır. Evliliğin yedinci gününde, kızın
ailesinin yanına el öpmeye gidilir. Bu sırada
damat, kızın kardeşleri tarafından bağlanır.
Bana kalırsa bu damada bir gözdağı vermektir.
Ayrıca, damadın ayakkabıları kızın erkek
kardeşi tarafından çalınır. Damat
ayakkabılarını para karşılığında kardeşten geri
alır ve gelinle beraber evlerinin yolunu
tutarlar.
Görüleceği gibi evlilik zor, meşakkatli ve biraz
da eğlenceli bir yol. Ne diyelim, onlar ermiş
muradına bir çıkalım kerevetine.
Busenur Aslan
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Hüküm
Tuttu yine huysuz gecenin elinden ahir zaman
Çekildi herkes kendi tenhasına
Uyuyor kedersiz bedenler hayalleriyle kucak
kucağa
Sokaklar ıssız, evler sessiz ağaçlar bile küskün
bu gece
Bir koyu sohbete dalmışım geçmişimle...
Davacı oluyor akan zamandan tüm hayallerim
Kaldıramıyor artık sırpat bedenim
Dayandı yürek kapıma haciz memurları
Umudumu arıyor şimdi uykusuz gözlerim
Çekildiyse bedenimden tüm hislerim
Bende sonsuzluğa selam ederim...
BETÜL NÜKTE
Gökkuşağı Gülümsemesi
Nergisler salıverdi kokusunu odama
Kuşlar kondu pencereme
Raflardaki kitaplar bile canlandı
Duramıyorlar sanki yerlerinde
Sen güldün
İçimin iklimleri değişti
Kışlar bile başka güzel şimdi
Kar bir türkü tutturmuş saçlarıma
Bahçelerime uğramayan yağmur
Bereket gibi indi topraklarıma
Gökkuşağı daha bir renkli
Pembesi bile var içinde
Ve rüzgar...
Kuytulardan getiriyor kokunu
Şimdi çocuklar
Gülüşünün şerefine daha bir masumlar
Daha hoş gelir oldu gözüme
Saksıdaki begonyalar
Ya simit satan çocuklar
Köşe başındaki niyetçi tavşan bile
Evet evet olacak der gibi
Sen güldün diye oluyor tüm bunlar
Biliyorum...
Sen güldün diye
Gök mavi, ağaç yeşil, lale sarı, Dünya pembe
Sen güldün diye
Masum insanlar,dindi savaşlar
Gök, bıraktı tenime gözyaşlarını
Sen güldün diye
İsminin harfleri kikirdeşiyor önümde
Sen güldün ya
Ondan sarı bu kadar sarı
Yeşil bu kadar yeşil
Kırmızı kan kırmızı
Ya mavi?
O daha bir güzel şimdi
Bir güldün
Ömrüme ömür kattın be çocuk
Sesime ses
İçime bir sen daha
Ve sen güldün ya
Özlemim uzadı bir elif miktarı daha
FEYZA SEZER
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nâzım Hikmet denince insanın aklında belirli
olarak uyanan şeyler vardır. Şair oluşu,
Piraye'si ve kimilerine göre vatanperver
kimilerine göre de vatan haini oluşu... Açıkçası
benim aklıma ilk gelen şeylerdi bunlar. Birçok
insanın da aklına geleceği gibi... Ama ben bu
yazıyla farklı bir işle ilgilenen bir Nâzım
Hikmet'ten bahsedeceğim size: Filmci Nâzım.
20 Ocak 1933'de vizyona giren Muhsin
Ertuğrul'un yönettiği Karım Beni Aldatırsa
filminin senaryosunu Mümtaz Osman takma
adıyla yazmıştır Nâzım Hikmet. Ayrıca filmde
geçen şarkıların da söz yazarlığını yapmıştır.
Aynı takma adla yazdığı Muhsin Ertuğrul
tarafından yönetilen bir diğer film de 1933
yılında çekilen Türk-Yunan ortak yapımı Fena
Yol'dur. Filmin aslı Grigorios Ksenopolus'un
yazdığı bir romandan uyarlanmıştır. Ayrıca
Türk sinemasının ikinci (İlki İstanbul
Sokaklarında adlı bir filmdir.) Türk-Yunan ortak
yapım filmi olma özelliğini de taşıyan film
müzikal tarzındadır.
5 Ekim 1933'de vizyona giren Söz Bir Allah Bir
filmi de Mümtaz Osman takma adıyla
yazılmıştır. Bu filminin de yönetmenliğini
Muhsin Ertuğrul yapmıştır. 1934 yılında
çekilen Milyon Avcıları filminin senaryosunu
yazmıştır Nâzım Hikmet. Yönetmen
koltuğunda ise Muhsin Ertuğrul oturmaktadır.
Aysel: Bataklı Damın Kızı filmi 1934 yılında
çıkmıştır. Nâzım Hikmet'in senaryosunu
yazmasının yanı sıra müzikleri de Cemal Reşit
Rey tarafından yapılmıştır.
Leblebici Horhor Ağa isimli bir diğer film ise
Muhsin Ertuğrul yönetmenliğinde 1934 yılında
çekilmiştir. Ancak bu film 1916 yılında eğer
Alman filmci Sigmund Weinberg tarafından
tamamlanabilseydi Türk Sineması'nın ilk filmi
olacaktı. Ancak film 1. Dünya Savaşı nedeniyle
yarım kalmış ve daha sonradan Nâzım Hikmet
ve Muhsin Ertuğrul işbirliği ile tamamlanmıştır.
Ayrıca 1942'de çekilen Kıskanç ve 1946'da
çekilen Kızılırmak Karakoyun adlı iki filmin de
yönetmen koltuğunda Muhsin Ertuğrul
oturmaktadır. Senaryolar ise bu def Ercüment
Er olarak çıkmıştır Nâzım Hikmet'in
kaleminden.
Muhsin Ertuğrul ile bu kadar yakın olan Nâzım
Hikmet senaristliğini yanı sıra biraz da
Ertuğrul'un etkisinde kalmış olacak ki
yönetmen koltuğuna da oturmuştur. Öncelikle
Düğün Gecesi: Kanlı Nigar, İstanbul Senfonisi
ve Bursa Senfonisi adlarını taşıyan 3 de kısa
metrajlı film çekmiştir. Daha sonradan ortaya
çıkan bilgilere göre de Nâzım Hikmet bu üç
kısa metrajlı filmden önce Muhsin Ertuğrul ile
beraber bir defa uzun metrajlı bir film
çektiğinde sene 1933'tü. Üstelik Nâzım Hikmet
aynı zamanda filmin senaristliğini de yapmıştı.
Nâzım Hikmet'in bağımsız olarak hem
senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı
tek film 1937'de gösterilen Güneşe Doğru
filmidir. Mütareke yıllarında hafızasını yitiren
bir gencin hayal dolu dünyasının ele alındığı bu
filmin oyuncu kadrosu da senaristi ve
yönetmeni kadar dikkate değer kişilerdir: Arif
Dino ve Neyzen Tevfik Kolaylı'dır.
Nâzım Hikmet'in çok geniş çerçeveli bir insan
olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor
böylece. Her ne kadar sinemacılık da yapmış
olsa biz Nâzım'ı nazmıyla tanıdık... Adını
duyduğumuzda içimizde sızlayan şiirleriyle
bildik. İşte o şirilere küçük bir parça olsa da
değinmeden geçemeyeceğim sanki...
"Ben de gördüm o kahramanları,
ben de sardım o örgüyü,
ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim!
Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi.
Ben de söyledim o türküyü!"
(Nâzım Hikmet, Güneşi İçenlerin Türküsü)
FİLMCİ NÂZIM Tuğçe ERKOL
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR YASLA KOCAYANLAR Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına
gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses
‘’Gir’’ dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali,
pencerenin önündeki koltukta oturmuş,
kederli bir şekilde dışarı bakıyordu. Salih Bey
sakin bir sesle:
- ‘’Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın
şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni
teselli etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız
için artık kendini bu kadar hırpalama’’ dedi.
Ardından bir cevap bekledi ancak odada
sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp
oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına
dönüp yattı.
Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda
hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden
çıktı. Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı.
Dün akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ
ayılmakta güçlük çekiyordu. Küfrediyordu,
isyan ediyordu. Bir yıl evvel ölen nişanlısını
onu bırakıp gitmekle suçluyordu. Her şeye,
herkese karşı inancını yitirmeye başlamıştı.
Yaşadığı acı gerçekten büyüktü ama hiçbir acı
karşısında küçüleceğimiz kadar büyük
olamazdı. Kendi ölümümüz hariç... Ağır
adımlarla sokakta yürümeye başladı.
Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu
düşünerek, etrafındaki herkesin güllük
gülistanlık yaşadığını zannederek, şikâyet ve
nefret dolu gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını
bir türlü kabullenemeyerek iki saat boyunca
yürüdü.
İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka
memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı.
Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki
yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve
öğleye kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar
kapıda gözüktü. İhtiyar bu bankanın
müdavimiydi. Her haftanın ilk günü öğle
vakitlerinde gelir, kiraladığı kasadaki emaneti -
ki o emanet banka çalışanlarının hakkında
büyük efsaneler uydurduğu bir sırdır- ziyaret
eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam eden
bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı. Bu
durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O
dertliydi çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa
odasından yürümekte bile güçlük çekerek ve
gözlerinden sağanak sağanak yaşlar dökülerek
çıktığını görene kadar... Uzun zamandır
gördüğü bu ihtiyarı ilk defa kendisine bu kadar
yakın hissetmişti, sebebini bilmiyordu ama
onu o halde görünce bir an kendi dertlerinden
soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların üzerinde
ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman
sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir
sandalyeye oturttu, ellerine kolonya döktü,
kendisine gelene kadar başında durdu ve iyi
olduğunda kapıya kadar eşlik etti. İhtiyarın
senelerdir gelip gittiği bankada konuştuğu tek
kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye ismini lutf
etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük bir
şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın
sesini dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu
günden itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu
Muhsin Amca kimin nesiydi? Niçin her
Pazartesi buraya geliyordu? O kasada ne
vardı? Bu gibi birçok soru akın etmişti zihnine.
Haftaya geldiğinde bu Muhsin Amcanın sırrını
öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla konuşmuştu.
Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa
öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne
olabilirdi?
Günler geçti ve pazartesi gelip çattı. Ali bir
haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç
kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey
bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini
unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti.
Girişte rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek
bilmiyordu. Nihayet ihtiyar yine kapıda
gözüktü yaşının beraberinde getirdiği
Hikaye
Serhan DEMİR
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
rahatsızlıklar sırtına binmiş belini bükmüştü,
geçen haftadan daha zor yürüyordu,
gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar vardı
ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı
asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok
fazla çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi
ihmal etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve
yürümeye devam etti. Ali tam ardından
gidecekti ki müdürü çağırdı ve ‘Çıkışta
konuşurum.’ diyerek müdürünün yanına gitti.
Müdürünün verdiği görevleri yapmış tekrar
girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat
olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı.
Ali biraz daha bekledi ancak yarım saat daha
geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe
endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına
rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve
içeri girdi. İhtiyarın başı kasa odasının
ortasındaki masaya düşmüş, gözleri sımsıkı
kapanmış ve son anlarında gözlerinden
süzülüp masada biriken yaşları daha
kurumamış, her şeye inat yüzünden hiç eksik
etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini
kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından
aşağı düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca
kavramıştı. Çerçevede siyah-beyaz bir resim
vardı. Resimde üzerinde gelinliği olan güzel
genç bir kız ve damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi
bir delikanlı Muhsin Amca vardı. Ali,
gördüklerinin karşısında donup kaldı.
Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi.
Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve
kız kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes
dağıldıktan sonra Ali, Muhsin Amcanın kız
kardeşinden Muhsin Amcanın neden o resmi
kasada sakladığını, o resimdeki kadına ne
olduğunu, Muhsin Amcanın neden kimsesiz
meczup bir halde yaşadığını sordu ve Zeynep
Hanım anlatmaya başladı:
Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o güzel
kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye
Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü
hava kararmaya başlayınca evdeki kandilleri
yakmaya başlamış, tam o sırada da sara
nöbetine tutulmuş, kriz sırasında elindeki
kandil yere düşmüş ve alev almış. Muhsin de iş
çıkışı düğün günü çektirmiş oldukları o resmi
fotoğrafçıdan almış eve dönüyormuş,
mahalleye girdiğinde evinin etrafında bir
kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla
koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için
çok geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de
birlikte kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir
şey kalmış. Muhsin beyin güzel hanımından,
evliliğinden, mutluğundan kalan tek hatıra eve
gelene kadar özenle taşıdığı ve eşine
göstermek için sabırsızlandığı o evlilik
fotoğraflarıymış. Muhsin Bey resmin başına bir
şey gelmesin diye yıllarca onu o kasada tutmuş
ve her pazartesi yani Kadiriye Hanım’ın öldüğü
gün onu görmeye gitmiş.
Ali duydukları karşısında gözyaşlarını
tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve
müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık
bambaşka biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona
fazlasıyla tesir etmişti ve kendi geçmişi ve
geleceğiyle benzerlikler taşıyordu. ‘’Zavallı
Muhsin Amca’’ dedi, ‘’Bir yastıkta kocamayı
hayal ederken bir yasla kocamış’’, benim gibi...
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ara sokaklarda dolaşır hayat.
O minicik ellerin,
Çöpleri karıştırdığı yerde.
Genç yaştaki eskicilerin,
Ses tellerinin olduğu yerde.
Kucağındaki çocuğuyla oturup,
Dilenen annenin oturduğu yerde...
Ara sokaklarda dolaşır hayat.
Oradaki insanların mücadele edip,
Buradaki insanlığın öldüğü yerde.
Nefes Olgun
Ara Sokaklar
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir gürültüyle uyandım. Aşağı kattan teyzemin sesi geliyordu. Karşılık veren bir ses olmadığına göre
telefonda biriyle tartışıyor olmalıydı. Teyzemin bu asabi halleri beni gerçekten yormaya başlamıştı. Evet
,onu çok seviyordu; hayatımda çok farklı bir renk olduğu aşikardı ama onun ani ruh değişimleri,asabiyeti
beni çileden çıkarmaya yetiyordu. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki tatil yapma hayaliyle geldiğim bir evde
çözülmemiş bir cinayetin ortasında bir kaçak gibi durmak ve her sabah çeşitli sebeplerle kötü
uyandırılmak benim de sinirlerimi alt üst etmeye başlamıştı. Bir an öfkelenip yataktan fırladım. Daha
sonra kendimi sakinleştirmem gerektiğini düşündüm. Ne olursa olsun Ayla Teyzemin kalbini
kırmamalıydım. Sakinleşince aşağıya indim ve problemin ne olduğunu sordum. İzmir'den kaçma planları
kuruyorduk, bunu yapmak zorundaydık. Tam olarak bir şeyler anlatmasa da sanırım nereye gideceğimiz
hakkında bir fikri yoktu ve bunu halletmeye çalışıyordu.
Bugün kendime bir söz verdim diyerek başladım kahvaltı hazırlamaya. Bir gün, tek bir gün için bile olsa bu
cinayeti, teyzemi, eniştemi hiçbir şeyi düşünmeyecektim. Şu hayatta kendimi özgür hissettiğim tek bir yer mutfak
diyebilirim. Kimisi için açlığını gidermek yetebilir ama benim için mutfak kesinlikle bir sanat atölyesi. Pembe
fırfırlı, çilek desenli, kendi diktiğim önlüğümü hemen geçiriverdim üstüme. İki yumurtayı çırpıp içinde biraz
süzme peyniri ezdim ve hemen ısınmış tavaya atıp harika bir omlet yaptım. Mis gibi bir çay demledim. Ailemizin
meşhur kahvaltısı gibi olur mu bilmem ama teyzem kalabalık kahvaltı sofrasını görünce çok sevindi. Sıkıntıyla
açılmış iştihamın kapanacağı yoktu ve zaten benim de mutfaktan ayrılmaya hiç niyetim yoktu.
Öğleden sonra teyzem Mırnav için ciğer almaya gitmişti. Mırnav da bizim aileye yarışır şekilde obur bir kedi. Her
sabah onun o şişkoluğunu göbeğimde hissederek uyanmak zor olsa da tatilim sona erdiğinde çok zor ayrılıyoruz.
Teyzemin buradan kaçma planları arasında Mırnav'ı da götürmek vardı tabi. Ama kendine yer bulamazken
Mırnav'la ne yapacakları hakkında en ufak bir tahminim de yoktu.Kötü bir ihtimalde Mırnav'a seve seve
bakabilirdim. Ben bunları düşünürken telefonum çaldı. Arayan annemdi. Normal şartlarda günde hiç
abartmıyorum en az on kez görüştüğüm annemle İzmir'e geldiğimden beri 3 günde bir kez görüşmeye başladık.
Annem teyzemi çok seviyordu bunu biliyorum ama ben ne zaman İzmir'e gelsem annemle görüşmemiz
seyrekleşiyordu. Telefonu açtım annemin endişeli sesini duydum. Olanlardan kesinlikle haberi yoktu bunu
biliyordum. Bana önemli bir şeyden bahsedeceğini söyledi ve şöyle devam etti:
''Sana bunu belki de yıllar önce söylemeliydim yavrum ancak hiçbir zaman seni teyzenden soğutmak istemedim. Çünkü
aslında onun elinde olan bir şey de yoktu. Bir kalıtsal problem sadece onda vuku bulmuştu ve ben senin o minicik kalbini
zavallı teyzeciğinden uzaklaştırma hakkına sahip değildim. Bu zamana kadar ben de suçluyum aslında. Ayla Teyzeni
yalnız bıraktım, bırakmak zorundaydım. Çünkü onun hayal dünyasına eşlik edemez olmuştum. Üstelik hepimizin başına
türlü belalar gelmeye başlamıştı. Bencilce olduğunun farkındayım fakat kendimi soyutlamak zorundaydım. Teyzen bir
şizofreni hastası ve yıllarca hayalinde kurduğu türlü cinayetlerden, türlü katillerden kaçtı. En yakın akrabalarımızı,
komşularımızı hırsızlıkla suçladı. Birinin kendine tecavüz etmeye çalıştığını söyledi. Biz bu rahatsızlığının farkında
olmadığımız için yıllarca herkesi düşman bildik ama bu durum ortaya çıkınca teyzeni tedavi ettirmeye çalıştık. İşte o
zaman tüm bağlarımız koptu ve teyzen bizi terk etti. Fark ettin mi bilmiyorum ama teyzeni yalnızca biz ziyaret ederiz.
Buna rağmen teyzen senin 20 yıllık ömründe bir kez bile senin yaşadığın yeri görmemiştir. Seninle görüşmelerimiz
azaldığından beri hissediyorum. Buna ister annelik de ister de bir paranoya. Teyzenin rahatsızlığı nüksetmiş olabilir.
Hissediyorum ki hayalindeki bir aksilik için seni de peşinden sürüklüyor. Ne olur böyle bir durumun içindeysen kimse
kıracağını düşünmeden hemen buraya gel.''
Kulaklarıma inanamadım. Tek bir cevap bile vermeden kapattım. Gözüm karşımdaki aynaya takıldı. Kulaklarıma
kadar kıpkırmızı olmuştum. Şimdi ne yapacaktım?
ARDINDAN Sırdem Kemiksiz
Bölüm -6-
Devamı gelecek…
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nerden başlasam nasıl başlasam bilmiyorum. Hayatımın en güzel aylarından birisini geçirdim sanırım. Estonya, Finlandiya, İsveç ve Paris... İlk durağımız Estonya, Finlandiya ve İsveç üçlüsü oldu. Bir turla gitme şansı yakaladık. Ülkelerden daha çok gemi seyahati hafızamda yer edindi. Dev bir gemi ile yolculuk... Duygularımı anlatmaya kelimeler bile yardımcı olamaz. Estonya tıpkı Riga gibi bir ülke hatta insanları daha soğuk diyebilirim. Soru sorduğunuzda cevap vermeye tenezzül bile etmiyorlar. Estonya, Dünya’nın en yüksek okuma yazma oranına sahip ülkelerinden biri. Bu oran %95. Ayrıca internet yazılımında da öncü bir ülke. Finliler ile sıkı bir bağlılıkları var. Yani Leton ve Litvanya halkı ile çok yakın ilişki içinde değiller. Estonya'da 1,5 saat gibi bir süremiz olduğu için sadece Old Town'ı gezme fırsatımız oldu. Tarihi Kent UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Şehrin kalbi ve ana meydanı, Old Town'da eski belediye binasının yer aldığı Raekoja Platz. Şehirde hırsızlık olayları artınca buna özel tabelalarda yapılmış hükümet tarafından.
Finlandiya'nın incisi Helsinki... Şehrin tüm merkezi bölgeleri Baltık Denizi'nin kenarında yer aldığı için Helsinki Baltık Denizi'nin Kızı adını almış. Ülke 300 adaya sahip yani tam bir adalar ülkesi. Sanırım tarihten yoksun şehir desem hiç de yalan
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Kübra TARAKÇI
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
olmaz. Ben tarihi yerleri gezmekten daha çok hoşlandığım için bu bakımdan Finlandiya'dan çok memnun kalmadım diyebilirim. Onun dışında tabi ki yine kendine has güzelliklere sahip. Talin ile Helsinki arasında 2.5 saat süren gemi yolculuğu ile ulaşabilirsiniz. Uspenski Katedrali şehrin en ihtişamlı yapılarından birisi. Batı Avrupa'nın en büyük Ortodoks Kilisesi olarak kabul edilir. Kayaların içinde yer alan Temppeliaukio Kilisesi yine birçok turist tarafından ziyaret edilen bir yer. Büyük bir kayanın içi dinamitle patlatılarak ve oyularak yapılmış olan bu kilise 1969 yılında inşa edilmiş. Kayalar üzerine oturtulmuş kocaman kubbesi, yerden hiçbir sütunla desteklenmiyor. Cam kubbesinden süzülen ışığın sihirli atmosferi, muhteşem akustiği nedeniyle birçok konsere ev sahipliği yapıyor. Senato Meydanı da gezilmesi gerek yerlerden birisi. Tüm şehirde Wi-Fi ücretsizdi.
İnsanları çok cana yakın ve güler yüzlüler. Türkiye'den sonra şehrin sakinliği çarpıyor insanı. Sakinlik insanların içine işlemiş adeta. Ve Baltık'ın son incisi Stockholm... Bu şehirde sanırım yaşayabilirim. Riga'daki yaşlı nüfus bolluğundan sonra buradaki genç nüfus oranının fazlalığı iyi geldi. Çoğu bebek arabasının içinde iki çocuk görmeniz mümkün. Avrupa Birliği'ne üye olmasına rağmen
para birimini değiştirmeyen bir ülke. Bu bizim açımızdan biraz zor oldu. Hediyelik eşya alırken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Yoksa dolandırılabilirsiniz. Kışın gündüz özlemini yaşayan bir ülke. Kuzeyde yer aldığı için kışın gündüz süresi çok az. Tarih ve modernizmin birleştiği bir yer. Refah seviyesi çok yüksek olmasına rağmen intihar oranının da en yüksek olduğu yerlerden birisiymiş bu ülke. Bisiklet kullanımı çok fazla. Bisiklet yolu için ayrılan kısım yaya yolundan bile fazla. Bu benim dikkatimi çeken bir unsur oldu. Aslında fotoğraflarımı gören birçok arkadaşımın da söylediği gibi İstanbul'un tarihi semti Eminönü'nün imitasyonu gibi bir yer de diyebiliriz. Türkiye'deki kadar çok olmasa da balıkçı restoranlarıyla, tramvayı ile bana da İstanbul'u anımsattı. Her ülkede olduğu gibi burada da en dikkati çeken kiliseler oldu. Devasa boyuttaki ve devasa yapıdaki kiliseleri gezerken yapılarına hayran olmamak elde değil. Stockholm denilince ilk akla gelen yer, tarihi bir şehir olan Gamla Stan. Burası, esasında ufak bir ada şehri ve üzerine bir saray, büyük bir kilise ve çeşitli binalar inşa edilmiş. Norrmalm adını alan
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
diğer bölge Gamla Stan'ın kuzeyinde kalıyor ve buradan yürüyerek geçilebilecek bu bölgede de müzeler hayli yoğunlukta. İşte böyle bir geziyi Erasmus günlüğüme ekledim. Gelecek ay Paris ve Viyana ile ben yine burada olacağım. Esen kalın...
Ilona Taraškevič from Lithuania,
Erasmus in Rīga, 2014/2015
Merhaba! Muhtemelen birçok kişi beni videodan
hatırlıyor ama ben yine bir kez daha kendimi tanıtacağım. Benim
adım Ilona. Bana Türklerle yaşadıklarımı yazma şansı verdiğiniz
için çok müteşekkirim.
3 ay önce bu sonbaharın farklı olacağını hayal bile
edememiştim. Erasmus'tan önce kültürler arası farklılıklardan korkuyordum. Baltık Bölgesi'nde yaşayan insanlar
genelde soğuk ve kapalılar. Farklı ülkelerden gelen insanlarla nasıl iletişim kuracağım konusunda korkularım
vardı. Çünkü Kore, İspanya, Tayvan, Çin ya da Türkiye gibi ülkelerdeki insanlar sıcaklar ve onlar yeni insanlarla
tanışma konusunda farklı geleneklere sahipler. Ama şimdi kendimden emin bir şekilde söyleyebilirim ki
fikirlerim değişti ve bu korkularım artık geçerli değil.
25 Ağustos tarihinde Riga'ya geldim. 5. kattaki odama yerleştim. Katımızın adı Londra'ydı. Sonraki gün
tüm Erasmus öğrencileri bovling etkinliğine geldi. O gün yani ayın 26'sında Kübra Tarakçı ile tanıştım. O benim
ilk Müslüman arkadaşımdı. İtiraf etmeliyim ki, onun hakkında biraz korkularım vardı. Ama o da aslında benim
gibiydi. Tabi ki bütün hafta onun ismiyle ilgili bir sürü sorun yaşadık. Çünkü adını doğru düzgün hatırlayamadım.
Birlikte diğer etkinliklere de katıldık. Böylece ben de Türk yemekleriyle, Türklerle, Türk kültürüyle tanışmaya
başladım. Erasmus'tan önce Türk kültürü hakkında hiçbir bilgim yoktu. Bu yüzden kalıplaşmış ve doğru olmayan
fikirlere sahiptim. Londra katında birçok Türk'ün yaşadığını farkettim. Birkaç buluşmadan sonra sürekli onların
isimlerini sordum. Çünkü benim için çok farklıydı isimleri. Kübra, Ayşe, Beria, Batıkan, Hasan, Özge, Talha,
Gülay, Volkan, Gözde... Şimdi hepsinin ismini hatırlıyorum ama tabi ki bazı isimleri hala düzgün telaffuz
edemiyorum. 29 Ağustos'ta ESN "Euro Dinner" adı altında bir etkinlik düzenledi. Bu etkinlik sırasında ilk kez
Türk yiyeceklerini denedim. Baklava ve kısır bunlar arasındaydı. Hepsi çok güzeldi.
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Aslında yemek konusunda oldukça seçiciyimdir. Kübra'nın
hazırladığı yemeklerden sonra Türk yemeklerini sevmeye başladım.
Tabi ki hepsini değil. Birçok kombinasyon da öğrendim. Kübra'yı
makarna ve yoğurt yerken gördüğümde şok oldum. Nasıl mümkün
olabileceğini kendime sordum. Şimdi ise benim favori
yiyeceklerimden bir tanesi. Ayrıca sahlep de denedim. Sahlebi
sevdim ama aynı şeyi ayran için söyleyemeyeceğim sanırım. Her
neyse Kübra bana birçok yemek gösterdi. Özellikle şekerpareyi çok sevdim. Bu arada
Kübra'nın Riga'daki favori mekanı Türkebap. Riga'daki Türk marketini de ziyaret ettik. Oraya gittiğimizde bir kez
daha anladım ki Türkler gerçekten çok kibar ve cana yakın insanlar. Eve götürmek için birçok şey aldım ve bu
markette yeni bir cümle öğrendim. "Çay ister misin?"
Türkçe kelime öğrenirken Kübra'nın sabrı için gerçekten ona çok teşekkür ederim. Çünkü ben yeni
kelime öğrenirken ona sürekli "Küp, Türkçede bu kelime nasıldı?" diye defalarca sordum. Teşekkür ederim kız.
Dahası, yaklaşık olarak 2 ay önce bayramdı. Birlikte kahvaltı yaptık ve ben bu günlerde yeni Türk
yemekleri tattım. Onlar gerçekten büyük bir aile.
13 Ekim'de Letonya-Türkiye maçına davet
edildim. Muhteşemdi. Birçok Türk futbolcu gördüm. Bu
olaydan sonra kendi fotoğrafımı Türk dergisinde
gördüm. Bazı insanlar televizyonda bizi gördüklerini
söylediler. Küp'ün de dediği gibi artık Türkiye'de ünlü
olmuştuk.
8 Kasım'da muhteşem bir gezi vardı. "Talin-
Helsinki-Stockholm". 3 günde 3 ülke gezdik. Baltık
Denizi'nde gemi ile seyahat etmek mükemmel bir duyguydu. Zaman çok hızlıydı. Türklerin kartla oynadığı birçok
oyun öğrendim. Ayrıca gezi sırasında birçok Türkçe kelime duydum hatta bazen sadece Türkçe. Bazen onların ne
hakkında konuştuğunu anladığımı düşündüm.
Ayrıca Türk şarkı ve danslarını da öğrenme fırsatım oldu. Tabi ki dans benim için daha kolaydı.
6 Kasım bizim için önemli bir gündü. Kübra'nın doğum günü! O gün Kübra için sürpriz hazırladık.
Kübra'yı mutlu gördüğümüz için çok mutlu olduk. Erasmus anılarının yer aldığı kısa bir video hazırladık onun
için. Ve Kübra'ya söz verdik. Bu doğum günü ilk fakat son olmayacak
Ersamus'un başında Kübra Litvanya'ya geldiği için de çok mutluyum. O da benim kültürü tanıma fırsatı
yakaladı. Ayrıca yılbaşında tekrar bekliyorum çünkü yılbaşını bu çılgın kız ile kutlayacağız.
Kübra, bir kez daha sana teşekkür etmek istiyorum bütün bu deneyimlerim için. Mükemmel
zamanlardı benim için ve gelecekte de nicelerine sahip olacağımıza eminim.
Riga’dan selamlar... Greetings from Rīga!
Çeviren: Kübra Tarakçı
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
En Faydalı Eğlence
Sanatını, toplum için yapan bir isim olarak
karşımıza çıkar Namık Kemal. Sanatın bir
toplumu nasıl eğiteceğini, geliştireceğini
göstermek ister. Bunun için de edebi türler
içinden romanı, şiiri, tiyatroyu ve daha
nicesini bir silah olarak kullanır. Eserlerinde
insanı ve aklı yüceltir bir yandan da
vatanını, dilini, milletini sonuna kadar
savunur. Tiyatro edebi türler içinden Namık
Kemal’e fikirlerini duyurmak için daha
yakın gelen tür olmuştur. Tiyatronun
gücünü görebilmiştir. Bu yüzdendir ki edebi
türler içinde en fazla tiyatroyu sever.
‘’ Tiyatro, cihânın aynıdır.’’
‘’Tiyatro eğlencedir, fakat eğlencelerin
en fâidelisidir.’’
Bu sözleriyle anlıyoruz ki Namık Kemal
tiyatronun, dünyanın aynısını yansıttığını
düşünür. Tiyatro hayatı anlatan ve içinde
hayattan birebir izler barındıran bir türdür.
Bunun yanında, sahnede her zaman bir
estetik ve güzellik de barındırmalıdır ona
göre. Namık kemal bu hususta altı tane
tiyatro eseri yazmıştır.
‘’Tiyatro fikrin hayâlâtına vicdân,
vicdânın ulviyâtına cân, cânın hayâlatına
lisân verir.’’
Namık Kemal tiyatroda büyük yenilikler
ve değişimler yapmıştır. Onun tiyatrosu
halkı eğitir, halkın milli duygularını
harekete geçirmeyi amaçlar. Namık Kemal
ile birlikte tezli tiyatronun yolu açılır.
Tiyatroyu sadece eğlence aracı olarak
görmeyip tiyatroya farklı bir bakış açısı
getirerek kendinden sonraki yazarları,
gençleri bu yönde etkileyen Namık Kemal
halk tiyatrosunu da sık sık olumsuz yönde
eleştirmiştir.
Eserlerinde romantik bir tutum sergilese
de, toplumun gerçeklerinden kaçmamıştır
Namık Kemal. Kendisi gibi idealist olan oyun
kişileri taşıdıkları düşüncelerle davalarını
sürdürürler. Kahramanlarını bir tutkunun
peşinden sürükler ama kahramanları her
daim fedakârdır. Vatan, İslamiyet, aşk
kavramları üzerinde yoğunlaşıp davasını
savunur, dava tiyatrosu böylelikle Namık
Kemal’in sanatı olur.
Sultan DEMİRTAŞ
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TÖVBE
Bırakma elimden;
Gök dökülecek kanatlarımdan,
Toprağa bulanacak avuçlarım.
Her gelen tekme savuracak;
Ezilecek kalabalıklar altında yalnızlığım.
Şu dingin mavinin koynunda sakladığı yılan,
Sokulacak yedi tarafımdan.
Yedi iklimde
Yedi renkli bir kuşak,
Doğmadan yok olacak.
Bırakma elimden;
Yaz ortasında sıtmalanır yüreğim.
Babam, sevgilim, kardeşim!
Ört toprağı hatalarıma.
Söz,
Nasuh'un tövbesiyle yeniden dirileceğim.
Hatice TÜRK
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yavaş yavaş ve konuşmadan yanıma gel evlat.
Gel bakalım yanıma güzelce. Dikkat et, etrafa
çarpma; çünkü bu evde her yer antikalarla doludur.
Sağında doksan iki yıllık bir vazo var. Sakın ha
dikkatsizlik edip de çarpma ona o çok değerlidir.
Benim için,karım için ve çocuklarım için kıymeti
oldukça çoktur.
Kalk bakalım ayağa, gel gel elimi tut, korkma ben
senin bu evde binevi gözlerin olacağım.Yavaş yavaş
yürü şimdi! Evet, işte tam da böyle yavaş yavaş
otur. Oturduktan sonra göz kapaklarını narince
birleştiriver ve dinle beni şimdi.
Şimdi ise yüz on üç senelik bir koltuğa
oturuyorsun. Kendini tarihî bir objenin sıcak
kucağında hissedebilirsin! Ah be evlat! Senin kadar
antikalarla kaynaşamadım ben bu yaşıma kadar,
senin kadar şanslı olamadım bu konuda.
Kim bilir, belki de yıllardır çok aradığın küçük ama
doyumsuz bir huzuru bu koltukta bulacaksın? Ve
şimdi tıpkı Cihan Sultanları gibi yerleş ve âdeta
muhteşem bir canlı tablo gibi kuruluver şu koltuğa
ve biraz da yaslanıver arkana… Rahat ol diyeceğim
ama duyacaklarından sonra rahat olabileceğin
konusunda sana pek söz veremem. Bu konuda
emin değilim çünkü…
İzninle biraz da beni dinle! Öyle çok anlatacaklarım
var ki sana, ah bir bilsen!...
Şimdi sana küçük ve kısa ama anlamlı ve acıklı bir
hikâye anlatacağım… Ve bu hikâyenin sonunda
sana sadece tek bir soru soracağım unutma! Burası
biraz gürültülü olabilir ama sen bunlara fazla
aldırma!... Anlatılanlara kendini ver, anlatılanları
can kulağı ile dinle yeter.
Şu anda öyle bir evdesin ki; tam yüz yirmi sekiz
yıldır çektiği onca acılara rağmen hâlâ ayakta
durabiliyor. Şu an öyle bir koltuğun üstünde
oturuyorsun ki tamı tamına yüz on üç yıldır bu evin
sessiz çığlığı, sessiz çocuğudur bu koltuk. Ve
çaprazında duran gramofon da bu evin ilk şirin
çocuklarından birisidir. O da nice şirin olmayan
olaylara tanıklık etmiştir.
Şimdi sana bu evde yaşayan ya bir başka dille
konuşan ya da sükûtu ile bizlere çok şey anlatan bu
talihsiz çocukların; bir başka deyişle avizelerin,
duvarlardaki ses yankılarının, ayak seslerinin, kapı
gıcırtılarının gönül dillerinden aktaracağım bu
EŞYALARIN DA BİR DİLİ VAR MIDIR ACABA?
Hikaye Hilal Akarslan
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
hikâyeyi. Hikayemize başlıyoruz, dinlemeye hazır
mısın?...
Duvarda ki seslerden en yaşlısı ve en bilgesi olan
koltuk adeta bir başpehlivan gibi peşrev çekerek
söze başlamıştı:
“O gece dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir
yağmur vardı. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu.
Gaz lambasıyla aydınlanan ev, o gece yalnız
şimşeklerle aydınlanıyor; gramofonun tatlı
nağmeleri ile huzur bulan ev; o gece gök
gürültüsüyle huzursuzlaşıyor, âdeta azgın bir at gibi
ürküyor ve bizleri de ürkütüyordu. Sanki birazdan
olacakların ilk haberlerini veriyordu. O gece yağmur
damlaları olduğundan farklı bir şekilde cama
çarparak, kendi dili ile âdeta evdekileri
uyandırmaya ve onlarla konuşmaya çalışıyordu. O
da çok iyi biliyordu ki onlarla hiçbir zaman
konuşamayacaktı. Ama o yine de bundan
vazgeçmiyor, bir dost edası ile herkesi
uyarıyordu. Gök gürültüsü sanki savaştaki bir
bombanın sesi gibi gürlüyor, evdekileri olacaklar
karşında ürperterek ve korkutarak; buradan, bu
talihsiz evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yıldırım
bile bir şekilde bir yerlere düşüp, insanların
yataklarından bir an önce kalkmasını ve dikkatlerini
oraya vererek, o evden uzaklaşmalarını istiyordu. O
gece İlahî kudretle gerçekleşen tabiattaki bütün
med- cezirler, bütün canlı ve cansız şahitler bu
evdekilerin,o gece bu evdeki yataklarda olmasını
istemiyordu. Ama o evdeki masum insanlar bu
kadar sessiz çığlığa rağmen, hâlâ uyumaya; hâlâ
farklı farklı rüyalar görmeye devam
ediyorlardı. Belki bazıları rüyalarının en güzel
yerinde, bazıları ise tam bir kâbusun ortasında
idiler. Ve işte ne olduysa tam o saatten sonra
olmuştu…”
Bundan sonrasını anlatmaya kapı gıcırtısı devam
edecek ve kapı da ona eşlik edecekti:
“Yağmurun yağmasıyla hava çok soğumuş, bizler
çok üşümüş ve de çok ıslanmıştık. Aslında alışkındık
böyle şeylere ama bu gün biraz farklıydı eski
günlere göre… Bu günün sonu da her günden çok
farklı olmuştu zaten… Göğün en heybetli sesleri
arasından kurtulup, tüm köyü saran bir ses
yankılanmıştı karşı ki ovadan. O anda hiçbir sese
benzetemediğim ve ne olduğunu düşünmeye
başladığım bir sesti bu ses. Biraz sonra iri yarı,
yüzleri kara peçeli adamların evimizin bahçe
kapısına gelip, etrafa sinsice bakmasıyla bunun çok
tehlikeli bir ses olduğunu fark etmiştim, ama iş
işten çoktan geçmişti tabiatıyla. Siyah peçeli,
kırmızı kuşaklı, siyah şalvarlı, iri yarı, kimisi mavi,
kimisi simsiyah gözlü o adamlar bahçe kapısından
bize doğru hızla, koşar adımlarla yaklaşmışlardı.
Evet, bunca heyecanıma ve korkuma rağmen;
onları tek tek görebilmiş ve de sayabilmiştim. Tam
olarak yedi kişiydiler. Ancak simaları yedi insandan
çok, yedi belki de yetmiş kişilik bir aç sırtlan
sürüsünü andırıyordu. İçlerinden kahverengi gözlü
olanı Rumca bir şeyler söyledikten sonra tam
canımın en yandığı noktaya geri geri giderek ve
sonra hızlı adımlarla gelip bir tekme atıp bizi, yani
bu huzur evinin ahşap ve işlemeli -kimsenin
tokmağına bile vurmaya kıyamayacağı- kapısını bir
vuruşta yere yıkıvermişti. Canımız çok yanmıştı…
Yedi sırtlan bakışlı adam sert adımlarla üstümüzden
geçip salona doğru yürümüşlerdi.”
Şimdi de ayak sesleri başlamıştı anlatmaya:
“Hayatım boyu, hiç bu kadar utanmamıştım ayak
seslerinden. Kaç yıllık olursa olsunlar başka ayak
seslerini de dinledim . Böyle nefret dolu, böyle
acımasız, böyle isyankâr bir başka ses daha
duymadım bundan önce. Bu evde yıllardır
duyduğum sesler o kadar tatlı ve şirin seslerdi ki;
bu hoyrat ses onun yanında, çok basit ve oldukça
kaba kalıyordu. Aslında benim için acıyı ve felaketi
getiren her ses kaba ve basitti. Bundan bir önceki
ev sahibimin eşi Rum’du. O ara sıra evde kendi
kendine, Rumca bir şeyler mırıldanır, tatlı tatlı
şarkılar söylerdi… Ve yıllar sonra ilk defa bir başka
kişiyi daha Rumca konuşurken duyuyordum. Ama
sanki bu başka bir dildi. İlk başlarda heyecan ve
korkumdan ezberimde olan kelimeler tam olarak
aklıma gelmemişti. Daha sonra yavaş yavaş Rumca
kelimelerin Türkçesi hatırıma geliyor; ben de ne
dediklerini bir bir yanımdaki arkadaşlarıma
anlatıyordum:
“Bu nasıl ev böyle! Saray gibi, çok da güzelmiş.
Aman ha, gördüğünüz her güzelliği acımadan ve
tereddüt etmeden yıkın, kadınları kurşuna dizin,
erkekleri ise yanımızda götürelim!” demişti orta
boylu, olduğundan da fazla kaslı, acımasız katil
suratlı bir adam. Belli ki canilerin reisi idi. Bu
evdekilerin öldürüleceğini duyunca içim cız
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
etmişti… İçim öyle yanmış, öyle acımıştı ki, o bir an
sanki beni yerimden söküp çıkarıyorlar sanmıştım.
Önce içlerinden ikisi yatak odasına doğru
yürümüştü!... Geriye kalan beş kişinin üçü diğer
odalara dağılmış, kalan ikisi ise salonda ne varsa
kırıp dökmeye başlamışlardı. Sonrasında yatak
odasında kalemlerin yazamayacağı bir büyük dram
yaşanacaktı.”
Yatağın başucunda ki gelin çiçeği ağlayarak
anlatmaya koyulmuştu bundan sonrasını:
“İçeriden kahkaha sesleri, bağrışmalar geliyordu.
Biliyordum bu gün kötü bir şeylerin olacağını, bunu
yakından hissetmiştim. “Bu felaket evdekileri
uykuda yakalamamalı” diye durmadan dua
ediyordum. Ev sahiplerimiz çocuklarını aralarına
yatırmışlardı, anlatılamaz bir sezgi ile. Yıllar sonra
bugün ilk kez anne ve babasıyla birlikte aynı
yatakta yatmayı istemişti küçük Hasan ve Elifçik.
Bebeklikten çıktıktan sonra ilk kez güzel kokularıyla
uyumuşlardı anne ve babalarının koynunda… Ne
yazık ki ilk ve son kez. Çeteciler öyle bir hışımla
girmişlerdi ki içeriye; önce ev sahibimiz Ahmet
Efendi, bu bedbaht sesleri duyup, anında yataktan
fırlamış ve hemen çekmeceyi açıp revolverini
almıştı ki eline bir el ateş edilmişti. O an da
çocukları da uyanmış ve eşi Gül Hanım gayr-ı
ihtiyari çocuklarının kulak ve gözlerini kapamaya
çalışıyordu. Fakat olmuyordu ne kadar uğraşsa
da! Çocuklar her şeyi görmüşler ve duymuşlardı.
Rumca konuştuklarından, pek de ciddi bir problem
olarak gözükmese de, söylenenleri duymaları
aslında ileride büyük dertlere neden olabilecekti.
Çünkü bu çocuklardan biri kurşun yaralarından
kurtulup da sağ kalmayı başarırsa; yatak odasında
duyduğu bu sesler her yağmurlu gecede, her
ailesini özlediğinde kulaklarında bir çan sesi gibi çın
çın çınlayacaktı. İşin en kötüsü de buydu zaten.
Ahmet Efendi elinden vurulduktan sonra revolver
yere düşmüş ve Rumlardan biri onu alıp onlara
doğrultmuştu. Ahmet Efendi; eşi Gül Hanım’a sakin
olmasını, korkarsa çocuklarının da o korktuğu için
çok korkacağını söylüyordu. Gül Hanım’ın
gözünden inci gibi yaşlar birer birer yerlere
damlıyordu. Peçelilerden biri Gül Hanımın yanına
gidip Hasan ve Elif'i kucağından zorla koparıp almış
ve içerdeki diğer çete mensuplarının yanına
götürmüştü. Onları yatak odasından götürürlerken
çok acıklı sahneler yaşanmıştı. Anne- baba canilerin
onlara ne yapacaklarını tahmin edemiyordu o
anda. Gül Hanım çocuklarını hâlâ sakinleştirmeye
çalışıyor, Ahmet Efendi oğlu Hasan’a kardeşine
sahip çıkmasını, korkmamasını, cesur olmasını ve
onları çok sevdiğini söylüyordu. Daha sonra Ahmet
Efendi; Gül Hanımın yanına gitmişti. Ona sanki
vedalaşır gibi sıkı sıkı sarılmıştı. Kulağına bir şey
fısıldamıştı. Belki de sevgisini haykırmıştı kim bilir.
Caniler daha sonra ikisini de alıp salona
götürmüşlerdi. Arkalarında tek kalan Gül Hanımın
yere düşen küpesi, Ahmet Efendinin bileğinden
yere akmış olan kanları olmuştu.”
Şimdi de evin en ihtişamlı avizesi sessizce
anlatıyordu o gece olanları:
“Çocuklar içeriye geldiğinde neredeyse gözlerinin
pınarları ağlamaktan kuruyacaktı. Elif abisine
sarılmış bir şekilde yürüyor, Hasan on dakika içinde
büyük bir adam olmuş gibi ona sımsıkı sarılmış
ağlamaması gerektiğini söylüyordu. Çocuklar
koltuğa oturduktan sonra içeriden Ahmet Efendi ve
Gül Hanım getirilmişlerdi. Ahmet Efendiyi çetedeki
heybetli peçeliler teker teker dövüyor, daha sonra
Gül Hanımdan hırslarını almaya ve istediklerini
öğrenmeye çalışıyorlardı. Gül Hanım ne kadar
dirense de; bir süre sonra o işkencelere dayanacak
gücü kalmamış, güçsüz bir şekilde bir eşya gibi yere
yığılıvermişti. Peçelilerden biri dışarı çıkıp bir urgan
getirmişti. İşte en korktuğum şey de bu idi. Fakat
bundan daha çok korktuğum bir şey daha vardı. Gül
Hanımın ölüm urganını benim kollarımdan birine
asmalarıydı. Ne acı ki o da olmuştu. Gül Hanımın
urganını benim kollarımdan birine asmışlardı. Gül
Hanımın Ahmet Efendi ile çok kısa vedalaşmasına
izin verdikten sonra; Gül Hanımın kafasını urgana
geçirmişlerdi. O anda öyle bir gök gürlemiş, öyle bir
şimşek çakmıştı ki kara peçeli çeteciler hiç
beklenmedik bir hareket sergilemişler, aniden
irkilmişlerdi. Gök gürlemesi Ahmet Efendi’nin
feryatları ile birleşince çok acı tonda farklı bir ses
oluşmuştu. Gül Hanım eşine ağlamamasını, metin
olmasını söylüyor; Allah’ın yanlarında olduğunu
hatırlatıyordu. Ayrıca Ahmet Efendiye şayet
kendisinden sonra yaşarsa çocuklarını koruyup,
onlara sahip çıkmasını söylüyordu. Çetecilerden biri
Ahmet Efendiye sert bir tekme atıp; onu Gül
Hanımın ayakları altına çökertivermişti. Daha sonra
Gül Hanımı döverek, zorla Ahmet Efendinin
omuzlarına bindirmişlerdi. Bu hain planın ne
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
anlama geldiği artık çok açıktı. Ahmet Efendi; eşi
Gül Hanımın ölüm sandalyesi olacaktı. Ahmet
Efendi hırsından yerinde duramıyor, ancak Gül
Hanım için hiç kıpırdamaması gerektiğini de
unutmuyordu. Ahmet Efendi bu halet-i ruhiye
içinde ellerini yumruk yapmış sıkıyor ve
gözlerinden akan yaşlar ahşap tabanı delercesine
yerlere düşüyordu. Güzel bir aşk hikâyesi bu gece
kara peçeli, kara ruhlu, Rum Çeteciler tarafından
sona erdiriliyordu. Ahmet Efendi ölmez de, yarım
yamalak da olsa sağ kalacak olursa mutlaka bunun
hesabını soracaktı. Soramazsa hesabı ahrete,
intikam günün sahibi Rabü’l-âlemine kalmıştı. O ne
güzel hesap sorucu idi.
Peçeli çetecilerden ela gözlü olanı Rumca bir şeyler
söyledikten sonra hepsi de kahkaha ile gülmüştü.
Ne kadar da acı ki, bir masumun ölümüne gülüyor,
zulme alkış tutuyorlardı.
İki peçeli aynı anda Ahmet Efendiye kuvvetli bir
tekme atmıştı. O anda Gül Hanım bu yalan
dünyadaki son nefesini almış, kelime-i şahadetini
getirmiş, Ahmet Efendiye “Seni seviyorum
Ahmedim” demişti. Gül Hanımın hemencecik
hayatını kaybetmesinden sonra eli yüzü kan içinde
olan Ahmet Efendi; son gücünü toplayarak yerden
kalkıp; Gül’üne, can yoldaşına, sırdaşına, eşine
sarıldıktan sonra peçelinin elindeki revolveri kaptığı
gibi çetecilerin reisi olan orta boylu tıknaz çetecinin
beynine sıkıvermişti. Kahkahalarla gülen ve bu
katliam öncesi kafaları çektikleri anlaşılan peçeli
çeteciler o anda ne olduğunu anlayamamış, hatta
içlerinden bazıları Ahmet Efendinin bu hareketini
alkışlayarak tebrik bile etmişlerdi. Daha sonra da
Ahmet Efendiyi kurşuna dizip; gülerek evden çıkıp
gitmişlerdi. Ben hâlâ Gül Hanımın urganın acısını
yüreğimde hissederim. Ve ben hâlâ onları; Gül
Hanım ve Ahmet Efendi ile çocuklarını canı
gönülden özlerim. Hâlâ onlar için kollarımda duran
ampullerimi söndürürüm. Etrafı aydınlatmam onlar
için yas tutarım, onları anarım.
Sesi titreyen koltuk hafif bir gülümsemeyle
anlatıma dâhil olmuştu:
“Şimdi bana soracaksınız çocuklara ne oldu diye.
İzin verirseniz onu da söyleyeyim. Çocuklar şu anda
yukarıdaki odada biraz tedirgin de olsa uyuyorlar.
Hasan bir şekilde kardeşiyle birlikte çetenin elinden
kurtulmuş. Sonra da yurt dışına kaçmış. Yaklaşık bir
buçuk yıl sonra geri döndüklerinde geldikleri ilk yer
evleriydi ve geldiklerinde her şey aynı idi. Sadece
anne ve babaları evde yoktu tek değişiklik oydu.
Onlardan kalan tek şeye sahip çıkıyor ve Elif'in
kulağından annesinden son bir parça olarak kalan
küpeyi hiç çıkarmıyordu. Onlar babalarının
söyledikleri sözü unutmamış birbirlerine sahip
çıkmıştı. Hasan kardeşini kollamış ve ona bakmıştı.”
İşte budur bu evin hayatı budur bu evdeki hüznün
özü. Şimdi yavaşça gözlerini aç. Ayır gözkapaklarını
birbirinden. Sil yaşlarını… Şimdi soracağım soruya
sadece tek cevap ver: “Eşyaların da bir dili var
mıdır acaba?”
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖLÜ CANLAR
YAZAR: GOGOL
KONU: Ölü Canlar, Ukrayna asıllı Rus
romancısı ve oyun yazarı Nikolay
Vasilyeviç Gogol'un ilk cildini 1842'de
tamamladığı ve bitirilememiş romanıdır.
Romanın konusu kendisine Puşkin
tarafından önerilmiştir. Üç cilt olarak
tasarlanan roman aslında Dante'nin İlahi
Komedya'sı örnek alınarak yazılmıştır.
İlk cilde romanın başkahramanı
Çiçikov'un kendi çıkarları uğruna yaptığı
kötülükler damgasını vurmuştur. Gogol,
cehennemi anlattığı bu bölümden sonra
cenneti anlatacağı, Çiçikov'un ahlak ve
vicdan sahibi olduğunu göstereceği
ikinci cildin el yazmalarını geçirdiği bir
buhran sonucu yakmıştır. Daha sonra
birkaç kez daha yazmaya çalıştığı bu
bölümler sonradan yayımlanmıştır.
Çiçikov, Rusya'da şehir şehir dolaşıp,
feodal kanunlara göre toprak
sahiplerinin malı olan köle köylüleri
satın almaktadır. Ancak istediği köylüler
çalışmasını iyi bilen ya da sağlıklı olanlar
değil, tam aksine ölü olanlardır.
Dönemin eleştiri oklarını üzerine çeken
feodal yapısının temeli olan fikirlerle
karşı koyan roman, bu bakımdan belli
kesimlerin sözcüsü olmuştur.
Kitap’tan:
"Yolculuk sözcüğünün ne tuhaf bir
çekiciliği,ne büyüleyici bir havası
vardır!Yolculuk da başlı başına bir
büyüdür!Açık hava,güz yaprakları...İnsan
kürküne iyice sarınır,kalpağını
kulaklarına kadar çeker,arabanın bir
köşesine büzülür ve içine işleyen titreme
tatlı bir ılıklığa dönüşür.Atlar dört nala
uçar gider...Rahat bir uyku basar
yolcuyu;göz kapakları
kapanır,arabacının türküsü,tekerleklerin
gürültüsü,atların soluması düşteymiş gibi
duyulur,yanındakinin omuzuna yaslanıp
uyur gider insan."
ARKA KAPAK
Merve Başol
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
YAZAR: BARIŞ BIÇAKÇI
KONU: Sıkı bir dostluk… Aslında
hikaye onların hikayesi… Ender’in ve
Çetin’in…
Günün birinde hayatlarına bir genç kız
girer. Şimdi düşünme, hatırlama ve
kendini didikleme zamanıdır.
“Nihal’e başından beri olduğumuzdan
farklı göründük. Böyle gerekmişti.
Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne
yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün
yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin,
yaşadığı felaketten makul adımlarla
uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta
yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli,diğeri
kel.”
Barış Bıçakçı, bu çağa özgü laf
kalabalığından; dil, duygu, düşünce
kirliliğinden paçalarına tek damla çamur
bulaştırmadan çıkabilen, şaşırtıcı bir iç
ışığı cömertçe yayan bir yazar. Nefes alır
gibi, su içer gibi yazıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar’dan
Ders Notları
YAZAR: Güler Güven Hazırlayan: Hayri Ataş
Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümünde, 1939 yılında
açılan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’ne
profesör olarak tayin edilmiş ve bu
görevini ölümüne kadar sürdürmüştür.
Öğrencilerinin ve tanıyanların
ifadelerine göre, Tanpınar’ın derin bilgi
ve kültürü, renkli dünyası derslerine de
yansımıştır. Derslerinde öğrencilerine
zengin çağrışımlarla, çok geniş bir
alanda yolculuklar yaptırdığı da yine
kendisini tanıyanların yazılarında ve
sohbetlerinde ifade edilmektedir. Bu
sebeple de derslerinde not tutmanın
zorluğundan bahsedilir. Bu kitap,
Tanpınar’ın derslerinde zaman zaman
not tutmayı başarmış bir öğrencisinin,
Güler Güven’in notlarından oluşturuldu.
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay masallardan uyarlanmış
filmleri sizlere sunacağız.
GÜZEL VE ÇİRKİN
Film Özeti
Disney'in çocuk klasikleri arasına giren
Güzel ve Çirkin masalının yeni bir
uyarlaması olan film, fantastik ve
romantik unsurların yanı sıra gerilim tonu
olan bir yapım. Filmin yönetmenliğini ve
senaristliğini, daha önce Kurtların
Kardeşliği, Sessiz Tepe gibi filmlere imza
atmış olan Christophe Gans üstlenirken,
başroller Fransız oyuncular Vincent Cassel
ve Léa Seydoux.
MALEFİZ
Filmin Özeti
2014 Yapımı, aksiyon, dram macera
türündeki ABD filmi. Yönetmen
koltuğunda Robert Stromberg oturuyor.
Küçükken insanların orman krallığına
saldırdıklarını gördükten sonra kindar ve
taş kalpli bir kahramana dönüşen peri
Malefiz, insanların kralının kızı olan
prenses Aurora’yı lanetler. Fakat Aurora
büyüdükçe, Malefiz onun gerçek barışı
sağlayacak yegane anahtar olduğunu fark
edecektir.
BEYAZ PERDE’den
Afra Nur Akkayalı
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Pamuk Prenses ve
Avcı
Filmin Özeti
Kötü kalpli kraliçe (Charlize Theron)
sonsuz güç için yeryüzünde kendisinden
daha güzel olan tek kişiyi, Pamuk Prensesi
(Kristen Stewart) ortadan kaldırmak için
yetenekli avcıyı (Chris Hemsworth) zorla
görevlendirir. Fakat Pamuk Prensesin
insanlığı karanlıktan kurtaracak güce ve
seçilmişliğe haiz olduğunun farkında
değildir. Kendisini öldürmeyen Avcı'dan
savaş sanatı eğitimi alan prenses şimdi
halkını karanlıktan kurtarmak için
mücadele eder.
Alice Harikalar Diyarında filminin
yapımcısı Joe Roth'un da yapımcıları
arasında yer aldığı film Pamuk Prenses
masalını fantastik bir boyuta taşıyor.
Ödüllü reklam filmi yönetmeni Rupert
Sanders'ın ilk sinema filmi olan yapımın
senaryosunda ise Hossein Amini ve Evan
Daugherty'nin imzası var.
Ella Enchanted
Film Özeti
Ella, doğumunda, sihirli bir özellikle
ödüllendirilmiştir: Kusursuz itaat. Kim ne
derse desin, ne kadar tehlikeli ya da
saçma olursa olsun, her türlü emiri
koşulsuz yerine getirmektedir.Ella'nın
zaten zor olan hayatı, babasının eve bir
üvey anne ve iki kötü kalpli kardeş
getirmesiyle kabusa döner. Üvey
kardeşleri Hattie ve Olive'in acımasız
emirler vererek kendisiyle eğlenmesinden
rahatsız olan Elle, üzerindeki büyüyü
bozabilmek için yollara düşer. Krallığın en
tehlikeli ve karanlık ormanında bir Elf ile
tanışır ve, ardından, kendisini Kral'ın
kalesinde bulur. Burada genç Prens CHAR
ile tanışır ve aralarında bir aşk başlar.
Ella, Prens CHAR'ın da yardımıyla kaderini
değiştirmeye çalışır...
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KEŞKE...
Tüm ömrümü bir şarkının sözleriyle izledim;
Tüm özlemim sessizce gözyaşımda gizledim.
Tüm yılları çaresizce geri sarmak istedim;
Yaşanmamış her anın keşkesi var içimde.
Keşke prangalara vurulmasaydı sözler,
Keşke olmasaydı gurur, esir olmazdı gözler.
Keşke hayatımıza karışmasaydı eller,
Yitirilmiş yılların keşkesi var içimde.
İsmihan Öztürk
Fotoğraf Aybige Akdağ
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tahassür
Nasıl söze başlasam, anlatsam?
Yazsam, satırlara sığmasam.
Taşsam, ırmak olsam aksam.
Akşam vakti uyusam,
Seni görsem rüyamda buluşsak.
Çok mu zordu barışmak, sarılıp
kavuşmak?
Dönmeyen bir değirmen, fırtınam tek
çarem.
Yazmak ise tek çare...
Geçmeyen zaman ve hane içinde
unutulan insan.
Şairin konuştuğu dil artık başka lisan.
Ve geçmişten baki kalan bir sevda,
Elveda geçmiş yaşantılar geri
dönmeyecek zaman.
Süleyman Erkut
Sevda
Bir Kasım rüzgarında rastladım
bahara;
Unuttum adımı, aklın diyarında.
Bir Yunus dizesi oldum, gönlün
kırlarında,
Sevdayı aradım, günahkar
sokaklarda.
Düş yolcusuna benzedim, Zühre’nin
arkasında;
Aşığın aşkını tanıdım, bir şadırvan
avlusunda.
Sema KESER
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gönüllü Mutluluk
Üniversitenin en büyük iki gerekliliğinden birisi
yabancı dizi izlemek diğeri de bir öğrenci
topluluğuna üye olmak sanırım. Ben de
üniversiteye başladığım zaman bu ikisinin de
içine düştüm. Haydi yabancı dizileri izlemek
neyse de topluluk olayı tamamen başkaymış
ben de bunu anladım.
Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın öğrenci
örgütlenmesi olan UTOG'a kaydoldum.
Katıldığım ilk toplantıda daha bir şeyler
yapmak isteğiyle dolmuştum. İnsanlar için bir
şeyler yapmak, onların mutluluğunu görmek.
Harika, gerçekten harika.
İlk başlarda "Ne yapacağım?" diye soruyor
insan kendine. Zaten ortada var olan bir proje
var; ama yetmiyor işte. İnsanların bir defa
mutlu olduğunu gördün ya, o ateş bir kere alev
aldı ya içinde daha fazlasını istiyor. Daha fazla
ne yapabilirim?
Gönüllü olarak başlanılan bu yolda sorumluluk
bilincini kazanıyor insan bir süre sonra. Öyle
bir hal alınıyor ki ortaya atılan her fikirde
aklınıza ilk önce sorumluluğunuz geliyor. "Ay
ben bunu şöyle yapsam şu da şöyle olsa
aslında ben bunu proje için kullanabilirim."
İnsan sırf bunun için gecesini gündüzüne
katarak çalışabilir. Üstelik kendiniz de
eğleniyorsunuz. Yeni bir çevreyle
tanışıyorsunuz. Etrafınızda sadece kendi
meslektaşlarınız olmuyor artık.
Fakülte binalarınız ne kadar uzak olsa da
mühendis de tanıyorsunuz, işletmeci de...
Benim Kütüphanem projesi de aynen böyle
bir şey işte. İnsanların atmak için bir kenara
koyduğu en ufak bir şeye "Atma!" dedirtiyor
insana. Lazım olur.
Kitapevlerine gidip "Fazladan kitabınız var
mı?" diye sormak, komşunun çocuklarından
kalan kitapların atılacağını duyunca "Acaba
onları ben alabilir miyim? Bizim böyle bir
projemiz var da." demek bile güzel. Aslında en
güzeli de ne biliyor musunuz? İnsanların, sizin
yaptığınız şeylerden mutlu olduğunu görmek
paha biçilemez bir şey.
Adıyaman'da Kahta Fen Lisesi'ne kitap
gönderdik geçenlerde. Gençlerimize faydalı
olmak adına yaptık bunu. Kimsenin bir karı
olmadı o gençlerden başka, hem roman
okuyup ufuklarını genişletecekler hem şiir
okuyup zevk Duygularını canlandıracaklar hem
de test çözüp üniversite sınavında başarı
sağlayacaklar. Onlara yararlı olmak bizi
yeterince mutlu etmişti zaten ama onlardan
bize gelen sürpriz bizi daha da mutlu etti.
Hepsi bize birer mektup yazmış. Üstelik
kendileri adına teşekkür ediyorlar, bir de bize
diyorlar ki: Bizim başka arkadaşlarımız da var.
Mutlu olmayıp da ne yapacağız söyler misiniz
bana? Mektuplarımı okurken ağlayacaktım
neredeyse. O kadar mutlu oldum ki. İçimden
daha çok şey yapmak geldi. Daha fazla yararlı
olmak. Daha fazla insan için bir şeyler
yapmak...
Tuğçe ERKOL
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ilona Taraškevič
from Lithuania,
Erasmus in Rīga,
2014/2015
Merhaba! Probably
a lot of people already remember me from the
video for magazine, but I will remind one more
time who I am ;D Benim adim Ilona! And I am
thankful for giving me an opportunity to write my
experience with Turkish people.
3 months ago I even cannot imagine that
this autumn for me is going to be so unusual.
Before ERASMUS I was afraid about cross-cultural
differences. People in Baltic region usually are cold
and close and I was afraid about how I would
communicate with people from countries like
Korea, Spain, Taiwan, China or Turkey, because
people in these countries are warmer and they
have other traditions how to greet with new
people, which can differ from west countries. But
now, I am surely can say that my opinion has
changed and my fears were not valid.
I arrived to Rīga 25th
of August. After all
boring procedures in the reception of hostel
PRIMA I finally entered my room, which was on 5th
floor which has a name “London”. Next day all
Erasmus people had been invited to play bowling.
At this day, 26th
of August, I met Kübra Tarakçi, at
the first time. She was my first met muslim girl.
I should confess, I was a little bit scared about her,
because at that day she also looked scare about all
surrounding :D Tabi ki, all week I had had some
problems with her name after our meeting,
because I just could not remember her name
properly :D Anyway, we start to communicate and
attended other events together. That is how I start
to familiarize with Turkish people, culture, food
and so forth. Before Erasmus I had not had any
contacts with this culture. So, my knowledges
about Turkey also was poor and only underpined
by stereotypes. Later, in „London“ (:D), I start to
realize that there also live a lot of turkish people.
After few meetings with new people I just stopped
to ask their names because it was not useful for my
memory :D Kübra, Ayşe, Beria, Batikan, Hasan,
Özge, Talha, Gülay, Volkan, Gözde ... now I
remember all this names and even more after 3
months, but, of course (tabi ki), there is some
turkish names which I still cannot spell properly :D
on 29th of August, ESN Rīga, organize an event
„Eurodinner”. During this event I first time tried
some turkish food like baklava or kisir. And it was
muchtesem!
Actually, I am very selective about food, but after
some Kübra‘s prepared meals I start to love turkish
food (not all, of course :D). Also, I have got to know
some interesting combinations in food, which I
even could not imagine before. I was really
shocked when I saw that Kübra eating pasta with
NATURAL YOGURT :D I start to think „How it is
possible?“ :D and she gave me to try .. now I am
eating pasta only with natural yogurt :D. Also I
have already tried Salep and Ayran. I like Salep but
I cannot say that I like Ayran very much, but when I
started to drink it in the mornings – I realized that I
really like it!
Also I was shocked when I saw that phenomena:
Turkish people (and not only they) add sugar to
warm milk … I was really shocked and still cannot
imagine how it is possible :D Probably, I just need
to try ;D Anyway, Kübra showed me a lot of new
things about food. Especially I like small cookies
with sherbet. And I also hope that during these
months she will show me something new and
Aralık’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
shocking :D By the way, our with Kübra one of the
most favorite place in Rīga is „Turkishkebab”
where we have some discounds and eating all the
time one kind of kebab (actually, now I don’t
remember the name of this kebab ;D). Also we
visited Turkish store in Rīga „Stambula” and one
more time I have had an opportunity to persuade
that Turkish people are very kind and warm
people. I had bought a lot of Turkish delights to my
home. And in this store I have learned new Turkish
phrase „Cay ister misin?” ;D I really admire Kübra
that she all the time have a lot of patient with me,
while I am learning new phrases in Turkish,
because then all week she hear from me “Küb,
how is that phrase in Turkish?” ;D Tesekkur ederim,
kiz!
Moreover, approximately 2 months ago I
was invited to one Turkish celebration called
“Bayranlar”. During this celebration I had an
opportunity to try some Turkish food and I was
very admired by Turkish people unity. They were
like one big family and between them I also start to
feel like at home.
On 13th
of October I was also invited to
football match “Latvia – Turkey”. It was amazing! I
have visited trainings, I saw a lot of famous Turkish
footballers, and even I had an opportunity to push
the hand for the coach of this team. After this
event I saw myself in Turkish magazine “Fanatik”
and some people said that we were in Turkish TV.
Like Küb said “Now you are famous in Turkey” :D
On 8th
of November we had amazing trip
Tallinn-Helsinki-Stockholm. In 3 days we visited 3
countries and also had an opportunity to travel by
ferry in Baltic see. It was exciting feeling to realize
that you are somewhere in the middle of Baltic see
traveling by ferry at night. Time in cities had gone
so fast. Also, time in ferries was not very long. I
have got to know a lot of interesting card games
which people playing in Turkey. During this trip I
also heard a lot of Turkish language, trust me,
really a lot of, even only
Turkish language :D
sometimes I start to think
that I understand some
things what they are
talking about :D
Besides, I had an
opportunity to learn some Turkish dancing and
songs. Of course, dancing is easier for me than
Turkish songs ;D
Also, on 6th
of November we have had
special day: Kübra’s Birthday! On this day we
prepare surprise party for Kübra! We bought few
cakes and a lot of fruits. It was so good to see
Kübra happy. We present short movie with wishes
from friends and some memories from Erasmus.
And I promised for Kübra that it is first but NOT the
last our birthday celebrating :D Doğum günün
kutlu olsun, Kübra!
I am also very happy that in the beginning
of Erasmus Kübra visited Lithuania (Vilnius), my
home. She met my mother and she also had had an
opportunity to familiarize with my culture. Also I
am very waiting for Chirstmas because this
celebration this year I am going to celebrate
together with this amazing Turkish girl! Kübra, I
want to say tesekkur ederim one more time for all
this experience. It is a great time for me and I
believe that in the future we will have more çok
komik events together! Greetings from Rīga
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...