İncir Çekirdeği 6. SAYI
-
Upload
incir-cekirdegi-dergisi -
Category
Documents
-
view
246 -
download
10
description
Transcript of İncir Çekirdeği 6. SAYI
Eylül 2014 Sayı: 6 dil, edebiyat, kültür, sanat
2014 UNESCO
İsmail GASPIRALI
Yılı
SUNAY
AKIN SÖYLEŞİSİ
Shakespeare “Dahi Hırsız”
İlk Tiyatromuz: Şair Evlenmesi
Şinasi ve
İncir Çekirdeği
Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sırdem Kemiksiz
Editörler
Sultan Demirtaş
Kübra Tarakçı
Yazarlar
Afra Nur Akkayalı
Beyza Arı
Busenur Aslan
Hatice Türk
Hilal Akarslan
Işık Selin Orhuntaş
Mehmet Altınova
Merve Başol
Sema Keser
Süleyman Erkut
Tuğçe Erkol
İletişim
facebook.com/incircekirdegidergisi
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN...
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları...
Beş ayı gerimizde bırakarak sizlere altıncı sayımızı sunuyor
olmamızın haklı sevincini yaşıyoruz. Bu zaman diliminde
edebiyat adına çıktığımız serüvende bizlere eşlik eden ve
aramıza yeni katılarak dergimize farklı renkler sunan
arkadaşlarıma minnetlerimi sunarım. Hiç yılmadan bu dergiyi
çıkartmamıza sebep olan siz değerli okuyucularımıza göstermiş
olduğunuz ilgiden dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Bu ay yine sizlere edebiyat zevkini yaşatacak güzel bir sayıyla
karşınızdayız. Öncelikle UNESCO’nun 2014 yılını ‘’İsmail
Gaspıralı’’ yılı ilan ettiğini hatırlatarak başlamak istiyorum.
Gaspıralı’nın yaşamını ve mücadelesini sizlere dosya konumuz
olarak kendi de Kırımlı bir büyükdedenin torunu olan ‘’Ayşe
Bengisu Akdağ’’ anlatıyor. Söyleşi serimiz ise ‘’Sunay Akın’’ ile
devam etmekte. Onun hayatını ve ‘’Oyuncak Müzesi’’nin
kapılarını bize bu ay ‘’Işık Selin Orhuntaş’’ açıyor. Shakespeare’in
bilinmeyenlerini bizlere ‘’Tuğçe Erkol’’ sunuyor. “Sultan
Demirtaş’’ tiyatro köşesinde bizlere ölüm yıl dönümünde
Şinasi’nin tiyatroculuğunu anlatıyor. İlk bölümünden itibaren
merak uyandıran ‘’Ardından’’ yazı serisi üçüncü bölümüyle
okunmayı bekliyor. Ve son olarak İncir Çekirdeği Dergisi ailesi
olarak tatlı bir hüzünle Avrupa’ya yolcu ettiğimiz ‘’Kübra
Tarakçı’’nın ‘’Bir Erasmuslu’nun Güncesi’’ yazı serisi sizleri
bekliyor.
Dergimizi siz okuyucuların zevkine sunar, büyük bir heyecanla
beklediğimiz yeni eğitim öğretim yılının güzel anılar bırakarak
geçmesini temenni ederim…
Sırdem Kemiksiz
Yazı İşleri Müdürü
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Havadis
Şiir / Bekir Sıtkı Erdoğan
Ölüm / Emre Koç
Gelmedim Davi İçin / Hatice Türk
Dört Güzelin Masalı / Busenur Aslan
Ardından – 3. Bölüm / Sırdem Kemiksiz
Şiir – Papatya / Süleyman Erkut
Mavi Yolculuk / Hilal Akarslan
Dilde, İşte, Fikirde: Gaspıralı– A. Bengisu Akdağ
Gaspıralı / Şiir
Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a Mektup
Sunay Akın’la Söyleşi / Işık Selin Orhuntaş
Şiir – “İçimin Şiirine Hoş geldin Çocuk” / Hatice Türk
Shakespeare Olmak Ya da Olmamak / Tuğçe Erkol
Eylül’dü / Cemal Süreya
Bir Erasmus’lunun Güncesi / Kübra Tarakçı
Osmanlı ve Bizans’ın Tarihi Mirasına Yolculuk / Mehmet Altınova
Şiir / Hüseyin Arda Salkaya
Fotoğraf / Aybige Akdağ
Şinasi’den Şair Evlenmesi / Sultan Demirtaş
Düşler Sokağı / Işık Selin Orhuntaş
Arka Kapak / Merve Başol
Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı
İçindekiler
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA
VÂ
DİS
Prof. Dr. Bilge
Seyidoğlu Vefat
Etti Halk bilimine, Erzurum halk
edebiyatına büyük
katkılarda bulunmuş,
ömrünün büyük bir kısmını
Erzurum için adamış olan;
Prof.Dr.Bilge Palandöken
Seyidoğlu vefat etti.
Cenaze namazı 13 Ağustos
günü öğle namazının
ardından Levent Camii'nde
kılınan Hocamıza Allah'tan
rahmet; ailesine,
öğrencilerine ve sevenlerine
başsağlığı diliyoruz...
III. Uluslararası
Kaşgarlı Mahmut
Öykü Yarışması
düzenleniyor
Avrasya Yazarlar Birliği
tarafından düzenlenen 3.
Uluslararası Kaşgarlı
Mahmud Hikâye
Yarışması’na başvurular 30
Eylül’e kadar devam ediyor.
Türk dünyasının tek ortak
edebi yarışması olarak
tanımlanan yarışmanın ödül
töreni ise Bakü’de
gerçekleştirilecek.
Melih Cevdet
Anday Şiir Ödülü
Ülkü Tamer’e
verildi
Türkiye Yazarlar Sendikası
(TYS) ve Milas Belediyesi’nin
işbirliğiyle düzenlenen
“Melih Cevdet Anday Şiir
Günleri” etkinliğinde Melih
Cevdet Anday Şiir Ödülü
Ülkü Tamer’e verildi. Ülkü
Tamer, “Bir Adın
Yolculuktu” kitabıyla ödüle
değer görüldü.
33. Uluslararası
İstanbul Kitap
Fuarı Yaklaşıyor
Bu yıl 8-16 Kasım tarihleri
arasında gerçekleştirilecek
olan TÜYAP 33. Uluslararası
İstanbul Kitap Fuarı’nın onur
konuğu Macaristan. Modern
Macar edebiyatının önde
gelen yazarlarının konuk
olacağı fuarda Macar
edebiyatının güncel ve klasik
örneklerine yer verilecek.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bekir Sıtkı
Erdoğan vefat
etti
"Hancı" ve "Kışlada Bahar"
isimli şiirleriyle tanınan Şair
Bekir Sıtkı Erdoğan, 88
yaşında vefat etti.
Cumhuriyet dönemi Türk
şiirinin önemli isimlerinden
Erdoğan, Ankara
Üniversitesi Dil, Tarih ve
Coğrafya Fakültesini de
bitiren Edoğan, Heybeliada
Deniz Lisesi, İstanbul Alman
Lisesi ve Marmara Koleji'nde
edebiyat öğretmenliği yaptı.
Aruz, hece ve serbest
vezinle şiirler yazan
Erdoğan'ın şiirlerinden
bazıları bestelenirken, rubai
türündeki şiirleri birçok
dergide yayımlandı.
Türkiye Çin'de
Otağ Kurdu
21. Pekin Uluslararası Kitap
Fuarı’yla birlikte Türkiye’nin
ulusal standı da açıldı.
Türkiye’ye ayrılan üç alanın
ana bölümünde yapılan
açılışa Türkiye’den Kültür ve
Turizm Bakan Yardımcısı
Abdurrahman Arıcı
başkanlığındaki heyetle Çin
Halk Cumhuriyeti’nden
Medya Bakanı WuShangli
katıldı. WuShangli ise geçen
yıl Çin’in onur konuğu
olduğu İstanbul Kitap
Fuarı’nda çekilen
fotoğraflardan oluşan albüm
armağanıyla jest yaptı.
İstanbul'da 5.
Kültürlerarası
Sanat Diyalogları
Başladı
Beyoğlu Belediyesi ile Yunus
Emre Enstitüsü işbirliğiyle
düzenlenen "5'inci
Kültürlerarası Sanat
Diyalogları", törenle başladı.
İstanbul'da 5 gün sürecek
program kapsamında 12
ülkeden 113 sanatçının
katılımıyla sergi, konser,
tiyatro ve dans gösterileri
gerçekleştirilecek. Yunus
Emre Enstitüsü Başkanı
Hayati Develi, açılışın
yapıldığı Beyoğlu Belediyesi
Tepebaşı Otoparkı'ndaki
konuşmasında, Türk
kültürünü dünyada tanıtmak
için çalıştıklarını söyledi.
Türk Dünyası
Tataristan'da
Buluştu
'TÜRKSOY Müzeler Birliği'
kuruluşunun
gerçekleştirildiği 2013 Bursa
buluşmasından sonraki
‘TÜRKSOY Müzeler Birliği II.
Buluşması’, Türk Dünyası’nı
Tataristan’ın başkenti
Kazan’da bir araya getirdi.
Tarihi Kentler Birliği
Danışma Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Metin Sözen,
konuşmasında, geçen yıl
Bursa’da yapılan toplantı ile
kurulumu gerçekleştirilen
Türksoy Müzeler Birliği’nin
geç kalınmış bir oluşum
olmasına karşın oldukça hızlı
bir yapılanma süreci ile
etkin bir konuma geçmeye
başladığını söyleyerek,
sevincini dile getirdi.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kara gözlüm, efkarlanma gül gayri!
İbibikler, öter ötmez ordayım.
Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayri!'
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.
Ah çekerim resmine her bakışta!
Bir mahzunluk var o boyun büküşte.
Emin ol ki, her sigara yakışta,
Sanki, duman tüter tütmez ordayım...
Mor dağlara, karargahlar kurulur;
Eteğinde bölük bölük durulur...
On dakika istirahat verilir;
Tüfekleri çatar çatmaz ordayım!..
Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde;
Sabır, sebat etmez gönül yurdunda!
Akşam olur, tepelerin ardında,
Daha güneş batar batmaz ordayım...
Aramıza dağlar girmiş koskoca!
Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce...
Bir gün değil, beş gün değil, her gece,
Yatağıma yatar yatmaz ordayım...
Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı,
İki aşık, senelerdir bekleşti...
Kara gözlum, düğün dernek yaklaştı;
Vatan borcu biter bitmez ordayım!
Kışlada Bahar
Bekir Sıtkı Erdoğan
1926-2014
Usta Şairi Rahmetle Anıyoruz...
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖlümKalabalık bir sokakta ölümün korkusunu yaşayan tenha bir bedenin sahibi gibi bağıra bağıra
anlatıyordu ölümü. Saçı sakalı bir birine karışmış orta yaşta bir adam neden bu kadar ölümden
korkabilirdi ki? Ya da ölümün yapmasına izin vermeyeceği kaç tane planı vardı? Kaç kişiden nefret
ediyor, kaç kişiye âşıktı? Bazıları ayyaş deyip geçiyor bazıları bir âlim gibi dinliyordu ama adam
bağırıyordu. Yaklaştım iyice yanına, ceketinin cebinde şiir kitabı, elinde vesikalık bir fotoğraf. Güzel bir
kadın vardı siyah beyaz fotoğrafta ve kelimeleri güzel kılan bir şairin kitabı vardı ceketinin yan
cebinde. Sanki tüm serveti bunlarmış gibi yokluyordu eliyle şiir kitabını, gözleriyle vesikalık fotoğrafı.
‘‘Son bir şey söyleyeceğim size ölümü uzak sanan, ama daha yaşarken ruhunu toprağa gömen
insanlar! Son bir şey söyleyeceğim size.’’ diyerek cebindeki şiir kitabını çıkarttı. Bir elinde kitap,
diğerinde siyah beyaz fotoğraf; iki elide alabildiğine havada, gözleri acırcasına bakarken insanlara:
‘‘ Eğer bu denli güzel kadınları severseniz, bu şiirlerin neden yazıldığını anlarsınız. Eğer bu şiirleri
severseniz, bir kadının, yaşayan bir adamı gidişiyle nasıl öldürdüğünü de anlarsınız. Ben ikisini de
sevdim ve ben bu hayatta iki kez öleceğim.’’ dedikten sonra usul adımlarla indi sokağın kıyısındaki
birkaç merdiven basamağından.
Emre Koç
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
GELMEDİM DAVİ İÇİN
Tefekkür etmek, bir diğer adıyla düşünmek,
bilim insanlarınca insanı hayvandan ayıran
yegâne özelliktir. Hepimiz, aksini ispat edecek
bir veriye sahip değilsek, bunu kabul ederiz.
Ancak şöyle bir etrafımıza bakınca kaçımız bu
fiiliyatı hakkıyla uygulayıp, insan olmanın
tadına varıyor, meçhul!
Kur'an-ı Kerim'in on sekiz yerinde bizzat fiil
olarak geçen ve bilimin bizi hayvandan ayırıcı
olarak nitelediği düşünmekten kasıt bizce;
yemek yiyeceğin, ders çalışacağın, uyku
uyuyacağın, gezmeye gideceğin vakti tayin
etmekle sınırlı bir şey olmasa gerek.
Düşünmek, en alt seviyesiyle dinlemenin
hakkını vermektir. Ağzından çıkan sözü
dinlemek, aklını dinlemek, kalbini dinlemek,
arkadaşını dinlemek, öğretmenini dinlemek,
bir sabah vakti kuşları dinlemek, eteğini
çekiştiren bir küçüğü dinlemek, yolun kenarına
oturup araba gürültüleriyle çevrelenmiş
hayatın süratli akışını dinlemek... Bunların
hepsi de kulak verildiği takdirde insanı
düşünmeye sevk eder. Düşünmek, insanı
özgür kılar. Belki bu yüzden şairler şiirlerini en
çok zindanda, sürgünde yazar. Belki bu yüzden
romanlarda pek çok karakter sokakta
dilediğince gezer.
İslam da üstüne kondurulmuş bağnazlık(!)
söylemlerinin aksine düşünmeyi övmüştür.
Zira, "Akıl sahipleri için bunda ibretler vardır.
"Akıllı ve düşünen insan, dünyanın hükmettiği
insan olmaktan sıyrılıp, dünyanın onun emrine
sunulmuş olduğu bilincine varıp hayatına ve
hayatından sonraya yön verecektir.
Hz. İbrahim mağarasından ilk çıktığında
rabbini aramıştı, tefekkür etmiş ve " Ben
batanları sevmem." diyerek aydan, güneşten,
yıldızlardan vazgeçmişti.
Tefekkür edip kimliğini, kişiliğini, amacını,
varoluş nedenini kavramıştı.
Abdülkadir Geylani daha çocuk yaşta,
babasını kaybettiğinde ilk kez öküzlerle çift
sürmeye gider. Tam işe başlar, arkasından bir
ses işitir. " Ya Abdülkadir, sen bunun için mi
yaratıldın?" Sesin geldiği tarafa bakar ve ne
görsün, öküz konuşmakta. Çok korkar ve
yorulmuş olduğunu düşünerek bir kenara
oturup dinlenmeye koyulur. O esnada
gökyüzünde "Lebbeyk!" sesleriyle tavaf eden
hacıları görür. Koşarak annesine gider ve ilim
tahsil etmek istediğini söyleyip evden ayrılır.
Bu kararı, dinleyip düşünüp uygulaması, onu
Abdülkadir-i Geylani Hazretleri haline getirir.
Rabbi ona yaratılış nedenini sorgulamasını bir
öküz vasıtasıyla bildirmiştir.
Tasavvuf, düşünmeyi öğreten bir okuldur.
Mevlana Celâleddin'in "Her gün bir yerden
göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne
güzel." düsturunu ölçü edinip, dünü dünde
bırakmayı, daima vaktin çocuğu olup daima
yenilenmeyi öğreten bir okul. Dervişlik ise bu
okula öğrenci olmaktır. Derviş, cahilliğini
bilmeyen cahilden cahilliğinin farkına varan
erdemli sınıfına terfii etmiştir. Diğer insanların
aksine o öğrenmeyi seçmiştir.
Tasavvuf yolunda eğitilen derviş yalnızca
batıni ilimleri öğrenmez, bunların yanında
pozitif bilimlerde de fikir sahibi olur. Gerek
kitapla kalemle gerekse ilm-i ledünle. O hem
dünya hem ahiret için çalışır. Ancak dünya
nimetlerini Allah yolunda koşmak için ister.
Ahireti ise cehennemden azat olmak için değil,
rabbine kavuşmak için ister. Bu isteği onu,
düşünen, çalışan, etrafına ve kendine faydalı
bir birey haline getirir. Bu bağlamda
düşünülürse dervişlik; aklı başından atmak
değil, aklı başına almaktır.
Hatice Türk
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Evet o, sol tarafındaki kalbine vurgundur; ancak sağ kolu da
düşünmesini sağlayarak onu rabbiyle tanıştıran, dünyanın ve
ahiretin anlamını kavratan aklıdır. Üstat Mustafa Özbağ
Beyefendinin deyimiyle " Derviş kalbini dinler, ona 'Sen
benim kıymetlimsin.' der. Aklına da döner der ki 'Sen
bana lazımsın, benim için önemlisin.' " Zira sufiler
yürüdükleri yolda tefekküre önem vermiş, akıllarıyla bu
dünya için, kalpleriyle dünyadan sonraki hayat için
yaratılış hikmetinin gayesiyle koşmuşlardır,
koşmaktadırlar.
Aklımız hayallere dalmadan, masallara karışmadan
sakinin yanına varıp can şarabından içmek ümidiyle sizleri
bir ömür boyu sürecek tefekküre davet ediyorum.
Bakın ne diyor şair:
“Sanman taleb-i devlet ü cah etmeye geldik
Biz âleme bir yar için ah etmeye geldik”
Resim kaynak: Harun Yıldırım
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir varmış, bir yokmuş. Gökte yıldız çokmuş.
Güneş, parıl parıl ateşini gönderip parlatmış
yıldızları. Yağmur, suyunun ferahlığını
göndermiş, huzur versinler diye. Toprak,
gizemini göndermiş, merakla seyredilsinler
diye. Ve rüzgar, alıp bu yıldızlardan birini
süzüle süzüle, periler hanı Ay Hanım’ın
başına kondurmuş.
Upuzun selvilerin, rüzgarla dans edip,
saçlarını gölün dingin sularında yıkadığı bir
yer varmış. Bütün doğanın, canlıların, hatta
görünmez yaratıkların bile huzur bulduğu bir
yer. Öyle ki hiçbir yaratık birbirinden
korkmaz ve hepsi büyük küçük her birine
sevgi duyarmış. Huzurun, mutluluğun, sevginin
başkentiymiş bu yer. İç içe geçen hayaller ve biri olmazsa diğerinin de olamayacağı harikalar diyarı…
Bu masal diyarında, dört prenses yaşarmış. Dört güzel ve efsunlu prenses. Bu güzel prensesler, her yıl
bütün dileklerin kabul edildiği, içinde sonsuz güzellikleri barındıran bir koruda toplanır sohbet
edermiş. Her biri en güzel elbiselerini giyip, yılda sadece bir gün gerçekleşen bu toplantı için
hazırlanırmış. İşte, yılın o günü bir kez daha gelip kapıyı çalmış. Prenseslerin her biri heyecan
içerisinde bu gün için hazırlanmışlar yine. Su, ayaklarına kadar akan saçlarına ışıklar kondurmuş. Ateş,
parıldayan yüzüne bütün canlılığını doldurmuş.Hava, etrafında neşeyle dans eden yapraklarla,
elbisesini süslemiş. Toprak, bütün dinginliğini takınmış ve çiçeklerinin hoş kokusunu sürünmüş
üzerine. Hepsi, bu toplantıya bütün ihtişamlarıyla hazırmışlar artık. Süzüle süzüle gelmiş Su. Dans
ederek yanaşmış Hava. Bütün heyecanıyla birden ortaya çıkmış Ateş. Bütün sakinliğiyle yavaş yavaş
katılmış aralarına Toprak. Güzelce selamlaşmış ve özlemlerini gidermiş, bu dört güzel ve efsunlu
prenses. Bir çok konudan bahsetmişler. Bir çok türkü söylemişler. Dönmüşler dolaşmışlar ve bir
konuda bir türlü karara varamamışlar. Hepsi de kendisinin en önemli olduğunu iddia etmiş ve
başlamışlar sırayla anlatmaya. İlk olarak Su söz almış ve demiş ki;
- Hiçbir şey yokken, ben vardım. Yaratılan ilk varlık benim. Bütün hayat, benimle can buluyor. Adımın
anlamını, nereden geldiğini hiçbir insanoğlu öğrenemedi. İçimdeki her bir parça, onlar için bir giz.
Ruslar, su anamdır dedi benim için. Latinler, su meditasyondur dedi. Çiçekler, benimle canlanıyor.
Bensiz kalan her canlı
soluksuz kalıyor. Bütün bu güzellikler, bütün bu doğa ve yaşam benimle var. Hayat ile ölümü, rahmet
ile gazabı, tenezzül ile kederi aynı anda içimde barındırıyorum. Zıtlıkların birleştiği o eşsiz yer benim.
İnsanlar beni üzmemek için hep güzel hediyeler sundular bana. Yüzüme doğru hiç kötü söz
söylemediler beni kızdırmamak için. Tükürmediler asla hiçbir gölüme, kirletmediler ve bunu küfür
saydılar. Bana daima hürmet gösterdiler. İşte, görüyorsunuz ya içinizde en değerli olan benim. Hem
gazabım büyüktür hem de nimetim.
Hava, Su’yun sözlerini dinledikten sonra, usul usul esip söze girmiş.
DÖRT GÜZELİN MASALI Busenur Aslan
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
- Yer ve gök benim hükümdarlığım. Ulaşamadığım çok fazla yer yok. Zaten, elimin değmediği hiçbir
noktada hayat yok, canlılık yok. Yaşam, neşe, endişe hep benimle birlik. Sevincim herkese neşe,
azabım sonsuz yıkım. Hem çok seviliyorum hem de her canlı biraz korkuyor benden. Bu hayatın
devamlılığı, benimle var. Varlığım, sonsuz. O kadar değerliyim ki insanoğlunun benden aldığı nefes
bile sayılı. Ben onun ruhuna bir hayat mekanıyım aynı zamanda maddi hayatının süresini de ben
belirliyorum. Sesimi, rüzgarla duyuruyorum insanlara. Sayfalarca düzdükleri şiirlerin her biri hava. Ben
hem sanatım hem duygu. Bakın, en değerli olan benim işte.
Parıl parıl gözlerindeki neşesiyle Ateş’e gelmiş söz sırası. Heyecanlı yapısından olsa gerek çabucak
başlamış söze;
- Hepinizden bir parça var bende. Biraz toprak, biraz rüzgar, biraz da su. Bütün bunlar, üstün tutar
beni size. Her bir şeyi değiştirebilirim ben. Katı olanı sıvı yaparım, sıvı olanı buhar. Yaktığım ağaç,
toprağa dönüşür. İnsanlar, hep saygı ve sevgi beslemişlerdir bana. Hayretle seyretmişlerdir
güzelliğimi. Korkmuş ve hürmet göstermişlerdir bana. Aslında biraz anlaşmazlıklarımız olduğu
doğrudur. Zira, ne benimle yaşayabiliyorlar ne bensiz. İkarus, beni tanrıların evinden çalıp insanlığa
verdi, insanlık var olmaya devam edebilsin diye. Sonra, bir çok insan beni İlah kabul etti ve bana
tapındı. Daima hürmet gördüm. Sizlerden hiç biri, yalnız başına bana karşı çıkamadı. Söyleyiniz, birlik
olmadan beni durdurabildiniz mi hiç? Şu gördüğünüz en büyük yıldız bile benden ibaret.Gazabım
bütün canlılığın sonu olur. Bu saydıklarımdan sonra benden başka kim daha önemli olabilir ki ?
Sükun içinde diğer prensesleri dinleyen Toprak’taymış artık sıra. Usul usul şunları söylemiş;
- Sizin gibi değilim ben. İnsanlar benden korkmadı öyle. Daima huzur buldular üzerimde. Hayat,
daima benim içime saldı köklerini. Dev çınarların da minik papatyaların da köklerinin tutunduğu ip
benim. Hem hayatım, hem ölüm. Hem gözyaşını döker insanlar bana hem de sonsuz huzura bende
ulaşırlar. Ebediyen uyuyor işte her birinin bedeni içimde. Ateş’in kor alevlerini tutsam da içimde, hiç
birini hissettirmem onlara. Daima bir anne gibi severim onları. Benden beslenirler, benimle hayat
bulurlar. Öyle çok büyük iddialarım yok benim. Fakat, ben çok değerliyim. Her mevsim farklı hediyeler
veririm onlara. Biliyorsunuz değil mi ? Her birinin mayası, hamuru benden yoğruldu. Onlar benim bir
parçam ben de onların bir parçasıyım. Bütün insanlar, benim, sudan sonra var edildiğimi düşündü.
Oysa ben, onunla beraber hep oradaydım. Gün yüzüne çıkmam, Tanrının emriyle oldu. İnsanlara kibri
değil, tevazuyu öğütledim daima. Şimdi de bunun dışına çıkamam ama biliyorum ki bende sizler kadar
değerliyim.
Bu konuşmalar böylece sürüp gitmiş. Aralarında bir karar varmışlar. Sadece bir güne mahsus olmak
üzere hepsi bir köşeye çekilmiş. Hava, çekmiş kendini, bundan dolayı Ateş yok olmaya yüz tutmuş,
suyun pek sevdiği canlılar, balıklar hepsi hayatlarına veda etmiş. Toprak’ın, o pek sevdiği rengarenk
çiçekleri sararıp solmuş. Sonra, Ateş çekmiş kendini ve Su, buz tutmuş, hareket edemez olmuş.
Toprak, kaskatı kesilmiş, içindeki koru sönmüş ve içindeki hiçbir tohum yeşerememiş. Hava, insanlara
verdiği nefesi veremez olmuş. Onun, o ılık şarkıları bile donmuş. Sıra, Toprak’ın gidişine gelmiş. Su,
koskoca dünyada yapayalnız kalmış bu yüzden. Hava,rüzgar olup, o kadar hızlı esmiş ki durduramamış
kendini. Çünkü artık onu tutan heybetli dağlar yokmuş. Ve ondan bir parça taşıyan Ateş’te eskisi gibi
yanamaz olmuş, sönmüş. Hava’da, tutmuş gidiş yolunu. O, gittiği zaman bütün canlılık, sonsuz
uykuya dalmış. Toprak, heybetli çınarlarının yıkılışına şahit olmuş. Kahrolmuş. Ateş, yine önemli bir
parçasını kaybetmiş olmuş ve sönmüş. Su ise, olduğu yerde kalakalmış, hareket edemez olmuş.
Dört prenses, bu korkunç günden sonra bir daha üstünlük yarışına girmemiş. Daima, el ele, kol kola
olmuşlar. Anlamışlar ki, onlar beraber var olabiliyorlarmış. Ve ne zaman içlerinden biri, içinde kibir
tohumu filizlenmeye başlasa, bu günü düşünüp onu, havasız, susuz, topraksız ve ateşsiz bırakmış.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARDINDAN
Teyzemin aldatılışını üzülerek bir kez daha dinledim. Üstünden uzun
yıllar geçmesine rağmen hala üzerinden atamıyor olmalıydı. Ama hala
neyden kaçtığını anlatmıyordu. Yüzüme baktı, gözleri dolmuştu.
Ellerimi avuçlarına aldı ve :
-Dinle. Anlatacaklarımdan hiç şüphen olmasın ki benim hiçbir suçum
yok. Kötü tesadüfler her zamanki gibi bu yaşlı teyzeni buldu. Aradan
onca yıl geçti ve emin ol intikam almak isteseydim bu kadar
beklemezdim.
Sonunda teyzem beni buraya kadar sürüklediği o müthiş gizemi
anlatıyordu. Tamam dercesine gözlerimi yumdum ve onu dinlemeye başladım.
Teyzemin Ertan Eniştemle evliliğinden bir çocuğu olmamıştı. Anlattığına göre evliliğinin ilk yıllarında
bu durum ona ağır psikolojik sıkıntılar getirmişti. Onun o anaç tavrı tabi ki anneliği en çok onun hak
ettiğine işaretti ancak enişteme göre nasip olmamıştı. Eniştem ona hep destek olmuş ve çocuk sahibi
olmadan da pekala mutlu olabileceklerini ona göstermeye çalışmıştı. Hatta bu çiçekçi dükkanı bunun
üzerine açılmış, teyzem mutlu olsun diye ne istiyorsa yapılmıştı. Firuze Hanım’ın ortaya çıkışıyla her
şey birden bire alt üst olmuştu. Boşanmalarının ardından eniştemin o kadınla evlendiğini ve bir de
oğullarının olduğunu öğrendik. Eniştemin artık bir çocuk sahibi olduğunu öğrenen zavallı teyzeciğimin
kalbi tahmin ediyorum ki bin parçaya bölünmüştü. Belki de bu yüzden o bana hep kızı ben de ona
annemmiş gibi davrandım. Onu annemden hiçbir zaman ayrı tutamazdım. O,kollanmaya
muhtaç,dünya tatlısı bir insandı.
Teyzem kendisini tam toparlamıştı ki avukatından onu çok sinirlendirecek bir haber daha geldi.
Teyzeme ait olan bir üzüm bağı eniştem tarafından onlar boşanmadan önce keşfedilmiş ve bir şekilde
teyzem kandırılarak o arsanın bir kısmı eniştemin üzerine geçmişti. Ancak şimdi bu arsa devlet
tarafından kamulaştırılacaktı ve teyzemin bu konuyla acilen ilgilenmesi gerekiyordu. O zamana kadar
varlığı unutulmuş bir arsanın ayyuka çıkışı ve üstüne üstelik buna eniştem tarafından el konuluşu
teyzemi bir kez daha üzmüştü. Üzüm bağını görmek için gittiğinde bağın yerini tamamen adeta bir
botanik bahçesinin kapladığını gören teyzem bu kez hiç şaşırmamıştı. Ertan Eniştem her yerde izlerini
bırakmayı seven bir insandı. Teyzem bahçeye girdiğinde genç bir delikanlının bağırışlarını duymuştu.
Merak edip tamamen içeri girdiğinde gencin elindeki silahı yaşlı bir kadının alnına dayadığını
görmüştü. Teyzem kadını alnındaki et beninden ve o gökyüzü mavisi gözlerinden tanımıştı; “Firuze’’.
Tetiği sıkmasıyla kadının yere yığılması bir olmuştu. Teyzem , gözlerinin önünde kadın ölürken kaçan
gencin yüzünü tam olarak görememişti.Gözü yere düşen silaha takışmıştı.Bu enişteme ait bir silahtı,
emin olmak için yere eğilip silahı eline aldığında yaptığı yanlışı fark etti.Üstelik ölen kadının Firuze
Hanım oluşu tabi ki her şeyi üzerine çekecekti.Silahı çantasına alıp arkasına bakmadan oradan
çıkmıştı. Şimdi bunu nasıl atlacaktı?...
Sırdem Kemiksiz
Bölüm -3-
Devamı gelecek…
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Başla nasıl başlarsan,
Olmaz her şeyi taşlarsan.
Susarsan anlatamazsın.
İç ve konuş, sual et.
Her lafz bir hitabet.
Bu kalem ne ham ne pişmiş,
Sadece ortasından yetişmiş.
Gül ve gonca açmış,
Papatyalar sararmış.
Bir tarafta bereket,
Diğer yerde kuraklık.
Elimde bir sen tutuyorum
Bak bir de papatya.
Oku ve anla.
Sonrası muamma.
Buraya kadar ne anladın?
Vakit geçti saymadın.
Zaman seni ekip biçiyor,
Fark etmeden sinsice seçiyor.
Miskinliği bırak toparlan.
Mistik bir şiir için odaklan.
Ahali durgun, ahvalim yorgun.
Zaman bir papatya,
An ise gül ve gonca.
Bırak papatya sararsın,
Gül ve gonca kurumadıkça.
Sen içini ferah tut.
Kısa bir not şunu sakın unutma.
Her dakikan bir lütuf,
Yağmur öncesi bir bulut.
Elbet sel ve taşkın gelecek,
Toprak hepsini çekip süpürecek.
Karanlık biter bulutlar gider sonra
Güneş açar saçar bereket.
PAPATYA
Süleyman Erkut
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
-Mavi, kırmızı, yeşil, sarı… Bütün renklerde
uçurtmamız var ufaklık, sen hangi rengi
beğendin söyle bana hemen indirip
vereyim.İstemiyor musun yoksa beğenmedin
mi? Bence sen kırmızıyı beğendin,hayır mı?
Sen söyle o zaman,cevap vermeyecek misin?
Anlayamadım ki ben seni, yüzüme öylece
bakıyorsun.Alacak mısın yoksa sadece bakıyor
musun? Benim de işlerim var ama beş tane
uçurtma daha yapacağım, oyalıyorsun beni.
Hadi git git kapatma kapının önünü müşteri
gelmiyor sonra. Allah’ım nedir benim çektiğim
şu çocuklardan…
Kapı eşiğinde gri atletli çocuğun uçurtmaya
bakışlarına anlam veremedi Akif. Sanki yeni
çıkmış bir çizgi filmi izliyor gibiydi çocuk. Akif
uçurtmaların karşısına geçip gözleriyle mavi
olanı seçti,o çocuk gibi gözlerini kısarak mavi
uçurtmaya baktı,baktı ve gözlerini uçurtmadan
çekmeyerek babasına:
-Baba,bence demin gelen çocuk maviyi
beğenmişti,gözü hep ondaydı,sanki hayalinde
uçurtmayı göklere salmış,uçurtmanın rüzgarla
olan yarışını izliyordu.
-Bu uçurtmalar bakmalık değil bunu sende
biliyorsun evladım,hem uçurtmaları satmalıyız
ki okul kıyafetini alabilelim,sen galiba eski okul
önlüğünü giymek istiyorsun?
Ben elbette eski okul önlüğümü giymek
istemiyorum ama hani şu çocuk vardı ya
gözleri yeşil,toprak rengi gibi teni
vardı,parmakları ayağındaki terliklerden dışarı
taşmış olan,üstünde gri atlet gibi bir şey vardı
galiba, adını bilmiyorum,işte o çocuk
uçurtmalara o kadar şaşkınlıkla ve hayranlıkla
baktı ki… Daha önce dükkana gelen çocuklar
hiç böyle bakmamıştı.Genelde benim
yaşlarımda- on ya da on bir yaşlarındaki-
çocuklar babalarının ellerinden çekiştirerek
dükkana girerler. Gözleri o kadar hızlı bir
şekilde uçurtmaları tarar ki hangi ara baktı da
bu uçurtmayı istiyorum dedi anlayamazsınız.
Babalarına bu uçurtmayı istiyorum demeleri
yetiyordu. Hangisini istiyorsa hemen alınır ve
gidilirdi. Bizim uçurtmalarımız bu kadar
bakılmaya, incelenmeye alışkın değildir.
-Baba biraz dışarıya çıkabilir miyim? Belki
arkadaşlarımı görürüm, olur mu baba?
-İyi bakalım çık ama yarın dükkandan dışarıya
çıkmak yok, kalıp bana yardım edeceksin
tamam mı?
-Tamam baba, tamam.
Acaba koşsam yakalayabilir miyim çocuğu? Adı
neydi acaba, keşke sorsaydım ama hiç
konuşmadı ki nasıl soracaktım. Koş Akif koş…
Hadi fazla uzaklaşmış olamaz öyle değil mi?
Uçurtmalara neden öyle baktı bilmeliyim. Belki
gizli bir uçurma tekniği bulmuştur onu
düşünüyordur, koş, daha hızlı… …
-Nefes nefese kaldım seni bulacağım diye, ne
kadar hızlı geldin buraya,neyse boş ver. Benim
adım Akif uçurtmacının oğluyum ben,
uçurtmacı Nedim’in oğluyum. Daha demin
oradaydın, gördün orada beni dimi, hah işte
Mavi Yolculuk
Hilal Akarslan
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ben o çocuğum. Ben adımı söyledim hadi
sende söyle tanışalım artık.
-Benim adım, Ömer.
-Ömer, Ömer… Tamam, memnun oldum.
Ömer diye hiç arkadaşım yok zaten adını
unutmam anlayacağın.Ömer sana bir şey
sormam lazım,uçurtmalara neden öyle baktın?
Bak ikimizde arkadaş olduk dimi, artık
arkadaşız hatta dost bile olabiliriz, gerekirse
şurada kırık şişeler var ya bak gideyim bir cam
parçası alayım parmağımızı kesip kan kardeş
olalım,ister misin?İstemez misin,tamam
korkma Ömer,sadece arkadaşın olmak
istiyorum ve uçurtmalara neden öyle derin
derin baktığını bilmek…
Ömer biraz şaşırmıştı, şaşırması da gayet
normaldi aslında. Suriye’den geldiği için herkes
ona yabancı gözlerle bakıyordu ama çocuk bu
hem de savaş çocuğu üzülüyordu elbet.
Ömer, Akif’in kahverengi gözlerindeki o
merakı geri çevirmek istemedi.Bugün babası
onu dükkanın önünden kovsa da ne babasına
ne de Ömer’e kızabilmişti. İçinde en ufak bir
kırgınlık yoktu, tabii sadece onlara karşı, yoksa
Ömer çok kırgındı onu toprağından ayıranlara,
dayısından ayıranlara,evinden,arkadaşlarından
ayıranlara çok kırgındı ve bu kırgınlık hiç
geçmeyecekti.Ömer gözlerini duvarlarının
sıvası çatlamış,bahçesinin tüm çiçeklerin
dolduğu eve bakarak konuştu:
-Ben, annem ve bir de ufak kız kardeşimle
birlikte Suriye’den savaştan kaçtık. Bizi kendi
toprağımızdan kaçmaya mahkûm ettiler.
İnsanlar çok kötü Akif arkadaş, insanlar çok
kötü… Suriye adını duydun mu hiç?
-Evet duydum, sen bizim komşu ülkemizde
oturuyordun demek, eee anlat hadi?
-İlk başlarda gece uyuyabiliyorduk ama sonra
gecede uyuyamaz olduk atılan bombalardan
dolayı. Babam esmer bir adamdı, uzun boyu
vardı, senin babandan bir parmak kadar daha
uzundu. Her pazar günü ailecek piknik
yapmaya giderdik. Bu bombalardan, ateş
açılan silahlardan dolayı uzun zamandır
gidemiyorduk pikniğe. Sabah yola çıkmadan
radyosunu aldı babam frekansı ayarlamakla
uğraşıyordu. Annem ise güzel çörekler
yapmıştı yine mis gibi kokuyordu evin içi… İlk
defa babam beni uyandırmadan uyanmıştım o
gün, çöreklerin mis kokusundan uyanmamak
mümkün değildi. Hep beraber hazırlanıp yola
koyulduk. Bugün aslında uzun zamandır atılan
bombaların sessizliğine aldanarak çıkmıştık
yola, sessizlik aldatıcıdır arkadaşım, biz
sessizliğe aldandık ve düştük piknik yollarına…
Pikniğe giderken arabada satılan uçurtmaları
gördüm. Renkleri aynı sizinkiler gibiydi
mavi,kırmızı,yeşil ,sarı… Babamla biz en çok
maviyi severdik,mavi erkek adam
rengidir,derdi babam.Benim ısrarım sonucu
cebindeki son paranın yarısını mavi uçurtmaya
verdi.Yine gittik her zamanki yerimize,aynı
ağacın altına piknik örtümüzü
serdik.Çöreklerimizi yedik sonra annem
uyuyan kardeşimin üstünü entarisinin ucuyla
örttü,biz de babamla uçurtmayı
havalandırmaya çalışıyorduk. Babam; ‘sen
uçurtmayı tut ben de ipini tutup dengesini
sağlayacağım, hadi aslan parçası koş…’arkamı
dönüp koşmaya başladım, babamdan gittikçe
uzaklaştım, koştum koştum… Tam duracağım
anda bir gürültü koptu ki kulaklarını sağır eder,
inan hayatında bomba sesi hiç duymadıysan
kulaklarını sağır eder… Arkamı dönmemle
uçurtmanın ipinin elimden düşmesi bir
oldu,arkamı dönmemle babamın uçurtma olup
uçması bir oldu… Benim babamı uçurtma
uçururken bizden aldılar, özgürlüğe uçarken
kanadını ateşe verdiler. Aslında ben dükkânda
sizin mavi uçurtmanıza bakmıyordum, mavi
uçurtmadaki babama bakıyordum, arkadaş.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Doğmuşum ben Avcıköy’de bin sekiz yüz elli birde
Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde”
Gaspıralı İsmail
Takvimler 1851’in Mart ayını gösteriyordu. Hem Kırım Türkleri hem de Rus
Çarlığının işgali altında yaşayan Türk ve Müslüman halkların en karanlık
dönemleriydi. 20 Mart günü bir güneş doğdu Kırım’da. Güneşin sarısı işledi bütün
Kırım’a, bütün Türk coğrafyasına... Güneşin adı Gaspıralı İsmail’di...
Henüz on yaşındayken Akmescit Lisesi’ne gönderilen Gaspıralı İsmail milli hissi,
milli şuuru ilk önce kendine hep yabancı hissettiği Rus Askeri İdadisi’ndeyken
duymaya başladı. Pazar günleri evlerinde misafir bulunan kimselerle,
milliyetperver Rus aileleriyle geçen sohbetler, Pan-islavistlerin liderlerinden
Katkov’un Girit Savaşı’yla ilgili Türkler aleyhine yazdığı makaleler onda etkili
olmaya başladı. Henüz 14-15 yaşlarındaydı. Katkov’un makaleleri o kadar
coşturdu ki Gaspıralı’yı, 1867 yazında Girit’teki Türklere yardım etmek için Girit’e
gitmeye karar verdi ve bir arkadaşıyla beraber yola çıktılar ancak pasaportsuz
vapura binmek üzereyken jandarmalar tarafından yakalanarak ailelerine iade
edildiler.
Bu maceradan sonra İsmail Bey bir daha Moskovo’ya, Askeri İdadi’ye dönmedi. Kırım’da kaldı ve medresede
Rusça muallimi oldu. Burada geçirdiği yıllar içerisinde bilgi birikimini iyice artıran Gaspıralı, zihninde teşekkül
eden yenilikçi fikirleri ilk olarak tayin edildiği Zincirli Medresesi’nde uygulamaya çalıştı. Öğrencilerine Rusça
öğretirken bir yandan da “usul-i cedid” (modern metod) uygulayarak Türkçe dersleri vermeye ve
medreselerdeki skolastik eğitim tarzını eleştirmeye başladı. Ancak böyle yeniliklere hazır olmayan halk
tarafından kısa zamanda tepkiyle karşılanan Gaspıralı ölümle tehdit edilince medreseden ayrılmak zorunda
kaldı...
Tarihler 1872 sonbaharını gösterdiğinde Gaspıralı Paris’e gitti. Burada Batı medeni hayatını, güzelliğiyle
çirkinliğiyle, iyisiyle kötüsüyle öğrenme şansını buldu. Paris yıllarında henüz 21-22 yaşlarında olan İsmail Bey,
ancak iki yıl burada yaşadıktan sonra 1874’te İstanbul’a geldi. Memuriyete uğraştı, muallimliğe tayin edilme işi
uzadı ve ancak bir yıl kadar İstanbul’da bulunabildi. Bu süre zarfında İstanbul’da Osmanlı Devleti’nin idare
usullerini, devletlerarası vaziyetlerini, Türkiye’yi incelemiş oldu ve Gaspıralı nihayet yine memleketi Kırım’a
döndü.
Kırım’ dönen Gaspıralı 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiçbir işle
uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi. “Milleti gerçek anlamda tanımadıkça, hizmetin
mümkün olmayacağını” düşündü.
Gaspıralı, 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçildiğinde yenilikler gerçekleştirebileceğini ümit etse
de önüne yeni engeller çıkartıldı. Belediye başkanı olarak görevlerini bütün imkansızlıklara rağmen yerine
getirmeye çalışırken “milletine yayın yoluyla hizmet etmek” isteyen Gaspıralı çeşitli gazetelere yazılar,
makaleler gönderdi. Ne var ki Rus sansürü çabuk uyandı, bu risalelerin yayınını adları başka olsa da gazete
hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle yasakladı.
Gaspıralı İsmail Bey'in Tercüman için biraz daha zamana ihtiyacı vardı...
Dilde, Fikirde, İşte: Gaspıralı Ayşe Bengisu Akdağ
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yıllar birbirini kovaladı... Yoğun faaliyetlerin içinde çalışmalarına devam eden
Gaspıralı’nın kapısını bu kez romantik bir aşk macerası çaldı. Kazan eşrafından zengin bir
iş adamı olan İsfendiyar Bey’in kızı Zühre Hanım çok kültürlü bir genç kızdı ve yazılarını
okuduğu İsmail Bey’e karşı büyük bir saygı ve sevgi duyuyordu. Zühre Hanım’la
Bahçesaray’ın tarihi yerlerini gezerken tanışan Gaspıralı daha sonra Yalta’ya giden Zühre
Hanım’ı orada da ziyaretlere gitti. Ona fikirlerinden, ideallerinden bahsettiği gibi
duygularını da açtı. Aynı yılın sonlarına doğru İsmail Bey, İsfendiyar Bey’i malikanesinde
ziyaret edip kızını istedi. Ancak Zühre Hanım’ın gururlu bir aristokrat olan zengin
fabrikatör babası tarafından kovuldu. Fakat iki genç her şeyi göze almıştı. İsmail Bey, bir
gece Zühre Hanım’ı kaçırdı. Gizlice nikahlarını kıydılar ve Bahçesaray’a döndüler...
Ve tarih 1883 senesi Nisanının onuncu gününü gösteriyordu... “Bahar güneşi ile dünya
dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtünüp ölü gibi
uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz bahar çiçeği, ‘Tercüman’ açıldı.”
“Tercüman”ın en önemli konusu millete kendi dilinde ilim vermekti. Hatta ondan
önce bu yolda çıkardığı yayınların hepsinde Gaspıralı İsmail, “Dil” meselesine çok
önem vermişti. Türk dilinin zenginliğine, bu dile yabancı kelimeler karıştırmanın
lüzumsuzluğuna, Türk dilinin varlığına dair birçok makaleler yazdı.
Tercüman Rusya’da çıkan ilk Türk gazetesi değildi ama yaygınlığı ve oynadığı rol
bakımından en önemlisiydi. Tam 33 yıl yaşayan dergi 1916 yılında kapandı. “Osmanlı
ülkesinde yakından takip edilen Tercüman, Kahire’den Kaşgar’a, Kazan’dan
Hindistan’a kadar yayılmış, tesirleri de o derece güçlü olmuştu.”
Yazar, aynı fikirleri Tercüman’dan önce duyurduğu “Tonguç”un ilk baskısının
önsözünde milletine şöyle hitap etmişti:
“ Milletimizin eseri olan lisanımız, edebiyatça işlenmemiş ise de eğitime ve
kaidelere gelecek lisandır. Gayet nazik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden,
Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki eğer lisanımız usta bulup işlenirse
şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur. Muradımız lisanımızı
ilerletmektir.”
Kırım yazarlarından Hasan Sabri Ayvazaof, Gaspıralı ile çalıştığı uzun yılları
anlatırken onun nasıl bu işe aşık olduğunu şöyle anlatmıştı:
“ Sıhhati yerinde olduğu zamanlar her gün birkaç saat matbaada otururdu.
Sabahları odasından çıktığında matbaadaki motörlü makinaların sesini işitmezse
rahatsızlanırdı. Makinenin ne için işlemediğini sorar anlardı. Bir gün matbaada
uzun saatler oturduğunu görüp kendisine ‘Efendim, bu makine gürültüleri ve boya
kokuları içinde niye bu kadar çok oturuyorsunuz?’ denildiğinde gülerek: ‘Matbaa makinaının gürültüsü benim
için en güzel bir musiki olduğu gibi boya kokuları da en latif çiçeklerin rayihasından hoştur. Saatlerce
matbaada kalsam ne makinanın gürültüsünden usanırım, ne de boya kokusundan’ cevabını vermişti.”
Gaspıralı’nın prensiplerinden biri de Türk kadınına hürriyet ve erkeklerle eşitlik oluşturmak gereğiydi. Ona
göre “milletin anaları, milletin birinci eğitimcileri kadınlardı ve kadınlar hayatı anlamayacak olursa çocuklarını
hayata kabiliyetli olarak yetiştiremezlerdi.” Milletin yarısı kadınlardı. Eğer kadınlar hayattan uzak kalırsa milletin
hayatı ve çalışması da yarım kalırdı”. Kadın konusuyla ilgili bu düşüncelere sahip Gaspıralı’nın bu konudaki en
önemli eseri şüphesiz yazdığı “Kadınlar Ülkesi”ydi...
“Hayatının
sonuna kadar
Gaspıralı’nın
ideallerinde en
büyük destekçisi
olan ve ona dört
çocuk veren Zühre
Hanım, kocası
Tercüman’ı
çıkarmaya karar
verdiğinde hiç
tereddüt etmeden
bütün altınlarını
ve mücevherlerini
ortaya
koymuştu.”
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İsmail Bey, gittikçe gelişen ve olgunlaşan fikirlerini yaymak için yalnız yazıya başvurmuyordu hemen her sene
Türk dünyasının bir yerine seyahat ederek oradaki Türklerle bir araya geliyor, fikir alışverişi yapıyor, Türk-İslam
aydınlarıyla haberleşiyordu.
Rusya’ya 1905 senesi geldiğinde ihtilal ilan edilince Gaspıralı da basın hürriyete kavuşmuştu ve bütün Türk
milletinin, büyük milletler arasındaki hayat kavgasında “mağlub, mahkur ve nabud” olmaması için bulduğu
çarelerin özetini bir prensip halinde “Tercüman”ın başına ilave etti:
“Dilde, fikirde, işte birlik!”
Gaspıralı, “dilde birlik” idealinin gerçekleşmesi için Türkçeden mümkün
olduğunca yabancı kelime ve kuralları çıkarmayı ve yerli kelimeleri Osmanlı-Türk
alfabesine uydurarak kullanmayı öngörüyordu. Bunda esas hedefi İstanbul
Türkçesiydi. “Sonunda öyle bir dil kurulmalıydı ki, Mehmed Emin’e yazdığı
mektupta da söylediği gibi, Türkistan steplerindeki Türk devecileriyle
İstanbul’daki kayıkçılar ve hamallar bile rahatça anlayabilsin”. Ona göre Türkçe
konuşan dünyanın kaderi, herkes için geçerli bir haberleşme aracının, yani ortak
dilin tesirine bağlıydı. Bu da eğitimle mümkündü.
Gaspıralı 1903’te çok sevdiği eşi Zühre Hanım’ı kaybetmesine rağmen ideallerini
gerçekleştirme yolundaki azminden hiçbir şey kaybetmedi. İslam âlemini
harekete geçirmek için diyar diyar dolandı, konferanslar tertip etti. “Hasta
adam” tabirine karşı çıktı her zaman. Diyordu ki “ Hele zincirler bir koparılsın,
görün nasıl sağlam ve hoş bir yiğit çıkacak!”
Ve takvimden yapraklar koparıla koparıla 1914 yılının Eylül ayına gelinmişti.
Gaspıralı İsmail, 9 Eylül sabahı ailesini başına toparladı, fısıltıyla gücünün
yettiğince konuşmaya çalıştı:
“Söyleyeceklerime dikkat ediniz. Dünden beri kendimi fena ve ağırca hissediyorum. Bu halin neticesi
bugünlerde anlaşılacaktır... Madem ki doğduk bir gün elbet öleceğiz... Sözlerimden müteessir olmayın...
Şayet ölürsem Tercüman gayri kabili taksimdir. Hiç taksim edilemez. Evlatlarım çalışsınlar, iradından istifade
etsinler. Tercüman’ı söndürmezler ümidindeyim...”
Eylül 11’de sabah saat 7yi gösteriyordu... Gözleri yarı açık bulunuyordu. İsmail Bey son nefesini verirken
gözlerini bir daha açıp etrafına bakındı ve ebedi olarak gözlerini yumdu...
“ Büyük Allahım! Altmış üç buçuk sene yaşadım. Bu hayatın otuz beş senesini
Müslümanların uyanması, terakkisi, talisi ve tekamülü uğrunda sarfettim.
Milletimin selamet ve saadeti için elimden her ne geldiyse hepsini yaptım.
Yarabbi!...Artık ne varsa hepsi senin, her şey senin elindedir Allahım!...”
Gaspıralı İsmail
“Sonunda öyle bir
dil kurulmalıydı ki,
Mehmed Emin’e
yazdığı mektupta
da söylediği gibi,
Türkistan
steplerindeki Türk
devecileriyle
İstanbul’daki
kayıkçılar ve
hamallar bile
rahatça
anlayabilsin”
Kaynaklar: Gaspıralı İsmail Bey/ Cafer Seydahmet Kırımer
Yeni Türk Devletinin Öncüleri/ Yusuf Akçura
Bahçesaray Dergisi Nisan 2004
“Türk Dünyasının Büyük Düşünür ve Reformisti Gaspıralı İsmail Bey” B. Ayvazoğlu Türk Edebiyatı Dergisi Nisan 2014
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Ey vatan kardaşı, sen gel gayrete
Her hizmete bir hüner muradı haliktır.
Al hemen kalemle kitabı gel himmete,
Bin hayvana bir insan hünerle galiptir.
Çünkü farz olmuştur ilim bu ümmete,
Kimge tâbi olmayan kitaba tâbidir.
Hünersizlik yakışmaz bizim millete,
Bin kılıçka bir kalem daim galiptir.”
Gaspıralı İsmail
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İsmail Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a
İsmail Gaspıralı Mehmet Emin Yurdakul’un gönderdiği mektuba cevaben 12 Mart 1889’da
kaleme aldığı mektubunda, sade Türkçeyle yazılan şiirlerinden duyduğu memnuniyeti bu
satırlarla açıklamıştır:
“Şiirlerinizin dilinden başka, fikirleri de İstanbul’un "ay yüzlü"ve ‘kara saç ile mavi göz’den ibaret şiir
eserlerinin hepsinden üstündür. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin; bastonları, ceketleri alamet olan
şık beylerin tarzına zıt, sade ve kaba(!) Türkçe’yle yazmak büyük cesarettir. Mensur ve manzum
eserler arasına böyle sistemli bir eser kazandırmak, Türk âlemine büyük bir hizmettir. En içten
tebriklerimi sunuyorum. Türk âlemine dediğim abartı sanılmasın. Abartmayı ne severim, ne de
ederim. Çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle
okuyabilecekleri gibi; Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve
Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzûlî ve Nâbî bile nail olamadılar. 40-50 milyonluk ve 30
asırlık âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki,bu sizin için bir şeref, bizim içinse bir
saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman gazetesinin çabası da bu yolda hizmettir. Sade ve kaba(!)
Türk dilidir ki, Dersaâdet’in hamal ve kayıkçılarına, Doğu Türkistan’daki Türk devecilerine ve
çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan ve Sibirya’da olduğu gibi, Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray
dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur. İstanbul edebiyatının sistemsiz devamından ve dudu kuşu
dilinden usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için Allah sizden razı olsun. Size
kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum.”
Gaspıralı İsmail Tercüman Gazetesi’nde çalışmalarında...
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gaspıralı İsmail dostu Yusuf Akçura ile Birlikte...
Gaspıralı İsmail ve ailesi
1890 yılına ait bu fotoğrafta, soldan: Zühre
Hanım, Gaspıralı İsmail Bey ve Fatma Hanım ile
Rıfat ve Şefika Gaspıralı...
Prof. Akçoraoğlu Yusuf'un «Türk Yurdu» dergisindeki
«Muallime Dair» başlıklı yazısından:
«İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, mümtaz bir
muharrir, içtimaî ve siyasî bir mütefekkir ve faal bir
cemaat hadimiydi. Lâkin bütün bu sıfatlar İsmail Beyi
tanıtamaz. Türk ve İslâm âleminin son yarım asırlık
âleminde, saydığımız evsafı haiz olabilecek yirmi - otuz kişi
sayılabilir, fakat İsmail Bey tekdir, onun bir eşini daha,
değil yalnız geçen elli yılın içinden, hattâ bir kaç asırlık
İslâm ve Türk hayatından bulup çıkarmak zordur. Bence
İsmail Bey'i hakkile tarif edebilecek bir sıfat vardır ki, o da
ulemayı nasaranın hazreti İsa'dan bahsederken
kullandıkları «muallim» tâbiridir. İsmail Bey «Muallim» di;
o bir kısım beşeriyetin dünyaya ve hayata nazarlarını
değiştirmeğe muvaffak oldu: Şimal Türklerinin hayatı
fikriye ve içtimaiyelerinde azim bir inkılâbın husulüne fikrî
menba, İsmail Gaspirinski'nin dimağı olmuştu. Bu noktayı
nazardan İsmail Bey bir «inkılâpçı» ve medeniyeti
garbiyenin «reformatör» kelimesine ithal ettiği mefhum
murat olunmak üzere" bir «müceddit»tir.
Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Işık-Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Oyuncak Müzesi’nin
sizin uzun zaman hayalini kurduğunuz bir şey olduğunu ve bu hayalin nasıl gerçekleştiğini az çok
biliyoruz. Bu hayali gerçekleştirirken neler yaşadınız ?Bir hayali gerçekleştirmek nasıl bir duygu ?
-Bunun iki yolu var. Bir çok güzel, ikincisi çok kötü.
-Işık :Kötüden başlayalım
-Peki kötüden başlayalım Kötü çünkü ülkemizde özel müzeciliğin gelişme ve oluşma koşulları ne
yazık ki olgunlaşmadı. Bizde özel müzeleri holding sahibi olanlar açıyor; Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ki
onlar çok büyük hizmette bulundular. Yani müze açmak bir zengin uğraşı olarak algılanıyor. Oysa
dünyadaki müzeleri kişiler şahıslar açar. Bunların zengin olmasına gerek yok. Çoğu da koleksiyonerdir.
Bizde müzecilik bir zengin uğraşı görüldüğü için ne yazık gerekli koşullar oluşturulmadı. Kurulduğumuz
ilk günden bugüne ne yazık ki vergi ödüyoruz. Müzeler ticarethane değildir. Müzeler para kazanmak
için açılmazlar. Kütüphaneler de öyle. Ama müzeler toplumların hafızasıdır, belleğidir. Müzeleri olan
toplumlarda demokrasi gelişir. Ben bu düşünceyle İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kurdum. Aradan 10 yıl
geçti ama ne yazık ki hala vergi ödüyoruz. Müzeler devlet desteği ile ayakta durur. Ben destek
istemiyorum; köstek olmasınlar yeter diyorum. Bu ne yazık ki olumsuz koşullar. Bu konularda iyileşme
yok. Güzel olan tarafı ise, toplumunuz adına bilgi toplumu olmakta, aydınlanmakta çok önemli ve
büyük bir adım atıyorsunuz. Bu taraf beni daha çok ilgilendiriyor.
Ben şikayetçi değilim bu olumsuzluklardan. Bunları bilerek yola çıktım. Ama düzelmediği için de
üzülüyorum. Çünkü 10 yılda bazı şeyler değişmez mi ? Gerekli yasal düzenlemeler yapılmaz mı ? Ne
yazık ki yapılmıyor, önemsenmiyor. Demokrasi o ülkenin müzeciliğinin gelişmesiyle mümkündür.
Çünkü müzeler bilgi mabedleridir. Bilgi toplumlarında müzelerden söz edilir. Aydınlanma yolunda yeni
bir kale kazandı toplumumuz, güzel olan tarafı bu. Oyuncak Müzesi’yle bir farkındalık yarattık.
Ailenin,çocuğun,hayallerin tarihini anlattık.
Işık-Oyuncak Müzesi farklı bir müze...
Evet,bu konuda bir ilki gerçekleştirdik.
Sunay AKIN İLE SÖYLEŞİ Işık Selin Orhuntaş
``Berlin’den tekerlekli, oyuncak beyaz atı kendim için almıştım.Bir
edebiyat arkeologu gibi oyuncağın izini sürüyor yalnızca yazılı
metinlerle sınırlı kalmıyor sözü edilen oyuncakları da görme arzum
giderek alevleniyordu.Sayfaları eski oyuncak kokusuyla dolan kitabı
hazırlarken tekerlekli beyaz atın yanına ikinci bir oyuncak koydum ve
o an verdim kararımı; bir oyuncak müzesi kuracaktım.
Kırdığımız Oyuncaklar’dan
Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Işık- İnsanlar müze deyince geri adım atar,sıkılırlar…
-Ne yazık ki bizde öyle. Bizde müzecilik depoculukla bir tutuluyor. Toplumun bu konuda ilgi
göstermemesinde haklı olduğu yerler var. Çünkü bizde müzecilik toprak altı-arkeolojik eserlerin
sergilendiği yerler olarak biliniyor. Hayır! Artık müzecilik çok farklı bir yerde dünyada. Biz çağdaş
müzecilikten, müzeciliğin yeni akımlarından haberdar değiliz. Biz bunları anlatmaya çalışıyoruz
Türkiye’ye.
Işık: Bu konuda Oyuncak Müzesi gerçekten önemli bir adım. Peki, edebiyatı bir oyuncağa
benzetseniz, neye benzetirdiniz ?
-Edebiyat, tamamıyla oyuncak. Çünkü, edebiyat dediğimiz bir hayal dünyası. Hayal dünyasında çocuk
dediğimiz neyse edebiyatta da sözcükler odur. Edebiyat bir oyun dünyasıdır, oyuncağın yerini
sözcükler alır. Sözcüklerle oynuyorsunuz bu sefer.
Işık:Çok hoş bir benzetme oldu. Bir röportajınızda ‘’İnsanlığın tarihini hiçbir şey oyuncaklar kadar iyi
anlatamaz.’’ demişsiniz. Bizim oyuncaklarımızla yurtdışında üretilmiş oyuncaklar çok farklı. Bizim
kitaplardan veya sanattan uzak yetişmemizin altında oyuncakların rolü ne kadar ?
-Bakın, bir ülkenin geleceği o ülkenin politikacılarının vaadlerinde değil, çocuklarının oyunlarında ve
hayallerindedir. Bizde ne yazık ki oyuncak kültürü hiç gelişmedi. Bizde aileler oyuncakları çocuklar
oyalansın diye alıyor. Oysa oyuncak, çocukların hayal dünyasını geliştiren en önemli objedir.Kız
çocuklarına oyuncak bebek; erkek çocuklarına oyuncak tabanca alınır. Şu anda biz bu röportajı
yaparken kız çocukları evcilik oynuyor, erkek çocukları da savaşçılık oynuyor, birbirlerine ateş
ediyorlar. Ve gazetelerde, televizyonlarda, internette şöyle haberleri çokça görüyoruz : ‘’Kadın
Cinayetleri’’. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bugün tabancayla oynayan çocuk büyüdüğünde bebekle
oynayan kızı vuracak. Buna niye şaşırıyoruz ki ? Çocuğun önüne ne koyuyorsan gelecek odur. Genç
olan bize yeniyi ve doğruyu getirecek. Aslolan gelecektir çünkü.
Işık-Bir şiirinizde Red Kitt’in yalnızlığını kullanmıştınız. Çizgi filmlerle aranız nasıl ?
-Çizgi fimleri çok seviyorum. Hayal kahramanları, çizgi romanları çok seviyorum. Şu anda yeni bir kitap
yazıyorum. Hayal karahmanları, çizgi roman kahramanları üzerine yeni bir kitap. Bu yüzden dünyada
yazılmış hayal kahramanları ve çizgi romanlar hakkında yazılmış pek çok kitap okuyorum, çalışıyorum.
Benim yazacağım onlara farklı bir şey katmalı. Red Kitt de bunlardan biri tabii. Onu çok seviyorum,
onun çizgi filmlerinde kimse ölmez. Silahlar ateşlersiniz ama kimse ölmez.
Işık : Kitaplardan söz edelim biraz. Türkiye’nin ilk
okuma haritası çıkartılmış. 26 ilde yapılan
araştırmanın sonuçları şöyle;
*Hakkari ve İstanbul aşk,
*Güneydoğu psikoloji,
*Türkiye geneli de macera okuyormuş.
*Düzenli okunan yazar yok.
En fazla 30 dk kitap okunuyor.
*Genel olarak kitapların pahalı olmasından yakınılıyor.
Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
-Bu konuda Ferhat Özen hocamız çok bilimsel, uzun yıllara dayanan çalışmalar yapıyor. Kültür
Bakanlığı ve Kadıköy Belediyesi kitaplarını yayınladı. Bu tarz konularda gazete haberlerine pek
güvenmiyorum. Onlardan ziyade Ferhat Özen gibi hocalarımızın çalışmalarını esas alıyorum. Dünya ile
karşılaştırıyor. Ve ben bunları sık sık anlatıyorum. Gelişmiş ülkelerde bir yıl içerisinde kişiye düşen
kitap sayısı konuşulurken bizde bir yıl içerisinde bir kitaba düşen kişi sayısı konuşuluyor. Okumayan
bir toplum olduğumuz gazete haberlerinde gözler önüne seriliyor. Ne yazık ki bir çatışma toplumu bir
nefret toplumu oluşturuldu. Farklı kültürlerin beraber yaşadığı, birbirinden beslendiği bir toplum
değiliz. Bunun nedeni de okumamaktır. Bu yüzden nerede ne okunduğundan ziyade bir gazeteyi
alalım,ön sayfasındaki haberlere bakalım,o ülkede kitap okunup okunmadığını anlayalım.Bunun için
ankete bile gerek yok. Aydın bir insan gazete haberlerinden o ülkenin kitap okuma konusunda nerede
olduğunu çok rahat anlayabilir.
Işık: Okuduğunuz ilk kitabı hatırlıyor musunuz ?
-Tabii ki. Japon Halk Masalları.
Işık: İlginç. Benim ciddi anlamda ilk kitabım Aziz Nesin’e aitti. Çocukluk dönemimde Hidayet
Karakuş ve Muzaffer İzgü vardı bir de. ‘’Japon Halk Masalları’’ beklemiyordum.
-Altı yaşındaydım. Daha okula bile başlamamıştım. Ben kendi kendime okuma-yazmayı söktüm.
Andersen okudum. Benim kuşağımda bir de Kemalettin Tuğcu vardı ve Rıfat Ilgaz. Aziz Nesin’le çok
sonra tanıştım. İlkokul beşinci sınıftı galiba. O da bir yakınımızın kızları sayesinde. Ben ilkokula
gidiyorum. Liseye giden iki kız kardeşti ve Aziz Nesin okuyorlardı. Hiç unutmam, ilk onlar Aziz Nesin
kitabını vermişlerdi.
Işık-Başucu kitabınız var mı ? Ya da bu kavrama nasıl bakıyorsunuz.
-Her zaman var ama sürekli değişir. Başucu kitabından kastım,ben bir kitap okuru değilim. Ben kendi
çalışmaları için okuyan bir insanım. Artık buna dönüştü. Yani,bir kitap okurken başka bir kitap
açıyorum.Bir orkestra gibi. Bir sürü kitap açıyorum. Çünkü ben yazıyorum. Okurken yazıyorum. O
yüzden klasik anlamda kitap okuru değilim. Benim için kitap atölyemin bir avadanlığı.
Işık: Okuduğunuz,takip ettiğiniz çağdaş yazarlar var mı ?
-Var, çağdaş yazarları takip ediyorum. En çok merak ettiğim Mehmet Zaman Saçlıoğlu. Bir isim
verdim, aslında isim vermek çok yanlış.Ötekilere haksızlık oluyor ama illa bir isim vermemi istiyorsan
Mehmet Zaman Saçlıoğlu.
Işık -Hayatınızdaki önemli beş şairi sıralarsak,şiirlerini okumaktan zevk aldığınız… Kitaplarınızda
Nazım Hikmet var Orhan Veli var. En çok bu isimler dikkatimi çekti. Özellikle Orhan Veli’den ‘’rakı
şişesinde balık olsam’’.
-Cemal Süreya,Atilla İlhan… o kadar çok ki beşinciyi söylemeyeyim.
Işık : İstanbul’un Nazım Planı’nda ‘’ilk defa Kız Kulesi’ni çay tabağında bir de sende gördüm’’diye
yazmışsınız. 1992’de bir kere yüzüyorsunuz ama askerler geri çeviriyor.
-Hayır, daha önce 92’den önce. İstanbul’a taşındığımızda, ilkokul beşinci sınıftaydım. Çocukluk
arkadaşım Ömercik’ti. Türk Sinemasının önemli isimlerinden biri Ömercik benim İstanbul’daki ilk
Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
arkadaşımdı. Onunla ve birkaç arkadaşla beraber yüzmüştük. Ve asker çıkmamıza izin vermedi, biz de
kayalıklarda dinlendik. Sonra Ömercik’I tanıdılar, onun torpili sayesinde kayalıklarda biraz oturduk
ama adaya çıkmamıza izin vermediler. O zaman donanmaya ait bir bölgeydi Kız Kulesi.
Işık: Sonra tekrar kuleye çıkılıyor. ‘’Şiir Cumhuriyeti ‘’ ilan ediliyor. İlk anayasa da ‘’Yaşamak bir
ağaç gibi tek ve hür’’
-92 yılında ben şunu gördüm, İstanbul’un tarihi eserleri, doğası, ağaçları katledilecek. 92 yılında bunu
görüp ilk direnişi başlattım Kız Kulesi’nde. O gün bu gündür, sivil toplum örgütleriyle İstanbul’un
doğasının kaybolmaması için mücadele veriyoruz. Kız Kulesi bir müze olsun istedim ben, bu yüzden
orayı Şiir Cumhuriyeti ilan ettim. Orada sanat etkinlikleri düzenledik, şiir akşamları, konserler, resim
ve karikatür sergisi düzenledik. Bir müze bir kültür merkezi gibi yaşasın istedik. Ama bugün orası
lokanta oldu. Oysa, bir kentin tarihi eserleri müze olmalı. Bilgi toplumu olma konusunda,tarihi eserleri
müze olarak değerlendirmeliyiz. Bugün Haydarpaşa Garı müze olmalı. Orasını ya otel ya da kongre
merkezi olmalı. Oysa orası müze olmalı. Anadolu’nun gardırobu gibi. Neden orası müze olmasın ?
Neden orada Anadolu’nun tarihini anlatmayalım?
Işık: Peki bu Nazım sevgisi nereden geliyor ?
-Nazım Hikmet, sadece bizim edebiyatımız için değil dünya edebiyatında da çok saygı
duyulan,saygınlığını Kabul ettirmiş bir isim.
Işık: Sanırım sizin için Nazım’ın özel bir yeri var. Bu sevgi nasıl doğdu, nasıl gelişti ?
-Tamamiyle sanat eserlerinden gelişti. Onun hayata, dünyaya,insana bakışından gelişti. Onun anti-
emperyalist oluşu, her türlü köleliğe karşı oluşu,özgürlükçü oluşu,vatan sevgisi,memleket sevgisinden
gelişti. Nazım Hikmet, evet sosyal düşünceli bir insan ama son derece büyük bir vatansever. Türkçe’yi
çok iyi kullanan bir şair. Ben dünyada pek çok üniversiteye davet ediliyorum. Ve bizim sanatımız
denildiğinde, Türk Edebiyatı denildiğinde söz dönüp dolaşıp Nazım Hikmet’e geliyor. Dünya haberdar.
Işık: Nasıl araştırma yapıyorsunuz peki ? Nasıl başlıyor bu iş ? Kitaplarınızda çok derin araştırma
sonucu ulaşabileceğimiz nadide bilgiler var.
-Ben bir kere konuya araştırma olarak bakmıyorum. Bir hayatım var,ben okuyorum,ben merak
ediyorum,ben serüvenci bir yazarım. Keşfetmeyi seviyorum. Keşfetme duygusu galiba, öyle
açıklayabilirim.
Işık: Mesela kitapları nasıl eliyorsunuz ?
Hiç bilmiyorum. Artık öyle bir noktaya geldim. Benim hayatımın en mutlu anları sahaflarda,
kitapçılarda, müzelerde geçti. Binlerce müze, kütüphane gezdim. Hala da sahaflarda, antikacılarda iz
sürüyorum. Mesela araştırmacı karar verir, gider araştırır ve toplar. Hayır, ben öyle değilim. Ben
mutlu olduğum yerlerde yaşıyorum hayatımı.
Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’ı okurken dikkatimi çekti; orada Memet Fuat’ın A’dan Z’ye Nazım
Hikmet kitabında eksik bilgiler olduğunu söylemişsiniz. Uzun zamandır kütüphanemde ve gayet
kalın bir kitap. İster istemez bu soruyu sordum.
Eylül’2014 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
-Artık bayağı derinlere daldık galiba.En derinlere dalmışım.Fena da değilim anlaşılan.
Işık: ‘Fena değilim’diyerek içinden çıkılacak bir durum değildi bence.
-Gidebildiğim kadar ,inebildiğim kadar dibe inmeye çalışıyoruz işte.
Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’da uzun zamandır hayatımda olan, çok da sevdiğim şairlerin farklı
dünyasını keşfettim. Hatta Aşiyan Mezarlığı’nda Orhan Veli, Onat Kutlar ve Turgut Uyar’ın
mezarları birbirine yakın ama onlara birbirlerinden daha yakın olan ayıcıklı mezar taşı olan bir
mezar.
-Emre İyimen’in mezar taşı. Çok ilginç değil mi ? İşte dedim ya,ben bir kaşifim. Zaten edebiyat ve
sanat keşfetmektir.Serüvencilik duygusudur bu. Sanatçılarda vardır,onlarda yaşar. Keşifler çağı
bitmedi. Bizde devam ediyor herhalde. Çocukluğumda Kaptan Kusto’yu çok severdim,hala da çok
severim. Biraz da benim kuşağım onlarla büyüdü. Bizim önümüzde televizyonda izleyeceğimiz
belgesel olarak, program olarak Kaptan Kusto’nun hayatı vardı. Keşfetmeyi ve araştırmayı onlardan
aldık.
Işık: Son olarak bizlere neler söylemek istersiniz ?
-Söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize :
‘’Bir taşı delen bir suyun gücü değil
Damlaların sürekliliğidir.’’
Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.
İstanbul Oyuncak Müzesi / 2014
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Korkma bakıp da karanlığa Sizin oradaki gibi bir karartma değil Hüzünden gölgeler yalnızca Baktıkça büyüdüler Sizin oralara atılan bombaların aydınlığına Korkma Burada çalkalanır deniz ama seni boğmaz Hem biz seninle biriz Fırtınalar eser sel basar çığ düşer Senin güzel gözlerin farkına bile varmaz Gözlerin çocuk Anneciğinin öptüğü yerden vurdular seni Bir önceki gün de sarıldığın yerden anneciğini Duydum almışlar oyun arkadaşını,kardeşini aldıkları gibi ondan da sevdiği sevmediği her şeyi okulunu sınıftaki Ayşeyi Korkma etmezler burada seni annenden babandan Vuramazlar burada seni memleketinin bağrından Korkma O küçük bedenine örtmedikleri toprak onların gözlerine dolacak Mazlumun ahı yerde kalmayacak Korkma çocuk Mahşer yakın. Hesap çetin olacak!
İçimin
Şiirine
Hoş
geldin
Çocuk Hatice Türk
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Son birkaç aydır elimi attığım her kitaptan
Shakespeare’nin çıkıyor oluşuydu belki de beni
bu konuda yazmaya teşvik eden. Ama
sonradan asıl amacımı Shakespeare hakkında
var olan iki görüşten en az bilineni yani
Shakespeare’nin aslında Shakespeare olmadığı
görüşünün daha fazla bilinmesini de
istemedim değil.
William Shakespeare’nin tam doğum tarihi
bilinmemekle beraber 26 Nisan 1564’te vaftiz
edildiği kayıt altına alınan 16. yüzyılın ve 17.
yüzyılın il çeyreğine damgasını vuran bir şair
olmuştu Shakespeare’ın hayatı hakkında çok
fazla bilgi elimizde bulunmamakla birlikte 18
yaşında Anne Hathaway ile evlendiğini, üç
çocuğunun olduğunu ve bunlardan son ikisinin
ikiz olduğu elimizde bulunan ona ait ilk
bilgilerdir. 1585-1592 yılları arasında da aktör
yazar ve bir tiyatro şirketinin sahibi olarak
kariyerine başlamıştı.
Shakespeare hakkında ikinci planda tutulan
gerçekleri meydana çıkaran ilk kişi Amerikalı
yazar Mark Twain’dir. Twain’in ilk baskıları
orjinal, sonraki baskıları sansürlenmiş olan
Otobiyografilerim adlı eserindeki
“Shakespeare Öldü Mü?”bölümünde Twain
onu şeytanla kıyaslamış ve ardından da
Shakespeare’ın hayatı boyunca tek bir oyun
bile yazmadığını ilk defa dile getirmiştir.
Üstelik Shakespeare ile ünlenen soneler de
ona ait değildir. Shakespeare herkesin
kanıtlayabileceği gibi sadece tek bir şiir
yazmıştır.
Bu yazdığı şiirin mezar taşına yazılmasını
vasiyet etmişti Shakespeare. Tüm mal
varlığının dağılımının harfiyen kendi istediği
gibi yapılmasını vasiyet ettiği gibi. Ancak bu
kadar büyük bir şairin vasiyetinde hiçbir
eserinin geçmiyor oluşu Twain’in dikkatini
çekmişti ve Shakespeare’ın vasiyetnamesinin
SHAKESPEARE
OLMAK Ya da
OLMAMAK
Tuğçe Erkol
“Kadim dost, İsa adına,
Dağıtma bu mezarın tozunu.
Bu mezar taşını koruyanı Tanrı
korusun.
Ve kemiklerimi yerinden oynatana
lanet olsun!”
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
bir şaire değil bir tüccara ait olduğunu
söylemekten geri durmamıştı.
Shakespeare’ın eserlerini tek tek ele alan
Shakespeare araştırmacıları tiyatrolarının yanı
sıra sonelerini de incelemiştir. 29. sonedeki
kelimeler tek tek incelendiğinde ortaya
sürgündeki bir adamın söylemleri çıkıyordu.
Üstelik şiir tamamen birinci ağızdan yazılmıştı.
Halbuki Shakespeare hiçbir zaman sürgün
edilmemişti. Ve hatta İngiltere’nin dışına
çıkmış olabileceği bile meçhuldü. Dönemin
kraliçesi Bakire Elizabet (I. Elizabeth, VIII.
Henry Tudor ve Anne Boleyn’in kızı)
döneminde tarih yazıcılığına ve yaşanan her
olayın kaydına çok büyük önem verilmişti.
Herhalde Shakespeare gibi büyük bir yazar
sürgün edilse ya da İngiltere’den çıkıp İtalya’ya
gitse Tudor Hanedanı’nın muhakkak haberi
olurdu. Hem acaba hiç İtalya’yı görmeyen
birinin otuzlarında Verona’yı, Floransa’yı bu
kadar yakinen anlatması olanaklı mıydı?
Peki, ortada yazarın hayatı ile ilgili bu kadar
çok çelişki varken acaba bu eserleri kim
vermişti ya da neden vermişti?
Shakespeare ile aynı yıl doğan bir yazar daha
vardı İngiltere’de. Tıpkı Shakespeare gibi o da
Stratford-Upon-Avon’da doğmuştu. Aynı
okullara gitmişlerdi. İkisinin de babası işçiydi.
Aynı sosyal sınıfa aitlerdi. Bu yazar Christopher
Marlowe’den başkası değildi tabi ki. Marlowe
oldukça başarılı bir yazar. Dr. Faustus gibi bir
oyunun yazarı ki bu oyun İngiliz trajedisinin
başlangıcı kabul edilir. Buna rağmen
İngiltere’nin kurbanı oldu genç yaşında.
Hem Marlowe hem de Shakespeare
ellerinden geldiğince Stratford-Upon-Avon’da
okudular. Ama küçük bir kasabada
alabilecekleri eğitim sınırlıydı. İşte bu
noktadan sonra Marlowe eğitimine devam
edip Cambridge Üniversitesi’ne kadar
yükselmişti; ama Shakespeare okumayı
bırakmıştı.
Marlowe aldığı eğitimin gereklerini
yeteneğiyle de birleştirip yerine getiriyordu.
Ovid’den çeviriler yapıyordu, ilk kafiyesiz
şiirleri veriyordu, II. Edward oyunuyla
eşcinsellere yapılan zulmü anlatan ilk tarihi
oyunu yazıyordu. Ne yazık ki Marlowe
hayatına devam ederken eserlerinde var olan
sapkınlıktan suçlandı ve Star Chamber’e
çıkarıldı. Star Chamber’de yargılanmasından
sonra da idam edildi genç şair. Kendisinin
idamından bir gün önce idam edilen John
Penry’nin cesedi, Marlowe’nin idam edildiği
gün ortadan kayboldu.
Marlowe’nin ölümünden iki ay sonra tüm
İngiltere’ye nam salacak olan bir yazar çıktı
ortaya. İlk şiiri olan Venüs ve Adonis’i
sanatının mirasçısı olarak tanıtan kişi
Shakespeare’den başkası değildi. Ancak eserin
yazara ait olduğuna dair en ufak bir kayıt
olmamakla beraber ne el yazısı ne de var 6
imzası birbirini tutmaktaydı.
Günümüzde hala daha tartışılan Shakespeare
ile ilgili yapılan çalışmalarda çok değişik bir
bilgiye daha rastlanmıştı. Shakespeare’ın
bilinen tek tablosu da aslında ona ait değildi.
Lillian Schwartz bunu kanıtlamakla beraber asıl
ilginci tablonun orjinalinin de kime ait
olduğunu kanıtlamıştı. Tablo dönemin kraliçesi
Elizabeth’e aitti.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
1902 yılında Mendenhall adlı bir profesörün
Ohio’da yaptığı çalışmada yazarların farkında
olmadan kullandıkları kelimelerin, cümle
yapılarının, cümledeki kelime uzunluğunun ve
kelime dağarcığının bir tablosunu çıkarmaya
başlamıştı.
Tesadüf eseri Bacon’un eserlerini ona ait
olduğu kanıtlansın diye bu teste sokmak
isteyen bir kişinin isteği üzerine çalışmaya
başlayan profesör karşılaştıracağı 20 yazarın
içine Marlowe ve Shakespeare’ı da koymuştu.
Testten çıkan sonuç eserlerin Bacon’a ait
olmasından daha enteresandı. Çünkü Marlowe
ve Shakespeare’ın tüm sonuçları bire bir
örtüşüyordu.
Tüm bunlar yaşanırken, Shakespeare
İngiltere’yi yeteneğiyle kasıp kavururken,
Marlowe’nin başarısının tadını çıkarırken daha
doğrusu peki Marlowe ne yapıyordu?
Marlowe’nin sözde idam edildiği gün ortadan
kaybolan John Penry’nin cesedi Marlowe’nin
cesedi olmuştu. Peki ya Marlowe kayıtlara bu
kadar önem verilen dönemde nasıl dışarı
çıkmıştı acaba? Star Chamber gibi suçsuzların
idamlarının icat edildiği, insanların Protestanlık
adına katledildiği bir mahkemeden Marlowe
kolay kolay sıyrılamazdı. Bunun bedelini de
kimliğinden kurtularak ödemek zorunda
kalmıştı. Kraliçenin en sevdiği oyun yazarı
Christopher Marlowe idam edildiği gecenin
sabahında birden Kraliçe’nin İtalya’da yaşayan
en sevdiği ajanı Monsenyör Le Doux’a
dönüşüvermişti.
Ölmüş Marlowe’nin İngiltere’den çıkması da
kolaylaşmışken Marlove yani Monsenyör
İtalya’nın yolunu tutmuştu bile. Üstelik hiçbir
engele takılmadan. Tabi Monsenyör’ün
İtalya’da ajanlık yapmasının da Shakespeare’ın
eserlerine nasıl yansıdığı herhalde
anlaşılmıştır...
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Eylül’dü.
Dalından kopan yaprakların
Sararan yanlarına yazdım adını
Sahte bir gülüşten ibarettin oysa.
Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.
Eylül’dü.
Di 'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız
Adımlarımızın kısalığı bundandı
Bundandı gözlerimin durgunluğu.
Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan,
Ellerin kadar ıssız,
Sen kadar zamansız molalar veriyordum
Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.
Eylül'dü.
İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin,
Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun.
Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde.
Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman
En çok sesini aradım.
Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala.
Gözlerini sildi zaman...
Dedim ya... Eylül'dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimin.
EYLÜL’DÜ
Cemal Süreya
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Letonya'dan selamlar İncir
Çekirdeği okuyucuları!
İlk heyecanlar
İşte büyük gün gelmişti. Sonunda gecikmeli
de olsa Letonya yolları benim için taştandı.
Biletimi alırken “bussiness” da kampanya
olduğu için bussiness'dan biletimi aldım.
Bagaj için bayağı sıra bekledim sıra bana
gelince görevli “Siz bussiness sınıfından bilet
almışsınız bu kadar sıra beklemenize gerek yoktu” dedi. Tabi nereden bileyim? Cahillik başa bela
gençler. Daha sonra pasaport kontrolü için başka bir yere gittim. Bu sefer önceliğimi kullandım. Ve
uçak havalandı. Çok karışık, değişik bir duyguydu.
Letonya’ya Varış ve İlk Saatler
Saat 14.40 gibi Letonya'ya indik. Artık hayal değil gerçekti. Sonunda bir "Erasmus Öğrencisi"ydim.
Havaalanında Türkiye'de tanıştığım bir arkadaşım karşıladı. Onunla yurda gittik. Bir bayan vardı.
Konuşmaya başladığımda fark ettim ki kadın İngilizce bilmiyor; o beni anlamıyor ben de onu. Beni bir
odaya çıkardı. O an küçük bir kalp krizi geçirdim sanki. Odanın hali içler acısıydı. Bir kızı çağırdı kıza
derdimi anlattım. O da kadına çeviri yaptı kendi dillerinde. Yarını beklemem gerektiğini, müdürün
geleceğini söyledi.
İlk İzlenimler
Eşyalarımızı bırakıp “Turkskebap” diye bir yere yemeğe gittik. Bizim Türkiye'deki kebap ya da dürümle
uzaktan yakından alakası yok aslında ama aç kalmamak için mecburen yedik.
Daha sonra şehri gezmeye başladık. “Old Town” diye kendi başına şehrin merkezinden ayrı bir
yerleşim yeri gibi adeta. Asırlık binaları, kiliseleri... Her detayı o kadar büyüleyici ki gerçekten
görülmeye değer. Tarih ve modernin karışımı bir yerdi. Tek sıkıntısı tabelaların yalnızca Letonca
olması. İngilizce yok. O yüzden gezdik ama “tam olarak nereyi gezdin” derseniz maalesef şu anda
bilemiyorum ama en yakın zamanda alışacağımı umuyorum. Daha çok gençler İngilizce biliyor. O
yüzden yolunuz bir gün buraya düşerse soru sormak için gençlere danışmanızı tavsiye ederim.
Tehlikeli bir şehirmiş. Her an her şey başınıza gelebilirmiş. Bir kıza durağı sorduğumuzda 2
seçeneğimiz olduğunu ama bir tanesinin tehlikeli olduğunu söyledi. Bu konuda da çok yardımcı
oluyorlar.
Küresel ısınma buraya da vurmuş sanırım. Sağınızda şort, tişört giymiş birisini gördüğünüzde sol
tarafınızda kazak, kaban, bot giymiş birisini görebilirsiniz. Su sıkıntısı var tabi bir de. Her yerde öyle
normal su bulamıyorsunuz. Ama Türk'ün azmi ile sonunda saf suyu buldum.
ERASMUS’lunun Güncesi Kübra Tarakçı
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ve bu sabah yani Ağustos’un 25'i. Sabahtan
beri durmaksızın yağmur yağışı var ve hava
soğuk. Türkiye'deyken sıcaklıktan şikâyet
etmiştim; ama bir anda soğuğun ortasına
düşmek de hiç iyi değilmiş.
Okulun ilk haftası uyum haftası gibi. Her gün
bir etkinlik vardı bizim için. Cuma günü “Euro
Dinner” adıyla bir gece düzenlendi. Her
öğrenci kendi ülkesinin yöresel yemek ve
içeceklerini tanıttı. Bizim masamızda kısır,
pişmaniye, baklava, Kemalpaşa tatlısı, fındık,
lokum vardı. Yiyeceklerden ilk kez tadanların
sevinci gerçekten görmeye değerdi. Çinliler ve
Koreliler pirinci çok sevdiklerinden olsa gerek
kısıra bayıldılar. Pişmaniyeyi nasıl yiyeceklerini
şaşırdılar. Çok tuhaflarına gitti. Bu güzellikleri
maalesef diğer ülkelerin yiyecekleri için
söylemek çok güç. Çok farklı tatları var. Benim
favorilerim arasında Çek Cumhuriyeti'nin
kurabiyesi ve Gürcistan'ın sosu var.
Son olarak; yurtta ilerlerken her an bir "Hello"
sesi ile karşılaşmak çok güzel. Her milletten
insan var fakat ortak alanları bilmediğin
insanlarla paylaşmak pek hoş değil. Zamanla
alışırım umarım.
Bu ay böyle bir giriş yeterli sanırım. Gelecek ay
yine
ERASMULU'NUN GÜNCESİ ile sizinle
olacağım. Esen kalın...
Kısa Kısa Letonya:
Nerede? Kuzey Avrupa’da. Estonya, Litvanya, Rusya ve Belarus’la komşu.
Letonlar kimdir, nedir? Günümüzdeki Letonlar ve Litvanlar MÖ 2500 civarında Baltık Denizi civarında yerleşen Hint-
Avrupa halklarının torunlarıdır. 12. yüzyılda bölgeye önce ticaret amacıyla gelen Cermenler Letonları zor kullanarak
Hıristiyanlaştırmışlar, 1201 yılında Letonya'nın başkenti olan Riga'yı kurmuşlardır.
Ülke nüfusu ne kadar? Nüfus: 2.274.735
Dili nedir? Letonya'da resmi dil Letonca'dır. Günümüzde bu dil, sadece güney komşusu olan Litvanya ile akrabalık ilişkisi
vardır. Yok olan Prusya dili ile de akrabalık bağı vardır. Baltık dili ailesine bağlı olan bu dil Hint-Avrupa dillerindendir.
Nüfusunun yarıya yakını Rus olan Letonya'da Rusça da yaygın olarak kullanılmaktadır
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İstanbul, Bizans ve Osmanlı devletlerinin kültür mirası ile yoğrulmuş ve her iki devlete de payitahtlık yapmış eşi
benzeri görülmeyen mekânlarıyla dolu, birçok devletin almaya çalıştığı fakat kuşatmakla yetindikleri,
Peygamberimizin ağzından orası için sözler söylenmiş bir şehirdir.
İstanbul şehri Bizans'a ve Osmanlı devletine başkent olmuş bir şehirdir. Her iki devlet zamanında bu
özelliğinden dolayı birçok imarethane, ibadethane, saray ve diğer kültür abidelerini dikmişlerdir. Özellikle
İstanbul'un Suriçi denilen kısmı bu eserlerden nasibini almış yegane bölgedir. Ben bu yazımda size daha çok bu
Suriçinin tarihi kokusuyla miraslar hakkında, kısa süreliğine yaptığım turizm rehberliğinden edindiğim bilgilerimi
sunacağım.
Bana en ilginç gelen basit bir taştan bahsedeceğim size. Bu taş IV.yy zamanında dikilmiş. Yerebatan
sarnıcının yanı başında , boyu yaklaşık bir metre olan , sanki bir kısmı daha varmış da özenle kesilmiş biçimine
benzeyen bir taş. Adı "Milyon sütunu/Milyon Taşı" .Bu taş tahminimce isimi kadar yıldan beri bilinen bir yanlışın
abidesidir. Çünkü bu taşın dikilme nedeni dikili olduğu yerin, "Dünya'nın Merkezi"nin oranın olduğu
sanılmasıdır. Tabii ki bu çok doğal bir hipotezdir. Çünkü o günün Avrupa'sında Rönesans hareketleri
başlamamıştı ve bu nedenle skolastik düşünce nedeniyle bilimden yoksundular. Biz bugün biliyoruz ki dünyanın
merkezi meridyenler ile ekvatorun kesiştiği noktadadır.
Yerebatan sarnıcı demişken ondan bahsetmemek olmaz. Yerebatan sarnıcı 542 yılında Bizans
imparatoru I. Justinyen tarafından inşası için emredilmiştir. İstanbul'un en yüksek noktasına inşa edilen bu
sarnıcın amacı Ayasofya'nın - Bizans İmpatorluğunun sarayı- su ihtiyacını karşılamaktır. Ayasofya'dan sonra bu
sarnıç İstanbul'un bütün yerlerinin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmıştır.. Su deposu derken bugünkü
anlamda basit bir mekan olarak söylersek yanlış tasvir etmiş oluruz. Yaklaşık 9800 m2
alanına sahiptir. Bugün
müze olarak kullanılan mekana dönemin bir bekçisi tarafından balıklar atılmıştır. Normal şartlarda yaşamaması
gereken balıklar ortama adaptasyon sağlayarak yaşamlarını sürdürmüştür. Sularını ise Belgrat ormanlarından
alır. İçerisinde 336 kolonu bulunan sarnıcın iki adet de Medusa heykeli vardır. Rivayete göre Medusa tam bir
güzellik abidesidir. Özellikle saçları ona ayrı bir güzellik katmıştır. Bu güzellik , Zeus'un oğlu Perseus'a aşıktır.
Fakat Athene de Medusa'ya aşıktır. En nihayet Athene Medusa'dan beklediği ilgiyi göremeyince Medusa'yı taşa
çevirir. Saçlarını yılan yapar. Ona bakan herkes taş kesilir. Hatta bir rivayete göre de Medusa'ya bakanların taş
kesilmesinden dolayı onun başını kesip savaşlara götürüp düşmanların bakmasını sağlar böylece savaşın galibi
olurmuş.
İçerisinde Ayasofya'nın , Yerebatan Sarnıcı'nın ,Million taşının, Obeliks -Dikili Taş'ın- bulunduğu
meydana adını veren padişah kendi adıyla anılacak bir cami yapmak ister. Camiye de bir sefer sırasında
kazandığı yerdeki türbeden Peygamber efendimizin ayak izini oraya koymak istemektedir. O dönemin
mimarbaşısı Sedefkâr Mehmet Ağa cami'nin planını yapar ve kısa süre içerisinde inşasına başlatır. 1609 yılında
OSMANLI'NIN ve BİZANS'IN TARİHİ MİRASLARINA YOLCULUK
Mehmet Altınova
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
başlanan bu cami süre dursun biz Sultan Ahmet'in rüyasına gidelim. Sultan Ahmet bir gece rüya görür.
Rüyasında bir kurultayın içindedir ve geçmişteki bütün müslüman devletlerin başındaki adamlar komutanlar
oradadır ve nur yüzlü birisinden " ben savaşa gideceğim ordumda yardımcı ol- , "ben kale fethedeceğim yardım
et- , "halkım yardımcı muhtaç , yardım et- , "şefaat et" - gibi isteklerde bulunur. Arka sıralarda bir adamın
isteğini sorduğunda "Bu adam var ya - Sultan Ahmet- benim türbemin başından sizin güzel ayak izinizi aldı ,
bunun için benim türbeme kimse gelmez oldu , cami değerli olsun diye sizin ayak izinizi gören kişilerden de
sevap almak için onu benim başımdan aldı kendi camisine koymak istiyor , ben bu adamdan şikayetçiyim." der.
Uyandıktan sonra dönemin rüya tabircileri , remelcilerini tez bir vakitte çağırttırır. Durumu onlara izah eder.
Adamlar , "Hünkârım , derhal bu ayak izini götürüp aldığınız türbeye iade etmelisiniz , aksi takdirde
durumunuzun vay haline." deyince Sultan Ahmet ertesi gün onu iade eder. Şuanda da Sultan Ahmet Cami'sinin
içerisine girdiğiniz vakit peygamber efendimizin ayak izinin bulunacağı -fakat kısmet olmadı- yerde mermer
sütun vardır.
Sultan Ahmet Camisinin bu hikâyesinden sonra içerisi hakkında biraz bilgi vermek gerekir. İçerisinde
20.000 taneden fazla çini bulunan cami renklerinin mavi olmasından dolayı yabancılar tarafından " Blue
Mosque" denilmektedir. Gerçektende bu adı alacak kadar zengin bir çini dizinine sahip olan cami klasik Osmanlı
mimarisine sahiptir. İçerisinde bütün Osmanlı camilerinde bulunduğu gibi bir çeşme de vardır. 1609 yılında
yapımına başlanılan cami 1616 yılında bitmiştir. 4608m2
sahip olan cami Osmanlı'nın 6 minareli ilk camisidir.
Fakat o dönemde bu özelliğinden dolayı tartışma çıkmıştır. Çıkış amacı 6 minarenin o dönem Kâbe'de de
olmasındandır. Bunun çözümünü Sultan Ahmet Kâbe'ye bir minare daha yaptırmakta bulur. Avizeleri ise
devekuşu yumurtasının örümcekleri önlediğinden mütevellit devekuşu yumurtaları ile boyanmış böyle ağ
yapmaları önlenmiştir. Seyid Kâsım Gubarî tarafından da camini hatları yapılmış ayrı bir renk katmıştır. Kolonlar
arası yine Türk mimarisine uygun " Türk Üçgeni" bulunur. Caminin önem kazanmasının bir nedeni de mermerin
oyularak açılması ve işlenmesidir.
Gelelim , Osmanlı Devleti'ne 400 yıllık payitahtlık yapmış , nice zaferler için görüşülmüş , devletin idare
merkezinin yapısına. Topkapı sarayı, 1465 yılında İstanbul'un Fatihi II.Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Birun
,Enderun,Harem. Birun, sarayın dış kısmıdır. Enderun kısmında Arz Odası , Hazine Odası gibi bir takım odalar
vardır. Divanlar burada görüşülür karara bağlanır. Divan'ın yapıldığı oda şark odaları gibi minderler vardır ve
tepesinde dönemin hükümdarı tarafından izlenmesi için kafes misali pencere vardır. Bu pencereden , padişah
katılmadığı kurultayda aleyhine karar alınmaması için izler. Sarayın dışında kalan Babüsselam kapısında ebced
hesabıyla toplandığında 1478 tarihini -Topkapı Sarayı'nın bitiş tarihi- veren kitabe yazılıdır. Bu nedenle de kapısı
bile şiir biçimiyle yazılmıştır. Zaten,Avnî mahlasıyla şiir yazan Fatih Sultan Mehmet'e de böylesi yakışırdı.
Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan ve edebiyatımızda da devrime yol açacak olan Gülhane-yi Hatt-ı
Hümâyun'nun okunduğu Gülhane Bahçesi de bu sarayın bahçesidir. Bahçenin içerisinde tarihi ağaçlar ve Türk
İslam Sanatları Müzesi bulunur. Saraya geri döndüğümüzde Osmanlı klasik sanat mimarisini burada da
görüyoruz. Avrupa'nın sarayları gibi halkına yukarıdan bakan bir mimari değil daha çok reayaya yakın alçak
mimari belirir.Saray aslında çok fazla büyük değil idi. Yeni topraklar alındığı zaman eklemeler yapılmıştır - Revan
Köşkü gibi.-. Sarayın içerisinde, kılıçlar , miğferler , heybetli kaftanlar , en büyük elmas olarak bilinen Kaşıkçı
Elması , Hz. Ali'nin kılıcı olan Zülfirkar kılıcı bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali'ye , "Bu kılıcı ben
öldükten sonra asla kullanma." demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali , Peygamber efendimiz vefat ettikten sonra Ser-
deste adında bir sopa kullanmış , kılıcı da Necef deryasına atmıştır. Ardından bu abdalların kullandığı sopaya da
bu ad verilmiştir.
Obeliks ya da diğer bir adla Dikili taş , Hipodrom'da -Sultan Ahmet Meydanı - dikilidir. Mısır firevunu ,
III.Tutmasis, bu taşı M.Ö XV. yüzyılda Karnak tapınağına dikmiştir. Daha sonra II.Costantinious bu taşı tahta
bulunuşunun 20. yılı şerefine 357 tarihinde Nil nehri üzerinden İskenderiye şehrine getirmiştir. 390 yılında
I.Theodesius bugünkü yerine getirmiştir. Yazılar Grekçe ve Latince'dir. Bizim Orhun yazıtlarımız gibi tarihi bir
öneme sahiptir. Dört köşesi de Firevun’un yaptığı faaliyetleri anlatır.
Umarım siz de bu tarihi güzellikleri görür ve tarihi kokuyla dimağınıza hoş bir esinlik gözünüze hoş bir
hayal koyarsınız. Vesselam
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ŞİİR
Hüseyin Arda SALKAYA
Ne bakarsam kârdır gözlerine,
Ne seversem kârdır.
Ne öpersem kutsalımdan,
Farzdır dilime dudağıma.
Anlayamadığım kadar hızlı dönüyor dünya.
Geç anlıyor insan!
Kayınca o yumuşak el avucundan,
Lüzumlu olan o iki göz olmuyor yanında.
Kadı feneri gibi yanıp duruyorsun sonra.
Ve son içime çektiğim nefesim olursun diye,
Yüreğimi her sana getirişimde,
İçime çekiyor güzelliğinden.
Çivilendi mi kapı üzerine,
O her delikten giren sevgi
Giremiyor içine.
ÜŞÜYEN BAHAR
Sema Keser
Nezaket gösterir bu mevsimde güneş yağmura
Yağmur bir an önce kavuşmak ister savrulmuş tohuma
Tohum yerleşene kadar avare gezer çernezyomdan savana
Yaprak deniz misali dalga dalga kurulur ormana
Karıncalar meşgul bereketin son damlalarını taşırlar sırtlarında
sığınağa
Yaşayan hiyerarşinin sorgulamayan ağır işçileri olarak devam ederler
hayata
Hayatsa üşümeye başlar sorgusuzca,
Fısıltıyla ıslık arası derdini anlatmaya çalışır buğulu camlara
Bir matem çöker yavaşça dağlardan esip kurumaya başlayan
yaprağa
Önce yeşil sarı kahverengi ve sona doğru küller dönüşür siyaha
Sürüler kapanır, ahıra konar kestane palamudu dededen kalma
sobaya
Fırından çıkmış ekmek pay edilir, kokuyu duyana duymayana
Ay ışığı sipahileri haber salar titreyen dallardan sokak lambasına
Sokak lambası kovalar fütursuz aydınlığı uzar gamlı akşamlar
Elveda der bu sarımtırak bahara güneşe sevdalı göçmen kuşlar
fotoğraf Aybige Akdağ
“Oysa ben aksam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar.” Atilla İlhan
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İbrahim Şinasi İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya
gelir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte elde
bulunan belge niteliğindeki iki kaynak 1826 yılını
göstermektedir. Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi
ise Esma Hanım'dır. Şinasi, babasının 1828 yılında Rusya ile
yapılan savaşta şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim
kalır. 1832'de Mahalle Mektebi’ne gider. Ardından Tophane
Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girer. Memur
İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrenir. Yine başka bir
memur Reşat Bey'den Fransızca dersi alır. Bu görevi
sonrasında önce memurluk sonra hulefalık derecesine
yükselir.
Şinasi’nin Avrupa hayatı 1849 yılında maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e
gönderilmesi ile başlar fakat burada edebiyat ve dil konularındaki çalışmaları başlamış olur.
Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurar. Ernest Renan'la tanışır, Alphonse de Lamartine'in
toplantılarını izler. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım eder. Ünlü dilbilimci Paul
Emile Littré ile tanışır. 1851'de Société Asiatique'e üye seçilir.
1854 yılında Paris’ten dönen Şinasi çeşitli
devlet kademelerinde görev alır. 1860
yılında Agâh Efendi ile birlikte Tercüman-ı
Ahvâl Gazetesi'ni çıkarır. Altı ay sonra Tasvir-
i Efkâr adlı bir başka gazeteyi tek başına
yönetmeye başlar. 1865 yılında Fransa'ya
gider. Orada sözlük çalışmalarına yönelir.
Tanzimat sanatçıları arasında yaptığı
çalışmalar ve edebiyatımıza getirdiği
yenilikler açısından baktığımız zaman Şinasi
ön plana çıkmıştır. Gazetelerde yazdığı
makalelerle, Fransızcadan yaptığı şiir
çevirileriyle, edebi ve toplumsal eleştirileriyle ve kullandığı yalın, halkın anlayabileceği arı dille
edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan Şinasi 13 Eylül 1971 yılında vefat etmiştir.
Fransız Tiyatrosu'nu yerinde görüp batı tiyatrosunu yakından tanıyan Şinasi, edebiyatımızda yazılı
ilk tiyatro oyununu kaleme almıştır. "Bir Perdelik Komedi" denilen ve öyle bilinen "Şair Evlenmesi", ilk
önce iki perde olarak yazılmış, Tercüman-ı Ahvâl'in 2-3-4 ve 5. sayılarında bir perde olarak
yayınlanmıştır. 1860 tarihli basılı metinde Şinasi'nin şöyle bir hatırlatması yer alır. "Bu oyun iki fasıl
olarak 1275 tarihinde tiyatro için tertip olunmuştu. Sonradan birinci faslının kaldırılması lazım geldi."
Batı tarzında yazılmasına karşın Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun da etkisini taşıyan Şair Evlenmesi, eski
ile yeni, doğu ile batı arasında bir köprü olma niteliğine sahiptir. Ayrıca noktalama işaretleri ilk defa
bu eserde kullanılmış ve tiyatro terimleri hakkında da Türkçe karşılıklar kullanılmıştır.
ŞİNASİ’DEN ŞAİR EVLENMESİ
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şair Evlenmesi görücü usulüyle evliliğin
sakıncalarını konu almaktadır. Batılı tutum ve
davranışı, kılık ve kıyafetiyle pek sevilmeyen,
eğitimli olmasına rağmen saf bir yapıya sahip
Şair Müştak Bey, sevdiği Kumru Hanım'la,
kılavuz ve yenge hanımlar aracılığıyla evlenmek
ister. İmamın kıydığı nikâh sonrasında kendisiyle
evlendirilen kişinin, Kumru Hanım'ın çirkin ve
yaşlı ablası Sakine Hanım olduğunu görünce
önce bayılır sonra itiraz eder. Mahallelinin de işe
karışmasıyla başına gelenleri kabul etme
mecburiyetinde kalır. Müştak Bey'in imdadına
arkadaşı Hikmet Bey yetişir. Hikmet Bey'in
mahalle imamına verdiği rüşvetle olay çözülür.
İmam yaş olarak büyük olanı değil de boy olarak
büyük olanı nikâhladığını söyler ve yapılan hile sonuçsuz kalır. Şair Evlenmesi’nin konusuna
baktığımız zaman oyun töre komedisi olarak nitelendirilir. Görücü usulü evliliği, halk diliyle ve yine
toplumdan seçilmiş karakterlerle eleştirel boyutta incelemiş olan Şinasi’nin bu açıdan bakınca batı
tiyatrosunu sadece teknik açıdan örnek aldığını görürüz. Şair Evlenmesi, geleneksel Türk tiyatrosunun
aksine serim-düğüm-çözüm kısımları bulunan bir olay dizisi üzerine kurulmuştur.
Oyunun malzemesi, döneme göre oldukça güncel, yerel ve
gerçektir. Şinasi halktan seçtiği oyun kişilerini halkın diliyle
konuşturarak Türk toplumuna ait töresel bir uygulamanın
eleştirisini yapar. Kişiler arasındaki konuşmalar da dikkat
çekicidir. Kelime oyunları, söz komikleri ve konuşma
yanlışlarıyla desteklendiği, her oyun kişisine de kendi tipine
uygun bir konuşma dili verildiği görülür. Oyunun sade dili ve
anlatımın akıcılığı, Şinasi'nin dildeki ustalığını gösterecek
niteliktedir.
Şair Evlenmesi oyununun, daha sonra yazılacak olan oyunlar
için bir örnek teşkil ettiğini düşünürsek dönemin cesur
hareketlerine önayak olmuştur ve Türk tiyatrosu için önemi
oldukça büyüktür diyebiliriz.
Sultan Demirtaş
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘’Sunay Akın’ı sünnetten önce Trabzon’da bir
fotoğrafçıya götürürler. Fotoğrafçı,5 yaşındaki
çocuğun eline süs olarak bir oyuncak gemi
tutuşturur. Gemiyi sünnet armağanı zanneden
Sunay’ın oyuncaktan ayrılması kolay olmaz.
Ama 37 yıl sonra ‘’Neptune’’ adındaki oyuncak
gemiyi, Almanya’daki bir antikacıda bulur.
Gemi yeniden Sunay Akın’ın kollarındadır.’’
Müzenin kurulma hikayesi burdan başlıyor.
Neptun adlı oyuncaktan. O gün başlar içindeki
bitmeyen oyuncak sevgisi. Yıllar geçer,nereye
giderse gitsin oyuncak peşinde koşar. Onları
toplar,biriktirir ve 2005 yılında ailesine ait
köşkte bizlerle paylaşır. Milyonlarca oyuncağı
olan bir çocuk Sunay Akın. Asla bencil değil
aksine sizi düşündüğü için paylaşıyor. Her katı
her odayı farklı bir konseptle döşüyor. Girişte
Türk oyuncaklar var. Fatoş Oyuncakları’nın
imalatı hepsi. Adile Naşit ve Müjdat Gezen
bebekleri bile var. Fatoş Oyuncakları’nın
hikayesi de ilginç. Fatma Hanım, çocuğunun
oyuncak hayvanlardan korkmaması için onun
sevebileceği tarzda oyuncak üretmeye
başlıyor. Ve 70 nesli Fatoş Oyuncakları’yla
büyüyor. Kızılderili oyuncaklarına ayrılmış
odayı gezerken, bir zamanlar pazar
sabahlarımı işgal eden Kızılderili filmlerinin
müziğini duyuyorum. "Aa bende bu küçük
askerlerden vardı. Benim kız kardeşim de bu
bebeğin gözünü oyup şaşı yapmıştı. AAa bak
biz bu havaya atılıp döne döne yere inen şeyle
ne çok oynardık değil mi? Hep istedim, annem
almamıştı bu futbol takımından bana. Bu
kuzenimin oyuncağıydı, şapkasını koparmıştım
ben, saçını yolmuştum sonra. Ben bu arabayı
kaybetmiştim yaa, çok severdim." Hatıralar
müzeyi gezerken size eşlik ediyor.
Gönül isterdi ki her odayı en ufak ayrıntısına
kadar ballandıra ballandıra anlatayım.
Anlatamam ,anlatılmaz çünkü. Anlatılmaz
yaşanır. Porselen bebeklerin hakimiyetindeki
odaya girince gözlerim doluyor. Küçükken bir
sürü bebeğim vardı. Ama içlerinden sadece
şişko bez bebeğim Gülenay’ı severdim. Bir de
misafirliğe gittiğim evlerde gördüğüm porselen
bebekleri. ‘’Ama bu haksızlık’’ diye bağırmak
istiyorum. Çünkü çok güzeller.Çünkü bebek
evleri bugün piyasada olanlardan daha
yaratıcı,daha orjinal. 1920 yılında Almanya’da
üretilmiş. Kütüphaneli evi görünce
kıskanıyorum. Bizim hiç böyle oyuncaklarımız
yoktu. Hiçbir oyuncağımda kitap yoktu.
Kitapların gerçekleriyle oynardım. 90’lı yıllarda
bizim evde olan siyah kitaplık 1920 yılında
Almanya’daymış. Sınıfta ders işleyen
öğretmeni ve öğrencileri görünce hemen hayal
kurmaya başlıyorum. Dokunabilsem oynarım.
Dalga geçebilirsiniz belki ama oraya gidince
hak verecekseniz bana. Daha kapıdan
girdiğinizde çocuğuna oyuncaklarla ilgili anısını
anlatan bir evebeyn görünce (mutlaka bir
anne ya da babaya rastlarsınız) müzeyi
gezerken ‘çocuk’ olacağınızı anlayacaksınız
zaten. İstemeye istemeye ayrılıyorum oradan.
Oyuncakçı dükkanının önünden geçiyorum.
Sunay Akın’ın "her akşamüstü oyuncakçı,
camekanından çocuk ellerinin izlerini siler...’’
sözü geliyor aklıma.
‘’Haydarpaşa’dan Pendik’e kalkan treni / Bir
oğlan çocuğu gördü / Benzetti oyuncağına /
Güldü’’ Oktay Rıfat
Geçmişe yaptığımız yolcukta T.C.D.D’nin
odasında devam ediyoruz. Bavullar raflara
konulmuş. Koltuk yolculuk için hazırlanmış.
Camdan sarkmanın yasak olduğunu uyarı
yazısında görüyoruz. Üç vitrin de tren
oyuncaklarıyla dolu. Şarkıdaki gibi ‘İstasyon
insanları burdalar tesadüfen aynı rüyayı görüp
ayrı yerlere giden.’ İstasyon insanlarını odada
bırakıyorum. Diğer odaları gezmeye devam
ediyorum. Masal kahramanlarının
oyuncaklarını görüyorum. Kitaplardan fırlamış
gibi yedi cüceler, kötü kalpli cadılar ve diger
kahramanlar. Walt Disney’in sevimli faresi
Düşler Sokağı: Oyuncak Müzesi Işık Selin Orhuntaş
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
aslında bir oyuncak ve camdan size
gülümsüyor. Şarlo 100. Yılında dünyadaki tek
oyuncağı ile İstanbul’da. 100 yaşındaki bu
oyuncağın hikayesini projeksiyondan yansıyan
Sunay Akın’dan dinliyoruz. Siyah beyaz
filmlerin kahramanı bile burada. Düşler
Sokağı’nın içinde. Uzay gemisinin, silahsız
askerlerin, RedKitt’in, Daltonların, veresiye
defteri önünde açık bakkal amcanın, Mona
Lisa’nın bile olduğu bir yer. Benim için
cennetten farksız orası. Bir hayal ürünü.
Gerçekleşmiş bir hayalin örneği. Hayat çok
garip. Sizin için ütopya olan herhangi bir şey
hiç beklemediğiniz bir gün gerçek olabiliyor.
Çocukluk kahramanınız ile karşılıklı
oturabilirsiniz bir gün. En sevdiğiniz yazar canlı
kanlı karşınıza geçip size hayallerinizden
vazgeçmeyin diyebilir.
Oyuncak Müzesi, sadece bir müze değil.
Gerçekleşmiş bir hayal. Muhafaza edilmiş bir
çocukluk. Kendinizi kötü hissettiğinizde terapi
gibi gelecek bir yer. Kafesinde oturup mutlu
olunacak bir yer. Çünkü orası kovulduğumuz
cennetimiz;çocukluğumuz.
‘’Bir çoşkudur cocukluk, bir umuttur en
tazesinden, bir sevgidir saf, dahası bir aşktır en
sakınılasından. İster sokakta,ister sıcak,büyük
ve güvenli bir aile ortamında geçsin,küçücük
mutlulukların cennetidir çocukluk.Kiminde bir
çikolataya,kiminde bir oyuncağa,kimindeyse
yalnızca bir kucaklamaya bakar,yüzlerine
yayılan eşsiz kocaman gülümseyiş.Bir renktir
çocukluk. Her çocukluk başka bir renk
dünyada… Ve bir oyundur çocukluk. Bir oyun
çocukluk.’’*
*1998 yılında İzmir’de yayımlanan Kötü Tüccarlar
dergisi,D.Ayça Ergün’ün yazısından alıntı.
**Gitmek isteyenler için Söğütlüçeşme metrobüs
durağının önünden minibüsler geçiyor. Oyuncak
Müzesi’ne gitmek istediğinizi söylediğiniz takdirde
size uygun yerde bırakıyorlar. Erenköy Kız Lisesi’nin
iki alt sokağında. Liseyi bulduktan sonra tabelaları
takip ederek ulaşabilirsiniz.
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Arka Kapak bu ay da Türk edebiyatından Dünya edebiyatına birbirinden değerli üç kitapla karşınızda.
İşte sizler için derlediğimiz eserler...
KİTAP: DAVA
YAZAR: FRANZ KAFKA
KONU: Dava, bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı
bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt
durumunun anlatıldığı bir Franz Kafka romanıdır. Gerçekdışı niteliğiyle
Kafka'nın şaşırtıcı yapıtları arasında çok önemli bir yeri olan Dava;
tamamlanmamış bölümleriyle birlikte yazarın ölümünden iki yıl sonra,
yakın arkadaşı Max Brod'un katkılarıyla, 1925'de yayımlanmıştır. Roman 1962'de Orson Welles tarafından filme uyarlanmıştır.
Bir sabah ansızın tutuklandığını; ama normal yaşamına devam
edebileceğini öğrenen Josef K., neyle suçlandığı bildirilmediği için önce
bunu bir şaka sansa da, kısa sürede durumun ciddiyetini kavrar. Ancak
ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Çalıştığı bankada,
kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde bu
davadan haberdardır. Kaderin bir tür oyunuyla sürüklenir durur,
savunma gücü yoktur, bir hiçtir o.
Yavaş yavaş bir saplantı haline getirdiği davasıyla arasında hiçbir aracı bulunmadığını, kaçınılmaz bir
biçimde bu davanın tam merkezinde kendisinin yer aldığını anladığında ise, cezasını beklemeye
başlar.
Aslında ortada gerçek bir dava da yoktur. Kafka'nın burada anlatmak istediği Bay K. zaten yaşam ya da
dünya tarafından tutuklanmış ; fakat bunun bilincine hiçbir zaman varamamış olmasıdır.
ARKA KAPAK
Merve Başol
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Kitap: YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ
YAZAR: AZİZ NESİN
KONU: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Aziz Nesin'in ilk kez 1977 yılında
yayımlanan romanıdır. Aziz Nesin bu eseriyle 1978 yılında Madaralı
Roman Ödülü'nü almıştır.
Yaşar Yaşamaz adlı karakter hapse girmesinin ardından mahkûm
arkadaşlarına hayat hikâyesini anlatır. Devlet, Yaşar Yaşamaz'ın nüfus
kayıtlarına göre bir ölü olduğunu düşünmektedir ama yine de askerlik
görevini yerine getirir. Yaşar nüfus kâğıdı çıkaramaz ve olaylar hem
güldürü hem de düşündürücü şekilde gelişir.
Kitabın giriş yazısını kaleme alan Meral Çelen bu büyük ilgiyi Yaşar
Yaşamaz’ın ağzından şöyle açıklıyor:
“...Ünümün bu kadar yaygınlaşmasına, beni bu kadar sevmenize ilk
zamanlar akıl erdiremiyordum ama, şimdi biliyorum artık... Nasıl
hepimizde biraz Don Kişot’luk varsa, demek biraz da Yaşar Yaşamaz’lık
varmış... Başıma gelenler yabancınız olsaydı, sever miydiniz beni, arar mıydınız?”
KİTAP: ÇİÇEKLER BÜYÜR
YAZAR: EMİNE IŞINSU
İlay-Mehmet Ali aşkı etrafında Bulgaristan’da yaşayan Türk
vatandaşlarına, Rusya etkisiyle Bulgar Hükümetleri’nin uyguladığı,
insanlık utancının ve kanlı baskıların anlatıldığı; gerçekleri, acıları
yüzümüze vuran roman: Çiçekler Büyür... Emine Işınsu, yaşanan
bu drama kayıtsız kalamayan kalemiyle, gelecek kuşaklara çok
önemli bir eser bıraktı. Unutmayalım, unutturmayalım diye...
“1976'lardan bu yana, Bulgaristan'da yaşayan millettaşlarımıza,
Bulgar Hükûmetleri'nin uyguladığı, insanlık utancı politikalar ve
kanlı baskılar... İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı koyabilir?
... Gerçi tabancasında tek kurşun kalmıştır ama, silahı kendisine
çevirmek, İlay'ın karakterine çok ters bir tutumdur. Oysa
bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir, iş ki
çiçekler, her yıl yeniden büyüyebilsin...”
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Değerli okuyucularımız sizin de bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde beyaz perdenin en çok
sevilen isimlerden biri olan Robin Williams’ı kaybettik. İncir Çekirdeği ekibi olarak sanat dünyasındaki
bu kayıp bizi de çok üzdü. Bu yüzden bu ay sizlerle onun en güzel filmlerini paylaşmaya karar verdik.
Ölü Ozanlar Derneği
1959 yılında geçen film, John Keating (Robin Williams) adlı çok
başarılı ve bir o kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok
disiplinli bir erkek okulu olan Welton Academy'de (takma adı Hell-
ton) öğretmenlik yapmaya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu
baskı altında olan öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla
tanıştırır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı
açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademisinin felsefesine
tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akademi yönetimi tarafından da
gözden kaçmayacaktır. Okul müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat
öğretmenini, öğrencilerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu
görmüştür. Bunu bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating'i
okuldan ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan
öğrencilerinin verdiği tepki Bay Nolan'ı hayatı boyunca yaşadığı
belki de en utanç duyacağı anına sürükler.
Can Dostum
Will Hunting (Matt Damon) Massachuset üniversitesinde çalışan bir
hademedir. Aynı zamanda çok zeki ve öğrenmeyi seven biridir. En yakın
çocukluk arkadaşları ile bilikte zaman zaman Mahalledeki diğer genç
gruplar ile kavgaya ederler. bu yüzden başı kanunla derttedir ve son
yaptığı kavgadan dolayı hapise gönderilir. Daha önce Will'in yeteneğini
fark edip araştıran üniversite profesörü bir şartla Will'e kefil olup
hapishaneden çıkarılmasını sağlar. Tek şart Will'in bir terapist tarafından
tedavi edilip içindeki öfkenin dindirilp iyileşmesini sağlamak. Will terapist
Robin Williams ile birlikte hayatını yeniden yönlendirmeye başlayacak, en
yakın arkadaşı Ben Affleck ve yeni tanıştığı kız arkadaşı bu konuda ona
destek olacaklar.
BEYAZ PERDE’DEN
Afra Nur Akkayalı
Eylül’14 İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Müthiş Dadı
Çizgi filmlerde veya reklam filmlerinde dublaj yapan Daniel Hillard (Robin
Williams) işini bir gün aniden işsiz kaldığını öğreniyor. Bir de üstüne üstlük
karısı Miranda (Sally Field) birdenbire boşanmak istediğini söyleyince
Daniel'in hayatı bir anda altüst oluyor. Boşanma sırasında çocukların velayeti
Miranda'nın üzerine kalıyor ve Daniel çocuklarını sadece haftada bir gün
görebiliyor. Oysa bu, çocuklarına çok düşkün olan Daniel için yeterli değildir.
Böylece bir çözüm ararken aklına İskoçyalı yaşlı ve anlayışlı bir bayan olan
Mrs. Doubtfire fikri gelir. Daniel babaları olarak çocuklarını göremez ama
üstün makyaj tekniklerinin de yardımıylas dadıları olarak vaktinin çoğunu
onların yanında geçirebilir.
Günaydın Vietnam
1987 yapımı Amerikan sinema filmi. Kara mizah türünün örneği olan
filmin yönetmenliğini Barry Levinson yapmış, başrollerinde Robin
Williams ve Forest Whitaker oynamıştır. Ünlü bir DJ olan Adrian
Cronauer, ordu tarafından sabahın erken saatlerinde yayınlanan bir
radyo şovu için getirtilir. Cronauer, önceki ciddi ve sıkıcı havadalgalarını,
mizah ve hippi nağmeleriyle dolu yaylım ateşiyle yok eder. Askerler
tarafından çok sevilir, ancak üst yönetim içinde öfke uyandırır.
Bilmeceler, inanılmaz eğlenceli fıkra bombardımanları ve 60’ların
hitleriyle dopdolu film, Cronauer’in sıkı Saigon macerasının ortasında bir
dünyanın nasıl deliye döndüğünü gösteriyor. Cronauer Vietnam Savaşı
sırasında askere yollanır ve Saygon'daki Amerikan radyosunu kendine
özgü yayınlarıyla tam bir show'a çevirir. Film, savaşın dehşetine,
komedinin ve iyimserliğin çerçevesinden bakıyor.
Patch Adams
9 Nisan 1999. ABD yapımı olan, duygusal ve didaktik öğeler taşıyan filmin
yönetmeni Tom Shadyac Senaryosu ise Hunter Doherty Adams ve Maureen
Mylander'in kitaplarından Steve Oederkerk tarafından oluşturulmuş olup
komedi dalındadır. Yaşanmış bir hayat hikâyesinden alınmıştır. İntihar eğilimli
biri olarak girdiği akıl hastanesinde gördüklerinden sonra Hunter "Patch" Adams
(Robin Williams), çıktıktan sonra tıp fakültesine öğrenci olarak girer. Okulda
başarılı bir öğrenci olmasına karşın, ideallerinden dolayı hocalarından tepki
görür. Amacı "hayata renk katarak" mizah yoluyla tedaviye katkıda bulunmaktır.
Daha sonra yoksul hastalar için kendi parası ve bağışlarla özel bir klinik açmaya kadar
girişimlerini sürdüren Adams, film sürecinde sevgilisi Carin Fisher'in (Monica Potter)
öldürülmesiyle ve lisanssız klinik açmakla darbeler yese de, tedavi hizmetlerinde
yaptıklarıyla ünü ülke çapına yayılır ve bir anlamda amacına ulaşır.
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...