Gölge Fanzin 11

128
G G Ö Ö L L G G E E F F A A N N Z Z İ İ N N EleĢtiri ■ Makale Röportaj Portfolyo Deneme Sayı. 11 - KıĢ 2010 Çeviri Sean O'Hagan - XX. yy. Fotoğrafının En Etkin Adamı John Szarkowski Miydi? Kitap Ġlker Maga - Fotoğrafçıya Fısıltılar, John Berger - Anlatmanın BaĢka Bir Biçimi Röportaj H.C.Bresson Duayen Diane Arbus Çiziyorum Selçuk Erdem

description

Golge Fanzin, icerigi tamamen fotografa yonelik, dunyada ve Turkiye’deki ilk ve tek fanzin ozelligini tasimaktadir. Icerigi, fotografla ilgili deneme, roportaj, fotograf sergisi-album elestirisi ve karikaturlerden olusmaktadir. Fotograf Severler, www.golge-fanzin.com adresinden fanzini Acrobat PDF biciminde indirebilmektedirler.

Transcript of Gölge Fanzin 11

Page 1: Gölge Fanzin 11

GGÖÖLLGGEE FFAANNZZİİNN EleĢtiri ■ Makale ■ Röportaj ■ Portfolyo ■ Deneme Sayı. 11 - KıĢ 2010

Çeviri ● Sean O'Hagan - XX. yy. Fotoğrafının En Etkin Adamı John Szarkowski Miydi?

Kitap ● Ġlker Maga - Fotoğrafçıya Fısıltılar, John Berger - Anlatmanın BaĢka Bir Biçimi

Röportaj ● H.C.Bresson Duayen ● Diane Arbus Çiziyorum ● Selçuk Erdem

Page 2: Gölge Fanzin 11

B u S a y ı d a

GGÖÖLLGGEE FFAANNZZİİNN

Eleştiri ■ Makale ■ Röportaj ■ Portfolyo ■ Deneme

Röportajlar Charlie Rose - Henri Cartier Bresson (1.Bölüm)

Çeviri

XX. yy. Fotoğrafının En Etkin Adamı John Szarkowski Miydi?

Kitap

Sanat, Teknoloji Bilim ve Sanat Anlatmanın Başka Bir Biçimi

Deneme

Istırap İçerisindeki Kurbağa Aura

Gilles Peress ve Fotoğrafta Tutarlılık Üzerine Dr. Müh. Faik Başaran

11. Kış 1 1

Page 3: Gölge Fanzin 11

________ ■■ ĠĠÇÇĠĠNNDDEEKKĠĠLLEERR TTAABBLLOOSSUU ■■ ________

Gölge Manifesto ……………………………………………………………… 5

Editörden, I.Ġ.K .…….…………………..……………..……......…………… 6

Zaytung, KADRAJ ………….……….............................................................. 9

XX. yy. Fotoğrafının En Etkin Adamı John Szarkowski Miydi? …......… 10

Dijital Tahakküm, Fatih Pınar …..................................................…..…….. 14

Bir Yeni Yetmenin Manifestosu!, Aylak Adam ………..……………......... 18

Fotoğrafçılığın Yedi Katı, Ken Rockwell ..................................................... 20

ÇağdaĢ Türkiye Fotoğrafının Kısa Tarihi, O.C.Çetin ………………….... 29

Bir Fotoğrafçı‟nın BaĢkentten Ġstanbul‟a Yolculuğu, BarıĢ Kaygusuz …. 34

Fotoğraf Çekmek Ġçin Denize Çıkan Sokaklar …………………………… 37

Yüreğine Sağlık FotoĢop!, Kaan Sezyum ……………………………......... 38

Bildiğimiz Fotoğrafın Sonu…, Utku Kaynar ……………………………... 40

Her evde bir Erol Atar, Cihan Baker …………………………………...… 45

Sokak Fotoğrafçılığı, f ………………………………………….......………. 48

Fotoğrafçının Tutumu, Murat Yaykın ……………………………………. 50

Bir „Model SözleĢmesi‟ Önerisi, Kemal Cengizkan ……………………… 52

Al Sana Pulitzer, Yiğit Özgür ……………………………………………… 56

Fotoğrafçının Adabı, Fotoğrafın Erkânı..., Özcan Yurdalan ……………. 57

Kader‟in Objektifinden Görüntüler, Sertaç Mehmet Temizel ………….. 62

Bir Fotoğrafçının Günlüğü‟nden, I.Ġ.K …………………………………… 67

Alman Hastanesi, Pera, Cihangir ….……………………………………… 69

Bir Duayen: Diane Arbus ….………………………………………………. 70

Kim Ġlkel?, Murat Yaykın …………………………………………………. 73

Gölge‟de Röportaj: H.C.B …………………………………………………. 77

Türkiye‟de Hiç Fotoğrafın KarĢı Kıyısına Geçilebildi mi?, L.Aytek …… 84

Fotoğraf Sanatının Ruhunu Ne Öldürdü? Gökçen Göksal ……………… 93

Çiziyorum, Selçuk Erdem …………………………………..……………… 95

Kitap ve Albüm Tanıtımları ……………………………………….….…… 96

Dijitale geçtiniz mi?, Sabit Kalfagil ……………………………………… 100

Meanwhile, On Tumblr …………………………………………………... 107

Fotogerçeklik: Gerçeklik Algısının Evrimi, Ebru Kurbak …………….. 108

Fotoğraf Makinemi Seviyorum, Ahmet Yozgat …………………………. 119

Page 4: Gölge Fanzin 11

OPPPS! …………………………………………………………………….. 120

Ben, Alpay Erdem ………………………………………………………… 121

Megapiksel Masalı: Bilmeniz Gereken Gerçekler, Umut Ulu ………….. 123

Komikaze, Erdil YaĢaroğlu …………………….………………………… 128

“Gölge”, bir fanzin‟dir. Fotokopi yolu ile çoğaltılabilir. Gölge‟de yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarına aittir.

Yayın Kurulu, Gölge Fanzin‟e gönderilen yazıları yayımlayıp yayımlamamakta serbesttir.

Gönderilen yazılar iade edilmez.

Fanzin Tasarım: Istırap İçerisindeki Kurbağa

İletişim için: [email protected]

Page 5: Gölge Fanzin 11

GGÖÖLLGGEE MMAANNĠĠFFEESSTTOO

Türk fotoğraf camiası, potansiyel olarak her geçen gün büyümekte...

Fotoğraf eğitimi verilen üniversitelerde, durum hiçte iç açıcı değil, çünkü

her bölüm ağır elemanlarının dayattığı, fotografik anlayıĢın idame

edebilmesi saplantısıyla hareket etmekteler. Yeniliklere hemen hiç Ģans

yok. TeĢvikler hep kendi benzerini yaratmaya yönelik.

Ticari fotoğraf kurumları ise, amatörlere bir takım öneriler sunmaktan,

çözümler üretmekten öteye bir mesuliyet yüklenme iddiasında değiller.

Tüm bu yapılanma ardında Ģekillenen Türk Fotoğrafı, ekseriyetle “Gezi

Fotoğrafı” ve “Tanıtım Fotoğrafı” branĢlarında yoğunlaĢmakta. Bunun

temel sebebiyse bireylerin kısa sürede ekonomik kazanç sağlama sevdaları.

Bir diğer eğilim ise, “YarıĢma Fotoğrafçılığı”.

Hemen her ay, düzenlenen 3-4 fotoğraf yarıĢması, yüksek meblağlı

ödülleriyle amatör ve profesyonel fotoğrafçıların baĢını döndürüyor.

ĠĢte böylesi bir ortamda kurulan “Gölge Fotoğraf Grubu”, aĢağıda

sıralanmıĢ olan giriĢimleri kendine görev edinerek, faaliyetlerine

baĢlamıĢtır.

Uzun soluklu, sosyal içerikli belgesel projeler üretip, bunların

sergilenmesini sağlayacağız.

Projelendirdiğimiz konulara dair sorunsalları çözmeye yönelik

fotografik önermelerde bulunacağız.

Türk Fotoğrafında köklü bir eleĢtiri yazısı geleneği oluĢturacağız.

Camiada olan her türlü olay ve etkinlikten Türk Fotoğraf

Kamuoyunu haberdar edeceğiz. Hiçbir kiĢi ya da kuruma bağlı

olmadığımızdan dolayı, hasıraltı edilmeye çalıĢılan konulara dahi parmak

basacağız. Ve gereken tavrı sergilemekten kaçınmayacağız.

Fakat hepsinden önemlisi dünya çapında kabul gören bir “Türk

Fotoğraf Ekolü‟nün” oluĢabilmesi için her türlü platformda mücadele

edeceğiz.

Kısacası, gölge gibi takipte olacağız.

“IĢığın olduğu her yerde gölge de vardır.”

Page 6: Gölge Fanzin 11

E d i t ö r d e n

-Sicut erat in principio-

üm fotoğrafseverlere –uzun bir aradan sonra– en harbisinden “Merhaba!” Öncelikle Ara Güler’e odaklandığımız son sayımıza gelen tepkilerle inceden bir girizgah yapalım. Fotoğraf camiamızın ağır

toplarından olan Ara Güler; güzide fotoğraf sanatçımız ¡Erol Atar! ile birlikte,

tartışmasız Türkiye’de, “fotoğraf” denilince herkesin aklına gelen ilk isim oluyor. Malum toplum olarak “dinolara” karşı, karşı konulmaz bir ―totemleştirme eğilimi” gösteriyoruz. Fakat bu durumu kafaya takmamalı, öpüp geçmeliyiz. Yoksa bu tür şahıslar hakkında menfi bir şey yazıp söylediniz mi “VAY HALİNİZE…”

aldı ki, bizim gibi müsbet–menfi görüşleri bir araya getirmiş olsanız da fark etmiyor. Ara’yı “okladığımızı” iddia eden fotoğrafın gırtlağı kanserli, kalın seslerinden biri illa çıkıp, şovenistçe size “ok” atıyor.

Not: Bu ok Eros’unkinden değil, Mamçakoğlu’nunkinden… Savun kendini Gölge Şövalyesi’nin, perforeli kılıcının azabından Mamçakoğlu!.. Kiaaaa! Shebatayy! Swifff!

undan ötürü Ara Güler hakkında yazmak–çizmek başından beri oldukça riskliydi. Mevcut risk bizi açıkçası korkutmadı. Aksine heyecanlandırdı, çoşturdu. Niyetimizin gayet açıkça ifade edildiği bir

editöryel yazı ile bu işe giriştik, bize gelen genel tepkiler göz önünde bulundurulduğunda, gayet kıyak bir iş kotardığımızı düşünüyoruz. En azından beyinlerdeki bağnazlık mühürünü kırdık. Sonuçta, Güler bizi bağlamaz. Kendisi bugün vardır, yarınsa yok! Fakat T.C’de, O olmadan önce nasıl fotoğraf varsa, O’ndan sonra da elbette süre gelecektir. Güler’in üzerinden yapmış olduğumuz okumalar ve bunlara dair geri dönüşler, bir kez daha camiamızın -sahilden kaç metre ileriye giderseniz gidin asla derinleşmeyen- “Kumburgaz Sahilleri”ne benzediğini ortaya koydu. “ÜMİTSİZSİN BE CAMİA! KURTAR BİZİ LAMİA!”

sayının duyurusunu yapmak için hazırladığımız Gülerle ilgili video olumlu tepkiler aldı. Herkes izlerken çok eğlendiğini, beğendiğini belirtti. Maksat zaten bundan gayri bir şey değildi.

Bunun yanı sıra yaptığımızın yakışıksız olduğu düşüncesini taşıyanlar da vardı. Onların canı sağolsun. Onları böyle de seviyoruz.

T

K

B

10.

Page 7: Gölge Fanzin 11

izde artık her sayı için birbirinden farklı, sizleri tebessüm ettirecek bir takım farklı sunum ve anonslar hazırlamaya karar verdik. Bu sayınınkisiyse kulaklarınızı tırmalayan, kaydı kötü, iğrenç bir “jingle”

olacak. Uyarı: “Bence dinlemeyin! Çünkü akıllara zarar bir şey oldu.” Sonra “Yok Gölge Fanzin şöyle yapmış, yok böyle yapmış” diye bıdı bıdı etmeyin. Yakarızzzz…

nlaşılamayan yada ısrarla anlaşılmak istenmeyen bir husus hakkında da fikir belirtmeden edemeyeceğiz. Gölge Fanzin, yani Gölge Fanatik Dergi, fotoğraf adına belirli ideolojik söylemlere sahip, bağımsız ve

taraflıdır. Hani, “Aman ucu bilmem kime dokunur” diye, edeceği kelamı oto-sansürleyen, üstüne üstlük bağımsız olduğunu iddia eden -üfürükten teyyare kedi kakasından minare- yayınlara benzemez. Dolayısıyla yaklaşımlarımız, olmadığımızı söylediğimiz tipteki yayınlara alışkın kimselerde alerjik reaksiyona sebep olabilir. Bu kimselerin kaşıntıları tutabilir. Dolayısıyla Gölge Fanzin’i değerlendirir ve hakkında yargıya varılırken, belirtilen hususlar göz önünde önemle bulundurulmalıdır.

on sayımızda üzerine yoğunlaştığımız özel bir tema yok. Bundan sonraki sayılarda yeri geldiği vakit yine “tematik” olarak yayın yapacağız. Yeter ki gerekli olduğunu görelim, hissedelim. Hatta bu

doğrultu da sizlerden gelecek olan teklifler bize fikir verecektir. Bundan ötürü her türlü fikir ve isteklerinizi bize [email protected] adresinden iletmeye çekinmeyin. Yazan, çizeniniz varsa yine aynı adres kanalıyla üretilerini bize iletsin. Aslında bu çağrıyı sürekli tekrarlamamıza rağmen sizlerden bizlere ulaşan fazla materyal olmadığını da belirtmeliyiz. Bu konudaki kaygılarınızı gayet iyi anlıyoruz. Muhalif kanatta yer almaktan geçerli-geçersiz sebeplerden ötürü çekiniyorsunuz. Eyvallah! Ümit ediyoruz ki bu sayıdan kelli mevcut görüntü değişsin. Sizlerden gelen işlere de sıklıkla ve bolca fanzinimizde yer verelim…

anzin’de yer alan bazı içeriklerin güncelliğini yitirdiği düşünülebilir. Biz bu konuda aksi düşünüyoruz. Süregelen yanlış yaklaşım ve zihniyetlerin ortadan kalkması için ısrarcı olunması yanlısıyız. Bu

yüzden de bu tür konuları tekrardan gündeme getirmekten kaçınmayacağız. Amacımız, popüler ve güncel olanı yakalamak değil. Aksi takdirde durum “suya yazı yazmaktan” farklı olmazdı. Tavır, yalandan gazel okumaya benzer, delikanlılığı da ağır bozardı. Netice itibariyle güncelliğini yitirdiği sanılan yazıları okur ve değerlendirirken, parmak bastığımız bu konuların güncelliğini yitirmekten çok periodik tekerrürlerle sıkça gündeme gelen birer iflah olmaz hastalık olduğuna lütfen dikkat ediniz. Çareler arayın, arayalım.

B

A

S

F

Page 8: Gölge Fanzin 11

sayımızda güncel bir sergi yada albüm eleştirisi yer almıyor. Geçen süreçte ele alınanlar, yeni sayının yayınlanması konusunda, ertelemeler olmasından ötürü, anlamlarını

yitirdiler. Dolayısıyla da bu eleştirileri Kış sayısının dışında tutmamızı icap etti. Gölge Fanzin’in gelecek sayısından itibaren eleştiri yazılarına tam gaz devam edeceğiz. Bilgilerinize…

otoğraf camiasında yer alan bazı kişi/ler ve çevrelerin oportunist tavırları gözümüzden kaçmıyor. Fotoğraf onlar için amaç değil, şan, şöhret, para, v.d ulaşmak için bir araç olmuş. Eleştirel bir tavırla

karşılaşmadıkları içinde meydanı boş bulmuş at oynatıyorlar. İçindeki yalan-dolan ve tamahkârlıktan oluşan irinleri yayılmacı politikalarını gerçekleştirmek için haznesinden taşmış. Bu sapkınlığa sadece bizim gibi bir zırhlı, bin kargılı şövalyeler karşı çıkıyorlar. Onlar, işlerine gelmeyince kurban olarak seçtiklerini ne kadar da kolay “şeytanın avukatı” ilan ediyorlar. Ayrıca başta Gölge Fanzin’de olmak üzere, kısıtlı ortamlarda satırlara dönüşmüş ana dillerindeki cümlelerin manidarlığını bir başka dilmişçesine anlayamıyorlar. Onlara; *“Destur de breh! Berduşa name yakma çek git; ilerle milim milim…” demek için Gölge Fanzin yenilenerek fotoğrafa hizmet etmek için geri dönmüş bulunuyor. “Çolak, gözüm üzerinde… Kanıtıyla, belgesiyle ağır açığını yakaladım.”

n önemli konuyu en sona sakladım. Sıkça “Üç ayda bir yayınlanır” ibaresine rağmen Gölge Fanzin neden düzenli olarak yayınlanmıyor?‖ diye haklı olarak soruyor ve sitem ediyorsunuz.

Haklılığınızı kesinlikle tartışmıyoruz. Bu konudaki taahhütümüzü ne kadar denesekte yerine getiremediğimizi özür dileyerek belirtmeliyiz. Gölge Fanzin’in yayın politikasına uygun olarak yazmak, çizmek, alıntı yapmak sanıldığı gibi kolay değil. Bünyemizde yer alan üyelerimizin hepsi eli kalem tutan, yazıp-çizebilen arkadaşlar değiller. Kaldı ki biz bu işi yaparken herhangi bir maddi karşılık beklemeksizin gönüllü yapıyoruz. Hal böyleyken de, çok afedersiniz Telefunken… Tabi bunların hiçbiri bahane değil. Bu sayıyı takiben düzenli yayın yapmak için gayrette olacağız. En azından

niyetindeyiz. Hoşça kalın. 06.03.2011

*Sagopa Kajmer - İçimdeki Şeytanın Ensesindeyim

“Forci altro canterâ con miglior plectio”

11.

F

E

Page 9: Gölge Fanzin 11

Kaynak: http://zaytung.com/dergi.asp?drgid=41, thx2Cici

Page 10: Gölge Fanzin 11

XX. yy. Fotoğrafının En Etkin Adamı John Szarkowski

Miydi?

Sean O'Hagan

Algısı güçlü bir eleştirmen olduğu kadar öngörülü bir küratörde olan

Szarkowski, New York Modern Sanat Müzesi‟ni (MOMA) William

Eggleston‟un renkli fotoğraflarıyla donattı. Diane Arbus ve Lee

Friedlander‟ın genel geçer sınırları aşan işlerini destekledi. Fotoğrafçılığı

önemseyen herkes ona muhakkak bir şeyler borçludur.

Szarkowski halen Tate Modern’deki “Exposed: Voyeurism, Surveillance and the Camera - ” adlı

sergide, New York’u (1969) sergilenen Garry Winogrand gibi fotoğrafçıları destekledi.

Bu ay (Temmuz „10) itibariyle John Szarkowski vefat edeli tamtamına 3 yıl

oldu: Artık bu onun fotoğrafın bir sanat biçimi olarak kabul görmesi ve kamu

algısını etkilemek adına fotoğraftaki belirleyici rolünü yeniden

değerlendirmenin tam zamanıdır. Szarkowski iyi bir fotoğrafçı, büyük bir

eleştirmen ve sıra dışı bir küratördü. Herhalde onun savaş sonrası Amerikan

Fotoğrafı‟nın tek ve en önemli gücü olduğunu iddia etmek hiçte yanlış olmaz.

Page 11: Gölge Fanzin 11

Tüm iyi eleştirmen ve küratörler gibi, Szarkowski de ileri görüş sahibiydi ve

tam bir katalizör niteliği taşımaktaydı. Saygın fotoğrafçı Edward Steichen‟ın

yerine, New York Modern Sanatlar Müzesi‟nin başına 1962‟de geçtiğinde,

sadece 36 yaşındaydı. Selefinin kendi üzerinde, uzun zamandır süregelen

etkisine dikkat etmeliydi. Steichen, 1955 yılında Moma‟da - kariyerimin zirve

noktası dediği - heybetli grup sergisi, “The Family of Man”in küratörlüğünü

yapmıştı. Ölüm, aşk, çocukluk gibi insan deneyimlerinin evrenselliğini

göstermeyi hedefleyen sergi ünlü ve ünsüz 273 fotoğrafçının, 503 görselinden

oluşuyordu. Sergi büyük kitleleri galeriye çekmişti. Daha sonraysa dünyayı

gezerek, tahmini olarak 9 milyon izleyiciyi kendine hayran bıraktı.

Kuşkusuz, bu Steichen‟in en başından beri amaçladığı üzere, ulaşılması zor bir

başarıydı. Szarkowski daha sonra "Farklı insanlardık" demişti, "farklı yetenek,

karakter, sınırlama, geçmiş, sorun ve dertleri olan… Çok farklı zamanlarda aynı işi yapıyorduk. Bu da aslında yaptığımız işin aynı olmadığı anlamına

geliyordu.”

Ayrıca Szarkowski, Steichen ve selefi Beaumont Newhall, için daha da

açıklayıcı olarak, “kendilerini bilinçli ya da bilinçsiz fotoğrafın savunucuları

olmaya benden daha fazla mecbur hissettiler. Oysa benim – ekseriyetle işleri

nedeniyle – havarilere has bir tutum takınmaktan ziyade analitik bir davranış

üstlendiğimi varsayabiliriz.” Demişti. Yaklaşımdaki bu farklılık can alıcı

olacak ve günümüze kadar dünyaya bakış açımızı şekillendirmeyi sürdüren

yeni bir fotografik estetiğin temelini oluşturacaktı.

Szarkowski Moma‟nın başına geçtiğinde New York‟ta fotoğraf sergileyen tek

bir ticari galeri bulunmuyordu. Steichen ile Newhall‟un öncülük eden işlerine

rağmen birçok küratör ve eleştirmen tarafından tarzları kabul görmemişti.

Szarkowski bunların tümünü kökten değiştirdi. O; doğru yer ve zamandaki,

doğru kişiydi: O zamanın hızla değişen kültürel beğenileriyle, demokrat

uzgörüşünün uyum sağladığı bir zamanda en önemli sanat enstitülerinden

birinin kontrolü verilen bir ileri düşünürdü.

İster biçimsel olarak düzenlenmiş bir Ansel Adams manzarası ister modern bir

şehrin hararetli tartışmasını yakalamış, bir şipşak ya da yol işareti veya park

yeri gibi yerel bir öznenin fotoğrafı… Szarkowski görüntünün eşitliği

hususunda ısrarcı bir tavır sergilemişti. Bir keresinde üstüne basa basa,

"Yetenekli bir fotoğrafçı her şeyi iyi fotoğraflamalıdır," demişti.

Page 12: Gölge Fanzin 11

Halen ilgi çekici olan kitabı “The Photographer's Eye – Fotoğrafçının Gözü

(1964)”nde, Szarkowski şipşaklarla önemli fotoğrafçıların fotoğraflarını yan

yana koydu ve Fotoğrafçılığın tarihçesinin “bir yolculuktan ziyade bir büyüme olduğu” için diğer sanat biçimlerinden farklı olduğunu zekice savundu.

"Hareketi çizgisel ve ardı sıra değil ama merkezkaçlıydı," demişti.

"Fotoğrafçılık ve onu anlama şeklimiz bir merkezden yayılmış; zerk edilme yoluyla bilinçaltımıza nüfus edilmişti. Tıpkı bir organizma gibi fotoğrafta bir

bütün olarak doğmuştu. Bizim onu halen sürdüregelen keşfimizin ardında

tarihçesi yatıyor.”

©Eamonn Mccabe - John Szarkowski, New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nin fotoğraf

küratörü.

Szarkowski bir yazar olarak yeniliklere açık, bir küratör olaraksa devrimciydi.

Aşkın Yazı1 da denilen 1967 yazında, Moma‟da “New Documents - Yeni

Dökümanlar” adlı serginin küratörlüğünü yaptı. Sergi, nispeten az bilindik 3

fotoğrafçının işlerini ön plana çıkartıyordu: Diane Arbus, Lee Friedlander ve

Garry Winogrand. Sergi, mantıktan ziyade duygulara dayanan tarzıyla, Velvet

Underground2‟ın kentli, tedirgin, atonal müziği gibi zamana ayak

uyduramıyordu. Bu bir karmaşa yarattı. Arbus‟un fotoğrafları biçim ve

içerikleri açısından saldırgandı: Bunlar sözüm ona ucube, dışlanmış ve

uyumsuz tiplerin nahoş siyah-beyaz fotoğraflarıydı. Friedlander ve Winogrand

o zamana kadar bilinmedik ya da anlaşılamayan belgesel fotoğrafçılık tarzıyla,

şehrin her günkü ivmesine dair sıradan, hatta rastgele görünen aşırma

Page 13: Gölge Fanzin 11

görüntüler üreterek kendilerine has üsluplarıyla New York sokaklarını

fotoğraflamışlardı.

Szarkowski “New Documents - Yeni Dokümanlar”ın önsözünde, işlerin temsil

ettiği ve üç fotoğrafçıyı birleştiren tavrın vurgusundaki değişikliği ustaca

tanımlayarak, “Yeni bir fotoğrafçı kuşağı, son on yılda dokümanter yaklaşımı daha kişisel uçlara yöneltti. Amaçları hayatı düzeltmek değil onun hakkında

fikir sahibi olmaktı.” diye yazdı.

Ayrıca Szarkowski Moma‟da, Lartigue, Brassai ve Cartier-Bresson gibi öncü

Avrupalı fotoğrafçıların sergilerine ev sahipliği yaptı ve 1969‟da Eugene

Atget‟ın arşivinin büyük bir kısmının müzeye devredilmesini sağladı.

Lartigue‟in çocukken çekmiş olduğu fotoğraflardan oluşan sergisi ciddi

tartışmalara sebep oldu ve sert bir dille eleştirildi. Szarkowski'nin 1976‟da o

zamanlarda daha adı duyulmamış Tennessee‟li bir fotoğrafçı olan William

Eggelston‟un işlerini sergilediğinde karşılaştığı dev öfke dalgasıyla

kıyaslandığında bu tartışmalar yine de ölçülüydü.

“William Eggleston's Guide - William Eggleston'ın Kılavuzu” adlı sergi,

Moma‟da açılan ilk renkli fotoğraf sergisiydi. Bu eleştirmenleri öfkelendiren

bir karar olduğu kadar iddialara göre de banal ve bayağı bir konuydu. Bir

keresinde sergi hakkındaki tepkileri Eggleston‟a sorduğumda, “Beni şaşırtmadı ya da gücendirmedi. Hiçbir şekilde müspet ya da menfi etkilemedi.” dedi. En

abartılı eleştiri New York Times‟tan Hilton Kramer‟dan geldi: "Bay Szarkowski bütün uyarıları bir kenara bırakarak, Bay Eggleston'un fotoğraflarından

“kusursuz” diye bahsetti. Kusursuz mu? Belki de kusursuz biçimde banal, fakat

kesinlikle sıkıcı.”

Zaman Kramer‟in hatalı, Szarkowski‟nin ise –ki bu bir ilk değildi- haklı

olduğunu gösterdi. Sergi kitabının giriş yazısı, halen modern fotoğrafçılık

hakkında yazılmış yazıların en önemlilerinden birisidir. Her şeye rağmen şöyle

bir geriye dönüp bakıldığında, Szarkowski'nin kerametinin, dâhiyane eleştirel

aklı ya da neyin o an için “iyi fotoğraf ölçütü” olarak kabul gördüğünü

tanımlamadaki kabiliyeti değil, şöhretini tehlikeye sokabilecek riskleri göze

almadaki gönüllüğü olduğu anlaşılır. 7 Temmuz 2007‟de, 81 yaşındayken vefat

ettiğinde ilk göz ağrısı olan fotoğraf çekme eylemine geri dönmüştü. Bir ölü

anma yazarı tarafından, "Amerika‟ya fotoğraflara nasıl bakılması gerektiğini

öğreten adam." şeklinde tanımlanmıştı. Bu halen abartılı bir iddiaymış gibi

görünmüyor. Kaynak: guardian.co.uk, 20 Temmuz 2010, Salı, Çeviri: I.İ.K

Page 14: Gölge Fanzin 11

Not:

1ABD'de batı yakasında yaşanan ve hippi hareketinin geniş kitlelerce benimsendiği

1967 yazı.

2 1965`te Amerika`da kurulan rock grubu. “The Velvets” olarak da bilinir. Lou

Reed grubun en öne çıkan elemanıdır. Zaman zaman onun ismiyle de anılır.

Gerçek anlamda 5 yıllık birliktelik sürecinde ticari olarak çok başarılı olamasalar

da, Kadife Yeraltı zamanın en önemli gruplarından biri olarak kabul edilir. The

Velvets`in daha sonra ortaya çıkacak müzik türlerinin öncülüğünü yapması, şarkı

sözleri ve Lou Reed`in vokali grubu müzik tarihindeki yerine koyar.

Page 15: Gölge Fanzin 11

Dijital Tahakküm

Fatih Pınar, http://www.fatihpinar.com

Çok kolaydır. Cebinizden çıkartıvereceğeniz küçüklükte, hatta bir

cep telefonu kadar yakınınızdadır. Hiç bir karşılık ödemezsiniz. Bir

dijital kamera reklamının emrettiği gibi: „Düşünme, Çek‟. İşte tam da

şimdi, en çok olmanız istenilen halinizdesinizdir: Avanak! Siz bile

çekebilirsinizdir. Şuradan bakıp, şuraya basıyorsunuz ve anında

ekrana çıkartıyorsunuz. Evet, anında.

Tam da kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla size hayat boyu buyurduğu

tempoda: Anında!

Her şey, son derece kusursuz, kontrol altında, müdahale edilebilir,

sınırsız, interaktif, hızlı ve kolay olmalı. Hiç bir şey kaçmamalı.

Fotoğraf çekim sonrasında da manipülasyona açık olmalı. İnsanı

„hiç‟leştiren tüm bu faktörlerin lakaytlığı, tutkuyla bağlanılan

köleliğe ve teknik mükemmeliyete dönüşür. Oysa fotoğrafçının

kaygısı, teknik mükemmeliyet değil, sosyal sorumluluk ve doğaya

duyduğu saygı gereği anlatmak istediği konuyu en iyi şekilde

anlatabilmektir. Bunu, teknolojinin insanı yabancılaştıran teknik

kaygılarıyla değil, hassasiyetle muhafaza ettiği insani değerleriyle

yapar.

Hemen alınması gereken daha üstün teknik özelliklere sahip yeni

modeller fotoğrafçıyı sürekli dürter: „Hadi al beni!‟ Artık fotoğraf

makinesi, anlatmak istediğiniz şeyi anlatacağınız bir araç olmaktan

çıkıp sürekli bir tüketim nesnesi olan dijital kayıt makinesi halini

almıştır. Her yüceltmenin tapınmaya dönüşmesi gibi bu kısır döngü

de, sürekli yeni modeller hayal eden tatminsiz ve mutsuz insan tipini,

dijital fotoğrafçıyı yaratır.

Tam da kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla size hayat boyu buyurduğu

tempoda: Tüket!

Page 16: Gölge Fanzin 11

Hayatının son sekiz yılını fotomuhabiri olarak hikayelendiren biri

olarak bu gün dijital kayıt makinesi sahibi oluşumun birinci yılı

doldu. Bir yıl yapış yapış bir huzursuzluk duygusuyla geçti. Geride

yüzlerce Cd, monitör başında geçen saatler ve bilgisayarın yazdığı Cd

ile birlikte kaydolan korkularım kaldı. Artık arşivime, ağırlığı bana

huzur veren dia dosyaları arasından değil de Cd çantalarından

ulaşıyorum. Her defasında dijital şeytan „ya bilgisayar okumazsa‟

diye fısıldıyor kulağıma. Her defasında „ohh işte okudu‟ diye

sesleniyorum şeytanıma. Her defasında kinlerimiz daha da bileniyor.

Biliyorum, ruhumu şeytanıma teslim etmeden huzura

kavuşamayacağım. Bu yazıyı buna sebep yazıyorum. Birilerine ne

yapsam da kurtulsam diyebilmek için. Dijital şeytana tam itaat

edemeyen ruhumun huzursuzluğu nasıl giderilir diye sormak için.

Oysa ben, hala o günlerin esrikliğindeyim. Çektiğim fotoğrafı

günlerce, gecelerce hayal ederek yuvarlanıp durduğum hatıralarımın

birinden diğerine salınıp duruyorum. Meleklere danışırdım hep.

Pozlamayı doğru yaptım değil mi? O gördüğüm an değil mi? Her

kare için ayrı ayrı sorular sorardım. Merak ederdim. Heyecan

duyardım. Çekimdeyken her gece yatmadan önce tekrar tekrar

sayardım. Toplam altmış makaraydı. Dün yirmi yedi. Bugün sekiz.

Altmış eksildikçe ve otuz beş çoğaldıkça hayallerime telkinlerde

bulunan meleklerimde çoğalırdı. „Evet, tam da gördüğün gibi

çıkacak, bekle‟ derlerdi. Beklerdim. Beklerdik. Beklemesini bilirdik.

Beklemek, hayallediğim fotoğraflarıma aşıkça şiirler yazdıran

melekler çoğaltırdı. Dilemeyi ve kıymet bilmeyi öğretirdi.

Ben, fotoğraf çekmeyi, çektiğim fotoğraflar o karanlık film rulosunun

içinde beklerken öğrendim. Çektiğim fotoğrafı hayal ederek

fotoğrafçı oldum. Fotoğraflarımı önce hayallerimde oluşturdum.

Döne kıvrıla aktıkları film rulosunun karanlığından çıkıp düşlerimde

dönmeye başlarlardı. Dilekler tutardım tam da istediğim gibi çıksın

diye. Dileklerim tuttuğu için fotoğraf çekmeyi severdim. Bu yüzden

Page 17: Gölge Fanzin 11

fotoğrafladığım yerlere gittim. Fotoğrafladığım insanları, doğayı,

dünyayı sevdim.

Yumuşak bir aydınlığın süzüldüğü camın üzerinde sere serpe

sevişmeyi beklerdi benim fotoğraflarım.

Biz. Evet, sen ve ben, beklemeyi bilirdik!

2 Nisan 2006/Radikal 2

Page 18: Gölge Fanzin 11

Bir Yeni Yetmenin Manifestosu!

Aylak Adam

Günümüzde kimi çevrelerin lokomotif olarak gördüğü akademilere ve

aslında o yapının temeli olan öğrencilerin eğitim koşullarına değineceğim

bu ilkyazımda. Alanı biraz daha daraltarak sanat eğitimi vermekte olan

fakülte ya da akademilere dikeceğim sinirli bakışlarımı. „‟Sinirli‟‟ diyerek

önyargılı bir nitelemeye kucak açtığımın farkındalığı içinde „‟önyargısız‟‟

olmam gerektiğini düşünebilirsiniz. Ancak nasıl ki bir belgesel fotoğrafçı

yaşantı ve birikimleriyle objektif olamazsa benim de objektif olmama

hakkımın saklı tutulduğunu düşünüyorum. Belki bu görüşüme

katılmayanlarınız yazımın devamında bana katılabilirsiniz diyerek kendimi

ümitlendiriyorum…

Okuduğu Güzel Sanatlar Fakültesinden altı yılda yeni mezun olabilmiş

olan ben, belirtmek isterim ki bunca yılın sorumluluğunu hem alıyor hem

de almıyorum. Almamın sebebi belki de daha başka yolların da olabilirliği

üzerinden olsa gerek… Almamamın sebebi ise yasam koşullarımın

ülkemizde en pahalı giderli bölümlerinden biri olan fotograf bölümünde

okuyor olmamdır. Dijital makinenin getirdiği çabukluk bir yana, okul

çıkışlarında tutkum olan fotoğraftan tamamen farklı bir iş (barda aksam

üzerinden gece dörtlere dek çalışıp okul giderlerimi karşılamak gibi…)

yapmak zorunda kalışım ve verilen ödevleri yapamayışım somut

sebeplerimden sadece birkaçı…

Çok iyi biliyorum ki birçok öğrenci arkadaşım da benimle benzer

işlerde, benzer koşullarda sırf fotoğraf tutkusu sebebiyle bu şekilde

yaşamaya katlanmak durumunda kalmışlardır. Bunun en önemli

sebeplerinden biri okumak isteyen öğrenciye verilmeyen ya da yetersiz

kalan burslardır. Oysaki bir fotoğraf öğrencisine örnek olarak gösterilen

kimi fotoğraf sanatçısı - denilen - ağabeylerimiz toplanıp gerçekten yardım

etmeyi istese herhalde birçok öğrenci dostumuz bundan büyük fayda

görmüş olurdu. (Yardım eden bazı insanları dışarıda tutarak

dokunduruyorum!) En azından adediyle övündükleri Leica marka

makinelerinin vitrinlerinde olması yerine, bir kısmını zor şartlarla mücadele

eden kişilerle paylaşsalar herhalde önemli bir şey yapmış olabilirlerdi.

Page 19: Gölge Fanzin 11

Diğer değinmek istediğim konu olan sanatçı adayının eğitimi konusu ise

az evvelki temamızın içinde bulunduğu laçka halden pek de farksız değil

sanırım.

Sorgulamak ve gelişmek amacıyla kurulmuş olan akademilerimizde

sanatçı adayının yeterince sorgulamasına izin verilmediği gün gibi ortada

olan günümüzde ne yazık ki her geçen gün ileriye gidileceğine ya geriye ya

da yerinde saymakla yetiniyor fakültelerimiz.

Sanatın özünü oluşturan etmenlerden olan politika ve siyaset sanattan,

eğitimi veren birçok akademisyen tarafından öylesine uzak tutuluyor ki

sanatın güzelliği dışında sanki başka hiçbir şey var değilmiş durumu

yaratılıyor. Oysa sanat tarihine de baktığımızda sanat ve politika

olabildiğince aynı kulvarda var olmuştur. Tarihte eğitim vermiş atölye ve

kurumlarda da sanat ve politika epeyce tartışılmıştır. Sanat tarihin önemli

kırılma noktalarını kendine konu yaratmış ve kendince yorum katmıştır.

Zaten durum böyle olmasa bugünkü en önemli eserlerden Picasso‟nun

Guernica„sı nasıl oluşabilirdi… Ancak bugünkü toplumla birlikte apolitize

edilmeye çalışılan sanat akademilerindeki bireyler sanatın salt estetizmden

ibaret olduğu duygusuyla yetiştirilmeye çalışılarak tarihteki sanat – politika

denklemi yok edilmeye çalıştırılıyor. Bireyin sorgulama ve kendine fikir

üretebilme şansı da bir o kadar kısıtlanmış oluyor. Sanat akademisinde

okuyan bireyin aldığı dayatmacı eğitim sayesinde de çıta sadece normal bir

düzeyde tutuluyor. Kısaca alınan eğitim meslek okullarındaki eğitim

mantığı ile hemen hemen benzer kıvama sokuluyor. Elbette kurduğum

cümlelerden tüm akademisyenleri sorumlu tuttuğumu düşünmeyin (zaten

buna da hakkım olduğunu sanmıyorum), en azından benim umut beslediğim

bazı akademisyenler mevcut, ancak onların şevklerini, azimlerini çeşitli

yöntem ve baskılarla kırmak isteyen zurnacı takımı da az değil. (Mücadele

yaşamın her yerinde!) :-)

Yazımın yayımlanmasında destek olmuş olan sevgili dostum “Izdırap İçerisindeki

Kurbağa‟ya” ve eğitimim süresince gerek kişiliğiyle gerekse sanata olan bakışıyla

örnek teşkil eden (adını zor durumda kalmaması açısından yazamıyorum)

eğitmenime teşekkürü borç bilirim.

Page 20: Gölge Fanzin 11

Fotoğrafçılığın Yedi Katı

Ken Rockwell*

“Fotograf Çekmeden Önce Muhakkak Gaz Çıkarın”

Sanatçı: En Üst Kat 7 (Cennet)

Bu en üst seviyedir.

Bir sanatçı hayal gücünü "fotoğraf" denen elle tutulur halde zapt edendir.

Gerçek veya hayali bir yerin veya kişini ruhunu bu fotoğrafla yakalar,

bakanlarda da bundan hoşlanır.

Bir sanatçı kullandığı aletlere tamamen hâkimdir. Sanatını yaratırken,

sanatçının ruhu yakalamaya çalıştığı şey uğruna bedeninden sıyrılır.

Yaratmazken aletlerini öğrenip tecrübe eder, ama yaratırken, fotoğraf

makinesi aklının bir uzantısı oluverir. Fotoğraflarını üretirken, zaten ustası

olduğu için hiçbir teknik konuyu bilinçli olarak düşünme gereği duymaz

bile.

Olayı müziğe benzetirsek, müzisyen akor basarak alıştırma yapabilir, ama

müzik yaparken, parmakları aklına bile gelmez, çünkü o anın coşkusu

içinde kaybolup gitmiştir ruhu.

Nasıl bazı profesyonel sörfçülerin bir düzine sörfü veya gitaristlerin 23 tane

gitarı varsa, bir sanatçının da her biri farklı yerlerde kullanılan bir dolu

makinesi olabilir.

Yine aynı şekilde, bazı sanatçıların da sadece bir tanecik makinesi olabilir,

hatta bazılarının hiç makinesi olmayabilir. Sanatçılar bazen komik giyinirler

ve geç kalkmaya meyillidirler. Genellikle güzel kadınların fotoğrafını

çekmeyi tercih ederler ve bundan da gurur duyarlar. Hiç kimse onların

eserlerini göremez, çünkü bir kendi kendilerini tatmin etmek gibi rezil bir

yetenekleri vardır ve maalesef kendi harika eserlerini pek takdir etmezler.

Üzücü bir açmaz sonucu eserlerini başkalarına gösterenler "Fahişe"

seviyesine düşecekleri için, gerçek bir sanatçının işini görmeniz asla

mümkün değildir, gördüğünüz şey artık bir fahişenin eseridir. İyi sanatçılar

Page 21: Gölge Fanzin 11

çoğunlukla tanımadıkları kimselere eserlerini gösteremeyecek kadar

utangaçtırlar, çünkü gösterdik bizzat kendi ruhları, iç dünyalarıdır.

Sanatçı, iğne deliğinden tutunda, kullan-atlara, 8x10"lere kadar her çeşit

makineyle çalışır. İstediklerini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu her

şeyi kullanabilir.

FahiĢe: Kat 6

Fahişe, sanatı için ruhunu para ve uyuşturucu karşılığı satan sanatçıdır.

Kendini bu seviyeye indirerek ufkunu da daraltmıştır.

Niye? Çünkü kişi kendine yemek ve barınma sağlamak için ruhunu satmak

zorunda kaldığında, bir daha gidişatını değiştiremez, yani yeni şeyler

denemeye çalışmaz.

Yıllar sonra bir fahişe kendini geçindirecek düzeye varsa bile yine de yeni

şeyler denemeye açık olmayacaktır, çünkü hala paraya ihtiyacı olacaktır.

Destekçisi olan sanatçılar (yani bir galeri veya başka bir sanatçı tarafından

desteklenenler, aynen fuhuş sektöründe pezevenklerin yaptığı gibi),

tarzlarını değiştirirlerse bu destekçilerini kaybedebilirler. Anlayacağınız,

para karşılığı üretilen sanat nadiren gelişir veya özgünleşir.

Satan tarz, fahişenin müşterisinin ve pezevenginin (destekçisinin)

istediğidir. Bruce Barnbaum'un sanat üzerine yazdığı kitaba bir bakın.

Başarılı bir fahişenin kabul görmüş bir tarzı varken yenisine geçmesi

olağanüstü zordur.

Bu yazıda kategori 10'daki fahişe sınıfı hakkında daha fazla malumat var.

Amatör: Kat 5

Gelirinin yarısından daha azını fotoğrafçılıktan kazanan amatördür. Bu

durumun fotoğraflarının kalitesiyle ilgisi yoktur. Fotoğraf çekmek bu

kişinin aşkıdır. Arı ruhlu iyi amatör aradaki katları aşıp doğrudan sanatçı

katına erebilir.

Page 22: Gölge Fanzin 11

Hafta sonları ek iş olarak düğün dernek fotoğrafı çekseler de amatör kabul

edilirler, çünkü çektiklerin fotoğrafın parasını alıyorlardır sadece. Çekilen

resimlerin karşılığında nasıl çok para kazanabildiklerini buradan

okuyabilirsiniz.

Daha iyi makineyle daha iyi çekebileceğini düşünen amatörler en alt

seviyeye, Ölçümbatör seviyesine düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Pek

çok amatör makine üreticilerinin "iyi görüntü için iyi kameraya ihtiyaç

vardır" sözüne kanmıştır. Bu sanatı zehirleyen bir saplantıdır.

Güzel resim çekme uğruna kendini kaybeden amatör çoktan aydınlanma

yoluna girmiştir.

Amatör olmak iyidir, çünkü bu seviyeden sanatçı katına yükselmek

kolaydır.

Amatörler neredeyse hep Canon SLR kullanır.

Hatıra fotoğrafçıları: Kat 4

Annem ve dünya nüfusunun çoğunluğu bu gruba dâhildir. Bu insanlar hatıra

isterler, fotoğraf veya fotoğraf makinesi onlar için önemsizdir.

Grafiker olan veya resim bilgisi olan hatıra fotoğrafçıları sık sık herkesin

hoşlanacağı harika görüntüler yakalarlar. Aslında bu hatıra fotoğrafçıları

sanatçılardır da farkında bile değillerdir. Gerçek sanatçı olduğunu sanan

sanatçılardan daha iyi giyinirler.

İnanınki fotoğrafı çeken fotoğrafçıdır, makine değil.

Hatıra fotoğrafçıları bas-çek veya kullan-at tarzı makineler kullanır, bu

makineler başka herkesin kullandığı Leica‟ların, Nikon‟ların, Canon‟ların

ve Contax‟ların verdiği aynı mükemmel sonuçları verir.

Profesyonel: Kat 3

Geçimini tamamen %100 fotoğraf satarak sağlayanlar profesyoneldir.

Profesyoneller geçinmek için sanat yapmazlar, sadece ticari görüntü

Page 23: Gölge Fanzin 11

üretirler. Çoğu profesyonel alet edevatını yeterince tanır ve gayet iyi

görüntüler yakalayabilir, fakat işin içine hayal gücünü katabilir de

katamayabilir de.

Profesyoneller harika resimler çekemez diye birşey yok tabiî ki, ama bunu

boş zamanlarında yaparlar.

Profesyoneller, tamir ettirdikleri zamanlar dışında makinelerini pek kafaya

takmazlar. Zamanlarının çoğunu iş arayarak ve başka fotoğrafçıların

piyasayı nasıl düşürdüğünden yakınarak geçirirler.

Profesyoneller bir ayda filme ve banyoya, bir yılda makine ve ekipmana

verdiklerinden daha fazla para harcarlar.

Profesyonel doğa fotoğrafçısı diye bir şey yoktur. Ya mesaili işleri vardır,

yada karılarının parasıyla geçinirler.

Profesyoneller Nikon SLR, orta format Mamiya ve Calumet 4x5" kullanır.

Ciddi amatörler gibi pahalı donanıma verecek paraları yoktur.

Ticari fotoğraf müşterisi değilseniz veya böyle bir ahbabınız yoksa hiçbir

profesyonel fotoğrafçıyı tanımazsınız. Makine reklamlarında gördüğünüz

bilmem ne makineyi kullandığını söyleyenler ise konu mankeninden başka

bir şey değildir.

Profesyonellerin web siteleri yoktur ve sağa sola teknik makaleler

yazmazlar. Bu insanların çoğunluğu amatördür.

Zengin Amatör: Kat 2

Bunlar, bolca paraları olması nedeniyle, ifade özgürlüklerini engelleyecek

kadar çok alet edevata sahip olanlardır. Genellikle erkektirler, çoğunluğu

emekli veya ileri yaşlıdır.

Zengin amatörler Leica, Contax, Alpa, Hasselblad ve Linhof 4x5" kullanır.

Bunlar üstün makinalardır ama Zenit, Pentax, Bronica ve Tachihara ile aynı

neticeyi verirler.

Page 24: Gölge Fanzin 11

Günümüzde çoğu Canon 1Ds-Mk IIs, 5Ds veya Nikon D2X kullanıyor.

Sırf fiyatı 5000 USD olduğu için 2000 yılında gazeteciler için tasarlanmış

2.7 Mp‟lik Nikon D1 gibi ilk DSLRleri satın alanlar da bu enayilerden

başkası değildir. Bu makineler, hatıra fotoğrafçılarının kullandıklarından

daha kötü sonuç verirler, zira makinenin pahalı olması onu daha iyi

yapmaz.

Alt düzeydeki zengin amatör, fakir insanların bulanık siyah-beyaz

resimlerini çekmeyi sanat zanneder.

Zengin amatörlerin bir kısmı alet edevatı fazlaca kafaya taktıkları için en

dip ruhani seviyeye kolayca düşüverirler. Geri kalanları ise ellerindekinin

en iyisi olduğundan iyice emin oldukları için, artık adam gibi sanat yapma

işine koyulabilirler. Gariptir, zengin amatörlerden sıradan iş çıkmaz pek. Ya

çok iyi iş çıkarılar ya da çok kötü.

Donanım Ölçümbatörü: En Alt Kat 1 (Cehennem)

Bu heriflerin ("herif" diyorum, çünkü hepsi erkektir) fotoğrafçılıkla falan

alakaları yoktur, zira ruhsuzdurlar. Ruhları olmadığı içinde hayal güçlerini

ve duygularını ifade edemezler.

Ve bu sebeptendir ki çektikleri resimler berbattır, tabii tenezzül edip

çekmişlerse…

Bunlarda analiz etme felci vardır, o yüzden hiçbir haltı beceremezler.

Bir test görüntüsünü mikroskopla analiz etmenin, günbatımında güzel bir

ağacın fotoğrafını çekmekle ne alakası var? Alakası yok tabiî ki.

Daha kötüsü testlere harcanan zaman, fotoğrafçılıkta işe yarar şeyleri

öğrenmeye, hatta bilfiil fotoğraf çekmeye harcanmayan zaman anlamına

geliyor. Sadece aletinizin neyi yapıp neyi yapamayacağını görecek kadar

tecrübe edin aleti, sonra gidin harbi harbi fotoğraf çekin.

Bunlar fotoğrafçılıkla değil, doğrudan fotoğrafçılık donanımıyla ilgilenirler.

Engel olmazsanız saatlerce kafanızı şişirirler. Fakat çektikleri fotoğrafları

Page 25: Gölge Fanzin 11

görmek isterseniz ya balonları söner ya da alet edevatlarını görmek

istediğinizi düşünürler. Buradan neden makinenin fark etmeyeceğini

okuyabilirsiniz.

Görünürde çoğu mühendislik, bilgisayar ve bilim gibi teknik mesleklere

mensuptur. Her şeye sayısal değerlendirme yapmakla o kadar meşguldürler

ki makinelerin veya test şablonlarının, bir görüntünün ruhuyla zerrece

alakası olmadığını unuturlar. Kamera performansını ölçmeyi kafaya öyle

çok takarlar ki, biz onlara "ölçümbatör" deriz. Maalesef pek çoğu kamera

performansı ile ilgili bilgi bulabilmek için www.kenrockwell.com sitesinde

dolanıp durur.

Çoğu audio ekipman, bilgisayar ve otomobil ile de ilgilenir. Aynen fotoğraf

makinelerinde olduğu gibi, doğrudan bu oyuncakların kendisinden

hoşlanırlar. Olmaz ya, olursa da pek nadiren esas yapılış amacına hizmet

etmesi için kullanırlar bu oyuncakları. Gençleri bilgisayarda ya oyun

oynarlar ya chat yaparlar ya da webde gezinirler. Yaşlıları "fotoğraf

makinesi" derneklerine üye olurlar ("fotoğrafçılık" derneklerine üye olmak

iyidir, "fotoğraf makinesi" veya sanatı ölçüp biçmeye çalışan başka

herhangi bir derneğe üye olmak değil, zira sanat sayılarla ölçülemez). Aynı

şekilde, bu kişiler o aletlerle de kayda değer hiçbir halt yapmazlar, ama

emin olun satın almaya, bulundurmaya veya hakkında konuşmaya

bayılırlar. Bunların ilgilenmediği tek donanım aslında en çok işlerine

yarayacak olanıdır: Işıklandırma.

Portfolyosunda yeterince fotoğraf olan donanım ölçümbatörü değildir.

Adam gibi fotoğrafından daha çok makinesi olanlara dikkat, ölçümbatör

olabilirler. Web sitelerinde fotoğraftan çok teknik makalesi olanlar ise

muhtemelen ölçümbatördür.

Hiç bir şekilde onlarla işiniz olmasın, onlarla konuşmayın, web sitelerine

girmeyin ve de özellikle fotoğrafçılıkla ilgili tavsiyelerini istemeyin. Başta

masum bilgi kaynakları gibi görünebilirler, fakat fazla yaklaşırsanız onların

o hasta o cansız ruhları sizinkini de kendi cehennemlerinin dibine çeker,

sonra ruhunuz lensinizin ne kadar keskin olduğuna dair bir takıntıyla

sonsuza kadar batağa saplanıp kalabilir. Bir kere böyle bir şeyi kafaya

taktınız mı bir daha asla tuğla duvarlardan ve test şablonlarından başka

hiçbir şeyin fotoğrafını çekmeye muvaffak olamazsınız.

Page 26: Gölge Fanzin 11

Bu kişileri tanımak kolaydır. Buraya kadar gelip bu yazıyı okuduysanız

zaten onların web sitelerine de girmişsinizdir muhtemelen. Sitelerinde

aletlerle ilgili bir sürü bilgi vardır hep, ama pek az gerçek fotoğraf. Bir

sitede hayranlık uyandıran fotoğraflar yoksa oradan aldığınız bilgiden

şüphe edin.

Başkaları bu tipleri başka kelimelerle ifade ediyor. Bu makale başka bir

açıdan incelemiş.

Bunlar yüzünden ekipmanlarımın resimlerini web sitemden kaldırmak

zorunda kaldım çünkü bunlar eserlerime baktıkları zamandan çok daha

fazlasını alet edevatıma bakarak harcıyorlardı. Parasını ödediğim internet

bağlantımı, bu sitenin bütün ana fikrini teşkil eden fotoğraf galerim yerine

lenslerime bakarak yiyip tüketiyorlardı bu salaklar. Bundan dolayıdır ki bu

sitede böyle sayfalar sarıdır, zımbırtıların ayrıntılarını inceleyerek bir sürü

zaman harcarken gözleri iyice yorulsun diye.

Bu site kanalıyla teknik ve ekipman hakkında sorular postalayan pek çok

kişi bu aydınlanmamış en alt grubun mensubudur. Hangi seviyede olduğunu

kafaya takanların neredeyse hepsi bu en alt seviyeye dâhildir. Bunların

çoğu, adam gibi fotoğraf çekeceklerine, ha bire internette dolaşıp, teknik

sitelere ve photo.net, dpreview.com ve photocritique.net gibi chat odalarına

saatlerini harcayarak katkıda bulunurlar.

Buradaki elemanlar o kadar kötü değiller ve buradaki Leica‟cıların çoğu da

sadece ekipman koleksiyoncuları.

Online Uzman veya Koltuk Fotografçısı: Kat 0

(Bunlar fotoğraf falan çekmediklerinden herhangi bir fotografçılık

seviyesini teşkil etmezler.)

İnternet çıkana kadar böyle bir seviye yoktu, çünkü fotograf makinaları

hiçbir zaman erkeklerin merakını spor arabalar veya füzeler kadar

cezbetmemişti.

Ancak benim son derece keskin bulup örnek resmini yayınladığım bir

Page 27: Gölge Fanzin 11

objektif hakkında bir okuyucu bana aslında o objektifin o kadarda keskin

olmadığını yazınca böyle bir seviyenin varlığını dehşet içinde farkettim.

Kafam karışmıştı, bence objektif ortalamanın çok üzerinde keskindi, zaten

bu yüzden örnek resmini yayınlamıştım. Okuyucuya o objektifi neyle

kıyaslayarak yeterince keskin olmadığı kanaatini edindiğini sordum, o da

bana başka bir objektifin bilmem hangi web sitesindeki farklı bir örnek

resmine bakarak benim objektifi keskin bulmadığını belirtti.

Düpedüz saçmalık! Bu arkadaşın kendine ait bir makinası bile yoktu! Bütün

zamanını fotograf makinalarını araştırarak ve saçmasapan fikirleriyle

internette ahkâm keserek geçiriyordu.

Bu tür adamlardan internette bir sürü var. Forum ve sohbet odaları bunlarla

tıkabasa dolu. Fotografçıların forum sayfalarında harcayacak vakitleri

yoktur. Bizim vaktimizden daha çok çekilecek fotografımız vardır.

Dijital çıkmadan evvel fotografçılık hiçbir zaman özel bir sebep olmaksızın

erkeklerin ilgisini çekecek birşey olmadı. Bence, 50 kalibrelik Barrett

keskin nişancı tüfeğinin mermi hızı, hiç kullanmayacağı m dijital

makinanın MTF'sinden çok daha ilginçtir. Eğer bir işyerinde masa başında

çalışıyor ve işverenimin vaktini internette şahsi hobilerim doğrultusunda

araştırma yaparak çarçur edebiliyor olsaydım, başkalarının fotograf

makinalarına bakıp duracağıma sitelere girerdim.

Bu kitle araba piyasasında hep vardı, genç delikanlılar Corvetteler'in ve

Ferrariler'in akla gelebilecek herbirşeyini yalayıp yutarlar. Biz oğlanlar

daha ehliyetimizi almadan 10 sene öncesinden böyle şeylere merak sararız,

gelgelelim hayatta pek azımızın gerçekten bir Ferrarisi olur.

Oğlan çocukları arabalar, silahlar, motorsikletler, teknik olan herşey

hakkında bilgi edinmeye bayılır. Biliyorum kesin ben de yapıyorumdur. Biz

erkekler herşey hakkında herşeyi bilmek merakımızdan ve bunlar

hakkından konuşma huyumuzdan hayatımız boyunca kurtulamayız.

Bir araba delisinin Ferrari'nin akla gelebilecek bilimum özelliklerini

bilmesi, onun iyi araba kullanabildiğini göstermez. Bunların pekçoğunun

yaşadığı köyde, kasabada, semtte, mahallede bugüne kadar bir tanecik bile

Ferrari görmemiştir, çok çok azının hayatında bir Ferrarisi olmuştur.

Page 28: Gölge Fanzin 11

Bugün dijital fotografçılık aynı durumdadır, sırf çarpık eğlence güdülerini

tatmin edebilmek için bütün gün dijital fotoğraf makinası teknik

özelliklerini araştıran bir güruh var artık, onları umursamayın.

Konuşmayı ve araştırmayı severler ama fotoğrafçı değillerdir.

Kaynak: http://www.kenrockwell.com/tech/7-tr.htm

Ken Rockwell* hakkında bilgi edinmek için:

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=ken%20rockwell

Page 29: Gölge Fanzin 11

ÇağdaĢ Türkiye Fotoğrafının Kısa Tarihi

Orhan Cem Çetin, MFA

Türkiye‟de çağdaş fotoğraf sanatının birden fazla kökü olduğunu ve

bu köklerin de ne yazık ki fazla derinlere gitmediğini söylemek yanlış

olmaz.

Teknolojiye, teknoloji tarihinin en kritik buluşlarından birine

yaslanan bu sanatın, fotoğraf endüstrisi bulunmayan bir ülkede yol

alması kolay olmamıştır. Her ne kadar fotoğraf bu topraklara

bulunuşundan çok kısa bir süre sonra, önemli bir heyecan ile girmişse

de, aynı hızla ivmesini yitirmiş, 1920‟lerden sonra neredeyse sadece

resmi tarihe hizmet edecek biçimde seçili dokümantasyon için

kullanılmıştır.

Fotoğrafın sanat eğitimi içinde bağımsız bir bölüm, kendi başına bir

diploma programı olarak ortaya çıkışı, adı şimdi Mimar Sinan Güzel

Sanatlar Üniversitesi olan, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar

Akademisi‟nde, ancak 1977 yılında gerçekleşmiştir.

Bir sanat disiplininin bu kadar geç disiplin altına girişi haliyle

üzücüdür. O tarihlere kadar yapılanları tabii ki görmezden gelmemek

gerekir ama, kurumlaşamayan bir sanatın mecra bulması, pazarının

oluşması, evrim geçirmesi, teorisinin ve eleştirisinin oluşması da geç

ve yavaş olmuştur.

Türkiye‟de fotoğrafın çağdaş sanat içinde kabul görmeye başlaması

bu nedenlerle 1980‟lerden itibaren göze çarpar. Bu tarihlerin

öncesinde fotoğraf ne yazık ki kendini yetiştirmiş, otodidakt

profesyonel fotoğrafçılar ve fotoğrafla uğraşan –profesyonel

fotoğrafçı adayı- amatörler arasında paylaşılan, nispeten kapalı devre

bir üretime tanık olmuştur. Genel sanat platformundan uzak kalan,

Page 30: Gölge Fanzin 11

hatta dışlanan bu üretim sanat kuramı ile yeterince beslenemediği,

kendi içinde kriterler üretmek zorunda kaldığı ve en güçlü etkiler

basın fotoğrafçılığı ile ülkenin dört bir yanında, farklı kentlerde

amatörlerin örgütlenerek oluşturduğu irili ufaklı derneklerden geldiği

için, fotoğrafta ana eğilim dokümantasyon, başarı/beğeni ölçüsü ise

güzellik ve maharet olmuştur.

Dünyada, devrimlerde bile değişim bugünden yarına, aniden olamaz.

Fotoğrafta da 80‟lerden sonra Türkiye‟de görülen değişim hiçbir

şekilde hızlı olmamıştır. Fotoğrafın akademik yapı içinde kendisine

yer bulması, sanat eğitimi almış fotoğrafçıların yetişmeye başlaması

bir yenilikti. Gel gelelim, benzer bir eğitimden geçmiş hocaların

sayısı yok denecek kadar az olduğundan, sahada fotoğrafçılık

mesleğini icra eden kişiler birinci kuşak fotoğraf öğrencilerinin

hocaları oldular. Bu okulların kendi hocalarını yetiştirmeleri, güzel

sanatlar fakültelerinde fotoğraf bölümlerinin sayısının artması,

sahadaki “alaylı” fotoğrafçıların sayısının azalması tabii ki zaman

aldı. Yine de, ilk “okullu” fotoğrafçıların varlığının, 80‟ler

öncesindeki dışa kapalı fotoğraf pratiği ile, Türkiye‟de çok daha uzun

süredir var olan, mecra, kaynak, mekan, yayın sorunları ile daha uzun

süredir haşır neşir olan plastik sanatlar dünyası arasında bir temas

noktası oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Doksanlara gelindiğinde bir başka gerilim ortaya çıktı. Fotoğraf

tüketiminin gündelik hayattaki yeri sağlamlaşmış, sayısal devrim

sonrasında tüm dünyada fotoğrafa erişim olağanüstü kolaylaşmış,

görüntülerle iletişim kuran, daha önemlisi görüntülerle cümle kuran

bireyler artmıştı. Bu kültür, haliyle sanatın içeriğine yansıdı.

Çalışmalarında fotoğraf kullanan ama fotoğrafçı formasyonu

olmayan, resim ya da başka alanlardan gelen sanatçılar daha çok

görülmeye başladı. Çoğunlukla gündelik fotoğraf estetiği içeren bu

işler çok güçlü bir “sahicilik” duygusu taşırken, sergilenen görüntüler

geçmişten gelen fotoğraf izleyicileri için şokedici denebilecek kadar

maharetten yoksundular.

Page 31: Gölge Fanzin 11

Bu işlerin saygın galerilere kolaylıkla girebilmesi, sanat haberlerinde

yer bulması, bu işler hakkında eleştirmenlerin yazıp çiziyor olması,

fotoğrafçılara acı veriyordu. Bunca yıldır tekniklerini geliştirmeye

çalışan, “çok güzel eserler” üreten usta fotoğrafçılar galerilerin

kapısından dönerken, tüm çabalarına, tüm ustalıklarına, kendilerine

“fotoğraf sanatçısı” demelerine karşın bir türlü bekledikleri itibarı

göremezken, birileri yanlarından hızla geçip, görece zayıf

çalışmalarla çok daha saygın konumlara gelmişlerdi.

Fotoğrafçıların gözardı ettikleri nokta tabii ki yıllardır büyük ölçüde

güzelleme yapmanın ötesine gitmeyen, daha çok fotoğrafçılık

mesleğinin ölçüleri içinde kalan, güzel olduğu kadar anlamlı

olamayan işler üretmiş olmalarıydı. Ve ne yazık ki, plastik sanatlar

dünyasının nezdinde oluşan güçlü ve haklı önyargı, bu zinciri

kırabilen, daha ilerici işler yapan, fotoğrafı içine hapsolduğu kapalı

devrenin dışına taşıyabilecek sanatçıların da hayatını olağanüstü

düzeyde zorlaştırıyordu.

Bu yazıda, yazarın kendisinin de bir fotoğrafçı olması, nihayet son

20-30 yıldaki dinamiklerden söz ediliyor olması ve yukarıda ima

edilen gerilimin henüz tam anlamıyla son bulmamış olması

nedeniyle, tek bir isim bile anmadan, sadece durumu tarif etmekle

yetinilecektir. Ancak, söz konusu dönemde fotoğraf üretimleriyle öne

çıkan sanatçıların geçmişlerine ve tabii ki geçmişlerinin ışığında

sergilenen işlerine bakarak, 1990‟lara dek dünyanın ne yazık ki çok

gerisinden gelen Türkiye fotoğrafının son 20 yılının bir barışma ve

arayı kapatma dönemi olduğunu görmek mümkün olacaktır.

Son 20 yıl içinde, bir tarafta farklı sanat disiplinlerinde yetişip

fotoğrafın kendine özgü güçlü ifade olanaklarını farkeden ve bu

alanda ürün veren sanatçılar, diğer tarafta da kendini yetiştirmiş ya da

formal fotoğraf eğitimi almış, ancak bu birikimi mesleki, ticari

üretimin ötesine taşıyarak sanatçı deneyimine dönüştürebilen isimler,

birbirlerine doğru adımlar attılar, birbirlerine görünürlük sağladılar.

Page 32: Gölge Fanzin 11

1980‟lerin sonlarından bu yana tek tük de olsa, sadece fotoğraf

sergileyen galeriler görülmeye başladı. Diğer saygın galeriler de haklı

olarak çok seçici davransalar da fotoğrafa yer vermeye, sanatçılarının

arasına fotoğrafçıları katmaya, sanat eleştirmenleri fotoğraf işlerine

yeni bir gözle bakmaya başladılar.

Bunda tüm dünyada fotoğrafın giderek daha etkili, daha gözde bir

sanat disiplini haline gelmesinin de tabii ki payı büyük. Fotoğraf ilk

ortaya çıktığında resim sanatının sonu geldi diyerek hayıflanan

ressamların aslında boşuna telaşlandığı, fotoğrafın resim sanatına tam

tersine büyük bir iyilik yaparak onu özgürleştirdiği bilinen bir

gerçektir. Ama değişimin zaman aldığını söylemişken, 19. yy

ressamlarının korktuklarının da ancak şimdilerde gerçekleştiğini öne

sürmek mümkün. Öyle görünüyor ki, fotoğrafın resim sanatının

yerini alma süreci son yıllarda tamamlanmıştır, özellikle de sayısal

devrimden sonra. Fırça ile yapılabilecek herşeyi ve fazlasını

yapabilen fotoğraf, vazgeçilmez ve en önemli bileşeni olan gerçeklik

yanılsaması ile birlikte bugün hem sanatçıya hem de sanat

izleyicisine önemli bir tatmin yaşatmaktadır. Üstelik yapısının güncel

iletişim kanallarına uyumu ile hızla paylaşılabilmekte, etkisini kısa

sürede ve yaygın olarak gösterebilmektedir.

Türkiye‟de resim sanatının Cumhuriyet‟in ilk yıllarında, yani

1920‟lerde resmi batılılaşma stratejisi içinde ani ve tanımlı bir rotaya

girerek, sonrasında da bitmeyen bir biçem arayışını sürdürdüğü

söylenebilir. Güncel sanatta bugün öne çıkan fotoğraf ise, bu anlamda

belki de Türkiye‟de köklü bir geçmişinin olmayışını avantaj haline

getirmektedir. Görüntülerle yüzyıllardır mistik, hatta animistik,

yoğun duygusal ilişkiler kurmuş olan bu toplum, fotoğrafçıların

sanatçı, sanatçıların da fotoğrafçı gibi davranabildiği, yeni, taze bir

başlangıca tanık olan günümüzde, hızla özgün bir dil geliştirmeyi

başarmaktadır. Zira fotoğraf esasen alabildiğine kişiseldir. Kendisini,

kentini, toplumunu anlamaya, eleştirmeye çalışan bir sanatçı samimi

olduğu ölçüde özgünleşebilir, sesini hızla duyurabilir. Fotoğrafı

Page 33: Gölge Fanzin 11

sadece kuru gözlemler yapmak için değil, gündelik hayata politik,

psikolojik, estetik, felsefi yorumlar getirmek için kullanabilen yeni

sanatçı profili Türkiye‟de bunu başarabilmekte, sözü edilen barışma

sayesinde fotografik dili bu yolda ustalıkla kullanabilmektedir.

Son yıllarda öne çıkan ve çağdaş Türk fotoğrafını farklı mecralarda

temsil eden sanatçıların geçmişlerinin farklılığı tam olarak yukarıda

sözü edilen uzlaşmaya işaret etmektedir.

İstanbul, Mart 2010

(Marcus Graf„ın küratörlüğünde Haziran 2010′da Portekiz, Evora‟da, Galeri

Forum Eugenio Almeida‟da açılan Mercek Değil Prizma sergisinin kataloğunda

yer alan aynı başlıklı yazıdan uyarlanmıştır.)

Kaynak: http://orhancemcetin.wordpress.com/2011/02/02/cagdas-turkiye-fotografinin-kisa-tarihi/

Page 34: Gölge Fanzin 11

Bir Fotoğrafçı‟nın BaĢkentten Ġstanbul‟a Yolculuğu

BarıĢ KAYGUSUZ

© BarıĢ Kaygusuz

Ankara‟da yaşayan bir fotoğrafçı için, İstanbul meyve dolu bahçedir

herhalde. O yüzdendir ki İstanbul‟a hep farklı gözle bakmışımdır.

Öğleye doğru Aşti‟den otobüs kalktı. Ankara‟nın bozkırından

Bolu‟ya yaklaştıkça kurtuluyorduk. Çıplak topraklar yeşil örtülerle

örtünmeye başlamış ve yokuşlar artmıştı. Ankara‟nın griliğinden

uzaklaşmanın verdiği sevinci ruhumda hissedebiliyordum. İstanbul‟a

geldiğimde güneş en güzel halini almış beni bekliyordu. İstiklal Caddesi,

Beyoğlu‟nun dar sokakları, Kız Kulesi, Ortaköy, Eminönü, Galata Kulesi,

Boğaz Köprüsü, tarihi camii ve kiliseler, Nevizade Sokağı, trafik ve

kalabalık…

İstanbul‟un deniz havasından mıdır bilinmez Ankara‟daki insanların

asık suratları, sadece İstanbul trafiğinde gözü çarpıyordu. İnsanlar burada

her şeye rağmen gülmeyi öğrenmişler. Lüks evlerin, yalıların bulunduğu

semtlerde dahi çöp toplayan insanların bulunması bu şehrin uçurumunu

Page 35: Gölge Fanzin 11

gözler önüne seriyordu. Alışmıştık Ankara‟da ki memur havasının verdiği

sadeliğe.

Ortaköy‟de gün batımını izledikten sonra aç karnımızı doyurmak için

kumpircilerin yanına koştuk. Alabildiğince doldurulan kumpirler iki aç

insanı dahi tıka basa doyurdu. Gecenin nabzını tutmak için otobüsle

Taksim‟e doğru yola koyulduk. Tıka basa olan otobüs Taksim‟e yaklaştıkça

boşalmıştı. İşin ilginç tarafı boş koltuklar olmasına rağmen hala ayakta

bekleyenlerin olmasıydı. Yüzlerinden ne kadar yorgun oldukları

anlaşılıyordu fakat o zaman neden hala ayakta idiler. Bu şehir insanlara

yorgunluklarını dahi unutturacak derecede duyarsızlaştırmıştı.

İstiklal Caddesi‟nin kalabalığının tadını çıkarırken yanımızdan gelip

geçenlere kulak verdik. “Abi(!) beni de çeksene.”,”Ne zaman hangi

gazeteye çıkıyoruz?”,”Ayyy makyajsız çıktım galiba” gibi sözler insanların

rahatlığını anlatmaya yeter herhalde.

Nevizade‟ye saptık.

Geniş İstiklal Caddesi‟nin

kalabalığından

kurtulduğumu düşünürken

adım atılamayacak o yere

gelmiştik. İnsanlar sanki

yavaş çekim yürüyordu. Zar

zor kendimize güzel şirin bir

yer bulmuştuk ve balkondan

sokağı izliyor insanların

neşesiyle bizde

mutluluğumuza mutluluk

katıyorduk. Bunda bir iki

kadeh rakının da payı var

galiba. Aşağıdan gelen

klarnet ve darbukanın sesi

tüm sokağı bazen

eğlendirirken, bazen de

düşündürüp

duygusallaşmamıza sebep

oluyordu. Herkes anlaşmış

Page 36: Gölge Fanzin 11

gibi, arkadaş gibi o sokakta buluşmuş kimi hüzünlü, kimi neşeli o gecenin

tadını çıkarıyordu.

Saat gece yarısını geçmiş ve artık kalkma vakti gelmişti. Kaymış

gözler ve zar zor dik duran bedenle tripot sayesinde birkaç fotoğraf daha

çekebilmiştim. O meşhur sarı taksi dolmuşlara binip Bakırköy‟e doğru yol

alıyorduk. Ölmediğimize şükür ediyorum. Son sürat, frene dokunulmadan

yapılan yolculuktan sonra indiğimizde yaşamanın ne güzel olduğunu bir

kere daha anlamıştım. Taksiye binip eve geldik. İstanbul‟da taksilerin gece

tarifesi olmaması ne güzel bunu da söylemeden geçemeyeceğim.

Uyandığımızda gün çoktan doğmuş, insanlar işlerini yarılamışlardı

bile. Sıkışık trafikte Eminönü‟ne varmam saatlerimi almıştı. Ama İstanbul

bana güç vermiş olacak ki üzerimde yorgunluktan eser yoktu. Eminönü‟nde

denize karşı balık ekmek yedikten sonra camileri gezip vapura bindim.

Vapurda ki çay sigara keyfini özlemiştim. Ama yasaklar sigara içmemize

izin vermiyordu. Yalnız olmadığımı fark edince bir sigarada ben yaktım ve

denizin serinliği ile yorgunluğumu atmaya çalıştım.

Üsküdar‟a gelmiştim. Vapur gişelerinin orada ellerinde gerekli

gereksiz bir sürü şey satan adamlar vardı. Gördüğüm kadarıyla da işler fena

değildi.

Kız kulesini görmüştüm. Adımlarım çoğaldıkça ona daha fazla

yaklaşıyor ve yanına gidebilmek için sabırsızlanıyordum. Ve tüm güzelliği

ile karşımdaydı. Güneş pek izin vermese de Ara Güler kızsa da Kız

Kulesini fotoğrafladım. Ardından içilen demli çayın verdiği tat onun bana

bir teşekkürü idi.

Tüm azalarınla birlikte teşekkürler İstanbul hoşçakal.

Page 37: Gölge Fanzin 11
Page 38: Gölge Fanzin 11

Yüreğine Sağlık FotoĢop!

Kaan Sezyum

Fotoşop‟un 20. yılı

tüm bilgisayarlarda ve

internet sitelerinde düşmanın

blur‟den kurtuluşunu temsil

eden katman kuvvetlerinin

silinmesiyle kutlanıyor.

Çıkan kısmın özeti: Fotoşop,

20 yaşına bastı. İlk

zamanlarından bu yana çok

da fazla şey değişti. Olaylar

gelişir. Hatta şöyle

söyleyeyim Fotoşop‟tan

sonra hiçbir şeye eskisi gibi

bakmıyoruz. Fotoşop

çoğumuzun hayata ve

gördüğümüz şeylere bakışını toptan değiştirdi. Artık gördüğümüz hiçbir

şeye inanmıyoruz. „Kesin Fotoşop‟tur‟ klişesi beynimize ve algılama

biçimimize hükmediyor. Ayşe Arman‟ın sütun bacaklarına ya da Seda

Sayan‟ın pürüzsüz cildine inanasımız gelmiyor. Çünkü Fotoşop‟la uzun

süredir neredeyse her şey mümkün halde. Şantajlar, yalan haberler, Irak‟ın

kullandığı ama fazladan fırlattığı füzeler, AKP mitinglerindeki sonradan

çakma kalabalıklara kadar gördüğümüz her şey yalan / kurgu olabiliyor.

Fotoşop gerçekten de acayip bi şey...

Hal böyleyken telefon çaldı, arayan tabii ki başbakandı. Meşgule

aldım, çünkü aynı zamanda Pınar Öğünç arıyordu. Başbaşı meşgul sesiyle

bir yastıkta kocatıp Pınar‟ın telefonunu cevapladım (Bu arada Türkiye‟nin

en büyüüüük GSM servis sağlayıcısı Turksel‟in kazık gücünü de çok

yakında anlatacağım). Pınar benden 10 yıllık Fotoşop tarihimle ilgili bi yazı

istiyordu. Ben de bunun yazıyla değil, Fotoşop‟la olabileceğini anlattım.

Sonuçta hiçbirimiz Lady Gaga doğmuyoruz sevgili cicikolar.

Page 39: Gölge Fanzin 11

Ya, bir de benim yaptığım

fotoşoplar o kadar da kayda değer şeyler

değil. Yıllardır aynı şeyleri tekrar

ediyorum. Ama Pınar bunun Radikal

kafası olduğunu anlatıp bi şekilde beni

inandırdı. Şimdi izin verirseniz sizlerle

şanlı Fotoşop tarihimi paylaşacağım.

Fotoşop‟la ilk karşılaşmam bundan 10 yıl

önce gittiğim Hürriyet binasında (Hani

girişinde dev nazar boncukları ve aslanlar

olan tuhaf bina) Emre Özbay‟la

tanışmamla başladı. Tanıştığım bu acayip

adam, bilgisayarın başında bi şeyler

yapıp kendi kendine gülüyordu.

Ekranın yanına gittiğimde Burak

Kut‟un parmak sayısındaki artma

dikkatimi çekti ve ben de bundan sonra

böyle saçma sapan şeyler yapma kararı

aldım.

İlerleyen yıllarda birlikte çalıştığım tüm sanat yönetmenlerini uzun

süre izleyerek de bu program konusundaki bilgilerimi artırmaya çalıştım,

bilgim artsa da ne yazık ki yeteneğim pek artmadı. İşte böyle. Artık jpeg‟ler

konuşsun.

Aha bi saniye, bütün bu saçmalıklar sırasında sezyum.com‟a

gelenlere, Penguen‟deki çalışma arkadaşlarıma, beni bu acayip programla

tanıştıran Emre Özbay‟a ve tüm Fotoşop emekçilerine sevgilerimi

yolluyorum bu vesileyle. Bir gün çok param olursa Adobe‟a büyük bi bağış

yapacağım. Sizi de görürüm, merak etmeyin.

Radikal Cumartesi, 27.02.2010

Page 40: Gölge Fanzin 11

Bildiğimiz Fotoğrafın Sonu…

Utku Kaynar

Fotoğraf bugün bizim anladığımız, bildiğimiz anlamda fotoğraf olduysa

bunda kitlelere görsel haberlerin ulaşmasını sağlayan fotojurnalizm

disiplininin, bir başka deyişle Capa‟lar, Bresson‟lar, Smith‟ler tarafından

geliştirilen foto-röportaj geleneğinin büyük etkisi var.

Ancak bunların hepsi artık değişiyor. Çünkü internet var.

Artık gazeteler, basılı yayın taraflarını kapatıp tamamen internet

haberciliğine yöneliyorlar. Artık internet, bizim gerçek anlamda haber alma

mecramız olmaya başladı.

Bunun nasıl sonuçları olacak?

David Campbell, “Revolutions in the Media Economy” isimli dört

bölümlük yazısında teknolojideki yeni gelişmelerin medya ekonomisini

Page 41: Gölge Fanzin 11

nasıl etkileyeceğini sorgulamakta. Yazı ve içindeki bağlantıları özellikle

öneriyorum.

Fotoğrafın, özellikle de 20.y.y.‟da çok önemli yer tutan fotojurnalizmin

geleceğini, internet, sosyal ağlar ve hareketli görüntünün nasıl bir arada

kullanıldığı belirleyecek.

Sebastiao Salgado, Amazonas Images web sitesinde çektiği fotoğrafları

projenin bitiminden 4 yıl önce paylaşmaya başladı bile. Aynı sitede,

Video‟lar kısmından Salgado‟nun halen ilkel halde yaşayan yerli halklar

arasında nasıl yaşadığını ve çekimler yaptığını da görebiliyorsunuz.

New York Times, dünyanın en prestijli yayın organlarından biri, 2008 Ekim

ayında “Ölen Bir Disiplin İçin Ağıt” isimli bir makale yayınladı.

Makalede, aynı tarihlerde Perpignan‟da yapılan Visa Pour l‟Image

festivaline de damgasını vuran Gamma fotoğraf ajansının yaşadığı kriz

gündemdeydi.

Bugün, uluslararası fotojurnalizmin ağababaları sayılabilecek fotoğraf

ajanslarının tamamı, aynı zamanda bu ajanslara iş sağlayan dergiler de dâhil

olmak üzere eskinden ödenen ücretlerin geçerli olamayacağını, artık başka

“iş modellerinin” geçerli olması gerektiğini belirtiyorlar.

Neden?

Time dergisinin 17 Nisan 2009′da yayınlanan sayısının kapak fotoğrafı,

iStockPhoto üzerinden 30$‟a satın alındı. Dergi 3,4 milyon adet basılmıştı.

Eskiden, Time dergisinin dünya baskısında kapakta çıkacak bir fotoğraf için

fotoğrafçıya rahatlıkla 10,000 USD ödenebilirdi. Yalnızca herhangi bir

ülkenin yerel baskısında kullanılacak fotoğraflar için 500USD çok ucuz bir

meblağ sayılmaktaydı.

Artık Amerika‟da gazeteler, dergiler kadrolu muhabirler yerine serbest

çalışan (freelance – ve dolayısıyla daha ucuz) isimlerle çalışmaya

başladılar.

Page 42: Gölge Fanzin 11

Geçtiğimiz haftalarda, İtalya‟nın en büyük fotoğraf ajanslarından biri olan

Grazia Neri faaliyetini durdurma kararı verdi. Ajans 40 yıldır hizmet

veriyordu ve İtalya‟nın en ileri gazetecilik okullarından biri olarak bilinir.

Şimdi bütün foto-muhabirliği, fotojurnalizm, belgesel fotoğraf camiası bunu

tartışıyor:

Bildiğimiz fotoğrafın sonu geldi mi?

Teknolojideki gelişmelere bir bakın: Artık cebinize sığan boyutlarda

fotoğraf makineleri True HD (1980×1020p) video çekimi ve ses kaydı

yapabiliyorlar. Canon EOS 5D Mark II, küçük sensörlü video kameralar

tarafından yaklaşılamayacak çözünürlük (21.1 MP) ve aynı nedene dayanan

alan derinliği özellikleri ile pek çok video kameranın yapamayacağı

kalitede hareketli görüntü kaydını bir fotoğraf makinesi içine sığdırdı.

Bu, fotoğraf makineleri ile video kameralar arasındaki yüz yıllık duvarın

yıkılması demek.

Eğer isterseniz, Mark II‟ye ses kaydı için stereo mikrofon da

takabiliyorsunuz, hot shoe girişinden.

BUFSAD Belgesel Atölyesi, artık çekime götürdüğü ve 11 MP Raw

çekebilen ancak cebe sığan G10 veya G11′lerle video ve ses kaydı yapıyor.

Peki, sonuçlardan ne haber?

Ben söyleyeyim: Artık giderek daha az insan kitap okuyor veya sergilere

gidiyor. Artık basılı fotoğrafın önemi (bu içimizi acıtsa da) giderek daha

azalıyor ve internet, insanların bilgi alma mecrası olarak daha fazla ön

plana çıkmakta.

Marshall McLuhan, “Understanding Media, The Extensions of Man” isimli

1964 tarihli kitabında iletişim konseptini temelden değiştirecek bir kavram

ortaya attı: The Medium is the Message, yani mesajın iletildiği ortam,

mesajın ta kendisidir!

Çünkü mesajın iletildiği ortam (televizyon, basılı yayın, internet vb.)

mesajın nasıl algılandığını doğrudan etkileyecektir.

Page 43: Gölge Fanzin 11

Internette gördüğünüz fotoğraflarla basılı yayınlarda gördüğünüz

fotoğraflara verdiğiniz tepkileri bir düşünün.

Medium is the message, kitabın basımından 45 yıl sonra ve belki de en çok

bugün doğrudur!

Internet, belgesel fotoğrafın temel taşlarını yerinden oynattığı için artık

multimedia journalism (çoklu ortam gazeteciliği) veya hem video hem de

sabit görüntüyü birleştiren görsel gazetecilik (visual journalism) gibi

kavramlarla karşılaşıyoruz.

Şimdi hepimizi korkutan şeyi söyleyelim: Basılı gazetelerin sonu, artık

yakın. Bu nedenle hurriyet.com.tr‟de WebTV gibi uygulamalar görmeye

başladınız. Ancak, Leo Hsu‟nun Foto8„de çıkan “Gazetelerin Sonu”

yazısından hareketle, gazeteler, gazetelerin finansal gücünden kaynaklanan

etik standartlar (uluslararası medyadan bahsediyorum) olmaksızın,

fotoğrafların doğruyu söylediğinden nasıl emin olacağız?

Fotoğraf Yeni GeliĢmelerden Nasıl Dersler Çıkartabilir

Kısaca söylemek gerekiyorsa, internet fotoğrafçılar için artık sadece bir

vitrin olma özelliğini, fotoğrafçının diğer mecralarda ürettiği işlere ilgi

çeken bir araç olma özelliğini yitiriyor ve onun yerine çok daha güçlü bir

konum koyuyor: Fotoğrafçının ana iletişim alanı.

Fotoğrafçılar artık internette var olmak zorunda.

Internette var olmak, özellikle belgesel / fotojurnalistik disiplin için

mültimedya kullanılan hikayeler üretmek demek. (Unutmayalım, medium is

the message)

Bu da fotoğrafçıların artık sadece fotoğrafla değil ses kaydı, video

ve fotoğrafı aynı ortamda birleştirmesi anlamına geliyor.

Fotoğrafçının elinde fotoğraftan gayrı bu denli zengin kaynağın

olması, fotoğrafçıya hikâyenin anlatımı noktasında daha geniş bir kontrol

verecek.

Görsel hikâyelerin anlamı doğrudan kontrol edilemese de, hikâye

bir anlatım yoluyla yönetilebilir hale gelecek.

Tüm bunlar, geleneksel medyayı izlemeyen genç nüfusun internet

yoluyla daha fazla paylaşmasına olanak sağlayacak.

Page 44: Gölge Fanzin 11

Sosyal ağlar üzerinden paylaşım, geleneksel medyanın yayılma

metotlarından çok daha etkili.

Geleceğin Hikâyeleri

Ünlü fotoğraf editörü Fred Ritchin, “Yeni bir Görsel Gazetecilik” başlıklı

yazısında, foto-gazeteciliğin daha geniş bir konsepte evrim geçirdiğini

yazıyor. Bu evrim, video, ses, metin, röportajlar, hatta cep telefonları, sıralı

düzenleme (sequential editing) ile şekillenecek. Lineer olmayan (linkler ve

hipertext ile genişlemiş) hikâye formatları bizlerin çok daha yaratıcı

olmasını gerektirecek.

Tüm bunlar, bizlerin fotoğrafın yeniçağında olduğumuz durumu, aynen

Dagerotip fotoğrafçılarının o dönemki fotoğrafın başlangıcında olduğu

duruma benzetiyor.

Henüz çok az şey biliyoruz ve keşfedecek çok şey var.

Bu çerçevede, izlediğim MediaStorm, Interactive Narratives gibi sitelerde

gördüklerime dayanarak söylemek istiyorum. Fotoğrafı sadece yarışmalar

veya eşe dosta göstermek için değil, hikâyeler anlatmak için de kullananlar:

Uyanın! Bildiğimiz anlamda fotoğraf öldü ve önümüzde keşfedecek yeni

topraklar var.

Page 45: Gölge Fanzin 11

Her evde bir Erol Atar

Cihan Baker

Geçtiğimiz aylarda yakın bir arkadaşım aylık maaşının dörtte üçünü

son derece gelişmiş bir fotoğraf makinesi almak için harcayınca,

çevremdeki fotoğraf tutkunlarının vesikalıkları gözümün önünden film

şeridi gibi geçti. Yarısında kocaman fotoğraf makineleri var ve birbirleriyle,

en iyi makinenin kendisindeki olduğu kavgası içindeler. Tamamına

yakınında dijital fotoğraf makinesi var ve hepsinde fotoğraf çeken bir cep

telefonu var. Öyle ki maaşının dörtte üçünü, normal bir insanın yolculuk

valizi kadar çantası olan bir fotoğraf makinesine veren insanlarla dolu bir

ortam. Sizde çevrenize baktığınızda, sizinde çok yakınlarınızda fotoğraf

tutkunu, tutkun olmasa da heveslisi, heveslisi olmasa da dijital makinesi

olup bir dönemin klişesi „Japon turistler‟ gibi, gününün her anını belgeleyen

insanlarla dolu olduğunu göreceksiniz. Son dönemlerde yine fotoğraf

kurslarının ve bu kurslara giden insanların da sayısının artışta olduğunu

görünce, ileriki yıllarda ne olacak diye düşünüyorum. Her üç kişiden beşi,

artık fotoğrafçı! Düşünsenize, eskiden Ara Güler, İzzet Keribar, Arif Aşçı,

Nazif Topçuoğlu… gibi isimlerden ibaretken bunlara Okan Bayülgen,

Serdar Bilgili ve daha birçok “ünlü” fotoğrafçı eklendi bile. Ne yazık kibir

dönemin “efsanesi” Erol Atar‟ın artık bahsi geçmiyor. Belki de onuncu

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, makamındaki fotoğrafını Turgut Özal

ve Süleyman Demirel gibi ona değil de Çankaya‟nın fotoğrafçısına

çektirerek, fotoğrafta bir dönemin noktalanmasını sağladı.

Peki, her şey bu kadar basit mi? Yani birdenbire gökten zembille

inen “birkaçmegapiksel çözünürlüklü makinelerimiz elimize tutuşturuldu ve

oradan oraya poz verenleri çekmek için koşturur mu olduk? Ne yazık ki

hayır. Bunun birçoğumuz için trajik bir evveli var. Belki de ülkemizdeki en

önemli görsel devrimlerden birisi, fotoğraf çekmemiz olmuş gibi

görünüyor, ya çektirirken “çektiklerimiz…”

Hatırlayın bir, bundan yaklaşık on yıl önce altı ayda bir yenilenmesi

gereken vesikalıkları altı yılda bir çektirdiğimiz günleri. Cadde üzerindeki,

vitrininde kocaman çerçeveli fotoğrafların olduğu fotoğrafçıya gidip, adeta

idam sehpasına geçer gibi poz verdiğimiz zamanlarda çok eski değil. Tam

tabureye oturup, açık renkli arka fon önünde nasıl duracağımızı

Page 46: Gölge Fanzin 11

ayarlamışken, yüzündeki o hain gülüşle üzerimize yürüyen fotoğrafçının,

“kafayı az eğ, biraz sağa çevir, omuzlar inik, güleliiim” Çıtak! Tamamdır

geçmiş olsun” cümlesiyle zehir olan zehir olan vesikalık çektirme anlarını

hatırlayın. Tam pozu ayarlanmış., nasıl olacağına karar vermişken,

üzerinize gelen cellat tavırlı fotoğrafçının iki gün sonra elimize

tutuşturduğu, neredeyse tabureden düşerken çekilmiş izlenimini uyandıran

ve halkın %90‟ının memnun olmadığı vesikalıklar hala eski çekmecelerde

veya hatıra defterlerinde duruyor olsa gerek. Neyse ki onlarda dijitale

geçtiler de anında müdahale edebiliyoruz artık.

Peki, aynı fotoğrafçıların vitrininde dikkat ettiğimiz, daha sonra

aynı mutlu günde bizimde kurban gittiğimiz “düğün fotoğrafları?” Onlar

hala aynılar aslında, çiftin ikisinin de objektifte ayrı noktalara baktıkları;

birbirine akrobatik figürlerle, kimisinde ön sevişme edasıyla sarıldıkları

düğün fotoğrafları, dünyada başka eşinin olmadığı bir “geleneksel Türk

sanatı” olsa gerek.

Ya asker fotoğrafları, onlarda değişecek gibi görünmüyor. Malum

doğuştan asker bir milletiz ve asker fotoğraflarının özel bir yeri var.

Örneğin eski kuşakla, hususi asker fotoğraflarında, arkadaşlarından ödünç

aldıkları Seiko 5 saatleri göstererek poz verirlermiş. Şimdi herkeste saat var

ama asker fotoğrafları biraz şekil değiştirmiş görünüyor.

Örneğin -gerçekten kullananları hariç tutarak- orduevinde görevli

olmasına rağmen, ömründe sadece o pozu verirken eline aldığı kocaman

„uçaksavar‟ veya „roketatar‟ silahlarla çekilen fotoğraflar hala devam

ediyor. Tabii arada kocaman dağ manzarası ve meşhur Rambo pozları da

bunun devamı niteliğinde.

Bizler daha vesikalık sendromunu atlatamamışken, internetin

yaygınlaşması ve müptelalık yapması sayesinde pek çok şeyi becermiş bir

nesil oluverdik. Vesikalık çektirmek istemzken, başta MSN olmak üzere,

çeşitli internet komünitelerinde halka teşhir edeceğimiz “avatar”ın özel

olarak çalışılmış pozisyonları barındırması, bu sendromu nasıl çabucak

atlattığımızın bir simgesi. Haydi tekli fotoğrafları geçelim, grup olarak

çekilen fotoğraflarda da son aylarda “tag” ekleme hesaplanarak verilen

pozlar, ertesi gün Facebook‟ta acaba nasıl çıkmış düşüncesiyle kendi

resmini arama derdi de ayrı bir sendrom artık.

Page 47: Gölge Fanzin 11

Baktığımız zaman en kolay atlattığımız sendrom, “doğal olsun”

sendromu oldu. Doğal olması için sanki bir şey düşünüyormuşçasına veya

birisini görmüşçesine, hülyalı bakışların ağırlıkta olduğu doğal görünümlü

zorlama pozlar, yerini çok sıra dışı pozlara bıraktı bile. Artık parmağının

ucunda güneşi tutanları mı istersiniz yoksa Pisa Kulesi‟ni eliyle

destekleyerek bizi büyük bir felaketten kurtaran kahramanları mı, orasını

siz seçin.

Ancak şu bir gerçek ki dijital fotoğraf makinelerinin yaygınlaşması

ve görsel devrimin tüm ülke sathına yayılması, en önemli etkiyi fotoğrafın

artık tek başına da çekilebileceğini göstererek yaptı. Öyle ki, tercihan sağ

veya sol kol ekseninin bitiminde karşımıza çıkan; omzun çeneyle bitiştiği,

ekseriyetle 45 derecelik açıyla yukarıdan çekilen, karizmatik bir erkek veya

seksi bire kadın gülüşüyle bezenmiş, 10X15 ebatlarındaki fotoğrafın

%75‟ini kaplayan kocaman kafalı pozlar, bu devrimin birer manifesto

fotoğrafı.

Tüm bunlar, “birkaçmegapiksel”lik dijital fotoğraf makinelerinin

her geçen gün artması, bunun da ötesinde cep telefonlarına kadar

sığdırılması ile oldu. Fotoğraf tarihimizdeki bu devrim, Belki herkesi Ara

Güler, Arif Aşçı yapamayacak olabilir. Ama herkes Erol Atar olmuş

durumda, burası kesin.

Arena – Kasım 2007/09

Page 48: Gölge Fanzin 11

Sokak Fotoğrafçılığı

f

TarlabaĢı - ©Fatih Pınar

Ne tatlı şeydir, “Ne tatlı şeydir şu sokak fotoğrafçılığı” diyerek

sokaklarda dolaşmak. Sokakta olmak hayatta olmaktır. Akıp giden

zamana tanıklık etmektir. Yaşanan anı izlemektir. İnsanlıkla birlikte

yaşadığını hissetmektir. Sokaktan geçen herhangi bir çakışmaya tanık

olmanın büyülü keşfidir. Hayatın „pause‟ tuşuna basmaktır.

Sokak fotoğrafı hayat gibidir. Gerçektir. Hayatın içinden

beklenmedik bir detayın birden bire beliriverme ihtimalidir. Başka bir

kafayla takılmaktır. „Biz‟e dair öyle enfes işaret fişekleri çakar ki,

nerede olduğumuzu anında belli eder. Tarihsel, toplumsal ve politik

okumalar yaptırır. Dolayısıyla, söylemek istediğinizi dillendirir.

Böylece gerçeğin sanatını yaparsınız ki, tadına doyum olmaz. Ahh o

Page 49: Gölge Fanzin 11

an, dizleri titreten bir hazdır. O bir tek anın yüzü suyu hürmetine

bütün günü sokakta geçirmeye değer. O fotoğraf tesadüfen karşınıza

çıkıvermez. Arayarak, hissederek, sezerek, takip ederek, üzerine

yoğunlaşarak, en çok da bekleyerek çekilir.

Kaldı ki her fotoğrafın bir hikâyesi vardır. Her hikâyeyle tarihe bir

kayıt düşmekle kalmaz, kendi kişisel tarihinize dair titreme

anlarınızın da arşivini oluşturursunuz. Yani, “elde var bir fotoğraf”

değildir mevzu. Fotoğrafladığınız anı yaşamaktan, fotoğrafladığınız

insanlarla birlikte vakit geçirmekten, onları dinlemekten

bahsediyorum. Onlarla, fotoğraf olmasa asla tanışamayacağınız o

insanlarla arkadaş olma ihtimalinden bahsediyorum. Empati,

empati… diye herkesin üstüne ileri geri konuşup durduğu meseleyi

gerçek anlamda hayata geçirmekten bahsediyorum.

Cennet Mahallesi, 2004 - ©Fatih Pınar

Kaynak:

http://www.facebook.com/home.php?sk=group_177018325644013&id=198145580197954

Page 50: Gölge Fanzin 11

FOTOĞRAFÇININ TUTUMU

Murat Yaykın

Umarım çalışmalarım dünyanın iyileşmesini sağlar. Fakat ben bu amacı bir

bireyi kullanarak gerçekleştirmek istemiyorum. Bizim daha derinlerde yatan

sorunlara ulaşmamızı sağlayan şey bireyin anlattıklarıdır. Genel olanı

anlayabilmek, özel olana bakmakla mümkündür. Bunu yapmamda bana

yardımcı olacak olan bireydir ve o da tam bunu yaparken insanlığa ne kadar

büyük bir servet sunduğunu bilmelidir." Bu sözler Fazal Sheikh"a ait. Babası

Kenyalı annesi Amerikalı Sheikh, 1992"de Kenya körfezindeki Svvahili

topluluğunu belgelemek için Kenya"ya gider. Kenya"nın kuzeyindeki bir çölde

küçük bir köy olan Kakuma‟ya uğraması, onun mülteci sorununa eğilmesine

neden olur. Onların "Afrikalı" ve "mülteci" olması yüreğine değer, haftalarca

kamptaki mültecilerin fotoğraflarını çeker.

Bir başka örnek, 1976"da kadın mahkûmların fotoğrafını çekebilmek için bir

aydan fazla bir süre kadınlar koğuşunda yaşayan Mary Ellen Mark,

Hindistan"da Bombay genelevlerinde çekim yapabilmek için tam 10 yıl çalışır.

Bombay genelevleri, kadın hapishaneleri, akıl hastaneleri...

Dünya tarihinde örnekleri çoğaltmak mümkün. Ele aldıkları konuyu

özümsemeleri, problem olarak görmeleri, içten ve samimi olmaları, insani

duyarlılıkları, toplumu bilgilendirmedeki dürüstlükleri, problemin bir parçası

olmaları vb... Buna kısaca "fotoğrafçının tutumu" diyebiliriz. Çalışmalarının

olmazsa olmazı bu.

Bir de fotoğraftaki görüntünün toplumsal bilincin oluşmasına katkısı için

tanıklığın herhangi bir sorunu en azından gündeme getirebilmesi gerektiğini

biliyorlar.

Mary Ellen Mark fotoğrafa fazla bir yük bindirmiyor; "Fotoğraflarımın

insanların hayatını değiştireceğine inanmıyorum, bir ihtimal bazı şanslı

kişilerin gözüne çarparak bu konular hakkında düşünmelerini, daha duyarlı

olmalarını sağlayabilirim" diyor.

Son dönemde ülkemizde belgesel fotoğraf adı altında "gerçekliği" sorunu ele

alınış biçimiyle "magazine" devşirilmiş konulara ağırlık verilen çalışmalar -

kentsel dönüşüm, travestiler, bedensel engelliler, fahişeler, zekâ engelliler,

Page 51: Gölge Fanzin 11

sokak çocukları vb.- ve konuyu/içeriği değil de fotoğrafçının kendini ön plana

çıkarma çabası sıklıkla rastlanmaya başladı. Kirliliğin en kötüsü de tam da bu

sosyal sorunların bizahati öznesi olan insanların fotoğrafçının etik olmayan

tutumu nedeniyle çalıştığı konunun nesnesi konuma düşürülmeleri.

Mary Ellen Mark genelevdeki çalışması ile ilgili; "Fahişelerin ve genelevlerin

bulunduğu sokağa ilk girdiğimde zamanda bir yolculuk yapıyormuşum gibi

geldi. Onların hayatına yaklaşmak, dokunmak istedim. Günlerce o caddede

dolaştım. Bazen kendimi onların yerine koydum." "...Arkadaş olmadan

çalışmam mümkün değildi. Her şeyden önce güvenlerini kazandım" derken

probleme insani yaklaşımının ipuçlarını veriyordu.

Son dönemlerde bulunduğum toplantılarda ve AFSAD Fotoğraf

Sempozyumu"nda ve sonrası sohbetlerde "belgesel fotoğrafla ilgili

katılımcıların farklı yaklaşımları olsa da ortak bir noktaya gelebilmiştik. O da

kısaca "Fotoğrafçının Tutumu". Bu sonuç aynı zamanda ironik!

"Tutum" denilen davranış biçiminin -ele alınan anlamı ahlaklı erdemli vb.-

yalnızca fotoğrafçıya özgü değil zaten olması gereken, yani insanda olması

gerektiğini düşündüğümüz. Çok bilinen bu ortak noktaya çıkmamız aynı

zamanda çok da bir şey bilinmediğini gösteriyor. Neden mi? Çünkü kimse

yarın güneşin doğacağını fanatik bir biçimde haykırmaz. Güneşin her gün

doğacağını herkes bilir. Fotoğrafçının tutumunun nasıl olması gerektiğini -

haykırıyorsak- demek ki henüz güneşin doğacağını bildiğimiz kadar

bilmiyoruz. Demek ki bu konuda çok çelişkilerimiz var. Daha çok anlatmak

gerekiyor, daha çok yolumuz var.

Ayrıca, dürüst olduğumuzu, iyi niyetli olduğumuzu, samimi olduğumuzu

varsaysak da bunların bizim kendimizle ilgili kanaatlerimiz belki de

yanılsamamız olmadığını nasıl ispatlayacağız? Sırf bu yüzden tanımlamaları

açık seçik yapmak gerekiyor. Yani yeni baştan... Yeniden... Yılmadan...

Üsküdar"ı geçenlere bir sözümüz yok elbet, onlar da yol gösterici olur.

Bugünkü yazı tutuklanıp mahkemesi henüz sürmekte olan bir fotoğrafçı için ele

alındı. Bildiğim kadarıyla zekâ engelli insanların fotoğraflarının fotomontajla

genelevlerde gösterilmesiyle suçlanıyor. Bu konuda suçluluğu ya da suçsuzluğu

kesinleşmeden ismini kullanmadım. 14 Ağustos 2008

Kaynak: http://www.birgun.net

Page 52: Gölge Fanzin 11

FOTOĞRAFÇILAR ĠÇĠN BĠR „MODEL SÖZLEġMESĠ‟ ÖNERĠSĠ

Kemal Cengizkan

Genel tanım olarak sözleşmeler iki taraf arasında yapılan ve tarafların

yetkilerini, sorumluluklarını ve haklarını belirleyen yazılı dokümanlardır.

Tanım gereği iki taraf söz konusudur, iki tarafın hakları ve sorumlulukları

söz konusudur. Her ne kadar tanım buysa da genellikle hâkim olan taraf

kendi haklarını, yetkilerini vs. koruyacak hükümleri sözleşmeye koyarak

„öteki‟ tarafı bağlamaya çalışır. En basitinden bir kira sözleşmesine göz

attığınızda ev sahibinin nasıl kollandığını görürsünüz. Ama gene de

sözleşmenin suyu çıkmasın diye „öteki‟ taraf olan kiracıdan da bahsedilir.

Şu koşullarda ev sahibi kiracıyı evden çıkarır, diye ev sahibinin hakkı

belirtilirken; şu koşullarda kiracı evi terk eder diyerek güya eşitlik ilkesi

sağlanır. Sonuçta kaybeden hep kiracıdır. Mülkün temeli adalettir tabii,

böyle adaletin sözleşmesi de böyledir. İşveren-işçi sözleşmelerine de bir

bakın, durum aynıdır.

İnsan fotoğrafı çeken fotoğrafçılarla (belgesel fotoğrafçılar) konuları

arasında dürüstlüğe dayalı bir ilişki olması şartsa da bunun yazılı olması

gerektiğine inananlar da var. Şükürler olsun ki onlar için böyle bir sözleşme

piyasaya çıkmış bulunuyor. Bu sözleşme „Model Sözleşmesi‟ adını taşıyor

ve fotoğrafçı Erdal Kınacı tarafından açıklanıyor. Sn. Kınacı Fotoritim

sanal dergisindeki köşesinde, fotoğrafçıyı ilgilendiren yasal sorunlar

hakkında bilgilendirici yazısının sonunda, konu‟nun (Model‟in)

yaratabileceği problemleri önlemek amacıyla bu sözleşmeyi fotoğrafçılara

sunuyor ve diyor ki, yanınızda bu sözleşmeyi bulundurun, fotoğrafını

çektiğiniz kişiye imzalatın ki sonra başınıza problem çıkmasın.

Kira ya da iş sözleşmelerine rahmet okutturan bir felsefeye sahip bu

sözleşme sekiz maddeden oluşuyor. Birinci maddesinde Model (fotoğrafı

çekilen kişi), çekilen fotoğrafı üzerindeki bütün haklarını (aklınıza ne

geliyorsa sıralayın) geri dönülmez bir şekilde Fotoğrafçı‟ya devrediyor.

İkinci maddede, bu hakların Fotoğrafçı tarafından üçüncü bir tarafa

(yayınevleri, reklam ajansları vb.) devredilebileceği belirtiliyor. Üçüncü

madde diyor ki, Model ne Fotoğrafçıdan, ne de hakları devralan üçüncü

taraftan hiç bir hak talep edemez. Dördüncü madde sözleşmenin süresiz

olduğunu belirterek, noter aracılığı ile iptal edilse bile önceki kullanım

Page 53: Gölge Fanzin 11

haklarının süresiz geçerli olduğunu yazıyor. Beşinci madde adreslerin

tebligat adresi olduğunu belirtiyor. Altıncı madde oldukça komik: ölüm

halinde haklar tarafların mirasçılarına devrediliyor. (Model‟in hangi hakkı

mirasçılarına devredilecek acaba?) Yedinci madde anlaşmazlık halinde

Fotoğrafçının adresinin bulunduğu ilin mahkemelerinin yetkili olduğunu

belirtiyor. Sekizinci maddeye göre Fotoğrafçı ve Model bu sözleşmeyi

okuyup kabul ettiklerini imzalarıyla onaylıyorlar (ve Model ayvayı yiyor).

Burada benim yazdıklarıma inanmayan, bunların bir bilim-kurgu

komedisinden alındığını sananlar olabilir, onlar şu kaynağa bakabilirler:

http://www.fotoritim.com/yazi/erdal-kinaci-bakis--isigi-hapsetmek

Komediyi sürdürelim ve şöyle bir senaryo düşünelim: Güneşli bir gün

Varoşkapı‟daki evinizin önünde oturmuş sigaranızı tüttürüyorsunuz,

etrafınızda çoluk çocuk. Derken boynunda makinesiyle (büyük harf F ile)

Fotoğrafçı‟mız görünüyor. Diyor ki, amca (teyze) ne güzel bir ışık var

yüzünüzde, bi fotoğrafınızı çekebilir miyim? Keyfiniz yerinde, çek

diyorsunuz. Büyük harfli fotoğrafçı eğilip bükülüp şak şak fotoğraf çekiyor.

Size de gösteriyor makinenin arkasından. Ulan ne güzel çıkmışız… Ne

yapacaksın bu fotoğrafları, niye çekiyorsun, diye soruyorsunuz. Sanat,

manat, sergi, yarışma filan diyor.

Bu fotoğrafları kullanmak için sizden izin istiyorum diyor, bi de kâğıt

uzatıyor size. Amma da nazik biri deyip bir imza atıyorsunuz kâğıda.

Farkında değilsiniz ama büyük M ile Model oldunuz bile.

Büyük F‟yi bir daha görmüyorsunuz. Derken bir gün televizyonda hem onu

hem de fotoğrafınızı görüyorsunuz. Aşağıdaki olasılıkları var:

- Bir yarışmada ödül almış sizin fotoğraf, kazanılan paralar hayır işlerine

gidecekmiş. İnsanlar büyük F‟nin bonkörlüğü üzerine gözyaşlarını

tutamıyor.

- „Esrar İçenler‟ konulu sergi büyük yankı uyandırmış. Sizin fotoğraf o

sergide ne arıyor, anlamadınız. Ama tanıyanlara rezil oldunuz...

Page 54: Gölge Fanzin 11

- „Çocukları aç, kendi iki paket sigara içiyor‟.Yaman bir TV programcısı

sizinle hiç ilgisi olmayan bir haberi sunarken bu fotoğrafı kullanıyor.

- Nobel ödüllü bir yazar, kapağında sizin fotoğrafınızın yer aldığı yeni

kitabını basına tanıtıyor.

- MarazBank sigara aleyhine bir kampanya düzenlemiş, fotoğrafınızın yer

aldığı afiş şehir duvarlarını kaplamış, üzerinde „böyle sigara içerseniz

ölürsünüz‟, yazıyor.

Hakarete uğradığınızı, kandırıldığınızı düşünüyorsunuz. Hakkınızı aramaya

karar veriyorsunuz. Neyse ki endişe etmenize gerek yok, fotoğrafçıyla bir

sözleşme (!) imzalamamış mıydınız?

Ancak gırgır geçebildiğimiz bu sözleşme taslağı üzerinde ciddi olarak

düşünmek gerek. Belgesel fotoğrafçıların temel konusu insandır. İnsan‟ın

birey olarak kendisi, yaşadığı ortam, ilişkileri belgesel fotoğrafçının ilgi

alanı içine girer. Belgesel fotoğrafçının çalışma ilkelerinden en önemlisi,

konusu ile dürüstlüğe ve açıklığa dayanan bir ilişki kurmaktır. Bu şu

demektir: Konu (model), fotoğrafçının ne yaptığını, fotoğraflarının hangi

amaçla, nerelerde, nasıl kullanılacağını bilmelidir. Fotoğrafçı da belirttiği

amaçların, yöntemlerin dışında fotoğrafını kullandırmamalıdır. Böyle bir

şey söz konusu olduğunda Model‟i bilgilendirmeli, gerekirse izin almalıdır.

Bu ilişkiyi somutlaştıracak bir sözleşme yapılması gerekiyorsa, bu sözleşme

özellikle Model‟i bilgilendiren, fotoğrafın kullanım sınırlarını açıklayan ve

modelin haklarını koruyan limitli bir sözleşme olmalıdır. Çünkü durup

dururken Model‟in hayatına giren, onun suretini kopyalayan, bunu işleyerek

kullanıma sunan Fotoğrafçıdır. Fotoğrafçı zaten fotoğrafından doğan

haklarının takibindedir; bu fotoğrafı (ya da projeyi) diğer kurumlara

pazarlarken onlarla ayrı bir sözleşme yapıp kendi haklarını korumuyor mu?

Burada sözleşme ile korunması gereken biri varsa o da Model‟dir. Model

para talep etmemişse bile fotoğrafının abuk sabuk yerlerde, bağlamı dışında

kullanılmasına, kendisinin küçük düşürülmesine rıza göstermeyecektir.

Eğer fotoğrafı, sözleşmede belirtilmemiş özel bazı kullanımları sonucunda

para kazandırıyorsa, bundan hak talep edebilmelidir. Bütün bu nedenlerle

Model Sözleşmesi olarak adlandırılacak sözleşme, Fotoğrafçının haklarının

yanı sıra, gerçekten adının çağrıştırdığı gibi, Model‟in haklarını da koruyan

ve belirleyen bir sözleşme olmalıdır.

Page 55: Gölge Fanzin 11

„Model Sözleşmesi‟ örneği olarak fotoğrafçılara önerilen, Modelin bütün

haklarını bir imza ile süresiz olarak ve nesiller boyu gasp eden bu belge

yasal olarak bir Sözleşme sayılabilir mi? Sanmıyorum, hukukçular bu

konuda bir şeyler söyleyebilir. Bu haliyle sadece Model‟in yasal takibinden

kurtulmak isteyen Fotoğrafçının dürüst olmayan niyetlerinin –Model‟in

şahitliği ile onaylanmış- imzalı bir belgesi gibi görünüyor.

1. Dileyenler Ken Light‟ın „Çağımızın Tanıkları‟ isimli kitabında yer alan Donna

Ferrato‟nun anlatısını okuyabilirler. Ferrato, çekmiş olduğu, kadına uygulanan

şiddeti gösteren fotoğrafını yayınlayabilmek için, Model‟den izin almak amacıyla

günlerce peşinde koşup onu ikna etmeye çalışmış, ancak onay aldıktan sonra

fotoğrafı yayınlamıştır.

Kaynak: http://www.birgun.net

Page 56: Gölge Fanzin 11

©Yiğit Özgür, Uykusuz, Sayı: 19

Page 57: Gölge Fanzin 11

FOTOĞRAFÇININ ADABI, FOTOĞRAFIN ERKÂNI...

Toplumsal hayatta ötekini araç kılarak kişisel fayda sağlamak ve ulvi amaçlara sığınarak kıyıcı ruh hallerini döküp saçmak sıradan davranış biçimi oldu. Bu

davranış biçimi arada bir sanat cilasına, fotoğraf mecrasına da sirayet

ediyor…

Özcan Yurdalan

Tam bir şuursuzluk hali

yaşandığından

kimsenin kuşkusu yok

aslında, lakin herkes

ötekine yakıştırıyor

durumu. Bir şeyin, her

şey halinde tanımlanır

olmasından beri

hayatlarımızda değişen

tek şey, adını koymaya,

tanımaya, aslını

anlamaya çalıştığımız sırada kayıp giden hakikat hissinden başkası değil. Hızlı

gidiyoruz, ama bir o kadar da ağır aksak. Fütursuzluk şanımızdandır sanıyoruz,

ancak sinik bir hesapçılığın kuyruğunda sıramızın gelmesini bekliyoruz.

Çılgınlıklar yaptığımızı, daha da yapabileceğimizi vehmediyoruz, hâlbuki

sağlama almadan bir adım bile atmaz, sığ sulardan bir kulaç olsun

uzaklaşmayız. Bize gerçeğin en doğru tarihini de coğrafyasını da öğretmiş

olduklarından hiç kuşkumuz yok, gel gör ki ne kendimize ne ötekine asla güven

duymadığımız için, geçmişimize dair ölümcül bir kuşkunun ruhumuzu

kemirmesini engelleyemiyoruz. Köklü bir mirastan beslendiğimizi zannederken

her yalpalamanın ardından “ben kimim?” sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Page 58: Gölge Fanzin 11

Aslında biliyoruz, bilmesek bile seziyoruz. Yapmış olduğumuz ve

yapabileceğimiz fenalıkların farkında olmakla birlikte, onları yapmadan

bugünkü hayatı kurmanın imkansız olduğunu düşünerek sürekli kâbus içinde

yaşamayı tercih ediyoruz. Korktuğumuz için yokmuş gibi davranıyoruz. En

kolayımıza bu geliyor.

Toplumun olağan insani-demokratik-vicdani hallerinden sanıyoruz her

başımıza geleni. İnsani, demokratik, vicdani, adil, hakkaniyetli olmayan, şiddet

içeren, ayrımcılık barındıran, ötekileştiren ne varsa hepsi günlük hayatımızın

sıradan tezahürleri arasında hâlbuki. Arada bir isyan ettiklerimizin aslında

çoktan beri olağan sayıldığını neden sonra fark ediyoruz, iş işten geçtikten

sonra. Endişemiz asıl buradan doğuyor galiba.

Belki de bu yüzden tam bir şuursuzluk hali yaşadığımızdan kimsenin kuşkusu

yok, lakin herkes ötekine yakıştırıyor durumu.

Birtakım vicdani yargıları, insani dayanışma değerlerini, yoz zamane

değerleriyle birbirine karıştırarak yapılan haksızlığı tanımlanamaz hale

getirmek ortamın doğası gereği vakayı adiyeden. Böylece gözden gizlenen

kusur hakkında en ufak bir nedamet belirtisini bir tarafa bırakın, yapıp edilenin

haklılığı üstünden mağduriyet dili kullanmak için de imkân yaratılıyor.

Hangi özel olaydan yola çıkarak bu yazıyı kurduğumu merak edenlerin belgesel

fotoğraf ve etik bağlamında süren tartışmadan ayrıntılı biçimde haberdar

olmaları çok da elzem değil. Yasadışı genelevleri fotoğraflayan, çektiği

fotoğraflara belgesel diyerek inandırıcı bir kanıt şeklinde sunan, öte yandan

belgeselin etiği, estetiği, yaradılış süreciyle hiç ilişkisi olmayan “canlandırma”

diye manası muğlâk tanımlara sığınan, konu seçtiği insanı nesneleştirerek

amacına matuf kullanan zihniyete her alanda bolca rastlandığından dolayı,

etrafına az çok bakanlar için bu vaka çok da yabancı sayılmaz.

Page 59: Gölge Fanzin 11

İşte bu yüzden zaten etik-estetik falan diye laf çevirip, saldırgan bir vahşeti

evcil zeminlere taşımanın manası yok. Toplumsal hayatta ötekini araç kılarak

kişisel fayda sağlamak ve ulvi amaçlara sığınarak kıyıcı ruh hallerini döküp

saçmak sıradan davranış biçimi oldu. Arada bir sanat cilasına, fotoğraf

mecrasına da sirayet ediyor haliyle.

Fotoğraf icat edileli şunun şurasında yüz küsur sene geçti ama bu süre içinde

şiddeti araçsallaştıran güçlü etkisi ayan beyan ortaya çıktı. Bununla kalmayıp

en masum kullanımlarda bile mahremi faş eden bir yapıya sahip olduğu

biliniyor.

Gerek şiddeti, gerek acıyı, gerekse mahremi inandırıcı tanıklıklarla gözümüze

sokan en etkili araç fotoğraf artık.

Malum ki bu alan resim gibi, heykel gibi, şiir gibi, edebiyat gibi kadim

sanatlara içkin köklü bir geçmişe, soylu bir birikime, süzülmüş bir adap erkân

silsilesine sahip değil. Hal böyle olunca ortalıkta yaygın olan şuursuz fiillerden

fotoğraf alanı da heveskâr fotoğrafçılar marifetiyle bolca nasipleniyor. Marazlı

bir alandan söz ediyoruz. Bu alan, yıllardan beri, yaşını başını almış,

olgunluğundan sual olunmaz bir dolu kişinin gayretiyle sirklerde pire

yarıştırma ortamına çevrildiği için, popüler kültürden, egemen zihniyetten

beslenen bir zemin zaten yaratılmıştı. Bu zemin, sayısal ortamda yaygınlaşan

fotoğraf siteleri aracılığıyla yepyeni ve çok daha sıcağı sıcağına yaşanan bir

uygulama alanı buldu. “Her an yarışma, yarıştırma ve değerini yarıştırarak

ölçme” imkânı. Kuşatıldığımız kültür, sesi biraz yüksek çıkabilen herkese

anında müritler peydahlayıveriyor malum. Bu sayede çekici bir mecra ile

birlikte, gladyatörler ve tuttukları tarafı anlık histerilerle teşyi eden taraftarlar

da yaratıldı. Ancak seyirlik alanın ortasında görünenler, teşbihin gerçeğinde

olduğu gibi, az çok eşit koşullarda var olma mücadelesi veren iki savaşçı değil,

Page 60: Gölge Fanzin 11

tam tersine, biri son derece donanımlı, ayrıcalıklı, üstün olan fotoğrafçı ile

karşısında, bütün zayıflığı ve korunmasızlığıyla görünür kılınmış “öteki”ydi.

Hem fotoğrafçısı hem izleyicisi tarafından nesneleştirilerek suiistimale açık

hale getirilmiş öteki. Aslında insan yani.

Bu yeni durum, 1980‟den beri Türkiye fotoğrafında yaygınlaşan zihniyetin yani

hayatı estetize etme kaygısıyla icra edilen görüntüleme biçiminin, belgesel

fotoğrafa yansımasıydı. Belgesel fotoğrafın adabıyla, belgeselcinin zihinsel

donanımı ve etik duruşuyla hiç ilişkisi olmayan bir çalışma tarzının ve aklın

ürünü olarak sonuçta belgesel fotoğraflar değil bir insani araz çıktı ortaya. İlk

değil, son da olmayacak besbelli.

Bilenler bilir ki, tabiattaki öteki varlıkların fotoğrafını ya da gezi halindeyken

görebildiklerini çeken fotoğrafçının zihniyeti ile belgeselin mahrem veya

netameli alanlarında çalışan fotoğrafçının zihniyeti, her iki halde de aklın

işleyişi, etik yaklaşım ve gösterme biçimleri birbirinden farklıdır. Fotoğrafçının

amaçları ve beklentileri de öyle. Bir manzaranın, bir çiçeğin veya herhangi bir

güzelliğin görüntüsünü oluşturmak için davranan fotoğrafçı farklı saiklerle

eyler, toplumsal bir sorunu, ötekileştirilmiş bir grubu, risk altındaki hayatları

görünür kılmaya çalışan fotoğrafçı farklı saiklerle, sansasyon peşinde koşan

fotoğrafçı ise tamamen farklı saiklerle.

Bütün bunları bilmeden, farkında olmadan belgesel fotoğraf alanında faaliyet

gösterilmez mi, gösterilir elbet. Bir şeyin her şey halinde tanımlanabildiği

ortamlarda bu da mümkündür, olur. Lakin hem kendi aldığı risklerin, hem de

görüntülediği insanları maruz bırakabileceği mağduriyetlerin bile farkına

varmadan çektiği fotoğraflar ortaya çıkınca, “ben bilmiyordum bu işin böyle

olduğunu, meğer insanın hayatını, kariyerini tahrip edebilecek tehlikeli bir

alanmış fotoğrafçılık” mealinde sirkatin söyletir insana.

Page 61: Gölge Fanzin 11

Olabilir, hangimiz her yaptığımızı bilerek ve isteyerek, tam bir bilinç açıklığı

ve doğruluk kıstaslarıyla yaptık ki bu güne kadar, yapıyoruz ki. Mesele yanlış

yapmakta değil, yapılan yanlışın farkında olmamakta ve hala hiçbir şey

yaşanmamış gibi model sözleşmeleri önerip işi pişkinliğe vurmakta. İnsani bir

duruma, fotoğrafın devreye girmesiyle birlikte çok daha karmaşık hale gelen

yeni ilişkilenme biçimlerine dair problemlerin çözümünü üç beş maddelik bir

sözleşme ve iki imzada aramakta… Halbuki mesele fotoğrafçının tarzında,

tutumunda ve fotoğraflama yönteminde düğümleniyor ki göz ardı edilen de bu.

Adap erkân meselesi yani.

Tam bir şuursuzluk hali yaşandığından kimsenin kuşkusu yok aslında, lakin

herkes ötekine yakıştırıyor durumu. Benimki de öyle bir şey zahir.

Kaynak: http://www.birgun.net

16 Ocak 2009

Page 62: Gölge Fanzin 11

-KADER‟ĠN OBJEKTĠFĠNDEN GÖRÜNTÜLER-

OSEP MĠNASOĞLU

Bir zamanlar yurtdışına

satmayı düşündüğüm bazı

ürün numunelerinin

fotoğraflanması gerekiyordu.

Gazetede işsiz kalmış yaşlı

bir fotoğrafçının haberini

okuyunca; hem az param

olduğu için bu adamcağıza

daha ucuza yaptırırım, hem

de işsiz kaldığı için, onun

birkaç kuruş harçlık

çıkarmasına vesile olurum

diye düşündüm. Nerede

bulabileceğimi gazeteden

öğrendikten sonra,

Beyoğlu‟nda Ağa Cami‟nin

hemen yan sokağında

bulunan, Satranç Derneği‟ne

gittim. Kendisiyle tanışıp

derdimi anlattığımda,

“Mehmet Bey‟cim bir tane

fotoğraf makinem var

istediklerinizi çekebilirim,

ama gözlerim pekiyi

görmüyor” dedi. Ben yine de bir kez deneyelim dediğimde, “Öyleyse bir

makara film alınız. Sonucu beğenmezseniz para falan istemem. Sizin de

sadece bir makara film zararınız olur” dedi. İşte Osep Usta‟yla dostluğumuz

böyle başlamıştı. Yaşlılıktan dolayı gözleri iyi görmeyen bu adam, aslında

yaşamında birçoğumuzun pek göremeyeceği şeyleri görmüş biriydi. Bu

ihtiyar adamın hikâyesi şöyle başlar:

Osep Minasoğlu, 26 Şubat 1929 tarihinde Amber ve Yervant

Minasoğlu çiftinin en küçük evlâdı olarak, İstanbul‟un o zamanlar Samatya

olarak bilinen Kocamustafapaşa semtinde dünyaya gelir. Ailesi üç kuşaktır

Page 63: Gölge Fanzin 11

burada yaşamaktadır. Dedesine baklavacı Hacı Hosep derlermiş. Uzun

yıllar baba mesleğini sürdüren oğul Yervant Bey, torun Osep doğduğu

sıralarda baklavacılığı bırakmış ve bakkaliye toptancılığı yapmaktaymış.

Küçük Osep‟in tüm çocukluğu aynı semtte geçer. Anaokuluna

İtalyan bir rahibe okulunda başlar, ama daha sonraları ilkokulu bir Türk

okulunda bitirir. Ortaokul son sınıfındayken (1943), bir Ermeni tarafından

15 Mart 1921‟de Berlin‟de öldürülen Talat Paşa‟nın cenazesi İstanbul‟a

getirilerek toprağa verilir. Bu olay, o tarihlerde Ermeni asıllı Türk

vatandaşlarına karşı bir husumete neden olur ve küçük Osep okulunu

bitiremez, çünkü bütün derslerinden kalır. Bunun üzerine babası onu Saint

Benoît Fransız Okulu‟na kaydettirir ve ortaokulu burada tamamlar.

Lise çağlarında Kodak şirketinin o dönemlerdeki laborantlarından

Joan Armes‟in yanında işe başlar. Fotoğrafa karşı büyük ilgi duymaktadır.

6-7 Eylül Olayları‟ndan hemen sonra oradan ayrılmak zorunda kalır. Çünkü

çalıştığı yer Beyoğlu‟na çok yakındır ve çıkan arbedede iş yeri kapanmıştır.

O yıllarda oturdukları evin komşuları film operatörüdür. Ve onun

vasıtasıyla film setlerinde çalışmaya başlar. Hem oyuncu ve hem rejisör

olan Kani Kıpçak da ailede “enişte” diye anılan bir yakınlarıdır. Onun da

katkısı olur daha sonraları film piyasasında iş bulabilmesine. O yıllarda en

ünlü stüdyo Bakırköy‟deki Halk Film Stüdyosu ve Cezmi Ar da en ünlü

film operatörüymüş. Burada da çalışmaya devam eder. O yıllara ait

hatıralarından Osep Usta şöyle bahseder:

“1949‟larda filmcilik Türkiye‟de çok popüler olmuştu. Ama teknik

donanım hiç yoktu. Bu

yüzden, dış mekân

çekimlerini yapabilmek

için güneş ışığını

kovalardık. Güneş çıktı

mı hem film çekerdik

hem de afişlerde

kullanılmak üzere

fotoğraf çekerdik. Ben

o yıllarda Rolleiflex

marka fotoğraf

makinemle Muhterem

Nur, Abdurrahman

Page 64: Gölge Fanzin 11

Palay gibi oyuncuların fotoğraflarını

çektim. Film setlerinde para kazanmak

çok zordu. Daha sonra oturduğum semt

Samatya‟da “Foto Paris” adlı küçük bir

fotoğraf stüdyosu açtım. Hem fotoğraf

çekiyordum, hem de çektiklerimin

banyosunu yapıyordum. Daha sonra 1956

Yılı‟nda Paris‟e gittim. Rue St.

Dominique No: 101‟de “Romaphote” adlı

laboratuvarda çalışmaya başladım. Aynı

zamanda da, “L‟ecole Syndicat

Photographe Professionnel Region

Parisien” isimli okula devam ettim. Amacım fotoğrafçılığı bilinçli

yapmaktı. Fransa‟da bugün kapanmış olan fotoğrafla ilgili en büyük

yayınevi Édition Paul Montel‟in yayınlarını, Kodak şirketinin baş

kimyageri Prof. Pierre Glafkides‟in beş yılda bir çıkardığı “Chimie et

Phisique Photographie” gibi çok pahalı kitapları mutlaka alır okurdum.”

1960 Yılı‟nda Türkiye‟ye dönen Osep Minasoğlu, önceleri Linhof

marka bir fotoğraf makinesiyle Anadolu‟ya çıkar. Ve çektiği fotoğrafları

İstanbul‟daki çeşitli kuruluşlara satar. İnternetin yaygın olmadığı ve

insanların “e-posta” ya da “cep telefonu mesajı” kullanmadığı yıllarda çok

bilinen “Keskin Color”un kartpostallarını bir kuşak iyi hatırlar. İşte o

kartpostallarda görünen “yurt köşeleri” ve “kedi” fotoğrafları hep Osep

Usta‟nın görüntüledikleridir. 1961 Yılı‟nda Sirkeci Ebu Suud Caddesi‟nde

“Stüdyo Osep”i kurarak burada çalışmaya başlar. Hatıralarını, yine kendi

ifadelerinden dinleyelim:

“Paris‟ten döndükten sonra ilk işim bir fotoğraf makinesi edinerek

Anadolu‟ya çıkmak oldu. Amacım, güzel yurdumuzu görüntülemek ve aynı

zamanda da para kazanmaktı. O yıllarda Anadolu‟nun çeşitli köşelerinin

doğru dürüst fotoğrafları yoktu. Gittiğim yerlerin belediye başkanları, hatta

valileri dahi bana yardımcı oluyorlardı. Bulundukları beldelerin tanıtımına

katkı sağladığımı düşünüyorlardı. Rahat gezebilmem için bana cip bile

tahsis ediyorlardı. Gerçekten de umduğum gibi, çektiğim fotoğraflar ilgi

gördü. Ve uzun yıllar tebrik kartlarında görünen yurt köşelerinin

görüntüleri, hep benim çektiğim fotoğraflardı. Daha sonra Sirkeci‟de

“Stüdyo Osep” adında bir yer açtım. Hürriyet Gazetesi‟ne şampiyon futbol

Page 65: Gölge Fanzin 11

takımlarının 2 x 3 m ebadında siyah-beyaz fotoğraflarını hazırladım. Bunun

gibi işler aldım. Ama bir süre sonra dükkân dar gelmeye başladı. İstiklâl

Caddesi Sakızağacı Sokak‟ta bulunan Hacı Abdullah Lokantası‟nın

üzerindeki apartmana taşındım. Tavan yüksekliği, üç metreden fazla olan

büyük bir yerdi. Burada “Stüdyo Show”u kurdum. O yıllarda sahne

sanatçılarının afişlerini hazırlayan ve Peri Mecmuası‟nın sahibi Mahmut

Zeki adlı bir dostum, açtığım bu stüdyoyu çok beğendi ve çeşitli sahne ve

film yıldızlarının fotoğraflarını çekmem için bana göndermeye başladı. Kısa

zamanda tanındım. O kadar çok talep gördüm ki, artık randevuyla müşteri

kabul eder olmuştum.

Fotoğraf çekimlerinde en çok zevk aldığım çalışmalar, film

yıldızlarıyla olanlardı. Çünkü artistler mimiklerine çok hâkimdirler. Bu

yüzden de istediğim pozu verdirebiliyordum. Çıkan sonuçlar da çok artistik

oluyordu. Sıradan müşterilerle o tip fotoğraflar çekmek mümkün değildir.

Kameranın karşısına geçince abuk-subuk bakmaya başlarlar. Yani

mimiklerine hâkim değillerdir. Ama arasıra da olsa objektife bakmasını

bilen bazı müşteriler çıktığında onlardan para almazdım. Arka arkaya

birçok pozlarını çekerdim. Daha sonra da reklâm çalışmalarında kullanmak

için izin isterdim. Birçoğu memnuniyetle kabul ederdi. Portre çekmek o

yıllarda çok zordu. Şimdi ise “digital” kameralar var. Yüz tane çekiyorlar

elbette içinde bir-iki tanesi düzgün çıkıyor. Bizim kuşak fotoğrafçıların

böyle bir avantajı hiç olmadı.

O yıllarda o kadar çok ilgi gördüm ki, zamanın gazetelerinde

artistlere dair eğer bir şey söylersem magazin haberi oluyordu. Bir

defasında bir gazeteci dostumla sohbet ederken Hülya Koçyiğit‟ten

zamanında ödeme

alamadığımı falan

söylemiştim. Birkaç gün

sonra “Hülya Koçyiğit çok

cimri bir sanatçıdır” diye

gazete manşet attı. Hâlbuki

Hülya Hanım çok

hanımefendi bir insandı.

Herhalde para bakımından o

sıralarda biraz sıkıntıdaydı,

tabiî bilemiyorum? Ama

Page 66: Gölge Fanzin 11

gerçekten bazı öyle artistler vardı ki, hiç para vermek istemezlerdi. Mesela,

Kuzey Vargın tam bir eşkıyaydı. Arkasından para almaya adam yollardım,

bana “Gelirsem orayı dağıtırım” diye haber gönderirdi. Bunun yanı sıra

mahcup, munis oyuncular da vardı. Meselâ, Engin Çağlar böyle bir

çocuktu. Hemen hemen Türk Sinema‟sının bütün jönlerinin fotoğraflarını

çektim. İlk aklıma gelen Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Zeki Müren, Halil

Ergün, Türkan Şoray ve Kadir İnanır gibi isimler.”

Osep Usta‟nın kadrajından birer birer insanlar geçerken, hayat da

olanca hızıyla akmaktadır. Başarıyla tırmanan meslek ve iş yaşamı, iyi

niyeti ve çalışanlarına çok güvenmesi sonucunda giderek bozulmaya başlar.

Ve durdurulamayan sıkıntılar, onun iflasına neden olur. Onu tanıdığım ilk

yıllarda, Ermeni Kilisesi‟nin yanındaki vakfa ait bir binanın bir odasında

kalıyordu. Ama öyle bir yerdi ki, camı yoktu. Cam taksan, çerçevesi

dökülüyordu. Yağmur yağdığında her tarafı akardı. Elli yıllık fotoğraf

arşivinin en değerli kısımları bu evde ıslanmış gitmiş. Bazılarını fareler

yemiş. Birkaç kez de hırsızlar talan etmişler. Binanın ne suyu vardı ne de

elektriği. Kelimenin tam anlamıyla metruk bir yerdi. Bir gün o binayı,

Beyoğlu‟nda pavyon işleten bir zorbaya kiraya vermişler. Adamları da

odasının kapısını kırıp nesi varsa hepsini sokağa atmışlar. Duyduğumda çok

üzülmüştüm İstanbul Beyefendisi birinin bu hale düşmesine. İşte o sıralarda

yurtdışından gelen eski bir dostu Matmazel Maya, Hızır gibi ortaya

çıkıverdi. Osep Usta buna çok sevindi. Ben de kendi payıma çok

mutluydum, çünkü ben vesile olmuştum.

Matmazel Maya‟nın maddî yardımıyla, Osep Usta‟nın eşyalarını

Tarlabaşı‟nda bodrum bir kata taşıdık. Birkaç yıl burada kaldı. Daha sonra

Taksim Gümüşsuyu‟nda yine bir bodrum katı daireye. Rutubetli bodrum

katları hiç değişmedi yaşamının sonlarına doğru. Bir de değişmeyen

yaşamındaki yalnızlık ve sefaletti. Tabiî oradan oraya her taşınma, geri

kalan üç-beş eşyanın biraz daha eksilmesine neden oluyordu. Ama yapacak

bir şey yoktu.

Hayatın içinde sürüklenerek oraya buraya savrulmuş insanlara hiç

dikkatle bakmayız. Hele onlarla konuşmak dahi istemeyiz. Köhne

mevcudiyetlerine değer vermeyiz. Oysa her hayat ibretlik bir romandır, bir

filmdir…

Sertaç Mehmet Temizel / 18 Ekim 2006

Page 67: Gölge Fanzin 11

Bir Fotoğrafçının Günlüğü‟nden

I.Ġ.K

Geçtiğimiz günlerden birinde kendisi de benim gibi fotoğrafçı olan

bir arkadaşımla birlikte Beyoğlu‟nda gece gezmesine çıktık. Mekânlar her

zaman olduğu gibi hınca hınç dolu, hiçbir yerde oturacak yer yok.

Girdiğimiz ortamlardan birisinde –sonradan bizim okulda halen öğrenci

olduğunu öğrendiğim– bir grupla rastlaştık. Sağ olsunlar bizi yanlarına

davet ettiler oturduk. Laf lafı açtı. Muhabbet kendi çapında koyulaştı. Bu

arada arkadaşım, bir vesileyle benim Gölge Fanzin‟den I.İ.K olduğumu

söyledi. Bunun üzerine muhabbetin ana ekseni fotoğrafa doğru kaymaya

yüz tuttu. Gruptaki bir arkadaşla birbirimize daha yakın oturduğumuzdan

ötürü, daha çok konuşur olduk. Tabi ortam aşırı derecede gürültülü, bundan

ötürü de konum olarak birbirine en yakın kişilerin muhabbeti koyultmaları

da durum icabı… Hem de bağıra bağıra…

Neyse, bu arkadaş başladı anlatmaya, bana sorular sordu. Bende

elimden geldiği, dilimin döndüğünce cevaplamaya çalıştım. Öğrenci olan

herkes gibi o da akademideki ortamdan şikâyetçiydi. Kimi serzenişleri

yerinde, kimi abartılı olsa da konuştuk, tartıştık.

Bir ara bana herhangi bir proje üzerinde çalışıp çalışmadığımı sordu.

Kimi sadece fikir aşamasında kimisiyse hayata geçmekte olan projelerim

olduğunu söyledim. Ortak bir şeyler yapmaktan bahsetti. Bende bir

fotoğrafçı olarak çekim süreci ortak projelerden haz etmediğimi söyledim.

Bu onu pek tatmin etmemiş olacak, ilerleyen zaman zarfında da birkaç kez

bunu tekrarladı.

İlerde “savaş fotoğrafçısı” olmak istediğini söyledi. Heyecanla bunun

nedenlerini ve izlediği yolu anlattı. Dikkatle dinledim. (Ortamın elverdiği

kadar) Alkolün dozajı az biraz kaçınca, beni iyiden iyiye esir etmeye

başladı. Gerçi durumu hoşgörü ile karşıladım. Ne de olsa zamanında bende

aynı haltı yemiştim. Halinden anlıyordum. En sonunda paralar suyunu iyice

çekip, cebinde sadece yol parası kalınca kendi hesabını ödeyip, gitti. O

kafaya rağmen de telefon numarası alış-verişi yapmayı da ihmal etmedi.

Not: Şu ana kadar herhangi bir iletişim kurmuş değiliz.

Ardından geri kalan tayfayla sohbet az biraz koyulaştı. Önce grubun

içindeki bir arkadaş, varan-1 hesaaabı giden diğer arkadaş için “haybecinin

tekidir” dedi. “Bölümden şikâyet ettiğine bakma. Hocalara garibanım

ayağına yapışıp, sürekli nemalanır. Sana en çok şikâyet ettiği öğretim

Page 68: Gölge Fanzin 11

görevlilerinin başlıca yağdanlığıdır”, “Sevmediğini söyledikleri de bunun

yemini yutmayıp, ne halt olduğuna uyananlar” İçimden epey bir güldüm.

Söyledikleri doğru olabilir, bilemiyorum… Benim zamanında da bu profile

uyan yığınla model, sırf benim sınıfta 5 tane vardı. Onların kalan mirasını

sürdüren birileri illa ki oluyordur. Bu arada elden ele bir fotoğraf makinesi

dolaşıyor. Bayağı bir DSLR… Hatıra fotoğraflar çekiliyor şakada şukada…

Bende ayar olurum böyle şeylere, mermiyi boşa atan silahşor görülmüş mü

kardeşim? Ayrıca ben fotoğrafımın çekilmesinden de pek hoşlaşmayan

herifin tekiyim.

Grubun içerisindeki yegâne hatunsa acayip biçimde matize bağlamış,

bir de başlamaz mı esip-gürlemeye… Bana hiç vakit yitirmeksizin hesapta

sordu. “Neden bunu bunu yazmıyorsunuz” diye… Kısacası tipik bir

“nerde bu millet nerde devlet” olayı yaşadım.

“Neden, tekil ya da çoğul bir biçimde tüm bu şikâyetleri kaleme

almıyorsunuz? Alternatif öneriler üretmiyorsunuz?” diye sordum. Önce

koca bir “es” verdi. Ardından da “Olur” dedi. “Eğer bir kaygınız varsa,

rumuz kullanarak yazın, sonra bir sorunla karşılaşmayın” diye de

tembihledim. Bunları diyordum demesine de, bu kafayla ertesi gün

konuşmamızdan tek bir kelime dahi hatırlamayacağını da biliyordum. Buna

rağmen de yazdıkları yazıyı e-posta ile gönderdiklerinde,

değerlendireceğimizi, uygunsa yayınlayacağımızı söyledim. Oraları duydu

mu bilemiyorum. Erkek arkadaşı olduğunu sandığım kişinin yardımıyla

masadan kalktılar. Hesabı ödemek üzere beraberce kasaya doğru seğirttik.

Önceliği onlara tanıdık. Hani biz 1-2 tek attık. Bunlar yolunu almış, hedefe

varmışlar. Bir an önce hesaplarını ödeyip, evlerine yollasınlar. Tanımaz

olaydık. Bir hesap kitap yaptılar. Ardından da doğru bildikleri ödemeyi…

Sıra geldi mi bize… Ahanda… Bizim hesap “bacak kadar” çıkmaz mı?

Bacak ki ne bacak!.. Ayarın kralı olmuşum. İşletmenin olayda şuçu yok,

yok olmasına ama adamlarda bu işin kurdu, bizim kadar kısa sürede masada

oturan hiç kimse –rakı şişesindeki balıkta dâhil- o kadar birayı imkânı yok

içemez bilirler. Ama mala yatarak parayı bizden tahsil etmek istediler.

Aynen sarıldım telefona, “ne ayak” diye sordular. Dedim “polisi

arıyorum. Gelsinler çözsünler hadiseyi…” Baktım benim blöfü yiyen yok.

Fakat yine de ısrarla aramayı sürdürdüm. Yanımdaki arkadaş, “Abi, boşver

uzatma. Ben parayı ödeyeyim, ne de olsa bu durumu başına ben açtım”

dedi. Önce itiraz edecek oldum. Ardından uzatmamaya karar verdim.

Netice de beraberce, bize kakalanan hesabı ödeyerek mekândan ayrıldık.

Ama bu da bize iyi bir ders oldu. Bir daha mı? Yoo… Ben almayalım.

Page 69: Gölge Fanzin 11

Alman Hastanesi, Cihangir, 2010

Pera, Urban, 2011

Page 70: Gölge Fanzin 11

BĠR DUAYEN: DIANE ARBUS

(1923-1971), Asıl adı Diane Nemerov olan belki de 20.yy‟nin

adından en çok söz ettiren kadın fotoğrafçısı. Arbus‟u üne kavuşturan,

toplumsal hayatın uç noktalarında yaşayan (ya da en azından öyle görünen)

insanları portrelemesidir. Arbus‟un portre tarzı, öncelikle August Sander‟in

Alman halkı üzerine yüzyılın ilk yarısında yaptığı çalışma, Çiftçi Güvenliği

Örgütü (FSA) fotoğrafçılarının 1930‟larda Amerikan taşrasında

gerçekleştirdikleri çalışmalardan ve 1950‟li yıllarda gelişen orta sınıf

Amerikan hayatını fotoğraflayan Robert Frank gibi fotoğrafçılarla paralellik

göstermektedir. Arbus‟u adı geçen örneklerden ayıran onun yöneldiği

toplumsal durumların gösterdiği çeşitliliktir. Özellikle akıl hastaları- örn.

dawn sendromlu hastalarla yaptığı çalışma, cüceler, devler, travestiler,

fahişeler gibi marjinal kesimlere yönelmesi onu seleflerinden ve

çağdaşlarından farklılaştırmıştır.

Arbus zengin bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.

Ancak, çocukluk ve ilk gençlik yaşantısı şair abisi Howard Nemerow‟un

gölgesinde geçmiştir. 18 yaşında aktör Allan Arbus‟la evlenerek aile

hayatının sarsıntısından kurtulmakla kalmamış aynı zamanda kocasının

Page 71: Gölge Fanzin 11

ABD ordusunda aldığı fotoğraf

eğitimini paylaşmasıyla fotoğrafa

başlamıştır. Bu dönemde

fotoğrafçı Lisette Model‟den

dersler alarak fotoğraf tarzını

oluşturur. Arbus fotoğraf

alanındaki başarısını ise Allun

Arbus‟la 1958 yılında

boşanmasından sonra yakalr.

60‟lar ile birlikte Alexey

Brodovitch (fotoğrafçı, Harper‟s

Bazaar dergisini ediyörü) ve

Richard Avedon ile çalışmaya

başlar. Aynı yıllarda çalışmaları

The New York Times, Harper‟s Bazaar, Esquire gibi dergilerde görülmeye

başlar. Kısa zamanda ise özgün tarzı ile dikkat çeker ve ardından 1963

yılında Guggenheim ödülü alır ardından 1966‟ta aynı ödülü bir kez daha

kazanır. MoMa‟da The New Documents adlı sergide Lee Friedlander ve

Gary Winogrand ile çalışmaları sergilenir. 1971 yılında ise intihar eder.

Nedeni bilinmeyen intiharı ile ilgili olarak en yaygın iddia, intihar anını

kare kare fotoğraflamasıdır. Ancak bu iddianın gerçekliği henüz

ispatlanmamıştır. Ölümünü ardında Arbus‟un ünü kaçınılmaz olarak daha

da artar. 1972 yılında Aparture dergisinin MoMa sergisi için basmış olduğu

monograf çok kısa sürede 100.000 adet satar ve sergi 7 milyon kişi

tarafında izlenir. Ayrıca Arbus‟un

“Identical Twins/Tıpa tıp İkizler”

adlı fotoğrafı 2004 yılında 478.000

dolara satılarak dünyanın en pahalı

altıncı baskısı olur.

Arbus kariyerinin

başlangıcında 35 mm. Makineler

tercih ederken, 60‟larla birlikte

kare çerçeve oranı sağlayan

Rolleiflex Orta format TLR (İki

lens refleks) makineler

kullanmaya başlar, bu makine ile

birlikte Arbus göz seviyesinde

Page 72: Gölge Fanzin 11

bakaçlı makinenin yarattığı

engelleri de ortadan kaldırmıştır.

Böylece fotoğrafçı fotoğrafladığı

kişi ile doğrudan, aracın yarattığı

dolayım olmadan iletişim

kurabilmiştir. Arbus genellikle

birbirine benzeyen açı ve

ölçeklerle nesnesini

fotoğraflamıştır. Tıpkı Sander‟in

ondan 30 yıl önce gerçekleştirdiği

gibi kendi yaşadığı çağın

gerektirdiği gibi toplumsal

çevresinin izini sürmüştür.

Arbus‟a yönelen en önemli

eleştirilerden biri nesnesine küçük düşürücü biçimlerde yaklaşmasıdır. Bu

eleştirinin temel iddiası sıradan insanları da rahatsız edici görüntülerle poz

vermeye yönlendirmesidir.

Kaynak: http://ilef.ankara.edu.tr/fotograf/yazi.php?yad=9870

Meraklılarına Bir Dip Not: Fur: An Imaginary Portrait of Diane

Arbus (2006)

Diane Arbus'un hayatını

konu alan, Steven Shainberg'in

yönetmiş olduğu, Nicole

Kidman, Ty Burrell ve Robert

Downey Jr'ın başrolleri

paylaştığı, 2006 yılı yapımı bir

filmdir.

İlgililer filmin fragmanına

aşağıda yer alan linkten

ulaşabilirsiniz.

http://www.youtube.com/watch?

v=OLCn9ka2T5I

Page 73: Gölge Fanzin 11

KĠM ĠLKEL?

Murat Yaykın

ELEMANIMIZ ACEBA MEYDANDAKĠ SERGĠDE NE VAR DĠYE OLMADIK BĠR MERAKA

KAPILIR. YENĠLENEN KÖY ĠLKÖĞRETĠM OKULLARINA ĠLĠġKĠN BĠ FOTOĞRAF

SERGĠSĠDĠR BU; ÜNLÜ ĠSĠMLERĠN ÇEKTĠĞĠ…

FARKINDALIK HESAABI FELAN AMA BUNLARIN BASKISINA PANOSUNA VERĠLEN

PARAYLA BĠ OKUL DAHA YAPILIRDI AGA.

Fotoğraf çekmek kimsenin tekelinde değil, doğrudur. Ama

fotoğrafı bir dil olarak kullanıp üretimini toplumla paylaşan,

toplumsal bir işlevi yerine getirdiğine kanaat getiren/söyleyen her

fotoğrafçının önemli sorumluluklar taşıdığını da bilmesi gerekiyor.

Günümüzde fotoğraf makinesi kolay sosyal statü sağlayan bir araç

haline geldi. Fotoğrafçılık, toplumda popüler olmanın en kolay yolu

olarak görülüyor. Boynuna kolye gibi astığı fotoğraf makinesi ile

„sanatçı‟ edasında kendisine sorulacak gazeteci misiniz, fotoğrafçı

mısınız sorularına muhatap olmayı bekler halde ortalıkta dolaşıyor.

Page 74: Gölge Fanzin 11

Eh! Birde sergi açma olanağı yakalarsa değmeyin

„sanatçı‟mızın keyfine. Ön çalışmalar yapmadan bir-iki gidişte

konuyu fotoğraflayarak yaptığı üretime anlam

yazmak/anlamlandırmak masa başı kolaycılığıyla çözülür oldu. Etkili

yazıların anlattıklarını fotografik çalışmaların içeriğinde göremez

olduk. Fotoğrafçı elini taşın altına koymadan örneğin yapmış

olduğunu sandığı belgesel çalışmanın iç huzuruyla başını yastığa

koyuyor. İyi-kötü bir nebze de basında yer alınca kendini tamam

AHH ġU BURAM BURAM ĠFSAK KOKAN VESĠKALAR YOK MUU… SANKĠ MAYMUN

FOTOĞRAFLIYORLAR; KADRAJ MASTIRBATÖRLERĠ SĠZĠĠ…

BALAT‟TA SÜMÜKLÜ ÇOCUK ÇEKMELE BAġLAR GARĠBAN ÇOCUK ÇEKME ARZISI,

NASI SAMĠMĠYETSĠZ, YAKIN PLAN KURGUSUDUR BU…

ÖĞRENCĠNĠN ÜZERĠNE OKLA ĠLĠġTĠRĠLMĠġ TÜMCEDE: TAM DA FOTOLUK RENK

MAVĠ; ARASAN BULUNMAZ.

DAHA BUNLARIN YAġLI, BURUġUK KADIN SERĠLERĠ DE VARDIR KESĠN. GĠDĠN

BOĞAZ-BEBEK AHALĠSĠNĠ ÇEKĠN ULEN!..

Page 75: Gölge Fanzin 11

hissediyor. (kimsenin tekelinde olmadığına göre, sözüm hobi olarak

uğraşanlara değil elbet)

Şirketler fotoğrafın günümüzdeki popülerliğinden azami ölçüde

yararlanıyor, yüksek para ödüllü yarışmalar düzenliyor. Hatta kimi

uyanık ticari şirketler -ki bunların içerisinde çok bilindik firmalar

var- reklam sektörüne para kaptırmamak için yarışma temalarını

kendi ürünlerinden seçiyor, derece almış fotoğrafları ürünün reklam

afişlerinde kullanıyor. Hangi firmalar olduğunu mu merak

ediyorsunuz? Türkiye Fotoğraf Federasyonu‟na sorarsanız,

yarışmaların onayını veren yetkili bir kurum olarak size bilgi

vereceklerdir.

Peki, fotoğraf dernekleri ne yapmakta? Verdikleri teknik

eğitimin yanı sıra ne yazık ki görüntünün de bir dil olarak „görsel

ideoloji‟sini öğretim müfredatına almamaları en büyük eksikleridir.

Diğer bilimlerle olan etkileşimlerini öğrenmeyen fotoğrafçının,

kültürel bir boşluk yaşayacağı aşikârdır. Örnek mi? Belgesel

fotoğrafçıların sosyoloji, antropoloji, felsefe ve siyasal bilimlerinden

yararlanması gerekliliği gibi.

Şimdi, bu girişten sonra „http://ensonhaber.com/dunya/

196736/yuzum-umuttur.html‟ adresinden alıntıladığım bir röportajı

okurla paylaşmak istiyorum. Yayınlandığında fark etmediğim

röportajı okumam için bana mail atan değerli dostum Yrd.Doç.Dr.A.

Beyhan Özdemir‟e teşekkür ederim.

Fotoğrafçılar yenilenmeyi bekleyen okulların eski, yetersiz

koşullarını görmek, bu okulların çocuklarının içlerinde taşıdıkları

umudu aktarmak için yola çıkıyorlar. Köylere gidiyorlar ve yoksun

okulların çocuklarıyla dertleşiyorlar. Amaç; fotoğrafları satarak elde

edilen gelirle okulların eksikliklerini tamamlamak.

TOÇEV‟in 'Yüzüm Umuttur' adlı bu fotoğraf projesine katılan

fotoğrafçılardan biri olan Bennu Gerede soruları yanıtlıyor.

Röportaj sırasında bir soruya verdiği yanıtı aynen aktarıyorum.

Ayrıntısını merak edenler yukarıdaki adresten okuyabilirler. Yorumu

okuyucuya bırakıyorum.

Page 76: Gölge Fanzin 11

- Çekim için nereye gittiniz? Beklentiniz neydi?

Bennu Gerede: Antep'e gittim, pek bir şey beklemiyordum çünkü

daha önce Mardin'e, Erzurum'a gitmiştim. Sadece ilkel bir yer

olacağını biliyordum, şoka uğramadım.

09 Temmuz 09

OYSAKİ POZİSYONUN GERÇEK RESMİ ŞÖYLEDİR…

ĠLKÖĞRETĠM ÖĞRENCĠSĠNĠN KONUġMA BALONU: TİPİNE GODUMUNU ARTİSİNE BAK,

PARA VER LA PARA!..

ÖĞRENCĠNĠN ÜZERĠNE OKLA ĠLĠġTĠRĠLMĠġ TÜMCEDE: TAŞ ATAR KAFA CIRAR LA BU

MODEL.

FOTOĞRAFÇININ KONUġMA BALONU: HEP ARA GÜLER‟İN YÜZÜNDEN HEP!..

Çizen: Sönmez Karakurt; Penguen‟den alıntıdır. Kaynak: http://www.birgun.net

Page 77: Gölge Fanzin 11

GÖLGE‟DE RÖPORTAJ

20. yüzyıl fotoğrafının en önemli ikonlarından biri olan Fransız

fotoğrafçı Henry Cartier Bresson‟un, Amerikalı Talk-showcu Charlie

Rose ile 2000 yılında yapmıĢ olduğu bir TV röportajını, bu sayımızda

sizlere sunuyoruz. Röportajın tamamını ise en kısa sürede, Gölge

Fanzin‟in internet sitesindeki röportajlar bölümünde

okuyabileceksiniz.

Charlie Rose: Bir defasında, “Ben fotoğrafları değil, fotoğraflar beni

çekiyor.” demişsiniz.

Henry Cartier Bresson: Evet.

C.R: Bundan kastınız neydi?

H.C.B: Duyarlılık… Sezgi ve duyarlılık… Doğrudan istememek.

İstememelisiniz. Sadece algılıyor olmalısınız.

C.R: Sizce “kompozisyon” nedir?

H.C.B: Geometri.

C.R: Demek geometri. Peki, bununla mı doğmuşsunuz? Yani “geometri”

algısıyla…

H.C.B: Bu görgüye sahip olmalısınız.

Page 78: Gölge Fanzin 11

C.R: Bir seferinde, yine fotoğrafçılıkla ilgili olarak; “Zaten bilinmesi

gerekli olan bir şey öğretilemez” demişsiniz.

H.C.B: Evet. Sizin fikriniz nedir?

C.R: Muhtemelen doğru olduğunu düşünüyorum. Öte yandan siz bir usta

olarak kabul ediliyorsunuz.

H.C.B: (Parmağını deklanşöre basarcasına hareket ettirerek) Küçük bir

parmağı nasıl kullanmanız gerektiğini öğretmekten başka bir şey değildir.

C.R: Sadece küçük bir parmak…

H.C.B: Uyanık olması gerekli parmaklarız. Bilemiyorum…

C.R: Fotoğrafınız sanata karşı daha önceden var olan ilginizden etkilendi

mi?

H.C.B: Fotoğrafçılığımın sadece anlık bir gidişatı var. Tahmin etmeli ve

hızla fotoğrafın avantajını kullanmalısınız. Üç parmağınızla birlikte

bilmeniz gereken bir şey… O anda bir meditasyon gerçekleşiyor.

Fotoğrafçılık olayın sadece “bang!” diye çekme kısmı.

C.R: Bu oda da etrafa bakıyorum. Ve buradaki tüm fotoğraflarınız

muhteşem… Sadece benim değil herkesin fikrince birçoğu takdire şayan.

Asla fotoğraflarınızı evinizin duvarlarına asmıyorsunuz.

H.C.B: Hayır.

C.R: Hiç kendi fotoğrafınızı da basmadınız. Basılması için dışarıya

veriyorsunuz.

H.C.B: Bir arkadaşım basıyor. Nasıl baskı yapılacağını bilmiyorum. Ayrıca

zaman alıyor. Ben sadece çekmesini seviyorum.

C.R: Sadece çekmesini… Neyini seviyorsunuz?

H.C.B: Fotoğrafı düşünmüyorum. Neyi gördüğümü ve geometriyi

düşünüyorum. Demek istediğim her şeyin yerli yerinde düzenlenmesini…

C.R: Ve resme geri döndünüz.

H.C.B: Resmi asla bırakmadım. Fotoğraf makinesi de çizmenin bir yolu.

C.R: Fotoğraf çekerken ne zaman deklanşöre basacağınıza dair bir

zamanlamanız mı var?

H.C.B: Konu beni etkilediğinde, ben sadece algılayıcı olup, çekiyorum. Bir

sessizlik içinde sadece yoğunlaşmak… Yoğunlaşmak… Ve kesinlikle istem

dışı olarak, algılayıcı olmalısınız. Hatta hiç düşünmemelisiniz. Beyin biraz

tehlikeli… Duyarlılık… (bu sırada havayı koklarcasına içine nefes çekerek)

bir koku… Oop!

C.R: Bu çizim içinde geçerli mi?

H.C.B: Hayatın geneli için geçerli.

Page 79: Gölge Fanzin 11

C.R: Genel olarak… (karşılıklı gülüşmeler) Çok iyi… Bu bir yaşam

felsefesi… Müsaade etmek, özümsemek… Savaş öncesinde, yani

Magnum‟u kurup, foto muhabir olmanızdan evvelki eğilimleriniz savaş

sonrasında nasıldı?

H.C.B: Bunların hepsi sadece bir takım yaftalar.

C.R: Hiçbir anlamları yok.

H.C.B: Hiçbir anlamları yok. The relation with the reality to present to be

sensitive….. Ve bir parçası olmak… Algılayıp, parçası olmaya çalışmak

C.R: “Serializm” fotoğrafınızı etkiledim mi?

H.C.B: Bilemiyorum. Bu konuda hiç düşünmedim.

C.R: Genç bir adam olarak sizin için harekete eşlik etmek…

H.C.B: Bilmiyorum.

C.R: Çok gençtiniz…

H.C.B: “Genç” ne demek? Bilmiyorum. Canlı mısınız yoksa değil mi?

Kırışıklıklar… Onlar içinse yapabileceğim hiçbir şey yok.

C.R: Ama beyin hala genç…

H.C.B: Tabii ki…

C.R: Kalp hala genç…

H.C.B: Ben bir anarşistim.

C.R: Bir anarşist!

H.C.B: Evet.

C.R: Ne şekilde?

H.C.B: Şiddete başvurmayan…

C.R: Ama nasıl bir anarşist? Ne yapmak peşindesiniz?

H.C.B: Polisin ortalıkta olduğu vakit, sadece onların önündeyken öyleyim.

C.R: (Kahkahalarla güler) Yaşadığınız bu hayat anarşi değil öyle değil mi?

H.C.B: “Anarşizm”

bir etiktir. Bir

davranış

biçimidir.

C.R: Siz nasıl

davrandınız?

H.C.B: Polisin

ortalıkta

olduğu vakit,

sadece onların

Page 80: Gölge Fanzin 11

önündeyken…

C.R: (Bir süre güldükten sonra) Sizi fotoğrafçı olmak konusunda etkileyen

bir şeyler olmuş olmalı.

H.C.B: [(…) Çevrilemeyen tümce - ç.n] Fotoğraf makinesi kullanıyorum

ama… Herkes… Milyonlarca fotoğrafçı… Birçok fotoğrafçıyla karşılaşıyor

ve görüyorsunuz.

C.R: Kendinizi bir sanatçı olarak görüyor musunuz?

H.C.B: Puff! Ben sadece bir insanım. Duyarlılığı olan herkes sanatçıdır,

olay sadece bu!

C.R: Son günlerde birçok kişiyle dünyanın gidişatı konusunda sohbetlerim

oldu. Globalleşme… Bu konuda ne dersiniz? Avrupa için ne anlama

gelecek? Bu konu hakkında hiç düşündünüz mü? Sizi ilgilendiriyor mu?

Dünyanın gidişatı ve hızlı değişimi hakkında endişeleriniz var mı? Kültürel

hazine olarak insani bir şeyler kayboldu mu?

H.C.B: Günümüzde toplumlar hızla parçalara bölünüyor.

C.R: Nasıl?

H.C.B: Zengin ve fakir arasındaki gerginlik gittikçe büyüyor. Zengin ve

fakir ülkeler arasında…

C.R: Bunun teknolojiyle bir alakası var mı? Teknolojisi olan ya da

olmayan?

H.C.B: [(…) Çevrilemeyen tümce - ç.n] Oldukça tehlikeli!

C.R: Çünkü?

H.C.B: Her şeyi bir araya getirip karıştırıyorsunuz. Purrrrr! (Karıştırma

işlemini vurgulamak maksadıyla bir ses çıkarıyor.)

C.R: Homojenleştirme… Hepsi homojenleşiyor.

H.C.B: Ve “Anarşizm” bir tür etik.

C.R: Sizin yaşadığınız biçimde…

H.C.B: Evet, tabi aynı zamanda davranış olarak ta…

C.R: Davranış olarak ta… Ölüm ilanınızın ilk satırlarında sizin için ne

denmesini istiyorsunuz? “O bir anarşistti” mi? Ya da?

H.C.B: Ölüm ilanının sırası uygun bir vakitte gelir. Aceleye gerek yok.

C.R: Burada etrafa göz attığınızda gördüğümüz sizin kişisel tarihçeniz…

Afrika… Genç bir adam olarak Afrika‟ya gittiniz. Sizin için etkileyici

miydi?

H.C.B: Orada fotoğrafa geri dönüş yaptım. Tüm kaderim zaten bana

anlatılmıştı.

C.R: Max Jacob‟s annesi tarafından…

H.C.B: Tarot.

Page 81: Gölge Fanzin 11

C.R: Tarot kartları

H.C.B: Tarot kartlarıyla… Evet.

C.R: Sizin Asyalı bir kadınla evleneceğinizi, yapmak isteyecek bir şey

bulacağınızı da söyledi. Daha başka neler dedi?

H.C.B: (Bir mahcubiyet içerisinde kafasını yana doğru kaçırarak) Çok uzun

yaşayacağımı ve biriyle evlenip çok mutlu olacağımı söyledi.

C.R: Yaşlandığınızda birisiyle evleneceğini söyledi.

H.C.B: Oh, evet.

C.R: (Bir süre güler) ve bunun sizi mutlu edeceğini… Kehanette

söylenenler oldukça net ve doğruymuş.

H.C.B: Zaman geçmiyor. Bu sadece kadranın hareket edişiyle ilgili bir

problem… Zaman ve boşluk…

C.R: Öncesinde belirlenmiş…

H.C.B: Evet.

C.R: Şöyle de bir hikâye var. Büyükbabanıza bir mektup yollamışınız.

Çünkü o an ölmekte olduğunuzu düşünüyormuşsunuz. Debussy‟nin Yaylı

Sazlar Dörtlüsü eşliğinde Normandiya‟ya gömülmek istediğinizi

söylemişsiniz.

H.C.B: Evet, Debussy Yaylı Sazlar Dörtlüsü... “Bana çok pahalıya patlar.

Derhal geri gel” dedi.

C.R: “Derhal geri gel, böylesi bir cenaze çok pahalıya mal olur.”

H.C.B: “Karahumma”

C.R: Hastalığınız buydu, öyle değil mi?

H.C.B: Evet. Genellikle birkaç gün sonrasında ölürsünüz.

C.R: Ölmekte olduğunuzu mu düşündünüz?

H.C.B: Şuurum tamamen kapalıydı.

C.R: Sizde diğer gençler ve genç Fransızlar gibi dünyayı, ama özellikle

sömürgeleştirilmiş dünyayı görmek için yola çıktınız. Hindistan, Afrika,

Asya… Bu sadece bir anarşistin ruhi hali miydi? Sizi motive eden neydi?

H.C.B: Yaşamak…

C.R: Yaşamak ve öğrenmek…

H.C.B: Evet.

C.R: Camus‟nün, Gandi‟nin tüm bu fotoğrafları birçok insana yüzyılımızın

en büyük sanatçısı olan sizin işlerinizin sinyallerini gönderiyor. Bu bir

anlama geliyor. Öyle değil mi?

H.C.B: Gandi‟nin şu fotoğrafını mı kastediyorsunuz?

C.R: Evet.

Page 82: Gölge Fanzin 11

H.C.B: Ona Modern Sanat Müzesi tarafından basılmış olan bir kitap

vermiştim. Kitabın içersinde “O”nun bir fotoğrafı vardı.

C.R: Renê (ç.n: Fransız şair René CHAR olması olasılığı var.)

H.C.B: Gandi muhteşem olduğunu söyledi. [(…) Çevrilemeyen tümce -

ç.n] Onun büyük Fransız şair olduğunu söyledim. “Ölüm, ölüm, ölüm”

dedi, kitabı kapattı. Yarım saat sonraysa öldürüldü.

C.R: Bu ne demek oluyor? Yaşamın değerliliğiyle ilgili bir şey mi? Sizde

öyle düşünmüyor musunuz?

H.C.B: Evet… Ve ben çok şanslıydım. Çünkü arka cebimde her zaman…

C.R: Para mı?

H.C.B: Hayır. Film vardı. 5 makara filmim vardı ve Gandi‟nin cenazesini

takip ettim.

C.R: Bir fotoğrafı muazzam yapan unsur sizce nedir?

H.C.B: Şekil, geometri ve (Bir şeyleri koklar gibi nefesini içine çekerek)

hissettiğiniz ama tarif edemediğiniz bir şey olan, duyarlılığın birleşimidir.

Hayal gücü… Bilemiyorum.

C.R: Ve bu öğretilemez…

H.C.B: Hayır.

C.R: Hayatınız hakkında pişmanlık duyduğunuz herhangi bir şey var mı?

H.C.B: Chim ve Capa çok zamansızca öldürüldüler.

C.R: Robert Capa ve David Szymin zamansızca öldürüldüler.

H.C.B: Hemen hemen aynı yaşlardaydık.

C.R: Ve arkadaştınız…

H.C.B: Hayır. Birbirimizden çok farklı olmamızla birlikte güçlü bir

birliktelik vardı. Szymin (Chim) bir düşünür. Capa ise bir maceraperestti.

C.R: Capa sizin Magnum‟u kurmanıza yardımcı oldu mu?

H.C.B: Bu daha çok Chim‟in fikriydi.

C.R: Magnum fikri…

H.C.B: Evet. Chim bir düşünürdü. Capa ise tam bir maceraperestti.

Birbirlerinden oldukça farklılardı.

C.R: Ve sizse?

H.C.B: Pıh! Hiçbir şey…

C.R: (Gülerek) Hayır…

H.C.B: Tam bir birliktelik…

C.R: Tam bir birliktelik derken…

H.C.B: Capa‟nın paramızı alması dışında. Ve Chim, daha çok para

kazanabilmemiz için durumu nasıl idare etmemiz gerektiğini biliyordu.

Page 83: Gölge Fanzin 11

Capa bir kumarbazdı. Ama at yarışlarını her zaman kazanamıyordu. Ama

bu… Önemli değildi.

C.R: Matisse? Onu tanıyor muydunuz? Onun fotoğraflarını çekmiştiniz.

Sizin bir arkadaşınız mıydı?

H.C.B: Arkadaşım olamazdı. Ben çok gencim. (Gülerek) Yani o zaman

genç bir adamdım. Matisse, Bernard Buffet, Picasso… Picasso bir ressam

değildi. İlk zamanlarında evet ama daha sonrasında her şeyi manipüle eder

oldu. Ama Bernard tüm hayatı boyunca öyleydi.

C.R: Ressamdı.

H.C.B: Her zaman. Matisse‟de başından sonuna kadar bir ressam oldu.

C.R: Fotoğraflarınızı çektikten sonra asla kadrajlamıyorsunuz.

H.C.B: Hayır hiçbiri kadrajlanmamıştır.

C.R: İzin vermezsiniz.

H.C.B: Öyle bir durum yok. Ama kendinizden eminseniz istediğiniz

görüntü zaten aynen oradadır.

C.R: Bunun yanı sıra aynı sahnenin çok fazla fotoğrafını çekmiyorsunuz.

H.C.B: Öyle bir kural yok. Bu içinde bulunduğunuz koşullarla ilgilidir.

Kimi zaman öyle olmalıdır. Bazense önemsemezsiniz. Olanlar saniyeden

saniyeye değişim gösteriyor. Hep aynı kalmıyor.

(1.Bölümün sonu)

Page 84: Gölge Fanzin 11

Türkiye‟de Hiç Fotoğrafın KarĢı Kıyısına Geçilebildi mi?

Laleper Aytek

Fotoğrafın 200 yıla yaklaşan uzun tarihine baktığımızda, sekiz

saatlik poz süresi sonunda Niépce‟nin tespit ettiği ilk fotoğraftan (Gras‟da,

Saint-Loup-de-Varennes‟teki evinin penceresinden görünüm, 1826/7) ve

fotoğrafın icadının (François Arago tarafından) 19 Ağustos 1839„da,

Bilimler ve Güzel Sanatlar akademilerinin törensel birleşik oturumunda

duyurulduğu ve tescillendiği günden bu yana geçen 170 yılda, fotoğrafın

dünyada izlediği, gerçekleştirdiği ve tanığı olduğu dönüşüm ve değişimin,

Türkiye coğrafyasında, suretin yasak olduğu, duvarlara resim asılmasının

günah sayıldığı, padişah portrelerinin üzerlerinin örtüldüğü Osmanlı‟dan

başlayarak, pek çok alanda olduğu gibi fotoğraf alanında da gerçekleş-e-

memiş olduğunu, tek tük, cılız seslerin ve görüntülerin bir araya

geldiklerinde bir gelenek oluşturmanın ötesinde, daha çok karışık, tanımsız,

dar, tektip bir görüş alanı için(d)e sıkışıp kaldığını görüyoruz.

Fotoğrafa başından beri başkalarınınkinden farklı bir algıyla

baktığımız, üstelik ısrarla bu yaklaşımla fotoğraflar çektiğimiz ve

Türkiye‟deki fotoğrafın dünya fotoğrafı içindeki yeri ve karşılığı üzerine

hiç düşünmediğimiz içindir ki, bugün, 2010‟a bir kala bir Türkiye

fotoğrafı‟ndan, Türkiye‟de bir fotoğraf geleneğinden söz edemiyoruz. Dün

hiç edemiyorduk, bu gidişle yarın da edebileceğimiz şüpheli. Peki, bu

körlük, bu özel olanı yok sayma, kişiselleştirmekten bunca kaçınma ve

genelgeçer, hatta basmakalıp değerlendirmelerle, Türkiye‟ye fotoğrafı

yerleştirmeme çabaları niye acaba? Bu yasaklamalar, reddetmeler, bu

hayalsizlikler ve dar alanlarda bunca kısa paslaşma niye? Dünya fotoğrafı

almış başını (hayallerimizin ötesinde, alışık olmadığımız tekinsizliklerde

bizi bırakıp, bir görüntüyle aslında nasıl da hayırlı bir karmaşaya

sürüklendiğimizin ve fotoğrafın ancak bu tür belirsizliklerden çıkabileceğini

bile fark etmeksizin) giderken, fotoğrafçılar her gün daha fazla gelişen

kişisel bakış açılarını ve sözlerini tüm dünyaya bakarak ve dünya ölçeğinde

değerlendirerek işlerine yansıtırken, bizim bu tek katmanlılığımız, yüzeyde

olanı kazıyarak altını görmekten kaçışımız niye?

Fotoğraf, kendimizde ortaya çıkar-a-madığınız tam tersine özenle

uzak tuttuğumuz, sakladığımız şeylere rağmen yapılabilir mi? Bu, “mış

Page 85: Gölge Fanzin 11

gibi” yapmanın ötesine geçen bir eylem olabilir mi? Bu, bize farklı bir ufuk

çizgisi kazandırabilir mi? Bu kadar kolaycı bir yaklaşımı benimseyip,

geliştirene, üflesen yıkılacak anlayışları temellendirene ve onların esiri

olana kadar, bundan sonrayı kendimize bakmayışımızın nedenlerini

sorgulayarak kurgulasak daha doğru bir adım atmış olmaz mıyız? Niye bu

ısrar, bu korku? Ya da Doğu toplumlarına özgü cemaat ruhundan

kurtulamıyor olmak niye? Bir türlü bireyselleşememekten mi? Derinleşmek

yerine giderek yüzeyselleşerek kolayına kaçmak, herhangi bir iz

oluşturmamak ve olabildiğince dışardan bakarak bu sınırlar dışında yapılan

şeyleri sistematik olarak izlememek, reddetmek yüzünden mi? Bu sözler

oldukça ağır farkındayım ama yüzyıldan fazladır, fotoğrafın bulunuşundan

ve Türkiye sınırları içinde kendini gösterdiği Osmanlı‟dan bu yana

üzerimize serpilmiş ölü toprağını kaldırmanın zamanı gelmedi mi artık?

Başka bakmalara da ihtiyacımız yok mu? Ve buna zaten çok geç kalınmadı

mı? Daha neyi ve ne zaman farketmeyi beklemekteyiz? Birilerinin bir gün

gelip bizi keşfetmesini, “vay siz-ler ne mühim fotoğrafçılarmışsınız, ne

eşsiz fotoğraflar çekmişsiniz ve bizler de bunu nasıl görmemişiz,

anlamamışız!!!” demesini mi? Anlaşılmamış kıymetler olmayı, ruhumuzun

derinliklerine sinmiş olan, “Türkiye‟yi en iyi Türk fotoğrafçılar çeker!”

bağnazlık ve tutuculuğunu ve sürekli bizim dışımızdakileri suçlayarak, topu

hep taca atmayı daha ne kadar sürdürmeyi düşünüyoruz? Peki ya,

kendimize böyle uzaktan bakmayı? Yalnızca dışarıyı seyretmeyi?, “içeride”

olmayanı “dışardan” kabul etmeyi, dışlamayı, ama içimizde olanları,

fırtınalarımızı, kaygılarımızı hiç sorgulamamayı, kaçmayı ve sürekli

“bizden olmayanların ötekileştirilmesi“ tuzağına düşmeyi daha ne kadar

sürdüreceğiz?... Fotoğrafı düşünmenin önündeki en büyük engelin aslında

kendimiz olduğunu görmemiz için daha kaç yüzyıl geçmesi gerekecek?

Ben 20 yıldır bu temel sorun üzerine düşünüp, sorular sorup

duruyorum ve hala cevabını bulabilmiş değilim. Bizler yani Türkiye

sınırları içinde doğan ve fotoğraf çekmeye bu topraklarda, bu kültürde ve

bu ülkenin koşullarında başlamış ve sürdüren insanlar, bu kadar mıyız?

Bizlerden bundan fazlası, farklısı çıkmaz mı? Başka sorularımız, farklı

kaygılarımız yok mudur? Kendimizi özenle yerleştirdiğimiz “fildişi

kuleden” çıkmayı, önce kendimize ve dünyaya bakmayı sonra da bugüne

kadar sormadığımız soruları sormayı daha ne kadar erteleyeceğiz? Dünya

bizden ayrı bir yer değil, o dünyada fotoğraf çeken fotoğrafçılar da bizden

başka yaratıklar değiller!!! Onlar da aynı havayı soluyor, aynı dünya

Page 86: Gölge Fanzin 11

üzerinde dolaşarak çekiyorlar fotoğraflarını (ama farklı yaklaştıkları,

fotoğrafı, dünyayı ve tabii hayatı farklı algıladıkları ve farklı sorular

sordukları ve en önemlisi de bütün bunların doğal bir sonucu olarak çok

farklı işler ürettikleri kesin). E, o zaman, dünyaya bu tepeden bakışımızın

dayanak noktası nedir? Kim bize bu içi boş, kof üstünlüğü, bu sorgulamama

lüksünü bahşetti? Kendimizi böyle bir yere nasıl konumladık?

Öncelikle Fransa, İngiltere, Almanya ve ABD‟de gelişerek yerleşen

150 yılı aşkın bir fotoğraf geleneğinden söz ediyoruz. Fotoğraf 1850„lerle

birlikte (yani keşfin ilanından on-onbeş yıl gibi kısa bir süre sonra), teknikte

belirli bir yol katedilmesinden kısa bir sure sonra, Martin Gasser‟in

tanımıyla, 3.evreye yani; “görüntü olarak fotoğrafın tarihi”ne geçilir. 1

Nadar, Disdéri gibi Fransız portre fotoğrafçılarıyla başladığını

söyleyebileceğimiz bu dönem, bizi bugünün subjektif, o kişiye ait/özel

fotoğrafına yakınlaştıran ilk adımlardır. Her ne kadar fotoğrafın icad

edildiği yıllarda işin tekniğini geliştirmeye yönelik daha çok fotoğraf

çekilmiş ve teknolojisi üzerine daha fazla yayın yapılmış olsa da (yani

fotoğrafın “nasıl”ı daha öncelikli olsa da), kısa bir süre sonra

fotoğrafçıların, görüntü olarak fotoğrafın derdine düştüklerini (yani

“nasıl”ıyla birlikte, “ne” çekiyor olduklarını da önemsemeye başladıklarını)

fark ediyoruz. Yani kısaca dünyada fotoğrafçılar ürettikleri görüntüler

üzerine düşünmeye başlamaya, “görüntü nedir, ben ne çekiyorum, neyi,

niye çekiyorum, böyle çekerek neyi anlatmak ya da göstermek istiyorum,

tercihlerim, yaklaşımım ve birkimim neleri farklılaştırıyor?” üzerine

düşünerek fotoğraf çekmeye neredeyse teknik gelişmelerle birlikte

başlamışlardır.

Bizde ise Osmanlı‟dan başlayarak hep “dış dünyanın belgelenmesi,

kayıtlara geçirilmesi” öncelikli olmuştur. Engin Özendes‟in Osmanlı

İmparatorlu‟unda fotoğrafçılığı ayrıntılarıyla anlattığı 2 önemli kitabından

yola çıkarak 2, o döneme, fotoğrafın bulunduğu yıllarda görüntüyle ilgili

1 Martin Gasser fotoğrafın 100 yılı, 1839-1939 için 3 evre tanımlar: 1. Öncelikli

tartışma: Fotografik görüntüyü ilk kim tespit etti?, 2. Yöntemler ve tekniklerin

gelişim tarihi ve 3. Görüntü olarak fotoğrafın tarihi. “Photography: A Critical

Introduction”, 2nd. Edition, Edited by Liz Wells, Routledge 2000. 2 Engin Özendes, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık (1839-1919)”,

İletişim Yayınları, 2.Baskı, 1995; Osmanlı Bankası ve İstanbul Fransız Kültür

Page 87: Gölge Fanzin 11

önemli gelişmelerin Osmanlı‟daki yansımalarına ve karşılığına kısaca bir

göz atacak olursak:

“1840’ların başında İSTANBUL kozmopolit, batı etkilerine açık

ve kendisiyle ilgili seyahatnameler ve gravürler sayesinde

Batı’da görüntüsüne aşina olunmuş bir kent olma özelliğini

taşıyordu. Ne var ki İmparatorluk, “Doğu Meselesi” etrafında

düğümlenen belirsizlikleri de bünyesinde taşıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru gerilemenin

“batılaşamamak” olduğuna inanan yöneticiler, Avrupa’dan

pekçok uzman getirerek, askeri, ekonomik ve sosyal alanda

önemli görevlere atadılar. Osmanlı’da büyük bir yenilenme

hareketi başladı. Reformlar ve yenilikler Osmanlı yönetiminden

gelmekteydi, halkın bunları kabullenmesi ise zaman içinde

olacaktı.

Kur’anda resmi yasaklayan bir ayet yoktur. İslamda resim

yapmak değil, resme tapmak yasaklanmıştır. Kur’anda

olmamakla birlikte bazı bazı hadislerle canlı varlıkların

resimlerini yapanların, Allah’la yaratmada böy ölçüşmeye

kalktıkları için kötü kişi olduklarını ve bu kişilerin kıyamet günü

yaptıkları tasvirlere can vermek zorunda kalacaklarını, bunu

başaramayacakları için de cehennem azabı çekeceklerini

belirtmişlerdir. Bir müslüman’ın insan ve hayvan resmi çizmesi

veya fotoğrafını çekmesi haram kabul edilmektedir. Osmanlı

İmparatorluğu halkı arasında olan Musevilerin dininde de tasvir

kesinlikle yasaklanıyordu. Camilerde hiç figür yoktur. İşte bu

dini nedenlerle ilk fotoğrafçılar Müslümanlar ve Museviler

arasından çıkmadı. Osmanlı topraklarına gezginler yolu ile

girmiş olan fotoğraf öncelikle Hıristiyan dinine mensup

topluluklar, Ermeni ve Rumlar tarafından başlatılmış oldu.

Merkezi‟nin katkılarıyla, Pierre de Gigord‟un koleksiyonundan seçilen

fotoğraflarla düzenlenen “Images d’Empire... Türkiye’de Fotoğrafın Öncüleri”

sergisi kitap-kataloğu.

Page 88: Gölge Fanzin 11

Ermeniler daha çok eczacı ve kimyagerdiler, bu nedenle ilk

bulunduğu yıllarda kimya bilgisi isteyen daguerrotype’a

geçmeleri kolay oldu. Ermeni aileler İmparatorluğun çeşitli

şehirlerinde yaşayan (Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Elazığ)

çocuklarını İstanbul’a meslek öğrenmek üzere gönderirlerdi. Bu

gençler o yıllarda yeni açılmış olan Ermeni fotoğrafhanelerinde

çırak olarak çalıştılar. Özellikle Abdullah Biraderler’in

stüdyolarında yetişen pekçok öğrenci fotoğrafçılığı bir Ermeni

tekeli haline getirdi. Müslümanlar ticaretle fazla

uğraşmıyorlardı. Daha çok geleneksel askerlik mesleğini,

garanti geliri olan memuriyeti ve ulemadan olmayı seçtiler.

1841’de Daguerre’in öğrencilerinden KOMPA isimli Fransız bir

fotoğrafçı İstanbul’a yerleşir. Pera’ya yerleşir, fotoğraf dersleri

vermekte ve malzeme satmaktadır. Yarım asır boyunca

fotoğrafçılar Batının iş, eğlence ve buluşma merkezi olan

Pera’ya yerleşeceklerdir. Türkiye’de fotoğrafçılığın Abdullah

Biraderler’in 1858’de Pera’ya yerleşip, Asmalımesçit’te ilk

stüdyolarını açmalarıyla başladığı söylenir.

İstanbul kenti giderek artan oranda merak konusu oluyor, aynı

zamanda da Anadolu arşınlanmaya ve fihriste geçirilmeye

başlanıyordu.

28 Ekim 1839’da Takvim-i Vekayi gazetesinin 186. sayısında

fotoğrafın bulunuşu duyurulur:

“Bir adam düşüncelerini dikkatle bir noktada toplayıp kanalize

etmiş ki, iş acaip bir sanata yönelmiş, sonunda CİLVELİ BİR

AYNA ortaya çıkmış.”

Fransız Daguerre 20 yıl uğraşarak;

“Cismin görüntüsünü ışıktan arındırılmış büyük veya küçük

kutu şeklinde olan aletin önündeki camdan geçerek içerde

resmolunur. Içeri yansıyan resmin bir satıh (cilveli ayna)

üzerinde zaptolunması için bazı eczaların hazırlanması gerekir.

Bakır levhaya sürülen maddeye iyot ismi verilir. Bu levha

Page 89: Gölge Fanzin 11

iyodun buharına birkaç dakika tutulduktan sonra hemen

karanlık kutuya konur. Beş dakika müddetle kutunun

penceresinden geçen görüntü resimlenir” = DAGUERROTYPE.

Talbot isimli bir İngiliz de güneş ışığını aynı biçimde kullanır.

Abdülmecit’ten sonra tahta Abdülaziz geçer. Abdülaziz

Avrupa’yı ziyaret eden ilk Sultan’dır. Abdülaziz’den sonra tahta

V.Murad, ardından da II.Abdülhamit çıkar. Sultan

II.Abdülhamit Osmalı’da fotoğrafın en büyük destekleyicisi ve

koruyucusu oldu. Kendisi de fotoğraf çekiyordu. İşte Sultan II.

Abdülhamit’in fotoğrafa verdiği bu olağanüstü önem, bu

sanatın, döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda süratle

gelişmesini sağladı. Fotoğrafçılara ülkedeki olayları ve temel

kurumları belgeleme görevi verdi. Donanma gemileri, askeri

kuruluşlar, fabrikalar, devlet binaları, okul, karakol, cami,

arkeolojik görünüm ve doğa fotoğrafları çektirdi. Bu dönemde

çekilen fotoğraflar bugün İstanbul Üniversitesi

Kütüphanesi’nde bulunan 800 civarında “Yıldız

Albümleri”ndedir. 1850’lerin sonuna doğru fotoğrafçılık

faaliyetleri, en azından İstanbul’da, ilk kalkış noktalarını

bulmuştur. Bu ilk önceleri yabancıların eseridir (gezginler,

görevliler, Tanzimat programlarında çalışan mühendis veya

teknisyenler). Ardından gelenler ise, yerel olmakla birlikte

kültürel ve dini azınlıklar (çoğunluğu Ermeni ve Ortodoks Rum)

arasından çıkmıştır. Bir Müslüman Türk’ün fotoğrafçılık

çevresine girişi, ancak Rahmizade Bahattin ile 1910’da

mümkün olmuştur.

İlk gezginler genellikle; manzara, Galata Köprüsü, müslüman

mezarlıklar, Haliç’in yelkenlerle dolu şiirsel görüntüleri,

Anadolu kentleri, İstanbul kıyıları, Galata ve Beyazıd

Kulelerinden görüntüler, arkeolojik yapılar, İslam mimarisinden

örnekler, yalı, saray, kasır, köşkleri fotoğrafladılar.

Fotoğrafçılık 1870’lerle birlikte kendi temposunu yakalamıştı.

Fotoğraflara giderek yeni bir unsur daha ilave edildi: İNSANLA

BİRLİKTE ÇEVRE. Batılı gezginler İslam dünyasını tanıdıkça

çekingenliklerini üzerlerinden atıp, makinelerini sokaktaki

Page 90: Gölge Fanzin 11

insanlara da yöneltmeye başlamışlardı. Anıt, çarşı, sokak, köy

manzaraları ve tarihi çevre insanla birlikte fotoğraflanmaya

başlandı.

Çevrenin belgelenmesinden sonra görüntüye giren insan’la

birlikte portrecilik, stüdyo fotoğrafçılığı doğdu.

Stüdyo fotoğrafçılığının yaygınlaşmasıyla birlikte; simitçi, saka,

kasap, berber, şerbetçi, baca temizleyicisi, bozacı, hamal tipleri

çekilmeye başlandı.

Cami, sokak, kahvehane, panaroma, köpek, mezarlık, tersane, fabrika,

hastane, okul, modern yapılar, köprü ve istasyonların fotoğrafları

çekildi.” 3

Osmanlı‟da fotoğraflanan daha çok tatlı sular, kıyılar, yapılar,

çeşmeler, Boğaziçi, panaromalar yani hep uzaktakiler, yalnızca

belgelemeleme amacıyla ve yalnızca öncelikli görüntüler resmedildi (bugün

Türkiye‟de bir fotoğraf geleneğinden söz edemiyor oluşumuzun asıl ve

gerçek nedeni de bu bence!). O günlerden bugüne miras kalan ise bir

tutukluk, tutuculuk, kapalılık, ölçülülük ve uzak olma, dışarıdan bakma

hali…

o

Türkiye‟de fotoğrafın (ve fotoğrafçılığın) böylesi bir tür yanılsama

ortamında başladığını ve gelişemediğini söyleyebiliriz. Bu tutukluğun, ilk

başlarda yeni keşfi ve tekniği anlama çabasından kaynaklanan geçici bir

durum olduğu da düşünülebilir-di. Ancak bu durumun bütün yüzyıla

yayılarak, Türkiye‟de üretilen fotoğrafa kolaycılık biçiminde sindiğini ve

büyük ölçüde bugün de devam etmekte olduğunu düşünürsek, Türkiye‟de

fotoğrafın o ilk yılların çok da fazla ötesine geçememiş olduğunu söylemek,

ağır olmakla birlikte, sanırım yanlış bir değerlendirme olmaz. Bu

çerçevenin dışında tutulması gereken fotoğrafçılar ve işleri mutlaka var-dır,

ancak etkileri bugün de sürmekte olan benzer bir yaklaşımın izleri, bize

istisnaların kaideyi maalesef bu konuda da bozmadığını ve Türkiye‟de bir

3 Yazının ana tezini oluşturan, tırnak içinde ve italik olarak yazıya dahil edilen

bölümler, Engin Özendes‟in, 2.dipnotta anılan kitaplarından alıntılanarak yapılan

kapsamlı bir özettir.

Page 91: Gölge Fanzin 11

fotoğraf geleneği oluşturmaya yetecek çoğunlukta sorgulayan, tartışan,

kavga eden ve bilmediğinin peşinden gitmeye istekli istisnai bir fotoğrafçı

grubunun da olmadığı sonucuna götürmektedir.

Ara Güler‟in fotoğraflarını ve fotoğrafçılığına bu bağlamda

baktığımızda; ilk önce, biz reddetsek bile, Ara Güler‟in kendini neden

sadece foto muhabiri olarak tanımladığını anlamamız zor değil. Ardından,

derdinin bir yandan da fotoğrafın “nasıl”ı üzerine odaklandığını da

söylemek mümkün. Ara Güler‟in fotoğrafları sadece tespit etmenin, dönemi

yahut olayları kayda geçirmenin ötesinde, “görüntü olarak bir fotoğrafla

neyi, nasıl anlatmak istediğini” dert etmiş fotoğraflardır... Kendi bunu hiç

dile getirmese ve adeta bundan özellikle ve özenle kaçıyormuşcasına bir

yaklaşım sergiliyor olsa da... Yani Ara Güler için, ne çektiği ile birlikte,

aslında nasıl çektiği de önemlidir. Bunu, fotoğraflarına dikkatle bakan bir

göz kolaylıkla ayırdedebilir. Ara Güler ilk baştan beri kendine ait fotoğrafın

peşinde olmuş, kendi fotoğrafını da bu yakın ilişkiyle oluşturmuştur. Ara

Güler ısrarla ve yıllardır söylediği “fotoğraf sanat değildir” sözlerinde

neredeyse önemsizleştirilen fotoğrafın ve fotoğrafçının salt tespit etme,

kayda geçirme özelliği çoğu fotoğrafçıyı çıldırtır ancak, o dönemler

Türkiyesi‟ne, Türkiye‟de fotoğrafın nerede olduğuna ve nasıl algılandığına

bakarak, bu ifadeler üzerine bir daha düşünüp, fotoğraflarına yeniden

baktığımızda, Ara Güler‟in fotoğrafçılığında bu sözlerin aslında bizim

anladığımız biçimde bir mana taşımadığını anlarız (ayinesi iĢtir kiĢinin,

lafa bakılmaz).

Ara Güler, Türkiye‟de fotoğraf yapan fotoğrafçılar arasında “karşı

kıyıya” geçebilmiş önemli bir fotoğrafçıdır.

Fotoğrafın “karşı kıyısı” bir yanıyla tehlikeli ama bir yanıyla da çok

çekici. Tehlikeli, çünkü doğrudan fotoğrafçıyla ilgili; fotoğrafçının hayata

bakışı, hayattaki duruşu, soru(n)ları, zayıf yanları, korkuları, tutkuları,

öfkesi, sevinci, aşkları, beceriksizlikleri, sessizlikleri, yalanları,

yalnızlıkları, tutunamayışı yani kendine ait hayatıyla belki de o güne kadar

yapmadığı ya da ertelediği tekinsiz pek çok karşılaşmayla ilgili. Yani

yüzleşmek, karşı-laşmak ve kendinde olanı, kendine ait olanı aramak,

bulmak, sorgulamak, ortaya çıkarmak ve onun peşinden türlü, çeşitli iç-

seyirlere dalmak, kaybolmak, tekrar bulmak ve tekrar kaybetmek... Yani

özel olanın, içinde olanın peşinden gitmek, genel olandan kaçmak,

Page 92: Gölge Fanzin 11

tektipleşmeye, klişe ifadelere ve görüntülere teslim olmamak ve en önemlisi

de, sınırları zorlamak...

İşte fotoğraf buradan ve ancak bundan sonra gel(ebil)ir. Ara Güler

bence, farkında olarak ya da olmayarak, bütün bunları yapmış ve sürekli

olarak, fotoğrafla kurduğu sahici ilişkinin kıyısında yaşamış bir

fotoğrafçıdır. Bütün bunları bu şekliyle Ara Güler ile belki tartışamazsınız,

ama fotoğrafları üzerinden böyle bir okumaya girmek, yaklaşımını ve

fotoğraflarını doğru anlamak açısından bence hem çok gerekli hem de çok

önemli.

Kasım-Aralık 2009, İstanbul.

Page 93: Gölge Fanzin 11

Fotoğraf Sanatının Ruhunu Ne Öldürdü?

Gökçen Göksal

Düşünür kimliğinin yanı sıra, fotoğraf sanatıyla da yakından ilgilenen

Baudrillard, dijital fotoğrafa pek sıcak bakmıyordu. Baudrillard, dijital

fotoğrafın fotoğrafçılığın ruhuna aykırı olduğu görüşündeydi.

Fotoğraf sanatı Türkiye‟de yükselen bir değer. Gelişen teknolojiyle

birlikte fotoğraf makinelerinin kullanımı yaygınlaşırken, bilgisayarlarla

desteklenen fotoğraflar, artık günlük hayatın bir parçası oldu. Fox Talbot ve

Mande Daguerre‟den günümüze bir hayli yol kat eden fotoğrafçılık, artık özel

ve pahalı bir zevk olmaktan çıkarak sıradan bir uğraş haline geldi. Hatta

teknoloji fotoğraf makinelerini ceplerimize kadar soktu.

George Eastman‟ın fotoğraf filminin bobinini pazarlamasıyla başlayan

süreç, bugün artık milyar dolarlarla ifade edilen bir sektöre haline geldi. Talbot

ve Daguerre‟ın ön ayak olduğu ilk fotoğraflar, gümüş halojenlerin, ışığın mavi

ve daha ötesindeki dalga boylarına duyarlı olması nedeniyle, siyah beyazdı.

Sonraları duyarlılığı artırıcı boyların kullanılmasıyla gümüş halojenlerin diğer

dalga boylarını algılaması sağlandı. 1906‟dan sonra ise “Pankromatik”

filmlerin kullanılmasıyla görsel olarak yeni çekimler ve renkler yakalanabildi.

Bu gelişim sinemanın ayrı bir sanat dalı olarak gelişmesine de imkân sağladı.

Fotoğraf temsil ettiği misyon nedeniyle bazı kişiler tarafından resim sanatının

tahtına aday görüldü; bazı kişiler daha da ileri giderek Fotoğraf‟ın icadıyla

resim sanatının sonunun geldiğini de iddia ettiler.

Bu tip iddiaları olanlar kadar fotoğrafı sanat dalı olarak kabul

etmeyenlerde vardı. İlerleyen yıllarda, her iki kesimin de yanıldığı görüldü.

Fotoğraf, sanatın ve teknolojinin bir bileşkesi olarak gelişimini sürdürdü. İlk

etapta burjuvazinin elinde doğan Fotoğraf, zamanla toplumların değişim ve

dönüşümüne de etki etti. Başta Avrupa ve Amerika‟da toplumsal olayların,

fotoğraflarla, şehirden şehre kıtadan kıtaya aktarılması, mevcut iktidarları zora

soktu. Fotoğraflar çoğunlukla, vahşetin, savaşların, soykırımların, acıların

aktarılmasına bir araç oldu. En çok da fotoğrafın “acıyan yüzler patlayan

flaşlar”ı konuşuldu. Fotoğraflar başka dünyaların varlığından bizi haberdar

eden bir araç oldu.

Page 94: Gölge Fanzin 11

Kimi zaman halk yığınlarının sokaklara dökülerek zulmün önüne set

olmasına bir fotoğraf karesi yetti. Fotoğraf çoğu yerde insanlığın vicdanı oldu.

Ama gelişen teknoloji fotoğrafın o ilk günkü samimiyetini ortadan kaldırdı.

Artık fotoğrafların üzerinde oynanabiliyor, hiç yaşanmamış olaylar, sanki dün

olmuş gibi çoğaltılıp dağıtılabiliyordu. Bu durum 1839 yılından bu yana

Fotoğraf sanatı için söylenen en önemli iddialardan biriydi. Yakın zamanda

kaybettiğimiz, Fransız düşünür Jean Baudrillard, bu durumu simülasyon

terimiyle açıklıyordu. “Bir kökten ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin

modeller aracığıyla üretilmesine hiper gerçeklik ya da simülasyon denilir” (1)

diyen Baudrillard, teknolojinin yardımıyla fotoğrafta gerçekliğin kaybedilmeye

çalıştığını söylüyordu.

Özellikle bilgisayar ortamında makyajlanan fotoğraflar gerçekliği

yansıtmıyordu. Düşünür kimliğinin yanı sıra, fotoğraf sanatıyla da yakından

ilgilenen Baudrillard, dijital fotoğrafa pek sıcak bakmıyordu. Baudrillard,

dijital fotoğrafın fotoğrafçılığın ruhuna aykırı olduğu görüşündeydi. Kendisi de

bunu birçok röportajında dile getirmişti. Baudrillard‟ın „dijital, fotoğrafın

ruhunu öldürür‟ görüşünü paylaşırken, Fotoğraf sanatında yaşanan bu değişim

Türkiye‟de daha önceleri sınırlı bir çevrenin yararlandığı fotoğraf kültürünü

sokağa taşıdı. Fotoğrafçılık Türkiye‟de 1990‟lı yıllardan sonra ilgiyle takip

edilen ve merak edilen bir sanat dalı olarak, etrafında çok sayıda kişiyi topladı.

Üniversitelerin bölümlerine çakılıp kalmayan fotoğraf tutkunları, açılan

kurslarda, fotoğraf ve sanat evlerinde fotoğrafçılığın püf noktaları öğrendiler.

Gerek amatör gerekse profesyonel fotoğrafçıların açtığı sergilere ilgi giderek

arttı. Örneğin dünyanın önde gelen galerilerinden Leica Galerileri,

Türkiye‟deki bu potansiyeli görerek İstanbul‟da bir şube açtı. Kadın fotoğraf

sanatçıları kendi sıkıntılarını, kendilerinin daha iyi anlatabileceklerini

düşünerek fotoğraf atölyeleri kurdular, sergiler açtılar. Bu durum fotoğrafın

misyonu için önemliydi, yanlış uygulamaların cenneti haline gelen Türkiye‟de

fotoğraflar, bir dönemin tanıklığını da üstlendi. Bazı fotoğraf kareleri, yüzyılın

en acı verici görüntülerini belleğimize kazıdı. Kudüs‟te, Beyrut‟ta, İzmit‟te,

Kerkük‟te, Bağdat‟ta, Bosna‟da yaşanılan acıları da yine fotoğraf karelerinden

yüreğimize işledik. Umarız her türlü teknolojik hileye rağmen, fotoğraf

insanoğlunun görmeyen gözü, duyulmayan vicdanı olmaya devam eder.

(1) Simülarklar ve simülasyon, Jean Baudrillard, Doğu-Batı Yayınları, 2003

Kaynak:

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=113

46

Page 95: Gölge Fanzin 11

ÇÇÇĠĠĠZZZĠĠĠYYYOOORRRUUUMMM

©Selçuk Erdem

Page 96: Gölge Fanzin 11

Kitap ve Albüm Tanıtımları:

HAGĠA SOPHĠA

Tahsin Aydoğmuş

Albüm, Aydoğmuş‟un 1988-2003 yılları

arasında Ayasofya Müzesi Müdürlüğü‟nde

memur olarak çalıştığı süre boyunca çektiği 105

adet fotoğraftan oluşuyor. Albümde yer alan

fotoğraflar analog yöntemlerle üretilmiş.

Tam sayfayı dolduran büyük boyutlu muhteşem siyah-beyaz fotoğraflardan

oluşan albüm, yapının anıtsallığına uygun görünüm ve kalitede. Prof.

Ahmet Çakmak tarafından hazırlanmış metin Aya Sofya‟nın tarihçesi ve

mimarisi konusunda bilgi ve kaynakça sunuyor.

“İnsanlığın en görkemli anıtsal yapılarından biri olan Aya Sofya'ya adım

attığınız anda zaman içinde bir yolculuğa çıkmış bulursunuz kendinizi. Bu

yolculukta size Aya Sofya'nın tarihi, büyüklüğü ve yüzyıllara direnen

benzersiz mimarisi eşlik edecektir.

Böylesine anıtsal bir yapının güzelliklerini birçok şekilde yaşayabilirsiniz.

Ama bizim sizleri davet ettiğimiz bu özel yolculuk bir fotoğraf makinesinin

objektifi aracılığıyla gerçekleşecek. Bu fotoğrafların sanatsal değeri

üzerinde ne kadar istesem de görüş bildirecek uzmanlığa sahip değilim.

Ama beni hayran bırakan, bu fotoğrafların gücü, yoğunluğu, yarattığı

duygu, ışığın ve perspektifin, bu görkemli anıtın boyutlarını, formunu ve

oranlarını başarıyla kayda geçiren ustaca kullanımı oldu." - George

Spanoudis

Türkçe / İngilizce çift dilli

232 sayfa -- sert kapak ciltli -- özel kutulu -- 34X44 cm

ISBN: 9786055810009 Etiket Fiyatı: 400,00 TL (KDV Dâhil)

Page 97: Gölge Fanzin 11

ANLATMANIN BAġKA BĠR BĠÇĠMĠ

Orijinal isim: Another Way of Telling

John Berger, Jean Mohr

Agora Kitaplığı / Fotoğraf Dizisi

Fotoğrafla nasıl bir anlatı kurulabilir,

fotoğrafik anlatı nasıl bir içeriğe sahiptir?

John Berger'la ünlü İsviçreli fotoğrafçı

Jean Mohr'un birlikte kurgulayıp

hazırladıkları, Berger'in kendi yaşadığı

köyde ve civar köylerde yaşayan insanların

gönüllü işbirliğiyle yedi yıl içerisinde ortaya çıkarılan elinizdeki kitap işte

bu sorular üzerinde duruyor: Fotoğraflar neyi anlatır, onları nasıl

kullanabilir ve nasıl değerlendirebiliriz? Anlatmanın Başka Bir Biçimi,

fotoğrafta teorinin nasıl görüntülerin yanı sıra sözcükleri de, anekdotların

yanı sıra hatıraları da kapsadığını ortaya koyan benzersiz bir çalışma;

fotoğrafı çeken ile çekilen kişiler, fotoğraflar ile onlara bakanlar, deklanşöre

basılan an ile onun çağrıştırdığı hatıralar arasındaki gerilimi eşsiz bir seyre

dönüştüren bir kitaptır...

Türkçe (Orijinal Dili: İngilizce)

290 s. -- 3. Hamur-- Ciltsiz -- 17 x 20 cm

ISBN : 9789944916912

Kapak Tasarımı : Mithat Çınar

Editör : Osman Akınhay

Çeviri : Osman Akınhay

Etiket Fiyatı : 25,00 TL (KDV Dâhil)

idefix Fiyatı : 16,20 TL + KDV

17,50 TL (KDV Dâhil)

Page 98: Gölge Fanzin 11

FOTOĞRAFÇIYA FISILTILAR

İlker Maga

YGS Yayınları (Yazı-Görüntü-Ses)/Fotoğraf

Kitaplığı Dizisi

Fotoğrafçıya Fısıltılar'da büyük bölümü fotoğraf

tarihinde köşe taşı olan fotoğrafçıların fotoğrafa,

hayata ve insana bakışları, kısacası felsefeleri yer

alıyor. Fotoğrafçıların filozof olmadığı ya da

olması gerekmediği doğru, ancak fikirsiz,

felsefesiz de hayata ve insana bakılamıyor,

fotoğraf çekilemiyor. Kitap, her fotoğrafçının

çalışmaları sırasında karşılaştığı ya da hemen her fotoğraf dostunun merak

ettiği konular hakkında fotoğraf tarihinin tecrübelerinden bir kısmını

Türkçeye kazandırmayı hedefliyor. Fısıltılar, fotoğrafın klasiği olan pek çok

fotoğrafçının bunları görüntülerken sahip olduğu formasyon konusunda

ipuçları veriyor. (Tanıtım Bülteninden)

Türkçe

160 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm

ISBN : 97899441120

Katkıda Bulunan: Roland Barthes, Walter Benjamin, İlker Maga, Manuel

Alvarez Bravo, Andre Kertesz, W. Eugene Smith, Harry Callahan, James

A. Fox, Marc Riboud, Sebastiao Salgado, Jacques-Henri Lartigue, Alberto

Korda, Alexander Rodçenko, Alfred Eisenstadt, Elliott Erwitt, Ernst Haas,

Eve Arnold, Gilles Peress, Helmut Newton, Henri Cartier-Bresson,

Jeanloup Sieff, Jean-Philippe Charbonnier, Jerry Ullsman, Mitch Epstein,

Paolo Roversi, Peter Lindbergh, Philippe Halsman, Ralph Gibson, Robert

Capa, Thomas Höpker, Yevgeni Haldey

Kapak Tasarımı : Ömer Ülkenciler

Hazırlayan : İlker Maga

Etiket Fiyatı : 10,00 TL (KDV Dâhil)

idefix Fiyatı : 6,48 TL + KDV

7,00 TL (KDV Dâhil)

Page 99: Gölge Fanzin 11

SANAT, TEKNOLOJĠ, BĠLĠM VE

FOTOĞRAF

Murat Yaykın

Kalkedon Yayınları

Amacım; bilim, sanat ve teknoloji

alanının, siyasal/toplumsal alanla bağını

incelemek, enformasyon ve iletişim

teknolojilerine eleştirel bir açıdan

bakmak, bu teknolojilerin toplum ve

iktidar ilişkilerini nasıl belirlediğini ve

oluşturduğunu aktarmak, bilimin gelişim

sürecinin iktidar ideolojisindeki yerini

irdelemek ve son olarak da bütün bu gelişmeler ekseninde şekillenen

sanat ve fotoğraf alanının toplumsal algı mekanizmaları üzerinde

etkilerini incelemektir. Bunu yaparken de görüntünün ve görüntü

üretiminin temel yapı taşı olan fotoğrafın yeni teknolojilerle ideolojik

ilişkisini incelemek, bilim ve sanat alanında kullanımının siyasal,

kültürel yaşamımızdaki etkilerine dikkat çekmek, irdelemek ve

eleştirel açıdan bakmak hedefim olacak.

Murat Yaykınw.kitapyurdu.com.

Yayın Yılı: 2010

Kitap Kağıdı: 125 sayfa, 13,5x21 cm

Karton Kapak

ISBN: 6055679613

Dili: TÜRKÇE

Liste Fiyatı: 9,00 TL

Kitapyurdu Fiyatı: 6,93 TL

Page 100: Gölge Fanzin 11

Dijitale geçtiniz mi?

Prof. Dr. Sabit Kalfagil

Çok eskiden, dışarıda çekim yaparken çocuklar gelip sorarlardı "ağabey, bu

makine otomatik mi?” diye. O günlerde otomatik, kendi fotoğrafınızı

çekebileceğiniz "self timer"i olan demekti. O güne göre bir teknolojik

hünerdi. Giderek başka otomatikler çıktı. Diyafram ya da obtüratör

otomatikler; sonra program gibi. Bunlar fotoğrafçılar arasındaki sohbetlerde

bile merakla ve iftiharla konuşulurdu. Derken dijital kayıt sistemi çıktı.

Nedir dijital? Filmin yerine ışığa duyarlı hücrelerle elektronik yöntemler

kullanılarak fotoğrafın nokta nokta elde edilmesidir. Sonra da bu kayıt

filmden olduğu gibi kâğıda basılarak fotoğrafa dönüşür. Sonuçtaki kağıda

bakarak farkı anlamak güçtür. Ancak büyüteçle bakıp anlayabilirsiniz. Bu

bir fotoğraf türü müdür? Hayır, bir kayıt tekniğidir. Öte yandan bugün

mevcut negatifler ve dialardan baskı elde etmek için bile onlar taranıp

dijitale dönüştürülüyor. Ancak öyle basılabiliyor. Ne oluyor bu

fotoğrafların türleri mi değişiyor. Elbette hayır. O halde dijital fotoğraf ne

demektir? Dijital dalda yarışma ne demektir? Dijital fotoğrafın yani kayıt

yönteminin sadece teknik bağlamda bir farklılığı vardır. Bir dil olarak

fotoğraf yine aynı fotoğraftır.

"Hocam, dijitale geçtiniz mi" diye soranlar herhalde sadece dijital bir

makine aldınız mı demek istiyorlar. Film bulamayınca elbette başka

çaremiz kalmayacak. Ama sanırım bu sorunun altında bir prestij ölçütü olan

"bu yeni tekniğe sahip oldunuz mu?" sorusu var. Bazı röportajlarda,

anketlerde hep bu soruyu sorarlar. 'Dijital fotoğraf konusunda ne

düşünüyorsunuz?" Hatta bu konuda paneller, münazaralar bile var. Tıpkı

"para mı mutluluk getirir aşk mı gibi" Ne diyebilirim. Dijital bir kayıt

yöntemidir. Dijital kayıtlar, bilgisayarda sağlanan olanaklarla, görüntülerin

iyileştirilmesi konusunda ihtiyaç duyulan pek çok düzeltmeye elveriyor.

Doğrudan fotoğraf için son derece yararlıdır. Reddedilemez. Yok aranan

yanıt bu değil; eski kuşak fotoğrafçılar alışkanlıklarına bağlıdırlar ya,

dijitali herhalde reddederler ve bu çatışma bize malzeme olur. Aslında bu

soruları soranlardan bir kısmının daha bilinçli bir arayışı var. Eskiden

sadece doğrudan fotoğraf- deneysel fotoğraf çatışması onlara malzeme

olurdu. Şimdi dijital yöntemlerle, gerçek üstü bir evren artık kolayca

yaratılabiliyor. Geleneksel yöntemlere oranla çok daha hızlı ve geniş

Page 101: Gölge Fanzin 11

olanaklı manipülasyonlar yapılabiliyor. Şaşırtıcı illüstrasyonlara

ulaşılabiliyor. Bunlar için ne düşünüyorum? Onu soruyorlar. Eskiden ne

düşünüyor idiysem onu düşünüyorum. Bu anlatım dilinin fotoğraftan çok

resim dili olduğunu.

Dijital fotoğraf deyimi bunu açıklamıyor. Bu tür fotoğrafın geleneksel ıslak

yöntemlerle yapılmış olanları ile dijitalleri arasında bir fark yok. Bunların

her ikisine de fotoğrafik illüstrasyon denilmesi çok uygun olur. Öte yandan

doğrudan fotoğraf ister filmle üretilmiş olsun ister dijitalle her ikisinin de

adı fotoğraftır. Bunlar ayrı türler değildir. Pekiyi dijital dalda yarışma

açanların beklentileri ne olabilir. Herhalde fotoğrafik illüstrasyon amaçlıyor

olmalılar. Pekiyi bu kategori fotoğraf yarışmalarının içinde yer almalı

mıdır? Tartışılır. Bana göre resim sanatının bir dalı olarak değerlendirilse

yeridir.

Fotoğrafı Makineler mi Çekiyor?

Fotoğraf tarihinin ilk yıllarından beri yürütülen bu propaganda gittikçe daha

çok taraftar topluyor. Nasıl toplamasın ki, "siz düğmeye basın gerisini biz

çözeriz" sloganından bu yana makinelere öyle düzenekler eklendi ki nerede

ise arkasında insan olmadan fotoğraf çekecek. Nerde ise ne demek? Doğada

uzaktan kumanda ile vahşi hayvan fotoğrafları böyle çekilmiyor mu? Artık

poz değerleri için hesap yapmaya, pozometre kullanmaya, net halkasını

çevirmeye gerek kalmadı. Bütün bu kolaylıklar bizim gibi hem teknoloji

meraklısı olan hem de işleri taşerona yaptırmaya meraklı uluslara çok

uygun geldi. Üstelik fotoğrafı salt bir saptama olarak algıladığımızda da

bunun itiraz edilecek bir yanı yoktur.

Pekiyi Fotoğraf Nedir?

Yüzlerce kez söylendiği gibi biz üç boyutlu bir mekânda yaşarız ve akan

zaman içinde değişimleri ve devinimleri izleriz. Bu haliyle çevreyi

algılamakta önemli bir eksiğimiz yok gibidir. Bunu sinemaya

aktardığımızda akan zaman boyutu aynen vardır ama mekânın sürekliliği

yerine sadece seçilmiş bir dikdörtgenin içi vardır, dışı atılmıştır. Bu seçimi

yapan insandır. İnsan belli birikimi olan duyan, düşünen bir varlıktır. Ve bu

seçim onun kararıdır. Yani saptama kişisel olmaya başlamıştır. Eğer

fotoğraf çekiyorsak bu çok daha farklı olarak bir tek anın görüntüsüdür. O

Page 102: Gölge Fanzin 11

an, anlatmak istediğimiz şeyi simgeleyebilecek kritik an olmalıdır. Ve

kamera arkasındaki adamın seçimi bu saptamayı iki ayrı bağlamda

sınırlamıştır. Çerçeveleme ve kritik an seçimi. Dolayısıyla fotoğraf

sinemaya göre daha kritik ve daha simgesel bir seçim sonucu ortaya çıkar.

Bir süreç içindeki bu anlık görüntü nasıl olur da olan biteni anlatır?

İnsanoğlu milyon yıldır olup biteni izleyip durmuştur, ilk kez gördüğü bir

eylemi kolay çözemez. Ama bildik eylemler için simge görüntüler beyninde

yer etmiş ve birtakım kalıplar oluşmuştur. O kalıplara uyan bir anın

gösterilmesi onda tümüyle o eylemi çağrıştıracaktır, O anın öncesi ve

sonrasına ait görüntüler şart değildir. Fotoğraf çeken ancak bunları biliyor

ve uyguluyorsa meramını anlatabilir. Bu yüzden fotoğraf bir dildir, dilin

sözcükleri bu kalıplardır. Makine sadece yazı kalemidir. Öyle diyorsunuz

ama kalemi koyun kağıdın üstüne bakalım kendi kendine yazıyor mu? Oysa

kameralar yazıyor. Bildiğimiz kağıt, kalem evet. Ne var ki günün

teknolojisi artık sözlü bir kaydı yazıya dönüştürmeye de olanak veriyor.

Yazıyı salt bir tespit olarak alırsak bu mümkün. Tıpta fotoğrafla olduğu gibi

bir düşünceyi, bir duyguyu yazıya çevirmek için burada da orada da bir

insanın varlığı zorunludur.

Fotoğraf Dili Nedir?

Tıpkı yazı dilinde olduğu gibi fotoğrafın iki kaygısından biri ne anlattığı

diğeri nasıl anlattığıdır. Ne anlattığı belirginlikle kendini açığa vurur.

Belirginlik belli eylem ve durumlara karşı gelen simgelerin bilinmesini

gerektirir. Bu simgeler bin yıllar boyu insanın deneyim ve gözlemleri

sonucu edindiği kalıplardır. Bunların en açık ifadesini bulması bakış yönü,

bakış yüksekliği, bakış mesafesi ve özellikle zamanlama ile sağlanır,

ikincisi ise söyleyeceğini etkili biçimde anlatmaktır. Bu da fotoğrafın

yapısal öğelerinin bilinmesine ve bilinçli kullanılmasına bağlıdır. Bunlar

başarılmadığı zaman tıpkı sözlü anlatımdaki gibi olumsuzluklar ortaya çıkar

ki sözlü anlatımda buna kekemelik veya dilsizlik denmektedir. Bu durumda

alt yazılar veya açıklamalar yardıma çağırılır ki bu fotoğrafın başarısızlığı

demektir.

Fotoğraf Neden Hafife Alınıyor?

1. Büyük çoğunluk fotoğrafın kolay üretildiğini sanıyor. Sanılıyor ki

fotoğrafı makinler çeker. Birçok fotoğrafçı da bu yanılgının içindedir. Bir

Page 103: Gölge Fanzin 11

bölümü sanıyor ki fotoğraf için orada bulunmak ve sahneye tanık olmak

yeterlidir gerisini makine halleder. Makineniz ne kadar iyi ise fotoğraf da o

kadar iyi olur. İkinci grup ise fotoğrafın tekniğini, ifade dilini ve lezzetini

önemsemeyip sadece bir düşüncenin ifadesine araç olduğunu düşünüyor.

Onlar için fotoğraf bir mesajı iletmek için kullanılacak araçlardan herhangi

biridir. Her ikisi de fotoğrafın özgün diline bağlı fotoğrafça düşünme ve

uygulama disiplinini dışladıkları için ortaya fotoğrafik tadları olan düzeyli

işler çıkamaz.

2. Pek çok insan için fotoğrafı objesinden bağımsız düşünmek zordur,

inanılıyor ki güzel fotoğraflar, güzel manzaraları olan ve güzel modellerden

elde edilir. Böylece fotoğraftan alınan tat objesine mal ediliyor. Bu anlayış

fotoğrafı ve fotoğrafçıyı önemsiz kılıyor.

3. Önemli bir mesajı olan fotoğraf azdır. Haber fotoğrafı hariç… Ne var ki

bu tür fotoğraflar çoğu kez nitelikli ellerde değildir. Çok üretilir, çabuk

tüketilir.

4. Modemizmin yerini postmodernizmin alması ile sanatın akılcı ve işlevsel

yanı yok edildi. Artık hiçbir şeyin doğrusu yanlışı yok bunlar önemini

yitirdi. Tüketim ekonomisi yetenekli yeteneksiz herkese gerekli gereksiz

kendisini ifade etme yolunu açtı. Ancak böylece çok fazla sanayi ürünü

tüketilebilecektir. Bu arada güzel işleri bulmak için samanlıkta iğne aramak

gerekiyor. Pekiyi bulunca onu tanıyabilecek miyiz? Kuşkulu.

5. Günümüzde reklam üretimin önüne geçti. Tüketicinin kaliteyi bizzat

yargılama gücü yok edildi ve talep reklamlarla yönlendiriliyor, iyi satan

ürünün kalitesiz olmasının hiç mi hiç önemi yok. " Kaliteyi

belirleyen reklamdır ve yüksek fiyattır" inancı yaygınlaştı. Üretim azgınlığı

ve dünyanın hurdalığa dönüştürülmesi yüzünden, her konuda olduğu gibi

nitelikli işlerin fark edilmesini beklemek boşunadır. Günümüzde tüketim

ekonomisinin rüzgârı ile "sıradanlığın sanatı" denilebilecek bir aksının

egemen olmaya başladığını görüyoruz. Sıradan objeler elbette sanata konu

olabilir ama bu, objenin sıradanlığı için kabul edilebilir. Bu arada sanat

ürününün de sıradanlaştığını görmek hayret vericidir. Bu ortamda kendini

iyi pazarlayan sansasyonlarla dikkat çekmeyi başaran fotoğrafçıların, saçma

sapan işlerine binlerce dolarlık müşteriler bulabildiği bir dönem yaşıyoruz.

İnsanlık tarihinde alternatif periodlarla aklın egemen olduğu dönemlere

Page 104: Gölge Fanzin 11

dönüldüğü görülmüştür. Tekrar böyle bir döneme dönebiliriz. Bu tür

saçmalıklar ibretle hatırlanacaktır.

Tasarım

Bir ihtiyacın karşılanması bir tasarımın gerekleridir. Ya da kişinin

kendisini, bir fikri ifadeye mecbur hissetmesi de olabilir. Her iki durumda

da beklenen sonuç işlevsel ve etkili bir ifadenin ortaya çıkmasıdır.

Tasarımdan uygulamaya doğru ilerleyen bu sürecin başarısı tasarımın

uygulanabilirliğine bağlıdır. Uygulanabilir fikirler gene eski

uygulamalardan çıkar. Sonuç olarak tümden gelimci gibi görünen bu süreç

aslında tüme varımdan beslenmek zorundadır. Tasarım başlangıçta bir

düştür. Biçimlenmemiş bu bulutsu düşe ilham da denilebilir. Bunun fiziksel

bir kimlik kazanması, biçimlenmesi için neye dönüşecekse o sanatın

tekniğine bürünmesi gerekir. Teknik, dil demektir. Ancak o vakit

anlatılanlar ifade kazanır ve başkalarınca da anlaşılabilir. “Biz kelimelerle

düşünürüz.” diyen Descartes bunu kastediyor. Herhangi bir sanatı usta çırak

yöntemiyle tümevarımcı bir yöntemle öğrenenler için sorun yoktur. Mimar

Sinan, taş yontarak, duvar örerek, kemer kubbe yaparak mimarlığı

öğrendiği için tasarım yapmayı hak etmiştir. Herhangi bir konuyu

tasarlarken bu düşün nasıl gerçekleşeceğini bilmektedir. Ancak ayrıntıları

bilen birinin yaptığı tasarım saygıdeğerdir. Tasarımın kararları, çizilen her

çizgi ancak uygulama bilgilerine dayandığında anlamlıdır. Ancak o vakit

denilebilir ki, önce tasarım vardı. Yoksa önce çizim vardı demek

anlamsızdır.

Dizi Fotoğraflar

Disiplinler arası sanatın daha adı sanı yokken dizi fotoğraflar gene bir batı

esintisi olarak gelmişti. Oysa herkes çok iyi bilir ki fotoğrafı sinemadan

ayıran kalın duvar bu noktadadır. Sinema tıpkı öykü gibi, müzik gibi bir

süreci kullanırken fotoğraf, jilet kadar ince bir zaman dilimini kullanır. Bu

özelliği ile fotoğraf tek kare işidir. Bir öncesini bir sonrasını aratmayacak

tek kare. Bu yönüyle fotoğrafın sorumluluğu ağırdır. Öncesini ve sonrasını

aratmayacak kritik bir anın saptanmasıdır. Fotoğraf karesini, sinema

karesinden ayıran özellik budur. Bir fotoğrafın söyleyeceği söz tek karede

anlaşılmamışsa ya fotoğrafçı yeterli değildir ya da fotoğraf dili bu anlatıma

uygun değildir. Bu anlatım başka bir dili gerektiriyordur, iyi bir fotoğraf

Page 105: Gölge Fanzin 11

için başka kareler, alt yazılar ve sözlü yorumlar gereksizdir, yarasızdır,

hatta zararlıdır, işi sulandırır, bayağılaştırır. Tek kare fotoğrafın vuruculuğu

gibisi yoktur. Pekiyi hal böyle ise bir foto röportajın çoklu fotoğraflarını

nereye koyuyorsunuz? Bu fotoğraflardan her biri başlı başına birer fotoğraf

cümlesi olmalıdır. Bir araya gelince bir fotoğraf metni oluştururlar. O

karelerden her biri bağımsız olarak söyleyeceğini tam söylemelidir. Değilse

başarısızdır. Dolayısıyla bu tür fotoğraflar bir süreci çoklu fotoğrafla

anlatmaya çalışan ne sinema ne fotoğraf olamamış örneklerle

karıştırmamak gerekir. Bir örnek vermek gerekirse; adam kapıyı açıyor.

Odanın ortasına ilerliyor. Koltuğa oturuyor. Kalkıp pencereyi açıyor. Bu

fotoğraf dili olamaz, ancak teknik bağlamda fotoğraftır; tıpkı bir sinema

karesi gibi dil olarak belki sinemamsı bir şeydir. Ayrıca bu anlatımdan kime

ne, bana ne?

Fotoğraf Projeleri

Bir askerlik anısı: Yedek subay okuluna teslim olmaya gidiyorum,

nizamiyeyi geçtim, büyük bir eğitim alanını da geçmem gerekiyor; sağda

solda bir gün önce teslim olmuş, saçları üç numaraya tıraşlı adaylar,

üstlerine pek de uymayan üniformalar ve yerinden kalkmaz postallar ile

bağıra çağıra kendilerine komut verip sağa sola dönüyorlar, yere yatıp bir

süre sürünüp, doğrulup, çakılıyorlar. Gülmemek elde değil. Ertesi gün

bende aynı durumda oldum. Ne mutlu ki, ülkemiz nerede ise yüz yıl oluyor

ki savaş görmemiş. Ama belki bir gün... Ama bütün bu eğitimler bu belki

içindir. Savaş temenni edilmez ama gerçek yaşamda diğer her türlü eğitim,

gerçek uygulamalarla yüzleştirilmelidir ki, gerçek işlevini kazansın.

Eğitimin doğruları yanlışları test edilmiş olsun. Hastanesi olmayan bir tıp

fakültesi düşünülebilir mi? Bunun fotoğraf projeleri ile ne ilgisi var

diyeceksiniz. "Belki bir gün" adına eğitim yapılır ama proje yapılmaz.

Bunun için belli bir gerçekleştirme iradesinin olması gerekir. Çünkü proje

bir egzersiz değildir. Daha ciddi bir çalışmadır ve ciddi bir maliyeti vardır.

Bu yüzden cihet-i askeriyede proje sözcüğü eğitim için kullanılmaz. Gerçek

projeler için kullanılır. Proje kavramının böyle sulandırılması son yıllara

özgü… Konuşulurken bir türkü projemiz, CD projemiz var deniyor. Nerede

ise bir su böreği projemiz var denilecek. Eğitim içinde proje sözcüğünün

kullanıldığı yerler sadece yapısallığın söz konusu olduğu ve eğitim için

başka yöntemin bulunmadığı yapı projeleri için söylenirdi. Mimarlık

eğitiminde bir banyo içinin düzeni, bir salonun döşenmesi ve ayrıntılar için

Page 106: Gölge Fanzin 11

proje denmez. Bunlar elemanter alıştırmalardır. Bunlar yeterince

öğrenilince belli bir ihtiyaca yönelik yapısal bir senteze gidilir. Ona, proje

denilir. Fotoğrafa gelince eğitim içinde temel fotoğraf disiplini içinde

verilen tekil öğelerin ya da ikili üçlü çeşitli öğelerin çekiminde yeterince

beceri kazanıldıktan sonra belli bir amaç ve uygulama için yapılan sentezler

ancak proje adıyla anılabilir. Oysa biz her zamanki aceleci tavrımızla daha

siz bir çay fincanını, bir insan yüzünü, bir ağacı çekme konusunda yeterli

görüş ve beceriyi kazanmadan adına proje dediğimiz daha kapsamlı işlere

girip bunları sergilere, kitaplara dönüştürüyoruz. Bu işlerden maddi bir

zarar görmeyen izleyicinin de buna bir itirazı yok. Zaten talebi hatta

beklentisi de yok. Bunlar sponsorluk gibi gözden çıkarılmış paralarla arkası

aranmayan desteklerle yapılıyor. Bu işleri yapanlar da medyada üç beş

dakikalığına görünmüş oluyorlar. Sonrasında unutulan ve kimseye faydası

olmayan, hatta zararı olan... Neden zararı olan çünkü bunlar gençlerin

gözünde yerleşmesi gereken doğru- yanlış, güzel- çirkin kavramlarını

saptırıyorlar ve kafaları karıştırıyorlar. Bu işler işlevsiz ve sorumluluk dışı

kaldığı takdirde hem maddi hem entelektüel zararları sürecektir. Siz bir

mimari proje sergisini gezerken o projelerin sadece albenisine bakarsınız,

Doğru ya da yanlış olduğunu bilemezsiniz. Umurunuzda da değildir ama

kendinize bir ev yaptıracak olsanız mimarın canına okursunuz. Bu yüzden

bu projelere sponsor değil gerçek sahip bulmak gerekir ki işlevi belli olsun,

doğrusu yanlışı ayırt edilsin. Yoksa yapıldıktan sonra bir kez yüzüne

bakılacak sonra depoya atılacak işler olmasın. Diğer sorumsuz ve sorunsuz

görülen işlere alıştırma gibi bir ad bulup böyle konuşsak daha doğru olur.

Sözü daha fazla uzatmayacağım. Zaten benim de bugün bir süper-market

projem var. Gidip domates ve salatalık alacağım.

Kaynak: Fotoğraf Dergisi

Page 107: Gölge Fanzin 11
Page 108: Gölge Fanzin 11

FOTOGERÇEKLİK: GERÇEKLİK ALGISININ EVRİMİ OTOGERÇEKLİK: GERÇEKLİK ALGISININ EVRİMİ

Ebru Kurbak

İnsanın ―gerçeklik‖ kavramına en ilkel tepkisi onu içinde yaşadığı maddi dünya ile

eşleştirmek olmuştur. Kendi gerçekliğini yani maddi dünyayı kavrayabilmek için izlediği yollardan biri de ona kendi ürettiklerini eklemektir. İnsanın en özgür üretim sürecinin son ürünü olan sanat eserlerinde eğiliminin önceleri maddi dünyayı taklit etmek, onun bir benzerini yaratmak olduğu gözlemlenmektedir. Bu çabanın ürünleri arasında yapılacak bir değerlendirmede, şüphesiz, en benzeyen en üstündür.

Fotoğrafın ortaya çıkışı her ne kadar bilinen sanat tarihinin çok geç dönemlerine rastlasa da, fotografik görüntü ile karşılaşmak insanlığı oldukça etkilemiştir. Fotografik görüntü onunla ilk kez karşılaşan biri için ―gerçek‖ olana şaşırtıcı derecede benzemektedir; hatta, bu benzerlik öyle büyüktür ki bu görüntü onun tanıdığı gerçekten başka bir şey olamaz. Gözle görülür ve şüphe götürmez bir durumla karşılaşıldığından, bu inanış fazlaca sorgulanmaz. Oysa ki fotoğraf, tıpkı resim alanında yapılan gerçekçi tablolar gibi, bir temsildir. Fotoğrafın bu gerçekçi tablolardan farkı teknolojik bir aygıt yardımıyla üretiliyor ve gösterdiğinin maddi dünyada görülenle daha fazla benzerlik taşıyor olmasıdır. Fotoğraf, tıpkı resim gibi, maddi dünyayı olduğu gibi değil, fotoğraf düzlemine geçemeyecek özelliklerini dışarıda bırakarak temsil etmektedir. Dolayısıyla barındırdığı görüntü ve bilgi maddi dünyanın kendisi değil onun bir taklidi, ―fotografik bir gerçek‖tir.

Fotoğrafla küçük yaşlarda tanışmış ve onu kanıksamış günümüz insanı, maddi dünyayı ve onun olası fotografik temsillerini bir arada tanımakta, nesne ve nesnenin fotografik temsili arasındaki bağlantıyı kurabilmektedir. Kişi için maddi dünya fotoğraflarından ayrılamayarak, bir anlamda, genişlemiştir. İnsanın fotografik gerçekle bu derece tanışık olması onun maddi dünyayı taklit etme ve bir benzerini yaratma çabasına yeni bir yön vermiştir. Bu durumda, resim, illüstrasyon, üç boyutlu sayısal görselleştirme gibi alanlarda ―fotogerçekçi‖ olarak adlandırılan yaklaşımın aslında nesnenin kendisini değil onun olası bir fotoğrafını taklit etmeye çalıştığı sonucuna ulaşılabilir.

1830'larda icat edilen fotoğraf ekipmanı, ancak 1880'lerde fotoğrafı basılı ortamlarda çoğaltabilecek gelişmeyi göstermiştir. Bu olanağa erişildiğinde fotoğrafın hızla ―gerçek‖leri tespit etmek, yaymak ve arşivlemek gibi kamusal görevler üstlendiği görülmektedir. Fotoğrafın maddi gerçekliği birebir sergilediği inancı onun kullanıldığı alanları da belirlemiştir. Örneğin; yönetilenler, dönemin yönetenlerinin fotoğraflarını onların saydamlıklarının bir ispatı olarak benimsemiştir ya da geliştirilen polis arşivlerindeki fotoğraflar daha önce suç işlemiş birini tespit etmeyi sağlamıştır. Fotoğrafın gerçekleri belgeleme amacıyla kullanımı, günümüz dijital teknolojilerinin fotoğrafın üzerinde her türlü değişikliği mümkün kılmasına rağmen sürdürülmektedir. Kimlik kartlarında kimlik sahibinin fotoğrafının kullanılıyor olması, mahkemelerde

Page 109: Gölge Fanzin 11

fotoğrafın delil olarak kabul edilmesi, fotoğrafın gerçekleri gösterdiğine olan güvenin ispatıdır.

Fotoğraf sanatçısı Dona Schwartz, fotoğrafın gerçekleri yansıttığına olan genel inanışı verdiği bir örnekle ortaya koymaktadır. 31 Aralık 1996 tarihinde Minneapolis Star Tribune gazetesi, ön sayfasında Stormi Greener tarafından çekilmiş bir fotoğrafa yer vermiştir. Fotoğraf karla kaplı St. Croix nehrini ve nehrin üzerinden geçerek Wisconsin ile Minnesota'yı birbirine bağlayan köprüyü göstermektedir. Söz konusu fotoğrafın desteklediği haber Birleşik Devletler İçişleri'nin nehrin üzerine yapılması düşünülen yeni bir köprü önerisini reddetmesiyle ilgilidir. Gazete yönetimi başarılı fotoğrafı için Stormi Greener'i ödüllendirmek yerine, fotoğraftaki elektrik tellerini gazete baskıya girmeden önce fotoğraftan silmiş olduğu için, iki gün ücretsiz uzaklaştırma ile cezalandırmıştır. Gazetenin ―görsel içerik editörü‖ Bill Dunn, bu davranışın Minneapolis Star Tribune ilkelerine aykırı olduğunu, negatif film üzerindeki toz zerrelerini temizlemek dışında fotoğrafları dijital olarak maniple etmemeye özen gösterdiklerini ve yalnızca ―fotoğraf makinesinin gördüğünü‖ basmayı amaçladıklarını açıklamıştır (1) . Bu olay basılı medyada fotoğrafa

yüklenen görevi ortaya koymaktadır. Gazeteye basılmış olan bir fotoğrafın, tıpkı haber metinlerinden beklendiği gibi, yalnızca ―gerçekleri‖ yansıtması gerekmektedir. Elbette ki, fotoğraflama sürecinde ―görme‖ eylemini gerçekleştiren fotoğraf makinesi değil fotoğrafçıdır. Ancak, Bill Dunn yaptığı açıklamayla fotoğrafçının varlığını tümüyle yok saymış, okurlara gazetesinde basılan her fotoğrafın kim tarafından üretildiğinden bağımsız olarak yalnızca gerçekleri olduğu gibi yansıttığı mesajını vermiştir.

Fotoğrafın fotoğrafçıdan bağımsız ve nesnel bir ürün olup olmadığı önemli bir tartışma konusudur. Fotoğrafın üretim süreci mekanik bir süreçtir. Fotoğrafçının eylemi sırasında yaptığı; konuya, bakış noktasına ve diğer bir çok değişkene karar vermek olsa da, aslında bunu yaparken bir yandan da fotoğraf makinesinin sunduğu olanakları fark etmektedir. Bu durumda maddi dünyada var olan her nesnenin ya da kompozisyonun mümkün olan her kombinasyon kullanılarak fotoğraflanmış hayali fotoğraf karelerinin varlığı ve fotoğrafçının bu kompozisyonlardan birini kağıt üzerinde maddeleştirdiği söylenebilir (2) . Aslında diğer tüm sanat eserleri, örneğin

resim de bir olasılıklar ve kombinasyonlar bütünü olarak değerlendirilebilir; ancak, üretiminde mekanik bir süreç söz konusu olmadığı için geleneksel sanat eserlerini sınırlayan değişkenler daha az sorgulanmakta ve yaratıcının süreçteki öznel tavrı daha net ortaya koyulabilmektedir. Fotoğrafın yaratıcılıktan ve öznellikten uzak olduğu düşüncesi, ilk dönemlerinde fotoğrafçıların ve izleyicinin fotografik görüntü üretirken ya da izlerken estetikten çok gerçeklik aramalarına neden olmuştur. Hem fotoğrafçı hem de izleyici mekanik üretilme sürecinden ötürü fotoğrafın gerçekliğine güvenmektedir. Bu güvenilirlik o dönemde fotoğraf ekipmanının yeterince tanınamamasına bağlanabilir. Teknikler keşfedildikçe, bu mekanik süreç, bir fotoğrafın birebir aynısını tekrar çekmeyi neredeyse olanaksız kılacak kadar çok değişkenle donatılmıştır. Bu istikrarsızlık fotoğrafın güvenirliğine olan inancı

Page 110: Gölge Fanzin 11

azaltmış, buna karşılık, fotoğrafçının yaratım sürecine sanatsal bir eylem olarak bakılabilmesini sağlamıştır (3) .

Fotoğrafın gerçeklikle ilişkisinin tartışıldığı durumlardan biri de fotografik röprodüksiyondur. Önceleri yalnızca yerel müzelerde izlenilebilen ―biricik‖ resimlerin fotografik röprodüksiyonları onların kitap sayfalarında, kartpostallarda, posterlerde izlenebilmelerine olanak sağlanmıştır. Röprodüksiyon fotoğrafları diğer fotoğraflara göre çok hassas, kendine özgü kural ve tekniklerle üretilmelerine rağmen ―gerçeklik‖ kavramını da barındıran tartışmalara neden olmaktadır. Bir sanat eserinin birincil özelliğinin tekilliği olduğunu savunan ve röprodüksiyon kavramına tümüyle karşı duran kesimin tartışmaları bir yana, röprodüksiyon fotoğraflarının her koşulda bir resmi —dolayısıyla bir gerçeği— fotoğraf düzeyine ―indirgediği‖ tüm kesimlerin ortak düşüncesi olarak değerlendirilebilir. Bir röprodüksiyon fotoğrafındaki görüntü, konu olarak seçilmiş olan resmin yalnızca ―fotografik ortama iletilebilir‖ özelliklerini içerir (4) .

Röprodüksiyonlarda renkler sabit bir ışık ve sabit bir bakış noktasından görülebildikleri halleriyle bulunur; orijinal yüzeyin dokusu algılanamaz. Genellikle insanlara ulaştıkları ortamlar orijinal boyutlarında izlenmelerine olanak sağlayamaz, izleyiciyi çerçeveden ve onun dışında bulunan duvardan koparılmış bir sunumla karşı karşıya bırakır. Resmin orijinalinin sahip olduğu bazı özellikleri izleyiciye ulaştıramasa da, fotografik röprodüksiyon çoğu kişi için o resmin ulaşılabilir tek versiyonudur. Orijinale ulaşabilen izleyici de çoğu zaman daha önce o resmin röprodüksiyonunu görmüştür. Öncelikli olarak fotoğrafın deneyimlenmesi, orijinalle karşılaşıldığında algılananı etkilemektedir. Orijinalden sonra karşılaşılan fotoğraf ise hatırlananı belirlemektedir. Dolayısıyla orijinal resmin (gerçek) yerini çok önceden ya da zaman içerisinde fotoğrafın (fotografik gerçek) aldığı söylenebilir.

Antonin Dufek, özel ve kamusal fotoğraf ayrımının üzerinde durduğu yazısında, fotoğrafın yukarıda sözü edilen ―algılanacak olan‖ı ya da ―hatırlanan‖ı değiştirme gücünü değerlendirmektedir. Yazara göre özel fotoğrafları kamusal olandan ayıran, onlara eklenmiş olan kişisel anılar, duygular ve anlamlardır. Bu eklentiler, fotoğrafı geçmişte yaşanmış bir gerçekliğe açılan bir pencereye dönüştürme gücüne sahiptir (5) . Örneğin aile albümlerinde bulunan fotoğraflar o ailedeki bireyler için diğer

insanlar için olduğundan farklı bir anlam taşır. Fotoğraf, sahibine geçmişte yaşanmış bir ânı; öncesi, sonrası ve fotoğrafta yer almayan birçok detayla birlikte hatırlatır. Zaman zaman da, tam aksine, hatırlanamayan detayları sahibine tam da o fotoğrafta olduğu gibi yeniden öğretir. Fotoğraf gerçekleri o an var oldukları şekilde saklayabildiği gibi, bir daha düzeltilemeyecek bir biçimde değiştirebilecek güçtedir. Dufek, fotoğrafın yalnızca gerçekleri temsil eden soyut anlamıyla algılanmasının olanaksız olduğunu W.D.Downey'in çekmiş olduğu ve İngiliz Prensesi Alexandra'nın kızı Louise'i sırtında taşırken göründüğü fotoğrafla açıklamaktadır (Şekil 1). Yazara göre bir fotoğraf özel ya da kamusal olmasına bağlı olmaksızın daha önce sözü edilen eklentilerden bağımsız olarak algılanamaz. Sıradan bir anne kızın görülebildiği bu fotoğrafın, çok küçük bir bilgiye, fotoğraftaki kadının bir prenses

Page 111: Gölge Fanzin 11

olduğu bilgisine sahip biri tarafından algılanışı tümüyle farklı olacaktır. Görüntü metinden farklı düşünülemeyeceği için izleyicilerin her birine aldıkları mesaja bağlı olarak farklı bir gerçeklik sunabilir. Aynı şekilde görüntü ve beraberinde taşıdığı mesaj bu örnekte olduğu gibi izleyicinin alışageldiği gerçekliği değiştirebilir.

Şekil 1 W.D.Downey, Princess Alexandra and her Daughter Louise, Carte de visite, 1867

Fotoğraf yaygınlaştıkça oluşturduğu fotografik gerçekliğin daha fazla kabullenildiği gözlemlenmektedir. Günümüz insanının gördüğü fotoğrafların sayısal çokluğu ve niteliksel çeşitliliğiyle birlikte, fotoğrafın kendisi ortada var olmaksızın, hatta bir fotoğraf makinesi ya da görüntüyü sınırlayan bir çerçevenin yokluğunda bile, zihinsel bir fotografik görüntüleme yaptığı söylenebilir. Hiç çekilmemiş fotoğrafların görsel hafızaya bu derece yerleşmiş olması, beraberinde maddi gerçekliği farklı bir algılama ve yorumlama biçimi gelişmesine neden olmuştur.

Fotoğrafın ortaya çıkması, maddi dünyanın temsilleri için bir milat olarak değerlendirilebilir. Fotoğraftan önce ―gerçekçi‖ diye nitelendirilen yaklaşımlar, fotoğraftan sonra ―fotogerçekçi‖ olarak adlandırılmaya başlanmıştır. ―Fotogerçekçi‖ sözcüğü ile kastedilen, görüntünün bir fotoğraftaki kadar gerçek oluşudur. Diğer bir deyişle, fotogerçekçi eser konu aldığı gerçekliği en az fotoğraf kadar iyi temsil eder. Bu tanım, doğru olmakla birlikte, eksiktir. Fotoğraf sonrası gerçekçi temsiller incelendiğinde, gerçekliği yalnızca ―fotoğraf kadar‖ değil, aynı zamanda ―fotoğraf gibi‖ yansıttıkları görülebilir. İnsanın gerçekliği temsil etme eğilimi, fotografik gerçekliği temsil etmeye dönüşmüştür.

Page 112: Gölge Fanzin 11

1960'larda özelikle Amerika Birleşik Devletlerinde ortaya çıkmış olan ―fotogerçekçi‖ resim akımının ürünlerinde bu eğilim açıkça gözlemlenebilir. Dönemin resimleri incelendiğinde üretilen görüntülerin konunun kendisinden çok, olası bir fotoğrafına benziyor olması özellikle dikkat çekicidir. Yaratıcılığın ve özgünlüğün tartışıldığı ve modern sanatın temellerinin atıldığı 1960'lı yıllarda, bir kısım sanatçı, özgün olarak nitelendirilen eserlerin aslında birbirlerine benzediği ve hatta sanatçının çoğu zaman kendi kendini tekrar ettiği düşüncesiyle, sanatı kendi özgün duygu ve düşüncelerinden arınmış olarak üretmeyi seçmişlerdir. Fotogerçekçi akımın önde gelen isimleri John Baeder, Richard Estes, John Kacere, Jack Mendenhall, David Parish, Davis Cone ve Franz Gertsch olarak sıralanabilir. Bu akımın ressamlarının yapmaya çalıştıkları, aslında, prensip olarak klasik realizm ressamlarının amaçladıklarına çok benzemektedir. Ancak bu kez üretilecek olan temsiller fotoğrafla tanışık sanatçı ve izleyicilerle buluşacağından hedeflenen benzerlik düzeyi oldukça yükselmiştir.

Fotogerçekçi yağlı boya ve akrilik tabloların üretim sürecinde çoğunlukla fotoğraf kullanılmıştır. Sanatçılar, bir fotoğrafı projeksiyon makinesiyle tuval üzerine yansıtarak üzerinden boyama tekniğini, tuvali gridlere ayırarak çalışmaya tercih etmişlerdir. Klasik gerçekçi ressamların yaptığı gibi tuvallerini konunun önüne taşımak yerine, konuyu fotoğraflayarak çalışma mekanlarına taşımışlardır. Hedeflediklerinin gerçekliği değil fotografik gerçekliği resmetmek olduğu yalnızca çalışma biçimleriyle değil, kullandıkları teknik her ne olursa olsun, resimlerin taşıdığı bazı ipuçlarıyla da ortaya koyulabilir.

Fotogerçekçi ressamların seçtikleri konularda bir benzerlik gözlemlenmektedir. Pop-Art akımının bir uzantısı olarak değerlendirilebilecek fotogerçekçilik akımının ürünleri, genellikle, dönemin popüler kültürünün içinden seçilmiş nesne ve mekanları konu almaktadır. Amerikan yaşam tarzının izlerini taşıyan fotogerçekçi resimlerde, dönemin popüler kültürünün ikonaları sayılabilecek Amerikan yol üstü restoranları, otomobiller, motosikletler, renkli şekerlemeler, neon ışıklı tabelalar, gece kulüplerinin girişleri ve o dönemin insanları işlenmiştir. Sanat çevreleri tarafından ―hafif‖ olarak nitelendirilen bu nesne ve mekanların seçiminden çok onların ―bulundukları yerdeymiş gibi‖ resmedilmeleri ilginçtir. Fotogerçekçi ressamların kullandıkları dev tuvaller, fotoğraf makinesi ne kadar taşınabilirse o kadar taşınabilir izlenimi vermektedir. Seçilen konu olabildiğince gündeliktir ve bir fotoğrafçının gündelik yaşamı içerisinde karşılaşıp fotoğraflayacağı haliyle resmedilmiştir. Fotoğrafın kolay üretilir ve kolay tüketilir olmasından dolayı alışılagelen ―önemsiz/değersiz‖ fotoğraf karelerinin benzerleri, çok fazla uğraş gerektiren fotogerçekçi resimlerde karşımıza çıkmaktadır (Şekil 2 ve 3).

Page 113: Gölge Fanzin 11

Şekil 2 . Richard Estes, Central Savings, 1975, oil on canvas, Nelson-Atkins Museum of Art, Kansas City .

Şekil 3 Ralph Goings, Collins Diner (Collins Lokantası), 1986. Tuval üzerine yağlıboya, 123 x 173 cm, Tampa Museum of Art,

Florida, Amerika Birleşik Devletleri.

Fotoğrafın bir gerçekliği eşzamanlı olarak kaydedebildiği söylenebilir. Örtücü ne kadar süre açık kalmışsa o kadarlık bir zaman dilimi tek bir yüzey üzerine yansıtılmaktadır. Diğer bir değişle, bir fotoğrafta görüntülenen her ne varsa, fotoğrafın çekildiği sürede gerçekleşmiştir. Eşzamanlı üretim zaman zaman klasik gerçekçi resimler için de geçerli olmuştur. Çoğu geleneksel ressamın sabit duran bir modelin karşısında çalıştıkları ve resmin üretilme süresinin, modelin aynı pozisyonda ve aynı ışık koşullarında bulunma süresine neredeyse eşit olduğu bilinmektedir. Fotogerçekçi akımın resimlerine bakıldığında ise böyle bir

Page 114: Gölge Fanzin 11

eşzamanlılığın olanaksız olduğu görülmektedir. Resimlerin üretilmeleri aylar sürmüş olsa da, ortaya çıkan görüntü ancak bir fotoğraf makinesinin tespit edebileceği kadar kısa bir zaman aralığında gerçekleşmektedir. Sözü edilen ―ânı dondurma‖ etkisinin klasik gerçekçi resimlerde de denendiği bir gerçektir; ancak, fotogerçekçi resimlerde bu neredeyse bir zorunluluk haline gelmiştir (Şekil 4 ve 5).

Şekil 4 Davis Cone, Midway (Yarı Yolda) 1984. Tuval üzerine akrilik, 79 x 124,5 cm, Özel Koleksiyon, Pennsylvania, Amerika Birleşik Devletleri.

Şekil 5 Franz Gertsch. At Luciano's House (Luciano'nun Evinde), 1973. Astarsız tuval üzerine akrilik, 244 x 355,5 cm, Özel Koleksiyon, Kalifornia,

Amerika Birleşik Devletleri.

Klasik gerçekçi resimler ile fotogerçekçi resimlerin çerçevelemeleri arasında da oldukça büyük bir fark söz konusudur. Klasik gerçekçi resimlerde çerçevelemenin

Page 115: Gölge Fanzin 11

fazlaca düşünüldüğü; resmin içerisindeki nesnelerin karenin dışına taşmadığı ve resmin gereksiz detaylardan arındırıldığı görülmektedir. Oysa fotogerçekçi resimlerdeki çerçeveleme daha çok fotoğraflarda rastlanılan cinstendir. Fotoğraf çekme eylemindeki kusursuz/hatalı zamanlama kavramı fotogerçekçi resimlerde de karşımıza çıkmaktadır. Fotogerçekçi resimlerde ―yanlışlıkla‖ çerçevenin dışında kalmış ya da içine girmiş parçalara rastlanabilir. Bu tip bir çerçeve çıplak gözle değil ancak bir fotoğrafla deneyimlenebilir (Şekil 6 ve 7).

Şekil 6 Robert Bechtle, Alameda Chrysler, 1981. Tuval üzerine yağlı boya, 124,5 x 187 cm, Özel Koleksiyon, New York, Amerika Birleşik Devletleri.

Şekil 7 Robert Bechtle, Potrero Stroller-Crossing Arkansas Street (Potrero Gezgini-Arkansas Sokağı'nı Geçerken), 1988.

Keten üzerine yağlı boya, 101,5 x 123 cm, Özel Koleksiyon, İsviçre.

Page 116: Gölge Fanzin 11

Fotogerçekçi resimlerde, özellikle Amerikan şehirlerini ve sokaklarını konu alanlarda, mekânların perspektif izdüşümleri çıplak gözle yani yaklaşık 50 mm odaklı bir mercekle değil, kısa odaklı bir mercekle, hatta körüklü bir sistemle tespit edilmiş gibi görünmektedir. Bazı resimlerde geniş açılı objektifin yarattığı perspektif bozulmalar aynen korunmuş, bazılarında bu bozulmaları yok eden mercek sistemlerinin sonuçları ya da ancak gelişmiş fotoğraf makinelerinin üretebildiği panaromik görüntüler resmedilmiştir. Fotogerçekçi resimlerde perspektif izdüşümler çoğunlukla insanın görebildiği biçimiyle değil fotoğraf makinesinin gösterebildiği biçimiyle yansıtılmıştır (Şekil 8 ve 9).

Şekil 8 Richard Estes, Tower Bridge (Tower Köprüsü), 1989. Tuval üzerine yağlı boya, 74 x 167,5 cm,

Özel Koleksiyon, Kaliforniya, Amerika Birleşik Devletleri.

Şekil 9 Richard Estes, View from Twin Peaks (Twin Peaks'ten Görünüm) 1990, Tuval üzerine yağlı boya, 91,5 x 183 cm, Özel Koleksiyon,

Kaliforniya, Amerika Birleşik Devletleri.

İnsan gözü farklı uzaklıktaki nesnelere çok hızlı odaklanabilen ve netlik sağlayabilen yapıdadır. Bu nedenle, insan, gündelik yaşamında görüş alanında bulunan fakat net

Page 117: Gölge Fanzin 11

olmayan alanların varlığını çok fazla algılayamamaktadır. Alan derinliği fotoğrafın ortaya çıkmasıyla görülebilir olmuştur; fiziksel göz kusurları dışında net olmayan bir görüntü o haliyle ancak bir fotoğrafta uzun süre izlenebilir. Fotogerçekçi resimlerde, konu klasik gerçekçi resimlerdekine benze bir portre bile olsa, çoğunlukla alan derinliği kavramının tuvale aynen yansıtıldığı görülmektedir. Klasik fotogerçekçi ressamlar resimlerinde yer alan her detayı en net haliyle resmetmişlerdir, çünkü o anda üzerinde çalıştıkları alanı tuvale aktarırken gözlerini o alana odaklamak durumunda kalmışlardır. Fotogerçekçi ressamlar ise çoğunlukla doğrudan bir fotoğrafın üzerinden çalıştıklarından, netliği gerçekte olduğu biçimiyle değil fotoğrafta yakalandığı biçimiyle aktarmışlardır (Şekil 10 ve 11).

Şekil 10 Franz Gertsh, Christina I, 1983. Astarsız tuval üzerine akrilik, 236x263 cm, Özel Koleksiyon, Tennessee, Amerika Birleşik Devletleri.

Şekil 11 Ralph Goings, Still Life with Peppers (Biberli Natürmort), 1981. Tuval üzerine yağlı boya, 96,5x132 cm, Jack Harriet Stievelman Koleksiyonu,

New York, Amerika Birleşik Devletleri.

Page 118: Gölge Fanzin 11

Fotogerçekçi resimlerde gerçeklik kavramının yerini fotogerçeklik kavramına terk ettiği yukarıda sözü edilen ipuçlarıyla tespit edilebilir; ancak, resim, söz konusu değişikliğin gerçekleştiği tek alan değildir. İnsan, maddi dünyayı taklit etme isteğini, sayısal ortamlar için geliştirilen temsil teknikleri yoluyla, günümüzde de sürdürmektedir. Bu tekniklerin ulaşabileceği en ileri düzeyin, insanın sanal gerçeklik teknolojisi ile üretilen üç boyutlu temsillerin arasında dolaşabileceği ve onlarla fiziksel temas kurabileceği ortamlar olduğu düşünülmektedir. Ancak, üç boyutlu fiziksel etkileşim için üretilen teknolojiler bile, günümüz ara yüzlerinin iki boyutlu olması sebebiyle, iki boyutlu izdüşümleriyle karşımıza çıkmaktadır. Tasarım temsillerinde, üç boyutlu animasyonlarda, sinema filmleri için üretilen görsel efektlerde, reklamlarda ve müzik videolarında kullanımı oldukça yaygınlaşan sayısal görüntülerin üretilme süreci, maddi dünyanın bir benzerini üretmek ve sanal bir fotoğraf makinesi ile bu üç boyutlu temsili fotoğraflamak olarak özetlenebilir. Üç boyutlu sayısal görüntüleme programlarında, fotoğraf makinesinin, hem görüntüsü hem de çalışma prensipleriyle aynen temsil edildiği görülebilmektedir. Söz konusu ortamda üretilen ve gerçekçi olma iddiasında olan tüm görüntülerin aslında gerçekten çok fotogerçeğe ulaşmayı hedefledikleri açıktır.

Gerçeklik kavramının kendisi, düşünce tarihinde çok fazla tartışma ve yoruma yol açmıştır. Felsefe tarihinde ―gerçek‖ olanın ne olduğuna ilişkin çok sayıda tartışmaya rastlanabilir. Fotoğraf ve gerçeklik arasındaki ilişki de bu tartışmaların çeşitliliği oranında, çok sayıda farklı bakış açısıyla ele alınabilir. Ancak, ―gerçek‖ olanın ne olduğu sorusu ve bütün bu tartışmalar ile bu soruya üretilmiş cevaplar bir yana, fotoğrafın kişinin görsel algılama mekanizmasını ve maddi dünyayı algılayış biçimini zaman içerisinde evrimleştirdiği söylenebilir. SAYI 73/05 ŞUBAT 2006

NOTLAR 1. Dona Schwartz, ―Objective Representation: Photographs as Facts‖: Picturing the Past: Media, History & Photography içinde, yay. haz. Bonnie Brennen ve Hanno Hardt (Urbana ve Chicago: University of Illinois Pres, 1999), s. 158. 2. Boris Groys, “Truth in Photography,” Camera Austria 43-44 (1993): 3. 3. İhsan Derman, Fotoğraf ve Gerçeklik (İstanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991), s. 9 4. Barbara E. Savedoff, “Photographic Reproduction,” Transforming the Images: How Photography Complicates the Picture (Ithaca, NY : Cornell University Press, 2000), s.187. 5. Antonin Dufek, ―Private and Public Pictures,‖ Camera Austria 41 (1992): 21. KAYNAKÇA Derman, İhsan. Fotoğraf ve Gerçeklik. İstanbul: Ağaç Yayıncılık, 1991. Dufek, Antonin. “Private and Public Pictures.” Camera Austria 41 (1992): 21-37. Groys, Boris. ― Truth in Photography.‖ Camera Austria 43-44 (1993): 3-18. Meisel, Louis K. Photorealism since 1980 . New York: Harry N. Abrams, 1993. Savedoff, Barbara E. Transforming the Images: How Photography Complicates the Picture . Ithaca, NY: Cornell University Press, 2000. Schwartz, Dona. “Objective Representation: Photographs as Facts”: Picturing the Past: Media, History & Photography içinde. Yay. Haz. Bonnie Brennen ve Hanno Hardt. Urbana ve Chicago: University of Illinois Pres, 1999. Yazının Kaynağı: http://www.izinsizgosteri.net/asalsayi73/ebru.kurbak_73.html

Page 119: Gölge Fanzin 11

FOTOĞRAF MAKĠNEMĠ SEVĠYORUM

Çeker her yıl ayrı bir beni

Bu yılım benzemez gelecek yıla

Fotoğraf makinem bir yana

Bütün dünya bir yana.

Bakarım, her yıl açıp albümü

Kahverengi küçüklük fotoğraflarıma

Fotoğraf makinem bir yana

Bütün dünya bir yana.

Fotoğraflar sanki 'ben senim.' der gibi

Tanıdık tanıdık gülümser hepsi bana

Fotoğraf makinem bir yana

Bütün dünya bir yana.

Ahmet Yozgat

Page 120: Gölge Fanzin 11

OOOPPPPPPSSS!!!

Page 121: Gölge Fanzin 11

Ben

Alpay Erdem Şu kadarını söyleyeyim, vesikalık fotoğraf çektirmek denilen şeyin Allah bin bir türlü belasını versin. Çok sinirliyim. Neden hayatta böyle bir elem var. Basın kartı yenilemesi için bin tane evrakı hazır ettim, vesikalık fotograf denilen şeyi yine en sona bıraktım ve bu noktada da takıldım kaldım. Beceremiyorum. Vesikalık fotograf çektirmeyi beceremiyorum. Becersem de beceremiyorum. O kadar konsantre oluyorum, güzelce yıkanıyorum, saçlarımı çok köpürtüyorum, cildimin gözeneklerini sıcak suyu vere vere açıyorum, iki üç saat evde güzelce bir dinleniyorum, keyif yapıyorum, moral yükseltiyorum, en güzel tişörtümü ve şanslı donumu giyiyorum, dişlerimi daha bir özenle fırçalıyorum ve vesikalık fotograf çektirmek için de en uygun günü kolluyorum, hava durumunu yakından takip ediyorum, meltem esintisi olan günler süperdir mesela, o gün telefonumu kapatıyorum, kimse arayıp da abuk sabuk bir şey söyleyip de yüzümü düşürmesin diye, vesikalık fotografım elime geldiğinde ise işte o an hayatımdan tiksiniyorum. İnanmak istemiyorum gördüğüm şeye. Bu bir şaka olmalı diye düşünüyorum. Arkadaşım kim bu diyorum ya. Bu ben değilim çünkü. Bu benim amcam. Kötü çıkan vesikalık fotograflarınıza dikkat edin, bir akrabanıza benzediğinizi hayretler içinde gözlemleyeceksiniz. Bir de kötü vesikalık fotograflarda çok acayip bir şey daha oluyor. Belki arkasındaki fotograflardan biri daha güzel çıkmıştır diye gayriihtiyarî bakma durumu. Belki birinde bir bakışım daha güzel çıkmıştır, olur ya belki birinde çemçük değilimdir, saçlarım mesela, belki takma saç gibi durmuyordur, ifadem daha kararlıdır, belki... off yaa... Allah belasını versin şu vesikalık fotograf eziyetinin. En az üc farkı yerde vesikalık fotograf çektirip, içler dışlar çarpımında en kabul edilebilir'i eleyip yine de asla içe sinmemenin. Allah belasını versin. Bir de demiyorlar mı, on tane mi basalım yirmi dört tane mi diye. Kardeşim bu mutsuzluk ne kadar az olursa elbette o kadarından olsun.

Page 122: Gölge Fanzin 11

Lütfen ama. Bir de gülümseyin s.ki var. Ben niye gülümsüyorum. İnsanın yüzünü gülümsetecek bir şey yok bence ortada. Yalnız geçenlerde çok enteresan bir şey oldu. (konuyu bambaşka noktalara götürmek, durunamamak). Yine her zaman olduğu gibi, Karaköy’den Taksim'e doğru tramvay'a bineceğim, tünel’e girdim, turnike'ye yaklaşırken, açtım cüzdanımı, basın kartımı gösterdim görevliye, öyle serbest geçiş yerinden geçtim, tramvay'a bindim. Yalnız tramvay'da kafama bir şey takıldı. Görevli kişi basin kartıma çok fazla ve bir garip baktı bu defa. Dedim n'oldu ki .mına koyayım, her zamanki basın kartı, n'oldu ki acaba diye cüzdanımı tekrar cebimden çıkarıp basın kartıma bakızlamam ile insan içinde hayvan gibi gülmem bir oldu. Meğersem basın kartımı gocuğumun iç cebine koymuşum ve görevli kişiye basın kartım diye her zaman basın kartımın arkasında sakladığım Özlem’imin vesikalık fotoğrafını gösterivermişim. Lan çok komik. Yalnız adamın yine de bir şey demeyip geç yapması. Deli zaar diye düşündü herhalde. Sonrasında ise beni bir düşünce aldı. Vay bee dedim, demek ki basın kartı alacağım diye boşuna g.tümü yırtmışım. Özlem’imin vesikalık fotoğrafını da göstersem oluyormuş demek ki diye o an bir hüzünlenir gibi olsam da hüzünlenmedim, güldüm geçtim. Stand-Up Her Perşembe/Taksim Old City Comedy Club/Saat: 21.00/Bilgi: 0212 244 28 96

Kaynak: Uykusuz, Sayı: 2011/10, No: 183, www.uykusuz.com

Page 123: Gölge Fanzin 11

Megapiksel Masalı: Bilmeniz Gereken Gerçekler

Umut Ulu

“Ne kadar fazla megapiksel, o

kadar kaliteli resim mi demek”?

İşte bildiklerimiz ve gerçek

doğrular...

Yeni fotoğraf makinelerinde

üreticiler megapixel oyununu

oynamaya devam ediyor ve bu

şekilde 16 MP'lik makineleri

uygun fiyatlara satıyorlar. Düşük

çözünürlükteki kameraları küçümseyenler çoğu zaman yanılıyorlar.

Çünkü fazla megapixel fotoğraf makinelerinde daha iyi fotoğraf

demek değil, hatta bazı durumlarda kötü...

Düşük fiyatlı makinelerde olan yüksek çözünürlükler ve profesyonel

makinelerde genelde standart olan 10 MP haliyle insanı şüpheye

düşürüyor. Bunun yanında sizin 10 MP'den fazlasına ihtiyacınız yok.

10x15 santimetre boyutunda bir

fotoğraf için 3 megapixel, A4

boyutunda bir fotoğraf için ise 8

megapixel yeterli.

Düşük çözünürlükteki görüntü

sensörlerinin neden daha iyi

fotoğraflar çekebildiğini, 10, 14

ve 16 megapixel makineler

arasındaki kalite

karşılaştırmasını, satın alma

önerilerini makalemizin ilerleyen

sayfalarında bulabilirsiniz.

Page 124: Gölge Fanzin 11

Görüntü sensörleri

Yüksek megapixel sadece teoride daha iyi bir fotoğraf kalitesi.

Aslında kompakt kameralarda kalite yeni çözünürlüklerle birlikte

azalıyor.

Fotodiyotları

Bir görüntü sensörü birçok ışığa duyarlı fotodiyotlarından oluşuyor.

Bunlar gelen ışık fotonlarını elektrik sinyallerine dönüştürüyorlar.

Daha çok fotodiotları dolayısıyla daha çok çözünürlük demek oluyor.

Bu fotoğraftaki detaylara yansıyor. Ancak sadece sensörün

büyüklüğü arttırıldığı zaman.

Ama aslında fotoğraf sensörleri küçüldükçe, çözünürlük artıyor.

Buda küçültülmüş yüzeyi ile daha az ışık fotonu alabilen

fotodiyotlarının küçülmesine yol açar. Bunun için üreticiler görüntü

sensörlerinin duyarlılığını arttırıyorlar.

DSLR makinelerle fark

Kompakt kameralarda üreticiler

arttık 16 milyon pixel

kullanıyorlar. Büyükleri, sensörde

8 milimetreye denk gelen ½, 3

inç. Karşılaştırma olarak DSLR

kameralar 18 megapixele kadar

kullanılıyor ama bununla birlikte

çok daha büyük bir sensör(28

milimetre) kullanıyorlar. Bir

DSLR makinedeki her pixel daha

büyük ve daha fazla ışık

emebiliyor. Bunun için bu

Page 125: Gölge Fanzin 11

kameralarda yüksek megapixeller problem değil. Fotoğraf kalitesi ise

bir kompakt kamera'dan daha iyi.

Reklam kaynağı megapixeller

Kompakt kameralarda megapixel yarışı Canon, Nikon, Panasonic ve

Sony gibi markalarda tanıdık. Üreticilerde yaptıkları gizli

konuşmalarda pixel'in pazarlamada önemli bir rolü olduğunu itiraf

ettiler. Marketlerdeki kameralarda en önemli satın alım nedeni fiyat

ve pixel sayısı. Hiçbir üreticide bu megapixel yarışını durduracağa

benzemiyor.

ISO: 100 Gün ıĢığındaki farklılıklar

Gün ışığındaki fotoğraflar makineler için standarttır ve problem

olmaması gerekir. Yeterli ışıktaki kameradaki ışık hassasiyeti

nedeniyle en düşük ayarlar kullanılır. İlk görünüşe tüm fotoğraflar

güzel çıkmış. Ama dikkatli bakıldığında farkları görebilirsiniz. 10

megapixel kameradaki güzel çıkan fotoğraf, 16 mp'de bir

huzursuzluk hissi veriyor. Mavi kalemlere dikkat edin. 14

megapixellik kamera kalite olarak diğerlerinin arasında kalıyor.

Page 126: Gölge Fanzin 11

ISO 400: Önemli detaylar Gördüğünüz fotoğraflar tipik bir detay görme testi. Gün ışığına göre

daha az ışık bulunduğu için kamera ISO 400'ü seçiyor. Bir başka

ayrıntı ise kameranın saç ve göz gibi detayları göstermedeki başarısı.

Dikkatli bakıldığında görüntüler arasındaki farklar ortaya çıkıyor. 10

megapixellik kamerada saçları hatta saç tellerini rahatlıkla

görebiliyorsunuz. Eğer 16 megapixel yüsek çözünürlükte daha fazla

detay görebileceğiniz düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Göründüğü

üzere kirpikler gözükmüyor ve saçlar boyanmış gibi gözüküyor. 14

megapixellik kamera kalite olarak ortada yer alıyor.

Page 127: Gölge Fanzin 11

ISO 1.600: Az ıĢıktaki gerçek sınıf

Son karşılaştırma farkları acımasızca gösteriyor. Alacakaranlıkta

yapılan sertlik testinde ışık hassasiyeti ISO 1.600 olarak belirleniyor.

Birkaç yıl önce bu değer bir kamera için imkânsızdı, ama şimdi

neredeyse tüm modeller kullanıyor. 10 megapixellik kamera gülleri

güzel gösteriyor. Görüntü filtresi detay koruma ve geliştirme

konusunda iyi bir denge kuruyor. Yeşil yaprakları ortada ki resimde

de seçebiliyorsunuz. 14 megapixellik kamerada resme boyanmış hissi

veren görüntü filtresini görüyorsunuz.

3 Mart 2011

Kaynak: CHIP Online www.chip.com.tr

Page 128: Gölge Fanzin 11

KKKOOOMMMĠĠĠKKKAAAZZZEEE