Gölge e-Dergi 10. Sayı

95
SAYI 10 TEMMUZ 2008 Yıldızlardaki Kurukafalar Yalnız Yürüyen Adam Star Wars: George Lucas’ı Zengin Etmek ! Fantastik Kurgu Yazmak

description

Gölge e-Dergi’de bu ayın öne çıkanı Robert E. Howard’ın “püriten” kahramanı Solomon Kane. ‘Püriten kahraman nasıl bir şey?’ sorusunun cevabını da kuşkusuz M. Korkut Öztekin’in Gölge için yazdığı Solomon Kane giriş yazısı Yalnız Yürüyen Adam’da bulacaksınız. Oğuz Özteker’in Türkçe’ye çevirdiği Yıldızlardaki Kurukafalar şimdiye kadar Solomon Kane ile tanışmayanlar için bir fırsat… Gölge’de bu ay birbirinden güzel dört çizgi roman var. Cengiz Bostan’ın yazıp çizdiği Beyaz Atlı Prens, Volkan Kurut’un yazıp çizdiği Büyücü, bu sayının kapağını da çizen Emrah Çıldır’ın yazıp çizdiği Zahiri ve A.Hamdi Yüksel’in yazıp Cemal Keleşoğlu’nun çizdiği Gölge.

Transcript of Gölge e-Dergi 10. Sayı

Page 1: Gölge e-Dergi 10. Sayı

SAYI

10TEMMUZ

2008

Yıldızlardaki Kurukafalar

Yalnız Yürüyen Adam

Star Wars: George Lucas’ı Zengin Etmek !

Fantastik Kurgu Yazmak

Page 2: Gölge e-Dergi 10. Sayı

KAPAK İÇİ YAZISI Gölge’de oturup da göbeğini kaşıyan adam var mı, bilmiyorum. Gölge’nin “ağır abisi” (ya da editörü) olarak bir şey fark ettim. “Sabık” editör bir “manifesto” yazma-dan gitmiş. Sağ olsun arkadaşlarımız sürekli yazarken-çi-zerken “Abi bu Gölge’ye uyar mı?” diye soruyorlar. Bari oturup bir manifesto yazayım, dedim... Gölge e-Dergi internette tüketim değil “üretim” için kuruldu ve yazarlarından-çizerlerinden sadece “sev-dikleri” şeyleri yazmalarını-çizmelerini istiyoruz. Yayım-lanan bütün yazı, resim, çizgi roman ve bilumum malze-me “yayın kurulunun denetiminden geçer”. Aradığımız ortak payda “Gölge’ye uyar mı?” sorusuna cevaptır. Hiç-bir yazı-çizgi sansürlenmez. Ya yayımlarız, ya da yayım-lamayız. Yayın kurulu dediğimiz şeyden yazmaya-çizmeye niyetli arkadaşlar korkmasın... Arada gaz verirler ama ısırmazlar. Dergiyi aylık ve 50 sayfalık sayılar olarak düşünü-yoruz. O kadar yaratıcı ekibimiz var ki nedense hâlâ “50

sayfalık dergi” olamadık. Gölge e-Dergi çizgi roman, edebiyat veya sinema dergisi değildir. Peki “NE”dir? Dedi-ğimiz gibi öncelik “Gölge’ye uyar mı?” sorusunun cevabında saklı. Biz sadece uygun olanları yayımlıyoruz. Öncelikle aradığımız şey “daha önce yayımlanmamış olmak” koşulu... Gölge’ye ne uyar? İşte bunun cevabını aslında sadece okuru biliyor. Gölge’yi oku-madan “yazacağım-çizeceğim” diyen arkadaşlara buradan saygılarımı iletiyorum ama zaten Gölge e-Dergi’yi okumadıysanız yolladığınız bize uymaz. Gölge ücretsiz bir dergidir. Okumak için para verdiyseniz kazıklandınız. Biz Gölge’den sadece sizi kazanıyoruz. Bütün zenginliğimiz okuyucumuz. Yine de bu gönül zenginliği ile üreten arkadaşlarımıza telif verememekteyiz. Bir gün reklâm alırsak en azından Boğaz’da ekipçe çay-kahve içeriz. Gölge e-Dergi’de şimdilik karikatür ve şiir yayımlamıyoruz. Gün gelir, onlar da yayım-lanır elbette. Ama her Türk şair doğar. Sayfa sıkıntımız var. Karikatürist arkadaşlarımız da öykülerimize illüstrasyon çizerek destek verebilir. “Okura Özel Sayfa” ayırarak sizin de Gölge içeriğinde yer almanızı istiyoruz. Gölge’yi üreten, Gölge’yi tüketen herkese Gölge’den bir merhaba...

A.Hamdi YÜKSEL Gölge e-Dergi Editörü Hellboy ile Batman’in illüstrasyonu Emrah ÇILDIR

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludurEditör: A. Hamdi YükselGölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgenhttp://golgedergi.blogspot.comGölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur.Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa [email protected] dan bize ulaşabilirsiniz. Aylık süreli yayın (Sayenizde)“Bekliyorum, öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın...” O. Veli KANIK

GÖLGE | Temmuz ‘08

2

Page 3: Gölge e-Dergi 10. Sayı

İÇİNDEKİLERKapak Emrah ÇILDIR

Kapak İçi Yazısı A.Hamdi YÜKSEL Sayfa 2Fantastik Kurgu Yazmak Gizem ÖLGEN Sayfa 4Beyaz Atlı Prens Cengiz BOSTAN Sayfa 6Hacer İle Haluk Oğuz ÖZTEKER Sayfa 10Dünya Göğüs Kılı Şampiyonu: CHUCK NORRIS Masis ÜŞENMEZ Sayfa 12Gölge Yazan: A. Hamdi YÜKSEL Çizen: Cemal KELEŞOĞLU Sayfa 15Gerçek Orada Bir Yerde Aylin KONAY Sayfa 20Uwe Boll Fikret KARAKURT Sayfa 22Şampiyon Utku TÖNEL Sayfa 24Mike Mignola ile Söyleşi Spencer CARNEY Çeviri : Oğuz ÖZTEKER Sayfa 27Büyücü Volkan KURUT Sayfa 34Diary Of The Dead Barış SAYDAM Sayfa 41Sadece Çizgi sadece Kaan Sayfa 432007-2008 Sezonu Değerlendirmesi (1) Hasan Nadir DERİN Sayfa 45“Digital Age Bir Çizgi Roman Dergisi Değil” Gölge ÖZEL Röportajı Sayfa 49Ben Çeteden Değilim Aşkın BAYSAL Sayfa 52Star Wars: George Lucas’ı Zengin Etmek Cansu KORKMAZ Sayfa 56Zahiri Emrah ÇILDIR Sayfa 59Çizgili Çocukluğum Murat Tolga ŞEN Sayfa 68Cesaret Dağı Filiz GÜR Sayfa 70Okura Özel Sayfa Sayfa 75Batman: Bir Ortaçağ, Bir Şövalyelik Serüveni Ümit KİREÇÇİ Sayfa 76Yalnız Yürüyen Adam Korkut ÖZTEKİN Sayfa 82Yıldızlardaki Kurukafalar Robert E. HOWARD Çeviri : Oğuz ÖZTEKER Sayfa 85

Page 4: Gölge e-Dergi 10. Sayı

FANTASTİK KURGU YAZMAK Yazmak, hemen her fantastik kurgu okurunun kafasının bir köşesinde yer alan, ulaşıl-ması gereken bir hedef, uyanmayı bekleyen bir dev, ya da bir an önce uyanılması gereken bir kâbustur. Bu seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceği kişinin okuma alışkanlığı ve bece-risiyle ilgili olmasın karşın, istisnasız her fantastik kurgu okurunun denediği bir yansımadır yazmak. Kafasındakileri kâğıda dökme isteği, hayal gücüne ayna tutma arzusu, elfler, orklar, cinler, devler ve ejderhalarla dolu o kitapları okudukça büyür, okudukça genişler ve sonun-da kafanın içine sığmaz olur. Bu ruh hali garip ve genellikle ergenlikle ilgili olmakla birlikte özünde hayal gücünü ve yaratıcılığı barındırır. Bu da iyi yazar olmaya giden yolda fena bir başlangıç sayılmaz. Ancak bu dönemde fantastik kurgu okurunun ilk yazma girişimlerini tanımlamaya kal-karsak, seçebileceğimiz en uygun sözcük naif olacaktır. Ancak Orson Scott Card daha acıma-sız olacak ki şöyle diyor:

[Fantastik kurgu] yazma arzusu genellikle büyük eserlerin ince bir örtü altına gizlenmiş yeniden yazımları şeklinde ortaya konur: örneğin; Tolkien’in yolundan

gidenler pek sıklıkla Tolkien’i yeniden yazarlar.

Acı olduğu kadar doğru bir söz. Ne yazık ki yazmaya heveslenen çoğu fantastik okuru, - bunun Tolkien’in büyük ve usta bir yazar ve hayalperest olmasıyla da ilgisi var kuşkusuz - Tolkien’in haritasını çizdiği yoldan fazla uzaklaşmadan ve genellikle Tolkien’in bastığı yerlere basmaya özen göstererek yazmaya koyulur. Haritalar çizilir, ırklar belirlenir, diller uydurulur ve sonuçta ortaya çıkan manzara genellikle Orta-Dünya’nın ters yüz edilmişi ya da silip, ye-niden yazılmış halidir. Çünkü fantastik kurgu için Tolkien’in formülü o kadar sağlamdır ki

GÖLGE | Temmuz ‘08

4

Page 5: Gölge e-Dergi 10. Sayı

hata payı bırakmaz. Sağlaması ise elflerle yapılır, süvari birliğiyle de pekiştirilir. Ortaya çıkan metin fantastik kurgu okuyucusuna okumaktan zevk aldığı, tanıdık bir evreni farklı bir elbi-seyle sunar. Bunun bir kötü yanı vardır ki, yaratıcılığın ve yeniliğin önünü keser. Oysaki söz konusu fantastik kurgu olduğunda, yaratıcılık işin en büyük kısmını oluşturur. Bu durum aklıma şu soruyu getiriyor: fantastik kurgunun dilimizde çoklukla yeraltın-dan, internet üzerinden devam ettiğini de düşünürsek, neden herkes Tolkien temalı “fanfic” (hayran/okur edebiyatı) yazmaktansa, Tolkien’in aynısını bir kere daha yazıyor? Açık açık Tolkien’i ya da bir başka yazarı sevdiğimizi söylesek ve onun evreninde öyküler kurgulasak ne olur? Amatör yazar için bundan daha iyi bir alıştırma yöntemi ve fantastik kurgu için bun-dan daha büyük bir tanıtım göremiyorum. Okur edebiyatı ve okur-yazar ilişkisi söz konusu bilim kurgu olduğundaysa apayrı bir yerdedir. Bülent Somay bu durumu şöyle özetliyor:

İnsan önce bilim kurgu “fan”ı oluyor, sonra bilim kurgu yazmayı düşünmeye başlıyor. Ama geçmiş olsun: Asimov, Heinlein, LeGuin, Dick, Silverberg, Lem, Bester, Ellison,

Vonnegut Jr, Bradbury, bunların hepsi okunmuş, standartlar oluşmuştur. Kolay mı şimdi yazmak? Bilim kurgu meraklısı değilseniz, zaten bilim kurgu yazmayı düş-

lemezsiniz. Bilim kurgu meraklısı iseniz, en basit öykü taslağınızı bile “ustaların” başyapıtlarıyla kıyaslar, doğmadan öldürürsünüz, çöpe atarsınız.

Fantastik kurgu yazarı, bu anlamda bilim kurgu yazarından daha geridedir. Yapılan reklâmların etkisiyle zamanının çoğunu Ejderha Mızrağı gibi ucuz romanlarla harcar ve asıl fantastiği ıskalar. Standardını belirleyebileceği tek yazar Tolkien ya da diğer tek bir isim oldu-ğundan, yazısı okur edebiyatından öte gidemez. Fantastik kurgu yazarının – ki burada okumaktan yazma evresine geçen amatör yazar kast ediliyor – atladığı bir diğer nokta ise, türün içinde bulunduğu kültürden beslendiği dere-ce özgün ve etkileyici olacağıdır. Kendisine kaynaklık edecek destanlar, efsaneler bulmadan, tarihten bihaber bir biçimde yazılacak fantastik kurgu karbon kopya kıvamında kalacaktır.

*** Aşağıda Amerikalı bilim kurgu yazarı Robert Heinlein’ın genç yazarlara verdiği tavsiye-lerden oluşan bir liste göreceksiniz. Bu kurallar, sadece fantastik kurgu/bilim kurguyla ilgili olmayıp hemen her türe uygulanabilir. Basit ve kesin olmaları, istenilen sonuca ulaşmanızı sağlayan en büyük etken.

* Yazın.* Yazdığınızı tamamlayın.* Düzenleme aşamasına gelene dek, yeniden yazmaktan kaçının.* Yazdığınızı pazara çıkarın. (yayınevleri, dergiler vb.)* Satılana (-ya da yayınlanana) dek denemeye devam edin.

Son olarak benim de size bir önerim olacak; yukarıdaki listeye bir bakın ve bunlardan kaçını gerçekten yaptığınızı düşünün. İkinci aşamayı geçenlerin bile çok az olduğunu fark edeceksiniz.

Gizem ÖLGEN

Page 6: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 7: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 8: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 9: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 10: Gölge e-Dergi 10. Sayı

HACER ile HALUK “Ben seninle evlenemem Hacer…” “Nedenmiş o Haluk?” “Çünkü… Sen kedileri seversin, ben de köpek-leri…” “Aman Haluuuk, üzüldüğün şeye bak! Ne ol-muş yani ben kedileri seviyorsam… Kediler de, tıpkı köpekler gibi, bizim dünyamıza ait iki evcil hayvan de-ğil mi? Onların da sevilmeye hakkı yok mu? Hem ne güzel işte… Evlenince, bahçemizde köpek, sobamızın yanındaysa bir kedimiz olur…” “İyi ama Hacer, ben uzun boyluyum, sen kısa boylusun… Düğünümüzde nasıl dans ederiz?” “Hiç sorun değil Haluk’çuğum… Ben, o gece uzun topuklu ayakkabı giyerim, sen de benimle dans ederken, hafifçe eğilirsin. Üstelik senin uzun, benim de kısa boylu olmam daha güzel değil mi? Çocukları-mızın her biri orta boylu olur!” “Zaten bu da sorun… Ben oğlan çocuklarını se-verim, sense kızımız olsun istersin…” “Niye sorunmuş canımın içi… Ben sana bir oğ-lan, bir kız evlat veririm… Üstelik her ikisi de bizim ço-cuğumuz olacaklar. Elbet bizlere benzeyecekler… Ve onlar sayesinde birbirini seven iki insan olmaktan çıkıp, gerçek bir aile konumuna yüksele-ceğiz. Her şey daha güzel olacak…” “Peki ama Hacer, biz farklı renkleri seviyoruz. Ben her zaman maviyi tercih etmişimdir. Sense daima kırmızı beğenmişsindir…” “Bunun da kolayı var Haluk… Yatak takımımızı mavi, perdelerimizi kırmızı seçeriz… Veya evlenince oturacağımız evin odalarını farklı renklere boyatırız… Hem zaten, bu bir zevk meselesi değil mi? Kırmızıyı ve maviyi sevenler olduğu gibi, turuncuyu, pembeyi, moru, be-yazı ve siyahı da beğenenler yok mu bu dünyada? Böyle basit şeylerin ilişkimizi bozmasına izin verme sevgilim…” “Ama Hacer sen beni anlamıyorsun… Baksana ben kara kaşlı, kara gözlü, esmer bir gencim, sense yeşil gözlü, sarı saçlı birisin… Aramızda renk uyumu yok!” “Çünkü senin ailen güneyli… Hatta sen söylemiştin, yarı Arap sayılırmışsınız. Dedenin ailesi oradan göç etmiş… Bizimkilerse Balkanlardan gelmişler bu ülkeye… Ama önemli olan her ikimizin de burada yaşıyor ve burayı seviyor olması. Ayrıca, sen nasıl benim sarı saçla-rımı beğeniyorsan, senin esmer tenin ve kahverengi gözlerin de benim çok hoşuma gidiyor. Üstelik biz evlenince doğacak olan kızımızın da benim kadar güzel, oğlumuzun da senin gibi yakışıklı olacağını düşünsene… Ne kadar heyecan verici öyle değil mi?” “Tamam da Hacer, biraz hızlı gitmiyor musun? Daha henüz evlenmedik ama sen çocuk-larımız doğurdun bile… Üstelik biz evlenemeyiz… Çünkü benim babam fabrikatör! Hem de çok zengin…” “Ne güzel işte… Biz evlenirken nereden para bulacağız, kimden borç alacağız diye dü-şünmeyiz. Bankadan kredi alabilmek için bir sürü evrak imzalamak zorunda kalmayız… Hem senin baban fabrikatörse, benim babam da onun fabrikasında çalışan bir ustabaşı… Yani me-sai arkadaşı sayılırlar. Böylece biz evlendikten sonra bir araya geldiklerinde, kolayca işlerden ve fabrikadaki üretimi nasıl daha verimli hale getirebileceklerinden konuşabilirler…” “İyi de güzelim, bizim tahsillerimiz de farklı… Şu son sınavı da geçince ben uzman doktor, sen de bir yıl sonra stajını bitirince avukat olacaksın. Yani benim hayatım hastaneler-de, seninki ise duruşma salonlarında geçecek…” “Ama elbet mesaimiz bitecek ve birbirimize kavuşmak üzere akşam evimize döneceğiz.

GÖLGE | Temmuz ‘08

10

Page 11: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Çalışma hayatımızdan arta kalan süreyi birlikte geçireceğiz… Ne yani bu sana yetmez mi? Ayrıca hayatımız boyunca avukata akıl danışmak veya sıradan ve basit ağrılar için doktora tedavi olmak zorunda kalmayacağız. Çünkü ömrümüz yettiği sürece evimizde bir avukat, bir de doktor bulunacak! Bundan iyisi olur mu canımın içi?” “Güzel söylüyorsun da, bizim mezheplerimiz de farklı Hacer…” “Olsun ne fark eder? Sonuçta her ikimiz de Allah’a inanmıyor muyuz? Farklı şekillerde ibadet etmemiz neyi değiştirir?” “Doğru değişen bir şey olmaz ama…” “Evet Haluk’çuğum ama?” “Ama yaptığın tüm çözüm önerilerine rağmen ben seninle evlenemem Hacer… Çünkü ben evlenmekten korkuyorum!” “Ben korkmuyor muyum sanki… Hiç şüphen olmasın, ben de korkuyorum Haluk! Nasıl korkmam, daha önce hiç evlenmedim ki… Bu konuda neler yapılması gerektiğini bile tam ola-rak bilmiyorum… Fakat hiç merak etme, ailelerimiz, bizi seven dostlarımız, evlenmek üzere olduğumuzu öğrenen esnaf bize destek olacak, kol kanat gerecek, bilmediklerimizi öğrete-ceklerdir. Yeter ki bazı farklı yönlerimiz var diye biz birbirimizden korkmayalım. Eşimizi de kendimiz gibi düşünmeye ve davranmaya zorlamayalım. Sen beni sev, ben de seni seveyim. Ben sana saygı duyayım, sen de bana… Sen benim hayatımı kolaylaştır, ben de sana yaşa-mında destek olayım. Ayrılıkları, farklarımızı unut, ikimizi bir araya getiren güzel şeyleri dü-şün. Beni mutlu etmeye çalış, benim de seni mutlu etmeme izin ver.” “Ben daha ne söyleyeyim Hacer… Benimle evlenir misin?”

Oğuz ÖZTEKER [email protected]

Vinyetler Turgut DEMİR www.kledergi.com kle.deviantart.com

Page 12: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Dünya Göğüs Kılı Şampiyonu: CHUCK NORRIS Seksenler kendine has yıllardır. Modasıyla, müziğiyle, filmleriyle, gençleri ile her açıdan farklı yıllardır. O zaman başarı kazanmış herhangi bir şeyi şu an anlamaya çalışmak imkânsızdır. Seksenlerin özelliğinden midir, soğuk savaşın etkisinden midir bilinmez aksiyon filmleri açısından da sayısız başarı ve başarısızlık öyküsü vardır. Za-manın aksiyon yıldızlarına bakacak olursak Arnold, Slyvester hem fizikleri ile hem de oyunculukları ile tepe yapmışsa da Van Damme gibi Chuck Norris gibi uzak doğu sporlarındaki başarıları ile Hollywood’a gelmiş aktörler de vardır. Van Damme’ı bu listeye sonradan katılan biri olarak şimdilik eleyelim ve

Dünya karate şampiyonu Chuck Norris’i biraz yakından tanıyalım. Çocukluğumuzun yıldızlarından olan Chuck Norris döner tekme kavramını sinemaya sokmuş, kendisinden etkilenen birçok genç dimağın “döner tekme geliyor hoca bak şimdi” derken gözlerini hastanenin acilinde açmasına neden olmuştur. Söylence odur ki Chuck’ın seri döner tekmeleri o kadar hızlıdır ki uzay zamanda bükülme yapmaktadır (yersen). Bir tarafı İrlanda kökenli diğer tarafı Cherooke yerlisi olan Chuck Norris bu karışıma rağmen nasıl böyle çirkin kalabildiği halen bilinmemektedir. Aslında kariyerine başlarken bir Brad Pitt güzelliğinde olan Chuck’ın yıllarca Bruce Lee’den yediği darbeler sonucu şeklinin değiştiği söylenmektedir (tamam ben uydurdum ama neden olmasın?). Kendisi Bruce Lee’nin en başarılı öğrencilerindendir. Altı defa Dünya Orta Sıklet Karate Şampiyonluğunu hiç yenilgisiz kazanmış bir ustadır. Buraya kadar tamam, ama tabii ki bu durum onun iyi bir aktör olması için yeterli olamayacaktır. Chuck Norris’in oyunculuğu ne kadar hor görülse de Dövüş Sporları konusunda ne kadar uzman olduğunu belirtmek gerek-sizdir. 1997’de ulaştığı 8. den siyah kuşak büyük usta onuru 4500 yıldır ilk defa kendisi ile bir batılıya verilmiştir. Chuck’ın ilk yıllarındaki başarıları Bruce Lee’nin ününe ün katmıştır. O da bu duruma daha fazla dayanamaz ve Chuck’ı Way of Dragon filminde düşmanı olarak oynatır. Zamanın renklendirme sistemi Chuck’ın sapsarı göğüs kıllarını gözümüze gözümüze soktuğu o son sahnelerde etkisiz kalmışsa da, ufacık bünyelerimizde “acaba maymunlar cehennemi’ni mi seyrediyoruz?” sorusunu akla getirmiştir. Bruce Lee’nin film boyunca sanki “ulan ben yetiştirdim, götün kalktı deyyus” derce-sine ağzını burnunu kırdığı bu zebani yıkılmaz, sürekli ayağa kalkar ve yine Bruce hocasın-dan dayak yer. Böylece dövüş filmlerinin unutulmaz momentlerden (böyle insanlar var işte,

arada cümlelerine İngilizce kelime serpiştiriyorlar, ben de özeniyorum ama olmuyor sevgili okur, moment ne lan moment ne?!!) biri yaşanır ve altın kıllarla (aklıma geldikçe midem bir hoş oluyor) sinema tarihindeki yerini alır. Ne yazık ki dövüş sporla-rı tutkunu seyircinin çilesi burada bitmeyecek, karate ringlerinden edindiği şöhreti Chuck, Amerikan Yeşilçam’ında rol bulmak için kul-lanacaktır. Şöhreti sayesinde Steve McQueen’in de içinde bulunduğu

GÖLGE | Temmuz ‘08

12

Page 13: Gölge e-Dergi 10. Sayı

birçok aktörün karate öğretmeni olur ve Allah da yürü ya kulum der. Norris’in ilk baş rolü 1977 yılında Bre-aker! Breaker!’ la gelir, daha sonra The Oc-tagon (1980), An Eye for an Eye (1981) ve Lone Wolf McQuade (otekisinema sitemizden Murat’ın bu filmle ilgili yazısını okuyun, indi-rin, ofsette bastırın) ile bir box office şampi-yonu olur. Sarı sakallı, inek bakışlı bu Ameri-kalı, belki de sırf Amerikalı olduğu için Yeni Dünya’da çokça sevilir. Seksenler Canon Films’le yaptığı sa-vaş filmleri ile geçer. Abisini Vietnam’da kay-betmiş olan Chuck Missing in Action filmini abisine adar. Artık tanınan bir aksiyon yıldı-zı olan Chuck, eskisi gibi kendini ter içinde bırakmadan bazuka, roket atar olmadı, shot-gun, Kırıkkale gibi silahlarla düşmanların, özellikle de pis “goministlerin” hakkından gelecektir. Artık Bruce Lee’den dayak yediği yıllar geride kalmıştır. Seksenlerin sonlarında Canon Films topu dikince Chuck Norris’in de yıldızı sön-meye başlar. Önce Delta Force serisinden şutlanır, sonra da vurdulu kırdılı filmlerin gi-şede iş yapmamasından kapılar yüzüne ka-

panır. Karate ringlerinde yenilmemiş Chuck, pes etmeyecek ve bu mali krizi atlatma yolu da televizyon olacaktır. 1993 yılında başladığı, ülkemizde de yayımlanan Walker, Texas Ranger dizisi büyük başarı sağlar ve Chuck’a kaybettiği şöhreti tekrar getirir, ama hiçbir zaman be-yaz perdeye büyük bir rolle geri dönemeyecektir. Bir Cumhuriyetçi olan Chuck Norris dışının çirkinliği gibi içi de bir garip oğlandır. O

kadar karate eğitimine rağmen kişisel silahlanmayı destekler, homoseksüelliğe, evrim teorisine karşıdır. Sanırım, Türkiye’ye uğrarsa AKP mitinglerine gidip türbanın serbest bırakılmasına da destek verecektir. Bence ilginç bir durum da Chuck Norris ile Cüneyt Arkın’ın hem kişilik hem kariyer olarak ben-zerlikleridir. Tabii ki Cüneyt Arkın’ın karizmasına ve yakışıklılığına ve hatta rol kabiliyetine yanaşamaya-caksa da, onun karate bilgisi Cüneyt ağabeyimiz-den üstündür. Ancak Amerikan gençliğinin Chuck Norris’e bakışı ile Türklerin Cüneyt Arkın’a bakışı ay-nıdır. Hem ilginç bir saygıyla, hem de dalga geçme-ye hazır bir şekilde yaklaşmaktayız ikisine de. Yalnız ikisi arasındaki bu ilginç benzerlik uzun yıllar sonra medeniyetler çöktüğünde, bence yeni uygarlıklar bizi araştırırken ışık tutacak, Mısır ve İnka piramitlerinin benzerliği gibi bir etki yapacaktır torunlarda. Yıllar yılı üstlendiği ülkesini kurtaran kahra-man rolü, internet gençliğinin cinliği sonucu Chuck Norris’in başını da ağrıtacaktır. Bir süper kahraman mertebesine getirilen Chuck böylece www.chuck-

Page 14: Gölge e-Dergi 10. Sayı

norrisfacts.com sitesi ile tekrar ortaya çıkar. Önce site ile uğraşıp, dava etse de sonunda yola gelip kendisi de bu eğlencenin parçası olacaktır. Böyle-ce internet mahir gibi bir üne kavuşur. Ünlü ABD’li şovmen Canon O’Brien da uzun yıllar şovunda Texas Ranger’dan sahneler göste-rip dalga geçmiştir. Bu bölüm o kadar ünlenmiş ki, bir süre sonra şovun önüne geçmiş ve sonun-da bir mizansenle Chuck’ın stüdyoya girip, döner tekmesini O’Brien’a indirmesiyle son verilmiştir.

Siteden Bazı Chuck Norris Gerçekleri:* Evrim teorisi diye bir şey yoktur. Sadece Chuck Norris’in yaşamasına izin verdiği bir yaratıklar listesi vardır.* Irak’ta kitle imha silahı bulunmamaktadır. Çünkü Chuck Norris Oklahoma’da yaşamaktadır.* Genel kanının aksine, ABD demokrasiyle yönetilmemektedir. Ülkenin rejimi Chucktatör-lüktür.* Apple, Chuck Norris’in dinlediği her şarkı başına 0,99 cent ödemektedir.* Chuck Norris kitap okumaz. İstediği bilgiyi alana kadar onlara bakar. * Chuck Norris’in gözyaşları kanseri iyileştirebilir. Ancak ne yazık ki kendisi bugüne kadar hiç ağlamadı.* Lezbiyen diye bir şey yoktur, sadece Chuck Norris’le henüz karşılaşmamış kadın vardır.

Masis ÜŞENMEZ [email protected] www.otekisinema.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

14

Page 15: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 16: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 17: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 18: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 19: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 20: Gölge e-Dergi 10. Sayı

GERÇEK ORADA BİR YERDE Birileri bizi izliyor…

Bir zamanların modası hâlâ devam ediyor mu bilemiyorum ama bu “parano-yak” tutkumuz hâlâ devam ediyor.

Her zamanki gibi bir pazar sabahın-da, laptop başında forum forum gezerken rastladığım bir başlık aslında bu: Birileri (uzaylılar) bizi izliyor.

O siyah beyaz resimden yansıyan ise küçücük, sevimli bir uzaylı. Bir pencere ca-mından içeri bakıyor. İçim ısınıyor bir anda. Nedenini biliyorum. Çünkü ben de dünya dışı yaşama takılı kalmış, hayal etmeyi seven ama bu hayallerin gerçek olacağına inancını yitirmeyen o ruhlardan biriyim.

Ekrana uzun süre bakakalıyorum. Yaklaşık 10 dakikalık videonun yakında basına gös-terileceği de yazıyor, heyecanımsa artıyor. Sonra düşünüyorum, bu pazar sabahında. Başlığa takılıyorum, dikkatin nereye çekildiğine: İzleniliyor olmak. Önemli olanın bu olduğuna şaşıra-rak dikkatimi veriyorum. Dünya dışı yaşamın varlığı bizim izleniliyor olmamız mıdır, diye so-ruyorum kendime. Küçüklüğünden beri gökyüzünü kendine arkadaş bellemiş, yıldızlara isim takmış, orada bir yerde birilerinin de aynı anda kendisini düşünebildiğini hayal etmiş tüm hayalperestler sizce bunu mu önemsiyorlar? Hayır. Buna inanmak istemiyorum, istemediği-mi belki de yeni fark ediyorum. İzleniliyor olmanın önemini, o yaşamların varlığından fazla göremiyorum. Bu magazin tavırlarından yorulan herkes gibi, ben de artık bir şeylerin açıklığa kavuşmasını ve kanıtları istiyorum.

Çok mu şey istiyorum?

Aslında The X Files adlı 9 sezonluk maceradan haberdar olanlar için söylediklerim pek de yabancı gelmeyecektir. Mulder adlı kahramanımız oradan ora-ya uzaylıların sadece varlıklarından haberdar olabil-mek için koşturur durur. Ortağı Scully ise Mulder’ın peşinde gerçeğin farkına neredeyse zorla inanmış bulur kendini. İşin içinden hükümet komploları fış-kırsa da “paranoya” yıllarca devam eder ve sizi de vurur. Dünya dışı yaşamın önemi o ana kadar ilgilen-dirmediyse sizi, bundan sonra en azından bir google araştırması yaptırır. Eğer zaten ilgiliyseniz, internetin nimetlerini sömürürcesine kendinizi bu işe adarsı-nız.

Ama bir de bu hayali sürdürmeyi yıllar önce bı-rakmış olanlarınız vardır, onlar için etki farklı olacak-tır. Bir süre sonra hayatınıza ne kadar da tıkılı kaldı-ğınızı fark edersiniz. İşiniz, okulunuz, aşkınız aslında o kadar yer kaplamaktadır ki şu kısacık yaşamınızda,

GÖLGE | Temmuz ‘08

20

Page 21: Gölge e-Dergi 10. Sayı

gökyüzüne bakmayı ve hayaller kurmayı unuttuğunuzu fark edersiniz, acı bir şekilde. Önemli olanın hangisi olduğuna şaşırabilirsiniz. Sırayı şaşırabilirsiniz, evet. Birkaç gün devam eder-siniz belki, kendinize kızarak ah çekerek, çocukluk düşlerinizi nasıl da boşladığınıza yanarsı-nız.

O birkaç gün, kahve, ağızda kurşun kalem, günlük sohbet araçları kapalı, gece lambası açık, araştırma ruhu tavan yapmış halde, gözler kanlanmış ve bilgi yumağı olmaktan gururlu bir ifadeyle sabahlara varırsınız... Sonra yavaş yavaş bilgiye doyduğunuzdan, geri çekilişiniz başlar. Kabul etmek istemezsiniz ama bıkmaya başlamışsınızdır. O doyum, sizi günlük ya-şamdan çekmiş ve rahatlatmıştır, lakin sürdürme hevesiniz gitmektedir. Bir şey yapamayaca-ğınızı bilirsiniz, çünkü on sekizinizde de yenik düşmüştünüz aynı duruma.

Sınav girmişti araya, sınava lanet etmiştiniz. Aslında sorsalar astronot olmak isterdiniz ama hiç o kadar çalışmamıştınız ki!

Bazen, tüm bu bilme aşkının ve hevesin bir kaçış yolu olduğunu düşünebilirsiniz. Sı-radan yaşamımıza belki de böyle renk katmayı seviyoruzdur. Sabahlara kadar açık kalan ve dünya dışından bir sinyal arayanlarımız, aslında olmayan amaçlarını böylelikle var ediyorlar belki de. Bazılarımız kaçıştan, bazılarımız amaç arayışından… Ama sonuçta arayan, arayışı sürdüren herkes, o hazzı yaşıyordur işte. Aramayı durdurduğunuz anlarda bile, bilirsiniz bi-rilerinin orada bir yerde var olduğunu. Otobüs camından dışarıya bakarken ve o harika vokal sizi o camın dışına çıkarmışken, hissedersiniz… The truth is out there!*

*Gerçek, orada bir yerde

Aylin KONAY [email protected]

Yazarın notu: Bu gazetelerde yer almış ve gerçekliğine inandığım bir fotoğraftır.

Page 22: Gölge e-Dergi 10. Sayı

UWE BOLL Bu yazının maksadı bir tavsiye niteliği taşımak değil, başlangıçta bunu belirtmek en mantıklısı. Bilakis aşağıdaki yakınmaların esas sebebi, ola ki haberdar ol-mayan insanlara bir felaket tellalı edasıyla, bu döne-min en yeteneksiz yönetmenlerinden birinin yavaş ya-vaş bir kült statüsüne ulaşmaya başladığını bildirmek. Varın “lathspell” koyun ismimi. Elçiye zeval olmaz.

Bahsi geçecek olan film Postal, mimarı ise Uwe Boll. Mimar dediğime bakılmasın, aslında kendisi aka-demik kariyeri olan bir Alman kişi. Mekanik düşünceyi yerleştirerek bu konuda muzaffer olmak elbet mümkün ama ne olursa olsun insan, zorlu bir akademik kariye-rin bu zat-ı muhteremde az da olsa bir entelektüel bi-rikim emaresi bırakmasını bekliyor ister istemez. Film yorumları esnasında sarf ettiği vecizelerinden birini buraya aynen yazmak bir fikir edinilmesi için olasıdır; “Bush kendisi Irak’a asla gidemezdi çünkü korkudan altına ederdi.” Birileri Uwe’ye, Bush’a çatmanın siyasi bilinç sahibi bir profil kazanmak için ilk adım olduğunu söylemiş olacak ki dinlediğim tüm yorumlar boyunca

bu manasız filmden, zengin bir alt metin çıkartma, kendisine kompleksten uzak siyasi bir kimlik kazandırma çabası içinde.

Postal, bilgisayar oyunları geçmişi on yılın üzerinde olan insanların hatırlayacağı üze-re, akli dengesini yitirmiş bir adamın, her şeyden habersiz kasaba sakinleri üzerine pervasız-ca vahşet saçması konseptine dayalı, deşarj olmak için birebir, eğlenceli, kendi halinde bir oyundu. Postal 2’de aynı fikri bu sefer daha derinlemesine ele alıp, bazı dokunulamaz olgu-lara dil uzattığı için bir nebze tepki gördü ama olay büyümedi. Zaten büyümesine de zerre gerek yoktu çünkü bilgisayar oyunları veya sanal dünya o zamanlar, günümüz medyasının şimdi düşündüğü gibi, haçlı seferleriyle savuşturulması gereken tehlikeler değildi. Güzel za-manlardı o yıllar… Bilgisayar oyunları vahşete sevk eder mi diye sorulursa, “Hayır,” derim. “Neden?” diye sorulursa, “Üsteleme,” derim. Ama konu bu film olduğu zaman büyük harflerle EVET. Şiddetin hedefini söylemeye lüzum yok takdir edersiniz ki. Filmin konusuna değinmek istiyorum, çok içten bir şekilde. Gel gör ki yapamıyorum çünkü ortada, hakkında konuşulacak bir konu yok. Basitçe 11 Eylül saldırılarını düzenleyen El Kaide’nin, doğa tutkunu veganların (Bu ne de-mek?) ve ipsiz sapsız baş karakterimizin etrafında vuku bulan birbirinden manasız onlarca olayı bir kolaj halinde sunmaktan öteye gitmiyor Postal. Böyle konulara el atan bir filmin eleştiri seviyesi ve derinliği “Abuzer Kadayıf”tan aşağı seviyede kaldı-ğı zaman insan ister istemez endişeleni-yor.

Aslında telaşa lüzum yok, zira Postal’ın tek isteği trash film statüsüne hak kazanmak ve bunun için de baştan aşağı kuşanmış. Esas mesele, Uwe Boll’un

GÖLGE | Temmuz ‘08

22

Page 23: Gölge e-Dergi 10. Sayı

filmine biçtiği değerle filmi izlemeye başladıktan sonra başlıyor. Bu anlamsız sahneleri yö-netmenin yorumuyla dinlemeye başlayıp aslında bu filmin “alt metnindeki” gizli mesajları dikkate alınca, Hollywood’un son on yılda çıkarttığı tüm filmlerden daha fazla şey söylediğini ve değerli bir film olduğunu söylüyor Uwe bey.

“Tamam Uwe Boll,” diyerek, filmi bir de daha ciddi bir gözle izlemeye çalışıyoruz. 11 Eylül saldırılarındaki uçaklardan birinin kokpitinde iki orta doğulu terörist şehit olduktan son-ra kaç tane huriyle beraber olacaklarını tartışıyorlar, bir zenci polis arabasını yavaş kullanan uzak doğulu yaşlı bir bayanı yolun ortasında pompalı tüfekle vuruyor. Bakın tekrar belirtiyo-rum, bu sahnelerin yaratıcısı insan, az önce dinlediğim yönetmen yorumlarında Ang Lee için “İki tane gay kovboydan bir film senaryosu çıkartabilecek kadar saçma sapan bir yönetmen,” benzetmesini kullandı.

Bu filmin patavatsızlığı sadece burada kalsa iyi. Din veya fanatizmin doğurduğu so-nuçlar konusunda saatlerce konuşulabilir. Mantıklı, desteksiz, anlamlı veya çocukça onlarca yorum yapılabilir. Uwe Boll ve mevzu bahis filmi Postal ise bu raddede tüm bunlara set çekip Jackass ve Borat muadili, tuvalet mizahıyla beslenen (tuvalet ve beslenme kelimelerini aynı cümlede kullanmamalı!) ve umursamaz tavrıyla kendini tüm bu tartışmaların üstünde gören bir yapıda karşımıza çıkıyor. İşin ilginç yanıysa, şimdiye kadar başında bulunduğu hiçbir projeyi eline yüzüne bulaştırmadan rahat etmeyen bu insanın, en manasız filmiyle (ki “Uwe Boll’un en manasız filmi” olmak öyle az buz bir şey değil) kendisine azımsanamayacak bir hayran kitlesi edinmiş olması.

Tekrar belirtmek gerekirse Postal, ciddiye alınmadığı zaman başında manasız da olsa eğlenceli vakit geçirtebilecek kendi halinde bir film olarak kalabilir. Terbiyesizlik olarak göre-bileceğiniz birçok sahneyi biraz daha ciddiyetsiz bir halde gülerek izleyebilirsiniz. Ama eğer Uwe Boll’un lafını dinleyip, bu filmin bütün tabuları yıkarak taze, yepyeni bir soluk getirdiğini düşünerek izlerseniz filmin sonunda nefessiz kalabilirsiniz. Uwe Boll’un, izlerken eğlenme ihtimali olan bir film yapmış olması bile bence başlı başına büyük bir hadise, ben işin bu ta-busal kısmını es geçmeyi yeğlerim. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere. Fikret KARAKURT mannsporte.onpunto.com

Page 24: Gölge e-Dergi 10. Sayı

ŞAMPİYONGÖLGE | Temmuz ‘08

Bir savaş çocuğuydum. İnsanların hâlâ birbirilerini boğazlayacak kadar çok olduğu yıllarda dünyaya geldim. Etrafımda olup bitenleri anlamak için fazla küçüktüm ve etrafta olup bitenler benim için -ve diğer herkes için- fazla büyüktü. Bir gecede kocaman şehirler yerle bir oluyor, saatler, hatta dakikalar içinde milyonlarca insan ölüyor ve kıtalar bir gecede nükleer bir ölüm sessizliğine bürünüyordu. Babam herhangi bir cephede ölmekle, annem de yeni doğan çocuğuyla hayatta kalmakla meşguldü, bu yüzden o sıralarda neler yaşandığını kimse tam olarak anlayamamıştı. Tüm patırtı sona erdiğinde hâlâ hayatta olduğum için şanslıydım. Toz bulutu dağılıp, yıkımın manzarası netleştiğinde, annemle benim kalacak -ya da gidecek- hiçbir yerimizin ol-madığı ortaya çıktı. Büyük şehirler tam bir hurda yığınıydı ve alabildiğine insan kaynıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu ve doymayı bekleyen sayısız mide vardı. Bir gün annem ‘gidiyoruz’ dediğinde elinden tutup adımlarımı onunkilere uydurmaya çalıştım. Büyük bir olasılıkla or-talıkta dolaşan sayısız ‘hayal ülkesi’ söylentilerinden birini duymuş ve kendi aklınca tartıp, mantıklı bulmuştu. Kuzeye doğru giden bir yolda günlerce aç susuz yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonun-da varacağız, diyordu. Ben de dediklerine kanaat edip bir an önce yolun sona ermesini dili-yordum. Yol üzerinde birçok insanla karşılaştık. Hırlısı, hırsızı, haydudu, hayalperesti; hepsi bir yerlerdeki dertlerinden kaçıp, başka bir yerdeki umutlarına doğru yol alıyorlardı. Daha iyi olan yanı başınızda değil, yolun sonundaydı. Belki de yolun kendisi kalmaktan daha iyiydi. İnsan yolcu olduğunda bazı şeyleri hoş görüp bazılarının sorumluluğunu üzerinde hissetme-yebiliyor. Varacağımız yere ne kadar uzakta olduğunu bilmediğim bir köyün yakınından geçer-ken annemin aklına şansını burada denemek geldi. (Yoldayken, kararlarınız çok çabuk deği-şebiliyor.) Gidip konuşacaktı, sığınma talep edecekti. Denedi. Bizi kabul ettiler. Onlar için de mantıklı olanı buydu. Yük-sek duvarlarla çevreleyip gece gündüz nöbet bekledikleri küçük köylerinin içinde yeteri ka-dar kadın yoktu, olanlar da ya çok yaşlı, ya da çok gençti. Doğurganlık hayati önem taşıyordu. Köyün ihtiyaçları arasında sağlıklı iş gücü -as-keri ve sivil- vardı ve bunu da ancak üreyerek sağlayabilirdi. Dışarıdan gelenler genellikle ya hastalıklı ya da fazla radyasyondan mutasyona uğramış olanlardı. Şansları vardı ki biz imdat-larına yetiştik. Bir kaç yıl içinde annem, ikisi erkek, biri ise kız üç çocuk daha doğurdu. Köyün en önemli sermayesi oldukların-dan, en büyük ilgi köydeki çocuklar üzerindey-di. Her biri, gelecekteki güzel yaşamın teminatı olarak görülüyor ve ona uygun olarak yetiştiri-liyordu. O zamanlar yaşım henüz yetişkin de-necek kadar olmadığından, bir yandan tüm bu ilginin keyfini sürerken bir yandan da köydeki diğer çocuklarla birlikte tarım, mekanik aletle-rin tamiri, savaş, hayvancılık, ilk yardım gibi ileride yapmamın beklendiği işlerin yöntemle-rini öğreniyordum. Ailesinin tüm ilgisi üzerinde olan çocuklar gibi, ben de yaşadıklarımın key-fini çıkarıyordum.

24

Page 25: Gölge e-Dergi 10. Sayı

İnsan yaşadıkça öğreniyor. Ama sorun şu ki, öğ-renmek için hayatta kalmak şart. Seçim’i ilk duyduğumda aklımdan geçenler de tam olarak buydu. Hayatta kalmak. Savaş’tan sonra ahlâk ve masumiyet gibi kavramlar yepyeni anlamlar kazanmış görünüyordu. Bu yeni anlam-ların sağlamasını da çocuklar yapıyordu. Darwin’i söy-lediklerinden utandıracak olan bu tören, her sene bahar ayında yapılan bir tür “yetişkinliğe kabul” ayiniydi. Töre, köyde yetişkinlik çağına ermiş olan erkek çocukların kö-yün duvarları dışına bırakılmasını ve geri gelebilenlerin tekrar topluluğa kabul edilmesini öğütlüyordu. Dışarıda; mutant hayvanlar, açlık, susuzluk ve haydutlar gibi türlü tehlikelerle boğuşmaları bekleniyor, böylelikle erkeklik-lerini ispat etmeleri gerekiyordu. Ya da kısa yoldan, tüm rakiplerini eleyip köyün beklediği şampiyon olabilirlerdi. Savaşın insanlığı nasıl geriletebileceğini orada gözlerimle gördüm. Medeniyet, ilkel kabile yaşantısının radyasyona bulanmış hali içinde yüzüyordu. Tüm bu yamyamlığı daha da eğlenceli hale getir-mek ve denklemi biraz daha karmaşıklaştırmak için her

yetişkin adayına bir fişek, bir tanesine ise sadece çifte vermeyi uygun görmüşlerdi. Bunu da elimde kırmızı bir fişekle kapı dışarı edildiğimde öğrendim. Bir kere boka battın mı, içinde yüzmek zorundasın. İlk öğrendiğim kural bu olmuştu. Yükselen güneşe karşı, bir grup genç adamla kapının önüne bırakıldığımda herkesin, sanki kırk yıldır bu fırsatı kolluyormuşçasına hesapladığı yöne doğru koşmasıyla yapayalnız kal-dım. Aklımdan ilk geçen bir yerlere saklanmak oldu. Önümde uzanan sık ağaçlığa tedirgin adımlarla sokulup, nefesim kesilinceye dek koştum. Gözüme kestirdiğim bir köşe bulduğum-daysa kendimi oraya atarak sessizce beklemeye koyuldum. Bir süre sonra nefes alışlarım düzeldi ve kış uykusuna yatan bir hayvan kadar sessizdim. Ancak beklemek, düşünüldüğünden daha gergin bir durum. Özellikle de eli tüfekli bi-rileri sizi arıyorsa. Elimde belirsiz uzunlukta bir süre vardı ve yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Avuçlarımdaki kırmızı fişeği incelerken aklımdan geçenler; diğerlerinin neler yapıyor olabileceği üzerine varsayımlardı. İlk önce herkesin birlikte hareket edip, ortak bir düşman belirleyerek; tüfeğin ortak kullanımıyla ilk olarak onu öldüreceklerini düşünüyordum. Ancak; hayatta kalma mücadelesinin tek gerçek olduğu durum-larda işbirliği hiçbir zaman tercih edilen bir yöntem de-ğildi. İnsanoğlu bencildi; ya da bencil olmak kolayına geliyordu. İnsanoğlu tembeldi. Bu açıdan bakıldığında; kimsenin canını da tehlikeye atmayacağını düşünürsek; herkes için saklanmak en doğru yol gibi görünüyordu. Acaba diğerleri de benimle aynı şeyi mi düşünüyorlardı? Ne de olsa tüfek ve fişek bir araya gelmeden birini öldür-mek zordu. Ama herkesin saklanıp diğerlerinin birbirini öldürmesini beklediğini var sayarsak; kimse ölmeyecek, dolayısıyla da kimse köye geri dönemeyecekti. Kış uyku-sundan uyanma vaktiydi. Saklandığım yerden çıkıp, temkinli adımlarla ağaç-ların arasında dolaşmaya başladım. Avını arayan bir avcı gibi en ufak bir kıpırtıdan ürkerek ve en küçük sesi dik-kate alarak, ne yöne gittiğimi bilmeden ama hissederek ilerledim. Yerde rastladığım ayak izleri doğru yolda ol-duğumu gösteriyordu. Az sonra, benimle birlikte sabah köyden ayrılan çocuklardan birini yerde cansız yatarken

Page 26: Gölge e-Dergi 10. Sayı

buldum. Boynu kırılmıştı. Ya saklanmaya çalıştığı ağaçtan düşmüştü, ya da... Ona verilen fişeği bulmak için ceplerini yokladım, donunun içine bile baktım. Yoktu. Tam o sırada, fazla uzakta olmayan bir tüfek sesi beni diğerlerinin du-rumu konusunda aydınlattı. Işığa uçan bir pervane gibi, sesin geldiği yöne doğru hızla koştum. Ateş eden çocuk, namludan boş fişeği çıkardı, ye-nisini takmak üzere öldürdüğü çocuğun üzerini yokladı. Ölen çocuğun hâlâ hayattayken avucunda sakladığı fişek, yere düşerken bir çamur deryasının içinde kaybolduğun-dan, kullanılmaz haldeydi. Bu durumda, düşmanımla he-men hemen eşit koşullardaydık. Onda tüfek, bende ise fişek. İkimiz ancak bir adam ediyorduk ve köyün ihtiyacı olan sadece bir adamdı. Aklımdaki sessizlikle, saklandığım yerden fırlayıp yere eğilmiş olan düşmanımın üzerine atladım. Beklenme-dik saldırımı, sanki yıllardır bekliyormuşçasına rahat bir hareketle savuşturdu ve tüfeğinin dipçiğiyle karnıma var gücüyle vurdu. İki büklüm halimle yerden zar zor kalkıp üzerine atıldığımda çiftenin namlusunu elleriyle kavrayıp

GÖLGE | Temmuz ‘08

kalkan gibi kullanmayı denedi. Bunun karşısında tek yapabildiğim bacak arasına sıkı bir diz geçirmek oldu. Yere kapaklanmıştı. Tüfeği elinden almak üzere hamle yaptığımda gücünün yettiğince bana karşı koydu, ayağımla boynuna bastığımdaysa uysal bir köle gibi davrandı ve tüfeği bana bırakıverdi. Elime geçirdiğim çifteye fişeği sürerken soluk alışları arasından hırıltılı sesini duy-dum. “Haydi, yap artık.” Arkamı döndüm, yeni başlayan günün ışığı altında, sakin adımlarla köye doğru yürü-meye koyuldum.

26

Utku TÖNEL kendime.blogspot.com

İllüstrasyonlar Şükrü BAĞCI sembol.deviantart.com

Page 27: Gölge e-Dergi 10. Sayı

HELLBOY, CANAVAR BİR BAŞARI Mike Mignola ile Söyleşi*

Hazırlayan; Spencer CARNEYTürklere Sunan; Oğuz ÖZTEKER

Çalışma hayatın nasıl gidiyor?Doğrusu, şimdikinden daha iyi bir yöne gideceğini düşünemiyorum. Şu anda küçüklüğüm-den beri hayal ettiğim işi yapıyorum ve bunu tam 15 yıldır gerçekleştirmekteyim. Bu günlerde yeni kitaplar çıkartmaya çalışıyoruz. Gücümün yettiğince bu konuda çalışacağım. Gerçek-ten fenomen haline gelmiş kişilerle çalıştım. Şu sıralar Hellboy’u yıllardır hayranı olduğum Duncan Fegredo çiziyor. Guy Davis – ki onun da hayranlarından biriyim – B.P.D.R. adlı kitabı resimliyor. Senaryo konusunda birlikte çalıştığım her iki yazar da, yani Josh Dysart ve John Arcudi, müthiş insanlar.

Hangi çalışmanı, “bugüne dek yaptığım en iyi şey” olarak nitelendirirsin?İnsanların söylediğine göre, Ceset (The Corpse) şimdiye dek yazdığım en iyi Hellboy öykü-süymüş. Bu, tek başıma yazdığım ikinci öyküdür. İlk Hellboy senaryosunu John Byrne ile bir-likte yazmıştık. Dolayısıyla ilkinde, yanımda bir profesyonelin bulunması sebebiyle kendimi çok daha güvende hissetmiştim. Sonra ilk defa tek başıma Aziz August’un Kurtları’nı (Wolves of St. August) kaleme aldım ve epey zorlandım. Ceset, hemen bunun ardındaki öyküydü. Bu macerayı yazarken, her zaman sevdiğim eski İrlanda masallarından ilham almıştım. Yazarlar da birçok şeyden etkilenirler ve hayranlarının da bunları beğeneceğine inanırlar. Kimi zaman şöyle düşündüklerini kolayca fark edebilirsin, “Beğenip, beğenmemeniz umurumda bile de-ğil ama ben bunu eğlenceli buluyorum.” Ve eğer başkaları da senin yaptığın çalışmaları eğ-lenceli buluyorsa, bu çok büyük bir getiridir.

Page 28: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Diğer Hellboy çalışmalarında görev alanlar da senin kadar eğleniyor mu, ne dersin?Ron Perlman’ı Hellboy olarak gördüğümde kalkıp, “Hey, dizlerini hatalı tasarlamışsınız,” demiyorum. Sonuçta bunların diz olduğunu herkes biliyor. Fakat kalkıp da eserimi çizgi film haline getiriyorsanız ve bunu yaparken benim çizimlerimi taklit etmeye ça-lışıyorsanız, sadece hatalı yerleri görüyorum. Buna izin veremem. Çalışmalarıma hayran olan birçok kişinin çizgi filmi de çok sevdiğini biliyorum. Dola-yısıyla, harika bir iş çıkarıyorlar demem bekleniyor fakat maalesef ben de bu işin içindeyim, ne gibi yan-lışlar yapıldığını gayet iyi biliyorum.

Hellboy, çizgi roman, sinema filmi ve çizgi film ola-rak çeşitli biçimlerde hayranlarıyla buluşuyor. Peki, bu sana garip gelmiyor mu? Hayır, bana pek de garip gelmiyor çünkü her etkin-likte farklı biri yetkilidir. Dolayısıyla ben de her işe burnumu sokup, “Hayır efendim, böyle olacak,” de-miyorum. Son kararı veren kişi ben değilim. Ancak hem filmin yönetmeni Guillermo del Toro, hem de çizgi filmin yönetmeni Tad Stone hazırladığım çizgi romanın hayranı olduğu için, çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Her ikisi de birbirinden çok farklı kişilerdir; bu nedenle, asıl onlara yetki vermek bana ilginç geliyor. Del Toro ile ilk karşılaşmamızda ona şöyle dedim; “Hellboy hakkında istediğin her şeyi değiştirebilirsin. Kendi duygularını ve hissettiklerini yok sayıp, Mike Mignola olsaydım ne yapardım diye düşünmek yerine, bunun başarılı bir Guillermo del Toro filmi olması için çaba sarf etmelisin. Bana, Hellboy’un del Toro versiyonunu hazırlamanı tercih ederim.” Hatta yapılacak bazı radikal değişikliklerin, sinemaya daha uygun olabilece-ğini bile söyledim. Ancak del Toro elinden geldiğince çizgi romana sadık kalmak istediğini ifade etti.

Öykülerinin mekânı hakkında neler söylemek istersin?Dünya gene aynı dünya, ancak bu kez bizimle birlikte canavarlar da yaşıyor burada. Her za-man içinde yaşamak istediğim bir dünya olduğunu söyleyemeyeceğim. Fakat bu dünyanın, kesinlikle benim hoşlandığım şeylerden meydana geldiğini ifade edebilirim. Ben böyle şeyler okuyarak büyüdüm, eski filmlerde ve dergilerde hep böyle şeyler gördüm. Hoşlandığım her şey, orada yerini almış vaziyette. Şayet orada değillerse, bunları mekâna uyarlayabilmek için düşünüyorum, bazı fikir üretmeye çalışıyorum demektir.

GÖLGE | Temmuz ‘08

28

Page 29: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Çizgi romanlar genellikle aylık olarak yayımlanır fakat senin tekniğin dört veya beş sayıda bir öykü anlatmak üzerine kurulu. Bunu tamamlayınca, sonraki macera için kısa bir ara veriyorsun. Böyle mini seriler yayımla-maktaki amacın neydi?Hellboy’dan önce, 10 yıl boyunca çok kısa sürede bi-tirmem gereken bir sürü berbat çizgi roman hazırladım. Kariyerimde böyle bir deneyim edindikten sonra, şayet çizgi roman işine devam edeceksem, zaman sınırlaması sorunuyla daha fazla boğuşmak istemediğimi fark ettim. Dört veya beş sayılık ciltler hazırlamanın bana daha uy-gun olacağını gördüm. Hellboy konusunda hep böyle düşündüm. Ayrıca birçoklarının yapmadığı bir şey daha yaptım; Hellboy için 8, 10 ve 12 sayfalık kısa hikâyeler hazırladım. Sanırım, en iyi Hellboy öykülerimden bazı-larını da bunlar oluşturuyor. Bugün, böyle kısa öyküler-den oluşan üç cilt yayımlanmış durumda.

Hellboy maceralarını hep böyle ciltler halinde yayımla-mak, yeni okurlar kazandırıyor mu?Çizgi roman serisine mini serinin ilk cildi olan Yıkım Dölü (Seed of Destruction) ile başlamak – ki ilk film de bu sayının üzerine kurulmuştur – çok mantıklıdır. Fakat kısa öykülerin bir araya getirildiği ciltler de, konuya giriş açısından oldukça faydalıdır çünkü çok çeşitlidirler. As-lında, mini serinin tüm ciltleri, devasa bir öykü anlatmak üzere birbiriyle bağlantılıdır.

Yıllar boyunca Hellboy maceraları yazıp, çizdikten sonra ekibe yeni birini kattın. Çizim yapmaktan vazgeçmek zor oldu mu?Kariyerim boyunca en çok zorlandığım şey, artık daha fazla Hellboy çizemeyeceğimi kabul etmem oldu. Hem yazdığım, hem de çizdiğim ilk çizgi roman Hellboy’du. Son birkaç yıldır sadece yazmaya başladım çünkü Hell-boy çok farklı yönlere giderek, genişledi. Günün sonun-da, özellikle şu günlerde, masanın başına geçip, her şeyi kendi başıma yapmayı özlediğimi fark ediyorum. Bana öyle geliyor ki, en iyi öykülerimi başkaları çizsin diye ya-zıyorum. Senaryo bitince, “Vay be, neden böyle öyküleri beş sene önce, çizimleri de kendim yaparken yazmadım ki? Bunları çizmek acayip eğlenceli olurdu,” diyorum. Fakat bildiğiniz üzere kapakları hâlâ ben hazırlıyorum.

Çizgi roman üzerine çalışmaya başladıktan sonra, öykü anlatımında ne gibi gelişmeler oldu?Farklı yazarlarla çalışmış bir sanatçı olarak, çoğunlukla bana söyleneni yaptım. Fakat kendi başıma yazıp, çiz-meye başlayınca çok daha ilginç şeyler yapabildiğimi gördüm. Birkaç yıl önce, The Amazing Screw-On Head adlı bir çizgi roman hazırladım ve bunun şimdiye dek yaptığım en iyi şey olduğunu düşünüyorum. Fakat asla devamını getirmedim.

Page 30: Gölge e-Dergi 10. Sayı

İlk maceralardan sonra hayran kitlen epey genişledi. Bunlar ta başında beri seni izleyenler mi, yoksa bu basit bir grafik aldatmacası mı?Öyle sanıyorum ki ilk filmin gösteriminden sonra, az da olsa bir şeyler değişti. Ancak bir fuara veya sergiye ka-tıldığımda, 10 sene önce de karşılaştığım hep aynı tip insanlarla konuşuyorum. Eserimin çok zekice bir şey olduğunu söylemek istemiyorum ama belli başlı konu-larda gerçekten öyle. Senaryoda çok fazla mitoloji, yöre-sel masallar ve benzeri şeyler var. Sadece karakterlerin dövüştüğü bir çizgi roman değil yani. İşin başından beri seriyi takip edenler bulunuyor. Yolumuzda ilerlerken, yeni hayranlar da kazanıyoruz; işte bu çok güzel.

Hellboy’u diğerlerinden ayıran en önemli özellikler öykü-ye kattığın mitolojik ve folklorik öğeler. Eserini başından itibaren bu şekilde mi planlamıştın, yoksa kendiliğinden mi bu hale geldi?Hellboy’a ilk başladığımda, bu bahsettiğin şeylerin bir kısmını çizmek istiyordum. Fakat zamanla bunların çizgi romanın omurgası haline geleceğini hiç tahmin etme-miştim. Okuyucularıma, sıradan birini, kült bir dedektif konumunda sunabilirdim ama Hellboy’u yarattım çünkü bahsettiğim insanı çizmekten sıkılacağımın farkınday-dım. Aklımda şöyle biri bulunuyordu; çizmesi son dere-ce keyifli olan, kırmız renkli ve ağırlığı olan bir karakter. Kitaptaki iyi karakterin, tıpkı şeytan gibi kızıl tenli oluşu zaten başlı başına bir komediydi. Hellboy karakteri eseri ele geçirdi ve her zaman için çizmek istediğim folklorik İngiliz ve İrlanda öyküleri çizgi romanın konusunu oluş-turdu. Bir anda Hellboy’un özü de bu eski masallarla bağlantı kurdu. Böylece – evet, haklısın – her şey kendi-liğinden bu hale geldi.

Dönüp geriye baktığında, yarattığın çizgi romanın bu-günkü konuma gelmesinde daha önce yaptıklarının bir katkısı bulunduğunu düşünüyor musun? Keşke şöyle yapsaydım veya yapmasaydım, dediğin oldu mu?Çizgi roman belirli bir yönde ilerliyor ve ben de zaman zaman, hayır, hayır bunu yapmak istemiyoruz, diye dü-şünüyordum. Bir Kutu Dolusu Kötülük (Box Full of Evil) adlı maceranın sonunda şeytani karakter Hellboy’a ay-nen şöyle der; “Kıyametin habercisi olursun veya olmazın.” Hellboy’un Kıyametin habercisi olması ihtimali gerçekten çok hoşuma gidiyordu ancak onunla nasıl baş edeceğimi hiç bil-miyordum. Sıradan biri olmasını istiyordum. Aynı şeyi Hellboy’un verdiği cevapta da bulabi-lirsin zaten. “Umurumda bile değil, bunu duymak bile istemiyorum,” diyen sadece o değildi, aynı zamanda bendim. Kendi kendimle konuşuyordum. Çizgi romanda çokça yaşadığım bir durumdur bu. Ama nihayetinde şunu söyleyebiliyorum; “Evet ama biliyor musun, burada yapabileceğim daha çok şey var.” Yani evet, bir adam kendi çizgi romanını hem yazıp, hem de çizerken, kendi arzusunun dışında bir şeyler yapması gerçekten ilginç. Fakat görüşleriniz her gün değişebiliyor. İyi bir fikir gibi görünen şey, ertesi gün “Vay be ben ne berbat bir şey yaptım?” şekline dönüşebiliyor. Biliyor musun, aslında Hellboy’da mizah unsuru bulunması da çok garip çünkü benim böyle bir niyetim yoktu. İşin başında böyle bir amacım bulun-

GÖLGE | Temmuz ‘08

30

Page 31: Gölge e-Dergi 10. Sayı

muyordu. Ancak Hellboy’a başlarken otuzlu yaşlarımın sonuna gelmiştim ve bu seriyi hazırlarken eğlenmek be-nim için çok önemliydi. Okurlarıma da şunu ifade ede-bilmeliydim; her ne kadar bazı şeyleri çok ciddi yapsam da, aslında çok da ciddiye almıyordum. Şunu söylemeye çalışıyorum, çizgi romanı beş veya on yıl önce hazırla-mış olsaydım, eminim çok daha ciddi bir eser ortaya çı-kardı.

Çok başarılı bir öykü anlatım tarzın var, mizah da bunu önemli bir parçası. Peki ya Trevor Bruttenholm’ün ölümü hakkında ne söylemek istersin? O öldüğünde Hellboy’un ne kadar bir süre devam edeceğini bilmiyordun. Geriye bakınca, bu karakteri böylesine erken öldürdüğün için pişman mısın?Bu karakter hakkında asla çok fazla kafa patlatmadım. Öyküye başlamak için sadece bir araçtı. Onun neler ya-pacağını biliyordum ama sonuçta baba, oğul ilişkisinden çok Hellboy öyküsü anlatıyordum. Del Toro bu konuya eğilip, ilk filmde çok başarılı bir baba, oğul ilişkisi orta-ya koydu. Ve evet, sanırım ben de, bu karakteri benim bakış açımdan hiç görmedik, diye düşündüm. Böylece önümüzdeki birkaç ay içinde Hellboy: Eşlik Eden (The Companion) adlı kitabı piyasaya sürmeye karar verdik. Bu eserde, serinin daha ilk cildinde, hatta beşinci say-fasında ölen bazı karakterlerin öykülerine yer vermeye özen gösterdik. Bu tiplerin geçmişini anlatmaya başla-yınca da daha yazılabilecek bir sürü eğlenceli hikâye varmış, diye düşünmeye başladık.

Hellboy: Eşlik Eden’de geçmişten bahsetmek bazı sırları ortaya çıkaracak mı, yoksa bambaş-ka bir şey yapıp, yeni sürprizler yaratmakta seni zorlayacak mı? Yeni kitap hiçbir sırrı bozmayacak. Asıl zor olan, maceraya katılan karakteri ortadan kaldı-rırken de bir öykü anlatabilmektir. Ancak eğer tüm karakterlerin hikâyelerini anlatırsanız, bu kez Hellboy’a yer kalmaz. Her zaman için Hellboy maceralarına dâhil edilebilecek çok şey vardır. Bu nedenle B.P.R.D. serine başladık zaten. Aksi takdirde, bu tipler hakkında hiçbir şey öğrenemezdi-niz. Hellboy: Eşlik Eden de çizgi romanda kendine yer bulamayan karakterlere odaklanmamız için bize imkân sağladı. Bunu yaparken, kendi kendimi bağlamamaya dikkat ettim. Sadece belli başlı konulara açıklık getir-dim. Ayrıca bu bize başka fırsatlar da sundu. Baksanıza filanca karakterin on yıldır neler yaptığı hakkında hiçbir fikrimiz yok, bu zaman zarfı için bir öykü yazalım, diye düşünmeye başladık.

On beş yıldan uzunca bir süredir Hellboy maceraları an-latıyorsun, yine de öyküyü kendi istediğin yöne çekebi-lecek kadar özgürsün. Hellboy’u, Süpermen gibi günü-müz yazarlarını kısıtlayan kahramanlarla kıyasladığında, neler söyleyebilirsin? Hellboy’un güzelliği Süpermen olmayışıdır. Hellboy, çok büyük bir firmanın sahiplendiği ve satış yapabilmek için

Page 32: Gölge e-Dergi 10. Sayı

sonsuza dek devam ettirilmesi gereken bir ürün değildir. Bir sonu vardır ve öyle sanıyorum ki yolun yarısını çoktan aştık. Gelişmeyen bir karakterin nasıl yaratılacağını bilmiyordum. Her ne kadar zekice olsa da kasten yapmadığım şey şuydu; Hellboy 1944 yılında ortaya çıkmıştı ancak hemen ardından ilk maceranın yer aldığı 1993 senesine geçmiştik. Dolayısıyla arada devasa bir boşluk bulunuyordu. Oysa bu dönemde de o, gene aynı şeyleri yapıyordu, etrafta dolanıp, Frankenstein’la veya benzerleriyle dövüşüyordu. Yani bu süre için milyonlarca farklı öykü yazılabilirdi. Günümüzdeki öykülerde Hellboy’un 50 veya 60 yıldır aramızda bulunduğu-nu görüyoruz. Hayatımız arzu etmediğimiz bir yöne doğru gittiğinde buna ne kadar dayana-biliriz ve bu sorunla nasıl başa çıkabiliriz? Benim için eğlenceli olan da bu konuda yazmak işte… İlk Hellboy öyküleri de eğlenceliydi ama şu anda Richard Corben’le birlikte yazıyorum. 1950’li Yıllarda geçen ve Appalachian Dağları’nda gezip, eski Amerikan cadılarıyla çarpışan Hellboy’un üç sayılık bir öyküsünü hazırlıyoruz. Aynı anda çizer Duncan Fegredo ile beraber bir sonraki Hellboy mini serisi üzerinde çalışıyoruz. Öyle sanıyorum ki bu, Hellboy hayatın-daki en önemli dönüm noktası olacak.

Dark Horse Comics ilk kez Hellboy’u yayımladığında sen de John Byrne, Frank Miller ve Art Adams gibi çok değerli sanatçıların bulunduğu bir gruba dâhil oldun. Dark Horse’da seni çeken neydi?Dark Horse, bir boşluğu nefis biçimde dolduruyor gibiydi. Büyük gibi görünen ama aslında çizgi roman aşığı tek bir kişi tarafından yönetilen (bu adam Mike Richardson’dır) küçük bir firmaydı. Bu yayımcıyla birkaç kez sohbet etmiş ve firma için tek bir çizgi roman (Aliens) hazırlamıştım. Ancak şirketin konumu ve bazı konulardaki tavırları hoşuma gidiyordu. Ayrıca Jeff Darrow, Frank Miller ve o günlerde John Byrne bu şirket için çeşitli kitaplar hazırlamak-taydı. Bulunmam gereken yer burası, bu sanatçılarla çalışmak harika olur, diye düşündüm. Bu işten, herkesten çok ben kârlı çıktım çünkü Sin City’i hazırlayan Frank Miller, X-Men’deki çalışmalarıyla tanınan John Byrne ve Wathcmen’i yapmış olan Dave Gibbons buradaydılar. Benim dışımda hepsi, hazırladıkları projelerle kendi isimlerini duyurmuş sanatçılardı. Benim de iyi bir geçmişim vardı ancak tek bir eserle anılmıyordum. Frank’le ve diğerleriyle çalışmak benim için çok büyük bir tecrübeydi. Böylece Hellboy çizgi romanı, tek başıma elde edebile-ceğimden çok daha fazla ilgi gördü. Demek ki, doğru zamanda, doğru yerdeydim.

Aradan geçen on beş yılın ardından hâlâ Dark Horse’dasın ve artık sadece Hellboy’u değil, onun yan ürünlerini de yayımlıyorlar. Sence Dark Horse Comics’in bugünkü gücü nereden geliyor?Bünyesindeki sanatçılara yaratıcılıklarını kullanabilmeleri için yeterli özgürlüğü sağladıkları ve onlara gerektiği kadar güvendikleri için bu güce eriştiklerini düşünüyorum. Şunu söyle-meye çalışıyorum, projede yer alacak sanatçıyı seçtikten ve o kişiyi ekibe dâhil ettikten sonra mikro düzeyde bile olsa ona karışmamak, onu yönlendirmemek bu başarının sırrıdır. Eseri yaratan kişinin hakkı ve onun özgürlüğü gerçekten önemli kavramlardır ancak işin bir de ticari boyutu vardır. Bazen öylesine garip eserler basıyorlar ki tek kuruş bile kazanamıyor-lar; ki bunu da çok takdir ediyorum. Eğer Mike Richardson bir şeyi beğenirse, bunu mutlaka yayımlar. Ben bir işadamı değilim fakat bugü-ne dek yapmak istediklerimin böylesine des-teklendiği bir başka firma görmedim. Bu da büyük bir rahatlık sağlıyor. İlk Hellboy filminde sonra, “Bundan böyle her ay bir Hellboy çizgi romanı bekliyoruz; artık daha fazlasını yapma-mız lazım,” diyebilirlerdi. Ancak asla böyle bir şey olmadı. Daha fazla kitap hazırlayayım diye herhangi bir baskıyla karşılaşmadım. Şu anda daha çok kitap yayımlıyor olmamızın nedeni, artık daha çok fikrimin bulunması. Kesinlikle

GÖLGE | Temmuz ‘08

32

Page 33: Gölge e-Dergi 10. Sayı

daha fazlasını istemediler. Daha büyük bir yayımcıyla çalışsaydım, herhalde filmin göste-riminden sonra bana “Hey çok başarılı bir film oldu; bundan böyle tezgâhlarda her ay bir Hellboy görmek istiyoruz,” derlerdi. Ancak ben kendi yayımcımdan böyle bir şey duymadım. Sadece, Hellboy dışında başka şeyler de yapabileceğim konusunda teşvikler aldım. İlgilen-mediğim tek şeyse, ticari bir marka yaratmaktır. Bilirsin ya, “Dostum, Hellboy acayip tuttu, aynen onun gibi bir şeyler daha yaratmanı istiyoruz!” derler hani…

Guillermo del Toro ile beraber yaptığınız Hellboy filmi 2004 yılında gösterime girdi ve önü-müzdeki Temmuz ayında bunun devamı olan ikinci filmi – Hellboy II: The Golden Army’yi (Altın Ordu) – izleyeceğiz. Hellboy II’den neler beklemeliyiz?Birinci film, Hellboy hakkında bilmeniz gereken her şeyin anlatıldığı ilk cildin, bağımsız bir uyarlamasıydı. Bu nedenle, ikinci filmde istediklerimizi yapabilmek için çok daha özgürdük. İlk filmde fazla folklorik öğe bulunmuyordu. Guillermo ile bu konuda epey konuştuk. Daha değişik şeyler yapmaya karar verdik. Acaba belirli bir sayıyı filme aktarsak mı, diye epey muhabbet ettik. Fakat sonra, bu fikri bir kenara atıp, folklorik özellikler taşıyan bambaşka bir senaryo olması gerektiğine karar verdik. Bu arada Guillermo da ‘Pan’ın Labirenti’ne ha-zırlanmakta olduğundan, kafasında epey peri masalı ve folklorik hikâye vardı. Benim yazdı-ğım Hellboy ciltleri de bu yönde ilerliyordu. Yani her ikimizin aklımda da benzer düşünceler bulunmaktaydı. Böylece, ikinci film de bu konuya odaklandı. Yeni film, yayımlanmış olan kitaplardan birinin uyarlaması değil. Ancak şu anda hazırladığım cilde epey yakın, hatta belli paralellikler de içeriyor. Fakat gene de bu kitaptan bağımsız ve bazı şeylerin benzeşmesi ta-mamen tesadüf. İkinci filmin öyküsünü hazırlarken böyle bir konuyla ortaya çıkmamız epey ilginç çünkü ilk film, açıkça bir Guillermo del Toro Hellboy’u idi. Benim eserimi almış ama kendinden de bir şeyler katıp, çizgi romanı daha farklı bir yöne taşımıştı. Çok da radikal bir yön değildi bu; benim karakterlerimin ruhuna uygundu ancak ilişkiler ve gelişen öykü, be-nim tarzımdan farklıydı. İşte bu yüzden ilk filmin devamı olan ikincisinde benim de çalışmış olmam pek bir garip aslında. Çünkü o artık benim eserim değildi… Ve şayet bir gün üçüncü filmi de çekersek, konu çizgi romandan daha da uzaklaşacaktır. Ancak bu sorun değil. İzleye-bildiğim kadarıyla, ikinci film gerçekten çok güzel olmuş. Özellikle ‘Pan’ın Labirenti’ni çekmiş olan Guillermo’nun duygusallığına ilk filmden çok daha yakın.

* Türkçeye uyarlanan metin, orijinal söyleşinin kısaltılmış bir halidir.

Page 34: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 35: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 36: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 37: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 38: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 39: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 40: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 41: Gölge e-Dergi 10. Sayı

DIARY OF THE DEADRomero ve zombileri üzerine…

Bir korku filminden genelde insanları korkut-ması beklenir. Kafamızdaki binlerce yerleşik bilgiden birisi de budur. Oysa George Romero’nun zombileri her seferinde insanların ezberini bozar. Korku filmini bir fon olarak kullanır, oysa anlatmak istedikleri çok başkadır. Zombilerin dünyasıyla yaşayan insanların dünyasını örtüştürerek, Jean-Paul Sartre’ın “mutlu embesiller” dediği yaşayan, ama aslında birer ölüden farksız olan insanların dünyasını resmeder. Bu resmin içinde neler yoktur ki… Kitle iletişim araçlarının hâki-miyeti, toplumsal eşitsizlik, tekdüze tüketim kültürü, insanoğlunun karanlık yanları ve daha pek çok siyasi ve sosyal mesele Romero’nun zombi filmlerinde ken-dine yer bulur. Ölülerin yeniden dirilmesi ve mevcut düzeni bozmasıyla başlayan filmler, aslında insanların yaşamlarını sorgulamasına da ön ayak olur. Toplum-sal eleştirinin yanında insanoğlunun yaşantısına da bir eleştiri vardır. Korku filmi kalıbı aslında Romero’nun kullandı-ğı bir çeşit oyundur. Orson Welles’in yıllar önce rad-yoda anlattığı ve bütün dünyayı ayağa kaldırdığı War of the Worlds’e benzer. Nedeni bilinmeyen bir şekilde ölüler dirilir ve insanlara saldırır. Önce herkes bunun Welles’in radyo oyununda olduğu gibi bir çeşit şaka olduğunu zanneder. Çok geçmeden işin ciddiyeti anlaşılır. Zombiler her yerdedir ve insanlar hayatta kalmak için büyük bir uğraş verir. Bu uğraş sırasında teknoloji sayesinde insanların etraflarına ördükleri güvenlikli barınakların da aslında bir hiç olduğunu fark ederiz. Üstelik en yakınları da birer birer zombiye dönüşür ve koca dünyada tamamen yalnız kalırlar. Ne kaçacak bir yer vardır ne de sığınacak bir kim-se… Belki de insanlar yalnızca bu şekilde hayatlarının bir muhasebesini yapabilir. Yapacak bir işleri kalmadığında, gidecek bir yerleri olmadığında ve sığınacak bir omuz bulamadıkların-da bu muhasebe kaçınılmaz olur. Ve kendi hayatlarıyla birlikte, insanlık olarak nerede yanlış yapıldığının sorgulaması başlar. Bu boşluk hali insanoğlunun içinde saklı olan pek çok yat-kınlığın da dışa vurulmasına imkân sağlar. Eğlence halini alan orantısız şiddet, yağmacılık, bencillik, açgözlülük ve toplumsal eşitsizlikten kaynaklanan sınıfsal ayrımların tersten var olmaya başlaması gibi birtakım özellikler gün yüzüne çıkar. Bu kargaşa ortamından herkes nasiplenmeye çalışır. Altta kalanlar üste çıkmanın, ezilenler ezmenin, yönetilenler yönetme-nin yollarını aramaya başlar. Düzen tersyüz edilmesine karşın, tersten bir şekilde yeniden

kendini kurmaya çalışır. Oysa bütün olanlar düzenin iş-lemediğinin bir kanıtıdır. Bu yüzden filmlerin sonunda kaçınılmaz bir şekilde şu soru akla gelir: Biz gerçekten de yaşamayı hak ediyor muyuz? Romero’nun zombileri pek çok korku filminde-ki zombi mitinden de farklıdır. Hızlı ve akıllı değildirler. İnsanlardan daha az saldırgandırlar. Bu zombi profili aslında, modern insanın alegorisinden başka bir şey değildir. İnanılmaz bir çılgınlıkla tüketen, açgözlü, do-yumsuz, düşünmeyen, tembel ve kendinden başka kimseye faydası olmayan insanları göstermek için ha-

GÖLGE | Temmuz ‘08

41

Page 42: Gölge e-Dergi 10. Sayı

zırlanmış bir gösteridir. Bu gösterinin başrolündeki zombiler dönemlere göre farklı toplum-sal sorunları eleştirmek için de bir aracı rolü oynar. Meşhur “ölü” üçlemesinden başlarsak; halkanın ilk filmi olan Night of the Living Dead’de Soğuk Savaş dönemi ve nükleer silahların yarattığı korku ve buna bağlı olarak toplumda oluşan kaotik durum vurgulanır. Dawn of the Dead’de faşizm, kapitalizm ve tüketim kültürü alaşağı edilir. Day of the Dead’de ise; militariz-me ağır bir eleştiri vardır. Seriye 2005’te Land of the Dead’le yeniden el atan yönetmen; bu seferde sınıfsal eşitsizleri mercek altına alır. Diary of the Dead’e gelirsek; bu filmde Romero günümüz dünyasını ve insanlığı eleştirirken, bir yandan da insanların yaşadıkları değişimleri bir günlüğe kaydeder. Bu yolla kameranın ve teknolojinin işlevlerine, kurguya, dezenformas-yona ve kitle iletişim araçlarının fonksiyonlarına değinme fırsatı yakalar. Küreselleşmeyle birlikte daha da önemli hale gelen kitle iletişim araçlarının gerçekleri kurgulayarak insanları yanıltmaları dışında, görselliğe dayalı bir gerçekliğin oluşması da Romero’nun eleştiri merke-zindedir. İnsanlar artık sadece gördükleri şeylere inanır, fakat gördükleri şeylerde çoğunlukla kurgulanmış görüntülerden ibarettir. Bunu filmdeki karakterler de itiraf eder. Amaç televiz-yonda kurgulanan haberlerin aksine gerçekleri göstermektir, fakat sonuçta bir şeyi kameraya çekince kaçınılmaz olarak işin içine kurgu da girer. Diary of the Dead’de Romero eleştirelliğini sürdürürken, bunun üstüne günümüzün gerçeklerini de eklemeyi ihmal etmez. Zombilerini 70’lerden ve 80’lerden alarak günümüze uyarlar. Sonuçta arka plandaki siyasi ve toplumsal olaylar farklılık gösterse de insanoğlunun yatkınlıkları ve içsel karmaşası değişmez. Bütün filmlerde baskın unsur olan şiddet, açgöz-lülük, yağma ve tüketim azalmaz. Yaşayan insanların dünyasının, yaşayan ölülerin dünya-sından farksız olmadığı hatırlatılırken, yine aynı soru akıllarda yer eder: Biz gerçekten de yaşamayı hak ediyor muyuz?

Barış SAYDAM burnout.blogcu.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

42

Page 43: Gölge e-Dergi 10. Sayı

SADECE ÇİZGİ... Her ne kadar 5 senedir mizah dergilerinde çiziyor olsam da ben de buralara okuyuculuktan geldim. Lisedeyken sıra altında Kötü Kedi Şera-fettin cildi okur, dersi kaynatırdım. BaRuteR’in çizdiği birbirinden harika kapak/panoramalara büyülenmiş gibi saatlerce bakar taklit etmeye çalışırdım. Galip Tekin her hafta önüme bir bo-yut kapısı açar galaksiler arası yolculuk etmemi sağlardı. Kenan Yarar sıradan görünen betonar-me binaların aslında nasıl birer pislik yuvası ol-duğunu gösterir şaşırtırdı beni hep... Yaşadığımız zamanın ötesinde, bambaşka bir hayal gücü ve çizgi bütünlüğüyle, “graysca-le” hayatımızı “CMYK” moduna getirmeyi başa-ran bu birbirinden değerli ustaları seri katil ya da uzaylı sanırdım hep. Normal değillerdi, hayalim-de canlandırdığım gibilerdi. Ben de o hayalin bir parçasıydım ama gözlerimi kapatmaktan sı-kılmıştım. Sonra bir gün çizim masasına oturdum ve bir daha hiç kalkmadım. Ta ki hayallerin gerçeğe dönüştüğü anı görene kadar... Bu süre zarfında ciddi anlamda yalnızlık çektim. Kendimle baş başaydım ve ben sade-ce çizdim. Perdenin ardındaki gerçek hayatla pek ilgilenmedim. İlgilenmek istemedim... Baş-kaları da benimle ilgilenmiyordu zaten. “O halde ben bir şeylerle ilgileneyim de delirmekten kurtulayım,” derken çıktı zaten bu detaylı çizim tarzı ve buhranlı anlatım bozuklukları...

* * * Yazıp çizdiğim şeyler bir çizgi roman ya da karikatür değil. Gerçi ikisini de yaptım za-manında ama ısınamadım. Zordur karikatürist olmak, insanları güldürmek ve çizgi romancı olmak, sinemasal kurguyla bir hikâyeyi anlatmak... Benim yaptığım şey sadece çizmek ve kendime ait olan şeyleri anlatmak, hepsi bu. Anlatırken bunu bir kategoriye sokmuyorum. Kâğıtta ne görüyorsan, odur benim yaptığım şey... “Mesleğiniz nedir diye sorulduğunda “Ka-rikatüristim,” ya da “Çizgi romancıyım,” demiyorum... “Çizerlikle uğraşıyorum,” diyorum. Çizerliğe 2003 Nisan ayında, KEMİK dergisi bağımsızlığını ilan edip aylık olarak çık-maya başladığında başladım ben de... Sonra sırasıyla Lombak, Penguen ve Fermuar dergi-lerinde çalıştım... Ayrılıklar, kopmalar falan derken Lombak dergisine demirledim ve orada çizmeye başladım tekrar. Hatta şu an 2. sayfanın kurşun kalemindeyim ve mola verdiğim her an bilgisayar başına geçip word’de bu yazıyı yetiştirmeye çalışıyorum. Yaz sıcakları bastır-mışken, terli ve tatlı bir yorgunlukla...

* * * Neden “sadece” Kaan?...

Bu soruya vereceğim cevap “Soyadını kul-lanmak istemeyen her çizer gibi ben de kendime ilginç bir rumuz buldum,” değil aslında. Sadece Kaan, çünkü bundan daha fazlasını vaat etmiyorum insanlara... Bay değil, Sayın değil, Abi değil, aileniz-den biri değil, - ben - merkezli egoist bir tavır hiç değil. Sadece Kaan... Benim çizdiklerimle ilgilenin, benimle değil, gibi işi ön planda tutmayı amaçlayan bir mantığı var aslında bu rumuzun...

Page 44: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Yabancı çizerlerden kimleri takip ediyorum?...

Frank Miller (Sin City), Mike Mignola (Hellboy) ve Enki Bilal’i severim, albümlerini bi-riktiririm... Aslında isim vermekten ziyade şöyle de denebilir, hikâye, kurşun kalem, çini ve renklendirme safhaları tek bir kalemden çıkmış bütün çizgi roman albümlerini severim. Zira böyle çalışıldığı vakit çizer kafasındakileri kâğıda daha iyi yansıtabiliyor diye düşünüyorum. Onun haricinde Manga çok seviyorum. 70 GB’lık bir manga arşivim vardır ama bilgisayar ekranında çizgi roman okumayı sevmediğim için fazla tadına varamıyorum. Kitap evlerinde bulursam alıyorum, bulamazsam dijital baskı merkezlerinde çıktılarını alıyorum. Air Gear ve Shin Angyo Onshi çizgisel anlamda son noktaya gelinmiş harikulade mangalardır. Tavsiye ederim...

* * * Çeneler yerine bilekler çalışsın! Herkese sevgiler saygılar ve iyi çalışmalar...

sadece Kaan sadecekaan.deviantart.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

44

Page 45: Gölge e-Dergi 10. Sayı

2007-2008 SEZONU DEĞERLENDİRMESİ (1)

Sıcak yaz günlerini yaşadığımız bu günler-de sinemalara gelen film sayısı da, sinemaya gi-den izleyici sayısı da azaldı. Hele bir süre öncesi-ne kadar yaz aylarında elle tutulur hemen hiçbir film gösterime girmezdi. Hâlbuki Amerika’da, gişe açısından en iddialı filmler yaz aylarında gösteri-me giriyor. Bu tip kimi filmlerin tüm dünya ile aynı anda gösterime girmesi nedeniyle yaz ayları bizim için de eskisi kadar çorak geçmiyor sinema açısın-dan. Yine de eskiden kalma bir alışkanlıkla genel-likle okulların açık olduğu Eylül-Mayıs arası sezon olarak kabul ediliyor bizim sinema sektörümüz ta-rafından. Bu yüzden bizde hem bu dönemde hem de yılsonlarında genel bir değerlendirme yapılır. SİYAD da yabancı filmlerle ilgili değerlendirmesini yaz ayları başında yapar. Madem öyle biz de yıllık değerlendirmemizde SİYAD’ı örnek alalım, hazır vizyon da tenha iken, Haziran 2007 - Mayıs 2008 arasını sezon olarak kabul ederek bu dönemde göstrime giren filmleri bir değerlendire-lim dedik. Son yıllarda gösterime giren film sayısı düzenli olarak artıyor. Bu yıl da bu kural bozul-madı. Özellikle bağımız dağıtımcıların artması ve farklı zevklere yönelik filmlerin gösterime girmesi bunu sağladı. Ne yazık ki pek çok filmin gösterim alanı ve süresi son derece kısıtlı kaldı. Yine de çeşitliliğin artması her zaman iyidir. Umarım ilerde farklı türlerde filmlerin de seyirci sayısı artacaktır.

Korku Filmleri:

Bu sezonda da son yıllarda gördüğümüz trend uyarınca korku filmleri vizyonda önemli bir yer kapladı. Testere (Saw) ve Otel (Hostel) serisinin ciddi sayıda seyirci çekmesi nedeniy-le son yıllarda sayıları artan bu korku filmleri ne yazık ki nitelik açısından aynı doyuruculuğu sunmuyor. Çok salonlu herhangi bir sinema kompleksine gittiğiniz zaman mutlaka bir korku filmi görüyorsunuz. Ancak bu sezonda da bunlardan çok azı iyi diyebileceğimiz filmlerdi.

Zaten daha önceki filmlerinde de elle tutulur örnekler sunamayan Testere ve Otel serisinin yeni filmleri yine gayet başarısız filmlerdi (Bu arada Otel 2’nin vizyona kesilerek gir-diğini de eklemeliyiz). İşin daha da acısı Roland Joffé gibi saygın bir ismin bile 7 yıllık bir aradan sonra yönetmenliğe, bu filmlere öykünerek çektiği Dehşet Odası (Captivity) filmi ile dönmesi ve söz konusu filmlerden de beter bir film ortaya çıkarması idi. Benzer bir türde bol kan ve vahşet içeren bir film olarak görülebilecek Fransız filmi İçeride (À l’intérieur) ise farklı şekillerde de okunabilecek bir film olarak dikkat çe-kiyordu ama izlemesi epey güç bir film olduğunu da ekleme-li. Aslında tüm türlerde önemli bir yer işgal eden yeniden çevrimler özellikle korku filmlerinde daha da sık rastladığımız bir olgu. Bu yıl da Halloween, Göz (The Eye) ve Ölümün Sesi (One Missed Call) gibi filmlerin yeniden çevrimlerine tanık ol-duk. Bu filmlerden hiçbiri orijinallerinin seviyesine erişemedi

Page 46: Gölge e-Dergi 10. Sayı

hatta düpedüz kötü filmler oldular. Her ne kadar korku filmi tü-rüne ne kadar girdiği tartışmalı olsa da sezonun sonuna doğru izlediğimiz, Haneke’nin orijinalinden 10 yıl sonra yine kendisinin neredeyse birebir olarak aynısını çektiği ve sadece dil ve oyuncu-ların değiştiği Ölümcül Oyunlar’ın (Funny Games) da adını anma-dan geçmemek gerek. Her ne kadar artık bir başyapıt olarak kabul gören orijinal filmin etkisine yanaşmış olsa da aynı filmi yeniden çekme çabasının nedenini anlamak zordu. Korku filmlerinin bir alt türü sayılabilecek zombi, vampir ya da farklı insanüstü yaratıklarla ilgili filmler açısından da zengindi vizyonumuz. Bunlardan bazıları korkudan ziyade aksiyon sinema-sına yakın olsalar da adlarını burada anmakta fayda var. Ölümcül Deney (Resident Evil) serisinin üçüncüsü, serinin önceki filmleri-ni sevenleri tatmin etmekten uzaktı. Ben Efsaneyim (I Am Legend) de kimi erdemleri olsa da sonuçta başarıya erişemeyen bir film olarak kalıyordu. Ancak Robert Rodriguez’in Grindhouse projesi kapsamındaki Dehşet Gezegeni (Planet Terror) amaçladığı B-filmi havasına tümüyle sadık kalmasıyla, 28 Hafta Sonra (28 Weeks La-ter) ise öncülü olan filme ihanet etmemesi ile amaçladıklarını ba-şarıyorlardı. Aynı şekilde bir çizgi roman uyarlaması olan 30 Gün 30 Gece (30 Days of Night) de vampir filmi olarak fena bir örnek değildi. Evliliklerinde sorun yaşayan bir çiftin bir otel odasında sıkışıp kalmasını anlatan Boş Oda (Vacancy), bir grup gencin bu sefer bir tapınağın üzerinde ölümcül bitkilerle beraber sıkışıp kal-masını anlatan Lanetli Topraklar (The Ruins) ve Stephen King’in bir hikâyesinden uyarlanan ve bu kez sis nedeni ile bir markette sıkışıp kalan bir grup insanı anlatan Öldüren Sis (The Mist) de her ne kadar konularından beklenmese de türün iyi sayılabilecek örnekleri arasındaydı. Sezonun sonunda gösterime giren İspanyol yapımı Yetim-hane (El Orfanato) ise bir korku filminde atmosfer yaratmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar tam bir başa-rı olmasa da korku filmi yapmak için özel efektlere bel bağlayan kimi sinemacılara örnek olması gereken bir filmdi. Ama hem türün çok iyi bir örneği hem de sezonun en iyi filmlerinden biri Yaratık (Gwoemul / The Host) idi. Güney Kore si-nemasından gelen bu film, hem korku öğeleri ile komedi öğelerini başarılı bir şekilde harmanlaması, hem de olaya bir aile draması havası vermesinin yanında çevreci mesajı ile de dikkat çekiyordu. Hele ki meraklılarının kaçırmaması gereken bir filmdi.

Eski Dostlara Yeniden Merhaba:

Devam filmleri olgusu sinemanın başından beri süregelen bir kavram. Elbette bu sezon farklı türlerde devam filmlerine rast-ladık. Ama asıl dikkat çekici olan aynı sezon içinde uzun süredir yeni filmlerini görmediğimiz kimi kahramanların sinema salonları-mıza teşrif etmesiydi. Zor Ölüm (Die Hard), Rambo ve Indiana Jo-nes serilerinin daha önceki filmlerini sinemalarda değil televizyon ya da DVD yoluyla izleyen bir kuşak artık yıllanmış bu kahraman-ların yeni maceralarını beyazperdede izlemenin keyfine vardılar (kimi de ne varmış bu filmlerde dedi tabii ki). Her ne kadar Rambo serisi, belki ilk filmi dışında, gayet gereksiz bir Amerikan milli-

GÖLGE | Temmuz ‘08

46

Page 47: Gölge e-Dergi 10. Sayı

yetçiliği pompalaması halinde gelişse de hem Zor Ölüm hem de Indiana Jones filmleri serinin önceki filmlerine ihanet etmeyerek eski usul bir aksiyon sunuyor ve yine keyifli vakit geçirtiyordu. Aksiyon sineması denince belki de sezonun en iyi filmi yu-karıda adı geçenler kadar eski bir seri olmasa da Bourne serisi-nin üçüncü filmi olan Son Ültimatom (The Bourne Ultimatum) idi. Hızlı kurgusu ve hareketli kamerası ile seyirciyi aksiyonun içinde hissettiren, hiç de fena olmayan bir senaryosu olan Son Ültima-tom, aynı zamanda başrolünde Matt Damon gibi iyi bir oyuncu-nun olması ile de değer kazanıyordu. Bunun dışında sezon içinde izlediğimiz Taksi 4 (T4XI), Ocean’s 13, Bitirim İkili 3 (Rush Hour 3), Gündüz Nöbeti (Dnevnoy Dozor), Büyük Hazine: Sırlar Kitabı (National Treasure: Book of Secrets) gibi filmler ise genel olarak ait oldukları serinin diğer filmlerini aratan filmler oldular. Aksiyon türünde önemli başarılar olarak görülmesi müm-kün olmasa da en azından farklı denemeler olarak dikkat çeken iki film ise ismini de bir video oyunu türünden alan ve dur durak bil-meyen aksiyonu ile tam da bir video oyunu izliyor izlenimi veren Hepsini Vur (Shoot’em Up) ve her ne kadar sonunda çok klişe ve tahmin edilir bir noktaya gelse de sağlam aksiyonu ve aynı olayı birden fazla kişinin bakış açısıyla anlatan en azından tür için öz-gün sayılabilecek özelliği ile Bakış Açısı (Vantage Point) idi. Yine aksiyon sineması kapsamında değerlendirilebilecek iki de çizgi roman uyarlaması izledik. Sezon başında izlediğimiz Fantastik Dörtlü’nün ikinci bölümü olan Gümüş Sörfçü’nün Yük-selişi (Rise of the Silver Surfer) her ne kadar ilkinden daha iyi olsa da yine beklenen başarıyı sağlayamıyordu. Özellikle Galactus’un filmdeki betimlenişi tam bir hayal kırıklığı idi. Her şeye rağmen Gümüş Sörfçü’nün karizması filme yansımıştı. Sezon sonlarına doğru izlediğimiz Iron Man ise çizgi roman uyarlamaları içinde belki en üst sıralarda yer almayacaktı ama başarılı olanlar arasın-da idi kesinlikle.

Yüzümüzü Güldürenler:

Komediler ve önemli bir alt türü olarak romantik komediler de sezon içinde salonlarımıza bolca geldiler. Ne yazık ki tıpkı kor-ku filmlerinde olduğu gibi pek çoğu hiçbir önemi olmayan sıradan filmlerdi. Hele Avanaklar Mangası (Delta Farce), Damadı Öpebi-lirsin (I Now Pronounce You Chuck and Larry), Çakma Başkan Hollywood’da (Churchill: The Hollywood Years) ve sinemalarımız-da nasıl yer bulduğuna hala şaşırdığım Paris Hilton’un başrolünde oynadığı Seksi ve Çılgın (The Hottie and the Nottie) düpedüz kötü filmlerdi. Bir de her zamanki klişeler vardı tabii ki. Annesinin etki-sinden kurtulamamış, onun yeni erkek arkadaşından nefret eden beceriksiz gencin maceraları kontenjanından Beden Öğretmeni Bay Woodcock (Mr. Woodcock) ve Ana Kuzusu (Mama’s Boy) film-lerini izledik. Her şeyini işine adamış bir yetişkinin hayatına küçük bir çocuğun girmesi ile tüm hayatının değişmesine Aşk Tarifi (No Reservations) ve Oyun Bozan (The Game Plan) filmlerinde tanık olduk (zaten her sene en az bir filmde böyle bir hikâye izliyoruz). İlk karşılaştıklarında birbirinden nefret eden ama sonra âşık olan çiftlerin hikâyesini de kim bilir kaç kez izledik ve hâlâ izlemeye

Page 48: Gölge e-Dergi 10. Sayı

devam ediyoruz. Yine de bu türde iyi sayılabilecek örnekler de izledik. Fransa’dan gelen ve Audrey Tautou’nun sevimliliği ile kendini kurtaran Zengin Avcısı (Hors De Prix), yine aynı ülkeden gelen ve romantik komedi denen türün belli bir yaşın üzerindeki çiftleri de konu edebileceğini gösteren Hayatta İki Kez (Desaccord Parfait), kızına hayatındaki aşkları anlatan bir babayı izlediğimiz Kesinlikle, Belki (Definitely, Maybe), eşsiz Juliette Binoche ve tam kıvamında bir Steve Carrel’i bir araya getiren Şamar Oğlanı (Dan in Real Life) ve romantik bir öyküye bir de ilk gecenin sebep olduğu bir hami-lelik katan Kaza Kurşunu (Knocked Up) bunlar arasındaydı. Kaza Kurşunu’nun yazar ve yönetmeni Judd Apatow’un bu kez yapımcı olarak arkasında olduğu Çok Fena (Superbad) ise tek amaçları liseden mezun olmadan bir kızla birlikte olmak olan üç yeni yetmenin öyküsünü kimi zaman yakası açılmadık esprilerle süslüyor ama bu tip esprilerden hoşlanmayanlara bile kahkaha-lar attırmayı başarıyordu. Bu filmdeki üç gençten birini oynayan Michael Cera aynı zamanda sezonun en fazla öne çıkan filmle-rinden birinde daha oynuyor ve Juno’da Ellen Page’i hamile bı-rakan çocuk oluyordu. Juno, hem zekice diyalogları ve esprileri, hem Page’in canlandırdığı karaktere cuk oturan oyunculuğu hem de bir yandan ideal Amerikan aile yapısına getirdiği eleştirilerle apayrı bir yere oturuyor ve muhtemelen sezonun en iyi komedisi olmayı başarıyordu. Ayrıca bir kara komedi olarak Cenazede Ölüm (Death at a Funeral), her ne kadar Michel Gondry’nin diğer filmlerini aratsa da Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind) ve Julie Delpy’nin hem yönetmen hem oyuncu, hem de senaryo yazarı olarak imzasını attığı ve hatta bununla da yetinmeyip filmin müziklerini de yaptığı, Fransız bir kadınla Amerikalı bir erkeğin Paris günlerini Woody Allen etkisinde bir sinema ile anlatan Paris’te 2 Gün (2 Days in Paris) öne çıkan komediler arasındaydı. Önümüzdeki ay biyografiler, çocuk filmleri ve animasyon-lar, müzikaller ve belgeseller ile kolay kolay bir türe dâhil edile-meyen filmler ve dünya sinemansın farklı örnekleri ile sezon de-ğerlendirmesine devam edeceğiz. Yerli filmlere ise ayrı bir bölüm ayıracağız.

Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

48

Page 49: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Hacettepe üniversitesi grafik bölümünü bitirdim. Hayalimdeki okul değildi elbette, daha önce de bir yılımı KTÜ resim bölümünde heba etmiştim. Yani tüm öğrenim hayatı-mı koca bir kayıp olarak nitelendirebiliriz. Neden öyle oldu sorusuna tamamen bilgisizlik yanıtını verebilirim. Şöyle ki çizim yapanlar arasında yaygın bir söyleyiş vardır “kendimi bildim bileli çizim yaparım” diye ve bu hakikaten de böyledir. İlkokul ortaokul ve lisede de hep bu kimlikle ön plana çıkarsınız. Lise bitene kadar e tamam çiziyoruz ediyoruz da bu-nun karşılığı nedir, matematik fizik kimya feci bundan sonrası ne olacak diye sorduğumu hatırlıyorum kendime, güzel sanatlar diye bir şeyin varlığımdan haberdar değilim yani. Sonra tesadüf eseri yaşadığım şehirdeki üniversitede resim bölümü açıldı, hocalarımızın bir kısmı liseden ve ortaokuldan tanıdığım resim öğretmenleriydi hatta galiba bir tanesi babamın da öğretmeniydi. Böyle bir ortamdı yani, bölüme başlar başlamaz kaçış planları yapmaya başladım “neyse bari bu seneyi bitir, seneye Ankara’ya ya da İstanbul’a gidersin” dedi annemler. O yaz tatili hangi üniversite de hangi sınav var diye bi araştırma yaptık, bir de baktık ki sadece Hacettepe’nin sınavı yapılmamış, e madem o sınava gireyim dedim ve grafik bölümü maceram böylece başlamış oldu. Keşke o sıralar daha bilinçli olsaymışım, daha çok çizim yapabileceğim bir bölümde mesela Eskişehir animasyon bölümünde oku-mayı isterdim doğrusu. Doğal olarak okul bitince de grafik işleri ile uğraşmadım, direkt eğitim sektörüne daldım; eğitim CD’leri ders kitapları, çocuk dergileri vesaire. Ancak şu anda, eğitimle ilgili olmayan bazı aylık dergilere de illüstrasyonlar yapıyorum.

“Digital Age Bir Çizgi Roman Dergisi Değil, Teknoloji Dergisi”

Digital Age teknoloji dergisi mayıs sayısından itibaren 24 sayı sürecek ÇETE adlı çizgi romanı yayınlamaya başladı. Aşkın Baysal’ın hikayesini İlker Gazioğlu çiziyor. Biz de fırsattan istifade İlker Gazioğlu ile bir röportaj yapalım istedik.

Page 50: Gölge e-Dergi 10. Sayı

— İlker sen Hacettepe Üniversitesi grafik bölümü mezunusun. Çizgi roman yapmak için grafik bölümü okumak, animasyon bölümü okumak, çizgi roman bölümü okumak arasında bir fark var mı? Ya da profesyonel olarak çizgi roman çizmek isteyen bir okul bitirmeli mi?— Bu tamamen sizin hangi alanda uzmanlaşmak istediğinizle ilgili aslında… Okullu olmanın avantajları elbette her zaman vardır ama bence bir insan çizgi roman çizmek istiyorsa bunun yolu mümkün olduğunca çizgi roman okumaktan ve çizgi roman çizmekten geçiyor daha çok.

— Digital Age dergisinde yayınlanan “Çete”, Aşkın Baysal’ın yazıp senin çizdiğin bir hikâye. Ya-zarla yolunuz nasıl kesişti? — Çizgi romanımızın yayınlandığı Digital Age dergisini çıkaran kapital medyanın merkezi bundan altı yedi yıl öncesine kadar Ankara’daydı. Biz Aşkın’la bu şirkette tanıştık, iyi kahve falı baktığını öğrendiğimde yakasına iyice yapıştım. Her gün Türk kahvesi içip fal baktırıyor-dum ona, arada bir de çalışıyorduk. Sonra ben askere gittim, Kapital medya, Aşkın’ı da alarak İstanbul’a taşındı. Ama Kapital’le iş ilişkim hiç kesilmedi, Ankara’dan onların çeşitli dergileri-ne çizimler yapmaya devam ettim.

— Türkiye’nin büyük yayınevleri bile çizgi roman yayınlamak için bin defa düşünürken siz dergiyi nasıl ikna ettiniz? Aşkın Baysal’ın derginin yayın direktörü olması yeterli miydi? — Öncelikle şunu söyleyeyim, çizgi romanın yayınlandığı Digital Age adlı dergi bir çizgi ro-man dergisi değil, teknoloji dergisi. Aşkın bana telefon edip “Hocam böyle böyle yeni bir dergi çıkaracağız, içinde de iki sayfalık bir çizgi roman olacak, kafamda derginin konseptine uygun bir hikâye var, çizer misin?” diye sordu. Ben de “Hay hay,” dedim; benim bildiklerim bundan ibaret.

— Karakterleri, tipleri, mekânları yaratırken yazarla nasıl bir çalışma yaptınız?— Mekânlarla ilgili olarak şunu söyleyebilirim; hikâyenin hangi ülkede geçtiğini bilmiyoruz, hiç de bilemeyeceğiz hatta bununla özellikle ilgilenmeyeceğiz. Öykünün geçtiği yer Türkiye de olabilir Amerika da, Şili de, bunun hikâyede bir belirleyiciliği yok. Aynı şeyi tipler için de söyleyebilirim. Aşkın bazen karelerde özellikle olmasını istediği detaylar için bana referans resimler gönderiyor. Şu an hikâyenin oldukça başlarında sayılırız. Dördüncü sayıyı çizece-ğim ama yer darlığından dolayı hikâyeye şöyle bir giriş yapabildik ancak. Flashback sahnele-ri dışında polis karakolunun dışına henüz adımımızı atamadık.

— Çizgi roman her ay 2 sayfa olarak yayınlanıyor? Bittiğinde kaç sayfa olacak? — 24 sayı sürecek, bittiğinde 48 sayfa olacak.— Peki, sen bu çizgi romanın tamamını çizdin bitti mi, yoksa sen de yayınlanma periyoduna göre mi çiziyorsun? — Her ay iki sayfa çiziyorum.

GÖLGE | Temmuz ‘08

50

Page 51: Gölge e-Dergi 10. Sayı

— Çizmeye başlamadan önce hikâyenin tamamını okudun mu? Çizerken “Şu da şöyle olsun,” di-yerek hikâyeye eklediğin şeyler oluyor mu çizer olarak?— Hikâyenin tamamını ben de bilmiyorum ve bir sonraki sayıyı merakla bekliyorum. Çünkü Aşkın’da hikâyeyi parça parça yazıp gönderiyor. Hikâyeye değil de görsele, gidişatı etkileme-yecek detaylar ekliyorum.

— Seninle Hayal Saati sitesi için geçen yıl yaptığımız röportajda Tam Macera dergisine Kasapa’dan sonra “Ceza Gezegeni” adında bir çizgi roman hazırladığını söylemiştin. Tam Macera bittikten sonra ne oldu çizdiğin sayfalar? “İki bölüm çizdim, üçüncü bölüme başladık,” diyordun, onca emek bir anı olarak mı kaldı yoksa geleceğe dönük onunla ilgili de bir projen var mı?— Aslına bakarsan bu hiç konuşmak istemediğim bir mevzu ama şu kadarını söylemeyi de kendime bir hak olarak görüyorum; Türkiye de elbette çizgi roman çizilebilir, yayınlanabilir ama herkes çizgi roman çizecek ve çizgi roman yayınlayacak diye bir kaide yok.

— Türkiye koşullarında çizgi roman üretimi artık nerede ise yok denecek kadar azaldı. Çizerler okul ve çocuk kitaplarına yöneldi. Şimdiden söylemek için erken olsa bile, biz soralım, Çete’yi albüm yapmak gibi ileriye dönük bir projeniz var mı, yoksa bu çizgi romanı okumak isteyenler Di-gital Age dergisini 24 ay boyunca takip etmek zorunda mı kalacaklar?— Benim önerim şu; Çete’yi merak edenler dergiyi 24 ay boyunca alsınlar, sonra albüm çıka-rırsak onu da alsınlar.— Gölge’de desteğini sık sık görüyoruz. Peki, ne zaman Gölge’de çizgi romanını okuyacağız? Var mı Gölge için de bir çizgi roman hazırlama fikrin?— Bir hikâyem var ve onu çizmem konusunda çok ısrarlı, çiz beni, çiz beni diye yalvarıyor ciddiyim…

— Yakın gelecek için başka çizgi romanlar hazırlamanın planını yapıyor musun?— Bukowski der ki; hedefi iyi belirlemek yolun yarısını kat etmektir, diğer yarısını kayıtsızlıkla geçirebilirsiniz. Kafamda elbette bazı fikirler projeler var ama yolun diğer yarısını -Bukowski-nin iddiasının aksine- kayıtsızlıkla kat etmemin imkânsızlığını anlayana dek hiçbirini hayata geçiremeyeceğim sanırım.— Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz.— Ben teşekkür ederim.

Page 52: Gölge e-Dergi 10. Sayı

GÖLGE | Temmuz ‘08

BEN ÇETEDEN DEĞİLİM! ‘Gündüz ofiste, gece yeraltında’ sloganıyla başlattığımız ‘Çete’ çizgi romanı, tarihiflashback’lerdenyoğunbirşekildeyararlananbirdijitalsavaşhikâyesi.Serihakkındaayrıntıyagir-medenönceböylebirçizgidiziyenedenvenasılbaşladığımızailişkinbirşeylersöylemeliyim.Busöyleyeceklerimhikâyeniniçeriğihakkındadafikirverecektir. Öncebiritiraftabulunayım:HikâyeninyazarıolarakbenAşkınBaysal,12-13yaşlarındanbuyananeredeysehiççizgiromanokumayanbiriyim.Çizgiromanülkesinintaşrasındanım,diyebilirim.YadaÇete’ninsonbölümündeVikingkarakterinindediğigibi“Bençetedendeğilim.” Evet,bençizgiâlemçetesindendeğilimamadiğeranlatıtürlerine,özellikleromanvesinema-yayönelikbüyükbiriştahımvar.Şuandaprofesyonelolarakuğraşmamaklabirliktesinemaeğitimigördüm. İlker(Gazioğlu)ileişbirliğimizyenideğil.DahaönceAnkara’nınkentkültürüdergisiAnkaraMagazine’de‘ZâitileNâkıs’adlıbirkomikçizgiserisinibirliktehazırlamıştık.Oseriyaklaşıkbiryıldevamettiktensonrasonaerdi.GeçtiğimizyılınortasındaşirketimizKapitalMedyayenibirdergiyayımlamayakararverdiğinde,İlkerileçalışmakiçinyenibirşansdoğdu.Budergi,şuandaÇeteserisininyayımlandığıDigitalAge. DigitalAgeherşeydenöncebirçağdergisi.Dijitalenformasyonteknolojilerininhayatıtümyönleriyleradikalbirşekildedeğiştirdiğikabulündenyolaçıkmış,buyenihayatıtümyönleriylesay-falarınataşımaiddiasındabirdergi.Dergininmanifestosubukonudaşunlarısöylüyor: “DünyanınendeğerlimarkasınınGoogleolduğu,insanlarınsıradanbirgünlerininönemlibirkısmınıinternetteyaşadıkları,offlineolanherşeyinbirdeonlineversiyonununolduğu,internetinbirmecraolmaktançıkıpparalelbirevrenedönüştüğü,23yaşındabirçocuğunbirkaçyılda15milyardolarlıkbirservetedindiği,iletişimteknolojilerininhayatıheranheryerdehızladeğiştirdiğiyepyeni,bambaşkabirçağdayaşıyoruz. Buyeniçağabirçokisimverilebiliramaiçindeyaşadığımızhayatıyaratantemelfaktördijitalenformasyonteknolojileri.Buyüzdenbuçağaherşeydenönce‘dijitalçağ’demeliyiz-bizöyledi-yoruz.Dijitalteknolojialtyapısıdünyanınheryerindeyenibiryaşambiçimi,yeniişyapmabiçimleri,yenibirzihinyapısı,yenialışkanlıklar,kısacasıyenibirinsanyaratıyor. BuyeniçağınyenihayatınıtümyönleriyleDigitalAgesayfalarındabulabilirsiniz. AylıkbiryayınolanDigitalAge,öncelikledijitalendüstrişirketlerinevebuşirketlerdeçalışanprofesyonelleresesleniyor.Ancakbudergitakımelbiseli,işdergisisıkıcılığındabiryayındeğil.Pro-fesyonelleresesleniyorancakonlarısonkullanıcıtaraflarıylayakalamayaçalışıyor. DigitalAgesayfalarındayazılımdandonanıma,GSM’dentelekoma,oyundanmüziğekadardijitalteknolojilerinhükümsürdüğüvesüreceğitümsektörlerdenayrıntılarbulabilirsiniz.DigitalAgedijitalteknolojilerinyarattığıyenihayatınyansımalarını,imkânlarını,semptomlarını,sorunlarını,kı-sacasıherşeyiniyansıtan,anlatan‘birçağ’dergisi. Önümüzdeyenibaşlamışbirçağveyürüyecekçokyolvar.SiziyeniçağınyenidergisiDigitalAge’edavetediyoruz.”

52

Page 53: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Böylebirdergininözelbirkitleyeulaşacağındanemindikvebunedenlebudergideözelbirşeyler,meseladijitalhayatailişkinbirçizgihikâyeolmasıgerektiğinidüşünüyorduk. ‘Çete’böyleortayaçıktı.Hikâyesi,internetdaha‘beta’aşamasındayken,henüzpekkimselerinterneteitibaretmezken,büyükbirpotansiyelesahipbuyenimecrayısahiplenen,onuyavaşyavaşgeliştirenöncüinsanlardanoluşanbirgrubun,kuruludüzenininterneteelatmasındanduyduğunef-rettenkaynaklanan,hafifseçkincibiryönüdeolanbirisyanadayanıyor. Çete’ninentemelözelliği,hikâyeninilgiliolduğudijitalâlemin,insanlarınnickname’leriyle,avatarlarıylavarolduğuinternetindoğasınauygunolaraksoyutbirmekânda,soyutbirzamandavesoyutkarakterlerüzerindenakıyorolması.Bununenbelirginörneğikarakterlerinhiçbiriningerçekbir ismininolmaması.ŞimdiyekadarsahneyeçıkankarakterlereyalnızcaKomiser,ŞefveVikingdiyebiliyoruz.BirdeadlarıanılmasınarağmenhenüzsahneyeçıkmamışScipioAfricanusvekırmızıtavşanlarvar. Çete’ninkimlerdenoluştuğu,liderininkimolduğu,nasılbirhiyerarşininolduğuveyabirhiye-rarşininolupolmadığıhenüzcevabınetolarakverilmişsorulardeğil.KısacasıbelirsizlikÇetehikâ-yesiningenelatmosferinioluşturuyor. Bubelirsizliğibirölçüdedengelemek,okuruakışatutundurmakiçinhikâyedeçeşitlitarihîde-taylarayerveriliyor.Budurumesashikâyeyeparalelbaşkabirçokhikâyeninanlatılmasınadaimkânveriyor. Çete’ninneolduğunailişkinennetifadeyihikâyeninkahramanlarındanViking’insözlerindebuluyoruz:“Yenidünyayı1492’deKristofKolombdeğil,1001’deGrönlandfatihiKızılErik’inoğluLeifEriksonkeşfetti.Kolomb’danyarımbinyılönce.AmaAmerika’yıkeşfetmeşerefiHindistan’agitmeyeçalışıp,yolunuşaşıranKolomb’averildi. Buçağınyenidünyasını,internetidebizkeşfettik.Kimseonadoğrudürüstbirgelecekbiç-mezken,bizbubuzülkesineyeşilülke,buüzümyetişmeyenyereşarapülkesidedik.Açıkkaynakyazılımlarımızlabubelirsizlikvekaosülkesindeyolbulmayaçalıştık,dahaçokdayolaçtık.

Page 54: Gölge e-Dergi 10. Sayı

GÖLGE | Temmuz ‘08

Aşkın Baysal kimdir?Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü mezunu. Aynı bö-lümde ve ardından ODTÜ Sosyoloji’de yarım kalan iki yüksek lisans teşebbüsünde bulun-du. Sosyolojiye, felsefeye, tarihe, edebiyata ve sinemaya olan ilgi ve iştahını hâlâ muhafa-za ediyor.2000 yılının ilk günlerinden beri MediaCat dergisinin bünyesinde. Son beş yıldır derginin yazı işleri müdürü. Aynı zamanda Digital Age dergisinin yayın direktörü.MediaCat tarafından yayımlanan, dünya reklâm ustalarının hayatları ve başarılarının anla-tıldığı beş kitabın yazarı. İstanbul’da yaşıyor. Hayatı ve İstanbul’u çok seviyor.

Bugünonayeşilülkediyen,şarapülkesidiyenlerdeğil,onainanmayanlaryeniülkeye,inter-netesahipçıkıyor.Gizliservisler,polisler,devletler,devahtapotşirketlerinterneteelatıyor.Bizanar-şimiz,kaosumuziçinderahatçayaşarken,devletlerinternetikurallarla,yasalarlaboğmakistiyor. Peki,bizbunaizinverecekmiyiz?Hayır!Kesinliklehayır!Kaosumuzudüzeninizedeğişmekistemiyoruz,değişmeyeceğiz.Bizkimmiyiz?Bizherhangibiriyiz,bizheryerdeyiz.AmabizSecondLife’taparktaoturanlarınüzerinepenisyağdırıpeğlenenzavallıgamlıbaykuşlardandeğiliz.Bizger-çekbirkaosisteyenlerizvekaosyaratmaktangeridurmayacağız. Bizgeceofiste,gündüzyeraltındadolaşandijitalkorsanlarız.BizKızılErik’inoğullarıvekız-larıyız.Bizibulmakisteyenler,kızıltavşanıtakipetsin!” Hikâyeninsonunuöğrenmekiçinkırmızıtavşanlarıizlemeyedevamedin!

AşkınBAYSAL

54

Page 55: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Çizgi Roman ÖZEL Sayısı

AYDEDE # 1Korku

Yazan; İbrahim AYDINÇizen ; Hakan AYDIN

15 Temmuz’da

Page 56: Gölge e-Dergi 10. Sayı

STAR WARS: GEORGE LUCAS’I ZENGİN ETMEK Başlık size biraz “garip” gelebilir, fakat işin doğ-rusu bu. Lucasfilm ve beraberindeki şirketlerin başı olarak George Lucas dakikada yüzlerce dolar kazanı-yor. Bunun sebebi de biziz! Biraz daha mı açayım? Film çekmek maliyetli olabilir, fakat çektiğiniz film bir fenomen haline gelirse, akabinde filmin pro-mosyon dahilinde olsun olmasın, her şeyi size para olarak geri döner. Oyuncaklar, kolektif ürünler, DVD’ler, özel organizasyonlar, kostümler, kitaplar, dergiler, posterler, konsol ve bilgisayar oyunları… Aklınıza ne gelirse! İşte Star Wars gibi 6 filmden oluşan, ayrıca üstüne binlerce çizgi roman ve kitabı olan geniş bir seriyi aldığınızda, Star Wars’u yaratmayı istemiş olur-sunuz. Bu saydıklarımı Star Wars için 100 ile çarpın, o zaman Lucas’ın ne kadar kazandığını hesaplamış olur-sunuz… Peki, burada bize düşen görev nedir? İşte bu-nun yanıtını size bu yazımda vereceğim. Biz George Lucas’ı nasıl zengin ediyoruz? Star Wars gibi bir filmi elbette “oyuncak” sana-yi bakımından yüksek cirolu bir endekse sahip. 70 ve

80’lerde çıkan figür, araç ve maketler “oyuncak” düzeyinde idi. Hâlâ bile o tarz ürünler re-pack ve re-paint yapılarak, yani aynı kalıbı yüzlerce kez boyayarak farklı ambalajlarla satarak, tüketicinin beğenisine sunuluyor. Bu tür kolektif ürünler genellikle maliyeti düşük ve ucuz olmasına ek olarak tipleri de karakterlere hiç benzemiyor. Ya da güzel bir kondisyonu bulun-muyor. Ayrıca maket ve Lego’lar var bildiğiniz gibi… Maketleri kendiniz yapıp boyuyorsunuz, maliyet düşmüş oluyor, hazır alınanlara göre… Fakat bundaki kondisyon tamamen sizin be-cerinize ve zamanınıza bağlı. Easy Kit’leri de var, fakat Easy Kit’lerde boya kendiliğinden ol-duğu için detaylar atlanabiliyor. Lego’larda ise kendiniz yapıyorsunuz buna rağmen fiyatları uçuk. Firmalara örnek verecek olursak:

* Hasbro/Kenner* Lego* Revell

Ben daha profesyonel bir şey istiyorum, diyorsanız, size cevabım şu firmalar:

* Sideshow* Medicom* Gentle Giant* Master Replicas* Kotobukiya* Attakus

Bu firmalar Star Wars’un kolektif ürünlerinin “oyun-cak” olarak kabul edilmeyen (en azından bilinçli çevrelerce “oyuncak” olarak kabul edilmeyen) ürünlerini çıkartmakta-lar. Bu firmaların çoğu ürünleri, Hasbro’nun bir 3,5” figürleri ile kıyaslanamayacak kadar iyidir. Yalnız, çoğu dediğimin al-

GÖLGE | Temmuz ‘08

56

Page 57: Gölge e-Dergi 10. Sayı

tını çizerim, çünkü Hasbro’nun da öze-ne bezene yaptığı figürler de var, nadir, ama var. Bunlarda kendi aralarında çe-şitli kategorilere ayrılıyorlar, elbette fi-yatları da birbirinden farklı düzeylerde. Örneğin, Sideshow firmasının 12”lik karakter figürlerinden biri 100 dolar ci-varında gidebiliyor, ürün önce bu fiyat-tan satılıyor, teslim tarihi birkaç hafta ya da ay sonra olabiliyor, ürün ön baş-vuruda tükendi ise, bekleme listesine alınıyorsunuz. Ürün beğenilmediyse, dağıtım haftasının birkaç gün sonra-sına asıl fiyattan daha düşük oranda eBay’de bulma şansınız oluyor. Sides-how ve Medicom firması 2007 yılından itibaren birlikte çalışıp, güzel ürünler piyasaya çıkartmışlardır. RAH (Real Action Hereos) serisi, bu iş birliğine örnek olarak gösterilebilir. Gentle Giant firması, kişisel ola-rak benim favorimdir. Büst, statü, diorama statü gibi çeşitli ürünler çıkartmış ve çıkartmaya devam etmektedirler. Ürün yelpazesinde en ucuz ürünlerin ilk el satış fiyatı 80 dolar civarın-dan başlamaktadır. Ürün detayları iyi işlenmiş, fiyat bakımından kondisyonu ile karşılaştırıl-dığına orta seviyede kalmaktadır. Master Replicas, 2007 ayı sonunda Lucasfilm şirketleri ile anlaşması dolmuş, yerine eFX firmasını bırakmış bir şirkettir. Büst, statü gibi ürünlerden ziyade, blaster, helmet, light-saber gibi ürünlerin 1:1 ya da daha küçük boyutlardaki ürünlerini üretmişlerdir. En tutulan ürünü ise hiç şüphesiz 1:1 ölçülerde yaptıkları Force FX Lightsaber’lardır. 1:1 oranda, Darth Vader, Yoda, Mace Windu, Obi-Wan Kenobi, Luke Skywalker, Anakin Skywalker gibi Star Wars dünyasında iz bırakmış karakterlerin ışın kılıçları, gerçeğe yakın ses ve fiziki efektleri ile hay-ranların beğenisine sunulmuştur. Fakat Master Replicas firmasının Star Wars koleksiyon dünyasından çekilmesi iyi ya da kötü mü bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü FX üretme olayının Hasbro’ya geçtiğinden bahse-diliyor ve MR’ın yerine gelen eFX firmasının ürün kalitesi henüz tam anlamı ile bilinmiyor. Bu yüzden FX’in tadını doyasıya yaşamak isteyenler, elini çabuk tutsun derim. Gelelim Kotobukiya firmasına… Bu firmanın ürünlerini belirli bir fiyat aralığında söy-lemek çok zor! Bazı ürünleri 100 doların altında olurken, bazıları 300-400 dolardan satılıyor,

aynı boyutlarda olmasına rağmen. Firmanın özellikle Darth Vader ürünlerini şiddetle tav-siye ederim. Attakus firması, hiç şüphesiz Star Wars dünyasında (bence) gereksiz para harcanan firmalardan bir tanesi. Neden mi? Çünkü, daha önce yapılmamış olmasına rağmen, niteliksiz bir ürüne 300-500 dolar arası veren biri nasıl bulunur, anlamıyorum. Ürünlerini bulmak zor, bulunduğu zaman da aşırı pahalı çıkabiliyor. Napolyon için değeri olabilir, fakat koleksiyon estetiği değeri çok da yüksek değil, maalesef.

Page 58: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Gelelim, bu ürünleri Türkiye’de nerede bulabileceğimize… Gümrük bedeli ve yurtdışın-daki firmaların Türkiye’ye pahalı “shipping” uygulamaları nedeni ile bu tip ürünler ülkemize çok sık gelemiyor. Türkiye’de satış yapan bazı dükkânlar var, fakat buradaki fiyatlar ve yurt-dışı satış fiyatları yukarıda bahsettiğim sebeplere açgözlülük de eklenince çok fark yaratabi-liyor. Aşağıda bu ürünleri bulabileceğiniz firma/dükkân isimleri veriyorum. Nezih Kırtasiye: Star Wars figür, büst, statü, lego ve minyatür oyunlarını bulabileceği-niz dükkân zinciri. D&R: Büst, statü ve replikaları seçkin D&R’larda bulabilirsiniz, fiyatlar bazı ürünlerde fazla gelebilir. (www.dr.com.tr ) Maxitoys/Joker: Figür, lego ve maket tabanlı olarak ürün getirtir, değişik figürler bula-bilirsiniz. (www.joker.com ) Toyzzshop: Ürün yelpazesi sınırlıdır, fiyatları Nezih Kırtasiye ve Maxitoys/Joker ile pa-raleldir. The Dreamers: Figür, statü, büst, replika gibi ürünler getirtir, yani ürün yelpazesi ge-niştir, fiyatları uygundur. (www.dreamersfigure.com )

Bu firmalardan/dükkânlardan alışveriş etmek istemiyorsanız, yani ürününüzü kendiniz getirtmek istiyorsanız, Gümrük ve pahalı “shipping” ücreti ile karşı karşıya gelebilirsiniz. Ayrıca ürünün teslimi sırasında veya öncesinde ürünün kırılma ihtimali de oldukça yüksektir. Bazen uygun olabilir, bireysel alışveriş, fakat elbette bir ürünü görerek, hissederek ve bilerek almak en iyisidir. Ayrıca yukarıda verdiğim internet siteleri ile online olarak da sipariş verebi-lirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere… Güç Sizinle Olsun!

Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

58

Page 59: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 60: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 61: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 62: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 63: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 64: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 65: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 66: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 67: Gölge e-Dergi 10. Sayı
Page 68: Gölge e-Dergi 10. Sayı

ÇİZGİLİ ÇOCUKLUĞUM Çizgili bir romanla ilk karşılaşmam, baba-mın elinde getirdiği, birinin muhtemelen kahve-de unuttuğu, babamın da bulup getirdiği Milliyet Çocuk: Baytekin özel sayısı ile olmuştu. Resim-lenmiş bu fantazya anlatısı ilk okumamda biraz karışık gelmesine rağmen beni garip bir şekilde büyülemiş ve hayatın harala gürelisine dalana kadar sıkı bir çizgi roman okuru olmama sebep olmuştu. Açıkça söylemek gerekirse 80’lerin başı çizgi roman okumak için gerçekten zor za-manlardı. Romalıların ilk Hıristiyanlara yaptığına benzer işkencelerle aileler çocuklarını bu aşırı zararlı alışkanlıktan vazgeçirmeye uğraşıyor. Çizgi roman okuyan çocuklar ve gençler kendi akranları tarafından ihbar ediliyor. Kimsenin ra-hatsız etmediği bir ceviz ağacı gölgesi bulmak giderek zorlaşıyordu. O zamanlar bir çocukla ilgili tüm olumsuzlukların kaynağı mutlaka bu saçma şeylerdi! — Anne kabız oldum ben — Okursan her tuvalete girdiğinde o Teksas, Tomzikleri olursun tabii! Çizgi roman satmayan neredeyse hiçbir bakkal ya da gazete satıcısı yoktu. Kara Murat, Tarkan gibi büyük boyda ve ince haftalık yerli tefrikalar yanında kalın Mister NO, Tom Braks, Zembla, Conan, Süper Korku, Kinova ve daha onlarca çizgi roman her daim raflarda hazır olurdu. Doğrusu çok da pahalı değildi. Çizgi roman günümüzdeki algılanışının tersine asla butik ve elit bir ürün değildi. Günlük harçlıkla rahatlıkla bir iki süper cilt alınır ve tüm gün bo-yunca, domates peynirli bir yarım ekmek eşliğinde, bu dünyadan tam anlamıyla koparcasına, okunurdu. Tabii bu ucuzluğun getirdiği özensizlik yüzünden, orijinal haliyle alakalı olmayan hat-ta orijinal bile olmayan kaptırma maceralar elden ele dolaşırdı ama çocuk bünyem bunları bilemeyeceği gibi umurumda da değildi. Her macerada neredeyse bütün Amerika’yı kurtar-dığı halde yüzbaşılıktan terfi edemeyen ve albayın şımarık kızına karşı aseksüel bir aşkla bağlı olan Tommiks’ten hiç hazzetmez, Teksas’a ise mücadelesinde hak vermeme rağmen mesafeli yaklaşırdım. Mister NO şahane, Zagor ve Çiko ise gönüllerin kahramanıydı. İçinde fantazya olan türler ise beni kendine mıknatıs gibi çeker, bütün okul harçlığımı bu maceralar yatırmama sebep olup annem tarafından da, “Acıktıysan iki porsiyon Conan ye,” diye alaylı bir aşağılanmaya maruz kalmama sebep olurdu. Conan’ın Türk olduğu yalanına gönülden

kanıyor, Alfa yayınları ve Ali Recan öl dese, ölü-rüm diyordum. En sevdiğim çizer John Buscema, Conan’ı aratmayacak tek kahraman ise memlekette pek tutunamamış Barbar Kral Kull’du ve kimsenin o zamanlar bile gülmediği bir şekilde “Kull’a kulluk yaraşmazdı” Örümcek Adam ise en tuttuğum kahramandı. Teksas, Tommiks, Tom Braks gibi demirbaşlardan çok sonra yayınlanmasına rağmen çok büyük bir okuyucu kitlesi oluşturmuş, ‘Süper’ olmasına rağ-men alabildiğine sıradan hatta zavallıca bir hayat yaşayan, türlü çeşitli süper kötüleri pataklamasına rağmen Meri Ceyn’e söz geçiremeyen bir gençti ve bu realite benim çok hoşuma giderdi. Örümcek Adam sayılarında tanıştığım dolgu çizgi roman ola-

GÖLGE | Temmuz ‘08

68

Page 69: Gölge e-Dergi 10. Sayı

rak yayınlanan Namor ise Örümceğin tam tersi burnundan kıl aldırmayan düşmüş bir soyluydu ve o kafasız gururu yü-zünden iki tane de benim çakasım gelirdi. Tabii her şey o kadar da masum değildi ama bir çocuğa yedirmek kolaydı. Yıllar sonra anladım ki, Kızılmaske snop bir ırkçı, Tarzan ve Zembla ise zencilere ve tüm orman hayvanına sarı saçlı bir beyaz hatun için kök söktüren Afrika’nın baş belasıydı. Renksiz tek kanal TV’nin zaman kısıtlı yayın yaptı-ğı, bilgisayar denen şeyin olmadığı, Atari salonlarının he-men her mahalleye açılmadığı erken dönemde çizgi roman, teyze yazlıklarında kıstırılmış ergenler için gerçek bir kaçış ve saklanış aracıydı. Fakat zaman geçti biz âdem elmalı, sivilceli çirkin erkekler olduk. Eskiden anne babamızdan kaçırılan çizgili romanlar şimdi de “Ayyy bunları mı okuyor-sun?” demesinler diye kızlardan saklanır olmuştu. Biz mi çizgi romanları terk ettik, yoksa onlar mı azaldılar bilmiyo-rum ama zaman içinde birer birer gözden kayboldular. Tay Yayınları’nın, yüz kasları abartılmış “Aslan” imzalı kahra-man çizimleri bile burnumda tüter olmuştu. Eski köprüler inşa edilmeliydi ama bu gürültünün içinde bu nasıl olacaktı ve eski tatlar yeniden yakalanabilecek miydi, yoksa geçmiş hiç ellenmemeli miydi? Önce internetten bir zamanlar okuyup, çok sevdiğim Conan gibi kahramanların resim-lerini, kapak çizimlerini aradım ve çoğunu da buldum. Gecenin birinde duygusuz bir bilgisa-yar ekranına bakarken o kapağın üstüne ağzımın kenarından dökülen domates parçası detayı bile aklıma gelince hem keyiflendim, hem de en sevdiğim zamanda asılı kalmayı becereme-miş olduğum için burkuldum. Daha bir meraklandığım vakit çevrimiçi okunabilecek bir şeyler aradım ve hatta buldum ama kitap gibi kokmayan dokunulamayan, ruhsuz bir suret gibi gö-ründüğü için, anılarıma ihanet etmemek adına uzak durdum. Ama benim gibi bir sürü de me-raklısı vardı bu çizgi roman denen illetin… Demek ki virüs başkalarının kanında da uyku ha-linde yaşıyordu. “O zaman, aramalı ve bulmalı,” deyip küçük şehirden, büyük şehre uzanan, sahaflardan başlayıp çok gerekli şeyler satan yerlere kadar varan bir çizgi roman kardeşliği yolculuğuna başladım ama Frodo kadar dirayetli değildim ve çok yerde de yarım bıraktım. Geldiğim noktada çizgi romanın da değişim geçirip başkalaştığını, sinemada film öncesi oku-nan, gazoz kapağı, para düşürmece oyunlarında bir yıldır birikenlerin hepsinin kaybedildiği ya da Kara Korsanın hazinelerinden bile kıymetli ganimetlerin kazanıldığı bir kıymet olan, yasaklı hali yüzünden ayrı bir gizemi olan bir şey olmaktan çıkıp, orijinaliyle aynı ve hatta daha kaliteli basılan ama sırf bu yüzden de ellenmesi bile dikkatlice olan, arkadaşa vermenin asla kabul edilmediği, azalan bir okuyucu yüzünden de iyice fiyatlanmış ve kafasının arkası kelleşmiş iyi kazananlarca defalarca değil bir kere bile okunmadan koleksiyonu yapılan bir meta haline geldiğini görmekten çok da mutlu değildim. Sahaflar bile akıllanmış ve 100 tane-sini üç kuruşa 2. ele sattığımız romanların üstünden yat, kat, villa taksitine girmişlerdi. Ben büyürken çizgili şeyler de büyümüş ve kendini para için satar olmuştu. Amerikalıların “Pulp” dediği üç kuruşluk romanların çağı çoktan bitmiş, AVM kitapçılarında ışıltılı bir gösterişle satılanların zamanı başlamıştı. Artık çizgi roman okumak mümkün değildi ve zaten o ceviz ağacı da çoktan kesilip yerine bir bina dikilmiş olsa gerekti. Aklın takıldığı yerde, zaman değil akıl kalırmış… Elinde domates peynirli yarım ekmek, tek eliyle domates damlatmadan sayfa-ları çevirmeye çalışan, ağacın gölgesinde bir çocuğu görebileceğim tek yer kendi yıpranmış hatıralarım. Ha şimdi mümkün olsa da yanına gidip onu kandırabilsem elindeki ekmeği değil çizgiliyi alıp kaçarım. Sinemayla ve çizgiyle kalın

Murat Tolga ŞEN www.otekisinema.com

Page 70: Gölge e-Dergi 10. Sayı

CESARET DAĞI Dağ, köyün önünde öylece duruyordu. Doğduğundan beri güneşin hep aynı noktada kaybolduğunu görmek kasvet verir olmuştu. “Güneş gerçekten orada mı batıyor, yoksa daha ileride başka bir yerde mi?” diye düşünüyordu uzun zamandır. Hele on sekizine geldiği sene-nin kışı iyice çekilmez oldu. Güneş daha erken batmaya, hava erkenden kararmaya başladı. “Bahar gelsin gidip göreceğim güneşin nerede battığını,” diye mırıldandı. “Altan,” dedi dedesi “gidemezsin oraya.” “Neden dede?” “Orası, Cesaret Dağı.” “Dede oraya Köknar Dağı derler. Sen ne-den Cesaret Dağı dersin?” “Olur mu oğul, görmez misin her baharda sırtına çıkınını denk edip, dağ yoluna gidenleri. Hiç umut dolu dönenini gördün mü ki? Köknar sadece dağda yetişen ağacın adıdır. Oranın adı Cesaret Dağı.” Altan düşündü. Dedesinin dediği gibi karlar erimeye başladığında gözleri umutla par-layan nice civanlar görmüştü. Ama bir kerecik olsun dağdan inen genç körpeye rastlamamıştı. Hatta şimdi o gözlerde umut değil, hayat ışıltısı bile olmadığını yalan yanlış hatırlıyordu. Yaşlı adamın torunu “Cesaret Dağı” diye kendi kendine söylenmeye başladı. Her gün kış biraz daha bastırıyor, karların boyu yükseliyor, köy kahvesindeki yaşlılar çevrelerindeki gençleri gördükçe daha bir mutlu oluyorlardı. Delikanlı her gün evden kah-veye, karlar arasında bir tünel açarak dedesini götürür olmuştu. Genellikle köyün gençleri bir masa etrafında toplanır, bahardan, çeşme başındaki kızlardan konuşurdu. Orta yaşlılar, karın hasadı nasıl etkileyeceğini, ürünün bol olması için karın hangi gün kalkması gerektiğini hesap ederlerdi. Yaşlılar nedense gençler gibi bir araya toplaşmaz, ikişerli üçerli masalarda oturup, nargile fokurdatır, bir masal havasında gençlik günlerinden bahsederlerdi. Altan, ilk defa kulağına gelen “Cesaret Dağı” sözcüğü ile irkildi. Kahvenin öbür ucunda bir ihtiyar gözleri katarakt olmuşçasına fersiz “Kar bitmese, yine gençler çıkmasa Cesaret Dağı’na” diyordu. “Sus!” dedi yanındaki. “Akıllarına getirme şimdi. Kim bilir kaç kişi dökülür yollara. Bak şu kenar masada oturan Daranlar gibi olur hepsi. Bu köyün gençlerini yıllardır o dağı hayallemesinler diye yapmadığımız tek göçmek kaldı. Yeni yetmeler de adını duysalar dağın yoluna gitmek isterler. Aman anmayalım adını…” “Cesaret Dağı,” dedi Altan. Çatısına kadar karla kaplı köy kahvesini bir hararet bastı. Oluk oluk terlemeye başladı delikanlı. ‘Cesaret’ kelimesi bile ateşini artırıyordu. “Ben cesu-rum, o dağa çıkacağım.” Artık ufak köy kahvesini ısıtan ocakta yanan odunlar değil Altan’ın içindeki merak ateşiydi. Altan’a an geçmedi ama köylüye çabuk gün geçti. Önce ovanın karı eridi, çiçekler açtı ardından dağın dereleri ovanın ağaçlarını suladı. Toprağın altından başını kaldıran ekinler daha bir parmak boyuna gelmemişti ki köy yolunda bir adam gördü Altan. Sırt çantasını yük-lenen adam başına duvak misali duman dolayan Cesaret Dağı’na doğru ağır ve sert adımlarla gidiyordu. Adamın ardından baktı kaldı. “Ben de,” diyebildi içinden. Dudaklarından çıkmayan kelime boğazında bir düğüm olarak kaldı. Derin bir nefes aldı. Sanki konuşmasını engelleyen

GÖLGE | Temmuz ‘08

70

Page 71: Gölge e-Dergi 10. Sayı

bir şey boğazını sıkıyor, göğsünü bastırıyor, nefesini kesiyordu. “Ben de gideceğim…” diye bağırdı dağa tırmanan adamın ardından. Sesi öyle gür öyle yüksek çıkmıştı ki ovanın öbür ucundan dedesi duyup, “Gidecek!”demişti içinden. “Şimdi gitmesin evladım… Hiç gitme-sin.” Elleri yardım ister gibi gökyüzüne açıldı “Ben cesaret edemedim gitmeye, o da gideme-sin, sen onu bize bağışla.” Dağın dumanlı başından köye doğru ak bir bulut suyunu sala sala iniyordu. Altan biraz yufka ekmeğini birkaç topak keçi peynirini ve terlerse diye yanına aldığı iki iç mintanını bir heybeye koydu. Omzunun üzerinden heybeyi sallandırıp tarla yoluna gitti. Dedesi hâlâ elleri havada, dua edercesine diz çökmüş duruyor-du. “Ana ben gidiyom,” dedi. “Nereye gidiyon oğul?” “Şu dağa!” “Oğul, bahçe vaktidir ne işin var dağda. Yaşlı dedenle, avrat başıma beni bırakıp nere-ye gidiyon?” Kadının yanağından bir damla sü-züldü. “Git oğul, gidene dur demem ben. Ama döndüğünde bizi burada göremezsen, merak etme. Sadece aynaya bak, nerede olduğumuzu

anlarsın…” “Ne diyon ana, şu dağın zirvesine gitmek ne ola ki? Yola çıktım mı yarın akşam olma-dan dönerim buraya. Sen meraklanma.” Delikanlı yapacağı işin gururunu omuzlarına yükleyip yola koyuldu. Karşısındaki neydi ki? Çobanların eteklerinde keçilerini otlattığı tepe değil miydi? Her adımında biraz daha yak-laştığını düşünerek köyünü ardında bıraktı. Bir süre geriye bakmak istemiyordu. Çiçeklere, çiçeklenmiş ağaçlara, güzel ötüşlü kuşlara baktı. Aradan saatler geçmişti. Sonra döndü ardı-na “Evim nerede kaldı?” diye baktı. Ne evi, ne de köyü görünmüyordu. Yine dönüp dağa bak-tı, sanki yol bir adım bile kısalmamıştı. “Akşam olmadan zirveye varmak gerek,” dedi adım-larını sıklaştırarak. Akşamüzeri kırdaki yabani sarımsaklardan topladı yufkasına peynir sarıp yanında katık etti. Bir kaynaktan kana kana su içti. Güneş az sonra yine aynı yerde batacaktı. Hemen heybesini omuzlayıp hızlı hızlı yoluna devam etti. Güneş dağa ne kadar yaklaşırsa o da o kadar hızlanıyor, koşar adım tırmanıyordu. Biraz sonra güneş dağın ardında kayboldu. “Dinleneyim, yarın gün doğumunda uyanır, daha hızlı giderim,” diye söz verdi kendine. Yüce dağın karı henüz erimemişti. Dağdan aşağı esen rüzgârın soğuğu yavaş yavaş içine işliyordu. Öten baykuşları ve uluyan kurtları saydı. Tan kızıllığında kalkıp yeniden yola düştü. Güneş gökyüzüne yükselirken önünde bir adam gördü. “Dün gördüğüm adam olmalı,” diye düşündü. Acelesi olduğundan, koşar adım yoluna devam etti. Birkaç saat sonra yeni insanlar görmeye başladı. Saat öğleyi geçtiğinde dağ hâlâ yerli yerindeydi. Ardına baktı, köyü görünmüyordu. “Az kalmış olmalı, aşağıdan dağa baka baka gözümde büyüttüm. Bu yanılsama olmalı,” dedi. “Geceden önce varırım…” Sonra bir kere daha kafasını kaldırdı “Ya da yarın sabah erkenden.” Geceye kadar yoluna devam etti. Zirveye yaklaştığında gün batmıştı. “Üşümeyeyim, yarın sabah önce zirveye çıkar, sonra da aşağı inerim. Zirve daha soğuktur,” derken hâlâ dağın karlı kısmına gelemediğini düşündü. “Bir günde kar eriyecek değil ya. Çok yoruldum hayal görüyorum.” Delikanlı sabaha kadar deliksiz uyudu. Hatta uyandığında saat nerede ise öğlene geliyordu. Dün gördüğü adamlar yanından geçmiş gitmiş, zirveye varmak üzereydiler. “Yolun sonuna geldik. Karnımı doyura-yım, aşağıya inene kadar yiyecek başka bir şeyim kalmadı zaten,” diye düşündü. Heybesinde

Page 72: Gölge e-Dergi 10. Sayı

son kalan yiyeceklerle karnını güzelce doyurdu. Yeniden koşar adım zirveye doğru yol aldı. Yolun sonuna artık çok az kalmıştı, dağın zirvesi kel bir tepeydi, insanın içini donduran bir rüzgâr esiyordu. Koşarak zirveye ulaşmaya çalışırken uzakta uçan kartallar ilişti gözüne. “Si-zin kadar yüceyim,” demek için daha hızlı koştu. Zirveye geldiğinde göz alabildiğine yüksek bir dağ duruyordu önünde. Zirve sandığı bu tepeciğin ardında ise yayla köyü vardı. “Boş bir hayalmiş. Cesaret Dağı diye bir yer yokmuş, daha da büyük bir dağ varmış ardında.” Yayla köyünün dar sokaklarını gezmeye başladı. İnsanların umutsuz gözlerini gördü. “Dağın adına hiç uymamış bu köy,” diye düşündü “Umutsuzluk Dağı deseler daha doğru olacakmış.” Yayla köyünün çıkışına geldiğinde birkaç kişinin ulu dağa çıkışını izlediğini gördü. “Bu adamlar nereye gidiyor?” diye sordu. “Cesaret Dağı’na,” dedi kendi yaşıtı bir genç. “Cesaret Dağı burası değil mi?” “Hayır, işte o yüce dağ.” Altan dağa doğru ilerleyen ayaklarına engel olamadı. Önünde ilerleyen kişi köyden bu yana bir önüne geçen, bir geride kalan adamdı. Hızlanan adımları ile birkaç dakika içinde adamın yanına vardı. “Ne kadar sürer zirveye ulaşmak?” diye sordu. Adam Altan’a bakmadı bile cevap verirken “Birkaç günden fazla. Ama o zirve gerçekten Cesaret Dağı’nın tepesi mi bilmiyorum. Ya bugün vardığım bu zirve gibi yalan olursa? Ya daha yüceyse!” Altan adamın son kelimesinden sonra yavaşladı. “Ya daha yüceyse!” dedi kendine. İşte o zaman ne yapar-dı? Aşağıda anası ve dedesi onca iş arasında ne kadar beklerlerdi ki onu? “Bütün yük onlara kaldı,”dedi. Sonra yeniden koşturmaya başladı yüceye doğru. Yol boyunca ardından doğan güneşi izledi. Her akşam dağın ardında aynı noktada ba-tıyordu. “Hiç yol gelmemişim, sanki nispet yapar gibi…”dedi. Yola çıkalı haftalar, hatta aylar olmuştu. İlk zirvenin ardından gördüğü dağı çoktan aşmış onun da ardındaki dağı geçmiş, art arda, art arda sıralanmış küçüklü büyüklü nice yücelerin zirvesinde konaklamıştı. Yol boyun-da kendi gibi umutla yüceye tırmananları ve umutsuzca aşağı inenleri gördü. “Halin nicedir?” diye sorduğu bir dönen, “Zirve diye bir şey, Cesaret Dağı diye bir yer yok!”diye yakınmıştı. Bunun ardı, onun ardı ve daha da ötesi hep sıra dağlar.” Yol üzerinde ilerledikçe daha çok yayla köyü görür olmuş, köylerin insanlarının umutsuz bakışlarını içine sindirmiş “Acaba

dönmek mi gerek?” diye düşünmeye başla-mıştı. Mevsimin döndüğü, yaz sonunun geçti-ği, kışın geldiği belliydi. “Yarın dönerim,” dedi-ği dedesi ve anası ne yapıyorlardı acep? “Kış bastırmadan geri mi dönsem!” dedi pişman-lıkla. “Ama Cesaret Dağı’na çıkamadı derler, anamın dedemin yüzünü yere baktırmaktansa, yolumdan dönmemek en iyisi,”diye düşündü. Birkaç gün sonra da ilk kar düştü. Bir yayla köyünün kahvesine sığındı kışı geçirmek için. Bütün gün insanlar kahvede oturup boş gözlerle bir dağ yoluna bir de kö-yün yoluna bakıyorlardı. Zirveye çıkmak, eve geri dönmek ya da burada böylece kalmak gibi seçeneklerini düşünüyorlardı. Sessiz geçirilen günler sonunda kahve çatısına kadar karla ka-pandı, hiç kimse kahveden dışarı adımını ata-madı. Sonra yeniden bahar geldi. Karlar eridi. “Gitme zamanı geldi,” diye düşündü içinden istemeye istemeye. Oysa baharın ilk çiçeği açtığında hiç kimse yola düşmemişti. Sonra ikinci üçüncü çiçekler de insanları yerinden kaldıramadı. Altan o baharı, yazı ve sonbaharı o kahvede, yolculuğa cesareti olmayan insan-

72

Page 73: Gölge e-Dergi 10. Sayı

larla geçirdi. Yeniden kış geldiğinde “Baharda eve dönerim,” diye geçirdi içinden. O bahar da yola devam edemedi. Dördüncü senenin sonunda yayla köyü kalabalıklaşmış kahve oturulmaz olmuş, in-sanlar umutsuzluklarını burada yaşamak için kendilerine ev yapar olmuşlardı. İlk çiçek aç-tığında son bir gayretle “Bana eyvallah beyler!”diyerek yola koyuldu. Zirveye çıkana kadar yolda kimseye rastlamadı. İki gün sonra Cesaret Dağı’nın en yücesine çıktığında inanılmaz güzellikte bir manzara ile karşı karşıyaydı. Türlü çiçeklerin rengârenk süsü bahar ağaçlarının çiçekleri ile karışmıştı. Arılar ve kuşların dansettiği zirvenin düzlüğünde daha önceden bu-raya gelmiş ama bir türlü gözlerini güzelliklerinden alamadıkları için geri dönmeye cesaret edemeyen insanların çadırı vardı. Çadırların ötesinde ise büyük bir göl duruyor, gölün balık-ları suyun üzerinde sıçraya sıçraya geziyordu. Düzlüğün bir kenarında sarıçam koruluğu ve ağaçların arasında oynaşan ceylanların, karacaların yavruları vardı. Temiz havayı ciğerlerine doldurdu, başını uzamış çimenlere yaslayıp iç rahatlığıyla uyku çekti. Buradaki insanların yüzü mutlu ve huzurluyu. “Geri dönmek lazım!” diye geçirdi içinden. Ama bu güzellikleri bırakıp gitmek hiç ona göre bir şey olmasa gerekti. Zaman o ka-dar hızlı akıp gidiyordu ki akşam olduğunda güneşin nereden battığına dikkat etmemişti. “Ya-rın göreceğim,” dedi kendi kendine ama ne yarın, ne de bir sonraki gün batan güneşin yerine dikkat edip öğrenemiyordu. Bütün gün boş oturup çevreyi seyretmek huzur veriyordu. Son-bahar yeniden gelirken, yaşlı bir adamın yanında oturduğunu fark etti. Batan güneşin yerini fark etmediği gibi bu adamın da aylardır yanında olduğunu fark etmemişti. “Amca,” dedi “ne kadar cesuruz değil mi? İnsanlar aşağıda kös kös oturup her gün aynı hercümercin içinde yoğrulurlarken biz cesaret edip, bu dağa çıktık. Bütün güzellikleri gördük. Tanrı yaşamın tüm renklerini buraya bahşetmiş. Belki de hayatımızı burada yaşamalı burada sonlandırmalıyız.” Yaşlı adam Altan’a baktı. İç geçirip kafa salladı. “Oğul sen hiçbir şey anlamamışın ki,” dedi. Sen sanır mısın ki buraya çıktın da cesaretini ispat ettin? Bak etrafında ne aslan var, ne kaplan, ne de bir düşmanı geçtin gelirken. Önünde tek engelin zamandı. Şimdi de burayı gördün döneceksin. Peki, dönmek için ne bekliyorsun?” Genç adam şaşırmış, hatta kızmıştı. “Amca ben döneceğim. Ama biraz daha göreyim şu güzellikleri.” “Bak işte evlat, güzelliklere bakarken ömründen biraz daha zaman harcıyorsun. Belki de hayatında bir daha bu güzellikleri asla göreme-yeceğini, yaşayamayacağını düşünüyorsun. Oysa bu dağ Cesaret Dağı. Çıkmak için değil, inmek için de cesur olmak gerekir. Ben belki yirmi, belki elli yıldır buradayım. Geri dönecek cesareti göstere-medim. Kimileri yolda kalır, ne buraya gelmeye, ne de geri dönmeye cesaret edebilir. İşte biz de bura-da yolculuğun bittiğini sanırız. Oysaki cesur olan buraya geldiği gibi inebilendir de. Var mı geri dön-meye cesaretin?” Altan yaşlı adamı dinlerken geride bıraktık-larını düşündü. “Güneşin battığı yeri görmeye gel-miştim ben. Daha ne gün batımını, ne de gün doğu-munu seyredebildim.” “Oğul bu dert değil, şu aşağıdaki bulutların arasından doğar güneş, öbür yanda yine bulutların ardında batar. Bulutlar çok aşağıda kaldığı için de asla güneşin nerede doğup, nerede battığını göre-miyoruz.” Altan o akşam bütün dikkatini güneşe verdi. Gerçekten de köyden gördüğü güneş bir dağ yü-cesinde batarken buranın güneşi dağın eteklerinde bulutların ardına girip yok oluyordu. Ertesi sabah da gün doğumunu izlemek için baktı dağın etekle-

GÖLGE | Temmuz ‘08

Page 74: Gölge e-Dergi 10. Sayı

rine. Yine aşağıda, bulutların arasında belirdi önce ve yavaşça yukarıya doğru yükseldi. “Gitme vaktim gel-di,” dedi Atlan dün öğüt veren ihtiyar adama. “Anam dedem beni bekler.” “Keşke ben de senin gibi cesur olsaydım,” dedi yaşlı adam dağdan aşağı çığ gibi kopup giden gencin ardından bakarken. “Ama ne bu güzelliği bırakıp gide-cek cesaretim var, ne de inersem bir daha buraya geri dönebileceğime inancım.” Filiz GÜR [email protected]

İllüstrasyon Serkan ELES nevermoreori.deviantart.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

74

Page 75: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Okura Özel Sayfa

Gölge okurları 10 aydır bilgisayarlarında okudukları Gölge e-Dergi hakkında

görüş, öneri, istek ve şikayetlerini [email protected] ‘dan bize ulaştırabilirler

Gölge e-Dergi

Herşey daha iyi bir GÖLGE için Gölge e-Dergi Yayın Kurulu

“Gölge e-dergiyi takip eden biri olarak güzel işler yaptığınızı söylemeliyim.Gölge dergide daha çok çizgiroman yayınlanırsa daha çok sevinirim.

İyi çalışmalar dilerim. Murat YÜRER

Gölge Dergi yaz sıcağında nasıl okunacak? Tatil yapmayacak mısınız?

Dergiyi indirmekte problem yaşıyorum Rapid dışında hangi sitelerden indirebilirim? Atilla KAYA

Atilla, Gölge e-Dergi olarak tatil yapmayı düşünmüyoruz, kalabalık bir ekibiz.Zaten fark ettiysen arkadaşlarımız tek tek kaytararak tatil yapmaya başladılar bile,

onların yerine de yeni arkadaşlarımız yazmaya başlıyor. 500 sayfalık bir dergi olmadığımız için de bu kaytarmaları hoşgörü ile karşılıyoruz...

Dergi için bir blog açtık geçen ay http://golgedergi.blogspot.com ayrıca www.hayalsaati.com dan flash olarak, www.resimliroman.net sitesinden cbr olarak

www.photoshopmagazin.com un dosyalar bölümünden pdf olarak indirebilirsin. Gölge e-Dergi

Ben Gölge e-dergide çalışmak istiyorum. cv yolladım ama tuhaf bir cevap geldi anlamadım...

Ozan ÇALIŞKAN

Ozan cv yollaman yeterli değil, ilk önce biz “işveren” değiliz, bize cv değil dergide yayınlanacak işini yolla. Ya da ne yazmak, çizmek istiyorsun bunu belirt.Dergi tamamen amatör bir iş olup gelir getirmemekte ve yazar-çizer arkadaşlara

telif ödenmemektedir.Dergiyi beğenen olur da reklâm filan verirse yazar-çizer takımını toplayıp

boğaza ıslatmaya gideceğiz...Reklam vermek isteyenlere de bunu duyurmuş olalım ;)

Gölge e-Dergi

Page 76: Gölge e-Dergi 10. Sayı

BATMAN: Bir Ortaçağ, Bir Şövalyelik SerüveniAmerikan karşıtlığı ve comicsler

Ülkemizde çizgi roman, “altın günlerine” geri dönme eğilimi gösterirken onlarca dergi artık hak ettikleri raflarda, kitapçı raflarında okuyucusuyla buluşmaya başladı son dönemlerde. Farklı ülkeler-de ortaya konmuş yapıtların yanı sıra yerli yapıtlar da ufak ufak kendine belirgin bir raf payı elde etmeyi başardı bu furyada. Yayınevlerinin hangi görüş veya hangi kay-gılardan dolayı bu yapıtları bastıkları maalesef çok belirgin değil. Basımların iyi niyet taşıdığı, çizgi ro-manın bir sanat olarak görülerek hak ettikleri kali-tede basıldıkları ortada. Ancak bu iki noktanın bazı durumlarda yeterli olup olmadığı tartışılmalı düşün-cesi ağır basıyor. Özellikle Amerikan çizgi romanları konusun-da sürekli ortaya çıkan eleştiriler bu türe dair araştır-maların daha da derinleştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Çoğunluğu Amerikan karşıtı olan eleştiri-ler otomatikman eserleri de hedef alıyor, içeriğinde-ki hoş birçok şeyin görmezden gelinmesine neden oluyor. Dahası, bir tür “comics karşıtlığı” düşünce-si pompalanarak bu türe karşı olanların sayısı gün geçtikçe arttırılıyor. Hatta bu türü beğenen kesimin bir şekilde kendini suçlamasına, vicdan muhasebesi yapmasına kadar uzayacak bir baskı mekanizması sürekli olarak işliyor kimi eleştirilerde. Bazı yazarların kendilerini duygularına kaptırarak “Amerikan karşıtı olma” görüşünü eleştirilerine de taşımaları kimi zaman okuyucusu olmadıkları bir alanda eleştiri yapmaya çalışmaları nedeniyle oldukça zeminsiz, temelsiz, desteksiz atıp tutmalara da dönüşmüyor değil. Comics, içinde barındırdığı birçok hoş özelliğin gözden kaçması sonucu gereksiz yara alıyor bu eleştiriler sebebiyle. Oysa Amerikan comics endüstrisinin dönem dönem birçok kaynaktan beslendiği bir gerçek. Birçok mesaj veya kaynak onaylanmayabilir. Ancak gerçek olan iki gerçek vardır ki göz ardı edilmeleri yanlış olur:

Detective Comics #27 (Mayıs 1939)BobKaneçizgileriileBatmanilkdefagörünür.

1. Devamlı surette üretmek zorunda kalan comics âlemi tıkanma yaşamamak için kaynak-ları dönüştürerek kullanmak zorunda kalmaktadır.

2. Düşünce özgürlüğü vardır ve her sistem şu ya da bu şekilde düşüncesini sunma hak-kına sahiptir. Beğenmeyen alternatifini sunmalıdır.

Batman, özellikle bu iki başlık çerçevesinde üzerinde bir hayli düşünülmesi, her dö-nemi defalarca incelenmesi gereken comicslerin başında geliyor. Bir soğan gibi soyuldukça yeni bir katmanla karşılaşılan bu kahraman ve serisi her katmanında ayrı bir inceleme konu-suna sahip olduğunu gösteriyor.

GÖLGE | Temmuz ‘08

76

Page 77: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Batman’in yaratım aşamaları / İlk dönemi

Batman, yaratıcısı Bob Kane’in (1915-1998) müthiş bir yaratısı olarak ilk kez Detective Comics’in 1939 yılı 27. sayısında okuyucusuyla buluştu. Yara-sa kostümlü, gizemli, korkutucu Batman, o yıldan itibaren okuyucusunun gönlünde taht kurdu. Bob Kane, Batman’i nasıl yarattığını “BAT-MAN VE BEN” adlı kitabında anlatırken Douglas Fairbanks’in başrolünü oynadığı “ZORRO’NUN İŞARETİ” adlı filmden etkilendiğini ifade etmiştir. Fairbanks’in akrobatik hareketleri ve bir ip (kamçı) vasıtasıyla savruluşları Batman’e zemin oluştur-muştur. Dahası Zorro’nun diğer kişiliği olan Don Diego’nun malikânesine gizli yollardan girişi Bruce Wayne’in ve Wayne Malikânesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca malikâneyle dehliz girişine atalardan kalma bir saatin kapı ve bekçilik görevi görmesi de yine filmden alınmıştır. Bob Kane’in ilk Yarasa-Adam tasarımları 1930 yılı yapımı “YARASANIN FISILTILARI” (THE BAT WHİSPERS) adlı filmle biçimlenir. Yarasa maskeli, pelerinli karakter ilk BATMAN imajını belirlerken, 8 yıl sonrasında bir ışıldağın ortasında yer alan yarasa işareti bu tabloya eklenmiştir.

Detective Comics #33 (Kasım 1939)Batman’in ilk “Origin” macerası

Kane, sonrasında etkilendiği tasarım sahibinin Leonardo Da Vinci olduğunu ekler ya-zısına. Ve Batman kostümünün grili, mavili, lacivertli, sivri kulaklı, yarasa kulaklı tasarım ve değişikler dönemi başlar, kostüm ve kahraman dönemsel değişiklikler yaşar. DC’nin Müdürü ve Editörü Jenette Kahn, Kane’in çocukluğuna sıkı sıkıya bağlı oldu-ğunu, Pelerinli Haçlı (Caped Crusader)’nın aksiyon, suç, mücadele, macera dolu öyküleri her yaştan okuyucusunu içlerindeki çocukluğa seslenerek yakaladığını söyler. Hatta Bob Kane çocuğa, çocukluğa o derece önem vermektedir ki çeşitli çocuk merkezli yardım kuruluşlarına yardımlarda da bulunmuştur. Bu tarihçe Bob Kane’in kitabında yer almaktadır. Kahn da bunu desteklemektedir. Batman’in yaratım sürecine ilişkin yaratıcısının açıklamalarına elbette saygı duyulmalıdır.

Batman #1 (İlkbahar sayısı)Joker ve The Cat (Catwoman)

ilkdefagörünür.

Ama ilerleyen yayınlarda karşımıza çıkan değişimlerin kaçının baştan düşünüldüğü, kaçının sonradan eklendiği de sorgu-lanmalıdır. Batman belki Zorro’dan esinlenilmiştir ama zaman için-de dedektiflik yöntemleriyle Sherlock Holmes’laşmış, dövüş becerileri geliştirilerek Ninjalaşmıştır Batman. Hatta Sihir-bazlık/İllüzyon yeteneklerini geliştirerek Houdini’leşmiştir de. Dahası, dönem dönem farklı konseptlere ev sahipliği yapmış, farklı politikaların ve düşüncelerin ileticisi olmuştur.

Bu süre içinde Batman’a bir sürü lakap yakıştırılmıştır: Vigilante, Caped Crusader, Dark Knight, Dedektif, son ola-rak Urban Legend.Dedektifi bir yana bırakırsak;Vigilante, şehir asayişini sağlayan resmi olmayan kişiCaped Crusader, pelerinli haçlı (Haçlı seferine çıkan kişi) Dark Knight, kara şövalyeUrban Legend, şehir efsanesi

Page 78: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Lakaplardaki içeriklere dikkatlice bakıldığında şövalye, haçlı, asayişi sağlayan, şehir efsanesi gibi kavramların çok tesadüfî olarak bir araya gelmiş olamayacakları görülüyor. Sanki üstünde durulmamış olsa da 1940 yılında itibaren çok bilinçli bir alt tema işlenmiş ve okuyucuya temel alınan zemin zamana yayılarak iletilmiş gibidir.

Batman ve Ortaçağ

Yukarıda sözünü ettiğim lakaplar neresinden bakılırsa bakılsın özellikle ortaçağ ve haçlı seferleri dönemine ait sınıf ve görevlerden gelen lakaplardır. Batman, tematik olarak değilse de yapı olarak o dönemden çok şey almıştır. Özellikle dini motiflerden bolca yararla-nılmıştır. Mesela “Batman ve sinyali üzerine bir fantezi” yapacak olsak “Gece aniden bir ışık huzmesi gökyüzünde belirir ve onu oraya yansıtmış olan şehrin önemli kişileri (Komiser, Belediye Başkanı, Vali çoğunlukla sadece Komiser ve yardımcıları), mazlum insanları kurtarmaya gelecek olan kurtarıcıyı beklemekteler. Gözleri uzakları izler ve kurtarıcı nihayet görünür.” Bu ritüel her Batman sayısında tekrarlanır ve Batman her defasında kurtarıcı olarak bu çağrıya cevap verir. Sıradan insanların gözünde bu ışık, bir yerlerde kötülükle boğuşan insanlar olduğunu, kurtarıcının da ortaya çıkarak onları kötülüklerden kurtaracağı anlamını taşır. Ritüel, İsa Mesih’in doğumu sırasında gökyüzünde beliren kuyruklu yıldızı ve onu izle-yen üç Bilge’nin kurtarıcıya ulaşmak için çölde yol alışını andırır. Ancak GOTHAM neresinden bakılırsa bakılsın “kutsal bir şehirdir”. Kahraman “şehri-nin” düşmemesi için mücadele eder. Sanki Gotham düşerse(!) tüm dünya düşecektir… Düş-me… Bu kelime, düşme, çoğunlukla kuşatılmış bir şehre atıfta bulunuyor gibidir. Yüzüklerin Efendisi’nde Gondor’un konumu sebebiyle “Kudüs” benzetmesi ve eleştirisi yapıldığını dü-

BatmanSinyali Batplane (yarasa uçağı) Batmobil

Joker Penguin Two Face CatWoman

GÖLGE | Temmuz ‘08

78

Page 79: Gölge e-Dergi 10. Sayı

şünürsek Gotham’ın kuşatılmışlığını KUDÜS’e benzetmek yanlış olmaz gibidir. Koruyucusu-nun bir şövalye olduğu kutsal şehir başka neresidir? Vigilante, Caped Crusader ve Dark Knight lakaplarının tamamı ortaçağ dönemine aittir-ler. Vigilante’ler orduların sefere çıkması üzerine boşalan güvenlik alanını dolduran ortaçağ kahramanlarıdır. Caped Crusader, Pelerinli Haçlı, haçlı seferine katılan Tapınak şövalyeleri-nin üzerinde büyük kırmızı haç deseni bulunan pelerinlerinden dolayı aldıkları addır. Dark Knight, Kara Şövalye anlamına gelmektedir ve yine ortaçağ dönemine aittir. Tümü de kutsal şehirlerin koruyucularıdırlar. Ortaçağ ve din motifleri Batman’in vazgeçilmez unsurlarıdırlar. Yine Batman’in başta anne ve babası olmak üzere devamlı olarak mezarlıkları ziyaret edişi ve “haç” şeklinde mezar taşlarının karşısında çizilmesi bu motiflerin yaygın kullanımla-rındandır. Tabii yan karakter HUNTRESS’ın boynunda devamlı surette haçla gezmesi, yakın zamanda türeyen yan karakter AZRAEL’in Kudüs’e girmiş olan kurgusal “San Dumas” haç-lılarının torunu oluşu ve Huntress’ın onu hep “Angel one” diye çağırması da bu motiflerin kimlik kazanmış halleridir.

Yarasa Mağarası’nın planı2006 yılında “City of Crime” de Gotham Şehri

Glen Orbik’in çizimi ile Yarasa Mağarası Jim Lee’nin çizimi ile Yarasa Mağarası

Page 80: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Yine ortaçağ devamı mimarisi olarak da tanımlanabile-cek olan GOTİK MİMARİNİN kahramanla özdeşleşecek şekilde kullanıldığı görülür. Gargoyle’ler, karanlık üslup, dahası yine başka bir lakap olan kahramana atfen “gotik kahraman” sıfatı yine o dönem mimarisiyle ortaçağ’dan beslenmedir.

Şövalye Batman

“Süper kahraman ekolünde en çok kimi severdiniz?” diye kime sorsanız Batman yanıtını almanız oldukça yüksek bir ihtimaldir. Özdeşleşme noktasında Superman’i sevmek zordur. Örümcek Adam’ın, Daredevil’in görüşleri destek gör-se de süper güçleri tam empatiyi engeller. Ancak süper gücü olmayan Batman kendini geliştirmiş, yeteneklerini bilemiş, üs-tün gücü olmadan kahramanlaşmıştır. Bu bakımdan sıradan insana sıradan beceriyle daha sıcak gelir. Kahramanın kendini geliştirmesinden daha önce yuka-rıda bahsetmiştim. Ninja’lık, Dedektif’lik, Sihirbaz’lık… Ancak asıl gerçek geliştirme silahlar ve zırhlarla olmuştur. Kemerin-de gizlediği diğer yetenek malzemelerini saymazsak Batman modern bir şövalyedir. Modern bir malikânede (şatoda) oturur. Yeraltında deh-lizler vardır. En iyi arabaya (ata) biner. Özel zırhı ve flaması (alamet-i farikası) vardır. En iyi silahları kuşanır. Yanında yar-dımcısı ROBİN (şövalye yamağı) bulunur. Alfred’i (at uşağı) vardır. Kutsal bir şehri vardır. Kutsal şehrini tehdit eden Orta-doğulu düşmanı (Ra’s Al Ghul) vardır. Soytarısı (Jocker) vardır. Yalnızlığı ve platonik aşkı (Kedi Kadın) vardır. Dava arkadaşları (Robin, Huntress, Azrael, Nightwing) vardır. Ve sınırsız serveti vardır. Ortaçağ şövalyelerinde bulunduğu varsayılan tüm özel-likler, modern şövalye Batman’de de bulunmaktadır görülece-ği üzere. Sıfatları, malı, mülkü…

Batman Öyküleri ve Ortaçağ

Uzun süre sıradan dedektif ve suçlu avcısı olarak lan-se edilen Batman’in özellikle son dönemlerinde okuyucuyla buluşturulan bazı serilerine dikkat etmek gerekir. 1996 senesi sonrası bazı öykülerde Ortaçağ’ın karanlık, kıyamet beklentili ve hastalıklı dönemlerini daha yakından okumak mümkün. Contagion (salgın), Gotham’a yayılan Ebola virüsü öy-küsüdür. Neresinden bakılsa Ortaçağ’ın kolera ve veba fela-ketlerini hatırlatmaktadır. Legacy (miras), Ra’s Al Ghul’un Batman ve Gotham’ın başına açtığı bela ve orta doğu çöllerine de uzanan savaşın öyküsü. Cataclysm (afet), Gotham şehrinin bir depremle dümdüz edilişini konu eder. Aftershok (artçı dalga), No Man’s Land (in-sansız bölge) hikayeleri de şehrin yıkılışı sonrasında ortaya çıkan kaos ve karmaşayı, şehri terk edenleri, şehrine sahip çı-kanlarla istila etmeye çalışanların savaşını temel alır.

GÖLGE | Temmuz ‘08

80

Page 81: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Batman Yazısıyla Vedalaşma

Bir kahraman yaratmak dikkat edilirse çok da kolay değildir. Belki comics endüstrisini beğenmeyen ve “Neden yerli, Türk kahramanlar yok?” eleştirisini yapanlar sanatsal yaratıcı güçten nasibini alamamışlığı irdeleseler çok daha başarılı sonuçlara ulaşırlar. Dahası “kendi tarihini ve inancını çizgi romanda okumak isteyen”lerin “kurgu” dünyasını ve zenginlikleri-ni anlatmanın tekniklerini öğrenmeleri gerekmektedir. Ama elbette bu eleştirim okura değil, çizer veya yazar veya çizgi roman araştırmacısı olarak ortaya çıkan ama bu teknik ve bece-rilerden yoksun olanlaradır. Maalesef sanatın sanatsal özelliklerine bakmak yerine kendi ye-teneksizliklerini gizlemek için sadece imgelere ve motiflere takılan bir çizgi roman yobazları, taassupçuları grubu mevcuttur; yapacak bir şey yok. Özetle bir kahraman yaratmak çok da kolay değildir. Hele onu sürdürmek hiç değil. Bir şeyleri alıp çalabilirsiniz, taklidini yapabilirsiniz, birkaç sayı ilerleyebilir iş yapmış sayılabilir-siniz ama doğru teknik ve beceriden yoksunsanız olduğunuz yerde sayarsınız. Batman… Başka bir yazımda “Alice Harikalar Diyarında” ile arasındaki benzerlikleri sıralamıştım (http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com/2008/01/batman-harikalar-di-yarinda.html ). Katman çok. Ortaçağ dini, batıl inancı ve gerçeği öykülerinin modernize edi-lerek tekrar edilişinin eşsiz bir örneği Batman. İyi okumalar.

Ümit KİREÇÇİ [email protected] cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com

Page 82: Gölge e-Dergi 10. Sayı

YALNIZ YÜRÜYEN ADAM Cross Plains kasabası, güneşin kavurduğu bir kum çanağıydı. Mart ayıyla birlikte sı-caklar boy göstermeye başlardı. Temmuz geldiğinde de öğle vakti kasaba meydanında kim-seyi bulamazdınız. Yılın iki ayı boyunca kasabanın nüfusunu üçe katlayan sezonluk pamuk işçileri ve yerli erkeklerin büyük bir çoğunluğu o vakitte, kızgın güneşin altında tarlalarda ve güneydeki petrol kuyularında çile çekiyorlardı. On beş dakika içinde yuvarladıkları kurtlu fa-sulyeyle bir fincan koyu kahvenin paydos düdüğüne kadar kendilerini tok tutmasını umarak, petrol ve makinelerden kanayan gres yağının seyreltip çamurlaştırdığı toprağın içinde debe-leniyorlardı. Cross Plains’de vodvil yoktu, tiyatro da nadiren gelirdi. Gece bastığında akıllı olan işçiler, eğer evliyseler, iş çıkışı tıpış tıpış evlerinin yolunu tutar, yevmiyelerini, onları bekleyen karılarına verirlerdi; Eğer bekâr ya da gurbetteyseler, kaldıkları bekâr odasında bi-rileri onları soyup boğazlamasın diye tilki uykusuna yatarlardı. Gelecekleri hususunda daha az kaygı duyan veya birikim yapmayı akıl edemeyenler ise seyyar sahra tavernalarında ve genelevlerde üç kuruşluk yevmiyelerini kendi patronlarına geri öderlerdi. Cross Plains, yeni yeşeren bir petrol kasabasıydı ve çocuk büyütmek için o kadar da iyi bir yer değildi. Dr. Isaac Mordecia Howard ve Hester Howard’ın tek oğlu olan Robert Ervin Howard, bu kum çanağına geldiğinde on beş yaşındaydı, ancak gezici hekim olan babası sayesinde Texas’ın neredeyse hemen hepsini görmüştü. Geçtiğimiz yüzyılın önde gelen macera yazarı, kılıç ve büyücülük türünün ağa babası R.E. Howard 1906 senesinde Texas’ın Peaster kasaba-sında dünyaya geldi. Howard ailesi Crossplains’e taşınıncaya kadar ikişer üçer yıllık aralık-larla Dark Valley, Seminole, Bronte, Poteet, Oran, Vichita Falls, Bagwell, Cross Cut ve Burkey gibi Amerikan Güney Batısı’nın en fakir haydut yatağı maden kasabalarını gezdiler.

İllüstrasyon : Korkut ÖZTEKİN

GÖLGE | Temmuz ‘08

82

Page 83: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Genç Howard, bu dönemde bir sürü işte çalıştı; tütün toplayıcılığı, hamallık, benzin pompacılığı yaptı. Romantik “Vahşi Batı” ve egzotik Kızılderililer söyleminin ardında yatan kan, yoksulluk ve yoksunluk dolu gerçeği bizzat yaşadı. Yeni bir hayat kurmak ve mutlu bir gelecek inşa etmek amacıyla yola çıkan göçmenlerin düşlerinin toz fırtınalarında yok olduğu-nu gördü. Farklı kültürlerden gelen insanların kişisel hikâyelerini, göçmenlik maceralarını ve göçerlik söylencelerini dinleyerek büyüdü. Yarattığı karakterlerin hemen hepsinde bu göçe-be ruhu bulunur. Medeniler ve bedeviler, şehir insanları ve göçerler, entelektüeller ve cahiller, ırklar, sosyal zümreler ve dinler arasında hep yaşanan kanlı dikleşmeler, acımasız çatışmalar, Howard’ın kaleme aldığı kahramanların temelini oluşturur. Annesi Hester sayesinde, özellikle tarih okuma alışkanlığı kazanan Howard, babasına gelen vakalar ile başıboş amelelik kariyeri boyunca dinlediği, karşılaştığı ve bizzat yaşadı-ğı maceralardan güç alarak yazmaya başlar. Zengin hayal gücü, kıvrak ve kurnaz anlatısı, heyecanlı kelimeleri sayesinde çabalarının karşılığını çok geçmeden alır. Öğretmenleri ve ailesi tarafından cesaretlendirilen genç Howard dokuz yaşında ilk öyküsünü yazar. Oryan-tal diyarlarda, Araplar, Vikingler ve savaşların göbeğinde geçen öyküleri kan ve katliamlarla doludur. Daha sonra Howard, Jack London, Rudyart Kipling gibi yazarların çalışmalarıyla tanışır. London’ın keskin vahşiliğinden, Kipling’in şaman dilinden etkilenir. R. Haggart’ın eg-zotik ve fantastik maceraperestliğinden güç alır. Ancak Howard, bir Steinbeck ya da bir Lon-don değildir. Sokaktaki adamın gündelik yaşamsal kaygıları onu boğar. Devamlı kötülerin ve gerçeklerin kazandığı bu dünya, bireyi köleleştirir, kaderini mühürler. Buna karşı Howard’ın adamları, mücadeleci, muzaffer savaşçılar olmalıdır, ömrü boyunca baş başa yaşamak zo-runda kaldığı kurbanlar değil. Conan, hayat mektebinde doktorasını yapmış kuzeyli, acımasız bir barbardır. Şehirliler-den, onların garip ve teferruatlı adetlerinden ve inançlarından, karanlık tanrılarından, çetrefilli ve şaibeli ilimlerinden tiksinir. Ama bir taraftan da şehir hayatının sunduğu lükse ve prestije karşı zaafı da varmış gibi görünür. Yoksa, neden durmadan kendi ülkesinin kralı olmak iste-sin? Atlantisli Barbar Kull, kader kurbanı bir sürgündür. Kabilesinin geleneklerine karşı gel-diği için büyüdüğü topraklardan kaçmak zorunda kalır. Talihin şu cilvesine bakın ki kendisini ilk önce bir forsa, sonra bir köle, ardından da bir komutan olarak bulur. Uzun çilelerin ardın-dan kader tanrıçası, Kull’un yaralı yüzünü altın bir kral tacı, yorgun ama kaslı kıçını da topaz Valusya tahtıyla ödüllendirir. Ancak kat ettiği bunca yola rağmen Kral Kull için hala bilmem kaç bin yıllık Valusya hukuku ve kutsal gelenekleri büyük birer muamma olarak kalacaktır. Tarihi anakronizmler ve kültürel kolâjlar yapmayı seven Howard’ın yarattığı karakterler ara-sında, belki de bizim bildiğimiz tarih döngüsü içinde yaşadığı için en ayakları yere basan tipleme olan Solomon Kane ise bir Püriten gezgindir. Kane’in yalınlığı ve fikri sabitliği aslında barbarlığından değil de sadece Püriten ol-masından kaynaklanıyormuş gibi görünür. Püritenlik, 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere’de Pro-testanlar, özellikle de Kalvinistler arasında ortaya çıkan bir mezheptir, ibadettir. Püritenlik, öğretinin, birey ve toplum ahlakının “saflığı”nı yücelten bir mezheptir. Püritenlikte diğer Lut-heran öğretilerde olduğu gibi birey ve Tanrı arasında bulunan kilise müessesesini mümkün olduğunca ortadan kaldırmak, böylece kişinin aydınlanma yolculuğu sırasında Tanrısına doğ-rudan, dolaysız hitap etmesini mümkün kılmak hedeflenmektedir. Gerçi Püritenlerin hemen hepsi Kalvinizmi de benimsediği, dolayısıyla alın yazısına inandıkları için kurtuluşun zaten önceden seçilmiş bir gurup özel, kutsal ruha bahşedileceğini bilmektedirler. Din adamı ce-maati için bağışlanma dileyebilir ancak Püritenler sadece kendilerinin günahları ve seçimleri için Tanrıya karşı sorumlu olduklarına inanarak kilisedeki din adamını hemen hemen işlevsiz kılarlar. Bu yüzden Püriten din adamı, kendi kutsiyetini ifşa edecek ve onu açıkça cemaatin-den ayıracak hiç bir cüppe, başlık veya aksesuar kuşanmaz; cemiyet içinde asla aşırı kaçıl-maz ve gösteriş yapılmaz. John Milius’un unutulmaz filminde Conan’ın Crom’a yakarışındaki çocuksu masumiyetle harmanlanmış saf tutku işte tam bir Püriten ibadet örneğidir. 1630’dan itibaren, İngiltere’de Püritenler, yirmi dokuz yaşındaki Kral George’u, yeni kilise reformlarının önünü açmadığı için suçlu ilan edince, ülke içinde toplumsal gerilim iyice pekişir. Püritenler, doğabilecek kanlı çatışmaları ve toplu infazları göze alamazlar. Böylece

Page 84: Gölge e-Dergi 10. Sayı

küçük kafileler halinde Britanya’yı terk ederek Kuzey Amerika’ya göç etmeye başlarlar. Büyük bir çoğunluğu Massachussets Körfezine yerle-şip en büyük göçmen kolonilerinden birini ku-rarlar. Daha sonradan da parça parça batıya ve güneye doğru ilerleyerek yayılırlar. Püritenler, dili, dini, iklimi ve doğası tamamen yabancı olan bu yeni dünyanın ilk Avrupalı kâşifleridir. Karşı-laştıkları ve yaşadıkları her şey bir söylenceye malzeme olabilecek değerdedir. Püriten kâşiflik olgusu, Ervin Howard’ın dimağında, vahşi ve yabancı bir dünyada yalnız ve dimdik yaşamak fantazyasının yeşermesine ön ayak olan başlı-ca esin kaynağıdır. Ancak, Solomon Kane’in yollara düşme-sinin nedeni çok da belirgin değildir. Suskun ve derin bakışlı, bu yalnız gezginin başından pek de hoş olmayan bir şeyler geçmiştir besbelli. Kane’in 1928 de Weird Tales dergisinde yayım-lanan Kızıl Gölgeler adlı ilk hikâyesinde, onu Fransa kırsalından Afrika’nın balta girmemiş or-manlarına sürükleyen tek dürtü, kollarında can veren güzel bir kızın intikamını almaktan başka da bir şey değildir. Sonraki maceralarında Solo-mon Kane tiplemesi, bu inatçı “Doğrucu Davut-luk” etrafında biçimlenir. Ne ün, ne şöhret, ne de yağma; Kane’in tek varlık amacı (en azından yaşadığı muğlâk bir dönüm noktasından sonra), her ne pahasına olursa olsun, Dünya üzerindeki şeytanın varlığına son vermektir. İçindeki Ayak Sesleri adlı öyküde, başka hiçbir sebep yok-ken, sırf fikrine ters olduğu için “Durdurun insanın insana olan kulluğunu,” diye haykırarak köle tüccarlarına saldırır. Her ne kadar başarılı olamasa da hatta esir edilip kurtarmaya ça-lıştığı kölelerin arasına katılsa da olsun varsın; yine de özgün duruşunu gerçekleştirmiştir. Kafataslarının Ayı’ında ise kaçırılmış bir genç kızı tekrar ihtiyar babasıyla buluşturmak için beş parasız, yedi denizleri aşarak, çölleri geçerek, Negari uygarlığının kayıp şehrine kadar binlerce kilometre yol teper. Bazen attığı taş ürküttüğü kuşa değmiyormuş gibi gözükse de Solomon Kane’in büyük küçük her türlü duruma karşı gösterdiği tepki aynı özende, aynı cid-diyettedir. Rütbe ve etiket bakımından aslında hiç kimse olduğu halde Sör Francis Drake’in karşısına geçip, haksız yere Sör Thomas Doughty’nin boynunu vurdurduğu için açar ağzını, yumar gözünü. Omzu kalabalık ve ensesi kalın insanların ona ne yapacağı umurunda bile değildir. Kane yine de doğru bildiğini savunur. Paralı asker, denizci, kâşif, maceraperest, namus bekçisi, vampir avcısı, kötülerin ve zamanın kendisi kadar yaşlı iblislerin korkulu rüyası, fakirin hayır duası, ezilenin amansız kurtarıcısı Solomon Kane, Ervin Howard’ın yarattığı diğer karakterler arasında en iki boyutlu-su olabilir belki. Ancak ünlü yazarın diğer yaratılarını analiz etmek için çok uygun bir kılavuz, değerli bir pusula ve de vazgeçilmez bir macera okuması olarak tüm zamanlar ötesi bir ka-rakterdir. Kane, bütün nemrutluğuna rağmen ihmal edilmemesi gereken bir eski dosttur, eğer bilmiyorsanız da mutlaka tanışılması gereken bir şahsiyettir. Solomon Kane’i en güzel haliyle resimleyen ünlü illüstratör Garry Gianni’nin de dediği gibi “Kane’i ilk defa okuyacak olanlara o kadar çok imreniyorum ki...”.

M. Korkut ÖZTEKİN draldede.deviantart.com

John Cassaday’nin çizdiği Solomon Kane 1. sayı kapağı

GÖLGE | Temmuz ‘08

84

Page 85: Gölge e-Dergi 10. Sayı

YILDIZLARDAKİ KURUKAFALARRobert E. HOWARD

I Torkertown’a giden iki yol vardır. Biri, doğrudan oraya varır. Kıraç, engebeli ve ağaçsız bir araziden geçse de, daha kısadır. Diğeriyse, hem çok daha uzundur, hem de doğudaki tepelerin yamacında yer alan bataklıkların arasından geçer ve insana işken-ce gibi gelen bir güzergâh çizer. Tehlikeli ve bezdirici bir yoldur. Dolayısıyla biraz önce ayrıldığı köyden koşarak gelip, nefes nefese kalsa da kendisine yetişen genç, özellikle bataklık yolunu tercih etmesi için Tanrı aşkına yalvarınca, Solomon Kane şaşırıp kal-dı. “Bataklık yolu mu?” Kane oğlana baktı. Uzun boylu, zayıf biriydi Solomon Kane. Esmer ve solgun yüzü, derin gözleri ve Püriten giysileri sayesinde, daha kasvetli gö-rünüyordu. Şaşkınlık ifade eden soruyu “Evet efendim, böylesi çok daha güvenli,” diye ce-vapladı genç. “Öyleyse, araziden geçen yol bizzat Şeytan tarafında lanetlenmiş olmalı. Yoksa hemşerilerin, bataklık yolunu kullanmamam gerektiği konusunda o kadar ısrar etmez-lerdi.” “Bataklık yüzündendir efendim, karanlıkta göremeyebilirsiniz. Köye dönüp, yo-lunuza sabahleyin devam etseniz çok daha iyi olur.” “Öyle de yapsam, bataklık yolunu mu tercih etmeliyim?” “Evet efendim.” Kane, omuzlarını silkip, başını salladı. “Alacakaranlık çöker çökmez, ay doğuyor. Onun ışığı sayesinde engebeli arazi-

Page 86: Gölge e-Dergi 10. Sayı

den geçip, birkaç saat içinde Torkertown’a varabilirim.” “Böyle yapmasanız iyi olur efendim. Kimse o yoldan gitmez. Arazi yolunda tek bir ev bile göremezsiniz. Oysa di-ğer güzergâhta, cesedi asla bulunmamışsa da, deli kuzeni Gideon bataklıkta can verdiğinden beri yalnız yaşayan yaşlı Ezra’nın evi vardır. İhtiyar Ezra, cimri biri de olsa, şayet ge-celemek isterseniz odalarından birini size kiralayabilir. İlle de gidecekseniz, bataklık yolunu seçmelisiniz.” Kane, delici gözlerle oğlana baktı. Delikanlı, kıpırdandı ve ayaklarını yere sürdü. “Arazi yolu yayalar için dediğin kadar zorluysa,” dedi Püriten, “niçin köylüler bana işin aslını anlatmadılar da, bir sürü gereksiz şey söylediler? “Bizim köyde yaşayanlar bundan bahsetmekten pek hoşlanmaz efendim. Size tavsiyede bulunduktan sonra ba-taklık yolunu tercih edeceğinizi umduk. Fakat arkanızdan ba-kıp da, yol ayrımında o yöne dönmediğinizi görünce, yeniden düşünmeniz için beni peşiniz sıra yolladılar.” Kane, “Şeytan adına!” diye sertçe bağırınca, sinirlendi-ği açıkça anlaşıldı. “Bataklık yolu mu, arazi yolu mu, hangisi daha tehlikelidir? Güzergâhımdan millerce uzaklaşıp, saplan-ma riskini de göze alarak neden bataklığa gireyim?” “Efendim,” diye söze başladı oğlan ve biraz daha yakla-şıp fısıltıyla konuşmaya devam etti, “bizler, uğursuzluk geti-receğine inandığımız için bu tip şeyler konuşmaktan hoşlan-mayan, basit köylüleriz. Ancak arazi yolu lanetlenmiştir ve bir yıldan uzunca bir süredir civarda yaşayanlar tarafından kul-lanılmamaktadır. Geceleri o yolda yürümek, çok sayıda baht-sızın başına geldiği üzere, ölümünüze sebep olabilir. Kötü ve korkunç bir şey o yolu lanetlemiştir; oradan geçenleri katlet-mektedir.” “Öyleyse, ne olmuş? Hem… Neye benziyormuş bu şey?” “Kimse bilmiyor. Onu görüp de, yaşayan olmadı. Fakat çok ötelerden gelen ürkütücü kahkahaları ve kurbanların çığ-lıklarını duyanlar oldu. Efendim, Tanrı aşkına köye dönün ve geceyi orada geçirin. Yarın sabah bataklık yolunu kullanarak Torkertown’a gidersiniz.” Kane’in kasvetli gözlerinde, tıpkı cadının meşalesi gibi, bir ışık parladı. Kan akışı hızlandı. Macera! Hayatını tehlikeye atacak olmanın cazibesi ve drama… Böyle hisleri bulunduğu-nun farkında değildi. Konuşmaya başlayınca, gerçek duygu-larını dile getirdiğini anladı. “Tüm bunlar kötülüğün bir gücü olmalı. Karanlığın efendileri bu bölgeyi lanetlemişler. Güçlü bir adam, Şeytan’la savaşmalı ve onun kudretine karşı koymalı. Dolayısıyla ona birçok defa meydan okuyan kişi olarak, oraya ben gitmeli-yim.” “Efendim,” diye söz başladı delikanlı, daha sonra tar-

SO

LO

MO

N K

AN

ER

.E. H

OW

AR

D

GÖLGE | Temmuz ‘08

86

Page 87: Gölge e-Dergi 10. Sayı

tışmanın boşuna olduğunu görüp, çenesini kapadı. Sadece, “Kurbanların cesetleri darbelere maruz kalmıştı ve parçalanmıştı,” diye ekledi. Yol ayrımında durup, uzun boylu adamın sallanarak arazi yoluna doğru ilerleyi-şini saygıyla ve iç çekerek izledi. Kane, tepedeki bataklığa çıkan yamaca ulaştığında, güneş batmak üzereydi. Arazinin bulutlu ve kurşuni ufkunda irice ve kan kırmızı renginde batarken, otların üzerinde öyle bir görüntü oluşturdu ki manzarayı seyreden biri kan gölü izlediğini düşünürdü. Derken doğudan koyu gölgeler kayarak geldi. Batının parlaklığı soldu ve Solomon Kane çöken karanlığa cesurca daldı.Yol, fazla kullanılmadığı için belli belirsizdi ancak gene de görülebiliyordu. Kane, bir elinde tabancası, diğerinde kılıcıyla hızla ilerledi. Yıldızlar göz kırptı ve rüzgâr, tıpkı sızlanan hayaletler gibi, otların arasında fısıldadı. Ay, yıldızların arasında sıska ve bit-kin bir kurukafa gibi yükselmeye başladı. Kane, aniden durdu. Garip ve ürkünç bir ses duymuştu. Ses, daha güçlü bir şekilde tekrar yankılandı. Kane yeniden ilerlemeye başladı. Hisleri onu yanıltıyor muy-du? Hayır! Uzaklardan, korkunç bir katliamın fısıltıları duyuldu. Ve tekrarlandı… Bu kez çok daha yakından geliyordu! Hiç kimse bu şekilde gülmezdi. Seste, neşe değil, yalnızca nefret ve insanın ruhunu mahveden bir korku vardı. Kane kıpırdamadı. Korkmamıştı fakat bir an için asabı bozulur gibi oldu. Derken, hiç şüphesiz korkmuş bir insana ait olan bir çığlık o dehşet verici kahkahayı yarıp, geçti. Adımlarını hızlandıran Kane, iler-ledi. Yükselen ayın altında peçe gibi araziyi örten gölgelere ve doğru dürüst görmesini engelleyen aldatıcı ışığa lanet okudu. Çığlıklarla birlikte, kahkaha da yükselmeye de-vam etti. Sonra, dehşete düşmüş birinin ayak sesleri duyuldu. Kane koşmaya başladı. Birileri, bataklıktaki ölümcül bir ava kurban gitmek üzereydi. Ne kadar korkunç bir şeyin yaşanmakta olduğunu sadece Tanrı biliyordu. Koşuşan ayaklar aniden durdu ve çığlık, adı konmamış çirkin seslere karışarak, dayanılmaz bir şekilde yükseldi. Kaçan kişinin yakalandığı aşikârdı. Kane, karanlığa ait berbat bir zebaninin avının sırtına çö-küp, onu parçaladığını tüyleri ürpererek izledi. Derken, gecenin feci sükûnunda berbat ve kısa bir mücadelenin gürültüsü açıkça duyuldu. Yeniden uyumsuz ve sendeleyen ayak sesleri yankılandı. Soluksuz gurultularla çığlıklar devam etti. Kane’in alnından ve vücudundan fışkıran terler, bir anda buz gibi oldu. Tüm korkular dayanılmaz şekilde birbiri üzerine kümelendi. Tanrım, keşke bir an için ay ışığı etkisini açıkça gösterse! Böylece az ötesinde yaşanan korkunç dram, ona ulaşan seslerle birlikte alenen or-taya çıkabilirdi. Fakat etrafa gölgeler serpiştiren cehennem benzeri bu yarı karanlık her şeyi örtüyor, araziyi kaplayan ince bir duman görüşü bulandırıyordu. Ağaçlar ve çalılar dev gibi görünmekteydi. Kane, ilerleyişinin etkisini hızlandırmak amacıyla haykırdı. Bilinmeyenin feryadı, tiz bir sese dönüştü ve yeniden mücadele gürültüsü duyuldu. Uzun otların gölgesin-den, vakti zamanında insana benzeyen bir şey, yalpalayarak ortaya çıktı. Her yeri kanla kaplı ürkütücü şey, Kane’in ayaklarının dibine düştü. Yerde sürünerek acıyla kıvrandı ve korkunç yüzünü yükselen aya doğru kaldırdı. Konuşmaya benzeyen anlamsız ses-ler çıkarıp, sızlandıktan sonra tekrar yere yıkıldı ve kendi kanı içinde öldü. Ay, artık epey yükselmişti ve daha çok ışık veriyordu. Kane, sessizce yatan ce-sedin üzerine eğildi. İspanyol Engizisyonu’nun ve cadı avcılarının neler yapabildiğine birçok defa şahit olduğundan, nadiren başına geldiği üzere ürperdi. Herhalde yaya yolculuk eden biriydi, diye tahminde bulundu. Derken, sanki buz gibi bir el gırtlağını sıkmışçasına, o anda yalnız olmadığını fark etti. Başını kaldırıp, soğuk ve delici bakışlarla biraz önce ölmüş adamın geldiği gölgelikleri kolaçan etti.

Page 88: Gölge e-Dergi 10. Sayı

GÖLGE | Temmuz ‘08

88

Page 89: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Hiçbir şey göremedi ama bu dünyaya ait olmayan birilerinin bakışlarına karşılık verdi-ğini biliyor, daha doğrusu hissediyordu. Ayağa kalktı ve elinde tabancasıyla bekleme-ye başladı. Ay ışığı, solgun bir kan gölü gibi araziye yayıldı. Böylece ağaçlarla otların gerçek boyutları ortaya çıktı. Gölgeler eriyince, Kane neler olduğunu gördü! İlk önce sadece uzun otların arasında sallanan sisin gölgesi sandı. Dikkatlice baktı. Göz ya-nılması, diye düşündü. Gördüğü şey sonradan, bulanık da olsa, şekil almaya başladı. Alev alev yanan bir çift göz ona bakıyordu. Bu gözlerde, ilkel çağlardaki insanlardan miras kalan bir korkunçluk vardı. Bakışlarda, ürkütücü bir çılgınlık bulunuyordu. Ya-ratığın şekli, puslu ve belirsizdi. Siluet, insanoğlunun garip bir taklidi gibi görünse de aslında çok farklıydı. Yaratığa baktığı anda arkasındaki çalıları ve otları kolayca göre-bildi. Kane, şakaklarının zonkladığını hissetse de soğukkanlılığını korudu. Önünde dengesizce sallanmakta olan böylesi bir varlığın, nasıl olup da bir adama zarar vere-bildiğini anlamakta epey zorlandı. Gene de ayaklarının dibinde yatan kanlar içindeki ceset, yaratığın fiziksel anlamda neler yapabileceğinin basit bir kanıtıydı. Kane, tek bir şeyden emindi; arkasını dönmesi ve kasvetli arazide ayaklarını tek-rar tekrar sertçe yere vurarak kaçması mümkün değildi. Eğer ölecekse, olduğu yerde kalıp ölecek; ölümcül yaraları göğsünden alacaktı. Yaratığın dehşet verici ağzı genişçe açıldı; şeytani bir kahkaha yankılandı. Öy-lesine yakındı ki, insanın ruhunu titretiyordu. Korkunç sonun yaklaştığını hisseden Kane, bunu bile bile uzun tabancasını doğrulttu ve ateş etti. Öfke dolu ve alay eden sa-pıkça bir çığlık, karşılık verdi. Yaratık, karşısındakini yere devirmeyi hedefleyen uzun kollarını uzatıp, havada süzülen bir duman gibi adamın üzerine atladı. Kane, aç kalmış bir kurt gibi hızla hareket edip, ikinci tabancasını da ateşle-di. Ancak etkisi olmayınca, ince kılıcını kınından çıkarıp, gizemli saldırganın böğrüne sapladı. Meçin çeliği hiçbir dirençle karşılaşmayıp, öte tarafa geçti. Kane, buz gibi par-makların kollarını kavradığını hissetti. Hayvani pençeler giysilerini ve altındaki tenini parçaladı. Hiçbir işe yaramayan kılıcını bıraktı ve düşmanıyla boğuşmaya başladı. Havada uçuşan sisle dövüşmeye benziyordu bu. Rakibi, hançer gibi tırnaklarla uçan bir göl-geydi sanki… Sert yumrukları havayı dövdü. Güçlü adamların arasında can verdiği kuvvetli kolları, boşluğu süpürdü ve kavradı. Kıvrık tırnakları bulunan ve maymunla-rınkine benzeyen parmaklar, ruhunun derinliklerini yakan delice gözler, somut şeyler değildi. Kane, gerçekten kötü bir durumda bulunduğunun farkına vardı. Giysileri şimdi-den paramparça olmuştu ve derin yaralarından kanlar akıyordu. Ancak geri çekilmeyi ve kaçmayı asla düşünmedi. Bugüne dek hiçbir hasmından kaçmamıştı. Böyle bir şey aklına gelse, utancından yüzü kızarırdı. Kendi vücudunun da parçalanmış bir şekilde diğer kurbanın yanında yer ala-cağını düşünmekten başka, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gene de bu öngörü onu korkutmadı. Tek isteği, kaçınılmaz sona ulaşmadan önce olabildiğince direnmekti. Ve eğer becerebilirse, bu dünya dışı yaratığa elinden geldiğince zarar verecekti. Ölen adamın parçalanmış vücudunun yanı başında, yükselen ayın soluk ışığı altında, her şey aleyhine olsa da Şeytan’a direndi. Sorunun üstesinden gelebilmesi için bu yeterli olmalıydı. Şayet soyut bir öfke, somut canlılar dünyasına bir hayaleti yollayabiliyorsa, onun hakkından gelebilmek için bir silah da göndermiş olamaz mıydı? Kane, kolları, ayakları ve elleriyle karşı koydu. Önündeki hayaletin nihayet geri çekilmekte oldu-ğunu gördü. Yaratığın sesi, gerçekleşmesi muhtemel korkunç katliam engellendiği için, öfke çığlıklarına dönüştü. Çünkü insanoğlunun yegâne silahı, cehennemden bile

Page 90: Gölge e-Dergi 10. Sayı

korkmayan cesaretiydi. Cehennemin lejyonları bile buna karşı koyamazdı. Kane, bu konuda bir şey bilmese de onu parçalamakta olan pençelerin zayıfladığını fark etmiş-ti. Korkunç gözlerdeki vahşice ışığın gitgide daha fazla parlamakta olduğunu gördü. Soluk soluğa nefes aldı. Sıkıca kavradığı yaratıkla boğuştu ve nihayetinde onu fırlatıp attı. Birlikte arazide yuvarlanırken, yaratık acıyla kıvrandı ve dumandan bir sürüngen gibi kollarına dolandı. Yaratığın gevelemekte olduğu lafları anlayınca vücudu ürperdi, saçları diken diken oldu. Söylenenleri normal bir insan konuşması gibi algılamadı, normal bir insan kulağıyla dinlemedi. Bunlar, sadece fısıltılarla söylenen ürkütücü sır-lardı. Tüm sızlanmalar ve sessiz çığlıklar ruhuna nüfuz eden dondurucu parmaklar haline gelince, neler olduğunu anladı.

II Cimri Ezra’nın kulübesi, bataklığın ortasındaki yolun kenarındaydı ve çevresin-deki ağaçlarla örtülmüştü. Evin duvarları çürümüştü. Çatısı harap olmuş ve yeşil yo-sunlarla kaplanmıştı. Kapısı ve pencereleri içeriye doğru bakmak istercesine yamru yumruydu. Ağaçlar, insan yiyen devler gibi çatıya doğru eğilmiş, birbirine geçmiş gri dallar sayesinde, yarı karanlık bir gölge evin üzerine çökmüştü. Bataklıktan aşağıya inen ve çürümüş kütüklerin, sıra sıra tümseklerin, çerçöp atıkların ve yılan dolu su birikintilerinin arasından kıvrılan yol, kulübenin yanından geçiyordu. Bugünlerde birçok kişi bu yolu kullanıyor ancak pek azı, sapsarı bir yüzle, yosun kaplı camın ardından kendilerini izleyen yaşlı ve çirkin Ezra’yı görebiliyordu. İhtiyar Ezra, içinde yaşadığı bataklığın birçok özelliğini taşıyordu. Boğum bo-

GÖLGE | Temmuz ‘08

90

Page 91: Gölge e-Dergi 10. Sayı

ğum vücudu kambur, parmakları parazit bitkiler gibi bitişikti. Bataklığın kasvetine alış-mış gözlerinin üzerindeki bukleleri, yosunlar gibi sarkıyordu. Dipsiz kuyuları andıran gözleri, bir ölünün gibi bakıyordu ve bataklık bölgesinin cansız gölleri kadar iğrençti. Ve işte bu gözler, şu anda kulübesinin önünde dikilen adamı izlerken, parıldıyor-du. Adam, uzun boylu, zayıf ve esmerdi. Pençelerin tırmaladığı bitkin yüzünde, tırnak izleri; kolunda ve bacağında sargılar vardı. Ardında köylülerden birkaçı dikilmektey-di. “Bataklık yolundaki Ezra, sen misin?” “Evet, ne istiyorsun?” “Seninle birlikte yaşayan deli kuzenin Gideon nerede?” “Gideon mu?” “Evet.” “Dolaşmak için bataklığa gitti ve bir daha dönmedi. Hiç şüphe yok ki dönüşte yolunu kaybetti ve kurtların saldırısına uğradı. Veya batağa saplanıp öldü. Belki de bir engerek yılanı tarafından ısırıldı.” “Ne zamandır kayıp?” “Bir yıldan fazla oldu.” “Pekâlâ, beni dinle cimri Ezra! Kuzeninin kaybolmasından hemen sonra, evine dönmek için araziden geçmekte olan bir vatandaş, bilinmeyen bir zebani tarafından saldırıya uğradı ve parçalandı. Tabii ki bundan böyle, bu arazide dolaşmak ölümüne susamak anlamına geldi. Önce burada yaşayanlar, daha sonra da bataklıkta dolaşan yabancılar, saldırılara maruz kaldılar. İlk olaydan bugüne, birçok insan öldü. “Dün gece ben de bu arazideydim ve durumdan haberi olmayan bir zavallının ya-ratıktan kaçmaya çalışırken çıkardığı sesleri duydum. Olay çok korkunçtu cimri Ezra. Berbat bir şekilde yaralanmış olan adam, iki defa zebaninin elinden kurtulmayı başar-dı. Ancak şeytan, her seferinde onu yeniden yakaladı. Nihayetinde herif, ayaklarımın dibinde can verdi. Öylesine berbat bir haldeydi ki bir aziz görse, donup kalırdı.” Köylüler, rahatsızca kıpırdanıp, ürkmüş bir halde kendi aralarında mırıldandılar. İhtiyar Ezra’nın gözleri, sinsice üzerlerinde dolandı. Ancak Solomon Kane ciddiyetini asla bozmadı ve akbaba gibi bakışlarla pinti adamı yerine mıhladı. “Tamam, tamam,” dedi Ezra çabucak. “Kötü bir şey, kötü bir şey! Ama bunu bana neden anlatıyorsun ki?” “Evet, üzücü bir şey ama devamını dinle Ezra. Zebani gölgelerden dışarı çıktı. Yerde yatan kurbanın yanı başında, onunla dövüştüm. Öylesine zorlu ve uzun bir kav-ga oldu ki nasıl baş edebildiğimi hiç bilmiyorum. Ancak cehennemin gücünden çok daha kuvvetli olan iyilerin kudreti ve ışığı benimleydi. “Lafın kısası, ben daha dayanıklıydım. Sonunda pes edip kaçtı. Ben de, herhan-gi bir faydası olmayacağı için peşinden gitmedim. Fakat kaçmadan evvel, korkunç gerçeği kulağıma fısıldadı.” İhtiyar Ezra, etrafa çılgınca bakışlar atıp, sinmeye başladı. “Bundan bana ne?” diye mırıldandı. “Köye dönüp, öykümü anlattım,” diye devam etti Kane, “çünkü artık bu laneti sonsuza dek nasıl ortadan kaldırabileceğimi biliyordum. Bizimle gel Ezra!” “Nereye gidiyoruz?” diye sordu pinti adam. “Arazideki çürümüş meşe ağacına.” Ezra, kendisine tokat atılmışçasına sende-ledi. Durup dururken çığlık attı ve arkasını dönüp, kaçmaya çalıştı. O anda, Kane’in kesin talimatıyla, iki kaslı köylü ileri çıkıp, cimriyi yakaladılar. Adamın avucundaki hançeri alıp, elini kolunu bağladılar. Parmakları, soğuk ve nemli tenine dokundukça, her ikisi de ürperdi.

Page 92: Gölge e-Dergi 10. Sayı

Kane basit bir el hareketleriyle, kendisini takip etmele-rini istedi. Arkasında köylülerle birlikte, yamaçtan yukarıya tırmanmaya başladı. Köylüler, esiri zapt edebilmek için güç-lerinin sınırını zorladılar. Bataklıktan geçtiler. Alçak tepelere doğru giden ve nadiren kullanılan bir patikada ilerleyip, ara-ziden çıktılar. Yaşlı Ezra, sanki açıkça göremiyormuş gibi yarı kapalı gözlerle ufukta batmakta olan güneşe baktı. İlerideki arazide, artık çürüyen ve içi boşalmış olan iri meşe ağacı idam sehpa-sı gibi dikilmekteydi. Solomon Kane orada durdu. İhtiyar Ezra, onu sıkıca kavrayan adamların arasında, anlaşılmaz sesler çıkararak debelendi. “Bir yıldan uzunca bir süre önce,” dedi Solomon Kane, “delirmiş kuzenin Gideon’la birlikte biraz evvel geçtiğimiz yolda ilerledin. Niyetin onu bataklıktan uzaklaştırmaktı. Et-raftakilere kendisine yaptığın zulümleri anlatacağından kor-kuyordun. Gece vakti onu burada öldürdün.” Ezra, korkudan büzüldü ve hırladı. “Bu yalanı ispatlayamazsın!” Kane, çevik köylülere birkaç kelime söyledi. Genç olan, ağacın çürümekte olan gövdesine güçlükle tırmandı. Tepede-ki çatlağın içinden çıkardığı bir şeyi pintinin ayaklarına doğru fırlattı. Ezra bir çığlık atıp, gevşedi. Nesne, adamın birinin iskeletinden kopmuş olan bir ku-rukafaydı. “Sen____ Bunu nasıl bildin? Sen bir şeytansın!” diye geveledi Ezra. Kane kollarını birbirine kavuşturdu. “Dün gece dövüştüğüm şey söyledi bunu bana. Onu isteği üzerine bu ağaca geldim. Çünkü o zebani Gideon’un hayaletiydi.” Ezra yeniden çığlık attı ve vahşice debelendi. “Sen bunu biliyordun,” dedi Kane ağırbaşlılıkla, “tüm olanlara, kimin sebep olduğunu biliyordun. Çılgın hayaletten korktuğun için, cesedini bataklıkta gizlemek yerine burada bırakmayı tercih ettin. Çünkü hortlağın öldürüldüğü yere gi-deceğini, orayı lanetleyeceğini biliyordun. Kuzenin, yaşarken bile delinin teki olduğundan, onu katledeni nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Öyle olmasa, kolayca kulübene gelir-di. “Senden başka kimseden nefret etmiyor. Ancak, aklı karışmış olan ruhu insanları birbirinden ayırt edemediğin-den, gerçek katili dışında herkesi öldürüyor. Buna rağmen seni tanıyacak ve sonrasında ruhu sonsuza dek huzura ka-vuşacaktır. İçindeki öfke öylesine büyüktü ki, parçalamak ve katletmek için ruhu vücuda geldi. Yaşarken senden çok kork-masına rağmen, ölüsü senden hiç çekinmiyor.” Kane durdu ve güneşe baktı. “Tüm bunları Gideon’un hayaletinden, onun sessiz çığ-

SO

LO

MO

N K

AN

ER

.E. H

OW

AR

D

GÖLGE | Temmuz ‘08

92

Page 93: Gölge e-Dergi 10. Sayı

lıklarından ve fısıltılarından öğrendim. Senin ölümünden başka hiçbir şey onun ruhu-nu yatıştıramaz.” Ezra, nefesi kesilmiş gibi sessizce söylenenleri dinledi. Kane, onun kötü sonu-nu açıklayan kelimeleri dile getirdi. “Soğukkanlı bir şekilde birini ölüme göndermek,” dedi Kane kararlı bir şekilde “ve onun için aklımdaki sonu düşünmek, zordur. Fakat başkalarının yaşayabilmesi için senin ölmen gerekiyor. Tanrı biliyor ya, bunu çoktan hak ettin. “Asılarak, kurşunlanarak veya kılıçtan geçirilerek ölmemelisin. Katlettiğinin ki-şinin pençeleriyle can vermelisin. Daha farklı bir yöntem, onu tatmin etmeyecektir.” Ezra, bu sözler üzerine aklını yitirdi. Dizlerinin bağı çözüldü ve yere düştü. Yerde sürünürken bağırmaya başladı. Canlı canlı dersini yüzmeleri veya kazığa bağlayıp ate-şe vermeleri için yalvardı. Kane’in yüzünde ölümün ifadesi vardı. Korkuları nedeniyle zalimlikleri ortaya çıkan köylüler, debelenen adamı meşe ağacına bağladılar. İçlerinde biri Tanrı’dan rahmet dilemesini önerdi. Fakat Ezra cevap vermeyip, dayanılmaz bir çığlık attı. Köylülerden biri yüzünü tokatlamak üzereyken, Kane adamı durdu. Kane, “Bırak Şeytan’a yalvarsın. Onunla karşılaşma ihtimali çok daha yüksek,” dedi sertçe. “Güneş batmak üzere… İpleri gevşetin. Böylece gece olunca serbest ka-lacaktır. Ölümü, prangalardan kurtulmuş bir şekilde özgürce karşılamak, iplerle bağlı bir kurbanlık olmaktan çok daha iyidir.” Herkes oradan ayrılmak üzere arkasını dönün-ce, ihtiyar Ezra, kendi kendine bir şeyler geveleyerek, garip sesler çıkarmaya başladı. Daha sonra öfkeyle güneşe bakıp, sustu. Bataklık boyunca ilerlerken Kane, ağaca bağlı olan adama son kez göz attı. Hava kararmaya başladığı için ağacın gövdesini saran dev bir yosuna benziyordu. İhtiyar cimri aniden arkalarından bağırdı:

Page 94: Gölge e-Dergi 10. Sayı

“Ölüm! Ölüm! Yıldızlarda kurukafalar var!” “Her ne kadar terbiyesiz ve kötü biri olsa da, hayat ona iyi davranmıştı,” dedi Kane içini çekerek. “Umarım Tanrı katında, onun gibilerin içindeki pisliğin temizlene-bileceği bir ateş vardır. Tıpkı, ormanı zararlı mantarlardan temizleyen alev gibi… Yine de yüreğim burkuluyor.” “Üzülmeyin efendim,” dedi köylülerden biri, “her şeyi siz yapmış olabilirsiniz ama bu gecenin sonunda, Tanrı’nın rızası ve iyilik kazandı.” “Hayır,” diye cevapladı Kane, “bundan hiç emin değilim.” Güneş batmış, şaşırtı-cı bir hızla gece olmuştu. Bilinmeyen bir boşluktan gelen gölgeler, bir pelerin gibi sü-ratle dünyayı örtmüştü. Gecenin yoğun karanlığında acayip bir ses duyuldu. Adamlar geri dönüp, geldikleri yöne baktılar. Hiçbir şey görülmüyordu. Arazi, gölgeler denizi haline gelmişti. Uzun otlar belli belirsiz rüzgârın etkisiyle dalgalar gibi salınmaktaydı. Hışırtıları, gecenin ölümcül ıs-sızlığını bozuyordu. Ötede, yusyuvarlak ve kızıl bir ay bataklığın üzerinde yükseldi. Bir an için kor-kunç ve simsiyah bir siluet, önünden geçer gibi oldu. Ayın yüzeyinden uçarak gelen garip bir şekil, toprağa kondu. Hemen ardından, isimsiz ve biçimsiz bir gölge korku saçarak geldi. (Çevirenin Notu: Bu gölgenin, bizim dergimizle en ufak bir ilgisi bulun-madığına emin olabilirsiniz!) Yarış eden gölgeler bir araya gelip, ayın önünde cesurca dikildiler. Daha sonra isimsiz bir şekle bürünüp, karanlığın içinde kayboldular. Bataklığın ötesinden, insanın kanını donduran, ürkünç bir kahkaha duyuldu.

Türkçeye Çeviren İllüstrasyonOğuz ÖZTEKER Şükrü BAĞ[email protected] sembol.deviantart.com

GÖLGE | Temmuz ‘08

94

Page 95: Gölge e-Dergi 10. Sayı