Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

66
ÖYKÜ ÖZEL SAYISI 2010 GURBET ÖYKÜLERİ

description

Gurbet Öyküleri

Transcript of Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Page 1: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ÖYKÜ ÖZEL SAYISI 2010

GURBETÖYKÜLERİ

Page 2: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KAPAK İÇİ YAZISI Dile kolay, 3. yılımızı bitiriyoruz ve bu 3. öykü özel sayımız. Konumuz Gurbet. Hikâyelerimizde bazen gurbeti, bazen de gurbet içinde gurbeti bulacaksınız. Bazı hikâyeler size ne kadar yakınsa bazılarıda o kadar uzak olacak. Her biri yeni bir hikaye her biri yeni bir söz. Fazla uzatmadan lafı kapak içi yazımı Mevlana’dan bir sözle bitireyim

Her gün bir yerden göçmek ne iyiHer gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoşDünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne aitŞimdi yeni şeyler söylemek lazım

Sağlıcakla kalın.

A. Hamdi YÜKSEL [email protected]

Gölge e-Dergi Öykü Özel Sayısı 3Gölge e-Dergi Özel Sayı 5Temmuz 2010

Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http://GolgeDergi.Blogspot.comEditörü : Ahmet Hamdi Yüksel [email protected]ın Kurulu: Oğuz Özteker, Hasan Nadir Derin, Mehmet Kaan Sevinç, Sadık Yemni, Rıdvan Şoray, Utku Tönel, Şükrü BağcıKapak: Mehmet Kaan Sevinç http://mehmetsevinc.deviantart.com

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur.http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/golgedergihttp://golgedergi.deviantart.com

2

Page 3: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

İÇİNDEKİLER Yazar İllüstratör

4 / Son Şehir Mehmet Berk Yaltırık Sümeyye Kesgin

12 / Şu Serkan Köse Murat Çalış

15 / Gurbetteki Yaralı Kuş Caner Keler Gülhan Sevinç

20 / Simurg Mert Yanıkoğlu

23 /Gurbet İlde Bir Hal Geldi Başıma Yusuf

24 / Ölülerin Yürüyüşü Serdar Kökçeoğlu Volkan Kurut

26 / Arada Gözde Kurt Nadir Kutluhan

30 / Göçmen Tortuları Treni Sadık Yemni Mehmet Sevinç

36 / Gurbet Engin Dikkulak Yağmur Telorman

38 / Gurbet Kedisi Atilla Bilgen Zeki Bulut

43 / Kemik Tanrı’nın Yüzü Murat Başekim Mehmet Güleryüz

49 / Kaçak Rafet Tolga Cankurt Uğur Bülent Sertçelik

55 / Gurbet Hayati Günaydın

53 / Karşılama Yolunda Oğuz Özteker Yavuz Bahadır

57 / Kız Ve Kadın Semih Aydın Emre Ozan Şirin

60 / Bir Küçücük Kutucuk Pınar Ebru Akbaba Emre Özdamarlar

Page 4: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

SON ŞEHİR Anlatılır ki Âdemoğullarının yeryüzünde yürümesinden önceki bilinemeyecek denli eski ve uzak bir zamanda, uçsuz bucaksız Yecüc Mecüc çöllerinin güneyinde, yalnız başına bir yolcu ilerlemekteydi. Yorgunluğu hissetmeden, tepede olanca kızgınlığıyla ortalığı hararete boğan gü-neşin varlığına rağmen yoldan çıkmamaya çabalayarak çöl rüzgârıyla yarışır gibi hızla ilerliyordu. Normalden epey uzun bir boya ve uzuvlara sahip, esmer, kısık gözlü, saçlarını ifrit savaşçıları gibi tepeden ölmüş bir cin, hızlı adımlarla ilerliyordu. Belinde kılıcı, sırtında kalkanı etrafa bakınmadan, insan ayağının hiç bir zaman basamayacağı yoldan gözlerini alamıyordu. “Son kafile geçeli epey olmuş,” diye düşündü. Ne kadar zaman geçtiğinin cevabını yine kendi kendine söyledi. “Yedi güneş batımı önce.” Adı Tarsif’ti ve yedi gün batımı öncesine kadar, Yecüc Mecüc kavminin sınırında kurulmuş olan, Şehretünnar’ın evlatlarından cinlerin sayısız şehrinden biri olan “Derrab” kentinin sayısız mu-hafızlarından biriydi. Yaklaşık olarak bu zamanlarda “Darrab” şehrinde bir grup ifritten oluşma keşif kolu oluşturmuştu. Yecüc Mecüc kavminin yeraltına saklandığına dair haberler geliyordu. Şehrin valisine göre, asi Marid cinleri bir ordu kurmuş olabilirdi. Kuzeye gönderilen keşif kolu geri dönme-yince bu ihtimal kesinleşmiş gibiydi. Ama sonra bir bir başka yerlerden, çeşitli şehirlerden ve bölge-lerden saldırı haberleri gelmeye başlayınca işin seyri değişmişti. Görülmemiş bir kuvvettin cinlerin şehirlerine ve topluluklarına saldırdığı haberleri geliyordu. Ne İfrit ordularının ne güçlü Maridlerin ne de sihirbaz Sılat cinlerinin baş edemeyeceği bir güçten bahsediliyordu. Birçoğu şehirleri bırakıp dağlara çöllere doğru gitmeye başlamıştı. Bazıları da, iki denize bakan yedi tepe üzerinde kurulu cinlerin başkentine doğru göç ediyordu. Orası en güçlü, düşmesi en zor yerdi. Oradaki tılsımların ve büyücülerin, askerlerin ve savaşçıların haddi hesabı yoktu. Gerçi son zamanlarda cinler arasında savaşlar ve bölünmeler çıkmış, birçoğu (Tarsif’te dâhil olmak üzere) silâhaltına alınmıştı ama yine de birçoğunun hâlâ hürmet ettiği bir yerdi. En önemlisi ise Tarsif’in doğup büyüdüğü yerdi. Genç biri sayılmazdı. Neticede doğduğu va-kitlerde bütün cinlerin anası Şehretünnar sağdı ve tüm dünyada barış ve huzur hâkimdi. Silahların gösteriş amaçlı takıldığı, avlanmak dışında canlının öldürülmediği, kan dökülmeyen zamanlardı. Daha sonra Şehrettünnar ölmüş, bozgunculuk ve fesat başlamış, cinler silahlanıp, aralarında grup-laşıp birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Yine de Tarsif bu kötü anılarla hatırlamıyordu başkenti. Orası dünyanın en güzel bahçelerinin, köşklerinin, nehirlerinin olduğu, en güzel şeylerin, en güzel görünüşlü varlıkların yaşadığı bir yerdi. Cinlerin hükümdarının sarayı da buradaydı. Göklere uzanan gümüş duvarları ve altın kubbeleriyle ay ışığında ve gün ışığında üçüncü bir ışık kaynağıymış gibi parlardı. Camlarından ışıkların eksik olmadığı, içinden şarkı seslerinin ve ziyafet seslerinin eksik ol-madığı o muhteşem saray hâlâ gözlerindeydi Tarsif’in. İnandığı yegâne yerdi. Her yerin her kalenin düşeceğine inanıyordu. Görev yaptığı şehrin başına gelenleri gördükten sonra direniş şanslarının olmadığını biliyordu. Ama memleketinin düşmeyeceğini biliyordu. Tarsif silâhaltına alınıp bu sınır bölgesinde göreve geldiğinde o dönem de başka bir varlıklar zamanında yaşamış olsa bile gurbetin acılarını tatmıştı. Sınır bölgesinde kendisi gibi başkentten gelenler yoktu. Hepsi ya orada doğmuş ya da sınır şehirlerinden gelmiş cinlerdendi. Birçoğu me-zarlıkta yaşayan Agval kavminden gelme gul ya da kutrub türü korkutucu cinlerdendi. Bir kaç tane de ifrit veya Marid vardı. Tamamen ona yabancı lisanlar ve bakışlarla karşılıyordu yıllardır. Şarkılar ve yemekler yabancıydı. İçkilerin tadı başkaydı. Güldükleri ve ağladıkları şeyler başkaydı. Sonu gel-meyen savaşlar ve nifakların sonucu elde kılıç sayısız savaşa girmiş, o da kan dökmüş masumiyetini kaybedeli çok olmuştu. Yıllara rağmen alışamamıştı bu sınır şehrine. Anıları dışında o sesleri, neşeyi 4

Page 5: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 6: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ve güzellikleri unutmuştu. Yıllarca kendi şehrinden bir iz bir emare aramış ama seyyahların bile ya çölden ya dağlardan geldiği yabancı bir sınır şehrinin yalnızlığından kurtulamamıştı. Silah arka-daşları bile ona yabancı gözüyle bakıyordu. Sırt sırta savaştığı cinler, onu başkentten gelme olarak gördüklerinden pek aralarına almıyordu. Savaştığı şey nifak ve bozgunculuktu ama savaştığı şeyler kendi kalelerinin içine ve kendi ruhuna çoktan sızmıştı. Yaşadığı yabancılık, geldiği yeri belki de bir daha göremeyecekmiş gibi özleme hisleri ara-sında debelenirken, bunların üstüne “Darrab” kentinin yıkımına şahit olmuştu. Yedi gün batımı öncesinde bulunduğu kuleden görmüştü her şeyi. Ufku kara bulutların kap-ladığını görmüştü. Bir müddet sonra bunların bulut olmadığını gördü. Kara dumanlardı. Gökyü-zünden yeryüzüne doğru binalar kadar büyük ve iri, korkunç görünümlü varlıklar iniyordu. Onların varlığını duymuştu. Kendileri gibi zehirli ateşten yaratılan, cin uruğundan gelme meleklerden bah-sedilirdi. Bunlar onlar olmalıydı zira tasvirler ve hikâyeler onları tıpatıp betimliyor gibiydi. Yine de onlar hikâyeydi ve böyle muazzam bir güç yeryüzünde görülmemişti. Kara vücutlu, gözlerinden ve ağızlarından çıkan zehirli alevlerin dumanında göğü karartan, adımlarıyla yeri inleten yıldırımdan kılıçlarıyla melekler iniyordu. Başlarında beyaz ateşten ışıklar saçan, daha iri ve görkemli ama o öl-çüde de korkutucu bir meleğin olduğunu görmüştü. Siyah çelikten, kırmızı kan rengi taşlarla süslü büyük bir kılıçtı. Yeri göğü inleten narasıyla şehre saldırmışlardı. Tarsif onların korkunçluğu karşısında olduğu yerden seyretmekle kalmıştı bu yıkımı. Şehrin duvarlarını kolayca yıkmışlar, evleri ve diğer yapıları acımadan yok etmişlerdi. Karşılarına çıkanı acımadan öldürürken yüzlerinde zevk ya da vahşet ifadesi görmemişti Tarsif. Kendisi gibi saldırı emrini almış askerler gibiydiler. Silah arkadaşlarının kaçarken yandıklarını görmüştü. Kadınların ve çocukların bile sağ ka-lamadığına şahit olmuştu. Ortalığı kesif bir yanık kokusu kaplamıştı. Kuleyi terk edip hiç bir sihrin baş edemeyeceği bu varlıklardan öteye büyük bir korkuyla kaçmıştı. Gök gürültüsünü andıran ses-lerini duya duya günler geceler boyu ilerlemişti. Böylece içinde daha önce hiç yaşamadığı büyük bir korku, onlardan uzakta eski bir çöl yolunda hiç düşmeyeceğine inandığı, en azından son kez görmek istediği, gurbetinin sılasına doğru yol almaya başlamıştı. Yedi gün batımı boyunca durmadan ilerlemesine rağmen çöl bölgesini geride bırakamayı-şından dolayı şüpheye düşmüştü. Yönü bir kaç kez hesaplamıştı ve yol doğruydu. Bu yoldan daha önce de geçmişti. Üzerinden yıllar geçse bile şehrine dönüş yolunu hatırlıyordu. “Yolu izle. Kıyı kente var gölü geç. Sonra bozkırı geçip büyük deniz kıyısına geç. Karşısına geçip nehir yolunu takip et. Aşağı iç denize çıktıktan sonra kayalıklı boğazı göreceksin. Onu da geçtikten sonra bir büyük deniz daha var. Güneybatı yönünde ilerleyince iki denizi gören bir kara parçasına denk geleceksin. Karaya çıkınca başkentin parıltıları görülür, başkent aşağı denizin oradadır,” diye mesafeyi hatırlattı kendi kendine. Sonra çöllerde yalnız gezmekten dolayı kendi kendine konuşmaya başladığını fark ederek yeniden tüm dikkatini yola verdi. Bu seferde aklına yıllardır hatırlamaya fırsat bulamadığı anıları geldi. Düşünceli bir şekilde yürürken uzaklarda bir yerde gözüne çarpan siyah toz bulutu Tarsif’i kendine getirdi. Kısık gözleriyle uzun uzun toz bulutunu izleyen Tarsif, bunun Darrab şehrine saldıran var-lıklar olup olmadığını anlamaya çalıştı. Kara bulutlardan ziyade çölden kalkan tozlara benziyordu. “Şehirlerden kaçabilenler olabilir,” diye düşündü. Bir süre sonra toz bulutların kendisine doğru yö-neldiğini görünce duraksadı. Normalden hızlı bir şekilde geliyordu. Her kimlerse ya da her neyse Tarsif’i görmüş olmalıydı. Etrafına bakınarak saklanabileceği bir yer arayan Tarsif ufak kum tepele-rinden başka bir şey göremeyince kaçamayacağını bilerek olduğu yerde çakıldı kaldı. Bir süre sonra kendisine hızla yaklaşanları görebiliyordu. Yerde sürünebilen kanatsız ejderhalara binmiş bir grup

6

Page 7: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

savaşçıydı. Gümüş zırhlı takımlar kuşanmış ejderhalar kıvrıla kıvrıla Tarsif’e doğru yaklaşıyordu. Üst-lerinde altın zırhlara bürünmüş, padişah muhafızlarını andıran dev gibi, koca kılıçlı, acımasız ifrit savaşçılarını seçiyordu. Yalnızca bu savaşçılardan bir tanesi diğerlerine oranla daha kısa ve zarif bir yapıdaydı. “Beylerden veya meliklerden biri olsa gerek,” diye düşündü ve şaşırdı. Bu korkunç yıkım sonucunda tüm orduların daha güçlü bir savunma için başkente çekileceğini tahmin ediyorken, başkentten bu kadar uzakta bir grup padişah savaşçısına rast gelmesine şaşırmıştı. “Yine de kara varlıklardan iyidir,” diye düşündü. Ejderler ona yaklaşınca yeri sarsmadan ama büyük bir görkem içerisinde etrafını sardılar. Tarsif sayılarını kırk olarak tahmin ediyordu. Savaşçı ifritlerden bir kaç tanesi koca kılıçlarını çekerek Tarsif’in etrafını sardılar. Tarsif aynı orduya mensup olmalarına rağmen isyan eden bir cin beyinin de bu saldırılara neden olabileceğini düşünerek kalkanını sırtından indirerek kılıcıyla birlikte yere bıraktı. Bu sırada savaşçıların başındaki daha zarif yapılı savaşçının ejderinden inerek Tarsif’e yaklaştı. Tarsif savaşçıyı daha yakından görmüştü. Altın renkli zırhı, mücevherle süslü kılıcıyla basit bir bey değil, padişah soyundan gelme bir cin olabileceğini tahmin etti. Savaşçı yüzündeki maskeli miğferini çıkardığında omzuna dökülen altın sarısı saçlarından onun dişi bir cin olduğunu gördü. Üstelik mavi gözleri tuhaf bir ışıltıyla yanıyordu. Sihirbaz cinler olarak nitelendirilen dişi Sılat’lardan bir cindi. Yani periydi. Tarsif “Benim gibi bir Sılat,” diye düşündü. Peri kızı Tarsif’e bakarak: “Üstündeki giysiler ordumuzun askerlerinden olduğunu gösteriyor. Ama bu civarda ne bir ordumuz ne de şehrimiz var. En yakın şehir yedi gün batımı mesafede. Bu-rada ne işin var?” diye sordu. Tarsif peri kızının sesini tanıdı ve bu ses onu yeniden eski günlerine götürdü. Sarayda şarkı söylemeye başladığı zaman tüm şehrin susup sesinin güzelliğini dinledi-ği cinler padişahının kızıydı. Tarsif bu hatırlamadan sonra büyük bir saygıyla cevap verdi: “Darrab şehrinden geliyorum yüce ecem. Adım Tasif’tir Sılat’tır soyum.” Cinler padişahının kızı bu cevap üzerine sordu: “Bu kadar uzakta tek başına ne işin var? Yoksa ordudan mı kaçtın?” Tarsif büyük bir korku ve saygıyla: “Kaçtığım doğrudur ecem. Ama ordudan değil, şehirden,” dedi. Ecenin gözünde büyümekte olan öfkeyi ve korkuyu görerek olduğu yerde adeta korkudan küçüldü Tarsif. “Oraya da mı geldiler?” diye sordu peri kızı. Tarsif başını sallayarak: “Evet ecem. Hiç kimse sağ kurtulamadı. Silah arkadaşlarımın hepsini, bütün ahaliyi katlettiler. En güçlü ifrit savaşçılarımızı, Marid savaşçıla-rını bile yok ettiler. Hatta şehrimizin valisi, namlı savaşçı, Kutrub cinlerinden Germiyail’i bile öldür-düler. Tek ben kurtulabildim. Onlara saldırmaya cesaret edemedim ecem affedin. Ama güçlü baş şehrimizin her şeye rağmen direnebileceğini düşünerek oraya gidiyordum,” dedi. Peri kızı silahla-rını göstererek: “Onları yeniden kuşan ve bizimle gel. Tüm cinleri baş şehir civarında topluyoruz. Boşaltabileceğimiz başka şehir kalmadığına göre dönebiliriz,” dedi. Tarsif silahlarını alarak bir ifrit savaşçısının arkasındaki boş eğere bindi. Savaşçılar binince ejderlere bu sefer batı yönüne doğru dönerek yeniden hareketlendiler. Daha önce bir kaç kez bu tip ejderhalara binmesine rağmen hiç alışık olmayan Tarsif alıştık-tan sonra durumuna şaşırmıştı. Yıllar önce önemsiz bir şekilde eline silah verilip bu tip ejderlerden ama koşumsuz olanların sırtında dünyanın bir ucuna asi Maridlerle ve Yecüc Mecüc kavminin as-kerleriyle savaşmaya gönderilmişti. Şimdi ise cinler padişahının kızı ve sultanlık ifritlerinin eşliğin-de, altın koşumlu ejderlerin tepesinde başkente doğru ilerliyordu. Peri kızının yüzündeki yılgınlık ve korkuyu fark etmişti bir an için. Cinler eskisi gibi değildi. O kibirden ve düşmanlıktan eser kal-mamış gibiydi. Eskiden bir ifritin yanına yaklaşmaya çekinirken, şimdiki ifritlerde bile o korkutucu ifadenin kalmadığını görmüştü. Padişahın kızında ise o asillere has kibirli bakıştan eser yoktu. Yolculuk sürerken önündeki ifrit savaşçı birden korkutucu sesiyle: “Onları yakından görüp de sağ kalan ender cinlerdensin,” dedi. Tarsif: “Onların ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.

Page 8: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

İfrit ejderhanın ilerlediği yoldan kafasını çevirmeden cevap verdi: “Onlar Şeytan’dır. Bizimle aynı soydan gelirler ama melek sayılırlar ve yıldızlarda otururlar. Başlarındaki Azazel’dir. Tanrı’nın en ulu meleğidir, ilk yaratılan melektir.” “Peki bize neden saldırıyorlar?” “Birbirimizi öldürmemizden dolayı cezalandırılıyoruz. Ama bu işin bahanesi.” “Nasıl yani?” “Cezalandırılsaydık bize değil asi Maridlere saldırmaları gerekirdi bize değil! En azından kan dökenlere saldırmaları gerekirdi. Bu ceza değil. Dünyayı temizliyorlar. Bizleri çöllere ve dağlara sü-rüyorlar.” “Neden?” “Gökyüzüne saldırıp ateş kılıçlı meleklerin koruduğu Levhi Mahfuz’a bakabilenlerden gelen haberlere göre yeni bir kavim gönderilecekmiş.” Tarsif o an için umutsuz bir savaşa doğru çekildiğini düşündü. Bu umutsuzluğu koca ifrit savaşçılarının gözünde de görmüştü. İfrit konuşmasını sürdürdü: “Şimdi başkentin kuzeyindeki büyük denizin yukarısındaki büyük yarımadaya gidiyoruz. Bü-tün cinler, ifritler, Maridler orada toplanıyor. Ecemizi bekliyorlar. Başkente yürüyeceğiz oradan. Şey-tanlar oraya en son saldıracağından orayı kuşatırken bizde tepelerine bineceğiz! Sayılarının fazla olmadığını duymuştum. Güçlü olsalar bile eninde sonunda koca orduyla başa çıkamazlar.” Tarsif İfrit’in yanlış hesabı karşısında ağzını açmak istediyse de sustu. Bir yok oluştan diğeri-ne gidiyordu ama gurbetlik çektiği şehrine geri dönecek ve son kez bile olsa şehrini görecekti. Şey-tanlara duyduğu korkuya baskın gelmiş olmalıydı ki çölün kısa sürede ardında kalıp dağ yolunun başladığı yollarda kısa sürede şehrinin düşlerine daldı. Ejderler hızla nehirleri ve dağları geçerek günler geceler boyu durup dinlenmeden ilerler-ken orduların buluşma noktasına ilerliyorlardı. Büyük denizi de geçtikten sonra nehir yollarını ta-kip ederek büyük düzlüklere ulaşmalarının ardından bir müddet sonra ordularının toplandığı yere gelmişlerdi. Tarsif ömrü boyunca böylesine büyük bir kalabalığı başkentte bile görmemişti. Üstelik hepsi silahlıydı. Cinler dışındaki kavimlerden de katılanlar vardı. Silahlarının parıltıları mesafelerce uzaktan seçiliyordu. On binlerce sancak alanın çeşitli yerlerinde dalgalanıyordu. Tarsif bunların yı-kımdan önce toparlanabilenler olacağını tahmin ediyordu. Çünkü hiç birisinin yüzünde korkudan eser yoktu. “Demek ki yıkım alanlarını bile görmemişler,” diye düşündü. Ecenin en önde bulunduğu kafileye yol veriyorlar, onlar geçerken silahlarını kaldırarak büyük bir coşkuyla sevinç naraları atı-yorlardı. Kafile gün sonunda deniz kıyısında büyükçe bir otağın önünde durdu. İfrit savaşçılar ve ece ejderlerden indiler. Ece Tarsif’i işaret ederek ifritlere seslendi:”Bir yere ayrılmasın, düşmanı yakın-dan gören tek bu.” İfritlerden ikisi emri alır almaz Tarsif’in kollarına girerek çadırın girişinde tuttular. Ece yalnız başına içeriye girdi. Tarsif’in içini bir endişe kaplamıştı. Şehrinden uzak kaldıkça onun yıkıntılarıyla karşılaşma ihtimalinden şüphe ediyordu. Haftalar sonra şehrine bu kadar yakınken, yıllardır çektiği gurbetliği artık sona erecekken böyle alıkonulması canını sıkıyordu. Tekrar şehrinin son haliyle ilgili anılara dalmışken çadıra çağrıldığı söylenildi. Kılıcını ve kal-kanını çadırın girişine bırakarak içeriye girdiğinde orduyla girse bile böyle bir hareketin gereksiz olacağını görmüştü. Dünya üzerindeki çeşitli kavimlerin yanı sıra kendi kavminin ordu komutanları da oradaydı. Ejderhaların padişahı ve kuzey dağlarının sultanı Hrgemil, çöl ifritlerinin reisi Abrusi, deniz Maridlerinin sultanı Ka’gvaf, maranların ecesi Şahmeran, tüm gulyabanilerin anası Telmari gibi birçok ünlü hükümdar ve komutan oradaydı. Padişahın olmadığını görünce onun başkentte plan gereği savunmada kaldığı çıkarımında bulundu Tarsif. İçeriye girer girmez büyük bir saygıyla

8

Page 9: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

diz çöktükten sonra ecenin izniyle ayağa kalktı. Ece Tarsif’i göstererek: “Bu asker Darrab şehrindeki saldırıdan kurtulan ve kavmimiz arasında saldırıya en yakından şahit olup da sağ kalabilen tek kişi. Anlat asker düşmanı.” “Nasıl tarif ederim bilemem ecem ama görüp görebileceğim en korkunç şeylerdi. Kaçan as-ker düşmanı çift görür derler doğrudur ama bu kıyas kabul eder bir düşman değil. Saldırmadan evvel uzaktan ağızlarından kara bulutlar çıkararak geldiler. Devlerden bile uzun ve irilerdi. Kapka-raydı hepsi. Ağız, burun ve göz deliklerinden ateşler çıkıyordu. Kara kanatlarıyla uçar gibi geldiler. Yıldırımdan kılıçlarıyla, ateşlerle koca şehri kısa sürede yok ettiler. Kimseye acımadılar. Askerlerimiz korkularına rağmen saldırdılar, sonunda hepsi küle döndü. Başlarında bunlardan farklı beyazlar içinde, ışıklar saçan, görkemli ama korkutucu bir varlık vardı.” “Sen nasıl sağ kurtuldun?” “Ecem ben o sırada bir kulede nöbetimi tutuyordum. Batı kapısının oradaydım. Onlar ku-zeyden geldiler. Saldırıyı izledikten sonra askerler onlara doğru koşarken ben kaçmak zorunda kal-dım.” “Onlarla savaşmak neden imkânsızdı? Neden kalıp savaşmadın?” “Ecem onların yıkım izlerini gördünüz. Ben kendilerini gördüm. Sizin hissettiğiniz o korku-nun ben bizzat içindeydim. Şimdi bile bu varlıklara karşı savaşa gidecek olmam beni delicesine ürkütüyor. Eğer işin ucunda memleketimi, sılamı görmek olmasa bu dünyadan bile kaçardım!” “Kalabalıklar mıydı?” “Elliden fazlaydılar. Belki seksen-doksan. Kollara ayrılmış gibi geldi bana ilkin ama eminim hepsi bu kadar.” “Ya hepsinin başında beyaz ışıklı bir komutan olan elli kişilik bölükler var. Ya da istihbarat raporlarına bakılırsa zamanı ve mekânı kısa sürede aşabilen varlıklarla karşı karşıyayız.” “Affınıza sığınarak bir şey söylemek isterim ecem. Tabii hükümdar ve komutanlara da. Savaş meclisini toplamışsınız, karar vereceksiniz. Bana kalsa başkente yine giderim, orası benim sılamdır. Ama sizin düşünmeniz gereken kavimleriniz ve uluslarınız var. Oraya savaşmaya gitmeseniz de bir gün hepiniz çöllere ve yeraltına sürüleceksiniz. Savaşsanız da savaşmasanız da kaybedeceksiniz. Cesaretiniz büyük. Yiğit hükümdarlarsınız. Hatta sonraki zamanlarda bizden sonra gelenler bile, bize yabancı olsalar da içlerinden elbet bu hatırayı yazanlar çıkacaktır. Ama baştan yok olmaya gittiğimizi bilin.” Tarsif sustuğunda koca çadırı da derin bir sessizlik sarmıştı. Ece eliyle kapıyı gösterdiğinde büyük bir saygıyla eğilerek kapıdan çıkmış yeniden çadırın önünde beklemeye başlamıştı. Çadır-daki meclis dağıldıktan sonra ifritlerden biri Tarsif’e gelerek ecenin maiyetine alındığını söyledi. Tayin eden cinlerin ordularının komutanıydı. Tarsif’e gelerek cesur ve onurlu bir savaşçı olduğunu, üstelik o saldırıyı bu denli yakından görüp de sağ kalan asker olduğundan askerler arasında da kahraman gözüyle bakıldığını, bu nedenle yükseltildiğini söyledi. Eskiden olsa bu bir cin için bü-yük nimet, büyük bir kısmetti. Ama yok oluşa giden bu yolda ucunda sılasını görmek olduğu halde sevinemedi. Başka bir çadıra girerek ifritler gibi altın zırhlara ve silahlara büründü. Ecenin çadır ka-pısının önündeki muhafız bölüğüne katıldı. Bölükteki askerlerin meraklı sorularını yanıtlarken ateş başında haftaların yorgunluğunu tamamen atabilmek adına ihtiyaç duymadığı halde uykuya aldı. Rüya bile görmediği ama sık sık uyandığı gecenin sabahında silah arkadaşları tarafından uyandı-rıldı. Başkente doğru gidiliyordu zira karanlık varlıklar güneyde çoktan görünmüşlerdi. Muazzam bir hızla toparlanan ordu, ejderlerine binerek ya da tılsımlı sandaletlerini giyerek, uçarak, devler gibiyse yürüyerek deniz üzerinden yola çıktılar. Tarsif böyle büyük bir ordunun yürüyüşü karşısında geçici bir cesarete kapılmıştı. “Belki hâlâ umut vardır” diye düşünüyordu.

Page 10: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Uzun yolculuğun ardından, yılların ve gurbetin ardından altın kubbelerle gümüş duvarları gören Tarsif’in gözleri yaşarmıştı. Neredeyse ordudan ayrılarak en önden şehre girecekti. Ama rüya-sı kısa sürdü. Göğün karardığını gördüğünde şeytanlarında geldiğini anlamıştı. Hayal metal devasa karaltıları ve karanlık gecelerdeki yıldızlar gibi yanıp sönen alevli gözlerini ve ağızlarını gördü. Kor-kuyla cesaret arasında, ölmekle kalmak arasında, anılarının şehrine kavuşmanın sevinciyle, onun yok olacak olmasının yaşattığı hüznü bir arada yaşıyordu. Çocukluğunda sıklıkla gittiği dedesiyle ninesinin köşkünü hatırladı. Kendi evini hatırladı. Arkadaşlarıyla koşturduğu bahçeyi hatırladı. Orduyla birlikte hızla ilerlerken şehrin kuzey kapısından içeriye girdi ecenin maiyeti arasında. Hatırlarını yeniden görmenin varlığı bir kez daha depreşmişti içinde. O hengâmenin içinde durum-dan faydalanarak Tarsif ejderinden yere atlayarak bir çalı öbeğinin içine yuvarlanmıştı. Kafileden sıyrılarak ara sokaklara dalmıştı. Savaşın gürültüsü ve yaklaşan şeytanların gümbürtüleri kulağın-dan silinip gitmişti. Koşa koşa hatırladığı yollara baka baka evine doğru ilerledi. Fazla uzun sayıla-mayacak bir yürüyüşten sonra ilk olarak dedesinin köşküne gelmişti. Uzaktan kurumuş ve bakımsız kalmış bahçenin ve ağaçların ortasında yükselen köşek baktı. Boyaları eskimiş, sarmaşıklar dört bir yanını sarmıştı. Çocuklu anıları o an gözünde canlanmış, adeta sihirli bir cam küreden inceleme-ye başlamıştı. Paslı demir parmaklıkları geçerek köşkün içine girdi ve dedesiyle ninesine seslendi. Bir süre sesine ses gelmeyince eve yöneldi. Bir dokunuşuyla kapının gıcırtıyla açılmasından dolayı içinde bir tedirginlik başlamıştı. Köşke girdiğinde bomboş olduğunu gördü. Ne bir ses, ne bir varlık, ne bir eşya vardı. Anılarının gerçekten anı olduğu gerçeği yüzüne vurulduğunda üzüntüsünden ağlayabilirdi. Köşkten çıkarak annesiyle babasının evlerini bulmak için yeniden tanıdık sokaklara saptı. O sırada savaşın başladığını gördü Tarsif. İfritler, Maridler, Cinler ve Ejderhalar şeytanlarla gökte amansız bir mücadele içerisindeydi. Şeytanların bazısı gökte onlarla savaşıyorken bazısı şehrin bir kısmını çoktan yıkmaya başlamıştı. O korkutucu beyazlı varlık yine başlarındaydı. Tarsif yıkımdan önce annesiyle babasını bulabilmek için gözünü bu korkunç savaştan ayırarak yoluna devam etti. Uzaktan köşe başındaki iki katlı evini gördüğünde koşa koşa evine gitti. Kapıya varıp kapıya çalmak için vurduğunda kapının aynı can sıkıcı gıcırtıda açıldığını gördü. İçinde büyüyen sıkıntıyla beraber evine girdiğinde evinin de köşk gibi bomboş olduğunu gördü. Cinlere göre yüz yıla yakın bir zaman ömür sürmüştü. Bu süre içerisinde ailesinin de yaşaya-bileceğini hesaba katmıştı ama kardeşlerinin bile yerini yurdunu unuttuğu bu zamanda yapayalnız evinde dikiliyordu. İçindeki can sıkıntısıyla evinden çıktığında yeniden gözleri göklerdeki savaşa takılmıştı. Cinler ordusunun sayısı azalmıştı. Ahali ve askerler kaçışıyor, binalara yıkılıyordu. Tarsif anılarını kaybettiren ve bu yıkıma yol açan savaşa lanet okuyarak yeniden kuzey kapısına doğru koşmaya başladığında kendisine seslenen bir ifrit askerini gördü. Asker eliyle işaret ederek gelmesini söylü-yordu. Tarsif istemeye istemeye oraya gittiğinde bir grup padişah maiyetine mensup ifritin orada bulunduğunu gördü. Kendisini çağıran ifrit, Darrab çölünde kendisini ejderine alan ifritti bu. Yanla-rında ecenin ejderhası duruyordu. Ece yaralı ve baygın bir şekilde ejderhanın üzerinde oturuyordu. İfrit Tasif’e korkulu ve yalvaran gözlerle bakarak: “Saraya kadar yaklaştılar. Herkes kaçıyor. Biz yeminimizin gereği olarak sarayı savunmaya gidiyoruz. Eceyi al ve kaçırabildiğin kadar uzağa kaçır. Başka şehirlerde var ama sakın şehirlere git-meyin. Dağlara ve çöllere kaçın. Kavmimizin başsız kalmaması gerek,” dedi. Tarsif zaten kaçmak isteğindeyken bu isteğe hayır diyemedi. Ecenin önündeki boş eğere atlayarak dizginleri eline aldı ve kıvrıla kıvrıla şehrin doğu kapısından çıkarak dağlara doğru kaç-maya başladı. Ardına baktığında cinlerin efsanevi şehrinin yıkıldığını gördü. Büyük şehir dalgalar

10

Page 11: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ve ateşler arasında yıkılırken şeytanların ve Azazel’in gözlerindeki zafer parıltılarını görmüştü. Gü-neş batarken, havanın şafak vaktini andırdığı o vakitte Tarsif yeni bir kavmin doğuşunun şafağına benzetti bu doğumu. İnsan ırkının yeryüzüne gönderildiği bir şafak vaktiydi bu. Yüce eskiler der ki; O yıkımdan ve o savaştan sonra cinler ve sair kavimleri çöllere, ıssız ha-rabelere ve dağ başlarına saklandılar. İnsandan kaçtılar. Kimi de denizlerin bilinmeyen yerlerinde kaleler inşa etti. Kimi de yeraltına saklandı. Ama o andan sonra hepsi Tarsif’le aynı duyguları pay-laşmayı başladı. Kurtardığı eceyle evlenerek yıkımdan sonra cinler padişahı olan Tarsif sonradan ulu iblisler arasına karışmıştır ki, onun içindeki o gurbetliğin acısı, sılasına kavuşmuşken yeniden gurbete düşmenin acısı cümle cin kavminin arasına yayılmıştır. Her cin bu hikâyeyi ve gurbeti ken-disinden sonra gelene anlatmıştır. Bundan dolayıdır ki insanoğluna karşı bir yabancılık gözüyle ve çekinmeyle bakmaları va-kidir. Çünkü içlerinde kaybettikleri ve dağlara, denizlere ve çöllere kaçıp geride bıraktıkları son şehirlerinin gurbetliğini taşırlar der eskiler.

Mehmet Berk YALTIRIK

İllüstrasyonSümeyye KESGİN

http://sumeye.deviantart.com

Page 12: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ŞU “Kaç yıl oldu? Belki otuz, belki kırk, belki de elli… Ama işte, o gün geldi. Güzel bir gün. Bir ge-zegeni yok etmek için, çok güzel bir gün. Ve sonra… Dünyama döneceğim. Görevim sona erecek. Ailemle yeniden birlikte olacağım. Savaş bitmeyecek ama bir gezegen daha yok edilmiş olacak.” “Ben Şu. En son ne zaman biri ismimle seslendi hatırlamıyorum bile? 34x-by gezegeninde Efsun Komandosu olarak yetiştirildim. Yani herhangi bir gezegenin merkezi gücünü öğrenip onu patlatmak için yaklaşık yirmi beş yıl eğitim aldım. Bunu, büyü denilen evrensel matematikle yapı-yoruz ve işte, yaşamımın anlamsal doruğuna ulaşmış bulunmaktayım.” Ellerini yana açarak gözlerini kapattı. Üzerinde eski püskü bir harmani vardı. Kukuletasını indirip atkuyruğu, uzun ve siyah saçlarını ortaya çıkardı. Yüz yirmi yaşında olmasına rağmen hâlâ çok genç görünüyordu. Bebek yüzü pürüzsüzdü. Yhahsi! İşte, başlıyordu. Yogibliss’lerin bu gezegenini yok edecek ve kendi gezegenine ışınlanacaktı. Çocuklarını düşündü. “Çoktan büyümüşlerdir,” diye geçirdi içinden. Yüreğine dolan özlem duygu-suna ve sevince engel olamadı. Konsantresi bozulmuştu. Gözlerini açtı. Derin bir nefes alıp gülüm-sedi. “Hadi, bitirelim şu işi,” diyerek yeniden gözlerini kapattı. “Yhahsi! Dela mosrets!” Ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Yükseliyordu. “Esperno nasriyah!” Göğe doğru yükseldikçe başını aşağı çevirdi. Gözleri kapalı olmasına rağmen topraktan çıkan eciş bücüş yaratıkları görebiliyordu. “Simofres, Ponte nuyane! Klamansre!” Ölümün ötesinden gelip yüzeye çıkan yaratıklar hipnoz olmuş gibi Şu’yu dinliyordu. “Zafreyya Kona.” Yükseldikçe görüş açısı genişliyordu. Ve yaratıklar git gide küçülüyordu. Artık minik nokta-cıklar gibi görünüyorlardı. “İfysrekanpi Huhulsre!” Uzay boşluğundaydı. Yogibliss’lerin gezegeni kırmızı,çatlak çatlak, koca bir top gibi görünü-yordu. Koca, kırmızı bir top… “İnayye İnayye.” Yaratıkların yeniden toprağın içine girdiklerini hissedebiliyordu. Yerin merkezine gidecekler ve magmada kara delikler açacaklardı. “İnayye. İnayye.” Aradan saatler geçti. Artık yerin merkezine ulaşmışlardı. Bunu hissediyordu. “Zatre poğtresna! Zatre poğtresna. Zatre poğtresna.” Kızıl gezegenin büzülüşünü görüyordu. Parçalara ayrılarak içe çekiliyordu. Gezegende ya-şayan Yogibliss’lilerin ölüm ve korku çığlıklarını duydu. Çocukların haykırışlarını. Annelerin feryat-larını. Acılarını sinir sistemine şimşekler iniyormuşçasına hissetti ama… Duramazdı. Gözünden bir damla yaş aktı. “Zatre poğtresna! Zatre poğtresna! Zatre poğtresna!” Eğer durursa… Evine döndüğünde öldürülürdü. Sadece kendisi mi? Hayır! Önce ailesi gözü-nün önünde öldürülür ve sonra kendisi… Duramazdı. Bugün için yetiştirilmişti. “Zatre poğtresna! Zatre poğtresna! Zatre poğtresna!” Gezegenin çapı yarı yarıya küçülmüştü bile. Çığlıklar, canhıraş haykırışlar susmuş, sinir siste-mine yüklenen acı dinmişti. Ölüm, her bir canlıyı bir anne gibi kucaklamıştı. Bir hamur gibi yoğrularak küçülen, büzüldükçe büzülen gezegeni izlemeye devam etti.

12

Page 13: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Aradan saatler geçti. Artık koca gezegen yarım santimetre küpe sıkıştırılmıştı. Serbest bırak-ma zamanıydı. Böylece patlayacak ve galaksiye saçılacaktı. Hızlı hareket etmeli ve kendi gezegeni-ne ışınlanmalıydı. “Riyyapro! Riyyapro! Eskomazre Yogiblisse Riyyappo!” Kulağının duyamayacağı kadar yüksek perdede patlama gerçekleşti. Üzerine gelen toprak parçalarından kurtulmak için hızla mırıldandı. “Eseppe, sunastre mo kiya he huytres homa. Hum sina!” Ve ışığa dönüştü. Ardına taktığı meteor yağmuruyla ilerledi. Birkaç saat sonra kendi gezegenini görmüştü. Yemyeşil gezegeni 34x-by. Evim, diyerek öz-lemle baktı. Birkaç dakika öylece izledi ve yeniden ışığa dönüşerek hızla yeryüzüne indi. Yere indiğinde yavaş yavaş başını kaldırdı. Gözleri kapalıydı. Pis, ağır bir koku vardı. Her şey çok sessizdi. Ve bu koku… Yanık et kokusu… Bu koku… Gözlerini korkarak açtı. Hiç kimse yoktu. Her yere eşyalar saçılmıştı ama… Ama hiç kimse yoktu. Hemen kendi evinde gitti. Karısı ve çocuklarını aradı… Yoktular. Donuk bakışlarla evinden çıkıp kapının önündeki merdivene oturdu. Başını ellerinin arasına alıp hüzünle ne düşüneceğini bilemeden öylece oturdu, ta ki sırtında bir kılıç hissedene dek. “Kimsin sen?” diyordu ses. Arkasını dönüp bakacak oldu. “Bakmadan konuş; kimsin sen?” dedi. Garip bir tınısı vardı sesin. Kelimeler yükselip alçalarak çıkarken aralarına kıkırtısı karışıyordu. Bir delinin konuşması gibiydi. “Ben Şu,” diye yanıtladı adamı. “Efsun Komandosu.” Aklındaki iki önemli soruyu, duyacakla-rından korkarak sordu. “Sen kimsin ve herkes nerede?” Kılıç aşağıya indi ve adam konuştu. “Ben kim miyim? Ve herkes nerede öyle mi?” yine kıkırdama sesi. “Anlatayım.” “Ben Urhan. Burada, Mu kıtasında, savaşın göbeğinde doğdum. Öyle bir savaş ki dünyayı

Page 14: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ortasından çatlatacağını düşünürdüm. Çocukluğum kan kokusunu içime çekerek geçti. Görevim Parçacılık’tı. Ölenlerin parçalarını toplayıp Kijane nehrine atardım. Böylece bütün ölü bedenler düşmanın topraklarına, Yogibliss’e gider ve hastalık saçardı. Sonra… Bir hafta önce ölüm topu düştü ülkeme. Zehirli gazlar saçan yeşil ateş. Halkıma baktım. Gözlerimin önünde eriyordu. Yüzleri ve bedenleri bir mum gibi eriyordu. Yerde kıvrandık-larını gördüm; kendilerini kalbinden hançerleyenleri gördüm. Gözlerinin sızıntı halinde yüzlerine aktığını gördüm. Kaçışıyorlardı. Korktum. Ölümün şeklinden korktum ve çıldırdım. Elime kılıcımı aldım ve acı çekerek kendi-ni yerden yere atan halkıma saldırdım. Önüme çıkan herkesi deşiyordum. Damarlarımda kan değil, başka bir şey akıyordu hissettim; pis bir şey. Artık herkes birbirine saldırıyordu. İşte, yeniden öldürüyordum. Can almak hiç de zor ya da tatmin edici değildi. Zevk almıyordum bundan; acı da duymuyordum. Çünkü oradaki hiç kimse insan değildi, bunu gördüm. Bir kadın saldırdı bana. Dudakları çekilmiş, kulakları düşmüş, gözünün biri akmış diğeriyse aktı akacak gibi sallanan bir kadın. O pis çukurundaki tek göz, türkuaz yeşili göz eşimindi fakat o bakış… Bir canavarındı. İşte o an kılıcı bedenine sokarken gözlerimi kapattım ve çeliğin bedenine girişini santim santim hissettim. Bir mısır ekmeğine saplanır gibi yavaşça ve doğruca, kaburgaları-nın arasına girdikçe sanki benim içime batıyordu. Birkaç saat içinde, koca şehirde sadece ben canlıydım. Halkım kendi kendini imha etmişti. Haftalarca Parçacılık görevimi ifa ettim ve şehirdeki tüm halkımı Kijane’ye attım. Bize yolladıkları ölümün pisliğini onlara geri verdim. Bize yolladıkları ölümü de iade etmeye yemin ettim.” Şu, arkasına dönüp Urhan’a baktı. Evet, haklıydı. Bedeni erimiş bir canavarı andırıyordu. Son-ra ailesini düşündü. Yok ettiği gezegeni… Ve kendi halkını. Sonunda dünyasına dönmüştü; gurbet bitmişti ama… Ölüm ondan önce gelmişti.

Serkan KÖSE

İllüstrasyon Murat ÇALIŞ

http://valadrel.deviantart.com

14

Page 15: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

GURBETTEKİ YARALI KUŞ Tüm kalbi kırıklara...

- Haydi, konuş artık benimle şu konuyu. Biliyorsun söz vermiştin, bir gün anlatırım demiş-tin. Genç kız, konuşan kız arkadaşına baktı. Gözlerini tekrar uzaklara çevirdi. Alt dudağını dişle-rinin arasında sıkıştırmaya devam etti. - Yeter artık Nurgül. Kendine zulüm ediyorsun böyle yapmakla. Odaya kapanmalar, saatlerce uzaklara bakıp bakıp durmalar. Gerçi sen bazen dışarı çıkıp saatler boyu kaybolduğun da oluyor ama seninle hiç birlikte dışarı çıkıp gezmedik. Bu kadar depresif olduğunu bilseydim inan senin yanına gelmezdim cadı kız. Bak, bırakıp giderim ona göre. Nurgül tebessüm ederek tekrar kız arkadaşına baktı ve konuşmaya başladı: - Tamam, anlatacağım Hande, dedi ve arkadaşının kolundan tutarak diğer eliyle koltuğu işaret etti. Birlikte koltuğa oturdular. - Ha şöyle. Bu güzelliğe somurtmak yakışıyor mu hiç? - Nereden başlayayım bilmiyorum. Sanırım en başından anlatmak en iyisi, dedi. - Nasıl istersen. Haftalar sonra “evet - hayır” dışında böyle konuşman da güzel. - Onunla ilk önce sinema kuyruğunda karşılaştık. Sırada hemen önümde duruyordu. Hayır, yakışıklı denemezdi. Giyimi de çok sıradandı. Üstelik biraz... Nasıl diyeyim; şaşkın hatta safça bir hali vardı. Ama gözleri... Gözleri bir tuhaftı. Derler ya gözler kalbin aynasıdır. Bu söz bu çocuğa yakışı-yordu. O tertemiz, içten bakışları beni gerçekten etkilemişti. - Önce sen mi konuştun? - Onunla oynamak istedim. İçimden, belki buna değmez ama ne zararı var, dedim. O bir çift kocaman anlamlı gözü tekrar tekrar görmek istiyordum işte. Bilet gişesine yaklaşırken omzuna do-kunarak filmle ilgili bir soru sordum. Sonra havadan sudan bir iki konuda konuştuk. O ürkek ama sevecen bakışlarını bana daha çok doğrultmaya başladı. Bunu başaracağımı zaten biliyordum. - Bu güzelliğine hangi erkek dayanabilir ki? Zümrüt yeşili gözler, kıvırcık uzun saçlar, harika bir vücut ve endam. - Saftirik çocuk – evet önceleri kendisine içimden böyle diyordum – bana bakıp gülümse-meye çalışıyordu. Kendime güvenimden yakışıklı, çekici çocuklara bile pek yüz vermem, ama bu çocukcağız sevinsin, dedim içimden. Hatta bunun kız arkadaşı bile yoktur, dedim içimden. Oyna-maya devam ettim. Madem güzel bakıyorsun, birazcık seviniver diyordum içimden. Keşke başla-masaymış. - Kader işte. Herkesin kaderi güzel olmaz ki... - Sonra filme girdik. İkimiz de tek başına olduğumuzdan sanırım, gişedeki kız ikimizi yan yana koltuklara vermiş. Sen istersen buna tesadüf de, ben demiyorum. Filmi yan yana izledik. Onun bana ilgisini ve heyecanını hissedebiliyor, ara sıra görebiliyordum. - Bir şey yapmış mıydı? Yani... - Yok, hayır hayır. Kesinlikle öyle girişken veya arsız tiplerden değildi. Hatta sinemanın kol-tuğunda bile beni rahatsız etmeyecek şekilde benden uzaktan oturuyordu. Birkaç defa yanlışlıkla eline ve koluna çarpmış gibi yaptım. Tepki göstermedi, ben de elimi eline yaklaştırarak hafifçe te-mas ettirdim. Kafasını bana çevirdi ve kocaman açılmış sevinç dolu gözleriyle bana bakarak gülüm-sedi. - Sonra?

Page 16: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 17: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

- Sonrası benim daha çok yönlendirmelerim ile başlayan buluşmalarımız ile devam etti. - O olaydan önce kaç kez buluşmuştunuz? - Üniversitedekileri saymazsak dışarıda 4–5 defa galiba. - Onu unutamıyorsun biliyorum. Seni çok etkilemiş miydi? Demek istiyorum ki... - Anladım, o olayın mı beni daha çok etkilediğini, yoksa önce kendisinin mi beni etkilediğini öğrenmek istiyorsun. Tam bilemiyorum, ama sanırım o beni yavaş yavaş etkisi altına alıyordu. Hatta benim onunla gezip çıktığımı gören üniversitedeki birkaç erkek arkadaşım kıskançlıklarından ço-cuğun taklidini yaptılar veya benimle dalga geçtiler. Onun saflığı, dürüstlüğü, çocuksu tavrı beni etkilemişti. Ama bizi ayıran o talihsiz olay bende büyük bir darbe etkisi yaptı. - Benim senin yanına buraya gelişim de yaşadığın bu travma başlangıcında gerçekleşti bi-liyorsun. Arkadaşların, ailen, hatta üniversiteden bazı hocaların da seni düştüğün bu bunalımdan kurtarmak için çabaladılar. Seni yalnızlığından kurtarmak, biraz olsun moral vermek için benim senin yanına gelmemi sana teklif ettiler. Sana bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Kendi mem-leketimden uzak bu yabancı yerde bana gönderilen kısıtlı miktardaki para ile böyle güzel bir evde kalabilmem mümkün olamazdı. Sen kabul ettiğin için... - Lütfen Hande. Bunu bir daha konuşmayalım. Hayatta paradan daha önemli şeyler de var. Hele böyle gurbette. Sen de bana şu an en çok ihtiyacım duyduğum şeyi; dostluğunu ve arkadaş-lığını veriyorsun. Üstelik benim tüm depresif, kendi içine kapanmış halime rağmen. Sen zorlama-saydın ama iyi ki zorladın; ben daha çok böyle devam ederdim. Ayrıca ödemem gereken bedelin ne kadar süreceğini de bilmiyorum. Lütfen bana yardımcı olmaya devam et. - Bedel mi? Ne bedelinden bahsediyorsun? - Ölüme davetiye çıkarmanın bedeli tabii. Bir buçuk ay önceki o kazadaki gizli suçlu benim. - Saçmalıyorsun Nurgül. Devrim’e arabayla çarpan adam şu an tutuklu. Yakında da yargıla-ması başlayacak. - Tamam, sana her şeyi anlatacağım. Kaza günü, aynı zamanda benim doğum günümdü. Devrim bana mavimsi firuze taşlı bir kolye hediye etmişti. Ama ben rengini beğenmediğimi, kırmızı renkli bir kolye istediğimi söyleyip değiştirmesini söylemiştim. Yani... Yani şımarıkça davranmamın sonucunda onu ölüme ben gönderdim. - Ama, sen... - Benden bunu duyunca kolyeyi kaptığı gibi değiştirmeye gitmişti. Bana bir an önce ge-tirmek isterken acele etmiş ve... Ve ölmeden az önce de yerdeyken yanındakilere elindeki kana bulanmış küçük kutuyu göstererek “Bunu sevgilime vermem lazım, istediği renk oldu,” demiş. Nur-gül, cebinden çıkardığı kırmızı renkli kolyeyi göstererek ağlamaya başladı. İki genç kız birbirlerine sarılarak ağlamaya başladılar. Nurgül’ün hıçkırıkları durmuyor, katıla katıla ağlıyordu. Dakikalar sonra gözündeki yaşları iki elinin tersiyle silen Nurgül konuşmaya başladı: - Kendi doğum günümde ben öldüm. Her gün de bu acıyı tazeliyorum, ölmeye devam edi-yorum. Birden ciddileşti ve devam etti: - Bir gece yatakta uyumaya çalışırken ve yüreğimdeki bu acı ile tutuşurken “ Allah’ım, yap-tığım hatanın farkına vardım. Bana güç ver, acımı dindir,” diye yalvardım. O gece rüyamda bilme-diğim bir yerde üstlerinde siyah bulutlar tüten ve acı içindeki insanları gördüm. Ben bu insanlara sevgiyle tek tek dokundum ve dokunduğum insanların acılarından arındıklarını gördüm. - Normaldir canım. Bilinçaltın sana her şeyi gösterebilir. Takılma böyle şeylere. - Daha bitmedi. Bunları günlük hayatımda yaşadım da. Onlardan üçüncüsünü dün sabah gördüm. - Ne üçüncüsü? Lütfen şifreli konuşur gibi konuşma Nurgül, ne gördün?

Page 18: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 19: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

- Aynen rüyamda gördüğüm gibi onları çevremde görmeye başladım. Artık gözlerim, siya-ha kaçan koyu çamur renk taşıyan insanları arıyor. Dediğim gibi şu ana kadar üç kişide gördüm. Bunların bedenini dıştan çevreleyen çok koyu, karanlık bir enerji bulutu var. Diğer insanlarınkini böyle göremiyorum ama sanırım yardıma ihtiyacı olan ve dünyadan ayrılmayı seçmek üzere olan insanları görüyorum. - İnsanları çepeçevre saran ama göremediğimiz enerji alanlarına aura mı deniyordu. Onlar-dan herhalde. - Evet, bence de. Ama inan öyle kötü ve umutsuz durumdalar ki onların yanında ilk başlarda benim de ruhum kararıyor, hatta oradan kaçıp gitmek istiyorum. - Aman Allah’ım, böyle bir şey nasıl... Yani... - Gerçek, sonuna kadar gerçek inan bana. Ben kafayı da yemedim merak etme. Karşılaştıkla-rımdan ikisi erkekti, biri de bir genç kızdı. Genç kız, ismi Melis idi, onunla üç gün buluşup konuştuk hatta. Anladığım kadarıyla üçü de yakın bir zamanda intiharı seçecekti. Ama ben durdurdum on-ları, biliyorum ben engelledim. Sevgimi verdim onlara, ellerini tuttum, birlikte ağladık, konuştuk, etrafımızda bize garip garip bakanlara aldırmadan saatlerce oturup dertleştik. Sonra o pis renkli bulutların azaldığını ve kaybolduğunu gördüm. O anlarda hissettiğim huzuru ve sevinci anlata-mam. - Nurgül, canım yaşadıkların çok ağır şeylerdi, acaba diyorum ruhunun biraz rahatlaması için yaşanan şeyler olmasın bunlar. Ne bileyim... Yine de güzel tabii ama kendini böyle kaptırmasan. - Hayır, hayır o pis çamur rengi görüyorum diyorum sana. Erkeklerden biri iş bulmak için buralara kadar gelmiş, Hikmet Amca derdim ona. O da bana “ Kızım gurbette yaşamak pek zormuş, var olan paramı da çaldılar. Kimseye güvenim kalmadı, haftalardır iş de bulamıyorum çaresizim, memlekete dönecek param bile yok,” demişti. Onda da gördüm. Konuştuk, dertleştik, biraz para da verdim ona ve bulut kayboldu. Diğerleri de Seçkin ve Melis, onlar da bizim yaşlarımızda gençler, onlar da çok kötüydüler. Sevgimi karşılıksız verdim hepsine. Kırık ve yaralı kalplerin tek ilacı var: Sevgi. Devrim’in de bana karşılıksız verdiği, sevgiydi. Devrim, canım, bunları belki görüyordur onun anısını yaşatmak için bile ben hizmet etmeye devam edeceğim. Eminim o, beni bu hizmetim için takdir ederdi. - Neye hizmet? Kime hizmet? - Kalbi yaralı kuşlara hizmet. Aynı benim gibi kalbi kırılmışlara, hayata küsenlere hizmet. Gur-betteki yaralı bir kuştan, diğer yaralı kuşlara hizmet. Nurgül, odasına gitti ve elinde küçük bir paketle geldi. Paketi açarken: - Hande bak, bunu dün görüşmemizden sonra Seçkin almış ve bana hediye olarak verdi, dedi ve küçük kutunun kapağını açtıktan sonra şaşkınlıktan gözleri kocaman açılmış şekilde mavi renkli bir kolyeyi uzatarak: - Firuze taşlı kolye... Devrim’in bana aldığı ve hediye etmek istediği kolyenin aynısı... dedi ve tekrar ağlamaya başladı. Hande arkadaşına sarılırken: - Bu bir tesadüf olamaz Yaralı Kuş. Sanırım Devrim de öbür taraftan seni onaylıyor. Diğer ya-ralı kuşları birlikte bulmamıza ne dersin?

Caner KELER

İllüstrasyonGülhan SEVİNÇ

Page 20: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

SİMURG İşte yeni sabah. Bir kez daha gün doğuyor. Yeni bir gün. Yeni bir çatışma, kavga, savaş. Ufak dairemin, derme çatma penceresinden içeri ağır ağır akıyor güneş. Sıcak kollarına beni alıp, odamı ısıtması tedirgin ediyor beni. Karnımda bir yumru büyüyor. Herkes mutlu, heyecanlı, hevesli iken ben daha ilk dakikadan yılıyorum. Biliyorum ki bugün de etimin dayanılmaz lezzeti için bekleyen-ler var. Bitip tükenmez açlıklarını dindirmek için körpe etlerimi kemiklerimden ayırıp meze edecek-ler. Bir an bile tereddüt etmeden saldıracak boş bedenli Simurg’un evlatları. Ben ise her gün bir kez daha başlayan bu işkenceye kendi ayaklarımla kuzu kuzu gideceğim. Bayramda başına geleceği bilen ama bir kez bile direnmeyen kurbanlık koyun gibi. Onlar ise orada olacaklar. Ben daha gitme-den pusuya yatmış, benden öncekinin kalanlarını dişlerinin arasından temizlerken beni düşleyerek bekleyecekler. Neredeyse on yıl oldu gâvur ellerden döneli. Onca okul, ders, disiplinden sonra ver elini anavatan. Ancak döndüğümden beri farklı gibi. Sanki üvey olmuş, ben güvey gelmişim gibi. Eskisi gibi kollarına alıp şefkati, sevgisi ile sarıp sarmalamıyor. Aksine gittikçe artan bir şiddetle her yeni günde dövüyor, sövüyor. Ayrı yoruyor, ayrı hırpalıyor. Etraf yabancı gibi. Herkes ecnebi diyarlardaki ecnebilerden daha yabani, daha gâvur. Bense daha bir yabancı, daha bir tek başımayım. Orada olduğumdan daha bir oryantal, daha bir Osmanlıyım. Hiç dönmemiş gibi halen gurbette gibiyim. Peder Bey derdi, “Hayat gailesi her yerde yorar, bu şehir ise yer, bitirir adamı.” Haklıydı herhal-de. Kim bilir? Belki de ben haklı olmasını istiyorum. Zayıflığımın üstünü örtmek için babamın ba-şarısızlıklarını kullanıyorum. İşime geliyor koskoca Paşa Babamın bile bu yedi başlı canavar ile başa çıkamamış olması. O, beni gizliyor. Beni mazur gösteriyor. Bey’i kullanıyorum, hâlbuki o öte tarafa geçeli yıllar oldu. Bencil adamdı vesselam. Beni gözünü kırpmadan sırf o rahat etsin diye başından atmış, ilim, irfan, fen okuyayım bahanesi ile küffar eline vermişti. Vaktini doldurunca da öte tarafa tek başına gitmemiş validemi yanına katmıştı. Bir taşla iki kuşu vurmuştu. Defnettiklerinde halen okuldaydım. Vefat haberi bana ulaştığında her şey olup bitmişti. Pe-der Bey’in mallarını bir çırpıda afiyetle yemişlerdi. İstanbul’a döndüğümde mal, mülk, han, hamam ne varsa kamuya geçmişti. Güya Peder Bey yedirmemiş yemiş, içirmemiş içmiş, çalmış, çırpmış. Kapımızın önünde yatanlar, kuyruk sallamaktan bitap düşenler en önde, en güçlü bağırıyorlardı “Hırsız, günahkâr, cehennem çırası” diye. Günahı onun boynuna şu yaşıma geldim halen anlama-dım bu Devleti Aliye’nin işlerini. Anlamam da pek mümkün gözükmüyor. Alamanya’da Ingenieurschule Für Dampfmaschine’i bitirip temelli İstanbul’a dönünce anla-dım bir başıma kaldığımı. Gerçekler o zaman çarptılar. Ne anam, babam, ne bir dost, ne de bir soran vardı. Çocukluğumun geçtiği köşk, bahçesinde koşturduğum yalı yoktu. Peder Bey’e kırmızı kadife keselerde gelen çil çil mecidiye suretinde iltifatlar da yoktu. Bir tek Valide Hanım’dan kalan bu daire. Yalnızlığımı benle paylaşan bu eski, yıkık daire. Benim şimdiki mahpushanem. Paşa Babamı bilip de bana acıdıklarından mı, yoksa Alamanyalarda mühendis çıktığımdan mı bilinmez, beni Sanayi Nezaretinde kaleme aldılar. Kalem dediysek kalem efendisi olduk san-mayın. Durup dinlemeden çalışıyorum. Ne de olsa bizim borcumuz Padişah Efendimize, bu koca İmparatorluğa. Bir kaleme, bir Tersane-i Amirhaneye, bir Tersane-i Havaiyeye koşturup duruyorum. Bir elimde çekiç, bir elimde kalem, kâh hazarfen, kâh amele oluyorum. Kalemde “Kalem Efendi” dedikleri okumuş, mürekkep yalamışlar beni bekliyor. Mürekkep yalamış dediysek sanmayın ki besinleri divittir. Onlar esasen ete tamah ederler. Kanlı, canlı, pem-bemsi insan etine. Bin bir ketenpere ile dişlerini Adem evladına geçirmenin hesaplarını yaparlar. Her gün bir parça, bir okka. Ne de olsa ecnebi sayılırım. Ucube, Ingenieur, Alaman yalaması, hırsızın evladı diyorlar arkamdan. Yüzüme gülüyorlar. Ama gözlerindeki açlık anlatıyor her şeyi. İhtiyaçları 20

Page 21: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 22: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

olduğu için gülüyorlar. Ben olmasam kim uğraşacak cihazlarla, kim peşinden koşacak hava gemi-lerinin. İşte bu yüzden gül yüzüne, vur beline. Yükle eşeğe yükleyebildiğin kadar. Ne de olsa onlar paşazade, kibarzade. Ben ise yetim, biçare. Kalemden tersanelere kaçınca da durum farklı değil. Amele taifesi de aynı soydan. Yek derdi pembe pembe et. Kendi aralarında anca dalaşıyorlar, hırlaşıyorlar. Benimkisi onlara kolay ve tatlı geliyor. Kalem Efendisi Eti diyorlar. Ne de tatlı, ne de körpedir. Isırdıkça sıcak kanı dolar ağzına. Lezzeti başını döndürür. Nice şaraptan daha tatlıdır. Barba Yorgi’de bile yoktur böylesi ile yarışacak şarap. Onlara önce et, sonra işlerine gelince mühendisim. Kazan patlayınca, çarklar takılınca, piston durunca Mühendis Efendi, işler yoluna girince küffar, ecnebi, hırsızın dölü. Zaten eti kemiğe kadar sıyırıp geriye bir şey kalmayınca ilim beş para etmiyor. Bir de ilmiye taifesi var. Onlar daha beter, daha acımasız. Bir o kadar da korkak. Bilmedikleri onları ölesiye korkutuyor. Bu yüzden görmüşlükleri, bilmişlikleri yokken bile benim peşimdeler. Uzaktan salıyorlar tazılarını. Etimi isteseler de, gelip kendileri tatmıyorlar. Aracılar düzüyorlar. Di-ğerlerinin açlığına körüklüyorlar. Gâvur icadı, iblis tohumunu saçıyormuşum Müslüman toprağına. Yatacak yerim yokmuş. Cehennemde şeytan kollarını açmış beni beklermiş. Tüm makineler, her ne olursa olsun şeytan icadıymış. Hepsinin buhar salması, ateşle çalışması bunun kanıtıymış. Daha neler neler. İşte yataktan kalkmak demek, böylesi bir cendereye girmek demek. Ancak girmeden de yaşanmıyor. Hayat ateş pahası. Karnımı doyurmak, bir yere gelebilmek için daha çok çalışmak, ken-dini kanıtlamak gerek. Kalmadı aileden kimse. Yok sırtımı sıvazlayacak, etrafta bekleyen çakallara kışt diyecek bir büyüğümüz. Bunun için sıkı çalışmak gerek. Daha çok çalış ki etin daha bir lezzetli olsun. Peşine düşenlerin sayısı artsın. Onlardan kurtulmak, yerini sağlamlaştırmak için de yine çok çalışmak gerek. Böyle koşturuyor seni Simurg. Feleğin tekerine tıkmış seni. Çemberi çevirmeye te-nezzül bile etmiyor. Sen varsın çünkü. Koştukça çeviriyorsun çemberi. Koşmak zorundasın düşme-mek için. Koşmak zorundasın çünkü Simurg’un canı öyle çekiyor. Ta ki beyzadenin canı çekmeyene kadar. Belki de bu sabah yataktan kalkmamak lazım. Öylece uzanmak. Uzun uzun uyumak, dertle-ri, tasaları içeri sokmamak lazım. İçeri sadece güneş girmeli. Gelen yeni günün acılarını getirmeme-li. Sadece içimi ısıtmalı. Bu yetime güç vermeli. Unutturmalı gelen günün derdini. Para sıkıntısını, kalemin efkârını, insanın açlığını, sokakları arşınlayanların yabanlığını dışarıda tutmalı. Baş düşma-nım Simurg’u kovmalı. Bu sabah da kalkacağım. Ancak her şey farklı olacak bu sefer. Bu tuluatın bir parçası olmaya-cağım artık. Simurg’un tekerinden ineceğim. Dönmezse dönmesin. Karnım doymasın. Ana yadigârı daireyi de bırakıp, bana vatan diye dayattıkları bu toprakları, kuyruğumda ayrılmayan doymak bil-meyen yürüyen naaşları, yıkamadığın duvarları ardıma alıp yollara vuracağım kendimi. Yalan bana söylenenler. Boşunaymış bunca bekleme, özlem, hüzün. Meğer onca yıl gâvur elinde yatıp, kalkıp, okula giderken gurbette değilmişim. Boşu boşuna beklemişim gurbetten dön-meyi. Hayal ettiğim şehir bir serapmış. Gerçek gâvurlar hep yanı başımdaymış. Esas gurbet bura-daymış.

Mert YANIKOĞLUhttp://www.hititgunesi.org

22

Page 23: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başımaİllüstrasyon : Yusuf http://yggdrassil.deviantart.com

Page 24: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ÖLÜLERİN YÜRÜYÜŞÜMezar taşları kırıldı fırladı eller

Cansız bir çığlık kesti Ormanı

Kuşlar havalandı

Toprak rengi eller Hızlı büyüyen ağaçlar gibi Eller kolları kollar başları

Ve başlarBaşka çağların hantal Makinelerini andıran

Seslerini getirdiZor kalktı

ÖlülerZor ilerlediler

Oynayan çocuklar toz olduTepeden izleyen ihtiyarlar

Kıyamet bu dediler Sevinçle koştular

Başları bir yana Buruşuk bedenleri

Bir yana Düştü

Bir köy vardı Gizlenmiş

Ölüler devlet erkânı Gibi geçti meydanı

Önlerine çıkmadıkça Düşman değildi

Canlılar

Köylüler ihtiyarlarıEnderine gömdü

Serdar KÖKÇEOĞLUhttp://serdarkokceoglu.com

24

Page 25: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Ölülerin Yürüyüşüİllüstrasyon : Volkan KURUT http://volkankurut.deviantart.com

Page 26: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ARADA Kaçıncıydı? Bu otobüs yolculuğu diyorum… Kendi şehrim ve bir başka şehir arasında – ara-dıklarım ve bulamadıklarım arasında – kaçıncı gidiş gelişimdi? Gözlerim böyle ağır ağır kapanırken, kaçıncı aklımdan geçirişimdi şu soruyu: “Nerede uyanacağım?” Gözlerimi açtım. Buz tutmuştum. Kendi kendime sarılır gibi yaparken etrafıma bakınmaya başladım. Keşke yapmasaydım. Bir yandan onca yabancı arasında olduğumu hatırlamak, bir yan-dan da üşümek bana kendimi bir buzdağının tepesinde yapayalnızmışım hissi verdi. Bu insanlara öyle yabancıydım ki… Sadece yüzleri değil, kıyafetleri, konuşmaları, bakışları – hele bakışları –… Başka bir memlekette olduğumu bu kadar iyi anlayamazdım. Fakat bu otobüsteki insanlarla ben – hepimiz – aynı memlekete gitmiyor muyduk? Benim şehrime… Yan koltuklarda dikkatimi çeken bir grup insan vardı. Sessiz ve kendilerinden emin halleriyle etraflarındaki insanlardan ayrılıyorlardı. Bir de gruptaki kadınların ellerindeki koyu kınalar… Dün ya da evvelki gece yakılmışlardı besbelli. Grupta üç kadın ve bir erkek, bir de kız çocuğu vardı. Ka-dınlardan biri çocuğu yanındaki koltuğa oturtmuş, arkalarında da diğer iki kadın oturuyordu. Hep-sinin arkasındaysa kendi yaşlarda bir başka adamla oturan, arada sırada da onunla iki çift laf eden ve bu kadınlarla birlikte yolculuk yaptığını anladığım adam oturuyordu. Beni buna inandıran şey, adamın önünde oturan kadınları ve kız çocuğunu kontrol eden bakışlarıydı. Sadece onları değil, onların ve kendisinin etrafındaki her şeyi elinde çevirdiği tespihin sinir bozucu sesi eşliğinde yine sinir bozucu bakışlarıyla inceliyordu. Bir ara gözümün küçük kız çocuğunun elindeki hasır çantaya takılmasıyla birlikte adam tüm dikkatini üzerime çevirdi. Kınalı elleriyle kucağında sıkıca tuttuğu hasır çantası ve otobüsün penceresinden dışarıyı izlerken gördüğü olağan her şey karşısında bü-yüyen gözleriyle bu küçük kız çocuğu bu pos bıyıklı adamın kızı olabilirdi. Ve bu üç kadın da bu kız çocuğunun annesi… Bir yandan gözlerimin içine onları oyarcasına bakarken diğer yandan da bıyıklarını seven bu adam o sırada aklından ne geçiriyordu? Dördüncü karısı olmamı mı? Terle-meye başlamıştı. Gömleğimin düğmelerini kontrol ettim farkında olmadan. Adama kendini kötü hissettirebilecek, utandırabilecek bir bakış atarak önüme döndüm. Umarsızca beni izlemeye de-vam ettiğini hissedebiliyordum. Koltukların arkasındaki açılır kapanır masaları kontrol etmek için otobüsün içinde dolaşan temiz yüzlü delikanlı her nasılsa durumu fark etmişti. Dikkatli bir şekilde önce adama sonra da bana baktı. Adamın önünde ve çocukla kadının arkasında oturan diğer iki kadının yanına denk geliyor-du koltuğum. O iki genç kadını seyrettim biraz. Yazmaları, pardösüleri, pabuçları, kınalı elleri ama en önemlisi duruşları ve bakışları birbirlerine tıpatıp benziyordu. Kardeşler miydi? Kim bilir? Önle-rinde oturan kadın bu ikisine göre daha irice, yaşça da daha büyüktü ve ‘ilk kadın’ olduğu mağrur halinden belliydi. Ayrıca yanındaki kız çocuğunun da annesi olduğunu düşünüyordum. Sonra göz-lerim çocuğa takıldı yeniden. Hasır çantası ne de güzeldi. Onu nasıl da sıkıca tutuyordu hâlâ. Dışa-rıyı izlemiyordu artık. Uzun tek örgüsünü sağ omzundan aşağı uzatmış, ayak bileklerinin yakınına kadar inen mavi beyaz pötikareli elbisesinin fırfırlarıyla oynuyor, sıkılmışlığını yenmeye çalışıyordu. Kulağındaki kırmızı altın küpeleri ve örgüsünün altından geçirilip düğümlenmeden iki yana uçları salıverilmiş kırmızı oyalı yazması onu olduğundan büyük gösteriyordu. Bu sessiz ve olgun duruşu, içindeki yaramaz çocuğu gizleyemiyordu. Kınalı elleri bile başaramıyordu bunu. Onu seyrettiğimi fark etti. Gözlerini benimkilere dikti. Baktı ve baktı… Hiç de sevecen bak-mıyordu ve az daha kafamı önüme çevirecekken bana belli belirsiz gülümsediğini fark ettim. Dur-dum. Ben de ona belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdim. Bu sefer o daha cömert davrandı ve pervasızca sesli halde kıkırdamaya başladı. Orada öylece karşılıklı gülüşüyorduk. Annesi durum-26

Page 27: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 28: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

dan baştan beri memnun değildi. Gözleriyle kıza susmasını ve önüne dönmesini söylüyordu. Ama kızın umursadığı yoktu. Bu sırada arkalarında oturan diğer iki kadın çantalarından çıkarttıkları haş-lanmış yumurta, taze soğan, peynir ve lavaş ekmekle çarçabuk bir dürüm hazırlayıp el birliğiyle arkalarında oturan ‘kocalarının’ eline veriverdiler. Sonra da büyük bir görevi üstlenmiş ve başarıyla yerine getirmiş gibi haz dolu gülümseyip birbirlerine tebessüm ettiler. Hemen sonra duruş ve ba-kışlarındaki aynılık, daha doğrusu o aynı hüzünlü farkındalıksızlık ikisinin de içine yeniden giriver-di. Benim dikkatimin büyük bölümü hâlâ küçük kız çocuğundaydı. Onda ters giden bir şeyler vardı. Neşeli kahkahalarına rağmen her an gülmeyi bırakıp boğulurcasına ağlamaya başlayabilirdi sanki. Kimyası bozuk bir kız çocuğunu kolaylıkla tanıyabilirdim. Onu hayli incelemiştim ama çocu-ğun dikkatle pardösümün yakasındaki, kendi yaptığım bebek şeklindeki broşa baktığını fark ede-memiştim. Ben onlara bebek broşlar diyordum ama aslında küçük kız çocuklarıydı onlar. Ne de olsa her kız çocuğunun aklı bebekliğinde, her kadının aklı ise genç kızlığında kalırdı. Uzanıp broşu ya-kamdan almak ister gibi bir hali vardı. Bunu yaptığı takdirde bu hareketinin büyükler tarafından ne kadar kötü karşılanacağı konusunda tecrübesi olduğu çok belliydi. Broşuma istekli bakışlar atmaya devam etti. Onu yakamdan çıkarıp kendisine vermeye karar verdim ama bir şey beni engelliyordu. Yanında oturan annesinin bana belli etmemeye uğraşarak yan yan baktığının ve ilgimden, daha doğrusu o otobüsün ve otobüsteki insanların içinde kurdukları o küçük dünyanın kapısının bir ya-bancı tarafından çalınmış olmasından duyduğu rahatsızlığı ayan beyan görüyordum. Bu durumda harekete geçmek benim için zor bir girişimdi. Cesaretimi topladım. Broşumu yakamdan çıkardım ve çocuğa uzatmak için kafamı kaldırdığımda kadının çocuğun bana uzanan ellerine hafifçe vur-maya başladığını gördüm. Çocuk ağlamaya başlamıştı. Oturduğum yerde öylece kalakaldım. Ne yapmam gerektiğini bilemiyor ve düşünemiyor-dum. Çocuğun ağlaması şiddetlendikçe kadının tokatları da aynı ölçüde şiddetleniyordu. Ne arka-larında oturan ‘diğer ikisi’ ne de daha arkadaki ‘adam’ sesini çıkarmıyor, dahası bir ufak bakış dahi atmıyorlardı o tarafa. Bense kulağımda tokat sesleri ve hıçkırıklı çocuk haykırışları, otobüsün için-deki diğer insanların yüzlerinden okuyabileceğim bir cesaret kırıntısı ve böylece harekete geçebil-me fırsatı arıyordum. Aradığımı bulamadım. Gözlerim doluyordu. Ayağa kalktım; aklımdan geçen şeyleri söylemeye ve yapmaya yeltendim. Ayaktaydım ve çocuk susmuştu. Annesi konuşuyordu. “Sus, hanım ol! Büyük şehre gelin gidiyon emi ya? Benim elim hafiftir amma sonra ağan zopalar seni karışmam, bilesin he.” Yerime oturdum. Ağladım. Başından beri bir şeylerin yolunda gitmediğini benim gibi anlamış olan ve aya-ğa kalkıp geri oturduğumu, oturunca da ağlamaya başladığımı gören genç muavin yanıma geldi, başımda dikildi bir süre. Yüzümü ellerimle kapatmıştım. Ağlamamı kesip bir şey söylemeliydim muavine. “İyiyim,” dedim. Bu sırada çocuk yeniden ağlamaya başladı. Bu sefer daha sessiz, daha az ısrarlı, daha teslim olmuş… Muavinle birlikte dönüp çocuğa baktık uzun uzun, sonra annesine. Neden ağlıyordu ki? Büyük şehre gelin gidiyordu! Benim şehrime çoktan gelmiştik. Oysa içinde yaşadığım sahneyle ben çok uzaklarda sanı-yordum kendimi. Aynı noktadan başlayacaktık bu şehri solumaya, hatta başlamıştık bile. Otobüsün yanında bekleşmeye duran kalabalığın içindeydim, gözlerim onu arıyordu. Nere-de gözleri zeytin, elleri kınalı bebek? Bir yerlerden çocuk sesleri geliyordu. Kafamı çevirip baktım hemen. Yok! O değil. Tahmin etmeliydim onun böyle şen kahkahalar atmayacağını. “En azından broşumu verebilseydim…” diye düşündüm. Gözlerim hâlâ nemli… Valizimi almaya yeltendim mu-avinin elinden. Eğilmiş, valizimi çekiştirmeye çalışırken muavinin baktığı noktaya kitlendi bakışla-

28

Page 29: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

rım. Ve kulaklarımda o kaba sesin çıldırmış kelimelerde hayat buluşu… “Bununla etti beş yüz.” Bu, ‘üç kadının adamı’ değil miydi? Parayı sayıp eline veriyordu otobüste yanında oturan adamın. ‘Üç kadın’ ise olanları az uzaktan seyrediyorlardı bir yandan kız çocuğunu sakinleştirmeye çalışırken. Olanlar bir pazarlıktan başka bir şeyi andırmıyordu. Valizimi yere bıraktım. Şehrin ve ka-labalığın tüm o deli gürültüsü terk etti sanki bir anda garı. “Gel de öp ağanın elini, haydi,” diyordu diğer adam, paraları eline sayan ağaya. Sadece ve sa-dece bu sesler vardı beynimde çalkalanan. Gözyaşları entarisine kadar inmişti çocuğun. Babasına “Ağam bırakma beni,” diyordu, yalvarıyordu gözleriyle, her şeyi görüyordum. Ağasıysa “Yeni ağan budur artık, ona layık olacan. Hanımlarının sözünden de çıkmayacan ha. Bir yanlışını duymayak gelin. Haydi, kal sağlıcakla,” diyordu ona. Çocuğun anası değildi yanındaki, ‘büyük hanımıydı.’ Meğer ağasına varıyordu şehrime ayak basarken yeni gelin. Körpeliği, hoyrat sapakların, sapkınlıkların ‘dördüncüsü’ olmuştu bir beş yüz-lükle. Olduğum yere tonlarca ağırlıktaki kazıklarla çakılmıştım. Hanımlarının ellerinden tut(turul)muş, henüz gerçekleşmeden eskiyecek benliğine ve yaşantısına doğru zoraki at(tır)ılan minik adım-larını geri almak isteyen ayakları sürüklenirken arkasına döndü kınalı bebek. Son bir kez yakaladı bakışlarımı. Sonra yalvarırcasına baktı yakama: “Ver onu bana!” Biliyordu, alamayacaktı. O otobüs garında, o bebek broşa hapsedip son bebek bakışlarını, bebekliğini yakamda bırakacak ve o gece canhıraş ‘kadın’ olacaktı.

Gözde KURT

İllüstrasyonNadir KUTLUHAN

http://nadirkutluhan.blogspot.com

Page 30: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

GÖÇMEN TORTULARI TRENİ Yatağın altında duran bavulun hışırtısı Recep’in yarı sağır kulaklarını yormaktaydı. Bin adet cırcır böceği ambalajlamıştı sanki mübarek. Neyse ki, hiçbir zaman uzun sürmezdi. En fazla yarım saat. Yan binadan gelen seslere yöneltti dikkatini. Alman komşusu Hans Fredrich Hertz karısına bağırıyor. Arabanın anahtarını nereye koydun? Kadın bir şeyler söyleyince ikinci kükreme. Sana kaç defa dedim. Kadının sesi de yükselince uzunca bir es. Güç topluyor ya da tırsma belirtisi. Bugün cu-maysa akşam arkadaşlarıyla içmeye gidecekti. Kadından harçlık alması lazımdı. Ayın ikinci yarısın-da hep böyle oluyordu son yıllarda. Şu Allahın belası ekonomik kriz nedeniyle. İkisi de emekliydi. Emekli maaşları vardı. Günde iki paket sigara içen Hans’ın bu harçlıklara ihtiyacı vardı. Kadın, adı neydi ya, birazdan hatırlardı, nazlanır, ama biraz yalvarttıktan sonra adamın parasını verirdi. O da bu akşam eve arkadaşlarını çağıracaktı belki. Çay, kahve ve erik likörü içerek konken benzeri bir kâğıt oyunu oynayacaklar. Bu oyunun adı da çıkmış aklından. P ile başlayan bir şey. Zamanın belleğine pas sarması yeni bir şey değil. 1966 yılında Sirkeci’den kalkan kara tren-den Münih bahnofunda inen 28 yaşındaki o afili delikanlı değil artık. Yetmiş yaşını ortaladı çoktan. Oğlu kırkı aştı. Kızı da otuz beşi. Oğlu hâlâ bekâr. Kızı neyse ki, ona bir torun verdi. Adı Esra. Altı yaşında. Onu çok seviyor. Gözden düşmüş, gönülden ıraklaşmış bir eşya gibi burada tavan arasında yaşamaya başlamadan önce onu yazları havuza ve lunaparka götürürdü. Hışırtı kesilince Recep derin bir nefes aldı ve hemen sağında duran komodinin üzerindeki ilaç kutusuna, su şişesine ve yarı dolu bardağa baktı. Belleği çekim gücünü yitirdikçe yaptığı ile yapılacak işler havada serbestçe yüzen renkli topçuklar olmaya başlamıştı. Hangisi hangisiydi se-çemiyordu kolayca. Oğlu, kızı, eşleri yukarıya gelip onunla konuşuyor muydu? Hatırlamıyordu. En son diyebileceği bir şey yoktu. Yaramaz çocuklar gibi olan anıları tarih sırasına göre dizilmemekte direnmekteydi. Üstü tozlanmış ilaç kutusu daha düzgün bilgi veriyordu. Tozlu satıhta parmakla-rının izi yoktu. Demek ki ya bu ilaç bitmişti, ya da artık kullanmasına gerek yoktu. Sağ karşısında azıcık aralık duran helâ kapısına baktı. Oraya da en son ne zaman gittiğini hatırlamıyordu. Tek kesin bildiği şey torunu Esra’nın sık sık ziyaretine geldiğiydi. Bunu bir şekilde unutmuyordu. Hatta kı-zın geleceği zamanı hissediyordu. Merdivendeki adımlarını. Minik kalbinde tırmanan çarpışları. Şu anda olduğu gibi. “Merhaba.” “Merhaba Esra. Nasılsın?” Odanın kapısını gıcırdatmadan açabilen tek kimse torunu. Diğerleri sağır kulaklarını tahriş eden cızırtılar çıkarmadan on santim bile aralayamaz. Yatağın altındaki bavulu da hemen onlara uyum sağlar. Birlikte hışırtı taksimi yaparlar. “Amca sen ne zaman gitçen?” Lacivert elbise, beyaz çorap ve ayakkabı giymiş kıza baktı sevgiyle. Kızının bir modeli. İri kahverengi gözlerinde merak ve endişe yanıyor. Hani sevgi şerareleri nerede? Aşağıda kızı fitille-mişler yine belli. Münih’in şehir merkezindeki bu binayı satın alan, çocuklarına refah yüklü gelecek bırakan babaya böyle vefasızlık göstermek. Maximilian Strabe’de üç katlı bir bina ne demek. Böyle bir miras bırakacak olan kimseye bu muamele yapılır mı? “Bu nasıl söz kızım?” “Ama söz vermiştin amca?” Kıza verdiği sözü hatırlamıyordu. Kelime kelime yani, ama içinde kız haklı diyen cılız bir diril-me var. “Ne sözü?”

30

Page 31: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 32: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Kız içini çekerek yan gözle aralık duran kapıya baktı. Gözlerindeki endişe azıcık koyulmuştu sanki. Ayakları bastığı yerden geriye dönmek ister gibi oldu, ama tereddüdünü yendi. “Anneannem, annem, babam ve küçük kardeşim çok korkuyor.” “Benden mi?” Kız başını salladı. “Niçin korkuyorlarmış?” “Buradasın diye.” Son cümle Recebi ciğerinden vurmuştu. Yıllarca günde iki ayrı işte çalışarak, gece gündüz demeden para biriktiren, çocuklarına böyle muhteşem bir gelecek kuran birine böyle vefasızlık gösterilmesi. Korkuyorlarmış. Birden aklına bir şey gelmişti. Anneanne de kimdi ya? Karısı, kızı on yaşındayken mide kanamasından ölmüştü. Mezarı Niğde’deydi. Torunu onu hiç görmemişti. Bir de şu amca lafı yok mu? “Anneannen mi?” “Evet. Adak adadı hatta. Tutsun diye bekliyor.” Adak kelimesinin telaffuzunun hemen ardından yatağın altındaki tahta bavulu birkaç sani-yeliğine hışırdadı ve sessizleşti. Recep bu bavulu ilk aldığı günü hatırladı. 1965 yılının Kasım orta-sıydı. Almanya’ya işçi olarak kabul edilmişti. Sırasını bekliyordu. O yüzden buradaydı. Başarı nişane-si olarak. Tahta bir bavuldan ta nerelere gelinmişti. Bavula baktı. Her an hışırdamasını bekliyordu. Saniyeler aktı. Sessizlik kırışmadı. Torununa baktı. “Asılsız gölgeler var bu evde diyor anneannem. Bebek kardeşim seni görünce çok korkuyor. Altına kakasını yapıyor. O tuvalete gitmeyi öğrendi. Hem kakasını yapıyor, hem de gece ağlayıp bizi uyutmuyor. Senin yüzünden.” Kızın gözlerinde yeni bir anlam belirmişti. Cüret diyeceği geliyordu. Kalkışma ya da. “Bana söz vermiştin.” Küçük kız kahverengi nevresimi örtülü yatağa doğru yürüdü. Dizleri yatağa değecek kadar yakın durdu. “Bavulun şahidim.” Eğildi yatağın altından bavulu aldı. O koca şeyi çok zorlanmadan kaldırabilmesi garipti. Getirip ayaklarının dibine koydu. “Açayım mı?” İçinde beliren korkunun şiddeti Recep’in yaşlı kaslarını yeterince diriltememiş olmalıydı. Çok istemesine rağmen oturduğu yerden doğrulamadı. Sadece sol eli kıpırdamış, komodinin üzerinde-ki su bardağını ve ilaç kutusunu yere devirmişti. “Açma.” Küçük kızın heyecandan yüzü allanmıştı. Yüzünden korktuğu da belliydi, ama dediğini ya-pacağı açıktı. Bavul kapalı durmalı diyordu iç ses. ‘Sımsıkı kapalı durmalı. O senin tılsımın,’ diyordu. “Gidecek misin?” Recep başıyla olumlayınca küçük kızın gerginliği azaldı. “Şimdi.” Yaşlı adam derin bir nefes alarak ayaklarını hareket ettirmeyi denedi. Kıkırdakları katırdadı, ama bunu başaramadı. Tam kıza olmuyor diyeceği sırada, Esra elini uzattı ve “Elimi tut,” dedi. Kızın minik eli kaslarının hareket geçirmek için çabalayan yaşlı adama umduğundan daha fazla güç verdi ve kim bilir ne kadar zaman sonra olduğu yerde ilk kez doğruldu. Yeni yürümeye başlayan bir çocuk gibi bulunduğu yerde hafifçe yalpaladı, ama dengesini korudu. “Şimdi ne olacak?” “Dışarı çıkacağız. Bavulunu al.” Recep yıllar sonra bavulunun kulpunu parmaklarında hissettiğini düşünerek heyecan duy-du. Biraz gezmek, bulvar kafelerinde oturup Hutthurmer Bayerwald birası içmek hiç de fena bir fikir değildi. Eli kızın elinde, tahta basamakları inmeye başladılar. Recep heyecanlıydı. Sokakları görmeyi özlemişti. Diğer yandan bir çeşit iç alarm da hissetmekteydi. Supap ağzı diyordu. Çıkınca

32

Page 33: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

geri dönüş yok. Özlemi daha baskındı. Tereddüdü susuz kalmış bir ev bitkisi gibi cansızdı. Dört kat aşağı indiler. Bina o elini eteğini çektikten sonra hemen bakımsızlaşmıştı. Basa-maklar yer yer çatlamıştı. Bakımsızlıktan da öte aksam üslupsuzlaşmıştı. Toz ve sarımsak kokusu sarmıştı her yanı. Oğlu tembelin tekiydi, ama kızı öyle değildi. Nasıl izin vermişti malzemenin bu denli çapsızlaşmasına. Gitmeden onlarla bir görüşse düşüncesi çöl kumuna düşen bir çiy tanesi gibi kısa ömürlü oldu. Sokak kapısına yaklaştıklarında sokağın sesi içeriye doluşmaya başlamıştı. Recep’in heyecandan ağzı kurumuştu. Keşke çıkmadan önce bir bardak su içseydim diye düşündü, sonra aklına bir litrelik bira bardağı gelince beyaz köpükleri düşünerek dudaklarını yaladı. Recep sokağı gördüğünde apışıp kaldı. Arabalar, kalabalık, binalar... Burası Münih değildi. İstanbul’du. Çok şeyler değişmesine rağmen semti de tanımıştı. Sirkeci’ydi. 1966’da bindiği trenle hayatını değiştiren semt. Küçük kıza baktı. Kız gülümsedi ve “Çok ev var,” dedi. Recep’in zihni hareketlenmişti. Yeni bilgilerle dolmaktaydı. Dönüp geriye baktı. İnsanların kıyafetleri de, binalar gibi, değişmişti. Zihnine minik delikli bir huniyle bilgi akışı devam etmektey-di. O binada oturmuştu. Apartman değildi. O sıralar salaş bir oteldi. En üst katta bir odada kalmıştı. Kendini genç haliyle otel odasında yatıyor gördü. Yaklaştı. Yüzü bal mumu gibi sarıydı. Ağzından sızan salyalar çenesinde ve yastık kılıfının üzerinde kurumuştu. Gözleri yarı aralıktı ve nefes almı-yordu. Birden hatırladı. 1972’i yazıydı. Almanya’da işler ters gitmişti. Başkasının adıyla çalıştırdığı restorana büyük bir vergi borcu gelince Recep İstanbul’a kaçmıştı. Karısı ondan boşanmıştı. Çocuk-ları yoktu neyse ki. Parası azdı. Utancından memlekete gidemiyordu. İyi pokerci olduğu için kuma-ra takılmıştı. Son gece şansı bayağı açıktı. Masadan paraları süpürmüştü. İçinde umut yeşermişti yeniden. Önce memlekete gidip büyüklerini ziyaret edecek, ardından yine Almanya’nın yolunu tu-tacaktı. Sonra otele dönerken birileri kafasına levyeyi indirip üzerinde ne kadar para varsa almıştı. Güç bela otel odasına gitmiş. Yatağa uzanmış ve bir daha da uyanmamıştı. Niğde’de mezarının başındaki insanları hatırladı. Bütün bunları nasıl bilebilirdi? “Hangi yıldayız biz Esra?” “2010 Nisanı amca. 3 Nisan.” 38 yıl o odada oturmuş olabilir miydi? Bir hayalet olarak. Bir mazi kalıntısı. Göçmen tortusu. Demek bu şirin kızı yazları havuza ve lunaparka götürmemişti. Hiç çocuğu olmamıştı. Az öncesine kadar oturduğu döküntü yerde 34 yaşında hayatla ilişkisini kesmişti. Sirkeci garının çevresi çok değişmişti, ama binası aynen duruyordu. Esra onu acaba niye buraya getirmişti. Tam bunu soracağı sırada ileride kıyafetleri kendi gibi olan, İspanyol paçalı pan-tolonlar giymiş adamların, döpiyesli kadınların olduğu grubu fark etti. Hepsinin de yanlarında ken-dininkine benzer eski tip bavullar bulunmaktaydı. Yolda gelirken turistlerin tekerlekleriyle artların-dan sürüklediği modern bavulları görmüştü. Tıpkı yeni model arabalar gibi pırıl pırıldılar. “Bak amca oradalar.” Recep, kim diye soracaktı, vazgeçti. Kendi taifesiydi hepsi. Merak ve anlayışla onu izliyor-lardı. Dördü kadın, on, on iki kişi. Genç bir ekipti. En yaşlısı otuz beş yaşında falan olmalıydı. Uzun kestane renkli saçlı genç bir kadın yaşıtı arkadaşıyla heyecanlı heyecanlı bir şeyler konuşurken yan gözle de onu kesmekteydi. Recep taba rengi döpiyes giymiş olan kadını altmış sonunda ampul fabrikasında tanıdığı Neriman’a benzetmişti. Dikkatle baktı. O değildi. Bu kız ondan daha uzun ve narin yapılıydı. Neriman ustabaşı olan Hans Fredrich Hertz adlı bir Almanla evlenince işi bırakmıştı. Recep tutukluk edip kıza niyetini vaktinde belli etmediği için kendini kahretmişti. Bütün bunların şimdi 40 küsur yıl geride kalması masal gibiydi. Recep durdu ve küçük kıza baktı. “Tamam. Anladım. Ben onların yanına gideceğim.”

Page 34: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 35: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

“Bir daha bize gelmicen değil mi?” Recep’in gözleri dolmuştu. “Hayır,” dedi. Kız elini çözdü. “Hoşça kal amca,” deyip geldikleri yöne doğru yürümeye başladı. Bir ara du-rup geriye baktı. Recep el sallayınca kız da aynısı yaptı ve adımlarını hızlandırarak yoluna devam etti. Kimi oturmuş güneşin tadını çıkartan, kimileri de ikili üçlü sohbet eden gruptan ona en ya-kın olan delikanlı eliyle selam verdi ve “Hoş geldin biraderim,” dedi. Yeşil renkli, İspanyol paçalı pantolon, siyah, sivri yakalı gömlek giymişti. Taş çatlasa yirmi beş yaşındaydı. “Merhaba benim adım Recep.” “Benim de Tahir.” “Tren mi bekliyorsunuz?” “Evet.” Kaçta geleceği belli mi?” Delikanlı gülümsedi. “Son anda belli olacakmış.” Recep’in yüzündeki şaşkınlık üzerine gü-lümsemesi genişledi. Önden bir dişi eksik olmasına rağmen yakışıklı bir siması vardı. “Zaman bura-da eğlenceli geçer. Cümbüşü iyi bayağı.” Recep elindeki bavulu yere bıraktı ve gerindi. ‘Göçmen Tortuları Treni’ diye düşündü. Tavan arasındaki sıkıcı saatlerden, kasvetli mekândan ve daha da önemlisi yalnızlıktan kurtulmuştu. Kü-çük Esra’cık sayesinde. Bakışları karşılaşınca kestane saçlı kadın gülümsedi ve sonra yüzünü arkadaşına çevirerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Recep kalbinde alışık olmadığı bir sıcaklıkla iki kadına, delikanlıya, ayaklarının hemen dibinde yerde yiyecek arayan kumrulara ve az ileride onlara kayıtsız duran simitçiye baktı. “Son anda demek ha?” Delikanlı başıyla olumlayınca Recep atıl kalmış dudak kaslarını zorlayarak tebessüm etti. Tren zamanın bir köşesinden kalkmış çufçuflayarak geliyordu. Burada, susamın tadını unu-tana kadar bekleyecekti.

Sadık YEMNİ

İllüstrasyonMehmet SEVİNÇ

http://mehmetsevinc.deviantart.com

Page 36: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

GURBET Her şey bulanıktı. Kalın bir sis perdesinin arkasından görünüyordu dünya. Düşünemiyordu. Yalnızca görüyordu bu bulanıklığı. Bulanıklığın ardındaki kızın ağladığını da görüyordu. Kız duvar kenarında öylece ağlıyor ve ağzından arada birkaç kelime dökülüyordu. Arada kendine baktığını fark etti. Ama onu görünce daha da şiddetli ağlıyor ve kafasını yere eğiyordu. Düşünmeye başladı. Düşünceleri de aynı gördükleri gibi bulanıktı. Dar bir odadaydı. Duvarların sadeliği, köşede duran metal dolap ve önündeki masa ona hastane odasını anımsattı. Evet, burası bir hastane odasıydı. Camların olmadığını fark etti. Ameli-yathane olmalıydı burası. Buranın neresi olduğu önemli değildi şimdi. Bu kız neden ağlıyordu ve kimdi? Bakışlarını kıza doğru yönelttiğinde o da kafasını kaldırmıştı bir kez daha ve göz göze gel-diler. İşte o anda tanıdı. O gözleri unutması mümkün değildi. Daha iyi hissediyordu şimdi. Bula-nıklık yok olmasa da sis tabakası incelmişti. Sevdiği kız orada ağlarken o gitmiş nerede olduğunu düşünüyordu. Kendine inanamadı bir an. Kıza ulaşmak istedi, ancak olmadı. Her şeyi denedi ama başaramadı. Görmekten öteye gidemedi. Hatırlamaya başladı. Gözünün önüne iki büyük far geliyordu. Farlar ona yaklaşırken o şimdi ağlamakta olan kıza bağırıyordu. Arabanın içindeydiler ve hızla ilerliyorlardı. Bir filmi geriye sarar gibi geliyordu gözünün önüne. Ve bu görüntüler daha net, daha gerçekçiydi. Kıza neden bağırdığı-nı biliyordu. Artık kendisine değer vermediğini düşünüyordu ve bu yüzden yol boyunca bağırmıştı ona. Artık filmi geri sarmak istemiyordu. Farları düşündü tekrar. Büyük farlardan bir tanesi tam kar-şıdan hızla yaklaştı ve... Sonra bulanık bir hastane odası… Şimdi anlıyordu. Tartışırlarken kaza yapmışlardı ve şimdi morfinin etkisiyle her yeri bulanık görüyordu. Duvarın dibinde diz çökmüş, dağınık saçlı ama hâlâ güzel görünmeyi başaran kız, onun için ağlıyordu. Onun yara almamasına sevinmişti. Belki kızın dediği gibi her arabaya bindiğinde emniyet kemerini taksaydı şu an dünya bu kadar bulanık ol-mazdı. Kıza bakarken onu ne kadar çok sevdiğini anladı. Ağlamasına bakılırsa sevgisi karşılıksız de-ğildi. Artık hareket edebilmek istiyordu. Ağlamasını durdurana kadar kıza sarılmak istiyordu. Kız kafasını kaldırıp da ağzından o birkaç kelimeyi dökene kadar hareket etme çabasını sürdürdü. Ama kelimeler çıktığında bulanıklık her yeri kapladı. “Öldün, beni bıraktın...” diyordu kız çaresizce. Şimdi artmakta olan sis tabakasının ardından olanları anlamıştı. Bu sisin nedeni kapalı, kansız ve kuru göz kapaklarıydı. Bulunduğu yer ameliyathane değil morgtu. Yavaşça uzaklaşmakta olduğunu hissetti. Son kez “Seni seviyorum!” diyebilmek istedi. Son kez sarılmak ve doyasıya öpüşmek istedi onunla. Bağırdığı için çok pişmandı. Artık yalnızca kızın bulanık silueti görünüyordu. Uzaklaşırken son bir kez daha ona ulaşmaya çalıştı ama çabası fay-da etmedi. Onu seviyordu, bırakıp giderken tek düşündüğü buydu. Tek hissettiği onun sevgisiydi. Onun yanındayken, ona dokunabiliyorken daha iyi davranabilmiş olmayı diledi. Bütün düşünceleri bulanıklıkla bastırılırken artık kızın silueti de yok oluyordu. Geri dönüşü olmayan gurbete giderken bulanıklık kendini karanlığa bıraktı...

Engin DİKKULAK

İllüstrasyonYağmur TELORMAN

http://rosyfingereddawn.deviantart.com36

Page 37: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 38: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

GURBET KEDİSİ Kahvehanenin cam kenarındaki masasında oturmuş, sessiz bir şekilde dışarıyı seyreden iki adamdan kapıya yakın tarafta olanının adı; Rasim Toprak’tı. Rasim, sırım gibi esmer bir Anadolu delikanlısıydı. Üzerinde; büyük olasılıkla evlendiği zaman aldığı ve sürekli giyilmekten ötürü yıp-ranmış olan lacivert takım elbisesi, ceketinin altında ise beyaz bir gömlek ile çok sevdiği, yer yer eprimiş siyah süveter bulunmaktaydı. Gömlek yakasını süveterinin dışına çıkarmış, üstten üç düğ-mesini de açmıştı. Boynundan hiç çıkartmadığı gümüş taklidi kalın zinciri de, bu sayede hemen göze çarpıyordu. Kısa kesilmiş siyah saçları geniş alnını daha belirginleştirmişti. Yay gibi gergin ka-lın kaşları ve yüzünün büyük bölümünü kaplayan kemerli burnunun aksine, göz çukuru incecik bir çizgi şeklindeydi. Bu yüzden bakışlarında fazlaca kendini beğenmişlik hâkimdi. Karşısında sessizce oturan kısa boylu tıknaz adam ise, Rasim’in senelerdir hiç kopmadığı as-kerlik arkadaşı Kamil’di. Kendisinde eksik gördüğü tüm özellikleri arkadaşında bulan Kamil, tanış-tıkları günden beri ona hayrandı. Her fırsatta, “Oğlum sende bu boy pos varken oralarda harcanıp gideceksin. Buraya gelsen havada kaparlar seni havada. Ah ulan şu fizik bende olacaktı şerefsizim yakmıştım İstanbul’u... Geldiğinin haftasında rejisörler senin için birbirlerine girmezse namerdim...” diye başlayan iltifatlar eder, o da bunları dikkatle dinleyip arada bir “Sahi mi ulan? Gerçekten kapar-lar mı?” diye sorardı. Gururunu okşayan bu sözler giderek saplantı haline geldi. Ve bir sabah baba-sının tüm itirazlarına aldırmaksızın iki yaşındaki kızını ve eşini yanına alarak İstanbul’a göç etti. Kamil aklını çelmeseydi köyde gül gibi geçinip giderdi. Çiftçilikle uğraşan bir ailenin altıncı ve son çocuğuydu. Beş kızdan sonra dünyaya gelmiş olması nedeniyle rahat bir çocukluk geçir-mişti. Babasının gözbebeğiydi, bu yüzden aile içinde ayrı bir dokunulmazlığı vardı. Tüm aile erken saatlerde kalkıp tarlaya giderken istediği saate kadar uyuma özgürlüğü bir tek ona hastı. Böyle yetiştirildiği için de çalışmayı hiç sevmedi. Bu yüzden de ne okula devam etti ne de bir işe girip ça-lıştı. Hayatı boyunca sadece iki şeyi çok sevdi: güzel giyinmeyi ve kızların peşinde koşmayı. Yakışıklı olduğu için köydeki tüm kızlar ona hayrandı. Askere gitmesine üç ay kala evlendi. Döndüğünde bir kızı olmuştu. İstanbul’a gitmek için babasıyla kavga edip gemileri yaktığında, işte tüm bu nimetleri de elinin tersiyle itmiş oldu. İlk günler eşinin altınlarını bozdurarak idare etti. Her sabah evden iki dirhem bir çekirdek giyinip dışarıya çıkıyor, kendisini keşfedecek bir yönetmen bulma hevesiyle İstanbul sokaklarını aşındırıyordu. Eldeki parayı tüketip üstüne bir de ünlü olamayınca, eşiyle arası bozuldu. İş bulup çalışmamasından sürekli şikâyet eden karısı Elif bir sabah kızını alıp köye döndü. Yalnız kalınca ve babası da barışmaya yanaşmayınca mecburen iş aramaya başladı; ama hiçbir vasfı olmadığından tabii ki bulamadı. Kirasını ödeyemediği için evden çıkartıldığında eşyalarını satıp Kamil’in yanına taşındı. “Şuraya bak be kanka, ne umutlarla geldik buraya ne duruma düştük... Ne diye senin aklına uydum ki?” “Valla ben de bu işten bir şey anlamadım. Normal şartlar altında şimdi o diziden bu diziye koşturuyor olman lazımdı. Adamını bulamadık besbelli. Sen bozma moralini, hep böyle devam edecek değil ya elbet dönecek bu kör talih.” “Ulan bozmayıp da ne yapayım? Buraya gelmeden önce iyi kötü bir düzenim vardı, şimdi hepten sıfırı tükettim. Ne evim kaldı ne de yolumu gözleyen biri… Sen de olmazsan sokaklarda

38

Page 39: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

yatacağım.” “O nasıl söz? Burada kapı gibi kardeşin var, elbette bende kalacaksın. Keşke durumum daha iyi olsaydı maddi bakımdan da arka çıkabilseydim, ama görüyorsun durumumu. Bu dizi bolluğun-da nasıl oluyor da seni fark etmiyorlar, inan hâlâ anlamış değilim. Şimdi biz böyle oturmuş dertle-şirken içeriye bir yönetmen girse…” “Hayal bunlar kanka hayal. Sırtın pekken kulağa güzel geliyor da, böyle aç açına otururken hiçbir işe yaramıyor.” “Umudunu yitirme be dostum, gün doğmadan neler doğar. Biliyor musun hanımının gitme-si de bir bakıma iyi oldu. Rejisörler evli barklı adamlara pek yüz vermezler. Neden dersen, bu yakı-şıklılıkla elbette başrolü kapacaksın dolayısıyla tüm kadınların da sevgilisi olacaksın. Evli olduğun duyulursa izlenme oranın düşer ve işin biter.” “Hele bir filim teklifi gelsin namussuzum Elif’i anında boşarım. Kocasını kötü günlerde terk eden kadından zaten ne hayır gelir ki? Ulan karnımda bir gurulduyor ki sorma gitsin. Sabahtan beri simitten başka bir şey girmedi kursağıma. Paran var mı?” “Bir on lira var cepte o kadar.” “Ne işe yarayacak ki o kadar para? Bari bir iş bulsam; ama adam gibi bir iş. Fabrika olabilir mesela. Etrafımda da kızlar olacak, icabında keseceksin onları…” “Tabii ki. Bu yakışıklılıkla hamallık yapacak değilsin ya?” “İş de yok be Kamil. Bu İstanbul iliğimi kuruttu şerefsizim. Oysa ne hayallerle gelmiştim... Piyasaya bir çıktım mı tüm kızlar bana hasta olur diye düşünüyordum. Ben onları koklarken bir yandan da film teklifleri gelir, şöhret olur sefasını sürerim diyordum.” “Tüm bu hayaller olacak, olmaması imkânsız. Sayende ben de nasipleneceğim. Kafayı çalış-tırıp bir şeyler bulmalı.” “Bul o zaman Kamil. Ulan şimdi cepte biraz para olsa bir lokantaya dalsak getir ulan tüm kebapları desek…” “Üç gün daha dayan, maaşı alır almaz dalarız istediğimiz lokantaya. Bir küçük de açtık mı, gel keyfim gel.” “Kamil üç gün daha dayanamam, ölüyom lan açlıktan.” “Bir simit alayım mı? “İstemem. İçim dışım simit oldu.”. Kamil, cevap verecek söz bulamayınca susup, önündeki gazeteyi okumaya daldı. Rasim de dalgın gözlerle dışarıyı seyretmeye başladı. Bir süre sonra Kamil, “Buldum kanka” diye sevinçle ba-ğırdı. “Neyi?” “Sana bir süreliğine nefes aldıracak yolu.” Dudak bükerek bir süre Kamil’in yüzüne baktıktan sonra, “Hayırdır, gazetede acilen Rasim Toprak’a ihtiyacımız var diye bir haber mi gördün yoksa?” diye sordu. “Bize şimdilik acilen ne lazım?” “Kebap” “Yani para, yani iş, ben de işte onu buldum.” “Nasıl?” “Bak dinle ne yazıyor gazetede: Kendisini terk eden nişanlısına kavuşmak için boğaz köprü-süne çıkan çılgın âşık; ya sevgilimi getirirsiniz ya da kendimi buradan aşağıya atarım diye haykırdı.

Page 40: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Polislerin yardımıyla adresinden bulunup getirilen nişanlısı issiz olduğu için barışmaya yanaşma-yınca emniyet amiri araya girdi. Ben bu delikanlıya iş bulacağım sen affet, deyince iş tatlıya bağlan-dı.” “Bunun bizimle ne ilgisi var? Bu sefalette Elif’i eve döndürüp ne yapacağız?” “Bırak şimdi Elif’i. Biz bu taktiği iş bulmak için kullanacağız. Çıkacaksın bir binanın çatısına; işsizim diye haykıracaksın. Üç gündür yemek yemediğini de söylemeyi sakın ihmal etme. Polisler gelip seni ikna etmeye çalışacaklar, direneceksin. Kuru söze karnım tok; iş istiyorum iş diyeceksin. Anlayacağın biraz artistlik yapacaksın. Bu senin ilk rolün aman iyi oyna. Polisler iş sözü verdi mi aya-ğa kalkacaksın bu arada açlıktan başım dönüyor, diye mırıldanıp kendini yana bırakıp bayılacaksın. Ertesi günü tüm gazeteler senden bahsedecek. ‘İş bulamayınca aç kalan onurlu insan açlıktan ba-yıldı.’ Polisler önce bir güzel karnını doyuracaklar sonra da iş bulacaklar. Hem belli mi olur bakarsın bir yönetmenin de dikkatini çekersin.” “Haklısın ulan, hiç fena fikir değil. Desene kedi gibi damlarda arayacağız kısmetimizi.” “Gurbette olduğunu düşünürsek kedinin adı da ‘gurbet kedisi’ olur. Kulağa da hiç fena gel-miyor, şöhreti yakalayınca kesin bu ismi kullanalım. Düşünsene, ‘Gurbet kedisi, kurtlar vadisinde’ vay vay vay…” “Nerede yapacağız bu işi?” “Bir kere merkezi, bir yerde olmalı ki herkesin dikkatini çeksin. Bence Taksim bu iş için biçil-miş kaftan, kalk gidiyoruz.” “Şimdi mi? “Aç değil misin?” Gün batımına yakın, birlikte İstiklal Caddesi’nde bir iş merkezinin çatısındaydılar. Etrafı dik-katle inceleyen Kamil, “Burası tam istediğimiz gibi bir yer. Tam bu uçta oturup ayaklarını aşağıya sarkıtıp söylediğim gibi bağıracaksın. Polisler çatıya çıkıp isteklerini kabul edince de ayağa kalkar gibi yapıp yan tarafa kendini bırakacaksın. Açlıktan bayılman çok fazla ses getirecek. Yırttın oğlum yırttın, önce iş ardından film teklifleri”. “Valla olur mu, olur.” “Kesinlikle olacak. Ben şimdi aşağıya iniyorum sen de artistliğini göster bakalım. Motor…” Kamil aşağıya indikten sonra Rasim çatının kenarına usulca yaklaşıp, aşağıya baktı. Altı kat-lı bir binanın çatısındaydı, ister istemez ürktü. “Erkek adam yükseklikten korkmaz. Sonunda elde edeceklerini düşünerek dayan biraz,” diye kendi kendine telkinlerde bulundu. Ayaklarını aşağıya sarkıtacak şekilde çatının kenarına oturduğunda, bildiği tüm duaları içinden okuyordu. Kamil’in parmağıyla işaret edip “Adam atlayacak galiba,” diye bağırmasıyla rolünü oynamaya başladı. “Üç gündür açım, anlıyor musunuz açım. Artık yaşamak istemiyorum atacağım kendimi bu-radan. Eve ekmek götüremediğim için karım kızımı alıp beni terk etti…” Kısa zamanda aşağıda büyük bir kalabalık toplandı. Ardından da polis ekibi geldi. Çatıya çıkan polisler “Sakın bir delilik yapma,” diye bağırdı. “Niye yapmayayım? Üç gündür açım. Aç insan her şeyi yapar.” “Karnını doyururuz meraklanma.” “Ya yarın, yarın ne olacak?” “İş buluruz.” “İnanmıyorum.” “Şimdi belediye başkanı aradı. Yarın sabah belediyede işi hazır diyor.”

40

Page 41: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 42: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

“Unutur. Buradan aşağıya bağırın halk da sizi duysun.” Ellerindeki megafonla Rasim’e söylediklerini bir daha tekrarlayınca aşağıdan büyük bir alkış koptu. “Artık bırak inadı ve gel yanımıza,” dedi polis memuru. “Tamam,” diyerek ayağa kalkarken Kamil’in sözü aklına geldi. “Başım dönüyor galiba bayılacağım.” Usulca kendini yere bırakmayı düşündüğü sırada gözü aşağıya takıldı ve başı gerçekten dönmeye başladı. Dengesini kaybedip beton zemine çakıldığında olay mahalline yaklaşan itfaiye-nin sirenleri yankılanıyordu.

Atilla BİLGEN

İllüstrasyonZeki BULUT

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://GolgeDergi.deviantart.com

http://GolgeDergi.Blogspot.com

Page 43: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KEMİK TANRI’NIN YÜZÜ Urropha, İlk Dünya idi. Kıtayı kaplamış zehir tüten ormanları; cehennemin bile altına inecek kadar dipsiz kraterleri; imparatorluklar gibi yayılmış, fokurdayan gri-yeşil iç denizleri ile, tufanlar ve depremlerle çalkala-narak yıkımını bekleyen, son günlerini yaşayan bir süper-kıta. Geceleri memelilerin hafızalarının tortusunda kımıldayan, yarım anımsanmış tüm eski kâbuslar ve masallar, üç milyar yıl önce Urropha’da yürümüştü. Dağları kemiren kertenkele-ilahlar, göl yataklarına çöreklenen tanrı-sülükler. Ve diğerleri. . . Kül öğürüp, lav kusan volkanlar ile ateşten kuyruklarıyla kızıl semaları bıçak gibi kesen me-teorlar arasında, yırtılan kutupların hemen aşağısında, bronz nesiller, demir medeniyetler doğar ve ölür. Bu öykü Urropha’da geçer. . .

* * *

Ne Kuzeyde Ne Güneyde Ne Doğuda Ne Batıda Olan Adalar’dan gelen Ukko, çıplak ayakla-rıyla, yosun bağlamış taşlara basarak tapınağa girdi. Devasa kolonlar arasında örülü peltemsi örümcek ağlarının arkasında cılız kandil ışıkları tit-reşiyordu. Toz, küf, yosun kokuları birbirine karışmıştı. Loş salonu dakikalarca inceledikten sonra Ukko, mamut mızrağını sıkıca kavrayıp ilerledi. Kendisini, ölü ama hiddetli atalarına, koridor ruhlarına ve diğer cisimsiz varlıklara karşı koru-yan dövmeleri hariç çıplaktı. Kabilesinin ve kavminin yolu bu idi. Çıplaklığı medeni şehir-devletlerde bile sorun olmuyordu ama. Ne Kuzeyde Ne Güneyde Ne Doğuda Ne Batıda Olan Adalar’dan gelen bu barbar, en ucuz batakhanelerdeki en isterik yosmaların bile ilgisini çekmeyecek kadar sıska ve çirkindi çünkü. Tapınağın küflü yeşil kubbesi, kambur bir dev gibi eğilmiş, yukardan sinsice onlara bakıyor-du. Ukko, savaşta yanında olmasını, ya da en azından kendisine kem talih getirmemesini dilediği atalarının isimlerini yavaşça teker teker mırıldanmaya başladı. Adalı’nın hemen arkasından Saphrax ve Öykücü, asırların karanlık huzurunu bozarak yeşil ve gölgeli anıt-mezara girdi. Saphrax, çentiği bol, kabzası paslı, demir kılıcını henüz çekmemişti. Güneyli bir paralı asker olarak, kılıcını her gün bilemek veya kılıca gösterişli isimler takmak gibi tuhaf Kuzey adetlerini benimsememişti. Kılıcı isimsizdi. Kılıcı yalnız tek bir iş için kullanırdı Saphrax. Ve o iş bittikten sonra da, “İsimsiz”i, paslı demir ağzındaki kanları silmeden, paslı kınına o haliyle, pervasızca geri sokuverdiği için, kılıç her seferinde bir öncekine göre biraz daha zor çıkıyordu kı-nından. Keskinliği de fark edilir derecede körelmişti “İsimsiz”in. Bütün bu ihmaller yüzünden kının-dan nazlanarak çıkan kör bir kılıcın, bir gün kendi ölümüne sebep olacağını hissediyordu Saphrax. Umursamıyordu. Körelme meselesine gelince, sadece destanlardaki budala şövalyeler, çocuk masallarındaki ahmak kahramanlar, kılıcı savururdu. Gerçek dünyada bir asker, gösterişli bir kılıç dövüşünün veya hasmının kılıcını çınlata çınlata savuşturmanın değil, düşmanının canını çabucak alma peşinde olurdu. Amaç, uzun, heyecanlı ve şerefli bir düello değil, en hızlı ve kestirme yoldan ölüm vermekti. Kılıçların savurmak için değil, saplamak için olduğunu bilirdi Saphrax. Üçlü, molozlarla kaplı çatlamış mermer zemine ürkekçe basarak yosun bağlamış yıkık sütun-ların, boş mabette asırlardır sönmeden titreyerek yanan kandillerin yanından geçti. Sarımsı mezar

Page 44: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

böcekleri sağa sola kaçışıyordu. Öykücü Alatheus titriyordu. Önünde temkinli bir biçimde yürüyen iki korumasına rağmen kendini güvende hissetmiyordu. Yegâne mahareti dövüşebilmek olan basit adamlar, bu yolculukta kendilerini bekleyen engellere karşı hiçbir direnç gösteremeyecekti muhtemelen. Hiç. Maceralar-dan nefret ediyordu Alatheus. Şu anda ilkyaz ikindisinin kadife ışığında, deniz kıyısındaki kulesinin kemerli taş penceresi-nin önünde, ılık bir meltem eşliğinde böğürtlen şarabını yudumlayarak eski, tozlu bir kitaba dalıp gitmek isterdi. Deniz kıyısındaki yalnız taş kule, zeminden tavana kitapla doluydu. Tozlu tarihçeler, yitik arşivler, silik tabletler, nefis öyküler, garip masallar, yüce destanlar. Yıllardır öyküler okuduğu için, öykü anlatmanın sırlarına vakıf olmuştu nihayet Alatheus. Bir türlü aralarına karışamadığı ve kendisinden pek de hoşlanmayan ahmak kalabalıkların deyimiyle bir “Öykücü” olmuştu Alatheus; öykünün sırlarını çözdüğü için, kendini ve etrafındaki dünyayı dilediğince “Öyküleyerek” değiştir-me yetisine sahip bir büyücü idi o. Güçlü değildi, ama temkinli idi. Bu yolculuk için de bir hazırlığı olmuştu Alatheus’un. . . Kendisinin ve iki yol arkadaşının hayatını kurtarabilecek başka ne “öyküleyeceğini” bilmiyor-du. Bu sefil gruba şu ana dek tek katkısı bolca titremek olmuştu. Ama yola çıkmadan önce önlem denebilecek tek bir tedbir almıştı. Ona ihtiyaç duymayacağını ümit ediyordu. Anıt-mezarın iç salonlarına yöneldiler. Devrik heykeller, kırık taş gövdeler, dört bir yana sa-çılmıştı. Eski mermer havuzların suları boz bulanık bir kahverengiye dönüşmüştü. Havuzların karar-mış mermer basamaklarında morumsu sülükler kıvranıyordu. Birden Ukko durdu. Alatheus ve Saphrax, Adalı’nın içgüdülerine kulak vermeyi öğrenmişti. Onlar da durdu. Süper-kıtayı kuşatan sonsuz okyanus Urrokheana’nın turkuaz ufuklarında bir yerlerde, dev bir deniz kaplumbağasının bin yıldır çürümekte olan cesedinin sırtına kurulmuş, mercan kub-beli kent Okyanus Halifeliği’ne yaptıkları zorunlu ziyaret sırasında hayatlarını kurtaran Ukko olmuş-tu. İnsan eti ile beslenen denizkızları ve meteorlarda yaşayan yengeçlerden onları kurtaran da. Mamut mızraklı cılız vahşi, duvarları işaret etti. Saphrax, elindeki reçine kokulu meşale ile, et-raflarını bataklık gibi sarmış gölgeleri yakıp eriterek Ukko’nun gösterdiği duvara yaklaştı. Alatheus yavaş bir sesle mırıldanarak kendilerini koruyacak bir “Öykü” dokumaya hazırlandı. Saphrax’ın taşıdığı meşalenin bal rengi sıcak ışığı altında dalgalanıp duran loş duvar, çiğ et rengindeydi. Alatheus ürpererek fısıldadı: “Yüzler. . .Özenle kesilip, sahiplerinden sıyrılarak koparılmış incecik yüz derileri. Ne olursa olsun dokunmayın!” Ukko, koyu lehçesiyle Kıta dilinde mırıldandı: “Duvarı zeminden kubbeye kadar kaplamışlar. . .” Paralı asker, çok eski bir küfür savurarak duvara dokundu. “Islak. Bu suratlar yeni kesilmiş.” Tapınağın alt galerilerinden, boş koridorlarından acı bir rüzgâr sesi geliyordu. Alatheus içinde kıpırdanan geri dönme arzusunu bastırarak buyurdu: “Devam ediyoruz. Aşağı galerilere inen büyük taş basamaklara yakınız.” Ukko dikkatlice Alatheus’a baktı. Sonra da Saphrax’a. İkisinde de aradığını bulamayınca tek-rar grubun önüne geçti. Kıtalıların cesaret gösterdiği yerde Adalılar’ın korktuğu görülmemişti. İki yanlarında, yüzlerce adım boyunca duvar ve duvarı kaplayan çiğ et yüzey aralıksız de-vam etti. Burayı inşa eden et ve taş işçileri, mabedin iç duvarlarını boydan boya kesilmiş suratlarla

44

Page 45: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

kaplamaya özen göstermişti belli ki. Kanlı suratlar çeşit çeşitti. Boş göz oyukları ve sonsuz, sessiz bir feryat içinde haykırırcasına aralanmış ağızları ile bu üç maceracıyı seyre koyulmuş binlerce sahipsiz yüz. Saçlarında ve kirpiklerinde kan pıhtıları kurumuş, pürüzsüz genç kız yüzleri, buruşuk derileri kahverengi beneklerle kaplı ihtiyarlar; analar ve çocukları. “Eflatun Orman’ın doğusunda, hele de On Bin Göl’ün bu kadar güneyinde surat kesme adet-lerine rastlanmaz. . .” Alatheus bir münzevi, Saphrax ise bir şehirli olduğu için, Ukko’nun garipsemesine ikisi de karşı çıkmadı. Taş basamaklardan indiler. Sıcaklık arttı. Tapınağın dokusu değişiyordu artık. Az evvel sa-dece duvarları kaplayan yüz derileri şimdi duvarları, zemini ve yüksek tavanı örtmüştü. Vıcık vıcık yüzey üzerinde yürüyorlardı şimdi. “Burada bütün bir kavmin surat derileri var. . . Bunu onlara kim yaptı ama?” diye mırıldandı Alatheus. Saphrax meşaleyi loş köşelere tutarak, istenmedik sürprizlere karşı temkinli yürüyordu. Bir-den durdu ve başıyla ileriyi işaret ederek Öykücü’nün sorusunu cevapladı:“Kendileri.” Tapınağın en alt katında, önlerinde kara bir kursak gibi açılan uğursuz galeriyi tuhaf bir halk doldurmuştu. Az evvel duvarlara ve tavanlara asılmış vıcık vıcık suratların sahipleriydi bu lanetli müritler. Savaşçılar ve kadınlar, çocuklar ve atalar. . . Alınlarından çenelerine kadar, çıplak kemik, çiğ kas ve kanlı göz kürelerinden, dudaksız çıplak sarı dişlerden ibaret yeni “surat”larıyla onlara bakıyorlardı. Hepsi de kendi yüzlerini kendi elleriyle kesmiş; çehrelerini, taptıkları yamyam ilaha gönüllü olarak armağan etmişlerdi. Alatheus ise aradığını bulmuştu : “Prenses An’ndha. . . Papazın hemen solunda!” Ukko, iki adım geriledikten sonra, yırtıcı bir savaş narasıyla, mamut mızrağını tüm gücüyle fırlattı. Adalı’nın çıplak gövdesinin cılızlığına aldanan çiğ suratlı iri mürit, dişbudak ağacından yon-tulmuş, iki adam boyundaki dev ciridin tiz ıslığıyla getirdiği ölüm ile öpüştü. Mızrağın sivriltilmiş gagası, müridin kafasını bir yumurta gibi parçalayıp geçtikten sonra hemen arkadaki ikinci bir fe-dainin göğsüne saplandı. Güney Ovalarının ve Billur Şehirlerin Prensesi An’ndha, acıyla feryat etti. Prensesi büyük salonun ortasındaki sunağa zincirlemiş olan Papaz, bu sapkın tarikatın en fa-natik üyesi olacak ki, kendi suratını kemiğe kadar kazımıştı. Parlak ak kafatasının üzerinde yalnızca birkaç demet kas lifi ve yontulmuş burun kıkırdağı kalan Papaz, çıplak çene kemiklerinin arkasında dönen kanlı diliyle, unutulmuş bir lehçede şer dualar okuyup zebani-tanrısına yakarıyordu. “Uulguth-Nhagurr. . .yrrbelhh shaghul! Uulguth-Nhagurr. . .edrel’pnachh ybelbhel!” Papaz, genç kızın, tüm Güney’de ‘bilinen dünyadaki en güzel çehre’ olarak kabul edilen yü-zünü, mantarlı sarı tırnaklarıyla kavradı. İskelet suratının iri ve kınlarından ebediyen çıkmış dişlerini, An’ndha’nın eşsiz latiflikteki yüzüne yaklaştırdı. Yaşlı papazın soluğu mezar salyangozları gibi koku-yordu. Saphrax, “İsimsiz”i çekti. Paslı kılıç, her zamanki gibi önce nazlandı, sonra da madeni bir gıcırtıyla kınından çıktı. Paralı askerin suratını sökmek üzere etrafını sarmaya çalışan adamlardan biri, Saphrax’ın ustasından öğ-rendiği en incelikli kılıç hamlelerinden biri olan “kılıcını en yakın rakibine sapla” ile can verdi. Saph-rax, demir kılıcı rakibinin gırtlağından geri sökerken, aynı kolunun dirseği ile arkasındaki adamın burnunu kırdı.

Page 46: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 47: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Bu sırada Papaz ayinini sonlandıracak lokmayı ısırmak üzereydi. Duasını Güney Krallıkları lehçesiyle bitirdi: “Ey bu kıtanın yüzünü depremler ve semadan döktüğü kayalarla yırtıp parçalayan Kemik Tanrı Uulguth-Nhagurr! Bu bakire prensesin paha biçilmez suretini kabul et. Sıyırıp koparmaya ça-lıştığın yeryüzü yerine sana Güney Prensesi An’ndha’nın muhteşem yüzünü sunuyorum! Uulguth-Nhagurr. . .yrrbelhh shaghul!” Papaz kızın suratını ısırdığı anda, ödeme olarak aldıkları yetmiş kese inciyi son tanesine ka-dar geri vereceklerini biliyordu Saphrax. Yine de heyecanlanmadı. İsimsiz’in paslı gövdesinde yeni çentikler ve lekeler oluşturarak hedefi ile arasında duran et duvarını sabırla deşmeye devam etti. Ukko daha kısa olan ikinci mızrağı ile kıyım yapıyordu bu arada. Ataları belli ki bugün yanın-daydı. Kemik suratlı müritlerden birinin savurduğu bir taş balta, tam iki omzunun arasına inmişse de, Adalı’nın sırtındaki mavi dövmeler, atalarının piktogramlarla işlenmiş kutsal isimleri onu koru-muştu. Adalar’dan Gelen, yırtıcı bir buz kaplanı hızı ile dönüp, tılsımlarla bezeli mızrağını, arkasın-daki kemik suratlı kadının bağırsaklarına sapladı. Savaşı yitiriyorlardı. Kemik Tanrının Halkı çok kalabalıktı. Papaz duasını bitirmiş, Prenses An’ndha’nın yüzünü tek bir ısırıkla koparmaya hazırlanıyordu. Alatheus derin bir nefes aldı, Öykü Dokuma anlarından önce hep olduğu gibi yine başı dö-nüyordu. Sözcük hatası yapmamaya dikkat ederek efsununu dokumaya başladı: “Bunu anlatıyorum. . . Buradan uzakta, başka bir yerde bunlar gerçek değil, hayali bir öykü. Bir öykü. İrademle bu anı bir Öykü’ye akıtıyorum. Üç milyar yıl sonrası okunacak bir öyküye doku-yorum şu anda yaşadıklarımızı. Öykünün merkezinde biz varız. Kendi dünyalarından sıkılmış, akılları ve kalpleri ile o sıkıcı ve gri dünyalarından başka bir yere, başka bir dünyaya, daha güzel bir diyara, biz prenses kurtaran ve canavar geberten kahra-manlar ile dolu sihirli bir“Gurbet”e kaçmak isteyen hüzünlü ve üzgün ruhlar, sıcak kulelerinde, bö-ğürtlen şaraplarını yudumlayarak okuyorlar şu anda bunu. Yanımızdalar. Bizi destekliyorlar. Onların gücünü çağırıyorum. Talihimiz dönüyor. Öykü’nün kahramanı biziz. Talihimiz dönüyor. Üç milyar yıl öteden beni işiten uzak-insanların, yalnız ve mutsuz gelecek-ilahlarının gücünü ve desteğini alıyorum. Ve talihimiz dönüyor!” Dokuduğu Öykü cümlesinin son sözcüğünü de haykırdıktan sonra Alatheus yığıldı. Kulakla-rından kan sızıyordu. Hiç böyle bir öykü denememişti daha önce. Ancak talihleri dönmüştü gerçekten de. . . Ukko ve Saphrax, ancak öykü kahramanlarında rastlanacak bir hız ve güçle savaşıyordu ar-tık. Saphrax, “İsimsiz”in gaddar darbeleri ile geberttiği düşmanlardan bir yığın yapmıştı önün-de. Ukko ise, kıpkızıla kesmiş olan mızrağını kaldırdı ve bu kez beklemeden, Kemik Tanrı Uulguth-Nhagurr’un iskelet suratlı sapkın Papazına fırlattı. Adalar mızrağı, tapınağın kubbesine doğru zarifçe yükseldikten sonra, kusursuz bir yay çizerek, avcı bir kuş öfkesiyle dalışa geçerek hedefine saplandı. İskelet Papaz’ın omurgası, kanlı mamut mızrağının ağır ısırığı ile parçalandı. Papaz yığıldı. Kurbanı avuçlarından kayıp giden Kemik Tanrı, Urropha’nın altında huzursuzca kımıldandı. Süper-kıta en kuytu köşesine kadar titredi. Tapınağın tavanından molozlar dökülmeye, sütunların, kolonların bazıları iki büklüm olup parçalanmaya başladı. Belli ki, Prenses An’ndha’nın güzel yüzünden mahrum kalan Uulguth-Nhagurr, beceriksiz müritlerinin yuvalandığı coğrafyanın yüzünü sökmeye karar vermişti. “İsimsiz”in iki güçlü darbesiyle Saphrax, bilincini kaybetmiş prensesi, zincirlerinden kurtarıp

Page 48: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

sırtladı. Ukko ise düşmanlarının bedeninde saplı kalmış mızraklarını sökerken, kendisini koruyan atalarına şükrettikten sonra, gidip bilinçsiz Alatheus’u sırtladı. Bu kez gerçekten de cesetlere ait olan kesik suratlar, yapıştırıldıkları çatlayan duvarların üze-rinden kendilerini lanetlerken, iki savaşçı var güçleriyle dışarı koşuyordu. Urrophea’nın cehennem kızılı gökyüzü ve bu göğü boydan boya yaran sayısız göktaşının dumanlı kuyruklarını görmek onları hiç bu kadar mutlu etmemişti daha önce. Ufuklar titriyor, vol-kanlar zehirli lavlarını göklere kusuyordu. Ama hayattaydılar. Kemik Tanrı, dünyanın yüzünü yırtıp, okyanusları kaynatıp, tapınağı ve etrafındaki havzayı yerle bir ederken, Ne Kuzeyde Ne Güneyde Ne Doğuda Ne Batıda Olan Adalar’dan gelen Ukko, Paralı Asker Saphrax, Öykücü Alatheus ile Güney Ovalarının ve Billur Şehirlerin Prensesi An’ndha, emniyetli ve serin bir ırmak kıyısı bulup kana kana su içtiler. Her öykü kahramanı gibi bunu hak etmişlerdi.

Murat BAŞEKİM

İllüstrasyonMehmet GÜLERYÜZ

http://guleryuzmehmet.deviantart.com

www.dergilik.comGölge-e Dergi’ye Dergilik Platformu’ndan da ulaşabilirsiniz.

Page 49: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KAÇAK Soğuk... Aylar olmuştu buraya geleli ama hâlâ içini titreten bu soğuğa alışamamıştı. Bul-duğu en kalın şeyleri üstüne geçirmiş, aylak aylak dolaşıyordu buzlanmış yollarda. Artık bir şeyler yapması gerektiğinin farkındaydı ama elinden bir şey gelmiyordu... Yolda yürürken bütün meraklı bakışlar ona yöneliyordu her zamanki gibi. Buralı olmadığı hafif esmer teninden, renksiz gözlerinden belli oluyordu. Pek fazla turistin gelmediği bu yerde özellikle bu mevsimde gördükleri bu yabancının, bakışları bir mıknatıs gibi toplaması çok normal-di. Küçük şehirde gezindiği meydan, kendi kaldığı ucuz semte göre oldukça kalabalıktı. Camlı vitrinlerinde Dünya’nın ve ülkenin en pahalı mağazalarının elbiseleri, görüntüleriyle herkesi bü-yülüyordu. Ama o bu kalabalığın içinde yalnız olmanın acısıyla baş başaydı. Hiç birini tanımadığı, görünüşleri bile farklı bu insanlar arasında daha ne kadar kalacaktı kim bilir? Sonunda sevdiklerine kavuşacağını düşünmese ölüm en kısa yol olurdu ama arkasında bıraktığı insanlar için daha fazla üzüntü kaynağı da olmamaya kararlıydı. Özlediği insanlar her zamanki gibi gözleri önüne geldi. Annesi, babası, eşi ve de en çok öz-lediği minicik kızı... Büyümesini bile göremiyordu bu lanetli yerde. En azından ara sıra gönderilen mektuplar ve fotoğraflar vardı. Gelen her mektup, sevdiklerinden haber getirdiği gibi ülkesinden ve davadan da haber getiriyordu. Artık karısının peşinden koşmayı bırakmıştı polisler. Yine de mek-tuplarda açık açık her şeyi yazamıyordu. Çünkü gelen zarflar, bir kez de olsa açılıp okunurdu mut-laka. Geri dönüş az da olsa yaklaşıyordu. Tabii kimse kesin bir tarih veremezdi. Dosyanın kapan-ması için uzun yıllar vardı. Ayrıca şu anki durumda ülkedeki kargaşa da korkutucuydu. Ölüm her yerdeydi ama kimsenin bunu engellemeye gücü yoktu. Sağdı, soldu herkes birbirine girmişti. Taraf tutmayan insanlar bile kurşunların menziline girebiliyordu bazen. Eşinin de buraya gelmesini isti-yordu ama yasal yoldan yurtdışına çıkmak neredeyse imkânsız bir hale gelmişti son zamanlarda. Yasadışı yollar da küçük kızı için çok tehlikeliydi, kimse bunun riskini alamazdı. Aniden yoldan geçen birine çarpması ile düşüncelerinden sıyrılıverdi. Adam, bilmediği bu dille kendisine bir şeyler söylemişti. Daha çok bağırmıştı ve tavrı pek özür diler gibi değildi zaten. Artık geri dönmesi gerektiğini biliyordu. Bu soğukta daha yürüyecek oldukça uzun bir yolu daha vardı zaten. Kaldığı yere giden ara sokaklardan birine dalıp yürümeye başladı. Binalar gittikçe kü-çülüyor, yavaş yavaş boyaları dökülüyor, eskiyorlardı. Sonunda vardığı üç katlı apartman da olduk-ça eski binalardan yalnızca biriydi. İkinci katta bulunan dairenin kapısına varıp tahta kapıya bir kaç kez vurdu. Kendisini buraya kaçmaya davet eden arkadaşı kapıyı açtığında oldukça şaşırtıcı bir manzarayla karşılaştı. Adam sanki bir kaç saat içinde yıllarca yaşlanmış gibiydi ve yüzüne büyük bir acı yerleşmişti. Ne olduğu-nu anlayamamıştı ama aklına oldukça kötü senaryolar gelmeye başlamıştı. Çatlak sesiyle telaşlı bir şekilde konuştu: - Ne oldu sana böyle? Kötü bir şey yok ya! Adam geç içeri der gibi bir hareket yapıp içeriye yürüdü ve yamalı, eski koltuklardan birine attı kendisini. Kapıdaki adam ise daha da telaşlanarak içeri girdi. Hemen ardından kapıyı kapatıp diğer koltuğa otururken sorusunu tekrarlıyordu: - Ne oldu anlatsana, Mehmet. Bir haber mi aldın? - Sen çıktıktan sonra bizimkilerden bir mektup geldi... Bunu nasıl söyleyeceğim bilmiyorum ama Leyla...

Page 50: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 51: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Mehmet’in sözlerini tamamlamasına gerek kalmamıştı. Her şey bir anda yerli yerine otur-muş, aynı anda da Dünya adeta yerle bir olmuştu. Bedeni donup kalmıştı. Ne yapacağını bilemi-yordu. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu; geri dönmek istiyordu ülkesine sanki karısını can-landırabilecekmiş gibi, kıpırdayamıyordu. Dakikalar geçiyordu. Mehmet bir şey söylemiyordu ama durumundan endişelendiği belliydi. Sonra bir damla gözyaşı birikti gözlerinde ve her şeyi başlatan da bu oldu. Ardından hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı çaresizce... Daha iki gün geçmemişti ama bir yerlerden zorla bulduğu tüm parayı bir araya getirip hava-alanına kendisini atmıştı. Gülümseyen kadından Türkiye için bir uçak bileti almış ve elinden geldiği kadar çabuk bir şekilde kendisini uçağa atmıştı. Kızına koşmak istiyordu. İçinde yanan acı ateşini söndürebilecek tek suya, kendisini teselli edebilecek tek insana, karısından kalan parçasına... Kimseye haber verememişti bu kısa zamanda. Bir kaç parça bavulunu alıp havaalanında koş-maya başladı. O an olan olmuştu. Onu gören güvenlik görevlilerinden biri kendisini tanımıştı. Kızını göremeyecekti! Yakalanmıştı ve her şey bitmişti... Defalarca kez dinlediği bu hikâye yine kafasında yankılanıyordu. Yine havaalanındaydı. Ba-bası burada yakalanmıştı, annesi de vize işlemlerini yaparken burada ölmüştü. Her şeyin bittiği bu yerde ailesi paramparça olmuştu. O ise sadece suskunlukla bunları düşünüp başka bir ülkeye, yeni bir başlangıca gitmeye hazırlanıyordu...

Rafet Tolga CANKURT

İllüstrasyonUğur Bülent SERTÇELİK

http://ugurbs.deviantart.com

http://sdrmutant.deviantart.com

Page 52: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Gurbetİllüstrasyon : Hayati GÜNAYDIN

Page 53: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KARŞILAMA YOLUNDA Evin dış kapısını kilitledim. Otomobilime bindim. Ara sokaktan ana caddeye çıktım. Yaklaşık kırk beş dakika sürecek yolculuğuma başladım. Oldukça hassas bir tahminde bulunabiliyorum çünkü hız sınırlarına ve trafik kurallarına uyu-luyor bu ülkede. Bizim memlekete hiç de benzemiyor. İnsanlar direksiyon başında değil, trafik ku-rallarına uyuyorlar. Uymayanlara çok ciddi yaptırımlar uyguluyor kanun uygulayıcılar. Kimse kim-seye acımıyor, kimse bir başkası için kendini riske atmıyor. En basitinden emniyet kemeri kullanmamanın cezası üç işçi maaşına denk geliyor. Ne yapıp, edip, (kameralarla, tutanaklarla, hatta kimi zaman canlı şahitlerle) kural dışı bir davranışta bulun-duğunu ispatlıyor ve parayı tahsis ediyor adamlar. Şayet, henüz medeniyetleşmeyi idrak edememiş kendi ülkende bile kurallara uyuyor, uyma-yanları görünce hayrete düşüyor, Akdeniz ülkesi vatandaşı olmanın özelliğiyle bir anda asabileşi-yorsan, bu Avrupa ülkesinde yaşamak inan çok daha kolay. Çünkü sinirlenmeni gerektirecek hiçbir durum yok. Öncelikle, kanunlar herkes için geçerli. Kısa, uzun, zengin, fakir, kadın veya erkek olman fark etmiyor. Doğruluğu ispat edilmiş yönetmelik ve kurallar iki yılda bir değişmiyor. Sokak ve cadde isim-leri sürekli yenilenmiyor. Kimse, çaba sarf etmeden köşeyi dönme planları yapmıyor. Yediği şekerlemenin ambalajını sokağa atmıyor. Herkes kendisine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışıyor. Üzerine vazife ol-mayan konularda vaaz vermiyor, ahkâm kesmiyor, hatta düşünmüyor. Buradakiler, emekli olunca eline kaç para geçeceğini biliyor. Geleceğini planlamakta zorlan-mıyor. Ülkesinin ve kendisinin geleceğinden endişe duymuyor. Tüm bunlar yaşamı kolaylaştıran fakat aynı zamanda sıradanlaştıran şeyler. Neredeyse hiçbir zaman sürprizle karşılaşmıyorsun. Evine, maaşının on katına varan elektrik veya su faturası gelmiyor. Yeni evine yerleşip de mahalle muhtarına gittiğinde, nüfus dairesi kayıtlarına göre üç sene önce öldüğünü öğrenmiyorsun. İptal ettirdiğin kredi kartın aslında tedavülden kalkmadığı için ödemediğin 1 kuruş, 1.000 lira olarak borçlu hane kaydedilmiyor ve senin de bundan aylar sonra haberin olmuyor. 55 Yaşına gelince, isim benzerliği nedeniyle başkasının yerine askere çağrılmıyorsun. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” tümcesine asla ihtiyaç duymuyorsun.

* * *

Uzunca bir süredir, araba kullanırken bu kadar heyecanlanmamıştım. Nedeni, konforlu oto-mobilimle kaymak gibi asfaltın üzerinde göldeki kuğu misali süzülmem değil… Sebebi, sırf beni görmek için 14:30 uçağıyla memleketten kalkıp buraya gelmek üzere olan karım ve sekiz yaşındaki biricik kızım. Beş aydan uzunca bir süredir, daha net olmak gerekirse tam 162 gündür, görmedim onları. Gittiğin ülke, her ne kadar bizimkinden daha tertipli, düzenli, istikrarlı ve sakin olsa da gur-bette yaşamak zordur. Her şeyden önce sevdiklerini özlüyor insan… Tıpkı benim daha çok para ka-zanmak için geldiğim bu ülkede eşimi ve kızımı özlediğim gibi… Bu kadarla da bitmiyor. Vatanım,

Page 54: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

yıllardır yaşadığım mahallem, evim, evimdeki sıradan ve basit eşyalarım, yatağım, hatta yastığım bile burnumda tütüyor. İlginçtir, içinde yaşarken hissedemediğim o şehrin kokusunu bile büyük bir hasretle anımsı-yorum şimdi… Uzaktaki kişiye ülkesini hatırlatan bir başka şey de kendisi gibi görünen, onun gibi düşü-nen ve onunla aynı dili konuşan hemşerileridir. Yurtdışında çarşıda dolanırken, çevreyi gezerken, alışveriş yaparken veya herhangi bir yerde sıra beklerken bir anda kulağına çalınan anadilindeki kelimeler dikkatini çeker, kulağına pek hoş gelir. Etrafına bakıp, bu kişiyle göz göze gelebilmek için içinde engellenemez bir istek duyarsın. Kimdir bu seninle aynı dili konuşan? Acaba memleketten yeni mi gelmiştir? Sana vatanınla ilgili bir haber verebilecek midir? Bilmek istediklerin hakkında fazla bir şey söyleyemese de günlerdir, aylardır, belki de yıl-lardır hasret kaldığın kelimeleri bir başkasının ağzından duymak bile seni mutlu eder, artık yaban ellerde bir başına olmadığını düşünürsün… Hiç başına geldi mi bilmem ama memleketteyken yüzüne bile bakmadığın, farkında bile olmadığın insanlar gurbete çıktığında senin için en kıymetli kişiler olur. Çünkü kendini ve düşün-celerini ifade edebilmek için onlara saatlerce dil dökmen gerekmez. Bazen bize has tek bir cümle bile yeter meramını aktaramaya, “Senin anan güzel mi lan, diye sordum herife!” Neyse… Gurbette yaşamanın felsefesini bir başka zamana bırakayım, hayatımdaki en özel iki kişiyi karşılamak üzere havaalanına gidiyorum ben. Dur bakayım… Evet, şayet arabamın saatin-de bir sorun yoksa on üç dakika sonra oradayım…

* * *

Sevdiklerimi bana kavuşturan uçak tam vaktinde piste indi. Salonuna geçip, yolcuların ara-sından çıkacak karımı ve kızımı beklemeye başladım. Süre uzadıkça uzadı, dakikalar birbiri ardına geçip gitti. İlk baştaki heyecanım yerini endişeye bıraktı. Allah Allah, neler oluyor yahu? Benimkiler neden hâlâ çıkmadılar? Herhalde tüm diğer yol-cular indi… Yoksa ben mi yanlış anladım? Acaba bir sonraki seferle mi geliyorlar? Cüzdanımı çıkarıp, not aldığım küçük kâğıt parçasını buldum. Hayır, bir hata yok. Bu uçakta olmaları gerekirdi. Ne yapacağımı düşünürken Danışma’ya yöneldim. Beynim, adımlarıma doğru şekilde kumanda etmişti anlaşılan… Oradaki görevli memura durumu izah ettim. Diğer tüm yolcular uçağı terk ettiği halde eşim-le ve kızımı bulamadığımı söyledim. İsimlerini ilettim. Danışma görevlisi mavi gözleriyle bana öyle-sine sert baktı ki işte o anda bir gariplik olduğunu anladım. Birden iki polis memuru yanımda bitiverdi. Bankonun ardındaki memur, “Lütfen güvenlik görevlilerini takip edin, onlar size yardımcı olacaklar,” dedi. “Kızım ve karım neredeler? Yoksa başlarına bir şey mi geldi? Lütfen bildiklerinizi benimle paylaşır mısınız?” şeklinde art arda sorularımı sıralamaya başladım. Ancak bunu pek de önemseyen olmadı. Sadece onları izlemem gerektiği söylendi. Ben de iki polis memurunun arasında havaalanı-nı ücra köşelerinden birine doğru yol aldım. Ortasındaki masanın etrafında birkaç sandalyenin bulunduğu kare şeklindeki odaya girdik. Hemen arkamızdan gri takım elbiseli ve kravatlı biri daha geldi. Ve elin Avrupalısı bana hayatım boyunca duyduğum en saçma açıklamayı yaptı. “Eşinizin uçağa aldığı el çantasının içinde 12 cm. uzunluğunda sivri uçlu bir tırnak törpüsü

54

Page 55: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 56: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

ile zehirli gaz çıkarma olasılığı çok yüksek bir saç spreyi tespit edildiği için kendisini gözaltına al-dık. Ortadoğu kökenli fanatik Müslümanların ülkemize terörist saldırılar düzenleyeceğine dair bazı duyumlarımız oldu. Konuyu araştırıyoruz. Kızınızı 24 saat içinde size teslim edeceğiz. Şayet eşiniz hakkında mahkemeden tutuklama kararı çıkarsa, onu uzunca bir süre göremeyeceksiniz. Siz de bu esnada lütfen ülkeyi terk etmeyin. “Evet… Şimdi… Açık adresinizi ve telefonunuzu alabilir miyim, lütfen…”

Oğuz Ö[email protected]

İllüstrasyonYavuz BAHADIR İllüstrasyon

İllüstrasyon Şükrü BAĞCI

Page 57: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KIZ VE KADIN Kokuyu düşünmemişti hiç, onu da hayal etmeye çalıştı, nasıl kokardı ki kaplumbağa, kabuğu mu kokardı yoksa içteki koku mu baskın gelirdi? Kaplumbağayla, koklaya koklaya oynamaya de-vam etti. Sonra kaplumbağa kucağında, koku burnunda saatte yaklaşık dört yüz km hızla koşmaya başladı, en tepeye çıktı. Aşağısı denize kadar mangrov ormanıydı, deniz tupturkuazdı, koşarak in-diler yine, 30 saniye sonra denizdelerdi, yaklaşık on beş dakika su altında kaldı, avcı bir balık kadar çabuk hareket ediyordu suda. Çıktı. Kısa bir sürede evine vardı, tahtadan. Balkona çıktı, kucağında bilgisayarı. Dagur Kari geçen yıl tam on dört film birden çevirmişti, açtı birini izledi. Filme ardı ar-dına gülücük gönderirken sonunda hafifletebildiğini fark etti, dönüp baktığında kadın uyuyordu, kendisi de uyumak üzereyken gülümsediğini fark etti yaptığına, uykusu kaçtı biraz. Uyuması fazla zaman almadı. Ertesi gün yine aynı anda uyandılar. Bu kadar çok aynı günü yaşayabildiklerine yine aynı şekilde inanamadı kız, bunu kaldırabildiğine. Tek değişkeni olan kadına günaydın dedi. Kapı al-tından kahvaltıları geldi. Kadın, eski bir alışkanlıkla belki, sanki yapacak bir sürü işi varmış da za-man kalmayacakmış gibi hemen fotoğrafları çıkardı, bakarken kendi kendine mırıldanıyor arada da fotoğraftakilerin son ziyaretlerinde anlattıklarını anlatıyordu. Kız dizlerini kendine doğru çek-miş, kafasını dizlerinin arasına yerleştirmiş, bin parçalık yapbozunu yapsalar hiç zorlanmadan geri birleştirebileceği duvara bakıyordu henüz fark edemediği bir girinti ya da sökük bulabilmek için. Hafta sonuydu. Avluya çıktılar. Asıl hayatındaki en iyi konuşma arkadaşı orada mı diye meraklandı, kapıdan çıkar çıkmaz karşıladı onu günlerdir uykusuz bekliyormuş gibi. Üstü başı güneş oldu, her yerine bulaştı kırmızı kırmızı. Güneş, kızın onu görebilmesi için boyunun üç metre olması gereken yere ininceye kadar bekledi kız. Kimseyle konuşmadı, güneş anlattı, o dinledi. Gece oldu. Güneş gitti yine, bu bir gidiş miydi, yoksa tazelenecek olmanın bir bedeli mi, emin olamadı kız. Kızamadı güneşe bu eminsizlikten. Gece dayanamadılar, sadece gece yapabi-leceklerini öğreneli çok olmuştu. Kadın söz verdi “Bu sefer ben hallederim,” diye. Kız kalktı, kadını öptü, pek âdeti değildi, geri yattı. Gece daha çok kızın gecesiydi, o anlattı hayatını, o özledi daha çok, o getirdi sevdiklerini, pişmanlıklarını odaya tıka basa doldurdu, kadınınkilere pek de yer kal-madı. İkisi birden çöktü yine, kız umursamadı, dışarıdaki hayatına dair ne varsa getirmeye devam etti, esnek olanları sığdırmak için ittirip diğerlerine yer açıyor, bu sırada da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, köşeli olup çok yer kaplayanları getirdikçe tüm vücudu titriyordu. Kadın bu sırada bir yandan kızı dinliyor, bir yandan sol kolu yatağın altında, elinde fotoğraflar kendisine ağlıyordu. Kadın sözünü tuttu, kız hafifledi az sonra. Sonra uyudular. Sonra sabah, uyandılar. Sabah güneş bir farklı girdi içeri. Usul usul sokuldu bir tırnak büyürcesine. Silkelenmiş bir halı gibi kıvrımlandı sonra kızın yüzüne yüzüne, kız anladı ki bugün sıradan değil, kadın konuşma-dı. Sıradanlaşmamışlık oğlanda bedenleşti. Gelmiş olması inanılası değildi ama kızın karşısındaydı işte. Oturdular. Kızın ağzı dolmaya başladı. Söyleyemedikleri, hanidir biriktirdikleri, ağlayamadıkla-rı, haykıramayıp yumruklarıyla öteye beriye fırlatmaya çalıştıkları, vücudunun her neresinden ge-liyorsa, artık ağzına tıkışmış, birbirini itiyordu. Söyleyemedikleri tırtıklı köşeliydi, ağzını kan içinde bıraktı. Haykıramadıkları damaklarını kapladı boydan boya, ağlayamadıkları o kadar yoğundu ki çenesi aşağı çekti, midesi bulandı yoğunluktan. Güneş, konuşması için bulutların arasına bir girip bir çıkıp kızın yüzüne yüzüne vuruyordu, konuş artık diyordu. Kız güneşe döndü, güneş bulutları itti, göz göze geldiler, başlarıyla onayladılar birbirlerini. Kız kustu. Önce özlemleri geldi, tüm o bi-rikintinin üstünden süzüldü çocuğun yüzüne çarptı. Sonra ne var ne yoksa döktü ağzından, o da yapış yapış bulamaç gibi oldu, oğlan bütün bunların nasıl olup da kıza sığdığına, kızın bunlarla

Page 58: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 59: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

yaşayabildiğine şaştı, ürktü. Oğlan gitti, güneş gitti. Sonra kız bir kaç hafta konuşmadı, gülümsedi sadece kadına arada. Neden sonra bir gece yataklarında, birbirlerinden izin almadan başladılar yine birbirlerine özlemlerini hasretlerini anlat-maya. Sonunu biliyorlardı ama durmadılar. Biliyorlardı ki ırak olmak, nasıl olursa olsun ırak olmak, dayanılacak gibi değildi ama yaşamayı keşfetmişlerdi bununla. Anlattılar, sıra sıra anlattılar, çok ağırdı hissettikleri, dayanılası değildi. Sonunu biliyorlardı ama devam ettiler dökünmeye. Anlat-tıkça iki hasret büyüdü, büyüdükçe odaya sığmadı, iç içe geçti, yataklarına çiviyle çakılmış gibi oldular, nefes almak imkânsıza yakın hale gelince mecburen kestiler. Kız hayal etmeye başladı, ka-dın bekledi. Kız oğlanla, hiç karanın gözükmediği bir denizin ortasındaydı ufak sayılabilecek bir teknede. Deniz açık denizdi ama derinlik iki metre anca vardı, dalga yoktu, küvete doldurulmuş su misali. Bitmez sandığı konuşulacakları bitirmiş, sadece bakışıyorlardı. Kızın gözleri oğlanın kasılmış bacakları, yanık izleri, biçimsiz saçları arasında geziniyor masmavi bir haz alıyordu. Döndü, yelke-ni üfledi, tekne döndü. Oğlanın arkasında, uzakta sarı sarı yavru ördekler gördü, teknenin oraya varması fazla sürmedi. Oğlan ördeklerden üçünü tekneye aldı, ördekler kuruydu, güneş yansıdı tüylerinden sapsarı, sıcak. Kızın peşi sıra koşturmaya başladılar bir öne bir arkaya, kız kıkırdadı, bir tur daha attı, oda iyiden iyiye hafifledi, kadının nefesi düzenleşti, sağına döndü, kadın uyudu, kız uyudu. Sonra sabah kız uyandı. Sabahtı, emindi. Parmaklıklar ardından becerebildiğince güneşi dürttü, güneş çıkmadı bir türlü, güneşe seslendi umutsuz: Bitti sanırım.

Semih AYDIN

İllüstrasyonEmre Ozan ŞİRİN

Page 60: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

BİR KÜÇÜCÜK KUTUCUK Serkan, en az üç defa eşyalarının x-ray cihazından geçmesinden, pasaport kontrollerin-den ve defalarca üstünün aranmasından sonra nihayet uçağa binebilmişti. Annesi Sevim Hanım, Serkan’ın eline bir mektup sıkıştırmıştı ve Serkan kendini, ne zamandır uğramadığı memleketinde, yıllardır görmediği anneannesinin vasiyetini yerine getirirken bulmuştu. Havaalanından çıktıktan sonra bir taksi tutup eskiden yaşadıkları eve doğru yol aldı. Taksici yeterince dolandıktan sonra sonu gözükmeyen bir patikanın başında durdu ve bu yola araba gir-mediğini, patikadan ilerlerse gitmek istediği yere çıkabileceğini söyledi. Havanın kararmakta oldu-ğunu fark eden Serkan, buradan ayrılmaktaki tek umudu, süratle uzaklaşan taksinin arkasından bir süre bakakaldı. Taksi gözden kaybolduktan sonra büyük ağaçların arasından geçen patikadan eve doğru yürümeye başladı. Yol son derece ıssız ve karanlıktı. Serkan daha önce belki de hiç görmemiş olduğu hayvanların sesiyle irkiliyordu. Attığı her adımda ailesinin neden yıllardır buraya uğramadı-ğını daha iyi anlıyordu. Serkan’ın anneannesi Neriman Hanım öleli yirmi yıldan fazla olmuştu. Sevim Hanım’ın uğ-raşları sayesinde yirmi yıldır elden çıkarılmayan bu evin, Serkan’ın dayısının ve teyzelerinin ısrarı sonunda satılığa çıkarılmasıyla, evin bodrumundaki gizemli sandık da su yüzüne çıkmıştı. Neriman Hanım, Sevim Hanım’dan eğer kendisi öldükten sonra ev satılırsa, bodrumdaki sandığı açmasını ve ev satılana kadar bunu bir sır olarak saklamasını istemişti. Yaşarken Serkan’a pek bir hayrı dokun-mayan kadın, öldükten yirmi yıl sonra bile Serkan’ın başına bela olmayı başarıyordu. Aklı başında kimse kuytu bir evin bodrumundaki sandıktan çıkacak, belki de hiçbir değeri olmayan bir eşya için buralara gelmezdi. Bu sandıktan işe yarar bir şeyler çıksa iyi olacaktı. Eskiden Serkan’ın annesi, babası, dayısı ve teyzeleri, anneannesiyle birlikte bu konakta ya-şardı. Serkan sekiz yaşındayken, dedesi vefat ettiğinde, herkes bunu bekliyormuş gibi ayrı bir yere taşınmıştı. Çocuklarının yoğun ısrarına rağmen Neriman Hanım konaktan taşınmayı reddetmişti. Serkan’ın annesi ve babası ise Neriman Hanım’ı yalnız bırakamadıkları için konakta kalmaya devam etmişlerdi. Neriman Hanım, çocuklarına kendisi öldüğünde evi satmamaları için sürekli tembihte bulunurdu. Nihayet yüz üç yaşında vefat ettiğinde, Serkan’ın anne ve babası, bu ıssız yerde yaşa-maya daha fazla dayanamayıp çocuklarına üniversite okutmak için yurtdışına yerleşmişti. Serkan ıssız patikada yarım saat yürüdükten sonra eve vardı. Çocukken kuzeniyle sallandı-ğı salıncak boş bir şekilde rüzgârda sallanıyordu. Dedesi ve kuzenleriyle yaptıkları küçük ağaç ev sapasağlam yerinde duruyordu. Orada çocukluk aşkı Selma’yı ilk defa öptüğünü hatırlayıp, gülüm-sedi. Herkes çarşıya indiğinde gizli gizli tırmanıp meyvelerini yedikleri ağaçlar susuzluktan ve ba-kımsızlıktan kurumuştu. Evin çoğu pencereleri kırılmış, çatısı yer yer çökmüştü. Bu koca, görkemli konağın terk edilmişliğini gören kimse, yıllar önce burada kalabalık ve mutlu bir ailenin yaşadığına inanmazdı. Serkan çantasından evin anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı, düğmeye bastı fakat ışık yanmadı. Çantasından çıkardığı fenerin yanmasıyla üstü örtülmüş eşyalar, duvardaki örümcek ağları ve bir sürü çocukluk anısı aydınlandı. Serkan tozlu tahta döşemeyi gıcırdatarak bodruma doğru ilerledi. Merdivenlerden inip bodrum kapısını açtı. Sandık köşede kilitli bir şekilde duruyor-du. Küçükken bodruma girmeleri yasaktı. Neriman Hanım torunlarına bodrumda kocaman, kor-kunç bir yaratık olduğunu söyleyerek onları kandırmıştı. Ağaç evde toplandıkları bazı günlerde kendi aralarında bodrumda yaşayan yaratığın neye benzediğini tahmin etmeye çalışırlardı. Serkan sandığı açtı. Yol boyunca mücevher dolu bir sandığın hayalini kurmuştu. Değerli bir yerden 60

Page 61: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

bir arazi tapusu çıkardı belki, ilk iş bir alışveriş merkezi inşa ettirirdi. Fakat sandığın içinden sadece kilitli demir bir kutu ve bir not çıktı. Notta “Anahtar Antikacı Rıza Bey’de!” yazıyordu. Kimdi şimdi bu Rıza Bey? Serkan sandığı sert bir şekilde kapatıp Neriman Hanım hakkında kötü bir şey düşünme-meye çalışarak çocukken kaldığı odaya çıktı. Yatağının üstündeki örtüyü kaldırıp fırlattı. Yirmi yıllık örtüdeki tozlar bütün odaya yayıldı. * * * Sabah olduğunda iki büklüm bir şekilde uyuyakaldığı yataktan kalktı. Bodruma inip kutuyu ve notu alıp evden çıktı, çarşıya doğru yürümeye başladı. Bu işten kârlı çıkamayacak bile olsa, bu sefer en azından başladığı işi bitirmeye kararlıydı. Patikadan anayola çıkınca bir araba durdurup onu çarşıya götürüp götüremeyeceklerini sordu. Arabayı kullanan yaşlı adam ve adamın karısı onu çarşıya kadar bırakıp antikacının yerini tarif edebileceklerini söyledi. Serkan antikacıya vardığında kapıda bir not gördü: “Kapalı. Yarım saate geleceğim.” Yarım saate gelecek olan Rıza Bey ne zaman gitmişti acaba? Anlaşılmaz notlar bırakmakta üstlerine olma-yan Neriman Hanım ve Rıza Bey çok iyi anlaşıyor olmalıydılar. Serkan’ın antikacı dükkânının yanın-daki tuhafiyecinin önünde oturan yaşlı kadınla göz göze gelmesiyle kadın konuşmaya başladı. - Rıza Bey’e mi baktın evladım, gitti o, gitti. Gelmez olasıca! Bir işi doğru yapamaz ki. Tutturdu buraya incir ağacı dikeceğim diye. Dükkânın önünde ağacın ne işi var? Ocağımıza incir ağacı mı dikeceksin be adam! Serkan bir anda kendini Rıza Bey’le yüncü teyzenin arasındaki anlaşmazlığın içinde bulmuş-tu: - Rıza Bey ne zaman gelir acaba? - Ne bileyim ben! Gelmez o, gelmez. Kim ne yapsın onun eski püskülerini. Git sen onu şu karşıdaki uğursuz bakkala sor. Kim bilir nereye kayboldu yine! Sen kimin oğlusun evladım? Hiç görmedim ben seni evvelden. Serkan bir an cevap vermeyi düşündü ama sonra kendini tuttu. Eğer memleketine niye gel-diğini anlatmaya başlarsa buradan asla ayrılamayacağı belliydi. Kadına teşekkür ederek bakkala doğru yürüdü. Bakkaldaki adamla da yüncü teyze kadar garip bir diyalog yaşadıktan sonra hiçbir bilgi alamayıp bir yerlerde bir şeyler yiyerek antikacıyı beklemeye karar verdi. Simitçiden aldığı kuru simitle bir kıraathaneye oturmuş çayını yudumlarken, konağın geniş bahçesinde güle oynaya yaptıkları Pazar kahvaltılarını anımsadı. Pazarları geç kalkılır, masa evin kadınları tarafından ev yapı-mı reçeller, bahçeden toplanan meyve, sebzeler, komşumuzun elleriyle yaptığı çeşit çeşit peynirler ve balla, kaymakla donatılırdı. Pazarları öğleye kadar kimse masadan kalkmazdı. Kahvaltı ettikten sonra etrafı dolaşmaya karar verdi. Çocukken akşamları ailecek geldikle-ri çay bahçesi, oyun oynadıkları park, bayram kıyafetlerinin alındığı dükkânlar içini ısıttı. Kendini çocukluk günlerindeki gibi mutlu ve hevesli hissetti. Bu sırada önünden geçen beyaz sakallı garip giyinişli adam tüm dikkatini dağıttı. Yaşlı adam antikacı dükkânına doğru gidiyordu. Serkan, Rıza Bey olduğunu tahmin ettiği adamın peşinden gitti. Adam dükkâna girmeden Serkan kutuyu ve notu göstererek olayı anlattı. Yaşlı adamın boş gözlerle Serkan’a bakmasını fırsat bilen yüncü teyze araya girdi: - Hatırlamaz o oğlum, bunadı o, bunadı. Daha dün torunu geldi de, onu bile zar zor tanıdı. Bu sırada Rıza Bey dükkâna girdi, üstünde bir sürü anahtar olan kocaman bir anahtarlık ge-tirdi, Serkanın eline tutuşturdu ve tekrar içeri girdi. Her konuda bir söyleyeceği olan yüncü teyze bile bir elinde kutu bir elinde anahtarlarla kalan Serkan’ın soru işaretiyle bakan gözlerine bir cevap bulamadı. Serkan bir süre anahtarları denedikten sonra kutuyu açamayınca antikacı dükkânına girdi, bir sağına, bir soluna baktı. Elindeki anahtarları tezgâha bırakıp kaç yüzyıldır duvarda asılı

Page 62: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3
Page 63: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

durduğu belli olmayan baltayı aldığı gibi sokağa çıktı. Antikacı Rıza Bey’le yüncü teyzenin feryat-larına kulak asmadan kutuyu yolun ortasına attı ve baltayı kutuya indirdi. Kırılmayan kutu yolun öteki tarafına fırladı. Serkan kutuyu açamadıkça daha da hırslanıyor, baltayı her indirişinde etrafta toplanan insanlardan gelen sesler yükseliyordu. Sonunda kutu parçalandı ve herkes durdu. Serkan soluk soluğa yere oturdu. Kutunun için-deki kâğıdı çıkardı ve olayı izleyen bir çocuğa uzatıp “Oku!” dedi. Çocuk göz ucuyla baktığı annesin-den onay aldıktan sonra mektubu okumaya başladı: “Sevgili Yavrum, Torunum ya da torunumun torunu, Kaç kuşaktır evimi satmaya çalışıyorsunuz, ya da kaç kuşaktır satamıyorsunuz bilemiyo-rum. Deli ninenin bodrumda sakladığı sandıktan çıkanlarla zengin olmayı aklınıza koyup bura-lara kadar geldiğinize göre, artık belli ki “Bu evi satmayın, perilidir, peşinize düşerim, ruhum sizi rahat bırakmaz.” yalanlarına kanacak yaşları geçmişsiniz. Yaşadığım müddetçe çocuklarıma bu evi satmamalarını tembihledim. Onları senin de bu mektup sayesinde gezip görmüş olduğun bu güzel kasabada, geleneklerine bağlı, mala mülke ta-mah etmeyen insanlar olarak yetiştirmeye çalıştım. Peki sen? Sen öyle misin? Benim yetiştirdiklerim seni yetiştirebildi mi? Buraya korsanlar gibi hazine peşine düşmeye mi geldin? Yoksa atandan kalan mirasa sahip çıkmaya mı?” Bu sorular Serkan’ın beyninde yankılandı adeta. Neydi bu evi sattırmaya zorlayan onları? Neydi topluca yaşadıkları zamanları bir kenara itebilecek kadar paraya ihtiyaç duymalarını sağla-yan? Peki, o? O öyle biri miydi? Etraftakiler sessiz bir şekilde Serkan’ın vereceği tepkiyi bekliyorlardı. Serkan mektubu aldı, baltayı Rıza Bey’e teslim etti. Elindeki ceketini ve aldığı dersi sürüye sürüye evinin yolunu tuttu. Bu sakin kasabanın daha önce hiç böyle bir olaya şahit olmamış insanları, Serkan gözden kaybolana kadar kıpırdayamadı yerinden. Herkes öylece bakakaldı.

Pınar Ebru AKBABA

İllüstrasyon Emre ÖZDAMARLAR

http://drawziness.blogspot.com

Page 64: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

KATKIDA BULUNANLARGülhan SEVİNÇ Grafik tasarımcısı, illüstratör. Reklâm ajansında uzun süreli Art Direktörlük. 2004 yılından bu yana çalışmalarını serbest grafiker ve illüstratör olarak sürdürmekte. Grafik tasarım çalışmalarının yanı sıra çeşitli yayınevlerine masal, hikâye kitapları illüstrasyonları yapmakta. Ayrıca zaman zaman Göl-ge e-Dergi için de illüstrasyonlar hazırlıyor.

Mehmet SEVİNÇ Yazar, çizer, boyar, okur, üfler… Animasyon, karikatür, illüstrasyon, çizgi roman çizer. 13 Yaşında efsanevi Gırgır dergisinde çizmeye başladığı çizgiyi bu güne kadar kopmadan ve silinmeden geti-rebildi. Profesyonel olarak çizgi çizilecek her konuda, yurt içi ve yurt dışında çeşitli yayınevlerinde çizerlik yaparak yaşamını sürdürüyor. Gölge e-Derginin çizerleri arasında, elinden geldiğince, naçi-zane dergiye renk katmaya çalışıyor.

Oğuz ÖZTEKER1968 Yılında doğdu. Lisedeyken kitap koleksiyonu yapmaya, üniversitedeyken yazmaya başladı. 1993’de İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. “Hollywood Stili Yeşilçam Öyküleri” adlı hikâye ki-tabı 2005 senesinde yayımlandı. Boş zamanlarında kitap okur ve hayal kurar. Zaten öykülerinin hepsi de onun hayallerinin bir ürünüdür.

Sadık YEMNİRoman, öykü, senaryo ve deneme yazarı. 1975’den bu yana Amsterdam’da yaşıyor. Tirildetir tü-ründe Muska, Yatır, Öte Yer ve Çözücü vb. romanları ve çoğu sanal ortamda yayınlanmış 40 kadar öyküsü var.

Gözde KURT1982 yılında İstanbul’da doğdu. Yazmaya 11 yaşında başlayan Gözde Kurt, mütercim tercümanlık yaparak geçimini sağlıyor. E Yayınları’ndan çıkan “Kozanın Tereddütü” isimli ilk romanının ardından ikinci kitabını yazıyor.

Pınar Ebru AKBABA1984 doğumlu, İstanbul'da yaşıyor. Bahçeşehir Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölü-mü mezunu. Ortaokulda ders kitaplarının arasına çizgi roman sıkıştırıp onları gizlice okuduğu gün-lerden beri yazıyor. Yazarın Blogu: http://kacisalani.blogspot.com/

Caner KELERKütahya’da doğdu. 1984 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nden ve 1988 yılında Kara Harp Okulundan me-zun oldu. TSK içinde çeşitli birlik komutanlıkları ve öğretmenlik yaptıktan sonra kendi isteğiyle bin-başı rütbesinde emekliye ayrıldı. Halen ilgi alanı olan bilimkurgu konusunda öyküler yazmaktadır. Çizgi roman, parapsikoloji, uzay, fotoğrafçılık diğer ilgi alanları. Kendisine ait www.bilimkurgucu.net sitesi bulunmaktadır.

Murat BAŞEKİMAnkara doğumlu. Cinhan ve Deli Gücük projelerinde senarist ve öykücü olarak yer aldı. Kış Kralı, Anime çevirilerinden bazıları. Age of Empires III ve patates salatası seviyor.

Mehmet Berk YALTIRIK1987'de Adana/Ceyhan'da doğdu. İlköğretim ve lise eğitimini Özel Edirne Beykent Koleji’nde bi-tirdi. 2010’da Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Çocukluğun-dan beri kaleme aldığı yazıları sonradan öyküleştirmeye ve düzenlemeye başladı. 2006 yılından

Page 65: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

itibaren korku edebiyatı ve halk inançlarıyla ilgili bazı inceleme yazıları ve makaleleri http://www.frpnet.net sitesinde yayınlandı. 2009 yılında http://shamanwarrior.blogcu.com adresinde, "Doku-zuncu Tamu" adıyla açtığı blogunda kara mizah içerikli deneme yazıları ve öyküler yazmaya baş-ladı. 2010 yılından itibaren Gölge e-Dergi'de korku hikâyeleri yazmaya başladı. Korku öyküleri ve denemelerin yanı sıra, tiyatro oyunları, kısa film ve skeç senaryoları yazmakta.

Semih AYDIN 1984 yılında doğdu. Özel bir şirkette elektronik mühendisi olarak çalışıyor. 2005'de Uludağ Üniver-sitesi Kültür Sanat Yarışması Öykü dalında birincilik ödülü aldı.

Serdar KÖKÇEOĞLUDokuz Eylül Üniversitesi Sinema-TV bölümünde “Yönetmenlik” eğitimi aldı. Bitirme tezi olarak çiz-gi romancı Kenan Yarar'ın "Soğuktu ve Acımadı" isimli çizgi öyküsünü kısa film yaptı. Young New Media döneminde 1,5 yıl, Mynet döneminde ise 3 yıl Beyazperde.com sitesinde editör olarak ça-lıştı; şimdi Digiturk'ün “içerik” bölümünde editör olarak çalışıyor. Başta Beyazperde.com olmak üzere çeşitli web sitesi ve dergilerde sinema ve çizgi roman gibi konular üzerine yazıları çıkıyor; e-dergilerde hikâyeleri yayımlanıyor. Elektronik müziğin görsel uzantılarını izlemeyi ve düşünmeyi sevdiği için zaman zaman çeşitli bar ve kulüplerde canlı görsel hazırlıyor. Az bilinen grup ve müzis-yenlere müzik videosu hazırlamışlığı da vardır. SİYAD üyesidir.

Uğur Bülent SERTÇELİK1977 Ankara doğumlu. ODTÜ Makine Mühendisliği mezunu, okul bittikten sonra 4 yıl boyunca eğitim yazılımları alanında grafiker ve çizer olarak çalıştı. Bu sırada Hacettepe Grafik Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Bol bol çocuk ve ders kitabı resimledi. 2007 yılından beri mühendis olarak çalışıyor ve çizgi roman yapıyor. Aylık yayınlanan ve 4 sayı çıkan Tam Macera Dergisi’nde Meşhur Hafiyeler’i çizdi. Geçtiğimiz yıl ve bu yıl yayınlanan 2 Deli Gücük albümüne de katkıda bulundu. Şu anda çizgi roman yapmaya devam ediyor, her şey yolunda giderse yakın bir zamanda yaptığı bir kaç iş yurt dışında yayımlanacak.

Mert YANIKOĞLU1976 yılında Ankara’da doğdu. Öğrenimini Ankara’da tamamlayan Yanıkoğlu halen bir kamu ban-kasında çalışmakta. Tam zamanlı bankacılığın yanı sıra yarı zamanlı olarak öyküler yazıyor. Ayrı-ca kendisi gibi bilim kurgu ve fanteziye ilgi duyan arkadaşları ile www.hititgunesi.org adresinde ahkâm kesiyor.

Zeki BULUT 1950 Doğumlu, Bursalı bir sanatçı olan Zeki Bulut, karikatürist, çizgi romancı ve ressamdır. Aynı zamanda; reklâm, tasarımı ve sanat danışmanlığı da yapıyor. Küçük bir atölyesi de olan Zeki Bulut, burada her yıl 3 öğrenci yetiştirerek onları güzel sanatlara ve akademilere kazandırmaktadır. Orok, Sadakat, Oluşum, Zaman Çemberi, Baldız, Delioğlan isimleriyle toplam 6 adet çizgi romanı yayın-lanmış, çeşitli kişisel ve karma sergiler açmış, onlarca karikatür ve resim yarışmalarında seçici ku-rulda yer almıştır. 1987'den itibaren Bursa Olay gazetesinde çalışmakta olan Bulut'un 1994'ten bu güne birinci sayfada "Zekice" adıyla günlük siyasi karikatürleri yayımlanmaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Volkan KURUT1989 yılında İzmir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimimi burada tamamladıktan sonra Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Resim İş Öğretmenliği bölümünü kazandı. İlk dönemler karikatür sanatıyla ilgileniyordu, lise son sınıfta çizgi romana merak sardıktan sonra karikatürden uzaklaşarak çizgi romana yoğunlaştı. Hala amatör olarak çizgi romanla uğraşmakta. Yaklaşık 3 senedir Gölge e-Dergi için çeşitli çizgi roman ve İllüstrasyonlar yapmakta.

Page 66: Gölge Dergi Öykü Özel sayısı 3

Nadir KUTLUHAN1981 Erzurum doğumlu. Anadolu Üniversitesi, İktisat Bölümü mezunu. Şu anda bir ilaç fabrika-sında En-Has Facility Management (Bina Yönetimi. Yemekhane-Güvenlik-Temizlik) Proje Yöneticisi olarak çalışıyor.

Mehmet GÜLERYÜZ1985’de Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamladı. 2004 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Orman Endüstri Mühendisliğini kazandı. 3 sene okuduktan sonra Ankara’ya döndü ve Cezmi Orhan’ın Sanat atölyesinde 1 yıl eğitim aldı. Güzel Sanatlar Sınavlarına girip 2008 yılında Anadolu Üniversitesinde Baskı Sanatları Bölümünü Kazandı ve hâlâ eğitimine devam et-mekte.

Emre Ozan ŞİRİNÇocukluğundan beri çizime ve çizgi romana tutkuyla bağlı, amatör çizer. Hiç resim eğitimi almamış, ömrünü hâlâ bitiremediği İngilizce Öğretmenliği bölümüne adamıştır. Hayali çizgi roman çizerek hayatını kazanmaktır.

Emre ÖZDAMARLAR1980’de Muğla’da doğdu, 1995–2005 yılları arasında lise, üniversite ve iş hayatı dolayısıyla İstanbul’da yaşadıktan sonra, 2005 yılında İsveç’e taşındı. Stockholm'de 4 yıl bilgisayar mühendisi olarak çalıştı 2010 senesinde işinden istifa edip çizim yapmaya ağırlık verdi.

Sümeyye KESGİNAlmanya'da dünyaya geldi. Muğlalı. İlk orta lise öğrenimi burada geçti. Sonrasında ilk önce Hacet-tepe Üniversitesi Psikoloji bölümünü kazandı. İlginç ve popüler bir bölüm olmasına rağmen, kaderi galiba defter kenarlarına çizdiği şeylerle ilgiliydi ki okulu bıraktı! Yetenek sınavlarına girdi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Grafik bölümünde buldu kendini. Hâlihazırda mezun olmak üzere. İlgisini en çok çeken tasarımın illüstrasyon boyutuyla ilgili mecralar oldu ve olmaya devam ediyor. İzmir'de çalı-şıyor ve yaşıyor.

Rafet Tolga CANKURT, Şükrü Şankaya Anadolu Lisesinde okuyor. Ortaokulda sıra arkadaşıyla birlikte bir şeyler yazmaya başladı, o zamandan beri de hayatının bir parçası olmuştur yazmak. Bu konuda hep bir adım ileriye gitmek istese de gelecekte yapmayı düşündüğü meslek olarak görmüyor. Atilla BİLGENPek anımsamıyor ama büyüklerinin dediğine göre 1962 yılında Mardin'de doğmuş. İlkokula İstanbul'da başladığını hayal meyal, 1984 yılında İ.Ü. Diş Hekimliği Fakültesini bitirdiğini net olarak hatırlıyor. O tarihten bu yana kapatıldığı 70 metrekarelik muayenehanesinde; kâh hasta bakarak, kâh öyküler yazarak hücre cezasının bitmesini sabırla bekliyor.

Murat ÇALIŞ1987 Ankara doğumludur ve halen Ankara’da yaşamaktadır. 2006 yılında kazandığı Anadolu Üni-versitesi İç Mimari bölümünde 1 senelik bir macera(!)dan sonra, 2007’de Hacettepe Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünü kazanmıştır ve halen okumaktadır. 2D illüstrasyon konusunda çalışmaları bulunmakla birlikte,2004’den bu yana pek çok freelance ve bağımlı işlerde çalışmıştır.

Yavuz BAHADIR1989 yılında Samsun doğumlu. On Dokuz Mayıs Üniversitesi Resim Bölümünde lisans eğitimi de-vam etmekte. Amatör olarak mizah, karikatür ve çizgi öykü ile uğraşıyor.