Genç Barış Dergisi 4.Sayı

51

description

Genç Barış --- Gençlik,Fikir ve Araştırma Dergisi Kürt Meselesi, Mevlana, Kemal Burkay, Pekin

Transcript of Genç Barış Dergisi 4.Sayı

Page 1: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 2: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 3: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 4: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

2

iÇiNDEKiLER04

101622263034404647

-

---------

Kardeş Kavgalarından Barış Sohbetlerine Kürt MeselesiKemal Burkay: “Bir 90 Yıl Daha Asla!”Perspektif: İspanyaTezatlarıyla Ve Eleştirileri İle Marxist İdeolojiÖzgür HürriyetGeçmişe Geleceğe Bir Hasret, Bir UmutÇin Rüyasının İncisi PekinGel, Ne Olursan Ol Yine GelKitap: Nar ÇiçekleriBelgesel: Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim

Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına İmtiyaz Sahibi

Emre Akkaş

Genel Yayın YönetmeniFatih Kafadar

Yazı İşleri MüdürüOnur Reha Yıldırım

Yayın KuruluAhmet Keskin

Merve AksuNilüfer Yavuz

Danışma KuruluProf. Dr. Cemal Bâli Akal

Prof. Dr. Ferhat KentelProf. Dr. Huricihan İslamoğlu

Yılmaz Ensaroğlu

Tüzel Kişilik SorumlusuHamza Memişoğlu

Grafik TasarımGökhan Kul

[email protected]

Reklam SorumlusuFatih Arslanbay

[email protected]

Yönetim Adresi:Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak

21-23 Daire:4Beşiktaş / İ[email protected]

Tel: (0212) 227 67 95Fax: (0212) 227 67 95

www.gbi.org.trfacebook/gbiorgtrtwitter/gbiorgtr

youtube/gbiorgtr

Yayının Türü: Üç Ay Süreli YayınDili: Türkçe/İngilizce

Dergide yer alan değerlendirmeler, GBİ’nin kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Yazı ve fotoğrafların her hakkı Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan ve kaynak gösterilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.

Basımcı: Turkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.Barbaros Bulvarı, Cam Han, No: 153, Beşiktaş-İstanbul

Basıldığı Yer: Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 Sancaktepe - İstanbulTel: (0216) 585 90 00

6Kemal Burkay:

“BİR 90 YIL DAHA ASLA!”

4 KARDEŞ KAVGALARINDAN BARIŞ SOHBETLERİNE

KÜRT MESELESİ

Page 5: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

3

303416

ÇİN RÜYASININ İNCİSİPEKİN

PERSPEKTİF:İSPANYA

22

26

TEZATLARIYLA VE ELEŞTİRİLERİ İLE MARXİST İDEOLOJİ

ÖZGÜRHÜRRİYET

GEÇMİŞE GELECEĞE BİR HASRET, BİR UMUT

Page 6: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

4

KARDEŞ KAVGALARINDAN BARIŞ SOHBETLERİNE

KÜRT MESELESİTürkiye’nin gündeminde kuruluş ta-

rihinden itibaren yer alan kökenleri Os-manlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine dayanan Kürt Meselesi; farklı dönemlerde çeşitli süreçlerden geçerek, değişime uğra-mış ve siyasi otoritelerin izlediği müzakere yöntemlerinin dönüşümünde rol oyna-mıştır. Türkiye’nin, Osmanlı Devleti’nden devraldığı çok uluslu mozaik yapı; ulus-devlet yaratma sürecinde, devletin bekasına tehdit olarak algılanmış ve ortak bir millete aidiyet duygusu yaratmanın, toprak bü-tünlüğü adına olumlu sonuçlar getireceği düşünülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren; Türkiye sınırla-rı içerisinde, iç ve dış göçler sonucu Kürt vatandaşlar, kırsal alanlarda olduğu kadar kentlerde, kamusal ve özel alanlarda var-lıklarını sürdürmüş; Türklerle aile kurma-larının sonucu olarak da toplum yapısında heterojen/melez bir etnisite oluşumunda etkili olmuşlardır. Bu etkileşim sonucu ikili ilişkiler pekişmiş, ortak bir kültür ve geç-miş beraber yaratılarak halk arasında, siyasi endişeler dışarıda tutularak dayanışmacı

bir toplum yapısı sergilenmiştir. Aynı hanede; aynı sokakta, aynı cad-

dede, aynı apartmanda bir arada yaşayan topluluk; eğitim-öğretim kurumlarında, hastanelerde, iş yerlerinde kısacası toplu-mun her yerinde birbirleriyle temas ha-lindedir. Bu yüzden vatandaşlar arasında oluşabilecek bir “ayrışma”, “ötekileştirme”, “dışlama”, “nefret” söylemi; toplumun kut-sallık atfettiği çekirdek aile kurumundan başlamak üzere; her tabakasına yayılarak kriz ortamının oluşmasına ve derin yaralar açılmasına neden olabilir. Bu açıdan, siyasi otoriteler başta olmak üzere, medya, sivil toplum kuruluşları, bilim adamları, sosyo-loglar, tarihçiler ve toplum bilimciler konu-nun siyasi yönüne vurgu yaparak, kolektif bir biçimde sorunu tüm yönleriyle objektif bir bakış açısıyla ele almalı; konunun has-sasiyeti dolayısıyla tarafların taleplerine eşit bir şekilde yaklaşma sorumluluğunu yerine getirmelidirler.

Demokratik açılım ile birlikte yavaş yavaş tabuların yıkılmaya başlamış, çö-züm sürecinden itibaren ikili ilişkilerde

gelişmeler olmuş ancak “Kürt meselesi” taraflar açısından hâlâ hassasiyetini koru-maya devam etmektedir. Meselenin ulusal ve uluslararası arenada oldukça ses getiren boyutunu da ele aldığımızda, devlet poli-tikalarının süreç ile ilgili başarılı taktikler geliştirmeleri halinde konu, hem ulusların hem de devletlerin kaderini değiştirebile-cek kadar nihai bir merkezde yer alacaktır. Bu çalışma; Türkiye sınırları içinde yer alan Kürtlerin kimlikleri, tarihi, talepleri, isyan-ları, Türkiye ve Türklerle olan ilişkisinin yanında; Türklerin Kürt meselesi hakkın-daki görüşleri, endişeleri, istekleri ele alına-rak; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde; süre-cin toplumsal barış esas alınarak, Türkiye siyasetine ve dünya siyasetine yansımalarını objektif olarak ele almayı amaçlamaktadır.

Değişen Otorite ve Güç Dengeleri

Milliyetçilik, ulus-devlet inşası ve etnik kimlikler üzerine yapılan tartışmalar ve ta-lep edilen haklar yönünde konunun anlaşı-

Merve AKSU

Merve AKSU

Page 7: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

5

lır bir boyut kazanması için bu kavramların çıkış noktaları ve anlamlarına bakmak ya-rarlı olacaktır. Ulus-devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte diplomasi önem kazanmış, 17. yüzyılda ortaya çıkan akımlar, yenidünya düzeninin şekillenmesinde etkili olmuştur. Reform hareketleriyle, Orta Çağ’da baskın olan din kavramının yerini sekülerizm al-mış; üniter devlet, toprak bütünlüğü, ana-yasalcılık akımları, cumhuriyetçi rejimler 17. yüzyılın baskın yapılanmaları olarak yenidünya düzeninde görünür kılınmıştır.

Bu dönemin ana karakteri olan devlet; bir güç erki olarak, kendi kurallarını kabul ettiren aktör sıfatıyla karşımıza çıkmak-tadır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ameri-ka Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson’un gündeme getirdiği 14 maddeyi içeren Wilson Prensipleri ile ulus-devlet ya-pısı, doruk seviyesine ulaşmıştır. Bu belge ile “her türlü ulusal kimlik kendi geleceğini belirleyecek, belirli bir coğrafyada, bir top-rak parçası üzerinde yaşama hakkına sahip olacaktır.” (Toprak, 2011, s. viii). İmpa-ratorlukların yıkılma sürecinde, milliyetçi hareketler, etnik unsurlar ve çeşitli kimlik taleplerinde bulunan toplulukların gücü belirleyici olmuş; farklı kimliklere sahip toplulukların yer aldığı coğrafyanın karışık ve çalkantılı olması sonucu, global savaşla-rın önüne geçilememiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda Os-manlı İmparatorluğu yıkılmış; Lozan’ın çizdiği sınırlar etrafında Türkiye Cumhuri-yeti kurulmuş, aynı süreçte kültürel Kürt milliyetçiliği; siyasi bir karaktere bürünerek devletle karşı karşıya gelmiştir. Cumhuriyet döneminde yer alan Kürt ayaklanmalar, üniter devlet yapısına tehdit unsuru olarak görülmüş; devletin parçalanmasının önüne geçmek ve toprak bütünlüğünü korumak adına bastırılmış ve bu süreçte devletin çıkarları ön planda tutularak; bireyler göz ardı edilmiştir.

Peki, yerel ve küresel anlamda ses geti-ren bu çatışmaların ana teması olan ulusal bütünlük; ulus&devlet ilişkisi, farklı etnik kimlikler; vatandaşlık kavramı tam olarak neyi ifade etmektedir? Devletin vatandaş-larına uyguladığı politikalar ne derecede meşrudur? Farklı kimliklere sahip olan bireyler; gerekli ortamın barış ve özgürlük içinde yaratılmasına nasıl katkı sağlayabi-lirler? Toplumda senelerdir konuşulan ve üzerinde çalışılan Kürt sorununa bu pers-pektiften bakarak toplumdaki farklı kesim-lerin dayanışma içinde hoşgörü, anlayış ve saygı kriterlerini ön planda tutarak; olayı içselleştirmeleri ve toplumsal barışın zarar görmemesi için, harekete geçmeleri; sü-recin hızlı bir şekilde çözülmesinde yaralı olacaktır.

Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetindeki Kürt Algısı ve Ulus Tanımlamaları

Osmanlı Devleti; sınırları içinde yer alan gayrimüslim topluluklara karşı hoş-görülü bir yönetim politikası sergileyerek gayrimüslim azınlıklara; bölgesel özerklik tanıyan, dini ve etnik kimliklerini koru-malarında serbestlik sunan “millet sistemi” uygulamasını esas almıştır. “Ümmet anlayı-şından, “millet sistemi” şekline dönüşen bu anlayış içinde din, ırk, hukuk ve kültür eşit-liği Osmanlı toplumunda her devirde müm-kün olabilmiş ve ehl-i kitap dinler yüzyıllar boyu imparatorlukta yaşayabilme imkânı bulmuşlardır.” (Demirağ, 2002, s. 17).

Millet sisteminin, farklı inançlara sa-hip olan topluluğa karşı gösterdiği tolerans sonucu, farklı din ve mezheplere mensup kişiler arasında oluşabilecek çatışmaların önüne geçilerek, devlet içinde güçlü bir yönetim şekli ve kalıcı bir barış ortamı yaratılması hedeflenmiştir. Bu uygulama-da gayrimüslim topluluklar Ermeni, Rum ve Yahudiler olarak belirlenmiş; Müslü-manlar; “İslam Ümmeti”nde yer alarak, “Arnavutlar, Araplar, Boşnaklar, Çerkezler, Lazlar, Pomaklar, Tatarlar ve Türklerle bir-likte Kürtler de, tek bir İslam ümmeti için-de gruplandırılmıştır” (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 2). Türkiye sınırlarının çizildiği Lozan Anlaşması’nda ise gayrimüslim azın-lık olarak Rum, Yahudi ve Ermeniler be-lirtilmiş; gayrimüslim vatandaşların azınlık haklarının korunmasına yönelik maddeler, etnik bir ayrımdan ziyade dini farklılıkların ekseriyetinde hazırlanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1924 Anayasası’nda yer alan vatandaş-lık tanımına göre; “din, mezhep, ırk, dil vb. herhangi bir fark gözetilmeksizin Türk ahalisinden olan herkes “Türk” kabul edi-lecektir.” (Bilir, 2012). Bu tanımlamayla birlikte ulus devlet inşasında homojen bir yapı kurulmaya çalışarak, devlet sınırları içerisinde üst kimliğin, Türk kimliği ola-

rak belirlendiği ve devlet sınırları içerisinde yaşayan tüm vatandaşların, kendilerine ta-nınan vatandaşlık haklarıyla paralel olarak, kendilerini Türk olarak ifade etmeleri bek-lenmiştir. Diğer bir ifadeyle T.C. vatandaşı olan herkes, Türk ulusunun üyesi sayılarak ortak kimlik söyleminde birleştirilmişler-dir. Bu tanımlama bir yandan aynı toprağı, dili, bayrağı ve ulusu paylaşan vatandaşlar üzerinde; aynı ulusa ait olmanın verdiği bütünleştirici yapıyı muhafaza etmenin yanında; farklı etnik kökene mensup olan bireylerin kendi kimliklerini hatırlatıcı bir etki yaratarak, çeşitli hak ve taleplerde bu-lunmalarına neden olmuştur.

Otosansürleri Birlikte Aşalım: Bilincimizi Ne kadar Sorguluyoruz?

Etnik milliyetçiliğin ön plana çıkması ve kişilerin kendi kökenlerini hatırlamala-rını teşvik edici unsurların etkisinin daha iyi bir şekilde anlaşılması için, konuyla il-gili bir örnek verilmesi açıklayıcı olacaktır. Örnek olarak “A” ülkesinde yaşayan ve “A” ülkesinin vatandaşı olan birey; uluslar ara-sı bir görüşmeye katıldığında; aynı ortamı paylaştığı ve farklı ülkelerin ve vatandaş-lıkların mensubu olduğunu belirten “B”, ”C”, “D”, “E” kişileriyle iletişime girdiği zaman; kendi kimliğini, ülkesini ve etnik kökenini dile getirme ihtiyacı hissedecek-tir. Bunun nedeni, kendisinden farklı olan kişilerin, ayrı bir topluluğa, ulusa, devlete ait olduğunu belirtmeleri ve farklı bir kül-türel bilince sahip olduklarını hatırlatmala-rıdır. Bu hatırlatma sonucunda kişi, kendi-sini etno-nasyonel bir çerçevede tanımlama ihtiyacı hisseder.

Farklı ulus tanımlamalarının tartışma konusu olduğuna değinen Kirişçi, “bir sava göre, bir ulusun üyeleri kendilerini daya-nışma duygusu, ortak kültür ve özbilinç-lilikle (self-awareness) kenetlenmiş hisset-melidirler” diyerek özbilinçlilik ve özsaygı (self-perception) kavramlarının anahtar belirleyici olduğunu savunan görüşün al-tını çizerken Smith’in yapmış olduğu ulus tanımını “tarihsel bir toprağı, ortak mitleri, ve tarihsel anılar, kitlesel bir kamu kültürü-nü, bir ekonomiyi ve bütün üyeler için ortak yasal hak ve yükümlülükleri paylaşan adı konmuş bir insan topluluğu” şeklinde ifade etmektedir (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 6) Buna ek olarak, ulus tanımlamasında, o ulusu referans verecek ve tanımlayacak olan başka bir grubun, diğer bir ifadeyle “öteki” tarafından yapılacak bir tanımlamanın ol-ması gerektiğini işaret ederek “Bir ulusun var olması için, ulusun toprağında yaşadığı devletin hükümeti ya da diğer devletlerin hükümetleri tarafından diğerine göre tanım-

Kardeş Kavgalarından Barış Sohbetlerine Kürt Meselesi

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1924 Anayasası’nda yer alan vatandaşlık tanımına

göre; “din, mezhep, ırk, dil vb. herhangi bir fark

gözetilmeksizin Türk ahalisinden olan herkes “Türk”

kabul edilecektir.”

Page 8: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

6

lanmış olması gerektiğini” savunur (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 7). Yani bir ulusun var olması için ulusal bilincin oluşmasının yanında o ulusun, hem “kendi” tarafından hem de “diğer topluluk” tarafından kabul edilmesi gerekir.

Diğer yandan, ulusun tahayyül aşama-sında ve ulusun yeniden inşası süreçlerinde; egemen otoriteler tarafından merkezi devlet sistemini güçlendirmek adına toplumdaki farklı gruplara yöneltilebilecek asimilasyon politikalarının da uygulanma tehlikesi var-dır. BM incelemesine göre asimilasyonun “diğer gruplara kendi kültürlerini egemen kültür lehine terk ettirerek türdeş bir toplum üretmeyi amaçlayan egemen bir grubun üs-tünlüğü düşüncesine dayandığını” belirtil-mektedir (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 17). Böyle bir politikanın uygulanma aşamasın-da toplumdaki kesimler türdeşleştirerek, tek-tip bir ırk yaratma çabaları; farklı etnik grupların varlığına tehdit oluşturacaktır. Bu nedenle; siyasi otoriteler; farklı kültür ve kimliklerin yaşamları tehlike altına soka-cak olan uygulamalardan kaçınmalıdırlar.

Geçmişini sahiplenmeyen ve bilmeyen toplumlar zaman içerisinde yok olmaya mahkûmdur. Aynı şekilde kullanılma-yan diller ve hatırlanmayan/yaşatılmayan kültürler de tarihin sayfalarına karışır. Bu nedenle, farklı etnik kimliklerin, vermiş olduğu hayatta kalma savaşı ve buna yö-nelik hak talepleri; toplumun güvenliğini ve diğer etnik kimliklere mensup kişilerin varlığını tehlike altına sokmadığı sürece dikkate alınmalıdır. Türkiye’de açılım ve barış sürecinde, Kürt halkın taleplerine karşı atılan adımlar, siyasi ilişkilerde belir-leyici olan yöneticilerin, Kürt meselesini ve Kürt kökenli insanların varlığını kabul ettiğini göstermektedir. Fakat bugüne ka-dar oluşan algı, sorunu Kürtlere yönelik mevcut sorunlardan ziyade, güvenliği doğu bölgelerinde ve kent meydanlarında tehdit eden silahlı örgütler çevresinde oluşmuştur. Kirişçi’nin ifadeleriyle bu algı “Resmi çev-relerde, Kürt kökenli insanların Türkiye va-tandaşları olarak zaten bütün haklara sahip oldukları, bu yüzden Kürt azınlığın tanınma-sı ve azınlık haklarının verilmesi taleplerinin gereksiz olduğu sürülüyor. Ankara’daki bazı yetkililerin görüşüne göre, “haddi zatında” bir Kürt meselesi ya da sorunu yoktur. Sorun yalnızca PKK destekli terörizm sorunudur.” (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 2) şeklindedir. Zamanla bu algının toplumsal alanda de-ğişime uğraması ve sorunun giderilmesine yönelik adımlar atılması; sürecin çözüme ulaşmasında önemli bir başlangıç niteliğin-dedir.

Demokratik Kimlik: İçselleştirilen “Öteki Yarı”

Yapılan çalışmalarda Türkiye’de yaşa-yan Kürtlerin etnik bilinçleri ve özalgı kav-ramları etrafında ortak bir görüşe sahip ol-madıkları; Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı konumlarda ve statülerde dağınık bir şekilde yaşamlarını sürdüren kişilerin deği-şik kimlik tanımlamaları dikkat çekmek-tedir. Bazı Kürtler kendilerini hem Türk hem Kürt olarak kabul ederken bazıları ise Kürt etnik kimliklerini ön planda tutarak “kendilerini siyasallaşmış bir etnik grup gibi algılıyor ve davranıyorlar” (Kirişçi & Win-row, 2011, s. 32). Kimlik tanımlama ko-nusundaki çeşitlilikler aynı zamanda; ko-nuşulan dil, mezhep farklılıkları ve merkezi otoritenin desteğini kaybetmek istemeyen aşiret liderlerinin görüşleriyle de ilişkilen-dirilebilir. Kirişçi’nin bu durumu açıklar-ken referans gösterdiği Van Bruinessen’in ortaya attığı sava göre; “Bir Kürdün hangi kimliği vurgulamayı tercih edeceği, duruma bağlı olacaktır. Bu nedenle, Zazaca konuşan bir Sünni, kendine özgü durumlara göre bir Zaza, bir Kürt, bir Sünni Müslüman, bir Türkiye vatandaşı, belli bir toplumsal sınıfın üyesi, aşirete ya da köye bağlı olabilir” (Ki-rişçi & Winrow, 2011, s. 34).

Kürt kimlik tanımlamalarında bir ge-nellemenin yapılması doğru olmadığı gibi; bu farklılıkların nedenleri kapsamında toplumsal kaygılar; psikolojik baskılar ve maddi endişeler yer alabilir. Kişi toplum-dan dışlanmama, sahip olduğu ekonomik ve sosyal statünün altına inmeme ve toplu-mun bütünlüğünü tehdit etme ve terör ör-gütü PKK’yı destekleyen bir imaj çizmeme saikiyle suçlanmamak için ait olduğu etnik kökeni bastırıyor olabilir. Hâlbuki “Türki-ye’deki birçok Kürt, PKK’nın politikalarına ve amaçlarına karşıdır.” (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 35) Bununla beraber; kişi ailesini, doğacağı ülkeyi, ana dilini, mensup olaca-ğı etnik grubu kendi belirleyemez. Bunlar dış faktör olarak, tamamen rastlantısal bir biçimde kişiye doğduğu anda verilir ve kişi

bu etiketlenmeyi hayatının sonuna kadar üzerinde taşır. Bu nedenle, farklı gruplarda yer alan kişilerin empati kurarak diğer gru-ba anlayış, hoşgörü ve saygı çerçevesinde yaklaşmaları, toplumsal çatışmaların önü-ne geçme ve toplumsal barışın sürekliliğini sağlama da önemli karakteristik özellikler-dir.

Eksik Sayfaları Doldurmak: 5N 1K

Kürtlerin kökeni hakkında doğru bil-giye ulaşmak; göç ettikleri coğrafi alanın genişliği ve farklı bölgelere bölünerek da-ğılmalarından dolayı zor olmakla beraber; yapılan çalışmalarda Kürtlerin “Türk, Er-meni ve Asuri Kabilelerin ve daha egemen olarak Hint-Avrupa gruplarının bir karışımı olduğu” yönündedir. (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 33). Halkın çoğunluğu, Osman-lı topraklarında yaşamlarını sürdürürken, bir kısmı İran’da yaşamış ve kırsal alanlara yerleşerek aşiret kimliklerini ön planda tut-muşlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, Kürtlerin yerleşik olarak yaşadığı böl-geler Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Bitlis, Dersim, Diyarbakır, Hakkari, Musul, Ela-zığ ve Van vilayetleri ile Urmiye Gölü’nün batısından İran’ın Kuzistan bölgesine kadar uzanan alanken siyasi haritanın değişmesi sonucu Irak, İran, Sovyetler Birliği, Suriye ve Türkiye sınırlarında yaşamışlardır (Kirişçi & Winrow, 2011, s. 78).

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Wil-son tarafından geliştirilen ve literatüre “Wil-son Prensipleri” olarak geçen 14 ilke galip devletler tarafından rasyonel bulunmamış ve İtilaf devletlerinin çıkarlarına ters düştüğü için desteklenmemiştir. Osmanlı toprakla-rının paylaşımı üzerine yapılan gizli antlaş-malar sonucunda; bazı devletler kendilerine vaat edilen toprakları elde edemedikleri için saf değiştirmişlerdir. Çarlık Rusya’nın Bol-şevik Devrimi’yle yıkılması sonucu; Sovyet Rusya yapılan gizli antlaşmaları ifşa etmiş ve dengelerin değişmesine zemin hazırlamıştır. Osmanlı toprakları üzerinde; “Büyük Güç-ler” tarafından tatmin edici bir paylaşımın yapılamaması; dünyayı, ikinci yıkıma sebep olacak olan bir savaşa sürüklemiştir. İki sa-vaş arası geçen süreçte; İngiltere, Fransa ve Rusya’nın politikaları; birçok ulusun ka-derini değiştirdiği kadar; günümüzde hala çözümüne ulaşılamayan “Kürt Sorunu”nun da çıkış noktasında belirleyici etmen olarak gösterilebilir. Musul Sorunu’yla aynı tarih-lerde ortaya çıkan Şeyh Sait İsyanı; Kürt so-rununun oluşma sürecinde önemli bir yere sahip olmakla birlikte, İngiltere’nin Ortado-ğu’daki çıkarları için Türk ve Kürtleri karşı karşıya getirmek için geliştirdiği politikalara örnek olarak verilebilir.

Geçmişini sahiplenmeyen ve

bilmeyen toplumlar zaman içerisinde yok olmaya mahkûmdur.

Merve AKSU

Page 9: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

7

Birinci Dünya Savaşı sırasında yapı-lan gizli anlaşmalar, Osmanlı topraklarını Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanis-tan arasında paylaşımına olanak sağlama amacındayken Bolşevik Devrimi’yle bir-likte devlet rejimi 1917 yılında değişen ve bu dönemden sonra Sovyet Rusya olarak anılan Rusya; gizli anlaşmaları ifşa ederek İngiltere’nin politikalarında köklü deği-şiklikler yapmasına neden olmuştur. Gizli anlaşmalarla Kürtlerin yaşadığı bölgelerin İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşıl-ması öngörülürken sınırlar yeniden çizilmek zorunda kalmış; Türkiye’nin Suriye sınırının kuzey tarafında yer alan Kürt bölgelerinin yerel özerkliğine yeşil ışık yakan ve Osmanlı Devleti’nin fiilen sonunu getiren Sevr Ant-laşması hiçbir zaman tanınmamıştır.

Kürt milliyetçiliği; Osmanlı Devletinin son zamanlarında kültürel milliyetçilik ola-rak gelişmiş ve Kürt kimliklerini daha çok dini planda öne çıkarmışlardır. “Bağımsız-lık Savaşı sırasında aşiretlere ve tarikatlara göre Kürtlüğü savunmak; Kürt Milliyetçili-ğini değil, İslamı yani Türk-Kürt Müslüman Kardeşliğini savunmak anlamına geliyordu” (Bozarslan, 2010, s. 100). Bu açıdan değer-lendirildiğinde Osmanlı Devleti’nde Müs-lümanları birleştirici bir makam olan hali-felik makamının 1924 yılında kaldırılacak olması; Kürt milliyetçiliğinin değişiminde rol oynayacaktır.

Diğer yandan, Kürt kimlik tanımla-masında Müslümanlığa yapılan vurgunun önem arz etmesinin yanında; Kürtler ara-sında benimsenen farklı mezhepler ile bir-likte bazı Kürtlerin kendilerini Sünni Kürt olarak benimsemelerine mukabil bazılarının kendilerini Alevi Kürt olarak ifade etmeleri Kürtler arasında tam anlamıyla bir bütün-lüğün oluşmasını engellemiştir. Kürt milli-yetçiliğinin şekillenmesinde önemli bir yere sahip olan 1921 Koçgiri Ayaklanması bu dini kimliklerin, etnik birleşmelerin önün-de bir güce sahip olduğunu göstermektedir. Hamit Bozarslan, Koçgiri ayaklanmasının önde gelen figürü Nuri Dersimi için: “Sun-ni-Alevi bölünmüşlüğünün Kürt milliyet-çiliği için esaslı bir tehdit oluşturduğunu, fakat Dersim bölgesinin Alevi özelliğinin de farkındaydı.” (Bozarslan, 2010, s. 101) şek-linde açıklamada bulunarak, ayaklanmanın başarılı olamamasının nedenlerinden birini, Kürtler arasında yaşanan mezhepsel farklılı-ğa dayandırmıştır.

Milli mücadelede Kürtler, Türklere des-tek vermiş ve bağımsızlık hareketi Kürtlerle birlikte başarılı olmuştur. Türkler ve Kürtler arasında yaratılmaya çalışılan birlik ve dos-tane ilişkiler uluslararası platformda İngil-tere gibi bazı ülkelerin çıkarlarıyla çatışmış ve Ortadoğu politikalarında olası bir Arap-

Türk-Kürt birliğinin önüne geçmek adı-na; bölgede isyanlar teşvik edilmiştir. Kürt Sorunu’nda önemli bir yere sahip olan Şeyh Sait İsyanı; Musul’un geleceğinin belirlene-ceği sırada dini kaygıları olan muhafazakâr çevreler tarafından gerçekleşmiş ve bu isyan ile birlikte Türk-Kürt birliğine kuşkuyla bakılmaya başlanmıştır. Koçgiri isyanında olduğu gibi Şeyh Sait isyanında da Kürtler arasında tam bir birlik sağlanamamış; Ale-vi Kürtler tarafından başlatılan ve Sünni Kürtler tarafından desteklenmeyen Koçgiri isyanı, bu sefer Sünni Kürt lider olan Şeyh Sait’in; merkez hükümeti İslama karşı tehdit unsuru olduğu gerekçesiyle başlatılmış ve Alevi Kürtler tarafından desteklenmemiştir. Kürtler arasındaki mezhepsel ayrılıkların isyanların başarıya ulaşamamasında önemli bir yeri vardır. Halifeliğin Türk-Kürt kardeş-liği için birleştirici özelliğine vurgu yapan kesimler, hilafetin kaldırılmasıyla aradaki din kardeşliği bağının sonlandığını belirt-mektedirler. Şeyh Sait’in ifadeleriyle “İs-lam, Kürt ve Türk birliğinin temeliydi. Ar-tık Kürtlük, daha önce Türklerle bir dinsel bağ olmaktan çok, Türk karşıtı bir tepki ve

milliyetçilik anlamına gelecekti.” (Bozars-lan, 2010, s. 110). Kürtler arasında mezhep farklılıklarının oluşturduğu bölünmeler, özellikle Musul meselesinde; dış politikanın Ortadoğu siyasetinde oluşturduğu dalgalan-malar ile coğrafi olarak keskin bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Misak-ı Milli sınırları içerisinde kabul edilen Musul bölgesi, 1923-26 yılları ara-sında gelişen İngiltere-Türkiye ilişkilerinin merkezinde yer almıştır. Bölgenin sahip ol-duğu petrol kaynaklarından faydalanmak ve Türkiye’de yaşayan Kürtlerin, Irak’ın kuzey bölgesinde yaşayan Kürtler ile birleşmesi-nin Ortadoğu politikaları üzerinde etkisi-ni azaltacağı düşüncesini taşıyan İngiltere, Musul’un kendi himayesi altında Irak’a bı-rakılmasını istemiştir. Lozan görüşmeleri sı-rasında çözülemeyen Musul sorunu hakkın-da Milletler Cemiyeti’nin inisiyatif alarak, bölge hakkında karar vermesi istenmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında Musul’da ya-şayan halkın çoğunluğunun Türk ve Kürt-lerden oluştuğunu belirterek Türk-Kürt kar-deşliğine ve ortak tarihe vurgu yapan İsmet İnönü’nün yaklaşımları, İngiltere Dışişleri

Kardeş Kavgalarından Barış Sohbetlerine Kürt Meselesi

Page 10: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

8

Bakanı Lord Curzon tarafından gerçekçi bulunmamış; Lord Curzon: “Bu topraklar Milletler Cemiyeti tarafından İngiliz man-daterliğine verilmiştir. İlin nüfus çoğunluğu da Kürt ve Araplardan oluşmaktadır. Türk-lerin ise Kürtlerle bir ilişkisi yoktur. İran kökenlidirler. Bu bölgede yaşayan Hıristi-yanlar Türk yönetimini istemiyorlar. Kürtler ise kendi kendilerini yönetme özgürlüğünü istiyorlar.”demiştir. (Kemal, 2007, s. 674). Lozan görüşmeleri sırasında çözülemeyen ve ileri vadeye atılan Musul meselesi, 1925 yılında çıkacak olan Şeyh Sait ayaklanma-sıyla sonuca ulaşmıştır. “13 Şubat 1925’te Güneydoğu Anadolu’da başlayan Şeyh Sait isyanının yarattığı sorunlar ve başlatılan inkılâpların yarıda kalmaması için Türki-ye ile İngiltere arasında 5 Haziran 1926’da Ankara Anlaşması imzalanarak, Musul İngiltere’nin mandası olarak Irak’a bırakıl-mıştır.” (Kemal, 2007, s. 680).

Koçgiri’den Dersim’e: İsyanlar&Ayaklanmalar Uluslararası Müdahaleler ve Dayton Antlaşması

Koçgiri ayaklanması 1921 yılında, aşiret lideri Alişan Bey ve Baytar Nuri tarafından kurulmak istenen bağımsız Kürt Devleti amacıyla başlatılmış; İngi-lizler, Musul’da bulunan petrol kaynakla-rını kontrol edebilmek için ayaklanmaya destek vermiş, merkez ordu ve Kürt aşi-retleri arasında yaşanan büyük çatışma, merkez ordu tarafından 1921 tarihinde şiddetli bir şekilde bastırılmıştır. “Koçgiri Ayaklanması’nı “Kürt bağımsızlık savaşın-da bir aşama” olarak değerlendiren Baytar Nuri, yenilgilerinin nedenini Kürtlerin aşi-retlere bölünmüş olması ve aşiretler arasın-daki düşmanlığın birliği engellemesine bağ-lar.” (Mumcu, 1999, s. 5).

Koçgiri ayaklanmasını takip eden Şeyh Sait isyanı ise; dini talepleri ön planda olan ve dini kaygılarla başlatıldığı iddia edilerek Piran, Genç ili, Darahini, Hani, Lice, Diyarbakır ve Elazığ gibi böl-gelerde etkisini göstererek Nakşibendî Şeyhi Şeyh Sait tarafından başlatılmış-tır. Dinin toplumsal alana olan etkisini giderek azaltan reformların hayata geç-mesini; dini kurumların ve halifeliğin kaldırılmasını dine karşı bir tehdit un-suru olarak gören topluluk, yeni kurulan devleti karşısına alarak, yeni rejime karşı ayaklanmalar düzenlemiştir. Yeni oluşan düzene karşı; muhafazakâr taleplerin gündeme gelmesinde, doğu bölgelerini kapsayacak olan Kürdistan devletinin ku-rulma girişimleri de yatmaktadır. 1925 yılında “ayaklanmanın bastırılması sırasın-da ele geçen belgelerde “Kürdistan Harbiye Nezareti, Kürdistan Hükümeti, Kürdistan Reisi” gibi tanımlamaların oluşu, ayaklan-macıların Kürt-İslam Hükümeti peşinde olduklarının açıkça ifadesidir.” (Mumcu, 1999, s. 8). Ayaklanmanın bastırılması-nın ardından; doğu bölgelerde sıkıyöne-tim ilan edilmiş ve hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu yürürlüğe girmiştir. Ayaklanmayı baş-latanlar ve ayaklanma sırasında destek verenler ülkenin çeşitli bölgelerinde ku-rulan İstiklal Mahkemeleri’nde yargıla-narak birçok isyancı sürgüne gönderilmiş ve birçok isyancı idam cezasına çarptırıl-mıştır. Hukuksal statüsü ve meşruiyeti hala sorgulanan İstiklal mahkemelerinin verdiği kararlar, hukuk çevreleri tarafın-dan sıklıkla eleştirilmiştir. Pınar Selek, “Barışamadık” isimli kitabında sürgüne gönderilen bir isyancının, hükümetin af çağırısına karşılık verdiği cevabı payla-şıyor. “Ülkemi sevmekten öte hiçbir suçum yokken, hükümet hiçbir araştırmaya gerek

duymaksızın, benim gibi binlerce suçsuz kişiyle birlikte, yargı önüne çıkarılmadan katillere ve çapulculara yapılan işlemleri uy-gulayarak, evimden alıp beni Batıya sürgün etti. (…) Acılar, aşağılanmalar, yaşadığımız yoksulluklar ve sürgün edildiğimiz yerdeki polis, jandarma ve göçmen bürolarındaki uygulamaları anlatmaya gücüm yetmiyor ve bugün bile onları andığımda bütün bedenim titriyor.” (Selek, 2004, s. 111).

1930’lara gelindiğinde ise Dersim bölgesinde Alevi Kürt aşiretlerinin mer-kezi hükümetin sağlamaya çalıştığı oto-riteye karşı ayaklanma başlattıkları ve bu isyanların 3 farklı tarihte ortaya çıktığı görülmektedir. “Bu isyanların üçüncüsü, 1935 yılında bölgenin devletleştirilmesi ve Türkleştirilmesi amacıyla yürürlüğe konan Tunceli kanununa tepki olarak 1938’de baş gösteren Dersim isyanıydı.” (Ersanlı, Öz-doğan, & Uçarlar, 2012, s. 21). Devletin, ayaklanmaların bastırılmasında kullandı-ğı yöntemler; kadınların ve çocukların da dâhil olduğu binlerce sivilin aileleriyle birlikte şiddete maruz kalarak ölmelerin-den sorumlu olduğu ve bölgedeki binler-ce sivile yönelik uyguladığı zorunlu göç politikaları gerekçeleriyle eleştirilmekte-dir. Devlet, toplumun huzurunu ve gü-venliğini sağlarken kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak; yurt genelinde barış ve adaleti sağlayacak ortamı yarat-makla yükümlüdür. Bu kapsamda; devlet aygıtı tarafından geliştirilen yöntemler, sivillerin yaşama alanlarına müdahale edecek şekilde olmamalı ve sivillerin gü-venliğini tehdit etmemelidir.

Askeri Darbeler, İdeolojiler ve Siyasi Meşruiyet

Dünya tarihinde sol ideolojinin geli-şimi ve kitlelerin anti-emperyalist çizgide harekete geçmeleri bakımından, 1960’lı yıllar dönüm noktasıdır. Kapitalizme karşı gelişen toplumsal hareketler; mer-kezinde işçileri ve öğrencileri barındırır-ken emperyalizmi reddeden birçok grup tarafından da desteklenmiştir. Bu döne-min Türkiye yansımalarında ise, askeri darbeler ve anayasaların siyasi konjonk-türü etkileyerek Türk-Kürt ilişkilerinde birleştirici unsur olduğunu söylemek mümkündür. Ersanlı ve Özdoğan’ın or-taya attığı görüşe göre: “Türk-Kürt genç-leri ve aktivistleri arasındaki açık işbirliği 1961 Anayasası’nın sağlandığı görece libe-ral ortama bağlı olarak, TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) kuruluş sürecinde başlayarak parla-mento dışı sol hareketler ve Doğu Devrim-ci Kültür Ocakları gibi siyasal hareketler bünyesinde pekişip, 1970’lerde Kürt siyasi

Merve AKSU

Page 11: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

9

hareketinin yeniden canlanmasına öncülük etmiştir” (Ersanlı, Özdoğan, & Uçarlar, 2012, s. 22). Bu ortamda sosyalizmi sa-vunan Kürt ve Türkler, Türkiye İşçi Par-tisi bünyesi altında emperyalizme karşı ortak gösteri ve eylemlerde bulunmuştur.

Sol ideolojinin birleştirici bir unsur olarak karşımıza çıktığı 1970’li yıllarda; Kürtler siyasi ortamda, kendilerini ifade edebilecek görece daha serbest bir alan bulurken 1980 darbesi ve anayasasıyla birlikte toplumsal ve siyasal haklar sınır-landırılmıştır. Kürt siyasi tarihini incele-diğimizde, 1990’lı yıllara kadar pasif bir yapıda olan parti ve örgütlenme yapıları; “Halkın Emek Partisi” ile aktif bir ka-raktere bürünmüş ve yasal olarak kurulan ilk parti statüsünü kazanmıştır. Bu parti kurulduğu tarihten 3 sene sonra; Ana-yasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, siyasi örgütlenme 1992 yılında kurulan “Demokrasi Partisi” çatısı altında devam etmiştir. Fakat bu partinin de ömrü çok uzun olmamış ve 1994 yılında kapatıl-mış, yerine Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kurulmuştur. Bu partileri “Demokratik Halk Partisi” ve “Demok-ratik Toplum Partisi” izlemiştir. “Ana-yasa Mahkemesi bahsi geçen siyasi partiler hakkında resmi dil yasasını ihlal etmek veya özerklik ve de federalizmi destekler nitelik-teki beyanatlarıyla ayrılıkçı faaliyetler içeri-sinde bulunmak suçlamasıyla dava açmış ve bu partileri kapatmıştır.” (Ersanlı, Özdo-ğan, & Uçarlar, 2012, s. 28). Kapatılan 5 partiden sonra 2008 yılında “Barış ve Demokrasi” partisi kurulmuştur.

Demokratik Açılımdan Çözüm Sürecine

Demokratik açılım süreci; Tür-kiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 yılında Di-yarbakır konuşmasıyla gündeme gelmiş; bu konuşma sırasında, terör sorununun Türkiye’de sonlanması ve bu çerçevede demokratik adımların atılması gerek-tiğine vurgu yapılmış ve Demokratik Açılım Projesi 2009 yılında açıklanmış-tır. BİLGESAM’ın yapmış olduğu araş-tırmaya göre, Türkiye’de Kürt sorunun nedeni “işsizlik, eğitim eksikliği, sosyo-kültürel talepler ve terördür” (Akyürek, 2011). Terör sorununun; işsizlik, eğitim eksikliği ve sosyo-kültürel talepler nede-niyle geliştiğine değinen rapor; demok-ratik açılım projesinin; amaç ve hedefler spesifik olarak belirlenip kamuoyuna sunulduktan ve uzlaşmacı bir ortam ya-ratıldıktan sonra başarılı olacağını belirt-mektedir. Hükümetin 21 maddelik De-mokratik açılımı kapsamında; Anayasa

Mahkemesi’nin siyasi partileri kapatabil-mesi için beşte üç çoğunluk şartı getiril-mesi, DGM’lerin kaldırılması, bölgesel kalkınma eylem planları, farklı diller üze-rine tanınan imkânlar, TRT Şeş’in yayın hayatına başlaması gibi düzenlemeler yer almaktadır.

Demokratik açılım ile birlikte; top-lumun Kürt sorununa karşı bakış açısı değişmiştir. Önceki dönemlerde; Kürt sorunu ile ilgili tartışmalarda, düşünce-lerini açıklamaktan çekinen kişiler, süreç içinde görüş ve fikirlerini özgür iradele-riyle belirtme fırsatını yakalamışlardır. Demokratik Açılım kapsamında ortaya atı-lan demokratikleşme paketi için; siyaset yap-maya çağrı ve siyasal kimliklerin varlığının ve farklılığının kabulü olarak iki temel dina-miğin yön verdiği söylenebilir (Ete, 2013). Bunun yanında Türkiye’nin demokratik-leşme paketini gündeme getirmesi; Avru-pa Birliği-Türkiye ilişkilerini de olumlu etkilediğini düşündürmektedir. Sürecin ilerleyen zamanlarında akademisyenler, yazarlar, sanatçılar gibi topluma mal ol-muş 63 kişiden oluşturulan ve 7 bölgede çalışmalarda bulunan akil insanlar heyeti oluşturulmuş ve çözüm sürecinde toplu-mun tepkisini ve sürecin toplumsal ola-rak yarattığı etkiyi, oluşturdukları rapor-larda sunmuşlardır. Türkiye gündeminde çözüm sürecine yönelik çalışmalar devam etmektedir.

Sonuç YerineTürkiye’de kuruluş tarihinden itiba-

ren etkisini sürdüren Kürt sorunu algı-sı, demokratikleşme sürecin başlaması ile birlikte değişime uğramış, önceden sahip olunan radikal fikirler; sorunun tanınmasıyla ve sorunun konuşulmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş ılımlı bir kimliğe bürünmüştür. Peki, bu tarihe kadar; neden toplumda bu sorunun tar-tışılması için gerekli ortam yaratılmamış ve vatandaşlar bunun için cesaretlendiril-memişlerdir? Medyanın, toplumsal hafı-za ve belleğin oluşturulmasındaki etkisi de göz önünde tutulduğunda basın, ne-den çözüm sürecine kadar Kürt sorununa karşı negatif bir duruş sergilemiş ve ne-den demokratik açılım ile birlikte bu algı pozitif yöne çekilmiştir?

Kürt sorununun çözülmesi için; ön-celikle, Kürt sorununu kabul etmek ge-rekir. Bunun yanında toplumun nabzını kontrol eden medya ve basın organları, toplumsal bilinç inşasında oldukça be-lirleyicidir. Medya ve basın; Demokratik açılım sürecine kadar Kürt sorununa yö-nelik kullanılan diliyle toplumda korku ve negatif algı yaratmış; çözüm sürecin-

den sonra gerçekleştirdiği “Kürt algısın-da dil reformu” ile önceden yarattığı ne-gatif algıyı kırmaya çalışmıştır. Medya ve basın organları; toplumdaki olayları ele alırken tarafsızlığını korumalı, kullanı-lan dilde seçici olmaya özen göstermeli ve olayları aktarırken, geleceğe yönelik öngörülerde bulunarak; toplumsal huzur ve barışı en üst seviyede tutmaya çalış-malıdır. Bu açıdan bakıldığında; medya kanalıyla zihinlerde oluşan ön yargının yıkılması, yine medya kanalıyla süreç içinde başarılı adımlar atıldıkça gerçek-leşecektir.

Önemli noktalardan bir diğeri ise; Kürt sorunu çözülürken, bir Türk sorunu yaratma endişeleri üzerine yoğunlaşmak-tadır. Çözüm sürecinde; iki tarafın çıkar-ları korunarak; toplumda yeni bir bölün-meye neden olacak söylemlerden uzak kalınmalı ve birlikte hareket edilmelidir. Toplumsal barış; halkın iradesiyle hal-kın içinden ve birlikteliğinden doğar. Bu süreçte; halkın görüşleri, önerileri, duyguları, inançları ön planda tutularak; toplumun her kesiminden vatandaşlar bu sürece dâhil edilmelidir. Bu süreçte; sivil toplum kuruluşları halk ve kamu otori-teleri arasında bir köprü vazifesi görmeli ve toplumdaki sorunları çözebilmek için aradaki dengeyi korumaya çalışmalıdır.

1. Akyürek, S. (2011). Demokratik acılım ve toplumsal algılar : Bilge Adamlar Kurulu raporu. Aralık 3, 2013 tarihinde Bilgesam:

http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/demokratikacilim.pdf adresinden alındı

2. Bilir, F. (2012, Mart 6). Yeni Anayasada Vatandaşlık. Kasım 5, 2013 tarihinde Ankara Strateji Enstitüsü: http://www.ankarastrateji.org/yazar/prof-dr-faruk-bilir/yeni-anayasada-vatandaslik/). adresin-

den alındı3. Bozarslan, H. (2010). Türkiye’de Kürt Milliyetciliği:Zımni Sözleşmeden Ayaklanmaya (1919-1925). A. Dieckhoff, & C.

Jaffrelot icinde, Milliyetciliği Yeniden Düşünmek Kuramlar Ve Uygulamalar (D. Çetinkasap, Çev.). İstanbul: İletişim.

4. Demirağ, Y. (2002). Osmanlı İmparatorluğunda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları. kasım 15, 2013

tarihinde Ankara Üniversitesi Dergiler Veri Tabanı: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf adresinden alındı

5. Ersanlı, B., Özdoğan, G. G., & Ucarlar, N. (2012). Tarihsel Arka Plandan Son Döneme. Türkiye Siyasetinde Kürtler Direniş, Hak

Arayışı, Katılım. icinde İstanbul: İletişim.6. Ete, H. (2013, Ekim 7). Demokratikleşme Paketi ve Çözüm

Süreci. Kasım 8, 2013 tarihinde SETA: http://setav.org/tr/demokra-tiklesme-paketi-ve-cozum-sureci/yorum/12085 adresinden alındı

7. Hale, W. (2003). Direniş, Kuruluş Ve Diplomasi. W. Hale icinde, Türk Dış Politikası 1774-2000 (P. Demir, Çev.). İstanbul: Arkeoloji

ve Sanat Yayınları.8. Kemal, C. (2007, Kasım). Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi

Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi. Kasım 2, 2013 tarihinde http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/45/790/10135.pdf adresinden alındı

9. Kirişci, K., & Winrow, G. M. (2011). Kürt Sorunu Kökeni Ve Gelişimi. (A. Fethi, Çev.) İstanbul: Türk Vakfı Yurt Yayınları.

10. Mumcu, U. (1999, Aralık). Kürt İslam Ayaklanması (ÖZET). Ankara.

11. Selek, P. (2004). Barışamadık. Kasım 7, 2013 tarihinde http://www.google.com.tr/books?hl=tr&lr=&id=MIEmg86jO5kC&oi=fnd&pg=PA9&dq=dersim+isyan%C4%B1&ots

=-Sqbt2DEm8&sig=Jc2q54cwmEN__5iafDQ00l-a7s4&redir_esc=y#v=onepage&q=zilan&f=true adresinden alındı

12. Toprak, Z. (2011). Westphalia’dan Dersim’e Kürt Sorunu. T. Yıldırım, & T. Yıldırım (Dü.) icinde, Kürt Sorunu Ve Devlet

Tedip Ve Tenkil Politikaları(1925-1947). İstanbul: Türk Vakfı Yurt Yayınları.

Kardeş Kavgalarından Barış Sohbetlerine Kürt Meselesi

Page 12: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

10

Kemal Burkay: “BİR 90 YIL DAHA ASLA!”

Ahmet SARICALAR, Selman YALVAÇFo

toğr

aflar

: Ene

s AK

DOĞA

N

Kürt Meselesi, Türkiye gündeminde yerini daima üst sıralarda koruyan önemli bir mese-le. Ciddi manada hassas ve bir o kadar da suiistimal edilen bir konu. Aslında bizce konu-nun iki veçhesi var: Sorun ve çözüm. Konuyu dağıtmadan, objektif bir şekilde öncelikle sorunun tam manasıyla ne olduğunu konuşmak ve daha sonra çözüme yönelik fikirlerini almak adına yıllarını siyasete adamış ve Kürt kimliğinden dolayı ülkede ciddi sıkıntılar çekmiş olan Kemal Burkay’ı ziyaret ettik. Tecrübeli bir siyasetçi olan Burkay, genel olarak olumlu düşüncelere sahip olsa da süreçte birtakım eksiklikler olduğu kanaatinde. Temennisi ise 90 yılı böyle bir sorunla geçen bu ülkenin bir 90 yılının daha bu uğurda ziyan olmaması.

Page 13: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

11

Ahmet SARICALAR, Selman YALVAÇGenç Barış: Kemal Bey, öncelikle bize bu fırsatı verdiğiniz için GBİ adına çok teşek-kür ediyoruz. İsterseniz önce bir geçmişe gidelim.1937 yılında Tunceli Mazgirt’te doğdunuz. Çocukluk ve gençlik yıllarınız nasıl geçti? O yıllardaki Doğu ve Güney-doğu Anadolu’dan kısaca bahseder misiniz?

Kemal Burkay: Ben teşekkür ediyorum. Ben, Dersim Ayaklanması denen, gerçek-te ise bir ayaklanma olmayıp Alevi-Kürt yerli halka yönelik planlı bir kırım ve sür-gün olan 1937-38 Dersim olayı sırasında doğmuşum. Yani bölgede çok acı olayların yaşandığı bir dönemde. Mazgirt yöresinde herhangi bir çatışma yaşanmadığı için kit-lesel kırım ve sürgün olmadı. Ama yine de yöre halkı olup bitenlerden payını aldı. Yaşam koşullarının çok zor olduğu bir dö-nemdi. Köylerde kapalı ekonomi geçerliy-di. Yani pazarla ilişkiler çok sınırlıydı; köy-lü evini, kullandığı araçların çoğunu, giyim eşyasının bir bölümünü bile kendi yapardı. II. Dünya Savaşı döneminde ise tam bir kıtlık yaşadık.Eğitim düzeyi çok düşüktü, pek az köyde okul vardı. Ben o yıllarda okuma şansı bu-lan pek az çocuktan biriyim. İlkokuldan sonra yatılı eğitim yapan Akçadağ Köy Enstitüsü’ne girdim. Okulu bitirdikten sonra Van’ın ve Ankara’nın köylerinde üç yıl öğretmenlik yaptım. Daha sonra Anka-ra Hukuk Fakültesi… Hem çalıştım, hem okudum. Bir bakıma göbeğimi kendim kestim.Daha köy enstitüsü döneminde edebiyata, sanata merak sardım. 18 yaşımdan itibaren hikâye ve şiirler yazdım. Fakülte yıllarında (1956-60) Kürt sorunu ve sol düşünceyle

tanıştım. 1964 yılında Avukatlığa başladım ve çok geçmeden de siyasete atıldım. Siyasi ve edebî hayatım bugüne kadar bir arada süregeldi.Anılarımın 1. Cildinde çocukluk ve genç-lik yıllarımı bir roman havasında yazdım ve bu eser İstanbul’da Deng Yayınları tara-fından yayınlandı.

Genç Barış: 1972-1974 ve 1980-2011 yılları arasında olmak üzere iki kez yurt dışına çıktınız ve 33 yılınızı Türkiye dışın-da geçirmek zorunda kaldınız. Bu süreçte neler hissettiniz ve doğup büyüdüğünüz topraklardan uzak kalmanız ülkenize olan bakışınızı ne yönde etkiledi?

Kemal Burkay: Her ikisinde de askeri darbeden kaçtım. Yurt dışına ilk çıkışım 12 Mart dönemine rast geldi. 1972’de çıktım ve 1974 yılında genel af çıkınca döndüm.

İkinci çıkışım 1980 darbesi öncesi idi. Bu kez gurbet yaşamı uzun sürdü ve yurt dı-şında 31 yıldan fazla kaldım. İster iş bulmak ve okumak için, ister sür-gün olarak çıkın, yurt dışında hayat zor-dur. İkincisi daha da zordur, çünkü hem yurdu isteyerek terk etmiş değilsiniz, hem de istediğiniz zaman dönemezsiniz. Bazen eşinizi, çocuklarınızı bırakıp gitmek zorun-da kalırsınız. Benimkisi böyle oldu. İkinci çıkışımda Türkiye’de kalan iki kızımı ancak 15 yıl sonra görebildim. 1981 yılında, ölen annemin ve babamın mezarlarını, ancak 2011 yılında yurda döndükten sonra zi-yaret edebildim. Gurbette yakınlarınıza, doğup büyüdüğünüz topraklara ise büyük özlem duyarsınız. Ben bunu şiirlerimde yansıttım.Öte yandan bizim sürgün yıllarımız geç-mişe oranla avantajlı sayılırdı. Avrupa’nın tüm ülkelerinde işçi ve öğrenci olarak gel-miş, zamanla bir bölümü bu ülkelerin iş hayatına karışmış çok insanımız ve onların kurduğu dernekler vardı. Bu nedenle hiç yalnızlık çekmedik. Siyasal ve kültürel ça-lışmaları yurt dışında da sürdürdük. Hatta ülkede yasaklı olan Kürt kültürü Avrupa ülkelerindeki elverişli ve özgür ortamda çiçek açtı.

Genç Barış: 1970’li yıllarda hakkınızda birçok nedenle dava açıldı. Hatta yazdığı-nız bir makaleden dolayı hapis de yattınız. O günlere kıyasla bugün Türkiye’nin hu-kuk ve demokrasi konusunda geldiği nok-tayı nasıl görüyorsunuz?

Kemal Burkay: İlk tutuklanışım 1967 yılında idi. Bir dergide çıkan Kürt soru-nuyla ilgili bir makalem yüzünden 4,5 ay tutuklu kaldım. O zaman Kürt sorunun-

Page 14: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

12

dan söz etmek, hatta Kürt var demek ya da Kürtçe yazmak suç sayılıyordu. Bu neden-le Kürt aydınlarına yönelik birçok davalar açıldı, zaman zaman toplu tutuklamalar, yargılamalar oldu. 12 Eylül dönemi ise za-ten tüm ülke için bir karabasan dönemi idi.Şimdi o yıllara bakınca elbette önemli bir değişim var. Kürt sorunu gazete ve tele-vizyonlarda yaygın biçimde tartışılıyor, Kürtçe yayınlar rahatça basılıyor, TRT’nin bir kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapıyor ve bazı üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri açıldı. Ancak atılan bu olumlu adımlara rağmen hâlâ sorunu temelinden çözmüş değiliz. Buraya kadar gelinmesi, Cumhuriyet dönemini sayarsak 90 yıl aldı. Umarım sorunu tümden çözmek bir 90 yıl daha almaz.

Genç Barış: Uzun süredir ülkenin en önemli meselesi olan Çözüm Süreci’ne gelirsek, siz Kürt Meselesini nasıl okuyor-sunuz, sizce bu sorunun temelinde ne ya-tıyor? Bu meselenin geldiği noktayı ve Çö-züm Sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sürecin geleceğine yönelik öngörüleri-niz nelerdir?

Kemal Burkay: Sorunun temelinde Lo-zan Antlaşması’nın ardından Kürtlerin yok sayılması, Kürt dili ve kültürünün yok sayılması, baskı ve asimilasyonla yok edil-mek istenmesi var. Oysa Kürtler I. Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu yabancı işgali-ne uğradığında Türklerle birlikte işgale kar-

şı direndiler. Ama daha sonra Anadolu’nun çok renkli toplumsal yapısı yok sayıldı ve tek bir etnik gruba, Türk unsuruna dayalı bir ulus inşa edilmek istendi. Bu politika tepki gördü. Daha imparatorluğun son dö-neminde var olan Kürt sorunu bu nedenle Cumhuriyet döneminde de sürüp geldi ve daha da büyüdü. Son 30 yıllık çatışma dö-nemi her iki halka da çok büyük bedellere mal oldu. Sonunda sorunun inkâr, baskı ve şiddet yöntemleriyle çözülemeyeceği her iki tarafça da anlaşılır oldu ve hem Kürt gerçeği kabul edildi, hem de barışçı çözüm yöntemleri aranır oldu. Önce “Açılım” sü-reci diye bir süreç yaşandı, şimdi de “Çö-züm ve Barış Süreci” olarak nitelendirilen süreç ile karşı karşıyayız.Kanımca bu ikisi, yani barış ve çözüm bir birine bağlı. Adil bir çözüm olmadan barış olmaz. PKK’nin silah bırakması önemli bir adım olacaktır. Ama bu tek başına çözüm olmaz. Çözüm Kürt halkının tüm temel haklarının tanınmasıdır. Adil bir çözüm eşitlik temelinde olabilir, olmalıdır. Bu bize göre federal sistemdir. Dünyanın pek çok ülkesinde benzer sorunların çözümü ve bir-likte yaşamak için en uygun biçim olarak federasyon benimsenmiştir. Böylesine ka-lıcı, köklü bir çözüme varmak elbet kolay değil. Süreç inişli çıkışlı olacaktır. Ama so-nunda kanımca varılacak yer budur.

Genç Barış: Toplumda bazı kesimler ta-rafından ortaya atılan şöyle bir görüş var efendim: “Kürt sorunu yoktur aslında,

bu sorun terör sorunudur.” Terör sorunu, Türkiye için bir tehdit oluştururken Kürt sorununun Kürt kimliği bakımından bir tehdit oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Aradaki fark kimliklerin hayatta kalma mücadelesiyle devletin ayakta kalma müca-delesi olarak gösterilebilir mi? Sorun Kürt sorunu olarak tanınmaya başladığında te-rör sorununun kendiliğinden çözüleceğini düşünüyor musunuz?

Kemal Burkay: Kürt sorunu eşitlik te-melinde ve barışçı yöntemlerle çözülmediği ve Kürt halkının hak taleplerine baskı ile cevap verildiği için bu ülkede şiddet yaşan-dı. Terör denen şey, yani şiddet bu yanlış politikanın ürünüdür. Sorunu bir terör so-runu gibi gösterenler, bu yanlış politikayı izleyenler oldu. Kürtlerin varlığı bu ülke-nin gerçeği. Kürt kimliğini ve Kürt halkı-nın temel haklarını tanımanın Türk halkı-na, ya da devlete hiçbir zararı yok. Eğer iki halk bir arada barış içinde yaşayacaklarsa Kürtlere eşit haklar tanınmalı ve devlet buna uygun şekilde biçimlenmeli, yani fe-deral sisteme geçilmeli. Dünyada böylesine onlarca devlet var. Eğer devlet Kürtlerin de devleti olacaksa yolu budur. Eşitliğin ve Kürtlerin de özgür olmalarının Türk hal-kına neden zararı olsun? Zarar bunun tam tersidir. Kürtler baskı altında oldukça, eşit olmadıkça ülkede barış ortamı oluşmaz, kavga dövüş devam eder ve kaynaklar bu gereksiz boğuşmada heder olur; ülkenin gelişmesi, demokratikleşmesi sekteye uğrar.

Page 15: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

13

Yaşadığımız 90 yıllık deneyim bize bunu gösterdi.

Genç Barış: Yine benzer şekilde Sırrı Sü-reyya Önder geçen sene “Kürt sorunu değil Türk sorunu vardır. Türkün ötekisi Kürt olmadı. Kürt her zaman yok sayılan bir durumda” dedi. Bu durumu siz nasıl de-ğerlendiriyorsunuz? Sizce de son zamanlar gündemin en önemli maddesi olan Kürt Meselesi Türk Sorununa yol açabilir mi?

Kemal Burkay: Bazıları Kürtlere hakları tanınırsa bir “Türk sorunu” çıkar diyor-lar. Bu gülünçtür. Yani Türkler Kürtlerin kendileriyle eşit haklara sahip olmasını istemezler mi, kazan mı kaldırırlar? Böyle düşünmüyorum. Ben Türk halkının bu ko-nuda politikacılardan ve aydın geçinen pek çok kişiden daha ileri, daha anlayışlı olduğu kanısındayım. Elbet Kürt sorununa, devle-te ve ulusal çıkarlara ilişkin olarak egemen güçlerin yıllar yılı yaptıkları propaganda-nın toplumda yarattığı olumsuz koşullan-maları, ırkçı-şoven değerleri önemsiz bul-muyorum. Ama bunu aşmak mümkündür. Dahası işin ilginci, böylesi ilkel bir anlayışa tutsak olanlar, en çok da kendilerini halkın üstünde gören siyasiler ve aydınlardır. Halk çok daha gerçekçidir, ayakları yere basar. Kürt sorunu da bir bakıma işte bu tür si-yasilerin ve aydınların eseridir. Onlar bu yanlış politikada ısrar etmezlerse, diğer bir deyişle onlar gölge etmezlerse, ortaya bir “Türk sorunu” çıkmaz.

Genç Barış: Kürt Meselesinde bir sonu-ca varılmasının Türkiye’de yaşayan diğer unsurların (Aleviler, Ermeniler, Romanlar vs) sorunlarının çözümünde anahtar rol oynayabileceği yönünde bir argüman var. Sizin bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Yani Kürt Meselesi çözüldüğünde pek çok açıdan çok daha demokratik bir Türkiye karşımıza çıkabilir mi?

Kemal Burkay: Kürt sorununun çözü-mü elbette otomatik olarak Alevi sorunu-nu ve diğer sorunları çözmez, ama ülkenin iç barışı ve demokratikleşmesi yönünde yeni ve uygun bir ortam yaratarak onla-rın çözümü için yolu açar. Kürt sorunu bir bakıma barış ve demokrasinin önün-deki yolu kapayan büyük taştır. Bu engel kalktığı zaman ülkedeki iklim çok değişir. Kürt sorununun çözümüyle Türkiye pran-galarından kurtulur, ülke kaynaklarını de-mokratikleşme ve gelişme yolunda sefer-ber eder.

Genç Barış: Demokratik açılım ile baş-layan süreçte bir takım düzenlemelerin

gündeme geldiğini ve en çok konuşulan konulardan birinin Kürtçe yayın yapan TRT-Şeş’in hayata geçmesi olduğunu bi-liyoruz. Öte yandan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013’te kamuoyuna açıkladığı Demokratikleşme Paketi’nde yer alan ‘özel okullarda Kürtçe eğitim serbestisi’ maddesi de aynı şekilde ülke gündemini çok meşgul etti. Sonuç ola-rak, Kürtçe anadilde eğitimin Kürt me-selesi tartışmalarında her zaman ön plana çıktığını görüyoruz. Anadilde eğitim ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Anadilde eğitimin bölünmeyi tetikleyici bir etken olduğu yönündeki görüşler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Kemal Burkay: Anadilde eğitim tüm halklar, tüm insanlar için ana sütü kadar helal ve temel bir haktır. Bunun tartışıl-ması bile ayıptır, ilkelliktir. Türkiye bunu Bulgaristan’daki Türkler için savunmadı mı? Balkanlar’daki, Ortadoğu’daki Türk toplulukları için savunmuyor mu? Ama iş Kürtlere gelince hemen bazı çevrelerin ezberi şaşıyor, tüm topluluklar için geçerli olan bir hak Kürtlere uygun bulunmuyor. Onlar anadilde eğitim görürlerse ülke bö-lünürmüş(!) Böylesi bir mantık gülünç de-ğil mi? Kürtler anadilde eğitim görürlerse besbelli ülke bölünmez, ama bu ülke büyük bir ayıbından daha kurtulur. Anadilde eği-tim serbestîsi ise özel okullarla sağlanamaz. Bu ilkokuldan üniversiteye kadar geçerli olması gereken bir haktır. Örneğin Federal

Irak’ta Kürtçe ikinci resmi dildir ve aynı zamanda eğitim dilidir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin sınırları içinde 15 üniversite var ve bunlarda ağır basan eğitim dili Kürt-çedir, onun yanı sıra İngilizce ve Arapçadır.

Genç Barış: Yaşanan gelişmelerin ışığın-da çözüm sürecini tüm yönleriyle ele alır-sak aslında ortada bir belirsizlik söz konu-su. BDP ve Abdullah Öcalan’ın tam olarak ne talep ettiği ve hükümetin bu isteklere ne ölçüde cevap vereceği konusunda kafa-larda hâlâ soru işaretleri var. Sürecin devam edip etmeyeceği hususunda da ciddi soru işaretleri var. Devletin süreci devam ettire-cek planının ve bir yol haritasının olmadığı da tartışılıyor. Varsa da kamuoyu ile pay-laşılmadı bugüne dek. Sizce hangi adımlar atılmalı ve nasıl bir yol haritası çizilmeli?

Kemal Burkay: Çözüm ve barış süreci MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la Öcalan arasında İmralı’da yapılan görüşmelerin ardından kamuoyuna duyuruldu. Ama neler konuşuldu, izlenecek yol yöntem ne, çözüm neleri kapsıyor, bu pek belli değil. Topluma açıklanan şu oldu: PKK silah bırakacak ve ilk elde silahlı güçlerini sınır ötesine çekecek.Biz PKK’nin silah bırakmasını öteden beri istiyoruz. Hatta bunun için hiçbir koşul ileri sürmesine gerek yok diyoruz. Çünkü silahın ve şiddetin sorunun çözü-müne hizmet etmediği, tam tersine engel olduğu kanısındayız. Ancak tek başına

Page 16: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

14

bununla Kürt sorunu çözülmüş olmaz. Kürt sorunu tüm cumhuriyet dönemi boyunca vardı, ondan önce de vardı. Bu sorun adil ve uygar biçimde çözülmediği için sorunlar yaşandı ve PKK de bunun bir ürünüdür. PKK bir neden değil, so-nuçtur. Sorun ortadan kaldırılacaksa ne-denleri ortadan kaldırılmalı.Diğer yandan, hem çözüm adına Öcalan’ın Kürtler için ne istediği belirsiz, hem de bu sorun çözülecekse, kapalı kapı-lar ardında bir kişi ile görüşmekle olmaz. Sorunun muhatapları bellidir. Kürt siyasi hareketidir ve biz de HAK-PAR olarak bu taraflardan biriyiz. Görüşmeler şeffaf ol-malı, tarafların talepleri ve izlenecek yol bilinmeli, uzlaşma sağlanmalı ve kamu-oyuna açıklanmalı. Güven böyle oluşur. Oysa hükümetin bu konuda kamuoyuna sunduğu ciddi, kapsamlı bir proje yok. Böylesine büyük sorunların çözümü için köklü adımlar ve cesaret gerekir.Ayrıca hükümet sorunu çözmeye hazır ve istekliyse, bunun için kimseyle pazarlık yapmadan da adım atabilir, Kürt halkının temel haklarını tanıyabilir. Bence bir hal-kın hakları pazarlık konusu olmamalı.

Genç Barış: Bu arada yakın zamanda 28 Aralık 2011 günü yaşanan 2.senesine gir-miş elim bir Uludere olayı var. Burada emri verenlerin/faillerin bulunamadığı veya kas-

ten ortaya çıkarılmadığı bir durum söz konusu. Uludere olayı hakkında düşün-celeriniz nelerdir, sürece olan etkisi ve söz konusu olayın bölge halkının uzun süredir inşa edilmeye çalışılan devlete güven duy-gusuna olan etkisi bakımından yarattığı sonuçlar nelerdir?

Kemal Burkay: Uludere-Roboski’deki bombalama, kanımca açılım sürecinden rahatsız olup çatışmanın sürmesinde ya-rar gören odakların bir eylemiydi, bir provokasyondu. Böylece aynı zamanda hükümeti köşeye sıkıştırmaya, sizin de belirttiğiniz gibi, taraflar arasında güveni sarsmaya yönelikti. Ama ne yazık ki hü-kümet olayın üstüne gitmedi, sorumlular bugüne kadar ortaya çıkarılıp kendilerin-den hesap sorulmadı. Genç Barış: Hukuk ve demokrasi ışığın-da Çözüm Süreci’nden bahsettik. Aslında gündemi zaman zaman meşgul eden bir mesele daha var. Meclise girecek siyasi partilerin belirlenmesini sağlayan seçim barajının Türkiye’de %10 oranında olması özellikle Kürt siyasi hareketleri tarafından eleştiriliyor ve baraj oranının düşürülme-sine yönelik talepler gündeme geliyor. Bu oran düşürüldüğü takdirde, siyasi anlam-da özellikle demokratik açıdan temsil gü-cünün artacağını ve böylelikle meselenin

politika yoluyla çözülmesinin mümkün olacağına inanıyor musunuz?

Kemal Burkay: %10 barajı demokrasi açısından, adil temsilin önünde bir engel olmaktan öte, büyük bir ayıptır. Bunun-la hem Kürtlerin hem de solun önüne bir duvar kondu. Geçmişte koca koca partiler itiraz etmedikleri bu tuzağa kendileri ta-kıldılar. Kürtler bağımsız adaylarla bunu bir ölçüde aştılar, ama sorun hâlâ önemi-ni koruyor. Bence barajı % 3’e indirmek de sorunu çözmez. Adil bir temsil sistemi için, 1960’ların başındaki barajsız nispi temsil sistemine dönmeli, her parti aldığı oy oranında parlamentoda temsil edile-bilmeli. Örneğin eğer bir partinin oyları, geçerli oy sayısına göre bir ya da iki parla-menter çıkarmaya yetiyorsa neden parla-mentoya girip sesini duyurmasın? Böylesi bir değişim, barışçı, demokratik siyaseti güçlendirir.

Genç Barış: Zaman ayırdığınız için GBİ ekibi adına teşekkür ediyoruz Kemal Bey.

Kemal Burkay: Ben teşekkür ediyorum. Barış adına yaptığınız güzel çalışmaların ar-tarak devam edeceğine inanıyor, kolaylıklar diliyorum. [email protected]

Page 17: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 18: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

PERSP

EKTİF

16

Page 19: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

17

İspanya... Bu coğrafyaya adım attığınız ilk anda iki şey dikkatinizi çekiyor: Sokakları süsleyen mis kokulu rengarenk çiçekler ve gözünüzü alamadığınız eşsiz çeşmelerle fıskiyeler. Bunca yıkıma

rağmen hala kendinizden bir şey bulabileceğiniz, kendinizi evinizde hissedeceğiniz bir coğrafya...Adını cenneti andıran bahçelerine yansıyan güneşin kızıllığından alan AlHambra Sarayı’nın olduğu

Granada, mahzun mescid Kurtuba’nın bulunduğu ve önemli İslam alimi İbn-i Rüşt’ün memleketi Cordoba, en iyi Flamenko dansının yapıldığı Sevilla ve Antalya’yı andıran müthiş denizi ve

sahilleriyle turistik şehir Malaga....Ve daha niceleri... ”Bizi” gerçekten tanımak ve tarihte yolculuğa çıkmak isteyenler için gerçekten gidilmesi gereken bir coğrafya İspanya...

Sevilla Reales Alcazares (Alcazar Sarayı)

Fotoğraflar: Ahmet KESKİN

Page 20: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

1818

Cordoba- Eski Yahudi Mahallesi

Cordoba- Roma Köprüsünden Kurtuba Camii

Page 21: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

1919

Cordoba’daki Feria FestivalindenGranada - Alhambra Sarayı

Cordoba-Kurtuba Camii İçi

Page 22: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

20

Cordoba-Kurtuba Camii içerisinde Cami ve Katedralin birleştiği yer

Malaga- Alcazaba de Malaga (Alcazaba Kalesi)

Page 23: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

21

Granada-Alhambra Sarayı Bahçeleri

Sevilla- Plaze de Espana (İspanya Meydanı)

Page 24: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

22

Emre AKKAŞ

Emre AKKAŞAleksandr Soljenitsin, Soğuk Savaş

döneminde ve savaş sonrasında öğretile-riyle tarihin akışını değiştiren, Marx ve Komünizm’in önemli bir eleştirmenidir. Soljenitsin özellikle de Rus komünizmini sert bir dille eleştirmiştir. Onu dönemi-nin en önemli düşünürlerinden biri ya-pan nedenlerden birisi de Rus komünist rejiminden gelmesi, Gulag işçi kampla-rında (hapishanelerinde) dayanılması güç şartlar altında yaşaması ve bizzat Rus ko-münist rejiminin uyguladığı sert ve acı-masız yasaklardan etkilenmesidir. Kendi hükümeti tarafından ülkesinden sürgün edildikten sonra ABD’ye yerleşmiştir. O

dönemde Amerika ve Rusya arasındaki çetin rekabete rağmen, Soljenitsin, Batı ve Amerika hakkında da her zaman açık-ça eleştirel duruşunu korumuştur. Eleş-tirel bakışının nedeni sadece komünizmi ve onun büyük düşünürü Marx’ı kritize etmek değil aynı zamanda Marksizm’in gördüğü ilgiyi ve onun cazibesini anlama çabasından kaynaklanmaktadır .

Soljenitsin’in komünizm ve Marx eleştirileri birçok açıdan eşsizdir, fakat özellikle bir nokta onun, Marx ve komü-nizme yönelik pek çok düşüncesi arasın-da öne çıkmıştır. Ona göre, birçok düşü-nürün dile getirdiği gibi Ruslar, Marx’ın

öğretilerini yanlış anlayıp uyguladıkları için değil bilakis Marx’ın fikirlerini ay-nen uyguladıkları için başarısız olmuş-lardır. Yani Soljenitsin’e göre sorun, Marx’ın öğretilerinin Rus toplumunca ve hükümetince yanlış uygulanması değil teorinin bizatihi kendisindedir.

Bu makalede, James F. Pontuso tara-fından yazılan “İdeolojiye Saldırı (Ori-jinal adı: Assault on Ideology”) adlı ki-taptan yola çıkılarak Marx’ın ideolojisi, Alexandr Soljenitsin, John Locke, Jean Jacques Rousseau ve St. Augustine’inki-lerle karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır.

TEZATLARIYLA VE ELEŞTİRİLERİ İLE MARXİST İDEOLOJİ

Page 25: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

23

Tezatlarıyla ve Eleştirileri ile Marxist İdeoloji

Yeryüzü ve Tanrı’nın ŞehriSt. Augustine kilisenin kurumsallaş-

masına katkıda bulunmuş ve felsefesini Tanrı’nın varlığını merkeze alarak kur-muş bir düşünürdür. Öğretileriyle tari-hin akışını değiştiren ve Tanrı’ya inan-mayan radikal bir Aydınlanma filozofu olarak Marx, temelde St. Augustine’den farklıdır. St. Augustine’e göre iki sevgi tarafından iki şehir oluşturulmaktadır: Beşeri sevgiden dolayı kurulan ‘yeryüzü şehri’ ve ilahi sevgi neticesinde kurulan ‘Tanrı’nın şehri’dir. Bu sebeple Tanrı’nın şehri Tanrı’nın emirlerine göre yöne-tilirken yeryüzü şehri ise kişisel çıkar ve materyalist arzuya göre yönetilir. St. Augustine’e göre Tanrı’nın şehrinde ya-şamak yeryüzü şehrinde yaşamaya tercih edilmelidir. Ona göre Tanrı şehrinde-ki her şey Tanrı’nın kelamıyla yönetilir ve Tanrı’nın emirlerlerine uyan kişiler iyilik, karşı çıkanlar ise kötülük bulur. St. Augustine’in oluşturduğu bu en iyi şehirde iyi ve kötü kavramları kullanı-lırken Marx bu kavramlar yerine ‘ilerici ve gerici’ kavramlarını kullanmayı tercih etmektedir. İyilik ve kötülüğün Tanrı’nın buyruklarına uyulup uyulmaması olarak bakılmasına Marx’ın karşı çıkışının temel nedeni onun Tanrı’yı inkar etmesidir. Bu yüzden var olmayan bir şeye göre hare-ket etmek akla hayale sığmaz bir varsa-yımdan öte değildir. Marx Tanrı’ya olan inançsızlığını ‘Tanrı’ya inanma insanlığı küçültür. İnsan Tanrı’ya dayandıkça, bağ-landıkça kendini o kadar daha az değer-li kılar” şeklinde açıkça dile getirmiştir. Marx daha çok maddi refahla ilgilenmek-tedir. O, dini insanları maddi dünyada daha az etkili bir mücadele vermelerine yol açan bir vehim olarak görmektedir.

Kutsal Devlette Barış İnancıSt. Augustine için insanoğlunun

çöküşü, Adem ve Havva’nın çöküşüdür. Onlar cennetten atılmalarına sebep olan bir hataya düşerler. St. Augustine prob-lemin insanoğlunun düşüşünden kay-naklandığını varsayar. Eğer ilahi aşka ulaşılırsa, problemlerin ortadan kalkaca-ğını ve barışın her yerde hakim olacak-tır. Kötülüğün olmadığı bir tabiat olabi-leceği fakat iyiliğin olmadığı bir tabiat olamayacağı için bu barışın sağlanabi-leceğini düşünür. Çünkü, iyilik ve sevgi baskındır. Onlar olmadan kötülük bile var olamaz. Marx’a göre ise dünyadaki problemlerin temel nedeni yanlış dünya düzenidir. Bu da insanların hayatlarını sömüren kapitalizmdir ve komünizme sebebiyet veren her şey iyidir ve yenilik-

çidir. Aslında “iyilik” Marx’ın düşüncesi-ne göre çok da uygun bir tabir değildir. Toplumdaki iş gücünün dağılımı ve eşit-sizlik problemlere sebep olur. Bu yüzden, eşit bir toplumun inşası ve özel mülki-yetin kaldırılması sonucu herkesin arzu ettiğini elde edebileceği bir devlet oluşur. İki düşünürün de farklı kaynaklarla yaşa-dıkları dönemin sorunlarına eğilmeleri, dünyadaki sorunun temel nedenini farklı olarak algılamalarına ve tamamen farklı çözüm önerileri getirmelerine sebep ol-muştur. Marx’ın bakış açısı onu dünya-nın kendisine ve ekonomiye endeksler-ken St. Augustine ise gerçeği görmek için dünyadaki maddeleri aydınlatan bir ışığa ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Yine barışın hayatlarımıza hakim olmasının ancak Tanrı’ya inanmakla mümkün ola-bileceğini belirtir.

İlkel Hayattan Sosyal Hayata Geçişteki Sorunsallar

Rousseau’ya göre insanoğlu doğuştan kötü değildir. Ona göre ilkel yaşamdan toplumsal ve birlikte yaşama geçilmesiyle birlikte insanlar arasında etkileşim başla-dı ve oluşan bu sosyal hayat sonucunda insanlar daha sorunlu ve kötü olmuşlar-dır. Rousseau’ya göre medenileşmek za-hirde insanlığı ileriye götürüyormuş gibi gözükse de aslında medenileşmenin ge-tirdiği sorunlu ve kötü hayat dolayısıyla insanlık geriye doğru gitmektedir. Step-hen J. Tonsor “Totaliter Demokrasinin Babası” adlı kitabında insanlık tarihini üçe ayırarak Rousseau’nun yaklaşımına yönelik görüşlerini belirtmiştir. İlk kı-sım, insanın ilkel doğasıdır. Rousseau’ya göre bu durum makuldur ve sorunlu de-

ğildir. İkinci kısım, insanoğlunun mede-niyetin gelişmesiyle birlikte yanlışa doğ-ru sürüklenmesidir. Üçüncüsü ise insan toplumunun yeniden inşası olan totaliter kısımdır. Rousseau’ya göre insanlar ara-sında toplumsal bir sözleşme imzalamak ve onları halk iradesi altında birleştir-mek insanları karekterlerini yenileme-ye ve düzeltmeye iterken insanoğlunun özünde iyi olan tabiatına göre yeniden şekillenmesine vesile olacaktır. Marx’a göre ‘insan ırkı hayvanlardan irade sahibi olmaları özelliğiyle ayrılır.’ Marx insanın doğasını materyalist dürtüler ve ihtiyaç-lar tarafından yönlendirilen maddi bir kalıba indirger. Yukarıda da belirtildiği gibi Rousseau ne kadar medenileşirsek o kadar geriye gittiğimizi ifade ederken Marx aksini iddia ederek ne kadar me-denileşirsek o kadar ileriye gittiğimizi savunuyor. Rousseau insanın doğasının yıkımını medeniyete atfederken Marx insan doğasının yenilenmesini ve iyileş-mesini medeniyetin gelişmesiyle ilişki-lendiriyor. Bu da Marx’ın daha iyi bir toplum için büyük ölçekli bir değişiklik olarak gördüğü devrimin daha medeni ve sanayileşmiş bir toplumda başlayacağı-na inanmasına yol açıyor. Ona göre ileri gelişmişliğe sahip toplumlar daha iyi ve daha yenilikçi toplumlar oldukları için kolaylıkla doğruyu görebiliyorlar ve onu elde etmek için bir şeyler yapmaları daha kolay oluyor.

İnsan doğasına yönelik farklı görüş-lere rağmen, her ikisi de insan doğasının toplum tarafından etkilendiğini ve insa-nı kötülüğe iten şeyin insan doğası de-ğil de toplum olduğunu düşünüyor. İki filozofun görüşlerini kısaca özetlemeye çalışırsak Rousseau bizlerin toplumun bir ürünü olduğunu iddia ederken Marx insanların sistemden dolayı suç işledikle-rini iddia ediyor. Yani kapitalizm insan-ları suç işlemeye ve kötü olmaya itiyor. Marx aynı zamanda özün var olmayla belirlendiğini savunuyor. Bu nedenle in-sanoğlunda aslında iyi bir öz olmadığına, fakat bunun tamamen çevre ve sistem ta-rafından belirlendiğine inanıyor.

Rousseau “Toplum Sözleşmesi”nin insanoğlunun kendini geliştirmesini ve özünde iyi ve masum olan doğasına geri dönmesini sağlayacağını öne sürü-yor. Marx’a göre de Komünist rejimin inşasından sonra eşitlik sağlanacak ve insanların kötü olmalarına yol açan eski burjuva rejiminin etkileri ortadan kay-bolacaktır. Marx, bu ortak ve eşit hayat tarzıyla insanların aradıkları ve istedikleri şeyleri eşit bir biçimde bulabileceklerini iddia etmektedir. Fakat, Soljenitsin özün

Page 26: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

24

var olmayla belirlendiği Marxist görüşe karşı çıkmaktadır. Soljenitsin, Gulag işçi kamplarındaki insanlardan yola çıkarak “bazı kişilerin şartların kendilerini be-lirlemelerine izin verseler bile, bu ger-çek Marx’ın teorisinin doğru olduğunu kanıtlamadığını, sadece bazı bireylerde manevi kuvvetin eksik olduğunu göster-diğini” ifade eder. Bu nedenle, Soljenit-sin insanların kötü davranmalarının tek sebebinin sistem ve dış kuvvetler oldu-ğuna katılmıyor. Ona göre insanın va-roluşunda çevresel koşullardan bağımsız olarak insan davranışına yön veren bir şeyler vardır.

Özgür İnsan Rousseau’nun toplumun inşasından

ve medenileşmedeki gelişmelerden sonra insanın iyiden kötüye doğru değişimine inandığından bahsetmiştik. Çok meş-hur bir sözünde de şöyle diyor “insan özgür doğar fakat her yerde zincire vu-rulmuştur.” Zincir benzetmesi herkesi tek vücut haline getiren halkın iradesi-ne bağlı toplumu temsil ediyor burada. “Bireylerin herkesle bütünleşirken aynı zamanda eskisi kadar özgür kalabildikle-ri, sadece kendi kendilerine itaat edebi-lecekleri her bir ortaklığın mallarını ve bireyi ortak güçle birlikte savunacak ve koruyacak topluluk biçimini bulma”yı sağlayacak çözümün Toplum Sözleşme-si olduğunu savunmuştur. Halk iradesi her zaman toplumun iyiliği içindir. Bu bireylere değil, geniş kitlelere yöneliktir. Kendi fikirleri ve arzularına bakmaksızın bütün insanların yaşayabilmesi için ona

ait olması gerekir. Toplum içerisinde bir şeye karar verilecekse, çoğunluğun oyu hepsini kapsayıcı olmalıdır. Bu durumu şu sözünde belirtiyor “bu ilkel sözleşme dışında, çoğunluğun oyu her zaman geri kalan herkesi kapsar.” Halkın iradesi, bi-reysel çıkarlar yerine insanların çoğun-luğunun oyuyla yansıtılan toplum çıkarı içindir. Marxist bakış açısı da aynı şeyi teoride yapmaya çalışıyor. Fakat fikirleri Rousseau’ninkinden oldukça farklı. Marx tarihsel determinizme inanıyor, yani tari-hin belirli şeyleri beraberinde getireceği dönüşü olmayan bir yöne doğru gittiği-ne. Marx bu kapitalizm dönemi sonrası komünizmin hakim olması gerektiğine inanıyor. Böylece komünizmi getirmek için her türlü eylemde bulunmak haklı gösterilecek. Soljenitsin Marx’ın tarihe yönelik teorisinin yanlış olduğunu ifa-de ediyor; sosyalizmin ne kaçınılmaz bir şey olduğunu ne de esasen seçmeye de-ğer bir şey olduğunun altını çiziyor. Yine Soljenitsin şöyle devam ediyor “Marx’ın tarihsel determinizmini benimsemek için, kişi tarihin planının bütün kötü ey-lemlerde, çekilen acılarda ve dehşette iş başında olduğunu kabul etmek zorunda. Toplum uğruna takip edilmesi gereken halkın iradesi olmadığını ön kabul ala-rak Marx’ın determinizmi komünizmin gelmesi gerektiğini ve bu komünizm adına yapılan her şeyin doğru olduğunu öne sürüyor. Bu felsefi alt yapının SSCB hükumetlerinde görülen acımasızlığın ve keyfi uygulamaların meşrulaştırıcısı ol-duğunu görmek mümkün. Uygulamaları Rus halkının geneline yöneliktir. Marx’ın

kaçınılmaz komünizmi, Rus halkına iyi şeyler sunmak yerine, onlara dayanılmaz derecede kötü şartlar ve yoksulluk getir-di.

Birleştirici Güç Olarak Toplum Sözleşmesi

SSCB’de insanlar dayanılması güç şartlar altında çalışmak zorunda olduk-ları Gulag’larda feda edildiler. Marx’ın istediği hızlı endüstrileşme aşamasına ulaşmak için araç olarak görülen insan gücünü sağlamak için birilerinin feda edilmesi gerekliydi. Bu yüzden, amaç-larına ulaşmak için bu insanları kullan-dılar. İnsanların değeri hayvanlarınki kadardı artık. Lenin ve Stalin tarafından uygulanan tüm bu acımasızlıklar ve kat-liamlar açıkça gösteriyor ki amaç son aşamaya gelmekti ve bu süreçte yapılan her şey mübah ve mümkündü. İnsanla-rı komünist devlete feda ettiler. Rousse-au ve Marx bu noktada da farklıydılar. Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin te-mel amacı insanları gözden çıkarmadan onların korunması ve reformasyonudur. Yukarıda da bahsedildiği gibi Rousseau Toplum Sözleşmesi’ni insanların özgür-lük içinde yaşayabildikleri birleştirici bir güç olarak görmektedir.

John Locke’a göre, insanlar özgür doğar ve dünyadaki fırsatlardan eşit dere-ce faydalanırlar. Kendisi yine “insanların aynı türden ve sınıftan olduklarını, fark gözetmeksizin doğanın sunduğu fırsat-lara, aynı imtiyazlara sahip oldukları ve birbirine üstünlük kurmadan ve boyun eğmeden eşit olmaları gerektiğinden daha normal bir şey olmadığını” ifade etmek-tedir. Locke “insanın doğal özgürlüğünü, yani yeryüzündeki herhangi bir üstün güçten bağımsız hareket edebilmesini ve yine herhangi bir insanın emri altında olmadan kendi hayat tarzını sadece do-ğanın yasalarına göre belirleyebilmesini” vurgulamaktadır. Onun teorisindeki iki temel fikir eşitlik ve özgürlüktür. İnsan-lar yaratılışları itibariyle özgürdür ve eşit doğarlar. Fakat insanlar bireysel açıdan farklılık gösterdikleri için bulundukları eylemlerden farklı sonuçlar alacaklardır. John Locke’a göre, insanlar her şeye eşit şartlar altında ulaşsalar dahi, yaptıkları işlerin kalitesinde ve başarısında farklı-lık gösterirler. Özgürlük kavramında bu derece ayrılan Marx ve Locke’un eşitlik anlayışları da farklılık gösterirler. Locke insanlığın doğuştan gelen eşitliğinden bahsederken Marx daha çok sonuçların eşit olmasıyla ilgilenmektedir. Marx, “suçun sosyal eşitsizliğin bir sonucu ol-

Emre AKKAŞ

Page 27: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

25

duğunu” vurgular. Herkes için eşitliği kendi doktrininin nihai amacı olarak görür. Soljenitsin Marx’ın eşitlik fikrine karşı çıkmaktadır. Soljenitsin şöyle der: “İnsanlar özgür ve eşit olacaklar mı ya da eşit davranılan köleler mi olacaklar?” Eşitlik insanın kemale ermesi için olanak sağlayacak mı ya da insanlığı en aşağılara düşürerek yeteneği ve azmi törpüleyecek mi?” Buna binaen, Soljenitsin sonuçların eşitliğinin başarılması güç bir hedef ol-duğunu belirtmektedir. Başarılsa bile bu bizi en düşük ortak noktaya taşıyacaktır. Bu insanoğlunun şartlarını geliştirmeye-cektir ve bizi daha iyi hale getirmeyecek-tir, daha çok medeniyetimizin gelişme hızını yavaşlatıp en düşük seviyede tuta-caktır.

Özel Mülkiyet’e BakışJohn Locke devredilemez mülk fik-

rini öne sürmektedir. Kendisi mülkiyeti, insanın kendi emeğinin bir ürünü olarak ele alır. Bu bir ev olabilir, toprak olabi-lir. Locke, dünyayı insanlar için yaratan Tanrı’nın, onların varlıklarını destekle-mek ve rahat ettirmek için bunu yaptı-ğını savunmaktadır. Yine Locke “Beden gücünün ve insanın kendi elleriyle yap-tığı her türlü işin tamemen kişinin kendi hakkı olduğunu” söylemektedir. Bu ne-denle Locke, özel mülkün Tanrı’nın in-sanların iyiliği için kendi refahlarını ve medeniyetlerini geliştirmeleri maksadıy-la verdiği devredilemez bir hak olduğuna inanıyor. Marx bu konuda John Locke ile zıt görüştedir. “İdeolojiye Saldırı”ya göre, Marx özel mülkiyeti bütün kötü-lüklerin temel çıkış noktası olarak görü-yor. Sistemdeki kötü şeylerin özel mül-kiyetin varlığından dolayı gerçekleşiyor olduğunu düşünüyor. Özel mülkiyet kal-dırılırsa dünyamızın adaletsizliklerden ve kötülüklerden kurtulacağını iddia ediyor. Özel mülkiyet konusunda Marx daha ra-dikal bir yaklaşım sergilerken ve bütün kötülükleri özel mülkiyete dayandırırken Soljenitsin onun varsayımlarına bu ko-nuda kısmen katılıyor. Soljenitsin özel mülkiyetin bir nevi bencillik olduğunu fakat “özel mülkiyetin kaldırılmasının insan ırkını bencillikten ve açgözlülükten alıkoyamayacağını” dile getiriyor.

John Locke devletin temel gayesinin özel mülkiyetin korunması olduğu görü-şünü savunmaktadır. Yine “devletin özel mülkiyeti muhafaza etmekten başka bir seçeneğinin olmadığını ve bu nedenle şahıslara zarar verme, onları planlı bir şekilde köleleştirme gibi bir hakkı ola-mayacağını” belirtmekteydi. Marx ise özel mülkiyeti bütün kötülüklerin çıkış

noktası olarak ele almaktaydı. Özel mül-kiyetin kaldırılması durumunda bütün bu ayrımcılığın, ayrıcalığın ve yoksullu-ğun ortadan kalkacağını düşünmekteydi. Buradan da anlıyoruz ki devlet fikrinin temelleri iki filozofun yaklaşımlarında tamemen farklıdır. Marx insanın değişti-ğini ve bu nedenle bireyin büyük ölçüde değişerek hümanizmin en üst seviyesine çıkması gerektiğini düşünüyordu. Marx’a göre devletin temel amacı en üst aşama-ya ulaşmaktır özel mülkiyetin korunması değildir.

Marx’ın ideolojisi ve özel mülkiyet varsayımı arasında bir çatışma bulun-maktadır. “İdeolojiye Saldırı”ya göre Marxizm materyalizmi tetiklemiştir. Te-orisinde gurur ve bencillik kötü ve özel mülkiyetin kaldırılmasıyla yok edilmesi gereken şeyler olmasına rağmen, Mar-xizm dünyasını tamamen maddeci bakış açısına dayandırarak insanları mümkün olduğunca arzularını yaşamaya ve ben-cil olmaya teşvik etmektedir. Soljenitsin buna karşı çıkıyor ve “Marx’ın hatasının aç gözlülüğü bastırmayı teşvik eden bir öğreti sunmamış olmak ve bunu tarihin iyi erdemlerine bırakmak olduğunu” be-lirtiyor. Yani bir yandan, insanlara ben-cillik ve aç gözlülük olmadan herkesin eşit olduğu bir toplumsal hayatı kabul ettirmeye çalışmakta ve diğer yandan sadece bir tane hayatın olduğunu bu yüzden bencil olmalarını ve hayatlarını istedikleri gibi yaşamalarını önermekte-dir. Böylelikle teorisi kendi varsayımının temelini çürütmektedir. John Locke ise toplumsal sorunlara yol açan bu bencil-

lik problemini çözmek için farklı bir yol izlemektedir. Özel mülkiyet görüşünü Hıristiyanlık dini kapsamında güçlendi-rirken aşırılığa da karşı çıkıyor. Yani bir taraftan özel mülkiyeti savunurken diğer taraftan aşırılığa kaçıldığı takdirde kısıt-lanması gerektiğini ifade ediyor.

Sonuç olarak, Marx’ın felsefesi ta-rihin akışını değiştiren sonuçlara zemin hazırlayan, Sanayi Devrimi sonrası ezi-len halk kitlelerine yapılan eşitsizliğe ve zulme isyan ruhuyla karşı çıkan bir fel-sefe olmasına rağmen bir çok çelişkiyi de kendi içerisinde barındırmaktadır. Bir yandan tüm insanların eşit olduğu, mül-kiyetin olmadığı ve insanların bencillik-lerini törpüleyerek toplumla bütün oldu-ğu son seviyeye gelmesini savunurken öte yandan insanın sadece maddi faktörlerle şekillendirilebileceğini savunması böy-lece insanın iç dünyasını tamamen saf-dışı bırakması Marxist sistemin önemli boşluğunu oluşturmaktadır. Bu anlam-da ilkesel olarak insani ve eşitlikçi bir duruş sergiliyor gibi görünse de pratiğe geçirilme aşamasındaki boşlukları ve bu aşamada yapılan zulümler, haksızlıklar ve adaletsizlikleri dolayısıyla Marxizm dün-ya genelinde gün geçtikçe popülerliğini yitirmektedir.

[email protected]

Tezatlarıyla ve Eleştirileri ile Marxist İdeoloji

1. Ebenstein, A. (2002). Introduction to Political Thinkers.California: Thomson Wadsworth.

2. Pontuso, J. F. (2004). Assault on Ideology. Maryland: Lexington Books.

3. Tonsor, S. J. (1987). The Father of Totalitarian Democracy: Jean-Jacques Rousseau. Modern Age , 243.

Page 28: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

26

ÖZGÜR HÜRRİYETÖzgürlük geniş anlamıyla “kişinin is-

tediği gibi davranabilme imkânı”, sınırlı anlamıyla “insanın kendi kendini belirle-yebilme imkânıdır. Buna göre, eylemlerin arkasındaki nedeni bizzat kendinde taşı-yan kişi özgürdür. Ancak her iki anlamıyla da özgürlük mutlak değildir. Gerek doğal yapısı, gerekse fiziki ve sosyal koşullar in-sanı belirler. Keza içinde bulunulan grup ve kurumlara karşı olan törel ve ahlaki sorumluluklar da en azından istenileni ya-pabilme anlamında özgürlüğü sınırlar. Ben bu yazımda genel olarak düşünce özgürlü-ğünden ne anladığımızı, düşünce ve ifade özgürlüğünün ayrılığını ve çağdaş özgürlük tartışmaları eksenindeki kavramsallaştır-maları tartışacağım. Zira hürriyet kelimesi öyle görünüyor ki hiçbir tanıma sığmaya-

cak kadar özgür.Felsefe tarihinde eylemde bulunma ve

bir şey yapabilme özgürlüğünden ne anla-mamız gerektiğine dair birbiriyle bağlan-tılı iki cevap vardır. Bunlardan ilki irade ile ilgilidir. Bir eylemin iradi olması onun aynı zamanda amaç olarak belirlendiği an-lamına gelir. İkinci genel cevap ise özgür eylemi yetenek veya yapabilirlikle açıklar. Buna göre bir eylem, eğer kişi onu ortaya koyma veya koymama gücüne sahip olursa özgürdür. Felsefe, siyaset ve teoloji gibi çe-şitli alanların özgürlük sorununa bakış açı-ları çoğu kez birbiriyle örtüşmemektedir. Bu nedenle özgürlük kavramı, Riedel’ın da belirttiği gibi, bir parola değil, tersine gerek kavramsal-teorik, gerekse ampirik-pratik açıdan bir problemdir. Her şeyden önce

özgürlük zamanın, içinde yaşanılan devrin güncel sorunlarına çözüm bulmak zorun-dadır. Bu bağlamda Klasik-Antik felsefede özgürlük kavramı, daha sonraki devirlerde karşılaştığı çoğu sorunla tanışık değildir ve daha ziyade karar verme ve tercih özgür-lüğü ile problem sahasını sınırlandırmıştır (Menne, 2006, s. 34).

Felsefe tarihi özgürlük tartışmalarını şematize etsek dahi günümüzde ülkelerin siyasi yaşantıları, teolojik söylemler, yargı içtihatları gibi konularda özgürlük gün-demdeki yerini hep korumuştur. Bir misal olarak İngiliz yazarı D.H. Lawrence bir yazısında “Hıristiyanca sevgi”den söz eder. Hıristiyanca sevgi “komşunu kendin gibi sev” buyruğuyla özetlenebilir. Lawrence, üstü kapalı olarak bu buyruğun son sınır-

Ayşegül MOĞOL

Ayşegül MOĞOL

Page 29: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

27

larına kadar uzatıldığı takdirde yetersiz ola-cağını anlatmak ister. Ona göre bu şekilde liberte, fraternite,egalite (özgürlük, kardeş-lik, eşitlik) ilkeleri son bulur. Bu sonuç yazarı şu ilginç buluşu yapmaya götürür: “Kardeşçe olmaktan, eşit olmaktan başka bir şey olmakta özgür değilsem nerde kaldı özgürlük?” der ve devam eder: “Özgürsem, canımın istediğince ayrı, canımın istedi-ğince eşitliğe karşı olmam gerekir. Fraterni-te ile egalite, zorbalığın zorbalığıdır.” (Law-rence, 2007, s. 15). Lawrence’ın yetersiz ve muhafazakâr bulduğu özgürlük Burke’te olması gerekendir. Ona göre özgürlüğün aşırısı hiçbir yere ulaştırmaz. Ulaştırmama-sı da gereklidir; çünkü hepimizin bildiği gibi, hayattaki ödevlerimiz veya tatminle-rimizle ilgili olan her noktadaki aşırılıklar hem erdemi hem de bu şeyden yararlanma-yı tahrip edicidir (Özipek, 2011, s. 131). Özgürlük de, ona sahip olunabilmesi için sınırlı olmalıdır. Kısıtlamanın derecesini her durum için kesin olarak tayin etmek imkânsızdır. Fakat toplumun bu kısıtla-manın ne kadar azı veya ne kadar çoğuy-la varlığını idame ettirebileceğini ihtiyatlı tecrübeler, rasyonel ve soğukkanlı çabalarla bulmak, aklı başında her kamusal görüşün daimi aracı olmalıdır; çünkü özgürlük ge-liştirilmesi gereken bir iyidir, azaltılması gereken bir kötü değil (Kirk, 1982, s. 5-6).

Fert-Cemiyet İlişkisi Bağlamında İfade Hürriyeti

Hürriyet sosyal ve insani bir kelimedir. Hürriyet fikir olarak cemiyet içinde daha tesirli ve demokrasi için de gereklidir. İn-sanda düşünme kabiliyeti olmasaydı, söyle-mek, yazmak, inanmak vs. de olmazdı diye-biliriz. Düşünmeyen insan neyi söyleyecek, neyi yazacak ve neye inanacaktı? Düşün-mek, söz, yazı ve inanma kabiliyetlerinin temeli olmakla beraber, hürriyetlerimizin esası değildir. Çünkü düşünmek insanın doğuşunda bulunan tabii bir olaydır. Hür-riyet ise sosyaldir. Topçu’ya göre tek başına yaşayan bir insan için hürriyetin varlığı ve imkânı söz konusu olamaz. Çünkü kimin ne düşündüğü, söylenmeden, yazılmadan, hareket olmadan bilinmez. Söz, yazı ve ha-reket hürriyetinin bulunmadığı yerde “her-kes düşüncesinde serbesttir” demek abes olur. Buna karşılık insanda düşünme ka-biliyeti doğuştan olduğu halde inkişafı bir takım şartlara bağlıdır. İşte asıl bu şartların bulunmayışı düşünce hürriyetinin olma-yışı demektir. Konuşmayan, yazmayan, okumayan, hareket edemeyen insanın fikrî hayatı da inkişaf edemez. Düşün-düğü gibi hareket edemeyen insan, dü-şüncelerinden uzaklaşır. Bir zaman sonra düşüncelerinin keskinliği körelir. Böyle-

ce hareketsizlik, fikir hayatının canlılığını kaybetmesine sebep olur (Topçu, 2010, s. 37). İnsan, seçme hakkı yoksa iyiyi kötüyü ayırmak için düşünmeye lüzum görmez. Keza Aristoteles’e göre özgürlük, insanın yapıp etmelerini, kendi gücü ve imkânları dâhilinde yapmasıdır (Adugit, 2006, s. 25). (Bu konuda Kant’ın önceliği olduğu söy-lenebilir, çünkü Kant’ın, istemenin doğa yasaları tarafından belirlenmemesi olarak tanımladığı negatif özgürlük, Aristoteles’in zorla ya da bilgisizlik yüzünden değil, “iste-yerek yapma” görüşüne paraleldir.)

Söz yazı ile beraber hareket de insan düşüncesinin inkişaf ve tekâmülüne yar-dım eder. O halde söz, yazı ve hareket hür-riyetleri insanın düşünce kabiliyetini inki-şaf ettirmeye yarar, bu hürriyetlere bunun için ihtiyaç vardır. Öyle ise bir cemiyette hürriyetin olup olmadığını bu ölçü ile kontrol edebiliriz. Bir cemiyette hürriyet, fertlerin fikir, ilim, sanat veya siyaset saha-sında kabiliyetlerini inkişaf ettirme imkân ve ş a r t -

larının bulunması demektir. Fertlerin kabi-liyetlerinin inkişaf imkânı ise toptan cemi-yetin kabiliyetinin inkişaf imkânı demektir. Fert kendi kabiliyeti yolunda inkişaf eder, şahsiyet olur. Cemiyet kendi kabiliyeti yo-lunda inkişaf ederse içtimai şahsiyet dedi-ğimiz millet meydana gelir. Cemiyetlerde hürriyeti ararken ölçümüz bu olacaktır; bir cemiyet, içtimai bir bütünden şahsiyet olabilmişse, yani millet haline gelebilmişse hürriyet davası onda gerçekleşmiştir. Bu ce-miyette fertler umumi olarak, kabiliyetleri-ni inkişaf ettirme imkân ve şartlarına yeni yeni kavuşmaktadırlar, bir hürriyet müca-delesi içindedirler. Bu, hürriyet davasının kazanılmakta olduğunu gösterir. Hürriyet davasının kazanılmakta olduğunun aşikâr delili, feryatlar değil, fertlerin fikir, ilim, sanat ve siyaset hayatında kabiliyetlerini inkişaf imkânlarını yaratmış olmalarıdır (Topçu, 2010, s. 46-48).

Hakikatte, hepimiz kendi vehimle-rimizin gerçekleşmesinde hürriyeti seyre-diyoruz. Bu anlamda halk, duyuların ve bedenin hürriyetini ister (Topçu, 1961, s. 25). Halkın istediği hürriyet Descartes felsefesi için bir sanmadan ibarettir. Çün-kü Descartes’a göre açığa vurulamayan düşünce kadar düşüncenin oluşma aşama-sı da onun esirliğinin bir parçasıdır. Peki, düşüncenin esareti hangi sebeplerden do-ğuyor? Descartes, düşüncemizin dıştan ve içten yanılmalarla hakikatten uzaklaştığını söyler ve bunun engellenmesi yani ifade-nin özgürlüğü için elma sepeti örneği verir. Buna göre elimizde bir sepet elma var ve içinde çürükler de var. Descartes yanlış olan bir tutum ola-rak sepete dikkat-li bakarak i ç i n -

Özgür Hürriyet

Köle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar; buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre devam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve köle mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal kırıklığını önler.

Page 30: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

28

deki çürükleri ayıklamamızdan bahseder. Çünkü bu tarzda bir davranış, her zaman yanıltıcı olabilir. Bunun için önce elma sepetini bir tarafa boşaltmalı ve tek tek kontrol ederek onları tekrar yerleştirmeli-yiz. Bu misali fikirlerimize ve hükümleri-mize tatbik edersek, her hangi bir mesele hakkında var olan otoritelerden bağımsız karar vermek ve düşüncesini ifade etmek isteyen biri o mesele hakkında, o zaman kadar sahip olduğu görüş, inanç ve dayat-maları bir yere bırakmalıdır. Böylece şu-urun yükünden hafiflemiş birey özgürce düşünebilir ve bu bağlamda bireyin ifadesi de hür olacaktır (Topçu, 1961, s. 27).

Pozitif-Negatif ÖzgürlükIsiah Berlin’in ve Gerald

MacCallum’un yazdığı iki makale, özgür-lük kavramının sosyal ve politik felsefe alanındaki çağdaş tartışmalarında temel ekseni oluşturur. (Berlin bu makalesini ilk kez 1958’de Oxford Üniversitesi açılış töreninde sundu. MacCallum’un makalesi ilk kez 1967’de Philosophical Review der-gisi cilt 76’da yayımlandı.) Isiah Berlin’in “politik özgürlük” olarak da adlandırdığı negatif özgürlük en genel biçimde, bir insanın diğerleri tarafından amaçlı olarak engellenmeden eylemde bulunabilece-ğini anlatır. Bu durumda kişisel istekleri gerçekleştirmede fiziki baskılardan, en-gellemeden, tehditlerin neden olduğu zorlamadan ve diğer insanların seçimlere müdahalesinden uzaklaştıkça özgürlük de artar (Berlin, 1997, s. 193). Tanım gere-ğince negatif özgürlük bireyin eylemleri-ne dıştan bir müdahalenin bulunmadığı müdahalesizlik olarak özgürlüğü gösterir (Tunçel, 2010, s. 260). Pozitif özgürlük ise, bireyin yaşamını yönlendiren kararları almada bireyin kendi kendisinin efendisi olma isteğinden türeyen bir tür “benlik hakimiyeti”nin ifadesidir (Berlin, 1997, s. 397). Bu durum daha çok bireyin dıştan bir kontrol yoluyla belirlenmiş olmasıyla, başka bir deyişle kendi öz-hâkimiyetine sahip oluşuyla açıklanabilir. Kısacası pozi-tif özgürlük anlayışına göre özgürlük be-lirli koşulların gerçekleştiği bir durumdur. Örneğin, barışı savaşın olmadığı durum olarak nitelemek negatif bir barış anlayışı-na işaret eder; pozitif bir barış anlayışı ise barışı insanlar arasında dostça ilişkilerin vb. olduğu bir durum olarak ele alır. Ne-gatif özgürlük kavrayışı “başkalarının mü-dahalesine uğramaksızın yapmakta serbest olduğum şeyler”in neler olduğunu sorgu-larken, pozitif özgürlük kavrayışının çıkış noktası “seçtiğim şeyleri seçmeye beni yönelten müdahale veya denetimlerin

kaynağı”nın ne olduğudur. Berlin’in ne-gatif özgürlük olarak tanımladığı modern özgürlük, bireyi kendi özel iradesinin yönetimine bırakırken pozitif özgürlükle koşutluk gösteren antik özgürlük bireyin kamusal irade ile yönetimi paylaşmasının bir ifadesidir (Pettit, 1998, s. 39). Bu ay-rım sonucu “Constant bilinçli olarak pro-paganda yapmamış olsa da; modern dün-yada tek olanaklı özgürlük kavrayışının müdahalesizlik olarak özgürlüğün liberal düşüncesi olduğu fikriyle kendinden son-ra gelen kuşakları büyülemeyi başarmış-tır.” Negatif özgürlük gereklidir çünkü vatandaşlık haklarının güvence altına alı-narak, devletin gücünü keyfi bir biçimde kullanılmasının sınırlandırılması, bireysel özgürlüğün önemli koşullarından biridir. Fakat negatif özgürlük yetersizdir, bunun iki nedeninden söz edebiliriz. Negatif öz-gürlük anlayışı eylem özgürlüğünün titiz bir analizini yapsa da, bu tür özgürlüğü kısıtlayıcı etmenleri çok dar bir biçimde ele alır; özgür eylemin yalnızca diğer kişi-

lerin müdahaleleri tarafından kısıtlanabi-leceğini savunduğu için, içsel ve toplumsal kısıtlamaları gözden kaçırır. İkinci olarak, negatif özgürlük anlayışının analizinin merkezi eylem özgürlüğü olduğundan dolayı, özgür insan kavramının içeriğini belirlemekte güçlük çeker. Bunun teme-linde, özgürlüğün sadece nesnel, betimle-yici bir kavram olarak ele alınıp normatif ve öznel boyutlarının göz ardı edilmemesi gerekir (Silier, 1998, s. 52).

MacCalum özgürlüğü, eylemin öz-nesi “x”, kısıtlar “y” ve özgürlüğün hedefi “z”yi içeren üçlü bir ilişki biçiminde ele almak gerektiğini öne sürer. Ona göre öz-gürlükle ilgili bütün net önermeler şu bi-çimde açıkça ifade edilebilir: x öznesinin z’yi yapma özgürlüğü y tarafından kısıt-lanmamıştır .(Bu önermenin İngilizcesi, “x is free from y to do z” biçimindedir.) Başka bir deyişle, kişinin özgürlüğünden bahsettiğimizde aslında onun belirli en-gellerden özgür olduğunu ve belirli bir ey-lemi yapma özgürlüğüne sahip olduğunu öne süreriz. MacCallum’a göre özgürlük üzerine yapılan tüm tartışmalar, özgürlük kavramının anlamıyla ilgili değil, x ve y değişkenlerinin kapsamı üzerinedir. Aynı kuramı savunan iki kişi için özgürlüğün anlamı değişmez. Aynı engelin iki kişinin kişisel özgürlüğünü farklı bir biçimde et-kilemesi, onların özgürlüğün anlamı ko-nusunda farklı düşündüğünü göstermez. Örneğin, sigara içme yasağı, sigara içen birisinin kişisel özgürlüğünü kısıtlar ama içmeyeninkini kısıtlamaz. Bu iki kişi ne tür engellerin kısıtlayabileceği konusun-da hemfikirdir; farklı arzuları olduğu için belirli bir durumda genel olarak kişisel özgürlüklerinin kısıtlanıp kısıtlanmadığı-nı öznel değerlendirişleri farklıdır. Oysa iki farklı kuramı savunanlar, hangi kısıt-lamaların özgürlüğe ilişkin olduğuna dair temel bir görüş ayrılığına sahip oldukları için, özgürlüğün anlamı konusunda da anlaşamaz. Yani, özgürlüğün anlamı kişi-den kişiye değişmese de kuramdan kura-ma değişir.

Tahakkümsüzlük Olarak Özgürlüğün Eleştirileri ve Müdahalesizlik Olarak Özgürlük

Philip Pettit, Berlin’in negatif ve pozi-tif özgürlük olarak tanımlamalarına alter-natif olarak üçüncü bir özgürlük kavrayı-şını ortaya koyar: Tahakkümsüzlük olarak özgürlük. Pettit’in dikkat çekici saptaması Berlin’in negatif ve pozitif özgürlük ta-nımlarının üçüncü bir ihtimalin önünü tı-kadığıdır. Berlin’in pozitif özgürlük dediği

Ayşegül MOĞOL

Page 31: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

29

bireyin hâkimiyeti ile negatif özgürlük olarak adlandırdığı müdahalesizlik olarak özgürlük arasında tam bir karşıtlık ilişkisi bulunmadığından, hala yanıtlanamayan bir soru mevcuttur. Bu soru bireyin özgür-lüğünü müdahalenin değil de başka biri-nin hâkimiyetinin sınırladığı durumların nasıl açıklanabileceğine ilişkindir (Pettit, 1998, s. 114). Pettit bu noktayı, bireylerin aktif müdahaleye uğramaksızın özgürlük-lerinin kısıtlandığı tahakküm durumu ile ilişkilendirir. Cumhuriyetçi özgürlük, bi-reyin eylemlerinin başka birilerinin aktü-el müdahalesiyle engellenmesi değil, aynı zamanda hâkimiyet kurmalarının önüne geçilmesiyle gerçekleşebilecek tahakküm-süzlük olarak özgürlüğü gerektirir. Do-layısıyla Pettit’ye göre tahakkümsüzlük olarak özgürlük, hâkimiyet kavramıyla te-mellendirildiği için pozitif tanımın öğele-riyle birleşen negatif bir bakış açısıdır. Ta-hakkümsüzlük olarak özgürlük, kavramsal olarak negatif ve pozitif özgürlüklerin her ikisinden de beslenmesine rağmen, daha çok negatif özgürlüğe yakın durur; çünkü tahakkümsüzlük olarak özgürlük kavrayı-şı zorunlu olarak bir benlik hâkimiyetini gerektirmez (Tunçel, 2010, s. 216). Ta-hakkümsüzlük olarak özgürlük daha çok başkalarının tahakkümünün olmayışıyla açıklanabilir. Dolayısıyla bir yokluk üzeri-ne kurulan tahakkümsüzlük olarak özgür-lük anlayışı, özgürlüğün negatif kavranışı-na daha yakındır (Pettit, 1998, s. 71).

Müdahalesizlik olarak özgürlük, bire-yin eylemlerinde bilinçli bir engelleme ve zorlamaya maruz kalmaksızın seçim yap-ma kapasitesine sahip olmasıdır. Buradan da görüleceği gibi, müdahalesizlik olarak özgürlük, kişinin kabiliyetleri ile doğru orantılı olarak değişkenlik gösterirken, siyasal bağların varlığını gerektirmez. Mü-dahalesizlik olarak özgürlüğün vurgusu bireyin dıştan bir müdahale görmeksizin kendisine açık olan seçimlerinin niceli-ğiyle bağlantılıdır. Tanımı çerçevesinden bakıldığında, bireyin eylemlerine etkide bulunan gerçek müdahaleler ne denli az ise bireyin o denli özgür olduğu ileri sü-rülebilir. Burada özgürlük engellenmemiş seçeneklerin çokluğuyla doğru orantılı olarak tanımlanır. Dolayısıyla özgürlüğün azlığı ya da çokluğu müdahalesizlik olarak özgürlük savunucuları için niceliksel bağ-lamdaki bir incelemeyi gerektirir.

Sonuç YerineKöle hayatı yaşayanlar yoksuldurlar;

buna rağmen köleliğin yaygın olduğu ve uzun süre devam ettiği yerlerde bir kitle hareketinin doğması zayıf bir ihtimaldir. Köleler arasındaki mutlak eşitlik ve köle

mahallelerindeki samimi sosyal ilişkiler ferdin hayal kırıklığını önler. Köleliğin yerleşmiş adet haline geldiği bir top-lumda başkaldıranlar, yeni köle olan-larla kölelikten hür bırakılanlardır. Bu ikincilerin hoşnutsuzluğunun kökü hür hayatın onlar üzerine yüklediği sorum-luluktan gelir. Hürriyet hayal kırıklığını azalttığı gibi aynı nispette çoğaltır. Seçme hürriyeti başarısızlığın kabahatini ferdin omuzlarına yükler. Ve hürriyet o ferde birçok işlere teşebbüs etme cesareti sağ-layacağından, başarısızlık ve hayal kırık-lığı miktarı da böylece artmış olacaktır. Diğer yandan hareket, hayal kırıklığını azaltıcı niteliktedir. Bu anlamda bir in-san kendisine karşı bir mevki sağlayacak yeteneğe sahip olmadığı takdirde hürri-yet onun için sıkıcı bir yüktür. Nazi as-kerlerinin, yaptıkları bütün habisliklere rağmen kendilerinin suçsuz oldukları-nı iddia etmeleri iki yüzlülük değildi. Emirlere itaat ettikleri için kendilerinin “sorumlu” tutulmaları karşısında, bunu bir ihanet olarak görmüşlerdi. Çünkü kendilerince, onlar Nazi hareketine “so-rumluluktan” kaçmak için katılmamışlar mıydı? (Hoffer, 1980, s. 54). Aynı şekil-de on sekizinci yüzyıl Fransız köylülerin Fransız devriminin çağrısına katılmama sebebi, bu köylülerin, Alman ve Avustur-ya köylülerinin aksine, bir nevi kölelik olan serflikten artık kurtulup toprak sa-hibi olmalarıdır. Aynı şekilde, Rus köy-lüleri bir nesil veya daha fazla bir müd-detle hürriyetlerine kavuşmamış ve özel toprak sahibi olmanın tadını varmamış olsalardı belki de bir Bolşevik Devrimi olmazdı. Fakat kitle hareketlerinin genel özelliği olarak hareketin birlikte yapılmış olmasından kaynaklanan ferdin hürriye-tini yok etmesi bir çelişkiyi doğurur bu noktada. Zira bir baskı rejimine karşı hürriyet kazanmak için yapılan kitle ha-reketleri bile bir defa tutunup yürümeye başladıktan sonra ferdi hürriyet tanımaz-lar.

Bir kitle hareketi, kurduğu düzenin ölüm-kalım mücadelesine giriştiği veya kendisini iç ve dış düşmanlarına kar-şı savunma mecburiyetinde bulunduğu müddetçe başlıca meşguliyeti, fertlerin kişisel isteklerinden, kişisel görüşlerin-den ve çıkarlarından vazgeçmeleri demek olacaktır. Robespierre’e göre devrim hü-kümeti “baskı rejimine karşı hürriyetin zulmü” olmuştur. Önemli olan nokta şudur ki, kişisel hürriyetlerin unutulma-sı veya sonraya bırakılması ile aktif kitle hareketi, ateşli taraftarlarının eğilimine karşı gelmiş sayılmaz. Zira Renan’a göre aşırı kişiler, ölümden daha çok hürriyet-

ten korkarlar (Kurtoğlu Taşdelen, 2006, s. 73). Gerçi, gelişmekte olan bir kitle hareketi taraftarlarının, emirlere ve dokt-rinlere kesin itaat isteyen bir atmosfer içinde bulunmalarına rağmen, kuvvetli bir hürriyet duygusuna sahip oldukları doğrudur. Bu hürriyet duygusu, evvelce savunma imkânı olmayan kişiliklerinin ağır yükünden, korkularından ve ümit-sizliklerinden kurtulmuş olmanın verdiği bir duygudur. İşte onların kurtuluş ola-rak hissettikleri, bu kurtuluştur. Büyük değişiklikler getiren bir hayat, sıkı bir di-siplin çerçevesi içinde yürütülmüş olma-sına rağmen, bir hürriyet havası taşır. Ne zaman ki kitle hareketi aktif dönemini tamamlar ve sağlam kurum ve kuruluş-larla durumunu kuvvetlendirir, ancak o zaman kişisel hürriyet çıkma imkânı bu-lur (Hoffer, 1980, s. 56). Aktif dönem ne kadar kısa olursa, kişisel hürriyetin ortaya çıkmasına imkân veren şeyin kitle hare-ketinin sona ermiş olması değil de sanki hareketin kendi kendisi olduğu sanısı o kadar fazla olur. Kitle hareketinin devir-diği ve yerine geçtiği idare ne kadar za-lim idiyse, bu sanı o kadar kuvvetli olur. Bu anlamda kendi hayatlarını bozulmuş ve ziyan olmuş görenler, hürriyetten çok eşitlik ve kardeşlik ararlar. Onların özle-diği eşitliği getirecek olan hiçbir zaman hürriyet değildir. Eşitlik arzusu, bir ba-kıma kişiliğini gizleme arzusudur, yani, dokumayı meydana getiren ipliklerden birinin diğerinden ayırt edilmemesi gibi. Bu suretle kimse bizi diğerleriyle muka-yese edip kusurlarımızı ortaya çıkaramaz. Hürriyetin gerçek olduğu bir yerde, eşit-lik, kitlelerin büyük isteğidir. Eşitliğin gerçek olduğu bir yerde ise hürriyet, bir azınlığın büyük isteğidir. Hürriyetsiz eşitlik, eşitliksiz hürriyetten daha dengeli bir toplum düzeni yaratır.

Özgür Hürriyet

1. Adugit, Y. (2006). Aristoteles: Erdemin Varlık Nedeni Olarak Özgürlük, Felsefe Tartışmaları Kitap Dizisi. İstanbul: Boğazici

Üniversitesi Yayınları.2. Berlin, I. (1997). Two Concepts of Liberty. Oxford Yayınları.

3. Hoffer, E. (1980). Kesin İnanclılar: Kitle Hareketlerinin Anato-misi. Tur Yayınları.

4. Kirk, R. (1982). The Portable Conservative Reader . Penguin Books.

5. Kurtoğlu Taşdelen, D. (2006). Bergson’un Metafizik Özgürlük Anlayışı. İstanbul: Boğazici Üniversitesi Yayınları.

6. Lawrence, D. H. (2007). Anka Kuşu. Ankara: Bilgi Yayınları.7. Menne, A. (2006). Mantığa Giriş. (L. Çilingir, Çev.) Elis

Yayınları.8. Özipek, B. B. (2011). Muhafazakârlık. İstanbul: Timaş Yayınları.

9. Pettit, P. (1998). Cumhuriyetclik-Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi. (A. Yılmaz, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

10. Silier, Y. (1998). İki Özgürlük Anlayışı. İstanbul: Boğazici Üniversitesi Yayınları.

11. Topcu, N. (2010). İradenin Davası/Devlet ve Demokrasi. İstanbul: Dergâh Yayınları.

12. Topcu, N. (1961). Yarınki Türkiye. İstanbul : Dergâh Yayınları.13. Tuncel, A. (2010). Bir Siyaset Felsefesi: Cumhuriyetci Özgür-

lük. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Page 32: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

30

Serkan ÇEÇEN

GEÇMİŞE GELECEĞE

BİR HASRET, BİR UMUT

Page 33: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

31

Serkan ÇEÇEN Kim ister ki yerinden yurdundan ol-

mayı? Sevdiklerini, geçmişini, geleceğini terk edip bilinmezliğe adım atmayı... Çok da uzak değil, yanı başımızda, Suriye’de savaşın tam ortasında kalmış insanların, elinde değildi kaderleri, seçimleri... Her savaşın binlerce hikâyesi vardır. Bazıla-rı bulaşamadan kâğıda-kaleme yok olur, unutulur gider. Bazıları da dünlerini, bu-günlerini, yarınlarını geleceğe anlatır umutlarıyla. Biz de bir hikâye dinledik; Dünüyle, bugünüyle, yarınıyla ve bitmek tükenmek bilmeyen umutlarıyla…

Geçenlerde bir muhabbet sofrasında Suriye dedik, savaş dedik, barış dedik öyle konuştuk durduk; gazetelerden, haberler-den duyduklarımızla... Birileri savaşıyordu, birileri yurtlarını terk ediyordu. Peki ya içerden nasıldı bu iş, ne olmuştu, ne değiş-mişti de böyle olmuştu? Kim yurdunu bı-rakıp da başka yerlere kaçar ki? Kafamızda bu sorularla dolaşmaya başladık İstanbul’da. Bir arkadaşımızın da aracılığıyla yolumuz İstanbul’un güzide semtlerinden birindeki bir yazıhaneye düştü. Adının Ahmet oldu-ğunu öğrendiğimiz, Suriye’den savaştan ka-çıp gelen bir yıldan fazladır buralarda çalışan biri. Sohbet etmek istediğimizi ilettik ama o pek istemiyordu. Polisten, Muhaberat’tan, yani ifşa olmaktan korkuyordu. Esed yan-daşlarının ona burada bile zarar verebileceği-ni düşünüyordu, bu yüzden bir iki fotoğraf çekmek için bile çok zor ikna ettik. Telefon-da güvenini kazandıktan biraz sonra o da yazıhaneye geldi. Girer gelmez selamlaştık, sarıldık sanki yıllardır hukukumuz varmış gibi, çok içten davrandı bize.

Hikâyesini dinlemek istediğimizi söyle-dik. Bu sefer de ne için konuşmak istediği-mizi, niye ona geldiğimizi, nerden geldiği-mizi sormaya başladı. Ciddi bir şekilde Esed taraftarlarının burada onları aradığını, bul-duklarında başlarına kötü şeyler geleceğini, işkence yapacaklarını düşünüyordu. Sadece ne olup bittiğini tanıklarından dinlemek istediğimizi, anlamak istediğimizi söyledik. Sonunda oturdu karşımıza, yüzünde yılların yorgunluğu vardı, kırk beş-elli yaşlarındaydı ama daha fazla yorulduğu belli oluyordu. Korkuluydu, endişeliydi, belki yarın ne ya-pacağını bile bilmiyordu. Derken başladı hikâyesini anlatmaya... Osmanlı zamanın-da Halep’e yerleşen, Anadolu’dan gelen Türkmenlere uzanıyormuş ailesinin köke-ni. Türkiye’ye, “İstanbul’a kolay alışmam, sevmem benim de Türk olmamdan” diyor. Burada birazcık Türkçe de öğrenmiş. O da Halep’te yaşıyormuş ailesiyle birlikte. Ha-lep tipik bir Türk şehri gibiymiş, “Antep’e, Kilis’e, Mardin’e çok benzer” diyor. Ahmet

Abi orada uluslararası ulaşım sektörüyle il-gileniyormuş. Arabistan ile Avrupa ile Or-tadoğu ile iş yapıyormuş. Bu yüzden bir kaç dil biliyor. İhtiyacı kadar İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca... İkisi kız, ikisi de er-kek olmak üzere dört çocuğu varmış. Aynı apartmanda kardeşleriyle birlikte yaşıyorlar-mış.

Savaştan önce durumları iyiymiş, sa-dece onların değil Halep bölgenin zengin şehirlerinden olduğundan dolayı bölge olarak maddi açıdan rahatlarmış. Özellikle petrol gibi doğal kaynaklarından ötürü işler bir hayli iyiymiş yani. Ama rejimin ve rejim taraftarlarının baskısı çok fazlaymış. “Pa-ramız vardı, yiyeceğimiz vardı, toprağımız vardı ama özgürlük yoktu” diyor. Suriye’de işler rüşvetle ya da Esed’in referansıyla yü-rüyormuş. Esed’e yakın olanlar durup du-rurken gelip sizden herhangi bir şeyinizi isteyebiliyormuş. Savaş sırasında ortaya çı-kan, muhaliflere karşı kanlı eylemler yapan Şebbihalar’ın bu kadar etkili olmasının se-bebi de bu imiş. Hatta Ahmet Abi Şebbiha-ların yine Osmanlı döneminde buralara yer-leştirilen Ermeniler olduğunu iddia ediyor. Hem tarihten gelen intikam duygusu hem de Esed’le gelen para hırsı, onları vahşileş-tirmiş. Ya istediklerini vermeniz gerekiyor-muş ya da onları tatmin edecek kadar para. Yani bir şeylere sahiplermiş ama zorbalıkla yönetiliyorlarmış. Hiçbir şeyin garantisi, ko-

ruması yokmuş kendi canınızın bile...“Peki nasıl başladı savaş, ne tetikledi?”

diye sorduğumuzda bir an daldı, o günle-ri hatırladı sanki… Kısa süreli bir sessizlik oldu. Sonra devam etti, yıllardır süregelen baskılar, zulümler insanların üzerinde fazla-sıyla etki bırakmıştı. Yani insanlar bu bas-kıdan oldukça rahatsızlardı ne yapacaklarını bilmiyorlardı ya da cesaret edememişlerdi. Babalarından, dedelerinden de aynı şeyleri duymuşlardı, onlar da böyle yaşamışlardı. Ellerinde bir şeyler vardı ama tasarrufla-rında özgür değillerdi hatta ellerinde tu-tabilmelerinin bile garantisi yoktu, her an birileri gelip el koyabilirdi. İnsanlar tepki-siz yaşamaya alışmışlardı ama yeni gelenler öyle değildi. On-on bir yaşlarındaki okul çocukları duvarlara, sokaklara, caddelere “özgürlük”, “huzur”, “demokrasi” yazıyor-lardı. Bununla birlikte herkesin kafasında hayaller oluşmaya, özgürlük isteği belirmeye başlamıştı. Biraz zaman geçtikten sonra, bu duvar yazılarının yayılmasıyla birlikte Esed taraftarları, Şebbihalar yazı yazan çocukla-rın parmaklarını, ellerini kesmeye başlamış. Hatta cinayet bile işleyebiliyorlar, küçücük çocukları şimdi olduğu gibi gözlerinin yaşı-na bakmadan öldürüyorlarmış. Çocukların anneleri, babaları niye böyle yaptıklarını so-runca da bir daha böyle şeylerin olması du-rumunda onların kızlarını, eşlerini alıp cari-ye yapacaklarını söylemişler. Bunun üzerine

Page 34: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

32

insanlar tepki vermeye karşı koymaya baş-lamışlar. Olaylar daha da büyüyerek devam etmiş ve iç savaşa dönüşmüş. “Artık kimse sadece para ve yiyecekle yetinmek istemiyor-du, yani herkes özgürlük istiyordu. Aileleriy-le çocuklarıyla özgür bir ortamda yaşamak istiyordu. Ülkenin her tarafında çatışmalar başlamıştı. Hala devam ediyor, sonuç alana kadar da devam edecek. Herkes özgürlük için, gelecek için bedel ödemeye hazır ve öz-gürlüğe inanıyor.” diyor Ahmet Abi.

Savaş başlayınca herkes elinden ne ge-liyorsa, bir şeyin ucundan tutmuş. Kimisi savaşmış, kimisi mühimmat taşımış, kimi-si geri planda kalmış, kimisi de bu zulmü, haksızlığı tüm dünyaya duyurmaya çalışmış. Ahmet Abi ve arkadaşları da çatışmalar baş-ladığında, ihtiyacı olan yerlere ilaç, yiyecek yardımı götürüp getiriyorlarmış. Ellerinde-ki araçlarla, hayvanlarla nasıl olursa artık... Suriye’nin bir ucundan öbür ucuna... O sı-ralarda yaşadıkları yerlerde pek olay yokmuş, savaş oraya kadar gelmemiş yani. Bir gün eve geri döndüğünde, mahallesinden dumanlar yükseliyormuş, kapkara dumanlar… Etrafa baktıklarında kimseyi bulamamışlar, ne eşi-ni, ne çocuklarını, ne kardeşlerini, ne akra-balarını, hiç kimseyi... Apartman, ev darma-dağınık; kapılar, camlar, pencereler kırılmış;

yerlerde kesik parmaklar, kesik uzuvlar, kan-lar... Ama ailesi yokmuş. Günlerce aramış, taramış, sokaklarda gezmiş ama hiçbir yerde bulamamış. Tanıdıklarına-dostlarına haber vermiş bir şey çıkar diye ama nafile... Ço-cuklarına, eşine, akrabalarına dair hala hiç-bir şey bilmiyor. Düşünsenize sevdiklerinizi kaybettiğinizi, bir anda bilinmez oldukları-nı... İnsanoğlunun en çok korktuğu şeydir bilinmez olmak ya da bilememek... Ahmet Abi bunları anlatırken, hem olanları kabul eden hem de hâlâ umudunun olduğunu belli eden bir ruh halindeydi. Suriye’nin her yerinde ailesini aradıktan sonra Türkiye’ye geçmiş. Buradaki akrabalardan bir umut, bir haber beklemiş. Günlerce Mardin, An-tep, Kilis, Hatay sokaklarında dolaşmış ama yine bir sonuç elde edememiş.

Biraz çaresizlik, biraz hayatını idame etme, biraz da takat kazanıp tekrar ailesi-ni aramak için İstanbul’a gelmiş. Günlerce sokaklarda dolaşmış, sokaklarda yatmış. Bir sürü işte çalışmış. Şimdi de buralarda tercü-manlık yapıyor. Tatil için, gezmek için ya da eğlenmek için gelmemiş buralara. Dışa-rıdan bakan gözlerin “Ne işi var bunların burada” edaları… En çok bu yoruyormuş onu. O böyle deyince bu sefer biz düşün-meye başladık. Ne oldu bize, nasıl değiştik?

Lafa gelince misafirperverlik deyince akla ilk gelen milletiz. Misafiri gelince mutlu olan, elinde ne varsa paylaşmaya çalışan, onu ra-hat ettirmek için her şeyi yapan millete, ne oldu da canını kurtarmak için buralara gelen insanlara böyle bakmaya başladı? Aslında kendi kendimize karşı da aynı tavırlar için-deyiz. Eskiden, hep dediğimiz “farklılıkları zenginlik olarak gören, uzakları yakın eden” sıfatının hakkını veremiyoruz galiba artık. Kendi içimizde de yabancılaşıyoruz, birbi-rimize ötekileşiyoruz. Etrafımızdan şüphe duyuyoruz, tedirgin oluyoruz, korkuyoruz. Ahmet Abi, Türkiye’ye başka şansı olmadığı için gelmiş keyfinden değil. İnsanların da bunu anlamasını bekliyor. Onları görünce iğrenmemelerini, korkmamalarını, normal davranmalarını istiyor. Amacı sadece aile-sini bulmak ve tekrar yaşadığı yerlere dö-nebilmek... Doğduğu, büyüdüğü, hayatını kazandığı yerleri bir daha görmek ve yeni-den ailesiyle mutlu olmak... İstanbul’da da ailesini bulmak için elinden geleni yapmış. Buraya gelen hemşehrilerine, gelip gidenle-re hep sormuş bir şey bulamayacağını bile bile... Aklına Mısır’daki akrabaları gelmiş, belki ailesi oraya kaçmıştır diye düşünmüş. Burada biraz para kazanıp imkânı olunca iki kere Mısır’a onları aramaya gitmiş yeni

Page 35: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

33

umutlarla yeni beklentilerle ama... Ama yine bulamamış aradıklarını, çocuklarını, ailesini yani yaşanmışlıklarını, hayatını. Mısır’ın kendi içindeki karışıklığına o da karışmış. Olayların arasında, kargaşanın arasında, Suriye’de bıraktığı ölümü, vahşeti yeniden görmüş. Mısır’da da günlerce aradıktan sonra bin bir güçle İstanbul’a geri dönmüş. Mısır’ın sokaklarını, Suriye’nin sokaklarını, Türkiye’nin sokaklarını düşünmüş durmuş günlerce. Çocukları, eşi, akrabaları nerede-lerdir, ne yapıyorlardır, kimlerledirler? Hâlâ onları bulacağına dair umudunu koruyor Ahmet Abi, “elbet bir gün” diyor, “yaşıyor-larsa elbet bir gün...”

Ailesinin derdine, sevdiklerinin derdi-ne düştüğü için de Suriye’yi unutmamış; doğduğu, büyüdüğü topraklardaki savaşı, zulmü... Ne yaparım, ne yapabilirim diye düşündükten sonra; internet üzerinden, sos-yal paylaşım sitelerinden, yani elinden geldi-ğince insanları durumu anlatmaya, yardıma çağırmaya başlamış. İnsanın memleketinin işgal altında olması ya da oralarda savaş ol-ması ne acı bir şey... “Orada zulüm var, sa-dece insanlık onuru için dahi susamazsınız, susmamalısınız! Buradan yapabileceğim bunlar, bir de hep dua ediyorum” diyor. Bir yola çıkıyorsunuz geri dönüş ihtimaliniz yok, her şeyi geride bırakıyorsunuz bir nevi unutuyorsunuz, bir daha hatırlamamak üze-re. Onlar vatansızlar yeryüzünde. Geçmişle-ri silinmiş, köklerinden kopartılmış, başka topraklara savrulmuşlar; ellerinde, avuçla-rında sadece umutları var. Eski günleri için, güzel günleri için, gelecekleri için...

“Bu topraklara huzur gelmesi için dün-yadan, diğer ülkelerden ne bekliyorsun?” de-diğimizde başını öne eğdi. Belki aklına daha önceki örnekler geldi, tüm dünyanın zulme ses çıkarmayışı geldi. Bosna’da, Filistin’de, Azerbaycan’da... Onca vahşeti, ölümü, hak-sızlığı kimsenin görmediği, duymadığı geldi aklına belki de. O zaman ne yapıldıysa şim-di de aynısı yapılıyor daha doğrusu bir şey yapılmıyordu. Suriye halkı için sadece Tür-kiye güvenilir bir dost, belki eski bir gelenek belki yılların komşuluğu ama tek umutları Türkiye. Diğer ülkelerden de bir beklentileri yok, yani diğerlerinin gözünde bir değer-lerinin olduğunu düşünmüyorlar. “Onlar bu topraklarda huzur istemiyorlar” diyor. Ama zafere, özgürlüğe sonuna kadar inanı-yor. “Bir gün bu savaş bitecek ve geri dö-neceğiz topraklarımıza, sevdiklerimize elbet kavuşacağız ve o gün bize yapılan iyilikleri hiç unutmayacağız!” diyor umutlu gözlerle. Geri döndüğünde bizi orda ağırlamak iste-diğini içten bir şekilde ifade ediyor.

Yavaştan hava kararıyordu. Gitme za-manı gelmişti, müsaade istedik. Ayrılırken yine kucaklaştık, ilkinden daha sıcak... Çok

mutluydu derdini, kendisini, ülkesini an-lattığı için. Sadece onu, onları anlamamızı istiyordu. Hem orada savaşanları hem de buralara gelenleri. Hiçbiri keyfinden seç-memişti bu yolu. İnsanlık savaşı veriyorlardı özgürlükleri için, onurları için, gelecekleri için... Geri dönerken kafamızda bu sefer farklı şeyler vardı. Bizler daha rahatız onlara göre ve onları anlamaya çalışıyoruz. Hayır, anlayamıyoruz onları bilmeden, görmeden anlayamayacağız da. Soğuktan üşümedikçe, sevdiklerimizden ayrı düşmedikçe, evimizi-toprağımızı kaybetmedikçe, özgürlük müca-delesi vermedikçe hala uzak olacağız onlara. Sonra Ahmet Abi’nin dedikleri... Umutluy-du, her şey düzelecek diyordu. Yani devrime bel bağlamıştı sadece, tutabileceği tek dal ol-duğu içindir belki. Ama devrimlerin sonra-

ları pek planlanmaz genelde. “Yanlış olanı, kötü olanı, beğenilmeyeni devirelim; sonra daha iyisini yapabiliyorsak yapalım. Yapa-mazsak da öyle kalsın, yıkık, dökük, belki eski halinden de virane...” Bunu düşünmü-yordu ya da henüz kazanamadıkları zaferin hayalini bozmak istemiyordu. Sadece iyiyi, güzel olanı düşünüyordu. Mısır’da olanlar ortada: temsili devrim, mizansenler, ölüm-ler, gözyaşı... Ama Suriye’de buna bile izin verilmedi henüz, bu ölümlerin, gözyaşları-nın temsili bir devrimle taçlanmasına bile... Kalpler hep kırık da olsa, yine de eksik ol-masın sol ceplerde umut. Zulüm payidar olmaz ebet, adalet gelir, yerini bulur bir gün elbet.

[email protected]

Page 36: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

34

ÇİN RÜYASININ İNCİSİ

PEKİN“Siz doğunun en batısı, biz de doğu-

nun en doğusuyuz. Her ne kadar iki millet iki ayrı uçta yaşasa da, ortak tarihi kökeni-miz var. Bu da biz Çinlilerin sizinle olan ortak yönümüz” demişti bir hocam. Çin’in en ünlü tarihçilerinden birisi kendisi. İstanbul’a hayran kalmıştı. Beklediğinden öte bir İstanbul bulmuştu. Türkiye’yi ve Türkiye insanını çok sevmişti. Bu da onu Çinliler ve Türklerin ortak özelliklerini bulmaya, daha doğrusu aramaya sevk etti. İşte o zaman bir kere daha fark ettim ki, bizler, Çin’i ve Çinlileri tanımıyoruz. Ame-rikalılar ve Avrupalılar, yıllar önce buralara gelmiş ve burayı çok iyi analiz etmişler.

Çin öyle sanıldığı gibi ‘kapalı bir kutu’ falan değil. McDonald’slar, Starbucks’lar, Burger King’ler ve dahası... Hepsi burada

pazardan belli bir almış. Çin dışarıdan gö-ründüğü gibi ürkütücü de değil. Çok sıcak-kanlı bir halkı, kendine has bir yönetim sistemi var. Elbette ki burada bir ‘Çin gü-zellemesi’ yapacak değilim. Çin’i ne kadar ‘tanımadığımızı’ göstermek istiyorum sade-ce. O zaman gelin, Çin’in kalbini, Pekin’i tanıyalım. Binlerce yıllık bu medeniyetin Pekin’deki yansımasına bir göz atalım.

Pekin, yüzyıllarca Çin’deki birçok hanedanlığa başkentlik yapmış bir şehir. Şehrin tarihi dokusu ve insanının mede-niliği, burayı tam bir kültür şehri yapmış. “Şehrin dört bir tarafı tarih kokuyor” de-sek herhalde abartmış olmayız. Bugün de Çin Halk Cumhuriyeti’nin Başkenti olan Pekin, Shanghai’dan sonra Çin’in en bü-yük ikinci metropolitan şehridir. Çin’in

eyaletli yönetim sisteminde, doğrudan bir “belediye” olarak sınıflandırılan birkaç şe-hirden biridir. Çin’in ekonomisinde Şang-hay kadar etkisi olmayan Pekin daha çok, Çin’in eğitim, kültür ve siyaset merkezidir. Pekin’in son yıllarda göze çarpan en önemli özelliği ise, 2008 Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış olmasıdır. Burada 2008 Olimpiyatları’nın Pekin üzerindeki etkisin-den bahsetmeden geçmek de olmaz. Olim-piyatlar, Pekin’in son yıllardaki gelişiminde çok büyük rol oynadı. Pekin’in adeta dün-ya siyasetinde bir denge unsuru olmasına katkı sağladı. Şehrin altyapısını da tümüyle etkileyen Olimpiyatlar, Pekin’de muazzam bir değişikliğe ve gelişime vesile oldu. Yani Çin’in kapalı bir kutu olmadığını Pekin böylelikle tüm dünyaya göstermiş oldu.

Bedii GÜRCAN

Bedii GÜRCAN

Page 37: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

35

Pekin’in Çincesi 北京 (Beijing)’dir. “Bei” kuzey, “jing” ise şehir manasındadır. Kökü Milattan önceki yüzyıllara dayanan şehirle ilgili olarak tarihi belgeler, şehrin bugünkü yapısının genel olarak 15. Yüz-yıldan itibaren şekillendiğini ifade ediyor. Fakat bugünkü metropolitan yapı ise 1959 yılında inşa edilmeye başlanmış. Her ne kadar ansiklopedik bir bilgi olmasa da, bir hocamın şehrin şimdiki dokusuyla alakalı bize anlattığı bir anekdotu aktarmak isti-yorum: 1959 yılında çiçeği burnunda Çin Halk Cumhuriyeti, yapılan bazı devrimler-le sosyalist büyümesine devam etmektedir. Sıra Pekin’in şehir yapısına gelince, o konu-da uzman olan iki kişi ön plana çıkmakta-dır. Birisi Avrupa’nın şehir yapısına hâkim bir profesör, diğeri ise Sovyetler Birliği etkisindeki bir diğer profesördür. Çin’in o zamanki yöneticileri, kendilerini Sovyetle-re daha yakın hissettiklerinden dolayı, Sov-yetler tarzını benimseyen profesörü, şehrin kemik yapısını inşa etmek için görevlen-dirmişlerdir. Bugün şehir 4 büyük ringten yani çevre yolundan oluşmaktadır. Şehri 4 büyük halkayla saran bu şekil, Pekin’i çok düzenli bir şehir haline getirmiştir.

Şehrin bu hızlı gelişimi elbette ki yanında birçok problem getirdi. Pekin, yoğun trafik, düşük hava kalitesi, tarihi semtlerin yok olması ve ülkenin daha az gelişmiş bölgelerinden gelen göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Bu yüzden Pekin’li bir Çinli değilseniz, Pekin’de yaşayabilmeniz için çeşitli şartları haiz olmanız gerekmek-te. Pekin’de yaşayabilmek için şartlarınızın “Pekin şehrinde kalabilme yasası” diyebile-ceğimiz yasaya uygun olması gerekiyor. Ta-bii ki hukuki açıdan bu durum ülke içeri-sinde tartışılıyor fakat ülke gerçekleri böyle bir yasanın çıkmasını neredeyse zorunlu hale getiriyor.

Pekin’de daireler pahalı mı?Pekin metrekare başına düşen para

miktarında dünyanın en pahalı şehirlerin-den biri diyebiliriz. Örnek verecek olur-sam, bir arkadaşım kiralık bir evde yaşıyor ve aylık kira için verdiği ücret 4000 TL. Ar-kadaşımın dairesi 3 oda ve bir salon olarak yaklaşık 124 metrekare. Bu durum gerçek-ten Pekin’deki daire fiyatları hakkında size aşağı yukarı bir fiyat verebilir.

Bu arada buradaki hava kirliliğin-den bahsetmeden geçmek istemiyorum. Pekin’de hava çok kirli. Hatta bazen kritik durumlarda gerekli makamlar tüm vatan-daşların cep telefonlarına bu konuda uyarı mesajı atabiliyorlar. Hava kirliliğinden et-kilenmeyi önlemek için üretilen maskeyi kullanan insanların sayısı azımsanamaya-cak kadar fazla.

Ve tabii ki trafik... Pekin’in trafik soru-nu İstanbul’u aratmıyor. Burada araba sa-yısı o kadar fazla ki, belediye yönetimi her gün çıkacak plakaların sayılarını bile belir-lemiş. Örneğin bir gün sonu tek haneli ara-balar çıkarken diğer bir gün çift haneliler çıkabiliyor. Hatta bazen spesifik numarala-ra kadar dahi etkisi olabiliyor. Örneğin Pa-zartesi sonu 1,3,5 çıkıyor ise Salı 2,4,6 olan trafiğe çıkıyor. Fakat buna rağmen şehirde trafik çok önemli bir sorun teşkil ediyor. Üstüne üstlük Pekin’de her geçen yıl araba satışlarının arttığı da her fırsatta uzmanlar tarafından dile getiriliyor.

Yine de Pekin yönetimi bu sorunu çözmek için elinden geleni yapıyor. Her sene şehrin metro ağı kat kat büyüyor. Şu an irili ufaklı toplam 15 metro hattı var ve bu ağ sürekli genişletiliyor. Öte yandan yer şekilleri bakımından engebesi çok az olan Pekin’de “bisiklet yolu” olmayan yer yok denebilecek kadar az. O yüzden bu şehir-de milyonlarca bisiklet ve elektrikli bisiklet var. Dolayısıyla trafiğin bir diğer kısmını da bu durum yani bisikletler oluşturuyor. Kısacası söylemek gerekirse Pekin’de her türlü trafik sorunu gelip sizi bulabilir. Bu konuda bana en ilginç gelen şey ise 80’li yaşlardaki insanların dahi bisiklet sürmesi. Yani arabalar, bisikletler, insanlar, bu şehir-de tam bir hareketlilik hakim. Her yaştan insan koşuşturuyor.

1990’lı yıllarda Pekin’e gelenlerle ko-nuştuğum zaman onlar, eskiden yabancı-ların daha çok dikkat çektiğini söylüyor. Şimdilerde ise yabancı olmak eskiye naza-ran daha sıradan bir hal almış Pekin’de. Fa-kat yine de burada Pekinlilerin sıcakkanlı-lığından bahsetmeden geçmememiz lazım. Pekin insanı çok sıcakkanlı, yardımsever ve konuşkan. Her türlü tabakadan insan sizi saatlerce soru yağmuruna tutabilir; okul-daki profesör, kafedeki kasiyer, taksiciler ve

aklınıza gelebilecek her tabakadan insan. Pekin, yukarıda da bahsettiğim gibi, ül-kenin siyaset, kültür ve eğitim merkezi, o yüzden Pekinliler “kültürel birikimler”ine toz kondurmuyolar. Bu yüzden (Çin’in en büyük şehri) Şanghaylılar Pekinlilerin mo-dayı ve ekonomiyi çok takip etmemelerini, daha doğrusu “modern” olmamalarını eleş-tirirken Pekinliler bu durumu pek dikkate almıyorlar ve Çin’in en büyük entelektüel kaynağı olmakla gurur duyuyorlar.

Pekin’de Damak TadıEvet, insanından bahsetmişken

Pekin’in yemeklerine de değinmek lazım. Eğer, “ben her şeyi yerim arkadaş!” diyor-sanız Pekin sizin için büyük nimet. Gerçi Çin’in güneyi kadar olmasa da Pekin’de de orijinal Çin yemekleri bulabilirsiniz. Örneğin, tabelasında eşek resmi olan lo-kantalar görebilirsiniz. Hatta bazı yerlerde köpek resmi olan lokantalar dahi var. Ama dediğim gibi, güneydeki kadar yaygın de-ğil. Pekin’in en meşhur lezzeti ise, “Pekin Ördeği”. Pekin Ördeği, ördeğin çeşitli sos-larla ve özel tariflerle kızartılmış halidir. Eğer arzu ederseniz, kızartılmış tarafının dışında kalan et ve kemiklerle yapılan çor-basını da içebilirsiniz. Açıkça itiraf etmem gerekir ki, kendimi yeni tatlarla kolay ko-lay yüzleştiremeyen biri olarak ben, Pekin Ördeği’ni çok sevdim. Özellikle kızartılmış et için hazırlanan küçük lavaşı ve soslarıyla Pekin Ördeği damağınızda unutamayaca-ğınız bir tat bırakıyor. Eğer içiniz almıyor ve her şeyi yiyemiyorsanız, Pekin’de yine aç kalmazsınız. Zira şehirde, ülkenin çeşitli yerlerinden gelmiş birçok müslümanın aç-tığı lokantalarda yemek yiyebilirsiniz. Bu tarz lokantaların sayısı az da değil. Önemli olan, yanınızda Pekin’i tanıyan birisinin olması...

Page 38: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

36

Turistik YerlerHer yerde olduğu gibi, şehir turuna

“merkez”den başlamak lazım. Bu yüzden dünyanın en büyük meydanı olan Tianan-men Meydanı’ndan başlayalım. Tianan-men Meydanı ve çevresi, Pekin’in merkezi olarak kabul ediliyor. Meydanın çevresin-de, Ulusal Halk Kongresi (Meclisi), mü-zeler ve Çin tarihinde çok önemli bir yere sahip olan “Yasak Şehir” var.

Yasak ŞehirTiananmen Meydanı’nın hemen ya-

nında olan bu saray, zamanında birçok imparatorluğa ev sahipliği yapmış ve halk-tan hiçbir kimse 500 yıl boyunca gireme-diği için Yasak Şehir adını almış. Şimdi bu sarayın girişindeki duvarda ülkenin efsanevi lideri Mao’nun resimleriyle bir-likte binlerce turisti ağırlamakta.1406 ve 1420 tarihleri arasında inşa edilen bu saray, yaklaşık 720.000 m²’lik bir alana yayılmıştır ve 8.707 odalı 980 yapıdan

oluşmaktadır. Yasak şehir 1987 yılında Dünya Kültür Mirası listesine eklenmiş ve UNESCO tarafından dünyada korunmuş en geniş antik ahşap yapılar bütünü olarak tescillenmiştir.

Zamanında bu sarayın içerisinde Çin’in son 500 yıllık tarihini resmeden eserler varken 1947 yılında bu resimler, Çin-Japon savaşı nedeniyle Kıta Çin’i (anakara) içerisinde şehirden şehre taşın-dıktan sonra, en son Tayvan’daki Taipei şehrine götürülmüş ve burada Milli Saray Müzesi’ne yerleştirilmiştir.

Yasak Şehir, dünyada şu ana kadar var olan en geniş saray kompleksidir ve 72 hek-tarlık bir alanı kaplar. Kuzey ve güneyi, iç ve dış saray olarak ikiye ayrılır. Planlaması çok düzenli ve ince hesaplarla yapılmıştır. Burada asıl bahsedilen Yasak Şehir, iç saray içerisinde kalan bölümdür ve kuzey tarafta kalmaktadır.

Yasak Şehir’in bir diğer ilginç özelliği ise simetrik olarak inşa edilmesidir. Yasak şehri

o r -t a -

dan ikiye ayırdığınızda, iki parça içerisinde-ki konutların ve mekânların hepsinin aynı ebatlarda inşa edildiğini görüyoruz.Eski bir inanışa göre kuzey, kötülüğün kaynağı ola-rak görüldüğü için, sarayın tüm pencere ve kapıları güneye bakmaktadır. İşin ilginç ta-rafı ise, sadece gözden düşmüş ve kötü ola-rak görülen cariyelerin kapı ve pencereleri kuzeye bakıyormuş. Yasak Şehrin Çin halkı ve yönetimi açısından önemi çok büyük-tür. Hatta bu yüzden Çin’de cumhuriyet, Yasak Şehir’in tam karşısında bulunan Tia-nanmen Meydanı’nda ilan edilmiş.

Wangfujing Yasak Şehir’e 500 metre mesafe uzak-

lıkta olan, Pekin’in “İstiklâl Caddesi” diye-bileceğimiz bir yer Wangfujing. 30 yıldır o caddede birbirinden ilginç yiyeceklerin bulunduğu “yemek sokağı” kuruluyor. Ak-şamları birçok misafir ağırlayan bu cadde, turistlerin ise uğrak noktası. Özellikle tu-ristlerin midelerini zorlayan görüntülere sahip bir cadde burası... Caddenin büyük bir bölümü trafiğe kapalı... Önceleri prens-lerin konaklarının bulunduğu yer olan Wangfujing, şimdilerde Hilton, Armani gibi markaların tesirinde kalmış. Çevresi ise gökdelenlerle dolu. Işıklandırması ve binaların dışındaki ekranlar ise New York sokaklarını aratmıyor. Tabii ki “akla ziyan” yiyecekler var burada. Türkiye’deki çöp şişlerin burada çeşitli küçük hayvanlarla kullanıldığını görünce bir garip hissedi-yor insan kendini. Bazıları hâlâ canlı olan akrepler, çekirgeler, denizyıldızları, yılan, ahtapot, yani kısacası ne ararsanız dizilmiş o çöpşişlere... Bir de onların kızartılmış halleri... Akrep kızartması, ahtapot salata-sı... Hatta bir keresinde bir tezgâhta farklı renkte etler dikkatimi çekmişti. Tezgâhtara sorduğumda oradaki etlerin kedi, köpek, at, inek, koyun, sincap gibi hayvanların eti olduğunu söylemişti. Kızartılmayı bek-liyordu o etler. Açıkçası Pekinliler de çok alışkın değil bu manzaraya. Çünkü böcek tarzındaki yiyecekleri daha çok güneydeki Çinliler yiyorlar. O yüzden Pekinliler bu konuda daha masum diyebiliriz.

Çin SeddiPekin’e gelip de Çin Seddi’ne gitme-

mek olmaz. Ansiklopedik bilgilere göre, Çin Seddi, Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanır. Dünyanın en uzun savunma duva-rıdır. Kalıntıları Po Hay körfezinde deniz kıyısında başlar, Pekin’in kuzeyinden ge-çerek batıya yönelir ve Huang-Ho nehri-ni ikiye bölerek güneybatıya uzanır. Gobi Çölü’nün güneyinden batıya yönelerek de-vam eder. 1986 yılında UNESCO Dünya

Page 39: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

37

Mirasları listesine eklenen Çin Seddi’nin toplam uzunluğu, Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Kültürel Miraslar İdaresi ile Devlet Ölçme ve Haritalama Dairesi’nin 18 Nisan 2009 tarihli açıklamasına göre 8.851,8 ki-lometredir. (Wikipedia, Çin Seddi) Bu ara-da şunu da söylemek istiyorum ki Çin Sed-di, elbette uzaydan görülemez, bu sadece bir efsanedir. Ülkemizde birçok insan hâlâ bunu o şekilde bili-yorken bu efsaneyi Çinlilerde neredeyse hiç duymamam bana çok ilginç geliyor.

Çin Seddi Türklerden korunmak için mi yapıldı?

Çin Seddi’nin yapımı M.Ö 400’lü yıllara dayanıyor. Yani yapımı bin küsur yıl sürüyor. Çin Seddi’ni sadece bir hane-danlık yapmamış. Her hane-danlık veya her Çin Devleti, kendi zamanının gereklilikleri-ne göre sedde ekleme yapmış. Ama tarihsel arka planına bak-tığımız zamana şunu diyebi-liriz ki, M.Ö 400’lü yıllarda 7 farklı büyük beylikten oluşan Çin topraklarında, bu beylikler arasındaki mücadele çok çetin geçiyordu. O yüzden bu bey-liklerden bazıları tehlikelerden korunmak için büyükçe bir set yapmaya karar verdi. Ve her ha-nedanlık, gerek kültürel, gerek siyasi, gerek askeri ve sosyal ne-denlerle bu sedde ekleme yaptı. Tarihçiler seddin yapılması için birçok nedeni öne sürüyor. Ama bunlardan en çok öne çıkanları ise şöyle: Ülkenin sınırlarını başta Moğollar olmak üzere ku-zeyden Çin’e karşı Türk boyla-rının saldırısına karşı savunmak, uzun savaşlar sonunda yıktığı beyliklerin esir düşen yöneticilerini sürgün ve ağır işe sürerek cezalandırmak, ülkeden kaçışları önlemek ve ülkenin tek yönetim altında birleştiğini içeriye ve dışarıya göstermek.

Yazlık SarayÇin tarihine bakıldığında parklar im-

paratorun ve halkın parkları (bahçeleri) olarak ikiye ayrılmaktdır. Yazlık Saray ise Çin’in başkenti Beijing’in kuzeybatı kesi-minde yer alıyor ve 290 hektar genişliğinde bir alanda kurulan bu sarayın yüzölçümü, dünyanın en büyük meydanı olan Tianan-men Meydanı’nın 7 katına eşittir. Bu sa-ray, yaz aylarında imparatorun dinlendiği ve vaktinin birçoğunu burada geçirdiği bir

bahçe gibi kullanılmaktadır. Yazlık Saray, ülkenin en iyi korunan

ve en büyük imparatorluk bahçesi ya da parkı olarak kabul ediliyor. Çin’in çeşit-li hanedanlarının bahçecilik sanatlarının özelliklerini yansıtan bu saray, Çin’in ve ya-bancı ülkelerin sanat tarihinde çok önem-li bir yer tutuyor. Bu yüzden Yazlık Saray

1998 yılında “Dünya Mirasları Listesi”ne girdi. Yazlık Saray’ın ilginç bir özelliği var; Çin’deki tüm güzel manzaralar bu sarayda toplanır, böylece tüm Çin topraklarının dönemin imparatoruna ait olduğu düşün-cesi yansıtılır.

Aslında bu Saray, 1749 yılındaki Çin imparatorunun annesinin doğum günü için yaptırdığı bir saraydır. İmparator, sara-yın inşa edildiği yerdeki gölü genişletmiş ve gölden çıkan toprakla bir tepe yaptırmıştır. O yüzden bu saray, yapay gölü (Kunming Gölü) ve sonradan yapılan tepesiyle (Wan Shoushan Tepesi) dünyadaki diğer saraylar-dan farklı bir estetiğe sahiptir. Çünkü Çin tarihinde imparatorlar, kullandıkları yazlık sarayların “doğa ve sanat”la iç içe olmasını

istemişlerdir. Yazlık Saray sadece bahsettiğimiz göl

ve tepeden oluşmuyor. Bunun yanında Yazlık Saray’ın “Saraylar Bölgesi” de var. Yazlık Saray’da gölün genişliği toplam ala-nın dörtte üçünü teşkil ediyor. Sarayda “pagoda”lar, opera odaları ve köşkler dahil 3000’den fazla oda bulunuyor. Yüksekliği

50 metreden fazla olan Wanshou Tepesi ve Yazlık Saray mimarisin-deki yapılar, Yasak Şehir’de oldu-ğu gibi kuzeyden güneye inen bir çizgiyle sıralanırlar. Tepede, 41 metre yüksekliğindeki Fo Xiang-ge Kulesi vardır ve bu kule Yaz-lık Saray’ın simgesi olarak kabul edilir.

Yazlık Saray’da Wanshou te-pesine bağlanan bir koridor var-dır. 728 metre uzunluğundaki bu koridor dünyanın en uzun klasik Çin koridorudur. Koridor ilk ba-har, yaz, son bahar ve kış olmak üzere 4 bölümden oluşmaktadır. Her bölüm arasında birer kulübe vardır. Ahşap üzerine yapılmış koridor boyunca klasik Çin re-simlerinin sayısı 30 binden fazla-dır. Bu yüzden Yazlık Saray, Çin mimarisinin çok önemli temsilci-lerinden bir tanesidir.

Cennet Tapınağı (Tiantan)

Cennet Tapınağı, Pekin’deki tarihsel ve dinsel yapıların ba-şında gelir. Çin’de bulunan ve kökleri çok eskiye uzanan bir inanca göre cennet küre yer ise kare biçimindedir. Bu yüzden Cennet Tapınağı, bu inancı so-mutlaştıran geometrik planıyla, Çin mimarisinin en başarılı ör-neklerinden biri olarak görkemli bir yapıya sahiptir. Qi Nian Dian

(Bereketli Hasat İçin Dua Binası), Huang Qiong Yu (İmparatorluk Cennet Tonozu) ve Huan Chui Tan (Dairesel Tepe Sunağı) bu yapı içinde yer alır. Pekin’de bulunan birçok eski yapı gibi Cennet Tapınağı’da UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. Çin’in antik tarihinin en büyük yapısı olarak kabul edilen tapınak, 1918 yı-lından itibaren “park” olarak adlandırılmış ve kapılarını halka açmıştır. Yapımı 1420 yılında tamamlanan tapınağın inşası yakla-şık 18 yıl sürmüştür.

Çin’in Qing ve Ming hanedanlarının imparatorları tarafından önemli günlerde ziyaret edilen bu tapınak, dünyada önemi büyük olan Taoist tapınaklardan biri olarak kabul edilmektedir.

Page 40: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

SCR Teknolojisine Sahip Euro 4 ve Euro 5 Araçlar İçin

Page 41: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 42: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

40

Beri gel, daha beri, daha beri.Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?Bu hır gür, bu savaş nereye dek?Sen bensin işte, ben senim işte.

Ne diye bu direnme böyle, ne diye?Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne

diye?Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek,Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?…

diyerek devam eder Mevlana Celaleddin Rumi. İçinde yaşadığımız şu dünyanın tüm şifrelerini çözmüşcesine adeta, ‘Sen bensin,

ben de senim işte’ der. Öyleyse uzatmaya ne hacettir! Mevlânâ eserlerinde, büyük kıy-met verdiği, “insanlığın birliği” olgusuna özellikle vurgu yapmıştır. Burada Mevlana üzerine yazılanlar, O engin bir okyanus ise Onu anlatan birkaç damla su; O uçsuz bu-caksız bir çöl ise Onu tasvir etmeye çalışan birkaç kum tanesi mesabesindedir. Anado-lu topraklarında yaşamış bu büyük âlimi bir parça tanımak ve anlamaya çalışmak, Onun üzerine dertlendiği tüm insanlığın bir ihtiyacıdır.

Mevlânâ’nın doğum yeri, bugün Afganistan’da bulunan, eski büyük Türk

kültür merkezlerinden Belh şehri, doğum tarihi ise Eylül 1207 olarak belirtilmekte-dir. Asıl adı Muhammed Celâleddin olan bu büyük zata, Anadolulu anlamına gelen “Rumi” ve hocalık yaptığı yıllardan kalma, adeta sembol olan “Mevlânâ” isimleri son-radan verilmiştir. Soyu, anne tarafından Belh Emiri’ne, baba tarafından da Har-zemşahlara dayanan Mevlânâ, döneminde soylu olarak nitelendirilen bir aileye sa-hiptir. Babası, Sultânü’l-Ulemâ (Âlimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled’tir. Kaynaklar Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled’in nesebinin anne

GEL, NE OLURSAN OL YİNE GEL

Nilüfer YAVUZ

Nilüfer YAVUZ

Page 43: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

41

tarafından Hz. Hüseyin’e, baba cihetiyle de Hz. Ebû Bekir’e ulaştığını kaydetmektedir. En güç fetvaları veren, döneminin büyük âlimlerinden Bahâeddin Veled, devlet ha-zinesinden kendisi için belirlenmiş maaşla geçimini sürdürmüştür.

Sultânü’l-Ulema, kimi kaynaklarda Moğol istilası, kimilerinde ise kendisini çekemeyenler yüzünden, Belh şehrinden göç eder. Aile fertleri ve dostlarıyla yaptı-ğı bu göç boyunca, Hac ibadetini yerine getirir ve Bağdat’tan, Şam’a, Malatya’dan Erzincan’a pek çok kenti gezer. Nihayet Konya’yı seçip oraya yerleşirler. Bu göç sırasında, Mevlana’nın kerametini görebi-len belli tasavvuf ehillerinin beyanları ise kendilerinin ileride büyük kitlelere ön-derlik edeceğine dalalet eder niteliktedir. Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet esnasında Mevlânâ’nın alnındaki kemâli görür ve ona kendi eseri Esrarname’yi hediye eder. Ba-basına da “Çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun âlemin yüreği yanıklarının yürekle-rine ateşler salacaktır.” der ve nitekim öyle de olur. Mevlânâ, tasavvufi olarak eriştiği merhale ile hem kendi, hem de felsefesini benimseyenlerin yüreğini yangın yerine çe-virir. Bir diğer mutasavvıf Şeyh-i Ekber ise, babası Sultânü’l-Ulema’nın arkasından yürüyen Mevlânâ’ya bakarak “Süb-hanallah! Bir okyanus bir denizin arkasında gidiyor” demiştir.

Mevlânâ, 18 yaşında Se-merkantlı Hoca Şerafeddin Lala’nın kızı Gevher Banu ile evlenir. Mevlânâ’nın eğitiminde ise başta ilk mürşidi, babası Sultânü’l-Ulema, sonrasında ise kendisinin ölümün-den sonra adeta baba-sının yerine koyduğu Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî’nin yeri büyüktür. Beraber bulundukları 9 yıl bo-yunca kâmil mürşit Seyyid Burhaneddin’in kılavuzlu-ğunda nefsini yenmek için çabalayan Mevlânâ, bu zatın sohbetleriyle kendi tabiriyle ‘pi-şer’ ,olgunlaşır. Kendi benliğinden kurtulup mananın aslına varır. Mevlânâ yüksek ilimlerde daha da derinleşebilmek adına Halep, Şam gibi ilmi merkezlere giderek oradaki âlimlerle tanışır, sohbet halkalarına dâhil olur. 7 yıl süren bu ilim seyahatlerinin ardından Konya’ya dönen Mevlânâ, mürşidi Seyyid Burhaneddin’in isteği üzerine 3 kere çile’ye (yani 40’ar gün az yemek, az içmek ve az uyumak ve geri kalan tüm vakti ibadetle geçirerek nefsini

arıtma) girer. Seyyid Burhaneddin’in ken-disinden izin alarak ayrılmasıyla birlikte Mevlânâ, mürşit konumuna gelir. Bu gö-revi babası ve dedelerinin usullerine uya-rak hakkıyla yerine getirir. Ancak kader Mevlânâ’nın asıl ruh eşini bulması üzere yazılmıştır bir kere…

Şems-i Tebrizi ve Mevlânâ Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi karşılaştık-

larında Mevlâna’nın 40’lı, Şems’in ise 60’lı yaşları geçtikleri kaydedilmektedir. Tasavvuf düşüncesiyle büyüyen Mevlânâ’nın bu kar-şılaşma sonrasında, haiz olduğu fikriyatta şe-killenmeler başlar. Kendini, çevresindekilerin idrak dahi edemeyeceği ölçüde bir âlemde bulan Mevlânâ, adeta kendinden geçerek ilahi aşkı tatmış, mana âlemine dalarak mad-diyattan uzaklaşmıştır. Şems-i Tebrîzî isimli gizemli zat, O’nu adeta çalkantılı bir aşk denizine atmış, bir Hak aşığı yapmıştır. Bu iki Hak aşığı halvete çekilir, Hakk’ı anlama-da birbirlerine derman olurlar. Mevlânâ’nın gözünde Şems bir sûret değil, mananın, özün kendisidir. Şems’in O’nun hayatına girmesiy-le manaya varmada hissettiği ilahi aşk, onun tasavvufi düşüncesinin ayrılmaz bir parçası

olur. Bu aslında Mevlânâ’nın önceleri tatbik ettiği, belki de dedelerinin yön-

teminden, kuralcı, şekilci tasavvuf anlayışından sıyrılıp coşkun bir

tasavvufi anlayışa kaydığına işaret eder. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled der ki:

“Ansızın Şems ge-lip ona ulaştı; ona mâşûkluk (sevilen, sev-gili olmanın) hâllerini anlattı, açıkladı. Böy-lece de sırrı yüceler-den yüceye vardı. Şems, Mevlânâ’yı şaşı-lacak bir âleme çağır-dı; öyle bir âleme ki, ne Türk gördü o âlemi

ne Arap.”İkilinin yaşadığı bu

derin ve bir o kadar da özel bu sohbetler, payla-

şımların yanında Mevlânâ’nın artık dergâha çıkmaz olması,

mürit ve talebeleri ile ilgileneme-mesi sonucunu doğurur. Bu durumun

zamanla kıskançlıklara ve dedikodulara se-bep olmasıyla nedeniyle Şems Konya’yı terk eder. Bu ayrılış ise Mevlânâ’nın hayatında son derece zor bir dönemin başlangıcı olur. Divaneye dönen Mevlânâ, durmadan onu arar, ona mektuplar, şiirler yazar. Hayatının ışığı sönmüştür bir kere “Ey gönlümün nûru, gel.. Ey didinmelerimin maksadı, gel… Bili-yorsun ki, hayatımız senin ellerinde. Kölele-

Mevlânâ’yı yalnızca musiki, yalnızca Sema’ya bağlı kalarak tahlil etmek ne yazık ki tüm felsefesini idrak etmek için yeterli değildir. Ölümünün üzerinden yaklaşık 800 yıl geçmesine rağmen kaybolmayan bu felsefeyi yaşatmak da tüm insanlığın en önemli görevlerinden biridir.

Page 44: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

42

rine zorluk çıkarma: Gel. Ey aşk! Ey mâşûk! Engelleri aş, inadı bırak, gel!” Mevlânâ’nın bunca kelamına, ısrarına dayanamayan Şems ikna olarak Konya’ya geri döner. Bu dönüş adeta bir bayram gibi kutlanır, kurbanlar kesilir, ziyafetler verilir, Semâ gösterileri dü-zenlenir. Ancak ne yazık ki bu mutlu günler de pek uzun sürmez. Daha önce olduğu gibi bu ilişkiyi kıskananlar yine hasetleri ile dedi-kodulara, türlü çekememezliklere başlarlar. Mevlânâ’nın varlığında can bulan Şems, bu bağlılığa rağmen Konya’yı ikinci ve son kez terk eder. Bu kayboluşun ardından Mevlânâ

onu her yerde arar, sorar. Onu gördüğünü söyleyenlere ikramlarda bulunur, kimi zaman sarığını, hırkasını hediye eder. Onun ayrılığı üzerine yürekleri dağlayan şiirler yazar. Sul-tan Veled’in söylemi ile Mevlânâ aslında bu arayışlarında Tebrizli Şems’i suret olarak bu-lamasa da mana yönünden onu adeta kendi içinde bulur ve şöyle der “Beden bakımından ondan ayrıyım ama bedensiz ve cansız ikimiz de bir nuruz. Ey arayan kişi! İster onu gör, is-ter beni. Ben O’yum O da ben…”

Şems Sonrası Mevlânâ, yaşadığı bu aydınlanma son-

rası Şems’i aramaktan vazgeçer. Zamanında Seyyid Burhaneddin’in terbiyesinden geçmiş, kendisi ve Şems’in sohbetlerinden feyizle-nen ve onlara hizmet edebilme şerefine nail olmuş Konyalı Kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i kendine hemdem bilir. Tanışmaları çok önce-lere dayansa da manevi olarak bağlanmalarını sağlayanın şu hadise olduğundan bahsedilir: Mevlânâ bir gün Şeyh Selahaddin’in çalışıyor olduğu dükkânın önünden geçerken çekiç darbelerinin ahengiyle aşka gelir ve kendin-den geçerek Semâ etmeye başlar. Bunu gören Şeyh, altının zayi olmasına aldırmayarak çı-

Page 45: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

43

raklarına devam etmelerini emreder, kendisi ise Mevlânâ’nıın ayaklarına kapanır. Ara-larında başlayan bu dostlukla sükûn bulan Mevlânâ, içinde bulunduğu manevi atmosfer dolayısıyla müridleriyle bizzat ilgilenememiş, irşad amacıyla da ilk olarak Şeyh Selahaddin’i bu vazifeye getirmiştir. Ayrıca Şeyh’in çok sevdiği kızını, kendi oğlu Sultan Veled ile evlendirerek aralarında bir akrabalık bağı kurulmasına da vesile olmuştur. Yöre halkı tıpkı Şems’e yaptıkları gibi Şeyh Selahaddin’i de kıskanmışlar ancak birbirlerini ilahi aşka yönlendiren bu iki dostun birlikteliği tüm bunlara rağmen tam 10 yıl sürmüştür.

Şeyh Selahaddin’in hastalanıp ebedi

âleme göçüşü sonrasında Mevlânâ kendisine halife olarak Çelebi Hüsâmeddin’i seçer. Ken-disi pek çok ulu zât tarafından himaye gör-mesine rağmen arkadaş ve hizmetkârlarıyla birlikte Mevlânâ’ya hizmet etmeyi seçmiş yüce gönüllü kâmil bir insandır. Bugün üze-rine türlü araştırmaların yapıldığı, tezlerin ya-zıldığı Mesnevî-i Şerif’in yazılması ve ruhunun anlaşılması hususunda en çok emeği geçen de bizzat Çelebi Hüsameddin’dir. Mevlânâ yürür-ken, otururken, Sema ederken coşarak devam-lı surette Mesnevi’yi söyler; bu esnada Çelebi Hüsameddin de bunları hızlı bir şekilde yazar, sonrasında Mevlânâ’ya okur. Ciltler tamam-landığı vakitse tekrar gözden geçirir, gereken düzenlemeleri yapıp, tekrar bilgisine sunar.

Hz. Mevlâna ve Çelebi Hüsameddin yak-laşık 15 yıl birbirlerine yarenlik eder. Ancak fani bu hayat da elbet bir gün son bulacaktır. Yüce zat aniden hastalanır ve yatağa düşer ve vefat eder. Ömrü boyunca İlahi aşkın ateşiy-le yanıp kavrulan Mevlânâ’nın, ölümü Şeb-i Arûs, yani düğün gecesi olarak tanımlar. Ken-dileri, bir âlemin sonlanmasındansa yeni bir âleme doğmanın; sevginin O’na kavuşmanın tasvirini bu şekilde yapmaktadır. Bu durumla ilgili olarak hasta zamanında kendisine sağ-lık dileyen dostlarına ‘Bundan sonra Allah sizlere şifâ versin. Âşıkın Mâşukuna kavuş-masını ve nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?’demiştir. O, Allah’ın ve sevgili kulu Hz. Muhammed’in yanına varmayı öylesine içselleştirmiştir ki, ölüm onun için adeta bir huzura kavuşma, vuslat vesilesi olarak görünür.

17 Aralık 1273 tarihinde –kendi deyimiy-le- yeni bir âleme doğan Mevlâna’nın cenazesi ise katılanlarıyla, yaşam felsefesini ortaya koyar niteliktedir. Müslüman olan olmayan, büyük küçük kim varsa herkes oradadır. Tam da onun istediği gibidir, hepsi ‘bir’dir! Bu tabloda dahi onu yalnızca kendinin sanan ‘Bu din sultânı, Mevlânâ bizimdir, bizim imâmımızdır’ diyen-ler çıkmıştır. Ancak bu çıkışma karşısında ge-ride bırakılmak istenenlerin cevabı ise bu zatın evrenselliğinin bir kez daha altını çizmektedir: “Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberle-rin hakikatini onun sözlerinden anlayıp öğren-dik. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi ve müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz.” Mevlânâ, cenaze namazının Şeyh Sadreddin tarafından kıldırılmasını vasiyet etmiş, ancak Şeyh na-maz için niyetlendiğinde fenalaşarak baygınlık geçirmiştir. Bunun üzerine cenaze namazına Kadı Sirâceddin imamlık etmiştir.

Kişiliği ve Barış Felsefesi ÜzerineBıraktığı felsefi mirasla yüz binleri pe-

şinden sürükleyen Mevlânâ’nın tasavvuf an-layışında asıl amaç her daim kulluk, yokluk ve aşktır. Hz. Muhammed’e büyük bir bağla bağlı olan Mevlânâ’nın en büyük gayesi, in-sanların İslami esaslardan sapmadan yaradılı-şın maksadına ulaşmalarını sağlamaktır. Engin bir hoşgörüye sahip Mevlânâ’nın söyledikleri ve yaşam stili arasındaki tutarlılık da Onun yolundan gidenlerin, kendisinin doğruluğun-

dan emin olmalarını sağlamıştır. İnsanların günahkâr ya da başka bir dinden olmalarına aldırmadan onları yalnızca insan oldukları için öyle bir şefkat ve hoşgörüyle kucaklamıştır ki bu sayede her din, dil, ırk, ideolojiden insanın büyük hürmetini kazanmıştır. Sosyal statüle-re, zenginliğe bakmadan insana insan olduğu için değer veren Mevlânâ’nın müridlerinin pek çoğu da hor ve hakir görülen kimselerdir. Günlük yaşantısında dostlarının kıymetini bilen, iyi bir aile babası olan Mevlânâ, güzel ahlâkıyla suçlu insanlara karşı da hep onları geri kazanma amacıyla yaklaşmıştır.

Mevlânâ ve sahip olduğu barış felsefe-sinin bugüne kadar geçerliliğini yitirmemiş olmasının nedeni ise, ne yazık ki kavgaların, savaşların sonunun bir türlü gelememiş olma-sıdır. Yapılan bir araştırmaya göre II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada yalnızca 24 gün savaş olmamıştır. Bu zat ve öğretilerinin dün-ya çapında bu denli ilgi görmesinin nedeni de muhtemelen budur. Zıttıyla var olması sebe-biyle barış kelimesinden dahi ürken Mevlânâ ‘Dünyada sevgiye dair ne varsa ben orada va-rım, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.’ diyerek savaş karşıtlığını dile getirmiştir. Ona göre dünya herkese yetecek genişliktedir ve sa-vaşlara ihtiyaç dahi yoktur. Bu vesileyle Mevla-na savaş hakkındaki görüşünü şu veciz cümle-ler ile ifade eder: “İnsanların savaşı, çocukların kavgasına benzer. Hepsi de anlamsız ve saçma-dır.”, “Delinin elinden silahı al da adalet ve ba-rış senden razı olsun!” Ayrıca dünya barışının ne denli önemli olduğunu anlatmak için de bir keresinde şöyle demiştir: “Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir. İster sulh çağında olsun, ister savaşta bu böyledir!”

Her yıl 17 Aralık tarihinde Konya’da Mevlânâ’nın bu düğün gecesi yani vefatı ne-deniyle çeşitli etkinlikler yapılır. Günümüz dünyasının maddeye bağlılığının hat safhada olduğu şu günlerde Mesnevi adeta bugüne yazılmış bir kurtarıcı mektup, bir kılavuz niteliğindedir. Mevlânâ’yı yalnızca musiki, yalnızca Sema’ya bağlı kalarak tahlil etmek ne yazık ki tüm felsefesini idrak etmek için yeterli değildir. Ölümünün üzerinden yakla-şık 800 yıl geçmesine rağmen kaybolmayan bu felsefeyi yaşatmak da tüm insanlığın en önemli görevlerinden biridir.

• CÂMİ, A. (1993). Nefehâtü’l-üns min hadarâti’l-kuds. Marifet.• CEBECİOĞLU, E. (2007). Hz.Mevlana Üzerine Genel Bir

Değerlendırme. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi (20).

• EFLAKİ, A. (1964). Ariflerin Menkıbeleri. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

• HİDÂYETOĞLU, A. S. (2008, 1 9). Hz.Mevlânâ ‘nın Hayatı ve Şahsiyeti. 12 1, 2013 tarihinde akademik.semazen.net. adresinden

alındı• S. V. (1976). İbtida-Name. Ankara: Konya Turizm Derneği

Yayını.• SÜPEHSALAR, F. B. (1331). Tercüme-i Risale-i Sipehsâlâr Bi-Menâkıb-ı Hazret-i Hüdavendigâr Kuddise Sırreh’ül-Â’lâ.

İstanbul: Selanik Matbaası.• ŞAHİN, B. (2009, 12 05). http://akademik.semazen.net/article_

detail.php?id=562. 12 1, 2013 tarihinde alındı• ŞİMŞEKLER, N. (2006). Mevlana, İslam ve Dünya Barışı. 12 1,

2013 tarihinde akademik.semazen.net. adresinden alındı

Page 46: Genç Barış Dergisi 4.Sayı
Page 47: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

45

BOŞ

Page 48: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

46

NARÇİÇEKLERİ“Türkiye’de sadece

şiddet ve ölüme indirgenen Kürt sorununun bir insani boyutu, bir kültürel edebi boyutu olduğunu görmek zorundayız!”

Kaybolmaya yüz tutmuş, sadece söz-lü anlamda var olma eğilimindeki bir dili restore eden Kürtçe’nin modern mimarı Mehmed Uzun, Türkçe kaleme aldığı ve içerisinde dokuz denemesini derlediği ki-tabında böyle diyor.

Bir kısmı kendine, bir kısmı Mezo-potamya insanına dair, bir kısmı da bazı etkinliklerde yaptığı konuşmaların kâğıda dökülmüş hali olan bu dokuz deneme, her insanın anlayabileceği bir sadelikte ve herkesin içerisinde kendisine dair bir şey-ler bulabileceği metinler olması itibariyle öne çıkıyor. Türk edebiyatının usta ismi Yaşar Kemal’e ithaf edilmiş bu eserin en hacimli denemesi, yazarın kendi çocuk-luğuna, gençliğine ve bahçesindeki nar ağaçlarına duyduğu özlemi, tarihsel bir bağlamda ele alarak toplumsal bir olayla harmanladığı ve kitaba ismini veren ‘Nar Çiçekleri’dir. Mehmed Uzun, İsveç’teki sürgün günlerinde yazmış olduğu bu de-nemesinde, Anadolu insanının da aşina olduğu, Mezopotamya coğrafyasında ge-çen acıklı hikâyeleri işlemiştir.

Çok kültürlülüğün güzelliğine vurgu yapan Yazar, Anadolu’nun da çok kül-türlü bir toplum olduğunu belirtirken bir püf noktayı da es geçmiyor: Anadolu toplumuna ne yazık ki yıllarca tek kül-türlülüğün dayatıldığını ve bunun son derece yanlış olduğunun da altını çiziyor. Buradan hareketle; eski İstanbul, Beyrut, Saraybosna gibi kadim kozmopolit şe-hirlerde, insanların barış ve huzur içinde yaşadığını hatırlatarak Türkiye toprakla-rında da aynı şekilde barış içinde yaşana-bileceğini söylüyor.

Denemeler içerisinde, Batı felsefesi

ve edebiyatından birçok şair, yazar, filo-

zof ve aydına referans verildiği gibi Doğu felsefesi ve edebiyatından da referanslar veriliyor. Ayrıca, kalın puntolarla ön pla-na çıkarılan Kürt edebi eserleri, efsaneleri ve Kürt yazarlardan alınmış referanslar da yazarın hikâyelerine hareket noktası oluşturuyor.

“Her bizin bir ötekisi vardır!” di-yen Yazar, tecrübelerinden yola çıkarak Anadolu ve Mezopotamya’de ‘biz-öteki’ ayrımının son derece keskin olduğunu belirtirken İskandinav ülkelerinde daha cılız, yumuşak, rafine edilmiş bir ‘biz’ ve ‘öteki’ anlayışının mevcut olduğunu söylüyor. Şiddet mevcut olduğu sürece kültürel anlamda bir diyaloğun kurula-mayacağını, kurulsa bile bu kültürel di-yalogun hastalıklı olacağını ifade eden Yazar, Belçika ve Afrika örneklerinden hareketle Anadolu’da yıllardır süregelen sorunun kökenine dair soruları cevapla-maya çalışıyor. Ancak empati sayesinde barış içerisinde yaşanabileceğini ortaya koyan denemelerin aromasına hüznün de katılmış olduğunu belirtmek gereki-yor. Bunun yanında ana problemlerden de birinin ‘tahammülsüzlük’ olduğunu belirten Yazar, ‘tahammül’ün barışa gi-den yolda taşıdığı öneme dikkat çekiyor.

Doğduğu şehirden çok uzaklarda, Uppsala ve Stockholm’de, adeta yeniden doğan Kürtçe’nin modern mimarı Meh-med Uzun’un ‘entelektüel dil’i olarak nitelendirdiği Türkçe’yle yazdığı dokuz denemeden oluşan Nar Çiçekleri; kısaca barış, insan ve çok kültürlülük konuları-na odaklanıyor. Bu konuları Anadolu ve Mezopotamya coğrafyalarında yaşayan insanların aşina olduğu hikâyelerle des-tekleyen Yazar, genç yaşta mahkûm kal-dığı sürgün hayatından örneklerle de bu hikâyeleri ‘hayata dair’ kılıyor.

Sayfa sayısı: 167Baskı yılı: 1996Dili: Türkçe

Yayınevi: İthaki Yayınları

Alperen YURTOĞLU

Alperen YURTOĞLU

Nar Çiçekleri’ndeki Denemeler içerisinde, Batı felsefesi ve edebiyatından birçok şair,

yazar, filozof ve aydına referans verildiği gibi Doğu felsefesi ve

edebiyatından da referanslar veriliyor. Ayrıca, kalın puntolarla

ön plana çıkarılan Kürt edebi eserleri, efsaneleri ve Kürt

yazarlardan alınmış referanslar da yazarın hikâyelerine hareket

noktası oluşturuyor.

Page 49: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

47

Belgesel, 28 Aralık 2011’de, büyük ço-ğunluğunu gençlerin oluşturduğu 34 Kürt vatandaşın, Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde Türk Hava Kuvvetler’ine bağlı F-16 savaş uçakları tarafından PKK’lı sanılıp bombalanarak öldürülmesini konu edinmektedir. Türkiye tarihine “Uludere/Roboski Katliamı” şeklinde kara bir leke olarak geçen bu üzücü olay, ulusal ve küre-sel çapta büyük bir yankı uyandırmış; hatta ‘felâket’ olarak nitelendirilmiştir. Belgesel-sinemacı, yazar ve gazeteci Ümit Kıvanç, bölgede kaçakçılık faaliyeti ile uğraştıkları iddia edilen vatandaşların hazin ölümünü beyaz perdeye taşımış; seyirciye, ölen genç-lerin annelerinin rüyalarından “Ağlama anne; güzel yerdeyim” serzenişinde bulun-muştur.

MAZLUM-DER (Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği) ve İnsan Hakları Derneği’nin desteğiyle çekilen belgesel, 7 Kasım 2012’de vizyona girdi. Türkiye’de büyük ses getiren bu belgesel, ÇGD (Çağ-daş Gazeteciler Derneği) tarafından ödüle layık görüldü.

Ölenlerin büyük çoğunluğunun 20 yaşından küçük olması hatta yaşları 13’e kadar inen küçük çocukların ölmesi, deyim yerindeyse yaşanan acıyı daha katmerli hale getiriyor. Belgesel, ölenlerin ailelerinin ya-şadıkları kederi, hangi koşullarda hayata tutunmaya çalıştıklarını ve en önemlisi evlerine düşen ateşi, çektikleri evlat acısını anlatıyor. Aynı hayatları farklı açılardan bir

araya getiren Ümit Kıvanç aslında toplu-mumuzda bir hayli eksik olan empati duy-gusunu gün yüzüne çıkarmaya amaçlıyor. Evladının vücudu tanınmaz hale geldiğin-de, zorunlu olarak kimlik tespiti yapmayı hiçbir aile istemez. O acıyı, kaybı ruhu-nuzda hissettiğinizde, annelerin yüzünde o çaresizliği gördüğünüzde gözlerinizden süzülen yaşlara engel olamıyorsunuz. En büyük hayalleri mühendis, şoför, öğretmen ya da tamirci olmak olan. iki bidon mazot veya iki paket sigara için yola çıkan, en faz-la 100 TL kazanabilmek için ölümü göze alan gençler…. Analar ağıt yakıp dualara sarılırken babalar haksızlığa uğradıklarını dile getiriyor; kardeşler ise ağabeyleriyle ge-çirdikleri güzel anıları hatırlayarak yüzleri-ne tebessüm kondurmaya çalışıyor. Kimisi hıçkırıklara boğuluyor, kiminin nefesi yet-miyor cümlesini tamamlamaya; kimisi de uzaklara dalıp gidiyor.

Ölen 34 Kürt’ün bilhassa gençlerin ortak bir hayali vardı; o da ailelerinin geçimini sağlamak ve yoksulluğun işken-cesini çekmemekti. Çoğunun babası iş gö-remeyecek kadar hasta, sakat ya da yaşlıydı. Annelere göre, baba her ne kadar evlerinin reisi olsa da oğulları evlerinin direkleriydi. Belgesele göre, bölgedeki iş olanaklarının kısıtlı olması, yöre halkını, özellikle gençle-ri, kaçakçılık yapmak zorunda bırakıyordu.

99 dakika süren belgeselde, bir yan-dan hayatını kaybeden 34 kişiyi, sevdikleri-nin ağzından dinlerken öbür yandan taş ve

topraktan yapılmış evlere, bu evlerin önün-de hiçbir şeyden habersiz oynayan küçük çocukların yüzlerindeki masum ifadelere şahit oluyorsunuz. Yönetmen Ümit Kı-vanç, belgeselde, somut gerçeklikten yola çıkarak birtakım evrensel değerlere gön-derme yapmayı ihmal etmiyor. Kişinin do-ğuştan gelen birtakım haklara ve güvence-ye sahip olduğunu, bu hakların hiçbir güç ve gerekçeyle ortadan kaldırılamayacağını vurgulayarak. insan hakları ihlallerine karşı hep beraber mücadele edilmesi gerektiği-nin üzerinde duruyor. Adalet anlayışı için-de bireyin ve toplumun refahını sağlayan, çalışma hayatını geliştirmek için bireylere elverişli ekonomik ortamlar yaratan, sağlık-lı bir çevrede konut ihtiyaçlarını karşılayan sosyal bir devlet yapısının gerekliliğine dik-kat çekiyor. Keza devletin; dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın, herkese eşit mesafede yaklaşıp barışçıl bir ortam oluş-turmak için daha fazla çalışmasının bu tarz üzücü hadiselerin bir daha yaşanmaması için hayati önem arzettiğini her fırsatta vurguluyor.

Küçük bir çocuğun Kürtçe ağıdıyla sona eren belgesel, insanların acılarını bir nebze de olsa paylaşmak ve farklı hayatlara misafir olmak, en önemlisi de empati gibi bir duygunun varlığını hatırlamak isteyen-ler için izlenmeye değer bir yapım. İyi se-yirler.

Merve GÜNAŞTI

Merve GÜNAŞTI

AĞLAMA ANNE, GÜZEL YERDEYİM

Page 50: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

w w w . g s i m e r i d i a n . c o m

LOCAL ADVICE WITHGLOBAL EXPERTISE

GENCBARISILAN.indd 1 1/15/14 5:22 AM

Page 51: Genç Barış Dergisi 4.Sayı

w w w . g s i m e r i d i a n . c o m

LOCAL ADVICE WITHGLOBAL EXPERTISE

GENCBARISILAN.indd 1 1/15/14 5:22 AM