Geçen hafta 64.016 okura ulaştık KITAP A - Aydınlık · 2015. 2. 25. · Aydınlık 31 Mayıs...
Transcript of Geçen hafta 64.016 okura ulaştık KITAP A - Aydınlık · 2015. 2. 25. · Aydınlık 31 Mayıs...
Aydınlık31 Mayıs 2013
Cuma Yıl: 2
Sayı: 66Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP
.
NÂZIMÖlümsüzlüğünün
50. yılında
Geçen hafta 64.016 okura ulaştık
Nâzım, Türkşiiri, devrim
ÖZDEMİR İNCE
Ressam NâzımHikmet
KAYA ÖZSEZGİN
NâzımHikmet’e
sataşma var!
VEYSEL ÇOLAK
101 KereNâzım
CENK GÜNDOĞDU
3Aydınlık KİTAP
Ölümsüzlüğünün 50. Yılı 3 HaziranO kadar ölümsüz ki,“Adnan Bey” şiirinden dizeleri anımsaya-lım:“ Yüz Türkiye olsa
elinizden de gelseyüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız.”1959’un başbakanına yazmıştı. Şiirdeki adısiz en çok nefret etiğiniz ve vatanı AdnanBey ile kıyaslanmayacak denli satan birininadını koyarsanız, şiir değerinden hiçbir şeyyitirmeyeceği gibi, göreceksiniz artacaktır.O kadar günümüzde ki, mesela dünkü olsun,Aydınlık’ın birinci sayfasındaki fotoğrafa bak-mış da yazmış gibi “Teftiş” şiirini:“Önde Amerikan paşası kafayı dikmişve sırmalı şapkasında eli
kasap bıçağı gibi parlıyor keskin, ge-niş ve küfredip sesini duyuyorum
toprağıma tokat gibi inen adımlarının.Türk paşası on beş adım geride.Yüzünü göremiyorum, gölgeli.Belki alışmış,belki utanıyor, belki öfkeli.”O Türk paşasının adını hemen yazabilirsiniz.Amerikan generallerinin varlığından utananpaşaların adını da bir çırpıda yazabilirsiniz,öfkeli olanların da. Ya hele o “İstiklal” şiiri,Tam bağımsız Türkiye’yi kuruncaya dek hergün kendini güncelleyecek ve o günden son-ra da hep aklımıza mıhlanıp kalacak,1956’dan beri her gün kendini güncellediği,aklımıza mıhlanıp kaldığınca: bu “İstiklal”şiiriBu zırhları, bu orduları tanırım,Benim de sularıma girdiler,Benim de toprağıma asker çıkardılar gecele-yin.Kanıma susamıştılar.Çalmak istiyorlardı gözlerimin nurunu,Hünerini ellerimin.Döktük denize onları1922’ydi yıllardan...
Mısırlı kardeşim;Şarkılarımız kardeştir,İsimlerimiz kardeş,Yoksulluğumuz kardeştir,Yorgunluğumuz kardeş.
Şehirlerimde güzel, ulu, canlı ne varsa: İnsan,cadde, çınar,Savaşında senin yanındalar.
Köylerimde Kelam-ı Kadim okunuyorSenin dilinle,Senin zaferin için...
Mısırlı kardeşim,Biliyorum, biliyorum,İstiklal otobüs değil kiBirini kaçırdın mı, öbürüne binesin...İstiklal sevgilimiz gibidirAldattın mı bir kereZor döner bir daha.
Mısırlı kardeşim,Kanalın sularına karıştı kanın.İnsanın yurdu bir kat daha kendinin olurToprağına, suyuna karıştıkça kanı.Yaşamış sayılmaz zatenYurdu için ölmesini bilmeyen millet...
BOP projesi günlerinde, Arap baharı adı ve-rilmiş, “karşıdevrimlerin” Irak’ta, Mısır’da,Libya’da, Filistin’de döktüğü kan, Araphalklarının soluk borusunda pıhtılaşırken, şii-rin şimdi Amerikan uşağı ÖSO çapulcula-rına karşı direnen Suriye halkı için yazılmışolduğu, her Mısır vurgusunda belli olmuyormu?Ama en çok bize, en çok büyük Türk mil-letine ve devrimcilerine söylüyor:Yaşamış sayılmaz zatenYurdu için ölmesini bilmeyen millet...
***Kapağımızı bu toprakların yetiştirdiği usta-lardan, Jak İhmalyan’ın “Nâzım” tablosu ilesüsledik. Anısına saygıyla.Ölümsüzlüğünün 50. Yılında Nâzım Hik-met’e ayırdığımız bu özel sayının editörlü-ğünü Seyyit Nezir yaptı.Özdemir İnce, Veysel Çolak, Prof. Kaya Öz-sezgin, şu günlerde Metin Altıok Şiir Ödü-lü’nü almış bulunan Cenk Gündoğdu, Me-cit Ünal ve müzik alanındaki kaynak araş-tırmasının ilk kez olduğunu düşündüğümüzAli Rıza Özkan çok değerli katkılarını sun-dular. Leyla Erbil, Özkan Mert, PEN Der-neği Başkanı Tarık Günersel, Haydar Er-gülen, Şeref Bilsel, Gonca Özmen sorumu-zu yanıtladılar. Hepsine teşekkür ederiz.Yıl boyunca Nâzım üzerine yazı, anı, belgeve röportajlara yer vermeyi sürdüreceğiz.
***Mustafa Şerif Onaran’ı, Ankara’nın sanatedebiyat çınarını yitirdik.Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER
Nâzım, Türk Şiiri, Devrim s. 4-5
Nazım Hikmet ve Müzik s. 6
Toplumun içindeki Nazım s. 7
Nâzım Türk şiirinde hangi devrimi yaptı s. 8
101 Kere Nâzım s. 9
s. 10
Nâzım Hikmet’e Sataşma Var! s. 11
s. 12-13
Ressam yönüyle Nazım Hikmet s. 14
Nâzım: tekdüze değil çok yönlü bir sanatçı s. 15
s. 16
Romanın cehennemi s. 17
Yeni çıkanlar s. 18-19
s. 20
İnsanlığın sonuna kesilen ilk bilet s. 21
Batılı Irkçı Paradigma: Kara Güneş s. 23
Bulmaca s. 22
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Reklam Servisi
KAPAK: Nâzım şiir devrimiyle
putları nasıl yıktı
Türk şairine mazlumlardan
yana olmayı Nâzım öğretti
Gizli tanıkların rezalete
dönüşmüş açık görevleri
Çocuk-Genç :
Çocukların ve masalların Nâzım’ı
Ölümsüzlü�ünün
50. Y�l�ndaYurdu için ölmesini bilen milletin büyük şairi
31 MAYIS 2013 CUMA
4 Aydınlık KİTAP
Nâzım’ın gerçekleştirdiği en büyük dev-
rim bizzat kendisidir. Hem insan hem de
şair olarak. Bu yazıya başlamadan önce,
yazılarım arasında yaptığım Nâzım’la
ilgili taramada bulduğum, ne zaman ve
nerede yazdığımı anımsamadığım aşa-
ğıdaki yazı parçası, bu devrimin nasıl bir
şey olduğunu çok iyi anlatıyor:
Cumhuriyet’i ve tek parti CHP’sini yere
vurmak için ikisinin Nâzım’ı haksız yere
hapsettiğini ileri sürerler. Doğrudur ! Nâ-
zım haksız yere mahkûm edilmiş ve 15 kü-
sur yıl mahpus damında yatırılmış.
Cumhuriyet ve CHP iktidarının Nâ-
zım’a zulmetmesinin önemsiz olduğunu
söyleyecek değilim elbette! Ama Nâzım,
kendisine düşman muamelesi yapan dü-
zen ve hükümet ile “devlet”, “ülke” ve
“millet”i birbirine karıştırmadı. Hayır!
Nâzım, kurulu düzeni değiştirmek is-
tiyordu. Düzen, Nâzım’a karşı kendini
korudu ve bu koruma işlemi içinde tür-
lü fesat çevirerek onu alt etti, yendi. (Bel-
ki de her ne pahasına olursa olsun şair
yendi.) Ama bu bir güreş gibi, boks
maçı gibi düşünülmeli. Nâzım o maçta sa-
dece yenildi ve yenilgisini centilmence ka-
bul etti. Soylu bir şövalye gibi kabul etti
ama sapmadan, dönüşmeden, dönmeden
yoluna devam etti. Çünkü yenmesi ge-
rekeni yendiğini biliyordu.
Nâzım’ı Türkiye Cumhuriyeti devle-
tine, Türkiye toplumuna düşman etme-
yen, onlardan nefret ettirmeyen ve öç
alma serüvenine sürüklemeyen işte bu
soylu iç dengedir; ruhsal ve zihinsel ol-
gunluktur. Nâzım bu denge ve olgunluk
sayesinde zihinsel ve ruhsal sağlığını, in-
sanlık ve vatandaşlık onurunu korumuş
ve büyük yapıtını mahpus damında bile
yaratmayı sürdürmüştür.
Nâzım’ın yurtiçi hayatında olduğu
gibi yurtdışı hayatında da ülke aleyhine
tek bir eyleme, tek bir yapıta, tek bir söz
ve yazıya rastlanmaz. O, düzeni, düzenin
iktidarını ve düzenin bekçi köpeklerini
eleştirmiştir! Günümüzde onu örnek
alanlara, alacak olanlara ne mutlu!
Nâzım ile, 12 Mart ve 12 Eylül “zede”
ve “zâde”leri arasındaki kapanmaz uçu-
rum işte buradadır. Nâzım geçmişi, gün-
celi ve geleceği değerlendirecek sanatsal,
kültürel ve siyasal zekâ ve dehâya sahip
olduğu için savrulmamış, aksine bilene-
rek yoluna devam etmiştir.
12 Mart ve 12 Eylül’ün yeteneksiz
mağdurları (!) ise yenilgilerinin nedeni-
ni ilahileştirerek cumhuriyet, devlet ve
halk düşmanı olmuşlar; kimlik ve kişi-
liklerini yitirmişler, iktidar kervanının pe-
şinde sindirilmemiş peynir arayan fare-
lere dönüşmüşlerdir.
B�R DENS�ZL�K ÖRNE��Hürriyet gazetesinde Nâzım’la ilgili
yayınladığım bir yazıdan sonra bir den-
siz okurdan aşağıdaki e-postayı almıştım.
Bu ibretlik metni bir başka yazıda da kul-
lanmıştım, ama olsun. Bir metin girdiği
her yazıda bir başka anlam kazanır.
Okuyalım:
“Selam
Sabah Ekşi Sözlükt’e Nâzım hak-
kında yazı yazdığınıza dair bir haber oku-
dum. Tesadüf şu ki dün akşam araların-
da genç arkadaşların da olduğu bir top-
lulukla şiir ve özellikle Nâzım Hikmet
hakkında konuşmuştuk. Siz belki de bu-
günkü satırlarınızı yazarken biz harıl
harıl bu konuyu tartışmaktaydık.
Bence Nâzım artık bitmiştir. Bitme-
diyse de artık bitmesi gerekir. Nâzım Hik-
met’i yıkıp yerine onun kadar güçlü bir
sesle şiir yazacak bir şair daha çıkma-
dıysa, bu memleketin şiir ayıbıdır. Bili-
yorum ki bu memlekette kolay kolay laf
söyletmezler Nâzım’a. Ama söylenmesi
gerekiyor. Şiir üstündeki bu Nâzım sul-
tasını yıkacak bir şair çıkartamadıysak
eğer, yıllarca Nâzım’ı boşa okumuşuz de-
mektir. Nâzım sadece Türk şiirinin de-
ğil, dünya şiirinin de önemli şairlerinden
biri. Bunu yadsıdığımı sanmayın sakın. Ya
da liberal bir ağzın solcu bir şaire laf sok-
maya çalıştığını falan da düşünmeyin.
Tam tersi, çok sevdiğim ve çok okudu-
ğum için, şiirlerinin büyük bir kısmını
20’li yaşlarımdan beri ezbere bildiğim için
yazıyorum bunları. Nâzım kadar büyük
bir ustayı devirecek, küllerinden yeni bir
ses, yepyeni bir soluk yaratacak şiir ge-
rekiyor. Hala kendisi kadar güçlü bir se-
sin çıkmamış olması kemiklerini sızlatı-
yor olmalı. Oysa kendisini devirecek, ya-
rattığı devrimle sesimize ve sözcükleri-
mize yön verecek yeni bir şairi, sevgi ve
hayranlıkla kucaklardı Nâzım.
Yıkmak lazım ki yıkılanın yerine
daha iyisini koyabilelim.
Not: Nâzım büyük şair, inanmış
adam, fakat ben onun inandıklarının hep-
sine inanmıyorum. Mesela beni burada
tutan şey devrim beklentisi mi? Sanmı-
yorum. (Nâzım’ın dizelerinden apartma)
iyi çalışmalar.”
Siz hiç, bir İngiliz şiirseverin Sha-
kespeare’den, Milton ya da T.S. Eli-
ot’dan kurtulmak istediğini duydunuz
mu? Ben duymadım.
Ya da bir Fransız’ın Victor Hugo,
Rimbaud ya da Aragon’u çöp sepetine
atmak istediğini?
EDEB�YATTA MEMURLUK YOKTUR
Dünya edebiyat tarihinde yenilerin
eskileri, bir kuşağın önceki kuşağı kıya-
sıya eleştirdiği, yok saydığı çok görülür.
Nâzım da, başta Abdülhak Hamit olmak
üzere, eskilere karşı, “putları yıkıyo-
ruz” kampanyası açmıştı. Başta Makber
şairi olmak üzere hepsi yerinde duruyor.
Bu türden girişimler, edebiyat kavgala-
rı, yapanların ve karşı tarafın yerlerini be-
lirler, konumlarını pekiştirir.
İnternetin yarattığı insan türünden
olan bizim okurcu, şairlerin silahşor ol-
duğunu sanıyor. İyi bir şair bir başka iyi
şairden neden kurtulmak istesin? Bu gibi
durumlarda her zaman yazdığımı bir
kez daha yazacağım: Edebiyatta me-
murlukta olduğu gibi “kadro” yoktur.
Şair ve yazar birinci dereceye tayin edil-
mek için bir başkasının emekli olmasını
ya da ölmesini beklemez. Her büyük şair
ve yazar oturacağı koltuğu yanında ge-
tirir, ayakta kalma tehlikesi yoktur.
Büyük şairlerin birincisi, ikincisi,
üçüncüsü yoktur. Birbirlerini geçemez-
ler. Sanat ve edebiyat tarihi treni, gerçek
yolcular binmeden asla yola çıkmaz!
�A�R�N ULUSUNU D�LBEL�RLER
Altmış yıldır Nâzım dağına doğru yol-
culuk(lar) yapıyorum. Daha doğrusu
çok doruklu bir sıradağa doğru. Yirminci
yüzyılda oluşmuş doruklara. Yolun üze-
rinde birçok tepeye rastladım. Her te-
penin üzerinde bir ad yazıyordu. Nâzım
tepesinin sağında solunda başka tepeler
Nâz�m’�n yurtiçi hayat�nda oldu�u gibi yurtd��� hayat�nda da ülke aleyhine tek bir eyleme, tek biryap�ta, tek bir söz ve yaz�ya rastlanmaz. O, düzeni, düzenin iktidar�n� ve düzenin bekçi
köpeklerini ele�tirmi�tir! Günümüzde onu örnek alanlara, alacak olanlara ne mutlu!
ÖZDEMİR İNCE
Bursa Cezaevi’nde, A.Kadir (Meriçboyu) ile
Ölümsü
zlü�ü
nün
50. Y�l�nda Nâzım, Türk şiiri, devrim
5Aydınlık KİTAP
de var, onları da gördüm: Yannis
Ritsos, Pablo Neruda, Nicolas
Guillen, Louis Aragon, Rafael
Alberti, Cavafis, Seferis...
Biraz daha yan tarafta, Com-
te de Lautréamont, Arthur Rim-
baud.
Biraz daha ötede Walt Whit-
mann, Victor Hugo.
Bunların hangisi birinci,
hangisi ikinci, hangisi üçüncü?
Hepsi birinci! Büyük şairler
ancak böyle sınıflanır.
Bu tepeler grubunda bir
başka Türk yoktu.
(Sırası gelmişken hemen
yazayım: Hangi etnosdan olur-
sa olsun Türkçe yazan her
şair “Türk” şairidir. “Türkiyeli
şair”, “Türkçe şiir” gibi zev-
zeklikler ırkçılığın gösterge-
sidir. Şairin ulusunu içinde
yazdığı “dil” belirler. Ve ev-
rensel terminoloji kimsenin
hatırına bozulmaz. Bozmak cehalettir.)
‘835 SATIR’Masamda, Yapı Kredi Yayınlarının ya-
yımladığı “Nâzım Hikmet’in Bütün Şiir-
leri” (2007) duruyor. Kitapta 1873-2081
sayfalar arasında, “Sağlığında yayımladı-
ğı eski biçimli ilk şiirleri” bölümü var. Nâ-
zım, bu bölümde önemsiz, sıradan bir şair.
İlk basımı 1929 yılında yayımlanan “835
Satır” ile şair olmuş ve şair kalmış.
Büyük bir şair olmanın ilk koşulu ça-
ğının çağdaşı olmaktır. Kitabın adı bile
onun çağının çağdaşı olduğuna tanık:
“835 Satır”.
Bir şair sözcük seçimiyle, sözdizi-
miyle, imge düzeniyle, yüzey yapısıyla
yani şiir cümleleriyle, derin yapısıyla
yani anlam katmanlarıyla çağının çağdaşı
olur. Buna evrensel olarak “şiirsel söy-
lem” de diyorlar. Nâzım’ın kullandığı,
içinde yazdığı şiirsel söylem ile Tevfik Fik-
ret’in, Yahya Kemal’in şiirsel söylemi aynı
değildir. Ama onun söylemi ile Yannis
Ritsos’un, Neruda’nın, T.S. Eliot ile
Ezra Pound’un şiirsel söylemleri
“aynı”dır. Yahya Kemal ve Necip Fazıl
Kısakürek bu söylemin dışında yazdıkları,
dışında kaldıkları için çağlarının çağda-
şı değildirler. Yanına bile yaklaşamazlar
ama Baudelaire’nin kullandığı söylemin
içinde kalmışlardır. Buna karşın Melih
Cevdet Anday, Oktay Rifat, Behçet Ne-
catigil ve Fazıl Hüsnü Dağlarca çağları-
nın çağdaşıdırlar.
Şiirinin tabanında oturan temaları, so-
run ve sorunsallar o şairi çağının çağda-
şı yaparlar.
Bundan sonra “öncülük” özelliği gelir.
Yirminci yüzyılın öncü eylemi olarak “üst-
gerçekçilik” (sürrealizm) kabul ediliyor.
Yirminci yüzyılda üstgerçekçilik deneyi-
minden geçmemiş, onun kazanımlarından
yararlanmamış büyük şair yoktur.
Nâzım “Memleketimden İnsan Man-
zaraları”ile, biçim ve içerik bağlamında,
çağının en önemli öncülerinden biri
oldu. Bu şiirde öykü, resim, sinema, an-
latı, makale gibi anlatım araçları yer
alır. Bu şiirin yanına, ancak, Yannis Rit-
sos’un dramatik (teatral) şiirleri (Helen,
Ismene, Agamemnon, Iphigenie’nin Dö-
nüşü), Pablo Neruda’nın “Cantos Ge-
neral”i ile Ezra Pound’un “Kantolar”ı ko-
nulabilir.
Sonra “Kuvvayi Milliye”, “Saman Sa-
rısı”, “Havana Röportajı”, “Tanganika
Röportajı” var.
NÂZIM’IN M�HENK TA�INDA SINANMAK
Nâzım’ın, 5 Ekim 1928 tarihli Cum-
huriyet gazetesinde yayımlanan yazısın-
da şu cümle yer alır:
“Burada ‘sol cenah’ isminde bir mec-
mua çıkaracağım. Bu ismi seçmeme se-
bep şudur: Rusya’da bir mekteb-i edebi
vardır. İsmine sol cenah derler. Bunları
fürürist diye anlamışlardır. Halbuki sol
cenahçılar ‘konstoroktivizim’dir. Ben bu
mektebe mensubum, bunun yayılmasını
istiyorum.”
Bu cümleye dikkat! Nâzım, daha
sonra “Rus Biçimcileri” olarak adlandı-
rılacak olan bir sanat, şiir, eleştiri ve dil-
bilim okulundan, anlayışından söz ediyor.
Bu akım 1920’lerde oluşurken, şair onun
sadece tanığı değil, içinde. Bu anlayış olu-
şurken, çağını yakalamış. Yakalamış ve
kendi şiirsel devrimini başlatmış. Bunun
ilk örneği “835 Satır”.
Bunu yazdıktan sonra şu soru soru-
labilir: İkinci Yeni, kendi devrimini ya-
parken, neden pek iyi anlamadığı üst-
gerçekçilerin peşinden gitti de önünde-
ki büyük deneyimi fark etmedi? Çağdaş
Türk şiiri, dünya şiirinin yararlandığı bu
kaynağı, hâlâ neden ihmal ediyor?
Nâzım’ın şiiri devrimci bir şiirdir.
Şairin komünistliğinden söz etmiyorum.
Şiir yazmaya başlayan her Türk şairi, yaz-
dığı şiiri onun şiirinin mihenk taşında de-
nemek zorundadır.
TAB
LO: E
MR
E �E
N
6 Aydınlık KİTAP
Belki de eserleri en çok bestelenen
şair Nâzım Hikmet’in Türk müziği içe-
risinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Nâ-
zım’ın, hem Türkçe’nin sesini çok ba-
şarılı kullanması ve hem de şiirinin te-
maları müzisyenlerin ilgi odağındaki
şairlerin başına onu geçirmiştir.
Yaklaşık 150 bestecinin Nâzım şiiri
bestelediğini saptadım. İçlerinde, Nâ-
zım Hikmet’ten en çok şiir besteleyen
Ömer Özgeç, Zülfü Livaneli, Onur
Akın, Yavuz Örten (Kerem Güney),
Ünol Büyükgönenç gibi bestecilerin
yanında, tek yapıtla Ali Ekber Eren,
Ramis Ekinci, Gülhan Tabak gibi bes-
teciler var.
Hepsinin ortak özelliğini, en genel
anlamıyla, Nâzım’ın tematik duyarlığı
ile kurdukları ilişkiyle açıklayabiliriz.
Yerli ya da yabancı hangi müzik tar-
zından gelirlerse gelsin bütün müzis-
yenler Nâzım Hikmet’in “insanlık da-
vası”ndan etkilendiler.
Timur Selçuk, Atilla Özdemiroğlu,
Fazıl Say, Ünol Büyükgönenç, Tahsin
İncirci, Taner Öngür, Fikret Kızılok,
Cem Karaca vd. “batı kalıpları” içeri-
sinde besteleri ile tanınan müzisyenle-
rin yanında, Ruhi Su, Ahmet Kaya,
Mehmet Gümüş, Kazım Birlik, Ulaş
Özdemir, Mazlum Çimen gibi “halk
müziği formlarını” öne çıkaran beste-
cileri buluşturan or-
tak nokta Nâzım
Hikmet’in şiirleriyle
bütünleşmiş “top-
lumsal varlık olarak
birey”e duyulan ilgi
olmalıdır.
Nâzım Hikmet’in
bir özelliği de, aynı
şiirlerin farklı müzis-
yenler tarafından de-
falarca bestelenmiş
olmasıdır. Ancak, gö-
nüllerde yer eden ge-
nellikle şiirin müziğini
yansıtabilen eserler
oluyor. “Karlı Kayın Ormanı” Zülfü
Livaneli, “Tenna” Onno Tunç, “Pira-
ye” Taci Uslu, “Trum Tirak Tiki Tak”
Fikret Kızılok, “Yapıcılar” Ünol Bü-
yükgönenç, “Seviyorum Seni” Onur
Akın, “Şehitler” Fazıl Say, “Nice Yılla-
ra” Murat Kalaycıoğulları, “Şeyh Bed-
rettin Destanı” Cem Karaca, “Analara
Kıymayın Efendiler” Yavuz Örten,
“Güzel Günler Göreceğiz” Murat Al-
per, “Gidenlerin Türküsü” Edip Ak-
bayram ve Cem Karaca, “Jakond ile Si
Ya U” Ömer Özgeç, ve “23 Centlik
Asker” Şanar Yurdatapan ile bütün-
leşmiş gibidir.
NÂZIM H�KMET’�N YABANCI BESTEC�LER�
Nâzım Hikmet’in şiirleri çok sayıda
yabancı müzisyen tarafından da beste-
lendi. Mikis Theodorakis ve Manos
Loizos’un bestelerini, Zülfü Livaneli
aracılığı ile tanıdık.
Ancak, Tahsin İncirci ve Sümeyra
Çakır ile Almanya’da birlikte çalışan
Dieter Moritz, İngiliz efsanevi “hard
rock” grubu Def Leppart, ve Yves
Montand’ın sesiyle Fransa’da ünlü
olan “En Güzel Deniz” (24 Eylül
1945) şiirinin uyarlaması “La plus bel-
le des mers” bestecisi, Oyuncular Sen-
dikası başkanı Gérard Philipe ilk anda
sayabileceğimiz besteciler. Gérard Phi-
lipe daha sonra “Mon Frere” adı ile
“Asya Afrika Yazarlarına” şiirini de
besteledi.
KADINBESTEC�LERDENNÂZIM ���RLER�
Nâzım Hikmet şiirle-
rini besteleyen çok sayı-
da kadın müzisyenin
varlığı da, önemli bir ay-
rıntı olarak ortaya çıkı-
yor. Defne Naz Şahin,
Esin Afşar, Selda Bağ-
can, Nilgün Sözer, Saa-
det Türköz, Hümeyra,
Bilgesu Erenus, Aslıgül
Ayas Kırıcı, İlkim H.
Karaca, Senem Diyici,
İkbal Dönmez, Gülden
Özsoy ve Gülgün Alan-
yalı benim saptayabil-
diklerim.
�ARKI SÖZÜYAZARI OLARAKNÂZIM H�KMET
Nâzım, hapishane-
lerde yatarken, müzik-
leştirilmesi amacıyla,
şarkı sözleri de yazdı.
Bunların en bilineni,
ünlü “Lüküs Hayat”
operetidir. 1933'de,
Cumhuriyet’in 10.
Kuruluş Yılı kutla-
maları için sahnele-
nen ve Türk müzi-
kallerinin en popüle-
ri olan “Lüküs Ha-
yat” operetinin söz-
lerinin Nâzım Hik-
met tarafından yazıl-
dığı bilinir. “Lüküs
Hayat”, önce Ömer
Lütfü Akad (1950),
sonra Yücel Uçana-
oğlu (1976) tarafın-
dan iki kez de sine-
maya aktarılır.
Osmanlı’nın son
yüzyılında “varsılla-
rın İstanbul’u”na hâ-
kim olan, Avrupa
özentisi yaşam tarzı-
nın ironisini içeren
“Lüküs Hayat”,
Muhsin Ertuğrul’un
seyirciyi tiyatro salonlarına çekmek için
yerli müzikal eksikliğini giderme fikrin-
den doğdu. Müzikalin sözlerini Nâzım
Hikmet’in yazması fikri ağırlık kazandı.
Fakat, Nâzım o sıralar Bursa Ceza-
evi’ndedir ve hem de kendi adıyla yaz-
ması sakıncalı bulunabilecektir. Çözüm
başka birinin adıyla yazmasıdır.
Üstelik, Muhsin Ertuğrul ile işbirli-
ğinde, adını vermeden yazdığı film se-
naryolarından dolayı bu konuda dene-
yimlidirler. “Aysel Bataklı Damın
Kızı”, “Söz Bir Allah Bir”, “Karım
Beni Aldatırsa”, “Cici Berber”, “Kızı-
lırmak Karakoyun” gibi Muhsin Ertuğ-
rul’un en gözde filmlerinin senaryoları
Nâzım Hikmet’e aittir.
“Lüküs Hayat” seyirciden büyük
ilgi görür, 1933’ten 1946’ya kadar ka-
palı gişe oynar. Ancak, Muhsin Ertuğ-
rul dost sohbetlerinde konu açılınca,
sözlerin Nâzım Hikmet tarafından ya-
zıldığını belirtmekten hiçbir zaman ka-
çınmasa da, resmen açıklama yapıl-
maz. Yıllar sonra, Rasih Nuri İleri ger-
çeği açıklayıverir. İleri, sözlerin Nâzım
tarafından yazıldığını bizzat Cemal
Reşit Rey’den de teyit ettirdiğini belir-
tir. Bunun üzerine, ünlü tiyatrocumuz
Haldun Dormen de, Muhsin Ertuğ-
rul’dan duyduklarını açıklar.
Müzik tarihimiz konusunda çalış-
maları ile tanınan Evin İlyasoğlu da,
Cemal Reşit Rey’in hayatını anlattığı
“Müzikten İbaret Bir Dünyada Gezin-
tiler” kitabında, gene Rey kardeşlerin
eseri olarak bilinen “Üç Saat” opereti-
nin sözlerini de Nâzım Hikmet'in yaz-
dığını açıklar.
Nâzım Hikmet’in tartışmalı Lüküs
Hayat ve Üç Saat operetlerinin söz ya-
zarlığı dışında bir opereti daha vardır.
“Bu Bir Rüyadır” adlı operetin, Nâzım
hapisten çıktıktan sonra yazılmış ol-
ması, az bilinirliğinin nedeni olsa ge-
rektir.
Şişli’de bir apartımanYoksa eğer halin yamanNikel-kübik mobilyalar,Duvarda yağlı boyalar
İki tane otomobil Biri açık, biri değilAşçı, uşak, hizmetçiler Dolu mutfak, dolu kiler
Hanım gider, sen gidersin Gündüzleri çaydan çayaGece olur, davetlisinYa dine ye ya baloya (diner: akşam yemeği)
HeyLüküs hayat, lüküs hayatBak keyfine yan gel de yatNe güzel şey Oh ne rahatYoktur eşin lüküs hayat
Nâzım Hikmet’in Tamburi Cemil
Bey’in oğlu Mesut Cemil tarafından
bestelenen ve Münir Nurettin Selçuk
tarafından taş plağa okunan iki şarkı
sözü daha vardır. Aslında, bunlar Nâ-
zım'ın zor günlerinde yoldaşlığını sü-
rekli hissettirmiş olan Muhsin Ertuğ-
rul’un 1932’de çekmeyi düşündüğü
ALİ RIZA Ö[email protected]
Muhsin Ertu�rul
Cemal Re�it Rey
Ekrem Re�it Rey
Ölümsü
zlü�ü
nün
50. Y�l�nda Nâzım Hikmet ve müzik
31 MAYIS 2013 CUMA 7Aydınlık KİTAP
Nâz�m Hikmet’in gölgede kalan “Yaz�lar” dizisi onunçok yönlü bir yazar/�air oldu�unu kan�tl�yor. Bu
kitaplarda Orhan Selim ad�yla Ak�am yaz�lar�nda Türkve Dünya edebiyat�na dair, hayata dair, �stanbul'a dair
birçok olaya gerçek bir ayd�n, gerçek bir insançerçevesinden bak�yor Naz�m
İçinde bulunduğu şehirleri insanlarıyla ir-
deleyen Nâzım Hikmet’in yazı ve konuş-
malarında içtenlik ön planda. Şairliğin ver-
diği ahenk yetisini denemelerde bulmak an-
latılan konunun düşüncelerimize işlemesi-
ni sağlıyor. Bazen konu Türk edebiyatının
usta kalemlerinden açılıyor bazen zamanın
siyasi olaylarından yazıyor. Kimi zamansa ay-
dınların kırmızı çizgilerini aştığına şahit
oluyoruz Nâzım’ın.
Mesela İstanbulda geçirdiği yıllarda iki
kere futbol maçına gidiyor. Günümüz fut-
bol dünyasının endüstrileştiğini ve vahşi-
leştiğini düşünürsek gayet saf ve incelikli bir
şekilde anlatıyor o anları .
NÂZIM FUTBOL MAÇINDA“Günlerden bir gün, beni bir futbol
maçına getirdiler. İlk gidişim! Ortaya, kar-
şılıklı on birerden yirmi iki kişi çıktı. Bir de
ikide bir düdük çalan bir adamcağızla elle-
ri bayraklı iki üç kişi daha. Oyuncular kar-
şılıklı dizildi. Çayırın orta yerine içi hava ile
doldurulmuş meşin bir top kondu, Pazaro-
la Hasan Bay’ın kafası büyüklüğünde…
Beni maça getiren bildik dedi ki:
“Uzun sözün kısası, senin anlayacağın bu
topu hangi takım daha çok karşı yakanın iki
direği arasından geçirirse, o oyunu kazan-
mış olur…
“Düdüklü adamcağız düdüğünü öttür-
dü… Koş babam koş! Koş babam koş! İlk ön-
celeri şaşırdım, biraz sonra beni bir gülme-
dir aldı. Koskoca adamların şu meşin top ille
de karşıyakadaki iki direk arasına geçirece-
ğiz diye ha babam koşmaları, birbirlerini itip
kakıştırmaları, benim gibi spor işlerinde bil-
gisiz bir kişiye gülünç gelmiş ne çıkar?
“… Maç bitti. ‘Yeşil-turuncular’, ‘Al-La-
civertliler’i yendi, dediler. Meğerse bunlar,
topu ötekilerden iki kat daha çok direklerin
arasından geçirmişlermiş. Alkış, alkış, gü-
rültü, patırtı, kalabalığa karışıp stadyumdan
dışarı kapağı attım. Atış o atış, bir daha git-
medim maça…
“Bundan böyle de gitmeyecek miyim?
Gideceğim! Ne vakit?
“İçi havayla dolu meşin bir topu iki di-
rek arasından geçirmenin derin, yaratıcı, coş-
turucu ustalığına erebildiğim vakit!”
30 Ocak 1935’te bunları yazan Nâzım
Hikmet 23 Nisan 1936’da Fenerbahçe-Ga-
latasaray maçıyla ilgili yine birkaç not dü-
şüyor yazısında:
“Herkes istediğini söylüyor. Herkes di-
lediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz,
bir düşünce hürriyeti alabildiğine…
DENEMELER� OLMADAN OLMAZ
“Bu işin birçok tarafları hoşuma gitme-
di, desem yalan söylemiş olurum. Muayyen
bir manada, demokrasiyi anlamak isteyen-
ler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Ben ken-
di payıma güzel ve berrak ve heyecanlı bir
iki saat geçirdim, orada.”
İçinde bulunduğu toplumu her yönüy-
le tanıma isteği duyan Nâzım Hikmet’in bel-
ki de bu yönü unutturularak halkın bakışı ka-
rartılmaya çalışılıyor. Şiirlerindeki sivrili-
ğinden dolayı sanki Nâzım Hikmet fil dişi ku-
lelerden sesleniyormuş gibi gösterenler ya-
zılarını hep göz ardı edenlerle aynı kişiler.
Yarışma ve kanıtlama kaygısı yok de-
nemelerde. Naif ve sakin bir üslupla birçok
açıdan değerlendiriyor konuları Nâzım Hik-
met. Gerçek bir aydın gibi ışık tutuyor. Su-
nulan tek yönlü biyografisinin içi deneme-
ler olmadan doldurulamaz bu yüzden. Hal-
kın içinden ve her zaman halk için yazan ger-
çek bir vatanseveri romantik şair kalıbından
denemelerini kavrayarak çıkarabiliriz.
ERDEM GEZGİNCİ[email protected]
Nâzım bir günmaça gider
“Mineli Kuş” filmi için yazılmış-
tır. Ancak, Nâzım yine hapse atı-
lınca film projesi yatar, filmin şar-
kıları 1933’te taş plak olarak ya-
yınlanır.
Öte yandan, Murat Bardakçı,
Muhsin Ertuğrul’un “Cici Ber-
ber” filmi için Nâzım Hikmet ta-
rafından sözleri yazılmış, ancak
hiçbir yerde okunmamış bir bes-
tenin kendisinde olduğunu söyler:
“Göz bakar konuşmadan/ Söyler
kalpten geçeni/ El okşar duyur-
madan/ Kendine çeker seni/ Al
kan, hicrimi anlatırsın sen/ Her
yolun ışık olur/ Yükselen nefesle-
rin/ Dinle sesimi sevgili yavrum/
Sana gözümle, elimle değil/ Sana
sesimle yalvarıyorum/ Al kan, hic-
rimi anlatırsın sen.“ Şarkının bes-
tesini gene Mesut Cemil yapmış.
Besteci olarak Nazım HikmetBesteci olarak Nazım HikmetBesteci olarak Nazım HikmetBesteci olarak Nazım HikmetNâzım Hikmet’in operetlere şarkısözü yazdığı bilinir ama, besteciliğipek bilinmez. Bu konuda, en detaylıbilgileri, anılarında Demirtaş Ceyhunanlatıyor. İzmirli şair Çetin Altungü-neş’in de tanık olduğu bir olayda,Sovyetler Birliği’nden gelen Azerbay-canlı sanatçı Leyla Şerifova, tüm geli-ri TYS’ye bırakılmak üzere, Turanhalklarının şarkılarından okuyacağıbir konser önerisiyle oradadır.
Şerifova, TYS Yö-netim Kurulu üyeleriile sohbet sırasında biranısını anlatır. Bunagöre, sanatçı 1958’deTaşkent’te toplananAsya-Afrika YazarlarBirliği kongresinde Tu-ran halklarının şarkıla-rını okumuş. Konser bi-tince, kulise öfkeyle da-lan Nâzım Hikmet Şeri-fova’yı azarlamış:
“Yazıklar olsun sanaLeyla!” diye çıkışmış.“Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azeri-ce, Tacikçe, Avarca, bilmem nece şar-kılar söylüyorsun da, babanın dilin-den bir tane şarkı söylemek yok mu?Nerede benim Türkçem?”
Leyla Şerifova mahcup bir şekil-de cevap vermiş: “Nâzım ağbi, senisalonda görünce benden Türkçe birşarkı söylememi isteyeceğini de dü-şünmedim değil vallahi. Ama Türkçebir şarkı bilmiyorum. Bildiğim tekTürkçe şarkı ‘Çadırımın üstüne şıpdedi damladı’, onu da senin huzurun-da söylemeye utandım.”
Nâzım Hikmet bunun üzerine,kendince bir çözüm bulmuş ve “Peki”demiş, “Türkçe bir şarkı bestelersemsöyler misin?”
Şerifova’nın sevinçle kabul etti-ği öneri üzerine, Nâzım Hikmet
hemen o akşam “memleket, vatan,halk” diyerek, özlem dolu sözleryazıp, Türk müziği formundan birşarkı bestelemiş.
Şerifova’nın, “isterseniz TYS kon-serinde Nâzım ağbinin bu şarkısını dasöylerim” önerisi üzerine heyecanla-nan Yönetim Kurulu üyeleri konser-den elde edilecek gelirle konser kasetiyayınlamayı bile düşünürler.
TYS Başkanlığı da yapan ünlüyazarımız DemirtaşCeyhun anılarındasürpriz olayın deva-mını şöyle anlatıyor:
“Ama NâzımHikmet’in bestesininnotaları Şerifova’nınyanında değildi. O sı-ralar İstanbul Bele-diye KonservatuvarıMüdürü Nedim Ot-yam’a koştuk hemen.Leyla Şerifova şarkı-yı söyledi, o da nota-ya alıp orkestrasyo-
nunu yaptı.“Nasıl, bari bir şeye benziyor
mu?” diye sormuştum, Nedim ağbi-ye. “Gerçekten çok ilginç. Rast, niha-vent, hicaz vb. birkaç alaturka maka-mını harmanlamış, ama bence genede çok güzel bir şarkı olmuş” demişti,nasıl unuturum?
“Konserden kazandığımız paray-la bir kaç bin adet kaset almış, bir kaçyüz adet doldurtup, güya satışa çı-kartmıştık. Ama, 12 Eylül meğer bizibeklermiş. Sendikamızda kapatılmış-tı. İlginçtir kısa bir süre sonra sendi-kamızın da bulunduğu Union Fran-çaise’de bir yangın çıkmış, bütün ka-setler yanmıştı. Nâzım’ın şarkısı bileelimizden zorla alınmıştı sanki. Neyazık ki, tek bir kopyası bile yok elim-de şimdi.”
Demirta� CeyhunDemirta� Ceyhun
Haldun Dormen
31 MAYIS 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Nâzım Türk şiirinde hangi devrimi yaptı
Yaşadığı dönemin toplumcu şiir dilinin sınırlarını genişlet-
mek, yani özde ve biçimde topyekün devrimci dili yenile-
mekteki rolü unutulmazdır. Öte yandan E. Levinas’a göre,
“ahlaki devlet fikri kutsal kitap kökenlidir.” (!)
LEYLA ERBİL
Nâzım Hikmet, şiirleriyle Türk şiirinin ve Türkçenin olanaklarını ge-
nişletti: Türk şiirini evrenselleştirdi. Şiir / politika ilişkisini mükem-
mel bir boyutta yakaladı. “Şiirin İlkeleri” (Kanguru Y. 2013) kitabımda:
“Balık denizde ne ise, politika da şiirde o olmalıdır,” diye yazmıştım.
Bunun en güzel örneğini Nâzım şiirlerinde görebiliriz. Sürgünlük ve
yeryüzü deneyimlerini, “şiirin evi” olan insan yüreğinden özgün es-
tetik ve müzikal yapılarla süzdürerek çağlar ötesine taşıdı: Ölümsüzlüğü
burada yatıyor. Fakat, belki de yaptığı en önemli şey: Bir “duruş” ser-
giledi: Gerçek ve saygın bir “şair duruşu, yeryüzü duruşu”...”
ÖZKAN MERT
Şiirimizde, hem bi-
çim hem de içerik
yönlerinden, en
köklü yapısal yeni-
liği başlatan öncü
şairdir Nâzım Hik-
met. Dilinden söy-
leyişine, eğretileme
ve imgelerine, her yeni öze yeni biçimler, sesler, eda ve söy-
leyiş arayan Nâzım’ın şiiri, kendi başına bir adadır. 1929’da
“Putları Yıkıyoruz” sloganıyla, eski şiirin ölçü, uyak gibi ka-
lıplaşmış biçimsel özelliklerine savaş açmış, dönemin “şair-
i azam”ı sayılan Abdülhak Hamit’in, Mehmet Emin Yur-
dakul’un şiir anlayışlarını eleştirerek, serbest vezni savun-
muş ve onu ustalıkla kullanmıştır. Gelenekçi sanat anlayış-
larını eleştirdikleri arasında yer alan Yakup Kadri bile, Nâ-
zım’ı edebiyatımızda yaptığı yenilikçi atılım nedeniyle “ede-
biyat inkılapçısı” sayar ve 1921-29 yılları arasında yazdığı ilk
şiirlerini kapsayan kitabı için, “835 Satır Türk şiirindeki, hat-
ta Türk dilindeki inkılabın ilk satırıdır,” der. Nâzım Hikmet,
ülkemiz ve dünya şiir geleneğinden kopmadan, sürekli ara-
yış ve yeni atılımlarla; bireyselden toplumsala, kendi halkı-
nın sorunlarından dünyaya açımlanabilen, yerelle evrense-
lin kaynaştığı diri bir şiir yaratabilmiştir. O, aynı zamanda,
şiirimizi dünya ölçeğinde tanıtan ilk şairdir. Sağlam kurgu-
ları, bütünsel yapıları ve imge zenginlikleriyle dikkati çeken
şiirlerinde roman kurgusundan öykülemeye düzyazının
olanaklarından, sinema tekniğinden, günlük konuşmaya da-
yalı diliyle tiyatrodan, görüntüsel imgeleriyle resimden ya-
rarlanarak, anlatılanların devinim, ses ve görüntü boyutla-
rını desteklemiş; türler arası katı sınırların gevşetilerek bir-
birlerine yaklaştırılmasında etkin rol oynamıştır.
GONCA ÖZMEN
Nâzım Hikmet, her şeyin şiir olabileceğini, şiirin doğal
bir şey olduğunu, bu nedenle de insanın en yakını, ar-
kadaşı, yoldaşı olduğunu gösterdi. Elbette sınıfsız, sö-
mürüsüz, eşitlikçi bir toplum düzeninden yana bir şair ola-
rak yaptı bunu.
Organik şiir diye çok uzun yıllar sonra gündeme ge-
len şiirin ilk örneklerini verdi. Aynı zamanda Türk şiiri-
ni tepeden tırnağa değiştiren biçim, ses, dize bozumu ve
söyleyiş özelliklerini, yeniliklerini bir arada gerçekleşti-
rirken, yani en ilerideyken, o birikime de uzanma cesa-
retini gösterdi. O mirası, o geleneği de yeni, devrimci bir
arayış ve anlayışla kendi şiirine eklemledi, “Rubailer”den
“Şeyh Bedrettin Des-
tanı”na kadar bir dilin
ve bir şiirin has şiirleri-
ni yazdı ve sanıyorum
yüzlerce yıl okunacak
bir büyük yapıt bırak-
tı. Şiiri nasıl cesaretle
değiştirmeyi göze al-
dıysa, sosyalizm içinde
de aynı devrimci ruhu
taşıdı, statükoya karşı çıktı, sosyalizm idealinin de tıpkı
şiir gibi aslında bir sürekli devrim olduğunu hiç unutmadı.
HAYDAR ERGÜLEN
Şiirimizin belki de ilk
doğacılarından. “Tabiat
uçsuz bucaksız” derken
vurguladığı gibi. Temel
ontolojik tercihi tercih
olarak, tanrıcı değil, do-
ğacı idi.
“Yaşamaya Dair” şiiri
15 yaşımdan beri benim
için en değerli şiirler ara-
sında.
Beni ilk etkileyen üç
şairden biri. Yahya Ke-
mal (5 yaşımda) ve Shakespeare (8 yaşımda) ile. 15-16
yaş şiirlerimden bazılarında ondan öğrendiğim teknik-
ler kullandığım görülebilir: Bir bölümden başkasına ka-
fiye ile geçiş, ritm dinamikleri vb.
“Memleketimden İnsan Manzaraları”nın büyük bö-
lümü kayıp, ne yazık ki.
Zengin yaşayışını zengin işlemiştir. “Nefsimin ne ka-
dar alçak...” dediği dizeler modern şiirimizde belki bir
ilktir. Duygu-zeka-eleştiri-devrimcilik içe içe yaşanan ve
yazılan boyutlar.
Stalin’i eleştirdiği şiir en iyi verimleri arasında.
“Kerem Gibi” sanırım hapishane şartlarında yazıl-
mış. Kendine moral verme arzusu anlaşılabilir bir şey.
Ama insanları kendini fedaya adeta özendirişi tehlikeli.
Öte yandan, olağanüstü durumlarda bu tür şiirler işlevli
ve iyi olabilir. Bu şiirle ilgili duygu ve düşüncelerim çe-
lişkili. Bugünkü ortamda olumlu bulmaya başladığımı
fark ediyorum.
Kurtuluş Savaşı’mızı işlemiş olması önemli. Önceki
dönemlerde “Kurtuluş Savaşı’nı” derdim sanırım. Bu-
günkü “Savaşımızı” demeyi yeğlediğimi fark ediyorum.
Kendisini, kendi duygu ve düşüncelerini dolu dolu
anlatmış bir şair. Dünyadan kaçınan bir kişi yok şiirinde.
Dünya ile, doğa ile yoğun etkileşen bir kişinin
eleştirel/özeleştirel hesaplaşmaları.
Bence en iyi şiirleri seçilip yayımlanmış değil. Bu id-
diadaki seçkiler yeterince güçlü değil, kanımca. En azın-
dan listemi yayınlamak isterim.
“Yaşamak Kasideleri-1” bence en iyi şiiri. Ama
“Toplu Şiirleri”ndeki hali yanlış. Ortadaki birkaç dize sa-
nırım bir önceki taslağa ait. Bu haliyle bel kemiği zayıf.
Oysa şiirin son hali 1977’deki bir dergide yayımlanmıştı.
Ran soyadı nüfus memurluğuyla ilgili. Antolojilerde
gerek yok, bence. Batılıların onunla ilgili şiirlerinde
Hikmet diye söz etmeleri tuhaf geliyor. Nâzım demiyor-
larsa yeterince iyi tanımamışlar demektir.
Yurtsever bir dünyalıydı.
Nâzım’a dairTarık Günersel / www.tarikgunersel.com
Nâzım, şiir dilimize gerek biçim gerekse muhte-va bakımından giydirilmiş tasmayı çıkartmış;Türkçeden başka bir dilde tek mısra yazmamışolmasına rağmen dünyanın birçok dilinde okun-muş; politik olanla edebî olanı ustalıkla birleş-tirerek, farklı zannedilen bu iki cepheyi tek kim-likte (insan) buluşturup insana verdiği sözleedebiyata verdiği sözü birbirinden ayırmamış; enkatı, sert gerçeklikleri dahi inceltilmiş bir duyar-
lıkla kaleme alabilmiş; insanı soyut dünyalardan,göklerden, görünenin ötesinden, yeryüzüne, aitolduğu dünyaya , “öteki”lerin arasına indirerek,elle dokunabilecek bir mesafeye yerleştirmiş; her-kesin hayatına dokunan birçok kavramı (hasret,aşk, ölüm vs.) yeni bir solukla, kalıcı bir biçim-
de işlemiş; cezaevindeyken bile dışarıdaki haya-tı serinleten, genişleten şiirlere yaslanmış; kale-mine, tüccarlardan, patronlardan, örtülü öde-neklerden sızan mürekkep yerine, ezilenlerin, yoksayılanların, öldürülenlerin rüyâlarından sızanmürekkebi çekmiş ve belki de en önemlisi, dün-ya halklarının omuz hizasından, muktedirlere, za-limlere karşı “güzel günler göreceğiz” umudunukarartmadan, tereddütsüz yazmıştır...
Şeref Bilsel
31 MAYIS 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
İkindi Yeni’den sonra yazılan şiir, bugüne
göre belli aralıklarla homojenlik taşı-
mıştır. Her on yıl; yaşanan siyasi, sosyal
hareketlerle ilişkili olarak kendi esteti-
ğini kendiliğinden kurmuştur. Sonraki on
yıl(lar) yaşanana etki ya da tepki biçi-
minde şekillenmiştir. Bu ‘homojenlik’in
1980 şiirine kadar sürdüğünü söyleyebi-
liriz. 80’e kadar devam eden şiirdeki ho-
mojenliği, siyasal duyarlılıktan, hare-
ketlilikten ayrı tutamayız. Altyapının
üstyapıyı belirlediği koşullarda sokak, sa-
natı/şiiri şekillendirdi ki Berk’ten Uyar’a,
Özel’den Yavuz’a, Karakoç’tan Süre-
ya’ya farklı şiir evlerinden gelen pek çok
şairi bir duyarlık etrafında birleştirdi. Bu-
gün sokağa inanç kalmadı. Çünkü sokak
kalmadı; gücünü kaybetti, 80’le beraber.
2000’lerde ise bir film gibi savaş görün-
tüleri, bombalar, ağıtlar izleniyor ve hiç-
bir şey olmamış gibi hayat zaplanarak ya-
şanıyor. Düşünülürse, yaşadığımız, şi-
zofrenik bir büyük kâbus.
Bugün gerçek, tıpkı sokak gibi ger-
çekliğini kaybetti. Gerçekliğin etkisizliği
ve güçsüzlüğü, örgütsüz yaşa(tıl)manın so-
nucu. Her an sudan sebeplerle birini öl-
dürecek öfkeyi kınında taşıyan ama siya-
si/sosyal meselelerle ilgili de ses çıkarmaya
korkan insanlarla bir arada yaşıyoruz.
Şair de bu korkan insanlardan ayrı bir var-
lık olamıyor. Yani günümüz şairi cesur, –
toplumsal ve siyasal olayları göz önüne al-
dığımızda - asil ve kahraman değil; korkak,
bencil ve tembel.
DÜNYAYA KAFA TUTMAYISEÇM��T�R O
Şiirimiz kötü örnekleri ve tekrarı ba-
kımından dünyanın değişeceğine olan
inancı diri tutan, sokağa bakan çalışmaları
kovdu. Bugün, Nâzım da şiirimizde ko-
vulan seslerden. Çünkü zamanın ruhu baş-
ka sesleri öne çıkarıyor. Nâzım’ı sadece po-
litik bir figür gibi göstermeye çalışıyor özel-
likle belli kesim. İslamî cephe, komünist
bir temsille, kara çalan yanlı eleştirel me-
tinlerle tanımlıyor; sol, politik yönelimi-
ni öne çıkararak okumayı seçiyor, popü-
ler unsurlar ise kadınları üzerinden pa-
zarlama derdinde. İslami kesimden Nâ-
zım’ın hakkını teslim eden çok az yazıya,
eleştiriye, değerlenmeye rastlarsınız. Di-
van şiirini bilen ve o yapıyı modern şiirde
kullanan, halk şirinden yararlanan, mo-
dern eğilimlerle şiirimizi buluşturan, epik
şiirin en kıymetli örneklerini veren, şiirin
öncelikle ses olduğunu güçlü çalışmalarıyla
ortaya koyan, değişen dünya şiirini de ya-
kalamamıza olanak veren bir poetikası var-
dır Nâzım’ın. Hepsinden önemlisi dünyaya
kafa tutmayı seçmiştir o, bugünkü parlak
büyük isimler gibi dünyayı paylaşma ar-
zusunda olmamıştır. İnanç, tavizsiz kişilik,
boyun eğmeyen hayat ve kararlılık bakı-
mından tam tersi istikamette olsa da
onunla Sezai Karakoç arasında ilke bağ-
lamında yakınlık kuruyorum.
Nâzım, yerliliktir, Anadolu’dur, has-
rettir, Hiroşima’da ölen bir çocuktur,
güçlü bir sestir. Şiiri anlamdan öte bir bü-
yük sestir ve o sesle yürür. Ve elbette Nâ-
zım, şiirimiz için önemli bir imkândır; şii-
re getirdiği yenilikler, ele aldığı mesele-
ler, ele alma biçimleri ile. Politik bir an-
gaje ile yaklaşılmadığında sadece siyasi
propaganda malzemesi sayılacak ve ge-
ride duran şiirleri de vardır. Pek çok ve-
lut şair gibi onun da zamanın gerisinde
duran, arkada kalan şiirleri mevcut. Ama
bu, Nâzım’ın büyük şiirini eksiltmiyor,
önemini azaltmıyor da. Nâzım’a beni
yaklaştıran, o yoğun siyasi güncellik ta-
şıyan şiirleri olmadığı gibi bir başkasını da
uzak tutmamalı.
NÂZIM’IN ENG�NL���Nâzım; dünyayı emeğe/alınterine ça-
ğıran, inandığı davadan vazgeçmeyen ve
politik mücadelesi uğruna şiirini de yeni-
lemeyi başarmış cesur bir büyük hayat de-
mek. Nâzım’ın sesinin ve meselesinin al-
tında pek çok şair kaldı. Tekrar, şairi eri-
tiyor, bunu burada da gördük. Onlar
unutuldu ya da unutulacakları aralarında
taşıyor. Ama Nâzım şiir ve dile getirdik-
leriyle edebiyatımızdaki enginliğini ko-
rumayı sürdürecek.
Nâzım’ı, bugünden, özellikle siyasî
bir kompartımandan, dilin ve şiirin geldiği
yerden, imkânlarıyla bakıp koşulların-
dan bağımsız angaje olarak yargılamak ah-
lakî ve vicdanî değil.
Kendinden sonraki kuşaklarda ve bü-
yük şairlerde doğrudan ya da dolaylı ola-
rak ‘Nâzım etkisi’ var iken ilk ürünlerini
1980 ve sonrasında verenlerde böylesi
bir yakınlık neredeyse hiç yoktur. Özellikle
2000’lerde şiir yazan arkadaşlarımda,
İkinci Yeni fetişizmi ile olsa gerek, Nâzım’a
dair hiçbir yakınlık göremiyorum. Hatta
bazı ürünlere bakınca yer yer Nâzım’ı oku-
madıklarını da düşünüyorum. Bu etkisiz-
liğin, yaşanan hayat ve onun öne çıkardı-
ğı şiir anlayışı ile alakalı olduğunu sezi-
yorum.
Nâzım’ın siyasî tavrı ve eylem adamı
oluşu, toplumsal meselelere duyarlılığı,
farklı disiplinlerde ürün vermesi ve ka-
rizmatik bir kimliğe sahip olmasının önün-
de taşıdığı en önemli sıfat şairliğidir.
Çünkü o büyük bir şair olmasa idi onu özel
ve ayrı kılan hatta efsaneleştiren tüm bu
değerler daha geride duracaktı.
Bir şair için en kötü şey; dilinden, kül-
türünden, memleketinden uzakta yaşamak
zorunda bırakılmasıdır. Bu durum göz ardı
edilmeden yaklaşıldığında; Nâzım’ın yur-
dundan ve dilinden ayrı iken kendi dilin-
de büyük şiir yazmasının önemi ortaya çı-
kar. Özellikle günümüzde Türkçe duyup,
düşünüp, rüya görüp sadece snopluk için
yabancı dilde ürün veren isimlerin gün-
demden düşmediğini görünce üzülmemek
elde değil.
KARANLI�IN D�B�NDE B�LE UMUT
Ezcümle; kapitalizme karşı direnişi,
emeği savunması, siyasal ve politik me-
seleleri şiiri düşürmeden yedirmesi, sos-
yalist değerlere inancı, Anadolu’yu içer-
den, en içerden yalın bir dille aktarma-
sı, içerikte ve biçimde daima yeniyi ara-
ması, Türk şiirinin tüm birikimini fark-
lı biçimlerde ele alması, daima bir der-
dinin olması, çalışkanlığı, vazgeçmeden,
inatla kendini yenileyerek anadilinde
yazması, dünya şiirinin devinimine ıs-
kalamadan çalışmalarında özgün bir bi-
çimde yer vermesi, ‘putları yıkıyoruz’ de-
mesi/yıkması, karanlığın dibindeyken
dahi her daim umut etmesi ve “Memle-
ketimden İnsan Manzaraları”, “Bener-
ci Kendini Niçin Öldürdü?”, “Şeyh Bed-
rettin Destanı”, “İvan İvanoviç Var mıy-
dı, Yok muydu”?, “Yolcu” gibi büyük ça-
lışmalara imza atması onu heyecanla
okumama her daim sebep olmuştur.
101 Kere NâzımNâz�m; dünyay� eme�e/al�nterine ça��ran, inand��� davadan vazgeçmeyen ve politik mücadelesi
u�runa �iirini de yenilemeyi ba�arm�� cesur bir büyük hayat demek
CENK GÜNDOĞ[email protected]
10 Aydınlık KİTAP
Türk şairinin yaşadığı ülkenin sınırlarını
aşan, “kalbinin yarısı buradaysa yarısı
Çin’de” atan bir imge dünyası var. Elin-
deki kopuzla diyar diyar dolaşan halk oza-
nı, Semerkant’tan aldığı nektarı Edirne’de
bala dönüştürürken, hep aynı mazmun-
larla Fars mitolojisini yeniden üretip dur-
ması şiiri söz kalabalığının içinde boğsa da,
aynı işi yüzyıllarca divan şairi de aruzla
gerçekleştirdi. Dört kıtada at koşturmuş
olmanın, bir ayağı Diyar-ı Rum’dayken
öbür ayağıyla Herat’ta bulunmanın, elbet
şiir sanatına yansıyan böyle bir tarafı
olacak. Sebk-i Hindi’nin hikemi şiirin
karşısına çıkabilmesi, Halep kumaşının İs-
tanbul’da Bursa ipeğiyle rekabet edebil-
mesine de bağlıdır.
AYDINLIKÇI NÂZIMTürk şairi enternasyonalisttir…
Hayır, salt kendi Türk uluslar dünya-
sıyla sınırlı bir tutum değil bu…
Yaşadığı çağda, ayağını bastığı top-
rakta, çevresinde, sınırlarının ötesinde
olan bitene, Cezayirlinin, Filistinlinin,
Afganlının, Şililinin, Etiyopyalının dra-
mına kayıtsız kalmama tavrının bir şiir an-
layışı olarak gelişebilmesi için zulme uğ-
ramış olmak gerekir. Türk şairi, kendi ulu-
su zulme, ülkesi işgallere uğradıktan son-
ra keşfetti bu enternasyonalizmi. Uzun bir
savaşlar silsilesine gelinceye değin Türk
şairinin çevresini görememesi bundan.
Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş-
Savaşları gözünü açtı şairin. Hem sadece
Anadolu topraklarında da değil… Şair ay-
dınlanması diyebileceğimiz bu yeni şiir gö-
rüşünü açık ve net bir biçimde ortaya ko-
yan, daha 1922’de yazdığı “Açların Göz-
bebekleri” şiiriyle Aydınlıkçı Nâzım Hik-
met’ti. “Değil birkaç/değil beş on/otuz mil-
yon/aç/bizim,” diyordu… Son savaşların
getirdiği yıkımların sonucuydu otuz mil-
yon açın “deli gözbebekleri”.
DÜNYA �A�R�Nâzım’ı bir öncü olarak bu yeni şiir gö-
rüşüne vardıran şey, en öncelikli olarak
sosyalizme inanmasıdır. Sosyalizme inan-
mış bir Aydınlıkçı şairdir Türk şiirine hiç
görmediği, hiç tanımadığı, hiç görmeye-
ceği ve hiç tanımayacağı insanlar için üzü-
lüp kaygılanmayı, onlar için acı çekmeyi,
öfkelenmeyi ve her şeyi göze alarak dö-
vüşmek gerektiği fikrini sokan. “Açların
Gözbebekleri” şiirinden sonraki bütün şi-
irlerinde bu vardır Nâzım’ın.
Bahri Hazer’de anlattığı Türkmen
balıkçısının, Nâzım Hikmet için Arha-
vili İsmail’den hiçbir farkı yoktur. “Ku-
vayi Milliye Destanı”nın başlangıç şiiri
“Onlar”daki “toprakta karınca/havada
kuş/suda balık kadar/çok”, “korkak,/ce-
sur,/cahil,/hakîm ve çocuk” olanlar
“Açların Gözbebekleri”ndekilerle ay-
nıdırlar.
“Benerci Kendini Niçin Öldürdü”,
“Taranta Babu’ya Mektuplar”, “Jokond
ile Siyau” ve “Tanya” gibi destan şiirle-
rinde, onu bir dünya şairi yapan, ezilen
halklardan, mazlum milletlerden yana
olma, onlar için onlarla birlikte dövüş-
me tavrının çok daha geniş boyutlar ka-
zandığı örneklerdir.
ANG�NE PEKTOR�S“Yarısı burdaysa kalbimin/yarısı
Çin'dedir, doktor” diyor şair; “Sarınehre
doğru akan/ordunun içindedir.” Sonra, her
şafak vakti, Yunanistan'da kurşuna dizil-
mektedir… Yıl 1948, Nâzım içerde, “Bur-
sa Kalesi”ndedir ve hastadır. Şiirin başlı-
ğı bu yüzden “Angine Pektoris” (Göğüs-
te oluşan bir çeşit ağrı):
Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince kalbim Çamlıca’da bir harap konaktadır her gece, doktor.
Sonra, şu on yıldan bu yana benim, fakir milletime ikrâm edebildiğim bir tek elmam var elimde, doktor, bir kırmızı elma: kalbim...
SINIR TA�IHastalığını bağladığı neden, ne “ar-
teryo skleroz” (damar tıkanıklığı), ne ni-
kotin, ne hapis, kalbinin dünyanın her ye-
rinde zulüm gören mazlumlar için at-
masındandır. Büyük şair, sınır taşını çok
daha uzaklara, gidilebilse, ancak ışık
hızında gidilebilecek en uzaktaki yıldıza
diker:
Bakıyorum geceye demirlerden ve iman tah-tamın üstündeki baskıya rağmen kalbim en uzak yıldızla birlikte çarpıyor...
“Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirinde, kalbi
Madrid kapısındaki yüzünü hiç görmemiş
ve hiç görmeyecek olsa da bir tarafını bel-
ki “biraz bizim Dumlupınar”da yatana
benzettiği nöbetçinin kalbinde atmakta-
dır. Nâzım’ın İspanya İç Savaşı sırasında
yazdığı bu şiirden başka bir de yetkilile-
re verdiği dilekçe var. Yahya Kemal’in elçi
olarak bulunduğu ve “Endülüs’te Raks”ı
yazdığı günlerde Nâzım, Cumhuriyetçi-
lerin safında savaşmak için serbest bıra-
kılmasını istemektedir.
1949’da “Elleriniz ve Yalana Dair”de
bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu”
için yazar:
…insanlar, ah, benim insanlarım,hele Asyadakiler, Afrikadakiler,Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adalarıve benim memleketlilerim,yani bütün insanların yüzde yetmişindençoğu,elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.İnsanlarım, ah, benim insanlarım,Avrupalım, Amerikalım benim,uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,ellerin gibi tez kandırılır,kolay atlatılırsın...
NÂZIM’IN AÇTI�I BÜYÜK VEGEN�� YOL
“Asya Afrika Yazarlarına” başlıklı şi-
irde de şöyle seslenir:
Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım…
Toprağın, havanın, yıldızların aynı
olduğunu söyler. Ekmek onun ülkesinde
de aslanın ağzındadır. Suyun başını onun
ülkesinde de ejderhalar tutmuştur. Ce-
halet, sömürü ve zulüm de aynıdır ama…
Öyleyse bütün bunlara karşı çıkış da bir
olmalıdır:
sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz top-rağı sürebilmeli dizlerine kadar pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli bütün soruları sorabilmelibütün ışıkları derebilmeliyol başlarında durabilmelikilometre taşları gibi şiirlerimizyaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmelicengelde tamtamlara vurabilmelive yeryüzünde tek esir yurt, tek esir insangökyüzünde atomlu tek bulut kalmayınca-ya kadarmalı mülkü aklı fikri canı neyi varsa vere-bilmelibüyük hürriyete şiirlerimiz.
Bu birkaç örnekten sonra şunu söyle-
yelim: Türk şairleri Nâzım’dan öğrendi
Çinli, Vietnamlı, Mısırlı, Filistinli, Asyalı,
Afrikalı, Güney Amerikalı, Arap, İspanyol,
Kürt mazlumlardan yana olmayı…
Tel Zaatar’da, Sabra ve Şatila’da kat-
liamlara uğramış, yerinden yurdundan sü-
rülüp çıkarılmış Filistinlilere şiir yazma-
mış şair yoksa, bu Nâzım’ın açtığı büyük
ve geniş yol sayesindedir.
Tel Zaatar’da, Sabra ve �atila’da katliamlara u�ram��, yerinden yurdundan sürülüp ç�kar�lm��Filistinlilere �iir yazmam�� �air yoksa, Nâz�m’�n açt��� bu büyük ve geni� yol sayesindedir
MECİT Ü[email protected]
GÜLDEN TERAZİÖlüm
süzlü
�ünü
n
50. Y�l�nda
Türk şairine mazlumlardanyana olmayı Nâzım öğretti
MİLLETİNE İKRÂM EDEBİLDİĞİ KIRMIZI ELMA…
31 MAYIS 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Nâzım Hikmet’i daha bir derinliğine ko-
nuşabiliriz. Bütün yapıtları yayımlandı.
Ayrıca bu yapıtlar üzerine, onlarca ince-
leme yapıldı. Çok şey söylendi. Onu be-
nimseyenler olduğu kadar yadsıyanlar
da çıktı. Gerek Nâzım Hikmet’in yapıt-
ları, gerekse ona yönelik yazılanlar; onu
yeniden değerlendirmenin bir olanağı
olarak düşünülebilir. Gerekli de bu. Po-
litik, sosyolojik, estetik nedenlerden do-
ğan bir zorunluluk bu. Nâzım’ı anlamak;
politik tavırların, toplumsal değişiklikle-
rin belirleyiciliğini, sanatsal gelişmeleri,
bir dilin serüvenini, sanatçı-iktidar çatış-
malarını; birbirine bağımlı bu süreçlerin
bilgisini kazandırabilir...
Bugün pek seslendirilmese de, Nâ-
zım Hikmet’i yok sayanların bir hayli çok
olduğu biliniyor. Solda olduğunu söyle-
yen bu insanların Dr. Hikmet Kıvılcımlı
gibi düşünüp Nâzım Hikmet’i “burjuva
şairi” görmeleri elbette bir açıklamayı
bekliyor. Kürtlerden söz etmediğini sav-
layanların onu yadsıyor alması da çözüm
bekleyen bir sorun olarak önümüzde du-
ruyor. Bunları söylerken, geçmişte kal-
mış tartışmaları günümüze taşımak gibi
bir düşüncem yok, olamaz da. Ama bu-
gün henüz yirmili, otuzlu yaşlarını süren
yüzlerce kişinin sol adına, geçerli saydık-
ları ideoloji adına Nâzım Hikmet’i dışta
bırakma düşünceleriyle yüzleşmek gere-
kiyor sanırım.
GEL��MEN�N SÜREKL�L���Ne yazmış olursa olsun, Nâzım Hik-
met’i politik tutarsızlıkla suçlamak, ya-
şamsal bir sorun olduğu kadar kültürel
bir sorundur aynı zamanda. Böyle düşü-
nenlerin, Nâzım’ı bir eylemci olarak gör-
mediklerini öne sürecekleri kesin. Belki
de soyağacına bakıp sonuçlar çıkartan-
lar da olacaktır. Gene 1928-1935 yılları
arasında yazdığı şiirlerin, dönemin eko-
nomik, politik tutuma denk düşmesi,
toplumun bütün kesimlerince benim-
senmesi bile bir olumsuzluk olarak gö-
rülebilir. Bu oluşumun bir uzantısı ola-
rak, 1930’lu yıllarda
Nâzım’ın ders kitap-
larına girmesi ve
okutulması, şaşırtıcı
bulunabilir. Bunun,
Nâzım’ın iktidarla
bütünleştiği anlamı-
na geldiğini düşü-
nenler, hatta savla-
yanlar çıkabilir.
Oysa o dönemde
Sovyetlerinkine ben-
zer bir ekonomik ya-
pılanmanın Türki-
ye’de de yaşandığını
bilmeyenlerin suçla-
yıcı yargıları haklı da
görülebilir.
İlk kurulan fabri-
kaların kapısındaki
“Her fabrika bir ka-
ledir,” sözünün Sta-
lin’e ait olduğu, an-
cak 70’li yıllarda an-
laşılmış ve kaldırıl-
mıştı. Bu örnek bile,
her kültürel nesne-
nin, oluşumun ne
denli yüzeysel algı-
landığını gösteriyor
olmalı. 1930’lu yıl-
larda Nâzım’ın geliştirdiği söylem, poli-
tik olanla elbette örtüşmüştür. Ama bu,
onun bir şiir önerisi getirmesini engelle-
memiştir. Nâzım Hikmet’in yazdığı şiirin
içerdiği bilginin bir estetiği de karşıladı-
ğı, öne çıkarttığı görülmelidir artık. An-
cak o zaman değerler yerine oturtulabi-
lir ve gelişmenin sürekliliği sağlanabilir.
Önemli olan da bu. Ama böyle bakılmı-
yor. Yaşanmış, geçmişte kalmış değerler-
den medet umuluyor. 70’li yıllarda yapıl-
dığı gibi Marx’a, Engels’e, Stalin’e,
Troçki’ye, Mao’ya... yaslanarak; yaşanan
gün kurtulsun isteniyor. Oysa, “Onlar
öldü,” diyememenin, kendiyle baş başa
kalamamanın getirdiği bir açmaz bu. Bir
öznenin geçmişte yapamadıklarını söyle-
mek bugünün açıklaması olamaz.
O GÜNDEN BUGÜNE 1930’lu yıllarda sağ kesim de benim-
semişti Nâzım’ı. Onun “Putları Yıkıyo-
ruz” hareketiyle Abdülhak Hamit ve
Mehmet Emin’in yanı sıra Yakup Kad-
ri’yi, Peyami Safa’yı, Hamdullah Sup-
hi’yi karşısına alıncaya kadar onlar tara-
fından da kabul gördüğü biliniyor. Nâ-
zım’ın başlattığı kültürel hareket
1938’den sonra politik söylemle çelişme-
ye başlar, daha doğrusu öyle algılanır.
Onun tutukluluk süreçleri de böyle baş-
lar. Oysa politik düşüncesini, felsefi kav-
rayışını hiçbir zaman eyleme dönüştür-
mediği bilinirken suçlanması; düşünce
özgürlüğünün suç görüldüğünün bir
göstergesidir. O günden bugüne düşün-
cenin suçlanması pekiştirilerek yaşama
geçirilmiştir. Bu yapılırken Nâzım Hik-
met’in dil bağlamında ulusal onur oldu-
ğu da fark edilmiştir. Kültür Bakanlı-
ğı’nın hazırladığı kitapta Nâzım’a yer
vermesi demokratik bir gelişme olarak
değerlendirilemez. Öyle de değil çünkü.
Aynı günlere denk gelecek şekilde Al-
paslan Türkeş’in Nâzım’ın “Davet” şiiri-
ni alanlarda okuması, sol kesimde ve
toplumun bütününde muğlak olan yerini
biraz daha belirsizleştirmek içindir, de-
nebilir. Eğer böylesine bir gelişme olma-
sa, İsmet Özel, “Davet” adlı şiirinin İsla-
mi bir söylemi karşıladığını söylemesi o
kadar kolay olmayacaktı. Şiirin son dize-
leri şöyle:
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,yok edin insanın insana kulluğunu,bu davet bizim.Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hürve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim.
SOL DÜ�ÜNCEN�N GÖREV�İsmet Özel 1965’te TİP’in bir seçim
afişindeki “Kula kulluk yetsin artık!”
sloganının sosyalist bir içerik taşımadığı-
nı söylerken; Nâzım’ın “yok edin insanın
insana kulluğunu” dizesini de eskittiğini
düşünüyordu elbette. (Milliyet,
25.09.2000) Dahası “Kula kulluk yet-
sin!” sloganını, “pür İslami bir slogan”
olarak öne çıkartabiliyordu. Bu, bir yan-
dan sol kültürel birikimin içini boşalt-
mayı amaçlarken, diğer yandan üretim
ilişkilerinin içeriğini, sınıfsal yapılanma-
yı da gizlemeye yönelikti elbette. Düşü-
nülmeli bunlar...
Kim üretirse üretsin, insandan
yana olan kültürel değerlere sahip çık-
mak, onların yaşanır kılınmasını sağla-
mak daha çok, sol düşünceyi benimse-
yenlerin görevi olmalıdır. Gene bilinen
odur ki düşünce iktidar kurucu olarak
değil; iktidar karşıtı olarak gelişmiştir.
Nâzım’ın Türkiye’den ve Sovyetlerden
kaçışının biricik nedeni iktidarla karşı
karşıya gelmesinden başka bir şey de-
ğildir. Daha doğrusu iktidarlar karşıtı
şiirler yazması, estetik önerilerde bu-
lunması, düşünceler üretmesidir. Bağ-
lamında bunların tartışılması Türkçe
şiirin bir açıklanması da olacaktır. Bir
şairin kendi diline duyduğu sevginin
bütün dilleri nasıl kucakladığını anla-
mak da buna bağlı.
Bugün yaşanan kültürel aşkınlıkta
Nâzım Hikmet, düşüncenin nesnesidir
artık. Bu da onu anlamayı gerekli kılıyor.
Nâzım Hikmet’esataşma var!
1930’lu y�llarda Nâz�m’�n ders kitaplar�na girmesi ve okutulmas�, �a��rt�c� bulunabilir. Bunun,Nâz�m’�n iktidarla bütünle�ti�i anlam�na geldi�ini dü�ünenler, hatta savlayanlar ç�kabilir. Oysa o
dönemde Sovyetlerinkine benzer bir ekonomik yap�lanman�n Türkiye’de de ya�and���n�bilmeyenlerin suçlay�c� yarg�lar� hakl� da görülebilir
VEYSEL ÇOLAK [email protected]
31 MAYIS 2013 CUMA12 AydınlıKAPAK
Nâzım Hikmet; 20. yy’da şiirin tekerleğine içerik ve biçim yö-
nünden yepyeni bir öz yükleyen birkaç şairden biridir. Ge-
leneğe içinden karşı çıkışla beliren bu öz, kendini, yadsıdı-
ğı hamurla yeniden karıyordu. Nitekim Batı’da şiirin ger-
çeküstü kutbunu keşfe yönelen şair, gerçekliği bilincin de-
rinliklerine dışardan sarkan imgelerle hırpalarken, Nâzım,
insanı içinden dışarı derin haykırışlarla taşıran imgenin ar-
dındadır. Daha 19 yaşında yazdığı şu dizelerdeki Baudelai-
re edası, ondaki şiirin mayası olan büyük cesaretin haber-
cisiydi: “Ben iblisim kadın, yanmaktan değil, / Yakmaktan zevkduydum cehennemimde!”
Türk toplumunun çöküşten yeni bir doğuşa kıvrandığı sü-
reçte şair, tarihin bütün bir kültür ve dil toplamıyla yükledi-
ği geleneği geleceğe evrensel boyutta taşıma işlevini üstlenerek
en yıkıcı ve bir o kadar özümleyici ve yaratıcı girişimiyle ey-
leme ve bütünlüklü bir anıtsal yapıta dönüştürmeye yönelik
şiir devrimi için kolları sıvadığında Nâzım’ı Galip’in şu beyiti
ileri atıyordu:
Bir şu’lesi var ki şem’-i cânınFânûsuna sığmaz âsumanın
Bu beyitte Galip, yokluğun insanda üretip yaydığı saklı
gücün sonsuz büyüklüğünü belirtirken Osmanlı’da düşünce
ve sanatın geldiği karşı gücü de simgeler. Divan şiirini vara-
bileceği en yüksek tepeye götüren ve modern şiirin kapısın-
da çile hırkasıyla bırakan Galip, bir yandan çok eskiye gide-
rek işe öncekilerin önünde başlayıp şiiri başka bir dile ve ben-
zersiz bir aşamaya getirdiğini söyler:
Tarz-ı selefe takaddüm ettimBir başka lisan tekellüm ettimÖte yandan, kendisinden önce ne söylendiyse onu
yeni bir aşk ve insan anlayışıyla içselleştiren şair, birikimi ye-
niden üretip tüketenin kendisi olduğunu, tarihin malını alıp
yeniden biçimleyerek ona geri verdiğini ifşa ediyor:
Esrârını Mesnevî’den aldımÇaldımsa da mîri malı çaldım
Galip, şiirimizi bütün ruhsal derinliği ve söylem yetene-
ğiyle patlama noktasında Namık Kemal’e aşırırken, Tevfik
Fikret, patlama sonrasında oluşan yarıklardan düzyazıya uza-
nan patikalar açar. Nâzım, daha ilk ürünlerinde, şiiri has top-
rağında dupduru ve akıcı bir Türkçeyle işlemek üzere ova-
lara inmiştir (1920):
Bir çal da dinleyelim haydi Sarı ZeybeğiCanlansın gözümüzde yalçın dağların beyi...Çaldı tamburasından tarihin sesi geldiDağlara yaslanarak Sarı Zeybek yükseldi.
Bu dizelerdeki akıcı yalınlık, vezin ve yapıdaki beceri,
düşünsel duruluk ve coşku, geleneği içselleştirmiş, gence-
cik bir şairin her türlü serüvene girme taşkınlığının belir-
tilerini taşır.
���R DEVR�M�N�N ��ARET F��E��
Nâzım, Galip’in çile hırkasını giyerek, modernleşme uf-
kunda Fikret’in açtığı yola, “Hay... Hu... Hey... Hey anam hey!
Yolcu yolunda gerek” haykırışlarıyla koyulur; daha sonra Be-
nerci’de (1932) yer verdiği ama Moskova’da yazıp (1922) Ay-
dınlık’ta yayımladığı (1923) Grev şiirinde, çağı-
na ve yeryüzüne sığmazlığının ipucunu verir:
Yüksek tuğla bacalarda dumanlar donakaldı.
O sırada bu dize, dünya şiirinde benzeri ol-
mayan bir yeteneğin işaret fişeğiydi. İmge örgü-
sü, sesle öylesine karılmış bir ritm oluşturuyor, dil
hiç de biçim kaygısı taşımaksızın olguyu öylesi-
ne yalın bir söylemle dışa vuruyordu ki, Nâzım’ın
şiirde gerçekleştireceği devrimi bütün özüyle tı-
patıp yansıtıyordu. Gelenek, bu dizeyi, “bacalarda
dumanlar tütüyor / savruluyor vb” fiiliyle ta-
mamlardı. Nâzım, bir tek eylemi değiştirmekle
yalnızca kurduğu dizede anlamı köklü bir deği-
şikliğe uğratmıyor, bütün bir şiire ve dünyaya kar-
şı eyleme geçmiş oluyordu.
Yahya Kemal’in büyük ölçüde Divan gelene-
ğine yaslanarak, “Kaybetti asrımızda ölüm eski hüz-
nünü” dizesine taşıdığı esrar, Nâzım’da yaşamı her
boyutu ve oylumunda içererek yeniden biçimlen-
dirmeye adanmış, bütün gizemini üretimde bulan,
yürüyüşünün ritmine sözcüklerin ayak uydurduğu
bir şiir karşısında hiçliği simgeliyordu artık.
“Açların Gözbebekleri”nde şiir tekerleği-
nin bambaşka bir ivmeyle yöneldiği ritim, “Sal-
kımsöğüt”te anlık seslerle aynı anda çok ötele-
re uzayıp giden uzun erimli bir çilenin ön izle-
rine düşer. Kimi gevşeme ve sarkmalar göster-
se bile, şair, içerikle biçim arasındaki sürekli yük-
selen gerilimi gelenekle gelecek uzantısında dur-
maksızın yeni arayışlara ve dengelere taşımak-
tan ömrübütün yorulmaz. Nâzım, Grev dizesi-
ni daha sonra:
Yüksektuğla bacalarda
dumanlardonakaldı
biçiminde yazmaya yönelerek etkiyi basamaklı
dize tekniğiyle anında ve çarpıcı biçimde sağla-
mak istedi.
MAYAKOVSK� ETK�S� M�?Ne ki onu küçümseyici yaklaşımlar, şiirdeki devrimini ba-
samaklı dizeye indirgeyerek Nâzım’ı Mayakovski etkisiyle, da-
hası öykünmesiyle suçlamakta gecikmedi. Bu yaklaşımların
kaçırdığı bir başka olgu daha var: Fikret ve Akif’te, mısra or-
tasında biten ve başlayan cümleler, Haşim’de usta işi ör-
neklerini gördüğümüz serbest müstezat tekniğinin yaygın-
laşmakta oluşu, içinde hece ya da aruz kalıplarının yer aldı-
ğı basamaklı dize örgüsünü hazırlayan gelişmelerdi. Nâzım’ın
bu konudaki sözleri önemlidir:
“Mayakovski bir nevi Rus aruzunun bir çeşit, son haddine
vardırılmış, müstezatlı tarzıyle yazar. Hani Hamid’in ‘mev-
ki-i Viyan’ diye başlayan bir yazısı vardır, işte aşağı yukarı onun
gibi... Halbuki benim yazılarımda böyle ‘muayyen bir veznin
son haddine vardırılmış müstezatlı tekniği’ yoktur. Ahengi ve
‘vezni’ anlayış bakımından aramızda hiçbir benzerlik olma-
yan Mayakovski’yle muhteva bakımından da ayrılırız... O, her
şeyden önce ve her şeye rağmen ferdiyetçidir. Ben, değilim...”
Şiirsel düzlemde Mayakovski’yle ilişkisine açıklık getirdiği
bir başka söyleşide, “Fransızcayı öğrendikten sonra Fransız,
Rusçayı öğrendikten sonra Rus şairlerinden birçok şey öğ-
rendim” diyen Nâzım, gerçeği şöyle belirtir: “Bir aralık iki ya-
zımda Mayakovski’nin değil, umumiyetle ‘fütürizm’in tesiri al-
tına düştüm. Fakat bu ‘fütüristlik’ devrim çabuk geçti.”
Kemal Tahir’e Mektuplar’da itiraf niteliğinde açıklama-
larda bulunur: “Mayakovski’nin 1940 senesinde neşredilen
ve bir tek ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana
bir itirafta bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni
tanışıyorum. Yani kendi ağzından vaktiyle dinlediğim bir iki
şiiri müstesna, matbu şiirlerini ilk defa okuyorum. ... çok defa
utancımdan Mayakovski’yi eserleriyle tanıdığımı söylemiş ol-
mama bakma!”
Nâzım, yeterince tanıdıktan sonra, Rus şiirinin bu dev-
rimci ve evrensel adını şimdi daha bir güçlü benimser, yere
göğe sığdıramaz: “Mayakovski öylesine büyüktür ki, onun-
la karşılaştırıldığımızda, biz çağdaş şairler, hepimiz küçük ka-
lırız. Bizim öğretmenimizdir ve kişisel olarak benim. Pablo
Neruda, Louis Aragon, dünyanın tüm dürüst şairleri aynı şeyi
söyleyeceklerdir: O bizim öğretmenimizdir.”
Nâzım, “biçimlerimiz farklıdır onunla” dediği şairle or-
tak yönelimini yine kendisi şöyle tanımlar: “Mayakovski’nin
şiiri ile benim şiirim arasında ortak olan şey, öncelikle, şiir ve
nesir arasındaki kopukluğun aşılması; ikinci olarak (lirik, yer-
Nâzım şiir devrimiyNâz�m, bir tek eylemi de�i�tirmekle yaln�zca kurdu�u dizede anlam� köklü bir de
SEYYİT NEZİ[email protected]
Heykel: ÇA�DA� ERÇEL�K
31 MAYIS 2013 CUMA 13ık KİTAP KAPAK
gi vb) çeşitli türler arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü
şiire siyasa dilinin getirilmesidir.” Aslında Nâzım, bu ortak
özellikleri, açık ki daha önce Fikret’ten esinlenmiştir. Modern
şiirimizin başlangıç noktası olan Fikret, şiirimizi 20. yüzyıla
bu yönelimlerle taşımıştır.
Mayakovski değerlendirmesinin içtenliği ve doğruluğu,
Nâzım’ın öz olarak içinden doğduğu Türk şiir geleneğine kar-
şı yıkıcı girişimlerini evrensel çizgilerle ortaya koyduğu yapıtının
bütünsel oylumunda bugün artık çok açık ve ayrıntılı biçim-
de görülmektedir. Çok geçmeden, basamaklı dizilişin şiirdeki
etki ve iletiye yoğun ve yeni bir anlam ya da güç katamadı-
ğını görerek, Şeyh Bedrettin Destanı, Kuvâ-yi Milliye, Dört
Hapisaneden şiirlerinde aşırılıklardan kaçınarak yalınlığın ye-
niden ve sürekli keşfine yönelir, geleneğe daha bir yaslana-
rak serbest nazmın yaygın kullanım biçimleriyle yetinir.
‘PUTLARI YIKIYORUZ’“835 Satır”la şiirde yaptığı devrimin anlamı hararetle tar-
tışılmaktayken Nâzım şiir dünyasının gündemine yeni bir bom-
bayla düşer: Putları Yıkıyoruz! Şair, Resimli Ay’da (Haziran
1929), kapaktan verilen “Abdülhak Hâmit Bey Dâhi Değil-
dir” yazısında Üstad-ı Azam’ı yerle bir eder: “Hâmit Bey, dev-
ri için yeni, kuvvetli bir Osmanlı şairidir, işte o kadar. ... Ha-
kiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafala-
rımıza zorla dikilen putları yıkalım.”
Derginin başyazarı da onu destekler: “Deha
kelimesini biraz tasarrufla kullanalım, ve bu sı-
fatı layık olmayanlara vermek suretiyle, o sıfa-
ta hak kazananları küçük düşürmeyelim.”
Ortalık yıkıladursun, Nâzım derginin Tem-
muz sayısında bu kez Yurdakul’u hedef alır:
“Mehmet Emin Bey’in şairliği bile bir galat-ı rü-
yetken, millî şairliği cehlin galatından başka bir
şey değildir. ... Şiirlerinin lisanı ne Türkçedir, ne
Osmanlıca; uydurma, hiçbir sınıf, tabaka ve fer-
din konuşmadığı sun’î bir lisandır. ... Mesela:
Hangi Türk’tür gerdanına urgan kement ur-
durur mısraı Türkçe değildir.”
Nâzım’ın saldırılarına “835 Satır”ı inkılap-
çı şiir olarak alkışla karşılayan Yakup Kadri,
Hamdullah Suphi’yle birlikte karşılık verince,
şair, dergide bu “sahte putçuk”ların paylarına
düşen eleştiriyi de (Ağustos 1929) esirgemez...
Abdülhak Hâmit, olayı doğal karşılar:
“Putları kırmakta haklısınız. Biz de edebiyat ha-
yatına katıldığımız zaman aynı şeyi yaptık. Di-
van edebiyatını yıktık, Tanzimat edebiyatını ge-
tirdik. Türk edebiyatında hamleler yaptık. O va-
kit biz eskileri yıkmıştık. Şimdi de siz bizi yıkı-
yorsunuz. Hakkınız...”
Nâzım, bu tepkiyi şöyle değerlendirir: “Hâ-
mit’in bu geniş görüşüne bayıldım. Oysa ben sert
tartışmalar yapacağımızı sanıyordum.”
Daha ilginci Nâzım, Yurdakul’u yıllar son-
ra şöyle değerlendirir: “Bak tuhaf bir şey gibi
gelecek ama, ben bugünlerde Mehmet Emin’i
inkâr olunan tarafıyla, yani şair tarafıyla keş-
fettim. Şüphesiz ki millî Türk şairi filan değil,
lakin iyi şair.”
Düşüncesindeki değişimin kökeninde, çok
ilginçtir ki, Orhan Veli ve Sait Faik’le ilgili dü-
şünce değişikliğini dışa vururken verdiği “gurbete düşmek”
ipucunu yakalıyoruz: “Orhan Veli’yle Sait Faik. Bence ikisi
de büyük şairlerimizdendir. Hem de yalnız bizim değil, yer-
yüzünün büyük şairlerinden. Orhan Veli’yle Sait Faik’i bir kat
daha sevmek için gurbete düşmek de gerekiyor biraz galiba.
... Bana öyle geliyor ki Orhan Veli, bilhassa Orhan Veli, kla-
siklerimizden olacaktır zamanla.” (Broy, Haziran 1986)
DÜNYA ���R�NDE NÂZIMNâzım, Çek şairi Nezval’in Rusçada yayımlanan Seç-
me Şiirler’ine yazdığı önsözde şöyle der: “Dünyanın Ma-
yakovski, Pablo Neruda, Aragon gibi büyük şairleri ara-
sında Nezval de var.”
Nâzım işte bu büyük şairlerin hepsinde içerik ve kişi-
lik olarak bulunan iklimlerin kesişip çarpışmasından oluş-
muş birleşik alanda yer alır. Mayakovski’nin hırçın ve yı-
kıcı tutkusu, Neruda’nın evrensel şefkati, Aragon’un bi-
rikimli yurtsever hümanizması, Nezval’in coşkulu iyimserliği
Nâzım’da Türk halkının kendine epik sadakatiyle maya-
lanmış bir şiirin kesişen öğeleri olarak...
O, şiirde yapılan işi, “Ne demiş? Nasıl demiş?” so-
rularıyla tartardı. 1950’de onun özgürleşmesi için Ara-
gon’la birlikte yorulmadan uğraş veren Tzara, bu soruları, Nâ-
zım’ın şiiri için şöyle yanıtlrdı: “Şurası açık ki ancak çeviri-
lerinden okuyup tanıdığımız Nâzım Hikmet şiirinin kendi-
ne özgü akıcılığını kuran şey bize ulaşamıyor. Bununla bir-
likte, çevirinin kusursuz olamayışının yanı sıra, dilin verdiği
güzellikten de yoksun olsa bile, bu şiir öyle insansı bir güçle
yüklüdür ki, etlenip canlanır ve içimizde dokunaklı titreşiminin
bütün tazeliğiyle biçimlenir. ... Nâzım bütünüyle yaşama sev-
gisi üstüne tasarlanmış duygu yetkinliği olan bir ozandır ve
bu duygu yetkinliğini, şiirine kendini veren coşkuya borçlu-
yuz. Kişisel deneyi insanlığın deneyiyle örtüşür.”
Nâzım Hikmet’in revnaklı kişiliği, işlek kalemi, sözle-
ri kadar, belki daha da çok, onlardaki edayı öne çıkarıyor.
Tzara’nın onda erişemediğine üzüldüğü şey budur ve şii-
rin değişmez yazgısıdır. Ama Nâzım, yetmiş iki dilde ve her
düzeyde okura, insani olanın her boyutta ve en alımlı en-
damıyla boy verdiği dünyayı sözcüklerin dokunuş ve tit-
reşimlerinden aktarıyor. Çünkü onun şiiri, durmadan yü-
reğinde devinen bir ideolojik tazelenişin hızlanan atışla-
rından taşmakla kalmaz; yüzyılların nakışlarıyla gelen Türk-
çenin renk ve kıvrımlarının taşa işlenmesi misali işçilik ve
zekânın serüvenci lirizmiyle sırılsıklam aşkın sacayağında
konumlanır; ideolojinin üzerinde ve onu aşarak dışlaşır.
Nâzım’dan sonra şiirimizin nereye ve nasıl gideceği so-
rusuna yanıt olarak ana yönü, ilk ve son eğrisiyle Vasıf, ev-
rensel tutkunun ünlemiyle çok önce göstermişti aslında:
O gül endâm bir şâle bürünsün yürüsünNâzım, bu tutkunun önünü düzyazı aşısıyla ufuklar ötesi-
ne açan adamdır.
yle putları nasıl yıktıe�i�ikli�e u�ratm�yor, bütün bir �iire ve dünyaya kar�� eyleme geçmi� oluyordu
Nâz�m son
y�llar�nda
14 Aydınlık KİTAP
Edebiyat dalları arasında resim sanatına en
yakın olanın şiir olduğu tartışma götürmez.
Öteki dalların görsel dile yakınlığını ka-
nıtlayacak örneklerin yok denecek kadar
az olması, bunun aksine şairler arasından
resme yatkın sanatçıların çıkması, şiirde-
ki imge düzeneğinin resim sanatıyla örtü-
şen yanlarının böyle bir olguyu özendirdiği
sonucuna götürür bizi. Düzyazı yanında şiir,
sözelliğin doğrudan ilişkilerini kırarak
doğaya ve insan varlığına ilişkin duyumları
özendirici bir yapıya sahiptir. O nedenle de
ressamların duyumsallığa yönelik ilgileriyle
şairlerin yürekten kopan duyumsal yo-
rumları çoğu zaman örtüşür.
TEPEDEN TIRNA�A �NSANDünya şairi olmanın bütün ayırıcı ni-
teliklerini üzerinde birleştirmiş ve şiirini in-
san ve yaşam gerçekliği üzerinde temel-
lendirmiş olan Nâzım Hikmet’i, hapis
yattığı yıllarda resim üretmeye yönlendi-
ren nedenler, onu seçkin bir şair yapan ne-
denlerden ayrı düşünülemez. Hapislikte
ressamlık, el uğraşını canlı tutmayı amaç-
layan bir etkinlikle de yakından ilgilidir. Bu
etkinlik Nâzım’da tanık olduğumuz dü-
zeyde amatörlüğü aşan bir yönde gelişe-
bileceği gibi, zamanı değerlendirmenin öte-
sinde herhangi bir kalıcı işlev de taşıma-
yabilir. “Tepeden tırnağa insan” olduğunu
dile getiren Nâzım için resim yapmak ya
da el altında kullanabileceği nesneler üre-
terek yaratıcı gücünün sınırlarını geniş tut-
mak, özel anlamda “insan” olmanın kaçı-
nılmaz göstergeleri olmalıydı. Nitekim
öyle de olmuştur. Şiir yazarak şairliğini can-
lı ve devingen tutma azmi, onun insan ola-
rak üstlendiği yeteneğinin olağan bir so-
nucuydu. Aynı yeteneğin bir başka uzan-
tısı, resimde kendini dışa vuruyordu.
Nâzım Hikmet’in, çevresinde tanıdığı
ve dostluk kurduğu ya da yaşamına karı-
şarak onun insan varlı-
ğı üzerinde uyarıcı etki
yapmış olan yakınlarını
portre resimlerine ak-
tardığı çalışmaları, öte-
ki resimleri arasında ön-
celikli bir yer tutar. Her
suret, onun açısından
yaşam defterine kayde-
dilmesi gereken bir not-
tur. O notun arka yü-
zünde şiirine yansımış
olan imge kümeleri
mutlaka vardır. Şiir yaz-
maya 1914’te başlamış-
tı. Resimle ilgili uğraşı,
çok daha sonraki tarih-
lere dayanıyor. İlk şiir
kitabı “Güneşi İçenlerin
Türküsü” 1928’de Ba-
kü’de yayımlandığında,
üç ayrı kaynaktan bes-
lenen bir şiir geleneği
kurmaya yönelik ilk sağ-
lam adımlarını atmaya
başlaması gibi, ilk resim denemelerini
yaptığı Bursa hapishanesindeki çalışmaları
da, topraktan öğrenen Anadolu insanının
emeğini düşündürür izleyenlere. Halk şii-
ri, Doğu şiiri ve çağdaş şiir örnekleri,
onun şiirlerini canlı tutan kaynaklardı. Re-
simlerinde ise, kendi bulguları ve göz-
lemleri, daha çok da kişisel deneyimleri
egemendi. Görüyor, duyuyor ve çiziyordu.
Yakın dost ressamlardan esinlenerek, on-
ların resimleri üzerine şiir yazarak bir
resme nasıl bakılması gerektiğini çöz-
mekle işe başlıyordu. Örneğin Abidin Di-
no’nun “Yürüyüş” adlı tablosu üzerine
1958’de yazdığı bir şiirinde, ellerinde ışık
parçalarıyla karanlıkta yürüyen insan fi-
gürlerinin Dino’ya ait figürler olduğu ger-
çeğini kavradığını ve Dino’yla birlikte on-
ların arasında bulunduğunun bilincinde ol-
duğunu dile getiriyor, böylece resmin “ai-
diyet” sorunu kadar insanlara iletmesi
gereken mesajla da dolu olması gerektiği
gerçeğinin altını çizmiş oluyordu. 1940’ta
Çankırı hapishanesinde yazdığı bir şiirin-
de ise daha gerilere gidiyor, Hünernâme
resimlerine değinerek her ne kadar önde
ve arkada dursalar da minyatüre özgü tas-
vir karakteri nedeniyle oradaki insan fi-
gürlerinin “hep aynı kamette” oldukları-
na vurgu yapıyordu.
Manzarayı, bir ressam duyarlığı içinde
izliyor ve şiirine öylece taşıyordu. Örneğin;
1958 tarihli bir şiirinde, cam üzerinden ka-
yarak geçen İsviçre görüntülerini, güneş-
li bir akvaryumdan geçen “çok renkli” bir
balığa benzetiyor, böylece görsel imgeye
dönüştürülmüş bir gözlem ayrıntısını dışa
vurmuş oluyordu. Orhan Veli’nin “aslan
elim” dediği sağ eline övgü düzerek içten
bir “merhaba” çekiyordu o da sağ eline
Varşova’da 1958’de yazdığı bir şiirinde. Sağ
el, hem şiirini yazdığı el, hem de resim fır-
çasını tuttuğu eldi çünkü.
BALABAN’IN USTASINâzım Hikmet’in ressamlığından ken-
di payına düşeni alan isimlerin başında kuş-
kusuz Balaban geliyor. Adi bir suç nede-
niyle Bursa hapishanesine düştüğünde, ya-
nıbaşında “Şair Baba”sını bulmuştu İbra-
him Balaban. Ustası ve hocası olarak bel-
lediği büyük şair, ona fırça tutmasını, re-
sim çizmesini öğretmiş ve o tarihe kadar
uykuya yatmış olan bir yeteneğin canlanıp
resim sanatıyla tanışmasını sağlamıştı.
Balaban’ın bir halk ressamı olarak yetişip
bugünlere gelmesinde Nâzım’ın üstlendi-
ği işlev, sıradan bir hapishane dostluğunun
ötesinde, ona ışık tutan ve yönlenmesinde
etkili olan bir “hoca”lık misyonuyla ilgiliydi.
Nâzım’la karşılaşmasaydı Balaban, kendi
resmiyle örtüşen bir kimlik sahibi olabilir
miydi? Bu soruya olumlu bir yanıt vermek
mümkün görünmüyor. Balaban’ın içinde
bu resim tutkusunu alevlendiren kişinin,
salt bir amatör ressam değil, aynı zaman-
da güçlü bir şair olmasının kuşkusuz
önemli bir payı olmuştur.
1947’de Balaban’ın “Bahar” tablosu
üzerine yazdığı şiirinde, onun yeteneğini
keşfettiğinin farkındadır Nâzım; “İşte sey-
reyle gözüm hünerini Balaban’ın..” diye-
rek sanat hünerinin onu seyreyleyecek bir
“göz”ü gerektirdiğine bir kez daha de-
ğinmiş olur. “Aydınlık, bulut, hem mavi
hem de serin dağlar, sincaplar, tavşanlar…”
Ama onların da ötesinde, Balaban’ın bir-
çok resminde onu simgeleyen bir motif
olma karakteri kazanmış olan “sağrılarında
kederli, korkunç oyuklarıyla öküzler…”
Her şey bir yana, ağırlıklı olarak şiiri-
ne, dolaylı olarak da resmine, resim çalış-
malarına odaklanmış bir evrensel sanatçı
imgesi çizer Nâzım Hikmet. Onu bu imge
çerçevesinde tanımak ve anlamak, yete-
neğin sınır tanımayan olgularına da ışık tu-
tacaktır.
KAYA ÖZSEZGİN
Nâz�m Hikmet: Otoportre
Alt� kad�n vard� demir kap�n�n önünde,be�i topra�a oturmu�, ayakta biri;sekiz çocuk vard� demir kap�n�n önünde,besbelli henüz ö�renmemi�ler gülmeyi.Alt� kad�n vard� demir kap�n�n önünde,ayaklar� sab�rl�, ellerinde keder,sekiz çocuk vard� demir kap�n�n önünde,cin gibi bak�yor kundaktakiler.Alt� kad�n vard� demir kap�n�n önünde,s�ms�k� gizlemi�ler saçlar�n�,sekiz çocuk vard� demir kap�n�n önünde,biri kavu�turmu� avuçlar�n�.Bir jandarma vard� demir kap�n�n önünde,ne dost ne dü�man, nöbet uzun, hava s�cak.
Bir beygir vard� demir kap�n�n önünde,nerdeyse a�layacak.Bir köpek vard� demir kap�n�n önünde,burnu kara, tüyü sar�;kam�� sepetlerde ye�il biber vard�,torbalarda kömür, heybelerde so�an sar�msak.Alt� kad�n vard� demir kap�n�n önündeve demir kap�n�n ard�nda be� yüz erkekvard� efendim;alt� kad�ndan biri sen de�ildin, amabe� yüz erkekten biri bendim…
Nâz�m Hikmet
İbrahim Balaban’ın “Mapusane Kapısı Tablosu” Üstüne Söylenmiştir
�brahim Balaban: Mapusane Kap�s�(Bursa Cezaevi, 1947)�brahim Balaban: Mapusane Kap�s�(Bursa Cezaevi, 1947)�brahim Balaban: Mapusane Kap�s�(Bursa Cezaevi, 1947)
Ölümsü
zlü�ü
nün
50. Y�l�ndaRessam Nâzım Hikmet
31 MAYIS 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
İnsanlık her dönemi aynı derinlikte, aynı yo-
ğunlukta ve tempoda yaşamıyor. Bazı ta-
rihsel dönemler birikmelerin sonuç alındı-
ğı, alınan sonuçların derlenip yeni bir hayat
kurgusu için düzenlendiği süreçler olarak ya-
şanıyor. Büyük davalarla yoğrulup damga-
lanan böylesi süreçler kendi ölçülerine uy-
gun kahramanları da yaratıyor.
Nâzım Hikmet, hem ulusal hem evren-
sel ölçekte en seçkin bir tarihsel dönemin
kahramanlarındandır. O bize Kurtuluş Şa-
vaşımızla Ekim Devrimi’nin armağanıdır.
Nâzım’ın temel besleyenlerinden biri
olan ulusal mücadele dönemimiz, Türk ta-
rihinin en güç zaferinin kazanıldığı ve bu za-
ferin halkçı devrimlerle donatıldığı bir içe-
riğe sahiptir. Nâzım’ın yaslandığı evrensel
değerler alanında ise ezilen dünya insanlı-
ğının umudu Ekim Devrimi’yle cisimleşmiş,
ulaşılabilir bir somutluk haline gelmiştir.
Nâzım Hikmet, 1921 yılının 1 Ocak'ın-
da arkadaşı Vâ-Nû ile Kurtuluş Savaşı’na
katılmak için İnebolu’ya hareket ettiğinde
daha 19 yaşındadır. Mecliste Atatürk’le el
sıkıştığı ve Atatürk’ün kendisine toplum-
cu şiirler yazmayı öğütlediği, birçok kişi-
nin dönemle ilgili anılarında yer almak-
tadır. Nâzım’ı 1921 yılının Eylül'ünde ise
Azerbaycan üzerinden gittiği Mosko-
va’daki Doğu Üniversitesi'nin kapısında
görmekteyiz. Orada ekonomi ve toplum-
bilim okumaya başlamıştır.
Behice Boran’ın 1949'da yazdığını tah-
min ettiğim bir yazısında Nâzım’la ilgili şöy-
le bir tespiti vardır: “ ‘Bedrettin Destanı, Bü-
yük Destan, Memleketimden İnsan Man-
zaraları’ bu topraklardan yeni bir dağ silsi-
lesi gibi yükseliyor. Nazım’ın Büyük Destan
bütünlüğünde neşredilip halkoyuna sunul-
duğu gün Atatürk’e basma kalıp methiye-
ler yazanlar, onun ‘26 Ağustos Gecesi’nin ya-
nına hangi mısralarını koyup da boy ölçü-
şebilecekler? Hangi şairimizin dili Türkçe-
nin güzelliklerini ve zenginliğini Nâzım ka-
dar bize bol bol, cömertçe veriyor?” (Ede-
biyat Yazıları, 1992, s. 94.)
Nâzım Hikmet biri ulusal diğeri ise ev-
rensel ölçekli iki devrimin sesi olmuştur. Şii-
rini insanlığa ve insanlık davası olan sosya-
list devrimin hizmetine sunarken elindeki sa-
nat kalıplarında da yeni durumun gerek-
tirdiği düzenlemeleri yapmakta tereddüt gös-
termemiştir. İlk önce, yeni düşüncenin
önünde engel olan vezinden kurtulmuştur
(Açların Gözbebekleri, 1921). Şiirindeki yeni
unsurların ipuçlarını Cemil Meriç'in de-
ğerlendirmesinde bulmak mümkündür:
“Nâzım yeniydi, başkaydı ve her yeni gibi
düşmanları vardı, her yeni gibi dostları var-
dı. Yani Nâzım bir 'comunaute’ idi. Her ki-
tap bir parça semavidir, bir kilisedir, bir ca-
midir, birleştirir veya ayırır. Kitap göklerden
uzanan bir el, uçurumlardan gelen bir da-
vet. Nâzım’ı sevemezdim, ilk hamlede. İn-
sanı tanımadan şiirini sevmek, hele bu şiir
alışılmayansa! ‘Sekiz Yüz Otuz Beş Satır, Va-
ran Üç, Jokond ile Siyau, Taranta Babu’ya
Mektuplar’... Bu şiir bir ağaç gibi büyüyor,
dallanıyor budaklanıyordu. Ezilenler hay-
kırıyordu mısralarda. Zincirleri kıran bir ses-
ti bu. Zindan duvarlarını deviren bir ses. O
kadar yalnızdım ki karanlıklardan İblis’in eli
uzansa minnetle sıkardım. Nâzım fısıldayan
adam değildi. Kalabalıkların uğultusunu duy-
muş, âdeta tarihin sesini, tarihin nabız atış-
larını dinlemiş adamdı. 1936’da ben ço-
cuktum, o devdi.” (Jurnal, 1992, s. 261-262.)
Nâzım Hikmet 1930'ların başında, ken-
disi de otuzlu yaşlarda iken şiirleri ders ki-
taplarında yer alan bir şairdir. 1938 yılında
düzmece iki dava (Harp Okulu Askerî
Mahkemesi-Donanma Komutanlığı Aske-
rî Mahkemesi davaları) sonucunda otuz yıla
hüküm giydikten sonra şiirleri ders kitap-
larından çıkartılmış, adı Türk halkının bel-
leğinden silinmek için her yola başvurul-
muştur. Nâzım’ın bunca hınç ve acımasızlıkla
cezalandırılmasının nedeni sanatsal gücünün
yüksekliği ile ideal değerlerine bağlılık ara-
sında sağladığı bütünlüktür. Öyle ki birçok
edip ve münekkit onun şiirinin estetik yanına
alkış tutarken ideolojik tutumunu yermiştir.
Gerçekte ise herkes Nâzım’ın sarsıcı gü-
cünün farkına varmıştır:
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “835 Sa-
tır, Türk şiirindeki hatta Türk dilindeki in-
kılabın ilk satırıdır.” (Akt.: Şükran Kurda-
kul, Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları, Broy
Y., 1986, s. 88)
Nurullah Ataç: “Sihirbazlık... İşte Nâzım
Hikmet’in başvasfı. Her şairin başvasfı ol-
duğu gibi. Onu okurken veya dinlerken için-
de yaşadığımız âlemin bütün nazariyeleri ile
beraber siliniverdiğine şahit oluyorsunuz. Or-
tada yalnız Nâzım Hikmet, onun yarattığı
âlem kalıyor.” ( Milliyet, 4 Şubat 1932,
Akt.: Asım Bezirci, Nâzım Hikmet, Tüm
Eserleri 3, Cem Y., 1975.)
Nihat Sami Banarlı: “Nâzım Hikmet şi-
irlerini bazan gizli bir aruzla, bazan heceyi
andıran satırlarla fakat her zaman ve her yer-
de fırsat buldukça tekrarladığı kafiyeler, hat-
ta rediflerle seslendiriyordu. Ayrıca mısra-
larını tam ve yarım sesli birtakım iç kafiye-
lerle zenginleştiriyor; bu satırları eski Dede
Korkut hikâyelerinin ahenkli söyleyişin-
den yahut halk şairlerimizin tek bir kafiye
bulunca şiiri yaratan tarihi söyleyişinden il-
ham almış gibi kolay sıralıyordu. (…) Nâ-
zım Hikmet’in şiirlerini ören musikide eski
Türk şiirinden maharetle süzülmüş bu kuv-
vetli ses hatıraları bulunmasaydı, muhalif ve
muvafık hemen her zevkin onun şiirlerinde
bir ses güzelliği bulunduğunu kabul etme-
si mümkün olmayacaktı.” (Akt.: Ataol Beh-
ramoğlu, Sanat Emeği, Haziran 1978)
Nâzım Hikmet’le ilgili alıntılara yine Be-
hice Boran’ın belirlemeleriyle son vermek
istiyorum:
“Nâzım’da konuların genişliği ve çeşit-
liliği hep tek bir büyük davanın etrafında top-
lanır, o davaya izafetle bir yer alır. Şiirinde
işlediği konular birbirinden ayrı, müteferrik
konular değildir; tabiat sevgisi, aşk teması,
ruh hâllerinin tahlili hep aynı esas görüşten
ele alınmış, hep aynı büyük davaya yönel-
tilmiştir.” (age, s, 89-90.)
Nâzım Hikmet coşkulu bir insansever-
dir. Nâzım Hikmet tutkulu bir dava ada-
mıdır. Tutkulu olduğu kadar cesurdur da.
Nâzım Hikmet şiir sanatının en yetenekli ka-
lemlerinden biridir. Nâzım Hikmet’in bu ba-
şat özelliklerine daha başkalarını da ekle-
yebiliriz kuşkusuz. Fakat bütün bu özellik-
lerine anlam kazandıran başka bir vasfından
da söz etmek isterim onun. Nâzım Hikmet
çıktığı yolculukta ne edebiyat dünyasın-
dan gelen hücumlar ne de iktidarın zalimane
hamleleri karşısında yılgınlık gösterdi.
“Nâzım aynı zamanda tekdüze olmayan,
‘uzmanlığı’ bayrak hâline getirmeyen, bey-
ni ve elleri her yönde işleyebilen bir ‘Rö-
nesans insanı’ örneğiydi. Sadece halkların en
güzel sesli türkücüsü olmadı şiirleriyle, sa-
dece komünizmin bayraktarı olmadı. Aynı
zamanda, bütün sanat alanlarında üretti.
Muhsin Ertuğrul’un tiyatroda ve sinemada
sağ eliydi; ‘Harp ve Sulh’u Türkçeleştiren de
oydu, La Fontaine’in masallarını çeviren de,
Ferit Alnar’la birlikte Tosca operasının li-
berettosunu tercüme eden de. Balaban’a re-
sim yapmayı da öğretti, Orhan Kemal’e ro-
man yazmayı da. Cezaevinde tezgâhları
kurup en güzel kumaşları dokuyan da
oydu.” (Sungur Savran, Birgün Pazar, Sayı:
324, 26 Mayıs 2013.)
Nâzım Hikmet’in yeteneği, birikimi, bi-
linci, insan sevgisi, yaşama coşkusu, umudu
ve cesareti eğer çalışkanlığıyla bütünleş-
meseydi ne işe yarardı ki!
Nâzım: Tekdüze değilçok yönlü bir sanatçı
Ne edebiyat dünyas�ndan gelen hücumlar ne de iktidar�n zalimane hamleleri kar��s�nda y�lg�nl�k gösterdi
CAFER [email protected]
31 MAYIS 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Kaynak Yayınları, geçtiğimiz günlerde
“Ergenekon-Balyoz Tertibi Kitaplığı”na
yeni bir kitap daha kazandırdı. Hikmet Çi-
çek’in “Ergenekon Tertibinde Gizli Ta-
nıklar” adlı bu çalışması Ergenekon da-
vasındaki 28 gizli tanık ifadesinden seç-
melerden oluşuyor. Hikmet Çiçek gizli ta-
nıkların kimliklerini, mesleklerini ve mah-
keme ifadelerini ifşaa ettikten sonra bir
kez daha yineliyor:
“Ergenekon davası bir hukuk davası
değil Cumhuriyet’le
bir hesaplaşma, bir
karşıdevrim operasyo-
nudur!”
Gazeteci yazar
Hikmet Çiçek, 1968
sonrasında devrimci
gençlik mücadelesine
katıldı ve Aydınlık saf-
larında yer aldı. Aydın-
lık’ın Haber-Araştırma
Müdürü ve İşçi Partisi
Basın Bürosu sorumlu-
su iken 25 Mart 2008’de
Ergenekon Tertibi’nde
tutuklandı. O günden
beri Silivri Cezaevi’nde
tutuklu olan Çiçek’in “Er-
genekon Terör Örgütü
üyeliği” iddiasıyla 7.5-15 yıl
hapsi isteniyor.
EL� EKMEK TUTAN TEK B�R G�ZL� TANIK YOK!
Ergenekon davasında gizli tanıkların
dinlenilmesine 2011’in Kasım ayında baş-
lanmış, dinlenmesine karar verilen 44 giz-
li tanığın 31’i dinlenmişti. Gizli tanıklar-
dan dördü ise (“Anadolu”/Ümit Sayın,
“15”/Hüseyin Oğuz, “İsmet”/Semih Genç
ve “Deniz”/Şemdin Sakık) duruşma sı-
rasında asıl kimliklerini açıklamışlardı.
Hikmet Çiçek’in 28 gizli tanık ifadesini
masaya yatırdığı bu çalışmasındaki tes-
pitlerinden Cumhuriyet Devrimi’ne kar-
şı yürütülen bu karşıdevrim operasyonu-
nun ne kadar pespaye olduğunu ve her ya-
nından nasıl da döküldüğünü bir kez
daha görmek mümkün.
İşte bu tespitlerden bazıları:
Gizli tanıklar arasında mesleği olan,
eli ekmek tutan bir kişi bile yok!
Aralarında koyun hırsızı da var, oto
hırsızı da.
Kızkardeşinin kızını satan da var,
“gayrimeşru âlemde” tanınmak için ça-
balayan da!
Cinayet, uyuşturucu
kaçakçılığı, gasp, tecavüz,
adam yaralama, adam ka-
çırma, dolandırıcılık, fu-
huş hükümlüleri...
Dev-Sol, DHKP-C ve
Hizbullah itirafçıları da
gizli tanıklar arasında!
ERGENEKON’DAN HABERLER� B�LEYOK!
Kitapta yer alan gizli tanık ifadeleri
okununca ortaya bir başka ilginç (!) tab-
lo çıkıyor: Gizli tanıkların Ergenekon’dan
haberleri bile yok! Mesela gizli tanık
“17” Ergenekon’u ilk defa gazeteden
duyduğunu söylüyor. Gizli tanık “Akde-
niz” açık açık “ben Ergenekon’u bilmi-
yorum” derken gizli tanık “Yavuz” da “Er-
genekon şudur budur, ben anlamam öyle
şeylerden” diyor. Gizli tanık “Efe”nin
“ben Ergenekon mergenekon nedir bil-
miyordum. Ha duyuyoruz, ama Erzin-
can’da böyle bir şey var mı, yok mu bil-
miyorum ben” deyişine yorum yapabilmek
ne kadar mümkün?!
AKIL SA�LI�INDAN �ÜPHEETT�REN �FADELER
Gizli tanık ifadelerinde öyle hikâyeler
var ki, yer yer mahkemeyi güldüren bu ifa-
delerin sahiplerinin akıl sağlığından şüp-
he etmemek mümkün değil. İşte trajiko-
mik o ifadelerden bazıları...
Gizli tanık, “Akdeniz”: “O rüya çok il-
ginçti… İstihareyi bilir misiniz efen-
dim?... İstihareye yattım ben de, Sayın
Başbakan’ın eşini gördüm. İkinci kez is-
tihareye yattım, Başbakanın eşini gördüm.
Üçüncü kez istihareye yattım oy rakamı
söylendi… Dedim kardeşim sizin benden
isteğinizi ben yapmıyorum ve karalamış
olduğunuz insanların öyle ya da olup ol-
maması beni ilgilendirmiyor. Ben ne on-
lara oy verdim ne de AK Partiliyim. Gü-
lümsüyorsunuz, olay aynen budur… Yani
belki istesem belki de onların istediği şe-
kilde olsam en üst noktaya kadar ulaşa-
bilecektim. Ama vicdanım hiçbir şekilde
girmememi söyledi. O vicdanla da bera-
ber o şekilde rüyam oldu.”
Gizli tanık “15”in derdiyse öldürülen
köpekleri: “Benim köpeklerim bir sefer öl-
dürülmedi… Yedi tane köpeğim vardı, beş
tane köpeğim vardı, parti parti öldürüldü,
en son kangal köpeklerim vardı onlar da
öldürüldü… bir sefer benim köpeklerim
sardalya balığıyla zehirlendiği zaman sı-
ralıydı üç tane. Daha sonradan tekrar yav-
ru aldım, ben bu işi 10 sene yaptım ço-
banlığı en sonunda da Sivas Kangal’dan
köpek getirdim, onlar da yok oldu gitti.
Yani bir sefer olsa tamam diyeceksiniz ki,
şu tarihte öldürüldü, Veli Küçük’ten mi,
hayır efendim ben onu demek istemiyo-
rum, ben diyorum ki, Veli Küçük ismini
zikretmemiş olsaydım Susurluk Komis-
yonu’nda, bunlar benim başıma gelme-
yecekti.”
NE DEND�YSE ONU SÖYLE,MÜKÂFATINI AL!
Hikmet Çiçek, pek çok gizli tanığın ifa-
desinde emniyette kendilerine söylen-
mesini istedikleri şeyleri söylediklerini de
ortaya koyuyor. Bunlardan biri gizli tanık
“C”nin ifadesi: “Bize söylenen öyle em-
niyette (...) Emniyette tabii öyle anlatı...
yani duydum.”
İfadelerden öyle anlaşılıyor ki, Erge-
nekon adını bile duymamış gizli tanıkla-
rın bazıları vaatlerle tanık olmaya ikna
edilmişler. Gizli tanık “Ethem” o tanık-
lardan biri. Gizli tanık “Ethem”i çağıran
savcının trafik cezalarıyla başı dertte olan
gizli tanığa bir daha trafik cezası almaması
için yardımcı olacağını söylediğini bizzat
gizli tanık “Ethem”in ifadesinden öğre-
niyoruz!
Kaynak Yayınları’nın “Ergenekon-
Balyoz Tertibi Kitaplığı”ndan çıkmış olan
Ergin Saygun’un “Balyoz”, Semih Çetin’in
“Bir İhanetin Öyküsü” ve Ali Türkşen’in
“Kardak’ta Kahraman Hasdal’da Esir”
adlı kitapları gibi Hikmet Çiçek’in “Er-
genekon Tertibinde Gizli Tanıklar” adlı
çalışmasının da oldukça ilgi göreceği
açık. Bu kitapla “tertibin” bu zamana ka-
dar hiç ele alınmamış bir konusu da mer-
cek altına alınmış oluyor. “Ergenekon Ter-
tibinde Gizli Tanıklar”da toplumun tor-
tuları olan sabıkası bol, işsiz güçsüz bir gü-
ruhun bazı vaatlerle nasıl ikna edilip
emniyette düzenlenen ifadeleri imzalamış
olduklarını ve deli saçması ifadelerinden
ayrıntıları bir Ergenekon sanığının kale-
minden okuyacaksınız.
Gizli tanıkların rezaletedönüşmüş açık görevleri
HADİYE YILMAZ
Ergenekon Tertibinde Gizli
Tan�klar, Hikmet Çiçek,
Kaynak Yay�nlar�, 208 s.Çiçek’in kitab�n�n sunu� yaz�s�n�
meslekta�� Soner Yalç�n yazm��.Yalç�n, “Benim Tan�d���m HikmetÇiçek” ba�l���yla �unlar� söylüyor:
“Ben size çeyrek as�rl�k dostum,meslekta��m ve cezaevi arkada��m�anlatmak istiyorum.
Hikmet Çiçek, felaketlerin insan� y�-k�lmaz yapt���n�n ispat�d�r.
Hikmet Çiçek ya�am� boyunca, s�-radan bir kötülü�e mahkûm olma-m��t�r.
Hikmet Çiçek demek, soru soranbir zihne sahip olmak demektir.
Hikmet Çiçek demek, emek de-mektir.
Hikmet Çiçek inat demektir.Hikmet Çiçek her ko�ulda yazmak
demektir.��te benim tan�d���m bildi�im Hik-
met Çiçek budur.Türkiye’yi yeniden in�a etmek için
kitap yazmaya devam etmektedir.Çünkü bilir ki, kitaplar vatanlar�
in�a eden tu�lalard�r…”
Hikmet Çiçek
Romanın cehennemiTüketimi kolay bir kitap “Cehennem”. Ufak fikirler edinebilir,
beyninizde olu�an peyzajlardan keyif alabilir, irkilebilir, hatta kitab�okurken sayfalar� h���mla çevirebilirsiniz. Kitap bitti�inde ise
kitapla ilgili hemen hemen hiçbir �ey dü�ünme gere�i duymazs�n�z
İki üç masa önüme bir adam oturdu. Çan-
tasını koydu masaya. İçinden bir not defte-
ri ve bir kalem çıkardı. Çay söyledi, Türk kah-
vesi de olabilir. Pierre Loti tepesindeydik, o
İstanbul’u süzdü ben onu. Bir yandan “Bu
adamı gözüm bir yerden ısırıyor” hissi, diğer
yandan ritüelleri olan dingin bir yazarı ya-
zarken seyretmenin verdiği heyecan, öylece
baktım adama. Bilemezdim Dan Brown’un
“Cehennem”i İstanbul’a getireceğini. Yarım
saat boyunca durmadan not alan turist ya-
zarın Dan Brown olduğunu çok sonra anla-
dım. Bu ilginç tesadüfün göl-
gesinde kitabı okumak şart
olmuştu tabii. Defterine düş-
tüğü notları merak ettiğimi
anımsıyorum. İşte kitapta o
notları, yazarın gözündeki
İstanbul’u aradım.
O �LG�NÇ RASTLANTIOLMASA
“Da Vinci Şifresi” ve
“Melekler ve Şeytanlar” gibi
çok satan kitapların yazarı
Brown merak unsurunu ro-
manlarının hamuru yapıyor.
Bu hamurun içindeki gerilim
ve macera kısa bölümler ha-
linde film algısı oluşturularak
sunuluyor. Cehennem de ay-
nen bu şekilde klasik bir
Hollywood sahnesiyle başlıyor ve devam edi-
yor. Şehirleri, nesneleri görmek kolay bu tarz
romanlarda. Manzaraların uçtum kondum
tarihini öğrenip merak ediyor insan. Ancak
karaterler kahraman ve kahraman yardım-
cıları olarak tasarlandıklarından gerçekçi-
likten uzaklar. Haliyle tüketimi kolay bir ki-
tap “Cehennem”. Ufak fikirler edinebilir,
beyninizde oluşan peyzajlardan keyif alabi-
lir, irkilebilir, hatta kitabı okurken sayfala-
rı hışımla çevirebilirsiniz. Kitap bittiğinde ise
kitapla ilgili hemen hemen hiçbir şey dü-
şünme gereği duymazsınız. Peki “Cehen-
nem” düşündürmek için mi yazılmış? Ha-
yır. Brown bu açıdan başarılı. Peki, okur dü-
şünmek için mi okur “Cehennem”i? Bil-
miyorum. Eğer öyleyse inanın düşünmek ve
derinlik hissi merak unsurunu alt edecektir.
Şahsen o ilginç rastlantı olmasa ben pişman
olmadan kitabı yarıda bırakırdım.
“Dan Brown’un yöntemi kendine özgü
mü?” sorusunu sormadan olmaz. Cevabı net:
Değil. Birçok polisiye ve macera romanı ya-
zarının uyguladığı bu yöntemin yanında
Dan Brown’u farklı kılan nedir? Dini hika-
yeler ve mistizm ilk akla gelenler. Tarihi olay-
ların teknolojiyle buluşması ise zıtlığın ver-
diği enerjiden sonuna kadar faydalanıldığı-
nı gösteriyor.
B�R �STANBUL ROMANI MI?Artık kronikleşmiş aşağılık kompleksi-
nin etrafında dolaşırken tanıdık cümleler ça-
lındı kulağıma. Yabancı bir mecrada mem-
leketin adı geçince gözleri parlayan bizler
filmlerle tam mest olmuştuk ki yemek son-
rası tatlı gibi geldi “Cehennem”. Dile kolay
Dan Brown son romanında İstanbul’u yüzü
aşkın sayfaya taşımış. Ama nasıl?
Ayasofya’yı ve Yerebatan Sarnıcı’nı mer-
keze alarak tarihi öğelerin eş-
liğinde soruları/sorunları çöz-
meye çalışıyor Langdon. İs-
tanbul tasvirleri zayıf ama
kullanışlı. Floransa tasvirle-
rinde içi İtalya’ya akan ben
İstanbul’u yazarın kalemin-
den okuyunca hayıflanmak-
tan vazgeçtim.
Binlerce hikayenin bin-
lerce yıldır efsaneleştiği şehir
arka plan olamamış roman-
da. Ayasofya’nın ve Yereba-
tan Sarnıcı’nın hatırına şeh-
rin adı yazılmış hissi hâkim.
Yerebatan Sarnıcı ve Aya-
sofya çoğunlukla İtalya’da,
Paris’te bir yere kondurul-
muş gibi görünüyor satırların
arasında. O nadir hissedilen
ama hissedilince de insanı bü-
yüleyen İstanbul ruhu bu kitapta yok.
LANGDON �ND�ANA JONES YOLUNDA
Meşhur profesör Langdon son mace-rasıyla modern çağın İndiana Jones’u olmayolunda. Eğer bir kitapta daha karşımıza çı-
karsa Brown’un aslında yaratıcılıktan uzaksadece kapitalist kaygılarla yazdığını düşü-nebiliriz. Bu düşünce arefesinde İstan-bul’un Langdon’u emekli etmesini um-maktan başka bir şey gelmez elimden.
Son olarak Dante’nin, kitabın çıkışnoktası olması beni Dante okumaya itti. Birkitabın sizi başka bir kitaba sürüklemesi gü-
zeldir. Okunan kitabın bırakılıp bahsi ge-çen kitabı okuma isteği ise yazar için hoş ol-masa gerek. Yine de kitabı eğlence sektö-rünün bir parçası olarak görenleri memnunedecektir cehennem! “Cehennem”; filmi çı-
kar yakında, okumaya gerek yok nidalarıarasında çok satıp milyonları kitap okumayateşvik ediyor. Bu teşviğin nitelikli mi oldu-ğu konusu tartışılır, tartışılmalı.
ERDEM GEZGİNCİ[email protected]
Cehennem, Dan Brown, Alt�n Kitaplar, Çev: �pek
Demir, Petek Demir, 576 s.
31 MAYIS 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
Aşk katında bir derviş: Kenan Sarıalioğlu
Kenan Sarıalioğlu’nun son şiir kitabı
“Temmuz Sağanakları”nı okuyorum.
Dönüp dönüp yine okuyorum. Kitap
boyunca insan hallerinden nesnelerin
yalnızlığına uzanan yolculukta, “Şiir
neyi gizlemez?” diye hep sordum ken-
di kendime. Yoklukla varlığın o ince çiz-
gisinde bıçaktan bakan sözcüklerin
keskin tarafına yaklaştıkça şekillerden
ayrışan sözlerin duruluğu bu soruya bir
cevap gibi aslında. Bir kere şiir, insanı
hiç gizleyemez. Aşkı da. Bu pencereden
bakıldığında “Temmuz Sağanakla-
rı”ndaki şiir okumaları için şöyle bir
cümleyi rahatlıkla kurabiliriz. Kenan
Sarıalioğlu şiiri, aşka ulaşmak için in-
sanı kutsayan dizeler bütünlüğüdür. Bu
dizeleri güçlendiren yan
öğeler ise; doğa ve nesne-
lerdir:
Dağ ve benBir ömür bekledik seni.Beni sen diye anlaAma dağı düşün…
“Beklemek” eylemi ya-
şamla ölüm arasında “ne-
fesi hep kanayan” yaraya
dönüştüğünde, koca bir da-
ğın gelip şairin yüreğini iş-
gal etmesi kaçınılmazdır.
Gündelik hayatın gel-gitleri
içinde hepimizin yaslandığı
bir dağ ya da hepimizin üs-
tüne çöken bir dağ yok mu? Şair, bu iki
nedenselliğin üzerine üzerine yürüse de
anlaşılamama kaygısını belleğinden
bir türlü atamıyor. Ölümse beklenen,
zaten bugüne kadar aldıklarıyla kendini
hissettirmiş. Daha ne? Yok, hayır sev-
giliyse “ayaklarına şükür”.
Kadının yanağındaÖnce birkaç damlaVe ansızınGül döken bir sağanak…Bir başka şairin “damla kendini ta-
mamlayınca damlar” dizesindeki söy-
lemini Sarıaliğolu’nun sözcükleriyle
kurgularsak: Aşk kendini tamamlayın-
ca yağar. Yazısız çağların sesinden ko-
pup gelen bir doğa olayı. Aşkla insanın
arasında molekül bir kül. Aşka yaklaş-
tıkça fırtına kopar mı bilmem ama
uzaklaştıkça gülün değeri azalır. Çün-
kü gül döken bir aşk, kutsanmıştır ten-
de. Öylesine ki, “derinden daha derin-
den soyun” der aşka ve aşk derisinden
soyunur şaire. Büyüyerek, anlamlaşarak,
tanrısal boyuta ulaşarak. Tanrı çırıl-
çıplak kalır aşkın karşısında. İnsan aklı
çoğalır. Evrendeki bütün izler silinir,
uzak yakın her nesne kendine sığınır.
Sözlerin her hali büyür, yüceleşir.
Aşk yarası bu kadar derin midir?
Sarıalioğlu’na göre; yan yana akan iki
dereden:
İçmişler birbirinin suyundanKanarak kanayarakİki can bir olmuşlar…Böylesine derindir işte. Aşkın mer-
kezine indikçe suyun da aklı bulanıyor.
O hep kendini güçlü bilen su, kanıyor
derinden. Demek ki aşk, iyicil bir örtü
gibi sarıyor bütün yaraları. Suyun ak-
lından kanın sızdığı tene geçiyoruz.
“Şimdi unutma vaktidir, unut ve dinle”
her şey yaşamak denen vedanın içinde
gerçekleşiyor. Kalan için zor giden
için mümkün değil. Çünkü her nesne
gidenin peşinden yas tutmakta. Günün
iyiliği diye düşülüyor kayıtlara. Oysa
kan, durmadan sızıyor.
Şair, “şimdi bir kuytuda”
kendi yaralarına şiir mer-
hemi sürmekte.
Kitap boyunca “ka-
dın” imgesi gücünü ve
konumunu koruyor.
“Beş Vakitte Kadın” şii-
riyle kutsallaşıyor. Ka-
dın algısı ibadet dere-
cesine yükseltilerek onu
biçimlendiren ve sevdi-
ren gerek doğasal etki-
leşimlere, gerekse nes-
nelerin varlığına eşitleye-
rek bir güç sembolü ola-
rak sunulmakta:
İkindi vakti,Kadın balkona çıktıDedi ki, ağaçların Hiç canı sıkılmaz mı?Ölüm olgusu da şiirlerde başat bir
konumdadır; sarı ve yeşil yapraklardan
ibarettir. Sevdiği insanların gidişi onu“
gözkapaklarının ardında” bir yas evine
kapatır. Ölümün sonsuz bir susuş ol-
duğunu pek düşünmez ve der ki:
Düşündüm kiKaç bin gece susmuş annemŞimdi konuşur belki…Ölümü de aşkın katına armağan
edip yoluna devam ediyor Sarıalioğlu.Yıldızların yalnızlığını deştikçe kendivarlığına ulaşıyor. Hiçlik yazgısına ya dao hep kaybolma isteğine. Gözyaşların-dan yaptığı kuleler de birer birer yı-
kılmakta. İnsan ancak kendisiyle yüz-leşerek çıkabilir bu “yalağuz” durum-dan. Çünkü hayatın özüne inmeyi zor-
laştıracak ne kadar özne varsa insanınbelleğinde onlarla da yüzleşmek gere-kiyor.
Dönüp dönüp yine okuyorum
“Temmuz Sağanakları”nı …
Cehennem, Dan Brown, Alt�n Kitaplar, Çev: �pek
Demir, Petek Demir, 576 s.
ÖMER TURAN
31 MAYIS 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Dolambaç
Gerbrand Bakker, Metis Yay�nlar�,Çev: Türkay Yaln�z, 200 s.
Her şeyi bir çırpıda anlatan bir ro-
man değil “Dolambaç”; kafamızdaki
soru işaretleri yavaş yavaş, Emilie’nin
eski hayatına dair hatıraları ve hâlâ
Hollanda’da olan kocasının onu arama
süreci sayesinde siliniyor, taşlar yerine
oturuyor. Bakker, duygusallığa kaçma-
dan okurda güçlü duygular uyandıran,
yalın cümlelerle en karmaşık durumla-
rı resmedebilen, karakterlerin iç dün-
yalarını ve ruh hallerini uzun uzadıya an-
latmadan okura “hissettirebilen” bir
yazar. Anlatımın sadeliğiyle içeriğin yo-
ğunluğu keskin bir tezat oluşturuyor. Do-
lambaç da bu meziyetlerden nasibini faz-
lasıyla almış, son derece kendine özgü,
içe işleyen bir roman.
Cunda Öyküleri
Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yay�nlar�, 188 s.
27 yazarın kaleminden “Cunda
Öyküleri”...
Bu kitapta birbirinden farklı,
ama oradan geçen, kimi zaman de-
nize değen, kimi zaman adanın boş
sokaklarında gezinen Cunda öykü-
lerini bir arada bulacaksınız. Ada
meraklıları ve deniz tutkunları için
edebiyatta yepyeni bir yolculuk fır-
satı...
Pek çok yazarın kaleminden bir-
birinden farklı zamanlarıyla, farklı
sularıyla düşlenmiş aynı ada:
Cunda Adası... Uzaklarda sizi
bekleyen, sizi çağıran bir şeyler var...
Yanınıza “Cunda Öyküleri”ni
de alıp yola çıkmanın tam zamanı...
Çoban Ate�leri
Kadir Türker Geçer, Bilgi Yay�nevi, 608 s.
Gece zifiri karanlıkta doğada yalnız
kaldığımızda bilinmeyen korkular karşı-
sında içimiz ürperir, yüreğimiz üşür. Bu
dünyada yapayalnız kaldığımızı düşü-
nür, umutsuzluk ve korkuya gark oluruz.
Sonra birden karşı dağlarda bir çoban ate-
şi parlar. 1919 yılı karanlıktır, hem de zi-
firi karanlık. Umutsuzluk iklimi İstan-
bul’un iliklerine kadar işlemiştir. Ana-
dolu’da bir çoban ateşi parlar. 19 Mayıs
1919’da Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan
başlatır dünyanın en haklı mücadelesini.
Çoban ateşleri döner bir yangına, güçlü-
lerin muktedir olmadığını, zalimlere de
diz çöktürülebileceğini gösterir 20. yüz-
yılın mazlum milletlerine. Alır taşır mil-
letini ortaçağdan çağlar ötesine.
Ölümün Sesi
Arne Dahl, Do�an Kitap,Çev: �en Kaya, 368 s.
1990’ların ortaları. İsveç’te yaşanan
büyük ekonomik krizin ardından, bin-
lerce kişinin işten atılması ya da iflas et-
mesinin üzerinden çok zaman geçme-
miştir. Bir seri katil, İsveçli zengin işa-
damlarını kendi evlerinde, iki el ateşle öl-
dürmeye başlar. Duvara saplanan kur-
şunlar işin içinde Rus mafyasının oldu-
ğu şüphesini uyandırır... Başka bir ipu-
cu da yoktur; katil bir evden alelacele çı-
kıp geride bir caz müziği kaseti bıraka-
na kadar... Bu zorlu cinayet vakalarını
çözmek için İsveç’in çeşitli bölgelerinden,
birbirinden yetenekli altı polis memu-
rundan oluşan, özel bir polis gücü top-
lanır. Bu A Takımı katili bulmak için
müthiş bir takibe koyulacaktır.
Ya�ama Gücü
Kemal Yalç�n, Say Yay�nlar�, 272 s.
Ordinaryüs Prof. Dr. Onur Güntür-
kün, dört yaşındayken Zonguldak’ta ço-
cuk felcine yakalandı. Tedavilere Türki-
ye’de başlandı, Almanya’da devam edil-
di. Üç yıl süren tedavilerden sonra te-
kerlekli sandalyede oturabilir hale geldi.
Halen Almanya’da Bochum Ruhr Üni-
versitesi, Biopsikoloji Kürsüsü Başkanı-
dır ve dünyanın önde gelen beyin araş-
tırmacılarından biridir. Hayatın zorluk-
larını bilim aşkıyla, araştırma heyecanıy-
la yendi. Yaşama gücünü hiçbir zaman
kaybetmedi. Onun yaşamı, umutsuzluk-
tan umut yaratmaya örnektir. “Yaşama
Gücü”, yazarın çok zorlu, aşılmaz sanılan
engellerle dolu yaşamının ilginç, umutlu,
örnek alınması gereken öyküsüdür.
Her A�k Gibi Yar�m
Do�an Yar�c�, Yap� Kredi Yay�nlar�, 140 s.
Doğan Yarıcı’nın ince ince işledi-
ği dilinden, gözlerine perde inenlerin
gönül gözüyle gördüklerinde, hayal-
lerde, umutlarda, korkularda Bo-
ğaz’ın kör kuytularına eğilen, sırtını
unutulmaz eski filmlere dayayan yeni
bir roman...
Güneş alçalıp gölgeler çekildiğin-
de gölgelerin birleşerek konuştuğu
bir semte, Beykoz’a ve gülerken bile
puslu, efkârlı bakan Beykozlulara bir
güzelleme. Roman kişilerini gelmiş
geçmiş pek çok sinema oyuncusuna
“oynatan” Doğan Yarıcı, romanın
kurgusunu da bir sinema filmi gibi çat-
mış; romanın anlatıcısı ise yine yazar
gibi bir Beykozlu: Sadri Alışık.
Sava�ç�n�n Kameras�
Stephen Prince, Kabalc� Yay�nevi,Çev: Ahmet Ergenç, 322 s.
Akira Kurosawa tüm zamanların en
büyük yönetmeni sayılır. Ona Japon si-
nemasının kralı demek abartma olmaz.
1981’de yazdığı biyografisinde “benden
sinemayı çıkarın geriye bir hiç kalır” di-
yerek kendisi ile ilgili en güzel tanımı yap-
mıştır. Yaşamı boyunca neredeyse sanatın
bütün dallarıyla ilgilenen Kurosawa, ya-
ratıcılığının zirvesine sahne sahne dü-
zenlediği planlarla, çekim öncesi olduğu
kadar çekim sonrası çalışmalarındaki ti-
tizliği ile çıkmıştır. 88 yaşındayken Seta-
gaya, Tokyo’da öldüğünde geride otuzun
üzerinde film bırakmıştı. Sugata Sanshi-
ro (1943), Rashomon (1950), Budala
(1951), Yaşamak (1952), Dersu Uzala
(1975), Ran (1985) en bilinenleriydi.
Baban� Sana �ikayet Ediyorum
Erdal Akyazan, Destek Yay�nlar�, 296 s.
Savcı olan babalarınız, bir iddia-
name hazırladı ve yargıç olan babala-
rınıza sundu. Dediler ki “Biz burada-
ki adamların suç işlediğini düşünüyo-
ruz, delilleri topladık, onları da sunu-
yoruz, incele, kabul et ve yargılamaya
başla!” Savcı babalarınızın hazırladığı
dosya kaç sayfaydı biliyor musunuz? 60
bin sayfa. Yargıç babalarınız bu dosyayı
aldı “13” günün sonunda, “İnceledik,
bunlar bizce de muhtemelen suç işle-
miş, kabul ettik” dedi. Onlar günde 4
bin 615 sayfa incelemişler. “Baba, ger-
çekten böyle mi?” diye sormak ister mi-
siniz? Bu kitabı okuyunca Silivri’de iş-
lerin nasıl yürüdüğüne tanık olacak, ge-
lecek kuşaklar adına utanacaksınız...
31 MAYIS 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
K�s�k Ate�te
Gülnur Vural, E Yay�nlar�, 165 s.
Bildiğini sandıklarınla ördüğün du-
varların; aslında sınırlarını belirliyor. Sı-
nırların dışında kalan olasılıklar ise
hâlâ orada öylece geziniyor. Kimileri geç
olsa da bunu fark ediyor ve kendini ka-
fesleyen bu duvarı örmekten vazgeçiyor.
Genişliyor, genişliyor ve genişlemeye de-
vam ediyor... Sonsuzluğun içine yayılı-
yor. Sonsuz olasılıklar arasından artık di-
lediğini seçebiliyor. Okudukça her bi-
rimizin bunları sorgulamasına neden
olacak bir kitap. Hiç beklenmedik bir
anda ortaya çıkan gizemli yolcu ve ya-
rattığı tuhaf karmaşa... Ve tüm oku-
yanların ayağını yerden kesecek bir
aşk. Bu aşka eşlik eden muhteşem bir
müzik ve gökyüzünde parlayan o yıldız.
Caz Ça�� Öyküleri
F. Fitzgerald, Everest Yay�nlar�,Çev: Ülker �nce, 352 s.
“Caz Çağı Öyküleri”, başta “Benja-
min Button’ın Tuhaf Hikâyesi” olmak
üzere, F. Scott Fitzgerald’ın en bilinen öy-
külerini bir araya topluyor. “Ritz Bü-
yüklüğünde Bir Elmas”, “1 Mayıs” ve di-
ğerleri, Fitzgerald’ın kitabın birinci bas-
kısında “İçindekiler” sayfasına düştüğü
notlarla birlikte, ilk defa bir bütün ola-
rak Türkçede. Fitzgerald, 1922’de ya-
yımlanan bu ikinci öykü derlemesinde,
“Gürültülü Yirmiler”in, hem refah için-
de yüzen hem de refah içinde yüzenle-
re gıptayla bakan insanlarını anlatmayı
sürdürüyor. “Uçarı Kızlar ve Filozof-
lar”ın devamı niteliğinde sayılabilecek
olan “Caz Çağı Öyküleri”, Ülker İnce’nin
yetkin çevirisiyle Everest Klasikler’de.
Milyonluk Manzara
Kolektif, �leti�im Yay�nevi, 264 s.
Kentsel dönüşümün ortaya çıkar-
dığı manzara nedir? Hem mecazi an-
lamıyla, nasıl bir manzara: Nasıl bir
mekânsal düzen, nasıl bir sosyal ilişki
örgüsü, nasıl bir sınıfsal-toplumsal
doku? Hem de düz anlamıyla, nasıl bir
manzara: Nasıl bir peyzaj, nasıl bir coğ-
rafya, nasıl bir kent resmi? Bu kitap-
taki fotoğraflar ve yazılar, farklı cep-
helerden, farklı dillerle, kentsel dö-
nüşüm rejimine bakıyor. Fotoğraflar,
kentsel dönüşüm manzarasını gör-
kemli tekinsizliğiyle gözümüzün önü-
ne seriyor. Akademisyenler, mimar-
lar, gazeteciler, kentsel dönüşümün
analizini yapıyor. Edebiyatçılar, “his-
sedilen” kentsel dönüşümü anlatıyor.
PenCeren
Ceren Öztürk, �nk�lâp Kitabevi, 128 s.
Düş kadar ince dizeler ve o di-
zelere eşlik eden fotoğraflar eli-
nizdeki kitapta bir araya geldi. Ar-
tık hepimizin bir penceresi var...
Oradan uzaklara dalgınlıkla
bakıp iyilikleri çoğaltabileceğimiz
bir pencere. Ama henüz perdeleri
açılmamış. Perdeleri aralayıp içeri
bakmanın vaktidir artık.
Sözler yüreğin, fotoğraflar da
gözlerinse eğer haydi perdeleri aç.
Sözlerle düşün fotoğraflarla düş-
len.Yaslan düşlerine..
Çık pencerene, düşler yeşersin
bahçemizde.
Kendini anlamak için sen de
bak “PenCeren”den.
Alper Kamu -Cehennem Çiçe�i
Alper Can�güz, April Yay�nc�l�k, 224 s.
Alper Canıgüz’ün eşsiz kahrama-
nı Alper Kamu’yla birlikte her türlü
şiddetin hüküm sürdüğü bir atmos-
ferde, kırık hayatların, küllenmiş aşk-
ların ve daha nice esrarın peşinde kara
mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çı-
kıyoruz. Kahramanımız, bu kez bir ço-
cuğun ölümü ve eski bir aşk hikaye-
sinin ardındaki gerçekleri ortaya çı-
karmak için uğraşırken, “İnsanlığa
dair kavrayışımızı biraz daha ileri gö-
türmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne
anlamı var ki?” diyen bir dedektife ya-
kışacak şekilde, adalet kavramımızı
sorguluyor. Alper Canıgüz’den kah-
kaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü
bir serüven.
Genç Türkiye �n�a Edilirken
Ernst Egli, �� Bankas� KültürYay�nlar�, Çev: Güven Uçer , 384 s.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yö-
neticileri, 1927 yılında önemli bir karar
alır: Eğitim ve kamu binaları bundan
böyle çağın en gelişkin örneklerine uy-
gun biçimde tasarlanacak ve inşa edile-
cektir. Mevcut mimar kadrolarıyla en
yeni teknikleri yakalamak ve uygulamak
kolay olmadığından, bu iş için yabancı uz-
manlar davet edilir. Viyanalı genç mimar
Ernst Arnold Egli de gelenler arasın-
dadır. Türkiye’deki gezileri ve bilimsel
gözlemleri sonucunda yazdığı iki kitap-
ta, Mimar Sinan’ı ve Türk ev kültürünü
uluslararası akademik camiaya ilk kez ta-
nıtır. 1953 yılında, bu kez bir BM prog-
ramı çerçevesinde gelir, Anadolu’yu ge-
zerek farklı yörelerini keşfeder.
Hatas�z Dü�ünme Sanat�
Rolf Dobelli, NTV Yay�nlar�,Çev: It�r Arda, 196 s.
Beynimiz avcı ve toplayıcı bir ya-
şam için optimize edilmiş. Günü-
müzde ise kökten farklı bir dünyada
yaşıyoruz. Bu durum sistematik dü-
şünce hatalarına sebep oluyor ve bu
hatalar paranız, kariyeriniz, mutlulu-
ğunuz için feci sonuçlar getirebiliyor.
Ne kadar kolay yanılabileceğini bi-
lenler daha donanımlıdır: Rolf Do-
belli, tekrar tekrar tuzağına düştüğü-
müz en sinsi “düşünce hatalarını”
mercek altına alıyor. Ve bize şu so-
ruların cevaplarını veriyor: Kendi bil-
gimizi neden sistematik olarak gözü-
müzde büyütürüz? Neden bir şey,
sırf milyonlarca insan doğru buluyor
diye olduğundan daha doğru değildir?
Leviathan Uyan�yor -Enginlik Serisi 1. Kitap
James S. A. Corey, �thaki Yay�nlar�,Çev: Cihan Karamanc�, 512 s.
İnsanlık güneş sistemini -Mars’ı,
Ay’ı, Asteroit Kuşağı’nı ve de ötesini-
kolonileştirmiştir. Fakat yıldızlar hâlâ
erişilmezdir. Jim Holden Satürn’ün hal-
kaları ile Kuşak’taki maden istasyon-
ları arasında mekik dokuyan bir buz şi-
lebinin idari subayıdır. O ve mürette-
batı Scopuli adındaki terk edilmiş bir
gemiye rastladıklarında korkunç bir sır-
la karşılaşırlar. Bu birileri için uğruna
cinayet işlenecek bir sırdır. Jim gemi-
yi oraya kimin ve niye bıraktığını bu-
lamazsa güneş sisteminde savaş çıka-
caktır ve şans onlardan yana değildir.
Fakat Kuşak’ta farklı kurallar geçerli-
dir ve küçük bir gemi bile evrenin ka-
derini değiştirebilir.
Gelecek bütün çocuklarındır!
Hoşgeldin Ali bir çöp kutusuna
terk edilen çocuklardan biri. O
şanslı çünkü onu çok seven bir
anne ve baba buldu. Ya diğerleri?
Bütün çocukların
bir yuvaya ihtiyacı
vardır ve buna
hakkı da vardır.
“Çocuklar bizim
geleceğimizdir”
derler; aslında
onu şöyle söyle-
mek gerekir:
“Gelecek bütün
çocuklarındır.
Onların gelecek-
lerini çalmayın!”
-Necdet Neydim-
NecdetNeydim,
Can ÇocukYay�nlar�, 56 s.
20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Ho�geldin AliÖyküleri ve romanlarıyla büyük bir
okur kitlesi yakalayan Hanzade Servi,
terk edilmiş bir oteli merkez aldığı
“Kumdan Salıncak” adlı kitabında,
önemli bir soru üzerine düşünmeye
yönlendiriyor okurla-
rını: “Bir kitap, kade-
ri değiştirebilir mi?”
Yazara göre, eğer
kum taneciklerinin
sonsuzluğa taşıdığı
yalnız bir kızın hazin
öyküsünü okuyan
iki kardeşin kaderi-
ni değiştirmeyi ba-
şardıysa bu düşünce
mümkün olabilir.
Ancak yine de buna
inanıp inanmamak
sizin elinizde.
HanzadeServi, Tudem
Yay�nlar�,240 s.
Kumdan Sal�ncakDoğa öyküleri serisinin ilk
kitabında, kocaman bir kuş
yumurtasının peşine düşen
Barkın’ın flamingo çocuk
olma hikâyesi anlatılıyor.
Hem Bar-
kın’la birlikte
keyifli bir ma-
cera yaşaya-
caksınız hem
de flamingo-
lar hakkında
pek çok şey
öğreneceksi-
niz. Bir fla-
mingonun
sırtına binip
uçmak için
daha ne bek-
liyorsunuz?
Mehmet F�ratPürselim,Aya Kitap,
48 s.
Flamingo Çocuk
Tanrıların Kralı Zeus’un korktuğu tek
bir şey var. Bu ne çok kafalı Hydra ne de
çevresine dehşet salan devlerden biri. Zeus’u
korkutan, kudretli ve kıs-
kanç kardeşi Poseidon da
değil. Canavarlar, tanrılar,
Titanlar bunların hiçbiri
Tanrıların Kralı’nı endişe-
lendirmiyor. Zeus’un bu
dünyada korktuğu tek şey
var, o da karısı Hera.
Hava ve gökyüzünün tan-
rısı, kudretli Herakles’in
başının belası Hera...
Acaba Hera’nın o muaz-
zam öfkesi, kudretli eşi
Zeus’u alt etmesi için ye-
terli olabilir mi?
GeorgeO’Connor, 1001Çiçek Kitaplar,Çev: Meltem
Özdemir, 80 s.
Hera ve Herakles’inGörevleri
Evvel zaman içinde, kalbur saman için-
de, SSCB’de Soyuzmultfilm adlı bir ya-
pım şirketi, hazırladıkları bir çizgi filmin
geçtiği coğrafyayla alakalı bilgi almak için
Nâzım Hikmet’in kapısını çalıyor. Nâzım
Hikmet’se onlara bilgiden daha fazlası-
nı, bütün bir senaryoyu hazırlayıp vere-
bileceğini söylüyor. Halkbilimci Pertev
Naili Boratav’ın, zamanında öğrencile-
rine anlattığı masalları derleyip topar-
layıp “Sevdalı Bulut”u hazırlıyor. “Sev-
dalı Bulut”, önce çizgi film olarak ya-
yınlanıyor, kukla gösterileri yapılıyor,
1979’da bir milyon adet basılıp ücretsiz
olarak dağıtılıyor, UNESCO tarafından
Özel Ödül’e ve Simavi Vakfı Dünya
Çocuk Yılı Özel Ödülü’ne layık görülü-
yor. Bir yıl sonra da 12 Eylül’le gelen ya-
saklı kitaplar arasına giriyor. 1991-1992
yıllarında Genco Erkal’ın kurup yönet-
tiği Dostlar Tiyatrosu tarafından, 2005’te
kaybettiğimiz Mehmet Ulusoy’un oyun-
culuğuyla sahneye taşınıyor.
Yıllar sonra, Nâzım Hikmet’in Türk-
çede yayımlanmamış, yitik sanılan çoğu
eserini günışığına çıkaran M. Melih Gü-
neş’in, Vera Tulyakova’nın evinde Sev-
dalı Bulut filminin bir kuklası olan Ayşe
Kız’ı fark etmesiyle başlayan yoğun ça-
lışmalar ve arşiv taramaları sonucu, ka-
yıp zannedilen çizgi filmler bulunup ya-
yın hakları satın alınıyor ve Yapı Kredi
Yayınları tarafından Nâzım Hikmet’in
111. doğum yılına ve 50. ölüm yılına özel
baskıyla kitap halinde yayımlanıyor.
Cem Kızıltuğ’un sevecen çizimleri, yıllar
öncesinde hazırlanıp da Nâzım Hik-
met’in içine pek de sinmeyen çizgi film-
lerdeki donuk suratlı Sevdalı Bulut’a bi-
raz daha can getirmiş.
YALAN SÖYLEMEYENMASALLAR
Kitaba adı verilen “Sevdalı Bulut”
masalı, diğerlerine göre, Nâzım Hik-
met’in toplumcu söyleminin en net his-
sedildiği masal. Masal anlatma yöntem-
lerini kullansa da, birçok masalı yeniden
kurgulayarak, dünya görüşü doğrultu-
sunda birtakım değişiklikler yaparak,
geleneksel halk masallarındaki gerçek
dışı ögelerden faydalanırken özünde
gerçekçilikten kopmadan yazdığı “Sev-
dalı Bulut”, üstmetinde bir aşk masalı gö-
rünümündeyken, altmetinde kendi top-
rağını eken emekçi bir kadın, kadını ve
toprağını ele geçirmeye çalışan at üs-
tünde bir zorba ve kadının emeğini zor-
baya karşı koruyan mücadeleci bir ada-
mın öyküsünü anlatıyor. Nâzım Hik-
met masal tekniğine getirdiği yenilikle,
modern dünyanın bireylerini, içinde bu-
lundukları masalsı dünyadan uyandırmak
istemiştir. Bunu kitabın önsözünde ve
masalın sonunda kahramanların ağzın-
dan açıkça dile getirir.
Masal, bir dervişin elindeki neyi üf-
leyerek Ney Ülkesi’nin yaratmasıyla baş-
lıyor. Derviş neye üfledikçe neyin delik-
lerinden dağlar, ovalar, nehirler fışkırı-
yor. Derviş, kötü ruhlu Kara Seyfi’yi üf-
leyip at üstüne koyuveriyor, ardından gü-
zeller güzeli Ayşe Kız’ı küçük bahçesine
gönderiyor. Kara Seyfi, Ney Ülkesi’nde
sahip olamadığı tek toprak Ayşe Kız’ın
bahçesi olduğu için, her gün daha da ar-
tan bir hırsla gelip Ayşe’nin kapısına da-
yanıyor. Ayşe ise emek verdiği bahçesi-
ni Kara Seyfi’ye vermemekte direniyor.
Ardından neyin deliğinden bahçenin
üstüne doğru bir bulut yaklaşıyor. Ayşe
Kız’ı görüp de sevdalanana kadar adı sanı
olmayan bu bulut Sevdalı Bulut oluve-
riyor...
“... Ayşe kız bir öpücük yolladı par-
maklarının ucuyla buluta. Ayşe kızın
öpücüğü buluta ulaşınca, bulut şöyle
bir şaşırdı. Ama sonra toparlandı, kos-
kocaman bir gül biçimini aldı. Gökyüzü
gökyüzü olalı, bu mavi atlasa böylesine
güzel, böylesine iri ak bir gül açmadı.
Ayşe kız bu ak gülü hayran hayran sey-
rederken, bulut yine kımıldadı, yayıldı,
toparlandı, yürek biçimini aldı, yani bu-
lut oldu yine.”
İyi okumalar diliyoruz.
“Sevdal� Bulut”, bir a�k masal� görünümünde olmas�na ra�men, kendi topra��n� eken emekçi birkad�n, kad�n� ve topra��n� ele geçirmeye çal��an at üstünde bir zorba ve kad�n�n eme�ini
zorbaya kar�� koruyan mücadeleci bir adam�n öyküsünü anlat�yor
İREM HALIÇ[email protected]
Sevdal� Bulut, Nâz�m Hikmet, Yap� Kredi Yay�nlar�, 109 s.
Ölümsü
zlü�ü
nün
50. Y�l�nda Çocukların vemasalların Nâzım’ı
31 MAYIS 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAPBABIL BALIĞI
“Sahip olduğum bütün bilgi, başkaları ta-
rafından da elde edilebilir. Fakat kalbim, yal-
nız benimdir.”
Johann Wolfgang von Goethe
Elektriğin ve manyetizmanın keşfiyle bir-
likte, 1771 yılında Luigi Galvani, ölü kur-
bağaların bacaklarına elektrik vererek kı-
pırdanmalara yol açan bir dizi deney ger-
çekleştirir. Daha sonra tıp alanında, resu-
sitasyon uygulamalarında, günümüzde de
kullanılacak yeni bir dönem başlar. Gelge-
lelim 19. yy. insanında elektrik ve berabe-
rinde getirdiği yenilikler farklı şekillerde al-
gılanmıştır. Dönemin insanlarının büyük ço-
ğunluğunun günlük yaşantısında henüz yer
bulamadığından, elektrik, yarı gizemli, can-
lıları öldüren, ölüleri dirilten ve gerçekliği
bükebilen bir “şey” olarak algılanmıştır. 1816
yılında, bir grup ünlü düşünür ve sanatçıy-
la hayatının bir bölümünü beraber geçiren
Mary Shelley’in Frankenstein’ı, grup kendi
arasında eğlence amaçlı bir korku öyküsü ya-
rışması düzenlemişken, işte böyle bir dö-
nemde ve gördüğü bir kâbusun etkisiyle or-
taya çıkar. İlk olarak 1818 yılında yayımla-
nan kitabın günümüze kadar onlarca fark-
lı versiyonu basılmıştır (ne yazık ki ülkemizde
de bazı yayıncılar, farkında olarak veya ol-
mayarak, bu sonradan düzenlenmiş versi-
yonları tercüme ettiler). Henüz 19 yaşında
modern bilim kurgunun ilk örneklerinden
birini kaleme alan - ki elbette öykü aynı za-
manda gotik edebiyatın ve romantizm dö-
neminin izlerini de fazlasıyla taşımaktadır-
Mary Shelley’in, kendisine dünya çapında,
günümüzde de süren şöhretini sağlayan bu
eserinden daha az bilinen, bir başka önem-
li eseri - ki kanımca, hem bilim kurgu tari-
hi hem de edebi açıdan daha önemlidir-
“Son İnsan”dır (The Last Man). 1960’lar-
da akademik olarak yeniden gün yüzüne çı-
karılıncaya kadar ne yazık ki bütün dünya-
da göz ardı edilmiş ve yazıldığı dönemde
sertçe eleştirilmiştir. Yıllarca çevrilmeme-
sine şaşırdığım eseri, nihayet Can Yayınla-
rı dilimize kazandırdı ve bu nedenle önle-
rinde şapka çıkarıyorum.
ROMANT�ZM DÖNEM�N�NKORKULARI
Mary Shelley, kısmen Sanayi Devri-
mi’ne, Aydınlanmanın değerlerine ve ras-
yonalizme tepki şeklinde ortaya çıkan ro-
mantizm döneminin içine doğmuştur. Hem
yaşadığı dönem, hem bireysel ilişkileri göz
önüne alındığında yazarın bu akımdan et-
kilenmesi kaçınılmazdı. Alman romantiz-
minin aksine milliyetçiliği çok az barındıran
ve Fransız romantizmiyle kardeşlik taşıyan
İngiliz romantizminin önemli yazarları ara-
sında John Keats, S. T. Coleridge, William
Blake, William Wordsworth ve nihayetinde
Mary Shelley ve eşi Percy Bysshe Shelley sa-
yılır. Bizim edebiyatımızda ise biraz geç şe-
kilde Tanzimat dönemiyle izleri görülmeye
başlayan romantizmin, insanlığa, geleceğe
ve bilime yönelik korku ve endişeleri, elbette
güzellik ve estetik anlayışıyla birlikte Mary
Shelley’in yazınının temelini oluşturur. Te-
matik dokunuşları Shelley’i konumlandır-
mada, günümüzde farklı algıların da yolu-
nu açar. Değindiğimiz gibi modern bilim kur-
gunun ilk örneklerinden sayılan “Fran-
kenstein”, aynı zamanda bilime yönelik
korkuyu ve endişeyi de dile getiren bir ro-
mandır. Modern bilimkurgunun ilk örneği
olup olmadığı tartışmaları süredursun, ez-
bere ansiklopedik bilgileri tekrarlayan pek
çok eleştirmenin göremediği farklılık ise şu-
radadır; “Frankenstein”, “insan nedir?”
sorusunu içeren ilk bilimkurgu romanıdır.
Bilimkurguda yıllar sonra pek çok modern
örneğin izleyeceği bir geleneğin başlangıç
noktasında bulunur.
VE B�R A�ITMary Shelley’in romantizmden ziyade-
siyle beslenmiş gotik kaleminden çıkan bir
diğer eseri “Son İnsan” da yine modern bi-
limkurgunun pek çok alt türünü ve gelece-
ğini şekillendiren, öncü bir
romandır. İnsanlığın sonu
ve kıyamet söylencesi el-
bette insanlık kadar eski-
dir. Primitif korkulardan,
ilk yazıtlara, dini söylen-
celere kadar devam eden
bir son bulma korkusu –
aynı zamanda şaşırtıcı de-
recede coşkusu– süregel-
miştir. “Frankenstein”dan
10 yıl, eşi Percy Shelley’i
kaybettikten ise birkaç yıl
sonra kaleme aldığı “Son
İnsan” romanında, yazar,
insanlığın yok oluşunu ele
alan, apokaliptik ilk ro-
manı kaleme alır. Haliha-
zırda kaybettiği insanlarla
içine düştüğü yalnızlık ve
soyutlanma duyguları, ro-
mantizminden kaynakla-
nan “sanatçının bir başına
kalma duyguları” ile de
bütünleşir. Şiirlerden alın-
tıları da sıkça kullandığı şi-
irsel bir anlatının içerisin-
de, çaresizlik, yalnızlık, bir
güzelliği kaybetme duy-
gularının karşısında, artık
modern örneklerinde ye-
rini umutsuzluğa bırakan “umut” duygusu
da bulunur. Günümüzün gerek apokaliptik,
gerek post-apokaliptik bilimkurgu örnek-
lerinde, gerekse apokalipsten kısmen bes-
lenen korku öğeleriyle de bezenen “zombi”
öykülerinin barındırdığı çaresizlik ve yalnızlık
kalıplarının ilk temeli, Shelley’in ilk olarak
1826 yılında yayımlanan romanıyla atıl-
mıştır. Elbette daha sonra E. A Poe (“Eiros
ve Charmion’un Konuşmaları” öyküsü,
1839) Richard Jeffries’in (“Londra’dan
Sonra” romanı, 1885) ve nihayetinde Ric-
hard Matheson’a (“Ben, Efsane” romanı,
1954) gelinip türün bütün kalıpları oluşun-
caya kadar, daha pek çok yazarın katkıla-
rından bahsetmek de mümkündür. Kayıp-
larının kendisine hissettirdiklerini romanı-
na yansıtan Shelley, aynı zamanda kayıpla-
rını, romanındaki karakterler haline getir-
miştir. Üç bölümden oluşan romandaki
Lord Raymond karakteri, gerçekteki Lord
Byron’ın hayatını neredeyse adım adım ta-
kip etmektedir. Adrian karakteri, eşi Percy
Shelley’i temsil etmektedir. Aynı şekilde Per-
dita, Shelley’in üvey kardeşi Claire’i temsil
eder ve son insan, Lionel Verney ise Shel-
ley ile sıkı bir otobiyog-rafik ilişki içindedir.
Shelley günlüğünde, Son İnsan’dan, “ikin-
ci benliğim, yoldaşlarımın benden önce öl-
mesiyle sevgili bir gruptan geri kalan yadi-
gâr,” olarak söz eder. Apokaliptik unsurla-
rında ise sonraki pek çok modern örnekten
farklı olarak, Shelley’in apokalipsi, insan ha-
yatının tamamen yeryüzünden silinmesinin
yanında ele aldığı, aynı zamanda insanlığın
geleceği ve ulaşabileceği yüksekliklerin ih-
timalinin de yok olmasına dairdir. Bir ba-
kıma, romantizme yakılan bir ağıttır ve
aynı zamanda romantizmin politik duruşuyla
da iç içedir. Shelley’e göre insanlar tek tip
bir kalabalıktan ibaret değildir; takdire şa-
yan insanların yanında, dikkate değmez
insanlar da mevcuttur. Modern demokra-
silerin çoktan aştığı, herkese eşit muamele
etme ilkesinin, herkesi aynı kefeye koyma
şeklinde çarpıtıldığına dair endişe ve dö-
nemin korkularının, bunların karşısındaysa
sanatın ve estetiğin çaresiz kalışına ilişkin bir
karamsarlık da mevcuttur. Umut, sanatla ye-
şermekte, buna karşın kolektif çaba yeter-
sizliğinin altında ezilmektedir.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
M. SALİH [email protected]
İnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk biletİnsanlığın sonunakesilen ilk bilet Son �nsan, Mary Shelley,
Can Yay�nlar�, Çev: Belk�s Korkmaz, 610 s.
MaryShelley
31 MAYIS 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACA
ALINTI-TEST
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Resimdeki
yazar�n bir eseri2. Bir kumanda alt�nda ayn� görevi
üstlenmi� sava� gemileri veyauçaklar� - Bir nota - Cinsiyet - Bir nota
3. Köpek - Yer k�r���, yer çatla�� -Avuç içi - Zihince ve bedenceortaya konulan çaba
4. “... King Cole” (Amerikal� cazpiyanocusu ve �ark�c�) - Avruparesim sanat�nda günlük ya�am�,
ev ya�am�n�, festivalleri ya daiçki sahnelerin betimleyenyap�tlara verilen ad - Rusça’da“evet” - Arapça’da “ben”
5. Direkler üzerine kurulmu� zahire ambar� - �sviçre’de birnehir - “Rikkat ...” (bir tezhip sanatç�m�z)
6. Yineleme - Sak�nca, engel,uymazl�k - Herhangi bir seferiçin merkez olarak seçilip onagöre donat�lm�� olan yer
7. Ayr�cal�k tan�nm�� ayr� tutulmu� -
Lümen (k�sa) - Seciye, karakter8. Aktinyum’un simgesi -
Türk Standartlar� Enstitüsü (k�sa)- Lübnan’�n plakas�
9. Anma, hat�rlama - Arnavutluk’un plakas� - Evin bir bölümü - Bir say�
10. Bir cümlede bildirilen eyleminyap�c�s� veya halin olucusudurumunda bulunan kimse veya�ey - Kaleme al�nan öneri, proje
11. �htiyaçlar� devletçe kar��lananonba�� ve çavu� rütbesindeki
asker - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Mahalle (k�sa)
12. Geri; pe� - Dayan�lacak �ey,ilke - Lantan’�n simgesi -Ba���lama, mazur görme
13. Kesimevi, mezbaha - Sinema,tiyatro, konser gibi sanatdallar�nda yap�lan gösterilerdengösterilerin her biri - Radon’un simgesi
14. Favori - Toryum’un simgesi -Berkelyum’un simgesi -Osmiyum’un simgesi
15. Resimdeki yazar�n bir eseri
YUKARIDAN A�A�IYA1. Ard�ç a�ac�n�n meyvesi -
Üzeri emayla kaplanm�� olan -Ak�lla ilgili
2. Kemer, bele ba�lanan ku�ak -Kuyruk sokumu kemi�i - Otlar
3. Vilayet - El s�k��ma - At�n en h�zl� ko�ma biçimi
4. Astarl�k bir kuma� türü - Birbirinitamamlayan iki tekten olu�an -Fas’ta bir �rmak - �syankar
5. Ah�ap, mermer ya da ta�levhalar� kafes biçiminde oyarakbezeme - Tellerine bir çift küçüktokmakla vurularak çal�nan çalg�
6. Sanca��, yelkeni ya da serenia�a�� alma - �amand�ralarda,
r�ht�mlarda halat ba�lamayayarayan, sa�lam mapalarageçirilmi� demir halka -Paraguay çay�
7. Bir cetvel türü - Bir meyve - �sim - C�va’n�n simgesi
8. Mesafe - �ri saman9. Oy - Rubidyum’un simgesi -
Bulut10. Sevinçli, ne�eli - “Thomas ...”
(Çorak Ülke, H�ristiyan ToplumuDü�üncesi, �iir ve Tiyatro adl�eserlerin sahibi Nobel ödüllü[1948] Amerikan as�ll� �ngiliz�air) - Laka ile cilalanm��
11. Bir soru sözü - K�s�r, verimsiz -�srail kuzusu da denilen tav�anirili�inde bir memeli hayvan
12. Sahip, malik - Ak�l -H�rvatistan’da bir liman kenti - Nihayet
13. Fizik, kimya, matematik vebiyolojiye verilen ortak ad -�srail’in plakas� - Kabaca i�teorada - Skandiyum’un simgesi
14. Bir tak�n�n as�l süslemeyetak�lan mücevher, madalyon vb.bölümü - Ordu (k�sa) -Fransiyum’un simgesi
15. Diki�te kullan�lan pamuk ipli�i- Resimdeki yazar�n bir eseri -Resimdeki yazar�n bir eseri
“İnsan bir başka insanı ne zaman sahiden‘öğrenebilmiş’tir ki? Belki de öğrenmenin
imkansızlığını kavradığı, öğrenmek arzusunudışladığı ve en sonunda öğrenmeye ihtiyaç bileduymaz olduğu zaman! O zaman da insanınulaştığı şey bilgi değil, bir tür ortaklaşa varoluş-tur ki bu da aşkın sayısız kisvelerinden biridir.”
1 “Acımak nedir bilen bir insandı; insanlarakarşı değildi acıma duygusu. Büyük bir
hüner değildi çünkü insanlara karşı acımalıolmak. Kitaplara acımasını biliyordu. Zayıflarıve ezilenleri bağrına basıyordu. Tanrının topra-ğındaki terk edilmiş, yitik, son varlıklara kapı-sını açıyordu.”
2 “İnsanlar toplumsal hiyerarşide yeteneksizlikle-riyle orantılı olarak yükselseler, sizi temin ede-
rim ki dünya şimdiki gibi dönmez. Ama sorunburada değil. Bu cümlenin söylemek istediği şey, ye-teneksizlerin yerinin en tepe olduğu değil, hiçbirşeyin insan gerçekliğinden daha sert ve adaletsiz ol-madığıdır.”
3
a)
b)
c)
d)
e)
John Fowles - Fransız Teğmenin Kadını
James Agee - Ailede Bir Ölüm
Iris Murdoch - Ağ
Donna Leon - İnancın Ölümü
Kaja Silverman - Görünür Dünyanın Eşiği
a)
b)
c)
d)
e)
Howard Fast - Özgürlük Yolu
Elias Canetti - Körleşme
Jean Paul Sartre - Sözcükler
Maksim Gorki - Artamonov Ailesi
M. Otero Silva - Ve Gözyaşlarınızı Tutun
a)
b)
c)
d)
e)
Cuniçiro Tanizaki - Anahtar
Italo Svevo - Hayat İşte
Thomas Mann - Değişen Kafalar
Alessandro Baricco - Emmaus
Muriel Barberry - Kirpinin Zarafeti
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(c) 2-(b) 3-(e)
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
31 MAYIS 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP
Şu günlerde NTV’de yayımlanan ve
BBC yapımı olan “Hitler – Öldüren
Karizma” isimli belgesel, Adolf Hit-
ler’in “milyonları nasıl etkilediği ve fe-
laketlere nasıl ikna ettiği” sorularının ya-
nıtını, kişilik özelliklerine odaklanarak
bulmaya çalışıyor. Dönemin tarihsel, si-
yasal ve sosyal atmosferinden ziyade, Hit-
ler’in “karizmatik kişiliğini” yaratan ki-
şisel özelliklerini irdeleyen belgesel, bu
yönüyle ilgi topluyor. II. Dünya Savaşı
sonrasında Batı Avrupa’da ve Anglo-Sak-
son dünyasında dönem dönem nükseden
popülerliğine benzer şekilde Hitler, Tür-
kiye’de de ilgi odağı olabiliyor. Örneğin
2005 yılında Hitlerin Kavgam isimli
meşhur kitabı, en çok satanlar listesinde,
dikkat çekici biçimde, 5. sıraya kadar
ulaşmayı başarmıştı. Bu durum, Al-
manya’da neredeyse sistematikleşen
neo-Nazi cinayetlerinde yurttaşlarını
kaybeden Türkiye için önemli bir çeliş-
ki gibi görünüyordu.
NAZ�Z�M BENZE�MES�YLEGELEN �LG�
İncelikli bir hükümet komplosu ve se-
çim aldatmacası akabinde işbaşına ge-
çirilen AKP hükümetlerinin henüz ilk yıl-
larıydı. Üstelik liberallerin ve girişimci
muhafazakârların “demokrasi” ve “öz-
gürlükler” söylemleriyle sürdürdüğü yı-
kıcı, ayrıştırıcı politikalar henüz bugün-
kü kadar yıpranmamıştı. Yine de yarım
asır öncesinde 70 milyona yakın insanın
yaşamına mal olmuş
emperyalist saldır-
ganlığın en önemli
gerici ideoloji kay-
naklarından olan Na-
zizmin, Türkiye’de de
yeniden ilgi görmesi,
bazı yazarlarca AKP
Türkiyesi’yle ilişkilen-
dirilmiş ve birçok tar-
tışmayı da beraberinde
getirmişti. Fakat bu-
günler açısından ba-
kıldığında kanımca
aralarında en dikkat
çekici olanı, dönemin
Akşam gazetesi yazarı
Ümit Özdağ’ın yaptığı
benzeştirme idi. Zira bu
tartışmanın üzerine
odaklandığı toplumsal-
siyasal tepkinin hemen
hemen bir benzerini de geçtiği-
miz yıl Kırmızı Kedi Yayın-
evi’nden çıkan “Nazizmin Gizli
Kökenleri” isimli ünlü kitabında
profesör Nicholas Goodrick-
Clarke da Avrupa ve Kuzey
Amerika toplumları için yapı-
yordu.
Özdağ, mealen, I. Dünya Sa-
vaşı’nda emperyalist hedeflerine
ulaşamayan ve savaşın bedelini
ekonomik, sosyal, siyasal ve kül-
türel boyutlarda ağır şekilde
ödeyen Almanya’nın savaş son-
rası dünya düzeninde kendisine
yeniden yer ararken, Nazizmin
umutsuzluğa, karamsarlığa ve
çözümsüzlüğe sürüklenen Al-
man halkı için ustalıkla “Ari ır-
kın” haricindeki tüm halkları
ötekileştirerek ve yaşadıkları yı-
kımdan sorumlu tutarak, onları
harekete geçirebilecek ideolojik
bir dayanak yarattığını söylü-
yordu. Devamla, bu düşüncesini
(2005 koşullarında) PKK’nin askeri an-
lamda önemli ölçülerde geriletilmesine
karşın AKP hükümetlerinin uygulama-
ya başladığı politikalarla “meşrulaştırıl-
masına” karşı ortaya çıkan öfkenin (ve
karşıtında, gelişen Kürt milliyetçiliği-
nin), benzer gerici bir harekete yönlen-
dirilebileceği öngörüsüyle kıyaslıyordu.
KEND�N� YEN�DEN ÜRETEN F�K�RLER
Nazi düşüncesinin gelişiminin tarihsel,
ekonomik, toplumsal ve kültürel boyut-
larını birbirinden ayırma-
dan ve fakat daha ziyade or-
taya çıkışında etkili olan
etno-kültürel ve mitik fak-
törlerin izini süren Nicholas
Goodrick-Clarke da Türk-
çeye çevrilen ilk kitabında
benzer görüşler ileri sür-
mekteydi. Yazar bu kita-
bında, I. Dünya Savaşı ön-
cesinde, Avusturya ve Al-
man milliyetçi hareketle-
rinde hâkim olan dinci-
gerici düşüncelerin, yüz-
yılın başlarında gelişmek-
te olan emperyalist kapi-
talizminin liberalizm, ser-
best piyasa ekonomisi, ge-
niş ölçekli sanayi, yeni met-
ropoller, yeni sosyolojik
olgular, sömürge ulusla-
rın uyanışı gibi toplumsal
hayata giren yenilikler ve karmaşıklık
karşısında tehdit altında olduklarını dü-
şünen gelenekçi grupların hareketiyle
birlikte kendisini yeniden nasıl ürettiğini
açıklıyordu. II. Dünya Savaşına uzanan
yolda Nazi hareketi, bu dinsel özden
fazlasıyla beslenecekti. Yazar benzer teh-
didin ve gerici düşüncelere meyletmenin;
bir yüzyıl sonra, bu kez küresel kapita-
lizmin “neo-liberalizm” durağında; Batılı
toplumlar için “çokkültürlülük”, “küre-
selleşme”, “göç”, “azınlık hakları” gibi tar-
tışmalarla karakterize olan güncel kriz dö-
nemlerinde ortaya çıkan kaygıyla birle-
şerek yeniden kendisine yaşam alanı aç-
tığını tartışıyordu.
BATI DÜNYASINDA A�IRISA�CILI�IN ANAL�Z�
Nicholas Goodrick-Clarke, geçtiğimiz
haftalarda yine Kırmızı Kedi Yayınevi ta-
rafından (Kıvanç Güney’in çevirisiyle) çı-
karılan “Kara Güneş – Aryan Kültleri,
Ezoterik Nazizim ve Kimlik Politikala-
rı” isimli dikkat çekici çalışmasında ise
II. Dünya Savaşı sonrasında, yeni tipte-
ki ırkçılık hareketlerinin gerek Kıta Av-
rupası’nda gerekse Anglo-Sakson dün-
yasındaki gelişimini ayrıntılı biçimde ir-
delerken, bu kez Aryan mitoslarının, ezo-
terik sembollerin ve gizemci fantezilerin
nasıl işlevselleştirildiğine odaklanıyor. Ya-
zar ayrıca, küreselleşmenin ulaştığı bo-
yut itibariyle, Avrupalı uluslar ve özel ola-
rak da Amerika için, ezilen dünyadan bu
coğrafyalara farklı şekillerde yönelen
“göç” olgusuyla ilişkili olarak ortaya
atılan “çok ırklılık” tartışmalarının da ar-
tık “dinsel” bir nitelik taşıdığını iddia edi-
yor. İşte bu bağlamda “Kara Güneş”,
neo-liberal sistemin Batı dünyasında
ortaya çıkardığı ekonomik, sosyal ve si-
yasal krizler içerisinde görünür olan ge-
rici-ırkçı hareketlerin düşünsel yapıları-
nı nasıl inşa ettiklerine odaklanıyor. Ge-
rek aşırı sağcı siyasi hareketlerin körük-
lediği “yabancı düşmanlığı”nda gerekse
Batılı ulusal hükümetlerin güncel “iş-
galci”, “sömürgeci” politikaları bağla-
mında, Aryan kültlerin izini büyük bir us-
talıkla sürüyor. Bu dinsel düşüncelerin
nasıl ve hangi koşullarda yeniden üre-
tildiğini ve kontrol edildiğini açıklıyor.
Kitapla ilgili olarak belirtilmesi ge-
reken son derece önemli bir husus da ya-
zarın “alan çalışmasına” dayalı olarak
araştırmalarını değerlendirmiş olmasıdır.
Goodrick-Clarke, konuyla ilgili hacimli
bir literatürü değerlendirmenin yanı
sıra üzerine çalıştığı aşırı sağcı gruplar-
la da görüşme yoluyla görüşlerini de-
ğerlendirmiştir.
“Kara Güneş”, küreselleşmenin ulu-
sal sınırlar arasında yeni bir boyutuyla or-
taya çıkardığı sermaye ve nüfus hare-
ketliliği sonucunda Batı dünyasında var
olan aşırı sağcı hareketlerin ve yine on-
larla ilişkili liberal demokrat ya da mu-
hafazakâr hâkim sınıfların ideoloji kay-
nakları içerisinde yer alan dinsel-mitik
düşüncelerin çarpıcı güncel bir analizi.
Batılı ırkçı paradigma: “Kara Güneş”“Kara Güne�”, neo-liberal sistemin Bat� dünyas�nda ortaya ç�kard��� ekonomik,
sosyal ve siyasal krizler içerisinde görünür olan gerici-�rkç� hareketlerin dü�ünsel yap�lar�n�nas�l in�a ettiklerine odaklan�yor
Kara Güne� – Aryan Kültleri,
Ezoterik Nazizim ve Kimlik
Politikalar�, Nicholas Goodrick-
Clarke, K�rm�z� Kedi Yay�nevi,
Çev: K�vanç Güney, 488 s.
DR. AHMET KERİM GÜLTEKİN