Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm,...
Transcript of Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm,...
Aydınlık19 Temmuz2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 73
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.
Tarihe devrimısmarlamak
Geçen hafta 71.815 okura ulaştık
Ölümünbüyüsüne
tapınan yazar: Mişima!
DAMLA YAZICI
Üçlü çetedağıtılacak
SUAT DUMAN
Orhan Koloğluröportajı
BARIŞ DOSTER
Umuda sarılangül buketi
BİLGE MUTLU
19 TEMMUZ 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Hande Zapsu Watt’ın “Editör in chief” ol-duğu ve olasılıkla tek sayı çıkmış, The Istan-bul Review dergisindeki röportajında Başba-kan Recep Tayyip Erdoğan’ın dedikleri ara-sında şunlar da var: “… genç nesillerin, yeninesillerin, tüzüklerle, yasaklarla, sansürle im-tihan edilmesine tahammül de rıza da göster-meyiz.”
Topu topu bir yıl önce, 23 Temmuz2012’de söylüyor bunları ve biz 27 Mayıs2013’ten beri neler yaşıyoruz! Beş genç öldü,alanlar, caddeler, sokaklar yasaklandı, kap-kara bir sansür gazete ve tvleri kapladı… Baş-bakanın tümcesindeki tek doğru “tahammül-süzlük” ifadesiydi ve biz başbakanın taham-mülsüz ve aslında nelere tahammülsüz oldu-ğunu zaten biliyoruz.
Yönetenlerin sürekli daha cahiline devirteslim yaptığı bir dünyada ve ülkede yönetile-meyen olmaktan başka seçenek yoktur. Amaiç acıtıcı bir şey… Cahilin yerini daha da ca-hili alıyor ve kapkara cehaletekibir eklenince acıklı bir gül-dürü haline geliyor yönetici fi-gürleri.
���
Adı geçen dergideki röpor-tajında başbakan şu ifadeyikullanmıştı:
“Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zey-tindağı’ adlı eseri ve FahrettinPaşa’nın Medine Müdafaa-sı’nı anlatan eserler, bence hersiyasetçinin, sadece siyasetçideğil, her çocuğumuzun, hergencimizin mutlaka okumasıgereken eserler. Bu toprakları anlamak ve an-lamlandırmak, bugünlere nasıl ulaştığımızıgörebilmek adına bu ve benzeri eserler mutla-ka okunmalı ve okutulmalı.”
Medine Müdafaası’nın anlamına ve yaşa-saydı şayet, onun kahraman komutanı Fahret-
tin (Türkkan) Paşa’nın bugünErgenekon ya da Balyoz davala-rında suçlanacağına dair olgu-lara geçen hafta değinmiştim.
Söz şimdi Zeytindağı’nda . Türkçenin büyük ustası Fa-
lih Rıfkı Atay’ın o soluk kesicianılar, gözlemler kitabı olanZeytindağı’nı hararetle salık ve-riyor Başbakan.
Veriyor ama, neyi önerdiğihakkında hiçbir fikri olmasagerek!
Şu satırlar kitabın Milli Eği-tim Bakanlığı baskısından:
“Hür bir fikir eğitimi görmiyenler … eskizamanların kulluk ahlakına esirdirler. Yermeyahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüzegöre, bu ikisini yapmakta onların ahlakınagöre haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumuvar?..
Osmanlı tarihi, bu sebeple, biryalan alemi olmuştur. YalanŞark’ta ayıp değildir.” (Önsöz –IV)
Yalanın Şark’ta ayıp olmadığıgerçeğini biz zaten “Camide içkiiçtiler” gibi daha nicesiyle biliyo-ruz, ama inanası da gelmiyor in-sanın, bu kitabın başbakanca sa-lık verildiğine. Sevinmeliyiz.
Şu satırların ne anlama geldi-ğini idrak etmiş midir başbakan,eğer kitabı sahiden okuduysa:
“1913’te bir Mustafa Kemal, yüz-yıl sonrası için bile hayaldi, / fantezibir romanda bile yeri yoktu.” (21)
Anlamış mıdır başbakan o satırlardakimuradın ne olduğunu gerçekten, anlamış, al-gılamış mıdır?
“Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetlitaştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındakişeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları
yan yana idi…” (82)Sahiden, başbakan bu kitabı
öneriyor mu?Suudlar üzerine (99 vd) yazı-
lanları gerçekten okumuş muacaba?
O, pek sevdiği II.Abdülhamitiçin yazılmış su ifadeleri görme-miş mi acaba?
“Şark saraylarının nişan vemadalyalarında, elmas veya al-tın veya gümüşlerin çarşı değe-rinden başka hiçbir değeri olma-mıştır. Hamit İstanbul’una gelipde birkaç Bedesten malı ve bir
iki nişanla geri dönmiyen hemen hiçbir Frenkyoktu.” (106)
Hele hele…“Bozgun havası içinde Türk ordusunun
bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabı-nın unutulduğunu görüyordum. Orduya sö-vülmek moda idi.” (137)
Bu satırları okumuş, anlamış, ders çıkar-mış da, onun için mi bu kitap mutlaka okun-sun istiyor başbakan?
Ama bunu da mı bilmiyor: o sövülen, onurve gururlarıyla oynanan, itham edilen yorgunve yaralı savaşçılar, birkaç yıl sonra, 1913’tevarlığı mucize olan Mustafa Kemal’in komu-tasında İstiklal Savaşı verip, bir Cumhuriyetkurup, bu kez mağrur ve muzaffer, mazlumbir milletin görkemli sevgisini göğsüne madal-ya iliştirmiş subayları olacaktır.
Bu kadarını biliyordur canım!Bilse, bugünlere sokar mıydı ülkeyi?
���
Kesinlikle başbakan ne bu kitabı okudu,ne de Medine Müdafaa’sını biliyor; ya da herikisini de zerre anlamamış.
Ama eğrisi doğrusuna denk gelmiş, evetherkes bilmeli ve okumalı Medine Müdafaa-sı’nı ve Zeytindağı’nı. En başta da başbakan.
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin Aktaş
Sayfa Sekreteri Alev Özgenç
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
“White Sea” yakınlarında bir ‘Zeytindağı’
Reklam Servisi
HALDUN ÇUBUKÇU
Aydınlık
KITA P.
19 TEMMUZ 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Devrimden yana olan herkes; bütün
mesele, devrim saati geldiğinde hazır
olabilmektir, der. Ama devrimcisini o
saat geldiğinde kapıda kendini bekler-
ken bulan hiçbir devrim olmadı. Dev-
rimci pratik, kendisini biçimlendirecek
devrimci teoriyi gerektirir. Suyun aka-
cağı oluklar ve dolacak havuzlar önce-
den hazır olmalıdır.
Dünya Savaşı’nın ayak sesleri he-
nüz işitilmeye başlanırken, 20 yıldır
söylemekte olduğu şeyi, devrim için
çalışmak gereğini yeniden ve ısrarla
vurgulayan Lenin, bunu her konuşma
ve yazısında yinelemekle kalmayıp Şu-
bat Devrimi’nden 6 ay sonra yazmaya
koyulduğu ve Ekim Devrimi’nin he-
men öncesinde bitirdiği Devlet ve İhti-
lal’in tekrar basımlarında eklenen el-
yazması Sonsöz’ünde şöyle der: “... bir
devrim deneyi yapmak, o konuda yaz-
maktan daha güzel ve daha yararlıdır.”
Böylece, devrime hazır olunup olun-
madığı da işte şimdi görülecektir.
1908 JÖNTÜRK DEVR�M�Lenin; 1905-1907 yılları arasında
Osmanlı coğrafyasını Tuna boyların-
dan Basra’ya kadar sallayan vergi
ayaklanmalarının askerî isyanlarla bü-
yüyüp bir ateş topuna dönüşmesiyle
patlayan ve 23 Temmuz 1908’de II.
Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ilanıyla so-
nuçlanan Jöntürk Devrimi’ni şöyle de-
ğerlendiriyor (Devlet ve İhtilal, Çev.:
Süleyman Arslan, Bilim ve Sosyalizm
Y., Eylül 1976):
“Portekiz [1910] ve Türk [1908]
Devrimlerini burjuva devrimleri ola-
rak kabul etmek besbelli kaçınılmaz
bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin
her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir;
çünkü halk yığınları, halkın geniş ço-
ğunluğu, kendine özgü ekonomik ve
siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve
hissedilir bir biçimde, bu devrimler
içinde görünmezler. Buna karşılık,
1905-1907 Rus burjuva devrimi, Porte-
kiz ve Türk devrimlerinin zaman za-
man kazandıkları kadar ‘parlak’ başa-
rılar kazanmış olmaksızın, söz götür-
mez bir biçimde ‘gerçek bir halk’ dev-
rimi oldu.”
1908 Devrimi’nin arifesindeki ve
sonrasındaki yıllarda halkın devrimde-
ki varlığı ve ağırlığı neye
göre yeterli, neye
göre eksiktir? Yine
27 Mayıs 1960
Devrimi’nin he-
men öncesinde
ve devrimci sü-
reçte halk girişi-
minin ne ölçüde
belirleyici olduğu
sorunu hep tartışı-
ladurur. Porte-
kiz’deki 1910 ve 25
Nisan 1974 Devrimleri
de böyledir. Toplumsal yapı
ve bütünde oluşan sonuçlara bakıldı-
ğında olguyu doğru tanımlama imkânı
doğar.
Avrupa’yı bir baştan bir başa kat
ederek yurtsever demokrasi düşüncesi-
nin yayılmasında belirgin bir rol oyna-
yan Napolyon orduları, yenilgi sonra-
sında da kitlelerin arasına karışarak,
aydın ve halk örgütlenmesinin oluştu-
rulmasında Jöntürk Devrimi’ne de esin
veren Carbonari hareketine güç kayna-
ğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-
mokratik devrimin yaygınlaşmasında
askerin rolüne dikkatimizi çeker:
“1820-21’de Carbonarici türde bir
dizi isyan baş gösterdi. Devrim için ge-
reken siyasal koşullardan tümüyle yok-
sun bulunan ve (henüz
olgunlaşmanın çok
uzağındaki) ayak-
lanmanın yegâ-
ne kaldıracı du-
rumundaki dü-
zenden soğu-
muş orduya ni-
fakçıların ula-
şamadıkları
Fransa’da [dev-
rimci girişimler]
tam anlamıyla yenil-
giye uğradı. Daha son-
raları ve bütün bir XIX. yy
boyunca Fransız ordusu devlet me-
muriyetinin bir parçası oldu; yani ikti-
darda hangi hükümet bulunursa onun
emirlerini yerine getirmekteydi. ...
[İtalya ve İspanya’da ise] Subaylar ara-
sında, kendi kardeşlik cemiyetlerinde
örgütlenmiş liberal albaylar, isyan sıra-
sında alaylarına peşlerinden gelmeleri-
ni emretmiş, onlar da bu emre uymuş-
lardı.” (Devrim Çağı / 1789-1848, Çev.:
B. Sina Şener, Dost K. Y., Ekim 1998)
BO�AYI BOYNUZLARINDANYAKALAMAK
Kimileri devrimin hep ezici bir halk
çoğunluğunun işi olduğunu zanneder.
Engels, devrimin ne olduğunu 150 yıl
önce onlara şöyle açıklamıştı: “Bu bay-
lar hiç devrim görmüş müdürler yaşam-
larında? Devrim herhalde, olanaklı
olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfu-
sun bir kısmının, tüfek, süngü ve top
gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar
kullanarak, kendi iradesini nüfusun
öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir
eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini, si-
lahlarının gericilerde uyandırdığı kor-
kuyla sürdürmek zorundadır.” (Dveİ, s.
70, akt.: Lenin) Açıkçası bu sözleriyle
Engels, tam da Lenin’in dediği gibi,
“boğayı boynuzlarından yakalar”.
Lenin, devasa Bolşevik Devri-
mi’nin farklı ve özgün niteliğini şöyle
haber verir: “... [durum] bize, uygarlı-
ğın temel önkoşullarını Batı Avrupa
ülkelerinden farklı bir yolla yaratma
olanağını sunmuştur.” (s. 94)
Nitekim Ekim Devrimi’ne giden
yolda yaşanacak güçlükleri apaçık be-
lirtir: “Burjuvazi, büyük bir olasılıkla -
ve hattâ aşağı yukarı kesin olarak- pro-
letaryaya barışçı tavizler vermeyecek,
son belirleyici anda, kendi ayrıcalıkları-
nı korumak için şiddete başvuracaktır.
Böyle bir durumda, amacına ulaşması
için proletaryanın devrimden başka bir
yolu kalmayacaktır. Bu yüzdendir ki,
‘işçi sınıfı sosyalizmi’nin programı, kul-
lanılacak yöntemi açıklamadan, sadece
SEYYİT NEZİ[email protected]
ARAKABLO / KAPAK
O da kim, tarihe devrimısmarlayan
Kimidevrimciler
dünyaya küreselle�meci(postmodern) söylemle
yakla�may� öylesineiçselle�tirdiler ki, önce
kafalar�ndan kavram olarak
büsbütün sildikleri devrimin
tan�m�n� �imdi gerekli olunca
küreselcilerden ödünçal�yorlar
5Aydınlık KİTAP
genel olarak siyasal iktidarı ele geçir-
mekten söz eder; çünkü yöntem seçi-
mi, tam olarak belirleyemediğimiz bir
geleceğe bağlıdır.” (Leninciliğin Dev-
rim Teorisi, P. N. Fedoseyev, s. 191,
Konuk Y., Ocak 1978)
Günümüzde sözde devrimciler
dünyaya küreselleşmeci (postmo-
dern) söylemle yaklaşmayı öylesine
içselleştirdiler ki, önce kafalarından
kavram olarak büsbütün sildikleri
devrimin tanımını şimdi gerekli olun-
ca küreselcilerden ödünç alıyorlar.
Lenin, bu tutumu, daha yüz yıl önce
sarakaya almıştı:
“Devrimler, hiçbir zaman ısmarla-
ma olarak meydana gelmezler, Jüpi-
ter’in kafasından fırlayıp çıkmazlar; ya
da birdenbire tutuşmazlar. Devrimler;
daima huzursuzluklar, bunalımlar, ha-
reketler, ayaklanmalar ve devrim baş-
langıçları ile dolu bir süreci izlerler ve
sonunda da, her zaman için (devrimci
sınıf yeterince güçlü değilse) nihai ba-
şarıya ulaşmayabilirler.” (s. 97)
�SLÂM VE �KT�DAROcak 2011’de patlayan Mısır Dev-
rimi’nin denetimini emperyalizm des-
teğinde adım adım ele geçiren Müslü-
man Kardeşler, gerçekte demokrasi
kültürüne karşıdır, seçimi itaat sözleş-
mesi anlamında kullanmaktadır. Ken-
disine oy vermeyenler biat etmeyenler-
dir ki hakları ölümdür: Kuran’ın ayet
ayet 20 yılda tamamlanması gibi, yeri
ve sırası geldikçe cezaları inecektir.
İtaat; itikat ve ibadetle somutlaşır.
İtikat ve ibadetini yapan kişi ya da
topluluk, itaat zemininde ankikapita-
list ya da devrimci Müslüman olarak
tarikatını oluşturabilir elbette. İslâm-
cıların demokrasi dedikleri şey, mo-
dern toplumu her türlü meclis ve oy
imkânıyla biate zorlama rejimidir.
Sözlerini kim nasıl isterse öyle çe-
kiştirsin, Hasan El-Bennâ, 768 sayfa-
lık Risâleler kitabını sadece şu tebliğ
için yazmış ve Müslüman Kardeşler’i
(İhvan-ı Müslimin) örgütlemiştir:
“Ey Müslüman Kardeşler!
“Sizler, ne bir hayır kuruluşu, ne
bir siyasi parti ve ne de sınırlı bazı
amaçlar için kurulmuş bir heyetsiniz.
Sizler, bu ümmetin kalbinde yer alan
ve Kuran’la insanları selamlayan yeni
bir ruh, Allah’ın marifetiyle maddenin
karanlık etkisini dağıtan bir nur ve
Resûlullah’ın (SAV) davetini haykıran
yüksek bir sedasınız. Gerçekte sizler
kendinizi; insanların taşımaktan çekin-
diği bu davanın yükünü tek başına ta-
şıyan birileri şeklinde hissetmelisiniz.
“Sizlere, ‘İnsanları neye davet edi-
yorsunuz?’ şeklinde bir soru yöneltil-
diğinde şöyle cevap verin:
“–Bizler, Hz. Muhammed’in
(SAV) getirdiği İslâm’a davet ediyo-
ruz. İktidar olmak İslâm’ın bir gereği-
dir. Hürriyet ise, onun farzlarından
birisidir.”
Mısır’da, ısmarlanmamış ve bu
nedenle de son derece görkemli bir
devrimci süreç yaşanıyor.
19 TEMMUZ 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Haziran direnişi anılmadan mektup bile ya-
zılamaz bugün. Büyük halk hareketi bütün
tartışmaların üzerinden “dozerle” geç-
miştir. Haliyle bütün ilişkiler yeniden ta-
nımlanmak, her eylem sil baştan örgüt-
lenmek durumundadır. Millet oradadır. Ar-
tık, uyanır uyanmaz sevgilinin akla düşmesi
gibi, ne iş görürsek görelim, büyük eyle-
mimizin aklımızdan çıkmayacağı aşikârdır.
Bu nedenle ister istemez, Cüneyt Ülsever’in
Haziran ayında yayınlanan yeni romanı
“Ayna Paramparça”yı okuduğumda yaşa-
dığımız günlerden bir iz, hayatımıza giren
yeni dilden bir ses aradım. Roman, yaza-
rının son noktanın hemen ardından kita-
bın bitimine eklediği nottan anlaşıldığı
kadarıyla, 2012 yılının Temmuz ayı ile
2013 yılının Şubat ayı arasında yazılıp ta-
mamlanmış.
Cüneyt Ülsever’i köşe yazılarından da
takip edenlerdenseniz, eylemlerin henüz or-
tada olmadığı bir tarihte eylemlerin
dilini koklamasını beklememi an-
layışla karşılarsınız sanırım.
Türkiye’de bazı kavramlar
hala defnedilmediyse Cü-
neyt Ülsever’in de adı anıl-
malıdır. Demokratlık gibi.
İleri demokrasiden, sosyal
demokrasiden ve türevle-
rinden söz etmiyorum. Tüm
görüşlere aynı mesafede ve
her görüşe saygılı; doğru bil-
diğinden menfaati için şaşma-
yan ve çıkarına olmasa bile ger-
çeğin peşinden ayrılmayan: Demo-
krat diye buna diyoruz. Yazılarını takip
edenler Ülsever’de bunu görür. Bu nedenle
biraz da, Haziran direnişi baskın vermeden
çok önce ayak seslerini duymuş olması beni
şaşırtmayacaktı. Politik yazılar yazan bir ya-
zardan politik polisiyeye göz kırpan bir ro-
man okurken bu kadarını beklemek hak-
kımdı ne de olsa.
ÇAPULCUYUM ÇAPULCUSUN ÇAPULCU
Roman 2011 yılında yaklaşık bir aylık bir
zaman dilimini anlatıyor. 24 Temmuz ile 1
Eylül arasında gelişiyor olaylar. Kısaca ve
açık vermeden söylersek, cinayet büro-
dan, orta yaş sınırında üç komiserin peşle-
rine düştükleri bir seri katille oynadıkları
köşe kapmacayı anlatıyor roman. Çevrele-
rinde üçlü çete olarak da bilinen bu ekibe
sonradan ve amirleri sıfatıyla ABD’de seri
cinayetler konusunda çalışma yapmış, aka-
demik sıfat taşıyan Deniz Ersoy katılıyor.
Deniz Hanım. Şüpheli Doktor Muzaffer
Bey ile ikizi Zafer üzerinde yoğunlaşıyor-
lar. Fakat Deniz
Hanım ekibin ba-
şına geçtikten son-
ra işler karmaşık-
laşıyor. Zira zor
insanlara karşı an-
lamlandıramadığı
bir çekim hisseden
Deniz Hanım, şüphe-
li Muzaffer’in etkisinden
bir türlü kurtulamıyor. Mu-
zaffer ünlü ve başarılı bir psikiyatr,
yakışıklı ve oldukça da zeki bir adam. Ma-
zisinde de benzer karakterde bir erkekle iliş-
kisi olan Deniz, trajik bir şekilde sonlanan
o ilişkinin ardından yeniden sevebileceği-
ne dair bir umuda kapılıyor, fakat doğru er-
keği bulmuş mudur? Hem polisiyenin hem
romansın sorusu bu. Yanıtını romanda
buluyorsunuz, burada yazmayacağım.
Peki, çapulcu nerede?
İktidarın dili bölücüdür. Bir değil on-
larca bölen, parçalayan, düşman eden
kavrama maruz kaldık bir ay içerisinde. Ça-
pulcu yalnızca biri.
“Ayna Paramparça”, belli bir ağırlıkta
Hatay sorununu da deşiyor. Malum, iktidar
Suriye’de başlayan iç savaşı Türkiye’nin iç
meselesi saymıştı ve kısa sürede gerçekten
de kanlı bir sorun yumağıyla baş başa ka-
lıverdik. Yazar sorunu iktidarın tarif ettiği
şekliyle değil, milletin çıkarları ve temel in-
san hakları açısından algılıyor. Bunu dilin-
den anlıyoruz. AKP medyasının muhalifler
dediği katil sürüsü romanda pek de mak-
bul anılmıyorlar. Soruna hükümetin mü-
dahale biçimi satır aralarında sorgulanıyor.
B�R ZEK� KAT�L�N �T�RAFLARIPolisiyemizde genel bir sorun bu, kati-
lin fiilini ayrıntılı ve inandırıcı bir şekilde
kurguluyor yazarlarımız,
fakat suçu polis/dedektife
çözdürmüyor. Suçlunun
peşinde çaresiz dolaşıp du-
ruyor onlar, olayın çözü-
müne pek bir katkıları ol-
muyor. Seri katil hikâye-
lerinde katil hep zeki olu-
yor ama polisin zekâsı
onu parmaklıklar arkası-
na göndermeye ne yapsa
yetmiyor. “Ayna Param-
parça”nın da bu sorundan
mustarip olduğunu gö-
rüyoruz. Katil kendi iste-
ği ile dâhice planlarını, se-
bepleriyle bir bir anlat-
masa kimsenin onu kar-
şısına alıp konuşturacağı
yok. Sonunda akıl akılla
alt edilmiyor, düğüm dev-
letin kılıcı ile çözülüyor. Bu
bir zaaf. Fakat dediğim
gibi yalnızca “Ayna Pa-
ramparça”ya ait bir sorun
değil bu, polisiyemize hâkim olan temel bir
zaaf. Çözümü nedir bilemiyorum, doğru-
su haddim de değil. Yine de sorunun kay-
nağında, anlattığımız seri katiller fazlasıy-
la kurgusal iken polislerimizin fazlasıyla ger-
çek olmasının yattığını düşünüyorum. Po-
lisi buralardan alıyoruz, seri katili ithal edi-
yoruz. Polisimiz duygularıyla hareket eder-
ken katilimiz hep akılcı davranan, elbette
zeki, megaloman tipler oluyor. Kısacası ka-
til sanatını sahiplenmese onu keşfedip
halka tanıtacak bir polis bulunamıyor. Ya
polis tipini değiştireceğiz o halde ya yerli ka-
tiller arayacağız. Değilse dedektif hikâye-
lerimiz bu gidişle itirafnamelere dönüşecek
gibi görünüyor.
C�NAYET AYRINTIDAG�ZL�D�R
Yazar romanda cinayetlerin işleniş bi-
çimlerinden, cinayet aletlerine çok sayıda
ayrıntı veriyor. İşin bu kısmında ciddi bir
araştırma yapıldığı belli oluyor. Yer yer tek-
rara düşülmüş olsa da bu ayrıntıların hi-
kâyeyi zenginleştirdiği, hikayeye inandırı-
cılık kattığı bir gerçek. Silahlar gerçeğe uy-
gun teknik bilgilerle tanıtılmış. Cinayetler
de, artık filmlerden de kanıksamış oldu-
ğumuz üzere iç organların ortaya saçıldığı,
kanın su gibi aktığı sahnelerle tasvir edilmiş.
Sinema seyircisi genç okura hitap edeceğini
düşünüyorum. Ayrıntıdan kaçınılmayan
bir diğer nokta ise roman kişilerinin cin-
sellikleri. Romanın bu anlamda erotik ya-
zının sınırlarını zorladığını söylersek abart-
mış olmayız sanırım. Zaten roman kişileri
belirgin şekilde cinsel kimlikleriyle birbi-
rinden ayrılıyorlar. Özellikle kadın karak-
terler tamamıyla cinsellik üzerinden tarif
edilmiş. Katilin temel
motivasyonu nedeniyle
romanın böyle bir ton
tutturduğu varsayılabi-
lirse de, özellikle teca-
vüz sahnesinde, yine de
kadının vücudunun “diri”
görünmesinin rahatsız
edici olduğunu belirtme-
den geçemeyeceğim.
PEK�, ÇAPULCUNEREDE?
Romanda da var. El-bette iktidarın tarifiyle de-ğil. Kendi dilini oluştura-
rak, iktidarın söylemini red-dederek. Orada duran her-kes çapulcudur artık. Bir çe-
şit heyula. Sorgulayan, di-dikleyen, sürüleştirilmeyi
reddeden, isyan eden her-kese çapulcu diyorlar, ro-manda da var. Artık her şar-
kıda, her fıkrada, çizgi film-lerde bile çapulcu gören bir iktidarımız var.Biz yok desek, inkâr da etsek korku bedenisardı bir kere, özel konutlarında dahi çapulcu
bulmakta gecikmeyeceklerdir!
Üçlü çete dağıtılacakSUAT [email protected]
Ayna Paramparça,Cüneyt Ülsever,
Do�an Kitap, 230 s.
Hergörü�e sayg�l�;
do�ru bildi�indenmenfaati için �a�mayan
ve ç�kar�na olmasa bilegerçe�in pe�inden
ayr�lmayan: Demokrat diye
buna diyoruz. Yaz�lar�n�takip edenler
Ülsever’de bunugörür
Cüneyt Ülsever
7Aydınlık KİTAP
Keşfetmekedebiyatın tadıdırZihinlerin kurgulanmasında sanatın
işlevine bağlı olarak edebiyat da artık
alabildiğine endüstri nesnesidir; pazar-
lanan üründen ziyade yazardır. Nasıl
pazarlandıkları da artık ortalama algısı
olan tarafından bile çok iyi biliniyor.
Dolayısıyla, reklam üzerinden para ka-
zanmak ve pazarın bir ayağını oluştur-
mak derdinde olmayan kitap ekleri,
kaldıysa dergileri, hatta elektronik or-
tamdaki yayınlarda edebiyat eleştirme-
ni, yazarı ve sahici okur pazarlananı ve
ahbap ilişkilerinin ürünlerini değil de,
gerçek edebiyatı aramak, bulmak,
önermek zorundadır.
Faruk Ergöktaş’ın “Kanser” roma-
nı (aslında uzunca öy-
küsü) keşfedilmesi ge-
rekenlerden.
Kanser ne kadar
yaygın olarak kaplıyor
yaşamlarımızı. Kim, ya-
kınlarında kanserle mü-
cadele eden, kimi za-
man yitiren, kimi zaman
kazanan birilerini tanı-
mıyor? Özellikle de ka-
dınlara göğüsleri üzerin-
den musallat olmuşken
bu illet, edebiyata yansı-
ması ne ölçüdedir?
Hastane, hasta psi-
kolojisi ve dert anlatımı-
nın ilk örneği Peyami Se-
fa’nın “Dokuzuncu Hari-
ciye Koğuşu” kabul edi-
lirse, olgunun toplumsal-
lığımızdaki yerine göre edebiyatımızda
ne denli az bir bölge kapsadığı görüle-
bilir. Oysa, örneğin halk edebiyatında
hastalık, hastane türküleri ne denli
önemli yer kaplar ve bir o kadar da iç-
tenliğiyle, etkileyicidir.
Ergöktaş “Kanser”de yer yer tümce
kurmaya da gerek görmeden, sözcükle-
rin tekil çağrışımlarında anlam açılım-
larının çeşitliliğine yüklediği duygular,
imgelerle kuruyor anlatısını. Okumayı
seyredilebilir kılıyor. Ustalık işidir.
Yoksul, dünyadaki yerleri tıpkı an-
latının karakterlerini alabildiğine be-
lirsiz hale getirişindeki gibi, gölge ağır-
lığındaki insanların, özellikle de biri
çamaşırcı-temizlikçi iki kadın ve dert-
lerinin bilinç akışsal bir teknik ve üslu-
bun yeğlenmesiyle, ki bu ruh halinin
de verilmesini sağlıyor, dilin imgeselli-
ği, gerçekçilikle alabildiğine bütünleş-
tiriyor:
“Eski Osmanlı duruşu, Müslüman
sessizliği denecek gölgeleriyle doğrul-
du.”(s.12)
Yine de lirik yapı, anlatılanın hoy-
rat ve acımasız gerçekliğe dair olmasın-
dan ötürü bilinçli bir bozunuma uğratı-
lıyor: “’Doktorlar’diyemedi. ‘Yok mu
hiç?’ ‘Ölmek’ boğuldu” (s.17)
Tümcenin dilbilgisi açısından taru-
mar edilişi, bir kanser tanısı karşısında-
ki ilk tepkinin tarumar olmuş bilinç ve
duygu dünyasına ait oluşunu göster-
mek için yetmez mi?
Durağan şeylerin, nesnelerin yalın
betimlemelerinde, tekil simgelerin
uzamdaki birbirleriyle ürkek, gönülsüz
ilişkilerinde, anlamı ancak insanların
onlara verdiği değerle buluşlarında bile
o vakur, tekil acı sızdırılıyor: “Gitmiş
eşyasına, ipekli bohçasına, entarilerine,
başörtülerine ağla-
mıştı” (s.11)
Hayalet halinde
gezinen aile bireyleri-
nin sorumluluğunu
yüklenmiş kanserli,
çamaşırcı annenin,
yoksul fırıncı babanın
tevekkülle, dine sığı-
nışının acı umarsızlı-
ğını da, aynı yalın so-
yutlama ve metaforla-
rın gücünde doruğu-
na taşıyor. (s.40)
“Un çuvalları ak
tozlu alnında yemin-
ler etti.” (s.41)
Ananın en sevdiği
ve en çok kırıldığı bü-
yük oğlu ise “Fenera-
laylı askerler arasından
kimsesiz karanlık yıkıntılara doğru açı-
lan eski bir sokağa saptı.” (s.27)
Ama anlatının doruğuna, mezarlık
ve genç kadının defin sahnelerinde va-
rılıyor. Şu kısacık tümceler neler söyle-
miyor ki: “ G Mezarlığı … herkes için
olan budur.”(s.18)
“İki mezar taşı arasında öpüşürler-
di. … En uygun yer, öz ve biçim.” (s.21)
Yoksul, umarsız, endişeli insanlar,
hastaneler, ameliyatlar, evliyalar, me-
zarlık… Kesişmeler içinde zaman yal-
nızca bir ufuk olarak var; anlatım de-
rinliğini, sesleri görselliğe dönüştüre-
rek kuruyor ve zaman eriyor:
“Bir tümseğe yerleştirilen tabut üs-
tünden, aşağılara, ta uzaklara; ağaçlar
ve öteki dikili taşlar ararsından şehre
doğru bakılınca, tabut kocaman bir
korkuyla bütün şehre çökmüş…” (s.56)
Edebiyat pazarında, metanın cila-
lısını değil hasını keşfedin. “Kanser”i
mesela.
Kanser, Faruk Ergökta�,
Pia Yay�nlar�, 71 s.
MUSTAFA BEZİRCİLİ
19 TEMMUZ 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Türkiye’nin seçkin tarihçilerinden ve
Ortadoğu’yu, Arap alemini en iyi bilen
uzmanlarından olan Orhan Koloğlu,
bölgeye demokrasi getireceği söylenen
Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çök-
tüğünü belirtti. Avrupa’nın ve Ortado-
ğu’nun tüm arşivlerinde çalışan, yıllarca
gazeteci, basın ataşesi, Basın Yayın En-
formasyon Genel Müdürü ve 1980 ön-
cesinde Başbakan Bülent Ecevit’in da-
nışmanı olarak görev yapan Koloğlu ile
Mısır’da yaşananlardan hareketle Orta-
doğu’yu konuştuk.
Tarihe, dış politikaya ve basına iliş-kin 70 kadar kitabınız var. Milli Müca-dele kahramanı olan “Arap Kayma-kam” lakaplı babanız Sadullah Koloğ-lu, “Mülkiye’nin ihraç ettiği ilk başba-kan” olarak Libya’da başbakanlık yap-mış. Ortadoğu’yu tarihiyle, toplumuyla,kültürüyle çok iyi bilen bir uzman ola-rak Mısır’da son haftalarda yaşananlarınasıl yorumluyorsunuz?
Mısır’daki soruna sadece Mısır’da ya-
şananlardan ibaretmiş gibi bakmak ye-
terli olmaz. Çünkü dünyayı yöneten
güçler tarafından bütün İslam alemini
kapsayan bir politika yürütülüyor. Birden
bire Tunus, Cezayir, Libya ve Mısır baş-
ta olmak üzere Arap dünyasını kapsayan
bir “Arap Baharı” ilan edildi. Süreç
başladığında bana bu konuda sorular so-
rulduğunda bir baharın mevzu bahis
olamayacağını, demokrasinin geldiği an-
layışına bağlı bir baharın düşünüleme-
yeceğini söylemiştim. “Arap baharı” de-
yince, sanki demokrasinin yerleştiği gibi
bir görüntü yaratılmak isteniyor.
Oysa demokrasi dini anlayışın dışın-
da halkın kendi kararlarına yönel-
mesidir. Hıristiyanlık kendi içlerindeki
kavgalar yüzünden Kilise’yi dışlamış,
demokrasi doğrudan halkın içinden gel-
miştir. Ben İslam’ın da Allah ile kul ara-
sında başkalarının rol almasının redde-
dilmesi sebebiyle Hıristiyanlığın o geri
kalmışlığını aştığını kabul ederim. Ama
eğer bugün “bahar” geldiği söylenen
ülkelerin hepsinde eylemleri öncelikle
dinci kesimler yürütüyorsa, demokrasi-
den veya bahardan bahsetmek mümkün
olmaz. Mısır’da Müslüman Kardeşler
(İhvan), Suudi Arabistan’da Selefiler,
Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Ha-
mas, Irak’ta El Kaide, Afganistan’da
Taliban, İran’da ise kendi İslami örgüt-
lenmeleri varken, bütün İslam alemine
çözüm getirmek isteyen tek bir İslami gö-
rüşün olduğunu söyleyemeyiz. Nitekim
bu ülkelerde İslami gruplarla ilgili poli-
tikalar üzerindeki asıl etki sahibinin
dünyayı yöneten emperyalist güçler, ön-
celikle de ABD olduğu görülüyor.
Birlikte anımsayalım. Büyük Orta-
doğu Projesi diye bir proje ortaya atıl-
mıştı. Türkiye’nin de buna önderlik et-
mesi tezi ileri sürülmüştü. 2003 yılı Ma-
yıs ayında Dışişleri Bakanı olduğu zaman
Abdullah Gül “Ortadoğu’daki tüm re-
jimler değişecek” demişti. Irak’ta yaşa-
nanlara dikkat çekerek, “Bütün bölge
halklarına özgürlük verilmedikçe sis-
temler böyle devam edemez” diye ko-
nuşmuştu. Bugün varılan noktada, 10 yıl
sonra hiçbir şeyin değişmediği görülüyor.
Dolayısıyla Mısır’daki olayları Mısır’a
özgü olaylar olarak değil, bütün İslam
dünyası üzerindeki eylemler çerçeve-
sinde değerlendirmek gerekir. Yıllarca
Mübarek’i, sonra da Mursi’yi destekle-
yen ABD, son haftalarda İhvan’ı da
fazla rahatsız etmeden, Mursi’yi devi-
renleri destekler bir tutum içinde. Bu da
uluslararası politikanın devam ettiğini
gösteriyor.
MISIR’IN KÖKLÜ GEÇM���Mısır’ın tarihinde Cemal Abdül Na-
sır gibi büyük bir devrimci devlet ada-mı da çıkmıştır. Yıllardır emperyalizmebu kadar bağımlı olmasını nasıl açık-lıyorsunuz?
Mısır’ın köklü bir geçmişi ve uygar-
lığı vardır. O nedenle İslam dünyası ile
tam bir uyum içinde değildir. Kendi çiz-
gisi içinde evrim gösteren bir toplum ol-
muştur. Mısır milliyetçiliği akımı daha
1880’lerin başında ortaya çıkmıştır. Bu
akımın önceliği de, İslam dünyasının ba-
ğımsızlığından ziyade, Osmanlı Devle-
ti’nden kopmak ve Mısır’ın bağımsızlı-
ğını kazanmak olmuştur. İngilizler
1882’de Mısır’ı işgal ettiklerinde, he-
defleri Süveyş Kanalı’nın denetimidir.
Ama Mısır toplumu içinde de devamlı
olarak ayrılıkçı, milliyetçi hareketi des-
teklemişlerdir. Gerçi Mısır’da Sultan
İkinci Abdülhamid’in paşa sıfatı verdiği
Kamil Bey gibi Osmanlı’ya bağlılığı sa-
vunanlar görülmüşse de, Osmanlı men-
subiyetini ve Türk niteliğini reddet-
mekten ziyade en büyük Arap dilli kam-
panya Mısır’dan çıkmıştır. Bu kampan-
ya da tüm İslam alemini kurtarmak
amaçlı olmamıştır.
“Arap Baharı” olarak nitelendirilensüreç sizce nereye varır?
Farklı ülkelerdeki farklı İslami akım-
ların tek bir çözüme ulaşması kolay de-
ğildir. Tüm bu akımların “İslami” köke-
ninin farklı anlayışlara dayanması, tek bir
İslami anlayışta birleşmenin imkânsızlı-
ğını da büsbütün ortaya koyuyor. Örne-
ğin, 57 devletten oluşan İslam İşbirliği
Teşkilatı’na dikkat ederseniz, bütün bu
olayların içinde en ufak bir yönlendiri-
ci etkisinin, akılcı bir önerisinin olma-
dığını görürsünüz. Çünkü İslam ülkele-
rinin kendi aralarında hiçbir anlaşma, uz-
laşma yoktur. Üstelik önümüzdeki se-
neden itibaren bu teşkilatın başkanlığı-
na Suudi Arabistan’ın gelecek olması,
ARAP DÜNYASINI EN İYİ BİLENLERDEN GAZETECİ, TARİHÇİ ORHAN KOLOĞLU:
BARIŞ DOSTER
Türkiye’nin Ortadoğupolitikası iflas etmiştir
Orhan Kolo�lu
19 TEMMUZ 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
kendi içindeki anlaşmazlığın daha da de-
vam edeceğini gösteriyor.
İslam dünyasında Irak’ın iç karmaşa-
sı biliniyor. Afganistan kaos içinde. Pa-
kistan’da iç çarpışmalar sürüyor. Suri-
ye’yi karıştırmak için oyunlar oynanıyor.
Mısır’ın durumu ortada. “Arap Baharı”
adında yeni bir yapıya yönelen Libya’da ise
yeni anayasa gelecek, sonrasında da ayrı-
lıkçı akımlarla mücadele edilecek. Bu du-
rumda yeni ve ortak bir çözümden bah-
setmek, dünyada hedeflenen demokrasi-
nin yerleşeceğini ummak hayal olur.
Mısır ve Türkiye’deki gelişmelerinbenzerliği yönündeki iddialara ne di-yorsunuz?
Türkiye’de Gezi Parkı eylemleri ile
Mısır’da yaşananları birbirine benzetmek
hatadır. Çünkü Türkiye’de en az 140 sene
önce başlayan parlamenter sistem kav-
gası, daha sonra bütün gücü Meclis’e ta-
nıyan sisteme dönüşmeyi başarmıştır.
Ama toplumun tabanının, en alt sınıfın
etkin olması için de en az 80 yıldır mü-
cadele sürmektedir. Bu süreç ve bu ya-
pının olgunlaşması Mısır’ınkiyle aynı
değildir. Dahası, Türkiye sadece kendi
açısından demokrasiye yönelmeyi değil,
Avrupa Birliği içinde demokratik yapı-
sıyla yer almayı da hedeflemiştir. Dola-
yısıyla toplumun davranışında özellikle
Gezi Parkı olaylarını ele alınca, çok
farklı bir anlayışın bulunduğu hemen gö-
rülüyor. Mısır’da yaşananlar ile Gezi Par-
kı sürecini aynıymış gibi sanmak yanlış-
tır. Ancak ne yazık ki bizdeki iktidar böy-
le bir değerlendirmeye meyyal görünü-
yor. Fiziki şiddetten ve silahlı eylemler-
den tamamen arınmış masum gösterileri
Mısır’daki olaylara benzetmeye kalkış-
mak büyük hatadır.
YEN� OSMANLICILI�INPER��AN HAL�
Batının Ortadoğu’ya, İslam dünya-sına, Türkiye’ye bakışı değişiyor muyoksa oryantalist bakış açısı sürüyormu?
Batıdaki bakış açısı, bundan önce
oluşturulan doğuyu sömürmeye odak-
lanan politikasından farklı değildir. Dik-
kat ederseniz, batının tam desteğine sa-
hip olan Suudi Arabistan ve Birleşik
Arap Emirlikleri, olaylar yüzünden eko-
nomik bunalımı derinleşen Mısır’a des-
tek vermede öne çıkarıldılar. Öte yandan
bundan evvel Katar tarafından yapılan
ekonomik destek şimdi kesilmiş oldu.
Demek ki sermayelerinin en büyük kıs-
mı Batı dünyasında yatmakta olan bu
Arap ülkeleri, politikalarının ve mali güç-
lerinin etkilenmesini önlemek için dal-
galanan politikanın içinde yerlerini al-
maktalar. Yoksa bütün İslam dünyasına
bağımsızlık hareketi getirme gibi bir
anlayışları yoktur. Batı perde gerisinden
oyununu sürdürüyor.
Hükümetin “Yeni Osmanlıcılık” po-litikası ne durumda?
Hükümetin iktidara gelişiyle birlikte,
yeni bir dış politika oluşturma yolunda
önemli adımlar atıldı. Bunda özellikle bir
akademisyen olan Ahmet Davutoğlu’nun
etkisinin büyük olduğunu kabul etmek ge-
rekir. Çok farklı bir anlayışla, özellikle İs-
lam dünyasına ve Ortadoğu’ya yönelik gö-
rüşler getirdi. Bu görüşlerin “Arap Ba-
harı” denilen süreçte de etkisi vardır.
Elimde bir rapor var. Dışişleri Bakanlığı
Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce Ma-
yıs 2013’te basılmış. Adı “A Dictionary of
Turkish Foreign Policy in the AK Party
Era: A Conceptual Map”. Yazarları Sa-
karya Üniversitesi’nden Murat Yeşiltaş ve
Ali Balcı. Bu raporda Davutoğlu’nun
politikası ayrıntılı olarak anlatılıyor ve sa-
vunuluyor. Bakanlığın bastığı bu resmi ya-
yında hükümetin dış politikası şöyle izah
ediliyor:
“Davutoğlu’nun genel egemen gö-
rüşüne göre, 2000’in ilk 10 yılının son çey-
reğinde Ortadoğu’daki girişimler artmış,
klasik Batı politikasından kopulmuştur.
Açıkça batıdan doğuya yönelme olarak
laiklikten İslamcılığa ve Avrupa Birli-
ği’nden Ortadoğu’ya yönelinmiştir. Bunu
AK Parti’nin İslamcılığı diye niteleyen-
ler vardır. AK Parti ise Ortadoğu mese-
lesinin parti ideolojisiyle ilgisi olmadığını,
bunun tarihin normalleşmesi ve batıya
yönelik tek boyutlu politikanın yerini çok
boyutlu politikanın alması olduğunu sa-
vunmaktadır”.
Bu raporun en son paragrafı ise Bü-
yük Ortadoğu Projesi ile ilgili ve şöyle de-
niyor:
“BOP bölgedeki Müslüman ülkelere
demokrasi ihracı amaçlı bir siyasi proje-
dir. Bush zamanında başlatılmıştır. Böl-
ge ülkelerinin ekonomilerini evrensel ti-
carete açmaları da amaçlanmıştır. Ama
dünyada ABD’nin “terörizmle mücade-
le” konulu egemenlik projesi çerçevesinde
nitelendirilmiştir. Türkiye’de bile Türk dış
politikasının ABD’nin tekeline sokul-
ması şeklinde yorumlanmıştır”.
Bu raporun son cümlesinde de AKP
hükümetinin BOP’u reddettiği yazıl-
mış.
Bu rapor gerçeklerle ne kadar örtü-şüyor?
Başbakanın ilk günden beri kendisi-
ni Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesin-
de eş başkan olarak tanımladığını bili-
yoruz. Bu yönde çok sayıda açıklaması,
demeci var. Bu konudaki gayreti bilini-
yor. Onun partisine yakın iki akademis-
yenin yazdığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın
bastığı bir raporun son cümlesinde AKP
hükümetinin BOP’u reddettiğinin ya-
zılması, BOP’un işlemez hale geldiğinin
kabul edildiğini gösterir. Aynı zamanda
İslam dünyasının iç olaylarının da çö-
zülmez hale geldiğinin itirafıdır. Irak’ı üçe
bölme çabalarını, Suriye’deki dış destekli
iç savaşı, Türkiye’deki Kürt ayrılıkçı ha-
reketini, Filistin’e yönelik İsrail eylem-
lerini incelediğimizde, bölgeye demok-
rasi getireceği söylenen BOP’un hayal ol-
duğunun, iktidar çevrelerinde bile kabul
edilmeye başlandığını görüyoruz.
B�R ZAMANLAR L�BYA VEKADDAF�
Çok iyi bildiğiniz ve uzun yıllar ya-şadığınız Libya’da olanları nasıl görü-yorsunuz?
Kaddafi’nin 40 yıl yönettiği Libya ile
Türkiye’nin ilişkileri çok ilginç bir süreç
izlemiştir. Bir yandan Kaddafi, hem
mali desteği, hem de benzin ve askeri
malzeme yardımıyla Kıbrıs olaylarında
Türkiye’ye büyük destek vermiştir, bir
yandan da dünyayı idare etme hayali çer-
çevesinde Türkiye’yi peşine takmaya
çalışmıştır. Onun bu tutkusu kalıcı iş-
birliği yapılmasını engellemiştir. Kad-
dafi’nin iktidardan düşürülmesinden 5-
6 ay önce Başbakan Erdoğan kendisini
Libya’da ziyaret etmişti. İki lider baş
başa, Afrika’ya yönelik açılım konusunu
da içerdiği anlaşılan bir görüşme yap-
mışlardı. Önemli olan bu görüşmenin iç-
eriğinin Türk hariciyesi tarafından dahi
bilinmemesidir. Çünkü baş başa yapılan
bu görüşmede tercümanlığı Libya kö-
kenli tercüman yapmıştı. Bundan birkaç
ay sonra Kaddafi devrilip öldürüldü.
Libya iç savaş süreci yaşarken Türki-
ye’nin NATO çerçevesinde Libya’daki is-
yancılara yardımda bulunması düşün-
dürücüdür. Olayların sonunda Türki-
ye’nin Libya ile ilgili tüm maddi bağlantısı
ve geliri koptu. Tıpkı Irak ve Suriye’de
olduğu gibi ekonomik kayıplar gündeme
geldi. Tüm bu yaşananlar, bir yandan
BOP ya da ondan bağımsız bir “İslam
dünyası projesi” gibi düşünceler oluştu-
rulurken, gerçekte tam tersi gelişmele-
rin yaşandığını gösteriyor. Ülkeler bö-
lünüyor, parçalanıyor. Türkiye’nin Lib-
ya politikası da çökmüş oluyor.
Hükümetin Suriye’yle ilgili politikasıda çöktü, beklentileri gerçekleşmedi.Bu konudaki yorumunuz nedir?
Suriye’nin özellikle İsrail’in Filistin ve
Lübnan’a yönelik eylemleri nedeniyle,
daha Hafız Esad zamanında sert bir re-
jime dönüştüğü bilinir. Bu dönüşümde iç
etkenlerden çok dış etkenler yönlendiri-
ci olmuştur. Hem Hafız Esad zamanında
hem de Beşar Esad zamanında Suri-
ye’ye gitmiş, o ülkeyi yakından tanımış biri
olarak şöyle düşünüyorum. Beşar Esad,
zaten asker kökenli olmaması nedeniyle
ılımlı bir politika izliyor, bunu da toplu-
ma yerleştirmeye çalışıyordu. Ben buna
tanık oldum. Hatta katıldığım bir tarih
kongresinde, hep adet olduğu üzere,
Arap bilim insanlarının Osmanlı Devle-
ti’ni ve Türkleri yeren bildiriler sunmak
yerine, daha soğukkanlı ve bilimsel bil-
diriler sunmaları dikkatimi çekmişti. Kal-
dı ki AKP iktidarı da Beşar Esad ile dost-
ça ilişki içindeydi. Bu birden bire tersine
döndü. Hatta Türkiye’nin Suriye’ye mü-
dahale etmeyi düşünmesi, bu müdahale-
ye ABD ve AB’den destek gelmesi ça-
baları öne çıktı. Bu da çok şaşırtıcı bir po-
litika değişikliği oldu. Bölünmesi için
Suriye’ye Irak’tan Kürt girişi sağlandı. An-
cak Türkiye için de aynı Kürt eyleminin
geliştirildiğini unutmamak gerekir.
Gelişmeler sonrasında Türkiye’nin
ekonomi gelirinde çok önemli rolü olan
Güneydoğu sınır ticareti sıfıra düştü.
Böylesine büyük bir etkiyi hazırlayan po-
litikaya çok dikkat etmek gerekir. Bu Su-
riye’nin gerçekleştirebileceği bir şey
değildir. Büyük güçlerin işidir. Türki-
ye’nin kendi içinde önemli bir Kürt so-
runu gündemdeyken, Suriye’deki olay-
larla ilgili ne yapabileceğimiz hakkında
fikir yürütmek kolay değildir. Nitekim
yukarıda adını verdiğimiz Dışişleri Ba-
kanlığı raporunda da bu konuda hiçbir
kayıt yok. Bu da Suriye politikamızın if-
las ettiğini gösteriyor.
19 TEMMUZ 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Müslüman Kardeşler’in iktidarını devrim-
le yıkan Mısır halkının hikayesini en iyi an-
latan yazarlardan biridir Necib Mahfuz. Ha-
ziran Devrimi’ni göremedi ama, bütün ro-
manlarında Mısır’ın bağımsızlık hareketi, iş-
gal dönemi, Nasır Devrimi, Enver Sedat ik-
tidarının özellikle orta sınıfta yarattığı et-
kileri, toplumsal dönüşümleri gerçekçi sa-
nat anlayışıyla ortaya koydu. Mısır halkı için
son derece belirleyici olan bu önemli dö-
nemlerde sergilediği siyasi duruşundaki
dalgalanmalar çok tartışma yarattı.
Özellikle Enver Sedat’ın İsrail’le imzala-
dığı Camp-David Anlaşması’na destek ver-
mesinden sonra gelen Nobel Edebiyat Ödü-
lü edebiyat çevrelerinde hep sorgulandı. İşin
daha da ilginci 1988’de Necib Mahfuz’a ede-
biyat ödülü verilirken, Mısır ve İsrail devlet
başkanları Enver Sedat ile Menahem Begin
Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü.
Necib Mahfuz ödülü almadan önce, No-
bel ödülüne kuşkuyla yaklaştığına dair açık-
lamalarına rağmen ödülü reddetmemesi de
çok konuşulan tutumlarından biri oldu. Aynı
şekilde İsrail’le yakınlaşma politikasını izle-
yen Enver Sedat’a destek verdiği için kök-
tendinciler tarafından eleştirilmesine karşın,
yakın zamanda Müslüman Kardeşlerle girdiği
dostluk ilişkisi de çok tartışıldı. Son dönem-
de Müslüman Kardeşler’ e
üye olduğunu söylentilerini
sürekli yalanladı. 1950’li yıl-
larda Milliyetçi Parti’nin sol
kanadına yakın duruyordu.
1952’ de Temmuz devrimi-
ni destekledi. El Ezher ta-
rafından “Dini aşağılıyor”
gerekçesiyle “Mahallemizin
Çocukları” adlı romanına
uzun süre yasak getirildi.
1980’lerde Necib Mahfuz’u
yayımlamak ve okumak, Sal-
man Rüşdü’nün başına ge-
lenler gibi tehlikeli bir hale
dönüştü.
BA�KANIN ÖLDÜRÜLDÜ�Ü GÜN
Romanlarında Mısır’ın bu
önemli dönemleri, orta sınıfa ait
kahramanları simgeleştirerek,
devrimlerini, karşıdevrimlerini,
isyanların gelişme gerilimini, geçmişin he-
saplaşmasını ustaca yansıttı. Siyasi konu-
mundaki çelişkili durum ne olursa olsun, top-
lumsal değişmenin dinamiğini kavrayarak, si-
yasi açmazların toplumda yarattığı patla-
maları gerçekçi bir biçimde verebildi.
Mısır’ın güçlü tarihi geçmişi, kültürü acı-
masızca parçalanırken, çaresiz isyanını ve öf-
kesini somutlaştırdığı kişilerle romanlarından
yansıttı.
“Başkanın Öldürüldü-
ğü Gün” romanı, Enver
Sedat’ın öldürüldüğü günü
anlatıyor. Roman ilerle-
dikçe büyüyen gerilimi,
içten içe dalgalar halinde
okuyucuya aktarmayı ba-
şarıyor.
Romanda 1980’lerin
başında, yazarın hiç ay-
rılmadığı ve romanlarının
değişmeyen mekanı Ka-
hire’ de yaşayan orta sı-
nıfa mensup bir aile
konu ediliyor. Necib
Mahfuz toplumsal ger-
çekçilik adına tipik ola-
nı seçip çıkartıyor ve ba-
şarılı bir şekilde karak-
terize ediyor.
Kahramanlar, simge
adlar taşıyor. Necib
Mahfuz, hemen hemen bütün romanlarında
simgeleşmiş tiplerle, gerçekleri ve geleceği de-
rin bir sezgiyi somutlaştırıyor.
“Başkanın öldüğü gün”de Enver Sedat
fırsatçı, ikiyüzlü Enver Elem tipinde ka-
rakterize ediliyor. Randa’nın duyarsız, ilgisiz,
halk gerçeğinden uzak, neoliberal babası
Mübarek, Enver Sedat’dan sonra Mısır’ın
üzerine kabus gibi çöken Hüsnü Mübarek’in
habercisidir.
Romanda kahramanlar, dede Muhteşim
Seyid, torun Elvan Favaz Muhteşim ve ni-
şanlısı Randa Süleyman Mübarek, olayları ve
düşüncelerini, sıkıntılarını kendileri anlatıyor.
Yazarın genellikle romanlarında tercih et-
tiği bu teknik, içerikte yaratmak istediği et-
kiyi güçlendiriyor.
MUC�ZE BEKLENT�LER� 80’li yaşlardaki Muhteşim Seyid, Mısır’ın
gelenekselci yapısını temsil ediyor. Diğer ro-
manlarında da eski Mısır’ın tüm geleneksel
yapısını bünyesinde toplamış bu tiplemeyi,
farklı karakterlerle izleyici ve gözlemci ola-
rak işlevlendiriyor. “Zamanın iki ucundaki
eki ‘ben’ ile şimdiki ‘ben’ karşı karşı geli-
yorlar” diyerek ikiye bölündüğünü hisseden
Muhteşim Seyid, sürekli geçmişiyle he-
saplaşarak, yenilgiyi dualarına saklanarak ka-
bullenmiş biri. Nasır dönemini de yaşadığı
için ister istemez sürekli o zamanlar ile “şim-
diki” Enver Sedat dönemiyle karşılaştırmalar
kuruyor. Geleceği temsil eden torunu Elvan
için çok endişeleniyor. Sakin sakin dualar-
la başlayan iç konuşmaları, yoksulluk ve ça-
resizliğin etkisiyle Allah’a siteme dönüşüyor.
Kaderini değiştirememenin bunalımıyla
yarattığı öfkesini, mucize beklentisiyle ya-
tıştırmaya çalışıyor: “Dua et, göster muci-
zelerini Seyid el Hanefi!”
Enver Sedat’ın “İnfitah” Açık Kapı po-
litikasının yarattığı orta sınıfın hızla yoksul-
laşması, toplumun bozulması, rüşvetin yay-
gınlaşması, fırsatçıların zenginleşmesi en çok
Muhteşim Seyid’in simgelediği kesimi etkiler.
Nasır dönemini de yaşamıştır çünkü. Kıyas-
lamalar yapar, toplumsal yıkımı yakından gö-
rür. “İntifah”, açık kapı 1980’li yıllarda Mısır’ın
karanlık geleceğini belirlerken, 1980’li yılla-
rın karanlığı Türkiye’de de yayılmaya başla-
mıştır. Şaşırtıcı benzerliklere romanı okurken
rastlamak mümkün oluyor.
Torun Elvan Fayaz Muhteşim, nişanlı-
sı Randa’dan yoksulluğu yüzünden ayrılıyor.
Geleceğin temsilcisi olmasına rağmen, her
geçen gün yıkıma giden Mısır’ın karanlı-
ğından ürküyor. Umutsuzdur. Çıkış yolu bu-
lamaz. “Sizi halkın ta içinden seçtik” sözü-
nü tekrarlayarak, olup bitenden şaşkın şöy-
le düşünür:
“Biz halkız, sizi halkın ta içinden seçtik.
Aşk, umudun içine sardığımız bir buket gül-
dü. İlk başkanımızı kaybettik… Bir başka baş-
kan, öteki ile taban taban zıt biri, gelip bizi ye-
nilgimizden selamete çıkarmak istiyor…”
Enver Sedat’ın öldürülmesinin, Elvan’ın
kaderini de belirleyen olaylarla aynı paralel-
likte gelişmesi, suikast sonrası belirsizliği, ka-
ranlığın daha koyulaşmasını okuyucu derin-
den hissediyor.
Elvan’ın, çalışmaktan kendilerine bile
ayıracak zamanları olamayan anne ve baba-
sı yitik kuşağın temsilcileri olarak arka plan-
da yer alırlar. Nişanlısından ayrıldığı için
çok üzgün olan Elvan’a anne ve babasının söy-
lediği şu sözler, o yitik kuşağın ne halde ol-
duğunu anlamaya yetiyor da artıyor:
“Senden ve ülkeden konuşmayalım ar-
tık! Sanki sadece senin uğruna çalışıp di-
dindiğimizi sanıyorsun. Kendi sorunlarını
kendin çöz, bırak ülkenin sorunlarıyla da Al-
lah ilgilensin…”
EN BÜYÜK MUC�ZEMısır edebiyatının en üretken yazarı olan
Necib Mahfuz, bu kısa ama etkili romanın-
da yer yer şiirsel anlatımıyla dönemin Mısır’ını
edebiyatın gücüyle gözler önüne seriyor.
Anlıyoruz ki, devrimler hiçbir zaman sui-
kastle başlamaz. Suikastler karşıdevrimin te-
tikçisidir. Mısır halkının nefret ettiği Enver
Sedat’ın suikastla öldürülmesi, emperya-
lizmin kışkırttığı ve yönettiği dinci gericili-
ğin egemenliği Mısır’ı yıllarca kıskacına al-
sın diyedir. Ta ki, 2013’ün Haziran’ına ka-
dar. Haziran’da ayağa kalkan, emperyaliz-
min oyunlarını boşa çıkarma gücünü gös-
teren halkın, 1980’lerde içten içe kaynamaya
başlayan sıkıntısı, öfkesi, umutsuzluğu yeni
kuşaklarca umuda, devrime dönüşüyor.
Zaman, mucizeler bekleme zamanı değildir
artık, en büyük mucizeye; halkın haklı gü-
cüne inanma zamanıdır.
EN ESKİ UYGARLIĞIN EN YENİ DEVRİMİ VE NECİB MAHFUZ
Umuda sarılan gül buketiBİLGE MUTLU
Ba�kan�n Öldürüldü�üGün, Necib Mahfuz,
K�rm�z� Kedi Yay�nevi, Çev:
�lknur Özdemir, 104 s.
Necib Mahfuz
“Pirincin içindeki kara taşlardan korkma ak olanlardan kork.”
Japon Atasözü
Jean Christophe Grange’in romanları
kapsamlı, gerilim dolu ve içinde ma-
cera haritaları barındıran birer reh-
ber. Dünyanın değişik coğrafyalarını
romanlarına mekan olarak seçip seçti-
ği ülkelerin geleneklerini, insanlarını,
hayat tarzlarını, tarihlerini, çekincele-
rini ve umutlarını irdeleyen Grange,
gerilim/macera kalıbını estetize ederek
genişletenlerden.
Yazarın Doğan Kitap tarafından çı-
kan son romanı “Kaiken” ile bu sefer
Japonya’ya doğru akan sayfalar bu ilgi
çekici büyük uygarlığa adım adım giri-
şi sağlıyor. Japon kültürü içindeki onur
ve intihar kavramlarının özünde var
olan geleneksel gerilim, romanın ilk
bölümünde kendini hissettirmeye baş-
lıyor. Japon kimliği küreselleşen dav-
ranışların içinde en çok ve en çabuk
ayırt edilen özel kimliklerden ve bu
durum “Kaiken”de olaylara emdiril-
miş. Cinayetlerin izdüşümünde Avru-
pa’dan Uzakdoğu’ya akan hikaye bı-
çak sırtı bir okuma sunuyor.
�Ç DÜNYALARIN A�IRLI�IBilinen polisiye/macera romanları-
nın aksine Grange’in kitaplarındaki ka-
rakterlerin psikolojik irdelemeleri oku-
yucuyu yabancılaşmadan kurtarıyor.
“Kaiken”deki Komiser Passan da, etra-
fında şekillenen diğer karakterler de iç
dünyalarıyla romanı dolduruyorlar. Pas-
san’ın Japonya merakı ve bu merakın
geçmişe ulaşan izleri hikaye hakkında ip
uçları verse de Grange’in şaşırtmadaki
ustalığı yine ön planda. İki kola ayrılan
kurgu, algı kapılarını zorlarken okuma-
nın verdiği hazzı da ikiye katlıyor.
Hamile kadınların ve bebeklerinin
öldürülmesiyle, gerilim; geçmişin say-
faların koridorlarından koşar adım
ilerlemesiyle de bir macera romanı
“Kaiken”. Konunun karmaşık fakat
kaostan uzak olması zihinlerde bul-
maca çözüyor hissi bırakıyor. Gran-
ge’in daimi okuyucusu Grange’in sürp-
rizlerine aşina olsa da seri olarak oku-
duğu kitabın sonunda yine şaşıracak.
Grange’i okumaya “Kaiken” ile başla-
yan okuyucu ise usta gerilim/macera
yazarının diğer kitaplarını merak ede-
cektir kanısındayım. Daha da önemlisi
diğer kitapları da okuduğunda Gran-
ge’in kendi romanı üzerinde ilk deney-
sel değişikliklere “Kaiken” ile başladı-
ğını saptayabilecektir.
Passan’ın ve karısı Naoko’nun ha-
yatları hakkında derinlemesine bilgiler
edinirken teknik olarak klasik Fransız
edebiyatının izlerini bulmak çok satan
bir kitaptan beklenmeyecek bir şey.
Yine de küçük bölümlerle göze ve aka-
binde zihne domino etkisi yaratmak,
bilindik bir Hollywood taktiğinin roma-
na uyarlanmış hali. Konu olarak ise
Passan’ın ve Naoko’nu arkadaşları San-
drine’nin öldürülmesiyle oluşan keskin
çatallanma bir yerden sonra iki ayrı ki-
tap okuyormuş duygusu bırakabilir.
BROWN MU, GRANGE M�Gerilim/macera/polisiye türü ro-
manlardan söz açıldığında günümüzde
tartışmasız iki yazar karşılaştırılır: Dan
Brown ve Jean-Christophe Grange.
Dan Brown’un gizemci havası, Gran-
ge’in ise gerçekçi kurgusu ön plandadır.
Buna istinaden Dan Brown “gösterme-
mek”le merak unsurunu uyandırmayı
seçer ve bu çoğu zaman uyuşturma hissi
yaratır. Grange ise coğrafyayı, karakter-
leri ve olayları apaçık önümüze sererek
okurdan yeni bir yol seçmesini ister, bu
da çoğu zaman okura, üretiyor olma
duygusu verir.
Kurguda derinlik açısından Grange
bir adım önde olsa da
şekil olarak tüketime
yönelik kitaplar üret-
tiklerinden hızlı okun-
mayı sağlayacak senar-
yovari tarzı her ikisi de
romanlarında aynı şe-
kilde uygular.
Dünya’nın değişik
yerlerini mekan olarak
seçmek kronolojik ola-
rak Grange’in icadıdır.
Brown seçtiği ülkeleri
popüler kültürün ışığın-
da anlatırken Grange
ise geçmişten geleceğe
uzanan derinlemesine
bir profil çıkarır yazdığı
ülkeler hakkında.
B�R YAZAR�HANET�
Ticarete endeksli
edebiyatın son yıllarda en çok kullan-
dığı yöntemlerden biri gizli reklam.
Kahramanın arabası, saati, giysileri, yi-
yecekleri, içecekleri, silahı, gözlü-
ğü ve akla gelebilecek bütün nes-
neleri tasvir edilmeden sadece
markası verilerek sayfaların ara-
sına serpiştirilir. Okuyucu sistem
tarafından pompalanan markala-
rın ablukası altında olduğundan
bu ayrıntıyı çoğu zaman atlar
hatta uzun uzadıya anlatılması
yerine kısa kısa marka isimleri
verilmesi işine gelir. Yazarın
tasvir ve tanım yaparak enerji
harcamak yerine var olan çar-
kın enerjisinden faydalanması
ve bunu yüksek miktarda para-
lar için yapması hoş karşılana-
bilir mi?
Roman sanatının ticari kaygılar ve
sistematik sömürü ile anılması onayla-
nabilir mi? Hızlı tüketim malı haline ge-
tirilen kitapların hipnoz
aracı olarak kullanılması
da kabul edilemez. Yine
de bazı anlatımlarda
marka adının karaktere
ve ortama birçok şey
kattığı da bir gerçek. Bu
ikilemde iyimser veya
karamsar olmadan sana-
tın, emeğin, yazarın ve
okuyucunun yanında ol-
malı. Bir sayfada dört
beş tane küresel firma-
nın ismi yazılmış olması
edebiyat adına sırıtıyor-
sa yazar ihanet içindedir.
“Kaiken”e bu açı-
dan baktığımızda du-
rum maalesef iç açıcı
değil. Grange’in diğer ro-
manlarından daha yoğun
bir şekilde gizli reklam
karşımıza çıkıyor. Önce-
leri araba, silah ve giysi üzerinden sey-
rek bir şekilde kullanılan marka isimle-
ri son romanında yerli yersiz her nesne
için kullanılmış. Muhakkak ki yazarla-
rın çok para kazanmasını isteriz ancak
bunu nitelikli edebiyat ürünleri vererek
kolaya kaçmadan yapmaları en doğru
olanı olmalı. Bir sayfa içinde küresel
içecek içen, bilindik bir arabaya binen,
köşedeki mağazaya gözü çarptığında iç
sesin bunu kendi kendine tekrar etmek
zorunda hissetmesi gizli reklam olmak-
tan çıkıyor ve açık reklama dönüşüyor.
Belki de böylesi hor kullanılan reklam-
lar benliğimiz için daha iyidir. Nasıl der
Japon atasözü: Pirincin içindeki kara
taşlardan korkma ak olanlardan kork.
Pervasızca yapılan reklamların tepki
çekmesi gizli reklam unsurunun kom-
ple tartışılmasına yol açabilir.
Kaiken, ChristopheGrange, Do�an Kitap,
Çev: Tankut Gökçe, 384 s.
ERDEM GEZGİNCİ[email protected]
Grange’nin�a��rtmadaki
ustal��� yine önplanda. �ki kolaayr�lan kurgu, alg�kap�lar�n� zorlarkenokuman�n verdi�i
hazz� da ikiye katl�yor
19 TEMMUZ 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
Grange sokağının Uzakdoğu’su
12 Aydınlık KİTAP
Bazı yazarlar eserlerinde büyük çarpıcı-
lıklar kurgulayarak okurun aklına mıh-
lanmayı hedefler, Yukio Mişima ise bunu
hedefleyerek bir eser verseydi ve sadece
hayatını yazsaydı, aklımıza çakılmak için
sanırım ek bir çarpıcılık kurgulamaya
pek gerek kalmazdı.
Yirminci yüzyıl Japon edebiyatının en
önemli temsilcilerin-
den olan, gerçek adıy-
la Hiraoka Kimitake,
babasının yazar olma-
sına karşı çıkması son-
rası takma adıyla tanı-
nan Yukio Mişima sa-
natın pek çok alanında
özgün eserler vermeyi
başarmış, en çok da
edebiyatta adını du-
yurmuş bir entelektü-
eldi. Onu öykücülüğü,
şiirleri, sayısı kırka va-
ran romanları, yazdığı
modern “kabuki” ve
“no” oyunları (bulma-
calarda sorulan haliyle
lirik Japon dramı) ya-
zarlığı, yönetmenliği,
oyunculuğu ve üç kez
Nobel Edebiyat Ödü-
lü’ne aday gösterilme-
siyle tanımakta yarar var. Zira 1970’de
gözler Tokyo’ya çevrildiğinde hem ede-
biyat tarihinin hem de Japon dünyasının
unutamayacağı bir ölüm seremonisinin
baş aktörü oldu Mişima.
Mişima 12 yaşına kadar büyükanne-
si Natsu’nun yanında yaşar ve büyükan-
ne Mişima’nın karakterinin temellerini
oluşturan en önemli etmenlerin yöneticisi
konumunda olacaktır. Mişima’nın eşcin-
selliğinin, Japon değerlerinin sözcülü-
ğünün, hayatının ve ölümünün nedenle-
ri üzerinde derine inildiğinde karşımıza
büyük ihtimalle büyükanne Natsu çıka-
caktır. Samuray geleneğinden bir aileye
mensup olan Natsu, evlendikten sonra da
ailesinin samuray geleneklerine bağlı
kalmıştı. Mişima da yıllar sonra Japon-
ya’nın değerlerinin “modernizm” adı al-
tında çürütülmesine karşı sert bir duruş
sergileyerek samuray geleneğini savun-
muştur. Hatta bu doğrul-
tuda kılıç ve dövüş ustası
olmuştur.
SIRADAN OLANI RED
“Bir Maskenin İtiraf-
ları” romanı ile 24 yaşında
büyük ilgi gören yazarın
Türkçeye kazandırılmış
“Bereket Denizi” serisi-
nin dört kitabı: “Bahar
Karları”, “Kaçak Atlar” ,
“Şafak Tapınağı “, “Mele-
ğin Çürüyüşü”; “Dalgala-
rın Sesi” ile “Bir Maske-
nin İtirafları”, “Yaz Orta-
sında Ölüm”dü. İnsan ak-
lını darmaduman edebilen,
ayrıntılara verdiği önem ve
betimlemeleri ile okuyucu-
ya yeni bir boyut sunan ya-
zarın son olarak Can Ya-
yınları’nın Mişima kitaplığına kattığı
“Denizi Yitiren Denizci” kitabı Seçkin
Selvi çevirisiyle okurlarla buluştu.
Roman, bir denizci olan Ryuji’nin yıl-
larca denizlerdeki yalnızlığında kurduğu
hayal ve düşüncelerinin, dul bir kadın Fu-
sako’yu tanımasıyla somut, gerçek bir aşka
dönüşümünü, giderek Fusako’nun 13 ya-
şındaki oğlu Noboru’nun kafasındaki bü-
yük kahraman denizciden, annesini elin-
den alan sıradan bir babaya evrilmesiyle,
bir çocuk çetesi tarafından “ölüm”ü ta-
nımasını anlatır.
Ryuji kendi halinde yaşayan, denizi iz-
leyip hayaller kuran ve belirsiz bir ya-
şamda yol alan bir denizcidir. Hayalinde
canlandırdığı kadının Fusako olduğu ka-
nısındadır. Evlenmeye karar verir. Fu-
sako’nun oğlu, Noboru’nun yetişkinlerin
aldatıcı, ikiyüzlü ve duygusal dünyasını
reddeden ve nesnel-
liğe inanmış vahşi bir
çetesi vardır. Anne-
siyle evlenerek öz-
gürlük ve umutlarını
ölüme terk eden de-
nizci Ryuji, Nobo-
ru’nun gözünde bü-
yük bir hayal kırıklı-
ğı haline gelir ve an-
nesini böyle biri yü-
zünden kaybetme
fikri ona olan nefre-
tini arttırır. Yalnızlık
korkusu ve öfke No-
boru’nun çetesini de-
nizci üzerine ölüm
planları kurmaya gö-
türür. Kitapta çarpıcı
bir başlangıç olan kü-
çük çocuğun annesinin
yatak odasını rönt-
genlemesi, Mişima’nın
bazı araştırmacılarca
annesine “düşkünlüğü” üzerinden Oidi-
pus komplekslerini akla getiriyor. No-
boru’nun gözünde bir zamanlar kahra-
man olan denizcinin bu kahramanlıktan
feragat etmesine verilen “ölüm”lü ceza,
Mişima’nın gelenekçi yapısının; sıra-
danlığa karşı tepkisi ise kendi yaşamının
özgünlüğünün kitaba yansıması olarak ele
alınabilir.
Japonya’da 1963 yılında yayımlanan
kitap Lewis John Carlino tarafından
“The Sailor Who Fell from Grace with the
Sea” adıyla sinemaya da uyarlandı.
POL�T�K F�GÜR OLARAK M���MA
Mişima, klasik çağ Japon değerlerine,
Samuray öğretilerine çok bağlıydı. Bir di-
ğer bağlılığı da Japon İmparatoru’naydı.
Ama 124. Japon İmparatoru
Hirohito, II. Dünya Sava-
şı’ndan sonra gücünü gü-
neşten alan tanrısallık mer-
tebesinden feragat ederek
onu büyük bir düş kırıklığı-
na uğratmıştı. Mişima güçlü
bir Japonya’nın, gelenekle-
rine bağlı, değerlerine sahip
çıkarak, güçlü ordusuyla,
imparatoruyla dış ülkelerin
baskılarına, zorlamalarına
ve kapitülasyonlarına karşı
dik durarak var olabileceği-
ni düşünerek, idealize edi-
yordu. Bununla birlikte, dö-
neminin Japonya’sının siya-
sal kargaşalarını ve eski düş-
manı ABD ile antlaşmalarla
bağlanmış olmasını tiksintiy-
le karşılayan bir partizan ha-
line gelmişti.
Marguerite Yourcenar
“Mişima Ya da Boşluk Algı-
sı” adlı kitabında Yukio Mi-
şima’nın eserlerini, yaşam felsefesini ve
hayatını incelerken yazarın politik görü-
şü ve tavrı için şöyle diyor:
“Ülkesinin bozgunundan ve bu boz-
guna eşlik edip onu izleyen olaylar: Fet-
hedilen adalarda askerlerin ve sivillerin
kitlesel kıyım ya da intiharları; yeri gel-
diğinde zikrettiği Hiroşima; ‘Bir Maske-
nin İtirafları’nda devasa bir fırtınanın ya
Denizi Yitiren Denizci,Yukio Mi�ima, Can
Yay�nlar�, Çev: SeçkinSelvi, 156 s.
Mi�ima Ya Da Bo�lukAlg�s�, MargueriteYourcenar, Can
Yay�nlar�, Çev: HaldunBayr�, 112 s.
DAMLA [email protected]
Ölümünbüyüsüne
tapınan yazar: Mişima!
19 TEMMUZ 2013 CUMA
19 TEMMUZ 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAP
da bir depremin sonuçları gibi tasvir edi-
len Tokyo bombardımanları; çoğu zaman
sadece ‘galip adaleti’nin işlediği siyasi da-
valar; yirmi yaşında bir genç adamın ze-
kası ve bilinçli hassasiyeti tarafından al-
gılanmayan ya da reddedilen şoklardır.”
“Bu meşrutiyetçi, İmparator’a sada-
katiyle sağcıdır, mazlum ve aç köylülere
bağlılığıyla da solcudur. Hapishanede, sü-
rekli dayak yiyen komünistlerden daha iyi
muamele görmekten utanır.”
“Mişima ya da Boşluk Algısı” kitabı-
nın çevirmeni Haldun Bayrı bir dipnot-
ta çok önemli bir noktaya değiniyor:
“Mişima’nın yaşamöyküsü yazarları
tarafından sık sık kullanılan emperyalist
sözcüğü, faşist sözcüğünden de fazla ya-
nıltıcıdır. Mançukuo Savaşı’na o kadar il-
gisiz kalan İsao da, 25 Kasım 1970 tarih-
li bildirgedeki Mişima da açıkçası em-
peryalist değillerdir. Meşrutiyetçiler ve aşı-
rı sağ milliyetçileridir bunlar. İmpara-
torluğun tekrar diriltilmesi ve antlaşma-
ların yırtılıp atılması düşü gerçekleşmiş
olsa, emperyalizmin de tekrar belirecek
olması muhtemeldir fakat bizi çerçeve dı-
şına çıkarmaktadır.”
Askerlikten çürük raporu ile muaf
olan ve bu kopardığı şanstan dolayı bü-
yük sevinç yaşayan, o dönemde ülkesi uğ-
runa kendilerini feda eden ve iniş ta-
kımları olmayan uçaklarını düşman ge-
milerinin bacasına ya da makine dairesi-
ne doğrultan kamikazelere karşı duyar-
sız olan bu adam, yıllar sonra ülkesinin
yönetiminin eski düşmanın dümen su-
yunda ve yedeğinde siyaset izlemeye in-
dirgenmiş olmasını kabul edemeyecek se-
viyeye gelip, yüz kişilik gelenekçi bir
ordu kurup, Samuray yasalarına bürünüp,
Savunma Bakanlığı’nı basacak; ölümü ise
siyasi manifestosu olacaktır.
M���MA’NIN ORDUSU“Kaçak Atlar”ı bitirdiği sıradadır ki
Mişima, artık “eylem ırmağı” diye ad-
landırdığı şeye kapılarak söylediğine ba-
kılırsa, bizzat tespit ettiği sayı olan yüz ki-
şiyi bir araya getirir ve kendi cebinden as-
keri bir eğitim verdiği Kalkan Derneği’ni
(Tate no Kai) kurar.
Liderinin, yani Mişima’nın ağzından
bu örgüt şöyle tanımlanır: “Kalkan Der-
neği bekleme durumunda bir ordudur.
Günümüzün ne zaman geleceğini bilmek
imkansız. Belki hiçbir zaman, belki de bi-
lakis yarın. Oraya kadar hazır olda kalı-
yoruz. Sokaklarda gösteri yapmak yok,
Molotof kokteylli ya da taşlı kavgalar yok.
En son ve en beter ana kadar, eylemler-
le şerefimizi tehlikeye atmayı reddedi-
yoruz. Zira dünyadaki en küçük ve ru-
huyla en büyük orduyuz.”
Bu süreçte yazar yavaş yavaş belli yol-
lardan geçerek, bütün övgülere, nefretlere
ve çelişmelere eşlik ederek ölmeyi kafa-
sına koymuştur artık.
MODERN ÇA�DA SEPPUKUSeppuku; iç organların dışarı çıkma-
sını sağlayan bir Japon intihar adetidir. Sa-
muray geleneğinde kabahatli olmak, sa-
vaşta başarısız olmak, utanç sayılan bir du-
rumun içine düşmek samurayın yaşamı
boyunca beklediği ölüme korkunç acılar
içinde kendi intiharı ile gitmesini emre-
diyordu. Seppuku, kişinin hazır olduğu an
bıçağı karnına saplayıp sağ-sol hareket-
leri yaparak diyaframını ve midesini par-
çalayıp büyük acılar içinde ölüme ulaş-
masıdır. Zamanla bu tekniğin verdiği
acıyı bir nebze azaltmak üzere, seppuku
yapan kişinin en yakın arkadaşına ölümü
hızlandırmak için seppuku yapan kişinin
kılıçla başını kesme görevi verildi.
O sabah Mişima kalktı, traşını oldu,
üzerinde “insan yaşamı kısa, ama ben
hep yaşayacağım” yazan bir notla birlikte
“Bereket Denizi” serisinin son kitabını ya-
yıncısına gönderilmek üzere bir zarfa koy-
du ve birliğinin üniformasını giydi. Dört ar-
kadaşı (Morita, Furu- Koga, Ogawa, Şibi-
Koga) onu yeni alınmış gıcır bir arabayla
evinden aldılar. Hepsi ‘Kalkan Derneği’nin
üniformaları içindeydi. Savunma Bakan-
lığı’nı basan bu dört adam bir generali re-
hin alıp sandalyeye bağladılar. Bakanlık-
taki bütün birliklerin dışarıda toplanma-
sını, yoksa rehineyi öldüreceklerini bil-
dirdiler. Bunun üzerine 800’e yakın insan
bahçede toplandı ve Mişima balkondan on-
lara manifestosunu sundu:
“Biz Japonya’nın refah sarhoşu ol-
duğunu ve ruhsuzluk içinde mahvoldu-
ğunu görüyoruz... Ona kendi suretini
tekrar göstereceğiz ve bunu yaparak öle-
ceğiz. Sizin için ruhun öldüğü bir dünya-
yı kabullenirken sadece yaşamanın önem-
li olması mümkün müdür?.. Ordu ken-
di var olma hakkını inkar eden o antlaş-
mayı koruyor... (1 yıl önce yenilenmiş olan
Japonya-ABD antlaşmaları) ... Japonlar
olarak temel değerlerimiz tehdit altın-
dadır. İmparatorun artık Japonya’daki
doğru yeri kalmamıştır...”
TAR�H�N UNUTULMAZSAHNES�
Yuhalamalar, küfürler, alçaltıcı sözler
yükselir aşağıdaki kalabalıktan. Mişima
yere oturur ve çoktan planladığı, o an için
hazırladığı bıçakla seppuku yapmaya
başlar. Daha önce kararlaştırıldığı üzere
acısına son verecek ve başını uçuracak kişi
Morita’dır. Ancak Morita yaşlarla dolan
gözleri ve titreyen elleri ile üç kez dene-
mesine rağmen Mişima’nın başını bir
türlü kesmeyi başaramaz ve sadece üç bü-
yük yara daha açılmasına sebep olur.
Bunun üzerine kılıcı elinden Furu-Koga
çeker alır ve tek vuruşla Mişima’nın acı-
sını sonlandırır. O sırada Morita da yere
çöker ve Mişima’nın karnına sapladığı bı-
çakla o da karnını yararak seppuku yapar.
Ancak o kadar güçsüzleşmiştir ki derin bir
yarık açmayı başaramamaktadır, bunun
üzerine seppuku kurallarınca onun da
başı hemen kesilmelidir ve bu görev
gene Furu-Koga’ya düşer. Tarih unutul-
mayacak bir sahneye ev sahipliği yapı-
yordur.
Ölümü sonrası annesinin “Ona acı-
mayın. Hayatında ilk kez yapmayı arzu et-
tiğini yaptı” sözleri Mişima’nın duygusal
alt yapısını anlamamız açısından önem-
lidir. O kimine göre bir “deli”, kimine
göre ise bir dahiydi. Böyle bir ölümü net
olarak açıklayamasak da Yourcenar’ın şu
cümlesi aklıma mıhlanmış belki de en ola-
sı açıklama: “Yaşama doymayan varlık-
larda ölüm düşkünlüğü sık görülen bir
şeydir.”
Ölümünden tam bir yıl önce almayı
umduğu Nobel Edebiyat Ödülü’nün güç-
lü izlenimciliği ve buna bağlı olarak Japon
kültünün geçmişe bağlı yansımalarını
betimlemekte büyük yer etmiş dostu ve
ustası büyük yazar Kavabata’ya gittiğini
görmekten ötürü hayal kırıklığına uğra-
dığı öne sürülecektir. Mişima’nın ölü-
münden bir yıl sonra da Kavabata’nın
mutfakta açık bıraktığı gazla intihar et-
mesi, iradi sonları hep yüceltmiş olan bir
kültürde artık bizi şaşırtmamaktadır. Mi-
şima’nın ölümü üzerine yapılan bir araş-
tırma, o ölene kadar Japon edebiyatında
intihar eden 10 büyük yazarı ve onların in-
tihar yöntemleri üzerineydi. Ancak Mi-
şima seçtiği yöntem ve eylemde bunu ser-
gileyişiyle herkesi geride bırakmıştı.
Mi�ima bir filmde seppuku yapan birkarakteri canland�rm��t�
Lideri oldu�u Kalkan Derne�i (Tate no Kai)
Ba�� kesilen Mi�ima’n�n son resmi
Japonya Silahl� Kuvvetlerinin Tokyo’dakiIchigaya Kamp�’nda ölmeden öncemanifestosunu sunarken
19 TEMMUZ 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Uçaklar gelecekmiş
Korkum yok benim
Kağıt gemilerim, kurşun askerlerim hazır
Hem bunlar bozulursa, babam yenilerini alır
Oktay Rifat
Yaz gecelerinde, siyah bir iplik gibi
uzar zaman, derinleşir. Dalgasız, ka-
ranlık suların kımıltısından farksızdır,
göğün dinginliği. Sokak lambalarının
loş ışığı, meltem rüzgarının ninnisi;
kenti sebepsiz bir romantizme boğar.
İnsanın böyle anlarda mucizelere ina-
nası gelir. Başkalarının şarkılarını işit-
mek, yabancı lisanların çığlığına karış-
mak ister. Çoğalmak…
Daha da zordur yazın cıvıltısında
yalnız olmak… Böyle
anlarda gömülünür
öykü kitaplarına… Bir
diğerinin soluğunu taşır
çünkü onlar. İyi bir
öykü, insanın yalnızlığı-
nı sağaltır. “Öteki”nin
hikayesini anlamlandı-
rır. Öteki, her zaman
insan da değildir. Kaf-
ka, hayvanın duyguları-
nı bile sorgular; hayata
onların gözünden bak-
maya çağırır okuru,
“Hayvan Öyküleri”nde.
“Sıcak soğuk deme-
den, aylardır, benim
evimin önünden yürü-
yerek geçen bu adam
hakkında uydurduğum
hikaye böyle başlıyordu.
Öncesini ve sonrasını bil-
meden, bir iki dakika bo-
yunca gördüğüm halde o adımları onun-
la birlikte o kadar çok saymışlığım vardı
ki artık benim yazdığım hikaye adama,
kendisininkinden daha çok yakışıyordu
bence. Sahi, kendi hikayesi neydi ki?”
(sayfa 94)
Sinem Baş, ilk kitabı olan “Kadınlar
Hamamında Farklı Bir Gün”de öncesini
ve sonrasını bilmediği insanların hayatı-
na eğiliyor. Küçük ama okuyanı sinsice
değiştirmeye başlayan soru işaretleri ko-
yuyor önümüze. Hiçbir fikri yok! Fikir
sahibi olmadığından değil, kendine sak-
ladığından… Kısa öykülerden oluşan ki-
tabın dili oldukça samimi. İçinde bolca
insan ve onların kafamızı çevirip de
bakmadığımız hikayeleri var.
1973 doğumlu Sinem Baş’ın ilk yazı-
sı “Neden Ben”, 1993 yılında Leman
Dergisi’nde yayımlanıyor. O seneden iti-
baren çeşitli gazetelerde muhabirlik
yapmaya başlıyor. 2003 yılında Müjdat
Gezen ile birlikte çalışmaya başlıyor ve
“İtiraf Ediyorum” isimli tek kişilik gös-
terisinin müdürlüğünü yapıyor.
Öykülerinin bazı bölümlerinde rast-
lanan zorlama tasvirler, (sy:87 “Ana da-
mar tıkanınca, kalbe kanı götürmek için
türeyen ve iyilik dolu bir sessizlikle vü-
cudu saran kılcal damarlar gibi sarmıştı
şehri sokaklar” vb.) kitabın bütünlüğün-
de ancak nazar bocuğu kabilinden de-
ğerlendirilebilir. Üslubun bütünlüğünde
bazı aksamalar olsa da, öykülerin sıcak-
lığı, muhtevası okurun belleğinde tat bı-
rakacak nitelikte…
Sinem Baş’ın kitaba ismini veren
“Kadınlar Hamamında Farklı Bir Gün”
öyküsü, çağın ve üzerine bastığımız top-
rağın gerçeklerini, ka-
dınlar üzerinden sor-
gulama çabasına giriş-
se de; benim üzerim-
deki etkisi “Rüstem
Ağa” öyküsü kadar ol-
muyor.
“Bak, ben sana bir
şey diyeyim… Biz tarla
insanı, niye iki gömlek
üst üste giyeriz bilir
misin? … İlk gömlek,
sensindir. Geçmişindir,
hesabındır. Ektiğindir,
biçtiğindir. İkinci göm-
leği buna katmazsın. O
isteklerindir. Bitmeyen
istekleri olur adamın.
Karısı vırvır eder, bi karı
daha ister. Atı ölür, baş-
ka bi at ister. Suyu biter,
su ister. Amma ki ilk
gömlek olmasa, geçmi-
şinin hesabını, bugünkü hesaba karıştır-
mak demektir. Geçmişinin defterini,
kendiyle hesaplaştıktan sonra, dürme-
yen adamdan iş çıkmaz!” (sayfa:56)
Bugünün siyasi ikliminde, memleke-
tin her sathını geçmişin hesapları ve
kinleriyle yönetenler için; Rüstem
Ağa’nın o Anadolu’ya has birikimle dil-
lendirdikleri, cuk diye yerine oturuyor.
Saygıdeğer okur, Sinem Baş’ın bu ilk
öykü kitabı; zaman zaman sizi hayrete
ve hayranlığa düşürecek sonlarıyla, bil-
hassa da okurla kurduğu samimi ilişkiy-
le, bahse konu uzun ve belki de daha bir
yalnız yaz gecelerinde bizleri kalabalaş-
tıracak türden… İyi okumalar!
Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş
mektuptur!
Dumanı üzerindeöyküler
Kad�nlar Hamam�ndaFarkl� Bir Gün, Sinem
Ba�, GeoturkaYay�mc�l�k, 167 s.
DAĞHAN DÖ[email protected]
Bir halk direnişi dünyatarihini nasıl değiştirir?DİLAN ÖZTÜ[email protected]
“Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde
Ölümün anlamı değişti birden
Eskiden yataklarda beklerdik
Ders mi sınav mı görev mi belli değil
Gelecekse ayakta bulsun dimdik
Açılan bir sorumsuz yaylım ateş
Bir top karanfildir göğsümüzde”
Rıfat Ilgaz
Kemal Anadol “Kasırga” eski Yu-
nanda “Aera” anlamına gelen son
romanında da siyasal roman, belge-
sel roman ve tarihsel roman unsur-
larını bir arada bulunduruyor. Akıcı
bir dil ile bir solukta okunan roman
İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanis-
tan’ın direnişine ve sivil direnişin
son kertede Almanya’nın Yunanis-
tan’ı geçip Sovyet Cephesi’ne en
gerekli olduğu yer-
de asker kaydıra-
mamasına sebep
olduğu, bu anlam-
da da savaşın ve ta-
rihin gidişatının na-
sıl değiştiğini, bu
savaşın isimsiz kah-
ramanlarını ve o
koşullarda yaşanan
tutkulu bir aşkı
okuyoruz satır satır.
Ve tabi ki karşı kı-
yıya; karşı kıyıdan
da bakıyor; İsmet
İnönü liderliğinde
barış adası olmuş
Türkiye’nin henüz
20 yıl önce komşu-
suyla yaşadıklarını
unutarak kıtlık gün-
lerinde Kurtuluş ve
Dumlupınar gemile-
riyle Hitler’in açlık-
tan kırdığı Elenlere
yaptığı insani yardımlara. Nitekim
“Karşı Yaka Memleket”, “Büyük
Ayrılık” romanlarında da Ege’nin
iki kıyısını yazan Anadol’a göre
Türk-Yunan dostluğu politikacılara
bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir.
Yazar diğer romanlarında oldu-
ğu gibi bellekli toplum uygar bir
toplumdur şiarından yola çıkıyor;
geçmişte yaşayan değil ve fakat geç-
mişini bugünüyle ilişkilendiren ta-
rih bilinci olan bir toplumun yerle-
şik bir toplum olduğundan beisle
haklı olarak “Demokrasi yerleşik
toplumların rejimidir,” diyor. Mec-
lisinde vekillerinin elinde bir kez
dahi kitap görmenin mümkün ol-
madığı, tarihi dizilerden öğrenen
memlekette demokrasi bilincimizin
neden gelişemediğini; neden “maz-
lum” edebiyatı ile iktidara gelenle-
rin kısa sürede “zalim” kimliğiyle
boy gösterdiğini; neden demokrasi-
yi sandıktan ibaret sandıklarını; bu
toplumu oluşturan kimlikleri tam
olarak tanımlayamamanın kimi ve
neyi temsil ettiğini, hatta ondan
önce görevinin temsil olduğunu bil-
meyen ve fütursuzca “ayaklar baş
oldu diyebilen”, asıl kararı ayakla-
rın verdiğini unutan, halkını ümmet
sayan zalimlerin nasıl ortaya çıktık-
larını da özetliyor aslında.
“Yoldaşlar, size çok önemli ve
tarihi bir haberi ulaştırmak için gel-
dim. Dün, 28 Eylül 1941 günü, di-
ğer sol parti ve sendikalarla işbirliği
yapan KKE öncü-
lüğünde, işgalcile-
re karşı bir direniş
örgütü olan EAM
kuruldu. Amaçları
kuruluş tüzüğün-
de belirtildi. Bun-
lar işgale karşı di-
renmek ve savaş
sonunda ülkede
demokratik bir re-
jimin oluşmasını
sağlamaktır. Dik-
kat ederseniz, sos-
yalizmin kurulma-
sı ilk amaç olarak
belirtilmedi. Çün-
kü öncelikli hedef,
bağımsız ve özgür
bir Yunanistan’ı
gerçekleştirmek-
tir.”
Kemal Ana-
dol’un Yunan bir
direnişçiye söyletti-
ği bu satırlarda her sivil direnişe(!)
uyarlanabilecek bir ruh hali var as-
lında; politik hedeflerimizden daha
önce bu hedefi yerine getirebilmek
önümüzdeki koca canavara, faşiz-
me karşı omuz omuza hareket et-
mek gerektiği.
Kasırga ile ilgili yaptığı bir söy-
leşisinde konu her nasılsa(!) Ge-
zi’ye gelen yazar ve eski vekil Ke-
mal Anadol “Bence her ‘Duran
Adam’ bir demokrasi anıtıdır,” di-
yor; dururken aklımdan geçiyor;
demokrasiyi ‘durmak yok’ diyenler-
den öğrenecek değiliz ya!
Kas�rga - Aera!, Kemal Anadol,
Do�an Kitap, 150 s.
19 TEMMUZ 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Kırım Türkleri’nin bir bölümü, Ukray-
na’ya bağlı Kırım’da Stalin tarafından
kendilerine kötü davranıldıkları iddia-
sı ile İkinci Paylaşım Savaşı sırasında
Almanya adına savaşmaya ikna edildi-
ler. Adolf Hitler adına Sovyetlere karşı
çarpışan Kırımlı Türklerden oluşan
alaylara ‘Mavi Alay’ adı verildi.
Hitler’in ordusuna katılan Kırım
Türkleri, Almanların savaşı yitirmele-
ri üzerine Avrupa’ya kaçmak zorunda
kaldılar. Avrupa’ya kaçan Kırım
Türklerinin yerleştikleri yer
Kafkaslardaki coğrafyaya
benzeyen Kuzey İtal-
ya’daki Pazulla Bölge-
si oldu. Müttefikler
İtalya’ya girince, Kı-
rım Türkleri Alman-
ların denetimi altın-
da olan Avustur-
ya’ya Karnten Böl-
gesinde Ober Drau-
burg çevresine Drau
Nehri kıyısına göç et-
mek zorunda kaldılar. Ne
var ki, Avusturya da 8. İngiliz
Ordusu’na esir düştüler. Bir ay ka-
dar İngiliz kamplarında esir kalan Kı-
rımlı Türkler, 28 Mayıs 1945’de Lon-
dra’dan gelen bir emirle Sovyet birlik-
lerine teslim edilmeleri istenildi. Her
ne kadar İngilizler can güvenliklerinin
korunacağı güvencesini vermişlerse de
ortada böyle bir resmi güvence yoktu.
Devir teslim İngilizlerin Dellach kam-
pında yapılacaktı. Kırımlı Türklerin,
Sovyetler tarafından savaş suçlusu ilan
edildikleri ve kurşuna dizileceklerini
bildiklerinden, İngilizler zaman ka-
zanmak ve öngörülen geleceği ötele-
mek için kimlik tespitlerini olabildi-
ğince geciktirdiler. Sovyetler, firarlar-
dan İngilizleri sorumlu tutacaklarını
bildirince, yapılabilecek başka bir şey
kalmadı.
ÖLÜM AKAN DRAUÜç bine yakın Kırımlı Nazi işbirlik-
çisi, 21 milyondan fazla evladını Ana-
vatan Savunması’nda yitirmiş Sovyet-
ler Birliği’ne iade edilmekten dehşete
düşerek, kendilerini bahar mevsimin-
de coşkuyla akan Drau Nehri’ne ata-
rak intihar etmeyi yeğledi. Kalan 4
bine yakın Kırım Türkü vagonlara dol-
durularak Sovyetlere doğru yola çıka-
rıldılar. Doğu Avru-
pa’da tren yolları
tahrip edildiğin-
den kafilenin ge-
çebileceği tek
güzergâh Türki-
ye üzerinden
oldu. Bu kez Kı-
rımlı Türkler,
trenle Türkiye üze-
rinden Kırım’a geti-
rilirken, Türkiye Cum-
huriyeti’nin kendilerini
kurtarmayı beklediler. Beklen-
tileri gerçekleşmeyen Mavi Alay’ın ya-
şayan son temsilcilerinden 2 bin kada-
rı, Doğu Anadolu Bölgesi’nde Kars’a
ulaştıklarında umutlarını yitirdiler, va-
gon kapılarını kırarak Serder Abad Kı-
zıl Çakçak -Kızılcık Nehri- Baraj
Gölü’ne atlayarak intihar etti. Sovyet-
ler Birliği’ne getirilenlerse, işgalci ve
insanlık düşmanı Nazi’lerle işbirliği
yapmak, vatana ihanet, tecavüz, cina-
yet ve çeşitli savaş suçlarından mah-
kum edilerek kurşuna dizildiler.
Romanın yazarı Coşkun İnce aynı
zamanda Eğitim İş 4 Nolu Şube Basın
Yayın Sekreteri. Romanının kahra-
manları Kırımlı Müslüman Türk İlkay
Sururi ve Kırımlı Yahudi Türk Kızı
Aybüke’yi, İnce’nin okurları “Mavi
Alay Gri Aşk” romanından tanıyor.
Coşkun İnce, “Mavi Alay Gri Aşk”
romanında, bunca acı ve ölüm arasın-
da, Kırımlı Müslüman Türk İlkay Su-
ruri ile Kırımlı Yahudi Türk Kızı Ay-
büke’nin aşklarını anlatıyordu. Aybü-
ke, Yahudi olduğu için Almanya’da
toplama kamplarında, İlkay ise ölüm
treninden kaçabilmiş, kurşuna dizil-
mekten kurtulmuştur.
“Aşk Acıtır Savaş Yakar” bir de-
vam romanı. İlkay özgürlüğüne kavuş-
muş, ancak ailesi ve sevdiği kadın Ay-
bükesi’ni yitirmiştir. Ailesinin Semer-
kant dolaylarında bir yerleşim yerinde
olduğunu bilmesine karşın Aybü-
ke’den hiç haber alamamıştır. Yakala-
nırsa yeniden Sovyetlere teslim edile-
ceği korkusu ile agorafobisi –açık alan
korkusu- olan İlkay, kimliğini gizleye-
rek Ayder’in yerine geçmiştir. İstan-
bul’da takı tasarım işi yaparak yaşamı-
nı sürdüren İlkay, Aybüke’yi aramak-
tan bir gün bile olsa vazgeçmemiştir.
Ne var ki İlkay, Türkiye’ye geçip, İs-
tanbul’a geldiğinde
kendini 6/7 Eylül olay-
ları ortasında bulur.
1955 yılı Kıbrıs’taki
baskılarla biçimlenmiş-
tir. ENOSİS ve Kıb-
rıs’ın Yunanistan’a ka-
tılım planı sonrası orta-
ya çıkan sorunun çözü-
mü için Londra’da gö-
rüşmeler devam eder-
ken, Atatürk’ün Sela-
nik’teki evinin bomba-
landığı haberi gelir.
Demokrat Parti (DP)
yanlısı İstanbul Eks-
pres gazetesi bombala-
ma haberinin radyodan
duyulmasından sonra
gün içinde ikinci baskı-
sını yapmıştır. Gazete
“Atamızın evi bomba-
landı” manşeti ile çıkar. Gazetenin sa-
hibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü
Gökşin Sipahioğlu’dur. İlk saldırı
19.00’da Şişli’deki Haylayf Pastahane-
si’ne yapılır. Sayıları artan provokas-
yoncular Kumkapı, Samatya, Yediku-
le, Beyoğlu gibi azınlıkların çoğunlukla
bulundukları semtleri basacaklardır.
Yağmacılar önce Rum kökenli vatan-
daşların ev ve işyerlerini yağmalarlar.
Sonra yağmalama eylemi Ermeni kö-
kenliler üzerinde uygulanır. Ardından
Yahudi kökenlilere sıra gelir. “Yanlış-
lıkla” Türk işyerleri ve evleri de saldı-
rıdan payına düşeni alır. Olaylarının
yaşandığı dönemde Özel Harp Daire-
si’nde görev yapan, eski MGK Sekre-
teri emekli Orgeneral Sabri Yirmibe-
şoğlu “6-7 Eylül olayları Özel Harp
Dairesi işiydi ve muhteşem bir örgüt-
lenmeydi” diye açıklayacak ve ayak-
lanmanın amacına ulaştığını söyleye-
cektir.
DÖNEM ROMANI YAZMAK“Aşk Acıtır Savaş Yakar” arka
planda bir dönem romanı. Coşkun
İnce, İlkay Sururi, Aybüke, Senya,
Yanya, Umut gibi roman kahramanları
aracılığıyla DP iktidarının koşar adım
diktatörlüğe gidişini, dökülen ilk kanı,
demokrasi şehidi Turan Emeksiz’in öl-
dürülmesini, 1960 İhtilâlinin ayak ses-
lerini, kahramanlarının kişisel öyküle-
riyle anlatıyor.
Coşkun İnce, “Aşk Acıtır Savaş Ya-
kar”da yalnızca anlatmakla yetiniyor
ve anlatırken ‘edebiyat’
yapmıyor, sadece anla-
tıyor. Ama… romanın
son bölümü, önce an-
latılanları kuşkuya dü-
şürecek bir sonla biti-
yor. Üstelik yazar 408
sayfa boyunca okuru
böyle bir son için ha-
zırlamıyor. Kitap ‘de-
vam edebilir’ notunu
taşıyor ki, bu da anlatı-
nın bütünü ile sonu
arasındaki açmazın
belki de sürpriz bir be-
tiğin ikna ediciliğini de
içeren yeni bölümünü
beklemeyi gerektiriyor.
Coşkun İnce, İlkay Su-
ruri’nin yitik aşkı Aybü-
ke ile ilgili bir son dü-
şünmüyor romanda. Ay-
büke ile ilgili gelişmeler için yeni bir
roman muştusu veriyor ve bir üçleme-
ye doğru gidiyor.
Dileyelim ki, bu kez Asur Yayınevi,
“Aşk Acıtır Savaş Yakar”da gösterme-
diği paragraf düzenine de, gerekli ve
kaçınılmaz özeni gösterir.
İnsanlık suçlarınınarasında aşk
A�k Ac�t�r Sava� Yakar,Co�kun �nce,
Asur Yay�nlar�, 408 s.
HALİT PAYZA
Co�kun�nce, “A�k Ac�t�rSava� Yakar”da
yaln�zca anlatmaklayetiniyor ve anlat�rken
‘edebiyat’ yapm�yor, sadece
anlat�yor. Ama… roman�nson bölümü, önce
anlat�lanlar� ku�kuyadü�ürecek bir sonla
bitiyor
19 TEMMUZ 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Çağdaş yazınımızda roman, öykü önemli
türlerdir ama ana damar, kuşkusuz şiirdir.
Ozanlarımızın tümü bu ana damardan
beslense de; ne acıdır ki pek az ozanın bu
damarın gelişip güçlenmesi için gayret
gösterdikleri de bilinen bir gerçektir. Hep
yakınır dururuz. Güzel dizeler çok, güzel
şiir pek az, diye. Gülten Akın’ın “Hayattan
giderek uzaklaştı şiirimiz” saptamasında ol-
duğu gibi yaşamdan kopmuş sözler, yıllar-
dır yinelenen söz öbekleri, alışılmış sesler,
sıradanlık yaratır. Sıradan sözler de şiir için
yüktür. Gerçek ozan, söz yükünü şiir dili-
ne yansıtmaz. Hiç söylenmemişi yeni bir söz
dizimiyle ve çağrışımı yüksek imge zen-
ginliğiyle şiir diline yansıtır.
Sözcüklerin anlam genişliği, ses zen-
ginliği ozana sınırsız olanaklar sağlar. Ni-
telikli okuru derinden etkileyebilmek, oza-
nın dil bilinciyle, dile egemenliğiyle ya-
kından ilgilidir. Ana dilini iyi bilmek ve di-
lin olanaklarını iyi kullanmak, usta ozanın
olmazsa olmazıdır. Bu yetkinliğe ulaşanların
gerçek başarısı kendi sesini bulabilmesi,
daha doğru bir söyle-
yişle şiirinde kendi
sesini oluşturabil-
mesidir. Bu yolla öz-
günlüğe ulaşır ozan.
Özgün şiirler, şiir sa-
natına derinlik katar.
Usta diye nitelediği-
miz ozanlar bilineni,
söylenmişi yineleme-
dikleri için de şiir ev-
renine genç ozanların
gelişimlerine katkıda
bulunacak yeni ola-
naklar sunarlar. Do-
ruklardan düze inen
yağmur suları gibi çoğa-
larak bereketli toprak-
lara yeni canlar, yeni
renkler kazandırırlar.
EL�M EL�NDEKALACAK
“Çakıltaşı” Hidayet Ka-
rakuş’un son şiir kitabı. Günlerdir elimde.
Her şiirden sonra boğazımda bir düğüm.
Yeni sorgulamalar, girişte özetlediğim ge-
niş düşünceler, farklı yorumlar ve iç he-
saplaşmalar.
“Toplumsal sorumluluk, şiirin dışında-
dır” görüşünü çürüten bir kitap “Çakıltaşı”.
Sanatından, şiir dilinden ödün vermeden de
bir ozanın toplumcu şiir yazabileceğinin
yetkin bir örneği. Son yıllarda çıkan şiir ki-
taplarının belki de en çarpıcı olanı.
Kitap altı bölümden oluşuyor: DizelerGeçiyor, Çocuk Coğrafyası, Savaş Boylamı,Küçük Solgun Işık, Özel Coğrafya Dersleri,Şiir Gözeleri.
Kişisel acı ve sevinçlerinden arınmış, sa-
natını insanlığa, insan onuruna adamış
bir ozanın çığlığı bu şiirler. Ölü kuşlar gibi
düşmektedir dizeler. Filistin’de çelik alay-
lara sapan taşlarıyla dur diyen çocukların
yası içindedir ozanın yüreği. Gözlerine
mil çekilmiş tank paletlerinin altında ezi-
liriz bir bir. Sağırlığın cinnetindedir toplum,
“gözlerinde yurtlarının ince kederi”.
Olasılıklar tarihin boşluğuna düşürür
ozanı. Belleği akımsal güçle beslenir, ben-
liğinden uzaklaşır, kıpırdanıp dururken
bedeni safir duygularla dolar. İlkçağı ya-
şamamış bir kabile bulmayı umar, tarih say-
falarından çıkmaktır umudu. Alnına ken-
dini bulan adam, yazılsın ister. İyi ama kim
yazacaktır bunu. Tarih utanç doludur.
Kitaba adını veren çakıltaşı, ozanın
vatan sevgisinin, ülkesine duyduğu büyük
aşkının simgesidir. Vuruşa vuruşa inceldin,
dediği çakıltaşına pençeler uzanmaktadır.
“Korkma bırakma kendini / elim elinde ka-
lacak / koparsalar da kolumu /
sen çakıltaşım / kimsesiz çocu-
ğum yurdum / ben varım ben”
der sevgi dolu içtenliğin ezgi-
si ve özgüveniyle.
Canavarların bile masum
kaldığı dünyada Mardinli ço-
cuğun acısını yaşar, Felluceli
çocuğa seslenir, yaşanan sav-
rulmaları öyküleyerek ev-
rensele uzanır. “sen çalış /
günlük tut tarih düşür / so-
kaklarında dicle gelin / fırat
şehit / paçalarına sıçrayanın
/ damarlarında akıp giden /
yemyeşil bir yaşam / oldu-
ğunu geçir defterine” diye
seslenir. Çocuk Düşünce-
leri şiiriyle çocuk düşlerine
uzanır. Savaşların insan-
sızlıktan ölmesini ister. Bir
akşamüstü parkta oturur,
konuşur dostuyla. Küçük
bir kızın gözüyle bakarlar
dünyaya. Yağmurlar ço-
cuk, yağmurlar şiirdir artık. Şiirler hüzün,
bütün şiirler bizimdir.
GÜN KANARKEN BOMBANEREYE DÜ�ER
Hüzün şiirlerinin doruk noktası ise Çu-
val’dır. Irak’ın Süleymaniye kentinde Türk
askerinin başına geçirilen çuvalı kişileşti-
ren ozan, Türk yazınına başkaldırı şiirinin
en etkileyici örneklerinden birini armağan
etmiş, toplumsal belleğimizden hiçbir za-
man silinmeyecek bu olayı ulusal kimli-
ğimizin bilinciyle şiirleştirmiştir. Son bö-
lüm uyanışın ortak dilidir: “ artık içim boş
değil / liflerim anlar niyetimi / dönüp bak-
mam saldırganın yüzüne / parçalasalar da
etimi kemiğimi / seninle yürüyeceğim / bu
kez canavarın başına / ben geçireceğim
kendimi”
Kandahar’da güneş, “uzak bir komşu
gibi eğilip pencereden / yakılmış evlerin içi-
ne utanarak sokulur”. Gün kanarken ek-
meğe bomba düşer. Otlar gibi, ardıçlar gibi
kimsesizdir çocuk. Bir okyanus olmak,
füze taşıyan gemileri üstünden atmak,
yeryüzünü güllerle donatmak ister.
Şair kardeşim dediği Filistinli Hannan
Avvad’a seslenir ozan. Sesindeki sevinçlerle
doğan sözcüklerin tertemiz aktığı şiirler söy-
lemek, barıştan yapılmış gerçek armağan-
lar sunmak ister ona. Oysa akbabaya kes-
miştir dünya, eskimiştir imgeler. Kanar yü-
reği, için için erir.
Kitabın son bölümünde sanatını etki-
lemiş büyük ozanlara kısa şiirlerle saygısı-
nı sunar Karakuş. “Güneş vardır tarlala-
rında” diyen Cahit Külebi’ye “isterim ki kar-
deş olsun şiirim / anadolunun sesiyle”
diye seslenir. Arthur Rimbaud hayranlığı-
nı “hâlâ şaşarım nasıl taşır bir gemi / harf-
lere vura vura şiirle köleleri” dizeleriyle dile
getirir. “memleketimi varna’dan selamla-
yan memleketlim / sana bir gömlek yolla-
yacağım / türkçenin sesiyle dokunmuş şile
bezi kadar serin” sözleriyle el salladığı Na-
zım Hikmet ise vazgeçilmezidir. Şiir Gö-
zeleri’nin diğer ozanları ise Attilâ İlhan, Fa-
zıl Hüsnü Dağlarca, Karacaoğlan, Edip
Cansever ve Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Şiirler
şu dizelerle biter:
“ – saçların bembeyaz olmuş şair
– acı kullanıyorum da ondan”
Kimi eleştirmenler, “kimsesizlik, Ka-
rakuş’un şiirinin kapsayıcı, giderek belir-
leyici özelliği” görüşündeler. Ben öteden
beri farklı düşünürüm. Hidayet Karakuş şii-
ri, kucaklayıcı, insancıl, çağcıl bir şiir.
Onursuzluğu dışlayan “sevilesi” insanın
sesi, şiiri.
Şiir sanatına anlam katan bu şiirler hep
okunacak, eskimeyecek ve gündemde ka-
lacak. Son söz de “Çakıltaşı”ndan olsun:
“ekmeğimde tüten barışçıl kuş sevgilimdi
/ ömrümde hep seher yeli gibi temiz esti /
felaketini bir sicimle yüreğine sarıp / susuz
bir çobandı kör kuyularda su kesti”.
HİDAYET KARAKUŞ ‘UN YENİ ŞİİR KİTABI ‘ÇAKILTAŞI’ ÜZERİNE
Kör kuyularda su kesen şiirBAHRİ [email protected]
Çak�lta��, Hidayet
Karaku�, Kaynak
Yay�nlar�, 140 s.
19 TEMMUZ 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP
İşiniz yalnızca okumak olsa, hatta hızlı
okuma tekniklerini de kullanabiliyor
olsanız, anlamlı okuma sınırınız günde
kaç sayfadır? 100? 200? Haydi sıktık
dişimizi, 500 olabilir mi? Hatta yemeği
birinin yedirdiğini, tuvalete giderken
bile okumayı kesmediğimizi varsaya-
lım, bin sayfa olur mu? Olmaz mı?
Çok beceriksiziz, çok!.. El alem günde
4.615 sayfa okuyabiliyormuş! Üstelik
kayıtlı kürekli ispatı da var. Bu olağan
üstü başarı öyküsünü, Balyoz Dava-
sı’na bakan savcı ve yargıçlarda gören,
kendi hayatı üstün başarılarla dolu, ül-
kemizin yetiştirdiği en kıymetli komu-
tanlardan olan Erdal Akyazan’ın sa-
tırlarından okuyalım:
“Savcı babalarınız bir id-
dianame hazırladı ve yar-
gıç olan babalarınıza
sundu. Dediler ki, ‘Biz
buradaki adamların
suç işlediğini düşünü-
yoruz, delilleri topla-
dık, onları da sunuyo-
ruz, incele, kabul et ve
yargılamaya başla!’ Sav-
cı babalarınızın hazırladı-
ğı dosya 60.000 sayfaydı ve
yargıç babalarınız bu sayfaları
13 günde ‘İnceledik, bizce de bunlar
suç işlemiş, kabul ettik’ dediler.
Yargıç babalarınız 13 gün boyunca
hiç yemek yemese, hiç çay içmese, hiç
banyoyu kullanmasa ve hiç uyumasa,
durmadan dosya okusa günde 4.615
sayfa incelemiş olur. Sizce gerçekten
günde 4.615 sayfa incelemişler midir?”
Böylesine haklı bir
kahır ve kapkara
bir haksızlık
haykırıyorlar.
Erdal Akyazan,
kamuoyu gün-
deminden hızla
gelip geçiveren
Balyoz Dava-
sı’nın, hukuksuzca
yargılanan subayların-
dan sadece biri. Yargıç
babaları, savcı babaları, çocuklara şi-
kayet ediyor. Hangi çocuklara? “Birin-
ci vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriye-
tini ilelebet müdafaa ve muhafaza et-
mektir!” emrini Atasından almış ay-
dınlık düşünüşlü çocuklara! Çocuklar
duymuş olmalı! Nitekim, Erdal Akya-
zan kendisiyle yapılan röportajında,
“Seslendiğim çocuklar, şu an sokakta-
lar” diyor. “Her yer Taksim, her yer
direniş” sloganıyla tüm ülkeye yayı-
lan başkaldırının sebeplerinden biri
de halka, hakka, hukuka ihanet eden
babalar değil mi zaten? Ne babalar-
mış be! Tüyü bitmedik yetim sloga-
nıyla geldiler, tüyü bitmediğin hak-
larını da ezip geçtiler!
DARBE PROVASISEM�NER
Tiyatral bir kurgu bu. Üst dü-
zey komutanlar darbe provası yap-
mışlar! Kitabın en çarpıcı bölüm-
lerinden birine bırakıyorum satır-
ları: “ ‘Seminer bir darbe prova-
sıydı.’ Bunu ben söylemiyorum. İddia-
namede yazıyor. Peki, bu seminere kaç
kişi katılmış? 162. Kaçı sanık? 50’si.
Kalan 112 kişi konu mankeni mi? 50
kişi prova yapmış, onlar da seyretmiş
öyle mi? Babalarınıza göre öyle. Top-
lam sanık kaç kişi? 365. 365’te 50 mi?
Hani darbe provasıydı?
Bu nasıl provadır
ki, 315 kişi yok orta-
da? Diyeceksiniz ki,
“O 50 kişi elebaşı,
onlar yapmış prova-
yı.” Yönetici, elebaşı,
binbaşı; yönetilen ise
orgeneral o zaman.
Çünkü seminere ka-
tılıp sanık olan bin-
başı da var, seminere
katılmayıp sanık olan
orgeneral de.”
Her satırında ağ-
zınız açık kalıyor. Bir
sonraki satırda karşı-
laşacağınız haksızlı-
ğın ne olduğunu tah-
min bile edemiyorsu-
nuz. Mahkemeye delil
diye sunulan sahte,
saçma hatta alçakça
hazırlanmış kurgu ya-
zılar; yok ıslak imza, yok denize düş-
müş imza diyerek, bir oldubittiye getir-
me durumunun açık delili bu kitap.
Peki neden? Kim ya da kimler istedi
bu oldubittiyi? Ülkenin askeri deha sa-
yılan beyinleri niçin saf dışı bırakıldı-
lar? Bu soruların cevabını sen ben bili-
riz. Bilmeyenler, birilerinin kıçında kıl
olmaya razı kullardır! Terfisi ancak
kulluktan kıllığa olan cehaleti yenebi-
lir, her birini ‘birey’ olabilme onuruna
eriştirebilirsek, işte o gün bizimdir.
Haksızlığın, alçaklığın, şarlatanlığın,
ihanetin olmadığı, insan-
ca yaşama erdemine
erişmiş bireyler toplulu-
ğu…
OKUTUN!Babanı Sana Şikayet
Ediyorum, Balyoz Dava-
sındaki adaletsizlik silsi-
lesinin belgeseli. Sadece
okuyun demiyorum.
Okutun! Okutalım! Bel-
ki ‘kıllar’ okuyamayabi-
lir, okusa anlamayabilir.
Ama sözüm ona yüde 50
denen, aslı ancak yüzde
30’lardan da az olan ke-
simin içinde, kıl olmadığı
halde çıkarları gereği
destek verenler var. Oku-
yan yazan ve okuduğunu
anlayabilecek olanlar. İşte
onlara hediye edelim bu
kitabı. Belki, parmak yalama hayali ile
tuttukları bal teknesinin Türkiye ve
farkına varmadan ettikleri ihanetin
kendi öz evlatlarına olduğunu görür-
ler. Belli mi olur?
Baban� Sana �ikayetEdiyorum,
Erdal Akyazan, Destek Yay�nlar�, 295 s.
EMİNE SUPÇİ[email protected]
Hersat�r�nda a�z�n�z
aç�k kal�yor. Bir sonraki sat�rdakar��la�aca��n�zhaks�zl���n ne
oldu�unu tahmin bileedemiyorsunuz
Armağan edelim bu kitabı
19 TEMMUZ 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Zaytung 2012
Hakan Bilginer, April Yay�nc�l�k, 144 s.
Zaytung, “3-5 tanıdık alsa da masrafı-
nı çıkarsak” motivasyonuyla çıkardığı
2009-2011 Almanak sayesinde plaza
dikme aşamasına gelmiş olmanın he-
yecanıyla sunar: Zaytung Almanak
2012!
“Çoğunlukla gerçekten berbat bir
yıl olan 2012’yi hatırlayacaksanız en
azından böyle hatırlayın bari...” (Zay-
tung Pazarlama Departmanı)
Ana akım medyanın yalanlarını
okumaktansa Zaytung okumayı tercih
ediyorum. Son yılların en güvenilir
haber kaynağı. Bu almanakla Türki-
ye’nin ruhuna nüfuz edeceksiniz. (Koç
burçları edemeyebilir.)
-Emrah Serbes-
Mario ile Sihirbaz
Thomas Mann, Can Yay�nlar�,Çev: Sami Türk, 224 s.
“Mario ile Sihirbaz”, kesin, açık ve do-
laysız diliyle Alman öykücülüğüne
yeni bir üslup getiren Nobel ödüllü
Thomas Mann’ın, hayranlık verici bir
olgunluk dönemi eseri. Herkesi bek-
letiyordu, bunun doğru ifadesi her-
halde böyledir.
Sahneye çıkışını geciktirerek geri-
limi artırıyordu. Bu tavrı anlaşılıyordu
da, ama sonsuza kadar değil. Dokuz
buçuğa doğru seyirciler alkışa başladı,
alkışlamak aynı zamanda alkış isteği-
ni de dile getirdiğinden haklı sabır-
sızlıklarını ifade etmenin sevimli bir
şekliydi. Ufaklıklar için buna katılmak
eğlencenin parçasıydı. Her çocuk al-
kış tutmayı sever.
Dilin Tarihi
Steven Roger Fischer, ��Bankas� Kültür Yay�nlar�,
Çev: Muhtesim Güvenç, 260 s.
“Dilin Tarihi”, bilinen ya da gün yüzü-
ne çıkarılan insan dillerindeki değişik-
liklerin formel ve teknik anlatımıyla ye-
tinen geleneksel dilbilim tarihi eserle-
rinden çok farklı bir kitap.
Eserde sırasıyla bütün hayvanların
dillerinden primat dillerine, genel olarak
Homo Sapiens’lerin dilinden insan dil-
lerinin büyük ailelerine, özgül dil aile-
lerinden yeni küresel toplumun dil kul-
lanımına, internetle birlikte değişen ile-
tişim teknolojisinin dil üzerindeki etki-
sine ve günümüzde “dünya dili” konu-
muna giderek yaklaşan İngilizcenin
muhtemel geleceğine kadar geniş bir
konu yelpazesi üzerinde duruluyor.
Malafrena
Ursula K. Le Guin, Metis Yay�nlar�,Çev: Cemal Yard�mc�, 432 s.
“Malafrena”, yazarın diğer romanla-
rında da olduğu gibi, mekân hayali ol-
masına rağmen resmedilen ortam ve ele
alınan meseleler son derece gerçekçi.
Sansürün insanları susturduğu, kısıtla-
maların her türlü muhalefeti engelledi-
ği, iktidarın katı ve kati bir hal aldığı bir
ülke Orsinya. Malafrena Vadisi’nde ai-
lesiyle birlikte yaşayan başkahraman
İtale Sorde, işte tam da bu koşullarla mü-
cadele etmek üzere güvenli aile topra-
ğını terk edip siyasi çalkantıların hüküm
sürdüğü başkente gidiyor. Amacı, dev-
rimci idealleri doğrultusunda toplumun
özgürleşmesine katkıda bulunmak ama
tüm iyi niyetine rağmen bunun hiç de ko-
lay olmadığını öğreniyor.
Stephen Hawking
J. P. McEvoy, Oscar Zarate, NTVYay�nlar�, Çev: Duygu Ak�n, 176 s.
Stephen Hawking, televizyon şovu The
Simpsons’a bile konuk olan ama aka-
demik camia dışında çalışmaları çok az
anlaşılmış dünyaca ünlü bir fizikçi. Hal-
kın gözündeyse, üstün bir bilimci ve 9 mil-
yon adet satan “Zamanın Kısa Tarihi”
kitabının yazarı.
Hawking’in bilime en büyük katkı-
sı 20. yüzyıl fiziğinin iki büyük teorisini
birleştirmek oldu: Einstein’ın Genel
Görelilik Teorisi ve kuantum mekaniği.
Kitap, Hawking’in yaşamını; çalış-
malarının gelişimini; karadeliğin kıyısı ya
da evrenin başlangıç noktası gibi, temel
yasaların çöktüğü veya üst üste bindiği
alanlar hakkındaki nefes kesen keşifle-
rini inceliyor.
Yasakl�
Ted Dekker, Mart� Kitabevi,Çev: Özlem Gültekin, 513 s.
Nefes kesici bir destan başlıyor. Faniler
serisine hoş geldiniz.
Kaybedecekleri tek bir duygu var-
dı: Korku. Geleceğin korunaklı dün-
yasında bir tek “korku” nedir bilerek
yaşamaya mahkûm edilen insanlar. Ve
bu kaderi değiştirmeye çalışan genç bir
adam.
İnsanoğlu, kendisine dayatılan bir
düzen yüzünden gerçeğe kapadığı
gözlerini bu genç adam sayesinde
açmaya hazırdır! Ancak bu diriliş
büyük bir karmaşayı da beraberinde
getirecektir:
Tüm fani duygular uyanacak; nef-
ret, hırs ve açgözlülük yeryüzüne hâ-
kim olmaya başlayacaktır.
Gece Oturumlar�
Ken MacLeod, Aylak Kitap,Çev: Algan Sezgintüredi, 336 s.
Yaşam kendi halinde ilerlerken, İskoç-
ya’nın başkenti Edinburgh’da bir papaz
öldürülüyor. Bulgular, bu olayın bir te-
rörist eylem olduğuna işaret ediyor.
Akabinde, bir piskoposun öldürülmesiyle
şu soru ortaya çıkıyor:
Artık neredeyse hiç etkisi kalmamış
din adamların neden ve kimler tarafın-
dan öldürülmektedir?
Dinî fanatizm, Aydınlanma, savaş-
lar, küresel ısınma... Günümüzün ve ge-
leceğin bu çok önemli kavramlarını, ya-
rattığı yeni evrende başarıyla yoğuran
genç yazar Ken MacLeod, okuru ihti-
malden ihtimale sürüklerken, varoluş
ve inanç üzerine düşündürmeyi de ih-
mal etmiyor.
Fallus’un Anlam�
Jacques Lacan, Alt�k�rkbe� Yay�nlar�,
Çev: Saffet Murat Tura, 96 s.
Ünlü Fransız psikiyatr ve psikanalist Jac-
ques Lacan ya da Amerikalıların hafif
alaycı bir tonda taktıkları lakap ile Fran-
sız Freud, mirası kolayca değerlendiri-
lemeyecek bir yazardır.
Adı, çağımızı en çok etkileyen psi-
kiyatrlar listesinde ön sıralarda yer al-
masına rağmen böyle bu. Kimileri yere
göğe koyamaz onu; bazı basit den-
klemlerini sloganlaştırarak çarpıcı bir şey-
ler söylemeye çabalar, Lacan’ı putlaştı-
rırlar. Başkaları ise, özellikle psikotera-
pi pratiğine gerçekten ne kattığını sor-
gulayarak küçültür onu. Böyle bir or-
tamda sağduyu ile Lacan’ı değerlendir-
mek güçleşir...
19 TEMMUZ 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Kavgam
Adolf Hitler, Habitus Kitap,Çev: Tuvana Gülcan, 256 s.
Cani küçük burjuva, sırtı ve koca popo-
su okura dönük bir şekilde SA ünifor-
ması içinde aynada kendini Hitler sela-
mıyla selamlayarak kitabı açıyor. Kitapta
Hitler’in “Kavgam”ına uygun olarak
beş bölüm sıralanmıştır: Önderlik ve Sa-
dakat; Propaganda ve Örgütlenme; Kül-
tür Kurucusu olarak Arî Irk; Irkçı Dev-
let ve Irk Hijyeni; Toprak Hukuku.
Okuyucu ve gözlemciye Alman milli var-
lığının en değişmez kurumlarından biri
olan ‘müdavim masası’ eşlik etmektedir.
Ama bira bağımlısı ve laf ebesi müda-
vimleri Nazi Dönemi’nde buluşan bir
masa değil, iktisadi mucizeyi temsil
eden beylerin müdavim masası.
-Peter Haertling-
Gambara
Honoré de Balzac, Dedalus Kitap,Çev: Neslihan Can�o�lu, 80 s.
Paolo Gambara, Balzac’ın en somut ka-
rakterlerinden birisi, cehennemden ve
cennetten dünyaya kaçırdığı enstrü-
manlarla, müziğin yavaş yavaş birleştir-
diği 19. yüzyıl Avrupasından geleceğin
dünyası için en “esaslı” operasını yap-
maya kalkışıyor. Böylece, içinde Kudüs
ve (Hz.) Muhammed temalı operaların
da bulunduğu Üçleme’nin tasarlanma-
sı esnasında, Gambara’nın kendinden ge-
çip soluğunun kesilmesi, kelimelerin
sayfalardan fırlayarak, duvarlara çarpıp
geri dönmesi, romanı bütünüyle bir
senfoniye dönüştürmüş.
Gizli Başyapıt ile birlikte okunabi-
lecek bu roman, bize Balzac’ın, ne kadar
Gambara olduğunu düşündürtüyor.
An�lar �alesi
Tony Judt, Yap� Kredi Yay�nlar�,Çev: Dilek �endil, 172 s.
“Anılar Şalesi”, dejeneratif bir
hastalığın son evrelerinde kendi anı-
lar şalesinin odalarında dolaşan ola-
ğanüstü bir zihnin, zamanımızın en iyi
tarihçilerinden Tony Judt’un içgöz-
lemleri.
Bütünüyle farklı, alışılmadık üs-
lupta yazılmış bir anılar ya da otobi-
yografik denemeler toplamı.
Bir veda konuşması niteliğindeki
kitap Judt’un kendi yaşamına ilişkin
gözlemleri kadar içinde yaşadığı dün-
ya üzerine düşünceleriyle de dikkat
çekiyor: Yemekler, tren gezileri, İn-
giliz eğitim sistemi, 60’ların kültür
devrimi, kitaplar, mekânlar, tarih,
kimlik.
S�n�rlar�n Ötesinde
Buket �ahin, Kaynak Yay�nlar�, 320 s.
Buket Şahin’in “Gezi” Bavulu’nda bu
kez dört kıtadan pek çok seçkin sa-
natçı ve aydınla yapılmış siyaset, ede-
biyat ve sanat sohbetleri var. Çoğu bu-
gün hayatta olmayan 22 aydın ve sa-
natçıyla yapılmış, belgesel tadında
sohbetler...
Noam Chomsky, Eduardo Galea-
no, Eva Golinger, Paul Auster, İlhan
Berk, Burhan Doğançay, Bülent Or-
taçgil, Ara Dinkjian, Şirin Devrim, Ba-
hadır Baruter, Alvaro Arzu, William
F. Engdahl, Andre Vltchek, Michael
Mcmahon, Erdal Öz, Orhan Taylan,
Khaled Akil, Peter Hristoff, Ayşegül
Kuş Durakoğlu, İlhan Mimaroğlu,
Defne Halman, Güngör Mimaroğlu...
Ayr� Dü�mü�üz Yan Yana
Orhan Kahyao�lu, Do�an Kitap, 296 s.
Müzik dünyamızın önemli sanatçı-
larından Bülent Ortaçgil’in hayatı...
Orhan Kahyaoğlu, elinizdeki ki-
tapta, ülkemizin müzik yazarlığı se-
rüveninde örneğine az rastlanan
araştırmacı yaklaşımla, Ortaçgil şar-
kılarının ve Türk Pop Müziği’nin
derinliklerine iniyor, bir senteze ula-
şıyor.
Sanatçının özel yaşamına dair il-
ginç notlarla birlikte Türkiye’nin si-
yasi-kültürel tarihinin Ortaçgil’in ça-
lışmalarına yansımalarını da ele alan
“Ayrı Düşmüşüz Yan Yana”, müzik
dünyamızın önemli sanatçılarından
birine odaklanan temel bir kitap.
�ki �mparatorluk Tek Co�rafya
Melek Delilba��, �thaki Yay�nlar�, 368 s.
“Bir imparatorluğun bir başka impara-
torluğun halefi olması -bu durumda Bi-
zans İmparatorluğu’nun çöküşü ve onun
Osmanlı İmparatorluğu tarafından ika-
me edilmesi- eğer tek taraflı incelenir-
se, doğru incelenmesi mümkün olmayan
bir olgudur. Tarihçi, o dönemde yaşayan
insanların siyasi gelişmeleri, keza eko-
nomik ve demografik değişmeleri nasıl
değerlendirdiğini incelemelidir. Bu araş-
tırma, bir tarihçi yazılı tanıklıkları, yani
o dönemin insanlarının bize bıraktıkla-
rı kaynakları analiz ettiği takdirde müm-
kün olabilir. Melek Delilbaşı, bütün bu
kaynaklara nüfuz etmek için büyük uğ-
raş vermiştir.” -Elizabeth Zachariadou-
Ölüm Bir Varm�� Bir Yokmu�
Jose Saramago, K�rm�z� KediYay�nevi, Çev: Mehmet Necati
Kutlu, 208 s.
İnsanların ölmemesi zamanın durduğu
anlamına gelmemektedir, ezeli bir yaş-
lılıktır artık onları bekleyen. Hükümet-
ten kiliseye, sağlık kurumlarından aile-
lere, şirketlerden mafyaya kadar herkes
ölümün ortadan kalkmasının getirdiği so-
nuçlarla mücadele etmek zorundadır.
Ölüm ve ölümsüzlük karşısında insanın
şaşkınlığını, çelişkili tepkilerini ve ahla-
ki çöküşünü, edebi, toplumsal ve felse-
fi anlamda derinlikli bir biçimde işleyen
José Saramago, geçici olanla ebedi ola-
nı birbirinden ayıran kısa mesafenin
meseli sayılacak “Ölüm Bir Varmış Bir
Yokmuş”u, başladığı gibi bitiriyor: “Er-
tesi gün hiç kimse ölmedi.”
Yürüyen Ölüler Bölüm15: Kendimizi Bulduk
Charlie Adlard, CliffRathburn, Robert Kirkman, Marmara
Çizgi, Çev: Emre Yavuz, 136 s.
Gün içinde televizyon başında geçir-
mediğiniz kaç saatiniz var? En son ne
zaman gerçekten elde etmek istediğimiz
bir şey için çabaladık? En son ne zaman
gerçekten ihtiyacımız olan bir şey iste-
dik? Bildiğimiz dünya artık yok.
Ticari ve saçma ihtiyaçların dün-
yası yerine ölüm kalım savaşı ve so-
rumluluğa bıraktı.
Mahşeri bir salgın ölülerin dirilip
canlılarla beslenmesine yol açtı. Bir-
kaç ay içinde toplum düzeni çöktü.
Hükümet yok, süper marketler yok,
kablo tv yok.
Artık yaşamak zorunda kaldığımız
dünya, ölülerin dünyası.
Kızılderili melezi Komançi, ai-
lesinden miras kalan döküntü ha-
lindeki çiftliği 6 6 6’yı büyük mad-
di sıkıntılarına rağmen, emektar
kâhya On Galon’un yardımıyla
ayakta tutmaya
çalışmaktadır.
Ancak işler,
kimliğini bilme-
dikleri rakiple-
rinin, yine bil-
medikleri ne-
denlerle kendi-
lerine savaş aç-
masıyla daha
da zorlaşır.
Hermann Huppen, Michel Greg,Yap� Kredi Yay�nlar�, Çev: Füsun
Önen Pinard, 144 s.
19 TEMMUZ 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP
KomançiPhilip Reeve’in, tüm kaynakla-
rı ve insanı tüketmeden yaşanabi-
lir bir dünya yaratma olasılığını
sorguladığı, sağlam politik kavra-
yışı ve insan doğasını tüm çıplaklı-
ğıyla sergileme
becerisiyle
okuruna ka-
ranlıkla aydın-
lığı yan yana
sunduğu ödül-
lü bilimkurgu
dizisi “Yürü-
yen Kentler”
4. kitapla
sonlanıyor.
Philip Reeve, On8 Kitap,Çev: Ali Ünal, 612 s.
Karanl�k DüzlükMirketler, Cingöz’ün icat ettiği
zaman makinesi “Cingözmatik” ile
bir zaman yolculuğuna çıkıyor. Bu
heyecanlı yolculukta iki yeni arkadaş-
ları var: Zorba ve Zıpzıp. Sen de bu
seyahate katılmak ister misin?
Zaman yolcu-
luğunda seni neler
neler bekliyor bir
bilsen: Dinozorlar,
Hanibal’ın filleri,
Karayip korsanla-
rı, Aztek savaşçı-
ları, Vikingler,
Vahşi Batı’nın
kovboyları ve
daha niceleri…
Jen Wainwright, 1001 ÇiçekKitaplar, Çev: Deniz Canda�, 48 s.
Nerede Bu Mirketler Arkadaşlar, masalımızın kahra-
manı olan Uyku Perisi, yani Uyku-
cu, hep mutluluk ve huzurumuz
için çabalayan bir kahraman. Biz
onu aslında hiç görmüyor ve bir
kez olsun karşılaşmıyoruz. Ama o,
uyuduğumuz
andan itiba-
ren güzel rü-
yalar görme-
miz için uğ-
raşıp duru-
yor. Nasıl
mı? Gözka-
paklarımıza
Rüya Tozu
serperek!...
William Joyce, Alt�n Kitaplar,Çev: Süleyman Genç, 48 s.
Uyku Perisi
Size sıcak ve sıkıcı günler için çok eğlenceli
bir önerim var: “Edgar ve Allan Poe’nun Se-
rüvenleri”.
Edgar ve Allan kardeşler ünlü yazar Ed-
gar Allan Poe’nun küçük-küçük-küçük ye-
ğenleri oluyorlar. Kendilerini roket bilimine
adamış başarılı bilimciler olan anne babala-
rı bir roket yapımı esnasında geri sayımı baş-
lattıklarını fark etmeyip uzaya fırlatıldıkları
ve 7 senedir uzay boşluğunda savrulup dur-
dukları için Edgar ve Allan,
can dostları Roderick Us-
her ile amcalarının yanın-
da yaşıyorlar. Roderick bir
kedi, ismi büyük-büyük-
büyük amcalarının “Us-
her Evi’nin Çöküşü” adlı
öyküsünün başkahramanı
olan R. Usher’dan geli-
yor. Bu arada Edgar ve
Allan büyük-büyük-büyük
amcaları E.A. Poe’ya olan
benzerlikleriyle dikkat çe-
kiyorlar. Kitap kapağında
gördüğünüz gibi fiziksel
yönden benzedikleri gibi,
okuduğunuzda anlayaca-
ğınız üzere, maceracı ruhları, karanlık mizah
anlayışları ve düpedüz aptalca olan kuralla-
ra aldırmayışları gibi birtakım olağandışı
özellikleri yönünden de büyük-büyük-bü-
yük amcalarının ruhunu ve beynini yaşatı-
yorlar denebilir. Ölü diller, ileri matematik ya
da sinekkuşlarının mikrobiyolojisi gibi ko-
nularda kimse onlarla yarışamaz. Yine de ken-
dilerini tanıtırken “Zekiyiz, ama fazla zeki de-
ğiliz. Aslına bakarsan biz tam kıvamında ze-
kiyiz,” demeyi tercih ediyorlar.
Bütün bunların dışında
başlarını belaya sokacak çok
önemli bir özellikleri daha
var. Edgar ve Allan neredey-
se tek bir zihni ortak kullanıyorlar. Biri ne dü-
şünüyorsa, diğeri de aynı şeyi düşünüyor. Biri
ne görüyorsa, duyuyorsa, hissediyorsa, diğe-
rine de aynısı oluyor. Bu özellikleri zamanında
anne babalarıyla da epey uğraşan güç delisi
bir kuantum fiziği profesörünün dikkatini çe-
kiyor. Çünkü zihnindeki çılgınca fikirleri uy-
gulamak için eline büyük bir fırsat geçtiğini
hissediyor. Bu çılgın projeyi duyduğunuzda du-
dağınız uçuklayacak!
Yaşadığımız dünya haricinde başka dün-
yaların, başka hayatların olduğunu varsayar-
sak, bunu öğrenmenin tek yolu oraya gidip
görmektir değil mi? Peki, oraya gittikten son-
ra dönememe ihtimalini düşündüğünüzde,
orayı keşfetmek için aklınıza başka bir yol ge-
liyor mu? Cani profesörün bu konudaki pla-
nı şu: Madem ikizler aynı zihne ve aynı du-
yulara sahipler, birini oraya gönderebilirsem
diğerini kullanarak orada olup biten her
şeyi görebilirim!
İkizlerin başı bu beladan nasıl kurtulacak
dersiniz? Ben ipucunu vereyim: 150 yıldır o
dünyada yaşayan Edgar Allan Poe’nun yar-
dımıyla. Ta oradan buraya nasıl mı el atıyor?
İnanın okurken öldüm gülmekten. Güya
Edgar Allan Poe’nın öteki dünyadaki yeni gör-
evi şans kurabiyelerine fal yazıcılığıymış.
Edebiyattaki dehasını şans kurabiyelerine ak-
tarıyormuş. Aslında edebiyatı da pek özle-
miyormuş, bu iş daha pratikmiş. Küçük ye-
ğenlerine de bu yolla yol gösteriyor, yani şans
kurabiyelerine aşk falları yazacağı yere aman
oraya gitmeyin, aman şunu yapmayın yazıyor!
Bu arada Poe’nun yeni işindeki patronu
da Bay Şekspir. Bildiğimiz Şekspir. Bir türlü
geçinemiyorlar. Şekspir, Poe’nun sakarlığına,
Poe da Şekspir’in kendini beğenmişliğine ta-
hammül edemiyor. Kitaptaki en güzel diya-
loglar da ikisinin arasındaki çekişmeler. Ki-
tapla ilgili çok şey anlattım gibi geldi size ama,
bütün bunlar onda biri bile değil. Okuyunca
göreceksiniz.
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
Eyvah kuantum!
Edgar ve Allan Poe’nunGizemli Serüvenleri,Gordon McAlpine,Kolektif Kitap, Çev:Bilge Ceren �ekerciler,190 s.
İREM HALIÇ[email protected]
ÇOCUK - GENÇ
McAlpine
19 TEMMUZ 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
En büyük yargıç tarihtir. Tarih deyince, kuş-
kusuz her türlü tezin, teorinin sınandığı
toplumsal pratikten söz ediyoruz. İletişim
teknolojisinin olanaklarıyla doğru bilgiye
ulaşmanın olağanüstü kolaylaşması, teori
ve tezlerin kanıtlanma sürecini kısalttı.
Bundan 15, 20 yıl önce mutlak doğruymuş
gibi sunulan ve liberal aydınlarca Kur’an
ayeti gibi kutsanan teoriler, tezler tarihin
bu kesitinde büyük ölçüde sınandı ve çü-
rütüldü. Dahası, emperyalist merkezlerce
kurgulanan yalana ve gerçeklerin çarpı-
tılmasına dayalı teoriler, son küresel kriz-
le Batı’nın çökme sürecine girmesi ve
Doğu’nun yükselişiyle stratejik den-
gelerde köklü değişiklikler oldu.
Küreselleşme ve “ulusal
devletin sonu” iddiası, son 20
yıl içinde Türkiye’de en çok
tartışılan konulardı. Aslın-
da bu tartışma, gerçeğe
bilimsel bakabilenler için,
11 Eylül 2001’den sonraki
12 yıl içinde gerçekleşen
olaylarca çoktan sonuca bağ-
landı; büyük bir emperyalist
yalan olduğu kanıtlandı. Ancak ne
acıdır ki, zihni Batıya odaklı kurgu-
lanmış bir çok aydınımız, son beş yıllık bü-
yük krizin ortaya çıkardığı gerçeklere rağ-
men, “acaba Batı ne diyor” bağımlılığın-
dan hâlâ kurtulabilmiş değil.
2008 krizinin, pembe küreselleşme ha-
yallerine son darbeyi vurana kadar, haki-
katleri görüp doğru analiz yapabilen Batılı
aydın sayısı sınırlıydı. Bugün, çöküş dal-
galarının yarattığı derin sarsıntının ayılt-
masıyla, gerçeği görebilenlerin sayısı hız-
la çoğalıyor. Ve işte elimizde Batılı bir sol-
cu yazardan, küreselleşme masalının, neo-
liberal teorilerin kartondan şatolarını yıkan,
sol etiketli hurafelere son veren bir kitap…
EKONOM�K KR�Z NEY�N SONUCU
Alman solunun önemli yazarlarından
Jürgen Elsaesser’in “Ulusal Devletin Yı-
kımı ve Sol Tavır” adlı kitabı, küreselleş-
menin emperyalist tekellerin bir tezgahı ol-
duğunu olgularla ortaya koyup, mahkum
ediyor. Ulusal devlete, aydınlanma ve mo-
dernitenin değerlerine ve 200 yıllık kaza-
nımlarına saldırıyla insanlığa dayatılan, “et-
nik özgürlük”çülüğü, tarikatçılığı, akıl ve
bilim dışılığı, hurafeyi yücelten “Yeni Or-
taçağ” projesini ortaya koyuyor.
Elsaesser, son de-
rece özlü, vurucu
saptamalar ve yo-
rumlar içeren kita-
bında, küresel karşı-
devrimin mafyatik ge-
rici karakterini çarpıcı
örneklerle sergiliyor. Ön-
celikle, kapitalist-emperyalist
sistemin sanayiyi esas alan temelinden
uzaklaşıp mafyalaşarak, finans spekülas-
yonlarına dayanan bir sisteme dönüştü-
ğünü vurguluyor. Yazara göre, “finans
kurumlarının tüm işletmelerin kârı içindeki
oranı 1982’de % 5’ten azken, 2007’de %
41’e çıkmıştır.”(s.51) Bunun da, “kural-
sızlaştırma” denilen -ve “özgürleşme” ola-
rak dünyaya yutturulan-, ulusal devletle-
rin finans hareketleri üzerindeki kontro-
lü ortadan kaldıran operasyonlarla nasıl
gerçekleştiğini açıklıyor. “Yaşadığımız
dünya ekonomik krizi, özellikle küresel ser-
maye hareketleri üzerindeki Bretton Wo-
ods sisteminde öngörülen ulusal devlet de-
netiminin yok edilmesinin bir sonucudur.
Bu sistemin yok edilme süreci, New York
ve Londra’daki finans çevreleri tarafından
planlanmış ve uygulanmıştır”(s.42).
Sonuçta, en büyük mafya, en büyük
haydut ABD, ekonominin kurallarını işle-
terek krizin üstesinden gelemeyeceğini
anlayınca, çareyi elindeki tek üstünlük
aracı nükleer silahlı gücünü kullanmakta
buluyor. Elsaesser, ABD merkezli emper-
yalist sistemin üretici niteliklerini yitirerek
nasıl tefeci, haraççı bir ortaçağ sistemine
dönüştüğünü, bunu da ancak ordunun
çıplak zoruna dayanarak sürdürebileceği-
ni şöyle ifade ediyor: “Tüm dünyadaki mil-
yarderler ve merkez bankaları, Birleşik
Devletler’e ait devlet tahvilleri-
ni satın almakta ve bu şekilde
dünyanın en borçlu devletine
kredi açmaktadır [haraç ver-
mektedir-MU]. … Borç veren-
lerin paralarını geri alabilecek-
lerine inandıran şey nedir? De-
lice görünen bu hareketin man-
tıklı bir açıklaması bulunmak-
tadır: Dolar artık altının koru-
masında değildir, ama askeri
güç tarafından korunmakta-
dır…”(s.50).
BATI ‘YEN� SOL’U VE�MPARATORLUKYAZARLARI
Küreselleşme operasyonu-
nun içinde yer alan Batı “yeni
sol”unun perişan hali de ol-
dukça nesnel ve doğru yansı-
tılmakta. Sözde “küreselleşme
karşıtı” eylemler yapan, ama
sonuçta sistemin dışına çıkamayan, iktidar
olma enerjisini yitirmiş “yeni sol” şöyle de-
ğerlendiriliyor: “Küreselleşme karşıtları-
nın çoğu için küreselleşme karşıtı hareket
ya da direniş önemli değildir”, –piyasacı kü-
reselleşme tanrısının istediği ve postmo-
dernizmin Nietzsche’den ilhamlı “tek ger-
çek yaşanan andır” kutsal sözü uyarınca-
“o an için yaşadıkları durumu önemse-
mektedirler”(s.73)
Kitabın önemli kısımlarından biri de
“İmparatorluk: Evrensel Manifesto” baş-
lıklı bölüm. Hatırlanacağı gibi Negri ve
Hardt’ın yazdığı “İmparatorluk” kitabı, ilk
yayınlandığında “20. yüzyılın manifestosu”
olarak ilan edildi ve övgüler düzüldü.
Oysa gerçekte, Bilimsel Sosyalizmin esas-
larını reddeden, postmodernizmin anarşist
bir versiyonu diyebileceğimiz bu kitap, ti-
pik bir küreselleşme elkitabıdır. Elsaes-
ser’in deyişiyle, “Küreselleşmeye, ayakta
kalan süper gücün hakim olduğu gerçeği
de yazarları rahatsız etmemektedir: ‘ABD,
dünyanın jandarması olarak emperyaliz-
min çıkarlarına göre değil, imparatorluğun
çıkarlarına göre hareket etmektedir (…)
Birleşik Devletler, barışın jandarması-
dır…”(s.77).
Elsaesser, “İmparatorluk” yazarlarının
emperyalizme, devlet karşıtlığı, “çokkül-
türlülük”, “yersizyurtsuzluk” gibi süslü
“enternasyonalizm” söylemleriyle solu
devşirmede nasıl eşsiz bir hizmet sun-
duklarını çarpıcı bir şekilde gösteriyor: “Af-
ganistan ve Irak işgalleri öncesinde ya-
zarlar, ‘emperyalist ve antiemperyalist sa-
vaşların devri artık geride kaldı. Bu
devrin bitişi barı-
şın hükümranlığı-
nı getirmiştir. Tam
olarak söylemek
gerekirse, artık kü-
çük çatışmaların ve
iç savaşların çağına
girdik’ diye yazı-
yorlardı. Bu teorik
arka plana sahip
Negri’nin Irak’a ve
Yugoslavya’ya karşı
girişilen savaşları
desteklemesi şaşır-
tıcı değildir.”(s.78).
Son olarak,
“Yurtseverler de-
mokrasiyi akla uygun
tek bir alanda, ulusal
devlet sınırları içinde
savunur” diyen Elsa-
esser ulusal devleti ne-
den savunduğunu da
şu gerçekçi yaklaşımla açıklıyor: “Ben
ulusal devleti milliyetçi olduğum için de-
ğil, demokrat olduğum için savunmakta-
yım. Ulusal devleti, sermaye sınıfının,
emekçileri kullanarak gemiyi daha hızlı
yüzdürebilmesi için değil, eğer içinde bu-
lunduğumuz bu gemi olmasa sermaye sı-
nıfı başka bir gemiye rahatça geçerken,
emekçilerin boğulup gideceğini bildiğim
için savunuyorum”(s.30).
‘Ulusal devletin sonu’teorilerinin çöküşü
MEHMET ULUSOY
Ulusal Devletin Y�k�m�ve Sol Tav�r, JürgenElsaesser, Kaynak
Yay�nlar�, Çev: EmreErtem, 104 s.
i�teelimizde Bat�l�
bir solcu yazardan,küreselle�me
masal�n�n, neoliberal
teorileri y�kan, sol etiketlihurafelere
son veren birkitap var
19 TEMMUZ 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
BULMACASOLDAN SA�A1. Bir dönem Frans�zca
özcüklerle konu�maya özenençevrelerde “memnun oldum,tan��t���m�za sevindim”anlam�nda kullan�lan bir
sözcük - Grup, kategori2. Yiyecek - Emirber3. Harcanan para, gider -
Bir mevsim ad�4. Ba�kalar� - Parlak, saydam
k�rm�z� renkte de�erli bir ta�
5. �afak vakti - Tokat’�n bir ilçesi6. Bir yard�m dileme sözcü�ü -
�syankar - Bir yüzölçümübirimi
7. �ark�, türkü - Beygir gücü -Tasa, kayg�
8. Ortakç� - Patent9. Bir ilimiz - “... Gündüz Kutbay”
(ney üstad�)10. Lityum’un simgesi -
Osmanl� Devleti’nde has ah�r�nen büyük yöneticisi
11. Namzet - K�sa, ince boyunlu,�i�kin yuvarlak gövdeli,Kütahya ürünü çini sürahi tipi
12. Yak���kl� erkek - Dizem, tart�m
YUKARIDAN A�A�IYA1. Bir spor dal� - Dilsiz2. Sodyum’un simgesi -
Arapçada bir harf - Bir bamya yeme�i türü
3. Seyir i�aretlerini ta��maya, birgeçidi, bir tehlikeyi belirtmeyeyarayan yüzer cisim - �ikar
4. ��lemler - Dervi�lerin ba�lar�nagiydikleri tiftikten yap�lm��
ince ve hafif bir çe�it takke5. Yumu�ak kar��t� - Saz�n en
kal�n teli ya da kiri�i6. Samsun’un bir ilçesi -
Do�ramac�, marangoz7. Ba��rsaklar - Dö�eme s�vas� -
Köpek yiyece�i8. Batk� - Deniz9. Tümör - Çerkezlerin
kendilerine verdikleri ad -Kimononun üstüne tak�lan,biçimi ve boyutu cinsiyete,ya�a, mevkiye ve bölgeye görede�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak
10. Geceye özgü - A�r� Da��’n�n eski ad�
11. “... Güler” (foto�rafç�) - Erkekyard�mc� - Bizmut’un simgesi
12. Kam�� kalem - Bütün, tüm
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
Antakyalı yazar Sevim Korkmaz Dinç; “De-
likaya Rüzgârı” bu. Esmeye görsün bir kez.
Kocamış ağaçları köklerinden koparır, ince-
cik fidanların boynunu büker, önüne ne ge-
lirse sürükleyip alır götürür.
Toz duman olur ortalık. Sonra sise, soğu-
ğa bırakır yerini. … Delikaya’nın önüne katıp
savurduğu hayatlar, sise ve soğuğa inat tu-
tunmaya çalışır bir yerlerde. Delikaya esip dur-
dukça nerede, nasıl bir yaşamları olacağını bil-
meden göçüp durur insanlar” sözleriyle baş-
lar, 12 Eylül darbesinin harcadığı bir kuşağı an-
lattığı “Delikaya Rüzgârı” adlı romanına.
Birinci tekil kişi anlatımlı yapıtta, öğret-
men Zeynep’in ağır işkencelerden sonra ka-
vuştuğu özgürlüğü de ağır yaralıdır. Alabil-
diğine masum kız kardeşinin de kendisiyle bir-
likte tutuklanıp işkenceden geçmesinin ağır-
lığı altında ezilen ruhunda duyduğu suçluluk,
yeniden yaşama sarılma isteği onu memle-
ketinden koparıp, Metris Cezaevi’ndeki gö-
nüldeşini arayıp bulmak için İstanbul’a atar...
“Her an alınıp götürülüverecekmiş hissini,
takip edilme tedirginliği, ya konuştuğum in-
sanların başına bir şey gelirse’nin içe sinmiş
derinlerde duyulan sızısıyla” ürkek ürkek yü-
rürken yüreğinde kökleşmiş korkularını da gö-
türmektedir sırt çantasında Metris’e.
Bir zamanlar sevdiği, hapiste yattığından
yıllardır görmediği o insanla karşılaştığında
ne söyleyeceğini, duygularından geriye ne kal-
dığını kestiremeyişinin ve sorgulamanın iş-
kencesi altındadır bu kez.
Zeynep için hayat, direnmektir. Dışarının
zorluklarına karşı direnmek ve yaşama tu-
tunmak, işkenceye ve işkencecilere diren-
mekten daha mı kolaydır? İçeride yaşamanın
bir başka biçimini dışarıda yaşayan ağır yaralı
ruhu da özgürlüğün tadına varamaz bedeni
gibi. Ayşegül ile cezaevi önünde sıra bekler-
ken tanışmışlardı. Sevdikleri aynı koğuşu
paylaştığından kurulmuştu aralarındaki dost-
luk. İstanbul, işsizlik, yoksulluk, yalnızlık,
yaşama tutunma çabaları ve her şeye karşın
onları birbirine bağlayan umutları... Yaşam di-
rençlerini biliyordu.
Yazar, ilginç kurgusuyla yapıtında iki ka-
dının kimliğinde ve kişiliğinde 12 Eylül dar-
besinin gök ekin gibi biçtiği 78 kuşağının ta-
nıklığını yapmayı, kendine, topluma ve dü-
şüncesine karşı bir görev saymakta; gerçek-
çi bir yaklaşımla.
“Sorunları lokma lokma doğramak”,
“buz beyazının verdiği ferahlık”, “beyazlık
ölüm gibi sarıyor”, “İnsanı alçaltan, bedeni-
ne yabancılaştıran, boyun eğdiren, zavallı-
laştıran sadece bu sekiz harf; soyunmak” ,
“unutma denilen o derin ve zifiri boşlukta sal-
lanmak” gibi ifadeler özgün dil yaratmakta,
betimler eserin acı dozunu hafifletmekte, oku-
ru romanın içine çekmektedir.
Yaşanılanların aynılaştırdığı, kaynaştırdığı,
üzerlerinde derin izler bıraktığı iki kadın için
her şey zordu; işsizlik, yoksulluk, ama en çok
da çaresizlik.
O koşullarda yeni bir dünya idealine
inanmak...
Dışarıda ya da içerde olmayı yaşayanla-
rın düşünceleri ve gözlemleriyle özgürlük ve
zorunluluk di-
yalektiğini ya-
kalamaya ça-
lışan yazar,
ko n u s u n u
felsefeyle bes-
liyor. Roman
kahramanların
entelektüel ve devrimci biri-
kimleri anlatımı olgunlaştıran bir başka özel-
lik. “Yaşama sımsıkı sarılarak birbirlerini
çoğaltanlardan Ayşegül, çocuklarını Zey-
nep’e bırakıp Almanya’ya gider.” Geride
kalanı, devrimci değerleri sorgulamaya zor-
lar bu gidiş.
Yine de örgüte, örgütlü toplumun gücü-
ne inan kahramanımız, hiç beklemediği bir
anda yüzünü görmediği işkencecisiyle karşı-
laşır, onu sesinden tanımanın şokunu yaşar.
Artık olaylar, birbirine ne denli benzese de
başka bir süreçte akacaktır.
Sevim Korkmaz Dinç, iki kadının yaşadığı
gerçeğin ışığında okuru, okuma serüvenine ça-
ğırıyor “Delikaya Rüzgârı”yla.
EMİNE AZBOZ
Delikaya Rüzgâr�, Sevim Korkmaz
Dinç, �lya Yay�nlar�
O rüzgârda savrulan yaşamlar
19 TEMMUZ 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP
“Yaşamak, dünyadaki en nadir şeydir. Çoğuinsanın tek yaptığı ise yalnızca mevcut olmaktır.”
Oscar Wilde
Plak cızırtısı. Müzik yok. Sessiz bir gece. Çay-
lar bardaktadır. İki ayrı köşeye, duvara yaslı otur-
muştur iki hikâye anlatıcı. Ekmek parasıdır. Hü-
zündür. Boşluğa savrulan yumruktur. Yine de
olmuştur ve olsundur. Boğazını temizlemeye bile
gerek duymaz. Öteki hazırdır. Dinleyecektir.
Görevi budur. Ve anlatmaya başlar. Sıkça du-
rur. Düşünmek için değil, hatırlamak için güç
toplar. Çayından aldığı geçmiş zaman yudum-
larını tekrarlamasında bile samimiyet vardır. Faz-
ladan cümleler kurmak istemez. Afili laflardan
da pek haz etmez zaten. Uyum sağlayamaz. Sı-
kılır. Özler. Özlediğini belli etmemek için ka-
ramsarlığından bahseder. “Neden varım?” diye
sormaya cesaret edemediğinden, “neden yok?”
diye sorar. Cesaret derken… Sorusu, sormak is-
tediğinin anlamını düşürür mü diye kıyamaz. En
zor şey, tutup kaldırmaktır çünkü. Bilir bunu.
Tutunmak, tutulmak ister. Yoksa narin bir anı
kayıp gidecektir ellerinden. Gözlerini tavana di-
ker. Bulamaz. Yere indirir. Arayamaz. Böyle ola-
mayacaktır, yudum kalmak gereklidir. Fazla-
lıklarını budar. Tek bir gövdede milyonlar ol-
malıdır.
Bir alıntı: “Geriye ne kaldıysa. O.”
Uzun yolda, otobüste, herkes uykudayken,
zorbela, güçsüz bir lambanın ışığında okunan bir
kitaba benzeyen bir sesi vardır. Homurtu de-
rinde, horultu dibinde, sükûnet ise uzakta bir si-
yahlık içindedir. Duymak için yakınlaşmak ge-
rekir. Ama sayfa sesi duyulmaz. Öksürükleri var-
dır. Midesine yolladığı değil, midelerine girdi-
ği ilaçları vardır. Kanında akan zehirlerde kıv-
rılan virgülleri vardır. Virgül, nokta olur. Devam
edemez. Ve bazen asabidir. Varoluşçuluğuna ve-
rip geçiştirirsin de öfkesi en çok dinliyormuş gibi
yapanadır, fark edersin. Terlersin ama mecbur
hissedersin kendini, -daha da çok, borçlu his-
sedersin- dinlemeye devam edersin. Aslında din-
lemesen de olur. Çantasını alıp, bıkkın değil bel-
ki ama en azından sıkkın halde birazdan çıka-
caktır. Özden önce gelir. Çiviler bir şeyler, doğ-
rulmaya çalışan bedenini. Sivri… Aradaki kitap
kadar mesafede ağırlık görülmez. Kitap kay-
bolur. Ses kalır.
Bir alıntı daha: “…Akdeniz’de kesin yağmurvar. Ben öyle ağırım ki kanatlarıma.”
İçinde yalnızlıkla şişmiş bir kargadır artık.
Gücü yoktur. Her şey anlamsızdır. Yeraltından
Notlar’ın isimsiz kahramanı fırlasa gelse yanı-
na, emin olun iyi hissetmez. Geçmişte kalmış-
tır çünkü isimsiz. Sarı çıyan ise aksine, etten ve
kemiktendir; bugünün dünüdür. Ayağında pa-
buç olsa da yalınayaktır, olmasa da. Anlatısın-
da parmak arasına sıkışan çakılların sesi vardır.
Yukarıdaki acıdan sıyrılamamaktan veya umur-
samamaktan, eğilip de bir temizliğe girişmez. Da-
ğınık bırakır. Onun için düzelmek de kolaydır
ama gereksizdir. Yalındır, sadedir. Şirin görün-
meye çalışmaz. İstese yapar hâlbuki. Dilenme-
ye saklar. Dilenciliğini anlatırken bile o kadar ya-
lındır ki seni sana anlatır. Bir yerden sonra ken-
dini dinlemeye başlarsın. Sarı çıyanın büyük şan-
sıdır. Kim dinlerse dinlesin, onu en iyi hep en son
dinleyen anlayacaktır. Dilenciliğinle yüzleştirir.
Şahitlik bekler. Arsızdır. Farkındadır. İki eliyle
bir anda omuzlarından sarsıp insanlığı, “geri ze-
kâlılar! Yandan zekâlılar!” diye haykırarak pat-
layacak gibidir. Sırası budur bu işin, önce üşü-
nülür, sonra üşütülür, en son üşüttürülür. Bak-
mayı bilirsen orada, derinde sinsi bir oyun var-
dır. Kaçmak ister aslında. Bir yandan yakalan-
mak ister. Ulaşılamayacak güzellik içini burksa
da en güzel halini uyurken bulur. Kapsar. Uy-
kuda bütünleşir, rüyada saklambaç oynar. Ölü-
me en yakın zifiri karanlıkta, kaybettiği ışıklar-
la hayata sarılır. Öğüt vermez. Sen olur. Ben olur.
Biz olur. Ne çeker ne de iter. Sen ol ister. En çok
da onun kendisi olmasına izin vermeni ister. Ça-
ğın tükürüğüdür. Yere ulaşmaz. Havada asılı ka-
lır. Uzayda kendin olmak kolaydır çünkü. Ko-
şarken ya da uçarken çarpabilirsin ona. Üstü-
ne basamazsın. Ama uzayda şefkat yetişmez ki…
Ağacı vardır belki ama kökü yoktur. Şefkat sa-
dece toprağa basar. Ve çıyanlar gibi, büyüğü ze-
hirlidir. En fazla zehri kendi damarlarında ta-
şır. Güvenmez.
Son alıntı: “Sen bir elin kalbimde, omzumdauyurken. Ben hayatımı film gibi izlemiştim saba-ha kadar. İlk defa kahramanlığım mutluluk ya-ratmıştı. Tamdım. Ne güzel bir geceydi ölmek için.Zamanın ve mekânın dışında. Ne arzu ne piş-manlık herhangi bir şey için. Ne yalnızlığı, tasta-mamdım.
Sonra, sonra hiç yaşamasaydım. Uzaydan yer-yüzüne düştüm. Bir hayalettim. Ne yalnızlığı ar-tık, yapayalnızdım.”
Sarı çıyanla kitabın aradan kalktığı bir oku-
ma (dinleme) gecesinin ardından, Sarı çıyanı düş-
leyenle, Emre Gürdal’la da görüştüm. Düşle-
meye devam ediyor ve devam kitabı üzerinde ça-
lışıyor. Sarı çıyanın hepinize selamı var.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
M. SALİH [email protected]
Konrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğinde
Konrul kuşuyeraltına indiğinde
Konrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğinde
Konrul kuşuyeraltına indiğinde
Yeryüzüne Rest, Emre Gürdal, Kolektif Kitap, 102 s.
BABİL BALIĞI