Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm,...

24
Aydınlık 19 Temmuz 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 73 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Tarihe devrim ısmarlamak Geçen hafta 71.815 okura ulaştık Ölümün büyüsüne tapınan yazar: Mişima! DAMLA YAZICI Üçlü çete dağıtılacak SUAT DUMAN Orhan Koloğlu röportajı BARIŞ DOSTER Umuda sarılan gül buketi BİLGE MUTLU

Transcript of Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm,...

Page 1: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

Aydınlık19 Temmuz2013 Cuma

Yıl: 2 Sayı: 73

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA P.

Tarihe devrimısmarlamak

Geçen hafta 71.815 okura ulaştık

Ölümünbüyüsüne

tapınan yazar: Mişima!

DAMLA YAZICI

Üçlü çetedağıtılacak

SUAT DUMAN

Orhan Koloğluröportajı

BARIŞ DOSTER

Umuda sarılangül buketi

BİLGE MUTLU

Page 2: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de
Page 3: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP

Hande Zapsu Watt’ın “Editör in chief” ol-duğu ve olasılıkla tek sayı çıkmış, The Istan-bul Review dergisindeki röportajında Başba-kan Recep Tayyip Erdoğan’ın dedikleri ara-sında şunlar da var: “… genç nesillerin, yeninesillerin, tüzüklerle, yasaklarla, sansürle im-tihan edilmesine tahammül de rıza da göster-meyiz.”

Topu topu bir yıl önce, 23 Temmuz2012’de söylüyor bunları ve biz 27 Mayıs2013’ten beri neler yaşıyoruz! Beş genç öldü,alanlar, caddeler, sokaklar yasaklandı, kap-kara bir sansür gazete ve tvleri kapladı… Baş-bakanın tümcesindeki tek doğru “tahammül-süzlük” ifadesiydi ve biz başbakanın taham-mülsüz ve aslında nelere tahammülsüz oldu-ğunu zaten biliyoruz.

Yönetenlerin sürekli daha cahiline devirteslim yaptığı bir dünyada ve ülkede yönetile-meyen olmaktan başka seçenek yoktur. Amaiç acıtıcı bir şey… Cahilin yerini daha da ca-hili alıyor ve kapkara cehaletekibir eklenince acıklı bir gül-dürü haline geliyor yönetici fi-gürleri.

���

Adı geçen dergideki röpor-tajında başbakan şu ifadeyikullanmıştı:

“Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zey-tindağı’ adlı eseri ve FahrettinPaşa’nın Medine Müdafaa-sı’nı anlatan eserler, bence hersiyasetçinin, sadece siyasetçideğil, her çocuğumuzun, hergencimizin mutlaka okumasıgereken eserler. Bu toprakları anlamak ve an-lamlandırmak, bugünlere nasıl ulaştığımızıgörebilmek adına bu ve benzeri eserler mutla-ka okunmalı ve okutulmalı.”

Medine Müdafaası’nın anlamına ve yaşa-saydı şayet, onun kahraman komutanı Fahret-

tin (Türkkan) Paşa’nın bugünErgenekon ya da Balyoz davala-rında suçlanacağına dair olgu-lara geçen hafta değinmiştim.

Söz şimdi Zeytindağı’nda . Türkçenin büyük ustası Fa-

lih Rıfkı Atay’ın o soluk kesicianılar, gözlemler kitabı olanZeytindağı’nı hararetle salık ve-riyor Başbakan.

Veriyor ama, neyi önerdiğihakkında hiçbir fikri olmasagerek!

Şu satırlar kitabın Milli Eği-tim Bakanlığı baskısından:

“Hür bir fikir eğitimi görmiyenler … eskizamanların kulluk ahlakına esirdirler. Yermeyahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüzegöre, bu ikisini yapmakta onların ahlakınagöre haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumuvar?..

Osmanlı tarihi, bu sebeple, biryalan alemi olmuştur. YalanŞark’ta ayıp değildir.” (Önsöz –IV)

Yalanın Şark’ta ayıp olmadığıgerçeğini biz zaten “Camide içkiiçtiler” gibi daha nicesiyle biliyo-ruz, ama inanası da gelmiyor in-sanın, bu kitabın başbakanca sa-lık verildiğine. Sevinmeliyiz.

Şu satırların ne anlama geldi-ğini idrak etmiş midir başbakan,eğer kitabı sahiden okuduysa:

“1913’te bir Mustafa Kemal, yüz-yıl sonrası için bile hayaldi, / fantezibir romanda bile yeri yoktu.” (21)

Anlamış mıdır başbakan o satırlardakimuradın ne olduğunu gerçekten, anlamış, al-gılamış mıdır?

“Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetlitaştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındakişeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları

yan yana idi…” (82)Sahiden, başbakan bu kitabı

öneriyor mu?Suudlar üzerine (99 vd) yazı-

lanları gerçekten okumuş muacaba?

O, pek sevdiği II.Abdülhamitiçin yazılmış su ifadeleri görme-miş mi acaba?

“Şark saraylarının nişan vemadalyalarında, elmas veya al-tın veya gümüşlerin çarşı değe-rinden başka hiçbir değeri olma-mıştır. Hamit İstanbul’una gelipde birkaç Bedesten malı ve bir

iki nişanla geri dönmiyen hemen hiçbir Frenkyoktu.” (106)

Hele hele…“Bozgun havası içinde Türk ordusunun

bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabı-nın unutulduğunu görüyordum. Orduya sö-vülmek moda idi.” (137)

Bu satırları okumuş, anlamış, ders çıkar-mış da, onun için mi bu kitap mutlaka okun-sun istiyor başbakan?

Ama bunu da mı bilmiyor: o sövülen, onurve gururlarıyla oynanan, itham edilen yorgunve yaralı savaşçılar, birkaç yıl sonra, 1913’tevarlığı mucize olan Mustafa Kemal’in komu-tasında İstiklal Savaşı verip, bir Cumhuriyetkurup, bu kez mağrur ve muzaffer, mazlumbir milletin görkemli sevgisini göğsüne madal-ya iliştirmiş subayları olacaktır.

Bu kadarını biliyordur canım!Bilse, bugünlere sokar mıydı ülkeyi?

���

Kesinlikle başbakan ne bu kitabı okudu,ne de Medine Müdafaa’sını biliyor; ya da herikisini de zerre anlamamış.

Ama eğrisi doğrusuna denk gelmiş, evetherkes bilmeli ve okumalı Medine Müdafaa-sı’nı ve Zeytindağı’nı. En başta da başbakan.

[email protected]

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu

[email protected] Müdürü

Kamile Karakadı[email protected]

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın

San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı

Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel

Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi

Metin Aktaş

Sayfa Sekreteri Alev Özgenç

Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]

“White Sea” yakınlarında bir ‘Zeytindağı’

Reklam Servisi

HALDUN ÇUBUKÇU

Aydınlık

KITA P.

Page 4: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP

Devrimden yana olan herkes; bütün

mesele, devrim saati geldiğinde hazır

olabilmektir, der. Ama devrimcisini o

saat geldiğinde kapıda kendini bekler-

ken bulan hiçbir devrim olmadı. Dev-

rimci pratik, kendisini biçimlendirecek

devrimci teoriyi gerektirir. Suyun aka-

cağı oluklar ve dolacak havuzlar önce-

den hazır olmalıdır.

Dünya Savaşı’nın ayak sesleri he-

nüz işitilmeye başlanırken, 20 yıldır

söylemekte olduğu şeyi, devrim için

çalışmak gereğini yeniden ve ısrarla

vurgulayan Lenin, bunu her konuşma

ve yazısında yinelemekle kalmayıp Şu-

bat Devrimi’nden 6 ay sonra yazmaya

koyulduğu ve Ekim Devrimi’nin he-

men öncesinde bitirdiği Devlet ve İhti-

lal’in tekrar basımlarında eklenen el-

yazması Sonsöz’ünde şöyle der: “... bir

devrim deneyi yapmak, o konuda yaz-

maktan daha güzel ve daha yararlıdır.”

Böylece, devrime hazır olunup olun-

madığı da işte şimdi görülecektir.

1908 JÖNTÜRK DEVR�M�Lenin; 1905-1907 yılları arasında

Osmanlı coğrafyasını Tuna boyların-

dan Basra’ya kadar sallayan vergi

ayaklanmalarının askerî isyanlarla bü-

yüyüp bir ateş topuna dönüşmesiyle

patlayan ve 23 Temmuz 1908’de II.

Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ilanıyla so-

nuçlanan Jöntürk Devrimi’ni şöyle de-

ğerlendiriyor (Devlet ve İhtilal, Çev.:

Süleyman Arslan, Bilim ve Sosyalizm

Y., Eylül 1976):

“Portekiz [1910] ve Türk [1908]

Devrimlerini burjuva devrimleri ola-

rak kabul etmek besbelli kaçınılmaz

bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin

her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir;

çünkü halk yığınları, halkın geniş ço-

ğunluğu, kendine özgü ekonomik ve

siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve

hissedilir bir biçimde, bu devrimler

içinde görünmezler. Buna karşılık,

1905-1907 Rus burjuva devrimi, Porte-

kiz ve Türk devrimlerinin zaman za-

man kazandıkları kadar ‘parlak’ başa-

rılar kazanmış olmaksızın, söz götür-

mez bir biçimde ‘gerçek bir halk’ dev-

rimi oldu.”

1908 Devrimi’nin arifesindeki ve

sonrasındaki yıllarda halkın devrimde-

ki varlığı ve ağırlığı neye

göre yeterli, neye

göre eksiktir? Yine

27 Mayıs 1960

Devrimi’nin he-

men öncesinde

ve devrimci sü-

reçte halk girişi-

minin ne ölçüde

belirleyici olduğu

sorunu hep tartışı-

ladurur. Porte-

kiz’deki 1910 ve 25

Nisan 1974 Devrimleri

de böyledir. Toplumsal yapı

ve bütünde oluşan sonuçlara bakıldı-

ğında olguyu doğru tanımlama imkânı

doğar.

Avrupa’yı bir baştan bir başa kat

ederek yurtsever demokrasi düşüncesi-

nin yayılmasında belirgin bir rol oyna-

yan Napolyon orduları, yenilgi sonra-

sında da kitlelerin arasına karışarak,

aydın ve halk örgütlenmesinin oluştu-

rulmasında Jöntürk Devrimi’ne de esin

veren Carbonari hareketine güç kayna-

ğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-

mokratik devrimin yaygınlaşmasında

askerin rolüne dikkatimizi çeker:

“1820-21’de Carbonarici türde bir

dizi isyan baş gösterdi. Devrim için ge-

reken siyasal koşullardan tümüyle yok-

sun bulunan ve (henüz

olgunlaşmanın çok

uzağındaki) ayak-

lanmanın yegâ-

ne kaldıracı du-

rumundaki dü-

zenden soğu-

muş orduya ni-

fakçıların ula-

şamadıkları

Fransa’da [dev-

rimci girişimler]

tam anlamıyla yenil-

giye uğradı. Daha son-

raları ve bütün bir XIX. yy

boyunca Fransız ordusu devlet me-

muriyetinin bir parçası oldu; yani ikti-

darda hangi hükümet bulunursa onun

emirlerini yerine getirmekteydi. ...

[İtalya ve İspanya’da ise] Subaylar ara-

sında, kendi kardeşlik cemiyetlerinde

örgütlenmiş liberal albaylar, isyan sıra-

sında alaylarına peşlerinden gelmeleri-

ni emretmiş, onlar da bu emre uymuş-

lardı.” (Devrim Çağı / 1789-1848, Çev.:

B. Sina Şener, Dost K. Y., Ekim 1998)

BO�AYI BOYNUZLARINDANYAKALAMAK

Kimileri devrimin hep ezici bir halk

çoğunluğunun işi olduğunu zanneder.

Engels, devrimin ne olduğunu 150 yıl

önce onlara şöyle açıklamıştı: “Bu bay-

lar hiç devrim görmüş müdürler yaşam-

larında? Devrim herhalde, olanaklı

olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfu-

sun bir kısmının, tüfek, süngü ve top

gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar

kullanarak, kendi iradesini nüfusun

öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir

eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini, si-

lahlarının gericilerde uyandırdığı kor-

kuyla sürdürmek zorundadır.” (Dveİ, s.

70, akt.: Lenin) Açıkçası bu sözleriyle

Engels, tam da Lenin’in dediği gibi,

“boğayı boynuzlarından yakalar”.

Lenin, devasa Bolşevik Devri-

mi’nin farklı ve özgün niteliğini şöyle

haber verir: “... [durum] bize, uygarlı-

ğın temel önkoşullarını Batı Avrupa

ülkelerinden farklı bir yolla yaratma

olanağını sunmuştur.” (s. 94)

Nitekim Ekim Devrimi’ne giden

yolda yaşanacak güçlükleri apaçık be-

lirtir: “Burjuvazi, büyük bir olasılıkla -

ve hattâ aşağı yukarı kesin olarak- pro-

letaryaya barışçı tavizler vermeyecek,

son belirleyici anda, kendi ayrıcalıkları-

nı korumak için şiddete başvuracaktır.

Böyle bir durumda, amacına ulaşması

için proletaryanın devrimden başka bir

yolu kalmayacaktır. Bu yüzdendir ki,

‘işçi sınıfı sosyalizmi’nin programı, kul-

lanılacak yöntemi açıklamadan, sadece

SEYYİT NEZİ[email protected]

ARAKABLO / KAPAK

O da kim, tarihe devrimısmarlayan

Kimidevrimciler

dünyaya küreselle�meci(postmodern) söylemle

yakla�may� öylesineiçselle�tirdiler ki, önce

kafalar�ndan kavram olarak

büsbütün sildikleri devrimin

tan�m�n� �imdi gerekli olunca

küreselcilerden ödünçal�yorlar

Page 5: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

5Aydınlık KİTAP

genel olarak siyasal iktidarı ele geçir-

mekten söz eder; çünkü yöntem seçi-

mi, tam olarak belirleyemediğimiz bir

geleceğe bağlıdır.” (Leninciliğin Dev-

rim Teorisi, P. N. Fedoseyev, s. 191,

Konuk Y., Ocak 1978)

Günümüzde sözde devrimciler

dünyaya küreselleşmeci (postmo-

dern) söylemle yaklaşmayı öylesine

içselleştirdiler ki, önce kafalarından

kavram olarak büsbütün sildikleri

devrimin tanımını şimdi gerekli olun-

ca küreselcilerden ödünç alıyorlar.

Lenin, bu tutumu, daha yüz yıl önce

sarakaya almıştı:

“Devrimler, hiçbir zaman ısmarla-

ma olarak meydana gelmezler, Jüpi-

ter’in kafasından fırlayıp çıkmazlar; ya

da birdenbire tutuşmazlar. Devrimler;

daima huzursuzluklar, bunalımlar, ha-

reketler, ayaklanmalar ve devrim baş-

langıçları ile dolu bir süreci izlerler ve

sonunda da, her zaman için (devrimci

sınıf yeterince güçlü değilse) nihai ba-

şarıya ulaşmayabilirler.” (s. 97)

�SLÂM VE �KT�DAROcak 2011’de patlayan Mısır Dev-

rimi’nin denetimini emperyalizm des-

teğinde adım adım ele geçiren Müslü-

man Kardeşler, gerçekte demokrasi

kültürüne karşıdır, seçimi itaat sözleş-

mesi anlamında kullanmaktadır. Ken-

disine oy vermeyenler biat etmeyenler-

dir ki hakları ölümdür: Kuran’ın ayet

ayet 20 yılda tamamlanması gibi, yeri

ve sırası geldikçe cezaları inecektir.

İtaat; itikat ve ibadetle somutlaşır.

İtikat ve ibadetini yapan kişi ya da

topluluk, itaat zemininde ankikapita-

list ya da devrimci Müslüman olarak

tarikatını oluşturabilir elbette. İslâm-

cıların demokrasi dedikleri şey, mo-

dern toplumu her türlü meclis ve oy

imkânıyla biate zorlama rejimidir.

Sözlerini kim nasıl isterse öyle çe-

kiştirsin, Hasan El-Bennâ, 768 sayfa-

lık Risâleler kitabını sadece şu tebliğ

için yazmış ve Müslüman Kardeşler’i

(İhvan-ı Müslimin) örgütlemiştir:

“Ey Müslüman Kardeşler!

“Sizler, ne bir hayır kuruluşu, ne

bir siyasi parti ve ne de sınırlı bazı

amaçlar için kurulmuş bir heyetsiniz.

Sizler, bu ümmetin kalbinde yer alan

ve Kuran’la insanları selamlayan yeni

bir ruh, Allah’ın marifetiyle maddenin

karanlık etkisini dağıtan bir nur ve

Resûlullah’ın (SAV) davetini haykıran

yüksek bir sedasınız. Gerçekte sizler

kendinizi; insanların taşımaktan çekin-

diği bu davanın yükünü tek başına ta-

şıyan birileri şeklinde hissetmelisiniz.

“Sizlere, ‘İnsanları neye davet edi-

yorsunuz?’ şeklinde bir soru yöneltil-

diğinde şöyle cevap verin:

“–Bizler, Hz. Muhammed’in

(SAV) getirdiği İslâm’a davet ediyo-

ruz. İktidar olmak İslâm’ın bir gereği-

dir. Hürriyet ise, onun farzlarından

birisidir.”

Mısır’da, ısmarlanmamış ve bu

nedenle de son derece görkemli bir

devrimci süreç yaşanıyor.

Page 6: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Haziran direnişi anılmadan mektup bile ya-

zılamaz bugün. Büyük halk hareketi bütün

tartışmaların üzerinden “dozerle” geç-

miştir. Haliyle bütün ilişkiler yeniden ta-

nımlanmak, her eylem sil baştan örgüt-

lenmek durumundadır. Millet oradadır. Ar-

tık, uyanır uyanmaz sevgilinin akla düşmesi

gibi, ne iş görürsek görelim, büyük eyle-

mimizin aklımızdan çıkmayacağı aşikârdır.

Bu nedenle ister istemez, Cüneyt Ülsever’in

Haziran ayında yayınlanan yeni romanı

“Ayna Paramparça”yı okuduğumda yaşa-

dığımız günlerden bir iz, hayatımıza giren

yeni dilden bir ses aradım. Roman, yaza-

rının son noktanın hemen ardından kita-

bın bitimine eklediği nottan anlaşıldığı

kadarıyla, 2012 yılının Temmuz ayı ile

2013 yılının Şubat ayı arasında yazılıp ta-

mamlanmış.

Cüneyt Ülsever’i köşe yazılarından da

takip edenlerdenseniz, eylemlerin henüz or-

tada olmadığı bir tarihte eylemlerin

dilini koklamasını beklememi an-

layışla karşılarsınız sanırım.

Türkiye’de bazı kavramlar

hala defnedilmediyse Cü-

neyt Ülsever’in de adı anıl-

malıdır. Demokratlık gibi.

İleri demokrasiden, sosyal

demokrasiden ve türevle-

rinden söz etmiyorum. Tüm

görüşlere aynı mesafede ve

her görüşe saygılı; doğru bil-

diğinden menfaati için şaşma-

yan ve çıkarına olmasa bile ger-

çeğin peşinden ayrılmayan: Demo-

krat diye buna diyoruz. Yazılarını takip

edenler Ülsever’de bunu görür. Bu nedenle

biraz da, Haziran direnişi baskın vermeden

çok önce ayak seslerini duymuş olması beni

şaşırtmayacaktı. Politik yazılar yazan bir ya-

zardan politik polisiyeye göz kırpan bir ro-

man okurken bu kadarını beklemek hak-

kımdı ne de olsa.

ÇAPULCUYUM ÇAPULCUSUN ÇAPULCU

Roman 2011 yılında yaklaşık bir aylık bir

zaman dilimini anlatıyor. 24 Temmuz ile 1

Eylül arasında gelişiyor olaylar. Kısaca ve

açık vermeden söylersek, cinayet büro-

dan, orta yaş sınırında üç komiserin peşle-

rine düştükleri bir seri katille oynadıkları

köşe kapmacayı anlatıyor roman. Çevrele-

rinde üçlü çete olarak da bilinen bu ekibe

sonradan ve amirleri sıfatıyla ABD’de seri

cinayetler konusunda çalışma yapmış, aka-

demik sıfat taşıyan Deniz Ersoy katılıyor.

Deniz Hanım. Şüpheli Doktor Muzaffer

Bey ile ikizi Zafer üzerinde yoğunlaşıyor-

lar. Fakat Deniz

Hanım ekibin ba-

şına geçtikten son-

ra işler karmaşık-

laşıyor. Zira zor

insanlara karşı an-

lamlandıramadığı

bir çekim hisseden

Deniz Hanım, şüphe-

li Muzaffer’in etkisinden

bir türlü kurtulamıyor. Mu-

zaffer ünlü ve başarılı bir psikiyatr,

yakışıklı ve oldukça da zeki bir adam. Ma-

zisinde de benzer karakterde bir erkekle iliş-

kisi olan Deniz, trajik bir şekilde sonlanan

o ilişkinin ardından yeniden sevebileceği-

ne dair bir umuda kapılıyor, fakat doğru er-

keği bulmuş mudur? Hem polisiyenin hem

romansın sorusu bu. Yanıtını romanda

buluyorsunuz, burada yazmayacağım.

Peki, çapulcu nerede?

İktidarın dili bölücüdür. Bir değil on-

larca bölen, parçalayan, düşman eden

kavrama maruz kaldık bir ay içerisinde. Ça-

pulcu yalnızca biri.

“Ayna Paramparça”, belli bir ağırlıkta

Hatay sorununu da deşiyor. Malum, iktidar

Suriye’de başlayan iç savaşı Türkiye’nin iç

meselesi saymıştı ve kısa sürede gerçekten

de kanlı bir sorun yumağıyla baş başa ka-

lıverdik. Yazar sorunu iktidarın tarif ettiği

şekliyle değil, milletin çıkarları ve temel in-

san hakları açısından algılıyor. Bunu dilin-

den anlıyoruz. AKP medyasının muhalifler

dediği katil sürüsü romanda pek de mak-

bul anılmıyorlar. Soruna hükümetin mü-

dahale biçimi satır aralarında sorgulanıyor.

B�R ZEK� KAT�L�N �T�RAFLARIPolisiyemizde genel bir sorun bu, kati-

lin fiilini ayrıntılı ve inandırıcı bir şekilde

kurguluyor yazarlarımız,

fakat suçu polis/dedektife

çözdürmüyor. Suçlunun

peşinde çaresiz dolaşıp du-

ruyor onlar, olayın çözü-

müne pek bir katkıları ol-

muyor. Seri katil hikâye-

lerinde katil hep zeki olu-

yor ama polisin zekâsı

onu parmaklıklar arkası-

na göndermeye ne yapsa

yetmiyor. “Ayna Param-

parça”nın da bu sorundan

mustarip olduğunu gö-

rüyoruz. Katil kendi iste-

ği ile dâhice planlarını, se-

bepleriyle bir bir anlat-

masa kimsenin onu kar-

şısına alıp konuşturacağı

yok. Sonunda akıl akılla

alt edilmiyor, düğüm dev-

letin kılıcı ile çözülüyor. Bu

bir zaaf. Fakat dediğim

gibi yalnızca “Ayna Pa-

ramparça”ya ait bir sorun

değil bu, polisiyemize hâkim olan temel bir

zaaf. Çözümü nedir bilemiyorum, doğru-

su haddim de değil. Yine de sorunun kay-

nağında, anlattığımız seri katiller fazlasıy-

la kurgusal iken polislerimizin fazlasıyla ger-

çek olmasının yattığını düşünüyorum. Po-

lisi buralardan alıyoruz, seri katili ithal edi-

yoruz. Polisimiz duygularıyla hareket eder-

ken katilimiz hep akılcı davranan, elbette

zeki, megaloman tipler oluyor. Kısacası ka-

til sanatını sahiplenmese onu keşfedip

halka tanıtacak bir polis bulunamıyor. Ya

polis tipini değiştireceğiz o halde ya yerli ka-

tiller arayacağız. Değilse dedektif hikâye-

lerimiz bu gidişle itirafnamelere dönüşecek

gibi görünüyor.

C�NAYET AYRINTIDAG�ZL�D�R

Yazar romanda cinayetlerin işleniş bi-

çimlerinden, cinayet aletlerine çok sayıda

ayrıntı veriyor. İşin bu kısmında ciddi bir

araştırma yapıldığı belli oluyor. Yer yer tek-

rara düşülmüş olsa da bu ayrıntıların hi-

kâyeyi zenginleştirdiği, hikayeye inandırı-

cılık kattığı bir gerçek. Silahlar gerçeğe uy-

gun teknik bilgilerle tanıtılmış. Cinayetler

de, artık filmlerden de kanıksamış oldu-

ğumuz üzere iç organların ortaya saçıldığı,

kanın su gibi aktığı sahnelerle tasvir edilmiş.

Sinema seyircisi genç okura hitap edeceğini

düşünüyorum. Ayrıntıdan kaçınılmayan

bir diğer nokta ise roman kişilerinin cin-

sellikleri. Romanın bu anlamda erotik ya-

zının sınırlarını zorladığını söylersek abart-

mış olmayız sanırım. Zaten roman kişileri

belirgin şekilde cinsel kimlikleriyle birbi-

rinden ayrılıyorlar. Özellikle kadın karak-

terler tamamıyla cinsellik üzerinden tarif

edilmiş. Katilin temel

motivasyonu nedeniyle

romanın böyle bir ton

tutturduğu varsayılabi-

lirse de, özellikle teca-

vüz sahnesinde, yine de

kadının vücudunun “diri”

görünmesinin rahatsız

edici olduğunu belirtme-

den geçemeyeceğim.

PEK�, ÇAPULCUNEREDE?

Romanda da var. El-bette iktidarın tarifiyle de-ğil. Kendi dilini oluştura-

rak, iktidarın söylemini red-dederek. Orada duran her-kes çapulcudur artık. Bir çe-

şit heyula. Sorgulayan, di-dikleyen, sürüleştirilmeyi

reddeden, isyan eden her-kese çapulcu diyorlar, ro-manda da var. Artık her şar-

kıda, her fıkrada, çizgi film-lerde bile çapulcu gören bir iktidarımız var.Biz yok desek, inkâr da etsek korku bedenisardı bir kere, özel konutlarında dahi çapulcu

bulmakta gecikmeyeceklerdir!

Üçlü çete dağıtılacakSUAT [email protected]

Ayna Paramparça,Cüneyt Ülsever,

Do�an Kitap, 230 s.

Hergörü�e sayg�l�;

do�ru bildi�indenmenfaati için �a�mayan

ve ç�kar�na olmasa bilegerçe�in pe�inden

ayr�lmayan: Demokrat diye

buna diyoruz. Yaz�lar�n�takip edenler

Ülsever’de bunugörür

Cüneyt Ülsever

Page 7: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

7Aydınlık KİTAP

Keşfetmekedebiyatın tadıdırZihinlerin kurgulanmasında sanatın

işlevine bağlı olarak edebiyat da artık

alabildiğine endüstri nesnesidir; pazar-

lanan üründen ziyade yazardır. Nasıl

pazarlandıkları da artık ortalama algısı

olan tarafından bile çok iyi biliniyor.

Dolayısıyla, reklam üzerinden para ka-

zanmak ve pazarın bir ayağını oluştur-

mak derdinde olmayan kitap ekleri,

kaldıysa dergileri, hatta elektronik or-

tamdaki yayınlarda edebiyat eleştirme-

ni, yazarı ve sahici okur pazarlananı ve

ahbap ilişkilerinin ürünlerini değil de,

gerçek edebiyatı aramak, bulmak,

önermek zorundadır.

Faruk Ergöktaş’ın “Kanser” roma-

nı (aslında uzunca öy-

küsü) keşfedilmesi ge-

rekenlerden.

Kanser ne kadar

yaygın olarak kaplıyor

yaşamlarımızı. Kim, ya-

kınlarında kanserle mü-

cadele eden, kimi za-

man yitiren, kimi zaman

kazanan birilerini tanı-

mıyor? Özellikle de ka-

dınlara göğüsleri üzerin-

den musallat olmuşken

bu illet, edebiyata yansı-

ması ne ölçüdedir?

Hastane, hasta psi-

kolojisi ve dert anlatımı-

nın ilk örneği Peyami Se-

fa’nın “Dokuzuncu Hari-

ciye Koğuşu” kabul edi-

lirse, olgunun toplumsal-

lığımızdaki yerine göre edebiyatımızda

ne denli az bir bölge kapsadığı görüle-

bilir. Oysa, örneğin halk edebiyatında

hastalık, hastane türküleri ne denli

önemli yer kaplar ve bir o kadar da iç-

tenliğiyle, etkileyicidir.

Ergöktaş “Kanser”de yer yer tümce

kurmaya da gerek görmeden, sözcükle-

rin tekil çağrışımlarında anlam açılım-

larının çeşitliliğine yüklediği duygular,

imgelerle kuruyor anlatısını. Okumayı

seyredilebilir kılıyor. Ustalık işidir.

Yoksul, dünyadaki yerleri tıpkı an-

latının karakterlerini alabildiğine be-

lirsiz hale getirişindeki gibi, gölge ağır-

lığındaki insanların, özellikle de biri

çamaşırcı-temizlikçi iki kadın ve dert-

lerinin bilinç akışsal bir teknik ve üslu-

bun yeğlenmesiyle, ki bu ruh halinin

de verilmesini sağlıyor, dilin imgeselli-

ği, gerçekçilikle alabildiğine bütünleş-

tiriyor:

“Eski Osmanlı duruşu, Müslüman

sessizliği denecek gölgeleriyle doğrul-

du.”(s.12)

Yine de lirik yapı, anlatılanın hoy-

rat ve acımasız gerçekliğe dair olmasın-

dan ötürü bilinçli bir bozunuma uğratı-

lıyor: “’Doktorlar’diyemedi. ‘Yok mu

hiç?’ ‘Ölmek’ boğuldu” (s.17)

Tümcenin dilbilgisi açısından taru-

mar edilişi, bir kanser tanısı karşısında-

ki ilk tepkinin tarumar olmuş bilinç ve

duygu dünyasına ait oluşunu göster-

mek için yetmez mi?

Durağan şeylerin, nesnelerin yalın

betimlemelerinde, tekil simgelerin

uzamdaki birbirleriyle ürkek, gönülsüz

ilişkilerinde, anlamı ancak insanların

onlara verdiği değerle buluşlarında bile

o vakur, tekil acı sızdırılıyor: “Gitmiş

eşyasına, ipekli bohçasına, entarilerine,

başörtülerine ağla-

mıştı” (s.11)

Hayalet halinde

gezinen aile bireyleri-

nin sorumluluğunu

yüklenmiş kanserli,

çamaşırcı annenin,

yoksul fırıncı babanın

tevekkülle, dine sığı-

nışının acı umarsızlı-

ğını da, aynı yalın so-

yutlama ve metaforla-

rın gücünde doruğu-

na taşıyor. (s.40)

“Un çuvalları ak

tozlu alnında yemin-

ler etti.” (s.41)

Ananın en sevdiği

ve en çok kırıldığı bü-

yük oğlu ise “Fenera-

laylı askerler arasından

kimsesiz karanlık yıkıntılara doğru açı-

lan eski bir sokağa saptı.” (s.27)

Ama anlatının doruğuna, mezarlık

ve genç kadının defin sahnelerinde va-

rılıyor. Şu kısacık tümceler neler söyle-

miyor ki: “ G Mezarlığı … herkes için

olan budur.”(s.18)

“İki mezar taşı arasında öpüşürler-

di. … En uygun yer, öz ve biçim.” (s.21)

Yoksul, umarsız, endişeli insanlar,

hastaneler, ameliyatlar, evliyalar, me-

zarlık… Kesişmeler içinde zaman yal-

nızca bir ufuk olarak var; anlatım de-

rinliğini, sesleri görselliğe dönüştüre-

rek kuruyor ve zaman eriyor:

“Bir tümseğe yerleştirilen tabut üs-

tünden, aşağılara, ta uzaklara; ağaçlar

ve öteki dikili taşlar ararsından şehre

doğru bakılınca, tabut kocaman bir

korkuyla bütün şehre çökmüş…” (s.56)

Edebiyat pazarında, metanın cila-

lısını değil hasını keşfedin. “Kanser”i

mesela.

Kanser, Faruk Ergökta�,

Pia Yay�nlar�, 71 s.

MUSTAFA BEZİRCİLİ

Page 8: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP

Türkiye’nin seçkin tarihçilerinden ve

Ortadoğu’yu, Arap alemini en iyi bilen

uzmanlarından olan Orhan Koloğlu,

bölgeye demokrasi getireceği söylenen

Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) çök-

tüğünü belirtti. Avrupa’nın ve Ortado-

ğu’nun tüm arşivlerinde çalışan, yıllarca

gazeteci, basın ataşesi, Basın Yayın En-

formasyon Genel Müdürü ve 1980 ön-

cesinde Başbakan Bülent Ecevit’in da-

nışmanı olarak görev yapan Koloğlu ile

Mısır’da yaşananlardan hareketle Orta-

doğu’yu konuştuk.

Tarihe, dış politikaya ve basına iliş-kin 70 kadar kitabınız var. Milli Müca-dele kahramanı olan “Arap Kayma-kam” lakaplı babanız Sadullah Koloğ-lu, “Mülkiye’nin ihraç ettiği ilk başba-kan” olarak Libya’da başbakanlık yap-mış. Ortadoğu’yu tarihiyle, toplumuyla,kültürüyle çok iyi bilen bir uzman ola-rak Mısır’da son haftalarda yaşananlarınasıl yorumluyorsunuz?

Mısır’daki soruna sadece Mısır’da ya-

şananlardan ibaretmiş gibi bakmak ye-

terli olmaz. Çünkü dünyayı yöneten

güçler tarafından bütün İslam alemini

kapsayan bir politika yürütülüyor. Birden

bire Tunus, Cezayir, Libya ve Mısır baş-

ta olmak üzere Arap dünyasını kapsayan

bir “Arap Baharı” ilan edildi. Süreç

başladığında bana bu konuda sorular so-

rulduğunda bir baharın mevzu bahis

olamayacağını, demokrasinin geldiği an-

layışına bağlı bir baharın düşünüleme-

yeceğini söylemiştim. “Arap baharı” de-

yince, sanki demokrasinin yerleştiği gibi

bir görüntü yaratılmak isteniyor.

Oysa demokrasi dini anlayışın dışın-

da halkın kendi kararlarına yönel-

mesidir. Hıristiyanlık kendi içlerindeki

kavgalar yüzünden Kilise’yi dışlamış,

demokrasi doğrudan halkın içinden gel-

miştir. Ben İslam’ın da Allah ile kul ara-

sında başkalarının rol almasının redde-

dilmesi sebebiyle Hıristiyanlığın o geri

kalmışlığını aştığını kabul ederim. Ama

eğer bugün “bahar” geldiği söylenen

ülkelerin hepsinde eylemleri öncelikle

dinci kesimler yürütüyorsa, demokrasi-

den veya bahardan bahsetmek mümkün

olmaz. Mısır’da Müslüman Kardeşler

(İhvan), Suudi Arabistan’da Selefiler,

Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de Ha-

mas, Irak’ta El Kaide, Afganistan’da

Taliban, İran’da ise kendi İslami örgüt-

lenmeleri varken, bütün İslam alemine

çözüm getirmek isteyen tek bir İslami gö-

rüşün olduğunu söyleyemeyiz. Nitekim

bu ülkelerde İslami gruplarla ilgili poli-

tikalar üzerindeki asıl etki sahibinin

dünyayı yöneten emperyalist güçler, ön-

celikle de ABD olduğu görülüyor.

Birlikte anımsayalım. Büyük Orta-

doğu Projesi diye bir proje ortaya atıl-

mıştı. Türkiye’nin de buna önderlik et-

mesi tezi ileri sürülmüştü. 2003 yılı Ma-

yıs ayında Dışişleri Bakanı olduğu zaman

Abdullah Gül “Ortadoğu’daki tüm re-

jimler değişecek” demişti. Irak’ta yaşa-

nanlara dikkat çekerek, “Bütün bölge

halklarına özgürlük verilmedikçe sis-

temler böyle devam edemez” diye ko-

nuşmuştu. Bugün varılan noktada, 10 yıl

sonra hiçbir şeyin değişmediği görülüyor.

Dolayısıyla Mısır’daki olayları Mısır’a

özgü olaylar olarak değil, bütün İslam

dünyası üzerindeki eylemler çerçeve-

sinde değerlendirmek gerekir. Yıllarca

Mübarek’i, sonra da Mursi’yi destekle-

yen ABD, son haftalarda İhvan’ı da

fazla rahatsız etmeden, Mursi’yi devi-

renleri destekler bir tutum içinde. Bu da

uluslararası politikanın devam ettiğini

gösteriyor.

MISIR’IN KÖKLÜ GEÇM���Mısır’ın tarihinde Cemal Abdül Na-

sır gibi büyük bir devrimci devlet ada-mı da çıkmıştır. Yıllardır emperyalizmebu kadar bağımlı olmasını nasıl açık-lıyorsunuz?

Mısır’ın köklü bir geçmişi ve uygar-

lığı vardır. O nedenle İslam dünyası ile

tam bir uyum içinde değildir. Kendi çiz-

gisi içinde evrim gösteren bir toplum ol-

muştur. Mısır milliyetçiliği akımı daha

1880’lerin başında ortaya çıkmıştır. Bu

akımın önceliği de, İslam dünyasının ba-

ğımsızlığından ziyade, Osmanlı Devle-

ti’nden kopmak ve Mısır’ın bağımsızlı-

ğını kazanmak olmuştur. İngilizler

1882’de Mısır’ı işgal ettiklerinde, he-

defleri Süveyş Kanalı’nın denetimidir.

Ama Mısır toplumu içinde de devamlı

olarak ayrılıkçı, milliyetçi hareketi des-

teklemişlerdir. Gerçi Mısır’da Sultan

İkinci Abdülhamid’in paşa sıfatı verdiği

Kamil Bey gibi Osmanlı’ya bağlılığı sa-

vunanlar görülmüşse de, Osmanlı men-

subiyetini ve Türk niteliğini reddet-

mekten ziyade en büyük Arap dilli kam-

panya Mısır’dan çıkmıştır. Bu kampan-

ya da tüm İslam alemini kurtarmak

amaçlı olmamıştır.

“Arap Baharı” olarak nitelendirilensüreç sizce nereye varır?

Farklı ülkelerdeki farklı İslami akım-

ların tek bir çözüme ulaşması kolay de-

ğildir. Tüm bu akımların “İslami” köke-

ninin farklı anlayışlara dayanması, tek bir

İslami anlayışta birleşmenin imkânsızlı-

ğını da büsbütün ortaya koyuyor. Örne-

ğin, 57 devletten oluşan İslam İşbirliği

Teşkilatı’na dikkat ederseniz, bütün bu

olayların içinde en ufak bir yönlendiri-

ci etkisinin, akılcı bir önerisinin olma-

dığını görürsünüz. Çünkü İslam ülkele-

rinin kendi aralarında hiçbir anlaşma, uz-

laşma yoktur. Üstelik önümüzdeki se-

neden itibaren bu teşkilatın başkanlığı-

na Suudi Arabistan’ın gelecek olması,

ARAP DÜNYASINI EN İYİ BİLENLERDEN GAZETECİ, TARİHÇİ ORHAN KOLOĞLU:

BARIŞ DOSTER

Türkiye’nin Ortadoğupolitikası iflas etmiştir

Orhan Kolo�lu

Page 9: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP

kendi içindeki anlaşmazlığın daha da de-

vam edeceğini gösteriyor.

İslam dünyasında Irak’ın iç karmaşa-

sı biliniyor. Afganistan kaos içinde. Pa-

kistan’da iç çarpışmalar sürüyor. Suri-

ye’yi karıştırmak için oyunlar oynanıyor.

Mısır’ın durumu ortada. “Arap Baharı”

adında yeni bir yapıya yönelen Libya’da ise

yeni anayasa gelecek, sonrasında da ayrı-

lıkçı akımlarla mücadele edilecek. Bu du-

rumda yeni ve ortak bir çözümden bah-

setmek, dünyada hedeflenen demokrasi-

nin yerleşeceğini ummak hayal olur.

Mısır ve Türkiye’deki gelişmelerinbenzerliği yönündeki iddialara ne di-yorsunuz?

Türkiye’de Gezi Parkı eylemleri ile

Mısır’da yaşananları birbirine benzetmek

hatadır. Çünkü Türkiye’de en az 140 sene

önce başlayan parlamenter sistem kav-

gası, daha sonra bütün gücü Meclis’e ta-

nıyan sisteme dönüşmeyi başarmıştır.

Ama toplumun tabanının, en alt sınıfın

etkin olması için de en az 80 yıldır mü-

cadele sürmektedir. Bu süreç ve bu ya-

pının olgunlaşması Mısır’ınkiyle aynı

değildir. Dahası, Türkiye sadece kendi

açısından demokrasiye yönelmeyi değil,

Avrupa Birliği içinde demokratik yapı-

sıyla yer almayı da hedeflemiştir. Dola-

yısıyla toplumun davranışında özellikle

Gezi Parkı olaylarını ele alınca, çok

farklı bir anlayışın bulunduğu hemen gö-

rülüyor. Mısır’da yaşananlar ile Gezi Par-

kı sürecini aynıymış gibi sanmak yanlış-

tır. Ancak ne yazık ki bizdeki iktidar böy-

le bir değerlendirmeye meyyal görünü-

yor. Fiziki şiddetten ve silahlı eylemler-

den tamamen arınmış masum gösterileri

Mısır’daki olaylara benzetmeye kalkış-

mak büyük hatadır.

YEN� OSMANLICILI�INPER��AN HAL�

Batının Ortadoğu’ya, İslam dünya-sına, Türkiye’ye bakışı değişiyor muyoksa oryantalist bakış açısı sürüyormu?

Batıdaki bakış açısı, bundan önce

oluşturulan doğuyu sömürmeye odak-

lanan politikasından farklı değildir. Dik-

kat ederseniz, batının tam desteğine sa-

hip olan Suudi Arabistan ve Birleşik

Arap Emirlikleri, olaylar yüzünden eko-

nomik bunalımı derinleşen Mısır’a des-

tek vermede öne çıkarıldılar. Öte yandan

bundan evvel Katar tarafından yapılan

ekonomik destek şimdi kesilmiş oldu.

Demek ki sermayelerinin en büyük kıs-

mı Batı dünyasında yatmakta olan bu

Arap ülkeleri, politikalarının ve mali güç-

lerinin etkilenmesini önlemek için dal-

galanan politikanın içinde yerlerini al-

maktalar. Yoksa bütün İslam dünyasına

bağımsızlık hareketi getirme gibi bir

anlayışları yoktur. Batı perde gerisinden

oyununu sürdürüyor.

Hükümetin “Yeni Osmanlıcılık” po-litikası ne durumda?

Hükümetin iktidara gelişiyle birlikte,

yeni bir dış politika oluşturma yolunda

önemli adımlar atıldı. Bunda özellikle bir

akademisyen olan Ahmet Davutoğlu’nun

etkisinin büyük olduğunu kabul etmek ge-

rekir. Çok farklı bir anlayışla, özellikle İs-

lam dünyasına ve Ortadoğu’ya yönelik gö-

rüşler getirdi. Bu görüşlerin “Arap Ba-

harı” denilen süreçte de etkisi vardır.

Elimde bir rapor var. Dışişleri Bakanlığı

Stratejik Araştırmalar Merkezi’nce Ma-

yıs 2013’te basılmış. Adı “A Dictionary of

Turkish Foreign Policy in the AK Party

Era: A Conceptual Map”. Yazarları Sa-

karya Üniversitesi’nden Murat Yeşiltaş ve

Ali Balcı. Bu raporda Davutoğlu’nun

politikası ayrıntılı olarak anlatılıyor ve sa-

vunuluyor. Bakanlığın bastığı bu resmi ya-

yında hükümetin dış politikası şöyle izah

ediliyor:

“Davutoğlu’nun genel egemen gö-

rüşüne göre, 2000’in ilk 10 yılının son çey-

reğinde Ortadoğu’daki girişimler artmış,

klasik Batı politikasından kopulmuştur.

Açıkça batıdan doğuya yönelme olarak

laiklikten İslamcılığa ve Avrupa Birli-

ği’nden Ortadoğu’ya yönelinmiştir. Bunu

AK Parti’nin İslamcılığı diye niteleyen-

ler vardır. AK Parti ise Ortadoğu mese-

lesinin parti ideolojisiyle ilgisi olmadığını,

bunun tarihin normalleşmesi ve batıya

yönelik tek boyutlu politikanın yerini çok

boyutlu politikanın alması olduğunu sa-

vunmaktadır”.

Bu raporun en son paragrafı ise Bü-

yük Ortadoğu Projesi ile ilgili ve şöyle de-

niyor:

“BOP bölgedeki Müslüman ülkelere

demokrasi ihracı amaçlı bir siyasi proje-

dir. Bush zamanında başlatılmıştır. Böl-

ge ülkelerinin ekonomilerini evrensel ti-

carete açmaları da amaçlanmıştır. Ama

dünyada ABD’nin “terörizmle mücade-

le” konulu egemenlik projesi çerçevesinde

nitelendirilmiştir. Türkiye’de bile Türk dış

politikasının ABD’nin tekeline sokul-

ması şeklinde yorumlanmıştır”.

Bu raporun son cümlesinde de AKP

hükümetinin BOP’u reddettiği yazıl-

mış.

Bu rapor gerçeklerle ne kadar örtü-şüyor?

Başbakanın ilk günden beri kendisi-

ni Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesin-

de eş başkan olarak tanımladığını bili-

yoruz. Bu yönde çok sayıda açıklaması,

demeci var. Bu konudaki gayreti bilini-

yor. Onun partisine yakın iki akademis-

yenin yazdığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın

bastığı bir raporun son cümlesinde AKP

hükümetinin BOP’u reddettiğinin ya-

zılması, BOP’un işlemez hale geldiğinin

kabul edildiğini gösterir. Aynı zamanda

İslam dünyasının iç olaylarının da çö-

zülmez hale geldiğinin itirafıdır. Irak’ı üçe

bölme çabalarını, Suriye’deki dış destekli

iç savaşı, Türkiye’deki Kürt ayrılıkçı ha-

reketini, Filistin’e yönelik İsrail eylem-

lerini incelediğimizde, bölgeye demok-

rasi getireceği söylenen BOP’un hayal ol-

duğunun, iktidar çevrelerinde bile kabul

edilmeye başlandığını görüyoruz.

B�R ZAMANLAR L�BYA VEKADDAF�

Çok iyi bildiğiniz ve uzun yıllar ya-şadığınız Libya’da olanları nasıl görü-yorsunuz?

Kaddafi’nin 40 yıl yönettiği Libya ile

Türkiye’nin ilişkileri çok ilginç bir süreç

izlemiştir. Bir yandan Kaddafi, hem

mali desteği, hem de benzin ve askeri

malzeme yardımıyla Kıbrıs olaylarında

Türkiye’ye büyük destek vermiştir, bir

yandan da dünyayı idare etme hayali çer-

çevesinde Türkiye’yi peşine takmaya

çalışmıştır. Onun bu tutkusu kalıcı iş-

birliği yapılmasını engellemiştir. Kad-

dafi’nin iktidardan düşürülmesinden 5-

6 ay önce Başbakan Erdoğan kendisini

Libya’da ziyaret etmişti. İki lider baş

başa, Afrika’ya yönelik açılım konusunu

da içerdiği anlaşılan bir görüşme yap-

mışlardı. Önemli olan bu görüşmenin iç-

eriğinin Türk hariciyesi tarafından dahi

bilinmemesidir. Çünkü baş başa yapılan

bu görüşmede tercümanlığı Libya kö-

kenli tercüman yapmıştı. Bundan birkaç

ay sonra Kaddafi devrilip öldürüldü.

Libya iç savaş süreci yaşarken Türki-

ye’nin NATO çerçevesinde Libya’daki is-

yancılara yardımda bulunması düşün-

dürücüdür. Olayların sonunda Türki-

ye’nin Libya ile ilgili tüm maddi bağlantısı

ve geliri koptu. Tıpkı Irak ve Suriye’de

olduğu gibi ekonomik kayıplar gündeme

geldi. Tüm bu yaşananlar, bir yandan

BOP ya da ondan bağımsız bir “İslam

dünyası projesi” gibi düşünceler oluştu-

rulurken, gerçekte tam tersi gelişmele-

rin yaşandığını gösteriyor. Ülkeler bö-

lünüyor, parçalanıyor. Türkiye’nin Lib-

ya politikası da çökmüş oluyor.

Hükümetin Suriye’yle ilgili politikasıda çöktü, beklentileri gerçekleşmedi.Bu konudaki yorumunuz nedir?

Suriye’nin özellikle İsrail’in Filistin ve

Lübnan’a yönelik eylemleri nedeniyle,

daha Hafız Esad zamanında sert bir re-

jime dönüştüğü bilinir. Bu dönüşümde iç

etkenlerden çok dış etkenler yönlendiri-

ci olmuştur. Hem Hafız Esad zamanında

hem de Beşar Esad zamanında Suri-

ye’ye gitmiş, o ülkeyi yakından tanımış biri

olarak şöyle düşünüyorum. Beşar Esad,

zaten asker kökenli olmaması nedeniyle

ılımlı bir politika izliyor, bunu da toplu-

ma yerleştirmeye çalışıyordu. Ben buna

tanık oldum. Hatta katıldığım bir tarih

kongresinde, hep adet olduğu üzere,

Arap bilim insanlarının Osmanlı Devle-

ti’ni ve Türkleri yeren bildiriler sunmak

yerine, daha soğukkanlı ve bilimsel bil-

diriler sunmaları dikkatimi çekmişti. Kal-

dı ki AKP iktidarı da Beşar Esad ile dost-

ça ilişki içindeydi. Bu birden bire tersine

döndü. Hatta Türkiye’nin Suriye’ye mü-

dahale etmeyi düşünmesi, bu müdahale-

ye ABD ve AB’den destek gelmesi ça-

baları öne çıktı. Bu da çok şaşırtıcı bir po-

litika değişikliği oldu. Bölünmesi için

Suriye’ye Irak’tan Kürt girişi sağlandı. An-

cak Türkiye için de aynı Kürt eyleminin

geliştirildiğini unutmamak gerekir.

Gelişmeler sonrasında Türkiye’nin

ekonomi gelirinde çok önemli rolü olan

Güneydoğu sınır ticareti sıfıra düştü.

Böylesine büyük bir etkiyi hazırlayan po-

litikaya çok dikkat etmek gerekir. Bu Su-

riye’nin gerçekleştirebileceği bir şey

değildir. Büyük güçlerin işidir. Türki-

ye’nin kendi içinde önemli bir Kürt so-

runu gündemdeyken, Suriye’deki olay-

larla ilgili ne yapabileceğimiz hakkında

fikir yürütmek kolay değildir. Nitekim

yukarıda adını verdiğimiz Dışişleri Ba-

kanlığı raporunda da bu konuda hiçbir

kayıt yok. Bu da Suriye politikamızın if-

las ettiğini gösteriyor.

Page 10: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Müslüman Kardeşler’in iktidarını devrim-

le yıkan Mısır halkının hikayesini en iyi an-

latan yazarlardan biridir Necib Mahfuz. Ha-

ziran Devrimi’ni göremedi ama, bütün ro-

manlarında Mısır’ın bağımsızlık hareketi, iş-

gal dönemi, Nasır Devrimi, Enver Sedat ik-

tidarının özellikle orta sınıfta yarattığı et-

kileri, toplumsal dönüşümleri gerçekçi sa-

nat anlayışıyla ortaya koydu. Mısır halkı için

son derece belirleyici olan bu önemli dö-

nemlerde sergilediği siyasi duruşundaki

dalgalanmalar çok tartışma yarattı.

Özellikle Enver Sedat’ın İsrail’le imzala-

dığı Camp-David Anlaşması’na destek ver-

mesinden sonra gelen Nobel Edebiyat Ödü-

lü edebiyat çevrelerinde hep sorgulandı. İşin

daha da ilginci 1988’de Necib Mahfuz’a ede-

biyat ödülü verilirken, Mısır ve İsrail devlet

başkanları Enver Sedat ile Menahem Begin

Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü.

Necib Mahfuz ödülü almadan önce, No-

bel ödülüne kuşkuyla yaklaştığına dair açık-

lamalarına rağmen ödülü reddetmemesi de

çok konuşulan tutumlarından biri oldu. Aynı

şekilde İsrail’le yakınlaşma politikasını izle-

yen Enver Sedat’a destek verdiği için kök-

tendinciler tarafından eleştirilmesine karşın,

yakın zamanda Müslüman Kardeşlerle girdiği

dostluk ilişkisi de çok tartışıldı. Son dönem-

de Müslüman Kardeşler’ e

üye olduğunu söylentilerini

sürekli yalanladı. 1950’li yıl-

larda Milliyetçi Parti’nin sol

kanadına yakın duruyordu.

1952’ de Temmuz devrimi-

ni destekledi. El Ezher ta-

rafından “Dini aşağılıyor”

gerekçesiyle “Mahallemizin

Çocukları” adlı romanına

uzun süre yasak getirildi.

1980’lerde Necib Mahfuz’u

yayımlamak ve okumak, Sal-

man Rüşdü’nün başına ge-

lenler gibi tehlikeli bir hale

dönüştü.

BA�KANIN ÖLDÜRÜLDÜ�Ü GÜN

Romanlarında Mısır’ın bu

önemli dönemleri, orta sınıfa ait

kahramanları simgeleştirerek,

devrimlerini, karşıdevrimlerini,

isyanların gelişme gerilimini, geçmişin he-

saplaşmasını ustaca yansıttı. Siyasi konu-

mundaki çelişkili durum ne olursa olsun, top-

lumsal değişmenin dinamiğini kavrayarak, si-

yasi açmazların toplumda yarattığı patla-

maları gerçekçi bir biçimde verebildi.

Mısır’ın güçlü tarihi geçmişi, kültürü acı-

masızca parçalanırken, çaresiz isyanını ve öf-

kesini somutlaştırdığı kişilerle romanlarından

yansıttı.

“Başkanın Öldürüldü-

ğü Gün” romanı, Enver

Sedat’ın öldürüldüğü günü

anlatıyor. Roman ilerle-

dikçe büyüyen gerilimi,

içten içe dalgalar halinde

okuyucuya aktarmayı ba-

şarıyor.

Romanda 1980’lerin

başında, yazarın hiç ay-

rılmadığı ve romanlarının

değişmeyen mekanı Ka-

hire’ de yaşayan orta sı-

nıfa mensup bir aile

konu ediliyor. Necib

Mahfuz toplumsal ger-

çekçilik adına tipik ola-

nı seçip çıkartıyor ve ba-

şarılı bir şekilde karak-

terize ediyor.

Kahramanlar, simge

adlar taşıyor. Necib

Mahfuz, hemen hemen bütün romanlarında

simgeleşmiş tiplerle, gerçekleri ve geleceği de-

rin bir sezgiyi somutlaştırıyor.

“Başkanın öldüğü gün”de Enver Sedat

fırsatçı, ikiyüzlü Enver Elem tipinde ka-

rakterize ediliyor. Randa’nın duyarsız, ilgisiz,

halk gerçeğinden uzak, neoliberal babası

Mübarek, Enver Sedat’dan sonra Mısır’ın

üzerine kabus gibi çöken Hüsnü Mübarek’in

habercisidir.

Romanda kahramanlar, dede Muhteşim

Seyid, torun Elvan Favaz Muhteşim ve ni-

şanlısı Randa Süleyman Mübarek, olayları ve

düşüncelerini, sıkıntılarını kendileri anlatıyor.

Yazarın genellikle romanlarında tercih et-

tiği bu teknik, içerikte yaratmak istediği et-

kiyi güçlendiriyor.

MUC�ZE BEKLENT�LER� 80’li yaşlardaki Muhteşim Seyid, Mısır’ın

gelenekselci yapısını temsil ediyor. Diğer ro-

manlarında da eski Mısır’ın tüm geleneksel

yapısını bünyesinde toplamış bu tiplemeyi,

farklı karakterlerle izleyici ve gözlemci ola-

rak işlevlendiriyor. “Zamanın iki ucundaki

eki ‘ben’ ile şimdiki ‘ben’ karşı karşı geli-

yorlar” diyerek ikiye bölündüğünü hisseden

Muhteşim Seyid, sürekli geçmişiyle he-

saplaşarak, yenilgiyi dualarına saklanarak ka-

bullenmiş biri. Nasır dönemini de yaşadığı

için ister istemez sürekli o zamanlar ile “şim-

diki” Enver Sedat dönemiyle karşılaştırmalar

kuruyor. Geleceği temsil eden torunu Elvan

için çok endişeleniyor. Sakin sakin dualar-

la başlayan iç konuşmaları, yoksulluk ve ça-

resizliğin etkisiyle Allah’a siteme dönüşüyor.

Kaderini değiştirememenin bunalımıyla

yarattığı öfkesini, mucize beklentisiyle ya-

tıştırmaya çalışıyor: “Dua et, göster muci-

zelerini Seyid el Hanefi!”

Enver Sedat’ın “İnfitah” Açık Kapı po-

litikasının yarattığı orta sınıfın hızla yoksul-

laşması, toplumun bozulması, rüşvetin yay-

gınlaşması, fırsatçıların zenginleşmesi en çok

Muhteşim Seyid’in simgelediği kesimi etkiler.

Nasır dönemini de yaşamıştır çünkü. Kıyas-

lamalar yapar, toplumsal yıkımı yakından gö-

rür. “İntifah”, açık kapı 1980’li yıllarda Mısır’ın

karanlık geleceğini belirlerken, 1980’li yılla-

rın karanlığı Türkiye’de de yayılmaya başla-

mıştır. Şaşırtıcı benzerliklere romanı okurken

rastlamak mümkün oluyor.

Torun Elvan Fayaz Muhteşim, nişanlı-

sı Randa’dan yoksulluğu yüzünden ayrılıyor.

Geleceğin temsilcisi olmasına rağmen, her

geçen gün yıkıma giden Mısır’ın karanlı-

ğından ürküyor. Umutsuzdur. Çıkış yolu bu-

lamaz. “Sizi halkın ta içinden seçtik” sözü-

nü tekrarlayarak, olup bitenden şaşkın şöy-

le düşünür:

“Biz halkız, sizi halkın ta içinden seçtik.

Aşk, umudun içine sardığımız bir buket gül-

dü. İlk başkanımızı kaybettik… Bir başka baş-

kan, öteki ile taban taban zıt biri, gelip bizi ye-

nilgimizden selamete çıkarmak istiyor…”

Enver Sedat’ın öldürülmesinin, Elvan’ın

kaderini de belirleyen olaylarla aynı paralel-

likte gelişmesi, suikast sonrası belirsizliği, ka-

ranlığın daha koyulaşmasını okuyucu derin-

den hissediyor.

Elvan’ın, çalışmaktan kendilerine bile

ayıracak zamanları olamayan anne ve baba-

sı yitik kuşağın temsilcileri olarak arka plan-

da yer alırlar. Nişanlısından ayrıldığı için

çok üzgün olan Elvan’a anne ve babasının söy-

lediği şu sözler, o yitik kuşağın ne halde ol-

duğunu anlamaya yetiyor da artıyor:

“Senden ve ülkeden konuşmayalım ar-

tık! Sanki sadece senin uğruna çalışıp di-

dindiğimizi sanıyorsun. Kendi sorunlarını

kendin çöz, bırak ülkenin sorunlarıyla da Al-

lah ilgilensin…”

EN BÜYÜK MUC�ZEMısır edebiyatının en üretken yazarı olan

Necib Mahfuz, bu kısa ama etkili romanın-

da yer yer şiirsel anlatımıyla dönemin Mısır’ını

edebiyatın gücüyle gözler önüne seriyor.

Anlıyoruz ki, devrimler hiçbir zaman sui-

kastle başlamaz. Suikastler karşıdevrimin te-

tikçisidir. Mısır halkının nefret ettiği Enver

Sedat’ın suikastla öldürülmesi, emperya-

lizmin kışkırttığı ve yönettiği dinci gericili-

ğin egemenliği Mısır’ı yıllarca kıskacına al-

sın diyedir. Ta ki, 2013’ün Haziran’ına ka-

dar. Haziran’da ayağa kalkan, emperyaliz-

min oyunlarını boşa çıkarma gücünü gös-

teren halkın, 1980’lerde içten içe kaynamaya

başlayan sıkıntısı, öfkesi, umutsuzluğu yeni

kuşaklarca umuda, devrime dönüşüyor.

Zaman, mucizeler bekleme zamanı değildir

artık, en büyük mucizeye; halkın haklı gü-

cüne inanma zamanıdır.

EN ESKİ UYGARLIĞIN EN YENİ DEVRİMİ VE NECİB MAHFUZ

Umuda sarılan gül buketiBİLGE MUTLU

Ba�kan�n Öldürüldü�üGün, Necib Mahfuz,

K�rm�z� Kedi Yay�nevi, Çev:

�lknur Özdemir, 104 s.

Necib Mahfuz

Page 11: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

“Pirincin içindeki kara taşlardan korkma ak olanlardan kork.”

Japon Atasözü

Jean Christophe Grange’in romanları

kapsamlı, gerilim dolu ve içinde ma-

cera haritaları barındıran birer reh-

ber. Dünyanın değişik coğrafyalarını

romanlarına mekan olarak seçip seçti-

ği ülkelerin geleneklerini, insanlarını,

hayat tarzlarını, tarihlerini, çekincele-

rini ve umutlarını irdeleyen Grange,

gerilim/macera kalıbını estetize ederek

genişletenlerden.

Yazarın Doğan Kitap tarafından çı-

kan son romanı “Kaiken” ile bu sefer

Japonya’ya doğru akan sayfalar bu ilgi

çekici büyük uygarlığa adım adım giri-

şi sağlıyor. Japon kültürü içindeki onur

ve intihar kavramlarının özünde var

olan geleneksel gerilim, romanın ilk

bölümünde kendini hissettirmeye baş-

lıyor. Japon kimliği küreselleşen dav-

ranışların içinde en çok ve en çabuk

ayırt edilen özel kimliklerden ve bu

durum “Kaiken”de olaylara emdiril-

miş. Cinayetlerin izdüşümünde Avru-

pa’dan Uzakdoğu’ya akan hikaye bı-

çak sırtı bir okuma sunuyor.

�Ç DÜNYALARIN A�IRLI�IBilinen polisiye/macera romanları-

nın aksine Grange’in kitaplarındaki ka-

rakterlerin psikolojik irdelemeleri oku-

yucuyu yabancılaşmadan kurtarıyor.

“Kaiken”deki Komiser Passan da, etra-

fında şekillenen diğer karakterler de iç

dünyalarıyla romanı dolduruyorlar. Pas-

san’ın Japonya merakı ve bu merakın

geçmişe ulaşan izleri hikaye hakkında ip

uçları verse de Grange’in şaşırtmadaki

ustalığı yine ön planda. İki kola ayrılan

kurgu, algı kapılarını zorlarken okuma-

nın verdiği hazzı da ikiye katlıyor.

Hamile kadınların ve bebeklerinin

öldürülmesiyle, gerilim; geçmişin say-

faların koridorlarından koşar adım

ilerlemesiyle de bir macera romanı

“Kaiken”. Konunun karmaşık fakat

kaostan uzak olması zihinlerde bul-

maca çözüyor hissi bırakıyor. Gran-

ge’in daimi okuyucusu Grange’in sürp-

rizlerine aşina olsa da seri olarak oku-

duğu kitabın sonunda yine şaşıracak.

Grange’i okumaya “Kaiken” ile başla-

yan okuyucu ise usta gerilim/macera

yazarının diğer kitaplarını merak ede-

cektir kanısındayım. Daha da önemlisi

diğer kitapları da okuduğunda Gran-

ge’in kendi romanı üzerinde ilk deney-

sel değişikliklere “Kaiken” ile başladı-

ğını saptayabilecektir.

Passan’ın ve karısı Naoko’nun ha-

yatları hakkında derinlemesine bilgiler

edinirken teknik olarak klasik Fransız

edebiyatının izlerini bulmak çok satan

bir kitaptan beklenmeyecek bir şey.

Yine de küçük bölümlerle göze ve aka-

binde zihne domino etkisi yaratmak,

bilindik bir Hollywood taktiğinin roma-

na uyarlanmış hali. Konu olarak ise

Passan’ın ve Naoko’nu arkadaşları San-

drine’nin öldürülmesiyle oluşan keskin

çatallanma bir yerden sonra iki ayrı ki-

tap okuyormuş duygusu bırakabilir.

BROWN MU, GRANGE M�Gerilim/macera/polisiye türü ro-

manlardan söz açıldığında günümüzde

tartışmasız iki yazar karşılaştırılır: Dan

Brown ve Jean-Christophe Grange.

Dan Brown’un gizemci havası, Gran-

ge’in ise gerçekçi kurgusu ön plandadır.

Buna istinaden Dan Brown “gösterme-

mek”le merak unsurunu uyandırmayı

seçer ve bu çoğu zaman uyuşturma hissi

yaratır. Grange ise coğrafyayı, karakter-

leri ve olayları apaçık önümüze sererek

okurdan yeni bir yol seçmesini ister, bu

da çoğu zaman okura, üretiyor olma

duygusu verir.

Kurguda derinlik açısından Grange

bir adım önde olsa da

şekil olarak tüketime

yönelik kitaplar üret-

tiklerinden hızlı okun-

mayı sağlayacak senar-

yovari tarzı her ikisi de

romanlarında aynı şe-

kilde uygular.

Dünya’nın değişik

yerlerini mekan olarak

seçmek kronolojik ola-

rak Grange’in icadıdır.

Brown seçtiği ülkeleri

popüler kültürün ışığın-

da anlatırken Grange

ise geçmişten geleceğe

uzanan derinlemesine

bir profil çıkarır yazdığı

ülkeler hakkında.

B�R YAZAR�HANET�

Ticarete endeksli

edebiyatın son yıllarda en çok kullan-

dığı yöntemlerden biri gizli reklam.

Kahramanın arabası, saati, giysileri, yi-

yecekleri, içecekleri, silahı, gözlü-

ğü ve akla gelebilecek bütün nes-

neleri tasvir edilmeden sadece

markası verilerek sayfaların ara-

sına serpiştirilir. Okuyucu sistem

tarafından pompalanan markala-

rın ablukası altında olduğundan

bu ayrıntıyı çoğu zaman atlar

hatta uzun uzadıya anlatılması

yerine kısa kısa marka isimleri

verilmesi işine gelir. Yazarın

tasvir ve tanım yaparak enerji

harcamak yerine var olan çar-

kın enerjisinden faydalanması

ve bunu yüksek miktarda para-

lar için yapması hoş karşılana-

bilir mi?

Roman sanatının ticari kaygılar ve

sistematik sömürü ile anılması onayla-

nabilir mi? Hızlı tüketim malı haline ge-

tirilen kitapların hipnoz

aracı olarak kullanılması

da kabul edilemez. Yine

de bazı anlatımlarda

marka adının karaktere

ve ortama birçok şey

kattığı da bir gerçek. Bu

ikilemde iyimser veya

karamsar olmadan sana-

tın, emeğin, yazarın ve

okuyucunun yanında ol-

malı. Bir sayfada dört

beş tane küresel firma-

nın ismi yazılmış olması

edebiyat adına sırıtıyor-

sa yazar ihanet içindedir.

“Kaiken”e bu açı-

dan baktığımızda du-

rum maalesef iç açıcı

değil. Grange’in diğer ro-

manlarından daha yoğun

bir şekilde gizli reklam

karşımıza çıkıyor. Önce-

leri araba, silah ve giysi üzerinden sey-

rek bir şekilde kullanılan marka isimle-

ri son romanında yerli yersiz her nesne

için kullanılmış. Muhakkak ki yazarla-

rın çok para kazanmasını isteriz ancak

bunu nitelikli edebiyat ürünleri vererek

kolaya kaçmadan yapmaları en doğru

olanı olmalı. Bir sayfa içinde küresel

içecek içen, bilindik bir arabaya binen,

köşedeki mağazaya gözü çarptığında iç

sesin bunu kendi kendine tekrar etmek

zorunda hissetmesi gizli reklam olmak-

tan çıkıyor ve açık reklama dönüşüyor.

Belki de böylesi hor kullanılan reklam-

lar benliğimiz için daha iyidir. Nasıl der

Japon atasözü: Pirincin içindeki kara

taşlardan korkma ak olanlardan kork.

Pervasızca yapılan reklamların tepki

çekmesi gizli reklam unsurunun kom-

ple tartışılmasına yol açabilir.

Kaiken, ChristopheGrange, Do�an Kitap,

Çev: Tankut Gökçe, 384 s.

ERDEM GEZGİNCİ[email protected]

Grange’nin�a��rtmadaki

ustal��� yine önplanda. �ki kolaayr�lan kurgu, alg�kap�lar�n� zorlarkenokuman�n verdi�i

hazz� da ikiye katl�yor

19 TEMMUZ 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP

Grange sokağının Uzakdoğu’su

Page 12: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

12 Aydınlık KİTAP

Bazı yazarlar eserlerinde büyük çarpıcı-

lıklar kurgulayarak okurun aklına mıh-

lanmayı hedefler, Yukio Mişima ise bunu

hedefleyerek bir eser verseydi ve sadece

hayatını yazsaydı, aklımıza çakılmak için

sanırım ek bir çarpıcılık kurgulamaya

pek gerek kalmazdı.

Yirminci yüzyıl Japon edebiyatının en

önemli temsilcilerin-

den olan, gerçek adıy-

la Hiraoka Kimitake,

babasının yazar olma-

sına karşı çıkması son-

rası takma adıyla tanı-

nan Yukio Mişima sa-

natın pek çok alanında

özgün eserler vermeyi

başarmış, en çok da

edebiyatta adını du-

yurmuş bir entelektü-

eldi. Onu öykücülüğü,

şiirleri, sayısı kırka va-

ran romanları, yazdığı

modern “kabuki” ve

“no” oyunları (bulma-

calarda sorulan haliyle

lirik Japon dramı) ya-

zarlığı, yönetmenliği,

oyunculuğu ve üç kez

Nobel Edebiyat Ödü-

lü’ne aday gösterilme-

siyle tanımakta yarar var. Zira 1970’de

gözler Tokyo’ya çevrildiğinde hem ede-

biyat tarihinin hem de Japon dünyasının

unutamayacağı bir ölüm seremonisinin

baş aktörü oldu Mişima.

Mişima 12 yaşına kadar büyükanne-

si Natsu’nun yanında yaşar ve büyükan-

ne Mişima’nın karakterinin temellerini

oluşturan en önemli etmenlerin yöneticisi

konumunda olacaktır. Mişima’nın eşcin-

selliğinin, Japon değerlerinin sözcülü-

ğünün, hayatının ve ölümünün nedenle-

ri üzerinde derine inildiğinde karşımıza

büyük ihtimalle büyükanne Natsu çıka-

caktır. Samuray geleneğinden bir aileye

mensup olan Natsu, evlendikten sonra da

ailesinin samuray geleneklerine bağlı

kalmıştı. Mişima da yıllar sonra Japon-

ya’nın değerlerinin “modernizm” adı al-

tında çürütülmesine karşı sert bir duruş

sergileyerek samuray geleneğini savun-

muştur. Hatta bu doğrul-

tuda kılıç ve dövüş ustası

olmuştur.

SIRADAN OLANI RED

“Bir Maskenin İtiraf-

ları” romanı ile 24 yaşında

büyük ilgi gören yazarın

Türkçeye kazandırılmış

“Bereket Denizi” serisi-

nin dört kitabı: “Bahar

Karları”, “Kaçak Atlar” ,

“Şafak Tapınağı “, “Mele-

ğin Çürüyüşü”; “Dalgala-

rın Sesi” ile “Bir Maske-

nin İtirafları”, “Yaz Orta-

sında Ölüm”dü. İnsan ak-

lını darmaduman edebilen,

ayrıntılara verdiği önem ve

betimlemeleri ile okuyucu-

ya yeni bir boyut sunan ya-

zarın son olarak Can Ya-

yınları’nın Mişima kitaplığına kattığı

“Denizi Yitiren Denizci” kitabı Seçkin

Selvi çevirisiyle okurlarla buluştu.

Roman, bir denizci olan Ryuji’nin yıl-

larca denizlerdeki yalnızlığında kurduğu

hayal ve düşüncelerinin, dul bir kadın Fu-

sako’yu tanımasıyla somut, gerçek bir aşka

dönüşümünü, giderek Fusako’nun 13 ya-

şındaki oğlu Noboru’nun kafasındaki bü-

yük kahraman denizciden, annesini elin-

den alan sıradan bir babaya evrilmesiyle,

bir çocuk çetesi tarafından “ölüm”ü ta-

nımasını anlatır.

Ryuji kendi halinde yaşayan, denizi iz-

leyip hayaller kuran ve belirsiz bir ya-

şamda yol alan bir denizcidir. Hayalinde

canlandırdığı kadının Fusako olduğu ka-

nısındadır. Evlenmeye karar verir. Fu-

sako’nun oğlu, Noboru’nun yetişkinlerin

aldatıcı, ikiyüzlü ve duygusal dünyasını

reddeden ve nesnel-

liğe inanmış vahşi bir

çetesi vardır. Anne-

siyle evlenerek öz-

gürlük ve umutlarını

ölüme terk eden de-

nizci Ryuji, Nobo-

ru’nun gözünde bü-

yük bir hayal kırıklı-

ğı haline gelir ve an-

nesini böyle biri yü-

zünden kaybetme

fikri ona olan nefre-

tini arttırır. Yalnızlık

korkusu ve öfke No-

boru’nun çetesini de-

nizci üzerine ölüm

planları kurmaya gö-

türür. Kitapta çarpıcı

bir başlangıç olan kü-

çük çocuğun annesinin

yatak odasını rönt-

genlemesi, Mişima’nın

bazı araştırmacılarca

annesine “düşkünlüğü” üzerinden Oidi-

pus komplekslerini akla getiriyor. No-

boru’nun gözünde bir zamanlar kahra-

man olan denizcinin bu kahramanlıktan

feragat etmesine verilen “ölüm”lü ceza,

Mişima’nın gelenekçi yapısının; sıra-

danlığa karşı tepkisi ise kendi yaşamının

özgünlüğünün kitaba yansıması olarak ele

alınabilir.

Japonya’da 1963 yılında yayımlanan

kitap Lewis John Carlino tarafından

“The Sailor Who Fell from Grace with the

Sea” adıyla sinemaya da uyarlandı.

POL�T�K F�GÜR OLARAK M���MA

Mişima, klasik çağ Japon değerlerine,

Samuray öğretilerine çok bağlıydı. Bir di-

ğer bağlılığı da Japon İmparatoru’naydı.

Ama 124. Japon İmparatoru

Hirohito, II. Dünya Sava-

şı’ndan sonra gücünü gü-

neşten alan tanrısallık mer-

tebesinden feragat ederek

onu büyük bir düş kırıklığı-

na uğratmıştı. Mişima güçlü

bir Japonya’nın, gelenekle-

rine bağlı, değerlerine sahip

çıkarak, güçlü ordusuyla,

imparatoruyla dış ülkelerin

baskılarına, zorlamalarına

ve kapitülasyonlarına karşı

dik durarak var olabileceği-

ni düşünerek, idealize edi-

yordu. Bununla birlikte, dö-

neminin Japonya’sının siya-

sal kargaşalarını ve eski düş-

manı ABD ile antlaşmalarla

bağlanmış olmasını tiksintiy-

le karşılayan bir partizan ha-

line gelmişti.

Marguerite Yourcenar

“Mişima Ya da Boşluk Algı-

sı” adlı kitabında Yukio Mi-

şima’nın eserlerini, yaşam felsefesini ve

hayatını incelerken yazarın politik görü-

şü ve tavrı için şöyle diyor:

“Ülkesinin bozgunundan ve bu boz-

guna eşlik edip onu izleyen olaylar: Fet-

hedilen adalarda askerlerin ve sivillerin

kitlesel kıyım ya da intiharları; yeri gel-

diğinde zikrettiği Hiroşima; ‘Bir Maske-

nin İtirafları’nda devasa bir fırtınanın ya

Denizi Yitiren Denizci,Yukio Mi�ima, Can

Yay�nlar�, Çev: SeçkinSelvi, 156 s.

Mi�ima Ya Da Bo�lukAlg�s�, MargueriteYourcenar, Can

Yay�nlar�, Çev: HaldunBayr�, 112 s.

DAMLA [email protected]

Ölümünbüyüsüne

tapınan yazar: Mişima!

19 TEMMUZ 2013 CUMA

Page 13: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAP

da bir depremin sonuçları gibi tasvir edi-

len Tokyo bombardımanları; çoğu zaman

sadece ‘galip adaleti’nin işlediği siyasi da-

valar; yirmi yaşında bir genç adamın ze-

kası ve bilinçli hassasiyeti tarafından al-

gılanmayan ya da reddedilen şoklardır.”

“Bu meşrutiyetçi, İmparator’a sada-

katiyle sağcıdır, mazlum ve aç köylülere

bağlılığıyla da solcudur. Hapishanede, sü-

rekli dayak yiyen komünistlerden daha iyi

muamele görmekten utanır.”

“Mişima ya da Boşluk Algısı” kitabı-

nın çevirmeni Haldun Bayrı bir dipnot-

ta çok önemli bir noktaya değiniyor:

“Mişima’nın yaşamöyküsü yazarları

tarafından sık sık kullanılan emperyalist

sözcüğü, faşist sözcüğünden de fazla ya-

nıltıcıdır. Mançukuo Savaşı’na o kadar il-

gisiz kalan İsao da, 25 Kasım 1970 tarih-

li bildirgedeki Mişima da açıkçası em-

peryalist değillerdir. Meşrutiyetçiler ve aşı-

rı sağ milliyetçileridir bunlar. İmpara-

torluğun tekrar diriltilmesi ve antlaşma-

ların yırtılıp atılması düşü gerçekleşmiş

olsa, emperyalizmin de tekrar belirecek

olması muhtemeldir fakat bizi çerçeve dı-

şına çıkarmaktadır.”

Askerlikten çürük raporu ile muaf

olan ve bu kopardığı şanstan dolayı bü-

yük sevinç yaşayan, o dönemde ülkesi uğ-

runa kendilerini feda eden ve iniş ta-

kımları olmayan uçaklarını düşman ge-

milerinin bacasına ya da makine dairesi-

ne doğrultan kamikazelere karşı duyar-

sız olan bu adam, yıllar sonra ülkesinin

yönetiminin eski düşmanın dümen su-

yunda ve yedeğinde siyaset izlemeye in-

dirgenmiş olmasını kabul edemeyecek se-

viyeye gelip, yüz kişilik gelenekçi bir

ordu kurup, Samuray yasalarına bürünüp,

Savunma Bakanlığı’nı basacak; ölümü ise

siyasi manifestosu olacaktır.

M���MA’NIN ORDUSU“Kaçak Atlar”ı bitirdiği sıradadır ki

Mişima, artık “eylem ırmağı” diye ad-

landırdığı şeye kapılarak söylediğine ba-

kılırsa, bizzat tespit ettiği sayı olan yüz ki-

şiyi bir araya getirir ve kendi cebinden as-

keri bir eğitim verdiği Kalkan Derneği’ni

(Tate no Kai) kurar.

Liderinin, yani Mişima’nın ağzından

bu örgüt şöyle tanımlanır: “Kalkan Der-

neği bekleme durumunda bir ordudur.

Günümüzün ne zaman geleceğini bilmek

imkansız. Belki hiçbir zaman, belki de bi-

lakis yarın. Oraya kadar hazır olda kalı-

yoruz. Sokaklarda gösteri yapmak yok,

Molotof kokteylli ya da taşlı kavgalar yok.

En son ve en beter ana kadar, eylemler-

le şerefimizi tehlikeye atmayı reddedi-

yoruz. Zira dünyadaki en küçük ve ru-

huyla en büyük orduyuz.”

Bu süreçte yazar yavaş yavaş belli yol-

lardan geçerek, bütün övgülere, nefretlere

ve çelişmelere eşlik ederek ölmeyi kafa-

sına koymuştur artık.

MODERN ÇA�DA SEPPUKUSeppuku; iç organların dışarı çıkma-

sını sağlayan bir Japon intihar adetidir. Sa-

muray geleneğinde kabahatli olmak, sa-

vaşta başarısız olmak, utanç sayılan bir du-

rumun içine düşmek samurayın yaşamı

boyunca beklediği ölüme korkunç acılar

içinde kendi intiharı ile gitmesini emre-

diyordu. Seppuku, kişinin hazır olduğu an

bıçağı karnına saplayıp sağ-sol hareket-

leri yaparak diyaframını ve midesini par-

çalayıp büyük acılar içinde ölüme ulaş-

masıdır. Zamanla bu tekniğin verdiği

acıyı bir nebze azaltmak üzere, seppuku

yapan kişinin en yakın arkadaşına ölümü

hızlandırmak için seppuku yapan kişinin

kılıçla başını kesme görevi verildi.

O sabah Mişima kalktı, traşını oldu,

üzerinde “insan yaşamı kısa, ama ben

hep yaşayacağım” yazan bir notla birlikte

“Bereket Denizi” serisinin son kitabını ya-

yıncısına gönderilmek üzere bir zarfa koy-

du ve birliğinin üniformasını giydi. Dört ar-

kadaşı (Morita, Furu- Koga, Ogawa, Şibi-

Koga) onu yeni alınmış gıcır bir arabayla

evinden aldılar. Hepsi ‘Kalkan Derneği’nin

üniformaları içindeydi. Savunma Bakan-

lığı’nı basan bu dört adam bir generali re-

hin alıp sandalyeye bağladılar. Bakanlık-

taki bütün birliklerin dışarıda toplanma-

sını, yoksa rehineyi öldüreceklerini bil-

dirdiler. Bunun üzerine 800’e yakın insan

bahçede toplandı ve Mişima balkondan on-

lara manifestosunu sundu:

“Biz Japonya’nın refah sarhoşu ol-

duğunu ve ruhsuzluk içinde mahvoldu-

ğunu görüyoruz... Ona kendi suretini

tekrar göstereceğiz ve bunu yaparak öle-

ceğiz. Sizin için ruhun öldüğü bir dünya-

yı kabullenirken sadece yaşamanın önem-

li olması mümkün müdür?.. Ordu ken-

di var olma hakkını inkar eden o antlaş-

mayı koruyor... (1 yıl önce yenilenmiş olan

Japonya-ABD antlaşmaları) ... Japonlar

olarak temel değerlerimiz tehdit altın-

dadır. İmparatorun artık Japonya’daki

doğru yeri kalmamıştır...”

TAR�H�N UNUTULMAZSAHNES�

Yuhalamalar, küfürler, alçaltıcı sözler

yükselir aşağıdaki kalabalıktan. Mişima

yere oturur ve çoktan planladığı, o an için

hazırladığı bıçakla seppuku yapmaya

başlar. Daha önce kararlaştırıldığı üzere

acısına son verecek ve başını uçuracak kişi

Morita’dır. Ancak Morita yaşlarla dolan

gözleri ve titreyen elleri ile üç kez dene-

mesine rağmen Mişima’nın başını bir

türlü kesmeyi başaramaz ve sadece üç bü-

yük yara daha açılmasına sebep olur.

Bunun üzerine kılıcı elinden Furu-Koga

çeker alır ve tek vuruşla Mişima’nın acı-

sını sonlandırır. O sırada Morita da yere

çöker ve Mişima’nın karnına sapladığı bı-

çakla o da karnını yararak seppuku yapar.

Ancak o kadar güçsüzleşmiştir ki derin bir

yarık açmayı başaramamaktadır, bunun

üzerine seppuku kurallarınca onun da

başı hemen kesilmelidir ve bu görev

gene Furu-Koga’ya düşer. Tarih unutul-

mayacak bir sahneye ev sahipliği yapı-

yordur.

Ölümü sonrası annesinin “Ona acı-

mayın. Hayatında ilk kez yapmayı arzu et-

tiğini yaptı” sözleri Mişima’nın duygusal

alt yapısını anlamamız açısından önem-

lidir. O kimine göre bir “deli”, kimine

göre ise bir dahiydi. Böyle bir ölümü net

olarak açıklayamasak da Yourcenar’ın şu

cümlesi aklıma mıhlanmış belki de en ola-

sı açıklama: “Yaşama doymayan varlık-

larda ölüm düşkünlüğü sık görülen bir

şeydir.”

Ölümünden tam bir yıl önce almayı

umduğu Nobel Edebiyat Ödülü’nün güç-

lü izlenimciliği ve buna bağlı olarak Japon

kültünün geçmişe bağlı yansımalarını

betimlemekte büyük yer etmiş dostu ve

ustası büyük yazar Kavabata’ya gittiğini

görmekten ötürü hayal kırıklığına uğra-

dığı öne sürülecektir. Mişima’nın ölü-

münden bir yıl sonra da Kavabata’nın

mutfakta açık bıraktığı gazla intihar et-

mesi, iradi sonları hep yüceltmiş olan bir

kültürde artık bizi şaşırtmamaktadır. Mi-

şima’nın ölümü üzerine yapılan bir araş-

tırma, o ölene kadar Japon edebiyatında

intihar eden 10 büyük yazarı ve onların in-

tihar yöntemleri üzerineydi. Ancak Mi-

şima seçtiği yöntem ve eylemde bunu ser-

gileyişiyle herkesi geride bırakmıştı.

Mi�ima bir filmde seppuku yapan birkarakteri canland�rm��t�

Lideri oldu�u Kalkan Derne�i (Tate no Kai)

Ba�� kesilen Mi�ima’n�n son resmi

Japonya Silahl� Kuvvetlerinin Tokyo’dakiIchigaya Kamp�’nda ölmeden öncemanifestosunu sunarken

Page 14: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP

Uçaklar gelecekmiş

Korkum yok benim

Kağıt gemilerim, kurşun askerlerim hazır

Hem bunlar bozulursa, babam yenilerini alır

Oktay Rifat

Yaz gecelerinde, siyah bir iplik gibi

uzar zaman, derinleşir. Dalgasız, ka-

ranlık suların kımıltısından farksızdır,

göğün dinginliği. Sokak lambalarının

loş ışığı, meltem rüzgarının ninnisi;

kenti sebepsiz bir romantizme boğar.

İnsanın böyle anlarda mucizelere ina-

nası gelir. Başkalarının şarkılarını işit-

mek, yabancı lisanların çığlığına karış-

mak ister. Çoğalmak…

Daha da zordur yazın cıvıltısında

yalnız olmak… Böyle

anlarda gömülünür

öykü kitaplarına… Bir

diğerinin soluğunu taşır

çünkü onlar. İyi bir

öykü, insanın yalnızlığı-

nı sağaltır. “Öteki”nin

hikayesini anlamlandı-

rır. Öteki, her zaman

insan da değildir. Kaf-

ka, hayvanın duyguları-

nı bile sorgular; hayata

onların gözünden bak-

maya çağırır okuru,

“Hayvan Öyküleri”nde.

“Sıcak soğuk deme-

den, aylardır, benim

evimin önünden yürü-

yerek geçen bu adam

hakkında uydurduğum

hikaye böyle başlıyordu.

Öncesini ve sonrasını bil-

meden, bir iki dakika bo-

yunca gördüğüm halde o adımları onun-

la birlikte o kadar çok saymışlığım vardı

ki artık benim yazdığım hikaye adama,

kendisininkinden daha çok yakışıyordu

bence. Sahi, kendi hikayesi neydi ki?”

(sayfa 94)

Sinem Baş, ilk kitabı olan “Kadınlar

Hamamında Farklı Bir Gün”de öncesini

ve sonrasını bilmediği insanların hayatı-

na eğiliyor. Küçük ama okuyanı sinsice

değiştirmeye başlayan soru işaretleri ko-

yuyor önümüze. Hiçbir fikri yok! Fikir

sahibi olmadığından değil, kendine sak-

ladığından… Kısa öykülerden oluşan ki-

tabın dili oldukça samimi. İçinde bolca

insan ve onların kafamızı çevirip de

bakmadığımız hikayeleri var.

1973 doğumlu Sinem Baş’ın ilk yazı-

sı “Neden Ben”, 1993 yılında Leman

Dergisi’nde yayımlanıyor. O seneden iti-

baren çeşitli gazetelerde muhabirlik

yapmaya başlıyor. 2003 yılında Müjdat

Gezen ile birlikte çalışmaya başlıyor ve

“İtiraf Ediyorum” isimli tek kişilik gös-

terisinin müdürlüğünü yapıyor.

Öykülerinin bazı bölümlerinde rast-

lanan zorlama tasvirler, (sy:87 “Ana da-

mar tıkanınca, kalbe kanı götürmek için

türeyen ve iyilik dolu bir sessizlikle vü-

cudu saran kılcal damarlar gibi sarmıştı

şehri sokaklar” vb.) kitabın bütünlüğün-

de ancak nazar bocuğu kabilinden de-

ğerlendirilebilir. Üslubun bütünlüğünde

bazı aksamalar olsa da, öykülerin sıcak-

lığı, muhtevası okurun belleğinde tat bı-

rakacak nitelikte…

Sinem Baş’ın kitaba ismini veren

“Kadınlar Hamamında Farklı Bir Gün”

öyküsü, çağın ve üzerine bastığımız top-

rağın gerçeklerini, ka-

dınlar üzerinden sor-

gulama çabasına giriş-

se de; benim üzerim-

deki etkisi “Rüstem

Ağa” öyküsü kadar ol-

muyor.

“Bak, ben sana bir

şey diyeyim… Biz tarla

insanı, niye iki gömlek

üst üste giyeriz bilir

misin? … İlk gömlek,

sensindir. Geçmişindir,

hesabındır. Ektiğindir,

biçtiğindir. İkinci göm-

leği buna katmazsın. O

isteklerindir. Bitmeyen

istekleri olur adamın.

Karısı vırvır eder, bi karı

daha ister. Atı ölür, baş-

ka bi at ister. Suyu biter,

su ister. Amma ki ilk

gömlek olmasa, geçmi-

şinin hesabını, bugünkü hesaba karıştır-

mak demektir. Geçmişinin defterini,

kendiyle hesaplaştıktan sonra, dürme-

yen adamdan iş çıkmaz!” (sayfa:56)

Bugünün siyasi ikliminde, memleke-

tin her sathını geçmişin hesapları ve

kinleriyle yönetenler için; Rüstem

Ağa’nın o Anadolu’ya has birikimle dil-

lendirdikleri, cuk diye yerine oturuyor.

Saygıdeğer okur, Sinem Baş’ın bu ilk

öykü kitabı; zaman zaman sizi hayrete

ve hayranlığa düşürecek sonlarıyla, bil-

hassa da okurla kurduğu samimi ilişkiy-

le, bahse konu uzun ve belki de daha bir

yalnız yaz gecelerinde bizleri kalabalaş-

tıracak türden… İyi okumalar!

Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş

mektuptur!

Dumanı üzerindeöyküler

Kad�nlar Hamam�ndaFarkl� Bir Gün, Sinem

Ba�, GeoturkaYay�mc�l�k, 167 s.

DAĞHAN DÖ[email protected]

Bir halk direnişi dünyatarihini nasıl değiştirir?DİLAN ÖZTÜ[email protected]

“Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde

Ölümün anlamı değişti birden

Eskiden yataklarda beklerdik

Ders mi sınav mı görev mi belli değil

Gelecekse ayakta bulsun dimdik

Açılan bir sorumsuz yaylım ateş

Bir top karanfildir göğsümüzde”

Rıfat Ilgaz

Kemal Anadol “Kasırga” eski Yu-

nanda “Aera” anlamına gelen son

romanında da siyasal roman, belge-

sel roman ve tarihsel roman unsur-

larını bir arada bulunduruyor. Akıcı

bir dil ile bir solukta okunan roman

İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanis-

tan’ın direnişine ve sivil direnişin

son kertede Almanya’nın Yunanis-

tan’ı geçip Sovyet Cephesi’ne en

gerekli olduğu yer-

de asker kaydıra-

mamasına sebep

olduğu, bu anlam-

da da savaşın ve ta-

rihin gidişatının na-

sıl değiştiğini, bu

savaşın isimsiz kah-

ramanlarını ve o

koşullarda yaşanan

tutkulu bir aşkı

okuyoruz satır satır.

Ve tabi ki karşı kı-

yıya; karşı kıyıdan

da bakıyor; İsmet

İnönü liderliğinde

barış adası olmuş

Türkiye’nin henüz

20 yıl önce komşu-

suyla yaşadıklarını

unutarak kıtlık gün-

lerinde Kurtuluş ve

Dumlupınar gemile-

riyle Hitler’in açlık-

tan kırdığı Elenlere

yaptığı insani yardımlara. Nitekim

“Karşı Yaka Memleket”, “Büyük

Ayrılık” romanlarında da Ege’nin

iki kıyısını yazan Anadol’a göre

Türk-Yunan dostluğu politikacılara

bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir. 

Yazar diğer romanlarında oldu-

ğu gibi bellekli toplum uygar bir

toplumdur şiarından yola çıkıyor;

geçmişte yaşayan değil ve fakat geç-

mişini bugünüyle ilişkilendiren ta-

rih bilinci olan bir toplumun yerle-

şik bir toplum olduğundan beisle

haklı olarak “Demokrasi yerleşik

toplumların rejimidir,” diyor. Mec-

lisinde vekillerinin elinde bir kez

dahi kitap görmenin mümkün ol-

madığı, tarihi dizilerden öğrenen

memlekette demokrasi bilincimizin

neden gelişemediğini; neden “maz-

lum” edebiyatı ile iktidara gelenle-

rin kısa sürede “zalim” kimliğiyle

boy gösterdiğini; neden demokrasi-

yi sandıktan ibaret sandıklarını; bu

toplumu oluşturan kimlikleri tam

olarak tanımlayamamanın kimi ve

neyi temsil ettiğini, hatta ondan

önce görevinin temsil olduğunu bil-

meyen ve fütursuzca “ayaklar baş

oldu diyebilen”, asıl kararı ayakla-

rın verdiğini unutan, halkını ümmet

sayan zalimlerin nasıl ortaya çıktık-

larını da özetliyor aslında.

“Yoldaşlar, size çok önemli ve

tarihi bir haberi ulaştırmak için gel-

dim. Dün, 28 Eylül 1941 günü, di-

ğer sol parti ve sendikalarla işbirliği

yapan KKE öncü-

lüğünde, işgalcile-

re karşı bir direniş

örgütü olan EAM

kuruldu. Amaçları

kuruluş tüzüğün-

de belirtildi. Bun-

lar işgale karşı di-

renmek ve savaş

sonunda ülkede

demokratik bir re-

jimin oluşmasını

sağlamaktır. Dik-

kat ederseniz, sos-

yalizmin kurulma-

sı ilk amaç olarak

belirtilmedi. Çün-

kü öncelikli hedef,

bağımsız ve özgür

bir Yunanistan’ı

gerçekleştirmek-

tir.”

Kemal Ana-

dol’un Yunan bir

direnişçiye söyletti-

ği bu satırlarda her sivil direnişe(!)

uyarlanabilecek bir ruh hali var as-

lında; politik hedeflerimizden daha

önce bu hedefi yerine getirebilmek

önümüzdeki koca canavara, faşiz-

me karşı omuz omuza hareket et-

mek gerektiği.

Kasırga ile ilgili yaptığı bir söy-

leşisinde konu her nasılsa(!) Ge-

zi’ye gelen yazar ve eski vekil Ke-

mal Anadol “Bence her ‘Duran

Adam’ bir demokrasi anıtıdır,” di-

yor; dururken aklımdan geçiyor;

demokrasiyi ‘durmak yok’ diyenler-

den öğrenecek değiliz ya!

Kas�rga - Aera!, Kemal Anadol,

Do�an Kitap, 150 s.

Page 15: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Kırım Türkleri’nin bir bölümü, Ukray-

na’ya bağlı Kırım’da Stalin tarafından

kendilerine kötü davranıldıkları iddia-

sı ile İkinci Paylaşım Savaşı sırasında

Almanya adına savaşmaya ikna edildi-

ler. Adolf Hitler adına Sovyetlere karşı

çarpışan Kırımlı Türklerden oluşan

alaylara ‘Mavi Alay’ adı verildi.

Hitler’in ordusuna katılan Kırım

Türkleri, Almanların savaşı yitirmele-

ri üzerine Avrupa’ya kaçmak zorunda

kaldılar. Avrupa’ya kaçan Kırım

Türklerinin yerleştikleri yer

Kafkaslardaki coğrafyaya

benzeyen Kuzey İtal-

ya’daki Pazulla Bölge-

si oldu. Müttefikler

İtalya’ya girince, Kı-

rım Türkleri Alman-

ların denetimi altın-

da olan Avustur-

ya’ya Karnten Böl-

gesinde Ober Drau-

burg çevresine Drau

Nehri kıyısına göç et-

mek zorunda kaldılar. Ne

var ki, Avusturya da 8. İngiliz

Ordusu’na esir düştüler. Bir ay ka-

dar İngiliz kamplarında esir kalan Kı-

rımlı Türkler, 28 Mayıs 1945’de Lon-

dra’dan gelen bir emirle Sovyet birlik-

lerine teslim edilmeleri istenildi. Her

ne kadar İngilizler can güvenliklerinin

korunacağı güvencesini vermişlerse de

ortada böyle bir resmi güvence yoktu.

Devir teslim İngilizlerin Dellach kam-

pında yapılacaktı. Kırımlı Türklerin,

Sovyetler tarafından savaş suçlusu ilan

edildikleri ve kurşuna dizileceklerini

bildiklerinden, İngilizler zaman ka-

zanmak ve öngörülen geleceği ötele-

mek için kimlik tespitlerini olabildi-

ğince geciktirdiler. Sovyetler, firarlar-

dan İngilizleri sorumlu tutacaklarını

bildirince, yapılabilecek başka bir şey

kalmadı.

ÖLÜM AKAN DRAUÜç bine yakın Kırımlı Nazi işbirlik-

çisi, 21 milyondan fazla evladını Ana-

vatan Savunması’nda yitirmiş Sovyet-

ler Birliği’ne iade edilmekten dehşete

düşerek, kendilerini bahar mevsimin-

de coşkuyla akan Drau Nehri’ne ata-

rak intihar etmeyi yeğledi. Kalan 4

bine yakın Kırım Türkü vagonlara dol-

durularak Sovyetlere doğru yola çıka-

rıldılar. Doğu Avru-

pa’da tren yolları

tahrip edildiğin-

den kafilenin ge-

çebileceği tek

güzergâh Türki-

ye üzerinden

oldu. Bu kez Kı-

rımlı Türkler,

trenle Türkiye üze-

rinden Kırım’a geti-

rilirken, Türkiye Cum-

huriyeti’nin kendilerini

kurtarmayı beklediler. Beklen-

tileri gerçekleşmeyen Mavi Alay’ın ya-

şayan son temsilcilerinden 2 bin kada-

rı, Doğu Anadolu Bölgesi’nde Kars’a

ulaştıklarında umutlarını yitirdiler, va-

gon kapılarını kırarak Serder Abad Kı-

zıl Çakçak -Kızılcık Nehri- Baraj

Gölü’ne atlayarak intihar etti. Sovyet-

ler Birliği’ne getirilenlerse, işgalci ve

insanlık düşmanı Nazi’lerle işbirliği

yapmak, vatana ihanet, tecavüz, cina-

yet ve çeşitli savaş suçlarından mah-

kum edilerek kurşuna dizildiler.

Romanın yazarı Coşkun İnce aynı

zamanda Eğitim İş 4 Nolu Şube Basın

Yayın Sekreteri. Romanının kahra-

manları Kırımlı Müslüman Türk İlkay

Sururi ve Kırımlı Yahudi Türk Kızı

Aybüke’yi, İnce’nin okurları “Mavi

Alay Gri Aşk” romanından tanıyor.

Coşkun İnce, “Mavi Alay Gri Aşk”

romanında, bunca acı ve ölüm arasın-

da, Kırımlı Müslüman Türk İlkay Su-

ruri ile Kırımlı Yahudi Türk Kızı Ay-

büke’nin aşklarını anlatıyordu. Aybü-

ke, Yahudi olduğu için Almanya’da

toplama kamplarında, İlkay ise ölüm

treninden kaçabilmiş, kurşuna dizil-

mekten kurtulmuştur.

“Aşk Acıtır Savaş Yakar” bir de-

vam romanı. İlkay özgürlüğüne kavuş-

muş, ancak ailesi ve sevdiği kadın Ay-

bükesi’ni yitirmiştir. Ailesinin Semer-

kant dolaylarında bir yerleşim yerinde

olduğunu bilmesine karşın Aybü-

ke’den hiç haber alamamıştır. Yakala-

nırsa yeniden Sovyetlere teslim edile-

ceği korkusu ile agorafobisi –açık alan

korkusu- olan İlkay, kimliğini gizleye-

rek Ayder’in yerine geçmiştir. İstan-

bul’da takı tasarım işi yaparak yaşamı-

nı sürdüren İlkay, Aybüke’yi aramak-

tan bir gün bile olsa vazgeçmemiştir.

Ne var ki İlkay, Türkiye’ye geçip, İs-

tanbul’a geldiğinde

kendini 6/7 Eylül olay-

ları ortasında bulur.

1955 yılı Kıbrıs’taki

baskılarla biçimlenmiş-

tir. ENOSİS ve Kıb-

rıs’ın Yunanistan’a ka-

tılım planı sonrası orta-

ya çıkan sorunun çözü-

mü için Londra’da gö-

rüşmeler devam eder-

ken, Atatürk’ün Sela-

nik’teki evinin bomba-

landığı haberi gelir.

Demokrat Parti (DP)

yanlısı İstanbul Eks-

pres gazetesi bombala-

ma haberinin radyodan

duyulmasından sonra

gün içinde ikinci baskı-

sını yapmıştır. Gazete

“Atamızın evi bomba-

landı” manşeti ile çıkar. Gazetenin sa-

hibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü

Gökşin Sipahioğlu’dur. İlk saldırı

19.00’da Şişli’deki Haylayf Pastahane-

si’ne yapılır. Sayıları artan provokas-

yoncular Kumkapı, Samatya, Yediku-

le, Beyoğlu gibi azınlıkların çoğunlukla

bulundukları semtleri basacaklardır.

Yağmacılar önce Rum kökenli vatan-

daşların ev ve işyerlerini yağmalarlar.

Sonra yağmalama eylemi Ermeni kö-

kenliler üzerinde uygulanır. Ardından

Yahudi kökenlilere sıra gelir. “Yanlış-

lıkla” Türk işyerleri ve evleri de saldı-

rıdan payına düşeni alır. Olaylarının

yaşandığı dönemde Özel Harp Daire-

si’nde görev yapan, eski MGK Sekre-

teri emekli Orgeneral Sabri Yirmibe-

şoğlu “6-7 Eylül olayları Özel Harp

Dairesi işiydi ve muhteşem bir örgüt-

lenmeydi” diye açıklayacak ve ayak-

lanmanın amacına ulaştığını söyleye-

cektir.

DÖNEM ROMANI YAZMAK“Aşk Acıtır Savaş Yakar” arka

planda bir dönem romanı. Coşkun

İnce, İlkay Sururi, Aybüke, Senya,

Yanya, Umut gibi roman kahramanları

aracılığıyla DP iktidarının koşar adım

diktatörlüğe gidişini, dökülen ilk kanı,

demokrasi şehidi Turan Emeksiz’in öl-

dürülmesini, 1960 İhtilâlinin ayak ses-

lerini, kahramanlarının kişisel öyküle-

riyle anlatıyor.

Coşkun İnce, “Aşk Acıtır Savaş Ya-

kar”da yalnızca anlatmakla yetiniyor

ve anlatırken ‘edebiyat’

yapmıyor, sadece anla-

tıyor. Ama… romanın

son bölümü, önce an-

latılanları kuşkuya dü-

şürecek bir sonla biti-

yor. Üstelik yazar 408

sayfa boyunca okuru

böyle bir son için ha-

zırlamıyor. Kitap ‘de-

vam edebilir’ notunu

taşıyor ki, bu da anlatı-

nın bütünü ile sonu

arasındaki açmazın

belki de sürpriz bir be-

tiğin ikna ediciliğini de

içeren yeni bölümünü

beklemeyi gerektiriyor.

Coşkun İnce, İlkay Su-

ruri’nin yitik aşkı Aybü-

ke ile ilgili bir son dü-

şünmüyor romanda. Ay-

büke ile ilgili gelişmeler için yeni bir

roman muştusu veriyor ve bir üçleme-

ye doğru gidiyor.

Dileyelim ki, bu kez Asur Yayınevi,

“Aşk Acıtır Savaş Yakar”da gösterme-

diği paragraf düzenine de, gerekli ve

kaçınılmaz özeni gösterir.

İnsanlık suçlarınınarasında aşk

A�k Ac�t�r Sava� Yakar,Co�kun �nce,

Asur Yay�nlar�, 408 s.

HALİT PAYZA

Co�kun�nce, “A�k Ac�t�rSava� Yakar”da

yaln�zca anlatmaklayetiniyor ve anlat�rken

‘edebiyat’ yapm�yor, sadece

anlat�yor. Ama… roman�nson bölümü, önce

anlat�lanlar� ku�kuyadü�ürecek bir sonla

bitiyor

Page 16: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP

Çağdaş yazınımızda roman, öykü önemli

türlerdir ama ana damar, kuşkusuz şiirdir.

Ozanlarımızın tümü bu ana damardan

beslense de; ne acıdır ki pek az ozanın bu

damarın gelişip güçlenmesi için gayret

gösterdikleri de bilinen bir gerçektir. Hep

yakınır dururuz. Güzel dizeler çok, güzel

şiir pek az, diye. Gülten Akın’ın “Hayattan

giderek uzaklaştı şiirimiz” saptamasında ol-

duğu gibi yaşamdan kopmuş sözler, yıllar-

dır yinelenen söz öbekleri, alışılmış sesler,

sıradanlık yaratır. Sıradan sözler de şiir için

yüktür. Gerçek ozan, söz yükünü şiir dili-

ne yansıtmaz. Hiç söylenmemişi yeni bir söz

dizimiyle ve çağrışımı yüksek imge zen-

ginliğiyle şiir diline yansıtır.

Sözcüklerin anlam genişliği, ses zen-

ginliği ozana sınırsız olanaklar sağlar. Ni-

telikli okuru derinden etkileyebilmek, oza-

nın dil bilinciyle, dile egemenliğiyle ya-

kından ilgilidir. Ana dilini iyi bilmek ve di-

lin olanaklarını iyi kullanmak, usta ozanın

olmazsa olmazıdır. Bu yetkinliğe ulaşanların

gerçek başarısı kendi sesini bulabilmesi,

daha doğru bir söyle-

yişle şiirinde kendi

sesini oluşturabil-

mesidir. Bu yolla öz-

günlüğe ulaşır ozan.

Özgün şiirler, şiir sa-

natına derinlik katar.

Usta diye nitelediği-

miz ozanlar bilineni,

söylenmişi yineleme-

dikleri için de şiir ev-

renine genç ozanların

gelişimlerine katkıda

bulunacak yeni ola-

naklar sunarlar. Do-

ruklardan düze inen

yağmur suları gibi çoğa-

larak bereketli toprak-

lara yeni canlar, yeni

renkler kazandırırlar.

EL�M EL�NDEKALACAK

“Çakıltaşı” Hidayet Ka-

rakuş’un son şiir kitabı. Günlerdir elimde.

Her şiirden sonra boğazımda bir düğüm.

Yeni sorgulamalar, girişte özetlediğim ge-

niş düşünceler, farklı yorumlar ve iç he-

saplaşmalar.

“Toplumsal sorumluluk, şiirin dışında-

dır” görüşünü çürüten bir kitap “Çakıltaşı”.

Sanatından, şiir dilinden ödün vermeden de

bir ozanın toplumcu şiir yazabileceğinin

yetkin bir örneği. Son yıllarda çıkan şiir ki-

taplarının belki de en çarpıcı olanı.

Kitap altı bölümden oluşuyor: DizelerGeçiyor, Çocuk Coğrafyası, Savaş Boylamı,Küçük Solgun Işık, Özel Coğrafya Dersleri,Şiir Gözeleri.

Kişisel acı ve sevinçlerinden arınmış, sa-

natını insanlığa, insan onuruna adamış

bir ozanın çığlığı bu şiirler. Ölü kuşlar gibi

düşmektedir dizeler. Filistin’de çelik alay-

lara sapan taşlarıyla dur diyen çocukların

yası içindedir ozanın yüreği. Gözlerine

mil çekilmiş tank paletlerinin altında ezi-

liriz bir bir. Sağırlığın cinnetindedir toplum,

“gözlerinde yurtlarının ince kederi”.

Olasılıklar tarihin boşluğuna düşürür

ozanı. Belleği akımsal güçle beslenir, ben-

liğinden uzaklaşır, kıpırdanıp dururken

bedeni safir duygularla dolar. İlkçağı ya-

şamamış bir kabile bulmayı umar, tarih say-

falarından çıkmaktır umudu. Alnına ken-

dini bulan adam, yazılsın ister. İyi ama kim

yazacaktır bunu. Tarih utanç doludur.

Kitaba adını veren çakıltaşı, ozanın

vatan sevgisinin, ülkesine duyduğu büyük

aşkının simgesidir. Vuruşa vuruşa inceldin,

dediği çakıltaşına pençeler uzanmaktadır.

“Korkma bırakma kendini / elim elinde ka-

lacak / koparsalar da kolumu /

sen çakıltaşım / kimsesiz çocu-

ğum yurdum / ben varım ben”

der sevgi dolu içtenliğin ezgi-

si ve özgüveniyle.

Canavarların bile masum

kaldığı dünyada Mardinli ço-

cuğun acısını yaşar, Felluceli

çocuğa seslenir, yaşanan sav-

rulmaları öyküleyerek ev-

rensele uzanır. “sen çalış /

günlük tut tarih düşür / so-

kaklarında dicle gelin / fırat

şehit / paçalarına sıçrayanın

/ damarlarında akıp giden /

yemyeşil bir yaşam / oldu-

ğunu geçir defterine” diye

seslenir. Çocuk Düşünce-

leri şiiriyle çocuk düşlerine

uzanır. Savaşların insan-

sızlıktan ölmesini ister. Bir

akşamüstü parkta oturur,

konuşur dostuyla. Küçük

bir kızın gözüyle bakarlar

dünyaya. Yağmurlar ço-

cuk, yağmurlar şiirdir artık. Şiirler hüzün,

bütün şiirler bizimdir.

GÜN KANARKEN BOMBANEREYE DÜ�ER

Hüzün şiirlerinin doruk noktası ise Çu-

val’dır. Irak’ın Süleymaniye kentinde Türk

askerinin başına geçirilen çuvalı kişileşti-

ren ozan, Türk yazınına başkaldırı şiirinin

en etkileyici örneklerinden birini armağan

etmiş, toplumsal belleğimizden hiçbir za-

man silinmeyecek bu olayı ulusal kimli-

ğimizin bilinciyle şiirleştirmiştir. Son bö-

lüm uyanışın ortak dilidir: “ artık içim boş

değil / liflerim anlar niyetimi / dönüp bak-

mam saldırganın yüzüne / parçalasalar da

etimi kemiğimi / seninle yürüyeceğim / bu

kez canavarın başına / ben geçireceğim

kendimi”

Kandahar’da güneş, “uzak bir komşu

gibi eğilip pencereden / yakılmış evlerin içi-

ne utanarak sokulur”. Gün kanarken ek-

meğe bomba düşer. Otlar gibi, ardıçlar gibi

kimsesizdir çocuk. Bir okyanus olmak,

füze taşıyan gemileri üstünden atmak,

yeryüzünü güllerle donatmak ister.

Şair kardeşim dediği Filistinli Hannan

Avvad’a seslenir ozan. Sesindeki sevinçlerle

doğan sözcüklerin tertemiz aktığı şiirler söy-

lemek, barıştan yapılmış gerçek armağan-

lar sunmak ister ona. Oysa akbabaya kes-

miştir dünya, eskimiştir imgeler. Kanar yü-

reği, için için erir.

Kitabın son bölümünde sanatını etki-

lemiş büyük ozanlara kısa şiirlerle saygısı-

nı sunar Karakuş. “Güneş vardır tarlala-

rında” diyen Cahit Külebi’ye “isterim ki kar-

deş olsun şiirim / anadolunun sesiyle”

diye seslenir. Arthur Rimbaud hayranlığı-

nı “hâlâ şaşarım nasıl taşır bir gemi / harf-

lere vura vura şiirle köleleri” dizeleriyle dile

getirir. “memleketimi varna’dan selamla-

yan memleketlim / sana bir gömlek yolla-

yacağım / türkçenin sesiyle dokunmuş şile

bezi kadar serin” sözleriyle el salladığı Na-

zım Hikmet ise vazgeçilmezidir. Şiir Gö-

zeleri’nin diğer ozanları ise Attilâ İlhan, Fa-

zıl Hüsnü Dağlarca, Karacaoğlan, Edip

Cansever ve Cahit Sıtkı Tarancı’dır. Şiirler

şu dizelerle biter:

“ – saçların bembeyaz olmuş şair

– acı kullanıyorum da ondan”

Kimi eleştirmenler, “kimsesizlik, Ka-

rakuş’un şiirinin kapsayıcı, giderek belir-

leyici özelliği” görüşündeler. Ben öteden

beri farklı düşünürüm. Hidayet Karakuş şii-

ri, kucaklayıcı, insancıl, çağcıl bir şiir.

Onursuzluğu dışlayan “sevilesi” insanın

sesi, şiiri.

Şiir sanatına anlam katan bu şiirler hep

okunacak, eskimeyecek ve gündemde ka-

lacak. Son söz de “Çakıltaşı”ndan olsun:

“ekmeğimde tüten barışçıl kuş sevgilimdi

/ ömrümde hep seher yeli gibi temiz esti /

felaketini bir sicimle yüreğine sarıp / susuz

bir çobandı kör kuyularda su kesti”.

HİDAYET KARAKUŞ ‘UN YENİ ŞİİR KİTABI ‘ÇAKILTAŞI’ ÜZERİNE

Kör kuyularda su kesen şiirBAHRİ [email protected]

Çak�lta��, Hidayet

Karaku�, Kaynak

Yay�nlar�, 140 s.

Page 17: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 17Aydınlık KİTAP

İşiniz yalnızca okumak olsa, hatta hızlı

okuma tekniklerini de kullanabiliyor

olsanız, anlamlı okuma sınırınız günde

kaç sayfadır? 100? 200? Haydi sıktık

dişimizi, 500 olabilir mi? Hatta yemeği

birinin yedirdiğini, tuvalete giderken

bile okumayı kesmediğimizi varsaya-

lım, bin sayfa olur mu? Olmaz mı?

Çok beceriksiziz, çok!.. El alem günde

4.615 sayfa okuyabiliyormuş! Üstelik

kayıtlı kürekli ispatı da var. Bu olağan

üstü başarı öyküsünü, Balyoz Dava-

sı’na bakan savcı ve yargıçlarda gören,

kendi hayatı üstün başarılarla dolu, ül-

kemizin yetiştirdiği en kıymetli komu-

tanlardan olan Erdal Akyazan’ın sa-

tırlarından okuyalım:

“Savcı babalarınız bir id-

dianame hazırladı ve yar-

gıç olan babalarınıza

sundu. Dediler ki, ‘Biz

buradaki adamların

suç işlediğini düşünü-

yoruz, delilleri topla-

dık, onları da sunuyo-

ruz, incele, kabul et ve

yargılamaya başla!’ Sav-

cı babalarınızın hazırladı-

ğı dosya 60.000 sayfaydı ve

yargıç babalarınız bu sayfaları

13 günde ‘İnceledik, bizce de bunlar

suç işlemiş, kabul ettik’ dediler.

Yargıç babalarınız 13 gün boyunca

hiç yemek yemese, hiç çay içmese, hiç

banyoyu kullanmasa ve hiç uyumasa,

durmadan dosya okusa günde 4.615

sayfa incelemiş olur. Sizce gerçekten

günde 4.615 sayfa incelemişler midir?”

Böylesine haklı bir

kahır ve kapkara

bir haksızlık

haykırıyorlar.

Erdal Akyazan,

kamuoyu gün-

deminden hızla

gelip geçiveren

Balyoz Dava-

sı’nın, hukuksuzca

yargılanan subayların-

dan sadece biri. Yargıç

babaları, savcı babaları, çocuklara şi-

kayet ediyor. Hangi çocuklara? “Birin-

ci vazifen, Türk İstiklâl ve Cumhuriye-

tini ilelebet müdafaa ve muhafaza et-

mektir!” emrini Atasından almış ay-

dınlık düşünüşlü çocuklara! Çocuklar

duymuş olmalı! Nitekim, Erdal Akya-

zan kendisiyle yapılan röportajında,

“Seslendiğim çocuklar, şu an sokakta-

lar” diyor. “Her yer Taksim, her yer

direniş” sloganıyla tüm ülkeye yayı-

lan başkaldırının sebeplerinden biri

de halka, hakka, hukuka ihanet eden

babalar değil mi zaten? Ne babalar-

mış be! Tüyü bitmedik yetim sloga-

nıyla geldiler, tüyü bitmediğin hak-

larını da ezip geçtiler!

DARBE PROVASISEM�NER

Tiyatral bir kurgu bu. Üst dü-

zey komutanlar darbe provası yap-

mışlar! Kitabın en çarpıcı bölüm-

lerinden birine bırakıyorum satır-

ları: “ ‘Seminer bir darbe prova-

sıydı.’ Bunu ben söylemiyorum. İddia-

namede yazıyor. Peki, bu seminere kaç

kişi katılmış? 162. Kaçı sanık? 50’si.

Kalan 112 kişi konu mankeni mi? 50

kişi prova yapmış, onlar da seyretmiş

öyle mi? Babalarınıza göre öyle. Top-

lam sanık kaç kişi? 365. 365’te 50 mi?

Hani darbe provasıydı?

Bu nasıl provadır

ki, 315 kişi yok orta-

da? Diyeceksiniz ki,

“O 50 kişi elebaşı,

onlar yapmış prova-

yı.” Yönetici, elebaşı,

binbaşı; yönetilen ise

orgeneral o zaman.

Çünkü seminere ka-

tılıp sanık olan bin-

başı da var, seminere

katılmayıp sanık olan

orgeneral de.”

Her satırında ağ-

zınız açık kalıyor. Bir

sonraki satırda karşı-

laşacağınız haksızlı-

ğın ne olduğunu tah-

min bile edemiyorsu-

nuz. Mahkemeye delil

diye sunulan sahte,

saçma hatta alçakça

hazırlanmış kurgu ya-

zılar; yok ıslak imza, yok denize düş-

müş imza diyerek, bir oldubittiye getir-

me durumunun açık delili bu kitap.

Peki neden? Kim ya da kimler istedi

bu oldubittiyi? Ülkenin askeri deha sa-

yılan beyinleri niçin saf dışı bırakıldı-

lar? Bu soruların cevabını sen ben bili-

riz. Bilmeyenler, birilerinin kıçında kıl

olmaya razı kullardır! Terfisi ancak

kulluktan kıllığa olan cehaleti yenebi-

lir, her birini ‘birey’ olabilme onuruna

eriştirebilirsek, işte o gün bizimdir.

Haksızlığın, alçaklığın, şarlatanlığın,

ihanetin olmadığı, insan-

ca yaşama erdemine

erişmiş bireyler toplulu-

ğu…

OKUTUN!Babanı Sana Şikayet

Ediyorum, Balyoz Dava-

sındaki adaletsizlik silsi-

lesinin belgeseli. Sadece

okuyun demiyorum.

Okutun! Okutalım! Bel-

ki ‘kıllar’ okuyamayabi-

lir, okusa anlamayabilir.

Ama sözüm ona yüde 50

denen, aslı ancak yüzde

30’lardan da az olan ke-

simin içinde, kıl olmadığı

halde çıkarları gereği

destek verenler var. Oku-

yan yazan ve okuduğunu

anlayabilecek olanlar. İşte

onlara hediye edelim bu

kitabı. Belki, parmak yalama hayali ile

tuttukları bal teknesinin Türkiye ve

farkına varmadan ettikleri ihanetin

kendi öz evlatlarına olduğunu görür-

ler. Belli mi olur?

Baban� Sana �ikayetEdiyorum,

Erdal Akyazan, Destek Yay�nlar�, 295 s.

EMİNE SUPÇİ[email protected]

Hersat�r�nda a�z�n�z

aç�k kal�yor. Bir sonraki sat�rdakar��la�aca��n�zhaks�zl���n ne

oldu�unu tahmin bileedemiyorsunuz

Armağan edelim bu kitabı

Page 18: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Zaytung 2012

Hakan Bilginer, April Yay�nc�l�k, 144 s. 

Zaytung, “3-5 tanıdık alsa da masrafı-

nı çıkarsak” motivasyonuyla çıkardığı

2009-2011 Almanak sayesinde plaza

dikme aşamasına gelmiş olmanın he-

yecanıyla sunar: Zaytung Almanak

2012! 

“Çoğunlukla gerçekten berbat bir

yıl olan 2012’yi hatırlayacaksanız en

azından böyle hatırlayın bari...” (Zay-

tung Pazarlama Departmanı)

Ana akım medyanın yalanlarını

okumaktansa Zaytung okumayı tercih

ediyorum. Son yılların en güvenilir

haber kaynağı. Bu almanakla Türki-

ye’nin ruhuna nüfuz edeceksiniz. (Koç

burçları edemeyebilir.) 

-Emrah Serbes-

Mario ile Sihirbaz

Thomas Mann, Can Yay�nlar�,Çev: Sami Türk, 224 s.

“Mario ile Sihirbaz”, kesin, açık ve do-

laysız diliyle Alman öykücülüğüne

yeni bir üslup getiren Nobel ödüllü

Thomas Mann’ın, hayranlık verici bir

olgunluk dönemi eseri. Herkesi bek-

letiyordu, bunun doğru ifadesi her-

halde böyledir.

Sahneye çıkışını geciktirerek geri-

limi artırıyordu. Bu tavrı anlaşılıyordu

da, ama sonsuza kadar değil. Dokuz

buçuğa doğru seyirciler alkışa başladı,

alkışlamak aynı zamanda alkış isteği-

ni de dile getirdiğinden haklı sabır-

sızlıklarını ifade etmenin sevimli bir

şekliydi. Ufaklıklar için buna katılmak

eğlencenin parçasıydı. Her çocuk al-

kış tutmayı sever.

Dilin Tarihi

Steven Roger Fischer, ��Bankas� Kültür Yay�nlar�,

Çev: Muhtesim Güvenç, 260 s.

“Dilin Tarihi”, bilinen ya da gün yüzü-

ne çıkarılan insan dillerindeki değişik-

liklerin formel ve teknik anlatımıyla ye-

tinen geleneksel dilbilim tarihi eserle-

rinden çok farklı bir kitap.

Eserde sırasıyla bütün hayvanların

dillerinden primat dillerine, genel olarak

Homo Sapiens’lerin dilinden insan dil-

lerinin büyük ailelerine, özgül dil aile-

lerinden yeni küresel toplumun dil kul-

lanımına, internetle birlikte değişen ile-

tişim teknolojisinin dil üzerindeki etki-

sine ve günümüzde “dünya dili” konu-

muna giderek yaklaşan İngilizcenin

muhtemel geleceğine kadar geniş bir

konu yelpazesi üzerinde duruluyor.

Malafrena

Ursula K. Le Guin, Metis Yay�nlar�,Çev: Cemal Yard�mc�, 432 s.

“Malafrena”, yazarın diğer romanla-

rında da olduğu gibi, mekân hayali ol-

masına rağmen resmedilen ortam ve ele

alınan meseleler son derece gerçekçi.

Sansürün insanları susturduğu, kısıtla-

maların her türlü muhalefeti engelledi-

ği, iktidarın katı ve kati bir hal aldığı bir

ülke Orsinya. Malafrena Vadisi’nde ai-

lesiyle birlikte yaşayan başkahraman

İtale Sorde, işte tam da bu koşullarla mü-

cadele etmek üzere güvenli aile topra-

ğını terk edip siyasi çalkantıların hüküm

sürdüğü başkente gidiyor. Amacı, dev-

rimci idealleri doğrultusunda toplumun

özgürleşmesine katkıda bulunmak ama

tüm iyi niyetine rağmen bunun hiç de ko-

lay olmadığını öğreniyor. 

Stephen Hawking

J. P. McEvoy, Oscar Zarate, NTVYay�nlar�, Çev: Duygu Ak�n, 176 s.

Stephen Hawking, televizyon şovu The

Simpsons’a bile konuk olan ama aka-

demik camia dışında çalışmaları çok az

anlaşılmış dünyaca ünlü bir fizikçi. Hal-

kın gözündeyse, üstün bir bilimci ve 9 mil-

yon adet satan “Zamanın Kısa Tarihi”

kitabının yazarı.

Hawking’in bilime en büyük katkı-

sı 20. yüzyıl fiziğinin iki büyük teorisini

birleştirmek oldu: Einstein’ın Genel

Görelilik Teorisi ve kuantum mekaniği. 

Kitap, Hawking’in yaşamını; çalış-

malarının gelişimini; karadeliğin kıyısı ya

da evrenin başlangıç noktası gibi, temel

yasaların çöktüğü veya üst üste bindiği

alanlar hakkındaki nefes kesen keşifle-

rini inceliyor.

Yasakl�

Ted Dekker, Mart� Kitabevi,Çev: Özlem Gültekin, 513 s.

Nefes kesici bir destan başlıyor. Faniler

serisine hoş geldiniz.

Kaybedecekleri tek bir duygu var-

dı: Korku. Geleceğin korunaklı dün-

yasında bir tek “korku” nedir bilerek

yaşamaya mahkûm edilen insanlar. Ve

bu kaderi değiştirmeye çalışan genç bir

adam.

İnsanoğlu, kendisine dayatılan bir

düzen yüzünden gerçeğe kapadığı

gözlerini bu genç adam sayesinde

açmaya hazırdır! Ancak bu diriliş

büyük bir karmaşayı da beraberinde

getirecektir:

Tüm fani duygular uyanacak; nef-

ret, hırs ve açgözlülük yeryüzüne hâ-

kim olmaya başlayacaktır.

Gece Oturumlar�

Ken MacLeod, Aylak Kitap,Çev: Algan Sezgintüredi, 336 s.

Yaşam kendi halinde ilerlerken, İskoç-

ya’nın başkenti Edinburgh’da bir papaz

öldürülüyor. Bulgular, bu olayın bir te-

rörist eylem olduğuna işaret ediyor.

Akabinde, bir piskoposun öldürülmesiyle

şu soru ortaya çıkıyor:

Artık neredeyse hiç etkisi kalmamış

din adamların neden ve kimler tarafın-

dan öldürülmektedir?

Dinî fanatizm, Aydınlanma, savaş-

lar, küresel ısınma... Günümüzün ve ge-

leceğin bu çok önemli kavramlarını, ya-

rattığı yeni evrende başarıyla yoğuran

genç yazar Ken MacLeod, okuru ihti-

malden ihtimale sürüklerken, varoluş

ve inanç üzerine düşündürmeyi de ih-

mal etmiyor. 

Fallus’un Anlam�

Jacques Lacan, Alt�k�rkbe� Yay�nlar�,

Çev: Saffet Murat Tura, 96 s.

Ünlü Fransız psikiyatr ve psikanalist Jac-

ques Lacan ya da Amerikalıların hafif

alaycı bir tonda taktıkları lakap ile Fran-

sız Freud, mirası kolayca değerlendiri-

lemeyecek bir yazardır.

Adı, çağımızı en çok etkileyen psi-

kiyatrlar listesinde ön sıralarda yer al-

masına rağmen böyle bu. Kimileri yere

göğe koyamaz onu; bazı basit den-

klemlerini sloganlaştırarak çarpıcı bir şey-

ler söylemeye çabalar, Lacan’ı putlaştı-

rırlar. Başkaları ise, özellikle psikotera-

pi pratiğine gerçekten ne kattığını sor-

gulayarak küçültür onu. Böyle bir or-

tamda sağduyu ile Lacan’ı değerlendir-

mek güçleşir...

Page 19: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Kavgam

Adolf Hitler, Habitus Kitap,Çev: Tuvana Gülcan, 256 s.

Cani küçük burjuva, sırtı ve koca popo-

su okura dönük bir şekilde SA ünifor-

ması içinde aynada kendini Hitler sela-

mıyla selamlayarak kitabı açıyor. Kitapta

Hitler’in “Kavgam”ına uygun olarak

beş bölüm sıralanmıştır: Önderlik ve Sa-

dakat; Propaganda ve Örgütlenme; Kül-

tür Kurucusu olarak Arî Irk; Irkçı Dev-

let ve Irk Hijyeni; Toprak Hukuku.

Okuyucu ve gözlemciye Alman milli var-

lığının en değişmez kurumlarından biri

olan ‘müdavim masası’ eşlik etmektedir.

Ama bira bağımlısı ve laf ebesi müda-

vimleri Nazi Dönemi’nde buluşan bir

masa değil, iktisadi mucizeyi temsil

eden beylerin müdavim masası.

-Peter Haertling-

Gambara

Honoré de Balzac, Dedalus Kitap,Çev: Neslihan Can�o�lu, 80 s.

Paolo Gambara, Balzac’ın en somut ka-

rakterlerinden birisi, cehennemden ve

cennetten dünyaya kaçırdığı enstrü-

manlarla, müziğin yavaş yavaş birleştir-

diği 19. yüzyıl Avrupasından geleceğin

dünyası için en “esaslı” operasını yap-

maya kalkışıyor. Böylece, içinde Kudüs

ve (Hz.) Muhammed temalı operaların

da bulunduğu Üçleme’nin tasarlanma-

sı esnasında, Gambara’nın kendinden ge-

çip soluğunun kesilmesi, kelimelerin

sayfalardan fırlayarak, duvarlara çarpıp

geri dönmesi, romanı bütünüyle bir

senfoniye dönüştürmüş.

Gizli Başyapıt ile birlikte okunabi-

lecek bu roman, bize Balzac’ın, ne kadar

Gambara olduğunu düşündürtüyor.

An�lar �alesi

Tony Judt, Yap� Kredi Yay�nlar�,Çev: Dilek �endil, 172 s.

“Anılar Şalesi”, dejeneratif bir

hastalığın son evrelerinde kendi anı-

lar şalesinin odalarında dolaşan ola-

ğanüstü bir zihnin, zamanımızın en iyi

tarihçilerinden Tony Judt’un içgöz-

lemleri.

Bütünüyle farklı, alışılmadık üs-

lupta yazılmış bir anılar ya da otobi-

yografik denemeler toplamı.

Bir veda konuşması niteliğindeki

kitap Judt’un kendi yaşamına ilişkin

gözlemleri kadar içinde yaşadığı dün-

ya üzerine düşünceleriyle de dikkat

çekiyor: Yemekler, tren gezileri, İn-

giliz eğitim sistemi, 60’ların kültür

devrimi, kitaplar, mekânlar, tarih,

kimlik.

S�n�rlar�n Ötesinde

Buket �ahin, Kaynak Yay�nlar�, 320 s.

Buket Şahin’in “Gezi” Bavulu’nda bu

kez dört kıtadan pek çok seçkin sa-

natçı ve aydınla yapılmış siyaset, ede-

biyat ve sanat sohbetleri var. Çoğu bu-

gün hayatta olmayan 22 aydın ve sa-

natçıyla yapılmış, belgesel tadında

sohbetler...

Noam Chomsky, Eduardo Galea-

no, Eva Golinger, Paul Auster, İlhan

Berk, Burhan Doğançay, Bülent Or-

taçgil, Ara Dinkjian, Şirin Devrim, Ba-

hadır Baruter, Alvaro Arzu, William

F. Engdahl, Andre Vltchek, Michael

Mcmahon, Erdal Öz, Orhan Taylan,

Khaled Akil, Peter Hristoff, Ayşegül

Kuş Durakoğlu, İlhan Mimaroğlu,

Defne Halman, Güngör Mimaroğlu...

Ayr� Dü�mü�üz Yan Yana

Orhan Kahyao�lu, Do�an Kitap, 296 s. 

Müzik dünyamızın önemli sanatçı-

larından Bülent Ortaçgil’in hayatı...

Orhan Kahyaoğlu, elinizdeki ki-

tapta, ülkemizin müzik yazarlığı se-

rüveninde örneğine az rastlanan

araştırmacı yaklaşımla, Ortaçgil şar-

kılarının ve Türk Pop Müziği’nin

derinliklerine iniyor, bir senteze ula-

şıyor.

Sanatçının özel yaşamına dair il-

ginç notlarla birlikte Türkiye’nin si-

yasi-kültürel tarihinin Ortaçgil’in ça-

lışmalarına yansımalarını da ele alan

“Ayrı Düşmüşüz Yan Yana”, müzik

dünyamızın önemli sanatçılarından

birine odaklanan temel bir kitap.

�ki �mparatorluk Tek Co�rafya

Melek Delilba��, �thaki Yay�nlar�, 368 s.

“Bir imparatorluğun bir başka impara-

torluğun halefi olması -bu durumda Bi-

zans İmparatorluğu’nun çöküşü ve onun

Osmanlı İmparatorluğu tarafından ika-

me edilmesi- eğer tek taraflı incelenir-

se, doğru incelenmesi mümkün olmayan

bir olgudur. Tarihçi, o dönemde yaşayan

insanların siyasi gelişmeleri, keza eko-

nomik ve demografik değişmeleri nasıl

değerlendirdiğini incelemelidir. Bu araş-

tırma, bir tarihçi yazılı tanıklıkları, yani

o dönemin insanlarının bize bıraktıkla-

rı kaynakları analiz ettiği takdirde müm-

kün olabilir. Melek Delilbaşı, bütün bu

kaynaklara nüfuz etmek için büyük uğ-

raş vermiştir.” -Elizabeth Zachariadou-

Ölüm Bir Varm�� Bir Yokmu�

Jose Saramago, K�rm�z� KediYay�nevi, Çev: Mehmet Necati

Kutlu, 208 s.

İnsanların ölmemesi zamanın durduğu

anlamına gelmemektedir, ezeli bir yaş-

lılıktır artık onları bekleyen. Hükümet-

ten kiliseye, sağlık kurumlarından aile-

lere, şirketlerden mafyaya kadar herkes

ölümün ortadan kalkmasının getirdiği so-

nuçlarla mücadele etmek zorundadır.

Ölüm ve ölümsüzlük karşısında insanın

şaşkınlığını, çelişkili tepkilerini ve ahla-

ki çöküşünü, edebi, toplumsal ve felse-

fi anlamda derinlikli bir biçimde işleyen

José Saramago, geçici olanla ebedi ola-

nı birbirinden ayıran kısa mesafenin

meseli sayılacak “Ölüm Bir Varmış Bir

Yokmuş”u, başladığı gibi bitiriyor: “Er-

tesi gün hiç kimse ölmedi.”

Yürüyen Ölüler Bölüm15: Kendimizi Bulduk

Charlie Adlard, CliffRathburn, Robert Kirkman, Marmara

Çizgi, Çev: Emre Yavuz, 136 s. 

Gün içinde televizyon başında geçir-

mediğiniz kaç saatiniz var? En son ne

zaman gerçekten elde etmek istediğimiz

bir şey için çabaladık? En son ne zaman

gerçekten ihtiyacımız olan bir şey iste-

dik? Bildiğimiz dünya artık yok.

Ticari ve saçma ihtiyaçların dün-

yası yerine ölüm kalım savaşı ve so-

rumluluğa bıraktı.

Mahşeri bir salgın ölülerin dirilip

canlılarla beslenmesine yol açtı. Bir-

kaç ay içinde toplum düzeni çöktü.

Hükümet yok, süper marketler yok,

kablo tv yok.

Artık yaşamak zorunda kaldığımız

dünya, ölülerin dünyası.

Page 20: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

Kızılderili melezi Komançi, ai-

lesinden miras kalan döküntü ha-

lindeki çiftliği 6 6 6’yı büyük mad-

di sıkıntılarına rağmen, emektar

kâhya On Galon’un yardımıyla

ayakta tutmaya

çalışmaktadır.

Ancak işler,

kimliğini bilme-

dikleri rakiple-

rinin, yine bil-

medikleri ne-

denlerle kendi-

lerine savaş aç-

masıyla daha

da zorlaşır.

Hermann Huppen, Michel Greg,Yap� Kredi Yay�nlar�, Çev: Füsun

Önen Pinard, 144 s.

19 TEMMUZ 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP

KomançiPhilip Reeve’in, tüm kaynakla-

rı ve insanı tüketmeden yaşanabi-

lir bir dünya yaratma olasılığını

sorguladığı, sağlam politik kavra-

yışı ve insan doğasını tüm çıplaklı-

ğıyla sergileme

becerisiyle

okuruna ka-

ranlıkla aydın-

lığı yan yana

sunduğu ödül-

lü bilimkurgu

dizisi “Yürü-

yen Kentler”

4. kitapla

sonlanıyor. 

Philip Reeve, On8 Kitap,Çev: Ali Ünal, 612 s.

Karanl�k DüzlükMirketler, Cingöz’ün icat ettiği

zaman makinesi “Cingözmatik” ile

bir zaman yolculuğuna çıkıyor. Bu

heyecanlı yolculukta iki yeni arkadaş-

ları var: Zorba ve Zıpzıp. Sen de bu

seyahate katılmak ister misin?

Zaman yolcu-

luğunda seni neler

neler bekliyor bir

bilsen: Dinozorlar,

Hanibal’ın filleri,

Karayip korsanla-

rı, Aztek savaşçı-

ları, Vikingler,

Vahşi Batı’nın

kovboyları ve

daha niceleri… 

Jen Wainwright, 1001 ÇiçekKitaplar, Çev: Deniz Canda�, 48 s.

Nerede Bu Mirketler Arkadaşlar, masalımızın kahra-

manı olan Uyku Perisi, yani Uyku-

cu, hep mutluluk ve huzurumuz

için çabalayan bir kahraman. Biz

onu aslında hiç görmüyor ve bir

kez olsun karşılaşmıyoruz. Ama o,

uyuduğumuz

andan itiba-

ren güzel rü-

yalar görme-

miz için uğ-

raşıp duru-

yor. Nasıl

mı? Gözka-

paklarımıza

Rüya Tozu

serperek!...

William Joyce, Alt�n Kitaplar,Çev: Süleyman Genç, 48 s.

Uyku Perisi

Size sıcak ve sıkıcı günler için çok eğlenceli

bir önerim var: “Edgar ve Allan Poe’nun Se-

rüvenleri”.

Edgar ve Allan kardeşler ünlü yazar Ed-

gar Allan Poe’nun küçük-küçük-küçük ye-

ğenleri oluyorlar. Kendilerini roket bilimine

adamış başarılı bilimciler olan anne babala-

rı bir roket yapımı esnasında geri sayımı baş-

lattıklarını fark etmeyip uzaya fırlatıldıkları

ve 7 senedir uzay boşluğunda savrulup dur-

dukları için Edgar ve Allan,

can dostları Roderick Us-

her ile amcalarının yanın-

da yaşıyorlar. Roderick bir

kedi, ismi büyük-büyük-

büyük amcalarının “Us-

her Evi’nin Çöküşü” adlı

öyküsünün başkahramanı

olan R. Usher’dan geli-

yor. Bu arada Edgar ve

Allan büyük-büyük-büyük

amcaları E.A. Poe’ya olan

benzerlikleriyle dikkat çe-

kiyorlar. Kitap kapağında

gördüğünüz gibi fiziksel

yönden benzedikleri gibi,

okuduğunuzda anlayaca-

ğınız üzere, maceracı ruhları, karanlık mizah

anlayışları ve düpedüz aptalca olan kuralla-

ra aldırmayışları gibi birtakım olağandışı

özellikleri yönünden de büyük-büyük-bü-

yük amcalarının ruhunu ve beynini yaşatı-

yorlar denebilir. Ölü diller, ileri matematik ya

da sinekkuşlarının mikrobiyolojisi gibi ko-

nularda kimse onlarla yarışamaz. Yine de ken-

dilerini tanıtırken “Zekiyiz, ama fazla zeki de-

ğiliz. Aslına bakarsan biz tam kıvamında ze-

kiyiz,” demeyi tercih ediyorlar.

Bütün bunların dışında

başlarını belaya sokacak çok

önemli bir özellikleri daha

var. Edgar ve Allan neredey-

se tek bir zihni ortak kullanıyorlar. Biri ne dü-

şünüyorsa, diğeri de aynı şeyi düşünüyor. Biri

ne görüyorsa, duyuyorsa, hissediyorsa, diğe-

rine de aynısı oluyor. Bu özellikleri zamanında

anne babalarıyla da epey uğraşan güç delisi

bir kuantum fiziği profesörünün dikkatini çe-

kiyor. Çünkü zihnindeki çılgınca fikirleri uy-

gulamak için eline büyük bir fırsat geçtiğini

hissediyor. Bu çılgın projeyi duyduğunuzda du-

dağınız uçuklayacak!

Yaşadığımız dünya haricinde başka dün-

yaların, başka hayatların olduğunu varsayar-

sak, bunu öğrenmenin tek yolu oraya gidip

görmektir değil mi? Peki, oraya gittikten son-

ra dönememe ihtimalini düşündüğünüzde,

orayı keşfetmek için aklınıza başka bir yol ge-

liyor mu? Cani profesörün bu konudaki pla-

nı şu: Madem ikizler aynı zihne ve aynı du-

yulara sahipler, birini oraya gönderebilirsem

diğerini kullanarak orada olup biten her

şeyi görebilirim!

İkizlerin başı bu beladan nasıl kurtulacak

dersiniz? Ben ipucunu vereyim: 150 yıldır o

dünyada yaşayan Edgar Allan Poe’nun yar-

dımıyla. Ta oradan buraya nasıl mı el atıyor?

İnanın okurken öldüm gülmekten. Güya

Edgar Allan Poe’nın öteki dünyadaki yeni gör-

evi şans kurabiyelerine fal yazıcılığıymış.

Edebiyattaki dehasını şans kurabiyelerine ak-

tarıyormuş. Aslında edebiyatı da pek özle-

miyormuş, bu iş daha pratikmiş. Küçük ye-

ğenlerine de bu yolla yol gösteriyor, yani şans

kurabiyelerine aşk falları yazacağı yere aman

oraya gitmeyin, aman şunu yapmayın yazıyor!

Bu arada Poe’nun yeni işindeki patronu

da Bay Şekspir. Bildiğimiz Şekspir. Bir türlü

geçinemiyorlar. Şekspir, Poe’nun sakarlığına,

Poe da Şekspir’in kendini beğenmişliğine ta-

hammül edemiyor. Kitaptaki en güzel diya-

loglar da ikisinin arasındaki çekişmeler. Ki-

tapla ilgili çok şey anlattım gibi geldi size ama,

bütün bunlar onda biri bile değil. Okuyunca

göreceksiniz.

Eğlenceli okumalar diliyoruz.

Eyvah kuantum!

Edgar ve Allan Poe’nunGizemli Serüvenleri,Gordon McAlpine,Kolektif Kitap, Çev:Bilge Ceren �ekerciler,190 s.

İREM HALIÇ[email protected]

ÇOCUK - GENÇ

McAlpine

Page 21: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP

En büyük yargıç tarihtir. Tarih deyince, kuş-

kusuz her türlü tezin, teorinin sınandığı

toplumsal pratikten söz ediyoruz. İletişim

teknolojisinin olanaklarıyla doğru bilgiye

ulaşmanın olağanüstü kolaylaşması, teori

ve tezlerin kanıtlanma sürecini kısalttı.

Bundan 15, 20 yıl önce mutlak doğruymuş

gibi sunulan ve liberal aydınlarca Kur’an

ayeti gibi kutsanan teoriler, tezler tarihin

bu kesitinde büyük ölçüde sınandı ve çü-

rütüldü. Dahası, emperyalist merkezlerce

kurgulanan yalana ve gerçeklerin çarpı-

tılmasına dayalı teoriler, son küresel kriz-

le Batı’nın çökme sürecine girmesi ve

Doğu’nun yükselişiyle stratejik den-

gelerde köklü değişiklikler oldu.

Küreselleşme ve “ulusal

devletin sonu” iddiası, son 20

yıl içinde Türkiye’de en çok

tartışılan konulardı. Aslın-

da bu tartışma, gerçeğe

bilimsel bakabilenler için,

11 Eylül 2001’den sonraki

12 yıl içinde gerçekleşen

olaylarca çoktan sonuca bağ-

landı; büyük bir emperyalist

yalan olduğu kanıtlandı. Ancak ne

acıdır ki, zihni Batıya odaklı kurgu-

lanmış bir çok aydınımız, son beş yıllık bü-

yük krizin ortaya çıkardığı gerçeklere rağ-

men, “acaba Batı ne diyor” bağımlılığın-

dan hâlâ kurtulabilmiş değil.

2008 krizinin, pembe küreselleşme ha-

yallerine son darbeyi vurana kadar, haki-

katleri görüp doğru analiz yapabilen Batılı

aydın sayısı sınırlıydı. Bugün, çöküş dal-

galarının yarattığı derin sarsıntının ayılt-

masıyla, gerçeği görebilenlerin sayısı hız-

la çoğalıyor. Ve işte elimizde Batılı bir sol-

cu yazardan, küreselleşme masalının, neo-

liberal teorilerin kartondan şatolarını yıkan,

sol etiketli hurafelere son veren bir kitap…

EKONOM�K KR�Z NEY�N SONUCU

Alman solunun önemli yazarlarından

Jürgen Elsaesser’in “Ulusal Devletin Yı-

kımı ve Sol Tavır” adlı kitabı, küreselleş-

menin emperyalist tekellerin bir tezgahı ol-

duğunu olgularla ortaya koyup, mahkum

ediyor. Ulusal devlete, aydınlanma ve mo-

dernitenin değerlerine ve 200 yıllık kaza-

nımlarına saldırıyla insanlığa dayatılan, “et-

nik özgürlük”çülüğü, tarikatçılığı, akıl ve

bilim dışılığı, hurafeyi yücelten “Yeni Or-

taçağ” projesini ortaya koyuyor.

Elsaesser, son de-

rece özlü, vurucu

saptamalar ve yo-

rumlar içeren kita-

bında, küresel karşı-

devrimin mafyatik ge-

rici karakterini çarpıcı

örneklerle sergiliyor. Ön-

celikle, kapitalist-emperyalist

sistemin sanayiyi esas alan temelinden

uzaklaşıp mafyalaşarak, finans spekülas-

yonlarına dayanan bir sisteme dönüştü-

ğünü vurguluyor. Yazara göre, “finans

kurumlarının tüm işletmelerin kârı içindeki

oranı 1982’de % 5’ten azken, 2007’de %

41’e çıkmıştır.”(s.51) Bunun da, “kural-

sızlaştırma” denilen -ve “özgürleşme” ola-

rak dünyaya yutturulan-, ulusal devletle-

rin finans hareketleri üzerindeki kontro-

lü ortadan kaldıran operasyonlarla nasıl

gerçekleştiğini açıklıyor. “Yaşadığımız

dünya ekonomik krizi, özellikle küresel ser-

maye hareketleri üzerindeki Bretton Wo-

ods sisteminde öngörülen ulusal devlet de-

netiminin yok edilmesinin bir sonucudur.

Bu sistemin yok edilme süreci, New York

ve Londra’daki finans çevreleri tarafından

planlanmış ve uygulanmıştır”(s.42).

Sonuçta, en büyük mafya, en büyük

haydut ABD, ekonominin kurallarını işle-

terek krizin üstesinden gelemeyeceğini

anlayınca, çareyi elindeki tek üstünlük

aracı nükleer silahlı gücünü kullanmakta

buluyor. Elsaesser, ABD merkezli emper-

yalist sistemin üretici niteliklerini yitirerek

nasıl tefeci, haraççı bir ortaçağ sistemine

dönüştüğünü, bunu da ancak ordunun

çıplak zoruna dayanarak sürdürebileceği-

ni şöyle ifade ediyor: “Tüm dünyadaki mil-

yarderler ve merkez bankaları, Birleşik

Devletler’e ait devlet tahvilleri-

ni satın almakta ve bu şekilde

dünyanın en borçlu devletine

kredi açmaktadır [haraç ver-

mektedir-MU]. … Borç veren-

lerin paralarını geri alabilecek-

lerine inandıran şey nedir? De-

lice görünen bu hareketin man-

tıklı bir açıklaması bulunmak-

tadır: Dolar artık altının koru-

masında değildir, ama askeri

güç tarafından korunmakta-

dır…”(s.50).

BATI ‘YEN� SOL’U VE�MPARATORLUKYAZARLARI

Küreselleşme operasyonu-

nun içinde yer alan Batı “yeni

sol”unun perişan hali de ol-

dukça nesnel ve doğru yansı-

tılmakta. Sözde “küreselleşme

karşıtı” eylemler yapan, ama

sonuçta sistemin dışına çıkamayan, iktidar

olma enerjisini yitirmiş “yeni sol” şöyle de-

ğerlendiriliyor: “Küreselleşme karşıtları-

nın çoğu için küreselleşme karşıtı hareket

ya da direniş önemli değildir”, –piyasacı kü-

reselleşme tanrısının istediği ve postmo-

dernizmin Nietzsche’den ilhamlı “tek ger-

çek yaşanan andır” kutsal sözü uyarınca-

“o an için yaşadıkları durumu önemse-

mektedirler”(s.73)

Kitabın önemli kısımlarından biri de

“İmparatorluk: Evrensel Manifesto” baş-

lıklı bölüm. Hatırlanacağı gibi Negri ve

Hardt’ın yazdığı “İmparatorluk” kitabı, ilk

yayınlandığında “20. yüzyılın manifestosu”

olarak ilan edildi ve övgüler düzüldü.

Oysa gerçekte, Bilimsel Sosyalizmin esas-

larını reddeden, postmodernizmin anarşist

bir versiyonu diyebileceğimiz bu kitap, ti-

pik bir küreselleşme elkitabıdır. Elsaes-

ser’in deyişiyle, “Küreselleşmeye, ayakta

kalan süper gücün hakim olduğu gerçeği

de yazarları rahatsız etmemektedir: ‘ABD,

dünyanın jandarması olarak emperyaliz-

min çıkarlarına göre değil, imparatorluğun

çıkarlarına göre hareket etmektedir (…)

Birleşik Devletler, barışın jandarması-

dır…”(s.77).

Elsaesser, “İmparatorluk” yazarlarının

emperyalizme, devlet karşıtlığı, “çokkül-

türlülük”, “yersizyurtsuzluk” gibi süslü

“enternasyonalizm” söylemleriyle solu

devşirmede nasıl eşsiz bir hizmet sun-

duklarını çarpıcı bir şekilde gösteriyor: “Af-

ganistan ve Irak işgalleri öncesinde ya-

zarlar, ‘emperyalist ve antiemperyalist sa-

vaşların devri artık geride kaldı. Bu

devrin bitişi barı-

şın hükümranlığı-

nı getirmiştir. Tam

olarak söylemek

gerekirse, artık kü-

çük çatışmaların ve

iç savaşların çağına

girdik’ diye yazı-

yorlardı. Bu teorik

arka plana sahip

Negri’nin Irak’a ve

Yugoslavya’ya karşı

girişilen savaşları

desteklemesi şaşır-

tıcı değildir.”(s.78).

Son olarak,

“Yurtseverler de-

mokrasiyi akla uygun

tek bir alanda, ulusal

devlet sınırları içinde

savunur” diyen Elsa-

esser ulusal devleti ne-

den savunduğunu da

şu gerçekçi yaklaşımla açıklıyor: “Ben

ulusal devleti milliyetçi olduğum için de-

ğil, demokrat olduğum için savunmakta-

yım. Ulusal devleti, sermaye sınıfının,

emekçileri kullanarak gemiyi daha hızlı

yüzdürebilmesi için değil, eğer içinde bu-

lunduğumuz bu gemi olmasa sermaye sı-

nıfı başka bir gemiye rahatça geçerken,

emekçilerin boğulup gideceğini bildiğim

için savunuyorum”(s.30).

‘Ulusal devletin sonu’teorilerinin çöküşü

MEHMET ULUSOY

Ulusal Devletin Y�k�m�ve Sol Tav�r, JürgenElsaesser, Kaynak

Yay�nlar�, Çev: EmreErtem, 104 s.

i�teelimizde Bat�l�

bir solcu yazardan,küreselle�me

masal�n�n, neoliberal

teorileri y�kan, sol etiketlihurafelere

son veren birkitap var

Page 22: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP

BULMACASOLDAN SA�A1. Bir dönem Frans�zca

özcüklerle konu�maya özenençevrelerde “memnun oldum,tan��t���m�za sevindim”anlam�nda kullan�lan bir

sözcük - Grup, kategori2. Yiyecek - Emirber3. Harcanan para, gider -

Bir mevsim ad�4. Ba�kalar� - Parlak, saydam

k�rm�z� renkte de�erli bir ta�

5. �afak vakti - Tokat’�n bir ilçesi6. Bir yard�m dileme sözcü�ü -

�syankar - Bir yüzölçümübirimi

7. �ark�, türkü - Beygir gücü -Tasa, kayg�

8. Ortakç� - Patent9. Bir ilimiz - “... Gündüz Kutbay”

(ney üstad�)10. Lityum’un simgesi -

Osmanl� Devleti’nde has ah�r�nen büyük yöneticisi

11. Namzet - K�sa, ince boyunlu,�i�kin yuvarlak gövdeli,Kütahya ürünü çini sürahi tipi

12. Yak���kl� erkek - Dizem, tart�m

YUKARIDAN A�A�IYA1. Bir spor dal� - Dilsiz2. Sodyum’un simgesi -

Arapçada bir harf - Bir bamya yeme�i türü

3. Seyir i�aretlerini ta��maya, birgeçidi, bir tehlikeyi belirtmeyeyarayan yüzer cisim - �ikar

4. ��lemler - Dervi�lerin ba�lar�nagiydikleri tiftikten yap�lm��

ince ve hafif bir çe�it takke5. Yumu�ak kar��t� - Saz�n en

kal�n teli ya da kiri�i6. Samsun’un bir ilçesi -

Do�ramac�, marangoz7. Ba��rsaklar - Dö�eme s�vas� -

Köpek yiyece�i8. Batk� - Deniz9. Tümör - Çerkezlerin

kendilerine verdikleri ad -Kimononun üstüne tak�lan,biçimi ve boyutu cinsiyete,ya�a, mevkiye ve bölgeye görede�i�en, bir dü�ümlebirle�tirilen geni� ipek ku�ak

10. Geceye özgü - A�r� Da��’n�n eski ad�

11. “... Güler” (foto�rafç�) - Erkekyard�mc� - Bizmut’un simgesi

12. Kam�� kalem - Bütün, tüm

GE

ÇE

N H

AFTA

NIN

ÇÖ

Antakyalı yazar Sevim Korkmaz Dinç; “De-

likaya Rüzgârı” bu. Esmeye görsün bir kez.

Kocamış ağaçları köklerinden koparır, ince-

cik fidanların boynunu büker, önüne ne ge-

lirse sürükleyip alır götürür.

Toz duman olur ortalık. Sonra sise, soğu-

ğa bırakır yerini. … Delikaya’nın önüne katıp

savurduğu hayatlar, sise ve soğuğa inat tu-

tunmaya çalışır bir yerlerde. Delikaya esip dur-

dukça nerede, nasıl bir yaşamları olacağını bil-

meden göçüp durur insanlar”  sözleriyle baş-

lar, 12 Eylül darbesinin harcadığı bir kuşağı an-

lattığı “Delikaya Rüzgârı” adlı romanına.

Birinci tekil kişi anlatımlı yapıtta, öğret-

men Zeynep’in ağır işkencelerden sonra ka-

vuştuğu özgürlüğü de ağır yaralıdır. Alabil-

diğine masum kız kardeşinin de kendisiyle bir-

likte tutuklanıp işkenceden geçmesinin ağır-

lığı altında ezilen ruhunda duyduğu suçluluk,

yeniden yaşama sarılma isteği onu memle-

ketinden koparıp, Metris Cezaevi’ndeki gö-

nüldeşini arayıp bulmak için İstanbul’a atar...

“Her an alınıp götürülüverecekmiş hissini,

takip edilme tedirginliği, ya konuştuğum in-

sanların başına bir şey gelirse’nin içe sinmiş

derinlerde duyulan sızısıyla” ürkek ürkek yü-

rürken yüreğinde kökleşmiş korkularını da gö-

türmektedir sırt çantasında Metris’e.

Bir zamanlar sevdiği, hapiste yattığından

yıllardır görmediği o insanla karşılaştığında

ne söyleyeceğini, duygularından geriye ne kal-

dığını kestiremeyişinin ve sorgulamanın iş-

kencesi altındadır bu kez.

Zeynep için hayat, direnmektir. Dışarının

zorluklarına karşı direnmek ve yaşama tu-

tunmak, işkenceye ve işkencecilere diren-

mekten daha mı kolaydır? İçeride yaşamanın

bir başka biçimini dışarıda yaşayan ağır yaralı

ruhu da özgürlüğün tadına varamaz bedeni

gibi. Ayşegül ile cezaevi önünde sıra bekler-

ken tanışmışlardı. Sevdikleri aynı koğuşu

paylaştığından kurulmuştu aralarındaki dost-

luk. İstanbul, işsizlik, yoksulluk, yalnızlık,

yaşama tutunma çabaları ve her şeye karşın

onları birbirine bağlayan umutları... Yaşam di-

rençlerini biliyordu.

Yazar, ilginç kurgusuyla yapıtında iki ka-

dının kimliğinde ve kişiliğinde 12 Eylül dar-

besinin gök ekin gibi biçtiği 78 kuşağının ta-

nıklığını yapmayı, kendine, topluma ve dü-

şüncesine karşı bir görev saymakta; gerçek-

çi bir yaklaşımla.

“Sorunları lokma lokma doğramak”,

“buz beyazının verdiği ferahlık”, “beyazlık

ölüm gibi sarıyor”, “İnsanı alçaltan, bedeni-

ne yabancılaştıran, boyun eğdiren, zavallı-

laştıran sadece bu sekiz harf; soyunmak” ,

“unutma denilen o derin ve zifiri boşlukta sal-

lanmak” gibi ifadeler özgün dil yaratmakta,

betimler eserin acı dozunu hafifletmekte, oku-

ru romanın içine çekmektedir.

Yaşanılanların aynılaştırdığı, kaynaştırdığı,

üzerlerinde derin izler bıraktığı iki kadın için

her şey zordu; işsizlik, yoksulluk, ama en çok

da çaresizlik.

O koşullarda yeni bir dünya idealine

inanmak...

Dışarıda ya da içerde olmayı yaşayanla-

rın düşünceleri ve gözlemleriyle özgürlük ve

zorunluluk di-

yalektiğini ya-

kalamaya ça-

lışan yazar,

ko n u s u n u

felsefeyle bes-

liyor. Roman

kahramanların

entelektüel ve devrimci biri-

kimleri anlatımı olgunlaştıran bir başka özel-

lik. “Yaşama sımsıkı sarılarak birbirlerini

çoğaltanlardan Ayşegül, çocuklarını Zey-

nep’e bırakıp Almanya’ya gider.” Geride

kalanı, devrimci değerleri sorgulamaya zor-

lar bu gidiş.

Yine de örgüte, örgütlü toplumun gücü-

ne inan kahramanımız, hiç beklemediği bir

anda yüzünü görmediği işkencecisiyle karşı-

laşır, onu sesinden tanımanın şokunu yaşar.

Artık olaylar, birbirine ne denli benzese de

başka bir süreçte akacaktır.

Sevim Korkmaz Dinç, iki kadının yaşadığı

gerçeğin ışığında okuru, okuma serüvenine ça-

ğırıyor “Delikaya Rüzgârı”yla.

EMİNE AZBOZ

Delikaya Rüzgâr�, Sevim Korkmaz

Dinç, �lya Yay�nlar�

O rüzgârda savrulan yaşamlar

Page 23: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de

19 TEMMUZ 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP

“Yaşamak, dünyadaki en nadir şeydir. Çoğuinsanın tek yaptığı ise yalnızca mevcut olmaktır.”

Oscar Wilde

Plak cızırtısı. Müzik yok. Sessiz bir gece. Çay-

lar bardaktadır. İki ayrı köşeye, duvara yaslı otur-

muştur iki hikâye anlatıcı. Ekmek parasıdır. Hü-

zündür. Boşluğa savrulan yumruktur. Yine de

olmuştur ve olsundur. Boğazını temizlemeye bile

gerek duymaz. Öteki hazırdır. Dinleyecektir.

Görevi budur. Ve anlatmaya başlar. Sıkça du-

rur. Düşünmek için değil, hatırlamak için güç

toplar. Çayından aldığı geçmiş zaman yudum-

larını tekrarlamasında bile samimiyet vardır. Faz-

ladan cümleler kurmak istemez. Afili laflardan

da pek haz etmez zaten. Uyum sağlayamaz. Sı-

kılır. Özler. Özlediğini belli etmemek için ka-

ramsarlığından bahseder. “Neden varım?” diye

sormaya cesaret edemediğinden, “neden yok?”

diye sorar. Cesaret derken… Sorusu, sormak is-

tediğinin anlamını düşürür mü diye kıyamaz. En

zor şey, tutup kaldırmaktır çünkü. Bilir bunu.

Tutunmak, tutulmak ister. Yoksa narin bir anı

kayıp gidecektir ellerinden. Gözlerini tavana di-

ker. Bulamaz. Yere indirir. Arayamaz. Böyle ola-

mayacaktır, yudum kalmak gereklidir. Fazla-

lıklarını budar. Tek bir gövdede milyonlar ol-

malıdır.

Bir alıntı: “Geriye ne kaldıysa. O.”

Uzun yolda, otobüste, herkes uykudayken,

zorbela, güçsüz bir lambanın ışığında okunan bir

kitaba benzeyen bir sesi vardır. Homurtu de-

rinde, horultu dibinde, sükûnet ise uzakta bir si-

yahlık içindedir. Duymak için yakınlaşmak ge-

rekir. Ama sayfa sesi duyulmaz. Öksürükleri var-

dır. Midesine yolladığı değil, midelerine girdi-

ği ilaçları vardır. Kanında akan zehirlerde kıv-

rılan virgülleri vardır. Virgül, nokta olur. Devam

edemez. Ve bazen asabidir. Varoluşçuluğuna ve-

rip geçiştirirsin de öfkesi en çok dinliyormuş gibi

yapanadır, fark edersin. Terlersin ama mecbur

hissedersin kendini, -daha da çok, borçlu his-

sedersin- dinlemeye devam edersin. Aslında din-

lemesen de olur. Çantasını alıp, bıkkın değil bel-

ki ama en azından sıkkın halde birazdan çıka-

caktır. Özden önce gelir. Çiviler bir şeyler, doğ-

rulmaya çalışan bedenini. Sivri… Aradaki kitap

kadar mesafede ağırlık görülmez. Kitap kay-

bolur. Ses kalır.

Bir alıntı daha: “…Akdeniz’de kesin yağmurvar. Ben öyle ağırım ki kanatlarıma.”

İçinde yalnızlıkla şişmiş bir kargadır artık.

Gücü yoktur. Her şey anlamsızdır. Yeraltından

Notlar’ın isimsiz kahramanı fırlasa gelse yanı-

na, emin olun iyi hissetmez. Geçmişte kalmış-

tır çünkü isimsiz. Sarı çıyan ise aksine, etten ve

kemiktendir; bugünün dünüdür. Ayağında pa-

buç olsa da yalınayaktır, olmasa da. Anlatısın-

da parmak arasına sıkışan çakılların sesi vardır.

Yukarıdaki acıdan sıyrılamamaktan veya umur-

samamaktan, eğilip de bir temizliğe girişmez. Da-

ğınık bırakır. Onun için düzelmek de kolaydır

ama gereksizdir. Yalındır, sadedir. Şirin görün-

meye çalışmaz. İstese yapar hâlbuki. Dilenme-

ye saklar. Dilenciliğini anlatırken bile o kadar ya-

lındır ki seni sana anlatır. Bir yerden sonra ken-

dini dinlemeye başlarsın. Sarı çıyanın büyük şan-

sıdır. Kim dinlerse dinlesin, onu en iyi hep en son

dinleyen anlayacaktır. Dilenciliğinle yüzleştirir.

Şahitlik bekler. Arsızdır. Farkındadır. İki eliyle

bir anda omuzlarından sarsıp insanlığı, “geri ze-

kâlılar! Yandan zekâlılar!” diye haykırarak pat-

layacak gibidir. Sırası budur bu işin, önce üşü-

nülür, sonra üşütülür, en son üşüttürülür. Bak-

mayı bilirsen orada, derinde sinsi bir oyun var-

dır. Kaçmak ister aslında. Bir yandan yakalan-

mak ister. Ulaşılamayacak güzellik içini burksa

da en güzel halini uyurken bulur. Kapsar. Uy-

kuda bütünleşir, rüyada saklambaç oynar. Ölü-

me en yakın zifiri karanlıkta, kaybettiği ışıklar-

la hayata sarılır. Öğüt vermez. Sen olur. Ben olur.

Biz olur. Ne çeker ne de iter. Sen ol ister. En çok

da onun kendisi olmasına izin vermeni ister. Ça-

ğın tükürüğüdür. Yere ulaşmaz. Havada asılı ka-

lır. Uzayda kendin olmak kolaydır çünkü. Ko-

şarken ya da uçarken çarpabilirsin ona. Üstü-

ne basamazsın. Ama uzayda şefkat yetişmez ki…

Ağacı vardır belki ama kökü yoktur. Şefkat sa-

dece toprağa basar. Ve çıyanlar gibi, büyüğü ze-

hirlidir. En fazla zehri kendi damarlarında ta-

şır. Güvenmez.

Son alıntı: “Sen bir elin kalbimde, omzumdauyurken. Ben hayatımı film gibi izlemiştim saba-ha kadar. İlk defa kahramanlığım mutluluk ya-ratmıştı. Tamdım. Ne güzel bir geceydi ölmek için.Zamanın ve mekânın dışında. Ne arzu ne piş-manlık herhangi bir şey için. Ne yalnızlığı, tasta-mamdım.

Sonra, sonra hiç yaşamasaydım. Uzaydan yer-yüzüne düştüm. Bir hayalettim. Ne yalnızlığı ar-tık, yapayalnızdım.”

Sarı çıyanla kitabın aradan kalktığı bir oku-

ma (dinleme) gecesinin ardından, Sarı çıyanı düş-

leyenle, Emre Gürdal’la da görüştüm. Düşle-

meye devam ediyor ve devam kitabı üzerinde ça-

lışıyor. Sarı çıyanın hepinize selamı var.

Haftaya görüşmek dileğiyle…

M. SALİH [email protected]

Konrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğinde

Konrul kuşuyeraltına indiğinde

Konrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğindeKonrul kuşuyeraltına indiğinde

Konrul kuşuyeraltına indiğinde

Yeryüzüne Rest, Emre Gürdal, Kolektif Kitap, 102 s.

BABİL BALIĞI

Page 24: Geçen hafta 71.815 okura ulaştık KITAP Aydınlıkğı sağlamıştır. Nitekim Hobsbawm, de-mokratik devrimin yaygınlaşmasında askerin rolüne dikkatimizi çeker: “1820-21’de