Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

68

Transcript of Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Page 1: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011
Page 2: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011
Page 3: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

GÜNDEMTecdit mi, teceddüt mü? .............................................. 4Prof. Dr. H. Kâmil Ylmaz

Tecdit ve modernizasyon arasında fakih ....................... 7Ali Bulaç

İhya, tecdit ve ıslah:İhmal edilen asli roller.................................................... 13Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı

Reform ve tecdit ........................................................... 16Rasim Özdenören

Reform, içtihat ve tecdit üzerine.................................... 18Yasin Aktay

Fıkıh ve tecdit ............................................................... 23Doç. Dr. Mehmet Boynukalın

SÖYLEŞİGümülcine seçilmiş müftüsü İbrahim Şerif ..................... 26Dr. Zekiye Demir / Dr. Ülfet Görgülü

DİN - DÜŞÜNCE - YORUMArınma bilinci ve tövbe .................................................. 30Medet Coşkun

DİN ve SOSYAL HAYATUzaklardan bir hidayet öyküsü ...................................... 36Mustafa Selim Yılmaz

AİLESınav stresi yaşayan çocuklarımızı bekleyen tehlike; Şeker hastalığı .............................................................. 38Yrd. Doç. Dr. Hayrullah Yazar

BİR KONU BİR AYETKalpleri taşlaşanlar ........................................................ 40Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karsl

BİR HADİS BİR YORUMBir iftira üç gerçek ........................................................ 42Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal

DÜNDEN BUGÜNE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞIDönemleri ve öne çıkan hizmetleriyle Diyanet İşleri Başkanları-II ............................................. 44Dr. Mehmet Bulut

DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDENBir imam-hatibin 4 yıl çalıştığı köyden ayrılırkengönlünden geçirdikleri ................................................... 48Mehmet Ali Maçya

KÜLTÜR-SANATSanat ve İslam .............................................................. 49Yrd. Doç. Dr. Şenay Özgür Yıldız

EDEBİYATÇağdaş edebiyatımızda manzum hadisler ..................... 54Mustafa Özçelik

SÖZÜN ÖZÜ - BERCESTE BEYİTLERZemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl...................... 56Vedat Ali Tok

CAMİLERİMİZHarput’un hafızası: Ulu Cami ........................................ 58Cevat Akkanat

PORTREEnsar önderlerinden Hz. Sa’d B. Muaz (r.anh) ............. 62Doç. Dr. Âdem Apak

Tecdit mi, teceddüt mü?

Arınma bilinci ve tövbe

Uzaklardan bir hidayet öyküsü

Sınav stresi yaşayan çocuklarımızı

bekleyen tehlike;Şeker hastalığı

Harput’un hafızası:Ulu Cami

4

30

36

38

58

DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2011 SAYI: 242İÇİNDEKİLER

Page 4: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi veGenel Yayın YönetmeniDr. Yüksel SalmanSorumlu Yazı İşleri MüdürüDr. Faruk GörgülüMali İşler ve Dağıtım SorumlusuMustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.)Yayın KoordinatörleriMustafa Bektaşoğ[email protected] [email protected]şivAli Duran DemircioğluDizgiLatif KöseYönetim MerkeziDini Yayınlar Genel MüdürlüğüÜniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARATel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88

Abone İşleriTel : (0312) 295 71 96-97Fax : (0312) 285 18 54e-mail : [email protected]

Abone ŞartlarıYurt içi yıllık: 24.00 TL.Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD DolarıAB Ülkeleri, 30 EuroAvustralya, 50 Avustralya Dolarıİsveç ve Danimarka, 250 Kronİsviçre, 45 Frank

Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki İBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir mektubun Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir.

Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli YayınDiyanet Aylık Dergi (Türkçe)

TemsilciliklerYurt içi: İl Müftülükleri, İlçe MüftülükleriYurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri,Din Hizmetleri Ataşelikleri

web: www.diyanet.gov.tre-mail: [email protected]@[email protected]

Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir.Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.

Tasarım - Baskı Ciltİhlas Gazetecilik A.Ş.29 Ekim Caddesi 34197 Yenibosna-İSTANBULTel: (0.212) 454 30 00 Fax: (0.212) 454 31 00

Basım Yeri: ANKARABasım Tarihi: 11.02.2011

ISSN - 1300 - 8471

Değişme ve yenilenme hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir. Her gün yeni bir heyecan ve ümitle uyanırız. İnsan dünyaya gelir; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinden geçer. Bilgimiz ve tecrübemiz arttıkça hayata bakışımız ve olayları ele alışımız değişir. Ticaret hayatımızda, bilim ve teknolojide, eği-tim ve öğretimde, değişim ve gelişimi dikkate almaz ve kendi-mizi yenilemezsek başarısız oluruz. Tabiattaki her canlı için de bir değişim ve gelişim söz konusudur. Fidan, zamanla büyür ve ağaç olur. Tohum büyür, gelişir ve zamanı gelince meyvesini verir. Kısaca belirtmek gerekirse, dünyaya gelen her canlı bir gelişim ve değişim sürecinden geçer.

İnsanlığa iki cihan saadetinin yollarını göstermek üzere gön-derilen İslam dininin değişmez sabiteleri olduğu gibi, yoruma açık, şartlara ve Müslümanların ihtiyaçlarına göre değişen ve özünden kopmadan yenilenen hükümleri de vardır. İslam kül-türünde bunu ifade etmek üzere kullanılan tecdit; “Esasını boz-madan dini korumak, toplumun ihtiyaçlarını, onun katkısız ve tükenmez kaynaklardan karşılamayı, ilahî nizamdan sapmala-rı düzeltmeyi ve önlemeyi ve İslam’ı asrın anlayışına söyletme-yi ifade eder. Tecdit toplumun kalkınması, dünyada refahı, ahi-rette felahı için gereken her tedbirin alınması; nazari, fikri, ameli faaliyetlerin icrasıdır.” Tecdit; İslam’ın kalıcı prensiplerini değiş-tirmeden korumak, yeni nesillerin anlayacağı şekilde sunmak, yaşamak ve yaşatmaktır. Yani İslam’ı asrın idrakine sunmak, as-rısaadeti günümüze taşımaktır.

Dinin değişmez sabiteleriyle gelişen ve değişen bir hayatın problemlerine ışık tutmak ancak, dinin kaynaklarının özünü, ruhunu alarak, “murad-ı ilahî”yi bugüne taşıyarak mümkün olabilir. Evrensel bir din olan İslam’ın temel iki kaynağı olan Kur’an ve sünnet, asırlara kılavuzluk eden ilke ve mesajlarıy-la insanlığın problemlerine çözüm üreten ve yeni ufuklar açan çok güçlü iki dayanaktır. Kuşkusuz, Kur’an ve sünnetin haya-ta ruh katan diriltici soluğunu, değişen zamanı ve çevre şartları-nı da dikkate alarak bugüne sağlıklı bir şekilde taşıyabilmek de uzmanlığı gerektirir.

Öte yandan hepimizin bilgi, amel ve düşüncede kendimizi ye-nilemeye, manevi hayatımızı gözden geçirerek sürekli yenilen-meye ihtiyacı var. Özellikle İslam’ın insanlığa sunduğu barış, rahmet ve hikmet dolu mesajlarını bütün toplum kesimlerine aktarmakla görevli olan din hizmetkârları olan bizlerin, bu me-sajları günümüzün dini ihtiyaç ve beklentilerini de karşılayacak şekilde halka nasıl ulaştıracağımız konusunda yeniden düşün-meye ihtiyacımız var.

Bu sayıda, İslam tarihi boyunca güncel değerini hiç yitirme-yen “tecdit” konusunu ele aldık. “Tecdit mi Teceddüt mü” baş-lığıyla Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz; “Tecdit ve Modernizasyon Arasında Fakih” değerlendirmesiyle Ali Bulaç; “İhya, Tecdit ve Islah” konulu yazısıyla Necdet Subaşı; “Reform ve Tecdit” baş-lığıyla Rasim Özdenören; “Reform İctihat ve Tecdit üzerine” ya-zısıyla Yasin Aktay ve “Fıkıh ve Tecdit” başlıklı makalesiyle de Mehmet Boynukalın, konuya ışık tuttular. Değerli kalemlerin kıymetli yazılarını ilginize sunarken, yenilenen yüzüyle dergi-mizi beğeneceğinizi umuyor, bir sonraki sayıda yeniden birlik-te olmayı diliyorum.

Editörden

Page 5: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Başyazı

Önce kendimizi yenilemek

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

“….Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiş-tirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez..” (Ra’d, 11.)

Değişim, tecdit, teceddüt, yenilik veya yenilenme tarih boyunca insanoğluna çok cazip gelen kavramlar olmuş-tur. İnsanoğlu değişimi çok istemiş, yeniliği çok arzu et-miş, ancak bireysel ve toplumsal değişimin yasalarına, yenilenmenin sünnetlerine riayet etmeyi ihmal etmiştir.

Yukarıdaki ayete göre önce kendimizi yenilemekle işe başlamak gerekir. Kendimizi yenilemek, kalbimizi, kal-bimizin derinliklerinde sakladığımız sırları ve bütün davranışlarımızın tohumları ve çekirdekleri mesabesin-de olan niyetlerimizi yenilemek demektir. Kendimizi ye-nilemek, fıtrat dünyamızın ‘kâlû belâ’sında Rabbimize verdiğimiz misakımızı yenilemek, Efendiler Efendisine ümmet olma yolunda verdiğimiz ahd ü peymanımızı ye-nilemektir. Kendimizi yenilemek, mutlak hakikate, şaş-maz adalete, yüksek ahlâka bağlı kalacağımızı ilan etti-ğimiz akitlerimizi yenilemek demektir.

Kendimizi yenilemenin en önemli yolu bilgimizi yenile-mektir. Biz bilgimizi yeniledikçe, bilgimiz bizi yenileye-cektir. Ufkumuz âfaka ancak yüksek bir irfan ile ulaşabi-lir. Okumak, yeniden okumak, okumalarımızı, okuduk-larımızı hep yenilemek zorundayız. Kitab-ı Kerim kadar kâinat kitabını okumak, Kitab’ın ayetleri kadar kâinat ayetlerini, enfüsî ve afakî tüm ayetleri okumamız gere-kir. Fayda vermeyen bilgiden Allah’a sığınmak, fayda-lı her bilginin peşinden koşmak, yenilenmenin namüte-nahi sınırlarını gösterecektir bize.

Her an yenilenmenin en önemli yöntemi, tefekkür et-mektir. Dağarcığımızda biriktirdiğimiz ve bizi hep ken-dimizin ve hayatın gerisinde kalmamızı mukadder kı-lan önyargılardan, basmakalıp düşüncelerden kurtul-manın yolu, düşünce dünyamızı yenilemekten geçer. Kendimiz üzerinde yeniden düşünmek, varlık anlayışı-mızı, kâinat algımızı, insana bakışımızı, âlem tasavvuru-muzu sürekli tefekkür ve tedebbür süzgecinden geçir-mek, yenilenmenin en temel kuralıdır.

Çağdaş dünyamızın ciddi bir dil sorunu yahut dilsizlik sorunu var. Manalar, mefhumlar ve mazmunlar zayıfla-dıkça, dil beyan etmede, lisan ifade etmede aciz kalıyor. Gönül manasındaki dil ile lisan anlamındaki dil arasın-

daki ilişki zayıfladıkça gönül dili yok oluyor. “Üslub-u beyan ayniyle insan” fehvasınca, dil zayıfladıkça insan, insan zayıfladıkça dil zayıflıyor.

Yenilenme insanlar için olduğu kadar kurumlar için de gereklidir. Eğer kurumlar yenilenmeye ve değişime di-renirlerse, sürekliliklerini ve canlılıklarını kaybederler. Sürdürülebilirlik açısından değişim ile süreklilik arasın-daki ilişki son derece önemlidir. Toplumsal değişimlere göre kendilerini yenileyemeyen kurumlar çağın gerisin-de kalırlar. Ancak kurumlar, sadece değişime yoğunla-şırlar da, tarih sahnesinde kendilerine süreklilik kazan-dıran sabitelerini, temel ilke ve prensiplerini terk eder-lerse, dönüşme ve başkalaşma tehlikesi ile karşı karşı-ya kalırlar. Bu nedenle dönüşmemek ve başkalaşma-mak için sabitelere bağlı kalarak sürekli değişimi ve ye-nilenmeyi esas almak gerekir. Dolayısıyla kurumlar da, hizmet anlayışlarını gözden geçirerek özeleştiri yapma-lı, kurumsal bir asabiyete girmeksizin görev tanımlarını güncellemeli, kısaca yukarıda ifade ettiğimiz tüm yeni-lenmeleri dikkate alarak kendilerini yenilemeli ve böy-lece süreklilik kazanmalıdır.

Diyanet İşleri Başkanlığımızın temel görevi, hiç şüphe-siz toplumu din konusunda aydınlatmaktır. Fakat ay-dınlatma sadece anlatma ile değil, aynı zamanda anla-şılabilir ve kavranabilir olmakla mümkündür. Bugün bir mihrap ve minber gönüllüsü kadar kendisini, bilgisini ve dilini sürekli yenilemek durumunda olan çok az gö-rev vardır. Din görevlileri olarak bizler, ne yazık ki bu-günün kuşaklarına hitap etmede, onlara Dîn-i Mübîn-i İslam’ın hakikatini anlatmada, kısaca kendimizi ifade et-mede zorlanmaktayız. Bu nedenle din hizmeti gibi ulvi bir görevi icra eden bizler, söylem ve üsluplarımızı ye-nilemeliyiz. Bundan kastımız, yeni kelime ve cümleler kurabilmek değil, hikmetli bir üslup ve yüksek bir gö-nül dili ile her türlü idrake, yüce dinimiz İslam’ın haki-katlerini sunabilmektir.

Sağlam bir düşünme metodolojisi sunan rahmet dini İslam’ın evrensel ilkeleri, her çağı ve zamanı kuşatacak bir hüviyete sahiptir. Dinin hakikatleri eskimez, tecdi-de ihtiyacı yoktur. Ancak bizim algımız, bilgimiz ve ha-kikatlere olan bağlılığımız eskir, dolayısıyla bizim yeni-lenmeye ihtiyacımız vardır. Dinin sahih öğretileri hiçbir illetle muallel olmazlar, hastalanmazlar, ıslaha ihtiyacı yoktur. Ancak bizim bakış açılarımız, anlayışlarımız her türlü illete müptela olabilir. Bu itibarla özümüzü yeni-den ihya ve ıslah etmeye, dindarlığımızı, sadakat ve bağ-lılığımızı yenilemeye ihtiyacımız vardır.

Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı

Page 6: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Gündem

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 4

Müceddit, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımdan peygambere en yakın olan insandır. Müceddit, çoğu zaman kendisinin müceddit olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz.

Tecdit mi, teceddüt mü?

Prof. Dr. H. Kâmil YılmazDiyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Her gün dünya yeniden kurulmakta ve ha-yat yeni bir yana doğru akmaktadır. Kur’an’daki: “O her an yeni bir iştedir.”

(Rahmân, 29.) ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. Bu yüzden değişim ve yenilenme hayatın kaçınılmaz bir ögesidir. Nitekim Hz. Mevlana bunu şöyle seslendi-rir: “Her gün bir yere konup geçmek, akarsu gibi bu-lanmamak, donmaktan kurtulmak ne hoştur. Dün de geçti, düne ait söz de dün gibi gelip geçti. Bugün yeni bir söz söylemek gerek.” (A. Gölpınarlı, Seçme

Rubâiler, İstanbul 1945, rubai nr. CLXXVII; A. Gölpınarlı,

Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1985, s. 177.) Bu ifadelerin manzum anlatımı şöyledir:

Dünle beraber gitti cancağızım,Şimdi yeni şeyler söylemek lazım,Ne kadar söz varsa düne aitŞimdi yeni şeyler söylemek lazım.Yunus bu gerçeği şöyle anlatır:

Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşûk oldukHer dem yeni dirlikte bizden kim usanası. (Yunus

Emre, Dîvan, İstanbul 1981, s. 417.)

Kaçınılmaz olan bu yenilik ve değişimin birtakım esaslar çerçevesinde olması dinî geleneğimizin ön-gördüğü hususlardandır. Bizim dinî an’anemizde ye-nilenmeyi ifade eden iki kavram vardır: Tecdit ve teceddüt. Bunlar da genellikle birbiriyle karıştırılır. Teceddüt, dinî yeniliklere uydurmaya çalışmak de-mektir. Milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumun düzeltilmesi için İslam ile mevcut ya-pılardan yeni bir karışım ortaya çıkarmaya çalışan, ümmeti, adından başka İslami bir rengi kalmaya-cak şekilde farklı sistemlerin boyasına boyayan kişi-lerin yaptığı işe teceddüt, bunu yapanlara da müte-ceddit denilir.

Tecdit ise, ne mevcut yapı ile anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslam ile mevcut yapıdan mey-

Page 7: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 5

dana gelen karışımdır. Gerçek tecdit, İslam’ı, ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak hâliyle haya-ta geçirmektir.

İslam’ın en son ilahî din olması hasebiyle en önem-li özelliği bütün çağları kuşatan tavrı ile kıyame-te kadar insanlığın problemlerine çözüm üretebile-cek değişime açık vasfıdır. İslam’ın Kur’an ve sün-net olmak üzere iki temel kaynağı vardır. Kur’an ve sünnette yer almayan konular, içtihat ve kıyasa açık alanlardır. Mecelle’de yer alan: “Mevrid-i nassta icti-hada mesağ yoktur” kaidesi bunu ifade etmektedir. Hakkında Kur’an ayeti veya nebevi bir sünnet bulu-nan konular, ancak anlama ve yorumlama açısından içtihada konu olabilir.

İslam uleması, tarih boyunca meseleleri bu anlayış-la çözmeye çalışmış ve bu tür ihtiyaçlara cevap ve-recek eserler kaleme almıştır. Mezheplerin oluşup, dinî ve fıkhi eserlerin belli bir sayıya ulaşmasından sonra, içtihat kapısının kapa-nıp kapanmadığı tartışmaları gündeme gel-meye başlamıştır. Gerçekten içtihat kapısı ka-panmış mıdır? Böyle bir düşünce, İslam’ın te-mel yaklaşımına terstir. Elbette içtihat kapı-sı kapanmamıştır. Ancak geçen yüzyıllarda Müslümanlar, içtihat kapısını açık tutacak se-viyeli alimler yetiştiremediklerinden böyle bir düşünce gündeme gelmiş ve bazıları içtihat kapısının kapandığına kail olmuştur.

Aslında bu konuda ifrat ve tefrit sayılabilecek iki gö-rüş vardır:

1- Ortaya çıkacak her türlü problemin çözümünü es-kilerin eserlerinde aramayı savunan ve yeni bir içti-hadın caiz olmadığına kail olan statik düşünce sa-hipleri. Bunlar: “Geçmiş alimlerimiz her problemi çözmüşler, bize hiçbir şey bırakmamışlar, dolayısıy-la biz her meseleyi eski ulemanın kitaplarında bula-biliriz.” derler.

2- Çağdaş gelişmeler ve problemler karşısında İslami konuları yeni bir değerlendirmeyle ele alıp tarihsel-ci bir yaklaşımla her şeyi yeniden yorumlamayı sa-vunan ve on dört asırlık birikimi küçümseyip red-dedenler.

Bu iki düşüncenin kendi içindeki aşırılıkları ortada-dır. Her şeyi eski alimlerin düşündüğünü ve bugü-ne problem bırakmadığını söylemek, teknolojik ge-lişmenin ve sosyal değişimin farkında olmamak de-mektir. Geçmiş dönemin insanlarının görüp karşı-laşmadığı, bugün ortaya çıkmış, Kur’an ve sünnet açısından yorum bekleyen binlerce mesele vardır.

Organ naklinden tüp bebeğe, sigor-tadan iletişim araçlarıyla yapılacak muamelelere kadar yüzlerce fıkhi/hukuki mesele bugün nasıl çözü-lecektir? Bunların hepsinin halledil-miş meseleler olduğunu söylemek mümkün müdür?

Diğer taraftan on dört asır boyunca İslam alimlerinin yaptığı çalışmaların tamamını çöpe atılması gereken, boş ve anlamsız şeyler olarak gö-rüp, onun yerine kendi akıl ve yorumlarıyla uçuk çö-zümler üretmek ne kadar inandırıcı olabilir? Üstelik bunları yaparken de Kur’an’ın tarihselliğinden bah-sederek çağdaş hayatın dayattığı birtakım husus-ları Kur’an ve sünnetin önüne geçirmeye çalışmak İslam’ın ruhuyla nasıl bağdaşabilir?

Doğru olan belki bu iki görüşün orta noktasıdır. İslam’ın “usul” adı verilen Kur’an ve sünnetin belir-lediği değişmeyen bir temel inanç ve ibadet esasla-rı vardır; bir de çağdaş yorumlara bırakılan “füruat” denilen yönü. Bu sonuncu, yeni ortaya çıkan durum ve şartlara göre farklılıklar arz edebilen hususlardır.

“Ezmânın teğayyürü, ahkâmın teğayyürünü gerekti-rir.” şeklinde ifadesini bulan değişim füruat ile ilgili konularda olur. Ortaya çıkan her türlü sosyal durum ve teknolojik gelişmeye cevap arayan bu telakki, as-lında İslami ilimlerde tekâmülü sağlayan bir boyut-tur. Ancak bu konu çıplak akıl ve sığ bilgi ile değil, “rüsûh” adı verilen, derin bilgi, ince kavrayış, duygu-sal zekâ, yüksek ahlak, fazilet ve takva sahibi kim-selerin yapabileceği bir iştir. Bunlardan birinin ek-sik olması takdirinde ortaya çıkabilecek durum bir-

Kur’an ve sünnette yer almayan konular, içtihat ve kıyasa açık alanlardır.

Page 8: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 6

takım maddi, manevi ve içtimai yanlışlıklara sebebi-yet verebilir.

“Zamanın çocuğu olmak mı, yoksa zamane çocuğu olmak mı daha doğrudur?” İslami/tasavvufi telakki-de aslolan zamanı yönetmektir ve bunun adı “ibnü’l-vakt” olmaktır. İbnü’l-vakt olmak, içinde bulunu-lan zamanın şartlarını kuşanmak demektir. Zamanın şartlarını kuşanan ve onun gerekleriyle donanan kimse zamanın çocuğudur. Zamane çocuğu ise za-manın savurduğu, iradesi, omurgası ve değerleri ol-mayan demektir. Bu itibarla halk arasındaki: “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” anlayışı bu tür bir savrukluğun ve omurgasızlığın ifadesidir. Bu anlayış aslında son zamanlarda modernlik ve çağdaşlık fırtı-nalarının toplumumuza taşıdığı çarpık inanç ve dü-şünce tortularının ürünüdür. Halk ve toplumu zama-nın ve çağın dayatmalarına boyun eğmeye zorlayan ve her türlü çağdaş deformasyonu kolayca kabule hazırlamaya yönelik bir propagandadır bu.

Yaşadığımız çağda “Globalleşme ve Küreselleşme” adıyla gündeme gelen tek dünya düzeni anlayışı, teknoloji ve medyanın da desteğiyle yeni ve çağdaş birtakım dayatmalarla insanlığı etkisi altına almaya çalışmaktadır. Hristiyanlığın, sadece ahlaki öğütler-den ibaret olan dinî anlayışı, küresel dünya düzeni-ne engel olabilecek güçte değildir. İslam’ın fıtratı ko-rumayı esas alan, insanları kendi iradeleriyle dinî ha-yatlarını diri bir biçimde yaşamaya çağıran anlayı-şı, küresel ve global düşünce önünde insanların ki-şiliklerini koruyan en ciddi koruma engeli gibi gö-rünmektedir.

Bu yüzden birtakım güçler İslam dünyasında es-tirdikleri “Modern ve Çağdaş İslam” rüzgârlarıyla Kur’an kavramlarını savurarak ve güya yeniden Kur’an’a dönmeyi gündeme getirerek bütün kutsal-ları tartışmaya açmakta ve bu suretle İslam dünya-sındaki fikri ve dinî altyapıyı dejenere ederek etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu düşünce sahiple-rinin Kur’an’a dönmek şeklinde tezahür eden, sün-neti ve onunla birlikte on dört asırlık birikimi dev-re dışı bırakan yaklaşımları, toplum katmanları ara-sında kabul gördükçe Kur’an’ın tarihselliği gündeme gelmektedir. Kur’an’daki bazı hükümlerin bağlayı-cı olmadığı, çünkü onların sadece kendi devrine ait esaslar olduğu, bunların bugün değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Böylece Müslümanların Kur’an ve dinle irtibatları ko-parılarak yeni dünya düzeni ile entegrasyonu sağlan-mak istenmektedir.

Öyleyse “İslami ilimler alanında gerilemeye ve İslam toplumlarında ıslahı gereken bozulmalara, bid’atlere

seyirci mi kalacağız? Bunlar, İslam toplumunu kemir-meye devam mı etsinler?” tarzında varit olabilecek bir suale ne cevap verilebilir?

Efendim, İslam’ın yüce peygamberi bunun kura-lını koymuş ve buyurmuştur ki: “Her yüz senede bir, dini yenileyecek bir müceddit gelecektir.” (Ebû

Dâvud, Melâhim, 1.) Demek ki bu hadis-i şerife göre dine bid’at ve hurafe karıştığı, asli hüviyetinin zarar gördüğü zamanlarda ıslahatçı müceddit müçtehit-ler devreye girip dini asli safiyetine döndürerek tec-dit edeceklerdir.

Hadiste geçen müceddit, ulemadan olabileceği gibi devlet ricalinden de olabilir. Nitekim ilk hicri asır-da Ömer b. Abdülaziz gibi bir devlet adamı müced-dit kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hâsıl olmamakla birlikte mezhep imam-ları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmışlardır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin bo-yutudur.

Müceddit, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mi-zacı bakımdan peygambere en yakın olan insandır. Müceddit, çoğu zaman kendisinin müceddit olduğu-nu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun mücedditli-ğine hükmederler.

Tasavvuf ehli arasında mücedditliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hâsıl olanların başın-da İmam Rabbânî gelir. Kendisi hicri ikinci bin yı-lın (M. XVII. y.y.) müceddidi sayılmıştır. Çünkü o, Hindistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber Şâh’a karşı İslam’ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. İmam Rabbânî Hint Müslümanlarını hem zalim idarecilerden, hem de dünyalık peşinde koşan alim ve sufilerden kurtardı-ğı için bu unvanı almıştır. Onun çalışmalarında hem dîni bid’atlerden arındırma, hem de toplumu hurafe ve bozuk düşüncelerden temizleme çabası söz ko-nusudur. (Hamid Algar, “İmam Rabbânî”, DİA, XXII, s. 198.)

Her devirde böyleleri çıkabileceği gibi, bu tür iddia-larla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şah-sın rütbe-i aklı eserinde.” Bu iddia ile ortaya çıkanlar yaptıklarıyla kafaları mı karıştırıyorlar, yoksa fitnele-ri mi yatıştırıyorlar? Hakk’ın rızası peşinde bir gayret mi gösteriyorlar, yoksa halkın hoşuna gidip takdiri-ni toplayıp dünyalık devşirecek bir iş mi yapıyorlar? Değerlendirmeyi bu ölçülere göre yapmak gerekir.

Page 9: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 7

Gündem

Ali Bulaç

Türkçede kullandığımız bazı kavramlar bir-biri içine girmiş bulunuyor: “Tecdit” bun-lardan biridir. Yerine ve terime yükledi-

ğimiz anlama göre tecdit, yenileme, yenilen-me; yerine göre reform ve modernleşme anlam-larına gelebilir. Farsçada tecditten türeme “te-ceddüt” modernleşme anlamında kullanılıyor. Semantik olarak pek de yanlış sayılmaz. Çünkü Aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre yeni bir dünya tasavvurunu inşa etme teşebbüsü demek olan modernleşme, eskiye, geleneğe kar-şı beşeri aklın bir hamlesi olarak tarih sahnesine giriş yaptı. Bugün de Türkiye’de yeni olan şeye

‘modern’ diyenlerin sayısı az değil. Daha yeni olana modern denmesi, değişimin daima yeni-liğin icadı ve artması şeklinde anlaşılmasına yol açmaktadır.

Tanzimat’tan sonra Osmanlılar kurumlarını de-ğiştirmeye karar verdiklerinde çeşitli kavramlar geliştirdiler. Tanzimat, ıslahat, tecdit, ihya vs. En çok tutanları Tanzimat (yeniden nizam vermek, yeni düzenlemeler yapmak) ve ıslahat (tamir ve tadil etmek, ayağa kaldırmak vs.) oldu. Hatta bu iki terim adı altında iki büyük reform hareketi de yapıldı: 1838 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı.

Tecdit ve modernizasyon arasında fakihİslam’ın Batı’daki gibi kendini bizzarure dayatan bir reforma ihtiyacı yoktur. Ancak Müslümanların şu veya etkileyici şartlar altında teşekkül eden ve zaman içinde kemikleşip onları gerçeklik dünyasından koparan “dinî bilgi ve anlayışları”nın kritik edilmeye ihtiyacı vardır.

Page 10: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 8

Burada ilginç bir anlam kay-masının vuku bulduğuna şahit oluyoruz. Hakikatte Osmanlı’yı yeniden ayağa kaldırma amacına yönelmiş-lerin belki niyetleri yeniden düzenleme ve ıslah etme, yani toplumsal hayatı, zih-niyetinden yapısal ve mad-di kurumlarına kadar yeni-lemek iken, söz konusu teşebbüslerin neredey-se tamamı ‘reform’ olarak algılandı ve literatüre de böyle geçti. Bu, adı şu veya bu olsun, yenile-me (tecdit) hareketlerinin ‘reform’la ilişkilendiril-mesi türünden bir illete sahip olduğunu ve bu il-letin bugüne kadar devam edip geldiğini göster-mektedir.

Tabii ki Osmanlılar için din önemli bir sorun ala-nı teşkil ettiğinden reform konusunu daima din ile bir arada düşünmüşlerdir. Bu bize bugün de amacımız ve yönelimimiz tecdit olsa bile, din ve reform ya da ‘dinde reform’ konusunu tam vuzu-ha kavuşturmadan dikkate değer bir mesafe ala-mayacağımız gerçeğini hatırlatmaktadır.

Dinde reform tartışmalarının tarihî seyrini üç başlıkta toplayabiliriz:

1- Dinlerin teolojisiyle ilgili değişim talepleri,

2- Siyasi taleplerin dindarları din-de reform yapmaya sürüklemesi,

3- Kendi tabii mecrasında akan toplumsal ihtiyaçların dinî anla-yışla yüz yüze gelmesi ve burada bir değişim ihtiyacının kendiliğin-den ortaya çıkması.

Bu konuyu da Hristiyanlıkta Martin Luther’in reform taleple-

riyle İslam’daki durumu karşılaştırmadan anla-mak hayli güçtür. Hatırlanacağı üzere Luther, re-form programını şu esaslara dayandırıyordu:

1- İncil ana dillerde tercüme edilmeli ve okun-malıdır. (İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren Kur’an-ı Kerim başka dillerde tercüme edildi. Fakat İncil’in yerel/ulusal dillere tercüme edilme-sinin ortaya çıkardığı sonuçların hiçbiri İslam top-lumlarında ortaya çıkmadı.)

2- Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Din adam-ları sınıfının ve kilisenin rolü sorgulanmalıdır. (Tarihte Batı’dakine benzer İslamiyet’te böyle bir sorun yaşanmadı. Allah doğrudan insanı muha-tap kabul etmiştir.)

3- Din adamları sınıfının dini yorumları mutlak değildir. İnsanlar İncil’den kendi anladıklarıy-la ibadet edebilirler. Katolik kilisesi, ‘Hayır bi-zim İncil yorumumuz tek, genel geçer bir yo-

İslam dünyası, üç yüz senedir, sürekli zafiyet geçirmekte, siyasi, entelektüel, kültürel, ekonomik, askerî ve sosyal gücünü kaybetmektedir.

Page 11: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 9

rumdur’ diye empoze etti. Bundan “dog-ma” tevellüt etti. (Bu açıdan bakıldığın-da ‘İslam’daki nass, dogmadan tamamen farklıdır. Yorum, tefsir veya içtihat için iki şart aranmıştır: Asla uygunluk; belli bir usulün takip edilmesi. İslam’da yorumu yapanlar âlimlerdir, ama bunlar kutsal ki-şilikler (lahuti), yanılmaz (layuhti) değil-lerdir. Âlimlerin bilgilerinde mutlak ke-sinlik yoktur, bir âlim hangi yüksek sevi-yede olursa olsun, bilgisi zannidir.)

Katolik kilisesinde Papa tanrı adına ko-nuşur, dolayısıyla dinî dogmayı, amen-tüyü değiştirme hakkına bile sahiptir. İslam’da ise Allah adına veya din adına konuşma yetkisi kimseye verilmemiştir. Hz. Peygamber, sadece kendisine vah-yedileni tebliğ eder, Allah’ın öğretmesiy-le beyan eder, hükümleri açıklar ve na-sıl hayata geçirileceklerini öğretir, somut olarak gösterir. Gaybı bilmez, Allah’ın hazinelerine hükmetmez, melek de de-ğildir.

Bu şu demektir: İslam’ın Batı’daki gibi kendini bizzarure dayatan bir reforma ihtiya-cı yoktur. Ancak Müslümanların şu veya etkile-yici şartlar altında teşekkül eden ve zaman için-de kemikleşip onları gerçeklik dünyasından ko-paran “dinî bilgi ve anlayışları”nın kritik edilme-ye ihtiyacı vardır. Bunun felsefi çok sayıda ge-rekçesi aranabilir, hiçbirine başvurma lüzumu-nu hissetmeden şu gözlemde bulunmak yeter-lidir: İslam dünyası, üçyüz senedir, sürekli zafi-yet geçirmekte, siyasi, entelektüel, kültürel, eko-nomik, askerî ve sosyal gücünü kaybetmektedir. Bu, Müslümanların dinleriyle olan sorunlu ilişki-lerinden ve sorunlu dini bilgi ve anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

Müslüman dünyanın genel olarak dinî bilgi ve anlayışını yenilemesi (tecdit etmesi) gerektiği ko-nusunda bir mutabakat olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, salt zihinsel bir çabadan ibaret bir iş-lem olarak görülemez. Zihni tecdit veya anlayışın yenilenmesi büyük ölçüde fıkıh konusuyla ilgili-dir. Zira hem uzun zamanlardan beri, yani tarih-te hem modern dönemlerde Müslümanlar sadece hayatlarını ve sosyo-politik ve ekonomik düzen-lerini İslam’a göre kurma aczini göstermekle kal-madılar, düşünme usulünü de kaybettiler ki, bu onların düşünme referanslarını kaybetmelerinin

en önemli sebebidir. Yani sorun aynı za-manda bir düşünme, tafakkuh etme (fıkıh usulü) sorunudur.

Bu açıdan gündelik hayatın akışı içinde ortaya çıkan sorunla-ra çözüm ve doğru

perspektif kazandırma sorumluluğuyla karşı kar-şıya olduğu bilinen Müslüman fakihler üzerinde özellikle durmak gerekir.

Modern ve modernist fakih

Kelime anlamı “anlamak” olan fıkıh, insanın ey-lemlerini düzenler ve insanın, belli bir çerçevede yaşamaya çalışırken, lehinde ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi demektir. Hükümler ancak fı-kıh sayesinde özel ve belli delillerden alarak bi-linir. Bu işi yapan bilgine fakih denir. Yukarıda değinildiği üzere fakihin belli bir asl’dan hareket etmesi ve belli-meşru bir usul takip etmesi gere-kir. Hanefiler fıkhi çabayı “ma’rifetünnefs” ola-rak görürler (Ma’rifetünnefsi ma lehe ve ma aley-he amelen). Uzak mesafeden bu ifade tasavvu-fi çağrışım yapsa bile, kastedilen kişinin lehine ve aleyhine olan hükümleri “bilmesi çabası”dır. Ancak “marifet” olarak isimlendirilen çabada bel-li bir derinlik, enfüsi ve irfani bir boyut ima edildi-ği açıktır. Şafiiler, fıkhı Şer’i ahkâmın tafsili olarak delilleriyle bilinmesi olarak tarif ederler.

Bizim konumuz “modern fakih” olduğuna göre, hemen belirtelim: “Modern zamanlar”ın fakihine gelmeden bizatihi “geleneksel fıkhın kendisin-den kaynaklanan bir problemin var olduğunu” söylemek mümkün. Bu da, tarihte ve zaman için-

Bu, eğer İslam’dan değilse, Müslümanların dinleriyle olan sorunlu ilişkilerinden ve sorunlu dini bilgi ve anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

Page 12: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 10

de, fakihlerin bilme çabasını, yani “tafakkuh”u “marifet”ten koparan mesleki-disipliner tutum içine girmeleri ve bu tutumlarını ısrar derece-sinde sürdürmeleridir. Zannımca bunun ilk defa farkına varan İmam Gazali olmuştur. O, “İhyau Ulumi’d-Din” adlı şaheseriyle, zaman içinde ken-di içlerinde özerkleşme ve birbirlerine karşı ya-bancılaşma süreci içine girmiş bulunan fıkıh, ke-lam ve tasavvuf disiplinleri arasında diyalog/ile-tişim köprüleri kurmayı düşünmüştür. Esasında bu üç İslami disiplinin birbirinden kopması de-mek, Müslüman kişiliğin beden/pratik, zihin/te-orik ve ruhsal olarak şizofrenik bir biçimde üçe bölünmesi demektir ki, İslam’ın bilgi ve tefekkür tarihinde başımıza gelen en önemli felaketlerden biri bu olmuştur.

Geleneğe bağlı kalarak eğer fıkıhta bir ıslahat ya-pılacaksa, bunun bir ayağı, tafakkuh cehdinin marifet boyutunu kazanması olmalıdır.

Bugüne gelirsek; modern fakih de Gazali’nin ima ettiği söz konusu tehlikeyi kaale almadan gele-neksel mirası ısrarla devam ettirmektedir. Nasıl modern bilim adamı “Ben akademisyenim, bi-limsel açıdan bakıyorum, diğerleri beni ilgilen-dirmez” deyip üzerinde çalıştığı fenomeni indir-geme yoluyla sınırlandırıyorsa, modern fakih de “Ben fakihim, rasyonel düşünürüm, elimdeki me-selenin maddi cephesine, hüküm çıkarmaya mes-net delillere bakarım” diyerek önüne çıkan bir so-runu maddileştirmekte, aşırı bir biçimde rasyona-lize etmektedir. Buna modernlikle buluşan gele-neksel fıkhın baskısı diyebiliriz.

Fıkıh sosyal olayları konu edinir. Her bir sos-yal olay, Durkheim’in zannettiğinin aksine tü-müyle toplumsal değildir, onu arkadan besle-yen ve şekillendiren manevi, zihni/kültürel, ta-rihi boyutlar vardır. Fakih bu boyutları göz önü-ne alarak soruna çözüm bul-malıdır. Ancak fakih, “gelenek-sel fıkhın baskısı” yanında bir de “modern baskı” altında bu-lunmaktadır ki, şimdiki zaman-ların fakihlerinin verdiği fetva-lara baktığımızda modern bas-kının geleneksel olandan çok daha ağır olduğunu, hatta fetva veya içtihadı “gizli faktör” sıfa-tıyla belirlediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan modern fakihin ver-diği fetvalar, şekil ve usul açı-

sından düzgün görünseler bile, fetvanın teşekkü-lünde modern faktörün hangi oranda belirleyici olduğuna dikkatle bakmak lazım. “Modern bas-kı”, kendini asl’ları veya usulü değiştirmek sure-tiyle hissettirmez, bunu medyada temel kaygısı modern yaşama biçiminden hiçbir ödün verme-den bir de Müslümanlıkla ilişkisini devam ettir-mek isteyen zümrelerin taleplerine desteksiz fet-va veren reformist ilahiyatçılar yapıyor. Asıl teh-like, asl’ları ve geleneksel usulü koruduğu halde modern baskı altında fetva veren muhafazakâr-geleneksel fakihlerdir.

Modern baskı, a) hakim düşünce/paradigma, b) psikolojik-kültürel dayatma c) uygunsuz analo-ji yoluyla fetvalar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu öylesine görünmez, ancak hissedilir kuvvetli bir baskı ki, onu baştan sorgusuz sualsiz, bir ak-siyom olarak kabul eder, aslını astarını herhangi bir eleştiri süzgecinden geçirmeyi aklınızdan bile geçirmezsiniz.

Bu anlatılanlardan özetle, modernist fakihin, bo-zulmuş geleneğin etkisinde ve modernizm baskı-sı altında fetva verirken ilahî murada ve hükmün maksadına aykırı fetva verebileceğini, söz ko-nusu işlemde de hakim düşünce/modern para-digma, psikolojik-kültürel dayatma ve uygunsuz analojinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bunu iki örnek üzerinden açıklığa kavuşturmaya çalı-şacağım:

1) Hatırlanacağı üzere Alman FSV Frankfurt ta-kımının sorusu üzerine El Ezher Üniversitesi, futbolcuların oruç tutmayabileceğini açıkladı. Ezher’in gerekçesine göre, geliri futbol oynamak olan bir şahıs oruç tutacak olsa mesleğini icra edemeyecektir. Bize ‘makul’ gibi gelen bu fet-va iki noktadan malul görünmektedir. Biri, fet-vayı veren âlim “futbolun sadece futbol olma-

dığı” gerçeğinden habersizdir; diğeri analoji yoluyla tarlada çalışan bir çiftçi ile futbolcu arasında benzerlikler kurmuş-tur. Bu fetva, usul bakımından doğru görünse de, sistemler arası mücadele, büyük bir eko-nomik sektör ve kitlelerin de-vasa kentlerde şiddetlerini bo-şaltma menfezi olarak iş ve iş-lev gören futbolu nötr bir ak-siyom olarak kabul etmiş, bu-nun herhangi bir kritiğini yap-

Fıkıh sosyal olayları konu edinir. Her bir sosyal olay, Durkheim’in zannettiğinin aksine tümüyle toplumsal değildir, onu arkadan besleyen ve şekillendiren manevi, zihni/kültürel, tarihi boyutlar vardır.

Page 13: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 11

mamıştır. Müftü içinde bulundu-ğu tarihsel ve toplumsal durum ile bunun ürünü modern bas-kının hiçbir şekilde farkına var-maksızın fetva vermiştir.

2) Bir soru: “Ben yüz, cilt ve saç bakımımı kuaförde ve güzellik salonlarında yaptırabilir miyim?” El cevap: “Bakım sağlığınıza za-rar vermeyecekse, israfa kaçma-yacaksanız ve kocanız için süsle-necekseniz bakım yaptırabilirsi-niz.” İlk bakışta fetva masum gö-rünmektedir, ama futbol fetva-sında olduğu gibi modern bağla-mı göz önüne almamış, güzelli-ğin modern anlamda tanımlanıp ambalajlanan sentetik bir üretim olduğu gerçeğini göz ardı etmiş-tir. Nasıl ki “futbol sadece futbol değilse”, güzellik de sadece gü-zellik değildir. Modern güzeli ge-riden besleyen devasa bir sektör (kozmetik, moda, endüstri, defi-leler, bakım, sağlıklı yaşam, be-denin estetize edilmesi, beden ölçüleri, spor aletleri, eğlence, zayıflama salonları, saç rengi, ten tonu, ağız-dudak-burun şekli, magazin dergileri, tv prog-ramları ve daha bir dizi süreçler) söz konusudur. Güzellik bu devasa endüstri ve süreçlere bağım-lı olarak standartlaştırılır. “Güzel kadın”, gelenek-sel Türk, Arap, Hintli kadın değil, Batılı-Kuzeyli Beyaz Kadın modeli (diyelim ki Danimarka gü-zeli) esas alınarak tanımlanmış ve sunulmuştur. Masum isteklerle kuaföre giden bir kadın, niye-ti ve düşüncesi bu değilse de söz konusu devasa sektörün ve sürecin bir parçası olmakta; zaman içinde ve tetikleyici unsurların etkisine göre este-tik ameliyatlara kadar gidebilmektedir.

Burada fakihi yanıltan şey, geleneksel usule göre iş yaptığını düşünüp rahatlamasıdır. Abbasilerin orta zamanlarından sonra yerleşik hale gelen usul geleneği olup, daha öncesinin sahih fıkıh gele-neğiyle aynı şey değildir. Denir ki Ebu Hanife’ye hayvan kesimi ve et satışıyla ilgili bir mesele so-rulur, büyük imam mühlet ister. Günlerce kasap-lar çarşısına gider, mekanizmanın işleyişini bir ay dikkatle takip ettikten sonra fetva verir. Ebu Hanife’nin yapmaya çalıştığı şey, sorunu bağ-

lamı içinde anlamaya çalış-mak, özel tarihsel ve top-lumsal durumu göz önüne alarak mevzii bir soruna çö-züm üretmektir.

Modern fakihlerden çok azı modern bağlamdan haber-dardır. Modern bağlam için biraz felsefe, sosyoloji, ik-tisat düşüncesi ve eleştirel

modernlik okumaları yapmak lazım. Aksi hal-de Abbasi sonrası fakihlerin şekle uygunlukları-nı temel alarak her modern talebe cevaz vermek mümkün. Kredi ve finans, kadının sosyal ve eko-nomik rolü, iş hayatı, ticari ortaklıklar vb. konu-larda muhafazakâr fakihlerin verdiği fetvalara dikkatle bakın, geleneksel usul takip edilerek na-sıl her şeye evet dediklerini, çok az noktalarda re-zervler koyduklarını görürsünüz.

Tabii ki “Ezmanın tağayyuru ile ahkâmın tağay-yuru inkâr olunamaz (Mecelle, Md. 39). Ama za-manı kim değiştiriyor, tarihi kim yazıyor, sorula-rı önemlidir. Tarihi siz yazmıyorsanız, tarihi ya-zanlar ve zamanı değiştirenler hem sizin zihnini-zi hem dininizi değiştiriyorlar.

Modernist fakihin içtihat yapmak veya fetva ver-mek durumunda kaldığı dünya ile ilişkisi yaşan-mış bir olay olarak eski Mardin müftülerinden Halil Şenk’in kendisine sorulan absürt bir suale verdiği cevapta somutlaşır: Alim, hazırcevap ve esprili bir zat olan Şenk, bir gün sağanak yağmur-da koşuştururken, yolunu aylaklığıyla meşhur biri çevirir ve “Hocam, bir sorum var” der. Müftü

Modern fakihlerden çok azı modern bağlamdan haberdardır. Modern bağlam için biraz felsefe, sosyoloji, iktisat düşüncesi ve eleştirel modernlik okumaları yapmak lazım.

Page 14: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 12

Efendi “Evladım, sonra gel, görüyorsun sen de ben de yolunmuş horoza dönmüşüz” deyip ba-şından savmak ister. O “Hocam, kurban olayım işe çıkacağım, fetva almam lazım” diye üsteler. Müftü Efendi hiddetle “Bildiğim kadarıyla senin işin gücün yok.” Bizimki atılır: “Doğru ama bu arada kumar oynuyorum, hile yapsam caiz mi?” Canı burnunda olan Müftü Efendi, yağmuru unu-tur, kahkahayı patlatır: “Seninki şu misal: Fare tu-valete düşmüş, necis mi değil mi, soruyorsun.”

Modernist fakih de çoğu zaman, kumarda hile-nin cevazına dair sorularla karşılaşır. Eğer olay-ların teşekkül ettiği belirleyici ortam –toplum-sal olay ve sorunların asli vasatı- olduğu bilincin-de ise mesele yok, değilse hilenin şekli, taktikle-ri üzerinde durmadan kafa yorar ve yanlış sorul-muş sorulara sonsuza kadar yanlış fetvalar verir.

Toplumsal olay ve sorunların vücut bulduğu va-satın –sosyo ekonomik ve politik sistemin- üret-tiği sorunlara İslami çözümler üretmek ne ka-dar doğrudur? 1960’larda rahmetli Seyyid Kutup bunun beyhude bir çaba olduğunu söylemişti. Prensipte Kutup haklıydı, ama yine de dinini cid-diye alan Müslümanlar, İslami çerçevede kurul-mamış bir sistem içinde Müslümanca yaşamak isterler. Burada İslamiyet’i iyi bilen ve sahiden “Peygamberlerin varisleri” olmaya aday âlimlere görevler düşer.

Bir Müslümanın yegâne amacı Allah’ın iradesine teslim olarak yaşayıp ömrünü böyle tamamlamak ve ebedi kurtuluşa ermektir. Ancak biz diğer din müntesiplerinden farklı olarak soyut anlamıyla “Allah’ın iradesinin ne olduğunu, nerede ve na-sıl tecelli ettiğini” bilmiyoruz, bizim için Allah’ın iradesine teslim olmanın güvenilir yolu, O’nun indirdiği hükümlere göre yaşamak, yani emirle-rini yerine getirmek, nehiylerinden sakınmaktır. Doğru yaşamayı Kur’an, sünnet ve ehliyet sahibi âlimlerden öğreniyoruz.

Fakihe düşen görev, bütün gücünü harcayarak hitapta ilahî muradı, hükümlerde maksadı bu-lup çıkarması, bunu yaparken de meşru bir usul takip etmesidir. İslami gelenek böyle kurulmuş-tur. Ama yukarıda işaret etmeye çalıştığım gibi, Abbasilerin orta zamanlarına kadarki “tahkike dayalı sahih gelenek” ile bu dönemden sonraki “taklide dayalı gelenek” arasında fark var. İlkinde fıkıh “marifet ve hikmet”ten geniş ölçüde bes-lenirken, ikinci dönemde bu özelliğini kaybetti.

Bu, geleneğin bugüne intikal eden eksiği ve so-runudur. Bugünün fakihinin yapması gereken ilk iş, fıkıh bilgisine (malumat) hikmet ve marifet bo-yutunu katmak olmalıdır.

Bundan çok daha önemli olan, eğer fakih mo-dern dünya hakkında yeterli bilgi ve entelektüel donanıma sahip değilse, “bilinç”te de sorun ya-şar. Çoğu zaman “asrın idrakine göre söyletme-liyiz İslam’ı” sloganı modern zihniyeti İslamiyet’e tercüme etmektedir. Oysa bilincimizin büyük öl-çüde Aydınlanma ve modernite tarafından inşa edildiğini gözden uzak tutmamalıyız. Bunun kri-teri “modern dünyaya eleştirel bakıp bakmadı-ğımız hususu”dur. “Modern dünyaya bütünüyle teslim olmak” sağlıklı olmadığı gibi, “radikal red-di” de sağlıklı değildir. Bize sağlıklı bakış ve an-layışı verecek olan fakihtir. Çünkü fıkıh hükümle-re uygun yaşamayı, fıkıh usulü doğru düşünmeyi öğretmektedir. Ancak eleştirel bakılmadıkça, fa-kihin bilincini şekillendiren modernizm olmakta-dır ki, bunun sonucu kumarda hile yollu sorulara İslami cevaplar bulmak olur.

Bu çerçevede serbest piyasa ekonomisi, kapita-list üretim yapısı ve liberal felsefe bilinmeden ik-tisat, ticaret, borsa, tahvil, finans; birey projesi, hümanizm ve Aydınlanma’nın insan tanımını bil-meden insan hakları ve özgürlükler, kadının top-lumsal hayata katılması; ulus devlet bilinmeden anayasa ve siyaset; Weberyen bürokrasi ve şid-det; Hobbes’un Leviathan’ı bilinmeden ceza hu-kuku konularında verilen fetvalar kumarda hile-ye çözümler aramak hükmünde olur. Doğru bir usul takip etsek bile, fıkıh bilgisine bize ait “bil-gelik ve bilinç” katmadığımız sürece bir bakmışsı-nız, Çin efsanesinde olduğu gibi ejderhayı öldür-meye giderken biz ejderha kesilmişiz.

Sonuç itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Modern fa-kih ile modernist fakih birbirlerinden ayrıdır. “Modern fakih”, kendi tabii mecrasında akan hayatın somut, pratik sorunlarına asl’den hare-ket edip doğru usül takip ederek cevaplar bulur, “modernist fakih” ise modernizasyonun baskıları altında kendisinden talep edilenlere fetvalar bu-lur. Modern fakih muasırdır, modernist fakih as-ridir; modern fakih zamanın bilginidir, modernist fakih zamane aydınıdır.

Bu kavramsallaştırmayı dinî anlayışın yenilenme-si ve genel olarak olumlu anlamda kullanılan tec-dit hareketleri için de kullanabiliriz.

Page 15: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 13

Gündem

Bir din olarak İslam’ı içinde yaşanılan za-manın ruhuna uygun bir şekilde yeni bir okumaya tabi tutma fikriyatı yaklaşık iki

asra yayılan bir geçmişe sahiptir. Bu fikriyatta, özünde Müslüman kültürünün sahip olduğu si-yasi ve entelektüel müktesebat bir yük olarak gö-rülmekte, mevcut problemlerin aşılması için “mo-dern” yöntemlere ilgi duyulmaktadır.

Müslüman dünyanın kendi dışındaki inanç ve kültürlerle karşılaşma alanları hemen her yüzyıl-da farklı formlarda gerçekleşmiştir. Bu karşılaş-maların çoklukla bir hesaplaşma, yüzleşme ve za-man zaman da komplekse kapılma şeklinde ger-çekleşmesi bir 19. yüzyıl gerçeğidir. Fetihler, fikrî alışverişler, Batı felsefesiyle temas kurulması vs.

gibi yoğun bir ilişkisellik içinde ortaya çıkan bu-luşma zeminleri İslam toplumunun kendi özgü-veni içinde her zaman birer genişleme alanı ola-rak görülmüştür. Gerçekten de gerek fetihler ge-rekse felsefi ve siyasi diyaloglar, Müslüman irfan ve kültürünün sınırlarını genişletme ve evrensel-lik iddiasını temellendirme konusunda her za-man “rahmet” olarak değerlendirilebilecek yeni fırsat alanları oluşturmuştur.

Tarihsel açıdan İslam toplumu değişik vesileler-le yaşadığı daralma, gerilme ve genişleme süreç-lerinde her zaman yeni durumların yüklediği ger-çekliği kavrama ve bu gerçekliği kendi tahayyü-lüne eklemleme konusunda şaşırtıcı bir perfor-mansa sahip olmuştur. Bugün dünyanın hemen

Her Müslüman, İslam’ın kuşatıcılığından, yeterlilik ve bütün zaman ve mekânlarda kendine sağlam bir vasat oluşturma gücüne sahip olduğundan emindir.

İhya, tecdit ve ıslah:

İhmal edilen asli roller

Yrd. Doç. Dr. Necdet SubaşıStrateji Geliştirme Başkanı

Page 16: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 14

her tarafında temel sabiteler etrafında bütünleşmeyi başar-mış olmakla birlikte oldukça çeşitlenmiş bir kültürel temsi-lin başka bir izahı bulunma-maktadır. Bu bağlamda Arap, Fars, Türk ya da Berberi dün-yası örneğinde açıkça görüle-ceği gibi İslam’ın hem tüm et-nik ve kültürel kimliklerle bi-raradalığı hem de bütün bu çe-şitliliği temel ve ortak sabite-ler etrafında yeniden şekillen-diren gücünü doğru anlamak gerekir.

Bu bağlamda hemen her Müslüman, İslam’ın kuşatıcılı-ğından, yeterlilik ve bütün za-man ve mekânlarda kendine sağlam bir vasat oluşturma gü-cüne sahip olduğundan emin-dir. İslam’ın hiçbir şekilde ve-rili hayatın gerisinde kalmadı-ğı gerçeği Müslüman gelene-ğini tahkim eden güçlü bir gü-ven duygusu sunmaktadır.

Buna karşılık Batı’yla ilişkiler-de ortaya çıkan gerilim, başın-dan beri gündelik hayat ve si-yaset kültürünün ana bileşen-leri arasında yer alan İslam’ın sömürgeci pratikler marifetiy-le gözden düşürülmesine yol açmıştır. Nitekim bu yöndeki düzenleme ve pratiklerin or-taya çıkardığı hafıza kaybı ve dinî temsil makamlarında göz-lenen çözülme, İslam’ın siya-sal ve toplumsal meşruiyeti-nin sorgulanmasına yol açmış-tır. Bu bağlamda ortaya atılan sorular çoklukla Batı müfreda-tının ürünüydü ve Müslüman dünyası bu sorula-rın çoğuna ancak aynı paradigmatik kabullerden beslenen aydınlar aracılığıyla cevap bulmak zo-runda kalmıştır.

Sömürgeci-oryantalist tahayyülün girdabında tam bir acziyet içinde kendi kültürlerine korunaklı bir yer açmaya çalışan yeni kuşak aydınlar, ulemanın görece geri çekilmesine ve dinî otoritenin mis-

yon daralmasına paralel ola-rak yenilgi, kayıp ve travma-larla eşleşen durağanlığının nasıl aşılabileceği konusun-da birbirinden farklı pek çok siyasetle bir yol arayışı içine girdiler.

Öte yandan yeni birer dünya görüşü olarak dinlerin yerine kaim edilmeye çalışılan ide-olojiler de hayatın tüm alan-larında dinlerin bilinen mis-yonlarını “ele geçirerek” se-

küler bir hayat çerçevesi sunmaya çalışmaktadır-lar. Bu çıkış ve ataklar karşısında kimi dinî söy-lemler de dinin ideolojik bir şekilde yorumlan-ması konusunda şaşırtıcı bir heves ve ilgiye sa-hip olmuşlardır.

Bu arayışlar içinde Müslüman geleneğinin göz-den geçirilip ayıklanmasını öneren söylemler et-kili olmuştur. Bir tür reformasyon olarak da de-ğerlendirilebilecek bu söylemin proje boyutu ol-

Tecdit, ihya ve ıslahın sekülerleştirici bir niyetin himayesi altında kullanıma açık hale getirilmesi her zaman endişe vericidir. Bu bağlamda ulemaya düşen epeyce zamandır ihmal edilen bu role yeniden sahip çıkmaktır.

Page 17: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 15

dukça ağır maliyetler üretmiştir. Modern dünya gereklilikleri içinde İslam’ın yeniden biçimlen-dirilmesinden, onu yeni zamanların ruhuna uy-gun bir şekilde okuma gerekliliğine kadar pek çok noktada kendine zihni bir karşılık bulan bu ameliyeler geleneğin kudretli kavramlarını da sü-reç içinde kendi siyasetlerine alet etme konusun-da hiçbir sınır tanımamışlardır. Tecdit, ihya ve ıs-lah bu anlamda modern reformasyon arzusu-nu derinleştirmek için kullanılan kullanışlı birer kavramsal set olarak seferber edilmiştir. Bu bağ-lamda atılan adımlar arasında bilumum ağırlıkla-rın atılması, Batı’nın baskın değerleri karşısında kompleks yaratan bazı kabullerin terk edilmesi, Müslüman kültürüne nüfuz etmiş bazı temel de-ğerlerin gözden düşürülmesi yer almaktadır.

Hiç kuşkusuz tecdit, ihya ve ıslah kavramları İslam’ın evrensellik vurgusunu bir iddiayla sınır-lı tutmayan aksine bu iddiayı tahkim eden anah-tar kavramlar arasında yer almaktadır. Ulemanın Müslüman toplumundaki bilinen yeri ve ağırlı-ğı, dinin gündelik hayatın akışındaki belirleyicili-ği, asrın ruhunun yakalanması ve daha genel an-lamda mevcut paradigmalarla eşzamanlılık gücü-ne sahip olmasında etkili olmuştur. Bu çerçeve-de Müslüman geleneğinde peygamberlerin varis-leri olarak kabul gören ulema, İslam’ın yeni za-manlarla uyumundan çok, yeni zamanları tan-zim eden değerlerle yüzleşme cesaretini her za-man gösterebilmesi nede-niyle, bütün bu dikkatleri-ni bir ibadet mantığı içinde sürdürmeleriyle her zaman yüksek bir bilinç kadrosu olarak değerlendirilmiştir.

Bugün İslam reformasyo-nu başlığı altında ithal so-rulara ithal cevaplar vererek dinî gerçekliğin tarihsel akı-şına mesafeli duran aydınla-rın bile Müslüman kamuo-yuyla açık bir şekilde payla-şamadıkları projelerinin son tahlilde ihya, tecdit ve ıslah kavramlarını devreye soka-rak ancak tamamlanabildi-ğini gözlemlemek, gerçek-te bu terminolojinin deva-sa ağırlığı ve gücü hakkında bilgi vermektedir.

İslam’ın çağdaş yorumlarında geleneksel bilgi ve tecrübe genellikle ihmal edilmekte, modern ve seküler tezlere itirazın açıkça göze alındığı ender durumlarda bile temel sabitelerle çok az temas kurulabilmektedir. Bu şizofrenik durum her şey-den önce İslam’ın mevcut bakiyesini yeterli dü-zeyde takdir edemeyen bir yaklaşımın sonucu-dur. Müslüman kültürünün belli başlı boyutlarını öteden beri bir yük olarak görmeye açık bu tasav-vur, son tahlilde İslam’ın yeni açılımlarını ortaya koymaya kalkıştığı her seferinde tarih ve gerçek-lik karşısında paradoks yaşamaktadır.

Görünürde ihya, tecdit ve ıslah kavramlarını se-ferber etmekle beraber son tahlilde dinin hali hazırdaki sosyo-politik açmazlarına daha fazla odaklanan ve geleneksel bakiyenin yeni bir dü-zenlemeye tabi kılınmasını önceleyen bu proble-matik gerçekte reformcu söylemin örtük strateji-lerinin esaslı bir parçası olarak görülmelidir.

Canlanma, yenilenme ve düzeltme talebinin dinî sorumluluk olarak va’z edildiği bir tasavvur dün-yasında bugün bu sorumluluğu kimlerin deruh-te edeceği elbette dinamik bir merak konusu-dur. Durağanlığı yeni bir coşkuyla aşmak gere-kir. Müslüman gerçekliğine sirayet etmiş zayıf-latıcı tercihler, argüman ve eylemlerin artık ge-leneği dışarıda bırakmayan bir duyarlılık içinde ele alınıp sorgulanması gerekir. Bu da her şey-

den önce güçlü bir ai-diyeti, derin bilgilen-me arzusunu ve sağ-lam bir dünya bilgisi-ni zorunlu kılmaktadır. Ne var ki bütün bu his-siyatın her zaman tak-vayı önceleyen bir has-sasiyet olmaksızın din katında başarı kazan-ması mümkün değildir.

Tecdit, ihya ve ıslahın sekülerleştirici bir niye-tin himayesi altında kul-lanıma açık hale getiril-mesi her zaman endişe vericidir. Bu bağlamda ulemaya düşen epeyce zamandır ihmal edilen bu role yeniden sahip çıkmaktır.

Tecdit, ihya ve ıslah kavramları İslam’ın evrensellik vurgusunu bir iddiayla sınırlı tutmayan aksine bu iddiayı tahkim eden anahtar kavramlar arasında yer almaktadır.

Page 18: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 16

Gündem

Reform ve tecditReform bidatleri dinin bünyesinde içselleştirme ameliyesini ifade ederken, tecdit bidatleri dinden çıkartma, dini bidatten arındırma anlamına gelir.

Rasim Özdenören

İslami anlamda yenileme (tecdit) kavramı ile Batı dünyasında kullanılan reform kavramı birbirinden farklıdır. Bu iki kavram arasında-

ki farkın gözden kaçırılması içinden çıkılmaz ka-rışıklıklara, yanlış anlamalara yol açmaktadır.

Batı tarzı eğitimden geçmiş ve Batı’ya ait kavram-larla düşünmeye başlamış kimsenin bu kavram-ları İslamiyet’e uyarlamaya kalkışması halinde or-taya bulanık bir “kavram halitası” çıkar. Birbirine yakın duran kavramlar söz konusu olduğunda durum iyice karışık bir hal alır.

Reform, yeniden şekillendirme anlamına geli-yor. Dinin yeniden şekillendirilmesi, onun kai-delerine müdahale ederek mümkün kılınır. Bu kaideleri ister asıl anlamlarından saptırarak yo-rumlamak olsun, ister onları değiştirerek veya büsbütün ortadan kaldırarak yeni bir yoruma ulaşılmış olsun, yapılan şey bu kaideleri çarpı-tarak onların anlamına müdahale etmek anlamı-na gelir. Hristiyan âleminde vuku bulan reform hareketi bu şimdi söylediğimiz anlamda gerçek-leştirilmiştir.

Page 19: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 17

Oysa İslam’da bu anlamda reform söz konusu değildir. Dinin çeşitli görüş açılarıyla yorumlan-ması (İslam’daki çeşitli içtihat, dolayısıyla mez-hep farklılıkları) değinilen anlamda reform ma-hiyetinde değildir. Çünkü bu yorumların her biri nass’ları değiştirmeye teşebbüs etmeden, onların nasıl anlaşılması gerektiği hususunda görüş der-meyan etmekten ibarettir. Bu yorumların da kut-sal bir mahiyeti yoktur. Oysa şeriat, Kur’an’da ve sünnette mevcut kaidelerin tümüdür ve kutsaldır. Ancak şeriat kavramından yalnızca kişisel yorum

anlaşılıyorsa, o başka…

Öte yandan İslam’da bir de tecdit (yenileme) kavramı var. Bu kav-ram da reform kavramıyla karıştı-rılmamalı. Tecdit, dünyayı, dünya-nın gidişatını, insanların halini ye-niden yorumlamaktır. Bu, İslam’ı kendisine yabancı olan kavram-larla yorumlamak değil; tersine, İslam’ı ona karış-mış yabancı kavramlar varsa onlardan arındırma anlamına gelir. Ve her “asır”da tekrarlanır.

“Renew” (yenileme, tecdit) kavramı ile “reform” (ıslah, iyileştirme ve bu bağlamda onarma, yenile-me) kavramları arasındaki benzerlik, İslamiyetle Hristiyanlık arasındaki farklar göz ardı edilerek kullanıldığında, söz konusu kavramların alanı ve muhtevası birbirine karışmakta, neyin amaçlandı-ğı belirsizleşmektedir.

Hristiyanlıkta kullanıldığı anlamda reform, di-nin ıslahı, yenilenmesi, onarılması amacına yö-nelik bir faaliyettir. Burada, dinin, oluşmuş bulu-nan yeni şartlara göre yeniden biçimlendirilmesi, gerekiyorsa tadili (değiştirilmesi), böylece onun yeni şartlara intibakının sağlanması söz konu-su olmaktadır. Mesela iktisadi uygulamanın ka-pitalist sistemdeki gelişmesi faizi yürürlüğe koy-muşsa, Hristiyanlıktaki faiz yasağına rağmen, di-nin bu husustaki hükmünü değiştirmeye matuf faaliyetler reform sayılır. Burada, dinin hükmü-nün yeni iktisadi ve içtimai şartlara uyarlanması amacıyla dinin yenilenmesi veya ıslahı öngörül-müş olmakla birlikte, aslında yeni bir din mey-dana getirilmiş olmaktadır. Reforma uğrayan din, artık eski orijinal din olmaktan çıkar, onun yerine “mevzu” bir din meydana getirilmiş olur.

İslami anlamdaki tecdit (yenileme) kavramının şimdi sözü geçen Hristiyani anlamdaki reform-la ilgisi yoktur. İslami anlamdaki yenileme kavra-mı, İslam’ın aslından saptırılarak anlaşılmasını ve yorumlanmasını önleyerek onun aslına uygun bi-çimde nasıl anlaşılması gerektiğini ifade eden bir faaliyettir. Yani Hristiyanlıktaki reform anlayışın-da olduğu gibi, oluşmuş bulunan yeni içtimai ve iktisadi şartlara göre dinin değiştirilmesi ameliye-

si İslami anlamdaki yenile-me kavramının dışında ka-lır ve bu anlamda yenileme reforma karşıdır. Reformda “tashih” edilen dinin kendi-si iken, yenilemede (tecdit) din hakkındaki yanlış anla-malar tashih edilir. Başka bir söyleyişle, reform bidat-

leri dinin bünyesinde içselleştirme ameliyesini ifade ederken, tecdit bidatleri dinden çıkartma, dini bidatten arındırma anlamına gelir.

İslami anlamdaki tecdit (yenileme) kavramının şimdi sözü geçen Hristiyani anlamdaki reformla ilgisi yoktur.

Page 20: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 18

Gündem

Yasin Aktay

Reform, içtihat ve tecdit üzerineİslam’da içtihat kapısının kapanmış olduğuna dair genel kabul görmüş düşünce yanlış olmakla birlikte İslam’ın halife sonrası durumuyla ortaya çıkmış siyasal şartları bağlamında bu fikrin yaygınlaşmış olması tesadüf değildir.

Reform, içtihat ve tecdit kavramları, teo-rik tarihleriyle bir arada düşünüldüğün-de, İslam’ın bir hayat dini olduğu gerçeği-

ni belirgin bir vasfı olarak öne çıkarıyor. İslam’da içtihat kapısının kapanmış olduğuna dair genel kabul görmüş düşünce yanlış olmakla birlikte, İslam’ın halife sonrası durumuyla ortaya çıkmış siyasal şartları bağlamında bu fikrin yaygınlaşmış olması tesadüf değildir. İçtihat kapısını kapanmış saymanın bir savunma refleksi olarak anlaşılma-sı mümkündür. Buna karşılık İslam bir hayat dini olarak daha önceden olduğu gibi, Gazzali’den sonra da dünyanın her yanında ve tarihin her dö-neminde sürekli yeniden yorumlanmış ve çok farklı kültürlerle ve toplumsal tecrübelerle bulu-

şarak değişik sentezler ortaya koymuştur. Bu sen-tezlerin her biri kesintisiz bir içtihat pratiği saye-sinde mümkün olmuştur.

Modern dünyanın hâkim ve revaçtaki değerle-ri bağlamında düşünüldüğünde reform kavramı son derece olumlu çağrışımları olan bir kavram-dır. Eski dünyanın köhnemiş alışkanlıklarının dü-zeltilmesi, yeni ve taze formların benimsenmesi, rutinleşmiş ve rutinleştiği için hayatın dinamiz-mini karşılamaktan uzaklaşmış kurumlarının ye-niden yapılandırılması modern dünyanın tarih-sel seyrine paralel gelişmelerdir. Modern dünya-nın başlangıcına bilhassa Hristiyanlık tarihi için-de yaşanmış büyük harfli Reformasyon damgası-

Page 21: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 19

nı vurmuştur. Belki bu Reformasyon, daha son-ra ortaya çıkacak olan ve yüzyıl sürecek kanlı din savaşlarının da başlangıcını oluşturmuş olsa da, son kertede galip gelen Avrupa modernleşmesi-nin değerleriyle uyumlu bir tarih bütünlüğü için-de saygın yerini almıştır. O kadar ki, kavramın küçük harfli kullanımına bile hep bir olumluluk taşıdığı söylenebilir. Oysa aynı kavram İslam’la ilişkili olarak düşünüldüğünde aynı olumlu çağ-rışımlara sahip değildir. Bunda ise kuşkusuz kavramın Türkiye’deki bozuk sicilinin önem-li bir rolü vardır. Gerçi İslam dünyasının gene-linde Türkiye’deki bu tarihinden önce de reform kavramı bağlamında, İslam’ın Hristiyanlığa ben-zer bir dönüşüm geçirmesine karşı bir duyarlılık var olmuştur. Açıktır ki, İslam’ın Hristiyanlık ta-rihine ait herhangi bir dönüşümü taklit etmesi-ni gerektirecek her türlü telkine karşı asgari bir Müslüman duyarlılığı için güçlü teolojik ve kül-türel nedenler var olmuştur. Ancak reform kav-ramını Hristiyanlık tarihinden bir miktar kurtara-rak çağdaşlaşma tarihinin rutin veya olumlu ey-lemlerinden biri olarak benimsemenin bir şekilde mümkün olduğu bağlamlar da olmuştur. İşte bu bağlamlara karşı bile kavramın Türkiye’deki tari-hi güçlü bir ket vurmuştur.

Türkiye’de İslam Reformu ola-rak gündeme getirilen proje İslam’a içerden bir müdahale gibi, İslam’ın kendi ihtiyaçlarının bir sonucu olarak ve Müslümanların kendi inisiyatifleriyle karar veril-miş bir hamle olarak algılanma-mış, aksine İslam’a yabancı, hatta İslam’a düş-man bir inisiyatifin bir müdahalesi olarak algı-lanmıştır. 1928 yılında gündeme getirilen İslam Reformu projesi İslam’ı alenen Hristiyanlığa ben-zetmeye çalışan bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım-da İslam’ın Hristiyanlıktan aşağıda görülmesi ve Batı’daki bütün teknolojik ve toplumsal geliş-melerde bir payı olduğu düşünülen Hristiyanlığa İslam’ın da benzetilmesi öngörülüyordu. Bu çer-çevede camilere kiliselerdekine benzer bir biçim-de sıraların konulması, ezanın, duaların, Kur’an okumalarının veya genel olarak bütün ibadetlerin Türkçeleştirilmesi, yine camilerde kiliselerdekine benzer bir biçimde ilahiler okunması için orgların konulması gibi öneriler, İslam’ın reform projesi-nin kapsamında yer alan düzenlemelerdi. Bunlar tabii ki hemen beklenen büyük tepkiyi çekmek-te gecikmedi. Özünde kendini tek hak din olarak

Hristiyanlıktan üstün kabul eden İslam’ın Hristiyanlık karşısında aşağılanması an-lamına gelen bu projeye duyulan öfke aynı zaman-da reform kavramının her türlü çağrışımına karşı da

duyarlı bir tarihsel bilinci derin bir biçimde işle-di. Belki tam da bu tecrübenin etkisiyle İslam ve reform kavramını bir arada düşünmek büyük bir vebal üstlenmekle eşdeğer olmuştur.

Kapalı kapının berisindeki içtihat

Reform kavramının içerdiği bütün yan anlam-larıyla birlikte yüklendiği bu olumsuz çağrışı-mın tek etkisi İslam’ın herhangi bir doğrudan re-form girişimine kapanması olmamış, aynı zaman-da İslam’ın her türlü yeniden-yorumlaması girişi-mi de, ta baştan böyle bir vebalin psikolojik bas-kısı altında ya bastırılmış veya kendini bastırmış-tır. İslam’ın harici herhangi bir müdahaleyle yo-rumuna karşı gelişen refleks İslam’ın içerden her-hangi bir yorumlanmasıyla ilgili istek veya ira-deyi de büyük ölçüde bitirmiştir. Bu durum iç-tihat kavramına ilişkin geleneksel tutumları da

Gazzali’den beri içtihat yapılmamış olduğu gibi bir tespit alabildiğine yaygın bir kabul görmüştür.

Page 22: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 20

büyük ölçüde belirlemiştir. İmam Gazzali’den beri içtihat kapısının ka-panmış olduğuna dair İslam gele-neğine atfedilen, özünde tartışılabi-lecek görüş, belki de ancak bu ta-rihten itibaren hem geçmişe dönük nesnelci bir görüş hem de geçmiş ve geleceğe dönük normatif bir ilkeye dönüşmüştür. Öyle ki Gazzali’den beri içtihat yapılmamış olduğu gibi bir tespit alabildiğine yaygın bir ka-bul görmüştür. Gerçekte ise bu, içtihat kavra-mının ancak çok dar bir tanımı benimsendiğin-de bile doğrulanması mümkün olmayan bir ka-buldür. Zira Gazzali’den sonra da İslam tari-hinde içtihatlar hiçbir şekilde eksik olmamış-

tır. En basitinden Gazzali’den iti-baren dünyanın her yanında sa-yısız toplum veya devlet kurmuş olan Müslümanların buralarda or-taya koydukları sayısız hukuki, fıkhi, siyasi ve toplumsal tecrübe-nin hepsinin yine sayısız yeni iç-tihatlar eşliğinde mümkün olmuş olduğunu göz ardı etmek, beşe-ri tecrübenin tabiatına aykırıdır. Bizzat Osmanlı imparatorluğunun üç kıtaya yayılan tecrübeleri yine her alanda fiilen üretilmiş ve uy-gulanmış olan sayısız içtihadın oluşumuyla mümkün olmuştur.

Doğrusu bu kadar devasa bir tec-rübenin içinde hiçbir yeni içti-hadın bulunmadığını söylemek akla, mantığa ve hayatın gerçek-lerine aykırıdır. Osmanlı’nın ge-rek Bizans’tan devralmış olduğu kurumlar, uygulamalar gerekse Anadolu, Balkanlar ve Hicaz’da karşılaştığı bin bir türlü meselenin karşısında eski fıkhi formlarla ye-tinmiş olduğunu ve İslam hukuk, fıkıh ve siyaset tarihine hiçbir ye-nilik katmamış olduğunu söyle-mek mümkün değildir. Bu tec-rübeye sadece bu soru eşliğinde dönüp bir daha bakmak bile içti-hat kapısının Gazzali’den beri ka-panmış olduğu düşüncesinin ne kadar naif ve saçma olduğunu

düşündürmeye yetecektir. Üstelik sadece Osmanlı tec-rübesi yeterince devasa ve her türlü fıkhi çerçeveyi ye-terince zorlayabilecek ve ol-duğu gibi bırakmayacak bir dinamizme sahipken, İslam dünyasında içtihadın sınır-larını zorlayabilecek ve fark-lı yorumların ortaya çıkması-nı mümkün kılacak, dünya-nın her tarafında sayısız baş-

ka tecrübeler vardır. Müslümanların Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya, Malezya, Güney, Kuzey ve Orta Afrika, Balkanlar, Endülüs ve Avustralya’da bin yıla yakın bir süre içinde yaşanan tecrübe-ler Müslüman toplulukların karşısına yine sayı-

İslam reformu olarak nitelenen şey aslında İslam’ın yeniden asli yorumuna ve uygulamasına kavuşturulmasından başka bir şey değildir.

Page 23: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 21

sız tecrübe çıkarmış ve bütün bun-ların İslam’ın klasik metinlerinde-ki karşılıkları, tabiri caizse “kitap-taki yerleri” tespit edilmeye çalı-şılmıştır.

Vakaların kitaptaki yerlerinin her zaman birebir veya kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bulunmuş olduğu elbette ki düşünülemez. O yüzden Müslümanların dinî metin-leriyle yaşadıkları gerçekleri bağ-daştırma çabalarının zaman zaman tevil, muvafakat, fetva, içtihat gibi işlemlerden geçirilmiş olmasının Müslüman hayatının rutinlerinden olduğunu düşünmek gerekiyor. Bireysel yaşamından toplumsal ve siyasi hayatına kadar, Müslüman, gündelik hayatında karşılaştığı her şeye İslami bir “yargısal akılla” yani bir fıkhi kodlamayla karşı-lık verir. Karşılaştığı her şey ya helal veya haram-dır. Bu ana kategoriler kendi içlerinde müstehap, mendup, mekruh, haram liaynihi, ligayrihi vb. gibi alt kodlamalara tabi olabilir. Müslümanın ey-lemlerinin hiçbirinin bu kodlamalardan muaf tu-tulmadığını hesaba kattığınızda, Müslüman ha-yatının başlı başına bir fıkıh ve değişik düzeyler-de bir içtihat aklını gerektiriyor olduğunu da tak-dir edebiliriz.

Bütün bunlar aslında İslam fıkıh ve içtihat ta-rihinin aşina süreçleridir. Yine de bu süreç-lere Müslüman kitlelerin, hatta her düzeyde-ki Müslüman âlimlerin aynı ölçüde aşina ol-duklarını söylemek mümkün değildir. Aksine Müslümanların zaman zaman belli sosyolojik sü-reçlerin sonucunda içlerine kapandıkları ve ya-şamakta oldukları dinsel içeriğe metafizik bir an-lam atfederek her türlü yorumdan sakındıkları durumlar olmuştur. Bu durumda Müslümanların belli bir ezberle nesilden nesile aktarmaya çalış-tıkları sabit formlar vardır ve bu formların üze-rine herhangi bir katkıda bulunmaktan özen-le sakınılması bir bakıma İslam’ın formel içeriği-nin belli bir toplumsal pratik içerisinde garanti-ye alınması bilerek veya bilmeyerek temin edil-miş oluyor. Bugün dünyanın neresine gidilirse gidilsin, İslam’ın beş şartının uygulanması nok-tasında bazı nüanslar bir kenara bırakılırsa çok ortak bir pratik, bir habitus olarak nesilden ne-

sile aktarılmıştır. Bu habitus, her yerde aynı formel pratikler ile sürdürülürken, Müslüman toplulukları hem coğrafi ba-kımdan (kürenin her yanın-daki Müslümanları, ümmeti) hem de tarihsel bakımdan ilk zamanlardan son zamanlara kadarki bütün Müslümanları birleştirmekte eşzamanlı-laştırmaktadır. Birinci yüz-yılda Mekke’de yaşayan bir Müslüman’ın namaz, oruç, kurban veya zekât pratiği ile 21. yüzyılda Avrupa’nın bir kentinde yaşamakta olan bir Müslüman’ın pratiği arasın-da oluşturulan bu eşzamanlı-lık, tarihsellik ve modernliğin muhtemel etkilerinin önemsiz-leştirilmesi bakımından kesin-

likle dikkate değer bir noktadır. Burada zamanın durduğu ve Müslüman ümmetin zamansal ola-rak eşitlendiği bir düzeyi idrak etmiş oluyoruz. Bugün kurban kesen herkes Hz. İbrahim’in çağ-daşı oluveriyor. Namaz kılan herkes aynı zaman-da yine ashab-ı kiramın çağdaşı oluveriyor.

Tarih, zaman, ilerleme, çağdaşlaşma denilen bü-tün kibirli kavramların bir anda bütün anlamları-nı yitirdiği bir başka zaman algısı, kuşkusuz bü-tün dünyaya bakışı da etkilemektedir. Yine kuş-kusuz, Müslümanların farklı dönemlerde ortaya koydukları farklı yorumlardan söz edilebilse de, bütün bu yorumların bu asgari zaman ve mekân koordinatlarında gerçekleşmiş olduğunu da kay-detmek gerekiyor

Müslüman ümmetinin ilk zamanlarından son za-manlarına kadar ve dünyanın her yanında aynı pratikle uygulanan ve hepsinde de hem tarih-ötesi hem de küresel, hem eşzamanlı hem de eş-mekânlılık bilinci yaratan bütün bu pratiklerin hiçbir beşerî müdahaleyi kabul etmediğini anla-mak zor değildir. Bu pratiklerin bir beşerî katılım-la gerçekleşmesi zorunluysa da, hatta her beşerî katılım ve dolayım bu habituslara belli bir etnik, kültürel renk katıyorsa da habitusların zaman ve mekâna karşı direnen mahiyeti onları tarihe ve coğrafyaya karşı alabildiğine dayanıklı kılmakta-dır. (Gerek namazın kılınma şekli gerek orucun başlama ve bitme zamanı veya orucu düzenleyen

Türkiye’de İslam Reformu olarak gündeme getirilen proje İslam’a içerden bir müdahale gibi, İslam’ın kendi ihtiyaçlarının bir sonucu olarak ve Müslümanların kendi inisiyatifleriyle karar verilmiş bir hamle olarak algılanmamış, aksine İslam’a yabancı, hatta İslam’a düşman bir inisiyatifin bir müdahalesi olarak algılanmıştır.

Page 24: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 22

hükümler, haccın menasiki konusunda mezhep yorumlarına veya bazen aynı mezhebin başka toplumlardaki pratiklerine göre bazı farklılıklar oluşabilse de bu pratiklerin ana ekseni çok fazla değişmiyor.) O yüzden tecdit de içtihat da bütün bu alanların bir tür düzenleyici a priori temel ka-tegoriler olarak işlediği bir zeminde gerçekleşebi-lir. Aslında Cumhuriyet döneminde reform kavra-mının sicilini bozan tam da bu temel kategorilere dokunulmuş olmasıdır. Camilere sıraların konul-ması bir temel kategori olarak namaza müdaha-ledir. İbadetlerin Türkçeleştirilmesi de dünyanın her yanında ortak bir uygulama alanına bir mü-dahale olarak kabul görmediği gibi bu müdahale İslam’a yabancı hatta düşman bir konumdan ya-pılan bir saldırı olarak algılanmıştır.

Kavramlar nadiren tarihlerinden bağımsız olarak algılanabiliyor. Oysa tarihlerinden bağımsız ola-rak, yani literal anlamda karşılandığında “tecdit” ile “reform” arasında çok az fark görülebilir. İslam toplumlarının modern tarihine dair herhangi bir metni İngilizceden okuyanlar (örn. Bkz. Lapidus 2002) Müslümanların daha kolay benimsedikle-ri “tecdit” kavramının rahatlıkla “reform” kavra-mı ile karşılandığını görürler. (İslam’ın modern dö-

nemdeki toplumsal ve düşünsel hareketliliğinin sosyolojisi-

ni “ihya”, “tecdit”, “islah”, “reform” gibi kavramlar etrafında ir-

deleyen güzel bir analiz için bkz. Necdet Subaşı, 2003, “İhya”,

“Tecdit” ve “İslah”ın Modern kullanımları, tezkire, sayı 33, ss.

130-153.) Modernleşme ile yüzleşen bütün İslam toplumlarının karşılaştıkları sorunlara karşı akıl-larına gelen ilk çözüm paketinin içinde mutlaka bir İslam reformu da olmuştur. Bazen gelenek-sel İslam âlimlerinin de önayak oldukları bu gi-rişimlerde İslam reformu olarak nitelenen şey as-lında İslam’ın yeniden asli yorumuna ve uygu-lamasına kavuşturulmasından başka bir şey de-ğildir. O yüzden İslam reformu, Cumhuriyetin 1928 yılındaki dinde reform projesinde oldu-ğu gibi İslam’da olmayan bir şeyin İslam’a deği-şen şartlar muvacehesinde sokulması değil, aksi-ne İslam’ın zaten içerdiği düşünülen ama zaman-la ya unutulmuş veya amacından ve şeklinden saptırılmış uygulamalarının canlandırılması ola-rak görülmüştür.

Diğer yandan İslam’ın tarihe ve coğrafyaya di-renen sabiteleri yoruma görece daha çok kapa-lı olmuşsa da bunların, İslam’ın tarih ve coğraf-ya içerisindeki serbest dolaşımını, başka kültür-lerle kolayca eklemlenip onları içselleştirmesini

engelleyen yapılar olmadığını kaydetmek önem-lidir. Hatta bu sabitelerin dışında kalan alanlarda İslam’ın başka kültür ve tecrübelerle çok çabuk kaynaşan doğası onun bu kadar hızlı yayılması-nın da en iyi açıklamasını oluşturur. Her ne kadar Müslümanların gündelik hayat içindeki her şeyi İslam’ın bakış açısıyla isimlendirmek (kodlamak) gibi bir yönelimi (habitus) olsa da, İslam eşyanın aslına ibahat atfediyor ki, bu da hakkında “ha-ram” olduğuna dair bir işaret yoksa her şeyin “he-lal” sayılmasını gerektiren bir ilkedir. Hakkında “haram” olduğuna dair açık bir delil bulunmayan herhangi bir eylemi “haram” diye nitelemek gü-nahların en büyüklerinden, doğrudan Allah’ın bir yetkisine ortak olmakla kıyaslanabilir bir tavırdır. Bu durum bir zaman sonra tam tersi komplikas-yonlar doğurmuş olsa da, uzun zaman İslam me-deniyetinin bütün açılımlarının en önemli teorik dinamiğini oluşturmuştur.

Normal pratiği itibarıyla din, aslında kendili-ğinden sürekli olarak yeniden yorumlanmak-tadır. Hiç kimse müdahale etmese bile bir dö-nemde anlaşılan ve uygulanan din ile bir son-raki dönemde anlaşılıp uygulanan din arasında kendiliğinden bir fark oluşmaktadır. Bu de-ğişim bazen dinin yetkili kişi veya kurulla-rının birikimsel yorumlarının bir sonucu da olabiliyor. Ancak “reform” kavramı-nın Müslümanların hayatına bu şe-kildeki mütecaviz girişi, dindarla-rın bu kavrama antipati duyma-larına ve bu yolla dinî konular-da son derece muhafazakâr bir tutum geliştirmelerine yol açtı. Sonuçta bu şekil-de dinin içtihat kapısının kapanması bu süreç için-de de bir kez daha ken-diliğinden bir refleks olarak gelişti. Bu da din üzerinde herhan-gi bir düşüncenin gelişimini sekteye uğrattı.

Page 25: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 23

Gündem

Tecdit; İslam’ı Hz. Peygamber’in uyguladığı ve öğrettiği biçimde ortaya koyarak İslam’a sonradan sokulan ve ona uymayan fikir ve uygulamaların yanlışlığını belirtmek, bu yöndeki uygulamaları güçlendirmek ve sürekli değişen şartlar karşısında İslam’a uygun çözümler üretmektir.

Fıkıh ve tecdit

Doç. Dr. Mehmet Boynukalınİslâm Araştırmaları Merkezi

Fıkıh, insanın hareket ve davranışlarıyla il-gili İslami kurallar bütününü ortaya koyan ilim dalıdır. Bu kurallar ibadet, alışveriş,

evlilik, helal ve haram gibi hayatın bütün alan-larıyla ilgili uyulması gereken hükümleri kapsa-maktadır. Tecdit kelimesi ise yenileme anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisin-de şöyle buyurur: “Allah her yüzyılın başında bu ümmet için dinini yenileyen insanlar gönderir.” (Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 1.) Bu hadiste geçen “yenile-me” ifadesi hadis âlimlerince, Hz. Peygamber’in yaşantı tarzını yani sünneti en doğru şekilde tes-pit etmeye çalışmak, İslami ilimleri yaymak, unu-tulan ve terk edilen İslami uygulamaları ihya et-mek ve bu doğrultudaki uygulamaları güçlen-dirmek şeklinde açıklanmıştır. Dini tecdit etme-nin anlamındaki genişliğe bakılırsa bu şerefin

her yüzyılda sadece belirli bir şahsiyete değil de İslam’ın değişik yönlerini tecdit eden birden faz-la ilim, fikir ve siyaset adamına ait olduğu görü-şünün daha isabetli olduğu görülmektedir. Başka bir deyişle tecdit; İslam’ı Hz. Peygamber’in uygu-ladığı ve öğrettiği biçimde ortaya koyarak İslam’a sonradan sokulan ve ona uymayan fikir ve uygu-lamaların yanlışlığını belirtmek, bu yöndeki uy-gulamaları güçlendirmek ve sürekli değişen şart-lar karşısında İslam’a uygun çözümler üretmektir.

İslam dünyasının son yüzyıllarda modern Batı dünyası karşısında birçok alanda zayıf düşme-si Müslüman ilim, düşünce ve siyaset adamlarını bu zayıflığı ortadan kaldırmaya yönelik çözümler üretmeye sevk etmiştir. Genel olarak her alanda yenilenme arayışına giren İslam dünyası, o güne kadar yürürlükte olan ve Müslümanların hayatı-

Page 26: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 24

nı ayrıntılı bir şekilde düzen-leyen İslam hukuku karşısın-da da nasıl bir tavır takına-cağını düşünmeye başlamış-tır. İslam ülkelerinin Batılı ül-keler tarafından işgal edilip sömürge haline getirilmesi, ekonomik ve ticari baskılar, Batılı tarzda eğitim gören ne-sillerin çoğalması ve kültürel değişim İslam topraklarında İslam hukukunun tedrici bir biçimde yürürlükten kaldı-rılmasına neden olurken, bu faaliyete paralel bir biçimde teorik olarak fıkha ve fıkıh usulüne (metodolojisine) dair yeni düşünce-ler ortaya atılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla fıkıh ve usulde yenilenmeye ilişkin düşüncelerin İslam dünyasının geçirdiği ve halen daha geçirmekte olduğu sosyal ve kültürel değişim çerçevesi için-de görülmesi gerekmektedir.

Genel olarak insan hayatının değişen ve değiş-meyen yönlerinin olduğu söylenebilir. Mesela fen bilimleri ve teknoloji alanında değişim her zaman olmuştur. Ayrıca sosyal ilişkiler çok deği-şik şekillerde tezahür etmekte ve gittikçe karma-şık bir hal almaktadır. Ancak insanın yeme, içme, giyinme, barınma, cinsi tatmin gibi temel fiziki ve biyolojik ihtiyaçları her zaman vardır ve değiş-memektedir. Mülkiyet de insanın tabii isteklerin-den biridir. Bu tabii isteğe karşı çıkan komüniz-min uygulamada vardığı sonuç ortadadır. İnsan bir toplum içinde yaşama ihtiyacını yine her za-man hissetmiştir. İnsanın psikolojik yapısı da ta-rihe göre değişen bir nitelikte değildir. İslami bir terim olarak insanın bu değişmez özelliklerine ve yapısına “fıtrat” (yaratılış) denilmektedir. İnsan davranışlarında esas yönlendirici unsur fıtrattır.

İnsanın teknolojik ilerlemesi de insanın düşün-me yetisi ve hayatı kolaylaştırma isteği yönün-den fıtratın bir gereğidir. Bu pratik sonuçlar ha-yatın şeklini tamamen değiştirmektedir; ancak bu değişiklik fıtratın gereği olarak meydana gelmek-te ve fıtratın sınırları içinde kalmaktadır. İnsanın hemcinsleriyle bir arada olmaya yönelik fıtri ar-zusu toplumu meydana getirmiştir. Toplumu meydana getiren fıtrat gereği toplumun ihtiyaçla-rı da zamanla artmış ve gelişmiştir. Sosyal, siyasi ve dinî kurumların bulunması da insanın psiko-lojik özelliklerinden ve dolayısıyla fıtrattan kay-naklanmıştır. Bu kurumlar insanın fıtri bir özelliği

olan gelişmeye uyarlar. Bu bakımdan sos-yal ve iktisadi yapıların gelişmesi ve git-tikçe karmaşık bir hal alması tabii bir du-rumdur. Ayrıca evlilik ve aile kurumu gibi insanın fıtri ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılamasını ve neslini devam ettirmesini sağlayan sosyal kurumlar bulunmaktadır. Tarihin derinliklerinden günümüze değin bu kurum var olmuştur. Son zamanlarda yaşanan fıtrata aykırı “insani” çöküşe rağ-men evlilik kurumu hâlâ akıl sahiplerinin doğruluğunu gördüğü fıtri bir kurum ola-rak ayakta durmaktadır. İnsanlık hayatı-nın en çok değişen tarafı ise ahlak olmuş-tur. Bireysel yönü ağır olmakla birlikte ge-

nel olarak ahlak tarihte yükselme ve düşme ara-sında devamlı bir şekilde gidip gelmiştir. İnsanlık belli dönemlerde peygamberlerin veya ahlaklı li-derlerinin peşinden gitmiş, belli dönemlerde ise ahlaken yükselmekten yorulmuş ve düşüşe geç-miştir. Ancak bu düşüşün, hastalanmış fıtratların dahi dayanamayacağı bir hal aldığı dönemlerde insanlık tekrar ahlaka dönme ihtiyacını hissetmiş-tir. Modern çağı ele alırsak Batı’da sanayi devrimi ve onu takip eden diğer gelişmelerle birlikte or-taya çıkan ahlaki değişim Batı’nın özel şartların-dan kaynaklanmıştır ve bunlar tabii sonuç olarak görülemez. Nitekim tarihte benzer ahlaki düşüş-ler birçok dönemde yaşanmıştır.

İnsanın yapısı ve ihtiyaçları belirli derecede de-ğişmez olduğuna göre onun hayatını düzenle-yen kurallar da belirli bir derece değişmez ol-mak zorundadır. Toplumsal ilişkilerin özü, in-san psikolojisi, kadın ve erkeğin fıtri özellikle-ri gibi temel konular değişmediği için İslam’ın bu konularla ilgili hükümlerinin de değişmez bir yönü bulunmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bu-yurulur: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzü-nü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattı-

Fıkıh ve usulde yenilenmeye ilişkin düşüncelerin İslam dünyasının geçirdiği ve halen daha geçirmekte olduğu sosyal ve kültürel değişim çerçevesi içinde görülmesi gerekmektedir.

Page 27: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 25

ğı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın ya-ratmasında hiçbir değiştirme yok-tur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm,

30.) Bu temelden hareketle fıkıh-ta yenilenmeye çağıran eğilimle-ri üç ana başlık altında toplamak mümkündür:

1. İslam’ı toplum hayatından ta-mamen uzaklaştırıp onu belirsiz bir hale getirme amacını güden eğilim. Bu eğilim, İslam hukuku-na tamamen karşıdır; dinî ahlakı kötüler; inanç ve ibadet esaslarını bile çeşitli yorumlarla değiş-tirerek sonuçta dinin izlerini toplumsal hayat-tan, hatta mümkünse bireysel yaşantılardan sil-meye çalışır.

2. Ayet ve hadislerin anlamlarını tahrif ederek İslam’ın temel esaslarına ters düşen yorumlarla kesin hükümleri değiştirmeye çalışan eğilim. Bu eğilimin bir önceki eğilimden farkı İslami esas-lardan hareket ettiğini söylemesidir. Bu eğilim İslam’ı toplum hayatından uzaklaştırma iddiasın-da olmasa da İslam hukukunun ilahî bir vahiy vasıtasıyla konulduğunu göz ardı ederek, temel esasları ve açık ayetlerin anlamlarını bile değişti-recek bir yapıya sahiptir.

3. İslam’ın inanç esaslarını, te-mel hükümlerini, ayet ve hadis-leri zorlama yorumlarla değiştir-meden, İslami değerlere uygun bir hayat tarzını ihya etmeye ça-lışırken bir taraftan yaşamla ilgi-li sorunlara bu değerler çerçe-vesinde çözüm bulmaya çalışan eğilim. Bu eğilim, sahabenin ve büyük âlimlerin fıkıh ve yeni-lenme ile ilgili olarak takip ettik-leri yolu izlemektedir. Bu yolu

izlemek, günümüzdeki meselelerin çözümünde, zaman ve mekân koşullarındaki farklılıkları, za-ruret ve ihtiyaç durumlarını tespit ederek, geç-mişte yapılan ve âlimlerin rahmet olarak gördük-leri farklı ictihatlardan faydalanmak, önceden bi-linmeyen yeni meselelerde fıkıh usûlü âlimlerinin ve fıkıh mezheplerinin üzerinde ittifak ettiği te-mel esaslara ve kurallara uyarak kıyas vb. bilinen yöntemlerle yeni çözümler üretmek, ayrıca bütün bu faaliyeti yürütürken İslam’ın bütün hükümle-rinde gözettiği, “zarûriyyât-ı hamse” de denilen beş ana değerin, yani din, can, akıl, nesil ve malın korunmasına önem vermekle gerçekleşir. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, hayatın her alanında olduğu gibi, fıkıh alanında da bu saha-nın uzmanlarına müracaat etmeyi ihmal etmemek ve bu konuda gerekli hassasiyeti göstermektir.

İnsanlık belli dönemlerde peygamberlerin veya ahlaklı liderlerinin peşinden gitmiş, belli dönemlerde ise ahlaken yükselmekten yorulmuş ve düşüşe geçmiştir.

Page 28: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 26

Söyleşi

Dr. Zekiye DemirDr. Ülfet Görgülü

Sayın müftüm, okurlarımıza kendinizi tanıtır mısınız?

1951 yılında Gümülcine yani Yunanca adıyla Komotini’ye bağ-lı Hasköy’de doğmuşum. İlkokulu Hasköy’de, ortaokul ve liseyi Konya İmam Hatip Lisesinde okudum. 1978 yılında Yüksek İslam Enstitüsünden mezun olduğumda aynı zamanda Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisiydim. Hukuk fakültesini bırakıp Batı Trakya’ya döndüm.

Batı Trakya’da Gümülcine Müftülüğü’ne bağlı olarak, vaaz ve irşat faali-yetlerine başladım. Arkadaşlarımla beraber 1981 yılında “Hakka Davet” mecmuasını çıkarıp bu mecmuanın sahipliğini yaptım. Aynı yıl az sa-yıdaki üniversite mezunu arkadaşlarımla birlikte “Batı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği”ni kurduk.

1985 yılında rahmetli müftü Hafız Mustafa Hüseyin’in zamanın-da Gümülcine Müftülüğünde sekreter olarak görevlendirildim. Müftümüzün vefatından sonra Yunanistan’ın müftülük makamına ata-dığı kişi tarafından görevden uzaklaştırıldım.

2004-2008 yılları arasında Batı Trakya Türk Azınlığının en yüksek kuru-mu olan “Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu” başkanlığını yap-tım. Ayrıca Vaaz ve İrşad Heyeti tarafından çıkarılan “Mihenk” adlı der-

2011 yılına merhaba dediğimiz günlerdi. Balkan dağlarını kaplayan beyaz örtünün aksine Gümülcine’de kış güneşi evleri ve gönülleri ısıtıyordu. Biz de böyle güneşli bir günde seçilmiş müftü Sayın İbrahim Şerif Bey’in kendi gibi mütevazı olan makamında konuğuz. Onunla yaptığımız söyleşiye sizi de davet ediyoruz.

Gümülcine seçilmiş müftüsü İbrahim Şerif:

Biz Gümülcineli Türkler her zaman yüzümüzü güneşin doğduğu yöne döneriz ve hep karşımıza Türkiye çıkar. Türkiye bizim güneşimiz. O ne kadar parlak olursa biz o kadar ısınıyoruz. Bu her şeyi anlatır sanırım.

“”

Page 29: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 27

ginin genel yayın yönetmenliğini yapmaktayım.

Bir dönem siyasetle de ilgilen-diniz herhalde...

Evet. Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığının hak arama ve insan-ca yaşama mücadelelerinde ön saflarda bulundum. Azınlıkların meclise Bağımsız milletvekili gön-derme çalışmalarına katılarak 1989 Ekim seçimlerinde Dr. Sadık Ahmet ve İsmail Rodoplu ile bir-likte bağımsız milletvekili adayı oldum. Ancak adaylık dilekçele-rimizde eksiklik olduğu bahanesiyle Dr. Sadık Ahmet ile birlikte adaylığımız düşürüldü. Sonraki aylarda seçim esnasında çıkardığımız bir bildiri-de Azınlığa “Türk” diye hitap ettiğimden dolayı 18 ay hapse mahkûm edilerek Selanik Diyavata hapishanesine gönderildim. İki buçuk ay kadar hapiste kaldıktan sonra geri kalan kısmı paraya çevrildi.

Hocam Sosyal Bilimler Sözlüğünde Azınlık Grubu; “Sahip oldukları farklı özelliklerden dolayı içinde yaşadıkları toplumda diğer in-sanlardan ayrı tutulan, baskıya uğrayan, eşit-siz muamele gören ve çoğunlukla da sayısal olarak azınlık durumunda olan insan toplu-luğu” olarak tanımlanıyor. Batı Trakya’daki durumunuz bu tanımla ne kadar örtüşüyor? Azınlık olmak nasıl bir duygu? Bu konular-daki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.

Gerçekten sizlerin de bilimsel olarak tarif et-tiğiniz gibi azınlık çoğunluğun içinde az bir

grup olarak pratik hayatta var olma çabasıdır. Bizim azınlık olmamız dinimiz, dilimiz ve ırkı-mız yani Müslüman ve Türk olduğumuzdan do-layıdır. Çoğunluk olan; Yunanca konuşan Roma Hristiyan kültürü içinde, Türkçe konuşan, kültü-rünü, geleneğini korumaya gayret eden ve cami etrafında bir hayat tarzı kurarak yaşamaya çalışan bir azınlığız.

Günlük hayatta komşuluk ilişkilerinde iki toplum arasında karşılıklı saygı olmasına rağmen kimi za-man huzuru kaçırıcı davranışlar da olabilmekte-dir. Bu davranış şekilleri ekseriyetle azınlık aley-

hine olmaktadır. Mesela zaman zaman camilerin kundaklanması, mezarlıkların tahrip edilmesi gibi hadiseler yaşanmaktadır. Kısaca, özellikle vatandaşlık anlamında, kişinin kendini azınlık hissetmesi hoş olmayan bir duygu.

Batı Trakya’da Türk Azınlığın tarihî seyri hakkında bir özet rica etsek...

1912 Balkan Savaşları ile bütün Balkan Yarımadası Osmanlı’nın elinden çıktığı zaman Batı Trakya da Osmanlı’nın elinden çıkmış-

tır. O devrin yöneticileri 1913 yılında Atina’da Yunanistan’a kalan topraklar üzerinde yaşayan Müslüman Türklerin statüsünü belirleyen bir antlaşma yapmıştır. Bu antlaşmaya “1913 Atina Antlaşması” denilmektedir. Yine aynı şekilde Bulgaristan’a bırakılan topraklar üzerinde ka-lan Müslümanlar için de 1913 yılında İstanbul’da bir antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşmaya da “1913 İstanbul Antlaşması” denilmiştir.

Bu iki antlaşma aynı hükümleri içermektedir. Bu antlaşmalara göre buralardaki Müslüman Türklerin dinî özerkliği tüzel kişiliği tescil edilmiş-tir. Dolayısıyla Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türklerinin, kendi dinlerini, dillerini, kültürlerini kullanabilecekleri ve kendi kendilerini idare ede-bilecekleri esasa bağlanmıştır.

Balkan Savaşları ile önce Bulgaristan’a bı-rakılan Batı Trakya toprakları, 1919 yılında “Nüil Antlaşması” ile Yunanistan’a verilmiştir. Yunanistan 1920 yılında daha önce yapılmış

Günlük hayatta komşuluk ilişkilerinde iki toplum arasında

karşılıklı saygı olmasına rağmen

kimi zaman huzuru kaçırıcı davranışlar da olabilmektedir.

Bu davranış şekilleri ekseriyetle azınlık

aleyhine olmaktadır.

Page 30: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 28

olan Atina Antlaşmasını meclis-ten geçirerek “1920/2345” sayı-lı yasa haline getirmiştir. 1923 yı-lında Kurtuluş Savaşından son-ra yapılan Lozan Antlaşması ile de Yunanistan’ın diğer bölgelerin-deki Müslüman Türkler mübade-le edilip Anadolu’ya gönderilin-ce Batı Trakya Müslüman Türkleri İstanbul Rumlarının karşılığı ola-rak mübadele dışı tutulup Batı Trakya’da bırakılmışlardır. Lozan Antlaşmasının 37 ve 45. madde-leri Batı Trakya ve İstanbul Rumları ile ilgili hü-kümleri içermektedir. Bu antlaşma da Batı Trakya Türklerinin dini özerkliğini, kendi kültür ve dilini kullanabileceğini ve kendi okullarını açabileceği-ni kesin olarak ifade etmiştir. Dolayısıyla Lozan Antlaşmasının bu bölümü Batı Trakya Türklerinin uluslararası bir anayasası gibidir. Müftülük de Batı Trakya’da bu antlaşmalardan doğmaktadır.

Söz müftülüğe gelmişken biraz bu konu-da konuşalım. Buradaki müftülük Türk azın-lıklar için dinî anlamda en üst yetkiye sa-hip kurumdur. Müftünün görev ve yetkile-ri nelerdir?

Daha önce de bahsettiğim gibi müftülük ve bu-radaki Türklerin durumu Atina antlaşması ile dü-zenlenmiştir. Hâlâ da bu antlaşma geçerliliğini korumaktadır. Buna göre müftüler, Müslüman halk tarafından seçilecektir. Müslümanların dinî liderleri ile aralarındaki ilişkilere müdahale edil-meyecektir.

Müftünün görevlerine gelince; ilk başta Osmanlı dönemindeki kadıların bütün yetki ve görevleri-ne sahipti. Yani evlendirme, boşanma, miras, vasi tayini, okulların kontrolü vs… Bu yetkiler günü-müze gelinceye kadar sürekli kırpılarak azaltıldı. Şimdi ise sadece evlendirme ve boşama yetkisi müftüye ait. O da kendi atadıkları müftüye, yani atanmış müftüye ait.

Atanmış müftü demişken... Siz seçilmiş müf-tüsünüz. Yani Gümülcine’nin iki müftüsü var, tabir caiz ise çift başlılık. Bize hem bu durum hem de sizin müftü seçilmeniz ile ilgili bilgi verir misiniz?

1949’da Gümülcine’nin seçim ile göreve gelmiş olan son müftüsü Mustafa Hüseyin, 1985 yılında ve-fat edinceye kadar bu görevi yü-rüttü. Onun vefatından sonra müf-tülük görevine kimin getirileceği tartışma konusu oldu.

Halkın seçtiği müftü yani Mustafa Hüseyin vefat edince, Yunan hü-kümeti Batı Trakyalılar’ın dinî li-derini yani müftüyü uluslarara-sı anlaşmaların hilafına kendi ata-mak istedi. Çünkü buralardaki

halkın müftüye olan teveccühü büyüktür. Bunlar bilindiği için yönetim 1985 yılında re’sen azınlı-ğın hilafına müftü ataması yaptı. Ancak halk atan-mış müftüye itibar etmedi, zorunlu olarak evlen-me, boşanma işlerini onunla yapsalar da onu dinî bir lider olarak değil bir devlet memuru olarak gördüler. Bununla beraber azınlığın önde gelen-leri müftü seçimi yapılması için yönetim nezdin-de girişimlerde bulundular. Beş yıl süresince is-teklerinin itibara alınmadığını gören azınlık ile-ri gelenleri, dönemin ilahiyatçılarından gizli oyla üç aday belirlemelerini istediler. Bu üç adaydan birisi bendim, diğerleri de Hasan Paçaman ve Aliosman Aliosman. Dönemin bağımsız milletve-kili rahmetli Dr. Sadık Ahmet bu üç ismi Rodop vilayetindeki 120 caminin imam ve hatiplerine göndererek 28 Aralık 1990 Cuma günü camiler-de müftü seçimi yapılmasını istemiştir. Bu seçim sonrası halkımızın % 90 oylarını alarak müftü se-çildim.

Müftünün görevlerine gelince; ilk başta

Osmanlı dönemindeki kadıların bütün yetki ve görevlerine sahipti. Yani evlendirme, boşanma,

miras, vasi tayini, okulların kontrolü vs… Bu yetkiler günümüze gelinceye kadar sürekli

kırpılarak azaltıldı.

Page 31: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 29

Seçilmiş müftü olarak, İstanbul, Dakar, Karaçi ve Kazablanka’da yapılan, İslam ülkeleri Başkan ve Dışişleri Bakanları seviyesindeki konferanslar başta olmak üzere, uluslararası birçok konferanslarda azınlığımızı temsil ettim.

Müftü seçildikten sonra “makam gaspı” gerekçesiyle 9 ay hap-se mahkûm edildim. Mahkeme süreci yıllar sürdü; sonuçta alı-nan kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat ederek şikâyet ettim. Yunan devleti haksız bulunarak 10.000 dolar para öde-mesi kararlaştırıldı.

Ben aldığım bu parayı 1999’daki Atina deprem-zedelerine bağışladım. Bu hukuk davası bugün Yunan Hukuk Fakültelerinde İbrahim ŞERİF da-vası olarak öğrencilere okutulmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararın-dan sonra Yunanistan kovuşturmayı bıraktı. Bu hüküm rahmetli İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’ya da emsal teşkil etti. Bu olaydan sonra Batı Trakya’da çift başlı diyebileceğimiz müftülük mü-essesesi doğmuştur.

Şu anda Batı Trakya’da kaç tane seçilmiş ve atanmış müftü var?

Yunanistan, antlaşmalara ve yöneticilerin ver-diği taahhütlere uymayarak Evros, Gümülcine ve İskeçe’ye birer müftü atadı. Bu müftüleri hal-kın büyük bir çoğunluğu kabul etmemektedir. Bir Gümülcine ve bir de İskeçe’de olmak üze-re halk tarafından seçilmiş iki müftü bulunmak-tadır. Bunları da Yunan devleti resmi olarak tanı-mamaktadır.

Biraz da Gümülcine Seçilmiş Müftülüğündeki din görevlilerinin faaliyetleri ve sayıları ile il-gili bilgi verebilir misiniz?

Gümülcine’de 164 camide ibadet yapılmaktadır. Her camide birer din görevlisi bulunmaktadır. Ayrıca 15 bayan ve 31 erkek vaiz ve Kur’an Kursu öğreticimiz vardır. Bunların dışında 50 tane namaz görevlisi ve Kur’an Kursu öğreticisi görevlimiz

vardır. Gümülcine’de 90 Kur’an Kursu faaliyette bulunmaktadır.

Çalışmalarımızı gençler, bayanlar ve erkeklerle ilgili olanlar diye gruplandırabiliriz. Gençlerle ilgi-li olan çalışmalarımızda; dinî ve milli şuurun yanı sıra, Balkan coğ-rafyasında parçalanıp bölünme-mek için özlerini unutmadan var olma bilinci aşılamaya çalışıyo-ruz. Bayanlarla ilgili olan çalışma-larımızı 2005 yılından bu yana fa-aliyet gösteren Bayan İrşad Ekibi ile planlı, programlı bir şekilde sürdürüyoruz. Bu ekiple özellikle genç anneleri bilinçlendirmeyi he-defliyoruz. Annelik çok önemlidir.

Çünkü neslin mimarları annelerdir. Çocuklar ha-yata ait bilgileri öncelikle ailede, özellikle de an-neden alırlar. Sağlıklı, kültürlü, ahlaklı bir nesil oluşturmada bilinçli, bilgili anneler önemli rol oy-nar. Bu çalışmalarımızda Anavatanımızdan da yar-dım ve destek alıyoruz. Sizi buraya davetimiz de bu çabalarımız kapsamındadır. Erkek kürsülerin-de ise cemaat bütünlüğü, birlik ve beraberlik, pay-laşma, yardımlaşmanın önemi gibi hususlar üze-rinde duruyoruz.

Sohbetimizin sonunda Türkiye ile ilgili neler söylemek istersiniz?

Bizler Türkiye ve Yunanistan arasında antlaşma-larla bırakılmış uluslararası bir azınlığız. İki ülke arasında yapılan antlaşmalar ve kültür proto-kolleri çerçevesinde kendi dini ve milli kültürü-müzü yaşatmak ve yaşamak için Anavatanımız Türkiye’den her türlü desteği beklemekteyiz. Bizler iki ülke arasında dostluğu pekiştiren, düş-manlıkları ortadan kaldıran bir unsur olmayı arzu etmekteyiz.

Biz Gümülcineli Türkler her zaman yüzümüzü güneşin doğduğu yöne döneriz ve hep karşımı-za Türkiye çıkar. Türkiye bizim güneşimiz. O ne kadar parlak olursa biz o kadar ısınıyoruz. Bu her şeyi anlatır sanırım.

Evet, çok şeyi anlatıyor bu ifade. Dileriz gü-neşiniz hep parlasın. Bizi misafir ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Bizim azınlık olmamız dinimiz, dilimiz ve

ırkımız yani Müslüman ve Türk olduğumuzdan

dolayıdır. Çoğunluk olan; Yunanca konuşan Roma Hristiyan kültürü içinde, Türkçe konuşan,

kültürünü, geleneğini korumaya gayret eden ve cami etrafında bir hayat tarzı kurarak

yaşamaya çalışan bir azınlığız.

Page 32: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Din-düşünce-yorum

Medet CoşkunDin İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Tövbe; kulun günahını ve hatasını

terk edip, dua ve niyaz ile Rabbinden

bağışlanma dilemesi ve O’na dönmesidir.

Tövbe; kişinin kendini yenilemesi ve bir iç

onarımdır.

Arınma bilinci ve tövbe

En güzel bir şekilde yaratılan insan, iyilik yapmaya da kö-tülük yapmaya da mütema-

yil bir yapıdadır. Bu yapısı gereği o kadar harikulade işler yapar ki bu yapılanları hayranlıkla izler ve gıp-ta ederiz. Ama yine aynı insan öyle kötü, çirkin şeyler yapar ki bu du-rum karşısında da hayrete düşer ve “bunu insan yapamaz” deriz. İşte insan, hem iyiliği, güzelliği hem de şerri, kötülüğü temsil eden yönüy-le iki zıt durumu bünyesinde birleş-tiren bir özelliğe sahiptir. İnsan, ya-ratılışındaki üstün özellikleri doğ-ru bir şekilde kullandığı ve yaratı-lış gayesine uygun olarak yaşadığı takdirde melekten üstün hale gel-mekte, bu gayeye uygun olarak ya-şamadığı takdirde ise “hayvanlar gibi hatta daha da aşağı” (Araf, 179.)

bir duruma düşmektedir.

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 30

Page 33: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 31

İnsan kelimesinin, üns veya nesy kelimelerin-den türediği belirtilmektedir. Üns, ünsiyet, yakın-lık demektir. Bu yakınlık, hem insanlara hem de Allah’a yakınlığı ifade etmektedir. Nesy ise unut-mak anlamına gelmektedir. Bu durumda insan, unutan varlık demektir ki bu görüşte olanlar İbn Abbas’tan gelen “İnsan, ahdini unutması sebe-biyle bu ismi almıştır.” rivayetine dayanmakta-dırlar. (DİA, İnsan md.) Kur’an’da insandan (Âdem) söz edilirken, “Andolsun, önceden Âdem’e ahit verdik de unuttu ve onu azim sahibi bulmadık.” (Tâhâ, 115.) buyrulmaktadır.

Şu halde insan, yaratılış gayesini her an unuta-bilecek, hata yapabilecek bir yapıdadır. Nitekim Âdem (a.s.) de Allah’ın; “Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediği-niz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşma-yın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35.)

emrini şeytanın da kandırmasıyla unutmuş ve bunun neticesinde Âdem (a.s.) ve eşi yeryüzü-ne indirilmiştir. “Derken, şeytan ayaklarını ora-dan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konum-dan (cennetten) çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryü-zünde belli bir süre barınak ve ya-rarlanma vardır.” dedik.” (Bakara,

36.) ayeti bu gerçeği ifade etmek-tedir. İnsanın unutan bir varlık ol-duğunu ifade etmek için ilk in-san ve ilk peygamber olan Âdem (a.s.)’in Allahın “şu ağaca yaklaş-mayın” emrini unutmasından ha-reketle “ilk unutan, ilk insandır” denilmiştir. Bu sözle insanın unutan bir varlık ol-duğuna vurgu yapılmak istenmiştir. Ancak bu unutmanın ve yanılgının ardından Âdem (a.s.), bu yanılgıyla yaşamaya devam etmemiş, içinde bulunduğu bu durumdan kurtulmanın yolları-nı aramıştır. Yaptığı yanlışın farkına varan Âdem (a.s.), içinde bulunduğu durumdan hemen arın-ma, temizlenme ihtiyacı hissetmiş, iç dünyasın-da bu bilince ulaştıktan sonra Allah’a yalvarmış ve tövbe etmek suretiyle bağışlanmasını istemiş-tir. Nitekim Âdem (a.s.)’in tövbe ettiği, Allah’ın da (c.c.) onun tövbesini kabul ettiği Kur’an’da şöy-le ifade edilmektedir; “Derken, Âdem (vahiy yo-luyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzeri-ne tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” (Bakara, 37.)

Âdem (a.s.)’in, yaptığı bir hatadan hemen sonra

gönül dünyasını karartan ve Rabb’ıyla irtibatına engel olan bu durumu orta-dan kaldırmak için arınma bilincine ulaşıp tövbeye yönelmesi, tüm ina-nanlara örnek olmalıdır. Âdem (a.s.) ile ilgili bu ayeti kerimelerin de ışığı altında insan, öncelikle ciddi bir ne-fis muhasebesi yapmalı, hayatını bir

film şeridi gibi gözünün önünden geçirmeli ve iş-lemiş olduğu günahlardan pişmanlık duyarak çı-kış yolu aramalıdır.

Arınma bilinci

Arınma; temizlenme, ruhun tutkulardan temiz-lenmesi anlamlarına gelmektedir. (TDK. Arınma) Hem maddi hem de manevi olarak temizlenme-yi ifade eden arınma kavramı; tövbe ile irtibatlan-dırıldığında, günah kiri diyebileceğimiz manevi kirlerden temizlenme, bunlardan ruhu arındırma anlamına gelmektedir. Arınma bilinci ise; kişinin gönül dünyasını kirleten kötülükler ve günahlar-dan rahatsız olup pişmanlık duyması, bunlardan temizlenme anlayış ve şuuruna ulaşması ve için-de bulunduğu kötü ortamdan kurtulmak için bir arayış içerisine girmesi demektir. Böyle bir ara-yış içerisinde olup arınma bilincine ulaşan insan,

Günahlar, Rabbimizle aramızdaki sevgi bağını ve iletişimi zayıflatır.

Page 34: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 32

“Hayır! Bilakis onların işlemekte oldukları (kötü-lükler) kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifîn, 14.) aye-tinde de belirtildiği gibi işlediği günahların gö-nül dünyasını kirlettiğini bilir ve bunlardan kur-tulmak için çareler arar. İşte bu çare arayışı esna-sında kişi; “ben niçin yaratıldım, nefsin ve kötü arzuların peşinde ne zamana kadar sürüklenece-ğim” diye kendisini ve yaşadı-ğı hayatı sorgulamaya ve için-de bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için aynen Âdem (a.s.)’in yaptığı gibi çıkış yolu aramaya başlar. Bu arayış bel-li bir noktadan sonra nefsin ve şeytanın arzularına “dur” deme noktasına gelir. İşte bu karar, kişinin hayatında dönüm nok-tasıdır. Bu karar aynı zamanda Hakk’a yönelme iradesinin ve bu iradenin işlevsel hale getirilme-sinin başlangıcıdır. Bu başlangıç sayesinde insan, gönül dünyasında günahın verdiği sıkıntı, acı ve ıztırabı hisseder, bunun neticesinde pişmanlık duyar ve hayatını yeniden sorgular. Bu devre-ye psikolojik olarak tövbeye hazırlık devresi de diyebiliriz. Bu devrede pişmanlık ve gözyaşıyla birlikte halimizi olanca açıklığıyla Rabbımıza arz etme ve bağışlanma isteği vardır.

Bu hazırlık devresinden sonra yapılması gereken, arınma bilinci ve duyulan pişmanlığı bir daha eski hatalara dönmemek üzere fonksiyonel hale getirmektir. Bu da ancak karamsarlığa düşme-den umutla ileriye doğru bakarak tövbe etmek-le mümkündür. Kişi tövbe ettiğinde günahlardan arınacağının bilincinde olmalı ve işlediği günah-lardan duyacağı pişmanlığın “tövbe” olduğunu unutmamalıdır. (İbn Mâce, Zühd 30, 4251.)

Tövbe; kulun günahını ve hatasını terk edip, dua ve niyaz ile Rabbinden bağışlanma dilemesi ve O’na dönmesidir. Tövbe; kişinin kendini yeni-lemesi ve bir iç onarımdır. Yani, günah kirleriy-le bozulan kalp dengesini yeniden düzene koy-ma, O’nun gazabından lutfuna, azabından rah-met ve inayetine sığınmadır. Tövbe aynı zaman-da günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir. Kısaca tövbe; günah çukuru-na düşen insanın düzlüğe çıkması, vicdanın aldı-ğı yaranın tamir edilmesi ve kalbin yeniden güç, kuvvet kazanması ve kişinin hayatını yeniden an-lamlandırmasıdır.

Günahlar, Rabbimizle aramızdaki sevgi bağını ve iletişimi zayıflatır; O’nun yardımına ve rahme-tine engel teşkil eder. Manevi kişiliğimizi zede-ler, gönül dünyamızı karartır. Bu bakımdan töv-be, Allah ile sevgi bağlarımızı yeniden tesis et-mek, günah ile kirlenen gönül dünyamızı yeni-den temizlemektir. Kullarına sonsuz rahmet eden

ve bağışlanma kapısını sonuna ka-dar açık tutan Yüce Rabbimiz, gü-nah işlediğimizde, hata yaptığımız-da nasıl davranacağımızı şöyle açık-lamaktadır; “Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmet-tikleri zaman Allah’ı hatırlayıp he-men günahlarının bağışlanmasını is-teyenler -ki Allah’tan başka günahla-rı kim bağışlar- ve bile bile işledikleri

(günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir. İşte onların mükâfatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve için-den ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebedi ka-lacaklardır. (Allah yolunda) çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” (Al-i İmran, 135-136.)

Bu ayet-i kerimede çirkin bir iş yapıldığında nasıl davranılması gerektiği açıkça ortaya konulmak-tadır. O da; işlenen kötülüğün ardından hemen Allah’ı hatırlayıp, işlenen günahta ısrar etmeye-rek bağışlanmayı dilemektir. İslam dininde kişi-nin umutsuzluğa düşmesine, yeis içinde olması-na yer yoktur. Zira Cenab-ı Hak kendisinden ba-ğışlanma dileyen kimsenin bu isteğini boşa çıkar-maz. Nitekim ayet-i kerimede Allah’ın rahmetin-den ümit kesilmemesi vurgulanarak şöyle buyrul-maktadır: “De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşı-rı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affe-der. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Azap size gelmeden önce Rabbinize dö-nün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edil-mez.” (Zümer, 53,54.)

Allah’ın (c.c.) rahmeti bütün mevcudatı çepeçev-re kuşatmış, O’nun rahmeti gazabını geçmiştir. (Müslim, Tövbe, 3.) O’nun bu rahmeti ve bağışlama-sı sayesinde kişi, günah bataklığından kurtulur ve düzlüğe çıkar. “Eğer Allah’ın nimet ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız müstesna, mu-hakkak şeytana uyup gitmiştiniz.” (Nisâ, 83.) aye-ti de bu gerçeği ifade etmektedir. Zira Rabbimiz Afüvv, Gafur ve Rahim gibi, affetmeyi, bağışla-mayı, tövbeleri kabul etmeyi ve merhameti içe-ren isimlerin sahibidir. Fakat insanın bu isimler-den nasibini alabilmesi için, o isimlerin tecel-

Tövbe, Allah ile sevgi bağlarımızı yeniden tesis etmek, günah ile kirlenen gönül dünyamızı yeniden temizlemektir.

Page 35: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 33

lisini sağlayacak şekilde hareket et-mesi gerekir. Bunun başta gelen şar-tı da, Allah’tan (c.c.) bağışlanma dile-mek ve O’na içtenlikle tövbe etmektir. Eğer insan böyle bir tavır içerisine gir-mez, günahlarla iç içe yaşamaya de-vam ederse zamanla günahını günah olarak görmez ve bunu normal bir du-rum olarak algılamaya başlar. İşte bu, günahın manevi dünyamızı kaplama-sı halidir.

Yüce Allah’ın kuluna tövbe etme fır-satı bahşetmesi O’nun sonsuz rahme-tinin bir ifadesidir. Allah (c.c.), kul-larını işledikleri günahlar yüzünden hemen cezalandırmamakta, bağışlan-ma dilemeleri için mühlet vermekte ve rahmet kapısını günün her anın-da açık tutmaktadır. Yüce Allah’ın bir ismi de “Tevvab” dır. Kullarının bağış-lanmak için her yönelişlerinde onla-ra rahmet ve mağfiretiyle karşılık ve-rir, onların günahlarından dolayı sa-mimi tövbe etmelerinden hoşnut olur. “Hiç şüphesiz Allah hem çok tövbe edenleri, hem de çok temizlenenle-ri sever.” (Bakara, 222.) ayeti de Allah’ın tövbe edenlerden hoşnut olacağına işaret etmektedir. Aynı şekilde hadis-lerde de Allah’ın kulun tövbesinden hoşnut olduğu belirtilerek şöyle bu-yurulmaktadır; “Allah (c.c.), sizden birinizin tövbe etme-siyle o kimsenin yitiğini bul-duğu zamanki sevinmesin-den daha çok sevinir.” (İbn

Mace, “Zühd”, 30, 4247.), “Allah (c.c.), kulunun yaptığı töv-beden dolayı, çölde bineği-ni üzerinde yiyeceği ve içe-ceği ile birlikte kaybeden, bundan dolayı umutsuzluğa düşen, sonra bir ağacın al-tına gelip ümitsizce oturur-ken birdenbire bineğini yanı başında bulan, yu-larından tutup sevincinden ne diyeceğini şaşı-ran kimseden daha fazla sevinir.” (Müslim, Tövbe

1, Hadis no: 2744, 4/2103; Ibn Mâce, Zühd 30, Hadis: 4249,

2/1419; Buharî, Deavât 3, 8/84; Tirmizî, Kıyame 49, Hadis no:

2498, 4/659; Ahmed bin Hanbel, 1/383.)

Kullarına olan rahmeti gereği onların tövbe et-

mesine sevinen Allah’ın (c.c.), mağfiret kapılarını daima açık tutuğunu belir-ten Peygamberimiz (s.a.s.); “Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah işleyenlerin tövbesini kabul etmek için gece, gece günah işleyen-lerin tövbesini kabul etmek için de gündüz kulun töv-be etmesini bekler, bu du-rum kıyamete kadar de-

vam eder. (Müslim, Tevbe, 32, H.No: 2760.) buyurmak-tadır. Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki Allah (c.c.), tövbeleri kabul eden ve kullarına çok mer-hametli olandır. (Tevbe, 104.) Yeter ki biz tövbe edelim ve O’na yönelelim.

İnsanların günah işlemekten uzak olmaları ge-nellikle mümkün olamayacağına göre her han-

Eğer insan günahlarla iç içe yaşamaya devam ederse zamanla günahını günah olarak görmez ve bunu normal bir durum olarak algılamaya başlar. İşte bu, günahın manevi dünyamızı kaplaması halidir.

Page 36: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 34

gi bir günah işlendiğin-de yapılması gereken; he-men tövbe ile bu günah-tan kurtulmaktır. Sevgili Peygamberimiz de; insa-noğlunun her birinin gü-nah işleyebileceğini ama günahkârların en iyisinin tövbekârlar olduğunu ifa-de etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet

50, 2501; İbn Mâce, Zühd 30, (4251.) Ayrıca Sevgili Peygamberimiz kendisinin de Yüce Allah’a gün-de en az yetmiş kere tövbe ve istiğfarda bu-lunduğunu belirtmiş (Buharî, Deavât 3, 8/83; Tirmizî,

Tefsir 48, 3259, 5/383.) ve bizlere de; “Ey insanlar, Allah’a tövbe edin!” (Müslim, Zikir ve Dua 12, Hadis no:

2702, 4/2075; İbn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3816, 2/1254.) “Kalbimin üzerini unutkanlık (sıkıntı-gaflet) kap-lar da bunun için günde yüz defa istiğfar ederim.”

(Ebû Dâvud, Salât - Istiğfar, Hadis no: 1515, 2/84.) buyur-muştur.

Tövbe nasıl olmalıdır

Tövbe kulun içinde bulunduğu kötü durumdan ve günahlardan uzaklaşıp Allah’a (c.c.) yönel-mesi anlamına geldiğine göre bu anlayışla bağ-daşmayan bir şekilde, sadece sözle; “işlediğim günahlara tövbe ettim” demesi ve arkasından

da yine aynı günahları tekrar tekrar işlemesi, gerçek anlam-da tövbe etmek değildir. Zira tövbe ettikten sonra günaha geri dönmek Allah’a verilen sözü tutmamaktır. Bu ise töv-beyi gerçek anlamda kavraya-mamaktır. Hem günaha piş-manlık duymamak, onu yap-ma isteği içinde bulunmak, hem de O’nun mağfiretini is-temek Allah’a karşı saygısızlık-tır. Nitekim bir ayet-i kerimede tövbenin ardından kişinin eski kötü alışkanlıklarından vazge-çip durumunu düzeltmesi vur-gulanarak şöyle buyrulmakta-dır: “Her kim de işlediği zul-münün arkasından tövbe edip durumunu düzeltirse kuşku-suz, Allah onun tövbesini ka-bul eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Maide, 39.)

Nitekim Yüce Allah, birçok ayet-i kerimede bizleri töv-beye davet etmekte ve bu-nun nasıl olması gerektiğini de şöyle açıklamaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a içtenlik-le tövbe edin. Belki Rabbiniz sizin günahlarınızı örter ve peygamberi ve onunla birlik-te iman edenleri utandırmaya-

cağı günde, Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların nurları önlerinden ve sağlarından aydınlatır, gider. “Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çün-kü senin her şeye hakkıyla gücün yeter” derler.” (Tahrim, 68.) Ayet-i kerimeden de anlaşıldığı üze-re Allah’a “nasuh” bir tövbe ile tövbe edilmelidir. Bu da; içten, samimi ve günahlara pişmanlık du-yarak, bir daha günahlara dönmemek üzere ya-pılan tövbedir.

Tövbe-i nasuh nedir diye sorulduğunda Peygamberimiz (s.a.s.), kulun yapmış olduğu günaha öyle pişmanlık duyması, Allah’a özrünü öyle arz etmesidir ki, sütün memeye tekrar dön-me ihtimali olmadığı gibi, kişinin o günaha tek-rar dönmemesidir diye cevap vermiştir. (Ahmed

b.Hanbel, Müsned, I, 446.)

İnsanların günah işlemekten uzak olmaları genellikle mümkün olamayacağına göre her hangi bir günah işlendiğinde yapılması gereken; hemen tövbe ile bu günahtan kurtulmaktır.

Page 37: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 35

Tövbenin nasıl olması gerektiği hususunda Hz. Ali (r.a.)’den gelen şöyle bir rivayet vardır: Bir gün bedevilerden biri Hz. Peygamber’in mescidi-ne girer ve “Estağfirullah ve etûbu ileyk: Allah’ım, beni bağışlamanı diliyor ve Sana tövbe ve istiğ-far ediyorum” der ve namazını kılar. Bunu gören ve duyan Hz. Ali, adam namazını bitirince ona: “Yalnızca dil ile çabuk çabuk geçiştiriliveren töv-be, yalancıların tövbesidir, senin tövben, tövbeye muhtaçtır.” der. Bunun üzerine o adam: “Ey mü-minlerin emiri, o halde tövbe nedir?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Ali, şu açıklamada bulunur: “Tövbe, şu altı şeyle mümkün olur:

1- Geçmişte işlenmiş olan günahlardan pişman olmak ve yerine getirilmemiş farzları iade (kaza) etmek,

2- Başkalarına haksızlık ve eziyet etmeyi bırak-mak,

3- Husumet ve düşmanlığı terk etmek,

4- Günah ve kabahatler içerisinde büyüyen nefsi, Allah’a itaat içerisinde küçültüp ona hiçliğini ka-bul ettirmek,

5- İtaatsizlik ve günah işlemenin sözde tadını çı-karan nefse, itaat edip günahlardan uzak durma-nın acılığını da tattırmak,

6- Gülüşlerinden her birine bedel olmak üze-re, ağlamak.” (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir, (Mefatihu’l

Gayb) Şûra Suresi, 25. ayetin tefsiri; el-Âlûsî, Ruhu’l-Meânî,

25/36; Tefsîru Kadı Beyzavî, 3/515.)

Tövbe etme konusunda acele edilmeli ve bir daha da günahlara dönülmemelidir. Nitekim ayet-i ke-rimede kabul olunacak tövbenin ne olduğu şöy-le açıklanmaktadır: “Allah katında (makbul) töv-be, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra çok geçmeden tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah hak-kıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, “İşte ben şimdi tövbe ettim” diyen kimseler ile kâfir ola-rak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa,17-18.)

Tövbede bir diğer önemli nokta da eğer işlenen günah kul hakkıyla ilgiliyse mutlaka hak sahibi ile helalleşmektir. Zira Yüce Allah, kul haklarının ödenmesini emretmektedir. Bu hususta Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Kimin ya-nında, kardeşinin (maldan, candan veya namus-tan yana) yenmiş bir hakkı varsa, ondan, ken-

di iyiliklerinden alınıp kardeşine verileceği gün gelmeden önce, daha şimdiden helallik alsın!” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Ahmed bin Hanbel, II/506.)

Kul hakkından ancak hak sahibine hakkını ver-mekle kurtulmak mümkündür. Örneğin; bir kim-seye el ve dil ile verilen zarara karşılık yalnızca Allah’a tövbe etmek yetmez. Kime zarar verdiy-se ona verdiği zararı karşılaması gerektiği gibi, helallik istemesi de gerekir.

Şayet kul hakkı, alışverişteki çeşitli hileler, aldat-ma, kusuru gizleme, işçinin ücretini vermeme, borcunu ve ödemesi gerekeni gerektiği gibi ye-rine getirmeme, hırsızlık ve gasp yolu ile baş-kasının malını zimmetine geçirme gibi şeyler-de ise, bunları servetinden ayırıp ödemesi şarttır. Bu ödemelere riayet etmezse zalimlerden olur. Ödenmeyen kul hakkının ahiretteki ödeme şek-li çok ağır olacaktır. O yüzden mümin, en küçük ayrıntıya kadar kendisini hesaba çekmeli ve şa-yet üzerinde başkalarının hakları varsa bunu bü-yük hesap gününden önce ödemelidir.

“Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.” (Bakara, 128.)

Page 38: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Din ve sosyal hayat

Uzaklardan bir

hidayet öyküsü

Mustafa Selim YılmazDış İlişkiler Genel Müdürlüğü

“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Malik b. Enes, Muvatta, Husnü’l-Huluk, 1.)

Rivayet edildiğine göre, bir gün İmam-ı Azam’ın dükkânına bir adam gelir. Elbiselerden bir ta-nesini seçer ve bunu bir fiyat vererek almak is-

tediğini söyler. İmam-ı Azam, adamın teklif ettiği fi-yata karşın elbisenin o fiyata verilemeyeceğini söy-ler. Adam, fiyatı az verdiğini düşünerek fiyatı yükseltir. İmam-ı Azam, o fiyata da olmayacağını söyler. Adam, fiyatı müteaddit defalar yükseltir ancak, yine aynı ce-vabı alır. Sonunda İmam-ı Azam, adamın teklif ettiği fi-yatların çok altında bir fiyat söyleyince adam çok şaşı-rır ve sorar: Niçin böyle düşük bir rakam söylüyorsu-nuz? İmam-ı Azam: Bu elbise ancak bu kadar eder. İşte, zamanlar ve mekânlar değişse de insanlığın her daim muhtaç olduğu bir erdem.

Böyle bir erdeme ve bu erdeme sahip insanlara daha çok gereksinim duyulan çağımızda bu ahlaki yansıma-ların izlerini takip etmek ve hiç ummadığınız bir za-manda buna şahitlik etmek her şeye rağmen mümkün. Ülkemizin çok uzaklardan, Fildişi Sahili adıyla mü-semma bir ülkeden yakın zamanlarda bir misafir var-dı. Adı, Coulibaly Gando veya kendi deyimiyle Mösyö Malik. Ona, ülkemizde bulunduğu sürece ve gidece-ği her yerde İsmail Bey ve ben refakat edecektik. Onu, Ulus’un bağrından Dışkapı istikametine açılan cadde-ye nazır bir otelden almaya gittik. Otele ulaşıp kendi-siyle mülaki olduğumuzda çok sevindi. Çünkü artık bi-zim misafirimiz olacaktı. Ülkemizi tanıyacak, birikimini görecek ve kendi ülkesini geleceğe taşımak için bun-dan faydalanacaktı.

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 36

Page 39: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 37

Otelden çıkış işlemlerini yaptırmaya başladı. Yanında Türk Lirası olmadığı için masrafları öde-mek üzere resepsiyonda döviz bozdurdu. Otel görevlisi hesapladı, masrafları tahsil etti ve üstü-nü Mösyö Malik’e verdi. Bu arada kendisi de he-sabını yapmıştı. Yanlış hesaplanmıştı ve itiraz etti. Herhangi bir insan onun parasının eksik verildi-ği veçhiyle itiraz etmiş olabileceğini düşünürdü. Ama tam aksine o, kendisine fazla para verildiği-ni söylüyordu. Böylece kıymetli bir elmas olan ah-laklı olma, diğer insanları kendisiymiş gibi değer-lendirme erdeminin yaşayan bir örneği daha teza-hür ediyordu.

Misafirimize eşlik ederken dostluk ve muhabbet ilerliyor ve derinleşiyordu. Derken Mösyö Malik’in sonradan İslam’ı seçtiğini öğrendik. Gerçi doğup büyüdüğü köyünde İslam’la tanışmıştı ama bu ta-nışması tam anlamıyla üniversite yıllarında hukuk eğitimi alırken daha derin ve etkili olmuştu.

Kendi köyünde geleneksel dinleri yaşayanlar ile Müslümanlar birlikte kardeşçe yaşıyorlardı. Ama İslam’ı diğer inançlardan ayırt eden ve temayüz et-tiren hasletleri o köyün Müslümanları arasında tam anlamıyla tezahür etmiyordu. Sadece yüzeysel ola-rak Müslümanlık sergileniyor ve İslam vicdanlarda tam anlamıyla kök salmamış birkaç ritüelden iba-ret olarak değerlendiriliyordu. Belki bu bilinçliydi belki de farkında olmadan böyle bir algı oluşmuş-tu zihinlerde ve kalplerde. Nitekim Mösyö Malik de İslam’ı köyde tanıdığı şekliyle kalsaydı belki “İslam’ın güzelliklerinden haberdar olamayacağım ve Müslüman olmakla şeref bulamayacağım” diye ifade etmişti.

Ancak, üniversite ortamına girmek onun hayatı-nı kökten değiştirecek açılımlara ve yeni doğacak bir şafağa gebeydi. Her kesimden arkadaşı ve dos-tu vardı. Farklılıklar bir arada eğitimin ışığından ay-dınlanmaya ve yeni ufuklara yelken açmaya çalışı-yordu. Bir arkadaş vardı ki Mösyö Malik’in gerçek dönüşümünün mümeyyiz mimarıydı. Müslüman olan bu arkadaşı gerek onunla gerek diğer insan-larla olan ilişkilerinde İslam ahlakının bütün yönle-rini en güzel şekilde, sanatkârane bir maharetle icra ediyordu. Gerçi Mösyö Malik’in birçok Müslüman arkadaşı vardı ama bu arkadaşı onlardan daha fark-lıydı. Çünkü Mösyö Malik varoluşunun anlam ara-yışında daima peşinden koşup da yakalayamadı-ğı özünü görmüştü onda: “özü ve sözü bir olmak.” Dostlukları ilerledi ve sevgileri perçinleşti. Söz bu ahlakın kaynağını öğrenmeye gelince kaynağın İslam olduğu ortaya çıktı. Zira demişti ki arkadaşı; “Eğer sen de İslam’la gerçek anlamda tanışır ve mü-

şerref olursan, sen de bu ahlakın meziyetlerinden sonsuz değerler elde edersin.” Mösyö Malik’in yü-reğinden bir ürperti, titretti bütün hücrelerini; ger-çekten mi? Düşüneceğim ve denemeye çalışaca-ğım” dedi.

Zaman ibret verici kalemiyle ilerliyordu ve bu ka-lem, Mösyö Malik için hakikatin katrelerini bir hat-tat gibi nazikâne bir tarzla çiziyordu. O Müslüman arkadaşıyla İslam üzerine olan sohbetleri daha yo-ğunlaştı. İnsanlığı çağlar boyunca aydınlatan ve ay-dınlatmaya devam eden, parıltılı medeniyetler ku-ran ve adaletin teessüsünde sayısız örnekler ortaya koyan İslam’ın muazzez kitabı Kur’an-ı Kerim’i, an-latılmaz bir coşkunlukla okumaya başladı. Sayfalar ilerledikçe ilahî güzelliklerin dalgaları onu her ge-çen saniye ferahlatıyordu. Bu kutlu yürüyüşe, bu yüce kitabı açıklamaya adanan kitaplarla devam etti ve Mösyö Malik, İslam’ın aydınlığında haki-kat yolunda ben de varım dedi. Üniversiteyi bitirdi ve hem Müslümanlara hem de diğer insanlara hiz-met vermek ve ayrıca, İslam’ın kazandırdığı ahla-kın aydınlığının, karakterinde yansıyan sorumlulu-ğunu icra etmek üzere devletin önemli bir kademe-sinde görev aldı. (Mösyö Malik (Coulibaly Gando) şu an, Fildişi Sahili Cumhuriyeti Hükümeti İçişleri Bakanlığı bünyesinde “Din özgürlüğü ve Laikliğin Teşviki Direktörlüğü” görevi yürütmektedir.) Şimdi de İslam’ın bayraktarlığını uzun yıllar yapmış, ada-letiyle dünyayı aydınlatmış ve köklü bir geçmişe sa-hip ülkemizin tecrübesinden faydalanmak ve ülke-sinde icra edilecek faaliyetlere bu tecrübenin mo-del olması için araştırma yapmak üzere Türkiye’ye gelmişti. Bu samimi niyet ülkemizde hüsn-ü kabul görmüş, kendileri en güzel şekilde misafir edilmiş ve büyük bir memnuniyet, geleceğe atılmış sağlam köprüler ve dostluklarla ülkemizden ayrılmıştır.

Sonuç itibarıyla Mösyö Malik, vicdanlara hitap eden İslam’ı seçerken Kur’an-ı Kerim’in ruhundan gelen iradeye saygı “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru-luk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O halde kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapa-sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işiten-dir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 256.) mucibince kim-senin zorlaması olmadan İslam’ı seçmiştir. Çünkü İslam’ın Hz. Muhammed’den beri Müslümanlara verdiği şahsiyet, onun zorlamayla değil içten gelen samimi teveccühlerle yayılmasının temeli ve yansı-masıdır. Adını barış ve esenlikten alan yegâne dinin ikame edeceği yapı ve inşa edeceği bireyler, bunun en büyük şahitleridir. Mösyö Malik, bu kutlu seçi-minde herhangi bir baskı görmediği gibi hâlâ gele-neksel dinî anlayışlarını sürdüren ebeveyninden de hiçbir dışlayıcı harekete maruz kalmamıştır.

Page 40: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 38

Aile

Yrd. Doç. Dr. Hayrullah YazarBozok Üniv. Tıp Fak. A. ve U. Hastanesi Başhekimi

Sınav stresi yaşayan çocuklarımızı bekleyen tehlike;

Şeker hastalığıDiyabet dediğimiz zaman

aklımıza gelen en yalın tarif, insulin hormonu

bozukluğu olmaktadır. Halkımız arasında ise şeker

yükselmesi olarak bilinen bu hastalıkta temel patoloji,

pankreas bezi tarafından salgılanan hormonun üretim

eksikliğinde veya yeterli üretimine rağmen hormonun

etkinliğindeki yetersizlik, şeklinde özetlenebilir.

Page 41: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 39

u makalemi bir akademisyen ola-rak değil, iki çocuğu sınav stresi yaşamış bir öğrenci velisi olarak yazıyorum. Amacımız, sınav stre-si ile artma eğilimine giren diya-bet hastalığı üzerinde durarak, ço-cuklarımızı kendi elimizle nasıl bir tehlikenin kucağına attığımızı an-latmak olacak. Buradan hareket-le, stressiz bir geleceği çocukları-mıza nasıl hazırlayabiliriz sorusu-nun cevabını, tüm öğrenci velile-rinin araştırmasını hedefliyoruz.

Diyabet dediğimiz zaman aklımı-za gelen en yalın tarif, insulin hormonu bozukluğu olmaktadır. Halkımız arasında ise şeker yük-selmesi olarak bilinen bu hasta-lıkta temel patoloji, pankreas bezi tarafından salgılanan hormonun üretim eksikliğinde veya yeterli üretimine rağmen hormonun et-kinliğindeki yetersizlik, şeklinde özetlenebilir.

Peki, diyabeti diğer hastalıklar-dan daha önemli kılan şey nedir. En başta tüm dünyada hızlı bir ar-tış göstermesi, son yayınlarda artış hızı % 10 olarak açıklanmıştır. (46.

Ulusal Diyabet Kongresi.) İkinci olarak ise, bu hastalığın vücudumuzda etkilemediği organ–sistem kalma-ması (başta böbrekler olmak üze-re, göz, sinir sistemi, vs.).

Önemine binaen, böbrekler üze-rindeki etkisine kısaca temas et-mek istiyorum; diyabetik nefro-pati dediğimiz bu durum hem tip I, hem de tip II diyabet için âdeta kaçınılmaz bir son olarak karşı-mıza çıkmaktadır. Yapılan araş-tırmalar, diyaliz hastalarında has-talığa yol açan etkenlerde diya-betin etkisinin, A.B.D’de % 45, Avrupa ülkelerinde Türkiye dahil % 30-35, oranında olduğunu gös-teriyor. (Nefroloji Registry, 2008.) Bu konu ile ilgili bizim yaptığımız 34 aylık hasta takibi içeren bir çalış-

mada ise bu rakam % 38.9 olarak tespit edildi. Görüldüğü gibi şe-ker hastalarından en az 1/3’ü, hat-ta daha fazlası son dönem böb-rek yetmezliğine (evre V) yaka-lanıyor. Tüm bu örnekleri şeker hastalığının öneminin, ciddiyeti-nin anlaşılması için verdik. Üstelik sinir sistemi, göz, dolaşım sistemi, sindirim sistemi, vs. konusuna hiç temas etmedik.

Eğer tehlikenin farkına varılmaz-sa, tüm toplumlar, diyabet kong-relerinde belirtildiği gibi, diyabet ve onun sonucu oluşan hastalık-lar, başta diyaliz hastası olmak (SDBY) gibi, sorunlar ile boğu-şuyor olacak. Tabii ki bu teh-likenin en önemli yönü, kişile-rin sağlıklı yaşam kalitesini dü-şürmesi, ancak; ekonominin in-san yaşamı için ne denli önem-li olduğunun daha iyi anlaşıldığı şu günlerde, getirdiği olağanüstü mali yükler de göz ardı edilemez. Araştırmalara göre, diyabetin se-bep olduğu onlarca problemden sadece birisi olan böbrek yetmez-liğinin ülkemiz ekonomisine hasta başı yıllık maliyeti 21.456 TL iken, bu rakam toplamda yıllık 836 mil-yon 784 bin TL’ye ulaşıyor (39 bin diyaliz hastası). Bu hastaların kar-şılaştıkları önemli sorunlardan bi-risi de, kan şekeri düzensizlikle-ri sonucu yaşadıkları davranış bo-zuklukları ve buna bağlı olarak ai-ledeki – toplumdaki, sosyal uyum problemleridir. Bir hekim olarak 15 yılı aşkın gözlemlerime daya-narak söyleyebilirim ki; bu sos-yal konu ayrıca üzerine eğilmemiz gereken ciddi bir sorundur.

Sınav stresinin belki de yoğun ya-şandığı şu günlerde, tüm fedakâr öğrenci velilerine, çocuklarımıza daha stressiz bir gelecek hazırlan-masında katkıda bulunmaları çağ-rısı ile makaleme son vermek is-tiyorum.

B

Bu hastaların karşılaştıkları önemli sorunlardan birisi, kan şekeri düzensizlikleri sonucu yaşadıkları davranış bozuklukları ve buna bağlı olarak ailedeki, toplumdaki, sosyal uyum problemleridir.

Page 42: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 40

Bir konu bir ayet

Günümüzde “kalp hastalığı” en fazla duyduğumuz ifadelerden biri. Bu iki sözcük, çağımızın en yaygın ve korkutucu hastalıklardan birine işaret eder. Hele şahsımızla ilgili olduğunda bizleri oldukça tedirgin eden ve asla duy-mak istemediğimiz ifadeler. Neden? Çünkü bu hastalığa yakalanmak demek, hayatımızın tehlikeye girmesi demektir. Bu anlamda kalp hastalığı çağdaş in-sanın korkulu rüyasıdır desek, her halde mübalağa etmiş olmayız.

Kur’an’ın da kalp hastalığından bahsetmiş olması dikkate değer bir husus-tur. Hem konu ilk sayfalarında geçer. (Bakara, 11.) Ancak bunun, bahsettiğimiz hastalıkla bir ilgisi yoktur. Ortak yönleri belki de, her ikisinin çağımızda iyice yaygınlık kazanmasıdır. Bir diğer müşterek özellikleri ise öldürücü olmaları-dır. Birincisi, insanın maddî varlığını ikincisi de manevi varlığını ortadan kal-dırmaya aday. Dilimizde “kalbi kararmak” deyimi kullanılır. Bu, ikinci anlam-dadır. Yani, insanın dinî inanç, duygu ve değerlerini kaybetmesi demektir.

Modern dünya görüşü akla, din ise kalbe vurgu yapar. Kalp ve akıl âdeta iki medeniyeti yani Batı ve İslam medeniyetini birbirinden ayran temel referans-lardır. Modern insan “akıl insanı”, dindar insan ise “kalp insanı”dır. Aslında manevî değerler sistemi, aklı göz ardı etmez; ancak aklın yerine kalbi önce-ler, bu ise kalpten kopuk bir aklî faaliyet değildir. Aksine Müslümanın haya-tında her şey kalple ilişkisi çerçevesinde anlam ve değerini kazanır.

Kalp, dinî hayatımızın, imani duyarlığımızın merkezi; dindarlığımızın bir nevi aynasıdır. İnsanın takvasını ve Allah katındaki derecesini kalp belirler. Kalp, Peygamber açısından vahyin beşiğidir. (Şu’ara, 194.) Dindar insan açısın-dan, imanın (Nahl, 106.), huzurun (Fetih, 4.), rahmet ve şefkatin (Hadid, 27.) yata-ğı; inkârcı açısından da şüphenin (Tevbe, 45.), korkunun (Enfâl, 12.), şirk ve ni-fak hastalıklarının (Tevbe, 49.) otağıdır. Kısaca kalp, dinî ve insani hayatın mer-kezidir.

Kur’an’ın nazarında kalp ya hastadır yahut da selimdir, sağlıklıdır. Yani şirk ve diğer günahlardan korunmuştur. Ancak insanın günahlara karşı eğilimli olduğu da bir gerçektir. İşte bundan dolayı mümin insan, daima şöyle yalva-rır ve yakarır: “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizin inkâra düşmesine izin verme! Bize rahmet ve merhametini lütfet! Çünkü sen sınırsız lütuf sahibisin.” (Âl-i İmrân, 8.)

Ebedi kurtuluşa erenler, sadece ve sadece günahlardan arınmış bir kalp-le Allah’a varanlardır: “O gün insanoğluna ne malının mülkünün ne de ço-luk çocuğunun bir faydası olacaktır. O gün ancak Allah’ın huzuruna (şirkten ve diğer günahlardan) arınmış bir kalple gelenler kurtulacaktır. (Şu’ara, 88-89.)

Doç. Dr. İbrahim Hilmi KarslıDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

KALPLERİ TAŞLAŞANLAR

“Sonra bunun ardından kalpleriniz

yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı

oldu. Çünkü taş vardır ki içinden

ırmaklar fışkırır, taş vardır ki yarılır da içinden sular akar. Yine taş da vardır

ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) düşer.” (Bakara, 74.)

Page 43: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 41

Bunun için kalp, İslami hayatın mer-kezi ve mümin insanın gözü gibi üze-rinde titrediği manevi yönüdür.

Kalpler, Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d, 28.) Çünkü O, daha üst ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh yüceler yücesidir. Allah demek, duygu, korku ve ümidin son durağına varmak demektir. Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine yönelirse yönelsin, hangi isteğe ula-şırsa ulaşsın; daha iyisi, daha üstünü ve ötesi bulunduğundan hiçbirinde karar kılmaz. Bunlarla ruhunun öz-lemini gideremez ve heyecanını do-yum noktasına ulaştıramaz. İşte mü-min insan, bu sebeple sadece Allah’a yönelmekle mutlu olur, inkârcı insan da ıstıraptan kurtulup gönül huzuruna eremez. (M.

Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Rad, 13/28.)

Kalbe arız olan ufak tefek illetlerin tedavisi müm-kündür. Ancak kalp bir mühürlenmeye, damga-lanmaya dursun; artık mührün ondan sökülme-si, damganın ondan silinmesi mümkün değildir. (Bakara, 7, 10.) Kalbin mühürlenmesi, gerçeğe karşı körelmesi, hakikati görebilme yetisini kaybetmesi demektir. İnsan bu duruma nefsani arzu ve heves-lere kendini tamamen kaptırmak suretiyle düşer. Böyle insanlar, servet, şöhret, şehvetten ya biri-nin ya da birkaçının tuzağına kapılmış kimselerdir. Bütün arzuları, kısa vadeli görünen görünmeyen haz ve zevklerini tatmin etmektir. Onlar, ilahî haki-katler karşısında laubalidir. Bu sebeple yaratılış ve canlılardaki incelik ve esrarı görüp anlayamazlar. Çünkü gaflet, şehvet, isyan ve bencillik gözlerini köreltmiştir. Nitekim ayette buna şu şekilde temas edilmiştir: “Hayır! Bilakis onların işledikleri günah-lar kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin, 14.)

Eski ümmetleri tükenişe sürükleyen kalplerinin katılaşmasıdır. Zamanın ilerlemesi ile manevî he-yecan ve coşkularını kaybettiler. Vahyin dirilti-ci ilhamlarını alamaz oldular. Kur’an onlardaki bu duyarsızlığı bizlere ders olsun diye şu etkile-yici temsille anlatır: “Sonra bunun ardından kalp-leriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha katı oldu. Çünkü taş vardır ki içinden ırmaklar fışkırır. Taş vardır ki yarılır da içinden sular akar. Yine taş da vardır ki Allah korkusuyla (yerinden kopup) dü-şer.” (Bakara, 74.)

Yine Hadid suresi 16’da bu muhte-mel tehlike karşısında dikkatlerimiz çekilir: “İman edenlerin Allah’ı anma ve O’nun tarafından gönderilen ilahî hakikatler sebebiyle kalplerinin ür-permesi zamanı henüz gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap ve-rilenler gibi olmasınlar. Onların üze-rinden uzun zaman geçti de kalple-ri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Ayetin nerede nazil olduğuna dair farklı görüşler vardır. Sonuç itibarıy-la burada bir uyarı söz konusudur. Bunun ilk dönemlere ve ashaptan ba-zılarına yönelik olduğu anlaşılmakta-dır. Ancak belirtmek gerekir ki, böy-le bir uyarı onlara karşı yapılabiliyor-

sa, bu uyarının bizim açımızdan çok daha anlam-lı ve gerekli olduğunda kuşku yoktur. Zira bugün müminler olarak bizler, ne yazık ki böyle bir kalp katılığını yaşıyoruz. Kur’an’ın nazil olmasından günümüze asırların geçmesi, duygularımızın gev-şemesi, heyecanlarımızın pörsümesine sebep ol-muştur. İlahî rızayı kazanma arzusu eski kuvveti-ni kaybetmiş, çünkü kalpler katılaşmış, ürperti ve coşkusunu yitirmiştir.

Ancak unutmamak gerekir ki, zamanın geçmesi ve manevi coşkunun zayıflaması, onun tekrar elde edilemeyeceği anlamına gelmez. Ümitsizliğe ka-pılmayı gerektirecek bir durum yoktur. Bu açıdan Allah’a bağlanma ve kavuşma arzusu, bazı dönem-lerde körelse de sona ermesi düşünülemez. Çünkü O’nun rızasını kazanma arzusunun yerini başka hiçbir şey dolduramaz. O, bütün neşe ve mutlu-lukların, ebedî saadet ve güzelliklerin gayesidir. Peygamberlerin izini takip eden rabbaniler, hep bu neşe ve iştiyakla ilahî rıza yolunda yürümüşler-dir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Hadîd, 16.)

Devamında gelen ayet, bu konuda ilahî desteğin her zaman müminlerin yanında olduğuna işaret eder. Bu bağlamda “Biliniz ki Allah Teala yeri ölü-münden sonra diriltir” ifadeleri gelir. Yani ölüm-den sonra yeri dirilten Allah, manevi ölümden sonra bizleri tekrar diriltmeye, kalplerimizi yeni bir dikkat ve hayat neşesi ile kendine getirmeye kadir-dir. Yeter ki bu konuda bizler, gerekli şartları yeri-ne getirelim; ihmalkâr davranmayıp samimi olarak gayretlerimizi sürdürelim.

Kalp, dinî hayatımızın, imani

duyarlığımızın merkezi;

dindarlığımızın bir nevi aynasıdır. İnsanın takvasını ve Allah katındaki derecesini kalp belirler. Kalp,

Peygamber açısından vahyin beşiğidir.

Page 44: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 42

Prof. Dr. İ. Hakkı ÜnalDin İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Bu hadis, Hz. Aişe’nin, hayatında karşılaştığı en talihsiz olaylardan biri olan “ifk hadisesi” ve akabinde geçirdiği sıkıntılı günleri detayıyla anlatan uzun bir rivayetin parçasıdır. İfk hadisesi, hicretin 6. yılında, Hz. Peygamber’in, Müstalikoğullarına karşı düzenlediği seferin dönüşünde meydana gelen bir olay dolayısıyla patlak vermiştir. Allah Rasulü (s.a.s.) ile birlikte bu sefere katılan Hz. Aişe, dönüş yolculuğunda, ordunun konakladığı bir yerde, tam hareket edilmek üzereyken, devesi üzerinde taşınan ve hevdec adı verilen kapalı, yuvarlak ve üstü kubbeli kafesinden def-i hacet için çıkmış ve bu ara-da gerdanlığını kaybetmişti. Gece karanlığında gerdanlığını ararken biraz oyalanmış ve bu arada ordu hareket etmişti. Hz. Aişe’nin dışarı çıktığını gör-meyen taşıyıcılar, genç ve zayıf olan Hz. Aişe’yi içinde zannederek hevdeci-ni deveye yükleyip yola koyuldular. Geri döndüğünde ordunun uzaklaştığı-nı gören Hz. Aişe, kendisini almaya gelirler umuduyla olduğu yerde bekler-ken uykuya daldı. Bu esnada ordunun artçılarından olan Safvan b. Muattal ismindeki sahabi, Hz. Aişe’yi görüp uyandırdı ve devesine bindirerek ordu-ya yetiştirdi. Hz. Aişe ile Safvan’ın yalnız geldiklerini gören münafıkların re-isi Abdullah b. Übey, onlar hakkında iftiraya başladı. Buna alet olan birkaç kişinin katılımıyla iftira ve dedikodu yayılmaya başladı. Olayın gerçek ma-hiyetinden haberdar olmayan sevgili Peygamberimiz ailesiyle ilgili dediko-dulardan son derece rahatsız oldu. Kendisine yapılan iftirayı duyan Hz. Aişe de Hz. Peygamber’in izniyle babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağladı. Bu olaydan bir ay sonra Hz. Aişe’nin suçsuz olduğunu bildiren ayet-ler geldi. Bu ayetlerde, yapılan dedikoduların tamamen asılsız ve iftira oldu-ğu bildirildi. Hz. Aişe’nin namuslu olduğu haber verildi. Müminlerin bu ola-yı işittiklerinde iftira olarak değerlendirmeleri gerektiği hatırlatıldı ve bu şe-kilde hareket etmeyenlerin tavrı kınandı. Allah’ın, müminleri, bir daha buna benzer bir durumu tekrarlamaktan sakındırıp uyardığı açıklandı. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzu eden kimselerin çetin bir azaba uğrayacağı bildirildi. (Nur, 11-21.) Allah Rasulü, masum olduğunu bildiren

BİR İFTİRA ÜÇ GERÇEK

Hz. Aişe’ye atılan iftira (ifk) olayında Allah Rasulü (s.a.s.) ona şöyle hitap etmiştir: “Ey Âişe! Senin hakkında bana şöyle şöyle şeyler ulaştı. Eğer bunlardan beri isen Allah seni tebrie edecek (temize çıkartacak) tir. Eğer bir günaha bulaştıysan Allah’tan af dile ve O’na tev-be et. Çünkü kul itirafta bulunur ve tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.” (Buhârî,

Megazî, 34.)

Bir hadis bir yorum

Peygamberimiz, dedikoduların

alıp yürüdüğü bir ortamda, gerekli soruşturmaları yapmış ve en

önemlisi, olayın netlik kazanmadığı dönemde bile eşine

kötü muamelede bulunmamıştır.

Page 45: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 43

ayetlerin nazil olduğunu büyük bir sevinçle Hz. Aişe’ye müjdeledi. Ancak, yapılan dedikoduların etkisinde kaldığını düşündüğü ve bu yüzden kır-gın olduğu anlaşılan Hz. Aişe’nin Allah Rasulü’ne verdiği cevap oldukça manidardı: “Aziz ve Celil olan Allah’a hamd ediyorum sana değil.” (Ahmed

b. Hanbel, Müsned, 6/30.) Hz. Peygamber halka bir açıklama yaparak durumu bildirdi ve olayla il-gili nazil olan ayetleri okudu. İftiraya karışanla-ra kazf cezası (Bk. Nûr, 4.) uygulanmasını emretti.

İfk olayını anlatan uzunca rivayetin orijinalin-de yer alan “elmemti” kelimesi, aslında, Allah Rasulü’nün, Hz. Aişe’nin böyle bir şey yapabi-leceğine fazla ihtimal vermediğini göstermekte-dir. Arapçada “elemme” fiili bir şeye yaklaşma-yı ifade eder. “Ellememu” ise, “bir günahı işle-meden ona yaklaşma” olarak tanımlanmış ve küçük günahları ifade için de bu kelime kul-lanılmıştır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 4/556.) Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki kullanımı da böyledir. (Necm,

32.) Allah’ın bildirmediği ve kendisinin de başka yollardan haberdar olmadığı bir olay hakkında Allah Rasulü’nün tereddüt içinde kalması gayet doğaldır. Gaybı bilmediğine ve insanların kalp-lerinden geçeni de okuyamayacağına göre, ya-pılan dedikodulardan etkilenmesi kaçınılmazdır. Buna rağmen ailesine ve Safvan b. Muattal’a gü-vendiğini, onun hiçbir zaman evine yalnız başı-na girmediğini belirtmiş, Hz. Aişe’nin hizmetçisi Berîre’den ve eşi Zeynep’ten de Hz. Aişe ile ilgi-li bir şüpheleri olup olmadığını sorarak onların tezkiyelerini almıştır. (Buhârî, Megâzî, 34.) İşte bu noktada Hz. Peygamber, sevgili eşine, bu güna-hı işlediğine açıkça delalet eden bir kelime yeri-ne, ona yaklaştığı ya da bulaştığı ihtimalini ifa-de eden bir kelime seçerek nasihatte bulunmuş ve bir kusur işlediyse Allah’tan af dilemesini is-temiştir.

Bu hadisten çıkarabileceğimiz ilk önemli sonuç, kulun hata ve günahtan masun (korunmuş) ol-madığı, günahların kefaretinin de ancak yapı-lan iyilikler ve Allah’tan samimi bir kalple af di-lemek olduğu hususudur. Görüldüğü üzere sev-gili Peygamberimiz, dedikoduların alıp yürüdü-ğü bir ortamda, gerekli soruşturmaları yapmış ve en önemlisi, olayın netlik kazanmadığı dö-nemde bile eşine kötü muamelede bulunmamış-tır. Çünkü erkek olsun kadın olsun herkes kendi yaptığından sorumludur. (Tur, 21.) Kimse kimse-nin günahını çekmeyeceği gibi (Fâtır,18.) bilfiil ce-

zalandırmada da bulunamaz. Hz. Peygamber’in bu olaydaki tutumuyla, basit bir şüphe ya da söylenti karşısında, karısını, kızını, şüphelendi-ği diğer insanları gözünü kırpmadan öldürebi-len ve bunu da namus adına yaptığını söyleyen günümüz Müslümanlarının tutumu arasında bir karşılaştırma yapmak anlamlı olacaktır.

Hadisten çıkartılabilecek ikinci sonuç, insanlar hakkında su-i zanda bulunmamak ve ispat edile-memiş olaylardan dolayı kimseyi suçlamamaktır. Bilindiği gibi, kişilerin, özellikle hanımların dış görünüşüne, kılık kıyafetine ve bazı davranışla-rına bakarak olumsuz yargılarda bulunmak özel-likle erkeklerin çok yaptıkları bir iştir. Ağzımız açılınca, sadece hedefteki kişi değil, yedi sülale-si de bizim kafamızdaki kötü insan nitelemesin-den nasibini almaktadır. Hâlbuki Cenab-ı Hak, iffetli kadınlara zina isnadında bulunup da dört şahit getiremeyenlere 80 sopa vurulmasını ve şa-hitliklerinin ebediyen kabul edilmemesini em-retmiştir. (Nur, 4.) Ayette, erkeklere değil de, özel-likle kadınlara yapılan iftiradan bahsedilmesi; bu işin daha çok erkekler tarafından kadınlara yö-nelik işlenmesi ve bundan da en çok kadınla-rın etkilenmiş olmasından dolayıdır. Nitekim Hz. Aişe’nin kendisine yönelik iftiradan dolayı ne ka-dar büyük acı çektiği, kaynak olarak verdiğimiz hadis kitabındaki uzun rivayet okununca görüle-cektir. Onun çektiği bu sıkıntı ve üzüntüyü belli ölçüde Allah Rasulü de paylaşmış ve Hz. Aişe’nin masumiyeti anlaşılınca ona iftirada bulunanları Allah’ın emri gereğince derhal cezalandırmıştır. Bu, İslam Dininin, insan onuruna ne kadar bü-yük bir değer verdiğinin çok somut bir örneğidir.

Hadisten elde edilebilecek üçüncü sonuç ta şu-dur: Hz. Aişe bu sıkıntılı günlerinde bir ay boyun-ca babasının evinde kalmış ve anne-babasından çok yakın destek ve teselli görmüştür. Bu tür if-tira ve isnatlara maruz kalan günümüz kadınları-nın birçoğunun en başta ailelerinden gördükleri şiddet ve dışlama düşünülürse Hz. Aişe’nin ebe-veyninin takındığı tavır örnek alınacak bir tavır-dır. Çünkü dinimiz, bir sıkıntıya maruz kalan din kardeşinin yardımına diğerlerinin koşmasını em-retmekte, bir yanlışa düşene, diğerlerinin, “iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma” görevini yeri-ne getirmesini istemektedir. Bu görevleri önce-likli ve en etkili şekilde yapabilecek olanların da kişinin ailesi olduğunda şüphe yoktur.

Page 46: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 44

Dr. Mehmet BulutDİB / Uzman [email protected]

Dünden bugüne diyanet işleri başkanlığı

Eyüp Sabri Hayırlıoğlu (1884-1960)

Türkiye Cumhuriyeti’nin dördüncü Diyanet İşleri Başkanı (Görev yılları: 12.04.1951-10.06.1960).

Konya’da doğdu. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Değişik âlimlerden ders görerek icazet aldı. Konya Darülfünunu’nun Hukuk Şubesini bitirdi. Bir süre İstanbul Darülfünunu’nda müderris muavinli-ği yaptıktan sonra bu görevinden isti-fa ederek memleketine döndü. Çeşitli görevlerde bulundu, avukatlık yap-tı. İkinci Dönem (1923-1927) Konya mebusu seçildi. Daha sonra mebus-luktan çekilerek Konya’ya döndü, tekrar avukatlığa başladı; ayrıca tica-retle de uğraştı. A. Hamdi Akseki’nin vefatı üzerine 1951’de Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi. Dokuz yıl ka-dar bu görevi sürdürdü. Rahatsızlığı gerekçe gösterilerek Bakanlar Kurulu kararıyla emekliye sevk edildi (10

Haziran 1960). Daha önceki üç reis, ve-fatlarına kadar görevde kalmıştı. Emekliye ayrılışından dört ay sonra, 8 Ekim 1960’da vefat etti. Cebeci Asrî Mezarlığına defne-dildi.

Başkanlığa getirilişi

Ahmet Hamdi Akseki’nin vefatıyla boşa-lan Diyanet İşleri Başkanlığı için yeni atama yapma sü-recinde bazı sıkıntıların yaşandığı anlaşılıyor. Nitekim 22 Şubat 1951 tarihli Vakit gazetesinde yer alan bir ha-berde, yeni Diyanet İşleri Başkanının müfettişlerin iş-tirakiyle yapılacak bir seçimle belirleneceğine ilişkin haberlerin teyit edilmediği, kimin başkan olacağına Bakanlar Kurulunca karar verileceği ifade edilmekteydi.

Eyüp Sabri Hayırlıoğlu; makam ve maaş düşkünü ol-madığını, bu makama getirilmesinde kendisinin hiç-bir talep ve arzusunun bulunmadığını, çok eski dostu Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ısrarı üzerine bu görevi kabul ettiğini, yoksa kendisinin, Konya’da öteden beri ticaretle meşgul olduğunu ve iyi bir kazacının bulundu-ğunu, bilhassa selefi Ahmed Hamdi Akseki gibi ilmî ih-tisasının da olmadığını, dolayısıyla kendisine tevcih edi-len bu görevi kabul etmek istemediğini ifade etmişti. Bu realiteden hareketle, başkanlık görevi sırasında eğer

Dönemleri ve öne çıkan hizmetleriyleDiyanet İşleri Başkanları-II

Müslümanlıkta ibadet dili Kur’an dilidir. Ve bu, bütün Müslümanlar arasında müşterek bir dildir. İbadet Kur’an diliyle yapılır

Page 47: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 45

vicdanı hilâfına, İslam esaslarına aykırı bir teklif karşısında kalır-sa derhal bu ağır gö-revden istifa edeceği-ni tam bir kararlılık ve açık yüreklilikle defa-larca söylemişti.

Dönemin özellikleri

Hayırlıoğlu, Reislikte uzun süre kalan baş-kanlardan biridir. 1951 yılında başla-yan görevi 27 Mayıs İhtilali günlerine kadar sürdü.

Hayırlıoğlu’nun başkanlık yaptığı yıl-lar, Türk siyasi tarihinde “Demokrat Parti iktidarı yılları” olarak anılan 1950’li yıllardır. Merhum Başbakan Adnan Menderes’in 1952’de İzmir’de yaptığı konuşmada, “Türk milleti Müslümandır, Müslüman kalacaktır ve Müslümanlığın icaplarını da ye-rine getirecektir” demiş olması hal-kı son derece heyecanlandırmış, dinî hayata müdahalelerin son bulacağı-na ilişkin müspet bir kanaat oluştur-muştu. Dinî müesseselerin; İmam-Hatip okullarının, Kur’an kurslarının ardı ardına açılması, ülke genelin-de hızlı bir cami inşasına başlanma-sı (1950’den 1957’ye kadar olan yedi yılda 15 bin cami inşa edilmişti), hac-ca gitmek isteyenler için sağlanan kolaylıklar (1951 ve sonraki birkaç yıl, en çok hacı adayı gönderen ülke Türkiye olmuştu), dini hayatta görü-len canlanmaya örnek olarak gösteri-lebilir. Bir ayrıntı olarak şunu da ila-ve edebiliriz: Mesela 22 Kasım 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile ma-bed dışında “ruhanî elbise” giyilme-sine izin verildi; böylece Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, mabed dışında da sa-rık ve cübbe giyebilen ilk Diyanet İşleri Başkanı oldu. Nisan 1952’de Başbakan Adnan Menderes’e gönde-

rilen beş yüz imzalı bir dilekçeden, din görevlilerinin, cenazeleri sarık ve cüb-beleriyle takip etmelerine artık engel olunmadığını ve bunun, Başbakanın talimatı sonucu gerçekleştiğini öğre-niyoruz.

Başkanlıktaki gelişmeler

Hayırlıoğlu hocamızın reislik yıllarında Başkanlıktaki gelişmeleri şöyle özetle-yebiliriz:

Başkanlığın ilk hizmet içi eğitim kursu onun döneminde, 14 Nisan 1951’de Ankara’da açıldı. Bu dönemde Başkanlıkça dinî yayın faaliyetlerinde

kullanılmak üzere 2 Temmuz 1951’de 5806 sayılı “Dini Yayınlar Döner Sermayesi Hakkında Kanun” kabul edil-di; 250 bin liralık bir ödenek kondu.

1952 yılında müftülüklere gönderilen bir tamimle, hay-rat hademesinin “zaman ve mekân itibariyle birleşme-si mümkün olmayan iki ve daha ziyade vazifede kulla-nılmaması” istenmişti. Başka görevler de üstlenerek bil-hassa cami hizmetlerinin aksamasına fırsat verilmemesi amacına matuf olduğunu düşündüğümüz bu genelge, dinî hizmetlerin ifasında eleman ihtiyacının had safha-da olması nedeniyle bazı hizmetlerin aksamasına sebep olacağı mülahazasıyla eleştirilmiştir.

Yeni açılan İmam-Hatip okullarının müfredat program-larını hazırlamak üzere 1952’de Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet temsilcilerinden oluşan bir komisyon oluş-turulmuştu. Buna göre Başkanlık meslek derslerinin, Bakanlık da genel derslerin müfredatını hazırlamakla yetkili kılınmıştı. Müzakereler sırasında Bakanlık yetki-lileri, bilhassa Kur’an öğretiminde Kur’an’ın Latin harf-leriyle yazılıp öğretilmesinde ısrar etmişlerdi; ancak Diyanet İşleri Başkanı ve Müşavere Heyetince bu ta-lep uygun bulunmamış, bunun, Kur’an’ın tahrifine se-bep olacağı ileri sürülmüştü. Bu tartışma basına da ak-setmiştir.

Mart 1953’te Ankara radyosunda ilk kez “Din ve Ahlak Saati” adıyla bir program yayına koyuldu. Eyüp Sabri Hoca da radyo konuşmaları yapan kişiler arasında yer aldı. Bu konuşmalar kitaplaştırılarak 1954-1955 yılların-da Başkanlıkça yayınlandı.

“Reislik Mecmuası Ramazan Özel Nüshası” adıyla Başkanlığın ilk süreli yayını 1956 yılında yayımlandı.

Başkanlığın ilk hizmet içi eğitim kursu onun döneminde, 14 Nisan 1951’de Ankara’da açıldı. Bu dönemde Başkanlıkça dinî yayın faaliyetlerinde kullanılmak üzere 2 Temmuz 1951’de 5806 sayılı “Dini Yayınlar Döner Sermayesi Hakkında Kanun” kabul edildi; 250 bin liralık bir ödenek kondu.

Page 48: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 46

Tek sayısı çıkan bu dergiye devam edilemedi; ancak 1960 ve 1961 yılla-rında bu kez “Diyanet Dergisi” adıy-la ve zengin bir içerikle yıllıklar ya-yımlandı.

Eyüp Sabri Hayırlıoğlu döneminde 120 civarında eser basıldı. Bu yıllarda yayımlanan bir dizi el kitabı (29 adet) dikkat çekmektedir. Başkanın 1953’te bir dergiye gönderdiği açıklamadan, merhum Hasan Basri Çantay’ın, ha-zırladığı Kur’an mealini yayımlanmak üzere Başkanlığa verdiğini, ancak müellifin, eserin Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulu’ndaki tetki-kinin uzun süreceğini öğrenenince, kendi namına yayınlamak üzere onu geri aldığını öğreniyoruz.

Başkan Hayırlıoğlu ve basın

Yukarıda belirttiğimiz gibi Sabri Hayırlıoğlu hocamız, başkanlığı bo-yunca basının âdeta boy hedefi ol-muş, kendisi de basınla kıyasıya mü-cadele etmekten geri durmamıştır. Şahsı ve Diyanet hizmetleriyle ilgi-li yayınlara duyarsız kalmamış, ba-sın toplantıları düzenleyerek ya da gazetelere açıklamalar göndererek şahsını ve kurumunu savunmuştur. Hayırlıoğlu, mesnetsiz yayınlar için gerektiğinde dava da açmıştı; gazete-lere gönderdiği cevap ve açıklamala-rında bazen sert bir üslup da kullan-mıştır. Bu konuya iki örnek vermekle yetineceğiz. Birincisi, Kur’an’ın Latin harfleriyle yazılması ve tercüme ile namaz konusunda yapılan tartışma-lardır.

Batı Trakya’da Türkler tarafından ya-yınlanan Sebat adlı derginin yazılı so-rusu üzerine E. S. Hayırlıoğlu imza-sıyla gönderilen 1 Haziran 1958 ta-rihli cevabî yazıda, Kur’an’ın Latin harfleriyle doğru yazılıp okunama-yacağı, gerekçeleriyle bildirilmişti. Konu Türk basınına da aksedince Başkan, gazetelerin aylarca süren hü-

cumuna maruz kalmıştı. Örneğin 9 Ekim 1958 tarih-li Cumhuriyet gazetesinin bu konu ile ilgili haberinde “Sayın Hayırlıoğlu’nun T.C. Diyanet İşleri Reisliğinde hâlâ tutulması Atatürk inkılaplarına aykırıdır” deniyor-du. Başkan, bu konuyla ilgili 13 Ekim 1958 günü düzen-lediği basın toplantısını, sürekli sözlü sataşmalar nede-niyle yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Ancak o, cid-di ve kararlı bir duruş sergileyerek görüşlerinden taviz vermedi; kendisini istifaya bile davet eden basına ku-lak asmadı.

Hayırlıoğlu’nun değişik vesilelerle Kur’an tercümesiy-le namazın caiz olmayacağını söylemesi de yine basının şiddetli ve acımasız tarizlerine neden olmuştu. Başkan, Ekim 1959’da düzenlediği basın toplantısında bu konu-lara ilişkin geniş açıklamalarda bulundu. Konuşmasında şu cümleler de yer almıştı: “Müslümanlıkta ibadet dili Kur’an dilidir. Ve bu, bütün Müslümanlar arasında müş-terek bir dildir. İbadet Kur’an diliyle yapılır (…).

İkinci örneğimiz Patriğin, Başkanlığı ziyaretine ilişkin haberlerdir.

Fener Rum Patriği Athenagoras, Ramazan dolayı-sıyla Mayıs 1952’de Ankara’yı ziyaret eder. Çankaya Köşkünde Cumhurbaşkanı tarafından ağırlanır. Kabule, Diyanet İşleri Başkanı Hayırlıoğlu ve Müşavere Heyetinden Hasan Fehmi Başoğlu da katılır. Çankaya Köşkündeki buluşma sırasında Patrikle Başkanın kol kola çekilmiş resimleriyle birlikte kucaklaştıklarına, bir-birlerini yanaklarından öptüklerine ilişkin haberler ba-sında yer alır. Gazetelerde yer alan ifadelerle aktarırsak, Patrik, “uzun sakallarını Diyanet Reisinin kısa sakalları-na üç defa sağ ve soldan temas ettirir.” Ayrıca program-da olmamasına rağmen Patrik, Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nu da makamında ziyaret eder. Ziyarette hal hatır faslından sonra Patrik, ilk ziyaretin-de Başkanlığın küçük bir apartman dairesinde hizmet ettiğini, Başkanın da dar bir makam odası olduğunu ve bu durumdan üzüntü duyduğunu; şimdi ise Başkanlığa büyük bir binanın tahsis edilmiş olduğunu görmekten memnun olduğunu belirtir. Bu arada Başkan, Patrik ve beraberindeki metropolitlere şeker ikram eder; ancak Patrik nazik bir şekilde bu ikramı geri çevirir. Tercüman aracılığıyla aralarında şu mealde bir diyalog geçer (Hayırlıoğlu’nun açık sözlülüğünü ortaya koyması açı-sından önemlidir):

Patrik: “Oruçlusunuz; karşınızda yemek, edebe ters dü-şer.”

Page 49: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 47

Başkan: “Ama dün Çankaya’daki ikra-mı kabul etmiştiniz? (Köşkteki davette oruçlu oldukları için Reis ve Müşavere he-yeti üyesi yemek ye-memişler, İlahiyat Fakültesi yetkilile-ri de dâhil diğer da-vetliler ise yemek ye-mişlerdi.)

Patrik: “el-Emru fevka’ledeb, ez-zarûrâtu tübîhu’l-mahzurat.”

Reis (tebessüm ederek): “Lâtifeye mü-tehammil midirler? (Patriğin gülümse-mesi üzerine) Lâ tâate li-mahlukin fi ma’sıyyeti’l-Hâlık.”

Patrik, henüz yeni açılmış olan Ankara İmam-Hatip Okulunu ısrarla görmek istemesi üzerine Hayırlıoğlu, Başkanlık binasının zemininde açıl-mış olan derslikleri misafirine göster-mek zorunda kalır. Sonrasını bir der-gi haberinden özetleyelim:

Sebilürreşad dergisinin Mayıs 1952 ta-rihli nüshasında, Ankara gazetelerin-de konuya ilişkin haberleri içeren bir mektuba yer verilmişti. Mektupta bu konu, dramatize edilerek işlenmişti; örneğin şu cümleler: “Patrik, İmam-Hatip mektebini görmek üzere mer-divenlerden iniyordu. Diyanet Reisi, Müşavere Heyeti âzaları, Muavin ve diğer erkân, hepsi odalarına kapan-mışlardı. Diyanet Reisi, ‘eyvah’, di-yordu, ‘maskara olacağız...’ Ancak ikinci, üçüncü derecedeki memur-lar, Patrik cenaplarını ve maiyetinde-ki metropolitler heyetini bodrum kata indirdiler. Aman yarabbi, o ne facia idi! Patrik ve maiyeti hayret ve dehşet içinde kaldılar. Bodrum kat… Yerler çamurlu… Geceleri Reisin otomobili-ne garaj vazifesini görüyor, gündüz-leri İmam-Hatip mektebi… Duvarları delik deşik, her tarafından sefalet akı-yor. Sıralar kırık dökük… Rutubet

ve yemek kokusu her tafra sinmiş… Çocukların üzeri lime lime… Yarım pabuçlar… Yırtık ve yağlı kasketler… Yamalı poturlar. Mektep müdürü yerle-rin dibine geçiyor, nefesi tutulmuş, ne diyeceğini bilemiyor (…). Diyanet Reisi Eyüp Sabri Efendi hazretleri eli alnında mehbut ve medhuş bir halde idi.”

Başkan Hayırlıoğlu, bu haberlerin dinî hassasiyetli bir dergide bu şekilde yer verilmesine tepki gösterdi. Dergiye bir yazı göndererek, 1952’de Ankara İmam-

Hatip Okulunun tedrisata başlayabilmesi için Başkanlık binasında ayrılan yerin garaj olarak gösterilmesinin yan-lış olduğunu, buranın kütüphane ve levazım odası ol-duğunu belirtti. Başkan şöyle söylüyordu: “Acaba baş-ka din saliklerinin, dinî bir dergide en yüksek dinî ma-kam sahipleri hakkında böyle müstehzi ve lâubali neş-riyatta bulundukları görülmüş müdür ve dinî terbiyele-ri buna müsait midir?”

Başkanın açıklamasına aynen yer veren dergi, aslında durumun yazılanlardan daha da vahim olduğunu ile-ri sürerek yeni örneklere yer verdi. Özetle şöyle diyor-du: Yeni açılan İmam-Hatip okulu için tahsis edilen ye-rin o vaziyette bulunuşunda Diyanet İşleri Başkanının herhangi bir sorumluluğu yoktur; bilakis yer tahsis ede-rek o yıl okulun açılışına imkân sağlaması şayanı takdir-dir. Ancak tavsif edilen gerçeği tevile de imkân yoktur. Çocukların hali yürekler acısıdır. Okul müdürünün ifa-desine göre, köyden gelen çocuklardan bir kısmı, gece-kondularda tanıdıkları bir ailenin tek bir odasında, karı kocanın yattığı odada araya bir perde gerilmek suretiy-le ancak barınacak bir yer bulabilmişlerdir. Okul mü-dürü, çocuklara iftarlık diye Kızılaydan getirilen kokuş-muş çorbaları çöpe döküyoruz da köpekler bile yemi-yor demiştir.

Konumuz bu olmamasına rağmen burada bir istitratta bulunmadan geçemeyeceğim: Başkanlığımız mensup-ları da dâhil olmak üzere, bütün İmam-Hatip camiası-nın, halen sahip oldukları imkânların kadri kıymetini bilmeleri ve bunları en iyi şekilde değerlendirip hizme-te dönüştürmeleri açısından da yaşanmış bu örneklerin bilinmesinde fayda mülahaza ediyoruz.

Eyüp Sabri hocamız verdiği mücadele ile bize önem-li hizmetler üstlenecek kişilerin birtakım zorluklara kat-lanmayı peşinen göze alması gerektiğini, İslam’ın temel ilkelerinden taviz vermeme erdemini öğretiyor. Bu yö-nüyle o, “celâdet-i medeniye sahibi” bir reis olarak zi-hinlerde yer etmiştir.

Eyüp Sabri hocamız verdiği mücadele ile bize önemli hizmetler üstlenecek kişilerin birtakım zorluklara katlanmayı peşinen göze alması gerektiğini, İslam’ın temel ilkelerinden taviz vermeme erdemini öğretiyor.

Page 50: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 48

Bir imam-hatibin 4 yıl çalıştığı köyden ayrılırken GÖNLÜNDEN GEÇİRDİKLERİ

Din görevlisinin hatıra defterinden

Mehmet Ali Maçya

ağ başlarında kalmadı yüreklerimiz, ruhumuzu bıraktık dağ başlarına, orman kokan in-sanlar, insanlık kokan coğrafyalarda sevdim insanları, dağ başı diyenlerin inadına, al-dırmadan, gönlüne giremediğimiz insanların… Bu bir serüven, bu bir süreç dedim ken-di kendime, önceleri zindan saydığı bu mekânı, cennete çevirme uğruna verilen ça-baları, öfkeden delirmek üzereyken, gözlerinde gülümsemelerin yarattığı bir cennet... İlginin, sevginin, saygının velhasıl güzel şeylerin hatta bütün güzel şeylerin biriktiği bir mekân neden cennet olmasın ki dedim kendi kendime…

Gençliğin verdiği heyecanlar, yabancılık hissi, taşınan ağır yük, sessiz sedasız bu mekân, sesimle sessizliğini bozarken, yüreğimde sabah serinliğinin, gönlüme heyecan kattığı ve ibadetle doruğa ulaştığı anlarda, bir anlık tefekkürün, bir günlük ibadete be-del olduğu inancıyla, dalarken tefekkürün en derin noktasına, bir gönle girmenin, ilahi rızaya vesile olduğunu düşündüm hep… Onun için bir insan daha, bir insan daha de-dim kendi kendime. Bu serüvende kaybetmek kavramını odamdaki askıya, hiç alma-mak üzere astığımda, bu mekânda yaşayan insanların tebessümlerini gördüm. Bu serü-vende kaybetmek ve kazanmak diye iki kavram olmayacaktı artık, hep kaybedenlerin, kaybettirenlerin inadına, yalnızca kazanmak olacaktı… Kazanılan gönüllerdi.

Bu inanç ve düşüncelerle bahçe kapısından dışarıya adımımı ilk attığım andan itiba-ren, güneşin beni selamladığını, ağaçların bahar sevinci ile bana güldüklerini, hayvan-ların dahi bana içten bir sevgi gösterdiklerini gördüm. Bütün bunları nasıl mı anladım. Bu mekânda yaşayan çocukların, gençlerin ve yaşlıların gözlerinde sevgi pırıltılarını gördüğümde anladım. Bu gözlerde gördüğüm parıltılar kendi hüsnü kuruntum mu? Benliğimin en derinlerinde bana kibir veren şeytani bir ses mi? Gözlerdeki bu pırıltı, be-nim sevgimin o gözlere yansıması mı, bu gözler ayna mı yoksa kendi gönüllerine? Bu düşünceler ve sorular her gün biraz daha yerini huzura bırakınca gönül kazanmanın in-sana huzur verdiğini ve gönül kazanmanın belirtisinin göz parıltısı olduğunu anladım.

Tüm bunlara inandıktan sonra buraların dağ başı olduğunu duymak, bilmek ve çıldıra-sıya yalnızlığı hissetmenin bir anlamı olabilir miydi? Bu mekânların anlamını, önemini ve güzelliğini, gönüllerine giremediğimiz birkaç insan öğretti, bu köyün ve insanları-nın güzelliğini öğrendikten sonra gönüllerine giremediğimiz insanların ne anlamı ola-bilir ki?

Yaşıtlarımın gönüllerinde sadece bir insan yer edinebilirken, gönlüme şu mekânda ya-şayan bütün insanları sığdırmayı, ilahî aşkın ilk belirtisi saydım. Bu insanları sevme-yi ilahi bir vazife gibi gördüğüm günden beri, çiçeklerin, güllerin, ıtırların, güzel olan ve güzel kokan bütün varlıkların ölçülemeyen değerlerini keşfettim. Bunları sevmek Hakk’ı sevmek, Hakk’ı bilmek gibi... Bunları sevmek Hakk ile olmak gibi…

D

Page 51: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 49

slam Peygamberi Hazret-i Muhammed (s.a.s.) aracılığıyla insanlığa tebliğ edilmiş en son tek tanrılı semavi din olan İslam, yedin-ci yüzyılın başlarında Mekke’de doğmuş ve

kısa sürede Arabistan’ın dışına yayılan fetihlerle Hint Yarımadasından İspanya’ya, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Afrika’ya ve Balkanlar’a kadar çok geniş bir coğrafyada İslamiyet’in girdiği her yerde bir İslam kültürü ve bir İslam sanatının ortaya çık-masında etken olmuştur. Fetihler yıkıcı olmadıkla-rı için, buralarda kurulmuş olan eski medeniyetle-rin sanatsal birikiminden istifade edilerek İslam’ın varlık ve hayat anlayışı ile yoğrulan özgün bir sa-nat meydana getirilmiştir.

Bilindiği üzere Hazret-i Peygamber’e tebliğin ya-pıldığı ilk zamanlarda henüz bir İslam sanatın-dan bahsetmek söz konusu değildir. Ancak Hz. Muhammed’in davranış ve sözlerinden İslam’ın

güzelliğe verdiği değer ve önem açıkça anlaşıl-maktadır. Nitekim Hz. Peygamber meşhur bir ha-disinde “Allah güzeldir, güzelliği sever” buyur-muştur. Diğer taraftan Kur’an ayetlerinde yaratan-ların en güzeli olan Allah’ın insana kendi ruhun-dan üflediği açıkça belirtilmiştir. Bütün bunlar-dan, güzellik ve sanat duygusunun insanın fıtratın-da taşıdığı özelliklerinden olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim İslam sanatı ve maneviyatı arasındaki iliş-kiyi daha iyi kavrayabilmek için yüzyıllar boyunca Müslümanların İslam vahyinden ilham alarak or-taya koymuş oldukları eserlere bakmak yeterlidir.

İslam sanatının ilk dönemleri olarak nitelendirebi-leceğimiz yedinci ve hatta sekizinci yüzyıl ile ilgi-li bilgilerimizin çoğu maalesef yazılı metinlere da-yanmaktadır. Bu bilgilerin büyük bir kısmı ise ge-nellikle sadece mimari yapılarla sınırlıdır.

İSanat ve İslam

Yrd. Doç. Dr. Şenay Özgür YıldızDokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak.

Kültür - sanat

Page 52: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 50

İslam mimarisinin en eski ve en yaygın yapı türleri cami ve mescitlerdir. İslam dünyasında inşa edilen ilk mescit Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında yapılmış olan Kuba Mescidi’dir. Ancak kendisinden sonraki yapıla-rı etkilemiş olması bakımından İslam’ın en önem-li yapısı ve ilk resmi cami olarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Medine’deki evi kabul edilmektedir. Hz. Muhammed (s.a.s.) müminlere daha iyi seslene-bilmek ve onların namaz, dua ve tefekkür gibi yeni gereksinimlerini daha iyi karşılayabilmek için buna uygun bir mekân yapılmasını öngörmüştür. Medine Camii ya da Mescid-i Nebevî diye bilinen bu yapıdan günümüze sağlam olarak hiçbir şey ulaşmamıştır. Fakat kaynaklardan edindiğimiz bil-gilere göre bu cami 52 x 52 metrekare ölçülerin-de dört duvarla çevrili bir yapıdır. Bir insan boyu-nu biraz aşan yükseklikteki (7 arşın) duvarlar ker-piç malzeme ile inşa edilmiş olup yerden belirli bir yüksekliğe kadar taş malzeme ile örülmüştür. Üstü açık olan geniş avlunun kuzeyine çift sıra hurma ağıcından kütükler üzerine otur-tulmuş hurma dalları ve killi top-rakla örtülü bir sundurma (zulla) yapılmıştır. Kıblenin henüz Kudüs olduğu zamanlarda burası asıl iba-det mekânıydı. Aynı tarzda inşa edilmiş ancak tek sıra halinde bir gölgelik (suffe) güneyde de bulun-maktaydı. Daha küçük ölçülerdeki bu yer ise suf-felerin barındığı ve eğitim öğretimin yapıldığı bir mahal konumundaydı. Ancak mescidin inşasın-dan kısa bir süre sonra kıblenin yönü Kâbe’ye çev-rilince kuzeydeki harim güneye alınmış, güneyde-ki suffe de kuzeye taşınmıştır. İki mekânın yer de-ğiştirmesi suretiyle yapının planı yeniden düzen-lenmiştir.

Mescid-i Nebevî ilk yapıldığında bugünkü cami-lerde mevcut olan mihrap, minber, minare, müez-zin mahfili ve maksure gibi litürjik elemanları ih-tiva etmiyordu. Mihrap yerine kıble yönünü be-lirtmek için bir işaret ya da taş kullanılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk zamanlarda hutbeyi ayakta bir asaya yaslanarak ya da bir kütüğün üzerine çı-karak okumuştur. Daha sonraları önce 3 basamak-lı, 6 basamaklı ve 9 basamaklı olmak üzere min-berler yapılmıştır. Ezan ise mescidin yakınındaki bir evin damına çıkılarak okunmuştur.

Mescidin doğu tarafında Hz. Peygamber’in eşleri-

nin odaları bulunmaktaydı. Bu odaların sayısı baş-ta iki iken daha sonraları dokuza çıkarılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.) vefat edince Hz. Aişe ile pay-laştığı odaya defnedilmiştir.

Mescid-i Nebevî sade bir kuruluşa sahip olmasına rağmen daha sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak olan cami ve mescitlerin dışında medrese, türbe, tekke, imaret, hastane, kışla, şadırvan gibi birçok mimari türünün de habercisi ve ilham kaynağı ol-muştur. İslam dünyasında şehrin merkezinde yer alan cami sadece ibadetin merkezi olmamıştır, fa-kat aynı zamanda cemaatin kültürel, toplumsal, si-yasal ve hatta ekonomik faaliyetlerini de içine alan bir merkezdir. Bunun neticesi olarak da siyasal gü-cün merkezi ve entelektüel faaliyetlerin yer aldığı okullarla bir ilişki içinde olmuştur.

661 yılında İslam İmparatorluğunun başkentinin Şam’a geçmesiyle Emevi devletinin de temel-

leri atılmıştır. Bu dönemde inşa edilmiş olan camiler sayıca az ve genellikle sade yapılardır. Ancak el-Velid döneminde Şam, Kudüs Halep gibi şehirlerde yeni yapı-lar yapılmış ve özellikle de kır-sal kesimde saraylar inşa edilmeye başlanmıştır. Bu dönemin eserleri olan Hırbetü’l-Mefcer ya da Kuseyr Amra gibi saraylara baktığımızda Emevilerin zengin aristokratlarının

malikanelerinde pahalı dekorasyondan kaçınma-dıkları ve oldukça lüks yaşam koşulları sürdür-dükleri anlaşılmaktadır. Ancak 750 yılından sonra bu yapılar Abbasi halifeleri tarafından kendi halle-rine terkedilmiştir.

Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Dört Halife devrinde dikkati çeken sade ve mütevazı yaşam Emevi ha-lifeleri döneminde yerini İslami anlayışla ve ya-şam tarzı ile bağdaşmayan aşırı lüks ve gösterişe bırakmıştır.

Erken İslam sanatının en önemli ve dikkat çeki-ci yapılarından biri Kudüs’te 691-692 yılları arasın-da inşa edilmiş olan Kubbetü’s-Sahra’dır. Hacer-i Muallak adı verilen kutsal kaya üzerine inşa edil-miş olan bu yapı gerek planı bakımdan gerekse süsleme özellikleri açısından İslam mimarisinde eşsiz bir yapıdır. Bu yapının kubbe kasnağında yer alan kufî yazı kuşağı İslam mimarisinde kullanı-lan en eski yazı örneği olmasının yanı sıra benzer-siz bir içeriğe sahip olması açısından da önem arz

İslam sanatı ve maneviyatı arasındaki ilişkiyi daha iyi kavrayabilmek için yüzyıllar boyunca Müslümanların İslam vahyinden ilham alarak ortaya koymuş oldukları eserlere bakmak yeterlidir.

Page 53: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 51

etmektedir. Bu yazılar İslamiyet’e bir çağrı mahi-yetinde olup, aynı zamanda yeni inancın ve onun üzerine kurulu devletin üstünlüğünün ve gücünün bir beyanı niteliğindedir. Kubbetü’s-Sahra’nın bir başka önemli özelliği de estetik yetkinlik kaygısıy-la yapılmış ilk İslam anıtı olmasıdır.

Mısır, Bağdat, İran ve Irak’ta yapılmış olan birçok erken tarihli camiin “hipostil sistem” üzerine ku-rulmuş olması, camilerin zamanla artan ihtiyaçları doğrultusunda genişletilebilmesi için esnek ve ek-lenebilir bir yapım sistemi olduğu için kültürel bir ihtiyaç olan “cemaatin tümü için tek bir mekân” gereksinimini karşılaması bakımından oldukça önemlidir. Erken hipostil cami Müslümanlara özgü bir plan şekliydi, burada ana taşıyıcı olan sü-tun ya da payeler istenilen yönde çoğaltılabil-me imkânı sağlıyorlardı. Nitekim Abbasiler döneminde Samarra Ulu Camii gibi İslam dünyasının en büyük camilerinden biri inşa edil-miştir. Daha sonraki dönemlerde ise mihrap önü mekânının üzerine bir kubbe ilave edilmek suretiy-le merkezi planlı camilerin teme-li atılmıştır. İlk örnekleri XI. yüzyıl Karahanlılar döneminde görülen bu plan şekli, Anadolu’daki cami-lerde olgun formuna kavuşmuş ve Osmanlı döneminde inşa edilmiş olan Süleymaniye ve Selimiye gibi şaheserlerle zirveye ulaşmıştır.

Kayrevan Ulu Camii ya da Kurtuba Camii’nde olduğu gibi İslam sana-tında camilerin içinde kullanılmış olan süslemeler yapının bazı bö-lümlerinin diğer bölümlere oranla önemini vurgulamak şeklinde dü-zenlenmiştir. Bazı camilerin moza-ik süslemelerinde kullanılmış olan ayrıntılar ise yapıldıkları zaman-lar için zafer, şeref, cennet imgele-ri niteliği taşımışlardır. Kubbetü’s-Sahra, Kurtuba Ulu Camii ya da Aksa Camii’ndeki mozaikleri bu duruma örnek olarak göstermek mümkündür. Kur’an “İşte bunlar, naîm cennetlerinde [Allah’a] en yakın olanlardır.” (Vakıa, 11.) buyur-maktadır. Şam Emeviye Camii’nde görülen mimari peyzajlar adeta

Kur’an surelerinde müminlere vaat edilen Cennet’i çağrıştırmaktadır.

Yazı, camilerin süslemesinde en yaygın ola-rak kullanılan motif olmuştur. Bunlar daha çok Kur’an’dan alınan sureler ve yapılarla ilgili önemli bilgiler veren Arapça metinlerdir. Bu yazılar süsle-me özelliğinden ziyade daha çok müminlere ya da İslam yönetimi altında yaşayanlara yönelik mesaj-lar içermektedir. Böylece Kur’an’dan özenle seçil-miş ayetlerle her an her yerde Allah’ın birliği mü-minlere hatırlatılmıştır.

Abbasi Döneminde yazının estetik boyutlarının ir-delenmesiyle yazı bir sanat dalı haline gelmiştir. Yazının gelişmesini açıklayan en önemli faktörler-den biri Hz. Peygamber’e vahiy yolu ile bildirilen

Page 54: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 52

Kur’an’ın ilk cümlesinin “Oku” ile başlamasıdır. Ayrıca Kalem ve Alak surelerinde yazmaya ve okumaya yönelik iba-relerin bulunması, İlahî mesajın yazı ile iletilme-si anlamını da doğur-duğu dikkati çekmekte-dir. Nitekim S. Hüseyin Nasr’ın da belirtmiş ol-duğu gibi “İslam hat sanatı, İslam vahyinde bulu-nan manevi gerçeklerin billurlaşmasının görsel te-zahürüdür.” Bu nedenle hat, İslam sanatında mi-mariden şiire kadar birçok alanda uygulanmıştır.

Yazının dışında süsleme unsuru olarak bitkisel ve geometrik motifler yoğun bir şekilde tatbik edil-miştir. Bunların dışında çok az olmakla birlik-te hayvan ve insan motiflerine de yer verilmiş-tir. Ancak İslam sanatının başlıca özelliği özellikle cami, türbe gibi dinî yapılarda canlı varlık tasvirle-rine yer vermeyen, hatta ulaşılması zor bir soyutla-ma düzeyine erişmiş estetik bir sanat anlayışı orta-ya koymuş olmasıdır.

Müslümanlar, İslam öncesinde sınırlı bir şekilde kullanılmış olan bazı süsleme tekniklerini geliştir-miş, bunları geniş bölgelere ve alanlara yayarak bu tekniklere özel bir nitelik kazandırmışlardır. İslam

sanatının orijinal bir bulu-şu olan mukarnas hem in-şai hem de tezyini özel-liklere sahip olması bakı-mından önemlidir. Ştük, taş, seramik, ahşap, fildi-şi, maden, mermer ve cam işçiliği gibi tekniklerle ya-pılarda çeşitli süslemeler yapılmıştır. Bu malzeme-ler aynı zamanda minber,

mihrap gibi mimari unsurların yanı sıra kap kacak vb. kullanım eşyalarının yapımında da işlevlik ka-zanmıştır.

Daha sonraki dönemlerde Orta Asya ve İran’da görülen cami, türbe ve medrese gibi yapılarda tuğla işçiliği muazzam bir sanata dönüşmüştür. Sonsuz çoğalma potansiyeline sahip olan ve ma-tematik soyutlamaları andıran geometrik motifler-le âdeta yapının tüm yüzeyi kaplanmıştır. Bu aşa-mada İslam bezemesi bir sanat yapıtı olarak en-telektüel bir statü kazanmıştır. Müslüman olsun ya da olmasın onları gören araştırmacıları hayran bırakmanın ötesinde anlamı konusunda sorgula-maya teşvik etmiştir. İslam araştırmacılarına göre özenle hazırlanmış olan bu matematiksel örüntü-ler İslam maneviyatının yani tevhidin yansıması-nın bir göstergesidir. Semerra Ulu Camii’ndeki so-

Page 55: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 53

yut desenler ve Buhara Kalyan minaresinde oldu-ğu gibi aynı motifin tekrarlanmasını ise birbirine eşit birçok isimleri olan Allah’ın incelikli bir geo-metri aracılığıyla ifadesi olduğu düşünülmektedir.

Anadolu Selçuklu döneminde ise tuğla yerine kes-me taş ustaların elinde âdeta hayat bulmuştur. Cami, medrese, kervansaray gibi yapıların taçka-pıları olağanüstü bir bezeme programına sahiptir. Bunların arasında özellikle Divriği Ulu Camii’nin dünyaca ünlü taç kapıları İslam sanatında eşi ben-zeri olmayan sanatsal niteliktedir. Bitkisel kökenli bezemeler âdeta birer soyut heykel hüviyeti kaza-narak olağanüstü boyuta erişmiştir.

Müslümanlar İslam sanatını ilahî hakikate ulaşmak için bir aracı olarak düşünmüşlerdir. Sanat aynı za-manda onların nezdinde ilahî hakikatin mesajını iletmek için bir aracı, ilahî’nin algılanması ve insa-nın faniliğinin farkına varması için bir yol olmuş-tur. Duygu ve düşüncelerin ahenkli bir şekilde ifa-de edilmesi anlamını da taşıyan sanat ile din bir bakıma en iyi ifadesini bulmuştur.

İslam ve Batı dünyasında, İslam dininin ikon karşı-tı bir doğaya sahip olmasının figürlü tasvirlerin ve üç boyutlu heykellerin yapımını hemen hemen imkânsız kıldığına dair çok yaygın bir görüş hakimdir. Ancak Kur’an’a baktı-ğımızda böyle bir görüşü doğrudan des-tekleyen doktriner bir yaklaşımın olmadı-ğını görmekteyiz. Hatta Kur’an’ın en özel ve açık bir şekilde yapılmış olan bildiri-si sadece belirli putperest uygulamalara karşıdır, bunların arasında ise dinî doğa-ya sahip ve bu nedenle de put olarak kabul edilen tasvirlerin kullanımı yer almaktadır “Ey iman eden-ler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak du-run ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 90.)

İslamiyet’in kuruluş yıllarında Mekke’nin ele ge-çirilmesiyle Kâbe’nin içinde ve etrafında bulunan putların hepsi kırdırılıp yıkılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bunu yaptırmasının başlıca nedeni ise aralarında bir birlik olmayan ve birçok sapkın dav-ranışı bulunan putperest Arapları Allah’ın birliği-ne çağırmaktır. Hz. Peygamber sadece Hz. İsa ve Meryem’in tasvirine dokunulmasına izin verme-miştir. Buna bağlı olarak zamanla yastık ve halı gibi nesnelerin üzerinde yer alan figürlü sanata tepki gösterilmemiştir. Hz. Peygamber’in asıl kar-şı olduğu şey, Yaratıcının yerine geçebilecek ve

put olarak düşünülebilecek tarz-da tasvirlere yönelik olduğu açık-ça anlaşılmaktadır. Kur’an’da yer alan bazı ayetlerin açıklamasının da bu doğrultuda olduğu dikkati çekmektedir.

Netice olarak İslam’ın tasvir kar-şısındaki tutumunu ikonoklazm ya da tasvirle-rin reddi değil, tasviri kullanmama anlamına ge-len anikonizm olarak nitelendirmek daha uygun-dur. Diğer taraftan anikonizm sembollerin olmadı-ğı ya da tasvirlerin negatif bir reddi anlamına gel-memektedir. Bu sayede yazı, bitkisel süsleme, ge-ometri, soyut motifler, muhtemelen renkler gibi diğer görsel formlar anlamlı formlar seviyesine yükselmiştir.

İslam maneviyatının bir ifadesi olan İslam sanatı-nın ortaya koymuş olduğu eserlerde daima güzel-lik ve işe yararlılık bir arada tutulmaya çalışılmış-tır. İslam sanatı ve özellikle de İslam mimarisi aynı zamanda ilk ortaya çıktığından bu yana müminle-rin manevi hayatı için bir yardım ve destek meka-nizması görevini de üstlenmesi bakımından İslam toplumu için ayrı bir önemi haizdir.

Divriği Ulu Camii’nin dünyaca ünlü taç kapıları İslam sanatında eşi benzeri olmayan sanatsal niteliktedir.

Page 56: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 54

Mustafa Özçelik

adis kelimesi terim olarak “Hz. Peygamber’e nispet edilen söz, davranış ve hareketler” anlamına gelse de biz onu daha çok “Hz. Peygamber’in sözleri” olarak anlamaktayız.

Bu sözler, şüphesiz bir ihtiyacın sonucu olarak söy-lenmiştir. Zira Kur’an-ı Kerim’in peygamberimize inzal olunan ayetlerini açıklamak ve bu konuda so-rulan sorulara cevap vermek bir ihtiyaç olarak or-taya çıkmıştı. Buna göre, hadisler, müminler için ayet-i kerimelerden sonra itibar edilmesi gereken ikinci temel kaynak özelliği taşımaktadır.

Hadisler, ilk zamanlarda ayetlerle karışmaması için yazılmıyordu. Fakat daha sonra sahabiler, Hz. Peygamber’den duydukları hadisleri yazmaya baş-ladılar. Zaman içinde “uydurma hadisler”in de or-taya çıkması üzerine hadislerin toplanması bir za-ruret halini aldı. Emevi halifesi Ömer b. Abdülaziz devrinde ve onun emriyle başlayan bu gelenek bir taraftan dinin ikinci temel kaynağı olan Buhari, Müslim, Ebu Davut gibi temel hadis külliyatlarının ortaya çıkmasını sağlarken öte yandan bu konu edebiyatımıza da yansıdı. Mensur hadis metinleri-nin yanı sıra şairlerimiz de hadisleri manzum halde yazmaya/söylemeye başladılar. Böylece edebiyatı-mızda bir “manzum hadis geleneği” oluştu.

İslam kültüründe de kırk, seksen, yüz, beş yüz bin gibi sayılara önem verilmekteydi. Bu durum ha-dislerle ilgili çalışmalara da yansımakta gecikme-di ve ortaya hem mensur hem de manzum ola-rak düzenlenmiş hadis mecmuaları çıkmaya baş-ladı. Bunlar arasında özelikle “kırk hadis mecmu-aları” çok meşhur oldu. “Hadis-i Erbain” olarak bi-linen bu hadislerin doğuşunda ve yaygınlık kazan-masında Hz. Peygamber’in “Kim ümmetimden din işlerine dair kırk hadis ezberlerse Allah onu fakih-ler ve âlimler topluluğu içinde diriltir.” şeklindeki İmam-ı Nevevi’nin naklettiği hadis çok etkili olmuş-tur. Böylece bu hadisin belirttiği müjdeye mazhar olmak, diğer yandan dinin bu temel hadislerle teb-

liği, ortaya çok sayıda kırk hadis mecmusının çık-masına neden olmuştur.

Bu geleneğe önceleri Arap ve İran edebiyatın-da rastlanırken daha sonraları Türkçede de bu tür çalışmalar yapılmaya başlandı. Ortaya çıkan ilk çalışma XIV. asırda Mahmud. b. Ali’nin Nehcü’l Feradis’ten yapılan tercümedir. İkinci Kırk Hadis tercümesi ise XV. asrın ilk yarısında Kemal Ümmi tarafından yapılan “Kırk Armağan” isimli çalışmadır. İşte bu gelenek daha sonraları Nevai, Hazini, Usuli, Melami Dede, Latifi Hakani, Ankaralı İsmail Rusuhi, Nabi, Bursalı İsmail Hakkı, Münif, Köstendilli Şeyhi, Fuzuli gibi şairlerce nereyse hiç kesintiye uğratılma-dan XX. asra kadar sürdürülmüştür. Konunun nasıl gerçekleştirildiğini görebilmek için bu çalışmalar-dan kimi örnekleri analım:

Bunlardan ilki Fuzuli’ye ait olanıdır. “İnsana her işit-tiğini başkasına söylemek günah olarak yeter.” şek-linde Türkçeye çevrilen hadis, Fuzuli’nin dilinde şi-ire şu şekilde dönüşür:

Kişiye ol güneh yeter ki diliŞule-i şer olup zebâne çekerSedef-i sem’ine düşen güheriÇıkarub rişte-i beyana çeker

Bir diğer örnek ise Usuli’nin “Kolaylaştırınız, güç-leştirmeyiniz; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz.” hadi-si için yaptığı şu manzum çalışmadır:

Ger nasihat veresin bir mü’mine ey amel-i ilmSöyle âsânın tarikin anma yolun zahmetinDin yolu güçdür deyu ürkütme anın gönlünüVer beşaretler beyan eyle Huda’nın rahmetin.

Cumhuriyet devrinde de yine benzer çalışmaların yapıldığına tanık olmaktayız. Babanzade Ahmet Naim Bey, Hasan Basri Çantay, Ahmet Hamdi Akseki gibi isimler, kırk hadis tercümeleri yapmış-lardır. Tabii ki bunlar mensur çalışmalardır. Bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz çalışmalar ise

H

Çağdaş edebiyatımızdaMANZUM HADİSLER

Edebiyat

Page 57: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 55

manzum olanlardır. Zira bu dönem şiirimizde mü-nacat, naat… gibi İslami türlerde meydana gelen azalma kendisini manzum hadisler konusunda da göstermiş, bir zamanlar Nabi, Fuzuli, Usuli, Münif gibi şairlerin ortaya koydukları manzum hadis çalış-maları neredeyse görülmez olmuştur. Fakat örnek-leri şimdilik fazla olmasa bile kimi çalışmalar da ya-pılmamış değildir.

Bu bağlamda sözünü edeceğimiz ilk ve kendi nes-linden tek şair, cumhuriyet devri Türk şiirinin güçlü ismi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Hz. Peygamber’in ha-yatını manzum olarak anlattığı “Esselam (Mukaddes Hayattan Levhalar)” isimli eserinin sonuna “101 Hadis tercümesi” ekleyerek bu sahadaki en önem-li çalışmayı gerçekleştirmiştir. Beyit esasına göre ya-pılan bu çalışmada hadisler, “İman-Hakikat-Akıl-Hikmet-Ahlak-Doğruluk-Hak-Adalet gibi başlıklar altında bir raya getirilmiştir. Örnek vermesi açısın-dan burada birkaç tanesini aktaralım:

Allah ne yüze, ne mal dolu ele bakar;İhlâs ile yoğrulmuş kalbe, amele bakar.”....Yeter Allah’tan korkmak,Eğer gaye ilimse;Ve cahil kalmak için Yeter güvenmek nefse”

Cumhuriyet devrinde Enver Tuncalp de bu tür bir çalışma yapan bir şairdir. Çocuklara şiir yoluyla ha-disleri öğretmek amacıyla yaptığı Manzum Hadisler çalışmasında 1001 hadisi nazmen tercüme etmiştir. Bu çalışma daha önce Nur Harmanı kitabında da yer almıştır. Bu tercümeler hakkında fikir vermesi için da şu iki örneği buraya alıyoruz:

Haz bul iman tadından Allah’tan kork ve eğilKötülüğün ardından iyilik yap onu sil…Başkasının yanındaYapamadığı işiYalnız kaldığı anda daYapmamalıdır kişi

Konuyla ilgili bir fikir vermesi için adını anacağı-mız bir çalışma ise daha genç kuşaktan bir şair tara-

fından yapılan çalışmadır. Bu çalışma aynı zaman-da İslami ilimler konusunda bir akademisyen de olan şair Alim Yıldız’ın yaptığı “Kırk Hadis” çalış-masıdır. Bu eser her şeyden önce adıyla önemlidir. Zira bu çalışma manzum olarak bu devirde yapılan çalışmaların ilkini teşkil eder. N. Fazıl ve M. Asım Köksal, hadisleri eserleri içinde bir ek bölüm olarak yaparken Alim Yıldız, bunu “müstakil bir kırk ha-dis” çalışması olarak gerçekleştirmiştir. Eserin bir di-ğer özelliği ise kitapta nazma çevrilen hadisin hem Arapçasının, hem de nesir olarak Türkçesinin bu-lunmasıdır. Böylece, yapılan nazım çalışması, ha-disin orijinali işle karşılaştırılabilmesi imkânı or-taya çıkmaktadır. Bize bir fikir vermesi açısından bu çalışmadan da bir kaç örnek aktaralım. Mesela “Müminlerin imanca en mükemmeli, onların en ah-laklı olanıdır.” şeklinde Türkçeye çevrilen hadis, şu şekilde nazma çekilmiştir:

Güzel ahlak güzelliğin temeliİnsanın iyisi gönül alanıdırİmanca müminin en mükemmeliEn güzel ahlaka sahip olanıdır.

Bir başka örnek de “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikram etsin.” hadisiyle ilgili şu manzumedir:

Yalnız başına oturma yemeğeBöyle yapmamıştır ashâb-ı kiramİnandınsa Allah’a âhireteTanrı misafirine eyle ikram

Asırlar boyunca pek çok şairimizin sürdürdüğü, Cumhuriyet devrinde ise nazım olarak Necip Fazıl ve Alim Yıldız’ın gerçekleştirdiği bu çalışmalar, bir zamanlar sona erdiği sanılan bir edebiyat türünün ihya edilmesi, yeniden gündeme gelmesi açısından son derece önemlidir. Bu durum, hem geleneksel edebiyatın günümüz edebiyatına etkisinin devamı açısından hem de hadisler konusundaki duyarlığın çağdaş şiirimizin muhtevasına katılması yönünden son derece dikkate değer çalışmalardır. Manzum hadisler konusundaki bu geleneğin yeni çalışmalar-la devam ettirilmesi bu açıdan çok faydalı olacaktır.

Page 58: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 56

Sözün özü / Berceste beyitler

ar, kış şüphesiz ki her insan için fark-lı çağrışımlar uyandırır. Doğuda, soğuk bölgelerde çiledir kış. Hele şehre uzak

ve yolu beli olmayan köylerde kış mevsiminde hekimlik bir hasta olmak herhalde insan haya-tının en unutulmaz dramlarından biridir. Odun, kömür alamayan aileler için kış, çetin mücadele gerektirir tabiatla.

Kar, Batı’da, sıcak bölgelerde çeşnilik bir tabiat manzarasından öteye gitmez.

Divan şiirinde bahara, çiçeklere, güllere, bağlara, bahçelere dair çok sayıda şiir yazılırken kışa dair ruhu okşayan şiirlere rastlamıyoruz. Bu durumu şöyle izah edebiliriz. Bugün önemli saydığımız birçok Divan şairinin muhiti durumunda bulunan İstanbul’da kış çok şiddetli geçen bir mevsim de-ğildir. Dolayısıyla kış mevsimi şairleri çok etkiledi diyemeyiz. Kaldı ki onlar kışın en sert zamanın-da bile bir fırsatını bulup kendilerini sıcak bir or-tama atıvermesini bilmiş insanlardır.

Osmanlı’nın sosyal yapısında insanlar, çok şid-detli soğuklarda hayatı durdurmasını biliyorlar-dı. Bırakın çocukları büyükler bile kış günlerinde ve kışın uzun gecelerinde kendilerine bir eğlence buluyor; çoğu zaman kış mevsimini bir eğitim za-manı olarak da değerlendirebiliyorlardı.

Öte yandan kış, Divan şairleri için durup dinlen-me ve kendini dinleme mevsimi olarak da karşı-mıza çıkmaktadır. Kış mevsimi şair için güç topla-ma ve bahara dair plan yapma zamanıdır.

Kış mevsimi Divan şairleri için yaşadıkları dönem itibarıyla da farklı değerlendirilmiştir. 16. asır, Osmanlının her bakımdan zirvede olduğu bir za-mandır. Zamanın sultan-ı şuarası (şairler sultanı) Bâkî, Osmanlı devletinin bu güçlü hâlini zaman zaman şiirlerine de ustalıkla yansıtmıştır. İçinde bir sonbahar tasviri, bir dervişlik adabının açık-laması ve bir de Osmanlı devletinin zenginliğini gizleyen gazelinde diyordu ki:

Eşcâr-ı bâğ hırka-ı tecrîde girdiler

Bâd-ı hazân çemende el aldı çenârdan

Her yaneden ayağına altun akup gelir

Eşcâr-ı bağ himmet umar cûy-bârdan

İlk beyitteki sonbahar manzarası şöyle: Bahçedeki ağaçlar yapraklarından soyundular, ağaçların yaprakları döküldü. Güz rüzgârı bahçedeki çınar ağacının tıpkı ele benzeyen yapraklarını da dök-tü. Beyitte bazı anahtar kelimeler Bâkî’nin sade-ce bir sonbahar tasviri yapmadığını gösteriyor. Hırka-i tecrîd, dervişlik yoluna girenin üzerinde-ki maddî ve gösterişli eşyadan uzaklaşmasını ifa-de eder. El almak ise yine tasavvufî bir ıstılahtır.

İkinci beyitte görünen anlam şöyle: Bir sonba-har mevsiminde ırmakların üzerine düşmüş güz yaprakları bahçedeki ağaçların köklerine doğ-ru akıp gelmektedir. Yapraklar ağaçların ayağı-na ulaşabilmek için ırmak sularından yardım is-temektedir.

Vedat Ali Tok

Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl

Bâkî

K

(Yine bâd-ı havadan yeryüzüne çok akçe düştü; akçeler, ovanın eteklerini ve dağların ceplerini doldurdu.)

Page 59: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 57

Güz tasviriyle kalmıyor Bâkî, hazan mevsimi-ne dair özellikleri anlatmanın yanında 16. yüz-yıldaki Osmanlı devletini de tasvir ediyor. Şair, Osmanlı devletinin himayesinde olan devletlerin, Osmanlının hazinesine vergi vermek durumunda olduklarına dikkat çekiyor.

Ağaç ve bir önceki beyitte geçen çınar Osmanlı devletini temsil etmektedir. Şair muhayyilesi çev-re devletlerden gelen bu vergilerle yani altınlarla sarı yapraklar arasında bir ilgi kuruyor. Sararmış güz yaprakları ırmak vasıtasıyla ağaçların diple-rine nasıl akıp geliyorsa Osmanlının ayağına da o şekilde altınlar gelmektedir. Yalnız, altınların Osmanlı devletinin hazinesine ulaşabilmesi için bir aracıya ihtiyacı vardır; o da ırmak kelimesi ile sembolize edilen yabancı elçilerdir.

Bâkî, Osmanlı Devletine çeşitli ülkelerden gelen vergileri, hediyeleri kastediyordu bu sonbahar tasvirinin derununda. Kışı tasvir ederken de ben-zer bir teşbihe başvuruyor:

Zemîne bâd-ı hevâdan çok akçe düşdi yine

Pür itdi dâmen-i sahrâyı toldı ceyb-i cibâl

Yine bâd-ı havadan yeryüzüne çok akçe düştü; ovanın eteklerini ve dağların ceplerini doldurdu.

Zaman, Avrupa’nın Muhteşem sıfatıyla andığı Kanunî Sultan Süleyman dönemidir. Bu defa ge-lenler arasında hiç de azımsanmayacak gümüş akçeler de vardır. Üstelik gelen de önceden ya-pılan çetin savaşlardan sonra vergiye bağlanmış

devletlerden, bâd-ı hevadan yani bedavadan, her defasında mücadele gerektirmeden gelmektedir.

Kar yağışı o denli şiddetlidir ki gökten inen kar taneleri ile göz gözü görmemektedir. Yağan kar-la ovanın etekleri, dağların cepleri/gedikleri ta-mamen dolmuştur.

Şair, sonbahar tasvirinde olduğu gibi zekâ ve söz oyunlarını burada da devam ettirmektedir. Mesela bâd-ı hevâ kelimesi hem havadan/gökyü-zünden hem de bedavadan anlamında kullanılı-yor. Akçe kelimesi ile hem gümüş hem de kar ta-neleri kastedilmiştir. Dâmen-i sahra, ova eteği an-lamının yanı sıra devlet hazinesi anlamında kulla-nılmış ve dağ heybeti taşıyan Osmanlı Devleti de dağ benzetmesiyle çıkmış karşımıza. Dağın ge-dik kalan kısımları cebe benzetilmiş. Buralar dahi karla dolmuş yani gümüş akçelerle zenginliğine zenginlik katılmıştır.

Görüldüğü gibi Muhteşem Süleyman’ın ihtişam-lı şairi Bâkî, bize kıştan haber verirken beytin derununa Osmanlı devletinin tarihinden kayıt-lar düşmeyi de ihmal etmemiştir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Gerçek sanatkâr için olaylar, mekânlar ve zamanlar normal değildir. Onların bakış açılarında farklılık ve estetik değer daima ön planda olmuştur. Hele Divan şairleri için bu durum daha da farklıdır. Onlar yazdıkları bir bey-te, bir mısraa aynı zamanda şifre bilgiler de ekle-meyi asla ihmal etmemişlerdir.

Gerçek sanatkâr için olaylar, mekânlar ve zamanlar normal değildir. Onların bakış açılarında farklılık ve estetik değer daima ön planda olmuştur. Hele Divan şairleri için bu durum daha da farklıdır. Onlar yazdıkları bir beyte, bir mısraa aynı zamanda şifre bilgiler de eklemeyi asla ihmal etmemişlerdir.

Page 60: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

58

087’de Selçuklular (Melikşah) döneminde Çubuk Bey tarafından fethedilerek İslam coğrafyasına katılan Harput’ta geleneklere bağlı olarak önce Çubukoğulları beyliği kurulmuş, daha sonra şehre Artuklular hâkim olarak kendilerine başkent yap-mışlardır. 1234’te Alaaddin Keykubat dönemin-de Selçuklu beldesi haline gelmiş olan Harput, 19. yüzyıla kadar Doğu Anadolu’nun önemli bir kül-tür merkezi olarak uzun ve parlak bir dönem ya-şamıştır. Güneyindeki Mezre (Uluova) bölgesine Sultan Abdülaziz döneminde kurulan Mamuretü’l-Aziz (Elaziz, Elazığ) şehrinden sonra ise Harput ya-vaş yavaş önemini kaybetmeye başlamıştır. 2000’li yılların başlarından itibarense Elazığ’ın bir mahallesi konumuna getirilmiştir.

Yukarışehir’in diri göbek bağı…

Harput’un “kaybediş” trajedisini “Yerler Mühürlendi” romanında ağıtlaştıran Metin Önal Mengüşoğlu, şu cümleleri kullanıyordu: “Yukarışehir’deki konak-lar birbiri peşi sıra yıkılıyordu. Oralardan çıkan artık kullanılmış ve yüzlerce yıllık keresteler Mezre’deki yeni, çirkin yapıların kömürlüklerine kapı olarak çakılıyordu.” Benzeri mersiye sözlerini Şemsettin Ünlü’nün “Yukarışehir” romanında da görüyorduk: “Eski kentin gün görmüşleri, yaşlı kentle birlikte, ölümcül bir yara almış gibi, acıyı yüreklerinin için-de, ta derinlerde duydular.”

Yukarışehir, yani Harput bütün bu olumsuzluklara rağmen, çok eski zamanlardan başlayarak pek çok

Cevat Akkanat

Ulu Cami

Harput’un hafızası:

11

Camilerimiz

Page 61: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 59

kavmin hayat bulduğu bir medeniyet merkezi ola-rak, tarihi ve doğal nitelikleriyle günümüzde bir medeniyet burcu olarak hâlâ varlığını korumaya çalışmaktadır. Kuşkusuz, Harput’ta, Harput’la bir-likte yaşayan en önemli unsurlar İslam medeniye-tine ait değerlerdir.

Harput, her şeyden önce, Anadolu’daki İslam mi-marisinin ilk gelişim yerlerinden birisi olması hase-biyle dikkatleri daima üzerine çekmiştir. Hiç kuş-kusuz, Harput’a bu özelliği veren yapı, bugün de ayakta olan Harput Ulu Camii’dir.

Camii Kebir, Cami-i Muazzam, Cami-i Azam ve halk ağzında Eğri Minareli Camii gibi isimlerle de anılan Ulu Cami, Harput’ta, maalesef bugün Elazığ’ın “Harput” adıyla anılan mahallesinde, Nizamettin Caddesi üstünde, kaleye giden yolun güneyin-de Debbağlar Kapısı’na yakın Keşoğlu Meydanı’ndadır.

Anadolu’daki ilk camiler arasında…

Harput Ulu Cami’nin inşa tarihiyle ilgi-li bugün birbirinden farklı tarihler üzerin-de durulmaktadır. Bu çerçevede eldeki en önemli delil, Harput Ulu Cami’nin avlu kuzey du-varındaki bir kemer payesinde bulunan 30 x 50 cm. ebadındaki on bir satırlık vergi kitabesi olup, ilk defa 1907’de M. Van Berchem tarafından yayın-lanmıştır. Camiyle ilgili daha kapsamlı ve bilimsel bir yayın ise A. Gabriel tarafından (1940) yapılmış-tır. Bu çalışmada rölöve planı ve kitabesi de yer al-mıştır. Bu kitabeye göre araştırmacılar yapının inşa tarihiyle ilgili 1146, 1156-57 ve 1165-66 şeklinde üç ayrı tarih vermektedirler. Bu tarihlerin her üçü de Harput Artuklularından Fahreddin Kara Arslan’ın Harput’ta hüküm sürdüğü yıllara (1144-1167) te-kabül etmektedir. Bununla birlikte Ulu Cami’nin Kurşunlu Camii’nde bulunan minberindeki kita-beyi dikkate alanlar, sözgelimi “Harput Ulu Cami Minberi” başlıklı bir eseri bulunan Muhammet Beşir Aşan, yapım tarihini Çubukoğulları dönemi-ne indirilebileceği ihtimali üzerinde durur. Zira söz konusu minberin sağ tarafındaki kitabede “Büyük Emir, Yüce Kumandan, Dinin Şahabı, İslamın ziy-neti, devletin feyyazı, milletinin kıymeti, hüküm-darın yardımcısı, padişahların ve dinin kılıcı, as-lan ve emirlerin sevgilisi ve müminlerin beyinin oğulları Sa’duddin oğlu Kutluğ Bey ve Çubuk oğlu Kıya Ali günlerinde [yapıldı.] Allah onların şan ve şerefini muhafaza buyursun. Memleketlerini ede-bi kılsın.” yazmaktadır. Bu doğrultuda kanaat bil-diren M. Kemal Can “Harput Artuklu Eserleri” adlı

çalışmasında minberi 1186 yılına tarihlendirir. Aynur Durukan da “Harput Ulu Camii’nin Düşündürdükleri” başlıklı makalesinde bu ka-naati destekleyen görüş-ler bildirerek caminin ilk in-şasının 1120 öncesinde, Çubukoğulları’nca yapıldığı-nı belirtir. Bu kanaatte olan-

lara göre Ulu Camii Fahreddin Kara Arslan zama-nında onarılmış veya yenilenmiştir.

Ertuğrul Danık ise “Ortaçağ’da Harput” adlı kita-bında, Ulu Cami’nin bir Artuklu dönemi yapısı ol-duğunu ifade eder. Görüşlerini ispatlamaya çalışır-ken, Ulu Cami avlusu payelerindeki taşçı işaretle-riyle, İç Kale’de rastlamış olduğu ve 13. yüzyıl baş-larına tarihlediği işaretlerin benzerliğini ve her iki yapıdaki malzemenin ortaklığını göz önünde tu-tar. Buna göre caminin avlusu 13. yüzyılda yapı-ya eklenmiş ve bağımsız minareyi içine almıştır. Ertuğrul Danık, bu noktada Durukan’ın ileri sür-düğü tarihlemeye yaklaşmakla beraber, “yapının ilk yapım dönemini 12. yüzyılın ilk yarısına an-cak, Artuklular’a bağlamayı doğru bulmakta”dır. Araştırmacı bu konuda ayrıca, Çubukoğulları’nın 26 yıllık kısa hâkimiyet süreleri içinde fetih süreci-ni tamamlayıp şehirde iskânı sağlarken İç Kale dı-şında Ulu Cami gibi önemli bir yapıyı inşa edebile-cek şartlara sahip olamayacaklarını, ibadet mekânı oluşturma bakımından ise daha kolay çözülebile-cek yolları tercih edeceklerini belirtir.

Geçiş dönemi planı…

Anadolu’nun en eski camileri arasında sayılan Harput Ulu Camii Artuklular’a ait kabul edilse de, planı, malzemesi ve mimarisiyle bu dönem cami-lerinden ayrılır. Yapıda, İran Selçuklu cami plan

Harput, Anadolu’daki İslam mimarisinin ilk gelişim yerlerinden birisi olması hasebiyle dikkatleri daima üzerine çekmiştir.

Page 62: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 60

şeması, Anadolu özellikleriyle kaynaştırılmıştır. Oktay Aslanapa genel planı itibarıyla Ulu Cami’yi, İran’da Büyük Selçuklulardan kalma 1135 tarih-li Zevvare Mescid-i Cuma’sına benzetmektedir. Bezemeli tuğla minaresi ile de İran’daki Büyük Selçuklu camilerine yaklaşan yapı, enlemesine çok destekli oluşu, mihrap önündeki küçük kub-besi ve son cemaat yeriyle onlardan ayrılır.

Harput Ulu Camii, kuzey güney doğrultusunda yaklaşık 30 m. x 40 m. ebatlarında dikdörtgen bir plana sahiptir. (Dört ciltlik “Harput Yolları”nda ki-tabının yazarı İshak Sunguroğlu, caminin dıştan 30 m x 50 m; içten ise 25 m x 45 m olduğunu, buna göre duvarlarının 2,5 m kalınlığında bulunduğu-nu kaydeder.) Basit ve ziynetsiz bir bina olan ca-minin yapımında kesme ve moloz taşlar, tuğla, alçı gibi farklı malzemeler kullanılmıştır. Sözgelimi ka-lın cephelerin alt bölümleri kesme taşlarla, geri ka-lan kısımları moloz taşlarla örülmüştür. Payelerde farklı nitelikte taşlar ve tuğla kullanılırken, tonoz-lar, kemerler, kubbe ve minarede tuğla kullanıl-mış; iç avluda ve mihrapta alçıdan yararlanılmıştır.

Bir şehre girer gibi Ulu Cami’ye giriş…

Dıştan kütlesel bir görünüme sahip olan yapıya üç kapıdan girilebilmektedir. Bu kapılardan batı-da olanı yapı kütlesinin kuzey yarısı içine yerleş-tirilmiştir. Batı kapısı, yüksek dikdörtgen çerçeve-li, hafif sivri kemer içinde basık kemerlidir. Hemen kuzeyinde minare kaidesi bulunur. Minare kaide-sinde bulunan sivri kemerli bir niş, kapıyla birlikte caminin batı cephesini gösterişli kılmaya yetmek-tedir. Yapının kuzey cephesinde hiçbir hareketlilik dikkat çekmezken, batı kapıya göre kuzey cephe-sine daha yakın bir noktada bulunan doğu kapısı, yuvarlak kemer, iki yuvarlak sütunçe ve dörtgen çerçeveden oluşmaktadır. Caminin en hareketli

cephesi güney duvarıdır. Bu cephe-de mihrabın dışa taşan kavisli çıkın-tısı ile caminin bir diğer kapısı dik-kat çeker. Cephenin doğu uç nokta-sında bulunan bu kapı sivri kemer-li olup doğrudan harime açılmak-tadır. Yapının güney duvarında biri eksende mihrap çıkıntısının üstün-de (bu sonradan doldurulmuştur.), birisi eksenin doğu ucunda ve iki-si eksenin batısında olmak üzere kü-çük boyutlu pencereler bulunmak-tadır. Benzeri nitelikte pencerelere doğu ve batı duvarlarının harim sa-hınları ile avlu içinde güney revağın (son cemaat yerinin) eksenlerine ge-

len yerde de rastlanılır.

Yapı içten, harim, havuzlu iç avlu ve çevresindeki revaklar olmak üzere üç bölümlüdür. İçerden ba-kıldığında avluyla birlikte yapı “T” düzenindedir.

Caminin harimi mihrap duvarına paralel iki sa-hından oluşur. Bu sahınlar dikdörtgen payele-rin enine sivri kemerlerle birbirine bağlanması so-nucu oluşmuştur. Harimin güney duvarında yu-varlak kemerli ve üç cepheli bir mihrap yer alır. Bu mihrap, zikzaklarla doldurulmuş iki ince di-ziden oluşan çerçeve içinde yalın niş biçiminde-dir. Mihrabın hemen önünde payelerden mihrap duvarına atılan kemerler yardımıyla pandantif ge-çişli 4.00 m. çapında bir kubbe oluşturulmuştur. Harput Ulu Camii, Anadolu’da harimi enine sahın-lardan oluşan ve harimin ortasında mihrap önü bi-rimi (kubbesi) bulunan camilerin başında gelmek-tedir.

Harimin ikinci sahınında mihrap önü kubbesinin hemen arkasında, kubbeyle eş genişlikte ayna-lı haç tonoz uygulaması görülür. Bunun dışında kalan diğer harim mekânı doğu batı doğrultusun-da sivri beşik tonozla kapalıdır. Nihayet harimde-ki bu örtü sistemiyle mihrap önünün vurgulanma-ya çalışıldığını söyleyebiliriz. Harput Ulu Camii’nin abanoz ağacından minberi günümüzde Kurşunlu Cami’dedir.

Harimin bitişiğinde yer alan sivri tonoz örtülü re-vak, bünyesinde barındırdığı avlu mihrabından da anlaşılacağı gibi, son cemaat yeri olarak tasarlan-mıştır. Bu yönüyle Harput Ulu Camii, Anadolu’da son cemaat yeri bulunan en erken tarihli cami hü-viyeti kazanmıştır. Son cemaat yerinin batı bölü-münde yer alan mihrap nişi, istiridye motifi kavsa-ralı olup alçıdandır. Revakın doğu ve batı uçların-

Page 63: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 61

daki sivri kemerli kapılar harimle bağlantıyı sağla-maktadır.

Havuzlu iç avlu…

Harput Ulu Cami’nin avlusu, yapının bir parça-sı haline gelmiş iç avluya gösterilebilecek en-der örneklerden birisidir. Bir benzeri, Zevvare Mescidi’ndedir. Ulu Camii’nin iç avlusu, harimin kuzeyinde yer alır. Kuzey-güney doğrultusun-da dikdörtgen planlı bu avlu, güney hariç üç yön-de, kare ve “L” kesitli payelerin sivri kemerler-le bağlanmasıyla oluşmuş revakların ortasında-dır. Avlunun ortasında bir su sarnıcı (havuz) var-dır. Avlunun doğu ve batısında eksenin kuzeyin-deki payelere doğu-batı yönünde de kemer atı-larak, doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen planlı birer eyvan oluşturulmuştur. Doğudaki dış revak kuzey duvara kadar devam ettirilmiştir. Batıdaki ise, kuzeyde yer alan minare kaidesi dolayısıyla kesintiye uğramıştır. İshak Sunguroğlu ve “Dünü ve Bugünüyle Harput” kitabının yazarı Fikret Karaman’ın anlatımlarına göre medrese olarak da kullanılan revakların örtü sistemi sivri tonozdur.

Eğri minare…

Harput Ulu Camii’nin minaresi, batı giriş kapısı-nın hemen arkasında bir dikdörtgen prizma şek-lindeki kaide üzerinde yükselir. Ömer Bakırer, du-var içine gizlenmiş vaziyetteki bu kaideyi türünün en erken örnekleri arasında gösterir ve taban öl-çülerini takriben 4.00 x 4.50 m., yüksekliğini ise 6.00 m. olarak verir. Burada dikkat çeken başka bir husus, cami duvarlarının moloz taşla örülme-sine karşılık, kaidenin kesme taştan oluşu ve tuğ-la ile işlenmiş iki geometrik geçme bordürle süs-lenmesidir. Bu süslü kaidenin dışarıdan görünme-sini sağlamak için, kaide kısmına denk gelecek şe-kilde duvarda bir kemer açılmıştır. Bunu, minare-nin camiden önce yapıldığı, duvarın da sonradan örüldüğü şeklinde yorumlayanlar da vardır. Ömür Bakırer, kaidenin önüne bir dönem çeşme yerleş-tirildiğini, sonradan bunun yıkılarak kemerin orta-ya çıkarıldığın da kaydeder.

Minare kaidesinin devamında ise, yuvarlak form-lu ünlü eğri minaresi yer alır. Minarenin kalın eğri gövdesi değişik tuğla tezyinatlıdır. Gövdenin alt bölümü çubuk yivlidir. Ana gövde üç kuşak bi-çiminde, değişik tuğla dizilişiyle oluşturulmuş se-pet örgüsü, geçmeli, altı köşeli yıldız motiflidir. Tek şerefesi olan minarenin, şerefeden yukarısı uzun, dar ve silindirik yapılıdır. Şerefesindeki pal-met süslemeli taşlar da ilginçtir. Minareye çıkış ku-zeydeki ilk revağın batı ucundan yapılır. Minare

kurşun ile kaplı sivri bir külahla nihayetlenmek-tedir. Minarede dikkat çeken renkli yapı özellik-leri, onun değişik dönemlerde yapıldığı fikrini do-ğurur.

Diğer süsleme unsurları…

Yapıda genel olarak taş ve tuğladan süsleme un-surları olarak yararlanılır. Avlu ve kapalı bölüm-de kemerlerin alın ve içlikleri, mihrap önü kub-besi, mihrap arkası tonozu, minare gövdesinin alt kısmı ve kaidenin ilk sıralarında görülen düz örgü, minare kaidesi ve gövdesinde görülen ya-tay örgü, minarenin farklı bölümlerinde karşımıza çıkan balıksırtı örgü ile geometrik (baklava-daire/badem-eşkenar üçgen) düzenlemeler dikkate su-nulabilir. Bu çerçevede daha ayrıntılı bilgiye ulaş-mak isteyenler Fatma Akyazı’nın “Yapı ve Süsleme Malzemesi Olarak Tuğlanın Evrimi” başlıklı maka-lesine müracaat edebilir.

Bunların dışında, avlu ve harim mihraplarında gö-rülen taş ve alçı bezemelerde karşımıza çıkan ge-ometrik (üçgen ve halat örgü) ve bitkisel (on yap-raklı çiçek) motifler önemlidir.

Caminin abanoz ağacından yapılmış minberinde geometrik ve bitkisel bezeme ile süsleme amacıy-la da uygulanmış yazı dikkate değerdir. Minberin değişik unsurları üzerinde görülen kıvrık dal, rumi ve palmetler, sekiz yapraklı çiçekler, yelpaze mo-tifleri ve bitkisel dolgulu yazılar da ilgi çekicidir.

Bugün, minare, giriş kapıları, avlu payeleri ve mih-rapta kısmen korunsa da, uzun yıllar harap kalan ve pek çok tamiratlar gören Harput Ulu Camii’nin orijinalliği büyük ölçüde kaybolmuştur.

Şöyle bitirelim: 1654’te Harput’u ziyaret eden Evliya Çelebi, Ulu Camii için “Kadim ibadetha-ne olup duası kabul olunan mahaldir.” demiştir. Haydi, asırları aşıp gelen bu güzel haberin daveti-ne niyet etmeye…

Page 64: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

Portre

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 62

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Sa’d (r.a.)’ın vefatı münasebetiyle arşın titrediğini, cenazesine yetmiş bin meleğin katıldığını ve onun cennet ehlinden olduğunu belirttiği nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şairi Hassan b. Sabit (r.a.), vefatından sonra onun hakkında çok güzel bir şiir söylemiştir.

Doç. Dr. Âdem ApakUludağ Üniv. İlahiyat Fak.

Ensar önderlerinden

HZ. SA‘D B. MUAZ (r.a.)

Sa’d b. Muaz (r.a.) miladi 590 yılında Medine’de dünya-ya geldi. Şehrin iki büyük Arap kabilesinden Evs kabi-lesinin Abdüleşheloğulları koluna mensuptur. Annesi

ise Medine’nin diğer önemli Arap soyu Hazrec kabilesinden Ümmü Sa’d Kebşe bint Rafı’dir. Miladi 621 yılında gerçek-leştirilen Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Medinelileri İslam’a davet etmek için Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından gönderi-len Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’in tebliğ çalışmaları neticesinde genç yaşında İslam ile müşerref oldu. Onun Müslüman ol-ması Medine’nin İslamlaşmasında önemli bir dönüm nokta-sı kabul edilir. (İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, I-VI, Kahire ts,

(Dâru Nehdati Mısr), II, 602-603.)

Medine’ye geldikten sonra Abdüleşheloğulları reislerinden Es’ad b. Zürare (r.a.)’nin evine yerleşen ve davet faaliyetini buradan yürüten Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’in çalışmaları baş-langıçta Sa’d b. Muaz (r.a.)’ı rahatsız etmiş, o da kabilesinin önde gelenlerinden Üseyd b. Hudayr (r.a.)’ı ikna etmek sure-tiyle Mus’ab (r.a.)’ı Medine’den uzaklaştırmaya karar vermiş-ti. Ancak gerçekleştirilen ilk görüşmede Musab (r.a.)’ın ikna edici konuşmalarını dinledikten sonra önce Üseyd (r.a.), ar-dından da Sa’d b. Muaz (r.a.) Müslüman olmaya karar ver-mişlerdir. Sa’d (r.a.), İslam’ı benimsedikten hemen sonra da mensubu bulunduğu Abdüleşheloğulları’nın mahallesine gi-derek halkı toplamış, herkesi Müslüman olmaya çağırmış, ar-dından da bu daveti kabul etmeyenlerle bütün alakasını ke-seceğini ilan etmiştir. Onun saygın ve güvenilen kişiliği se-bebiyle kabilesi tarafından İslam’a girme daveti ilgi gördü. Nitekim aynı günün akşamına kadar Abdüleşheloğulları’nın hemen hepsi İslam’a girdiler. Medine’de İslam daveti adı-na gerçekleşen bu mühim gelişme üzerine Allah Rasulü (s.a.s.)’nün Medine’deki temsilcisi Mus’ab b. Umeyr (r.a.), Sa’d b. Muaz (r.a.)’ın evine taşındı. Bundan sonra İslam’a

Page 65: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

SAYI: 242 | şubat 2011 | DİYANET AYLIK DERGİ 63

davet hizmetini buradan yürütmeye başladı. Gerek Hazrecli Es’ad b. Zürare (r.a.), gerekse Evsli Sa’d b. Muâz (r.a.)’ın kabileleri üzerinde-ki nüfuzlarını kullanmaları vesilesiyle kısa süre içinde bu iki köklü Arap kabilesine mensup pek çok kişi Müslümanlığı kabul etti. (Buhârî,

Menâkıbu’l-Ensâr 46; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk.

Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV,

Beyrut ts. es-Sîre, II, 73-76; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,

I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 219.)

Sa’d b. Muaz (r.a.) ile mensubu bulunduğu Abdüleşheloğulları, İkinci Akabe Biatı (622) esnasında verdikleri sözün gereği olarak (İbn Hişam, II, 98). Medine’ye hicret eden Rasul-i Ekrem (s.a.s.)’e ve diğer muhacirlere sahip çık-tılar. Onların İslam adına sundukları bu hizmet sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s.) bir konuşma-sında ensarın bütün kabilelerinin üstünlüğün-den bahsederken Abdüleşheloğulları’nın on-ların en değerli kolu olduğunu ifade etmiştir. (Müslim, “Fedâ’ilü’s-Sahâbe 180.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicretin aka-binde gerçekleştirdiği muhacirlerle ensar ara-sında yapılan kardeşlik uygulamasında Sa’d b. Muaz (r.a.)’ı Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.) ile kardeş ilan etti. (İbn Hişam, II, 151;İbn Habîb, Kitabu’l-

Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-

Âfâki’l-Cedîde), s. 71-75.)

Sa’d b. Muaz (r.a.), Medine döneminde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hazır bulunduğu seriye gazvelerin pek çoğunda yer aldı. Allah Rasulü (s.a.s.) Buvat Gazvesi’ne giderken Sa’d b. Muaz (r.a.)’ı Medine’de yerine vekil bıraktı. Bedir Gazvesi’nden önce Hz. Peygamber (s.a.s.), Sa’d b. Muaz (r.a.)’a ensarın savaşa katılıp katıl-mama konusunda ne düşündüğünü sordu. Zira onlar Medine’yi korumak ve Medine’ye her-hangi bir saldırı gerçekleşirse savaşmak konu-sunda Allah Rasulü (s.a.s.)’ne söz vermişlerdi. Halbuki Bedir savaşı için Medine’nin dışına çı-kılması gerekiyordu. Buna rağmen Medine ön-derlerinden Sa’d b. Muaz (r.a.), Medinelilerin İkinci Akabe’de verdikleri sözün arkasında ol-duklarını, Rasulüllah (s.a.s.) nereye giderse onu takip edeceklerini ve hiçbir emrine itiraz etmeyeceklerini ifade etti. Onun sözlerinden memnun olan Rasul-i Ekrem (s.a.s.) de derhal müşriklere karşı savaş hazırlıklarını başlattı.

(Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut

1984, I, 19-27, 46-52; İbn Hişâm, II, 267; İbn Sa’d, II, 12.)

Sa’d b. Muaz (r.a.), Bedir gazvesi öncesin-de ensarın sancağını taşıdı. (İbn Hişam, II, 264). Savaş başladığında ve çarpışmaların ce-reyan ettiği en kritik anlarında Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yakınından hiç ayrılmadı. (İbn Hişam,

II, 280.)

Sad b. Muaz (r.a.) Uhud Gazvesi’nden önce savaş stratejisinin belirlendiği toplantıda mey-dan savaşı yerine Medine’nin içeriden savunul-masını teklif etti. Allah Rasulü (s.a.s.) de aynı kanaati taşıyordu. Ancak Müslümanların bü-yük çoğunluğunun şehri terk edip müşriklerle meydan savaşı yapılmasının doğru olacağı şek-lindeki görüşüne uyularak Uhud savaşına çıkıl-dı. (Vâkıdî, I, 209-214; İbn Sa’d, II, 38-39.) Uhud sava-şında Müslümanların yaşadıkları bozgun esna-sında da Allah Rasulü (s.a.s.)’nün en yakınında bulunan, onu düşman saldırısına karşı koruyan az sayıdaki grubun arasında yer aldı. (Buhârî,

Cihâd ve’s-Siyer 164, Meğâzî 17-25; Vâkıdî, I, 229-296; İbn

Hişâm, III, 84-92; İbn Sa’d, II, 40-42, 44-48.)

Sa’d b. Muaz (r.a.)’ın bilhassa Hendek Gazvesi’nde (5/627) mühim vazifeler üstlen-diği görülür. Medineli Yahudi kabilelerden Kureyzalılar Hayber Yahudilerine sığınmış olan Benî Nadîr reisi Huyey b. Ahtâb’ın girişim-leri sonucunda Müslümanlarla yaptıkları sulhu Hendek savaşı devam ederken bozdular. Oysa Medine Antlaşması’na göre, onların şehre sal-dıranlara karşı Müslümanlarla birlikte hareket etmeleri gerekiyordu. Yahudiler sorumluluk-larını yerine getirmek bir tarafa, şehre hücum eden düşmanla Müslümanlar aleyhine işbirli-ği yapmaya yeltendiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu haber alınca meseleyi tetkik etmek için ensardan Sa’d b. Muaz (r.a.) riyasetindeki bir heyeti kendilerine gönderdi. Onun yaptığı gö-rüşmeler sonucunda Kureyzalılar’ın anlaşma-yı bozdukları kesin bir şekilde anlaşılmış oldu. (Vâkıdî, II, 458-460; İbn Hişâm, III, 231-233.)

Hendek kuşatması esnasında Rasulüllah (s.a.s.), Mekkeliler’in en güçlü ortakların-dan olan Gatafân kabilesinin reisleriyle ha-berleşerek kuşatmayı kaldırdıkları takdirde Medine’deki hurma gelirlerinin üçte birini on-

Page 66: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011

DİYANET AYLIK DERGİ | ŞUBAT 2011 | SAYI: 242 64

lara vermeyi teklif etti. Olumlu cevap alınca Evs ve Hazrec kabilelerinin önderleri Sa’d b. Muaz (r.a.) ve Sa’d b. Ubade (r.a.) ile görüş-tü. Sa’d (r.a.), Cenab-ı Hakk’ın bu konuda bir emri yoksa düşmana hurma vermekten yana olmadıklarını ve düşmanla savaşmaktan kork-madıklarını söyleyince Rasul-i Ekrem (s.a.s.) bu düşüncesinden vazgeçip savaşa devam etti. Savaşın sonlarına doğru düşmanlar tarafından atılan bir ok Sa’d (r.a.)’ın koluna isabet ederek damarlarını parçaladı. Bu esnada Allah’a şu şe-kilde duada bulunmuştur:

“Ya Rabbi, Şayet Kureyş savaşa devam edecek-se ben de hayatta kalayım. Çünkü ben senin peygamberine eziyet eden, onu yalanlayan bu adamlarla harp etmekten hoşlandığım kadar başka bir şey yapmaktan hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki savaş sona eriyorsa beni şehadet mertebesine yükselt. Fakat Benî Kureyza’nın cezalandırılmasını görmeden de ruhumu kab-zetme.” (İbn Abdilberr, II, 603.)

Hz. Peygamber (s.a.s.) çok kan kaybeden Sa’d (r.a.)’ın derhal Mescid-i Nebevî’nin ya-nındaki hasta çadırına nakledilmesini istedi. Ona hastabakıcı olarak Rufeyde el-Ensariyye (r.ah)’yi görevlendirdi. Hendek savaşında Mekkeliler hedeflerine ulaşamadan geri dö-nünce, Hz. Peygamber (s.a.v.) vakit kaybet-meden savaş esnasında Müslümanlara iha-net eden Benî Kureyza yurduna doğru hare-ket emri verdi. Kureyzalılar bunun üzerine kale kapılarını kapatarak savunmaya çekildi-ler. Yaklaşık 15 gün süren kuşatma sonucunda Müslümanlarla başa çıkamayacaklarını göre-rek teslim oldular. Medineli Evs kabilesi men-supları Rasulüllah (s.a.s.) nezdinde girişim-de bulunarak, eski müttefikleri olan bu kabi-leyi hafif bir ceza ile kurtarmaya çalıştılar. Zira daha önce Hazrecliler Abdullah b. Übey vası-tasıyla eski müttefikleri Benî Kaynukalılar adı-na Hz. Peygamber (s.a.s.)’den ricacı olmuşlar ve istediklerini almışlardı. (Vâkıdî, II, 497-510; İbn

Sa’d, II, 29.) Evsliler’in de benzer bir taleple ken-disine geldiklerini gören Allah Rasulü (s.a.s.), Kureyzalılar hakkında Evs reislerinden Sa’d b. Muaz (r.a.)’ın hüküm vermesi teklifinde bulun-du. Hem Evsliler, hem de haklarında hüküm verilecek olan Kureyzalılar bu karardan mem-

nun oldular ve onun hakemliğini kabul ede-ceklerini bildirdiler. Bunun üzerine yaralı vazi-yette bulunun Sa’d (r.a.) kararın verileceği yere getirildi. Burada Kureyza Yahudileri hakkın-da şu kararı verdi: Savaşacak gücü bulunanla-rın tamamı öldürülecek, kadın ve çocuklar esir, malları da ganimet sayılacak. (Vâkıdî, II, 510-515;

İbn Hişâm, III, 249-251; İbn Sa’d, II, 74-75.)

Kendileri hakkında eski müttefikleri olan bir kabilenin reisi tarafından hüküm verildiği için Yahudiler karara herhangi itirazda bulunama-mışlardı. Neticede Sa’d b. Muaz (r.a.)’ın kara-rıyla Müslümanlara karşı kılıçla mukavemet gösteren başta reisleri Nadîrli Huyey b. Ahtâb ile Hayberli Ka’b b. Esed olmak üzere sayı-ları 900’e ulaşan Yahudi erkek öldürülmüş-tür. Ayrıca savaş esnasında Müslümanlardan birinin şehit edilmesine sebep olan Yahudi bir kadına da kısas uygulanmıştır. (Buhârî,

Menâkıbu’l-Ensâr 12, Meğâzî 14, 30; İbn Hişâm, III, 251-253.) Onlardan geriye kalan kadın ve çocukları esir kabul edilmiş, bütün malları, eşyaları, arazile-ri de Müslümanların mülkiyetine geçmiştir. (İbn

Hişâm, III, 255-256.)

Hendek savaşı esnasında yaralanan ve Benî Kurayza topraklarından tedavi gördüğü çadıra geri getirilen Sa’d (r.a.)’ın bu sırada yarası açıl-dı ve bir müddet sonra otuz yedi yaşında iken kan kaybından öldü. Cenaze namazını Rasul-i Ekrem (s.a.s..) kıldırdı, ardından da Cennetü’l-Bakî’de defnedildi. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Sa’d (r.a.)’ın vefatı münasebetiyle arşın titre-diğini, cenazesine yetmiş bin meleğin katıldı-ğını ve onun cennet ehlinden olduğunu be-lirttiği nakledilmiştir. (Ahmed b. Hanbel, III, 234; İbn

Mâce, Mukaddime, 11; İbn Hişam, II, 262-263; İbn Abdilberr,

II, 604.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şairi Hassan b. Sabit (r.a.), vefatından sonra onun hakkın-da çok güzel bir şiir söylemiştir. (İbn Hişam, II,

282-283.)

Hadis rivayetinin henüz yaygınlaşmadığı er-ken bir dönemde öldüğü için Sa’d b. Muâz (r.a.)’dan fazla hadis nakledilmemiştir. Hadis kaynaklarından onun sadece bir rivayetine te-sadüf olunur. (Buhârî, Menâkıb, 25-, Meğâzî, 2. Ayrıca bk.

Efendioğlu, Mehmet, “Sa’d b. Muâz”, Türkiye Diyanet Vakfı

İslâm Ansiklopedisi, XXXV, 374-375.)

Page 67: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011
Page 68: Diyanet Aylik Dergi Şubat 2011