AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

48
Özüne Dönen Kadının Dergisi 1

description

Özüne Dönen Kadının Dergisi

Transcript of AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Page 1: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

1

Page 2: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

2

Page 3: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

3

EDİT

ÖR

DEN

İnci GÜLYazı İşleri Müdürü

AvangArt Kadın Dergisinin Sevgili Okuyucuları,

Sonbaharın kendini iyice hissettirmeye başladığı bu gün-lerde, tüm enerjimizle, tüm güzel duygularımızla yine sizlerle birlikteyiz. Bizler bu ay da sizlerle buluşmaktan, sizleri eğlendirirken düşündürmekten, bilgilendirmek-ten mutluyuz.

Tatilin, Bayramın bitmesi, okulların açılması, yerleşik düzene geçilmesi beraberinde koşuşturmayı getiriyor. Öyle ki akşamın nasıl olduğunu anlamıyoruz bile. Artık çocuklarımız okula başladı. Kitap, defter, giysi derken epeyce yorulduk. Şimdi amacımız çocuklarımızın yanın-da olmak, bir eğitim ve öğretim yılını da başarıyla ta-mamlamaları için onlara destek vermek. Bunun yanı sıra işimizde, evimizde düzeni sağlamak ve yeni tempoya ayak uydurmak gerekiyor. Gelin bu tempoda biz de sizin yol arkadaşınız olalım.

Bu ay adı üzerinde EKİM ayı, yani bize tarımı, bitkileri, özellikle de ekolojiyi anımsatan bir ay. AvangArt Kadın Dergisi olarak ekolojik yaşamı destekliyoruz. Bu nedenle Gündem’imizi, dergi olarak hassasiyetle üzerinde dur-duğumuz ve her zaman dikkat çekmek istediğimiz bu konuya ayırdık. Ekolojik pazarların sayısının artması ve sorunlarının çözülmesi en büyük dileğimiz.

Biyodinamik Bahçecilik de bu anlamda önem taşıyor. Bu terimi belki daha önce duydunuz belki de ilk kez bizim aracılığımızla tanıyacaksınız; biz her durumda bu konu-yu sayfalarımıza taşıdığımız için mutluyuz.

Gelecek nesillere daha güzel bir dünya bırakmak için ekolojik dengeyi de korumamız kollamamız gerekiyor. Çünkü gelecek nesil dediğimiz sonuçta bizim çocukları-mız, torunlarımız.

Yine bu bağlamda üreticilerimizin sesine kulak veriyor ve tohumlarımızı tehdit eden durumun farkına varıyo-ruz. Tarımın en önemli geçim kaynağı olduğu bir ülkede biz de TOHUMUMUZA SAHİP ÇIKALIM diyoruz.

Yine bu ay da başarılı kadınları sayfalarımıza konuk

ediyoruz. Ayın Girişimci Kadını, yurdumuzu evi olarak benimseyen bir yabancı... Dilini, kültürünü bilmediği bir ülkeye yerleşen, yerleşmekle kalmayıp girişimlerde bulunan, idealleri uğruna toprağı tırnaklarıyla kazıyan bir kadın... Onun öyküsünü zevkle okuyacağınıza inanı-yoruz. Kimbilir belki sizin de yolunuz bir gün bu çiftliğe düşer ve yaşamınızın en güzel tecrübelerinden birini ya-şarsınız....

Ayrıca sanatçı duyarlılığını gittiği kurslarla geliştiren, unutulmaya yüz tutmuş değerli bir sanata gönül veren bir diğer başarılı kadını da Kültür-Sanat Köşemizde ta-nıyor ve tanıtıyoruz. Onun aracılığıyla içinizdeki cevheri ortaya çıkarma konusunda girişimlerde bulunmak için ilk adımları atabilirsiniz belki de.

Yine dopdolu bir sayıyla karşınızdayız. Her bir yazarın özveriyle çalıştığı bu dergide, tüm köşe yazarlarımız bilgi ve deneyimlerini sizlerle paylaşmayı sürdürüyorlar. Yalnızca okuyup geçmeyeceğinize inanıyoruz, her biri hafızanızda izler bırakacak, belki de size yeni kapılar aralayacak. Belki de kendi kendinize sorduğunuz sorula-ra yanıtlar bulacaksınız. Belki de herbiri kendi alanında uzman olan yazarlarımıza sorular yöneltecek, duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşacaksınız. Unutmayın biz hep buradayız, bir kez daha sizi sevgi ve saygıyla karşı-lıyoruz;

HOŞGELDİNİZ!....

Fotoğraf: Berran AYDAN

Page 4: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

4İÇ

İND

EKİL

ER

Genel Yayın YönetmeniŞafak Burçak ALKANLI

Seçici Bilim KuruluTürkan COŞKUNBurcu YILMAZOĞLUİnci GÜLŞebnem OAKMANEnis KIRIMLI

Yazarlık DanışmanıTürkan COŞKUN

Yazı İşleri Müdürüİnci GÜL

Logo TasarımSelçuk ACAR

Resim KatkısıBerran AYDAN (Kapak)Isabelle BACQUEOISİlknur ÇAKICI ERŞAHİNAfitab Ümid GÜRGÜLERNazım TANRIKULUŞafak Burçak ALKANLIMetin RODOPSemiha BATMAZ SALCINilay UZGÖREN PAPİLASelman GERÇEKSEVERYüksel ÇEVİKAynur SEZGİNNedret GÜLCANAyça GÜRELMAN

Tasarım Hakan ER

Avangart Kadın Dergisi Bir Terra Yayıncılık ® kuruluşudur.

Bu dergi içeriğinin tüm hakları saklı olup, kurumsal olarak TCK uyarınca ve yazarların eserleri 5846 sayılı

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından koruma altındadır. Alıntı yapabilmek için dergi yönetimine

başvurunuz.

[email protected] 0629

Dergideki makaleler yazarların kişisel görüşlerini belirt-mekte ve reklamlar reklam verenin sorumluluğundadır.

15 Aralık 2009’dan beri Online Yayındayız!2009 - 2010 www.avangartkadin.com

1. Editörden …3

İnci GÜL

2. İçindekiler, Künye …4

3. Şiir Köşesi …5

Esin KARAER

Ah Gidemediğim Yerler, Hayat İşte

4. Gündem …6 - 7

Levent Gürsel ALEV

Sırf Bunun İçin Bile Buraya Gelinir

Tohumuna Sahip Çık

5. Girişimci - Lider Kadın ...8 - 9

Isabelle BACQUEOIS, İnci GÜL

Yunus Emre Yoga Ve Ekoloji Çiftliği

6. Çalış(k)an Kadın …10 - 11

Şebnem OAKMAN

Dedemden Öğrendiklerim...

7. Avangart Anne …12 - 13

İlknur ERŞAHİN ÇAKICI

Söz Vermiştim…

8. Eğitim …14 - 15

Selman GERÇEKSEVER

Süper Hafıza ve Öğrenme - II

9. Can Sağlığı …16 - 17

Enis KIRIMLI

Can Dolaşımı ve Tuz - III

10. Yemek Kültürü …18

Afitab Ümid GÜRGÜLER

Tombul Domates

11. Bitkilerle Yaşam …20 - 21

Nazım TANRIKULU

Kış Aylarının Dostu: Gripotu

12. Hayvan Dostlarımız …22

Eser GÜL

Köpekler

13. Vatan Ve Köklerimiz …23

Denizhan SEZGİN

Preveze Deniz Savaşı Ve Önemi

14. Evimiz Dünya …24 - 25

Melda KESKİN

Biraz Davul Tozu, Biraz Da Minare Gölgesi...

Biyodinamik Bahçecilik!

15. Evrensel Değerler …26 -27

Selman GERÇEKSEVER

Sevgi ve Korku

16. Hayata Yeniden Bakmak …28

Semiha BATMAZ SALCI

Siz En Çok Hangi Mevsimi Seversiniz?

17. Yuvarlağın Köşeleri …30 - 31

Nilay UZGÖREN PAPİLA

Mavi Kuş, Pinpon Topları Ve Pirinçler

18. Akıllı Kalpler …32

Eray BECEREN

Çocuklarda Duygusal Zeka

19. Gülışığı …33

Gülseren ALÇI

Aşk, Aşk!...

20. Seyir Defteri …34 - 35

Metin RODOP

Misyoner Kızın Bakışlarındaki Sır

21. Evrende Zeki Hayat …36

Selman GERÇEKSEVER

UFO’larla Niçin Bu Kadar İlgilendim?

22. Kültür – Sanat …38 - 39

İnci GÜL

Cam Sanatı- Yüksel Çevik’le Söyleşi

23. Moda …40 – 41

Aynur SEZGİN

Doğuş Üniversitesi ve Bir Söyleşi

24. Gezi …42 – 43

Nedret GÜLCAN

Brighton’un Beyaz Başları

25. Yoga …44

Ayça GÜRELMAN

Yoga Baharati Türkiye Gönüllüleri

26. Kristal Astroloji …45

Selman GERÇEKSEVER

Akrep Burcu İnsanı için Kan Taşı ve Obsidyen

27. Avangart Etkinlik …46

YUPILIFE Sağlıklı ve Kaliteli Yaşam Ürünleri

Alkali Su & Manyetik Terapi Semineri

Page 5: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

5

ŞİİR

ŞESİ

Fotoğraflar Berran AYDAN’a ait olup resimdeki kişi Berran Hanım’dır.

AH GİDEMEDİĞİM YERLER

Esin KARAER

Özleminiz içimde

Kor ateşle yanar

Gitmek, görmek isterim.

Adım atmadık sokaklar

Su içmedik sebiller

Kahkaha atmadık

Deniz kenarları

Yeni güzel insanlar

Anlatılmadık öyküler

Hepsi bekler...

HAYAT İŞTE

Esin KARAER

Tüm acılar neşeye

Dönüşür elbet akışta

Tıpkı tırtılın kelebek

Misali güzelliğinde

Bir şiirin yarattığı

Tanrısal birliktelikte

Dokunmaz olur artık

Ne bir çığlık

Ne bir çatlak ses

Sonbaharın o büyülü

Tablosunda

Renkler kırmızı

Page 6: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

6G

ÜN

DEM

“SIRF BUNUN İÇİN BİLE BURAYA GELİNİR!”

Levent Gürsel ALEV Ekolojik Üreticiler Derneği Başkanı[email protected]

Günlerden Çarşamba ve yine Özgürlük Parkı’ndayız. Sa-bahın erken saatleri… Üretici ve pazarcılar siftahlarını yapıyor ve günün güzel geçmesini, pazarı kapatırken ürünlerini satmış olmayı ümit ediyorlar. Ankara, Mersin, Çanakkale ve diğer yörelere gidiş-geliş mazot paralarını çıkarsınlar, üç-beş kuruş da evlerine harçlık götürürlerse cabası...

Biz ekolojik ürün üreticileri için yaz mevsimi tam bir kâbus. Çünkü okulların kapandığı tarih ile açılış tarihleri arası müşterilerimiz bizden uzaklaşıyor. Yaz mevsimi ta-til zamanı. İşin bir başka tersliği ise bu mevsimde ürün çeşidi ve miktarı bollaşıyor, birçok üretici ürünleri elle-rinde kalmış olarak çiftliklerine dönüyorlar. Umuyoruz ki bu çelişkili durum bir gün düzelir.

Pazarımıza ilk kez gelen bir hanımefendi “sizin doma-tesinizi çok methediyorlar” diyor, özenle seçerek birkaç kilo domates alıyor ve alışverişini yaparken şöyle söylü-yor: “Bir başka tezgaha gittim. Kendisi domates sattığı halde, sizin domatesinizin daha güzel olduğunu söyledi ve beni size gönderdiler. Ben böyle bir şey görmedim. Sırf bunun için bile buraya gelinir.”

Söylenen sözler beni etkiledi. Kendisine ismini ve nerede oturduğunu sordum, “bir yazı hazırlamak istiyorum, is-minizi kullanabilir miyim” diye sordum, “elbette” dedi.

1999 yılından beri ben, kardeşim ve eşi Çanakkale’de organik tarım yapıyoruz. 2004 yılından itibaren evlere servis ile 2006 yılından itibaren ise Feriköy’de açılan pazarda ürünlerimizi ekolojik ürün tüketicilerine ulaş-tırmaya çalışıyoruz. Yaklaşık 50 tezgah ile mütevazı bir şekilde açılan pazar, yaklaşık bir yıl süresince herkesin memnun olduğu bir buluşma yeri oldu. Arz ve talep den-gesine göre hemen herkesin yok sattığı... Ancak aynı pazar geçtiğimiz bir yıldan bu yana hemen her üreticiye zor zamanlar yaşatmaya başladı.

Bunun birkaç nedeni vardı: Birincisi, yaklaşık son üç yıl zarfında mevcuttaki pazarcılara danışılmadan tezgahla-rın sayısı 50 den 300’lere çıkarıldı. Geçen süre içerisin-de 6 kat artan arz, en fazla 2 kat artan talep karşısında yenildi. “Sürdürülebilir” yaşam amaçlayan ekolojik ürün üreticileri “süründüren” yıllar yaşamak zorunda kaldı. İkinci olarak; üreticilere kendi ürettikleri ürünlerin dı-şındaki ürünleri satmalarına izin verilmez iken, tarım ve ekoloji ile ilişkisi olmayan kişiler organik sertifikalı olması kaydıyla her çeşit ürünü satabilme serbestisine sahip oldular. Bu durum, mevsim, doğa koşulları vb. ne-denlerle bir yıl içerisinde her hafta yaklaşık aynı çeşit ve miktarda üretim yapamayan küçük ve orta ölçekli üreticiyi sınırsız çeşitte ürün satma serbestliğine sahip al-satçılar karşısında ezdi. Bu nedenle birçok üretici ar-kadaşımız borç batağında yüzmeye başladı. Bu ortam ister istemez adil olmayan, rekabetçi bir yapı oluştur-maya başladı ve üreticilerin arasında varolması gereken dayanışma ruhunu yok etti.

Ekolojik Üreticiler Derneği daha kurulalı yarım yılı ta-mamlamadan İstanbul’da açtığı Kadıköy ve Maltepe Organik Halk pazarlarında, dernek üyesi olsun ya da olmasın tüm üreticilere kendi ürünleri dışında diğer üre-ticilerin de ürünlerini satabilme olanağı sağlamıştır. Bu-nunla da kalmamış, bir üreticinin aynı pazarda bir başka üretici veya pazarcıya fazla ürününü verebilmesini öz-gür bırakmıştır.

İşte bu iki basit uygulamanın kısa vadeli sonucu olarak; rekabetçi bir yapı yerine aynı dünyanın paydaşları oldu-ğu bilinci ile birbirine destekleyen ve dayanışma ruhunu üreten bir sistem yaratılmaya başlanmıştır.

Dernek olarak daha yolun başında olduğumuzun, hem üreticiyi hem de ekolojik ürün tüketicisini memnun eden daha bir çok şey yapmamız gerektiğinin bilincin-deyiz. Ama yazının başlangıcında verdiğim örnek bile doğru yolda olduğumuzu, üreticisi/tüketicisi ile ekoloji dünyasının bütününe yönelik olumlu adımlar attığımızı gösteriyor. Üretilen her değerle gurur duyuyoruz.

Berrin hanım gibi sayısız ekolojik ürün tüketicisini mutlu etmenin görevimiz olduğu duygusuyla..

İyi pazarlar...

*Metin daha önce Kadıköy Gazetesi ve www.ekolojikure-ticiler.org ’da yayınlanmıştır.

Page 7: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

7

AD

VER

TORY

AL

Tohumuna Sahip Çık, Üret ve Paylaş!Biz köylüler; binlerce yıldır tohumlarımızı yetiştirdik. Yöremizin özelliklerine göre, farklı hava koşullarında, doğa ile işbirliği içinde sayısız bitki çeşitlerini geliştir-dik. Atalarımızdan kalan bilgiyi tohumlarımızda sakla-dık. Tecrübelerimizi gelecek kuşaklara aktardık. Tarımın başladığı eski yıllardan bu yana gıda güvenliğinin teme-lini, yarattığımız bu zengin çeşitlilik oluşturdu. Bugün farkındayız ki; tohumlarımız çalınıyor ve yanlış insanla-rın elinde değiştiriliyor.

Ürettiğimiz ürünler; yerel pazarlar ve yerel beslenme kültürünün yardımcı olmasıyla ürün çeşitliliğinin artma-sına neden olmuştur. Ancak gıdanın uluslararası ticare-tinin yapılmasıyla yerli çeşitlerimizin azalması başla-mıştır. Her geçen yıl pazarlar kapatılıyor, onların yerine büyük zincir marketler, alışveriş merkezleri açılıyor. Bu durum da yerli çeşitlerimizin azalmasına, tek tip ürün yetiştirilmesine neden oluyor. Şirketlere bağlı tüccarla-rın istediği çeşitleri üretmek zorunda kalıyoruz.

Biliyoruz ki; tohum ve bitkilerin varlığını korumanın yolu onları üretmek ve çoğaltmaktır. Üretmek de yet-mez, ürünlerimizi doğrudan yerel pazarlarda insanlara

ulaştırabilmeliyiz. Şirketler sadece ticari çıkarlarını dü-şünerek açlığa ve kıtlığa çare olmak bahanesiyle hangi bitkilerin yaşayacağına, hangilerinin ortadan kalkacağı-na karar veriyorlar. Kendini devletten üstün tutan şir-ketlerden yana politikalar sonucunda çiftçiler zamanla tohum endüstrisine bağımlı hale getiriliyor. Bu da yerli köy çeşitlerini kısa sürede ortadan kaldırıyor.

Geleneksel/ekolojik köylü tarımı, endüstriyel metot-lardan çok daha sağlıklı ve sürdürülebilirdir. Toplumda oluşan gıda bilinci her geçen gün yerli çeşitlerin daha sağlıklı olduğunun fark edilmesini sağlıyor. Bu durumun korunması ve geliştirilebilmesi ancak yerli tohumların kullanılması ile mümkündür. Yerli tohumla üretim yap-malı ve yerel pazarlarda bizzat vatandaşlara sunmalıyız.

Biz Torbalı köylüleri; beslenmenin ve kültürel kimliğin en önemli kaynağının tohum olduğunun bilincindeyiz. Bu bilinç ile örgütlenerek yerli çeşitlerin korunması ve üretilmesi için yıllardır çaba sarfediyoruz. Biliyoruz ki; üreticiler ancak kendi örgütleri ile kendi sorunlarına sa-hip çıkabilirler ve o sorunları aşabilirler.

TÜM ÜRETİCİ KÖYLÜLER;

ESKİ, YERLİ TOHUMLARIMIZA ONLARI ÜRETEREK

SAHİP ÇIKMALIDIR!

TOHUMLARIMIZI DİĞER KÖYLÜ KARDEŞLERİMİZLE DEĞİŞTİRMELİDİR!

ÜRÜNLERİMİZİ YEREL VE ORGANİK

PAZARLARA SUNMALIDIR!

KARAOT KÖYÜ EKOLOJİK ÜRETİCİLER

TOHUM DERNEĞİ DERNEĞİ

Page 8: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

8G

İRİŞ

İMC

İ - L

İDER

KA

DIN

Yunus Emre Yoga ve Ekoloji ÇiftliğiOtobiyografi: Yogapushpa Isabelle BACQUEOIS

Çeviren: İnci Gül

Benim Türkiye ile olan öyküm herşeyden önce bir aşk öyküsüdür.

Türkiye ve Türkler hakkında herhangi bir şey öğrenme-den önce bir rüya gördüm. Rüyamda, yuvarlak ve ye-şil bir kule ile dönerek dans eden bol elbiseli bir adam vardı. Bunun ne olduğunu bilmiyordum. Sonradan, çok sonradan bunun Mevlana’nın Konya’daki Yeşil Kubbesi ve Sema yapan bir derviş olduğunu anladım!

Bu rüyayı gördükten bir süre sonra özel bir Türk Hava-yolu Şirketi tarafından işe alındım: Pegasus. O yıllarda pilot olarak çalışıyordum. (2004)

İşte bu iş sayesinde Türkleri, Türk Kültürünü, Türk Dilini ve biraz da Türkiye’yi tanıdım.

Tanır tanımaz da Türkiye’ye ve Türklere “aşık oldum”. Tanır tanımaz Türklerle kendimi “yuvada” hissettim.

15 yılı aşkın bir süredir dünyanın çeşitli yerlerinde uç-muş olmama karşın ne bir evim olmuştu ne de kendimi evimde hissedebileceğim bir yer. Yurdumu bulduğumu anlamıştım. Ve burası Türkiye idi...

Türk arkadaşlarımdan birisi beni Mevlana ve Yunus Emre ile tanıştırdı. Burada da yıldırım aşkına tutuldum. Onla-rın yazdığı şiirler, öyküler, sanki hep benim içimdeydiler.

Ancak Türkiye’ye 2007 yılının Ocak ayında geri dönebil-dim ve kesin olarak yerleşebildim. Dostlarım sayesinde kalacak bir yer ve yine pilot olarak bir iş bulabildim. Pilotluk mesleğimi hala çok seviyordum ama sanki köklü bir değişimin olacağı içime doğuyordu. Bedenim bana işaretler verip duruyordu, rahatsızlıklar ve bu çılgın ya-şamı sürdürmekte gittikçe artan güçlükler! Hep bir baskı altında, tamamen yoldan çıkmış bir ritimle, sürekli stres

içinde yaşamaktan sağlığım gitgide bozuluyordu.

Ve bir gün Aralık 2007’de Antalya yöresine özgü muhte-şem bir fırtına sırasında, güçlü bir şimşeğin çakmasıyla, açık bir şekilde “Doğayla içiçe yaşayacağın bir yer bul-malısın” diyen o mesaj geldi.

Bu mesaj başka bir şey içermiyordu ama ben hemen an-lamıştım.

Ve bu andan itibaren zorlu bir geçiş dönemi başladı: Hala pilot olarak çalışmayı sürdürüyordum ancak sağlı-ğım dolayısıyla bir kaç ay işi bırakmam gerekti. Doğada bir yer aramaya başladım. Pilotluğa uzun süre devam edemeyeceğimi, hayatımda önemli bir dönemece gire-ceğimi hissediyordum. Bu aynı anda hem büyüleyici hem de sancılıydı. Ama bana öyle bir şekilde yol gösterildi ve yardım edildi ki sonuçta 15 Eylül 2008’de tabiri caizse pilotluk mesleğim “beni bıraktı”.

Böylece Yunus Emre Yoga ve Ekoloji Çiftliği projesi doğ-muş oldu.

Çiftliğin yeri bu geçiş dönemi sırasında bulunmuştu: Antalya’nın 80 km kuzeyinde, ormanlar içinde, büyük bir gölün yanında, dağlarla çevrili 31 dönümlük iki bü-yük arazi.

Doğadan başka hiçbir şey yok.

Her şey yapılmayı bekliyor

Ve bu hayali taşıyan yüreğimden başka bir şeyim yoktu, onu nasıl gerçekleştireceğimi bilmiyordum.

İşte Permakültürle o zaman tanıştım.

Böylece Permakültürün yoga ile birlikte, bu hayali ger-çekleştirmenin mükemmel bir yolu olduğunu anladım.

Yoga ve Permakültür bu projenin temel taşları oluyor-lardı.

Proje hayata geçiyordu.

Doğada doğaya adanmış bir yer...

Page 9: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

9

Permakültürün ve yoganın sayesinde korunacak ve geliş-tirilecek bir yer

Stajlar, kurslar ve seminerler aracılığıyla permakültürü ve yogayı yaşatacak ve yayacak bir yer…

Gönüllüler, karmik yogiler, öğrenciler, misafirler, davet-liler ve ziyaretçilerle yaşamın, tamamen ekolojik yaşa-mın paylaşılacağı bir yer.

O zaman 2009 yılının sonbaharındaydık.

Fransa’daki Permakültür Üniversitesi Müdürü Steve Read ile görüşebildim. Mart 2009’da permakültür tasarı-mı kursu vermek üzere gelmeyi kabul etti hemen.

Bu muhteşem bir şeydi. Ama arazi üzerinde hiçbir şey yoktu. 12 metrekarelik prefabrike minik bir ev ve bir çadırdan başka hiçbir şey. Ne bir tuvalet ne de bir duş vardı.

Her şeyi yapmak gerekiyordu.

Gönüllü arkadaşlar ve komşularla birlikte bu staja ha-zırlanmak için kışın göçebe çadırları kurmak için güç za-manlar geçirdik. Üst üste kopan fırtınalar çadırlarımızı yıkarak emeklerimizi boşa çıkarıyordu. Ama sonunda 17 Mart 2009 da Yunus Emre Çiftliği ilk Permakültür sta-jımızın 15 katılımcısını ve aynı zamanda Steve Read’i ağırlıyordu.

Bu staj herkes için muhteşem bir macera oldu.

Neredeyse sürekli yağan yağmur ve soğuk gibi zorlayıcı iklim koşullarına karşın hepimiz keşfin ve paylaşımın yo-ğun anlarını yaşadık.

Steve Read sayesinde Permakültürün temellerini öğre-nebildik ve özellikle de “hayallerimizin gerçekleşebile-ceğini” anladık.

EVET, TOPRAK “BAHÇE”YE DÖNÜŞEBİLİR

Bu stajdan sonra çiftlik yeni bir başlangıç yapıyordu. Stajyerler sayesinde çiftlik için, binaların, bahçelerin ve diğer alanların gerçekleştirilmesi için temel oluştu-racak bir tasarım yapıldı. İşte şimdiki işimiz bu tasarımı hayata geçirmek.

Bu tasarımın belli başlı bölümleri :

Su tasarımı: Ev işlerinde (duş, çamaşır, bulaşık gibi) ol-duğu kadar bitkileri sulamada hatta, neden olmasın ba-lıklar ve... insanlar için havuzlar yapmak üzere kullana-bilmek için kışın yoğun bir şekilde yağan yağmur suyunu toplayabilecek bir sistem geliştirmek.

Kalacak yerlerin yapılması inşaatı: Şimdilik pek çok yer geçici. Ama şimdiden üç güzel göçebe çadırımız var: Bunlar dersler için kullandığımız Saraswati çadırı, gönül-lülerin kaldığı Sürya çadırı ve yemekler için kullandığı-mız Ana Çadırı. Yoga yapacağımız yer olan Durga yerinin yapımı ise devam etmekte. Geriye ortak mutfak, tuva-let ve duşlar ile konuklar, stajyerler ve çiftliğin kabul ettiği ziyaretçiler için bungalovların yapılması kalıyor.

-- Zaten var olan tüm çiçekli ağaçların diğer bitkilere eşlik edebileceği ya da kullanılabileceği bir gıda ormanı-nın ekimi. Çiftliğin etkinlikleri böylelikle projeye uygun olarak geliştirilebilecek.

-- Yoga, permakültür ve bunlara eşlik eden Tai Chi, Chi-Gong, Eco-İnşaat, yabani bitkilerin keşfi gibi alanlarda dersler, stajlar ve seminerler....

-- Çocuklar için yoga + doğa + sanat kampları

-- Davetli konukların “Misafir kulübeleri”nde ağırlanması

-- Hayatı ve işleri paylaşmak için gelen gönüllülerin ve karma yogilerin ağırlanması

-- Permakültür öğrencilerinin ağırlanması

İşte böyle. Bir yığın iş ve pek çok güzel deneyimi pay-laşmak üzere çiftliğin yapımına yardıma gelecek gönül-lüleri bekliyoruz.

Yunus Emre Çiftliği her şeyden önce insancıl bir yaşam ve paylaşım macerasıdır!

YUNUS EMRE ÇİFTLİĞİ – YOGA EKOLOJİ ÇİFTLİĞİ

ÇAMLIK - BUCAK - BURDUR

www.yunusemreyogapermaculturefarm.eklablog.com

[email protected]

Cep tel 0531 512 09 28

Page 10: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

10Ç

ALI

Ş(K

)AN

KA

DIN

Şebnem OAKMANEndüstri Mühendisi

Dedemden Öğrendiklerim...

Dedem, hayata gözlerini yumduğu 75 yaşına kadar hasta bakmış, ülkemizin değişik yerlerinde ve kurumlarında görev yapmış idealist bir hekimdi. Hayatın çetin yolla-rından geçerken kaya gibi bir sert bir gerçekçilik, disip-lin ve sürekli çalışma/üretme bilinci kazanmıştı. Bazen katılığa kadar varan bu yönleri mesleğinde başarılı, git-tiği her yerde saygı ile anılan ve zor anlarda başvurulan bir hekim olmasını sağlamıştı. İstanbul Tıp Fakültesin-de okurken Nazi zulmünden kaçan Alman hocalar, onun kuşağını kusursuz bir sistemle eğitmişler, onlara insan hayatını ilgilendiren işlerle uğraşanların yaptıklarına yüzde yüz hakim olmaları gerektiğini aşılamışlardı. Bu Alman hocalar kadar, küçücük yaşta kaybettiği annesi, bir türlü anlaşamadığı üvey annesi – ki onun yüzünden evden bile kaçmıştı-, parasız yatılı okuduğu lisesi ve her yaz çalıştığı türlü işler de karakterinin şekillenmesinde etkili olmuştu. Bir bakıyorduk duvar örüyor, bir bakıyor-duk zili tamir ediyor, bir bakıyorduk anneanneme helva yapmayı öğretiyor, – sonrasında öğretildiği gibi helva yapmayı deneyen anneannemin yaptıklarını sekiz kez çöpe atarak dokuzuncuya onay verecek kadar konuya önem vererek- bir bakıyorduk çiçeklerle uğraşıyordu. Bilmediği, anlamadığı iş yok gibiydi, bunu da para ka-zanmak için yaptığı yaz tatili işlerine bağlardı. Birkaç senede bir Avrupa turuna çıkar, dönüşünde orada gör-düğü düzen, sistem anlayışını anlatır, bunu bizim duru-mumuzla karşılaştırıp etrafında gördüğü yanlışları bıkıp usanmadan düzeltmeye çalışırdı. Bir dönem politikaya da atılmış ama dosdoğru tavırları yüzünden fazla sevil-meyip kısa sürede geri çekilmişti.

Üvey anne meselesinden midir, kadınların duygusallık-larından dolayı gerçekçilikten uzaklaştığını düşünmesin-den midir bilinmez, kadınları çok sevmezdi. Böyle bir adamın, ailesinde; bu çalışıp çabalayıp okumuş fakir genci küçümseyen bakanlar, profesörler olan annean-nem ile evlenmek için yanıp tutuşması ironik bir durum-

du elbet, ama anneannemin Holywood yıldızlarını andı-ran gençlik resimleri bize bu durumu gayet iyi açıklardı. Anneannemle evlendi ve ona, o kuşağa ait birçok kadını kıskandıracak güzel bir hayat yaşattı. Anneannem onun sistemli yaşamına büyük saygı gösterir, hergün aynı sa-atte öğle yemeğini hazırlar, beyaz doktor gömleğini bir-gün ütüsüz, kirli bırakmaz, ev düzenini kusursuz şekilde sağlarken o da anneannemin giyinip süslenmesine, yiyip içmesine, gezip tozmasına imkan verirdi. Aralarındaki bu uyum ölene kadar devam etti.

Gelgelelim, dedemin kadınlara karşı olan olumsuz tavrı hayatı boyunca sürdü. Sadece bana - okuyan, başarılı bir öğrenci olduğumdan herhalde - yakınlık gösterir, benim-le uzun uzun sohbet ederdi. Bazen kadınlara vereceği güne hazırlanan anneannemi gösterip, “Allah akıl fikir versin bu kadın kısmına, bu kadar pasta, börek yapılır mı, bir de öğle yemeğinden sonra geliyorlar, mide fesa-dı geçirecekler, sonra ‘Aman doktor ilaç ver, hazımsız-lık var midemizde, nedendir acaba?’ diye gelecekler... Aman kızım sen böyle olma, kafanı kullan...” derdi. Bu lafları hiç umursamayan anneannem bilmem kaçıncı tepsiyi fırına sürerken, “Adettendir ayol, valla geçen-lerde, Aliye hanım bunun iki katını yapmıştı...” diyerek heyecanla hazırlıklarını sürdürürdü.

Yeni bir alet alınınca, kullanım kılavuzunu muhakkak bana okuturdu, sonra aleti birlikte kurardık. O yıllarda hepimizin evine giren videoyu ilk alanlardan olmuştu. Videonun eve girdiği günü bugün gibi hatırlıyorum. He-men incelemeye koyulan babam ve dayımı kenara çekip, aleti önce benimle kuracağını, ancak biz birkaç deneme yaptıktan sonra ev halkının seyredebileceğini söylemişti ki bu onun kadınlara verdiği değer gözönünde bulundu-rulduğunda çok nadir gerçekleşebilecek bir durumdu. Koltuklarım kabararak sıkıntı ile homurdanan babamla dayımın yanından geçip dedemin yanına kurulmuştum.

Neler öğrenmedim ki dedemden, canlı ile cansız, cahil ve akıllı arasındaki arasındaki farkı, Sokrates’in başına gelenleri, Goethe’nin şiirlerini, Almanya’da trafik kural-larına nasıl uyulduğunu, ülkemizin kalkınması için yapıl-ması gerekenleri, çiçek hastalığının kökünün nasıl ku-rutulduğunu, şarlatan hekimleri... Çocuk halimle onun daldan dala atlayıp anlattığı konular çok ilgimi çeker, hastası gelip yanımdan ayrılınca da onlarla ilgili düşün-meye devam ederdim. Yıllar sonra, bu anlatılanların üzerimde düşündüğümden de etkili olduğunu farkettim.

Page 11: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

11

“Yaptığın her işi iyi yapacaksın” derdi, “Hatasız, tıkır tıkır, bir kere hata mı yaptın hemen düşün neden hata yaptın, ders al, tekrar etme...” Sonra bu sözleri yaşa-mından örneklerle pekiştirirdi. Zaten onu izlemek baş-lıbaşına bir dersti. Hayatının sonuna kadar mesleği ile ilgili okudu, araştırdı, düşündü.

“Sonra düşüneceksin” diye devam ederdi. “Allah akıl fikir vermiş insana, neden düşün diye, kafanı kullana-caksın, sürüye kapılmayacaksın.” Ezbere konuşmazdı, klişelerle, gereksiz hassasiyetlerle işi yoktu. Varsa yoksa akılcılık, gerçekler...

Onun gibi olmadım, ama ondan çok etkilendim, çok şey öğrendim. Duygularını da aklı kadar kullanan, sezgileri-ni işin içine katan, kadınlığını bir pranga gibi değil bir güç olarak gören bir kadın olmaya çalıştım, çalışıyorum.

Hatalar yaptım, hala yapıyorum. Kusursuzluk değil he-defim.

Ama onun dediği gibi yaptığım işi iyi yapmayı, sorumlu-luk sahibi olmayı, detaylı düşünmeyi, hatalarımdan ders almayı ilke edindim kendime. Başarıyor muyum, bunu söylemek için daha çok erken, önümde 75 yıl böyle ya-şamış bir örnek var... Bense daha yarı yoldayım...

Dedemi yıllar önce, üniversite yıllarımda kaybettim. Ha-yattaki ilk büyük kaybımdı. Ama bugün kendime bakınca onu kaybetmediğimi düşünüyorum. İnsanlar bu şekilde yaşamaya devam ediyorlar, sevdiklerine kazandırdıkları ile...

www.sihirlius.com

Page 12: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

12AV

AN

GA

RT A

NN

E

Söz Vermiştim...İlknur ÇAKICI ERŞAHİN

Yazar

Neden söz veririz? Verdiğimiz sözü tutsak ya da tutma-sak ne olur? Sözünü tutan insanlara güven duyarız, tut-mayanlara duyamayız, güvenilmez buluruz. Söz vermek güvenle ilgili bir durum gibi görünse de asla yapama-yacağımızı düşündüğümüz şeyler hakkında bize cesur adımlar attırabilir ve sınırlarımızı keşfetmemize yar-dımcı olabilir.

Ben de bir söz verdim, iyi ki de vermişim bu sözü; ha-rika şeyler deneyimledim, yeni duygular keşfettim sa-yesinde... Tatil için Fethiye Ölüdeniz’de bir tatil kö-yüne gideceğimi söylediğim zaman arkadaşım bana bir liste yaptı. Gemiler plajına gitmeliydim, Hayalköy’de kalmalıydım, Kelebekler Vadisi’nde çadırda kalmalı ve paragliding yapmalıydım. Belli bir yerde kalacağım için hangisi uygun olur bilemiyordum ama uygun olanı yap-maya çalışacağıma dair söz verdim. En azından birini yapacaktım. Oysaki söz verirken paragliding’in ne ol-duğu konusunda bir fikrim bile yoktu. Yamaç paraşütü olduğunu Fethiye’ye gittiğimde öğrenecektim. Evet, bu söz vermesem, yapmayı asla düşünemeyeceğim bir şey-di. Benim gibi yüksekten çok hoşlanmayan, lunaparkta çarpışan arabalar haricinde salıncaklara bile binmekten çekinen biri için hiç de tutulması kolay bir söz olma-yacaktı. Bir şekilde yamaç paraşütü konusu açıldığında, küçük oğlum ve ben yapmak istediğimizi söyledik. Eşim ve büyük oğlum oldukça şaşırdılar. Fakat büyük oğlum uçak fobisi sebebiyle kardeşine bu işin hiç de kolay ol-madığını, iyi düşünmesi gerektiğini, korkabileceğini söyleyip kardeşini vazgeçirdi. Konuşmalardan ben de etkilenmedim değil, daha önce kazalar yaşandığını da biliyordum. Ama bir söz vermiştim ve sözümü tutmak istiyordum. Bu beni zorlayan bir bağlayıcılık oldu. Karar verdim, deneyecektim. Ertesi gün saat 15.00’te atlaya-caktım. Buluşma yerine geldiğimde zirveye yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk olacağını öğrendim. Babadağı deni-len bir yerden atlanacaktı ve yüksekliği yaklaşık 1800 metreydi. Pilot olduklarını sonradan yukarıda öğrenece-ğim gençler ve çoğu turist olan atlamak isteyenlerle bir-likte kamyonet tarzı bir araca bindik ve yola koyulduk. Yol sanki “yapmak istediğinden emin misin?” der gibi dar, virajlarla dolu ve tehlikeliydi. Yol boyu aynı araçla geri mi dönsem diye aklımdan geçirdim. Söz vermesem bu kadar ısrarla denemek ister miydim acaba? Sanırım hayır, hatta kesinlikle hayır, boş ver derdim mutlaka

ve vazgeçerdim. Karar aşamasındaki sohbetten en çok çocukların ve erkeklerin bu işi yapmak istediklerini öğ-renmiştim. Nedense kadınlar pek ilgi göstermiyordu. Yol boyu ben birçok şeyi düşünürken yaklaşık 45 dakika yolculuk yaptık. Yolda acaba atlamaktan mı yoksa yolcu-luktan mı daha çok korktuğumu bile düşündüm. Zirveye ulaştığımızda araçtan indiğimiz yer oldukça meyilli bir yerdi ve sanki ucu görünmeyen bir uçurum hissi veriyor-du. Oldukça heyecanlandığımı fark ettim. Birlikte uça-cağımız Türkiye 3.sü olduğunu öğrendiğim Mehmet’le tanıştık. Bana bu konuda şanslı olduğumu söylediğin-de yapacağım iş gözüme biraz daha tehlikeli gelmeye başladı. Ama o hemen hazırlıklara başlamıştı bile. Artık vazgeçilemez bir duruma gelmişti bu iş. Önce atlama kıyafetleri giyildi, paraşüt kontrol edildi, atlamak için ne yapacağım söylendi. 3-5 adım hızla koşup kendimi boşluğa bırakacaktım. O kadar çarçabuk oldu ki her şey, adımlarımı bile tamamlayamadan kendimi havada, mu-azzam bir manzaraya karşı karşıya uçarken buldum. İşte bu kadardı, uçuyordum ve bu harika bir şeydi. Mehmet çok genç, çocukluğundan beri yaklaşık 3500 uçuşu olan başarılı bir pilottu. Umarım Türkiye şampiyonu da olur. Bütün bunlar beni hem sakinleştirdi, hem de bu işin ne kadar ciddi bir iş olduğunu anlamamı sağladı. İşte şim-di havada süzülürken daha iyi anlamıştım neden kuşla-rın özgürlük sembolü olduklarını. Uçabilmek harika bir duyguydu... Ve bu duyguyu herkes yaşamalıydı bence. Uzaklardan Torosları görüyordum, bana kalsa ben daha yukardaydım, aşağıda Fethiye Ölüdeniz haritaya bakar gibi görünüyordu ve uçsuz bucaksız harika deniz vardı masmavi güzelliğiyle.

Rüzgarın da uygun olmasıyla yaklaşık 200 metre daha yükselerek 2000 metrelere ulaştık. O an uçmak varken, aşağıda yürümenin ne kadar basit olduğunu düşündüm. Neden daha önce böyle bir şeyi yapmak aklıma gelme-mişti. Uçaktan korkan biri de yapabilir miydi? Bence kesinlikle herkes yapabilirdi. Ne yükseklik korkusu, ne uçak fobisi böyle bir güzelliği yaşamaya engel olamazdı, bu çok farklı bir şeydi ve mutlaka yaşanmalıydı. Rüzga-rın olağanüstü bir kuvveti vardı ve biz bu kuvvete sa-hip ülkelerden biriydik. Bir kez daha ne kadar güzel bir ülkede yaşadığımı fark ettim. Sırf yaşadım diyebilmek için, yapılabileceğini göstermek için bile yapılabilir-di bu spor. Atladığımız yer olan Babadağı’nın konumu itibariyle dünyada yamaç paraşütü atlama yeri olarak bilinen ve tercih edilen ender yerlerden biri olduğunu

Page 13: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

13

öğrendim. Mehmet’in de sadece mükemmel bir pilot de-ğil aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı ve iyi bir psikolog da olması gerekiyordu. Havada keyifle uçarken bana etrafı tanıttı. Bir sürü fotoğraflarımı ve videomu çekti. Heye-canıma ortak oldu, ona bu yazımla bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Teşekkürler Mehmet, umarım Türkiye Şampiyonu olursun.

Hayatımın en farklı, en heyecanlı olaylarından birini yaşıyordum, havada asılı bir şekilde uçuyordum. Daha önce yaşamadığım bir sürü farklı duyguyu, eşsiz güzelliği verdiğim bir sözün sonucu olarak yaşıyordum. İyi ki söz vermiştim ve iyi ki de verdiğim sözü tutmuştum. Bundan sonra bana zor gelen şeyleri yapabilmem için o konular-

la ilgili sevdiklerime sözler vermeye karar verdim. Sırf sözümü tutup yapmak istediklerimle ilgili kararlı olabil-mek için. Kaçırdıklarımı, yaşamın güzelliklerini yakala-yabilmek için…

Sizler de, size zarar veren şeylerden kurtulabilmek ya da cesaret edemedikleriniz için belki başkalarına ama aslında kendiniz için söz verin. Hayatın güzelliklerini ke-yifle yaşamanın ve sevdiklerimizle paylaşabilmenin bir yolu da bu… Bu yazımı okuyanlar bana söz versin, yamaç paraşütünü deneyeceksiniz. Bu ve bugünden sonra verip de tuttuğunuz bütün sözler için de bana teşekkür ede-ceksiniz…

Page 14: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

14EĞ

İTİM

Süper Hafıza ve Öğrenme - II

KADİM İNSANLAR DA BİLİYORDU

Daha önce de değinip geçtiğimiz gibi; teknik, temel olarak (esasları itibariyle) çok eski insanlar tarafından, kadim zamanlardan beri biliniyordu. Örneğin, kadim za-manların Raja Yoga mensupları kendi kutsal kitaplarını (olası bir tahribatla yitirilmesin diye) baştan sona ezber-lerlerdi. Ayrıca, Yeni Zellanda’da Moordisler, özellikle süper hafıza konusunda yetiştirilirlerdi. Kayıtlara göre onlar, bu tekniği Brahmanlar’dan almış. Son zamanlara kadar Moordisler’in reisi olan Kaumatana; 45 nesli kap-sayan tarihlerinin 1000 yıllık dönemini ezbere anlata-biliyordu ve reisin bunu ezberlemesi sadece 3 gününü almıştı.

İşte Dr. Lozanov, enstitüsünü Sofya’da kurmadan önce; yine kendi ifadesine göre, birçok yoga merkezinde in-celemelerde bulunmuş. Bu çerçevede Bombay’daki Siri Yogendra Enstitüsü’nün ilgililerinin çalışmalarına katıl-mıştır. Hindistan’da bu konuyla ilgilenen birçok insanla tanışmıştır. Dr. Lozanov’un kendisi doğrudan doğruya Raja Yoga’yı 20 yıl süreyle talim etmiştir. Raja Yoga; zihnin sadece kontrolü değil, kullanım şekilleri üzerine de kurulmuş bir inisiyatik öğretidir, bilgelik yoludur. Bu nedenle Raja Yoga’ya “konsantrasyon bilimi” diyenler de olmuştur. Çünkü Raja Yoga, (günümüz parapsikolo-jisinin de konularından biri olan) “şuurun değiştirilmiş halleri”nin tekniklerini içerir. Teknik bilimin bir kısmını oluşturan “derin gevşeme” ya da “alfa ritmi” (8–12 say-kıl) ile açıklanmak istenen de bundan başkası değildir. Dolayısıyla, “süper öğrenme” de dâhil; çeşitli DDA’nın, kafadan çok hızlı hesap yapmanın, çeşitli zihin üstü ye-tilerin, acı/sızı kontrolünün anahtarı sağlıklı bir alfa rit-midir.

Dr. Penfield

Birey, doğal yapısı itibariyle aslında “süper hafıza”ya sahiptir. Ama tüm sorun, hafızaya alınanın şuura çıkarıl-

masıdır. Dr. Lozanov gibi bu konuyla ilgilenen başka bir araştırmacı olan Dr. PENFIELD’ın ifadesine göre, “Tek tek her deneyimimiz/algılamamız beyne kaydedilir. Biz onu şuurlu olarak unuttuktan sonra bile o kayıt kaydedildiği yerde kalır. Biz anımsayamıyoruz diye yok olmuş değildir.” Dr. Lozanov ise bu konuda biraz daha ileri giderek şöyle diyor: “Beş duyumuzla yaptığı-mız algılamaların dışında; telepati ve durugörü yete-neklerimizle yaptığımız algılamalar da sürekli olarak kaydedilmektedir.”

Klasik eğitim psikolojisinden biliyoruz ki, korku ve stres öğrenme için en büyük iki engeldir. Eğer sağlıklı ve kalıcı bir öğrenme/öğretim hedefleniyorsa, korku ve stres en-gelleri ortadan kaldırılmalıdır. Bunun da en doğal şekli; Telkin Bilim’inin bir kısmını oluşturan “Derin Gevşeme” pratiğidir. Dinlendirici bir müzik eserinin eşliğinde po-zitif telkinle sağlanan “Derin Gevşeme”yle öğrenciler zihinlerini öğrenmeye en elverişli ve doğal yapımıza en uygun hale getirebilmektedirler. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki, derin gevşeme halini tutturabilen bir öğrenci; sadece zihnini öğrenmeye hazırlamakla kal-maz, aynı zamanda birçok stresin kaynağını da kökün-den kurutmuş olur. Bu durumla bağlantılı olarak, “sınav sıkıntıları”nın giderilmesi de “Derin Gevşeme”yle ola-sıdır. Yapılan araştırmalar göstermiştir ki; öğrencilerin sınav gerilimlerinin giderilmesinin yanı sıra, hafızala-rında da belirgin gelişmeler olmaktadır. Örneğin, Telkin Bilim tekniğini alan öğrencilerin bir kısmı bir şiiri bir okuyuşta ezberlemiştir. Oysaki bu öğrenciler; bu tekniği almadan önce, şiir ezberlemek şöyle dursun, okudukla-rını bile anımsamakta zorlanıyordu.

Parapsikoloji ve Pedagoji

Görüldüğü gibi, “süper hafıza”ya giden yolu açan bu yöntemle; öğrenmenin hızlandırılması ve anımsamanın kolaylaştırılmasının yanı sıra, vücudun genel şifaya ka-vuşturulması, DDA’ya işlerlik kazandırılması da olasıdır. Bu nedenle “Telkin Bilim” ve “Derin Gevşeme”yle il-gilenenlerin Parapsikolojiyi de incelemeleri yerinde olacaktır. Zaten Dr. Lozanov bunu “Bulgarian Evening News”a verdiği bir yazısında açıkça belirtiyordu: “Pa-rapsikolojik fenomenler pedagojiye de uygulanabi-lir…” Bu kısa ve net cümle; kuşkusuz yılların gözlemine ve uygulamasına dayanan bir ifade. Çünkü gözlemler ortaya koymuştur ki, doğuştan ruhsal yeteneklere sahip olan öğrenciler uygulama sırasında bu yeteneklerini ser-gileme durumuna da girivermişler.

Selman GERÇEKSEVEREmekli Öğretmen ve Yazar

Page 15: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

15

Derin gevşemenin takviye edilmesi ve hafızanın güçlen-dirilmesi amacıyla müzikten de yararlanılmıştır. Örne-ğin, Barok müziğin ağır ritimde olanları (Bach’ın Koral prelüdleri gibi…) bu iş için elverişlidir (Ayrıca bu amaçlı müzik seçimi için bkz. MÜZİKTERAPİ, Dr. Adnan Çoban – Timaş Yayınları). Bu tür müzik eserlerinde ritim da-kikada 60 kadardır (ki bu kalbin normal halde dakika-da vuruş/atış sayısıdır). Bu çalışmalarda, bu tür sanat değeri olan müziği dinletmekten amaç, zihinde pasif halde bulunan potansiyelin ortaya çıkarılması suretiy-le algılama kapasitesinin artırılması, alfa ritmine giriş ve orada kalış süresinin uzatılmasıdır. Aslında kaliteli müziğin bu etkisinden yararlanmayla ilgili uygulamalar, yüzyıllarca önce, kadim Trakya kültürü olan Orfizm’de de kullanılıyordu. Büyük inisiyelerden Orfe, müziği aynı zamanda bir “cazibe aracı” olarak da kullanırdı. Müzi-ğin etkisiyle öğrenci “sakin öğrenme hali”ne girdiği za-man, öğretilecek materyal parça parça kendisine verili-yordu. (BÜYÜK İNİSİYELER, Ruh ve Madde Yayınları). Bu nedenle bu uygulamaya “Ritmik Sunuş” ta denilmiştir. Yani materyalin anlamlı parçalara bölünerek, belirli bir ritimde öğrenciye sunulması… Öğretilecek materyalin, bu şekilde yavaşlatılarak “ritmik bir şekilde” sunulma-sı, UCLA araştırmacılarından Dr. Willard MADSEN tarafın-

dan da etüt edilmiştir. MADSEN’in araştırma sonucuna göre; zekâ düzeyi düşük çocuklarda bile(normal zekâlı arkadaşlarına göre) yüksek düzeyde bir performans kay-dedilmiştir.

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki; Telkin Bilim’in herhangi bir uygulaması, özel teneffüs ve özel (kaliteli) müzikle yapıldığında, daha etkili olmaktadır. Ayrıca, herhalde anlaşılmıştır ki; derin gevşemenin uyumakla ve hipnoz-la ilgisi yoktur. Zaman zaman bunların birbirine karış-tırıldığını görüyoruz. Özellikle uykunun tam tersine, derin gevşemede, “tam uyanıklık ve farkındalık” söz konusudur. Hatta “uyanıklığın zenginleştirilmesi” söz konusudur. Lozanov’un gözlemlediğine göre; öğrenciler o kadar alıcı duruma geçiyorlardı ki, derslerine giren öğretmenlerinin bile psikolojik durumunu, hangi hal içinde sınıflarında bulunduğunu algılayabiliyorlardı. Bu nedenle, öğretmenin; olumlu, otoriter ve destekleyici bir atmosfer yaratması bu sistemde önem kazanmakta-dır. Öğrenci - öğretmen ilişkisi bu sistemde biraz daha ön plana çıkmaktadır.

Devam edecek...

(Kaynak: OLAĞANÜSTÜ PARAPSİKOLOJİK ARAŞTIRMALAR, Ruh ve Madde Yayınları)

ww

w.y

upili

fe.c

om.t

r

Page 16: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

16C

AN

SA

ĞLI

ĞI

Enis KIRIMLIBiomedikal Mühendis, Sağlıklı Yaşam Koçu

Merhaba Sayın Okurlar,

Yaz tatilinin bitmesi ile yeni bir sonbahar döneminde sizlerle birlikteyiz. Yazımızı başından beri okuyan okur-larımız hatırlayacaklardır: Yazı dizimiz boyunca, yaptı-ğımız tüm çalışmalarda Can dolaşımındaki Tuz ve Su’yun önemini anlatmaya çalıştık. İlerleyen aylarda yeni bilgi-lerle birlikte konuları genişletip, bağlayacağız. Böylece sizleri sağlıklı yaşam formatı içine alacağız.

Rezonans etkiyle tekrar düzen durumları sağlayabiliriz, orada geometri oluşur, orada enformasyon oluşur. Nere-de bu sevgi sağlanamazsa, orada dizonans oluşur ve di-zonans oluşan bu kişiler kendi içlerinde mahvolurlar. Bu kişiler kendilerini iyi besleyebilirler, ama buna rağmen güçleri ve enerjileri yoktur ve muhtemelen bu kişiler o anda artık yaşamın mantığını da görmezler. Bu elektri-ğe, bu akıma dikkat edin!

Her su molekülünün (H2O) birbirinden farklı olması ve her zaman tekrar aynı tam mükemmel geometriyi or-taya koymaları ilginç değil mi? Çünkü bir su molekülü 104,7 derecelik bir açıyla mükemmel bir Tetraeder’den (dört kenarlı) başka bir şey değildir. Eğer bu şekildeki 4 Tetraeder’ı birleştirirsek, o zaman bir piramit elde ede-riz. Mısırlıların muhtemelen bunu piramitleri inşa eder-ken düşünmüş olabilecekleri ve tam da 4 su Tetraeder’i-nin bir piramidi temsil etmesi ve bugüne kadar ki tüm matematiksel, fiziksel, astronomik ve astrolojik bilgile-rimizi bu geometrik yapılardan yaratmamız ilginç değil mi? Bütün bunlar orada derin bir sır olarak durmaktadır. Şimdi bizim zamanımızda tekrar bütünsel düşünce ile bu eski bilgiye ulaşıldı, bu yeni bir bilgi değildir.

Eğer şuurumuzu tekrar genişletirsek, o zaman biz bu bağlantıları yani bu yaşamsal gıdayı ve yaşamı oluştur-mayı tekrar anlayacağız. Bu nedenle bu kadar çok kim-yasal düşünmemeliyiz.

Örneğin elimize Almanya Tarihi hakkında bir kitap alsak ve bu kitabı incelemeleri için okuldaki bilim adamlarına versek, ne de olsa madde çok önemli... Sonuçlardan ne elde ederdik? Bir süre sonra bu kitabın en derin kimyasal analizini bilir, DIN normunu bilir, ağırlığını bilir, tutkal hakkındaki her şeyi bilir, bu tutkalın oluştuğu kimyasal bağlantıları bilir, baskısını, bunun kimyasallarını, hatta araştırmacı bir biyolog belki de bu kağıtların hangi ağaç-tan geldiğini bile ortaya çıkarabilir; ancak bir şeyi bi-lemezdik: Almanya’nın Tarihi hakkında hiçbir şey! Oysa

bu kitabı alma nedenimiz buydu. Eğer içinde hiçbir şey yoksa, maddenin değeri ne kadardır? Hepinizin bir te-levizyonu var, neden televizyon seyrediyorsunuz? Tabii ki bunu enformasyon içerdiğinden yapıyorsunuz. Eğitim nedenlerinden olsun, eğlence nedenlerinden olsun, bil-gilenmek istiyorsunuz, tek neden bilgiye dayanmakta-dır. Bilginin her formu şuurunuzun genişlemesine neden olur. Şimdi bu dolabınızın üzerinde duran kutuya, tele-vizyona mı bağlıdır, yoksa bu televizyondan yayılan dal-ga boylarına mı? Çünkü eğer ben çatınıza tırmansam ve anteninizi sadece 2 cm oynatsam, ekranınız karıncalanır ve bu kutu değersiz olur. Burada söz konusu olan gerçek-ten de uzaydan uydular vasıtasıyla atmosfere ve oradan oturma odanıza giren bu dalga boylarıdır. Bunlar bir ci-hazla işleyebileceğiniz şekilde değiştirilirler. Bu nedenle hiçbir zaman vasıta olan aracıyı değil, bilakis buna bağlı olan saf enerjiyi, dalga boyunu, bu elektriksel frekans örneğini düşünün. Eğer bunlar mevcut değilse, o zaman madde size yardım edemez. Bunlar sadece taşıyıcı mal-zemelerdir, bilgi taşıyıcıları. Bu şekilde yaşamsal gıda da sadece bilgi taşıyıcıdır.

Buna benzer başka bir basit örnek daha verebiliriz: Bir fobiniz olduğunu düşünün. Akşamları sokağa çıkamaya-cak kadar karanlıktan korkuyorsunuz. Ne yapıyorsunuz? Kendinize bir psikolog buluyorsunuz ve eğer terapiye başlarsanız, o size daha önce sahip olmadığınız bilgiler veriyor, şuurunuzu genişletiyor. Hatta büyük bir ihti-malle sizi çocukluğunuza geri götürüyor ve daha önce bilmediklerinizi bilmenizi sağlıyor. Bağlantıların bilinçli olarak şuurunuza yukarı gelmesine izin verdiğinizde, ar-tık fobiniz kalmıyor. Bir de aynı olaya şu şekilde baka-lım: Psikoloğunuzun ölümcül bir kazaya kurban gittiğini ve sizin aslında bir sonraki hasta olduğunuzu düşünün. Ve şimdi bilim adamlarının ölen psikoloğu evinizin içine taşıdıklarını düşünün, eksik bir tarafı yok, bütün kemik-leri ve tüm bedeni orada… Tabii ki siz onun ölü olduğunu söyleyeceksiniz, ama bilim adamları da size ölü ya da diri, ne fark eder, biz bilimsel olarak onun aynı kemik-lere, aynı organlara sahip olduğunu size kanıtlayabiliriz, diyecekler. O zaman kendinize, ölü bir psikoloğun size nasıl yardım edebileceğini sorarsınız. Bir psikoloğa mı ihtiyacınız vardı, yoksa psikoloğun bilgisine mi? Çünkü artık ölü olduğundan bilgiye ulaşamıyorsunuz. Bunun aynısı gıda maddelerimiz için de geçerlidir. Çünkü si-zin ihtiyacınız olan aslında bilgidir, bilgiyi taşıyan değil. Tam tersine şimdi psikolog size yük olmaya başlar, çünkü kokmaya ve çürümeye başlamıştır. Kendinizi ondan kur-tarmak istersiniz. Bu ölü psikoloğun bağırsaklarınızda

Page 17: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

17

bulunan ölü gıda olduğunu düşünün. Eğer siz canlı gıda yerine ölü gıdayı alırsanız size yük olmaya başlar, kendi kendinizden enerji çalarsınız.

Bir elmayı ele aldığınızda da bunu görüyoruz: Elmayı önce kimyasal analitik ve biyolojik olarak inceleyelim. O zaman elmanın doğal bir yapısı olduğunu görürüz. Sonra da onu 15 saniyeliğine mikrodalgaya sokalım. Yeniden incelediğimizde tüm vitamin ve diğer minerallerin hala mevcut olduğunu görürüz, fakat şimdi inorganik karak-ter ortaya koyar. Daha önce elmada bulunanlar nötr iken, şimdi asit oluşturucudurlar. Sadece 15 saniye, bir elmayı 180 derece ters yüz etmeye yetmiştir ve biyofi-ziksel açıdan frekans örnekleri artık yoktur. Daha önce elmayı elma yapan, elektromanyetik içtepi, canlılık ar-tık elmada mevcut değildir.

Ve şimdi suya ge-liyoruz, çünkü her molekül bir Tetraeder’dir. Bu geometridir ve ge-ometri molekülde mevcut olduğun-dan, suyun çok belirli frekans ör-neği vardır. Bir su molekülü çift ku-tupludur, aynı pla-netimiz Dünya’nın Kuzey ve Güney kutbu gibi. Bu şe-kilde her bir su molekülünün de bir elektromanyetik kuşakla çevrelenmiş bir eksi ve bir artı kutbu vardır. Planetimiz Dünya’da, su planetinde yaklaşık %70 su var-dır ve ilginçtir ki yetişkin bir bedende de %70 su vardır. Her bir hücrede de %70 su bulunması ilginç değil midir? Astronotların uzaydan çektikleri Dünya fotoğraflarının mikroskopla çekilen hücre fotoğraflarıyla benzer olması da ilginç değil midir? Makro kozmosda mikro kozmos. Su iki kutuplu olduğundan belirli yerçekimi ve kaldırma kuvvetlerine tabidir. Suda gravitasyon, yerçekimi gücü vardır. Bunu çok kolay benimseyebilirsiniz, su yukarıdan aşağıya doğru akar. Çok az kişi suyun kimyasal materyal olarak yukarıdan aşağıya akarken, tekrar aşağıdan yu-karıya aktığını ve hatta saf ışık enerjisi olarak aktığını bilir. Eğer biz böyle bir suyu laboratuvar şartları altında incelersek, o zaman 18 molekül ve diğer 15 iyon bağ-lantısını daha saptarız. 33 farklı bağlantı yapılanması,

sadece saf H2O olmasına rağmen... Bunun dışında bir milyar biyofotondan fazlası.

Biyofotonlar nedir? Işık kuantları, saf ışık enerjisi. Bunu artık bugün dijital teknikte biyofoton emisyon ölçüm-leriyle ispatlayabiliyoruz. Prof. Pope’un getirdiği ispat şöyledir, maddenin tüm formları donmuş ışık veya ya-vaşlamış enerjiden başka bir şey değildir. Sadece mad-deden daha çok, enerji formları üzerinde düşünmeliyiz. Sonuç olarak maddeyi enerji oluşturur, tersi değil. Şayet maddenin herhangi bir formu kendini değiştirirse, ör-neğin bir organ, o zaman aslında organı düşünmeme-lisiniz, bilakis aslında organınız kendini değiştirmeden önce, önce kendisini değiştirmek zorunda olan enerjiyi düşünmelisiniz. Bu şekilde çaresi olmayan hiçbir hasta-

lık yoktur. Doktor, okul bilgileriyle ve tecrübeleriyle daha fazla yardım ede-cek durumda ol-madığını prensipte söyleyebilir. Ancak hiçbirimiz, temelde bir hastalığın çaresi olmadığını söyle-yemeyiz. Eğer biz bir problem ortaya çıktığında enerjiyi tekrar asli durumu-na geri dönüştüre-bilirsek, o zaman buna otomatik ola-

rak madde de uyacaktır ve bu işlemektedir, hem de be-deninizi oluşturan elementlerle, su ve tuz ile. Her banyo kültürünün temelinde su ve tuz vardır. Bütün bunlar hiç de yeni değildir. Birçok kür misafiri Bad Reichenhall’a “Sole” (su ve Himalayalar’dan getirilen, içinde 27 ayrı elementin olduğu söylenen tuzun karışımı) içmek için gidiyor ve tıbbi olarak da kanıtlanmış olarak kullanıyor. Buna rağmen maalesef tıbbi mantıkla hala semptom tedavisi yoluna gidiyoruz. Ancak şimdi bir fikir değişimi var. Bütün bunlar şuur durumunuza bağlıdır. Yaşadığınız hayat daha önce oynamış bir filmden başka bir şey değil-dir. Siz bu filmin prodüktörüsünüz, rejisörüsünüz. Eğer bu filmde artık hoşunuza gitmeyen bir şey varsa, bu filmi kimin çevirdiğini düşünün, bu kişi sizsiniz, başkalarına kızamazsınız. Devam edecek ...

(Kaynak: Peter Ferreira’nın “Su ve Tuz” isimli CD’sinden

çeviren Jeff Say). www.biosense-tr.com

Page 18: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

18Y

EMEK

LTÜ

“Tombul Domates”

Afidab Ümid GÜRGÜLERYazar

18. yy’da doğdum ben,

Her ülkeyi gezdim ben,

Tenim kırmızı, tombulum,

Her toprakta büyürüm,

Güneşsiz yaşayamam ben.

Köyün her bahçesinden dumanlar yükseliyordu. Kadın-larda bir telaştır gidiyor. Bazıları birbirine yardım edip güneş batmadan ocakların üzerindeki kazanları kayna-tıyorlardı. Köyde domates hasadı vardı. Kadınların kimi salça, kimi domates konservesi, kimi de domates suyu yapmak derdindeydi. Yedikleri bu güzel sebzenin geçmi-şiyle hiç biri ilgilenmiyordu... Domatesin, patlıcangiller familyasından olduğunun, ana vatanının Güney Amerika, Peru olduğunun, Christoph Colomb’un Amerika’yı keş-finden sonra dünyaya hızla yayılmış olduğunun farkında bile değillerdi.

Hangimiz farkındayız, pazardan, market tezgahlarından aldığımız domatesin karbonhidrat, protein, fosfor, kalsi-yum, demir, sodyum, potasyum, folik asit, A, B1, B2,B3, B6, C ve E vitamini içerdiğinin?

Ülkemizde bütün bölgelerde yetişen bir yıllık otsu bit-ki olan domates, her mevsimde bulunuyor. Ben de yaza veda ederken, sonbaharda ucuz, besleyici, kolay ulaşı-labilen bu güzel sebzeyle güzel lezzetler yaratalım is-tedim. Size İspanya gezimden, tadı damağımda kalan o güzel lezzetten bahsetmek istiyorum. Kahvaltıda veya yemek öncesinde yapabileceğiniz çok basit bir Katalan geleneği. İnce küçük ekmek dilimlerini pembeleşinceye kadar kızartıyorsunuz (ekmek yüzeyinin iyice kızarmış olması, üzerine sürtülecek sebzeler için rende görevi görüyor). Sarımsak dişini ikiye bölüp, ekmeğin üzerine sürtüyorsunuz. Domatesi de ikiye kesiyorsunuz. Aynı şe-kilde sarımsaklı ekmeğin üzerine sürtüyorsunuz. En son sızma zeytinyağını hafifçe gezdirip kekikle süslüyorsu-nuz. Bütün işlemleri ekmekler soğumadan yapıp, hemen

yemelisiniz.

Çocukluğumdan kalan bir lezzet olan domates çorbasın-dan da bahsetmek istiyorum. 4 kişi için tencereye iki yemek kaşığı sıvı yağ, iki yemek kaşığı un koyarak ateşe oturtuyorsunuz. Yağ ile unu iyice karıştırıp köpürmeye başlayınca bir yemek kaşığı domates salçası ilave edip karıştırıyorsunuz. Sonra 4 kase kaynar suyu yavaşça ka-rıştırarak ilave ediyorsunuz. Çorbanız istediğiniz kıvama gelinceye kadar 15 dakika kaynatıp, tuz, karabiber ve az şeker ilave edip ateşten alıyorsunuz. Yorgun olduğunuz-da, evde malzeme kalmadığından veya hazır çorbalar-dan vazgeçtiğinizde deneyin.

Uzmanların kalp ve karaciğer hastalarının beslenmesin-de tavsiye ettiği; kanı temizleyen, vücuttaki fazla suyu atan, hazmı kolaylaştıran, antioksidan özelliği olan bu sebzeyle gelin bir de dolma yapalım.

6-7 adet orta boy domatesi, sap kısımları alta gelecek şekilde tutup üst kısmından kapak açalım. Kapağı ta-mamen kesmeden kaldırıp, bir tatlı kaşığı yardımıyla içlerini çıkaralım. Domateslerin suyunu süzdükten sonra sıra iç malzemesini hazırlamaya geldi. 100 gr tavuk veya dana kıymasını yağsız tavaya koyalım, tahta kaşık yardı-mıyla karıştırarak hafifçe pişirelim. 2 çorba kaşığı irmik, 1 küçük doğranmış soğan, 1 diş doğranmış sarımsak, ya-rım demet doğranmış maydanoz, bir dal kereviz yaprağı (nane veya reyhan da olabilir), yarım kahve kaşığı kara-biber, bir çimdik tarçın, bir çay kaşığı tuz, yarım kahve kaşığı şeker, bir çorba kaşığı zeytinyağı ilave edip, hep-sini iyice karıştıralım. Harcımızı hazırladığımız doma-teslerin içine dolduralım. Domatesleri fırına girecek bir kaba dizdikten sonra her bir domates üzerine birer çay kaşığı zeytinyağı gezdirelim. Böylece domatesler daha iyi kızarır, parlak olur. 220 derece ısıttığımız fırında bir kahve fincanı su ilave edip, 20-30 dakika pişirip sıcak servis yapalım. Eğer et yemiyorsanız aynı işlemi bulgur ya da pirinç ile yapabilirsiniz. Fakat pişirme süreniz ve su miktarınız daha çok olmalı. Afiyet olsun. Sağlıklı ka-lın. http//:picasaweb/google.com/elsanatlarisusleme

Page 19: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

“BU SAYFAYA REKLAM VERMEK

İSTER MİSİNİZ?”

0-507-377 06 29

Page 20: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

20Bİ

TKİL

ERLE

YA

ŞAM

Kış Aylarının Dostu: GripotuNazım TANRIKULUTıbbi Bitkiler Teknikeri

Malum önümüzde soğuk kış günleri var. Bu dönemde bağışıklık sistemimizin güçlendirici desteklere ihtiyacı olacak. Bağışıklık sitemini destekleyen bitkilere bu sa-yıdan itibaren başlıyoruz. Öncelikle ülkemizde yayılışı olup yeterince tanınmayan ve adı da gripotu olan şifalı bitkimizi tanıtacağız.

Türkçe’de “ibn sinaotu, sıtmaotu, su keneviri, bataklık keneviri, koyutpırağı, koyunotu”; İngilizce’de “bone-set”, Almanca’da “wasserhanf “, Fransızca’da “chanv-rin eupatoire” isimleriyle de bilinir.

Latince’de Eupatorium cannabinum ismiyle bilinir. Eu-pator: İ.Ö. I. yüzyılda yaşamış olan, Pers kralı Mithrida-tes Eupator’a ithafen Eupator; kenevire benzediği için de Cannabinum olarak isimlendirilmiştir.

Balverici bir bitkidir. Bazı ülkelerde ekmeklerin küflen-memesi için yaprakları kullanılır.

Eupatorium cannabinum, Eupatorium perfoliatum ve Eupatorium purpureum türleri tedavide kullanılmakta-dır. Ülkemizde sadece Eupatorium cannabinum türü bu-lunur.

Botanik özellikleri

Asteraceae (papatyagiller) familyasından, yetişme şart-larına göre 1,5 m’ye kadar boylanabilen, temmuz ba-şından ekime kadar beyazımsı kırmızı veya beyaz renkli çiçekler açan çok yıllık, otsu bir bitkidir.

Gövdesi kırmızı renkli olup tüylüdür.

Yaprakları 5-7 parçalıdır.

Tohumların ucu tüylüdür ve çok küçüktür.

Kökler beyazımsı kahve renkli olup yanlara doğru gelişir.

Yayılış alanları

Avrupa, Asya, Kuzeybatı Afrika’da yayılış gösterir.

Ülkemizde Trakya, Marmara, Doğu Anadolu ve Karade-niz bölgelerinde doğal olarak yetişmektedir.

Kırklareli, Zonguldak (Kozlu 5-10 m), Kastamonu, Amas-ya, Ordu (Fatsa Aybastı 450 m), Giresun, Trabzon, Balı-kesir, Erzincan (1200 m), Hatay (Hasanbeyli, 760-915 m)

Kaya araları, nemli alanlar (dere kenarları, orman açık-lıkları vb.), yol kenarları bitkinin doğal yaşam alanları-dır.

Avrupa ülkelerinde Eupatorium perfoliatum türünün kültürü yapılmaktadır.

Artvin Borçka sahilinde, Kırklareli Demirköy civarı ve İstanbul’da doğal olarak yetiştiğini gözlemledik.

Yetiştirilmesi

Sıcaklık isteği

Yarı gölge ve nemli bir ortamda iyi gelişir.

Toprak isteği

Killi ve geçirgen yapılı, besin maddesince zengin top-raklar ister.

Su isteği

Su isteği fazladır. Yaz aylarında haftada 3-4 defa sulan-malıdır.

Hasat

Herbası (Eupatorii herba) ve kökleri (Eupatorii radix) hasat edilir. Herba hasadı öğlen saatlerinde yapılmalıdır.

Herbası, çiçek açmaya başladığı zaman, topraktan 5-10 cm yukardan biçilerek hasat edilir.

Kökleri, tohumlar dökülüp topraküstü kısmı kurumaya başladığı zaman hasat edilir.

Herba doğranıp tek sıra halinde yayılarak gölgede; kök-ler temizlenip, raflarda güneşte kurutulur.

Işık almayan serin ortamlarda muhafaza edilir.

Bileşimi

Flavanoidler: Flavon glikozidleri; kaempherol, querce-tin..

Flavonoller: Astragalin, hiperosid, rutin ve dihidroflavo-noller.

Terpenoidler: Seskiterpen laktonlar; euperfolin, euper-folitin, eufoliatin . Bir dilakton; eufoliatorin, eupato-pikrin.

Diğer: Uçucu yağ, rezin, mum, inulin, tannikasid, galli-kasid, şekerler, acı glikozidler, polisakkaridler, pirolizi-din alkaloidleri (trakelantamidin ve ekinatin)

Tıbbi kullanımı

Herbası (Eupatorii herba) ve kökleri (Eupatorii radix) tedavide kullanılır.

Ortaçağda Yunanlı hekimler, kadın hastalıkları, böcek ve

Page 21: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

21

yılan zehirlenmeleri, zor iyileşen yaralara karşı kullan-mışlardır.

Matthioles, ateş düşürücü, idrar söktürücü, kan temiz-leyici olarak kullanmıştır. Madaus karaciğer, safra kesesi ve dalak hastalıklarında, ateşli gribal enfeksiyonlarda kullanmıştır. Leclerc safra sökücü ve peklik giderici ola-rak kullanmıştır. Hieronymus erkekler için tonik olarak önermiştir.

Amerika’da idrar yolları enfeksiyonları, ateşli hastalık-lara karşı kullanılmıştır.

Ülkemizde halk arasında, terletici olarak kullanılmıştır.

Etkileri: Antibakteriyel, antienflematuar, antitümör, ba-ğışıksık sistemi uyarıcı, damar büzücü, balgam sökücü, terletici, ateş düşürücü, düz kasları gevşetici, müshil, kusturucu, ağrı kesici

Kullanıldığı hastalıklar: Soğuk algınlığı ve grip, idrar yolları hastalıkları, dalak ve safra kesesi rahatsızlıkları, romatizmal ağrılar, egzama ve deri döküntüsü gibi cilt rahatsızlıkları, ses kısıklığı, hırıltılı ses, yüksek kolest-rol, kabız.

Dozaj

İnfüzyon (demleme): 1 - 2 gr / 250 ml su / 10 - 15 da-kika / günde 3-4 defa

Soğuk demleme (maserasyon): 1 lt soğuk suya 25 gr drog konulur, geceden sabaha kadar (8 saat) bekletilip süzülür. Karaciğer toniği olarak kullanılır.

Sıcak demleme (infusyon): 250 ml kaynar su içine 1 çay kaşığı drog eklenir, 15 dakika demlenip süzülür. Ateş düşürücü, terletici olarak kullanılır.

Tentür: % 45 etil alkol / 1:5 (bir kısım drog : 5 kısım alkol) / 3 x 1 - 4 ml (150 ml suya 10 - 40 damla)

Akut viral üst solunum yolu hastalıkları için günde 4-6 defa her yarım saatte bir bardak sıcak suya 10’ar damla damlatılır.

Akut safhadan sonraki yorgunluk, bitkinlik gibi durum-larda günde 4 defa bir bardak sıcak suya 10’ar damla damlatılır.

Banyo: 100 gr drog / 10-15 dakika süre bekleme

Kullanım süresi: 4 - 8 hafta

Şu hususlara dikkat edelim!

Pirolizidin alkoloitleri karaciğer hasarına neden olabile-ceğinden denetim altında kullanılmalıdır. Önerilen doz-

ların dışına çıkılmamalıdır.

Papatyagillerden herhangi bir bitkiye karşı alerjisi olan-lar kullanmamalıdır.

Bağışıklık sisteminin baskılanması gerektiği durumlarda kullanılmamalıdır.

Yeterli klinik çalışma olmadığından gebelik ve emzirme döneminde kullanılmamalıdır.

Reçeteler

Ses kısıklığı

Herbasından yapılan çay günde 2-3 bardak içilir.

Eklemlerde ödem

Herbasından yapılan lapa eklemlere sarılarak 10-15 da-kika bekletilir.

Safra söktürücü

Soğuk suda 8 saat bekletilerek elde edilen çay günde birkaç defa içilir.

Soğuk algınlığı, grip, yüksek ateş

Topraküstü kısmından hazırlanan çay günde birkaç defa içilir.

Uyarı: Buradaki bilgiler bilgilendirme amaçlıdır, hiç-bir şekilde tedaviye yönelik bir temel olarak algı-lanmamalıdır. Tedavi amaçlı bitkileri kullanmadan önce, mutlaka bir sağlık profesyoneline danışın.

http://bitkisandigi.blogspot.com

Page 22: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

22H

AYVA

N D

OST

LAR

IMIZ

KöpeklerEser GÜLYazar

Sahibine bağlılıkları ile ün salmışlardır. 300’den faz-la evcil çeşidi vardır. Zekidirler ve bu sayede kolayca terbiye edilebilirler. İyi yüzerler. Koku alma ve görme duyuları keskindir.

İnsanlara yakındırlar. Ortalama ömürleri 15-20 yıldır. Onların 1 yaşı insan yaşına göre 7 yıl ediyor. Eski komşu-muzun köpeği vardı, 9 yaşındayken çok enerjikti ancak 10 yaşına geldiğinde çok hantallaştı. Artık topunu bile yakalamaya çalışmıyor.

Erkek olanlar arka bacaklarından birini kaldırarak idrar bırakırlar. Ağaç kökü gibi yerlere tuvaletlerini yaparak bölgeye sınır çizerler. Sonra ayaklarıyla tepinerek pa-tilerindeki hormonu idrar yaptıkları yere bırakırlar. Bu hormonlar köpeğin yaşı, cinsiyeti gibi konularda diğer köpekleri bilgilendirmek içindir. Her köpek diğer köpek-lerin işaretini tanır ve o bölgeye girmekten çekinir.

Hafızaları çok gelişmiştir ve bir kokuyu asla unutmazlar. Bu yüzden bir kere kokladıkları kişileri hatırlarlar.

Çikolata köpeklerde körlüğe yol açabilir bu yüzden asla yedirmeyin.

Köpeklerin kedileri kovalamalarının sebebi bazen eğlen-ce, bazense yaralamak veya öldürmek içindir. Köpeğe eğitim verilirse bu sorun ortadan kalkar. Eğer bir köpek yavruyken kedilerle tanıştırılırsa böyle bir sorun da ol-maz.

Köpeklerin ter bezleri pati yastıklarındadır. Yeterince ter atamadıkları için, ağız ve salya yoluyla sıvı atarlar. Özellikle sıcak zamanlarda dillerini ağızlarından sarkıta-rak hararetlerini dışarı atarak serinlerler.

Karanlıkta insanlardan daha iyi görürler. Görme meka-nizmaları Sarı ve Mavi renkleri daha iyi algılayabilecek yapıdadır.

Page 23: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

23

VATA

N V

E K

ÖK

LER

İMİZ

Preveze Deniz Savaşı ve Önemi

Denizhan SEZGİNYazar

27 Eylül 1538 Osmanlı Donanması için önemli tarihler-den bir tanesidir. Barbaros Hayrettin Paşa komutasında-ki Osmanlı donanmasıyla, Andrea Dorya komutasındaki Haçlı donanması arasında Yunanistan’ın Adriyatik kıyı-sında bulunan Preveze’de yapılan deniz savaşını Osman-lı Devleti kazandı. Preveze deniz zaferiyle Akdeniz’deki Osmanlı egemenliği kesinlik kazanmış, Akdeniz bir Türk gölü haline gelmiştir.

Dönemin önemli denizcilerinden olan ve başlangıçta Osmanlı Devleti’nin emrinde olmayan Barbaros Hayred-din Paşa ve arkadaşlarının, Akdeniz hâkimiyetinde rolü çok büyüktür. Bu kahraman Türk denizcileri, Cezayir ve Tunus’ta yerleşmeye çalışan Avrupalıları oralarda ba-rındırmadılar. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’da zaferler kazanırken, onlar da aynı yılda, yani 1525’te Akdeniz’in kuzey sahillerini vuruyor, Hıristiyan do-nanmalarını zapt ediyorlardı. İmparator Şarlken’in Barbaros’a karşı gönderdiği Kaptan Andrea Doria mağlup olarak Septe Boğazını aştılar.

Diğer taraftan Almanya İmparatorluğu ve İspanya Krallı-ğı, Papalık ve Venedik hükümetleri, Müslüman Türkleri Akdeniz’den atmak için, Osmanlı Devletine karşı ittifak kurdular. Bunun üzerine Kanunî, 1537-38 kışında yeni bir donanma hazırlanmasını emretti.

Akdeniz’in bir Türk gölü haline gelmesi Avrupa devlet-lerini telâşa düşürmüştü Karl V çok büyük bir donanma hazırladı. Bütün Avrupa devletleri hazırlanan Haçlı do-nanmasına gemi ve askerle katıldı. Donanmanın başı-na da Venedikli kumandan Andrea Doria getirildi Haçlı donanmasında 600 gemi, 3000 kadar top, 60000 asker vardı.

Türk donanması 122 parça gemiden oluşuyordu. Donan-maya kaptanı-derya (büyük amiral) Barbaros Hayrettin Paşa komuta ediyordu. Yanında oğlu Hasan Reis, sağ ka-natta Salih Reis, sol kanatta Şeydi Ali Reis, ayrıca Turgut

Reis bulunuyordu Türk donanması Haçlı donanmasından beş kat daha az olmasına karşılık manevra ve ateş üs-tünlüğü vardı.

İki donanma Yunan Denizi’nde, 27 Eylül tarihinde Preve-ze açıklarında karşılaştığı zaman amiral Andrea Doria, sayıca az olan Türk donanmasının hemen saldırıya geçe-ceğini aklına bile getirmedi. Çünkü orada Barbaros’un emrinde bulunan donanma Akdeniz’deki Türk donanma-sının tamamı değildi. Onun bütün donanmayı biraraya getirdikten sonra savaşa girebileceğini düşündü. Ama yanılmıştı. Barbaros düşman donanmasını görür görmez saldırıya geçti.

Yarma ve çevirme hareketleriyle düşmanı şaşkına dön-dürerek birkaç saat içinde düşman donanmasının yarı-sından çoğunu top ateşiyle batırdı. Andrea Doria, du-rumun kötüye gittiğini görünce, müttefiklerinin imdat istemelerine bakmayarak, selâmeti kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddin Paşa, batırdıklarından başka yirmi dokuz gemi ve üç bine yakın Haçlı askerini esir aldı. Os-manlılar ise, dört yüz şehit ve sekiz yüz yaralı verdi. Bir Osmanlı gemisi de hasar görmüştü. Böylece Akdeniz’de Türk egemenliği perçinlenmiş ve Barbaros’un en büyük deniz komutanı olduğu bir kere daha kabul edilmişti.

Büyük zafer, o sırada seferde bulunan Kanunî’ye, Barbaros’un oğlu Hasan Reis tarafından müjdelendi ve savaşın ayrıntıları anlatıldı. Kanunî, bütün imparator-lukta şenlik yapılmasını emretti. Kanunî Sultan Süley-man zamanında, Mohaç Zaferi’nden 12 yıl sonra kazanı-lan Preveze Deniz Savaşı, Türk ordusunun denizlerde de gücünün doruğuna ulaştığını kanıtlayan bir savaştır. Türk ordusu Mohaç’ta bütün birleşik Avrupa ordularını yendi-ği gibi, Türk donanması da birleşik Avrupa donanmasını Preveze’de yenilgiye uğratmıştır. Preveze Zaferi bugün de Türk Denizcilik Günü olarak kutlanır.

Page 24: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

24EV

İMİZ

NYA

Biraz davul tozu, biraz da minare gölgesi... Biyodinamik bahçecilik!

Melda KESKİNRadyo Programcısı

Hepimizi pes ettiren çoook sıcak ve çoook nemli bir dö-nemi büyük bir sıkıntıyla atlattık – ki 2010 yazı dünyada küresel ısınma ve tehlikeli iklim değişiklikleri açısından tüm rekorların kırıldığı berbat bir zaman olarak tarihe geçti. Daha sonra, kimi zaman fırtınalı kimi zaman pı-rıl pırıl bir sonbahar herbirimiz için farklı önceliklerle geldi. Çocuklarımız varsa okulların açılması, bahçemiz varsa kışa hazırlık ve ekim dikim işleri ile meşgul olu-nacak bir zamandayız. Sonbaharın en güzel yanlarından biri, her neyle meşgul olursak olalım, potansiyel açıdan maddi manevi bir arınma dönemi olması.

Bugün biraz araştırdığımızda, sadece tek meyve/sebze/tahıl ile yapılabileceği gibi, açlıkla veya meyve/sebze suları ile de yapılabilecek arınma programları bulabili-yoruz. Bir hafta, 10 gün kadar normal yemek düzenini değiştirmek, bedenini, zihnini, ruhunu temizlemek, ez-ber bozmak, yeniliklere açılmak gibi güzel bir şey yok. Ramazan daha yeni bitti diyebilirsiniz, ama özgün haliy-le bir yudum su, bir hurma ya da zeytin tanesi ile orucu-nu açan kaldı mı bilemiyorum. Tüm gün aç kalındıktan sonra, akşamları ağır yemekler ve üzerine uyunan uyku-larla, bırakın arınmayı, bir takım sağlık sorunları yarat-mamak mucize olur diye düşünüyorum.

Bence günümüzde, dini bir oruç ya da başka arınma uy-gulamaları sonucunda elde edilen en önemli kazanım, yemeğe olan bağımlılığımızın farkına varmak olabilir. Kısa ve uzun vadede sağlığımızı bozan aşırı miktarda ve çeşitte yemeği, varsayım ve alışkanlıklardan, daha da önemlisi “paketli ürün” reklamlarının etkisi altında, sadece kendimizi iyi hissetmek için tükettiğimizi anla-mak çok önemli. İçimizde yemek ile asla doldurulama-yacak bir ruhsal boşluk olduğunu itiraf etsek fena mı olur? Evet, şekerli-unlu gıdalar kısa süreli bir mutluluk yaratıyor, ama ne pahasına? Yemek-lezzet-mutluluk üç-

genini kırmak ve sağlıklı yaşamanın aslında pek az mik-tarda organik yetiştirilmiş yiyecekle mümkün olduğunu kabul etmekte büyük yarar var. Bomonti’deki organik pazara, işte bu yüzden ailecek her cumartesi erkenden gidiyoruz. Fakat bugünkü yazımın konusunu organik de-ğil, kozmik/ruhsal boyutu da olan biyodinamik ürünler oluşturuyor! Evrenin enerjisiyle uyumlanmış besinlerin bize çok daha iyi geleceği konusunda hiç kuşkum yok. Bu arada bir itiraf daha: Ben hiç biyodinamik ürün ye-medim... Ama okuduklarımdan fazlasıyla etkilendiğim için bu bilgileri kısaca özetleyerek sizlerle paylaşmak niyetindeyim:

Biyodinamik tarım ya da bahçecilik, bütünsel ve ruhsal anlayışa sahip bir yöntem. İnsanın ikiliğe düşmeden ön-ceki dönemlerinde, muhtemelen yaptığı her türlü etkin-lik evrenin ritmiyle ve enerji akışıyla uyumluydu. Gü-nümüzde ise bizi endüstriyel/bilimsel/teknolojik tarıma ve onun yarattığı sorunlara mahkum eden kopukluğumu-zu, uyumsuzluğumuzu sorguluyor, “başka bir dünyanın mümkün olduğu” inancının filizlendiğine tanık oluyo-ruz... Ay’ın evrelerinin, okyanuslardaki ve ruhumuzdaki gelgitleri nasıl tetiklediğini bilimsel olarak kabul etme-yenimiz yok. Daha ileri gidip yaşamlarını Evren’in kutsal geometrisine, burçlara göre düzenleyenlerimiz bile var. Biyodinamik yöntemi uygulayanlar ise örneğin “toprak günleri”nde havuç, patates gibi kök bitkilerini, “hava günleri”nde çiçek bitkilerini dikmenin, hasad etmenin, saklamanın yararını biliyorlar. Ekim, dikim ve hasadın, evrendeki ritme, akışa uygun yapılmasına, kendi kendi-ne yetme amaçlı yerel üretim için (hayvan yemleri dahil) dış girdilerin en aza indirilmesine, toprağın zenginleşti-rilmesi ve zararlı mücadelesi için büyücülüğe benzeyen bazı uygulamalarla bir takım ilginç bitki-mineral esaslı preparatların ve kardeş bitkilerin kullanılmasına önem veriyorlar.

Fotoğraf: Berran AYDAN

Page 25: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

25

Hayvan boynuzları, kafatasları, işkembeleri içine dol-durulan belli başlı şifalı bitkiler (papatya, karahindiba, civanperçemi, ısırgan, kediotu ve meşe kabukları) ile kuartz tozlarının toprağa gömülmek vb. yöntemlerle fermantasyonu söz konusu. Bu ilginç preparatlar bazen altı ay, bazen bir yıla varan süreler sonunda bulunduk-ları yerden alınarak, seyreltilerek kimisi kompost yı-ğınlarına, kimisi toprağa, kimisi de bitkilere doğrudan püskürtülerek kullanılıyor. Bütün bu zahmete değer mi, organik ürünler nelerine yetmiyor ki, diyecek olanlara cevabımız hazır: Bırakın zehirsiz ve ekolojik açıdan ya-rarlı olmalarını, bu tür tarımın simgesi olan bolluk bere-ket tanrıçası Demeter’e layık, bu biyodinamik ürünler; hem içerikleri daha zengin, hem raf ömürleri daha uzun, hem de lezzet konusunda rakipsizler. 2004 yılında Fortu-ne dergisi tarafından düzenlenen bir yarışmada, tadılan şaraplar arasından seçilen en iyi 10 şaraptan 9’unun, bi-yodinamik bağcılık ürünü olduğunu hatırlatalım (şu anda 55’i Amerika’da olmak üzere, dünyada 450 biyodinamik bağ bulunuyor).

Biyodinamik bahçecilik ne zaman ortaya çıkmış? Fikir babası kimdir? diye merak edenler, sanırım şaşıracaklar: 1924 yılının Haziran ayında, ünlü Goethe uzmanı ve (in-sanın bilgeliğine yönelik bir öğreti olan) Antropozofi’nin kurucusu Rudolf Steiner, topraklarının verimsizleştiğin-den yakınan bir grup çiftçinin yardım istemesi sonucun-da, Almanya’nın Koberwitz yerleşiminde verdiği 8 dersle biyodinamik tarımın (ve son zamanlarda Türkiye’de ha-

yatımıza bir “yenilik” olarak giren organik tarımın da) temellerini atıyor. Kendisi 1925 yılında öldüğü halde, il-keleri 1928 yılına gelindiğinde 66 çiftlikte yaşatılıyor ve dünyanın ilk (ve halen 45 ülkedeki biyodinamik üretimin garantisi olan tek) sürdürülebilir tarım sertifikasyon sis-temi olan Demeter kuruluyor. Yirminci yüzyılın başında, kendisini “yaşamı ve büyümeyi düzenleyen güçleri araş-tırmaya adamış”, ortada henüz tanımlanmış bir çevre sorunu yokken, ekolojik krize yolaçacak yıkıcı zihniyet ve uygulamalara alternatifler üretmiş olağanüstü bir kişi, Rudolf Steiner. Aradan geçen yüzyıl ve yaşananlar, bana, insanın kollektif olarak, hatalarını görmek ve on-lardan dönmek konusunda ne kadar dirençli bir varlık olduğunu ve ışığını paylaşan bazı bireylerin topluma, yüzyıllarca ışık tutacak bir içgörü ve öncülük görevi ile doğduğunu düşündürüyor.

Bir de ismi biyodinamik bahçecilikle birlikte anılan Ma-ria Thun var: Kendisi Steiner’in ilkelerini 50 yılı aşkın bir süre boyunca uygulayarak çok çeşitli denemeler yapan ve 46 yıl üstüste yayınlanan ay takvimini hazırlayan kişi. Bu takvimi www.amazon.com adresinden temin etmeniz mümkün. Maria Thun’un yazdığı Aykut İstanbullu’nun Türkçeye çevirdiği “Yaşam için Bahçecilik – Biyodina-mik Yol” adlı kitabı ise www.imeceevi.org adresinden bulup okuyabilirsiniz. Ayrıca İngilizce kaynaklar için şu adreslere de başvurabilirsiniz: www.biodynamic.org.uk ve www.biodynamics.com

www.firtinakusu.net

www.kuzeyorganik.com

Page 26: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

26EV

REN

SEL

DEĞ

ERLE

R

Selman GERÇEKSEVEREmekli Öğretmen ve Yazar

Gerek kendimize, gerekse kendimizden başkalarına kar-şı sahip olduğumuz sevginin niteliği ve kökeni, çocukluk yıllarına kadar iner. Bir çocuk doğduğunda, başlangıçta bebeğe karşı çevresi tarafından(her zaman değilse bile) büyük bir sevgi ve şefkat vardır. Bu sevginin dozu, nite-liği, şiddeti çevremizdekilerin insan ve sevgi anlayışına göre değişir. Bu arada çocuğa doğal olarak toplumsal, töresel, kısaca beşeri pek çok empozisyon yapılır. Bu şe-kilde sahte benlikler de oluşur.

Yazımızın temel kavramlarını oluşturan “sevgi” ve “kor-ku” ile yakın ilişkisinden dolayı beşeri koşullandırma-larla oluşan “örtüler” konusuna biraz girmek istiyoruz: Çevremiz ve dış dünya hakkındaki genel anlayışımızın oluşumunda toplumsal koşullandırmaların kapsamına gi-ren; insanlar, adetler, gelenekler, kültür önemli etken-lerdir. Aile, çevre ve okul tarafından en küçük yaştan itibaren koşullandırılırız. Yaşımız ilerledikçe bize aşıla-nan ortak dünya görüşünün kendi benliğimizden bağım-sız bir gerçeklik olduğuna inanır ve bu inancımızı çev-remizle paylaşarak onu pekiştirir ve perçinleriz. Sahip olduğumuz tüm dış kaynaklı önyargılar, bilinci kısıtlayan örtülerdir. Bu örtüler kalkmadıkça aşkın bilincimize ula-şamayız; başka türlü ifadesiyle, Yüksek Benimizi “be-densel ben”de tezahür ettiremeyiz.

Bu anlamda “örtü oluşumu”, öneminden dolayı sade-ce metapsişiğin değil; psikoloji, din psikolojisi ve sosyal psikolojinin de ilgi alanına girmiştir. Örneğin, din psi-kolojisine göre, “12 yaşına kadar çocuk, uygulamada geleneğe bağlı olarak geliştirdiği dini özelliğini korur. Bu durum, yetişkinlerin otorite ve anlayışını esas alan, onlar tarafından benimsenip uygulanan bir din şeklidir. Çevrenin aşılamış olduğu dini anlayış ve uy-gulamadan, kişisel olarak benimsenmiş din anlayışına geçiş erken bir zamanda olamaz.”(Prof. Dr. Hayati HÖ-KELEKLİ, DİN PSİKOLOJİSİ).

Din sosyolojisinin ünlü isimlerinden Prof. Dr. Phil ZUC-KERMAN da DİN SOSYOLOJİSİNE GİRİŞ adlı eserinde (Bir-leşik Kitapevi) bu konudaki görüşlerini şöyle ifade edi-yor: “Bizler sosyal varlıklarız ve sosyal ilişkiler sistemi olmaksızın, bireysel psikoloji varlığını sürdüremez. Bu nedenle bireylerin niçin dindar olduklarını açık-lamaya çalışırken, sosyolojik bakış açısına gereksinim duymaktayız… Din konusuna sosyolojik yaklaşım, bi-

Sevgi ve Korkureyi etkileyen dış faktörlere önem vermeyi gerektirir. Dine sosyolojik yaklaşım, aynı zamanda, sosyalleşme sürecine; aile, akrabalar, arkadaşlar ve bireyin din-darlığını belirleyen başka önemli kişiler tarafından derinden etkilenen sosyal öğrenme gerçeğine işaret eder. Din sosyolojisi, sosyal çevrenin çeşitli teza-hürlerinin dini etkileme ve onu şekillendirme(hatta uydurulmuş/tahrif edilmiş bir din oluşturma) biçimle-rinin daima farkındadır. Öte yandan, din sosyolojisi; dinin, sosyal çevreyi etkileyen tayin edici bir faktör olduğu gerçeğinin de farkındadır.”

Görüldüğü gibi, toplum hayatı, bireylerin belli bir amaç etrafında birleşmesinin bir sonucudur. Bu birleşmenin iskeletini bireyler arası ilişki örüntüsü oluşturur. Bu ne-denle sosyologlar, toplumu; sürekli etkileşim halindeki bir bütün, dinamik bir yapı olarak görür. İşte söz konusu “örtüler”, kaçınılmaz olarak bu etkileşimin sonucudur ama örtüler içinde olmak, içsel gelişim açısı bakımın-dan sağlıklı bir oluşum değildir. Toplum hayatında ki-şilerin ve bağlı olarak grupların tavır ve hareketlerini belirleyen kurallarla/ empozisyonlarla (“sosyal normlar ve değerler” le) oluşan örtülere rağmen içsel gelişimle gelen vicdan özgürlüğünü yakalamak erdemli insanlara özgü bir başarıdır. Genellikle ana/baba çocuğun kim ve ne olmak istediğine aldırmaksızın onun, kendi istedik-leri gibi olmasını beklerler. Bu durum çocuk tarafından “sevgisizlik” şeklinde algılanır. Hatta çocuk, kendi ben-liğinin değersizliği anlayışını bile geliştirebilir ki bu da, ana/babasıyla gerçek bir iletişim yoksunluğu yaratır.

Bu şekilde çocuk / genç yaşamın ilerleyen yılları içinde, yukarıda açıklamaya çalıştığımız anlamda, içinde bulun-duğu sevgisizlik anlayışından dolayı, bir bakıma, hayatta kalabilmek için savaşıyor duruma düşer. Bunun aşırı du-rumlarında, yaşam, sanki bu şekilde yetişmiş bir insan için sevgisizlikten kurtulma savaşıdır.

Bu durumda bulunan insanın kendini seviyor olması dü-şünülemez. Oysaki bu, başkasını sevmekten daha önem-lidir.

Bir birey, kendini sevip sayarak yaşamıyorsa, “kendini ifade eden kaynak” olduğunu gerçekten anlamıyor, do-layısıyla sevgiyi kendi dışında ifade edemiyor demektir. Yine bu durumun aşırı örneklerinde bireyin “kendisinin sevgiye layık olmadığını düşünmesi” söz konusu ola-bilir. Bu sanısının ileri aşamalarında da, sevgiye layık olmadığına inandığından, birey yaşamında bu durumu

Page 27: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

27

yaratmış olur. Bu tür sanı ve inançların önemli bir sa-kıncası, karşılaştığımız olayların büyük ölçüde nedenini oluşturmasıdır. Yani, böyle bir doğaya sahip olduğumuz için, belirli tür olaylara davetiye çıkarmış durumda olu-ruz. O halde, kendimiz hakkında her neye inanıyorsak, o inandığımız şeyi büyük bir olasılıkla kendimize çektiği-mizi unutmamalıyız.

Yukarıda değindiğimiz “kendimizi sevmek” konusunda dikkat edilecek başka bir nokta da; kendimizi gerçek-ten sevebilip, kendimizi her halimizle olduğu gibi ka-bul ve tasdik edecek kadar sevginin ne olduğunu bilip bilmemekle ilgilidir. Böyle bir anlayışla başkalarına ver-diğimiz sevgi, bize kendimizi nasıl sevebileceğimizi gös-termek içindir. Bu durumla bağlantılı olarak kendimizi sevip, kabul edebildiğimizde; bunun yayılımı çevremiz-le sınırlı kalmaz,(P’taah’ın ifadesiyle) “Evrenlere kadar yansır.”(Bkz. Kaynak eser).

İnsanlık bu anlamda sevginin ve düşüncenin önemi-ni anlayıncaya kadar, evrenin gerçek işleyişi hakkında doğruya daha yakın bir bilgiye ulaşamayacaktır. Bunun-la bağlantılı olarak, insanlar kendilerinin(ayrı ayrı her birinin) birer Tanrısal ifade olduğunu da anlamayacaktır. Bu güzel durum belki “Yeni İnsanlık” döneminde gerçek-leşecek…

İnsanlık, sevgiyle birlikte korku denilen duyguyu da hep kendi seçegelmiştir. Örneğin, eğer birisi kazanç uğruna bir başkasının yaşamına kastetmek isterse, bu yoksun-luk korkusundandır. Bu konuda P’taah aynen şunları söy-lüyor: “Bilinmelidir ki, sevgi ifadesi olmayan her ne varsa, o korkunun ifadesidir. O, aynı zamanda Tan-rısal bir ifadedir. Çünkü tüm evrenler içinde kaynak tarafından yaratılmış olmayan hiç bir şey yoktur.” Yani başka türlü ifadesiyle, yaratılmış olan her şeyin bir kay-nağı vardır.

Görülüyor ki sevgi evrensel bir gerçektir. O, varlığın önce kendini sevmesiyle başlayan ve gücü oranında ya-yılan bir enerjidir. Durum böyle olunca, Tanrısal kaynağı hissetme yolu da sevgi olmaktadır. Kaynağı Tanrı olan bir şeyin (burada sevginin) sona ermesi de söz konusu ola-maz. Buna bağlı olarak bireyin uzun dönemler boyunca yaratmış olduğu ailevi sevgi bağlarının (alansal etkinin) sürüp gitmesi doğaldır. Hatta P’taah’a göre, “Birisi öte âleme geçtiğinde, bu bağlarının fiziksel bilinç ve re-alite içindekinden daha güçlü olduğunu fark edebilir-siniz”.

Yukarıda, sevgi ifadesi olmayan her şeyin bir korku ifa-

desi olduğunu belirtmiştik. Bu duyguya kapıldığımızda, ondan kurtulup, sevgiye yönelmenin yolu (P’taah’ın önerdiğine göre) korkuyu kucaklamaktır. Çünkü bunun tersi yapıldığı anda, yani onu geçersiz kılmaya ya da yadsımaya kalkıştığımız anda, onu güçlendirmiş oluruz. Başka türlü ifadesiyle, korku deneyimi ya da hâleti içe-risine girildiğinde, onu olabildiğince cesaretle yaşamak gerek. Ancak bu şekilde korku konusu olan şeyin aslında korkulmaya değer olmadığının bilgisi alınabilir ya da bu şekilde korku, sevgiye dönüşür.

Korkunun (sevginin tersi bir duygu olarak) toplumsal nitelikli başka bir nedeni de, ruhsal anlayıştan yoksun-luktur. Ruhsal anlayıştan yoksun, teknolojik ilerlemenin olduğu her yerde korku söz konusudur. Teknolojik güce sahip olan düşüncelerde korku varsa, o korku milyonlar-ca kat büyür ve böylece yıkım ve perişanlık getirir. Oy-saki ruhsallık anlayışıyla güçlendirilen bir teknolojinin sevgi tarafından kucaklandığı yerde ise, büyüyen sevgi olur. Dolayısıyla, görüldüğü gibi; gerek bireysel, gerek-se toplumsal ıstırapların kökeninde sevgi ya da korkuya karşı yaklaşımımız önemlidir. Bu bağlamda diyebiliriz ki, sevgiden ve şefkatten kaynaklanmayan eylemlerin ar-dında dayanılmaz acı ve ıstıraplar, inanılmaz korkular bulunmaktadır. Buradan hareketle şu çıkarım da yapı-labilir: var olan her şey, varlığın kendi düşüncesinin ve imajinasyonunun ürünü olduğu gibi, şimdiki düşüncesi ve imajinasyonu da geleceğinin yapı malzemesidir.

Varlığın sebep olduğu değişimin kökeninde, bir bakıma korkuları ya da sevgileri bulunmaktadır. Konunun pratik uygulamaları çerçevesinde; sevginin (ya da korkunun) artarak katlanabilmesi, kristal teknolojisiyle ilgilidir. Çünkü silisyum dioksitten başka bir şey olmayan kuartz kristalinin bazı türleri gerçekten muazzam bir enerji bü-yüteci ve depolayıcısıdır. Onunla korkunun olduğu her yerde sevgi yaratabilirsiniz. Örneğin, kristalin bulundu-ğu çevrede (ki bu çevrenin kapsamı bir gezegeni içine alacak kadar büyütülebilir, böyle bir çevrede) egemen duygu korku ise, büyütülerek yayılacak ve büyük bir kaos yaratacaktır. Ama eğer egemen duygu sevgi olursa, sevgi etkisi büyüyecek ve galaksiler boyunca uyum ve ışık yaratacaktır.

Kaynak: P’TAAH, PLEIADES MESAJLARI

Page 28: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

28H

AYAT

A Y

ENİD

EN B

AK

MA

K

Semiha BATMAZ SALCITV Program Yapımcısı ve Sunucusu

Siz En Çok Hangi Mevsimi Seversiniz?

Hepimizi bunaltan sıcaklardan sonra sonbahar geldi. Yaz oldukça zor geçti. Hepimiz sıcaklardan çok yakındık. Bu yaz, sıcakları sevenlerin bile, çok şikâyetçi olduklarını duydum.

Evet, herkesin hoşlandığı bir mevsimi vardır. Kimi yazı, kimi de kışı sever. Ben ise, en çok ilkbaharla sonbaharı severim.

Sonbaharın, sabahları hafif üşüten hali hep hoşuma git-miştir. Gün boyu insanı hava hiç sıkmaz . Ara ara kara-ran, sonra da yağmurunu bırakan hava, yazın o bunaltan sıcağından sonra ödül gibi gelir insana.

Hele o sonbaharın renklerini seyretmeye hiç doyamam. Her renge rastlarsınız. Sonbahar ağaçların renkle son şö-lenidir. O kupkuru, çırılçıplak kalmadan önceki doğadaki son imzalarıdır. İmzalarını atarlar ve kışa öyle geçerler. Bazı ağaçlar vardır ki sonbaharın en sevdiğim ağaçları-dır. Mesela, atkestaneleri bunlardan biridir. Koca yap-rakları, pıtırcık pıtırcık dolu kestanelerle yol kenarlarını süslerler. Zamanı gelince o dikenli kabuk açılır ve için-deki cevher kaldırımları süsler. Ben her gün işe giderken, böyle bir kestane ağacının altından geçerim. Ne kadar kestane döküldüyse toplarım. İşyerinde camımın kenarı, çantamın içi ve evim atkestaneleriyle doludur. Strese iyi geldiğini duyduğumdan beri elimden hiç düşürmez oldum. Rutubete karşı da mükemmel bir koruma. Evde nerde nem varsa koyun oraya, ben denedim. Tecrübeyle sabittir. Geçen gün, çantamdaki son atkestanesini de, onu benden isteyen arkadaşımın kızına verdim. Anlaya-cağınız, elimde hiç atkestanesi kalmadı. Zamanı geçme-den biran önce toplamalıyım. Kuruları değil de yaşken daha makbuller.

Benim için sonbaharı simgeleyen ikinci ağaç, dağ muş-mulasıdır. Ağaç dediğime bakmayım, boyu uzun olduğu için öyle diyorum. Bir çeşit süs çalısı. Sonbaharları evle-rin bahçelerini ve parkları süsler. Küçük yeşil yapraklı,

bol dikenli, küçük turuncu yemişlidir. Vazoda o kadar güzel dururlar ki. Bulunduğu mekana bir neşe, bir canlı-lık katar. Ben dağ muşmulalarını, en çok bambuların va-zosuna koymayı severim. Bakın o zaman keyfime. Yeşil ve turuncuyu bir arada seyretmeye doyamam.

Hayat akıp giderken, yaşamımızı güzelleştiren atkesta-nelerini, muşmula ağaçlarını, saksağan kuşunu, sonba-harın renk cümbüşünü duyayım ve görelim. Psikolojide algıda seçicilik diye bir kanun var.

Ne duymak istersek onu duyarız.

Ne görmek istersek onu görürüz.

Page 29: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

29

Page 30: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

30Y

UVA

RLA

ĞIN

ŞELE

Nilay UZGÖREN PAPİLAYazar

Mavi Kuş, Pinpon Topları ve Pirinçler

Yaşadığımız ülkenin doğu kıyısında iken bir tane - belki de birçok demeliyim - kırmızı kuşum olmuştu. ”Kardi-nal” kuşu Florida’nın sayısız tropik kuşlarından biriydi. Kıpkırmızı, serçeden biraz daha büyük ve bence biraz da doğuştan evcil bir kuştu. Ona kardinal denmesinin sebebi kuşkusuz başının üstünde ona sevimli bir asalet kazandıran ve şapkayı andıran dimdik tüyleriydi. Öğle yemeği için çıktığımız bahçede benim hep aynısı olduğu-na inandığım ama tabi ki ıspatlayamayacağım bir tane-si yanımıza gelir, oturduğumuz banka kadar yaklaşarak sessizce kendisi ile öğle yemeğimizi paylaşmamızı bek-lerdi. Bu olağanüstü kuş, yaşamımızın olağan bir parçası olmuş, olur olmaz yerlerde karşımıza çıkmaya devam etmişti.

Batı kıyısına ilk geldiğimizde buranın tropik olmayan ik-liminden dolayı kırmızı kardinaller, pembe flamingolar gibi masalsı kuşlar görme ümidim yoktu. Ta ki Melih onu görene kadar. ”Bakın mavi bir kuş!” dedi. Önce göre-medim ve ihtimal vermedim ama ikinci sefer gözümün önünden masmavi geçtiğinde anladım ki gerçek. Burada da ”mavi kuş”lu hikayelerim olacaktı demek. Onu şim-dilik sadece birkaç kez gördüm ama bundan sonra sıkça karşılacağımdan ve onunla dost olacağımdan kuşkum yok.

”Mavi kuş” sizlere de belki benim gibi ilk anda Charles Bukowski’nin mavi kuşunu hatırlatmış olabilir. Bukows-kinin mavi bir kuşu vardır yüreğinde, çıkmaya can atan… Ondan güçlü diye çıkmasına izin vermediği, ya da ondan zeki diye sadece geceleri çıkmasına izin verdiği ve son-ra yerine koyduğu... İşte o kuştu bu sefer gördüğüm ve burada doğu yakasında geçirdiklerim gibi güzel günler yaşayacağımı müjdeliyordu bana. Güzel günlerin baş-langıcı büyük kızımın burada üçüncü sınıfa başlamasıyla gerçekleşti.

Okulun açılmasından bir önceki gece hiç kimse birbirine belli etmese de tüm okul hayatını Türkiye’de geçirmiş ve de hem öğretmenini hem de arkadaşlarını çok se-ven ve her çocuk gibi hayatında süreklilik isteyen kızımı heyecanlandırmamak adına hislerimizi kendimize sakla-yarak uyumuştuk. Sabah kızımdan önce kalktığımı sa-narak uyandım oysa o gecenin ortasında uyanmış ve bir süre uyuyamamıştı... Derken ben yanına gitmeden kalk-tı. Hazırlandı, kahvaltı derken yola çıktık hepbirlikte. Okuluna geldiğimizde rengarek kıyafetleriyle cıvıl cıvıl koşuşturan neşeli bir çocuk grubuyla karşılaşınca anla-dım, forma giydirerek çocuklarımızı bir takım kalıpların içine sokup içlerindeki yaratıcı ve belki modacı kişilik-leri hapsettiğimizi. Oysa daha geçen hafta okulda for-ma olmadığını öğrendiğimde her sabah kıyafet seçmek işinin ne kadar zor olacağını düşünerek hayıflanmıştım. Hemen fikrim değişti. Sınıfını bulup kapıda sıra olmuş öğrencilerin yanında yerimizi aldık. Sınıfların hepsinin kapısı oyun alanına bakacak şekilde bal peteği gibi sı-ralanmıştı. Beklemenin sonunda sınıfın kapısı açıldı ve güleryüzüyle etrafı güneş gibi aydınlatan yumuşacık ses-li Ms. Hayes kapıyı açtı. Giriş sırası Ada’ya geldiğinde, o ana kadar parçalarını bir arada tutmakta olan kızım da-ğıldı ve ”Anne, ben girmek istemiyorum!” diyerek bana sarıldı. Bilmediği dili konuşan bir çok kişinin olduğu bir sınıfa adım atmak sekiz yaşındaki bir çocuk için ne de-mektir tahmin ettiğim için, günlerdir heyecanla okulun açılmasını bekleyen kızımın bu beklenmedik hareketini sakin karşıladım. Ama öğretmen benden daha sakindi. ”Peki, o halde ben kapıyı kapatacağım, derse başlamam gerektiği için. Sen ne zaman hazır hissedersen kapıyı açıp, içeri girebilirsin” dedi ve gitti gerçekten. Kapalı kapıyı açıp girmek, açıkken girememekten daha zordu. Herhalde biz günü burada kızımı ikna etmeye çalışarak geçireceğiz diye düşünürken ve Ada’nın kapıya yakınlığı mecazi anlamda gitgide artarken birdenbire kapı tek-rar açıldı. ”Artık hazır olduğunu düşündüm.” Ms. Hayes dönmüştü. Kapı bir kez daha açılmışken, tekrar kapan-madan kendini içeri atarcasına gitti Ada öğretmenin pe-şinden.

O gün okulun bitiş saatine kadar pek çok iş hallettik: markete gittik, ehliyet için sıraya girdik, mobilya baktık, küçük kızımızı yedirdik, uyuttuk. Ama hep aklımız sını-fın kapısı kapandıktan sonra neler olduğunda idi. Ada’yı almaya heyecanla gittiğimizde öğrencilerin sınıfta ol-madığını beden eğitimi dersinden gelecek olduklarını

Page 31: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

31

öğrendik. Sınıfın kapısına doğru öğrenciler yaklaşırken bir de ne görelim. Ada iki yeni arkadaş bulmuş, biri ile elele diğeri ile kolkola bize doğru geliyor. Endişelerimi-zin ne kadar yersiz olduğunu, sekiz yaşında olmanın gü-zelliğini, çocukların dünyasını bir kere daha hatırlamış olduk. Ada, bizi görünce heyecanla anlatmaya başladı. Okulu, öğretmenini ve yeni arkadaşlarını çok sevmişti. Biz de derin bir nefes alabilirdik artık.

Okula başlayalı nerdeyse üç hafta oldu. Ada’nın heye-canı ve hisleri hiç değişmedi. Her sabah istekle kalkıyor, filmlerde görmeye alışık olduğumuz sarı otobüse bin-direrek uğurluyoruz onu ve saat üç olmadan sarı oto-büslerle geliyor geri. Öyle şiirsel ve duygulu bir sahneki bu! Böyle olacağını hiç hayal etmezdim. Her seferinde çok mutlu iniyor servisten ve “Bugün ne oldu biliyor musun?”lar arasında yürüyoruz evimize doğru. Burada en çok memnun olduğu şeyin ne olduğunu sorduğumuz-da “Ödev olmayışı” diyor. Aslında ödev olmaz olur mu, var... Ama Türkiye’deki gibi çok değil, bezdirmiyor. Haf-ta başında tüm hafta neler yapacağını gösteren bir dos-ya alıyor. Programını buna göre yapması bekleniyor. Her gün de 20 dakika kitap okuması isteniyor. Bir de keyfi gibi sundukları matematik oyun siteleri var ki, hissettir-meden matematik çalışmasını sağlıyor. Hissettirmeden verilen ödev en güzel, en sorunsuz ödevmiş.

Üç haftadır Ada okuldan gelir gelmez kısa bir ara ve hemen ödeve oturuyor. Bunun önemini Ms. Hayes şöyle anlatmış. Eline 3 tane pinpon topu almış ve bir bardak pirinç tanesi. Pinpon topları ödev gibi yapılması gerek-li sorumluluklar, pirinç taneleri ise çocuklarımızn hep yapmak istediği diğer işler: TV izlemek, oyun, bilgisa-yar oyunu, resim yapmak, gezmek, vb. Önce kavanoza pirinç tanelerini dökmüş, peşinden topları ama toplar kavanoza sığmamış. Derken önce topları dökmüş sonra pirinçleri atmış aynı kavanoza, hepsi sığmış. ”İşte siz de böyle yaparsanız zamanınız herşeye yeter!” demiş. Ne kadar akıllıca! Neden bunu daha önce düşünmedik ve yıllarca farklı kelimelerle aynı şeyi anlatmaya çalışıp çalışıp, başarısız olduk. Oysa küçük, bir görsel ne kadar da etkili oluyor, hayran olmamak elde değil bu yaratı-cılığa. Belki sizler de bu anlatımı görselleriyle birlikte çocuğunuza denemek istersiniz. Umarım sonucu Ada’da olduğu gibi mucizevi olur.

Ms. Hayes’in kuralını takip ederek pinpon toplarını elin-deki kavanoza sığdırabilen çocuklarınızla sorunsuz - ke-yifli bir eğitim yılı geçirmenizi ve yüreğinizdeki mavi kuşları salıverip sonbaharın tadına varabileceğiniz güzel bir ekim ayı dilerim.

Page 32: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

32A

KIL

LI K

ALP

LER

Çocuklarda Duygusal Zeka

Eray BECEREN

Kişisel Gelişim Uzmanı

www.duygusalzeka.net

Aile ve okulda çocuk eğitiminde “Duygusal Zeka”nın önemi ve gerekliliği yadsınamayacak boyutlardadır. Çünkü duygusal zeka, çocuğa avantajlar sağlar. Duygusal zeka, gerçekten de bir çocuğa yüksek bir IQ’ dan daha fazla avantajlar getirir. Duygusal zeka ve IQ arasındaki farkı şu şekilde tanımlayabiliriz: “Yüksek IQ’lu olmak ne kadar hızlı bulmaca çözebildiğiniz ve ne kadar fazla ke-lime bildiğinizle alakalıdır. Duygusal zeka ise duygularla ve başkalarının duygularını anlayabilme ile alakalıdır.”Örnek olarak, yüksek IQ, oğlunuzun ya da kızınızın iyi bir okula girmesini sağlayabilir ve hatta onların en yüksek bir derece ile mezun olmalarına yardımcı olabilir, fakat çocuklarınızın okulda ve okul sonrası ne kadar mutlu, başarılı, uyumlu olacağını duygusal zeka belirler. Onla-rın iş arkadaşlarıyla ne kadar iyi geçinebileceği ve işle-rini ne kadar seveceklerini belirleyen IQ değil, duygusal zekalarıdır.Sevindirici olan, duygusal zeka sadece doğuştan değildir ve çocukların içinde geliştirilebilir.Çocuklar bebekliklerinden itibaren sağlıklı, sağlıksız, doğru ya da yanlış pek çok şeyden etkilenerek büyürler. Çevrelerinden gelen tepkilere göre kendileri ve başka-larıyla ve içinde yaşadıkları dünyayla ilgili düşünceler edinir ve bunlara göre davranış ve tutum geliştirirler. Büyüklerin (anne, baba, bakıcı ya da öğretmen) çocuk-lar ile olan ilişkileri ve yaşamın ilk yıllarında onlara ka-zandırdıkları tecrübeler, çocukların duygusal ve beyin gelişimlerinin yanı sıra onların gelecekteki tutum ve davranışları üzerinde de etkilidir. Çok genel olarak “Çocukların Duygusal Zeka” gelişimi ile ilgili olarak önerileri şöyle sıralayabiliriz.* Duygularımızı ifade şeklimiz ve sosyal becerilerimizi kullanma ile ilgili olarak onlara örnek olabiliriz. Unut-mayın onlar büyüklerinin her hareket ve davranışını kaydediyorlar ve benzer durumlarla karşılaştıklarında aynen uyguluyorlar. * Onunla zaman geçirmeliyiz. Kendi dünyasını keşfetme-si, güçlü ve zayıf taraflarını tanıması ve bu konularda ne

yapabileceğini belirlemesi konusunda onlara yardımcı olabiliriz. Ancak onların adına ne yapacaklarına karar vermemeliyiz.* Çocuğumuzun herhangi bir konuda düşüncesini sorma-mız, onun duygularının, gözlemlerinin ve algılayışının değerli olduğunu düşünmesini sağlayacaktır. Tabii her zaman çocuğumuzla aynı görüşte olmayabiliriz. Ama ona neden, onun görüşünden farklı bir karara vardığı-mızın sebeplerini açıklarsak, düşüncelerinin tamamen faydasız olmadığını anlayabilecektir. * Çocuklarımızın bir işi başarmak için mücadeleye teşvik edilmeleri gerekmektedir. Ayrıca çocuklara, problemle-rini çözmek ve kendi yeteneklerini keşfetmek için fır-satlar da vermeliyiz. Yardım istediklerinde, ilk olarak, o işin üstesinden gelebileceklerine onları inandırarak cesaretlendirmemiz gerekir.* Hastalık, işten çıkarılma gibi acı veren konularda bile çocuklarımıza açık sözlü olmalıyız. Yaşananları uygun anlarda, uygun sözlerle onlarla paylaşmalıyız. Onları stresten korumak amacıyla yapacağımız bazı davranış-ların daha sonra olumsuz yanları ortaya çıkabilir.* Çocuklarımızın iyimser yönlerinin gelişmesi için olaylar karşısında takındığımız tavırlar ile onlara destek olmalı-yız. Araştırmalar iyimser çocukların daha mutlu, okulda daha başarılı ve fiziksel açıdan daha sağlıklı olduklarını gösteriyor.* Üzgün ya da sevinçli olduğumuz zaman çocuğumuzun bunu bilmesine ve bizi görmesine izin vermeliyiz. Sa-hip olduğumuz duyguları bizim de onunla paylaştığımızı görmeli ve öğrenmelidir. Bu çocuğumuzun başkalarına empati göstermeyi öğrenmesini sağlayacaktır.* Çocuklarımızın duyguları, gözlemleri ve algıladıkları dinlenmeye değerdir ve böyle yapmak çocuklarımızın öz saygılarını artırmaktadır. Bize bir şeyler söylemek iste-diğinde, gerçekten ona zaman ayıramayacaksak uygun olmadığımızı ve ne zaman uygun olacağımızı söyleme-liyiz. * Günlük sorunları çözmek ve çatışmalara çözüm bul-mak, öfkeyi kontrol edebilmek, hayal kırıklıklarıyla baş edebilmek, duyguların hissedilebilme ve kontrol edebil-me yeteneğine bağlıdır. Duygularını tanıması ve kontrol edebilmesi konusunda sabırla ona yardımcı olmalı ve kendi davranışlarımızla örnek olmalıyız. * Yeni yürümeye başladıkları günlerden itibaren arka-daşlıklar kurmalarına, arkadaşları ile oynamalarına teş-vik etmeliyiz. Arkadaşlık ilişkileri iletişim becerilerinin ve yardımlaşmanın gelişimi konusunda önemli katkılar sağlayacaktır.

Page 33: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

33

Aşk, aşk!

LIŞI

ĞI

Gülseren ALÇIYazargulserenalci.blogspot.com

Yaşam arkadaşımın Tanrı’ya aşkını düşündüm. Yaratılı-şın gizemi, görkemi, büyüleyiciliği karşısında kendinden geçişini…Sonra bir gülümseme, tatlı bir bakış, incelikli davra-nıştan etkilenip duyguların peşine takılıp kişiyi uçuran aşkı… Hangisi kalıcı? Düşündüm durdum.

Duygularım sözcüklere bürünüp dillenince, ilk kez Tanrı’ya seslendim.

Tanrım,

“Bütün aşklar bitermiş, senin aşkından başka, Seven yaşar göçermiş, senin aşkınla başka.”

Birden yıllar öncede sabaha karşı uyku ile uyanıklık arası yataktan fırlayıp yazdığım iki dize geldi usuma.

“Ne sen her şeysin, ne de ben, Ne sen hiçbir şeysin ne de ben.” Aşka dair yazardım hep;

“Çağrısız konuk aşk! Geldiğin günden beri öyle çok uç-tum ki, göçmen kuşlar yaya kaldı.”

Bütün aşklarım kuru yaprak gibi yüreğimde. Tek sen yeşilsin, yaşarsın yüreğimde.

Uykusuz gecelere, acıyla kıvranan yüreğe karşın, evet aşk derdim,Zihin zincirlerimi aşk çözerdi. Aşk beslerdi duygularımı… Aşk yazdırırdı.Binbir çeşit aşk vardı yüreğimde, ama hep Şirin olup, Ferhat’a duyulan aşka âşıktım.İlk kez aşkı sorguluyor olmama şaşırıyorum.Yoksa yaş-la-nı-yor- muyum?

Fotoğraf: Berran AYDAN

Page 34: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

34SE

YİR

DEF

TER

İ

Misyoner Kızın Bakışlarındaki SırMetin RODOPYazar

16. yüzyılda İspanyol sömürgeciler istila etmeden önce Maya Uygarlığı’nın merkezi olan, daha çok depremler ve volkanik patlamalarla adını duyduğumuz ve Aztek dilinde Ağaçlar Ülkesi anlamına gelen bir Orta Ameri-ka ülkesi olan Guatemala’da geçiyor öykümüz. Başkent Guatemala City’nin 12 km kuzey doğusunda, çevre-si yüksek duvarlarla çevrili, silahlı adamlar tarafından korunan bir siteye doğru yol alırken, sanki Holywood yapımı bir filmin başlangıç sahnelerini izliyoruz. Filmin müziği olarak seçilen Bach’ın Air on the G String bestesi bu başlangıç sahne-lerine eşlik ederken yaşadığımız anın dışında, sıradan hayatlarımızın öte-sinde çok farklı bir öykü ile karşılaşa-cağımızın habercisi gibi. Kentin kenar mahallerini terk edip yeşillikler için-de asfalt kaplı dağ-lık yollardan evine dönerken Türk asıllı ama aynı zaman-da Alman vatan-daşı olan Zeynep, bu ülkeye Almanca öğretmek amacıyla gönderilmişti. Bin-diği otobüste renkli giysileri içinde, at-kuyruğu biçiminde bağlı simsiyah saç-ları tek örgü yapılıy-dı, onu diğer melez halktan ayırt etmek gerçekten zordu.

40’lı yaşlarını geçmiş, hala oldukça alımlı ve güzel gö-rünen bu kadın eski bir otobüsün penceresinden dışarı bakarken yemyeşil ormanlar ve vadilerin derin sessizli-ği içinde kaybolmuş, ama öte yandan her an patlamaya hazır yüzlerce volkanın olduğu bir ülkede, geçmişte ya-şadığı unutulmaz aşkın da sönmüş bir volkan gibi püskür-

meye hazır beklediğinin farkındaydı.

Otobüsten inip hızlı adımlarla evine doğru yol alırken yerli halktan birçok kişi kendi çocuklarının da öğretmeni olan bu kadını saygı ile selamladılar. İki katlı evine girdi-ğinde her zaman yaptığı gibi çalışma odasına doğru yö-neldi. Bahçedeki havuzu gören bu odadan dışarıya bak-tığında ise küçük süs havuzunun fıskiyesine konan küçük serçenin susuzluğuna tanıklık ediyordu. Hava bunaltıcı bir şekilde sıcak ve nemliydi, çekmeceden çıkarttığı mektupları okumaya başladı.

Şimdi geriye dönelim bir süre için... Yıllar önce Türkiye’de tatil yaparken geçirdikleri bir trafik kazası

onların yaşamını sonsu-za dek değiştirecekti. Kazadan Zeynep yara almadan kurtulmuş ama kocası Klaus onun kadar şanslı olamamıştı. Çünkü kullandıkları otomobile yandan çarpan kamyon onun sakat kalmasına neden olmuş ve Klaus felç olmuştu. Yürüye-meyen ve eskisi gibi bir erkek olamadığını düşü-nen kocası için verdiği olağanüstü mücadeleden sonra her şeyi bırakıp bu Orta Amerika ülkesin-de öğretmenlik yapmak için başvurmuş ve kabul edilince de bu ülkeye gelmişti. Şimdi onun son yazdığı mektubu okur-ken bir film şeridi gibi geçen kaza anını ve son-rasını hatırlamaya çalış-tı. Korkunç bir kasırga ya

da yanardağ patlamasının talihsiz kurbanlarından birisi olduğunu düşünerek Romeo’sunun yazdıklarını okumaya devam etti Jülyet. Şöyle diyordu son mektuplarından birinde. “Sevgili Zeynep, seni her hatırladığımda kaza esnasında bana bakışını ve kollarınla beni kendine doğru çekip lütfen ölme sevgilim dediğini unutamıyorum. Seni kendimden vazgeçirmek için ne kadar uğraştığımı itiraf etmek zorundayım. Çünkü doktorların bir daha yürüye-

Page 35: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

35

meyeceğimi söylediklerinde yapmam gereken şeyin anı-larımızı bir hazine gibi saklamak olduğunu düşündüm.”

Okuduğu her cümle savunmasız ve çaresiz kalmış bu ka-dının kalbine bir bıçak gibi saplanıyordu, bunu tahmin etmek hiç de zor değildi elbet, binlerce kilometre uzak-tan gelen bir sevgilinin dokunaklı sözlerine hangi sevgili kayıtsız kalabilirdi ki?

Büyük bir hayal kırıklığının pençesinde kıvranan zavallı Klaus oturduğu tekerlekli sandalyeden bu sözleri yazar-ken bir daha asla evlenmeyeceğini çünkü ona kimsenin Zeynep’in baktığı gibi bakmayacağını, sevgilisinin gözle-rindeki o derin ve ulaşılamaz aşkın sadeliğini ve gururu-nu yaşayamayacağını anlatmaya çalışmıştı.

“Kimse bana senin baktığın gibi bakamaz” cümlesini tekrar etti Zeynep sessizce; bahçedeki süs havuzunda sıcaktan bunalmış, küçük bir serçenin susuzluğunu gi-dermek için yaptığı ritmik hamleleleri izlerken. Aslında bir insana duyulan sadakat ve bağlılık gibi kavramların çok ötesinde Klaus aşkın bizim anladığımızın da ötesinde çok farklı bir boyutu olabileceğini gösteriyordu belki de. Bu öyküde olduğu gibi bir gün her şeyin değişebileceği kaygısı ile yaşayan insanlar, değişmeyen neler olabilir ki diye düşündüklerinde işte bu sözleri anımsamalıdırlar. Bu bakışlar tıpkı bir annenin çocuklarına olan bakışı gi-bidir, tarafsız, önyargısız, içten ve karşılıksız. Zeynep’in onun mektubunu okurken bu sözleri bir kez daha ses-sizce tekrar etmesine neden olan bakışlar, ona karşı sonsuza dek saygısının yok olmayacağına dair ipuçlarını barındıran bakışlar ve yok olan şeyin aşkın kendisinin değil de sadece geri döndürülemez zaman olduğunu his-setmesine neden olan bakışlar...

“Bir şeyin ne kadarının sana ait olduğunu bilmek istiyor-san hepsini bırak, geriye kalan senindir.” der bir Çin ata-sözü. Burada birbirine sonsuz bir sevgi ile bağlı bir çiftin yaptığı da işte buna benzer bir şey olmalıdır; herşey ge-ride bırakılmış, özveriyle ve acıyla ama olması gerektiği gibi eşsiz bir sevgiyle. Geride kalan ya da Klaus’un ha-tırladığı ona büyük bir aşkla bağlanmış sevgilinin bakış-larında kendisi için duyduğu derin ve ulaşılamaz sevgiyi anlamlandırma çabasıdır aslında.

Bir zilin sesini takip ederek nereye varabilirsiniz? “Eğer gözleriniz görmüyorsa o zilin sesi sizi zirveye taşıyabi-lir,” karanlığın içinde yaşamaya mahkum bir dağcı böy-le söylüyordu. Gözlerim görmüyor ama kulaklarım var, onlar bana yardımcı olurlar. Bir sevgilinin binlerce ki-lometre uzaktan yazdığı satırlarda söylemek istediği

de buna benzer bir anlatımın ana temasının ipuçlarını veriyor bizlere. “Yürüyemiyorum, tekerlekli sandalyeye mahkum bir durumdayım ama bakışlarını görebiliyorum, kimsenin senin bana baktığın gibi bakmayacağını bildi-ğim gözlerindeki parıltıyı ve hüzün dolu bakışlarını gö-rebiliyorum.”

Doktorları tarafından yapılan kontroller sonucunda ola-ğanüstü zeki çocukları olacakları söylenen ama doğum-dan sonra gözleri görmeyen, kulakları duymayan ve hiç-bir beyin faaliyeti olmayan bir çocuk dünyaya getiren annenin kucağındaki bebeğine bakarken “ama o, yine de bizim çocuğumuz, onu sevgiyle büyüteceğiz” demesi ve ona olan bakışları da böyle bir şey olmalı.

24 yaşında genç bir adamın aşık olduktan sonra böbrek hastası olduğunu öğrendiği genç kıza böbreğini verebil-mek için onunla evlenirken nikah masasında birbirlerine olan bakışlarını gördüğünüzde ya da emekli maaşını al-mak için bankanın önündeki kuyrukta beklerken birbir-lerine aşık olan 70’li yaşlarını bitirmiş ve toplumumuzda nine–dede gibi isimler takılarak daha sevimli olacakları düşünülen yetişkin bir kadın ve erkeğin birbirlerine ba-karken hissettikleri de böyle bir şeyse eğer, misyoner kızın aşkında olduğu gibi aşkın aslında ne olabileceğini yeniden düşünmeliyiz. Belki de söylediğiniz sözlerin de-ğil, söylemediklerinizin bir anlamı vardır.

Page 36: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

36EV

REN

DE

ZEK

İ HAY

AT

UFO’larla Niçin Bu Kadar İlgilendim?Hill NORTON,

Amiral ve Eski İngiliz Donanma KomutanıSelman GERÇEKSEVEREmekli Öğretmen ve Yazar

UFO fenomeniyle ilgili yeni yeni gözlem raporları ve kanıtlar bu konunun artık hiçbir şekilde göz ardı edile-meyeceğini sağduyu sahibi insanların gözleri önüne ser-miş bulunmaktadır. Konuyla niçin bu kadar ilgilendiğim, bana sık sık sorulmuştur. Bunun birkaç nedeni var:

Bu nedenlerden birincisi, UFO fenomeninin kanıtları o kadar ısrarlı bir niteliğe sahiptir ki, sağduyu sahibi, aklı başında normal bir insanın bunu görmezlikten gelmesi ya da önemsememesi olası değildir. Konunun gerçek yü-zünün ne olduğuyla ilgili ciddi bir araştırmanın başlatıl-masından yanayım. Uçak pilotları, astronotlar, polisler, askeri personel vb. gibi ne gördüğünü iyi bilen insanları başka konularda söyledikleri genellikle önemsenirken; bu gibi eğitilmiş personelin UFOlar konusundaki gözlem, izlenim ve kanıtları hemen hemen hiçbir şekilde dikkate alınmaması beni her zaman şaşırtmıştır. Hatta bununla da kalmamış, UFOlar konusunda sadece gördüklerini an-latanlar bile; ya susturulmaya çalışılmış, ya da kendile-riyle alay edilmiştir...

Evet, konuyla bu kadar derinden ilgilenişimin ikinci nedeni, birincisiyle çok bağlantılıdır. Özellikle İngiliz medyasının klasik tepkisinden artık bıkmış durumdayım: “Şu yeşil adamlar mı, hah hah ha...” Böyle bir tepkinin altında da; aslında bir bakıma, iyice bilinmeyen bir şeye karşı duyulan gizli korku var gibi... Hemen hemen aynı tepkinin birlik ve beraberlik halinde tüm medya tarafın-dan verilmesi, benim konuyla daha çok ilgilenmemin bir başka nedenini oluşturmuştur.

Gelişmiş dünya ülkelerinin konuya karşı tavırları, benim için üçüncü önemli nedeni oluşturmuştur: A.B.D. ve İn-giltere başta olmak üzere, öteki gelişmiş dünya ülkele-rindeki (bu konuyla ilgili) resmi araştırmaların yaygın bir şekilde (ve hemen hemen eşsiz bir birlik beraberlik ama gizlilik anlayışı içinde ve hem de en az yüz yıla yakın bir süre) ört-bas edilmeye çalışılması... 1987’de ben böyle bir ört-basın gerekliliğini akla uygun nedenlere dayan-dırmaya çalışmıştım:

Bu nedenlerden belki de en açık seçik ve de kaçınılmaz olanı, güvenlik konusuyla ilgiliydi. Bir UFO’nun çalış-

masıyla ilgili sistemin mekanizmasının düşmanın eline geçmesi elbette ki hiç bir ulusun işine gelmeyen bir du-rumdur. İkinci bir neden ise; şöyle bir gerçeğin kamuoyu tarafından bilinmesiydi: “Evet, semalarımızda; teknolo-jileri bizimkinden çok üstün, dünya yapımı olmayan ve hareketlerini ne yazık ki kontrolden aciz olduğumuz ve engelleyemediğimiz yabancılar dolaşmaktadır...” Böyle bir gerçeğin, resmi makamlarca resmen açıklanması; hem hükümet ve hem de silahlı kuvvetler için yüz kı-zartıcı, hele bazı devletler için gurur kırıcı bir durum olurdu. Üçüncü neden, halkın olası bir paniğe kapılma-sından hükümetlerin korkmasıdır.

Bunlar, kolay kolay göz ardı edilebilecek olasılıklar de-ğildir. Ayrıntılı olarak rapor edilmiş on binlerce gerçek gözlem ve (UFOlar’la gelenlerle) karşılaşma bulunmak-tadır. Bunlardan birçoğu da; ya filme alınmış, ya da bir şekilde başka tür kayıtları dünyanın dört bir yanında ya-pılmıştır. Normal olarak bu gerçeği görmezlikten gele-mezsiniz... İspanya, İtalya, Rusya, Fransa, ABD ve öteki ülkelerde hükümetlerin yıllar alan araştırmaları olmuş-tur. Konuyla ilgili, özel kurumlar ve şahıslar tarafından yüzlerce kitap yayınlandı, küçümsenip göz ardı edileme-yecek sayıda da TV programı / belgeseli hazırlandı. Tüm bunlar sağduyu sahibi insanı ikna edici kanıtlar değildir de, nedir?

KAYNAK : Beyond Top Secret, Timothy GOOD

Page 37: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

37

Page 38: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

38K

ÜLT

ÜR

- SA

NAT

Cam Sanatıİnci GÜLYazı İşleri Müdürü

Hayatımızın her alanında yer alan camın ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Mutfaktaki bardaktan tutun da salonumuzdaki aksesuarlara kadar çok çeşitli kullanım yelpazesi olan, sıvı mı katı mı olduğu bir sır olan bu mucizevi madde nasıl keşfedildi, nerelerde kullanılıyor, nasıl bir sanat dalı haline geliyor? Camın büyülü dünya-sının kapılarını bu sanata gönül vermiş, içimizden biri, bir AvangArt kadını tanıyarak aralamak istiyoruz: Yüksel Çevik. O herşeyden önce bir anne ve bir eş. Ama aynı zamanda bir sanatçı… On yıllık aktif çalışma hayatının ardından çocuklarını yetiştirmek için işten ayrılan ama kendini geliştirmeyi sürdüren AvangArt bir kadın. Renk renk çubuklar halindeki camlardan ortaya birbirinden güzel sanat eserleri çıkartıyor.

İnci Gül: Yüksel Hanım önce sizi tanıyabilir miyiz?

Yüksel Çevik: 1964 doğumluyum. Açık Öğretim Fakülte-si İş İdaresi Bölümü’nden mezun oldum. Devlet memur-luğunda 10 yıl çalıştıktan sonra kızım dünyaya gelince işten ayrıldım. Bir kızım ve bir oğlum var. Hayatım bo-yunca sürekli sanatla iç içeydim. Ablam ressam olduğu için evimizde sanatla ilgili çalışmalar hep göz önündey-

di. Ben de bir dönem ahşap ve kumaş boyama çalışma-ları yaptım. Yılbaşı ve özel günler için değişik süs eşya-ları hazırladım. Daha sonra takı yapımıyla da ilgilendim. Kısacası her zaman hayatımda bir sanat aktivitesi yer aldı. 2007 yılında “Gümüş, Telkari ve Kuyumculuk” dal-larında çeşitli eğitmenlerden özel dersler aldım. 2008 yılında ise sıcak camla tanıştım. Bununla ilgili de değişik eğitmenlerden dersler aldım. Cam boncuk ve cam biblo çalışmaları yaptım. Aldığım eğitimleri daha da ileri taşı-mak için eşimin de büyük desteğini alarak çalışmalarımı evde de sürdürmeye başladım. Cam boncuğu gümüşle birleştirip çok değişik çalışmalar ortaya çıkardım.

İnci Gül: Cam nedir? Tarihçesi hakkında bilgi verebilir misiniz?

Yüksel Çevik: Cam aslında yaşantımızın önemli bir par-çasıdır. Çok çeşitli kullanım alanları vardır. Yapay bir

malzemedir ve şaşıracaksınız belki ama kimyada sıvı olarak ta-nımlanmaktadır. Dokunulduğun-da serttir. Kırılgandır. Isıtıldığın-da nitelikleri değişir. Yumuşar ve su gibi akışkan olur. Suni camın nasıl üretildiğine dair bir kanıt olmamasına karşın; Romalı ta-rihçi Pliny camı ilk olarak Finike-li denizcilerin bulduğuna işaret eder. Hikayeye göre denizciler Suriye’nin Prolemais bölgesinde kamp kurarlar. Ateş yakarak kap-larını aynı zamanda yükleri olan soda bloklarının üzerine koyar-lar. Ertesi gün uyandıklarında, ateşin sıcaklığından dolayı kum ve sodanın camı oluşturduğu-nu görürler. Cam sanatında en önemli ilerleme üçleme yön-teminin bulunmasıdır. Pipo adı verilen boş metal bir çubuğun kullanılmaya başlanmasıyla üfle-

me çubuğu ile havayla şişirme yönteminin birleşmesiyle cam yapımı konusunda önemli bir ilerleme kaydedilmiş-tir. Cam sanatının farklı uygulama alanları vardır. Ben cam boncuk ve cam biblo dalları ile uğraşmaktayım.

İnci Gül: Cam nasıl bir sanat? Nasıl bir çalışma gerekti-riyor?

Yüksel Çevik: Oksijen ve propanın birleşmesiyle, 1300

Page 39: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

39

dereceye ulaşan ateşte, çeşitli renklerdeki çubuk cam-ların eritilerek birer sanat eseri haline dönüştürüldüğü bir çalışma. Bunda tamamıyla yaratıcılık ön planda. Bu yaratıcılığınızı ortaya koyarak rengarenk camlardan çe-şitli objeler oluşturuyorsunuz. Bu da insana çok büyük bir haz veriyor. Ortaya çıkan eser onu yapan kişi için bir sürpriz olabiliyor. Camın renkli ve büyülü bir dünyası olduğunu düşünüyorum. Tamamıyla el emeği, göz nuru olan unutulmaya yüz tutmuş bu sanatla tanıştığıma çok memnunum. Duygu ve düşüncelerimi objelere yansıt-manın hazzını yaşıyorum.

İnci Gül: O halde hiçbir çalışma birbirinin aynı olmuyor, öyle mi?

Yüksel Çevik: Cam sanatı, tekniği tamamen el işine da-yanan bir çalışmadır. Tıpatıp aynısını yapmanın mümkün olmadığı, ancak bir benzerinin yapılabileceği ürünler or-taya çıkarıyorum. Dolayısıyla yaptığım çalışmalar kişiye özel, tamamıyla özgün oluyor.

İnci Gül: Ne gibi malzemeler kullanıyorsunuz?

Yüksel Çevik: Ben bu iş için İtalya’dan gelen Murano camlarını kullanıyorum. Ayrıca cam çalışırken; değişik ebatlarda mandreller, ateş çifti, maşa, soğutma kumu, camlara şekil vermek için kullandığımız plaka gibi alet-ler de bu iş için gereklidir.

İnci Gül: Çalışırken nasıl bir atmosferiniz oluyor? Ateşin meditatif ve hipnotik etkisinden söz ediliyor...

Yüksel Çevik: Tabii o mutlaka var. Tıpkı diğer sanat dalları gibi terapi sağlayan bir özelliği var. Başladığınız zaman zaten başından kalkamıyorsunuz. Sürekli onunla içiçesiniz. Oturduğum yerde bile neler yapabilirim, nasıl farklı bir şeyler bulabilirim diye düşünüyorum. Burada yaratıcılık da ön plana çıkıyor. Duygu ve düşüncelerini-zi aktarıyorsunuz, bu çok güzel bir şey. Ortaya çok da güzel bir çalışma çıktığı zaman da bundan büyük keyif alıyorsunuz.

İnci Gül: Bir sanatçı gözüyle Türkiye’nin bu konudaki durumu sizce nasıl?

Yüksel Çevik: Çok eski bir sanat dalı ancak ne yazık ki unutulmaya yüz tutmuş. İstanbul’da bir tane cam oca-ğı var. Bu sanatla uğraşanlar var fakat çok göz önünde değiller. Halk Eğitim Merkezlerinde 3 senedir cam bon-cuk kursları veriliyor. Oysa nazara karşı kullanılan göz boncuklarının doğum yeri Anadolu’dur. Bugün gerçek göz boncukları sadece İzmir’e bağlı Görece ve Kurudere köylerinde bu işe gönül vermiş son bir kaç usta tarafın-dan yapılmakta ve buradan tüm dünyaya yayılmaktadır. Tümüyle Anadolu’ya özgü ama maalesef unutulmaya

yüz tutmuş bir sanat.

İnci Gül: Eğitim nerelerde veriliyor?

Yüksel Çevik: Büyük kentlerdeki Halk Eğitim Merkezle-rinde, yeni açılan cam atölyelerinde bu eğitimler veril-meye başlandı. Ancak gönül ister ki Türkiye’nin dört bir yanında bu çalışmalar yapılabilsin, oralardaki insanlara bu sanat ulaştırılabilsin. Sergilerin, kermeslerin sayıları artsın, sanatçıların elinden tutulsun.

İnci Gül: Herkes cam sanatını yapabilir mi? Cam sanatı-na ilgi duyanlara önerileriniz nelerdir?

Yüksel Çevik: Herkes yapabilir elbette. Sadece cam sa-natı olarak değil; sanatın herhangi bir dalıyla uğraşmak ve başarılı olmak isteyenlere önerim estetik anlayışıyla ilgili kendini geliştirmesleri, kesinlikle özveriyle çalış-maları ve kendini bu konuya adamaları gerekir. Bunun için mutlaka becerilerini geliştirebilecekleri üretken bir atölye ortamının gerekli olduğunu düşünüyorum. Sadece eğitmenlerden aldığım eğitimle kalsaydım kendimi ge-liştirebilmem mümkün olmazdı.

İnci Gül: Hedefleriniz, projeleriniz nelerdir?

Yüksel Çevik: Büyük bir atölye kurup benim gibi bu sa-natı seven, onu tanımak ve bu sanatla ilgili çalışmalar yapmak isteyen kişilere yeni bir pencere açmak, onlara bu konuda olanaklar sağlamak.

İnci Gül: Çok teşekkür ediyoruz. Umarız en kısa zaman-da bu hedefinize ulaşırsınız.

Yüksel Çevik’in eserlerini görmek için Facebook’dan Yuksel Ercan Cevik ya da Cam Çalışmalarım’ı tıklayabi-lirsiniz.

Page 40: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

40M

OD

A

Doğuş Üniversitesi ve Bir Söyleşi

Doğuş Üniversitesi, Sürekli Eğitim Merkezi ile Üniversite’yi kazanamayan gençlere meslek kazandırır-ken, Üniversite Sertifikası sahibi olmalarına da imkan veren bir uygulama programını daha eğitim hizmetine dahil etti.

Kayıtların başladığı bu dönemde, bu konuda yetki ve bilgi sahibi, Sürekli Eğitim Merkezi Müdürü Sayın Zafer Özhabeş’le yaptığımız söyleşi ile, gençlere bu bilgilen-dirmeyi yapmanın çok yararlı olacağını düşündük.

Aynur Sezgin: Sayın Zafer Özhabeş, Doğuş Üniversitesi, eğitimi, amaçları ve kuruluşu hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Zafer Özhabeş: Doğuş Eğitim Kurumları, öğrencilerini Atatürkçü, çağdaş, laik, demokratik ve özgür düşünen bireyler olarak yetiştirmek ve onlara ülkemizin ekono-mik, sosyal ve kültürel kalkınmasında katkıda bulunacak bilinci ve gücü kazandırmak amacıyla 1974’de lise ola-rak eğitim ve öğretim hayatına başlamıştır. Daha sonra Anaokulları, İlköğretim Okulu, Anadolu ve Fen Lisesini

Aynur SEZGİNTasarımcı ve Stilist

de açarak ilköğretim ve ortaöğretimin her kademesin-de hizmet vermeye başlamıştır. Doğuş Eğitim Kurum-ları tarafından 1995’te kurulan Doğuş Eğitim Vakfı’nın başarılı çalışmaları sonucunda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen kanun ile Doğuş Üniversitesi kurulmuştur. Doğuş Üniversitesi, kamu tüzel kişiliğine sahip, kar gayesi gütmeyen bir vakıf üniversitesi olarak yüksek öğrenim kurumları arasında yerini almıştır. Doğuş Üniversitesi’nde bugün, Fen-Edebiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Hukuk Fakültesi, Mühendislik Fakültesi ile Sanat Tasarım Fakültesi’nde 21 lisans prog-ramı ile Meslek Yüksekokulu’nda 10 önlisans programı, Sosyal Bilimler ve Fen Bilimleri Enstitüleri’nde 11 lisans programı ve 2 doktora programı bulunmaktadır.

A.S: Stilistlik Eğitimi dersini üniversiteniz bünyesin-de mi veriyorsunuz?

Z.Ö: Evet, stilistlik programı Üniversitemiz bünyesinde olan, Sürekli Eğitim Merkezi’nde verdiğimiz 70’e yakın programdan biridir.

A.S: Başta stilistlik olmak üzere, Sü-rekli Eğitim Merkezi’nin eğitimlerinde, verdiğiniz hizmet çerçevesinde, üze-rinde titizlikle durduğunuz bir yakla-şım ve kriter var mıdır?

Z.Ö: Elbette. Üniversitemiz bölümleri ve Sürekli Eğitim Merkezi’mizde, kali-teli eğitim ve eğitimcilerle verdiğimiz hizmet bizim öncelikle ve titizlikle üzerinde durduğumuz konulardan bi-ridir. Sürekli Eğitim Merkezi, Üniversi-te’mizin halka açık penceresidir. Kısa, orta ve uzun vadeli programlarla ve kaliteli eğitimle yetişkin ve gençlerin bilgi ve becerilerini geliştirirken, ge-çerli bir mesleği de kazandırmayı he-deflemektedir.

A.S: Sayın Özhabeş, Sürekli Eğitim Merkezi’nizde stilist-lik programına kabul için, herhangi bir sınav ve uygula-ma sonucu gerekir mi?

Z.Ö: Zaten stilistlik programımız; Ö.Y.S ve yetenek sı-navları gibi uygulamalardan istediği sonucu alamamış gençlere, ya da yetişkinlere doğru ve kaliteli bir eğitimi sınav ön koşulu olmaksızın sağlamak ve programı bitir-diklerinde onlara meslek sahibi olmalarına olanak tanı-yan koşullarla sertifikalarını vermek üzere hazırlanmış-tır. Bahsettiğim gibi, eğitimin üniversitemiz bünyesinde

Page 41: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

41

veriliyor olması, meslek eğitimine titizlikle ve ciddiyet-le yaklaşıyor olmamız, Rektörlük onaylı Sertifika veriyor olmamız sağlayacağımız çok önemli avantajlardır.

A.S: Sizin programlarınızdan stilistlik eğitimi almak için, önceden bir çalışma yapmak ya da yetenek gerekli mi-dir?

Z.Ö: Önceden bir eğitim alınmasına, konuyla ilgili bir başlangıç yapılmasına ve yeteneğe gerek yoktur. Öğrenci, zaten bizim vereceği-miz eğitim yöntemi ile çizim bilgisini ve bece-risini kazanacaktır. Yeter ki, öğrenci adayı bu konuda istekli olsun.

A.S: Sürekli Eğitim Merkezi, Stilistlik Programı için öğrenci kabul kriterleriniz nelerdir?

Z.Ö: Lise mezunu olmaları gerekmektedir.

A.S: Sayın Özhabeş, bu programınızda yaş kri-teri var mıdır?

Z.Ö: Sürekli Eğitim Merkezi’mizde yaş kriteri yoktur. Her yaşta katılımcıyı, lise mezunu ol-duktan sonra kabul edebiliriz.

A.S: Stilistlik Eğitiminiz ne kadar sürüyor?

Z.Ö: Eğitim 8 aylık bir programla verilmekte-dir. Haftada 2 gün 4’er saat, toplam 256 saat. Eğitim günleri: Pazartesi, Çarşamba. Başlan-gıç ve bitiş tarihleri: 3 Kasım 2010- 1 Haziran 2011

A.S: Kontenjanınız kaç öğrenciyle sınırlıdır?

Z.Ö: Amaç az sayıda öğrenci ile birebir ilgilen-mek, daha kaliteli eğitimi sunmak olduğu için sadece 12 kişilik kontenjanımız vardır. Sayı ta-mamlandığı anda kayıtlar kapanacaktır.

A.S: Kayıtları ne zamandan itibaren almaya başlıyorsunuz?

Z.Ö: Kayıtlarımız 20 Eylül 2010 tarihinden iti-

baren alınmaktadır.

A.S: Stilistlik eğitimi için bilgi ve kayıt konusunda ileti-şim nasıl ve hangi numaralarla sağlanabilir?

Z.Ö: Sürekli Eğitim Merkezi Müdürü olarak benimle bağ-lantı kurabilirler.

İletişim Tel (0216) 327 38 05

(0216) 544 55 55

Dahili:1126

www.dogus.edu.tr/sem

( Sürekli Eğitim Merkezi Sertifika programları )

A.S: Sayın Zafer Özhabeş, sanırım bu söyleşi, doğru ve kaliteli bir stilistlik eğitimini, Üniversite bünyesinde öğ-renmek isteyenler için çok faydalı olacaktır. Teşekkürler.

Z.Ö: Ben de teşekkür ederim. Katılımcılara şimdiden başarılar diliyorum.

Çizim: Aynur SEZGİN

Page 42: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

42G

EZİ

Brighton’ın Beyaz BaşlarıNedret GÜLCANYazar

Brighton, İngiltere’nin güneyinde küçük bir sahil şehri. Uçsuz bucaksız okyanus kıyısı, cıvıl cıvıl... Renk renk çiçek-ler her taraftan size hoş geldin der gibi. Brighton bir festival şehri, her hafta başka bir festival sizi bekliyor. Butik tarzı dükkanları, tiyatro, müze, sanat galerileri, kafeleri, sokakları ve bahçeli tek katlı evleri ile eski değerlerin koruyor. Londra şehir merkezine sadece 1 saat uzaklıkta olan Brighton’da 2 üniversite ve birçok dil okulunun olması öğrenci nüfusunun da fazla olmasına neden olmuş.

İlk gidişim İngilizce eğitimi içindi, 6 ay sonun-da döndüğümde bir yanım orada kaldı. Her yıl birkaç hafta mutlaka gider work-shop, dans, yoga, meditasyon derslerine katılır ve bu arada Brighton’ı yaşarım. 2010 Temmuz’unu, Brighton ve Londra’da geçirdim, dergiye yazarım fikriyle, bu kez gözlemim de farklıydı.

Bu ay sizlerle Brighton’u kendi algılarımla pay-laşmak istedim.

Bu şehirde yaşayan çocuklar, anneler, gençler ve yaşlılar çok şanslı. Planlı bir şehir, otobüs ağı çok pratik; duraklarda hangi otobüsün kaç daki-ka sonra geleceğini gösteren ışıklı tabelalar var, böylece zaman israfı da yok. Trafiğin yoğun oldu-

ğu saatlerde bile hiçbir şekilde hissedilmiyor çünkü korna çalmak yasak. Parkların oksijen takviyesi hava kirliliğini önlüyor. Bisiklet yaygın, mini etekli olmak bisiklete binmeyi engellemiyor.

İçinde puset koymak için özel alanlar olan otobüslere bebek arabalarıyla rahatça biniliyor. Ön sıralar yaşlılar için ayrılmış; yer olmasa bile boş olarak gerçek konuklarını bekliyor.

Yaşlılar çok dinç ve mutlu, hayatın tam içinde yaşıyorlar. Adım başı altmış yaş sonrası için kafeler, dernekler, dans dersleri var. Oralarda ayrıcalıklı olduklarını bildiklerinden midir nedir saçlarını boyayan yok gibi. Beyaz ve mutlu başlar her yerde. Bütün aktivitelerin, yaşlılara özel ve ucuz olması da katılım cesaretlerini artırıyor olsa gerek... Line Dance dersine katıldığımda hayretler içinde kaldım; yarısından çoğu yetmişi aşkın, zımba gibi ve dans edi-yorlar. Daha sonra katılacağım Tai Chi ders saatini beklerken yan tarafta takıları, şapkaları, kıyafetleri, bir köşede kitap okuyan ve oyun oynayanları ile ilgimi çeken kafeden içeri girdim. Kendime çay ve kek ısmarlamak için kasa-ya gittiğimde yaşım tutmadığı için(!) bana satış yapmadılar. Ders başlarken salona girer girmez eğitmen, “siz giremezsiniz” dediğinde ergenliği bekleyen genç kız kadar kızgındım. Canım ül-kemde aynı yaşlarda, rafa kaldırılan yaşamları düşününce; yoga felsefesi yeterli gelmedi kıs-kançlığıma.

Her sokakta ikinci el dükkanlar var. Bölge halkı kullanmadıkları eşyaları bu dükkanlara götü-rüyor. Birçoğu yardım derneği olarak çalışıyor. Yine bu dükkanları, gönüllü çalışan zımba gibi beyaz, sevimli başlar yönetiyor. Çalışmayan ev hanımları, kimsesi olmayan çok yaşlı ve yardıma muhtaç olanların, haftada iki kez alışverişlerini

Page 43: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

43

yapıyor, kahve ve sohbet için birlikte dışarı çıkıyorlar.

Kiliseler çok amaçlı hizmette; bazen kilise-lerin kapısı açık; önünden geçerken sohbet eden gruba kahve içerek katılmak mümkün. Bazı günler de sergi ya da ikinci el satışla kar-şılaşılabilir.

Her semtin parkları ve çocuk oyun alanla-rı var. Tenis kortu, futbol, basket sahaları ücretsiz. En sevdiğim ise içinde yaşam olan parkların kitap okuyan, spor yapan, dinlenen, meditasyon yapan ve çocukları ile vakit geçi-renlerle dolu olması.

Okul çıkışı çocuklar oyun oynamaya parklara koşuyor, çılgınca ev ödevleri olmadığından,

çocukluklarını zamanında yaşıyorlar. Dur yapamazsın, düşersin, üstün kirlenir, terlersin denmiyor, sadece gülüm-seyen yüzlerle izleniyorlar. Çocukların da söz dinliyor olması bu sebepten olabilir. Böylece anneler de çocuklar da daha huzurlu.

Evlatlık edinme çok yaygın, üç çocuğu olan ailelerin çoğu iki de evlatlık edinmiş; gelir durumları öyle çok iyi oldu-ğundan da değil.

Evler küçük ve her yeni çıkan şey alınıp stok edilmemiş. Buz-dolapları tıka basa dolu değil. Öncelikli olan sosyal yaşama ayrılan bütçe.

Karnaval havasında renkli ve çeşitli giyim tarzlarının özgür-lüğü, yargılanmamaktan geliyor. Kimse kimsenin ne yaptığı, nasıl davrandığı ile ilgilenmiyor. Saygıda kusur yok.

Özel günlerde kartpostal gönderme geleneği devam ettiğin-den, her yerde kartpostal dükkanları var. Marketlerde kart-postallar için bir bölüm ayrılmış. Sokak aralarındaki bakkal kültürleri bana çocukluğumu getiriyor. Bir tek şey almak için devasa marketler gezmek, alışveriş tuzağına düşmek zorunda kalınmıyor.

Kiraz ve erikleri ağaçtan toplayarak yediğim yollarda, halkın koruma duygusu ile beni engellemeye çalışması şaşırtıcıydı. Güven içinde yaşamanın cesaretsizliği olabilir; daldaki mey-veyi test etmeyip, manavdaki kiraza 10 pound ödemek… “Her güzelin bir kusuru vardır” demiş atalarımız… Brighton’da ya-şam, huzurlu, mutlu ve güvenli.

Brighton’ı Seviyorum.

NOT: Brighton’dan çaldığım fikirle, 60’da aktif yaşama hazır olmak amacıyla, “50 yaş kulübü” kurmaya karar ver-dim. DAVETLİMSİNİZ.

www.nedretgulcan.com

Page 44: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

44YO

GA

Yoga Bharati Türkiye GönüllüleriAyça GÜRELMAN

Yazar, Yoga Eğitmeni

Tamamı gönüllülerden oluşan kadrosuyla, bugüne kadar 500,000 USD değerinde ücretsiz yoga dersi veren Yoga Bharati’nin merkezi San Francisco’dadır.

Bu sivil toplum örgütünün Türkiye ayağında 10 yıldır internet üzerinden ücretsiz yoga bilgisi paylaşan www.yogamerkezi.com sitesi var. Eylül ayı başında, Eren-köy Bağdat Caddesinde kapılarını yoga severlere açan İstanbul Yoga Merkezi, yoga dersleri, meditasyon, ne-fes yoluyla prana çalışmaları, yoga felsefesi sohbetleri, yoga terapileri, hamile yogası, yoga eğitmenliği sertifika programları ve Hindistan’a yoga tatilleri düzenlemek-tedir.

Istanbul Yoga Merkezi, Vivekananda Yoga Üniversitesi’nin Türkiye koordinasyon merkezi ve Yoga Bharati-ABD Sivil Toplum Örgütü Türkiye gönüllüsüdür.

Detaylı bilgi için:

Adres: Caddebostan mah. Bağdat Caddesi Kantarcı Rıza Sokak Köseoğlu Apt. No: 5 D: 3 Erenköy (Divan’ın soka-ğından girince, soldan 3. bina)

Tel: 216. 368 8482 eposta: [email protected]

Web sitesi: www.yogamerkezi.com

Vivekananda Yoga Üniversitesi programları Yoga Bha-rati Sivil Toplum Örgütü’nün bünyesinde ABD’ne taşı-nıyor.

Vivekananda Yoga Üniversitesi’nin önerdiği bütünsel yoga anlayışıyla, yogayı hayatın içine almayı ve bir ya-şam tarzı haline gelmesini öneren ABD’nin önde gelen yoga konulu sivil toplum örgütlerinden Yoga Bharati, geçtiğimiz hafta Amerikan Hindu Üniversitesi ile bir ortaklık anlaşmasına imza atarak, Vivekananda Yoga Üniversitesi’ne ait Yoga Terapileri Yüksek Lisans Progra-mının ilk kez ABD’de düzenleme yetkisi aldı.

Yoga Terapi, birçok psikosomatik hastalıkta (kalp rahat-sızlıkları, sırt ağrısı, artrit, diyabet, hipertansiyon, obe-zite, kanser gibi) yoga yardımıyla modern tıbbi tedaviyi destekleme yöntemlerini içermektedir. Bu konuda ya-pılan bilimsel dergilerde yayınlanmış tüm araştırma ve makalelerin %80’ini hazırlamış olan Vivekananda Yoga Üniversitesi, dünyadaki tek yoga üniversitesidir.

Page 45: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

45

KR

İSTA

L A

STR

OLO

Akrep Burcu İnsanı için Kan Taşı ve ObsidyenCimrilik duygusunun kan taşı ile söndürülmesi

Selman GERÇEKSEVEREmekli Öğretmen ve Yazar

Akrep burcu insanı (“Akrep”) üstlendiği her şeyde hırslı ve cesurdur. “Akrepler” aynı zamanda duyarlı ve sezgi-leri güçlü kimseler olup; hem Mars’ın, hem de Pluto’nun etkisindedirler. Bunun yanı sıra bu gibilerle birlikte ça-lışmak ya da oturup kalkmak biraz dikkat ister... “Ak-repler” araştırmaya dayalı işlere bayılırlar; bu nedenle çoğunlukla tıp, psikiyatri ve gazetecilik gibi mesleklere yönelirler. Desteğe muhtaç yanları ise; kolayca ortaya çıkan alınganlıkları, acımasızlıkları, kuşkuculukları ve kıskançlıklarıdır. Bunlara ek olarak (daha az yardıma muhtaç yanlarından da olsa) cimrilikleri söz konusu ola-bilir. Bunun için taş dostlarımızdan “kan taşı” ve “obsid-yen” her zaman hizmete hazır….

KAN TAŞI: Kantaşı bir tür yeşil cespir (jasper) dır. İçinde demiroksit lekeleri bulunur. Stresi giderir ve bedene ve zihne canlılık vererek “kafa karışıklığı”nı giderir. Sağlık üzerindeki en belirgin etkisi kan dolaşımını hızlandırmak olarak görülmüştür. Öteki (ikincil) yan etkileri, meta-bolizmayı uyarmanın yanı sıra; böbrekler, idrar kesesi ve dalak üzerinde olumlu etkisi saptanmıştır. Bu değer-li taşı, cebinizde, çantanızda ya da oturma odanızdaki masanın üzerinde bulundurabilirsiniz.

Uygulama: Şimdi, siz de bir “Akrep”seniz veya bir şe-kilde herhangi bir durumda kendinizi kıskançlık duygusu içinde bulursanız, kantaşınızı 5 - l0 dakika süreyle eli-nizde sıkıca tutarken, onun kristal enerjisi etkilerinin bu duygunuzu notralize edişini hissetmeye çalışın.

Kendinizi herhangi bir konuda cimrilik duygulan içinde hissettiğiniz zaman da kantaşının bu olumlu etkisine başvurabilirsiniz.

“AKREPLER”, AFFEDİCİLİĞİ

OBSİDYEN İLE KOLAYLAŞTIRABİLİRLER

“Akrepler” genellikle duygusallık (öfke) içinde karar verir. Genellikle çabuk hiddetlenen tiplerdir ve gere-ğinden fazla sert tepkiler sergilemekten kendilerini ala-mazlar. İşte bu durumlar onlar için kristal enerjisinden yararlanmanın tam zamanıdır. “Akrepler”in yaşamları hemen hemen değilse bile, sık sık duygularının kontrolü altındadır.

Bu nedenle yakınlarına bile hasetlik duygularını besle-yebilir, kolayca düşman edinebilirler.

OBSİDYEN: (Siyah ve yarı saydam)

Negatif enerjileri emer ve aurayı (enerji bedeninizi) ko-rumaya alır. Üzüntü duygusunu nötralize eder, affedici-liğin ortaya çıkmasına yardımcı olur. Bedeni toksinler-den arındırır, kaslara gevşeklik verir.

Uygulama: Şimdi, eğer siz de bir Akrep burcundansa-nız ve zaman zaman bu gibi duygularınızı / duygusal-lıklarınızı kontrolde zorlanıyorsanız, Siyah Obsidyenden yararlanabilirsiniz. Bu durumlarda obsidyen dostunuzu elinize alıp, kalbinizin üzerinde mâkul bir süre tutun ve taştan yayılan sakinleştirici etkiyi algılamaya çalışın. Si-yah ve yarı saydam OBSİDYEN’in alternatifleri; Topaz, Rhodonite ve Kuartz.

(Kaynak Eser: CRYSTAL ENERGY, Mary Lambert, Cico Bo-oks, London)

www.gxdmedical.com

Page 46: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

46AV

AN

GA

RT E

TK

İNLİ

K

Alkali Su & Manyetik Terapi Semineri

Seminerine davetlisiniz...

Alkali İyonize Suyun Yararları:

Diğer su çeşitlerine göre daha fazla oksijene sahiptir.

-200mV luk ORP değeri ile güçlü antioksidan etkiye sa-hiptir.

Küçük moleküler yapısıyla olağanüstü hücresel nemlen-dirme sağlar.

Vücudun pH dengesini korumasına ve bağışıklık sistemi-nin güçlenmesine yardım eder.

50 den fazla dejeneratif hastalığın sebebi olan serbest radikalleri nötralize eder.

Vücuttaki asidik atıkları temizler ve zayıflamaya yar-dımcı olur.

Vücudun enerjisini ve zindeliğini arttırır.

Etkinlik:

ALKALİ SU & MANYETİK TERAPİ

- İçtiğiniz suyun kalitesini ve sağlığımız için hangi suyu içmemiz gerekiğini,

- Radyasyonun sağlığımıza ne gibi zararları olduğu ve bunlardan nasıl korunabileceğimizi merak ediyorsanız ücretsiz seminerimize davetlisiniz.

Sürpriz çekiliş ve indirimler...

BU ETKİNLİĞİ KAÇIRMAMALISINIZ!

Detay Bilgi:

0 212 244 47 00

0 532 589 44 67

Etkinlik Tarihi: 23 Ekim 2010 Saat: 14:00 - 17:00

Yeri: Deniz Yıldızı Rest & Cafe

www.denizyildizikadikoy.com

www.yupilife.com.tr

Page 47: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

Özüne Dönen Kadının Dergisi

47

www.greengoods.com.tr

Page 48: AvangArt Kadın Dergisi Ekim 2010

48