Anadolu Kıtası-Sayı 8

15
Sayı: 8 / Nisan 2012 HAFTANIN KONUSU TÜRK DIŞ POLİTİKASI Derleyen: Eyüp AKTUĞ www.e-aktug.com

description

Anadolu Kıtası-Sayı 8

Transcript of Anadolu Kıtası-Sayı 8

Sayı: 8 / Nisan 2012

HAFTANIN KONUSU

TÜRK DIŞ POLİTİKASI

Derleyen: Eyüp AKTUĞ www.e-aktug.com

2

İçindekiler

Tü rk Dış Politikasının Genel Hatları……….…..………..3

Batı ile İ lişkiler ve Avrüpa Birliğ i……………….......……4

Kıbrıs Sorünü…………….………………………..………………6

Yünanistan ile İ lişkiler…….........…………………………..…8

ABD ile İ lişkiler………..…………….……………………….…10

İ slam Ü lkeleri ile İ lişkiler ve Orta Doğ ü..…………….11

Rüsya ile İ lişkiler……………………………………………….12

Orta Asya Cümhüriyetleri ile İ lişkiler………………….12

Balkan Ü lkeleri ile İ lişkiler…………………………………13

Tü rkiye’nin Dü nya Barışına Katkıları…………………15

KULLANIM HAKKI Bu derginin içeriği internet üzerinden derlenmiştir. Herhangi bir telif hakkı ihlali yapıldığını

düşünüyorsanız veya yazılar üzerinde hak talep ediyorsanız iletişim adresimize bildirmeniz

halinde söz konusu içerik silinecektir.

3

Tü rk Dış Politikasının Ana Hatları

Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasından sonra, Osmanlı

İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerinde kuruldu. Kuruluşundan itibaren, Cumhuriyet'in

kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından vazedilen "Yurtta Barış,

Dünyada Barış" ilkesi doğrultusunda, daima uluslararası barışı hedefleyen bir dış politika

izledi. 150 yıldan fazla sürdürdüğü Batılılaşma hareketi doğrultusunda Türkiye, siyasal ve

hukuksal sistemlerini modern, laik Avrupa modelleri üzerine oturttu. Kollektif çabalar

doğrultusunda güvenliğini artırabilmek ve uluslararası toplumda modern bir devlet olarak yer

almak için 1932'de Milletler Cemiyeti'ne girdi. Başta komşuları olmak üzere bütün devletlerle

iyi ilişkiler geliştirme politikasını benimsedi. Bu politika doğrultusunda Yunanistan, Romanya

ve Yugoslavya'dan oluşan Balkan Paktı (1934) ile İran, Irak ve Afganistan'dan oluşan Sadabad

Paktı'nın kurulmasında önemli bir rol aldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Birleşmiş

Milletler'in (BM) kurucu üyesi olan Türkiye, 1949 yılında ınsan Hakları Evrensel

Beyannamesi'ni kabul etti. Bunu, aynı yıl Avrupa Konseyi'ne üyelik izledi. Savunma alanında

da Batılı ülke-ler ile birlikte hareket eden Türkiye, 1952 yılında Kuzey Atlantik Anlaşması

örgütü'ne (NATO) üye oldu.

Aynı zamanda 1960 yılında kurulan Ekonomik ışbirliği ve Kalkınma Teşkilatı'nın (OECD)

faaliyetlerine başından beri aktif bir şekilde katıldı. 1963 yılında tam üyeliği hedef alan bir

ortaklık anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) ortak üyesi oldu. Böylece başlıca

uluslararası ve bölgesel siyasi, ekonomik ve savunma kuruluşlarına üye olarak Avrupa ve Batı

dünyasıyla bütünleşmesini pekiştirdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ekonomisini geliştiren

ve demokrasisini güçlendiren Türkiye'nin uluslararası toplumla bağlantıları arttı. 1970'li

yıllarda Türkiye'nin Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkeleriyle gelişen ilişkileri,

uluslararası "yumuşama" sürecine katkıda bulundu. Özellikle 1980'li yılların başından itibaren

İslam ülkeleri ile, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra da, Orta Asya Cumhuriyetleri ve

Karadeniz bölgesindeki diğer ülkeler ile ilişkilerini güçlendirdi. Demokratik kurumları, laik

sistemi, serbest piyasa ekonomisi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklere

saygısıyla Türkiye, bu ülkeler ve ıslam dünyası için örnek bir model oluşturdu.

Türkiye Nisan 1987'de, Avrupa Topluluğu'na (AT) tam üyelik için başvuruda bulundu ve 1

Ocak 1996'dan itibaren Türkiye ile Avrupa Birliği arasında Gümrük Birliği yürürlüğe girdi.

Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİB) ve genişletilmiş Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT) gibi

bölgesel işbirliği yapılarını desteklemekte olan Türkiye, Akdeniz'deki işbirliği çalışmalarında

da aktif rol oynamaktadır. Soğuk Savaş dönemi sonrasında, Avrasya'nın merkezi Türkiye'ye

kaymıştır. Rejim ve dünya görüşü açısından farklı bir dizi ülke ile komşuluk ilişkilerini

sürdüren Türkiye, dünyanın en sancılı bölgelerinden birinde istikrar unsurudur. Türk dış

politikasının başlıca hedefleri, başta komşuları olmak üzere bütün ülkelerle dostane ve

uyumlu ilişkiler kurmak, her alandaki uluslararası işbirliği çalışmalarına katılmak,

anlaşmazlıkları barışçı yollarla çözümlemek, bölgesel ve uluslararası barış, istikrar, güvenlik

4

ve refaha katkıda bulunmaktır. Tüm dünya ülkelerinin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne

saygı, Türk dış politikasının Misak-ı Milli'den kaynaklanan ana ilkelerinden biridir. Türkiye,

Avrupa ve Asya'nın birleştiği noktadadır. Aslında çoğu zaman Doğu ile Batı arasında bir köprü

olarak görülmektedir. Böyle özel bir coğrafi konum, Türkiye'ye Avrupa, Balkan, Ortadoğu,

Kafkasya, Akdeniz ve Karadeniz kimlikleri vermektedir. Bu da Türkiye'nin izlediği çok boyutlu

dış politikayı en iyi şekilde açıklamaktadır. Türkiye'nin dış politikasının oluşturulmasında tarih

ve coğrafi konumun yanında, bölgesel ve uluslararası siyasi ortam dikkatli bir şekilde

gözönünde bulundurulmaktadır. Türk dış politikasının gerçekçi, tutarlı, güvenilir ve ulusal

mutabakata dayalı olması bu politikayı özelleştiren noktalardır. Ulusal güvenliğin ve

savunmanın, ulusal çıkarlar ve uluslararası hukuk ile uyumlu olmasına özen gösterilmektedir.

Özellikle Batılı kuruluşlar olmak üzere, uluslararası toplumla yakınlaşma, Türk dış politikasının

daima önem verdiği bir öncelik olmuştur.

Batı ile ilişkiler ve Avrupa Birliği

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren Avrupa ile ilişkilerine özel bir önem vermiştir.

İşbaşına gelen yeni Cumhuriyet Hükümetleri, 1923'ten 1938 yılına kadar devam eden Atatürk

döneminde, Avrupa ile olan siyasi ilişkilerin geleceğini şekillendirecek önemli adımlar

atmışlardır. O dönemde Türkiye, yurtdışında toplam 26 yerde elçilik ve büyükelçilik

düzeyinde temsil edilmiş ve bunlardan 19'u Atina, Bern, Berlin, Brüksel, Londra, Paris,

Stokholm ve Viyana gibi Avrupa merkezlerinde toplanmıştır. Ayrıca İngiltere, Almanya, İtalya

ve Fransa gibi Batı Avrupa ülke leri, Türkiye'nin dış ticaretinde önemli bir yere sahip

olmuşlardır. Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk yıllardaki temel politikası, Batı Avrupa ile siyasi ve

ekonomik ilişkileri daha iyi bir noktaya getirmek olmuştur. Bu çerçevede, 1930 yılında

Yunanistan Başbakanı Türkiye'yi ve bir yıl sonra da Türk Başbakanı Yunanistan'ı ziyaret

etmiştir. Böylece, her iki hükümet başkanı, Türk-Yunan savaşının iki karşıt lideri, en zor şartlar

altında bile barışın sağlanabileceğini kanıtlamışlardır. Bu yumuşama süreci Türkiye,

Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında 1934 yılında Balkan Paktı'nın imzalanmasıyla

sonuçlanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı'nda, Türkiye dışındaki tüm Balkan ülkeleri işgale uğramışlar ve

bağımsızlıklarını kaybetme noktasına gelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti ise bekasına dönük

tehditlere karşı politikalar geliştirmek zorunda kalmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında

oluşan yeni dengelerden yararlanmak isteyen Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği,

Türkiye'nin doğu bölgesinden toprak talebinde bulunmuş ve boğazları denetim altına alma

niyetinde olduğunu açığa vurmuştur. Bu gelişmeler Türkiye'nin Batı Avrupa için önemli bir

savunma ittifakı olan NATO'ya üye olması gereğini beraberinde getirmiş ve Batı Avrupa ile

savunmaya yönelik işbirliğinin hızlı bir şekilde gelişmesine neden olmuştur. Türkiye, Avrupa

ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini daha da geliştirebilmek amacıyla Avrupa Ekonomik

Topluluğu'nu (AET) kuran Roma Antlaşması'ndan (1957) kısa bir süre sonra, topluluğa "ortak

üyelik" başvurusunda bulunmuştur. 1963 yılında Türkiye ile AET arasında imzalanan Ankara

Antlaşması, Türkiye'nin tam üyeliğini öngörmüştür. 1973 yılında ortaklığın geçiş dönemindeki

5

koşulları ve gümrük birliğinin çerçevesini oluşturan Katma Protokol imzalan- mıştır. 1970'li

yıllarda Türkiye'nin Topluluk'la ilişkilerinde ekonomik kısıtlamalardan dolayı bir duraklama

olmuştur. Ancak 1983 yılından sonra, süreç yeniden işlemeye başlamış ve 14 Nisan 1987'de

Türkiye'nin tam üyelik başvurusuyla canlılık kazanmıştır. Avrupa Komisyonu 1989 yılında,

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) tam üyelik için uygun bir ülke olduğunu beyan etmiştir.

Komisyonun beyanı 1990 yılında Avrupa Topluluğu Konseyi tarafından da onaylanmıştır. 6

Mart 1995'de Türkiye-AB Ortaklık Konseyi, Türkiye ile AB arasında 1 Ocak 1996'dan itibaren

geçerli olacak Gümrük Birliği'ni sonuçlandırmıştır. Avrupa Birliği Parlamentosu tarafından da

onaylanan Gümrük Birliği planlanan şekilde yürürlüğe girmiştir. Türkiye, AB ülkelerine yönelik

olarak, Gümrük Birliği'ne konu olan ürünlerde gümrük vergilerini kaldırmış ve üçüncü

ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi uygulamaya başlamıştır. Gümrük Birliği, Türkiye'nin AB ile

ilişkilerinin gelişmesinde ve tam üyelik sürecini harekete geçirmede önemli bir dönüm

noktası olmuştur.

Ancak AB Komisyonu "Agenda 2000" adlı raporunda 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesi ile

"Kıbrıs"ın birliğe katılımları için bazı tedbirler önermesine rağmen, Türkiye'nin tam üyelik

başvurusunu dikkate almayarak Konsey'e özellikle Gümrük Birliği'nin genişletilmesi için bir

görüşme teklif etmiştir. Bununla birlikte 12-13 Aralık 1997'de yapılan Lüksem-burg

zirvesinde, Avrupa Konseyi, 10 Orta ve Doğu Avrupa ülkesiyle "Kıbrıs"ı kapsayan ülkeler için

tam üyelik sürecini başlatmış ve Türkiye'yi bu sürecin dışında bırakmıştır. Böylece, AB'nin

Türkiye'ye diğer adaylarla aynı kıstasları uygulayacağı taahhütüne rağmen, Türkiye tam üyelik

açısından haksızlığa uğratılmıştır. Lüksemburg zirvesinin ardından Türk Hükümeti tarafından

yayımlanan bildiride, durumun Türkiye tarafından kabul edilemeyeceği açıklanmıştır. Ayrıca

Türk Hükümeti'nin hali hazırda mevcut bulunan AB ile ortaklık ilişkilerini devam ettireceği,

ancak bu ilişkilerin daha da gelişmesinin AB tarafından daha önce verilen taahhütlerin yerine

getirilmesine bağlı olduğu bildirilmiştir. Bununla birlikte, Haziran ve Aralık 1998'deki Kardiff

ve Viyana zirveleri ile 1999 yılının Haziran ayında toplanan Cologne zirvesinde, hem sınırlı bir

gelişme hem de daha olumlu bir anlayışın ortaya çıktığı görülmüştür. Nitekim, Marmara

depreminden büyük zarar gören Türkiye'ye destek vermek amacıyla 6 Eylül 1999 tarihinde

Brüksel'de biraraya gelen AB Dışişleri Bakanları, ekonomik yardım paketi konusunda görüş

birliğine varmışlardır.

AB-Türkiye ilişkilerinde ılımlı bir havanın hakim olduğuna inanan Türkiye, Aralık 1999'da

toplanacak Helsinki zirvesinde adil ve açık bir karara varılması ve Türkiye'nin AB'ne resmen

aday olarak kabul edilmesi gerektiği görüşündedir. Türkiye'nin Avrupa Konseyi, Ekonomik

ışbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), Avrupa Güvenlik ve ışbirliği Teşkilatı (AGİT) üyeliği ile

Batı Avrupa Birliği (BAB) teşkilatında ortak üyeliğini devam ettirmesi ve özellikle 1980

yılından itibaren uyguladığı dışa açık ekonomi politikalarına öncelik vermesi, Avrupa ile

yürütülen ekonomik ve siyasi ilişkilerin daha da geliştirilmesini olumlu yönde etkilemektedir.

Türkiye dış ticaretinin %50'den fazlasını Avrupa ülkeleri ile gerçekleştirmektedir. Ayrıca

Türkiye'de gerçekleştirilen yabancı yatırımların %60'tan fazlası AB ülkeleri kaynaklıdır.

6

Kıbrıs Sorünü

Bir Doğu Akdeniz adası olan Kıbrıs Türklerden ve Rumlardan oluşan iki farklı toplumun

anavatanıdır. Her iki toplum için bir çoğunluk veya azınlık değil, eşit haklara sahip bir siyasi

ortaklık söz konusudur. 300 yılı aşan Türk hakimiyetinden sonra, Kıbrıs adası 1878'de fiilen

ıngiltere yönetimine girmiş, hakimiyet resmi olarak 1923 yılında İngiltere'ye geçmiştir.

Adadaki İngiliz koloni yönetimi, 1960 yılında İngiltere, Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Türkleri ve

Rumları tarafından imzalanan uluslararası anlaşmalar ile iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti

kurulana kadar devam etmiştir. 1960 yılı anlaşmaları, adada çeşitli kontrol, denge ve

garantilerin koruması altında güç paylaşımı ve birlikte yaşamaya imkan sağlayan iki toplumlu

bir devlet sayesinde, iki topluluk arasında siyasi bir ortaklık kurmuştur. Ne yazık ki, bu siyasi

ortaklık sadece üç yıl sürmüştür. Kıbrıs üzerindeki bağımsızlık düzenlemelerinin neden hızla

çöktüğünü anlayabilmek için, önceki yılların olaylarına göz atmak gerekmektedir. 1954 ve

1960 yılları arasında, Kıbrıs Rumları bağımsızlık için değil, Yunanistan ile birleşmek için

mücadele etmişlerdir. Rum liderleri, 1960 anlaşmalarını ada için nihai sonuç olarak

görmemiş, aksine Yunanistan ile birleşmeye doğru bir adım olarak kabul etmişlerdir. İki

toplumlu bağımsız bir devletin aleyhine kanunsuz olarak çalışmaya devam etmişler ve 21

Aralık 1963'te Kıbrıs Türkleri'nin katliamı için planlarını uygulamaya koymuşlardır. 1960

anayasasını hiçe sayarak ENOSIS (Kıbrıs'ın Yunanistan ile birleşmesi) yönünde çalışmışlardır.

Kıbrıs Türkleri Kıbrıs Parlamentosu'ndan ve Kıbrıs Hükümeti'nden atılmışlardır. Devlet

mekanizması Rumlar tarafından tek taraflı olarak ele geçirilmiştir. Rum saldırıları o kadar

insafsız hale gelmiştir ki, sayıları 103 civarındaki köylerde yaşayan Kıbrıs Türkleri, hayatlarını

kurtarmak için kaçmak ve Kıbrıs genelinde ufak yerleşim birimleri meydana getirmek

durumunda kalmışlardır. Ada genelinde Rumlar tarafından Türklere yönelik saldırılar

yüzünden büyük bir göçmen problemi meydana gelmiştir. 1964 yılının başlarında meydana

gelen olaylar Kıbrıs Türkleri'ni kendi topraklarında mahkum ve rehin hale getirmiştir.

Dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, bu durumu "gerçek bir kuşatma" olarak tarif

etmiştir. 1964 ve 1974 yılları arasında, Kıbrıs Türkleri kendi yönetimleri altında, dağınık

bölgelerde çok zor şartlarda yaşamışlardır. Müzakereler bu dönemde de devam etmiş, fakat

Rumlar sürekli Kıbrıs Türkleri'nin haklarını tanımamakta ısrar etmişlerdir. 15 Temmuz

1974'de Yunanistan'daki askeri hükümet ENOSİS'i gerçekleştirmek için Kıbrıs'ta darbe girişimi

yaptırtmıştır. İç garantör ülkeden biri olan Türkiye, 1959 Garantörlük Anlaşması'nın 4.

maddesi gereğince İngiltere'ye ortak müdahale çağrısında bulunmuş, ancak Harold Wilson

başkanlığındaki ıngiliz Hükümeti bu çağrıya olumsuz cevap vermiştir. Bu durumda Türkiye, ya

Kıbrıs'ın süratle Yunanistan ile birleşmesine ve Kıbrıs Türkleri'nin ciddi risklere girmesine yol

açacak hareketsizliği seçecekti ya da garantör devlet olarak anlaşmaya göre meşru haklarını

kullanarak kendisi bir müdahalede bulunacaktı. Nitekim 1974 yılında, Kıbrıs Türkleri'ni

korumak amacıyla Türk kara, deniz ve hava kuvvetleri, adaya hızlı ve başarılı bir operasyon

düzenlemişlerdir. 1974'den bugüne, Kıbrıs'ta toplumlararası şiddet olayı vuku bulmamıştır.

Kıbrıs Türkleri artık can korkusuyla yaşamıyorlar. 1975 yılında, hemfikir olunan yöntemler ve

7

eşit tabanlı müzakereler yoluyla iki grubu biraraya getirmesi için BM Genel Sekreteri'ne iyi

niyet misyonu verilmiştir. Aynı yıl BM gözetimi altında nüfus mübadelesi anlaşması yapılmış

ve yürürlüğe girmiştir. 1977 ve 1979 yıllarında, Kıbrıs Türkleri ve Rumlar arasında federal

çözüm için iki üst düzey anlaşma yapılmıştır. Kıbrıs Türkleri, Rumlar'la barış içinde yaşamak

amacıyla ve her iki toplumun siyasi eşitliğine dayanan iki taraflı, iki bölgeli bir federasyonun

kurulmasını desteklemişlerdir. Ancak Rum tarafının Türk tarafı üzerinde üstünlük kurmaya

çalışması birçok gayreti boşa çıkarmıştır. Rum tarafı karşılıklı kabul edilebilir çözüm için

müzakereler yerine, propagandaya başvurarak uluslararası forumları kötüye kullanmayı

tercih etmiştir. Rumlar'ın 1983 yılında, Kıbrıs Türkleri'nin adil bir şekilde seslerini

duyuramayacakları Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na başvuruları, müzakere sürecinin

kesilmesine, aynı yıl Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) kurulmasına yol açmıştır. 20 yıl

devlet çıkarı olmadan sabırla bekleyen Türk toplumu, kendi geleceğini belirleme hakkını

kullanarak Kasım 1983'te bağımsızlığını ilan etmiştir. Kıbrıs Türk toplumu, Bağımsızlık

Deklarasyonu'nda Kıbrıs Rumları ile meydana gelebilecek iki toplumlu, iki bölgeli federasyona

açık kapı bırakmıştır. Bu istek doğrultusunda Türk tarafı, anlaşılmış formül çerçevesinde

doğrudan müzakerelerin yeniden başlaması için, BM Genel Sekreteri'nin iki tarafla ayrı

görüşmeler yapmasına olumlu yanıt vermiştir. 1983'te KKTC'nin kurulmasından sonra,

toplumlararası görüşmeler yeniden başlamıştır. Ancak çözüm getirecek gayretler sonuçsuz

kalmıştır.

Anlaşmazlığın temel kaynağı Rum tarafının, Türk tarafıyla eşit egemenlik haklarına dayanan,

yeni bir ortak devlette siyasi gücü paylaşmama isteğine dayanmaktadır. Aynı şekilde, Rum

tarafının çözüm öncesi AB'ye girmek istemesi, kendisinin "Kıbrıs Hükümeti"ni temsil ettiğine

dair yanlış tezini güçlendirmek içindir. AB'nin, tek taraflı başvuruya rağmen, Kıbrıs Rum

yönetimiyle üyelik müzakerelerine başlama kararı, çözüm gayretlerine ağır bir darbe vurmuş

ve BM çerçevesinde devam eden gayretleri anlamsız kılmıştır. Kıbrıs Rum kesimi, AB üyelik

kartını Kıbrıs konusunda iki toplum ve aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan arasında

kurulmuş olan dengeyi bozmak için kullanmak niyetinde olduğunu gizlememektedir. AB

üyeliği dışında, Yunanistan'ın cesaretlendirmesiyle, Kıbrıs Rum kesimi süratle silahlanarak

askeri boyutu gündeme getirmiştir. Tüm bu gelişmeler, Yunan/Rum cephesinin Kıbrıs

konusunda anlaşma yerine gerginliği tercih ettiğini göstermektedir.

Yunan tarafının kışkırtıcı tavrına rağmen Türkiye, 1960 Anlaşmaları'ndan doğan Kıbrıs'taki

haklarını korumak suretiyle bir çözüme ulaşılmasına gayret göstermektedir. Türkiye,

uluslararası gayretlerin sonuç vermesinin ancak Kıbrıs'taki mevcut gerçeklerin üzerine

kurulmaları halinde mümkün olabileceği görüşündedir.

Kıbrıs konusuna en uygun yaklaşım için başlangıç noktası, adada bulunan iki eşit toplumu,

her iki toplumun kendi topraklarındaki hakimiyetlerini ve bağımsız devletlerini tanımaktır.

Geçerli olan bu temel üzerinde çalışarak, iki devlet karşılıklı endişelerini giderebilir ve yeni bir

ortaklığa doğru istikrarlı bir ortamda gayret gösterebilirler.

8

Yünanistan ile ilişkiler ve Tü rkiye'nin Eğe Politikası

Yunanistan ile ilişkiler, Türk dış politikasının önemli unsurlarından biridir. NATO müttefiki

olmalarına, AB ve BAB'ta ilişkileri bulunmasına, aynı coğrafyayı ve Batı dünyasının benzer

değer ve ideallerini paylaşmalarına rağmen, iki ülke arasında uzun süredir devam eden

sorunlar mevcuttur. İki ülke arasındaki gerilimin temel kaynağı Yunanistan'ın kıyı

ülkelerinden biri olan Türkiye'nin hak ve çıkarlarını dikkate almayarak, Ege Denizi'nin

tamamını bir Yunan denizi olarak görmesi ve 1923 yılında Lozan Anlaşması ile kurulmuş olan

haklar ve sorumluluklar dengesini değiştirme girişimleridir. Günümüzde 6 mil olan Yunan

karasularını genişletme tehdidi (Yunanistan 1936 yılında karasularını 3 milden 6 mile çıkardı,

Türkiye de aynı uygulamaya 1964'te geçti), Doğu Ege adalarını Yunanistan'a bırakan birçok

anlaşmada belirtilen adaların "silahsızlandırılmaması" hükmüne rağmen silahlandırılması, 6

millik karasularının üzerinde 10 millik "milli hava sahası" olduğunun iddia edilmesi, "Uçuş

Bilgi Sahası" (FIR) sorumluluğunun kötüye kullanılması (Türk devlet uçaklarından uçuş

planlarının istenmesi ve Atina FIR'ının ihlal edildiğine dair iddialar), sahibini uluslararası

anlaşmaların belirlemediği Ege adacık ve kayacıkları üzerinde hak talep edilmesi, Türk-Yunan

anlaşmazlığına yol açan temel problemler arasında sayılabilir. Uzun bir süredir devam eden

bu problemler, Türk tarafının defalarca yaptığı müzakere çağrılarına, Yunan yönetiminin

olumlu yanıt vermesi ve bu anlaşmazlıkları kendi iç politikasına alet etmemesiyle

çözülebilirdi. Ancak mevcut duruma saygılı Türk dış politikasına karşılık, Yunanistan bu

durumu kendi lehine değiştirmek istemektedir. Sonuç olarak Türkiye Ege'deki Türk-Yunan

ilişkilerinin aşağıda belirtilen prensiplere uymasını desteklemektedir:

Ege, Türkiye ve Yunanistan arasında ortak bir denizdir.

İki ülke birbirlerinin hayati menfaatlerine saygı göstermelidirler.

Ege'de, halihazırda kıyı ülkeleri ve diğer ülkeler tarafından kullanılan deniz ve hava

sahaları korunmalıdır.

Herhangi yeni bir deniz alanının kazanımı karşılıklı anlaşmaya dayanıp, adil ve eşit

olmalıdır.

Ege'deki sorunların dışında ayrı bir sorun da sistemli bir şekilde temel insan hak ve

hürriyetlerden mahrum bırakılan Batı Trakya'daki Müslüman Türk azınlığın durumudur. Batı

Trakya'da yaşayan Türk azınlığın durumu; 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması, muhtelif

uluslararası sözleşme ve belgeler ve hatta Yunanistan'ın kendi anayasası tarafından tanınmış

ve güvence altına alınmıştır. Uluslararası sorumluluklarının aksine, Yunanistan, Türk azınlığa

karşı hayatlarının her alanında ayırımcı politikalar yürütmektedir. Türkler güvenliklerinden

emin değildirler. Kültürel varlıkları yok edilmektedir. Eğitim ve din alanlarında gördükleri

baskılar azınlık üyelerinin hayatlarını büyük ölçüde etkilemektedir. Azınlık üyeleri çocuklarını

istedikleri gibi eğitme fırsatından mahrumdurlar ve tam bir din özgürlüğüne sahip değildirler.

9

Yunanistan'ın bu tür baskı politikalarının açık amacı, bir yandan asimilasyon, öte yandan da

azınlık nüfusunun artışını önlemektir. Bu amaç doğrultusunda, azınlık üyeleri çoğu zaman

Türkiye'ye göç etmeye zorlanmaktadır. Yunan yetkilileri belli bir noktaya kadar bu politikada

başarılı olmuşlardır. Nitekim hızlı nüfus artışına rağmen bölgedeki Türk nüfusu halen

1920'lerdeki seviyesindedir. Türk nüfusu azaltma amacına ulaşabilmek için Yunan

makamlarının bir dayanağı da "Yunan ırkından olmayan bir kişinin Yunanistan'ı terk etmesi ve

dönmeye niyetli olmaması durumunda Yunan vatandaşlığını kaybedeceğini" belirten Yunan

Vatandaşlık Kanunu'nun 19'uncu maddesi olmuştur. Irkçı bir yapıya sahip olan bu madde,

etnik Türkleri vatandaşlıklarından mahrum etmek için yıllarca kullanılmıştır. 11 Haziran 1998

tarihindeki bir yasayla iptal edilene kadar, binlerce azınlık üyesi bu maddeye dayanılarak

vatandaşlıktan çıkartılmıştır. Yunan makamları tarafından uygulanan başka bir baskı unsuru

da azınlığın etnik kimliğinin kabul edilmeyişidir. Türk azınlığı bir etnik veya milli azınlık yerine

dini bir azınlık olarak değerlendirilmektedir. Ancak azınlık kendisini "Türk" olarak

hissetmektedir ve kendilerine "Türk" diyebilme hakkını talep etmektedir. Yunan yetkilileri

"Türk" kelimesinin kullanımını yasaklamıştır. "Türk öğretmenler Derneği", "Komotini Türk

Gençlik Derneği" gibi dernekler isimlerinde ve tabelalarında "Türk" kelimesini kullandıkları

için kapatılmıştır. Yunan mahkemeleri "Türk" kelimesinin kullanımını yasaklamış ve 1988

yılında Yunan Yüksek Mahkemesi, Yargıtay'ın 1986'daki kararını onaylayarak Müslüman

Yunanlıları tanımlarken "Türk" kelimesinin kullanımının toplumsal düzeni tehlikeye

sokacağını belirtmiştir.

Batı Trakya'da meydana gelenler insan haklarının açık bir şekilde ihlalidir. AGİT, Avrupa

Konseyi ve Avrupa Birliği'ne üye olan bir ülkede yaşayan azınlığın böyle davranışlara maruz

kalması kabul edilemez olup, ayrıca inanılması güç bir olaydır. Türkiye bu sorunlara çözüm

bulunması için uzun zamandan beri diyalog ve müzakereleri savunmuştur. Türkiye böyle bir

süreci başlatabilmek için Yunanistan'a defalarca diyalog çağrısında bulunmuş, ancak olumlu

yanıt alamamıştır. Türk yaklaşımının aksine, Yunanistan bu sorunların çoğunun varlığını

reddeden yararsız bir politika izlemektedir. Bu sorunların birkaç tanesinin varlığını kabul

ederek diğerlerini gözardı etmek ve seçiçi bir tavırla, çözüm için sadece bir yolu savunmak

geçerli seçenek değildir. Böyle bir yola başvurmak şüphesiz diğer sorunları çözümsüz

bırakacaktır. Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesinin ve bu karışık sorunların çözüme

kavuşturulmasının sadece Türkiye'ye bağlı olmadığı anlaşılmalıdır. Türkiye, Yunanistan ile

ortak bir anlayışa varabilmek için her türlü gayreti göstermektedir. Nitekim AB öncülüğünde

oluşturulan ve her iki ülkenin sivil uzmanları tarafından tüm sorunlara eğilinmesini öngören

"Akil Adamlar" heyetine verdiği destek, Temmuz 1997 tarihli Madrid Deklarasyonu'nun

hayata geçirilmesi için sarfettiği çabalar, iki ülke arasındaki Ege sorunlarının barışçıl yollarla

çözümünü öngören 12 Şubat ve 11 Mart 1998 tarihli öneriler ve son olarak Ege'de güven

artırıcı önlemler ile ilgi- li "Mutabakat Muhtırası"nı uygulama kararı, Türkiye'nin iyi niyetli ve

yapıcı gayretlerinin örnekleridir. İki ülke arasındaki bir diğer önemli sorun da özellikle PKK

lideri Abdullah öcalan'ın yakalanma sürecinde gün ışığına çıkmış olan, Yunanistan'ın terör

örgütü PKK'ya uzun süredir verdiği destektir. Bu tutum Yunanistan'ın gerek uluslararası

hukuk kuralları ve NATO taahhütlerini gerekse iki ülke arasındaki komşuluk ilişkisi ilkelerini

10

ihlalinin açık bir göstergesidir. Türkiye, Yunanistan'ın kendi topraklarında teröre verdiği

desteği en kısa zamanda sona erdireceği, terör örgütü PKK ve uzantısı kuruluşları

yasaklayacağı ve terörle mücadele konusunda uluslararası toplumla işbirliği yapmak zorunda

olduğu inancındadır. Bu çerçevede, Türk Dışişleri Bakanı Yunan meslektaşına 24 Mayıs 1999

tarihinde, mevcut sorunların birlikte çözümü amacıyla bir çağrıda bulunmuş, 30 Haziran

1999'da New York'ta biraraya gelen iki ülke dışişleri bakanları, turizm, çevre, kültür, terörizm,

organize suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı ve ticaret gibi konularda ikili anlaşmalar yapılması

hususunda görüş birliğine varmışlardır. Her iki ülke Dışişleri Bakanlıkları arasında, sözü edilen

konulardaki görüşmelerin ilk turu Temmuz ayı içerisinde tamamlanmış, ikinci tur görüşmeler

ise 9-10 Eylül 1999'da Atina'da ve 15-16 Eylül 1999'da Ankara'da gerçekleştirilmiştir. 17

Ağustos'ta meydana gelen Marmara depreminin ardından, Yunanistan'ın hiçbir fedakarlıktan

kaçınmayarak süratli bir şekilde yardıma koşması, yaklaşık 20 gün sonra Yunanistan'daki

deprem sonrası Türkiye'nin de aynı süratle yardım göndermesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin

giderek daha da yumuşamasına neden olmuş ve bu sıcak atmosfer ikinci tur görüşmelerine

de yansımıştır. Türkiye, deprem felaketlerinin ardından, her iki ülke halkları arasında gün

ışığına çıkan derin dostluk bağının, Türk-Yunan ilişkilerinin geleceği açısından umut verici

olduğu görüşündedir.

Amerika Birleşik Devletleri ile İlişkiler

Uluslararası toplumun hür ve demokratik ülkeleri arasında yer alan Türkiye ve ABD, köklü bir

dostluğa sahiptir. BM'nin kurucu üyesi ve NATO müttefiği olan her iki ülke, komünizme karşı

mücadele, Kore ve Körfez savaşları, narkotik mücadele, yoksulluk, köktendincilik, terörizm,

insan hakları, basın özgürlüğü ve serbest ticaret gibi karmaşık uluslararası konularda işbirliği

yapmışlardır. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra oluşan yeni sorunlar ve etnik savaşlar,

iki ülkeyi son yıllarda birbirine daha da yakınlaştırmıştır. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Türk

dış politikası Batı ile genel bir uyum içerisinde yürütülmüştür. Sovyetler'den gelebilecek bir

tehdit durumunda, Türkiye'nin destek isteyeceği bir Batı dünyası, özellikle de dost bir ABD

vardı. ABD de, Sovyet etkisini kontrol edebilmek ve bölgede Batı'nın çıkarlarını korumak için,

kendine güvenilir müttefik olarak Türkiye'yi görmüştü. O tarihten bugüne Türkiye ve ABD

arasında siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yakın bir işbirliği geliştirildi.

Karşılıklı anlayışla mevcut zorluklar aşıldı. 1980'li yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir

sayfa açıldı ve işbirliği önemli ölçüde artırıldı. 1980 yılındaki Savunma ve Ekonomik ışbirliği

Anlaşması (DECA), ABD'nin Türk savunmasına etkili bir şekilde destek vermesini ve savunma

sanayii işbirliği ile Türkiye'nin ekonomik gelişme- sine katkıda bulunmasını öngördü. 1987

yılında, DECA'nın genişletilmesiyle ilgili olarak gündeme gelen Ek Protokol, karşılıklı

sorumluluklar dengesinin öneminden bahsetti. 1991 yılında Türkiye ve ABD, mevcut

işbirliğini Geliştirilmiş Ortaklığa dönüştürdü ve bu tarihten itibaren karşılıklı ilişkiler gelişmeye

ve çeşitlenmeye devam etti. Soğuk Savaş sonrası dönem Türkiye ile ABD'nin ortak stratejik,

ekonomik ve güvenlikle ilgili endişe ve menfaatleri paylaşmaya devam ettiklerini açıkça

göstermiştir. Bu bağlamda, enerji ve bölgesel konularda Türk-ABD işbirliği özel bir önem

kazanmıştır.

11

İ slam Ü lkeleri ile ilişkiler ve Ortadoğ ü

Türkiye, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana laik bir devlettir. Buna rağmen ülke, çok

boyutlu dış politikasına uygun olarak, ıslam devletleri ile ilişkilerine ve işbirliğine büyük önem

vermektedir. Türkiye ıslam Konferansı Örgüt'ünde (OIC) özel bir yere sahiptir ve örgüt içinde

aktif bir rol oynamaktadır. OIC ülkelerinin çoğunluğunu oluşturan Arap devletleriyle Türkiye

arasındaki tarihi ve kültürel bağlar, OIC çerçevesinde verimli ve karşılıklı işbirliğine dayalı bir

ortaklık için yüksek değerdedir. Türkiye ıslam ülkeleri ile sürdürülen işbirliğinin daha da

geliştirilmesi amacıyla kurulan teşkilat ve vakıfların sayılarının artmasını desteklemektedir.

Bu yöndeki gayretler diğer ıslam ülkeleri tarafından da olumlu karşılanmıştır. Nitekim

ekonomik ilişkilere yönelik olarak karşılıklı bilgi akışının hızlı ve sağlıklı bir şekilde yürütülmesi

için, ıslam Konferansı Teşkilatı'nın yan organı şeklinde kurulan ıslam İlkeleri ıstatistik,

Ekonomik ve Sosyal Araştırma Eğitim Merkezi (SESRTRIC) faaliyetlerini Ankara'da ve ıslam,

Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) ise ıstanbul'da sürdürmektedir.

Türkiye, 1997 yılı başında Ortadoğu dışındaki ıslam ülkeleriyle de ilişkileri canlandırmak

amacıyla girişimlerde bulunmuştur. Türkiye, Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya,

Nijerya ve Pakistan'ın Dışişleri Bakanları 18 Ocak 1997'de İstanbul'da biraraya gelerek,

ülkelerinin ekonomik büyüme ve sosyal gelişmeleriyle ilgili olarak, D-8 adlı yeni bir işbirliği

projesi başlatmışlardır. Aynı yıl içinde, ıstanbul'da devlet başkanları seviyesinde bir zirve

toplantısı gerçekleştirilmiştir.

Türkiye, 1991'de Madrid'te başlatılan Ortadoğu Barış Süreci'ni gönülden desteklemiştir.

Sürecin içinde aktif bir rol almış, bölgesel işbirliği için yeni fırsatlar bulunması konusunda

devamlı gayret göstermiştir. 1948 yılında İsrail'i tanımış ve diplomatik ilişkiler kurmuş olan

Türkiye, barış sürecinin sunmuş olduğu fırsatlardan yararlanarak İsrail ile ilişkilerini karşılıklı

yarar sağlayacak şekilde geliştirmeye başlamıştır. İki ülke ilişkilerinin kökü Sephardim

Yahudilerinin 1492 yılında İspanya'dan sürülerek, Osmanlılar tarafından kucaklanmalarına

dayanmaktadır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sırasında da binlerce Yahudiye tereddüt

etmeden kapılarını açmıştır. Türkiye, ekonomik işbirliği, askeri eğitim ve savunma sanayii

alanlarında sonuçlanan çeşitli anlaşmalar çerçevesinde, her iki ülke arasında gelişen

işbirliğinin sadece iki ülkeye değil, bölgedeki barış ve istikrara katkı sağladığı inancındadır.

Türkiye, Irak'ın toprak bütünlüğünün korunmasına ve ülkenin BM Güvenlik Konseyi

kararlarını uygulayarak uluslararası toplumla tekrar bütünleşmesine büyük önem

vermektedir. Böylece Irak hükümetinin, Irak halkının çektiği zorlukları sona erdireceğini ümit

etmektedir.

12

Rüsya Federasyonü ile İ lişkiler

Rusya her zaman Türkiye'nin önemli bir komşusu olmuştur. İki ülke arasındaki ilişkiler

yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. 1992 yılında iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin

kuruluşunun 500'üncü yıldönümü kutlanmıştır.

Ondokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık

Rusyası arasında sürekli savaşlar yaşanmıştır. Bununla beraber, 1921 yılında Türk Kurtuluş

Savaşı devam ederken Ankara Hükümeti'ni tanıyan ilk Avrupalı güç Sovyetler Birliği olmuştur.

İki ülke arasındaki dostane ilişkiler İkinci Dünya savaşı sonrası Sovyetler Birliği'nin Türkiye'nin

doğu bölgesinden toprak talep etmesi ve Türk boğazlarında üsler kurmayı istemesine kadar

sürmüştür. Daha sonraları iyice gerginleşen ilişkiler, 1953 yılında Stalin'in ölümünden sonra

önemli ölçüde yatışmıştır. 1960'lı yılların başlarında, Sovyetler taleplerini resmen geri

çektikten sonra, ilişkiler düzelmeye başlamış ve Türkiye ortak sanayi projeleri için Rusya'dan

ekonomik destek almıştır.

Sovyetler Birliği'nin dağılması, Türkiye'nin Rusya Federasyonu ile ilişkilerinde yeni bir döneme

girmesine sebep olmuştur. Yüzyıllardır komşu olan iki ülke, bağımsızlıklarını kazanan yeni

ülkelerin ortaya çıktığı bölgede, bugün barış ve istikrarı geliştirmekten sorumludurlar.

Türkiye, günümüzde karşılıklı güven, işbirliği ve iyi komşuluk ilişkileri gibi değerlerle örülmüş

olan dostluğun, iki ülkenin ortak yararı için yapıcı bir şekilde geliştirilmesinin yollarını

aramaktadır.

Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilişkiler ve Ekonomik

İşbirliği Teşkilatı (EKİT)

Türkiye'nin Orta Asya Cumhuriyetleri ve Azerbaycan ile ortak tarih, kültür ve dilden

kaynaklanan özel bir ilişkisi vardır. Nitekim Türkiye bu yeni devletleri tanıyan ilk ülke olarak,

demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi tecrübelerini bu ülkelerle paylaş- maktadır. Söz

konusu ülkelere ekonomik, ticari, teknik ve kültürel alanlarda destek vermekte, Batılı

ortaklarını da aynı şekilde destek vermeye teşvik etmektedir. Türkiye Orta Asya

Cumhuriyetleri'nin uluslararası toplumla ikili ve çok taraflı ilişkiler kurmaları yönünde çaba

harcamaktadır. Bu bağlamda, BM, EKİT, AGİT ve diğer kuruluşlara katılımlarına yardım için

çalışmıştır. Türkiye, Orta Asya Cumhuriyetleri'nin Avrupa-Atlantik topluluğuna geniş çapta

katılımlarının, Avrasya barış ve istikrarı için son derece faydalı olacağı inancındadır. Türkiye

bugüne kadar Orta Asya Cumhuriyetleri ve Azer- baycan ile ekonomi, kültür, eğitim, iletişim,

ulaşım, teknik yardım ve eğitim alanlarında yaklaşık 400 anlaşma imzalamıştır. Günümüzde

Türk özel sektörü bölgede yoğun bir faaliyet içindedir. Türk şirketleri Orta Asya ve

Azerbaycan'da, yaklaşık 6.5 milyar dolar değerindeki yatırım projeleri ile yakından ilgilidir.

Türkiye'nin bu ülkelerle olan ticaret hacmi 1996 yılında 1 milyar doları aşmıştır. Türkiye'nin

13

beş Orta Asya Cumhuriyeti için ayırdığı toplam kredi, kredili yiyecek satışları, insani ve teknik

destek dahil, 1.5 milyar dolar civarındadır. Sözü edilen krediler, Türk işadamlarını bu piyasada

faaliyet göstermeleri konusunda cesaretlendirmiştir. Türk Eximbank tarafından Orta Asya

Cumhuriyetleri ve Azerbaycan'a açılan akreditif toplamı 1,063.41 milyar dolar; bugüne kadar

kullanılan toplam kredi ise 600.92 milyon dolardır. Halihazırda iyi giden ikili ilişkileri

ilerletmek ve bu ülkeler arasında çok taraflı işbirliği sürecini başlatmak için, Türkçe konuşan

devletlerin Başkanları ilk zirve toplantısını 1992 yılında Ankara'da, sonrakileri ise 1994 yılında

İstanbul’da, 1995 yılında Bişkek'te, 1996 yılında Taşkent'te, 1998 yılında Astana'da, 1999

yılında ise Bakü'de gerçekleştirmişlerdir. Türkiye ve Orta Asya Cumhuriyetleri arasındaki

bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi konusunda faaliyet gösteren diğer bir kuruluş da Ekonomik

İşbirliği Teşkilatı'dır (EKİT). Türkiye, İran ve Pakistan'ın kurucu üyeleri olduğu EKıT, 1964'den

1979'a kadar varlığını sürdüren Kalkınma için Bölgesel ışbirliği'nin (RCD) devamıdır. Teşkilat

1985 yılında EKİT adıyla yeniden şekillendirilmiştir. Türkiye daha sonra teşkilatın

genişlemesine öncülük etmiş, 1992 yılında teşkilata yedi yeni üye kabul edilmiştir. 10 ülkeden

oluşan teşkilatın üyeleri arasında Afganistan, Azerbaycan, İran, Kazakistan, Kırgızistan,

Pakistan, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan ve Özbekistan bulunmaktadır. Yeni üyelerin

katılımıyla EKıT, 350 milyon insanın yaşadığı, 7 milyon kilometrekarelik bir alanı kapsayan

geniş tabanlı bir işbirliğine dönüşmüştür. EKİT, üye ülkeler arasında ekonomik, sosyal ve

teknik işbirliğinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapmaktadır. EKİT faaliyetleri, sekiz

teknik komite tarafından yönlendirilmektedir. Bu komiteler ekonomi ve ticari işbirliği, ulaşım,

iletişim, tarım, enerji, inşaat, eğitim, narkotik, bilim ve kültür gibi alanlardaki projeleri ve

karşılıklı fayda sağlayacak programları değerlendirmektedir.

Türkiye, Ekonomik İşbirliği Örgütü'nü üye ülkeler arasında karşılıklı işbirliğini geliştirebilecek

güvenilir bir platform, daha geniş iletişim için kapsamlı bir ağ ve ekonomik istikrar için güçlü

bir mekanizma olarak değerlendirmektedir. Dünyanın hızla piyasa ekonomisine yöneldiği bir

dönemde Türkiye, EKİT'in üye ülkelerde benzer bir gelişmeyi sağlamak bakımından etkin bir

rol oynayacağına inanmaktadır.

Balkan Ülkeleri ile ilişkiler ve Karadeniz

Ekonomik İşbirliği Bölgesi

Türkiye'nin dış politika gündeminde Balkanlar'ın önemi büyüktür. Balkanlar'ı Avrupa'ya açılan

kapısı olarak gören Türkiye, Balkan ilişkilerinde daima anahtar rol oynamıştır. Türkiye Bosna-

Hersek'te yıllarca devam eden insanlık trajedisinden büyük endişe duymuştur. Şüphesiz ki, bu

trajedi bütün uygar ulusların hafızasında derin izler bırakmıştır. Türkiye, Bosna-Hersek'in

uluslararası toplumca tanınan sınırları içinde çok-milletli, çok-kültürlü, bağımsız ve egemen

bir devlet olarak korunmasına önem vermektedir. Türkiye, başlangıcından itibaren, krize adil

ve kalıcı bir çözüm bulunması için yapılan ikili ve uluslararası seviyedeki gayretlere katılmıştır.

1997 ilkbaharında Arnavutluk'ta meydana gelen olaylar da Türkiye tarafından endişe ile

izlenmiştir. Türkiye daima bu ülkenin toprak bütünlüğünün önemini vurgulamış, krizin

demokratik yollar ve Arnavutluk halkının özgür iradesiyle çözülmesi gerektiğinin altını

14

çizmiştir. Türkiye Kosova'da meydana gelen olaylardan da derin endişe duymuştur. Sırp

tarafının Ramboulliet'de hazırlanan barış anlaşmasını imzalamayı reddetmesi, sorunun

diplomatik yollarla çözümünü engellemiş ve Sırplar'ın Kosova'da sürdürdükleri zulüm ve

katliamlara karşı NATO operasyonunu zorunlu kılmıştır. Bu sebeple Türkiye, Sırp güvenlik,

askeri ve paramiliter güçlerinin Kosova'dan çekilmesi ve Kosova Barış Ordusu'nun silahları

bırakması ile sonuçlanan NATO hava harekatına katkı sağlamıştır. Krizin başlangıcından bu

yana Türkiye, Kosova için geliş- tirilmiş bir özerklik statüsü, Türk kökenliler de dahil bütün

etnik grupların eşit haklara sahip olması ve tüm Kosova halkının güvenliği için kalıcı bir

çözümden yana olmuştur. Bu bağlamda, Kosova'da görev yapan Uluslararası Barışı Koruma

Gücü'nün (KFOR), Kosova halkının tamamının korunması ve güvenliğinin sağlanması

konusunda gerekli tüm güven-artırıcı önlemleri alacağı ve kalıcı bir çözüme zemin

hazırlayacağı görüşündedir. KFOR ayrıca, Sırp katlia- mından kaçarak 18.000'i Türkiye'de

olmak üzere çeşitli ülkeler tarafından kabul edilen yüzbinlerce mültecinin güvenli bir şekilde

evlerine dönebilmesi açısından da büyük bir önem taşımaktadır. KFOR'a 993 askerden oluşan

bir mekanize taburla katılan Türk barış gücü de, halen Prizren'de görev yapmaktadır.

Türkiye'nin Karadeniz komşuları, Balkanlar'dan başlayarak Hazar Denizi'ne kadar olan

bölgede görülmek istenen barış ve güvenlik için hayati bağı oluşturmaktadır. Bu nedenle

Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'nin (KEİB) oluşturulmasında öncülük etmiştir. Bölgesel

işbirliği projesinin temel amacı Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler ile Balkan ve Hazar Denizi

ülkeleri arasında ortak ekonomik girişimler ve ticaretin geliştirilmesi aracılığıyla büyük bir

topluluk oluşturmaktır. Böylece ülkeler arasında barışçıl bir bağımlılık mevcut olacaktır.

KEİB'in amacı, ekonomik alandaki işbirliğiyle bölgede barışı güçlendirmektedir. KEİB, farklı

din, dil ve kültürlere sahip Karadeniz ülkelerinin biraraya gelmesinden oluşmuştur. üyeleri

arasında Türkiye'den başka Arnavutluk, Ermenistan, Azerbaycan, Bulgaristan, Gürcistan,

Yunanistan, Moldova, Romanya, Rusya Federasyonu ve Ukrayna bulunmaktadır. KEİB bir

ticaret ve kalkınma bankası oluşturmuş, çeşitli alanlarda işbirliği başlatmış ve cesaret verici

ilerlemeler kaydetmiştir. Katılımcı devletler KEİB'i kısa dönemde "örgüte" çevirecek bir

genelge kabul etmiş ve uzun dönemde serbest ticaret bölgesi oluşturulmasını öngören Niyet

Bildirisi'ni onaylamışlardır.

Karadeniz Ekonomik ışbirliği Bölgesi, 19 milyon km2 nin üzerinde bir alana yayılmıştır. Bu

bölge, 350 milyona yaklaşan nüfusu ile dünya ekonomisi için oldukça önemli bir yere sahiptir.

Toplam 1 trilyon 200 milyar dolar seviyesinde milli gelire sahip olan Karadeniz Ekonomik

ışbirliği Bölgesi'nin ticaret hacmi, 400 milyar dolara yaklaşmaktadır. Dünya ticaretinde ilk

sıralarda yer alan ürünlerin birçoğu bu bölgede üretilmektedir. Rusya ve Ukrayna dünya

demir cevheri ve manganez rezervlerinin %30'una yakın bir bölümüne sahiptir.

Azerbaycan'da yılda 13 milyon ton dolayında petrol ve 11 milyon ton dolayında da doğalgaz

üretilmektedir. Bunun yanında Türkiye, son yıllarda ihracatında sanayi ürünlerinin payını

%80'lerin üzerine çıkarmış ve piyasa ekonomisinin uygulanmasında kaydedeğer başarılar

kazanmış bir ülkedir. Bu yönüyle ve edindiği demokratik ve serbest piyasa ekonomisi

tecrübesiyle, bölge ülkeleri arasında ulaşım, iletişim, yatırım işbirliği, turizm ve çevre gibi belli

15

başlı alanlarda yapılacak işbirliğinin geliştirilmesinde lokomotif rolü oynayabilecek bir ülke

konumundadır.

Türkiye'nin Karadeniz bölgesinde üstlendiği rol, sadece üye ülkelerin piyasa ekonomisine

geçişiyle ve dünya ekonomisiyle bütünleşme girişimlerine katkıda bulunmasıyla sınırlı

değildir. Bölgede görülen büyük finansman sıkıntısına rağmen hem kendisinin hem de diğer

üye ülkelerin yararına olabilecek ticari ilişkilerin geliştirilmesine ve yatırım potansiyelinin

değerlendirilmesine yönelik çalışmalara da aktif bir şekilde katkı sağlamaktadır.

Türkiye'nin Dünya Barışına Katkıları

Türkiye Birleşmiş Milletler'in (BM) kurucu üyelerindendendir. Birleşmiş Milletler

Genelgesi'nde belirtilen yüksek amaç ve prensipleri benimsemiş ve uygulamaya söz

vermiştir. Örgüt'ün barış ve güvenliğin sürdürülmesi için yaptığı çalışmalarda ve ayrıca

insanlığın sosyo-ekonomik alanlarda ilerlemesi çabalarında aktif bir şekilde yer almaktadır.

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de NATO üyesi olarak dünya barışını sağlamak amacıyla

önemli görevler üstlenmiş, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (1994'den sonra AGıT)

bünyesinde 1970'li yıllardan sonra başlayan yumuşama çerçevesinde, bölgesel barış ve

dünya barışı çabalarında aktif bir rol almıştır.

Bölge barışı konusunda özellikle duyarlı olan Türkiye, başından itibaren Bosna'da adil ve kalıcı

barışın sağlanması için büyük çabalar sarfetmiştir. Bosna'daki uluslararası barış-koruma

gayretlerine katkıda bulunmuş, Barış Sağlama Gücü'nün (IFOR) devamı olan ıstikrar Gücü'ne

(SFOR) katılmıştır. Ülke ayrıca Arnavutluk'ta düzenin sağlanması ve korunması amacıyla BM

tarafından oluşturulan çokuluslu barış gücüne de katkıda bulunmuştur.

Türkiye 1991'de Madrid'te başlatılan Ortadoğu Barış Süreci'ni gönülden desteklemiştir.

Türkiye, İsrail ile Filistin arasında imzalanan Geçici Anlaşma ile İsrail ve ürdün arasında

imzalanan Barış Anlaşmasını olumlu gelişmeler olarak görmektedir. Karşılaşılan birçok

güçlüğe rağmen, barış sürecinin meyveleri toplanıncaya kadar sürdürülmesi gerektiğine

inanmaktadır.

Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık- Karabağ sorununun çözümü

konusunda da aktif rol oynamakta ve anlaşmazlığın AGıT çerçevesinde gösterilen gayretler

doğrultusunda çözüleceğine inanmaktadır.

Türkiye dünya barışının hizmetinde, BM barış operasyonları sırasında 733 hayat kaybetmiştir.

1950 yılında, BM sistemi kurulduktan kısa bir süre sonra Türkiye Kore'deki BM gücüne

katılmış ve görevini başarıyla yerine getirmiştir. Yakın zamanlarda ise UNOSOM (Somali'deki

barış-koruma operasyonları), UNPROFOR (Bosna-Hersek barış-koruma operasyonları),

UNIKOM (BM Irak-Kuveyt Gözlemci Misyonu) ve UNOMIG (Gürcistan'daki BM Gözlemci

Misyonu) gibi faaliyetlere katılmıştır. Türkiye ayrıca uluslararası organize suçlarla mücadele,

narkotik, terörizm ve ırkçılık gibi konularda da BM'nin çalışmalarında öncü rol oynamaktadır