Akut lösemi, normal lenfoid ve myeloid ana hücrelerin hematopoe
Transcript of Akut lösemi, normal lenfoid ve myeloid ana hücrelerin hematopoe
T.C.
Bakırköy Doğumevi Kadın ve Çocuk
Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Başhekim: Dr Hüseyin ALDEMİR
BFM-2000 PROTOKOLÜ ALMIŞ AKUT
LENFOBLASTİK LÖSEMİLİ ÇOCUKLARDA
MİYELOİD İŞARETLİYİCİ POZİTİFLİĞİNİN
PROGNOSTİK DEĞERİ VE DİĞER PROGNOSTİK
FAKTÖRLER İLE İLİŞKİSİ
(Uzmanlık Tezi)
Dr Neval MUTLU
Klinik Şefi: Dr. M. Gönül AYDOĞAN
İstanbul 2005
1
TEŞEKKÜR
Her zaman teorik ve pratik bilgi ve deneyimlerini bizlere aktaran ve
yetişmemizi sağlayan Klinik Şefleri; Dr. Gönül Aydoğan, Başhekim Dr.
Hüseyin Aldemir, Dr. Rengin Şiraneci, Dr. Erdal Adal ve Dr. Sultan
Kavuncuoğlu’na, Klinik Şef Yardımcılarından desteğini sürekli gördüğüm Dr.
Aysel Kıyak’a ve Dr. Sibel Özbek’e, tüm Başasistan ve Uzman Doktorlara,
Hastaların izlemi ve verilerin değerlendirilmesinde beraber çalıştığımız
Klinik Şefi Pediatrik Hematoloji Uzmanı Dr. Gönül Aydoğan’a ve başta Dr.
Zafer Şalcıoğlu, Dr. Ferhan Akıcı, Dr Arzu Akçay, Dr. Deniz Tuğcu ve Dr.
Hülya Şen olmak üzere tüm hematoloji onkoloji servisi ve laboratuvarı
çalışanlarına,
Birlikte çalıştığım tüm asistan arkadaşlara, hemşire, laborant ve diğer
personellere,
Tüm çalışmalarımızı her zaman destekleyen hastanemiz başhekimi Dr.
Hüseyin Aldemir’e,
Her zaman yanımda olan eşim Hüseyin’e teşekkürü borç bilirim.
Oğlum’a...
2
İÇİNDEKİLER
Sayfa
GİRİŞ.................................................................................................................... 2
GENEL BİLGİLER............................................................................................ 4
MATERYAL VE METOD................................................................................. 31
BULGULAR........................................................................................................ 34
TARTIŞMA......................................................................................................... 49
SONUÇ................................................................................................................. 55
ÖZET.................................................................................................................... 56
KAYNAKLAR..................................................................................................... 58
3
GİRİŞ
Akut lösemiler, lenfohematopoetik hücrelerin olgunlaşmaları aşamasındaki
duraklama sonucu malin özellikteki klonların çoğalması ile karakterize olan heterojen
bir hastalıktır ve çocukluk çağın malinitelerinin %25-30’unu oluşturur (1).
Farklılaşmadaki duraklama sonucu sıklıkla normal fonksiyonunu yapamayan immatür
görünümlü lösemik hücreler başta kemik iliği ve periferik dolaşım olmak üzere
retiküloendotelyal sistem, merkezi sinir sistemi ve diğer vücut bölgelerinde birikirler.
Kemik iliğinin kontrolsüz olarak çoğalan lösemik hücrelerle infiltre olması sonucu
anemi, trombositopeni ve nötropeni gelişir. Sonuçta solukluk, halsizlik, kanamalar,
kemik ağrıları ve hayatı tehdit eden enfeksiyonlar ortaya çıkar.
ALL yalnız çocukluk çağının en sık görülen malin hastalığı olması açısından
değil, tedavide elde edilen başarılar açısından da bu dönemin en önemli malin
hastalığıdır. Sadece 30 yıl önce, yani 70’li yılların başında gerek Avrupa, gerek
Amerika’da ALL’li çocuklarda 5 yıllık olaysız sağ kalım oranı % 40’ın altında iken,
günümüzde sistemik ve santral sinir sistemine yönelik tedavileri birlikte içeren tedavi
protokolları ile hastaların % 75-80’inde uzun süreli olaysız sağ kalım (EFS) elde
edilmektedir (2,3).
Tanı ve tedavideki ilerlemelerle, bazı klinik ve laboratuvar bulguların
prognoza etkili olduğu görülmüş ve riske göre tedavi gündeme gelmiştir. Risk
gruplarının ve buna bağlı olarak tedavinin belirlenmesinde geliş yaş ve lökosit sayısı
yanısıra santral sinir sistemi tutulumu, ekstranodal kitle gibi klinik, sitogenez ve
immünfenotip gibi biyolojik özellikler kullanılmıştır (4-6). Böylece nüks riski düşük
olan hasta gruplarında daha hafif, dolayısı ile toksik etkileri daha az, nüks riski
yüksek hasta gruplarında ise daha yoğun tedavi verilmesi amaçlanmıştır. Ancak
giderek daha etkili tedavi protokollarının uygulamaya girmesi ile bu prognostik
faktörlerin bir kısmı önemini yitirmiş ve tedavi en belirleyici prognostik faktör haline
gelmiştir (7). Risk gruplarına farklı tedavi uygulanması, değişik tedaviler alan hasta
gruplarında farklı risk faktörlerini ön plana çıkartabilmektedir. Tedavi bir taraftan
prognozu etkilerken, bir taraftan da tedaviye yanıtın değerlendirilmesi ile yeni
prognostik bilgiler sağlamaktadır (8-10). Sağlık Bakanlığı Bakırköy Kadın Doğum ve
4
Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Hematoloji-Onkoloji
Bölümünde Ağustos 2000 tarihinden itibaren BFM 2000 protokolu uygulanmaya
başlanmıştır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk çağı ALL’ lerinde miyeloid işaretleyici
pozitifliğinin prognoza etkisi ve diğer klasik prognostik faktörlerle ilişkisinin
araştırılmasıdır.
5
GENEL BİLGİLER
Akut lösemi, normal lenfoid ve miyeloid ana hücrelerin hematopoezin spesifik
bir evresinde durması ve klonal ekspansiyonu sonucu oluşan malin bir hastalıktır (1).
Bu lösemik klon hücreleri hem kemik iliğini normal ilik hücre populasyonunu süprese
ederek ve yerini alarak hem de ekstramedüller bölgelerde hematojen yayılarak akut
lösemilere özgü tabloyu oluşturur.
Epidemiyoloji: Akut lenfoblastik lösemi, çocukluk çağında en sık görülen
malinite olup Amerika Birleşik Devletleri’nde 15 yaş altında tanı alan kanserlerin
%23’ünü oluşturduğu bildirilmektedir (11,12). Gelişmiş ülkelerde akut lösemilerin %
83’ünü ALL, % 17sini AML oluşturmakta olup, insidansta bölgesel farklılıklar
görülebilir. Ülkemizde kanser istatistikleri henüz yeterince sağlıklı olmamakla
birlikte, ALL sıklık açısında yine birinci sırada yer almakta ve çeşitli merkezlerde
tedavi gören hastaların en az % 27’sini oluşturmaktadır (13). Görülme sıklığı en fazla
3-5 yaş arasındadır ve daha sonra sıklık giderek azalarak yaşamın üçüncü dekatında
yeniden artar. ALL’nin erken çocukluk çağında sık görülmesinin etiyolojik önemi
açık değildir. Ancak gebelikteki olaylar ve immün sistemin gelişmesi ile ilişkili
olduğuna dair görüşler vardır (14). ALL erkeklerde kızlardan daha sık görülür. T
hücreli ALL’de ise bu erkek predominansı daha belirgindir (4:1). Cins prognoz
açısından önemli bir gösterge olup kızlardaki sürvi oranı daha yüksektir.
Etiyoloji: Lösemilerin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte
mültifaktöriyel olduğu düşünülmektedir. İyonize edici ışınlar, kimyasal karsinojenler
ve infeksiyöz ajanlar etiyolojiden sorumlu tutulan çevre faktörleridir (15,16,17).
Radyasyonun etiyolojideki rolü, tanı ve tedavi amacıyla ışın alan ya da atom
bombasının etkisinde kalan bireylerin incelenmesiyle ortaya konmuştur (15,14,18).
Kimyasal karsinojenlerden benzenin erişkin lösemilerinin etiyolojisinde rolü olduğu
gösterilmiştir (19). Günümüzde en çok viral etiyoloji üzerinde durulmaktadır. Kanser
etiyolojisinde rol oynadığı düşünülen virüsler:Retrovirüsler, EBV (endemik Burkitt,
nasofarengeal Ca), HTLV-I (Adult T hücreli lösemi), HTLV-II (Hairy cell lösemi)’dir
(20). Lösemili çocukların tek yumurta ikiz eşlerinde ve kardeşlerinde, ataksi-
6
telenjiektazi, trisomi 21, Bloom sendromu, Fanconi anemisi, Down sendromu gibi
bazı genetik defektlerde lösemi insidansı artmaktadır ( 1,14, 15, 19).
Patogenez ve Biyoloji: Bütün hematopoetik hücreler ortak bir multipotent ana
hücrelerden kaynaklanır. Eritrositler, polimorfonükleer granülositler, monositler ve
trombositler gibi periferik kandaki olgun hücreler kemik iliğindeki progenitor
hücrelerden tek bir hat üzerinde olgunlaşarak oluşur. Her aşamada farklı
hematopoetik büyüme faktörleri stimülasyon ve/veya kontrol görevi yaparlar. Lösemi,
klonal bir hastalıktır ve kök hücre dahil herhangi bir diferansiyasyon aşamasında
oluşabilir. Malin hücre kendi kendine çoğalma kapasitesine sahip fakat
olgunlaşamayan bir hücredir (1,21,22).
ÇOCUKLUK ÇAĞI LÖSEMİLERİN SINIFLAMASI
Çocuklarda lösemilerin % 97’sini akut lösemiler oluşturur (Tablo 1). Lösemi
sınıflamalarımız normal hematopoezin neresinde klonal ekspansiyon olduğunu
anlamaya yöneliktir. Blastların morfolojik, immünfenotipik, sitogenetik, biyokimyasal
ve moleküler genetik özelliklerine dayanarak çeşitli sınıflamalar yapılmış olup son
yıllarda bunların kombinasyonları (MIC sınıflaması; morfoloji, immünfenotip,
sitogenetik) ile lösemilerin alt grupları belirlenmektedir (22,23).
Tablo 1. Lösemilerde Sınıflama
A) AKUT LÖSEMİLER (%97)
1. Akut Lenfoblastik Lösemi (ALL)
• % 75-80
• Morfoloji: L1, L2, L3
• İmmünfenotip: B hücreli (Progenitor, erken PreB, PreB, B ALL)
T hücreli
2. Akut Myeloid Lösemi (AML)
• % 15-20
• Morfoloji: M0-M7
3. Akut Undiferansiye Lösemi (< % 0.5)
4. Akut karışık lösemi
• ALL + 2 myeloid antijen (% 6 )
7
• AML + 2 lenfoid antijen ( % 17)
B) KRONİK LÖSEMİLER ( %3)
1. Philedelphia kromozomu pozitif KML
2. Juvenil kronik myeloid lösemi (JKML)
MORFOLOJİK SINIFLAMA
Günümüzde yoğun olarak kullanılan FAB sınıflaması 1976 yılında Fransız,
Amerikan ve İngiliz hematologları tarafından ortaya konulmuş ve son olarak 1985
yılında modifiye edilmiştir. ALL’deki sınıflama, çekirdek sitoplazma oranı, vakuol ve
çekirdekçik varlığı, sitoplazma bazofillerine dayanır. Her bir kategoride maksimum
%10 oranına kadar bazı hücrelerde ortak özelliklerden sapmalar görülebilir. Bu
sınıflamada halen tanısal problemler mevcuttur (24).
Tablo 2. Akut Lenfoblastik Lösemilerde FAB sınıflaması.
Sitoloji L1 L2 L3
Hücre boyutu Küçük Büyük, heterojen Büyük homojen
Nükleer kromatin Homojen Değişken,heterojen Noktalı ve homojen
Nükleus şekli Düz konturlu,
bazen çentikli
İrregüler sıklıkla
çentikli
Düzgün konturlu,
oval-yuvarlak
Nükleolus Görülmez veya
silik, küçük
≥1, sıklıkla belirgin Belirgin, ≥1,
veziküler
Sitoplazma Dar Değişken, sıklıkla
büyük
Orta dercede büyük
Sitoplazmik bazofil Hafif veya orta,
nadiren belirgin
Değişken, bazen
koyu
Çok koyu
Sitoplazmik vakuol Değişken Değişken Sıklıkla belirgin
Whittaker ve ark. Yaptıkları çalışmalarda 278 akut lösemi olgusunun FAB’a
göre sınıflandırılmasında 5 hematolog arasında ortak tanı koyma oranını %45,7 olarak
bildirmiştir (25). Bu oran Dick ve arkadaşlarının çalışmalarında %58 (26), Childs ve
arkadaşlarının çalışmalarında ise %66 olarak bildirilmiştir (27). Tüm bu ve buna
8
benzer çalışmalarda sınıflamadaki en büyük güçlüğün nedeni ALL L1 ile L2’nin
ayrımındaki kriterlerin subjektif olmasına bağlanmıştır. L3 olgusunun tanısında
güçlük çekilmemiştir (26,27).
HİSTOKİMYASAL BOYAMA
Blastların bazı boyaları alıp almama veya az ya da çok almaları da lösemi
tipini belirlemek için faydalı bir özelliktir. Miyeloperoksidaz (MPE), Sudan siyahı
(SBB), Periyodik-Aside-Schiff (PAS), Asid Fosfataz (AP), Nonspesifik Esteraz
(NSE), Terminal Deoksinükleotil Transferaz (TdT), Demir (Fe) boyaları
kullanılmaktadır. Bunların farklı kombinasyonlarda pozitif olması FAB sınıflamasını
desteklemektedir (1,22).
Tablo3. Akut lenfoblastik lösemilerde sitokimya
FAB MPE SBB AP CAE A-EST B-EST PAS MGP Fe TdT
L1 - -/np +* - +/z -/z +/- + - +
L2 - -/np +* - -/z -/z +/- + - +
L3 - - +* - - - +/- + - -np:nadir pozitif, *: T-ALL’de unipolar pozitif, z: zayıf,
MPE: Miyeloperoksidaz, SBB: Sudan Black Boyası, AP: Acide Phosphatase, CAE: Choloroacetate
Esterase, A-EST: Alpha Napthyl Acetate Esterase, B-EST: Alpha Napthyl Butyrate Esterase, PAS:
Periodic Acide Schiff, MGP: Methyl Green Pyronine, TdT: Terminal Deoxynucleotidyl Transferase
İMMÜNFENOTİPLENDİRME
1970’li yıllarda sınıflamada immünfenotip de kullanılmaya başlanmıştır. Bazı
lenfoblastların koyun eritrositleri ile rozet oluşturduğunun ve bu lösemilerin kötü
seyrettiğinin saptanması ilk adımı oluşturmuş, bunu lökositlerin ortak antijeninin
(CALLA= Common ALL antijen) saptanması izlemiştir. Sitoplazmik ve yüzey
immünglobulinleri ve nihayet 1980’lerde antikorlardan yararlanılarak blastların kemik
iliğinin hangi dizisinden farklılaştıklarını, hangi evresinden köken aldıklarını
belirleyen yüzey işaretleyicileri devreye girmiştir (28). 1985’te “Lökosit
Diferansiyasyon Antijenleri Çalışma Grubu” bu antijenlerin FAB alt grubu ile
ilişkisini belirlemiştir. Böylece B hücre öncüleri ( pre-B, erken pre-B ), T hücreli
ALL, B hücreli ALL’ler ve AML’nin FAB alt grublarının tanınabilmesi mümkün
9
olmuş, yanısıra bifenotipik, biklonal lösemi tanımları da sınıflamada yerini almıştır.
“Cluster of Differantiation” (CD) adı altında standardize edilen insan lökosit
tiplendirmelerinin belirlenmesi için immünoflöresans, immünositokimya ve akım
sitometresi gibi yöntemler kullanılmaktadır (22). Herhangi bir işaretleyicinin
%20’nin, CD34’ün %10’un üzerinde olması pozitif olarak kabul edilmektedir. Akım
sitometresi de akut lösemilerin immünfenotip sınıflaması için kullanılan monoklonal
antikorlar tablo4, 5, 6’da gösterilmiştir.
SİTOGENETİK İNCELEME
Tümör hücresindeki mitotik düzensizlikler 19. yüzyılda patologlar tarafından
tanımlanmış, Von Hanseman ise bu düzensizliklerin neoplazinin orijini ile ilşkili
olabileceğini belirtmiştir. Nowell ve Hungelford 1960’ta kronik miyeloid lösemide
Philadelphia kromozomunu bulmuşlar, 1970’te ise bantlama teknikleri geliştirilmiştir
(24). Günümüzde genetik alanındaki yeni gelişmelerin kullanılması ile ALL’de
%90’ın üzerinde hastada kromozomal anomaliler tespit edilebilmektedir. Özellikle
akım sitometrisi kullanımı ile hücrelerin DNA miktarı tespit edilebilmekte ve
hücrenin hangi fazda olduğu belirlenebilmektedir. Bu yöntemle belirlenen ve 50’den
fazla kromozoma sahip hücrelerin bulunduğu (hiperdiploidi) ALL vakalarında
prognozun daha iyi olduğu bazı merkezlerce kabul edilmektedir. Hipodiploidi yani
46’dan az kromozoma sahip ALL vakalarında ise prognoz kötüdür. Yapısal
kromozom anomalileri ALL’de sık olarak bulunmakta ve vakaların yaklaşık
%40’ında translokasyon tespit edilmektedir. Bu translokasyonların lösemi
patogenezinde rol oynadığı ve bazılarının kötü prognozla birlikte olduğu
bilinmektedir. ALL’de tespit edilen translokasyonlar ve diğer yapısal kromozom
anomalileri tablo7’de verilmiştir (29,30).
ALL’de %3-5 oranında pozitif olan ve Philadelphia kromozomu olarak bilinen
t(9;22) ile t(4;11) iki önemli prognostik faktör olarak kabul edilmektedir. Bazı
merkezler bu iki translokasyonun pozitif olduğu ALL’i hastalarda birinci remisyonda
kemik iliği nakli yapılmasını önermektedir.
10
Tablo4.ALL’de B lenfosit ve progenitörlerinin işaretleyicileri
Erken Pre-B Pre-B İmmatür B Matür B
cIg
sIg
HLA-DR
CD19
CD24
CD10
CD20
CD21
CD22 Sitoplazmik
CD23
CD34
TdT
Tablo5. ALL’de T lenfosit ve progenitörlerinin işaretleyicileri
Lenfoid kök H Erken T mid-timik T Matür T
CD1
CD2
CD3
CD4
CD8
CD7
TdT
11
Tablo 6. Akut lenfoblastik lösemilerdeki immünfenotip alt gruplar
ALT GRUP TANIM ÇOCUKLARDAKİ
SIKLIK (%)
CALLA-Negatif (B-lenfosit) slg-clg-TdT+CALLA- 5-10
Common ALL slg-clg-TdT+CALLA+ 55-60
Pre-B slg-clg+TdT+CALLA+/- 20
B slg+clg-TdT-CALLA+/- 1
T slg-clg-TdT+CALLA+/- 15
Tablo 7. Akut lenfoblastik lösemilerde translokasyon sıklığı
Hücre tipi Translokasyon Sıklığı (%)
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
Pre-B/Erken Pre-B
T hücre
T hücre
T hücre
B hücre
B hücre
t(9;22) (q34q11)
t(1;19) (q23p13)
t(11;V) (q23V)
t(4;11) (q21q23)
t(1;11) (p32q23)
t(10;11) (p14-p15q22)
t(9;11) (p21-p22q23)
t(11;19) (q23p13)
t(12;V) (p12-p13p12)
t(11;14) (p3q11)
t(10;14) (q24q11)
t(7;V) (q35V)
t(8,14) (q24q32)
t(8;22) (q24q11)
3-5
5-6
3
2
<1
<1
<1
<1
5
1
<1
2
2
0.3
12
MIC çalışma grubu 1986’da ilk kez olmak üzere toplanarak ALL ve
AML’lerin alt gruplarını belirleyen kriterleri ortaya koymuştur (tablo8).
Tablo 8. ALL’de MIC sınıflaması
Karyotip Cd19 TdT la CD10 Cıg Sıg FAB
Erken B-precursor ALL
t(4;11)
t(9;22)
+ + + - - - L1,L2
Common ALL
nearhaploid
t/del (12p)
t(9;22)
+ + + + - - L1,L2
Pre-B ALL + + + + + - L1
B-Cell ALL
t(8;14)
t(2;8)
t(8;22)
6q-
+ - + +/- +/- + L2
First MIC Cooperative Study GroupCancer Genet Cytogenet 23:189-97 (1986)
13
PROGNOSTİK FAKTÖRLER
Akut lenfoblastik lösemide birçok klinik ve laboratuar özellik prognostik
değer taşımakta ve nüks olasılığına, dolayısı ile remisyon sürelerine yansımaktadır.
Prognostik kriterlerin incelenmesi hastalığın biyolojisinin tanınmasının yanısıra, risk
gruplarının belirlenerek bunlara uygun yoğunlukta ve nitelikte tedavi yaklaşımlarının
seçilmesi açısından önem taşır. Ancak, değişik araştırma gruplarınca benzer
prognostik faktörler üzerinde durulsa da, bunların risk sınıflamasında kullanımı
farklı olabilmekte ve ayrıca uygulanan tedaviye göre de bazı faktörlerin önemi
değişebilmektedir. Bir dönem çok önem taşıyan bazı prognostik faktörler tedavinin
yoğunlaşması ile geri planda kalmış ve tedavi en önemli prognostik kriter haline
gelmiştir (2,3). Diğer taraftan, risk gruplamasında kullanılan bazı özellikler
örtüşmekte, örneğin belli bir sitogenetik özellik belli bir yaş grubunda
yoğunlaşmaktadır (31,32). Bu nedenle bağımsız risk faktörleri elde etmek
zorlaşmakta ve bir faktöre göre risk grubunu başka kriterlere göre ayrıca alt gruplara
ayırmak gerekmektedir. Sonuçta oldukça karmaşık hale gelen risk sınıflamalarında
merkezler ve tedaviler arası karşılaştırmayı kolaylaştıracak şekilde ortak ve aynı
zamanda kesin, kolay ve hızlı elde edilen kriterler en azından ana grupların
oluşturulmasında yeğlenir olmuştur.
Yaş, cinsiyet ve inisyal lökosit sayısı gibi yıllar içinde önemini kaybetmeyen
bazı temel prognostik faktörler halen çoğu büyük çalışma grubu tarafından risk
gruplamasında kullanılmaktadır. Klasik prognostik faktörlerden bazıları tedavinin
yoğunlaşması ile önemini kısmen veya tamamen kaybetmiş ve sadece belli çalışma
grublarında veya sınırlı olarak risk grubu sınıflamasında yerini korumuştur. Bunlar
arasında malnütrisyon, immünglobulin düzeyleri, mediastinal kitle, inisyal SSS
tutulumu, inisyal hemoglobin ve trombosit değerleri, French-American-British (FAB)
sınıflamasına göre morfoloji ve immünfenotip sayılabilir. Ancak zaman zaman
bunlardan bazıları tekrar gündeme gelmekte ve yeni koşullarda önemi tekrar
değerlendirilmektedir.
14
Cinsiyet
Prognozun genel olarak kızlarda erkeklere göre daha iyi olduğu bilinmektedir.
Bu nedenle bazı protokollerde erkeklere daha yoğun veya daha uzun tedavi
verilebilmektedir (33). Erkeklerdeki olumsuz prognozun nedeni olarak testis nüksleri
ve ileri yaş, T-immünolojisi ve lökosit sayısı gibi yüksek risk faktörlerinin daha sık
olması gösterilmiştir (34). Bunlara rağmen erkeklerde prognozun niye daha kötü
olduğu tam olarak açıklanamamıştır; çünkü, yüksek doz metotreksat kullanımı ile
testis nükslerinin azaltılması ve T-hücreli lösemide başarının artması gibi tedavideki
gelişmeler 1990’lı yıllarda cinsiyetin prognostik anlamlılığını hala ortadan
kaldıramamıştır (35-37).
Doksanlı yıllarda yürütülen ve son yıllarda yayınlanan iki çalışma, farklı
oranlarda da olsa cinsiyet farkının prognostik önemini göstermektedir. Japonya’da
1990-1996 yıllarında 260 ALL’li çocuğun tedavi edildiği AL90 protokolu ile
erkeklerde % 48.8, kızlarda % 85.7’lik EFS elde edilmiştir (38). BFM grubu, çok
daha büyük bir hasta serisinde, toplam 2178 hastanın tedavi edildiği ALL-BFM 90
protokolü ile erkeklerde % 75, kızlarda % 82 (p: 0.0001) 6 yıllık EFS bildirilmiştir
(39). Yüksek lökosit sayısı gibi yukarıda belirtilen risk faktörlerini içermeyen düşük
risk gruplarında da erkeklerde 3. yılda kemik iliği nüksleri kızlara göre daha fazla
saptanmış ve bu nedenle Alman-BFM 95 protokolunda toplam tedavi süresi
erkeklerde 3 yıla uzatılmıştır (40).
Yaş ve lökosit sayısı
Daha 1969’da Pierse ve ark. 1946-1957 yıllarında tedavi edilen 1770 çocukta
en olumlu prognozu 2-6 yaş arası ve lökosit sayısı 4000/µl altında olan hastalarda
bildirmiştir (41). Günümüzde en kötü prognozun 1 yaş altında olduğu konusunda
birleşmekte, hastalığın bu yaş grubunda yüksek blast yükü, t(4;11) pozitifliği ve
CD10 negatifliği gibi belli biyolojik özellikler taşıdığı görülmektedir (31, 42, 43).
Remisyona giriş diğer yaş gruplarından fraklı olmamakla birlikte, santral sinir sistemi
(SSS) tutulumu, erken kemik iliği nüksü ve ekstramedüller nüksler de sıktır. Uzun
süreli EFS en fazla % 50 olarak bildirildiği için (39), bu yaş grubuna özgü yoğun
protokoller geliştirilmiştir. On yaş üzeri grupta da prognoz kötü olup, BCR/ABL
15
füzyonu ve tanıda lökositoz gibi bazı olumsuz faktörler sıktır (32). Adölesanlarda
ALL’nin prognozunun kötü olmasının bir nedeni de tedavi toksisitesinin yüksek
olmasıdır.
Yaş ve tanıdaki lökosit sayısı belki de en güçlü ve en yaygın olarak kullanılan
kriterler olmakla birlikte, ortak sınır değerlerini kullanmaya yönelik cabalar çok
yenidir. Düşük risk gruplarının belirlenmesinde A.B.D.’deki değişik gruplar 2-9
(CCG), 2-8 (DFCI), 3-5 (POG) ve 1-10 yaş (SJCRH) gibi farklı sınırları kullanmıştır
(44). Tanıdaki lökosit sayısı da önemini yıllar boyunca korumuş ve lökosit sayısı ile
prognozun ters bir lineer ilişki gösterdiği konusunda birleşilmiştir. Ancak yine risk
sınıflamalarında farklı sınırlar kriter olarak alınmıştır (10000, 20000, 25000, 50000/µl
gibi). Ortak kriterler oluşturmak amacı ile CCSG ve POG gruplarının hasta
materyalinin değerlendirilmesi sonucu oluşturulan CTEP/NCI workshop önerilerine
göre, % 80 EFS elde edilen standart risk grubu günümüzde 1-9.99 yaş ve < 50000/µl
lökosit ile belirlenmektedir (44).
Diğer taraftan, Avrupa ve dünyada yaygın olarak uygulanan BFM
protokollarında uzun yıllar yaş bir kriter olarak kullanılmamış ve toplam blast yükünü
yansıtan ve karaçiğer ve dalak büyüklüğü ile mutlak blast sayısına göre hesaplanan bir
risk faktörü geliştirilmiştir. Ancak, BFM-86 ve 90 protokollarının materyalinin tekrar
değerlendirilmesi sonucu BFM-95 protokolunda 1-6 yaş ve 20.000/µl lökosit sayısına
temel alan yeni bir risk grubu sınıflaması oluşturulmuştur (40,45). Burada amaç
prognoz açısından daha belirgin bir fark gösteren standart ve orta risk grupları
oluşturmak, daha basit ve objektif kriterler kullanmak, standart risk grubunu
genişletmek ve %90 EFS elde edilen bu grupta toksisiteyi azaltacak şekilde tedaviyi
hafifletebilmektir.
Malnütrisyon
Bazı çalışmalarda nütrisyonel durumun önemi bir prognostik faktör olduğu
bildirilmiştir (46,47). Malnütrisyonlu çocukların kemoterapiyi daha zor tolere ettiği ve
daha az dozda alabildiği de belirtilmektedir.
16
Morfoloji
Morfolojik sınıflama ile prognoz arasındaki ilişki eskiden önemli kabul
edilirdi. FAB morfolojik sınıflamasına göre ALL FAB-L3 morfolojisi gösteren B-
hücreli ALL’nin çok kötü prognozu olduğu belirtilirken, B-hücreli neoplazi
tedavisindeki gelişmelerle artık non-B ALL’ye eşdeğer, %80 uzun süreli sağkalım
elde edilmektedir (48). FAB L2’nin L1’e göre daha kötü prognozlu olduğu yönünde
eskiden beri gösterilmiş bazı bulgular olmakla birlikte (49), genelde bağımsız risk
kriteri olmadığı yönünde birleşilmiş ve risk sınıflamasından çıkarılmıştır.
İmmünfenotip
ALL, hücrelerin yüzey ve sitoplazmik antijenik özelliklerine göre,
immünfenotipik olarak çocuklarda başlıca olgun B, B-öncül ve T-hücreli olmak üzere
üç ana gruba ayrılır. Olgun-B hücreli ALL , tüm olguların ancak %2-3’ünü
oluşturmakta ve yukarıda FAB-L3 için belirtildiği gibi, kendisine özgü tedavi ile artık
çok iyi prognoz göstermektedir. T-hücreli ALL, B-öncül ALL’ye göre erkeklerde
daha sık görülür, inisyal lökosit sayısı daha yüksektir ve median yaş adölesan döneme
doğrudur. T-hücreli ALL’nin birçok çalışmada kötü prognoz gösterdiği belirtilmişse
de, bu özelliği daha çok yüksek lökosit sayısı ile ilşkili bulunmuştur (50,51).
Tedaviler yoğunlaştıkça T-immünfenotipi önemini yitirmekte ve prednisolon yanıtı
iyi olan olguların iyi seyrettiği bildirilmektedir (52). Ancak, SSS tutulumu eğilimi
nedeni ile, özellikle yüksek lökosit sayılı T-hücreli ALL’de profilaktik kranial
ışınlama önem taşımaktadır. B-öncül ALL olguları genelde en iyi prognozu
göstermekle birlikte, olgunlaşma seviyelerine göre pro-B, common-ALL (CD10 +) ve
pre-B alt gruplarına ayrılmakta ve buna göre farklı prognoz göstermektedir. ALL-
BFM 90 protokolü ile tedavi edilen 2178 hastanın % 4.9’u pro-B, % 64.6’sı common-
ALL, %17’si pre-B ve % 13.5’i T-hücreli olarak değerlendirilmiş, ve bu gruplarda 6
yıllık EFS sırası ile % 54, % 82, %78 ve %61, ve p:0.0001 ile anlamlı olarak farklı
bulunmuştur (39).
80’li yılların başından beri miyeloid antijen içeren akut lösemiler olduğu
biliniyordu. Miyeloid antijen pozitif ALL, çocuklarda ender rastlanan bir durum
değildir. Blast hücre özelliklerini belirleyen teşhis kriterleri, immünfenotip teknikler
17
ve monoklonal antikorların farklılığı nedeni ile bildirilmiş olan miyeloid antijen
pozitif ALL’lerin sıklığı % 4.3 ile % 22 arasında değişmektedir (53). Erişkinlerde de
bu oran %10 ile %54 arasındadır. Çocukluk çağı ALL’de miyeloid antijen varlığının
klinik önemi tartışmalıdır. Erişkin çalışmalarında miyeloid işaretleyici pozitif ALL’li
hastalarda prognozun kötü olduğu gösterildi (54). Ancak, çocuklarda yapılan
çalışmalarda farklı veriler sunulmaktadır. Bazı araştırmacılar miyeloid antijen
varlığını kötü prognoz ile ilşkilendirirken, diğerleri mevcut risk sınıflandırmasına göre
verilen tedavilere bu hastaların iyi cevap verdiğini göstermişlerdir (53). Hatta
“Children’s Cancer Group” CD13 veya CD33 pozitif B öncül hücreli ALL’li
hastaların, düşük lökosit sayısı ve küçük splenomegali ile belirlenen düşük lösemik
hücre yükü gibi iyi prognostik özelliklere sahip olduklarını buldular (53). Tablo9’da
miyeloid antijen pozitif çocukluk çağı ALL’lerin klinik önemini inceleyen çalışmalar
özetlendi (54).
Lenfoid ve miyeloid antijenlerin birlikteliği bazı lösemiler için karakteritik bir
özellik olup bu antijenler lösemik hücrelerde normal hücrelerden daha güçlü eksprese
olurlar. Bu hastalarda erken remisyonda antijen ekspresyonuna bakılarak diğer hücre
işaretleyicilerine gerek kalmadan MRD taraması yapılabilir (53). Ayrıca, son
yıllarda myeloid anti-CD33 monoklonal antikorun AML ve hatta CD33 pozitif
ALL’li hastaların tedavisinde kullanılması için uygun olması, miyeloid antijen
pozitifliğinin prognostik önemini tekrar ortaya çıkarmıştır (55).
Tablo9. MyAg+ALL’nin klinik önemini inceleyen çalışmalar
Yazar, Yıl Vaka sayısı
(n)
MyAg+ALL n (%)
Kullanılan MyAg EFS ile ilişkisi (TS:takip süresi)
Pui ve ark. 1990
372 61 (6,4) CD11b, 13, 14, 15, 33, 36
Yok (TS, 36 ay)
Wiersma ve ark. 1991
236 52 (22) CD13, 33, 14 Var (TS, 40 ay)
Borowitz ve ark. 1991
1141 (7)(15)
CD13, 33CD13, 33
YokYok
Pui ve ark. 1991
410 25 (6,1) CD11b, 13, 14, 15, 33, 36
Yapılmamış
Fink ve ark. 1993
206 24 (11) CD13, 33, 65, 15, 14, 11b, GA, 41
Var (TS, 44ay)
Ludwig ve 736 50 (7) CD13, 33, 65 Yapılmamış
18
ark. 1994Reiter ve ark. 1994
975 51 (5) CD13, 33, 65 Yok
Uckun ve ark. 1997
1557 260 (16,6) CD13, 33 Yok (TS, 73 ay)
Önemi Giderek Artan Risk Faktörleri
Bunlar başlıca genetik özellikler ve tedaviye yanıttır. Genetik ve moleküler
biyoloji alanındaki gelişmelere paralel olarak değişik teknik yöntemlerle yapılan
incelemelerde lösemik klonun farklı prognoz ile ilişkili olan çeşitli özellikleri
belirlenmiştir.
Genetik özellikler
Kromozomal bantlama ve kültür yöntemlerindeki gelişmelere paralel olarak
ALL olgularının %90’dan fazlasında sayısal veya yapısal kromozomal anomaliler
saptanmıştır (3,7). Lösemik hücrelerin genetik özellikleri T- ALL’den çok, B-öncül
hücreli ALL’de prognostik değer taşımaktadır (2,56). B-öncül hücreli ALL ve T-
ALL’de iyi ve kötü prognoz taşıyan sitogenetik özellikler Tablo 10 ve 11’de
gösterilmiştir (57). Bunlardan t(9;22) ile t(4;11) tüm dünyada yüksek risk grubu
tanımına girmiştir. Sitogenetik değişiklikler tanıda anormal hücrelerde bulunur,
remisyonda kaybolur ve nükslerde bazen ek değişikliklerle beraber ortaya çıkar.
Tablolarda görülen kromozomal anomalilerin belli biyolojik ve klinik
özellikler ile ilişkisi net olarak bilinmemektedir. Buna rağmen, gelişmiş karyotipleme
yöntemlerini içerse de, sitogenetik incelemeler ile yetinmemek, moleküler defektleri
de incelemek gerekir. Bunun nedenlerinden biri, genetik yenidüzenlemelerin
birçoğunun karyotipleme ile gösterilememesidir. Örneğin MLL genindeki 11q23 ile
ilgili yenidüzenlemeler moleküler yöntemlerle ALL’li süt çocuklarının % 80’inde
gösterilebilirken, kromozomal anomaliler en fazla % 60’ında saptanabilmektedir.
Ayrıca, bu yenidüzenlemeler değişik genlerle ilgili olabilir ve böylece farklı biyolojik
hastalıklara yol açabilir. Son olarak, moleküler incelemeler, karyotipleme ile
gösterilemeyen birçok küçük genetik değişikliği saptayabilir. Hatta, TEL/AML1
füzyonu ve TAL1 geni ve tümör süpresör genlerin delesyonları genellikle sadece
moleküler düzeyde gösterilebilmektedir (57).
19
Tablo 10. Genetik özellikler ve iyi prognoz
Kromozomal anomali Sıklık
(%)
Moleküler
bulgu
İlgili özellikler % EFS
(5 yıllık)
B-öncül hücreli ALL
Hiperdiploidi (>50) /
DNA indeksi >1.16
27 /20 ? B-öncül,1-10yaş,
düşük lökosit sayısı
80-90
t(12;21)(p12-13;q22) 21-24 TEL-AML
1
B-öncül,1-10yaş,
pseudodiploidi
85-90
T-hücreli ALL
T(1;14)(p34;q11) ve
TAL 1 del
3 TAL 1 CD10(-), erkek,
hiperlökositoz
60-70
Tablo11. B-öncül hücreli ALL’de genetik özellikler ve kötü prognoz
Kromozomal
anomali
Sıklık
(%)
Moleküler bulgu İlgili
özellikler
% EFS (5
yıllık)
t(9;22)(q34;q11) 3-4 BCR/ABL B-öncül, ileri
yaş,
hiperlökositoz
25-35
t(4;11)(q21;q23),
diğer 11q23 değ.
2 MLL/AF4
diğerMLL yenid.
CD10(-), süt
çocuğu,
hiperlökositoz
10-35
Hipodiploidi<45,
near-haploidi
1 ? yok 20-30
t(1;19)(q23;p13.3
)
5-6 E2A/PBX1 Pre-B,
pseudodiploidi
,
hiperlökositoz
70-80
20
Yapısal genetik özellikler
Yapısal kromozom değişiklikleri sitogenetik ve moleküler biyolojik
yöntemlerle saptanmaktadır. Özellikle revers transkripsiyon polimeraz zincir
reaksiyonu (RT-PCR) teknikleri ile hassas, doğru ve hızlı olarak kimerik füzyon
genlerinin oluşumuna neden olan genetik değişiklikler saptanabilmiştir. Ancak belli
genetik gruplar içinde bile, tedaviye farklı yanıt ve klinik seyir açısından farklı
prognoz gösteren alt gruplar ayırd edilebilmekte ve tedavinin önemini
vurgulamaktadır.
Genelde, t(922) yani Philadelphia kromozomu (+) ALL, güncel ve yoğun
kemoterapiye rağmen, kötü prognoz göstermektedir. Ancak, Alman ve İtalyan BFM
grublarının incelenmesinde, bu hastaların üçte ikisinde başlangıçta iyi prednizon
yanıtı olduğu ve %10’a karşı %55 4 yıllık EFS ile çok daha iyi prognoz gösterdiği
saptanmıştır (58). Gerek CCG, gerekse BFM grupları tarafından olumsuz prognozu
nedeni ile kemik iliği nakli endikasyonu olarak kabul edilen bu translokasyonu olan
hastalardan sadece kemoterapi alanlar incelendiğinde ise 4 yıllık EFS % 40
bulunmuştur (58).
Benzer şekilde, MLL-AF4, yani t(4;11)(q21;q23) ve diğer 11q23
translokasyonları da kötü prognoz göstermektedir. BFM grubunun bulgularına göre
yine prednizona yanıtlı olgularda hastalık daha iyi seyretmektedir (59). Ayrıca yaş
burada ek bir prognostik faktör olmakta, 1-9 yaş arası çocuklarda seyir daha iyi
olmaktadır (60). Hatta MLL-ENL füzyonu T-ALL’de çok iyi seyretmektedir.
TEL-AML1 olarak da adlandırılan ETV6-CBFA2 füzyonu geni
t(12;21)(p12;q22) translokasyonu ile B-öncül ALL’de oluşmaktadır. Olumlu prognoz
gösterir ve olguların yaklaşık dörtte birinde saptanır (3). Ancak başlangıçta, erken
dönemde prognozun çok iyi olduğu konusunda birleşilirken, geç nükslerin
görülebildiği ve nüksler arasında bu geni taşıyanlar olduğu saptanmış ve konu
tartışmalı hale gelmiştir. Son yayınlarda, bu genetik anomalide de tedaviye yanıtın
önemli olduğu ve uygun teknikle araştırıldığında, özellikle tedaviye yanıtı iyi olan
olgularda prognozun daha iyi olduğu bildirilmektedir (61-63). Tedavinin zamanla
21
yoğunlaşması, özellikle de yoğun L-asparaginaz uygulanması, bu füzyonun
prognostik değerini arttırmış olabilir yorumu yapılmaktadır (3,64).
BCL-2 ailesine ait proteinlerin arasında BCL-2, BCL-XL anti-apoptotik ve
BAD, BAX gibi pro-apoptotik olanlar vardır (65). Başka proteinlerle etkileşimleri
nedeni ile, prognostik değerleri kesinlik kazanmamıştır. Benzer şekilde, p16 vep15
tümör süpressör genlerinin kaybı önceleri olumsuz hastalık seyri ile ilişkilendirilmiş,
ancak artmış ekspresyonun da kötü prognoz ile ilşkisi bildirilmiştir (66).
Ploidi
Kromozom sayısı metafaz karyotip preparatlarında klasik sayma yöntemi ile
doğrudan veya akım sitometrisi ile DNA içeriği ölçülerek dolaylı saptanır.
Çocuklarda 51-65 kromozom içeren hiperdiploid ALL en iyi prognoz gösteren grubu
oluşturur. Bu hücrelerin hücre kültürlerinde üretilmelerinin zor, apoptoza
eğilimlerinin yüksek olduğu bildirilmiştir (67). Ayrıca, hiperdiploid B-öncül
lenfoblastlar farklı enzim özellikleri nedeni ile metotreksat ve onun aktif
metabolitlerini hücre içinde daha çok biriktirmektedirler (3). Bu grup, çocuklarda
olguların yaklaşık %30’unu oluşturduğu, ve 1-9 yaş, düşük lökosit sayısı, CD10
pozitifliği gibi olumlu prognoz gösteren klinik özellikleri de daha çok gösterdiği için
önem taşımaktadır. Diğer taraftan, kromozom sayısı 47-50 olan hiperdiploid ALL
orta, psödodiploidi ve hipodiploidi ise kötü prognozludur (68). Psödodiploidi normal
kromozom sayısı gösteren, ancak yapısal değişiklikler içeren olguları kapsar ve
olguların % 40’ından fazlasını, yani en büyük grubunu oluşturur. Kromozom sayısı
sitogenetik yöntemler dışında akım sitometrisi ile DNA indeksi hesaplanarak da
saptanmaktadır (68). Lösemik hücrelerin DNA içeriğinin , normal G0/G1 hücrelerin
DNA içeriğine oranlanması ile hesaplanan DNA indeksi >1.16 ise prognoz iyi, <1.16
ise kötüdür. Bu yöntem hızlı ve doğru da olsa , yapısal kromozom özelliklerini
göstermemesi nedeni ile tek başına yeterli olmamaktadır. Ayrıca lösemik hücrelerde
4. ve 10. kromozomların trizomisi de B-öncül hücreli ALL’de çok iyi prognozlu
grubu tanımlamaktadır (69).
Tedaviye yanıt
Tedaviye yanıt, günümüzde prognozu gösteren en önemli faktör olarak kabul
edilmektedir. ALL tedavisinde kullanılan sitostatiklerin blastlar üzerindeki etkisi in
22
vitro olarak laboratuvar koşullarında ölçülebilir, veya genellikle yapıldığı gibi
kemoterapi uygulanan hastalarda in vivo olarak tedaviye yanıt değerlendirilir.
İn vitro
İn vitro ilaç direncinin ölçümünde 3-(4,5-dimetil-tiazol-2-il)-2,5-difenil
tetrazolium bromid (MTT) testi Hollanda grubu tarafından üzerinde yoğun olarak
çalışılan bir yöntemdir (70). Bu testte canlı hücreler MTT’yi siyah renkli formozana
indirgeme özellikleri ile tanınır. Hücre kültürlerine değişik konsantrasyonlarda
sitostatik ajanların eklenmesi ile blastların canlı kalma oranı, ve dolayısı ile ilaç
hassasiyeti ölçülür. Elde edilen sonuçlara göre değerlendirilen hücresel ilaç direnci ile
kemoterapiye klinik yanıt arasında ilişki aranmıştır.ancak klinik seyir ile korrelasyon
açısından sonuçlar çelişkili olup, ilk yıllarda ALL tedavisinde kullanılan ilaçlardan
sadece tioguanin, daunorubisin ve daha düşük bir anlamlılıkla prednizolona hassasiyet
remisyonun devamlılığı ile ilşkili bulunmuştur (71). Daha sonraki çalışmalarda
prednizolon, vinkristin ve l-asparaginaza MTT testi ile saptanan direncin bağımsız ve
güçlü bir prognostik faktör olduğu bildirilmiştir (72,73). Prednizolona klinik yanıt ile
in vitro ilaç direncinin karşılaştırıldığı bir çalışmada prednizolona yanıtsız hastaların
blastlarının iyi yanıtlı hastaların blastlarına göre in vitro 88 kat daha dirençli olduğu
saptanmıştır (74). Bu son çalışma ile in vitro ilaç direnci ölçümünün prognostik
değeri kabul edilmiştir.
Ayrıca çeşitli klinik, farmakolojik, immünfenotipik ve sitogenetik risk
faktörleri ile in vitro ilaç direnci arasındaki ilişkiler araştırılmakta ve prognostik
özellikleri bu yolla açıklanmaya çalışılmaktadır (75-77). Çok yeni bir çalışmada ilaç
direnci, in vitro olarak, deksametazon ve daunorubisin ile uyarılan ve anneksin V ile
boyanma özelliği ile ayırdedilen apoptozun derecesi ile değerlendirilmiştir. Alman
protokolları ile tedavi edilen hastalarda kortikal T-hücrelerini işaret eden CD1
pozitifliği gösteren hücrelerdeki artmış apoptoz miktarı, kortikal T-hücreli ALL
için klinikte gözlenen olumlu prognoz ile ilişkili bulunmuştur (78). Özellikle
dekzametazona in vitro yanıt, 15. gün kemik iliğinde blast miktarı ile değerlendirilen
in vivo erken yanıt ile korrelasyon göstermiştir. Protein kinaz C, proto-onkogen
ürünleri, ksenobiotik enzimleri belirleyen genetik farklılıklar, blastlarda glutatyon
düzeyi ve dirençle ilgili çeşitli proteinlerin prognozla ilişkisi üzerindeki çalışmalar da
sürmektedir (79-81). Ağır kombine immün yetersizliği olan farelerdeki gibi hayvan
23
modellerinde ve stromal hücre tabakaları üzerinde yapılan hücre kültürlerinde lösemik
hücrelerin üreme hızı da olumsuz prognoz ve tedaviye direnç ile ilişkili bulunmuştur
(82,83).
İn vivo
Burada değerlendirilmeye çalışılan, tedaviye başlanılması ile birlikte blastların
periferik kan ve kemik iliğinden kaybolma hızı ve derecesidir. Elde edilen sonuçlar
hastanın ve hastalığın biyolojik özellikleri yanısıra uygulanan tedavi ve kullanılan
yönteme göre büyük fark göstermektedir. Tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde en
eski ve en yaygın olarak kullanılan yöntem , ışık mıkroskobu ile periferik kan ve
kemik iliğinin sitolojik incelemesidir. Işk mıkroskobunun duyarlılığı %1 düzeyinde
kaldığı için yeterli bulunmamış ve daha hassas yöntemlerin arayışına girilmiştir.
Bunlar sırası ile 10-4 ve 10-5 hassasiyete kadar blastların varlığını gösterebilen akım
sitometrisi ve moleküler biyolojik yöntemler, yani başlıca PCR’dır. Böylece
remisyon kavramı da çeşitlilik kazanmakta ve kemik iliğinde < %5 blast görülmesi ile
tanımlanan sitolojik remisyonun yanısıra < %0.01 blast bulunması şeklinde
tanımlanan immünolojik ve moleküler remisyon gündeme gelmektedir (3).
Prognostik değeri bilinen en önemli faktör, 4-6 haftalık indüksiyon tedavisi
sonundaki remisyon durumudur. Bu dönemde hastalar tam remisyona girmezse nüks
oranı çok yüksek olmaktadır (84). Uzun yıllar önce, Sallan ve ark. remisyona giriş
süresi 30 günden fazla süren hastalarda hastalıksız sağkalımın daha erken remisyona
girenlere göre daha kısa olduğunu göstermişlerdir (85). ALL-BFM 86 çalışmasında,
indüksiyon sonunda kemik iliğinde remisyon elde edilememesinin en güçlü negatif
prognostik parametre olduğu gösterilmiştir (36). Bir aylık indüksiyon tedavisi
sonunda kemik iliğinde remisyon elde edilememiş olması, tüm gruplar tarafından
kullanılan ortak bir yüksek-risk kriteridir.
Küçük bir hasta grubunu tanımlayan bu kriter dışında tedaviye yanıtla ilgili
daha ileri araştırmalar, tedaviye erken yanıtın prognostik değeri üzerinde
yoğunlaşmıştır. A.B.D.’deki değişik çalışma gruplarınca 7. ve/veya 14. gün çok ajanlı
kemoterapiye in vivo yanıt prognostik açıdan anlamlı bulunmakta ve buna göre tedavi
belirlenebilmektedir (86-88). Tedaviye yanıt periferik kanda veya kemik iliğinde
blastların varlığının aranması ile incelenebilmektedir.
24
CCG’nin 1978-1983 yıllarında yürüttükleri 160 serisi protokollarda tedavinin
14. gün kemik iliğinde blast oranı < %5 (M1 kemik iliği) olanlarda 6 yıllık EFS % 63
iken, %5-25 olanlarda (M2 kemik iliği) % 44 ve > %25 olanlarda %25 bulunmuştur
(87). Bu çalışmada tedaviye erken yanıt, gerek erken, gerek geç nüksler için prediktif
değer taşımaktadır. St. Jude grubu da 14. gün kemik iliği M1 olan hastalarda 5 yıllık
EFS’yi %82, M2 veya M3 olanlarda ise %46 olarak bildirmiştir (44). ALL-BFM 90
çalışmasında hastaların %46’sında 14. gün kemik iliğinde > %5, %54’ünde ise < %5
blast saptanmış ve tedavi başarısızlıklarının %75’i ilk, %25’i ikinci grupta ortaya
çıkmıştır (89). Steinherz ve ark. nüks riski yüksek olan hastaları en iyi tanımlayan
rezidüel kemik iliği blast yükünü ve bunun için en uygun zamanı araştırmayı
amaçlamışlardır (88). New York ve BFM protokolları ile tedavi edilen hastalarda 7.
ve 14. günlerde kemik iliği blast oranları saptanmış, ve 7. günün daha faydalı bilgiler
sağladığı, ancak 14. gün bulgularının 7. gün olumsuz yanıtı olan hastalar için ek bilgi
getirdiği bildirilmiştir. Yedinci gün kemik iliğinde hastaların % 39’unda > %25 blast
olduğu ve bunların hemen hepsinin 28. gün remisyona girmesine rağmen, 2.8 kat nüks
riski gösterdiği saptanmıştır. Bu çalışmada blastların kaybolma hızının güçlü bağımsız
bir prognostik faktör olduğu sonucuna varılmıştır.
Bunun üzerine çalışmalar 7. gün kemik iliği blast oranları üzerine
yoğunlaşmıştır. CCG-193P çalışmasında (1981-1983), 7. gün kemik iliğinde < % 25
blast bulunan hastalarda 3 yıllık hastalıksız sağkalımın %77 ile, > %25 blast
bulunanlarda elde edilen %47’den çok daha iyi olduğu saptanmıştır. Halen yaş ve
lökosite dayanan NCI kriterleri ve bazı klinik ve genetik kriterlere ek olarak CCG ve
St. Jude protokollarında tedavinin 7. ve 14. gün kemik iliğinde %5’in üzerinde blast
saptananlara yüksek risk tedavisi uygulanmaktadır (90,91). CCG’nin 7. gün kemik
iliğinde %25’in üzerinde blast bulunanlarda, yani yavaş erken yanıtlı olgularda,
prognozun düzeltilmesini amaçlıyarak uygulamaya koyduğu “augmented BFM”
protokolu, geç yanıtlı olgularda tedavinin yoğunlaştırılması ile prognozun da
iyileştirilebildiğinin bir göstergesidir. Yapılan randomize çalışmada, yavaş erken
yanıtlı olgularda standart modifiye-BFM protokolu ile %55 5 yıllık EFS elde
edilirken, yoğun protokol ile EFS %75’e çıkartılmıştır (91).
Diğer bir parametre de bir haftalık tedavi sonunda periferik kandaki blastların
kaybolma oranıdır. Gajjar ve ark. St. Jude Çocuk Araştırma Hastanesi’nde
25
yürüttükleri çalışmada tedavinin 7. günü periferde blastların kalmadığı olgularda
olaysız sağkalım %77 iken , blastların saptandığı olgularda bu değer %34’e inmiştir
(86).
Hastaların %14’ünde tedavinin 8. günü periferde blastların süregeldiği
görülmüş, ve bu hastalarda 50.000/µl üzerinde lökosit sayısı, mediastinal kitle, santral
sinir sistemi tutulumu, T-immünfenotipi, CD10 negatifliği ve L2 morfolojisi gibi
çeşitli olumsuz klinik özelliklerin daha yüksek oranda bulunduğu saptanmıştır.
BFM grubu ayrıca prednisolona yanıtı önemli bir prognostik faktör olarak ele
almakta, indüksiyon sonunda 33. günde kemik iliğinde remisyon elde edilemeyenler
yanısıra, başlangıçtaki bir haftalık prednisolon ve tek doz intratekal metotreksat
tedavisinin sonunda periferik kanda > 1.000/µl blast olan olguları da yüksek risk
grubuna dahil etmektedir (8,45,89). Hastaların %9 gibi küçük bir bölümünü oluşturan
bu hastalarda, BFM 86 çalışmasında olaysız sağkalım prednisolona yanıtlı olgularda
%78 iken, %48’de kalmaktadır. Prednisolon yanıtı t(9;22) ve t(4;11) gibi sitogenetik
alt gruplar (58,59) ve T-ALL içinde de farklı prognostik grupların ayrılmasını
sağlayabilmektedir (36). T-ALL’li hastaların prednisolon yanıtı iyi olan %73’ünde ,
%84 6 yıllık EFS elde edilmiştir.
Klinik ve sitokimyasal yöntemlerle remisyon saptanmasına rağmen bazı
hastalarda nükslerin görülmesi, uygulanan tedavi ile yok edilememiş bir miktar malin
hücre kaldığını göstermektedir. Sitomorfolojik tekniklerle ancak %1-5 oranında hücre
gösterilebilmekte, yani tedavinin etkinliği hakkında ancak yüzeyel bir bilgi elde
edilebilmektedir. Konvansiyonel mikroskopik tekniklerle gösterilemiyecek sayıdaki
blastların varlığına minimal rezidüel hastalık (MRD) denir. Minimal rezidüel hastalık
arayarak tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde çeşitli laboratuar yöntemler
kullanılmaktadır (92). Bunların duyarlılığı en az 10-3, tercihan 10-4-10-6 ve özgüllüğü
yüksek, teknikleri tekrarlanabilir ve standardize edilebilir olmalıdır (93). Geçen 15 yıl
içinde MRD aramak amacı ile kullanımı denenen sitogenetik, floresans in situ
hibridizasyon (FISH), hücre kültürü sistemleri ve Southern blotting gibi bazı
tekniklerin duyarlığı yetersiz kalmış veya standardizasyon ve uygulamaları zorluk
göstermiştir. Sadece iki teknik yeterince duyarlı ve özgül bulunmuştur: akım
sitometrisi ile immünfenotipleme ve PCR.
26
İmmünfenotipleme ile MRD aranması
MRD aranmasında immünfenotipleme kullanılabilmesi için aberran, nadir
veya ektopik antijenlerin bulunması veya klonal Ig veya T-hücre reseptörü (TCR)
ekspresyonu gerekir. Çoğu B-öncül hücreli ALL’de hücreler CD10 ve terminal
denükleotidil transferaz (TdT) eksprese eder. Ancak bu kombinasyonu taşıyan az
sayıdaki blastik hücreyi göstermek, bu işaretleyicileri taşıyan normal genç hücrelerin
özellikle rejenerasyon gösteren kemik iliğinde % 50’ye varan oranlarda bulunması
nedeni ile olanaksızdır. Bu nedenle çok parametreli akım sitometrisi tekniğinden
yararlanarak, aynı anda birden fazla antijeni aramak ve böylece normal hücrelerden
farklı, aberran antijen ekspresyonu gösteren hücreleri ayırdetmek gerekmektedir.
Örnek olarak CD5, CD7 gibi T-hücre dizisi antijenlerinin veya CD13 , CD15, CD33
gibi miyeloid antijenlerin çapraz-ekspresyonu , olgunlaşma düzeyine göre asenkroni
gösteren antijen ekspresyonu (CD45 negatif hücrelerde CD20) veya CD10 aşırı
ekspresyonu gösterebilir. İkili veya üçlü antijen boyama tekniklerine dayanan akım
sitometrisi ile B-öncül hücreli ALL olgularının %70-80’inde ve T-ALL’nin %90’ında
lösemik fenotip tanımlanabilmektedir (93).
PCR ile MRD aranması
Lösemik klona özgü DNA veya mRNA sekansları saptanabilirse,
amplifikasyon yöntemi ile bu sekansı taşıyan az sayıda hücre gösterilebilir. Bu amaçla
kullanılabilecek PCR hedefleri başlıca Ig veya TCR yenidendüzenlemeleri ve
kromozom anomalilerindeki füzyon bölgeleridir. Örnek olarak t(9;22)’de gözlenen
BCL-ABL, t(1;19)’da gözlenen E2A-PBX1, t(4;11)’de gözlenen MLL-AF4, ve
t(12;21)’de gözlenen TEL-AML1 füzyon ürünleri gösterilebilir. B-öncül hücreli
ALL’de % 90’ın, T-ALL’de % 95’in üzerinde olguda Ig ve TCR genleri, ayrıca
yaklaşık % 40 olguda kromozom anomalileri kullanılarak MRD aramak olasıdır. PCR
teknikleri ile çok ileri düzeyde hassasiyet göstermelerine rağmen , kontaminasyon
riski yüksektir. Masraflı ve emek-yoğun teknikler olması, MRD aranmasının rutin
hasta tanı ve takibinde kullanımını sınırlamaktadır. Ayrıca, güvenilir şekilde tedaviye
yanıtın izlenebilmesi için kantitatif PCR uygulanması gerekir ki, bu daha da ileri
düzeyde ve karmaşık bir teknik gerektirir (93).
27
MRD takibinin klinik değeri
ALL’deki çoğu MRD çalışması çocuklarda yapılmıştır. Başlangıçta küçük
hasta gruplarında yürütülen çalışmaların sonuçları MRD varlığının önemini
göstermiş, ancak bulgular tam bir paralellik içinde bulunmamıştır (94-97). Bunun
sitostatik tedavi ile uygulanan tekniklerdeki farklardan kaynaklandığı düşünülmüştür.
Daha sonra yürütülen büyük prospektif çalışmalarda MRD takibinin klinik değeri
kanıtlanmış, ve güncel tedavi protokollarında risk sınıflamasına dahil edilebileceği
sonucuna varılmıştır (98-101). İndüksiyon tedavisi sonunda immünfenotipleme veya
PCR ile düşük düzeyde veya hiç saptanamayan MRD olması, iyi prognoz
göstergesidir. Yayınlana MRD çalışmalarının meta-analizi ALL’li çocukların
yaklaşık %50’sinin indüksiyon sonunda MRD pozitif olduğunu ve bu hastaların
yaklaşık %45’inin nüks edeceğini göstermiştir (102). Nüks riski saptanan MRD
düzeyi ile orantılı bulunmuştur. Ayrıca, immünfenotipleme ile saptanan MRD düzeyi,
olumsuz prognostik özelliği bilinen kromoızom anomalilerinin varlığı ile korrelasyon
göstermektedir (98).
İndüksiyon sonunda saptanan MRD düzeyinin en güçlü prognostik faktör
olduğu bulunmuştur. Üstelik, bu değerin yaş, lökosit sayısı, prednisolon yanıtı,
kromozom anomalileri ve immünfenotip gibi bilinen risk faktörlerinden de bağımsız
olduğu belirtilmektedir (98-101). BFM grubu tarafından yürütülen prospektif
çalışmada sadece indüksiyon sonundaki MRD düzeyinin kötü prognozlu hastaları
göstermek için yeterli olmadığı, konsolidasyon başlangıcındaki analiz ile birlikte
kullanılması gerektiği sonucuna varılmıştır (101). Her iki ölçüm zamanında MRD
negatif olan düşük-riskli hastalarda 3 yıllık nüks riski sadece %2, her ikisinde MRD
pozitif (>10-3) olan yüksek-riskli hastalarda nüks riski %75 ve arada kalan diğer
hastalarda nüks riski % 23 bulunmuştur. MRD’ ye dayanarak tanımlanan düşük-riskli
hasta oranı % 45 ‘tir. Gerek çocuk, gerek erişkinde günümüzde MRD risk
stratifikasyonuna temel oluşturacak kadar yaygınlık kazanmıştır (102). Erken yanıtın
değerlendirilmesinde de morfoloji ile yetinilmeyip, MRD araştırılmıştır. BFM
protokolu ile tedavi edilen hastalarda yapılan bir çalışmada düşük-riskli hastaların
yarısında, 2 hafta tedavi sonunda MRD < 10-4 gibi çok düşük veya saptanamayan
düzeylere inmiştir (103).
28
Düşük riskli hastalar tedavi azaltımı için aday grubu oluştururken, yüksek-
riskli olgular birinci remisyonda kemik iliği nakli gibi daha yoğun veya deneysel
tedavilere gereksinim duyarlar. Tedaviye yanıtın moleküler yöntemlerle
değerlendirilmesi güncel ve değeri gösterilmiş bir yöntem olmakla birlikte, teknik ve
maddi gereksinimlerinin çok yüksek olması ve hastaların sadece yaklaşık %80’inde
uygulanabilir olması, risk sınıflamasında kullanımını sınırlamaktadır. Bu nedenlerle
morfolojik yöntemlerle saptanan tedaviye yanıtın değeri önemini korumakta, ve halen
dünyada çocuk onkolojisinde uygulanmış en büyük çokmerkezli ve internasyonal
çalışma olan BFM ALL-I C 2002 protokolunun temelini oluşturmaktadır.
29
TANI
KLİNİK
Lösemi tanısında da diğer hastalıklarda olduğu gibi anamnez ve fizik muayene
bulguları önemli yer tutar. Klinik prezentasyon akut ya da sinsi olabilir. ALL’de
klinik bulgular ve semptomlar genellikle kemik iliğinin blastlar tarafından
invazyonuna bağlıdır. Bu invazyon sonucu oluşan aneminin klinik yansıması
solukluk, halsizlik, çarpıntı, nefes darlığı ve ağır durumlarda kalp yetmezliği bulguları
iken, lökopeniye bağlı enfeksiyon semptomları, trombositopeniye bağlı peteşi,
purpura, ekimoz, mukoza ve viseral organ kanamaları gelişebilir.
Kemik iliği dahil hemen tüm organlar lösemik infiltrasyona maruz kalabilirler.
ALL’de yaklaşık %30-40 oranında hepatomegali (HM) ve/veya spelomegali
görülmekte, hepatosplenomegaliye (HSM) yakın oranda da lenfadenomegali (LAM)
saptanmaktadır. Timusun lösemik infiltrasyonu tüm ALL vakalarında yaklaşık %10
oranında, T hücreli ALL’de %95 oranında tespit edilmiştir. Merkezi sinir sistemi
(MSS) tutulumu ALL’de %5 oranında tespit edilmektedir. ALL’de testis tutulumu ise
genellikle ağrısız organ büyümesi şeklinde prezente olur. Sakral sinir kökleri ya da
“corpus cavernosum” ve penis dorsal venlerinin mekanik infiltrasyonuna bağlı gelişen
priapism, derinin lösemik infiltrasyonu ile oluşan “lökemia cutis”, renal tutuluma
bağlı gelişen hematüri, hipertansiyon, iç kulak tutulumu sonucu oluşan vertigo ve
işitme kaybı daha az veya nadir olarak görülen tablolardır (1,21,30). Süt çocukluğu
lösemisinde HSM, lökositoz ve sıklıkla MSS tutulumu mevcuttur (104).
LABORATUVAR İNCELEMELER
Lösemi düşünülen hastada yapılması gereken basit incelemelerin başında tam
kan sayımı ve periferik kan yayması gelir. Hemoglobin değeri sıklıkla hafif ya da orta
derecede düşüktür. Lökosit sayısı artmış, azalmış ya da normal olabilir. Hastaların
%92’sinde trombosit sayısı azalmıştır. Periferik kan yaymasında blastlar görülebilir.
Kemik iliği aspirasyonu (KİA) lösemi tanısı için gereklidir ve genellikle %80-
100 oranında blast infiltrasyonu tanı anında mevcuttur. Kemik iliğinde sitokimyasal
30
boya, immünfenotiplendirme ve sitogenetik inceleme de yapılarak tanı desteklenir.
Direk toraks grafisi, özellikle T hücreli lösemide sık olan mediastinal genişlemenin
görüntülenmesinde, diagnostik lomber ponksiyon ise MSS tutulumunun olup
olmadığının belirlenmesinde kullanılır. Ayrıca kemik grafileri, koagülasyon profili,
kardiak fonksiyonların belirlenmesi, kan biyokimyası (elektrolitler, üre, kreatinin, ürik
asit, fosfor, karaçiğer enzimleri vs. ), enfeksiyon profili (hepatit işaretleyicileri gibi)
ve immünolojik tarama (immünglobulinler gibi) tanı anında yapılması gereken diğer
incelemelerdir.
31
TEDAVİ
Akut lenfoblastik lösemilerde tedavi esas olarak supportif bakım, kemoterapi,
kemik iliği nakli ve diğer (immünoterapi, biyoterapi) tedavi yaklaşımlarından
oluşmaktadır.
A. Supportif Bakım: Lösemilerde supportif bakım genel olarak santral venöz
kateter konulması, sitopenilerin replasmanı (trombosit ve eritrosit
süspansiyonları), DIC profilaksisi ve tedavisi, tümör lizis sendromuna uygun
medikal yaklaşım, hiperlökositozis halinde lökoferez ve/veya uygun tıbbi
müdahale, enfeksiyona karşı profilaksi ve tedavi, hastaya ve ailesine
psikososyal destek, erken ve geç yan etkilerin engellenmesi veya azaltılmasına
yönelik yaklaşımlar şeklinde özetlenebilir(1, 30,105).
B. Kemoterapi:
İndüksiyon: bu tedavi aşamasındaki hedef lösemik blastların kemik iliğindeki
oranının %5’in altına indirilmesidir. ALL’de kemoterapi ile, 1950-1960
yıllarında; önce tek ajanla (prednizolon) %60 remisyon sağlanmış (106), daha
sonra vinkristin prednizolon içeren indüksiyon protokolleri ile %85 tam
remisyona ulaşılmıştır. Günümüzde yaygın olarak uygulanan dört ilaçlı
indüksiyon (vinkristin, prednizolon, daunorubicin, L-asparaginaz) protokolları
ile tam remisyon oranı %95 civarındadır. İndüksiyon ile birlikte MSS
lösemisine yönelik profilaktik veya terapötik intratekal (İT) ilaç uygulanması
da kulanılmaktadır.
Konsolidasyon: Tam remisyonu takiben uygulamaya başlanır. Rezidü
blastların ortadan kaldırılması amaçlanır. İndüksiyondaki ilaçlarla çapraz
direnç oluşturmayan ilaçlar kullanılarak yapılır (21). Genellikle bu dönemde
MSS tutulumuna yönelik profilaktik veya terapötik radyoterapi uygulanır.
Reindüksiyon: Bazı protokollerde kısa bir ara idame periyodunu takiben
indüksiyon ve konsolidasyon karışımından ibaret olan reindüksiyon fazı
uygulanmaktadır.
32
Merkezi Sinir Sistemi Lösemisi Profilaksi veya Tedavisi: Lösemik
blastların MSS’de sekestrasyonu ve daha sonra sistemik relaps oluşumuna
sebep olmasından dolayı ayrı bir tedaviye ihtiyaç vardır. MSS tutulumu yok
ise profilaktik, var ise terapötik amaçla tedavi verilmektedir. ALL’li hastaların
%3’ünde tanı sırasında MSS tutulumu saptanabilir. MSS profilaksisi için
yüksek doz metotreksat ve/veya Ara-C veya İT metotreksat ve 1800 cGy
kranial radyoterapi uygulanmalıdır. MSS tutulumunda tedavi yaklaşımı ise
üçlü İT tedaviye (metotreksat, Ara-C, hidrokortizon) ek olarak 2400 cGy
kranial ve 1200-1500 cGy spinal radyoterapi uygulanmaktadır(30). Bu
yaklaşımlarla önceleri %50 olan MSS relaps oranı %5’lere indirilmiştir.
Ayrıca bu uygulamalar genel sürvi oranını da artırmıştır.
Testiküler Lösemi Tedavisi: Lösemide testis tutulumu testiküler büyümenin
yanında testis biyopsisi yapılarak lösemik infiltrasyonun gösterilmesi ile
kanıtlanmalıdır. Testis biyopsisi ile %33 oranında asemptomatik tutulum tespit
edilmiş olsa da rutin yapılması önerilmemektedir. Asemptomatik vakalarda
sistemik kemoterapi dışında ilave bir müdahale yapılmaz. Semptomatik ve
biyopsi ile ispatlanmış hastalarda ise kemoterapiye ek olarak 1200 cGy
testiküler radyoterapi önerilmektedir. İyi tedavi edilmemiş erkek çocuklarda
testiküler lösemi %10 oranında geç relapslara neden olmaktadır.
İdame: Konsolidasyonu takiben rezidü blastların öldürülmesi, normal kemik
iliği hematopoetik progenitörlerin korunması amacı ile uygulanır. Tedavi
genellikle günlük 6-merkaptopürin ve haftalık metotreksat dozlarından oluşur.
Bunlara son yıllarda aylık VCR ve kısa süreli metilprednizolon uygulanması
eklenmektedir. İdame süresi 2-3 yıl olarak uygulanmaktadır. Bazı
protokollarda idame tedavisi erkeklerde daha uzun tutulmaktadır (107).
Relaps Tedavisi: Lösemilerde tedavideki yetersizliğin en önemli kanıtı relaps
(hastalığın tekrarlaması)’dır. ALL’li hastaların %25-30’unda relaps
gelişmektedir (22,108). Relapsların %80 kadarı kemik iliği %12-16’sı MSS,
%8’i testis relapsı şeklindedir. İkinci remisyon sağlanmasını ise relaps süresi,
daha önceki KT’nin yoğunluğu, sekonder tedavinin tipi gibi bazı faktörler
belirler. Tedavi kesildikden (≥6 ay) sonra oluşan geç relapslar tedavi sırasında
oluşan (≤18 ay) relapslardan daha iyi gidişlidir (22). Relapsların 1/3’ü
33
kemoterapi kesildikden 6 ay veya daha sonra oluşur ve yeni KT’ye cevap
verir. İlk remisyon süresi de relapsta önemlidir. İlk remisyonun kısa sürdüğü
hastalarda uzun süreli EFS %10’un altındadır(109). Relapslarda (özellikle
tekrarlayan relapslarda) ilaçlara karşı direnç gelişimi tedaviye cevapta önemli
rol oynar (22). Yeni tanı almış vakalarda sürvi oranları yüksek iken relaps
yapmış hastalarda bu oran oldukça düşüktür. Relaps vakaları için üzerinde
fikir birliği yapılan protokol ya da protokollar mevcut değildir. Genellikle
hastanın önceden almış olduğu kemoterapi protokolünden daha yoğun bir
protokol seçilmektedir. Günümüzde ikinci remisyonun indüksiyonu amacıyla
yüksek doz ifosfamid-etoposid(30), Modifiye ALL-REZ BFM 85 (PRD, VCR,
1 g/m2 MTX, 3 g/m2 Ara-C, L-Asp.), MSKCC (3 g/m2 Ara-C, MTX, L-Asp.,
VCR, PRD) gibi protokollar kullanılmaktadır (30).
C. Kemik İliği Transplantasyonu (KİT): ALL’de önceleri multipl relaps
yapmış veya tedaviye dirençli hastalar KİT kapsamına alınmış ve bazılarına
relaps halinde iken KİT yapılmıştır. Bu vakaların ancak %10’unda sürvi elde
edilebilmiştir. Daha sonra remisyon halinde nakil tercih edilmiş, genellikle
ikinci remisyonda KİT yapılmış ve sürvi oranı %27-40 olarak rapor edilmiştir.
ALL’de KİT ile ikinci remisyonda sağlanan kür oranı genel olarak %30-50
oranındadır. Son yıllarda Ph+ ve t(4;11) tespit edilen vakalarda ilk remisyonda
KİT yapılması tartışılmaktadır.
34
MATERYAL VE METOD
Ağustoz 2000-eylül 2004 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı Bakırköy Kadın
Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Hematoloji-
Onkoloji Servisi’nde yeni tanı alarak tedavi edilen 96 ALL vakası çalışma kapsamına
alınmıştır. Hastalar eylül 2005 tarihine kadar hematoloji polikliniğinde takip edildiler.
Hastalarımızda ; yaş, cinsiyet, tanı anındaki lökosit sayısı, hemoglobin değeri,
hepatomegali, splenomegali, lenfadenomegali , MSS tutulumu, mediastinal kitle ve
ekstramedüller tutulum varlığı, FAB sınıflaması, immünfenotipi, bazı
translokasyonlar, risk grubu, miyeloid işaretleyicileri, 8. gün periferik yaymadaki
blast sayısı, 14. gün ve 33. gün kemik iliğindeki blast oranı, nüks olmuşsa nüks
zamanı ve eks olmuşsa eks zamanı tedaviye başlangıç zamanı ile birlikte bakılması
planlandı.
Tanı ve Ekstramedüller Tutulum
Çalışma grubundaki hastalardan 52’ si kız, 44’ ü erkek idi. Hastalarımız ALL
ile uyumlu hücre morfolojisine ve yüzey antijenine sahipti. Tüm hastalardan detaylı
anamnez alınmasını takiben özellikle fizik muayene bulguları kaydedildi. Rutin
laboratuvar analizleri (tam kan sayımı, periferik kan yayması, biyokimyasal testler,
virolojik testler, koagülasyon testleri, gerekli kültürler) sonrası kemik iliği
aspirasyonu yapılarak Giemsa ile boyandı ve ışık mıkroskobunda morfolojik olarak
incelendi. FAB kriterleri uygulanarak kemik iliğindeki blast oranı yüzde olarak
belirlendi. Aynı aspirasyondan hazırlanan kemik iliği yaymaları İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Patoloji ABD Hemopatoloji bölümünde PAS, Sudan Black ve
Myeloperoksidaz boyaları ile boyanarak teşhis kontrol edildi. Yine aynı kemik iliği
aspirasyonundan elde edilen materyal İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Moleküler
Onkoloji ve Hemopatoloji Araştırma Merkezi’nde flow sitometri yöntemi ile
immünfenotipleme yapıldı. İmmünfenotiplemede miyeloid işaretleyici olarak CD13,
CD14 ve CD33; lenfoid işaretleyici olarak B hücre serisi için CD19, CD20, CD22,
CD24 ve CD10; T hücre serisi için CD3, CD5, CD7 kullanıldı. Herhangi bir
parametrenin %20’ den CD34’ ün %10’ dan yüksek olması pozitif olarak kabul edildi.
Tüm ALL vakaları için İ.Ü. Deneysel Tıp Araştırma Enstitü Genetik ABD’da t(9;22),
t(4;11), t(1;19) ve t(12;21) çalışıldı. Hastaların toraks grafileri çekilerek mediastinal
35
kitle varlığı araştırıldı. Lomber ponksiyonla alınan beyin-omirilik sıvısı (BOS)
örneğinin sitolojik ve biyokimyasal incelemesi ile MSS tutulumu araştırıldı.
Takip Sırasında Tanı ve Tedaviye Yanıtın Değerlendirilmesi
Hastalarımıza modifiye BFM 2000 protokolü, relaps vakalarında ALL BFM
95 Rezidiv protokolleri uygulandı. Tedaviye yanıt vermeyen veya kısmi yanıt veren
hastalara ve yüksek riskli gruba giren hastalara BFM HR blokları uygulandı.
Tedavi protokolünün 8. gününde periferik yaymadaki blast oranı sayıldı. Blast
sayısının < 1000/mm3 olması remisyon olarak kabul edildi. 14. gündeki kemik iliği
preparatlarındaki blast oranının %25 veya üzerinde olması M3 kemik iliği, % 5-24
olması M2 kemik iliği, < % 5 olması ise M1 kemik iliği olarak değerlendirildi. 33.
gündeki kemik iliği preparatlarındaki blast oranının < % 5 olması remisyonu gösterdi.
Risk Sınıflaması
Hastalarımızı, kullandığımız Trall-BFM 2000 protokolüne göre standart, orta
ve yüksek risk grublarına ayrıldı.
Standart Risk Grubu (SR)
Hastalar aşağıdaki 6 kriterin tümüne birden uymalıdır:
1. 7 günlük prednizolon tedavisinden sonraki 8. günde periferik kanda
lösemik hücre sayısı <1000/mm3 (=PRED-GR)
2. lökosit sayısı < 20.000/mm3 ve 1 ≤ yaş < 6
3. 33. günde tam remisyon
4. t(9;22) (BCR/ABL rekombinasyonu) yok
5. t(4;11) (MLL/AF4 rekombinasyonu) yok
6. T- immünolojisi göstermeyecek
Orta Risk Grubu (MR)
Hastalar aşağıdaki 5 kriterin tümüne birden uymalıdır:
1. 7 günlük prednizolon tedavisinden sonraki 8. günde periferik kanda
lösemik hücre sayısı < 1000/mm3 (=PRED-GR)
2. 33. günde tam remisyon
36
3. t(9;22) (BCR/ABL rekombinasyonu) yok
4. t(4;11) (MLL/AF4 rekombinasyonu ) yok
5. Ayrıca aşağıdaki kritelerden en az biri bulunmalı:
• Lökosit sayısı ≥ 20.000/mm3
• Yaş < 1
• Yaş ≥ 6
• T-ALL
Yüksek Risk Grubu (HR)
Aşağıdaki kritelerden biri olması yeterli:
1. Tedavinin 8. gününde periferik kanda lösemik hücre sayısı ≥
1000/mm3
2. 33. günde tam remisyon elde edilmemiş (Kİ, kemik, mediasten)
3. t(9;22) (BCR/ABL rekombinasyonu ) mevcut
4. t(4;11) (MLL/AF4 rekombinasyonu) mevcut
Hastalar miyeloid işaretleyicilerine göre dört gruba ayrıldı:
• Grup I: Miyeloid işaretleyicileri negatif olanlar.
• Grup II: Miyeloid işaretleyicilerinden biri pozitif olanlar.
• Grup III: Miyeloid işaretleyicilerinden birden fazla pozitif olanlar.
İstatistiksel İnceleme
Tüm veriler ortalama ± standart sapma şeklinde gösterildi. Ölçümsel verilerin
analizinde bağımsız student t testi, Man Whitney U testi, kategorik verilerin
analizinde Fisher x2 testi, Kolmogrov Smirnov Z testi kullanıldı. Yaşam analizleri
Kaplan Meier testi ile yapıldı. Oluşturulan grupları sağ kalım oranlarının
karşılaştırılmasında Long rank ve Breslow testleri kullanıldı.
37
BULGULAR
Çalışmamız ağustos 2000-eylül 2004 tarihleri arasındaki yeni tanı almış 96
hastayı içermekte olup, eylül 2005’e kadar hastalar takip edildi. Takip süresi 12-52 ay
arasındadır. Hastaların 44’ü erkek 52’si kız idi (erkek/kız oranı: 0,8/1). Yaşları 10-204
ay arasında olup median yaş 4.5 yıl idi.
Hastalarımızın ilk başvuru anında yapılan rutin fizik muayene sonucu
%32’sinde HSM ve %11,5 LAM tespit edildi. 4 hastada mediastinal kitle olup bu
hastalar T-hücreli lösemi idi. Bifenotip morfolojisine sahip bir hastamızda tanı anında
MSS tutulumu tespit edilmişti. İskelet tutulumu iki hastamızda var idi ve bir
hastamızda parotis bezi tutulumu mevcuttu.
Laboratuvar tetkiklerinde %80 hastamızın anemisi olduğu ve %46’sında da
20.000/mm3 üzerinde lökositozu olduğu görüldü. 11 (%11.5) hastamızın periferik
kandaki lökosit sayısı 100.000/mm3 üzeri idi. Hastalarımızın klinik ve laboratuvar
bulguları tablo 12 ve 13’de sunulmuştur.
Tablo12. Hastaların hematolojik bulgulara göre dağılımı
Vaka sayısı (n) %
Hemoglobin (g/dl)
< 10
≥ 10
77
19
80
20Lökosit (mm3)
< 20.000
≥ 20.000
52
44
54
46
38
Tablo13.Hastaların klinik özelliklere göre dağılımıVaka sayısı (n) %
Cinsiyet
Erkek
Kız
44
52
45.8
54.2Yaş
< 1
1-5
≥ 6
2
64
30
2
66.7
31.3HSM
Var
Yok
31
65
32.3
67.7LAM
Var
Yok
11
85
11.5
88.5Mediastinal kitle
Var
Yok
4
92
4.2
95.8MSS tutulumu
Var
Yok
1
95
1.0
99.0Ekstramedüller tutulum
Var
Yok
3
93
3.1
96.9
Kemik iliği aspirasyonunun morfolojik incelemesinde %75’i L1 ve %25’i L2
idi. Hastalarımızın immünfenotipik değerlendirilmesinde 9 hastamız T hücre
fenotipinde olup 1 hastamız bifenotipik özelliklere sahip idi. B öncül hücre fenotipine
sahip hasta sayımız 86 idi. Matür B fenotipine sahip hastalar çalışmamıza alınmadı
(tablo14).
39
Tablo14. Hastaların immünfenotip sonuçları
İmmünfenotip Vaka sayısı (n) %
B hücreli
Erken Pre B
Pre B
CALLA+ B
6
2
78
6.3
2.1
81.2T hücreli 9 9.4bifenotipik 1 1
Hastalar risk gruplarına göre değerlendirildiğinde ise %32,3’ü (31/96) standart
risk, %59,4’ü (57/96) orta risk ve %8,3’ü (8/96) yüksek risk grubuna aitti.
Hastalarımızın sitogenetik incelemesinde 3 hastada sadece t(9;22), 2 hastada
sadece t(4;11) varken, ikisinin birlikte pozitif olduğu vaka yoktu. 6 hastamız,
translokasyon sonucu gelmeden eks oldukları için verileri yok (tablo15).
Tablo15. Hastalarımızdaki sitogenetik inceleme sonuçları
Translokasyon Vaka sayısı (n) %
Bilinmeyen 6 6.1t(9;22) + 3 3.1t(4;11) + 2 2.1t(9;22) + t(4;11) + 0 0t(9;22) - t(4;11) - 85 88.7Toplam 96 100
Hastalarımızı miyeloid işaretleyicilerine göre değerlendirdiğimizde 7
hastamızda birden fazla miyeloid işaretleyici pozitifliği (grup III) olduğu, 42
hastamızda bir tane miyeloid işaretleyici pozitifliği (grupII) olduğu ve 47 hastamızda
miyeloid işaretleyici olmadığı (grup I) tespit edildi. Genel miyeloid işaretleyici
pozitifliği (grupII+grupIII) % 51,1 idi (şekil 1). Hastalarımızın miyeloid
işaretleyicilerine göre immünfenotip dağılımı Tablo16’da özetlenmiştir.
40
Tablo16. Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerine göre immünfenotip dağılımı
İmmünfenotip Grup I
n %
Grup II
n %
Grup III
n %
Toplam
n %Erken Pre B 5 5.2 1 1.0 0 0.0 6 6.3Pre B 1 1.0 1 1.0 0 0.0 2 2.1CALLA+B 38 39.5 35 36.5 5 5.2 78 81.2T hüreli 3 3.2 5 5.2 1 1.0 9 9.4Bifenotipik 0 0.0 0 0.0 1 1.0 1 1.0
Şekil1. Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerine göre dağılımı
Uygulanan tedavi ile 96 hastanın 84’ü (%87,5) bir aylık remisyon indüksiyonu
tedavisi sonucu remisyona girdi. Remisyona giremeyen bir hasta yüksek risk
grubunda ve miyeloid işaretleyicilerden CD13 pozitif (grup II) idi. BFM HR Blok
tedavisi altında remisyona girdi ancak tedaviye başlandıktan 15 ay sonra relaps
gelişti. ALL BFM 95 Rezidiv protokolü uygulanan hasta relapstan 63 gün sonra
sepsis nedeni ile eks oldu. 11 hasta ilk 30 gün içinde çeşitli nedenlerden dolayı eks
oldular (Tablo17). Bu hastalardan 2’sinden biri t(4;11)’nu pozitif olduğu ve diğeri de
8. gün periferik kanda lösemik hücre sayısı ≥1000/mm3 olduğu için yüksek risk
grubuna dahil edilmiş ve yine aynı hastalardan biri CD13’ü pozitif (grupII) ve diğeri
hem CD13 hem de CD33’ü pozitif (grupIII) idi. İlk 30 günde eks olan hastalardan 6’sı
yüksek lökosit sayısı nedeni ile orta risk grubuna alınmış ve sadece bir hasta grup
II’nin içinde yer alırken, diğerlerinin miyeloid işaretleyicileri negatif (grupI)
41
grup Igrup IIgrup III
idi.Geriye kalan 3 hasta standart risk grubunda idi ve sadece bir hasta grup II’de yer
alırken diğerleri grup I’de yer aldı. Remisyonda takip edilen iki hastadan biri 4.
ayında kemik iliği relapsı, diğeri ise 12. ayında kemik iliği ve mediastinal kitlede ilk
relapsı gelişti (bu hasta ilk relapsından sonra iki ay içinde ikinci relapsını kemik
iliğinde yaşıyarak eks oldu). Bu hastaların ikisi de orta risk grubundan ve T-hücreli
ALL immünfenotipinde olup, birinin miyeloid işaretleyicilerinden sadece CD13
pozitif (grupII) iken diğerinin hem CD13 hem de CD33’ü pozitif (grupIII) idi. Bu iki
hasta da relapstan sonra iki ay içinde eks oldular. Altı hasta remisyonda iken 2-9 ay
gibi bir sürede Tablo17’de özetlendiği nedenlerden dolayı eks oldular.
Tablo17. Eks olan hastaların eks nedenleri
Vaka sayısı (n)
n %
Eks nedeni
İlk 30 günde eks olanlar
Toplam
5
2
1
1
1
1
11 (11/20) 55
Sepsis
İntrakranial patoloji
Akçiğer enf.
Hepatik ensefalopati
Toksik hepatit
?
Remisyonda eks olanlar
Toplam
2
1
1
1
1
6 (6/20) 30
Kemoterapiye bağlı MSS
hasarı
İntrakranial kanama
Kardiyomiyopati
Sepsis
Tiroid lob arkasına kanama
Nüks olup eks olanlar 1
1
1
Sepsis
Evde eks
?
52 aylık takip sonunda hastalarımızın %79.2’si (76/96) yaşamaktadır.
Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerine göre son durumları Tablo18’de
42
özetlenmiştir. Genel sağ kalım oranı %79.9 ± 0.41 olup genel sağ kalım süresi 47.64
ay (43.24-51) bulunmuştur (Şekil 2).
Tablo18. Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerine göre son durumları
Son durum Grup I
n %
Grup II
n %
Grup III
n %
Toplam
n %Yaşayan 38 39.6 33 34.4 5 5.2 76 79.2Eksitus 9 9.4 9 9.4 2 2.0 20 20.8Toplam 47 48.9 42 43.8 7 7.3 96 100
Şekil 2. Hastalarımızın genel sağ kalım eğrisi
60,00 50,00 40,00 30,00 20,00 10,00 0,00 TAKİP SÜRESİ (ay)
1,0
0,8
0,6
0,4
0,2
0,0
GE
NE
L S
AĞ
KA
LIM
Censored Survival Function
43
52 aylık olaysız sağ kalım (EFS) %79.9 ± 0.41 bulunmuştur. EFS süresi
tanıdan relapsa kadar veya tanıdan hastalığa bağlı ölüme kadar geçen süre olarak
alındı. EFS süresi 43.16-52 arasında olup median 45.58 aydır. Olaysız sağ kalım
eğrisi şekil 3’de gösterilmiştir.
Şekil 3. Hastalarımızın olaysız sağ kalım eğrisi
60,00 50,00 40,00 30,00 20,00 10,00 0,00 TAKİP SÜRESİ (ay)
1,0
0,8
0,6
0,4
0,2
0,0
OLA
YSIZ
SAĞ
KAL
IM
Censored Survival Function
Hastalarımızın çeşitli klinik ve laboratuvar özelliklerin (yaş, cins, Hb, lökosit sayısı,
HSM, LAM, mediastinal kitle, MSS tutulumu, ekstramedüller tutlum, blast
morfolojisi, immünfenotip, sitogenes, 8. gün periferik kandaki blast sayısı, 15.gün ve
33. gün kemik iliğindeki blast oranı) prognoza etkisini değerlendirdiğimizde sadece
immünfenotip ve 15. gün kemik iliği yanıtın prognozu istatistiksel anlamda
etkilediğini diğer faktörlerin ise prognozu etkilemediğini saptadık (Tablo 19, 20).
MSS tutulumu ve ekstramedüller tutulumu ve t(9;22) ve t(4;11) pozitif olan hasta
sayısı az olduğundan EFS’leri hesaplanamayıp istatistik değerleri anlamlı kabul
edilmedi. Bir yaş altı hastaların EFS’si %0 bulunmuş olup diğer yaş grubları ile
istatistiksel olarak fark anlamlı gözükse de bu durum gruptaki hasta sayısının az
olmasından kaynaklanmaktadır. Yine aynı şekilde 33. gün kemik iliğin cevabındaki
44
farkın istatistiksel olarak anlamlı gözükmesi remisyona girmeyen gruptaki hasta
sayısının az olması (n:1) ve bu grubun EFS’sinin %0 olması ile açıklanabilir.
Tablo 19. Bazı klinik ve laboratuvar özelliklerin EFS’ye etkisi
Vaka sayısı (n) EFS pCinsiyet
Erkek
Kız
44
52
% 76.8 ± 0.64
% 82.4 ± 0.53
0.061
Yaş
<1
1-5
≥6
2
64
30
%0
% 80 ± 0.5
% 83 ± 0.6
0.001
Hemoglobin
< 10
≥ 10
77
19
% 81 ± 0.45
% 73 ± 1
0.43
Lökosit
< 20.000
≥ 20.000
52
44
% 84 ± 0.5
% 74 ± 0.6
0.21
HSM
Var
Yok
31
65
% 77 ± 0.76
% 81 ± 0.49
0.67
LAM
Var
Yok
11
85
% 81.8 ± 11
% 79.6 ± 0.4
0.87
Mediasten kitlesi
Var
Yok
4
92
% 50 ± 25
% 81 ± 0.41
0.081
MSS tutulumu
Var
Yok
1
95
±
±
Yapılamıyor.
Ekstramedüller
tutulum
Var
Yok
3
93
±
±
Yapılamıyor
45
Non-T immünfenotipi taşıyan hastalarda prognozun (EFS % 84.9 ± 0.39)
bifenotip ve T-ALL’ye göre (EFS % 29.6 ± 0.16) daha iyi olduğu (p:0.000) görüldü.
Risk sınıflamasında kullanılmamasına rağmen 15. gün kemik iliği M1, M2 ve M3
olmasına göre EFS’leri anlamlı olarak farklı bulunmuştur (p:0.000).
Tablo 20. Özel laboratuvar özelliklerin EFS’ye etkisi
Vaka sayısı (n) EFS pFAB
L1
L2
72
24
% 80 ± 0.47
% 78 ± 0.86
0.84
İmmünfenotip
B öncül hücreli
T+bifen
86
10
% 84.9 ± 0.39
% 29.6 ± 0.16
0.000
Sitogenetik
t(9;22)+
t(4;11)+
t(9;22)+t(4;11)
+
t(9;22)-t(4;11)-
3
2
0
85
% 66.7 ± 0.27
% 0
% 0
% 72.4 ± 0.9
0.000*
8. gün PY
Remisyonda
Remisyonda
değil
92
4
% 80 ± 0.41
% 66.7 ± 27
0.68
15. gün Kİ
m1
m2
m3
85
8
2
% 82 ± 0.4
% 75 ± 15
% 50 ± 35
0.000
33.gün Kİ
Remisyonda
Remisyonda
değil
84
1
% 90 ± 0.32
% 0
0.000
*Hasta sayısı az olduğundan p değeri istatistiksel olarak anlamlı değerlendirilemez
Hastalarımızı risk grubuna göre EFS’leri değerlendirildiğinde yüksek risk
grubunun EFS’si (%37 ± 0.17) diğer gruplara göre çok düşük olduğu ve istatistiksel
46
olarak da anlamlı olduğu görüldü (p=0.008). Risk gruplarına göre EFS değerleri
Tablo 21’de ve EFS eğrileri Şekil 4’de verilmiştir.
Tablo 21. Risk gruplarına göre EFS değerleri
HRG MRG SRG
Olaysız sağ kalım süresi (ay) 25.96 ± 9.08 48.01 ± 2.86 50.7 ± 3.38
Olaysız sağ kalım %37 ± 0.17 % 80 ± 0.5 % 87 ± 06
Şekil 4. Risk gruplarına göre EFS eğrileri
60,00 50,00 40,00 30,00 20,00 10,00 0,00 TAKIP SÜRESI (AY)
1,0
0,8
0,6
0,4
0,2
0,0
SUR
Vİ
srg-censored mrg-censored hrg-censored srg mrg hrg
risk
47
Miyeloid işaretleyicilerine göre hastarın EFS’leri değerlendirildiğinde önce
her bir miyeloid işaretleyiciyi tek tek ele aldık. CD13’ün pozitif ve negatif olduğu
vakalardan eks olanlar dikkate alındığında her iki grubun de yüzdesinin aynı olduğu
görüldü (Tablo 22). CD13 pozitif olanların EFS’leri negatif olanlardan farklı olmasa
bile olaysız sağ kalım süreleri arasında fark vardı. Ancak yapılan istatistiğe göre bu
iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu (Tablo 23).
Tablo 22. CD13 pozitif ALL’de son durum
CD13
Vaka sayısı (n)
Eks vaka sayısı (n)
Yaşayan vaka
(n) %
Negatif 53 11 42 79.2
Pozitif 43 9 34 79.1
Toplam 96 20 76 79.2
Tablo 23. CD13 işaretliyicinin prognoza etkisi
CD13 EFS süresi (ay) EFS (%) p
Pozitif 29.59 ± 1.88 78.4 ± 0.64
Negatif 46.88 ± 3.13 79.2 ± 0.560.935
Miyeloid işaretleyicilerden CD14 ele alındığında pozitif olan hastaların
%50’sinin eks olduğu görüldü (Tablo 24). Ancak pozitif olan grubun vaka sayısının
az olması bu oranın değerini azaltır. CD14 pozitif olan hastaların EFS’leri negatif
olan gruba göre daha düşük olmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı fark
bulunamadı (Tablo 25).
48
Tablo 24. CD14 pozitif ALL’de son durum
CD14
Vaka sayısı (n)
Eks vaka sayısı (n)
Yaşıyan vaka
(n) %
Negatif 92 18 74 80.4
Pozitif 4 2 2 50.0
Toplam 96 20 76 79.2
Tablo 25. CD14 işaretliyicinin prognoza etkisi
CD14 EFS süresi (ay) EFS (%) p
Pozitif 28.52 ± 12.14 50 ± 2.5
Negatif 47.84 ± 2.27 80 ± 0.420.153
CD33 pozitif ile negatif hasta grupları karşılaştırıldığında, yaşayan hasta
yüzdelerin ve EFS’lerin değerlerinin yakın olduğu ve istatistiksel olarak prognoza etki
etmedikleri görüldü (Tablo 26, 27).
Tablo 26. CD33 pozitif ALL’de son durum
CD33
Vaka sayısı (n)
Eks vaka sayısı (n)
Yaşıyan vaka
n %
Negatif 87 18 69 79.3
Pozitif 9 2 7 77.8
Toplam 96 20 76 79.2
49
Tablo 27. CD33 işaretleyicinin prognoza etkisi
CD33 EFS süresi (ay) EFS (%) p
Pozitif 44.17 7.04 76 0.14
Negatif 47.18 2.39 79 0.440.955
Hastalarımızı materyal-metod bölümünde belirttiğimiz gibi miyeloid
işaretleyicilerine göre üç gruba ayırmıştık. Grup I miyeloid işaretliyicileri negatif
olanlar, grup II miyeloid işaretleyicilerden sadece biri pozitif olanlar ve grup III
miyeloid işaretleyicilerden birden fazla pozitif olanlar idi. Baktığımız miyeloid
işaretleyicilerden üçü birden pozitif olan yoktu. İki miyeloid işaretleyicinin pozitif
olduğu Grup III aslında CD13 ve CD33’ün birlikte pozitif olduğu grubu
oluşturuyordu. CD14’ün pozitif olduğu hastalarda diğer miyeloid işaretleyiciler
negatif idi. Bu grupların prognoza etkisi araştırıldığında aşağıda verdiğimiz veriler
ortaya çıktı (Tablo 28). Grup III’ün olaysız sağ kalım süresi daha kısa görünmesine
rağmen istatistiksel olarak EFS’ler değerlendirildiğinde anlamlı fark bulunamadı.
Tablo 28. Miyeloid işaretleyicilerinin prognoza etkisi
Vaka sayısı
n % EFS süresi (ay) EFS (%) p
Grup I 47 48.9 47.92 ± 3.1 81.3 ± 0.05
Grup II 42 43,8 44.44 ± 3.2 77.7 ± 0.06
Grup III 7 7,3 25.87 ± 4.89 68 ± 0,1
0.871
Miyeloid işaretleyicilerine göre oluşturduğumuz grupları diğer prognostik
faktörlerle değerlendirdiğimizde, sadece L1 ve L2 blast morfolojisine sahip hastalar
arasında grupların dağılımı açından anlamlı bir fark vardı (p:0.012) (Tablo 29).
50
Tablo 29. Miyeloid işaretleyici pozitifliğinin diğer prognostik faktörlerle ilişkisi
≥20.000
<20.000
21
26
19
23
4
3
0.79
HSM
Var
Yok
18
29
12
30
1
6
0.4
Sitogenetik
t(9;22)+
t(4;11)+
t(9;22)+t(4;11)
+
t(9;22)-t(4;11)-
1
1
0
43
2
1
0
36
0
0
0
6
0.71
0.89
FAB
L1
L2
36
11
34
8
2
5
0.012
İmmünfenotip
B
T+bifen
44
3
37
5
5
2
0.52
Risk durumu
Standart
Orta
Yüksek
15
29
3
14
24
4
2
4
1
0.99
51
Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerinin pozitif olmasının periferik yayma
ve kemik iliği blast cevabını etkilemediği görüldü. Yine aynı şekilde grup I, II ve
III’de eks olanların yüzdelerinin birbirine yakın olduğu ve istatistiksel anlamda fark
olmadığı bulundu. Nüks olan hastalarımızın sayısı çok az olup gruplara göre
değerlendirdiğimizde aralarında anlamlı istatistiksel fark yoktu (Tablo 30).
Tablo 30. Hastalarımızın miyeloid işaretleyicilerinin PY ve Kİ blast cevabı ve son
durumları ile ilişkisi
Grup I
n %
Grup II
n %
Grup III
n %
p
8. gün PY
Remisyonda
Remisyonda değil
Bilinmeyen
45 95.7
2 4.3
0 0.0
41 97.6
1 2.3
0 0.0
6 85.7
1 4.3
0 0.0
0.99
15. gün Kİ
m1
m2
m3
Bilinmeyen
40 85.2
5 10.6
1 2.1
1 2.1
38 90.4
3 7.1
1 2.5
0 0.0
7 100
0 0.0
0 0.0
0 0.0
0.91
33.gün Kİ
Remisyonda
Remisyonda değil
Bilinmeyen
40 85.1
0 0.0
7 14.9
38 90.4
1 2.5
3 7.1
6 85.7
0 0.0
1 4.3
0.51
Nüks
Var
Yok
0 0.0
47 100
2 4.8
40 95.2
1 4.3
6 85.7
0.16
Son durum
Yaşayan
Eksitus
38 80.9
9 19.1
33 78.6
9 21.4
5 71.4
2 28.6
0.91
52
TARTIŞMA
Çocukluk çağı ALL’de birçok faktör prognostik önem taşımaktadır. Bunlardan
en karakteristik olanlar; yaş, cinsiyet, lökositoz ve sitogenetik değerlerdir. Bu
faktörlerin prognostik değerleri birçok çalışmada gösterilmiş ve hastaları risk
gruplarına ayırırken kullanılması genel kabul görmüştür. Kötü prognostik faktörlere
sahip olmayan hastalarda da birçok relapsların görülmesi ve tedavinin yetersiz olduğu
1950’li yıllardan beri hiperlökositoz ve kötü prognoz arasındaki ilişkinin, daha etkili
tedavilerin uygulandığı günümüzde de devam etmesi bu faktörlerin prognostik
değerini zayıflatmaktadır. Bu yüzden çocukluk çağı ALL’de yeni prognostik faktörler
aranmalıdır (115).
Modifiye BFM 2000 protokolu almış olan 96 hastanın değerlendirilmesi,
serimizin BFM ailesine ait büyük serilerden bazı farklı hasta özellikleri taşıdığını
göstermiştir (36,39). “Pediatric Oncology Group” ve “Children’s Cancer Study
Group” gibi geniş hasta popülasyonu takip eden serilerde ALL’nin erkek hastalarda
görülme sıklığı %54-57 iken (110), bizim çalışmamızda %45.8 bulunmuştur. Birçok
çalışmada erkeklerin aynı tedaviyi alan kızlardan daha kötü prognoza sahip oldukları
gösterildi (38). Çalışmamızda erkeklerin EFS’si % 76.8 ± 0.64 değeri ile kızların
EFS’sinden (%82.4 ± 0.53) düşük olmasına rağmen p=0.061 ile aralarında istatistiksel
anlamlılık yoktu.
Median yaş 4.5 yıl olup literatürde belirtilen ile uyumlu idi. ALL’de yaş
önemli bir parametredir. Çalışmamızda bir yaş altında sadece iki hasta olduğundan
%0 bulunan EFS’yi değerlendirme dışı bırakmak daha doğrudur. Diğer yaş
gruplarının EFS’lerinde belirgin bir fark yoktu.
Tanı anındaki lökosit sayısı önemli bir prognostik faktör olup, yüksek lökosit
sayısının prognozu olumsuz yönde etkilediği genel olarak kabul edilmektedir. Ancak
gruplar arasında hangi değerin sınır olarak alınabileceği konusunda farklı yaklaşımlar
bulunmaktadır. Biz çalışmamızda 20.000 değerini sınır değer olarak aldık. Lökosit
53
sayısı mm3’de 20.000 üzerinde olan vakalarımız ile 20.000 altında olan vakalarımızın
EFS’leri arasında istatistiksel anlamlılık yoktu.
Hemoglobin düzeyinin düşük olması uzun bir dönem löseminin var olduğunu
gösterirken, normal olması daha hızlı ilerleyen bir lösemiyi düşündürür (1). Bizim
çalışma grubumuzda hemoglobin düzeyinin EFS’ye etki etmediği bulundu.
Olumsuz prognostik parametreler içinde yer alan HSM, LAM ve mediasten
kitlesi varlığının bizim çalışmamızda prognoza etki etmediği gösterildi.
Ekstramedüller tutulum ve MSS tutulumu olan hasta sayısı az olduğundan
değerlendirmeye alınmadılar.
Hastalarımızın morfolojik sınıflamaya göre L1 ve L2’deki dağılımları %75 ve
%25 idi. Literatürde L1 %84, L2 %15 ve L3 %1 oranında görüldüğü ifade ediliyor
(30). Çalışmamıza L3 morfolojisindeki hastalar alınmamıştır. Literatürde L3
morfolojisi oranı %1 gibi, diğer oranları çok fazla etkilemeyecek derecede küçük
olması diğer yüzdelerin literatürden farklı olmasını açıklamaz. Blast morfolojisinin
tek başına prognoza etkisi incelendiğinde L1 ve L2’nin EFS değerlerinin birbirine
yakın olduğu ve p=0.84 ile istatitiksel fark olmadığı görüldü.
Hastalar immünfenotiplerine göre değerlendirildiğinde pre B ALL’nin bizim
çalışmamızda oranı % 2.1 gibi literatüre göre düşük olduğu, bir diğer EFS’si iyi olan
common ALL’nin ise yüzdesinin çalışmamızda yüksek olduğu görüldü. T hücreli
ALL’nin ise yüzdesi literatürde belirtilene yakın idi (39). Çalışmamızda B öncül
hücreli ALL alt gruplarına ayrılmadan EFS’lerine bakıldı. T ve bifenotipli ALL’nin
EFS’si B öncül hücreli ALL’nin EFS’si ile karşılaştırıldığında p=0.000 ile istatistiksel
anlamda farklı bulundu. Bu sonuç literatürde belirtilen ile uyumlu idi (39).
Literatürde %51-90 oranında kromozom bozukluğu tespit edilmiştir (109).
ALL’de %3-6 oranında bildirilen t(9;22) pozitifliği bizim çalışma grubumuzda %3.1
ve %2 olarak bildirilen t(4;11) pozitifliği ise aynı oranda (%2) pozitif bulunarak
literatürdeki değerlerle uyumlu idi. Literatürde t(9;22) ve t(4;11) pozitifliğinin kötü
prognoz ile ilşkilisi bildirilmiştir (57). Ancak bizim çalışmamızda translokasyonları
pozitif olan hasta sayısının az olması nedeni ile bu alanda yapılacak olan istatistiksel
bir değerlendirme sağlıklı bulunmadı.
54
Hastalarımızdan 11’i indüksiyon sırasında kaybedilmiş, bir hasta cevapsız
kalmıştır. Böylece erken ölüm oranı %11.5 ve remisyon oranı %87.5’tir. Literatürde
remisyon oranı %95-98 olarak bildirilmektedir. Bizim çalışmamızda remisyon
oranının düşük olması erken ölümlerin fazla olmasından kaynaklanmaktadır.
Remisyonda ölümler serimizde %6.2 olup literatürdeki verilerle karşılaştırıldığında
yüksek olduğu görülmüştür. BFM grubunda BFM-90 ile bu oran %1.6, başka
araştırma grupları tarafından da UKALL-X ile %3.4, DFCI85-01 ile %3.6, CCG-105
ile %3.2, CCG-106 ile %2.6, DCLSG IV ile %2.1 ve İtalyan Pediatrik 88 çalışması ile
%1.3 olarak bildirilmiştir (39). Remisyonda ölenler genelde tedavinin bir
komplikasyonu ya da enfeksiyon nedeniyle olmuştur. Bu nedenle öncelikli olarak bu
ölümleri azaltmak hedefimiz olmalı.
Çalışmamızda relaps oranı %3.1 ile BFM-90 protokolundaki %17.7’lik relaps
oranı (39) ile karşılaştırıldığında son derece düşük bir değerdir. Ancak hastalarımızın
takip süresinin kısa olmasından dolayı bu konuda yapılacak tüm yorumlar tartışmaya
açıktır. Almanya, Avusturya ve İsviçre’den 2178 hastaya ait sonuçlarını Haziran
2000’de yayınlayan BFM grubu ALL-BFM 90 protokolu ile 8 yılda % 77 ± 1 EFS
bildirmiştir (39). Serimizde olaysız sağ kalım oranı ALL-BFM 2000 protokolu ile 52
ayda % 79.9 ± 0.41 ile bildirilene yakındır. Genel sağ kalım oranı literatürde
belirtilenden biraz düşük olup (%79.9 ± 0.41) EFS ile aynı değerde olması relaps olan
üç hastanın da takiplerinde eks olmalarından kaynaklanmaktadır.
Çalışmamızda risk gruplarına göre EFS değerlendirildiğinde beklendiği gibi
en iyi prognoz standart risk grubunda, en kötü prognoz da yüksek risk grubunda idi.
ALL-BFM 90 protokolü ile SRG’de %85 ± 2, MRG’de % 82 ± 1 ve HRG’de %34 ± 3
olarak bildirilen BFM grubunun EFS değerleri ile benzer idi (Tablo 21) ve aralarında
p=0.008 ile istatistiksel anlamlılık var idi.
Hastalarımızı 8. gün periferik yaymada blast sayısına göre
değerlendirdiğimizde steroide yanıtı yetersiz olan hastaların EFS’si %66.7 ± 27,
yeterli olanların % 80 ± 0.41 olup aralarındaki fark anlamlı değil idi (p=0.68). Alman
BFM grubu steroide yanıtsız hastalarda EFS’yi %34 ± 3, yanıtlı hastalarda %82 ± 1
ile ileri derecede anlamlı bulmuştu (p=0.0001) (39).
55
Onbeşinci gün kemik iliği 95 hastada değerlendirilmiş, blast oranına göre
dağılım M1 %89.5, M2 %8.4, M3 %2.1 bulunmuştur. Bu dağılım İtalyan AIEOP
grubu tarafından sırası ile %60, %26, %14 ve Alman BFM grubu tarafından %61,
%28, %11 bulunmuştur. Bizim çalışmamızda dağılım M1’de daha yüksek
görülmekte. Bakılan EFS’ler sırası ile M1’de %82 ± 0.4, M2’de %75 ± 15 ve M3’de
%50 ± 35 olup aralarında istatistiksel anlamlılık bulunmaktadır (p=0.000).
Otuzüçüncü gün kemik ilğinde remisyon saptanmaması en olumsuz prognostik
kriterlerdendir. Ancak bizim çalışmamızda 33. gün kemik iliği remisyonda olmayan
sadece bir hasta olduğundan prognostik açıdan değerlendirmeyi sağlıklı bulmadık.
Çocukluk çağı ALL’de miyeloid işaretleyicinin pozitif bulunması sık rastlanan
bir durumdur. Çalışmamızda CD13, CD14 ve CD33 gibi normal T veya B
lenfositlerde bulunmayan miyeloid yüzey antijenleri seçildi. Serimizde miyeloid
işaretleyici pozitifliği % 51.1 ile literatürde bildirilen % 4 - 22’den çok yüksektir.
Uckun ve ark. 1557 hasta içeren çalışmalarında myeloid antijen pozitifliğini % 16.6
bulmuşlardır. Bu kadar düşük bir insidans sadece CD13 ve CD33 antijenlerini
kullanmalarından kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca floresan analizlerinde % 30 alt
limitini kullanmışlardır (111). Oysa biz % 20 alt limitini kullanarak CD13, CD14 ve
CD33 antijenlerini taradık. Bizim gibi %20 alt limitini kullanan Putti ve ark. da 908
hastalık serilerinde miyeloid işaretleyici pozitifliğini % 32 olarak bulmuşlardır.
Araştırmacılar, CD13 ve CD33 miyeloid işaretleyicilerin taranmasının çocukluk çağı
ALL’de tüm miyeloid antijen varlığını ortaya koyacığını ifade ederler (54). Bizim
çalışmamıza bu antijenlerin yanısıra CD14’de de bakılarak daha geniş bir panel
oluşturulmaya çalışılmıştır.
T-bifenotipli ve B öncül hücreli ALL’li hastalarımız miyeloid işaretleyici
pozitifliğinin dağılımına göre değerlendirildiğinde istatistiksel anlamda fark olmadığı
görüldü (p=0.52). Putti ve ark. miyeloid işaretleyici pozitifliğin yüzdesinin bu iki
immünfenotip arasında değerlerinin yakın olduğunu ortaya koymuşlardır (54).
Çalışmamızda CD13 % 44 hastada pozitif bulunarak en çok tespit edilen miyeloid
işaretleyici oldu. CD14 ve CD33 sırası ile % 4 ve % 9 oranında pozitif bulundu.
Literatüre bakıldığında en çok tespit edilen işaretleyicinin sırası ile CD13 ve CD33
olduğu görülmektedir.
56
ALL ile miyeloid işaretleyici pozitifliğinin beraberliği diğer prognostik önemi
olan yaş, cinsiyet, yüksek lökosit sayısı, hemoglobin değeri, HSM, translokasyonların
varlığı ve immünfenotip gibi değerlerle karşılaştırıldığında istatistiksel anlamda fark
yoktu (Tablo 29). Sadece blast morfolojisi açısından değerlendirildiğinde relatif
olarak kötü prognozu gösterdiği kabul edilen L2 morfolojisinde miyeloid işaretleyici
pozitif hasta oranının fazla olduğu görüldü (p=0.012). Uckun ve ark. myeloid antijen
negatif B öncül hücreli ALL’li hastaların, miyeloid antijen pozitif B öncül hücreli
ALL’li hastalara göre kötü prognozu gösteren daha yüsek lökosit sayısı, splenomegali
ve düşük trombosit sayısı gibi klinik ve laboratuvar değerleri ile birlikteliğinin fazla
olduğunu ortaya koymuştur (111). Putti ve ark. ve Ng ve ark. yaptığı çalışmada ise
bizim sonuçlara benzer veriler elde etmişlerdir (54, 112). Fink ve ark. ise miyeloid
antijen pozitif hastaların daha yüksek lökosit sayısı ile başvurduklarını bildirdiler.
Ancak yüksek lökosit sayısı ile başvuran miyeloid antijen pozitif hastaların
EFS’lerinin tüm miyeloid antijen pozitif hastaların EFS’si ile karşılaştırıldığında
aralarında anlamlı fark olmadığını gördüler (113). Çalışmamızda miyeloid antijen
pozitif ile negatif hastaların tedaviye cevap parametrelerine göre dağılımında da
anlamlı bir fark yoktu (Tablo 30).
Literatürde 1990 yılından beri miyeloid işaretliyici pozitifliğinin klinik önemi
sunulmuştur, ancak sonuçlar birbirleriyle çelişmektedir. Wiersma ve ark. yaptığı bir
çalışmada miyeloid antijen pozitifliğinin en önemli kötü prognoz göstergesi olduğunu
ifade etmektedir (114). Fink ve ark. da 206 hastalık serilerinde miyeloid antijen
negatif hastaların EFS’sini % 74.6, miyeloid antijen pozitif hastaların EFS’sini ise
sadece % 37.8 olarak buldular (p=0.0001) (113). Hrusak ve ark. ALL BFM 95
protokolun uygulandığı 278 B öncül hücreli ALL’li hastada % 30 alt limitini
kullanarak bakılan CD13 ve CD33 işaretleyicilerin prognoza etki ettiğini gösterdiler.
Çalışmalarında 5 yıllık EFS’yi miyeloid antijen pozitif olanlarla miyeloid antijen
negatif olanlarda sırası ile % 52 ve % 77 (p=0.0052) buldular (55).Bu sonuçlara
karşılık Uckun ve ark. 1557 gibi geniş bir ALL popülasyonu ile yaptıkları çalışmada 4
yıllık EFS’yi hem B öncül hücreli hem de T hücreli ALL’de miyeloid antijen pozitif
ve negatif olanlarda benzer buldular (111). Pui ve ark. da yeni tanı almış 334 ALL’li
hastanın 105’inde bulunan miyeloid antijenin, spesifik genetik anomaliler ile ilişkisi
olmasına rağmen EFS’ye etki etmediğini bildirdiler (53). Benzer şekilde yaptıkları
çalışmada Putti ve ark. (54) ve Ng ve ark. (112) da miyeloid antijenin pozitif
57
bulunmasının prognoza etki etmediğini bildirdiler. Bizim çalışmamızda gerek
miyeloid işaretleyicileri tek tek ele aldığımızda gerekse üçünü birden
değerlendirdiğimizde EFS’nin etkilenmediği görüldü (Tablo 23, 25, 27, 28). Bir
miyeloid işaretleyicisi pozitif olan hastalarda (grup II) 4 yıllık EFS % 77 bulunurken
birden fazla miyeloid işaretleyicisi pozitif olanlarda (grup III) bu oran % 68 idi.
Miyeloid işaretleyici bulunmayanlarda (grup I) ise EFS % 81 olup p=0.871 ile
aralarında istatistiksel anlamlılık yoktu.
Çalışmamızda, çocukluk çağı ALL’de miyelod antijenin pozitif bulunmasının
prognoza etki etmediğini ve risk sınıflamasında kullanılabilecek bir kriter olmadığını
ortaya koyduk. Ancak miyeloid antijenler, minimal residual hastalık taramasında ya
da immünoterapi alanında kullanılabileceğini gösteren yeni çalışmalarla önemini
tekrar kazanmakta ve gündeme gelmektedir.
58
SONUÇ
Miyeloid antijen pozitifliği çocukluk çağı ALL’li hastalarda sık görülen bir
durum olup bizim serimizde bu oran % 51,1 olarak tespit edildi. Miyeloid
işaretleyicilerin prognostik önemi tartışmalı bir konudur. Çalışmamızda, miyeloid
işaretleyicileri pozitif olan grup II ve grup III’ün EFS’leri sırası ile %77 ve %68 idi.
Miyeloid işaretleyicileri negatif olan grup I’de ise bu oran %81 olarak bulundu.
İstatistiksel olarak aralarında anlamlı bir fark bulunamadı (p=0.871).
Diğer prognostik önemi olan parametrelerle karşılaştırıldığında ise sadece
rölatif olarak kötü prognozu gösteren L2 blast morfolojisine sahip hasta grubunda
miyeloid işaretleyicilerin pozitifliği istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.012).
Literatüre baktığımızda birçok çalışmada bizim verilerimizi destekler sonuçlar
elde edildiği görülmüştür. Miyeloid işaretliyicilerin prognoza olumlu ya da olumsuz
yönde etki etmesi acısından bir risk faktörü oluşturamıyacağı çalışmamızla ortaya
konulmuş oldu.
59
ÖZET
ALL’li hastalarda prognozu etkileyen unsurlar, hastaların tedavisini
belirlemede ve risk grublarının oluşturulmasında önemlidir. Çalışmamızın amaçı,
çocukluk çağı ALL’ lerinde miyeloid işaretleyici pozitifliğinin prognoza etkisi ve
diğer klasik prognostik faktörlerle ilişkisini göstermektir.
Ağustoz 2000-eylül 2005 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı Bakırköy Kadın
Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Hematoloji-
Onkoloji Servisi’nde yeni tanı alarak takip ve tedavi edilen 96 ALL vakası çalışma
kapsamına alınmıştır. Hastalarımız ALL ile uyumlu hücre morfolojisine ve yüzey
antijenine sahipti. Kemik iliği aspirasyonundan elde edilen flow sitometri yöntemi ile
immünfenotipleme yapıldı. İmmünfenotiplemede miyeloid işaretleyici olarak CD13,
CD14 ve CD33 kullanıldı. Herhangi bir parametrenin %20’ den yüksek olması pozitif
olarak kabul edildi. Hastalarımıza modifiye BFM 2000 protokolü, relaps vakalarında
ALL BFM 95 Rezidiv protokolleri uygulandı. Hastalarımızı, kullandığımız Trall-
BFM 2000 protokolüne göre standart, orta ve yüksek risk grublarına ayrıldı.
Hastalarımızda ; yaş, cinsiyet, tanı anındaki lökosit sayısı, hemoglobin değeri,
hepatomegali, splenomegali, lenfadenomegali , MSS tutulumu,mediastinal kitle ve
ekstramedüller tutulum varlığı, FAB sınıflaması, immünfenotipi, bazı
translokasyonlar, risk grubu, miyeloid işaretleyicileri, 8. gün periferik yaymadaki
blast sayısı, 14. gün ve 33. gün kemik iliğindeki blast oranı, nüks olmuşsa nüks
zamanı ve eks olmuşsa eks zamanı tedaviye başlangıç zamanı ile birlikte bakıldı.
Genel sağ kalım için sadece ölüm, olaysız sağ kalım (EFS) için ise nüks veya ölüm
başarısızlık olarak kabul edilmiştir.
Hastaların 44’ü erkek 52’si kız idi (erkek/kız oranı: 0,8/1). Yaşları 10-204 ay
arasında olup median yaş 4.5 yıl idi. Dokuz hastada T-ALL (% 9.4), bir hasta
bifenotipli ALL (% 1) ve 86 hasta B öncül hücreli ALL (% 89.6) idi. İmmünfenotip
sonuclarına göre 49 hastanın (% 51.1) bir ya da birden fazla miyeloid işaretliyicisi
pozitif bulundu. Bunlardan 42’si sadece bir miyeloid işaretleyicisi pozitif iken (grup
60
II) 7’sinde birden fazla miyeloid işaretleyici pozitif tespit edildi. Uygulanan tedavi ile
96 hastanın 84’ü (%87,5) bir aylık remisyon indüksiyonu tedavisi sonucu remisyona
girdi. Tüm hastalar için EFS süresi 43.16-52 arasında olup median 45.58 aydı.
EFS’leri ise %79.9 idi. Miyeloid işaretleyicilere göre oluşturulan grubların EFS’leri
grup I (MyAg- ALL), grup II (bir MyAg+ ALL) ve grup III (birden fazla MyAg+
ALL)’ün sırası ile %81, % 77 ve % 68 idi. EFS değerleri birbirine yakın olan
grubların arasında p=0.871 ile istatistiksel anlamlılık yoktu. Miyeloid işaretleyicileri
prognostik önemi olan diğer klinik ve laboratuvar değerlerle karşılaştırıldığında FAB
morfolojisi dışında istatistiksel anlamda fark bulunamadı.
61
KAYNAKLAR
1. Lanskowsky P. Leukemias. In: P. Lanzkowsky (ed). Manual of Peadiatric
Hematol and Oncol 3rd ed. Churchill Livinstone, New York, 2000;14: 359-411
2. Pui CH, Evans WE. Acute lymphoblastic leukemia. New Eng J Med
1998;339(9): 605-615
3. Pui CH, Acute lymphoblastic leukemia in children. Current Opinion in
Oncology 2000;12(1): 3-12
4. Reaman GH, Sposto R, Sensel MG, et al. Treatment outcome and prognostic
factors for infants with acute lymphoblastic leukemia on two consecutive trials
of the Children’s Cancer Group. J Clin Oncol 1999;17(2): 445-455
5. Shuster JJ, Wacker P, Pullen J, et al. Prognostic significance of seks in
childhood B-precursor acute lymphoblastic leukemia: a Pediatic Oncology
study. J Clin Oncol 1998;16(8):2854-2863
6. Smith M, Arthur D, Camitta B, et al. Uniform approach to risk classification
and treatment assignment for children with acute lymphoblastic leukemia. J
Clin oncol 1996;14(1): 18-24
7. Pui C-H, Crist WM, Biology and treatment of acute lymphoblastic leukemia. J
Pediatr 1994;124: 491-503
8. Riehm H, Reiter A, Schrappe M, et al. Die Corticosteroid-abhängige
Dezimierung der Leukämiezellzahl im Blut als Prognose factor bei der akuten
lymphoblastischen Leukämie im Kindesalter (Therapiestudie ALL-BFM 83).
Klin Pädiatr 1986;199:151-160
9. Gaynon PS, Desai AA, Bostrom BC, et al. Early responce to therapy and
outcome in childhood acute lymphoblastic leukemia: a review. Cancer
1997;80(9):1717-1726
62
10. Steinherz PG, Gaynon PS, Breneman JC, et al. Cytoreduction and prognosis in
acute lymphoblastic leukemia – the importance of early marrow responce:
report from the Childrens Cancer Group. J Clin Oncol 1996; 14(2):389-398
11. Ries LA, Kosary CL, Hankey BF, et al., eds. SEER Cancer Statistics Review,
1973-1996
12. Smith MA, Ries LA, Gurney JG, et al. Leukemia. In: Ries LA, Smith MA,
Gurney JG, et al., eds. Cancer Incidence and Survival Among Children and
Adolescents: United States SEER Program 1975-1995. Bethesda, Md:
National Cancer Institute, SEER Program, NIH Pub. No. 99-4649, 1999:17-34
13. Çavdar AO. Gelişmekte olan ülkelerde çocukluk çağı maliyn hastalıkları.
TÜBİTAK, 1997
14. Pavelic ZP, Pavelic L, Gluckman JL, et al. Ekspression of multidrug resistance
(MDR1) gene in human normal tissues and head and neck squamous cell
carcinomas (HNSCC) (Meeting abstract). Anticancer Drugs 5 (supply 12):
1994
15. Gedikoğlu G., Koç L.. Neoplastik hastalıklar. In: “O. Neyzi, L. Koç (eds).
Çocuk sağlığı ve hastalıkları cilt III” Bayda yayınları, İST., 1983:311-365
16. Leventhal BG. Neoplasm and neoplasm-like stuctures. In: Nelson Tekstbook
of Pediatrics. Philadelphia 1987:1077-1100
17. Robinson LL. Environmental eksposures as risk factor for chilhood ALL.
Cancer RES. 10987; 28: 249-255
18. Gralnick HR, Galton DAG, Catousky D, Sultan C, Bennett JM. Classification
of acute leukemia. ANN İNTERN MED.1997; 87: 740-753
19. Rinsky R.A.. Benzene and leukemia. N Eng J Med, 1987;316:1034-1050
20. Kirsh IR. Molecular biology of leukemias. Peadiatr Clin North Am.
1988;35(49):693-727
21. Neimenger CM, Sallan SE. Acute Lymphoblastic Leukemia. In: Nathan D.G..
Oski F.A..(eds). Hemathology of infancy and childhood. 4th ed. Philedelphia:
W.B. Saunders, 1993:1249-1287
63
22. Margolin JF, PoplackDG, et al. ALL. In: Principles and Practice of Pediatric
Oncology, 3rd edition. Philedelphia, 1997: 409-447
23. Barnard DR, et al. Morphologic, immunologic and cytogenetic classification
of ALL in childhood. Leukemia 1996;10: 5-12
24. Schumacher HR. Acute leukemia approach to diagnosis. Schumacher HR (ed)
Igaku-Shoin Ltd., New York, 1990
25. Whittaker JA. Leukemia classification. A study of the accuracy of diagnosis in
456 patients. Br J Haematol, 1979;41: 177-184
26. Dick FR. Diagnostic concurrence in the subclassification of adult acute
leukemia using FAB criteria. CANCER, 1982;49:916-920
27. Childs C. The morphologic classification of ALL in child. AM J Clin Pathol.,
1986;86:503-506
28. Mauer AM. Hemathology 4th ed. New York: Graw-Hill, 1991: 994-1005
29. Berstein I.D, Self S. Joint report of myeloid section of the second international
workshop on human leukocyte differantation antigents and hematopoetic cells.
1985;1:25
30. Poplack DG, ALL. In: Pızzo PA, Poplack DG (eds). Principles and practice of
pediatric oncology 3rd ed. Philedelphia: Lippincott Co. 1997; 430-482
31. Chen C-S, Sorenson PHB, Domer PH, et al. Molecular rearrangements on
chromosome 11q23 predominate in infant acute lymphoblastic leukemia and
are associated with specific biologic variables and poor outcome. Blood
1993;81:2386-2393
32. Crist W, Pullen J, Boyett J, et al. Acute lymphoblastic leukemia in
adolescents: clinical and biologic features predict a poor prognosis – A
Pediatric Oncology Group study. J Clin Oncol 1988; 6:34-43
33. Hammond D, Sather H, Nesbit M, et al. Analysis of prognostic factors in
acute lymphoblastic leukemia. Med Pediatr Oncol 1986;14:124-134
34. Miller DR, Leikin SL, Albo VC, et al. Three versus five years of maintenance
therapy are equivalent in childhood acute lymphoblastic leukemia: A report
from the Childrens Cancer Study Group. J Clin Oncol 1989;7:316-325
64
35. Pui CH, Dahl G, Bowman WP, et al. Elective testicular biopsy during
chemotherapy for childhood leukemia is of no clinical value. Lancet
1985;2:410-412
36. Reiter A, Schrappe M, Ludwig W-D, et al. Chemotherapy in 988 unselected
childhood acute lymphoblastic leukemia patients, results and conclusions of
the multicenter trial ALL-BFM 86. Blood 1994;9:3122-3133
37. Chessells JM, Bailey C, Richards SM, for the Medical Research Council
Working Party on Childhood Leukemia. İntensification of treatment and
survival of all children with lymphoblastic leukemia: results of UK Medical
Research Council trial UKALL X. Lancet 1995;345:143-148
38. İshii E, Eguchi H, Matsuzaki A, et al. Outcome of acute lymphoblastic
leukemia in children with AL90 regimen: impact of responce to treatment and
seks difference on prognostic factors. Med Pediatr Oncol 2001;37(1):10-9
39. Schrappe M, Reiter A, Ludwig W-D, et al. Improved outcome in childhood
acute lymphoblastic leukemia despite reduced use of anthracyclines and
cranial radiotherapy: results of trial ALL-BFM90. Blood 2000;95:3310-22
40. Riehm H, Schrappe M, Reiter A, et al. Therapiestudie ALL-BFM 95.
medizinische Hochschule Hanover
41. Pierce MI, Borges WH, Heyn R, et al. Epidemiological factors and survival
eksperience in 1770 children with acute leukemia: treated by members of
Children’s Study Group A between 1957 and 1964. Cancer 1969;23:1296
42. Crist W, Pullen J, Boyett J, et al. Clinical and biologic features predict a poor
prognosis in acute lymphoid leukemias in infants: A Pediatric Oncology
Group Study. Blood 1986;67:135-140
43. Chessells JM, Harrison CJ, Kempski H, et al; MRC Childhood Leukemia
working party. Clinical features, cytogenetics and outcome in acute
lymphoblastic and myeloid leukemia of infancy: report from MRC Childhood
Leukemia working party. Leukemia 2002 May;16(5):776-84
44. Smith M, Arthur D, Camitta B, et al. Uniform approach to risk classification
and treatment assignement for children with acute lymphoblastic leukemia. J
Clin Oncol 1996;14:18-24
65
45. Schrappe M, Reiter A, Welte K, et al. Risk adapted treatment in childhood
acute lymphoblastic leukemia: Data from the BFM Group. Haematol Blood
Transfus 1997;38:601-610
46. Rreilly Y, Odame I, McColl JH, et al. Does weight for height have prognostic
significance in children with acute lymphoblastic leukemia? Am J Pediatr
Hematol Oncol 1994;16:225-230
47. Viana MB, Murao M, Ramos G, et al. Malnutrition as a prognostic factor in
lymphoblastic leukemia: a multivariate analysis. Arch Dis child 1994;71:304-
310
48. Reiter A, Schrappe M, Ludwig W-D, et al. Favorable outcome of B-cell acute
lymphoblastic leukemia in childhood: a report of three consecutive studies of
the BFM group. Blood 1992;80:2471-2478
49. Kanerva J, Saarinen-Pihkala UM, et al. Reemphasis of lymphoblast L2
morphology as a poor prognostic factor in childhood acute lymphoblastic
leukemia. Med Pediatr Oncol 1999;33:388-394
50. Pui C-H, behm FG, Singh B, et al. Heterogeneity of presenting features and
their relation to treatment outcome in 120 children with T-cell acute
lymphoblastic leukemia. Blood 1990;75:174-179
51. Uçkun FM, Sensel MG, Sun L, et al. Biology and treatment of childhood T-
lineage acute lymphoblastic leukemia. Blood 1998;91:735-746
52. Arico M, Basso G, Mandelli F, et al. Good steroid responce in vivo predicts a
favorable outcome in children with T-cell acute lymphoblastic leukemia.
Cancer 1995;75:1684-1693
53. Pui C-H, Rubnitz JE, Hancock ML, et al. Reappraisal of the clinical and
biologic significance of myeloid-associated antigen ekspression in childhood
acute lymphoblastic leukemia. J Clin Oncol 1998;16:3768-3773
54. Putti MA, Rondelli R, Cocito MG, et al. Ekspression of miyeloid markers
lacks prognostic impact in children treated for acute lymphoblastic leukemia:
İtalian Eksperience in AIEOP-ALL 88-91 Studies. Blood 1998;92:795-801
66
55. Hrusak O, Kalina T, Mejtrikova E, et al. Correlation of CD33 with poorer
prognosis in childhood ALL implicates a potential anti-CD33 frontline
therapy. Leukemia 2005;10:1038
56. Heerema NA, Sather Hn, Sensel MG, et al. Frequency and clinical
significance of the cytogenetic abnormalities in pediatric T-lineage acute
lymphoblastic leukemia: a report from the Children’s Cancer Group. J Clin
Oncol 1998;16:1270-1278
57. Pui CH. Acute lymphoblastic leukemia. Pediatr Clin North Am 1997;44:831-
846
58. Schrappe M, Arico M, Harbott J, et al. Philedelphia chromosome-positive
(Ph+) childhood acute lymphoblastic leukemia: good initial steroid responce
allows early prediction of a favorable treatment outcome. Blood
1998;92:2730-41
59. Schrappe M, Arico M, Harbott J, et al. The result and risk factors in childhood
ALL with t(4;11) and t(9;22) bcr/abl+. Ann Hematol 1999;78(Suppl II):S10
60. Johansson B, Moorman AV, Haas OA, et al. Hematologic malignancies with
t(4;11)(q21;q23)-a cytogenetic, morphologic immunphenotypic and clinical
study 183 cases. European 11q23 Workshop Participants. Leukemia
1998;12:779-787
61. Seeger G, Kreuzer KA, Lass U, et al. Molecular quantification of responce to
therapy and remission status in TEL-AML1-positive childhood ALL by real-
time reverse transcription polymerase chain reaction. Cancer Res
2001;61(6):2517-2522
62. Uckun FM, Pallisgaard N, Hokland P, et al. Ekspression of TEL-AML1 fusion
transcripts and responce to induction therapy in standart risk acute
lymphoblastic leukemia. Leuk Lymphoma 2001;42:41-56
63. Kanerva J, Niini T, Vettenranta K, et al. Loss at 12q detected by comparative
genomic hybridization (CGH): association with TEL-AML1 fusion and
favorable prognostic features in childhood acute lymphoblastic leukemia
(ALL). A multi-institutional study. Med Pediatr Oncol 2001;37:419-425
67
64. Loh ML, Silverman LB, Young ML, et al. Incidence of TEL-AML1 fusion in
children with relapsed acute lymphoblastic leukemia. Blood 1998;15:4782-
4787
65. Lui T, Raetz E, Moos PJ, et al. Diversity of the apoptotic responce to
chemotherapy in childhood leukemia. Leukemia 2002;16:223-232
66. Mekki Y, Catallo R, Bertrand Y, et al. Enhanced ekspression of p16ink4a is
associated with a poor prognosis in childhood acute lymphoblastic leukemia.
Leukemia 1999;13:181-189
67. Ito C, Kumagai M, Manabe A,et al. Hyperdiploid acute lymphoblastic
leukemia with 51 to 65 chromosomes: a distingt biological entity with a
marked propensity to undergo apoptosis. Blood 1999;93:315-320
68. Pui C-H, Crist WM, Look AT. Biology and clinical significance of
cytogenetic abnormalities in childhood acute lymphoblastic leukemia. Blood
1990;76:1449-1463
69. Harris MB, Shuster JJ, Caroll A, et al. Trisomy of leukemic cell chromosomes
4 and 10 identifies children with B-progenitor cell acute lymphoblastic
leukemia with very low risk of treatment failure: a Pediatric Oncology Group
Study. Blood 1992;79:3316-3324
70. Veerman AJP, Pieters R. Drugs sensivity assays in leukemia and lymphoma.
Br J Haematol 1990;74:381-384
71. pieters R, Huismans DR, Loonen AH, et al. Relation of cellular drug
resistance to long-term clinical outcome in childhood acute lymphoblastic
leukemia. Lancet 1991;338:399-403
72. Kaspers GJL, Pieters R, Veerman AJP, et al. İn vitro cellular drug resistance
and prognosis in newly diagnosed childhood acute lymphoblastic leukemia.
Blood 1997;90:2723
73. Hongo T, Yamada S, Yajima S, et al. Biological characteristics and
prognostics value of in vitro three-drug resistance to prednisone, L-
asparaginase, and vincristine in childhood acute lymphoblastic leukemia. İnt J
Hematol 1990;70:268-277
68
74. Kasper GJL, Pieters R, Van Zantwijk CH, et al. Prednisolone resistance in
childhood acute lymphoblastic leukemia: Vitro-vivo correlations and cross-
resistance to other drugs. Blood 1998;92:259-266
75. Kasper GJL, Smets LA, Pieters R, et al. Favorable prognosis of hyperdiploid
common acute lymphoblastic leukemia may be eksplained by sensitivity to
antimetabplites and other drugs: results of an in vitro study. Blood
1995;85:751-756
76. Ronghe M, Burke GA, Lowis SP, Estlin EJ. Remission induction therapy for
childhood acute lymphoblastic leukemia: clinical and cellular pharmacology
of vincristine, corticosteroids, L-asparaginase and anthracyclines. Cancer
Treat Rev 2001;27:327-337
77. Salomons GS, Smets LA, Verwijs-Janssen M, et al. Bcl-2 family members in
childhood acute lymphoblastic leukemia: relationships with features at
presentation. İn vitro and in vivo drug responce and long-term clinical
outcome. Leukemia 1999;13:1574-1580
78. Wuchter C, Ruppert V, Schrappe M, et al. In vitro susceptibility to
deksamethasone and doxorubicin induced apoptotic cell death in context of
maturation stage, responsiveness to interleukin 7, and early cytoreduction in
vivo in childhood T-cel acute lymphoblastic leukemia. Blood 2002 Jun
1;99:4109-4115
79. Krajinovic M, Labuda D, Sinnett D. Childhood acute lymphoblastic leukemia:
genetig determinants of susceptibility and disease outcome. Rev Environ
Health 2001;16:263-279
80. Krajinovic M, Labuda D, Mathonnet G,et al. Polymorphisms in genes
encoding drugs and xenobiotic metabolizing enzymes, DNA repair enzymes,
and responce to treatment of childhood acute lymphoblastic leukemia. Clin
Cancer Res 2002;8:802-810
81. Kearns P, Pieters R, rotter MM, et al. Glutathione in childhood acute
leukemias. Adv Eksp Med Biol 1999;457:211-216
69
82. Uckun FM, sather H, Reaman G, et al. Leukemic cell growth in SCID mice as
a predictor of relapse in high-risk B-lineage acute lymphoblastic leukemia.
Blood 1995;85:873-878
83. Kumagai M, Manabe A, Pui C-H, et al. Stroma supported culture of childhood
B-lineage acute lymphoblastic leukemia cells predicts treatment outcome. J
Clin Invest 1996;97:755-760
84. Silverman LB, Gelber RD, Young ML, et al. Induction failure in acute
lymphoblastic leukemia of childhood. Cancer 1999;85:1395-1404
85. Sallan SE, Camitta BM, Cassady JR, et al. Intermittent combination
chemotherapy with adriamycin for childhood acute lymphoblastic leukemia:
clinical results. Blood 1978;51:425-433
86. Gajjar A, Ribeiro R, Hancock ML, et al. Persistence of circulating blasts after
1 week of multiagent chemotherapy confers a poor prognosis in childhood
acute lymphoblastic leukemia. Blood 1995;86:1292-1295
87. Miller DR, Coccia PF, Bleyer WA, et al. Early responce to induction therapy
as a predictor of disease-free survival and late recurrence of childhood acute
lymphoblastic leukemia: a report from the Children’s Cancer Study Group. J
Clin Oncol 1989;7:1807-1815
88. Steinherz PG, Gaynon PS, Breneman JC, et al. Cytoreduction and prognosis in
acute lymphoblastic leukemia- The importance of early marrow responce:
reports from The Children’s Cancer Study Group. J Clin Oncol1996;14:389-
398
89. Schrappe M, Reiter A, Sauter S, et al. Concept and interim analysis of trial
ALL-BFM 90 for the treatment of children and adolescents with acute
lymphoblastic leukemia: significance of therapy responce in peripheral blood
and bone marrow. Klin Pädiatr 1994;206:208-221
90. Pui C-H, Rivera GK, Hancock ML, et al. Risk-adapted treatment for acute
lymphoblastic leukemia: Findings from St. Jude Children’s Research Hospital.
Haematol Blood Transfus 1997;38:629-637
70
91. Nachman J, Sather HN, Sensel MG, et al. Augmented post-induction therapy
for children with high-risk acute lymphoblastic leukemia and a slow early
responce to initial therapy. N Eng J Mer 1998;338:1663-1671
92. Campana D, Pui C-H. Detection of minimal residual disease in acute
leukemia: Methodological advances and clinical signif,cance. Blood
1995;85:1416-1434
93. Szczepanski T, van Dongen JJM. Detection of minimal residual disease. In:
Henderson ES, Lister TA, Graves MF, editors. Leukemia 7th ed. Philadelphia:
Saunders, 2002:249-283
94. Biondi A, Yokota S, Hansen-Hagge TE, et al. Minimal residual disease in
childhood acute lymphoblastic leukemia: Analysis of patients in complete
continuous remission or with consecutive relapse. Leukemia 1992;6:282
95. Brisco MJ, Condon J, Hughes E, et al. Outcome prediction in childhood acute
lymphoblastic leukemia by molecular quantification of residual disease at the
end of induction. Lancet 1993;343:196-200
96. Nizet Y, van Daele S, Lewalle P, et al. Long-term follow up of residual
disease in acute lymphoblastic leukemia patients in complete remission using
clonogeneic IgH probes and the polymerase chain reaction. Blood
1993;82:1618
97. Kitchingman GR. Residual disease detection in multiple follow-up samples in
children acute lymphoblastic leukemia. Leukemia 1994; 8:395
98. Coustan-Smith E, Behm FG, Sanchez J, et al. Immunological detection of
minimal residual disease in children with acute lymphoblastic leukemia.
Lancet 1998;351:550-554
99. Cave V, van der Werff ten Bosch J, Suciu S, et al. Clinical significance of
minimal residual disease in childhood acute lymphoblastic leukemia. N Eng j
Med 1998;339:591
100.Jacquy C, Delepaut B, van Daele S, et al. A prospective study of minimal
residual disease in childhood B-lineage acute lymphoblastic leukemia: MRD
level at the end of induction is a strong predictive factor of relapse. Br J
Haematol 1997;98:140
71
101.Van Dongen JJM, Seriu T, Panzer-Grumayer Er, et al. Prognostic value of
minimal residual disease in acute lymphoblastic leukemia in childhood. Lancet
1998;352:1731
102.Foroni L, harrison CJ, Hoffbrand AV, et al. Investigation of minimal residual
disease in childhood and adult acute lymphoblastic leukemia by molecular
analysis. Br J Haematol 1999;105:7
103.Panzer-Grumayer ER, Schneider M, Panzer S, et al. Rapid molecular
responce during early induction chemotherapy predicts a good outcome in
childhood acute lymphoblastic leukemia. Blood 2000;95:790-794
104.Heerma NA, Arthur DC, Sather H, et al. Cytogenetic features of infants less
than 12 months age at diagnosis of acute lymphoblastic leukemia;impact of
the 11q27 breakpoints on outcome: a report of the Children’s Cancer group.
Blood 1994;83(8):2274-2284
105.Razis E. Arlin Z.A. Ahmed T. et al.. İncidence and treatment of tumor lysis
syndrome in acute leukemia. Acta Haematol 1994;91:171-174
106.Gaynon PS, Lustig RH. The use of glucocorticoids in acute lymphoblastic
leukemia of childhood. J Ped Hematol Oncol 1995;17(1); 1-12
107.Blenger WA. Acute lymphoblastic leukemia in chilren. Cancer 1990;65:689-
695
108.Gustatsson PS, Lie OS. Acutes Leukemias in childhood. ESO Training
Course “Peadiatric Oncology” september;İstanbul 1977:21-22
109.Silwerman LB, Weinstein HJ. Treatment of childhood leukemia: Curr Opin in
Oncol 1997;9:23-26
110.Donald H, Mahoney Jr. Acute Lymphoblastic Leukemia. In: Oski’s
Pediatrics. Principles and Practice 3rd ed. Philedelphia: Lippincott Co.
1999;1493-1501
111.Uckun FM, Sather Hn, Gaynon PS, et al. Clinical features and treatment
outcome of children with myeloid antigen positive ALL: A report from the
CCG. Blood 1997;90: 28-35
72
112.Ng SM, Ariffin WA; Lin HP, et al. Clinical features and treatment outcome of
children with myeloid antigen coekspression in B-lineage acute lymphoblastic
leukemia: a study of 151 Malaysian children. J Trop Ped 2000;46:73-78
113.Fink FM, Köller U, Mayer H, et al. Prognostic significance of myeloid-
associated antigen ekspression on blast cells in children with ALL. Med Ped
Oncol 1993;21:340-346
114.Wiersma SR, Ortega J, Sobel E, et al. Clinical importance of myeloid antigen
ekspression in acute lymphoblastic leukemia in childhood. N Engl J Med
1991;324:800-8
115.Donadıeu J., Hıll C., et all. Early response to chemotherapy as a prognostic
factor in childhood acute lymphoblastic leukemia: a methodological review.
Br J Haematol 2001;115: 34-45
73