Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

66
Kasım 2014 | Yıl: 1 Sayı: 1 AB - Türkiye İlişkileri Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı? AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege Erkoçak Röportajı “AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok” 1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye Dış Ticaret İlişkisi Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile AB-Türkiye İlişkileri Üzerine Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması Europeanization of Turkey from a Legal Perspective Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır Hem Seviyeli Hem Keyifli

description

http://akademikperspektif.com Akademik Perspektif bundan böyle web sitesindeki yayına ek olarak aylık pdf formatında bir dergi de çıkarmaya başlıyor. Bu ilk sayımızın kapak konusunu çok uzun bir süreden beri Türk dış politikasının temel meselelerinden biri olmayı sürdüren AB-Türkiye ilişkileri olarak belirledik. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları bir araya getirdik. İlişkilerin tarihi seyrinden ticari ilişkilere, müzakerelerin gidişatından ilişkilerin geleceğine yönelik projeksiyonlara kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik.

Transcript of Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

Page 1: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

1 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Kasım 2014 | Yıl: 1 Sayı: 1

AB - Türkiye İlişkileri

Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı? AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege Erkoçak Röportajı “AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok” 1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye Dış Ticaret İlişkisi

Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile AB-Türkiye İlişkileri Üzerine Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması Europeanization of Turkey from a Legal Perspective

Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır

“Hem Seviyeli Hem Keyifli”

Page 2: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

2 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Page 3: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

3 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE

GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK

KOORDİNATÖR SAMET ZENGİNOĞLU

EDİTÖRLER AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA

BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR ARDA ÖZKAN - BERİL DEDEOĞLU – DERYA KAP - EGE ERKOÇAK - ENES DEŞİLMEK - ERKUT AYVAZOĞLU - FATİH GÖKYILDIZ - HACI MEHMET BOYRAZ - HALİL İBRAHİM KELEŞ - İSMAİL

CEM KARADUT - KÜBRA KÖYLÜ - METİN AKSOY - NİLÜFER ARGIN – OĞUZHAN YANARIŞIK – SADULLAH NECİP UZUN - S. RIDVAN KARLUK

REKLAM ve İLETİŞİM [email protected]

YAYIMCI

Akademik Perspektif Enstitüsü

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.

*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.

Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

AKADEMİK PERSPEKTİF

akademikperspektif.com

Page 4: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

4 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Saygıdeğer okuyucularımız,

Uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, tarih, iktisat ve hukuk alanlarında faaliyet gösteren bağımsız bir düşünce kuruluşu olan Akademik Perspektif Enstitüsü (APE), Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli üniversitelerinde araştırmalarını sürdüren akademisyenlerin gönüllü işbirliği ile sürekli gelişiyor.

2011 yılından bu yana Akademik Perspektif sitesinde, akademik vasıflara sahip yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli bir platform sunuyor. Hem Türkçe hem de Academic Perspective ismiyle İngilizce dillerinde yayın yapıyor.

Akademik Perspektif Dergisi, Enstitü bünyesinde hazırlanan makalelerin ve röportajların yanı sıra, misafir kalemlerden gelen makaleleri de yayınlıyor. Böylelikle fikirlerin, ilgili alanlarda eğitim görenler ve çalışanlar başta olmak üzere, mümkün olan en geniş kitleye ulaşmasını hedefliyor.

Akademik Perspektif Dergisi aynı zamanda, Dünyadan Haberler bölümünde dünyadaki önemli gelişmeleri aktaran kaliteli bir haber kaynağı hizmeti veriyor.

Sürekli güncellenen Akademik Duyuru sitesinde ise ilgili herkesin burs, konferans, staj, seminer, kongre vb. duyurularına tek bir kaynaktan kolayca ulaşabilmesini hedefliyor.

Akademik Perspektif bundan böyle web sitesindeki yayına ek olarak aylık pdf formatında bir dergi de çıkarmaya başlıyor.

Her ay belli bir kapak konusu belirleyeceğiz. Başta bu konu olma üzere, ilgili alanlardaki çeşitli konularda hem kendi ekibimizin kaleme alacağı yazıları hem de takipçilerimizden gelen nitelikli makaleleri yayınlayacağımız bu dergilerde konulara mümkün olduğunca farklı perspektiflerden bakabilen yazarlara yer vereceğiz.

Bu ilk sayımızın kapak konusunu çok uzun bir süreden beri Türk dış politikasının temel meselelerinden biri olmayı sürdüren AB-Türkiye ilişkileri olarak belirledik. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları bir araya getirdik. İlişkilerin tarihi seyrinden ticari ilişkilere, müzakerelerin gidişatından ilişkilerin geleceğine yönelik projeksiyonlara kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik.

İlk sayımız olmasına rağmen yoğun şekilde makale teklifi gönderen bütün takipçi ve okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir sonraki kapak konumuzu “Türkiye – Orta Doğu İlişkileri” olarak belirledik. Başta bu kapak konusu olmak üzere, ilgili alanlardaki meseleleri kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz.

Keyifli okumalar…

Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni

AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN

Page 5: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

5 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı? .......................................... 7

Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile AB-Türkiye İlişkileri Üzerine ................................... 13

1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye Dış Ticaret İlişkisi ..................... 18

AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege Erkoçak Röportajı ................................... 22

“AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok” .......................................................... 28

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması .......................................................... 33

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Yarını ............................... 37

Uluslararası Sistem ve Avrupa Birliği ................................................................ 39

Neden Avrupa Birliği? ....................................................................................... 42

Europeanization of Turkey from a Legal Perspective ........................................ 49

Uluslarüstü Avrupa Birliği ................................................................................. 54

Türkiye’de Zorunlu Din Dersi Uygulaması ......................................................... 58

Marshall McLuhan ve Jean Baudrillard Perspektifinde Medya Analizi .............. 62

İÇİNDEKİLER

Page 6: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

6 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Page 7: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

7 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri Çıkmaz Sokakta mı?

Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk*

Türkiye, Avrupa Birliği kapısında 1959 yılından bu yana 55 yıldır bekletilmektedir. Bunun sebebi Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalardır. Tartışmalar yeni değildir. Bu olgu son 200 yıldır Avrupa’da devam etmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği Stratejisi’nde yer alan “Türkiye’nin yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden Avrupa Birliği süreci, Sayın Cumhurbaşkanımızın deyişiyle Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesidir” görüşü geçmişte olduğu gibi günümüzde de geçerlidir.

Başbakan Davutoğlu tarafından TBMM'de sunulan 62’nci Hükümet Programı'nda AB üyeliği hedefinin benimsenmeye devam edileceği ve 2014-2017 dönemini kapsayan AB'ye Katılım için Ulusal Eylem Planı ile reform sürecinin hızlandırılacağı belirtilmiştir. Program’da Avrupa değerlerinin arkasında olunacağı ve AB ile katılım müzakerelerinin çok yönlü dış politikanın en önemli ayaklarından biri olmaya devam edeceği vurgulanmıştır.

Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurusunun (31.07.1959) üzerinden 55, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 27, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 19, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 15, müzakerelerin

başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 9 yıl geçmiştir Bu süre içinde AB üye sayısı 6’dan 28’e çıkmıştır. Sırada Batı Balkanlar1 vardır ama Türkiye yoktur.2 AB’nin 2014-2020 bütçe döneminde Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış olması, Avrupalıların Türkiye’yi 2014-2020

1 S. Rıdvan Karluk, “EU Enlargement to the

Balkans: Membership Perspective to the Balkan Countries”, International Conference on Eurasian Economies 1-3 July 2014, Skopje, Macedonia. 2 Andreas, Wimmel, “Beyond the Bosphorus?

Comparing German, French and British Discourses on Turkey’s Application to Join the European Union,” (Reihe Politikwissenschaft, Institut für Höhere Studien und Wissenschaftliche Forschung Wien), Inst. für Höhere Studien, Vienna, 2006.

Page 8: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

8 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yıllarında üye olarak görmediğini ortaya koymaktadır. AB Bakanı Volkan Bozkır, Türkiye’nin üye olabilecek seviyeye gelmesi durumunda AB’nin böyle bir Türkiye’nin doğru resmine bakıp da üyeliğini reddetme gibi bir lüksü olmayacağını söylemiştir ama bu görüş çok iddialıdır.3 Geçmişte Başbakan Tansu Çiller’in Türkiye’nin birkaç yıl içerisinde üye olabilecek seviyeye geleceğini belirtmesi de çok iyimser bir görüştü. 7 Mayıs 1995 tarihli Hürriyet gazetesinin manşetinde Tansu Çiller’in “İddia ediyorum ki Türkiye en geç 3 yıl içinde AB’ye tam üye olacaktır” sözünü hatırdan çıkarmamak gerekir: “Ben bu iddianın arkasındayım ve bu olur. Hem zannedildiği kadar da zor olmaz... Türkiye, Avrupa’ya çok lazım. Yeter ki bunu somut olarak ortaya koyabilsin.”4

Avrupalı bazı liderlerin söylemlerinin aksine Türkiye hukuken 30 Mart 1856 tarihinden bu yana Avrupa ülkesidir. Rusya ile Kırım Savaşı’nı kazanan Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa arasında Paris Barış Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma’nın en önemli maddelerinden biri, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak kabul edilmesidir. Aradan 158 yıl geçmesine rağmen, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığını bazı Avrupalıların tartışmaya devam etmesinin hiçbir anlamı yoktur.

Lucius Annaeus Seneca, “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz ” demiştir. Türkiye bu rüzgarı yakalamak için neredeyse iki asırdır çaba harcamaktadır.

3 İKV E-Bülteni, 8-14 Eylül 2014. AB Bakanı Volkan

Bozkır Türkiye’nin AB Katılım Sürecine İlişkin Açıklama Yaptı,” erişim tarihi 21.10.2014, http://bulten.ikv.org.tr/icerik_print.asp?ust_id=5858&id=5863. 4 Hürriyet, 07.05.1995.

Türkiye değişirken Batı’nın Türk dış politikası algısı da değişmektedir. NATO üyeliğinden sonra Türkiye, Batı Dünyası’nın önemli bir müttefiki olarak algılanmıştır. Son yıllarda Türkiye’nin dış politikada belli ilkeler belirleyerek bunları uygulamaya koyması, ABD ve Avrupa Birliği’nde farklı değerlendirmelere yol açmıştır. Bu gelişmeler, Türkiye’de eksen kayması olduğu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden uzaklaştığı anlamına gelmemektedir. Çünkü, 1958 yılında Roma Anlaşması ile o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu kurulduktan sonra kurulan 38 Cumhuriyet hükümetinin5 ikisi hariç tamamında Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefi vardır. Türkiye'yi AET’ye “ortak üye” yapan, taraflar arasında bir gümrük birliğine dayanan ve ileride tam üyeliği öngören 12 Eylül 1963 tarihli Ankara Anlaşması, Roma Anlaşması’nın 238’nci maddesine dayanmakta, Türkiye-Topluluk ortaklığının temel ilkelerini belirlemektedir.

Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk açısından bir “ahdi yükümlülük” olmasına rağmen Kasım 2005’te Almanya’da iktidara gelen Şansölye Angela Merkel’in Türkiye için “imtiyazlı bir ortaklığı” önermesi ve ardından da Mayıs 2007’de Fransa’da Cumhurbaşkanı seçilen Nicolas Sarkozy tarafından da imtiyazlı ortaklığın önce seçim kampanyası sırasında sonra da Cumhurbaşkanlığı görevinde gündeme getirilmesi ve Sarkozy’nin Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkması6 Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin üyeliğine verilen desteğin düşmesinde önemli rol oynamıştır. Merkel

5 S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri

(İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2013), s. 356-369. 6 Nicolas Sarkozy, Testimony: France, Europe and

the World in the Twenty-First Century, (New York: HarperCollins Publishers 2007), s.189; Agence France-Presse, “Sarkozy Opposes Turkish Entry into EU,” Vows Referendum, April 24, 2008. 11.

Page 9: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

9 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ve geçmişte Sarkozy, uluslararası hukukta geçerli olan “ahde vefa” (pacta sund servanda) kuralını yok saymışlardır.

Sarkozy artık iktidarda değildir ama yeni Fransa Cumhurbaşkanı Hollande da Türkiye’nin müzakere sürecindeki vetoları henüz kaldırmamıştır. Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’de, “imtiyazlı ortaklık“ şeklinde bir tanımlama yoktur. Türkiye zaten AB ile gümrük birliğini gerçekleştirdiği için bir anlamda “imtiyazlı ortak” statüsündedir. AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında Yunanistan hariç hiç biri önce gümrük birliğine girerek üye olmamıştır. AB mevzuatına aykırı bir şekilde Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık statüsü verilmesi söz konusu olursa, Lizbon ve Ankara Anlaşmaları ile Katma Protokol’ün değiştirilmesi bir hukuki zorunluluk olarak ortaya çıkar. Daha da önemlisi, o zaman rahmetli İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini alır.” Türkiye’nin adaylığının devamlı sorgulanışı, Türkiye’de AB hakkındaki önyargıları güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın 15 Eylül 2014 tarihinde AA tarafından yayınlanan demecindeki “Özellikle son yıllarda Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin soğumaya dönüştüğü ve fasılların açılıp kapatılması konusunda müzakere faslında çok büyük engellemelerle karşılaşıldığı ve Türkiye kamuoyunun AB sürecine olan desteğinin giderek göreceli olarak zayıfladığı konuları, herkes tarafından konuşuluyor ve yazılıyordu” tespiti yerindedir. Çünkü kamuoyunun AB üyeliğine verdiği destek, Türkiye’ye karşı

uygulanan çifte standart sebebiyle hızla düşmüştür.7 Nitekim dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu duruma tepki olarak Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Kuruluşu’na üyeliğinden söz etmiştir.8 Türkiye’ye karşı uygulanan çifte standart olan Bobon kriterleri (Bo: Bizden olanlar, Bon: Bizden olmayanlar) sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da düşerse,9 ileride bazı alternatifler gündeme gele-

7 Makedonya’nın Ohri kentinde Güneydoğu Avrupa

Parlamento Başkanları 10’ncu Konferansı’nda konuşan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Türkiye’nin AB üyeliği hedefinden bir sapma olmadığını açıklamıştır. Bu hedefin geçerli olduğunu belirtmesine rağmen kamuoyu desteğinin giderek azaldığına şöyle dikkati çekmiştir: “Hepimizin aynı Avrupa gemisinde olduğunun ve ortak geleceğimizi birlikte planlamamız gerektiğinin farkındayız. Şimdi, AB’nin de benzeri bir taahhüt altına girerek, genişlemelerin önünü açmasını bekliyoruz.” S. Rıdvan Karluk, “Avrupa Birliği’ne Güven Kalmadı,” Turkishnews, erişim tarihi 26.10.2014, http://www.turkishnews.com/tr/content/2013/06/04/avrupa-birligine-guven-kalmadi/. 8 Melih Özsöz, “Unutulan AB Gündemine Can

Suyu: AB Aday Ülkesi Türkiye’nin Şanghay Beşlisi Tartışması,” erişim tarihi 19.10.2014, http://www.ikv.org.tr/images/upload/data/files/degerlendirmenotusubat2013.pdf. 9 ABD’li düşünce kuruluşu Alman Marshall

Fonu’nun (GMF) 12 Eylül 2012 tarihinde açıklanan Transatlantik Eğilimler anketine katılan Türk vatandaşlarının yüzde 36’sı AB’ye ilişkin olumlu görüş bildirirken, olumsuz görüş bildirenlerin oranı ise yüzde 53 olmuştur. Türkiye-Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı’nın (TAVAK) 23 Ağustos 2012 tarihinde açıklanan araştırmasında ankete katılanların ancak yüzde 17’si AB üyeliğine inanmakta idi. Oysa 2004 yılında Türk halkının yüzde 78’i AB üyeliğine destek veriyordu. 11 Eylül 2014 tarihinde 13'sü açıklanan Alman Marshall Fonu’nun araştırmasında Türkiye'de AB üyeliğinin iyi bir şey olacağını düşünenlerin oranı yüzde 53'e çıkmıştır. Araştırma kapsamında 2010 yılından bu yana ilk defa Türklerin çoğunluğu AB üyeliğini desteklediklerini ifade etmişlerdir. CNN Türk, “Türkiye'de AB Üyeliği Ve NATO'ya Verilen Destek Arttı,” erişim tarihi 19.10.2014, http://www.cnnturk.com/video/dunya/turkiyede-ab-uyeligi-ve-natoya-verilen-destek-artti.

Page 10: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

10 Akademik Perspektif – Kasım 2014

bilecektir. Bu durumda Türkiye’de hiçbir hükümet AB üyeliği konusunda istekli olmayacak, Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması bu durumda olabilecektir.10 Avrupa Birliği’nden kaynaklanan olumsuz gelişmeler, Türkiye’de AB’ye güvenin düşmesine yol açmıştır. Insight Turkey dergisinin yıllık konferanslarının üçüncüsü “Türkiye ve AB: Kopuş mu?” başlığıyla Brüksel’de 25 Mart 2013 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Konferansta konuşan Thomas Diez Avrupa kamuoyunun Türkiye ile İslam kavramlarını aynı çerçevede değerlendirdiği için Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığını, bu durumun da siyasetçilerin Türkiye’nin üyeliğine yönelik yaklaşımlarını etkilediğini açıklamıştır.11 Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakereleri başlattığı 3 Ekim 2005 tarihinde Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi milletvekili ve dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw, 2013 yılında yayınlanan 456 sayfalık kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır. Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini

10

S. Rıdvan Karluk, “On Yıl Sonra Türkiye’de Eksen Kayması Olur mu?” Türkiye’nin 2023 Vizyonu ve Uluslararası İlişkiler: Anadolu Üniversitesi, 22 Mayıs 2012, erişim tarihi 15.10.2014, http://www.turkishnews.com/tr/content/2012/05/27/on-yil-sonra-turkiyede-eksen-kaymasi-olur-mu/. 11

SETA, “Türkiye-AB İlişkileri Brüksel’de Tartışıldı,” erişim tarihi 25.10.2014, http://setav.org/tr/turkiye-ab-iliskileri-brukselde-tartisildi/haber/4601.

arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamaktadır.12 Türkiye AB ilişkilerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel Kıbrıs’tır. Kıbrıs sorunu çözülmeden Türkiye’nin AB üyesi olması mümkün değildir. Bir zamanlar eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın ifade ettiği gibi AB üyeliğinin yolu Diyarbakır’dan değil, Kıbrıs’tan geçmektedir. Mesut Yılmaz, 16 Aralık 1999 tarihinde Başbakan Yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır´da "Avrupa Birliği´ne üyeliğimize giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğine inanıyorum" demiştir ama 13 yıl sonra Türkiye 2012 Yılı İlerleme Raporu’nda bu durum farklı bir şekilde ortaya konmuştur: “Konsey ve Komisyon’un müteaddit çağrılarına rağmen, Türkiye, Avrupa Topluluğu ve Topluluğa üye devletler tarafından 21 Eylül 2005’de yapılan deklarasyonda ve Aralık 2006 ile Aralık 2010 tarihli olanlar da dâhil, Zirve sonuçlarında belirtilen yükümlülüklerini hâlâ yerine getirmemiştir.”13

12

Jack Straw, Last Man Standing: Memoirs of a Political Survivor, (London: Macmillan, 2013); TEPAV, “Türkiye ve AB: Hasta Adam İyileşiyor-Turkey & The EU: The Sick Man Bites Back," erişim tarihi 18.10.2014, http://www.tepav.org.tr/tr/haberler/s/3466. 13

EC, Türkiye 2012 Yılı İlerleme Raporu, s.35-36. Benzer görüşler 2014 Yılı İlerleme Raporu’nda da yer almıştır: “Despite repeated calls by the Council and the Commission, Turkey has still not complied with its obligations as outlined in the declaration of the European Community and its Member States of 21 September 2005 and in Council conclusions, including those of December 2006 and December 2013.Turkey has not fulfilled its obligation to ensure full and non-discriminatory implementation of the Additional Protocol to the Association Agreement and has not removed all obstacles to the free movement of goods, including restrictions on direct transport links with Cyprus. There was no progress on normalising bilateral relations with the Republic of Cyprus.” EC, Turkey 2014 Progress Report, Brussels, 8.10.2014 SWD(2014) 307 final, s. 19.

Page 11: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

11 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Türkiye 35 başlığın müzakere sürecini tamamlasa da AB üyeliği garanti değildir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa ve muhtemelen Almanya Türkiye’nin üyeliğini veto edebilir. Ayrıca Avrupa Parlamentosu da Türkiye’nin üyeliğine onay vermeyebilir. Çünkü Parlamento’nun Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını kabul etmesine ilişkin dört kararı vardır. (Karluk, s.576) Ayrıca 22-25 Mayıs 2014 tarihlerinde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Fransa, İngiltere, Yunanistan, Danimarka, Avusturya ve Macaristan’da Euro’ya şüphe ile yaklaşan, Avrupa Birliği karşıtı ve aşırı sağcı partiler oylarını arttırmıştır. Fransa’nın AB’den ayrılmasını savunan Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe (FN) yüzde 25’le birinci parti olmuştur. Ulusal Cephe'nin lideri Marine Le Pen, 27 Mayıs’ta haber Kanalı BFM TV’ye verdiği demeçte “Türkiye’nin AB’ye üyeliği veto edilmeli” demiş ve gazeteci Jean Jacques Bourdin’in sorularına şöyle cevap vermiştir: “Öncelikle Amerika ile AB arasında ticari serbest değişimi öngören Trans-Atlantik Anlaşması’nın derhal iptal edilmesini istiyoruz. İkincisi derhal Türkiye’nin AB’ye üye olmasının veto edilmesini istiyoruz.” Ulusal Cephe’nin seçim afişlerinde “Türkiye’nin AB üyeliğine hayır” yazılmıştı.14 Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan liderler, tıpkı yıkılan Berlin Duvarı’nın altında kalan komünist liderler gibi büyük bir fırsatı kaçıracaklar, gelecek nesiller bu liderleri Avrupa bütünleşmesine engel olan kişiler olarak anacaklardır. Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye

14

S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği (İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2014), s. 399.

olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır.15 2014 Yılı İlerleme Raporu’nda da açıklandığı gibi Türkiye AB’ye katılım taahhüdünü ifade etmeye devam etmiş, önceki Başbakan Erdoğan 2014 yılını “AB yılı” ilan etmiş, Eylül ayında Türkiye AB’ye katılım sürecini canlandırma hedefiyle AB Stratejisi’ni kabul etmiştir. Vize serbestîsi diyaloğuna paralel olarak AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması 16 Aralık 2013’te imzalanmış, 1 Ekim’de yürürlüğe girmiştir. AB ile 2012 yılında başlatılmış olan Pozitif Gündem kapsamında katılım müzakereleri siyasi reformlar, müktesebatla uyum, dış politika alanında diyalog, AB programlarına katılım, terörle mücadele, ticaret, enerji, vize ve göç alanlarında devam etmiş olmasına rağmen 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan AB katılım müzakerelerinde bir arpa boyu yol alınamamıştır. 35 başlıktan sadece 13 başlığın açılıp, sadece birinin geçici kapatılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Fransa’nın toplamda 12 başlığı dondurması, Türkiye’nin AB’ye girme umudunu neredeyse söndürmüştür.16 Güney Kıbrıs Rum Yönetimi sözcüsü Nikos Hristodulidis ada etrafında doğalgaz arama faaliyetlerine Türkiye'nin müdahalesini gerekçe göstererek, Ankara'nın Avrupa Birliği'ne katılım müzakerelerinde hiçbir yeni başlığın açılmasına izin vermeyeceklerini söyleyerek, Türkiye’nin

15

S. Rıdvan Karluk, Uluslararası Kuruluşlar, (İstanbul: Beta Basım A.Ş., 2014), s. 1-35. 16

Bölgesel politikalar ve yapısal araçların eşgüdümü konusundaki 22 numaralı müzakere başlığı Kasım 2013’te müzakerelere açılmıştır. Bakan Bozkır, “14 fasıl açıldı, bir fasıl kapandı, bu resmi tablodur. Ama eğer bu resmi tablo olmaksızın gerçek tabloya bakarsak, bugün 28 faslı açmış, 14 faslı da kapatmamız gerekirdi” demiştir. AA 5 Eylül 2014.

Page 12: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

12 Akademik Perspektif – Kasım 2014

üyeliğini tek başına bloke edebilmektedir.17 AB’nin 2014-2020 bütçe döneminde Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapmamış olması, Avrupalıların Türkiye’yi 2014-2020 yıllarında üye olarak görmediğini ortaya koymaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100’ncü yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin üyeliğine yaklaşımını ortaya koyması bakımından bir mihenk taşıdır. Avrupa Birliği 1998 yılında İlerleme Raporları ile Birliğin Genişleme Stratejisini yayınlamaya başlamıştır. 8 Kasım 2006 tarihinde genişlemeye ilişkin 2006 Strateji Belgesi’nde AB’nin mevcut strateji çerçevesinde Birliğin etkin biçimde işlemesi, beşinci genişlemeden dersler çıkartılması, genişlemeye ilişkin sorunların ele alınması, aday ülkelere üyelik sürecinde destek olunması ve genişlemenin devamı için kamuoyunun desteğinin sağlanması ortaya konmuştur (COM, 2006 649 final). Belge’ye göre; mevcut genişleme gündeminde Batı Balkan ülkeleri ve Türkiye de bulunmaktadır ama Türkiye ile müzakereler tıkanmış durumdadır. 2014-2019 dönemi için Avrupa Komisyonu Başkanı seçilen Jean-Claude Juncker’in programında on önceliğinden biri AB’nin küresel rolünü güçlendirmektedir. Türkiye, katılım müzakerelerinde yaşanan sorunlara rağmen AB için önemli bir stratejik ortaktır. Türkiye’siz bir AB, zayıf bir küresel güç olmaya aday olur. Bunun için AB Konseyi’nin 11 Aralık 2006’da aldığı kararı yürürlükten kaldırması gerekir.

AB Bakanı Volkan Bozkır, “Kıbrıs sorununu çözebilelim. O sepetin içindeki önemli unsurlardan birini bir tane fasıl açmak için, 17

Eur Activ, “Güney Kıbrıs: Türkiye'nin AB Müzakerelerinde Hiçbir Faslın Açılmasına İzin Vermeyeceğiz,” erişim tarihi 21.10.2014.

- üyelik için olsa neyse de - fasıl açmak için Türkiye'nin verebileceği hiçbir şey yok. Bunu izah ediyoruz” derken haklıdır. Bozkır; “Almanya, Kıbrıs'ın bu blokajını kırabilecek güce ulaşmış vaziyette. İstese Kıbrıs'ı yarın 10 faslı açmaya razı edebilir ama bunu yapmıyor. Almanya'nın şu andaki yönetimi maalesef Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakmayan bir yönetim” açıklamasının arkasında Almanya’nın Türkiye AB üyesi olduğunda AB’deki oylamalardaki etkinliğini kaybedecek olması vardır.

Katılım müzakerelerinde resmi olarak 14 başlık açılmış olmasına rağmen, gerçekte Türkiye’nin 28 başlığı açabilecek ve 13 veya 14 başlığı kapatabilecek konumda olduğunu belirten Bakan Bozkır, Kıbrıs üzerinden Türkiye üzerinde herhangi bir baskı kurulamayacağını vurgulamıştır ama GKRY’nin blokajı devam etmektedir.

Türkiye, Paris Anlaşması’ndan bu yana yüzünü döndüğü Batı dünyasından kopmayacak, genişleme sürecinde hiçbir aday ülkeye uygulanmayan çifte standartlara bir süre daha tahammül ederek doğru bildiği yolda ilerlemeye devam edecektir. Türkiye’nin AB Stratejisi, mevcut büyük potansiyelini katılım sürecine en iyi şekilde yansıtacaktır. Hükümet Programında da vurgulandığı gibi Türkiye’nin AB üyeliği stratejik bir hedeftir ve kararlılıkla sürdürülmeye devam edecektir. Ama, Ankara Anlaşması’ndaki son dönem, sonsuz dönem de olmamalıdır. Ucu açık müzakere süreci makul bir süre içinde tamamlanmalı, 2020 yılı sonrası için Türkiye’ye üyelik tarihi verilmeli, Türkiye de ilerleme raporları ışığında üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmelidir. * Prof. Dr. S. Rıdvan Karluk, Turgut Özal Üniversitesi, İİBF

Page 13: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

13 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ile

AB-Türkiye İlişkileri Üzerine

Röportaj: Nilüfer Argın

Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU: “İlerleme raporları, bir yandan Türkiye’nin fotoğrafını ortaya koyarken bir yandan da gelişmiş demokratik hukuk devletleriyle karşılaştırma yapma imkânı sunuyor. Dolayısıyla bir yıl içinde ne yapılıp neyin yapılamadığı ve belki daha önemlisi neyin nasıl uygulamaya konup konmadığı ortaya çıkıyor.”

Zaman zaman iyileşen zaman zamansa soğuyan Avrupa Birliği – Türkiye ilişkilerini, alanın duayenlerinden Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU ile değerlendirdik. Konunun en önemli ve çarpıcı noktalarını vurgulamaya çalışarak, hem Türkiye’nin hem de Avrupa Birliği’nin belli başlı olaylara olan yaklaşımlarını İlerleme Raporları bağlamında irdeledik. Avrupa Birliği ile elli yılı aşkın bir ilişkimiz var. Kimi zaman kopan kimi zaman donan kimi zamansa ısınan ilişkilerde şu anda nasıl bir dönemdeyiz? İlişkilerde özellikle son üç yılın son derece zaman kaybettirici bir evre geçirdiği söylenebilir. 2013 sonu itibarıyla ilişkileri canlandırabilecek bazı girişimler ve bir müzakere başlığı açılmış olsa da, üyelik

yönünde taraflarda bir irade oluştuğunu ortaya koyacak ölçüde etki yaratılmamıştır. Dolayısıyla süreç, giderek daha öngörüsüz bir aşamaya tırmanmakta gibi. Avrupa Birliği, Türkiye’ye her sene düzenli olarak bir İlerleme Raporu sunuyor. Bu rapor Komisyon tarafından hazırlanıyor, Parlamento ve Konseye sunuluyor. Türkiye’nin bir yıllık değerlendirmesinin yapıldığı İlerleme Raporları’nın önemini vurgulayarak konuşmamıza devam edebilir miyiz? İlerleme raporları, bir yandan Türkiye’nin fotoğrafını ortaya koyarken bir yandan da gelişmiş demokratik hukuk devletleriyle karşılaştırma yapma imkânı sunuyor. Dolayısıyla bir yıl içinde ne yapılıp neyin

Page 14: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

14 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yapılamadığı ve belki daha önemlisi neyin nasıl uygulamaya konup konmadığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ne kadar uyum sağlanmışsa, o kadar üyelik aşamasına yaklaşılmış oluyor. Raporlar, her yılın bir öncekine göre daha iyi olduğunu gösteriyor, ama aynı zamanda yavaş gidildiğini de sergiliyor. Böyle bir dökümü Türkiye’nin yapması zor; AB’den gelen rapor kendi kendimize karşı dürüst olmamızı sağlıyor, şeffaf bir değerlendirmenin dünya kamuoyuna sunulmasına hizmet ediyor. Bir ülkenin Avrupa Birliği’ne tam üye olabilmesi için gereken koşulları Kopenhag Kriterleri belirliyor. Bu kriterler genellikle “siyasi” olarak biliniyor ve siyasi, ekonomik, hukuki olmak üzere üç ana eksende yüklenimler getiriyor. İlerleme Raporlarını algılayabilmek içinKopenhag Kriterlerini de anlamak gerekiyor. Kopenhag Kriterleri’nin içeriği ve önemi nedir sizce? Kriterler, esasen kapsamlı olarak kaleme alınmış kurallar dizisi değil; bazı esnekliklere sahip. Bununla birlikte, kriterler AB mevzuatında ve üye devletlerin uygulamalarında demokrasi, hukuk devleti, ekonomik bütünleşme koşulları nasıl uygulanıyor ve ifade ediliyorsa, onları ima ediyor. Kriterlerin en önemli yanı, siyasi kriterlere uyum sağlandığı yönünde Konsey kararı olmadan müzakerelere başlanmaması. Yani önce demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti olup sonra diğerlerinin benimsenmesi esası söz konusu. Kriterler, AB bölgesine dahil olmak isteyen ülkelerde aranan asgari koşulları ifade ediyor, dolayısıyla üyeliğin de somut değerlendirme ölçütleri anlamına geliyor. Bununla birlikte, bir iki satırla ifade edilen bu kriterlerin yerine getirildiğine dair kanaatlerin oluşmasında % 50 siyasi tutumları etkisi mevcut.

Kopenhag Kriterlerinin içeriği bakış açısına göre değişebilecek gibi gözüküyor. Bu noktada üye ülkelerin Türkiye’ye yaklaşımlarının aynı olduğunu söylemek olanaklı mı? Karşımızda gibi görünen ülkeler hangileri ve neden? Bu konu, ülkelere göre değil üye ülkelerdeki siyasi grupların tutumlarına göre değerlendirilebilir. Muhafazakar sağ çevrelerin her durumda üyeliğe olumsuz baktıkları biliniyor. Sosyal demokratlar, sol eğilimler, yeşiller ve liberaller daha olumlu tutum içindeler, onlar açısından temel değişken Türkiye’deki demokrasi ve insan haklarının kalitesi. Bununla birlikte, Türkiye’nin dışarıda kalması halinde daha ‘tehditkar’ olacağını ileri süren bir bakış açılarının olduğu da belirtilmeli.

Türkiye’de İlerleme Raporları ile ilgili algı nasıl? Doğru algılanıyor mu? Yoksa raporda belirtilen noktalar, ilgili kurumlar tarafından önemsenmiyor mu? Bu raporları üzerine alınan kaç kurumumuz var? Bu durumun nedeni nedir? Kurumlardan başlayalım. Raporların içeriği tüm kurumları, tüm bakanlıkları ilgilendiriyor. Her bakanlık ve ona bağlı kurumda AB ile ilgili birimler var ve onlar bu raporları değerlendiriyorlar. Ancak değerlendirmeler sonucunda ne adımlar atılıyor, ne gibi planlamalar yapılıyor ve yurttaşların hayatına ne derece değiyor,

Page 15: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

15 Akademik Perspektif – Kasım 2014

orasını anlamak kolay değil; zira atılan adımların AB süreciyle ilişkilendirilmesi, bunun bu şekilde anlatılması söz konusu değil. Muhtemelen AB sürecinin Türkiye’de heyecanının kalmamış olmaması, atılan adımların kamuoyuyla paylaşılma ihtiyacını ortadan kaldırıyor. Hükümet ve toplumda eş zamanlı olarak AB konusunun bir çekim ve ivme merkezi olması anlayışı yitirildi; dolayısıyla ‘oy’ kaybettirebilecek bir konuya dönüştü. Hal böyle olunca, raporların da dikkate alınması, önemsenmeyen bir konu haline geldi. Önemseyenler ise, bölünmüş siyasi ortama uygun bir bölünme içindeler. Bir kısmı hükümeti eleştirmek için raporları kullanıyor, bir kısmı da Avrupa’yı eleştirmek için. Avrupa Birliği hocamız “Türkiye için falcılık yapmaya gerek yok, İlerleme Raporlarını okursanız yapılacak siyasi düzenlemeleri de tahmin edebilirsiniz” derdi. Bu ifadeye katılır mısınız? Bu anlamda raporlarda yer alan isteklerden Türkiye’nin yerine getirdiği belli başlı düzenlemeler neler olmuştur? Yapısal sorunlarla ilgili en önemli adımlar, torba yasayla çıkan kanunlarda görülebilir. Ancak dile getirilen bir dizi sorun, kanunlarla ilgili olanlar değil uygulamayla ilgili aksaklıklar. Doğrusu bu konuda küçük adımlar atıldığı söylenebilir. 2013 İlerleme Raporunun son bölümü müktesebat uyumu kapsamında yer alan müzakere başlıklarına ayrılmış durumda. Bazı başlıkların açılma koşulu olarak Güney Kıbrıs Rum Kesimi ya da AB’deki adıyla “Kıbrıs”ın tanınma koşulunun getirilmesi, süreci nasıl etkiler? Türkiye ne yapmalı? Tanınmayan bir devletle, aynı kulüpte yer alınamaz. Türkiye, kendi üyeliği ile Kıbrıs sorunun çözümünü eş zamanlı halletmek

istiyor. Kıbrıs vetolarını ortadan kaldırabilecek bir dizi girişim zaten yapılıyor, ancak muhtemelen tanıma işi sona bırakılacak. Süreç bakımından başlangıçta olduğu gibi bugün ve yarın da en sıkıntılı konu Kıbrıs olacak. Ancak ‘diplomasi’ tam da bu tür durumlar için geliştirilmiş bir sanattır. Üyelik için içeride ve İngiltere, Fransa ya da Almanya’da bir irade varsa, Kıbrıs sorunu en temel engel olmaktan çıkar; ancak her durumda son aşamada tanıma gerekir. AB’ye tam üye olmazsak ne kaybeder, olursak ne kazanırız? Sizce nüfusumuzun artması üye olmamız durumunda etkili olur mu? Bu soru çok kapsamlı, yanıtlar sayfalara sığmaz. Kabaca, üyelik bir tür garanti mekanizmasıdır, krizlerin telafisinde sorumluluk ve maliyetlerin paylaşılması sistemidir. Türkiye, tek başına bir İsveç demokrasisi, bir Alman ekonomisi, bir İngiliz dış politikası, bir İspanya hukuku yapabiliyor ise, üye olmak gerekmeyebilir. Bunlara benzemek isteyip de kendi başına beceremiyorsa, o zaman üye olmalı. Tabi benzemek istemiyorsa, o zaman başka. Müzakere sürecinde yapılması gerekenler ve müzakere başlıklarına konan kısıtlamalar değerlendirildiğinde tam üyelik önünde daha çok yol varmış gibi görünüyor. Ayrıca Fransa Türkiye’nin üyeliği hakkındaki kararını halk oyuna sunacak. Sizce bu zorlu süreç siyasi mekanizmalarla çözülebilir mi? Nasıl? Süreç, sadece siyasi değil tüm mekanizmaların birlikte çalışmasıyla hızlanabilir. Her iki taraf da kavuşmak için yanıp tutuşsa, Türkiye on yıldan önce zaten üye olamaz; yapısal sorunlarımızın halli zor, zira Türkiye’de ölçekler büyük. Diyelim ki artık nikah için gün alınmış; son dakikada aileler razı olmayabilir. Bu

Page 16: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

16 Akademik Perspektif – Kasım 2014

noktadaki çıkmaz ise, halkların istememe ihtimalini son dakikada öğrenecek olmamız. Türkiye üye olmayacaksa neden tüm teknik standartlarını AB standartlarına bağlasın? Dolayısıyla Türkiye diğer müzakere başlıkları kapsamına giren konularda yol aldıkça, üyeliği konusunda dagarantiler isteyecektir. Bu garantiler verilirse, sonuç alınır; verilemez ise, süreç biraz daha uzar. Ancak belirtelim hiç bir ülke 30 yıl aday statüsünde kalamaz.

Beril Dedeoğlu, 1986 yılında İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Üniversite’de Yüksek Lisans (1987) ve Doktorasını (1993) tamamlayarak 1993-1995 yılları arasında Yardımcı Doçent olarak çalıştı.

Daha sonra Galatasaray Üniversitesi’ne geçen Dedeoğlu, sırasıyla 1995-1999 yıllarında Yardımcı Doçent ve 1999-2005 yıllarında Doçent olarak çalıştı. 2005 yılından itibaren Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Profesör olarak görev yapan Beril Dedeoğlu halen aynı bölümün başkanlığını da yürütmektedir.

Çok sayıda makale ve kitabı bulunan Dedeoğlu, İngilizce ve Fransızca bilmektedir. Avrupa Birliği, Uluslararası Güvenlik ve Strateji alanlarında çalışmaktadır.

Page 17: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

17 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Page 18: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

18 Akademik Perspektif – Kasım 2014

1996-2013 Yılları Arası Avrupa Birliği – Türkiye

Dış Ticaret İlişkisi

Halil İbrahim Keleş*

1959 yılından beridir Türkiye, Avrupa Kapısında beklemektedir. İmzalanan Gümrük Anlaşmasından sonra Türkiye’nin Avrupa Birliğine olan Dış Ticareti artmıştır. Aslında Ekonomik olarak Türkiye birçok AB ülkesinden ileri durumdadır.

Avrupa Birliği’nin temelini 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturmaktadır. 1957 yılında imzalanan Roma antlaşmasıyla birlikte Avrupa Ekonomik Topluluğu adını almıştır. İlk yıllarda ekonomi kuruluşu gibi gözükse de, zaman içinde gelişen olaylar ve oluşan ortam dolayısıyla, sosyal ve siyasal bakımdan gelişme göstermiş ve Avrupa Topluluğu adını almıştır. 1992 yılında imzalanan Maastricht Anlaşmasıyla Avrupa Birliği adını almıştır. Ortak para birimi olan Euro, 2002 yılında, İngiltere, İsveç ve Danimarka dışında diğer birlik üyeleri içinde kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa Birliği, nitelik olarak, diğer bütünleşme hareketlerinden ayrılmaktadır. Avrupa Birliği, bünyesindeki devletlerin varlıklarına saygı gösterirken,

diğer taraftan üye devletlerin yetkilerinin bir kısmını bu kuruma devretmeleri sonucunda uluslar üstü bir niteliğe kavuşmuş olması AB’nin diğer birliklerden farklı olmasını sağlamaktadır. Bu fark, Birliği benzerlerinden ayıran en önemli özelliktir. Aynı zamanda belirlenen ortak siyasi ve ekonomik politikaların tüm üyeler tarafından benimsenmesi, tamamen olmasa da ülke sınırlarının kaldırılmış olması, büyük oranda ortak para birimine geçişin sağlanması birliğin birleşik devletler statüsü kazanmasını sağlamıştır.1 AB’nin ekonomik gücüne baktığımızda, Dünya nüfusunun %7’sine sahip olduğu

1 Kapusuz F.(2006), ‘Avrupa Birliği Uyum Sürecinin

Türkiye Ekonomisine Etkileri: (1980 – 2006)’, Yüksek Lisan Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü, Isparta

Page 19: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

19 Akademik Perspektif – Kasım 2014

halde Dünya’daki toplam ihracat ve ithalatın beşte birinden fazlasını yapmaktadır. Birlik üyelerinin kendi içlerinde yapmış oldukları ticarete bakıldığında, Birliğin dış ticareti dünya ticaretinin üçte birinden fazlasına denk düşmektedir. Türkiye ile AB ilişkileri 1959 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ortaklık başvurusu ile başlamıştır. Bu başvuru 1963 yılında Ankara’da Ankara Antlaşması’nın imzalanmasıyla hayata geçmiştir. O dönemlerde Türkiye iç sorunlar nedeniyle AB sürecine fazla ilgi gösterememiştir. Türkiye’de yaşanan askeri darbe dolayısıyla ilişkiler dondurulmuştur. Fakat 1987 yılında Turgut Özal döneminde AB üyeliği tekrar gündeme gelmiş ve Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusu yapılmıştır. Bu başvurunun ardından Türkiye 1996 yılında Avrupa Birliği Gümrük Birliğine dahil olmuştur. 1999 yılında Helsinki zirvesiyle adaylık statüsü kazanan Türkiye, 3 Ekim 2005 yılında Lüksemburg zirvesiyle tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. 1996 yılında Gümrük Birliğine Üye olmasıyla Türkiye ve AB ekonomik ilişkisi sürekli bir gelişme göstermiştir. Türkiye, Gümrük Birliği sonrasında, 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı ile Avrupa Birliği Bütçesi ve Topluluğun Akdeniz ülkelerine uygulanan programından kredi ve hibe yardımları almaya başlamıştır. Bu yardımların amacı, insan hakları ve Pazar ekonomisi gibi ortak değerler içinde yer alan ülkelerin iç ekonomik ve sosyal gelişmelerine destek olmaktır. Ayrıca birliğe üye ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyi arasındaki farkı en aza indirmekte amaçlanmaktadır. Bu amaçları gerçekleştirebilmek için Türkiye’nin de bu standartlara ulaşması çerçevesi içinde idari işbirliği fonu adı

altında 6 milyon Euro, Akdeniz ülkeleri ile Avrupa Topluluğu’nun ilişkilerinin güçlendirilmesi kapsamında 376,4 Milyon Euro hibe, 205 milyon Euro kredi şeklinde mali yardım ve yenileştirilmiş Akdeniz Politikası adı altında 339,5 Milyon Euro kredi yardımı 2005 yılı sonuna kadar yapılmıştır. 21964-1999 yılları arasında Türkiye’ye yapılan hibe nitelikli yardımlar toplam 526,3 milyon Euro iken, 2000-2004 yılları arasında toplam 930,5 milyon Euro’dur.3 2006 yılından 2010 yılına kadar yapılan yardım miktarı büyük bir artış göstermiş ve 2.754 Milyon Euro olmuştur.4 2010 yılından 2013 yılına kadar da yardım miktarı artarak devam etmiştir. Bu yıllar arasında Türkiye’ye 3.913 milyon Euro yardım yapılmıştır.5 Bu yardımlarla birlikte Türkiye’ye yapılan yardım miktarı 1964-2013 yılları arasında 19 milyar130 milyon Euro olmuştur.6 İmzalanan Gümrük Birliği anlaşmasından sonra, Türkiye’nin Avrupa Birliği ülkelerine ihracat ve ithalatı sürekli artış göstermiştir. Özelikle ithalat ve ihracatımızın %50’sini Avrupa Birliği ülkeleriyle yapmaktayız. AB’den olan ithalat miktarımızın sürekli arttığı ve buna paralel olarak gümrük anlaşmasının etkisiyle ihracatımızın da arttığı görülmektedir. Ancak ithalat ve 2 Demir S.(2009), ‘Avrupa Birliği Mali Yardımları’,

Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, Gaziantep 3 Demir S.(2009), ‘Avrupa Birliği Mali Yardımları’,

Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, Gaziantep, s.39 4 Yücel E. (2009), ‘ Akdeniz Ülkeleri ve Türkiye’ye

Yönelik Avrupa Birliği Mali Yardımlarının Analizi’, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Ve Uluslar arası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı, Ankara 5 Türkiye Cumhuriyeti Avrupa Birliği Bakanlığı,

http://www.ab.gov.tr/index.php?p=5 erişim Tarihi (22 Ekim 2014) 6 Tam N. (2010), ‘2002 Sonrası Türkiye- Avrupa

Birliği Siyasi İlişkisi’, Yüksek Lisans Tezi, Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul

Page 20: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

20 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ihracat arasında ki farkın azalmış olmasına rağmen, istenilen düzeyde azalmadığı görülmektedir. Bu da ülkemizde cari açığa sebep olmaktadır. Yine de tam müzakere koşullarının sağlanmasıyla ihracat ve ithalat miktarlarının birbirine yaklaşması öngörülmektedir. AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerin son yıllarda artması ekonomik olarak her iki tarafa da katkı sağlamaktadır. Gelinen son aşamada Türkiye’nin AB’ye tam üye olması önemli bir süreçtedir. Aslında, AB içinde

Maastricht kriterlerine uymayan birçok ülke mevcuttur. Ancak AB sosyo- politik ve kültür bakımından Türkiye’ye farklı bir çerçeveden bakmaktadır. Bu da oyalama taktiklerine sebep olmaktadır. Ekonomik olarak kıyaslandığında bile, Türkiye’nin ekonomik standartlarının AB’nin birçok üyesinden yüksek olduğu görülmektedir. Türkiye, bu süreçte, bütün eksiklerini gidermeye çalışmaktadır. Bunu başardığını da her sene açıklanan AB ilerleme Raporlarında görmekteyiz.

Page 21: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

21 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Page 22: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

22 Akademik Perspektif – Kasım 2014

AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı

Ege Erkoçak Röportajı

Röportaj: Hacı Mehmet Boyraz

Türkiye – Avrupa Birliği Müzakere Süreci’nin bizzat içinde yer alan AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Sayın Ege Erkoçak, “Nihai İlerleme Raporu” ile ilgili olarak önemli değerlendirmelerde bulundu.

Öncelikle raporu genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Üzerinde durulan hususlar nelerdir acaba? Beklenilenin ötesinde sürpriz hususlar var mı? Örneğin, Ruhban Okulu’nun açılması gibi Türkiye için farklı anlamlar ifade eden bir meselede AB’nin tek taraflı yorum yapması doğru mudur? Sayın Bakanımızın da İlerleme Raporunun açıklanmasını müteakip gerçekleştirdiği basın toplantısında dile getirdiği gibi Avrupa Komisyonu tarafında hazırlanan 2014 yılı Türkiye İlerleme Raporunun objektif ve dengeli bir yapısının olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin bir yılının fotoğrafını çeken İlerleme Raporunda tabiatıyla birtakım eleştirilerin yer alması olukça normal, beklenen bir husustur ancak önceki yıllarda pek çok kereler

Komisyon ile temaslarımızda vurguladığımız gibi bizim beklentimiz söz konusu eleştirilerin yapıcı ve olumlu bir üslup ile dile getirilmesi idi. Komisyon ile kurduğumuz yakın diyalog neticesinde bu seneki İlerleme Raporunda çabalarımızın meyvelerini almış olduk. Geçmiş yıllara kıyasla değer yargılarından uzak, sadece olgulara yer verilen bir İlerleme Raporu ile karşı karşıyayız. Başkanlığını yürüttüğüm Siyasi İşler Başkanlığının görev alanında yer alan 23. Yargı ve Temel Haklar, ile 24. Adalet. Özgürlük ve Güvenlik Fasılları yer almaktadır. 23. Yargı ve Temel Haklar Faslı bağlamında değerlendirecek olur isem Haziran ayında TBMM’de kabul edilen ve Çözüm Sürecine yönelik daha güçlü yasal dayanak sağlamayı hedefleyen Terörün

Page 23: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

23 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun önemi, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru mekanizmasının başta Twitter, Youtube ve Hrant Dink kararlarının bağlamında yargı sisteminin esnekliğinin göstergesi olduğu, Demokratikleşme Paketi kapsamında hayata geçirilen düzenlemelerin olumlu karşılandığı, Türkiye’deki aktif sivil toplumun gelişmeye devam ettiği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine (AİHS) İhlallerinin Önlenmesine ilişkin Eylem Planının yürürlüğe girmesinin önemli bir adım olduğu, Hükümet ve farklı inanç gruplarına mensup vatandaşlar arasındaki diyaloğun devam ettiği, ifade özgürlüğü alanında hayata geçirilen reform paketleri ile gelişme kaydedildiği, taşınmaz iadelerine devam edildiği İlerleme Raporunun öne çıkan hususları arasında değerlendirilmektedir. Raporun 24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik Faslı kapsamında ise Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşmasının yürürlüğe girdiği ve aynı zamanda vize serbestisi diyaloğu sürecinin devam ettiği, Türkiye’de geçici korumadan yararlanan Suriye vatandaşlarına yönelik desteğin çok değerli olduğu, terörün finansmanının önlenmesine ilişkin ilerleme sağlandığı, Avrupa Konseyi Sanal Suçlar Sözleşmesinin onaylandığı, adalet, özgürlük ve güvenlik alanında karşılaşılan zorluklara rağmen iyi ilerleme sağlandığı ve sonuç olarak bu alandaki uyumun nispeten ileri düzeyde olduğu hususları öne çıkan önemli değerlendirmeleri arasında yer almaktadır. Ayrıca Rapor kapsamında eleştirilere yapıcı oldukları takdirde her zaman açığız. İlerleme Raporu AB’de, Komisyon tarafından hazırlanan bir belge olsa da AB Konseyine sunulması sebebiyle Raporda 28 AB üyesi ülkenin değerlendirmelerini

görmek mümkündür. Bazı üye ülkeler için öncelikli olarak değerlendirilebilecek özel hususlar Raporda yer alabiliyor.

Sayın AB Bakanı ve Baş müzakereci Büyükelçi Volkan Bozkır’ın da ifade ettiği gibi İlerleme Raporu Avrupa Komisyonu’nun belgesi olarak kabul edilmemelidir bilhassa Raporun Türkiye ve AB’nin ortak belgesi olarak okunabilmesi önemlidir. Raporla ile ilgili olarak bir süredir lobi faaliyetlerinde bulunan Sayın Bakan sürekli olarak raporun yapıcı olması gerektiğini belirtmişti. Raporun açıklanmasından sonra kameraların karşısına geçen Sayın Bakanın yukarıdaki açıklamaları dâhilinde bu seneki raporun Türkiye adına yapıcı ifadeler içerdiğini söyleyebilir miyiz? Raporda doğası gereği yer yer eleştirilere yer verilmektedir. Bununla birlikte, söz konusu eleştirilerin yapıcı bir dille ifade edildiği, bu çerçevede Raporun esas itibariyle objektif ve dengeli bir Rapor olduğunu bir kez daha vurgulamamız yerinde olacaktır. Önceki yıllardaki İlerleme Raporlarında olduğu gibi mutat çalışma yöntemimiz çerçevesinde çalışmalarımızı Komisyon ile paylaştık. Her sene olduğu gibi bu yıl da Raporun içerisinde yer alan haklı ve makul eleştirileri dikkate aldık ve çalışmalarımızı bu minvalde çerçevelendirmeye devam

Page 24: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

24 Akademik Perspektif – Kasım 2014

edeceğiz. Katılmadığımız eleştiri, değerlendirme ve maddi hatalara yönelik tespitlerimizi de farklı vesilelerle birçok kereler bir araya geldiğimiz Komisyona ileteceğiz. Bu seneki rapor gibi kaleme alınmış İlerleme Raporlarının Türkiye'nin AB’ye katılım sürecinin ve siyasi reform çalışmalarının devam ettirilmesinde faydalı birer doküman olarak kullanılmasının önünde hiçbir engel yoktur. Geçen seneki raporda daha sert ifadeler bekleniyordu; ancak tahminlere nazaran hafif bir raporla karşılaştık. Geçen seneki raporla bu seneki rapor arasında bir fark görebiliyor musunuz? Demokratikleşme Paketi kapsamında hayata geçirilen idari ve yasal düzenlemelerden, Türkiye İnsan Hakları Kurumunun, İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne Ek İhtiyari Protokolü (OPCAT) kapsamında öngörülen görevleri yerine getirmek ve yetkileri kullanmak üzere ulusal önleme mekanizması olarak belirlenmesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi İhlallerinin Önlenmesine İlişkin Eylem Planının uygulamaya konmasından, Avrupa Konseyi Sanal Ortamda İşlenen Suçlar Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanunun TBMM Genel Kurulunda kabul edilmesine, Vatandaşlarımızın AB ülkelerine en geç 3,5 yıl sonra vizesiz seyahat hakkına kavuşmasının ve AB ile aramızda önemli bir psikolojik engelin aşılmasının ilk adımı olarak nitelendirebileceğimiz Vize Serbestisinin resmi olarak başlatılması ve Geri Kabul Anlaşmasının imzalanmasından, Yargı Reformu Stratejisinin güncellenmesi çalışmalarına kadar iki İlerleme Raporu arası dönemde Türkiye’de 23. Yargı ve Temel Haklar ile 24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik Fasılları bağlamında pek çok düzenleme hayata geçirilmiştir.

Ülkemizin AB’ye katılım sürecindeki istekliliğini ve kararlılığını objektif yansıtabilmek, ülkemizin kaydettiği ilerlemenin değer yargılarından uzak bir şekilde yer almasını sağlamak adına bu sene de çalışmalarımızı yoğun bir şekilde sürdürdük. İlerleme Raporunun hazırlanma aşamasında tüm bilgi ve belgeleri ilgili Bakanlıklarla koordinasyon halinde Komisyona zamanlıca ilettik. Sadece bununla da sınırlı kalmayıp Sayın Bakanımız ve diğer yetkililerimiz AB tarafındaki muhatapları ile Rapor yayınlanana kadar birçok defa bir araya geldi, fikir teatisinde bulundu. Bu noktada geçen seneye kıyasla daha hafif bir raporla değil ancak daha makul ve yapıcı eleştirilere dayalı bir raporla karşılaştık. Bu sene kaleme alınmış raporu önceki senelerden ayıran belirgin fark, daha teknik bir dille yazılmış olmasıdır. Ayrıca, değer yargılarından arındırılmış, yorumdan çok olguya ve Komisyonun tespitlerine dayalı bir rapor olduğunu da söyleyebiliriz. Raporda bahsi geçen eleştirilerin “Türkiye’nin Yeni AB Stratejisi” ile giderilebileceğini düşünüyor musunuz? Türkiye’nin Yeni Avrupa Birliği Stratejisi, 62. Hükümet Programında ortaya konan güçlü iradenin ilk adımını teşkil etmektedir. Yeni Strateji Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine ivme kazandırarak üyeliğe giden yolun önündeki engellerin üstesinden gelinmesini amaçlamaktadır. Yeni strateji çerçevesinde reform sürecimize hız kazandırmayı hedefliyoruz. Bu hedefe ulaşma doğrultusunda vatandaşlarımızın yararını da ön planda tutmak en önemli önceliğimizdir. Siyasi reformlarımızı hayata geçirirken bu zamana kadar olduğu gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı ve AB müktesebatı dikkate alınmaya devam edilecektir. Yeni

Page 25: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

25 Akademik Perspektif – Kasım 2014

AB Stratejimiz, Siyasi Reform Süreci, Katılım Sürecinde Sosyo-Ekonomik Dönüşüm ve AB İletişim Stratejisi olmak üzere 3 ana bölümden oluşmaktadır. Yeni AB Stratejisinin operasyonel hale getirilmesinde kullanılacak araçlardan bir tanesi Sayın Bakanımızın geçtiğimiz günlerde Brüksel’de gerçekleştirdiği basın toplantısında açıkladığı Yeni AB İletişim Stratejisidir. İletişim Stratejisi ile hem Türkiye’deki AB algısını hem de AB'deki Türkiye algısını düzeltmeyi amaçlıyoruz. Toplumumuzda AB’ye yönelik var olan yanılgıları düzeltirken AB'de ise Türkiye'nin hak etmediği şekilde tanıtılmasının önüne geçmeye çalışacağız. Stratejinin bir diğer aracı ise Avrupa Birliğine Katılım için Ulusal Eylem Planıdır. 2014-Haziran 2015 ve 2015-2019 dönemleri olmak üzere 2 aşamadan oluşan Eylem Planı kapsamında İlerleme Raporlarında çeşitli eleştirilere konu hususlara ilişkin mevzuatın çıkarılması, gözden geçirilmesi bir takvime bağlanmıştır. Tüm bunların ışığında değerlendirilecek olursa Yeni AB Stratejisinin AB’ye katılım sürecimize hız kazandırması ve operasyonel araçların uygulamaya konması ile seneye daha az eleştiriden oluşan bir İlerleme Raporu ile karşılaşmayı umuyoruz. Bu rapor Türkiye’nin 17. İlerleme Raporu... Uzun zamandır AB ile üyelik müzakereleri yürüten Türkiye ve Türk halkı için bu süreç eskiye nazaran çekiciliğini kaybetmiştir. Türkiye daha ne kadar İlerleme Raporlarını bekleyecek? Bir başka ifadeyle ufukta üyelik var mı? (Bu hususta AB Komisyonu’nun yeni Başkanı Jean Claude Juncker’in “AB önümüzdeki 5 sene içerisinde yeni bir üyeye hazır değildir” ifadesini göz ardı etmemek gerek.)

Daha önce de bahsettiğim gibi Yeni AB Stratejisi ile hem tam üyelik yolunda kararlı ve istikrarlı bir şekilde ilerleyişimizi sürdüreceğiz hem de Türkiye ve AB kamuoyundaki yanılgıların giderilmesini sağlayacağız. AB’ye katılım süreci ülkemizin reform sürecinin arkasındaki en önemli itici güçlerden biridir. Bizim için temel husus, bu sürecin yarattığı ivme ile her alanda AB standartlarına ulaşmak ve temel hak ve özgürlükleri geliştirmektir. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan TBMM’nin yeni yasama dönemi açılışı vesilesiyle gerçekleştirdiği konuşmasında Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusunda kararlılığımızı muhafaza ettiğimizi ve müzakere sürecinde yaşanan sorunlara rağmen reformlarımızı kesintisiz sürdürdüğümüzü bir kez daha vurgulamıştır. 62. Hükümet Programı da AB katılım sürecinin Türkiye’nin stratejik hedefi olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca Komisyon da 2014 yılı İlerleme Raporunda Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinin herhangi bir alternatifi olmadığını açık ve net bir şekilde ifade etmiştir. Hatırlayacağınız gibi Sayın Bakanımız Sayın Juncker’in göreve gelir gelmez yaptığı açıklamanın aceleci bir açıklama olduğunu ifade etmişti. Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakerelerinden sorumlu bir Komisyon üyesinin Juncker’in kabinesinde yer alması açıklamanın mevcut durumda geçerliliğinin kalmadığının da en önemli göstergesidir. Türkiye büyük bir ülkedir. Dolayısıyla üyelik sürecinde görece küçük bir ülkenin karşılaştığından farklı engellerle ve mülahazalarla karşılaşması da çok doğaldır. Ancak bu durum, Türkiye’nin katılım sürecindeki kararlılığını kesinlikle etkilememiştir. Kapsamlı ilişkilerimiz olan, en büyük ticaret ortağımız konumundaki AB’nin birçok politikası bizi yakından ilgilendirmektedir. Bu yüzden AB’ye üye

Page 26: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

26 Akademik Perspektif – Kasım 2014

olup karar alma mekanizmalarında aktif bir rol sergilemeyi ve bizi doğrudan ilgilendiren politikalarda söz sahibi olmayı hedefliyoruz. Ayrıca, genç ve dinamik nüfusu, büyüyen ekonomisi ve kendine özgü değerleri ile AB’ye küresel ölçekte daha etkili bir güç olma konusunda önemli katkılar sağlayacağımıza inanıyoruz. Sayın Bakanımızın müteaddit kereler ifade ettiği ve de sizlerin de yakından takip ettiği gibi Eski Avrupa Komisyonu Kasım ayı başında yerini yeni bir Komisyon’a bırakacaktır ve yeni Komisyonun çalışmalarına başlamasını müteakip Türkiye-AB ilişkilerinin daha da güçlü kılınacağına, katılım sürecinin daha da ileri götürüleceğine inancımız tamdır. Sayın Bakanımız ve Bakanlığımız mensuplarının Avrupa Komisyonuyla her düzeyde daha da yoğunlaştırarak devam edeceği temaslar, Türkiye’nin üyeliği konusunda olumsuz algı taşıyan yetkililerin Türkiye’ye yönelik yanılgılarını dönüştürecek ve Türkiye’nin aday ülke olmasından bu yana AB değerleri paralelinde kat ettiği mesafeyi daha iyi anlamalarını sağlayacaktır. Sürecin bizzat içerisinde olan bir bürokrat olarak bundan sonraki süreçte Türkiye – AB İlişkilerinin seyrini nasıl görüyorsunuz? Bakanlık bundan sonra nasıl bir yol izleyecek? Ayrıca geçen sene olduğu gibi bu sene de AB Bakanlığı tarafından bir İlerleme Raporu yayınlanacak mı? Bazı AB üyesi ülkelerin farklı siyasi yaklaşımları nedeniyle, katılım müzakereleri istediğimiz hızda ilerleyememektedir. Raporda da müzakere sürecinin üye devletler arasında mutabakat olmaması nedeniyle kesintiye uğradığı ifade edilmektedir. Tüm bu engellemelere rağmen, bizim AB standartlarına ulaşmak konusundaki kararlılığımız güçlü bir biçimde devam

etmektedir. Fasılların açılıp açılmamasına bağlı kalınmaksızın ülkemiz reform sürecini kararlılıkla sürdürmektedir. Türkiye’nin Kendi İlerleme Raporunu yazması hususunda Sayın Bakanımız 2014 yılı İlerleme Raporu Basın Toplantısında Komisyonla aramızda olacak bir yazışma veya konuşma şeklinde gerçekleşeceğini ifade etmiştir dolayısıyla bu sene Kendi İlerleme Raporumuzun hazırlanması öngörülmemektedir. Son soru olarak rapor kadar dikkat çeken bir başka husus ise kısa zaman önce Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) barış müzakerelerinden çekilmesi oldu. Malumunuz olduğu üzere GKRY, Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerindeki birçok faslın açılmaması için elinden geleni yapmaktadır. Siyasi İşler Başkanı olarak GKRY’nin bu hamlesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle belirtmeliyim ki GKRY’nin çekilmesi ile ilgili olarak Dışişleri Bakanlığımız gerekli tutumu sergilemiştir. Sayın AB Bakanı ve Baş müzakerecimiz Büyükelçi Volkan Bozkır’ın da ifade ettiği gibi olumlu gidişatı farklı çevrelerce teyit edilmiş olan ve kısa zamanda çözüme ulaşacağına inandığımız müzakereler maalesef Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin çekilmesi ile sekteye uğramıştır ve bu karar talihsiz bir şekilde alınmış, sürdürülebilir olmayan bir karardır. Gerek Avrupa Komisyonu gerekse de Avrupa Parlamentosu tarafından da açılması yönünde bir açıklaması bulunan 23. Yargı ve Temel Haklar ile 24. Adalet, Özgürlük ve Güvenlik Fasılları GKRY’nin tek taraflı olarak siyaseten engellediği fasıllar arasında yer almaktadır. Ancak biz herhangi bir taviz vermeden bahsi geçen fasıllardaki ilerlemelerimize hız kesmeden devam ediyoruz. Buna somut bir örnek vermemiz gerekirse, 23. Faslın tarama

Page 27: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

27 Akademik Perspektif – Kasım 2014

sonu raporunun 2006 yılında hazırlanmasına ve geçen 8 senede resmi açılış kriterlerinin tarafımıza bildirilmemiş olmasına rağmen Türkiye 23. Fasla ait 6 adet gayrı resmi açılış kriterinin tamamını 2014 yılı itibariyle karşılamış durumdadır. Türkiye, bu zamana kadar Kıbrıs'taki müzakere süreci ile AB katılım sürecini ayrı tuttu bundan sonra da aynı kararlı tutumunu sürdürecektir. AB Bakanlığı Siyasi İşler Başkanı Ege Erkoçak, 1973 yılında Ankara’da doğdu. Ortaöğrenimini Özel Tarsus Amerikan Lisesi’nde tamamladı. Aynı zamanda, AFS Uluslararası Bursuyla öğrenim gördüğü California Amador High School’dan da lise diploması aldı. Ardından Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Lisan eğitimini tamamladıktan sonra aynı üniversitede ve aynı bölümde

Yüksek Lisansını “An Ever Enlarging Europe: Enlargement of the EU, 1990s and Turkey” (Sürekli Genişleyen Avrupa: AB Genişlemesi 1990’lar ve Türkiye) başlıklı teziyle tamamladı. Erkoçak 1997 – 1999 yılları arasında Bilkent Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak görev yaptı. 2001 yılında Avrupa Birliği Genel Sekreterliği Siyasi İşler Daire Başkanlığında AB Uzman Yardımcısı olarak görevine başlayan Erkoçak, 2004 yılında uzmanlık sınavını başarıyla geçerek AB Uzmanı oldu. Kasım 2009 tarihinde Siyasi İşler Başkanlığında “Siyasi Kriterler, Yargı ve Temel Haklar ile Adalet, Özgürlük, Güvenlik Çalışma Grubu” Koordinatörü olarak görevlendirilen ERKOÇAK, 1 Eylül 2010 tarihinde “Siyasi İşler Başkanlığı” görevine atanmıştır.

Page 28: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

28 Akademik Perspektif – Kasım 2014

“AB’nin Türkiye’yi Kaybetme Lüksü Yok”

Oğuzhan Yanarışık*

Başlıktaki iddialı söz, ne bu satırların yazarına ne de Türkiye’den bir yetkiliye ait. Bu cümle İtalya Dışişleri Bakanı tarafından 2010 yılında AB üye ülkeleri dışişleri bakanları toplantısında söylendi. Eksen kayması iddialarının muhteviyatı ve arka planı ile ilgili değerlendirmeler bir tarafa, son zamanlarda batılı liderler ve uzmanlar tarafından “Türkiye’nin doğuya kayması” durumunda batının kaybedecekleri üzerine bir tartışma başladı. Özellikle AB’nin dış politika ve güvenlik konularındaki pasifliği ve başarısızlığıyla birlikte, Türkiye’nin bölgesinde ve küresel sahnede izlemiş olduğu aktif siyaset, bu tartışmanın daha da alevlenmesine sebep oldu.

ABD Savunma Bakanı Robert Gates, Türkiye’nin doğuya kaymasında suçun Türkiye’nin AB üyeliğine sürekli ayak direyen Avrupalı liderlerde olduğunu söylemesi, meseleye farklı bir boyut kazandırdı. Böylelikle Türkiye’nin kaybedilmesinin batı dünyasına kesinlikle zarar vereceği vurgulanarak, bu tehlikenin sorumlusunun kim olduğu sorusu gündeme geldi. Ortaya çıkan bu ilginç durumla ilgili bir noktanın altını özellikle çizmek gerekiyor: Şimdiye kadar “Türkiye’nin batıdan kopması” ihtimali, hep Türkiye için tek

taraflı bir felaket senaryosu olarak görülmekte ve tartışmalar o zeminde yürütülmekteydi. Her ne kadar bugün gündemde önemli farklılıklar olsa da o dönemde belki de tarihte ilk defa, batı kamuoyunda, bunun yerine, batının bundan kaybedecekleri üzerine yoğunlaşan bir tartışma sürecine girildi. Böylelikle AB katılım süreci söz konusu olduğunda, Türkiye’yi tek muhtaç taraf olarak gören, başka hiçbir aday ülke için söz konusu olmayan şartlar uyduran ve Türkiye’nin sonsuza kadar bekleyeceğini zanneden batılılar için, yepyeni bir durum ortaya çıktı.

Page 29: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

29 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Genişlemeden Sorumlu Avrupa Komisyonu Üyesi Stefan Füle, müzakerelerdeki tıkanıklığın devam ettiği 8 Mart 2011’de Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada, Türkiye-AB ilişkilerinin gücüne vurgu yaparak, şunları söylüyordu: “Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var ve AB’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var. Bu denge değişmedi. Türkiye, Avrupa Birliği için anahtar bir oyuncu ve öyle de kalacak.” Eski Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fisher’in sözleri ise Avrupa Birliği’nin kaybedebilecekleri açısından durumu çok daha iyi özetliyordu: “Batı dünyası, Türkiye’nin desteği olmadan, Doğu Akdeniz, Ege, Batı Balkanlar, Hazar Bölgesi, Güney Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da ya çok az şey başarabilir ya da hiçbir şey başaramaz. Batının ve özellikle Avrupa’nın Türkiye’yi kendinden uzaklaştırmanın faturasını ödemeye gücü yetmez”.1 Almanya, İngiltere, İtalya, Litvanya, İsveç, Letonya, Finlandiya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya’nın dışişleri bakanları, 1 Aralık 2011 tarihinde ortak bir makale yayınladılar. Türkiye’nin kaydettiği gelişmeyle ilgili önemli tespitler içerdiği ve son dönemde Batı medyasında aksi yönde propaganda hâkim olduğu için, deklarasyonun ilgili kısmını aynen buraya almakta fayda var: “2000’lerin başından bu yana Türkiye bölgesel bir güç olarak, Batı Balkanlar, Orta ve Doğu Asya ve Afrika Boynuzu’ndaki etkisini ve otoritesini arttırdı. Afganistan’ın komşuları, ilk kez Türkiye’nin ev sahipliğinde uzlaşma için adımlar atma kararı aldı. Arap Baharı, Türkiye ve AB’nin birlikte çalışmasının bölgeyi daha iyi bir duruma getireceğini

1 FISCHER, Joschka. 2010, 1 Temmuz. “Europe can’t

Affor to Alienate Turkey,” The Guardian.

gösterdi. Bizler Türkiye’nin AB’nin dış politika tartışmalarındaki artan varlığını memnuniyetle karşılıyoruz. Böyle bir küresel belirsizlik döneminde, Türkiye’nin bilgisi ve nüfuzunun AB’nin küresel etkisini ne kadar güçlendirebileceği görülmüştür. Türkiye ekonomisi de yıldan yıla katlanarak büyüdü. Türkiye dünyanın on yedinci büyük ekonomisi ve 2015’te G20 Başkanlığını üstlenecek. Türkiye AB’nin en büyük yedinci ticaret ortağı ve Türkiye’nin yüzde 10’luk büyüme potansiyeliyle, bu ilişkinin daha da derinleşme potansiyeli çok büyük. Türkiye aynı zamanda hükümet yapısını, toplumunu ve demokrasisini de dönüştürdü. Ordunun sivil kontrolünde çok güçlü adımlar atıldı, yargı reformu devam ediyor. Azınlıkların hakları kademeli olarak iyileştirildi. Son dönemde müzakereler hayal kırıklığı oluşturacak kadar yavaş ilerliyor, ancak Türkiye AB müktesebatına uyum için reformlarını sürdürüyor. Türkiye’nin üyelik süreci hem AB hem de Türkiye için stratejik ve ekonomik açıdan hayati önem taşıyor. Bizler Türkiye’nin Avrupa hedefine ulaşmak için reformlarını sürdürmekteki kararlılığını memnuniyetle karşılıyor ve tam desteğimizi sunuyoruz. Türkiye ve AB dünyanın şu an içinde olduğu ekonomik ve siyasi fırtınalardan birlikte güvenle çıkacaktır”.2 Benzer şekilde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda Devlet Bakanı olarak görev yapan Lord David Howell, Mart 2011’de İstanbul’da verdiği bir konferansta, Türkiye’nin hâlihazırda bir küresel güç olduğunu vurgulayarak, bölgesinde ve

2 ON BİR AB DIŞİŞLERİ BAKANI. 2011, 1 Aralık.

Almanya, İngiltere, İtalya, Litvanya, İsveç, Letonya, Finlandiya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya Dışişleri Bakanları. “The EU And Turkey: Steering A Safer Path Through The Storms,” EU Observer.

Page 30: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

30 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ötesinde her geçen gün daha önemli ve etkin bir aktör haline geldiğini belirtiyordu. Stratejik ve ekonomik pek çok sebepten ötürü, Türkiye’nin AB üyeliğinin iki taraf için de çok mühim bir mesele olduğunu ifade ederek, Avrupalı meslektaşlarına şu uyarıda bulunuyordu: “Türkiye’nin katılımı AB tarihinde bir dönüm noktası olacak. Eğer Türkiye Birliğe dâhil olmazsa, bu AB adına tarihî bir hata olacaktır. Böyle bir sonuç bütün dünyanın gözünde AB’nin kabiliyetlerini sınırlayacak ve tahrip edecektir.” Avusturyalı köşe yazarı Georg Hoffman-Ostenhof’un belirttiği üzere, Türkiye’nin AB üyeliği aynı zamanda Avrupa’da yaşayan ve sayıları 15 milyonun üzerinde olan Müslüman göçmenlerin de toplumlarına daha iyi entegre olmalarını kolaylaştırıcı bir etki yapacaktır.3 Türkiye ayrıca bütün dünyaya İslamiyet ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini ispatlayan bir örnek olarak, her tür aşırılıkçı grubun işini zorlaştırmaktadır. İşte tam da bu yüzden müzakerelere başlama kararının alındığı toplantı çıkışında Portekiz dışişleri bakanı “bu karar Avrupa için bir zafer ve Usame bin Ladin için acı bir hezimettir” diyordu. 4 Avrupa Komisyonu dış ilişkilerden sorumlu eski üyesi ve Oxford Üniversitesi Rektörü Chris Patten’e göre Avrupa’nın geleceği Brüksel, Paris veya Berlin’de değil İstanbul’da şekillenebilir. Başlangıçtaki Avrupa ülkelerinin birbirleriyle savaşmaması hedefinin gerçekleşerek manasını yitirdiğini kaydeden Patten, artık AB’nin şimdiki ahlaki amacının ne olduğunu bütün Avrupalıların kendilerine sorması gerektiğini söylüyor. Cevabın ise Türkiye’de bulunabileceğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “AB üyesi olan Türkiye, Birliğe çok büyük tarihî önemde

3 Radikal, 8 Eylül 2005

4 Radikal, 4 Ekim 2005.

yeni bir boyut katacaktır. Avrupalılar böylece Müslüman bir demokrasiyi kucaklayabileceklerini ve Avrupa ile Batı Asya arasında güçlü bir köprü kurabileceklerini göstereceklerdir. Bu da yeni bir Avrupa kimliği ve hikâyesi oluşturacak ve AB’ye bu yüzyılda var olmak için yeni bir sebep verecektir. Türkiye’nin reddedilmesi durumunda ise Avrupa, kendine birkaç beden büyük gelen siyasi ihtirasları bulunan abartılmış bir gümrük birliğinden başka bir şey olamayacaktır”.5 Bütün bu değerlendirmeler, Türkiye’nin kendini kısır iç çekişmelerin zincirinden kurtarabildiğinde ve potansiyelinin farkına vardığında neler yapabileceğine dair çok önemli ipuçları veriyor. Fakat yine de maalesef ülkemizde bu konuyu sağlıklı bir zeminde tartışmak epey zor. Çünkü Türkiye’nin bölgesinde ve küresel ölçekte elde ettiği başarılar bile, iç siyasi tartışmaların gölgesinde kalabiliyor. Bu konu ile ilgili ülkemizde ortaya koyulan yorum ve görüşler, genelde hükümet karşıtlığı veya taraftarlığı ekseninde değerlendirildiği için, tam sağlıklı bir tartışma ortamı oluşturulamıyor. Ama yine de Türkiye kamuoyu, ülkemizin konumu ve özellikleri itibariyle bu muhasebeden artık kaçamaz hale geldiğini kabul etmek durumunda. Çünkü yaşanan bu süreç, artık iç siyasi kamplaşmaları bir tarafa bırakıp, Türkiye’nin dünyadaki rolü ve ağırlığı üzerinde salim kafayla düşünme vaktinin çoktan geldiğine işaret ediyor. Türkiye’nin Avrupa kıtasının en önemli barış ve işbirliği projesi olan Avrupa Birliği’ne katılma serüveni, yarım asrı devirmiş bulunuyor. Bu maceranın başlangıcında görevde olan liderlerin pek çoğu şu an hayatta bile değil artık. Bu uzun

5 PATTEN, Chris. 2011, 31 Ocak. “Turkey and the

Future of Europe,” Project Syndicate.

Page 31: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

31 Akademik Perspektif – Kasım 2014

süreçte hem Türkiye’de hem Avrupa’da çok şey değişti ve değişmeye devam ediyor. Avrupa Birliği üye devletleri, önemli addettikleri konularda kararları oybirliği ile alıyorlar. Bu tip konuların başında Birliğin yeni üye kabul ederek genişlemesi geliyor. Başvuru yapan ülkenin resmî aday statüsü kazanması, müzakerelere başlaması, müzakere başlıklarının her birinin açılması ve kapanması kararları, bütün üye devletlerin mutabakatıyla gerçekleşiyor. Bir devletin başvuruyu yaptığı andan, tam üyelik statüsü kazanıncaya kadar geçen sürenin uzunluğundan dolayı, bu süreçte AB üye ülkelerinde doğal olarak hükümetler değişiyor. Hele bu süreç Türkiye örneğinde olduğu gibi on yıllar aldığında, sadece hükümetler değil, nesiller bile yenileniyor. Her ne kadar yönetimler değişse de uluslararası hukukun temel direklerinden olan “ahde vefa” prensibi gereği, diğer bütün ciddi aktörler gibi AB de ortak verilmiş kararlara bağlı kalmak zorunda. Uluslararası meşruiyetini ve güvenilirliğini devam ettirmek isteyen hükümetler, beğenmeseler bile önceki hükümetlerin vermiş olduğu taahhütlere riayet etmek mecburiyetinde. Şu ana kadar Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci, bu anlamda AB üyelerinin pek çoğunun sınıfta kaldığı bir mesele oldu. Maalesef, özellikle Türkiye konusunda, üye ülkelerdeki hükümet değişiklikleri sonrasında, önceden oybirliği esasıyla verilmiş taahhütlere aykırı hareketler sergilendi. Bazı ülkelerde gerçekleşen genel seçimlerden sonra, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin önüne yeni engeller çıkarıldı. Hatta Almanya örneğinde olduğu gibi bir sonraki hükümet, öncekini Türkiye’ye yalan söyleyerek, olmayacak şeyleri vaat etmekle itham edebildi.

Bu süreçte farklı ülkeler farklı zamanlarda Türkiye’nin katılımını desteklediler. Örneğin, Türkiye’nin üyelik müzakerelerine başladığı 2005 yılında AB’nin üç önemli aktörü olan Almanya, Fransa ve İngiltere’de Türkiye’yi destekleyen hükümetler bulunmaktaydı. Sonrasında ise Almanya ve Fransa’daki seçimler neticesinde Türkiye’nin üyeliğini savunan hükümetler, yerlerini karşıt olanlara bıraktılar. Fakat daha sonra Nicolas Sarkozy örneğinde olduğu gibi, onlar da koltuklarını kaybettiler. Türkiye başından beri AB’ye girmeyi, kendi çıkarlarına uygun olduğunu düşündüğü için istedi. Amacı zaten Türkiye’yi engellemek olan ülkelerin tavırlarına bakarak, bundan vazgeçemez. Türkiye’nin yapması gereken, büyük oranda iç siyasi saiklerle hareket eden Avrupalı siyasetçilerin demeçlerinden ve hareketlerinden yılgınlığa kapılmadan, doğru bildiğini yapmaya devam etmek. Türkiye’nin çıkarına olduğu aşikâr olan reformları istikrarlı bir şekilde hayata geçirerek, Türkiye’de yaşayan herkesin hayat standardını yükseltmek. Türkiye’nin karşıtları tarafından engel gibi gösterilen nüfusu, ekonomisi, coğrafi konumu ve kültürü gibi özelliklerine sahip çıkıp, onları avantaja dönüştürerek, bölgesinde ve dünyada geniş ufuklu politikalar izlemeyi sürdürmek. Zaten bütün hedeflerini tutturmuş ve kriterleri tam olarak karşılayan bir Türkiye, vakti geldiğinde tam üyeliğin artılarını ve eksilerini değerlendirerek, katılımı kabul edip etmemekle ilgili kararı kendisi verecektir. CNN International program sunucusu, Time dergisi editörü ve Washington Post gazetesi yazarı Dr. Fareed Zakaria gibi pek çok uzman, Türkiye’nin yükselişini ve AB’nin gerileyişini müşahede ederek, günü

Page 32: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

32 Akademik Perspektif – Kasım 2014

geldiğinde Türkiye’nin AB’yi reddedeceğini düşünüyor. Zakaria’nın deyişiyle; “20 yıl önce Türk iş dünyası daha içe dönüktü. Bugün ise dışa açık ve sağlam bir siyasi istikrara sahip… Türkiye ekonomik reformlarını demokratik bir şekilde yapmayı başardı. Mevcut hükümetin de katkısıyla son 10 yılda önemli başarılar sağlandı. Kuşkusuz bu reformların gerçekleşmesinde AB sürecinin de etkisi var. Türk tarafı şunu anladı ki AB tam üyelik konusunda pek istekli olmasa da bu reformlar kendisi için faydalı olacak. Gelecekte AB tam üyelik için Türkiye’nin kapısını çaldığında Türk tarafının ‘Biz sizin için fazla güçlüyüz’ diyerek bu teklifi geri çevireceğine inanıyorum. Kim Merkez Bankasının bağımsızlığını kaybetmek, Türk Lirası’ndan Euro’ya geçmek ve mevcut ekonomik büyümesinin üçte biriyle yetinmek ister ki. Türkiye AB’ye üyelik için ‘istemez kalsın’ şeklinde bir cevap verebilir”.6 *Oğuzhan Yanarışık, Warwick Üniversitesi, Siyaset ve Uluslararası Çalışmalar

6 Radikal, 29 Ekim 2011.

Page 33: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

33 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB Dilemması

Erkut Ayvazoğlu*

Türkiye'nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinin genellikle siyasîleri konu eden tarafına yoğunlaşılır fakat bu ilişkilerde Türkiye siyaseti açısından en önemli meselelerden biri de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Avrupa Birliği üyeliği kapsamındaki yaklaşımı ve belli dönemlerde takındığı taktiksel tutumudur. Buna göre yakın geçmişte yaşanılan süreci ve askerî vesayetin geriletilmesindeki önemi günümüzde anlaşılmakta olan AB reformlarını dikkatle incelemek ve daima hatırda tutmak gerekmektedir.

Bu makalede kapsamlı bir alan olan askerî vesayetin geriletilmesi veya tasfiye edilişi konusunu işlemekten ziyade, özellikle 2003 yılı sonrası AB ilişkileri açısından önem arz eden reformlara ve dönemin TSK yönetiminin AB karşısındaki enteresan yaklaşımına –henüz günümüzde askerî aktörlerin yakın geçmişteki siyasî faaliyetleri unutulmaya yüz tutmuşken– bir nebze hatırlatma mahiyetiyle değinmek istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ndeki askerî vesayetin, 2003/2004 yıllarından itibaren hayata geçirilen AB reformları kapsamında kurumsal anlamda yetki kısıtlama yoluna gidilerek geri itilebilmesi, Türk siyasetinde bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Günümüz Türkiye'sinde radikal

seküler/ulusalcı çevreler diye tanımlanan küçük grupların resmî devlet ideolojisi etrafında takındıkları Batıcı refleksler bir yana, Batı medeniyetinin evrensel değerleriyle ters düşmeleri, yakın geçmişteki askerî vesayet döneminin baş aktörü olan TSK’nin tutumu ile benzerliklere işaret etmektedir. Bir tarafta Batıcı taleplerde bulunmak, diğer tarafta ise totaliter bir ceberut devlet sistemini arzulamak, gibi. 28 Şubat dönemi ve özellikle 2002 yılından itibaren göreve gelen Genelkurmay Başkanları'nın yönetimindeki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin resmî pozisyonu, Türkiye'nin 1999'dan itibaren Başbakan Bülent Ecevit yönetimindeki hükümet döneminde ivme kazanmış olan AB üyelik süreci açısından

Page 34: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

34 Akademik Perspektif – Kasım 2014

da dikkate değerdir. AB müzakerelerinin başlaması için gerekli olan reformlar kapsamında dönemin TSK ve yüksek rütbeli subaylarının kendilerini ciddi bir dilemma ile karşı karşıya bulduklarını söyleyebiliriz. Henüz yeni iktidar olmuş olan birinci Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin AB yolunda ilerlemek ve öncelikle AB tarafından Kopenhag Kriterleri olarak gerekli kılınan reformları hayata geçirmek için çaba sarf edeceğini deklare ettiği bir dönemde –pragmatik sebeple veya hakikaten buna inanmış olmuş olması bir yana– TSK’nin bu konuda resmî pozisyonu gereğince mesafeli durması haliyle bir paradoksa sebep olabilirdi. Nitekim AB üyeliğinin, Devlet'in resmî ideolojisi gereğince "muasır medeniyetler seviyesine" ulaşmayı hedefleyen ve Türkiye Cumhuriyeti'nin en "güvenilir" kurumunca elbette makul görünmesi gerekliydi. Bu anlamda, Kopenhag Kriterlerinin hayata geçirilmesine yönelik 2002 sonrası siyasî iktidar tarafından AB yoluna inanmışlığın bir göstergesi olarak "Ankara Kriterleri" diye anılmaya bile başlanmasının, AB tarafından da genel hatlarıyla zaten takdirle karşılandığını da ifade edebiliriz. Diğer yandan TSK ise bu konuya ilişkin çekincelerini ileride daha net bir biçimde olmak üzere ifade etmeye başlamış olacaktı. Özellikle TSK tarafından domine edilen Milli Güvenlik Kurulu'nda (MGK) askerî mensupların ağırlığının azaltılması, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin reforme edilmesi/kaldırılması ve OHAL bölgelerinin de kaldırılması AB tarafından sıklıkla ifade edilmekteydi. 1 Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken bir başka önemli husus ise, AB'nin özellikle altını çizdiği ve katiyen

1 Şule Toktaş ve Ümit Kurt, "The Impact of EU Reform Process on Civil-Military Relations in Turkey", SETA Policy Brief, SETA Foundation for Political, Economic and Social Research, (November 2008): 26, Syf. 2.

karışmayı arzu etmediği TSK’nin rejimi koruyan ve kollayan yapısına ("guardian of state") yönelik statüsü idi. 2 TSK’nin evrensel değerlere bakıldığında bu 1960, 1971, 1980 ve son olarak 1997 müdahaleleri vesileleriyle tasarlanmış olan siyaset-üstü anti-demokratik konum ve tutumuna AB'nin "karışmama ve hatta tenkit etmeme taahhüdü” bugün dahi Orta Doğu'daki darbeci ve diktatöryal yönetimlere karşı yer yer takındığı çifte standardın ve makul "seküler müttefik aktör" arayışlarının da ilgili döneme ilişkin net bir örneğidir. AB'nin bu "koruyucu ve kollayıcı" konuma karışmamayı özellikle belirtmesi, belki o günlerde siyasî iktidar tarafından da yerinde fark edilerek (dolayısıyla tavizlere göz yumularak) aynı pozisyonda karar kılınmış ve böylelikle önemli AB reformlarının hayata geçirilişi için ilk adımlar atılmış oldu. TSK’nin dönemin ideolojik buhranlar içerisinde bulunan ve "siyasî gibi hareket etme cüretini gösteren" yüksek rütbeli subayların ise, siyasî iktidarın yürüttüğü bu stratejik ve pragmatik hamleleri tam anlamıyla kavrayamadığı ihtimaller dahilindedir. TSK açısından 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelmeyi başarmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 360 milletvekili ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde temsil ediliyor oluşu, bir önceki Bülent Ecevit başbakanlığındaki DSP-MHP-ANAP (Mayıs 1999-Kasım 2002) koalisyon hükümetine kıyasla doğal olarak daha büyük bir engel teşkil ediyordu. Tuba Ünlü-Bilgiç tarafından da dikkat çekildiği üzere, 2001 yılında AB reformları kapsamında TSK’nin Bülent Ecevit yönetimindeki hükümetin AB'ye yönelik inisiyatiflerini doğrudan eleştirmek veya müdahale etmekten ziyade, bu müdahale görevini çoğu vakit zaten ilgili koalisyon ortakları doğal olarak yerine getirmekte 2 Toktaş ve Kurt, Syf. 4.

Page 35: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

35 Akademik Perspektif – Kasım 2014

idiler ki bu anlamda TSK’nin çekinceleri de dolaylı yoldan dile getirilmiş olunuyordu.3 Böylelikle Kasım 2002 seçimleri sonrası TSK açısından önemli bir işlevselliği olan "koalisyon içi denge" avantajı da TSK aleyhinde ortadan kalkmış sayılıyordu. Yine altı çizilerek belirtilmesi gerekmektedir ki, AB reformlarına ve uyum paketlerine yönelik 2003/2004 yıllarında ağırlık verilmeye başlanması ki bu durumun İslamî hassasiyetleri ağır basan ve hatta (haklı veya haksız olarak) "İslamcı" diye tanımlanan bir hükümet tarafından hayata geçiriliyor olması, Genelkurmay Başkanlığı'nın o günkü vesayet cephesinde ciddi bir dilemma'ya sebebiyet vermiştir. Her ne kadar dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök AB reformlarına ve Türkiye'nin AB üyeliğine TSK olarak elbette destek verildiğini deklare etmişse de, bu üyelik sürecinin her şeye rağmen değil, aksine Türkiye'nin onuru zedelenmeden yapılması gerektiğine dair siyasî demeçler vermekten de hiç bir zaman çekinmemiştir.4 Dolayısıyla AB tarafından arzu edilen reformlar TSK tarafından yer yer onur kırıcı olarak dahi algılanmışsa da, TSK’nin bu "medeniyet başarısını" siyasî iktidara bırakma niyeti de haliyle pek mümkün görünmemekte idi. Sonuçta TSK’nin kendi mevcudiyet sebeplerinden biri olan "rejimi kollama görevi"nin bir parçası olan "muasır medeniyetlere ulaşma emelleri"ni, ki bu durumda Avrupa Birliği ve AB'nin temsil ettiği modern ve çağdaş değerler bu hedefleri temsil etmektedir, elinin tersiyle itmesi kabul

3 Tuba Ünlü-Bilgiç, "The Military and Europeanization Reforms in Turkey", Middle Eastern Studies 45 (09/2009) 5, S. 812. 4 "Askerden ağır uyarı",Sabah Gazetesi, 09.01.2003 http://arsiv.sabah.com.tr/2003/01/09/s0109.html (son erişim tarihi: 25.10.2014)

edilemez bir hata olarak göze çarpabilirdi.5 AB üyeliğini ve Avrupa kimliğinin kabulünü “İslamî kimliğin” reddi olarak tanımlama meyiline sahip Refah Partisi çizgisinin aksine6, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin daha ılımlı ve AB yanlısı bir politika geliştirerek, böylelikle de bir muhafazakâr ve hatta İslamî çizgiye sahip bir parti olarak, 2003/2004 yıllarında hayata geçirdiği reformlar, 2005 yılında AB müzakerelerinin başlamasıyla sonuçlanmıştır. Siyasî iktidarın dönemin seküler partilerine kıyasla bile daha istekli ve programlı bir şekilde AB uyum paketlerini desteklemiş olması7 TSK tarafından da fark edilse de, dolaylı veya doğrudan AB karşıtlığına bürünen muhalif siyasîlerin boşluğunu kapatmaya yetmemiştir. Sonuç olarak TSK, "İslamcı" Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarına bu muasır medeniyet hamlelerini tek başına mal etmemek düşüncesiyle, AB reformlarına öyle ya da böyle uymak zorunda kalmıştır. Her ne kadar yer yer siyasî ve ulusalcı dozdaki demeçler vesilesiyle Türkiye'nin "özel konumuna" TSK tarafından dikkat çekilmiş olsa da, 2003/2004 reformları en nihayetinde hayata geçirilmiştir. Bu reformlar neticesinde MGK'daki sivil-asker dengesi belirgin ve sonraki yıllarda daha da önem arz edecek şekilde sivil irade lehine değişmiştir (Örn. ilk sivil MGK Genel Sekreteri bu reformlar akabinde atanabilmiştir). Diğer bir yandan ise 2004

5 Steven A. Cook, Ruling but not Governing. The Military and Political Development in Egypt, Algeria, and Turkey, ( Baltimore, The Johns Hopkins Univ. Press, 2007), Syf. 131. 6 Zeyneb Çağliyan‐İçener, The Justice and Development Party’s Conception of “Conservative Democracy”: Invention or Reinterpretation?, Turkish Studies, 10 (2009) 4, Syf. 602. 7 David Ghanim, Turkish Democracy & Political Islam, Middle East Policy 16, (2009)1, Syf. 78.

Page 36: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

36 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yılındaki AB reformları neticesinde MGK gibi kurumsal vesayet mekanizmalarındaki rolü nispeten azalmış olsa da, sonraki yıllar TSK'nın tabiri caizse "kayıt dışı" (informal) mekanizmalara başvurması sebebiyle, askerî vesayetin geriletilmesi tam anlamıyla henüz gerçekleşemeyecekti. Bunun için özellikle 2011 yılı sonuna kadar

AB haricinde de gelişen olaylar zincirine daha kapsamlı olarak göz atmak gerekmektedir. *Erkut Ayvazoğlu, Erlangen-Nürnberg Üniversitesi, Siyaset Bilimi & Kamu Hukuku

Page 37: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

37 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin

Dünü, Bugünü ve Yarını

Röportaj: Kübra Köylü

Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy: "Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma arzusu tamamen bir dış politikadan ibarettir. Türkiye bu güne kadar gerçek anlamda bir Avrupa Birliği süreci veya siyaseti yürütememiştir. Türkiye’nin gerçek anlamda bir Avrupa Birliği üyelik siyaseti izleme süreci çok eskilere dayanmaz.”

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, yediden yetmişe herkesin bildiği bir konu. Peki Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin ne kadarını biliyoruz? Bildiklerimiz ne derece doğru? Hemen hemen herkesin bir fikre sahip olduğu Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunu Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölüm başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy ile konuştuk. Uluslararası İlişkiler uzmanı olan Doç. Dr. Metin Aksoy’ un çalışma alanlarından biri de Avrupa Birliği. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik fikrinin temelinde yatan nedir? Aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği süreci bir dönüşümün soğuk savaş sonrasındaki tezahürüdür. Bu dönüşüm nedir diye baktığımızda Osmanlı

Devleti’nin son dönemlerinde başlayan batılılaşma veya batılılarla olma düşüncesidir. Bu nedenle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yüzünü batılı devletlere dönen Türkiye, ister istemez batılı örgütlere üye olma sürecini yaşamıştır. Üyelik fikrinden sonra bu fikri gerçekleştirme adımları nasıl ilerlemiştir? Yani Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin kronolojisi ne şekildedir? Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye’nin 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurmasıyla başlamıştır fakat tam üyelik için başvurusu 1987 yılında olmuştur. 1999 yılında Avrupa Birliği’ne üye ülkeler tarafından

Page 38: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

38 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Türkiye’nin adaylığı kabul edilmiştir. Bunun üzerine 2004 yılında tam üyelik müzakereleri için Avrupa Birliği’nden tarih alınmış ve alınan bu tarihte, yani 2005’te, bugün içinde bulunduğumuz tam üyelik müzakereleri başlamıştır. Anladığım kadarıyla Avrupa Birliği’ne üye olma fikri Türkiye’nin temel arzusu değil daha çok dış politik bir fikirdi. Peki, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma fikrindeki bu dış politik amaç neydi? Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma isteği tıpkı NATO üyeliğindeki gibi hem güvenlik kaygılarının hem de batılılarla olma isteğinin bir sonucudur. Asıl üye olma isteği 1981 yılında Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne üye olmasıyla başlamıştır. Amaç Yunanistan’ı Avrupa’da yalnız bırakmamak ve batı ekseninden kopmamaktı. Yani aslında Türkiye-Avrupa Birliği ilişki süreci bir reaksiyonun ve tepkinin ürünüdür. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin bugünü bir akademisyen olarak sizce nasıl ilerliyor? Türkiye bu güne kadar gerçek anlamda bir Avrupa Birliği üyelik süreci veya siyaseti yürütememiştir. Avrupa Birliği küresel ve bölgesel değişimlere bağlı olarak belli değişimler yaşamıştır. Türkiye de yine bu

duruma bağlı olarak Avrupa Birliği ilişkilerinde inişli çıkışlı süreçler izlemiştir. Peki sizce tam üyelik gerçekleşebilir mi? Yunanistan Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra Türkiye üyelik sürecinde Yunanistan vetolarıyla karşılaşmıştır. Bugün geldiğimiz noktada Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerle yaşadığımız krizler –Kıbrıs, Ege gibi- aşılmadığı ve bazı Avrupa Birliği üye ülkelerinde Türkiye önyargısı giderilmediği sürece ilişkilerin tam üyelik durumuna evrilmesi söz konusu olamayacaktır. Doç. Dr. Metin Aksoy lisans, yüksek lisans (2003) ve doktora eğitimini (2005) Viyana Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde tamamladı. 2006 yılında Londra Stanton School of English’de İngilizce eğitimi aldı. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde 2007-2013 yılları arasında “Yrd. Doç.” olarak görev yaptı ve 2013’ten beri “Doçent” ve “Bölüm Başkanı” olarak görev yapıyor. Birçok konferansta konuşmacı olarak görev almış ve çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanmıştır. Makalelerin yanı sıra yine yayınlanmış “Die Türkei Auf dem Weg in Die EU -Insbesondere Von 1990 Bis ende 2004- ” ve “Die Türkisch - Europaische Beziehungen – Eine Unendliche Geschichte - ” adlı iki kitabı vardır.

Page 39: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

39 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Uluslararası Sistem ve Avrupa Birliği

Enes Deşilmek*

Bu çalışmada Avrupa Birliği’nin uluslararası sistemde kendisini ekonomik bir aktör olarak kabul ettirdiği argümanlar incelenmeye çalışılırken, siyasi ve askeri açıdan neden bir aktör olarak görülemediğinin sebepleri irdelenecektir. Bu bağlamda ilk olarak aktör nedir?, tanımına yer verilecek ve aktör tanımında yer alan hususiyetlere dayalı olarak ekonomik bir dev gücüne sahip Avrupa Birliği’nin neden askeri ve siyasi aktör olamadığının gerekçeleri üzerinde durulmaya çalışılacaktır.

Aktör; çevresinden ve diğer aktörlerden bağımsız, otonom, kendi kararlarını alabilen ve kanun yapabilen, uluslararası sistemde hareket edebilmek için gerekli ön koşullara (tüzel kişilik) sahip olan varlıktır.1 Avrupa Birliği’nin kurucuları, kurumun küresel sistemde etkili olabilecek kadar güçlü olabileceğini hesap etmeseler de ilerleyen zamanlarda bu yönde çalışmalara başlamışlardır. Bu bağlamda AB’nin ne olduğu veya olması gerektiği, mevcut küresel konumu veya küresel sistemdeki yerinin neresi olması gerektiği beraberinde önemli tartışmaları da getirmektedir. AB için geçmişte yapılan “Uluslararası bir

1http://prezi.com/vddxzlyhw-lw/abnin-ortak-ds-ve-

guvenlik-politikasnda-beklenti-ve-kab/ ,Erişim Tarihi: 12 Ekim 2014

örgütten daha fazlası ama bir ulus-devletten daha azı”2 tanımı çok geniş kapsamlı olmasına rağmen birliğin yapısını anlatmak için hala kullanılmaktadır. Sürekli olarak savaşların meydanı durumunda olan Avrupa, bu durumdan kurtulmak ve istikrar sağlamak amacı ile devletler arasında karşılıklı bağımlılık ve işbirliğini arttırarak bir düzen kurma eğiliminde olmuştur. AB’nin amaçları; “bölgesel işbirliği, demokrasi ve iyi yönetim, şiddetli çatışmanın önlenmesi ve uluslararası suça karşı savaş”3 olarak

2 Helene Sjursen, “What Kind of Power?”, Journal

of European Public Policy, Vol. 13, No. 2, 2006, s.169- 181. 3 Karen E. Smith, European Union Foreign Policy in

a Changing World, Oxford:Blackwell,2003,s. 195

Page 40: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

40 Akademik Perspektif – Kasım 2014

metinlere geçmiştir. Nitekim Soğuk Savaş yıllarında da Avrupa aynı çizgide yoluna devam ederken, ABD’nin de yardımı ile Avrupa nefes almış ve ekonomik açıdan bir düzen kurmuş ve istikrar sağlamıştır. Fakat aynı başarıyı askeri açıdan sağladığını söylemek mümkün değildir. Avrupa Birliği’nin kendisine has bir askeri kanadı olmasa da birlik üyelerinin NATO üyesi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, askeri kanadını kısmen NATO’nun oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Soğuk Savaş süresince önemli bir konuma sahip olan Avrupa, Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte ABD açısından önemini yitirmeye başlamış ve ABD kendi çıkarları doğrultusunda yeni bölgelere yönelerek NATO’yu da bu bölgelerde daha aktif hale getirmeye çalışmıştır. Bu süreçten sonra da NATO üyesi olan AB üyesi ülkeler arasında farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Nitekim ABD’nin ikinci Irak müdahalesi4 ve Afganistan’da terörle mücadele konusunda birlik üyesi devletler tek bir görüş etrafında birleşmek yerine iki ayrı bloğa bölünmüştür. ABD’nin Irak müdahalesine İngiltere ve Polonya, Afganistan’da ise, İngiltere, Fransa ve Almanya NATO çatısı altında destek sağlarken, Avrupa Birliği içerisinde oluşan bu bloklaşma bir süre sonra ortak politika üretme gereksinimine sebep olmuş ve bu bağlamda AB üyeleri 12 Aralık 2003’te Solano Belgesi olarak da adlandırılan “Avrupa Güvenlik Stratejisi’ni kabul etmişlerdir. Rapora göre, AB stratejisinin üç amacı bulunmaktadır: Tehditlere karşılık vermek, kendi çevresinde güvenliği

4 ABD’nin Irak müdahalesinde; İngiltere, İtalya, Çek

Cumhuriyeti, Danimarka, Estonya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Romanya, Slovakya ve İspanya gibi AB üye ülkeleri müdahaleyi desteklerken; Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg grubu müdahalenin karşısında yer almışlardır. http://www.bbc.co.uk/turkish/eu_iraq.shtml, Erişim Tarihi: 08 Ekim 2014

tesis etmek, çok taraflı işbirliğine dayalı uluslararası bir düzen oluşturmak.5 Her ne kadar ortak bir dış politika üretilmeye çalışılsa da Kosova’nın tanınması6 ve Gürcistan-Rusya Federasyonu Savaşı7 sırasında birlik üyeleri yine ikiye bölünmüştür. Bunun yanı sıra birlik içerisinde oluşturulmak istenen “Avrupa Birliği Vatandaşlığı” konusunda da üye ülkelerin farklı tavır sergilemeleri, kendi özgün yapılarından ödün vermek istememeleri, 2004 yılında hazırlanan Avrupa Birliği Anayasası’nın onay sürecinde halkın olumsuz görüş bildirmesi Asle Toje’un 2008 yılında dile getirmiş olduğu “ Karar alma süreci ve alınan kararlara bağlı kalma zorluğu” ifadesini destekler niteliktedir. Askeri müdahaleler, enerji, ticaret gibi konularda hala ABD, Rusya ve Çin gibi diğer güçlere karşı sergilenen parçalanmışlık ve üyelerin ya tek başlarına ya da küçük gruplar halinde sergiledikleri farklı politikalar, bu oyuncular tarafından kullanılmaktadır ve AB’nin önemli bir küresel oyuncu olmasına engel teşkil etmektedir.8 Bu bağlamda yaşanılanlar göz önünde bulundurulduğunda birlik içerisinde askeri ve siyasi bir birlikteliğin olmadığı açıkça gözler önüne serilmektedir.

5 Desmond Dinan (Ed.), “Avrupa Birliği Tarihi

(Encyclopedia of the European Union)”, çeviren: Hale Akay, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 129 6 İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi birliğin

büyük ülkeleri ve birçok üye tanıma eğilimi gösterirken, İspanya, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Romanya ve Slovakya kararı tanımayacaklarını ifade etmişlerdir. 7 Polonya, Letonya, Estonya, Litvanya, İsveç ve

İngiltere Rusya Federasyonu’na karşı tavır takınırken, Almanya, Fransa ve İtalya olayın ABD ile Rusya arasında olduğunu, AB’nin konunun dışında olduğunu dile getirmişlerdir. 8Dinç, Cengiz, “Sivil Güç - Realist Oyuncu İkileminde

Avrupa Birliği’nin Küresel Konumu Üzerine Tartışmalar”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 7, Sayı: 28 ss. 89-124, 2011

Page 41: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

41 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Birlik içerisinde askeri ve siyasi bir birlikteliğin olmamasına karşı, ekonomik temelli bir örgüt olarak kurulan Avrupa Birliği genel olarak bakıldığında, küreselleşen dünyada ekonomik bir dev haline gelmeyi başarmış bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim ABD’nin yanı sıra ekonomik olarak güçlü bir pozisyonda hatta merkez konumdadır. Bazı temel ekonomik göstergelere bakıldığında, gayri safi milli hasıla açısından dünyanın en büyük on ulusal ekonomisinden beşini (Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya) kapsadığı görülmektedir.9 Bu bağlamda Mark Eyskens’in 1991 yılında dile getirdiği, Avrupa “ekonomik bir dev *ama+, siyasi bir cüce” ifadesi birliğin konumunu net bir şekilde gösterirken, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Dünyanın en büyük 500 şirketi içerisinde Avrupa Birliği üye ülkelerine ait 165 firmayla ilk sırada yer almaktadır. Önemli bir küreselleşme göstergesi sayılan doğrudan yabancı yatırımlara bakıldığında, dünyadaki doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık % 47’sini Avrupa Birliği’nin gerçekleştirdiği görülmektedir. Ayrıca Avrupa, tüm yatırımlar içerisinde yaklaşık % 40 oranındaki payı ile dünyanın en büyük doğrudan yabancı yatırımı alan bölgesidir.10 Avrupa Birliği için ekonomik entegrasyon ülkelerin çıkarlarına ters düşmediği ve karşılıklı işbirliği ve politikalar ile bütünleşme konusunda karlı çıktıkları için ekonomik entegrasyon daha kolay hayata geçirilmiştir. Fakat son dönemlerde yaşanılan ekonomik krizler AB üye ülkelerini de etkilemiş ve birlik içerisinde de sıkıntılara sebep olmuştur.

9 International Monetary Fund, World Economic

Outlook Database, October 2009: Nominal GDP list of countries. Data for the year 2008. 10

UNCTAD, 2008, World Investment Report, s.211-212

Yunanistan’daki ekonomik kriz Eurozone bölgesi için de bir sorun teşkil etmektedir. Ekonomik gelişmişliği ile ön plana çıkan AB, bu özelliğini yitirirse uluslararası etkinliği de zarar görebilir. Bu açıdan bakıldığında AB’nin güçlü ekonomiye sahip ülkeleri birliği ayakta tutan sütunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik krizlerin yanı sıra AB’ye yeni üye olan devletlerin AB Kriterlerini tam olarak karşılayamaması ekonomik sorunları da beraberinde getirmiş, birlik için bir kambur olmuştur. Küresel açıdan gücünü büyük ölçüde neoliberal politikalarından almasına ve küreselleşmeye sosyal alternatif olma iddiasından uzak görüntüsüne rağmen Avrupa Birliği; bölgesel bir bütünleşme hareketi olarak, kendi odağını ekonomik çıkarlardan siyasi bütünleşmeye çevirebilmiş olması açısından dünyadaki tek örnektir. Dünya üzerindeki birçok bölge, aynı dil ve hatta aynı etnik kökenden gelen milletler arasında çatışmalara sahne olurken; Avrupa, geride büyük yıkıcı savaşları bırakmış bir bölge olarak birleşebilmiş ve birçok alanda ulusal egemenlik yetkilerini ulus ötesi mekanizmalara bırakabilmiştir. Küreselleşmenin telos’u olan tamamen bütünleşmiş bir dünya düşünüldüğünde; Avrupa Birliği, bölgede barış içerisinde yaşayabilen, işbirliği alanlarını sürekli arttırma çabasında olan, devleti ortadan kaldırmaksızın siyasi açıdan bütünleşebilen halkların bir arada yaşayabildiği bir model olarak, küreselleşme penceresinden yansıyan bir umut ışığıdır.11 * Enes Deşilmek, Trakya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

11

GÜLER, Begüm Şeren, “Küreselleşmenin Merkezi Aktörlerinden Biri Olarak Avrupa Birliği”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt: 10, No:2,Ankara, 2011, s.47-62

Page 42: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

42 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Neden Avrupa Birliği?

Röportaj: Fatih Gökyıldız

Antalya Akdeniz Üniversitesi Arş. Gör. İsmail Cem Karadut: “Bugün Avrupa Birliği’ni emperyalist bir birlik olarak görenlerde vardır, büyük bir barış, refah ve demokrasi projesi olarak tanımlayanlarda… Aslında bakarsak bu iki tarafta aynı şeyi söylemektedir. Eleştirel kesim, Avrupa’daki barışı kapitalist ilişkilerin rasyonel bir gerekliliği olarak alır, yani barışın bir araç olduğunu söyler; destekleyenlerse, barışın kendinde bir amaç olduğunu vurgular. Sonuçta; her ne kadar 90’larda etnik bölgesel çatışmalar olsa da AB ile somutlanan süreç, ll. Dünya Savaşı’ndan sonra başka bir büyük savaşa izin vermemiştir.”

Türkiye’nin AB üyelik sürecini anlatan en uygun sözlerden birisi ‘‘Mazi kalbimde yaradır!’’ Çünkü Ankara Anlaşmasında belirtildiği gibi AB ile 1963’te resmiyete dökülmüş bir ilişkimiz var. Bu ilişkinin kuralları açık… Şöyle ki; Ankara Anlaşması 1964 yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma ve ilgili Katma/Ek Protokolde üyelik için üç aşama ön görülmüştür: hazırlık ve geçiş aşamalarıyla birlikte nihai aşama. Anılan bu aşamaların ise en fazla 17 yıl süreceği bu sözleşmede belirtilmiştir. Yani; Türkiye eğer anlaşmaların üstüne yüklediği sorumlulukları yerine getirebilseydi, 1981 yılında Yunanistan ile birlikte Avrupa Topluluğu’na girebilecekti. Sözünü ettiğim bu 17 yıla baktığımızda ise, Türkiye’de ne yazık ki bir askeri muhtıra ve bir de darbe

görünmektedir. Diğer bir deyişle; Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na giremeyişinin ve birlik için hala kapıda bekleyişinin en önemli nedenlerinden birisi, istikrarsız siyasal konjonktür ve toplumsal fikir ayrılıklarının çatışma ortamına dönüşmesi koşullarında ortaya çıkan askeri rejimlerdir. Dumlupınar Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Araş. Gör. İsmail Cem Karadut ile AB-Türkiye ilişkisi başta olmak üzere, Avrupa kıtasını enine boyuna konuştuk. Sayın Karadut’un diğer çalışma alanları; demokrasi, küresel siyaset ve Türk siyasal yaşamı. Avrupa Birliği: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa Topluluğu (AT)

Page 43: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

43 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ve Avrupa Birliği (AB) olarak günümüzdeki şeklini almıştır. Bu dönüşüm Avrupa’da neleri beraberinde getirmiştir? İlkin bana bu söyleşi fırsatını verdiğiniz için sana ve Akademik Perspektif’e teşekkür ederim. Soruda belirttiğin gibi, Avrupa’nın ekonomik ve siyasal bütünleşmesi çeşitli kurumlar aracılığıyla 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından beri devam etmektedir. Saydığın kurum isimlerinde göze çarpan ilk nokta, topluluktan birliğe yöneliştir. Söz konusu bu tarihsel süreç içerisinde ve anılan kurumlar üstünden bir araya gelen Avrupa ülkeleri ‘birlikte’ hareket etme iradesini ortaya koymuşlardır. Bu anlamda bütünleşme ve onunla yanında gelen kurumlar, Avrupa’daki parçalı siyasal yapıya bir ‘düzen’ getirmekle birlikte, ekonomik olarak da kıtayı bütünleştirmiştir. Dahası, bugün “Avrupa Vatandaşlığı” diye bir kurum bulunmaktadır. Avrupalılar yaşadıkları, çalıştıkları yerlerde, kendi ülkeleri olmasa bile, yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkına sahiptir. Kendi ülkesi dışında yaşayan bir Avrupalı bulunduğu ülkede yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy kullanabilmektedir. Kısacası; Avrupa Birliği ile birlikte ulus-devletin bir zamanlar ülke sınırları içerisinde yerine getirdiği ekonomik bütünleşme, siyasi kurumsallaşma ve kolektif kimlik inşası gibi işlevler ulus-üstü/ötesi bir düzleme taşınmıştır. Yalnız şunu belirtmekte fayda var ki; Avrupa Birliği, bölüşüm ve yeniden bölüşüm politikaları gibi sosyo-ekonomik düzenlemeleri hala ulus-devletlere bırakmaktadır. Söz konusu bu durum Avrupa Bütünleşmesi’nin yüzleşmesi gereken önemli bir sorundur. AB bütünleşmesine baktığımızda sürekli sorgulanan, sürekli eleştirilere maruz bir birlik olduğunu görüyoruz. Ama sürekli kendini yenileyen ve yıllar geçtikçe

büyüyen bir birlik olduğunu görmekteyiz. Peki AB bu durumu nasıl başarıyor? Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

I. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Kautsky bir makale yazar… Adı, “Ultra-Emperyalizm”dir. Der ki, Avrupa ülkelerinde gelişen kapitalist mantık büyük ve yıkıcı bir savaşa izin vermeyecektir. Makale yayımlandıktan hemen sonra savaş başlar. Bu elbette söz konusu tezin çöktüğü anlamına gelmez. Bugün Avrupa Birliği’ni emperyalist bir birlik olarak görenler de vardır, büyük bir barış, refah ve demokrasi projesi olarak tanımlayanlar da… Aslına bakarsan iki taraf da aynı şeyi söylemektedir. Eleştirel kesim, Avrupa’daki barışı kapitalist ilişkilerin rasyonel bir gerekliliği olarak alır, yani barışın bir araç olduğunu söyler; destekleyenlerse, barışın kendinde bir amaç olduğunu vurgular. Sonuçta; her ne kadar 90’larda etnik bölgesel çatışmalar olsa da, Avrupa Birliği ile somutlanan süreç, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başka bir büyük savaşa izin vermemiştir. Avrupa Bütünleşmesi’nin sürekliliğinin arkasında yatan temel etken, belirttiğin gibi değişen dünyaya ayak uydurabilmesidir ki Roma’dan Lizbon’a antlaşmalar bazında ve AKÇT’den AB’ye değin kurumlar düzeyinde bu dinamiği gözlemlemek mümkündür. Türkiye’nin birliğe üyelik macerası 1963’de Ankara Anlaşması ile başlamıştır.

Page 44: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

44 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Fakat üyelik süreci hala devam etmektedir. Bu süreç neden bu kadar uzamıştır? Sanırım, Türkiye’nin uzayıp giden bu süreci için söylenebilecek en uygun sözlerden birisi, “Mazi kalbimde yaradır!” Çünkü belirttiğin gibi, 1963’te resmiyete dökülmüş bir ilişki var. Bu ilişkinin kuralları açık… Şöyle ki; Ankara Anlaşması 1964 yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma ve ilgili Katma/Ek Protokolde üyelik için üç aşama öngörülmüştür: hazırlık ve geçiş aşamalarıyla birlikte nihai aşama. Anılan bu aşamaların ise en fazla 17 yıl süreceği bu sözleşmelerde belirtilmiştir. Yani; Türkiye eğer anlaşmaların üstüne yüklediği sorumlulukları yerine getirebilseydi, 1981 yılında Yunanistan ile birlikte Avrupa Topluluğu’na girebilecekti. Sözünü ettiğim bu 17 yıla baktığımızda ise, Türkiye’de ne yazık ki bir askeri muhtıra ve bir de darbe görünmektedir. Diğer bir deyişle; Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na giremeyişinin ve Birlik için hala kapıda bekleyişinin en önemli nedenlerinden birisi, istikrarsız siyasal konjonktür ve toplumsal fikir ayrılıklarının çatışma ortamına dönüşmesi koşullarında ortaya çıkan askeri ara-rejimlerdir. Şimdiyse, Birlik’e üyelik Kopenhag Kriterleri ve Şartlılık mekanizmalarıyla daha kompleks bir hale gelse de, süreç aslında açıktır: Gerekli koşullar yerine getirildiğinde üyelik de gelecektir. Türkiye 2000’li yılların başından bu yana üyelik için önemli yasal düzenlemeler yapmıştır, yapmaktadır. Bununla birlikte; yasal düzenlemelerin daha ileriye taşınması ve uygulamaya yansıtılması gerekmektedir. Kısaca; biçim ve içerik anlamında esaslı bir demokrasi ve yapısal anlamda güçlü bir ekonomi sağlandıktan sonradır ki Türkiye için üyelik kapıları ardına kadar açılacaktır. Aksi halde bize Avrupa’dan gelecek en iyi teklif, maalesef “imtiyazlı ortaklık” gibi taktiksel işbirlikleridir.

AET’yi kuran Roma Antlaşması Avrupa için ne ifade ediyor? Avrupa’daki bütünleşme hareketinin en başta gelen nedenlerinden birisi savaşı önlemek… Kömür ve çelik, savaşın en önemli maddi girdilerinden olduğu içindir ki atılan ilk adım Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluyor. Roma Antlaşması ise, bütünleşmenin daha fazla alanda ve daha geniş bir perspektifle ele alınmasını sağlamaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği’nin en önemli ulus-üstü politika alanlarından olan Ortak Tarım Politikası, Roma Antlaşması’nın sonucudur. Kısaca; bu antlaşmayla, AKÇT ile başlayan bütünleşmenin kurumsallaşması daha ileri safhalara taşınmıştır. Fakat belirtmek gerekir ki, başlangıçtaki politik birlik tasavvuru, yine bu antlaşmayla, ağırlıklı olarak ekonomik birlik düşüncesi tarafından gölgelenmiştir ki bu antlaşmanın kurduğu topluluğun ismine de yansımıştır: Avrupa Ekonomik Topluluğu. Yine de Roma Antlaşması’ndan sonra, Tek Şart ile birlikte politik birliktelik için önemli adımlar atılmıştır. AB sizce nasıl bir yapıdır? Bu soruya en uygun yanıt, siyaset bilimindeki iki temel kavram kullanılarak verilebilir: Avrupa Birliği; konfederasyondan daha kapsamlı ve de anlamlı fakat federasyona benzemekle birlikte ondan daha geride bir ulus-üstü siyasal kurumdur. Yani AB; konfederasyon’un ötesinde, federasyonun da berisindedir… Konfederasyonun ötesindedir zira seçim yoluyla oluşan Avrupa Parlamentosu, doğrudan vatandaşları etkileyen kararlar alabilen Merkez Bankası gibi organları bulunmaktadır; federasyonun gerisindedir çünkü bir anayasasının bulunmamasının yanında üye ülkelerin ayrılma hakları

Page 45: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

45 Akademik Perspektif – Kasım 2014

bulunmaktadır. Bunun yanında; Avrupa Birliği’nin Anayasa Projesi’nin gerçekleştirilmiş kadarı olan Lizbon Antlaşması’na göre tüzel kişiliği de bulunmaktadır ki bu, Birlik’in kendisini temsil edebilme ehliyeti olduğunu da göstermektedir. Kimileri bu arada kalmışlığı bir kendine özgülük olarak addetse de, kanımca Avrupa Birliği, dünyadaki siyasal trende uygun bir yapılanmadır, zira ülkeler kendi bağımsızlıklarını göreli koruyarak daha iyi bir ekonomik performans ve etkin bir dış politika amacıyla, NAFTA, Mercosur, Şanghay Beşlisi gibi bölgesel birlikler oluşturmaktadır. Almanya ve Fransa üzerinden bir soru yöneltmek istiyorum. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren şiddetli savaşlara tutuşan hatta Avrupa2ya büyük yıkım getiren l. ve ll. Dünya Savaşları’nda bile rakip saflarda bulunan iki devletten bahsediyoruz. ll. Dünya Savaşı’nın bitmesinden kısa bir süre sonra ise bu iki devlet birleştirici yeni bir birliğin başkarakteri olmuşlardır. Günümüzde ise AB’nin başrollerinde yer alan devletler olarak Almanya ve Fransa’yı görüyoruz. Bu süre zarfında bu iki devlet neyin farkına varmıştır veya ne oldu da bu süreç bu yönde birden değişmiştir? Savaş maalesef devletlerarası ilişkilerin en somut, görünür ifadelerinden birisidir. Ölçülmesi, sayılması da zor değildir. Oral Sander, “Siyasi Tarih” adlı yapıtında yazının bulunuşundan 20. Yüzyıl’a kadar süreçte her yüzyılın 83’ünün savaşarak geçtiğini belirtir. Yani, insanlık handiyse haftanın 6 günü savaşmış, 1 günü dinlenmiştir! Yine Sander, sosyolog Pitirim Sorokin’in çalışmalarına atıfla, savaşın süresi ve yoğunluğunu göre 15. Yüzyılı taban-100 olarak aldığımızda, 20. Yüzyıl’ın 3080 gibi bir ‘istatistiğe’ çıktığını söyler. Sanırım, Almanya’nın da, Fransa’nın da

fark vardığı şey bu dehşet verici olgusal verilerdir. Diğer bir noktaysa; Avrupa Bütünleşmesi ile birlikte, olumlu bir ulusal farklılık bilinci gelişmiştir. Yani, Avrupalı uluslar birbirlerinden elbette farklıdır fakat ayrı değildir, tabiri caizse aynı geminin içerisindedir. Böylesi bir farkındalık ve bilinç Almanya ve Fransa’nın yanında tüm Avrupalı ülkeleri etkilemektedir. Yeni İşlevselcilik kavramı Avrupa için ne ifade etmektedir? İşlevselcilik; uluslararası ilişkilerin “grand” teorilerinden ki liberal/idealist bir felsefi arka plana sahip… Geçmişi, iki dünya savaşı arasındaki sürece değin gidiyor. İşlevselcilik, tek tek ülkelerin ihtiyaçları ve rekabeti yerine, bütün ülkelerin ortak gereksinimleri ve işbirliğine vurgu yapmaktadır. Bu vurgunun sonucu ise devletin alansal/teritoryal egemenliği yerine, işlev ve ihtiyaçların bilimsel bilgi, uzmanlık ve teknoloji ile ilişkilendirildiği devlet-üstü bir egemenliktir. Yeni işlevselcilik ise, söz konusu bu teorinin Avrupa ölçeğine uygulanmasıdır. David Mitrany, Ernest Haas gibi düşünürler Avrupa Bütünleşmesi’nde ortak ihtiyaçların ve daha önemlisi siyaset dışı alanların önemli rol oynadığını düşünmüşlerdir. Onlara göre bütünleşme, önemli iktisadi işkollarından başlayıp siyasal, sosyal ve kültürel diğer alanlara da sıçrayacaktır. İşlevselcilerin kullandığı “spill-over” kavramı tam da bu durumu anlatmaktadır: Kavram; kelime anlamı itibariyle, taşma/sıçrama olsa da, esasında bir etkinliğin etkisinin başlangıçta düşünülen etkinin ötesine geçmesi anlamına gelmektedir. Bu anlamda; Yeni İşlevselcilik aslında Avrupa Bütünleşmesi’nin diğer adıdır. Zira kuramın öngördükleri gerçek hayatta birebir karşılıklarını bulmuştur. Bütünleşme, kömür ve çelik gibi kilit iktisadi sektörlerde başlamış ve bunların denetimi bugünkü komisyonun temelini

Page 46: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

46 Akademik Perspektif – Kasım 2014

oluşturan ulus-üstü bir kuruma devredilmiştir. Çelik ve kömürden başlayan bütünleşme; tarım, ticaret, çevre, güvenlik, dış politika ve diğer pek çok alanda ortak politikalarla sonuçlanmıştır. 1950’lerden günümüze kadarki süreçte Avrupa açısından hedeflenen beklentiler Avrupa Birliği ile gerçekleşmiş midir? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Bu sorunun yanıtı büyük ölçüde “hayır”dır. Avrupa Kıtası, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana sadece coğrafi olarak değil siyasal bir bütün olarak da düşünülmektedir. Söz konusu bu düşünce yüzyıllar öncesinde felsefeciler, edebiyatçılar, politikacılar tarafından dile getirilmiştir. Örneğin; Edmund Burke, hiçbir Avrupalı’nın kıtanın herhangi bir yerinde kendisini sürgün hissetmeyeceği bir Avrupa hayalini dile getirmiştir. Keza Victor Hugo ve Winston Churchill bir araya getiren düşünce “Birleşik Avrupa Devletleri” idealidir. 1950’lerde bütünleşmenin önderleri Schuman ve Monnet de, ulusal kimliklerin bir potada bir araya geldiği bir federasyon hayaliyle yola çıkmışlardır. Bugünkü haliyle Avrupa Birliği ise, ne bir federasyon ne de bir konfederasyondur. Bu durumu, önceden bahsettiğim gibi, Avrupa Birliği’nin “sui generis”, yani kendine has bir özelliği olarak görenler olmakla birlikte, bütünleşmenin başındaki fikir iktisadi ve politik anlamda bir ve güçlü Avrupa’dır; “iktisadi bir dev ve de politik bir cüce değil”… Yine belirttiğim gibi; AB tek pazar yaratmada ve kolektif bir kimliğin inşasında önemli yol almıştır, bundan sonraysa politik olarak kendisini güçlendirmek için uğraşacaktır. Hitler ve Mussolini’nin Avrupa üzerindeki etkisi ne şekilde olmuştur? Faşizm, reaksiyoner bir rejimdir. Aydınlanma değerlerine, moderniteye, 19.

Yüzyıl’ın dizginsiz serbest ticaret düzenine geç verilmiş bir tepki… Elbette, olumlu bir tepki değildir, saldırgan ve yıkıcıdır. Bu anlamıyla faşizm, bir neden değil sonuçtur. Faşizmi temsil eden bahsettiğin bu iki isim, Avrupa ve dünyanın en büyük felaketi olan II. Dünya Savaşı’nın da tetikleyicisidir. Bununla birlikte; birbirleriyle rekabet halinde olan Avrupa ülkeleri ve hatta liberal Batı ile sosyalist Doğu, faşizmi ortak düşman ilan ederek ve hatta onu şeytanlaştırmak suretiyle kendi kötülüklerinden de arınarak bir araya gelmiştir; faşizm ateşi söndürüldükten sonra, ayrılık ve rekabet “Soğuk Savaş” adı altında devam etse de… Bu yüzden kendisi bir sonuç olan faşizm, geçici bir ‘birlikteliğe’ neden olmuştur. Aslında bugünlerde Avrupa’da yükselen neo-faşizme de bu pencereden bakmak gerekir, zira önümüzde sorgulanan değerler, kimilerinin post-modern olarak adlandırdığı hızlı ve akışkan bir dönem ve ‘frenlerinden boşalmış bir küresel kapitalizm’ bulunmakta… ‘‘Tek Avrupa Şartı’’nın olmazsa olması sizce nedir? Tek Avrupa Şartı’nın olmazsa olmazı, iktisadi olarak belli bir birikime erişmiş Avrupa’nın artık siyasal olarak da belli bir yol kat etmesinin gerekliliğidir. Çünkü Avrupa Bütünleşmesi, serbest ticaret alanı yaratmanın ötesinde hedeflere sahip bir süreçtir. Tek Avrupa Şartı’nın mantığını şöyle özetleyebiliriz: İktisadi bütünleşme gümrük birliğinin; politik bütünleşme de iktisadi bütünleşmenin sütun başları üzerinde yükselecektir. Sizce Avrupa entegrasyonu devam edecek midir? Ve bu entegrasyonun tamamlanması neleri beraberinde getirecektir?

Page 47: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

47 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Babam’ın bir sözü vardı, “Hayat, hükmünü dayatır!” diye… Eğer ekonomik ve politik şartlar “entegrasyon/bütünleşme” diyorsa, bu süreç devam edecektir ki daha geçen sene Hırvatistan Birlik’e dahil olmuştur. Sorunun ikinci kısmına gelirsek, Entegrasyon’un tamamlanması demek, coğrafi anlamda bir kıta olan Avrupa’nın (ki üyelik başvurusunun ilk şartı Avrupa’da toprak sahibi olmaktır) politik anlamda da bir bütünlük arz ederek küresel siyasette etkin bir aktör olması anlamına gelmektedir. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde AB’ye benzer bütünleşme hareketleri ortaya çıkmıştır ki bunlar ulus-üstü/ötesi küresel siyasetin yönlendiricileri olmaya namzettir. Diğer bir deyişle; AB’nin temel rasyonellerinden birisi olan “bir ülkenin tek başına sahip olmayacağı nüfuza/egemenliğe, birden çok ülkenin bir araya gelerek sahip olması” önümüzdeki on yıllarda küresel siyaseti belirleyecek düşüncedir. Nasıl ki, Soğuk Savaş Dönemi’nde bloklar sistemi dünya siyasetini şekillendirmişse, sorunların ve onlar için üretilen çözümlerin globalleştiği çok kutuplu dünyada bölgesel

ekonomik/politik birlikler başat aktörler ve analiz birimleri olarak karşımıza çıkacaktır. Arş. Gör. İsmail Cem Karadut lisans ve yüksek lisansını Antalya Akdeniz Üniversitesi’nde bitirmiştir, tez aşamasının sonlarına yaklaştığı doktora çalışmalarına da aynı üniversitede devam etmekte olan Karadut, Kütahya Dumlupınar Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü’nün akademik kadrosunda yer almaktadır. Bunun yanında; lisans döneminde Erasmus öğrencisi olarak, Almanya Hannover Üniversitesi’nde bulunan Avrupa Çalışmaları Enstitüsü’nden, yüksek lisans döneminde ABD Louisiana Eyalet Üniversitesi Kamu Yönetimi Enstitüsü’nden dersler almış; doktorada ise İtalya Siena Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde konuk akademisyen olarak Türkiye’deki yeni anayasa süreci hakkında bir konuşma yapmış ve AB – Türkiye ilişkileri hakkında ders vermiştir. İlgi ve çalışma alanları; demokrasi, küresel siyaset ve Türk siyasal yaşamıdır.

Page 48: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

48 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Page 49: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

49 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Europeanization of Turkey from a Legal Perspective

Arda Özkan

This paper discusses to existing Europeanization approaches, account for the all degrees of Europeanization in Turkey from aspects of legal regulations. It also proposes to distinguish between four different types of Europeanization: Policy Europeanization, Political Europeanization, Societal Europeanization and Discursive Europeanization. We review these different concepts to the impact of the European Union on the current domestic transformations in Turkey and argue that discussed the impact of Europeanization on legal reforms, and the role of judicial institutions in furthering Europeanization. And lastly, the paper establishes to analyze the concept of Europeanization, Turkish political and legal reforms in a comparative perspective.

The European Union is by its nature an open project. Although a debate on Europe’s finality and identity is called by some political leaders, the fact is that the nature of European integration is that of a work in process. Europeans share an identity as a result of history and culture, however the link between this identity and the EU integration is not clear.1 Moreover, it can be argued that European integration is a process which contributes to the creation of a common identity

1 Gerard Delanty and Chris Rumford, Rethinking

Europe: Social Theory and the Implications of Europeanization, Routledge, London, 2005.

among the states and peoples it concerns, and that enlargement is a core element of the EU project.2 Turkey and Europe are characterised by polarised, contradictory yet mutual attraction and dependency relationships. For a long time each other’s mirroring image, they are coming today to the possibility of associating closely with each other in the European Union. Obviously European countries and Turkey have participated in major economic, cultural, 2 Jürgen Habermas, The Postnational Constellation:

Political Essays, Cambridge Polity Press, 2001.

Page 50: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

50 Akademik Perspektif – Kasım 2014

political and ideological exchanges for centuries, but this was done from a position of mutual rejection. It is not until the beginning of the European construction that Turkey and the EU are open to a mutual influence process. Turkey wishes to continue the path towards Europeanization it began in the 1920s and the EU has declared its willingness to accept Turkey in.3 Since Turkey obtained an accession perspective in December 1999, studies dealing with the EU - Turkey relations have stretched the concept of Europeanization to cover a wide range of empirical observations.4 Most of them focus on broader domestic changes in response to the Copenhagen Criteria, regarding the democratic quality of the political regime, the role of the military, the national identity of Turkey as a strong secular state, and the state-society relations.5 By linking Europeanization with democratization, Europeanization has been largely conceptualized within a normative or legal framework, while empirical studies on the domestic impact of the EU accession on specific policies, political institutions, and political processes in Turkey are still rare.6 3 Luis Bouza Garcia, “The Europeanization of

Turkish Identity: Historical, Sociological and Geopolitical Elements of the Social Perception of Turkey in the EU”, (Cited on 22 September 2014), http://www.ikv.org.tr/images/upload/file/bouza-teblig.pdf. 4 Claudio Radaelli, “Whither Europeanization?,

Concept Stretching and Substantive Change”, in European Integration Online Papers (EOIP), Vol. 4, No. 8, 2000. 5 Thomas Diez, Apostolos Agnantopoulos and Alper

Kaliber, “Turkey, Europeanization and Civil Society”, in South European Society and Politics, Vol. 10, No. 1; 2005. 6 Kemal Kirişçi, “Reforming Turkey’s Asylum Policy:

Is it Europeanization, UNHCR-ization or ECHR-ization?”, in KFG Conference on Far a Way, So Close? Reaching beyond the Pro-Contra Controversy on Turkey’s EU Accession, 2-4 June

The establishment of a direct relationship between the need for liberalization and the fate of Turkey’s integration into the European Union has rendered “the EU and its policies vis-a-vis Turkey” a permanent feature of the public discourse in Turkey. Furthermore, a strengthened civil society, showing “signs of activation of social spaces” toward democratization of the domestic polity in Turkey, has legitimized its existence through “the discourse of Europeanization”. Departing from these assumptions, all reforms intended for the liberalization and democratization of the Turkish political system “have been either prompted by or justified on the grounds of the EU - Turkey relationship”.7 1. Concept of Europeanization The concept of Europeanization as an emerging multi-dimensional and complex phenomenon, especially in recent years has become an academic and political concept respectively as a new level of analysis and a new analytical framework in European studies. Europeanization refers to a set of processes through which the EU political, social and economic dynamics become a part of the logic of the domestic discourse, identities, political structures and public policies. In this context it is clear that Europeanization changes structure of nation states and the collective understanding attached to them. 2011, İstanbul, Turkey; See for detailed information Senem Aydın and Fuat Keyman, “European Integration and the Transformation of Turkish Democracy”, in CEPS EU-Turkey Working Papers and Centre for European Policy Studies and Economics and Foreign Policy Forum, No. 2, August 2004, (Cited on 20 September 2014), http://aei.pitt.edu/6764/1/1144_02.pdf. 7 Spyros Sofos, “Reluctant Europeans? European

Integration and the Transformation of Turkish Politics”, in Europeanization and the Southern Periphery, K. Featherstone and G. Kazamias (eds.), London, Frank Cass, 2001.

Page 51: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

51 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Europeanization is far from a single unified concept. Instead, we distinguish four different meanings of the term, although in practice, various forms of Europeanization will occur simultaneously and will be related to each other: Policy Europeanization, Political Europeanization, Discursive Europeanization and Societal Europeanization. All of them refer either to different ways in which Europe becomes a common reference point increasingly referred to in domestic debates, or to the alignment of policies, political processes or social identities within Europe.8 There are at least two noteworthy characteristics of Europeanization as it is used in the literature in generally. First, Europeanization strictly speaking is the EU-ization. It occurs in the context of, and can be seen as sparked off by, European integration. Second, for the most part, Europeanization is a one-way street. While it is widely recognized that member states try to influence the ways in which European integration affects them, the very term implies increasing convergence, and is often taken to mean the imposition of particular policies, political structures or social identities on member states and their societies. All of these aspects of Europeanization have to do with the construction and spread of what have come to be regarded as European norms regarding particular policies, political procedures or societal self-definitions.9

8 Diez and the others, op.cit., 2005; See for detailed

information Meltem Müftüler Baç, “Turkish Political Reforms and the Impact of the EU”, in South European Society and Politics, Vol. 10, No. 1, 2005, (Cited on 15 September 2014), http://myweb.sabanciuniv.edu/muftuler/files/2008/10/muftulerbacpoliticalreforms.pdf. 9 Ian Manners, “Normative Power Europe: A

Contradiction in terms?”, Journal of Common Market Studies, Vol. 40, No. 2, 2002.

As long as the EU membership remains top of the preference agenda, the accession negotiation process accentuates the power of the EU over prospective members. The latter have to adopt the acquis communautaire, the extensive set of legal provisions, rules and norms that already exist amongst the member states, in order to fulfill the membership criteria. This is clearly a process of enforced EU-ization - in fact, it is well known that it is during the phase of membership negotiations that institutional and policy change is most radical, while socialization processes after the attainment of membership are a much slower, albeit potentially deeper.10 The institutional and policy changes during accession negotiations are also by and large a one-way street, although several qualifications need to be added: first, domestic actors can use the European Union norms for their own purposes. Second, norms do not remain stable during the negotiation process, and in fact are often only constructed, or at least made explicit, in this context. The so-called Copenhagen Criteria for the membership, now Article 6 of the Treaty on the EU, are the most obvious example of this. Indeed, the relationships between the Union and membership candidates can be understood as an exercise in the reconstruction of the Union as a normative power, and Turkey is a particularly good example of this.11 2. Europeanization in Turkey: A Legal Analysis The Helsinki 1999 summit decision to admit the Turkish candidacy is consistent

10

Diez, and the others, op.cit., 2005 11

Thomas Diez, “Europe’s Others and the Return of Geopolitics”, Cambridge Review of International Affairs, Vol. 17, No. 2, 2004.

Page 52: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

52 Akademik Perspektif – Kasım 2014

with its recognition as a European state since 1949. Accession negotiations are today open with Turkey, even though only in a limited number of chapters of the acquis communautaire, the rest being blocked following Turkey’s refusal to recognise Cyprus. This represents the complexity of the Europeanization process in a triple sense. Firstly, it is hard to call negotiations to the process Turkey is following today, in that in fact those are bilateral commissions analysing how far Turkey’s legislation is in line with community law in all the sectors of European integration, the only margin of negotiation being the interpretation of the legal provisions and eventual temporary derogations. Secondly, the accession process implies not only legal, but as well highly sensitive political and identity issues. What is finally discussed is to what extent a candidate is ready to pool sovereignty in a big number of areas, and to share a set of values that pertain to the intimate dimension of identity. Thirdly, although a candidate is formally examined on the ground of its legal and administrative adaptation to the EU, Europeanization is not limited to the adoption of community legislation but as well as to which extent the legal provisions are a reality in the country.12 The deterioration of Turkey’s relations with the EU in the 1990s to a large extent in terms of Turkey’s human rights record and its “problematic democratization”.13 However, Turkey’s democratic transformation and its integration into the EU are “two mutually constituted processes”.14 In this respect that the 12

Garcia, op.cit. 13

Panayotis J. Tsakonas, “Turkey’s Post-Helsinki Turbulence: Implications for Greece and the Cyprus Issue”, Turkish Studies, Vol. 2, No. 2, 2001. 14

W. Piccoli, “European Integration in Turkish Identity Narratives: The Primacy of Security”, Paper presented at the 28th Annual British International

prospect of membership in the Union functions as a “powerful engine of democratization and economic transformation in candidate countries” through the appropriate mix of conditionalities and incentives. However, if the EU’s emphasis is on conditionalities or negative incentives only, “this will tend to slow down” and even damage the transformation of domestic policies by strengthening the hands of Euro-sceptics and the subsequent harmonization reforms profoundly impinged on Turkish domestic politics. The post-Helsinki era witnessed the emergence of a “pro-EU coalition committed to undertaking the kinds of economic and political reforms necessary to facilitate full membership”.15 The simultaneous flourishing of a “highly entrenched anti-EU coalition” appears as a formidable obstacle before Turkey’s democratic transformation and hence creates an ambivalent attitude toward the EU. In fact Turkey has gone through a fast and politically difficult process of reforms which concern both “low and high politics” issues. Since membership of the EU implies adopting the EU legislation and respecting the Copenhagen Criteria, both issues are closely scrutinised in the accession negotiations. However, despite the strong commitment showed by Turkey to the EU integration, in the last years and a half the pace of reforms seems to have slowed. This may well be the result of a distrust into the EU’s intentions, concerning the final decision of accession.16

Studies Association (BISA) Conference, Birmingham, 15-17 December 2003. 15

Ziya Öniş¸ “Domestic Politics, International Norms and Challenges to the State: Turkey - the EU Relations in the Post-Helsinki Era”, Paper presented at the Annual Meeting of the Middle East Studies Association, Washington DC, 23-26 November 2002. 16

Garcia, op.cit.

Page 53: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

53 Akademik Perspektif – Kasım 2014

It is obvious that the legal and constitutional revisions have undeniable effects on the process of Turkey’s being a part of Europe. However, when it comes to the shifting process in Turkey, some parts of the process cannot be defined as revision, but absorption. Absorption means a change on the way to the European Union standardization. During this time, national actors can choose either taking some of the EU policies and structures except for the basic national and political ones, for granted, or combining the latest policies and institutions with the existing ones. Once the member states replace the existing policies and organs with the new ones the change takes place. As this process makes shift in their basic national structures, the effects of change is considerably high. Conclusion The accession of Turkey to the EU in terms of foreign policy and public interest has always been argued. There has been enormous debate about the pros and contras of the Turkish accession to the EU and about its strategic implications. However, this debate needs to take into account the public opinion implications of Turkey’s Europeanization. The question of the “borders of Europe” is relevant in this aspect. The discussion about Turkey’s accession is paying as it unveils a series of assumptions on European values, borders and identity. If Turkey has undergone Europeanization process for its own sake and on the grounds of a strong social and political consensus, this will be disappointing, but easy solvable in the medium term. A successful accession requires that Turkey sees Europeanization as a goal and the EU membership as its more or less immediate consequence, rather than the opposite.

There is no doubt about that legal and constitutional changes’ being put into action has a strong correlation with continuity of democratic practice, visible and active thought of state, and a revised approach towards state-individual relation. Most of the reforms are regarding the basic taboos of Turkish society. There have been changes made in the fields of military effect in political life, minority rights, capital punishment, basic human rights, and the practice of human rights and freedom. Nevertheless, diversities, compossibility and taboos preserve their heritage. Actually, these structural reforms have effect on not only laws and branches, but also they step in the perception of state and the normative core of it. The problem here is not the institutional and legal regulation, but the shift of values. If the reforms are put into practice, and the process can be taken to the end the role of the state will completely change. This is going to be in a very long term with the help of the norms’ internalization. Besides the reforms, Turkey has made a considerable march primarily in the fields defined as legally of first priority in accordance with the Accession Partnership Document signed with the European Union. Though the practice of political reforms has shown a marked improvement, these need to be enhanced and generalized. The regulations in the political and legal systems are parts of a longer process and it is going to take some time to reflect complete spirit of reforms in the administrative and judicial organs’ acts. *Arda Özkan, Giresun University, International Relations

Page 54: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

54 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Uluslarüstü Avrupa Birliği

Fatih Gökyıldız*

Jean Monnet’nin hafızalara kazınan önemli bir sözü aslında AB’nin temel yapısını özetler niteliktedir. Monnet o sözünde ‘‘Biz devletler koalisyonu kurmuyoruz, insanları birleştiriyoruz’’ söylemini kullanıyordu. Monnet’nin ne kadar da haklı olduğunu şimdiki 28 üyeli AB’ye baktığımız zaman görmekteyiz.

1945 yılında yaşanan II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa, savaşın etkisiyle birlikte güçsüzleşmiş ve yoksullaşmış olarak savaşı sonlandırmıştır. Bu sırada dünya yeni iki süper güçle tanışma fırsatını bulmuştu. Bunlar hiç şüphesiz ki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’ydi. 1870 ve 1945 yılları arasında üç kere savaşa tutuşan Almanya ve Fransa, aralarında gerçekleşen bu savaşları artık sonlandırarak kıtada beraber yaşamaları gerektiğinin farkındalardı. Evet farkındaydılar fakat yıllarca birbiri ile mücadele eden bu iki devlet nasıl olurda bu barış ortamını oluşturacaklardır. Çözüm önerisi ise Alman kökenli bir Fransız olan Robert Schuman’dan gelmiştir. Fransız Dışişleri Bakanı olan Robert Schuman, taraflara 9 Mayıs 1950’de bir

öneri sundu. Buna göre, dönemin temel savaş sanayileri olan kömür ve çeliğin kontrolü, diğer ülkelerinde katılımına açık bir Avrupa örgütü dahilinde kurulacak olan, bir ortak yüksek kurula aktarılacak. Bu konuyla ilgili Almanya’nın Süddeutsche Zeitung gazetesinin 11 Mayıs 1950 tarihindeki manşetinde ‘‘Fransızların teklifi siyasi bir sansasyon’’ şeklinde yorumlamışlardır. Daha bir yıl bile olmamışken Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg bir araya gelerek 18 Nisan 1951 tarihinde Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (ECSC) kurmuşlardır. Yirminci yüzyılda birlik fikrinin desteklenmesinde ve oluşum aşamasında Schuman gibi düşünen ve bu düşünceye destek veren daha birçok isim bulunmaktaydı. Bunların başındaysa; Konrad Adenauer, Jean Monnet, Carlo Sfersa, Henri Spaak, Winston Churcill gibi

Page 55: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

55 Akademik Perspektif – Kasım 2014

isimleri sayabiliriz. Jean Monnet’nin hafızalara kazınan önemli bir sözü aslında AB’nin temel yapısını özetler nitelikteydi. Monnet o sözünde ‘‘Biz devletler koalisyonu kurmuyoruz, insanları birleştiriyoruz’’ söylemini kullanıyordu. Monnet’nin ne kadar da haklı olduğunu şimdiki AB’ye baktığımız zaman görmekteyiz. 28 üyeli ve insanlarının bir olduğu bir birlik konumunda. Bu altı ülke 25 Mart 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması’yla resmen kurulmuş oldu. Hemen sonrasında Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (EURATOM) kuran ikinci antlaşmayı imzaladılar. Kıta için Schuman’ın nedenli önemli olduğunu ve gelecek yüzyıllar için kıta adına ne kadar faydalı bir projeye imza attığını söylememek haksızlık olur. Schuman; 9 Mayıs 1950’de ‘‘9 Mayıs, Avrupa Birliği’nin doğum günüdür. Bu gün, Avrupa kıtasında, barış, dayanışma ve istikrar döneminin başlangıcını simgelemelidir. Avrupa tek bir defada ya da tek bir plan çerçevesinde oluşturulmayacaktır. Öncelikle fiili bir dayanışmayı yaratacak somut başarılar üzerine kurulacaktır’’ demişti. Schuman’ın bu sözlerinde de görüldüğü üzere Avrupa bütünleşmesinin Avrupa ulusu için ne denli önemli olduğunu sözlerinde çok net bir şekilde vurgulamıştır. Sürdürülebilir bir Avrupa istiyorsak eğer, çalışmaların en temelden yapılması gerektiğini dile getirmiştir. Altılar olarak bilinen ve AET’yi meydana getiren antlaşmanın tarafları Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg kendi aralarında mal, hizmet, insan ve sermayenin serbest dolaşımını mümkün kılabilmek için ortak bir Pazar kurmaya karar verdiler. Fakat kıtada yer alan ve AET’nin dışında kalan ülkeler bu

durumu pek hoş karşılamadılar ve İngiltere’nin başını çektiği bir muhalefet kitle meydana geldi. Muhalefet kitlesinin gerekçesi ise Avrupa haklıları arasında derin bir yakınlaşma oluşturacak birlik vaadini fazlasıyla federalist bulmalarıydı. Fakat AET’nin başarılı çalışmaları sonucunda muhalif kanatta başı çeken İngiltere, ani bir manevra ile 1961 yılında AET üyeliğine başvurmaya karar verdi. Fakat İngilizlerin başvurusu sonuçsuz kaldı. İngiltere, 1963 ve 1967 yıllarında iki kere üyeliğe başvuru yaptı fakat dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle tarafından veto edildi. Bunun nedeni ise şu şekilde yorumlanmıştır; İngiltere’nin kıta Avrupa’sından farklı bir yapıya sahip olması ve ülkenin topraklarının oldukça büyük olmasıydı. Ayrıca müttefiki ABD’ye ise fazla yakın bulunması bir engel olarak görülüyordu. İngiltere için bu engel çok uzun sürmedi. Zira De Gaulle’un 1969 yılında istifa etmesine en çok sevinenler şüphesiz ki İngilizler olmuştu. Müzakerelerin 1972’de tamamlanmasıyla İngiltere kendisi gibi EFTA üyesi olan Danimarka ve İrlanda ile birlikte 1 Ocak 1973’de AET’ye katıldı. Artık Avrupa’da dokuzlar dönemi vardı. Avrupa’da Kriz Batı Avrupa’da 1973 yılında meydana gelen petrol krizi ekonomik büyümenin sonunu getirdi. Gerçekten de öyle olmuştu. Enflasyon, işsizlik derken yaşanan krizler zincirleme olarak Avrupa’da yaşam standartlarına büyük darbe vurdu. Herkes birliğin sarsıldığını ve yok olacağını düşünürken birlik güzel bir adım attı ve yıllarca sürecek bir mekanizmanın ilk adımı bu kriz yıllarında atılmış oldu. Avrupa Komisyonu (yürütme), Bakanlar Konseyi (yasama), danışma meclisi niteliğindeki Avrupa Parlamentosundan oluşan ilk kurumsal üçgeni kurmuş oldu. Parlamento

Page 56: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

56 Akademik Perspektif – Kasım 2014

ilerleyen yıllarda bu hızlı büyümenin ve gelişmenin meyvelerini toplamaya başlamıştı. Bunların en önemlisi ise birlik artık gerçek bir birlik gibi çalışmaya başlamıştı. 1979 yılının sonrasında alınan kararların birinde şu madde vardı. Artık Parlamento oylaması olmaksızın hiçbir bütçe kararı alınamayacak ve hatta Parlamento onayı olmaksızın yeni bir üye ülke de kabul edilemeyecekti. Yunanistan’ın Üyeliği Yunanistan yedi yıllık askeri diktanın ardından 1974’de demokrasiye dönüp 1975’de AET’ye başvuruda bulundu. Yunanistan, aynı İngiltere’ye de olduğunu gibi birçok muhalif kitle ile karşılaştı. Bu muhalefet eden grupların bazıları Yunanistan’ın üyeliğe hazır olmadığını düşünürken, bazı kesimler ise Yunanistan’ın diğer üye devletlerle aynı değeri taşımadığını savunuyorlardı. Altı yıl süren müzakereler sonucunda nihayet Yunanistan AET’ye üye olacaktı. Üye ülkeler Yunanistan’ın gelişiminin AET içerisinde daha rahat olacağına karar verdiler. Ve 1 Ocak 1981’de Yunanistan AET’nin 10. üyesi oldu. Bu durum aslında Avrupa Topluluğu içerisindeki dayanışmanın da oturmakta olduğunu gösteriyordu. 12 Üye 12 Devlet Aynı Yunanistan’da olduğu gibi İspanya ve Portekiz’de diktatörlükten 1970’lerin ortalarında kurtuldu. Az gelişmiş ekonomilerinin yanı sıra ekonomileri neredeyse tarıma dayalıydı. Demokratik ve sanayileşmiş AET’ye üye olma istekleri bu iki ülke halkı için hem ekonomik bir çıkar yoldu, hem de ulaşım ve ticarette serbestlik anlamına geliyordu. Uzun süren reformlar sonrasında bu iki ülkenin 1 Ocak 1986’da AET üyeliği gerçekleşti.

Artık on ikiler dönemine girilmişti. 25 Mart 1953 yılında imzalanan Roma Antlaşması’ndan, 1 Ocak 1986’ya kadar geçen otuz üç yılda birlik iki katına çıkmıştı. Bu AET’nin daha da büyüyeceğinin göstergesiydi. Birlik içerisindeki idari sistemler yavaş yavaş yerine oturuyordu… Sonun Başlangıcı 9 Kasım 1989’da toplanan çok büyük ve istekli kalabalık Doğu’yu Batı’dan ayıran, Almanya’yı ikiye bölen ve komünizmin sembolü olan ‘Berlin Duvarı’nı yıktı. Bu olayı 1986’de imzalanan ‘Avrupa Tek Şartı’nın somut bir başarısı olarak göstermemiz yanlış olmayacaktır. Kısa bir sürede Almanya birleşti ve AET’nin nüfus ve yüzölçümü olarak en büyük ülkesi oldu. 1991 yılında ise Sovyetler Birliği dağılmış ve bağımsız cumhuriyetlere bölünmüştü. Bu durum ‘Büyük Avrupa’ için şüphesiz ki bir fırsata dönüştürülebilirdi. Ve öylede oldu… Üye ülkelerce onaylanan ve 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması, AET’yi Avrupa Birliği’ne dönüştürdü. Maastricht Antlaşması ile atılan cesur adımlar genişlenenin devam edeceğinin habercisiydi aslında. Euro’ya geçiş kararları da bu dönemde alındı. Üye ülkeler ise bunu 2002 yılından itibaren uygulamaya başladılar. Muhteşem Üçlü Avrupa’nın beklide en istikrarlı ülkelerinden olan; Avusturya, Finlandiya ve İsveç 13 ay gibi kısa bir süre zarfında birliğe üyeliklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu üç ülke ile birlikte Norveç’te Şubat 1993 - Mart 1994 tarihlerinde müzakereleri tamamlamıştır. Nitekim Norveç’in üyeliği iki kez gerçekleşen halk oylaması

Page 57: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

57 Akademik Perspektif – Kasım 2014

sonucunda AB’den yana kullanmayarak gerçekleşememiştir. AB müzakerelerini en kısa sürede gerçekleştiren de bu ülkelerdir. Aynı zamanda AB’nin en istikrarlı ülkeleri arasında da görebiliriz bu üç ülkeyi. Gerek 2008 yılında yaşanan küresel krize ve gerekse Avrupa kıtasının geneline baktığımızda refah seviyesi ve yaşanabilir statünün en yüksek olduğu ülkeler konumundalar. 1 Ocak 1995 itibari ile Avrupa’da 15 üyeli bir birlik görüyoruz. Büyük Genişleme ovyetlerin dağılması ile bölgede başarı ve istikrarın sembolü olan AB üyeliğine kıtadaki hemen hemen her ülke olumlu bakıyordu. AB, eski komünist ülkelerinin demokrasi ve pazar ekonomisine geçebilmesi için desteklerde bulundu. Daha önceki genişlemelerde en çok üç ülkenin üyeliği konuşulurken şimdi 12 ülke sıradaydı. AB’ye reabetin bu kadar yüksek olması aslında önemli mesajları da beraberinde getiriyordu. İlk başta 6 ülke için tasarlanmış birliğin 27 üye ile işleyeceğinin farkına varılmıştı. 1993 yılında gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde üye devletler dört yeni katılım kriteri belirlemişlerdir. Bu kriterler şunlardı. Siyasi Kriter: Hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, azınlıkların korunmasına ve insan haklarına saygı. Ekonomik kriter: Pazar ekonomisine geçiş. Yaşama kriteri: AB mevzuatının benimsenmesi. Bir de AB’yi de ilgilendiren yeni üyeleri özümseme kapasitesi kriteriydi. Bu kriterler üye olmak isteyen ülkeler tarafından ilk ölçüde ayrımcılık vb. söylemler ile olumsuz karşılanmıştır. Fakat

reformların meydana gelmesi ile birlikte doğruluğu tüm çevrelerce anlaşılmıştır. Müzakereler 1998 yılında 6 ülke (Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Macaristan, Polonya ve Slovenya) ile başlamıştır. Diğer altı ülke (Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Malta, Romanya ve Slovakya) ise 2000 yılında müzakerelere başlamışlardır. Sayfalarca mevzuat ve zorluklar ile gerçekleşen müzakeler sonucunda daha önceden öngörüldüğü gibi Romanya ve Bulgaristan dışındaki 10 ülke 1 Mayıs 2004’te birliğe katılmaya hazır olacaklardı. Adaylığı gerçekleşmeyen iki ülke Bulgaristan ve Romanya ise ülkelerinde yaşadıkları yolsuzluk sorunlarını çöze bilmek için ciddi çaba sarf ettiler ve komisyonun onayı ile 1 Ocak 2007 tarihinde ‘Büyük AB’ genişlemesi 27 üyeli bir birlik oldu. Üyelik müzakereleri Türkiye ile aynı tarihte başlayan Hırvatistan’ın 3 Ekim 2005’te başlayan AB serüveni 1 Temmuz 2013’te üye olmasıyla mutlu sona ulaşmıştır. Ve bu üyelik ile birlikte AB günümüzdeki son şeklini almıştır. Altı ülke ile başlanılan düşünce günümüzde ki 28 üyeli halini almıştır. AB, sürekli kendisini sorgulamış ve güncellemiştir. Bu durum ise AB’nin uluslarüstü bir yapı olmasını sağlamıştır. AB genişlemesinin 28 üyeli bir birlik ile sınırlı kalmayacağı ve Avrupa entegrasyonunun devam edeceği kanaatindeyim. * Fatih Gökyıldız Anadolu Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

Page 58: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

58 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Türkiye’de Zorunlu Din Dersi Uygulaması

Derya Kap*

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM)16 Eylül 2014 tarihli zorunlu din dersinin mevcut içerikle uygulanamayacağına dair hükmü, Türkiye’de din dersi tartışmalarını tekrar gündemin üst sıralarına taşıdı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 1924 yılında yürürlüğe girmesinden bu yana, din eğitimi ve öğretimi, Türkiye’de laiklik tartışmaları ekseninde ele alınan en önemli tartışma konularından birini oluşturmayı sürdürüyor.

Bugün gelinen aşamada, din derslerinin içeriği ve zorunluluğu konusunda toplumun farklı kesimleri arasındaki süregelen görüş ayrılıkları, yerel mahkemeler ve AİHM nezdinde hukuki bir ihtilafa dönüştü.

Türkiye’de Din Derslerinin Tarihçesi

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından itibaren en hassas tartışma konularından birini oluşturun laiklik ilkesi nedeniyle, din eğitimi ve öğretimi her zaman devletin gözetimi ve denetiminde sürdürüldü. Bununla birlikte, siyasi iktidarların laiklik anlayışlarındaki değişimler, din derslerinde yaşanan dönüşümleri doğrudan etkiledi. Bu doğrultuda, dine mesafeli tek parti iktidarında 1920’li yılların sonundan 1950’li yıllara dek din dersleri müfredat

programlarından tamamen çıkarılırken; 1950’lerden itibaren seçmeli din dersi uygulamasına geçildi ve son olarak 1982 Anayasası ile din dersi zorunlu hale getirildi.

Türkiye’deki din eğitimi ve öğretimine ilişkin temel düzenleme, Tevhid-i Tedrisat olarak bilinen yasaya dayanır. Din eğitiminin örgün eğitim kurumlarında devletin gözetim ve denetimi altında verilmesi ilkesine dayanan ve 1924 yılında çıkarılan Kanun ile medreseler kapatıldı. 1928 yılında laiklik ilkesinin anayasaya konmasını takiben, örgün öğretim kurumlarında, “Din Bilgisi” dersi 1948 yılına dek ders programlarından çıkarıldı ve din eğitimi veren bütün eğitim kurumları kapatıldı. Bu tarihten itibaren, din eğitimi ve öğretimi meselesi, Türkiye’de önemli tartışma konularından

Page 59: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

59 Akademik Perspektif – Kasım 2014

biriNİ oluşturdu ve din derslerine ilişkin tartışmalar günümüze kadar süregeldi .

Din eğitimi ve öğretimine mesafeli yaklaşan tek parti iktidarı, 1948 yılından itibaren “Din Bilgisi” derslerine müfredatta tekrar yer verilmesinin ardından; 1950 ile 1981 yılları arasında, örgün öğretim kurumlarında seçmeli din dersi ile ilgili değişik uygulamalar hayata geçirildi. 1974’ten itibaren Din Bilgisi derslerine ilave olarak, okullarda zorunlu Ahlak Dersleri uygulamaya kondu.1980 askeri darbesinin ardından da, 1982 Anayasası ile ilk kez din öğretimi anayasal bir güvenceye kavuştu. Din eğitimi ve öğretiminin devletin kontrolünde gerçekleşmesi amacıyla Anayasası’nın 24’üncü Maddesi’yle din eğitimi ve öğretimi zorunlu hale getirilerek, bugünlere gelindi.

1982 yılından bu yana örgün eğitim kurumlarında ilköğretim 4’üncü sınıftan itibaren ortaöğretimin son sınıfına kadar okutulan Din Kültürü ve Ahlak bilgisi (DKAB) dersi, zorunlu dersler arasında yer alıyor. 2000 sonrası dönemde ise din eğitimi alanında yeni politikalar izlendi ve ciddi bir dönüşüm geçiren DKAB dersine 2010 yılında yapılan değişiklik ile farklı inançların öğretimi eklendi. 2012 yılında, 12 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçilmesi ile birlikte, 1982’den itibaren zorunlu olarak ilköğretim 4’üncü sınıftan 12’inci sınıfa kadar okutulan DKAB dersi yanında, din eğitimi ile ilgili yeni seçimlik dersler öğretim programlarına dâhil edildi. (Bkz Tablo 1)

Tablo 1: Türkiye’de Din Derslerinin Tarihçesi

1924-1927: Zorunlu Din Dersi Dönemi / İlkokul, Ortaokul: “Din Dersi” Zorunlu; Lise :Din Dersi yok

1927-1946 Din Derslerinin Kaldırıldığı Dönem / İlkokul, Ortaokul, Lise: Din Dersleri müfredattan çıkarıldı

1948- 1982: Seçmeli Din Dersi Dönemi / İlkokul, Ortaokul, Lise: Din Dersi-Seçmeli; İlkokul, Ortaokul, Lise: Ahlak Dersi- Zorunlu

1982- 2014: Zorunlu Din Dersi Dönemi / a.“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”- Zorunlu b. Seçmeli Din Dersleri (2012) “Kur’an-ı Kerim; Hz. Muhammed’in Hayatı; Temel Dini Bilgiler”

Kaynak: “Yeni Eğitim Sisteminde Seçmeli Din Dersleri: İmkânlar, Fırsatlar, Aktörler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, İlke Yayınları: 6 Araştırma Raporları: 5, İstanbul, 2013.

Anayasal Bir Gereklilik Olarak Zorunlu Din Dersi

1982 Anayasası ile birlikte gündeme gelen zorunlu din dersi uygulamasının hukuki temeli, halen uygulanmakta olan Tevhid-i Tedrisat Kanun’un din eğitiminin örgün eğitim kurumlarında devletin gözetim ve denetimi altında verilmesi ilkesi ile 1982 Anayasası’nın 24’üncü Maddesi’nde “Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” ifadesine dayanıyor. Bu madde, devletin din eğitimi alanındaki gözetlemeci ve denetlemeci rolünü koruduğuna ve din öğretiminin esas alınarak DKAB dersinin zorunlu olarak okutulması ilkesinin benimsendiğine işaret ediyor. DKAB dersi, 1982 yılına kadar seçmeli olarak okutulan “Din Dersi” ile zorunlu dersler arasında yer alan “Ahlak Bilgisi” dersinin birleştirilmesiyle ortaya çıktı. Zorunlu din dersinden muafiyet imkânı, Lozan Antlaşması’na göre, Türkiye’de yaşayan azınlıklar ve diğer Müslüman olmayan öğrencilere tanınıyor . Diğer bir deyişle, DKAB Türkiye’de sadece Müslüman öğrencilerin alması gereken zorunlu bir ders niteliğini taşıyor. Bu nedenle, ağırlıklı olarak Sünni inancın öğretilmesine odaklanan DKAB dersleri, Alevi inancına mensup öğrenciler içinde de

Page 60: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

60 Akademik Perspektif – Kasım 2014

zorunlu. 4’üncü sınıftan itibaren 12’nci sınıfa kadar, 12 yıllık temel eğitimin 9 yılında okutulan ve toplam 1086 sayfadan oluşan DKAB ders kitaplarında Alevilik-Bektaşilik inancına ayrılan yer 16 sayfa ile sınırlı . Ayrıca, DKAB kitaplarında, ağırlıklı olarak Sünni İslam anlatılırken; tasavvufi yorumlar içinde Alevilik- Bektaşilik’e sadece 8 sayfa ayrılıyor. İçeriği bu şekilde belirlenen ve temel eğitimde 9 yıl devam eden DKAB dersleri, bazı veliler tarafından din öğretimi ve eğitim açısından yetersiz bulunuyor. Buna karşın, bazı veliler ise zorunlu din dersine karşı çıkarak konuyu yargı sürecine taşıyorlar. Farklı talepleri karşılamak amacıyla,2007 yılında yayınlanan yeni müfredatla, DKAB dersinin içeriğinin “din kültürü” dersi olarak düzenlenmesi amaçlandı; ancak, söz konusu değişiklikle yerel mahkemelerde ve AİHM nezdinde mahkûmiyetlerin önüne geçilemedi.

Zorunlu Din Dersi Konusunda AİHM’in Yorumu

Hukuki bir ihtilafa dönüşen zorunlu din dersi, bir insan hakları meselesi olarak ele alındığında, AİHM’nin konuya ilişkin olarak aldığı kararlar önemli bir referans oluşturuyor. İnsan haklarına uygun olarak, zorunlu din dersinin nasıl olması gerektiğine dair tartışmalarda, AİHM’nin DKAB dersi ile ilgili olarak aldığı iki karar bulunuyor. AİHM, 2007 yılında “Hasan ve Eylem Zengin-Türkiye” davasında, zorunlu DKAB dersinde Türkiye'de hâkim olan dinsel çeşitliliğin dikkate alınmadığını; Alevi inancına sahip topluluğun “eğitim hakkının ihlal edildiğini” ve ihlalin sebebinin Türkiye’deki eğitim sisteminden kaynaklandığına hükmetti. Bu karar doğrultusunda Türkiye, DKAB ders kitaplarında bazı değişiklikler yaptı ve “seçimlik” adı altında yeni din dersleri koydu. Bu değişikliklere rağmen, konuyla ilgili tartışmalar ve hukuki ihtilaf devam

etti. AİHM, zorunlu din dersi konusunda “Mansur Yalçın ve Diğerleri-Türkiye” davasında da benzer şekilde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) eğitim hakkıyla ilgili maddesinin ihlal edildiğine ve mevcut içerikle zorunlu din dersinin uygulanamayacağına hükmetti.

AB Ülkelerinde Zorunlu Din Dersi Uygulaması

AB’nin zorunlu din dersine ilişkin uygulamalarında, AB ülkelerinde geniş bir çeşitliliğin olduğu görülüyor. 28 AB üyesi ülkenin her birinde din dersi uygulaması, bu ülkelerin siyasal ve kültürel gelenekleri ile yakından bağlantılı . AB mevzuatında din eğitimi ve öğretimini düzenleyen ortak bir hüküm mevcut değil. Dolayısıyla, AB'de din eğitim ve öğretiminin temel dayanağı, AİHS ve üye ülkelerin iç hukukuna göre şekilleniyor. Bazı ülkelerde din dersleri zorunlu iken; bazılarında ise seçmeli ya da içeriği karşılaştırmalı din eğitim şeklinde olabiliyor. Ayrıca, her ülkenin müfredatında o ülkede baskın olan dine ağırlıklı olarak yer verilebileceği, AB uygulamaları ve AİHM içtihatlarında kabul gören bir yaklaşım. Ancak bu yaklaşım, toplumdaki diğer din, mezhep ve inançların da yansıtılmasını gerektiriyor. Bu noktada vurgulanması gereken son nokta, Türkiye'de örgün eğitim kurumlarında zorunlu “din öğretimi” yapılmasına karşın; AB ülkelerinin çoğunda zorunlu “din eğitimi” programının uygulanıyor olması. Bu nedenle, Avrupa'da özellikle ilköğretim seviyesinde din dersi müfredatının belirlenmesinde kiliseler söz sahibi olabiliyor ve okullarda dini ayinler düzenleyebiliyor.

Zorunlu Din Dersi Uygulamasının Geleceği

Türkiye’de yerel mahkemelerde açılan davalar ve AİHM nezdinde yapılan başvuruların ardından gelen mahkûmiyet kararları, zorunlu din dersi uygulamasının toplumsal talepleri karşılayamadığını ve

Page 61: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

61 Akademik Perspektif – Kasım 2014

konu hakkında değişikliğe gidilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor. Bu noktada, Türkiye’de zorunlu DKAB dersi uygulamasında sorunun ortadan kaldırılmasına yönelik iki seçenek bulunuyor: zorunlu din dersinin kaldırılması ve DKAB dersinin “seçimli ders olması” ya da “zorunlu din eğitiminin muafiyete imkân verecek şekilde müfredatta değişikliğe giderek sürmesi”. Zorunlu din dersi yerine, “seçimli ders” uygulamasının, özgürlükler düzeni bakımından daha yerinde olacağını savunanlar olduğu gibi; zorunlu din dersinin sürmesini destekleyen geniş bir kesim de bulunuyor. İlk görüşü savunanlara göre, Anayasa ve yasal değişikliklerle dersin seçmeli olması ya da müfredattan tamamen çıkarılması sorunu çözüme kavuşturur. Bu durumda, Anayasa’nın 24’üncü Maddesi’nde değişiklik yaparak, 1961 Anayasası’nda olduğu gibi, din derslerinin seçimlik ders haline getirmek mümkün olabilir. AİHM kararlarında da belirtildiği gibi, zorunlu din dersi uygulanmasının devamı halinde, dersin “Din Kültürü” dersi niteliğinde olup, tüm dinlere ve inanma biçimlerine eşit mesafeden bakabilmesi gerektiği vurgulanıyor.

Toplumda ihtiyaç olan din eğitiminin devlet kontrolü altında ve laiklik ilkesine uygun bir şekilde verilmesini destekleyenler tarafından dinler hakkında bilgi veren bir dersin müfredatta bulunması ve zorunlu olmasının makul olduğunu savunan diğer görüşe göre ise, birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, din dersinin zorunlu olması AİHM içtihatlarına aykırı değil. Bu anlamda, Türkiye’de ilk ve ortaöğretim okullarının müfredatında bulunan zorunlu DKAB dersi hem bilimsel hem de toplumsal ve özel şartlar açısından gereklidir. Bu görüşü savunanlar, dersin içeriğinin AİHS’ne uygun olması durumunda, muafiyet getirmenin bir anlamı olmadığını kaydediyor. DKAB

dersinin zorunluluğundan ziyade, dersin din hakkında bilgi vermeye yönelik bir biçime kavuşması ve Alevilerin de taleplerini dikkate alacak şekilde içeriğinin yeniden gözden geçirilmesi ile sorunun çözüleceğini savunuyorlar.

Tüm bu değerlendirmelerin sonunda gelinen aşamada, toplumun büyük bir kesiminde zorunlu din dersinin sürmesi yönünde genel bir eğilimin olduğu görülüyor. AİHM hükümleri ile bu konudaki farklı yaklaşımlar birlikte değerlendirildiğinde, zorunlu din öğretiminin devamı yönündeki talepler ile buna karşı çıkanlar arasında bir uzlaşı sağlanmasının gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu uzlaşının sağlanamaması durumunda, zorunlu din dersi konusundaki tartışmaların sürmesi kaçınılmaz. Türkiye’de zorunlu din dersinin kaldırılmayacağına dair siyasi iktidarın açıklamaları sebebiyle, gerçekleşmesi en güçlü seçenek, içeriği AİHM hükümleri çerçevesinde belirlenmiş ve zaman içerisinde de değiştirilebilecek zorunlu DKAB dersinin ilk ve ortaöğretim kurumlarında sürmesi yönünde.

* Derya Kap, Marmara Üniversitesi, Siyaseti Bilimi ve Uluslararası İlişkiler

Page 62: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

62 Akademik Perspektif – Kasım 2014

Marshall McLuhan ve Jean Baudrillard Perspektifinde Medya Analizi

Sadullah Necip Uzun*

Jean Baudrillard ile Marshall McLuhan, 'kitle iletişim araçları' hakkında çarpıcı görüşler ortaya atmış, kuramlarıyla döneme damgasını vurmuşlar. Ayrıca yapmış oldukları analizlerle günümüze de ışık tuttuklarını idrak edebiliriz.

Baudrillard, medyanın; gerçeğin üstünü kapattığını ve kendi gerçeğini oluşturduğunu, böylece simülasyon evrenin ortaya çıktığını iddia etmiştir. McLuhan ise sürekli gelişen kitle iletişim araçlarının zaman ve mekan kavramını ortadan kaldırdığını, dünyanın küresel bir köye dönüştüğünü ve bu iletişim çağında 'mesaj' kavramını yitirip 'aracın' mesajın kendisi haline geldiğini dile getirmiştir. Bu iki kuramcı araştırmalarını 20. yüzyılda yapmıştır. 21. yüzyıl dünyasında, bu tezlerin ne denli isabetli görüşler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira; telekomünikasyonun gelişmesinin sınır kavramını ortadan kaldırdığı, özel hayata erişebilirliğin ortaya çıktığı, medyanın gerçekleri çarpıtıp kendi gerçeklerini topluma empoze ettiği, farkına varılması gereken bir husus haline gelmiştir.

Marshall ve Jean, genellikle medyanın farklı rolleri üzerinde durdu. Ancak bu iki görüşün birbirini nasıl tamamladığını analiz edebiliriz. Böylece medyanın toplum üzerindeki etkisi ve konumunu daha iyi teşhir etmiş oluruz. Jean Baudrillard'ın Medya Analizi Baudrillard’ın ifadesiyle, "bizler “hiper-gerçekliğin” etkisi altına girmiş, her şeyin simülasyon tarafından saydamlaştırıldığı, “hipergerçek” bir dünyada yaşıyoruz.Baudrillard " Gerçekliğin kapitalizm ve kitle iletişim araçları tarafından emilerek, başka bir gerçekliğe, hiper gerçekliğe dönüştüğünü savunur. Bu durumda gerçek olanla olmayan arasındaki ayrım kalkmıştır, bunun yerini simülasyon ve simülakrlar almıştır. Baudrillard, kitle iletişim araçlarıyla

Page 63: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

63 Akademik Perspektif – Kasım 2014

yaygınlaştırılan kültürün satın alma kültürü olduğunu düşünür. Ona göre, mesajın eleştirel yanı kitle iletişim araçları ile birlikte yok edilmektedir. Mevcut toplumsal düzeni de değiştirme gücüne sahip olan bu iletişim araçları, makul bir vaat ve ilgi çekici mesajlarla kitlenin katılımını sağlar ve yönlendirir. Ayrıca, üretimin rasyonel bir etkinlik olmadığını ileri sürdü. Tüketicinin reklam vb. yollarla aldatılmasını; göz boyayıcı bir oyun olarak yorumladı. Gerçekle sanal arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Mesajın anlamının üretilmesi yerine anlamın sahneye konulması kavramı birbiri içinde evrilmektedir. Baudrillard’a göre burada bir anlam simülasyonu oluşmuştur. Aslında simülasyon evreninde anlam kaybolmuştur. Kitle iletişim araçlarından kitlelere aktarılan mesaj, kitlelerin anlam yokluğu ile yüzleşmelerini engellemektedir. Gerçeklik haber için en önemli öğelerden biridir. Yüz yüze iletişimde çevremizdeki insanlara ilişkin bir haber duyduğumuzda edindiğimiz bilgilerin gerçekliğini sorgularız. Gerçekliğine ikna olduğumuz, inanmak istediğimiz bilgileri gerçek, inanmadıklarımızı ise söylenti, dedikodu olarak değerlendiririz. Fakat işin içine bir kitle iletişim aracı girdiğinde karşımıza yeni bir gerçeklik kavramı çıkmakta. Öncelikle böyle bir ortamda karşılaştığımız gerçeklik, kendi gördüğümüz ve duyduğumuz ya da yakınlarımızın süzgecinden geçen gerçeklikten çok farklıdır. Çünkü bu kez algıladığımız gerçekliği kendi yöntemleri, sınırlılıkları ve güçleri izin verdiği ölçüde bize aktaran, bir kitle iletişim aracıdır. Televizyon teknolojisini ele aldığımızda, haber değeri olan herhangi bir gerçekliğin çıplak gözle algılanması ile bu gerçekliğin televizyona yansıması arasında önemli farklılıklar oluşur. Bizler herhangi bir olayı

çıplak gözle izlerken ve dilediğimiz açıdan olaya bakma özgürlüğüne sahipken, aynı olayın televizyondaki yansıması, kameramanın seçtiği açı ile sınırlıdır. İşte kameramanın seçtiği bu açı, onun yaşanan bu gerçekliğe kattığı yorum olarak kabul edilebilir. Bu nedenle, çıplak gözle görünen gerçeklikle, ekranda izlenen gerçeklik arasında farklılıklar vardır. Ekranlarda izlenen salt gerçeklik değil, kurgusal gerçekliktir. Televizyon haberlerinde izlenen gerçekliğin biçimlendirilmesinde rol oynayan sadece kameraman değildir. Ekranda izlediklerimiz, çekimler arasından seçilmiş, ayıklanmış, ses ve görüntü efektleriyle süslenmiş ve üzerine metin eklenmiş iletilerdir. İşte haberin çekilmesinden ekrana yansıtılmasına dek izlenen süreçte gerçekleşen tüm müdahaleler, gerçekliğin yeniden biçimlendirildiğini göstermektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu, algıladıkları ve gördükleri dışında bir gerçeklik olduğuna inanmak istemez, bu da medyanın işini kolaylaştıran en büyük etkenlerden biri. İnsanları ikna etmek o kadar zor olmuyor. Çünkü insanlar, sorumluluktan kaçmak istiyor, eğlenmek istiyor, unutmak istiyor. Siz hakikati sunmak isteseniz bile ne kadar kişinin isteyeceği gerçekten şüpheli. Simülasyon adlı birçok şeyin kökünden yerinden oynatıldığı devasa süreç içerisinde televizyon büyük bir role sahiptir. Reality Show’lar, haberler, stüdyolar birer hiper gerçek yutturmacanın sahneleri gibidirler. Örneğin 1971 yılında Amerikan televizyonu bir Amerikalı ailenin/(Loud ailesi) günlük yaşamını kaydetmek için evlerinin her köşesine kameralar koyup yedi ay aralıksız çekim yaparak bir TV programı sunmuştur. Bu olay daha sonraları Bu Türkiye’de de yapımı

Page 64: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

64 Akademik Perspektif – Kasım 2014

gerçekleştirilen Biri Bizi Gözetliyor formatındaki programlara oldukça benzemektedir. Aradaki fark bir tarafta Loud ailesinin yaşamına kameralar yerleştirilirken, diğer tarafta kameralardan oluşan bir eve yaşamların yerleştirilmesidir. Başka bir deyişle işlem bir bakıma tersine dönmektedir. Zaten simülasyon bütün işlevsellik ve nedensellikleri tersinir kılma gücüne sahiptir. Yapımcılara göre Loud ailesi deneyindeki amaç gerçek bir yaşamın kaydedilmesidir. Ancak bu mümkün olamaz, çünkü her yerde kameraların bulunduğu evde bu aile ‘sanki biz orada değilmişiz gibi’ davranamaz. Bu sanki Loud ailesi oradaymış gibi sözüyle aynı anlama gelmektedir. Daha sonraları Truman Show adlı film de benzer bir yaklaşımla yapılmıştır. Evi zannettiği televizyon stüdyosu aynı zamanda Truman’ ın gerçek zannettiği bütün yaşamını hiper gerçek yapar. Loud ailesinde de, BBG ’de de Truman Show’ da da aynı şey gözlenir: anlamsız olana aşırı anlam yüklemek. Amaç gerçeğe saplantılı bir biçimde yaklaşma arzusudur. Bu arzu sonucunda gerçek artık yok edilmiş yerini simülakrı almış ve çekimler tamamlandıktan sonra Loud ailesi dağılmıştır. Loud ailesi yaşamları kaydedilip televizyonda gösterilmeden yaşayamayan bir ailedir. Bu program bir ailenin yaşamının kaydı olmaktan çok bir kurban törenidir. Baudrillard'ın örneğine bakacak olursak: Birey televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan'daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. İşte bireyin yaşadığı bu evren simülasyon evrenidir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır. Körfez savaşının gerçekte yaşanmadığı bir simulakr olduğunu tezini de Baudrillard ortaya atmıştır:

“'Savaş kan ve dehşet görüntülerinin olmadığı bir reyting oyunu haline dönüşmüştür. Öyle ki, akşam işten evlerimize geldiğimizde yemeklerimizi yedikten sonra bacaklarımızı sehpaya uzatıp çaylarımızı yudumlarken, dizinin devamını seyreder gibi sakin ve o rehavetle bugün savaşta ne oldu bakalım bir dediğimiz bir duruma dönüşmüştür. Acıları duyumsamadığımız, empatiden yoksun kaldığımız, iliştirilmiş (sözde) gazetecilikle gerçekleşen haberlerde haber niteliği taşıyan bir şey yoktur. Artık haberler de savaşlar da sadece simülasyondur. Parlayan ışıkları savaş diye seyreden bizler, savaşın çok uzağındaymış gibi gece kameralarıyla çekim yapan yeşil ekranda; koşan askerleri görürüz sadece. Bu sahnelerde ölen siviller yoktur, çocuğunu kaybeden babanın ağlamasını haberci çekemez. İşte bu yüzden savaşlarda gerçekliğini yitirmiş durumdadır. Sadece simülasyona dönüşen ‘bu savaş’ diye izlettirilen ve izlediğimiz savaşlar söz konusudur. Bizler bu simülasyona gerçek diyoruz. Bizim gerçeğimiz simülasyonla yer değiştirmiş durumdadır. Gerçek çoktan yerini simülasyon alanına devretmiştir.” Baudrillard'ın, medya araştırmalarında genel olarak vardığı sonuç: Medya bir gerçekliğin yansıması olarak başlar, gerçekliği çarpıtır, olmayan şeylere inandırır ve bir süre sonra kendi gerçekliğini oluşturarak gerçekliğin kendisi simülakrı olur. Marshall McLuhan'ın Medya Analizi Kanadalı iletişimci Marshall McLuhan 1960’larda “Küresel Köy” (global village) kavramını kullanarak; kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle dünyada herkesin olup biten olaylardan haberdar olacağını ve toplumların giderek birbirlerine benzeyeceğini ifade etmiştir. McLuhan ayrıca insanlık tarihinin aslında kitle

Page 65: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

65 Akademik Perspektif – Kasım 2014

iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle belirlendiğini ve dönemlere ayrıldığını da iddia ederek teknolojinin nedenli belirleyici olduğunu vurgulamıştır. McLuhan, “Araç Mesajdır” (The Medium is the Message) adlı kitabını yayınlayarak bir anda üne kavuştu. Teknolojinin değeri, geleneksel anlamda nasıl kullanıldığı ile biçimlendirilirken bu eserde aracın gerçek içeriğin kendisi olduğu anlatılmıştır. McLuhan’a göre araç, insanın uzantısıdır. Verilmek istenen mesaj araç ile şekillenir. Örneğin bir hikayenin sözle anlatılması, sahnede oynanması, bir radyodan aktarılması veya televizyonda sergilenmesi o hikayenin ilettiği mesajı alan kişi tarafından farklı anlamlar kazanır. McLuhan'a göre her yeni iletişim teknolojisi hiç farkında olmasak da dünyayı başka biçimde algılamamıza yol açar. McLuhan: “Şunu unutmamak gerekir ki, anlamak, algılamak ve adlandırmak insan zihinsel sürecinin bir sonucu olmaktan çıkmış ancak elektronik sistemlerin ve dolayısıyla teknolojinin gelişmesiyle birlikte insan kendi vücudundan çıkarak bu elektronik dünyanın bir uzantısı haline gelmiştir.” Bilgisayar, TV, Internet gibi araçlarla birlikte normal algının elde edemeyeceği uyarıcıları teknoloji ile elde etmeye başlamıştır. Bu durumu bir kazanım olarak algılayan insanlık neyi kaybetmiştir? Bu sorunun cevabı nettir aslında; insanlık kendi gerçekliğini kaybetmiş ve teknolojinin ideolojisinin ve politikasının kurbanı haline gelmiştir. Sonuç itibariyle McLuhan’ı ilgilendiren, ekranda gösterilen aksiyon veya hadiseler değil, bilakis televizyonun seyircide meydana getirdiği algı hareketidir. Sinema seyircinin katılımı filmi sessizce seyretme biçimindedir. Oysa televizyon seyircisi, içerik yoğunluğunun az olması dolayısıyla televizyon görüntüsünü belirli bir biçimde tamamlamaya ve sonuçlandırmaya, bir

başka deyişle resmi tamamlayıp parantezini kapatmaya davet edilir. Bu resmi tamamlayıp parantezi kapatma işlevi, televizyonun kendine özgü bir medyum olarak, program içeriklerinden bağımsız biçimde algılayıcısını gerçekleştirmeye zorunlu kıldığı bilişsel bir operasyondur. Mevcut haliyle devam ettiği sürece, seyircinin kendisini televizyon tarafından sunulan tecrübe formlarına uydurmak zorunda kalacağını öngören McLuhan, televizyona karşı durabilmek için, panzehir görevi üstlenebilecek başka bir medyaya, örneğin yazılı metinlere geçmeyi tavsiye etmektedir. Sonuç “Medya çağı, bir Gösteri Çağı”dır. Gösteri çağıysa, ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her şeyin eğlenceli bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılama ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemdir. Tüm bu analizler sonucunda vardığımız nokta; egemen güçler, siyasi iktidar ve içinde bulunduğumuz kapitalist sistem tarafından, hakikat olanın yok edildiği ve yerine yenilerinin inşa edildiğidir. Olduğunuz yerde kaldığınız sürece, tüm gördükleriniz, bir kurgunun fazla ötesine gidemeyecek öykülerdir. İki boyutlu ekrandan çok boyutlu bir savaşı, katilinin ağzından bir cinayet hikayesini ne kadar doğru anlayabiliriz? Kaynakça Metinler ve Söyleşiler / J. Baudrillard Tüketim Toplumu / J. Baudrillard http://tr.wikipedia.org/wiki/Marshall_McLuhan Simülakrlar ve Simülasyon / Jean Baudrillard Kusursuz Cinayet / J. Baudrillard Gutenberg Galaksisi / Marshall McLuhan

* Sadullah Necip Uzun, İstanbul Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım

Page 66: Akademik Perspektif - Kasım 2014 - AB Türkiye İlişkileri

66 Akademik Perspektif – Kasım 2014