22 Temmuz’a Doğru: Yükselen; -...
Transcript of 22 Temmuz’a Doğru: Yükselen; -...
www.setav.org 1
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
PANEL
“22 Temmuz’a Doğru: Yükselen;
milliyetçilik mi, ulusalcılık mı?”
3 Temmuz 2007 Salı
Saat 11.00
Yer: SETA Vakfı
Milliyetçilik ve ulusalcılık kavramlarını, ait oldukları
Batı dillerine tercüme etmek ve bu iki sözcüğün
aralarındaki farkı ortaya koymak çok zor. Ancak
dilbilgisi bakımından eş anlamlı olsalar da, milliyetçilik
ile ulusalcık siyasette ve toplumda farklı gerçekliklere
gönderme yapan iki ayrı kavram olarak tartışılmaya
devam ediyor.
22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi giderek canlanan bu
tartışmaya katkıda bulunmak üzere, SETA (Siyaset,
Ekonomi ve Toplum Araştırmaları) Vakfı, “22
Temmuz’a Doğru: Yükselen; milliyetçilik mi,
ulusalcılık mı?” konulu bir panel düzenledi. Oturum
başkanlığını ise Dr. İbrahim Kalın’ın yaptığı panele
konuşmacı olarak AK Parti Ankara 1. Bölge Milletvekili
Adayı Haluk Özdalga, MHP MKYK Üyesi ve Ankara
2. Bölge Milletvekili Adayı Vedat Bilgin ile
milliyetçilik ve ulusalcılık konularında yayınları
bulunan Araştırmacı‐Yazar Ahmet Özcan katıldı.
Panelin Ses Dosyalarına Aşağıdaki Linklerden
Ulaşabilirsiniz:
Vedat Bilgin:
http://www.setav.org/document/vedat_bilgin.mp3
Haluk Özdalga:
http://www.setav.org/document/haluk_ozdalga.mp3
Ahmet Özcan:
http://www.setav.org/document/ahmet_ozcan.mp3
Soru-Cevap Bölümü:
http://www.setav.org/document/soru_cevap_ulusalcilik.mp3
Panelle İlgili Yapılan Haberler:
http://www.haberler.com/22-temmuz-a-dogru-yukselen-milliyetcilik-mi-haberi/
http://www.habersutun.com/news_detail.php?id=8319
http://www.haber10.com/haber/80767/
http://www.haber10.com/haber/80999/
http://www.haber10.com/haber/80767/
http://www.samanyoluhaber.com/index.php?khide=1&sid=57505
http://www.milliyet.com.tr/2007/07/03/son/sonsiy22.asp
http://www.haber5.com/haber.php?haber_id=286165
http://www.ensonhaber.com/news_detail.php?id=62559
http://www.habervitrini.com/haber.asp?id=288673
http://www.cafesiyaset.com/haber/20070707/Ulusalci-kanalda-bir-saskin-MHPli.php
http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=253953
www.setav.org 2
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
İbrahim KALIN:
HOŞ geldiniz. Bugün Türkiye’de yükselen
“milliyetçilikler” tartışmasını masaya yatıracağız.
Üç değerli konuşmacımız var. Yükselen
milliyetçilik tartışması Türkiye’de son yıllarda
oldukça yaygınlaştı. Yükselen şeyin milliyetçilik
mi, ulusalcılık mı yoksa başka bir şey mi olduğu
tartışılıyor. Fakat büyük dönüşüm ve kriz
dönemlerinde ortaya çıkan bütün hareketler gibi
bu yükselişe geçtiği söylenen sosyal hareketin,
eğilimin de kendi içinde farklı dinamikleri ve
tutarsızlıkları var. O yüzden tanımlamak kolay
değil. Yükselen şey milliyetçilik deniyor ama
Türkiye’deki geleneksel milliyetçiliğin dışında
kabulleri, tezleri, sloganları olan bir hareket olarak
karşımıza çıkıyor. “Ulusalcılık” kelimesiyle biraz
ifade edilmeye çalışılıyor, fakat bunu da
ayrıştırmak çok kolay değil; semboller, sloganlar,
ana tezler birbiri içine geçiyor.
Bu tartışmada milliyetçi camia nerede
duruyor? Geleneksel olarak Türk milliyetçiliğinin
doğal adresi olarak gördüğümüz MHP ve
milliyetçi camia bu tartışmanın neresinde diye
baktığımızda çok farklı görüşlerin olduğunu
görüyoruz.
Ülkemizin geçirdiği hızlı dönüşüm sürecim
sürecinde modernleşmenin aktörleri de değişiyor.
Daha önce çok dar bir çerçevede belli kurumların
üstlendiği modernleşme misyonunu bugün
Türkiye’de farklı çevreler, kurumlar, gruplar,
kendi içindeki küçük merkezler üstlenmiş
durumda. Yeni ve eski kültürel gruplar, dini
gruplar, işadamları grupları, düşünce kuruluşları,
bir anlamda Türkiye’nin modernleşmesini farklı
kulvarlara taşıyorlar. Bu aktörlerin kimliği,
kültürü, boyutu her gün değişiyor ve yeni boyutlar
kazanıyor.
Küreselleşme ve Türkiyeʹnin dünyaya
açılmasıyla beraber kendi içerisinde bir takım
gerilimler yaşanıyor. Son 10–15 yılda Türkiye’den
yurt dışına giden insan sayısı muazzam bir artış
gösterdi ve bu gidiş geri dönüşüyle beraber
düşünüldüğünde Türkiye’deki bu dinamikleri
doğrudan etkiliyor. Daha önce Türkiye’den belli
kanallarla yurtdışına gidip dünyadaki
modernleşme akımının merkezine, yani Batıya,
Paris’e, Londra’ya, akan insanlar; bugün çok daha
farklı yerlerden geliyorlar.
Bir öğrenci kendi lokal imkanlarıyla
Samsun’dan, Malatya’dan, Yozgat’tan kalkıyor,
Londra’ya, Paris’e Washington’a gidebiliyor,
oralarda eğitim görebiliyor, hem de bunu
yaparken de Türkiye’nin modernleşme merkezleri
dediğimiz yerleri bypass edebiliyor. Oraları
görmeden, oralarda bulunmadan, New York’a,
Avusturya’ya, Avustralya’ya gidebiliyor.
Döndüğü zaman Türkiye’nin “merkez benim”
diyen yerlerinin iddiaları da elinin tersiyle
itiveriyor. Daha farklı bir özgüvenle geri döndüğü
için bütün bunlar tabi yeni kimlik taleplerini de
daha farklı biçimde gündeme getiriyor. Merkeze
www.setav.org 3
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
talip olan, merkezi kendince sahiplenen aktörler
değişiyor. Ama bu süreçte merkezler de farklılaştı,
artık tek bir merkez yok Türkiye’de; farkı
merkezlerin aynı anda öne çıktığı bir süreç
yaşıyoruz.
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve
şeffaflaşmasıyla farklı kimlik talepleri de giderek
daha görünür hale gelmeye başladı. Örneğin
yapılan bazı araştırmalarda Türkiye’de başörtülü
sayısının artmadığı görülüyor; halbuki Türkiye
daha çok dindarlaşıyor diye bir söylem var.
Aslında olan şu: Dindar kimlik talebinde bulunan
insanlar daha görünür hale gelmeye başladılar;
farklı imkanları ve iletişim kanallarını kullanarak
daha görünür hale geliyorlar.
Bu çerçevede milliyetçilik tartışması da,
yükselen şey milliyetçilik mi, nedir diye
baktığımızda aslında bir anlamda o kimlik
talebinde bulunan insanların da daha duyulur,
görünür hale geldiğini görüyoruz. Tabi, burada
milliyetçi camianın da özel bir yeri var. Bu süreçte
merkezler hep yeniden tanımlanıyor; yeni aktörler,
farklı merkezlere talip oldukları için, bir anlamda
Türk milliyetçiliğinin doğal adresi olan MHP de
bu biricikliğini yitirmeye başladı. Belki iddialı bir
ifade oldu ama kastettiğim buna yönelik taleplerin
farklılaştığı. Dolayısıyla MHP de bir siyasi parti ve
camia olarak bu meydan okumaya cevap vermek
durumunda.
Seçimlere giderken milliyetçi merkez
diyebileceğimiz siyasi tutum kendini nasıl
konumlandıracak, bu iddialara nasıl cevap
verecek? Ve bu 22 Temmuz seçimlerine nasıl
yansıyacak? Bütün bunları üç konuşmacımızla
konuşacağız.
İlk sözü Sayın Vedat Bilgine vereceğim.
Kendisi akademisyen kimliğiyle olduğu kadar
siyasetçi kimliğiyle de tanıdığımız değerli bir bilim
adamı. MHP MYK üyesi, MHP Ankara milletvekili
adayı ve Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi.
İkinci konuşmacımız Sayın Haluk Özdalga;
kendisini hepimiz uzun yıllardır Türkiye’deki
sosyal demokrasi alanındaki çalışmalarıyla
tanıyoruz. Türkiye’de sıkça konuşulan merkeze
kim oturacak tartışmalarının da yıldız
isimlerinden biri haline geldi Haluk Bey. AK
Parti’nin merkeze açılma sürecinin bir sonucu
olarak, şu ana kadar genellikle sol, CHP çizgisiyle
birlikte andığımız Sayın Haluk Özdalga AK Parti
Ankara milletvekili adayı, bunun da sonuçlarını
göreceğiz, kendisinden kendi perspektifini
dinleyeceğiz. Son olarak iki akademisyen
siyasetçinin yanında bir araştırmacı ve düşünür
arkadaşımızı davet ettik. Sayın Ahmet Özcan Bey;
Türkiye’de bu konular üzerine önemli çalışmalar
yapmış bir arkadaşımız, kendisi de son konuşmacı
olarak katılacak.
www.setav.org 4
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
Vedat BİLGİN:
TÜRKİYE’DE milliyetçilik konusunu
konuşmak hem çok kolay hem çok zordur.
Ezberlenmiş sözleri, sloganları söylerseniz çok
kolaydır. Türkiye’de bu, zaten çoğu kere yapılan
bir şey olduğu için şaşırtıcı olmaz. Ama zor bir
tarafı vardır; milliyetçiliği hem teorik olarak
anlamak, sorunlarıyla anlamak, hem de
Türkiye’nin şartlarıyla, tarihsel kimliği içerisinde
milliyetçiliği tanımlamak, onun değişen toplumsal
şartlar içerisinde oynadığı rolü, fonksiyonları tescil
etmek biraz çaba gerektiriyor. O bakımdan da
zorlukları olan bir konudur.
Türkiye büyük bir imparatorluk
geleneğinden gelen bir toplum. 20. yüzyılın
başında biz bu topraklarda bin yıl içinde sahip
olduğumuz, kurduğumuz, inşa ettiğimiz büyük
bir medeniyetin siyasi temsilcisi olan
imparatorluğumuzu kaybettik. Bu 19. yüzyılın
başında dünyada yaşanan değişimleri yeterince
kavrayamayan veya o değişimlerin getirdiği
sorunlara cevap üretemeyen bir durumun
sonucudur.
Yani imparatorluğun siyasal kadrosu,
entelektüelleri, organizasyonda rol alan insanlar,
bu süreci yönetemediler ve bir imparatorluk
kaybettik.
O imparatorluğun sadece toprakları küçülmedi, o
imparatorluğun sahip olduğu değerlerden de
kuşku duyulan bir bilinç şoku yaşandı. Aydınlar
özellikle bu şoku çok derin olarak hissettiler ve bu
hissediş, bu sorun hâlâ yaşanıyor diye
düşünüyorum. Yani o şoku henüz üzerimizden
atamadık.
Bu bizde iki tavır yarattı: Birincisi Batı
karşısında içine düşülen şokla Batıya bütünüyle
teslimiyetçi bir anlayışın doğmasına yol açtı.
Bunun en sapkın örneğini, benim “genetik
Batıcılık” diye isimlendirdiğim bir davranışla,
“Batının her şeyini alalım, hatta genetik yapımızı
da değiştirelim” diyen Abdullah Cevdet’te görmek
mümkündür. Bu şokun demek ki çok tahrip edici
izleri var. Tabii bir de Batıya eleştirel bakan,
yüzyılın başında onu anlamaya çalışan insanlar da
İmparatorluğun siyasal kadrosu, entelektüelleri, organizasyonda rol alan insanlar, bu süreci yönetemediler ve bir imparatorluk kaybettik. O imparatorluğun sadece toprakları küçülmedi, o
imparatorluğun sahip olduğu değerlerden de kuşku duyulan bir bilinç şoku yaşandı.
www.setav.org 5
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
var. Bunlardan çok önemli üç tanesini de hepimiz
biliyoruz. Bunlardan benim çok önemsediğim bir
isim Sait Halim Paşa’dır. Sait Halim Paşa’nın
bakışı bence o şoku atlatmış bir aydının bakış
açısıdır. İkincisi Ziya Gökalp Bey’dir. Ziya Gökalp
Bey de sadece anlamaya değil, cevap vermeye
çalışan bir düşünür olarak ortaya çıkmıştır.
Üçüncü arayış da Prens Sebahattin Bey’dir. Prens
Sebahattin Bey’inkisi daha zayıf kalmıştır, daha
çok Batılı düşünürlerin birebir etkisinde ama bir
arayış olarak saygıdeğer bir çıkış, bir sorunu da
tespit eden bir çıkış olarak kabul edilebilir.
Buradan şuna gelmek istiyorum. Biz bu
imparatorluğu kaybederken dünyanın nereye
gittiğini, dünyanın nasıl değiştiğini kavrayacak bir
fikir zeminine yeterince sahip değildik ve bunun
sorunları Cumhuriyet dönemine de aktarıldı.
Cumhuriyetin kurucu kadrolarının asker olmaları,
imparatorluğun savaşlarda büyük ölçüde
entelektüel kadrosunu yitirmiş olması, biraz önce
de bahsettiğim o tahripkâr ortamın bu zemini
zaten büyük ölçüde travmalı hale getirmiş olması
gibi faktörleri üst üste koyduğumuz zaman,
Cumhuriyetin kurucu kadrosunun, asker
kadrosunun milli mücadeleyi başardıktan sonra
aynı sorunlarla karşı karşıya kalan bir entelektüel
zeminle buluştuğunu tespit edebiliriz. Bunu
kadrocularda ve tek parti yönetiminin
ideolojisinde de görebiliriz.
Bütün bunlar Batı karşısında cevap
üretemeyen bir entelektüel kısırlığın karşı karşıya
bulunduğu sorunların tezahürü olarak okunabilir.
Tabii, 20. yüzyılın üzerinden bir yüzyıl daha geçti;
21. yüzyılın başındayız ve Türkiye hâlâ yarı köylü,
köylülüğünü tasfiye edememiş bir toplum, hâlâ az
gelişmiş ülkeler kategorisi içerisinde yer alan ve
sanayi devrimini gerçekleştirememiş bir toplum.
19. yüzyılda sanayi devrimini başarmış olan
ülkeler 21.yy.da başka bir süreç içerisinde
yaşıyorlar. Post‐kapitalizm, post‐endüstriyalizm
diye isimlendirilen ama yeni bir süreç olduğu
kesin olan, küreselleşme ile daha etkili, bu sürecin
dışında kalmış ülkeler üzerinde daha tahakküm
edici hiyerarşik yapılar kurulan bir süreçten
geçiliyor. Bu anlattığım süreçlerde milliyetçiliğin
farklı cevaplarının olduğunu, farklı milliyetçilik
algılarının doğduğunu tahmin edebiliriz.
Dolayısıyla milliyetçiliğin kendi değişim çizgisini,
kendi evrimleşme çizgisini bu süreçlerle
irtibatlandırarak anlamamız lazım.
Ben Türk milliyetçiliğinin her şeyden önce
bu imparatorluk birikiminden büyük ölçüde
etkilendiğini düşünüyorum. Onun için İbrahim
Bey’in bahsettiği, “Milliyetçilik yükseliyor mu
Ben Türk milliyetçiliğinin her şeyden önce imparatorluk birikiminden büyük ölçüde etkilendiğini düşünüyorum. Onun için İbrahim Bey’in bahsettiği, “Milliyetçilik yükseliyor mu?” sorusuna cevaben ben Türk toplumunda milliyetçilik duygusunun zaten hep yüksek olduğunu düşünüyorum.
www.setav.org 6
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
sorusuna cevaben ben Türk toplumunda
milliyetçilik duygusunun zaten hep yüksek
olduğunu düşünüyorum. Çünkü yüzyılın başında
bir imparatorluk kaybetmiş ve bu sorunları
çözemediği için de hep tehdit algısına sahip olmuş
bir ülke. İki kutuplu dünya döneminde de
Sovyetler Birliği’nin baskısını, hatta Stalin
döneminde tehdidini hissetmiş bir ülke. Burada
milliyetçilik duygusunun çok yüksek olması
anlaşılabilir bir şeydir. Bunda şaşılacak bir şey
yoktur. Onun için ben “milliyetçilik duygusu zaten
hep yüksekti” diyorum. Bunu hele etnik
çatışmalara bağlayarak; “Güneydoğu’da terör
oluyor, milliyetçilik yükseliyor, şehit cenazeleri
geliyor, milliyetçilik yükseliyor” argümanlarıyla
irtibatlandırmayı doğrusu çok da sağlıklı
bulmuyorum. Zaten yüksek olan duygunun,
hassasiyetin muhtelif tepkiler şeklinde ortaya
çıkmasını da anlayışla karşılamak lazım.
Burada esas milliyetçiliğin konumunu tespit
ederken imparatorluğa çok fazla vurgu yapmamın
sebebi şu; biz imparatorluk içerisinde milletleştik.
Yani muhtelif Türkî akraba topluluklar, Orta
Asya’dan gelen ve akrabalık derecelerini
tarihçilerin ya da arkeologların ancak ortaya
koyabileceği, ama ortak bir tarihsel macera
içerisinde akrabalıkları kesin olan topluluklar,
rahmetli hocam Erol Güngör Bey’in söylediği
cümle ile, “ümmet içerisinde millet olmuşlardır”.
Onun için bizim bunu şu şekilde de anlamamız
mümkündür. Bu imparatorluğun içerisinde
yaşayan toplulukların milletleşmesi o kadar
önemlidir ki, bu imparatorluk tecrübesine sahip
olmayan Türkî topluluklar bugün hâlâ bizim sahip
olduğumuz millet bilincine sahip değillerdir.
Bunu bir örnekle izin verirseniz açıklamaya
çalışayım: bundan 10–15 sene önce öğrencilerimiz
arasında her sınıfta on, on beş tane Kırgız, Kazak,
Türkmen muhtelif Türk topluluklarından gelen
öğrencilerimiz oluyordu. Ben bu etnisite,
milletleşme olaylarını anlatırken, “Toplumsal
Yapı” dersimde soruyordum “İçinizde kim Türk?”
diye. Bizim Anadolu’dan gelen yani Kars’tan,
Diyarbakır’dan gelen çocuklar ellerini
kaldırıyordu, o çekik gözlü, elmacık kemikleri
çıkık çocukların hiçbirisi kaldırmıyordu. Peki, siz
nesiniz? Biri diyordu ben Kırgız’ım, ben
Türkmen’im, ben Kazak’ım, vs… Teorik olarak
diyordum hangimiz daha Türk’üz? Elmacık
kemiklerine, çekik gözlerine bakarsanız onların
daha Türk olması lazım ama onlar Türklüğü
sahiplenmiyorlar.
Bunu şunun için söylüyorum: Türklüğü bir
etnik kimlik değil bir millet kimliği olarak
Ben bu etnisite, milletleşme olaylarını anlatırken, “Toplumsal Yapı” dersimde soruyordum “İçinizde kim Türk?” diye. Bizim Anadolu’dan, yani Kars’tan, Diyarbakır’dan gelen çocuklar ellerini kaldırıyordu; o çekik gözlü, elmacık kemikleri çıkık Orta Asyalı çocukların hiçbirisi kaldırmıyordu. Ben Kırgız’ım, ben Türkmen’im, ben Kazak’ım, vs diyorlardı.
www.setav.org 7
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
algılamak burada çok önemli. Bu anlattığım örnek
de aslında bunu gösteriyor. Dolayısıyla bizim
milliyetçiliğimiz etnik kimliklere vurgu yapan bir
milliyetçilik değil. Etnik ayrımcılığın simetriği bir
milliyetçilik değil. Biraz önce özellikle bu terör
Güneydoğu meselesi etrafında Kürt ayrımcılığı
konusunda ortaya atılan görüşlerin bu anlamda
ben geçersiz olduğunu düşünüyor, etnik
reaksiyonların milliyetçiliğin simetriği olarak
algılanması ya da milliyetçiliğin onların simetriği
olarak gösterilmesini yanlış görüyorum. Türkiye
büyük bir değişim yaşıyor. Bu değişimi sadece
kent nüfuslarına baktığımız zaman da anlamamız
mümkün. Ben bu değişimlerle ilgili yakın
zamanlarda Türkiye’de Değişimin Dinamikleri
adında bir kitap yayınladım. Orada çok çeşitli
verileri de değerlendirerek bunları analiz ettim.
Oradan şuna geçmek istiyorum. Türkiye’de
sadece yüz bin nüfusun üzerindeki şehirlerde
yaşayan insanların sayısı 2000 yılında DİE’nin
verilerine göre 32 milyon. Bu, birçok ülkenin
nüfusundan büyüktür. Yani Türkiye artık kentli
bir nüfus haline geliyor.
Bizim milliyetçiliğimiz dolayısıyla 1930’lu
40’lı yılların geleneksel köylü duyarlılığına sahip
olan milliyetçiliklerden farklılaşarak geliyor. Yani
1950’lerin bürokratik milliyetçilik anlayışından
farklılaşarak geliyor.
Türk milliyetçiliği belki de teorik olarak
milliyetçiliğin ilk defa sahip olması gereken zengin
toplumsal temellere dayanıyor. Dünyanın her
tarafında milliyetçilikler aslında bir orta sınıf
hareketidir. Yani batı toplumlarında, dünyanın her
tarafında böyledir. Bizde de milliyetçilik giderek
orta sınıf temeline dayanan, daha çoğulcu, daha
demokratik bir toplumsal temele dayanan bir
anlayış şeklinde evrimleşiyor, gelişiyor. Bunu
böyle anlamak lazım, bu bakımdan milliyetçilikle
bizim ortak kimliğimiz, ortak paydalarımız
hatırlanıyor. Dolayısıyla milliyetçiliğin ayrımcılık
değil, Türkiye’yi bütünleştirecek bir ortak kimlik,
bir ortak payda olduğu konusundaki düşünceyi
siyasi olarak da, Türkiye’nin geleceği açısından da
çok önemsiyoruz.
Türkiye’de bu değişim sürecinin yarattığı
önemli sorunlar var. Bu sorunlardan bir tanesi;
“Biz kimiz?” sorusunu insanlar başkalarıyla temas
ettikçe daha fazla sorarlar. Türkiye dünyaya çok
açık bir ülke durumuna gelmiştir. Bugün bu
yüzden dünyayı daha fazla tanıdıkça
milliyetçiliğimizi daha fazla hissediyoruz. İki yıl
önce Chicago’da bir sanayi fuarında bulundum. O
fuarda gezerken yanımda Türkçe konuşan iki
insana rastladım. Onlarla daha sonra tanıştık; birisi
makine mühendisi, diğeri elektrik mühendisi.
Orada sergilenen bir makine üzerine
konuşuyorlardı ve onu kendilerinin
çizebileceklerini söylüyorlardı. Bunlar Konya’da
küçük bir işletmesi olan insanlar. Artık Türk insanı
dünyanın her tarafında teknolojiyle, bilgiyle iç içe;
yine dünyanın her üniversitesine gittiğimizde
koridorlarda telefonla Türkçe konuştuklarından
Türk olduklarını anladığımız pek çok insana
rastlamaktayız. Türkiye’den çok değil 20 yıl önce
www.setav.org 8
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
yurtdışına ancak bürokratik nedenlerle
gidebilenler vardı, bugün Türkiye dünyaya çok
açık bir ülke. Türkler dünyanın her tarafında
varlar. Dünyanın her tarafına gittikçe kendi
kimliklerini yeniden tanımlıyorlar. Dolayısıyla bu
ortak kimliğimiz vurgusu bu bakımdan çok önemli
hale geliyor. Geçmişten geleceğe uzanan bir tarih
bilinci önemli hale geliyor. Bu milliyetçilik
anlayışı, bu kimlik tanımlaması; bizim varlığımızı,
tarihimizi, geçmişten geleceğe uzanan bir varlık
olarak kendimizi tanımlamamız, gücümüze güç
katar. Bizim gelecekte bireysel olarak kimlik
sorunlarımızı aşmamıza imkân verdiği gibi bize
gelecekte yeniden büyük bir hamle yapma, siyasal
organizasyon, büyük bir medeniyet projesi kurma
misyonunu verir. Türk milliyetçileri olarak bugün
böyle büyük bir hamle yapabilecek entelektüel
zemine Türkiye’nin sahip olduğunu düşünüyoruz.
Dün buna sahip değildik, dün biraz evvel
bahsettim, travmalı aydın yapısı, Batının neyini
taklit edeceğimizi tartışan hastalıklı tavır artık
tarih oldu. Bu tipler her zaman bulunabilir; ama
bugün bunların artık egemen konumda olmadığını
biliyoruz.
Özellikle Türkiye’nin demokratikleşme
süreci, yani 1950’den sonra işlemeye başlayan
süreç devletten gücünü alan batıcı bürokratik
kadroyu da tasfiye etmeye başladı. Dün
geleneksek değerleriyle üniversiteye gelen
insanları itip kakan, başörtüsünden veya herhangi
bir geleneksel davranışından dolayı küçümseyen o
Batıcı bürokratik egemen ideolojinin ekseninden
üretilmiş atmosfer Türkiye’de dağılıyor. Bunun
yerine kendi değerlerimizi, yerli değerlerimizi öne
çıkaran yeni bir aydın kadro yetişiyor. Bu Türkiye
için büyük bir şanstır. Türkiye’nin dünya ile daha
yoğun bir iletişime girerek, daha sağlıklı kişilik
yapılarıyla, kimlik sorunlarını aşan, kendi
geçmişiyle, kültürüyle ve uygarlık birikimiyle
barışık bir insan anlayışı her şeyden önce özgüveni
olan insan anlayışıdır. Bu özgüven duygusuna
sahip insanların bir gelecek kurma misyonuna
daha sağlıklı kafayla sahip çıkabileceğini, sosyal
bilimlerden mühendisliğe, fen bilimlerine kadar,
bütün alanlarda daha sağlıklı düşünebileceğini ve
bir gelecek tasarımına daha olumlu katkı
yapabileceğini düşünüyorum. Bu anlamda
milliyetçiliğin büyük bir motivasyon olduğunu
söyleyebiliriz.
Son yıllarda bir de ulusalcılık tartışması var.
Bu anlattığım milliyetçilik yaklaşımı ile “Battık
batıyoruz, her şey karanlık” edebiyatı arasında bir
çelişki var. Evet, Türkiye’nin tehlikelerle karşı
karşıya olduğunu, zaman zaman bu tehlikelerin
arttığını, ama dönem dönem bunların konjonktürel
şeyler olduğunu biliyoruz. ABD’nin Irak’ı işgali ile
Türkiye’nin demokratikleşme süreci, yani 1950’den sonra işlemeye başlayan süreç devletten gücünü alan Batıcı bürokratik kadroyu da tasfiye etmeye başladı.
www.setav.org 9
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
başlayan bir süreçle Büyük Ortadoğu Projesi vs.
çerçevesinde Türkiye’ye yönelik projelerin
olduğunu da biliyoruz. Bu dış projeler her zaman
veri olan şeylerdir. Önemli olan burada sizin hangi
tavrı göstereceğinizdir.
Ama bunlardan dolayı karamsar olup,
“Battık batıyoruz, napalım, içimize kapanalım,
dışlayalım, demokratik değerlere ters düşen bir
yaklaşıma gidelim…” bunları reddediyoruz.
Bunlar Türkiyeʹyi büyütmez. Bu algıyla
Türkiyeʹnin geçmişine ve geleceğine yakışan bir
tavır sergilemeyiz. Kendilerine ısrarla ulusalcı
diyenlerin esas sorunu şudur: Tarihimize,
kültürümüze, uygarlık birikimimize bakış açısıyla
kendimizle barışık değillerdir. Selçukluya,
Osmanlıya, bu toprakların üzerindeki bütün
birikimlere saldırıyorlar. Onlara göre tek parti
dönemi “altın çağ” oluyor. Rahatsızlıkları nerede?
“1950’den sonra her şey kötüye gitti” diye
başlıyorlar. 1950’de ne oldu? 50’de bu ülkede ilk
defa demokratik tecrübe yaşandı; demokrasinin
dersi diyorum ben, seçimle işbaşına gelen parti
iktidar oldu. Kötülükleri onunla başlatmak,
burada özellikle anti‐demokratik bir tavrı
hissetmemek mümkün değil. O bakımdan
milliyetçilik bütün ideolojilerden daha fazla
demokrasiye açıktır.
Bir liberalistin demokrat olmak mecburiyeti
yoktur. Liberalist pekâlâ tekelci plutokratik bir
rejimi savunabilir. Faşist zaten savunur; onun
devlet merkezli bir toplum projesi vardır. Ama
milliyetçiler milletin değerleriyle barışık;
hakimiyet‐i milliyenin gerçekleşeceği tek siyasi
model demokrasi olduğu için mecburen
demokrattırlar. Milliyetçiler demokrat olmak
zorundadırlar. Bunun için ulusalcılık denilen belli
grupların seslendirdiği görüşle milliyetçiliğin
irtibatı yoktur. Hem kendi tarih ve kültürünüzle
barışmayacaksınız, hem ulusalcı olacaksınız! O
kavram yerine başka bir şey bulsalar daha hoş
olur. Ne bileyim, kendilerine devletçi gibi daha
uygun sıfatlar bulabilirler diye düşünüyorum.
Teşekkür ediyorum sabrınızdan dolayı.
Milliyetçiler demokrat olmak zorundadırlar. Bunun için ulusalcılık denilen belli grupların seslendirdiği görüşle milliyetçiliğin irtibatı yoktur. Hem kendi tarih ve kültürünüzle barışmayacaksınız, hem ulusalcı olacaksınız!
www.setav.org 10
Haluk ÖZDALGA:
SÖZLERİME bu toplantıyı düzenleyen
SETA Vakfı’na teşekkür ederek başlamak
istiyorum. Ben çok uzun yıllardır siyasetle
ilgileniyorum. Mahalleden başladım ve en üst
düzeyde siyaset yaptım. Ama buraya ben siyasi bir
konuşma yapmak için gelmedim. Çünkü
milliyetçilik çok önemli bir konu ve size bununla
ilgili kafamda hazırladığım bir çerçeveyi
sunacağım.
Çok teşekkür ediyorum dedim; çünkü ben
gerçekten milliyetçiliğin Türkiye’nin önünde
duran en hayati sorun olduğunu üşünüyorum.
Ötesini kestirmek zor çünkü zaman ilerledikçe
öngörüde bulunmak zorlaşıyor, Türkiye’nin en
hayati ve bir anlamda kaderini belirleyecek
sorunlardan biri milliyetçilik diye düşünüyorum.
Başlangıçta kısa bir nazari çerçeve çizmek
istiyorum. Hangi kavramlardan neyi kastettiğimi
açıkladıktan sonra günümüzü ilgilendiren hayati
konulara gireceğim ve milliyetçilik derken neyi
kastettiğime bir perspektif getirmeye çalışacağım.
Demokrasi, liberalizm, muhafazakârlık, sosyal
demokrasi gibi kavramlar pek çok şekilde
tanımlanabilir ve bu da anlaşılır bir şey. Ama
milliyetçilikle ilgili çok can alıcı ve doğru bir tanım
şu: Milliyetçilik, aynı millete mensup insanlar bir
devlet altında toplansın fikridir; “bir devletleri
olsun” fikri, kazıdığınız zaman altından çıkan en
güçlü damarlardan bir tanesidir. Tabii burada
“Millet nedir?” sorusu gündeme geliyor. Bununla
ilgili de pek çok tanım yapılabilir; kim İtalyan’dır,
kim Fransız’dır gibi... Bununla ilgili bence en
doğru yaklaşım biraz subjektif olsa da “kendisini
öyle hissedenler öyledir” yaklaşımıdır. Yani
kendisini kim İtalyan hissediyorsa İtalyan odur…
İşin özeti bu. “Ben vatanımı, bayrağımı çok
seviyorum” gibi şeyler milliyetçi duyguların bir
parçası olarak da görülebilir; ama birinci
söylediğim tarifi aklımızdan çıkarmamamız
gerekir diye düşünüyorum. Bir de şunu ekleyelim;
milliyetçilik hep olmuş bir şey değildir. 1800’lerde
milli devletin kurulmasıyla ortaya çıkmış bir
düşüncedir. Belirli bir millete mensup insanların
kendi devletlerini kurması 19. yüzyılda ve belli bir
coğrafyada, Avrupa’da ortaya çıkmış bir akım.
Tabii milli devleti ortaya çıkaran nedenlerden biri
sanayileşme; fakat tek unsur bu değildir. Bunun
ortaya çıkmasıyla beraber milli devletin
kurulmasını gerektiren iktisadi şartların da ortaya
çıktığını görüyoruz. Kendi tarihimize baktığımız
zaman biz milliyetçilik akımlarını en şiddetli
şekilde Osmanlı imparatorluğunda yaşamış
toplumlardan bir tanesiyiz. Milliyetçilik Osmanlı
www.setav.org 11
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
tarihinin 19. yüzyılda uğraştığı temel sorundur ve
imparatorluğun parçalanmasıyla sonuçlanmıştır.
Bunun sonucunda da misak‐ı milli çıkıyor; yani
bugünkü sınırlarımız. Misak‐ı mili de İstiklal
Savaşı’nı yürüten önderlerin çizdiği bir sınır. Bu
sınır da “Arap olmayan Müslüman ahalinin
çoğunlukta olduğu toprakların sınırlandırılmasıyla
ortaya çıkan coğrafya” olarak görülmüştür. Bu,
Musul‐ Kerkük hariç bugünkü Türkiye sınırlarıdır.
Osmanlıya geri gidersek aslında bizim tarihimiz
milliyetçilik açısından son derece eşsiz bir
laboratuvardır.
Zaman değiştiği için birebir ders çıkarmak
belki mümkün değil; ama bizim kendi
tarihimizden öğrenebileceğimiz pek çok şey var.
Osmanlının milliyetçilikle karşılaşması önce
Balkan coğrafyasında oluyor; bir süre sonra Arap
milliyetçiliğiyle karşı karşıya kalıyor Osmanlıyı
yönetenler.
Osmanlı elitlerinin o zaman yaşadıkları
olaylara ve gösterdikleri tepkilere bakmak eğitici
olabilir. “Bizim seçkinlerimiz bu milliyetçilik
hareketine karşı nasıl bir tepki vermişler; bunları
nasıl analiz etmişler?” diye epey araştırdım. Bu
çalışmalarım çok büyük bir hayal kırıklığıyla
sonuçlandı.
Milliyetçilik akımları 1804’te Belgrad
Paşalığı’ndaki ayaklanma ile başladı. Lideri de
Kara George diye bir domuz tüccarıydı. Bu isyan
10‐12 yıl sonra Belgrad Paşalığı’na bir otonomi
verilmesiyle sonuçlanıyor. Hemen sonra diğer
ayaklanmalar, 1820’de Yunan ayaklanmaları
başlıyor. Bunlara baktığımız zaman, birkaç tane
önemli özellikle karşılaşıyorsunuz. Bunlardan biri,
bu ayaklanmaların ilk çıkışı aslında bir
milliyetçilik bayrağı altında başlamıyor. Daha çok
bu insanların o zaman yaşadıkları ekonomik
koşullara karşı bir şikâyet olarak ortaya çıkıyor.
İkinci olarak “Osmanlı nasıl reaksiyon gösterdi?”
diye bakıyorsunuz. Bu fakirlikle ilgili ilk
ayaklanmalara karşı Osmanlı gereğinden daha
şiddetli bir güç kullanıyor. Bu aşırı güç kullanımı,
hareketi yöneten az sayıdaki önderlerin daha fazla
güçlenmesine, işin daha hızlı şekilde milliyetçilik
eksenine kaymasına ve daha fazla taraftar
toplamasına yol açıyor. Sırplar, Yunanlar,
Boşnaklar, vs. bunlar Osmanlı’nın 500 sene
yönettiği halklar. Bab‐ı Ali buna nasıl bir analiz
yapmış diye baktığımızda; mesela Sırp, Yunan,
Bulgar milliyetçiliği üzerine bizim aydınlarımızın
yaptığı tek bir ciddi analizle karşılaşmadım. Belki
ben bulamadım. Milliyetçilik nedir, Sırp
milliyetçiliği nedir; niye bunlar ayaklandılar gibi
konularda çalışmalara rastlamadım. Bu
anlaşılabilir; bu kavramlar Osmanlı’da bizim
tarihimizde farklı şeyler ifade ediyor. Bu bakımdan
belki yabancı oldukları bir kavramdı fakat bu yeni
gelişmeler karşısında bazı kavramların yeniden
tanımlanması, bir görüş oluşturulması gerekirdi;
fakat ben bulamadım. Bununla ilgili başka
çalışmalar var ve bunlardan biri Balkanlarda
Eşkıyalık Tarihi. Yani Bab‐ı Ali’nin bakışında bu
milliyetçilik akımları eşkıyalık tarihi olarak
görülüyor. Bir başka kuvvetli unsur olarak şu
www.setav.org 12
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
bakış açısı çok yaygın; “Biz 500 senedir kardeş
kardeş yaşıyorduk. Birdenbire bu ayaklanmalar
çıktı. Niçin? Dış güçler huzurumuza,
kardeşliğimize çomak soktular, bize tuzak
kurdular, bize düşmanlar.” Bu bakış açısı çok
yaygın.
Tabii dış güçler, zamanın etkili devletleri;
Fransa, Habsburg İmparatorluğu ve Rusya, bu
üçü, Almanya daha sonra geliyor, özellikle
Habsburg ve Rusya, Balkanlardaki ayaklanmaları
kendi politikaları için etkili bir şekilde
kullanıyorlar. Ama benim dikkatimi çeken şu:
Evet, orada bir kullanma, bir istismar var ama bir
de bu milliyetçilik olgusu var. Bunu eğer
yönetecekseniz, buna en iyi çözümü nasıl
bulacağım diye bakarsanız; orada eksiklik var.
Yapılan reformlar hep dışardan dayatmalarla
oluyor.
Bir başka önemli şey şu; çok yaygın bir
şekilde Osmanlı yönetimi bir taraftan yeniçerileri
kullanırken bir yandan da Balkanlarda bugün
korucu olarak adlandırılan kuvvetlerin benzerini
kullanıyor. Koruculuk ilk defa karşılaştığımız bir
şey değil yani. Farklı isimleri var ve orada yaşayan
halklara silah verilerek merkezi yönetim
tarafından bir kolluk gücü olarak kullanılıyor.
Fakat kritik an geldiğinde bunların hepsi karşı
tarafa geçiyorlar.
Daha sonra karşımıza Arap milliyetçiliği
sorunu çıkıyor. Avrupa’dan daha sonra ama ikisi
de bizler açısından çok önemli dersler
çıkarabileceğimiz bir laboratuvar özelliğinde.
Maalesef sadece o zamanın seçkinleri değil bugün
yaşayan seçkinler de hâlâ bu konularla ilgili yeterli
bir zihnî donanıma ve meraka sahip değil.
Bugüne geldiğimizde bizim için hayati önem
taşıyan konu hem misak‐ı milli hem de üniter
devleti muhafaza edebilmek ve bu çevrede
Türkiye’deki milliyetçilik sorununu yönetebilmek.
Bunu yapıp yapamayacağımızı zaman gösterecek.
Adına ne derseniz deyin, önümüzde bir Kürt
sorunu var. Bu bizim doğru bir şekilde barış ve
misak‐ı milli sınırları içinde ve üniter devleti
koruyarak yönetip yönetemeyeceğimizi
göreceğimiz en temel meselelerden biri diye
düşünüyorum. Ama ben açık söylemek gerekirse
bu konuda çok ciddi sıkıntılarımız olduğunu
düşünüyorum. Şu ana kadar çok ciddi hatalarımız
oldu ve şimdi hâlâ Türkiye “Evet biz bu işin
üstesinden rahatlıkla geleceğiz” noktasından
uzakta.
Bu konuda ortaya konulması gereken siyasi
irade konusunda sıkıntılarla karşılaşacağımızı
düşünüyorum. Kürtlerde aşiret kimliği her şey
demek olduğu için milli kimlikleri tarih boyunca
aşiret kimliğinin üstüne çıkmamış. Modernleşme
Bugüne geldiğimizde bizim için hayati önem taşıyan konu hem misak-ı milli hem de üniter devleti muhafaza edebilmek ve bu çevrede Türkiye’deki milliyetçilik sorununu yönetebilmek. Adına ne derseniz deyin, önümüzde bir Kürt sorunu var.
www.setav.org 13
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
ve şehirleşmeyle beraber bu aşiret kimlikleri
parçalanıyor ve milli kimliğin giderek daha çok
ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da ancak siyasi
analizlerle ortaya konulacak bir şey. Eğer misak‐ı
milli korunacaksa yaşadığımız modernleşme ve
şehirleşme içinde kaçınılmaz şekilde Kürt kökenli
yurttaşlarımızın milli kimlikleriyle ilgili
taleplerinin kontrolden çıkmasını önlememiz
gerekiyor. Bu talepleri, ayrı bir devlet talebine
dönüşmeden, demokratik ve kültürel bir ortamda,
hakların verildiği bir ortamda tutmayı
hedeflememiz gerekiyor. Ama çok ciddi sıkıntılar
var ve Türkiye’de bununla ilgili siyasetler henüz
ortaya çıkmadı.
Ulusalcılık konusuna geldiğimizde ise ben
bunu tamamen boş, içeriksiz bir slogan olarak
görüyorum. Kendini ulusalcı olarak
tanımlayanların ne kendilerinin ne istediklerini
bildiklerini düşünüyorum, ne de bu konularla ilgili
doğru tahlil yapabilme yetenekleri olduğunu
görüyorum. Son bir nokta da önemli; bunların her
biri belki önemli ama bir de karşımızda
milliyetçilikle ilgili küreselleşme olgusu var. Bunu
da dikkate almamız gerekiyor. Yani karşılaştığımız
milliyetçiliğin nazari bir mesele olması önemli
değil. Yaşadığımız ve karşımızda duran ciddi bir
mesele var. Arka plandaki küreselleşmeyi hesaba
katmalıyız. Milliyetçiliğin hedefi milli devletin
kurulması demiştim. Küreselleşme milliyetçilik
açısından şu etkiyi taşıyor. Milli devlet yavaş
yavaş üretim, dağıtım ve tüketimin tek bir sınır
içinde yapıldığı devletten küreselleşmeyle beraber
uzaklaşıyor. Mikro ekonomik düzeyde, şirketlerle
ilişkiler bazında bile bir değişim var. Bizim
küreselleşmenin tamamen dışına çıkmamız
mümkün değil. Kürselleşmeyle beraber milli
devlet son bulmamıştır; fakat ulus devlet
dönemindeki sorunlar milliyetçilik açısından
nitelik değiştirmiştir.
Mesela bir ulus devlet ötesi AB konusu var;
ulus devletler ortadan kalkmamakla beraber AB
yapısı aslında milliyetçiliğin yarattığı sorunların
çözülmesini kolaylaştıran pek çok özelliğe sahip.
Türkiye’de ise kendisini milliyetçi olarak
görenlerin büyük çoğunluğu dâhil, bunu da
yakalayamamış durumda ve buna ters yorum
yapıyorlar. Milliyetçilik çok önemli bir konu;
nazari bir konu değil. Türkiye’nin bekasıyla ilgili
bir konu ve geçerli analizlerden hareket ederek
bizim doğru siyasetleri geliştirmemiz gerekiyor.
Ve bu konuların çözümünde gerektiğinde askerî
kuvvet kullanılır. Fakat sadece askerî kuvvet
kullanmak bu konuların çözümünde yeterli
değildir. Bunu kafamızın bir kenarına yazmamız
lazım. Kendisini milliyetçiliğin sözcüsü olarak
görenler dâhil, herkesin bu bakımdan çok dikkatli
olması gerekiyor.
Küreselleşme milliyetçilik açısından şu etkiyi taşıyor. Milli devlet yavaş yavaş üretim, dağıtım ve tüketimin tek bir sınır içinde yapıldığı devletten küreselleşmeyle beraber uzaklaşıyor.
www.setav.org 14
Ahmet ÖZCAN:
TÜRKİYE, 22 Temmuz sürecine
milliyetçiliğin, ulusalcılığın paralel bir biçimde
yükselişiyle giriyor ve girecek. Seçim sonuçlarında
da Genç Parti’nin, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ve
Cumhuriyet Halk Partisi’nin daha ateşli bir
pozisyonda çıkacağı kanaatindeyim. Belki
yanılıyorum ama beklemedikleri ölçüde destekler
alarak çıkacakları kanaatindeyim.
Ulusalcılık ve milliyetçiliğin yükselişi söylemi
birkaç yıldır Türkiye’nin gündeminde. Önce
büyük gazetelerde, milliyetçilik yükseliyor mu
diye gündem olmaya başladı. Aslında sokağa
baktığımızda hiç öyle bir görüntü yoktu; ama
genelde büyük gazeteler manşetlerinde ve bazı
köşe yazarlarının köşelerinde buna benzer ön
atışlar yapıldığı zaman, hemen bir altını çizip
izlemek gerekiyor. Bana göre bu milliyetçilik
yükseliyor diskurunun önemli bir kısmı
manipülatiftir. Türkiye belli reflekslerin toplum
mühendisliği dediğimiz süreçler vasıtasıyla
kontrol edilmesi ve belli yönlere kanalize edilmesi
teknikleri gelişmiş bir ülkedir. Soğuk Savaş
döneminden kalma yöntemler üzerinden toplum
mühendisliği iyi yapılır. Bu çerçevede de bu
ulusalcılık ve milliyetçilik yükseliyor söyleminin
kendisinin Türkiye’nin gündemine getirilmesi ve
arkasından bunun üzerinden yarı sivil yarı devlet
kontrollü yoğun faaliyetler ve propagandalarla
doğal bazı anti‐batı, anti‐emperyalist ve kitlesel
reflekslerin kendisine bir sosyoloji bulması
sağlandı. Bunu en son mitinglerde gördük.
Bu açıdan, işin bir manipülatif tarafı
olduğunu bir de sosyolojik tarafı olduğunu
düşünüyorum. Sosyolojik tarafı şudur. Türkiye,
Vedat Bey’in az önce bahsettiği gibi Osmanlı
bakiyesi bir toplumdur ve kendisinden kopan
ülkelerdeki, hatta Avrupa’daki milliyetçiliklere
benzemeyen bir milliyetçilik geçmişi vardır ve
bunun nedeni Anadolu’nun Osmanlı kalesinin iç
kalesi olmasıdır. Tabiri caizse büyük yangından
sonra, büyük dağılmadan sonra bize ihanet
etmemiş olan bütün unsurlar bu iç kaleye
toplanmıştır. Balkanlardan, Kafkaslardan, kısmen
Ortadoğu’dan. Misak‐ı Milli denilen şey zaten bir
sınır çizmez, bu iç kaleye toplananların ahdidir.
Birlikte yaşama iradesidir ve cumhuriyet bu irade
üzerine kurulmuştur. 1876 Anayasası’nda
“Osmanlı devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan
unsurlara Osmanlı denir” ibaresi yerine 1921
Anayasası’nda “Türk” ibaresi eklenmiştir.
Cumhuriyeti kuran Türk, aslında artık Osmanlı
diyemeyeceğimiz için Osmanlı Türk’üdür,
Osmanlıdır. Dolayısıyla çok etnisitelidir.
Dolayısıyla belki pozitif manada etnik kökenleri
www.setav.org 15
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
ifade etmez, bu topraklarda yaşayan, ortak kader,
tarih ve vatan birliğine sahip, milletin adı olarak
konulmuştur. Bu daha sonraları etnik manalar
içerir olmuştur. O ayrı bir mevzu. Fakat burada bu
iç kaleye toplanma psikolojisi üzerine bina edilmiş
bir vatanseverlik, bir milliyetçilik var. Yani
Cumhuriyeti kuran milliyetçilik aslında bir
güvenlik refleksidir. Alman milliyetçiliği gibi ya
da Fransız milliyetçiliği gibi bir olgu değil, bir
ideolojik duygu değil, hatta Osmanlı’ya isyan eden
Sırp, Yunan ve Arap milliyetçilikleri gibi ideolojik
bir muhteva taşımaz. Tam tersine iç kaleye sığınıp,
bu kaleyi de elde tutma iradesini yansıtan bir
güvenlik refleksi olarak tarih sahnesine çıkmıştır
ve Cumhuriyeti kurmuştur.
Bu iradenin dönem dönem toplumun belli
kesimlerinin veya devletin belli kesimlerinin
kendini yine tehlike altında hissettiği zamanlarda
sahneye çıkıp, ete kemiğe bürünüp bir ideolojik
harekete veya yükselen hareketlere dönüştüğünü
görüyoruz. 60’lı, 70’li yılların ülkücü hareketi, Rus
işgali tehdidi veya komünizm tehdidi, Soğuk
Savaş döneminde bunu algılayarak, buna yine
benzer bir tepki vermiştir. O dönemde bir Türk
milliyetçiliği hareketinin olgunlaşması,
partileşmesi ve sonunda bir iç savaşın tarafı haline
gelerek 12 Eylül’de tasfiye edilmesi söz konusu idi.
Şimdi bugün de benzer bir biçimde bir tehdit algısı
var, yani doğal bir tehdit algısı var. Niye? Çünkü
soğuk savaştan sonra gözümüzün önünde koca
Sovyetler Birliği parçalandı. Etnik savaşlar
yaşadık. Yugoslavya’da, bunu bizi daha yakından
ilgilendiren bir şekilde gördük. Geri kalan yerlerde
son derece trajik dağılmalar parçalanmalar, iç
savaşlar, milletlerarası savaşlar yaşandı.
Birincisi bu süreçte, küreselleşmeye paralel
bir biçimde etnik parçalanmalar bütün toplumları
tedirgin etti. İkinci olarak 11 Eylül sonrası
Amerikan işgalleri veya küresel güçlerin
yürürlüğe koyduğu bir program. Yani Rice’ın
ifadesiyle 22 ülkenin sınırları değişecek; Büyük
Ortadoğu Projesi. En azından bizim kendi
coğrafyamızda, sağımızda, solumuzda doğrudan
hepimizi, bütün ülkeleri, milletleri ilgilendiren
tehditler gündemde. Dolayısıyla buna bir tepki
verecek insanlık, buna bir karşılık vermek
zorunda. Ve buna verilebilecek olası tepki bir,
Üsame bin Ladin imgesi üzerinden, iki, Saddam
Hüseyin imgesi üzerinden karikatürize edilerek,
ön alarak geldi bu dalga. Eğer bizim programımıza
itiraz ediyorsanız ya Üsame bin Ladin’siniz ya
Saddam’sınız. Yani asimetrik bir ideolojik
hareketseniz sizin tepkileriniz el‐Kaideciliktir,
terördür, gayr‐i meşrudur. Eğer konvansiyonel bir
güçseniz, devletseniz, vereceğiniz tepki
Saddamcılıktır. Bu Cengiz Çandar isimli
yazarımızın yazılarında çok rahat bir biçimde
Türkiye’ye propaganda edildi. O yazılarda bunları
açıkça okuyabilirsiniz. Böyle bir denklem konuldu
dünyanın önüne. Amerikan programına uyacak,
küreselleşmeye kapılarınızı, pencerelerinizi hiç
itiraz etmeden açacaksınız. Karikatür düzeyine
indirgenmiş öteki imgeleri yaratıldı ve bu
pozisyona sokuldu.
www.setav.org 16
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
Dünyanın her yerinde kendisini tehdit
altında hisseden toplumlar veya devletler doğal
olarak Amerikan programına itirazlarını
yükselttiler. Özellikle dünyanın gözü önünde Irak
işgaliyle başlayan süreçte, Batı kendi içerisinde
entegrasyonu yürütüyor, Avrupa birleşmeye
çalışıyor, Amerika Kanada’yla ilişkiler içerisinde
Meksika’yı yutmaya çalışıyor. Ama geri kalan
dünyaya etnik ve mezhebî parçalanmaları
dayatıyor. Bunun sembolik iki örneği Irak ile AB.
AB entegrasyon modelinin, Irak ise parçalanmanın
sembolü. Bizim gibi ülkelere, toplumlara
dayatılan, ya benim peşime takılarak bir biçimde
eklemleneceksin, yani AB’ye gireceksin ya da
Amerikan hegemonyasının içinde bir yer alacaksın
ya da Irak olacaksın. Şimdi, doğal olarak bu
seçenek karşıtını da üretti. Üretmek zorunda. Bu
işin sosyolojik yani doğal tarafı.
İşin bir diğer tarafı daha var. Özellikle Soğuk
Savaş döneminden biliyoruz ki ideolojik akımlar
aslında dünya sistemini kuran büyük iradeler
arasındaki ilişkilerden doğan sorunların
ürünüdür. Çoğu zaman bu böyledir. Yani bir
ideolojik akım ya da bir ideolojik hareket güçlenir,
yayılır, bir biçimde ete kemiğe bürünür, önemli bir
irade haline gelirse, arkasında bir büyük siyasal
iradeyi veya o konjonktürü, dünya konjonktürünü
analiz etmek gerekir. En azından anlamak için bu
böyledir. Yani, Türkiye’de örneğin 60’lı, 70’li
yıllarda komünizm tehdidi, sonradan yapılan
analizlerde, Türkiye’deki sol akımların gerisindeki
desteğin zannedildiğinin aksine Sovyetler Birliği
değil önemli ölçüde Avrupa olduğunu gördük.
Türkiye’nin NATO üyesi olması, Avrupa’da
Alman‐Fransız ekseninin buna direniyor olması
gibi bir sürü şeyle bunları izah edebiliriz. Bu biraz
komplo sınırları içerisinde de algılanabilir. Ama
sonuç itibariyle bir ideolojik dalga yükseliyor ve
kitleselleşiyorsa bunu önce dünyayı okuyarak bir
yere oturtmamız gerektiği kanaatindeyim.
Bu çerçevede Amerikan Anglo‐Sakson cephenin
yürüttüğü programa devletler düzeyinde itiraz
eden ve bir bagaj ören derin Avrupa dediğimiz,
Katolik kilisesi, Almanya, Rusya, İran, kısmen
Çin’den oluşan bir karşıt kutup var. Bu karşıt
kutup dünyanın her yerinde, doğal olarak Irak’ta
da bir direnç örmeye çalışıyor ve bu direnci birçok
yerde belki çok örtülü destekler, çok örtülü
manipülasyonlarla yapıyor. Devletlerarası
düzeyde enerji pazarlıkları veya enerji
mülkiyetinin dağılımı düzeyinde yapıyor. Ama
Türkiye’de ulusalcılık denilen çerçevenin, en
Eğer bizim programımıza itiraz ediyorsanız ya Üsame bin Ladin’siniz ya Saddam’sınız. Yani asimetrik bir ideolojik hareketseniz sizin tepkileriniz el-Kaideciliktir, terördür, gayr-i meşrudur. Eğer konvansiyonel bir güçseniz, devletseniz, vereceğiniz tepki Saddamcılıktır. Bu Cengiz Çandar isimli yazarımızın yazılarında çok rahat bir biçimde Türkiye’ye propaganda edildi.
www.setav.org 17
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
azından mimari aklının önemli ölçüde bu tarafa
düştüğü kanaatindeyim. Eski MGK sekreteri
Tuncer Kılıç Paşa’nın “İran‐Rus eksenine geçelim”
ifadesinde görüldüğü gibi, kendilerini Avrasyacı,
belki Doğucu olarak tanımlıyorlar. Bu işin bir de
bu tarafı var. Bunu da bilmemiz gerekiyor.
Dolayısıyla, bir, bu meseleyi çok hafife
almak doğru değil. Çok ciddi bir saflaşma var.
Dünyada da yeni bir Soğuk Savaş’ın ayak
seslerinden bahsediliyor. Soğuk Savaş dengesi
tekrar kurulamazsa bu iki kamp arasında ciddi bir
sıcak savaşın gündemde olduğu ileri sürülüyor.
Dolayısıyla bu saflaşmada, bu kamplaşmada
Türkiye’nin şu anda kelimenin tam manasıyla
kafası karışık; çok temkinli ve son derece ihtiyatlı
bir yol tutturmuş durumda. Bu yolun ben devletin
bütün kurumlarıyla birlikte inisiyatif işi olduğu
kanaatindeyim. Çok planlanmış, çok analiz edilmiş
bir şey değil; ama milletin refleksleri gibi devletin
reflekslerinin de çok güçlü olduğunu
düşünüyorum. Mesela Irak işine bulaşmama, 1
Mart tezkeresinin geçmemesi gibi, genel olarak da
bulaşmama konusunda devlet kurumları arasında
çok iyi bir top çevrildiği kanaatindeyim. Bunun
gibi bu süreci en az badireyle atlatmaya dönük bir
ana siyaset var. Fakat bir tarafıyla küreselci ve
Batılı Anglo‐Sakson cephenin ve bir tarafıyla
Alman‐Rus‐İran ekseninin yürüttüğü kapışma
içerisinde dönem dönem hararetli bir şekilde arada
kalıyor Türkiye. Bir o tarafa yüzünü dönüyor, bir
bu tarafa. Ben ulusalcılığın yükselmesi olayının üst
okumasının bu olduğu kanaatindeyim.
Altına indiğimizde, sosyolojik olarak analize
yeltendiğimizde, Türkiye’de şu anki Milliyetçi
Hareket Partisi’nin de Cumhuriyet Halk Partisi’nin
de geçmişleriyle hiç alakası olmayan, sadece
isimleri aynı, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi 2002
yılında kurulmuş partiler olduğu kanaatindeyim.
Milliyetçi Hareket Partisi, kadrosuyla, vitriniyle,
programıyla; Cumhuriyet Halk Partisi de aynı
şekilde, yeniden kuruldu aslında. Tabelaları bizi
yanıltıyor. Milliyetçi Hareket Partisi de
Cumhuriyet Halk Partisi de kendi kökenlerinden,
kendi geçmişlerinden kopmuş partiler, yani bunlar
da aslında gömleklerini çıkarmış partiler. Ama
Sayın Başbakanın üslubu kadar Kasımpaşalı
olmadıkları için açıkça deklare etmiyorlar.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin milliyetçiliği bugün
önemli ölçüde anti Kürt refleksleri üzerine
oturuyor. Oysa geçmişte Türk milliyetçiliği hiçbir
anti‐etnik içerik taşımıyordu. Hatta Milliyetçi
hareketin, ülkü ocaklarının Kayseri’den doğudaki
bütün kadroları köken olarak Kürt’tü. Ama bugün
çok ciddi bir sıradan anti‐Kürtçülükle sıradan
Kürtçülük yayılıyor. Bir şoven ayrışma var. Politik,
ideolojik bir Türkçülüğü ya da Kürtçülüğü
Türkiye’de ulusalcılık denilen çerçevenin, en azından mimari aklının önemli ölçüde bu tarafa düştüğü kanaatindeyim. Eski MGK sekreteri Tuncer Kılıç Paşa’nın “İran-Rus eksenine geçelim”
ifadesinde görüldüğü gibi, kendilerini Avrasyacı, belki Doğucu olarak tanımlıyorlar.
www.setav.org 18
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
konuşmuyoruz. Çok sıradan; kızını Kürde
vermeme, evini Kürde kiralamama veya
MHP’liyse onunla iş yapmama düzeyinde çok
sıradanlaşmış, çok tehlikeli bir şey var. MHP bu
reflekslerin üzerine bugün oturuyor. İdeolojik
olarak dilsiz. Ben Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir
dili, bir söylemi, bir davası olduğu kanaatinde
değilim. Cumhuriyet Halk Partisi de aynı şekilde.
Sayın Baykal, 80’li yıllarda sosyal demokrattı, bir
dönem İngiltere’de Blair’in yükselmesiyle birlikte
üçüncü yol gibi bir şeye yüzünü çevirdi. Sonra AK
Parti’nin kuruluş sürecinde “Anadolu solu” diye
bir şey söyledi ve tekrar geri çekti. Yani
Cumhuriyet Halk Partisi bir ideoloji arıyor
kendisine; ama bir türlü bulamadı. İşte bu
kastettiğim dünya koşulları ve Türkiye’deki
koşulların yarattığı saflaşmada Sayın Baykal
kendini %20’lerde tutacak yeri buldu ve ulusalcı
oldu. Bu manada kesinlikle içeriksiz. Vedat Bey’e
katılıyorum; tarihine, milletine, milletin önemli bir
bölümüne düşman bir ulusalcılık olmaz. Adı
üstünde “ulusal”. Yani bütünleşmeyi, terkibi,
sentezi, biraradalığı, bir arada tutmayı
savunmaktır ulusalcılık. Bütün ülkeyi bir bütün
olarak, bütün milleti bir bütün olarak, devleti bir
bütün olarak tutma refleksidir ulusalcılık ya da
milliyetçilik. Aralarında şöyle bir ayrım yapılabilir:
Ulusalcılık etatist bir içerik taşır, yani devlet
bürokrasi desteği vardır. Milliyetçilik millete
dayalıdır. Yani bizim Türk geleneğinden ayrımı
yaparsak, bugün akbudun milliyetçiliği
ulusalcılıktır, beyaz Türk milliyetçiliği;
karabudunun, Anadolu’nun kara çocuklarının
milliyetçiliği MHP milliyetçiliğidir.
Cumhuriyet mitinglerini bir tarafıyla
Türkiye’nin en Batılılaşmış, önceden kentlileşmiş,
yani Tanzimat süreciyle başlayan sürece gönüllü
bir biçimde katılarak dönüşmüş, gelenekten
uzaklaşmış, Anadolu’nun o orta kimliğinden,
muhafazakâr kimliğinden arınarak daha modern
Batılı bir kimlik edinmiş kozmopolit nüfusun, eline
Türk bayrakları alıp elli yıllık sağ partilerin
çizgisine gelmesini ben olumlu bir gelişme olarak
görüyorum. İşin bu tarafı var. Fakat Türkiye’de
Batıyla müttefik olabilecek bir nüfus ilginç bir
biçimde Batı karşıtı bir pozisyona evrildi. Bu
olumlu bir gelişme. Bu heyecan ve refleks,
pankartlardaki “ne AB, ne ABD” iradesinin
arkasını dolduran gerçekten sahici, milli ve
vatansever bir iradenin, demokratik bir
vatanseverliğin bir imkânı, bir sıfatı olabilir. Ama
bunu değerlendirebilecek bir siyasal temsil yok.
Bunu istismar eden temsilciler var. Birisi CHP,
birisi Genç Parti. Milliyetçi Hareket Partisi’ne
haksızlık etmek istemiyorum, o düzeyde bir
istismarı yok. En azından belki de karabudun
Türkiye’de şu anki Milliyetçi Hareket Partisi’nin de Cumhuriyet Halk Partisi’nin de geçmişleriyle hiç alakası olmayan, sadece isimleri aynı, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi 2002 yılında
kurulmuş partiler olduğu kanaatindeyim.
www.setav.org 19
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
olduğu için istismar etmeyi de beceremiyor. Orada
bir parantez açarak bunu söylüyorum. Ama
Cumhuriyet Halk Partisi hâlâ statükonun ev sahibi
edasıyla Cumhuriyetin, Mustafa Kemal’in,
Cumhuriyet değerlerinin, her şeyin ev sahibi
psikolojisiyle kendini bir pozisyona sokuyor. Ve o
pozisyondan şu anda ulusalcılığın
şampiyonluğunu yapıyor. Bu işin istismar tarafı.
Ama bunun bir sosyolojisi olduğunu
unutmayalım.
Bu milletin değişik unsurlarının, değişik
sosyolojilerinin hem bölgemize, hem insanlığa,
hem ülkemize doğrudan veya dolaylı tehdit
algılamasını ben toplumun sağlığının göstergesi
olarak görüyorum. Mesela Romanya’da yaşayan
arkadaşlarım var ya da eski Sovyet ülkelerinde...
Oralardan algıladığım, bunlar ölü toplumlar; bir
tepki vermiyorlar. Herhangi bir biçimde bir
canlılık, bir dinamizm, bir yaşam belirtisi
vermiyorlar. Ama bizim ülkemizde çok kolay
hemen toplum tepkisini verebiliyor. Tehdit
algılamasına tepki vermek bir sağlık işareti. Politik
algılamalarını doğru bir biçimde yönetebilecek bir
siyasal irade yok. Demokratik bir siyasal temsilini
bulamadığı için de ben manipülasyona çok açık bir
pozisyon olduğunu düşünüyorum. Bakıyorsunuz
bombalarla insanlar yakalanıyor. Kriminal
birtakım çeteler oluşuyor. Bunlar vatan
kurtarmaya soyunuyor, eski gladyo teknikleriyle
siyasete müdahale edecek birtakım anti
demokratik gelişmeler oluyor. Ve bunların
arkasında da aslında ne olduğunu bilmiyoruz.
Karanlık bir pencere açılıyor. Bu, bu saydığım
doğal sosyolojik refleksin meşruiyetini zedelediği
gibi bunun gerçekten daha ciddi, belki yaratıcı,
belki Türkiye’nin önünü açacak, Türkiye’nin kendi
milli varlığını korumakla birlikte dünyayla
tanışmasını, dünyayla, en azından bölgesiyle
konuşmasını sağlayacak yeni bazı fikir ve projeleri
tartışmasını engelliyor.
Son olarak bu konuyla ilgili söyleyeceğim,
bu ulusalcılık ve milliyetçilik denilen sahte
yükselişin, sahte gündemin gizlediği bir şey daha
var. Türkiye’nin gerçekten milli, gerçekten millet
varlığının bütünlüğünün, gerçekten ulusal
bağımsızlığının temelinde Müslümanlık yatar.
Mitinglerdeki heyecan ve refleks, pankartlardaki “ne AB, ne ABD” iradesinin arkasını dolduran gerçekten sahici, milli ve vatansever bir iradenin, demokratik bir vatanseverliğin bir imkânı, bir sıfatı olabilir. Ama bunu değerlendirebilecek bir siyasal temsil yok. Bunu istismar eden
temsilciler var.
www.setav.org 20
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
Ama mevcut ideolojik söylem bunu devre dışı
bırakarak bu konuları konuşan bir söylem. Bir sol
aydın, bir milliyetçi aydın, bir İslamcı aydın, bir
liberal aydın, Müslümanlığı bu toprakların bir
manevi ruhu, sigortası ve aynı zamanda bu
Müslümanlık üzerinden yapılabilecek yeni sosyo‐
ekonomik, dış politika projelerinin altyapısı ve
motive unsuru olarak okumayı bir suç olarak
addediyor. Burada devletin dönem dönem yanlış
irtica kodlamasıyla yaptığı veya yaptırdığı bazı
politikaların etkisi var. Türkiye’nin aydını
toplumun dinini, bizi tarihte var eden, bizi aslında
millet yapan, bizi bir arada yaşatan tek anlamlı jeo‐
kültürel gücü tartışma dışı bırakmış, sen Türk
müsün, Kürt müsün, biz neyiz, alt kimlik, üst
kimlik diye saçma bir tartışmanın içinde dönüp
duruyor. Bu tartışmalardan hiçbir hayırlı sonuç
çıkmaz, ki çıkmıyor da zaten. 25 senedir Türkiye
son derece tüketici, son derece yanlış yerlerden
tartışıyor sorunlarını. Terör sorununu da,
ayrılıkçılık sorununu da, Kürt kimliği sorununu
da, Türk milliyetçiliğini de, Türk kimliğini de bu
anlamda bir yere oturtamıyoruz. Benim kanaatim
şudur: Türk, tanzim edici iradenin adıdır. Türkün
misyonu budur. Tarihte de bunu yapmıştır. Türk
budur. Başka bir şeyi ona eklemek, Türkü
zedelemektir. Türkü misyonundan
uzaklaştırmaktır. Onu bir ırkın adı, bir milletin adı,
insanları zorla Türk yapma türünden bir kulvarın
içine sokmak, Türk’ü bitirmektir. Türk
milliyetçilerine düşen görev Türkü tanzim edici
irade olarak yeniden tasarlamaya çalışmaktır. Ben
burada Milliyetçi Hareket Partisi’nin yeni kadrosu
ve vitriniyle bunu yapabileceğine inanmıyorum;
ama Vedat Bey gibi bu konulara kafa yoran değerli
fikir adamlarının, en azından bu Türk kavramını
Türkçülerin elinden alması gerektiği
kanaatindeyim. Öbür tarafta Kürt diye, ister icat
edilmiş, ister uyarılmış, ister dış destekli olsun bir
yara var. Orada sağlıklı bir Osmanlı perspektifini,
Cumhuriyeti kuran Türk tarifinin içinde yer alan,
Misak‐ı millinin içinde yer alan Osmanlı
perspektifinden bir Kürt tanımının yapılıp
içerilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bunun yolu
aidiyet, haysiyet ve vatanseverlik kavramları
üzerinden bir demokratik perspektifin inşa
edilmesidir diye düşünüyorum.
Son bir not olarak, Tarık Zafer Tunaya’nın
Türkiye’de Siyasi Partiler kitabında ilgimi çeken
bir notu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu
milliyetçilik denilen şey aslında bizim
imparatorluklarımızı elimizden alıp bizi küçülten
şey. Sırp, Yunan milliyetçilikleri, arkasından ilk
Arnavut‐Müslüman nüfusun bizden ayrılması,
Arnavut milliyetçiliği ve son olarak en büyük
Türkiye’nin gerçekten milli, gerçekten millet varlığının bütünlüğünün, gerçekten ulusal bağımsızlığının temelinde Müslümanlık yatar. Ama mevcut ideolojik söylem bunu devre dışı
bırakarak bu konuları konuşan bir söylem.
www.setav.org 21
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
darbeyi vuran Arap milliyetçiliği. Bizi Ortadoğu
petrol kuyularının bulunduğu civarlarda
dolaşmaktan alıkoyan aslında bu maksatla teşvik
edilmiş Arap milliyetçiliğidir. Türk ve Arap
kavramı zihinlerde ilk ayrışmaya başladıktan
sonra Türk ve Kürt kavramı bugün rahatlıkla
ayrıştırılabiliyor. Bu ameliyenin önü Türkle Arabı
birbirine düşman etmekti. 1916 yılında İngiliz
dışişleri bakanına gönderilmiş bir raporda diyor
ki: “Türk‐Arap birliğinin önlenmesi için müracaat
edilecek iki tedbir vardır. Birincisi Türkiye’de
Türklük cereyanının Araplık aleyhine hakim
kılınmasını bütün şiddetiyle mümkün olduğu
kadar yardım ve teşvik etmek. İkincisi Türklerin
Araplar hakkında daha mülayim bir siyaset talep
eylemelerine fiilen imkân bırakmamak.”
Aramıza mayınlar döşenmiş. Türkle Arap,
Türkle Arnavut, Türkle Kafkas, Türkle Yunan
arasına. Sonra Türkün kendi içinde mayınlar
döşenmiş. Devletle milletle, orduyla halk, CHP ile
DP, yani segmenter ayrışmalar. Ve bu mayınları
kim kaldırmaya kalkarsa imha ediliyor. Bu
mayınları kaldırmamız lazım. Bizim ilacımız
“Terkib” kavramıdır. Bizi nerede ayırmaya
çalışıyorlarsa, bizi kimle ayırmaya çalışıyorlarsa
orada birleşmek. Bizi ne üzerinden ayırmaya,
çatıştırmaya çalışacaksa orada birleştirmek. Ne
pahasına olursa olsun. Etnik bir ayrışma varsa,
bütünleyici bir perspektif. Gerekirse bu
bütünleyici perspektif, Türk milliyetçisi için kendi
inandığı Türk kavramından feragat etmeyi bile
içermeli. Biz bu birliği, bu bütünlüğü, bu
topraklardaki varlığımızı ne pahasına olursa olsun
korumak zorundayız. Gerekirse Kürt, Kürt
milliyetçisi, Kürt ayrılıkçısı Kürtlüğünden feragat
etmeli; gerekirse İslamcı İslamcılığından, liberal
liberalliğinden feragat etmeli. Sadece ölçü olarak
söylüyorum. Bizi nerede ayırmaya, bizi nereden
vurmaya çalışıyorlarsa orada elimizde
yapıştırıcıyla dolaşmak zorundayız.
Teşekkür ediyorum.
Bizim ilacımız “Terkib” kavramıdır. Bizi nerede ayırmaya çalışıyorlarsa, bizi kimle ayırmaya çalışıyorlarsa orada birleşmek. Bizi ne üzerinden ayırmaya, çatıştırmaya çalışacaklarsa orada birleşmek. Gerekirse bu bütünleyici perspektif, Türk milliyetçisi için kendi inandığı Türk kavramından feragat etmeyi bile içermeli.
www.setav.org 22
SORU‐CEVAP:
1. (Işık Grubu Başkanı): Çok kaliteli insanlar
topluluğunun içinde bulunduğumuz siyasi
ortamdan etkilenerek burada biraz gerilim
yükseltici sözler söylendiğine şahit oluyorum.
Buna gerek yok. Türkiyeʹnin yeterince problemi
var; zaten onlardan bahsediyoruz. Eğer bugün
Türkler ve Kürtler arasında bir iç savaş
çıkmamışsa bu MHP’nin ve onun çok değerli
yönetiminin sağduyulu yaklaşımından dolayıdır,
diye düşünüyorum. Dolayısıyla bazı şeyleri
eleştirirken haksız eleştirilerde de bulunmamak
lazım. Ben 1970’li yıllarda can güvenliği
endişesiyle Türkiye’yi bırakmak zorunda kalmış,
ailesi tarafından yurtdışına gönderilmiş bir
insanım. Dolayısıyla bugün baktığım zaman adeta
yavaş çekim olarak tekrar 70’li yıllara dönüyoruz.
Dilin kemiği yoktur; ama söylediğimiz sözler
toplumda çatışmaya, kamplaşmaya neden
oluyorsa biraz daha sağduyulu yaklaşmak
gerektiği kanaatindeyim. MHP iktidarını
ekonomik açıdan çok iyi bir şekilde eleştirebilirim.
AK Parti iktidarının beş yılda ekonomik olarak
birçok alanda başarısı vardır. Ama bu ortamda
sizlerin böyle bir tartışmaya girmesi yakışık almaz
diye düşünüyorum. 1970 öncesi doğanlar ile 70
sonrası doğanlar arasında, olayları algılayış ve
geleceğe bakış açısından büyük farklılıklar var. 70
sonrası doğanlar çok daha güvenli, dünyayı
gezmiş, internette her şeye vakıf olmuş, televizyon
yoluyla pek çok bilgiye açık, kendi tarihine vakıf,
kendine güvenen bir insan topluluğu; ama 70
öncesi doğanlar o büyük felaketten ciddi biçimde
etkilenmiş, olayın karamsarlığını, yitirilen
toprakların yarattığı şokla bir paranoya içinde
yaşayan bir topluluk. Türk milleti her zaman
milliyetçidir. Yeni yetişen nesil tarihine,
değerlerine bağlı olarak yetişiyor. Bugün
bazılarına garip gelebilir; ama “en milliyetçi lider
kimdir” diye sorulduğunda, “Tayyip Erdoğan”
cevabı veriliyor büyük çoğunlukla. Yani toplum,
milliyetçiliği bir siyasi partiye veya bir siyasi gruba
mal etmiyor. Toplumun geleneğinde var olan
milliyetçilik yeniden özellikle de 70 sonrası nesilde
şekil buluyor, bundan da gurur duyuyorum.
2. Milliyetçiliği tam olarsak tarif edersek, bir
fikir sistemi olarak mı, bir yapının sonucu ortaya
çıkmış bir ideoloji midir? Ayrım noktası nedir?
3. Türk milliyetçiliği ileride Kürt
milliyetçiliğinin tetikleyicisi olur mu?
4. (Hacettepe son sınıf öğrencisi): Demokrasi
ve güvenlik bağlamında ayrıştırmacı bir zihniyet
ortaya çıktı son zamanlarda. Ekonomik ve
demokratik güvenlik noktasında daha ne kadar
ayrıştırılacağız? Irkçılığa dönüşen ve milliyetçi
tabandan beslenen bir hareket var. MHP de Hrant
Dink ve Santora cinayetlerinde net bir duruş
sergileyememiştir… Ve bizim daha önce darbe
görmemiş –e‐muhtıra hariç‐ gençler olarak 23
Temmuz sabahına dair kaygılarımız var. Bununla
ilgili genç siviller grubunun bazı girişimleri oldu
www.setav.org 23
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
ve devam etmekteyiz. Şu anda CHP’nin Sosyalist
Enternasyonal’den çıkarılması için imza
kampanyamız devam ediyor.
5. (Kudret Bülbül): Ulusalcılığın içinde CHP
geleneği var. MHP taban olarak milliyetçi
kuşaktan olmakla birlikte sanki tavan olarak
ulusalcılara yakın bir tavır sergiliyor. CHP&MHP
koalisyonu yapılacağı söyleniyor. Neler
bekliyorsunuz; bu koalisyonun geleceği var mı?
6. (Ahmet Selim Tekelioğlu): Gündüz
Aktan’ın faşizan yazılarının MHP içinde
sindirilmesi mümkün olabilecek mi?
Vedat Bilgin:
Kendi adıma baştaki gereksiz tartışma için
özür diliyorum.
Fakat Ahmet Bey bir konuda haksızlık yaptı
diye düşünüyorum. MHP’yi Kürt milliyetçiliği
olarak gördüğü bir şeyin karşıtı olarak gördüğünü
ifade etti. Bunu bir haksızlık olarak görüyorum;
çünkü bir defa, Türk kültüründe böyle bir şey yok.
MHP Soğuk Savaş ekseninde gelişmiş
siyaset algısını açan, son yıllarda küresel süreçte,
uluslararası rekabette, Türkiye’yi motive edecek
bir algıyla milliyetçiliği yorumlayan, Türkiye’yi
dünyaya kapalı değil, açık bir ülke haline
getirmeye çalışan bir partidir. Bu açılımlarını bir
taraftan siyasetsizlik olarak görmek, bir taraftan da
MHP’yi Kürt milliyetçiliğini tetiklemekle tenkit
etmek haksızlık olur.
Konuşmamın büyük bölümünde söylediğim
gibi, milleti etnik kimlik olarak tanımlamak, Türk
milliyetçiliğinin hiçbir düşünüründe (Ziya Gökalp,
Mümtaz Turhan, Erol Güngör) görülmez. Özellikle
etnik çatışmaların en yoğunlaştığı günlerde
rahmetli Türkeş Bey’in “ben ne kadar Türksem, o
kadar Kürdüm” dediği biliniyor; torunlarından
veya kız kardeşinin torunlarının arasında Kürt
aşiretlerinden gelen çocuklar olduğunu
hatırlatarak söylediği sözler var. Yakın yıllarda da
Devlet Bey’in Türkeş Bey’den sonra ortaya
koyduğu tavırdan sonra, onu da haksızlık olarak
görüyorum. Ahmet Bey’in diğer söylediği sözlerin
altına imzamı atarım. Çünkü bizim milletimiz
etnisite’ye referans vermeyen, onu reddeden bir
anlayışa sahiptir. Dün de böyleydi bugün de böyle.
Bakın, yaklaşık yirmi yıl şiddet ortamında
yaşadık. Sizce yirmi yıl Türkiye bu toplumsal
barışı nasıl korudu? Türkiye’de bu barışı üç şeyle
koruduk: Camilerimizde ibadet yerlerimizi
ayırmadık, ayıran her toplumda bazı farklı sesler
olabilir. Hiç kimse evlenirken, çocuğuna kız
alırken, kız verirken “Bunun etnisitesi neymiş?”
diye sormadı. Bu bin yıllık tarihin yarattığı çok
önemli bir sentezdir. Üçüncüsü de hiç kimse
alışverişini yaparken, uçağa, trene binerken,
ortaklık kurarken, ticaret yaparken “Hangi
etnisiteden geliyorsunuz?” diye sormadı. Biz çok
büyük bir gelenekten geliyoruz. Gelenek yaşadığı,
canlı bir kültür üzerinde olduğu müddetçe çok
önemlidir. Bizim kültürümüz hâlâ bunu yaşatıyor.
Ortak duyarlılıklarımız var. Hangi etnisiteye
mensup olursa olsun, var olan bu ortak
www.setav.org 24
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
duyarlılıklarımızı Türkiye’nin geleceğe uzanan
gücü olarak görüyorum.
Aydın Bey’in “Türk milliyetçiliği, Kürt
milliyetçiliği farklılaşması var mı?” sorusuna
cevaben, Kürt ayrılıkçılığının ben Kürt
milliyetçiliği yaratmayacağı kanaatindeyim.
Milliyetçilik, ortak kültür ve ortak medeniyet
yaratmış olmanın bilincidir. Esasen bugün
birtakım tahminler var; kim hangi etnisiteden
geliyor; bunları kimse bilmiyor, bilmeye kalksanız
da bulamazsınız. Bu topraklara biz geldiğimiz
zaman, iki halk birden yaşıyordu; Ermeniler ve
Rumlar. Biz buraya Kürtlerle birlikte geldik.
Selahaddin Eyyubi, hepimiz biliyoruz ki bizim bu
coğrafyadaki uygarlığımızın en büyük siyasi
temsilcilerinden birisi. Selahaddin’in annesi Türk,
babası Kürt’tür. Abisi’nin adı Turan; onun için
bunu nerede ayıracaksınız?
Ben etnik değişimin bir toplumsal boyutu
olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de etnik yapılar
kırılıyor. Aşiret, kabile, tribalite ekseninde
oluşmuş etnik kimlikler parçalanıyor. Bu
kimliklerin yerine modern süreçte yeni kimlikler
üretemediğimiz zaman bunlar etnik ayrımcılığı
doğurur, “simetrik ulusalcılık” adı altında
reaksiyoner hareketleri de doğurur, lümpen
hareketleri de doğurur. Bunlarla milliyetçiliğin
birbirinden ayırt edilememesi, en azından
sosyolojik düzeyde bunun çok ciddi bir sorun
olduğunu gösteriyor.
Ben doğrusu CHP&MHP koalisyonu sorusu
için ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Bu tartışmayı
çok yanlış buluyorum; çünkü MHP ile CHP’nin
koalisyon yapması imkânsızdır. CHP seçim
sonrası ülkedeki her partiyle, AKP de dâhil,
koalisyon yapabilir. Çünkü Avrupa Birlikçiliği,
AKP geleneği daha çok Batı eleştirisi üzerine
kurulmuştur. Batı ile ilgili eleştirilerini AB
politikalarından dolayı rafa kaldırmışlardır.
Dolayısı ile o konuda daha rahat, daha uzun
ömürlü, daha sağlıklı bir koalisyon kurabilirler.
Ama MHP ile kuramayacaklarını düşünüyorum;
çünkü CHP’nin geleneksel Batıcı, yerli kültürü
tasfiye edici, yerli tarihsel, kültürel uygarlık
değerlerini tasfiye edici politikaları halen diri ve
halen karşımızda; bu ulusalcılık söyleminin altını
açtığınızda zaten bunları görüyorsunuz. Onun için
CHP‐MHP birlikteliğini en imkânsız koalisyon
olarak görüyorum. Hele DSP koalisyonu
tecrübesinden sonra onun çok daha fazla
Türkiye’ye zarar vereceğini düşünüyorum.
Arkadaşımız Gündüz Aktan Bey’i sordu.
Doğrusu Gündüz Aktan Bey tercihini yapmış ve
aday olmuş. Bu şekilde geçmişte farklı fikirlere
sahip olup muhtelif partilerden aday olmuş çok
sayıda insan vardır. Onların tercihlerine saygı
duymak lazım. Haluk Özdalga Bey ‐ki kendisini
Sosyal Demokrasi kitabından tanıyorum;
Türkiye’de yayınlanmış ilk gerçek anlamda sosyal
demokrasi ile ilgili teorik nitelikli bir kitaptır‐
kendisi şimdi AKP’de siyaset yapıyor. Bunlara
saygı duymak lazım. Onun için geçmişte sosyal
demokrattılar, şimdi AKP’li oldular ya da MHP’li
oldular diye bireysel olarak yargılama hakkını
www.setav.org 25
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
kendimde görmüyorum. Bence insanların
bugünkü tercihlerine saygı duymamız lazım.
Haluk Özdalga:
Bir yanlış anlaşılma olduysa düzeltmek
istiyorum öncelikle. Ben Marksist anlamda
milliyetçilik demedim. O kelimeyi kullanmadım
ama bazı izahları iktisadi yorumla yaptığınız
zaman hemen Marksizm’i çağrıştırıyor. Ama bu
izah Marksizm ile bağlantılı bir izah değil. Mesela
bu izahı yapan pek çok milliyetçilikle uğraşmış
araştırmacı var. Gellner var, milliyetçilikle ilgili
çalışan, kitapları olan, en önemli isimlerden bir
tanesi. Gellner mesela kesinlikle Marksist değildir.
Bu vesileyle şunu da söyleyeyim; tarihsel veya
toplumsal konularda ekonomi çok önemlidir. Bir
olayı ekonomiyi ön plana çıkararak açıklamak her
zaman Marksist yorum değildir. Orada bir ayrım
var, o da şu; Marksizm’de bir ekonomik
determinizm var. O başlı başına bir konu; ama
Marksist olmayan namütenahi araştırmacı, yazar,
düşünür de ekonomiyi bilebilir, hiç kimse
reddedemez onu. Ben onu söylemiyorum. Ama
milliyetçilikle ilgili şunu söyledim: Her toplumsal,
siyasal akımda olduğu gibi pek çok tarifler
yapılabilir. Ya da şunu söyleyebiliriz; “ben
vatanımı, milletimi, devletimi, bayrağımı
seviyorum… Ben milliyetçiyim”, bu da geçerli bir
yaklaşım. Ama bir siyasal tahlil yaptığınız zaman,
tarihte çok önemli rol oynamış akım yahut tanım
şu: ‐ki bizi de çok yakından ilgilendiriyor bugün‐
“Millet; kim kendini hangi milletten görüyorsa
odur.” “Benim milletim ayrı bir devlete sahip
olsun” talebi; ‘siyasal milliyetçilik’ diyelim
isterseniz buna. Benim problem gördüğüm bu;
yoksa birisi “Ben vatanımı, milletimi, devletimi,
bayrağımı seviyorum” diyorsa burada bir sorun
yok.
Bu anlamda her milletin ayrı bir devlete
sahip olması mümkün değil.
Osmanlı devleti nasıl parçalandı? Bu
milliyetçilik yüzünden parçalandı. Yanlış da
anlaşılmasın, Osmanlı bir imparatorluktu,
parçalanmaması mümkün müydü? Çok zordu,
yani tarihe karşı argümanlar söylemeyelim; ama
en azından şunu analiz edebiliriz: Habsburg
İmparatorluğu da, Rus İmparatorluğu da
parçalandı. İmparatorluklar çağı bitti. Ama olaya
şöyle bakabilirsek, belki daha anlamlı olabilir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanma sürecini
yönetenler, diyelim ki Bab‐ı Ali, Osmanlı seçkinleri
farklı şekilde hareket edebilirler miydi? Farklı
politikalar izlenseydi, bugün acaba daha olumlu
kabul edebileceğimiz durumlar çıkabilir miydi
ortaya? Osmanlı İmparatorluğu’nu, o günkü
durumuyla herhalde korumak pek mümkün
değildi. Sorun bu. Mesela Habsburg
İmparatorluğu da dağıldı, onun dağılış sürecini
incelediğimizde çok anlamlı mukayeseler çıkabilir.
Bunlar günümüze ışık tutan önemli şeyler diye
düşünüyorum.
Zaten etnisiteye dayalı milliyetçilik bizim
tarihimizde de yok. Ve etnisiteye dayalı
milliyetçiliğin ben çok ciddi bir sorun olduğunu
www.setav.org 26
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
düşünmüyorum Türkiye için. Ama problem şu:
“Benim milletim ayrı bir devlete sahip olsun.”
Türkiye’de bugün böyle bir sorun var ve bana göre
Türkiye’nin en temel sorunlarından bir tanesidir
bu. Biz bunu nasıl yöneteceğiz, nasıl idare
edeceğiz? Misak‐ı Milli ile üniter devleti
koruyarak, demokrasiyi koruyarak, Türkiye’nin
uygarlaşma sürecinde de yola devam ederek bence
bu mümkün; ama mümkün de olmayabilir. Bakın,
Yugoslavya milliyetçilikler nedeniyle parçalandı.
İki kere iki her zaman dört değil.
Ben laik devletle ilgili analizlerde farklı
düşünürüm; ama bütünlük konusunda
Türkiye’nin bir riski var. Bunun nasıl
yönetilebileceği konusu önümüzde.
Türk milliyetçiliğinin çok güçlü ideolojik
kökleri var. Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanmasıyla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923
yılında kurulmasıyla, 23’ten geriye doğru giden
önemli geleneğin üzerine oturmuş, ideolojik
kökleri olan bir Türk milliyetçiliği var. Bence
1923’te başarılı bir geçiş yapıldı. Bu anlamda
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması doğruydu.
Üzerinde tartışılan başka seçenekler de vardı, o
konulara girmiyorum, ama neticede doğru bir yere
gelindi. Şimdi bunu biz nasıl sürdürebileceğiz? Bir
taraftan bunları korurken bir taraftan, biz
yaratmasak da, bizim dışımızdaki güçlerin
yarattığı bu küreselleşen dünyada nasıl güçlü bir
aktör olarak var olacağız?
Misak‐ı Milli; Kurtuluş Savaşı liderlerinin
ilke bazında oluşturduğu sınırları belli olan bir
toprak parçası bütünüdür. Bu ilkeler Musul ve
Kerkük hariç bir irredentizm, yani o topraklarla
ilgili bir niyet beslemek anlamında değil, sadece
bir tarihî vakayı teşkil etmek anlamında
söylüyorum, sınırları belli bir hedeftir. Bir parçası
hariç gerçekleştirilmiştir; o olmadı bitti, tarihin o
sayfası kapandı. Yoksa belirli bir toprak parçası
çizer Misak‐ı Milli; sorun, anlattığım çerçeveler
içinde bunu çözdürmemek, diye düşünüyorum.
Ahmet Özcan:
Vedat Bey yanlış anladı diye düşünüyorum.
Ulusalcılığın anti AKP tepkilerden, MHP’nin de
daha çok anti Kürt tepkilerden beslendiğine ‐işte
“şehit cenazeleri geldikçe MHP’nin oyu artar” diye
bir şehir efsanesi var‐ buna vurgu yaptım o kadar.
Umarım MHP böyle bir siyaset gütmüyordur, yani
bunu istismar etmiyordur. Ama MHP’nin aday
listesinde ve son söylemlerinde sizin kadar iyimser
olmadığını da özellikle belirtmek istiyorum. Kendi
çizgisi itibariyle en azından bir Türk dünyası
perspektifi görmedim. Yine 1970’li yıllardan kalma
bir Osmanlı perspektifi var. Bir davası var mı
MHP’nin? Post‐modern bir parti olan Adalet ve
Kalkınma Partisi gibi bir iddiası, bir davası, bir
derdi, bir sıkıntısı var mı? Yani neyi öneriyor, bu
toplumun önüne ne koyuyor? Bu var olan
partilerin hiçbirinde yok. Partiler yarışıyorlar,
vatandaşlar çaresiz gidip oy veriyor. En önde
siyasete girmiş, fikir sahibi insanların bu partilere,
artık teknik birer oyuna dönüşmüş bu siyaset
www.setav.org 27
“22
Tem
muz
’a D
oğru
: Y
ükse
len;
mill
iyet
çilik
mi,
ulus
alcı
lık mı?
”
arenasına fikir aşısı yapması gerektiğine inandığım
için bunu size söylüyorum.
İbrahim Kalın:
Bütün konuşmacılara teşekkür ediyorum.