Post on 22-Mar-2016
description
Lütfen geçiniz, biletinizi alınız.
Duyuru yapan dijital sesler, 21. yüzyılın uğultusuyla reklam panoları, dev birer kibrit çöpü
gibi görünen beyazımsı stadyum ışıkları, tutunamamış mankenler gibi süslenmiş seyirciler,
polis kameralarının sessiz sedasız dönüşleri, kapı turnikelerinden çıkan belirgin sesler,
elektronik bilet gişeleri, kombine kartları, bonus kartlar, plazma ekranların bolluğu,
transit yollar ve stadyum içi şirketleri. Hiçbir stadyum baştan sona bu kadar ruhsuz
olmayı başaramamıştır. Hiçbir ortam daha otomatik olmamıştır. Hiçbir bağlam bu kadar
duygusuz olmamış ve renklerimizin peşinden gitmemiz ve yaşamımızı devam ettirmemizin
karşılığında aynı ölçüde duygusuz olmamızı talep etmemişti.
#Yaklaşan İsyan
Tribünler karıştı ! Maç öncesi gerginlik ! Tribünde kargaşa !
'Gerginlik, kargaşa, karıştı'' gibi kelimeler herhangi bir istisna halinin varlığını
işaretleyen kelimeler. hayatın bir düzeni olduğunu varsayıyor. Bu varsayıma
göre yaşadığımız dünya, temiz ve homojen. Ve her yapı, insan,değer, nesne ve
hareketin birbiriyle uyum içinde olduğu, çatışmasız dolayısıyla düşmansız bir
altınçağın varolduğu fantazisini yansıtıyor.
Davul Yasak ! Konfeti Yasak ! Deplasman Yasak ! Pankart Yasak ! Meşale
Yasak !
Tamamen varoluşa aykırı. reddediyoruz, istemiyoruz, uzlaşmıyoruz. pankartımızı
açıyoruz, davulumuzu çalıyoruz, konfetimizi atıyoruz, deplasmanımıza gidiyoruz,
meşalemizi yakıyoruz ! turnikeleri kırıyoruz ! bir e iki yapıyoruz !
Burası bizim stadyumumuz, burası bizim sokağımız. İzin almıyoruz. Talep etmiyoruz.
Kimseden bir beklentimiz yok. Yaşamımıza müdahale edenlere havlıyoruz, taşla
kovalıyoruz, içeri sokmuyoruz !
#micheltournier
Bir Maç/Yol Hikayesi
Dırırırım. Cingıl: Özgürlük. Çünkü siz buna değersiniz !
Yoldan gelmiştim. Hiçbir güzel şey bulma umuduyla gelmemiştim. İçsel bir istek yoktu
ortada. Tamamen dışsal, sistemin ereklerinin üzerimde kurduğu bir denetimdi. Sınavlarımı
verme derdi beni, yolumu yarıda bırakıp, Angara’ya gelme konusunda tetiklemişti. Bir de
pasport çıkarma, Girit’e gitme fikri. O da farklı bir pass-denetim. Şu an ise sonuç
itibariyle sınavlara girmemiş, pasportu çıkartmamış, girit’e gitmemiş, okulu ise bırakmaya
karar vermiş bir durumdayım. Mutlu, huzurlu, kaçak ve %100 doğal ve katıksız. Ve tabiî
ki tekrardan yolda Atina’dan selamlar.
Şimdi Reklamlar: Mmm, dışı çikolata kaplı içi fındık parçacıklı illegalite. Legalken sen sen
değilsin!
ODTÜ, yaman şehir !
Gazipaşa’da, Göynük’de ( Gölyük ya da hala söyleyemiyom ilçenin ismini ), Alsancak’da,
İpsala’da… nerede olursak olalım insanların merakı direnişe dair, angara’ya dair dillerinde
tek bir kısaltmaya yansımıştı : ODTÜ. ODTÜ’de neler oluyordu merak ediyor muyduk ?
Aklımız, fikrimiz, zihnimiz,
bedenimiz Tuzluçayır’da, sokaktaydı. Yol sürecinde angara uğraklarımızda Tuzluçayır
tek noktamızdı. Yalıtmıştık. Biraz da yanılmıştık. ODTÜ’de su akar yolunu bulur muydu ki
? Yoksa çok mu kurtarılmıştı ? Cık. Yanıldık. Kurtarılamamıştı. Talanın bayrama denk
gelmesi ise ayrı bir durumdu.
ODTÜ’ye ‘keşf’e gittiğimizde bu denli bir talanla karşılaşacağımızı düşünmüyorduk. Uzun,
sarsıcı ve derin bir sessizliğin ardından ( yandaki birinci fotoğraf ) içimizden birisinin ‘’
Burada ne maç yapılır lan!‘’ talebiyle irkilip ‘’ lan !, yemin ederim aklıma gelmişti, utandım
söylemedim seni utanmaz ! ‘’ haykırışıyla devam eden ve sonucunda sağlam bir analize
dayanan bir tartışma… Sonuç: Yıkım var. Sonsuz bir karşıtlıkla beraber yıkımdan da bir
dünya doğar ! Bütünleşik politikal.
Günün gecesi. Kafalar güzel. Paşalı maşalı. Saat 04.00 suları. Bir pankart
organizasyonu. Kamuş mamuş. Pankartlarla gecenin karanlığında tren istasyonuna varış.
Demirlerden atlayış. Raylarda katlayış. Ardından gifli mifli boyalı moyalı tünelden
hamamönü’ne varış. Yatışşşş.
Şimdi bir pro-per-anda : Bırakın gündüz onların olsun, gece her yere yayılsın. En derin
arzular şimdi gün yüzüne çıkıyor, artık hiç kimse karanlığın bebelerini durduramayacak.
Onu durdurmaya kalkan anti-depresanlar ve sokak lambaları ise helak olmaktan
kaçamayacaklar.
Kalkışşş. Uğrayış. Arayış. Kolektif bir belirleniş ve uygulayış !
Gecenin verdiği tad, yine ve yeniden sabahı kaçırmayı beraberinde getirdi. Söz verdik bir
kere alarm kurmamaya. Bin bir telaşla fakülteye gidildi. 10 Kişilik bir ekip kendiliğinden
oluştu. Daha kalabalık bir gidiş olacaktı ki, dersler iptal olmadı ! ‘Eylül ayaklanması’nın,
diğer ülkelerdekine benzer, neden beklenildiği gibi olmamasına dair bir benzeşim kuruldu.
Dönem başı, kayıt telaşı ! Öğrenci işleri önünde direnmekten sokakta direnmeye mecal mi
kaldı ? Kitlesellik mi ? Dersler yoklamalar, eksi puanların bolluğu direnişi etkiler mi ki ?
Ben bilmem makro politikaları. Evimin önüne bakarım. ODTÜ’ye gidişi etkiledi mi ?
Uzun bir koşuşun ve terleyişin ardından boyalar temin edildi, pankartlar ise ‘mekan’dan
alındı. otonom bölgede boyandı, kurumaya bırakıldı. Harekete kısa bir süre kala boyalar
kurudu, fakülteden sevdiğimiz bir abimizin hediyesi battal boy çöp poşetine pankartlar
konuldu ve yola koyulundu.
Kapıda bir takım problematikler çözüldü, kampüse girildi. Buluşma yerine, Sanşayn’e
sanşayn reggae eşliğinde çığlıklarla gidildi. Taraftar gruplarıyla buluşmanın ardından
yanlış yolda oynanan ve bir araba camının patlamasıyla sonuçlanan Japon kale bir maçın
hemen akabinde yola çıkıldı.
Cebecili, Odtülü, Kadınlı erkekli, heterolu lgbt’li, cinsiyetli cinsiyetsiz, oynanan bu kıran
kırana maçta, kemik seslerinden, allahını seven defansa gelemedi ! Kimse bu sert
mücadeleyi öngörememişti. Ne olursa olsun, arsada da, katliamın tam ortasında da,
futbolu seven, futbolun o mücadeleci, direnişçi ruhunu kavrayabilen insanların biraradalığı
çok şeyi göstermekteydi. Normalde böyle yazmam ha, heycanlandığımdan olsa gerek.
Herneyse, olay şu gardaş : Ne olursa olsun tırnaklarımızla kazırız, o yıkımdan çıkarız !
Küllerimizden doğarız ! Evrenin görünen yüzünü sil baştan yaratmasını da iyi biliriz !
hikayenin bu kısmını da ben devralmış olayım. mevzu hikayenin onunu başka hikayelere
bağlamak olsun. nerde kalmıştı bizim arkadaş; hah... buldum, maç. kıran kırana, dişe diş,
politik bir eylem olduğunu unutan o maç. neyse maç bitti bi ara ya da bitmiş gibi yaptı.
sloganlar atıldı çığlıklar koptu; bir arkadaş benim gözlerim çekik diyerek japonya
televizyonlarından birine söylev vermeye kalktı, yapamadı bir başkası toparladı.
japonyalının ne işi var maçta onu biz de çözemedik tabi. neyse sonuç olarak aynı 10 kişi
devrim stadyumuna yollandı maç sonrası az biraz sohbet biraz da keyif için.
genel geyik içinde geçen sohbeti bir tek cümle bozdu; "ya vizeler geliyor birlikte mi
çalışsak?" sonrası beyin fırtınası sonrası çarklar. eni sonu bakınız ilef kütüphane komünü.
her hikaye gibi bu da bağlandı bir yere, birçok yere, bambaşka bir hikayeye…
#Düzsığır ve #koz moz’dan sevgilerle.
Şehrin Nihilistleri
Uzaklarda kimsenin görmediği, görünce tanımadığı ve tanısa bile
görmezden geldiği bir şehir varmış. Veli’nin topu önüne koyup gol atmak istediği
kaleye sahip bu şehir, bir türlü ona bu golü atma iznini vermemiş. Veli uğraşmış,
didinmiş ama ne topa ne kaleye yarana bilmiş. Önüne alacağı top başka bir
hayata aitmiş gibi davranmış ona, Veli seslenmiş…
Bundan sonra bahsedeceğim şeyler Veli ile ilgili olmayacak. Veli’nin topa
vurup vurmayacağına, ya da vuramayacağına, beraber karar verelim. Ve
“Haydi Gençler” diye haykıralım hepimiz.
Tribünü ortaklaştıran en önemli unsur kabul edelim ya da etmeyelim
yerellik faktörüdür. En basit ifadelerle; yaşadığın şehre ya da kasabaya ait
her hangi bir doku taşıyan takıma bireysel anlamda öznellik katabilmek, futbolla
yakından uzaktan ilgilenen herkesi cezbeder. Yaşadığı yerin futbol takımına bir
şekilde dahil olabilmek futbolla ilgili herkesin hayalidir ve bunun “büyüklü küçüklü”
bir kıstası da yoktur. Tribünde yer almak ile o takımın santraforu olmak
arasında, futbolla endüstriyel ilişki kurmayan insanlar adına, çok da büyük bir
fark yoktur. Üzerine düşeni yapmak, bunu yaparken de eğlenmek oldukça
kolaydır. İşte sözü istediğim yere getiriyorum artık, Gençlerbirliği tribünü bu
sezon üzerine düşeni yapıyor ve bunu yaparken fazlasıyla eğleniyor.
İstanbul’un 3 “büyük abisinin” hegemonik gücü burada iş yapmıyor. Ska
punkın bilindik 2/4lük ritmi eşliğinde “Burası Ankara” diye bağıran, küfür
etmeyen, küfür edeni de uyaran, ülkenin çok uzağında bir taraftarlık anlayışı
var burada. Siyasi göndermeler her anlamda yaratıcı ve değişik. Sadece seksist
dilden çıkma biber gazlı sloganlar yok bu tribünde. Duran top Ankara Kalesi’ne
biraz etkili gelirse “No Pasaran”lar başlıyor hep bir ağızdan. Ankara’da “topa
vurmak” isteyenlerin büyüttüğü, statünün olmadığı ve gelecekte de olmayacağı
bir alan burası. Oyuna dahil olan, çekirdeğini yanında yöresinde kim varsa onunla
paylaşan, tanıdığı insanlar kadar tanımadığı insanlarla da maç izlemekten keyif
alanların tribünü burası. Burası eğlence hayatı baz alınarak sürekli sıkıcılıkla
eleştirilen Ankara’nın kırmızı-siyah yaşam alanı. Tribünün güzelliklerine dair
anlatılacak çok fazla şey var, kuşkusuz. Fakat asıl derdimiz topa vuramamaksa
bunun üzerinden de birkaç kelam etmek lazım.
Kulübün “duayen” başkanının geçmişte taraftarları üyelikten attığı,
“Burası Ankara” pankartının başka şeyler çağrıştırıyor gerekçesiyle bir
süreliğine asılamadığı yer de bu tribünün ta kendisi. Açtığınız St.Pauli bayrağının
anlamını bilmediği için almaya çalışan, kamerası ile maç boyu sizi çeken, maç çıkışı
da kalkanlarını size gösterenlerin sizi “koruduğu” tribün burası. Taraftarın istifa
çağrısına başkanın istediği kadar başkanlık yapabileceğini utanmadan
söyleyebilenlerin de yönetici olduğu bir kulüp burası. Zaman zaman bilet satılan
taraftarın içeri alınmadığı, alınan taraftarın durduk yerde dışarı atılabildiği bir
tribün burası. Şimdi karar vermemiz çok da kolay değil, sermayenin
hegemonyasının üstesinden gelebilecek bir emek hegemonyası ortaya çıkar mı
bilinmez. Ama taraftarın icraatleri Veli ile top arasındaki mesafenin kısaldığına
dair bize ip uçları veriyor.
Zaman darlığı sebebiyle yazımı burada bitiriyorum fakat gelecek sayıda
kaldığım yerden tartışmaya ve kafanızı şişirmeye devam edeceğim.
#Songoku
Çok Söz Edildi Onlara Dair. Tribünler Ayar Tutar Mı ?
Ne kadar da aşina olduk hepsine birden...
Şehir efsanesi kıvamında çArşı hikayeleri, deplasman yaparcasına İstanbul’a
giden Göztepe ve Karşıyaka taraftarları, filizlenen TekYumruk’un çiçeklenmesi,
acısı belki de en taze Sol Açık ve diğerleri…
Salt bizlerin değil muktedirin de gözleri tribünlerin üzerinde…Kasımpaşa
taraftarına “Biz Halledeceğiz” demeler, Trabzonspor ziyareti ( Gerçi Başkan
Hacıosmanoğlu’na bir nevi iade-i ziyaretti zira Hacıosmanoğlu otobüsün üstüne
çıkmayı sevmiş görünüyor) , açıktan hedef göstermeler “çArşı diye bir grup var
bunlar Başbakanlık Ofisini basmaya çalışıyorlar” vs vs..
Gezi’den Önce Nasıldı ?
Taraftarların bu sürece bu kadar kolay ayak uydurabilmesi çok şaşırtmamalı
sizi .Çünkü “Bizler için daha kolay oldu Gezi’den önce de tribünler bir nevi Gezi
gibiydi”*(1)..Mesala Göztepe Tribününde “Din - İman – Töre – Göztepe” den sonra
“Müslüman Değiliz Göztepeliyiz” bestelerini arka arkaya duyup zafer işaretiyle
“Mehter Marşı” söyleyip bozkurt işaretiyle “Çav Bella”yı söyleyenlere
rastlayabilirdiniz. Salt Göztepe Tribününde değil bu örnek hemen hemen tüm
tribünlere uygulanabilir.
Tribünlerin eylemlilik süreci Gezi’den önce zaten artmaya başlamıştı. Ne yazık ki
genelde futbol denince Sol hareket; Franco’nun “3F” örneğini, Ali Şeriati’nin
“tribünden gelen sesler süren savaşlardaki mazlumun sesini kısıyorsa futbol
afyondur” , “küçük burjuva alışkanlıklarından kurtulamayanların eğlencesi”
sözlerini de kullanarak , Che’nin “Futbol sadece basit bir oyun değildir , futbol
Devrimin silahıdır”ını , Meksika Dağlarının Sahibi EZLN’nin futbol takımını ,
Weah’ın “Futbol ezilen halkların mutluluğudur” sözündeki gerçekliği görmeyi hep
biraz itelemiştir. Gezi bir nebze Sol Hareketin bu bakışını da değiştirdi
.
TT Arena’nın açılışında yapılan protesto sonrası Galatasaray Taraftarına
söylenenler üzerine bir dizi protesto gösterisi düzenlenmiş , UPS Direnişine
İzmir’den ve İstanbul’dan taraftarların yoğun katılımı olmuş, Tekel Rylemleri
sırasında hemen hemen her tribünde pankartlar açılmış, 6222 sayılı taraftara
kelepçe vuran yasa daha tartışma aşamasındayken “E-Bilet’e Hayır !”
kampanyası yapılmış, bu Nisan ayında İzmir Şirinyer’deki NATO üssüne “Savaşa
Taraftar Değiliz” diyerek yürünmüş , çıkışı tam da Gezi’ye benzeyen bir durumla
önce 1910’larda İzmirli Rumların Panionios takımının daha sonra tüm İzmir
Takımlarına ev sahipliği yapan Alsancak Stadı’nın yıkılıp yerine AVM yapılacağı
proje İzmirli taraftarların yoğun kampanyası ve sokak eylemleriyle rafa
kaldırılmış, İstanbul Takımlarının birbiriyle yapacağı maçlar için gelen deplasman
yasağı “Deplasmanıma Dokunma” kampanyasıyla protesto edilmiş, “İbne Hakem
Seni Seviyoruz”la cinsel yönelimi yüzünden TFF tarafından görevinden alınan
hakem H.İbrahim Dinçdağ’a omuz verilmişti. Yani taraftarlar son 3 yıldır
eylemliliklerini arttırmış sosyal medyanın da etkisiyle seslerini daha diri
göstermeye başlamışlardı…
Polis Şiddeti mi ? Hiç Yabancı Değildik !
En çok kötü muamele deplasmanlarda yaşanıyor genellikle .Güya UEFA’nın 2006
yılında yayınladığı bir genelgeyle stadlara polis girmesi yasak. 2011 yılında
çekilen bir belgeselde*(2) taraftarlardan biri “Bu insanlar yüzlerce kilometre
sadece maç için geliyorsa kesin başıboş işsiz güçsüz çapulcu tayfasıdır diyip
daha fazla vuruyorlar abi” diyordu .Anlayacağınız “çapulculuk” da uzak değildi
bizlere. Malatya Bölgesel Amatör 4.Grup maçından tutun da Endüstriyel
Futbolun gözbebeği İstanbul Takımlarının maçına kadar geniş bir yelpazede olan
polis şiddetine çokça tanıklık etti taraftarlar, “Semtlerini Koruyanların” 1 Mayıs
“Taksim Meydan Muharebesi”ne kitlesel katılımları, son 3 Temmuz süreciyle
Fenerbahçe taraftarının kitlesel biçiminde polisle çatışması, T.Linyit maçında
gaza copa rağmen 20 dakika Tribüne polis sokmayan sonrasında ciddi bir
şiddete maruz kalan Göztepe taraftarının stad dışında polisle çatışması, bunların
hepsinde taraftarların polise duyduğu tarihsel kin hafife alınır değildi.
Hiç bir coğrafyada sevilmemişti taraftarlar tarafından polis. Öyle ki İngiliz
Tribünlerinden bir söz olan “Bir polis ile soğan arasındaki fark: ikincisini
doğrarken ağlarsınız” sözü meseleyi özetler…
Gezi’de Niye Vardık ?
Çok çabuk kirlenmişti oyunumuz…Zira hızla kirleniyordu Dünya…
İyi oynayan 2 kişinin aynı takımda oynatılmadığı, minyatür kale oynanıyorsa
penaltının topukla atıldığı, burun vurmanın-abanmanın yasak olduğu, pas
verilmeden sadece çalımla atılan golün sayılmadığı, 3 golde bir değişen kalecilik
sisteminin olduğu, o adaletli-masum oyunumuz değildi izlediğimiz…
Yıldızlardan kurulu takımın maharet sayıldığı, galip gelmek için her yolun mübah
olduğu, şık çalımların bireysel yeteneklerin yere göğe sığdırılamadığı, her alanda
uzmanlaşmayla oynanan bu yeni oyunu yaratanlarla çok benzerlikleri vardı
çünkü AVM isteklilerinin.
“Semtimi Koruyorum” dedi Beşiktaşlısı , “Biz Düştük Hükümet de Düşecek” dedi
Göztepelisi, “Yağma yok Fenerbahçe var” diyen de vardı, “Sizin TOMA’nız varsa
bizim UEFA Kupamız Var” diye geldi Galatasaraylısı, “Biz De Varız” diye koştu
Karşıyakalı, “Bir yarına gidenler kalır bir de yarınlar için direnenler”
pankartıyla renk verdi Ankaragüçlüsü…Sayıyı örnekleri çoğaltmak mümkün.
Davul Yasak ! Konfeti Yasak ! Deplasman Yasak ! Pankart Yasak ! Meşale
Yasak !
Size bi sır vereyim o çok sevdiğimiz 2002 yılında yasaklanan “Meşale”ye çok
benziyor biber gazının kokusu en çok da ondan vardık…
Gezi’den Sonra ?
Gezi Eylemlerinden sonra yapılan ilk maç Fenerbahçe’nin Avrupa’da oynadığı bir
eleme maçıydı ve o maçın 34.dakikasında olanlar sinyaldi aslında .Sonrası malum ;
İstanbul takımları her 34.dakikada başladı “Her Yer Taksim Her Yer Direniş”e,
Karşıyaka Taraftarı Gol Sevinişini “Sık Bakalım”la Yaptı, Komada oluşunun 74.
Gününe denk Geldiği Maçta Göztepe Taraftarı 74. dakikada “Diren Berkin
Göz-Göz Seninle”yle devam etti, Gençlerbirliği Taraftarı direnişte gözünü
kaybedenler için tribüne tek gözleri bantlı girdi…Yine örnekleri çoğaltmak
mümkün.
Sokaktan beslenen bizatihi sokağın kendisi olan tribün sokaktan aldığı “maya”yı
yoğuruyor ve bu maya tribünlerde de tutacak , hayatın her alanında olduğu gibi
tribünlerde de “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”.
Şimdi N’olur ?
Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Bursaspor ve Trabzonspor taraftarları
Bakan Suat Kılıç’la “buluş”tu. “Birbirimizin çekine senedine kefiliz ama aynı
stadyumda iki saat birlikte nasıl vakit geçiremiyoruz bunu anlamıyorum." Diye
söylendi Kılıç, zaten anlamasını beklemek hata olurdu . Ama derslerine iyi çalışmış
olacaklar ki 1453’ler piyasaya çıkmış, Bakanla görüşmeye katılan Sefa
Kalya(Fenerbahçe-GFB)’nın tribün grubu Sol Açık grubuna saldırmış, yine
görüşmeye katılan UltrAslan ekibi TekYumruk Grubuna saldırmış sokaklarda
yaşanan bölünme yıllardır tribünleri sömüren rantçı tayfalar üzerinden tribüne
de sokulmuştu. Buna rağmen hala direniş sloganları stadlarda yankılanmaktadır.
Yazıyı yazdığım sıralarda GFB “Reisi” Sefa’nın, UltrAslan’ın, Akşam Gazetesi
yazarı çArşı’lı(!) Alen Markeryan’ın da içinde bulunduğu bir operasyon dalgası
başlamıştı. Sonuçlarını henüz bilmesek de sanırım en çok da stadlarda hala
devam eden direniş sloganları için kulakları çekilecektir “abi”lerin…
Her fırsatta “spora siyaset bulaşmasın” hassasiyeti gösterenlerin dedikleri
“spora ezilenlerin siyaseti bulaşmasın” olarak okunmalıdır. Egemenlerin
kültüründen zerre anlamadıkları Tribünler “Ayar Tutmaz”…
Buna en iyi cevap yine bir deplasman otobüsünde yazan pankarttı “Kimse Bizi
Rehabilite Edemez !”.. Olay Tribünler açısından bu kadar açıktır elbet devlet
cenahının da hamleleri hatta tutan hamleleri olacaktır. Sanırız ki bu konuda
İngiltere’yi örnek alacaklardır zira onlar tribün konusunda biraz daha iyi
donanımlıdır ancak İngiltere’yi örnek alacaklarsa “Green Street”li asi çocukların
selamını ileteceğimizden şüpheleri olmasın…
N’olur ? sorusuna klasik bir karşılık vereyim “Gol Olur”
Tabi ki şunu eklemek şartıyla “Atılan hiçbir şut emekçi kalesine girmeyecek! “*(3)
Notlar:
1. 20-25 Ağustos’ta İstanbul’da Özgür Eğitim Platformu’nun Öğrenci
Komün’ünde yapılan “Endüstriyel Futbol ve Devrimci Taraftarlık” panelinden.
2.Göztepe İsyan Belgeseli
3.Metin Kurt
#Kutay S.
VİVA GÖZTEPE
Başkaldırının Adı: Anadolu
İstanbul, nam-ı diğer üç büyüklerin(!) şehri... Bu ülkede doğan çocukların büyük
bir çoğunluğu aile baskısı başta olmak üzere çevre ve arkadaş baskısıyla bu üç
‘’bizans’’ kulübünden birini tutmaya taraftarı olmaya yönlendiriliyor. Neden
çünkü; o takımlar şampiyon oluyorlar, Avrupa'ya gidiyorlar, daha başarılılar,
dünyaca ünlü yıldızları getiriyorlar kadrolarına, güçlüler... Aslında bir nevi
insanların kazananın, güçlü olanın yanında olmayı sevmesi ezilenin güçsüzün
yanında olmamasını temsil eden bir durum.
Anadolu takımı tutana yadırgayarak bakılır neden çünkü; o azınlıktır, güçlü
olanın yanında değildir bir başkaldırandır o. Üç büyük(!) diretmesine
başkaldırmıştır evet bir yere kadar o üç büyüklerden(!) birini tutmuştur ve gün
gelmiştir bu diretmeye başkaldırmıştır artık şehrinin takımını tutmaktadır. Bu
sadece üç büyük diretmesine bir başkaldırı değildir sadece bu güçlünün yanında
olmaya, kazananın yanında olmaya, sermayenin yanında olmaya karşı bir
başkaldırıdır.
#EOS
ADANA DEMİRSPOR’LU OLMAK
Bugün tüm ülkede nefes aldığımız alanlar iyice daralıyor. “ Yeni Türkiye”de her
şey yeniden düzenleniyor, inşa ediliyor. Öte yandan, insanların yan yana geldiği,
düşündüğü, konuştuğu bir süreç değil bu. Tam aksine, bütün bunların bastırıldığı
ve yasaklandığı bir süreç.
Geçmişin acılarına, her gün yeni acılar ekleniyor. Eski ve yeni olanın arasında;
hayatlarımız, umutlarımız eziliyor, yok oluyor bir bir. “Küçük düşürülmek”, “hor
görülmek” hayatımızın bir parçası adeta. Her hangi bir devlet dairesinde ya da
hastanede, sokakta ya da alışverişte, çalışırken veya “dinlenirken”. Her gün, her
birimiz yeniden törpüleniyoruz tek tek.
Sistemin en büyük düşmanı, topluluk olarak çözüm aramaya yönelmek, bir araya
gelmek zira. Hal böyleyken, Demirsporlu olmanın anlamını bir de buradan
düşünmek gerekir her halde. Nedir Demirsporlu olmak? Neyi arıyoruz ve
buluyoruz onda? Niçin tribündeyken ve hep beraberken “tam da kendimizmiş gibi”
hissediyoruz? Takımımız nerede oynasa, orada evimizde gibi hissetmiyor muyuz?
Meşhur lafın söylediği gibi, “Demirspor asfaltta oynasa, kaldırımda
destekliyoruz.” Şüphesiz bu sözün kaybolup giden güzel şeylere dair de,
çağrıştırdığı bir şeyler var. Çocukluğumuzun iyimserliğini, saflığını ve masumiyetini
buluyoruz Demirspor’da belki de. Mahallemizi, köyümüzü, dostluğu, abiliği
buluyoruz.
Gurbette Demirsporlu olmaktan sık sık bahsederiz. Farklı bir duygu bu şüphesiz.
Ama belki de Demirsporlu olmanın kendisi, gurbette olma duygusuna yakın bir şey:
nereye gidersen git, hep gurbette hissetmek. Kaybettiğimiz veya hiç olmadığımız
bir yeri duyumsamakla ilgili. İşte bu yüzden, son model arabaların yanında
bisikletiyle işe gidenlerin takımı Demirspor… Bitmek bilmeyen sosyal güvencesiz
mesailerle hem hal olanların takımı… Boşaltılan köylerinin acısını duyanların ve
dinleyenlerin, askerde gördükleriyle çocukluğuna veda edenlerin, hep
ağlayanların, “Demirspor gülerse biz de güleriz” ya da “en azından o gülsün bari”
diyenlerin takımı… Stada bir dostuyla kucaklaşır gibi gelenlerin, o dostu tam da
tribünde bulanların takımı Demirspor…. İtiraz edenlerin, uyumsuzların,
başkaldıranların, nüktedan küfürlerle hayata dil çıkaranların takımı… Onunla
eşitlenenlerin, kardeş olanların takımı Demirspor… Acılarıyla ve umutlarıyla “biz”
olanların takımı….
#Müslüm K.
Adana Demirspor Ankara Ekspresi
YENİ FUTBOL, YENİ TARAFTARLIK
Futbolu diğer spor dallarından ayıran en önemli özelliği, kitlelerin ilgisini
çekmekteki eşsiz başarısıdır. Büyükçe bir yeşil sahada yirmi iki sporcu
tarafından oynanan oyunu, devasa tribünlere yayılmış binlerce taraftar ya da
seyirci takip etmektedir. Taraftarlar, izleyenlerin sahadaki ‘’oyun’’la daha içli
dışlı olan kısmıdır. Kendilerini destekledikleri takımın bir parçası olarak görür,
zafere giden yolda kendilerine biçtikleri sorumlulukları yerine getirmek için
uğraşırlar. Sporcular sahada ter dökerken, taraftarlar ise doksan dakika
boyunca tezahüratlarla ve çeşitli görsel şovlarla desteklerini sunarlar. Ancak,
taraftarlığın ve yeşil sahadaki oyunla kurulan ilişkinin ne şekilde olduğu önem
teşkil eden bir husustur. Güzel oyun, oyun olmaktan çıkıp profesyonelleştikçe,
kendisini özgün kılan ve ilgi odağı yapan estetik değerleri yitirme eğilimindedir.
Futbolun kitlelerce bu kadar cazip bulunmasında, oyun akışının birçok değişkene
sahip olması ve belirsiz bir gidişatın merak uyandırıcı çekiciliği vardı. Onca
bilinmeyen içersinde, oyuncuların akışa göre verdikleri reaksiyonlar, önceden
tahmin edilemez hareketler futbol hayranlarının heyecanlandıran yegane
etkendir. Oyuncular değişkenleri hesaplama kapasitelerine göre yaptıkları anlık
manevralar ile birer özne haline gelirler. Bu noktada, Ulus Baker’in futbolu bir
‘’yaratıcılık alanı’’ olarak tanımlarken örnek verdiği Garrincha’ya değinmek
gerekir. Garrincha’nın küçük adımlarla topu dürtmesi ve rakiplerce erişilmez
kılması, dönem için son derece yaratıcı ve yeni bir teknik iken, bir yandan da
oyunun oynandığı alanı küçülterek sistemin dayattığı ‘’amaçlardan’’ ve
‘’hedeflerden’’ uzaklaşma eğilimindeydi.
Topun kale çizgisini aşıp ‘’goal’’ niteliği kazanmasına isyan ederek, kendi küçük
alanında oyunun en keyifli halini yansıtabilmeyi başarıyordu Garrincha. Onun
başlattığı geleneği sürdüren Maradona, Cruyff, Ronaldo, Hagi, Zidane ve
Cantona gibi çok sayıda futbolcu geldi geçti. Ancak özellikle 90’lı yıllarla
beraber gelişmeye başlayan ve 2000’in ardından iyice belirginleşen sürate ve
fiziki güce dayalı, kazanma odaklı endüstriyel futbol, estetik ve şiirsel futbolu
yok olmasını beraberinde getiriyor…
Tribünlerdeki kazanma odaklı taraftarlık anlayışı da değişimin öteki yönüdür.
Artık değerlerin futbolundan, zafer ve başarının futboluna bir geçiş olduğunu
söyleyebiliriz. Sürekli kazanmaya odaklanan taraftar profili, yeni futbol
sisteminin bir parçası olarak görülebilir. Elbette, taraftarlar için en başından
beri kazanmak önemli bir husustu. Ancak bu bir takım değerlerin temsiliyetiyle
birlikte güzel olarak algılanırdı. Şimdi ise, oyun içi güzelliklerden ziyade salt
hedefe odaklanan bir taraftar kitlesi var.
Ortaya çıkan bu tabloda, Galatasaray tribünlerinin muhalif sesi olarak bilinen
Tekyumruk grubunu kurma ihtiyacı hissettik.
Harekete geçmemizdeki temel sebep, saha içinde oynanan oyuna ve tribünlerde
yaşananlara giderek yabancılaşıyor olduğumuz gerçeğiydi. Son dönemde de
sıkça rastladığımız gibi, en ufak hatada, tek mağlubiyette takımına küsen ve
futbolculara küfür eden taraftarların sayısı çoğalıyor. Her şey galibiyetlere
odaklanıyor, taraftar stada galibiyet için gidiyor. İşler kötü gittiğinde ise
tribünler boş kalıyor, destek azalıyor. Oysa futbol sadece üç puan
kazanıldığında, kupalar geldiğinde güzel değildir. Yenildiğin bir maçta dahi,
mücadelenin her dakikasının bir anlamı, bir değeri vardır. Kendimizi maç
sonundaki skora bu denli endekslersek, oynanan oyundan keyif alamayız ve maçı
izlediğimiz 90 dakikayı da boşa harcamış oluruz.
Galibiyet hırsı beraberinde hırçınlığı ve kirliliği de getiriyor. Bunun güncel
bir örneği son oynanan Beşiktaş-Galatasaray Maçı’nda, mağlubiyet sonrası
beşiktaşlı taraftarların sahaya girerek futbolcuları kovalamasıdır. Futbolcular
arasında ise birbirine tekme atanlardan, tükürenlerden, küfür edenlere kadar
çeşitli olumsuz eylemlere tanıklık ediyoruz. Bu ortamda, taraftarlar olarak
daha fazla gerildiğimizi, aldığım keyfin ise
gitgide azaldığını görüyoruz. Elbette bunda futbolu yönetenlerin ve burnunu her
halta sokan siyasilerin payı çok büyük, ancak bizlerin de, esas güzel olanın
kazanmak değil oyunun kendisi olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
İşte bu temel prensipte anlaşan galatasaraylılar olarak Tekyumruk’u
kurduk ve 2006 yılından beri maçlara sadece takımımızı desteklemek için
gidiyoruz. Bizi suçladıkları şekilde, özel olarak siyaset yapmak gibi bir niyete hiç
sahip değildik, yapmadıkta zaten. Lakin mabedimize Tayyip Erdoğan geldiğinde
yapılan protestolara katıldık. Gezi olaylarına destek veren binlerce
galatasaraylı gibi biz de taksim sloganları attık. Hiçbirinin başlatıcısı ya da
organizatörü olmadık, katılımcısı olduk. Ne kadar istemesekte, zaman zaman
galatasaraylılarca simgeleştiriliyoruz. Ancak ortaya konan protestolar,
tribünlerimizin genelindeki rahatsızlıkların yansımasıdır. Bu muhalif duruşun bir
merkezi, bir yöneticisi yoktur. Her seferinde -esasında azınlıkta kalan- malum
kesim tarafından eleştiri okları üzerimize yöneltiliyor. Onların iddia ettiği şekilde
-iktidarın diline ne kadar da paralel söylemleri var!- tribünleri bölmek gibi bir
niyetimiz yok. Zaten bu süreçte tek gördüğümüz tribünlerimizdeki birlik
havasıydı. Muhalefet eden tribünlerin geneliydi, sağlam bir bütünlük vardı,
ayrışma değil.
Tribünlere dair istediklerimizi ve istemediklerimizi sıralayarak bu yazıyı
bitireceğim. Hiç bir ast üst ilişkisini, hegemoniyi desteklemiyoruz. Hakim olma
kaygımız yok. Kimsenin, hiçbir grubun yerinde gözümüz yok. Özgür bir tribün
ortamının renkliliğinden ve yaratıcılığından yanayız. Sporu kirleten ve taraftarı
yabancılaştıran her türlü (ekonomik-politik) girişimin karşısındayız. Endüstriyel
futbola karşı ultras mentalitesini savunuyoruz. Güncel durumdan rahatsız olan
her taraftarın, başkalarına rol atfetmeden organize olması ve muhalif duruşunu
sergilemesi gerektiğine inanıyoruz. Tribünümüzün ve genel olarak spor dünyasının
sorunlarına karşı özgürleştirici hareketlerin her zaman yanında olacağız.
Kerem A. A.
Tek Yumruk Ankara
İşte bunlar hep isyan!
Kadıköy’ü yakıp yıkan, polislere karşı cesurca mücadele eden taraftarlar bir
avuç holigan mıydı? RTE’nin işgalci ordularına tribünlerden kayalar
yuvarlayanlar fanatik miydi ? Ferman padişahın, tribünler bizim diyenler faiz
lobisi tarafından mı destekleniyordu? ‘Kral ve Soytarıları’nı hep bir ağızdan
yuhalayan taraftarlar Vandal mıydı ? İşte bunlar hep özgürlük işte bunlar hep
isyandı aslında!
Taraftarlar bonus kart ile internetten bilet alışverişinden, storelardan ürün
almalardan, hissiz stadyumlardan, steril otobüslerden, turnikelerdeki
manyetiklerden, kombine göstermekten, futbolcusuna küfür etmekten, basın
açıklamalarından, lig tv karşısında vakit geçirmekten, foto gol moto maç filan
okumaktan, Avrupa maçı öncesi d smart – star ikileminde kaybolmaktan, asılsız
transfer haberlerinden, iddia oynamaktan, transferlerden, fikstürü takip
etmekten, bilmem ne maç kafede içilen sulu biralardan, sponsorlardan, garip ön
isimli futbol takımlarından bezdiler. Taraftarlar tribünde, fakültede,
deplasmanda, otobüste, sokakta… bol şekerli çayı, son sigarayı döndürmekten;
deplasman otobüsünde çakmakla ekmek kızartmaktan, aynı su şişesine ağız
değdirmekten, bisküviyle karın doyurmaktan, kıyafetleri ortak kullanmaktan,
birbirini koruyup kollamaktan, harap olmuş otobüsün içinde oturmaktan, taşın
TOMA'dan çıkardığı sesten, camın o muhteşem kırılışını takip etmekten, yanan
barikatları-araçları izlemekten keyif alıyorlar. Neşeli, saf, iyi niyetli ve öfkeliler.
#falanfilan