1
UYGARLAŞMAK KOLAY DEĞİL
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Herkes ağzını açtığında, insanımızı eğitmek gerekir diye lafa karışır.
Doğru da, niye bugüne kadar eğitemediğimizi söyleyemez. Söylese de
birkaç beylik laftan öteye gidemez.
Uygarlık, kökleri derinlere giden bir süreçtir. Atalarımızdan,
çevremizden, ailemizden, eğitmenlerimizden ve dinimizden aldığımız
olumlu ya da olumsuz tüm etkileşimlerin bir bileşenidir. Bir ülkenin bilim
adamı, sanatkâr, düşünür, filozof, kahraman ya da hırsız, ahlaksız, cani,
terörist yetiştirmesi, tüm bunların bileşeni ile ilgilidir. Neden en tehlikeli
teröristler bu coğrafyadan çıkıyor sorusunun yanıtı da bu bileşende yatar.
Irkı, dini, coğrafyası, iklimi farklı olan bazı ülkelerden tarihe mal olmuş
çok sayıda bilim adamı, sanatkâr, düşünür, yazarçizer çıkıyor;
bazılarından da en kanlı caniler, yöneticisinden kapıcısına kadar hırsız
ve arsız insanlar çıkıyor. Bunu anlamanın en kolay yolu, bu ülkelerin dini
öğretisine, yaşam tarzına, iklimine, coğrafyasına, gerekirse ırkına,
tarihsel süreçlerine bakarak karar verme olabilir. Farklı ırk, farklı
coğrafya, farklı iklim, farklı dil, farklı tarihten gelen insanlarda aynı ya da
benzer davranış şekli görülüyorsa, kesinlikle bunların ortak bir paydaları
vardır. O zaman toplumlara göre teröristlerin, hırsız ve ahlaksızların,
bilim adamlarının, sanatkârların, yazar ve çizerlerin farklı sayıda
olmasının izini sürmek ve “neden böyle oluyor sorusunun yanıtını
bulmak” zor olmayacaktır. Bunun için önce kendinizin, daha sonra
bulunduğunuz toplumun ve mensubu olduğunuz dinin iyi ya da kötü
yanlarını kendinizi ve karşınızdakini yanıltmadan masaya yatırmayı
öğreneceksiniz. Örneğin 3 bin yıl önce İskenderiye kütüphanesinde,
matematik, astronomi, felsefe, mimari, güzel sanatlar ile ilgili işlenen
2
konuları ve eğitsel faaliyetleri, bu günün Mısır ülkesinde neden
göremediğimizin nedenini araştırma ile başlayabiliriz. Dünya uygarlığının
merkezi Mezopotamya’nın bugün kan gölüne dönmüş, tüm ahlaksızlığın
yaşandığı yer olmasının ne zaman başladığını, niye böyle olduğunu
araştırma ile başlayabiliriz. Ne oldu da, koskoca coğrafyada
Endonezya’dan Fas’a kadar cehalet, terör, ahlaksızlık, yalancılık,
dolandırıcılık kol gezmeye başladı. Arsızlığın, hırsızlığın, yalakalığın,
kurallara ve yasalara aykırılığın yayılmaya başladığı, hoş görüldüğü,
gizlendiği yerlerde, zaten uygarlık ve kültür güneşi batıyor demektir. En
büyük kötülük insanın kendisini kandırmasıdır. Ben, toplumlara göre
hırsızlık, arsızlık, yalancılık, dolandırıcılık, terörizme yatkınlık, insana ve
bilime saygısızlığın farklı olmasının nedenini ve yanıtını buldum, darısı
sizin başınıza…
Bütün bu olumsuzluklar bugünden yarına değişecek süreçler de
değildir. Bir insanın uygarlaşması nasıl bir ömür alıyorsa, bir toplumun
uygarlaşması da yüzyıllar alıyor. Türkiye bir şans yakalamıştı…
Cumhuriyet kurulurken, dar olanaklarla bizde o güne kadar olmayan,
batıda benzerleri bulunan birçok araştırma, sanat ve güzel sanatlar ile
ilgili kurumun hızla kurulup geliştirildiği görülüyor. Daha sonra bu
kurumların istenen düzeyde geliştirilmelerinde önemli aksaklıklar olsa da
beklenen düzeye ulaşmasa da belli ki uygarlık trenine binilmişti. Ancak
tren yollarında, bilindiği gibi, normal seyrinde giden bir tereni başka bir
yola saptırmak isterseniz, ayrılma noktasına bir makas koyarsınız.
Trende seyahat edenler bu makası geçerken bir tak sesi duyarlar ve yola
devam ederler. Eğer dünyadan haberiniz yoksa makas sesini
algılayamayacak kadar duyarsız iseniz başka bir yola girdiğinizi
anlayamazsınız. Bir zaman sonra hiç de hedeflemediğiniz ve
benimsemediğiniz bir istasyonda durduğunuzu görüp, yaptığınız hatayı
3
anlarsınız, ama iş işten geçmiştir. A (adam) olmak isterken Z (zayi)
olursunuz. Türkiye 1982 darbesi ile makas değiştirmiştir. Nereye
gittiğimizi, nerede duracağımızı kestirmek için biraz sosyoloji, biraz tarih
bilgisi yeterli olacaktır.
Uygarlaşma kolay değil, bu benim yaşadıklarımla da sabittir.
Ben 1945 yılında Erzincan/Kemaliye/Yuva Köyünde doğdum. O
günkü koşullara ve çevreye göre gelir düzeyi iyi sayılabilecek, sürekli
kitap ve gazete okunan, bilime yatkınlığı olan, yaratıcı, insana saygılı,
çalışkan, kendi yağıyla kavrulan, dinine bağlı; ancak bağnaz olmayan bir
ailede büyüdüm. Çevremizin o kadar aydın düşünceli olduğunu
söyleyemem.
Köyümüzün altında telgraf hattı bulunurdu. Doğal olarak direkten
direğe teller bağlanmıştı. Tellerin direklere bağlandığı yerde yalıtım için
porselen fincanlar bulunurdu. Gerek bizim köyün, gerekse bu telin geçtiği
köyün çocuklarının en büyük eğlencesi, taş atıp teli ve fincanları
kırmaydı. Çünkü benim kültürümün ve benim insanımın malı ya da imalı
olmayan bir yapıyla karşı karşıyaydık. Kırılan teli çember sürücüsü
yapardık. Kırılan fincan parçaları ile eğer uygun kırılmış ve bir tarafı
keskin bir şekilde ortaya çıkmış ise, Fırat kenarına gidip oradaki taşların
arasında ya da ılgın denen çalımsı ağaçların arasında topluca yeni
çıkmaya başlayan kıllarımızı tıraş ederdik. Özellikle eşeysel organların
civarını bu fincan kırıkları ile tıraş edersek daha sık ve daha hızlı kıl
biteceğine inandırılmıştık. Telgraf direkleri de büyük taşları fırlatıp
vurmak için nişangâh olarak kullanılırdı. Böylece bu tellerden sağlıklı
iletişim kurulamazdı. Ayaklarında çivili demir ayakkabı giymiş görevliler
tamir için bir direkten iner, öbür direğe çıkardı. Biz de marifetmiş gibi
uzaktan çalıların arasından onları gözlerdik.
4
Kasabanın bir caddesi vardı. Bu caddenin iki yanına bir gün belirli
aralıklarla direk dikildi. Üzerine şapkası olan sokak elektrik lambaları
asıldı. Meydanın haricindeki direk ve lambalar da telgraf direklerinin
fincanının akıbetine uğradılar.
Günde bir defa başka bir ilden gelen ya da bir nahiyeden gelen posta
arabasının geçeceği saati bilir, bir arabanın geçeceği kadar dar olan
yolda, tekerleğin nereye geleceğini tahmin ederek, toprağa, dibinde bir
tahta olan iri çiviyi gömerdik; gelen arabanın tekerleği patlasın diye.
Çoğunluk da isabet ettirirdik. Şambrelsiz lastik henüz bulunmadığı için,
tekerlek sökülür, bin eziyetle kaynak yapılır, sonra sırasıyla yolculara el
pompası ile hava bastırılırdı. Neresinden bakarsanız bakın bir iki saat
sürerdi. Yine çalıların arasından izlerdik.
1956 yılında kasabadaki ortaokula başladım. Yürüyerek gidip
geliyorduk. Bir gün yolumuzun orta kısmında yolun kenarına, oldukça
keskin bir dönemeç olan bir yere üçgen şeklinde bir levhanın dikildiğini,
sarı levhanın üzerinde kavisli kırmızı bir işaretin olduğunu gördük. En az
4-5 köy ve mahallenin çocuğu bu yoldan geçiyordu. Hepimiz adeta
irkildik, şaşırdık; ilk yaptığımız şey her gün gelip geçerken taş alıp bu
kalın tenekeden yapılmış levhayı taşlamak oldu. Kısa zamanda levha
görülmez hale geldi. Bir yenisi dikildi, kırdık, bir yenisi daha geldi… Sonra
öğrendik ki, bu levha bir trafik işaretiymiş ve yolun sağa büküldüğünü
sürücülere önceden haber veriyormuş.
Daha sonra kasabadan dışarıya çıktım, trafik denen bir olguyla
tanıştım. Bin dokuz yüz atmışlı ve yetmişli yıllarım çoğunlukla doğuda
geçti. Mermiyle delinmeyen tek bir trafik tabelası yoktu. Yol kenarına
dikilmiş (çoğunluğu taştan ve betondandı) geceleri yol gösteren trafik
ışıldakları (o zaman plastik ya da camdı), çevredeki insanlar tarafından
5
söküldüğü için geceleri yol dişlerinin çoğunu çektirmiş bir ihtiyarın ağzı
gibi görünürdü.
Kasabada çok eskiden kalma gerçekten çok güzel çeşmeler vardır.
Bunların bir kısmı yakın zamanda yapılmıştır ve üzerinde, musluğun
hemen üzerinde tabela gibi Türkçe yazılar bulunur. Daha eski olanlarda
da Arapça (ya da Ermenice) harflerle yazılı tabelalar vardır. Türkçe
olanları okuduğumuz için, Arapça olanları, kuran bilip, çarpılmaktan
korktuğumuz için taşlarla kırmadık. Diğer dillerde ve harflerle yazılı
olanların tümünü (tabi bize kadar zor şer ulaşmış olanları; diğerleri daha
önce zaten kırılmıştı) kırdık. Özellikle de Cuma namazını kıldıktan sonra.
Onu sevap bildik. Üzerinde Türkçe harflerle ve Arap harfleriyle
yazılmamış olan mezar taşları da bu yıkımdan payını alıyordu. Her ne
kadar mezara taş atanların elinde siğil (tucik) çıkar korkusu verilmişse
de, belli ki sevap alma coşkusu ya da tahrip içgüdüsü çoğunluk daha ağır
basıyordu.
Kırılan ya da çıkarılan bu mermer taşların yerine, ilaç firmalarının
reklam için dağıttıkları saatleri yerleştirdik.
6
Kitabeleri söküp yerine eşantiyon saatler taktık.
Taşlara oyulmuş heykeller, resimler, bazı tapınaklardaki renkli
resimler bu tahribattan payını aldı. Bazı kiliselerin taş sütunlarının
arasına konan kurşun tabakaları bir ıskarpela ya da tornavida ile sökerek
onları av tüfeklerinin saçma yapımında kullandık. Gittikçe oyulan taş
sütunlar birer birer yana devrildi; taşıdıkları yapılar çöktü.
Daha sonra Anadolu’yu neredeyse karış karış gezdim diyebilirim.
Toprak altında kalmış ve daha sonra denetimle çıkarılmış heykel ve
sanat yapıları hariç, taşla kırılmayan her hangi bir yapıya rastlamadım.
Anadolu’nun belki de en ilgi çekecek, dünya mirası sayılacak İvriz taş
kabartması bile, heykel dinimize aykırıdır inancı ile birkaç yıl önce
silahlarla tahrip edildi.
Özellikle kiliselerde renkli boyanmış fresklerin, gözü kaşı çizilmemiş,
oyulmamış tek bir insan figürü bulamazsınız.
7
Köyümüzün altında taban suyu akıntısı varmış. Bizden önce oturanlar
köyün dört bir tarafına kabun ya da gabun denen yer altı drenaj tünelleri
yapmışlar. Biz son baharda ya da ilkbaharda gazel denen dökülmüş
yaprakları süpürdükçe, bu gabunların açık yerlerinden içeriye boşalttık.
Bir gün köy kaymaya başladı. Çünkü tüneller (galeriler) dolmuş, köyün
dibindeki kil şişmiş; köy kayar hale geçmişti. Bırakın su boşatma
kanallarına yenilerini ekleme ya da koruma, nedenini bile araştırma
zahmetine girilmemişti.
Sonunda 1974 yılında Almanya’da “gıcır gıcır” bir Mercedes araba
aldım. Almanya’dan ayrılırken bir arkadaşım beni uğurlamaya gelmişti.
İçeri girince elindeki büyük bir torbayı masanın üzerine bıraktı.
- Bu ne Erdem dedim
- Mercedes yıldızı dedi.
- Niye diye sordum?
- Oğlum Türkiye’de her gün arabanın yıldızını belli ki
koparacaklar; orada, Erzurum’da yıldız bulman bile bir mesele
olacak.
- Torbayı çevirdim, içinden onlarca Mercedes arması yıldız
masanın üzerine boşandı.
- Oğlum bu kadar yıldızı nereden buldun?
- Gelirken yolun kenarlarına park etmiş Mercedeslerden
kopardım.
Belli ki Erdem de Almanya’da yaşamasına karşın, çocukluk
alışkanlığından kurtulamamıştı. Ancak o kadar yıldızı bir iki sene içinde
tükettik. Çünkü arabayı tenha herhangi bir yere bırakırsam, yıldızsız
dönüyordum.
Ancak yıldızdan vaz geçtik. Tenha bir yere arabayı bıraktık mı,
neredeyse muhakkak diyeceğimiz bir sıklıkla çizilmiş oluyordu. Birkaç
8
çizikte boyacıya gitmiyor, gerisini bekliyorduk. Her tarafı iyice çizildikten
sonra boya yaptırıyordum. Bir defasında hem de Ankara’da hem de iyi
semtlerinden sayılan Emek’te, boyadan çıktığım gün arabanın dört bir
tarafını çelik bir kesici nesneyle derinliğine per perişan etmişlerdi.
Aynı yıllarda özellikle doğuda, birçok yerde, trafikte kırmızı ışıkta
durmak onur kırıcı bir davranış oluyor, delikanlılığımıza helal geliyordu.
Şu anda çizilmiş araba görmüyorum, trafik işaretlerinin üzerinde bir
çizgi bile görmüyorum diyebilirim. Öğrenmek yetmiyor, göreceksiniz, bire
bir yaşayacaksınız. Bu ülke halkını eğitmeye çok geç başladı. En büyük
kusur Osmanlıdaydı; her şeye geç ulaştı. Daha sonraki yönetimlerin de
çok kusuru oldu. Örneğin tüm dünya renkli televizyona geçerken, biz
renksiz televizyon istasyonları ve fabrikaları kurduk. Bütün bu
olumsuzluklara karşın birçok konuda ve yönde önemli mesafeler aldık.
Uygar ülkelerin bir parçası olmaya başladık.
Ancak, reforma kapatılmış inançlarımız nedeniyle yine de istenen
hızla yol alamadık, alamıyoruz. Trabzon’da doğunun en önemli
tapınaklarından biri olan Trabzon Ayasofya kilisesini, iki yıl önce, sanki
ibadet edecek yerde sıkıntı varmış gibi, çok çirkin bir şekilde bozarak,
duvarlara ve tavana çizilmiş minyatür ve freskleri kontrplaklarla kapatarak
cami, çan kulesini de minare yaptık. Hâlbuki birkaç on metre uzağında bir
cami var. Orada uygarlık dağıtacak ve öğretecek iki de üniversitemiz
varmış… Herhalde susmayı uygarlık olarak algılıyor olmalılar… Demek ki
daha alınacak çok yolumuz var. En zor şey dinine körü körüne bağlı
insanı yetiştirmek, eğitmek ve uygarlaştırmaktır. Şimdi Atatürk’ü ve
Atatürk’ü sevmeyenleri çok daha iyi anlıyorum.
9
2011 yılında camiye döndürülen Trabzon Ayasofya kilisesi. Uygarlaşmaya bir adım.
Avrupa şehirlerinde yol tarif etme çok kolayıma gelmişti. Niye
derseniz? Her caddenin başında bir meydan, meydanda görkemli
heykeller, parklarda sanat eserleri, şehir içinde inanılmaz büyüklükte
parklar, yeşil alanlar vardı. Bu nedenle tarifi kolay oluyordu. Bizde
birbirinin aynı olan, özelliksiz binalar, tarifi zorlaştırıyor. Heykellere
gelince her yerde sadece Atatürk heykelinin bulunması tarifi yine
zorlaştırıyor.
Atatürk Orman Çiftliği bu nedenle, Atatürk tarafından, Türk tarımının
geliştirilmesi amacıyla, araştırma, deneme yapmak ve örnek oluşturmak
için bu ulusa yasayla bağışlanmıştı. En önemlisi gittikçe büyüme şansı
olan bu şehre, uygar ülkelerdeki gibi, soluk alacak bir alan
kazandırmaydı. 1980 Darbesinde kimseye danışılmadan Orduevi yapıldı,
akabinde Orman Bakanlığının binaları, sosyal tesisleri ve lojmanları
taşındı, Devlet Mezarlığı yapıldı, sağından solundan, petrol istasyonu,
otobüs terminali, bilmem ne adlarla tırtıklandıkça tırtıklandı. Sonunda
Çankaya Köşkü, Başbakanlık taşındı; Avrupa’nın en büyük Lunaparkı
10
kuruldu. Bir de TOKİ’ye yandaşların oturması için çok katlı lüks binalar
yapılırsa; ancak o zaman Atatürk huzur içinde yatar.
Uygarlık kolay kazanılmıyor, tarihten gelen tortuyu atacaksınız,
yeniliklere uyacaksınız, aklınızı kullanacaksınız, dogmalarınızın esiri
olmayacaksınız; en önemlisi de bütün bunlara uyum sağlayacak aydın,
meraklı, seciyeli, her kültüre saygılı, kendi kültürünü geliştirecek kuşaklar
yetiştireceksiniz. Atatürk’ün vasiyeti ve mirası da buydu. Vasiyet bizim
kültürümüzde de saygı gösterilecek en önemli husustur.
Televizyonlarımızın bir kısmı, dinimizi bağnazlıktan kurtaracak
kurumlarımız, batıda kurgulanmış belgeselleri, çocuk filmlerini, öyküleri,
çok ilginç bir şekilde dini sözlerle ve figürlerle çarpıtarak (kendilerine göre
süsleyerek) yeni yetişmekte olan gençlere “güya” maneviyat kazandırma
çabası içinde sunmaktadırlar. Bu nedenle Süpermen’in pelerini
seccadeye çevirmekte, kaplumbağaya türban takmakta, Heidi ile dedesi
arasındaki konuşmalara, besmele ya da Allah adı ile başlamakta bir
sakınca görmüyorlar. Belgesellerdeki çarpıcı ve hayranlık verici
mekanizmaların oluşumunu dini metinlerimizdeki bazı sözlere
bağlayarak, sözüm ona, inançlarımıza bilimsellik kazandırıyorlar. Bu
gençler eğer doğru eğitilme şansını yakalayınca, sonunda bir gün, bu
çarpıtmaları ve maskaralıkları anlamaya başlıyor ve kurumlara, insanlara
güvenini yitiriyor. 2016 yılı itibarıyla yapılan bir araştırmada, dünyada,
ailesine, çevresine, kurumlara ve yöneticilerine en az güvenen insan
profili Türkiye’de çıkıyor. İnsanlarımızın sadece %3’ü birbirine, hatta
ailesine güveniyormuş. Birbirine güvenmeyen insanların en büyük
çıkmazı, her an bir yerden kazık yerim korkusu ile beyinlerinin arka
planında sürekli bir tetikte olma kurgusuyla yaşamaları ve bu nedenle de
sanata, bilime, yaratıcılığa güzel olan her şeye yeterince zaman
ayıramamaları olmaktadır. Bu nedenle dünya bilimine (Türkiye’nin bilim
11
dünyasına katkısı %01’miş) ve sanatına katkıları olamıyor. Beyinleri
dogma ile ele geçirildiği için; ancak dünya terörizmine kaynak oluyorlar.
Türkiye’deki eğitimin hiçbir zaman dört dörtlük olduğunu söyleyemem;
ancak son yıllarda orta eğitimde yapılmaya çalışılan dogmaya dönük
düzenlemeler, hiç kuşkunuz olmasın, birkaç on yıl sonra bu günkü
teröristlere rahmet çıkaracak bir kadronun yetişmesine zemin
hazırlayacaktır. Sonuçta uygarlaşma kolay olmuyor; birçok ülke bu şansı
hiçbir zaman yakalayamadı; bizim tarihe kötü örnek olarak geçecek
yanımız, herhalde, bu şansı yakalayıp da dogmasına kurban eden millet
olarak geçecek olmamız olacaktır.
Uygarlaşma ne oldu mu dediniz? Biraz bekleyeceğe benziyorsunuz…
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Değerli Kardeşim
Uygarlaşma akşam yatıp sabah sahip olacağımız bir davranış biçimi
değildir. Kökleri tarihimize, çevremize, ailemize, dinimize kadar uzanmış
çok bileşenli bir sistemin sonucudur. Her insanın her toplumun kendine
özgü bir uygarlaşma yol haritası vardır. Benimki size ilginç gelebilir…
Top Related