T.C
İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi
Günümüzde Uluslararası Hukukta ve İlişkilerde
Tanımanın Fonksiyonları
Hazırlayan
Rina GJANA
1205130141
Danışman
Prof. Dr. Ahmet Rauf VERSAN
Siyaset Bilimi ve Uluslarasrası İlişkiler
ULUSLARARASI HUKUK
İstanbul
Ekim 2015
1
Giriş
Bu çalışmada uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler perspektifinde devletlerin tanınması
kavramı incelenmektedir. Bu bağlamda, bu kavramın tarihsel süreç içinde nasıl bir gelişim
gösterdiği örneklerle açıklanmaktadır. Metin içerisinde Açıklayıcı ve Kurucu teorileri
karşılaştırılmalı şeklide incelenmiştir. 17. yüzyılın uluslararası hukukun bazı önemli isimlerinin
örnekleri ile başlanarak, tanıma kavramının en yeni örnekleri olan, Self-determination prensibine
uygun olarak bağımsızlıklarını ilan eden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Kosova’nın tanınma
süreçleri incelenmiştir. Bu paralelde, yeni devletleri tanıma kararına etki eden faktörler
incelenmiştir. Bazı devletlerin tanınırken bazı devletlerin neden tanınmadığı sorusuna yanıt
aranmıştır.
2
Günümüzde Uluslararası Hukukta ve İlişkilerde
Tanımanın Fonksiyonları
20. yüzyılın başında 50’ye yakın tanınmış devlet bildirilmiştir. 2005’de bu sayı tam olarak
192’ye ulaşmıştır. Yeni devlet oluşumunun bu sayıya ulaşması 20. yüzyıl siyasal kalkınmasının
en önemli gelişimlerinden biridir. Bu gelişim uluslararası hukukun karakteri ve uluslarası
örgütlerin pratiğini etkilemiştir. Aynı zamanda bu gelişimin, uluslararası çatışmanın en önemli
kaynaklarından olduğunu söylemek mümkündür. Oysa, bir gelişmenin uluslararası ilişkilerde
önemli olması uluslararası hukuk tarafından düzenlenmiş olduğu anlamına gelmemektedir.
Ayrıca ‘’Yeni bir devletin kurulması gerçekte bir hukuk meselesi değildir’’ görüşü yıllardır ileri
sürülmektedir.1 Bu pozisyon büyük bir hukuki görüş tayfası tarafından desteklenmiştir.
Beyan edici (Açıklayıcı) Tanıma Teorisininin2 (devlet olma durumu, tanıma işleminden
bağımsız olarak bir hukuki statü olduğunu öne süren teori) en müşterek görüşünü örnek
aldığımızda, fiilen mevcut olan bir devlet, mevcudiyetinin yasallığı soyut bir mesele olması
gerekmektedir: yasadışılığına rağmen hukuk yeni mevkiyi de dikkate almak zorundadır. Aynı
ölçüde, bir devletin mevcut olmaması durumunda, o devleti mevcut olarak muamele görmesi
anlamsızdır; bir gerçeğin reddedilmesidir. Değerlendirme ölçütü kanuna uygunluk değil, etkili
olması gerekmektedir.
Diğer taraftan ise, Kurucu Tanıma Teorisi3 (devlet olma durumuna uygun düşen hak ve
görevleri, diğer devletlerin tanıma işleminden türediğini ileri süren teori)’ne göre, devletin
mevcudiyetinin iddiası tartışılmaz gibi görünmektedir. Eğer, ‘’ bir devlet, sadece ve münhasıran
tanıma işlemi vasıtasıyla uluslararası bir kişidir ve uluslararası kişi haline gelir’’4 ise, ve tanınma
1 James R. Crawford, ‘’Statehood and Recognition’’, The Creation of States in International Law, Oxford
Scholarship Online: Feb (2010), DOI: 10.1093/acprof:oso/9780199228423.001.0001 2 Bu teori çalışmamızın ileri kısmında daha ayrıntılı olarak incelenecektir.
3 .-.
4 ''A State is, and becomes, an International Person through recognition only and exclusively'', Lassa L. Oppenheim,
International Law: volume i, Peace , (1905), p.109
3
takdire bağlı bir işlem ise, o zaman tanınmamış bir topluluğa bir ‘devlet olma hakkı’ sunan
kurallar dışlanmıştır.
Ancak, her iki tannıma teorisi de günümüz modern uygulamalarını tatmin eder şekilde
açıklamamaktadır. Açıklayıcı teorisine göre, ülke biriminin, sırf varlığından dolayı, belirli bir
yasal statüye sahip olarak sınıflandırılır. Ancak bu durum, bir bakıma, 'hukuk'(law) ile 'gerçeği'
(fact) karıştırır5. Etkililik prensibi hakim olsa dahi, yine de yasanın dayandırıldığı bir prensip
olması gerekmektedir. Antlaşma gerçek bir olgu ise, Devlet de bir antlaşma gibi gerçek bir
olgudur. Şöyle ki, belirli kural veya pratiklerin sonucu, belirli bir vaziyete hukuki bir statü
bağlanmasıdır. Öte yandan, kurucu teori, bu biliş, ya da tanımlama ihtiyacına dikkat çekiyor olsa
da, ‘gerçek olgu’ya dayanmayan ilgili hukuk prensiplerin gözönüne alma olasılığını açık
bırakmaktadır. Aynı zamanda, o bilişi diplomatik tanıma ile yanlış olarak tanımlamakta ve
takdire bağlı belirli bir amaç için düzenlenmiş (ad hoc) olması yerine, yeni konularin
tanımlaması genel kural veya prensiplere uygun olarak temin edilebileceği olasılığı dikkate
almasında başarısız olmaktadır.
Asıl soru, uluslararası hukukun, kendisinin en önemli hususlarından biri olan hukukun tam ve
coherent(tutarlı) bir sistemi olup olmadığıdır. 19. yüzyılın egemen doktrinine göre, uluslararası
hukukunun amaçları için ‘devletlerin’ ne olduğunu belirten kurallar yoktu. Mesele, mevcut
tanınmıs devletlerin takdir yetkisindeydi.6 O dönemin uluslararası hukuku, radikal
merkezisizleşmesinin bir tabiri olarak şeklen bir bağdaşmazlık sergilemekte idi. Ancak, eğer
uluslararası hukuk temel yapısı bakımından hala merkezi olmayan bir yapı ise, uluslararası
hukuk, formalite bir hukuk sistem olarak farz edilmektedir.
5 James R. Crawford, ‘’Statehood and Recognition’’, The Creation of States in International Law, Oxford
Scholarship Online: Feb (2010), DOI: 10.1093/acprof:oso/9780199228423.001.0001 6 A.g.e
4
Erken Ululslararası Hukukta Devlet Olma Durumu
17. yüzyıldan beri konuya ilişkin değişen görüşleri gözden geçirmek faydalı olacaktır. Örneğin
Grotius, Devleti ’haklardan yararlanma ve müşterek menfaatları için bir araya gelmiş özgür
insanların eksiksiz bir birliği’7 olarak tanımlamıştır. Tanımlaması hukuksal olmasından ziyade
felsefiktir. Böylece, devletlerin varoluşu, evrensel hukuktan ayrı bir özne olarak, sorun teşkil
etmemektedir. Aynı şey Pufendorf için de söylenebilmektedir. Pufendorf Devleti ‘iradesi,
birleştirilmiş ve iç içe geçmiş bikaç kişinin anlaşmalarının, herkesin iradesi olarak addedilmiş,.
Şöyle ki, müşterek barış ve güvenliğin sağlanması için her birey üyelerinin güç ve becerilerinden
faydalanılacağı bileşik ahlaki kişi’8 olarak tanımlamıştır. Pufendorf, doğal hukuk ile devletler
hukukunun aynı olduğu görüşü ile Grotius ile Hobbes’la birlikte aynı fikirde olmuştur.9
Tanıma Kavramı
Tanıma (recognition), bir uluslararası hukuk kişisinin kendi dışında oluşan belli bir olayı (yeni
bir devletin doğması gibi), bir durumu (bir devletin sürekli tarafsızlık statüsü gibi), bir belgeyi
(bir anlaşma gibi), ya da bir iddiayı ( bir devletin belli bir ülke üzerindeki iddiası gibi) kendi
açısından yasal kabul ettiğini bildiren bir hukuksal işlemdir.10
Yani, bir siyasi topluluğun devlet
olarak tanınması, tanıyan devlet ile tanınan devlet arasındaki ilişkilerde, devletlerin tabi olduğu
hukuki statüye tam olarak uyulmasına rıza gösterilmesi anlamına gelir. Ancak, bundan
tanınmayan devletle diğer devletler arasında hiçbir hukuki ilişkinin bulunamayacağı sonucu
çıkarılamaz.
7 ‘‘a complete association of free men, joined together for the enjoyment of rights and for their common interest’’,
De Iure Belli ac Pacis, (1646), trans. A.C. Campbell, A.M., Batoche Books, Canada, (2001) Bk. I, ch. I, §xiv. 8 ‘‘a compound moral person, whose will, intertwined and united by the pacts of a number of men, is considered the
will of all, so that it is able to make use of the strength and faculties of the individual members for the common
peace and security.’’ S. Pufendorf, De Iure Naturae et Gentium Libri Octo, (1672), trans. Basil Kennet, v.d., The
Lawbook Exchange LTD, New Jersey, (2005), Bk. VII, ch. II, §13, para 672. 9 James R. Crawford, ‘’Statehood and Recognition’’, The Creation of States in International Law, Oxford
Scholarship Online: Feb (2010), DOI: 10.1093/acprof:oso/9780199228423.001.0001 10
Beril Dedeoğlu, v.d., Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul, 2005
5
“Tanıma esas itibariyle bir niyet sorunudur. Açık ve örtülü olabilir. Yapılmasındaki biçimin
özel bir önemi yoktur. Önemli olan tanımayı meydana getirecek olan işlemin, ya yeni devlete
yeni bir devlet olarak davranmak veya yeni hükümeti, idare ettiği hükümeti temsil yetkisini haiz
bir hükümet olarak kabul etmek ve onunla diplomatik ilişkileri devam ettirmek veya asilerin
durumunda, bunların muhariplik haklarını kullanmak yetkisini haiz olduklarını tanımak niyetini
açıkça ortaya koyan bir işlem olmasıdır. Yabancı bir devlet veya hükümetle resmi diplomatik
ilişkilerin kurulması dışında, normal olarak tanıma sonucunu doğurabilecek herhangi bir işlem,
bunu yapan hükümetin bu işlemin tanıma niyetiyle yapılmadığını açıkça belirtmesiyle bu
sonuçlarından mahrum edilebilir.”11
Tanımanın hukuki önemi ve siyasi bir niteliği vardır. Uluslararası ilişkilerdeki sürekli siyasi
değişikler sonucu, uluslararası hukuk düzeni dinamik bir yapıya sahiptir. Uluslararası toplumun
kimin hukuk kişiliğine sahip olarak kendisine katılacağını belirlemek ihtiyacı vardır. Bu
uluslararası ilişkilerin ilgili hukuk kuralları temelinde yürütülmesi gereğinin bir sonucudur.
Her ne kadar bir varlığın uluslararası hukukun kişisi olup olmadığına dair belli bir takım
kıstaslar önerilmiş ise de, uygulamada ancak uluslararası toplumun üyesi olan devletlerin olumlu
tepkisi, o varlığın uluslararası kişiliğinin tanınması sonucunu doğurmaktadır. Bu her bir devletin
tek taraflı ve ihtiyari bir tasarrufudur. Böyle olunca yeni kurulan devletler veya hükümetleri
tanımak, dışişlerini yürütme politikası haline gelmektedir ve tanımak ya da tanımamak, tanıyan
devlet bakımından siyasi nitelikte karardan başka bir şey değildir. Bazı ülkeler de tanımayı kendi
dış politikalarının bir aracı olarak yeni bir durumu uygun bulup bulmamanın ifadesi olarak
kullanmaktadırlar.
Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Hukuk Komisyonu eski üyesi ve Uluslararası Adalet
Divanı’nın eski bir hakimi olan Sir Hersch Lauterpacht devletlerin tanıma fonsyonu konusunda
şöyle ifade etmiştir: “milletlerarası münasebetlerde hukukla siyasetin bu kadar birbirine karıştığı
başka hiçbir mevzu yoktur.” Bazı müellifler de tanımanın veya tanımayı reddetmenin Devletler
11
M. Whiteman, Digest of İnternational Law, (1940), Vol-1, s.166
6
Hukuku ile alâkası olmadığını, bunun tamamen milletlerarası bir siyaset meselesi olduğunu
söylemişlerdir.
Amerika’lı bir diplomat olan Philip Marshall Brown ise şöyle yazmaktadır: ‘’Tanıma
mevzuundaki bütün izahlara ve nazariyelere rağmen hakikat bunun hiçbir kanunla tanzim
edilmemiş olduğudur.’’ Ancak, tanıma ve tanımama, tesirleri bakımından, hukuki olduklarından
başka fonksiyonu itibariyle de böyledirler. Camia menfaati mefhumu tanıma mevzuunda çok
açık bir tatbik sahası bulduğunu diyebiliriz.
Tanıma birkaç nedenle hukuken önemlidir. Uluslararası alanda, 1933 Montevideo Sözleşmesi
kıstaslarına göre, tanınan devletin, devlet olma niteliklerine sahip olduğunu ve diğer tanıyan
devletlerin, tanınan devlet veya hükümet ile uluslararası ilişkilere girmek isteğini göstermektedir.
Ayrıca, iç hukuk açısından bakılırsa, sadece tanınan devletlere, ilgili iç hukukta haklar bahşedilir
ve borçlar yüklenebilir. Tanıma hem teorik, hem de pratik güçlükler arzeder.
Devletlerin Tanınmasının Hukuki Etkilerine İlişkin Teoriler
Daha yukarıda söz ettiğimiz devletlerin (veya hükümetlerin) tanıma işlemine ilişkin günümüzde
iki teoriden bahsedebiliriz: Kurucu ve Beyan Edici (Açıklayıcı) tanıma teorisi. Bu teoriler,
tanımanın uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı mı, yoksa bir sonucu mu olduğu sorusuna
cevap verebilmektedir.
Kurucu Tanıma Teorisi:
19. yy'da pozitivizm ile gelişmiştir. Uluslararası hukuka uyma zorunluluğu, bireysel olarak
devletlerin o yöndeki iradesinden kaynaklanmaktadır. Yeni kurulan bir devlet, yeni uluslararası
yükümlülükler yaratmakta, bu da mevcut devletlerin bu yeni yükümlülükleri tanıma ihtiyacı
doğurmaktadır. Zira, her hukuk sistemi, kendi organları tarafından bu sistemin taraflarını bir
nihailik ve kesinlik ile belirlemek durumundadır. Uluslararası hukuk sisteminde bu organ sadece
tek başına veya topluca davranan devletlerdir. Bunların tespiti de, kesin hukuki etkiye sahiptir.
7
İşte bu yüzden, yeni devletlerin, mevcut devletler tarafından tanınması gerektiği anlamına
gelmektedir. Böylece tanıma, uluslararası kişilik kazanmanın bir şartı olarak görülmektedir.12
Ancak kurucu teori bazı noktalarda eleştirilmiştir. Yeni devletlerin tanınana kadar uluslararası
hukukta hak ve borçlara sahip olamayacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca, devletlerin
uygulaması, tanımanın aslında tanıyan devlet bakımından siyasi nitelikte bir karar olduğunu
göstermektedir. Öyleyse bir devletin hukuki statüsü neden bir başka devletin siyasi tercihine
bırakılsın? Yine devletlerin uygulaması, tanınmayan devlete tamamen kayıtsız kalmanın
mümkün olmadığını göstermektedir. Örneğin tanınmayan devletin hava sahasından izinsiz
geçilmez veya karasuları açık deniz değildir. Bir devletin uluslararası toplum tarafından
tanınması için kaç devlet tarafından tanınması gerekir? Bazı devlet tarafından tanınan ama
diğerleri tarafından tanınmayan yeni devletin uluslararası kişiliği çelişki de yaratmaktadır.
Gerçekten de kurucu teori, tanımayı tamamen siyasi niteliğe bürümektedir. İşte bu yüzden Sir
H. Lauterpacht, uluslararası hukuk tarafından öngörülen devlet olma şartlarına sahip bir varlığın,
mevcut devletler tarafından tanınması zorunluluğundan bahsetmiştir. Ancak devletlerin
uygulamasında, böyle bir tanıma yükümlülüğünün varlığına rastlanmamaktadır. Burada
Mançukuo, Kuzey Kore ve Doğu Almanya'nın tanınması gibi birkaç örnek verilebilir.
Beyan Edici (Açıklayıcı) Tanıma Teorisi
‘’Yeni bir devletin kurulması bir hukuk meselesi değil ama bir olay (gerçeklik meselesi)dir.’’ Bu
ifade giriş kısmında da kullanmıştır. Buna göre tanımanın, sadece bu gerçeği kabul ettiğini ve
formaliteden başka bir şey olmadığı bir anlam yüklediği söylenebilmektedir. Uluslararası
hukukta bir varlığın statüsü, onun başkaları tarafından tanınıp tanınmamasına değil, ama devlet
olmak niteliklerine sahip olmasına bağlıdır. Sir H. Lauterpacht’a göre: ‘’Tanıma, tanıyan
devletin tanıdığı devlet ile uluslararası ilişkilere girmek isteğini ifade eden bir siyasi eylemdir.’’
12
Lassa L. Oppenheim, International Law: volume i, Peace , (1905)
8
Uluslararası hukuki kişiliğin kazanılması ise, tanımadan bağımsız bir meseledir. Bu da, 1933
Montevideo Sözleşmesi’nin 3. ve 6. maddelerinden de çıkarılabilmektedir.13
Böyle, bu teorinin pratik gerçeklik ile biraz daha fazla uyum içerisinde olduğu söylenebilir. Bu
teori, tanımanın halihazırda var olan bir durumun diğer devletlerce sadece kabulü olduğunu ileri
sürmektedir. Yeni bir devlet, uluslararası hukukta devlet sıfatını diğer devletlerin rızası ile değil
ve fakat özel bir vaziyet/ özel bir fiili durum ile kazanacaktır. Böylece yeni devlet, kendisinin
vaziyetleri ile hukuken oluşacaktır ve diğer devletlerin tanıma prosedürlerini beklemek zorunda
da olmadığı görmekteyiz. Bu teori bize, uluslararası toplumdaki herhangi bir merkezi
klavuzluğun yokluğuna ya da zayıflığına ve devletin üstünlüğüne ilişkin pozitivist görüşünü
hatırlamaktadır. Yani “devletin üstünlüğü” ilkesi bu görüşe şekil verdiğini söylenebilmektedir.
Günlük pratik, bizi bu iki görüş arasında bir orta pozisyona götürür. Bir devletin bir diğerini
tanıma işlemi; önceki (tanıyan) devletin, sonraki (tanınan) devletin uluslararası hukukun
öngördüğü devlet olma şartlarını yerine getirdiğini kabul ettiğini gösterir. Elbette, tanımanın
önemli derecede politik olduğu ileri sürülmektedir. Tanıma, politik manada “kurucu” olduğu
söylenebilir. Zira, kurucu teori yeni birimi uluslararası toplumda bir devlet olarak seçmektedir ve
milletler toplumunca yeni bir politik durumun kabulü olduğunun delilidir. Ancak, tanıma işlemi
yasal olarak kurucu olduğu anlamına gelmemektedir. Zira, haklar ve ödevler tanımanın bir
sonucu olarak doğmamaktadırlarlar. Tanınmayan devletlerin de uluslararası hukuk gereğince
uyması gereken bazı yükümlülükleri olduğu gibi sınırlı da olsa yine uluslararası hukuktan
kaynaklanan hakları vardır.
Son yüzyıldan bu yana görülen uygulamalar kesin değildir; ancak bu uygulamaların arasında
açıklayıcı yaklaşımın, sözkonusu iki teori içinde daha ağır bastığı gözlenmektedir. Arap dünyası
ve İsrail, ABD ve belirli komünist uluslar arasındaki örneklerde olduğu gibi, muayyen nedenlerle
diğer devletleri tanımayı reddeden devletler, nadiren diğer tarafın uluslararası hukuk karşında
güçten ve yükümlülüklerden yoksun olduğunu ve yasal bir boşlukta var olduğunu iddia
13
Montevideo Convention on the Rights and Duties of States, Artic. 3, Artic.6., Montevideo, 26 Dec. 1933
9
etmektedirler. Bu tutum, hak ve görevlerin kendileri üzerinde bağlayıcı olduğundan çok,
tanımanın öncelikle politik sebepler dolayısıyla verilmediğidir. Eğer kurucu teori kabul edilmiş
olsaydı, bu tanınmamış devletin uluslararası hukuk kuralları ile bağlı olmayacağı anlamına
gelecektir. Ancak bu husus, devletlerin tanınma/tanımamasına ilişkin görüşlerinin hiç birinde
kabul edilmemiştir.
Doğal olarak, eğer bir birim, devlet olmaya ilişkin uluslararası hukukun şartlarını karşılarken
diğer hiçbir devlet tarafından tanınmaz ise, bu hiç kuşkusuz o birimin haklarını ve görevlerini
icra etmesini, özellikle de diplomatik ilişkilerin yokluğundan dolayı, engelleyecektir. Ancak bu,
devlet olmanın kendisine karşın kesin bir argüman anlamına da gelmemektedir.
Birinci Dünya Savaşının sonunu izleyen dönemde, Doğu ve Orta Avrupa’nın yeni devletlerinin
mahkemeleri kendi devletlerinin oluşmasının sadece Barış Andlaşmalarının bir sonucu
olmadığını ve fakat açıkça/fiilen bağımsızlık beyanlarından sonra olduğunu kabul etmiştir.
Mahkeme bir olayda, Versay Andlaşması’nda geçen Polonya’nın tanınmasının, “par lui-même”14
var olan devletlerce sadece beyan edici olarak kabul edildiğini işaret etmiştir. Ayrıca,
Yugoslavya Uluslararası Komisyonunca kurulan Tahkim Komisyonu 1991 yılındaki ilgili
kararında, “devletlerin varlığı ya da yokluğunun bir muamma” olduğunu ve “diğer devletlerin
tanıma gayretlerinin sadece beyan edici” olduğunu belirtmiştir.15
Birçok örnekte, yeni kurulan bir birim yahut hükümet kendisini emniyetsiz hissetmektedir .Bu
aşamada tanımanın çok önemli bir rol oynadığını görmekteyiz. Herhangi bir olayda, özellikle
durumların karışık olduğu ve farklı yorumlara açık olduğu bir zamanda, bir devlet tarafından
yapılan tanıma, tanımayı yapan o devletin “durumu (yeni bir devletin oluştuğunu) nasıl
anladığını” ve böylesi bir değerlendirmenin (devlet olduğunu kabulünün) kendisi üzerinde
bağlayıcı olduğunun beyanı anlamına gelmektedir. Eğer ki bu süre içerisinde şartlar köklü
şekilde değişmemiş ise tanıyan devlet, daha sonra tanıdığı durumu reddedemeyecektir. Bu
14
Fr: tek başına. 15
Daniel Bethlehem, Marc Weller, The Yugoslav Crisis in International Law: General Issues, Cambridge University
Press, New York, USA, (1997)
10
bağlamda, tanıma kurucu olabileceği söylenebilir. Gerçekten de, Yugoslavya Tahkim
Komisyonu bir görüşünde şöyle demiştir: “bir devletin diğer devletlerce tanınması sadece beyan
edici değeri haizken, böylesi tanıma, tanınan politik birimin bir gerçeklik olduğunun devletlerce
kabulüne delalat eder ve bu tanıma o devlete uluslararası hukuk alanında belli haklar ve
yükümlülükler verir.”16
Aksi yorum ile, var olan devletlerin büyük bir çoğunluğunca “yeni bir
devletin” tanınmaması durumu, böylesi bir birimin devlet olmak için gerekli şartları yerine
getirmediği görüşü için somut delil oluşturmaktadır.
Amerika Birleşik Devletlerin diğer devletleri tanıma konusunda uygulamasına bakacak olursak,
ABD, geleneksel olarak belirli durumların oluşmasına bakmıştır. Bu durumlar, açıkça sınırları
çizilmiş bir alanda ve nüfus üzerinde etkin kontrol, o alanın yönetiminde organize olmuş bir
hükümet, dış ilişkileri yürütebilmek ve uluslararası yükümlülükleri yerine getirmek için etkili
davranma kapasitesini ihtiva etmektedir. Birleşik Devletler ayrıca, o birimin uluslararası toplumu
oluşturan devletlerin tanımasını cezbedip cezbetmediğini de dikkate almaktadır.
Geçerli uygulamalar, insan hakları ve diğer bazı unsurları da içermektedir. Sözgelimi, Avrupa
Topluluğu 1991 yılında “Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki Yeni Devletlerin Tanınmasına
İlişkin Rehber İlkeler” başlıklı bir deklerasyon yayınlamıştı; ki burada yeni devletlerin tanınması
sürecine dair ortak bir tutum benimsenmişti. Özellikle not edilmişti, tanıma şunları
gerektiriyordu: “BM Şartı’na, hukukun üstünlüğüne, demokrasi ve insan haklarına saygı;
azınlıkların ve etnik ve ulusal grupların haklarını garanti altına alma…” Ayrıca Avrupa
Topluluğu Yugoslavya Beyanı’nı da yayınlanmıştır; ve burada Topluluk ve onun üye devletleri,
belirli şartları yerine getiren Yugoslav cumhuriyetlerini tanıyacaklarını kabul etmişlerdi.17
Burdan yola çıkarak, günümüzde hala tartışılmakta olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nın
ile Kosova’nın uluslararası camiada tanıma durumlarını karşılaştırarak ele alacağız. Bu iki
bölgenin de hareket noktası Self Determination ilkesi olmuştur.
16
A.g.e. 17
Malcolm N. Shaw, International Law, Cambridge University Press, (2003), p. 450
11
Self-Determination İlkesine Dayanarak Bağımsızlıklarını İlan Eden
KKTC’nin İle Kosova’nın Tanınma Sorunu
Kendi kaderini tayin etme hakkı anlamına gelen Self-Determination Right, uluslararası hukukta
dinamitlerle yüklü bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten self-determination birinci
dünya savaşına neden olan milliyetçilik prensibinin dayanağı olmuş, savaş ertesinde de Avrupa
siyasi coğrafyasını değiştirmiştir. Self-determination hakkının uluslararası belgelere ilk kez BM
Şart’ı ile girdiği görülmektedir.18
Self-determination prensibinin uygulanmasında en önemli sorun kimlerin halk olarak kabul
edileceği konusudur. 1960 tarihli sömürge toplumlarına bağımsızlık verilmesi hakkındaki BM
Genel Kurul kararı, yabancı bir yönetime tâbi olan toplumların Self-determination prensibine
istinat edebilmesini kabul ederek, bu karardan sonrası tarihlerde sömürgeler tasfiye olmaya
başladığını görünmüştür. Sömürge toplumları söz konusu bu deklarasyona istinat ederek
uluslararası camiaya bağımsız birer devlet olarak katılmışlardır.
Günümüzde ise, Self-determination ilkesi ağırlıklı olarak ülke sınırları içinde yaşayan farklı
etnik gruplar tarafından iddia edilmektedir. BM Antlaşması’nın en yüce ilkesi olan ‘devletlerin
toprak bütünlüğü ilkesi’ ile BM Antlaşması’nda yer alan bir ilke olarak Self-determination
prensibinin bağdaştırılması yöntemi 1970 tarihli ‘Devletler arasında dostça ilişkiler ve işbirliği’
başlığını taşıyan BM genel kurulu kararında öngörülmüştür. Bu karara göre Self-determination
prensibinin toprak bütünlüğü korunarak “İç Self-determination ” olarak etnik gruplara genel
iradeye katılma ve yine her etnik grubun kendi dini, etnik, kültürel özelliklerinin korunmasına
yönelik olanağı verilerek kullanılması mümkündür. Bu olanakların sağlanmaması özellikle
ayrımcılık, insan hakları ihlâlleri, söz konusu etnik grubun varlığının tehlikeye girmesi, adil
olmayan yönetim durumlarında nihai çare olarak (ultima ratio) “iç SDR”nin “dış SDR”ye
dönüşmesi söz konusu olmaktadır.
18
CHARTER OF THE UNITED NATIONS AND STATUTE OF THE INTERNATIONAL COURT OF JUSTICE, San Francisco, 1945, Articles: 1,55,73,76 https://treaties.un.org/doc/publication/ctc/uncharter.pdf
12
Bu durumlarda farklı etnik grupların bir arada yaşama (koexistenz) şansının kalmadığı, devletin
işlevini kaybettiği varsayılarak bağımsızlık, başka bir devletle birleşme veya başka bir devlete
katılarak Self-determinatin ilkesini kullanabilmesi söz konusu olabilmektedir. Tek taraflı
bağımsızlık ilânı mevcut devletin rızası dışında gerçekleşen bir durum olması nedeniyle
uluslararası hukukta tartışmalı ve devletlerin tanınması konusunu gündeme getiren bir konudur.
Kıbrıs bu çerçevede gündeme gelen örneklerden birini oluşturmaktadır. İki halkın ayrı ayrı
Self-determination ilkesini kullanarak adanın bölünmesi yerine, ortak olarak aynı devletin çatısı
altında iki halkın genel iradeye katılması ve yine kendi etnik, dini, kültürel konuları bakımından
muhtar yetkiler kullanması kabul edilmiştir. Ancak bu ortaklık kısa zaman içinde işlevini
kaybetmiştir ve Kıbrıs Türklerinin 1983’te kendi bağımsız devletlerini ilân etmesine yol
açmıştır. Bu tablo iç SDR’nin dış SDR’ye nasıl dönüştüğünü gösteren somut bir örnektir.19
KKTC’nin ilânının hemen ertesinde BM Güvenlik Konseyi bir karar alarak, 1960 Kıbrıs
Cumhuriyetinin toprak bütünlüğünün altını çizerek, uluslararası camiaya KKTC tarafından ilân
edilen bağımsızlığın tanınmaması çağrısını yapmıştır.
Kosova örneğine geçtiğimizde Kosova’nın 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını tek taraflı olarak
ilân ettiğini görüyoruz. Kosova 17 Şubat 2008’e kadar Uluslararası Hukuk ve Sırbistan anayasası
ışığında Sırbistan’ın toprak bütünlüğü içinde yer alan muhtar bir bölgeydi. Kosova’ya 1974’te
verilen muhtariyetin 1989’da geri alınması Arnavutlar ve Sırp’lılar arasında sürtüşmeyi başlatmış
ve bu sürtüşme yoğunlaşarak insan hakları ihlâlleri ve etnik temizliğe kadar varmıştır. 1999’da
Kosova’ya NATO müdahalesi cereyan etmiş ve bunun ertesinde de 1999’da BM Güvenlik
Konseyi toplanarak 1244 sayılı kararı alınmıştır. Bu karar ile yetkilendirilen BM yönetimi
periyodunu takip eden Kosova 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu ilan,
Sırbistan tarafından reddedilmiştir. Kosova’nın bağımsızlığının tanınması sorusu ile ilgili olarak
uluslararası toplum bölünmüştür. Kosova; ABD, Birleşik Krallık, Almanya, Türkiye ve AB
devletlerinin tarafınca tanınmıştır. Diğer taraftan, Rusya ve Sırbistan, tıpkı İspanya ve
19
Michael Jewkes – KU Leuven, The Exercise of Self-Determination: External and Internal Dimensions,
http://www.unpo.org/downloads/877.pdf
13
Yunanistan gibi, tanımaya karşı olduklarını açıkça belirtmişlerdir. Benzer şekilde, geçerli
koşullarda bir çok devlet Kosova’yı tanırken diğer bir sayı da tanımamıştır. Bu durumda örneğin
Rusya veto gücünden ötürü karşı görüşünü kaldırana dek Kosova’nın BM’ye girmesi mümkün
değildir. Kosova’yı tanıyan devletler20
için, sonrası uluslararası toplumda ve tanıyan devletlerin
yasal sistemleri içerisinde devlet olmanın tüm sorumlulukları ve ayrıcalıkları söz konusu
olacaktır. Böylece, tanıyan devletler ile tanınan devlet arasındaki ilişkiler uluslararası hukuk
ışığında devam etmektedir.
KKTC örneğine döndüğümüzde ise tanınması girişimleri çerçevesinde kullanılması mümkünken
gündeme gelmemesi nedenlerini özellikle uluslararası camianın Kosova’nın bağımsızlığına
verdiği destekte ve Kosovalıların bağımsızlık konusundaki kararlıklarında aramak
gerekmektedir.21
20
Kosova, 111 BM üye tarafından tanınmıştır. ‘’ Formally Recognized by 111 UN Member states’’, http://www.kosovothanksyou.com/ (23.10.2015) 21
F. Arsava, Tartişma Platformu / Discussion Platform, Kosova, Güney Osetya, Abhazya Ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneklerinde Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Değerlendirilmesi, p.198
14
Kaynakça:
Crawford, James R.: The Creation of States in International Law, Oxford
Scholarship Online: Feb (2010)
DOI:10.1093/acprof:oso/9780199228423.001.0001
Oppenheim, Lassa L.: International Law: volume i, Peace , (1905)
Grotius, Hugo: De Iure Belli ac Pacis, (1646), trans. A.C. Campbell, A.M.,
Batoche Books, Canada, (2001) Bk. I
Pufendorf, Samuel: De Iure Naturae et Gentium Libri Octo, (1672), trans. Basil
Kennet, v.d., The Lawbook Exchange LTD, New Jersey, (2005), Bk. VII
Beril Dedeoğlu, v.d., Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, İstanbul, 2005
Whiteman, M.: Digest of İnternational Law, (1940), Vol-1
Montevideo Convention on the Rights and Duties of States, Montevideo, 26 Dec.
1933
Bethlehem, Daniel; Weller Marc: The Yugoslav Crisis in International Law:
General Issues, Cambridge University Press, New York, USA, (1997)
Shaw, Malcolm N.: International Law, Cambridge University Press, (2003)
Charter Of The Unıted Natıons And Statute Of The Internatıonal Court Of Justıce,
San Francisco, (1945) https://treaties.un.org/doc/publication/ctc/uncharter.pdf
Jewkes, Michael – KU Leuven: The Exercise of Self-Determination: External and
Internal Dimensions, http://www.unpo.org/downloads/877.pdf
Arsava, F.: Tartişma Platformu / Discussion Platform, Kosova, Güney Osetya,
Abhazya Ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Örneklerinde Kendi Kaderini Tayin
Etme Hakkının Değerlendirilmesi
Top Related