Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14
-
Upload
yolsiyasidergi -
Category
Documents
-
view
232 -
download
7
description
Transcript of Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14
✓ Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu
✓ Sol krizini aşar mı?✓ Yeni dönemde sınıf çalışmasına
bakışımız üzerine
Kemalizm, orduculuk ve Teori ve Politika'nın
Kıvılcımlı eleştrileri üzerine
Eğitim-Sen makus talihini nasıl yenebilir?
Sözü yasaklanmış bir halk Edebiyatçısı;
Mehmet Uzun
Güncel Venezüella ikili iktidarı
içindekiler
Yaklaşan dönüm noktası ...2
Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu
Mehmet Vılmazer ...ö Sol krizini aşar mı?
M.Sinan ...15Yeni dönemde sınıf çalışmasına bakışımız üzerineM. Sinan...40
Kemalizm, orduculukve Teori ve Politika’nm
Kıvılcımlı eleştrileri üzerine Selim Hırali ...20
Çağrı merkezlerinde örgütlenmeRöportaj...49
â vm km. m n e mo um m a» u s u m
GM Grevi ve sonrası
M. RkyoL.52
Güncel Venezüella İktidarı
Ayşe Tansever ...55 Şimdilik
Ayşe Tansever...65 Sözü yasaklanmış bir halkın edebiyatçısı ...69
TKP nereye Fikret Kızılton ...72
Eğitim-Sen makus halini nasıl yenebilir
Mert Büyükkarabacak.,,46Malikleşme süreci ve varoşta siyaset
Utku Balaban ...75
Y O L’a D evamYol, bir yıldır yayınına ara vermişti. Dergimizi takip edenler açısından çıkış
periyodundaki aksamalar sürpriz olmasa gerek! Yol’un yayınlanmasındaki kesintiler ve biçimsel değişimler, aslında siyasi geleneğimizin yaşadığı kırılma noktalarının ve dönüşümlerin bir yansıması olmuştur. Aralardaki boşluklar ise bazen yoğunlaşan pratiğin bazen de yaşanılan krizlerin sonucudur. Ne yazık ki bu son kesintinin iş yoğunluğuyla bir ilgisi yok. Yaşadığımız krizle ilgili. Bu konuda gerekli açıklama sayfalarımızda yer alıyor.
Yol’un ilk yayınlandığı 1987 yılının üzerinden 20 yıl geçti. İnsan ömrü için hayli uzun sayılabilecek bu sürede dünyada, Türkiye’de ve sol hareketin kendisinde büyük değişimler yaşandı. Yol asıl olarak bu değişimleri anlama ve devrimci bir siyaseti yeni koşullarda yeniden üretme imkânları üzerine yoğunlaştı.
1970’li yıllarda Kıvılcım dergisinin temsil ettiği siyasi çizgi, 12 Eylül’ün ardından Çağdaş Yol’la sürdü. 1990’dan sonra dergimiz, Yol ismi ile teorik bir yayın olarak çıkmaya devam etti. 1993 sonrasında hareketimizin yaşadığı krizin bir yansıması olarak Yol, yayınına 4 yıl ara verdi. 1997’de çıkan 6. sayı ise “3. dönem tezleri” ile yeni bir mücadele döneminin manifestosu oldu. 1997’den 2000’e kadarki ara krizin ardından yoğunlaşan yoğun pratiğin bir sonucuydu. Nitekim Yol, 2000 yılından itibaren aralıklı da olsa düzenli olarak yayınlandı. 2005’den itibaren ise daha güncel ve iki aylık bir yayın haline geldi.
Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik ve siyasi mirasından ilham alarak yola çıkan geleneğimiz, çeşitli kırılmalarla, bunalımlarla, yeniden doğuşlarla ve değişen kuşaklarla sınıf hareketi içersinde devrimci bir damar olarak bugüne ulaştı. Örgütsel anlamdaki tüm zaaflarına ve yetmezliklerine karşın, Türkiye sol hareketi içersinde her zaman sosyal şovenizme, liberalizme, dogmatizme, erkek egemen eğilimlere ve orta sınıf yaklaşımlara karşı işçi sınıfının, yoksulların ve tüm ezilenler için bir eylem kılavuzu olmayı amaçladı. Bunu ne kadar gerçekleştirebildiğimiz okuyucularımızın takdirindedir.
Yolun bu sayısı arkada bıraktığımız bir mücadele döneminin son sayısıdır. Bu yüzden geçmişin muhasebesi önemli bir yer tutmaktadır. Bu muhasebe bütün açıklığıyla sayfalarımızda yer alıyor. Yanlışlarımızı ve zaaflarımızı cesurca ortaya koymanın onları aşmanın ilk adımı olduğunu biliyor ve bu inançla geleceğe bakıyoruz.
Bir sonraki sayımız ise, önümüzdeki dönemin olanaklarına ve arayışlarına odaklanacak. Mart 2008’den itibaren Yol, yeni biçimiyle teorik bir dergi olarak yayın hayatına devam edecek. Durmadan, bıkmadan, sızlanmadan yola devam diyoruz!
Yolumuz direniş, hedefimiz halk iktidarı.
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 e-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
Bölge ve Türkiye
Y a k la ş a n d ö n ü mM. Yılmazer
Kasım başında gerçekleşen Washington görüşmesinden sonra bir bekleyiş dönemine girildi. Bu görüşmeden sonra bazı dikkat çeken değişimler yaşanmaktadır. Güneydeki Kürt yönetiminin tavrında PKK’ye karşı bazı değişimler gerçekleşmiştir. Öte yandan, bu konuda şahin olan CHP’nin Barzani yönetimine karşı tavrındaki yumuşama dikkat çekicidir. Medya kazanının kaynatmalarına inanacak olursak Washington kaynaklı “PKK’yi tasfiye planı” işlemeye başlamıştır. Merakla bu “tasfiye”nin nasıl gerçekleşeceği bekleniyor. Erdoğan’ın deyimiyle Bush’la yapılan “mahrem” anlaşmaları bilmiyoruz. Ancak şu kadarı yeterince açıktır. Washington görüşmesinden Erdoğan oldukça “memnun” ayrılmışken, paşalar aynı ölçüde memnun değildi. Buradan, Beyaz Saray’dan çok sınırlı bir operasyon izni çıktığı anlaşılıyor.
Operasyon üzerine yaşanan bütün bu yoğun gerilimden sonra iki olgu açıkça ortaya çıkmıştır. İlki, bir operasyon olacaksa ABD’nin belirlediği sınırlarda olacaktır. İkincisi, askeri operasyonun soruna çözüm getirmeyeceği asker, sivil hemen bütün yetkililerin dilinden düşmeyen bir tespit haline gelmiştir. Bu gerçeklerden çıkarılabilecek sonuç, artık “Kürt sorunu”nun böyle devam edemeyeceğidir. Olayların birikimi sorun için yeni bir aşamayı dayatıyor. Ancak bu aşamada ortada “yeni” bir yaklaşım görülmüyor. Medyada sözü edilen “büyük plan” eski tavır
ların tekrarından başka bir şey değildir. Özeti “PKK’ye silah bıraktırmak”tır. Amaç bu hareketin askeri ve siyasi olarak tasfiye edilmesidir. Bugüne kadar gerçekleştirilemeyen bu tasfiye, şimdi ABD ve Kürt Federe yönetiminin “yardımıyla” mı gerçekleşecektir? Burada açık bir şekilde bölge dengeleri ve bu konuda yapılan pazarlıklar alanına girilir. Bu anlamda “PKK sorunu” çoktandır bölge sorunudur ve bölgedeki dengeler dikkate alınmadan anlaşılması ve çözümü mümkün değildir.
Yeni Dünya Düzeni ve bölgede son durumYDD’nin son durumunu iyi gör
mek gerekiyor. 11 Eylül’de ikiz kulelere saldırıdan sonra ABD, Clinton dönemindeki strateji tartışmalarına son vererek dünyanın tek başına yönetimine soyundu. Buna “tek kutuplu dünya” denildi. Eğer ABD’nin Irak işgali Bush yönetiminin beklediği gibi gerçekleşseydi, bugün tek kutuplu bir dünyada yaşıyor olacaktık. Irak’a “demokrasi” getirildikten sonra, İran ve Suriye tasfiye edilecek, hatta Suudi Arabistan bile “demokrasiye geçişe” zorlanacaktı. ABD, Ortadoğu bölgesindeki kesin zaferlerinden güç alarak, Latin Amerika’ya ve sonra da büyük hedef Çin’e yönelecekti. Olaylar bu şekilde yaşansaydı, böyle bir dünya gerçekten “süper gücün” oyun sahnesine dönüşür, onun tek başına yönettiği bir dünya olurdu. Fakat ABD’nin Irak bataklığına saplanması, buna
NOKTASI
bağlı olarak Çin ve Rusya’nın hızla toparlanarak dünya politikasının aktörleri arasına girmeleri tabloyu değiştirmiştir. Bu değişikliği Putin, 2007 yılı başında Münih’de Avrupa Güvenlik Konferansı’nda açıkça vurguladı ve artık “çok kutuplu bir dünyada” yaşadığımızı ilan etti. Bu gerçeklik Amerikan düşünce tanklarının yayınlarına bakılınca hemen görülebilir. Ana konu Irak’tan çok Çin’in ve Rusya’nın yükselişidir.
“Çok kutuplu dünya” gelecek günlerin “düzeni” olacak! Ancak böyle bir dünyanın nasıl bir şey olacağını kimse bilmiyor. Bölgesel ve merkezler seviyesinde çekişme ve çatışmaların yükseleceği, hatta insanlığı yeni bir dünya savaşına kadar sürükleme potansiyeline sahip bir dünya! Bu dünyanın en sıcak alanı şimdilik Ortadoğu’dur. Ancak dünyada gerilimin her an yükselebileceği başka kritik bölgeler de vardır. Merkez Asya bunların başında geliyor. Çok kutuplu dünyada katılaşmış saflar görmek yanıltıcı olabilir. Fakat yumuşak saflaşmaların olduğu da artık bir gerçekliktir. Karmaşık görünen dünyada aslında durum son derece basittir. ABD “imparatorluğu” başlıca yüksek teknikli silah üstünlüğüne ve mali (dolar) egemenliğe dayanıyor. Bu egemenliğini sürdürebilmesi için enerji kaynaklarını elinin altında tutabildiği, öte yandan “barışçıl ekonomik rekabetin hüküm sürüdüğü” değil, gerilimli-denetle- nebilir savaşların yaşandığı bir dünya ABD çıkarlarından yanadır.
2
ARALIK-OCAK-ŞU BAT C J O İ
ABD’nin silah harcamaları, kendinden sonra gelen gelişmiş on beş ülkenin toplamından fazladır. Washington, “rekabeti” kendi üstün olduğu alanlara çekiyor. Bu alandaki rekabetin dünyayı büyük risklerin içine ittiği yeterince açıktır.
Irak’ın işgalinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra güç dengelerinde bazı kaymalardan söz etmek mümkündür. Savaş başlangıcında AB ve ABD arasındaki ilişkiler oldukça gerilmiştir. Son günlerde ise ABD Fransa yakınlaşması ve hatta İran konusunda Almanya’nın yavaş yavaş Amerikan önerilerine yaklaşması nasıl yorumlanabilir? AB, Atlantik’in öbür yakasındaki “dostunun” daha fazla hırpalanmasını göze alamıyor. Böyle bir gelişme kendi geleceği için de belirsizlikler yaratır. Bir yandan, mevzi kaybeden Amerika’dan kendi çıkarları doğrultusunda daha fazla taviz alma umudu; öte yandan, Amerika’nın risk yaratacak ölçüde konum kaybını engellemek için, Irak savaşının başlangıcındaki ilişkilerde belli bir değişim vardır. Fakat bu değişim, güç merkezleri arasındaki bit
mek bilmeyen bilek güreşinin esas özelliğinde bir değişim anlamına gelmiyor.
Ortadoğu bölgesinde, Irak içindeki güçler dengesi bir yanıylabölgedeki dengeleri de yansıtmaktadır. ABD, Kürt-Şii ittifakıyla yapacaklarının sınırına gelip dayandığı için, devreye eski Baasçıları- yani Sunnileri- sokmaya çalışmaktadır. “Şii ekseni” aynı zamanda hem Rusya hem de Çin’le ilişkilidir. Bölgede yakın gelecekte taşlar yeniden dizilecektir. Taşların yeniden dizilmesinde kilit halka bilindiği gibi İran’dır. İran’ı Amerikan çıkarlarına boyun eğen bir konuma getirmek mümkün müdür? ABD bu yolda hangi riskleri göze alabilir? Bölgedeki dengelerin yakın gelecekte yeniden şekillenmesi yolunda önemli gerilimlerin yaşanacağı çok açıktır. ABD, Irak’ın işgaliyle bölge için hedeflerine tam anlamıyla ulaşamadı; üstelik her geçen gün hedefleri daha fazla riske girmektedir. “Amerikan çıkarları”nın mantığı gereği tersine gidişi durdurmak gerekir. Böyle kritik bir
süreçte ABD, İran adımını atmadan önce güç hesaplarını yeniden düzenleme yolundadır. Sarkozi’nin savaşa bile destek vermesi bölge dengeleri açısından ABD için sorunu fazlaca kolaylaştırmıyor. İngiltere’nin yapamadığını Fransa’nın üstlenmesi hemen hemen imkânsızdır. ABD, bölgedeki tıkanmasını aşmak için bir bakıma umutsuz çabalar içindedir. Filistin- İsrail anlaşmasını gündeme getirmesi, bölgedeki gerilimi düşürme taktiğidir, ancak Hamas’ın tasfiyesine dayandığı için yürüme şansı yoktur. Sonuç olarak ABD, bölgede Irak’ın işgalini başlangıç olarak alırsak beş yıla yakın zamandır oturtamadığı dengeleri-böyle sürüp gidemeyeceği için-yeniden kurma yolunda bir dönüm noktasına yaklaşıyor. Ve bu operasyonda kilit noktası İran’dır.
Bölge dengeleri ve Türkiye
Soğuk savaş yıllarında, kendisi bölge ülkesi olsa da, Türkiye’nin rolü Sovyetlere karşı bir NATO ülkesi
3
^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT
olmaktı. Dengeler altüst olunca Türkiye, istediği kadar AB yolunda olduğunu söylesin artık bölge dengeleri içinde davranmakla yüz yüze gelmiştir. 91 Körfez savaşında Özal’ın kurduğu düşlerin yıkılması temelli bir gerçekliği ortaya koymuştur. Türkiye’nin ünlü stratejik önemi, yeni koşullarda hala ne ölçüde geçer- liydi? Türkiye, Sovyetlerin yıkılışının ilk artçı etkileri çok canlıyken, ateş çemberinin içinde -Balkanlar, Merkez Asya ve Ortadoğu-büyük bir role sahip olabileceğini düşündü. Ancak bu ateş çemberinin her köşesinin bir egemeni vardı ve Türkiye’ye bu yolda önemli bir rol düşmedi. Balkanlar’daki ateş yatıştı, Merkez Asya’da ABD etkisi hızla geriledi. Ortadoğu’da ise ateş hala yanıyor ve bu yangın artacağa da benziyor.
Eğer Irak’ın işgali Bush yönetiminin beklediği gibi gerçekleşseydi, bugün Türkiye’nin stratejik önemi diye bir kavram çoktan rafa kalkmış olacaktı. Şu çok açık bir gerçekliktir, ABD, Irak’ta ne ölçüde batağa saplanırsa Türkiye’nin stratejik önemi de o ölçüde yeniden yükselmektedir. Ancak bu yükselişin ABD çıkarlarıyla bağlantısı ters yönlüdür. Irak batağında sıkıştığı için ABD, 2005 yılı sonundan beri “tezkere kazasını” unuttuk demektedir. Bunun henüz
somut bir karşılığı olmasa da, bu yaklaşımın anlamı yeterince açıktır.
Türkiye’nin bölgedeki konumuna artık eski denklemlerden bakmanın bir anlamı yoktur. Yeni Dünya Düzeni’nin getirdiği iki temel farklılık çok önemlidir. Bölgede ABD çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarları önemli noktalarda çatışmaktadır. İkincisi, Yeni Dünya Düzeni Bush’un özlediği gibi tek kutuplu değil, Pu- tin’in dediği gibi çok kutuplu şekillenmektedir. Bu iki önemli gerçeklik nedeniyle ikinci dünya savaşı sonrası Türkiye dış politikasında ilk kez farklı bir zemin şekillenmektedir. Türkiye bölgede kendi ağırlığına göre bir rol oynamaya soyunmaktadır. Türk dış politikası açısından soğuk savaş yıllarının alışkanlıklarının dışına bu çıkış ne kolay ne de gönüllü olarak istediği bir şeydir. Dünyanın ve bölgenin koşullarındaki radikal değişimler böyle sonuçlar yaratmaktadır. Bu değişim devlet katlarında önemli sancı ve tartışmalar üretmektedir.
90 sonrası yıllara baktığımızda, ilk yıllar Özal’ın Amerika’nın bir dediğini iki etmeden politika yapma yıllarıydı. Böylece Türkiye’ye Merkez Asya’dan Çin Seddi’ne kadar bir yol açılacağını umuyordu. Bu bek
lentilerin sonu büyük düş kırıklıkları oldu. Ardından Kürt hareketiyle sürüp giden savaş nedeniyle Türkiye’nin bir on yıl içine kapandığı bir dönem geldi. Bu yıllar aynı zamanda bölgede ABD ile sorunların birikmeye başladığı yıllar oldu. Bu birikimin patlama noktası Irak’ın işgali sırasında yaşananlar olmuştur. Soğuk savaşın sona erişinden beri Türk devleti ilk kez kendini Irak’ın işgalinden sonra alışıldık dış politika kalıplarının dışına çıkmaya zorlanan bir konumda bulmuştur. Sık sık devlet katlarında ve politikacılar arasında tartışma konusu olan “Türkiye’nin bir Irak politikası olup olmadığı” sorunu aslında bu köklü dış politika değişimine zorlanmanın sonucudur.
Bugün Türk egemenleri katında sınırları katılaşmamış olsa da iki farklı stratejiden söz etmek mümkündür. Ulusal ve neoliberal strateji olarak adlandırılabilecek bu stratejilerin temel ayrılık noktası birincisinin askeri güce ağırlık vererek bölgeye müdahale etmeyi hedeflemesi, neoliberal stratejinin ise ekonomik yönelimlerle etki alanını arttırmaya dayanıyor olmasıdır.
Gelinen son noktaWashington’da PKK odaklı
yürütülen pazarlıkların geniş bir arka planı olduğu biliniyor. Güneydeki Kürt Federe yönetiminden İran ve Suriye’ye karşı alınacak tavra kadar uzanan alan, ABD çıkarları açısından büyük önem taşıyor. Bu noktalarda ABD ve Türkiye’nin çıkarları çatışmaktadır. Kürdistan’ın adım adım doğuşunu sadece eli kolu bağlı izliyor konumunda kalmak Türk devleti açısından katlanılamaz noktalara gelmiştir. Türk devletinin bölgedeki dengeleri değiştirmeye gücü yetmeyeceği için, asgari taktik hedefi güneydeki Kürt Federe yönetimini istikrarsızlaştırmak, iradesini kırmaktır. “PKK sorunu”, Türk devleti için artık, pazarlıkta böyle bir kapsam içindedir. Kürt Federe Yönetimin i-
4
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
radesi bir biçimde kırılmalıdır, yarın Kerkük sorunu geldiğinde benzer bilek güreşi yeniden başlayacaktır.
Türk devleti için bölgede kendi çıkarlarını korumak açısından ABD ile pazarlık yapabileceği belki de en uygun zaman aralığı yaşadığımız günlerdir. Irak’ta yeterince bunalan ABD, Kürt-Şi-i ittifakıyla belli bir tıkanma noktasına gelmiştir; öte yandan İran’a yönelik bir hazırlık içindeyken güçlerin dizilişini yeniden düzenlemek zorundadır. Bu koşullar Türk devleti için uygun pazarlık ortamını yaratıyor.
PKK açısından dengelere bakıldığında, 1999’daki strateji değişikliğinden beri yeni bir mevzi kazanamadığı gibi sinsi, yavaş bir erozyon sürecine girmiştir. Irak’ın işgali PKK’ye de bir soluk aldırtsa da, bölgede Kürt sorununda yetki ve etki gücü Barzani’ye geçmiştir. Etkisizleşmeye karşı PKK, stratejisini değiştirmese de, zaman zaman çatışmaları yükselterek konum kaybını engellemeye çalışmaktadır. 2000 yılı sonrası süreçte bunu iki kez etkili biçimde yapmıştır. İlki 2005 Ekim başında AB görüşmelerine başlanmadan önce çatışmalar ve buna bağlı olarak linçler yükselmiş, ortalık göz gözü görmek hale gelmiştir. Taktik amaç, Kürt sorununda Türkiye’nin üzerindeki baskıları AB görüşmeleri sırasında arttırmaktır. Bu süreçte benzer taktik, 2007 seçimleri sırasında yeniden uygulanmıştır. Seçim sonuçlarındaki kayıp ve hükümetin PKK’yi siyasal ve ideolojik yollardan tasfiye hazırlıkları açığa çıkınca seçimlerden bir müddet sonra PKK eylemlilikleri yeniden yükselmiştir. Bu eylemlerin, motive edilmiş medya marifetiyle toplumda bir “şok” etkisi yaratması sağlanmıştır. Olaylar bugünkü noktaya gelmiştir. PKK’nin, sonuçta kendi tasfiye riskini doğuracak bir taktik uygulamayı neden tercih ettiği akıllara gelen bir sorudur. Elbette PKK’nin böyle bir tercihi o
lamaz. AKP’nin seçim zaferinden aldığı güçle kendi yöntemleriyle Kürt Hareketi’ni eritme hazırlıklarına karşı bir uyarı anlamını taşıyan PKK’nin taktikleri, Türk devletinin büyük boyutlu bir karşı tasfiye taktiği ile karşılık buldu.
SonuçWashington pazarlıklarında, o
perasyona ve PKK’nin (nasıl gerçekleşeceği belli olmayan) tasfiyesine karşılık güneydeki yönetimin tanınması konusunda mutabakata varıldığı sık sık yapılan yorumlardandır. Böyle bir mutabakatın sağlanması olayın karakteri gereği mümkün değildir. İki nedenle: ABD ve Kürt yönetimi PKK’nin tasfiyesini gerçekleştiremez. Öte yandan, bölge dengeleri ve dengelerin hassaslığı dikkate alındığında Türk devleti bir tek “PKK kartına”, Kürdistan’ın tanınmasına evet diyemez. İlk işaretler, bir uzlaşma
görüntüsü verse de bu konuda sadece bir başlangıçtan söz edilebilir. Doğmakta olan Kürdistan üzerinde ABD ile Türk devleti arasındaki bilek güreşi devam edecektir.
Fakat diğer yandan, PKK sorununda yeni bir döneme girildiğinin önemli işaretleri vardır. Askeri uygulamalar bir kez daha yapıldıktan sonra, bu sorun konusunda Türk devleti üzerinde hem uluslar arası, hem iç politik baskı artacaktır. Yeni aşamaya: siyasal, kültürel ve ekonomik uygulamaların daha fazla ağırlık kazanacağı bir aşamaya geçilme olasılığı artmaktadır. Ancak yine medyada sık sık söylendiği gibi bu konuda “büyük bir plan” olduğu tam bir uydurmadır. Böyle bir plan yoktur, yine el yordamıyla yü- rünecektir. Ortaya uygulanabilir plan çıkması için tarafların görüşüp bir noktada uzlaşması gerektiği çok açıktır. Taraflardan kastı
mız, ulusal ve neoliberal strateji sahipleri-derin devlet ve sivil iktidar- ve Kürt Hareketi’dir. İki egemen zümre Kürt sorununda aynı zeminde durmuyor. Ayrıca her ikisi de gerçek muhatap olan Kürt Hareketi’ni yok saymakta hemfikirdirler. Yani her zaman yapıldığı gibi Kürt Hareketi’nin iradesi “plan dışı” tutulmaktadır. Üstelik DTP’nin kapatılması süreci açılarak, politik alanda devletin “kendi Kürtlerini” sahaya sürme çalışmalarına girişmesi, sadece yolu tıkayan etkiler yaratabilir.
Kürt hareketi kritik bir sürece giriyor. Taraflar kritik bir dönüm noktasına doğru ilerliyor. Türk devleti çıtayı bu kadar yükselttikten sonra, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Yoksa kendi deyimleriyle “tüm caydırıcılıklarını” kaybederler. ABD, oyalama taktiklerinin bir tıkanma noktasına geldi
ğini gördü. Böl
“gönlünü hoş etmesi” mümkün değil. Türk devletiyle yapılan pazarlıkların taraflar açısından etkin sonuçlara varmadığı anlaşılıyor. Türk devletine operasyon yolunu açıp, sonra da “bu hakkını kullandın” diyerek, siyasal alana zorlamaların yapılması büyük bir olasılıktır. ABD’nin Türkiye’yi bölge stratejik hedeflerine yaklaştırma amacından vazgeçmeyeceği kesindir. Bu hedefe hangi yollardan ilerleyeceğini bilemeyiz, ancak gerilimi çok yüksek bir yol olduğu açıktır.
Kürt Hareketi’nin tasfiye edilmesi yolunda çığlıklar her yandan yükselmektedir. Bu kritik süreçte bazı mevzi kayıpları yaşanabilir; ancak bu zorlu süreçten en az kayıpla çıkılabilirse, zayıflayan demokrasi mücadelesi önemli bir güç kazanacaktır. 30.11.07
İki egemen zümre Kürt sorununda aynı zeminde durmuyor. Ayrıca her ikisi de gerçek muhatap olan Kürt Hareke- ti'ni yok saymakta hemfikirdirler. Yani her zaman yapıldığı
gibi Kürt Hareketi'nin iradesi "plan dışı" tutulmaktadır.
gedeki tıkanmayı aşmak için güçlerin yeniden düzen lenm esinde bazı adımlar atmaya zorlanıyor ve hazırlanıyor.
Ancak bunu yaparken herkesin
5
YAŞADIĞIMIZ KRİZ VE
ÇIKIŞ YDLÜ
M. Yılmazer
Hareketimiz bu yılın başlarında önemli bir krizin içine girdi. Bu kriz sırasında hem kadro kaybına uğradı, hem de maddi imkânlarını kaybetti. Ancak bunlardan çok daha önemlisi krizin yaşanma sürecinin özelliklerinden dolayı büyük bir moral kayba uğradı. Son krizin tarihimizde yaşanan en derin kriz olduğunu tespit etmek zorundayız. Olay bir kaç soysuzun inanılmaz entrikalarla yapıdan ayrılmasından ibaret değildir. Kriz, hareketimiz için kendi durumunu görmede insafsız bir ayna rolü oynamıştır. Bugüne kadar “işlerin bir biçimde yürüdüğünü” sanarak, alınması gereken tedbirleri sürekli erteleyerek geldiğimiz noktada, yaşanan olayların niteliğinden dolayı her üye kendisine “gerçekten bir örgüt olup olmadığımızı” sormak zorunda kalmıştır. Yaşanan olayların niteliğine bakarsak, aslında pek çoğu hiç de aniden ortaya çıkan sürprizler değildir. Tüm yaşananlar kör göze batar- casına “geliyorum” diyerek patlak vermiştir. Bu gerçeklikten dolayı yaşadığımız kriz çok derin ve yıkıcı köklere sahiptir. Gidenlerin gücü ve etkisi açısından değil, onlara bu ortamı sağlayan deforme olmuş örgüt yapısı ve erozyona uğramış örgüt bilincinden dolayıdır. Bu nedenle, kriz, gidenlerin düzen içine savrulmasıyla bitmiş değildir. Krizin gerçek kökleri hareketin yapısından kaynaklandığı için onu aşma ve etki
lerini süpürme kavgası devam ediyor. Bu süreç çok iyi yönetilmediği takdirde yıllardır içimizde taşıdığımız ve hatta hareketin tüm damarlarına sızmış olan zehir, yapıyı sık sık bitkin düşürebilir. Böyle hatalar yapma lüksümüz artık yoktur, bundan sonra krizi tetikleyen hataların tekrarı harekette düzeltilmesi imkânsız büyük yıkımlara yok açar ve tasfiyeyle yüz yüze getirir. Hareketimiz düzlükte değil uçurumun kenarında yürüyor. Aslında politikada taktik zenginlik kazanmak ve sıçramalı büyüyebilmek için zaman zaman uçurumun kenarında yürümeyi bilmek ve göze almak gereklidir. Ancak şu anda yaşadığımızın bununla hiçbir ilgisi yoktur. Hareket önüne koyduğu görevleri yerine getiremediği için, düzenin güçlü anaforu ve kendi zaaflarının büyümesiyle tüm yapısıyla uçurumun kenarına itilmiştir.
-I
Yaşanan krizin tarihsel kökleri ve krizi tetikleyen
esas nedenBildiğimiz gibi 96 krizinde hare
ketten kopma sırasında keskin çığlıklar atsalar da, liberal bir kanat ortaya çıkmıştır. Kopanların nasıl bir liberal yolculuk yaptıklarını ve hala bu yolda yürümeye devam ettiklerini
biliyoruz. Bu siyasal zemin yapıya gökten inmemiş, onun içinden doğup gelişmiş ve bir kopmayla sonuçlanmıştır. Düzenin 12 Eylül sonrası sol liberalizmi sürekli körüklediği biliniyor. Hareket içinden böyle bir siyasal zeminin şekillenip çıkması sürecinde önemli tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalardan, dünya ve Türkiye’deki temelli altüstlüklerin de yaşanmasıyla, ortaya yeni bir stratejik hat çıkmıştır. Bir kesim sol liberalizme yelkenlerini açarken hareketimiz bu dönemde Üçüncü Dönem stratejisini inşa etmiştir. Bu kopma, sadece hareketimizin sınırları içinde yaşanan bir siyasal farklılaşma değil, aynı zamanda bir mücadele döneminin tarihsel olarak temel yönleriyle kapanmasından ortaya çıkan köklü özellikler taşıyan bir kopmaydı. Bir yanda düzenin tüm devrimci hareketi sürüklediği liberal alan, diğer yanda eski, ömrünü doldurmuş stratejik duruşlar ve mücadele biçimleri iki büyük engel olarak önümüzde durmaktaydı. Hareketimiz bu kuşatmadan yeni bir stratejik yöneliş, buna bağlı ana taktikler ve örgütsel yenilenme ile çıkma çabası içine girmiştir. 96 sonrası mücadelenin niteliği esas olarak burada yatmaktadır.
Olaya bugünkü durumumuzdan bakarak bir gerçekliği eğip bükmeden görmek gerekiyor: Bu güçlü ku-
6
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
şatmadan düşünce alanında (stratejik planlama) belli ölçülerde sıyrılmamıza rağmen bunun pratik temellerini sağlamlaştırmada başarısız kaldığımızı görüyoruz. On yıl önceki çıkış noktamızdan bugüne baktığımızda ortada açık bir siyasal yenilgi vardır. Yaşadığımız krizin temeli ve derinliği bu açık yenilgide yatmaktadır. Stratejik hedeflere ve bunun günlük politikamızdaki karşılığı ana taktik ve örgütsel görevlere bir türlü kilitlenemeyiş, çeşitli yönlerden bu hedeflerin aşın- dırılması, sonunda harekette bir kriz yaşanmaksızın aşılamayacak bir bozulma yaratmıştır.
Tam bu noktada tüm kadroların aklına haklı olarak şu soru gelecektir, daha doğrusu bu soru kafalardan neredeyse son on yıldır, özelikle 98 sonrası hiç silinmemiştir: “Üçüncü dönem stratejisi hatalı mıdır?” Veya bir başka biçimde sorulursa: “Üçüncü dönem stratejisi uygulanamaz mıdır?” Türkiye devrim tarihine baktığımızda, TKP’nin 1920’li yıllarda ortaya koyduğu “demokratik devrim” ve bunun uygulama yolu “topyekûn halk ayaklanması” hareketimizin savunduğu bir strateji olarak 1980’li yılların sonlarına kadar gelmiştir. Hikmet Kıvılcımlı, devrimci hareket 1960’lı yıllarda strateji tartışmaları yaparken bu tartışmalara “stratejinin var oldu- ğu”nu savunarak katılmış ve düşüncelerini “Halk Savaşının Planları” kitabında toplamıştır. Stratejinin yenilenmesi sınıfsal konumlanmada yapısal ve köklü değişimleri gerektirir. Dünya ve Türkiye ölçüsünde 1990’lı yıllarda böyle köklü değişimler yaşanmıştır. Bir yandan sosyalizmin yıkılışı ile dünya güçler dengesi altüst olmuş, öte yandan kapitalizm 1970’li yılların ortalarından itibaren yapısal değişime girmiş, bu süreç 1990’lı yıllarda artık sınıflar mücadelesini etkileyecek olgunluk noktasına gelmiştir. Program hedefleri anlamında demokratik devrim
stratejimiz ana hatlarıyla geçerliliğini koruyor, ancak onun uygulama yolu, topyekûn halk ayaklanmasından “uzun süreli ikili iktidar mücadelesi” yönünde değişmiştir. Yaşadığımız on yılda bu köklü değişimi geçersiz kılacak yönde bir gelişme olmamıştır. Stratejimizi şekillendiren ortam aynıdır.
Kürt Hareketi’nin girdiği stratejik dönüşün stratejimiz üzerindeki etkileri abartılarak hatalı sonuçlar çıkartılabilir. Bu dönüş stratejimiz üzerinde köklü bir değişimi gerektirmez, Kürt Hareketi’yle ittifak ilişkilerimizin yapısında değişime yol açar. Kürt Hareketi düzenle bütünleşme yolunda adımlarını derinleştirdiği ölçüde, stratejik ittifak ilişkimiz bu yönelişi benimsemeyen Kürt halk güçlerine yönelir.
Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren stratejimizin uygulanmasındaki köklü hatalarımızdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yaratmada başarısız olduk. Özellikle hedeflerimize bizi taşıyacak bir örgütün yaratılmasında affedilmez hatalar yaptık. Nasıl 90 öncesinin stratejik yönelişi kendine özgü bir örgüt yapısını gerekli kıldıysa, 90 sonrası
nın stratejik yönelişi de kendine özgü yeni bir örgütsel yapılanmayı gerekli kılıyordu. Bugünden baktığımızda bunun çok uzağında olduğumuzu acı acı görüyoruz.
Bu acı ve yıpratıcı hikâye nasıl başladı? Esas olarak ilk hazırlık süreci sonrasında 1998’de yaşadığımız operasyonla! 98 sonrası üç yıl içinde hareketimiz hedeflerine oranla büyük bir kırılma yaşamıştır. Bu kırılma 1999’da Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş ve devletin 2000 yılında cezaevlerine yaptığı büyük operasyon ile iyice derinleşmiştir. Kurşun yarasında olduğu gibi siyasette de ani değişimlerin etkisi zamanla, ancak çok güçlü ve inatçı bir şekilde ortaya çıkar. Bu dönemde merkezde yaşanan “irade dağılımı” bu gerçekliğin üzerimizdeki etkisinden başka bir şey değildi. Yapı, düşmanın ağır kuşatması ve kendi önemli zaaflarıyla boğuşarak bu süreçten 2001 sonrası çıkmaya çalıştı. Bazı adımlar atıldı. Stratejimizin uygulamasında kimi gelişmeler sağlandı, ancak dönem önceliklerine yoğunlaşmada gösterilen büyük zaaflardan dolayı, kendimizi kısa bir süre sonra tıkanma ve kendini tekrarlayan bir pratik içinde bulduk. Kentlerde özgür alanlar yaratma adımı-
7
q O İ ARALIK'OCAK'ŞUBAT
Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren stratejimizin uygulanmasındaki köklü hataları mı zdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yaratmada başarısız olduk. Özellikle
hedeflerimize bizi taşıyacak bir örgütün yaratılmasında affedilmez hatalar yaptık. Nasıl 90 öncesinin stratejik yönelişi kendine özgü bir örgüt yapısını gerekli kıldıysa, 90 sonrasının stratejik yönelişi de kendine özgü yeni bir örgütsel yapılanmayı gerekli kılıyordu.
mızda “üçayak”tan ikisi: ekonomi ve zor hâlâ boştu. Tıkanmanın esas nedenleri de burada yatar. Bir noktada aracınız patinaj yapmaya başladıysa yoldan şikâyet etmeye hakkınız yoktur. Donanımınızı güçlendirmek zorundasınızdır. Hareketimiz bunu yapamadı. Tekrar tekrar “yol”un durumunu tartışmak gibi büyük bir zaafa düştü. Bir siyasal yapıda objektif ortamdaki değişimin etkisi kendisini doğrudan ve çıplak bir şekilde göstermez. PKK’nin stratejik dönüşü sonrasında veya 2000 cezaevi baskınları ertesinde hareketimizde doğrudan ve açık şekilde felaket tellallığı yapan olmadı. Ancak örgütün davranışlarına ve işleyişine biraz derinden bakıldığında nasıl örgüt bilincinin ve pek çok mekanizmanın erozyona uğradığını görmek mümkündü. Hatta bunlar belli ölçülerde görülmüştür de! Ancak çözüm
yönünde enerji yaratılamamış, zaten zayıf olan örgüt iradesi pek çok çekiştirmeyle dağılışa uğramıştır.
98 kırılmasıyla birlikte yaşanan üç yıllık merkezi iradenin aşırı dağılması sürecinin ardından yeniden kendimizi 2001 sonrası hedeflere kilitleme çabaları sırasında, sürekli olarak ana taktik hedeflerden kaymalar yaşarken bulduk. Hareketimiz zaman zaman döneme uygun taktik atı- lımlar yapsa da, sonuçta politika yapış tarzımız demir tozlarının bir mıknatıs kutbunun çekim alanından kurtulamaması gibi, hedeflerden gittikçe koparak günlük pratik içinde kendini tekrar etmeye başlamıştır. Bu mıknatıs kutbu elbette düzenin devrimci hareketi zorladığı liberalleşme alanıydı. Ancak sadece bu kadar değil. Bu etki, aynı zamanda yapı içinde kendini, merkezi iradenin
bir türlü görevleri yürütecek yoğunluğa ulaşamaması olarak göstermiştir. Hareket, politika yapış tarzıyla o ölçüde hedeflerinden uzaklaşmış ve deforme olmuştur ki, 2007 değerlendirmesi öncesi en önemsediğimiz alanlara aktarılacak kadro adayı bulunamaz hale gelmiştir. Bir krize doğru gittiğimizin belki de en çarpıcı kanıtlarından birisi bu gerçekliğimiz olmuştur. Yeni stratejik yönelişimiz doğrultusunda 96 sonrası yapılan on yıllık pratik sonrası, stratejinin en önemli alanına hareketimiz kadro aktaramaz duruma gelmiştir. Hedeflere kilitlenmeden gündelik politikayla yetinmenin, bu tarz politika yapmanın en ağır bedeli yapının moral dokusunda büyük bir aşınma olmuştur. Hareketimiz liberalleşmenin sınırlarına kadar gelip dayanmıştır.
2007 krizinin tarihimizdeki yerini daha iyi kavrayabilmek için onun 96 krizi ile karşılaştırılması gerekir. Ancak 96 krizi
söz konusu olunca değerlendirme hatalarına düşmemek için bu krizin tarihimizdeki özgün yerine baştan vurgu yapmak gerekiyor. 96 krizi hareketin yaşadığı diğer tüm krizlerden önemli bir farklılık taşır. 90’lı yıllar, dünyada ve Türkiye’de köklü değişimlerin gerçekleştiği ve bu değişimlerin kendini devrimci bir siyasal hareketin önüne kaçınılmaz strateji değişimi olarak dayattığı yıllardı. Harekette yaşanan krize siyasal çözüm yolları ararken, aynı zamanda bu köklü değişimlerin dayattığı ideolojik, politik ve örgütsel görevlerle de karşı karşıyaydık. Bu kapsamda “yeni” tespitler yapmak ve uygulamak göreviyle yükümlüydük. Oysa daha önce yaşanan 78 krizi ve 84 operasyonu sonrası yaşanan örgütsel dağılmaya çözüm yolları ararken, hareketin önünde stratejik yenilen
8
meyi dayatan bir değişim olmadığı için bu çözümlemeler taktik ve örgütsel seviyelerde kalmıştır. 78 krizi ve 84 operasyonu hareketin taktik ve özellikle örgütsel zaaflarını açığa vurdu ve çözümlemeler de doğal olarak bu kapsamda yapıldı. 96 krizinde ise çok köklü değişimlerle yüz yüze olduğumuz için topyekûn bir yenilenme ile karşı karşıya kaldık.
2007 krizi 96 krizinden çok, daha önce yaşanan 78 ve 84 krizlerinin niteliğindedir. Strateji değişimini zorunlu kılan 90’lı yıllarda yaşanan değişimler esas olarak aynı kaldığı için, 2007 krizinden çıkış için taktik ve örgütsel boşlukların giderilmesine odaklanılmalıdır. Bu temel farklılık dışında 96 ve 2007 krizinin diğer önemli farklılıklarını da kavramak gerekiyor.
Politik ortam açısından, 96 krizi sırasında devrimci ortam bugünkü ile kıyaslanmayacak ölçüde daha canlıydı. Kürt özgürlük savaşı devam ediyordu. Devrimci Hareket ise 96 ölüm oruçları ve 1 Mayıs’ın canlı gerilimi içindeydi. Bugün Kürt Hareketi 99 stratejik değişimi yönünde derinleşiyor. Elbette Irak’a operasyon gibi gelişmeler mevcut ortamda bazı değişimlere yol açabilir. Ancak bunların Kürt Hareketi’nde farklı yönde bir stratejik değişim yaratıp yaratmayacağını bugünden kestirmek oldukça zordur. 2000’li yıllarda devrimci hareket 96 ölçüsünde bir tempo kazanamadığı gibi, başlıca iki yönden tasfiyeye zorlanıyor. Bunlar bir yandan 12 Eylül’ün başlarından itibaren dayatılan liberalleşme, öte yandan son yıllarda körüklenen “ulusal sol” yaratma çabalarıdır. Bu gelişmeler devrimci hareketin ve elbette hareketimizin politika yapma alanını önemli ölçüde daraltmaktadır. 96 ile karşılaştırırsak yaşadığımız kriz sırasında politik ortam çok daha aleyhimizde koşullara sahiptir. Bu anlamda bu krizden çıkış, politik ortamda belirgin bir değişim olmazsa öncekinden çok daha zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor.
Hareketin konumu açısından, 96’da krizden çıkarken özellikle ye
ni tespitler yapmanın örgüte verdiği özel bir motivasyon varken, bugün uygulama hatalarıyla yıpranmış bir strateji, ana taktikler ve en önemlisi deforme olmuş örgüt yapısının yarattığı bir moral düşüklük vardır. Her kadronun kafasında ister istemez bu krizden çıkışta “yeni neler söylemeliyiz” sorusu şekilleniyor. 2007 krizinden çıkarken yeni söylemi stratejik kurguda değil taktik ve örgütsel sorunlarda yaratmak zorundayız. Hareket yapısı 98 kırılmasında beri gelen adeta kronikleşmiş bir defor- masyonla aşırı ölçüde yıprandığı için bu krizden çıkışta ana vurgunun örgüte yapılması kaçınılmazdır. Hareketimiz 2007’de 96 krizine oranla kadro yapısı ve bazı lojistik imkânlar ve topyekûn moral seviyesi açısından çok geri noktalardadır. Bu gerçeklik krizden çıkışta çok zorlu bir mücadeleyi gerekli kılıyor.
Sonuç olarak, krizin tetikleyici nedeni stratejik hedeflerimizden uzaklaşmada yatmaktadır. Devrimci Hareket açısından yaptığımız, strate- j ileri ve yaptıkları arasındaki açının gittikçe büyümesinden kaynaklanan “şizofrenik durum” tespitinden hareketimiz de çok uzakta değildir. 98 sonrası on yılda stratejik hedeflerimizle politik pratiğimiz arasındaki açı gittikçe büyümüştür. Bunun bedelini derin bir krizle ödüyoruz.
-II-
Krizin politik ve örgütsel özellikleri98 yılından beri biriken sorunlar
başlıca iki sonuç yaratmıştır: Derin bir apolitikleşme ve gruplaşmalara kadar varan bir örgütsel deformas- yon! Bu temel sonuçları kavrayabilmek ve bu zaaflarla kararlı bir mücadele için hangi yapısal zaafların uzun bir birikim sürecinde adeta kemikleştiğini tespit etmek gerekiyor.
1-Yerelleşme ve merkezi işleyişin en alt noktalara gerilemesi: Yerelleşmenin hareketimizde özel bir tarihi vardır. 96 krizinden çıkarken hem stratejimizin gereği hem de ha
rekette uğranılan büyük güç kaybından dolayı yerel çalışmaya özel bir vurgu yapılmıştır. Bu vurgu o dönem için haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak kritik dönemde yapılan bu vurgu daha sonraları hareketin genel özelliği haline gelmiştir. Bölge çalışmalarında giderek merkezi politikalara karşı bir kayıtsızlık başlamış, her yerelin kendi “önceliği” merkezi uygulamaları engeller hale gelmiştir. Bu süreçte bölge çalışmalarının yönetimi bir politik ve iradi merkez olarak çalışmamış, adeta bir koordinatör rolüyle yetinmiştir. Bu durum yapı ölçüsünde bir merkezi iradenin inşasında zamanla engel haline gelmeye başlamıştır. Ayrıca merkezi iradedeki bitmek bilmeyen zaaflar ise yerelleşmenin katılaşmasında büyük bir rol oynamıştır.
2- Öne çıkmama, profesyonel bilinç ve ruh halinin kaybı: Harekette merkezi seviyede kadro kaybı 90 kongresi sonrası durdurulama- mış; merkezi seviyede yaşanan erime, hemen tüm kadrolarda görevlere yaklaşımda bir ihtiyat ve çekingenlik yaratmıştır. Bu konuda siyasal ortamın üzerimizdeki etkilerine karşı, merkezden aşağıya kararlı bir mücadele yürütülemediği için görevlere talip olmada tutukluk yaygınlaşmış ve giderek profesyonel devrimci ruh hali yitirilmiş, mahalli işlerle yetinen bir örgüt yapısı oluşmuştur. Günümüzde kadro kazanımının önceki dönemlere göre çok zorlaşmasının esas nedeni politik ortamın özellikleridir. Bunun tespitini çok önceleri yaptık. Ancak bu tespitin gereklerini yapmadık. Sonuçta harekette öne çıkma, yani daha yüksek görevlere talip olma, kadrolaşma bilinç ve mekanizmaları iyice yıprandı. Herkes çevresindeki ortalama davranışları aşmak yerine uyum göstermek gibi olumsuz bir “yetenek” kazandı. Hareketin morali açısından büyük bir gerileme olan bu durumun en somut sonucu kadro kalite ve sayısında erimedir.
3- Otokritik mekanizmasında bozulma, kimsenin kimseyi görevleri açısından eleştirmediği, kim-
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
9
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
senin kimseye dokunmadığı Pragmatik uzlaşmacı bir ilişkiler ağının yaygınlaşması: Harekette stratejik hedeflere yönelimde zaaflar yükseldikçe, eleştiri silahının özü büyük darbe almış, eleştirilerde görevlere yaklaşım mihenk taşı alınması gerekirken, gidenlerin “mağdur” görüldüğü, görevler karşısında sızlanmaların tepki görmeyip yatıştırıl- maya çalışıldığı, yeni kayıplarla karşılaşmamak kaygısıyla sürekli bir “kapsayıcı olma” “uzlaşma” tavrı, özellikle merkez kadrolarında ve giderek tüm harekette genel bir davranış biçimi haline gelmiştir. Hareketin prensiplerine ve dönem görevlerine yaklaşımdaki tutarsızlıklar ve sızlanmalar dikkate alınmadan “kapsama” niyetiyle yapılan uzlaşmalar hiçbir olumlu politik sonuç yaratmadığı gibi yapı tarihinde bugüne kadar yaşanmamış bir bozulma ortaya çıkartmıştır. Kimileri, yapı içinde yıllar süren kendi grup örgütlenmelerini yapabilmiştir. Bir devrimci örgütlenmede en önemli araç olan eleştiri silahı duygusal yaklaşımlarla, alışkanlıkların verdiği körleştirici etkilerle canlılığını ve en önemlisi etkisini yitirmiştir.
4-Gruplaşma, dedikodu ve organlar dışında soysuzlaşan bir ilişki ağının ortaya çıkması: Leninist bir harekette gruplaşma örgütsel bir suçtur. Hareketimizdeki gruplaşma sadece grup psikolojilerinin oluşmasından ibaret kalmamış, gruplar kendi iç hiyerarşilerini inşa etmiş, kendi disiplinlerini yaratmıştır. Bu konuda merkez yönetiminin hatası çok büyüktür. Olaylar gözler önünde gelişirken ve uygun örgütsel müdahalelerle gruplaşmaların içyapısı ortaya çıkartılabilecekken, her şey anlaşılmaz bir “hoşgörü” ile oluruna bırakılmıştır. Grupların oluşmaya başlaması hem gruplar arasında hem de kendi içlerinde organlar dışı bir “haberleşmeyi” ortaya çıkartmıştır. Bu “haberleşme” aslında tüzükte suç o
lan “organlar dışında dedikodu ile soysuzlaşmaksan başka bir şey değildi. Bu durum yapı içinde çok ağır bir hava yaratmış, neredeyse kimsenin kimseye güveni kalmamıştır.
5-Güvenliğin iç haberleşmeyi kesintiye uğratacak ve bilinç kaybını ortaya çıkartacak ölçüde abartılması: İçinde bulunduğumuz koşulların güvenliğe büyük bir dikkat gösterilmesini gerektirdiğini ayrıca tartışmaya gerek yoktur. Ancak bu konu öyle ele alınmıştır ki, 98 operasyonu sonrası bilgi akışını durduracak ölçüye varmış, sonrasında çeşitli düzelmeler olsa da bu sorun sürekli devam etmiştir. Sadece merkez yöneticileri arasında bir haberleşme zaafı olarak kalmamış, hareketteki gelişmelerin kadrolara aktarılmaması noktalarına kadar tırmanmıştır. Zaten yerelleşme ile merkezi yapısı büyük bir zaaf içinde olan ha
reketimizde, bir de politik ve örgütsel bilgi ve bilinç aktarımı zaafa uğrayınca tek tek üyelerin, örgüt bilinci büyük bir erozyona uğramıştır. Bu kendini en çok kadrolar tarafından sürekli olarak dile getirilen “hareketi hissetmiyoruz” tepkisiyle göstermiştir.
6- Kendini tekrar: Politikada kendini tekrarın yaşamca verilen cezası erimedir. Politik koşulları elbette sadece sırf kendi gücümüzle de- ğiştiremeyiz. Bu anlamda taktik gidişlerde zaman zaman tıkanışa uğramak bir anlamda politikanın doğası gereğidir. Bu tıkanma anlarında neler yapılabileceğini o zamanki koşullar belirler. Tıkanma momentlerinde yeni taktiklere yönelmeden yeni örgütsel tedbirler almaya kadar uzanan bir açı vardır. Hareketimiz özellikle son dört yılda taktik ve örgütsel alanlarda tıkanmalar yaşama
sına rağmen bunun gerektirdikleri yapılmamıştır.
7- Kendiliğindenlik: Politika saptama ile uygulama arasındaki örgütsel irade boşluğu, alınan politik kararların adeta sahipsiz kalması sonucunu yaratmıştır. Politik saptamaları belli bir ölçüde yapmamıza rağmen, bunların pratiğe geçirilmesi yukarıda sayılan örgütsel zaaflardan dolayı etkin olmamış, harekete güç veren sonuçlar yaratmamıştır.
Bu zaaflarımız başlıca iki sonuç yaratmıştır: Apolitikleşme ve örgütsel deformasyon. Yaşanan kriz bunu en açık bir şekilde göstermiştir. Apolitikleşme başlıca iki kaynaktan beslenmiştir. Hareketteki yerelleşme merkezi politikalara ilgiyi en alt noktalara çekmiş, çoğu zaman merkezi politika uygulamalarının karşısına “bölgesel öncelikler” geçmiştir. Öte yandan, stratejik hedefler ve ana
taktik uygulamalardan uzaklaşma hareketi gündelik politika yapmaya itmiş, bu da apoli- tikleşmeyi güçlendirmiştir. Hareketi hedeflerine taşımayan gündelik politika ve kendi
ni tekrar, giderek kadrolarda yarattığı bıkkınlık ile politikaya ilgiyi zayıflatır. Kopanların yapısına baktığımızda da apolitikleşmeyi çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Kopan hiçbir parçanın net bir politik duruşu olmadığı gibi, “psikologlar” bunun en uç örneğini oluşturmuşlardır. 96 krizinde hatalı bulsak da kopanların “meşru açılım” olarak özetlenebilecek bir politik zemini vardı ve hala bu zeminde kendilerine göre politika yapmaktadırlar. Ayrıca kopuş sırasında, açık siyasal mücadele yerine yaşanan inanılmaz entrikacı mantık ve davranışlar harekette ne ölçüde bir yozlaşma olduğunun en acı kanıtıdır.
Örgütsel deformasyonun vardığı nokta krizde kendini en çıplak bir biçimde ortaya koymuş, hareketin adeta bir gruplar toplamı haline geldiği
Sonuç olarak, son krizde yaşanan kopmalar, politik ortamdaki bozulma ve çürümelerin çok tipik bir yansıması
olarak kendini ortaya koymuştur. Devrimci siyasetin büyük ölçüde zemin kaybetmesinin sonucu, ayrılık ve
kopmaların siyasal bir nitelik taşımak yerine bayağı entrikalara kadar düşmesi olmuştur.
10
ARALIK-OCAK- şu ba t qol
sarsıcı gerçeği hiçbir özür kabul etmeyecek ölçüde kadroların bilincine silinmeyecek derinlikte kazınmıştır. Bu gerçek artık bütün örtülerinden soyunmuş olsa da bunun olabilmesi için hareketimiz ne büyük bir bedel ödemiştir! Siyasette “saflık” ve “iyi niyet” olmaz. Bunun siyasetteki karşılığı “işi idare etmek”tir. Bunun tartışmasız bir oportünizm olduğu ise açıktır. Bu büyük siyasal günahın baş sorumlusu merkezdir. Post mo- dernizmin “çeşitli siyasal renklerin yan yana bulunması” görüşünü eleştirmiş olsak da, aynı hatayı yapı içinde tekrarlayınca ortaya oportü
nizm batağına
nin hareketten kopuş sürecinde izlediği yol aynıdır. Önce hareketin hata ve zaaflarından bol bol yakınma ve sızlanmalar, aynı zamanda hareketin normal organ kanalları dışında bitmek bilmeyen bir dedikodu furyası ve giderek hareketin hataları üzerinde tepinme, her şeyi değersizleştir- me kopuşun kısa hikâyesidir. Kişisel yaşamlarını bir an önce kurmak için, hareketin yok olmasını özleyen bu zavallılar kopma sırasında en iğrenç işbirliklerine girmekten çekinmediler, Hareketin kadrolarına inanılmaz entrikalarla yaklaşıp tüm siyasal ahlak sınırlarını aşan dedikodularla son rollerini oynamayı de
nediler. H a - r e -
EMPERYALİST
tuklarını açıkça göstermiştir. 96 krizinin gösterdiği gibi, siyasal görüşlerin açıkça dövüştürülmesinden kaçanlar veya bundan kendileri açısından yarar ummayanlar entrikaya sapmaktadır. 2007 krizinin hiçbir aktörü açık siyasal mücadeleye gelemediği için krize damgasını tümüyle bizantizm vurmuştur. Ancak bunlar gökten inmedi, içimizde yaşayıp şekillendiler. Bu gerçeklik hareketin durumunu kavramada hiç unutulmaması gereken temel derstir.
Kopmaların, siyasi bir nitelik taşımadığı için entrikacı yönlerini tarihe kayıt düşmek açısından özetleye- liııı.
İlk kopma, hareketin mali iş
lerini yürüten
1 anmak gibi çok sarsıcı ve acı bir gerçek çıkmıştır.Bu büyük bedelin altında e- zilınek ve bu gerçek karşısında sızlanmak elbette işimiz değil. Ancak başlarda küçük görünen hataların birikip, bir de uygun ortamı bulduğunda nasıl dehşetli sonuçlar doğurduğunu silinmeyecek bir şekilde beyinlerimize kazımalıyız.
-III-
Kopanların niteliği üzerine
Kopanların niteliği üzerine devrimci ahlak sınırları içinde kalarak tespit yapmak bizi çok zorlasa da başka bir yol seçmek hareketimiz açısından mümkün değildir. Kopanların en belirgin özelliği onların belirgin bir siyasal zemine sahip olmamaları, siyasal olarak-sızlanma ve yaygara dışında-hiçbir açıklamada bulunmamalarıdır. Birbirlerinden farklı bazı özellikleri olsa da, hepsi
_ K A R Ş r H __HALKLARIN DAYANIŞMASINI
ÖRELİM»
1«k e t i m i z * * a» son on yılda büyük zaaflarla inmelenmiştir. Ancak kopanlar bunlara karşı açık ve dürüst mücadele vermek yerine, kendi fraksiyonlarında ürettikleri soysuzca dedikodularla ortamı zehirlemekten başka bir yol seçmemişler- dir. Bu tavırlar, hareketteki sorunların bir kriz seviyesine yükselmesine neden olmuştur. Ancak olaylara bugünden baktığımızda bu yaşananların kaçınılmaz olduğu görülüyor. O kadar çok sorun, o kadar uzun süre çözümsüz olarak sürüncemede kaldı ki, ardından böyle bir zehirli ortamın doğması kaçınılmazdı. 78 krizi tümüyle açık siyasal tartışmalar seviyesinde yaşanmıştır. 96 krizi de siyasal tartışmalar zemininde yaşanmış, ancak tartışmalara entrikalar da karışmıştır. 2007 krizinde ise entrikadan başka bir şey yoktur. Bu durum, kopanların kalitesizliğini, devrimci siyaset yapış tarzından tümüyle kop
bir ekibin son derece seviyesiz açıklamalarla ayrılmasıyla gerçekleşmiştir. Aynı zamanda gençlikten bir kesim de bunu bahane ederek ayrılmıştır.
Mali işleri yürüten ekip, sahip oldukları hukuki ve teknik avantaj la- rı değerlendirerek hareketin mali değerlerini “özelleştirme” yoluna çıkmıştır. Kopan gençlerle üstü örtülü yürüttükleri ilişkiye güvenerek hareketin mali değerlerine konmayı planlayan bu ekip, hareketin baskısı sonucu gençler devreden çekilince, bir yoldaşımızın imha edilmesi için bir mafya grubuna başvurmak alçaklığını göstermiştir. Ulaşabildikleri çevrelerde “hareket dörde bölündü” dedikodusunu yayarak, kendilerini de bir siyasi taraf olarak sunmaya çalışmaktadırlar. Ortada bir siyasi ayrılık yoktur, hareketin mali değerlerini yağmalayıp “yeni bir yaşam” kurma
11
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
oyunu vardır.
İkinci kopma, gençlikten bir kesimdir ve “özelleştirme çetesi”nin yarattığı kriz sırasında yaşanmıştır. Önce bu çeteye dolaylı yoldan desteklerini sürdürmüşler ve sinsice bu çekişmenin sonucu beklemişlerdir. Hareketin baskısı sonucu sonunda çeteye verdikleri somut desteği çekmişlerdir. Bu kesimle hareketin ilişkisi sürekli sorunlu olmuştur. Uzunca zamandır yapı içinde bir grup olarak kalma yolunu seçmişler, kendilerine gösterilen tüm iyi niyet ve toleransı istismar etmişlerdir. Daha sonra “özelleştirme çetesi”ne dönüşecek ekiple yapı içi resmi haberleşme dışında sürekli ilişki kurmuşlar, onlarla birlikte yapıda dedikodu ve spekülasyonun kaynağı olmuşlardır. Bu kesimin de en temel özellikleri dedikodu ve grup psikolojisiyle davranmadır.
Üçüncü kopma, hareketimiz açısından oldukça ilginç özellikler taşımaktadır. Bu kopmayı temsil eden kadro, hareketimizden neredeyse otuz yıl önce ayrılmış ve Kıvılcımlının görüşlerini bir tarikat havasına
sokmuş olan bir kişiyle, uzun süredir ilişkide olmuştur. Onun görüşlerinden etkilenmiş, ancak bunları yapı içinde açıkça dövüştürmek yerine sızlanmalarla ifade etmiştir. Kendisinden defalarca bu görüşlerini yazılı hale getirmesi ve açıkça uygun organlarda tartıştırması istenmiştir. Bunu yapmamış, yapının gösterdiği bu toleransı, kendi hizip örgütlenmesini yaparak istismar etmiştir. En son kopma sırasında bunlarla yapılan tartışmalar sırasında yapı içinde “bir koza gibi örgütlendiklerini” açıkça söylemiştir. Politikadan psikolojiye kayan bu kişiler, “kişilik parçalanmasını” en önemli sorun olarak görüp, amaç “insanın mutluluğudur”, hedef “iyi insan yetiştirmektir” adı altında toplumsal çürümenin insanlarımız üzerinde yarattığı derin tahribatla siyasi olarak mücadele etmek yerine bunu meşrulaştırma yoluna çıkmıştır. Bu grubun yapı dışındaki perde arkası şefi, daha otuz yıl önce bildiri dağıtmayı bile “anarşizm” olarak görmüş ve siyasetten çoktan beri kopmuş, kendini psikolojik tahlillere vermiştir. “Kişilik parçalanması” adı altında toplumsal çürüme
nin yarattığı yozlaşmaları meşrulaştıran, mücadele yerine şarlatanca psikolojik seansları öne çıkartan, rezilleşen kişisel yaşamları “kişilik parçalanması” adı altında hoş görmeyi benimseyen bu kesimin kopması da bir siyasi nitelik taşımıyor. Yaşanan bir siyasi ayrılık değil, doğrudan siyasetten kopmadır. Şimdi “yorgunluğun ideolojisini” yaratmaya çalışıyorlar.
Sonuç olarak, son krizde yaşanan kopmalar, politik ortamdaki bozulma ve çürümelerin çok tipik bir yansıması olarak kendini ortaya koymuştur. Devrimci siyasetin büyük ölçüde zemin kaybetmesinin sonucu, ayrılık ve kopmaların siyasal bir nitelik taşımak yerine bayağı entrikalara kadar düşmesi olmuştur.
Sol siyasal ortama baktığımızda hareketimizin bir kriz yaşamasının tekil bir olay olmadığı görülebilir. Çeşitli siyasal yapılarda farklı özellikler taşısa da krizler yaşanmaktadır. Ancak görünüşteki farklılıkların biraz derinine inilince bir temel ortak özellik ortaya çıkıyor. Nitelikleri ne olursa olsun, genel sol zemindeki
12
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
siyasetler bir tıkanma içine girmişlerdir. Devrimci Hareket, 12 Eylül sonrası süreçte sürekli bir şekilde liberalleşmeye zorlanmıştır. Bu yönde büyük kaymaların yaşandığı biliniyor. Ancak düzen tarafından beslenen liberal politika zemini de bu yıllar içinde genişlememiş, tersine onlar da kısırlaşmış, son olarak yeni bir krizin içine girmişlerdir. Öte yandan, son beş altı yıldır “bölücü teröre” karşı yükseltilen şovenizm dalgası sonunda sol içinde de etkisini bulmuş ve ortaya “ulusal bir sol” çıkmıştır. Politika ve taktiklerinde seçim öncesinin “cumhuriyet mitingle- ri”ndeki parolalarla üst üste düşmüşlerdir. Ancak en geniş anlamında ulusal sol da göze batan bir genişleme zemini bulamamıştır. Devrimci hareket ise, hem bu iki kıskacın -liberal ve ulusal- arasında kalarak siyaset alanının daralması sorunuyla karşılaşmış, hem de kendisi dönemi kucaklayan taktik ve politikalar izleyemediği gibi, kendini yığınlardan kopartan tekrarlarla çürüme işaretleri göstermeye başlamıştır.
Devrimci Hareket günümüzde, dünyada 90’larda sosyalist sistemin çökmesiyle, ülkemizde ise 1999’da Kürt Hareketi’nin stratejik dönüşü ve 2000 yılı cezaevi baskınlarının sonucuyla ne ölçüde büyük ideolojik, siyasal ve örgütsel kırılmalar yaşandığının ve bunların derin etkilerini ne ölçüde kavradığının sınavıyla yüz yüzedir. Bu yaşananlar ne ölçüde sığ kavrandıysa, ne kadar hafife alındıysa bugün yaşanan kriz o ölçüde derin olacaktır. Kavramaktan kastımız, sadece literatür olarak yazıp, bazı tespitler yapmak değil, bunların gerekleri doğrultusunda sonuç üreten pratik adımlar atmış olmaktır. Devrimci Hareket, en azından son on yıldır, bunları yapmamakla kalmadı, kendini gelecek hedeflerinden yoksun umutsuzca günlük politikanın akıntısına bıraktı. Artık oyalanma ve tekrarların sonuna gelinmiştir. Hare
ketimiz, sadece kendisinin değil, Devrimci Hareket’in genel bir kriziyle karşı karşıya olduğumuzun bilincinde olmalıdır. Bu durum krizden çıkış görevlerimizi daha fazla ağırlaştırmaktadır.
-IV-
Krizden çıkış yollarıHareketimiz bir “toparlanma ve
güç biriktirme” dönemini yaşamak zorundadır. Maddi ve moral olarak güç kaybettik. Krizin niteliği, yani apolitik zeminde dedikodu ve entrikadan ibaret olması aynı zamanda hareketin ne büyük bir zaaf içinde olduğunu göstermiştir. Hareketimiz çok kritik bir dönemden geçmektedir. Uçurumun kenarında yürüdüğümüzü söylemek abartı olmaz. On yılın biriken sorunlarının kısa bir zaman aralığında aşılamayacağı açık
tır. Zaman zaman iyi adımlar atılmış olsa da, hedeflerimizle arasındaki açının gittikçe büyüdüğü kendini tekrarlayan bir pratik ve uzun süre merkezi bir irade yerine grupların çekiştirmeleriyle güç ve zaman kaybeden hareketimizde ortaya çıkan moral aşınma ancak çok kararlı bir mücadele ile aşılabilir. Hareket dokusunda on yıldır dolaşan zehirlenmeden hızla kurtulmalıyız. Bilincimizi ve öfkemizi sürekli uyanık tutmalıyız. Krizin üç ay süren gerilimli günlerinde “bu kadar da olmaz” dedirten pek çok olayla karşılaştık. Artık bunların üzerimizde yarattığı moral yıkıcı etkilerden kopmalıyız. Yaşanan krizin derslerini bir an bile unutmadan geleceğe bakmalıyız. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmayacaktır. Gözlerimizin içine baka baka en büyük ikiyüzlülükleri yapmaktan kaçınmayanların hiçbir siyasi geleceği
yoktur ve onları bir siyasi varlık olarak kabul etmeyeceğiz. Daha önemlisi hareketimiz bu soysuzların her davranışını izleyecek onların yeni oyunlarına izin verilmeyecektir. Yüz yüze geldiğimiz entrikalardan sarsıntıya uğrama günleri geride kaldı. Yakınma günlerinde değiliz. Büyük sorunlarımızdan büyük enerjiler üre- tebilmeliyiz.
Krizden çıkışta iki ana noktaya odaklanmak gerekiyor. Harekete hız ve moral kazandıracak politik yönelişin ve örgütsel deformasyonu tarihe gömecek olan örgütsel önceliklerin kararlı şekilde yaşama geçirilmesi gerekiyor.
Politik yöneliş olarak: Siyasal ortamın 96 krizinden çok farklı olduğunu vurguladık. Siyasal İslam ve körüklenmeye çalışılan ulusalcılık, devrimci mücadelenin politik hare
ket alanını oldukça daraltıyor. Önümüzdeki günlerde Irak ve Güney Kürdistan’da- ki gelişmelere bağlı olarak bir sınır ötesi operasyon gündeme gelebilir. Bu “savaş” çığlıklarının yük
seleceği bir politik ortam yaratır. Bu dalga bir biçimde geri çekildiğinde ise, etkileri artık daha fazla görülecek olan neoliberal politikaların kitlelerde açığa çıkaracağı tepkiler politik ortamı önceki yıllardan daha fazla etkileyecektir. Önümüzdeki dönem bu iki ana politik konu, gelişmelere göre politik ortamda ağırlık kazanacaktır. Bu gerçekleri dikkate alarak; hareketimiz, sınırları iyi çizilmiş, ilişki biçimleri iyi tanımlanmış bir ittifaklar politikasını yaşama geçirmelidir. Bu ittifaklar, seçilen “bin umut” vekillerini izlemek için “halk inisiyatifleri”yle zenginleşti- rilmelidir.
Örgütsel yöneliş olarak: temel parolamız örgütsel deformasyondan çıkmak ve hedeflerimize uygun bir yapılanış kazanmak olmalıdır. Yerelleşme, öne çıkmama, siyasal hedef-
Hareketimiz bir "toparlanma ve güç biriktirme" dönemini yaşamak zorundadır. Maddi ve moral olarak güç
kaybettik. Krizin niteliği, yani apolitik zeminde dedikodu ve entrikadan ibaret olması aynı zamanda hareketin ne büyük bir zaaf içinde olduğunu göstermiştir. Hareketimiz çok kritik bir dönemden geçmektedir. Uçurumun kenarında yürüdüğümüzü söylemek abartı olmaz.
13
^ O İ ARALIK'OCAK'ŞUBAT
leri gözetmeksizin herkesi bir arada tutma çabalarından türeyen uzlaşmalardan kararlı bir şekilde kopmalıyız. Bunun için ilk elden harekette ideolojik ve politik seviyeyi yükseltmek için kapsamlı bir çalışmayı-eğitimi başlatmak gerekiyor. Harekette ideolojik ve politik bilinçlerdeki erime hızla aşılmadığı durumda her zaman güvensizliği körükleyecek, dedikoduları yeniden ortaya çıkartacak bir ortam şekillenebilir. İçinde bulunduğumuz koşullarda örgüt yapısını sağlamlaştırma yolunda en çok dikkat edilecek konu, tüm harekette iradenin merkezileşmesini güçlendirecek pratik eylem tarzına özel bir ağırlık vermek olmalıdır.
Hareketimizde merkezi iradenin ve tüm yapı iradesinin sürekli aşınmaya uğramasındaki en temel örgütsel neden, merkezden diğer kadrolara kadar yayılmış olan profesyonel kadrolaşma bilincindeki büyük erozyondur. Bunun yarattığı zaaf, sadece pratik yönetim aksamaları değil, tüm hareketin ira- deleşmesinde büyük bir aşınma ortaya çıkmasıdır. “Gizli umutsuzluk”, “ufuk kaybı” devrimci politikanın seviye kaybı gibi yapmış olduğumuz genel tespitlerin üzerimizdeki özel etkilerini son krizde açıkça gördük. Bütün bunlar görevlere talip olmada, öne çıkmada tutukluklar yaratmakta, bu durum yılların kadrolarında bir yorgunluk ortaya çıkarırken, öte yandan yeni kadroların kazanılması sürecini inanılmaz bir şekilde uzatmaktadır.
Son olarak, krizden hızlı çıkabilmenin ve örgütsel yöneliş açısından özel bir önem taşıyan profesyonelleşmenin gerçekleştirilmesi için darbe yiyen mali imkânların yeniden yaratılması yaşamsal bir önem taşıyor. Bu konuda tüm hareket önce eldeki imkânların bilgisini derlemeli, daha sonra somut adımlara geçmelidir.
Devrimci hareketin 12 Eylül sonrası bir tasfiye sürecine girdiği ve bunun özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren farklı bir nitelik kazandığı tespitlerini defalarca yaptık. Bu fark, tasfiye sürecinin işleyiş niteliğinde yatmaktadır. Sadece düşmanın zoru değil, büyük bir dönem değişikliği yaşandığı için, buna uygun ideolojik, stratejik, siyasal ve örgütsel değişimler yara- tılamayınca siyaset yapış tarzında inanılmaz bir kalitesizleşme ve erime kaçınılmaz hale gelmektedir.Yaşadığımız krizle bu alınyazısının fazla dışında olmadığımızı gördük. Bu kısır çemberi mutlaka kırmalıyız. Politik ortamdaki koşullara baktığımızda bir anlamda akıntıya kürek çekmek gibi bir dönemden geçiyoruz. Tersini yapıp akıntıya kendimizi bırakırsak -krizde kopanların yaptığı gibi-, hareket düzenin en dip noktalarına kadar sürüklenir.
Böyle günlerde gelecek bilinci büyük bir önem taşır. Önümüzü
stratejik olarak göremezsek, her adımımızı buna yarayacak pratiğe dönüştüremezsek ufuk kopmasına uğrayıp körleşebiliriz. Ancak sadece gelecek bilinci yetmez. Her gün içinde yaşadığımız ortamın önümüze çıkarttığı yüzlerce çelişkiden kendimizi geleceğe taşımak için taktik ve örgütsel olarak yararlanma ustalığını edinmeliyiz. Bunların olmadığını söylemek için deli ya da kör olmak gerekir. Sorun, günlük her çelişkiyi tekrarın kara kuyusunda yok etmeden nasıl hedeflerimize bağlayacağımızda yatmaktadır. Üstelik geçmiş pratiğimizde bunun iyi örnekleri de vardır. Kriz sonrası “sıfırdan” başlamıyoruz. Krizin derinliğini öğretici bir silaha dönüştürmek zorundayız. Başta merkez olmak üzere her hareket üyesi hatalarımızdan ezilme ve yakınmayı bir yana bırakıp, yaşadıklarımızı bilinç ve öfkemizi bilemek için sıçrama tahtasına dönüştürmelidir.
Büyük sorunlar yaşadık, büyük sonuçlar üreteceğiz!
Kriz sonrası "sıfırdan" başlamıyoruz. Krizin derinliğini öğretici bir silaha dönüştürmek zorundayız. Başta merkez olmak üzere her hareket üyesi hatalarımızdan ezilme ve ya
kınmayı bir yana bırakıp, yaşadıklarımızı bilinç ve öfkemizi bilemek için sıçrama tahtasına dönüştürmelidir.
14
MI5D L KRİZİNİ ASAR
M. Sinan
Türkiye solu yaklaşık 100 yıllık tarihinin en ağır krizlerinden birini yaşıyor. 1930-40’ların karanlığından 60 çıkışıyla sıyrılan, 12 Eylül ile çok ağır bir darbe yemesine rağmen etkinliğini belli bir seviyede devam ettiren, biriktirdikleri ile hayata tutunan devrimci sosyalist hareket, bugün birikimlerini tüketme-ideolojik çözülme -yeni rezervlere açılamama girdabına düşmüş görünmektedir. 1990’ların çıkış için imkânlar barındıran yılları değerlendirilemeyip, F tiplerinin kurumsallaşması ile ciddi ve karşılığı üretilemeyen bir darbe yenilince 2000’li yıllar bir bozgun ve dağılma havası eşliğinde ilerlemeye devam ediyor. Uzunca bir süredir üzerinde tartıştığımız devrimci hareketin tasfiyesi süreci kimi mantıki sonuçlarını ortaya koymaya başladı. Önümüzdeki sürece doğru taktiksel açılımlarla müdahale geliştirilemezse yaşanacak tahribatın boyutları daha da artacaktır.
Buralara nasıl geldik?Ülkemizin geleneksel yapısı, kit
le hareketlerinin büyük oranda devrimci hareketin ön açıcılığında yükselişe geçmesidir. 1989 Bahar işçi eylemlilikleri, oldukça dolaylı olsa bile 80 Terin ikinci yarısındaki üniversite gençliğinin hareketlenmesi ile tetiklenmiştir. Yükselen Kürt hareketi ve 89 kitle eylemlerinin görece temizlediği atmosferde kamu emekçileri hareketi boy vermiştir. Söz
konusu hareketin öncülüğü de büyük oranda 80 öncesinin devrimci kadrolarıdır. 12 Eylül’ün en kesif atmosferi dağıldıkça yaratılmış birikimler, değerler etkisini göstermiştir. Bu çıkışlar devrimci hareketi beslemiş, 90’lı yıllar özellikle Kürt hareketinin canlılığı ile birlikte genel olarak devrimci hareketi oldukça cüretkâr taktik yönelimlere itebilmiştir. Kitle çizgisinin seviyesi de bu oranda radikalizme açık bir seviyedeydi. Bu durum bütün siyasi hareketleri, kendileri açısından oldukça ciddi hedeflere yönelmeye, kendilerini aşmaya sevk etti. 1996 1 Mayıs’ı ve zaferle sonuçlanan cezaevi direnişleri söz konusu hedeflere ulaşılabileceğine dair bir iyimserlik de yarattı.
12 Eylül’ün devlet yapısında yarattığı dönüşüm sonucunda devlet terörünün dakikleşmesinin, ardı ardına gelen operasyonların yarattığı tahribat Kürt hareketindeki ivme kaybıyla ve özellikle de Öcalan’ın yakalanması ile birleşince kadrolarda; ortaya konan ciddi hedeflerin gerçekle- şebilirliği ile ilgili tereddütler belirmeye başladı. Siyasi hareketler devlet tarafından geliştirilen bu topy- ekûn saldırının olası sonuçlarını öngörerek, sağlam bir ortak duruşu ya- pılandırabilselerdi yenen darbelerin yarattığı tahribat azaltılabilirdi ama küçük hesaplara dayanan sığ tartışmalar o zor günlerde ağır bedeller uğruna yaratılan değerlerin de heder olup uçmasına yol açtı. Devlet açı
sından, önemli kadroları cezaevlerine toplanmış devrimci hareketin sinir sisteminin tahrip edilmesi için cezaevleri operasyonu bir zorunluluktu. Bunun başarıya ulaşması devrimci mücadele açısından önemli bir zafiyet yarattı. 1990’larda öne konan cüretli hedeflerin neredeyse bütün siyasi yapılar açısından çok uzağına düşülmesine yol açan bir süreç başladı. Yaşanan yenilgiler ve yeniden gözden geçirilmeyen hedeflerin yarattığı gerilimler ise devrimci hareketleri neredeyse hareket edemez, tüm reflekslerini yitirmiş, yaşadığı kilitlenmeden dolayı yapabileceklerini de yapamaz, olduğundan daha güçsüz görünen ve bundan dolayı da daha da güçsüzleşen bir duruma getirmiştir.
Devrimci hareketin bu inisiyatif kaybı, 2000’li yıllarda ülkenin görünür sol sahnesini büyük oranda yenilemiştir. Devrimci hareketlerin geleneksel kadro kaynakları üniversiteler abluka altına alınmış, devrimci üretemez hale getirilmiştir. 90’ların ciddiye alınmayan “Gelenek” çevresi, çeşitli manevralarla üniversiteleri büyük oranda tekeline almayı başarmıştır. “Bu düzene bir sol lazım, burada bir boşluk var” tespitini yapan söz konusu hareket uygun bir konumlanma ile ciddi bir etkinlik yaratmıştır. Bu hareketin tıkadığı kanallar, devrimci hareketi ihtiyaç duyduğu ideolojik zenginleşmeye taşıyacak yeni kadrolardan mahrum
15
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
bırakmıştır. TKP ile yürütülmesi gereken ideolojik mücadele ise, politik ortamın devrimci atmosferden ziyade milliyetçi hezeyanı beslemesinin de büyük etkisiyle yeterince başarı- lamamıştır.
Varoşlar da 90’ların ikinci yarısında görülen canlılığından uzaktır. Devrimci hareketlerin en değerli kadrolarını yitirmiş olmaları, mahalle gençliği içinde yozlaşmanın artan etkileri, kentsel rantların yarattığı rehavet ve süreklileşen devlet baskısı varoşların sol siyaseti besler bir duruma gelmesini engellemiştir. Aslında bakıldığında devrimci siyasetin etkin olduğu varoş bölgeleri -hatta Okmeydanı gibi kimilerine artık varoş demek de yakışık almamaktadır- temelde devrimci hareketin geleneğinin sürdürüldüğü bölgelerdir. İçinde bulunduğumuz durumda varoş çalışması derken genel bir yoksulluk damarının işlenmesinden ziyade süreklileşmiş bir ilişkinin kendisini üretmeye devam ettiği vahalardan bahsetmek daha doğrudur. Devrimci hareket örneğin Gülsuyu
gibi kimi varoş bölgelerindeki etkinliğini görece kaybetmiştir ama kendisini bu seviyede yeniden üretebileceği yeni oksijen çadırlarına ulaşamamıştır. Hareket yeni varoş alanlarını - ki her geçen gün bu tarz çöküntü alanlarının büyümesine ve kentsel sorunlar ağırlaşmasına rağmen- harekete geçirememiştir. Tam tersine hareketin yaşadığı büyük oranda bir sıkışmadır. Geçtiğimiz ay içinde Tuzla Şifa mahallesinde yaşanan direniş, Kentsel Dönüşümün yarattığı gerilimleri ortaya koymak açısından önemliydi. Fakat devrimci yapıların direniş içindeki rolünün neredeyse negatif seviyesinde oluşu can sıkıcıdır. Devrimcilerin faaliyet yürüttüğü mahallelerin hangileri olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunların sayısını nasıl arttırabileceğimize dair belirgin bir taktik göze çarpmamaktadır. Bu konuda en umut verici araç olan Dayanışmaevleri’ni yeterince etkin değerlendiremeyişimiz ise tamamen bizim özgün süreçlerimiz ile ilişkilidir.
Sınıf hareketi de dönemin boğuk atmosferini ferah la tab ilecek bir durumda değildir. Grev kelimesinin bile unutulduğu uzun yıllar geçirdik. Bu sene THY ve tekstilde grev olacağına dair beklentiler bile heyecan yarattı. 26 bin Türk Telekom işçisinin greve çıkması ise “şeytanın bacağının kırıldığı” değerlendirmelerini getirdi, bir coşku yarattı. Şu andan daha ötesine dair bir şey söylemek mümkün olmasa da varolan sendikal yapıların hantallığını akıldan çıkarmamakta fayda var.
Taksim ve UrasBöylesi bir tabloyla karşı karşı
yayken ve bütün devrimci siyasi yapılar ciddi iç sarsıntılarla boğuşurken 22 Temmuz seçimleri çok küçük de olsa kısmi bir başarının yaşanması sonucunu doğurdu. Üzerine çok büyük siyasi planlar yapılacak bir adım olmasa da bir moral değer yaratma açısından Ufuk Uras’ın İstanbul 1. Bölge’den seçimi kazanmış olması, 1 Mayıs’taki Taksim kararlılığı ile birlikte bir olumluluk olarak değerlendirilebilirdi. Fakat kriz dönemlerinin en kötü yanı, atılan her adımın bir parça moral yaratacağına tam tersine tartışmanın alevlenmesine yol açıyor olmasıdır. Akacak kan damarda durmuyor. Oysa hareketin hızla moral değerlerini yükseltmeye ve oradan aldığı güçle halk içinde yeni bir takım mevzileri fethetmeye, bunu yaparken de kafasını netleştirmeye, sadeleştirmeye ve bu sayede de iradeleşmeye ihtiyacı var.
Biz bu yazıda özellikle Birgün gazetesinde yayınlanan “Peki Şimdi Ne Olacak?” yazı dizisinden yola çıkarak solun bu süreci nasıl okuduğunu ve çıkış önerilerinin ne olduğunu değerlendirmeye çalışacağız. Sosyalizm üzerine düşünenlerin ve çalışanların önemli bir kısmını dışarıda bırakmış, görüşüne başvurmamış olsa da söz konusu yazı dizisi üzerine tartışılabilecek bir zemin sunması açısından elverişlidir. Bu arada birçok yayında benzeri konuların tartışılıyor alması da aslında umut vericidir. Ortada hiçbir sorun yokmuş gibi kendi meselelerini hep “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla kendi içinde halletmeye çalışan bir solun kitleler nezdinde güven tazeleme şansı yoktur. Çünkü ne halde olunduğu zaten kör olmayan tüm gözlerin önündedir. Bu tartışma ve konuşma isteği yapıcı birtakım önerileri geliştirme arayışı ile birlikte yürütüldüğü oranda yapıcıdır. Tabii büyük bir şehvetle yürütülen, kırıcı, yok edici, tüketici ve en kötüsü de kısır tartışmaların çoğunlukta olduğu da göz ardı edilmemelidir.
16
ARALI 10OCAK-ŞU BAT C|Oİ
Hareketin hızla moral değerlerini yükseltmeye ve oradan aldığı güçle halk içinde yeni bir takım mevzileri fethet
meye, bunu yaparken de kafasını netleştirmeye, sadeleştirmeye ve bu sayede de iradeleşmeye ihtiyacı var.
Çatı partisi olur mu?Aslında dönemin en belirgin si
yasi önermelerinden biri “Çatı Partisi” fikriyatıdır. Bu daha önce de SDP tarafından dillendirilmiş fakat ete kemiğe büründürülememişti. Seçimlerden sonra özellikle Bin Umut adaylarının kazanmasından motive olan ve çalışmalara destek veren kesimlerin önerisi olarak gelişmiştir. Bizim açımızdan birçok rezervi ba- rındırsa da yapıcı bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Fakat ilginç olan herkesin böylesi bir tartışmaya geleneksel olarak bulunduğu yerden, günübirlik çıkarlarını savunarak bakmakta ısrar etmesidir. “Sosyalist solun sorununun bir çatı partisiyle çözülebileceği kanısında değilim... Fikir karışıklığından kurtulmuş, kendi devrimci iddialarında birleşen ve toplumsal hayat içinde kendi yatağını açabilecek eylem hattına sahip bir sola ihtiyaç var bugün... Ve ÖDP, öyle sol grupları bir araya getirerek çözüm üretileme- yeceğinin bir tarihi oldu” (Oğuz- han Müftüoğlu) Bundan 11 yıl önce sadece solu, sosyalistleri değil düzenle gerilimi olan herkesi bir parti çatısı altında toplamaya çalışan bir siyasi hareketin en önemli temsilcisi bugün böylesi bir tespiti rahatlıkla yapabiliyor. “Gökkuşağı partisinden”, “radikal demokrasi hareketinden”, “yurttaşlar birliğinden”, “fikir karışıklığından kurtulmuş” bir partiye ikna süreci nasıl yaşandı? Bununla ilgili bir ipucuna sahip değiliz ama alınan bu politik pozisyonun ÖDP içinde yaşanan taraflaşmadan kaynaklı olduğu, gayet pragmatik gerekçelere sahip olduğu açıkmış gibi görünüyor bizle- re. Çünkü tespitin sahibinin “kafa karışıklığı” bir kaç satır ötede belirgin olarak gözüküyor: “ÖDP’ nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitleselleşecek.... bir parti haline dönüşmesi gerekiyor”. “Şu andaki politik muarızlarımızı etkisiz hale getirelim, onların projesi olduğu için Çatı Partisi’ne yok diyelim, sonrasında geniş ve kitlesel bir parti oluruz” demek istenmiş ol
muyor mu acaba bu çapraşık değerlendirmelerle? Peki, ÖDP, ya da daha doğrusu ÖDP’ deki Yolcular bu kitlesel çalışmayı neden gerçek- leştiremediler ve gerçekleştirmek için bundan sonra yeni ne yapmayı düşünüyorlar? Bununla ilgili bir şeyler okuyabilmek mümkün değil? A.İnsel’in “derin ÖDP” eleştirisinin yarattığı arkadan vurulma psikolojisi ile yıllardır savunulan pozisyonlar bir anda rahatlıkla terk edilerek “keskin ve enerjik” söylemlerle kendine alan açmaya çalışılıyor. AB’ye Havet’çiliği resmi tutum haline getirmiş olan ÖDP’ nin en önemli ismi O.Müftüoğlu’ ndan “AB’yi eleştirmeden üçüncü cephe yapılamaz” değerlendirmelerini duymak bizleri gerçekten şaşırtıyor. Dilin kemiği yok, “Dün dündür bugün bugündür” felsefesinin içimizde bu kadar yer etmesi, sorunlarımızın önemli kaynaklarından biri değil midir? Yıllardır AB’nin “ehven-i şer”liği üzerine sözleri dinleyen bir ÖDP’ li şimdi bir polemikte rakibine darbe vurabilmek için alınan bu yeni pozisyonu nasıl değerlendirecektir?
Kürt Hareketi ile Aynı karede olmak
U.Uras’ ın seçilmesi ile ilgili bu beyleri en fazla sinirlendiren durum tabii ki Kürt hareketi ile aynı resmin içinde bu kadar görünmek zorunda kalınmış olunması. “Mesela “19+1 denkleminde DTP grubunda yer alabilirim” diyen bir siyasi figürün ısrarla ÖDP’ ye yeniden genel başkan olmak istemesi aslında başlı başına bir ironi! İşte bu kadarını şahsen kaldıramam!” (Melih Pekdemir) Sema Pişkinsüt ile yapılan ittifaka bu arkadaştan böylesi bir tepki gelmiş midir? Ya da 10 Aralık hareketi ile muhtemel bir dayanışma böylesi bir reaksiyon üretir miydi? Bu hassasiyet neyin hassasiyetidir? Yıllardır söylediklerimizi -ki bunu tek söyleyen de biz değildik tabii ki-, “Kürt ve Türk emekçilerin ortak hareketi başarının anahtarıdır” diye, kısmen başarılabilen bu birliktelik, U.Uras şahsında kısmi bir başarı yaratmıştır. Daha önemlisi en azından çalışma esnasında ciddi bir enerji ve moral yaratmıştı. Siyasi or-
17
^ O İ ARALI K-OCAK-ŞU BAT
tam iç tartışmalarla kilitlenmeseydi, herkes bunu bir imkân olarak görebilseydi kısmen ileri doğru atılabilecek bir kaç adım daha söz konusu olabilirdi. Fakat sosyalist hareketin yaşadığı sıkıntıyı, Kürt hareketi ile yakın durmaktan kaynaklı olarak görenlerin oldukça etkin olduğu seçim sonrası tartışmalarda ortaya çıktı. SDP’nin kurduğu türden bir ilişkinin iki tarafa da bir faydasının olmadığı da açık olmakla birlikte sosyalist bir çizginin Kürt halkının el verdiği siyasi hareketle aynı karede görünmeme kaygısının bu noktalara gelmesi, kendini inkârdan başka bir anlama gelmemektedir. U.Uras’ın yukarıdaki demeci ile ortaya koyduğu tutarlılık, halklarımı-
rece sahip çıkabiliyoruz? Bunu kendimize sormamız gerekir” (Hakan Tahmaz, ÖDP)
Çatı Partisi tartışması ile ilgili son bir söz: Bu öneriyi savunanların birlikte ne yapılacağına dair bir somut önerisinin olamayışı önerinin etkinliğini azaltıyor. Şu anda Çatı Partisi’ne en çok benzeyen ÖDP, SDP gibi yapıların iç sarsıntıları da beraber yürümek noktasında tereddütler yaratıyor. Bu noktada SEH’ ten Kenan Kalyon’un altını çizdiği nokta önemli; “Biz sosyalist hareketin yeniden kurulmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun ancak işçi hareketinin yeniden kurulmasıyla para
runlarını vs. burjuva demokratik devrim çözmüştür nasılsa! Yine Fikret Başkaya hocanın da artık kendini tekrar etmeyen, biraz daha işin özüne değen bir üretimde bulunması iyi olmaz mı hepimiz için: “Tarihsel solun en önemli handikaplarından veya zaaflarından biri eninde sonunda kalkınmacı olmasıydı” Neden? AKP’nin K’sı “kalkınma” iken biz niye bu kadar kahroluyoruz bu yıllardır neredeyse hiç kullanmadığımız kavram yüzünden? Kimi tartışmaların içinden bakınca belki çok hayati görünüyor ama bunca anormal fikriyatın örgütlenme zemini bulduğu bir toplumda sosyalist hareketin bu hale gelmesinde zavallı
“kalkınma”nın rolünüzın bir arada ya- Sosyalist hareket ile halkın gündemlerinin, dert ve tasalarının bu kadar abartmak şama iradesini epeydir birbirini göremez, duyamaz olmasının en önemli so- gerçekçi midir? “Ta-
des- runumuz olduğunu görmek aslında o kadar da zor değil. mamıyla yenilenmişteklenmesi gere- bir sol harekete ihti-ken bir tutumdur.Liberal sol’dan gelen bu “birlikte görünmeme” kaygısının başka bir zeminden ama aynı içerikle tekrar edilmesi ise çok benzer saiklerden kaynak alıyor denirse indirgemecilik mi yapılmış olur acaba? “ Sadece Kürt milliyetçiliği temelinde yapılan bir mücadele Türk milliyetçiliğini büyütmekten, devrimciliğin zeminini yok etmekten başka bir işe yaramadı” (Eyüp Baş-HÖC temsilcisi) Tabii faşist-şoven milliyetçilik MGK’nın, 12 Eylül’ün falan değil de Kürtlerin mücadelesinin ürünüdür. Pardon da 12 Eylül öncesinde “ sokağa çıkmayın, faşistlerle çatışmayın, faşizm gelir” diyenlere sizler nasıl bir tepki vermiştiniz? Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu iki yaklaşım arasında fark bulmak mümkün müdür? Kürt hareketinin yaşadığı zaaflar sonuna kadar eleştirilmeli, içine düşülen liberalizm, emperyalist müdahaleden beklentilerin yarattığı moral tahribat teşhir edilmeli ama kendi zaaflarını hiçleyen bir tutumun inandırıcılığı var mı? Biz Kürt- lere nasıl bir gelecek sunuyoruz ki “yüzünüzü Barzani’ye, ABD’ye dönmeyin” diyebilelim? “...Yani biz yan komşumuz işten atıldığında, linç edildiğinde, dışlandığında ona ne de
lellik içerisinde olabileceğini düşünüyorduk.”
Bu tartışmaların en can sıkıcı tarafı yıllardır sol/sosyalist zeminde üretim yapan kimi isimlerden gerçeklere pek de yanaşamayan, kitabi değerlendirmeleri duymak zorunda kalmak...
Uçuşan fikirlerÖrnek isterseniz en uç örnek her
halde Ö. Laçiner’in 22 Temmuz seçimleriyle AKP’nin burjuva devri- mini gerçekleştirmiş olduğuna dair tespitidir. “Toplum artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir.” Ne değişmiştir de bu devrim gerçekleşmiş olmuştur? Türbanın Çankaya’ya çıkması mıydı burjuva demokratik devrimin içeriği? Yaşamımızın hangi alanında ne değişmiştir? Hiçbir şey değişmediyse devrim bu işin neresindedir? Yaban burjuvaziye masada az da olsa bir yer açılması devrim midir? “Bizce bir parti, sosyalizmi iktidar hareketinden ziyade bir hayat tarzı olarak düşünmelidir öncelikle.” Devrimi AKP yapınca, bize de sosyalizmi bir hayat tarzı olarak düşünmek kalıyor tabii ki... Kürt meselesini, toprak meselesini, Alevilerin so
yaç var ve böyle bir yenilenme sürecinde, ideolojik yenilenme kritik önem taşıyor” . Böylesi bir tamamıyla yenilenme hayatın doğasına ne kadar uygundur? Fikret hocanın da kendisini biraz yenilemesi gerekmiyor mu?
Sınıfa kaçış çağrılarıBütün bu olumsuzlukların yanın
da bir olumluluk var ki bu tartışmalarla ilgili bizce çıkış tünelinin yerini işaretliyor. Bu önermeler her ne pahasına olursa olsun halka gitmenin yollarını bulmayı, hayatı kendi kafamıza uydurmayı değil de kafamızı ve ritmimizi daha fazla ezilenlerin, en alttakilerin sıkıntılarına uydurmayı öğütlüyor. En açık doğru gibi görünen bu yaklaşım, sosyalist hareketin bir türlü kilitlenemediği stratejik yönelimi oluşturuyor aslında. “Ancak bu durum sol açısından sadece ekonomik olarak değil, kültürel, çevresel, kısacası yaşamsal olarak kapitalizm karşıtı politikaların ne kadar önemli olduğunu acil olarak dayatıyor. O zaman çeşitli politikaların nesnesi olan yoksullar yerine daha sınıfsal bir perspektiften bakarak bu yaşamdan hasar gören, bunu kendi etkinlikleriyle değiştirmeye çalışan ezilen sınıflar yeni bir özne olarak
18
ARALI K-OCAK-Ş U BAT C|Oİ
ortaya çıkabilir” (Meltem Ahıska) “80 öncesinde, gecekondularda sol oldukça egemendi. Neden bu kadar egemendi, çünkü sol orada emek veriyordu. Kırsal kesimden gelen insanı bir örgütlenme içerisinde karşılıyor, yerleşmesinden, iş bulmasına kadar çeşitli sorunlarına yardımcı oluyor, böylece aynı zamanda siyasi olarak da örgütlüyordu. Yani orada ciddi bir emek söz konusuydu; bu emek daha sonra örgütsel bir güç olarak geri dönüyordu” (Yaşar Sey- man). “Sosyalist solun emek hareketiyle ilişkisi organik olmaktan ziyade sentetiktir. Sendikal harekete a- raçsal yaklaşımı, emekçilerin kendi deneyimlerinin rolünün küçümsenmesi ve onlara basitçe dışarıdan bilinç taşınabileceği yanılgısı yüzünden sosyalist solun emek hareketiyle anlamlı bir bağından söz etmek mümkün değildir” (Aziz Çelik, Birikim, sayı 222). “Sınıfsal çelişkilerden yola çıkıp, ezilenlerin sesi, adresi olmayı hedefleyen hareketlerin fiilen ezilenlerden uzak oluşu bu problemler piramidinin tepesini o-
luşturuyor... İstanbul’da İstiklal Caddesi’ni boydan boya tutan partiler, sivil toplum örgütleri, sendikalar vs. hangi sınıfın içine sızma yapabilir” (Evrim Alataş, Birikim, sayı 222)
Bunlara benzer yüreklere su serpen değerlendirmelerin sayısı hiç de az değil aslında. Yapılması gerekenin; halkın hayatına tırnaklarımızla tutunmak, onun gündelik meselelerini çözebilecek kurumlar yaratmak, onları sadaka bağımlısı olmaktan çıkarıp kendi özgüvenlerini, sınıf bilinçlerini kuşanır hale getirebilmek, onlardan öğrenebilmek, birer cehenneme dönen işyerlerinde güçlenmelerini sağlamak, bilmediğimiz sulara doğru açılma cüreti gösterebilmek, yeni kesimlere, yeni semtlere, yeni işyerlerine, yeni illere nüfuz etmek olduğu artık çok daha fazla kişi tarafından görülüyor. Sosyalist hareket ile halkın gündemlerinin, dert ve tasalarının epeydir birbirini göremez, duyamaz olmasının en önemli sorunumuz olduğunu görmek aslında o kadar da zor değil.
Bizler bu sorunlara müdahale edebilecek çok önemli iki araca sahibiz: Dayanışmaevle- ri ve bağımsız sendika. Bu araçları insanların meselelerini çözen araçlar haline getirebildiğimiz oranda halkın çıkarlarını dövüştürebilme yeteneğimiz de artacaktır. Bu bütünleşmeyi sağlayabilmek sosyalist hareketin yeniden ayağa kalkmasının birinci koşuludur. Bu bütünleşmeyi engelleyen kendi alışkanlıklarımız ise hesapla- şılmalı; mafya, çete vs. ise par- çalanmalı; halkın kayıtsızlığı ise ısrarla aşılmalıdır.
“Elbette eleştirilere temellik eden bu tür ekonomist düşüncelerden de sınıf politikası üretmek mümkün olabilir. Ancak bu tür düşünceden üretilecek politikanın sendikalizmin sınırlarını aşamayacağı, enter- nasyonalist bir politik sınıf politikası olamayacağı bilinmelidir” ( Devrim Yolunda Kurtu
luş, sayı 3, sf. 10). Halk çalışmasına yönelik öneriye en sık getirilen eleştirilerin başında gelen bir noktayı güzel belirttiği için kendi bağlamında biraz daha farklı bir içerikle kullanılan bu önermeyi buraya aldık. Gerçekten de halkla bütünleşince, halkın sorunları bizi teslim almayacak mı? Bu sorunları politikleştirebilecek miyiz? Yakınlık kurduğumuz kitleleri siyasete kazanabilecek miyiz?
Bunun tabii ki bir garantisi yoktur. Varolan bilinci sıçratabilmek sadece bizimle ilgili değil aynı zamanda politik ortamla da ilgili bir süreçtir. Fakat her yönüyle güçlü bir örgütsel yapının, değebildiği kitleleri kazanamamasının sebebi ne olabilir ki? Hem, sınıf hareketi ile buluşama- dığımızda, ilişkilerin şu anki çok sınırlı çeperini fersah fersah geliştiremediğimizde bu kesimleri örgütleye- bilme gibi bir gündemimiz, imkânımız dahi olmayacaktır? “İnsanlar ancak çözebilecekleri sorunları önlerine koyarlar”sa öncelikle en acil sorunun üzerine gitmek, sadece AKP’nin ve tarikatların ulufeciliği- nin doldurduğu bir alana boylu boyunca girmekten başka bir şansımız var mıdır? “Hem yürüyüp hem de sakız çiğneyebilir miyiz?”gibi bir soru sormanın şu aşamada manası yoktur.
Uzun sözün kısası, gerçek devrimcidir. Başımıza ne geldiyse kendi gerçekliğimizle doğru biçimde yüz- leşememekten geliyor. Olumsuzluklardan bahsetmek umutsuzluk üret- memeli. Çünkü ancak fark edebildiğimiz, üzerinde tartışabildiğimiz olumsuzlukları çözebilme, iyileştirebilme şansımız var. Olumsuzluklardan konuşuluyor olması, halkın tek gerçek kurtuluş umudunun bizler, sosyalistler, devrimciler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Halkla aramızda örülen duvarlara hep birlikte yüklenelim. Sınırlı güçlerimizi doğru planlarla, doğru hedeflere yönlendirerek kazanacağız. Daha doğrusu kazanmak zorundayız.
Çünkü Roza’nın sözü artık bugün her zamankinden daha gerçek:
YA SOSYALİZM YA BARBARLIK!
19
KEMALİZM, ORDUCULUK VE
TEORİ v e POLİTİKACIN
KIVILCIMLI ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE
Selim Kırali
GirişUzun bir süredir Teori ve Politi
ka (TP) dergisinde Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile ilgili yazılar çıkıyor. Yazılarda hem Kıvılcımlı’yı öğrenme, hem Kıvılcımlı’dan öğrenme ve hem de onun eleştirel aşılması çabaları var. Yazıların, önemli bir emeğin ürünü olduğu açık. Kıvılcımlı’nın sağlığında ya da daha sonra hep “susuş kumkumasına” getirilmiş teorik pratik ürünlerini, TP’nin emek vererek eleştirmeye çalışması elbette önemlidir.
Ne var ki TP yazarları genellikle, 1971 devrimci gençlik eğilimlerini Kıvılcımlı’yla kıyasladıkları zaman, anlaşılmaz bir sübjektivizmle devrimci gençlik eğilimlerinin (THKP- C, THKO ve TKP/ML) yanında yer alıyorlar. Hem de bunu “Kıvılcımlı ’nm eleştirilerinin birçoğu doğrudur ” diyerek yapıyorlar.
TP’nin eleştirilerinin ana eksenini devrimci, Marksist Kıvılcımlı’nın giderek reformistleştiği ve 711 ko- puşmasında reformizm saflarında
kaldığı görüşü oluşturmaktadır. 71 Kıvılcımlı’sını, 1930’ların YOL çalışmaları Kıvılcımlı’sıyla karşı karşıya koyarak, aradaki kopuşmanın sebebini aramakta ve bunu Kıvılcım- lı’nın zaman içinde “sağcılaşmasın- da”, “reformistleşmesinde” bulmaktadır. Bu “kayma”nın ideolojik politik zeminini ise Kıvılcımlı’nın Kemalizm ve ordu/vurucu güç değerlendirmeleri oluşturmaktadır.
Biz bu çalışmamızı TP eleştirilerini yanıtlamakla sınırlı tutmak yerine geleneğimizin kopuşmasız, 1930’lardan bu yana Kemalizm değerlendirmelerini bir daha -günün gereksinimlerine de uygun olduğunu düşünerek- özetlemeye çalışacağız. Kıvılcımlı’nın daha sonra ortaya koyduğu Türkiye’nin tarihsel süreç içindeki üretim ilişkileri analizlerinin bir sentezi olan vurucu güç teorisini de yine bir kez daha bu bağlamda açıklamayı gerekli gördük.
Kemalizm tartışmalarının güncel anlamı
Kemalizm’in eskiden, körün el
yordamıyla fili tanımlayışı gibi, ne deseniz kaldırır bir tanımı, çeşit çeşit yorumu vardı. Kemalizm milli kur- tuluşçuluktu. Kemalizm küçük (ya da kimine göre milli) burjuvazinin radikal kanadıydı. Kemalizm sosyalizmin, aradaki duvarları aşılmaz olmayan bitişik komşusuydu vs. vs.
Günümüzdeki Kemalizm tartışmaları artık bu kadar ilkel değildir ancak TDH’nin Kemalizm’den bütünüyle kopuşup kurtulduğu da söylenemez. Ama safların daha netleştiği açıktır. Zaten hayatın kendisi Kemalizm denince solcuların ilk aklına gelen İlhan Selçuk / Cumhuriyet Gazetesi çizgisinin vardığı noktayla, öğreneceklere öğretmektedir.
1960’lı yılların sonundan başlayarak yükselen sınıflar savaşı, önce 70’li ve sonra daha katı bir biçimde 12 Eylül ertesi yıllarda, safları öylesine netleşmek zorunda bıraktı; “yerimizi” ve “yenimizi” öylesine daralttı ki kolumuzu kaldırsak cırt, yenimiz yırtılıveriyor, bir dönüverelim desek kafamız bir yere tosluyor. Artık ”oynadığımız” meydanlar darala
11967 - 71 arası süreci bundan sonra genellikle 71 diye anacağız .
20
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
darala sonunda bıçak sırtı halini alıyor. Bundandır ki Kemalizm’i hatta Kemalizm-ordu ilişkisini, kendi gelişim seyri içerisinde kavrayamayıp, hele sınıf köklerini görememe bönlüğüne düştünüz mü, kendinizi diyelim ki HKP (Halkın Kurtuluş Partisi) gibi elinizde bir “iyi niyet mektubu” ile Genel Kurmay’ın nizamiyesinde buluveriyorsunuz.
Peki, bugün bu kadar net olan bu konu, neden 60’lı ve 70’li yıllarda “Ne kadar su koyarsan kadırır pilav” durumundaydı?
Kemalizm’in doğuş ve gelişim süreçlerine
kısa bir bakışBu sorunun yanıtını vermeden
önce Kemalizm’in doğuş ve gelişim süreçleri ve toplumsal/politik etkileri üzerine birkaç not düşelim.
Osmanlı Devleti I. Dünya (paylaşım) Savaşı sonunda müttefikleriyle birlikte yenilince, karşı karşıya kalınan işgale karşı, farklı kesimlerde farklı tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu tepkilerin en önemlileri Kuvayı Milliye silahlı direnişi ve Müdafaa-i Hukuk politik örgütlenmeleridir.
Kuvayı Milliye silahlı direnişi
Kuvayı Milliye silahlı direnişi, M. Kemal’in Samsun’a çıkışından bağımsız, biri örgütlü diğeri yerel inisiyatifler -efeler/çeteler- olmak üzere iki kanaldan gelişmiştir. Bir kısım efe zaten dağlarda vardır ve bunlar Yunan işgali başlayınca direnmeden yana tavır alırlar.
Kanalın diğeri ise daha Enver Paşa dönemine, savaşın kaderi az çok belli olmaya başladığı döneme dek uzanır. Eğer savaş kaybedilecek
ve ülke işgale uğrayacak olursa bir direniş hattı oluşturulacaktır. İşgalin Ege’den olacağı da kestirilebilmek- tedir. Dönemin kurmaylarına göre Salihli civarında bir hat oluşturulması uygun görülmektedir.
Bu amaçla en önemlisi, dönemin Teşkilatı Mahsusa Başkanı Eşref (Kuşçubaşı) Bey’in Salihli’deki çiftliği olmak üzere, değişik noktalara gizli silah yığınakları yapılır.
Ittihad ve Terakki Cemiyeti kurmayları (en başta Talat, Enver ve Cemal Paşalar) ülkeyi terk ederlerken, Talat kendilerini uğurlayan ikinci derece kurmaylardan Kara Vasıf’a “Gizli bir cemiyet kur!”masını tembihler. Bunun üzerine kalan kadrolar (Kara Vasıf , Rauf ve Eşref Beyler vd.) Karakol Cemiyeti’ni kurarlar. Cemiyetin yönelişinde hiçbir ikircim yoktur. Ege’de “İzmir’i işgal etmiş Yunan kuvvetlerine karşı Nizami Ordu müdafaayı üzerine alıncaya kadar” bir direniş hareketi başlatılacaktır. Bu hareketin başına fiilen kim geçecektir? “...mahalli mukavemet hareketlerinin başında olabilecek kişileri bulma yolundaki araştırmalarımızda Ethem, hepimizin üzerinde ittifak ettiği ümit mihraklarından birisi idi. ” (Eşref Kuşçubaşı ’dan aktaran, Cemal Kutay. Çerkez Ethem - Tamamlanmış Dosya s.66) Bunun üzerine Rauf Bey, Salihli’deki yığınaklar, ilişkiler vs hakkında Eşref Bey’den aldığı bilgilerle Ban- dırma’ya gider ve Ethem Bey’lerin kapısını çalar. Ethem Bey’e ve yanındaki ağabeyleri Reşit ve Tevfik Bey’lere Cemiyet’in kararını açıklar.
Görevi kabullenen Ethem Bey çok kısa sürede, Salihli hattında cephesini kurar. Kısa zamanda Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ve diğer çeteleri Kuvayı Milliye’ye katar.
İttihatçılar tarafından kurulan bu
direniş hareketi kısa sürede halkçıla- şır. Hatta Sovyet devriminin maddi manevi yardımları sayesinde Bolşe- vizmden etkilenir. Ethem Bey, Yeşil Ordu’yla2 3 ilişkilidir. Bağlantıları da artık, mecliste Müdafaa-i Hukuk içinde İkinci Grup olarak adlandırılacak ve daha çok Alman mandacılığına yakın Rauf, Kara Vasıf gibi eski ittihatçılardan çok, Halk Iştirakiy- yun’la yani Komünistlerledir. Ancak komünist bir örgütlenme olarak Halk İştirakiyyun, ne teorik ne örgütlenme olarak Kuvayı Milliye’ye ve kurtuluşa öncülük edebilecek yetkinlikte değildi.
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti:
Kemalizm’in doğuşuDiğer yandan Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti ise, daha sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde derlene
cek olan, Anadolu (milli) burjuvazisinin birbirinden yarı bağımsız, değişik bölgelerde oluşturduğu işgale karşı sivil örgütlenmeleridir. Dirlik- çi gelenekle davranışa geçen genç
paşalar çok kısa bir sürede bu örgüte katılmışlar, burjuvaziyle bütün
leşmişlerdir.
Sonra işgalci emperyalistlere ve işbirlikçileri komprador burjuvaziye karşı savaş kazanılmıştır. Üstelik bu süreçten Kemalist burjuvazi, diğer burjuva eğilimlere ve halkçı/komü- nist güçlere karşı da güçlenerek çıkmıştır. Mustafa Suphi önderlikli TKP’nin merkez/öncü kadroları Karadeniz’de katledilmiş, Çerkez Et- hem provoke edilerek mücadele dışına itilmiş, Halk İştirakiyyun yıldırılıp tasfiye edilmiş, İttihatçı kalıntılar İzmir suikastı davasıyla -boyunlarını ipten zor kurtaran Rauf Bey, Ka- rabekir, Rafet ve Ali Fuat Paşalar dışında (ki bunlar M. Kemal’le birlikte Amasya Genelgesi’nin altına imza
2 Yeşil Ordu, içinde Çerkez Ethem ve kardeşleriyle birlikte başkaca, daha Bolşevizan unsurların da bulunduğu ve giderek Kuvay-ı Milliye’ye siyasi kurmaylığa ve onu siyasileştirmeye doğru gelişen bir kuruluştur. M. Kemal önce ses çıkarmamış sonra güç dengesi kendi lehine döndüğünde kapatmıştır.3 “Ali Bey (İstiklal Mahkemesi Başkanı, Kel Ali diye Bilinen Ali Çetinkaya b.n.) Paşaları asacak” diyordu M. Kemal İzmir’deki evinde Fahrettin Paşa’ya. (Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, S. 105.) Kellelerini kurtardıklarına inanamayan zavallı Paşalardan Ali Fuat Paşa, beraat ettiğimize inanalım mı sorusuna karşılık çaresizliğin öfkesiyle soru sahibine, “İnanmayıp da ne yapacağız?” diye çıkışır. (Aktaran U. Mumcu, a.g.e. S. 70)
21
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
atan beş kişiden dördüdür.)- asılarak bertaraf edilmişlerdir.3 Bütün bu olayların arkasında burjuvazinin sinsi komploları vardır. İpler de M. Kemal’in elindedir. Burjuvazinin önü açılmıştır.
Kemalizm önderlikli Türk burjuvazisinintekelcileşme evrimiEgemenliğini böylesine güçlen
dirmiş burjuvazi için hedef ne olabilirdi? ‘Şimdi palazlanma zamanı! ’ydı. Her burjuvazi gibi Cumhuriyet burjuvazisi de sömürüsünü artıracak, tasfiye edilen kompradorların yerini kendisi dolduracaktı.
“Büyümek”, “gelişmek”, kalkınmak” ... Nasıl olacaktı?
“Kaç milyonerimiz var? Hiç ” diye hayıflanıyordu M. Kemal. Ve “Bilakis memleketimizde birçok mil
yonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız ” (7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa Cami konuşması) diyerek gidişin yönünü kesince belirliyordu.
Bu yönelişin açılımını sağlayacak olan ise İzmir iktisat Kongresi’dir. “Kongrenin en önemli problemi ‘kredi meselesi ’ olmuştur. İktisat Vekâletince teşekkül eden ‘Heyeti Faale ’nin kongre için hazırladığı raporun ilk cümlesi bu konuyla ilgilidir. ‘Türkiye’deki iktisadi teşebbüslerin garpta görülen mebzuliyet ve vüs’atle çoğalmaması
sebeplerinden en mühimini Türkiye’de kredi teşkilatının pek gayri mütekâmil bir şekilde olmasında görüyoruz’ (İzmir İktisat kongresi, G. Ökçün. Aktaran, Kemalizm Nedir - Kıvılcım Yayınları S. 12, 13. İmzasız ve tarihsiz ancak bilgimiz dâhilinde: Mehmet Yılmazer, Aralık 1980)
“Ve raporun bu bölümü şöyle bağlanır: ‘Bankalar şirket halinde teessüs ettikleri takdirde hareket ve faaliyetleri daha emin ve menfaatleri daha şamil olacaktır ki bilhassa bu gibi banka şirketlerinin teessüsleri son derece elzem ve şayan-ı tavsiyedir.” (age)
Alıntının anlaşılır Türkçe’si şudur: Türkiye’deki iktisadi kuruluşların sayıca ve sermayece çoğalama- masının sebeplerinden en önemlisi kredi kurumunun pek gelişmemiş olmasındandır. Bankalar şirket olarak kurulursa, hareket ve faaliyetleri daha emin, menfaatleri daha kapsamlı
olacaktır. Bankaların kurulması son derece gereklidir ve tavsiyesi uygundur.
Bankalar kurulacak, “kıt” sermayeli burjuvalara kredi/sermaye verilecektir. Sorun geldi banka kurmaya mı dayandı? Peki, kim kuracak? Gökçün’den yine günümüz Türkçe-
sine çevirerek aktaralım. “Devlet kendisinin güçlü bir ekonomik unsur olduğunu göz önüne alarak... büyük sanayi ekonomilerinde uyarı ve katılımı ile halka yol göstermelidir. ” (a.g.e. S. 13)
Ardından hızla banka kuruluşuna yönelinir ve kongreden bir yıl sonra, 1924’te ilk kuruluş sermayesi Atatürk’ten; 250.000 lira ile İş Bankası kurulur. Böylelikle Anadolu burjuvazisi Kurtuluştan 2, 3 yıl gibi çok kısa bir sürede tekelci, finans kapitalizme ulaşmıştır.
Finans-kapitalin hızla sermaye birikimi sağlayabilmesi, sıkı bir baskı rejimiyle mümkündü. TKP yeniden yeraltına itilmiş, kadrolarına hapis ve işkencelerle göz açtırılmamış; Muhtariyetlik sözü verilen4 ama daha sonra varlığı bile inkâr edilen Kürt ulusunun tepkileri şiddetle, meydanlara kurulan darağaçlarında toplu idam infazlarıyla kırıma uğra
tılmış; MustafaKemal’in en yakın silah arkadaşlarının (Rauf, Kazım, Raf et ve A. Fuat Paşalara) bile partisi kapatılmış;5 6 Takrir-iSükûn’larla (dönemin sıkıyönetimi) yoğun bir baskı reji
mi uygulanmıştır.
Artık evrimini tamamlayan Kemalizm, iktisaden finans kapitalizm, siyaseten diktatörlüktür. Bu süreç daha 1925’lerde tamamlanmıştır.
Ancak gelişimin bu seyri ve varılan nokta kavranamamış, aradan
Muhtariyetlik sözü verilen ama daha sonra varlığı bile inkâr edilen Kürt ulusunun tepkileri şiddetle, meydanlara kurulan dara- ğaçlarında toplu idam infazlarıyla kırıma uğratılmış; Mustafa
Kemal'in en yakın silah arkadaşlarının (Rauf, Kazım, Rafet ve A. Fuat Paşalara) bile partisi kapatılmış; Takrir-i Sükûn'larla (dönemin sıkıyönetimi) yoğun bir baskı rejimi uygulanmıştır.
4 Atatürk Vakit Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’a verdiği ancak daha sonraları Türk Tarih Kurumu’nca gizlenen; “Kürt sorunu” ile ilgili röportajında şöyle diyor: “... başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir.” (Uğur Mumcu, Kürt - İslam Ayaklanması, S. 48)5 Atatürk’le siyasi görüş ayrılığına düşen Paşalar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuşlar ancak Parti İzmir Suikas- tı’yla ilişkilendirilerek kapatılmıştır. Daha sonraki yıllarda Kazım Karabekir’in yazı yazmasına bile izin verilmemi,ş evi basılarak yazılarına el konulup yakılmıştır.6 Varlığı tartışmalı Bursa Nutku’dan bir özet: Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir... Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir... Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır... Onu hapse atacaklar... Diyecek ki; ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım.’ ... İşte benim anladığım... Türk gençliği!” (5 Şubat 1933)
22
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
geçen uzun onyıllar boyunca, Kemalist burjuvazinin yalan propagandasıyla olmamışa çevrilmiş, Kemalizm Bursa Nutku6 seviyesine indirilmiştir. Türk solunun 1960 sonrası yeniden doğuştaki bu bönlüğü onu “özürlü” kılmıştır. Tekelcilik anlaşılamamış, Türkiye yarı-feodal görülmüştür. İşçi sınıfı nicel zayıflığına bakılıp - hem de “proleter devrimciler” tarafından- yok sayılmıştır! “Müttefik edeceğiz” diye olmayan milli burjuvazi (çünkü tekelleşmişti) aranıp durulmuştur! Bu bönlükler ne yazık ki stratejik düzeyde de olmadık seviyelere varmıştır!
Neyse ki hayatın öğretme gücüvar!
71 Kıvılcımlısında Kemalizm
Kıvılcımlı ile geleneği arasında bir uyumsuzluk olmadığı açıktır. Ancak eleştiriler zaten Kıvılcımlı’nın 1967 - 71 arası dönemine yöneliktir. (Kayaoğlu’na göre 1937’lerden başlayarak) Bu nedenle Kıvılcımlı’nın o dönem değerlendirmelerine de bakmak gerekiyor. Ama son söyleyeceğimizi ilk söyleyelim! Kıvılcım- lı’nın Yol çalışmalarındaki Kemalizm analizleriyle 71’deki Kemalizm analizleri arasında bir farklılık yoktur.
Birkaç küçük alıntıyla Kıvılcım- lı’nın, Yol’daki analizlerinin arkasında durduğunu görelim!
“Evet, Kemalizm ’in yaptığı da bir demokratik devrimdir. Ama devrimde değişen sınıf ilişkisi komprador tahakkümünü kaldırmak biçiminde oldu... Türkiye devletçilikle “sınıfsız imtiyazsız” bir toplum biçimine yani sosyalizme gitmemiştir. Tam tersine en azgın sömürücü sistem olan Devlet Kapitalizmi yolundan Finans-kapitalizme girmiştir. Emperyalist dünyaya karmış tır. ” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması, Derleniş Yayınları S. 394, 395) Ne zaman yazıyor bunu Kıvılcımlı? Nisan 1970’te.
Devamla: “ ‘Kemalist... Devrim = Küçük burjuva devrimi’ demekmiş
Bu her şeyden önce Birinci Kurtuluş Savaşı ’nın ’egemen sınıf karakteri ’nde yanılmaktır. O sınıf Türkiye burjuvazisidir. ” (a.g.e. S. 371)
Kıvılcımlı için Kemalizm, YOL çalışmalarında neyse 71’de de o, yani burjuvadır.
Teori ve Politika ve dergiye dışarıdan yazan aynı zemindeki bir kısım yazar tarafından Kıvılcımlı’nın özellikle 71’deki tutum, davranış, önerme ve yönelişlerinden hareketle “orducu”, kimine göre de “dolayısıyla” “Kemalist” olduğu savlanır.
“1950 ’li ve 60 ’lı yıllardaki ’pro- pagandif’yazılarının tamamı ise Kemalist, Orducu, Reformist niteliktedir. ” (Ali Osman Alayoğlu TP, S.127. abç)
“Kıvılcımlı ’nın Orducu, Kemalist olduğu tek bir makalesinden hareketle söylenmemektedir. (a.y., S.128, abç)
“Yol çalışmalarının Kıvılcımlı ’sının Leninist, 1960 ’lardaki Tarih Tezi ’nin Kıvılcımlı ’sının Orducu, Kemalist olduğu açık bir gerçek değil midir?” (a.y., S. 131, abç)
Dikkat edilirse “Orducu” ve “Kemalist” nitelemeleri hep birlikte eşanlamlı gibi kullanılır. “Kıvılcımlı Kemalist’tir çünkü ORDUCUDUR!” olur!7
Kaldı ki Alayoğlu’na göre Kıvılcımlı “1970’li yıllarda katıldığı seminerlerde Kemalizm’in bir burjuva hareketi olduğunu açıkça dile getirirken Kemalizm’in asker-sivil küçük burjuvazinin hareketi olduğu iddialarını da şiddetle reddetmektedir. ” (a.y. S.129)
Hatta yine Kıvılcımlı, “Kemalizm ’in niteliği tartışmalarında da ’Kemalizm’in burjuva hareketi olduğu ’ tespitleri bağlamında uygun yere koyabilmiştir. ” (a.y. S. 133)
Gel gelelim Alayoğlu gene de sormadan edemez. “Yol çalışmalarının Kıvılcımlısı Leninist, ... Tarih Tezi ’nin Kıvılcımlısı orducu, Kemalist... Değil midir?”
Hemen cevap verelim: Hayır değildir! En başta Alayoğlu’nun yukarıda alıntıladığımız argümanlarından dolayı değildir. Kıvılcımlı “Kemalizm ’in burjuva hareketi olduğu ” nu “tespit” edecek ama gene de Kemalist olacak. Bence Alayoğlu bu Kemalizm ‘tespit’ini orduculuğa atlamak için bir “payanda” olarak kullanıyor. Çünkü Alayoğlu’nun gizli(!) mantığına göre orducu olmak için Kemalist olmak gerekiyor.
Eğer Alayoğlu burada bir “hile” yapmıyorsa, “yanılsamasının” kaynağı nedir?
Biz Kemalizm’le “Orduculuk”u
23
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
eşitlemiyoruz. Çünkü Kıvılcımlı’nın “Orduculuk”unun temelinde, onun dirlikçi gelenekli genç subaylar eksenli “Vurucu Güç” teorisi olduğunu biliyoruz. Ama bunun üzerinden kolayca atlanıverir ve Kıvılcımlı “Or- duculuk”la eşitlenir. Alayoğlu bu konuda evet, ne yazık ki -bunu söyleyince alınıyor ama alınmamalı- ilk değildir!
Bu noktada “Vurucu Güç” konusunda tekrar gibi gelecek de olsa bir kaç söz etmemiz gerekecek. Ama hemen şu ayırdı yapalım: Kemalizm tekelci burjuvazinin ideolojisidir. Orduculuk saydığınız Vurucu Güç olgusu ise bir Dirlikçi davranış biçimi, bir ilkel sosyalist gelenektir ve birinci şıkla taban tabana zıttır! M. Kemal ve diğer genç Paşaların ilk çıkışlarındaki Dirlikçi davranış izi her iki gerçekle de çelişmez.
Kıvılcımlı’da “Vurucu Güç” elbette Tarih Devrim Sosyalizm (TDS)’de varılan sentezlerden birisidir. TDS’ de üretici güçler dört başlık altında toplanır: Teknik, Coğrafya, Tarih ve İnsan.
“Tarih bakımından Teknikle birlikte Coğrafya-Tarih-İnsan sözcükleriyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydınlığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insanın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOPLUM YARATICIdır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşadığı belirli coğrafya ve iklim şartlarına göre, belirli bir tekniğe ve metoda dayanarak yaptığı yaşama güreşinde, gene belirli bir seviyeye ulaşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur.
“... Antika Tarih toplumunda 7 8
yalnız başına teknik, insanı umutsuzluğa düşürecek kadar yavaş gelişmiştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-göre- nekleri, içine girdiği Coğrafya etki- tepkileri altında gösterilmiş. İnsanca kolektif aksiyon Teknik’ten hızlı davranmıştır denilebilir. ” (Kıvılcımlı, TDSBibliotek Yayınları, S.25, 26)
Olan bu mudur? Bakalım. “ Niçin olan şeylerin adlarını koymayalım. En son Birinci Millî Kurtuluş Savaşı ’nda olduğu gibi, 27Mayıs ihtilâlinde de Sosyal Sınıfların yönünde, neredeyse bağımsızmışça görüntüler alan bir Vurucu Güç vardır. Bu Vurucu Güç, “Devleti” ve “Memleketi” koruma ve kurtarma sorumluluğunu duyan Antika Osmanlı “Sünûf’ü Devlet ”inin, İlmiyye + Seyfiyye + Mülkiyye + Kalemiyye diye adlanmış 4 Devlet Sınıfları ’nın Tarihcil ve Sosyal kalıntısıdır. Bu olumluluk, “Kalıntı”dır diye hor görülemez. Zaten hor görene metelik vermez. Pratikte vardır, teoride yerini ister istemez alır. ” (Kıvılcımlı, Halk Savaşının Planları, Derleniş Yayınları, S. 257)
“Vurucu Güç”, stratejinin “olmazsa olmaz!”ı değildir. “Proletaryanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir. ” (a.g.e S. 258) O kol- lektif aksiyon gücü, bağımsızca ortaya çıkıp; “memleketi kurtarma” adına gerici iktidarı bir vuruşla (isterseniz darbeyle diyelim) devirdi mi? Kıvılcımlı böyle bir duruma devrimcilerin ya da partinin kayıtsız kalmaması gerektiğini, bu kalkışmanın sosyalizm yörüngesine sokulabileceğini söyler! Burada (M. Kayaoğlu’na da yönelik olarak) “elinde bir örgütsel mekanizma yok”, “bir hareketin içinde veya önünde değil”sin üstelik “Cağaloğlu ’nda tecrit edilmiş bir halde yaşıyor”sun (a.y. S.32) vs. e-oleştirilerinin ne anlamı olabilir! Gücün yoksa tavır da alma, yani “politika yapma!” denebilir mi?
“Ondan sonrası, öne geçen Öz- güç’ün niteliğine kalıyor. Bu... nitelik devrimci ise Sosyal Devrim yörüngesine oturabilir. ”a.g.e. S. 258) demiyor mu ve Özgüç’ün bir GÜÇ olması gerektiğini söylemiyor mu?
Biraz da somuttan konuşalım! Vurucu Güç’ün son iki, 27 Mayıs 1960 ve 28 Şubat/21 Mayıs 1963 deneyleri (9 ve 12 Mart’ı son saymıyoruz, ileride bu konuya döneceğim) sadece bir eylem olmalarının çok ötesinde; etkileri açısından da çok iyi anlaşılmalıdır. Çünkü Türkiye solunun ikinci doğuşundaki ağır Kemalist etkinin önbelirleyicisi büyük ölçüde bu iki eylemin (aslında tek süreçtir) payı büyüktür.
27 Mayıs: darbe mi, devrim mi,
her ikisi mi?27 Mayıs yine ordu içerisindeki
genç subayların, hiyerarşi dışında örgütlenip devletin üst kurumlarına; Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakan’a, Hükümet’e ve Genel Kurmay’a karşı, yine “memleketi kurtarmak” adına müdahele, darbe; ileri politik sonuçları açısından da (sonlandırıla- mamış) bir devrimdir.
27 Mayıs, devletçilik arpalığında (devlet kredileriyle) büyüyüp gelişen ve Demokrat Parti ile rüştünü ispatlayan finans-kapitalizm soygun talan diktatörlüğüne karşı, Dirlikçi gelenekli genç subayların, yoksul yığınlar adına ortaya çıkıveren kolektif aksiyonudur.
Aslında 27 Mayıs bir süreçtir. Önceli 9 subay olayı, ardılı 22 Şubat/21 Mayıs’lardır. 1954’lerde başlayan ilk örgütlenme vuruş aşamasına geldiğinde deşifre olur. İhbara uğrayan subaylardan dokuzu sorgulanır ve beraat ederler.
Ancak örgüt dağılmaz. Semiren finans kapital partisi DP’nin iyice
7 Elimdeki Metin Kayaoğlu imzalı “ Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin...” isimli diğer yazıda böyle bir nitelemeye; “Kıvılcımlı Kemalist’tir” vargısına ya da yargısına -gözümden kaçmadıysa- rastlamadım. Bu yüzden cevap eleştirinin bu bölümünden Kayaoğlu’nu sakınmak doğru olacaktır.8 Kaldı ki Kıvılcımlı o dönem Cağaloğlu’nda, burjuvazinin devrimci hareketi boğmak için dayattığı “tecrit” çemberini kırmak için Marksist yayın faaliyeti yürütmek üzere bulunuyordu.
24
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
azgınlaşması ve diktatörlüğünü siyasi olarak da sınırlarını zorlarcasına iyice artırması; hele devletçi gelenekli orduyu aşağılarcasına iktidar mev- kilerinden hepten itelemeye çalışmasının yarattığı gerilim 27 Mayıs olarak patlar.
Hükümet devrilir, üyeleri tutuklanır. Cumhurbaşkanı C. Bayar bile Çankaya’yı basan grubun başındaki Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan’ın kararlı tutumuyla ve Muhafız Alayı’nın kararsız da olsa ihtilalcilere katılımıyla enterne edilir.
27 Mayıs’ın halkçı niteliği konusunda bir tartışma gerekli mi? Bu konuda 27 Mayıs’ın reformlarına ve 1961 Anayasası’na bakılabilir. Zaten ondan sonraki süreç finans kapitalin, 27 Mayıs’ın kaza- nımlarını ve geleneği törpülemesi olmuştur. Yine de ileride bu konuyu biraz açmaya çalışacağım.
Yine “iktidarı bir vuruşta deviren” vurucu güç tıpkı Kuvayı Milliye örneğinde olduğu gibi siyasi öndersizlikle karşılaşır. 27 Mayıs’ın yaslanabileceği ya da ona arka çıkacak bir siyasi örgütlenme yoktur. Bunun, kendileri de farkındadırlar.
“Silahlı Kuvvetler Birliği ’nin, iktidarı devam ettirmek bakımından en büyük noksanı, halk içinde kolunun bulunmayışıdır. Mahiyeti ne olursa olsun, ne derece büyük bir kuvvet ifade ederse etsin, gücünü halktan almayan ve halka yaslanmayan bir iktidarın uzun müddet ayakta durmasına ve halkın kalkınmasını hedefleyen büyük reformları uygulanmasına imkân ve ihtimal yoktur. ” (Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, Aktaran Dr. H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi)9
Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Genel Başkanı olarak MBK’ya yazdığı
mektuplar elbette ki 27 Mayıs’ı peşine takamayacaktı. Ama en azından o gün alınması gereken politik tavır bakımından anlamlıdır. O, görece canlanan politik ortamda -olabildiğince- programını tartışmış, tartıştır- mıştır. Bu tutumun, “27 Mayısçılar mektubu okuyunca iktidarı sanki getirip Kıvılcımlı’ya vereceklerdi” yerine, bugün kazanamayacağımızı bile bile, sırf programımızın propagandasını yapabilmek, sesimizi duyurabilmek amacıyla girdiğimiz seçim çalışmalarıyla kıyaslanması daha uygun olacaktır.
Kıvılcımlı’da kavranmayan şey de budur. Uzun yıllar alan o durgunluk döneminde politik tutumlarıyla, yazılarıyla, örgütlenmeleriyle, ara
sıra da olsa azıcık canlanıveren politik ortama “etine göre budu” müdahalede bulunmuş, TDH adına siyaset sunmuştur.
27 Mayıs kısa sürede örgütlü güç finans kapital tarafından iç edilmeye çalışılır. Darbeyi yapan örgüt, Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) liderlerinden Talat Aydemir bu sürece müdahalede bulunur. Bu süreci Aydemir’in, arkadaşı Turhan Yalvaç’a yazdığı mektuptan izleyelim.
“Hatırlarsın, Kore’den döndükten sonra ‘İhtilâlin emniyete alınması icabeder ’ demiştim. İşte o ana f i kir üzerinden yürüdüm. Eski teşkilâtı genişlettim. Bugün Türk Ordusu ’nda kilit başında bulunan bütün insanlar buna dâhildir. Aylardır çalıştık ve bazı prensipler vazettik. ” (www.o- nergurcan. org)
İsmet İnönü ve devlet, bir kısım komite üyesine çengel atmış, diş ge- çiremediklerini de bir provokasyonla
tasfiyeye çalışmaktadır. Aydemir uyanık davranır.
“ Bu yukarıda saydığım insanların plânı ile biz 2-3 Haziran gecesi hazırladıkları liste ile yeni bir on- dörtler gibi emri vaki ile karşılaşacaktık. Bereket versin, elimizi çabuk tuttuk, bu zaferi dört saat ara ile kazandık. Derhal alarma geçtik, yoksa bizi şu suçlar ile radyoda dinleyecektiniz.
“ Harb Okulu Komutanı, Komite ’deki Havacılar ile anlaşmıştır.
Bunlar Ordu’yu ayıran insanlardır.
En kötüsü komünistlere hizmet edenlerdir
”Ondan sonraki icraat tama- miyle bizimhâkimiyetimiz altında cereyan etti. Bu adamlar fazla inat etselerdi, harekâta geçip orta
lığı kana boyayacaktık... O kadar şuursuz insanlardı.. Allah’tan ellerinden bir şey gelmedi. Çünkü artık hiç bir kuvvetleri kalmamıştı. Bu anda da sıfırdırlar. Yedi gün yedi gece uykusuz alarmda kaldık. Yalnız şuna sevin ki bütün Türk Ordusu, Deniz, Hava, Kara, Jandarma bu anda yek- vücuttur. Diğer yolda da bunu sağla- yabildiysem artık rahat ölebilirim.
“Davamızı başta bulunan Genelkurmay Başkanı ’na, Kuvvet Komutanları ’na, ayrıca kabul ettirdik. Şimdi demir gibiyiz, ama bu kolay olmadı tabii. Eski ideal arkadaşlarım, Türkiye ’de her şeye hâkimdirler. Silâhlı Kuvvetler şahsiyetini kazanmıştır. 7 Haziran ’da Komite ’ye bir ültimatom çektik, benim kalemimden çıktı. Genelkurmay Başkanı Memduh Paşa ’yı köşke götürdü. Hasta Devlet Reisi ’ne kabul ettirdi. Yirmi dört saat mühlet vermiştik. On birinci saatte yerine getirdiler, yoksa
27 Mayıs, devletçilik arpalığında (devlet kredileriyle) büyüyüp gelişen ve Demokrat Parti ile rüştünü ispatlayan finans-kapitalizm soygun talan diktatörlüğüne karşı, Dirlikçi gelenekli genç subayların, yoksul yığınlar adına ortaya çıkıve-
ren kolektif aksiyonudur.
9 Yazıyı internetten okuduğum için 27 Mayıs ve Yön Hareketi’nin Sınıfsal Eleştirisi ile ilgili alıntıların sayfa numarasını veremiyorum.
25
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
hepsini silecektik. İş o kadar gergin safhaya girmiş, sabrımız tükenmişti. Ültimatom şu idi:
Hava Kuvvetleri Komutanı derhal vazifesine iade edilecek. Öğle radyosunda yayınlanacak.
Bizi ihbar edenler ve Hava Kuvvetleri Komutanı ’nın harcanmasını sağlayanlar vereceğimiz listeye göre derhal emekli olacaklar.
Cemal Madanoğlu, Osman Kök- sal derhal kumandanlıkları bırakıp Komite ’ye dönecekler.
Bir daha Silâhlı Kuvvetlerin ve Komitenin haberi olmadan kilit başında bulunan komutanlar tayin edilemeyecek ve emekliye sevk edilemeyecek.
Deniz Kuvvetleri Komutanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Millî Savunma Bakanı derhal emekli olacak.
Komite seçimlere kadar azaltıla- maz. İstifa edemez, istifaya zorlanamaz.
Şimdi tamamiyle duruma Silâhlı Kuvvetler hâkimdir. “ (a.y.)
Ancak işler istenildiği gibi yürümez. Dirlikçi subaylarla kesimciler (düzenle uzlaşıklar) arasında çatışma sürer. Ancak Aydemirler ne pahasına olursa olsun 27 Mayıs’ı koruma çabasını sürdürürler. Kazanan devlet, kesimciler olur.
“Bizler 27 Mayıs’ın hazırlayıcısı, yapıcısı ve koruyucusuyduk. Bu eser bizlerindir Bizler 27 Mayıs’ın sahte koruyucularından değiliz. Eserimizin hedefine varması için her türlü çareye başvurarak, yaşadığımız müddetçe ne lazımsa yapmak mecburiyetinde idik. 1956 senesinde bu dava için baş koymuş ve yemin etmiştim. Eserin yıkılışı ve hedefinden uzaklaştırılması ve hele intikam his- leriyle her gün biraz daha tahrik edilmesine türlü türlü siyasî kombinezonlarla inkar edilişine seyirci kalamazdım. (T. Aydemir, Savunma- Aktaran Öner Gürcan, Ben ihtilalciyim
S. 213)
Seyirci kalmamışlardır da. İlk müdahale 22 Şubat 1962’dir. Aslında başarıya da ulaşılmıştır.
“Süvari Binbaşısı Fethi Gürcan, Muhafız alay Kumandanlığı ’nı deruhte ediyordu. (Üzerine alıyordu. B.n.)
O anda bana telefon etti:
‘Albayım, şimdi burada kuvvet kumandanları İnönü dâhil bütün kabile halinde köşkte toplantı halindeler... Şimdi hepsini enterne edeyim mi? Hesaplarını göreyim mi? ’dedi.
’Hayır ’ dedim, ’Serbest bırakacaksınız. Çıkacaklar. ’ O andan itibaren her şeye hâkimdim. (a.g.e.)
Ancak bu gaflet, “her şeye hâkim” olduğuna inanma gafleti, başarıyı bir anda tersine döndürür. Devletin en tepesindekilerin serbest bırakılmaları bir kısım kararsız subay arasında olumsuz etki yapar ve saf değiştirirler. İsyan örgütleyen ama çatışma, kan dökme yanlısı olmayan, naif dirlikçi Aydemir Albay teslim olur ve kadrosuyla birlikte ordudan tasfiyeye uğrar.
Ancak boş durmazlar. Özellikle, “Hangi kıtaya gitsem girebilirim ve oraya hâkim olurum. Hususiyetim budur ” diyen Fethi Gürcan, genç subay ve öğrenciler arasında örgütlenmesini ‘sivil’ olarak da sürdürür.
21 Mayıs 1963’te ikinci bir girişimde bulunurlar. Ancak yine T. Ay- demir’in, ille de 27 Mayıs gibi “kansız” ihtilal yapma aşırı iyimserliğinin yol açtığı çekince; vuruşta hız kesme, yakın arkadaşları arasında yine sendelemelere yol açar! Ancak devlet onlara karşı bu kez, onlar kadar naif olmayacaktır. Burjuvazi ta başından beri sınıf savaşının gerçek, çekince kaldırmayan bir savaş olduğunu bilir. Kendisi üzerinde tehdit oluşturabilecek gelişimlere karşı amansızdır!
Bu başarısız darbe girişimi üze
rine Aydemir ve Gürcan asılarak idam edilirler. İsyanın kitle gücünü oluşturan Harp Okulu’nun 1459 öğrencisi, kimisi ağır hapis cezalarına çarptırılarak tasfiyeye uğrarlar.10
Mahkemelerde isyanın öncüleri diri ve sağlamdırlar. Siyasi savunma yaparlar. Bu noktada F. Gürcan’ın politik duruş zemini, bilinci ve devrimci kararlılığı dikkate değer. Gürcan’ın savunmalarından kısa bir özet vermeye çalışayım. Gürcan, amaçlarının 27 Mayıs’ı korumak ve sonuçlarına ulaştırmak olduğunu savunur. Anayasanın emrettiğini yapmaktan kaçınan devletin artık meşruluğunu yitirdiğini ve isyanlarının haklı bir zemini olduğunu savunarak, mahkemeyi düzeni yargıladığı bir platforma dönüştürür.
“Anayasanın klasik hürriyetleri yanında ulusal iradenin tecellisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edilmesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak reformu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar aleyhinde çalışanlar kimlerdir? Bunların kimler olduğu hakkında Türk halkoyunda, bu arada sayın yargıçlarda inancın tam olduğundan şüphemiz yoktur. Bir çok çevrelerce ısrarla propagandası yapılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP ’nin yöneticileri bu gruplara dahildir.
“Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?
“Kaderine bırakılmış Anadolu ’da küçük topraklar büsbütün küçülürken, ekonomik bir istihsal ünitesi olmaktan çıkarken, büyük toprakların daha da büyüdüğünü görüyoruz.
”Nüfusu gittikçe artan Anadolu
10 Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu daha sonra üniversitelere girmişlerdir. 68 devrimci kabarışının içine düşen bu koca alev kütlesinin katkısı ve etkisi dikkate alınmalıdır.
26
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
halkının huzurundan söz etmek, sayın yargıçlar güç değil midir? Hele yaşamak, barınmak imkânından gittikçe mahrum kalan bu halk kitlelerinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının durdurulmasını, yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiye ’nin davalarını anlamanın ötesinde olanların zihniyetidir Bugünkü tutumla gecekonduların artmasının kaçınılmazlığını anlamayanları ve onların getirdiği problem karşısında anlayışsız olanları, özellikle bu gibi konulara derinden bakanları tarih önünde itham edenleri tarih önünde en büyük vatan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği takdirde meselelerimiz çözülecektir ”
“Bu şartlar altında 27Mayıs öncesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı,
yoksa onun karşısında mı?
“İşte biz ulusal iradenin gerçekten tecellisi için ona engel olan politik, ekonomik ve sosyal münasebetleri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.
“Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır Bu koparmayı kimlerin aracılığıyla yapacaktık? Kafasıyla yeni nesil Atatürk’ün Cumhuriye t’i emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktık. Daha doğrusu onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.
“Beraatı Tarihin Hükmüne Bırakıyoruz
“Yukarıda özü meşruiyete dayanan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar haklılığımız, daha doğrusu meşrulu
ğumuzun kısa ifadeleridir. Bu sebeple tarihi mahkemeden tarihi beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı tarihin hükmüne bırakıyoruz. Siz de mutlaka, değişip-gelişecek gerçek ulusal irade egemenliğinin hâkim olacağı, Türkiye tarihinde yerinizi, vereceğiniz kararla belli etmiş olacaksınız. ” (Fethi Gürcan, Süvari Binbaşı, Savunma)
Fethi Gürcan’ın savunmasında açıkça görülmektedir ki o, devrimci demokratik bir programı savunmaktadır.
Sonuç olarak 27 Mayıs ve arkasından gelen demokratik program perspektifli girişimler, sınıf teşkilatsızlığı yüzünden, belki çok daha ileri yönelimlere sokulabilecekken heder olmuş/edilmiştir.
Burada mahkemelerdeki “beni ikinci sıraya koymuşsunuz, benim yerim birinci sıradır! ”, öğrenci ve genç subayların faaliyetleri sorulduğunda “Biliyorum ama söylemem, sorumluluk benimdir ” diyen lider duruşuyla, idama götürülürken Ay- demir’e, “Albayım söylemiştim, seni yalnız bırakmam!” deyişindeki yoldaş tutumuyla, idam sehpasının önünde “Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım, benim giremeyeceğim garnizon yoktur. Girdiğim garnizonu da alarma geçirir ve ihtilal yaparım. ” kararlılığındaki demokratik halk devrimcisi, son dirlikçi akıncı, Fethi Gürcan’ın anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ara sonuç: Tükenen gelenek
27 Mayıs Anayasası 12 Eylül’e kadar finans kapital politikacıları tarafından sürekli, “Bu anayasa bize bol geliyor ”, “Bu anayasayla devlet yönetilm ez” sözleriyle şikâyet edilmiştir. Sonunda tırpan- lana tırpanlana 12 Eylül’e kadar gelinmiş ve 27 Mayıs’ın rövanşı olarak 1982 Eylül anayasası topluma dayatılmıştır.
27 Mayıs’ı, 21 Mayıs’ı yapan gelenek ise finans kapitalin bilinçli önlemleriyle iğdiş edilmiştir. Or-
27
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
du mensupları OYAK gibi banka, Renault gibi büyük endüstri kuruluşlarıyla finans kapital yağmasına doğrudan ortak edilerek ve orduevleri ve lojmanlarla haltan koparılarak burjuvalaştırılmıştır.
Gelenek en sonunda üretim ilişkilerinin önbelirlediği bir toplumsal edinimdir. Her gelenek zamanla, yüzyıllar da alsa aşınmaya mahkûmdur. Türkiye’nin 70’li hele 80’li ve 90’lı yılları büyük dönüşümlerin yaşandığı yıllardır. O koca köylü toplumu bir kaç onyıl içerisinde, büyük kütleler halinde şehre, kapitalist üretim ilişkileri içine taşınmış, evrilmiştir.
Bu dönüşümle ilgili birkaç rakam verelim.
1927’de şehir nüfusunun köy nüfusuna oranı 24’e 76’dır. Bu oran çeyrek asır nerdeyse hiç değişmemiştir. 1950’de 25’e 75 ’tir.
Türkiye 1975 - 1997 arası köy nüfusunu % 58’den % 35’e düşürmüş, başka bir deyişle köydeki her 100 kişiden 60’ını daha şehre taşımıştır. Bu, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerindeki hızın da gös
tergesidir. Kır/toprak ilişkileri hızla tasfiye olurken, şehir/finans kapital egemenliği de aynı hızla artmıştır. Bu artıştaki baş döndürücü hız, geleneklerin yaşaması, yaşatılması bir yana onların müthiş bozulmasına ve çürümesine de yol açmıştır. Bugün toplumdaki ahlaki değerlerin aşınmasının, dayanışma geleneğinin bozulmasının arkasında yatan gerçeklik budur. Birincisi, Dirlikçi geleneğimizin de bundan nasibini almaması düşünülemezdi.
İkincisi ise finans kapital artık 60’lı yıllarla kıyaslanamayacak derece egemendir ve kendisini “zırt-pırt” tehdit edip duran geleneği yaşatması da olası değildir. Bunun önlemini almamak onun büyük bir gafleti olurdu.
27 Mayıs ertesi devletçilik vesayetinden bir kez daha kurtulan finans kapital, iktidarı Adalet Par- tis i’yle yeniden ele geçirdikten sonra bu sürece bilinçlice girişmiştir. Hatta burada CIA - ABD desteğine özel bir dikkat de gerekiyor. Biraz açalım.
OYAK: Sosyal yardımlaşmadan tekelleşmeye
27 Mayıs’ın niyetlerinden birisi de ordu mensuplarının yaşam şartlarının düzeltilmesidir. Gerçekten de o yıllarda subaylar, birçok devlet memuru gibi aşırı standartları olmayan, kapı komşularımız idiler. Daha iyice yaşam şartları niyetiyle 1961 yılında OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) “üyelerinin karşılaşabileceği sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturma amacıyla kuruldu. ” (OYAK, Tarihçe, www.o- yak.com) Aynı yıl, tamamen Amerikan sermayeli Goodyear Tire and Rubber Company (şu bildiğimiz lastik fabrikası) Türkiye’ye yatırım yapar. 1962’de OYAK’ın -hangi eller aracılığıyla bilinmez(!)- Goodyear’a ortaklığı sağlanır. Önce Ordu Pazarları vs.nin yanı sıra ufak tefek; konserve ve çimento fabrikalarıyla endüstri alanına yönelir. 1968’de MAİS Motorlu Araçlar İmal ve Satış A.Ş. ile otomotiv sektörüne ilk adımını atar ve yine aynı yıl Renault ile yatırım anlaşması yapılır.
Daha sonraki onyıllarda ise OYAK hızla; sanayi, finans-sigorta, turizm-pazarlama, inşaat, gıda, ambalaj, demir-çelik, bankacılık vs. her alanda devasa yatırımlar yapmıştır. 1990’da daha sonra OYAK Bank’a dönüşecek olana First National Bank o f Boston’a iştirak edilir. 1994’te bankanın tüm hisseleri satın alınır.
Özelleştirmelerde de OYAK boş durmaz ve önemli ölçüde “mal” toplar. 2006 yılında Türkiye’nin Tüp- raş’tan sonra ikinci büyük endüstri kuruluşu olan Erdemir’i (Yıllık karı 560 milyon YTL / 455 milyon Dolar) bünyesine katmıştır.
Şimdi “sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturma amacıyla” kurulan OYAK’ın son durumunu, diğer holdinglerle küçük bir karşılaştırmayla görelim. (tbl.2)
Artık “Finans, sanayi ve hizmet dallarında faaliyet gösteren 60 kadar şirket OYAK Grubu ’nu oluştur-
Tablo î Yıllara göre değişim seyri
Yıl Şehir % Köy %
1927 24 76
1950 25 75
1955 29 71
1960 32 68
1965 34 66
1970 38 62
1975 42 58
1980 44 56
1985 53 46
1990 59 41
1997 65 35
Kaynak: DİE
28
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
Tablo 2
Grup Çalıştırdığı personel sayısı
Koç Grubu 93.700
Sabancı Grubu 52.000
OYAK 34.000
Çukurova Grubu 31.700
Doğan Grubu 11.600
Eczacıbaşı Grubu 9.700
(Kaynak, grupların web sayfaları)
maktadır. 2006 yılı başında Türkiye ’nin en büyük ikinci endüstri kuruluşu Erdemir ’i bünyesine katan OYAK Grubu, ülkemizin en büyük şirket gruplarından birisidir. ” (2006 Yılı Faaliyet Raporu)
Diğer yandan 1960’lardaki “kapı komşumuz subay amcalar” şehir içinde kalmış lojmanlarını bile bize fazla yakın bulmuşlar ve biner dairelik inşa ettikleri lüks OYAK- KENT’lerine taşınmışlardır.
Geleneğin aşınıp tükenmesinin nesnel zemini budur. Artık 198.000’i aktif subay (gerisi emekli) 230.000’i aşkın üyesiyle OYAK grubunun içerisinde dirlikçilikten iz aramak boşuna çabadır. Kıvılcım geleneği bu konuda hem sınır çizgilerini net çekmeli hem de TDH’ni uyarmalıdır.
9 Mart’ın ağza yüze bulaştırılmasının bir sebebi de bu geleneğin aşınma sürecine girmiş olmasında aranmalıdır. Arkasından tam da “kitaba uyan” şekilde, düzen bekçisi konumuna getirilmiş hiyerarşik ordu yapısının 12 Mart intikam vuruşunun anlamı da budur. 12 Eylül ise hiç mi hiç “lamı cimi” olmayan, kendisini cılız da olsa gösterecek bir geleneğin kalmadığının somutlandığı, faşizm zeminine çekilmiş ordunun; Finans kapitalin en disiplinli, en güçlü örgütünün darbesidir.
Geleneğin aşınım sürecindeki 9 Mart; Talat Aydemir, Fethi Gürcan gibi dirlikçi akıncılar çıkartmak şöy
le dursun, girişimi savunacak adam bile çı- kartamamıştır. Tam da bundandır ki neler olup bittiği uzun boylu bilinmez. Hareketin “lideri” Celil Gür- kan’ın Uğur Mumcu’ya anlattığı kadarcı- ğını olsun öğrenebilmek için 15 yıl beklemek gerek
miştir. 27 Mayıs ve 22 Şubat/21 Mayıs’ta ise Aydemir ve hele Gürcan eylemlerini ve amaçlarını mahkemelerde; sorumluluğu üzerlerine alarak yiğitçe savunmuşlardır. 9 Mart’la ilgili olarak ise ortada “adamlar” değil tevatürler dolaşır.
1960 sonrası Türkiye Devrimci Hareketi:
İkinci doğuş1960’ların başından itibaren
Türkiye sol hareketi yeni bir kabarma daha doğrusu yeni bir doğuş yaşamıştır. Bu yeniden doğuşla birlikte, geçmişi olmayan bir sol söylem ortaya çıkmıştır. 1919-20’lerden beri Türkiye Devrimci Hareketi’nin, teorik pratik birikimlerinin üzeri örtülmüştür. Ortalıkta sol adına bir şey görünmemektedir. Yeni kuşaklar için bu anlaşılabilir bir şeydir. Birisi an- latmadıysa ya da ellerde gezinen okunacak bir şey kalmadıysa yapacak bir şey yoktur. Ancak TİP’in başına çöreklenen kısmen eski kuşak sosyalistlerin bu birikimi kasıtlı saklayıp üzerini örttükleri; genç kuşaklarla deneyim/birikim bağını kasıtlıca koparıp sakladıkları açıktır.
Diğer yandan uzun süre yaşanan durgunluk yılları ve burjuvazinin tahammülsüz şiddet ve tecridi temel alan politikası, zaten cılız olan hareketi iyice daraltarak, geleceğe uzanabilecek canlı damarlarını büyük
ölçüde kurutmuştur.
60 sonrası solun doğuşunun ön belirleyeni, finans-kapitalin 1950 DP patlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar üzerinde daha da yoğunlaşan soygununun yol açtığı gelişmelerdir. Çok partililik, sendikal yasakların kalkması sınıfın politik tepkilerini ortaya koyabilmesi için yeni olanaklar yaratmıştı. Ancak devlet arpalığında büyümüş, en sıradan demokratik bir açılım yapma yeteneğini yitirmiş Finans-kapitalizm, bu kadar sınırlı bir tepkiye izin vermeye cesaret bile edemiyordu. En küçük; gizli açık kıpırdanmalar şiddetle bastırılıyordu. 1946’daki Emekçi, 1951 TKP ve 1954’teki Vatan Partilerine yapılan yıldırma baskıları ve baskınları bunun tipik örnekleridir. Ardı ardına kuruluveren işçi sendikalarına da pek yaşam şansı tanınmamış kısa sürede kapatılmışlardır.
Kemalizm inmelenmesi: Yampiri doğuş
Bu noktada, daha önce incelediğimiz 27 Mayıs patlayışından 1961 Anayasası ve bu anayasanın yol açıcılığını yaptığı görece özgürlükler ortamı doğar. Ancak yine daha önce bahsettiğimiz gibi, aradan geçen uzun onyıllar boyu Kemalizm’in baskıcı ve diktatör yüzü halktan bin bir yalan ve demagojiyle gizlenmiştir.
Kemalizm’in ulusal kurtuluş hareketinin halkçılaşmasının, sosyalizme yönelmesinin önünü kesen; savaşın aşağıdan gelen sivil/asker örgütlü güçlerini, hile ve zorbalıkla tasfiye eden; işçi sınıfının politik örgütlenme eğilimlerine göz açtırmayan; en yakın arkadaşlarını, savaşın kurmaylarını bile darağaçlarıyla yargılayıp sindiren; Kürt ulusunun -verdiği sözlere rağmen - haklarını gasp eden ve kıyım uygulayan baskıcı, diktatör karakteri gizlenmiş; kurtarıcı, anti-emperyalist, halkçı ve ulusal kurtuluşçu tanıtımı sağlanabilmiştir.
27 Mayısçıların Kemalizm adına davranmaları, yine arkadan gelen, 21 Mayısçılar, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ların da halkçı çıkışlarında-
29
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
ki Kemalist görüntü, Kemalizm’in ideoloji olarak olumlanmasına sebep oluyordu. Dolayısıyla Hareket yeniden doğarken bir paradoks olarak Kemalizm’in bu ağır etkisi altında doğdu.
Bu yampiri doğuşa, sonuç alıcı iradi bir müdahalede bulunulamamıştır. Böyle bir müdahaleyi kim ya da kimler yapabilirdi?
Birikimi taşıyacak olan öncelikle TKP kadroları olmalıydı. TKP programı devrimci demokratik bir programdı. Kemalizm’e karşı tutumu net ve açıktı. Gel gelelim daha sonra TİP’in başına doluşacak 40’lı 50’li yılların bir kısım TKP kadrosu koltuklarını kapmışlardı, onlar için sorun yoktu.
TKP’ye “İkinci kanal” olabilecek Mihri Belli çevresi ise Kemalizm’le mücadele etmek şöyle dursun, “Sosyalizmle Kemalizm arasında aşılabilir(!) bir duvar” oluşturmuş ve TDH bu duvarı aşabilmek için epey zaman, enerji, güç ve moral yitirmiştir.
Şimdi o yıllara dönüp bakmak gerekiyor: Devrimci Hareket’teki bu Kemalizm inmelenmesine karşı ideolojik politik kavgayı kim veriyordu?
Deniyor ki “Mihri Belli ’nin devrimci gelişmeyi Kıvılcımlı ’ya nazaran çok ileride bir ilgiyle ele aldığı görülecektir. ” (Metin Kayaoğlu, TP 40, S. 36)
Aynı tespit Alayoğlu’nda da var
dır.
“Hikmet Kıvılcımlı ile Mihri Belli ’nin adını andığımızda aralarındaki farkları da belirtmek gerekir. Bunlar hem gençlerle bağı Kıvılcımlı ’nın değil Mihri Belli ’nin kurabilmesini, daha uygun politik tutumlar almasını sağlayan, hem de Mihri Belli ’nin değil Kıvılcımlı ’nın bir gelenek ve geleneğinin takipçilerini bırakabilmesini sağlayan farklardır. ” (Ali Osman Alayoğlu, TP sayı 40, S. 116 abç)
Ya da “Eski kuşaktan olup 60 ’lı yıllarda gençlerle ilişki kurmaya ça
lışan sadece Mihri Belli ve Kıvılcım- l ı ’dır... (Kıvılcımlı’nın) gençlerle ilişki kurma çabası sonsuzdur ama bunu başaramamıştır. Mihri Belli bu açıdan açıkça Kıvılcımlı ’nın ilerisinde, orijinal bir yerde durmaktadır” (a.y., S. 117)
Son “tespit”ten başlayalım. 71’e varıldığında “gençler”in neredeyse tamamı Mihri Belli’den kopuşmuş- tur. Ve azımsanmayacak sayıda bir kısım genç de Kıvılcımlı ’ya doğru kopmuştur. Gerek üniversite gençliğinden gerekse ordu gençliğinden, hem doğrudan kopuşmalar gerçekleşmiş ve hem de kopuşamayan gençler üzerinde Kıvılcımlı’nın açık
bir politik etkilemesi görülmüştür.
12 Mart’tan çıkıldığında bu kopuş daha açık görülecektir. “Bu açıdan” Kıvılcımlı, Mihri Belli’nin “ilerisinde, orijinal bir yerde durmaktadır”. En başta, daha sonra İstanbul Dev-Genç’i oluşturacak DÖB yönetiminin önemli bir kısmı, YİS’te (Yapı İşçileri Sendikası) çalışmış ve THKO çevresinden kimi gençler Kıvılcım geleneğinin 12 Mart’tan çıkışta yeniden kuruluşunun merkez kadrolarını oluşturmuşlardır. Ve bu kadrolar arasında (Ah biz buna o gençlik yıllarımızda boşu boşuna üzülmüşüz!) hiç de “yaşlı başlı kim
seler” yoktur.11 Mihri Belli ise aynı dönemde gençlik ilişkisi açısından erozyona uğramıştır. (Burada belirtmek istediğimiz, kopuşmaların objektif anlamlıdır. Yoksa “kelle
saymak” hiç işimiz olmamıştır.)
Şimdi buradan birinci “tespit”e dönebiliriz.
68’lerde “Gençlerle bağı Kıvılcımlı ’nın değil Mihri Belli ’nin kurabilmesi... daha uygun politik tutumlar alabilmesi ”nden midir?
Yeniden doğuşun üzerindeki ağır Kemalist etkiye biraz önce vurgu yapmıştık. Denizler, Mahirler, Kaypakkayalar, hepsi bu dönemde sosyalizme yönelmiş devrimci ama müthiş derecede Kemalist idiler.12
Sonradan Kemalizm’le kopuş- mayı başarabilen (içinde taşıdığı zaaflara ayrıca değineceğiz.) İbrahim
Kıvılcım lı'nın söylemini büyük ölçüde belirleyen o günün politik ortamıdır. Onun teoriden yana bir kay gısı yoktur; onu yıllar önce kurmuştur. Şimdi o teori
nin, ortamı n şartlarını dikkate alarak politikasın ı yapacaktır. O Kemalizm'e karşı ideolojik bir savaş verirken, Kemalizm'in ağır etkisi altındaki hem asker
hem sivil gençliği hesaba katmak durumundaydı.
1 1 Alayoğlu, “Kıvılcımlı, tüm çabalarına rağmen aslında gençleri politikanın öznesi olarak görmeyi başaramaz” iddiasından sonra, Mihri Belli’den ödünç bir yargıyla ve bir dudak büküntüsüyle der ki: “Mihri 1957’de Sultanahmet Cezaevine gelen Vatan Partilileri “yaşlı başlı kimselerdi” diye tanımlamaktadır.” (İzninizle bir anımı paylaşmadan geçemeyeceğim. Sanıyorum 1977 yılıydı. Vatan Partisi’nin Aksaray’daki merkez binasında, bir toplantı ertesi bir duyuru yapıldı. “TEP’in -Genel Başkanlığını Mihri Belli’nin yaptığı Türkiye Emekçi Partisi- Şehzadebaşı’nda (yanılmıyorsam) bir sinema salonunda Kongresi var, uğramak isteyen arkadaşlar varsa...” Ben de yolum düştü uğradım ve bir süre izledim. En çok ilgimi çeken şey, ne çok “yaşlı başlı kimseler” olduğuydu. Yadırgadığımı, (çünkü biz bu tür toplantılarda hep genç görmeye alışmıştık.) ama asla küçümsemediğimi iyi anımsıyorum.)12 Denizler ve Mahirler Kemalizmle köklü bir kopuşmaya varamadılar. Varma zeminleri mevcuttu. Ama zaman/ömürleri yetmedi. Hem denizlerin, hem Mahirlerin sosyalizme ve işçi sınıfına yönelişleri ve hele Kürt ulusal sorununda ulaştıkları açık, olumlu tavır bunun ipuçlarını veriyordu.
30
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
Kaypakkaya bile 1970’e 1 ay kala bakın neler yazıyor.
“Yıl 1969 Şubatın on altısı. Günlerden Pazar: Kanlı Pazar. Yine Altıncı Filo boğaza demir atmış Türkiye halkına meydan okuyor. Yine İstanbul sokaklarında ’moral takviyes i ’ne çıkmış Amerikan askerleri. Mustafa Kemal’in gençleri durur mu; Mustafa Kemal durur muydu? Durmazdı. Gençler de durmuyorlar. ” (İ. Kaypakkaya, Türk Solu, Aralık 1969 ’dan aktaran Garbis Altı- noğlu, TP 41, S. 32)
68 Gençliği’nin ideolojik formasyonu, politik tavır alışı bu idi. Mihri Belli’nin bu gençlere karşı “daha uygun politik tutumlar alabi- lerek” ilgilenmesine fazlaca gerek zaten yoktu. Gençlerin bilinç düzeyiyle Mihri Belli’nin ideolojik yapısı arasında gayet doğal, -olmaması şaşırtıcı- bir rezonans vardı. Onun için, gençlerin kulağına epey hoş gelen Kemalist türküler söyleyen Mihri Belli’ye gençler, gerekli “il
gi ”yi zaten gösteriyorlardı.
Mihri Belli MDD’ciliği, TDH’nin geçerken uğrayıp, bir süre konakladığı duraklarından birisidir. Uğramıştır, uğranacaktı. Çünkü bunu determine eden Hareket üzerindeki, Kemalizm’in “dayanılmaz hafifliği” idi. Ancak kim artık ne kadar “daha uygun politik tutumlar” gösterirse göstersin, O “durak” artık geçilmiştir ve bir daha oraya hiç dönül- meyecektir!
Kıvılcımlı’nın Demokratik Halk Devrimi “durağı” ise varılacak olandır. Bu aynı zamanda “ Mihri Belli ’nin değil Kıvılcımlı ’nın bir gelenek ve geleneğinin takipçilerini bırakabilmesini sağlayan fark”ı da açıklar. Bu süreçte TDH bilincinde, yarı feodallikten tekelci kapitalizme, köylülükten işçi sınıfına doğru belirli bir geçiş yaşamıştır. 12 Mart çıkışından sonra tartışmaların bu noktada yoğunlaşmasının sebebi de sol yapıların zemininin MDD’ den DHD’ ye doğru kaymasının sebebi
de budur.
Biz yine “yeniden doğuş”taki Kemalizm etkisine dönelim.
TDH’ yi Kemalizm’den koparma misyonu ve onun, günün koşullarına uygun bir söylemle eleştirilmesi ise Kıvılcımlı’ya düşüyordu. Üstelik bunu yaparken de “daha uygun politik tutumla” yapmak zorundaydı. “Sosyalizmi ağzına alamazsın! Buna henüz layık değilsin!” (MDD’den aktararak, Kıvılcımlı, Demokratik Zortlama, S. 410) yasakçı ortamında başka türlüsü ne kadar mümkün olabilirdi!
Niye Kıvılcımlı Kemalizm’in ta- rihsel-devrimci konumlanışını, hem de teorik temellendirmesini yaparak onun, “asker-sivil küçük burjuva radikalizminin” değil, düpedüz burjuvazinin hareketi olduğunu uygun politik tutumla anlatamaz! Kıvılcımlı, diyelim ki 1969 Aralık’ında “Kemalizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük askeri faşist bir diktatörlüktür” (Kaypakkaya, Seçme yazılar, S. 64) deseydi Kaypakkaya’nın tepkisi ne olurdu? Bu konuda istediğimiz kadar spekülasyon yapabilirsiniz!
Kıvılcımlı’nın bu “daha uygun politik tutum” bağlamındaki sözleri, Kemalizm’den kısmen kopuşulduk- tan sonra “Kemalist” olarak algılanmıştır. Ancak Kıvılcımlı’nın söylemini büyük ölçüde belirleyen o günün politik ortamıdır. Onun teoriden yana bir kaygısı yoktur; onu yıllar önce kurmuştur. Şimdi o teorinin, ortamın şartlarını dikkate alarak politikasını yapacaktır. O Kemalizm’e karşı ideolojik bir savaş verirken, Kemalizm’in ağır etkisi altındaki hem asker hem sivil gençliği hesaba katmak durumundaydı. Zaten politika, düşünceleri bozmadan ama yığınların anlayabileceği bir söylemle dile getirme sanatı değil midir?
Ancak burada şu tespit de yapılmalıdır. Gençlik eğilimlerinin teoride ve pratikte girdiği yanlış yönelişler; sanki devrimci durum kapıya da- yanmışçasına silahlı mücadele/geril- la dayatmaları, “devrim zorlaması”
31
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
ve hareketin hızı, Kıvılcımlı’da aşırı ihtiyata varan tutumlara yol açmıştır. Bu aşırı ihtiyattan kaynaklanan, Kürt sorununda ısrarla susma, silaha karşı fazlaca temkinli olma, sosyalist solla teması koparmak istemeyen Kemalist çevrelere karşı aşırı hassasiyet, onun frene gereğinden fazla basmış olmasının sonucudur. Ana hatlarıyla; teoride, politikada, strateji ve taktik tutumlarda kesin doğru olan Kıvılcımlı, pratik davranış kapsamında, hareket önünde yer yer gerilek konumlarda kalmıştır.
71 ’in gündemi: Demokratik devrim71’de hangi sorunlar solun gün
demini meşgul etmektedir ve dayatan görevler nelerdir? Başlangıç noktamız Hareketin, TİP’in burju- va/düzen içi sosyalizminden kopuş- tuğu nokta olsun. Kopuşan bir bütün olarak MDD hareketi olmuştur. Sonraki süreç MDD’den kopuş sürecidir ve burada belirleyici olan elbette strateji, taktik, örgüt ve mücadele anlayışlarıdır. Ayrılıkların zeminini bu tartışmalar oluşturmuştur.
Ancak MDD’den kopuşanların hiçbiri (TİİKP, THKP-C, THKO ve TKP/ML) Türkiye’nin “yarı-feodal, yarı-sömürge” olduğu tahlilinden kopuşamamışlardır. Hepsinin ortakça üzerine bastıkları en çürük tahta budur.
Bu bakış ister istemez faaliyet alanını kıra/köylüye, örgüt anlayışını cephe/orduya ve mücadele anlayışını da kır gerillasına yöneltmiştir. (Bu
rada THKP-C’nin şehre/işçiye ve şehir mücadelesine bakışının daha ileri olduğunu belirtmeliyiz.)
Kıvılcımlı’nın bu kopuşma momentindeki yeri çok önemlidir ve anlaşılması gereken de budur.
Ortada iki ana grup vardır. Birincisi TIP: Kurtuluş Savaşı’yla Burjuva Demokratik Devrimi’nin yapıldığını, önümüzdeki stratejik hedefin Sosyalist Devrim olduğunu savunur ama devrim diye bir sorunu yoktur. Yol/yöntem, varsa yoksa parlamentodur.
İkinci gruptaki MDD kökenliler: Türkiye’yi yarı-feodal, yarı-sö- mürge görür ve köylü önderlikli bir Milli Demokratik Devrim savunurlar.
Kıvılcımlı’nın bu konaktaki yeri ise özgündür.
Kıvılcımlı Türkiye’nin (emperyalizme bağımlı, yarı-sömürge) tefe- ci-bezirgan yedekli bir Finans-kapi- tal devleti olduğunu savunur. Buradan hareketle stratejik hedef: işçi sınıfı öncülüğünde, köylülük ve Kürt ulusu ittifakıyla, temel faaliyet alanı şehirlerden başlayan bir halk ayaklanması; Bolşevik tipi devrimdir. Bunun için de devrime öncülük edecek bir proletarya partisinin kurulması acil ve kaçınılamaz görevdir!
İsterseniz biraz şematize edelim. (bkz. tbl. 3)
Dikkat edersek kopuşma önce TİP’ten MDD’ye sonra da MDD’den kır gerillacılığına doğru olmuştur.
Dolayısıyla Kıvılcımlı’dan ideolojik politik bir kopuşma yaşanmamıştır. Bu ve diğer eğilimler hiçbir zaman Kıvılcımlı’nın zemininde olmamışlardır.
Öyleyse yaşanan nedir? Kıvılcımlı önce TİP’in düzen içi sosyalizmine, sonra MDD’ciliğe ve ardından da “Gerillacı” kopuşmalara karşı devrimci/Marksist bir ideolojik zemin yaratmaya çalışmıştır. Onlarla Türkiye sınıfsal yapısının çözümlenmesi, finans-kapital - işçi sınıfı temel saflaşmasının kavranması için sıkı bir tartışma yürütmüştür. Kitaplarıyla, yazılarıyla, konferanslarıyla bu tartışmaların bir tarafı olmuştur.
Oportünizm Nedir? ’le örgüt/kad- ro sorunlarını, Halk Savaşını Planları ’yla devrimde sınıfların konumla- nışını açıklamış ve Demokratik Zort- lamayla da harekete egemen olan MDD ideolojisiyle bu zeminde bir politik bir mücadeleye girişmiştir. En son olarak da devrimin hazırlığı, “işin olmazsa olmazı” için parti örgütlenmesine yönelir. Parola: Anarşi Yok Büyük Derleniş ’le devrimci, Marksizm zemininde gördüğü grup ve yapılarla bir araya gelip proletarya partisinin oluşturulması için çağrıda bulunur!13 Ancak eğilimler böyle bir çağrıya rağbet etmemiş çaba sonuç vermemiştir.
Bugünden o güne baktığımızda, söylenenler doğru değil midir? Ve yaşananlar bunun böyle olduğunu göstermemiş midir? Her sınıf elbette olaylara kendi penceresinden bakacak, ona göre yorumlayacak, ona gö-
Tablo 3
THKP-C, THKO, TKP/ML
Üretim ilişkisi
Öncü/temel güç
Örgüt
Çalışma alanı
Devrimin yolu
yarı-feodal, yarı-sömürge
Köylülük
Cephe/Ordu
Kırlar
Gerilla
KIVILCIMLI
Finans-kapitalist/ Tefeci-Bezirgan
İşçi Sınıfı
Parti
Şehirler
Bolşevik ayaklanma
32
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
re taktik üretecek ve ona göre davranacaktır.
Kıvılcımlı için doğru olan şudur: Devrimci bir kopuşma yaşanmaktadır. Bu kopuşma Marksizm’den, sosyalizmden etkilenmiştir. Somut taktik kopuşmanın proletarya sosyalizmi zeminine çekilmesi; hem kopuş- manın öncü kadrolarının derleneceği bir partinin acilen örgütlenmesi ve hem de Partinin genel kopuşmaya, devrimci dalgaya önderlik edebilmesi doğrultusunda olmalıdır.
71 Kopuşması: Devrimci Teori Yoksunluğu...Kopuşmanın proletarya sosyaliz
mi zeminine çekilmesi mümkün olmamıştır. Kıra doğru kopuşanlardan:“Mahirler kendi göbeklerini kendileri kesmeye yöneleceklerdir. Alttan alta bir gerilla savaşı hayal edilmekte... silahlanılır s a bir Küba, bir Filistin yaratılabilir diye düşünülüyordu”... (Yaşar Ayaşlı, TP 41, S. 40, 41) 13 14
“THKO ’yu kuracak olanlar model olarak Che tipi kır gerillasını rehber almışlardı... Gerillaya nereden başlanacağı hakkında... düşünülecek ve... Malatya yöresinde karar kılınacaktı. ” (a.y. S. 41)
Kaypakkaya “Hayal dünyası zengindi. Komünist çizgide sıkı bir mücadeleye girilmesi durumunda devrimin 10 yıl içinde gerçekleşeceğine inanıyordu. ” (Muzaffer Oru- çoğlu, TP 41, S.139)
Durum buydu.
Ve daha sonra anlaşılıyor ki(!)“O dönemde silahlı mücadelenin nesnel ve öznel koşulları yoktu. Atılması gereken ilk adım sağlam bir yeraltı partisi kurmak olmalıydı. ” (Y. Ayaşlı a.y. S.42)
Her şey ne kadar açık! Kıvılcım- lı’nın söyledikleri bunlar değil miydi?
Bunu kesinlikle, “Alın işte! Geldiniz mi Doktor’un dediği yere!” yollu kısa yoldan birilerini “mat” etmek için söylemiyoruz. Böyle bir niyetimiz yok. Hatta bu noktada Ayaş- lı’nın “Bazı zamansız mücadeleleri doğru bulmasak bile desteklemek gerekebilir. Onlardan da çıkarılacak dersler, öğrenilecek şeyler vardır çünkü. Ancak iflah olmaz oportünistler, çokbilmiş sözde otoriteler her şeyi bir çizikte silip atabilirler. ” tutumunu da sonuna kadar sahipleniriz.
Ancak “Silahlı mücadeleyi savunan gençlik önderleri baştan beri birlikte hareket ettikleri, hep önlerinde görmek istedikleri M. Belli ve H. Kıvılcımlı ’da umduklarını bulamamışlardı” (a.y. S.40) yargısı en azından Kıvılcımlı için doğru değil
dir. Silahlı mücadele/gerillanın altını dolduran teori “yarı feodal yarı sömürge” tespitiyle MDD’ciliktir. Kı- vılcımlı’nın bütün ideolojik politik uğraşı, gençleri bu zeminden koparmak yönünde olmuştur. Kıvılcımlı’nın böyle bir hareketin başında o gençlerin “önlerinde” olmaları nasıl mümkün olabilir?!
Kıvılcımlı “kopuşanlarla” birlikte davranabilir miydi? Hayır. İdeolojik tahlilleri, teorisi, örgüt ve mücadele biçimi anlayışı vd. hiçbiri buna uygun değildi. O da herkes gibi kendi doğrusunu ve doğrusunu yaptı. Bu noktada Kayaoğlu’nun “Kıvılcımlı düpedüz, 71 devrimciliği karşı
sında zaman zaman gerici denebile- cekpozisyonda kalmıştır. ” (TP 40, S. 34) yargısı da asla doğru değildir ve son derece subjektiftir.
Durdurmak, tartışmak, ideolojide çözümleyici, politikada ön açıcı, örgütte partici olmak Kıvılcımlı’ya başka görevler yüklüyordu ve o onu yaptı. “Gençler beni önlerinde görmek istiyorlar” diye, düşünmediği bir tarzda davranabilir miydi?
Kıvılcımlı elbette kopuşun yönelişine; partileşememiş, işçi sınıfı zeminine girememiş devrimcilerin kı- ra/köye, gerillaya yönelişine karşı çıkmıştır. Yaşasaydı elbette onların eyleminin devrimci yanını yüceltecek, bu eylemden en değerli derslerin çıkartılmasına da yardımcı olacaktı. Bu görevi ardılları, geleneği yapmıştır.
Devrimci atılganlıkSoruyu açık soralım! 71 Kopuş-
ması devrimci midir? Ruhça evet. Teorice ve politikaca hayır!
Yıllarca TİP’in, mücadelenin kanını donduran hımbıllığına ve habire “öcü” tehdit
lerine; MDD’nin oyalamalarına ve mücadeleyi “asker-sivil aydın züm- re”ye havale eden tutumuna karşı15 bir tepki; yetmediği, yetemediği yerde zulme karşı isyan eden bir fedailik; canını devrimci kavganın önüne seriveren bir fedakârlık, kavgaya inanç ve bağlılık onların edinilmesi gereken devrimci özellikleridir.
12 Mart faşizminden çıkışta onların bıraktıkları miras, devrimci atılganlık ruhu, yaktıkları ateş, yeni kuşağın devrimci mücadeleye en hesapsızca katılımlarının ve atılımları- nın önünü açmıştır. Onların hunharca katledilişlerinin yeni kuşak gençler arasında yarattığı hınç, daha iki
Kıvılcımlı elbette kopuşun yönelişine; parti- leşememiş, işçi sınıfı zeminine girememiş
devrimcilerin kıra/köye, gerillaya yönelişine karşı çıkmıştır.
13 Kıvılcımlı mutlak particidir. Hem Marksizm-Leninizm’den, hem uluslararası deneylerinden, ve hem de kendi deneylerinden öğrendiği, başarı için partinin mutlak gerekliliğidir.14 Yaşar Ayaşlı doğrudan TP çevresinden değildir ama 71 kopuşmasına bakışta TP ile aynı zemindedir. Bunun için yazısından yararlanmakta bir sakınca görmedik.15 Buraya 71 devrimcilerinden bazılarının Kıvılcımlı’yı isim bile vererek katmaları çok fazla birşey değiştirmez.
33
C|Oİ ARALİK-OCAK-ŞUBAT
yıl geçmeden daha güçlü bir devrimci dalganın fırtınası olmuştur.
Doğru devrimci eleştiri asla hükümsüz değildir!
O dönemde “Kıvılcımlı ’nın eleştirilerinin birçoğu doğrudur” diyor Kayaoğlu ve ekliyor, “ama bu doğruların hiçbir hükmü yoktur!” (TP 40. S. 36) Kayaoğlu’nun mantığı ters işliyor! Doğrunun hükmü her zaman vardır ve olmalıdır! Doğruları refe
rans veremeyeceksek, şahidimiz doğrular olmayacaksa... Kıvılcım- lı’nın eleştirileri doğru ise 71 devrimcilerinin eylemi en azından çıkış momentinde doğru değildir. 16
Kıvılcımlı’nın eleştirileri doğrudur ama 71 devrimcilerinin eylemi karşısında “hükmü ” yoktur! Neden? Çünkü “Kıvılcımlı ’nın, birçok anlayış ve görüşte, THKO ve THKP- C ’nin solunda yer almasının hiçbir kıymeti bulunmuyordu o sıcak at
mosferde. Öncelik anlayışlarda değil eylemli varoluştaydı. ” (a.y. S. 34 abç)
O zaman eleştiri hak ve hele görevi nerede kalır. Eleştiriler hükümsüz kalacaksa kim kimi neden eleştirsin?
TP’li arkadaşların Kıvılcımlı’nın eleştirilerini “Hükümsüz” kılmasının arkasındaki giz, 71 devrimcilerinin şiddetini kutsamasıdır, eylem ta- pıncıdır. Bu gerçekten yanlış ve o kadar da tehlikelidir. Kitapta yazan onca doğru, yanlış bir eylemle yanlışlanamaz!
Ayrıca TP’li arkadaşlar hangi paradoksla karşı karşıya olduklarının farkında mıdırlar? 10 yıldır yazıyorsunuz. Ve mutlaka yazdıklarınızın doğru olduğunu düşünüyorsunuz. Ya da bir doğruyu bulmaya çalışıyorsunuz. Peki, bu “doğrularınızın” başkaları için “hiçbir hükmü yok”sa. Hatta gerçekten doğru olmasına rağmen yoksa!
Diyelim ki 71 devrimcilerinin eylemine sığındınız. Onların yaptığı devrimci eylemdi, Kıvılcımlı’nın yazdıkları, okudukları da maval kaldı diyelim. O zaman bugün de başkaları eylem içinde. Sizin yazdıklarınızın onlara “maval” gelme tehlikesi yok mu?
Kayaoğlu’nda teori ve eylemi zaman zaman birbirinin karşısına koyma, zaman zaman da birini diğerinden ayırma neredeyse bir metot haline gelmiş. Nerede nasıl işine gelirse öyle kullanıyor.
Diyor ki, “(Kıvılcımlı) mücadeleci, kavgadan yılmayan ve davaya katı bir şekilde adanmış kişiliği, disiplinli yaşamı, çalışkanlığı ve üretkenliği, işkencehanelerde devrimci tutum alma konusunda bütün mücadele dönemi boyunca en önde olan konumu, kesin inançlı oluşu ve bu niteliklerini 50 mücadele yılı boyunca korumasıyla, her militan hareketin yaşamını eğitim konusu yapabile-
16 Bazen başlatılması yanlış olan bir eylemi durdurmak yanlış, sürdürmek doğru olabilir.
34
ceği biri... ”
“ ancak... Onun teorik pratik eseri, kişisel varlığı ve niteliğinden mümkün olduğunca ayrılarak (a.b.ç.) ele alınmaya gayret edilecektir. Doğru yöntem budur. Kişisel özelliklerinin ve niteliklerinin teori ve politikasında mutlaka etkileri olmuştur... Ama bu sadece bir hikâye konusudur. (a.b.ç.) Teorik bir bağ kurmaktan kesinlikle kaçınmak gerekir. Hatta teorik bakımdan bu enformasyondan yoksun olunması daha iyidir. ” (a.y. S. 5,6)”
Demek istiyor ki Kayaoğlu, -niteliklerini tek tek saymayayım yine - böyle bir insanı, yani Kıvılcımlı’yı okurken, hele eleştirel gözle okurken, onun devrimci yaşam pratiğini düşünmeyelim. Yoksa işkencelerden hep alnının akıyla çıkmış, disiplinli, kavgaya katı bir şekilde bağlı vs. bir kişi bizde duygusal bir etkilenme yaratabilir; “Bu adamda bir cevher mi var yoksa?” yanılsamasına ve dolayısıyla okuduğumuz yazılarını sübjektif bir pozitivizmle algılama zaafına düşebiliriz.
İlginç değil mi? Biraz önce “eleştirilerine” (teorisine) bakmayacaktınız Kıvılcımlı’nın, onlar maval idi, şimdi de devrimci yaşam pratiğine bakmayacaksınız, çünkü ondan da ancak bir “hikâye konusu” çıkıyor! Ama 71 devrimcilerinin teorilerini görmezden gelip, pratiklerine doya doya bakabilirsiniz. O pratik hiç yanılsama yaratmadı çünkü onca yıl!
Oysa biz hem Kıvılcımlı’ya hem de 71 devrimcilerine, kendi teorik - pratik bütünlükleri içinde - ne horlayarak ne gözlerimiz kamaşarak- bakabiliyoruz! “Doğrusu budur!”
Yine de Kayaoğlu’na biraz tolerans göstermek isteriz. Kıvılcımlı’yı pratik yaşamından ayırarak, Kay- pakkaya’yı ise devrimci eylemiyle birlikte okuyun. Ama okuyun! Bakalım elinizde ne kalacak!
Ben kendi açımdan yanıt vereyim bu soruya. Benim elimde, Kay- pakkaya’dan okuduklarımdan Marksizm adına neredeyse hiçbir şey kal
maz. Başta sınıf tahlilleri olmak üzere, baştan aşağı stratejik yanlışlarla doludur. Eğer onların o eylemleri olmasaydı o kitaplar -gerek Mahir’in ve gerekse Kaypakkaya’nın- bugün çok fazla bir anlam ifade etmeyecekti. İşte Kayaoğlu bu noktada yeni bir zaafını ele veriyor: Şiddeti ve şeha- deti devrimci diyalektik kavrayış eksikliğinden, onu metafizik skolâstik algılama aşırılığına savruluyor. Yazılanlar, yazanların şahadetleri hatırına aşılamıyor. Bundan, o küçük burjuva zaaf yüzünden, o kitaplardaki yanlışlar bile bile, uzun yıllar TDH’nin önünü tıkamıştır ve hala da tıkamaktadır.
Ancak bunun sorumlusu ne Ma- hir’dir ne de Kaypakkaya. Onlar o genç yaşlarında, o birikimleriyle ve o sosyal/politik determinizm içinde yapabileceklerini yaptılar. Yazılarında sürekli bir değişim içinde oldukları görülür. Ardılları onların yazdıklarını onların enerjisiyle ve onların sürekli gelişme anlayışıyla yetkinleştirebilirdi. Ancak mücadelelerini (pratiklerini) olduğu gibi yazdıklarını (teorilerini) da taşlaştırdılar ve o taşlar hareketin önünde yıllardır yığılı kaldı. Yazılanları de- ğiş(tirile)mez tabu sayan politik anlayışların, onların anılarına ve devrimci eylemlerine, devrimci bir tarzda sahip çıktıkları da söylenemez.
Yine TP’de teorinin, pratik bir güç haline gelemeyişine bir küçümseme vardır. Umarız bu kendilerinin bir diğer paradoksu olmaz.
Pratik bir güç olamamak doğru olmamak anlamına gelmez, gelemez, gelmemelidir! Gerçi Kayaoğlu için -verili bir momentte- “bu doğruların hiçbir hükmü yoktur” ama bu biraz abartırsak tasımızı, tarağımızı, eleğimizi neyimiz varsa toplayıp, bir kenara çekilmek anlamına gelir. Zira güç olmak bir yana, hem yurt hem dünya ölçeğinde bunca güç yitirmişken, sözlerimizin emekçi yığınlar için “mıy mıy”dan öteye geçebileceğinin hiçbir garantisi yoktur.
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
TİP mi, Kıvılcımlı mı?: Bir anlayış zaafı
“Teori ve Politika, Türkiye ’de özgül bir Marksizm ’in ortaya konu- luşu bakımından, baştan beri ama giderek daha belirgin bir şekilde Kıvılcımlı ’nın kategorik yerinin ayır- dında oldu. ” (a.y. S. 59, abç) diyor Kayaoğlu ama 71 Kopuşması karşısında alınan tutumlarda, Kıvılcım- lı’yla diğerlerinin “ayırdında” olmakta oldukça zaaflı kalıyor.
“Zira bu eleştiriler zaten daha önceden TİP ’in önde gelenleri tarafından, akıl ve sağduyuya çağrı olarak gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. ” (a.y. S. 36) diyen Kayaoğlu’nu anlamakta insan gerçekten zorlanıyor! Bir çelişki bu kadar çarpık olabilir mi? Ya da bir çelişki neden bu kadar çarpık olmak zorunda?
TİP’in hiçbir derdi yoktur! Gerçekten yoktur! “İleri gelenleri” koltuklarını bulmuşlar, TBMM’de yerlerini almışlardır. Parti tıkır tıkır işlemektedir. Biraz daha “güler yüzlü ” olunursa ve biraz da çalışırlarsa seçimlerde “başa güreş ”eceklerdir! TİP’in parlamentodan başka hiçbir perspektifi yoktur!
Kıvılcımlı ise daha 71 Devrimcilerinin MDD’den kopuşmasından önce; TİP’ten kopuşma sürecinde “ileri gelenlerine”, onların parlamen- tarizmlerine karşı, açık bir savaş yürütmüştür. Bu bilinmeyen bir şey de değildir!
“Sen işçi sınıfının ve köylülüğün yığınları bezirgân partilerinde iken: Yakında iktidara geleceğinden söz et: Demirel misin be mübarek! Sen, Mussolini ’den aktarma T. Ceza kanunu ’nun, eski Kemalist Anayasa ’ya nasılsa girememiş maddeleri, yeni anayasa ve Seçim Kanunu ’na birer demokratik gelişim gibi sokulurken: onların ’tastamam ’ uygulanması için kan teri dök: Sükan mısın be mübarek! ”
“Türkiye ’de konu gelecek devrimin ‘güler yüzlü’ veya ‘demokrat’ mı olup olmayacağı değildi. Sosyalizm: Maksima (azami) Programdı.
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
Bugünkü Türkiye Minima (asgari) Programı gerçekleştirme durumundaydı. Minima Programın bin bir yakıcı konusu oportada çözüm beklerken Maksima Program (Sosyalizm) üzerine mız çıkartmak, en hafif deyimiyle: kaçak güreşmekti. Buna dünyada ’oportünizm ’ adı verilirdi. ” (Demokratik Zortlama, S. 310-311)
Kıvılcımlı TİP’in, I- Günün acil görevlerinden; asgari -Demokratik Devrim- programından Sosyalizm bahanesiyle kaçan; II- Mücadeleyi, Anayasa’yı “tastamam” savunma darlığına sıkıştırıp hayatın bin bir zenginliğini reddeden; III. “Başa güreşme” dangalaklığıyla devrim mücadelesinin önünü bön bir parlamen- tarizmle tıkayan oportünizmine karşı açık bir kavga yürütmüştür. Demokratik devrim programı ve devrimci bir sınıfpartisini savunmuştur.
TP’nin Kıvılcımlı’yı TİP’le kıyaslaması ve hele hele “Zaten TİP ’liler de aynı eleştirileri yapıyorlardı. ” diyerek, 71 devrimcilerine karşı saymasını kendisinin müthiş bir gafleti olduğu konusunda uyarmak gerekiyor.
Bir satır: İki KıvılcımlıTP, Kıvılcım-
lı’nın politik yaşamını, devrimci ve reformist olarak ikiye ayırıyor. Bunun sınır çizgileri zaman zaman muğlak gibi görünse de satırın keskin darbesini indirecek bir nokta bulmakta zorluk çekilmez. İlk Kıvılcımlı, YOL Kıvılcımlı’sı devrimcidir. Vatan Partisi ve sonrası; özellikle 71 Kıvılcımlı’sı reformisttir. “Reformizm”in başlangıcı, darbenin vurulacağı nokta da -arana arana- ta 1937’ye, “Demokrasi” broşürüne kadar götürülür.
Zaten YOL’un son kitabı Taktik Ana Halkası: Legaliteyi istismar çalışmanın bir sentezi ve çalışmanın yönüdür. Adı geçen yıllarda Kıvılcımlı, yayın/propaganda/bilinçlenme alanında; Emekçi Kütüphanesi ve
Marksizm Bibliyoteği serileriyle aktif ama legal devrimcilik yapmaktadır. Legal politika, yığınlara ulaşabilme çabası, yeni çalışma tarzları ve yeni bir söylem gerektir(ebil)ir. Bugünden o günleri yargılamak TP için epey kolay olmalı. Hiçbir sosyal politik kıpırdanmanın olmadığı 1930’larda, 50’lerde (40’lar boyunca, 1939 - 51 arası, Dünya Savaşı yıllarında Kıvılcımlı hep hapistedir.) ne yapılabilirdi?
İstanbul’un fethinin 500. yılı dolayısıyla yayınladığı Fetih ve Medeniyetle ilgili Kayaoğlu “Kıvılcımlı, böylece halkın duyarlığını yakalayabileceğini ummaktadır. ” (TP 40, S.29) diye “aydın”ca küçümsemektedir.
Evet, İnönü-Bayar el (ya da at) değiştirmelerinde, İstanbul’un fethinin yıldönümlerinde, 27 Mayıslar’da vs. politik ortam birazcık canlanacak olsa Kıvılcımlı, “halkın duyarlığını yakalayabileceğini ummakta” ve ses vermektedir. Sadece “yazı-çizi”yle de kalmamakta, Vatan Partisi gibi -küçümsenen ama- o günün şartlarında cevvalce bir örgütlenmeye git
mektedir. TP’nin bugün pek ciddiye almadığı bu eylemi finans kapital o zaman epey ciddiye almış ve VP’yi -kimilerinin tiye almaya kalktığı o yapkın diline rağmen- yasaklayıp, üyelerini de Harbiye Zindanları’na tıkıvermişlerdi. Hem de Tüzük ve Programı mahkemede beraat edecekken, “Vatan Partililerden, 7-8 ay geceli gündüzlü gün ışığı görmeyen, karanlık mezar darlığında hücrelerinde, sağlam dişlerinin peynir gibi kırıldığını görenler oldu. ” (Dr. H. K. 27Mayıs ve Yön)
Bugün aydınca dudak bükülen o pratik aslında, işçi sınıfını örgütleme çabası olduğu kadar devrimci hare
ketin (bugün her devrimcinin sahiplenmesi gereken bir miras) bir onur kavgasıydı da.
“Yerli par ab ab al arımızın De- mirkırat iktidarı, hem yeni efendileri yabancı parababalarına ne kertede sadık kul olduklarını saptamak için, hem eski düşmanları kandırılmış halk yığınlarına ve özellikle Türkiye işçi Sınıfına gözdağı vermek için, geniş bir sosyalist sürek avına çıktılar. Uzun ve inceden inceye gizli hazırlıklardan ve provokasyonlardan sonra ansızın gece baskınları yaptılar. Kanunlara dayanan: (Doktor Şefik Hüsnü adına bağlı) Emekçi Sosyalist ve (Avukat Esad Adil adına bağlı) Türkiye Sosyalist Partileri ile ne kadar kurulu bağımsız işçi Sendikaları varsa, hepsi çoktan kapatılmıştı. Şimdi Sosyalizmin son kılıç artıkları yakalanıp Kanunsuzluk suçu ile zindana atıldı.
“Böylece yerli yabancı paraba- baları, Türkiye’de Sosyalizmin son erine dek ‘kökünü kazımış’ olmakla övünüyor ve keyifle el sıkıyorlardı.
“İşte, Vatan Partisi o panik karanlıkları içinde her ne olursa olsun
İşçi Sınıfı hak ve varlığının, yaşama savaşının bayrağını yere düşürtmemek için
“Vatan Partisi savaşı: Şu veya bu
iç nedenlerle açılmış gedikten hür boşalış değil, bütün tıkanık bentlerin üstünden atılış oldu. (a.g.e.)
Lakin TP’ye göre “Bu çalışmayla (1937 Demokrasi broşürü b. n.) Kıvılcımlı devrimci pratik politika gereğini (gözlerinize inanamazsınız! b. n.)bir yana itmiştir (evet, itmiştir yazıyor! b. n.) ve politika diye bellediği şeyin başlıca hedefi olarak devlet katlarındaki çatışmadan dolaysızca yararlanmayı saptamıştır.” (Kayaoğlu, a. y. a.b.ç.) Buyurun! Kayaoğlu’nun Kıvılcımlı’yı bir KADROCU ilan etmediği kalmış.
Peki, hiç mi kurtuluş yok Kayaoğlu? Küçük bir ümit? Yok!
İşçiler barikatlarda mıydı da Kıvılcım lı, Eyüp Sultan önüne nutuk atmaya gitti! Ya da 16 Haziran'da işçiler sokağa dökülünce sıvışacak yer mi aradı? O gün kadrolarıyla o hareketin içindeydi ve acil görev: Proletar- kurulmuştu.
ya Partisi'ni örgütlemeye çabalıyordu.
36
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
“Bu nitelik Kıvılcımlı ’yı ölünceye kadar bırakmayacak bir anlayışın göstergesidir. ” (A.y. abç) Ya! Alın bakalım!
Şimdi durup bir kendimize ve ortamımıza bakalım. 1930’lu, 40’lı 50’li... 90’lı yıllara göre çok daha teorik birikimli bir devrimci hareketi var Türkiye’nin. Bunca örgüt tecrübesi, deney birikimi var. Kitlesel kabarışlar, zaferler, yenilgiler, devasa mitingler, grevler, işgaller, 1 Mayıslar, barikatlar, gerillalar, yeraltı yerüstü partiler neler neler yaşadık; biriktirdik, özümsedik becerebildiği- mizce. Ama TDH’nin durumu işte ortada. Teori ve deney birikimi açısından 50’lerle kıyaslanamayacak kadar ileriyiz. Buyurun, hareketi iradi bir müdahaleyle kaldıralım!
Diyelim ki 71’lerin devrimci atmosferinden, “500 gerilla toparlarsam . 10 sene de sıkı bir çalışma yürütürsem devrimi yaparım” diye düşünen 22, 23 yaşındaki bir devrimcinin (Kaypakkaya’nın) hayal dünyasından, Kıvılcımlı’nın 50’ler- deki yapkın pratiğini eleştirebilmek olasıdır. Ama 2000’lerin boğucu durgunluğundan nasıl böyle bir eleştiride bulunulabilir! Ama yine de siz siz olun “devrimci pratik politika gereğini bir yana it”meyin!
Kıvılcımlı gerek 1935’lere ka- darki illegalitenin esas olduğu YOL çalışmaları döneminde, gerek sonraki legal Marksist yayın döneminde ve gerekse TİP’li, MDD’li 60’lı yıllarda, teorik pratik bir bütünlük içinde var olmuştur. Politik ortama uygun söylemleri kimseyi yanıltmama- lıdır. Kıvılcımlı devrimci politika yapar. Devrimci politika her zaman “cazgır” ya da ajitatif olmak zorunda değildir. Yapkın politika ve söylem de devrimcidir. Hangisinin uygun olduğunu somut politik ortam belirler.
İşçiler barikatlarda mıydı da Kıvılcımlı, Eyüp Sultan önüne nutuk atmaya gitti! Ya da 16 Haziran’da iş- 17
çiler sokağa dökülünce sıvışacak yer mi aradı? O gün kadrolarıyla o hareketin içindeydi ve acil görev: Proletarya Partisi’ni örgütlemeye çabalıyordu.
Teorik pratik kavgasını birbirinden ayırt etmeye çalışanlara cevabını sağlığında vermişti.
“Bu toprakta bir Eneski Sosyalizm vardır. Küçük burjuva “üstâd”lıklarının fare deliklerinden iyi görülemez. Hatta inceli, kalınlı “sansür” edilir. Ama: Eneski Sosyalizm, Sosyalist Medrese ulemalığı yaslasında “Maşrık’ı âzam” kesil- memiştir “Beyinsiz işgüzarlık” gösterileriyle bunalmamıştır. En nankör kankurutucu Devrim istihkâmında her zaman adsız er basitliği ile görevini yapmıştır Eneski Sosyalizm. Onun, 50 yıl kan kusarak: Pratiği Teoriden bir an ayrılmaksızın güttüğü sınıf ve teori savaşı birbirinden ayrılamaz. ” (Devrim Zorlaması, S. 380)
Kaypakkaya’nınMarksizm’i
71 Devrimcilerinin genel özelliklerinin ortak sınıf tahlilleri, Türkiye’yi yarı feodal yarı sömürge gören zeminleri olduğunu söylemiş ve eleştirmiştik.
Bir kez daha yineleyelim. 1971’ler Türkiye’sinde ana çelişkinin Finans Kapital (Tekelci Burjuvazi) tefeci bezirgan ortaklığıyla, işçi sınıfı ve köylülük arasında olduğunu görememek ve Türkiye’yi yarı feodal yarı sömürge düzeyine indirgemek, kesinlikle Marksist bir analiz değildir. Stratejik temel gücün köylülük olduğu savı da birinci analizin mantık sonucu olarak doğrudur ama kesinlikle Marksist bir tahlil değildir. Ve yine bu iki tahlilin mantık sonucu olarak köylü ordusuna, Geril- la’ya yöneliş de kesinlikle Marksist bir tavır alış değildir.
Kaypakkaya’da tekelci burjuvazi yoktur! Ne olduğu, yapısallığı belir
siz bir “komprador burjuvazi” vardır. Kaypakkaya’nın Marksizmi’nde işçi sınıfı da yoktur. 1971 Türkiye’sinde işçi sınıfını neredeyse yok derecesine indiren bir Marksizm ne kadar Marksizm’dir?
Kaypakkaya’nın teoriye yatkınlığı (sadece yatkınlığı ama!) her zaman direnişçiliği, kavgaya bağlılığı, dayanıklılığı gibi üstün yetenekleri kadar övülmüştür. Ancak solun yeniden doğuşunun yaşandığı; birikim, gelenek ve bağdan yoksun; teorik olarak kısır, klasiklerin bile yeni çevrilip okunduğu; Küba, Vietnam, Latin Amerika, Uzak Asya, Çin vs. halk savaşlarının prestijinin yüksek, buna karşın reel sosyalizmin donuk renklerinin daha da gölgelendiği bir ortamda sosyalizmden etkilenmiş, o koşulların teorik pratik devrimcisi olmuştur.
Teori ve Politika, teori ve politikada gerçekten yol almak, Marksizm’e varmak istiyorsa, Kaypakka- ya’nın kesinlikle Marksist olmayan; kır küçük burjuvazisinin gerici ideolojik zemininden kesin bir kopuşma- yı başarabilmesi gerekir. Bunu Kay- pakkaya’nın eylemi gözlerini kamaştırıyor olsa bile yapabilmelidir. Aksi eylemi kutsama ve şiddete ta- pınç zaten Marksist bir tutum olmadığı gibi bu zaafın TDH’ne verdiği zararın -TP açısından da- çoktan anlaşılmış olması gerekirdi.
Kaypakkaya’da Kemalizm ve ulusal sorun
Biz gene teoriden yürüyelim. TP’nin, Kaypakkaya’da en güçlü yan olarak gördüğü Kemalizm ve ulusal sorunla ilgili birkaç şey söylemeliyiz. Kaypakkaya her iki meselede de özgün olmaktan çok, uluslararası Marksistlerin (Lenin, Stalin, Mao vd.) tespitlerini referans alarak bir sonuca varır. Ulaştığı sonuç, iki konunun da stratejik önemde olmasından dolayı elbette önemli ve elbette diğer eğilimlere göre ileridir.
17 Deniz’in darağacındaki son sözleri hiçbir ikircime yer bırakmayacak ölçüde açıktır. Ayrıca “Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” (Aktaran Abdullah Öcalan) tavrı da açık bir belirtidir.
37
Gerçi diğer iki eğilimin (THKO ve THKP-C) özellikle ulusal sorunda benzer bir noktaya gelmelerinin güçlü belirtileri vardır. Yine buna da yetişemedikleri düşünülmelidir.17
Bu özgün olamama kendi içinde zaaflarını da taşır.
“Kemalizm komprador Türk büyük burjuvazisinin ve orta burjuvazinin sağ kanadının ideolojisidir” (1. Kaypakkaya, Seçme yazılar, S. 164) Bu terimler o dönemin jargonudur. “Büyük”, “orta”, “sağ kanat”, “sol kanat” vb. Burjuvazi bu tür nicel/öz- nel terimlerle kategorize edilemez. Belirleyici olan onun niteliği ve nesnelliğidir. Bunun için bir ölçü vardır! Tekelci midir, tekel dışı mıdır? Kaypakkaya “büyük”ten neyi kastetmektedir? Tekelciliği mi? Ya “or- ta ”dan? Tekel dışı burjuvaziyi mi? Eğer böyleyse Kemalizm’in her iki kesimin de ideolojisi olduğunu söylemektedir ki bu doğru değildir. Ayrıca “komprador” burjuvazi de o yıllarda çoktan tarih olmuştu, bunları yazının Kemalizm bölümünde açıklamıştık.
Ancak Kaypakkaya’nın buradaki ileriliği, Kemalizm’i ittifak saflarından kesinlikle karşı tarafa savurmasıdır ki bu önemlidir. “Kemalizm faşist diktatörlüktür” vs. Bunlar aşırı uç değerlendirmeler hatta “söy- lem”lerdir Yoksa yaşadığımız “faşist diktatörlük”lerin, “orta burjuvazinin sağ kanadının ” diktatörlüğü olarak değerlendirilmesi gerekir ki bu saçmalamaya varır. Kemalizm zaman zaman -görece- burjuva demokrasisidir zaman zaman da 12 Ey- lül’de olduğu gibi faşizme kayar.
Ulusal Sorun ’da da Kaypakkaya özgün değildir. O dönem vardığı nokta açısından önemlidir. Kürdis- tan’ın sömürge olduğunun tespiti, Kürt ulusunun ayrılma hakkının tanınması ileri noktalarıdır. Ama bunları yaparken Kürt halkının ayrı örgütlenme hakkını reddetmiştir.
“Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi, sendikal, kooperatif eğitsel vb.
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçi ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlenmelerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. ” (a.g.e. S. 215)
UKKTH kendi mantık tutarlılığı içinde ayrı örgütlenmeyi de kabul eder. Doğru olan budur. Kaypakka- ya’nın tezi, ezen ulusun, ezilen ulustan daha devrimci, daha aklı evvel, daha yetkin, daha ... , daha ... olduğunu öngörmektedir ki bu Kaypak- kaya’daki milliyetçi kalıntılardır. Türkiye ve Kürdistan’daki somut durumda da hayat bu tezi reddetmiştir. Ardılları da bunu bilince çıkarmakta yetkin olamamışlar ve ayrı örgütlenmenin de “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” mantığı içerisinde bir hak olduğu gerçeğini hala görememektedirler.
Bu iki ana konunun dışında bir de küçük bir not düşelim: Kaypakka- ya’nın Sosyal Emperyalizm tezini savunması, kır gericiliğinin reel sosyalizme duyduğu tepki olarak değerlendirilmeli, buradaki yetmezliği ve zaafı belirtilmelidir.
SonuçTP’nin Kaypakkaya’nın teorik
Marksizm’inde bulacağı çok fazla bir şey, ne yazık ki yoktur. Pratik Marksizm’i ise ruhça hakkı teslim edilse bile, analitik olarak yanlıştır. Bu noktada “Kaypakkaya’cı” olunsun olunmasın deneylerinden öğrenmek gerekmektedir.
TP, Kıvılcımlı’nın teorisini, pratiğinden ayırarak okumak istiyordu. Okusun. Kıvılcımlı’dan öğrenilecek çok şey vardır. Her şeyden önemlisi, Kıvılcımlı programatik olarak aşılamamıştır. Kaypakkaya ise daha doğuşunda programatik olarak geri doğmuştur.
Burada sıkı bir Kıvılcımlı savunması yapan Mehmet Güneş’in yerinde bir tespitini analım: “Bütün DHD programları Doktor’un 1970’lerde yeniden güncelleştirdiği demokratik devrim perspektifine ancak yakın dönemde varabilmiştir 30-35 yıl boyunca sürekli program sorunları tar
tışılmış, kafa göz yarılmış, uzun yıllar çok geri ve çarpık, Türkiye’yle ilgili taklit metinler program olarak kabul edilmiştir. Bir 30 yıl boşa kaybedilerek 1970’lerde zaten var olan noktaya gelinmiştir” (Mehmet Güneş, TP 40, S. 82)
Tabi ne kadar gelindiği tartışmalıdır.
Genel SonuçKemalizm tartışmaları hem yeni
den güncelleşti hem de bununla kalmayıp son zamanlarda TDH, Kemalizm lehine kan kaybeder oldu. Zamanında bu tarafa geçerler umuduyla alçak tutulan “duvarlardan” şimdi öbür tarafa atlıyorlar. Kemalizm’le kesin ideolojik mücadele, onun gerçek sınıf köklerinin kavratıl- ması gerekmektedir. Yine bu bağlamda “İşkencecilerimi affettim.” diyerek faşist MHP güzergâhında boy göstermeye niyetlenen “sol” Kema- listlerin, özellikle kardeş Kürt halkının haklı mücadelesine karşı saf de- ğiştirivermesindeki kolaylığın sınıfsal alt yapısı ve Milliyetçiliği de anlatılmalıdır. TDH, Ulusalcılık ile Milliyetçilikin aynı şey olduğunu tereddütsüz propaganda etmelidir.
Yine genç ordu subayları arasında yaşam bulmuş dirlikçi geleneğin tükenmişliğine özel vurgu yapılmalıdır. Artık ne dirlikçi gelenek vardır ne de 60’lardaki gibi müttefik sayılabilecek sol-Kemalizm ya da Kema- list-sol.
“Doktorcu” kökenli gruplardan Halkın Kurtuluş Partisi(HKP) ve Sarp Kuray çevresi, AKP - Ordu didişmesinde bu tükenmiş geleneğe sarılmak istemektedirler. HKP’nin öteden beri özelliği, Kıvılcımlı’nın söylediklerinden bir adım öte gidememek; onun politikasını nesnel şartlarından koparıp, bir dogma haline getirmektir. Yaşanan sosyal, politik alt-üstlüklerin hiç önemi yoktur. Her iki çevre de Kıvılcımlı’nın teori ve politikasını yeni şartlarda geliştirmek yerine eskide kasılıp kalmaktadırlar. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal sorunundaki “ayrılma hakkı”nın kullanılması ve ayrı örgüt
38
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
lenme ile ilgili devrimci tutumunu gizlice reddedip sürekli “birlikteliğin nimetleri”ni propaganda etmektedirler.
Yine güncel politik gelişmelerle ilgili olarak, uzun bir süredir gündemi epey işgal eden Ordu - AKP çatışmasına da değinmekte yarar var.
12 Eylül aynı zamanda finans kapitalin taşradaki ittifak gücü tefe- ci-bezirgânlığın ve ondan evirilme yeni kuşak Anadolu burjuvazisinin de gelişip, tekelci üst katlara tırmanması için de bir fırsat olmuştur. Bu dönüşümü sağlayabilen yeni güçler, eski siyasi yapısından; uzun yıllardır Erbakan’ın önderlik ettiği Milli Görüş geleneğinden kopuşarak AKP biçiminde ortaya çıkmıştır. Elbette binlerce yıllık kır gelenekli bu yapıyla metropol finans kapitali ve devlet güçleri arasında; gelenek ve tarz açısından farklılıklar olacaktır. Hala başı örtülü hanımlı yeni finans kapitalistlerle devletçi güçler arsın- daki bu çatışma ve didişmenin, parlayıp ama ferini hemencecik yitiri- veren alevler gibi şiddete varmadan atlatılabilmesinin arkasında bu vardır. Çatışma sınıfsal değil, üstyapı- saldır.
Zaten şehirli finans kapitalistlerimizin örgütü TÜSİAD (“köylüsü” MÜSİAD’dır) rüştünü ispatlayıp saflarına katılan yeni unsurlarıyla uyum içinde olduğunu seçimlerdeki; “oyumuz CHP ’ye ama AKP ’nin kazanmasını istiyoruz” tavrıyla açıkça göstermiş, tercihini AKP’den yana yapmıştır. Şimdi ara sıra AKP’yi uyarıp ama zaman zaman da Ordu’ya, yetki ve sorumluluklarını üslubunca hatırlatarak arayı bulmaya çalışmaktadır. Yoksa Büyükanıt’ın “Artık dükkânı kapattım ” demesinin başka
ne anlamı olabilirdi?
Ayrıca çatışmanın öznesi gibi görünen türbanın da Abdullah Gül tarafından nesne muamelesine uğratıldığı görülmektedir. Türbanlı hanımını devletçi geleneğin burnuna dayamaktan kaçınmaktadır. Aslında böyle bir dayatmaya ihtiyaç da duymamaktadır. Giderek sönümlenen çatışmanın altında yatan gerçeklik aynı zümrenin farklı gelenekli unsurları olmalarındandır. Kimse artık ne Tayyip Erdoğan’dan ne de Abdullah Gül’den, -faraza radikal İslamcı bir grup devleti ele geçirse bile- gönüllüce takke takıp cüppe giymesini beklememelidir. Onlar yeni yerlerini sevdiler! Un artık ekmek olmuştur, tekrar una dönüş(türüle)mez!
Son sözGeleneğimiz için artık arkaik sa
yılabilecek bir Kıvılcımlı - Kema- lizm/Orduculuk tartışmasına giriştik. Bunun önemli bir sebebi Teori ve Politika’nın samimiyetine inandığımız Kıvılcımlı’yı okuma, anlama, aşma çabalarıdır. Uzun zamandır düzenli ve inatçı bir biçimde bu çalışmalarını sürdürüyorlar. Eleştirilerindeki düzeyin yanı sıra epey emek de verdiklerini fark ediyoruz. Bunu görmezden gelemezdik.
Kıvılcımlı’yı anlamaya ve aşmaya çalışırken, geldikleri orijinle bağlantılı olarak da hala kurtulamadıkları küçük burjuva sınıf zeminine ve 71 devrimciğinin “şiddet”ine aşırı tapıncın yarattığı şaşılığa uyarı yapmak gerekiyordu.
Günün asıl sorunları ve ihtiyaçları açısından baktığımızda yapılacak çok iş olduğu da açıktır. Bu sadece teori planında da değildir. Kıvılcımlı, bir benzeri daha yok dere
cesinde, o 30’lu 40’lı yıllarda; iğneyi elde tutmanın bile her babayiğidin harcı olmadığı o donuk, moral törpüleyen yıllarda; en ilkel şartlarda, olanaksızlıklar içinde, iğnesini elden bırakmadan sabırla kuyusunu kazmış, su çıkarmış; Türkiye Marksiz- mi’nin teorik kuruculuğunu yapmıştır. Bunu üstelik pratik mücadeleden -günün gereksinimlerinden hareket ederek- hiç kopmadan yapmıştır. 12 yıl sonra cezaevinden çıkar çıkmaz, -kendisini ne kadar arayıp sorduğu meçhul- (Pek arayıp sormadıklarını daha sonraki gelişmeler göstermiştir.) partisine koşmuştur! Parti tevki- fatla tahribata uğrayınca kadrolarını tekrar toplayıp Vatan Partisi’ni, PARTİ’yi örgütlemiştir. Kıvılcımlı’nın bir teori adamı olduğu kadar, örgüt ve pratik adamı da olduğu kesinlikle görmezden gelinemez.
Burada pratiğin -TP’li arkadaşların da bildiğine inandığımız- önemine küçük bir vurgu yapalım.
Teorinin hem pratikte sınanması önemlidir, hem pratik teoriyi eğiticidir. TP’li arkadaşlar bu kadar uzun süre, 10 yıl pratiksiz teori yapmayı -bunun bir başarı olduğunu teslim etsek de- hareketin durgunluğuna borçludurlar. Hayatın onlara böyle bir fırsat vermiş olması şansları sayılsa da pek sahip çıktıkları 71 Dev- rimciliği’nin doğuş zemininin eylemsizliğe de bir tepki olduğunu unutmamalıdırlar.
Hem TP’nin paradoksu hem de “tarihin garip bir istihzası” şudur. Kaypakkaya’nın eylemi Teori ve Po- litika’nın eylemsizliğine, 35 yıl öncesinden ince bir eleştiridir de.
Çalışmama son noktayı koymam, tesadüf olarak özel bir güne denk geldi. 27. Yılında faşizmin karanlıklarında; darağaç- larında, zindanlarda, işkencelehtirde, sokaklarda ve dağlarda yitirdiğimiz yoldaşlarımızı, kardeşlerimizi anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Sesimi dönemin her türden acısını çeken insanlarımızın sesine katıyorum. 12 Eylül 2007
39
Yeni donemde sinif çalişmasina
BAKIŞIMIZ ÜZERİNE...
M. Sinan
SODAP olarak önümüzdeki dönemi sınıf hareketinde içine düştüğümüz gerilemeyi durdurma ve yeni mevziler edinme amacıyla değerlendirebilmek istiyoruz. Kenan Budak yoldaşın anması ile birlikte İstanbul’daki bağımsız sendika şubesinin açılışının duyurulmuş olması da bu iradenin işaretlerinden biri olarak değerlendirilmeli.
SODAP sınıf hareketinde neden geriye düştü? Bu durumun hem ideolojik politik hem de örgütsel sebepleri var. Krizin en ağır tahribat yarattığı alanların işçi çalışması ile ilişkili olması, buralarda zamanla çok farklı, sınıf hareketini görmeyen bir yoğunlaşma olduğu biliniyor. İdeolojik politik neden olarak da aslında varoş çalışmasının işyerlerini hedefleyen çalışma ile sahip olması gereken iç içe, birbirini besleyen, güçlendiren bağlarının tam olarak kurulamamış olması belirtilebilir. Zaman zaman bazı politik yönelimler diğerlerinin ikamesi gibi değerlendirilerek anlaşılınca böylesi zaafların ortaya çıkması da kaçınılmaz hale gelebiliyor.
Oysa ki gelenek olarak işyeri çalışması konusunda Sosyalist Hare- ket’in en birikimli öbeklerinden biri olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Özellikle eski TKP’nin ortadan kalkması sonrasında bu alanda geçmiş deneyimleri günümüze taşıyabilecek
bir elin parmağı kadar kadro büyük oranda SODAP ile hareket etmektedir. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinin dehlizlerinde başarılan bağımsız sendika örgütlenmeleri, 89 Bahar eylemleri içinde gerçekleşen direnişler, gangster sendikalara yapılan sınıf inisiyatifli müdahaleler, 90’larda sendika örgütlenmesinin başarıldığı onlarca işyeri ile yaratılan değerler sınıf hareketine güçlü bir yönelimin zeminini sağlamaktadır.
Özellikle sınıfın içinde bulunduğu yeni koşullarının değerlendirilmesi ve bağımsız sendika deneyiminin işyeri tabanlı bir çalışmanın aracı olarak nasıl değerlendirilebileceği üzerine yaşanacak bir netleşme, ortaya konan hedeflere merkezi düzeyde yoğunlaşabilme, süründürmeden sonuç almaya kilitlenme içinde bulunduğumuz dönem açısından hayati önemdedir. Alanda yaratılacak güncel değerlerin, tüm Sosyalist Hare- ket’i saran puslu kriz havasının aşılmasında altın değerinde olacağı iyi anlaşılmalıdır.
Aslında bir süredir, özellikle 2 yıl önceki İşsizlik Kampanyası’ndan bu yana işyerleri ile ilişkimizi yeni bir seviyede tanımlamak gibi bir dertle hareket etmekteyiz. Fakat o kampanyada da çok net bir biçimde ortaya çıkan merkezi-yerel görevler gerilimi -ve tabii ki dipten büyüme evresindeki kriz dalgaları- sağlıklı
sonuçlara ulaşılmasını engellemişti. Bu yüzden bugün yeni bir heyecanla yönelimimizi örerken söz konusu gerilim konusunda çözümlerimizi hızla hayata geçirerek, güncel görevler konusunda netleşerek yürümek durumundayız. Bugün eldeki sınırlı imkanlarla sonuç alabilmek, merkezi yönelimlere çok daha etkin bir katılım gösterebilmeyi zorunlu hale getirmektedir. “Ne yardan ne serden vazgeçememe” durumu, emeklerin sonuç alacak noktalara odaklanama- ması kriz ruh halinden çıkışı geciktirecektir.
İşyeri tabanlı sınıf hareketine yönelimimizi yine geçmiş eksikliklerimizin yolundan giderek bir şeylerin ikamesi olarak görmemek gerekiyor. Bugün birçok siyaset içinde yürütülen “Kürt hareketi mi, sınıf hareketi mi?”, “varoş mu, sınıf mı?” tartışmaları yanlış tartışmalardır. Burada karşı karşıya konacak değil ama aralarındaki ilişkiler doğru ve birbirini besleyici biçimde kurulması gereken halkalar vardır. Bir çalışmanın diğerinin önüne geçmesi, bir çalışma için diğerinin feda edilmesi zorlama değerlendirmeler olacaktır.
Bu çerçevede sınıf çalışmasına ve alanda yaşanan sıkıntılara dair çözüm önerilerimize ve hedeflerimize dair aşağıda bir giriş yapılmıştır:
40
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C J O İ
Sınıf hareketinin önünü açmak için
neler yapmalı?Sendikal hareketin krizi ile dev
rimci hareketin sınıf örgütlenmesi yapamaz hale gelmesi arasında sıkı bir bağ söz konusudur. 12 Eylül sonrasında ancak 1989-1995 yılları arasında kısmen kurulan bağlar Zongul- dak’ın yenilgisi sonrasında neredeyse bütünüyle koptu. Devrimci Hareket içinde işçi çalışması yapmayı bilen kadroların sayısında hızlı bir erime yaşandı. Sosyalizmin yaşadığı prestij kaybı, devrimci hareketlerin sendikalara aktardığı kadroların likidasyonunu hızlandırdı. Geçmişte solda aldığı tutumlarla anılan kimi sendikaların yönetimlerinin MHP’li- lerin eline geçtiği Harb-İş benzeri örnekler bile yaşandı. Solun krizi en belirgin bir biçimde kendini sınıf hareketi içinde gösterdi. Sınıf içinde devrimci yapılar tekil devrimci bireylerin çabaları ile kendilerini hissettirebilir hale geldiler. Bu durum sınıf ile devrimci hareket arasındaki bağların da önemli oranda kopmasına yol açtı. Bu kopukluk hem sendikalardaki çürümenin artmasına, sendikalarla sınıfın gündelik talepleri arasındaki bağların bütünüyle eğretileşmesine hem de devrimci hareketin toplumla gerçekçi zeminde bağlar kurmasını sağlayan düzeyi yitirmesine sebep oldu. Kayıp iki taraf için de, toplum içindeki varlıklarını-yokluklarını sorgulatacak kadar büyük bir seviyededir.
1990’ların ilk yarısı sınıf ile devrimci hareketin önemli buluşma olanakları yarattığı bir dönemdi. İkinci yarı ise yaşanan hayal kırıklıklarına rağmen kimi önemli direnişlerin imzasını taşır. Hiçbir sene yoktur ki uzun erimli bir mücadele, devrimci hareketin bir kesiminin işin başını çektiği ama diğer tüm kesimlerin de bilgisi ve ilgisi dahilinde gelişen eylemler yaşanmamış olsun. Fakat 2000’li yıllarla birlikte işçi sınıfı eylemleri bütünüyle “kol kırılır yen içinde kalır” seviyesinin ötesine geçememeyi alışkanlık haline getirdi.
Bu durum gelinen noktayı köklü bir biçimde değerlendirmenin yeni bir kalkışma için zorunluluk olduğunu ortaya koyacak bir düzeydedir.
Doğrusu çok yazılıp çizildiği için sınıfın yapısal analizleri veya sendikal hareketin tarihi üzerinde durmayacağız. Sadece bundan sonrasına devam edebilmek için birkaç tespiti ön kabul olarak belirtip ilerlemeyi anlaşılır olabilmek adına gerekli görüyoruz.*
1) İşçi sınıfı bugün geçmişte olduğundan çok daha parçalı bir yapı sergilemektedir. Hem hizmet işkolunun hızlı gelişimi, tarımsal yapının hızlı çözülmesi, savaş sonrası yaşanan büyük göç hareketinin yarattığı yeni mülksüzleşmiş kesimlerin basıncı ile sınıf çok farklı katmanlar halinde devinmeye başlamıştır. Biz bu karmaşayı, sorunların ve hayata karşı duruşun ortaklaşması ve üretimde bulunulan pozisyonların örtüş- mesi çerçevesinde üç ana grupta ele almaya çalışıyoruz.
a) Merkez-çekirdek işgücü
b) Yarı çevre işgücü
c) Çevre işgücü
Bu kavramlaştırmadan ne anladığımızı aşağıda daha da belirginleştirmeye çalışacağız. Fakat bu ana öbeklere ayrı politika ve araçlarla yönelmeyen bir devrimci hareketin sınıf hareketinde güçlü ve kalıcı mevziler elde edebilmesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz.
2) Türkiye’deki geleneksel sendikal yapıların, gelinen noktada sınıfın örgütlenmesi gibi bir amaca hizmet etmelerini beklemenin hiçbir karşılığı yoktur. Bu hem tarihsel gelişimlerinin doğal bir sonucudur hem de varolan hantal ve bürokratik yapılarıyla isteseler dahi bu görevin altından kalkabilme şansı söz konusu değildir. Tam tersine bugün sendikalar sınıfın aktifleşebilecek kesimlerinin önüne engel yaratma işlevini çok daha iyi oynayabilmektedirler. Tüm sınıf çalışması perspektiflerini varolan sendikaların yönetim mevkilerinde koltuk kapma üzerine kuran siyasi anlayışlardan sınıf mü-
Tüm sınıf çalışması perspektiflerini varolan sendikaların yönetim mevkilerinde koltuk kapma üzerine kuran siya
si anlayışlardan sınıf mücadelesine katkı beklemenin hiçbir gerçekçi zemini yoktur.
41
C|Oİ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
cadelesine katkı beklemenin hiçbir gerçekçi zemini yoktur. Dolayısıyla bu sendikaların bürokrasisine karşı mücadele de sınıf mücadelesinin omuzlarımıza yüklediği bir görev olarak karşımızda durmaktadır.
3) Devrimci hareketin 1990’dan bu yana sınıf çalışması adına yaptıkları, büyük oranda köhnemiş sendikal bürokrasiye taze kan taşımak dışında bir sonuç yaratamamıştır. İşyerlerini sendikaya örgütlemek, sonra da buradaki örgütler aracılığıyla sendikal bürokrasiyi alt etmek taktiği tam anlamıyla başarısızlığa uğramıştır. Toplu sözleşmenin kurtarıcılığı üzerine kilitlenen bir anlayış, en sığ sendikal anlayışı yeniden yeniden üretmiştir. Devrimcilerin örgütlediği onlarca işyeri sendikal mücadelede hiçbir kalıcı mevzi yaratamamıştır. Bundan sonraki sınıf çalışmasının bu zaafından kurtulması mutlak bir zorunluluktur. Devrimciler sınıf çalışmasında kendi yarattıkları araçlarla yürümek durumundadırlar.
4) Sınıf, gündelik sorunlarından yola çıkarak örgütlenebilir ancak. Fakat sosyalist hareket bu seviyedeki yaşama yabancıdır. İşçi bireyin kaygıları, sıkıntıları anlaşılamamaktadır. İşçiyi güçlendirecek kendine ve sosyalistlere güvenini arttı
racak adımlar atılmadan sınıfla kalıcı ilişkiler kurabilme imkanı yoktur. Sol uzun bir süredir işyeri seviyesinde örgütlenme yapamamaktadır. Solun bu alanda istihdam edilebilecek kadroları iyice zayıflamıştır. Bu alan bütünüyle sendika bürokrasisine terkedilmiş durumdadır. En “işçici” görünen anlayışın bile fabrika önlerinde bildiri dağıtmak, kendiliğinden direnişlere müdahale etmek dışında kalıcı bir sınıf bağı mevcut değildir. İşçi sınıfının içinde olamayan ve onun kaygılarını anlayamayan sol, sol olma meziyetini adım adım yitirmektedir. İşçiyi toplusözleşmeye kilitlenen bir tarzda değil tüm yaşamsal sorunlarına çözümler üretmeyi hedefleyerek, sürekli bir ilişki amaçlayarak kucaklamak esastır. L. Amerika’daki deneyimlerden bu yönlü bir sonuç çıkartılması gerekir. Topraksız Köylü Hareketi, İşsizler, Patronsuzlar hep ayakta kalma mücadelesindeki emekçilere gerçek, somut seçenekler yarattıkları oranda başarılı olabilmişlerdir.
Bu ana tespitleri yaptıktan sonra devrimci hareketin sınıf örgütlenmesi ile ilgili görevlerini daha belirgin bir biçimde tanımlayabilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Yukarıda da belirtildiği gibi sınıf içindeki parçalanmayı esas alan bir öneri ge
liştirmek istiyoruz. Bu önerimizi büyük oranda 1996 sonrasında yarattığımız kendi deneyimimiz ışığında dünyada ve ülkemizde sınıf hareketi deneyimlerine bakışımızdan süzebil- diklerimizden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla önerimizi olabildiğince somut yaşantılarla açıklamaya çalışacağız.
Çevre işgücü ve Dayanışmaevleri
1996’da yayınlanan Yol Dergi- si’nde varoşların sınıfın en dışlanmış, neredeyse sosyal hayatın dışına itilmiş kesimlerinin birikim noktası haline gelmeye başladığını ve devrimci hareketin yeni bir çıkış için öncelikle bu kesimler içinde güç toparlaması gerektiğini tespit etmiş ve siyasi çalışmamızı bu çerçevede geliştirmiştik.** Gerçekten de varoşlar her ne kadar zaman zaman sınıf dışı, deklase kesimlerin mekanı olarak nitelense de esas olarak işsizlerin ve yoğun olarak taşeron, ikincil, sigortasız, çevresel işgücünün yani işçi sınıfının en kötü koşullarda istihdam edilen kesimlerinin birikim noktasıdır. Düzen ile emekçiler arasındaki çelişkilerin en billurlaşmış biçimleri burada karşımıza çıkmaktadır. Bu kesimler için yaşamlarını sürdürebilmek dahi önemli bir meziyet gerektirir durumdadır. Dolayısıyla genel bir devrimci ajitasyonun çevresinde toparlayacağı kesimler dışındaki geniş yığınlara ulaşmak isteyen öznelerin bu yaşamsal sorunlara çözümler üretebilecek, dışlanmış kesimleri güçlendirerek örgütlenmeye sevk edecek araçlara sahip olması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk Da- yanışmaevlerini yaratmıştır.
Çevre işgücünün işyeri değiştirme hızı çok yüksek olduğundan bunlarla salt işyeri üzerinden kurulacak bağların süreklileşmesi neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla, Dayanış- maevleri genel olarak semt bazında örgütlenmeyi esas alır. İşçiyi sadece işyeri sorunları ile değil kendisinin ve ailesinin mahrum bırakıldığı tüm yaşamsal haklarının boşluğunu dayanışmayla doldurmayı hedefle-
42
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
yerek örgütlemeye çalışır. Bu açıdan Dayanışmaevleri koşulların dayattığı tüm ortak yaşam pratiklerini hayata geçirmeye çalışır. Sağlık, eğitim, iş, giysi, güvenlik gibi konularda elbirliğine dayanan örgütlenmeleri hayata geçirmeye çalışır. Çevre işgücü geleneksel olarak işyerine büyük bir bağlılık hissetmez dolayısıyla işyeri ile ilgili sorunlarını işyerini değiştirerek çözme yoluna gider. Oysa barındığı mekan ile ilgili değişiklik yapabilme yeteneği son derece sınırlıdır. Dolayısıyla bu alana dair geliştirilen politikalarda çok daha duyarlı davranması beklenebilir.
Bu yaklaşım zaman zaman Da- yanışmaevlerinin bir sınıf örgütü olmadığı eleştirisine yol açmıştır. Oysa tam da L.Amerika’da ortaya çıkan benzerleri gibi bu kurumlar işçi sınıfının en alttaki kesimlerinin ayakta kalma stratejilerinin bir parçası olarak varolmakta, işlevini oynayabildiği sürece de yoğun karşılıklar bulabilmektedir.
Geleneksel sendikalar açısından zaten örgütlenemez olarak görülen, çetelerin ve sefaletin kucağına itilen geniş çevre işgücü, Dayanışmaevleri çatısı altında bir sınıf haline gelmenin pratiklerini üretmektedir.
Yarı çevre işgücü ve bağımsız sendikalar:
Yarı çevre işgücü çerçevesinde, orta ve büyük ölçekli işletmelerde çalışmalarına rağmen genelde sendikasız olan, hukuk dışı uygulamalara yoğun olarak maruz bırakılan, yarı vasıflı, patronlar tarafından sayısal esneklik çerçevesinde değerlendirilerek kriz anlarında kısa yoldan sokağa bırakılan kesimleri algılıyoruz.*** Bu kesimler yoğun olarak hak gasplarına maruz kalmakta, bütünüyle kuralsız bir çalışma yaşamının sıkıntısını yaşamaktadırlar. Mesai ücretleri zamanında ödenmemekte, sigorta primleri maaşları ne olursa olsun asgari ücret üzerinden öden
mekte, fazla mesai ücretleri hem zamanında ödenmemekte hem de kesilmekte, sendikalaşma girişimleri ise hem patronların katı tutumları hem de sendikaların duyarsızlıkları sonucunda başarısızlığa uğramaktadır.
Geçmişte devrimci hareketlerin en yoğun olarak ulaşmaya çalıştığı işyerlerinde genellikle bu kesimden işçiler bulunmaktaydı. Kuralsızlığa duyulan tepkiler örgütlenmeye uygun bir zemin sunmaktaydı. Sendikanın gelmesi ve toplusözleşmenin yapılması sonrasında sorunların bir kalemde çözüleceğine dair bir yaklaşım işçilerin örgütlenmesinin temel hedefini oluşturmaktaydı. Buralarda
büyük bedeller ödenerek ve neredeyse illegal örgüt gizlilik ilkeleri çerçevesinde yürütülen örgütlenme çalışmaları kimi zaman bütün engelleri aşarak başarıya ulaşsa da işçilerin somut kazanımlar elde edebilmesi pek mümkün olmamakta, hatta kısa bir süre sonra işyerinde sendika yetkiliyken geriye tek bir sendikalı işçi bile kalmamaktaydı. (Örnek DİSK Tekstil’e 2000 yılında örgütlenen Reha Tekstil) Genellikle de havzalarına sendikal örgütlenmenin girmesini engellemek için büyük bir kenetlenme yaşayan patron örgütlerinin iç dayanışması sonucunda sendikalaşma çabaları başarısızlığa uğramaktaydı. (Merter ve Tuzla-tersane bölgelerindeki patron örgütlerinin etkinliği bu çerçevede değerlendirilebilir)
Dolayısıyla varolan tepkiler sonuç üreten bir kazanıma yol açama- dan umutsuzluğa, başarısızlık hissine ve örgütlenmeye dönük güvensizliğe yol açmaktaydı. Bu durumun ortaya çıkmasında sendikaların işbirlikçi tutumlarının hayati bir rol oynadığını belirtmeden geçemeyiz.
Sendikasına örgütlenen işçileri anında patrona gammazlayarak, aldığı prim karşılığında sendikal örgütlenmeyi bertaraf eden birçok sendika şube başkanının adı hala hafızalarımızda kayıtlıdır.
Bu duruma yanıt üretebilecek bir araç olarak bağımsız sendikaları düşünüyoruz. Bağımsız sendikaların, büyük sendikalardan tek eksiği maddi gücü ve toplu sözleşme yapabilme yeteneğidir. Üstünlüğü ise sınıfı örgütlemeyi politik düşüncesinin dayattığı bir sorumluluk olarak hisseden kadrolar tarafından yürütülmesidir. Özellikle hukuki mücadele alanında ciddi bir birikime sahip bir bağımsız sendikanın, kural
sızlığa karşı mücadele ederken ciddi kazanımlar elde etme şansı mevcuttur. Çünkü bugün işyerlerinde yaşanan gerçeklik, hukuki kaza- nımların gerisin
de bulunmaktadır. Örgütsüzlük işçilerin şimdiki haklarını bile etkin bir biçimde kullanmasının önünde bir engeldir.
Yarı çevre işgücünün çalışma hayatı ile ilgili güncel sorunlarının büyük bir kısmı kuralsızlaşmadan kaynaklandığı için bu alanda kazanım elde edebilecek kurumlarla güven ilişkisi geliştirmesi ve sürekli bir bağ kurması olanağı vardır. Bağımsız sendikalar bu imkanı değerlendirebilir. Buna uygun kimi örnek deneyimler mevcuttur. (Bkz. Bursa’daki BATİS sendikası) İlk bakıldığında çok küçük gibi görünen kimi kazanımla- rın işçinin hayatında çok ciddi kimi sorunları çözebilecek olması, buradan aldığı güçle işyerinde daha özgüvenli ve örgütlenmeye açık hale gelmesi umulduğundan daha büyük olanaklar yaratmaktadır.
Bu yaklaşım sınıfın sektörel bazdaki geleneksel ayrımına karşı ortak örgütlenme deneyimleri yaratabilmek için de bir olanaktır. Her işko- lundan işçinin kuralsızlaşma ile ilgili benzer sorunlar yaşadığı düşünü-
Yarı çevre işgücünün çalışma hayatı ile ilgili güncel sorunlarının büyük bir kısmı kuralsızlaşmadan kaynaklandığı için bu alanda kazanım elde edebilecek kurumlarla güven ilişkisi geliştirmesi ve sürekli bir bağ kurması o
lanağı vardır. Bağımsız sendikalar bu imkanı değerlendirebilir. Buna uygun kimi örnek deneyimler mevcuttur.
43
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
lürse ne demek istediğimiz daha da iyi anlaşılacaktır.
Böylece sendika ağalarının denetimindeki geleneksel sendikalarla varolan göbek bağımızı da kesmiş olacağız. Bu beylerin de kendilerine hazır örgütlenmiş işyerleri getiren yeni fedailer bulması gerekecektir.
Bağımsız sendikalar toplusözleşme hedefine kilitlenmiş değildir. Dolayısıyla işçiyle sürekli bir bağ kurmak mümkündür. Bireysel ve kolektif anlamda bağ kurabilme imkanı mevcuttur.
Dayanışmaevleri’nde yürütülen birçok faaliyetin buralarda da yürütülmesi, sendikanın bir “yaşam örgütü” olarak algılanması etkinliğini daha da arttıracaktır.
Merkez-çekirdekişgücü
Bu alana otomotiv, kimya vb. sektörlerde çalışan vasıflı-çekirdek işgücü ile hizmet sektörünün gelir düzeyi yüksek kesimindeki işçileri dahil edebiliriz. Bu alanda sigortalı ve sendikalı işçiler bulunmaktadır. Takım çalışması, süreklileşmiş eğitim, çok yönlü ve bilgili çalışan, ka- izen(yaratıcı düşünce) temelli iş geliştirmeye yönlendirilmiş işgücünün yer aldığı söylenebilir. Bu tip bir işgücünün örgütlenmesi ile ilgili deneyimlerin oldukça sınırlı olduğu bilinmektedir. Temelde işgücü motivasyon ve bağlılığının arttırılarak üretkenliğin arttırılması patronlar ta
rafından amaçlanmaktadır. Ancak üretim bilgi ve becerisi gelişmiş meslek lisesi mezunu bilgisayar kullanabilen genç işçilerin mücadeleye ayrı bir güç ve nitelik katması, üretim içindeki yerini akıllıcı kullanabilmesi de mümkündür. Bu anlamda bu sürecin tek yanlı görülmemesi gerekmektedir. Ancak bu alanda sendikal rant yüksek olduğu için geçmişten beri örneğin otomotiv sektöründe örgütlü Türk-Metal gibi sarı sendikalar sınıf sendikacılığının önünde engel olmaktadır. Öte yandan Toyota gibi fabrikalarda sendikal girişim başarısızlığa uğratılmıştır. Bu durum şirketin yönetsel stratejileri ve küresel ölçekte pazarlara ulaşma düzeyi ile ilişkilidir. Geçmişte belli dönemlerde, özellikle birkaç sene önce metal işkolunda Türk Metal’e karşı yaşanan isyan anında olduğu gibi söz konusu işçi grubu önemli tepkiler üretebilmektedir. Fakat sınıf hareketinin genelinde bir kabarma olmadan, bu kesim içinde kalıcı mevziler yaratılabilmesi, gangster sendikaların bu alandan püskürtülebilmesi kısa vadede kolay değildir. Solun buralardaki varlığı, sınırlı sayıda işçi bireyle sınırlıdır. Fakat bu kesimlerin örgütlenmesinin stratejik etkileri olacağı açıktır. İş yönetimi bilgisine en üst düzeyde hakim olmaya başlayan söz konusu kesimlerin üretimin yeniden yapılandırılması aşamasında sunabileceği katkılar büyük olacaktır. “Takım çalışması, büyük temposuna, yarattığı karoshi veya burnout hastalıklarına rağmen aynı zamanda
emeğin nitelik kazanma sürecidir. Niteliğini yitirirken nasıl büyük al- tüstlükler, dirençler ortaya çıktıysa, yeniden nitelik kazanmasının sadece bir ödül gibi gerçekleşebileceğini ummak büyük bir yanılgı olur. Bu bilinç ve bilgi, aynı zamanda emeğin nitelik kazanması ve bu niteliği kendi çıkarları için harekete geçirme potansiyelinin de birikmesi anlamına gelir ” ****
Dolayısıyla bu kesimin örgütlenmesi ile ilgili kısa vadede büyük gelişmeler beklemesek de çekirdek işgücünün örgütlenmesinin, aynı zamanda sınıf hareketinin gelişimi için çok önemli bir sıçrama olacağını görerek söz konusu alanda yaşanan gelişmeleri yakından takip etmek ve kimi pilot fabrikalara kadrolar yerleştirmek geleceğe dönük atılması gerekli önemli adımlardır.
Bitirirken kısa notlarVarolan işçi sendikalarının kitle
lerden bu seviyede kopmasının en önemli sebebi hiç kuşku yok ki örgüt içi demokrasinin buralarda hiçbir seviyede yaşama şansı bulamamasıdır. Sendikalardaki Demirel’lerin tahtı bir türlü yıkılamamaktadır. Milletvekili olmayan sendika başkanları görevlerini ölene kadar sürdürmektedirler. Oysa sendikaların işlevlerini oynayabilmeleri için işleyişin demokratik olması, katılım kanallarının açık olması gerekmektedir. Bu kanallar örgütün, kitlesinden kopmamasının, kitlenin örgüte yabancılaşmasının önüne geçebilmenin en büyük güvencesidir. Karar mekanizması yerel ve genel olarak toplanan meclislerin elinde olmalı, yönetimlerin yetkileri büyük oranda yürütme işleviyle sınırlandırılmalıdır. Bu mekanizma sendikaların genel hattının emekçilerin talepleri ile uyumlu olmasını sağlayacak, sınıfın güncel ve somut taleplerinin ve isteklerinin ortaya çıkmasına, belirleyici olmasına neden olacaktır. Kitlelerden kopmanın önüne geçilebilecektir.
Dayanışmaevlerinin her biri yerel meclisler üzerinden işlemektedir. Çevre işgücünün sorunlarının mer-
44
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
kezi ölçekte ayrıntılandırılması ve yönetilmesi her zamankinden daha zordur. Çeşitli emek biçimleri aynı semt ve işletmede yan yana bulunabildiği gibi yoğun göç alan bölgelerde bu çeşitlilik ve farklılaşma daha da boyutlanmaktadır. Bağcılar semti gibi 850 bin kişinin sadece 22 km2lik alanda yaşadığı, hem ev eksenli çalışmanın hem atölyelerin hem fabrikaların olduğu; farklı göçler almış bir bölgede sınıf örgütleri ancak yerel demokratik işleyiş ile taleplerini ifade edebilirler. Kadınların, daha yoksul ve eğitimsiz sınıf kesimlerinin sesinin duyulması, bo- ğulmaması ve güçlenmesi için de bu gereklidir. Demokrasi kitle örgütleri için bir lüks, bir detay değil, örgütlenmenin en büyük güvencesidir.
Yoksul emekçilerin kendilerini güçlendirme ve eğitmeye çalışma, çocuklarını yozlaşmadan koruma, temel ihtiyaçlarını karşılama, iş arama gibi pratikleri ortaklaşa ve dayanışma ruhu içinde sınıf dayanışmasının bir parçası olarak örgütlenebilmeli- dir. Çevre işgücünden yarı çevre işgücüne geçme istekleri yolunda gerçekleştirdikleri pratikler, alınan kurslar, yerel sınıf örgütlerince gerçekleştirilebilir.
Sendikaların ve ulusalcı solun günümüzdeki yönelimlerinde ve politik ifadelerinde en çok dikkati çe
ken sorunlardan biri karşılaşılan temel sınıf çelişkisinin dışsallaştırılması, yerli sermayenin masum gösterilmesidir. “Ulusötesi sermayenin beyni IMF ülkemizi sömürgeleştirmek istiyor” denerek temel sınıf çelişkisi “ulus ötesi sermaye ve içerdeki bir avuç azınlık” olarak gösterile- bilmekte, küreselleşme sürecine katılan yerli sermayedarlar aklanmak- tadır. Böylece sınıf çıkarları yerine ulusal çıkarlar vurgulanarak sınıfsal dayanışma ve bilinç muğlaklaştırıl- maktadır. (Bu tip örnekler için 2001 Emek Platformu bildirgesine ve Yıldırım Koç’un makalelerine bakılabilir.) Emperyalizmin uluslararası ölçekte işleyen eşitsizlik ilişkileri Türkiye’deki sermaye iktidarı üzerinden gerçekleşmektedir.
Yerel direnişlerin başarı şansı yoktur. Direnişler çok büyük bir dayanışma ağı ile sarmalanamadıkça aynı semtteki işyerinde çalışan işçinin haberi dahi olmadan yenilgiye uğramaktadır. Direnişi kazanımla sonuçlandırabilmek için iş bırakmalar, sokak eylemleri, imza kampanyaları vs. merkezi ve eşgüdümlü olarak örgütlenebilmelidir. Geçtiğimiz yıl Tuzla tersanesinde yaşanan direniş önemli bir aşama kaydetmiş fakat işçi sınıfının diğer öbeklerinin dayanışması sağlanamayınca başarısızlıkla sona ermiştir.
Sınıfın yaşadığı dönüşümler, yoksullaşma, işsizlik sınıfın örgütle- nememesinin mazereti olamaz. Sorun bu koşulların yaratığı dinamikleri doğru kavrayabilmektir. 20-30 sene öncesinin sınıf stratejileri ile yol alınamıyor. Alınamadıkça sınıftan kaçış yaşanıyor. Teorik olarak değil ama pratik olarak bu kaçış uç sınırlarına ulaşmıştır. Türkiye’nin işçi havzalarının hiç birinde solun bir ağırlığı kalmamıştır. Sınıftan bu yalıtılma hali solun krizinin en önemli etkenidir. Dolayısıyla sınıfa gidişin yolları açılamadan krizden çıkış şansımız yoktur.
“Dili daha da politikleştirelim, varolan sendikalar tüm işçi sınıfına sahip çıkarsa bir şeyler olabilir” önerileri gerçekçi değildir. Dilek kipinde yapılan önermelerdense kendi deneyimlerimizden, yapabileceklerimizden yola çıkmamız yaratıcı sonuçlar verebilir. Sanki dinleyen varmış gibi sendikal bürokrasiye yapılan önerilerin hiçbir karşılığı olması mümkün değildir. Ama sınıfla bütünleşen, güvenini kazanan, sınıfın kendini ifade kanallarını açık tutabilen bağımsız sendikalar toplumsal meselelerde çok daha net tutumlar alabilecektir. Solun kendi durduğu noktadan sınıfı algılaması mümkün değildir, yapılan önerilerin hep biraz havada kalması bundandır. Sınıfın doğasını bilen, çözümleyebilen kadro sayısı çok sınırlıdır. Sayfalarca analiz yapılmakta fakat çözüm için birkaç uygulanabilir öneri dahi formüle edilememektedir. Çözümü ancak sınıfa gitme konusunda ısrarcı olanlar bulacaktır.
Adil ve özgür bir gelecek için yaşamlarını sınıfın örgütlenmesi için seferber eden tüm dostlara ve yoldaşlara selam olsun!
*T ab i i sınıfın yapısına bakmak yanında sermayenin durumuna da bakmak gereklidir. Sermayenin akışkanlığı ve küresel rekabet koşullarında aldığı tutum, yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkileri önemli olsa da burada bunlara da değinemiyoruz.**YOL Siyasi Dergi, Sayı 6, Nisan 1997***Bizim kullandığımıza benzer bir sınıflama Adaman, Buğra , İnsel tarafından sendikalı, sendikasız sigortalı, sigortasız sendikasız biçiminde yapılmıştır. Bkz. Fikret Adaman, Ayşe Buğra, Ahmet İnsel, “Türkiye'de Farklı İşçi Dünyaları ve Sendikaların Toplumsal Konumu”, Birikim, Sayı 217, Mayıs 2007****Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.457, Alaz Yayıncılık, Şubat 2007
45
EĞİTİM-SEN MAKUS TALİHİNİ
NASIL YENEBİLİR?Mert Büyükkarabacak
Sendikamızın kan kaybı hızlanarak devam ediyor. Bu durum kendisini sadece üye kaybı ile değil çok daha yoğun bir şekilde etki kaybı, yaşamın dışına düşüş, işyerlerindeki etkinliğin kaybı biçiminde ortaya koyuyor. Sendikamız geniş yığınların umudu olabilme noktasında değil. Bu durum sadece yaşanan milliyetçi kabarış, AKP’nin kadrolaşma ivmesinin yarattığı tahribat ile açıklanamaz. Aslında sol siyaset eyleme tarzının yaşadığı genel krizin alanımızdaki bir tezahürü ile karşı karşı- yayız. Sol genel olarak devrim iddiasını yitirdikçe, emekçilerin iktidar olduğu bir dünya ümidi azaldıkça sendikamızın seferber edebildiği enerjiler de sınırlanıyor, sendikalarımız emekçi örgütlenmeleri olmak yerine sendikalar dışında neredeyse hiçbir siyasi varlık gösteremeyen siyasi grupların iktidar mücadelelerinin savaş alanı haline dönüşüyor. Bu mücadele, gerçek bir siyasi mücadele kalıplarında yaşansa belki sorunlarımıza çare olabilecek çözümlerin keşfedildiği bir mecra yaratabilirdi, oysa yaşanan tam tersine bir çöküş siyaseti tarzıdır. Karalama, dedikodu, kapalı kapılar ardında güvensizlik pompalama, kapalılık, tabana açılmama, küçük grupların hatta bireylerin birbirini çeşitli biçimlerde gagaladığı bir iç sıkıntısı tablosu. Bu tablonun bu haliyle değil yeni bir çıkışı yaratmak, varolan olumsuzlukları azaltacak bir irade gösterebilmesi bile olanaksızdır. Batan gemi
nin mallarının paylaşılması dışında bir ufuk sözkonusu değildir.
Eğitim-Sen hepimize lazım!
Oysa sendikalarımıza ihtiyacımız var. Hem de dünden çok daha fazla. Emekçilerin ülke gündemlerinin silik seyircileri olma halinin değiştirilebilmesinde sendikalarımıza büyük bir rol düşmekte. Emekçi kitlelerin örgütlenebilmesi için sendikalarımızın yaşanan güncel sorunları politikleştirmek, bunları sınıf mücadelesinin konu başlıkları haline getirmek gibi çok temel görevleri var Sınıfın inşası için etkin sendikalara ihtiyacımız var. Çalışma alanımız tonlarca gerilimle yüklü. Bunları kendi kapsama alanı içine alabilen, emekçileri bu sorunların çözümü için eyleyen özneler haline getirebilen, bir gram enerjiyi bile heder etmeden bu inşa sürecinin parçası kılabilen bir anlayışla sendikalarımızı yeniden yapılandıramazsak örgütlerimizin kan kaybını melankoli içinde izlemeye devam edeceğiz.
Eğitim-Sen yeniden yapılanma ile kurtulur!
Evet bugün ihtiyacımız olan bir yeniden yapılanmadır. Sendikalarımızın doğuşu ve gelişimi dinamikleri daha kapsamlı bir yazının konusudur. Biz meseleye, gelinen nokta açısından bakarsak varolan sendikal yapılarımızın, bu sendikal yapılarda
hakim olan ilişki tarzlarının bu krizi aşmamızı sağlayacak bir enerji çıkarabilmesi mümkün değildir. Yapılan program kurultayı böylesi bir yeniden yapılanmanın çerçevesinin belirlenebilmesi için büyük bir olanak sunmuştu. Ama gözleri kişicil iktidar mücadeleleri ile körleşmiş hakim unsurlar tonlarca emeği heder edercesine kurultayda söylenen birçok şeyi duymazdan, görmezden geldiler. Bugün ortaya çıkacak bir taban iradesi sendikal yapılarımızı kökten bir biçimde dönüşterecek bir irade ortaya koymalıdır. Varolan yapının kısmi olanaklarından yararlanmayı ufuk çizgisi haline getirenlerin böy- lesi bir dönüşümü ummasını ve sağlamasını beklemek olanaksızdır. Yıllardır yönetimlerle taban arasında ezile ezile yıpratılan; bir yandan tabanı sendikaya kazanmaya bir taraftan da sendikayı kitleleri kazanacak bir anlayışa çekmeye çalışan görece diri, tüm çevrelerden kadroların ortak enerjisi ile ancak bir dönüşümün işaret fişekleri atılabilir.
Temel sorun: Yabancılaşma
Sorunu çözebilmek için doğru tespit etmek gerekiyor. Bugün sendikalarımızın temel sorunu, hedef kitlemizin sendikalarımıza, daha da vahimi sendikalarımızın da hedef kitlesine yabancılaşmış olmasıdır. Varolan örgütlülük dağınık ve moralsizdir; sendika ile bağları zayıftır. Eği-
46
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
tim işkolunda çalışanların sayısı sürekli olarak artmakta buna rağmen sendikanın üye sayısı sürekli olarak azalmaktadır. Sanki kitleler ile örgüt arasında duvarlar mevcuttur. Son yıllarda kimi saman alevi türü eylemlerde yükselen moralleri sürekli olarak muhafaza etmek mümkün olamamaktadır. Sendika tabanının yönetici kadrolara güveni yoktur. Ortalık yapılmayanların, edilmeyenlerin, dinlenmeyenlerin, önemsenmeyenle- rin hikayeleri ile doludur. Yönetimler ise sürekli olarak bir alt kademe- dekileri suçlamayı, süreci açıklamanın temel yolu haline getirmişlerdir. Konfederasyon yönetimleri sendika yönetimlerini, sendika genel merkezleri şube yönetimlerini, şube yöneticileri işyeri temsilcilerini, işyeri temsilcileri işyerindeki üyeleri suçlayarak durumu idare etmektedirler. Oysa herhalde yönetimler açısından büyük bir sorun yoktur ki yıllardır gözlediğimiz sorunları giderecek, en azından buna niyetlenen hiçbir kökten açılım görebilme şansımız mevcut olmamıştır. Durum bir biçimde idare edilmektedir. Ya gidişattan bir memnuniyet sözkonusudur ya da olumsuzluklara eğilecek zerre kadar enerji kalmamıştır. İki seçenekte birbirinden rezalettir ama daha da kötüsü iki seçeneğin de aynı anda doğru
olmasıdır. Sınırlı sayıda arkadaşı hariç tutarak şunu söylemek gerekiyor ki aslında herkes tutunduğu koltuk çerçevesinde bir tatmin yaşamaktadır.
Statüko güçlü ama...Muhafazakarlaştırıcı, varolan
statükoyu devam ettirecek dinamikler maalesef zayıf da değildir. Yöneticilere biat etme geleneği hala güç- lüdür. Varolan delege sistemi ile üye sayısının 20de biriyle tüm örgütü gütmek mümkün olabilmektedir. Sendikal /politik ilişki çerçevesinde değerlendirilemeyecek informal bir ilişkiler ağı üzerinden sendika şubeleri üzerinde hakimiyet kurulması mümkün olabilmektedir. Biz sosyalistler, ülke seçimlerinde baraj sistemini sürekli eleştiriyoruz ama kendi kurumlarımızda şu garip delegelik meselesini bir türlü alt edemedik. Bu sistemi değiştirmeden ihtiyaç duyduğumuz yapısal dönüşümü gerçekleştirecek dinamiklerin önünü açabilir miyiz? Cevabı zor bir sorudur bu.
Yeniden yapılanmanın anahtarı:
Yabancılaşmayı aşmak için yerelleşme
Buna rağmen gerçekten anlamlı yapılabilecek tek iş böylesi bir yeniden yapılanma programını hayata geçirmek için bir alternatif yaratma çabasıdır. Sendikal yapının anlamlı bir noktasında bir çatlak yaratmak, orada farklı bir hayatı yaratmak, buradan ortaya çıkan olumluluklarla etki alanını genişletmeye çalışmak. Statükocu yapıların insiyatifi altında geliştirilen ittifaklar statükoyu besleyen, güçlendiren etkiler yaratabiliyor ancak. Üye insiyatiifinin geçtiğimiz dönem ki yönetim macerasının özeleştirili en öz değerlendirmesi bu olabilir ancak.
Planımız ne olmalıdır?Sendikamızın temel gücü büyük
şehirlerdedir. Büyük şehirlerin öncülük etmediği bir sendikal hareketin ülke çapında etkinlik yaratması, he- gemonik basınç altındaki illeri, bölgeleri özgürleştirmesi, etkinleştirmesi imkansızdır. Büyük şehirlerdeki örgütlerimiz böylesi bir öneme sahipken örgütsel yapımızın yarattığı bir felç durumundadırlar. Anadolu’daki birçok şehirden daha kalabalık ilçeler tek bir şube çatısı altında biraradadır. Binlerce çalışanın bulunduğu alanlar 7 kişilik yönetimlerce güdülmek istenmektedir. Temsil
cilik mekanizması felç durumunun bir başka tezahürü durumundadır. Düzenli temsilci toplantılarına katılan, işyerleri ile sendika arasındaki bağı canlı tutan temsilci sayısı tüm temsilcilerin onda biri civarındadır. Bu yapıya müdahale edilmedikçe gidişatı olumluya çevirme imkanı yoktur. Temsilci toplantıları yine fecaatın bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Hep aynı insanların söz aldığı, yönetimlerin uzun sunumlarının ardından genelde zülfiyare dokunmayan tartışmaların yürütüldüğü, pratik meseleleri konuşmak ve işyeri sorunlarını konuşmak için neredeyse hiç zaman kalmadığı bir araya gelişler birçok kişide kısa sürede anlamsızlık hissi ve uzaklaşma yaratmaktadır.
Sonuç olarak şu andaki me-
47
q O İ MART-NİSAN 2006
kanizmamız tamamen yabancılaşmayı körükleyen, tetikleyen bir durumdadır. Aktif durumdaki temsilcilerin ve kadroların sayısının hızla azalması işyeri-sendika bağlarını kopartmaktadır. Şubelerimizi kurulu olduğu ölçek bu uzaklaşmayı beslemektedir. Orta boy bir şube yönetim kurulunun, kendisine bağlı bulunan tüm okulları ziyaret edebilmesi birkaç yılı gerektiren bir faaliyet durumundadır. Temsilcinin sendikaya gelmediği, yönetimin işyerine gitmediği, gitse bile neredeyse kimseyi tanımadığı bir ortamda örgütlenmeden, kadrolaşmaya karşı durmaktan, sendikayı çalışanların hayatının doğal bir parçası haline getirebilmekten bahsedemeyiz.
İlçeler bazında örgütlenelim!
Önerdiğimiz yeniden yapılanmanın en önemli ayağı ölçeğin küçül- tülmesidir. Yani büyük şehirlerdeki şubelerin parçalanması, ilçe bazında yönetim kurullarının oluşturulmasıdır. Yönetim kurulunun doğal olarak hâkim olabileceği işyeri sayısı 50’den çok olmamalıdır. Bu yüzden bazı büyük ilçelerde iki ayrı yönetim kurulu bile oluşturulabilir. Eğer böy- lesi bir ölçekte sağlıklı bir çalışma yürütebilirsek, emekçilerin gündelik sorunlarıyla somut olarak ilgilene
bilirsek, bir işyerinde yaprak kıpırdadığında haberimiz olur hale gelirse, her işyerindeki temsilcimizle aramızda bir güven ilişkisi oluşursa, bir işyerinde yaşanan soruna anında müdahele eden ekiplerimiz, yerel yönetim kurullarımız bulunursa yabancılaşmaya bir mevzi kazanmış oluruz. Böylesi bir düzenleme muhakkak ki herşeyi tek başına çözmez ama yabancılaşmayı ve bürokratikleş- meyi aşma noktasında bizlere çok önemli bir mevzi sunmuş olur. Koca bir örgütü 7 kişilik yönetim kurullarıyla idare edememe durumu ortadan kalkar. Bölgenin aktif unsurlarının kadrolaşmasının, insiyatif almasının önü açılır. Unutmayalım ki bürokratikleşme yönetimlerle işyerleri arasındaki o derin boşlukta kendisine kök salacak alan bulabiliyor. Tabanın sendikadan kopması en inançlı, dürüst sendikacıyı bile er ya da geç bürokratlaştırır. Dolayısıyla bürok- ratikleşmenin panzehiri en solcu adayların seçilmesi değil tabanın sendikayı işlevsel bir araç olarak kavrayabilir hale gelmesidir.
Biz diyoruz ki,
-Şube yönetim kurulumuzun seçiminden sonra ilçelerde tüm üyelerin katıldığı seçimler yapalım.
-Tüm ilçelerde 5 ya da 7 kişilik yönetim kurulları oluşturalım.
-Şubelerin parasını üye sayısına göre ilçelere bölelim, ilçe yönetim kurulunun insiyatifine bırakalım, her ilçeye bir temsilcilik/lokal açalım.
-Şubeleri ilçelerde seçilen yönetim kurulları ile birlikte oluşturulacak Şube Meclisi olarak yönetelim.
- İlçe temsilci toplantılarını 15 günde 1, şube temsilci toplantılarını ise 3 ayda bir gerçekleştirelim.
-Yasa ne der, genel merkez kabul eder mi gibi tereddütlere düşmeyelim, fiili meşru mücadele çizgisine göre kendimizi yeniden yapılandıralım, herşeyi yukarıdan beklemeyelim!
Sendikalarımızda özgür alanlar
yaratalım!Eğitim-Sen’in emekçilerle yeni
den güçlü bir biçimde buluşması, krizini aşması ülkemiz sınıf hareketi açısından hayati değerdedir. Eğitimci hareketinin güçlenmesi etkisini toplumun en küçük zerresine kadar hissettiren bir gelişme olacaktır. Bunu dikkate alarak önümüzdeki şube ve genel merkez seçimlerinde yeniden yapılanmayı kendisine bir program olarak ortaya koyan insiyatifler örgütleyelim, yeniden yapılanma projesini tartışalım, tartıştıralım, zenginleştirelim. Statükoyu yaratan ve ondan nemalanan anlayışları güçlendirmeyelim. Yeniden yapılanmayı destekleyen tüm arkadaşlarla nereden gelirlerse gelsinler beraber davranabilelim. Sendikamıza yapacağımız en büyük katkı bürokratik anlayışların boğucu, dışlayıcı, tüketici hakimiyetinden bağımsızlaşmış, özgürleşmiş; canlı, nefes alan, tabanın insiyatif kazandığı ve şubesiyle bütünleştiği alanlar yaratmaktır. Bu özgür alanlar, yeniden yeşerecek sendikal hareketimizin önkoşuludur.
19.11.2007
48
Çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor
ÇAĞRI MERKEZLERİNDE
ÖRGÜTLENME
Çağrı Merkezleri'nde çalışanların sorunları ve örgütlenme deneyimleriyle ilgili olarak, www.gercegecagrimerkezi.org sitesi yetkilileriyle görüştük:
Sizinle röportaj yapmak istememizin sebebi, sınıf hareketinin tıkanıklığı üzerine kafa yorup farklı araçlar geliştirmeye çalışıyor olmamız. Klasik sendikal yapı içerisine çok rahat yerleştirileme- yen kesimlerin, mesela kadrosuz çalışanların örgütlenebilmesi, bir araya gelmesi çabaları bizim çok ilgilendiğimiz bir konu. Sizin çağrı merkezlerindeki (ca ll center) çalışmalarınız üzerine sohbet etmek istedik. Nasıl başladı, hedefiniz neydi, ne gibi etkinlikler yapıyorsunuz bu konularda görüşmek istedik.
Çağrı merkezinde çalışan insanlardan bir topluluk olarak başladık. Çalışırken iş yerinin kendisinden kaynaklanan sıkıntılar yaşıyorsun zaten. Çözüm ne olabilir diye, demokratsan, solcuysan düşünüyorsun. İnternetten bakıyorsun bu konuda dernek var mı, sendika var mı diye araştırıyorsun. Ciddi bir şey yok. Bank-Sen var ama çağrı merkezleri ile ilgili ayrı bir çalışması yok, ayrıca çağrı merkezi çalışanları çok değişik sektörlere yayılmış durumda. THY’nin de, Aygaz’ın da çağrı merkezi var ve buralarda çalışanlar banka sektöründe değil.
Biz de ne yaparız ne ederiz diye kendi aramızda konuşmaya başladık. Garanti’de, Citybank’ta, Yapı Kre- di’de, Akbank’ta çalışan arkadaşlarımız vardı. İnsanlar kendi bireysel yaklaşımlarını dirençlerini geliştirdiler.
Bir bankada kaç kişi çalışıyor? Kaç saat çalışılıyor, koşullar neler?
Bankaya göre değişiyor. Garanti Bankası 450’ye çıkardı son dönemdesayıyı. 24 saat hizmet veriliyor. 9 sa
at çalışılıyor vardiyalı o- 1 a r a k .
9:00-18:00,10:00-19:00 gibi gündüz çalışılır. Ağırlıklı olarak part-time çalıştırma var. 19:00 -23:00 arası part time çalışanlar vardır. Global AŞ. gibi kuruluşlar çağrı merkezi hizmeti satıyorlar. Garanti’nin kendi çağrı merkezi var, Garanti çalışanı oluyorsun. Global ise aracılık yapıyor ve hizmeti Turkcell’e, Vodafon’a satıyor. Global gibi kurumlarda iş koşulları çok daha kötü. Saat başı para üzerine çalıştırma da var, sabah işe gidiyorsun
öğlen “bugün yoğunluk yok evine git” deyip çalıştığın saat kadar ücret alıyorsun. Denetim çok fazla, sürekli bilgisayar başındasın ne zaman ne yaptın belli. Kart ile giriliyor, sisteme login olman gerek. Saat 9:00 da login oldum diyelim senin o gün hangi saatte tuvalete gidebileceğin, yemek saatlerin falan sana program olarak gönderiliyor ve ona uymak zorundasın, çiş yapacaksan tutmak zorundasın. Onun dışında sistem yöneticisi, ya da “tim lideri”, “koç” denen insanlara bilgisayardan belirli tuşlar
la bildirmeden kalkamazsın. Konuşmalar kaydediliyor. Hangi konuşmanın kaydedildiğini bilmiyorsun. İyi konuşma yanında, mutlu konuşmak zorundasın, herhangi bir çağrı merkezi çalışanı isteksiz konuşma yapamaz. Uyarı alırsın pua
nın kırılır...Puan ne demek?İşyerlerinde toplam kalite yöneti
mi uygulanıyor. Puanlama alırsın ve diyelim isteksiz konuşmanda 5 puanın kırılır, “merhaba” demediysen 6 puanın kırılır. “İyi günler” dersen puanın kırılır, illa “merhaba” diyeceksin. Bazı merkezlerde de tam tersi “merhaba” dersen puanın kırılır. Kul-
49
ARALIK-OCAK-ŞUBAT
lanacağın cümlelerin hepsi belirli. Bunun gibi 5-6 kriter var. Performansın belirleniyor. Performansın 2 veya 3 dönem düşük olursa işten çıkarılmak için yeterli sebep. Maaş artışın da bazı durumlarda buna göre belirlenir. Sağlık nedeniyle alınan raporlar için Garanti Bankası’nda şöyle bir sistem vardı. Sonra kaldırıldı.
Sitenizde okuduk, güzel bir site olmuş (w w w .g erceg eca g rim erk e- zi.org) . Yasaya aykırı olarak raporlu günler karşılığı çalışma yaptırı- lıyormuş.
Rapor aldığınızda o raporun karşılığı o ay içinde başka bir zaman çalışmak zorundasınız. Ek olarak, diyelim çalışmadınız, staff denen çalışma süresi puanınız da düşüyor, bu da maaş artışınızı etkiliyor.
Sözleşmeli mi çalışılıyor?Aygaz, THY, Garan
ti vesaire hepsinde farklı kriterler var. Büyük kurumlarda kendi çalışanı veya kendi :tyan kuruluşunun kad- *rolü çalışanı oluyor, &
Ama ağırlıklı o- ^ flarak sözleşmeli çalışma yaygın bu sektörde. Garanti gibi yerlerde lise mezunları sözleşmeli, diğerleri kadrolu yapılıyor; üniversite öğrencileri de sözleşmeli alınıp okulları bitince kadrolu yapılıyor.
Kaç aydır örgütlenme çalışması devam ediyor?
Bir buçuk senedir devam eden bir çalışma. Alttan alta daha uzun bir süre aslında, bu sektörde kendi çalışmaya başlamamızdan itibaren neredeyse 2-2.5 sene, kapalı propaganda yaptığımız dönemle birlikte. Ama herkese yönelik çalışmalar, site vesaire 1.5 yıldır.
Peki neler yaptınız?İlginç bir deneyim oldu. Bu alan
da çalışmakta olan kurulu bir örgütün olmaması, tarihsel bir hareketin olmaması, örgütlenmeyi bir taraftan kolaylaştırırken bir taraftan zorlaştırıyor. “Haklarımız” dediğinde, sendikadan bahsettiğinde pek çok sektörde insanlar bu duruma alışıkken bizim sektör için böyle bir durum söz
konusu değil. Ama diğer taraftan da genel olarak sendikalara bakarsak, o kirlilikten de etkilenmemiş durumda bu alan.
İlk olarak internet geldi aklımıza. Fabrika çıkışı gibi bir durum yok ortada. Bankalar için söyleyeyim, steril bir çalışma ortamı içinde adam kendini beyaz yakalı kabul ediyor.
Ömür boyu burada çalışırım demiyor insanlar?
Yok demiyorlar. Ama en az 3-4 sene de kalıyor insanlar. Ortalama çalışma süresi 2.5-3 sene. Zaten çağrı merkezlerinde insanlar gün boyu internet başında, bilgisayar başında oldukları için ilk açtığımızda oldukça ilgi gördü site. Sonra İngiltere, Hindistan gibi deneyimlere bakalım dedik; nasıl örgütlenmişler, hak mücadelesi yapmışlar. Yurtdışında örgütlü çünkü bu sektör, haberleşme
sektöründe. Sendikalara bağlı çal ışıyorlar ,
TJ£u»'»ua1 K u ı * m m
1,1 toHıuııHindistan’da ayrı kurumlan da var.
Swiss Air gibi şirketler Hindistan’a götürmüşlerdi ilk olarak çağrı merkezlerini. İngilizce konuşu- labildiği için. Sonra arttı bu eğilim.
Evet evet. Türkiye’de de Turkcell Erzurum’a gitti. Ucuz işgücü olarak.
Örgütlenme internet üzerinden. Kişisel görüşmeler de olabiliyor mu işyerlerinde?
Tabi. Yemek süresi kısaltılır bazen. “20 dakikada yiyin” derler. Sen yemezsin 20 dakikada. Bu da bilinir etrafta. Bir direnç oluyor insanda. Sadece bizim gibi genel bir direniş geliştirmek isteyen insanlarda değil, pek çok kişide oluyor böyle bir direnç. Böyle dirençler geliştirdikçe insanlar fark ediyor birbirlerini, konuşmalar oluyor.
Bir de tuvaletlere sticker [etiket]
yapıştırıyoruz. İnsanlar www.gerce- gecagrimerkezi.org"un bir siteden ibaret olmadığını biliyor. Oraya sadece kartla girilebiliyor, denetim yoğun, demek ki içerden birileri var diyor insanlar. Sitedeki “Çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor” da buradan çıktı.
İşten atılmadan buna dikkat ederek mücadele geliştirmeye çalışıyoruz, işten atılmanın bir faydası yok yapmak istediklerimize.
Örgütlü olduğumuz yerler dediniz?
Toplantılar yapıyoruz. Değişik çağrı merkezlerinden insanlarla toplantılar düzenliyoruz. Bir de arıyoruz çağrı merkezlerini, çalışanlara ulaşıyoruz. Müşteri gibi arıyoruz, derdimizi anlatıyoruz.
Peki dinlemelerden çekinmiyor mu çalışanlar?
Şimdi birincisi ciddi bir eğitim süreci var. Kurum o çalışan için para yatırıyor bir anlamda. Yıllardır o
koşullarda, o sıkı ı denetlemeyle çalı
şan bir insanı kolayca kovamazlar diye düşünüyoruz. İkincisi hepsi de dinlenmi
yor konuşmaların.İnsanlar yükseli
riz diye mi düşünü-
n u t
yor?İş teknik olarak kolay ama insani
olarak zor. Orada önemli olan işlemi hızlı ve hatasız yapman ve çağrı merkezinin genel çalışma koşullarına uyum sağlaman. Ortam bir sıkıntı, yoksa işin teknik yanı basit. Bilgisayarlardaki “Age of Empires” oyunu kadar kolay. Diyelim iş zor değil, çivi çakmak gibi mesela kolay bir iş, ama bu işi Austwitz toplama kampında yapıyorsun.
Ne gibi talepler ve hedefler var. İnsanlar geldiğinde neyi değiştirmek için örgütlenme yapmak gerektiği konuşuluyor?
İlk aşamada Global’de herkesin kadroya geçirilmesi önemli. Sağlık güvencesi ve çalışma sürelerinin belirli olması önemli. Genel olarak fazla mesai yapılıyor, iş süreleri tam belli olmuyor ve fazla mesai ücret-
50
ARALI K'OCAK'Ş U BAT C|Oİ
lendirilmiyor sektörde. Mesela satış odaklıdır çağrı asistanlarının yaptığı iş ve siz belirli bir satışı yapana kadar orada fazla mesai yaptırılabili- yorsunuz. Ücretli değil. Garanti’de yapılıyor bu uygulama, bu konuda telefonlar açıyoruz hala. İş hukukuna, her şeye aykırı bir durum.
Ceza olarak neredeyse?Evet, ona benziyor. Ev köpeği
gibisin, zamanla belli bir terbiyeden “evcilleştirmeden” geçiyorsun. Belli saatlerde tuvalete gidiyorsun, havlamıyorsun. Yeni bir iş formu yaratıyor. O koşullarda çalışan insana eyvallah diyor işveren. Uzun süre gece çalışması yaptırılıyor ki yasal değil bu. Kadınların yoğun çalıştığı sektör ama özel uygulamalar yok onlara yönelik. Yasalara göre kreş şartı var. Avukat desteği ve sağlık konularında çok istek alıyoruz çalışanlardan. İşyeri hekimleri ile ilgili sıkıntılar var. İşyeri hekimi yöneticiyi arayıp “rapor vereyim mi” diye soruyor.
Bu arada durabiliriz, mola verebiliriz, çayını içemedin.
Yok, ben çağrı merkezinde çalıştığımdan beri her şeyi hızlı yapıyorum. Sigarayı falan hızlı içiyorum, hızlı konuşuyorum, hızlı yemek yiyorum, yediğim yemekten zevk almamaya başladım diyebilirim.
Solcu musunuz falan diyenler oluyor mu? Nasıl bakılıyor size?
İnsanlar işi basamak olarak kullanırım, şirketle ilişki geliştiririm diye düşünüyor, sektöre girmiş olurum diyor. Üniversite öğrencileri özellikle. Aslında kendisi kabul etmese de insanlar burada işçi tabi ki ve yoğun bir şekilde sömürülüyor. Sömürül düğünün aslında herkes farkına varıyor, asıl nokta ise o tepkilerin örgütlenmesi. Sitemize 1 Mayıs’ı, Hrant Dink cenazesini de koyuyoruz. Ama dikkat de ediyoruz. Çalışan insanlara hakları ile ilgili gerçek kazanımlar sağlayabilirsen bu anlamda bir bakış yaratabilirsen, senin ne olduğun çok önemli değil. Bizim bunu becermemiz gerek.
Örgüt olarak modeliniz var
mı? Ben solun sorununu kitlelerden kopmakla, onların hayatına nüfuz edememekle açıklıyorum. İnsanların gündelik hayatlarındaki meseleleri politize edebildikçe, onlara yönelik birlikte bir çözüm ürettikçe güçlenebilecek sol diye düşünebiliriz.
Dernek kurmayı düşünüyoruz.O da iyi olmuş bir anlamda.
Yani “dernek kurduk, sen de gel” dememişsiniz, doğal akışla birlikte.
Evet, solun dıştan müdahaleci hatta “darbeci” bir tarzı var. Süreç içinde yavaş yavaş geliştirmek, büyütmek zordur çünkü. Hemen 5-6 teşkilat birleşelim, alt sektörler için dernek kuralım, bildiri dağıtalım, işçileri çağıralım demek yeterli olmuyor. Uzun erimli ve çeşitli yönleri olan bir çalışma yapmak gerekiyor. Güvenilir, açık, sürekli olunca oluyor. Biz ondan süreci uzattık zaten. Arkadaşlarımız soruyor “neden dernek kurmuyoruz” diyorlar.
Yeni şeyler söylemeye de gerek yok. İnsanların durumuna çözümler getirince tutar bence çalışma. Dernek düşünüyoruz ama bilinç ve eylemlilik olarak belli bir düzeye gelince bunu yapmak gerekiyor. Sendika olunca da yetki almak çok zor tabi, işkolu tespiti dahi yapılmamış durumda.
çok farklı değil zaten. Eğitim- Sen’den düşünürsek.
Dernek deyince, insanların haklarını savunacak, onlara hukuki destek verecek ve sağlık koşulları ile ilgili çalışmalar yapacak gerçek bir dernek. Grev gücünü kullanmadıktan sonra adı sendika da olsa dernek de olsa çok farklı olmuyor.
Hayatları ile ilgili olacak. Bir şeyler kazandıracak bir araç olarak düşünmek gerekiyor.
Katılıyorum. Dernek dışında ayrıca şöyle bir çalışma yapmak aklımızda. Bizim sektörde şöyle bir durum var, diyelim Lufthan- sa’nın kendisinde çağrı merkezinde çalışanlar Nakliyat-İş’e örgütlü olabilir ama Nakliyat-İş’in böyle bir yönelimi yok. THY çalışanları için de öyle, çağrı merkezindekiler geçen ay yapılan grev oylamasına aktif olarak katıldılar, onu da söylemiş olayım. Yani sendikalı olan arkadaşlarımızın kendi sendikalarında Çağrı Merkezi Bültenleri çıkartmaları sağlanabilir. Sendikaların bu konuda duyarlı olmaları gerekiyor. Bu durumun ve bizim yaptığımız çalışmaların sendikaları da hareketlendireceğini söyleyebilirim. Gençliğin kendisine doğal bir devrimcilik atfetmiyoruz ama bu genç insanların sendikalara da emek hareketine de bir hareket getireceğine inanıyorum.
Sendikalarımız derneklerden Teşekkür ediyoruz.
51
GM GREVİ VE SONRASI
M. Akyol
Eylül ayı sonunda yeni bir toplu iş sözleşmesi için süresiz greve başlayan 73.000 GM işçisi ikinci günde Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) ile işveren arasında bir anlaşmaya varılması ile tekrar çalışmaya başladılar. Varılan anlaşmanın ayrıntıları ortaya çıkmaya başlayınca gerek işçiler arasında gerekse de kamuoyunda yeni tartışmalar başladı.
Gazetelerin ekonomi sayfaları, bu anlaşma ile GM şirketinin, işyerinin hastalık kasasının sendikaya devri ile 50 milyarın üstünde bir ‘borçtan’ kurtulduğuna dikkat çekerek, anlaşmanın duyulması ile GM hisse senetlerinin borsada bir anda değer kazanmaya başladığını yazmaya başladılar. Oysa sendika tarafından yapılan ilk açıklamada, bu konuda işyeri ile grev öncesi bir anlaşma zemini bulunduğu, greve neden olan konunun ise işyeri garantisi olduğu belirtildi.
GM grevinin ve varılan anlaşmanın önemi, bu işyeri ile de sınırlı değil, ABD’nin diğer iki büyük otomobil üreticisi Ford ve Chrysler işyerlerinde çalışan 100.000 işçi için yapılması gereken toplu iş sözleşmesi bu anlaşmadan doğrudan etkilenecek, daha doğrusu bu anlaşma onlar için bir örnek teşkil edecek.
Anlaşmanın kapsamıGrev öncesi, işyerine ait hastalık
sigortası konusunda varılan anlaşma esas olarak sendikal hareket açısından yeni bir durum değil. Hatta geleneksel olarak hastalık ve emeklilik kasalarının sendikaların yönetiminde olması ABD açısından doğal bir olay. Özellikle emekli maaşlarını ödeyen emekli kasalarının büyük bir çoğunluğu sendikaların kontrolünde. Bu anlamda bazı ‘keskin zekâların’ yaptığı, ‘UAW bir sendika olmaktan çıkıp bir sigorta şirketi oluyor’ (Financial Time) tespitinin pek bir anlamı yok.
1960’lı yıllarda yapılan bir toplu iş sözleşmesi ile GM işyerinde çalışan ve emekli olanlar için, işyeri bünyesinde bir hastalık sigortası kurulmuştu. Bu sigorta bugün yaklaşık 340.000 emekli ve yakınlarının sağlık giderlerini karşılamakta ve toplam olarak 50 milyar dolarlık sorumluğunun bulunduğu tahmin edilmekte. GM işyerinin bilançoları bu anlamda sürekli baskı altında ve borsa- da değer kaybetmekte. GM işyeri bu sorumluluktan kurtulmak için bu sigortayı sendikaya devretmek istemekteydi. UAW bunu prensip olarak kabul etti, ancak devir şartları konusunda, grev öncesi tam bir anlaşma
sağlanamadı.
Grev sonucu varılan anlaşmaya göre, sendika yönetiminde kurulacak yeni bir sağlık sigortasına GM işyeri öncelikle 29.9 Milyar ödeyecek. Ayrıca gelecek 20 yıl içinde, bu kasanın giderlerini karşılayamayacak duruma düşmesi halinde 7 Milyar daha ödeme yapmayı taahhüt etmekte. Hemen görülebileceği gibi bu sigortanın sorumluluğu sendikaya önemli miktarda maddi yüke neden olacak. Ancak UAW başkanı Ron Gettelfin- ger, mevcut durumla bu sigortanın 80 yıllık giderlerinin karşılanabileceğini söylüyor. Ne kadar haklı olduğu önümüzdeki dönem görülecek.
Ücret trajedisiGrevlerle varılan anlaşmanın en
önemli kazancı kuşkusuz, GM işyerinin şu an 80 işyerinde çalışan bütün işçilere iş garantisi sağlaması. Ama bu garantinin ölçüsü tam olarak bilinmiyor. GM’nin, bir yandan işgücü maliyetinin yüksek olduğu gerekçesi ile üretimi ABD dışına aktarmaya devam etmeyi planlarken, bir yandan böyle bir garanti vermesi birbiri ile çelişmekte. Ancak 1978 yılından bu yana otomobil işkolunda çalışanların sayısının yaklaşık 600.000 kişi azalmış olması, bu tür garantinin çalışanlar açısından öne-
52
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
mini ortaya koymakta.
Ücretler konusunda ise anlaşmada hayli düşündürücü maddeler yer almakta. Öncelikle 4 yıllık sözleşme döneminde, saat ücretleri 28.12 dolardan, 28.85 e çıkacak. Buna ek olarak yılda bir seferlik ikramiye ödemeleri yapılacak. Bu maddeler iş garantisi karşılığında sendikaların klasik olarak ücret artışlarından vazgeçmelerine tipik bir örnek.
Ayrıca yapılan anlaşma ücret konusunda ikili bir ücret sistemini öngörmekte. Buna göre şu an işyerinde çalışanların ücretleri garanti altına alınırken, yeni işe başlayacak olan ve doğrudan üretimde olamayan çalışanlar için bir ücret garantisinden vazgeçilmekte. Bir grev sonucu bir sendikanın bu tür bir anlaşmaya imza atması kuşkusuz kolay yutulur bir lokma olamaz.
GM işyerinin anlaşma sonrası yaptığı açıklamada, yapılan anlaşmayla işgücü maliyetini %25’ e varan oranlarda azaltma imkânına kavuştuklarını söylemesi önümüzdeki süreçte yaşanacaklar için yeterince ipucu vermekte. İşten ayrılan veya erken emekli olmaya teşvik edilen işçilerin yerine önümüzdeki dönemde, asgari ücret garantisi olamayan işçiler alınacak... Elbette daha düşük ücretle...
Grev sonrasıBütün bunlara rağmen bu grev
ler, bizzat ABD içinde düzene karşı hoşnutsuzluğun kitlesel grevleri gündeme getirdiğini ilan etmiş oldu. Her şeyden önce UAW sendikasının, 1970 yılından bu yana ilk defa GM işyerlerinin tümünde aynı anda greve gitmesi ve grev kırıcılarına hiç bir şans tanımaması, günü
müz dünyasında hala grevin ne kadar önemli ve yapılabilir olduğunu göstermekte. ‘Elveda Proletarya’ diyen A. Gorz, grevler başlamadan bir hafta önce intihar etmeseydi, acaba elvedasından vazgeçer miydi, bilinmez.
1930’lu yıllarda keskin sınıf mücadelesi şartlarında kurulan UAW uzun bir süre sınıf çizgisini kaybetmemiş, ABD sendikaları içinde en ilerici olma özelliğini koruyabilmişti. Bir yanı ile ABD’nin ‘gangster sendikacılığı’ ayağını oluştururken, bir yanı ile siyahî ve göçmen işçilerin yanında yer alarak çelişkili bir çizgide duran UAW, diğer sendikalar gibi son 30 yılda önemli ölçüde üye kaybına uğramıştı.
ne kadar çalışanların lehine olduğu tartışılabilir. Hele bu anlaşmanın iş- kolundaki diğer anlaşmaları önemli ölçüde etkileyecek olması, bu tartışmaları zorunlu hale getirmektedir. İlk bakışta bu grevin sendikal hareket açısından önemli bir sonuç doğurmayacağı da söylenebilir. Ama, ABD sendikal hareketinin iki yıl önce bölünmesi ardından yaşanan bu kitlesel grev, ‘geleneksel’ çizgide kalan UAW gibi sendikalarda önemli değişikliklere kapı açacaktır. Üstelik bu değişimin, geleneksel çizgi
den kopup modernizme sapan ‘Change to Win’ çizgisinden daha da ilerilere gitmesi beklenmelidir.
Ve Chrysler GreviGM ile sendika arasında varılan
anlaşmanın işçilerin onayına sunulmasından hemen önce ise UAW ikinci büyük otomobil üreticisi Chrysler’da greve başladı. 24 ayrı işyerinde 49.000 işçinin katıldığı grev bu sefer 6 saat sürdü, grevin başlaması ile aynı saatlerde işverenle başlayan görüşmeler oldukça kısa sürdü ve GM anlaşmasının benzeri bu işyeri için de yapıldı. Grevin bu kadar kısa sürmesi, sendikaya yönelik eleştirilerin yoğunlaşmasına sebep olurken UAW, 4 yıllığına varılan bu anlaşmanın özellikle iş garantisi
açısından önemine vurgu yaptı.
İşveren tarafı ise, GM’de olduğu gibi işyerinin hastalık ve emeklilik sigortalarının sendikaya devredilmesi
ile yıllık yaklaşık 300 Milyon dolar tasarrufta bulunmayı hedeflediğini açıklamıştı. Geçtiğimiz yıllarda milyarları bulan yıllık zararla zor durumda kalan, bu nedenle Alman Daimler Benz firması ile birleşen Chrysler için masrafların azaltılması oldukça önemli. Nitekim bu durum karşısında kısa bir süre sonra Daimler Benz, hisselerini Cerberus Capital Managment adlı bir yatırım firmasına satarak bu birlikteliğe kısa bir süre önce son vermişti.
Anlaşmanın işçilerin oyuna sunulmasından hemen önce basına sızan bir haber çalışanlar arasında önemli bir tepkiye neden oldu. Wall Street Journal gazetesi, Chrysler yönetiminin kasım ayı başında, çalışanları erken emek-
ABD Otomobil endüstrisinde sendikal örgütlenme ve işyerlerindeki sosyal sigortalar
dan yararlananlar;
İşyeri Aktif üye Emekli Emekli yakınları
Chrysler 48927 55183 23252
Ford 58300 94824 28183
General Motors 73454 269614 6926
Bu anlamda varılan anlaşmanın
A B D sendikal hareketinin iki yıl önce bölünmesi ardından yaşanan bu kitlesel grev, 'geleneksel' çizgide kalan UAW gibi sendikalarda
önemli değişikliklere kapı açacaktır.
53
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
liliği teşvik etmek için yeni bir plan hazırladığını kamuoyuna duyurdu. Bu habere göre Chrysler yönetimi, ilk elden 62 yaşını aşmış ve en az 10 yıldır işyerinde çalışan işçileri erken emekli etmek için ek bir teşvik primi getirerek 1000 civarında işçiyi erken emekli etmeye ve onların yerine anlaşma çerçevesinde daha düşük ücretle işçi almaya hazırlanıyor.
Bu yılın başında işyeri yönetimi, 2 bini ABD’den olmak üzere toplam 13 bin işçiye çıkış vereceğini açıklamış. Sendika buna karşı, ABD’de çalışanların sayısının azaltılmasını kabul etmeyeceğini bildirmişti. Yukarıdaki haberde görüldüğü kadarı ile sendika bu talebini kısmen de olsa gerçekleş
tirmiş oluyor.
ABD’de Otomobil üretimi kavgası
ABD’de üretilen yaklaşık 16 milyon otomobilden üçte ikisini üreten GM, Chrysler ve Ford, bunun önemli bir bölümünü de ihraç etmekte. Chrysler geçen yıla nazaran bu yıl ABD dışındaki satışlarını arttırmayı başarırken, kendi ülkesinde gerilemeye devam ediyor.
Öte yandan, önce ABD’ye Japonya’da ürettiği otomobilleri satmaya başlayan Toyota, Honda gibi firmalar son yıllarda ABD içinde kurdukları işletmelerle bu pazar için üretim yapmaya başladılar. Buna geçen yıl Hyundai gibi Güney Koreli firmalar da katıldı. Bu
işyerlerinde henüz sendikal örgütlenme başarılamadığı için toplu iş sözleşmesi ve buna bağlı olarak bağlayıcı asgari ücret, avantajlı sağlık ve emeklilik sigortaları bulunmuyor. Dolayısıyla, bu firmalar ABD içindeki üretimlerinde düşük işçi maliyeti ile üretim yapıyorlar. En son ABD’de patlayan Mortgage krizi, otomobil satışlarını da etkiledi ve bu yıl içinde ABD’de satılan otomobillerin sayısında hatırı sayılır oranda bir düşme bekleniyor. Bir yandan üretim maliyeti meselesi diğer yandan otomobil satışlarının düşmeye başlaması, sektörde önümüzdeki dönemde radikal değişimleri gündeme getirecek gibi görünüyor.
Tam da böylesi dönemde toplu iş sözleşmelerinin gündeme gelmesi ve UAW sendikasının grevlerle çalışma güvenliği konusunda bazı haklar elde etmesi önemli bir gelişme. Ancak bu durum gerek Avrupa’da gerekse de ABD’de sendikal hareketin çalışma güvenliğini öne çıkarması karşılığı verdikleri tavizleri de tartışma konusu yapmakta. Üretimin küreselleşmesine karşın ulusal düzeyde çalışma alanlarının korunması için sermayeye verilen tavizler, öncelikle uzun süreli bir etki yaratmamakta ama öte yandan tam da sermayenin istediği gibi üretim maliyetini düşürmede önemli bir rol oynamakta.
Genel olarak bu çerçevede yürütülen sendikal tartışmalar, en son ABD de gündeme gelen grevlerle bir kez daha tartışmaya açılmak zorundadır. 02.10.07
Chrysler’in satışları
Kuzey Amerika Güney Amerika Avrupa Asya
2007 ilk 9 ayı 1 206 152 523 590 329 398 327 522
2006 ilk 9 ayı 1 284 788 456 781 270 094 283 423
Değişme - 6.1 15 22 15
54
G ü n c e l V e n e z ü e l l a
İKİLİ İKTİDARI
Ayşe Tansever
Günümüzde en çok tartışılan ülkelerin başında şüphesiz Venezuela ve lideri Chaves gelir. Chaves’in an- ti-emperyalist duruşu, Küba ile işbirliği, Latin Amerika’da emperyalizm karşıtı bir kamp kurmaya çalışması, ABD başkanı Bush için söylediği laflar ve Venezuela’da 21. yy sosyalizmini kuracaklarını iddia etmesi dünyanın dikkatini üstüne çekti. Bazılarına göre Chaves popülist, uyguladığı politikalar da sosyal demokrattır. Latin Amerika’da bir pembe devrimler sürecinin başını çekmektedir. Ancak Chaves’in son zamanlarda aldığı yeni kararlar ve yaptığı açıklamalar bu değerlendirme sahiplerini Venezuela’da yaşananlara yeni bir gözle bakmaya zorluyor. “Sovyetlerde yaşandığı gibi kanlı bir işçi ve köylü ayaklanması ile kapitalist devlet kuramlarını yıkmadan bir devrim olabilir mi? Chaves gibi seçimlerle iktidara gelerek devrimci bir sürece girilebilir mi?” diye yeniden tartışmalar kızıştı. Chaves politikaları yeni bir süzgeçten geçiriliyor, her ülkenin devrime kendine özgü koşullarla geçebileceği öngörüsü ağırlık kazanıyor.
Tartışmaları açan etkenler, Chaves’in şimdiye kadar uyguladığı çeşitli sosyal politikalardan çok, 21.yy sosyalizmini kuracaklarını açıklaması ve ardından Venezuela Birleşik Sosyalist Partisini (PSUV) kurmak i
çin adımlar atması, anayasaya değişiklik önerisinde bulunması, yeni insan yaratmak için eğitim reformu gibi çeşitli yeni reformlar yapması olsa gerektir.
Seçimle başa geçm e sorunları
Venezuela’da yaşananlar; her ülke devrim sürecinin kendine özgü koşulları, bu koşullardan doğan sorunları ve bunları aşmak için değişik dövüşleri olacağını gösteriyor. Chaves devrimi hiç de Sovy et ler B i r l i ğ i
lanma ile değil seçimle aldı. Seçimle gelip sosyalizm yoluna çıkmak, var olan kapitalist düzenin iktidar ku- rumları ve yasaları ile devrim yoluna çıkmak demektir. Chaves burjuva devlet bürokrasisine rağmen halkına ulaşmaya çalışıyor. Tehlikelerle dolu
bir süreç... Üstünde oturduğu sandal
ye hep altından çekil
meye çalışıldı.
9 8 ’ de s eç i m l e r i k a z a n m a
s ı n d a n sonra
ya da Küb a ’ da k i gibi yaşanmadı. Chaves, iktidarı a y a k -
55
2002 Nisan ayında ABD destekli ordu darbesi ile iki günlüğüne de olsa iktidardan alındı, bir adaya hapsedildi. Barrio denilen gecekondu sakinlerinin ayaklanması ile tekrar koltuğuna oturdu. Arkasından 2002 Ara- lık-2003 Şubat başı işverenler grevi ile ekonomi felç edilerek iktidardan alınmaya çalışıldı ama başarı sağlanamadı. Ardından 2004 yılında yapılan geri çağırma referandumu da Chaves’in zaferi ile sonuçlandı. Son olarak 2006 seçimleri ile Chavez burjuvalara bu işin kolay olmayacağını kanıtladı. Batı gerici güçleri destekli Venezuela burjuvazisi sivil toplum örgütleri yardımıyla bu ara Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde görülen türden renkli devrimler peşindeler. Öğrenci, aydın gösterileri ve grevleri düzenleniyor. Chavez gerici iç ve dış basının sürekli top ateşi altında ve şimdi daha sinsi planlar peşindeler.
Ülke radikal solu da bu başa gelenleri Chavez devriminin devrim olmadığına örnek olarak kullanarak gerici bir işlev görüyor. Chaves’i kapitalist kurumları yok etmemek, burjuvalarla işbirliği yapmakla suçluyorlar. Onlara göre eğer Chavez gerici iktidar çevrelerini alaşağı etse, sanayideki tüm işletmeleri millileştirse, işçilere devretse, kapitalist üretim ilişkilerini bir çırpıda bıçakla keser gibi kesse sosyalizm kurulmuş olacak. Devrim ancak böyle olur.
Doğru, Chavez işveren çevrelerine karşı olduğunu, bir gün onları yok edeceğini açık açık söylemesine karşılık onlara birlikte şimdilik yaşamayı sürdürüyor. Halktan yana iyileştirmeler getirse bile kapitalist üretim ilişkilerine dokunmuyor. Yeni önerilen anayasada bile 5 çeşit mülkiyet biçimi arasında özel mülkiyet de var. Chaves politikaları ile işverenler karlarına kar katıyorlar. Kapitalistler yatırım yapmaya devam ediyorlar. Daha öncelerde yaşandığı gibi ülke sermayesi dış ülkelere kaçmıyor. Artan petrol gelirlerinin çeşitli yardımlar ve projelerle halka aktarılması nedeniyle kapitalist pazar gelişiyor. Ekonomi yıllardır %10’ların üstünde büyüyor. Ayrıca bütün bunlar işçi
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
haklarının ve ücretlerinin yani işçi maliyetlerinin artması, işçi çıkartmanın zorlaşması ve işverenden alınan sosyal harcamaların ve vergilerin yükselmesine rağmen böyle. Ünlü ekonomi gazetesi Financial Times bile Chavez politikalarının Venezuela bankerlerini zenginleştirdiğini yazıyor. İş çevreleri her ne kadar Cha- vez’i devirmek için ellerinden geleni yapsalar da onun politikalarından kar devşirmeye devam ediyorlar. Bu nedenle yoksulluk azalsa bile yoksul ve zengin arasındaki uçurum daha da derinleşiyor. Yani çalışanların yaşam koşullarının iyileşmesine rağmen işveren kesimlerin durumu kötüye gitmiyor. Radikal sol buradan kalkarak Chaves’i popülist, pembe devrimci, sosyal demokrat görüyor.
Sosyal harcamaların artmasına, yoksul kesimlerin yaşam koşullarının oldukça iyileşmesine karşılık burjuvaların da zenginleşmesi, kapitalistlerin karlarına karlar katmasını Chaves’in devrimci olmadığına ya da sosyal demokrat olduğuna bağlamak doğru olmaz. Venezuela gerçeğini basit algılamak olur. Venezuela burjuvazisi ekonomide olduğu kadar devlet kadrolarında da örgütlü ve güçlüdür. Bu kadrolara sıkı sıkı sarılıyorlar. Chavez petrolden devletin aldığı payları arttırarak, çeşitli millileştirmeler yaparak, vergileri arttırarak bunların sömürme özelliklerine kısıtlamalar getiriyor. Ancak örgütlü gücü yıkmak başka bir şey. Son seçimlerde bunlar %37 oy aldılar. Yani bir güç oluşturuyorlar. Venezuela halkının 1/3’ünü burjuva yanlısı, çıkarı onlardan yana insanlar oluşturuyor. Bu kesim basın yayının %95’ine hâkim, adli sistem onların güdümünde. Emniyet ve ordu içinde daha adamları var. Bir örnek verirsek, Cha- vez’e darbe yapıp iktidardan uzaklaştıran generaller ve devletin tepesindeki kişiler 3 kez yargılanmalarına rağmen suçsuz bulundular. Ülke aydınları doktorlarından, mühendislerine kadar bu gerici örgütlenmede yerlerini alıyorlar. Bunların da bu ülkede yaşam hakkı var. Kesilip atıla- mazlar. Radikal solun istediği gibi bir devrim olsa, tüm devlet kadroları
yıkılıp yerine devrimci güçler otursa da bunlar sorun olmaya devam edeceklerdi. Şimdi Chaves bunlarla tepede baş etmeye çalışıyor. Onların sömürme özelliklerini kuşatmaya çalışıyor. İktidarı başkalarına açmaları için baskı yapıyor. Ve bütün bunları burjuva demokratik kurallar, yasalar içinde yapıyor. Yapmak da zorunda.
Diğer çoğunluk, iktidara hazırlanan çoğunluk ne âlemdedir? İşçiler, yoksul köylüler ve barriolarda yaşayan devrimci literatürde “deklase” olarak geçen kesimler iktidara hazır mıdırlar? Son Chaves girişimleri böyle bir hazırlığın olduğuna işaret olarak değerlendirilmelidir. Nasıl durumda olduklarını, örgütlülüklerini biraz daha yakından inceleyelim. Belki o zaman Venezuela’da tepeden devrim sorununun kendine özgü koşulları daha çok aydınlığa kavuşur. Devlet kurumlarının şimdiye kadar alaşağı edilmeme nedenleri ve şimdi neden böyle bir sürece girildiği anlaşılır.
Devrim güçlerinin durumu
A. İşçi Sınıfının durumu
Bütün petrol zengini ülkelerin kaderidir; petrol dışı sanayi kurulmaz. Petrol gelirleri ile her şey ithal edilir ya da ithal etmeye zorlanır. Venezuela’da petrol dışında sanayi pek gelişmemiştir. Fabrikalarda çalışmak, iş bulmak bir şanstır. Çalışan işçi sayısı birkaç milyondur. Asıl olan yoksulluktur. Barriolardaki binlerce yoksula bakınca işçiler toplumun şanslı kesimleridir.
Hele petrol üstünde çalışan işçiler ülkenin en ayrıcalıklı işçileridirler. Bunlar, Chavez’i devirmek için gerçekleştirilen patronlar grevine katıldılar. Petrol çıkarımının en önemli bilgi isteyen kesiminde çalışanlar 2 aydan fazla işleri bırakarak Chaves karşıtı saflarda yer aldılar. Grev yenildikten sonra bu profesyonel işçiler görevden alındı. Sıradan işçiler, işi bilmeyenler bu görevleri üstlendiler. Petrol çıkarımının eski seviyesine çıkarılması 8 ay aldı. Ekonomi çok zarar gördü. Yani zengin
56
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
eğitimli işçiler anti-Chaves saflardaydı. Ama elbette bundan dersler çıkarıldı. Greve katılan sendika kendini lağvetti ve yerine şimdi işçilerin örgütlü olduğu UNT kuruldu.
UNT sendikası henüz kongre yapıp başkanını seçemiyor. Sendika içinde çeşitli eğilimler var. İki tanesi güçlü. Bir tanesi Chaves safların- da(FSBT), diğeri ise Troçkist görüşlere sahip. Yıllardır aralarında tartışıyorlar. Temel konu sendikaların devlet partisine katılıp katılmaması ya da bağımsız kalmaları sorunu. Troçkist kanat bağımsızlığı savunuyor: “İşçi sınıfı çıkarları ancak bağımsız kalarak savunulur, iktidar yardakçısı olunmaz, zaten Chaves Marksist ve Leninist değil” diyor. Dışarıda kalırlarsa çıkarlarını daha iyi koruyacaklarını savunuyorlar. Bu yazıyı kaleme aldığımız süreçte yeni kurulacak partiye katılacakları açıklaması yapıldı ama sonra bir ses gelmedi.
Patronlar grevi sürecinde bazı fabrikalar iflas edip kapandı. İşçiler işsiz kalınca fabrikaları işgal edip çalıştırmayı düşündüler. Hatta bazılarını işgal ettiler ve devletin millileştirmesini ya da kendilerine vermesini, kendilerine destek çıkmasını istediler. Chaves hükümetini belki de en zorlayan sorunlardan biriydi. Bu konuda 3 ayrı çözüm bulundu. Birincisi, Fabrikayı işçi yönetimine bırakmak yani devletleştirmek. İşverene tazminatını ödemek. Fakat işçilerin fabrikayı verimli çalıştırıp ça- lıştıramaması sorunu bir yana ülkede henüz üretim ilişkileri kapitalist olunca daha birçok yasal sorun ile karşı karşıya kalınıyor. Şirket karları ne olacak? İşçilerin cebine mi inecek? İşçiler fabrikayı devlete borçlanacaklar mı? Yoksa memur gibi mi çalışacak, yönettikleri için ek maaş mı alacaklar? Vs. vs... Üretim ilişkileri değişmeden bu sorunun çözümü olmasa gerektir. Bu soruların cevabı sonuçsuz kaldı. Çünkü fabrika millileştirmekle, işçi ya da herhangi bir yönetime devri ile de sorunlar bitmiyor. Bu kez hammadde alımı, onun için krediler vs. türünden sorunlar doğuyor. Şimdi böyle çalışan bir kaç
başarılı fabrika var. Ama başarısız olanı da var.
İkinci seçenek devlet-işçi ortak yönetimiydi. Üçüncü olasılık ise üçlü işveren-devlet-işçi yönetimiydi. Süreç içinde bu ortak yönetimler kalmadı. Kimisi ya tamamen işveren ya da tamamen devlet yönetimine geçti.
Sancılı bir süreç yaşandı ve yaşanıyor. İşçiler devletin kendilerine güvenmemesine kızdılar. Ya da yardım etmemesine kızdılar. Bazı durumlarda devlet işçilere verdiği sözden döndü. Fabrikaları işçilere vereceğim derken arkadan işveren ile anlaştığı öne sürüldü. Bütün bu olayların arkasında neler olduğunu kestirmek zordur. Ancak devletin üretim sürecinin aksamamasına ve ülke içi güçler dengesine baktığı, işçilerin almasının doğuracağı ekonomik, siyasi, yasal çeşitli sorunlarla baş etmeye hazır olmadığı düşünülebilir. Öte yandan işçi sınıfı da bu konuda tek bir ağızdan çözümler üretmiyor ve sorunları çözücü davranmıyordu.
İlginç bir örnek: ALACASA alüminyum fabrikasında ortak yönetim kuruldu. Ancak işçiler yönetimde olmak yerine belirli saat çalışıp ücretlerini aldıktan sonra evlerine gitmeyi işyerinde kalıp yönetim sorunlarıyla uğraşmaya yeğlediler. İşçiler fabrika
yönetmek gibi bir görevden sıkılıyorlar. İlgilenmiyorlar. Ücretlerini alıp keyiflerine bakmayı yeğliyorlar. Bir başka örnekte; bir fabrikada işçiler işgal etmelerine karşılık fabrikayı uzun süreç içinde üretime geçiremediler. Ya da gene başka birinde fabrika sahibi baskı yaptı, işçiler vazgeçti. Yani işçi yönetimi sorunu hala bir sorun olarak başka sorunlarla bağlantılıdır. Bir bütündür.
Yaşananlar işçi sınıfı içinde örgütlü Troçkist kanadın Chavez politikalarını sosyal demokrat bulmasına yol açıyor. Ya da “Chavez sosyal demokrat olduğu için böyle politikalar izliyor” deniyor. Sosyalizmin böyle kurulmayacağı savunuluyor. Chavez de bu nedenlerle “İşçiler karşı devrimci rol oynuyorlar.” diyor. Bu sorunu aşmak için Chavez işyerlerinde işçi konseyleri açılmasını öngörüyor. Onları, bölgelerindeki Komün Konseylerine (KK) çağırıyor. Yani köylüler ve barrio halkı ile ortak yönetimlere girmeye zorluyor. Yani “iktidar olacak kurumlarda çıkarlarınızı savunun” diyor. Oysa işçilerin yerel sorunlara da pek ilgisi yok. KK’lere belki birey olarak katılıyorlardır ama bir fabrikanın KK’si olarak katılmıyorlar.
Sendikalar Chavez karşıtı olmasalar bile onun baş gücü değiller. Çekingenler. Ne yapacaklarını bilmi-
57
q o l ARALI K-OCAK-ŞU BAT
yorlar. Atıl duruyorlar. Chavesv politikalarına köstek değiller ama tam da destek verdikleri söylenemez. İşverenleri karşılarında görüyorlar ama Chaves’i de pek yanlarında bulmuyorlar.
Patron grevinde olduğu gibi sıradan işçiler Chavez’e destek verebilir ama sendika içinde henüz seslerini yükseltmiyorlar. Aynı barrio halkı gibi onlar da öğrenme süreci içinde olabilirler. Ya da yıkılan sosyalizmde işçilerin yaptığı yanlışlar doğru bir zeminde değerlendirilmeden Chavez’i anlamaları zor olacaktır. Ya da onlar ancak arkalarındaki yoksul halklara karşı sorumluluklarını anladıkları ve bu konuda bilinç geliştirdikleri takdirde Chaves saflarına daha gönüllü katılacaklardır. Belki ancak o zaman sınıf olarak özgüvenlerini kazanacaklardır. Belki de barrio halklarını ve köylülüğü yanlarında iktidarı almaya hazır görünce güvenlerine kavuşacaklardır.
B. Kırlar
Venezuela kırları da sanayi gibi gelişkin değildir.Nüfusun %90’ı kentlerde yaşamaktadır. Petrol zengini ülke olduğu için yiyecek maddelerini de dışarıdan ithal etmesi ticari burjuvazinin işine yaramaktadır. Kırlarda az sayıda yoksul köylü ve büyük Latifundia topraklarına sahip beyler vardır. Devlet 5000 hektarın üstündeki topraklara Latifundia demektedir. Küba 430 hektar mülkiyetin üstüne Latifundia diyor. Bu Venezuela’da toprak mülkiyetinin ne kadar yoğunlaştığını göstermektedir.
Venezuela kır politikasının amacı bir tarım sektörü yaratıp, ülkenin kendi karnını doyurur duruma gelmesidir. Çeşitli tarım ürünlerinin yetiştirilmesi planlanıyor. Küçük köylü nüfusu azdır. Bunun için de barrio- lardaki yoksul halkın kırlara, köylü olmaya ikna edilmesi gerekiyor. Kentlerdeki işsizlik sorunu da böyle- ce rahatlayacak. Kırlarda atalardan kalan tarım bilgisi canlandırılacak
ve köylüye öğretilecek. Toprakla çalışmak yeniden öğrenilecek. Yani birinci sorun kır nüfusunu çoğaltıp eğitmek.
İkinci olarak toprak reformunu derinleştirmek. Bazı kaynaklara göre topraksız köylüye 2, devlet kaynaklarına göre de 3 milyon hektar toprak dağıtılmıştır. Ancak bunların çoğunun kullanılmayan devlet toprağı olduğu söyleniyor. Yani henüz kırlarda asıl büyük toprak mülkiyetine sahip Lâtifundia beylerinin topraklarına dokunulmamıştır. Yer yer denenen dokunmalar da büyük sorunlar yaratmıştır.
Lâtifundia ağaları topraklarını işlemeseler bile mülklerini vermek istemiyorlar. Çoğunun tapusu bile yok. İktidar oldukları için buna gerek görmemişler. Şimdi ellerinden alınacak korkusu ile kiralık katiller
tutmuşlar. Kolombiya paramiliterleri ile işbirliği yapıyorlar. Topraklarına göz diken köylüleri öldürüyorlar. Köylülere göre cinayetlerin sayısı 150 ama iktidar bu sayının 1700 olduğunu savunuyor. İlginç bir şekilde saklıyorlar. Belki korktuklarından...
İşlenen katliamların suçlusunu bulma savaşı veriliyor. Mahkemeler ve hâkimler toprak ağaları ile işbirliği içinde katillerin bulunmasını engelliyorlar. Chaves hükümeti çeşitli davaların araştırılması için komisyonlar kurmuş. Ama bunlar da pek işe yaramıyor. Çünkü hukuk sistemi ile birlikte polis, kolluk kuvvetleri de gericilikle ortak davranıyor. Tepedeki çürümüş devlet bürokrasisi ve burjuvalar kırlarda Lâtifundia ağaları ile kaynaşmış toprak reformunun gerçekleşmesini engellemeye çalışıyorlar. Oralarda ellerini kana
bulamaktan kaçınmıyorlar.
Hükümet kırlarda katillerin bulunması ve toprakların alınması sorununu nasıl halledeceğini tartışıyor. Kiralık katillere karşı silahlı halk gücü oluşturulabilir mi? Kimlerden? Ordunun devreye sokulması sorunlara açık. Ordu henüz devrim bekçiliği yapmaya hazır değil. Her ne kadar Chaves ordudaki gerici unsurları darbe sonrası temizlemiş olsa da yasalar eski ve halk çıkarlarını korumak konusunda sorunlar çıkabilir. Ayrıca ordu profesyonellerden oluşuyor. Her halk kesiminden asker var. Zengin burjuva çocukları da ordu içinde. Ordu böyle içerideki sınıf savaşı için kullanılırsa sonucun ne olacağı belli değil. Bir ordunun halktan davranması, onun ihtiyaçlarını görüp işlere karışması başka bir sürecin işi. Ordunun bir kolu halk rezervlerinden kurulan milisler. Onla
rın kullanılıp kullanılamayacağı tartışılıyor.
Ayrıca sorun sadece köylüye toprak vermekle bitmiyor. Onun küçük özel mülkiyeti ile gerici zemine kaymasını ya da
toprağını satıp gitmesini önlemek gerekiyor. Devlet köylüleri bir kooperatif etrafında örgütlemeye çalışıyor. Böylece çeşitli teknik ile beslenecekler. Bunun için kırda kooperatif kurulmasına hız veriliyor. Yasanın çıktığı 2003 yılında 1000 civarında olan kooperatif sayısı 5 yıl içinde 180.000 e yükseliyor.
Bir yandan İran gibi çeşitli ülkelerle yapılan anlaşmalar ile traktör ve diğer tarım aletleri üreten fabrikalar kuruluyor. Kooperatiflerin teknik donanımına hazırlanılıyor. Ticari kooperatifler ağı ile malların pazarlan- ması sağlanacak, köylüler toprak ağalarının pençesine atılmayacak. Kentlerdeki Mercal devlet marketlerine direkt bu kooperatiflerden mal sağlanacak. Kooperatiflerin çalışması için kredi gerekiyor. O nedenle bankalar açılıyor. Devlet kooperatif-
Chavez de bu nedenlerle "İşçiler karşı devrimci rol oynuyorlar." diyor. Bu sorunu aşmak için Chavez işyerlerinde işçi konseyleri açılmasını öngörüyor. Onları, bölgelerindeki Komün Konseylerine (K K ) çağırıyor. Yani köylüler ve barrio halkı ile ortak yönetimlere girmeye zorluyor. Yani "iktidar olacak kurumlarda çıkarlarınızı savunun" diyor.
58
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
lere krediler veriyor. Ayrıca kooperatifleşmek halktaki kapitalist zehirlenmeye bir panzehir olarak düşünülüyor. “Köylüler orada paylaşmayı, dayanışmayı öğrenecekler” deniyor.
Kooperatiflerin de çeşitli sorunları var. Kimisi kırda kimisi kentlerde küçük üretim yapan kooperatifler var. Kırdakilerin çoğu aile işletmesi. Aile fertlerinin bir araya gelmesi ile kurulmuş. Devletten kredi alıyor. Bir şey yaptıkları da yok. Kasaba ve kentlerde kurulan kooperatifler de pek farklı değil. Onlardan istenen, ticari bir şey üretmeleri. Amaç küçük sanayiyi teşvik ve halkın üretmeyi öğrenmesi, işçileşmesi. Ama bunların çoğu hizmet alanında kurulmuş. Devlet desteği ile ayakta duruyorlar. Eğer bir şey üretiyorlarsa çoğu kalitesiz. Teknik çok az kullanılıyor. Örneğin 150 işçi çalıştıran ayakkabı üretme kooperatifinin ürettiği ayakkabılar alıcı bulmuyor, ürünler çok kötü. Yönetim kötü. Bir kooperatif nasıl yönetilir bilinmiyor. Çalışanların bilgisi ve deneyimi yok. Sözde kooperatifler olduğu söyleniyor ama gelir amaçlılar. Devlet kaynaklarının har vurulup harman savrulduğu, yolsuzlukların diz boyu olduğu yerler haline gelmiş kooperatifler. Yapılan araştırmalar bunu doğrulayınca denetim artırılıyor ama bu da bürokrasiyi ve maliyeti yükseltiyor. Sonuçta kooperatif denebilecek kooperatif sayısının 3000 rakamını geçmeyeceği iddia ediliyor.
Chavez’e göre kooperatiflerin durumu sosyal bilinç eksikliğinden kaynaklanıyor. “Yeni sosyalist insan” yetiştirmekle yani kültürel değişimle sorunun çözüleceğini, her şeye rağmen burada çalışanların bir iş yeri yönetme bilgisini edindiklerini, işsizlik sorununun hafiflediğini savunuyor. Bu iş yerlerinde karlar yılsonunda bölüşülüyor. “Bu, insanlara kolektif düşünmeyi, işbirliği ve
dayanışmayı öğretiyor” deniliyor.
Latifundia ağaları ve örgütlü burjuvalar kırlardaki kooperatiflerin çalışmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Örneğin yollanan kredilerin bankalardan çıkışını engelliyorlar. Projeler gerçekleşmiyor. Üretim aksıyor. Köylüler ayaklanıyor. Devlet dairelerini işgal ediyorlar. Belediyeleri ve valilikleri ateşe veriyorlar. Yollar kesiliyor ya da günlerce kapatılıyor. Köylüler de kırlarda haklarını almak için direniyor dövüşüyor. Latifundia ağaları ile işbirliği yapan güçler böylece ortaya çıkıyor. Köylüler kendilerine engel olanların kimler olduğunu ve örgütlülüklerini görüyor ve dersler çıkarıyor olmalılar.
Sonuçta kır sorununun çözümü nihai olarak kentlerdeki çürümüş devlet bürokrasisinin yıkılması ile iç
içe girmiş durumda. Kooperatifler ve toprak reformu deneyi köylülere bunu öğretiyor ve örgütlenmelerine yardım ediyor. Kırlar sorununa genel olarak “devrim içinde devrim” olarak bakılmaktadır. Gericilik ancak kentlerdeki bağı kesildikten sonra nihai olarak yok edilebilecektir. Kırlar ayrı bir devrim gerektiriyor.
C. Yoksul Halk Örgütlenmeleri
Seçimle iktidar olan Chavez hep halkını örgütlemek istiyor. Onun iktidara oturabilmesi için örgütlü olması birincil şarttır. Çeşitli yollarla bunu kurmaya çalışıyor. Ama yoksul, eğitilmemiş insanların kendi kaderlerini ellerine alabileceklerini öğrenmeleri bir süreç işi. Sorun, yıllardır kendileri için birilerinin karar vermesini beklemiş insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi
azmini duymaları, buna olanak olduğu gerçeğine inanmaları, yapabilirim deyip kendilerine güven duymaları. Yıllardır oy sandıklarına gitmemiş insanların bunu bir günden diğerine öğrenmesi kolay olmuyor. “Ben şunu istiyorum” deme hakkını bile kendinde görmüyor. “Şöyle olacak” demesini öğrenmesi daha da zor. “Böyle yapacağım” diyecek. Bu bilincin halklara yerleştirilmesi için çeşitli örgütlenmeler yapılmış, yapılıyor.
Chavez daha iktidar olmadan önce Bolivar Çemberlerini kurdu. Bunlar halka siyasi bilinç verme kurum- larıydı. Yoksul halk mahallelerde devrime hazırlandı. Ancak Chavez' in istediği gibi halk örgütleri haline dönüşemediler. Eski devrimci güçlerin eline geçtiler. Örgütlenmesi istenen halk genelde çeşitli eski si
yasi örgütlerin kendi propagandalarını yaptığı, halkların dinlediği eğitim yerleri oldular. Devrimcilerin uzun uzun konuşmalar yaptığı, halkın uyuduğu toplantılar düzenlendi. Kimisi de çocuk
bakmak, küçük işyeri açmak gibi pratik işlere yöneldi. 2002 yılında Chaves’e yapılan darbeye karşı sokaklara dökülerek, geri püskürtülmesine hizmet ettiler. Bu örgütlerin bugün herhangi bir işlevi kalmadı ve tarihe karıştılar.
Burjuvaların geri çağırma referandumu döneminde halka gerçeklerin anlatılması gerekiyordu. Ülke basın ve yayınının %95’i onların elindeydi. Her gün Chavez aleyhine propagandalar yağdırıyorlardı. Yoksul kesimlerdeki çok sayıda insanın seçim sandıklarına kaydı yapılmalıydı. Bu nedenle Seçim Savaş Birlikleri kuruldu. Yoksul halkı sandıklara kaydettiler. Barriolara yönelik radyo istasyonları kuruldu. Gerici basın ve yayının propagandalarına karşı Chaves politikalarını ve gerçekleri anlattılar. Chavez’in geri çağırılma refe-
Sorun, yıllardır kendileri için birilerinin karar vermesini beklemiş insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi azmini duymaları, buna olanak olduğu gerçeğine inanmaları, yapabilirim deyip kendilerine güven duymaları. Yıllardır oy sandıklarına gitmemiş insanların bunu bir
günden diğerine öğrenmesi kolay olmuyor. "Ben şunu istiyorum " deme hakkını bile kendinde görmüyor. "Şöyle
olacak" demesini öğrenmesi daha da zor.
59
q O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT
randumuna hayır oyu verilmesinde bu kurumlar büyük iş gördüler. Ama halkı gene Chaves’in istediği gibi iktidar alıcı bir güç olarak örgütleme işine yetmediler. Radyo istasyonlarından sadece bir tanesi ilerici bir haber ajansı haline dönüştü. Sonuçta halk radyo istasyonları etrafında örgütlenemedi.
Chavez bu kez Yerel Halk Planlama Konseyleri (YHPK) kurdu. Eski iktidar sınıfları barriolardaki insanları halktan saymıyordu. Yıllardır buralara uğramıyordu. Öyleyse Chaves güçleri devlet olarak bura insanının ayağına gitmeli, bura halkının sorunları ile yakından ilgilenmeliydi. YHP Konseyleriyle halkın ihtiyaçları daha yakından belirlenip daha çabuk kararlar alınabilecekti. Böylece halk örgütlenebilecekti. Gerçek ihtiyaçlardan kalkarak, projeler üretilerek halkla kaynaşılacak- tı. Ancak bu örgütlenmeler de istenilen sonucu vermedi. YHPK’lere tepedeki partiler kendi adamlarını oturttular. Var olan çürümüş yönetimler bu projelere sahip çıktılar. Îste- dikleri gibi projeleri belirlediler. Kendi mühendisleri vs. ile ceplerini doldurdular. Halk gene seyirci kaldı. YHPK’ler de halk demokrasisinin araçları haline gelemedi.
Bu kez Chavez Komün Konseyleri (KK) kurulması girişimini başlattı. Bunlara mahallelerde kurulan halk meclisleri denilebilir. Aynı yerleşim biriminde oturanlar bir araya gelerek komün konseyleri kuruyorlar. Kentlerde yerleşim daha yoğun olduğundan 200-400 aile, kırlarda 20-40 aile, Latin Amerika yerli halklarının oturduğu alanlarda da 10 aile bir araya gelerek komün konseyi kuruyor. Caracas belediye başkanı bunların “gelecek toplumun temel hücreleri” olduğunu söylüyor. KK’lerin bir okul gibi olacağı düşünülüyor. Burada insanlar başka insanları ve düşünceleri dinleyecek, kendi düşüncelerini oluşturacak ve bunu dile getirmeyi öğrenecek. Var olan yetenekleri ortaya çıkacak ve bunu geliştirmenin ortamını bulmak ya da kurmak elinde olacak.
2006 yılında başlayan bu program çerçevesinde şimdiye kadar16.000 bazı kaynaklara göre de25.000 komün konseyi kurulmuş. Bu sayı 50.000 e çıkarılacak. Konseylerin kurulup gelişmesi gerçek liderlerini seçmesi uzun bir süreç alacak. Konsey kurma çalışmaları kapı kapı dolaşılarak yapılıyor. Însanlara anlatılıyor, ikna ediliyor. Sonra her Cumartesi günü bölge okulunda toplan
maya başlanıyor.
Böyle küçük küçük komün konseyleriyle, tabandan kalkarak iktidar tepesine kadar işleyen katılımcı demokratik Venezuela yaratılacak. KK’ler halkın kendi iktidarını kurduğu en alt örgüt birimi olacak. Bu küçük birimlerde halk ihtiyaçlarını belirleyecek, sorunlarını ortaya çıkaracak ve çözmenin yollarını arayacak, bulacak. Projeler geliştirecek. Sonra bunlar sorunun alanını kapsayan üst KK’lerde tartışılacak. Gerekirse devletin en tepesine kadar gidecek. Sorunlarının çözümünü şimdiye kadar hep başkalarından bekleyen bu insanlar ilk kez kendi sorunlarını kendileri çözme olanağına sahip olacaklar. Ayrıca zaman zaman sorunların sadece kendi bölgelerinde olmadığını diğer barriolarla bağlantıları oldu
ğunu görecek perspektifi gelişecek, olaylara daha büyük boyuttan bakmayı öğrenecekler. Böylece dayanışmayı öğrenecekler. Sorunların çözümü onları pratik yapmaya itecek. KK’ler, şimdi anayasa değişikliği ve kurulacak Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi ile ilgili iki doküman üzerinde tartışıyorlar.
Sonuçta Chaves halkın kendi kendini yönetebileceği kurumları kurmuş gibidir. Bu konseylere gerçekten o bölgenin insanı katılıyor. Kendi içlerinden liderler çıkıyor. “Venezuela’ya gidip sosyal değişiklik sürecini görünce gerçek öncünün ne olduğu anlaşılıyor. Bu öncüler en çok bilen, en çok kitap okuyan, Marx ya da Bolivar’ı yutmuş olanlar değil. Mahallelerde çok zor koşullarda en çok çalışanlar. Bu insanlar çok çalışıyor. Bazıları sanki uyumuyor bile. Bunun tarihi bir süreç olduğuna ve mücadele ederlerse kazanacaklarına inanıyorlar.” (Venezuela kırlarında savaş ve devrim içinde devrim, Stuart Munckton, sayfa 20)
İleride Bolivar Çemberleri ya da YHPK’lerinin başına gelen KK’lerin de başına gelir mi? Radikal sol ya da burjuva devlet kurumunda oturanlar bunları da denetimlerine alırlar mı?
60
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
KK’lerin bağlı olduğu Halk Katılımı ve Sosyal Kalkınma Bakanlığı çalışanlarından olan Marta Harnecker bu konuda şunları söylüyor. “Buralarda, (bn.) Chavezci olmayan ama yeni toplumun inşasına katılmak isteyen insanlar var. Herkese açık olmalı... Katılımı politikleştirmek büyük yanlışlık olur. Katılımın kendisi insanları politikleştirmeli.”diyor. (Venezuela: Komünal Konseyler Aracılığı ile Halk İktidarının Kurulması, Jim McIlroy, 10 Ekim 2007, www.venezuelanalysis.com) Yani komünlerde çeşitli politik görüşte insan bulunuyor ve zaten bulunmalı. Halkın konseylerine sahip çıkması, bunlar yolu ile kendi öz iktidarını kuracağını anlaması gerekiyor. Kendi mahallesinden başlayarak kuru- muna, kaderini belirleyebileceği organına sahip çıkmalı ve onu korumasını öğrenmeli. Eğer kendi mahallesinde kendi kurumuna sahip çıkmazsa ondan devlete sahip çıkması nasıl beklenir? Yaşanan süreçte halklar yavaş yavaş bunu anlıyor olmalı. Halka güvenmekten başka koşul da yok. Anlaşıldığı kadarıyla KK’ler kendi içlerinde sorunlarla dolular ama halkın eskiye dönüşü istememesi ve kazanımlarını vermeme kararlılığı Venezuela’nın geleceğini belirleyecek.
Chavez KK’lere güveniyor. Onlar kanalıyla yeni bir döneme girildiğinden ve daha yaygın bir demokrasiye geçileceğinden emin. O nedenle de KK’lerin yetkilerini arttırıcı anayasa değişikliği getiriyor. Değişiklik kabul edilirse bütçenin %5”i KK’lere ayrılacak. Bu da 2008 yılı için 5 milyar dolar demek. Ayrıca şimdiye kadar kurulan ve halka büyük kazanımlar sağlayan misyonların yönetimleri de KK’lerin eline verilecek. Zaten bunlar genelde yoksul halkın işlettiği yerler. Halk bu hizmetlere gözü gibi bakıyor. Eğer sahip çıkmazlarsa başlarına neler geleceğini biliyor olmalılar. O nedenle KK’lerin sonunun Bolivar çemberi ve diğerleri gibi olmayacağı savunulabilir. Halk “Geçmişe dönüş
yok!” “21.yy Sosyalizmi!” diyerek bu kazanımlarından vazgeçmeyeceğini kanı pahasına bu hizmetlere sahip çıkacağını söylüyor.
KK’ler şimdiki burjuva devlet kadrolarına alternatif. Yakın gelecekte bu ikisi arasında sürtüşme kaçınılmaz. İkisinden biri tercih edilme durumunda kalacak. Ciddi bir çatışma yaşanacak. İkili yapı son bulmak zorunda ve bulacak. KK’ler kazanırsa halk iktidarı ve 21.yy sosyalizmi kurulmasına başlanacak. Çürümüş devlet bürokrasisi ve burjuvalar da elbette böyle bir savaşa hazırlanıyorlar.
Halk iktidarının vazgeçilmez kazanımları
Bilindiği gibi devlet kadrolarının çürümüşlüğü ve halk sorunlarından kopukluğu nedeniyle Chavez misyonlar kurdu. Misyonlar genelde devletin o güne kadar yapmadığı ve yapamadığı hizmetleri yapan kurumlar oldular. En önemlisi eğitim ve sağlık misyonlarıdır. Buralarda 1 milyon okuma yazma bilmeyen insan okumayı öğrendi. Yüksek öğrenim görmek isteyen ama bir türlü olanak bulamamış yoksul insanlar, üniversite diploması aldı. Avukat oldular. Mühendis oldular. Eğitim burjuva sınıfının bir ayrıcalığı olmaktan
çıkarıldı. Chavez yeni üniversite kurdu ve yenilerini kuracak. Bolivar üniversitesi yoksul kesimden gelecek öğrencileri başka bir eğitim sistemi ile eğitmektedir. Yakın gelecekte yeni açılacak üniversiteler ile giriş sınavı kaldırılıp isteyen herkesin yüksek eğitim yapmasının önü açılacaktır. KK’lere öncüler yetişiyor.
Bunların önemi sadece okumak, eğitim görmek, bir özlemi gidermek değildir. Okuma öğrenme yanında, halkın kendisi için çalışacak yetkin bilgili elemanı olması demektir. Bilim sadece burjuvaların ayrıcalığı olmaktan çıkıp yoksul kesimlerin eline geçecek. KK’lerin gerçekleştireceği projeler için bu insanlar çok önemlidir. Komün konseylerinin de kendi mühendisleri, doktorları olacak. Burjuva aydınlarına gerek olmadan kendileri kendi projelerini gerçekleştirecekler. Onlara muhtaç kalıp bağlanmayacak, kendi ayakları üstünde durabilecekler. Tıpkı kooperatiflerin lâtifundia beylerine ya da burjuva ticari işletmelerine muhtaç olmaması gibi.
Misyonların diğer en önemlisi sağlık hizmetidir. Barriolarda açılan klinikler ve her bir yerleşim alanına yerleştirilen Kübalı doktorlar ile 14 milyon insana tıbbı yardım götürüldü. 200 bin insan göz ameliyatı geçi-
61
CjOİ ARALI K-OCAK-ŞU BAT
rerek görme olanağına kavuştu. Aslında sağlık hizmeti kapitalizmi kalbinden vurabilme yeteneğine sahip. Kapitalist toplum insanları, -3. dünyanın yoksul halkları bir yana- merkezlerdeki yoksul insanlar; paraları olmadığı için doktorlara gidemezken, İngiltere’de beş insandan biri dişçiye ödeyecek parası olmadığı için kerpetenle dişini kendi çekerken, Küba ve Venezuela’da sağlık bedava oluyor. Batı hala tüketim maddelerinin kalitesi ve çeşitliliği ile zengin olduğu imajını vermeye devam ederken Venezuela ve Küba’da bu başarıların değerini bilinçlere çıkarmayı ve halklara propagandasını yapmayı sol güçlerin unutmaması gerekir.
Şurası kesindir ki Venezuela yoksul halkları artık elde ettikleri bu iki hizmeti bir daha kaybetmemek için canlarını feda etmeye hazırdırlar. Onlar kendi doktorlarını yetiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü eski düzende yetişen doktorlar barrioların çamurlu yollarında yürümek istemiyorlar. Chaves’in açacağı yeni tıp fakültelerinde yetişenler birkaç yıl içinde Küba doktorlarının yerini alacak. KK’ler iktidar olmayı öğrendikçe sağlık hizmetinin yönetimi de kendilerine verilecek. İhtiyaçlarına göre
bu hizmete başka şekiller verebilirler.
Chavez’in halkına diğer bir hizmeti de gıda yardımıdır. Mercal adı verilen marketlerde gıda ürünleri %40’lara kadar sübvanse edilir. Yoksul halkın ucuz karnını doyurmasına olanak sağlanır. Marketler tüm yoksul yerleşim alanlarını kuşatmıştır. KK’lere bunların da yönetimi verilecek.
Ayrıca Venezuela bir inşaat alanı gibidir. Binlerce, yeşil alanları olan, çevre koruma konularına uygun konut yapılmakta ve barriolardan insanlar buralara taşınmakta. Bu iş henüz tamamlanmış değildir ama barınmayı temel insanlık hakkı olarak Chaves halkına sunmaya çalışıyor. KK’ler bunların gerçekleşmesinde de söz sahibi olacaklar.
Bunların yönetimini öğrenen yoksul halklar sonra ülke üretim kaynaklarının da yönetimini eline alabilecektir. PDVSA’sından, haberleşmesine, tüm kurulu sanayiyi denetleyecektir. Burjuva sınıfı bunları yapmayı yıllarca bu işin içinde olarak öğrenmedi mi? Şimdi öğrenme ve daha da geliştirme sırası yoksul halk kitlelerinin olacak.
Adım adım 21 .yy. Sosyalizmi’ne
Chaves Venezuela’nın yeni bir döneme girdiğini söylüyor. Yeni dönemin temel bazı reformları var. En başta Anayasa’nın halk iktidarına olanak tanıyacak şekilde bazı maddeleri değiştiriliyor. İkinci olarak yeni bir parti, Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (PSUV) kuruluyor. Üçüncü olarak eğitim reformu yapılacak ve buna bağlı olarak yeni sosyalist insan yetiştirilmeye başlanacak. Kapitalist değerlerden arınılacak. Başka, insanca hümanist değerler yeşertilecek.
Anayasa değişikliği: Batı’da Chaves’in kendi başkanlık dönemini uzatmak, sandalyeye sarılmak için Anayasa’yı değiştirmek istediği yorumları yapıldı. Başkanlık süresi evet 6 yıldan 7 yıla çıkarılacak ama değişiklikte çok başka önemli maddeler var. Batının amacı bunları örtmek. Temel amaç Anayasa’yı halk iktidarına uygun hale getirmektir. Bunun için ülke toprakları başka bir federal yapıda düzenleniyor, merkezi yapı parçalanmakta, yetkilerin merkez güdümünden alınıp alt ku- rumlara, KK’lere verilebilmesinin ö
nü açılmakta. Buna bağlı olarak bölgelere başbakan yardımcıları atanabilecek. Muhalefet ve sosyal demokrat partiler en çok buna karşı çıkarak değişikliklerin iktidarı parçalayacağını ve ülkeyi yönetilemez hale getireceğini söylüyorlar, ama asıl korktukları yetkilerinin halka devredilecek olmasıdır. Yıllardır oturdukları koltukların altlarından alınabilmesinin önü açılacaktır. Özünde demokratik yollarla burjuva iktidarı yıkılacaktır. Chavez yukarıdan devrim yapılabileceğini kanıtlamış olacaktır. Ayrıca liberal burjuvalar anayasaları sık sık kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmiyorlar mı? Yeni liberal uygulamalara izin vermiyorlar mı? Devrimci iktidar kurulması da böyle değişikliklerle sağlanabilir. Neden olmasın?
62
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
Kullanılmayan, verimsiz [ toprakların yoksul köylüye dağıtılması anayasa maddesi oluyor. Stratejik öneme sahip doğal kaynakların ve hidrokarbonların özelleştirilmesi yasaklanıyor. Mülkiyet biçimi kamu, sosyal, kollektif, karışık ve özel olarak 5 çeşit olarak tanınıyor. Özel mülkiyet hakkının olması burjuva kesimi sevindirirken radikal sol çevrelerce çok tartışılan bir konu. Merkez Bankası’nın otonomisi kaldırılıyor.
Önemli maddelerden bir tanesi de bir sosyal fon kurulması. Taksi şoförleri, ev kadınları, ev temizlikçileri, sanatçılar, balıkçılar gibi mesleklerde çalışanların işçi gibi emeklilik, ücretli izin, hamilelik öncesi ve sonrası izin gibi hakları bu fondan karşılanacak ve bunlar garanti altına alınacak.
Haftalık çalışma saati 44’den 3 6’ya düşürülüyor. Çünkü yeni sosyalist insan için daha çok boş zaman gerekli. Yeni insanın çok yanlılığını geliştirmek için bu zamana ihtiyacı var. Burjuvalar bunun madde olarak Anayasa’ya konulmasından elbette rahatsızlar.
Önemli gördüğümüz diğer bazı değişikliklere kısaca değinelim: Kadın ve erkeğin eşitliği ve tüm politik örgütlenmelerde eşit sayıda aday gösterilmesi anayasa maddesi oluyor. Seçme yaşının 16’ya düşürülmesi, üniversitelerde profesör oyu ile öğrenci oyunun eşit olması gibi maddeler var.
Bir ilginç madde de “barınak korunması” altında özetlenmiş. Alacağı bile olsa kimse başkasının evini alıp içindeki aileyi sokağa atamaz deniliyor. Böylece barınma hakkı anayasa ile korunuyor.
Bütün bu maddeler KK’lerde yoğun biçimde tartışılıyor. Tartışmak için 90.000 e yakın toplantı yapıldığı tahmin ediliyor. Ama katılım sayısı partiye üye olanların ancak %10- 15’i. Az olmasının çeşitli nedenleri olabileceği söyleniyor.
Anayasa değişikliği Kasım başında halk oylamasına sunulacak.
Chavez Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi’nin (PSUV) kurulacağını açıkladı. Bütün partileri kendilerini lağvetmeye ve bu partiye katılmaya çağırdı. Partisi 5. Cumhuriyet Hareketi kendini lağvetti. Katılması beklenen soldaki Venezuela Komünist Partisi ve sosyal demokrat parti Podemos (son dakikaya kadar Cha- vezci gibi gözükmesine karşın) ve PPT kendilerini lağvetmediler. Ama bazı üyeleri istifa edip PSUV’e geçti. PSUV içinde MVR’den Cha- vez’in sağında olanlar, alternatif akımlar, radikal sol güçler ve bazı aydınlar, öğrenciler, barriolardan çeşitli aktivistler var.
PSUV Marksist-Leninist çizgide değil, Latin Amerika’yı İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinden kurtaran Simon Bolivar’ın görüşlerini izliyor. Ezilen ve sömürülen sınıfları kapsayacak anti-emperyalist bir parti o- lmsı hedefleniyor. Henüz parti program ve tüzüğü yok. Üzerinde tartışılan 2 tane doküman var. Bunlar KK içinde de tartışılıyor. KK’ler kongreye delege seçecekler ve anayasa değişiklik referandumundan sonra partinin ilk kongresi yapılacak.
Eğitim reformu eğitim sistemi
ni yeniden düzenliyor. 4 temel üstüne oturuyor; yaratmayı, birlikte var olup paylaşmayı, değer bilmeyi ve düşünmeyi öğretmek. Kapitalist ahlakın ve değerlerin karşısına bu sosyalist değerlerle çıkılıyor. Ezberleyen değil yaratıcı olan, bencil değil dayanışmacı, paylaşmacı olan, sırf almayı değil vermeyi bilen sosyal bir insanın inşası amaçlanıyor. Eğitim müfredatı değişiyor. Çevre ve sağlık ile kolektiflik, bireysellik, akıl sağlığı, doğayı korumak işlenecek. Kültürel tema altında ise kendini tanıma ve ulusal bilinç geliştirilecek. Enformasyon ve haberleşme teknolojisinde ise ulusal içerikli üretim, ağırlıklı olacak. Kitaplar bedava olarak okullara dağıtılacak.
Yeni müfredata tahmin edilebileceği gibi paralı burjuva okullarından itiraz geldi. Ama Chavez müfredatı izlemezlerse onları kapatacağını söyledi.
Eğitim reformu ile başa baş giden diğer konu da yeni sosyalist insan yetiştirmekle ilgilidir. Chavez Ekim başında yaptığı konuşma ile burjuva ahlaki değerlerin yıkılması için yeni bir kampanya açtı. Yeni insan dayanışmacı, yaratıcı olacaktır. Ancak bu değerleri edinmek için önce eski yozlaşmış değerlerle savaşılacak. Lüks tüketim malları, örneğin
63
^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT
lüks arabalar, sağlığa zararlı içki ve sigara gibi kötü alışkanlıklarla savaşılacak. “Dünyanın en çok viski tüketen ülkelerinden biri olmaktan utanmalıyız” diyor Chavez. Sigara, içki gibi sağlığa zararlı ve lüks maddelerden alınan vergiler arttırılacak. Spor yapıp beden sağlığını arttırıcı önlemler alınacak. Chavez alışkanlıklardan kolay vazgeçilmediğinin elbette farkında. Bu uzun bir süreç.
PSUV’nin kurulması, Anayasa reformu, halkın iktidar olmasının önünü açıcı önlemler. Eğitim reformu ve yeni sosyalist insan yetiştirmek ise halk iktidarının temel taşlarını, ahlaki değerlerini geliştirip kurmaya yönelik. Halk iktidarının burjuva iktidar gibi çürüme, asalaklaşma eğilimine karşı bu önlemleri almak çok önemli. Ancak burada da bu eğitimleri kimlerin vereceği sorunu duruyor. Bunları yapacak eğitimli personel nasıl yetiştirilip bulunacak? Radikal sol güçler bu sorunları dile ge
tirerek umut kırıcı davranıyorlar. Chavez ise çeşitli misyonlarda, kır ve kent içindeki komün konseylerinde çalışan insanların, işçilerin köylülerin zaten kendiliğinden bu ilkelerle davranmayı öğreneceklerini savunuyor.
SonuçChavez Venezuela’sı yeni bir
dönemeç almaya hazırlanıyor. Anayasa değişikliği, özel yasalar, halk eğitimi, devlet iktidar organlarının yenilenmesi ve komün konseyleri ile ülke 21. yy. sosyalizmine doğru geri dönülmez bir yola çıkıyor. Chavez burjuva iktidarını demokratik yollardan yıkmaya çalışıyor. Burjuva kurallar ile bir devrim gerçekleştirmeyi başarılı bir şekilde deniyor. Çeşitli şekillerde bu zor yolu örüyor. Bu yol Chavez danışmanlarından birinin de dediği gibi “Devasa olanaklar ve tehlikelerle dolu.”
Burjuva iktidarı bir ayaklanma ile devirmek daha mı kolay olurdu konusu tartışılabilir. Burjuva devlet iktidarları altında halkı örgütlemek bin bir işkenceyi, ölümü göze almak demektir. Bunun nasıl sorunlarla dolu olduğunu tüm dünya devrimci hareketleri yaşıyor. Ama Chavez deneyleri bu işin iktidarda iken yapılmasının da pek kolay olmadığını gösteriyor. Günümüze kadar gelişip serpilmiş, dünya Fi- nans-Kapital’i ile iç içe geçmiş burjuvazinin bir ülkeden sökülmesi kolay olmamaktadır. Chavez ikti
dara geldiği günden beri, askeri darbeler, boykotlar, ölüm tehditleri, her türlü yalan propaganda, geri çağırma referandumu ve günlük provokasyonlara karşın iktidar koltuğunda oturmaya çalışıyor. Finans- Kapital güçleri ve onun ülke içindeki uzantıları ile kahramanca dövüşüyor.
Öte yandan ülkenin yarısından çoğu yoksul olan insanını iktidarı almak için örgütlemeye çalışıyor. O güne kadar belki daha ulusal üretim sürecine hiç katılmamış, yıllardır politikadan uzak tutulmuş, okuma yazma bile bilmeyen, çamur içindeki barriolarının dışına belki hiç çıkmamış, devletten hiçbir hizmet görmemiş insanları iktidara hazırlıyor. Kafası karışık, eski sosyalist deneylerin yanlışlarını bilincine çıkarmamış, az sayıdaki işçi ve köylüleri de aralarına katarak halk iktidar organlarını örüyor. Eğitiminden, sağlığına, barınmasından, karnını doyurmasına kadar çeşitli temel ihtiyaçlarını karşılayarak insanca yaşamanın bunlar olduğunu, bu nimetlerin onların da hakkı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Eğer bunların kalıcı olmasını istiyorlarsa, geleceklerini ellerine almaları, kendi kaderlerini belirlemeleri gerektiğini anlatıyor ve bunun yolunu açıyor.
Peki, başarılı olabilecek mi? Dedikleri gibi Chavez’in onlara sağladığı bu kazanımları canları pahasına koruyabilecekler mi? KK’ler içinden iktidara ne kadar yürüyebilecekler? Bu soruları sanırız herkes soruyor. Çünkü Venezuela artık yeni bir dönemeçte ve halk kesimleri iktidarlardaki eski çürümüş burjuva iktidarlarını devirmek ve onun görevini üstlenmek zorunda. Chavez son kararları ile bunun önünü açıyor. Halkları bu kapıdan iktidara davet ediyor. Şimdiye kadar süren ikili iktidardan birinin yıkılması gerekiyor. Venezuela yoksul halkları bu kavganın tarihi bir kavga olduğunu, onları dünya devrimci güçlerinin merak ve coşku ile izlediğini, dünya devrim tarihi içinde belirli bir misyona soyunduklarını herhalde biliyorlardır. 22 Ekim 2007
64
2 Aralık günü yapılan anayasa değişiklik önerisini Venezüella halkı reddetti. 21. yy. sosyalizmine giden yoldan bir geri adım. 9 yılda yapılan 12 seçimde hep kazanmış olan Chavez taraftarları ve onları büyük bir umut ile izleyen dünya devrimci güçleri açısından büyük bir hayal kırıklığı. Açıkçası sağı ile solu ile herkesi şaşırttı Venezüella halkının sandıktan çıkan bu kararı. Venezüella sağı oylamada yolsuzluk yapıldığı iddiaları ile sokaklara dökülmeye hazırlanıyordu ve bunun için “yolsuzluk” yazılı tişörtler bile bastırt- mıştı, ama protesto yerine zafer dansına çıktılar. Sol da derin bir hesaplaşma içine girdi.
Chavez referandum sonuçlarını “foto-finiş” olarak yorumluyor. Hayır oyları %50.7, evet oyları ise %49,3. Yani %1,4 lük bir oy farkı var. Bunun rakamsal karşılığı ise şöyle. 4.504.354 oya karşılık 4,379,392 yani kabaca arada 125.000 oy farkı var. Yani Chavez taraftarları böylesine az bir oy farkı ile kaybediyorlar. Gerçekten tam bir foto-finiş.
Bu rakamlar bir yıl önce Cha- vez’in başkanlık seçimi ile karşılaştırıldığı zaman ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. Geçen başkanlık seçiminden beri muhalefet bunca yaptığı propagandaya ve sokaklara dökülmesine karşılık oylarını ancak 100 bin arttı- rabilmişti. Chavez cephesi için ise durum çok farklı. Chavez referandum sonuçlarını açıklarken soruyor. “Bana bir yıl önce 7.3 milyon insan oy verdi. Şimdi ise 4.3 milyon. Ara
ŞİMDİLİKAyşe Tansever
daki 3 milyon nerede? Bunlar neden sandıklara gitmediler?” Yani muhalefet oylarını 100 bin arttırırken Chavez cephesi 3 milyon oy kaybetmiştir. Evet Chavez’e geçen seçimlerde oy veren 3 milyon insan karşı saflara geçmemiştir ama Chavez’e de oy vermemiştir. Neden?
Referanduma katılım çok düşük, %55 yani seçmenin %45’i oy kullanmadı. Chavez’in nerede olduğunu sorduğu 3 milyon insan sandıklara gitmedi. Chavez referandum öncesinde “evet oyu bana hayır oyu Bush’a” diye propaganda yaptı. 3 milyon seçmenin bu zorlamaya yanıtı sandığa gitmemek oldu. Ne Chavez ne Bush. Bu oylamanın kesin sonucu aslında ne “hayır” ne “evet” oyudur. Oylamayı %45 ile aslında kararsızlar kazanmıştır. Halk karar verememiştir. Şimdi şu soruya yanıt aramak gerekir. Bir yıl önce Chavez’i başkan olarak seçen 3 milyon kişi Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesinde neden kararsız kaldı? Bu soru şimdi herkesin kafasını kurcalıyor. Venezuella devriminin geleceği açısından bu sorulara yanıt vermek çok büyük önem taşıyor.
Sandığa gitmeyenlerReferandum öncesi çok zorlu
günler yaşandı.
Venezuella Sosyalist Birlik Partisi, PSUV (İspanyolca baş harfleriyle) kuruldu ve tüm 21.yy sosyalizminden yana olanların bu partiye katılması, var olan parti ve hareketlerin kendilerini lağvetmesi istendi. O gü
ne kadar Chavez ile birlik olan PODEMOS gerçek sosyal demokrat yüzünü göstererek kendini lağvetmedi ve Chavez saflarından ayrıldı.
İkinci olarak Chavez’in 90’lı yıllardan beri silah arkadaşı, darbeler yaptığı sıralarda kurduğu gizli örgütlenmelerde sağ kolu, hiç yanından ayrılmamış, bu nedenle de son günlere kadar savunma bakanı olan General Baduel Anayasa değişikliğine karşı çıktı, Chavez saflarından ayrılarak karşı tarafa geçti. 21.yy. sosyalizminin teorisyenlerinden olduğu savunulan ve Chavez danışmanlığı yapan Heinrich Dietrich’de General Baduel’in yanında kaldı. Bunlar Chavez taraftarları için gerçekten büyük bir şok oldu.
Bu sandığa gitmeyen 3 milyon oy acaba bu saflardan olabilir mi sorusu akla gelebilir. Eğer halk bunlardan yana olsaydı o zaman “hayır” oyu kullanmaları gerekiyordu. Bu istifaların olası etkisi sadece Chavez taraftarlarının aklını karıştırmış olabilir. Atacakları “evet” oyunu önemi karşısında kendilerine ve bilgilerine güvenmemek olabilir.
Referandum öncesi muhalefet değişiklik önerilerine karşı çok ciddi propaganda yaptı. Tüm basın yayın organları ile halkın beynini yıkadılar. Referandum önerilerini çarpıttılar. Özel mülkiyetin ortadan kalkacağını, her şeyin kamu mülkiyeti haline geleceğini söylediler. Kilise, devletin ailelerden çocuklarını bile alıp devlet mülkü yapacağı korkusunu ortaya yaydı. Ama bütün bunlar-
65
ARALIK-OCAK-ŞUBAT
dan daha önemlisi, Chavez’in referandum değişikliği ile eline acil durum ilan etmeden, bölge yönetimlerine istediği adamları atamaya kadar çeşitli yetkilerle ömür boyu devlet başkanı ya da bir diktatör olarak iktidarda kalacağı propagandası oldu. Chavez saflarının propagandaları bu yanlışların yarattığı kararsızlığı ve korkuyu dağıtmaya yetmedi.
Sandıktan kaçınma nedeniniChavez şöyle yorumluyor “.....Cha-vasmo ile ittifak içinde olan birçok bölge valisi ve yöneticinin yaptığı işleri protesto içinde olabilir. Eğer insanlar taleplerine bazı üst düzey kişilerin kayıtsız kalmalarına öfkelenip oy kullanmadılarsa bu durumda kendimize işkence etmemizin bir anlamı yok çünkü zaten değişiklik önerileri işte bu organlardaki çürüme ve bürokrasi gibi kötülüklere yöneliktir. Bu durumda oy kullanmayan ya da reforma hayır diyenler hoşnutsuzluk ve öfkeden kendileri aleyhinde oy kullanmışlardır.”1
Anayasa değişiklik önerilerinin temeli zaten iktidarı halka vermektir. Halk iktidarı çok şikayet edilen bürokrasi ve çürümenin önüne geçmenin tek yoludur. Chavez şimdiki iktidar güçleri içinde yolsuzluklar oldu
ğunu bilmektedir. Bu çürümenin önüne geçmenin yolunu açmaya çalışmaktadır. Sandığa bu çürümeyi, rüşveti protesto etmek için gitmeyenler aslında bindikleri dalı ya da binecekleri dalı kesmiş olmaktadırlar. Chavez bu durumda biz neden kendi kendimize kızalım diye soruyor.
Doğrudur, değişiklik önerileri fazla karışıktır. Sıradan halk sosyalist ekonomi nedir, kapitalist ekonomiden farkı ne olacaktır bilmiyor. Kafası karışıktır. Chavez 33 madde değişikliği önerdi. Buna meclis bir 36 madde daha ekledi. Bu 69 madde değişiklik önerisi gerçekten sıradan halkların kısa zamanda anlayacağı konular değildi. İyi anlatılması gerekiyordu. Muhalefetin kafa karıştırmaları ve Chavez saflarından dökülmeler 3 milyon Chavez seçmenini sandıklara gitmekten alıkoydu. Bir yoruma göre halk “biz bu işi anlamadık siz bunu tepede çözün” diyerek sandığa gitmedi.
Böyle bir davranış aslında Chavez seçmeninin şimdiye kadar zaman zaman savunulduğu gibi her önerileni düşünmeden kabul ettiği söylentilerinin doğru olmadığını göstermektedir. Halk anlamadığı, güvenmediği şeyi reddetmekte ya da
karışmamaktadır. Doğru, açık tavır koymaktadır. Yani Chavez’in açık çeki yoktur. Halklar Chavez’i sorguluyor. Akıllarına basmayınca oy vermiyorlar. Bu çok güzel bir tavırdır. Chavez belki bu nedenle halkların sosyalizmi kurmaya hazır olduğunu söylüyor.
Fakat anlamamak iki taraftır. Anlatma eksikliği de olabilir. Ve bu olasılık daha yüksektir. Halka bazı şeyler iyi anlatılamamıştır. Değişikliklerin çokluğu etken olsa bile anlatımda eksiklik vardır. Sağın propagandasına karşı daha geri zeminde kalınmıştır. Çok kamu oyu toplantısı yapıldı. Her yerel komitede tartışıldı ama bazı bölgelerde ve eyaletlerde va
li ve üst düzey yöneticileri bu değişikliklerle oturdukları koltuğun gitmekte olduğunu gördükleri için fazla etkin davranmadılar. Ya da başkaları 9 yıldır 12 tane seçim kazanmanın rehavetine düştüler ve sağ propagandaya karşı yeterince mücadele etmediler. Halkta sağ propagandaların etkisinde kaldı.
“Hayır” oyu kullanmak başka şey, sandığa gitmemek ayrı bir şeydir. Chavez 21.yy. sosyalizmini kurmak istiyor. Ve bu doğrultuda bir anayasa değişikliği önerisi yapıyor. Sandığa gitmemek sosyalizmi reddetmek anlamına gelmiyor. Yoksa “hayır” oyu kullanırlardı. Şimdiye kadar Chavez’in gittiği yolda sağlığından eğitimine yaptığı reformlar ve halka kazandırdıklarından hoşnutturlar. Anayasa değişikliğinin getireceği sosyal kazanımlara da sahip çıkılmaktadır. Sosyal fon kurulması, halk meclislerinin oluşturulması, çalışma saatinin kısaltılmasına halk karşı çıkmamaktadır. Bu kazanımlar- dan hoşnuttur. Yani sosyalizmin temel taşları olan kapitalizmin hiç kabul etmeyeceği şeyleri halk benimsemiştir. “Hayır” oyu kullanmamayı böyle yorumlamak gerekmektedir.
“Evet” oyu ile sandığa gitmemelerinde ise sağ propagandaların Cha- vez’in konumu ile ilgili yaydığı söylentilerin etkisi olsa gerektir. Değişiklik ile Chavez’in ömür boyu başkan olması, ya da bir takım olağanüstü yetkileri olması, ülkenin siyasi coğrafyasının yeni başbakan yardımcılıkları ile değişecek olması ve Chavez’in bunları atayacak olmasından korktular. Oysa Chavez bu değişiklik ile hiçte ömür boyu başkan olacak değildir. Birkaç defa seçilebilme hakkı doğacaktır. Bu bile yeterince anlatılamamıştır.
Bir yıl önce Chavez’in başkan olmasına oy verip şimdi oy vermeyenlerin belki de söylemek istediği başka bir şey de olabilir. Ekonomide bazı sorunlar vardır. Sağ güçlerin ekonomik sorun yaratma emelleri dışında ülkede şeker, süt ve sıvı yağ gibi bazı maddelerin kıtlığı yaşanmaktadır. Ayrıca ülke de suçluluk o
66
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
ranı hala çok yüksektir. 98 yılından beri yıllık cinayet oranı artmaktadır. Çok yüksek bir enflasyon vardır. Ekonomik kalkınma yaşanıyor, rakamlara göre ülke ekonomik olarak büyüyor ama bu sorun olmadığı anlamına gelmiyor. Hoşnutsuzluk yaratan şeyler elbette var. Belki de halk Chavez politikalarına böylece bir uyarıda bulunmuştur
“Hayır” olabilirHalkımızın güzel bir değişi var
dır. “Bunda da bir hayır vardır” denir. Her ne kadar oylama kaybedilmiş olsa da belki de böylesi daha iyi olmuştur. Bilinir, daha hızlı ileri sıçrayabilmek için bir adım geri atılır. Belki de referandum yenilgisi böyle bir geri adımdır. Önümüzdeki günlerde daha ileri atlanacaktır. Geri adım atmanın getirdiği bazı yararlar da vardır.
Muhalefet tabanının miktarı açıkça ortaya çıkmıştır: 4 milyon insan. Bunca propagandaya, ABD’nin ekonomik ve politik sonsuz desteğine rağmen oylarını son oylamada işte ancak 100 bin arttırabilmişlerdir. Ülke nüfusunun %’ünü anca olustu- ruyorlar. Daha da çoğalma durumları yoktur. Eğer Chavez yandaşları büyük bir yanlışlık yapmazlarsa.
İkinci olarak, değişikliğe kadar muhalefet 1999 Anayasasını reddediyor onu eleştirip duruyordu. Bu sorun bitti. Artık bu anayasayı kabul etmiş oldular.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Chavez’in demokrat olmadığı suçlamalarını artık kimse yapamayacak, yapsa bile kimse inanmayacaktır. Bu kadar az oy farkına rağmen Chavez hiçbir sorun çıkarmadı, yenilgiyi kabul etti, muhaliflerini kutladı. Batı bırakalım böyle bir yüz binlik oy farkını milyonlarca oyu hiçe sayıp haksız yere adamlarını iktidara oturtuyor. Bu referandum demokratlık konusunda Batı liderlerinin çoğunun Chavez’in eline su dö- kemeyeceğini gösterdi. Ayrıca seçim sırasında muhalefetin yaptığı propaganda Venezuella da konuşma özgürlüğü olmadığı, sağ basına sansür
konulduğu laflarının ne kadar yalan olduğunu fazlası ile gösterdi.
Oylamada yenilginin bir olumlu yanı da ülke istikrarı ve sınıflar arası barış açısından önemidir. Muhalefet bu önerilerle çılgına döndü. Sayıları 50 bin civarında olan zengin, şımarık paralı okullarda okuyan üniversite öğrencisi silahlı ve saldırgan eylemler içine girdiler. Ülkede sınıf savaşı çok yükseldi. Silahlar konuştu. Birkaç kişi öldürüldü. Bu yenilginin ülkeye bir sakinlik getireceği savunuluyor. Bir barış ve istikrar havası yayılacak. Halkın biraz da buna ihtiyacı var. Yenilgi bunları daha da hırçınlaştıracaktı. Zaten oylamanın hemen arkasından artık sağın liderliğine soyunan General Baduel Cha- vez’e barış elini uzattı ve masaya o
turup anlaşalım dedi. Venezuella’da bu olay şöyle yorumlara yol açtı. Eğer oylarını arttırabilseler ve daha güçlenseler belki de Ordu kanalı ile bir darbeye kalkışabilirlerdi. Ancak sandıktan çıkan güçlerinin ne kadar sınırlı olduğunu görünce onlarda barış yapmak istediler.
Bu oylamada kazanamamanın belki de böylesi yararları vardır. Sonuçta devrimler düz bir yol izlemiyorlar. Böyle inişli çıkışlı yollarla gelişiyorlar.
Por AhoraSeçim yenilgisini kabul edip mu
halefeti tebrik eden centilmen Chavez cümlesinin sonunu “por ahora” yani “şimdilik” diye bağladı. Bu kelimeye yıllar önce bir subay iken ge-
67
^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT
rici hükümete kaşı yaptığı askeri darbede yenilince de kullanmıştır. “Şimdilik yenildik” demişti. Böyle- ce gelecekte yeneceği umudunu kitlelere iletiyordu. Bu foto-finiş yenilgi ile işler bitmemiş, havlu atılmamıştır. 21. yy. Sosyalizmi’ni kurma savaşı devam edecektir. Belki de kendinden yana olan halkların yenilgiden duydukları öfke ve üzüntüyü yatıştıran ve onları sokaklara dökülmekten alı koyan bu olmuştur.
Sonuçları açıklayan Chavez değişiklik önerilerini kastederek “erken saldırıya rağmen neredeyse kazanıyorduk” dedi. Böylece reformun erken oldugunu kabul ediyor ama buna rağmen bu kadar az farkla kaybetmenin bile önemine işaret ediyor. Demek ki zamanlama uygun olsa kazanacaklardı. Sorun zamanlama olunca bu iş bırakılmayacak devam edilecektir.
Anayasa değişiklik önerisi gene Aanayasaya göre 3 şekilde yapılabi
liyor. Öneri, devlet başkanı, meclis ve bir de oy hakkı olan seçmenin %15’inin imzası ile yapılabiliyor. Önümüzdeki günlerde start verildiğinden imza toplanmaya başlanacaktır. %15 oy toplamakta bir sorun olmasa gerektir. Chavez halkın bunu istediği gibi verebileceğine işaret etti. Yaptığı önerinin “bir virgül bire değiştirmem” diyerek hala arkasında durduğunu belirtmekle birlikte halkın kendisinin öneri getirmesinin önünü de açtı. Aynısı olmayabilir ama bazı değişikliklerle anayasa reformu tekrar gündeme gelecektir. Bu iş bitmemiştir. Hem de bu kez hangi bölgelerin nasıl oy kullandığını gösterir çok işe yarayabilecek bir yol haritası da vardır. Daha hedefli bir çalışma yürütülecektir. PSUV yanlışlıkları çıkarılıp alınan derslerle daha iyi bir kampanya yürütülecek ve kazanılacaktır.
Anayasa değişikliğinin reddine rağmen bazı maddelerin uygulanmasına geçilecektir. Kampanya sırasında da bunlar dile geldi. Bazı değişik
lik maddelerinin anayasaya konmasına gerek yoktur. Örneğin sosyal fon kurulması bir hükümet ve devlet başkanı kararı ile olabilecek şeylerdi. Şimdi bu fon kurulacak. Hatta muhalefet bile oy kazanmak için bu fon içine küçük üreticiyi alma önerisini getirdi. Bu fon şimdiden hayata geçirilecek. Bunun gibi bazı maddelerin reddi bir anlam taşımıyor. Çeşitli eşitlik konuları da hayata geçirilebilir. Aslında bunlar ülkenin ne kadar sosyalizme hazır olduğunun işaretleridir. Bazı maddeleri muhalefet bile halk önünde reddedemez hale gelmektedir.
Sorun olarak belki bir tek Cha- vez’in başkanlığının tek bir dönemle sınırlandırılması ve olağanüstü yetkilerinin olmamasıdır. Bu da üstünden gelinemeyecek bir durum değildir. Chavez daha yasal olarak 2012 yılına kadar başkandır. Bu uzun bir süredir. Daha yapılabilecek şeyler vardır. Özel yetkilerinin bitmesine de daha 6 ay süre vardır. Bir tehlike yoktur. Yeter ki halklar 21.yy Sosya- lizmi’ni kurmak istesin. Gönülleri ondan yana olsun. Diğer bürokratik sorunların çözümünün yolu bulunabilir.
Anayasa değişiklik önerisi Vene- zuella için yeni bir deney oldu. Fotofiniş yenilgi elbette tüm ilerici güçleri üzdü. Ülke içinde olduğu kadar kıtada ve dünyada ilerici çevrelerde yankısını buldu. Kazanılması büyük bir olay olurdu. Venezuella 21. yy. Sosyalizmi’ne doğru ilerlemeye başlardı. Ancak yaşananlardan görülüyor ki, bu bile sancılı olacaktır. Şimdi kaybetmek belki bir geri adımdır ama böylece ileriye daha sağlam ve sağlıklı gidilecektir. Devrimler böyle ilerliyor dümdüz yolları yok. Halklar böyle bilinçleniyor, öğreniyorlar. Onlar bilinçlendikçe de kaza- nımların daha sağlam temellerde oturması sağlanıyor. Bu yaşananlar umarız Chavez’i sağ, pembe ya da popülist gören sol güçlere de çok şey öğretiyordur
11 Aralık 2007
IVenezualanalysis.com. Kiraz Janicke’nin Chavez Venezuella halkı yeni reform önerisi sunabilir yazısından
68
ARALIK'OCAK'ŞUBAT C|Oİ
■■ ■■ ■S azu YASAKLANMIŞ BİR
halk in edebiyatçısı
Zeynep Koru
11 Ekim 2007 tarihinde Mehmet Uzun’u kaybettik. İsveç’te kansere yakalanmıştı. Sayılı günleri kaldı demişti İsveç’teki doktorlar. Diyarbakır’a geldikten sonra bir buçuk yıl direnmişti. Kendi yurdunun toprakları şifa olarak bir buçuk yıl verebilmişti ona.
Ölüm haberini yine bir mezar başı anmasında aldık. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’mn 36. ölüm yıldönümü anma etkinliğinde. Mehmet Uzun ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı arasında bir b a ğ l a n t ı k u r m ak çok zor- 1 a m a bir dur u m m u
bilmiyorum ama mezar başında düşünürken, bende yarattıkları etki birbirleriyle bağlantılı olduklarına dairdi. 1980 sonrası mücadeleyle tanışmış bir kuşak olarak Kürt halkının verdiği mücadelenin üzerimizde tartışılmaz bir etkisi vardı. İlk eğitim konumuz neredeyse Sosyalizmin Alfabesi’nden sonra “Ulusal Sorun”du. Sömürge mi, İlhak
mı tartışmaları safımızı belirliyordu. Türkiye Devrimci Ha-
reketi’nden pek çok örgüt Kürt halkının verdiği mücadeleye mesafeli dururken (ayrı bir örgütlenmeye karşı çıkarak), bizim duruşumuz
onların yanındaydı. Benim de ilk okuduğum kitap Dr. Hikmet Kıvılcımlı ’mu eseri İhtiyat Kuvvet Milli
yet Şark’tı. Ta 1930’larda yazdığı bu kitap düşüncelerimize ışık olmuştu. Zaman zaman kendi mücadelemizin tıkandığı durumlarda bile içimizdeki kara
bulutları Kürt halkının verdiği mücadele dağ 1 1ıy o r d u . Hiçbir şey yoksa bile orası var, kendimizi oradaifade ederizduygusu bizi diri tutuyor, karabasanlar
dan kurtarıyordu.
Kürt halkının egemenlere karşı, zulme karşı savaşımlarına romantik duygularla sempatiyle bakarken, ayrılma haklarının ötesindeki taleplerini çok konuşmuyorduk, gündeme gelmiyordu. Gün geçti, devran döndü. Mehmet Uzun’u tanıdık edebiyat dergilerinden. Ona övgü dolu yazılar vardı. Sürgünde, Türkiye topraklarında doğmuş Kürt bir edebiyatçı. Edebi yanıyla kendini kanıtlamış, uluslararası bir üne kavuşmuş, ama bununla yetinmeyerek yok sayılmış, yasaklanmış, örselenmiş, gelişme olanakları kısıtlanmış bir dilde, kendi anadilinde eser üretmeyi dert edinmiş bir yazar. Unutturulmaya çalışılan dilini geliştirmek, ona daha çok ses vermek temel kaygısıydı. Dünyadaki diğer edebiyatçılar koşar adım ilerlerken, kendisinin neredeyse bir ayağı aksak koşması gerekmişti. Buna rağmen Kürt edebiyatını geliştirme anlamında en önemli kilometre taşı oldu.
“Dicle’nin Yakarışı” kitabını çeviri şeklinde okumak bende garip bir his uyandırmıştı. Kürtçe konuşan arkadaşlarımıza alışıktım, Kürtçe şarkıları çok büyük bir beğeni ile dinliyordum ama Kürtçe yazılmış bir kitabın çevrisine bilin- çaltım tuhaf bir tepki verdi. Alış- mamışlığın verdiği bir duyguydu bu. Suriyeli bir Kürt edebiyatçıyı çeviri şeklinde okumak beklenir
69
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
gibiydi belki ama Anadolu topraklarında doğmuş bir Kürt yazarının Kürtçe roman yazması alışıldık değildi. Aslında doğru olan böylesiy- di. Mehmet Uzun da anadilinde yazmanın bir yazar için ne kadar heyecan verici olduğundan bahseder söyleşilerinde. Anadili yasak olanların derdini ne kadar anlayabiliriz bilmiyorum. Bir sürü Kürt çocuk yedi yaşında yaşadıkları, sırf onlara özgü, bizim hiç yaşamadığımız, bu yüzden belki anlamakta zorluk çektiğimiz bir travmayla karşı karşıya kalırlar. İlkokula başladıklarında başlarına gelen hiç bilmedikleri bir dilde okuma yazmaya zorlanmışlardır. Zeki, cin gibi oldukları halde, sırf bu nedenle belki bunu algılayamayan öğretmeninden geri zekalı muamelesi görmüşlerdir. Mehmet Uzun bunları derinden hissediyordu ve bu sorumluluğun ağır yükümlülüğü ile hareket etti. (Dicle’nin Yakarı şı’nm kahramanı Biro da Osmanlıca’yı bir türlü sevemez.) Mehmet Uzun hem Türkçe’yi hem de 27 yıl sürgün kaldığı yaban ellerinde İsveççe’yi çok iyi bildiği halde tüm romanlarını Kürtçe yazdı. “Anadilini korumak, dile yüklenmek istenen kötülüklere karşı durmak, dili geliştirmek, dile yeni olanaklar sağlamak ve dilin zamana uygun biçimde kendisini yenilemesine yardımcı olmak, hangi meslekten olursa olsun bir aydın
için önemli bir görev. Hele bu dil Kürtçe gibi gadre uğramış, tarihin ağır tokadını yemiş bir halkın yasaklı diliyse. Kürtçe bilen Kürt aydının en önemli görevi, bence, Kürtçe’yi savunmak, korumak ve eğer olanaklıysa geliştirmektir. Tüm siyasi ve öteki görevlerden daha önemlidir bu. Çünkü her şeyin
kaynağı dildir. Dil, insanın ve ulusun ruhudur, kendisini ifade etmesindeki en önemli güç ve kaynaktır.”
Cumhuriyet döneminde Kürt isyanlarının başlaması ile birlikte Kürtçe’ye çeşitli yasaklar gelmişti. Modern anlamda Kürt edebiyatının gelişme olanakları Türkiye topraklarında tıkanmıştı. 1960’a kadar sürdü bu yasaklama. 1980 sonrası gelişen sosyalist hareketten de et-
:HMED UZUNCLE'NİNSİ
kilenen aydınlar, Kürtçe eserler vermeye başlamıştı ama çoğunun edebi, estetik yanı cılız kalmıştı. Mehmet Uzun hem halkının mücadelesi içinde bir aydın sorumluluğu ile hareket ederken bir yandan da edebiyata karşı olan sorumluluğunu da ihmal etmedi. “Eğer söz este- tize edilir ve anlatı estetik kaygılara uygun halde sunulursa, en güç koşullarda bile kaliteli edebiyat yaratmak mümkün. Yeter ki yazar çıplak baskı, zor ve zulmün söylenmesini edebiyat sanmasın, acı ve hüznün nasıl edebiyat haline gelebileceğini bilsin ve bir etik kadar estetiğin de zorunlu olduğunu hep göz önünde bulundursun.” Kendi dilinin olanaklarını genişletme ve yazılı edebiyat dilini inşa etme misyonuyla hareket etti. Onun bu çabaları hak ettiği karşılığı buldu, modern Kürt romanının kurucusu sıfatını elde etti.
En Önemli Eseri; Dicle’nin SürgünleriDicle’nin Sürgünleri en önemli,
en çok emek harcadığı, baş yapıtı sayılabilecek romanıdır. 1985’te
başlar kafasında tasarlamaya bu romanı. 1985’ten romanı yazmaya oturduğu 1998’e kadar tam 13 yıl boyunca bu büyük eserine dair düşünür, okur, kendi yerel kaynaklarına yönelir, diğer kül
türlerin kaynaklarına iner, notlar alır, altyapısını oluş
turur. 1998’de başlar yazmaya 2001 yılında tamamlar romanı. Tek roman şeklinde tasarlandığı halde, “Dicle’nin Yakarışı” ve “Dicle’nin Se
si” adlarıyla iki cilt olarak basılır. Romanı yazma aşamasını ise günlük şeklinde tutar, ölmedezn çok az bir zaman evvel bu günlük “Bir Romanın Hatıra Defteri” adıyla
yayınlanır. Bu kitapta romanını yazma nedenini, yaratma sürecinde yararlandığı kaynakları, yazarken çekti-
70
ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ
ği sıkıntıları, seyahatlerini, çalışma düzenini, gördüğü baskıları gün gün izleriz. Yine anı kitabında özel hayatından ziyade, hem o dönemin politik atmosferini yansıtır, hem de bu durumdan bağımsız olamayan romanın gidişatını, zaman içinde nasıl bir yol izlediğini anlatır.
Romanını bir baş yapıt gibi tasarlar. Derdini anlatacağı, kendini ifade edeceği en önemli eseri olacaktır. Tabii estetiğinin de o ölçüde gelişkin olduğu bir sanat eseri olacaktır.
Yine romanı yazma amacını, esaret altında yaşayanların romanı, mazlumların anlatısı, ağır darbeler altında parçalanmışların... Aşkları onların, özlem leri.diye ifade eder.
Baskı altında olan Kürtlerin kendi tarihlerinden uzaklaştırıldığı fikriyle hareket ederek romanında 1830-40-50’li yıllarda geçen gerçek olayları konu edinir. Bedirhan Bey isyanını, Kürt aşiretlerinin savaşlarını, katliamları anlatır. Hem gerçek kişileri okuruz romanda, hem de yine bu gerçekliği besleyecek şekilde yer alan hayali karakterleri. Romanın kahramanı Yezidi katliamından kurtulmuş Dengbej Biro’dur (hayali). İsyanlar, katliamlar, savaşlar içinde iki mazlumun, Biro ile yine katliamdan kurtulmuş Nasturi kızı Ester’in aşklarını anlatır. Musul,
Ninova, Yezidilerin yurdu Laliş, İstanbul, Girit; Şam’da geçer roman. Mezopotamya’nın kadim halkları; Süryaniler, Keldaniler, Kürtler, Ya- kubiler, Yahudiler, Ermeniler, Türk- menleri görürüz. Çok kültürlü, çok dilli, çok dinlidir roman, aynı Mezopotamya gibi, aynı Anadolu gibi. Romanının kahramanı Biro bir dengbej dir ama geleneksel olanlardan farklı bir dengbej karakteri yaratır. Geleneğe dayanan ama modern. Eserinde sunmak istediği düşüncelere, anlatıma tam bir cevap olamayacaktır klasik anlamdaki bir dengbej. Mehmet Uzun’un temel derdi Kürt dilinin olanaklarını geliştirmek olduğu için Biro karakteri seslere tutkundur, yanında yöresinde duyduğu ve duymadığı bütün seslerin ardına düşer, onu ruhunda hissetmek ister. Modern bir romanın gereklerini yerine getirme konusunda titiz davranır Mehmet Uzun. Romanının yazılış sürecinde günlüğünde bu kaygısını şöyle ifade eder: “Dil ve anlatım tekniği akıcı, sade ve şiirsel. Kullandığım terim, sav söz ve deyimler Kürtçe bir roman çerçevesi içinde düşünüldüğünde bir hayli fazla. İyi bir romanda görmek istenen her şey var bu romanda; kişisel kaderler, kederli toplumsal hadiseler, unutulmuş bir tarih, hem bireysel, hem de toplumsal kırgınlıklar, düşkünlükler, aşk
lar, sevdalar, kıskançlıklar, ihanetler, isyanlar, katliamlar, cinayetler, Doğu ve Batı edebiyatının tarihi, Mezopotamya tarihi, bin yıllık Dicle, dini referanslar, Tevrat, Babil, Ninova, Nuh, Ester, bölge halkları, Kürtler, Ermeniler, Asurlar, Yezidi- ler, korkunç düşmanlıkların içinde anlatının güçlüğü, yaratıcılık teknikleri...
Öte yandan da yalın bir estetik. Güçlü bir edebi üslup, düz yazıyla şiirin harmanlanması. Tekmil roman sesler üzerine kurulu. Sade ve akıcı bir anlatım... dilin bir çok terkibinden oluşmuş, edebi bir biçimde kurulmuş uzun cümleler.. Klasikle modern iç i ç e . Geriye dönüş tekniğiyle. Derin psikolojik analizl e r . ”
Mehmet Uzun ne yazık ki şimdi aramızda yok ama yazdıklarıyla bize, bütün Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz coğrafyasına bir ses verdi. Bize yanı başımızdaki halkların zenginliğinin sesini, kültürlerin çokluğunun sesini. Zulme karşı başkaldırının, isyanın, direnişin, barışın, kardeşliğin sesini verdi. Emperyalizmin yeni saldırı politikalarının yaşandığı ve halkların kardeşliğini daha güçlü haykırmanın gerekli olduğu şu günlerde Mehmet Uzun’un sesi yolumuzda ışık olacaktır.
71
T K P NEREYE?
‘Ülkemizi ABD’ye böldürmeyeceğiz’
Bu slogan TKP’ye ait. Kürt hareketine karşı azgın bir saldırı dal
gasının başlatıldığı ve bundan çok sayıda sol örgütün de payını aldığı
bir dönemde, TKP adeta bu linç kampanyasının bir parçasıymış gibi ana şiar olarak “ülkemizi böl
dürmeyeceğiz” diyor. Kışkırtılmış kitlelerin DTP binalarına ve bu arada bazı sol kurumlara yönelik
saldırılarını hepimiz hatırlıyoruz. Bu saldırılardan TKP’nin de bazı şubeleri zarar gördü. Faşizme karşı ortak mücadelenin dile getiril
mesi gereken günlerde TKP yöneticileri telaşla “ülkemizi böldürt- meyeceğiz” demeyi tercih ettiler.
Ne dâhiyane bir taktik. Şovenizme karşı şovenistleşerek mücadele et
mek. Yoksa TKP “yanlışlıkla” kendisini de hedef alanlara bir mesaj mı vermek istedi, “ben de bö
lünmeye karşıyım”, “Kürt hareketi ile hiç bir ilgimiz yok” demeye mi çalıştı? Bunun cevabını kendileri bilebilir. Bu yazıda TKP’lerin kafasının arkasındaki ince taktikleri anlamaya çalışmakla uğraşmaya
cağız. Sadece ulusal “sol” güzergâhta ilerleyerek şovenizme eklemlenen bu çevrenin sola akıl hocalığı yapmaya kalkışmasına söyleyecek bir çift sözümüz olacak.
Günümüzde emperyalizme karşı ulus devletçi bir çizgiyi öne çı
Fikret Kızıltan
karmak baştan vahim bir hata olmakla birlikte, “böldürtmeyeceğiz” sloganın tam da saldırılar sürerken öne çıkarılması durumu daha da vahimleştiriyor. Devlete ve kışkırtılmış kalabalıklara “ben de ülkemizin bölünmesine” karşıyım diyerek şirin gözükmeye çalışmak; Türk faşizminin her saldırısında “kahrolsun ABD emperyalizmi” diye bağırmak bir hayli tuhaf bir direnme ya da iktidar stratejisi. Acaba emperyalizmi kovmadan asla “Kahrolsun Türk devleti” diyemeyecek miyiz? Bu ne yaman aşama- cılık?!
TKP Türk faşizmini bir türlü görmek istemedi. Türkiye’de faşizm ya da aşırı milliyetçilik tehlikesini abartmamak gerektiğini vaaz etti. Hatta bu dalgaya binerek yükselmeye çalıştı. Ama sonuçta Kürtlere yönelik bir saldırıdan o da diğer sol gibi nasibini aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde Kürt ulusal isyanlarının bastırılması her zaman solun da büyük bir saldırıya maruz kalması ile sonuçlanmıştır. Bu yüzden solun gelişimini Kürt hareketinin gerilemesi olasılığına bağlayanlar denklemi tamamen tersine kurmaktadırlar. Son 30 yılda devrimci sol hareketlerle Kürt hareketinin gelişim seyri birbirine paralel olmuştur. Kürt hareketinin gerilediği 2000’li yıllarda tüm devrimci gruplarda da benzer bir daralma yaşanmıştır. Ulusal solcular açısından ise aynı tespit tersinden
geçerlidir. Kürt hareketinin ezilmesi durumunda, devletin solun ulusal versiyonlarına alan açma politikası da gereksiz hale gelecektir. Yani “bindiğiniz dalı kesiyorsunuz” desek yeridir?! (Aynı durum Aleviler için de geçerlidir. Son 20 yılda Kürt hareketine dönük top- yekûn savaşın bir ayağı her zaman Alevileri kapsama hamleleri olmuştur.)
Devlet politikalarına tam uyum
“Böldürtmeyeceğiz” sloganının zamanlaması insanın kanını don- dursa da, tablonun SİP-TKP çizgisinin yurtseverlik açılımı ve siyasi tarihiyle gayet uyumlu ve tutrarlı olduğunu söylemek gerekiyor.
28 Şubat sonrasında İslamcı harekete karşı devletin asıl sahipleri yoğun bir saldırı kampanyası başlattığında SİP-TKP çizgisi de “şeriat tehlikesine” karşı şahlanmıştı. Böylesi bir dönemde çok kahramanca olduğu söylenemeyecek bu “şeriat karşıtı” mücadele, dönemin devlet politikasını tam bir yedeklenme anlamına geliyordu. Ama tespit şuydu: Devlet sola bir alan açıyor ve biz de bu alanı hızla doldurmalı, devletin işaret ettiği güçlere vurarak güçlenmeliyiz.
Tıpkı bugünkü gibi yine muhteşem bir taktik esneklik örneği. Devlete karşı değil, devletle birlikte güçlenme taktiği. Bunun bir ye-
72
ARALI K'OCAK'Ş U BAT C J O İ
re kadar işe yaradığını da son 10 yılda gördük. Ama bir yere kadar işte, son seçim sonuçları ulus devletçi (sol milliyetçi) hat üzerinden güçlenmeye çalışanların hayal kırıklığı ile sonuçlandı. “Bilinçsiz” halk kitleleri (ya da TKP’nin deyimiyle sürüler) bir kez daha AKP’yi tercih etti.
Ulus devletin baskı politikaları ile tam bir uyum içinde, sözde bir radikalizmle “emperyalizme” ve “şeriatçılığa” karşı bayrak açmak... SİP-TKP çizgisinin son on yılını böyle özetleyebiliriz. Bu arada cezaevlerinde 19 Aralık saldırısı sonrasında ölüm oruçları sürerken TKP’nin devrimci demokrasinin bitişini ilan etme gayretkeşliğini de unutmayalım. Özellikle Kürt hareketine karşı TKP’ye yakınlık hissetmeye başlayan kimi sol çevreler için gerekli bir hatırlatma.
TKP hep Kurtlar sofrasında ça- kalvari bir tutumla nasiplenmeye çalıştı. Ama işte, itin kimi ne zaman ısıracağı hiç belli olmaz. Bir
bakarsın üzerine basarak yüksele- meye çalıştığın dalganın altında kalıvermişsin.
ÖnceAntiemperyalizm mi?
TKP’nin yurtsever cephe açılımı özünde konumu gerileyen orta sınıfları örgütlemeye yönelikti. Şimdi bu hat, Kürt hareketine yönelik karalama kampanyasına eklemlenerek daha da çirkinleşiyor.
TKP şöyle bir tablo çiziyor: Türkiye Cumhuriyeti devleti emperyalizmin basit bir piyonudur, ülkemizde asıl iktidar emperyalizmdir. Bu yüzden diğer sorunlarımızı bir kenara bırakarak önce emperyalizme kaşı mücadele edelim. Kadın olmaktan ya da Kürt olmaktan dolayı ezilenler şimdilik bunu gündemleştirmesinler. Sadece işçiler kendi sınıfsal talebini bu arada savunabilirler, ama emperyalizme karşıtlığı en öne çıkarmak kaydıy- la. Bu durumda kadın hareketi, Kürt hareketi ya da liberal demok
rasi talepli tüm hareketler emperyalizme karşı mücadeleyi böldükleri için gericidirler. Kürtler Türk devletinden talep ettikleri ulusal- demokratik hakları bir kenara bırakmalı ve ABD emperyalizmine karşı Türklerle birlikte savaşmalı- dır.
Bu basit kurgu istediği kadar Marksist kavramlarla meşrulaştırılsın düpedüz milliyetçidir. Önce emperyalizm kovulacak, ondan sonra halklar arasında eşitlik sağlanacak. Şimdi Kürtler de kalkıp TKP’yi aşamacılıkla suçlasa haklı olmaz mı? Kürt sorunu çözülmeden hiçbir şey yapılamaz demek ne kadar yanlışsa, Kürtlerin ulusal- demokratik taleplerini emperyalizme karşı kazanılacak bir sosyalist devrim sonrasına ertelemek de o kadar yanlıştır. Oysa nasıl ki işçi sınıfı anti emperyalist mücadeleye soyut bir yurt savunması ideolojisiyle değil kendi sınıfsal çelişkileri üzerinden katılıyorsa, Kürtlerin kadınların ya da başka ezilen gruplarında kendi ezilme durumlarından hareketle anti emperyalist mücadeleye katılmasından daha haklı ve politik olarak gerekli bir şey olamaz. Emperyalizme karşı mücadelenin öznesi eğer Türk ulusu ya da soyut bir yurtseverler topluluğu olarak tanımlanıyorsa bu düpedüz Türk milliyetçiliğidir. Emperyalizm karşısında işçi sınıfına sınıfsal taleplerini unut demek nasıl milliyetçilikse, ayı şey cinsiyet sorunu, ulusal sorun ve diğer ezilme durumları için de geçerlidir. Kürt halkını ulusal taleplerini unutarak ABD emperyalizmine karşı mücadeleye çağırmak onları Türk milliyetçiliğine yedeklemeye çalışmaktan başka bir işe yaramaz. Bu yüzden de karşı devrimci bir politikadır.
Türk devleti emperyalist zincirin kritik bir halkası olduğuna göre, antiemperyalist mücadele, içinde bulunduğumuz halkayı kırma çabasıdır. Emperyalizme karşı mücadele, bulunduğun ülkedeki devlete ve egemen sınıfa karşı savaşmakla aynı şeydir. Bu nedenle tu-
Nasıl ki işçi sınıfı anti emperyalist mücadeleye soyut bir yurt savunması ideolojisiyle değil kendi sınıfsal çe
lişkileri üzerinden katılıyorsa, Kürtlerin kadınların ya da başka ezilen gruplarında kendi ezilme durumlarından hareketle anti emperyalist mücadeleye katılmasından
daha haklı ve politik olarak gerekli bir şey olamaz.
73
^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
tarlı bir antiemperyalizm ulus devlete karşı mücadeleden geçer, onu savunmaktan değil. Ulus devletin güçlenmesini değil, zayıflamasını ve evet parçalanmasını istiyoruz.
Her Türlü Milliyetçiliğe Karşı Olmak?
Kürt sorununu “çarpışan milliyetçilikler” söylemi içinde değerlendirirken TKP hiç haz etmediği liberallerle aynı kulvarda bulunmaktadır. “Biz her türlü milliyetçiliğe karşıyız” diyerek Kürt hareketine mesafe koymaya çalışmak ya da karşısına geçmek, TKP’nin liberal çevrelerle paylaştığı bir kaçış politikasıdır. Sanki ortada çarpışan iki milliyetçilik varmış gibi bir hava yaratılmaktadır. Bir yanda Türk milliyetçiliği bir yanda Kürt milliyetçiliği. Bazen Tayip Erdoğan bile benzer değerlendirmeler yapabilmektedir.
Ancak liberallerin hakkını yemeyelim, onlar Kürt sorununda TKP’den çok daha ileride bir noktada durmaktadırlar. Çoğu Kürt hareketinin ayrı bir varlık olarak
meşruiyetini kabul etmekte ve devletten de kısmi reformlar talep etmektedirler. TKP’ninse Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklı sıkıntıları için tek bir çözüm önerisi yoktur. Kürtlerin demokratik talepleri konusunda tam bir suskunluk içersindedir.
Faşizm tehlikesi yok mu?
TKP ye göre Türkiye’de faşizm ABD emperyalizminin basit bir piyonu. Kendine özgün bir iç dinamiği yoktur. Bu yüzden de örneğin Hrant Dink’in öldürülmesinden emperyalizm sorumludur. Öyleyse Hrant Dink cenazesine “hepimiz Ermeniyiz” yerine, “Kahrolsun ABD ve AB sloganları” ile katılmak gerekmektedir. Yoksa TKP’nin cenazede işi olmaz. Gerçekten böle bir manzarayı Türk devleti de ne kadar çok isterdi kim bilir.
TKP benzer bir mantıkla bugün de “hepimiz DTP’liyiz” denilmesine karşı çıkıyor. Çünkü TKP’ye göre DTP ile Barzani arasında bir fark kalmamıştır. Emperyalizmden çözüm beklemesi dolayısıyla Tür
kiye’deki Kürt hareketi de artık Barzani ile aynı çizgidedir. Türkiye’deki Kürt özgürlük hareketini artık bir ulus devletin başında olan Barzani ile aynılaştırmak ancak Türk maliyetçisi bir bakışla mümkündür. Bu yargı etik ve politik olarak yanlıştır. TKP’nin bu özensiz yaklaşımı bizim de şöyle düşünmemize yol açıyor: Biz bugüne kadar TKP’yi tüm ulusalcı yönelimine karşın İşçi Partisi ile aynı kefeye koymamaya özen gösterdik. Bu yüzden de faşist saldırılar başladığında SODAP yaptığı bir açıklama ile “TKP’den DTP’ye, HÖC’den ÖDP’ye saldırıya uğrayan tüm ku- rumları sahipleneceğimizi” ilan etti. Acaba artık bu özeni göstermemiz ne kadar gerekli?
SonuçTKP bu kritik momentte devle
tin korku siyasetine eklemlenmekte bir sakınca görmüyor.
Bölünme paranoyası yaratmak tam da devletin tüm ezilenleri ve emekçileri susturmak için sürekli- leştirdiği korku politikalarının en
temel unsuru değil midir? Türkiye’de son yıllarda güçlenen anti Amerikancılıktan sol adına nemalanmaya çalışmak baştan çıkışsız bir yola girmek olur. Çünkü günümüzün anti amerikancılığı özünde Kürt düşmanlığının konjonktürel bir görünümünden başka bir şey değildir.
Kendi ülkesinin sömürgeciliğini inkâr ederek antiem- peryalist mücadele verenlere dünyanın her yerinde milliyetçi denir. Türk emperyalizmine gözlerini kapayanlar elinde sonunda şovenizme yamanıyorlar. Bugün komünist olmak da, devrimci olmak da, sosyalist ya da demokrat olmak da ezilen Kürt ulusunun ve onun meşru temsilcisinin yanında durmaktır.
Evet, hepimiz Kürdüz!
Hepimiz DTP’liyiz!
74
MALİKLEŞME SÜRECİ VE
VAROŞTA SİYASETUtku Balaban
Diyanet İşleri Başkanı Ali Bar- dakoğlu geçenlerde son otuz yılın politik dönüşümünü bir ifade içinde özetledi: “Etiler ve Fatih gibi bölgeler, daha öne çıkarak, ama hiçbiri diğerinin içinde eksik olmaksızın bir arada yaşadı. Asırlardır çoğulcu hayat tarzını yaşıyoruz ve yaşayacağız. Türkiye o kadar zengin bir laboratu- var ki, zıt yönlerde örnek bulmak çok kolay” (Milliyet Gazetesi, 15.10.2007).
Bu tablonun içinde aynı kentin nüfusunun yüzde doksanını barındıran varoşlardan eser yok: GOP, Bağcılar, Ümraniye... Bunlar ne Etiler ne Fatih. Ne ‘laiklik’ abidesi ne ‘dinini özgürce yaşayan’ semtler bunlar. Olamazlar da, çünkü tartışmanın çekişmenin içinde yer alabilmeleri için gerekli bir özelliğe sahip değiller; varoşun asli unsuru, küçük burjuva değildir.
Bu nedenle, kardeşçe çoğulcu şekilde yaşayan Etiler ve Fatih’in arasındaki gerilim fayı üzerinden varoşu ve varoştaki politikayı anlamaya çalışmak, herhalde çok anlamlı gözükmüyor. Sınıfsal açıdan homojen, iktidar stratejileri açısından çelişen Fatih ve Etiler. Küçük burjuvazinin iki varyantı. Bu nedenle de, sermaye birikiminin temel kurumsal bileşenleri bağlamında (borsa, banka sistemi, sendika yasası, kolluk kuv
vetlerine dair hukuki düzenlemeler) hep aynı yerde olan, aynı sınıfın farklı yüzleri.
Evet, eğer varoştaki politikayı anlamak istiyorsak, bu ikilemin ortaya koyduğu siyasi dinamikleri bir tarafa bırakmak gerekiyor. Sorun, alternatif ütopyaların (Asr-ı Saadet ve Muassır Medeniyet) birbiriyle olan ilişkilerindeki çarpıklık değil. Ya da bu iki gruptan birinin (yani Fatih’te simgeleşen, İslami küçük burjuva) kendini varoşa daha yakın göstermesi de değil.
Küçük burjuva eğer varoş siyasetine yön verebiliyorsa bunu Fatih’ten getirdiği taşıma kuvvetlerle yapmıyor. Küçük burjuvazinin İsla- mi kanadının varoştaki hakimiyeti, tam da varoşun kendi iç dinamiklerinden geliyor. Bu iç dinamiklerin analizini de eğer idealizmi bir tarafa bırakıp (İslam’ın insanlara yeniden umut kapısı olması?) üretim ilişkilerinin somutluğuna ineceksek, varoştaki mülkiyet sürecini inceleyerek yapabiliriz.
Diğer bir deyişle, ulusal seviyedeki siyasete yön veren söylemsel savaşımın (İslam ve Laiklik) artık sınıf savaşımının bir yüzü olmaktan çıktığı ve burjuvazi içi hizip çatışmasının küçük burjuvaların piyonlu- ğunu yaptığı bir yansımasına dönüş
tüğü saptaması önemli. Bu nedenle, küçük burjuvazinin İslamcı kanadının varoştaki hakimiyeti analitik olarak ayrıştırılabilecek ama fiiliyatta elbette içiçe giden üç farklı dinamiğe işaret ediyor:
1) Ağırlıklı olarak yaşadığı kentsel mekanda, işçi sınıfı kendi retoriğini ve siyasetini oluşturmaktan uzak. İşçi sınıfı, sermaye karşıtı tepkisini ancak küçük burjuvanın sağladığı siyasi araçlar ile gösterebilmekte -ki bu da elbette sınıfı, devrimci fikirden uzak bir gündeme taşımakta.
2) Küçük burjuvazinin burjuvazi içi mücadeleye denk gelen bir çatışma alanı (İslam-Laiklik) son 30 yıl içerisinde ülke siyasetine damgasını vurmuştur. Bu mücadele içinde varoşlarda, küçük burjuvazinin İslami ayağı hakimiyetini kurmuştur. Laik kesim, bu mücadelede mevkiisini yitirmiş ve bu nedenle ülke siyasetinde marjinal konuma düşmüştür. Varoş politikası İslami hizbin etkisi altında şekillenmektedir.
3) Küçük burjuvazinin İslamcı ayağının varoşlarda laik hizibe göre avantajlı duruma geçmesininin temel nedenlerini varoş içi dinamiklerde aramak gerekmektedir. Diğer bir deyişle, İslamcı küçük burjuva varoşları ele geçirmek gibi bir projeyle Fa-
75
CJOİ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
tih’ten kalkıp varoşlara gitmedi. Varoşlar kendi iç dinamikleri üzerinden kendi küçük burjuvazisini oluşturdu ve bu yeni gelişen grup da, öteden beridir varolan İslamcı yapıyla ittifak kurdu.
Küçük burjuvazinin İslamcı kanadının varoşlarda egemenlik kurması ve bu egemenlik üzerinden ülke siyasetinin kontrolünde burjuvazinin İslamcı kanadına yer açması, varoşlarda işçi sınıfı adına siyaset yapanlar için, varoşların ülke siyasetindeki merkeziyetine dair güçlü bir mesaj veriyor. Varoşta siyaseten varolmak, sizi ülke siyasetinde bir aktör haline getirir. Fakat varoşta varolmak, varoşun iç dinamiklerine yaslanmaktan geçiyor. Diğer bir deyişle, iç dinamiklerin analizi, merkezi önemde.
İki soruyu cevaplamak gerekiyor:
1) Varoşun küçük burjuvazisi neden İslamcı kanatla ittifak içindedir?
2) Varoş, kendi iç dinamikleri üzerinden küçük burjuva üretebilir mi? Üretirse nasıl üretir?
Birinci sorunun cevabı, sadece varoşun kentsel ve üretime dair koşullarının (yani iç dinamiklerin) dışında koşullara bağlı ve bu yazı bu soruya bir yanıt aramayacak.
Fakat ikinci soru hem bugüne dair sorunlarımızın analizi açısından hem de orta vadeli stratejiyi kurmak için de önemli: kentin işçi sınıfının
yoğun olarak bulunduğu yörelerinde, aynı yörelerin iç dinamikleri üzerinden bir küçük burjuvazi ortaya çıkıyorsa, bu sürecin nedenlerini anlamalıyız.
Neden ve nasıl sürekli yoksulluk üreten bir üretim ve yerleşim havzası olan, ‘varoş’, küçük burjuva üretmektedir? Bu süreci içersemeye mi yoksa engellemeye mi yönelik bir strateji oluşturmalıyız? Bu soruları öncelikle, yerel ve küresel düzlemde küçük burjuvanın ortaya çıkma koşullarının temel boyutlarını irdeleye- rerek açabiliriz.
Küçük burjuva ve malikleşme
Yakın zamanlı sürecin ekonomi politiğine baktığımızda, küresel seviyede, kentsel dönüşümün bir mülk- süzleşme dalgasını başlatması kadar bir malikleşme olgusunu da tetikle- diğini vurgulamak gerek. Bu bağlamda, küreselden yerele inen üç faktörün merkezi olduğunu iddia edebiliriz: sermayenin yoğunlaşmasının yeni koşulları, sermayenin merkezileşmesinin yeni koşulları ve kent mekanının paylaşımına dair koşullar.
Tedarik zincirlerinin gittikçe fabrika dışı emek kullandığı, yakın zamanlara kadar enflasyonist ortamın emlak piyasasının rasyonelleşmesini imkansız kıldığı ve sermayenin küresel olarak, finans dalgalarının hızına bağlı olarak, yoğunluğunu
azalttığı bir ortamda, sermaye birikiminin temel süreçlerinin mülksüz- leşme kadar paradoksal şekilde bir malikleşme de üreteceğini iddia etmek mümkün. Her süreci biraz daha açalım:
1) Küresel seviyede, sermayenin yoğunluğunun sermaye birikim oranıyla başat olmaması: küresel boyutta, finans piyasalarının sabit sermaye ile kurduğu yeni ilişki sayesinde, Bretton Woods sonrası dönemin sermayeleri sahiplik açısından gittikçe daha az insanın elinde toplansa da, sermayenin doğasından kaynaklanan kullanım mecburiyeti yüzünden ve tedarik zincirlerinin dağılmasına mukabil (yani merkezileşmenin hızının azalması), yoğunlaşmada bir yavaşlama olduğu iddia edilebilir. Yani zenginliğin yoğunlaşması ile hareketli sermayenin yoğunlaşması arasında eski döneme kıyasla daha dolaylı bir ilişki vardır. Bu iddialı önerme eğer geçerli ise (Lash ve Urry 1994), malikleşmenin makro seviyedeki sorumlusu olarak bu süreci gösterebiliriz.
2) Ülke seviyesinde, sermayenin merkezileşmesinin koşullarının değişmesi sonucu (Aglietta 1979), tedarik zincirlerinde fabrika dışı emeğin öneminin artması: atölye ve ev- temelli emeğin sıklıkla kullanılması sonucunda, emek piyasası birincil disiplin mekanizması haline geldi. Üretim süreçlerinden göreli olarak kopan sermayeler, üretim sürecindeki kontrolü açısından artan şekilde aracılara yaslanmaya başladılar. Aracıların öneminin artması, bu grubun malikleşmesine katkıda bulundu.
3) Büyük kentler özelinde, emlak piyasasının parçalılığı: kent mekanının metalaşması, herşeyden önce, finans piyasalarının yapısı ile ilişkili. Türkiye’nin 30 yıldır uyguladığı yüksek reel faiz politikası, bu bağlamda, emlak piyasasında tekelleşmenin saiklerini zayıflatmıştır. Bu nedenle, varoşun emlak sahipliğini, buraya gecekondularını dikmiş ve sonra da apartman inşa edebilmiş erken göçmenler oluşturmaktadır. Bu grup da, tedarik zincirlerindeki
76
ARALIK'OCAK'ŞUBAT C|Oİ
Yakın zamanlı sürecin ekonomi politiğine baktığımızda, küresel seviyede, kentsel dönüşümün bir mülksüzleşme dalgasını başlatması kadar bir malikleşme olgusunu da tetiklediğini vurgulamak gerek. Bu bağlamda, küreselden yerele inen üç faktörün merkezi olduğunu iddia edebiliriz: sermayenin yoğunlaşmasının yeni koşulları, sermayenin merkezileşmesinin yeni koşulları ve kent mekanının paylaşımına dair koşullar.
birçok aracıya benzer şekilde, mülk- süzleşmekten ziyade, malikleşmişler- dir.
Varoş ve küçükburjuvaVaroş çok muğlak bir kavram:
çok farklı üretim ilişkilerini ve kentsel dönüşüm kalıplarını ifade ediyor. Bir kavram olarak ne kadar yararlı olduğu bile tartışmalı. Ama bu kavramsal hengame içinde, en azından bir konu hakkında oydaşmadan bahsedilebilir: varoş, kaotik bir kentsel mekan.
Yani evrensel bir kavram olan sınıfı, kaotik ve yerelliğe göre türlü şekiller alan bir mekanın analizinde kullanmakta güçlük yaşıyoruz. Bu güçlük de, bizi, sınıf analizinin uzaklarına götürüyor ve üretim ilişkilerini incelemek imkansız hale geliyor.
Bu nedenle, varoşta politikaya dair bir örnek üzerinden konuyu açabiliriz: Bağcılar’ı örnek bir varoş olarak ele alırsak, üretim ve -bir yansıma olarak- mülkiyet ilişkilerine dair neler görüyoruz?
2006’da Belediye tarafından yapılan Hanehalkı araştırması, bize gerekli bazı verileri sağlamakta:
- Bağcılar nüfusunun % 78’inin temel hane geliri, çalışanların ücretlerinden gelmekte. Ticari faaliyet % 12’nin geçimliğini sağlarken, % 6 hanenin temel gelir kaynağı gayrimenkul kiralarından oluşmakta.
- Hanelerin % 27’si aylık 500 YTL’den az bir gelirle yaşamaya çalışırken, 500-750 YTL eşiğine hanelerin % 22,5’u ve 750-1000 YTL eşiğine de hanelerin % 23’ü düşmektedir. Kabaca 1000 YTL’i psikolojik bir eşik kabul edersek (yani ‘göreli yoksulluk’ için somut bir parametre olarak), ücretli çalışanların yüzdesi ile geçinen hanelerin yüzdesi ile 1000 YTL eşiğinin altında kalan hanelerin yüzdesinin neredeyse birbi- riyle eşit olması (% 78-%75) dikkat çekici.
- Bağcılar’da konut sahipliği oranı ülke oranından düşük: % 48
(Türkiye ortalaması % 69). Fakat bir başka ilginç veri, konut sahibi olmamasına rağmen, kira ödemeyenlerin yüksekliği: % 13. Bu kesim elbette, konut sahibi olan yakınlarının rızası ile bu dairelerde oturuyorlar.
- Konut sahipliğine dair daha çarpıcı bir veri ise, birden çok gary- rımenkulü olan hanelerin yüzdesi: % 14. Yine konut piyasasının tekelleşmiş firmaların elinde olmadığını bildiğimiz için bu % 14’ün, genel olarak % 48’in ev sahipleri olduğunu iddia etmek mümkün.
Bu veriler bize birkaç kaba saptama yapmamıza izin veriyor:
1) Bağcılar’da kabaca % 80’e % 20 oranlarında ağırlıkları bulunan iki gruptan söz etmek gerekiyor.
2) Nüfusun % 80’inin hane geliri, asgari geçimlik seviyesinde ya da bu seviyenin altındadır ve bu kesim, geçimliğini emeğini satarak sağla
mak zorundadır. Bu grubun % 50’si kira ödemektedir.
3) Geri kalan % 20 temelde ticari faaliyet ve kiradan nemalanmakta- dır. Ticari faaliyetlerin bir kısmı istihdam üreten aktiviteleri simgelemektedir. Bu kesim, demek ki, geri kalan % 80 ile ev sahipliği ve işverenlik üzerinden sıkı bir ilişki içerisindedir.
4) Çarpıcı bir veri, birden fazla gayrımenkulü olan yerleşiklerin oranının genel nüfus içerisinde sadece % 14 olmasıdır. Demek ki Bağcılar nüfusunun % 40’ını oluşturan kiracılar bu azınlığı nemalandırmaktadır.
Küçük burjuva: Müttefik? Düşman?
Veriler kendi mesajlarını üretmekte: % 20’lik bir azınlık, orta sınıfa denk gelen bir geliri üretmeden kazanmakta. Nemalandığı grup ise
77
q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT
yine varoştaki işçiler. Buradan da yazının başındaki varsayımlara bir daha geri dönmek gerekiyor:
1) Varoş kendi küçük burjuvazisini üretiyor. Bu küçük burjuvazi, varoşta yaşıyor ve varoşun içinden geliyor.
2) Bu kesim, işçi sınıfına çok yakın. Benzer kültürel ve ideolojik değerlerle hareket ediyor. İşçi sınıfı, bu kesimi kendisinden ayırtedemiyor, çıkar farklılıklarını sınıfsal perspektiften tahlil edemiyor.
3) Varoşun ürettiği küçük burjuvazi kendi siyasetini üretebiliyor. Özellikle yerel yönetimlerin kaynak dağıtımında ciddi roller üstlenmesi
ile, kendi iktidar odaklarını oluşturuyor.
4) Bu kesim ile işçi sınıfının çıkarları, şu konjonktürde çatışmaktadır, çünkü bu kesim, işçi sınıfını, burjuvazinin elde ettiği artıdeğerden aldığı kırıntılar üzerinden değil, doğrudan sömürüyor.
Devrimci mücadelenin sıkıntı içinde bulunduğu nirengi noktalarından biri grameri değişen yerel politikada saf tutabilme becerisini kazanabilmek. Bu yazının temel tezi de, varoşta siyaseten saf tutabilmenin temel koşulunun varoşun iç dinamikleri içinden gelişen küçük burjuvazi ile başarılı bir ilişki kurulması gerekliliği.
Diğer bir deyişle, varoş politikasının belkemiğini ‘halkla’ nasıl ilişki kurduğumuz değil, varoşun ürettiği küçük burjuvaziyi ne kadar açıklıkla işçilere ifşaa edebileceğimiz sorusu oluşturuyor. Bu kesim, işçi ailesinin üst kat komşusudur, ev sahibidir, kimi zaman (nadiren elbette) işçiye borç para bile verebilir. Ama benzer şekilde, kirasını ödemezse evden atar, işçi devrimci siyasete yaklaşırsa, işçinin namusunu dedikodu malzemesi yapar.
Bu kesim nerede durmaktadır? Etnik ve dinsel azınlık konumunda olup da maliklermiş hanelerin birçoğunun devlet baskısı sebebiyle devrimci mücadeleye ciddi destek verdiğini de pekala biliyoruz. Bunun dışında malikleşme bir olguyu değil bir süreci temsil ediyor: bugün küçük burjuvalaşmış kesimlerin bir çoğu eskiden işçi ailesi idi. Bu açıdan da, bahsettiğimiz kesimin içinde devrimci harekete sempati besleyen ve besleyecek birçokları elbette olacaktır.
Bu nedenle, statik bir duruş almak, pozisyon almak anlamına gelmiyor: pozisyon, bir sınıfa karşı alınıyor, sınıfın fertlerine karşı değil. Varoşun malikleşme sonucu kendi içinden ürettiği küçük burjuvaya dair, devrimci hareketin alacağı tavır, hareketin varoşta konumunu belirleyen asli unsurlardan biri olacaktır. O nedenle, yazının sunduğu veri ve analiz üzerinden soruyu tekrar soralım: bu grubu yanımıza mı almaya çalışacağız yoksa bu grubu işçi sınıfına ifşa ederek bir kutuplaşma mı üretmeliyiz?
Bu yazının, bu soruya cevap verme gibi bir lüksü yok, fakat her halükarda öne çıkarmaya çalıştığımız vurgu, malikleşen grubun üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki rolünün analizinin dikkatli şekilde yapılması gerekliliği.
Aglietta, M., ‘A Theory of Capitalist Regulation: the US Experience’, NLB, London, 1979 Lash, S. ve John Urry, ‘Economies of Signs and Space’, Sage, London, 1994
78
KAPİTALİZM'DE YAPISAL DÖNÜŞÜMMehmet YILM AZER
İstek için adres: Keçihatun mah. Cerrahpaşa cad. na:18 d:13 Yusufpaşa/Aksaray Tel: 584 31 05 e-mail: [email protected]
^¿¿Ssşîs
\ ^ S * * r >•'V.v::*-l\ x S " ^ 'x .ir¡ A • ■;■ " , ; i * £ g ş g & & ^ 1 \ ^ sr-ssT * •ssfjssSî-*
ıtMlSMAEVlBjft
0 ^ . a ’ d a ^ d l
Televizyon ekranlarında, gaztete sayfalarından para sahiplerinin oyuncaklarından yaygınlaştın lan "resmi görüşe", ulusal çıkar diye sunulan "sınıfsal çıkara", "tek sesliliğe", "bireyciliğe", "toplumsal çürümeye" inat emekçilerin yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların halkların kardeşliğinin sesi...
Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ
Geleneğimizin emektar kadrolarından Nusrettin Yilmaz’ı ölümünün 13. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz. 1970’li yıllarda Hikmet Kıvılcımlının takipçileri arasında yer alan Nusrettin Yılmaz, önce Vatan Partisi’nde, daha sonra Sosyalist Vatan Partisi’nde yöneticilik yaptı. 1980 darbesinin ardından başlayan karanlık günlerde Bursa, Adana ve İstanbul’da çok sayıda işçi örgütlenmesine öncülük etti. Yılmaz, en son DİSK Deri-İş’de genel başkanlık görevinde bulunuyordu.
İşçilerin Ali Hoca’sını geleceğe duyduğumuz umutla selamlıyoruz
KARANFİL...Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları Atlanın gidiyoruz.Buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara Eski zamanlarda olduğu gibi Dersimiz tarih.Unutmayın kaldığımız yeri yenilmedik daha
Masal âlmJk|>ynunuza.Belki dönmeyiz uzun zamanMasalılar hatırlatır size doğduğunuz yeriilişkiler ikliminiçocukluk taşınabilir bîr şeydiralınsa da elinden geçmişi.
ITütün ve tarih koyun torbamza.Kekik ve dağ ateşleri Sâfağın bin yıllık anlamını, suların ve çağların sesini ezberleyin, bilinmez otların adını hatırda tutar gibi,;Ten rengi aya bakın son defa
ani geride yaşanmış ve yaşanacak bütün yaz geceleri
llaçak aşıkları, uçurum bakışlı firarları, mağrureşkiyaları saklar gibikilitleyin yüreğinizin kalelerini Anka ve Anahtar, ikinci bir emre kadar
Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları Toplayın çadırlarınızı.Eski zamanlarda olduğu gibi Çığ geliyor.Çağ çöküyor.Gidiyoruz.Dudaklarınıza ninni, ıslık ve destan alın siyah sünnet çekin gözlerinize Alıcı kuş telekleriyleKi ışısın yaprak yeşili gözlerinize kıstırdığınızfarz olan öfkeçapraz asın tüfekleriniziçağın dışına sürdüğü eski masallardakieşkiya resimleri gibiynrdundan ve yüzyılındankovulmuş çocukların tarihindegelenek kimi zaman başkaldırma biçimi...
Mufaihan Mun