Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

84
Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu Sol krizini aşar mı? Yeni dönemde sınıf çalışmasına bakışımız üzerine Kemalizm, orduculuk ve Teori ve Politika'nın Kıvılcımlı eleştrileri üzerine Eğitim-Sen makus talihini nasıl yenebilir? Sözü yasaklanmış bir halk Edebiyatçısı; Mehmet Uzun Güncel Venezüella ikili iktidarı

description

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyaside... See More

Transcript of Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Page 1: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

✓ Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu

✓ Sol krizini aşar mı?✓ Yeni dönemde sınıf çalışmasına

bakışımız üzerine

Kemalizm, orduculuk ve Teori ve Politika'nın

Kıvılcımlı eleştrileri üzerine

Eğitim-Sen makus talihini nasıl yenebilir?

Sözü yasaklanmış bir halk Edebiyatçısı;

Mehmet Uzun

Güncel Venezüella ikili iktidarı

Page 2: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

içindekiler

Yaklaşan dönüm noktası ...2

Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu

Mehmet Vılmazer ...ö Sol krizini aşar mı?

M.Sinan ...15Yeni dönemde sınıf çalışmasına bakışımız üzerineM. Sinan...40

Kemalizm, orduculukve Teori ve Politika’nm

Kıvılcımlı eleştrileri üzerine Selim Hırali ...20

Çağrı merkezlerinde örgütlenmeRöportaj...49

â vm km. m n e mo um m a» u s u m

GM Grevi ve sonrası

M. RkyoL.52

Güncel Venezüella İktidarı

Ayşe Tansever ...55 Şimdilik

Ayşe Tansever...65 Sözü yasaklanmış bir halkın edebiyatçısı ...69

TKP nereye Fikret Kızılton ...72

Eğitim-Sen makus halini nasıl yenebilir

Mert Büyükkarabacak.,,46Malikleşme süreci ve varoşta siyaset

Utku Balaban ...75

Page 3: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Y O L’a D evamYol, bir yıldır yayınına ara vermişti. Dergimizi takip edenler açısından çıkış

periyodundaki aksamalar sürpriz olmasa gerek! Yol’un yayınlanmasındaki kesin­tiler ve biçimsel değişimler, aslında siyasi geleneğimizin yaşadığı kırılma nokta­larının ve dönüşümlerin bir yansıması olmuştur. Aralardaki boşluklar ise bazen yoğunlaşan pratiğin bazen de yaşanılan krizlerin sonucudur. Ne yazık ki bu son kesintinin iş yoğunluğuyla bir ilgisi yok. Yaşadığımız krizle ilgili. Bu konuda ge­rekli açıklama sayfalarımızda yer alıyor.

Yol’un ilk yayınlandığı 1987 yılının üzerinden 20 yıl geçti. İnsan ömrü için hayli uzun sayılabilecek bu sürede dünyada, Türkiye’de ve sol hareketin kendi­sinde büyük değişimler yaşandı. Yol asıl olarak bu değişimleri anlama ve devrim­ci bir siyaseti yeni koşullarda yeniden üretme imkânları üzerine yoğunlaştı.

1970’li yıllarda Kıvılcım dergisinin temsil ettiği siyasi çizgi, 12 Eylül’ün ar­dından Çağdaş Yol’la sürdü. 1990’dan sonra dergimiz, Yol ismi ile teorik bir ya­yın olarak çıkmaya devam etti. 1993 sonrasında hareketimizin yaşadığı krizin bir yansıması olarak Yol, yayınına 4 yıl ara verdi. 1997’de çıkan 6. sayı ise “3. dö­nem tezleri” ile yeni bir mücadele döneminin manifestosu oldu. 1997’den 2000’e kadarki ara krizin ardından yoğunlaşan yoğun pratiğin bir sonucuydu. Nitekim Yol, 2000 yılından itibaren aralıklı da olsa düzenli olarak yayınlandı. 2005’den i­tibaren ise daha güncel ve iki aylık bir yayın haline geldi.

Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik ve siyasi mirasından ilham alarak yola çıkan ge­leneğimiz, çeşitli kırılmalarla, bunalımlarla, yeniden doğuşlarla ve değişen ku­şaklarla sınıf hareketi içersinde devrimci bir damar olarak bugüne ulaştı. Örgüt­sel anlamdaki tüm zaaflarına ve yetmezliklerine karşın, Türkiye sol hareketi içer­sinde her zaman sosyal şovenizme, liberalizme, dogmatizme, erkek egemen eği­limlere ve orta sınıf yaklaşımlara karşı işçi sınıfının, yoksulların ve tüm ezilenler için bir eylem kılavuzu olmayı amaçladı. Bunu ne kadar gerçekleştirebildiğimiz okuyucularımızın takdirindedir.

Yolun bu sayısı arkada bıraktığımız bir mücadele döneminin son sayısıdır. Bu yüzden geçmişin muhasebesi önemli bir yer tutmaktadır. Bu muhasebe bütün a­çıklığıyla sayfalarımızda yer alıyor. Yanlışlarımızı ve zaaflarımızı cesurca ortaya koymanın onları aşmanın ilk adımı olduğunu biliyor ve bu inançla geleceğe ba­kıyoruz.

Bir sonraki sayımız ise, önümüzdeki dönemin olanaklarına ve arayışlarına o­daklanacak. Mart 2008’den itibaren Yol, yeni biçimiyle teorik bir dergi olarak ya­yın hayatına devam edecek. Durmadan, bıkmadan, sızlanmadan yola devam diyo­ruz!

Yolumuz direniş, hedefimiz halk iktidarı.

YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan

Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No:14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 e-posta: [email protected]

Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74

Page 4: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Bölge ve Türkiye

Y a k la ş a n d ö n ü mM. Yılmazer

Kasım başında gerçekleşen Was­hington görüşmesinden sonra bir bekleyiş dönemine girildi. Bu görüş­meden sonra bazı dikkat çeken deği­şimler yaşanmaktadır. Güneydeki Kürt yönetiminin tavrında PKK’ye karşı bazı değişimler gerçekleşmiş­tir. Öte yandan, bu konuda şahin o­lan CHP’nin Barzani yönetimine karşı tavrındaki yumuşama dikkat çekicidir. Medya kazanının kaynat­malarına inanacak olursak Washing­ton kaynaklı “PKK’yi tasfiye planı” işlemeye başlamıştır. Merakla bu “tasfiye”nin nasıl gerçekleşeceği bekleniyor. Erdoğan’ın deyimiyle Bush’la yapılan “mahrem” anlaşma­ları bilmiyoruz. Ancak şu kadarı ye­terince açıktır. Washington görüşme­sinden Erdoğan oldukça “memnun” ayrılmışken, paşalar aynı ölçüde memnun değildi. Buradan, Beyaz Saray’dan çok sınırlı bir operasyon izni çıktığı anlaşılıyor.

Operasyon üzerine yaşanan bü­tün bu yoğun gerilimden sonra iki olgu açıkça ortaya çıkmıştır. İlki, bir operasyon olacaksa ABD’nin belir­lediği sınırlarda olacaktır. İkincisi, askeri operasyonun soruna çözüm getirmeyeceği asker, sivil hemen bü­tün yetkililerin dilinden düşmeyen bir tespit haline gelmiştir. Bu ger­çeklerden çıkarılabilecek sonuç, ar­tık “Kürt sorunu”nun böyle devam edemeyeceğidir. Olayların birikimi sorun için yeni bir aşamayı dayatı­yor. Ancak bu aşamada ortada “yeni” bir yaklaşım görülmüyor. Medyada sözü edilen “büyük plan” eski tavır­

ların tekrarından başka bir şey değil­dir. Özeti “PKK’ye silah bıraktır­mak”tır. Amaç bu hareketin askeri ve siyasi olarak tasfiye edilmesidir. Bugüne kadar gerçekleştirilemeyen bu tasfiye, şimdi ABD ve Kürt Fede­re yönetiminin “yardımıyla” mı ger­çekleşecektir? Burada açık bir şekil­de bölge dengeleri ve bu konuda ya­pılan pazarlıklar alanına girilir. Bu anlamda “PKK sorunu” çoktandır bölge sorunudur ve bölgedeki den­geler dikkate alınmadan anlaşılması ve çözümü mümkün değildir.

Yeni Dünya Düzeni ve bölgede son durumYDD’nin son durumunu iyi gör­

mek gerekiyor. 11 Eylül’de ikiz ku­lelere saldırıdan sonra ABD, Clinton dönemindeki strateji tartışmalarına son vererek dünyanın tek başına yö­netimine soyundu. Buna “tek kutup­lu dünya” denildi. Eğer ABD’nin I­rak işgali Bush yönetiminin bekledi­ği gibi gerçekleşseydi, bugün tek ku­tuplu bir dünyada yaşıyor olacaktık. Irak’a “demokrasi” getirildikten sonra, İran ve Suriye tasfiye edile­cek, hatta Suudi Arabistan bile “de­mokrasiye geçişe” zorlanacaktı. ABD, Ortadoğu bölgesindeki kesin zaferlerinden güç alarak, Latin Ame­rika’ya ve sonra da büyük hedef Çin’e yönelecekti. Olaylar bu şekil­de yaşansaydı, böyle bir dünya ger­çekten “süper gücün” oyun sahnesi­ne dönüşür, onun tek başına yönetti­ği bir dünya olurdu. Fakat ABD’nin Irak bataklığına saplanması, buna

NOKTASI

bağlı olarak Çin ve Rusya’nın hızla toparlanarak dünya politikasının ak­törleri arasına girmeleri tabloyu de­ğiştirmiştir. Bu değişikliği Putin, 2007 yılı başında Münih’de Avrupa Güvenlik Konferansı’nda açıkça vurguladı ve artık “çok kutuplu bir dünyada” yaşadığımızı ilan etti. Bu gerçeklik Amerikan düşünce tankla­rının yayınlarına bakılınca hemen görülebilir. Ana konu Irak’tan çok Çin’in ve Rusya’nın yükselişidir.

“Çok kutuplu dünya” gelecek günlerin “düzeni” olacak! Ancak böyle bir dünyanın nasıl bir şey ola­cağını kimse bilmiyor. Bölgesel ve merkezler seviyesinde çekişme ve çatışmaların yükseleceği, hatta in­sanlığı yeni bir dünya savaşına kadar sürükleme potansiyeline sahip bir dünya! Bu dünyanın en sıcak alanı şimdilik Ortadoğu’dur. Ancak dün­yada gerilimin her an yükselebilece­ği başka kritik bölgeler de vardır. Merkez Asya bunların başında geli­yor. Çok kutuplu dünyada katılaşmış saflar görmek yanıltıcı olabilir. Fa­kat yumuşak saflaşmaların olduğu da artık bir gerçekliktir. Karmaşık görünen dünyada aslında durum son derece basittir. ABD “imparatorlu­ğu” başlıca yüksek teknikli silah üs­tünlüğüne ve mali (dolar) egemenli­ğe dayanıyor. Bu egemenliğini sür­dürebilmesi için enerji kaynaklarını elinin altında tutabildiği, öte yandan “barışçıl ekonomik rekabetin hüküm sürüdüğü” değil, gerilimli-denetle- nebilir savaşların yaşandığı bir dün­ya ABD çıkarlarından yanadır.

2

Page 5: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK-OCAK-ŞU BAT C J O İ

ABD’nin silah harcamaları, kendin­den sonra gelen gelişmiş on beş ül­kenin toplamından fazladır. Was­hington, “rekabeti” kendi üstün ol­duğu alanlara çekiyor. Bu alandaki rekabetin dünyayı büyük risklerin i­çine ittiği yeterince açıktır.

Irak’ın işgalinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra güç dengelerinde bazı kaymalardan söz etmek müm­kündür. Savaş başlangıcında AB ve ABD arasındaki ilişkiler oldukça ge­rilmiştir. Son günlerde ise ABD Fransa yakınlaşması ve hatta İran konusunda Almanya’nın yavaş yavaş Amerikan önerilerine yaklaşması na­sıl yorumlanabilir? AB, Atlantik’in öbür yakasındaki “dostunun” daha fazla hırpalanmasını göze alamıyor. Böyle bir gelişme kendi geleceği i­çin de belirsizlikler yaratır. Bir yan­dan, mevzi kaybeden Amerika’dan kendi çıkarları doğrultusunda daha fazla taviz alma umudu; öte yandan, Amerika’nın risk yaratacak ölçüde konum kaybını engellemek için, Irak savaşının başlangıcındaki ilişkilerde belli bir değişim vardır. Fakat bu de­ğişim, güç merkezleri arasındaki bit­

mek bilmeyen bilek güreşinin esas özelliğinde bir değişim anlamına gelmiyor.

Ortadoğu bölgesinde, Irak için­deki güçler dengesi bir yanıylabölgedeki dengeleri de yansıtmak­tadır. ABD, Kürt-Şii ittifakıyla ya­pacaklarının sınırına gelip dayan­dığı için, devreye eski Baasçıları- yani Sunnileri- sokmaya çalışmak­tadır. “Şii ekseni” aynı zamanda hem Rusya hem de Çin’le ilişkili­dir. Bölgede yakın gelecekte taşlar yeniden dizilecektir. Taşların yeni­den dizilmesinde kilit halka bilin­diği gibi İran’dır. İran’ı Amerikan çıkarlarına boyun eğen bir konuma getirmek mümkün müdür? ABD bu yolda hangi riskleri göze alabilir? Bölgedeki dengelerin yakın gele­cekte yeniden şekillenmesi yolun­da önemli gerilimlerin yaşanacağı çok açıktır. ABD, Irak’ın işgaliyle bölge için hedeflerine tam anla­mıyla ulaşamadı; üstelik her geçen gün hedefleri daha fazla riske gir­mektedir. “Amerikan çıkarları”nın mantığı gereği tersine gidişi dur­durmak gerekir. Böyle kritik bir

süreçte ABD, İran adımını atmadan önce güç hesaplarını yeniden dü­zenleme yolundadır. Sarkozi’nin savaşa bile destek vermesi bölge dengeleri açısından ABD için soru­nu fazlaca kolaylaştırmıyor. İngil­tere’nin yapamadığını Fransa’nın üstlenmesi hemen hemen imkânsızdır. ABD, bölgedeki tı­kanmasını aşmak için bir bakıma umutsuz çabalar içindedir. Filistin- İsrail anlaşmasını gündeme getir­mesi, bölgedeki gerilimi düşürme taktiğidir, ancak Hamas’ın tasfiye­sine dayandığı için yürüme şansı yoktur. Sonuç olarak ABD, bölge­de Irak’ın işgalini başlangıç olarak alırsak beş yıla yakın zamandır o­turtamadığı dengeleri-böyle sürüp gidemeyeceği için-yeniden kurma yolunda bir dönüm noktasına yak­laşıyor. Ve bu operasyonda kilit noktası İran’dır.

Bölge dengeleri ve Türkiye

Soğuk savaş yıllarında, kendisi bölge ülkesi olsa da, Türkiye’nin ro­lü Sovyetlere karşı bir NATO ülkesi

3

Page 6: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT

olmaktı. Dengeler altüst olunca Tür­kiye, istediği kadar AB yolunda ol­duğunu söylesin artık bölge dengele­ri içinde davranmakla yüz yüze gel­miştir. 91 Körfez savaşında Özal’ın kurduğu düşlerin yıkılması temelli bir gerçekliği ortaya koymuştur. Türkiye’nin ünlü stratejik önemi, ye­ni koşullarda hala ne ölçüde geçer- liydi? Türkiye, Sovyetlerin yıkılışı­nın ilk artçı etkileri çok canlıyken, a­teş çemberinin içinde -Balkanlar, Merkez Asya ve Ortadoğu-büyük bir role sahip olabileceğini düşündü. Ancak bu ateş çemberinin her köşe­sinin bir egemeni vardı ve Türki­ye’ye bu yolda önemli bir rol düşme­di. Balkanlar’daki ateş yatıştı, Mer­kez Asya’da ABD etkisi hızla gerile­di. Ortadoğu’da ise ateş hala yanıyor ve bu yangın artacağa da benziyor.

Eğer Irak’ın işgali Bush yöneti­minin beklediği gibi gerçekleşseydi, bugün Türkiye’nin stratejik önemi diye bir kavram çoktan rafa kalkmış olacaktı. Şu çok açık bir gerçekliktir, ABD, Irak’ta ne ölçüde batağa sapla­nırsa Türkiye’nin stratejik önemi de o ölçüde yeniden yükselmektedir. Ancak bu yükselişin ABD çıkarla­rıyla bağlantısı ters yönlüdür. Irak batağında sıkıştığı için ABD, 2005 yılı sonundan beri “tezkere kazasını” unuttuk demektedir. Bunun henüz

somut bir karşılığı olmasa da, bu yaklaşımın anlamı yeterince açıktır.

Türkiye’nin bölgedeki konumu­na artık eski denklemlerden bakma­nın bir anlamı yoktur. Yeni Dünya Düzeni’nin getirdiği iki temel farklı­lık çok önemlidir. Bölgede ABD çı­karlarıyla Türkiye’nin çıkarları ö­nemli noktalarda çatışmaktadır. İkin­cisi, Yeni Dünya Düzeni Bush’un özlediği gibi tek kutuplu değil, Pu- tin’in dediği gibi çok kutuplu şekil­lenmektedir. Bu iki önemli gerçeklik nedeniyle ikinci dünya savaşı sonra­sı Türkiye dış politikasında ilk kez farklı bir zemin şekillenmektedir. Türkiye bölgede kendi ağırlığına gö­re bir rol oynamaya soyunmaktadır. Türk dış politikası açısından soğuk savaş yıllarının alışkanlıklarının dı­şına bu çıkış ne kolay ne de gönüllü olarak istediği bir şeydir. Dünyanın ve bölgenin koşullarındaki radikal değişimler böyle sonuçlar yaratmak­tadır. Bu değişim devlet katlarında önemli sancı ve tartışmalar üretmek­tedir.

90 sonrası yıllara baktığımızda, ilk yıllar Özal’ın Amerika’nın bir dediğini iki etmeden politika yapma yıllarıydı. Böylece Türkiye’ye Mer­kez Asya’dan Çin Seddi’ne kadar bir yol açılacağını umuyordu. Bu bek­

lentilerin sonu büyük düş kırıklıkları oldu. Ardından Kürt hareketiyle sü­rüp giden savaş nedeniyle Türki­ye’nin bir on yıl içine kapandığı bir dönem geldi. Bu yıllar aynı zamanda bölgede ABD ile sorunların birikme­ye başladığı yıllar oldu. Bu biriki­min patlama noktası Irak’ın işgali sı­rasında yaşananlar olmuştur. Soğuk savaşın sona erişinden beri Türk devleti ilk kez kendini Irak’ın işga­linden sonra alışıldık dış politika ka­lıplarının dışına çıkmaya zorlanan bir konumda bulmuştur. Sık sık dev­let katlarında ve politikacılar arasın­da tartışma konusu olan “Türki­ye’nin bir Irak politikası olup olma­dığı” sorunu aslında bu köklü dış po­litika değişimine zorlanmanın sonu­cudur.

Bugün Türk egemenleri katında sınırları katılaşmamış olsa da iki farklı stratejiden söz etmek müm­kündür. Ulusal ve neoliberal strateji olarak adlandırılabilecek bu strateji­lerin temel ayrılık noktası birincisi­nin askeri güce ağırlık vererek böl­geye müdahale etmeyi hedeflemesi, neoliberal stratejinin ise ekonomik yönelimlerle etki alanını arttırmaya dayanıyor olmasıdır.

Gelinen son noktaWashington’da PKK odaklı

yürütülen pazarlıkların geniş bir arka planı olduğu biliniyor. Gü­neydeki Kürt Federe yönetimin­den İran ve Suriye’ye karşı alı­nacak tavra kadar uzanan alan, ABD çıkarları açısından büyük önem taşıyor. Bu noktalarda ABD ve Türkiye’nin çıkarları çatışmaktadır. Kürdistan’ın a­dım adım doğuşunu sadece eli kolu bağlı izliyor konumunda kalmak Türk devleti açısından katlanılamaz noktalara gelmiş­tir. Türk devletinin bölgedeki dengeleri değiştirmeye gücü yetmeyeceği için, asgari taktik hedefi güneydeki Kürt Federe yönetimini istikrarsızlaştırmak, iradesini kırmaktır. “PKK soru­nu”, Türk devleti için artık, pa­zarlıkta böyle bir kapsam için­dedir. Kürt Federe Yönetimin i-

4

Page 7: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

radesi bir biçimde kırılmalıdır, yarın Kerkük sorunu geldiğinde benzer bi­lek güreşi yeniden başlayacaktır.

Türk devleti için bölgede kendi çıkarlarını korumak açısından ABD ile pazarlık yapabileceği belki de en uygun zaman aralığı yaşadığımız günlerdir. Irak’ta yeterince bunalan ABD, Kürt-Şi-i ittifakıyla belli bir tıkanma noktası­na gelmiştir; öte yandan İran’a yöne­lik bir hazırlık içindeyken güçlerin dizilişini yeniden düzenlemek zo­rundadır. Bu koşullar Türk devleti i­çin uygun pazarlık ortamını yaratı­yor.

PKK açısından dengelere bakıl­dığında, 1999’daki strateji değişikli­ğinden beri yeni bir mevzi kazana­madığı gibi sinsi, yavaş bir erozyon sürecine girmiştir. Irak’ın işgali PKK’ye de bir soluk aldırtsa da, böl­gede Kürt sorununda yetki ve etki gücü Barzani’ye geçmiştir. Etkisiz­leşmeye karşı PKK, stratejisini değiştirmese de, zaman zaman ça­tışmaları yükselte­rek konum kaybı­nı engellemeye çalışmaktadır. 2000 yılı sonrası sü­reçte bunu iki kez etkili biçimde yapmıştır. İlki 2005 Ekim başında AB görüşmelerine başlanmadan ön­ce çatışmalar ve buna bağlı olarak linçler yükselmiş, ortalık göz gözü görmek hale gelmiştir. Taktik amaç, Kürt sorununda Türkiye’nin üzerin­deki baskıları AB görüşmeleri sıra­sında arttırmaktır. Bu süreçte benzer taktik, 2007 seçimleri sırasında ye­niden uygulanmıştır. Seçim sonuçla­rındaki kayıp ve hükümetin PKK’yi siyasal ve ideolojik yollardan tasfiye hazırlıkları açığa çıkınca seçimler­den bir müddet sonra PKK eylemli­likleri yeniden yükselmiştir. Bu ey­lemlerin, motive edilmiş medya ma­rifetiyle toplumda bir “şok” etkisi yaratması sağlanmıştır. Olaylar bu­günkü noktaya gelmiştir. PKK’nin, sonuçta kendi tasfiye riskini doğura­cak bir taktik uygulamayı neden ter­cih ettiği akıllara gelen bir sorudur. Elbette PKK’nin böyle bir tercihi o­

lamaz. AKP’nin seçim zaferinden al­dığı güçle kendi yöntemleriyle Kürt Hareketi’ni eritme hazırlıklarına karşı bir uyarı anlamını taşıyan PKK’nin taktikleri, Türk devletinin büyük boyutlu bir karşı tasfiye takti­ği ile karşılık buldu.

SonuçWashington pazarlıklarında, o­

perasyona ve PKK’nin (nasıl ger­çekleşeceği belli olmayan) tasfiye­sine karşılık güneydeki yönetimin tanınması konusunda mutabakata varıldığı sık sık yapılan yorumlar­dandır. Böyle bir mutabakatın sağ­lanması olayın karakteri gereği mümkün değildir. İki nedenle: ABD ve Kürt yönetimi PKK’nin tasfiyesini gerçekleştiremez. Öte yandan, bölge dengeleri ve denge­lerin hassaslığı dikkate alındığında Türk devleti bir tek “PKK kartına”, Kürdistan’ın tanınmasına evet di­yemez. İlk işaretler, bir uzlaşma

görüntüsü verse de bu konuda sa­dece bir başlangıçtan söz edilebilir. Doğmakta olan Kürdistan üzerinde ABD ile Türk devleti arasındaki bilek güreşi devam edecektir.

Fakat diğer yandan, PKK soru­nunda yeni bir döneme girildiğinin önemli işaretleri vardır. Askeri uy­gulamalar bir kez daha yapıldıktan sonra, bu sorun konusunda Türk devleti üzerinde hem uluslar arası, hem iç politik baskı artacaktır. Ye­ni aşamaya: siyasal, kültürel ve e­konomik uygulamaların daha fazla ağırlık kazanacağı bir aşamaya ge­çilme olasılığı artmaktadır. Ancak yine medyada sık sık söylendiği gi­bi bu konuda “büyük bir plan” ol­duğu tam bir uydurmadır. Böyle bir plan yoktur, yine el yordamıyla yü- rünecektir. Ortaya uygulanabilir plan çıkması için tarafların görü­şüp bir noktada uzlaşması gerekti­ği çok açıktır. Taraflardan kastı­

mız, ulusal ve neoliberal strateji sahipleri-derin devlet ve sivil ikti­dar- ve Kürt Hareketi’dir. İki ege­men zümre Kürt sorununda aynı zeminde durmuyor. Ayrıca her ikisi de gerçek muhatap olan Kürt Hare­keti’ni yok saymakta hemfikirdir­ler. Yani her zaman yapıldığı gibi Kürt Hareketi’nin iradesi “plan dı­şı” tutulmaktadır. Üstelik DTP’nin kapatılması süreci açılarak, politik alanda devletin “kendi Kürtlerini” sahaya sürme çalışmalarına giriş­mesi, sadece yolu tıkayan etkiler yaratabilir.

Kürt hareketi kritik bir sürece giriyor. Taraflar kritik bir dönüm noktasına doğru ilerliyor. Türk devleti çıtayı bu kadar yükselttik­ten sonra, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir. Yoksa kendi deyim­leriyle “tüm caydırıcılıklarını” kaybederler. ABD, oyalama taktik­lerinin bir tıkanma noktasına geldi­

ğini gördü. Böl­

“gönlünü hoş etmesi” mümkün de­ğil. Türk devletiyle yapılan pazar­lıkların taraflar açısından etkin so­nuçlara varmadığı anlaşılıyor. Türk devletine operasyon yolunu açıp, sonra da “bu hakkını kullandın” di­yerek, siyasal alana zorlamaların yapılması büyük bir olasılıktır. ABD’nin Türkiye’yi bölge strate­jik hedeflerine yaklaştırma ama­cından vazgeçmeyeceği kesindir. Bu hedefe hangi yollardan ilerle­yeceğini bilemeyiz, ancak gerilimi çok yüksek bir yol olduğu açıktır.

Kürt Hareketi’nin tasfiye edil­mesi yolunda çığlıklar her yandan yükselmektedir. Bu kritik süreçte bazı mevzi kayıpları yaşanabilir; ancak bu zorlu süreçten en az ka­yıpla çıkılabilirse, zayıflayan de­mokrasi mücadelesi önemli bir güç kazanacaktır. 30.11.07

İki egemen zümre Kürt sorununda aynı zeminde durmu­yor. Ayrıca her ikisi de gerçek muhatap olan Kürt Hareke- ti'ni yok saymakta hemfikirdirler. Yani her zaman yapıldığı

gibi Kürt Hareketi'nin iradesi "plan dışı" tutulmaktadır.

gedeki tıkanmayı aşmak için güçle­rin yeniden dü­zen lenm esinde bazı adımlar at­maya zorlanıyor ve hazırlanıyor.

Ancak bunu yaparken herkesin

5

Page 8: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

YAŞADIĞIMIZ KRİZ VE

ÇIKIŞ YDLÜ

M. Yılmazer

Hareketimiz bu yılın başlarında önemli bir krizin içine girdi. Bu kriz sırasında hem kadro kaybına uğradı, hem de maddi imkânlarını kaybetti. Ancak bunlardan çok daha önemlisi krizin yaşanma sürecinin özellikle­rinden dolayı büyük bir moral kayba uğradı. Son krizin tarihimizde yaşa­nan en derin kriz olduğunu tespit et­mek zorundayız. Olay bir kaç soysu­zun inanılmaz entrikalarla yapıdan ayrılmasından ibaret değildir. Kriz, hareketimiz için kendi durumunu görmede insafsız bir ayna rolü oyna­mıştır. Bugüne kadar “işlerin bir bi­çimde yürüdüğünü” sanarak, alınma­sı gereken tedbirleri sürekli erteleye­rek geldiğimiz noktada, yaşanan o­layların niteliğinden dolayı her üye kendisine “gerçekten bir örgüt olup olmadığımızı” sormak zorunda kal­mıştır. Yaşanan olayların niteliğine bakarsak, aslında pek çoğu hiç de a­niden ortaya çıkan sürprizler değil­dir. Tüm yaşananlar kör göze batar- casına “geliyorum” diyerek patlak vermiştir. Bu gerçeklikten dolayı ya­şadığımız kriz çok derin ve yıkıcı köklere sahiptir. Gidenlerin gücü ve etkisi açısından değil, onlara bu or­tamı sağlayan deforme olmuş örgüt yapısı ve erozyona uğramış örgüt bilincinden dolayıdır. Bu nedenle, kriz, gidenlerin düzen içine savrul­masıyla bitmiş değildir. Krizin ger­çek kökleri hareketin yapısından kaynaklandığı için onu aşma ve etki­

lerini süpürme kavgası devam edi­yor. Bu süreç çok iyi yönetilmediği takdirde yıllardır içimizde taşıdığı­mız ve hatta hareketin tüm damarla­rına sızmış olan zehir, yapıyı sık sık bitkin düşürebilir. Böyle hatalar yap­ma lüksümüz artık yoktur, bundan sonra krizi tetikleyen hataların tek­rarı harekette düzeltilmesi imkânsız büyük yıkımlara yok açar ve tasfi­yeyle yüz yüze getirir. Hareketimiz düzlükte değil uçurumun kenarında yürüyor. Aslında politikada taktik zenginlik kazanmak ve sıçramalı bü­yüyebilmek için zaman zaman uçu­rumun kenarında yürümeyi bilmek ve göze almak gereklidir. Ancak şu anda yaşadığımızın bununla hiçbir ilgisi yoktur. Hareket önüne koydu­ğu görevleri yerine getiremediği i­çin, düzenin güçlü anaforu ve kendi zaaflarının büyümesiyle tüm yapı­sıyla uçurumun kenarına itilmiştir.

-I

Yaşanan krizin tarihsel kökleri ve krizi tetikleyen

esas nedenBildiğimiz gibi 96 krizinde hare­

ketten kopma sırasında keskin çığ­lıklar atsalar da, liberal bir kanat or­taya çıkmıştır. Kopanların nasıl bir liberal yolculuk yaptıklarını ve hala bu yolda yürümeye devam ettiklerini

biliyoruz. Bu siyasal zemin yapıya gökten inmemiş, onun içinden doğup gelişmiş ve bir kopmayla sonuçlan­mıştır. Düzenin 12 Eylül sonrası sol liberalizmi sürekli körüklediği bili­niyor. Hareket içinden böyle bir si­yasal zeminin şekillenip çıkması sü­recinde önemli tartışmalar yaşanmış­tır. Bu tartışmalardan, dünya ve Tür­kiye’deki temelli altüstlüklerin de yaşanmasıyla, ortaya yeni bir strate­jik hat çıkmıştır. Bir kesim sol libe­ralizme yelkenlerini açarken hareke­timiz bu dönemde Üçüncü Dönem stratejisini inşa etmiştir. Bu kopma, sadece hareketimizin sınırları içinde yaşanan bir siyasal farklılaşma de­ğil, aynı zamanda bir mücadele dö­neminin tarihsel olarak temel yönle­riyle kapanmasından ortaya çıkan köklü özellikler taşıyan bir kopmay­dı. Bir yanda düzenin tüm devrimci hareketi sürüklediği liberal alan, di­ğer yanda eski, ömrünü doldurmuş stratejik duruşlar ve mücadele bi­çimleri iki büyük engel olarak önü­müzde durmaktaydı. Hareketimiz bu kuşatmadan yeni bir stratejik yöne­liş, buna bağlı ana taktikler ve örgüt­sel yenilenme ile çıkma çabası içine girmiştir. 96 sonrası mücadelenin ni­teliği esas olarak burada yatmakta­dır.

Olaya bugünkü durumumuzdan bakarak bir gerçekliği eğip bükme­den görmek gerekiyor: Bu güçlü ku-

6

Page 9: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

şatmadan düşünce alanında (stratejik planlama) belli öl­çülerde sıyrılmamıza rağmen bunun pratik temellerini sağ­lamlaştırmada başarısız kal­dığımızı görüyoruz. On yıl önceki çıkış noktamızdan bu­güne baktığımızda ortada a­çık bir siyasal yenilgi vardır. Yaşadığımız krizin temeli ve derinliği bu açık yenilgide yatmaktadır. Stratejik hedef­lere ve bunun günlük politi­kamızdaki karşılığı ana tak­tik ve örgütsel görevlere bir türlü kilitlenemeyiş, çeşitli yönlerden bu hedeflerin aşın- dırılması, sonunda harekette bir kriz yaşanmaksızın aşıla­mayacak bir bozulma yarat­mıştır.

Tam bu noktada tüm kad­roların aklına haklı olarak şu soru gelecektir, daha doğrusu bu so­ru kafalardan neredeyse son on yıl­dır, özelikle 98 sonrası hiç silinme­miştir: “Üçüncü dönem stratejisi ha­talı mıdır?” Veya bir başka biçimde sorulursa: “Üçüncü dönem stratejisi uygulanamaz mıdır?” Türkiye dev­rim tarihine baktığımızda, TKP’nin 1920’li yıllarda ortaya koyduğu “de­mokratik devrim” ve bunun uygula­ma yolu “topyekûn halk ayaklanma­sı” hareketimizin savunduğu bir strateji olarak 1980’li yılların sonla­rına kadar gelmiştir. Hikmet Kıvıl­cımlı, devrimci hareket 1960’lı yıl­larda strateji tartışmaları yaparken bu tartışmalara “stratejinin var oldu- ğu”nu savunarak katılmış ve düşün­celerini “Halk Savaşının Planları” kitabında toplamıştır. Stratejinin ye­nilenmesi sınıfsal konumlanmada yapısal ve köklü değişimleri gerekti­rir. Dünya ve Türkiye ölçüsünde 1990’lı yıllarda böyle köklü deği­şimler yaşanmıştır. Bir yandan sos­yalizmin yıkılışı ile dünya güçler dengesi altüst olmuş, öte yandan ka­pitalizm 1970’li yılların ortalarından itibaren yapısal değişime girmiş, bu süreç 1990’lı yıllarda artık sınıflar mücadelesini etkileyecek olgunluk noktasına gelmiştir. Program hedef­leri anlamında demokratik devrim

stratejimiz ana hatlarıyla geçerliliği­ni koruyor, ancak onun uygulama yolu, topyekûn halk ayaklanmasın­dan “uzun süreli ikili iktidar müca­delesi” yönünde değişmiştir. Yaşadı­ğımız on yılda bu köklü değişimi ge­çersiz kılacak yönde bir gelişme ol­mamıştır. Stratejimizi şekillendiren ortam aynıdır.

Kürt Hareketi’nin girdiği strate­jik dönüşün stratejimiz üzerindeki etkileri abartılarak hatalı sonuçlar çıkartılabilir. Bu dönüş stratejimiz ü­zerinde köklü bir değişimi gerektir­mez, Kürt Hareketi’yle ittifak ilişki­lerimizin yapısında değişime yol a­çar. Kürt Hareketi düzenle bütünleş­me yolunda adımlarını derinleştirdi­ği ölçüde, stratejik ittifak ilişkimiz bu yönelişi benimsemeyen Kürt halk güçlerine yönelir.

Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren stratejimizin uygulan­masındaki köklü hatalarımızdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yarat­mada başarısız olduk. Özellikle he­deflerimize bizi taşıyacak bir örgü­tün yaratılmasında affedilmez hata­lar yaptık. Nasıl 90 öncesinin strate­jik yönelişi kendine özgü bir örgüt yapısını gerekli kıldıysa, 90 sonrası­

nın stratejik yönelişi de kendine öz­gü yeni bir örgütsel yapılanmayı ge­rekli kılıyordu. Bugünden baktığı­mızda bunun çok uzağında olduğu­muzu acı acı görüyoruz.

Bu acı ve yıpratıcı hikâye nasıl başladı? Esas olarak ilk hazırlık sü­reci sonrasında 1998’de yaşadığımız operasyonla! 98 sonrası üç yıl içinde hareketimiz hedeflerine oranla bü­yük bir kırılma yaşamıştır. Bu kırıl­ma 1999’da Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş ve devletin 2000 yı­lında cezaevlerine yaptığı büyük o­perasyon ile iyice derinleşmiştir. Kurşun yarasında olduğu gibi siya­sette de ani değişimlerin etkisi za­manla, ancak çok güçlü ve inatçı bir şekilde ortaya çıkar. Bu dönemde merkezde yaşanan “irade dağılımı” bu gerçekliğin üzerimizdeki etkisin­den başka bir şey değildi. Yapı, düş­manın ağır kuşatması ve kendi ö­nemli zaaflarıyla boğuşarak bu sü­reçten 2001 sonrası çıkmaya çalıştı. Bazı adımlar atıldı. Stratejimizin uy­gulamasında kimi gelişmeler sağlan­dı, ancak dönem önceliklerine yo­ğunlaşmada gösterilen büyük zaaf­lardan dolayı, kendimizi kısa bir sü­re sonra tıkanma ve kendini tekrarla­yan bir pratik içinde bulduk. Kent­lerde özgür alanlar yaratma adımı-

7

Page 10: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK'OCAK'ŞUBAT

Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren stratejimizin uygulan­masındaki köklü hataları mı zdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yaratmada başarısız olduk. Özellikle

hedeflerimize bizi taşıyacak bir örgütün yaratılmasında affedilmez hatalar yaptık. Nasıl 90 öncesinin stratejik yönelişi kendine özgü bir örgüt yapısını gerekli kıldıysa, 90 sonrasının stratejik yönelişi de kendine özgü yeni bir örgütsel yapılanmayı gerekli kılıyordu.

mızda “üçayak”tan ikisi: ekonomi ve zor hâlâ boştu. Tıkanmanın esas nedenleri de burada yatar. Bir nokta­da aracınız patinaj yapmaya başla­dıysa yoldan şikâyet etmeye hakkı­nız yoktur. Donanımınızı güçlendir­mek zorundasınızdır. Hareketimiz bunu yapamadı. Tekrar tekrar “yol”un durumunu tartışmak gibi büyük bir zaafa düştü. Bir siyasal yapıda objektif ortamdaki değişimin etkisi kendisini doğrudan ve çıplak bir şekilde göstermez. PKK’nin stra­tejik dönüşü sonrasında veya 2000 cezaevi baskınları ertesinde hareke­timizde doğrudan ve açık şekilde fe­laket tellallığı yapan olmadı. Ancak örgütün davranışlarına ve işleyişine biraz derinden bakıldığında nasıl ör­güt bilincinin ve pek çok mekaniz­manın erozyona uğradığını görmek mümkündü. Hatta bunlar belli ölçü­lerde görülmüştür de! Ancak çözüm

yönünde enerji yaratılamamış, zaten zayıf olan örgüt iradesi pek çok çe­kiştirmeyle dağılışa uğramıştır.

98 kırılmasıyla birlikte yaşanan üç yıllık merkezi iradenin aşırı da­ğılması sürecinin ardından yeniden kendimizi 2001 sonrası hedeflere ki­litleme çabaları sırasında, sürekli o­larak ana taktik hedeflerden kayma­lar yaşarken bulduk. Hareketimiz za­man zaman döneme uygun taktik atı- lımlar yapsa da, sonuçta politika ya­pış tarzımız demir tozlarının bir mıknatıs kutbunun çekim alanından kurtulamaması gibi, hedeflerden git­tikçe koparak günlük pratik içinde kendini tekrar etmeye başlamıştır. Bu mıknatıs kutbu elbette düzenin devrimci hareketi zorladığı liberal­leşme alanıydı. Ancak sadece bu ka­dar değil. Bu etki, aynı zamanda ya­pı içinde kendini, merkezi iradenin

bir türlü görevleri yürüte­cek yoğunluğa ulaşamama­sı olarak göstermiştir. Ha­reket, politika yapış tarzıy­la o ölçüde hedeflerinden uzaklaşmış ve deforme ol­muştur ki, 2007 değerlen­dirmesi öncesi en önemse­diğimiz alanlara aktarıla­cak kadro adayı bulunamaz hale gelmiştir. Bir krize doğru gittiğimizin belki de en çarpıcı kanıtlarından bi­risi bu gerçekliğimiz ol­muştur. Yeni stratejik yö­nelişimiz doğrultusunda 96 sonrası yapılan on yıllık pratik sonrası, stratejinin en önemli alanına hareketi­miz kadro aktaramaz duru­ma gelmiştir. Hedeflere ki­litlenmeden gündelik poli­tikayla yetinmenin, bu tarz politika yapmanın en ağır bedeli yapının moral doku­sunda büyük bir aşınma ol­muştur. Hareketimiz libe­ralleşmenin sınırlarına ka­dar gelip dayanmıştır.

2007 krizinin tarihi­mizdeki yerini daha iyi kavrayabilmek için onun 96 krizi ile karşılaştırılma­sı gerekir. Ancak 96 krizi

söz konusu olunca değerlendirme hatalarına düşmemek için bu krizin tarihimizdeki özgün yerine baştan vurgu yapmak gerekiyor. 96 krizi ha­reketin yaşadığı diğer tüm krizlerden önemli bir farklılık taşır. 90’lı yıllar, dünyada ve Türkiye’de köklü deği­şimlerin gerçekleştiği ve bu deği­şimlerin kendini devrimci bir siyasal hareketin önüne kaçınılmaz strateji değişimi olarak dayattığı yıllardı. Harekette yaşanan krize siyasal çö­züm yolları ararken, aynı zamanda bu köklü değişimlerin dayattığı ide­olojik, politik ve örgütsel görevlerle de karşı karşıyaydık. Bu kapsamda “yeni” tespitler yapmak ve uygula­mak göreviyle yükümlüydük. Oysa daha önce yaşanan 78 krizi ve 84 o­perasyonu sonrası yaşanan örgütsel dağılmaya çözüm yolları ararken, hareketin önünde stratejik yenilen­

8

Page 11: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

meyi dayatan bir değişim olmadığı i­çin bu çözümlemeler taktik ve örgüt­sel seviyelerde kalmıştır. 78 krizi ve 84 operasyonu hareketin taktik ve ö­zellikle örgütsel zaaflarını açığa vur­du ve çözümlemeler de doğal olarak bu kapsamda yapıldı. 96 krizinde ise çok köklü değişimlerle yüz yüze ol­duğumuz için topyekûn bir yenilen­me ile karşı karşıya kaldık.

2007 krizi 96 krizinden çok, da­ha önce yaşanan 78 ve 84 krizlerinin niteliğindedir. Strateji değişimini zo­runlu kılan 90’lı yıllarda yaşanan de­ğişimler esas olarak aynı kaldığı i­çin, 2007 krizinden çıkış için taktik ve örgütsel boşlukların giderilmesi­ne odaklanılmalıdır. Bu temel farklı­lık dışında 96 ve 2007 krizinin diğer önemli farklılıklarını da kavramak gerekiyor.

Politik ortam açısından, 96 krizi sırasında devrimci ortam bugünkü i­le kıyaslanmayacak ölçüde daha canlıydı. Kürt özgürlük savaşı de­vam ediyordu. Devrimci Hareket ise 96 ölüm oruçları ve 1 Mayıs’ın canlı gerilimi içindeydi. Bugün Kürt Ha­reketi 99 stratejik değişimi yönünde derinleşiyor. Elbette Irak’a operas­yon gibi gelişmeler mevcut ortamda bazı değişimlere yol açabilir. Ancak bunların Kürt Hareketi’nde farklı yönde bir stratejik değişim yaratıp yaratmayacağını bugünden kestir­mek oldukça zordur. 2000’li yıllarda devrimci hareket 96 ölçüsünde bir tempo kazanamadığı gibi, başlıca iki yönden tasfiyeye zorlanıyor. Bunlar bir yandan 12 Eylül’ün başlarından itibaren dayatılan liberalleşme, öte yandan son yıllarda körüklenen “u­lusal sol” yaratma çabalarıdır. Bu gelişmeler devrimci hareketin ve el­bette hareketimizin politika yapma alanını önemli ölçüde daraltmakta­dır. 96 ile karşılaştırırsak yaşadığı­mız kriz sırasında politik ortam çok daha aleyhimizde koşullara sahiptir. Bu anlamda bu krizden çıkış, politik ortamda belirgin bir değişim olmaz­sa öncekinden çok daha zorlu bir mücadeleyi gerektiriyor.

Hareketin konumu açısından, 96’da krizden çıkarken özellikle ye­

ni tespitler yapmanın örgüte verdiği özel bir motivasyon varken, bugün uygulama hatalarıyla yıpranmış bir strateji, ana taktikler ve en önemlisi deforme olmuş örgüt yapısının ya­rattığı bir moral düşüklük vardır. Her kadronun kafasında ister istemez bu krizden çıkışta “yeni neler söyleme­liyiz” sorusu şekilleniyor. 2007 kri­zinden çıkarken yeni söylemi strate­jik kurguda değil taktik ve örgütsel sorunlarda yaratmak zorundayız. Hareket yapısı 98 kırılmasında beri gelen adeta kronikleşmiş bir defor- masyonla aşırı ölçüde yıprandığı i­çin bu krizden çıkışta ana vurgunun örgüte yapılması kaçınılmazdır. Ha­reketimiz 2007’de 96 krizine oranla kadro yapısı ve bazı lojistik imkân­lar ve topyekûn moral seviyesi açı­sından çok geri noktalardadır. Bu gerçeklik krizden çıkışta çok zorlu bir mücadeleyi gerekli kılıyor.

Sonuç olarak, krizin tetikleyici nedeni stratejik hedeflerimizden u­zaklaşmada yatmaktadır. Devrimci Hareket açısından yaptığımız, strate- j ileri ve yaptıkları arasındaki açının gittikçe büyümesinden kaynaklanan “şizofrenik durum” tespitinden hare­ketimiz de çok uzakta değildir. 98 sonrası on yılda stratejik hedefleri­mizle politik pratiğimiz arasındaki açı gittikçe büyümüştür. Bunun be­delini derin bir krizle ödüyoruz.

-II-

Krizin politik ve örgütsel özellikleri98 yılından beri biriken sorunlar

başlıca iki sonuç yaratmıştır: Derin bir apolitikleşme ve gruplaşmalara kadar varan bir örgütsel deformas- yon! Bu temel sonuçları kavrayabil­mek ve bu zaaflarla kararlı bir müca­dele için hangi yapısal zaafların u­zun bir birikim sürecinde adeta ke­mikleştiğini tespit etmek gerekiyor.

1-Yerelleşme ve merkezi işleyi­şin en alt noktalara gerilemesi: Ye­relleşmenin hareketimizde özel bir tarihi vardır. 96 krizinden çıkarken hem stratejimizin gereği hem de ha­

rekette uğranılan büyük güç kaybın­dan dolayı yerel çalışmaya özel bir vurgu yapılmıştır. Bu vurgu o dönem için haklı nedenlere dayanıyordu. Ancak kritik dönemde yapılan bu vurgu daha sonraları hareketin genel özelliği haline gelmiştir. Bölge çalış­malarında giderek merkezi politika­lara karşı bir kayıtsızlık başlamış, her yerelin kendi “önceliği” merkezi uygulamaları engeller hale gelmiştir. Bu süreçte bölge çalışmalarının yö­netimi bir politik ve iradi merkez o­larak çalışmamış, adeta bir koordi­natör rolüyle yetinmiştir. Bu durum yapı ölçüsünde bir merkezi iradenin inşasında zamanla engel haline gel­meye başlamıştır. Ayrıca merkezi i­radedeki bitmek bilmeyen zaaflar ise yerelleşmenin katılaşmasında büyük bir rol oynamıştır.

2- Öne çıkmama, profesyonel bilinç ve ruh halinin kaybı: Hare­kette merkezi seviyede kadro kaybı 90 kongresi sonrası durdurulama- mış; merkezi seviyede yaşanan eri­me, hemen tüm kadrolarda görevlere yaklaşımda bir ihtiyat ve çekingen­lik yaratmıştır. Bu konuda siyasal ortamın üzerimizdeki etkilerine kar­şı, merkezden aşağıya kararlı bir mücadele yürütülemediği için görev­lere talip olmada tutukluk yaygınlaş­mış ve giderek profesyonel devrimci ruh hali yitirilmiş, mahalli işlerle ye­tinen bir örgüt yapısı oluşmuştur. Günümüzde kadro kazanımının ön­ceki dönemlere göre çok zorlaşması­nın esas nedeni politik ortamın özel­likleridir. Bunun tespitini çok önce­leri yaptık. Ancak bu tespitin gerek­lerini yapmadık. Sonuçta harekette öne çıkma, yani daha yüksek görev­lere talip olma, kadrolaşma bilinç ve mekanizmaları iyice yıprandı. Her­kes çevresindeki ortalama davranış­ları aşmak yerine uyum göstermek gibi olumsuz bir “yetenek” kazandı. Hareketin morali açısından büyük bir gerileme olan bu durumun en so­mut sonucu kadro kalite ve sayısında erimedir.

3- Otokritik mekanizmasında bozulma, kimsenin kimseyi görev­leri açısından eleştirmediği, kim-

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

9

Page 12: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

senin kimseye dokunmadığı Prag­matik uzlaşmacı bir ilişkiler ağı­nın yaygınlaşması: Harekette stra­tejik hedeflere yönelimde zaaflar yükseldikçe, eleştiri silahının özü büyük darbe almış, eleştirilerde gö­revlere yaklaşım mihenk taşı alınma­sı gerekirken, gidenlerin “mağdur” görüldüğü, görevler karşısında sız­lanmaların tepki görmeyip yatıştırıl- maya çalışıldığı, yeni kayıplarla kar­şılaşmamak kaygısıyla sürekli bir “kapsayıcı olma” “uzlaşma” tavrı, ö­zellikle merkez kadrolarında ve gi­derek tüm harekette genel bir davra­nış biçimi haline gelmiştir. Hareke­tin prensiplerine ve dönem görevle­rine yaklaşımdaki tutarsızlıklar ve sızlanmalar dikkate alınmadan “kap­sama” niyetiyle yapılan uzlaşmalar hiçbir olumlu politik sonuç yaratma­dığı gibi yapı tarihinde bugüne kadar yaşanmamış bir bozulma ortaya çı­kartmıştır. Kimi­leri, yapı içinde yıllar süren kendi grup örgütlenme­lerini yapabilmiş­tir. Bir devrimci örgütlenmede en önemli araç olan eleştiri silahı duy­gusal yaklaşımlar­la, alışkanlıkların verdiği körleştirici etkilerle canlılığını ve en önemlisi etkisini yitirmiştir.

4-Gruplaşma, dedikodu ve or­ganlar dışında soysuzlaşan bir iliş­ki ağının ortaya çıkması: Leninist bir harekette gruplaşma örgütsel bir suçtur. Hareketimizdeki gruplaşma sadece grup psikolojilerinin oluşma­sından ibaret kalmamış, gruplar ken­di iç hiyerarşilerini inşa etmiş, kendi disiplinlerini yaratmıştır. Bu konuda merkez yönetiminin hatası çok bü­yüktür. Olaylar gözler önünde geli­şirken ve uygun örgütsel müdahale­lerle gruplaşmaların içyapısı ortaya çıkartılabilecekken, her şey anlaşıl­maz bir “hoşgörü” ile oluruna bıra­kılmıştır. Grupların oluşmaya başla­ması hem gruplar arasında hem de kendi içlerinde organlar dışı bir “ha­berleşmeyi” ortaya çıkartmıştır. Bu “haberleşme” aslında tüzükte suç o­

lan “organlar dışında dedikodu ile soysuzlaşmaksan başka bir şey de­ğildi. Bu durum yapı içinde çok ağır bir hava yaratmış, neredeyse kimse­nin kimseye güveni kalmamıştır.

5-Güvenliğin iç haberleşmeyi kesintiye uğratacak ve bilinç kay­bını ortaya çıkartacak ölçüde a­bartılması: İçinde bulunduğumuz koşulların güvenliğe büyük bir dik­kat gösterilmesini gerektirdiğini ay­rıca tartışmaya gerek yoktur. Ancak bu konu öyle ele alınmıştır ki, 98 o­perasyonu sonrası bilgi akışını dur­duracak ölçüye varmış, sonrasında çeşitli düzelmeler olsa da bu sorun sürekli devam etmiştir. Sadece mer­kez yöneticileri arasında bir haber­leşme zaafı olarak kalmamış, hare­ketteki gelişmelerin kadrolara akta­rılmaması noktalarına kadar tırman­mıştır. Zaten yerelleşme ile merkezi yapısı büyük bir zaaf içinde olan ha­

reketimizde, bir de politik ve örgüt­sel bilgi ve bilinç aktarımı zaafa uğ­rayınca tek tek üyelerin, örgüt bilin­ci büyük bir erozyona uğramıştır. Bu kendini en çok kadrolar tarafından sürekli olarak dile getirilen “hareke­ti hissetmiyoruz” tepkisiyle göster­miştir.

6- Kendini tekrar: Politikada kendini tekrarın yaşamca verilen ce­zası erimedir. Politik koşulları elbet­te sadece sırf kendi gücümüzle de- ğiştiremeyiz. Bu anlamda taktik gi­dişlerde zaman zaman tıkanışa uğra­mak bir anlamda politikanın doğası gereğidir. Bu tıkanma anlarında ne­ler yapılabileceğini o zamanki ko­şullar belirler. Tıkanma momentle­rinde yeni taktiklere yönelmeden ye­ni örgütsel tedbirler almaya kadar u­zanan bir açı vardır. Hareketimiz ö­zellikle son dört yılda taktik ve ör­gütsel alanlarda tıkanmalar yaşama­

sına rağmen bunun gerektirdikleri yapılmamıştır.

7- Kendiliğindenlik: Politika saptama ile uygulama arasındaki ör­gütsel irade boşluğu, alınan politik kararların adeta sahipsiz kalması so­nucunu yaratmıştır. Politik saptama­ları belli bir ölçüde yapmamıza rağ­men, bunların pratiğe geçirilmesi yukarıda sayılan örgütsel zaaflardan dolayı etkin olmamış, harekete güç veren sonuçlar yaratmamıştır.

Bu zaaflarımız başlıca iki sonuç yaratmıştır: Apolitikleşme ve ör­gütsel deformasyon. Yaşanan kriz bunu en açık bir şekilde göstermiştir. Apolitikleşme başlıca iki kaynaktan beslenmiştir. Hareketteki yerelleşme merkezi politikalara ilgiyi en alt noktalara çekmiş, çoğu zaman mer­kezi politika uygulamalarının karşı­sına “bölgesel öncelikler” geçmiştir. Öte yandan, stratejik hedefler ve ana

taktik uygulama­lardan uzaklaşma hareketi gündelik politika yapmaya itmiş, bu da apoli- tikleşmeyi güçlen­dirmiştir. Hareketi hedeflerine taşı­mayan gündelik politika ve kendi­

ni tekrar, giderek kadrolarda yarattı­ğı bıkkınlık ile politikaya ilgiyi za­yıflatır. Kopanların yapısına baktığı­mızda da apolitikleşmeyi çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Ko­pan hiçbir parçanın net bir politik duruşu olmadığı gibi, “psikologlar” bunun en uç örneğini oluşturmuşlar­dır. 96 krizinde hatalı bulsak da ko­panların “meşru açılım” olarak özet­lenebilecek bir politik zemini vardı ve hala bu zeminde kendilerine göre politika yapmaktadırlar. Ayrıca ko­puş sırasında, açık siyasal mücadele yerine yaşanan inanılmaz entrikacı mantık ve davranışlar harekette ne ölçüde bir yozlaşma olduğunun en a­cı kanıtıdır.

Örgütsel deformasyonun vardığı nokta krizde kendini en çıplak bir bi­çimde ortaya koymuş, hareketin ade­ta bir gruplar toplamı haline geldiği

Sonuç olarak, son krizde yaşanan kopmalar, politik or­tamdaki bozulma ve çürümelerin çok tipik bir yansıması

olarak kendini ortaya koymuştur. Devrimci siyasetin büyük ölçüde zemin kaybetmesinin sonucu, ayrılık ve

kopmaların siyasal bir nitelik taşımak yerine bayağı ent­rikalara kadar düşmesi olmuştur.

10

Page 13: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK-OCAK- şu ba t qol

sarsıcı gerçeği hiçbir özür kabul et­meyecek ölçüde kadroların bilincine silinmeyecek derinlikte kazınmıştır. Bu gerçek artık bütün örtülerinden soyunmuş olsa da bunun olabilmesi için hareketimiz ne büyük bir bedel ödemiştir! Siyasette “saflık” ve “iyi niyet” olmaz. Bunun siyasetteki kar­şılığı “işi idare etmek”tir. Bunun tar­tışmasız bir oportünizm olduğu ise açıktır. Bu büyük siyasal günahın baş sorumlusu merkezdir. Post mo- dernizmin “çeşitli siyasal renklerin yan yana bulunması” görüşünü eleş­tirmiş olsak da, aynı hatayı yapı i­çinde tekrarlayınca ortaya oportü­

nizm batağına

nin hareketten kopuş sürecinde izle­diği yol aynıdır. Önce hareketin hata ve zaaflarından bol bol yakınma ve sızlanmalar, aynı zamanda hareketin normal organ kanalları dışında bit­mek bilmeyen bir dedikodu furyası ve giderek hareketin hataları üzerin­de tepinme, her şeyi değersizleştir- me kopuşun kısa hikâyesidir. Kişisel yaşamlarını bir an önce kurmak için, hareketin yok olmasını özleyen bu zavallılar kopma sırasında en iğrenç işbirliklerine girmekten çekinmedi­ler, Hareketin kadrolarına inanılmaz entrikalarla yaklaşıp tüm siyasal ah­lak sınırlarını aşan dedikodularla son rollerini oynamayı de­

nediler. H a - r e -

EMPERYALİST

tuklarını açıkça göstermiştir. 96 kri­zinin gösterdiği gibi, siyasal görüş­lerin açıkça dövüştürülmesinden ka­çanlar veya bundan kendileri açısın­dan yarar ummayanlar entrikaya sapmaktadır. 2007 krizinin hiçbir ak­törü açık siyasal mücadeleye gele­mediği için krize damgasını tümüyle bizantizm vurmuştur. Ancak bunlar gökten inmedi, içimizde yaşayıp şe­killendiler. Bu gerçeklik hareketin durumunu kavramada hiç unutulma­ması gereken temel derstir.

Kopmaların, siyasi bir nitelik ta­şımadığı için entrikacı yönlerini tari­he kayıt düşmek açısından özetleye- liııı.

İlk kopma, ha­reketin mali iş­

lerini yürüten

1 an­mak gibi çok sarsıcı ve acı bir gerçek çıkmıştır.Bu büyük bedelin altında e- zilınek ve bu gerçek karşı­sında sızlanmak elbette işi­miz değil. Ancak başlarda küçük görünen hataların birikip, bir de uygun ortamı bulduğunda nasıl dehşetli sonuçlar doğurduğunu silin­meyecek bir şekilde beyinlerimize kazımalıyız.

-III-

Kopanların niteliği üzerine

Kopanların niteliği üzerine dev­rimci ahlak sınırları içinde kalarak tespit yapmak bizi çok zorlasa da başka bir yol seçmek hareketimiz a­çısından mümkün değildir. Kopanla­rın en belirgin özelliği onların belir­gin bir siyasal zemine sahip olma­maları, siyasal olarak-sızlanma ve yaygara dışında-hiçbir açıklamada bulunmamalarıdır. Birbirlerinden farklı bazı özellikleri olsa da, hepsi­

_ K A R Ş r H __HALKLARIN DAYANIŞMASINI

ÖRELİM»

1«k e t i m i z * * a» son on yılda büyük zaaflarla inmelenmiştir. Ancak kopanlar bunlara karşı açık ve dürüst mücadele vermek yerine, ken­di fraksiyonlarında ürettikleri soy­suzca dedikodularla ortamı zehirle­mekten başka bir yol seçmemişler- dir. Bu tavırlar, hareketteki sorunla­rın bir kriz seviyesine yükselmesine neden olmuştur. Ancak olaylara bu­günden baktığımızda bu yaşananla­rın kaçınılmaz olduğu görülüyor. O kadar çok sorun, o kadar uzun süre çözümsüz olarak sürüncemede kaldı ki, ardından böyle bir zehirli ortamın doğması kaçınılmazdı. 78 krizi tü­müyle açık siyasal tartışmalar sevi­yesinde yaşanmıştır. 96 krizi de siya­sal tartışmalar zemininde yaşanmış, ancak tartışmalara entrikalar da ka­rışmıştır. 2007 krizinde ise entrika­dan başka bir şey yoktur. Bu durum, kopanların kalitesizliğini, devrimci siyaset yapış tarzından tümüyle kop­

bir e­kibin son derece seviyesiz açıkla­malarla ayrılmasıyla gerçekleşmiş­tir. Aynı zamanda gençlikten bir ke­sim de bunu bahane ederek ayrılmış­tır.

Mali işleri yürüten ekip, sahip oldukları hukuki ve teknik avantaj la- rı değerlendirerek hareketin mali de­ğerlerini “özelleştirme” yoluna çık­mıştır. Kopan gençlerle üstü örtülü yürüttükleri ilişkiye güvenerek hare­ketin mali değerlerine konmayı plan­layan bu ekip, hareketin baskısı so­nucu gençler devreden çekilince, bir yoldaşımızın imha edilmesi için bir mafya grubuna başvurmak alçaklığı­nı göstermiştir. Ulaşabildikleri çev­relerde “hareket dörde bölündü” de­dikodusunu yayarak, kendilerini de bir siyasi taraf olarak sunmaya çalış­maktadırlar. Ortada bir siyasi ayrılık yoktur, hareketin mali değerlerini yağmalayıp “yeni bir yaşam” kurma

11

Page 14: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

oyunu vardır.

İkinci kopma, gençlikten bir ke­simdir ve “özelleştirme çetesi”nin yarattığı kriz sırasında yaşanmıştır. Önce bu çeteye dolaylı yoldan des­teklerini sürdürmüşler ve sinsice bu çekişmenin sonucu beklemişlerdir. Hareketin baskısı sonucu sonunda çeteye verdikleri somut desteği çek­mişlerdir. Bu kesimle hareketin iliş­kisi sürekli sorunlu olmuştur. Uzun­ca zamandır yapı içinde bir grup ola­rak kalma yolunu seçmişler, kendile­rine gösterilen tüm iyi niyet ve tole­ransı istismar etmişlerdir. Daha son­ra “özelleştirme çetesi”ne dönüşecek ekiple yapı içi resmi haberleşme dı­şında sürekli ilişki kurmuşlar, onlar­la birlikte yapıda dedikodu ve spe­külasyonun kaynağı olmuşlardır. Bu kesimin de en temel özellikleri dedi­kodu ve grup psikolojisiyle davran­madır.

Üçüncü kopma, hareketimiz açı­sından oldukça ilginç özellikler taşı­maktadır. Bu kopmayı temsil eden kadro, hareketimizden neredeyse o­tuz yıl önce ayrılmış ve Kıvılcımlı­nın görüşlerini bir tarikat havasına

sokmuş olan bir kişiyle, uzun süredir ilişkide olmuştur. Onun görüşlerin­den etkilenmiş, ancak bunları yapı i­çinde açıkça dövüştürmek yerine sızlanmalarla ifade etmiştir. Kendi­sinden defalarca bu görüşlerini yazı­lı hale getirmesi ve açıkça uygun or­ganlarda tartıştırması istenmiştir. Bunu yapmamış, yapının gösterdiği bu toleransı, kendi hizip örgütlenme­sini yaparak istismar etmiştir. En son kopma sırasında bunlarla yapılan tartışmalar sırasında yapı içinde “bir koza gibi örgütlendiklerini” açıkça söylemiştir. Politikadan psikolojiye kayan bu kişiler, “kişilik parçalan­masını” en önemli sorun olarak gö­rüp, amaç “insanın mutluluğudur”, hedef “iyi insan yetiştirmektir” adı altında toplumsal çürümenin insan­larımız üzerinde yarattığı derin tah­ribatla siyasi olarak mücadele etmek yerine bunu meşrulaştırma yoluna çıkmıştır. Bu grubun yapı dışındaki perde arkası şefi, daha otuz yıl önce bildiri dağıtmayı bile “anarşizm” o­larak görmüş ve siyasetten çoktan beri kopmuş, kendini psikolojik tah­lillere vermiştir. “Kişilik parçalan­ması” adı altında toplumsal çürüme­

nin yarattığı yozlaşmaları meşrulaş­tıran, mücadele yerine şarlatanca psikolojik seansları öne çıkartan, re­zilleşen kişisel yaşamları “kişilik parçalanması” adı altında hoş gör­meyi benimseyen bu kesimin kop­ması da bir siyasi nitelik taşımıyor. Yaşanan bir siyasi ayrılık değil, doğ­rudan siyasetten kopmadır. Şimdi “yorgunluğun ideolojisini” yaratma­ya çalışıyorlar.

Sonuç olarak, son krizde yaşa­nan kopmalar, politik ortamdaki bo­zulma ve çürümelerin çok tipik bir yansıması olarak kendini ortaya koy­muştur. Devrimci siyasetin büyük ölçüde zemin kaybetmesinin sonucu, ayrılık ve kopmaların siyasal bir ni­telik taşımak yerine bayağı entrika­lara kadar düşmesi olmuştur.

Sol siyasal ortama baktığımızda hareketimizin bir kriz yaşamasının tekil bir olay olmadığı görülebilir. Çeşitli siyasal yapılarda farklı özel­likler taşısa da krizler yaşanmakta­dır. Ancak görünüşteki farklılıkların biraz derinine inilince bir temel or­tak özellik ortaya çıkıyor. Nitelikleri ne olursa olsun, genel sol zemindeki

12

Page 15: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

siyasetler bir tıkanma içine girmiş­lerdir. Devrimci Hareket, 12 Eylül sonrası süreçte sürekli bir şekilde li­beralleşmeye zorlanmıştır. Bu yönde büyük kaymaların yaşandığı bilini­yor. Ancak düzen tarafından besle­nen liberal politika zemini de bu yıl­lar içinde genişlememiş, tersine on­lar da kısırlaşmış, son olarak yeni bir krizin içine girmişlerdir. Öte yandan, son beş altı yıldır “bölücü teröre” karşı yükseltilen şovenizm dalgası sonunda sol içinde de etkisini bul­muş ve ortaya “ulusal bir sol” çık­mıştır. Politika ve taktiklerinde se­çim öncesinin “cumhuriyet mitingle- ri”ndeki parolalarla üst üste düşmüş­lerdir. Ancak en geniş anlamında u­lusal sol da göze batan bir genişleme zemini bulamamıştır. Devrimci hare­ket ise, hem bu iki kıskacın -liberal ve ulusal- arasında kalarak siyaset a­lanının daralması sorunuyla karşılaş­mış, hem de ken­disi dönemi ku­caklayan taktik ve politikalar izleye­mediği gibi, ken­dini yığınlardan kopartan tekrar­larla çürüme işa­retleri göstermeye başlamıştır.

Devrimci Hareket günümüzde, dünyada 90’larda sosyalist sistemin çökmesiyle, ülkemizde ise 1999’da Kürt Hareketi’nin stratejik dönüşü ve 2000 yılı cezaevi baskınlarının sonucuyla ne ölçüde büyük ideolo­jik, siyasal ve örgütsel kırılmalar ya­şandığının ve bunların derin etkileri­ni ne ölçüde kavradığının sınavıyla yüz yüzedir. Bu yaşananlar ne ölçü­de sığ kavrandıysa, ne kadar hafife alındıysa bugün yaşanan kriz o ölçü­de derin olacaktır. Kavramaktan kas­tımız, sadece literatür olarak yazıp, bazı tespitler yapmak değil, bunların gerekleri doğrultusunda sonuç üre­ten pratik adımlar atmış olmaktır. Devrimci Hareket, en azından son on yıldır, bunları yapmamakla kalmadı, kendini gelecek hedeflerinden yok­sun umutsuzca günlük politikanın a­kıntısına bıraktı. Artık oyalanma ve tekrarların sonuna gelinmiştir. Hare­

ketimiz, sadece kendisinin değil, Devrimci Hareket’in genel bir kri­ziyle karşı karşıya olduğumuzun bi­lincinde olmalıdır. Bu durum kriz­den çıkış görevlerimizi daha fazla a­ğırlaştırmaktadır.

-IV-

Krizden çıkış yollarıHareketimiz bir “toparlanma ve

güç biriktirme” dönemini yaşamak zorundadır. Maddi ve moral olarak güç kaybettik. Krizin niteliği, yani a­politik zeminde dedikodu ve entrika­dan ibaret olması aynı zamanda ha­reketin ne büyük bir zaaf içinde ol­duğunu göstermiştir. Hareketimiz çok kritik bir dönemden geçmekte­dir. Uçurumun kenarında yürüdüğü­müzü söylemek abartı olmaz. On yı­lın biriken sorunlarının kısa bir za­man aralığında aşılamayacağı açık­

tır. Zaman zaman iyi adımlar atılmış olsa da, hedeflerimizle arasındaki a­çının gittikçe büyüdüğü kendini tek­rarlayan bir pratik ve uzun süre mer­kezi bir irade yerine grupların çekiş­tirmeleriyle güç ve zaman kaybeden hareketimizde ortaya çıkan moral a­şınma ancak çok kararlı bir mücade­le ile aşılabilir. Hareket dokusunda on yıldır dolaşan zehirlenmeden hız­la kurtulmalıyız. Bilincimizi ve öf­kemizi sürekli uyanık tutmalıyız. Krizin üç ay süren gerilimli günle­rinde “bu kadar da olmaz” dedirten pek çok olayla karşılaştık. Artık bun­ların üzerimizde yarattığı moral yı­kıcı etkilerden kopmalıyız. Yaşanan krizin derslerini bir an bile unutma­dan geleceğe bakmalıyız. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmayacaktır. Gözlerimizin içine baka baka en bü­yük ikiyüzlülükleri yapmaktan ka­çınmayanların hiçbir siyasi geleceği

yoktur ve onları bir siyasi varlık ola­rak kabul etmeyeceğiz. Daha önem­lisi hareketimiz bu soysuzların her davranışını izleyecek onların yeni o­yunlarına izin verilmeyecektir. Yüz yüze geldiğimiz entrikalardan sar­sıntıya uğrama günleri geride kaldı. Yakınma günlerinde değiliz. Büyük sorunlarımızdan büyük enerjiler üre- tebilmeliyiz.

Krizden çıkışta iki ana noktaya odaklanmak gerekiyor. Harekete hız ve moral kazandıracak politik yö­nelişin ve örgütsel deformasyonu tarihe gömecek olan örgütsel önce­liklerin kararlı şekilde yaşama ge­çirilmesi gerekiyor.

Politik yöneliş olarak: Siyasal ortamın 96 krizinden çok farklı ol­duğunu vurguladık. Siyasal İslam ve körüklenmeye çalışılan ulusalcılık, devrimci mücadelenin politik hare­

ket alanını olduk­ça daraltıyor. Ö­nümüzdeki gün­lerde Irak ve Gü­ney Kürdistan’da- ki gelişmelere bağlı olarak bir sı­nır ötesi operas­yon gündeme ge­lebilir. Bu “savaş” çığlıklarının yük­

seleceği bir politik ortam yaratır. Bu dalga bir biçimde geri çekildiğinde ise, etkileri artık daha fazla görüle­cek olan neoliberal politikaların kit­lelerde açığa çıkaracağı tepkiler po­litik ortamı önceki yıllardan daha fazla etkileyecektir. Önümüzdeki dönem bu iki ana politik konu, geliş­melere göre politik ortamda ağırlık kazanacaktır. Bu gerçekleri dikkate alarak; hareketimiz, sınırları iyi çi­zilmiş, ilişki biçimleri iyi tanımlan­mış bir ittifaklar politikasını yaşama geçirmelidir. Bu ittifaklar, seçilen “bin umut” vekillerini izlemek için “halk inisiyatifleri”yle zenginleşti- rilmelidir.

Örgütsel yöneliş olarak: temel parolamız örgütsel deformasyondan çıkmak ve hedeflerimize uygun bir yapılanış kazanmak olmalıdır. Yerel­leşme, öne çıkmama, siyasal hedef-

Hareketimiz bir "toparlanma ve güç biriktirme" döne­mini yaşamak zorundadır. Maddi ve moral olarak güç

kaybettik. Krizin niteliği, yani apolitik zeminde dediko­du ve entrikadan ibaret olması aynı zamanda hareketin ne büyük bir zaaf içinde olduğunu göstermiştir. Hare­ketimiz çok kritik bir dönemden geçmektedir. Uçuru­mun kenarında yürüdüğümüzü söylemek abartı olmaz.

13

Page 16: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK'OCAK'ŞUBAT

leri gözetmeksizin herkesi bir ara­da tutma çabalarından türeyen uz­laşmalardan kararlı bir şekilde kopmalıyız. Bunun için ilk elden harekette ideolojik ve politik sevi­yeyi yükseltmek için kapsamlı bir çalışmayı-eğitimi başlatmak gere­kiyor. Harekette ideolojik ve poli­tik bilinçlerdeki erime hızla aşıl­madığı durumda her zaman güven­sizliği körükleyecek, dedikoduları yeniden ortaya çıkartacak bir or­tam şekillenebilir. İçinde bulundu­ğumuz koşullarda örgüt yapısını sağlamlaştırma yolunda en çok dikkat edilecek konu, tüm hareket­te iradenin merkezileşmesini güçlendirecek pratik eylem tarzına özel bir ağırlık vermek olmalıdır.

Hareketimizde merkezi irade­nin ve tüm yapı iradesinin sürekli aşınmaya uğramasındaki en temel örgütsel neden, merkezden diğer kadrolara kadar yayılmış olan pro­fesyonel kadrolaşma bilincindeki büyük erozyondur. Bunun yarattığı zaaf, sadece pratik yönetim aksa­maları değil, tüm hareketin ira- deleşmesinde büyük bir aşınma ortaya çıkmasıdır. “Gizli umut­suzluk”, “ufuk kaybı” devrimci politikanın seviye kaybı gibi yapmış olduğumuz genel tes­pitlerin üzerimizdeki özel etki­lerini son krizde açıkça gördük. Bütün bunlar görevlere talip olmada, öne çıkmada tutukluk­lar yaratmakta, bu durum yılla­rın kadrolarında bir yorgunluk ortaya çıkarırken, öte yandan yeni kadroların kazanılması sürecini inanılmaz bir şekilde uzatmaktadır.

Son olarak, krizden hızlı çıkabilmenin ve örgütsel yöne­liş açısından özel bir önem ta­şıyan profesyonelleşmenin gerçekleştirilmesi için darbe yiyen mali imkânların yeniden yaratılması yaşamsal bir önem taşıyor. Bu konuda tüm hareket önce eldeki imkânların bilgisi­ni derlemeli, daha sonra somut adımlara geçmelidir.

Devrimci hareketin 12 Eylül sonrası bir tasfiye sürecine girdiği ve bunun özellikle 90’lı yılların or­talarından itibaren farklı bir nitelik kazandığı tespitlerini defalarca yaptık. Bu fark, tasfiye sürecinin işleyiş niteliğinde yatmaktadır. Sa­dece düşmanın zoru değil, büyük bir dönem değişikliği yaşandığı i­çin, buna uygun ideolojik, stratejik, siyasal ve örgütsel değişimler yara- tılamayınca siyaset yapış tarzında inanılmaz bir kalitesizleşme ve e­rime kaçınılmaz hale gelmektedir.Yaşadığımız krizle bu alınyazısının fazla dışında olmadığımızı gördük. Bu kısır çemberi mutlaka kırmalı­yız. Politik ortamdaki koşullara baktığımızda bir anlamda akıntıya kürek çekmek gibi bir dönemden geçiyoruz. Tersini yapıp akıntıya kendimizi bırakırsak -krizde ko­panların yaptığı gibi-, hareket dü­zenin en dip noktalarına kadar sü­rüklenir.

Böyle günlerde gelecek bilinci büyük bir önem taşır. Önümüzü

stratejik olarak göremezsek, her a­dımımızı buna yarayacak pratiğe dönüştüremezsek ufuk kopmasına uğrayıp körleşebiliriz. Ancak sade­ce gelecek bilinci yetmez. Her gün içinde yaşadığımız ortamın önümü­ze çıkarttığı yüzlerce çelişkiden kendimizi geleceğe taşımak için taktik ve örgütsel olarak yararlan­ma ustalığını edinmeliyiz. Bunların olmadığını söylemek için deli ya da kör olmak gerekir. Sorun, günlük her çelişkiyi tekrarın kara kuyusun­da yok etmeden nasıl hedeflerimize bağlayacağımızda yatmaktadır. Üs­telik geçmiş pratiğimizde bunun iyi örnekleri de vardır. Kriz sonrası “sıfırdan” başlamıyoruz. Krizin de­rinliğini öğretici bir silaha dönüş­türmek zorundayız. Başta merkez olmak üzere her hareket üyesi hata­larımızdan ezilme ve yakınmayı bir yana bırakıp, yaşadıklarımızı bilinç ve öfkemizi bilemek için sıçrama tahtasına dönüştürmelidir.

Büyük sorunlar yaşadık, büyük sonuçlar üreteceğiz!

Kriz sonrası "sıfırdan" başlamıyoruz. Krizin derinliğini öğ­retici bir silaha dönüştürmek zorundayız. Başta merkez ol­mak üzere her hareket üyesi hatalarımızdan ezilme ve ya­

kınmayı bir yana bırakıp, yaşadıklarımızı bilinç ve öfkemizi bilemek için sıçrama tahtasına dönüştürmelidir.

14

Page 17: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

MI5D L KRİZİNİ ASAR

M. Sinan

Türkiye solu yaklaşık 100 yıllık tarihinin en ağır krizlerinden birini yaşıyor. 1930-40’ların karanlığından 60 çıkışıyla sıyrılan, 12 Eylül ile çok ağır bir darbe yemesine rağmen et­kinliğini belli bir seviyede devam et­tiren, biriktirdikleri ile hayata tutu­nan devrimci sosyalist hareket, bu­gün birikimlerini tüketme-ideolojik çözülme -yeni rezervlere açılamama girdabına düşmüş görünmektedir. 1990’ların çıkış için imkânlar barın­dıran yılları değerlendirilemeyip, F tiplerinin kurumsallaşması ile ciddi ve karşılığı üretilemeyen bir darbe yenilince 2000’li yıllar bir bozgun ve dağılma havası eşliğinde ilerle­meye devam ediyor. Uzunca bir sü­redir üzerinde tartıştığımız devrimci hareketin tasfiyesi süreci kimi man­tıki sonuçlarını ortaya koymaya baş­ladı. Önümüzdeki sürece doğru tak­tiksel açılımlarla müdahale geliştiri­lemezse yaşanacak tahribatın boyut­ları daha da artacaktır.

Buralara nasıl geldik?Ülkemizin geleneksel yapısı, kit­

le hareketlerinin büyük oranda dev­rimci hareketin ön açıcılığında yük­selişe geçmesidir. 1989 Bahar işçi eylemlilikleri, oldukça dolaylı olsa bile 80 Terin ikinci yarısındaki üni­versite gençliğinin hareketlenmesi i­le tetiklenmiştir. Yükselen Kürt ha­reketi ve 89 kitle eylemlerinin göre­ce temizlediği atmosferde kamu e­mekçileri hareketi boy vermiştir. Söz

konusu hareketin öncülüğü de büyük oranda 80 öncesinin devrimci kadro­larıdır. 12 Eylül’ün en kesif atmosfe­ri dağıldıkça yaratılmış birikimler, değerler etkisini göstermiştir. Bu çı­kışlar devrimci hareketi beslemiş, 90’lı yıllar özellikle Kürt hareketi­nin canlılığı ile birlikte genel olarak devrimci hareketi oldukça cüretkâr taktik yönelimlere itebilmiştir. Kitle çizgisinin seviyesi de bu oranda ra­dikalizme açık bir seviyedeydi. Bu durum bütün siyasi hareketleri, ken­dileri açısından oldukça ciddi hedef­lere yönelmeye, kendilerini aşmaya sevk etti. 1996 1 Mayıs’ı ve zaferle sonuçlanan cezaevi direnişleri söz konusu hedeflere ulaşılabileceğine dair bir iyimserlik de yarattı.

12 Eylül’ün devlet yapısında ya­rattığı dönüşüm sonucunda devlet te­rörünün dakikleşmesinin, ardı ardına gelen operasyonların yarattığı tahri­bat Kürt hareketindeki ivme kaybıy­la ve özellikle de Öcalan’ın yakalan­ması ile birleşince kadrolarda; orta­ya konan ciddi hedeflerin gerçekle- şebilirliği ile ilgili tereddütler belir­meye başladı. Siyasi hareketler dev­let tarafından geliştirilen bu topy- ekûn saldırının olası sonuçlarını ön­görerek, sağlam bir ortak duruşu ya- pılandırabilselerdi yenen darbelerin yarattığı tahribat azaltılabilirdi ama küçük hesaplara dayanan sığ tartış­malar o zor günlerde ağır bedeller uğruna yaratılan değerlerin de heder olup uçmasına yol açtı. Devlet açı­

sından, önemli kadroları cezaevleri­ne toplanmış devrimci hareketin si­nir sisteminin tahrip edilmesi için cezaevleri operasyonu bir zorunlu­luktu. Bunun başarıya ulaşması dev­rimci mücadele açısından önemli bir zafiyet yarattı. 1990’larda öne konan cüretli hedeflerin neredeyse bütün siyasi yapılar açısından çok uzağına düşülmesine yol açan bir süreç baş­ladı. Yaşanan yenilgiler ve yeniden gözden geçirilmeyen hedeflerin ya­rattığı gerilimler ise devrimci hare­ketleri neredeyse hareket edemez, tüm reflekslerini yitirmiş, yaşadığı kilitlenmeden dolayı yapabilecekle­rini de yapamaz, olduğundan daha güçsüz görünen ve bundan dolayı da daha da güçsüzleşen bir duruma ge­tirmiştir.

Devrimci hareketin bu inisiyatif kaybı, 2000’li yıllarda ülkenin görü­nür sol sahnesini büyük oranda yeni­lemiştir. Devrimci hareketlerin gele­neksel kadro kaynakları üniversite­ler abluka altına alınmış, devrimci ü­retemez hale getirilmiştir. 90’ların ciddiye alınmayan “Gelenek” çevre­si, çeşitli manevralarla üniversiteleri büyük oranda tekeline almayı başar­mıştır. “Bu düzene bir sol lazım, bu­rada bir boşluk var” tespitini yapan söz konusu hareket uygun bir ko­numlanma ile ciddi bir etkinlik ya­ratmıştır. Bu hareketin tıkadığı ka­nallar, devrimci hareketi ihtiyaç duyduğu ideolojik zenginleşmeye ta­şıyacak yeni kadrolardan mahrum

15

Page 18: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

bırakmıştır. TKP ile yürütülmesi ge­reken ideolojik mücadele ise, politik ortamın devrimci atmosferden ziya­de milliyetçi hezeyanı beslemesinin de büyük etkisiyle yeterince başarı- lamamıştır.

Varoşlar da 90’ların ikinci yarı­sında görülen canlılığından uzaktır. Devrimci hareketlerin en değerli kadrolarını yitirmiş olmaları, mahal­le gençliği içinde yozlaşmanın artan etkileri, kentsel rantların yarattığı rehavet ve süreklileşen devlet baskı­sı varoşların sol siyaseti besler bir duruma gelmesini engellemiştir. As­lında bakıldığında devrimci siyase­tin etkin olduğu varoş bölgeleri -hatta Okmeydanı gibi kimilerine artık varoş demek de yakışık alma­maktadır- temelde devrimci hareke­tin geleneğinin sürdürüldüğü bölge­lerdir. İçinde bulunduğumuz durum­da varoş çalışması derken genel bir yoksulluk damarının işlenmesinden ziyade süreklileşmiş bir ilişkinin kendisini üretmeye devam ettiği va­halardan bahsetmek daha doğrudur. Devrimci hareket örneğin Gülsuyu

gibi kimi varoş bölgelerindeki etkin­liğini görece kaybetmiştir ama ken­disini bu seviyede yeniden üretebile­ceği yeni oksijen çadırlarına ulaşa­mamıştır. Hareket yeni varoş alanla­rını - ki her geçen gün bu tarz çö­küntü alanlarının büyümesine ve kentsel sorunlar ağırlaşmasına rağ­men- harekete geçirememiştir. Tam tersine hareketin yaşadığı büyük o­randa bir sıkışmadır. Geçtiğimiz ay içinde Tuzla Şifa mahallesinde yaşa­nan direniş, Kentsel Dönüşümün ya­rattığı gerilimleri ortaya koymak a­çısından önemliydi. Fakat devrimci yapıların direniş içindeki rolünün neredeyse negatif seviyesinde oluşu can sıkıcıdır. Devrimcilerin faaliyet yürüttüğü mahallelerin hangileri ol­duğunu hepimiz biliyoruz. Bunların sayısını nasıl arttırabileceğimize da­ir belirgin bir taktik göze çarpma­maktadır. Bu konuda en umut verici araç olan Dayanışmaevleri’ni yete­rince etkin değerlendiremeyişimiz i­se tamamen bizim özgün süreçleri­miz ile ilişkilidir.

Sınıf hareketi de dönemin bo­ğuk atmosferini ferah la tab ilecek bir durumda değil­dir. Grev kelimesi­nin bile unutuldu­ğu uzun yıllar ge­çirdik. Bu sene THY ve tekstilde grev olacağına da­ir beklentiler bile heyecan yarattı. 26 bin Türk Tele­kom işçisinin gre­ve çıkması ise “şeytanın bacağı­nın kırıldığı” de­ğerlendirmelerini getirdi, bir coşku yarattı. Şu andan daha ötesine dair bir şey söylemek mümkün olmasa da varolan sendi­kal yapıların han­tallığını akıldan çıkarmamakta fay­da var.

Taksim ve UrasBöylesi bir tabloyla karşı karşı­

yayken ve bütün devrimci siyasi ya­pılar ciddi iç sarsıntılarla boğuşur­ken 22 Temmuz seçimleri çok küçük de olsa kısmi bir başarının yaşanma­sı sonucunu doğurdu. Üzerine çok büyük siyasi planlar yapılacak bir a­dım olmasa da bir moral değer yarat­ma açısından Ufuk Uras’ın İstanbul 1. Bölge’den seçimi kazanmış olma­sı, 1 Mayıs’taki Taksim kararlılığı i­le birlikte bir olumluluk olarak de­ğerlendirilebilirdi. Fakat kriz dö­nemlerinin en kötü yanı, atılan her a­dımın bir parça moral yaratacağına tam tersine tartışmanın alevlenmesi­ne yol açıyor olmasıdır. Akacak kan damarda durmuyor. Oysa hareketin hızla moral değerlerini yükseltmeye ve oradan aldığı güçle halk içinde yeni bir takım mevzileri fethetmeye, bunu yaparken de kafasını netleştir­meye, sadeleştirmeye ve bu sayede de iradeleşmeye ihtiyacı var.

Biz bu yazıda özellikle Birgün gazetesinde yayınlanan “Peki Şimdi Ne Olacak?” yazı dizisinden yola çı­karak solun bu süreci nasıl okuduğu­nu ve çıkış önerilerinin ne olduğunu değerlendirmeye çalışacağız. Sosya­lizm üzerine düşünenlerin ve çalı­şanların önemli bir kısmını dışarıda bırakmış, görüşüne başvurmamış ol­sa da söz konusu yazı dizisi üzerine tartışılabilecek bir zemin sunması a­çısından elverişlidir. Bu arada birçok yayında benzeri konuların tartışılı­yor alması da aslında umut vericidir. Ortada hiçbir sorun yokmuş gibi kendi meselelerini hep “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla kendi i­çinde halletmeye çalışan bir solun kitleler nezdinde güven tazeleme şansı yoktur. Çünkü ne halde olun­duğu zaten kör olmayan tüm gözle­rin önündedir. Bu tartışma ve konuş­ma isteği yapıcı birtakım önerileri geliştirme arayışı ile birlikte yürü­tüldüğü oranda yapıcıdır. Tabi­i büyük bir şehvetle yürütülen, kırı­cı, yok edici, tüketici ve en kötüsü de kısır tartışmaların çoğunlukta ol­duğu da göz ardı edilmemelidir.

16

Page 19: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI 10OCAK-ŞU BAT C|Oİ

Hareketin hızla moral değerlerini yükseltmeye ve oradan aldığı güçle halk içinde yeni bir takım mevzileri fethet­

meye, bunu yaparken de kafasını netleştirmeye, sadeleş­tirmeye ve bu sayede de iradeleşmeye ihtiyacı var.

Çatı partisi olur mu?Aslında dönemin en belirgin si­

yasi önermelerinden biri “Çatı Parti­si” fikriyatıdır. Bu daha önce de SDP tarafından dillendirilmiş fakat ete kemiğe büründürülememişti. Seçim­lerden sonra özellikle Bin Umut a­daylarının kazanmasından motive o­lan ve çalışmalara destek veren ke­simlerin önerisi olarak gelişmiştir. Bizim açımızdan birçok rezervi ba- rındırsa da yapıcı bir olgu olarak de­ğerlendirilmektedir. Fakat ilginç o­lan herkesin böylesi bir tartışmaya geleneksel olarak bulunduğu yerden, günübirlik çıkarlarını savunarak bakmakta ısrar etmesidir. “Sosyalist solun sorununun bir çatı partisiyle çözülebileceği kanısında değilim... Fikir karışıklığından kurtulmuş, kendi devrimci iddialarında birle­şen ve toplumsal hayat içinde ken­di yatağını açabilecek eylem hattı­na sahip bir sola ihtiyaç var bu­gün... Ve ÖDP, öyle sol grupları bir araya getirerek çözüm üretileme- yeceğinin bir tarihi oldu” (Oğuz- han Müftüoğlu) Bundan 11 yıl ön­ce sadece solu, sosyalistleri değil düzenle gerilimi olan herkesi bir parti çatısı altında toplamaya çalı­şan bir siyasi hareketin en önemli temsilcisi bugün böylesi bir tespiti rahatlıkla yapabiliyor. “Gökkuşağı partisinden”, “radikal demokrasi hareketinden”, “yurttaşlar birliğin­den”, “fikir karışıklığından kurtul­muş” bir partiye ikna süreci nasıl yaşandı? Bununla ilgili bir ipucuna sahip değiliz ama alınan bu politik pozisyonun ÖDP içinde yaşanan taraflaşmadan kaynaklı olduğu, ga­yet pragmatik gerekçelere sahip ol­duğu açıkmış gibi görünüyor bizle- re. Çünkü tespitin sahibinin “kafa karışıklığı” bir kaç satır ötede be­lirgin olarak gözüküyor: “ÖDP’ nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitle­selleşecek.... bir parti haline dö­nüşmesi gerekiyor”. “Şu andaki politik muarızlarımızı etkisiz hale getirelim, onların projesi olduğu i­çin Çatı Partisi’ne yok diyelim, sonrasında geniş ve kitlesel bir parti oluruz” demek istenmiş ol­

muyor mu acaba bu çapraşık de­ğerlendirmelerle? Peki, ÖDP, ya da daha doğrusu ÖDP’ deki Yolcular bu kitlesel çalışmayı neden gerçek- leştiremediler ve gerçekleştirmek için bundan sonra yeni ne yapmayı düşünüyorlar? Bununla ilgili bir şeyler okuyabilmek mümkün de­ğil? A.İnsel’in “derin ÖDP” eleşti­risinin yarattığı arkadan vurulma psikolojisi ile yıllardır savunulan pozisyonlar bir anda rahatlıkla terk edilerek “keskin ve enerjik” söy­lemlerle kendine alan açmaya çalı­şılıyor. AB’ye Havet’çiliği resmi tutum haline getirmiş olan ÖDP’ nin en önemli ismi O.Müftüoğlu’ ndan “AB’yi eleştirmeden üçüncü cephe yapılamaz” değerlendirme­lerini duymak bizleri gerçekten şa­şırtıyor. Dilin kemiği yok, “Dün dündür bugün bugündür” felsefesi­nin içimizde bu kadar yer etmesi, sorunlarımızın önemli kaynakla­rından biri değil midir? Yıllardır AB’nin “ehven-i şer”liği üzerine sözleri dinleyen bir ÖDP’ li şimdi bir polemikte rakibine darbe vura­bilmek için alınan bu yeni pozisyo­nu nasıl değerlendirecektir?

Kürt Hareketi ile Aynı karede olmak

U.Uras’ ın seçilmesi ile ilgili bu beyleri en fazla sinirlendiren durum tabii ki Kürt hareketi ile aynı resmin içinde bu kadar görünmek zorunda kalınmış olunması. “Mesela “19+1 denkleminde DTP grubunda yer ala­bilirim” diyen bir siyasi figürün ıs­rarla ÖDP’ ye yeniden genel başkan olmak istemesi aslında başlı başına bir ironi! İşte bu kadarını şahsen kal­dıramam!” (Melih Pekdemir) Sema Pişkinsüt ile yapılan ittifaka bu arka­daştan böylesi bir tepki gelmiş mi­dir? Ya da 10 Aralık hareketi ile muhtemel bir dayanışma böylesi bir reaksiyon üretir miydi? Bu hassasi­yet neyin hassasiyetidir? Yıllardır söylediklerimizi -ki bunu tek söyle­yen de biz değildik tabi­i ki-, “Kürt ve Türk emekçilerin or­tak hareketi başarının anahtarıdır” diye, kısmen başarılabilen bu birlik­telik, U.Uras şahsında kısmi bir ba­şarı yaratmıştır. Daha önemlisi en a­zından çalışma esnasında ciddi bir e­nerji ve moral yaratmıştı. Siyasi or-

17

Page 20: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALI K-OCAK-ŞU BAT

tam iç tartışmalarla kilitlenmeseydi, herkes bunu bir imkân olarak göre­bilseydi kısmen ileri doğru atılabile­cek bir kaç adım daha söz konusu o­labilirdi. Fakat sosyalist hareketin yaşadığı sıkıntıyı, Kürt hareketi ile yakın durmaktan kaynaklı olarak gö­renlerin oldukça etkin olduğu seçim sonrası tartışmalarda ortaya çıktı. SDP’nin kurduğu türden bir ilişkinin iki tarafa da bir faydasının olmadığı da açık olmakla birlikte sosyalist bir çizginin Kürt halkının el verdiği si­yasi hareketle aynı karede görünme­me kaygısının bu noktalara gelmesi, kendini inkârdan başka bir anlama gelmemektedir. U.Uras’ın yukarıda­ki demeci ile ortaya koyduğu tutarlı­lık, halklarımı-

rece sahip çıkabiliyoruz? Bunu ken­dimize sormamız gerekir” (Hakan Tahmaz, ÖDP)

Çatı Partisi tartışması ile ilgili son bir söz: Bu öneriyi savunanların birlikte ne yapılacağına dair bir so­mut önerisinin olamayışı önerinin etkinliğini azaltıyor. Şu anda Çatı Partisi’ne en çok benzeyen ÖDP, SDP gibi yapıların iç sarsıntıları da beraber yürümek noktasında tered­dütler yaratıyor. Bu noktada SEH’ ten Kenan Kalyon’un altını çizdiği nokta önemli; “Biz sosyalist hareke­tin yeniden kurulmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun ancak işçi hare­ketinin yeniden kurulmasıyla para­

runlarını vs. burjuva demokratik devrim çözmüştür nasılsa! Yine Fik­ret Başkaya hocanın da artık kendini tekrar etmeyen, biraz daha işin özü­ne değen bir üretimde bulunması iyi olmaz mı hepimiz için: “Tarihsel so­lun en önemli handikaplarından veya zaaflarından biri eninde sonunda kalkınmacı olmasıydı” Neden? AKP’nin K’sı “kalkınma” iken biz niye bu kadar kahroluyoruz bu yıl­lardır neredeyse hiç kullanmadığı­mız kavram yüzünden? Kimi tartış­maların içinden bakınca belki çok hayati görünüyor ama bunca anor­mal fikriyatın örgütlenme zemini bulduğu bir toplumda sosyalist hare­ketin bu hale gelmesinde zavallı

“kalkınma”nın rolünüzın bir arada ya- Sosyalist hareket ile halkın gündemlerinin, dert ve tasalarının bu kadar abartmak şama iradesini epeydir birbirini göremez, duyamaz olmasının en önemli so- gerçekçi midir? “Ta-

des- runumuz olduğunu görmek aslında o kadar da zor değil. mamıyla yenilenmişteklenmesi gere- bir sol harekete ihti-ken bir tutumdur.Liberal sol’dan gelen bu “birlikte görünmeme” kaygısının başka bir zeminden ama aynı içerikle tekrar e­dilmesi ise çok benzer saiklerden kaynak alıyor denirse indirgemecilik mi yapılmış olur acaba? “ Sadece Kürt milliyetçiliği temelinde yapılan bir mücadele Türk milliyetçiliğini büyütmekten, devrimciliğin zemini­ni yok etmekten başka bir işe yara­madı” (Eyüp Baş-HÖC temsilcisi) Tabii faşist-şoven milliyetçilik MGK’nın, 12 Eylül’ün falan değil de Kürtlerin mücadelesinin ürünüdür. Pardon da 12 Eylül öncesinde “ so­kağa çıkmayın, faşistlerle çatışma­yın, faşizm gelir” diyenlere sizler nasıl bir tepki vermiştiniz? Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu iki yaklaşım arasında fark bulmak mümkün mü­dür? Kürt hareketinin yaşadığı zaaf­lar sonuna kadar eleştirilmeli, içine düşülen liberalizm, emperyalist mü­dahaleden beklentilerin yarattığı moral tahribat teşhir edilmeli ama kendi zaaflarını hiçleyen bir tutu­mun inandırıcılığı var mı? Biz Kürt- lere nasıl bir gelecek sunuyoruz ki “yüzünüzü Barzani’ye, ABD’ye dönmeyin” diyebilelim? “...Yani biz yan komşumuz işten atıldığında, linç edildiğinde, dışlandığında ona ne de­

lellik içerisinde olabileceğini düşü­nüyorduk.”

Bu tartışmaların en can sıkıcı ta­rafı yıllardır sol/sosyalist zeminde ü­retim yapan kimi isimlerden gerçek­lere pek de yanaşamayan, kitabi de­ğerlendirmeleri duymak zorunda kalmak...

Uçuşan fikirlerÖrnek isterseniz en uç örnek her­

halde Ö. Laçiner’in 22 Temmuz se­çimleriyle AKP’nin burjuva devri- mini gerçekleştirmiş olduğuna dair tespitidir. “Toplum artık burjuva de­mokratik devrimin gerektirdiği ku­rum ve değerleri sindirmiştir.” Ne değişmiştir de bu devrim gerçekleş­miş olmuştur? Türbanın Çankaya’ya çıkması mıydı burjuva demokratik devrimin içeriği? Yaşamımızın hangi alanında ne değişmiştir? Hiçbir şey değişmediyse devrim bu işin nere­sindedir? Yaban burjuvaziye masada az da olsa bir yer açılması devrim midir? “Bizce bir parti, sosyalizmi iktidar hareketinden ziyade bir hayat tarzı olarak düşünmelidir öncelikle.” Devrimi AKP yapınca, bize de sos­yalizmi bir hayat tarzı olarak düşün­mek kalıyor tabii ki... Kürt meselesi­ni, toprak meselesini, Alevilerin so­

yaç var ve böyle bir yenilenme sürecinde, ideolojik yeni­lenme kritik önem taşıyor” . Böylesi bir tamamıyla yenilenme hayatın do­ğasına ne kadar uygundur? Fikret hocanın da kendisini biraz yenileme­si gerekmiyor mu?

Sınıfa kaçış çağrılarıBütün bu olumsuzlukların yanın­

da bir olumluluk var ki bu tartışma­larla ilgili bizce çıkış tünelinin yeri­ni işaretliyor. Bu önermeler her ne pahasına olursa olsun halka gitmenin yollarını bulmayı, hayatı kendi kafa­mıza uydurmayı değil de kafamızı ve ritmimizi daha fazla ezilenlerin, en alttakilerin sıkıntılarına uydurma­yı öğütlüyor. En açık doğru gibi gö­rünen bu yaklaşım, sosyalist hareke­tin bir türlü kilitlenemediği stratejik yönelimi oluşturuyor aslında. “An­cak bu durum sol açısından sadece e­konomik olarak değil, kültürel, çev­resel, kısacası yaşamsal olarak kapi­talizm karşıtı politikaların ne kadar önemli olduğunu acil olarak dayatı­yor. O zaman çeşitli politikaların nesnesi olan yoksullar yerine daha sınıfsal bir perspektiften bakarak bu yaşamdan hasar gören, bunu kendi etkinlikleriyle değiştirmeye çalışan ezilen sınıflar yeni bir özne olarak

18

Page 21: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K-OCAK-Ş U BAT C|Oİ

ortaya çıkabilir” (Meltem Ahıska) “80 öncesinde, gecekondularda sol oldukça egemendi. Neden bu kadar egemendi, çünkü sol orada emek ve­riyordu. Kırsal kesimden gelen insa­nı bir örgütlenme içerisinde karşılı­yor, yerleşmesinden, iş bulmasına kadar çeşitli sorunlarına yardımcı o­luyor, böylece aynı zamanda siyasi olarak da örgütlüyordu. Yani orada ciddi bir emek söz konusuydu; bu e­mek daha sonra örgütsel bir güç ola­rak geri dönüyordu” (Yaşar Sey- man). “Sosyalist solun emek hareke­tiyle ilişkisi organik olmaktan ziya­de sentetiktir. Sendikal harekete a- raçsal yaklaşımı, emekçilerin kendi deneyimlerinin rolünün küçümsen­mesi ve onlara basitçe dışarıdan bi­linç taşınabileceği yanılgısı yüzün­den sosyalist solun emek hareketiyle anlamlı bir bağından söz etmek mümkün değildir” (Aziz Çelik, Biri­kim, sayı 222). “Sınıfsal çelişkiler­den yola çıkıp, ezilenlerin sesi, adre­si olmayı hedefleyen hareketlerin fi­ilen ezilenlerden uzak oluşu bu problemler piramidinin tepesini o-

luşturuyor... İstanbul’da İstiklal Caddesi’ni boydan boya tutan parti­ler, sivil toplum örgütleri, sendikalar vs. hangi sınıfın içine sızma yapabi­lir” (Evrim Alataş, Birikim, sayı 222)

Bunlara benzer yüreklere su ser­pen değerlendirmelerin sayısı hiç de az değil aslında. Yapılması gereke­nin; halkın hayatına tırnaklarımızla tutunmak, onun gündelik meseleleri­ni çözebilecek kurumlar yaratmak, onları sadaka bağımlısı olmaktan çı­karıp kendi özgüvenlerini, sınıf bi­linçlerini kuşanır hale getirebilmek, onlardan öğrenebilmek, birer cehen­neme dönen işyerlerinde güçlenme­lerini sağlamak, bilmediğimiz sulara doğru açılma cüreti gösterebilmek, yeni kesimlere, yeni semtlere, yeni işyerlerine, yeni illere nüfuz etmek olduğu artık çok daha fazla kişi tara­fından görülüyor. Sosyalist hareket ile halkın gündemlerinin, dert ve ta­salarının epeydir birbirini göremez, duyamaz olmasının en önemli soru­numuz olduğunu görmek aslında o kadar da zor değil.

Bizler bu sorunlara müda­hale edebilecek çok önemli iki araca sahibiz: Dayanışmaevle- ri ve bağımsız sendika. Bu a­raçları insanların meselelerini çözen araçlar haline getirebil­diğimiz oranda halkın çıkarla­rını dövüştürebilme yeteneği­miz de artacaktır. Bu bütünleş­meyi sağlayabilmek sosyalist hareketin yeniden ayağa kalk­masının birinci koşuludur. Bu bütünleşmeyi engelleyen kendi alışkanlıklarımız ise hesapla- şılmalı; mafya, çete vs. ise par- çalanmalı; halkın kayıtsızlığı ise ısrarla aşılmalıdır.

“Elbette eleştirilere temel­lik eden bu tür ekonomist dü­şüncelerden de sınıf politikası üretmek mümkün olabilir. An­cak bu tür düşünceden üretile­cek politikanın sendikalizmin sınırlarını aşamayacağı, enter- nasyonalist bir politik sınıf po­litikası olamayacağı bilinmeli­dir” ( Devrim Yolunda Kurtu­

luş, sayı 3, sf. 10). Halk çalışmasına yönelik öneriye en sık getirilen eleş­tirilerin başında gelen bir noktayı güzel belirttiği için kendi bağlamın­da biraz daha farklı bir içerikle kul­lanılan bu önermeyi buraya aldık. Gerçekten de halkla bütünleşince, halkın sorunları bizi teslim almaya­cak mı? Bu sorunları politikleştirebi­lecek miyiz? Yakınlık kurduğumuz kitleleri siyasete kazanabilecek mi­yiz?

Bunun tabii ki bir garantisi yok­tur. Varolan bilinci sıçratabilmek sa­dece bizimle ilgili değil aynı zaman­da politik ortamla da ilgili bir süreç­tir. Fakat her yönüyle güçlü bir ör­gütsel yapının, değebildiği kitleleri kazanamamasının sebebi ne olabilir ki? Hem, sınıf hareketi ile buluşama- dığımızda, ilişkilerin şu anki çok sı­nırlı çeperini fersah fersah geliştire­mediğimizde bu kesimleri örgütleye- bilme gibi bir gündemimiz, imkânı­mız dahi olmayacaktır? “İnsanlar an­cak çözebilecekleri sorunları önleri­ne koyarlar”sa öncelikle en acil so­runun üzerine gitmek, sadece AKP’nin ve tarikatların ulufeciliği- nin doldurduğu bir alana boylu bo­yunca girmekten başka bir şansımız var mıdır? “Hem yürüyüp hem de sa­kız çiğneyebilir miyiz?”gibi bir soru sormanın şu aşamada manası yoktur.

Uzun sözün kısası, gerçek dev­rimcidir. Başımıza ne geldiyse kendi gerçekliğimizle doğru biçimde yüz- leşememekten geliyor. Olumsuzluk­lardan bahsetmek umutsuzluk üret- memeli. Çünkü ancak fark edebildi­ğimiz, üzerinde tartışabildiğimiz o­lumsuzlukları çözebilme, iyileştire­bilme şansımız var. Olumsuzluklar­dan konuşuluyor olması, halkın tek gerçek kurtuluş umudunun bizler, sosyalistler, devrimciler olduğu ger­çeğini ortadan kaldırmıyor. Halkla a­ramızda örülen duvarlara hep birlik­te yüklenelim. Sınırlı güçlerimizi doğru planlarla, doğru hedeflere yönlendirerek kazanacağız. Daha doğrusu kazanmak zorundayız.

Çünkü Roza’nın sözü artık bu­gün her zamankinden daha gerçek:

YA SOSYALİZM YA BARBARLIK!

19

Page 22: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

KEMALİZM, ORDUCULUK VE

TEORİ v e POLİTİKACIN

KIVILCIMLI ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE

Selim Kırali

GirişUzun bir süredir Teori ve Politi­

ka (TP) dergisinde Dr. Hikmet Kıvıl­cımlı ile ilgili yazılar çıkıyor. Yazı­larda hem Kıvılcımlı’yı öğrenme, hem Kıvılcımlı’dan öğrenme ve hem de onun eleştirel aşılması çabaları var. Yazıların, önemli bir emeğin ü­rünü olduğu açık. Kıvılcımlı’nın sağlığında ya da daha sonra hep “su­suş kumkumasına” getirilmiş teorik pratik ürünlerini, TP’nin emek vere­rek eleştirmeye çalışması elbette ö­nemlidir.

Ne var ki TP yazarları genellikle, 1971 devrimci gençlik eğilimlerini Kıvılcımlı’yla kıyasladıkları zaman, anlaşılmaz bir sübjektivizmle dev­rimci gençlik eğilimlerinin (THKP- C, THKO ve TKP/ML) yanında yer alıyorlar. Hem de bunu “Kıvılcım­lı ’nm eleştirilerinin birçoğu doğru­dur ” diyerek yapıyorlar.

TP’nin eleştirilerinin ana ekseni­ni devrimci, Marksist Kıvılcımlı’nın giderek reformistleştiği ve 711 ko- puşmasında reformizm saflarında

kaldığı görüşü oluşturmaktadır. 71 Kıvılcımlı’sını, 1930’ların YOL ça­lışmaları Kıvılcımlı’sıyla karşı kar­şıya koyarak, aradaki kopuşmanın sebebini aramakta ve bunu Kıvılcım- lı’nın zaman içinde “sağcılaşmasın- da”, “reformistleşmesinde” bulmak­tadır. Bu “kayma”nın ideolojik poli­tik zeminini ise Kıvılcımlı’nın Ke­malizm ve ordu/vurucu güç değer­lendirmeleri oluşturmaktadır.

Biz bu çalışmamızı TP eleştirile­rini yanıtlamakla sınırlı tutmak yeri­ne geleneğimizin kopuşmasız, 1930’lardan bu yana Kemalizm de­ğerlendirmelerini bir daha -günün gereksinimlerine de uygun olduğunu düşünerek- özetlemeye çalışacağız. Kıvılcımlı’nın daha sonra ortaya koyduğu Türkiye’nin tarihsel süreç içindeki üretim ilişkileri analizleri­nin bir sentezi olan vurucu güç teori­sini de yine bir kez daha bu bağlam­da açıklamayı gerekli gördük.

Kemalizm tartışmalarının güncel anlamı

Kemalizm’in eskiden, körün el

yordamıyla fili tanımlayışı gibi, ne deseniz kaldırır bir tanımı, çeşit çeşit yorumu vardı. Kemalizm milli kur- tuluşçuluktu. Kemalizm küçük (ya da kimine göre milli) burjuvazinin radikal kanadıydı. Kemalizm sosya­lizmin, aradaki duvarları aşılmaz ol­mayan bitişik komşusuydu vs. vs.

Günümüzdeki Kemalizm tartış­maları artık bu kadar ilkel değildir ancak TDH’nin Kemalizm’den bütü­nüyle kopuşup kurtulduğu da söyle­nemez. Ama safların daha netleştiği açıktır. Zaten hayatın kendisi Kema­lizm denince solcuların ilk aklına gelen İlhan Selçuk / Cumhuriyet Ga­zetesi çizgisinin vardığı noktayla, öğreneceklere öğretmektedir.

1960’lı yılların sonundan başla­yarak yükselen sınıflar savaşı, önce 70’li ve sonra daha katı bir biçimde 12 Eylül ertesi yıllarda, safları öyle­sine netleşmek zorunda bıraktı; “ye­rimizi” ve “yenimizi” öylesine da­ralttı ki kolumuzu kaldırsak cırt, ye­nimiz yırtılıveriyor, bir dönüverelim desek kafamız bir yere tosluyor. Ar­tık ”oynadığımız” meydanlar darala

11967 - 71 arası süreci bundan sonra genellikle 71 diye anacağız .

20

Page 23: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

darala sonunda bıçak sırtı halini alı­yor. Bundandır ki Kemalizm’i hatta Kemalizm-ordu ilişkisini, kendi ge­lişim seyri içerisinde kavrayamayıp, hele sınıf köklerini görememe bön­lüğüne düştünüz mü, kendinizi diye­lim ki HKP (Halkın Kurtuluş Partisi) gibi elinizde bir “iyi niyet mektubu” ile Genel Kurmay’ın nizamiyesinde buluveriyorsunuz.

Peki, bugün bu kadar net olan bu konu, neden 60’lı ve 70’li yıllarda “Ne kadar su koyarsan kadırır pilav” durumundaydı?

Kemalizm’in doğuş ve gelişim süreçlerine

kısa bir bakışBu sorunun yanıtını vermeden

önce Kemalizm’in doğuş ve gelişim süreçleri ve toplumsal/politik etkile­ri üzerine birkaç not düşelim.

Osmanlı Devleti I. Dünya (pay­laşım) Savaşı sonunda müttefikleriy­le birlikte yenilince, karşı karşıya kalınan işgale karşı, farklı kesimler­de farklı tepkiler ortaya çıkmıştır. Bu tepkilerin en önemlileri Kuvayı Milliye silahlı direnişi ve Müdafaa-i Hukuk politik örgütlenmeleridir.

Kuvayı Milliye silahlı direnişi

Kuvayı Milliye silahlı direnişi, M. Kemal’in Samsun’a çıkışından bağımsız, biri örgütlü diğeri yerel i­nisiyatifler -efeler/çeteler- olmak ü­zere iki kanaldan gelişmiştir. Bir kı­sım efe zaten dağlarda vardır ve bun­lar Yunan işgali başlayınca direnme­den yana tavır alırlar.

Kanalın diğeri ise daha Enver Paşa dönemine, savaşın kaderi az çok belli olmaya başladığı döneme dek uzanır. Eğer savaş kaybedilecek

ve ülke işgale uğrayacak olursa bir direniş hattı oluşturulacaktır. İşgalin Ege’den olacağı da kestirilebilmek- tedir. Dönemin kurmaylarına göre Salihli civarında bir hat oluşturulma­sı uygun görülmektedir.

Bu amaçla en önemlisi, dönemin Teşkilatı Mahsusa Başkanı Eşref (Kuşçubaşı) Bey’in Salihli’deki çift­liği olmak üzere, değişik noktalara gizli silah yığınakları yapılır.

Ittihad ve Terakki Cemiyeti kur­mayları (en başta Talat, Enver ve Ce­mal Paşalar) ülkeyi terk ederlerken, Talat kendilerini uğurlayan ikinci derece kurmaylardan Kara Vasıf’a “Gizli bir cemiyet kur!”masını tem­bihler. Bunun üzerine kalan kadrolar (Kara Vasıf , Rauf ve Eşref Beyler vd.) Karakol Cemiyeti’ni kurarlar. Cemiyetin yönelişinde hiçbir ikircim yoktur. Ege’de “İzmir’i işgal etmiş Yunan kuvvetlerine karşı Nizami Or­du müdafaayı üzerine alıncaya ka­dar” bir direniş hareketi başlatıla­caktır. Bu hareketin başına fiilen kim geçecektir? “...mahalli mukave­met hareketlerinin başında olabile­cek kişileri bulma yolundaki araştır­malarımızda Ethem, hepimizin üze­rinde ittifak ettiği ümit mihrakların­dan birisi idi. ” (Eşref Kuşçuba­şı ’dan aktaran, Cemal Kutay. Çerkez Ethem - Tamamlanmış Dosya s.66) Bunun üzerine Rauf Bey, Salihli’de­ki yığınaklar, ilişkiler vs hakkında Eşref Bey’den aldığı bilgilerle Ban- dırma’ya gider ve Ethem Bey’lerin kapısını çalar. Ethem Bey’e ve ya­nındaki ağabeyleri Reşit ve Tevfik Bey’lere Cemiyet’in kararını açıklar.

Görevi kabullenen Ethem Bey çok kısa sürede, Salihli hattında cep­hesini kurar. Kısa zamanda Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ve diğer çeteleri Kuvayı Milliye’ye katar.

İttihatçılar tarafından kurulan bu

direniş hareketi kısa sürede halkçıla- şır. Hatta Sovyet devriminin maddi manevi yardımları sayesinde Bolşe- vizmden etkilenir. Ethem Bey, Yeşil Ordu’yla2 3 ilişkilidir. Bağlantıları da artık, mecliste Müdafaa-i Hukuk i­çinde İkinci Grup olarak adlandırıla­cak ve daha çok Alman mandacılığı­na yakın Rauf, Kara Vasıf gibi eski ittihatçılardan çok, Halk Iştirakiy- yun’la yani Komünistlerledir. Ancak komünist bir örgütlenme olarak Halk İştirakiyyun, ne teorik ne örgütlenme olarak Kuvayı Milliye’ye ve kurtulu­şa öncülük edebilecek yetkinlikte değildi.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti:

Kemalizm’in doğuşuDiğer yandan Müdafaa-i Hukuk

Cemiyeti ise, daha sonra Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde derlene­

cek olan, Anadolu (milli) burjuvazi­sinin birbirinden yarı bağımsız, de­ğişik bölgelerde oluşturduğu işgale karşı sivil örgütlenmeleridir. Dirlik- çi gelenekle davranışa geçen genç

paşalar çok kısa bir sürede bu örgü­te katılmışlar, burjuvaziyle bütün­

leşmişlerdir.

Sonra işgalci emperyalistlere ve işbirlikçileri komprador burjuvaziye karşı savaş kazanılmıştır. Üstelik bu süreçten Kemalist burjuvazi, diğer burjuva eğilimlere ve halkçı/komü- nist güçlere karşı da güçlenerek çık­mıştır. Mustafa Suphi önderlikli TKP’nin merkez/öncü kadroları Ka­radeniz’de katledilmiş, Çerkez Et- hem provoke edilerek mücadele dışı­na itilmiş, Halk İştirakiyyun yıldırı­lıp tasfiye edilmiş, İttihatçı kalıntılar İzmir suikastı davasıyla -boyunları­nı ipten zor kurtaran Rauf Bey, Ka- rabekir, Rafet ve Ali Fuat Paşalar dı­şında (ki bunlar M. Kemal’le birlik­te Amasya Genelgesi’nin altına imza

2 Yeşil Ordu, içinde Çerkez Ethem ve kardeşleriyle birlikte başkaca, daha Bolşevizan unsurların da bulunduğu ve giderek Kuvay-ı Milliye’ye siyasi kurmaylığa ve onu siyasileştirmeye doğru gelişen bir kuruluştur. M. Kemal önce ses çıkarmamış son­ra güç dengesi kendi lehine döndüğünde kapatmıştır.3 “Ali Bey (İstiklal Mahkemesi Başkanı, Kel Ali diye Bilinen Ali Çetinkaya b.n.) Paşaları asacak” diyordu M. Kemal İzmir’de­ki evinde Fahrettin Paşa’ya. (Uğur Mumcu, Gazi Paşa’ya Suikast, S. 105.) Kellelerini kurtardıklarına inanamayan zavallı Paşa­lardan Ali Fuat Paşa, beraat ettiğimize inanalım mı sorusuna karşılık çaresizliğin öfkesiyle soru sahibine, “İnanmayıp da ne yapacağız?” diye çıkışır. (Aktaran U. Mumcu, a.g.e. S. 70)

21

Page 24: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

atan beş kişiden dördüdür.)- asılarak bertaraf edilmişlerdir.3 Bütün bu o­layların arkasında burjuvazinin sinsi komploları vardır. İpler de M. Ke­mal’in elindedir. Burjuvazinin önü açılmıştır.

Kemalizm önderlikli Türk burjuvazisinintekelcileşme evrimiEgemenliğini böylesine güçlen­

dirmiş burjuvazi için hedef ne olabi­lirdi? ‘Şimdi palazlanma zama­nı! ’ydı. Her burjuvazi gibi Cumhuri­yet burjuvazisi de sömürüsünü artı­racak, tasfiye edilen kompradorların yerini kendisi dolduracaktı.

“Büyümek”, “gelişmek”, kalkın­mak” ... Nasıl olacaktı?

“Kaç milyonerimiz var? Hiç ” di­ye hayıflanıyordu M. Kemal. Ve “Bilakis memleketimizde birçok mil­

yonerlerin hatta milyarderlerin ye­tişmesine çalışa­cağız ” (7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa Cami ko­nuşması) diyerek gidişin yönünü kesince belirli­yordu.

Bu yönelişin açılımını sağlayacak olan ise İzmir iktisat Kongresi’dir. “Kongrenin en önemli problemi ‘kredi meselesi ’ ol­muştur. İktisat Vekâletince teşekkül eden ‘Heyeti Faale ’nin kongre için hazırladığı raporun ilk cümlesi bu konuyla ilgilidir. ‘Türkiye’deki ikti­sadi teşebbüslerin garpta görülen mebzuliyet ve vüs’atle çoğalmaması

sebeplerinden en mühimini Türki­ye’de kredi teşkilatının pek gayri mütekâmil bir şekilde olmasında gö­rüyoruz’ (İzmir İktisat kongresi, G. Ökçün. Aktaran, Kemalizm Nedir - Kıvılcım Yayınları S. 12, 13. İmzasız ve tarihsiz ancak bilgimiz dâhilinde: Mehmet Yılmazer, Aralık 1980)

“Ve raporun bu bölümü şöyle bağlanır: ‘Bankalar şirket halinde teessüs ettikleri takdirde hareket ve faaliyetleri daha emin ve menfaatleri daha şamil olacaktır ki bilhassa bu gibi banka şirketlerinin teessüsleri son derece elzem ve şayan-ı tavsiye­dir.” (age)

Alıntının anlaşılır Türkçe’si şu­dur: Türkiye’deki iktisadi kuruluşla­rın sayıca ve sermayece çoğalama- masının sebeplerinden en önemlisi kredi kurumunun pek gelişmemiş ol­masındandır. Bankalar şirket olarak kurulursa, hareket ve faaliyetleri da­ha emin, menfaatleri daha kapsamlı

olacaktır. Bankaların kurulması son derece gereklidir ve tavsiyesi uygun­dur.

Bankalar kurulacak, “kıt” serma­yeli burjuvalara kredi/sermaye veri­lecektir. Sorun geldi banka kurma­ya mı dayandı? Peki, kim kuracak? Gökçün’den yine günümüz Türkçe-

sine çevirerek aktaralım. “Devlet kendisinin güçlü bir ekonomik unsur olduğunu göz önüne alarak... büyük sanayi ekonomilerinde uyarı ve katı­lımı ile halka yol göstermelidir. ” (a.g.e. S. 13)

Ardından hızla banka kuruluşuna yönelinir ve kongreden bir yıl sonra, 1924’te ilk kuruluş sermayesi Ata­türk’ten; 250.000 lira ile İş Bankası kurulur. Böylelikle Anadolu burju­vazisi Kurtuluştan 2, 3 yıl gibi çok kısa bir sürede tekelci, finans kapi­talizme ulaşmıştır.

Finans-kapitalin hızla sermaye birikimi sağlayabilmesi, sıkı bir bas­kı rejimiyle mümkündü. TKP yeni­den yeraltına itilmiş, kadrolarına ha­pis ve işkencelerle göz açtırılmamış; Muhtariyetlik sözü verilen4 ama da­ha sonra varlığı bile inkâr edilen Kürt ulusunun tepkileri şiddetle, meydanlara kurulan darağaçlarında toplu idam infazlarıyla kırıma uğra­

tılmış; MustafaKemal’in en yakın silah arkadaşlarının (Rauf, Kazım, Raf et ve A. Fuat Paşalara) bile partisi kapa­tılmış;5 6 Takrir-iSükûn’larla (döne­min sıkıyönetimi) yoğun bir baskı reji­

mi uygulanmıştır.

Artık evrimini tamamlayan Ke­malizm, iktisaden finans kapita­lizm, siyaseten diktatörlüktür. Bu süreç daha 1925’lerde tamamlanmış­tır.

Ancak gelişimin bu seyri ve va­rılan nokta kavranamamış, aradan

Muhtariyetlik sözü verilen ama daha sonra varlığı bile inkâr edi­len Kürt ulusunun tepkileri şiddetle, meydanlara kurulan dara- ğaçlarında toplu idam infazlarıyla kırıma uğratılmış; Mustafa

Kemal'in en yakın silah arkadaşlarının (Rauf, Kazım, Rafet ve A. Fuat Paşalara) bile partisi kapatılmış; Takrir-i Sükûn'larla (dönemin sıkıyönetimi) yoğun bir baskı rejimi uygulanmıştır.

4 Atatürk Vakit Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’a verdiği ancak daha sonraları Türk Tarih Kurumu’nca gizlenen; “Kürt sorunu” ile ilgili röportajında şöyle diyor: “... başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çe­şit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir.” (Uğur Mumcu, Kürt - İslam Ayaklanması, S. 48)5 Atatürk’le siyasi görüş ayrılığına düşen Paşalar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuşlar ancak Parti İzmir Suikas- tı’yla ilişkilendirilerek kapatılmıştır. Daha sonraki yıllarda Kazım Karabekir’in yazı yazmasına bile izin verilmemi,ş evi basıla­rak yazılarına el konulup yakılmıştır.6 Varlığı tartışmalı Bursa Nutku’dan bir özet: Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir... Bunları zayıf düşüre­cek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir... Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu ya­kalayacaktır... Onu hapse atacaklar... Diyecek ki; ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklı­yım.’ ... İşte benim anladığım... Türk gençliği!” (5 Şubat 1933)

22

Page 25: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

geçen uzun onyıllar boyunca, Kema­list burjuvazinin yalan propaganda­sıyla olmamışa çevrilmiş, Kemalizm Bursa Nutku6 seviyesine indirilmiş­tir. Türk solunun 1960 sonrası yeni­den doğuştaki bu bönlüğü onu “ö­zürlü” kılmıştır. Tekelcilik anlaşıla­mamış, Türkiye yarı-feodal görül­müştür. İşçi sınıfı nicel zayıflığına bakılıp - hem de “proleter devrimci­ler” tarafından- yok sayılmıştır! “Müttefik edeceğiz” diye olmayan milli burjuvazi (çünkü tekelleşmişti) aranıp durulmuştur! Bu bönlükler ne yazık ki stratejik düzeyde de olma­dık seviyelere varmıştır!

Neyse ki hayatın öğretme gücüvar!

71 Kıvılcımlısında Kemalizm

Kıvılcımlı ile geleneği arasında bir uyumsuzluk olmadığı açıktır. An­cak eleştiriler zaten Kıvılcımlı’nın 1967 - 71 arası dönemine yöneliktir. (Kayaoğlu’na göre 1937’lerden baş­layarak) Bu nedenle Kıvılcımlı’nın o dönem değerlendirmelerine de bak­mak gerekiyor. Ama son söyleyece­ğimizi ilk söyleyelim! Kıvılcım- lı’nın Yol çalışmalarındaki Kema­lizm analizleriyle 71’deki Kemalizm analizleri arasında bir farklılık yok­tur.

Birkaç küçük alıntıyla Kıvılcım- lı’nın, Yol’daki analizlerinin arka­sında durduğunu görelim!

“Evet, Kemalizm ’in yaptığı da bir demokratik devrimdir. Ama dev­rimde değişen sınıf ilişkisi kompra­dor tahakkümünü kaldırmak biçi­minde oldu... Türkiye devletçilikle “sınıfsız imtiyazsız” bir toplum biçi­mine yani sosyalizme gitmemiştir. Tam tersine en azgın sömürücü sis­tem olan Devlet Kapitalizmi yolun­dan Finans-kapitalizme girmiştir. Emperyalist dünyaya karmış tır. ” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zor­laması, Derleniş Yayınları S. 394, 395) Ne zaman yazıyor bunu Kıvıl­cımlı? Nisan 1970’te.

Devamla: “ ‘Kemalist... Devrim = Küçük burjuva devrimi’ demekmiş

Bu her şeyden önce Birinci Kurtuluş Savaşı ’nın ’egemen sınıf karakte­ri ’nde yanılmaktır. O sınıf Türkiye burjuvazisidir. ” (a.g.e. S. 371)

Kıvılcımlı için Kemalizm, YOL çalışmalarında neyse 71’de de o, ya­ni burjuvadır.

Teori ve Politika ve dergiye dışa­rıdan yazan aynı zemindeki bir kısım yazar tarafından Kıvılcımlı’nın özel­likle 71’deki tutum, davranış, öner­me ve yönelişlerinden hareketle “or­ducu”, kimine göre de “dolayısıyla” “Kemalist” olduğu savlanır.

“1950 ’li ve 60 ’lı yıllardaki ’pro- pagandif’yazılarının tamamı ise Ke­malist, Orducu, Reformist nitelikte­dir. ” (Ali Osman Alayoğlu TP, S.127. abç)

“Kıvılcımlı ’nın Orducu, Kema­list olduğu tek bir makalesinden ha­reketle söylenmemektedir. (a.y., S.128, abç)

“Yol çalışmalarının Kıvılcım­lı ’sının Leninist, 1960 ’lardaki Tarih Tezi ’nin Kıvılcımlı ’sının Orducu, Kemalist olduğu açık bir gerçek de­ğil midir?” (a.y., S. 131, abç)

Dikkat edilirse “Orducu” ve “Kemalist” nitelemeleri hep birlikte eşanlamlı gibi kullanılır. “Kıvılcımlı Kemalist’tir çünkü ORDUCUDUR!” olur!7

Kaldı ki Alayoğlu’na göre Kıvıl­cımlı “1970’li yıllarda katıldığı se­minerlerde Kemalizm’in bir burjuva hareketi olduğunu açıkça dile geti­rirken Kemalizm’in asker-sivil küçük burjuvazinin hareketi olduğu iddia­larını da şiddetle reddetmektedir. ” (a.y. S.129)

Hatta yine Kıvılcımlı, “Kema­lizm ’in niteliği tartışmalarında da ’Kemalizm’in burjuva hareketi oldu­ğu ’ tespitleri bağlamında uygun yere koyabilmiştir. ” (a.y. S. 133)

Gel gelelim Alayoğlu gene de sormadan edemez. “Yol çalışmaları­nın Kıvılcımlısı Leninist, ... Tarih Te­zi ’nin Kıvılcımlısı orducu, Kema­list... Değil midir?”

Hemen cevap verelim: Hayır de­ğildir! En başta Alayoğlu’nun yuka­rıda alıntıladığımız argümanlarından dolayı değildir. Kıvılcımlı “Kema­lizm ’in burjuva hareketi olduğu ” nu “tespit” edecek ama gene de Kema­list olacak. Bence Alayoğlu bu Ke­malizm ‘tespit’ini orduculuğa atla­mak için bir “payanda” olarak kulla­nıyor. Çünkü Alayoğlu’nun gizli(!) mantığına göre orducu olmak için Kemalist olmak gerekiyor.

Eğer Alayoğlu burada bir “hile” yapmıyorsa, “yanılsamasının” kay­nağı nedir?

Biz Kemalizm’le “Orduculuk”u

23

Page 26: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

eşitlemiyoruz. Çünkü Kıvılcımlı’nın “Orduculuk”unun temelinde, onun dirlikçi gelenekli genç subaylar ek­senli “Vurucu Güç” teorisi olduğunu biliyoruz. Ama bunun üzerinden ko­layca atlanıverir ve Kıvılcımlı “Or- duculuk”la eşitlenir. Alayoğlu bu ko­nuda evet, ne yazık ki -bunu söyle­yince alınıyor ama alınmamalı- ilk değildir!

Bu noktada “Vurucu Güç” konu­sunda tekrar gibi gelecek de olsa bir kaç söz etmemiz gerekecek. Ama he­men şu ayırdı yapalım: Kemalizm tekelci burjuvazinin ideolojisidir. Orduculuk saydığınız Vurucu Güç olgusu ise bir Dirlikçi davranış biçi­mi, bir ilkel sosyalist gelenektir ve birinci şıkla taban tabana zıttır! M. Kemal ve diğer genç Paşaların ilk çı­kışlarındaki Dirlikçi davranış izi her iki gerçekle de çelişmez.

Kıvılcımlı’da “Vurucu Güç” el­bette Tarih Devrim Sosyalizm (TDS)’de varılan sentezlerden birisi­dir. TDS’ de üretici güçler dört baş­lık altında toplanır: Teknik, Coğraf­ya, Tarih ve İnsan.

“Tarih bakımından Teknikle bir­likte Coğrafya-Tarih-İnsan sözcükle­riyle özetlediğimiz öteki üç üretici güç de ele alınmadıkça yeterli aydın­lığa kavuşulamaz. Çünkü Tarih son derece somut bir konudur. Robenson masalındaki gibi tek başına kalmış uyduruk insanın değil, gerçek insa­nın eylemidir. Gerçek insan: Hem TOPLUM YARATIĞIDIR, hem TOP­LUM YARATICIdır. Tarih, o gerçek insanın: Belirli geçmişinden kalma gelenek, göreneklerle, içinde yaşa­dığı belirli coğrafya ve iklim şartla­rına göre, belirli bir tekniğe ve me­toda dayanarak yaptığı yaşama gü­reşinde, gene belirli bir seviyeye u­laşmış kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir. Tarihte her şeye can veren bu kolektif aksiyondur.

“... Antika Tarih toplumunda 7 8

yalnız başına teknik, insanı umutsuz­luğa düşürecek kadar yavaş geliş­miştir. Buna karşılık: Her toplumun içinden çıktığı Tarih gelenek-göre- nekleri, içine girdiği Coğrafya etki- tepkileri altında gösterilmiş. İnsan­ca kolektif aksiyon Teknik’ten hızlı davranmıştır denilebilir. ” (Kıvılcım­lı, TDSBibliotek Yayınları, S.25, 26)

Olan bu mudur? Bakalım. “ Ni­çin olan şeylerin adlarını koymaya­lım. En son Birinci Millî Kurtuluş Savaşı ’nda olduğu gibi, 27Mayıs ih­tilâlinde de Sosyal Sınıfların yönün­de, neredeyse bağımsızmışça görün­tüler alan bir Vurucu Güç vardır. Bu Vurucu Güç, “Devleti” ve “Memle­keti” koruma ve kurtarma sorumlu­luğunu duyan Antika Osmanlı “Sünûf’ü Devlet ”inin, İlmiyye + Seyfiyye + Mülkiyye + Kalemiyye di­ye adlanmış 4 Devlet Sınıfları ’nın Tarihcil ve Sosyal kalıntısıdır. Bu o­lumluluk, “Kalıntı”dır diye hor gö­rülemez. Zaten hor görene metelik vermez. Pratikte vardır, teoride yeri­ni ister istemez alır. ” (Kıvılcımlı, Halk Savaşının Planları, Derleniş Yayınları, S. 257)

“Vurucu Güç”, stratejinin “ol­mazsa olmaz!”ı değildir. “Proletar­yanın kendi yapısı içine giren öncü örgüt değildir. ” (a.g.e S. 258) O kol- lektif aksiyon gücü, bağımsızca orta­ya çıkıp; “memleketi kurtarma” adı­na gerici iktidarı bir vuruşla (isterse­niz darbeyle diyelim) devirdi mi? Kıvılcımlı böyle bir duruma devrim­cilerin ya da partinin kayıtsız kalma­ması gerektiğini, bu kalkışmanın sosyalizm yörüngesine sokulabilece­ğini söyler! Burada (M. Kayaoğlu’na da yönelik olarak) “elinde bir örgüt­sel mekanizma yok”, “bir hareketin içinde veya önünde değil”sin üstelik “Cağaloğlu ’nda tecrit edilmiş bir halde yaşıyor”sun (a.y. S.32) vs. e-oleştirilerinin ne anlamı olabilir! Gücün yoksa tavır da alma, yani “politika yapma!” denebilir mi?

“Ondan sonrası, öne geçen Öz- güç’ün niteliğine kalıyor. Bu... nite­lik devrimci ise Sosyal Devrim yö­rüngesine oturabilir. ”a.g.e. S. 258) demiyor mu ve Özgüç’ün bir GÜÇ olması gerektiğini söylemiyor mu?

Biraz da somuttan konuşalım! Vurucu Güç’ün son iki, 27 Mayıs 1960 ve 28 Şubat/21 Mayıs 1963 de­neyleri (9 ve 12 Mart’ı son saymıyo­ruz, ileride bu konuya döneceğim) sadece bir eylem olmalarının çok ö­tesinde; etkileri açısından da çok iyi anlaşılmalıdır. Çünkü Türkiye solu­nun ikinci doğuşundaki ağır Kema­list etkinin önbelirleyicisi büyük öl­çüde bu iki eylemin (aslında tek sü­reçtir) payı büyüktür.

27 Mayıs: darbe mi, devrim mi,

her ikisi mi?27 Mayıs yine ordu içerisindeki

genç subayların, hiyerarşi dışında örgütlenip devletin üst kurumlarına; Cumhurbaşkanlığı’na, Başbakan’a, Hükümet’e ve Genel Kurmay’a kar­şı, yine “memleketi kurtarmak” adı­na müdahele, darbe; ileri politik so­nuçları açısından da (sonlandırıla- mamış) bir devrimdir.

27 Mayıs, devletçilik arpalığında (devlet kredileriyle) büyüyüp geli­şen ve Demokrat Parti ile rüştünü is­patlayan finans-kapitalizm soygun talan diktatörlüğüne karşı, Dirlikçi gelenekli genç subayların, yoksul yı­ğınlar adına ortaya çıkıveren kolek­tif aksiyonudur.

Aslında 27 Mayıs bir süreçtir. Önceli 9 subay olayı, ardılı 22 Şu­bat/21 Mayıs’lardır. 1954’lerde baş­layan ilk örgütlenme vuruş aşaması­na geldiğinde deşifre olur. İhbara uğ­rayan subaylardan dokuzu sorgula­nır ve beraat ederler.

Ancak örgüt dağılmaz. Semiren finans kapital partisi DP’nin iyice

7 Elimdeki Metin Kayaoğlu imzalı “ Kıvılcımlı: Teorik-Politik Bir Marksizm İçin...” isimli diğer yazıda böyle bir nitelemeye; “Kıvılcımlı Kemalist’tir” vargısına ya da yargısına -gözümden kaçmadıysa- rastlamadım. Bu yüzden cevap eleştirinin bu bö­lümünden Kayaoğlu’nu sakınmak doğru olacaktır.8 Kaldı ki Kıvılcımlı o dönem Cağaloğlu’nda, burjuvazinin devrimci hareketi boğmak için dayattığı “tecrit” çemberini kırmak için Marksist yayın faaliyeti yürütmek üzere bulunuyordu.

24

Page 27: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

azgınlaşması ve diktatörlüğünü siya­si olarak da sınırlarını zorlarcasına i­yice artırması; hele devletçi gelenek­li orduyu aşağılarcasına iktidar mev- kilerinden hepten itelemeye çalışma­sının yarattığı gerilim 27 Mayıs ola­rak patlar.

Hükümet devrilir, üyeleri tutuk­lanır. Cumhurbaşkanı C. Bayar bile Çankaya’yı basan grubun başındaki Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan’ın ka­rarlı tutumuyla ve Muhafız Alayı’nın kararsız da olsa ihtilalcilere katılı­mıyla enterne edilir.

27 Mayıs’ın halkçı niteliği konu­sunda bir tartışma gerekli mi? Bu konuda 27 Mayıs’ın reformlarına ve 1961 Anayasası’na bakılabilir. Zaten ondan sonraki süreç finans kapitalin, 27 Mayıs’ın kaza- nımlarını ve gelene­ği törpülemesi ol­muştur. Yine de ile­ride bu konuyu bi­raz açmaya çalışa­cağım.

Yine “iktidarı bir vuruşta deviren” vurucu güç tıp­kı Kuvayı Milliye örneğinde olduğu gibi siyasi öndersizlikle karşılaşır. 27 Mayıs’ın yaslanabileceği ya da o­na arka çıkacak bir siyasi örgütlen­me yoktur. Bunun, kendileri de far­kındadırlar.

“Silahlı Kuvvetler Birliği ’nin, iktidarı devam ettirmek bakımından en büyük noksanı, halk içinde kolu­nun bulunmayışıdır. Mahiyeti ne o­lursa olsun, ne derece büyük bir kuv­vet ifade ederse etsin, gücünü halk­tan almayan ve halka yaslanmayan bir iktidarın uzun müddet ayakta durmasına ve halkın kalkınmasını hedefleyen büyük reformları uygu­lanmasına imkân ve ihtimal yoktur. ” (Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, Aktaran Dr. H. Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştiri­si)9

Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Ge­nel Başkanı olarak MBK’ya yazdığı

mektuplar elbette ki 27 Mayıs’ı peşi­ne takamayacaktı. Ama en azından o gün alınması gereken politik tavır bakımından anlamlıdır. O, görece canlanan politik ortamda -olabildi­ğince- programını tartışmış, tartıştır- mıştır. Bu tutumun, “27 Mayısçılar mektubu okuyunca iktidarı sanki ge­tirip Kıvılcımlı’ya vereceklerdi” ye­rine, bugün kazanamayacağımızı bi­le bile, sırf programımızın propagan­dasını yapabilmek, sesimizi duyura­bilmek amacıyla girdiğimiz seçim çalışmalarıyla kıyaslanması daha uy­gun olacaktır.

Kıvılcımlı’da kavranmayan şey de budur. Uzun yıllar alan o durgun­luk döneminde politik tutumlarıyla, yazılarıyla, örgütlenmeleriyle, ara

sıra da olsa azıcık canlanıveren poli­tik ortama “etine göre budu” müda­halede bulunmuş, TDH adına siyaset sunmuştur.

27 Mayıs kısa sürede örgütlü güç finans kapital tarafından iç edilmeye çalışılır. Darbeyi yapan örgüt, Silah­lı Kuvvetler Birliği (SKB) liderlerin­den Talat Aydemir bu sürece müda­halede bulunur. Bu süreci Ayde­mir’in, arkadaşı Turhan Yalvaç’a yazdığı mektuptan izleyelim.

“Hatırlarsın, Kore’den döndük­ten sonra ‘İhtilâlin emniyete alınma­sı icabeder ’ demiştim. İşte o ana f i ­kir üzerinden yürüdüm. Eski teşkilâtı genişlettim. Bugün Türk Ordusu ’nda kilit başında bulunan bütün insanlar buna dâhildir. Aylardır çalıştık ve bazı prensipler vazettik. ” (www.o- nergurcan. org)

İsmet İnönü ve devlet, bir kısım komite üyesine çengel atmış, diş ge- çiremediklerini de bir provokasyonla

tasfiyeye çalışmaktadır. Aydemir u­yanık davranır.

“ Bu yukarıda saydığım insanla­rın plânı ile biz 2-3 Haziran gecesi hazırladıkları liste ile yeni bir on- dörtler gibi emri vaki ile karşılaşa­caktık. Bereket versin, elimizi çabuk tuttuk, bu zaferi dört saat ara ile ka­zandık. Derhal alarma geçtik, yoksa bizi şu suçlar ile radyoda dinleye­cektiniz.

“ Harb Okulu Komutanı, Komi­te ’deki Havacılar ile anlaşmıştır.

Bunlar Ordu’yu ayıran insanlar­dır.

En kötüsü komünistlere hizmet e­denlerdir

”Ondan son­raki icraat tama- miyle bizimhâkimiyetimiz al­tında cereyan etti. Bu adamlar fazla inat etselerdi, ha­rekâta geçip orta­

lığı kana boyayacaktık... O kadar şu­ursuz insanlardı.. Allah’tan ellerin­den bir şey gelmedi. Çünkü artık hiç bir kuvvetleri kalmamıştı. Bu anda da sıfırdırlar. Yedi gün yedi gece uy­kusuz alarmda kaldık. Yalnız şuna sevin ki bütün Türk Ordusu, Deniz, Hava, Kara, Jandarma bu anda yek- vücuttur. Diğer yolda da bunu sağla- yabildiysem artık rahat ölebilirim.

“Davamızı başta bulunan Genel­kurmay Başkanı ’na, Kuvvet Komu­tanları ’na, ayrıca kabul ettirdik. Şimdi demir gibiyiz, ama bu kolay olmadı tabii. Eski ideal arkadaşla­rım, Türkiye ’de her şeye hâkimdir­ler. Silâhlı Kuvvetler şahsiyetini ka­zanmıştır. 7 Haziran ’da Komite ’ye bir ültimatom çektik, benim kale­mimden çıktı. Genelkurmay Başkanı Memduh Paşa ’yı köşke götürdü. Hasta Devlet Reisi ’ne kabul ettirdi. Yirmi dört saat mühlet vermiştik. On birinci saatte yerine getirdiler, yoksa

27 Mayıs, devletçilik arpalığında (devlet kredi­leriyle) büyüyüp gelişen ve Demokrat Parti ile rüştünü ispatlayan finans-kapitalizm soygun ta­lan diktatörlüğüne karşı, Dirlikçi gelenekli genç subayların, yoksul yığınlar adına ortaya çıkıve-

ren kolektif aksiyonudur.

9 Yazıyı internetten okuduğum için 27 Mayıs ve Yön Hareketi’nin Sınıfsal Eleştirisi ile ilgili alıntıların sayfa numarasını vere­miyorum.

25

Page 28: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

hepsini silecektik. İş o kadar gergin safhaya girmiş, sabrımız tükenmişti. Ültimatom şu idi:

Hava Kuvvetleri Komutanı der­hal vazifesine iade edilecek. Öğle radyosunda yayınlanacak.

Bizi ihbar edenler ve Hava Kuv­vetleri Komutanı ’nın harcanmasını sağlayanlar vereceğimiz listeye göre derhal emekli olacaklar.

Cemal Madanoğlu, Osman Kök- sal derhal kumandanlıkları bırakıp Komite ’ye dönecekler.

Bir daha Silâhlı Kuvvetlerin ve Komitenin haberi olmadan kilit ba­şında bulunan komutanlar tayin edi­lemeyecek ve emekliye sevk edileme­yecek.

Deniz Kuvvetleri Komutanı, Ka­ra Kuvvetleri Komutanı ve Millî Sa­vunma Bakanı derhal emekli olacak.

Komite seçimlere kadar azaltıla- maz. İstifa edemez, istifaya zorlana­maz.

Şimdi tamamiyle duruma Silâhlı Kuvvetler hâkimdir. “ (a.y.)

Ancak işler istenildiği gibi yürü­mez. Dirlikçi subaylarla kesimciler (düzenle uzlaşıklar) arasında çatış­ma sürer. Ancak Aydemirler ne paha­sına olursa olsun 27 Mayıs’ı koruma çabasını sürdürürler. Kazanan dev­let, kesimciler olur.

“Bizler 27 Mayıs’ın hazırlayıcı­sı, yapıcısı ve koruyucusuyduk. Bu e­ser bizlerindir Bizler 27 Mayıs’ın sahte koruyucularından değiliz. Ese­rimizin hedefine varması için her türlü çareye başvurarak, yaşadığı­mız müddetçe ne lazımsa yapmak mecburiyetinde idik. 1956 senesinde bu dava için baş koymuş ve yemin et­miştim. Eserin yıkılışı ve hedefinden uzaklaştırılması ve hele intikam his- leriyle her gün biraz daha tahrik e­dilmesine türlü türlü siyasî kombine­zonlarla inkar edilişine seyirci kala­mazdım. (T. Aydemir, Savunma- Ak­taran Öner Gürcan, Ben ihtilalciyim

S. 213)

Seyirci kalmamışlardır da. İlk müdahale 22 Şubat 1962’dir. Aslında başarıya da ulaşılmıştır.

“Süvari Binbaşısı Fethi Gürcan, Muhafız alay Kumandanlığı ’nı de­ruhte ediyordu. (Üzerine alıyordu. B.n.)

O anda bana telefon etti:

‘Albayım, şimdi burada kuvvet kumandanları İnönü dâhil bütün ka­bile halinde köşkte toplantı halinde­ler... Şimdi hepsini enterne edeyim mi? Hesaplarını göreyim mi? ’dedi.

’Hayır ’ dedim, ’Serbest bıraka­caksınız. Çıkacaklar. ’ O andan itiba­ren her şeye hâkimdim. (a.g.e.)

Ancak bu gaflet, “her şeye hâkim” olduğuna inanma gafleti, ba­şarıyı bir anda tersine döndürür. Devletin en tepesindekilerin serbest bırakılmaları bir kısım kararsız su­bay arasında olumsuz etki yapar ve saf değiştirirler. İsyan örgütleyen a­ma çatışma, kan dökme yanlısı ol­mayan, naif dirlikçi Aydemir Albay teslim olur ve kadrosuyla birlikte or­dudan tasfiyeye uğrar.

Ancak boş durmazlar. Özellikle, “Hangi kıtaya gitsem girebilirim ve oraya hâkim olurum. Hususiyetim budur ” diyen Fethi Gürcan, genç subay ve öğrenciler arasında örgüt­lenmesini ‘sivil’ olarak da sürdürür.

21 Mayıs 1963’te ikinci bir giri­şimde bulunurlar. Ancak yine T. Ay- demir’in, ille de 27 Mayıs gibi “kan­sız” ihtilal yapma aşırı iyimserliği­nin yol açtığı çekince; vuruşta hız kesme, yakın arkadaşları arasında yine sendelemelere yol açar! Ancak devlet onlara karşı bu kez, onlar ka­dar naif olmayacaktır. Burjuvazi ta başından beri sınıf savaşının gerçek, çekince kaldırmayan bir savaş oldu­ğunu bilir. Kendisi üzerinde tehdit o­luşturabilecek gelişimlere karşı a­mansızdır!

Bu başarısız darbe girişimi üze­

rine Aydemir ve Gürcan asılarak i­dam edilirler. İsyanın kitle gücünü o­luşturan Harp Okulu’nun 1459 öğ­rencisi, kimisi ağır hapis cezalarına çarptırılarak tasfiyeye uğrarlar.10

Mahkemelerde isyanın öncüleri diri ve sağlamdırlar. Siyasi savunma yaparlar. Bu noktada F. Gürcan’ın politik duruş zemini, bilinci ve dev­rimci kararlılığı dikkate değer. Gür­can’ın savunmalarından kısa bir özet vermeye çalışayım. Gürcan, amaçla­rının 27 Mayıs’ı korumak ve sonuç­larına ulaştırmak olduğunu savunur. Anayasanın emrettiğini yapmaktan kaçınan devletin artık meşruluğunu yitirdiğini ve isyanlarının haklı bir zemini olduğunu savunarak, mahke­meyi düzeni yargıladığı bir platfor­ma dönüştürür.

“Anayasanın klasik hürriyetleri yanında ulusal iradenin tecellisi için adeta emrettiği sosyal ve ekonomik hakların halk tarafından elde edil­mesini sağlayacak zinde kuvvetlerin temel reformlar dediği reformlara kimler engel olmaktadır? Toprak re­formu, vergi, eğitim reformu ve diğer reformlar aleyhinde çalışanlar kim­lerdir? Bunların kimler olduğu hak­kında Türk halkoyunda, bu arada sa­yın yargıçlarda inancın tam oldu­ğundan şüphemiz yoktur. Bir çok çevrelerce ısrarla propagandası ya­pılmasına rağmen uyutucu, aldatıcı, vaat edip unutturmaya çalışan CHP ’nin yöneticileri bu gruplara dahildir.

“Olumlu bir toprak reformu, hem sosyal adaleti ve onunla birlikte hem de azından büyük fakat aç ve çıplak Anadolu halkını besleyecek ölçüde istihsal artışını sağlayacak toprak reformu nerede?

“Kaderine bırakılmış Anado­lu ’da küçük topraklar büsbütün kü­çülürken, ekonomik bir istihsal üni­tesi olmaktan çıkarken, büyük top­rakların daha da büyüdüğünü görü­yoruz.

”Nüfusu gittikçe artan Anadolu

10 Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu daha sonra üniversitelere girmişlerdir. 68 devrimci kabarışının içine düşen bu koca a­lev kütlesinin katkısı ve etkisi dikkate alınmalıdır.

26

Page 29: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

halkının huzurundan söz etmek, sa­yın yargıçlar güç değil midir? Hele yaşamak, barınmak imkânından git­tikçe mahrum kalan bu halk kitlele­rinin büyük şehirlere akarak, hemen de yarısına yakın kısmını kaplayan gecekondu inşaatının durdurulması­nı, yasaklanmasını isteyen yönetici zihniyet, Türkiye ’nin davalarını an­lamanın ötesinde olanların zihniye­tidir Bugünkü tutumla gecekondula­rın artmasının kaçınılmazlığını an­lamayanları ve onların getirdiği problem karşısında anlayışsız olan­ları, özellikle bu gibi konulara de­rinden bakanları tarih önünde itham edenleri tarih önünde en büyük va­tan haini olarak gösteriyoruz. Çünkü inanıyoruz ki temel reformlar, bu ve diğer konuların önüne geçtiği tak­dirde meselelerimiz çözülecektir ”

“Bu şartlar altında 27Mayıs ön­cesi statükoyu koruma, hatta restore etmek rolünde olan Başbakanla, parlamento, büyük halktan yana mı,

yoksa onun karşısında mı?

“İşte biz ulusal iradenin gerçek­ten tecellisi için ona engel olan poli­tik, ekonomik ve sosyal münasebetle­ri ulusun çoğunluğu lehine ortadan kaldırmak istiyorduk.

“Bu münasebet yarın mutlaka koparılacaktır Bu koparmayı kimle­rin aracılığıyla yapacaktık? Kafa­sıyla yeni nesil Atatürk’ün Cumhuri­ye t’i emanet ettiği, aslında halkın mutluluğunu sağlamayı tavsiye ettiği gençlik ile yapacaktık. Daha doğru­su onlar yapacaktı. Bu şüphesiz dar anlamıyla gençlik değil, yurdun her yanında, her kesiminde düşüncesiyle ve yapıcılığıyla devrimci olan zinde güçtür.

“Beraatı Tarihin Hükmüne Bıra­kıyoruz

“Yukarıda özü meşruiyete daya­nan savunmamız hafifletici sebep bulma çabasını ifade etmez. Onlar haklılığımız, daha doğrusu meşrulu­

ğumuzun kısa ifadeleridir. Bu sebep­le tarihi mahkemeden tarihi beraat kararını istiyoruz. Fakat asıl beraatı tarihin hükmüne bırakıyoruz. Siz de mutlaka, değişip-gelişecek gerçek u­lusal irade egemenliğinin hâkim ola­cağı, Türkiye tarihinde yerinizi, ve­receğiniz kararla belli etmiş olacak­sınız. ” (Fethi Gürcan, Süvari Binba­şı, Savunma)

Fethi Gürcan’ın savunmasında a­çıkça görülmektedir ki o, devrimci demokratik bir programı savunmak­tadır.

Sonuç olarak 27 Mayıs ve arka­sından gelen demokratik program perspektifli girişimler, sınıf teşkilat­sızlığı yüzünden, belki çok daha ile­ri yönelimlere sokulabilecekken he­der olmuş/edilmiştir.

Burada mahkemelerdeki “beni i­kinci sıraya koymuşsunuz, benim ye­rim birinci sıradır! ”, öğrenci ve genç subayların faaliyetleri soruldu­ğunda “Biliyorum ama söylemem, sorumluluk benimdir ” diyen lider duruşuyla, idama götürülürken Ay- demir’e, “Albayım söylemiştim, seni yalnız bırakmam!” deyişindeki yol­daş tutumuyla, idam sehpasının ö­nünde “Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım, benim giremeyece­ğim garnizon yoktur. Girdiğim gar­nizonu da alarma geçirir ve ihtilal yaparım. ” kararlılığındaki demokra­tik halk devrimcisi, son dirlikçi a­kıncı, Fethi Gürcan’ın anısı önünde saygı ile eğiliyorum.

Ara sonuç: Tükenen gelenek

27 Mayıs Anayasası 12 Eylül’e kadar finans kapital politikacıları tarafından sürekli, “Bu anayasa bize bol geliyor ”, “Bu anayasayla devlet yönetilm ez” sözleriyle şikâyet edilmiştir. Sonunda tırpan- lana tırpanlana 12 Eylül’e kadar gelinmiş ve 27 Mayıs’ın rövanşı o­larak 1982 Eylül anayasası toplu­ma dayatılmıştır.

27 Mayıs’ı, 21 Mayıs’ı yapan gelenek ise finans kapitalin bilinç­li önlemleriyle iğdiş edilmiştir. Or-

27

Page 30: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

du mensupları OYAK gibi banka, Renault gibi büyük endüstri kuru­luşlarıyla finans kapital yağmasına doğrudan ortak edilerek ve ordu­evleri ve lojmanlarla haltan kopa­rılarak burjuvalaştırılmıştır.

Gelenek en sonunda üretim i­lişkilerinin önbelirlediği bir top­lumsal edinimdir. Her gelenek za­manla, yüzyıllar da alsa aşınmaya mahkûmdur. Türkiye’nin 70’li he­le 80’li ve 90’lı yılları büyük dö­nüşümlerin yaşandığı yıllardır. O koca köylü toplumu bir kaç onyıl içerisinde, büyük kütleler halinde şehre, kapitalist üretim ilişkileri i­çine taşınmış, evrilmiştir.

Bu dönüşümle ilgili birkaç ra­kam verelim.

1927’de şehir nüfusunun köy nüfusuna oranı 24’e 76’dır. Bu o­ran çeyrek asır nerdeyse hiç değiş­memiştir. 1950’de 25’e 75 ’tir.

Türkiye 1975 - 1997 arası köy nüfusunu % 58’den % 35’e düşür­müş, başka bir deyişle köydeki her 100 kişiden 60’ını daha şehre taşı­mıştır. Bu, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerindeki hızın da gös­

tergesidir. Kır/toprak ilişkileri hız­la tasfiye olurken, şehir/finans ka­pital egemenliği de aynı hızla art­mıştır. Bu artıştaki baş döndürücü hız, geleneklerin yaşaması, yaşa­tılması bir yana onların müthiş bo­zulmasına ve çürümesine de yol açmıştır. Bugün toplumdaki ahlaki değerlerin aşınmasının, dayanışma geleneğinin bozulmasının arkasın­da yatan gerçeklik budur. Birinci­si, Dirlikçi geleneğimizin de bun­dan nasibini almaması düşünüle­mezdi.

İkincisi ise finans kapital artık 60’lı yıllarla kıyaslanamayacak derece egemendir ve kendisini “zırt-pırt” tehdit edip duran gele­neği yaşatması da olası değildir. Bunun önlemini almamak onun büyük bir gafleti olurdu.

27 Mayıs ertesi devletçilik ve­sayetinden bir kez daha kurtulan finans kapital, iktidarı Adalet Par- tis i’yle yeniden ele geçirdikten sonra bu sürece bilinçlice girişmiş­tir. Hatta burada CIA - ABD deste­ğine özel bir dikkat de gerekiyor. Biraz açalım.

OYAK: Sosyal yardım­laşmadan tekelleşmeye

27 Mayıs’ın niyetlerinden birisi de ordu mensuplarının yaşam şartla­rının düzeltilmesidir. Gerçekten de o yıllarda subaylar, birçok devlet me­muru gibi aşırı standartları olmayan, kapı komşularımız idiler. Daha iyice yaşam şartları niyetiyle 1961 yılında OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) “üyelerinin karşılaşabileceği sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluşturma amacıyla kurul­du. ” (OYAK, Tarihçe, www.o- yak.com) Aynı yıl, tamamen Ameri­kan sermayeli Goodyear Tire and Rubber Company (şu bildiğimiz las­tik fabrikası) Türkiye’ye yatırım ya­par. 1962’de OYAK’ın -hangi eller aracılığıyla bilinmez(!)- Goodyear’a ortaklığı sağlanır. Önce Ordu Pazar­ları vs.nin yanı sıra ufak tefek; kon­serve ve çimento fabrikalarıyla en­düstri alanına yönelir. 1968’de MAİS Motorlu Araçlar İmal ve Satış A.Ş. i­le otomotiv sektörüne ilk adımını a­tar ve yine aynı yıl Renault ile yatı­rım anlaşması yapılır.

Daha sonraki onyıllarda ise O­YAK hızla; sanayi, finans-sigorta, turizm-pazarlama, inşaat, gıda, am­balaj, demir-çelik, bankacılık vs. her alanda devasa yatırımlar yapmıştır. 1990’da daha sonra OYAK Bank’a dönüşecek olana First National Bank o f Boston’a iştirak edilir. 1994’te bankanın tüm hisseleri satın alınır.

Özelleştirmelerde de OYAK boş durmaz ve önemli ölçüde “mal” top­lar. 2006 yılında Türkiye’nin Tüp- raş’tan sonra ikinci büyük endüstri kuruluşu olan Erdemir’i (Yıllık karı 560 milyon YTL / 455 milyon Dolar) bünyesine katmıştır.

Şimdi “sosyal ve fiziksel risklere karşı ek bir sosyal güvenlik oluştur­ma amacıyla” kurulan OYAK’ın son durumunu, diğer holdinglerle küçük bir karşılaştırmayla görelim. (tbl.2)

Artık “Finans, sanayi ve hizmet dallarında faaliyet gösteren 60 ka­dar şirket OYAK Grubu ’nu oluştur-

Tablo î Yıllara göre değişim seyri

Yıl Şehir % Köy %

1927 24 76

1950 25 75

1955 29 71

1960 32 68

1965 34 66

1970 38 62

1975 42 58

1980 44 56

1985 53 46

1990 59 41

1997 65 35

Kaynak: DİE

28

Page 31: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

Tablo 2

Grup Çalıştırdığı personel sayısı

Koç Grubu 93.700

Sabancı Grubu 52.000

OYAK 34.000

Çukurova Grubu 31.700

Doğan Grubu 11.600

Eczacıbaşı Grubu 9.700

(Kaynak, grupların web sayfaları)

maktadır. 2006 yılı başında Türki­ye ’nin en büyük ikinci endüstri kuru­luşu Erdemir ’i bünyesine katan O­YAK Grubu, ülkemizin en büyük şir­ket gruplarından birisidir. ” (2006 Yılı Faaliyet Raporu)

Diğer yandan 1960’lardaki “kapı komşumuz subay amcalar” şehir i­çinde kalmış lojmanlarını bile bize fazla yakın bulmuşlar ve biner daire­lik inşa ettikleri lüks OYAK- KENT’lerine taşınmışlardır.

Geleneğin aşınıp tükenmesinin nesnel zemini budur. Artık 198.000’i aktif subay (gerisi emekli) 230.000’i aşkın üyesiyle OYAK grubunun içe­risinde dirlikçilikten iz aramak bo­şuna çabadır. Kıvılcım geleneği bu konuda hem sınır çizgilerini net çek­meli hem de TDH’ni uyarmalıdır.

9 Mart’ın ağza yüze bulaştırıl­masının bir sebebi de bu geleneğin aşınma sürecine girmiş olmasında a­ranmalıdır. Arkasından tam da “kita­ba uyan” şekilde, düzen bekçisi ko­numuna getirilmiş hiyerarşik ordu yapısının 12 Mart intikam vuruşu­nun anlamı da budur. 12 Eylül ise hiç mi hiç “lamı cimi” olmayan, ken­disini cılız da olsa gösterecek bir ge­leneğin kalmadığının somutlandığı, faşizm zeminine çekilmiş ordunun; Finans kapitalin en disiplinli, en güçlü örgütünün darbesidir.

Geleneğin aşınım sürecindeki 9 Mart; Talat Aydemir, Fethi Gürcan gibi dirlikçi akıncılar çıkartmak şöy­

le dursun, giri­şimi savunacak adam bile çı- kartamamıştır. Tam da bun­dandır ki neler olup bittiği u­zun boylu bi­linmez. Hare­ketin “lideri” Celil Gür- kan’ın Uğur Mumcu’ya an­lattığı kadarcı- ğını olsun öğ­renebilmek i­çin 15 yıl bek­lemek gerek­

miştir. 27 Mayıs ve 22 Şubat/21 Ma­yıs’ta ise Aydemir ve hele Gürcan eylemlerini ve amaçlarını mahkeme­lerde; sorumluluğu üzerlerine alarak yiğitçe savunmuşlardır. 9 Mart’la il­gili olarak ise ortada “adamlar” de­ğil tevatürler dolaşır.

1960 sonrası Türkiye Devrimci Hareketi:

İkinci doğuş1960’ların başından itibaren

Türkiye sol hareketi yeni bir kabar­ma daha doğrusu yeni bir doğuş ya­şamıştır. Bu yeniden doğuşla birlik­te, geçmişi olmayan bir sol söylem ortaya çıkmıştır. 1919-20’lerden beri Türkiye Devrimci Hareketi’nin, teo­rik pratik birikimlerinin üzeri örtül­müştür. Ortalıkta sol adına bir şey görünmemektedir. Yeni kuşaklar için bu anlaşılabilir bir şeydir. Birisi an- latmadıysa ya da ellerde gezinen o­kunacak bir şey kalmadıysa yapacak bir şey yoktur. Ancak TİP’in başına çöreklenen kısmen eski kuşak sosya­listlerin bu birikimi kasıtlı saklayıp üzerini örttükleri; genç kuşaklarla deneyim/birikim bağını kasıtlıca ko­parıp sakladıkları açıktır.

Diğer yandan uzun süre yaşanan durgunluk yılları ve burjuvazinin ta­hammülsüz şiddet ve tecridi temel a­lan politikası, zaten cılız olan hare­keti iyice daraltarak, geleceğe uza­nabilecek canlı damarlarını büyük

ölçüde kurutmuştur.

60 sonrası solun doğuşunun ön belirleyeni, finans-kapitalin 1950 DP patlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar üzerinde daha da yo­ğunlaşan soygununun yol açtığı ge­lişmelerdir. Çok partililik, sendikal yasakların kalkması sınıfın politik tepkilerini ortaya koyabilmesi için yeni olanaklar yaratmıştı. Ancak devlet arpalığında büyümüş, en sıra­dan demokratik bir açılım yapma ye­teneğini yitirmiş Finans-kapitalizm, bu kadar sınırlı bir tepkiye izin ver­meye cesaret bile edemiyordu. En küçük; gizli açık kıpırdanmalar şid­detle bastırılıyordu. 1946’daki E­mekçi, 1951 TKP ve 1954’teki Vatan Partilerine yapılan yıldırma baskıları ve baskınları bunun tipik örnekleri­dir. Ardı ardına kuruluveren işçi sen­dikalarına da pek yaşam şansı tanın­mamış kısa sürede kapatılmışlardır.

Kemalizm inmelenmesi: Yampiri doğuş

Bu noktada, daha önce inceledi­ğimiz 27 Mayıs patlayışından 1961 Anayasası ve bu anayasanın yol açı­cılığını yaptığı görece özgürlükler ortamı doğar. Ancak yine daha önce bahsettiğimiz gibi, aradan geçen u­zun onyıllar boyu Kemalizm’in bas­kıcı ve diktatör yüzü halktan bin bir yalan ve demagojiyle gizlenmiştir.

Kemalizm’in ulusal kurtuluş ha­reketinin halkçılaşmasının, sosyaliz­me yönelmesinin önünü kesen; sava­şın aşağıdan gelen sivil/asker örgüt­lü güçlerini, hile ve zorbalıkla tasfi­ye eden; işçi sınıfının politik örgüt­lenme eğilimlerine göz açtırmayan; en yakın arkadaşlarını, savaşın kur­maylarını bile darağaçlarıyla yargı­layıp sindiren; Kürt ulusunun -ver­diği sözlere rağmen - haklarını gasp eden ve kıyım uygulayan baskıcı, diktatör karakteri gizlenmiş; kurtarı­cı, anti-emperyalist, halkçı ve ulusal kurtuluşçu tanıtımı sağlanabilmiştir.

27 Mayısçıların Kemalizm adına davranmaları, yine arkadan gelen, 21 Mayısçılar, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ların da halkçı çıkışlarında-

29

Page 32: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

ki Kemalist görüntü, Kemalizm’in i­deoloji olarak olumlanmasına sebep oluyordu. Dolayısıyla Hareket yeni­den doğarken bir paradoks olarak Kemalizm’in bu ağır etkisi altında doğdu.

Bu yampiri doğuşa, sonuç alıcı i­radi bir müdahalede bulunulamamış­tır. Böyle bir müdahaleyi kim ya da kimler yapabilirdi?

Birikimi taşıyacak olan öncelikle TKP kadroları olmalıydı. TKP prog­ramı devrimci demokratik bir prog­ramdı. Kemalizm’e karşı tutumu net ve açıktı. Gel gelelim daha sonra TİP’in başına dolu­şacak 40’lı 50’li yılların bir kısım TKP kadrosu kol­tuklarını kapmışlar­dı, onlar için sorun yoktu.

TKP’ye “İkinci kanal” olabilecek Mihri Belli çevresi ise Kemalizm’le mücadele etmek şöyle dursun, “Sosyalizmle Kema­lizm arasında aşılabilir(!) bir du­var” oluşturmuş ve TDH bu duvarı aşabilmek için epey zaman, enerji, güç ve moral yitirmiştir.

Şimdi o yıllara dönüp bakmak gerekiyor: Devrimci Hareket’teki bu Kemalizm inmelenmesine karşı ide­olojik politik kavgayı kim veriyor­du?

Deniyor ki “Mihri Belli ’nin dev­rimci gelişmeyi Kıvılcımlı ’ya naza­ran çok ileride bir ilgiyle ele aldığı görülecektir. ” (Metin Kayaoğlu, TP 40, S. 36)

Aynı tespit Alayoğlu’nda da var­

dır.

“Hikmet Kıvılcımlı ile Mihri Belli ’nin adını andığımızda arala­rındaki farkları da belirtmek gerekir. Bunlar hem gençlerle bağı Kıvılcım­lı ’nın değil Mihri Belli ’nin kurabil­mesini, daha uygun politik tutumlar almasını sağlayan, hem de Mihri Belli ’nin değil Kıvılcımlı ’nın bir ge­lenek ve geleneğinin takipçilerini bı­rakabilmesini sağlayan farklardır. ” (Ali Osman Alayoğlu, TP sayı 40, S. 116 abç)

Ya da “Eski kuşaktan olup 60 ’lı yıllarda gençlerle ilişki kurmaya ça­

lışan sadece Mihri Belli ve Kıvılcım- l ı ’dır... (Kıvılcımlı’nın) gençlerle i­lişki kurma çabası sonsuzdur ama bunu başaramamıştır. Mihri Belli bu açıdan açıkça Kıvılcımlı ’nın ileri­sinde, orijinal bir yerde durmakta­dır” (a.y., S. 117)

Son “tespit”ten başlayalım. 71’e varıldığında “gençler”in neredeyse tamamı Mihri Belli’den kopuşmuş- tur. Ve azımsanmayacak sayıda bir kısım genç de Kıvılcımlı ’ya doğru kopmuştur. Gerek üniversite gençli­ğinden gerekse ordu gençliğinden, hem doğrudan kopuşmalar gerçek­leşmiş ve hem de kopuşamayan gençler üzerinde Kıvılcımlı’nın açık

bir politik etkilemesi görülmüştür.

12 Mart’tan çıkıldığında bu ko­puş daha açık görülecektir. “Bu açı­dan” Kıvılcımlı, Mihri Belli’nin “i­lerisinde, orijinal bir yerde durmak­tadır”. En başta, daha sonra İstanbul Dev-Genç’i oluşturacak DÖB yöne­timinin önemli bir kısmı, YİS’te (Yapı İşçileri Sendikası) çalışmış ve THKO çevresinden kimi gençler Kı­vılcım geleneğinin 12 Mart’tan çı­kışta yeniden kuruluşunun merkez kadrolarını oluşturmuşlardır. Ve bu kadrolar arasında (Ah biz buna o gençlik yıllarımızda boşu boşuna ü­zülmüşüz!) hiç de “yaşlı başlı kim­

seler” yoktur.11 Mihri Belli ise ay­nı dönemde genç­lik ilişkisi açısın­dan erozyona uğ­ramıştır. (Burada belirtmek istediği­miz, kopuşmaların objektif anlamlı­dır. Yoksa “kelle

saymak” hiç işimiz olmamıştır.)

Şimdi buradan birinci “tespit”e dönebiliriz.

68’lerde “Gençlerle bağı Kıvıl­cımlı ’nın değil Mihri Belli ’nin kura­bilmesi... daha uygun politik tutum­lar alabilmesi ”nden midir?

Yeniden doğuşun üzerindeki ağır Kemalist etkiye biraz önce vurgu yapmıştık. Denizler, Mahirler, Kay­pakkayalar, hepsi bu dönemde sos­yalizme yönelmiş devrimci ama müt­hiş derecede Kemalist idiler.12

Sonradan Kemalizm’le kopuş- mayı başarabilen (içinde taşıdığı za­aflara ayrıca değineceğiz.) İbrahim

Kıvılcım lı'nın söylemini büyük ölçüde belirleyen o günün politik ortamıdır. Onun teoriden yana bir kay gısı yoktur; onu yıllar önce kurmuştur. Şimdi o teori

nin, ortamı n şartlarını dikkate alarak politikasın ı ya­pacaktır. O Kemalizm'e karşı ideolojik bir savaş ve­rirken, Kemalizm'in ağır etkisi altındaki hem asker

hem sivil gençliği hesaba katmak durumundaydı.

1 1 Alayoğlu, “Kıvılcımlı, tüm çabalarına rağmen aslında gençleri politikanın öznesi olarak görmeyi başaramaz” iddiasından sonra, Mihri Belli’den ödünç bir yargıyla ve bir dudak büküntüsüyle der ki: “Mihri 1957’de Sultanahmet Cezaevine gelen Vatan Partilileri “yaşlı başlı kimselerdi” diye tanımlamaktadır.” (İzninizle bir anımı paylaşmadan geçemeyeceğim. Sanıyorum 1977 yılıydı. Vatan Partisi’nin Aksaray’daki merkez binasında, bir toplantı ertesi bir duyuru yapıldı. “TEP’in -Genel Başkan­lığını Mihri Belli’nin yaptığı Türkiye Emekçi Partisi- Şehzadebaşı’nda (yanılmıyorsam) bir sinema salonunda Kongresi var, uğ­ramak isteyen arkadaşlar varsa...” Ben de yolum düştü uğradım ve bir süre izledim. En çok ilgimi çeken şey, ne çok “yaşlı başlı kimseler” olduğuydu. Yadırgadığımı, (çünkü biz bu tür toplantılarda hep genç görmeye alışmıştık.) ama asla küçümse­mediğimi iyi anımsıyorum.)12 Denizler ve Mahirler Kemalizmle köklü bir kopuşmaya varamadılar. Varma zeminleri mevcuttu. Ama zaman/ömürleri yetmedi. Hem denizlerin, hem Mahirlerin sosyalizme ve işçi sınıfına yönelişleri ve hele Kürt ulusal sorununda ulaştıkları a­çık, olumlu tavır bunun ipuçlarını veriyordu.

30

Page 33: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

Kaypakkaya bile 1970’e 1 ay kala bakın neler yazıyor.

“Yıl 1969 Şubatın on altısı. Gün­lerden Pazar: Kanlı Pazar. Yine Al­tıncı Filo boğaza demir atmış Türki­ye halkına meydan okuyor. Yine İs­tanbul sokaklarında ’moral takviye­s i ’ne çıkmış Amerikan askerleri. Mustafa Kemal’in gençleri durur mu; Mustafa Kemal durur muydu? Durmazdı. Gençler de durmuyor­lar. ” (İ. Kaypakkaya, Türk Solu, A­ralık 1969 ’dan aktaran Garbis Altı- noğlu, TP 41, S. 32)

68 Gençliği’nin ideolojik for­masyonu, politik tavır alışı bu idi. Mihri Belli’nin bu gençlere karşı “daha uygun politik tutumlar alabi- lerek” ilgilenmesine fazlaca gerek zaten yoktu. Gençlerin bilinç düze­yiyle Mihri Belli’nin ideolojik yapı­sı arasında gayet doğal, -olmaması şaşırtıcı- bir rezonans vardı. Onun i­çin, gençlerin kulağına epey hoş ge­len Kemalist türküler söyleyen Mihri Belli’ye gençler, gerekli “il­

gi ”yi zaten gösteriyorlardı.

Mihri Belli MDD’ciliği, TDH’nin geçerken uğrayıp, bir süre konakladığı duraklarından birisidir. Uğramıştır, uğranacaktı. Çünkü bu­nu determine eden Hareket üzerinde­ki, Kemalizm’in “dayanılmaz hafif­liği” idi. Ancak kim artık ne kadar “daha uygun politik tutumlar” gös­terirse göstersin, O “durak” artık ge­çilmiştir ve bir daha oraya hiç dönül- meyecektir!

Kıvılcımlı’nın Demokratik Halk Devrimi “durağı” ise varılacak olan­dır. Bu aynı zamanda “ Mihri Bel­li ’nin değil Kıvılcımlı ’nın bir gele­nek ve geleneğinin takipçilerini bı­rakabilmesini sağlayan fark”ı da a­çıklar. Bu süreçte TDH bilincinde, yarı feodallikten tekelci kapitalizme, köylülükten işçi sınıfına doğru belir­li bir geçiş yaşamıştır. 12 Mart çıkı­şından sonra tartışmaların bu nokta­da yoğunlaşmasının sebebi de sol yapıların zemininin MDD’ den DHD’ ye doğru kaymasının sebebi

de budur.

Biz yine “yeniden doğuş”taki Kemalizm etkisine dönelim.

TDH’ yi Kemalizm’den koparma misyonu ve onun, günün koşullarına uygun bir söylemle eleştirilmesi ise Kıvılcımlı’ya düşüyordu. Üstelik bunu yaparken de “daha uygun poli­tik tutumla” yapmak zorundaydı. “Sosyalizmi ağzına alamazsın! Buna henüz layık değilsin!” (MDD’den aktararak, Kıvılcımlı, Demokratik Zortlama, S. 410) yasakçı ortamında başka türlüsü ne kadar mümkün ola­bilirdi!

Niye Kıvılcımlı Kemalizm’in ta- rihsel-devrimci konumlanışını, hem de teorik temellendirmesini yaparak onun, “asker-sivil küçük burjuva ra­dikalizminin” değil, düpedüz burju­vazinin hareketi olduğunu uygun po­litik tutumla anlatamaz! Kıvılcımlı, diyelim ki 1969 Aralık’ında “Kema­lizm bizzat faşizm demektir. Kemalist diktatörlük askeri faşist bir diktatör­lüktür” (Kaypakkaya, Seçme yazılar, S. 64) deseydi Kaypakkaya’nın tep­kisi ne olurdu? Bu konuda istediği­miz kadar spekülasyon yapabilirsi­niz!

Kıvılcımlı’nın bu “daha uygun politik tutum” bağlamındaki sözleri, Kemalizm’den kısmen kopuşulduk- tan sonra “Kemalist” olarak algılan­mıştır. Ancak Kıvılcımlı’nın söyle­mini büyük ölçüde belirleyen o gü­nün politik ortamıdır. Onun teoriden yana bir kaygısı yoktur; onu yıllar önce kurmuştur. Şimdi o teorinin, ortamın şartlarını dikkate alarak po­litikasını yapacaktır. O Kemalizm’e karşı ideolojik bir savaş verirken, Kemalizm’in ağır etkisi altındaki hem asker hem sivil gençliği hesaba katmak durumundaydı. Zaten politi­ka, düşünceleri bozmadan ama yı­ğınların anlayabileceği bir söylemle dile getirme sanatı değil midir?

Ancak burada şu tespit de yapıl­malıdır. Gençlik eğilimlerinin teori­de ve pratikte girdiği yanlış yöneliş­ler; sanki devrimci durum kapıya da- yanmışçasına silahlı mücadele/geril- la dayatmaları, “devrim zorlaması”

31

Page 34: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

ve hareketin hızı, Kıvılcımlı’da aşırı ihtiyata varan tutumlara yol açmış­tır. Bu aşırı ihtiyattan kaynaklanan, Kürt sorununda ısrarla susma, silaha karşı fazlaca temkinli olma, sosya­list solla teması koparmak istemeyen Kemalist çevrelere karşı aşırı hassa­siyet, onun frene gereğinden fazla basmış olmasının sonucudur. Ana hatlarıyla; teoride, politikada, strate­ji ve taktik tutumlarda kesin doğru olan Kıvılcımlı, pratik davranış kapsamında, hareket önünde yer yer gerilek konumlarda kalmıştır.

71 ’in gündemi: Demokratik devrim71’de hangi sorunlar solun gün­

demini meşgul etmektedir ve daya­tan görevler nelerdir? Başlangıç noktamız Hareketin, TİP’in burju- va/düzen içi sosyalizminden kopuş- tuğu nokta olsun. Kopuşan bir bütün olarak MDD hareketi olmuştur. Son­raki süreç MDD’den kopuş sürecidir ve burada belirleyici olan elbette strateji, taktik, örgüt ve mücadele anlayışlarıdır. Ayrılıkların zeminini bu tartışmalar oluşturmuştur.

Ancak MDD’den kopuşanların hiçbiri (TİİKP, THKP-C, THKO ve TKP/ML) Türkiye’nin “yarı-feodal, yarı-sömürge” olduğu tahlilinden kopuşamamışlardır. Hepsinin ortak­ça üzerine bastıkları en çürük tahta budur.

Bu bakış ister istemez faaliyet a­lanını kıra/köylüye, örgüt anlayışını cephe/orduya ve mücadele anlayışını da kır gerillasına yöneltmiştir. (Bu­

rada THKP-C’nin şehre/işçiye ve şe­hir mücadelesine bakışının daha ileri olduğunu belirtmeliyiz.)

Kıvılcımlı’nın bu kopuşma mo­mentindeki yeri çok önemlidir ve an­laşılması gereken de budur.

Ortada iki ana grup vardır. Bi­rincisi TIP: Kurtuluş Savaşı’yla Burjuva Demokratik Devrimi’nin yapıldığını, önümüzdeki stratejik he­defin Sosyalist Devrim olduğunu sa­vunur ama devrim diye bir sorunu yoktur. Yol/yöntem, varsa yoksa par­lamentodur.

İkinci gruptaki MDD kökenli­ler: Türkiye’yi yarı-feodal, yarı-sö- mürge görür ve köylü önderlikli bir Milli Demokratik Devrim savunur­lar.

Kıvılcımlı’nın bu konaktaki yeri ise özgündür.

Kıvılcımlı Türkiye’nin (emper­yalizme bağımlı, yarı-sömürge) tefe- ci-bezirgan yedekli bir Finans-kapi- tal devleti olduğunu savunur. Bura­dan hareketle stratejik hedef: işçi sı­nıfı öncülüğünde, köylülük ve Kürt ulusu ittifakıyla, temel faaliyet alanı şehirlerden başlayan bir halk ayak­lanması; Bolşevik tipi devrimdir. Bunun için de devrime öncülük ede­cek bir proletarya partisinin kurul­ması acil ve kaçınılamaz görevdir!

İsterseniz biraz şematize edelim. (bkz. tbl. 3)

Dikkat edersek kopuşma önce TİP’ten MDD’ye sonra da MDD’den kır gerillacılığına doğru olmuştur.

Dolayısıyla Kıvılcımlı’dan ideolojik politik bir kopuşma yaşanmamıştır. Bu ve diğer eğilimler hiçbir zaman Kıvılcımlı’nın zemininde olmamış­lardır.

Öyleyse yaşanan nedir? Kıvıl­cımlı önce TİP’in düzen içi sosyaliz­mine, sonra MDD’ciliğe ve ardından da “Gerillacı” kopuşmalara karşı devrimci/Marksist bir ideolojik ze­min yaratmaya çalışmıştır. Onlarla Türkiye sınıfsal yapısının çözümlen­mesi, finans-kapital - işçi sınıfı te­mel saflaşmasının kavranması için sıkı bir tartışma yürütmüştür. Kitap­larıyla, yazılarıyla, konferanslarıyla bu tartışmaların bir tarafı olmuştur.

Oportünizm Nedir? ’le örgüt/kad- ro sorunlarını, Halk Savaşını Planla­rı ’yla devrimde sınıfların konumla- nışını açıklamış ve Demokratik Zort- lamayla da harekete egemen olan MDD ideolojisiyle bu zeminde bir politik bir mücadeleye girişmiştir. En son olarak da devrimin hazırlığı, “işin olmazsa olmazı” için parti ör­gütlenmesine yönelir. Parola: Anarşi Yok Büyük Derleniş ’le devrimci, Marksizm zemininde gördüğü grup ve yapılarla bir araya gelip proletar­ya partisinin oluşturulması için çağ­rıda bulunur!13 Ancak eğilimler böyle bir çağrıya rağbet etmemiş ça­ba sonuç vermemiştir.

Bugünden o güne baktığımızda, söylenenler doğru değil midir? Ve yaşananlar bunun böyle olduğunu göstermemiş midir? Her sınıf elbette olaylara kendi penceresinden baka­cak, ona göre yorumlayacak, ona gö-

Tablo 3

THKP-C, THKO, TKP/ML

Üretim ilişkisi

Öncü/temel güç

Örgüt

Çalışma alanı

Devrimin yolu

yarı-feodal, yarı-sömürge

Köylülük

Cephe/Ordu

Kırlar

Gerilla

KIVILCIMLI

Finans-kapitalist/ Tefeci-Bezirgan

İşçi Sınıfı

Parti

Şehirler

Bolşevik ayaklanma

32

Page 35: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

re taktik üretecek ve ona göre davra­nacaktır.

Kıvılcımlı için doğru olan şudur: Devrimci bir kopuşma yaşanmakta­dır. Bu kopuşma Marksizm’den, sos­yalizmden etkilenmiştir. Somut tak­tik kopuşmanın proletarya sosyaliz­mi zeminine çekilmesi; hem kopuş- manın öncü kadrolarının derleneceği bir partinin acilen örgütlenmesi ve hem de Partinin genel kopuşmaya, devrimci dalgaya önderlik edebilme­si doğrultusunda olmalıdır.

71 Kopuşması: Devrimci Teori Yoksunluğu...Kopuşmanın proletarya sosyaliz­

mi zeminine çekilmesi mümkün ol­mamıştır. Kıra doğru kopuşanlardan:“Mahirler kendi göbeklerini kendi­leri kesmeye yöneleceklerdir. Alttan alta bir gerilla savaşı hayal edilmek­te... silahlanılır s a bir Küba, bir Fi­listin yaratılabilir diye düşünülüyor­du”... (Yaşar Ayaşlı, TP 41, S. 40, 41) 13 14

“THKO ’yu kuracak olanlar model olarak Che tipi kır gerillasını rehber almışlardı... Ge­rillaya nereden başlana­cağı hakkında... düşünülecek ve... Malatya yöresinde karar kılınacak­tı. ” (a.y. S. 41)

Kaypakkaya “Hayal dünyası zengindi. Komünist çizgide sıkı bir mücadeleye girilmesi durumunda devrimin 10 yıl içinde gerçekleşece­ğine inanıyordu. ” (Muzaffer Oru- çoğlu, TP 41, S.139)

Durum buydu.

Ve daha sonra anlaşılıyor ki(!)“O dönemde silahlı mücadelenin nesnel ve öznel koşulları yoktu. Atıl­ması gereken ilk adım sağlam bir ye­raltı partisi kurmak olmalıydı. ” (Y. Ayaşlı a.y. S.42)

Her şey ne kadar açık! Kıvılcım- lı’nın söyledikleri bunlar değil miy­di?

Bunu kesinlikle, “Alın işte! Gel­diniz mi Doktor’un dediği yere!” yollu kısa yoldan birilerini “mat” et­mek için söylemiyoruz. Böyle bir ni­yetimiz yok. Hatta bu noktada Ayaş- lı’nın “Bazı zamansız mücadeleleri doğru bulmasak bile desteklemek ge­rekebilir. Onlardan da çıkarılacak dersler, öğrenilecek şeyler vardır çünkü. Ancak iflah olmaz oportünist­ler, çokbilmiş sözde otoriteler her şeyi bir çizikte silip atabilirler. ” tu­tumunu da sonuna kadar sahipleni­riz.

Ancak “Silahlı mücadeleyi savu­nan gençlik önderleri baştan beri birlikte hareket ettikleri, hep önle­rinde görmek istedikleri M. Belli ve H. Kıvılcımlı ’da umduklarını bula­mamışlardı” (a.y. S.40) yargısı en a­zından Kıvılcımlı için doğru değil­

dir. Silahlı mücadele/gerillanın altını dolduran teori “yarı feodal yarı sö­mürge” tespitiyle MDD’ciliktir. Kı- vılcımlı’nın bütün ideolojik politik uğraşı, gençleri bu zeminden kopar­mak yönünde olmuştur. Kıvılcım­lı’nın böyle bir hareketin başında o gençlerin “önlerinde” olmaları nasıl mümkün olabilir?!

Kıvılcımlı “kopuşanlarla” birlik­te davranabilir miydi? Hayır. İdeolo­jik tahlilleri, teorisi, örgüt ve müca­dele biçimi anlayışı vd. hiçbiri buna uygun değildi. O da herkes gibi ken­di doğrusunu ve doğrusunu yaptı. Bu noktada Kayaoğlu’nun “Kıvıl­cımlı düpedüz, 71 devrimciliği karşı­

sında zaman zaman gerici denebile- cekpozisyonda kalmıştır. ” (TP 40, S. 34) yargısı da asla doğru değildir ve son derece subjektiftir.

Durdurmak, tartışmak, ideoloji­de çözümleyici, politikada ön açıcı, örgütte partici olmak Kıvılcımlı’ya başka görevler yüklüyordu ve o onu yaptı. “Gençler beni önlerinde gör­mek istiyorlar” diye, düşünmediği bir tarzda davranabilir miydi?

Kıvılcımlı elbette kopuşun yöne­lişine; partileşememiş, işçi sınıfı ze­minine girememiş devrimcilerin kı- ra/köye, gerillaya yönelişine karşı çıkmıştır. Yaşasaydı elbette onların eyleminin devrimci yanını yücelte­cek, bu eylemden en değerli dersle­rin çıkartılmasına da yardımcı ola­caktı. Bu görevi ardılları, geleneği yapmıştır.

Devrimci atılganlıkSoruyu açık soralım! 71 Kopuş-

ması devrimci midir? Ruhça evet. Teorice ve politikaca hayır!

Yıllarca TİP’in, mücadelenin kanını donduran hımbıllığına ve habire “öcü” tehdit­

lerine; MDD’nin oyalamalarına ve mücadeleyi “asker-sivil aydın züm- re”ye havale eden tutumuna karşı15 bir tepki; yetmediği, yetemediği yer­de zulme karşı isyan eden bir fedai­lik; canını devrimci kavganın önüne seriveren bir fedakârlık, kavgaya i­nanç ve bağlılık onların edinilmesi gereken devrimci özellikleridir.

12 Mart faşizminden çıkışta on­ların bıraktıkları miras, devrimci a­tılganlık ruhu, yaktıkları ateş, yeni kuşağın devrimci mücadeleye en he­sapsızca katılımlarının ve atılımları- nın önünü açmıştır. Onların hunhar­ca katledilişlerinin yeni kuşak genç­ler arasında yarattığı hınç, daha iki

Kıvılcımlı elbette kopuşun yönelişine; parti- leşememiş, işçi sınıfı zeminine girememiş

devrimcilerin kıra/köye, gerillaya yönelişine karşı çıkmıştır.

13 Kıvılcımlı mutlak particidir. Hem Marksizm-Leninizm’den, hem uluslararası deneylerinden, ve hem de kendi deneylerin­den öğrendiği, başarı için partinin mutlak gerekliliğidir.14 Yaşar Ayaşlı doğrudan TP çevresinden değildir ama 71 kopuşmasına bakışta TP ile aynı zemindedir. Bunun için yazısın­dan yararlanmakta bir sakınca görmedik.15 Buraya 71 devrimcilerinden bazılarının Kıvılcımlı’yı isim bile vererek katmaları çok fazla birşey değiştirmez.

33

Page 36: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

C|Oİ ARALİK-OCAK-ŞUBAT

yıl geçmeden daha güçlü bir devrim­ci dalganın fırtınası olmuştur.

Doğru devrimci eleştiri asla hükümsüz değildir!

O dönemde “Kıvılcımlı ’nın eleş­tirilerinin birçoğu doğrudur” diyor Kayaoğlu ve ekliyor, “ama bu doğ­ruların hiçbir hükmü yoktur!” (TP 40. S. 36) Kayaoğlu’nun mantığı ters işliyor! Doğrunun hükmü her zaman vardır ve olmalıdır! Doğruları refe­

rans veremeyeceksek, şahidimiz doğrular olmayacaksa... Kıvılcım- lı’nın eleştirileri doğru ise 71 dev­rimcilerinin eylemi en azından çıkış momentinde doğru değildir. 16

Kıvılcımlı’nın eleştirileri doğru­dur ama 71 devrimcilerinin eylemi karşısında “hükmü ” yoktur! Neden? Çünkü “Kıvılcımlı ’nın, birçok anla­yış ve görüşte, THKO ve THKP- C ’nin solunda yer almasının hiçbir kıymeti bulunmuyordu o sıcak at­

mosferde. Öncelik anlayışlarda değil eylemli varoluştaydı. ” (a.y. S. 34 abç)

O zaman eleştiri hak ve hele gö­revi nerede kalır. Eleştiriler hüküm­süz kalacaksa kim kimi neden eleş­tirsin?

TP’li arkadaşların Kıvılcımlı’nın eleştirilerini “Hükümsüz” kılması­nın arkasındaki giz, 71 devrimcileri­nin şiddetini kutsamasıdır, eylem ta- pıncıdır. Bu gerçekten yanlış ve o kadar da tehlikelidir. Kitapta yazan onca doğru, yanlış bir eylemle yanlışlanamaz!

Ayrıca TP’li arkadaşlar hangi pa­radoksla karşı karşıya olduklarının farkında mıdırlar? 10 yıldır yazıyor­sunuz. Ve mutlaka yazdıklarınızın doğru olduğunu düşünüyorsunuz. Ya da bir doğruyu bulmaya çalışıyorsu­nuz. Peki, bu “doğrularınızın” baş­kaları için “hiçbir hükmü yok”sa. Hatta gerçekten doğru olmasına rağ­men yoksa!

Diyelim ki 71 devrimcilerinin eylemine sığındınız. Onların yaptığı devrimci eylemdi, Kıvılcımlı’nın yazdıkları, okudukları da maval kal­dı diyelim. O zaman bugün de baş­kaları eylem içinde. Sizin yazdıkla­rınızın onlara “maval” gelme tehli­kesi yok mu?

Kayaoğlu’nda teori ve eylemi zaman zaman birbirinin karşısına koyma, zaman zaman da birini diğe­rinden ayırma neredeyse bir metot haline gelmiş. Nerede nasıl işine ge­lirse öyle kullanıyor.

Diyor ki, “(Kıvılcımlı) mücade­leci, kavgadan yılmayan ve davaya katı bir şekilde adanmış kişiliği, di­siplinli yaşamı, çalışkanlığı ve üret­kenliği, işkencehanelerde devrimci tutum alma konusunda bütün müca­dele dönemi boyunca en önde olan konumu, kesin inançlı oluşu ve bu niteliklerini 50 mücadele yılı boyun­ca korumasıyla, her militan hareke­tin yaşamını eğitim konusu yapabile-

16 Bazen başlatılması yanlış olan bir eylemi durdurmak yanlış, sürdürmek doğru olabilir.

34

Page 37: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ceği biri... ”

“ ancak... Onun teorik pratik e­seri, kişisel varlığı ve niteliğinden mümkün olduğunca ayrılarak (a.b.ç.) ele alınmaya gayret edile­cektir. Doğru yöntem budur. Kişisel özelliklerinin ve niteliklerinin teori ve politikasında mutlaka etkileri ol­muştur... Ama bu sadece bir hikâye konusudur. (a.b.ç.) Teorik bir bağ kurmaktan kesinlikle kaçınmak gere­kir. Hatta teorik bakımdan bu enfor­masyondan yoksun olunması daha i­yidir. ” (a.y. S. 5,6)”

Demek istiyor ki Kayaoğlu, -ni­teliklerini tek tek saymayayım yine - böyle bir insanı, yani Kıvılcımlı’yı okurken, hele eleştirel gözle okur­ken, onun devrimci yaşam pratiğini düşünmeyelim. Yoksa işkencelerden hep alnının akıyla çıkmış, disiplinli, kavgaya katı bir şekilde bağlı vs. bir kişi bizde duygusal bir etkilenme ya­ratabilir; “Bu adamda bir cevher mi var yoksa?” yanılsamasına ve dola­yısıyla okuduğumuz yazılarını süb­jektif bir pozitivizmle algılama zaa­fına düşebiliriz.

İlginç değil mi? Biraz önce “e­leştirilerine” (teorisine) bakmaya­caktınız Kıvılcımlı’nın, onlar maval idi, şimdi de devrimci yaşam pratiği­ne bakmayacaksınız, çünkü ondan da ancak bir “hikâye konusu” çıkı­yor! Ama 71 devrimcilerinin teorile­rini görmezden gelip, pratiklerine doya doya bakabilirsiniz. O pratik hiç yanılsama yaratmadı çünkü onca yıl!

Oysa biz hem Kıvılcımlı’ya hem de 71 devrimcilerine, kendi teorik - pratik bütünlükleri içinde - ne horla­yarak ne gözlerimiz kamaşarak- ba­kabiliyoruz! “Doğrusu budur!”

Yine de Kayaoğlu’na biraz tole­rans göstermek isteriz. Kıvılcımlı’yı pratik yaşamından ayırarak, Kay- pakkaya’yı ise devrimci eylemiyle birlikte okuyun. Ama okuyun! Baka­lım elinizde ne kalacak!

Ben kendi açımdan yanıt vere­yim bu soruya. Benim elimde, Kay- pakkaya’dan okuduklarımdan Mark­sizm adına neredeyse hiçbir şey kal­

maz. Başta sınıf tahlilleri olmak üze­re, baştan aşağı stratejik yanlışlarla doludur. Eğer onların o eylemleri ol­masaydı o kitaplar -gerek Mahir’in ve gerekse Kaypakkaya’nın- bugün çok fazla bir anlam ifade etmeyecek­ti. İşte Kayaoğlu bu noktada yeni bir zaafını ele veriyor: Şiddeti ve şeha- deti devrimci diyalektik kavrayış ek­sikliğinden, onu metafizik skolâstik algılama aşırılığına savruluyor. Yazı­lanlar, yazanların şahadetleri hatırı­na aşılamıyor. Bundan, o küçük bur­juva zaaf yüzünden, o kitaplardaki yanlışlar bile bile, uzun yıllar TDH’nin önünü tıkamıştır ve hala da tıkamaktadır.

Ancak bunun sorumlusu ne Ma- hir’dir ne de Kaypakkaya. Onlar o genç yaşlarında, o birikimleriyle ve o sosyal/politik determinizm içinde yapabileceklerini yaptılar. Yazıla­rında sürekli bir değişim içinde ol­dukları görülür. Ardılları onların yazdıklarını onların enerjisiyle ve onların sürekli gelişme anlayışıyla yetkinleştirebilirdi. Ancak mücade­lelerini (pratiklerini) olduğu gibi yazdıklarını (teorilerini) da taşlaş­tırdılar ve o taşlar hareketin önünde yıllardır yığılı kaldı. Yazılanları de- ğiş(tirile)mez tabu sayan politik an­layışların, onların anılarına ve dev­rimci eylemlerine, devrimci bir tarzda sahip çıktıkları da söylene­mez.

Yine TP’de teorinin, pratik bir güç haline gelemeyişine bir küçüm­seme vardır. Umarız bu kendileri­nin bir diğer paradoksu olmaz.

Pratik bir güç olamamak doğru olmamak anlamına gelmez, gele­mez, gelmemelidir! Gerçi Kayaoğlu için -verili bir momentte- “bu doğ­ruların hiçbir hükmü yoktur” ama bu biraz abartırsak tasımızı, tarağı­mızı, eleğimizi neyimiz varsa topla­yıp, bir kenara çekilmek anlamına gelir. Zira güç olmak bir yana, hem yurt hem dünya ölçeğinde bunca güç yitirmişken, sözlerimizin e­mekçi yığınlar için “mıy mıy”dan öteye geçebileceğinin hiçbir garan­tisi yoktur.

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

TİP mi, Kıvılcımlı mı?: Bir anlayış zaafı

“Teori ve Politika, Türkiye ’de özgül bir Marksizm ’in ortaya konu- luşu bakımından, baştan beri ama giderek daha belirgin bir şekilde Kı­vılcımlı ’nın kategorik yerinin ayır- dında oldu. ” (a.y. S. 59, abç) diyor Kayaoğlu ama 71 Kopuşması karşı­sında alınan tutumlarda, Kıvılcım- lı’yla diğerlerinin “ayırdında” ol­makta oldukça zaaflı kalıyor.

“Zira bu eleştiriler zaten daha önceden TİP ’in önde gelenleri tara­fından, akıl ve sağduyuya çağrı ola­rak gerçekleştirilmiş bulunmakta­dır. ” (a.y. S. 36) diyen Kayaoğlu’nu anlamakta insan gerçekten zorlanı­yor! Bir çelişki bu kadar çarpık ola­bilir mi? Ya da bir çelişki neden bu kadar çarpık olmak zorunda?

TİP’in hiçbir derdi yoktur! Ger­çekten yoktur! “İleri gelenleri” kol­tuklarını bulmuşlar, TBMM’de yer­lerini almışlardır. Parti tıkır tıkır iş­lemektedir. Biraz daha “güler yüz­lü ” olunursa ve biraz da çalışırlarsa seçimlerde “başa güreş ”eceklerdir! TİP’in parlamentodan başka hiçbir perspektifi yoktur!

Kıvılcımlı ise daha 71 Devrimci­lerinin MDD’den kopuşmasından önce; TİP’ten kopuşma sürecinde “i­leri gelenlerine”, onların parlamen- tarizmlerine karşı, açık bir savaş yü­rütmüştür. Bu bilinmeyen bir şey de değildir!

“Sen işçi sınıfının ve köylülüğün yığınları bezirgân partilerinde iken: Yakında iktidara geleceğinden söz et: Demirel misin be mübarek! Sen, Mussolini ’den aktarma T. Ceza ka­nunu ’nun, eski Kemalist Anayasa ’ya nasılsa girememiş maddeleri, yeni a­nayasa ve Seçim Kanunu ’na birer demokratik gelişim gibi sokulurken: onların ’tastamam ’ uygulanması için kan teri dök: Sükan mısın be müba­rek! ”

“Türkiye ’de konu gelecek devri­min ‘güler yüzlü’ veya ‘demokrat’ mı olup olmayacağı değildi. Sosya­lizm: Maksima (azami) Programdı.

Page 38: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

Bugünkü Türkiye Minima (asgari) Programı gerçekleştirme durumun­daydı. Minima Programın bin bir yakıcı konusu oportada çözüm bek­lerken Maksima Program (Sosya­lizm) üzerine mız çıkartmak, en hafif deyimiyle: kaçak güreşmekti. Buna dünyada ’oportünizm ’ adı verilirdi. ” (Demokratik Zortlama, S. 310-311)

Kıvılcımlı TİP’in, I- Günün acil görevlerinden; asgari -Demokratik Devrim- programından Sosyalizm bahanesiyle kaçan; II- Mücadeleyi, Anayasa’yı “tastamam” savunma darlığına sıkıştırıp hayatın bin bir zenginliğini reddeden; III. “Başa gü­reşme” dangalaklığıyla devrim mü­cadelesinin önünü bön bir parlamen- tarizmle tıkayan oportünizmine karşı açık bir kavga yürütmüştür. Demok­ratik devrim programı ve devrimci bir sınıfpartisini savunmuştur.

TP’nin Kıvılcımlı’yı TİP’le kı­yaslaması ve hele hele “Zaten TİP ’liler de aynı eleştirileri yapıyor­lardı. ” diyerek, 71 devrimcilerine karşı saymasını kendisinin müthiş bir gafleti olduğu konusunda uyar­mak gerekiyor.

Bir satır: İki KıvılcımlıTP, Kıvılcım-

lı’nın politik yaşa­mını, devrimci ve reformist olarak iki­ye ayırıyor. Bunun sınır çizgileri zaman zaman muğlak gibi görünse de sa­tırın keskin darbesini indirecek bir nokta bulmakta zorluk çekilmez. İlk Kıvılcımlı, YOL Kıvılcımlı’sı dev­rimcidir. Vatan Partisi ve sonrası; ö­zellikle 71 Kıvılcımlı’sı reformisttir. “Reformizm”in başlangıcı, darbenin vurulacağı nokta da -arana arana- ta 1937’ye, “Demokrasi” broşürüne ka­dar götürülür.

Zaten YOL’un son kitabı Taktik Ana Halkası: Legaliteyi istismar çalışmanın bir sentezi ve çalışmanın yönüdür. Adı geçen yıllarda Kıvıl­cımlı, yayın/propaganda/bilinçlenme alanında; Emekçi Kütüphanesi ve

Marksizm Bibliyoteği serileriyle ak­tif ama legal devrimcilik yapmakta­dır. Legal politika, yığınlara ulaşa­bilme çabası, yeni çalışma tarzları ve yeni bir söylem gerektir(ebil)ir. Bu­günden o günleri yargılamak TP için epey kolay olmalı. Hiçbir sosyal po­litik kıpırdanmanın olmadığı 1930’larda, 50’lerde (40’lar boyun­ca, 1939 - 51 arası, Dünya Savaşı yıllarında Kıvılcımlı hep hapistedir.) ne yapılabilirdi?

İstanbul’un fethinin 500. yılı do­layısıyla yayınladığı Fetih ve Mede­niyetle ilgili Kayaoğlu “Kıvılcımlı, böylece halkın duyarlığını yakalaya­bileceğini ummaktadır. ” (TP 40, S.29) diye “aydın”ca küçümsemek­tedir.

Evet, İnönü-Bayar el (ya da at) değiştirmelerinde, İstanbul’un fethi­nin yıldönümlerinde, 27 Mayıslar’da vs. politik ortam birazcık canlanacak olsa Kıvılcımlı, “halkın duyarlığını yakalayabileceğini ummakta” ve ses vermektedir. Sadece “yazı-çizi”yle de kalmamakta, Vatan Partisi gibi -küçümsenen ama- o günün şartla­rında cevvalce bir örgütlenmeye git­

mektedir. TP’nin bugün pek ciddiye almadığı bu eylemi finans kapital o zaman epey ciddiye almış ve VP’yi -kimilerinin tiye almaya kalktığı o yapkın diline rağmen- yasaklayıp, üyelerini de Harbiye Zindanları’na tıkıvermişlerdi. Hem de Tüzük ve Programı mahkemede beraat edecek­ken, “Vatan Partililerden, 7-8 ay geceli gündüzlü gün ışığı görmeyen, karanlık mezar darlığında hücrele­rinde, sağlam dişlerinin peynir gibi kırıldığını görenler oldu. ” (Dr. H. K. 27Mayıs ve Yön)

Bugün aydınca dudak bükülen o pratik aslında, işçi sınıfını örgütleme çabası olduğu kadar devrimci hare­

ketin (bugün her devrimcinin sahip­lenmesi gereken bir miras) bir onur kavgasıydı da.

“Yerli par ab ab al arımızın De- mirkırat iktidarı, hem yeni efendile­ri yabancı parababalarına ne kerte­de sadık kul olduklarını saptamak i­çin, hem eski düşmanları kandırıl­mış halk yığınlarına ve özellikle Türkiye işçi Sınıfına gözdağı ver­mek için, geniş bir sosyalist sürek a­vına çıktılar. Uzun ve inceden inceye gizli hazırlıklardan ve provokasyon­lardan sonra ansızın gece baskınları yaptılar. Kanunlara dayanan: (Dok­tor Şefik Hüsnü adına bağlı) Emekçi Sosyalist ve (Avukat Esad Adil adına bağlı) Türkiye Sosyalist Partileri ile ne kadar kurulu bağımsız işçi Sendi­kaları varsa, hepsi çoktan kapatıl­mıştı. Şimdi Sosyalizmin son kılıç artıkları yakalanıp Kanunsuzluk su­çu ile zindana atıldı.

“Böylece yerli yabancı paraba- baları, Türkiye’de Sosyalizmin son erine dek ‘kökünü kazımış’ olmakla övünüyor ve keyifle el sıkıyorlardı.

“İşte, Vatan Partisi o panik ka­ranlıkları içinde her ne olursa olsun

İşçi Sınıfı hak ve varlığının, yaşa­ma savaşının bay­rağını yere dü­şürtmemek için

“Vatan Partisi savaşı: Şu veya bu

iç nedenlerle açılmış gedikten hür boşalış değil, bütün tıkanık bentlerin üstünden atılış oldu. (a.g.e.)

Lakin TP’ye göre “Bu çalışmay­la (1937 Demokrasi broşürü b. n.) Kıvılcımlı devrimci pratik politika gereğini (gözlerinize inanamazsınız! b. n.)bir yana itmiştir (evet, itmiştir yazıyor! b. n.) ve politika diye belle­diği şeyin başlıca hedefi olarak dev­let katlarındaki çatışmadan dolay­sızca yararlanmayı saptamıştır.” (Kayaoğlu, a. y. a.b.ç.) Buyurun! Kayaoğlu’nun Kıvılcımlı’yı bir KADROCU ilan etmediği kalmış.

Peki, hiç mi kurtuluş yok Kaya­oğlu? Küçük bir ümit? Yok!

İşçiler barikatlarda mıydı da Kıvılcım lı, Eyüp Sultan ö­nüne nutuk atmaya gitti! Ya da 16 Haziran'da işçiler sokağa dökülünce sıvışacak yer mi aradı? O gün kad­rolarıyla o hareketin içindeydi ve acil görev: Proletar- kurulmuştu.

ya Partisi'ni örgütlemeye çabalıyordu.

36

Page 39: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

“Bu nitelik Kıvılcımlı ’yı ölünce­ye kadar bırakmayacak bir anlayışın göstergesidir. ” (A.y. abç) Ya! Alın bakalım!

Şimdi durup bir kendimize ve or­tamımıza bakalım. 1930’lu, 40’lı 50’li... 90’lı yıllara göre çok daha teorik birikimli bir devrimci hareketi var Türkiye’nin. Bunca örgüt tecrü­besi, deney birikimi var. Kitlesel ka­barışlar, zaferler, yenilgiler, devasa mitingler, grevler, işgaller, 1 Mayıs­lar, barikatlar, gerillalar, yeraltı ye­rüstü partiler neler neler yaşadık; bi­riktirdik, özümsedik becerebildiği- mizce. Ama TDH’nin durumu işte ortada. Teori ve deney birikimi açı­sından 50’lerle kıyaslanamayacak kadar ileriyiz. Buyurun, hareketi ira­di bir müdahaleyle kaldıralım!

Diyelim ki 71’lerin devrimci at­mosferinden, “500 gerilla toparlar­sam . 10 sene de sıkı bir çalışma yürütürsem devrimi yaparım” diye düşünen 22, 23 yaşındaki bir dev­rimcinin (Kaypakkaya’nın) hayal dünyasından, Kıvılcımlı’nın 50’ler- deki yapkın pratiğini eleştirebilmek olasıdır. Ama 2000’lerin boğucu durgunluğundan nasıl böyle bir eleş­tiride bulunulabilir! Ama yine de siz siz olun “devrimci pratik politika gereğini bir yana it”meyin!

Kıvılcımlı gerek 1935’lere ka- darki illegalitenin esas olduğu YOL çalışmaları döneminde, gerek sonra­ki legal Marksist yayın döneminde ve gerekse TİP’li, MDD’li 60’lı yıl­larda, teorik pratik bir bütünlük için­de var olmuştur. Politik ortama uy­gun söylemleri kimseyi yanıltmama- lıdır. Kıvılcımlı devrimci politika yapar. Devrimci politika her zaman “cazgır” ya da ajitatif olmak zorunda değildir. Yapkın politika ve söylem de devrimcidir. Hangisinin uygun ol­duğunu somut politik ortam belirler.

İşçiler barikatlarda mıydı da Kı­vılcımlı, Eyüp Sultan önüne nutuk atmaya gitti! Ya da 16 Haziran’da iş- 17

çiler sokağa dökülünce sıvışacak yer mi aradı? O gün kadrolarıyla o hare­ketin içindeydi ve acil görev: Prole­tarya Partisi’ni örgütlemeye çabalı­yordu.

Teorik pratik kavgasını birbirin­den ayırt etmeye çalışanlara cevabı­nı sağlığında vermişti.

“Bu toprakta bir Eneski Sosya­lizm vardır. Küçük burjuva “üstâd”lıklarının fare deliklerinden iyi görülemez. Hatta inceli, kalınlı “sansür” edilir. Ama: Eneski Sosya­lizm, Sosyalist Medrese ulemalığı yaslasında “Maşrık’ı âzam” kesil- memiştir “Beyinsiz işgüzarlık” gös­terileriyle bunalmamıştır. En nankör kankurutucu Devrim istihkâmında her zaman adsız er basitliği ile göre­vini yapmıştır Eneski Sosyalizm. O­nun, 50 yıl kan kusarak: Pratiği Teo­riden bir an ayrılmaksızın güttüğü sınıf ve teori savaşı birbirinden ayrı­lamaz. ” (Devrim Zorlaması, S. 380)

Kaypakkaya’nınMarksizm’i

71 Devrimcilerinin genel özel­liklerinin ortak sınıf tahlilleri, Türki­ye’yi yarı feodal yarı sömürge gören zeminleri olduğunu söylemiş ve e­leştirmiştik.

Bir kez daha yineleyelim. 1971’ler Türkiye’sinde ana çelişki­nin Finans Kapital (Tekelci Burjuva­zi) tefeci bezirgan ortaklığıyla, işçi sınıfı ve köylülük arasında olduğunu görememek ve Türkiye’yi yarı feo­dal yarı sömürge düzeyine indirge­mek, kesinlikle Marksist bir analiz değildir. Stratejik temel gücün köy­lülük olduğu savı da birinci analizin mantık sonucu olarak doğrudur ama kesinlikle Marksist bir tahlil değil­dir. Ve yine bu iki tahlilin mantık so­nucu olarak köylü ordusuna, Geril- la’ya yöneliş de kesinlikle Marksist bir tavır alış değildir.

Kaypakkaya’da tekelci burjuvazi yoktur! Ne olduğu, yapısallığı belir­

siz bir “komprador burjuvazi” var­dır. Kaypakkaya’nın Marksizmi’nde işçi sınıfı da yoktur. 1971 Türki­ye’sinde işçi sınıfını neredeyse yok derecesine indiren bir Marksizm ne kadar Marksizm’dir?

Kaypakkaya’nın teoriye yatkın­lığı (sadece yatkınlığı ama!) her za­man direnişçiliği, kavgaya bağlılığı, dayanıklılığı gibi üstün yetenekleri kadar övülmüştür. Ancak solun yeni­den doğuşunun yaşandığı; birikim, gelenek ve bağdan yoksun; teorik o­larak kısır, klasiklerin bile yeni çev­rilip okunduğu; Küba, Vietnam, La­tin Amerika, Uzak Asya, Çin vs. halk savaşlarının prestijinin yüksek, buna karşın reel sosyalizmin donuk renk­lerinin daha da gölgelendiği bir or­tamda sosyalizmden etkilenmiş, o koşulların teorik pratik devrimcisi olmuştur.

Teori ve Politika, teori ve politi­kada gerçekten yol almak, Mark­sizm’e varmak istiyorsa, Kaypakka- ya’nın kesinlikle Marksist olmayan; kır küçük burjuvazisinin gerici ideo­lojik zemininden kesin bir kopuşma- yı başarabilmesi gerekir. Bunu Kay- pakkaya’nın eylemi gözlerini ka­maştırıyor olsa bile yapabilmelidir. Aksi eylemi kutsama ve şiddete ta- pınç zaten Marksist bir tutum olma­dığı gibi bu zaafın TDH’ne verdiği zararın -TP açısından da- çoktan an­laşılmış olması gerekirdi.

Kaypakkaya’da Kemalizm ve ulusal sorun

Biz gene teoriden yürüyelim. TP’nin, Kaypakkaya’da en güçlü yan olarak gördüğü Kemalizm ve u­lusal sorunla ilgili birkaç şey söyle­meliyiz. Kaypakkaya her iki mesele­de de özgün olmaktan çok, uluslara­rası Marksistlerin (Lenin, Stalin, Mao vd.) tespitlerini referans alarak bir sonuca varır. Ulaştığı sonuç, iki konunun da stratejik önemde olma­sından dolayı elbette önemli ve el­bette diğer eğilimlere göre ileridir.

17 Deniz’in darağacındaki son sözleri hiçbir ikircime yer bırakmayacak ölçüde açıktır. Ayrıca “Mahir Çayan’ın İTÜ’de kür­süye tek başına çıkıp. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesil­melidir” (Aktaran Abdullah Öcalan) tavrı da açık bir belirtidir.

37

Page 40: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Gerçi diğer iki eğilimin (THKO ve THKP-C) özellikle ulusal sorunda benzer bir noktaya gelmelerinin güç­lü belirtileri vardır. Yine buna da ye­tişemedikleri düşünülmelidir.17

Bu özgün olamama kendi içinde zaaflarını da taşır.

“Kemalizm komprador Türk bü­yük burjuvazisinin ve orta burjuvazi­nin sağ kanadının ideolojisidir” (1. Kaypakkaya, Seçme yazılar, S. 164) Bu terimler o dönemin jargonudur. “Büyük”, “orta”, “sağ kanat”, “sol kanat” vb. Burjuvazi bu tür nicel/öz- nel terimlerle kategorize edilemez. Belirleyici olan onun niteliği ve nes­nelliğidir. Bunun için bir ölçü var­dır! Tekelci midir, tekel dışı mıdır? Kaypakkaya “büyük”ten neyi kas­tetmektedir? Tekelciliği mi? Ya “or- ta ”dan? Tekel dışı burjuvaziyi mi? Eğer böyleyse Kemalizm’in her iki kesimin de ideolojisi olduğunu söy­lemektedir ki bu doğru değildir. Ay­rıca “komprador” burjuvazi de o yıl­larda çoktan tarih olmuştu, bunları yazının Kemalizm bölümünde açık­lamıştık.

Ancak Kaypakkaya’nın buradaki ileriliği, Kemalizm’i ittifak safların­dan kesinlikle karşı tarafa savurma­sıdır ki bu önemlidir. “Kemalizm fa­şist diktatörlüktür” vs. Bunlar aşırı uç değerlendirmeler hatta “söy- lem”lerdir Yoksa yaşadığımız “faşist diktatörlük”lerin, “orta burjuvazi­nin sağ kanadının ” diktatörlüğü ola­rak değerlendirilmesi gerekir ki bu saçmalamaya varır. Kemalizm za­man zaman -görece- burjuva de­mokrasisidir zaman zaman da 12 Ey- lül’de olduğu gibi faşizme kayar.

Ulusal Sorun ’da da Kaypakkaya özgün değildir. O dönem vardığı nokta açısından önemlidir. Kürdis- tan’ın sömürge olduğunun tespiti, Kürt ulusunun ayrılma hakkının ta­nınması ileri noktalarıdır. Ama bun­ları yaparken Kürt halkının ayrı ör­gütlenme hakkını reddetmiştir.

“Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, si­yasi, sendikal, kooperatif eğitsel vb.

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

örgütlerde kaynaştırılmasını savu­nur. İşçi ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlenmelerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. ” (a.g.e. S. 215)

UKKTH kendi mantık tutarlılığı içinde ayrı örgütlenmeyi de kabul e­der. Doğru olan budur. Kaypakka- ya’nın tezi, ezen ulusun, ezilen ulus­tan daha devrimci, daha aklı evvel, daha yetkin, daha ... , daha ... oldu­ğunu öngörmektedir ki bu Kaypak- kaya’daki milliyetçi kalıntılardır. Türkiye ve Kürdistan’daki somut durumda da hayat bu tezi reddetmiş­tir. Ardılları da bunu bilince çıkar­makta yetkin olamamışlar ve ayrı ör­gütlenmenin de “ulusların kendi ka­derini tayin hakkı” mantığı içerisin­de bir hak olduğu gerçeğini hala gö­rememektedirler.

Bu iki ana konunun dışında bir de küçük bir not düşelim: Kaypakka- ya’nın Sosyal Emperyalizm tezini savunması, kır gericiliğinin reel sos­yalizme duyduğu tepki olarak değer­lendirilmeli, buradaki yetmezliği ve zaafı belirtilmelidir.

SonuçTP’nin Kaypakkaya’nın teorik

Marksizm’inde bulacağı çok fazla bir şey, ne yazık ki yoktur. Pratik Marksizm’i ise ruhça hakkı teslim e­dilse bile, analitik olarak yanlıştır. Bu noktada “Kaypakkaya’cı” olun­sun olunmasın deneylerinden öğren­mek gerekmektedir.

TP, Kıvılcımlı’nın teorisini, pra­tiğinden ayırarak okumak istiyordu. Okusun. Kıvılcımlı’dan öğrenilecek çok şey vardır. Her şeyden önemlisi, Kıvılcımlı programatik olarak aşıla­mamıştır. Kaypakkaya ise daha do­ğuşunda programatik olarak geri doğmuştur.

Burada sıkı bir Kıvılcımlı savun­ması yapan Mehmet Güneş’in yerin­de bir tespitini analım: “Bütün DHD programları Doktor’un 1970’lerde yeniden güncelleştirdiği demokratik devrim perspektifine ancak yakın dö­nemde varabilmiştir 30-35 yıl bo­yunca sürekli program sorunları tar­

tışılmış, kafa göz yarılmış, uzun yıl­lar çok geri ve çarpık, Türkiye’yle il­gili taklit metinler program olarak kabul edilmiştir. Bir 30 yıl boşa kay­bedilerek 1970’lerde zaten var olan noktaya gelinmiştir” (Mehmet Gü­neş, TP 40, S. 82)

Tabi ne kadar gelindiği tartışma­lıdır.

Genel SonuçKemalizm tartışmaları hem yeni­

den güncelleşti hem de bununla kal­mayıp son zamanlarda TDH, Kema­lizm lehine kan kaybeder oldu. Za­manında bu tarafa geçerler umuduy­la alçak tutulan “duvarlardan” şim­di öbür tarafa atlıyorlar. Kema­lizm’le kesin ideolojik mücadele, o­nun gerçek sınıf köklerinin kavratıl- ması gerekmektedir. Yine bu bağ­lamda “İşkencecilerimi affettim.” di­yerek faşist MHP güzergâhında boy göstermeye niyetlenen “sol” Kema- listlerin, özellikle kardeş Kürt halkı­nın haklı mücadelesine karşı saf de- ğiştirivermesindeki kolaylığın sınıf­sal alt yapısı ve Milliyetçiliği de an­latılmalıdır. TDH, Ulusalcılık ile Milliyetçilikin aynı şey olduğunu tereddütsüz propaganda etmelidir.

Yine genç ordu subayları arasın­da yaşam bulmuş dirlikçi geleneğin tükenmişliğine özel vurgu yapılma­lıdır. Artık ne dirlikçi gelenek vardır ne de 60’lardaki gibi müttefik sayı­labilecek sol-Kemalizm ya da Kema- list-sol.

“Doktorcu” kökenli gruplardan Halkın Kurtuluş Partisi(HKP) ve Sarp Kuray çevresi, AKP - Ordu di­dişmesinde bu tükenmiş geleneğe sarılmak istemektedirler. HKP’nin öteden beri özelliği, Kıvılcımlı’nın söylediklerinden bir adım öte gide­memek; onun politikasını nesnel şartlarından koparıp, bir dogma hali­ne getirmektir. Yaşanan sosyal, poli­tik alt-üstlüklerin hiç önemi yoktur. Her iki çevre de Kıvılcımlı’nın teori ve politikasını yeni şartlarda geliştir­mek yerine eskide kasılıp kalmakta­dırlar. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın Kürt ulusal sorunundaki “ayrılma hakkı”nın kullanılması ve ayrı örgüt­

38

Page 41: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

lenme ile ilgili devrimci tutumunu gizlice reddedip sürekli “birlikteli­ğin nimetleri”ni propaganda etmek­tedirler.

Yine güncel politik gelişmelerle ilgili olarak, uzun bir süredir günde­mi epey işgal eden Ordu - AKP ça­tışmasına da değinmekte yarar var.

12 Eylül aynı zamanda finans kapitalin taşradaki ittifak gücü tefe- ci-bezirgânlığın ve ondan evirilme yeni kuşak Anadolu burjuvazisinin de gelişip, tekelci üst katlara tırman­ması için de bir fırsat olmuştur. Bu dönüşümü sağlayabilen yeni güçler, eski siyasi yapısından; uzun yıllardır Erbakan’ın önderlik ettiği Milli Gö­rüş geleneğinden kopuşarak AKP bi­çiminde ortaya çıkmıştır. Elbette binlerce yıllık kır gelenekli bu ya­pıyla metropol finans kapitali ve devlet güçleri arasında; gelenek ve tarz açısından farklılıklar olacaktır. Hala başı örtülü hanımlı yeni finans kapitalistlerle devletçi güçler arsın- daki bu çatışma ve didişmenin, par­layıp ama ferini hemencecik yitiri- veren alevler gibi şiddete varmadan atlatılabilmesinin arkasında bu var­dır. Çatışma sınıfsal değil, üstyapı- saldır.

Zaten şehirli finans kapitalistle­rimizin örgütü TÜSİAD (“köylüsü” MÜSİAD’dır) rüştünü ispatlayıp saflarına katılan yeni unsurlarıyla u­yum içinde olduğunu seçimlerdeki; “oyumuz CHP ’ye ama AKP ’nin ka­zanmasını istiyoruz” tavrıyla açıkça göstermiş, tercihini AKP’den yana yapmıştır. Şimdi ara sıra AKP’yi u­yarıp ama zaman zaman da Ordu’ya, yetki ve sorumluluklarını üslubunca hatırlatarak arayı bulmaya çalışmak­tadır. Yoksa Büyükanıt’ın “Artık dükkânı kapattım ” demesinin başka

ne anlamı olabilirdi?

Ayrıca çatışmanın öznesi gibi görünen türbanın da Abdullah Gül tarafından nesne muamelesine uğra­tıldığı görülmektedir. Türbanlı hanı­mını devletçi geleneğin burnuna da­yamaktan kaçınmaktadır. Aslında böyle bir dayatmaya ihtiyaç da duy­mamaktadır. Giderek sönümlenen çatışmanın altında yatan gerçeklik aynı zümrenin farklı gelenekli un­surları olmalarındandır. Kimse artık ne Tayyip Erdoğan’dan ne de Abdul­lah Gül’den, -faraza radikal İslamcı bir grup devleti ele geçirse bile- gö­nüllüce takke takıp cüppe giymesini beklememelidir. Onlar yeni yerlerini sevdiler! Un artık ekmek olmuştur, tekrar una dönüş(türüle)mez!

Son sözGeleneğimiz için artık arkaik sa­

yılabilecek bir Kıvılcımlı - Kema- lizm/Orduculuk tartışmasına giriş­tik. Bunun önemli bir sebebi Teori ve Politika’nın samimiyetine inandı­ğımız Kıvılcımlı’yı okuma, anlama, aşma çabalarıdır. Uzun zamandır dü­zenli ve inatçı bir biçimde bu çalış­malarını sürdürüyorlar. Eleştirilerin­deki düzeyin yanı sıra epey emek de verdiklerini fark ediyoruz. Bunu görmezden gelemezdik.

Kıvılcımlı’yı anlamaya ve aşma­ya çalışırken, geldikleri orijinle bağ­lantılı olarak da hala kurtulamadık­ları küçük burjuva sınıf zeminine ve 71 devrimciğinin “şiddet”ine aşırı tapıncın yarattığı şaşılığa uyarı yap­mak gerekiyordu.

Günün asıl sorunları ve ihtiyaç­ları açısından baktığımızda yapıla­cak çok iş olduğu da açıktır. Bu sa­dece teori planında da değildir. Kı­vılcımlı, bir benzeri daha yok dere­

cesinde, o 30’lu 40’lı yıllarda; iğne­yi elde tutmanın bile her babayiğidin harcı olmadığı o donuk, moral törpü­leyen yıllarda; en ilkel şartlarda, ola­naksızlıklar içinde, iğnesini elden bırakmadan sabırla kuyusunu kaz­mış, su çıkarmış; Türkiye Marksiz- mi’nin teorik kuruculuğunu yapmış­tır. Bunu üstelik pratik mücadeleden -günün gereksinimlerinden hareket ederek- hiç kopmadan yapmıştır. 12 yıl sonra cezaevinden çıkar çıkmaz, -kendisini ne kadar arayıp sorduğu meçhul- (Pek arayıp sormadıklarını daha sonraki gelişmeler göstermiş­tir.) partisine koşmuştur! Parti tevki- fatla tahribata uğrayınca kadrolarını tekrar toplayıp Vatan Partisi’ni, PARTİ’yi örgütlemiştir. Kıvılcım­lı’nın bir teori adamı olduğu kadar, örgüt ve pratik adamı da olduğu ke­sinlikle görmezden gelinemez.

Burada pratiğin -TP’li arkadaş­ların da bildiğine inandığımız- öne­mine küçük bir vurgu yapalım.

Teorinin hem pratikte sınanması önemlidir, hem pratik teoriyi eğitici­dir. TP’li arkadaşlar bu kadar uzun süre, 10 yıl pratiksiz teori yapmayı -bunun bir başarı olduğunu teslim etsek de- hareketin durgunluğuna borçludurlar. Hayatın onlara böyle bir fırsat vermiş olması şansları sa­yılsa da pek sahip çıktıkları 71 Dev- rimciliği’nin doğuş zemininin ey­lemsizliğe de bir tepki olduğunu u­nutmamalıdırlar.

Hem TP’nin paradoksu hem de “tarihin garip bir istihzası” şudur. Kaypakkaya’nın eylemi Teori ve Po- litika’nın eylemsizliğine, 35 yıl ön­cesinden ince bir eleştiridir de.

Çalışmama son noktayı koymam, tesadüf olarak özel bir güne denk geldi. 27. Yılında faşizmin karanlıklarında; darağaç- larında, zindanlarda, işkencelehtirde, sokaklarda ve dağlarda yitirdiğimiz yoldaşlarımızı, kardeşlerimizi anıyor, anıları ö­nünde saygıyla eğiliyorum. Sesimi dönemin her türden acısını çeken insanlarımızın sesine katıyorum. 12 Eylül 2007

39

Page 42: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Yeni donemde sinif çalişmasina

BAKIŞIMIZ ÜZERİNE...

M. Sinan

SODAP olarak önümüzdeki dö­nemi sınıf hareketinde içine düştü­ğümüz gerilemeyi durdurma ve yeni mevziler edinme amacıyla değerlen­direbilmek istiyoruz. Kenan Budak yoldaşın anması ile birlikte İstan­bul’daki bağımsız sendika şubesinin açılışının duyurulmuş olması da bu iradenin işaretlerinden biri olarak değerlendirilmeli.

SODAP sınıf hareketinde neden geriye düştü? Bu durumun hem ide­olojik politik hem de örgütsel sebep­leri var. Krizin en ağır tahribat yarat­tığı alanların işçi çalışması ile ilişki­li olması, buralarda zamanla çok farklı, sınıf hareketini görmeyen bir yoğunlaşma olduğu biliniyor. İdeo­lojik politik neden olarak da aslında varoş çalışmasının işyerlerini hedef­leyen çalışma ile sahip olması gere­ken iç içe, birbirini besleyen, güç­lendiren bağlarının tam olarak kuru­lamamış olması belirtilebilir. Zaman zaman bazı politik yönelimler diğer­lerinin ikamesi gibi değerlendirile­rek anlaşılınca böylesi zaafların or­taya çıkması da kaçınılmaz hale ge­lebiliyor.

Oysa ki gelenek olarak işyeri ça­lışması konusunda Sosyalist Hare- ket’in en birikimli öbeklerinden biri olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Özellikle eski TKP’nin ortadan kalk­ması sonrasında bu alanda geçmiş deneyimleri günümüze taşıyabilecek

bir elin parmağı kadar kadro büyük oranda SODAP ile hareket etmekte­dir. 12 Eylül’ün en karanlık günleri­nin dehlizlerinde başarılan bağımsız sendika örgütlenmeleri, 89 Bahar ey­lemleri içinde gerçekleşen direnişler, gangster sendikalara yapılan sınıf i­nisiyatifli müdahaleler, 90’larda sen­dika örgütlenmesinin başarıldığı on­larca işyeri ile yaratılan değerler sı­nıf hareketine güçlü bir yönelimin zeminini sağlamaktadır.

Özellikle sınıfın içinde bulundu­ğu yeni koşullarının değerlendiril­mesi ve bağımsız sendika deneyimi­nin işyeri tabanlı bir çalışmanın ara­cı olarak nasıl değerlendirilebileceği üzerine yaşanacak bir netleşme, or­taya konan hedeflere merkezi düzey­de yoğunlaşabilme, süründürmeden sonuç almaya kilitlenme içinde bu­lunduğumuz dönem açısından hayati önemdedir. Alanda yaratılacak gün­cel değerlerin, tüm Sosyalist Hare- ket’i saran puslu kriz havasının aşıl­masında altın değerinde olacağı iyi anlaşılmalıdır.

Aslında bir süredir, özellikle 2 yıl önceki İşsizlik Kampanyası’ndan bu yana işyerleri ile ilişkimizi yeni bir seviyede tanımlamak gibi bir dertle hareket etmekteyiz. Fakat o kampanyada da çok net bir biçimde ortaya çıkan merkezi-yerel görevler gerilimi -ve tabii ki dipten büyüme evresindeki kriz dalgaları- sağlıklı

sonuçlara ulaşılmasını engellemişti. Bu yüzden bugün yeni bir heyecanla yönelimimizi örerken söz konusu gerilim konusunda çözümlerimizi hızla hayata geçirerek, güncel görev­ler konusunda netleşerek yürümek durumundayız. Bugün eldeki sınırlı imkanlarla sonuç alabilmek, merkezi yönelimlere çok daha etkin bir katı­lım gösterebilmeyi zorunlu hale ge­tirmektedir. “Ne yardan ne serden vazgeçememe” durumu, emeklerin sonuç alacak noktalara odaklanama- ması kriz ruh halinden çıkışı gecikti­recektir.

İşyeri tabanlı sınıf hareketine yönelimimizi yine geçmiş eksiklik­lerimizin yolundan giderek bir şey­lerin ikamesi olarak görmemek ge­rekiyor. Bugün birçok siyaset için­de yürütülen “Kürt hareketi mi, sı­nıf hareketi mi?”, “varoş mu, sınıf mı?” tartışmaları yanlış tartışma­lardır. Burada karşı karşıya kona­cak değil ama aralarındaki ilişkiler doğru ve birbirini besleyici biçim­de kurulması gereken halkalar var­dır. Bir çalışmanın diğerinin önüne geçmesi, bir çalışma için diğerinin feda edilmesi zorlama değerlendir­meler olacaktır.

Bu çerçevede sınıf çalışmasına ve alanda yaşanan sıkıntılara dair çözüm önerilerimize ve hedefleri­mize dair aşağıda bir giriş yapıl­mıştır:

40

Page 43: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C J O İ

Sınıf hareketinin önünü açmak için

neler yapmalı?Sendikal hareketin krizi ile dev­

rimci hareketin sınıf örgütlenmesi yapamaz hale gelmesi arasında sıkı bir bağ söz konusudur. 12 Eylül son­rasında ancak 1989-1995 yılları ara­sında kısmen kurulan bağlar Zongul- dak’ın yenilgisi sonrasında neredey­se bütünüyle koptu. Devrimci Hare­ket içinde işçi çalışması yapmayı bi­len kadroların sayısında hızlı bir eri­me yaşandı. Sosyalizmin yaşadığı prestij kaybı, devrimci hareketlerin sendikalara aktardığı kadroların liki­dasyonunu hızlandırdı. Geçmişte solda aldığı tutumlarla anılan kimi sendikaların yönetimlerinin MHP’li- lerin eline geçtiği Harb-İş benzeri örnekler bile yaşandı. Solun krizi en belirgin bir biçimde kendini sınıf hareketi içinde gösterdi. Sınıf için­de devrimci yapılar tekil devrimci bireylerin çabaları ile kendilerini hissettirebilir hale geldiler. Bu du­rum sınıf ile devrimci hareket ara­sındaki bağların da önemli oranda kopmasına yol açtı. Bu kopukluk hem sendikalardaki çürümenin art­masına, sendikalarla sınıfın gündelik talepleri arasındaki bağların bütü­nüyle eğretileşmesine hem de dev­rimci hareketin toplumla gerçekçi zeminde bağlar kurmasını sağlayan düzeyi yitirmesine sebep oldu. Ka­yıp iki taraf için de, toplum içindeki varlıklarını-yokluklarını sorgulata­cak kadar büyük bir seviyededir.

1990’ların ilk yarısı sınıf ile dev­rimci hareketin önemli buluşma ola­nakları yarattığı bir dönemdi. İkinci yarı ise yaşanan hayal kırıklıklarına rağmen kimi önemli direnişlerin im­zasını taşır. Hiçbir sene yoktur ki u­zun erimli bir mücadele, devrimci hareketin bir kesiminin işin başını çektiği ama diğer tüm kesimlerin de bilgisi ve ilgisi dahilinde gelişen ey­lemler yaşanmamış olsun. Fakat 2000’li yıllarla birlikte işçi sınıfı ey­lemleri bütünüyle “kol kırılır yen i­çinde kalır” seviyesinin ötesine ge­çememeyi alışkanlık haline getirdi.

Bu durum gelinen noktayı köklü bir biçimde değerlendirmenin yeni bir kalkışma için zorunluluk olduğunu ortaya koyacak bir düzeydedir.

Doğrusu çok yazılıp çizildiği i­çin sınıfın yapısal analizleri veya sendikal hareketin tarihi üzerinde durmayacağız. Sadece bundan son­rasına devam edebilmek için birkaç tespiti ön kabul olarak belirtip ilerle­meyi anlaşılır olabilmek adına ge­rekli görüyoruz.*

1) İşçi sınıfı bugün geçmişte ol­duğundan çok daha parçalı bir yapı sergilemektedir. Hem hizmet işkolu­nun hızlı gelişimi, tarımsal yapının hızlı çözülmesi, savaş sonrası yaşa­nan büyük göç hareketinin yarattığı yeni mülksüzleşmiş kesimlerin ba­sıncı ile sınıf çok farklı katmanlar halinde devinmeye başlamıştır. Biz bu karmaşayı, sorunların ve hayata karşı duruşun ortaklaşması ve üre­timde bulunulan pozisyonların örtüş- mesi çerçevesinde üç ana grupta ele almaya çalışıyoruz.

a) Merkez-çekirdek işgücü

b) Yarı çevre işgücü

c) Çevre işgücü

Bu kavramlaştırmadan ne anladı­ğımızı aşağıda daha da belirginleş­tirmeye çalışacağız. Fakat bu ana öbeklere ayrı politika ve araçlarla yönelmeyen bir devrimci hareke­tin sınıf hareketinde güçlü ve kalı­cı mevziler elde edebilmesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz.

2) Türkiye’deki geleneksel sen­dikal yapıların, gelinen noktada sını­fın örgütlenmesi gibi bir amaca hiz­met etmelerini beklemenin hiçbir karşılığı yoktur. Bu hem tarihsel ge­lişimlerinin doğal bir sonucudur hem de varolan hantal ve bürokratik yapı­larıyla isteseler dahi bu görevin al­tından kalkabilme şansı söz konusu değildir. Tam tersine bugün sendika­lar sınıfın aktifleşebilecek kesimleri­nin önüne engel yaratma işlevini çok daha iyi oynayabilmektedirler. Tüm sınıf çalışması perspektiflerini va­rolan sendikaların yönetim mevki­lerinde koltuk kapma üzerine ku­ran siyasi anlayışlardan sınıf mü-

Tüm sınıf çalışması perspektiflerini varolan sendikaların yönetim mevkilerinde koltuk kapma üzerine kuran siya­

si anlayışlardan sınıf mücadelesine katkı beklemenin hiçbir gerçekçi zemini yoktur.

41

Page 44: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

C|Oİ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

cadelesine katkı beklemenin hiçbir gerçekçi zemini yoktur. Dolayısıy­la bu sendikaların bürokrasisine karşı mücadele de sınıf mücadele­sinin omuzlarımıza yüklediği bir görev olarak karşımızda durmak­tadır.

3) Devrimci hareketin 1990’dan bu yana sınıf çalışması adına yaptık­ları, büyük oranda köhnemiş sendi­kal bürokrasiye taze kan taşımak dı­şında bir sonuç yaratamamıştır. İş­yerlerini sendikaya örgütlemek, son­ra da buradaki örgütler aracılığıyla sendikal bürokrasiyi alt etmek takti­ği tam anlamıyla başarısızlığa uğra­mıştır. Toplu sözleşmenin kurtarıcı­lığı üzerine kilitlenen bir anlayış, en sığ sendikal anlayışı yeniden yeni­den üretmiştir. Devrimcilerin örgüt­lediği onlarca işyeri sendikal müca­delede hiçbir kalıcı mevzi yaratama­mıştır. Bundan sonraki sınıf çalışma­sının bu zaafından kurtulması mut­lak bir zorunluluktur. Devrimciler sınıf çalışmasında kendi yarattık­ları araçlarla yürümek durumun­dadırlar.

4) Sınıf, gündelik sorunlarından yola çıkarak örgütlenebilir ancak. Fakat sosyalist hareket bu seviye­deki yaşama yabancıdır. İşçi bire­yin kaygıları, sıkıntıları anlaşılama­maktadır. İşçiyi güçlendirecek ken­dine ve sosyalistlere güvenini arttı­

racak adımlar atılmadan sınıfla kalı­cı ilişkiler kurabilme imkanı yoktur. Sol uzun bir süredir işyeri seviyesin­de örgütlenme yapamamaktadır. So­lun bu alanda istihdam edilebilecek kadroları iyice zayıflamıştır. Bu alan bütünüyle sendika bürokrasisine ter­kedilmiş durumdadır. En “işçici” görünen anlayışın bile fabrika ön­lerinde bildiri dağıtmak, kendili­ğinden direnişlere müdahale et­mek dışında kalıcı bir sınıf bağı mevcut değildir. İşçi sınıfının için­de olamayan ve onun kaygılarını an­layamayan sol, sol olma meziyetini adım adım yitirmektedir. İşçiyi top­lusözleşmeye kilitlenen bir tarzda değil tüm yaşamsal sorunlarına çözümler üretmeyi hedefleyerek, sürekli bir ilişki amaçlayarak ku­caklamak esastır. L. Amerika’daki deneyimlerden bu yönlü bir sonuç çıkartılması gerekir. Topraksız Köy­lü Hareketi, İşsizler, Patronsuzlar hep ayakta kalma mücadelesinde­ki emekçilere gerçek, somut seçe­nekler yarattıkları oranda başarılı olabilmişlerdir.

Bu ana tespitleri yaptıktan sonra devrimci hareketin sınıf örgütlenme­si ile ilgili görevlerini daha belirgin bir biçimde tanımlayabilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Yuka­rıda da belirtildiği gibi sınıf içindeki parçalanmayı esas alan bir öneri ge­

liştirmek istiyoruz. Bu önerimizi bü­yük oranda 1996 sonrasında yarattı­ğımız kendi deneyimimiz ışığında dünyada ve ülkemizde sınıf hareketi deneyimlerine bakışımızdan süzebil- diklerimizden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla önerimizi olabildiğince somut yaşantılarla açıklamaya çalı­şacağız.

Çevre işgücü ve Dayanışmaevleri

1996’da yayınlanan Yol Dergi- si’nde varoşların sınıfın en dışlan­mış, neredeyse sosyal hayatın dışına itilmiş kesimlerinin birikim noktası haline gelmeye başladığını ve dev­rimci hareketin yeni bir çıkış için öncelikle bu kesimler içinde güç to­parlaması gerektiğini tespit etmiş ve siyasi çalışmamızı bu çerçevede ge­liştirmiştik.** Gerçekten de varoşlar her ne kadar zaman zaman sınıf dışı, deklase kesimlerin mekanı olarak ni­telense de esas olarak işsizlerin ve yoğun olarak taşeron, ikincil, sigor­tasız, çevresel işgücünün yani işçi sınıfının en kötü koşullarda istihdam edilen kesimlerinin birikim noktası­dır. Düzen ile emekçiler arasındaki çelişkilerin en billurlaşmış biçimleri burada karşımıza çıkmaktadır. Bu kesimler için yaşamlarını sürdüre­bilmek dahi önemli bir meziyet ge­rektirir durumdadır. Dolayısıyla genel bir devrimci ajitasyonun çev­resinde toparlayacağı kesimler dışın­daki geniş yığınlara ulaşmak isteyen öznelerin bu yaşamsal sorunlara çö­zümler üretebilecek, dışlanmış ke­simleri güçlendirerek örgütlenmeye sevk edecek araçlara sahip olması bir zorunluluktur. Bu zorunluluk Da- yanışmaevlerini yaratmıştır.

Çevre işgücünün işyeri değiştir­me hızı çok yüksek olduğundan bun­larla salt işyeri üzerinden kurulacak bağların süreklileşmesi neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla, Dayanış- maevleri genel olarak semt bazın­da örgütlenmeyi esas alır. İşçiyi sa­dece işyeri sorunları ile değil kendi­sinin ve ailesinin mahrum bırakıldığı tüm yaşamsal haklarının boşluğunu dayanışmayla doldurmayı hedefle-

42

Page 45: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

yerek örgütlemeye çalışır. Bu açıdan Dayanışmaevleri koşulların dayattı­ğı tüm ortak yaşam pratiklerini ha­yata geçirmeye çalışır. Sağlık, eği­tim, iş, giysi, güvenlik gibi konular­da elbirliğine dayanan örgütlenmele­ri hayata geçirmeye çalışır. Çevre iş­gücü geleneksel olarak işyerine bü­yük bir bağlılık hissetmez dolayısıy­la işyeri ile ilgili sorunlarını işyerini değiştirerek çözme yoluna gider. Oysa barındığı mekan ile ilgili deği­şiklik yapabilme yeteneği son derece sınırlıdır. Dolayısıyla bu alana dair geliştirilen politikalarda çok daha duyarlı davranması beklenebilir.

Bu yaklaşım zaman zaman Da- yanışmaevlerinin bir sınıf örgütü ol­madığı eleştirisine yol açmıştır. Oysa tam da L.Ameri­ka’da ortaya çıkan benzerleri gibi bu kurumlar işçi sını­fının en alttaki ke­simlerinin ayakta kalma stratejileri­nin bir parçası olarak varolmakta, iş­levini oynayabildiği sürece de yoğun karşılıklar bulabilmektedir.

Geleneksel sendikalar açısından zaten örgütlenemez olarak görülen, çetelerin ve sefaletin kucağına itilen geniş çevre işgücü, Dayanışmaevleri çatısı altında bir sınıf haline gelme­nin pratiklerini üretmektedir.

Yarı çevre işgücü ve bağımsız sendikalar:

Yarı çevre işgücü çerçevesinde, orta ve büyük ölçekli işletmelerde çalışmalarına rağmen genelde sendi­kasız olan, hukuk dışı uygulamalara yoğun olarak maruz bırakılan, yarı vasıflı, patronlar tarafından sayısal esneklik çerçevesinde değerlendiri­lerek kriz anlarında kısa yoldan so­kağa bırakılan kesimleri algılıyo­ruz.*** Bu kesimler yoğun olarak hak gasplarına maruz kalmakta, bü­tünüyle kuralsız bir çalışma yaşamı­nın sıkıntısını yaşamaktadırlar. Me­sai ücretleri zamanında ödenmemek­te, sigorta primleri maaşları ne olur­sa olsun asgari ücret üzerinden öden­

mekte, fazla mesai ücretleri hem za­manında ödenmemekte hem de ke­silmekte, sendikalaşma girişimleri i­se hem patronların katı tutumları hem de sendikaların duyarsızlıkları sonucunda başarısızlığa uğramakta­dır.

Geçmişte devrimci hareketlerin en yoğun olarak ulaşmaya çalıştığı işyerlerinde genellikle bu kesimden işçiler bulunmaktaydı. Kuralsızlığa duyulan tepkiler örgütlenmeye uy­gun bir zemin sunmaktaydı. Sendi­kanın gelmesi ve toplusözleşmenin yapılması sonrasında sorunların bir kalemde çözüleceğine dair bir yakla­şım işçilerin örgütlenmesinin temel hedefini oluşturmaktaydı. Buralarda

büyük bedeller ödenerek ve neredey­se illegal örgüt gizlilik ilkeleri çer­çevesinde yürütülen örgütlenme ça­lışmaları kimi zaman bütün engelleri aşarak başarıya ulaşsa da işçilerin somut kazanımlar elde edebilmesi pek mümkün olmamakta, hatta kısa bir süre sonra işyerinde sendika yet­kiliyken geriye tek bir sendikalı işçi bile kalmamaktaydı. (Örnek DİSK Tekstil’e 2000 yılında örgütlenen Reha Tekstil) Genellikle de havzala­rına sendikal örgütlenmenin girmesi­ni engellemek için büyük bir kenet­lenme yaşayan patron örgütlerinin iç dayanışması sonucunda sendikalaş­ma çabaları başarısızlığa uğramak­taydı. (Merter ve Tuzla-tersane böl­gelerindeki patron örgütlerinin et­kinliği bu çerçevede değerlendirile­bilir)

Dolayısıyla varolan tepkiler so­nuç üreten bir kazanıma yol açama- dan umutsuzluğa, başarısızlık hissi­ne ve örgütlenmeye dönük güvensiz­liğe yol açmaktaydı. Bu durumun or­taya çıkmasında sendikaların işbir­likçi tutumlarının hayati bir rol oy­nadığını belirtmeden geçemeyiz.

Sendikasına örgütlenen işçileri anın­da patrona gammazlayarak, aldığı prim karşılığında sendikal örgütlen­meyi bertaraf eden birçok sendika şube başkanının adı hala hafızaları­mızda kayıtlıdır.

Bu duruma yanıt üretebilecek bir araç olarak bağımsız sendika­ları düşünüyoruz. Bağımsız sendi­kaların, büyük sendikalardan tek ek­siği maddi gücü ve toplu sözleşme yapabilme yeteneğidir. Üstünlüğü i­se sınıfı örgütlemeyi politik düşün­cesinin dayattığı bir sorumluluk ola­rak hisseden kadrolar tarafından yü­rütülmesidir. Özellikle hukuki müca­dele alanında ciddi bir birikime sa­hip bir bağımsız sendikanın, kural­

sızlığa karşı müca­dele ederken ciddi kazanımlar elde etme şansı mev­cuttur. Çünkü bu­gün işyerlerinde yaşanan gerçek­lik, hukuki kaza- nımların gerisin­

de bulunmaktadır. Örgütsüzlük iş­çilerin şimdiki haklarını bile etkin bir biçimde kullanmasının önünde bir engeldir.

Yarı çevre işgücünün çalışma ha­yatı ile ilgili güncel sorunlarının bü­yük bir kısmı kuralsızlaşmadan kay­naklandığı için bu alanda kazanım elde edebilecek kurumlarla güven i­lişkisi geliştirmesi ve sürekli bir bağ kurması olanağı vardır. Bağımsız sendikalar bu imkanı değerlendirebi­lir. Buna uygun kimi örnek deneyim­ler mevcuttur. (Bkz. Bursa’daki BA­TİS sendikası) İlk bakıldığında çok küçük gibi görünen kimi kazanımla- rın işçinin hayatında çok ciddi kimi sorunları çözebilecek olması, bura­dan aldığı güçle işyerinde daha öz­güvenli ve örgütlenmeye açık hale gelmesi umulduğundan daha büyük olanaklar yaratmaktadır.

Bu yaklaşım sınıfın sektörel baz­daki geleneksel ayrımına karşı ortak örgütlenme deneyimleri yaratabil­mek için de bir olanaktır. Her işko- lundan işçinin kuralsızlaşma ile ilgi­li benzer sorunlar yaşadığı düşünü-

Yarı çevre işgücünün çalışma hayatı ile ilgili güncel so­runlarının büyük bir kısmı kuralsızlaşmadan kaynaklan­dığı için bu alanda kazanım elde edebilecek kurumlarla güven ilişkisi geliştirmesi ve sürekli bir bağ kurması o­

lanağı vardır. Bağımsız sendikalar bu imkanı değerlendi­rebilir. Buna uygun kimi örnek deneyimler mevcuttur.

43

Page 46: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

lürse ne demek istediğimiz daha da iyi anlaşılacaktır.

Böylece sendika ağalarının de­netimindeki geleneksel sendikalarla varolan göbek bağımızı da kesmiş o­lacağız. Bu beylerin de kendilerine hazır örgütlenmiş işyerleri getiren yeni fedailer bulması gerekecektir.

Bağımsız sendikalar toplusözleş­me hedefine kilitlenmiş değildir. Do­layısıyla işçiyle sürekli bir bağ kur­mak mümkündür. Bireysel ve kolek­tif anlamda bağ kurabilme imkanı mevcuttur.

Dayanışmaevleri’nde yürütülen birçok faaliyetin buralarda da yürü­tülmesi, sendikanın bir “yaşam örgü­tü” olarak algılanması etkinliğini da­ha da arttıracaktır.

Merkez-çekirdekişgücü

Bu alana otomotiv, kimya vb. sektörlerde çalışan vasıflı-çekirdek işgücü ile hizmet sektörünün gelir düzeyi yüksek kesimindeki işçileri dahil edebiliriz. Bu alanda sigortalı ve sendikalı işçiler bulunmaktadır. Takım çalışması, süreklileşmiş eği­tim, çok yönlü ve bilgili çalışan, ka- izen(yaratıcı düşünce) temelli iş ge­liştirmeye yönlendirilmiş işgücünün yer aldığı söylenebilir. Bu tip bir iş­gücünün örgütlenmesi ile ilgili dene­yimlerin oldukça sınırlı olduğu bi­linmektedir. Temelde işgücü moti­vasyon ve bağlılığının arttırılarak ü­retkenliğin arttırılması patronlar ta­

rafından amaçlanmaktadır. Ancak ü­retim bilgi ve becerisi gelişmiş mes­lek lisesi mezunu bilgisayar kullana­bilen genç işçilerin mücadeleye ayrı bir güç ve nitelik katması, üretim i­çindeki yerini akıllıcı kullanabilmesi de mümkündür. Bu anlamda bu süre­cin tek yanlı görülmemesi gerek­mektedir. Ancak bu alanda sendikal rant yüksek olduğu için geçmişten beri örneğin otomotiv sektöründe ör­gütlü Türk-Metal gibi sarı sendikalar sınıf sendikacılığının önünde engel olmaktadır. Öte yandan Toyota gibi fabrikalarda sendikal girişim başarı­sızlığa uğratılmıştır. Bu durum şir­ketin yönetsel stratejileri ve küresel ölçekte pazarlara ulaşma düzeyi ile ilişkilidir. Geçmişte belli dönemler­de, özellikle birkaç sene önce metal işkolunda Türk Metal’e karşı yaşa­nan isyan anında olduğu gibi söz ko­nusu işçi grubu önemli tepkiler üre­tebilmektedir. Fakat sınıf hareketi­nin genelinde bir kabarma olmadan, bu kesim içinde kalıcı mevziler yara­tılabilmesi, gangster sendikaların bu alandan püskürtülebilmesi kısa va­dede kolay değildir. Solun buralar­daki varlığı, sınırlı sayıda işçi birey­le sınırlıdır. Fakat bu kesimlerin ör­gütlenmesinin stratejik etkileri ola­cağı açıktır. İş yönetimi bilgisine en üst düzeyde hakim olmaya başlayan söz konusu kesimlerin üretimin ye­niden yapılandırılması aşamasında sunabileceği katkılar büyük olacak­tır. “Takım çalışması, büyük tempo­suna, yarattığı karoshi veya burnout hastalıklarına rağmen aynı zamanda

emeğin nitelik kazanma sürecidir. Niteliğini yitirirken nasıl büyük al- tüstlükler, dirençler ortaya çıktıysa, yeniden nitelik kazanmasının sadece bir ödül gibi gerçekleşebileceğini ummak büyük bir yanılgı olur. Bu bilinç ve bilgi, aynı zamanda emeğin nitelik kazanması ve bu niteliği ken­di çıkarları için harekete geçirme po­tansiyelinin de birikmesi anlamına gelir ” ****

Dolayısıyla bu kesimin örgütlen­mesi ile ilgili kısa vadede büyük ge­lişmeler beklemesek de çekirdek iş­gücünün örgütlenmesinin, aynı za­manda sınıf hareketinin gelişimi için çok önemli bir sıçrama olacağını gö­rerek söz konusu alanda yaşanan ge­lişmeleri yakından takip etmek ve kimi pilot fabrikalara kadrolar yer­leştirmek geleceğe dönük atılması gerekli önemli adımlardır.

Bitirirken kısa notlarVarolan işçi sendikalarının kitle­

lerden bu seviyede kopmasının en ö­nemli sebebi hiç kuşku yok ki örgüt içi demokrasinin buralarda hiçbir se­viyede yaşama şansı bulamamasıdır. Sendikalardaki Demirel’lerin tahtı bir türlü yıkılamamaktadır. Milletve­kili olmayan sendika başkanları gö­revlerini ölene kadar sürdürmekte­dirler. Oysa sendikaların işlevlerini oynayabilmeleri için işleyişin de­mokratik olması, katılım kanalları­nın açık olması gerekmektedir. Bu kanallar örgütün, kitlesinden kopma­masının, kitlenin örgüte yabancılaş­masının önüne geçebilmenin en bü­yük güvencesidir. Karar mekanizma­sı yerel ve genel olarak toplanan meclislerin elinde olmalı, yönetimle­rin yetkileri büyük oranda yürütme işleviyle sınırlandırılmalıdır. Bu me­kanizma sendikaların genel hattının emekçilerin talepleri ile uyumlu ol­masını sağlayacak, sınıfın güncel ve somut taleplerinin ve isteklerinin or­taya çıkmasına, belirleyici olmasına neden olacaktır. Kitlelerden kopma­nın önüne geçilebilecektir.

Dayanışmaevlerinin her biri ye­rel meclisler üzerinden işlemektedir. Çevre işgücünün sorunlarının mer-

44

Page 47: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

kezi ölçekte ayrıntılandırılması ve yönetilmesi her zamankinden daha zordur. Çeşitli emek biçimleri aynı semt ve işletmede yan yana buluna­bildiği gibi yoğun göç alan bölgeler­de bu çeşitlilik ve farklılaşma daha da boyutlanmaktadır. Bağcılar semti gibi 850 bin kişinin sadece 22 km2lik alanda yaşadığı, hem ev ek­senli çalışmanın hem atölyelerin hem fabrikaların olduğu; farklı göç­ler almış bir bölgede sınıf örgütleri ancak yerel demokratik işleyiş ile ta­leplerini ifade edebilirler. Kadınla­rın, daha yoksul ve eğitimsiz sınıf kesimlerinin sesinin duyulması, bo- ğulmaması ve güçlenmesi için de bu gereklidir. Demokrasi kitle örgütleri için bir lüks, bir detay değil, örgüt­lenmenin en büyük güvencesidir.

Yoksul emekçilerin kendilerini güçlendirme ve eğitmeye çalışma, çocuklarını yozlaşmadan koruma, te­mel ihtiyaçlarını karşılama, iş arama gibi pratikleri ortaklaşa ve dayanış­ma ruhu içinde sınıf dayanışmasının bir parçası olarak örgütlenebilmeli- dir. Çevre işgücünden yarı çevre iş­gücüne geçme istekleri yolunda ger­çekleştirdikleri pratikler, alınan kurslar, yerel sınıf örgütlerince ger­çekleştirilebilir.

Sendikaların ve ulusalcı solun günümüzdeki yönelimlerinde ve po­litik ifadelerinde en çok dikkati çe­

ken sorunlardan biri karşılaşılan te­mel sınıf çelişkisinin dışsallaştırıl­ması, yerli sermayenin masum gös­terilmesidir. “Ulusötesi sermayenin beyni IMF ülkemizi sömürgeleştir­mek istiyor” denerek temel sınıf çe­lişkisi “ulus ötesi sermaye ve içerde­ki bir avuç azınlık” olarak gösterile- bilmekte, küreselleşme sürecine ka­tılan yerli sermayedarlar aklanmak- tadır. Böylece sınıf çıkarları yerine ulusal çıkarlar vurgulanarak sınıfsal dayanışma ve bilinç muğlaklaştırıl- maktadır. (Bu tip örnekler için 2001 Emek Platformu bildirgesine ve Yıl­dırım Koç’un makalelerine bakılabi­lir.) Emperyalizmin uluslararası öl­çekte işleyen eşitsizlik ilişkileri Tür­kiye’deki sermaye iktidarı üzerinden gerçekleşmektedir.

Yerel direnişlerin başarı şansı yoktur. Direnişler çok büyük bir da­yanışma ağı ile sarmalanamadıkça aynı semtteki işyerinde çalışan işçi­nin haberi dahi olmadan yenilgiye uğramaktadır. Direnişi kazanımla sonuçlandırabilmek için iş bırakma­lar, sokak eylemleri, imza kampan­yaları vs. merkezi ve eşgüdümlü ola­rak örgütlenebilmelidir. Geçtiğimiz yıl Tuzla tersanesinde yaşanan dire­niş önemli bir aşama kaydetmiş fa­kat işçi sınıfının diğer öbeklerinin dayanışması sağlanamayınca başarı­sızlıkla sona ermiştir.

Sınıfın yaşadığı dönüşümler, yoksullaşma, işsizlik sınıfın örgütle- nememesinin mazereti olamaz. So­run bu koşulların yaratığı dinamikle­ri doğru kavrayabilmektir. 20-30 se­ne öncesinin sınıf stratejileri ile yol alınamıyor. Alınamadıkça sınıftan kaçış yaşanıyor. Teorik olarak değil ama pratik olarak bu kaçış uç sınırla­rına ulaşmıştır. Türkiye’nin işçi hav­zalarının hiç birinde solun bir ağırlı­ğı kalmamıştır. Sınıftan bu yalıtılma hali solun krizinin en önemli etkeni­dir. Dolayısıyla sınıfa gidişin yolları açılamadan krizden çıkış şansımız yoktur.

“Dili daha da politikleştirelim, varolan sendikalar tüm işçi sınıfına sahip çıkarsa bir şeyler olabilir” öne­rileri gerçekçi değildir. Dilek kipin­de yapılan önermelerdense kendi de­neyimlerimizden, yapabilecekleri­mizden yola çıkmamız yaratıcı so­nuçlar verebilir. Sanki dinleyen var­mış gibi sendikal bürokrasiye yapı­lan önerilerin hiçbir karşılığı olması mümkün değildir. Ama sınıfla bütün­leşen, güvenini kazanan, sınıfın ken­dini ifade kanallarını açık tutabilen bağımsız sendikalar toplumsal mese­lelerde çok daha net tutumlar alabi­lecektir. Solun kendi durduğu nokta­dan sınıfı algılaması mümkün değil­dir, yapılan önerilerin hep biraz ha­vada kalması bundandır. Sınıfın do­ğasını bilen, çözümleyebilen kadro sayısı çok sınırlıdır. Sayfalarca ana­liz yapılmakta fakat çözüm için bir­kaç uygulanabilir öneri dahi formüle edilememektedir. Çözümü ancak sı­nıfa gitme konusunda ısrarcı olanlar bulacaktır.

Adil ve özgür bir gelecek için yaşamlarını sınıfın örgütlenmesi için seferber eden tüm dostlara ve yol­daşlara selam olsun!

*T ab i i sınıfın yapısına bakmak yanında sermayenin durumuna da bakmak gereklidir. Sermayenin akışkanlığı ve küresel rekabet koşulların­da aldığı tutum, yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkileri önemli olsa da burada bunlara da değinemiyoruz.**YOL Siyasi Dergi, Sayı 6, Nisan 1997***Bizim kullandığımıza benzer bir sınıflama Adaman, Buğra , İnsel tarafından sendikalı, sendikasız sigortalı, sigortasız sendikasız biçimin­de yapılmıştır. Bkz. Fikret Adaman, Ayşe Buğra, Ahmet İnsel, “Türkiye'de Farklı İşçi Dünyaları ve Sendikaların Toplumsal Konumu”, Bi­rikim, Sayı 217, Mayıs 2007****Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, s.457, Alaz Yayıncılık, Şubat 2007

45

Page 48: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

EĞİTİM-SEN MAKUS TALİHİNİ

NASIL YENEBİLİR?Mert Büyükkarabacak

Sendikamızın kan kaybı hızlana­rak devam ediyor. Bu durum kendi­sini sadece üye kaybı ile değil çok daha yoğun bir şekilde etki kaybı, yaşamın dışına düşüş, işyerlerindeki etkinliğin kaybı biçiminde ortaya koyuyor. Sendikamız geniş yığınla­rın umudu olabilme noktasında de­ğil. Bu durum sadece yaşanan milli­yetçi kabarış, AKP’nin kadrolaşma ivmesinin yarattığı tahribat ile açık­lanamaz. Aslında sol siyaset eyleme tarzının yaşadığı genel krizin alanı­mızdaki bir tezahürü ile karşı karşı- yayız. Sol genel olarak devrim iddi­asını yitirdikçe, emekçilerin iktidar olduğu bir dünya ümidi azaldıkça sendikamızın seferber edebildiği e­nerjiler de sınırlanıyor, sendikaları­mız emekçi örgütlenmeleri olmak yerine sendikalar dışında neredeyse hiçbir siyasi varlık gösteremeyen si­yasi grupların iktidar mücadeleleri­nin savaş alanı haline dönüşüyor. Bu mücadele, gerçek bir siyasi mücade­le kalıplarında yaşansa belki sorun­larımıza çare olabilecek çözümlerin keşfedildiği bir mecra yaratabilirdi, oysa yaşanan tam tersine bir çöküş siyaseti tarzıdır. Karalama, dediko­du, kapalı kapılar ardında güvensiz­lik pompalama, kapalılık, tabana a­çılmama, küçük grupların hatta bi­reylerin birbirini çeşitli biçimlerde gagaladığı bir iç sıkıntısı tablosu. Bu tablonun bu haliyle değil yeni bir çıkışı yaratmak, varolan olumsuz­lukları azaltacak bir irade gösterebil­mesi bile olanaksızdır. Batan gemi­

nin mallarının paylaşılması dışında bir ufuk sözkonusu değildir.

Eğitim-Sen hepimize lazım!

Oysa sendikalarımıza ihtiyacı­mız var. Hem de dünden çok daha fazla. Emekçilerin ülke gündemleri­nin silik seyircileri olma halinin de­ğiştirilebilmesinde sendikalarımıza büyük bir rol düşmekte. Emekçi kit­lelerin örgütlenebilmesi için sendi­kalarımızın yaşanan güncel sorunla­rı politikleştirmek, bunları sınıf mü­cadelesinin konu başlıkları haline getirmek gibi çok temel görevleri var Sınıfın inşası için etkin sendika­lara ihtiyacımız var. Çalışma alanı­mız tonlarca gerilimle yüklü. Bunla­rı kendi kapsama alanı içine alabi­len, emekçileri bu sorunların çözü­mü için eyleyen özneler haline geti­rebilen, bir gram enerjiyi bile heder etmeden bu inşa sürecinin parçası kılabilen bir anlayışla sendikalarımı­zı yeniden yapılandıramazsak örgüt­lerimizin kan kaybını melankoli i­çinde izlemeye devam edeceğiz.

Eğitim-Sen yeniden yapılanma ile kurtulur!

Evet bugün ihtiyacımız olan bir yeniden yapılanmadır. Sendikaları­mızın doğuşu ve gelişimi dinamikle­ri daha kapsamlı bir yazının konusu­dur. Biz meseleye, gelinen nokta açı­sından bakarsak varolan sendikal ya­pılarımızın, bu sendikal yapılarda

hakim olan ilişki tarzlarının bu krizi aşmamızı sağlayacak bir enerji çıka­rabilmesi mümkün değildir. Yapılan program kurultayı böylesi bir yeni­den yapılanmanın çerçevesinin belir­lenebilmesi için büyük bir olanak sunmuştu. Ama gözleri kişicil iktidar mücadeleleri ile körleşmiş hakim unsurlar tonlarca emeği heder eder­cesine kurultayda söylenen birçok şeyi duymazdan, görmezden geldi­ler. Bugün ortaya çıkacak bir taban iradesi sendikal yapılarımızı kökten bir biçimde dönüşterecek bir irade ortaya koymalıdır. Varolan yapının kısmi olanaklarından yararlanmayı ufuk çizgisi haline getirenlerin böy- lesi bir dönüşümü ummasını ve sağ­lamasını beklemek olanaksızdır. Yıl­lardır yönetimlerle taban arasında e­zile ezile yıpratılan; bir yandan taba­nı sendikaya kazanmaya bir taraftan da sendikayı kitleleri kazanacak bir anlayışa çekmeye çalışan görece di­ri, tüm çevrelerden kadroların ortak enerjisi ile ancak bir dönüşümün işa­ret fişekleri atılabilir.

Temel sorun: Yabancılaşma

Sorunu çözebilmek için doğru tespit etmek gerekiyor. Bugün sendi­kalarımızın temel sorunu, hedef kit­lemizin sendikalarımıza, daha da va­himi sendikalarımızın da hedef kitle­sine yabancılaşmış olmasıdır. Varo­lan örgütlülük dağınık ve moralsiz­dir; sendika ile bağları zayıftır. Eği-

46

Page 49: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

tim işkolunda çalışanların sayısı sü­rekli olarak artmakta buna rağmen sendikanın üye sayısı sürekli olarak azalmaktadır. Sanki kitleler ile örgüt arasında duvarlar mevcuttur. Son yıllarda kimi saman alevi türü ey­lemlerde yükselen moralleri sürekli olarak muhafaza etmek mümkün o­lamamaktadır. Sendika tabanının yö­netici kadrolara güveni yoktur. Orta­lık yapılmayanların, edilmeyenlerin, dinlenmeyenlerin, önemsenmeyenle- rin hikayeleri ile doludur. Yönetim­ler ise sürekli olarak bir alt kademe- dekileri suçlamayı, süreci açıklama­nın temel yolu haline getirmişlerdir. Konfederasyon yönetimleri sendika yönetimlerini, sendika genel mer­kezleri şube yönetimlerini, şube yö­neticileri işyeri temsilcilerini, işyeri temsilcileri işyerindeki üyeleri suç­layarak durumu idare etmektedirler. Oysa herhalde yönetimler açısından büyük bir sorun yoktur ki yıllardır gözlediğimiz sorunları giderecek, en azından buna niyetlenen hiçbir kök­ten açılım görebilme şansımız mev­cut olmamıştır. Durum bir biçimde i­dare edilmektedir. Ya gidişattan bir memnuniyet sözkonusudur ya da o­lumsuzluklara eğilecek zerre kadar enerji kalmamıştır. İki seçenekte bir­birinden rezalettir ama daha da kötü­sü iki seçeneğin de aynı anda doğru

olmasıdır. Sınırlı sayıda arkadaşı ha­riç tutarak şunu söylemek gerekiyor ki aslında herkes tutunduğu koltuk çerçevesinde bir tatmin yaşamakta­dır.

Statüko güçlü ama...Muhafazakarlaştırıcı, varolan

statükoyu devam ettirecek dinamik­ler maalesef zayıf da değildir. Yöne­ticilere biat etme geleneği hala güç- lüdür. Varolan delege sistemi ile üye sayısının 20de biriyle tüm örgütü gütmek mümkün olabilmektedir. Sendikal /politik ilişki çerçevesinde değerlendirilemeyecek informal bir ilişkiler ağı üzerinden sendika şube­leri üzerinde hakimiyet kurulması mümkün olabilmektedir. Biz sosya­listler, ülke seçimlerinde baraj siste­mini sürekli eleştiriyoruz ama kendi kurumlarımızda şu garip delegelik meselesini bir türlü alt edemedik. Bu sistemi değiştirmeden ihtiyaç duydu­ğumuz yapısal dönüşümü gerçekleş­tirecek dinamiklerin önünü açabilir miyiz? Cevabı zor bir sorudur bu.

Yeniden yapılanmanın anahtarı:

Yabancılaşmayı aşmak için yerelleşme

Buna rağmen gerçekten anlamlı yapılabilecek tek iş böylesi bir yeni­den yapılanma programını hayata geçirmek için bir alternatif yaratma çabasıdır. Sendikal yapının anlamlı bir noktasında bir çatlak yaratmak, orada farklı bir hayatı yaratmak, bu­radan ortaya çıkan olumluluklarla etki alanını genişletmeye çalışmak. Statükocu yapıların insiyatifi altında geliştirilen ittifaklar statükoyu bes­leyen, güçlendiren etkiler yaratabili­yor ancak. Üye insiyatiifinin geçtiği­miz dönem ki yönetim macerasının özeleştirili en öz değerlendirmesi bu olabilir ancak.

Planımız ne olmalıdır?Sendikamızın temel gücü büyük

şehirlerdedir. Büyük şehirlerin öncü­lük etmediği bir sendikal hareketin ülke çapında etkinlik yaratması, he- gemonik basınç altındaki illeri, böl­geleri özgürleştirmesi, etkinleştir­mesi imkansızdır. Büyük şehirlerdeki örgütlerimiz böylesi bir öneme sa­hipken örgütsel yapımızın yarattığı bir felç durumundadırlar. Anado­lu’daki birçok şehirden daha kalaba­lık ilçeler tek bir şube çatısı altında biraradadır. Binlerce çalışanın bu­lunduğu alanlar 7 kişilik yönetimler­ce güdülmek istenmektedir. Temsil­

cilik mekanizması felç durumu­nun bir başka tezahürü duru­mundadır. Düzenli temsilci top­lantılarına katılan, işyerleri ile sendika arasındaki bağı canlı tu­tan temsilci sayısı tüm temsilci­lerin onda biri civarındadır. Bu yapıya müdahale edilmedikçe gidişatı olumluya çevirme imka­nı yoktur. Temsilci toplantıları yine fecaatın bir başka boyutunu oluşturmaktadır. Hep aynı in­sanların söz aldığı, yönetimlerin uzun sunumlarının ardından ge­nelde zülfiyare dokunmayan tar­tışmaların yürütüldüğü, pratik meseleleri konuşmak ve işyeri sorunlarını konuşmak için nere­deyse hiç zaman kalmadığı bir araya gelişler birçok kişide kısa sürede anlamsızlık hissi ve u­zaklaşma yaratmaktadır.

Sonuç olarak şu andaki me-

47

Page 50: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ MART-NİSAN 2006

kanizmamız tamamen yabancılaşma­yı körükleyen, tetikleyen bir durum­dadır. Aktif durumdaki temsilcilerin ve kadroların sayısının hızla azalma­sı işyeri-sendika bağlarını kopart­maktadır. Şubelerimizi kurulu oldu­ğu ölçek bu uzaklaşmayı beslemek­tedir. Orta boy bir şube yönetim ku­rulunun, kendisine bağlı bulunan tüm okulları ziyaret edebilmesi bir­kaç yılı gerektiren bir faaliyet duru­mundadır. Temsilcinin sendikaya gelmediği, yönetimin işyerine git­mediği, gitse bile neredeyse kimseyi tanımadığı bir ortamda örgütlenme­den, kadrolaşmaya karşı durmaktan, sendikayı çalışanların hayatının do­ğal bir parçası haline getirebilmek­ten bahsedemeyiz.

İlçeler bazında örgütlenelim!

Önerdiğimiz yeniden yapılanma­nın en önemli ayağı ölçeğin küçül- tülmesidir. Yani büyük şehirlerdeki şubelerin parçalanması, ilçe bazında yönetim kurullarının oluşturulması­dır. Yönetim kurulunun doğal olarak hâkim olabileceği işyeri sayısı 50’den çok olmamalıdır. Bu yüzden bazı büyük ilçelerde iki ayrı yönetim kurulu bile oluşturulabilir. Eğer böy- lesi bir ölçekte sağlıklı bir çalışma yürütebilirsek, emekçilerin gündelik sorunlarıyla somut olarak ilgilene­

bilirsek, bir işyerinde yaprak kıpır­dadığında haberimiz olur hale gelir­se, her işyerindeki temsilcimizle ara­mızda bir güven ilişkisi oluşursa, bir işyerinde yaşanan soruna anında müdahele eden ekiplerimiz, yerel yö­netim kurullarımız bulunursa yaban­cılaşmaya bir mevzi kazanmış olu­ruz. Böylesi bir düzenleme muhak­kak ki herşeyi tek başına çözmez a­ma yabancılaşmayı ve bürokratikleş- meyi aşma noktasında bizlere çok ö­nemli bir mevzi sunmuş olur. Koca bir örgütü 7 kişilik yönetim kurulla­rıyla idare edememe durumu ortadan kalkar. Bölgenin aktif unsurlarının kadrolaşmasının, insiyatif almasının önü açılır. Unutmayalım ki bürokra­tikleşme yönetimlerle işyerleri ara­sındaki o derin boşlukta kendisine kök salacak alan bulabiliyor. Taba­nın sendikadan kopması en inançlı, dürüst sendikacıyı bile er ya da geç bürokratlaştırır. Dolayısıyla bürok- ratikleşmenin panzehiri en solcu a­dayların seçilmesi değil tabanın sen­dikayı işlevsel bir araç olarak kav­rayabilir hale gelmesidir.

Biz diyoruz ki,

-Şube yönetim kurulumuzun se­çiminden sonra ilçelerde tüm üyele­rin katıldığı seçimler yapalım.

-Tüm ilçelerde 5 ya da 7 kişilik yönetim kurulları oluşturalım.

-Şubelerin parasını üye sayısına göre ilçelere bölelim, ilçe yönetim kurulunun insiyatifine bırakalım, her ilçeye bir temsilcilik/lokal açalım.

-Şubeleri ilçelerde seçilen yöne­tim kurulları ile birlikte oluşturula­cak Şube Meclisi olarak yönetelim.

- İlçe temsilci toplantılarını 15 günde 1, şube temsilci toplantılarını ise 3 ayda bir gerçekleştirelim.

-Yasa ne der, genel merkez kabul eder mi gibi tereddütlere düşmeye­lim, fiili meşru mücadele çizgisine göre kendimizi yeniden yapılandıra­lım, herşeyi yukarıdan beklemeye­lim!

Sendikalarımızda özgür alanlar

yaratalım!Eğitim-Sen’in emekçilerle yeni­

den güçlü bir biçimde buluşması, krizini aşması ülkemiz sınıf hareketi açısından hayati değerdedir. Eğitim­ci hareketinin güçlenmesi etkisini toplumun en küçük zerresine kadar hissettiren bir gelişme olacaktır. Bu­nu dikkate alarak önümüzdeki şube ve genel merkez seçimlerinde yeni­den yapılanmayı kendisine bir prog­ram olarak ortaya koyan insiyatifler örgütleyelim, yeniden yapılanma projesini tartışalım, tartıştıralım, zenginleştirelim. Statükoyu yaratan ve ondan nemalanan anlayışları güçlendirmeyelim. Yeniden yapılan­mayı destekleyen tüm arkadaşlarla nereden gelirlerse gelsinler beraber davranabilelim. Sendikamıza yapa­cağımız en büyük katkı bürokratik anlayışların boğucu, dışlayıcı, tüke­tici hakimiyetinden bağımsızlaşmış, özgürleşmiş; canlı, nefes alan, taba­nın insiyatif kazandığı ve şubesiyle bütünleştiği alanlar yaratmaktır. Bu özgür alanlar, yeniden yeşerecek sendikal hareketimizin önkoşuludur.

19.11.2007

48

Page 51: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor

ÇAĞRI MERKEZLERİNDE

ÖRGÜTLENME

Çağrı Merkezleri'nde çalışanların sorunları ve örgütlenme deneyimleriyle ilgili olarak, www.gercegecagrimerkezi.org sitesi yetkilileriyle görüştük:

Sizinle röportaj yapmak iste­memizin sebebi, sınıf hareketinin tıkanıklığı üzerine kafa yorup farklı araçlar geliştirmeye çalışı­yor olmamız. Klasik sendikal yapı içerisine çok rahat yerleştirileme- yen kesimlerin, mesela kadrosuz çalışanların örgütlenebilmesi, bir araya gelmesi çabaları bizim çok ilgilendiğimiz bir konu. Sizin çağrı merkezlerindeki (ca ll center) çalış­malarınız üzerine soh­bet etmek istedik. Na­sıl başladı, hedefiniz neydi, ne gibi etkin­likler yapıyorsunuz bu konularda gö­rüşmek istedik.

Çağrı merkezin­de çalışan insanlar­dan bir topluluk o­larak başladık. Çalışırken iş yerinin kendisinden kaynaklanan sıkıntılar yaşıyorsun zaten. Çözüm ne olabilir diye, demokratsan, solcuysan düşü­nüyorsun. İnternetten bakıyorsun bu konuda dernek var mı, sendika var mı diye araştırıyorsun. Ciddi bir şey yok. Bank-Sen var ama çağrı mer­kezleri ile ilgili ayrı bir çalışması yok, ayrıca çağrı merkezi çalışanları çok değişik sektörlere yayılmış du­rumda. THY’nin de, Aygaz’ın da çağrı merkezi var ve buralarda çalı­şanlar banka sektöründe değil.

Biz de ne yaparız ne ederiz diye kendi aramızda konuşmaya başladık. Garanti’de, Citybank’ta, Yapı Kre- di’de, Akbank’ta çalışan arkadaşları­mız vardı. İnsanlar kendi bireysel yaklaşımlarını dirençlerini geliştirdi­ler.

Bir bankada kaç kişi çalışıyor? Kaç saat çalışılıyor, koşullar neler?

Bankaya göre değişiyor. Garanti Bankası 450’ye çıkardı son dönemdesayıyı. 24 saat hizmet veriliyor. 9 sa­

at çalışılıyor vardiyalı o- 1 a r a k .

9:00-18:00,10:00-19:00 gibi gündüz çalı­şılır. Ağırlıklı olarak part-time çalış­tırma var. 19:00 -23:00 arası part ti­me çalışanlar vardır. Global AŞ. gibi kuruluşlar çağrı merkezi hizmeti sa­tıyorlar. Garanti’nin kendi çağrı mer­kezi var, Garanti çalışanı oluyorsun. Global ise aracılık yapıyor ve hizme­ti Turkcell’e, Vodafon’a satıyor. Glo­bal gibi kurumlarda iş koşulları çok daha kötü. Saat başı para üzerine ça­lıştırma da var, sabah işe gidiyorsun

öğlen “bugün yoğunluk yok evine git” deyip çalıştığın saat kadar ücret alıyorsun. Denetim çok fazla, sürekli bilgisayar başındasın ne zaman ne yaptın belli. Kart ile giriliyor, siste­me login olman gerek. Saat 9:00 da login oldum diyelim senin o gün han­gi saatte tuvalete gidebileceğin, ye­mek saatlerin falan sana program o­larak gönderiliyor ve ona uymak zo­rundasın, çiş yapacaksan tutmak zo­rundasın. Onun dışında sistem yöne­ticisi, ya da “tim lideri”, “koç” denen insanlara bilgisayardan belirli tuşlar­

la bildirmeden kalkamazsın. Ko­nuşmalar kaydedi­liyor. Hangi konuş­manın kaydedildiği­ni bilmiyorsun. İyi konuşma yanında, mutlu konuşmak zo­rundasın, herhangi bir çağrı merkezi çalışanı isteksiz konuşma yapa­maz. Uyarı alırsın pua­

nın kırılır...Puan ne demek?İşyerlerinde toplam kalite yöneti­

mi uygulanıyor. Puanlama alırsın ve diyelim isteksiz konuşmanda 5 pua­nın kırılır, “merhaba” demediysen 6 puanın kırılır. “İyi günler” dersen pu­anın kırılır, illa “merhaba” diyecek­sin. Bazı merkezlerde de tam tersi “merhaba” dersen puanın kırılır. Kul-

49

Page 52: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK-OCAK-ŞUBAT

lanacağın cümlelerin hepsi belirli. Bunun gibi 5-6 kriter var. Performan­sın belirleniyor. Performansın 2 veya 3 dönem düşük olursa işten çıkarıl­mak için yeterli sebep. Maaş artışın da bazı durumlarda buna göre belir­lenir. Sağlık nedeniyle alınan rapor­lar için Garanti Bankası’nda şöyle bir sistem vardı. Sonra kaldırıldı.

Sitenizde okuduk, güzel bir site olmuş (w w w .g erceg eca g rim erk e- zi.org) . Yasaya aykırı olarak rapor­lu günler karşılığı çalışma yaptırı- lıyormuş.

Rapor aldığınızda o raporun kar­şılığı o ay içinde başka bir zaman ça­lışmak zorundasınız. Ek olarak, diye­lim çalışmadınız, staff denen çalışma süresi puanınız da düşüyor, bu da maaş artışınızı etkiliyor.

Sözleşmeli mi çalışılıyor?Aygaz, THY, Garan­

ti vesaire hepsinde farklı kriterler var. Bü­yük kurumlarda kendi çalışanı veya kendi :tyan kuruluşunun kad- *rolü çalışanı oluyor, &

Ama ağırlıklı o- ^ flarak sözleşmeli ça­lışma yaygın bu sektörde. Garanti gibi yerlerde lise mezunları sözleşmeli, diğerleri kad­rolu yapılıyor; üniversite öğrencileri de sözleşmeli alınıp okulları bitince kadrolu yapılıyor.

Kaç aydır örgütlenme çalışma­sı devam ediyor?

Bir buçuk senedir devam eden bir çalışma. Alttan alta daha uzun bir süre aslında, bu sektörde kendi çalış­maya başlamamızdan itibaren nere­deyse 2-2.5 sene, kapalı propaganda yaptığımız dönemle birlikte. Ama herkese yönelik çalışmalar, site vesa­ire 1.5 yıldır.

Peki neler yaptınız?İlginç bir deneyim oldu. Bu alan­

da çalışmakta olan kurulu bir örgü­tün olmaması, tarihsel bir hareketin olmaması, örgütlenmeyi bir taraftan kolaylaştırırken bir taraftan zorlaştı­rıyor. “Haklarımız” dediğinde, sendi­kadan bahsettiğinde pek çok sektör­de insanlar bu duruma alışıkken bi­zim sektör için böyle bir durum söz

konusu değil. Ama diğer taraftan da genel olarak sendikalara bakarsak, o kirlilikten de etkilenmemiş durumda bu alan.

İlk olarak internet geldi aklımıza. Fabrika çıkışı gibi bir durum yok or­tada. Bankalar için söyleyeyim, steril bir çalışma ortamı içinde adam ken­dini beyaz yakalı kabul ediyor.

Ömür boyu burada çalışırım demiyor insanlar?

Yok demiyorlar. Ama en az 3-4 sene de kalıyor insanlar. Ortalama çalışma süresi 2.5-3 sene. Zaten çağ­rı merkezlerinde insanlar gün boyu internet başında, bilgisayar başında oldukları için ilk açtığımızda olduk­ça ilgi gördü site. Sonra İngiltere, Hindistan gibi deneyimlere bakalım dedik; nasıl örgütlenmişler, hak mü­cadelesi yapmışlar. Yurtdışında ör­gütlü çünkü bu sektör, haberleşme

sektöründe. Sendikalara bağlı çal ışıyorlar ,

TJ£u»'»ua1 K u ı * m m

1,1 toHıuııHindis­tan’da ayrı kurumlan da var.

Swiss Air gibi şirketler Hindis­tan’a götürmüşlerdi ilk olarak çağ­rı merkezlerini. İngilizce konuşu- labildiği için. Sonra arttı bu eğilim.

Evet evet. Türkiye’de de Turk­cell Erzurum’a gitti. Ucuz işgücü o­larak.

Örgütlenme internet üzerin­den. Kişisel görüşmeler de olabili­yor mu işyerlerinde?

Tabi. Yemek süresi kısaltılır ba­zen. “20 dakikada yiyin” derler. Sen yemezsin 20 dakikada. Bu da bilinir etrafta. Bir direnç oluyor insanda. Sadece bizim gibi genel bir direniş geliştirmek isteyen insanlarda değil, pek çok kişide oluyor böyle bir di­renç. Böyle dirençler geliştirdikçe insanlar fark ediyor birbirlerini, ko­nuşmalar oluyor.

Bir de tuvaletlere sticker [etiket]

yapıştırıyoruz. İnsanlar www.gerce- gecagrimerkezi.org"un bir siteden i­baret olmadığını biliyor. Oraya sade­ce kartla girilebiliyor, denetim yo­ğun, demek ki içerden birileri var di­yor insanlar. Sitedeki “Çağrı merkez­lerinde bir hayalet dolaşıyor” da bu­radan çıktı.

İşten atılmadan buna dikkat ede­rek mücadele geliştirmeye çalışıyo­ruz, işten atılmanın bir faydası yok yapmak istediklerimize.

Örgütlü olduğumuz yerler de­diniz?

Toplantılar yapıyoruz. Değişik çağrı merkezlerinden insanlarla top­lantılar düzenliyoruz. Bir de arıyoruz çağrı merkezlerini, çalışanlara ulaşı­yoruz. Müşteri gibi arıyoruz, derdi­mizi anlatıyoruz.

Peki dinlemelerden çekinmiyor mu çalışanlar?

Şimdi birincisi ciddi bir eğitim süreci var. Kurum o çalışan için para yatırıyor bir anlamda. Yıllardır o

koşullarda, o sıkı ı denetlemeyle çalı­

şan bir insanı kolay­ca kovamazlar diye düşünüyoruz. İkinci­si hepsi de dinlenmi­

yor konuşmaların.İnsanlar yükseli­

riz diye mi düşünü-

n u t

yor?İş teknik olarak kolay ama insani

olarak zor. Orada önemli olan işlemi hızlı ve hatasız yapman ve çağrı mer­kezinin genel çalışma koşullarına u­yum sağlaman. Ortam bir sıkıntı, yoksa işin teknik yanı basit. Bilgisa­yarlardaki “Age of Empires” oyunu kadar kolay. Diyelim iş zor değil, çi­vi çakmak gibi mesela kolay bir iş, a­ma bu işi Austwitz toplama kampın­da yapıyorsun.

Ne gibi talepler ve hedefler var. İnsanlar geldiğinde neyi değiştir­mek için örgütlenme yapmak ge­rektiği konuşuluyor?

İlk aşamada Global’de herkesin kadroya geçirilmesi önemli. Sağlık güvencesi ve çalışma sürelerinin be­lirli olması önemli. Genel olarak faz­la mesai yapılıyor, iş süreleri tam belli olmuyor ve fazla mesai ücret-

50

Page 53: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'Ş U BAT C|Oİ

lendirilmiyor sektörde. Mesela satış odaklıdır çağrı asistanlarının yaptığı iş ve siz belirli bir satışı yapana ka­dar orada fazla mesai yaptırılabili- yorsunuz. Ücretli değil. Garanti’de yapılıyor bu uygulama, bu konuda telefonlar açıyoruz hala. İş hukuku­na, her şeye aykırı bir durum.

Ceza olarak neredeyse?Evet, ona benziyor. Ev köpeği

gibisin, zamanla belli bir terbiye­den “evcilleştirmeden” geçiyorsun. Belli saatlerde tuvalete gidiyorsun, havlamıyorsun. Yeni bir iş formu yaratıyor. O koşullarda çalışan in­sana eyvallah diyor işveren. Uzun süre gece çalışması yaptırılıyor ki yasal değil bu. Kadınların yoğun çalıştığı sektör ama özel uygula­malar yok onlara yönelik. Yasalara göre kreş şartı var. Avukat desteği ve sağlık konularında çok istek alı­yoruz çalışanlardan. İşyeri hekim­leri ile ilgili sıkıntılar var. İşyeri hekimi yöneticiyi arayıp “rapor ve­reyim mi” diye soruyor.

Bu arada durabiliriz, mola verebiliriz, çayını içemedin.

Yok, ben çağrı merkezinde ça­lıştığımdan beri her şeyi hızlı yapı­yorum. Sigarayı falan hızlı içiyo­rum, hızlı konuşuyorum, hızlı ye­mek yiyorum, yediğim yemekten zevk almamaya başladım diyebili­rim.

Solcu musunuz falan diyenler oluyor mu? Nasıl bakılıyor size?

İnsanlar işi basamak olarak kullanırım, şirketle ilişki geliştiri­rim diye düşünüyor, sektöre girmiş olurum diyor. Üniversite öğrenci­leri özellikle. Aslında kendisi ka­bul etmese de insanlar burada işçi tabi ki ve yoğun bir şekilde sömü­rülüyor. Sömürül düğünün aslında herkes farkına varıyor, asıl nokta i­se o tepkilerin örgütlenmesi. Site­mize 1 Mayıs’ı, Hrant Dink cena­zesini de koyuyoruz. Ama dikkat de ediyoruz. Çalışan insanlara hak­ları ile ilgili gerçek kazanımlar sağlayabilirsen bu anlamda bir ba­kış yaratabilirsen, senin ne oldu­ğun çok önemli değil. Bizim bunu becermemiz gerek.

Örgüt olarak modeliniz var

mı? Ben solun sorununu kitleler­den kopmakla, onların hayatına nüfuz edememekle açıklıyorum. İnsanların gündelik hayatların­daki meseleleri politize edebil­dikçe, onlara yönelik birlikte bir çözüm ürettikçe güçlenebilecek sol diye düşünebiliriz.

Dernek kurmayı düşünüyoruz.O da iyi olmuş bir anlamda.

Yani “dernek kurduk, sen de gel” dememişsiniz, doğal akışla birlikte.

Evet, solun dıştan müdahaleci hatta “darbeci” bir tarzı var. Süreç içinde yavaş yavaş geliştirmek, bü­yütmek zordur çünkü. Hemen 5-6 teşkilat birleşelim, alt sektörler i­çin dernek kuralım, bildiri dağıta­lım, işçileri çağıralım demek yeter­li olmuyor. Uzun erimli ve çeşitli yönleri olan bir çalışma yapmak gerekiyor. Güvenilir, açık, sürekli olunca oluyor. Biz ondan süreci u­zattık zaten. Arkadaşlarımız soru­yor “neden dernek kurmuyoruz” diyorlar.

Yeni şeyler söylemeye de gerek yok. İnsanların durumuna çözüm­ler getirince tutar bence çalışma. Dernek düşünüyoruz ama bilinç ve eylemlilik olarak belli bir düzeye gelince bunu yapmak gerekiyor. Sendika olunca da yetki almak çok zor tabi, işkolu tespiti dahi yapıl­mamış durumda.

çok farklı değil zaten. Eğitim- Sen’den düşünürsek.

Dernek deyince, insanların haklarını savunacak, onlara hukuki destek verecek ve sağlık koşulları ile ilgili çalışmalar yapacak gerçek bir dernek. Grev gücünü kullanma­dıktan sonra adı sendika da olsa dernek de olsa çok farklı olmuyor.

Hayatları ile ilgili olacak. Bir şeyler kazandıracak bir araç ola­rak düşünmek gerekiyor.

Katılıyorum. Dernek dışında ayrıca şöyle bir çalışma yapmak aklımızda. Bizim sektörde şöyle bir durum var, diyelim Lufthan- sa’nın kendisinde çağrı merkezin­de çalışanlar Nakliyat-İş’e örgütlü olabilir ama Nakliyat-İş’in böyle bir yönelimi yok. THY çalışanları için de öyle, çağrı merkezindekiler geçen ay yapılan grev oylamasına aktif olarak katıldılar, onu da söy­lemiş olayım. Yani sendikalı olan arkadaşlarımızın kendi sendikala­rında Çağrı Merkezi Bültenleri çı­kartmaları sağlanabilir. Sendikala­rın bu konuda duyarlı olmaları ge­rekiyor. Bu durumun ve bizim yap­tığımız çalışmaların sendikaları da hareketlendireceğini söyleyebili­rim. Gençliğin kendisine doğal bir devrimcilik atfetmiyoruz ama bu genç insanların sendikalara da e­mek hareketine de bir hareket geti­receğine inanıyorum.

Sendikalarımız derneklerden Teşekkür ediyoruz.

51

Page 54: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

GM GREVİ VE SONRASI

M. Akyol

Eylül ayı sonunda yeni bir toplu iş sözleşmesi için süresiz greve baş­layan 73.000 GM işçisi ikinci günde Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) ile işveren arasında bir anlaşmaya varılması ile tekrar çalışmaya başla­dılar. Varılan anlaşmanın ayrıntıları ortaya çıkmaya başlayınca gerek iş­çiler arasında gerekse de kamuoyun­da yeni tartışmalar başladı.

Gazetelerin ekonomi sayfaları, bu anlaşma ile GM şirketinin, işyeri­nin hastalık kasasının sendikaya devri ile 50 milyarın üstünde bir ‘borçtan’ kurtulduğuna dikkat çeke­rek, anlaşmanın duyulması ile GM hisse senetlerinin borsada bir anda değer kazanmaya başladığını yazma­ya başladılar. Oysa sendika tarafın­dan yapılan ilk açıklamada, bu konu­da işyeri ile grev öncesi bir anlaşma zemini bulunduğu, greve neden olan konunun ise işyeri garantisi olduğu belirtildi.

GM grevinin ve varılan anlaşma­nın önemi, bu işyeri ile de sınırlı de­ğil, ABD’nin diğer iki büyük otomo­bil üreticisi Ford ve Chrysler işyerle­rinde çalışan 100.000 işçi için yapıl­ması gereken toplu iş sözleşmesi bu anlaşmadan doğrudan etkilenecek, daha doğrusu bu anlaşma onlar için bir örnek teşkil edecek.

Anlaşmanın kapsamıGrev öncesi, işyerine ait hastalık

sigortası konusunda varılan anlaşma esas olarak sendikal hareket açısın­dan yeni bir durum değil. Hatta gele­neksel olarak hastalık ve emeklilik kasalarının sendikaların yönetimin­de olması ABD açısından doğal bir olay. Özellikle emekli maaşlarını ö­deyen emekli kasalarının büyük bir çoğunluğu sendikaların kontrolünde. Bu anlamda bazı ‘keskin zekâların’ yaptığı, ‘UAW bir sendika olmaktan çıkıp bir sigorta şirketi oluyor’ (Fi­nancial Time) tespitinin pek bir anla­mı yok.

1960’lı yıllarda yapılan bir toplu iş sözleşmesi ile GM işyerinde çalı­şan ve emekli olanlar için, işyeri bünyesinde bir hastalık sigortası ku­rulmuştu. Bu sigorta bugün yaklaşık 340.000 emekli ve yakınlarının sağ­lık giderlerini karşılamakta ve top­lam olarak 50 milyar dolarlık sorum­luğunun bulunduğu tahmin edilmek­te. GM işyerinin bilançoları bu an­lamda sürekli baskı altında ve borsa- da değer kaybetmekte. GM işyeri bu sorumluluktan kurtulmak için bu si­gortayı sendikaya devretmek iste­mekteydi. UAW bunu prensip olarak kabul etti, ancak devir şartları konu­sunda, grev öncesi tam bir anlaşma

sağlanamadı.

Grev sonucu varılan anlaşmaya göre, sendika yönetiminde kurulacak yeni bir sağlık sigortasına GM işyeri öncelikle 29.9 Milyar ödeyecek. Ay­rıca gelecek 20 yıl içinde, bu kasanın giderlerini karşılayamayacak duru­ma düşmesi halinde 7 Milyar daha ö­deme yapmayı taahhüt etmekte. He­men görülebileceği gibi bu sigorta­nın sorumluluğu sendikaya önemli miktarda maddi yüke neden olacak. Ancak UAW başkanı Ron Gettelfin- ger, mevcut durumla bu sigortanın 80 yıllık giderlerinin karşılanabile­ceğini söylüyor. Ne kadar haklı ol­duğu önümüzdeki dönem görülecek.

Ücret trajedisiGrevlerle varılan anlaşmanın en

önemli kazancı kuşkusuz, GM işye­rinin şu an 80 işyerinde çalışan bü­tün işçilere iş garantisi sağlaması. A­ma bu garantinin ölçüsü tam olarak bilinmiyor. GM’nin, bir yandan iş­gücü maliyetinin yüksek olduğu ge­rekçesi ile üretimi ABD dışına aktar­maya devam etmeyi planlarken, bir yandan böyle bir garanti vermesi birbiri ile çelişmekte. Ancak 1978 yılından bu yana otomobil işkolunda çalışanların sayısının yaklaşık 600.000 kişi azalmış olması, bu tür garantinin çalışanlar açısından öne-

52

Page 55: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

mini ortaya koymakta.

Ücretler konusunda ise anlaşma­da hayli düşündürücü maddeler yer almakta. Öncelikle 4 yıllık sözleşme döneminde, saat ücretleri 28.12 do­lardan, 28.85 e çıkacak. Buna ek ola­rak yılda bir seferlik ikramiye öde­meleri yapılacak. Bu maddeler iş ga­rantisi karşılığında sendikaların kla­sik olarak ücret artışlarından vazgeç­melerine tipik bir örnek.

Ayrıca yapılan anlaşma ücret ko­nusunda ikili bir ücret sistemini ön­görmekte. Buna göre şu an işyerinde çalışanların ücretleri garanti altına a­lınırken, yeni işe başlayacak olan ve doğrudan üretimde olamayan çalı­şanlar için bir ücret garantisinden vazgeçilmekte. Bir grev sonucu bir sendikanın bu tür bir anlaşmaya im­za atması kuşkusuz ko­lay yutulur bir lokma o­lamaz.

GM işyerinin anlaş­ma sonrası yaptığı açık­lamada, yapılan anlaş­mayla işgücü maliyetini %25’ e varan oranlarda azaltma imkânına kavuştuklarını söylemesi önümüzdeki süreçte yaşanacaklar i­çin yeterince ipucu vermekte. İşten ayrılan veya erken emekli olmaya teşvik edilen işçilerin yerine önü­müzdeki dönemde, asgari ücret ga­rantisi olamayan işçiler alınacak... Elbette daha düşük ücretle...

Grev sonrasıBütün bunlara rağmen bu grev­

ler, bizzat ABD içinde düzene karşı hoşnutsuzluğun kitlesel grevleri gündeme getir­diğini ilan etmiş oldu. Her şeyden önce UAW sen­dikasının, 1970 yılından bu yana ilk defa GM iş­yerlerinin tü­münde aynı anda greve gitmesi ve grev kırıcılarına hiç bir şans tanı­maması, günü­

müz dünyasında hala grevin ne ka­dar önemli ve yapılabilir olduğunu göstermekte. ‘Elveda Proletarya’ di­yen A. Gorz, grevler başlamadan bir hafta önce intihar etmeseydi, acaba elvedasından vazgeçer miydi, bilin­mez.

1930’lu yıllarda keskin sınıf mü­cadelesi şartlarında kurulan UAW u­zun bir süre sınıf çizgisini kaybet­memiş, ABD sendikaları içinde en i­lerici olma özelliğini koruyabilmişti. Bir yanı ile ABD’nin ‘gangster sen­dikacılığı’ ayağını oluştururken, bir yanı ile siyahî ve göçmen işçilerin yanında yer alarak çelişkili bir çizgi­de duran UAW, diğer sendikalar gibi son 30 yılda önemli ölçüde üye kay­bına uğramıştı.

ne kadar çalışanların lehine olduğu tartışılabilir. Hele bu anlaşmanın iş- kolundaki diğer anlaşmaları önemli ölçüde etkileyecek olması, bu tartış­maları zorunlu hale getirmektedir. İlk bakışta bu grevin sendikal hare­ket açısından önemli bir sonuç do­ğurmayacağı da söylenebilir. Ama, ABD sendikal hareketinin iki yıl ön­ce bölünmesi ardından yaşanan bu kitlesel grev, ‘geleneksel’ çizgide kalan UAW gibi sendikalarda önem­li değişikliklere kapı açacaktır. Üste­lik bu değişimin, geleneksel çizgi­

den kopup modernizme sapan ‘Change to Win’ çizgisinden daha da ilerilere gitmesi beklenmelidir.

Ve Chrysler GreviGM ile sendika arasında varılan

anlaşmanın işçilerin onayına sunul­masından hemen önce ise UAW ikin­ci büyük otomobil üreticisi Chrysler’da greve başladı. 24 ayrı işyerinde 49.000 işçinin katıldığı grev bu sefer 6 saat sürdü, grevin başlaması ile aynı saatlerde işveren­le başlayan görüşmeler oldukça kısa sürdü ve GM anlaşmasının benzeri bu işyeri için de yapıldı. Grevin bu kadar kısa sürmesi, sendikaya yöne­lik eleştirilerin yoğunlaşmasına se­bep olurken UAW, 4 yıllığına varılan bu anlaşmanın özellikle iş garantisi

açısından önemine vurgu yaptı.

İşveren tarafı ise, GM’de olduğu gibi iş­yerinin hastalık ve e­meklilik sigortalarının sendikaya devredilmesi

ile yıllık yaklaşık 300 Milyon do­lar tasarrufta bulunmayı hedefledi­ğini açıklamıştı. Geçtiğimiz yıllar­da milyarları bulan yıllık zararla zor durumda kalan, bu nedenle Al­man Daimler Benz firması ile bir­leşen Chrysler için masrafların a­zaltılması oldukça önemli. Nitekim bu durum karşısında kısa bir süre sonra Daimler Benz, hisselerini Cerberus Capital Managment adlı bir yatırım firmasına satarak bu birlikteliğe kısa bir süre önce son vermişti.

Anlaşmanın işçilerin oyuna sunulmasından hemen önce bası­na sızan bir haber çalışanlar arasın­da önemli bir tepkiye neden ol­du. Wall Street Journal gazetesi, Chrysler yöneti­minin kasım ayı başında, çalışan­ları erken emek-

ABD Otomobil endüstrisinde sendikal ör­gütlenme ve işyerlerindeki sosyal sigortalar­

dan yararlananlar;

İşyeri Aktif üye Emekli Emekli yakınları

Chrysler 48927 55183 23252

Ford 58300 94824 28183

General Motors 73454 269614 6926

Bu anlamda varılan anlaşmanın

A B D sendikal hareketinin iki yıl önce bölün­mesi ardından yaşanan bu kitlesel grev, 'gele­neksel' çizgide kalan UAW gibi sendikalarda

önemli değişikliklere kapı açacaktır.

53

Page 56: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

liliği teşvik etmek için yeni bir plan hazırladığını kamuoyuna du­yurdu. Bu habere göre Chrysler yö­netimi, ilk elden 62 yaşını aşmış ve en az 10 yıldır işyerinde çalışan iş­çileri erken emekli etmek için ek bir teşvik primi getirerek 1000 ci­varında işçiyi erken emekli etmeye ve onların yerine anlaşma çerçeve­sinde daha düşük ücretle işçi alma­ya hazırlanıyor.

Bu yılın başında işyeri yöneti­mi, 2 bini ABD’den olmak üzere toplam 13 bin işçiye çıkış verece­ğini açıklamış. Sendika buna kar­şı, ABD’de çalışanların sayısının azaltılmasını kabul etmeyeceğini bildirmişti. Yukarıdaki haberde görüldüğü kadarı ile sendika bu talebini kısmen de olsa gerçekleş­

tirmiş oluyor.

ABD’de Otomobil üretimi kavgası

ABD’de üretilen yaklaşık 16 milyon otomobilden üçte ikisini ü­reten GM, Chrysler ve Ford, bu­nun önemli bir bölümünü de ihraç etmekte. Chrysler geçen yıla naza­ran bu yıl ABD dışındaki satışları­nı arttırmayı başarırken, kendi ül­kesinde gerilemeye devam ediyor.

Öte yandan, önce ABD’ye Ja­ponya’da ürettiği otomobilleri sat­maya başlayan Toyota, Honda gibi firmalar son yıllarda ABD içinde kurdukları işletmelerle bu pazar i­çin üretim yapmaya başladılar. Buna geçen yıl Hyundai gibi Gü­ney Koreli firmalar da katıldı. Bu

işyerlerinde henüz sendikal örgüt­lenme başarılamadığı için toplu iş sözleşmesi ve buna bağlı olarak bağlayıcı asgari ücret, avantajlı sağlık ve emeklilik sigortaları bulunmuyor. Dolayısıyla, bu fir­malar ABD içindeki üretimlerinde düşük işçi maliyeti ile üretim ya­pıyorlar. En son ABD’de patlayan Mortgage krizi, otomobil satışları­nı da etkiledi ve bu yıl içinde ABD’de satılan otomobillerin sa­yısında hatırı sayılır oranda bir düşme bekleniyor. Bir yandan üre­tim maliyeti meselesi diğer yan­dan otomobil satışlarının düşmeye başlaması, sektörde önümüzdeki dönemde radikal değişimleri gün­deme getirecek gibi görünüyor.

Tam da böylesi dönemde toplu iş sözleşmelerinin gündeme gel­mesi ve UAW sendikasının grev­lerle çalışma güvenliği konusunda bazı haklar elde etmesi önemli bir gelişme. Ancak bu durum gerek Avrupa’da gerekse de ABD’de sendikal hareketin çalışma güven­liğini öne çıkarması karşılığı ver­dikleri tavizleri de tartışma konu­su yapmakta. Üretimin küreselleş­mesine karşın ulusal düzeyde ça­lışma alanlarının korunması için sermayeye verilen tavizler, önce­likle uzun süreli bir etki yaratma­makta ama öte yandan tam da ser­mayenin istediği gibi üretim mali­yetini düşürmede önemli bir rol oynamakta.

Genel olarak bu çerçevede yü­rütülen sendikal tartışmalar, en son ABD de gündeme gelen grev­lerle bir kez daha tartışmaya açıl­mak zorundadır. 02.10.07

Chrysler’in satışları

Kuzey Amerika Güney Amerika Avrupa Asya

2007 ilk 9 ayı 1 206 152 523 590 329 398 327 522

2006 ilk 9 ayı 1 284 788 456 781 270 094 283 423

Değişme - 6.1 15 22 15

54

Page 57: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

G ü n c e l V e n e z ü e l l a

İKİLİ İKTİDARI

Ayşe Tansever

Günümüzde en çok tartışılan ül­kelerin başında şüphesiz Venezuela ve lideri Chaves gelir. Chaves’in an- ti-emperyalist duruşu, Küba ile iş­birliği, Latin Amerika’da emperya­lizm karşıtı bir kamp kurmaya çalış­ması, ABD başkanı Bush için söyle­diği laflar ve Venezuela’da 21. yy sosyalizmini kuracaklarını iddia et­mesi dünyanın dikkatini üstüne çek­ti. Bazılarına göre Chaves popülist, uyguladığı politikalar da sosyal de­mokrattır. Latin Amerika’da bir pembe devrimler sürecinin başını çekmektedir. Ancak Chaves’in son zamanlarda aldığı yeni kararlar ve yaptığı açıklamalar bu değerlendir­me sahiplerini Venezuela’da yaşa­nanlara yeni bir gözle bakmaya zor­luyor. “Sovyetlerde yaşandığı gibi kanlı bir işçi ve köylü ayaklanması i­le kapitalist devlet kuramlarını yık­madan bir devrim olabilir mi? Cha­ves gibi seçimlerle iktidara gele­rek devrimci bir sürece girilebilir mi?” diye yeniden tartışmalar kı­zıştı. Chaves politikaları yeni bir süzgeçten geçiriliyor, her ülkenin devrime kendine özgü koşullarla geçebileceği öngörüsü ağırlık kaza­nıyor.

Tartışmaları açan etkenler, Cha­ves’in şimdiye kadar uyguladığı çe­şitli sosyal politikalardan çok, 21.yy sosyalizmini kuracaklarını açıkla­ması ve ardından Venezuela Birleşik Sosyalist Partisini (PSUV) kurmak i­

çin adımlar atması, anayasaya deği­şiklik önerisinde bulunması, yeni in­san yaratmak için eğitim reformu gi­bi çeşitli yeni reformlar yapması ol­sa gerektir.

Seçimle başa geçm e sorunları

Venezuela’da yaşananlar; her ül­ke devrim sürecinin kendine özgü koşulları, bu koşullardan doğan so­runları ve bunları aşmak için deği­şik dövüşleri ola­cağını gösteri­yor. Chaves devrimi hiç de Sovy et ler B i r l i ğ i

lanma ile değil seçimle aldı. Seçimle gelip sosyalizm yoluna çıkmak, var olan kapitalist düzenin iktidar ku- rumları ve yasaları ile devrim yoluna çıkmak demektir. Chaves burjuva devlet bürokrasisine rağmen halkına ulaşmaya çalışıyor. Tehlikelerle dolu

bir süreç... Üstünde o­turduğu sandal­

ye hep altın­dan çekil­

meye ça­lışıldı.

9 8 ’ de s eç i m l e r i k a z a n m a ­

s ı n d a n sonra

ya da Kü­b a ’ da k i gibi ya­şanmadı. Chaves, iktidarı a y a k -

55

Page 58: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

2002 Nisan ayında ABD destekli or­du darbesi ile iki günlüğüne de olsa iktidardan alındı, bir adaya hapsedil­di. Barrio denilen gecekondu sakin­lerinin ayaklanması ile tekrar koltu­ğuna oturdu. Arkasından 2002 Ara- lık-2003 Şubat başı işverenler grevi ile ekonomi felç edilerek iktidardan alınmaya çalışıldı ama başarı sağla­namadı. Ardından 2004 yılında yapı­lan geri çağırma referandumu da Chaves’in zaferi ile sonuçlandı. Son olarak 2006 seçimleri ile Chavez burjuvalara bu işin kolay olmayaca­ğını kanıtladı. Batı gerici güçleri destekli Venezuela burjuvazisi sivil toplum örgütleri yardımıyla bu ara Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkele­rinde görülen türden renkli devrim­ler peşindeler. Öğrenci, aydın göste­rileri ve grevleri düzenleniyor. Cha­vez gerici iç ve dış basının sürekli top ateşi altında ve şimdi daha sinsi planlar peşindeler.

Ülke radikal solu da bu başa ge­lenleri Chavez devriminin devrim olmadığına örnek olarak kullanarak gerici bir işlev görüyor. Chaves’i ka­pitalist kurumları yok etmemek, bur­juvalarla işbirliği yapmakla suçlu­yorlar. Onlara göre eğer Chavez ge­rici iktidar çevrelerini alaşağı etse, sanayideki tüm işletmeleri millileş­tirse, işçilere devretse, kapitalist üre­tim ilişkilerini bir çırpıda bıçakla ke­ser gibi kesse sosyalizm kurulmuş o­lacak. Devrim ancak böyle olur.

Doğru, Chavez işveren çevreleri­ne karşı olduğunu, bir gün onları yok edeceğini açık açık söylemesine kar­şılık onlara birlikte şimdilik yaşama­yı sürdürüyor. Halktan yana iyileş­tirmeler getirse bile kapitalist üretim ilişkilerine dokunmuyor. Yeni öneri­len anayasada bile 5 çeşit mülkiyet biçimi arasında özel mülkiyet de var. Chaves politikaları ile işverenler karlarına kar katıyorlar. Kapitalistler yatırım yapmaya devam ediyorlar. Daha öncelerde yaşandığı gibi ülke sermayesi dış ülkelere kaçmıyor. Ar­tan petrol gelirlerinin çeşitli yardım­lar ve projelerle halka aktarılması nedeniyle kapitalist pazar gelişiyor. Ekonomi yıllardır %10’ların üstünde büyüyor. Ayrıca bütün bunlar işçi

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

haklarının ve ücretlerinin yani işçi maliyetlerinin artması, işçi çıkart­manın zorlaşması ve işverenden alı­nan sosyal harcamaların ve vergile­rin yükselmesine rağmen böyle. Ün­lü ekonomi gazetesi Financial Times bile Chavez politikalarının Venezue­la bankerlerini zenginleştirdiğini ya­zıyor. İş çevreleri her ne kadar Cha- vez’i devirmek için ellerinden geleni yapsalar da onun politikalarından kar devşirmeye devam ediyorlar. Bu nedenle yoksulluk azalsa bile yoksul ve zengin arasındaki uçurum daha da derinleşiyor. Yani çalışanların yaşam koşullarının iyileşmesine rağmen iş­veren kesimlerin durumu kötüye git­miyor. Radikal sol buradan kalkarak Chaves’i popülist, pembe devrimci, sosyal demokrat görüyor.

Sosyal harcamaların artmasına, yoksul kesimlerin yaşam koşulları­nın oldukça iyileşmesine karşılık burjuvaların da zenginleşmesi, kapi­talistlerin karlarına karlar katmasını Chaves’in devrimci olmadığına ya da sosyal demokrat olduğuna bağla­mak doğru olmaz. Venezuela gerçe­ğini basit algılamak olur. Venezuela burjuvazisi ekonomide olduğu kadar devlet kadrolarında da örgütlü ve güçlüdür. Bu kadrolara sıkı sıkı sarı­lıyorlar. Chavez petrolden devletin aldığı payları arttırarak, çeşitli milli­leştirmeler yaparak, vergileri arttıra­rak bunların sömürme özelliklerine kısıtlamalar getiriyor. Ancak örgütlü gücü yıkmak başka bir şey. Son se­çimlerde bunlar %37 oy aldılar. Yani bir güç oluşturuyorlar. Venezuela halkının 1/3’ünü burjuva yanlısı, çı­karı onlardan yana insanlar oluşturu­yor. Bu kesim basın yayının %95’ine hâkim, adli sistem onların güdümün­de. Emniyet ve ordu içinde daha a­damları var. Bir örnek verirsek, Cha- vez’e darbe yapıp iktidardan uzak­laştıran generaller ve devletin tepe­sindeki kişiler 3 kez yargılanmaları­na rağmen suçsuz bulundular. Ülke aydınları doktorlarından, mühendis­lerine kadar bu gerici örgütlenmede yerlerini alıyorlar. Bunların da bu ül­kede yaşam hakkı var. Kesilip atıla- mazlar. Radikal solun istediği gibi bir devrim olsa, tüm devlet kadroları

yıkılıp yerine devrimci güçler otursa da bunlar sorun olmaya devam ede­ceklerdi. Şimdi Chaves bunlarla te­pede baş etmeye çalışıyor. Onların sömürme özelliklerini kuşatmaya ça­lışıyor. İktidarı başkalarına açmaları için baskı yapıyor. Ve bütün bunları burjuva demokratik kurallar, yasalar içinde yapıyor. Yapmak da zorunda.

Diğer çoğunluk, iktidara hazırla­nan çoğunluk ne âlemdedir? İşçiler, yoksul köylüler ve barriolarda yaşa­yan devrimci literatürde “deklase” olarak geçen kesimler iktidara hazır mıdırlar? Son Chaves girişimleri böyle bir hazırlığın olduğuna işaret olarak değerlendirilmelidir. Nasıl durumda olduklarını, örgütlülükleri­ni biraz daha yakından inceleyelim. Belki o zaman Venezuela’da tepeden devrim sorununun kendine özgü ko­şulları daha çok aydınlığa kavuşur. Devlet kurumlarının şimdiye kadar alaşağı edilmeme nedenleri ve şimdi neden böyle bir sürece girildiği anla­şılır.

Devrim güçlerinin durumu

A. İşçi Sınıfının durumu

Bütün petrol zengini ülkelerin kaderidir; petrol dışı sanayi kurul­maz. Petrol gelirleri ile her şey ithal edilir ya da ithal etmeye zorlanır. Ve­nezuela’da petrol dışında sanayi pek gelişmemiştir. Fabrikalarda çalış­mak, iş bulmak bir şanstır. Çalışan işçi sayısı birkaç milyondur. Asıl o­lan yoksulluktur. Barriolardaki bin­lerce yoksula bakınca işçiler toplu­mun şanslı kesimleridir.

Hele petrol üstünde çalışan işçi­ler ülkenin en ayrıcalıklı işçileridir­ler. Bunlar, Chavez’i devirmek için gerçekleştirilen patronlar grevine katıldılar. Petrol çıkarımının en ö­nemli bilgi isteyen kesiminde çalı­şanlar 2 aydan fazla işleri bırakarak Chaves karşıtı saflarda yer aldılar. Grev yenildikten sonra bu profesyo­nel işçiler görevden alındı. Sıradan işçiler, işi bilmeyenler bu görevleri üstlendiler. Petrol çıkarımının eski seviyesine çıkarılması 8 ay aldı. E­konomi çok zarar gördü. Yani zengin

56

Page 59: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

eğitimli işçiler anti-Chaves saflar­daydı. Ama elbette bundan dersler çıkarıldı. Greve katılan sendika ken­dini lağvetti ve yerine şimdi işçilerin örgütlü olduğu UNT kuruldu.

UNT sendikası henüz kongre ya­pıp başkanını seçemiyor. Sendika i­çinde çeşitli eğilimler var. İki tanesi güçlü. Bir tanesi Chaves safların- da(FSBT), diğeri ise Troçkist görüş­lere sahip. Yıllardır aralarında tartı­şıyorlar. Temel konu sendikaların devlet partisine katılıp katılmaması ya da bağımsız kalmaları sorunu. Troçkist kanat bağımsızlığı savunu­yor: “İşçi sınıfı çıkarları ancak ba­ğımsız kalarak savunulur, iktidar yardakçısı olunmaz, zaten Chaves Marksist ve Leninist değil” diyor. Dışarıda kalırlarsa çıkarlarını daha i­yi koruyacaklarını savunuyorlar. Bu yazıyı kaleme aldığımız süreçte yeni kurulacak partiye katılacakları açık­laması yapıldı ama sonra bir ses gel­medi.

Patronlar grevi sürecinde bazı fabrikalar iflas edip kapandı. İşçiler işsiz kalınca fabrikaları işgal edip çalıştırmayı düşündüler. Hatta bazı­larını işgal ettiler ve devletin milli­leştirmesini ya da kendilerine ver­mesini, kendilerine destek çıkmasını istediler. Chaves hükümetini belki de en zorlayan sorunlardan biriydi. Bu konuda 3 ayrı çözüm bulundu. Birincisi, Fabrikayı işçi yönetimine bırakmak yani devletleştirmek. İşve­rene tazminatını ödemek. Fakat işçi­lerin fabrikayı verimli çalıştırıp ça- lıştıramaması sorunu bir yana ülkede henüz üretim ilişkileri kapitalist o­lunca daha birçok yasal sorun ile karşı karşıya kalınıyor. Şirket karları ne olacak? İşçilerin cebine mi ine­cek? İşçiler fabrikayı devlete borçla­nacaklar mı? Yoksa memur gibi mi çalışacak, yönettikleri için ek maaş mı alacaklar? Vs. vs... Üretim ilişki­leri değişmeden bu sorunun çözümü olmasa gerektir. Bu soruların cevabı sonuçsuz kaldı. Çünkü fabrika milli­leştirmekle, işçi ya da herhangi bir yönetime devri ile de sorunlar bitmi­yor. Bu kez hammadde alımı, onun i­çin krediler vs. türünden sorunlar doğuyor. Şimdi böyle çalışan bir kaç

başarılı fabrika var. Ama başarısız o­lanı da var.

İkinci seçenek devlet-işçi ortak yönetimiydi. Üçüncü olasılık ise üç­lü işveren-devlet-işçi yönetimiydi. Süreç içinde bu ortak yönetimler kalmadı. Kimisi ya tamamen işveren ya da tamamen devlet yönetimine geçti.

Sancılı bir süreç yaşandı ve ya­şanıyor. İşçiler devletin kendilerine güvenmemesine kızdılar. Ya da yar­dım etmemesine kızdılar. Bazı du­rumlarda devlet işçilere verdiği söz­den döndü. Fabrikaları işçilere vere­ceğim derken arkadan işveren ile an­laştığı öne sürüldü. Bütün bu olayla­rın arkasında neler olduğunu kestir­mek zordur. Ancak devletin üretim sürecinin aksamamasına ve ülke içi güçler dengesine baktığı, işçilerin almasının doğuracağı ekonomik, si­yasi, yasal çeşitli sorunlarla baş et­meye hazır olmadığı düşünülebilir. Öte yandan işçi sınıfı da bu konuda tek bir ağızdan çözümler üretmiyor ve sorunları çözücü davranmıyordu.

İlginç bir örnek: ALACASA alü­minyum fabrikasında ortak yönetim kuruldu. Ancak işçiler yönetimde ol­mak yerine belirli saat çalışıp ücret­lerini aldıktan sonra evlerine gitmeyi işyerinde kalıp yönetim sorunlarıyla uğraşmaya yeğlediler. İşçiler fabrika

yönetmek gibi bir görevden sıkılı­yorlar. İlgilenmiyorlar. Ücretlerini a­lıp keyiflerine bakmayı yeğliyorlar. Bir başka örnekte; bir fabrikada işçi­ler işgal etmelerine karşılık fabrika­yı uzun süreç içinde üretime geçire­mediler. Ya da gene başka birinde fabrika sahibi baskı yaptı, işçiler vazgeçti. Yani işçi yönetimi sorunu hala bir sorun olarak başka sorunlar­la bağlantılıdır. Bir bütündür.

Yaşananlar işçi sınıfı içinde ör­gütlü Troçkist kanadın Chavez poli­tikalarını sosyal demokrat bulmasına yol açıyor. Ya da “Chavez sosyal de­mokrat olduğu için böyle politikalar izliyor” deniyor. Sosyalizmin böyle kurulmayacağı savunuluyor. Chavez de bu nedenlerle “İşçiler karşı dev­rimci rol oynuyorlar.” diyor. Bu so­runu aşmak için Chavez işyerlerinde işçi konseyleri açılmasını öngörüyor. Onları, bölgelerindeki Komün Kon­seylerine (KK) çağırıyor. Yani köy­lüler ve barrio halkı ile ortak yöne­timlere girmeye zorluyor. Yani “ikti­dar olacak kurumlarda çıkarlarınızı savunun” diyor. Oysa işçilerin yerel sorunlara da pek ilgisi yok. KK’lere belki birey olarak katılıyorlardır ama bir fabrikanın KK’si olarak katılmı­yorlar.

Sendikalar Chavez karşıtı olma­salar bile onun baş gücü değiller. Çe­kingenler. Ne yapacaklarını bilmi-

57

Page 60: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q o l ARALI K-OCAK-ŞU BAT

yorlar. Atıl duruyorlar. Chavesv po­litikalarına köstek değiller ama tam da destek verdikleri söylenemez. İş­verenleri karşılarında görüyorlar a­ma Chaves’i de pek yanlarında bul­muyorlar.

Patron grevinde olduğu gibi sıra­dan işçiler Chavez’e destek verebilir ama sendika içinde henüz seslerini yükseltmiyorlar. Aynı barrio halkı gibi onlar da öğrenme süreci içinde olabilirler. Ya da yıkılan sosyalizm­de işçilerin yaptığı yanlışlar doğru bir zeminde değerlendirilmeden Chavez’i anlamaları zor olacaktır. Ya da onlar ancak arkalarındaki yok­sul halklara karşı sorumluluklarını anladıkları ve bu konuda bilinç ge­liştirdikleri takdirde Chaves safları­na daha gönüllü katılacaklardır. Bel­ki ancak o zaman sınıf olarak özgü­venlerini kazanacaklardır. Belki de barrio halklarını ve köylülüğü yanla­rında iktidarı alma­ya hazır görünce güvenlerine kavu­şacaklardır.

B. Kırlar

Venezuela kır­ları da sanayi gibi gelişkin değildir.Nüfusun %90’ı kentlerde yaşamaktadır. Petrol zen­gini ülke olduğu için yiyecek mad­delerini de dışarıdan ithal etmesi ti­cari burjuvazinin işine yaramaktadır. Kırlarda az sayıda yoksul köylü ve büyük Latifundia topraklarına sahip beyler vardır. Devlet 5000 hektarın üstündeki topraklara Latifundia de­mektedir. Küba 430 hektar mülkiye­tin üstüne Latifundia diyor. Bu Ve­nezuela’da toprak mülkiyetinin ne kadar yoğunlaştığını göstermektedir.

Venezuela kır politikasının ama­cı bir tarım sektörü yaratıp, ülkenin kendi karnını doyurur duruma gel­mesidir. Çeşitli tarım ürünlerinin ye­tiştirilmesi planlanıyor. Küçük köylü nüfusu azdır. Bunun için de barrio- lardaki yoksul halkın kırlara, köylü olmaya ikna edilmesi gerekiyor. Kentlerdeki işsizlik sorunu da böyle- ce rahatlayacak. Kırlarda atalardan kalan tarım bilgisi canlandırılacak

ve köylüye öğretilecek. Toprakla ça­lışmak yeniden öğrenilecek. Yani bi­rinci sorun kır nüfusunu çoğaltıp e­ğitmek.

İkinci olarak toprak reformunu derinleştirmek. Bazı kaynaklara göre topraksız köylüye 2, devlet kaynak­larına göre de 3 milyon hektar toprak dağıtılmıştır. Ancak bunların çoğu­nun kullanılmayan devlet toprağı ol­duğu söyleniyor. Yani henüz kırlarda asıl büyük toprak mülkiyetine sahip Lâtifundia beylerinin topraklarına dokunulmamıştır. Yer yer denenen dokunmalar da büyük sorunlar yarat­mıştır.

Lâtifundia ağaları topraklarını işlemeseler bile mülklerini vermek istemiyorlar. Çoğunun tapusu bile yok. İktidar oldukları için buna ge­rek görmemişler. Şimdi ellerinden a­lınacak korkusu ile kiralık katiller

tutmuşlar. Kolombiya paramiliterleri ile işbirliği yapıyorlar. Topraklarına göz diken köylüleri öldürüyorlar. Köylülere göre cinayetlerin sayısı 150 ama iktidar bu sayının 1700 ol­duğunu savunuyor. İlginç bir şekilde saklıyorlar. Belki korktuklarından...

İşlenen katliamların suçlusunu bulma savaşı veriliyor. Mahkemeler ve hâkimler toprak ağaları ile işbirli­ği içinde katillerin bulunmasını en­gelliyorlar. Chaves hükümeti çeşitli davaların araştırılması için komis­yonlar kurmuş. Ama bunlar da pek i­şe yaramıyor. Çünkü hukuk sistemi ile birlikte polis, kolluk kuvvetleri de gericilikle ortak davranıyor. Te­pedeki çürümüş devlet bürokrasisi ve burjuvalar kırlarda Lâtifundia a­ğaları ile kaynaşmış toprak reformu­nun gerçekleşmesini engellemeye çalışıyorlar. Oralarda ellerini kana

bulamaktan kaçınmıyorlar.

Hükümet kırlarda katillerin bu­lunması ve toprakların alınması so­rununu nasıl halledeceğini tartışıyor. Kiralık katillere karşı silahlı halk gücü oluşturulabilir mi? Kimlerden? Ordunun devreye sokulması sorunla­ra açık. Ordu henüz devrim bekçiliği yapmaya hazır değil. Her ne kadar Chaves ordudaki gerici unsurları darbe sonrası temizlemiş olsa da ya­salar eski ve halk çıkarlarını koru­mak konusunda sorunlar çıkabilir. Ayrıca ordu profesyonellerden olu­şuyor. Her halk kesiminden asker var. Zengin burjuva çocukları da or­du içinde. Ordu böyle içerideki sınıf savaşı için kullanılırsa sonucun ne o­lacağı belli değil. Bir ordunun halk­tan davranması, onun ihtiyaçlarını görüp işlere karışması başka bir sü­recin işi. Ordunun bir kolu halk re­zervlerinden kurulan milisler. Onla­

rın kullanılıp kulla­nılamayacağı tartı­şılıyor.

Ayrıca sorun sadece köylüye toprak vermekle bitmiyor. Onun kü­çük özel mülkiyeti ile gerici zemine kaymasını ya da

toprağını satıp gitmesini önlemek gerekiyor. Devlet köylüleri bir koo­peratif etrafında örgütlemeye çalışı­yor. Böylece çeşitli teknik ile besle­necekler. Bunun için kırda koopera­tif kurulmasına hız veriliyor. Yasa­nın çıktığı 2003 yılında 1000 civa­rında olan kooperatif sayısı 5 yıl i­çinde 180.000 e yükseliyor.

Bir yandan İran gibi çeşitli ülke­lerle yapılan anlaşmalar ile traktör ve diğer tarım aletleri üreten fabrika­lar kuruluyor. Kooperatiflerin teknik donanımına hazırlanılıyor. Ticari ko­operatifler ağı ile malların pazarlan- ması sağlanacak, köylüler toprak a­ğalarının pençesine atılmayacak. Kentlerdeki Mercal devlet marketle­rine direkt bu kooperatiflerden mal sağlanacak. Kooperatiflerin çalışma­sı için kredi gerekiyor. O nedenle bankalar açılıyor. Devlet kooperatif-

Chavez de bu nedenlerle "İşçiler karşı devrimci rol oynu­yorlar." diyor. Bu sorunu aşmak için Chavez işyerlerinde işçi konseyleri açılmasını öngörüyor. Onları, bölgelerinde­ki Komün Konseylerine (K K ) çağırıyor. Yani köylüler ve barrio halkı ile ortak yönetimlere girmeye zorluyor. Yani "iktidar olacak kurumlarda çıkarlarınızı savunun" diyor.

58

Page 61: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

lere krediler veriyor. Ayrıca koope­ratifleşmek halktaki kapitalist zehir­lenmeye bir panzehir olarak düşünü­lüyor. “Köylüler orada paylaşmayı, dayanışmayı öğrenecekler” deniyor.

Kooperatiflerin de çeşitli sorun­ları var. Kimisi kırda kimisi kentler­de küçük üretim yapan kooperatifler var. Kırdakilerin çoğu aile işletmesi. Aile fertlerinin bir araya gelmesi ile kurulmuş. Devletten kredi alıyor. Bir şey yaptıkları da yok. Kasaba ve kentlerde kurulan kooperatifler de pek farklı değil. Onlardan istenen, ti­cari bir şey üretmeleri. Amaç küçük sanayiyi teşvik ve halkın üretmeyi öğrenmesi, işçileşmesi. Ama bunla­rın çoğu hizmet alanında kurulmuş. Devlet desteği ile ayakta duruyorlar. Eğer bir şey üretiyorlarsa çoğu kali­tesiz. Teknik çok az kullanılıyor. Ör­neğin 150 işçi çalıştıran ayakkabı ü­retme kooperati­finin ürettiği a­yakkabılar alıcı bulmuyor, ürün­ler çok kötü. Yö­netim kötü. Bir kooperatif nasıl yönetilir bilinmi­yor. Çalışanların bilgisi ve deneyi­mi yok. Sözde kooperatifler ol­duğu söyleniyor ama gelir amaçlılar. Devlet kaynaklarının har vurulup harman savrulduğu, yolsuzlukların diz boyu olduğu yerler haline gelmiş kooperatifler. Yapılan araştırmalar bunu doğrulayınca denetim artırılı­yor ama bu da bürokrasiyi ve mali­yeti yükseltiyor. Sonuçta kooperatif denebilecek kooperatif sayısının 3000 rakamını geçmeyeceği iddia e­diliyor.

Chavez’e göre kooperatiflerin durumu sosyal bilinç eksikliğinden kaynaklanıyor. “Yeni sosyalist in­san” yetiştirmekle yani kültürel de­ğişimle sorunun çözüleceğini, her şeye rağmen burada çalışanların bir iş yeri yönetme bilgisini edindikle­rini, işsizlik sorununun hafiflediğini savunuyor. Bu iş yerlerinde karlar yılsonunda bölüşülüyor. “Bu, insan­lara kolektif düşünmeyi, işbirliği ve

dayanışmayı öğretiyor” deniliyor.

Latifundia ağaları ve örgütlü burjuvalar kırlardaki kooperatiflerin çalışmasını engellemek için ellerin­den geleni yapıyorlar. Örneğin yolla­nan kredilerin bankalardan çıkışını engelliyorlar. Projeler gerçekleşmi­yor. Üretim aksıyor. Köylüler ayak­lanıyor. Devlet dairelerini işgal edi­yorlar. Belediyeleri ve valilikleri a­teşe veriyorlar. Yollar kesiliyor ya da günlerce kapatılıyor. Köylüler de kırlarda haklarını almak için direni­yor dövüşüyor. Latifundia ağaları ile işbirliği yapan güçler böylece ortaya çıkıyor. Köylüler kendilerine engel olanların kimler olduğunu ve örgüt­lülüklerini görüyor ve dersler çıkarı­yor olmalılar.

Sonuçta kır sorununun çözümü nihai olarak kentlerdeki çürümüş devlet bürokrasisinin yıkılması ile iç

içe girmiş durumda. Kooperatifler ve toprak reformu deneyi köylülere bunu öğretiyor ve örgütlenmelerine yardım ediyor. Kırlar sorununa genel olarak “devrim içinde devrim” ola­rak bakılmaktadır. Gericilik ancak kentlerdeki bağı kesildikten sonra nihai olarak yok edilebilecektir. Kır­lar ayrı bir devrim gerektiriyor.

C. Yoksul Halk Örgütlenmeleri

Seçimle iktidar olan Chavez hep halkını örgütlemek istiyor. Onun ik­tidara oturabilmesi için örgütlü ol­ması birincil şarttır. Çeşitli yollarla bunu kurmaya çalışıyor. Ama yok­sul, eğitilmemiş insanların kendi ka­derlerini ellerine alabileceklerini öğ­renmeleri bir süreç işi. Sorun, yıllar­dır kendileri için birilerinin karar vermesini beklemiş insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi

azmini duymaları, buna olanak oldu­ğu gerçeğine inanmaları, yapabilirim deyip kendilerine güven duymaları. Yıllardır oy sandıklarına gitmemiş insanların bunu bir günden diğerine öğrenmesi kolay olmuyor. “Ben şu­nu istiyorum” deme hakkını bile kendinde görmüyor. “Şöyle olacak” demesini öğrenmesi daha da zor. “Böyle yapacağım” diyecek. Bu bi­lincin halklara yerleştirilmesi için çeşitli örgütlenmeler yapılmış, yapı­lıyor.

Chavez daha iktidar olmadan ön­ce Bolivar Çemberlerini kurdu. Bun­lar halka siyasi bilinç verme kurum- larıydı. Yoksul halk mahallelerde devrime hazırlandı. Ancak Cha­vez' in istediği gibi halk örgütleri ha­line dönüşemediler. Eski devrimci güçlerin eline geçtiler. Örgütlenmesi istenen halk genelde çeşitli eski si­

yasi örgütlerin kendi propagan­dalarını yaptığı, halkların dinledi­ği eğitim yerleri oldular. Devrim­cilerin uzun uzun konuşmalar yap­tığı, halkın uyu­duğu toplantılar düzenlendi. Ki­misi de çocuk

bakmak, küçük işyeri açmak gibi pratik işlere yöneldi. 2002 yılında Chaves’e yapılan darbeye karşı so­kaklara dökülerek, geri püskürtül­mesine hizmet ettiler. Bu örgütlerin bugün herhangi bir işlevi kalmadı ve tarihe karıştılar.

Burjuvaların geri çağırma refe­randumu döneminde halka gerçekle­rin anlatılması gerekiyordu. Ülke ba­sın ve yayınının %95’i onların elin­deydi. Her gün Chavez aleyhine pro­pagandalar yağdırıyorlardı. Yoksul kesimlerdeki çok sayıda insanın se­çim sandıklarına kaydı yapılmalıydı. Bu nedenle Seçim Savaş Birlikleri kuruldu. Yoksul halkı sandıklara kaydettiler. Barriolara yönelik radyo istasyonları kuruldu. Gerici basın ve yayının propagandalarına karşı Cha­ves politikalarını ve gerçekleri anlat­tılar. Chavez’in geri çağırılma refe-

Sorun, yıllardır kendileri için birilerinin karar vermesini beklemiş insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirle­mesi azmini duymaları, buna olanak olduğu gerçeğine i­nanmaları, yapabilirim deyip kendilerine güven duymala­rı. Yıllardır oy sandıklarına gitmemiş insanların bunu bir

günden diğerine öğrenmesi kolay olmuyor. "Ben şunu is­tiyorum " deme hakkını bile kendinde görmüyor. "Şöyle

olacak" demesini öğrenmesi daha da zor.

59

Page 62: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT

randumuna hayır oyu verilmesinde bu kurumlar büyük iş gördüler. Ama halkı gene Chaves’in istediği gibi ik­tidar alıcı bir güç olarak örgütleme i­şine yetmediler. Radyo istasyonla­rından sadece bir tanesi ilerici bir haber ajansı haline dönüştü. Sonuçta halk radyo istasyonları etrafında ör­gütlenemedi.

Chavez bu kez Yerel Halk Plan­lama Konseyleri (YHPK) kurdu. Es­ki iktidar sınıfları barriolardaki in­sanları halktan saymıyordu. Yıllardır buralara uğramıyordu. Öyleyse Cha­ves güçleri devlet olarak bura insanı­nın ayağına gitmeli, bura halkının sorunları ile yakından ilgilenmeliy­di. YHP Konseyleriyle halkın ihti­yaçları daha yakından belirlenip da­ha çabuk kararlar alınabilecekti. Böylece halk örgütlenebilecekti. Gerçek ihtiyaçlardan kalkarak, pro­jeler üretilerek halkla kaynaşılacak- tı. Ancak bu örgütlenmeler de isteni­len sonucu vermedi. YHPK’lere te­pedeki partiler kendi adamlarını o­turttular. Var olan çürümüş yönetim­ler bu projelere sahip çıktılar. Îste- dikleri gibi projeleri belirlediler. Kendi mühendisleri vs. ile ceplerini doldurdular. Halk gene seyirci kaldı. YHPK’ler de halk demokrasisinin a­raçları haline gelemedi.

Bu kez Chavez Komün Konsey­leri (KK) kurulması girişimini baş­lattı. Bunlara mahallelerde kurulan halk meclisleri denilebilir. Aynı yer­leşim biriminde oturanlar bir araya gelerek komün konseyleri kuruyor­lar. Kentlerde yerleşim daha yoğun olduğundan 200-400 aile, kırlarda 20-40 aile, Latin Amerika yerli halk­larının oturduğu alanlarda da 10 aile bir araya gelerek komün konseyi ku­ruyor. Caracas belediye başkanı bun­ların “gelecek toplumun temel hüc­releri” olduğunu söylüyor. KK’lerin bir okul gibi olacağı düşünülüyor. Burada insanlar başka insanları ve düşünceleri dinleyecek, kendi dü­şüncelerini oluşturacak ve bunu dile getirmeyi öğrenecek. Var olan yete­nekleri ortaya çıkacak ve bunu geliş­tirmenin ortamını bulmak ya da kur­mak elinde olacak.

2006 yılında başlayan bu prog­ram çerçevesinde şimdiye kadar16.000 bazı kaynaklara göre de25.000 komün konseyi kurulmuş. Bu sayı 50.000 e çıkarılacak. Konseyle­rin kurulup gelişmesi gerçek liderle­rini seçmesi uzun bir süreç alacak. Konsey kurma çalışmaları kapı kapı dolaşılarak yapılıyor. Însanlara anla­tılıyor, ikna ediliyor. Sonra her Cu­martesi günü bölge okulunda toplan­

maya başlanıyor.

Böyle küçük küçük komün konseyleriyle, tabandan kalkarak iktidar tepesine kadar işleyen ka­tılımcı demokratik Venezuela ya­ratılacak. KK’ler halkın kendi ik­tidarını kurduğu en alt örgüt biri­mi olacak. Bu küçük birimlerde halk ihtiyaçlarını belirleyecek, sorunlarını ortaya çıkaracak ve çözmenin yollarını arayacak, bu­lacak. Projeler geliştirecek. Sonra bunlar sorunun alanını kapsayan üst KK’lerde tartışılacak. Gere­kirse devletin en tepesine kadar gidecek. Sorunlarının çözümünü şimdiye kadar hep başkalarından bekleyen bu insanlar ilk kez ken­di sorunlarını kendileri çözme o­lanağına sahip olacaklar. Ayrıca zaman zaman sorunların sadece kendi bölgelerinde olmadığını di­ğer barriolarla bağlantıları oldu­

ğunu görecek perspektifi gelişecek, olaylara daha büyük boyuttan bak­mayı öğrenecekler. Böylece dayanış­mayı öğrenecekler. Sorunların çözü­mü onları pratik yapmaya itecek. KK’ler, şimdi anayasa değişikliği ve kurulacak Venezuela Birleşik Sosya­list Partisi ile ilgili iki doküman üze­rinde tartışıyorlar.

Sonuçta Chaves halkın kendi kendini yönetebileceği kurumları kurmuş gibidir. Bu konseylere ger­çekten o bölgenin insanı katılıyor. Kendi içlerinden liderler çıkıyor. “Venezuela’ya gidip sosyal değişik­lik sürecini görünce gerçek öncünün ne olduğu anlaşılıyor. Bu öncüler en çok bilen, en çok kitap okuyan, Marx ya da Bolivar’ı yutmuş olanlar değil. Mahallelerde çok zor koşullar­da en çok çalışanlar. Bu insanlar çok çalışıyor. Bazıları sanki uyumuyor bile. Bunun tarihi bir süreç olduğuna ve mücadele ederlerse kazanacakla­rına inanıyorlar.” (Venezuela kırla­rında savaş ve devrim içinde devrim, Stuart Munckton, sayfa 20)

İleride Bolivar Çemberleri ya da YHPK’lerinin başına gelen KK’lerin de başına gelir mi? Radikal sol ya da burjuva devlet kurumunda oturanlar bunları da denetimlerine alırlar mı?

60

Page 63: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

KK’lerin bağlı olduğu Halk Katılımı ve Sosyal Kalkınma Bakanlığı çalı­şanlarından olan Marta Harnecker bu konuda şunları söylüyor. “Bura­larda, (bn.) Chavezci olmayan ama yeni toplumun inşasına katılmak is­teyen insanlar var. Herkese açık ol­malı... Katılımı politikleştirmek bü­yük yanlışlık olur. Katılımın kendisi insanları politikleştirmeli.”diyor. (Venezuela: Komünal Konseyler A­racılığı ile Halk İktidarının Kurul­ması, Jim McIlroy, 10 Ekim 2007, www.venezuelanalysis.com) Yani komünlerde çeşitli politik görüşte insan bulunuyor ve zaten bulunmalı. Halkın konseylerine sahip çıkması, bunlar yolu ile kendi öz iktidarını kuracağını anlaması gerekiyor. Ken­di mahallesinden başlayarak kuru- muna, kaderini belirleyebileceği or­ganına sahip çıkmalı ve onu koruma­sını öğrenmeli. Eğer kendi mahalle­sinde kendi kurumuna sahip çıkmaz­sa ondan devlete sahip çıkması nasıl beklenir? Yaşanan süreçte halklar yavaş yavaş bunu anlıyor olmalı. Halka güvenmekten başka koşul da yok. Anlaşıldığı kadarıyla KK’ler kendi içlerinde sorunlarla dolular a­ma halkın eskiye dönüşü istememesi ve kazanımlarını vermeme kararlılı­ğı Venezuela’nın geleceğini belirle­yecek.

Chavez KK’lere güveniyor. Onlar kanalıyla yeni bir döneme girildiğinden ve daha yaygın bir demokrasiye geçileceğinden e­min. O nedenle de KK’lerin yet­kilerini arttırıcı anayasa değişik­liği getiriyor. Değişiklik kabul e­dilirse bütçenin %5”i KK’lere ayrılacak. Bu da 2008 yılı için 5 milyar dolar demek. Ayrıca şim­diye kadar kurulan ve halka bü­yük kazanımlar sağlayan mis­yonların yönetimleri de KK’lerin eline verilecek. Zaten bunlar ge­nelde yoksul halkın işlettiği yer­ler. Halk bu hizmetlere gözü gibi bakıyor. Eğer sahip çıkmazlarsa başlarına neler geleceğini biliyor olmalılar. O nedenle KK’lerin sonunun Bolivar çemberi ve di­ğerleri gibi olmayacağı savunu­labilir. Halk “Geçmişe dönüş

yok!” “21.yy Sosyalizmi!” diyerek bu kazanımlarından vazgeçmeyece­ğini kanı pahasına bu hizmetlere sa­hip çıkacağını söylüyor.

KK’ler şimdiki burjuva devlet kadrolarına alternatif. Yakın gele­cekte bu ikisi arasında sürtüşme ka­çınılmaz. İkisinden biri tercih edil­me durumunda kalacak. Ciddi bir ça­tışma yaşanacak. İkili yapı son bul­mak zorunda ve bulacak. KK’ler ka­zanırsa halk iktidarı ve 21.yy sosya­lizmi kurulmasına başlanacak. Çürü­müş devlet bürokrasisi ve burjuvalar da elbette böyle bir savaşa hazırlanı­yorlar.

Halk iktidarının vazgeçilmez kazanımları

Bilindiği gibi devlet kadrolarının çürümüşlüğü ve halk sorunlarından kopukluğu nedeniyle Chavez mis­yonlar kurdu. Misyonlar genelde devletin o güne kadar yapmadığı ve yapamadığı hizmetleri yapan kurum­lar oldular. En önemlisi eğitim ve sağlık misyonlarıdır. Buralarda 1 milyon okuma yazma bilmeyen in­san okumayı öğrendi. Yüksek öğre­nim görmek isteyen ama bir türlü o­lanak bulamamış yoksul insanlar, ü­niversite diploması aldı. Avukat ol­dular. Mühendis oldular. Eğitim bur­juva sınıfının bir ayrıcalığı olmaktan

çıkarıldı. Chavez yeni üniversite kurdu ve yenilerini kuracak. Bolivar üniversitesi yoksul kesimden gele­cek öğrencileri başka bir eğitim sis­temi ile eğitmektedir. Yakın gelecek­te yeni açılacak üniversiteler ile giriş sınavı kaldırılıp isteyen herkesin yüksek eğitim yapmasının önü açıla­caktır. KK’lere öncüler yetişiyor.

Bunların önemi sadece okumak, eğitim görmek, bir özlemi gidermek değildir. Okuma öğrenme yanında, halkın kendisi için çalışacak yetkin bilgili elemanı olması demektir. Bi­lim sadece burjuvaların ayrıcalığı ol­maktan çıkıp yoksul kesimlerin eline geçecek. KK’lerin gerçekleştireceği projeler için bu insanlar çok önemli­dir. Komün konseylerinin de kendi mühendisleri, doktorları olacak. Burjuva aydınlarına gerek olmadan kendileri kendi projelerini gerçek­leştirecekler. Onlara muhtaç kalıp bağlanmayacak, kendi ayakları üs­tünde durabilecekler. Tıpkı koopera­tiflerin lâtifundia beylerine ya da burjuva ticari işletmelerine muhtaç olmaması gibi.

Misyonların diğer en önemlisi sağlık hizmetidir. Barriolarda açılan klinikler ve her bir yerleşim alanına yerleştirilen Kübalı doktorlar ile 14 milyon insana tıbbı yardım götürül­dü. 200 bin insan göz ameliyatı geçi-

61

Page 64: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

CjOİ ARALI K-OCAK-ŞU BAT

rerek görme olanağına kavuştu. As­lında sağlık hizmeti kapitalizmi kal­binden vurabilme yeteneğine sahip. Kapitalist toplum insanları, -3. dün­yanın yoksul halkları bir yana- mer­kezlerdeki yoksul insanlar; paraları olmadığı için doktorlara gidemez­ken, İngiltere’de beş insandan biri dişçiye ödeyecek parası olmadığı i­çin kerpetenle dişini kendi çekerken, Küba ve Venezuela’da sağlık bedava oluyor. Batı hala tüketim maddeleri­nin kalitesi ve çeşitliliği ile zengin olduğu imajını vermeye devam eder­ken Venezuela ve Küba’da bu başarı­ların değerini bilinçlere çıkarmayı ve halklara propagandasını yapmayı sol güçlerin unutmaması gerekir.

Şurası kesindir ki Venezuela yoksul halkları artık elde ettikleri bu iki hizmeti bir daha kaybetmemek i­çin canlarını feda etmeye hazırdırlar. Onlar kendi doktorlarını yetiştirme­ye çalışıyorlar. Çünkü eski düzende yetişen doktorlar barrioların çamurlu yollarında yürümek istemiyorlar. Chaves’in açacağı yeni tıp fakültele­rinde yetişenler birkaç yıl içinde Kü­ba doktorlarının yerini alacak. KK’ler iktidar olmayı öğrendikçe sağlık hizmetinin yönetimi de kendi­lerine verilecek. İhtiyaçlarına göre

bu hizmete başka şekiller verebilir­ler.

Chavez’in halkına diğer bir hiz­meti de gıda yardımıdır. Mercal adı verilen marketlerde gıda ürünleri %40’lara kadar sübvanse edilir. Yok­sul halkın ucuz karnını doyurmasına olanak sağlanır. Marketler tüm yok­sul yerleşim alanlarını kuşatmıştır. KK’lere bunların da yönetimi verile­cek.

Ayrıca Venezuela bir inşaat alanı gibidir. Binlerce, yeşil alanları olan, çevre koruma konularına uygun ko­nut yapılmakta ve barriolardan in­sanlar buralara taşınmakta. Bu iş he­nüz tamamlanmış değildir ama ba­rınmayı temel insanlık hakkı olarak Chaves halkına sunmaya çalışıyor. KK’ler bunların gerçekleşmesinde de söz sahibi olacaklar.

Bunların yönetimini öğrenen yoksul halklar sonra ülke üretim kaynaklarının da yönetimini eline a­labilecektir. PDVSA’sından, haber­leşmesine, tüm kurulu sanayiyi de­netleyecektir. Burjuva sınıfı bunları yapmayı yıllarca bu işin içinde ola­rak öğrenmedi mi? Şimdi öğrenme ve daha da geliştirme sırası yoksul halk kitlelerinin olacak.

Adım adım 21 .yy. Sosyalizmi’ne

Chaves Venezuela’nın yeni bir döneme girdiğini söylüyor. Yeni dö­nemin temel bazı reformları var. En başta Anayasa’nın halk iktidarına o­lanak tanıyacak şekilde bazı madde­leri değiştiriliyor. İkinci olarak yeni bir parti, Venezuela Birleşik Sosya­list Partisi (PSUV) kuruluyor. Üçün­cü olarak eğitim reformu yapılacak ve buna bağlı olarak yeni sosyalist insan yetiştirilmeye başlanacak. Ka­pitalist değerlerden arınılacak. Baş­ka, insanca hümanist değerler yeşer­tilecek.

Anayasa değişikliği: Batı’da Chaves’in kendi başkanlık dönemini uzatmak, sandalyeye sarılmak için Anayasa’yı değiştirmek istediği yo­rumları yapıldı. Başkanlık süresi e­vet 6 yıldan 7 yıla çıkarılacak ama değişiklikte çok başka önemli mad­deler var. Batının amacı bunları ört­mek. Temel amaç Anayasa’yı halk iktidarına uygun hale getirmektir. Bunun için ülke toprakları başka bir federal yapıda düzenleniyor, merke­zi yapı parçalanmakta, yetkilerin merkez güdümünden alınıp alt ku- rumlara, KK’lere verilebilmesinin ö­

nü açılmakta. Buna bağlı olarak bölgelere başbakan yardımcıları atanabilecek. Muhalefet ve sos­yal demokrat partiler en çok buna karşı çıkarak değişikliklerin ikti­darı parçalayacağını ve ülkeyi yönetilemez hale getireceğini söylüyorlar, ama asıl korktukları yetkilerinin halka devredilecek olmasıdır. Yıllardır oturdukları koltukların altlarından alınabil­mesinin önü açılacaktır. Özünde demokratik yollarla burjuva ikti­darı yıkılacaktır. Chavez yukarı­dan devrim yapılabileceğini ka­nıtlamış olacaktır. Ayrıca liberal burjuvalar anayasaları sık sık kendi çıkarları doğrultusunda de­ğiştirmiyorlar mı? Yeni liberal uygulamalara izin vermiyorlar mı? Devrimci iktidar kurulması da böyle değişikliklerle sağlana­bilir. Neden olmasın?

62

Page 65: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

Kullanılmayan, verimsiz [ toprakların yoksul köylüye da­ğıtılması anayasa maddesi olu­yor. Stratejik öneme sahip doğal kaynakların ve hidrokarbonların özelleştirilmesi yasaklanıyor. Mülkiyet biçimi kamu, sosyal, kollektif, karışık ve özel olarak 5 çeşit olarak tanınıyor. Özel mülkiyet hakkının olması burju­va kesimi sevindirirken radikal sol çevrelerce çok tartışılan bir konu. Merkez Bankası’nın oto­nomisi kaldırılıyor.

Önemli maddelerden bir ta­nesi de bir sosyal fon kurulması. Taksi şoförleri, ev kadınları, ev temizlikçileri, sanatçılar, balık­çılar gibi mesleklerde çalışanla­rın işçi gibi emeklilik, ücretli i­zin, hamilelik öncesi ve sonrası izin gibi hakları bu fondan kar­şılanacak ve bunlar garanti altına a­lınacak.

Haftalık çalışma saati 44’den 3 6’ya düşürülüyor. Çünkü yeni sos­yalist insan için daha çok boş zaman gerekli. Yeni insanın çok yanlılığını geliştirmek için bu zamana ihtiyacı var. Burjuvalar bunun madde olarak Anayasa’ya konulmasından elbette rahatsızlar.

Önemli gördüğümüz diğer bazı değişikliklere kısaca değinelim: Ka­dın ve erkeğin eşitliği ve tüm politik örgütlenmelerde eşit sayıda aday gösterilmesi anayasa maddesi olu­yor. Seçme yaşının 16’ya düşürül­mesi, üniversitelerde profesör oyu i­le öğrenci oyunun eşit olması gibi maddeler var.

Bir ilginç madde de “barınak ko­runması” altında özetlenmiş. Alacağı bile olsa kimse başkasının evini alıp içindeki aileyi sokağa atamaz denili­yor. Böylece barınma hakkı anayasa ile korunuyor.

Bütün bu maddeler KK’lerde yo­ğun biçimde tartışılıyor. Tartışmak i­çin 90.000 e yakın toplantı yapıldığı tahmin ediliyor. Ama katılım sayısı partiye üye olanların ancak %10- 15’i. Az olmasının çeşitli nedenleri olabileceği söyleniyor.

Anayasa değişikliği Kasım ba­şında halk oylamasına sunulacak.

Chavez Venezuela Birleşik Sos­yalist Partisi’nin (PSUV) kurulaca­ğını açıkladı. Bütün partileri kendi­lerini lağvetmeye ve bu partiye katıl­maya çağırdı. Partisi 5. Cumhuriyet Hareketi kendini lağvetti. Katılması beklenen soldaki Venezuela Komü­nist Partisi ve sosyal demokrat parti Podemos (son dakikaya kadar Cha- vezci gibi gözükmesine karşın) ve PPT kendilerini lağvetmediler. Ama bazı üyeleri istifa edip PSUV’e geç­ti. PSUV içinde MVR’den Cha- vez’in sağında olanlar, alternatif a­kımlar, radikal sol güçler ve bazı ay­dınlar, öğrenciler, barriolardan çeşit­li aktivistler var.

PSUV Marksist-Leninist çizgide değil, Latin Amerika’yı İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinden kurtaran Simon Bolivar’ın görüşlerini izliyor. Ezilen ve sömürülen sınıfları kapsa­yacak anti-emperyalist bir parti o- lmsı hedefleniyor. Henüz parti prog­ram ve tüzüğü yok. Üzerinde tartışı­lan 2 tane doküman var. Bunlar KK içinde de tartışılıyor. KK’ler kongre­ye delege seçecekler ve anayasa de­ğişiklik referandumundan sonra par­tinin ilk kongresi yapılacak.

Eğitim reformu eğitim sistemi­

ni yeniden düzenliyor. 4 temel üstü­ne oturuyor; yaratmayı, birlikte var olup paylaşmayı, değer bilmeyi ve düşünmeyi öğretmek. Kapitalist ah­lakın ve değerlerin karşısına bu sos­yalist değerlerle çıkılıyor. Ezberle­yen değil yaratıcı olan, bencil değil dayanışmacı, paylaşmacı olan, sırf almayı değil vermeyi bilen sosyal bir insanın inşası amaçlanıyor. Eği­tim müfredatı değişiyor. Çevre ve sağlık ile kolektiflik, bireysellik, a­kıl sağlığı, doğayı korumak işlene­cek. Kültürel tema altında ise kendi­ni tanıma ve ulusal bilinç geliştirile­cek. Enformasyon ve haberleşme teknolojisinde ise ulusal içerikli üre­tim, ağırlıklı olacak. Kitaplar bedava olarak okullara dağıtılacak.

Yeni müfredata tahmin edilebile­ceği gibi paralı burjuva okullarından itiraz geldi. Ama Chavez müfredatı izlemezlerse onları kapatacağını söyledi.

Eğitim reformu ile başa baş gi­den diğer konu da yeni sosyalist in­san yetiştirmekle ilgilidir. Chavez Ekim başında yaptığı konuşma ile burjuva ahlaki değerlerin yıkılması için yeni bir kampanya açtı. Yeni in­san dayanışmacı, yaratıcı olacaktır. Ancak bu değerleri edinmek için ön­ce eski yozlaşmış değerlerle savaşı­lacak. Lüks tüketim malları, örneğin

63

Page 66: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT

lüks arabalar, sağlığa zararlı içki ve sigara gibi kötü alışkanlıklarla sava­şılacak. “Dünyanın en çok viski tü­keten ülkelerinden biri olmaktan u­tanmalıyız” diyor Chavez. Sigara, içki gibi sağlığa zararlı ve lüks mad­delerden alınan vergiler arttırılacak. Spor yapıp beden sağlığını arttırıcı önlemler alınacak. Chavez alışkan­lıklardan kolay vazgeçilmediğinin elbette farkında. Bu uzun bir süreç.

PSUV’nin kurulması, Anayasa reformu, halkın iktidar olmasının ö­nünü açıcı önlemler. Eğitim reformu ve yeni sosyalist insan yetiştirmek i­se halk iktidarının temel taşlarını, ahlaki değerlerini geliştirip kurmaya yönelik. Halk iktidarının burjuva ik­tidar gibi çürüme, asalaklaşma eğili­mine karşı bu önlemleri almak çok önemli. Ancak burada da bu eğitim­leri kimlerin vereceği sorunu duru­yor. Bunları yapacak eğitimli perso­nel nasıl yetiştirilip bulunacak? Ra­dikal sol güçler bu sorunları dile ge­

tirerek umut kırıcı davranıyorlar. Chavez ise çeşitli misyonlarda, kır ve kent içindeki komün konseylerin­de çalışan insanların, işçilerin köylü­lerin zaten kendiliğinden bu ilkelerle davranmayı öğreneceklerini savunu­yor.

SonuçChavez Venezuela’sı yeni bir

dönemeç almaya hazırlanıyor. Ana­yasa değişikliği, özel yasalar, halk eğitimi, devlet iktidar organlarının yenilenmesi ve komün konseyleri i­le ülke 21. yy. sosyalizmine doğru geri dönülmez bir yola çıkıyor. Chavez burjuva iktidarını demokra­tik yollardan yıkmaya çalışıyor. Burjuva kurallar ile bir devrim ger­çekleştirmeyi başarılı bir şekilde deniyor. Çeşitli şekillerde bu zor yolu örüyor. Bu yol Chavez danış­manlarından birinin de dediği gibi “Devasa olanaklar ve tehlikelerle dolu.”

Burjuva ikti­darı bir ayaklan­ma ile devirmek daha mı kolay o­lurdu konusu tar­tışılabilir. Burju­va devlet iktidar­ları altında halkı örgütlemek bin bir işkenceyi, ölü­mü göze almak demektir. Bunun nasıl sorunlarla dolu olduğunu tüm dünya dev­rimci hareketleri yaşıyor. Ama Chavez deneyleri bu işin iktidarda iken yapılmasının da pek kolay ol­madığını gösteri­yor. Günümüze kadar gelişip ser­pilmiş, dünya Fi- nans-Kapital’i ile iç içe geçmiş bur­juvazinin bir ül­keden sökülmesi kolay olmamakta­dır. Chavez ikti­

dara geldiği günden beri, askeri darbeler, boykotlar, ölüm tehditleri, her türlü yalan propaganda, geri ça­ğırma referandumu ve günlük pro­vokasyonlara karşın iktidar koltu­ğunda oturmaya çalışıyor. Finans- Kapital güçleri ve onun ülke içinde­ki uzantıları ile kahramanca dövü­şüyor.

Öte yandan ülkenin yarısından çoğu yoksul olan insanını iktidarı almak için örgütlemeye çalışıyor. O güne kadar belki daha ulusal üretim sürecine hiç katılmamış, yıllardır politikadan uzak tutulmuş, okuma yazma bile bilmeyen, çamur içinde­ki barriolarının dışına belki hiç çık­mamış, devletten hiçbir hizmet gör­memiş insanları iktidara hazırlıyor. Kafası karışık, eski sosyalist deney­lerin yanlışlarını bilincine çıkarma­mış, az sayıdaki işçi ve köylüleri de aralarına katarak halk iktidar organ­larını örüyor. Eğitiminden, sağlığı­na, barınmasından, karnını doyur­masına kadar çeşitli temel ihtiyaçla­rını karşılayarak insanca yaşamanın bunlar olduğunu, bu nimetlerin on­ların da hakkı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Eğer bunların kalıcı olma­sını istiyorlarsa, geleceklerini elle­rine almaları, kendi kaderlerini be­lirlemeleri gerektiğini anlatıyor ve bunun yolunu açıyor.

Peki, başarılı olabilecek mi? Dedikleri gibi Chavez’in onlara sağladığı bu kazanımları canları pa­hasına koruyabilecekler mi? KK’ler içinden iktidara ne kadar yürüye­bilecekler? Bu soruları sanırız her­kes soruyor. Çünkü Venezuela artık yeni bir dönemeçte ve halk kesimle­ri iktidarlardaki eski çürümüş bur­juva iktidarlarını devirmek ve onun görevini üstlenmek zorunda. Cha­vez son kararları ile bunun önünü a­çıyor. Halkları bu kapıdan iktidara davet ediyor. Şimdiye kadar süren i­kili iktidardan birinin yıkılması ge­rekiyor. Venezuela yoksul halkları bu kavganın tarihi bir kavga oldu­ğunu, onları dünya devrimci güçle­rinin merak ve coşku ile izlediğini, dünya devrim tarihi içinde belirli bir misyona soyunduklarını herhal­de biliyorlardır. 22 Ekim 2007

64

Page 67: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

2 Aralık günü yapılan anayasa değişiklik önerisini Venezüella halkı reddetti. 21. yy. sosyalizmine giden yoldan bir geri adım. 9 yılda yapılan 12 seçimde hep kazanmış olan Cha­vez taraftarları ve onları büyük bir u­mut ile izleyen dünya devrimci güç­leri açısından büyük bir hayal kırık­lığı. Açıkçası sağı ile solu ile herke­si şaşırttı Venezüella halkının san­dıktan çıkan bu kararı. Venezüella sağı oylamada yolsuzluk yapıldığı iddiaları ile sokaklara dökülmeye hazırlanıyordu ve bunun için “yol­suzluk” yazılı tişörtler bile bastırt- mıştı, ama protesto yerine zafer dan­sına çıktılar. Sol da derin bir hesap­laşma içine girdi.

Chavez referandum sonuçlarını “foto-finiş” olarak yorumluyor. Ha­yır oyları %50.7, evet oyları ise %49,3. Yani %1,4 lük bir oy farkı var. Bunun rakamsal karşılığı ise şöyle. 4.504.354 oya karşılık 4,379,392 yani kabaca arada 125.000 oy farkı var. Yani Chavez taraftarları böylesine az bir oy farkı ile kaybediyorlar. Gerçekten tam bir foto-finiş.

Bu rakamlar bir yıl önce Cha- vez’in başkanlık seçimi ile karşılaş­tırıldığı zaman ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor. Geçen başkanlık seçiminden beri muhalefet bunca yaptığı propa­gandaya ve sokaklara dökülmesine karşılık oylarını ancak 100 bin arttı- rabilmişti. Chavez cephesi için ise durum çok farklı. Chavez referan­dum sonuçlarını açıklarken soruyor. “Bana bir yıl önce 7.3 milyon insan oy verdi. Şimdi ise 4.3 milyon. Ara­

ŞİMDİLİKAyşe Tansever

daki 3 milyon nerede? Bunlar neden sandıklara gitmediler?” Yani muha­lefet oylarını 100 bin arttırırken Chavez cephesi 3 milyon oy kaybet­miştir. Evet Chavez’e geçen seçim­lerde oy veren 3 milyon insan karşı saflara geçmemiştir ama Chavez’e de oy vermemiştir. Neden?

Referanduma katılım çok düşük, %55 yani seçmenin %45’i oy kullan­madı. Chavez’in nerede olduğunu sorduğu 3 milyon insan sandıklara gitmedi. Chavez referandum önce­sinde “evet oyu bana hayır oyu Bush’a” diye propaganda yaptı. 3 milyon seçmenin bu zorlamaya yanı­tı sandığa gitmemek oldu. Ne Cha­vez ne Bush. Bu oylamanın kesin so­nucu aslında ne “hayır” ne “evet” o­yudur. Oylamayı %45 ile aslında ka­rarsızlar kazanmıştır. Halk karar ve­rememiştir. Şimdi şu soruya yanıt a­ramak gerekir. Bir yıl önce Chavez’i başkan olarak seçen 3 milyon kişi A­nayasanın bazı maddelerinin değişti­rilmesinde neden kararsız kaldı? Bu soru şimdi herkesin kafasını kurcalı­yor. Venezuella devriminin geleceği açısından bu sorulara yanıt vermek çok büyük önem taşıyor.

Sandığa gitmeyenlerReferandum öncesi çok zorlu

günler yaşandı.

Venezuella Sosyalist Birlik Par­tisi, PSUV (İspanyolca baş harfleriy­le) kuruldu ve tüm 21.yy sosyaliz­minden yana olanların bu partiye ka­tılması, var olan parti ve hareketlerin kendilerini lağvetmesi istendi. O gü­

ne kadar Chavez ile birlik olan PO­DEMOS gerçek sosyal demokrat yü­zünü göstererek kendini lağvetmedi ve Chavez saflarından ayrıldı.

İkinci olarak Chavez’in 90’lı yıl­lardan beri silah arkadaşı, darbeler yaptığı sıralarda kurduğu gizli örgüt­lenmelerde sağ kolu, hiç yanından ayrılmamış, bu nedenle de son gün­lere kadar savunma bakanı olan Ge­neral Baduel Anayasa değişikliğine karşı çıktı, Chavez saflarından ayrı­larak karşı tarafa geçti. 21.yy. sosya­lizminin teorisyenlerinden olduğu savunulan ve Chavez danışmanlığı yapan Heinrich Dietrich’de General Baduel’in yanında kaldı. Bunlar Chavez taraftarları için gerçekten büyük bir şok oldu.

Bu sandığa gitmeyen 3 milyon oy acaba bu saflardan olabilir mi so­rusu akla gelebilir. Eğer halk bunlar­dan yana olsaydı o zaman “hayır” o­yu kullanmaları gerekiyordu. Bu is­tifaların olası etkisi sadece Chavez taraftarlarının aklını karıştırmış ola­bilir. Atacakları “evet” oyunu önemi karşısında kendilerine ve bilgilerine güvenmemek olabilir.

Referandum öncesi muhalefet değişiklik önerilerine karşı çok ciddi propaganda yaptı. Tüm basın yayın organları ile halkın beynini yıkadı­lar. Referandum önerilerini çarpıttı­lar. Özel mülkiyetin ortadan kalka­cağını, her şeyin kamu mülkiyeti ha­line geleceğini söylediler. Kilise, devletin ailelerden çocuklarını bile alıp devlet mülkü yapacağı korkusu­nu ortaya yaydı. Ama bütün bunlar-

65

Page 68: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK-OCAK-ŞUBAT

dan daha önemlisi, Chavez’in refe­randum değişikliği ile eline acil du­rum ilan etmeden, bölge yönetimle­rine istediği adamları atamaya kadar çeşitli yetkilerle ömür boyu devlet başkanı ya da bir diktatör olarak ik­tidarda kalacağı propagandası oldu. Chavez saflarının propagandaları bu yanlışların yarattığı kararsızlığı ve korkuyu dağıtmaya yetmedi.

Sandıktan kaçınma nedeniniChavez şöyle yorumluyor “.....Cha-vasmo ile ittifak içinde olan birçok bölge valisi ve yöneticinin yaptığı işleri protesto içinde olabilir. Eğer insanlar taleplerine bazı üst düzey kişilerin kayıtsız kalmalarına öfkele­nip oy kullanmadılarsa bu durumda kendimize işkence etmemizin bir an­lamı yok çünkü zaten değişiklik öne­rileri işte bu organlardaki çürüme ve bürokrasi gibi kötülüklere yöneliktir. Bu durumda oy kullanmayan ya da reforma hayır diyenler hoşnutsuzluk ve öfkeden kendileri aleyhinde oy kullanmışlardır.”1

Anayasa değişiklik önerilerinin temeli zaten iktidarı halka vermektir. Halk iktidarı çok şikayet edilen bü­rokrasi ve çürümenin önüne geçme­nin tek yoludur. Chavez şimdiki ikti­dar güçleri içinde yolsuzluklar oldu­

ğunu bilmektedir. Bu çürümenin ö­nüne geçmenin yolunu açmaya çalış­maktadır. Sandığa bu çürümeyi, rüş­veti protesto etmek için gitmeyenler aslında bindikleri dalı ya da binecek­leri dalı kesmiş olmaktadırlar. Cha­vez bu durumda biz neden kendi kendimize kızalım diye soruyor.

Doğrudur, değişiklik önerileri fazla karışıktır. Sıradan halk sosya­list ekonomi nedir, kapitalist ekono­miden farkı ne olacaktır bilmiyor. Kafası karışıktır. Chavez 33 madde değişikliği önerdi. Buna meclis bir 36 madde daha ekledi. Bu 69 madde değişiklik önerisi gerçekten sıradan halkların kısa zamanda anlayacağı konular değildi. İyi anlatılması gere­kiyordu. Muhalefetin kafa karıştır­maları ve Chavez saflarından dökül­meler 3 milyon Chavez seçmenini sandıklara gitmekten alıkoydu. Bir yoruma göre halk “biz bu işi anlama­dık siz bunu tepede çözün” diyerek sandığa gitmedi.

Böyle bir davranış aslında Cha­vez seçmeninin şimdiye kadar za­man zaman savunulduğu gibi her ö­nerileni düşünmeden kabul ettiği söylentilerinin doğru olmadığını göstermektedir. Halk anlamadığı, güvenmediği şeyi reddetmekte ya da

karışmamaktadır. Doğru, a­çık tavır koymaktadır. Yani Chavez’in açık çeki yoktur. Halklar Chavez’i sorguluyor. Akıllarına basmayınca oy vermiyorlar. Bu çok güzel bir tavırdır. Chavez belki bu ne­denle halkların sosyalizmi kurmaya hazır olduğunu söy­lüyor.

Fakat anlamamak iki ta­raftır. Anlatma eksikliği de olabilir. Ve bu olasılık daha yüksektir. Halka bazı şeyler iyi anlatılamamıştır. Değişik­liklerin çokluğu etken olsa bile anlatımda eksiklik var­dır. Sağın propagandasına karşı daha geri zeminde ka­lınmıştır. Çok kamu oyu top­lantısı yapıldı. Her yerel ko­mitede tartışıldı ama bazı bölgelerde ve eyaletlerde va­

li ve üst düzey yöneticileri bu deği­şikliklerle oturdukları koltuğun git­mekte olduğunu gördükleri için faz­la etkin davranmadılar. Ya da başka­ları 9 yıldır 12 tane seçim kazanma­nın rehavetine düştüler ve sağ propa­gandaya karşı yeterince mücadele etmediler. Halkta sağ propagandala­rın etkisinde kaldı.

“Hayır” oyu kullanmak başka şey, sandığa gitmemek ayrı bir şey­dir. Chavez 21.yy. sosyalizmini kur­mak istiyor. Ve bu doğrultuda bir a­nayasa değişikliği önerisi yapıyor. Sandığa gitmemek sosyalizmi red­detmek anlamına gelmiyor. Yoksa “hayır” oyu kullanırlardı. Şimdiye kadar Chavez’in gittiği yolda sağlı­ğından eğitimine yaptığı reformlar ve halka kazandırdıklarından hoş­nutturlar. Anayasa değişikliğinin ge­tireceği sosyal kazanımlara da sahip çıkılmaktadır. Sosyal fon kurulması, halk meclislerinin oluşturulması, ça­lışma saatinin kısaltılmasına halk karşı çıkmamaktadır. Bu kazanımlar- dan hoşnuttur. Yani sosyalizmin te­mel taşları olan kapitalizmin hiç ka­bul etmeyeceği şeyleri halk benim­semiştir. “Hayır” oyu kullanmamayı böyle yorumlamak gerekmektedir.

“Evet” oyu ile sandığa gitmeme­lerinde ise sağ propagandaların Cha- vez’in konumu ile ilgili yaydığı söy­lentilerin etkisi olsa gerektir. Deği­şiklik ile Chavez’in ömür boyu baş­kan olması, ya da bir takım olağanüstü yetkileri olması, ülkenin siyasi coğrafyasının yeni başbakan yardımcılıkları ile değişecek olması ve Chavez’in bunları atayacak olma­sından korktular. Oysa Chavez bu değişiklik ile hiçte ömür boyu baş­kan olacak değildir. Birkaç defa se­çilebilme hakkı doğacaktır. Bu bile yeterince anlatılamamıştır.

Bir yıl önce Chavez’in başkan olmasına oy verip şimdi oy verme­yenlerin belki de söylemek istediği başka bir şey de olabilir. Ekonomide bazı sorunlar vardır. Sağ güçlerin e­konomik sorun yaratma emelleri dı­şında ülkede şeker, süt ve sıvı yağ gibi bazı maddelerin kıtlığı yaşan­maktadır. Ayrıca ülke de suçluluk o­

66

Page 69: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

ranı hala çok yüksektir. 98 yılından beri yıllık cinayet oranı artmaktadır. Çok yüksek bir enflasyon vardır. E­konomik kalkınma yaşanıyor, ra­kamlara göre ülke ekonomik olarak büyüyor ama bu sorun olmadığı an­lamına gelmiyor. Hoşnutsuzluk yara­tan şeyler elbette var. Belki de halk Chavez politikalarına böylece bir u­yarıda bulunmuştur

“Hayır” olabilirHalkımızın güzel bir değişi var­

dır. “Bunda da bir hayır vardır” de­nir. Her ne kadar oylama kaybedil­miş olsa da belki de böylesi daha iyi olmuştur. Bilinir, daha hızlı ileri sıç­rayabilmek için bir adım geri atılır. Belki de referandum yenilgisi böyle bir geri adımdır. Önümüzdeki gün­lerde daha ileri atlanacaktır. Geri a­dım atmanın getirdiği bazı yararlar da vardır.

Muhalefet tabanının miktarı a­çıkça ortaya çıkmıştır: 4 milyon in­san. Bunca propagandaya, ABD’nin ekonomik ve politik sonsuz desteği­ne rağmen oylarını son oylamada iş­te ancak 100 bin arttırabilmişlerdir. Ülke nüfusunun %’ünü anca olustu- ruyorlar. Daha da çoğalma durumla­rı yoktur. Eğer Chavez yandaşları büyük bir yanlışlık yapmazlarsa.

İkinci olarak, değişikliğe kadar muhalefet 1999 Anayasasını redde­diyor onu eleştirip duruyordu. Bu sorun bitti. Artık bu anayasayı kabul etmiş oldular.

Üçüncüsü ve belki de en önemli­si, Chavez’in demokrat olmadığı suçlamalarını artık kimse yapamaya­cak, yapsa bile kimse inanmayacak­tır. Bu kadar az oy farkına rağmen Chavez hiçbir sorun çıkarmadı, ye­nilgiyi kabul etti, muhaliflerini kut­ladı. Batı bırakalım böyle bir yüz binlik oy farkını milyonlarca oyu hi­çe sayıp haksız yere adamlarını ikti­dara oturtuyor. Bu referandum de­mokratlık konusunda Batı liderleri­nin çoğunun Chavez’in eline su dö- kemeyeceğini gösterdi. Ayrıca seçim sırasında muhalefetin yaptığı propa­ganda Venezuella da konuşma öz­gürlüğü olmadığı, sağ basına sansür

konulduğu laflarının ne kadar yalan olduğunu fazlası ile gösterdi.

Oylamada yenilginin bir olumlu yanı da ülke istikrarı ve sınıflar ara­sı barış açısından önemidir. Muhale­fet bu önerilerle çılgına döndü. Sayı­ları 50 bin civarında olan zengin, şı­marık paralı okullarda okuyan üni­versite öğrencisi silahlı ve saldırgan eylemler içine girdiler. Ülkede sınıf savaşı çok yükseldi. Silahlar konuş­tu. Birkaç kişi öldürüldü. Bu yenilgi­nin ülkeye bir sakinlik getireceği sa­vunuluyor. Bir barış ve istikrar hava­sı yayılacak. Halkın biraz da buna ihtiyacı var. Yenilgi bunları daha da hırçınlaştıracaktı. Zaten oylamanın hemen arkasından artık sağın liderli­ğine soyunan General Baduel Cha- vez’e barış elini uzattı ve masaya o­

turup anlaşalım dedi. Venezuella’da bu olay şöyle yorumlara yol açtı. E­ğer oylarını arttırabilseler ve daha güçlenseler belki de Ordu kanalı ile bir darbeye kalkışabilirlerdi. Ancak sandıktan çıkan güçlerinin ne kadar sınırlı olduğunu görünce onlarda ba­rış yapmak istediler.

Bu oylamada kazanamamanın belki de böylesi yararları vardır. So­nuçta devrimler düz bir yol izlemi­yorlar. Böyle inişli çıkışlı yollarla gelişiyorlar.

Por AhoraSeçim yenilgisini kabul edip mu­

halefeti tebrik eden centilmen Cha­vez cümlesinin sonunu “por ahora” yani “şimdilik” diye bağladı. Bu ke­limeye yıllar önce bir subay iken ge-

67

Page 70: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALI K-OCAK-ŞUBAT

rici hükümete kaşı yaptığı askeri darbede yenilince de kullanmıştır. “Şimdilik yenildik” demişti. Böyle- ce gelecekte yeneceği umudunu kit­lelere iletiyordu. Bu foto-finiş yenil­gi ile işler bitmemiş, havlu atılma­mıştır. 21. yy. Sosyalizmi’ni kurma savaşı devam edecektir. Belki de kendinden yana olan halkların yenil­giden duydukları öfke ve üzüntüyü yatıştıran ve onları sokaklara dökül­mekten alı koyan bu olmuştur.

Sonuçları açıklayan Chavez de­ğişiklik önerilerini kastederek “er­ken saldırıya rağmen neredeyse ka­zanıyorduk” dedi. Böylece reformun erken oldugunu kabul ediyor ama buna rağmen bu kadar az farkla kay­betmenin bile önemine işaret ediyor. Demek ki zamanlama uygun olsa ka­zanacaklardı. Sorun zamanlama o­lunca bu iş bırakılmayacak devam e­dilecektir.

Anayasa değişiklik önerisi gene Aanayasaya göre 3 şekilde yapılabi­

liyor. Öneri, devlet başkanı, meclis ve bir de oy hakkı olan seçmenin %15’inin imzası ile yapılabiliyor. Ö­nümüzdeki günlerde start verildiğin­den imza toplanmaya başlanacaktır. %15 oy toplamakta bir sorun olmasa gerektir. Chavez halkın bunu istediği gibi verebileceğine işaret etti. Yaptı­ğı önerinin “bir virgül bire değiştir­mem” diyerek hala arkasında durdu­ğunu belirtmekle birlikte halkın ken­disinin öneri getirmesinin önünü de açtı. Aynısı olmayabilir ama bazı de­ğişikliklerle anayasa reformu tekrar gündeme gelecektir. Bu iş bitmemiş­tir. Hem de bu kez hangi bölgelerin nasıl oy kullandığını gösterir çok işe yarayabilecek bir yol haritası da var­dır. Daha hedefli bir çalışma yürütü­lecektir. PSUV yanlışlıkları çıkarılıp alınan derslerle daha iyi bir kampan­ya yürütülecek ve kazanılacaktır.

Anayasa değişikliğinin reddine rağmen bazı maddelerin uygulanma­sına geçilecektir. Kampanya sırasın­da da bunlar dile geldi. Bazı değişik­

lik maddelerinin anayasaya konma­sına gerek yoktur. Örneğin sosyal fon kurulması bir hükümet ve devlet başkanı kararı ile olabilecek şeyler­di. Şimdi bu fon kurulacak. Hatta muhalefet bile oy kazanmak için bu fon içine küçük üreticiyi alma öneri­sini getirdi. Bu fon şimdiden hayata geçirilecek. Bunun gibi bazı madde­lerin reddi bir anlam taşımıyor. Çe­şitli eşitlik konuları da hayata geçiri­lebilir. Aslında bunlar ülkenin ne ka­dar sosyalizme hazır olduğunun işa­retleridir. Bazı maddeleri muhalefet bile halk önünde reddedemez hale gelmektedir.

Sorun olarak belki bir tek Cha- vez’in başkanlığının tek bir dönemle sınırlandırılması ve olağanüstü yet­kilerinin olmamasıdır. Bu da üstün­den gelinemeyecek bir durum değil­dir. Chavez daha yasal olarak 2012 yılına kadar başkandır. Bu uzun bir süredir. Daha yapılabilecek şeyler vardır. Özel yetkilerinin bitmesine de daha 6 ay süre vardır. Bir tehlike yoktur. Yeter ki halklar 21.yy Sosya- lizmi’ni kurmak istesin. Gönülleri ondan yana olsun. Diğer bürokratik sorunların çözümünün yolu buluna­bilir.

Anayasa değişiklik önerisi Vene- zuella için yeni bir deney oldu. Foto­finiş yenilgi elbette tüm ilerici güç­leri üzdü. Ülke içinde olduğu kadar kıtada ve dünyada ilerici çevrelerde yankısını buldu. Kazanılması büyük bir olay olurdu. Venezuella 21. yy. Sosyalizmi’ne doğru ilerlemeye baş­lardı. Ancak yaşananlardan görülü­yor ki, bu bile sancılı olacaktır. Şim­di kaybetmek belki bir geri adımdır ama böylece ileriye daha sağlam ve sağlıklı gidilecektir. Devrimler böy­le ilerliyor dümdüz yolları yok. Halklar böyle bilinçleniyor, öğreni­yorlar. Onlar bilinçlendikçe de kaza- nımların daha sağlam temellerde o­turması sağlanıyor. Bu yaşananlar u­marız Chavez’i sağ, pembe ya da po­pülist gören sol güçlere de çok şey öğretiyordur

11 Aralık 2007

IVenezualanalysis.com. Kiraz Janicke’nin Chavez Venezuella halkı yeni reform önerisi sunabilir yazısından

68

Page 71: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK'OCAK'ŞUBAT C|Oİ

■■ ■■ ■S azu YASAKLANMIŞ BİR

halk in edebiyatçısı

Zeynep Koru

11 Ekim 2007 tarihinde Meh­met Uzun’u kaybettik. İsveç’te kansere yakalanmıştı. Sayılı günle­ri kaldı demişti İsveç’teki doktor­lar. Diyarbakır’a geldikten sonra bir buçuk yıl direnmişti. Kendi yurdunun toprakları şifa olarak bir buçuk yıl verebilmişti ona.

Ölüm haberini yine bir mezar başı anmasında aldık. Dr. Hik­met Kıvılcımlı’mn 36. ö­lüm yıldönümü anma et­kinliğinde. Mehmet U­zun ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı ara­sında bir b a ğ l a n t ı k u r m ak çok zor- 1 a m a bir du­r u m m u

bilmiyorum ama mezar başında dü­şünürken, bende yarattıkları etki birbirleriyle bağlantılı olduklarına dairdi. 1980 sonrası mücadeleyle tanışmış bir kuşak olarak Kürt hal­kının verdiği mücadelenin üzeri­mizde tartışılmaz bir etkisi vardı. İlk eğitim konumuz neredeyse Sos­yalizmin Alfabesi’nden sonra “U­lusal Sorun”du. Sömürge mi, İlhak

mı tartışmaları safımızı belirli­yordu. Türkiye Devrimci Ha-

reketi’nden pek çok örgüt Kürt halkının verdiği müca­deleye mesafeli dururken (ayrı bir örgütlenmeye karşı çıkarak), bizim duruşumuz

onların yanındaydı. Benim de ilk okuduğum kitap Dr. Hikmet Kıvılcımlı ’mu e­seri İhtiyat Kuvvet Milli­

yet Şark’tı. Ta 1930’larda yazdığı bu kitap düşünce­lerimize ışık olmuştu. Za­man zaman kendi mücade­lemizin tıkandığı durum­larda bile içimizdeki kara

bulutları Kürt halkı­nın verdiği mücadele da­ğ 1 1ıy o r d u . Hiçbir şey yoksa bile o­rası var, ken­dimizi oradaifade ederizduygusu bizi diri tutuyor, karabasanlar­

dan kurtarıyordu.

Kürt halkının egemenlere karşı, zulme karşı savaşımlarına roman­tik duygularla sempatiyle bakar­ken, ayrılma haklarının ötesindeki taleplerini çok konuşmuyorduk, gündeme gelmiyordu. Gün geçti, devran döndü. Mehmet Uzun’u ta­nıdık edebiyat dergilerinden. Ona övgü dolu yazılar vardı. Sürgünde, Türkiye topraklarında doğmuş Kürt bir edebiyatçı. Edebi yanıyla kendini kanıtlamış, uluslararası bir üne kavuşmuş, ama bununla yetin­meyerek yok sayılmış, yasaklan­mış, örselenmiş, gelişme olanakla­rı kısıtlanmış bir dilde, kendi ana­dilinde eser üretmeyi dert edinmiş bir yazar. Unutturulmaya çalışılan dilini geliştirmek, ona daha çok ses vermek temel kaygısıydı. Dünya­daki diğer edebiyatçılar koşar adım ilerlerken, kendisinin neredeyse bir ayağı aksak koşması gerekmişti. Buna rağmen Kürt edebiyatını ge­liştirme anlamında en önemli kilo­metre taşı oldu.

“Dicle’nin Yakarışı” kitabını çeviri şeklinde okumak bende ga­rip bir his uyandırmıştı. Kürtçe ko­nuşan arkadaşlarımıza alışıktım, Kürtçe şarkıları çok büyük bir be­ğeni ile dinliyordum ama Kürtçe yazılmış bir kitabın çevrisine bilin- çaltım tuhaf bir tepki verdi. Alış- mamışlığın verdiği bir duyguydu bu. Suriyeli bir Kürt edebiyatçıyı çeviri şeklinde okumak beklenir

69

Page 72: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

gibiydi belki ama Anadolu toprak­larında doğmuş bir Kürt yazarının Kürtçe roman yazması alışıldık de­ğildi. Aslında doğru olan böylesiy- di. Mehmet Uzun da anadilinde yazmanın bir yazar için ne kadar heyecan verici olduğundan bahse­der söyleşilerinde. Anadili yasak o­lanların derdini ne kadar anlayabi­liriz bilmiyorum. Bir sürü Kürt ço­cuk yedi yaşında yaşadıkları, sırf onlara özgü, bizim hiç yaşamadığı­mız, bu yüzden belki anlamakta zorluk çektiğimiz bir travmayla karşı karşıya kalırlar. İlkokula baş­ladıklarında başlarına gelen hiç bilmedikleri bir dilde okuma yazmaya zorlanmışlardır. Zeki, cin gibi oldukları halde, sırf bu nedenle belki bunu algılaya­mayan öğretmeninden geri zekalı muamelesi görmüşler­dir. Mehmet Uzun bunları de­rinden hissediyordu ve bu so­rumluluğun ağır yükümlülüğü ile hareket etti. (Dicle’nin Ya­karı şı’nm kahramanı Biro da Osmanlıca’yı bir türlü seve­mez.) Mehmet Uzun hem Türkçe’yi hem de 27 yıl sür­gün kaldığı yaban ellerinde İsveççe’yi çok iyi bildiği hal­de tüm romanlarını Kürtçe yazdı. “Anadilini korumak, dile yüklenmek istenen kötü­lüklere karşı durmak, dili ge­liştirmek, dile yeni olanaklar sağlamak ve dilin zamana uy­gun biçimde kendisini yenile­mesine yardımcı olmak, hangi meslekten olursa olsun bir aydın

için önemli bir gö­rev. Hele bu dil Kürtçe gibi gadre uğramış, tarihin ağır tokadını yemiş bir halkın yasaklı diliy­se. Kürtçe bilen Kürt aydının en önemli görevi, bence, Kürt­çe’yi savunmak, ko­rumak ve eğer ola­naklıysa geliştirmek­tir. Tüm siyasi ve ö­teki görevlerden da­ha önemlidir bu. Çünkü her şeyin

kaynağı dildir. Dil, insanın ve ulu­sun ruhudur, kendisini ifade etme­sindeki en önemli güç ve kaynak­tır.”

Cumhuriyet döneminde Kürt isyanlarının başlaması ile birlikte Kürtçe’ye çeşitli yasaklar gelmişti. Modern anlamda Kürt edebiyatının gelişme olanakları Türkiye toprak­larında tıkanmıştı. 1960’a kadar sürdü bu yasaklama. 1980 sonrası gelişen sosyalist hareketten de et-

:HMED UZUNCLE'NİNSİ

kilenen aydınlar, Kürtçe eserler vermeye başlamıştı ama çoğunun edebi, estetik yanı cılız kalmıştı. Mehmet Uzun hem halkının müca­delesi içinde bir aydın sorumluluğu ile hareket ederken bir yandan da edebiyata karşı olan sorumluluğu­nu da ihmal etmedi. “Eğer söz este- tize edilir ve anlatı estetik kaygıla­ra uygun halde sunulursa, en güç koşullarda bile kaliteli edebiyat ya­ratmak mümkün. Yeter ki yazar çıplak baskı, zor ve zulmün söylen­mesini edebiyat sanmasın, acı ve hüznün nasıl edebiyat haline gele­bileceğini bilsin ve bir etik kadar estetiğin de zorunlu olduğunu hep göz önünde bulundursun.” Kendi dilinin olanaklarını genişletme ve yazılı edebiyat dilini inşa etme misyonuyla hareket etti. Onun bu çabaları hak ettiği karşılığı buldu, modern Kürt romanının kurucusu sıfatını elde etti.

En Önemli Eseri; Dicle’nin SürgünleriDicle’nin Sürgünleri en önemli,

en çok emek harcadığı, baş yapıtı sayılabilecek romanıdır. 1985’te

başlar kafasında tasarlamaya bu romanı. 1985’ten romanı yazmaya oturduğu 1998’e kadar tam 13 yıl boyunca bu büyük eserine dair düşü­nür, okur, kendi yerel kay­naklarına yönelir, diğer kül­

türlerin kaynaklarına iner, notlar alır, altyapısını oluş­

turur. 1998’de başlar yaz­maya 2001 yılında ta­mamlar romanı. Tek ro­man şeklinde tasarlandı­ğı halde, “Dicle’nin Ya­karışı” ve “Dicle’nin Se­

si” adlarıyla iki cilt ola­rak basılır. Romanı yaz­ma aşamasını ise günlük şeklinde tutar, ölmedezn çok az bir zaman evvel bu günlük “Bir Romanın Hatıra Defteri” adıyla

yayınlanır. Bu kitapta roma­nını yazma nedenini, yarat­ma sürecinde yararlandığı kaynakları, yazarken çekti-

70

Page 73: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'ŞU BAT C|Oİ

ği sıkıntıları, seyahatlerini, çalışma düzenini, gördüğü baskıları gün gün izleriz. Yine anı kitabında özel hayatından ziyade, hem o dönemin politik atmosferini yansıtır, hem de bu durumdan bağımsız olamayan romanın gidişatını, zaman içinde nasıl bir yol izlediğini anlatır.

Romanını bir baş yapıt gibi ta­sarlar. Derdini anlatacağı, kendini i­fade edeceği en önemli eseri ola­caktır. Tabii estetiğinin de o ölçüde gelişkin olduğu bir sanat eseri ola­caktır.

Yine romanı yazma amacını, e­saret altında yaşayanların romanı, mazlumların anlatısı, ağır darbeler altında parçalanmışların... Aşkları onların, özlem leri.diye ifade eder.

Baskı altında olan Kürtlerin kendi tarihlerinden uzaklaştırıldığı fikriyle hareket ederek romanında 1830-40-50’li yıllarda geçen gerçek olayları konu edinir. Bedirhan Bey isyanını, Kürt aşiretlerinin savaşla­rını, katliamları anlatır. Hem gerçek kişileri okuruz romanda, hem de yi­ne bu gerçekliği besleyecek şekilde yer alan hayali karakterleri. Roma­nın kahramanı Yezidi katliamından kurtulmuş Dengbej Biro’dur (haya­li). İsyanlar, katliamlar, savaşlar i­çinde iki mazlumun, Biro ile yine katliamdan kurtulmuş Nasturi kızı Ester’in aşklarını anlatır. Musul,

Ninova, Yezidilerin yurdu Laliş, İs­tanbul, Girit; Şam’da geçer roman. Mezopotamya’nın kadim halkları; Süryaniler, Keldaniler, Kürtler, Ya- kubiler, Yahudiler, Ermeniler, Türk- menleri görürüz. Çok kültürlü, çok dilli, çok dinlidir roman, aynı Me­zopotamya gibi, aynı Anadolu gibi. Romanının kahramanı Biro bir dengbej dir ama geleneksel olanlar­dan farklı bir dengbej karakteri ya­ratır. Geleneğe dayanan ama mo­dern. Eserinde sunmak istediği dü­şüncelere, anlatıma tam bir cevap olamayacaktır klasik anlamdaki bir dengbej. Mehmet Uzun’un temel derdi Kürt dilinin olanaklarını ge­liştirmek olduğu için Biro karakteri seslere tutkundur, yanında yöresin­de duyduğu ve duymadığı bütün seslerin ardına düşer, onu ruhunda hissetmek ister. Modern bir roma­nın gereklerini yerine getirme ko­nusunda titiz davranır Mehmet U­zun. Romanının yazılış sürecinde günlüğünde bu kaygısını şöyle ifa­de eder: “Dil ve anlatım tekniği akı­cı, sade ve şiirsel. Kullandığım te­rim, sav söz ve deyimler Kürtçe bir roman çerçevesi içinde düşünüldü­ğünde bir hayli fazla. İyi bir roman­da görmek istenen her şey var bu romanda; kişisel kaderler, kederli toplumsal hadiseler, unutulmuş bir tarih, hem bireysel, hem de toplum­sal kırgınlıklar, düşkünlükler, aşk­

lar, sevdalar, kıskançlıklar, ihanet­ler, isyanlar, katliamlar, cinayetler, Doğu ve Batı edebiyatının tarihi, Mezopotamya tarihi, bin yıllık Dic­le, dini referanslar, Tevrat, Babil, Ninova, Nuh, Ester, bölge halkları, Kürtler, Ermeniler, Asurlar, Yezidi- ler, korkunç düşmanlıkların içinde anlatının güçlüğü, yaratıcılık tek­nikleri...

Öte yandan da yalın bir estetik. Güçlü bir edebi üslup, düz yazıyla şiirin harmanlanması. Tekmil ro­man sesler üzerine kurulu. Sade ve akıcı bir anlatım... dilin bir çok ter­kibinden oluşmuş, edebi bir biçim­de kurulmuş uzun cümleler.. Kla­sikle modern iç i ç e . Geriye dönüş tekniğiyle. Derin psikolojik analiz­l e r . ”

Mehmet Uzun ne yazık ki şimdi aramızda yok ama yazdıklarıyla bi­ze, bütün Mezopotamya, Anadolu, Akdeniz coğrafyasına bir ses verdi. Bize yanı başımızdaki halkların zenginliğinin sesini, kültürlerin çokluğunun sesini. Zulme karşı başkaldırının, isyanın, direnişin, barışın, kardeşliğin sesini verdi. Emperyalizmin yeni saldırı politi­kalarının yaşandığı ve halkların kardeşliğini daha güçlü haykırma­nın gerekli olduğu şu günlerde Mehmet Uzun’un sesi yolumuzda ı­şık olacaktır.

71

Page 74: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

T K P NEREYE?

‘Ülkemizi ABD’ye böldürmeyeceğiz’

Bu slogan TKP’ye ait. Kürt hare­ketine karşı azgın bir saldırı dal­

gasının başlatıldığı ve bundan çok sayıda sol örgütün de payını aldığı

bir dönemde, TKP adeta bu linç kampanyasının bir parçasıymış gi­bi ana şiar olarak “ülkemizi böl­

dürmeyeceğiz” diyor. Kışkırtılmış kitlelerin DTP binalarına ve bu a­rada bazı sol kurumlara yönelik

saldırılarını hepimiz hatırlıyoruz. Bu saldırılardan TKP’nin de bazı şubeleri zarar gördü. Faşizme kar­şı ortak mücadelenin dile getiril­

mesi gereken günlerde TKP yöne­ticileri telaşla “ülkemizi böldürt- meyeceğiz” demeyi tercih ettiler.

Ne dâhiyane bir taktik. Şovenizme karşı şovenistleşerek mücadele et­

mek. Yoksa TKP “yanlışlıkla” kendisini de hedef alanlara bir me­saj mı vermek istedi, “ben de bö­

lünmeye karşıyım”, “Kürt hareketi ile hiç bir ilgimiz yok” demeye mi çalıştı? Bunun cevabını kendileri bilebilir. Bu yazıda TKP’lerin ka­fasının arkasındaki ince taktikleri anlamaya çalışmakla uğraşmaya­

cağız. Sadece ulusal “sol” gü­zergâhta ilerleyerek şovenizme ek­lemlenen bu çevrenin sola akıl ho­calığı yapmaya kalkışmasına söy­leyecek bir çift sözümüz olacak.

Günümüzde emperyalizme kar­şı ulus devletçi bir çizgiyi öne çı­

Fikret Kızıltan

karmak baştan vahim bir hata ol­makla birlikte, “böldürtmeyeceğiz” sloganın tam da saldırılar sürerken öne çıkarılması durumu daha da vahimleştiriyor. Devlete ve kışkır­tılmış kalabalıklara “ben de ülke­mizin bölünmesine” karşıyım diye­rek şirin gözükmeye çalışmak; Türk faşizminin her saldırısında “kahrolsun ABD emperyalizmi” di­ye bağırmak bir hayli tuhaf bir di­renme ya da iktidar stratejisi. Aca­ba emperyalizmi kovmadan asla “Kahrolsun Türk devleti” diyeme­yecek miyiz? Bu ne yaman aşama- cılık?!

TKP Türk faşizmini bir türlü görmek istemedi. Türkiye’de fa­şizm ya da aşırı milliyetçilik tehli­kesini abartmamak gerektiğini va­az etti. Hatta bu dalgaya binerek yükselmeye çalıştı. Ama sonuçta Kürtlere yönelik bir saldırıdan o da diğer sol gibi nasibini aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde Kürt u­lusal isyanlarının bastırılması her zaman solun da büyük bir saldırıya maruz kalması ile sonuçlanmıştır. Bu yüzden solun gelişimini Kürt hareketinin gerilemesi olasılığına bağlayanlar denklemi tamamen ter­sine kurmaktadırlar. Son 30 yılda devrimci sol hareketlerle Kürt ha­reketinin gelişim seyri birbirine pa­ralel olmuştur. Kürt hareketinin ge­rilediği 2000’li yıllarda tüm dev­rimci gruplarda da benzer bir da­ralma yaşanmıştır. Ulusal solcular açısından ise aynı tespit tersinden

geçerlidir. Kürt hareketinin ezilme­si durumunda, devletin solun ulu­sal versiyonlarına alan açma politi­kası da gereksiz hale gelecektir. Yani “bindiğiniz dalı kesiyorsu­nuz” desek yeridir?! (Aynı durum Aleviler için de geçerlidir. Son 20 yılda Kürt hareketine dönük top- yekûn savaşın bir ayağı her zaman Alevileri kapsama hamleleri ol­muştur.)

Devlet politikalarına tam uyum

“Böldürtmeyeceğiz” sloganının zamanlaması insanın kanını don- dursa da, tablonun SİP-TKP çizgi­sinin yurtseverlik açılımı ve siyasi tarihiyle gayet uyumlu ve tutrarlı olduğunu söylemek gerekiyor.

28 Şubat sonrasında İslamcı harekete karşı devletin asıl sahiple­ri yoğun bir saldırı kampanyası başlattığında SİP-TKP çizgisi de “şeriat tehlikesine” karşı şahlan­mıştı. Böylesi bir dönemde çok kahramanca olduğu söylenemeye­cek bu “şeriat karşıtı” mücadele, dönemin devlet politikasını tam bir yedeklenme anlamına geliyordu. Ama tespit şuydu: Devlet sola bir alan açıyor ve biz de bu alanı hızla doldurmalı, devletin işaret ettiği güçlere vurarak güçlenmeliyiz.

Tıpkı bugünkü gibi yine muh­teşem bir taktik esneklik örneği. Devlete karşı değil, devletle birlik­te güçlenme taktiği. Bunun bir ye-

72

Page 75: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALI K'OCAK'Ş U BAT C J O İ

re kadar işe yaradığını da son 10 yılda gördük. Ama bir yere kadar işte, son seçim sonuçları ulus dev­letçi (sol milliyetçi) hat üzerinden güçlenmeye çalışanların hayal kı­rıklığı ile sonuçlandı. “Bilinçsiz” halk kitleleri (ya da TKP’nin deyi­miyle sürüler) bir kez daha AKP’yi tercih etti.

Ulus devletin baskı politikaları ile tam bir uyum içinde, sözde bir radikalizmle “emperyalizme” ve “şeriatçılığa” karşı bayrak aç­mak... SİP-TKP çizgisinin son on yılını böyle özetleyebiliriz. Bu ara­da cezaevlerinde 19 Aralık saldırı­sı sonrasında ölüm oruçları sürer­ken TKP’nin devrimci demokrasi­nin bitişini ilan etme gayretkeşliği­ni de unutmayalım. Özellikle Kürt hareketine karşı TKP’ye yakınlık hissetmeye başlayan kimi sol çev­reler için gerekli bir hatırlatma.

TKP hep Kurtlar sofrasında ça- kalvari bir tutumla nasiplenmeye çalıştı. Ama işte, itin kimi ne za­man ısıracağı hiç belli olmaz. Bir

bakarsın üzerine basarak yüksele- meye çalıştığın dalganın altında kalıvermişsin.

ÖnceAntiemperyalizm mi?

TKP’nin yurtsever cephe açılı­mı özünde konumu gerileyen orta sınıfları örgütlemeye yönelikti. Şimdi bu hat, Kürt hareketine yö­nelik karalama kampanyasına ek­lemlenerek daha da çirkinleşiyor.

TKP şöyle bir tablo çiziyor: Türkiye Cumhuriyeti devleti em­peryalizmin basit bir piyonudur, ülkemizde asıl iktidar emperya­lizmdir. Bu yüzden diğer sorunları­mızı bir kenara bırakarak önce em­peryalizme kaşı mücadele edelim. Kadın olmaktan ya da Kürt olmak­tan dolayı ezilenler şimdilik bunu gündemleştirmesinler. Sadece işçi­ler kendi sınıfsal talebini bu arada savunabilirler, ama emperyalizme karşıtlığı en öne çıkarmak kaydıy- la. Bu durumda kadın hareketi, Kürt hareketi ya da liberal demok­

rasi talepli tüm hareketler emper­yalizme karşı mücadeleyi böldük­leri için gericidirler. Kürtler Türk devletinden talep ettikleri ulusal- demokratik hakları bir kenara bı­rakmalı ve ABD emperyalizmine karşı Türklerle birlikte savaşmalı- dır.

Bu basit kurgu istediği kadar Marksist kavramlarla meşrulaştı­rılsın düpedüz milliyetçidir. Önce emperyalizm kovulacak, ondan sonra halklar arasında eşitlik sağla­nacak. Şimdi Kürtler de kalkıp TKP’yi aşamacılıkla suçlasa haklı olmaz mı? Kürt sorunu çözülme­den hiçbir şey yapılamaz demek ne kadar yanlışsa, Kürtlerin ulusal- demokratik taleplerini emperyaliz­me karşı kazanılacak bir sosyalist devrim sonrasına ertelemek de o kadar yanlıştır. Oysa nasıl ki işçi sınıfı anti emperyalist mücadeleye soyut bir yurt savunması ideoloji­siyle değil kendi sınıfsal çelişkileri üzerinden katılıyorsa, Kürtlerin kadınların ya da başka ezilen grup­larında kendi ezilme durumların­dan hareketle anti emperyalist mü­cadeleye katılmasından daha haklı ve politik olarak gerekli bir şey o­lamaz. Emperyalizme karşı müca­delenin öznesi eğer Türk ulusu ya da soyut bir yurtseverler topluluğu olarak tanımlanıyorsa bu düpedüz Türk milliyetçiliğidir. Emperya­lizm karşısında işçi sınıfına sınıf­sal taleplerini unut demek nasıl milliyetçilikse, ayı şey cinsiyet so­runu, ulusal sorun ve diğer ezilme durumları için de geçerlidir. Kürt halkını ulusal taleplerini unutarak ABD emperyalizmine karşı müca­deleye çağırmak onları Türk milli­yetçiliğine yedeklemeye çalışmak­tan başka bir işe yaramaz. Bu yüz­den de karşı devrimci bir politika­dır.

Türk devleti emperyalist zinci­rin kritik bir halkası olduğuna gö­re, antiemperyalist mücadele, için­de bulunduğumuz halkayı kırma çabasıdır. Emperyalizme karşı mü­cadele, bulunduğun ülkedeki dev­lete ve egemen sınıfa karşı savaş­makla aynı şeydir. Bu nedenle tu-

Nasıl ki işçi sınıfı anti emperyalist mücadeleye soyut bir yurt savunması ideolojisiyle değil kendi sınıfsal çe­

lişkileri üzerinden katılıyorsa, Kürtlerin kadınların ya da başka ezilen gruplarında kendi ezilme durumlarından hareketle anti emperyalist mücadeleye katılmasından

daha haklı ve politik olarak gerekli bir şey olamaz.

73

Page 76: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^ O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

tarlı bir antiemperyalizm ulus dev­lete karşı mücadeleden geçer, onu savunmaktan değil. Ulus devletin güçlenmesini değil, zayıflamasını ve evet parçalanmasını istiyoruz.

Her Türlü Milliyetçiliğe Karşı Olmak?

Kürt sorununu “çarpışan milli­yetçilikler” söylemi içinde değer­lendirirken TKP hiç haz etmediği liberallerle aynı kulvarda bulun­maktadır. “Biz her türlü milliyetçi­liğe karşıyız” diyerek Kürt hareke­tine mesafe koymaya çalışmak ya da karşısına geçmek, TKP’nin libe­ral çevrelerle paylaştığı bir kaçış politikasıdır. Sanki ortada çarpışan iki milliyetçilik varmış gibi bir ha­va yaratılmaktadır. Bir yanda Türk milliyetçiliği bir yanda Kürt milli­yetçiliği. Bazen Tayip Erdoğan bi­le benzer değerlendirmeler yapa­bilmektedir.

Ancak liberallerin hakkını ye­meyelim, onlar Kürt sorununda TKP’den çok daha ileride bir nok­tada durmaktadırlar. Çoğu Kürt ha­reketinin ayrı bir varlık olarak

meşruiyetini kabul etmekte ve dev­letten de kısmi reformlar talep et­mektedirler. TKP’ninse Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklı sıkıntıları için tek bir çözüm önerisi yoktur. Kürtlerin demokratik talepleri ko­nusunda tam bir suskunluk içersin­dedir.

Faşizm tehlikesi yok mu?

TKP ye göre Türkiye’de faşizm ABD emperyalizminin basit bir pi­yonu. Kendine özgün bir iç dina­miği yoktur. Bu yüzden de örneğin Hrant Dink’in öldürülmesinden emperyalizm sorumludur. Öyleyse Hrant Dink cenazesine “hepimiz Ermeniyiz” yerine, “Kahrolsun ABD ve AB sloganları” ile katıl­mak gerekmektedir. Yoksa TKP’nin cenazede işi olmaz. Ger­çekten böle bir manzarayı Türk devleti de ne kadar çok isterdi kim bilir.

TKP benzer bir mantıkla bugün de “hepimiz DTP’liyiz” denilmesi­ne karşı çıkıyor. Çünkü TKP’ye göre DTP ile Barzani arasında bir fark kalmamıştır. Emperyalizmden çözüm beklemesi dolayısıyla Tür­

kiye’deki Kürt hareketi de artık Barzani ile aynı çizgidedir. Türki­ye’deki Kürt özgürlük hareketini artık bir ulus devletin başında olan Barzani ile aynılaştırmak ancak Türk maliyetçisi bir bakışla müm­kündür. Bu yargı etik ve politik o­larak yanlıştır. TKP’nin bu özensiz yaklaşımı bizim de şöyle düşünme­mize yol açıyor: Biz bugüne kadar TKP’yi tüm ulusalcı yönelimine karşın İşçi Partisi ile aynı kefeye koymamaya özen gösterdik. Bu yüzden de faşist saldırılar başladı­ğında SODAP yaptığı bir açıklama ile “TKP’den DTP’ye, HÖC’den ÖDP’ye saldırıya uğrayan tüm ku- rumları sahipleneceğimizi” ilan et­ti. Acaba artık bu özeni gösterme­miz ne kadar gerekli?

SonuçTKP bu kritik momentte devle­

tin korku siyasetine eklemlenmek­te bir sakınca görmüyor.

Bölünme paranoyası yaratmak tam da devletin tüm ezilenleri ve e­mekçileri susturmak için sürekli- leştirdiği korku politikalarının en

temel unsuru değil midir? Tür­kiye’de son yıllarda güçlenen anti Amerikancılıktan sol adı­na nemalanmaya çalışmak baştan çıkışsız bir yola girmek olur. Çünkü günümüzün anti amerikancılığı özünde Kürt düşmanlığının konjonktürel bir görünümünden başka bir şey değildir.

Kendi ülkesinin sömürge­ciliğini inkâr ederek antiem- peryalist mücadele verenlere dünyanın her yerinde milliyet­çi denir. Türk emperyalizmine gözlerini kapayanlar elinde sonunda şovenizme yamanı­yorlar. Bugün komünist olmak da, devrimci olmak da, sosya­list ya da demokrat olmak da ezilen Kürt ulusunun ve onun meşru temsilcisinin yanında durmaktır.

Evet, hepimiz Kürdüz!

Hepimiz DTP’liyiz!

74

Page 77: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

MALİKLEŞME SÜRECİ VE

VAROŞTA SİYASETUtku Balaban

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bar- dakoğlu geçenlerde son otuz yılın politik dönüşümünü bir ifade içinde özetledi: “Etiler ve Fatih gibi bölge­ler, daha öne çıkarak, ama hiçbiri di­ğerinin içinde eksik olmaksızın bir arada yaşadı. Asırlardır çoğulcu ha­yat tarzını yaşıyoruz ve yaşayacağız. Türkiye o kadar zengin bir laboratu- var ki, zıt yönlerde örnek bulmak çok kolay” (Milliyet Gazetesi, 15.10.2007).

Bu tablonun içinde aynı kentin nüfusunun yüzde doksanını barındı­ran varoşlardan eser yok: GOP, Bağ­cılar, Ümraniye... Bunlar ne Etiler ne Fatih. Ne ‘laiklik’ abidesi ne ‘dinini özgürce yaşayan’ semtler bunlar. O­lamazlar da, çünkü tartışmanın çe­kişmenin içinde yer alabilmeleri için gerekli bir özelliğe sahip değiller; varoşun asli unsuru, küçük burjuva değildir.

Bu nedenle, kardeşçe çoğulcu şekilde yaşayan Etiler ve Fatih’in a­rasındaki gerilim fayı üzerinden va­roşu ve varoştaki politikayı anlama­ya çalışmak, herhalde çok anlamlı gözükmüyor. Sınıfsal açıdan homo­jen, iktidar stratejileri açısından çeli­şen Fatih ve Etiler. Küçük burjuvazi­nin iki varyantı. Bu nedenle de, ser­maye birikiminin temel kurumsal bi­leşenleri bağlamında (borsa, banka sistemi, sendika yasası, kolluk kuv­

vetlerine dair hukuki düzenlemeler) hep aynı yerde olan, aynı sınıfın farklı yüzleri.

Evet, eğer varoştaki politikayı anlamak istiyorsak, bu ikilemin orta­ya koyduğu siyasi dinamikleri bir ta­rafa bırakmak gerekiyor. Sorun, al­ternatif ütopyaların (Asr-ı Saadet ve Muassır Medeniyet) birbiriyle olan ilişkilerindeki çarpıklık değil. Ya da bu iki gruptan birinin (yani Fatih’te simgeleşen, İslami küçük burjuva) kendini varoşa daha yakın gösterme­si de değil.

Küçük burjuva eğer varoş siya­setine yön verebiliyorsa bunu Fa­tih’ten getirdiği taşıma kuvvetlerle yapmıyor. Küçük burjuvazinin İsla- mi kanadının varoştaki hakimiyeti, tam da varoşun kendi iç dinamikle­rinden geliyor. Bu iç dinamiklerin a­nalizini de eğer idealizmi bir tarafa bırakıp (İslam’ın insanlara yeniden umut kapısı olması?) üretim ilişkile­rinin somutluğuna ineceksek, varoş­taki mülkiyet sürecini inceleyerek yapabiliriz.

Diğer bir deyişle, ulusal seviye­deki siyasete yön veren söylemsel savaşımın (İslam ve Laiklik) artık sı­nıf savaşımının bir yüzü olmaktan çıktığı ve burjuvazi içi hizip çatış­masının küçük burjuvaların piyonlu- ğunu yaptığı bir yansımasına dönüş­

tüğü saptaması önemli. Bu nedenle, küçük burjuvazinin İslamcı kanadı­nın varoştaki hakimiyeti analitik ola­rak ayrıştırılabilecek ama fiiliyatta elbette içiçe giden üç farklı dinami­ğe işaret ediyor:

1) Ağırlıklı olarak yaşadığı kent­sel mekanda, işçi sınıfı kendi retori­ğini ve siyasetini oluşturmaktan u­zak. İşçi sınıfı, sermaye karşıtı tep­kisini ancak küçük burjuvanın sağla­dığı siyasi araçlar ile gösterebilmek­te -ki bu da elbette sınıfı, devrimci fikirden uzak bir gündeme taşımak­ta.

2) Küçük burjuvazinin burjuvazi içi mücadeleye denk gelen bir çatış­ma alanı (İslam-Laiklik) son 30 yıl i­çerisinde ülke siyasetine damgasını vurmuştur. Bu mücadele içinde va­roşlarda, küçük burjuvazinin İslami ayağı hakimiyetini kurmuştur. Laik kesim, bu mücadelede mevkiisini yi­tirmiş ve bu nedenle ülke siyasetinde marjinal konuma düşmüştür. Varoş politikası İslami hizbin etkisi altında şekillenmektedir.

3) Küçük burjuvazinin İslamcı a­yağının varoşlarda laik hizibe göre avantajlı duruma geçmesininin temel nedenlerini varoş içi dinamiklerde a­ramak gerekmektedir. Diğer bir de­yişle, İslamcı küçük burjuva varoşla­rı ele geçirmek gibi bir projeyle Fa-

75

Page 78: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

CJOİ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

tih’ten kalkıp varoşlara gitmedi. Va­roşlar kendi iç dinamikleri üzerinden kendi küçük burjuvazisini oluşturdu ve bu yeni gelişen grup da, öteden beridir varolan İslamcı yapıyla itti­fak kurdu.

Küçük burjuvazinin İslamcı ka­nadının varoşlarda egemenlik kur­ması ve bu egemenlik üzerinden ül­ke siyasetinin kontrolünde burjuva­zinin İslamcı kanadına yer açması, varoşlarda işçi sınıfı adına siyaset yapanlar için, varoşların ülke siyase­tindeki merkeziyetine dair güçlü bir mesaj veriyor. Varoşta siyaseten va­rolmak, sizi ülke siyasetinde bir ak­tör haline getirir. Fakat varoşta va­rolmak, varoşun iç dinamiklerine yaslanmaktan geçiyor. Diğer bir de­yişle, iç dinamiklerin analizi, merke­zi önemde.

İki soruyu cevaplamak gereki­yor:

1) Varoşun küçük burjuvazisi ne­den İslamcı kanatla ittifak içindedir?

2) Varoş, kendi iç dinamikleri ü­zerinden küçük burjuva üretebilir mi? Üretirse nasıl üretir?

Birinci sorunun cevabı, sadece varoşun kentsel ve üretime dair ko­şullarının (yani iç dinamiklerin) dı­şında koşullara bağlı ve bu yazı bu soruya bir yanıt aramayacak.

Fakat ikinci soru hem bugüne dair sorunlarımızın analizi açısından hem de orta vadeli stratejiyi kurmak için de önemli: kentin işçi sınıfının

yoğun olarak bulunduğu yörelerinde, aynı yörelerin iç dinamikleri üzerin­den bir küçük burjuvazi ortaya çıkı­yorsa, bu sürecin nedenlerini anla­malıyız.

Neden ve nasıl sürekli yoksulluk üreten bir üretim ve yerleşim havza­sı olan, ‘varoş’, küçük burjuva üret­mektedir? Bu süreci içersemeye mi yoksa engellemeye mi yönelik bir strateji oluşturmalıyız? Bu soruları öncelikle, yerel ve küresel düzlemde küçük burjuvanın ortaya çıkma ko­şullarının temel boyutlarını irdeleye- rerek açabiliriz.

Küçük burjuva ve malikleşme

Yakın zamanlı sürecin ekonomi politiğine baktığımızda, küresel se­viyede, kentsel dönüşümün bir mülk- süzleşme dalgasını başlatması kadar bir malikleşme olgusunu da tetikle- diğini vurgulamak gerek. Bu bağ­lamda, küreselden yerele inen üç faktörün merkezi olduğunu iddia e­debiliriz: sermayenin yoğunlaşması­nın yeni koşulları, sermayenin mer­kezileşmesinin yeni koşulları ve kent mekanının paylaşımına dair ko­şullar.

Tedarik zincirlerinin gittikçe fabrika dışı emek kullandığı, yakın zamanlara kadar enflasyonist orta­mın emlak piyasasının rasyonelleş­mesini imkansız kıldığı ve sermaye­nin küresel olarak, finans dalgaları­nın hızına bağlı olarak, yoğunluğunu

azalttığı bir ortamda, sermaye biriki­minin temel süreçlerinin mülksüz- leşme kadar paradoksal şekilde bir malikleşme de üreteceğini iddia et­mek mümkün. Her süreci biraz daha açalım:

1) Küresel seviyede, sermayenin yoğunluğunun sermaye birikim ora­nıyla başat olmaması: küresel boyut­ta, finans piyasalarının sabit serma­ye ile kurduğu yeni ilişki sayesinde, Bretton Woods sonrası dönemin ser­mayeleri sahiplik açısından gittikçe daha az insanın elinde toplansa da, sermayenin doğasından kaynaklanan kullanım mecburiyeti yüzünden ve tedarik zincirlerinin dağılmasına mukabil (yani merkezileşmenin hızı­nın azalması), yoğunlaşmada bir ya­vaşlama olduğu iddia edilebilir. Yani zenginliğin yoğunlaşması ile hare­ketli sermayenin yoğunlaşması ara­sında eski döneme kıyasla daha do­laylı bir ilişki vardır. Bu iddialı ö­nerme eğer geçerli ise (Lash ve Urry 1994), malikleşmenin makro seviye­deki sorumlusu olarak bu süreci gös­terebiliriz.

2) Ülke seviyesinde, sermayenin merkezileşmesinin koşullarının de­ğişmesi sonucu (Aglietta 1979), te­darik zincirlerinde fabrika dışı eme­ğin öneminin artması: atölye ve ev- temelli emeğin sıklıkla kullanılması sonucunda, emek piyasası birincil disiplin mekanizması haline geldi. Üretim süreçlerinden göreli olarak kopan sermayeler, üretim sürecinde­ki kontrolü açısından artan şekilde a­racılara yaslanmaya başladılar. Ara­cıların öneminin artması, bu grubun malikleşmesine katkıda bulundu.

3) Büyük kentler özelinde, em­lak piyasasının parçalılığı: kent me­kanının metalaşması, herşeyden ön­ce, finans piyasalarının yapısı ile i­lişkili. Türkiye’nin 30 yıldır uygula­dığı yüksek reel faiz politikası, bu bağlamda, emlak piyasasında tekel­leşmenin saiklerini zayıflatmıştır. Bu nedenle, varoşun emlak sahipli­ğini, buraya gecekondularını dikmiş ve sonra da apartman inşa edebilmiş erken göçmenler oluşturmaktadır. Bu grup da, tedarik zincirlerindeki

76

Page 79: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

ARALIK'OCAK'ŞUBAT C|Oİ

Yakın zamanlı sürecin ekonomi politiğine baktığımızda, kü­resel seviyede, kentsel dönüşümün bir mülksüzleşme dalgası­nı başlatması kadar bir malikleşme olgusunu da tetiklediğini vurgulamak gerek. Bu bağlamda, küreselden yerele inen üç faktörün merkezi olduğunu iddia edebiliriz: sermayenin yo­ğunlaşmasının yeni koşulları, sermayenin merkezileşmesinin yeni koşulları ve kent mekanının paylaşımına dair koşullar.

birçok aracıya benzer şekilde, mülk- süzleşmekten ziyade, malikleşmişler- dir.

Varoş ve küçükburjuvaVaroş çok muğlak bir kavram:

çok farklı üretim ilişkilerini ve kent­sel dönüşüm kalıplarını ifade ediyor. Bir kavram olarak ne kadar yararlı olduğu bile tartışmalı. Ama bu kav­ramsal hengame içinde, en azından bir konu hakkında oydaşmadan bah­sedilebilir: varoş, kaotik bir kentsel mekan.

Yani evrensel bir kavram olan sı­nıfı, kaotik ve yerelliğe göre türlü şekiller alan bir mekanın analizinde kullanmakta güçlük yaşıyoruz. Bu güçlük de, bizi, sınıf analizinin u­zaklarına götürüyor ve üretim ilişki­lerini incelemek imkansız hale geli­yor.

Bu nedenle, varoşta politikaya dair bir örnek üzerinden konuyu aça­biliriz: Bağcılar’ı örnek bir varoş o­larak ele alırsak, üretim ve -bir yan­sıma olarak- mülkiyet ilişkilerine dair neler görüyoruz?

2006’da Belediye tarafından ya­pılan Hanehalkı araştırması, bize ge­rekli bazı verileri sağlamakta:

- Bağcılar nüfusunun % 78’inin temel hane geliri, çalışanların ücret­lerinden gelmekte. Ticari faaliyet % 12’nin geçimliğini sağlarken, % 6 hanenin temel gelir kaynağı gayri­menkul kiralarından oluşmakta.

- Hanelerin % 27’si aylık 500 YTL’den az bir gelirle yaşamaya ça­lışırken, 500-750 YTL eşiğine hane­lerin % 22,5’u ve 750-1000 YTL eşi­ğine de hanelerin % 23’ü düşmekte­dir. Kabaca 1000 YTL’i psikolojik bir eşik kabul edersek (yani ‘göreli yoksulluk’ için somut bir parametre olarak), ücretli çalışanların yüzdesi ile geçinen hanelerin yüzdesi ile 1000 YTL eşiğinin altında kalan ha­nelerin yüzdesinin neredeyse birbi- riyle eşit olması (% 78-%75) dikkat çekici.

- Bağcılar’da konut sahipliği o­ranı ülke oranından düşük: % 48

(Türkiye ortalaması % 69). Fakat bir başka ilginç veri, konut sahibi olma­masına rağmen, kira ödemeyenlerin yüksekliği: % 13. Bu kesim elbette, konut sahibi olan yakınlarının rızası ile bu dairelerde oturuyorlar.

- Konut sahipliğine dair daha çarpıcı bir veri ise, birden çok gary- rımenkulü olan hanelerin yüzdesi: % 14. Yine konut piyasasının tekelleş­miş firmaların elinde olmadığını bil­diğimiz için bu % 14’ün, genel ola­rak % 48’in ev sahipleri olduğunu iddia etmek mümkün.

Bu veriler bize birkaç kaba saptama yapmamıza izin veriyor:

1) Bağcılar’da kabaca % 80’e % 20 oranlarında ağırlıkları bulunan iki gruptan söz etmek gerekiyor.

2) Nüfusun % 80’inin hane geli­ri, asgari geçimlik seviyesinde ya da bu seviyenin altındadır ve bu kesim, geçimliğini emeğini satarak sağla­

mak zorundadır. Bu grubun % 50’si kira ödemektedir.

3) Geri kalan % 20 temelde tica­ri faaliyet ve kiradan nemalanmakta- dır. Ticari faaliyetlerin bir kısmı is­tihdam üreten aktiviteleri simgele­mektedir. Bu kesim, demek ki, geri kalan % 80 ile ev sahipliği ve işve­renlik üzerinden sıkı bir ilişki içeri­sindedir.

4) Çarpıcı bir veri, birden fazla gayrımenkulü olan yerleşiklerin ora­nının genel nüfus içerisinde sadece % 14 olmasıdır. Demek ki Bağcılar nüfusunun % 40’ını oluşturan kiracı­lar bu azınlığı nemalandırmaktadır.

Küçük burjuva: Müttefik? Düşman?

Veriler kendi mesajlarını üret­mekte: % 20’lik bir azınlık, orta sı­nıfa denk gelen bir geliri üretmeden kazanmakta. Nemalandığı grup ise

77

Page 80: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

q O İ ARALIK-OCAK-ŞUBAT

yine varoştaki işçiler. Buradan da yazının başındaki varsayımlara bir daha geri dönmek gerekiyor:

1) Varoş kendi küçük burjuvazi­sini üretiyor. Bu küçük burjuvazi, varoşta yaşıyor ve varoşun içinden geliyor.

2) Bu kesim, işçi sınıfına çok ya­kın. Benzer kültürel ve ideolojik de­ğerlerle hareket ediyor. İşçi sınıfı, bu kesimi kendisinden ayırtedemiyor, çıkar farklılıklarını sınıfsal perspek­tiften tahlil edemiyor.

3) Varoşun ürettiği küçük burju­vazi kendi siyasetini üretebiliyor. Ö­zellikle yerel yönetimlerin kaynak dağıtımında ciddi roller üstlenmesi

ile, kendi iktidar odaklarını oluşturu­yor.

4) Bu kesim ile işçi sınıfının çı­karları, şu konjonktürde çatışmakta­dır, çünkü bu kesim, işçi sınıfını, burjuvazinin elde ettiği artıdeğerden aldığı kırıntılar üzerinden değil, doğrudan sömürüyor.

Devrimci mücadelenin sıkıntı i­çinde bulunduğu nirengi noktaların­dan biri grameri değişen yerel politi­kada saf tutabilme becerisini kaza­nabilmek. Bu yazının temel tezi de, varoşta siyaseten saf tutabilmenin temel koşulunun varoşun iç dina­mikleri içinden gelişen küçük burju­vazi ile başarılı bir ilişki kurulması gerekliliği.

Diğer bir deyişle, varoş politika­sının belkemiğini ‘halkla’ nasıl ilişki kurduğumuz değil, varoşun ürettiği küçük burjuvaziyi ne kadar açıklıkla işçilere ifşaa edebileceğimiz sorusu oluşturuyor. Bu kesim, işçi ailesinin üst kat komşusudur, ev sahibidir, ki­mi zaman (nadiren elbette) işçiye borç para bile verebilir. Ama benzer şekilde, kirasını ödemezse evden a­tar, işçi devrimci siyasete yaklaşırsa, işçinin namusunu dedikodu malze­mesi yapar.

Bu kesim nerede durmaktadır? Etnik ve dinsel azınlık konumunda olup da maliklermiş hanelerin birço­ğunun devlet baskısı sebebiyle dev­rimci mücadeleye ciddi destek verdi­ğini de pekala biliyoruz. Bunun dı­şında malikleşme bir olguyu değil bir süreci temsil ediyor: bugün kü­çük burjuvalaşmış kesimlerin bir ço­ğu eskiden işçi ailesi idi. Bu açıdan da, bahsettiğimiz kesimin içinde devrimci harekete sempati besleyen ve besleyecek birçokları elbette ola­caktır.

Bu nedenle, statik bir duruş al­mak, pozisyon almak anlamına gel­miyor: pozisyon, bir sınıfa karşı alı­nıyor, sınıfın fertlerine karşı değil. Varoşun malikleşme sonucu kendi i­çinden ürettiği küçük burjuvaya dair, devrimci hareketin alacağı tavır, ha­reketin varoşta konumunu belirleyen asli unsurlardan biri olacaktır. O ne­denle, yazının sunduğu veri ve ana­liz üzerinden soruyu tekrar soralım: bu grubu yanımıza mı almaya çalışa­cağız yoksa bu grubu işçi sınıfına if­şa ederek bir kutuplaşma mı üretme­liyiz?

Bu yazının, bu soruya cevap ver­me gibi bir lüksü yok, fakat her ha­lükarda öne çıkarmaya çalıştığımız vurgu, malikleşen grubun üretim ve mülkiyet ilişkilerindeki rolünün ana­lizinin dikkatli şekilde yapılması ge­rekliliği.

Aglietta, M., ‘A Theory of Capitalist Regulation: the US Experience’, NLB, London, 1979 Lash, S. ve John Urry, ‘Economies of Signs and Space’, Sage, London, 1994

78

Page 81: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

KAPİTALİZM'DE YAPISAL DÖNÜŞÜMMehmet YILM AZER

İstek için adres: Keçihatun mah. Cerrahpaşa cad. na:18 d:13 Yusufpaşa/Aksaray Tel: 584 31 05 e-mail: [email protected]

Page 82: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

^¿¿Ssşîs

\ ^ S * * r >•'V.v::*-l\ x S " ^ 'x .ir¡ A • ■;■ " , ; i * £ g ş g & & ^ 1 \ ^ sr-ssT * •ssfjssSî-*

ıtMlSMAEVlBjft

0 ^ . a ’ d a ^ d l

Televizyon ekranlarında, gaztete sayfalarından para sahiplerinin oyuncak­larından yaygınlaştın lan "resmi görüşe", ulusal çıkar diye sunulan "sınıfsal çıkara", "tek sesliliğe", "bireyciliğe", "toplumsal çürümeye" inat emekçi­lerin yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların halkların kardeşliğinin sesi...

Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ

Page 83: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

Geleneğimizin emektar kadrolarından Nusrettin Yilmaz’ı ölümünün 13. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz. 1970’li yıllarda Hikmet Kıvılcımlının takipçileri arasında yer alan Nusrettin Yılmaz, önce Vatan Partisi’nde, daha sonra Sosyalist Vatan Partisi’nde yöneticilik yaptı. 1980 darbesinin ardından başlayan karanlık günlerde Bursa, Adana ve İstanbul’da çok sayıda işçi örgütlenmesine öncülük etti. Yılmaz, en son DİSK Deri-İş’de genel başkanlık görevinde bulunuyordu.

İşçilerin Ali Hoca’sını geleceğe duyduğumuz umutla selamlıyoruz

Page 84: Yol Aralık 2007 Ocak Şubat 2008 Sayı 14  

KARANFİL...Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları Atlanın gidiyoruz.Buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara Eski zamanlarda olduğu gibi Dersimiz tarih.Unutmayın kaldığımız yeri yenilmedik daha

Masal âlmJk|>ynunuza.Belki dönmeyiz uzun zamanMasalılar hatırlatır size doğduğunuz yeriilişkiler ikliminiçocukluk taşınabilir bîr şeydiralınsa da elinden geçmişi.

ITütün ve tarih koyun torbamza.Kekik ve dağ ateşleri Sâfağın bin yıllık anlamını, suların ve çağların sesini ezberleyin, bilinmez otların adını hatırda tutar gibi,;Ten rengi aya bakın son defa

ani geride yaşanmış ve yaşanacak bütün yaz geceleri

llaçak aşıkları, uçurum bakışlı firarları, mağrureşkiyaları saklar gibikilitleyin yüreğinizin kalelerini Anka ve Anahtar, ikinci bir emre kadar

Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları Toplayın çadırlarınızı.Eski zamanlarda olduğu gibi Çığ geliyor.Çağ çöküyor.Gidiyoruz.Dudaklarınıza ninni, ıslık ve destan alın siyah sünnet çekin gözlerinize Alıcı kuş telekleriyleKi ışısın yaprak yeşili gözlerinize kıstırdığınızfarz olan öfkeçapraz asın tüfekleriniziçağın dışına sürdüğü eski masallardakieşkiya resimleri gibiynrdundan ve yüzyılındankovulmuş çocukların tarihindegelenek kimi zaman başkaldırma biçimi...

Mufaihan Mun