Yeraltından notlar pdf
-
Upload
pdf-kitaplar -
Category
Lifestyle
-
view
426 -
download
8
Transcript of Yeraltından notlar pdf
Yeraltından Notlar Pdf
Yeraltından Notlar Kitabı Hakkında Genel Bilgi
1864 yılından basılan bu kitap bir çok önemli düşünürü ve yazarı varoluşçu anlamda etkilemiştir.
Dostoyevski bu eserini Çernişevski'nin Nasıl Yapmalı? - 1. Cilt adlı ütopik sosyalist eserine cevap
niteliğinde yazdığı düşünülür. Çernişevski'nin yine Petersburg'da geçen romanındaki iyimserliğin
karşısında Yeraltı'nın, insanların kendi yeraltılarının, karanlığını, çelişkilerini ve sancılarını anlatır. Bu
karanlığı “Ben hasta bir adamım” diyen kahramanımıza anlattırır.
2012 yılında kitapla birebir olmasa da serbest bir uyarlama olarak Yeraltı filmi Zeki Demirkubuz
tarafından çekilmiştir.
Yeraltından Notlar Kitabının Konusu
Kırklı yaşlardaki kendi “yeraltı dünyası”ndan kafasını çıkaran bir adamın gençlik dönemine bakışını ve
neden bu hale geldiğini anlatır bu kitap. Kendini dünyadan soyutlamış, kızgınlıklarını, kırgınlıklarını,
çatışmalarını… anlatır kahramanımız. Kahramanımızın adı yoktur.
Roman iki bölümden oluşur. İlk bölüm, kahramanımız içindeki tüm karanlığını anlattığı uzun bir
monologdur. Çevresindeki insanlardan neden tiksindiğini, onları neden sevmediğini açıkça dile getirir.
İkinci bölümde ise, daha önceden arkadaş oldukları belli olan birkaç kişi ile yarım kalmış hesabını
görmek için kahramanımızın yeraltından çıkışını anlatır.
Yeraltından Notlar Pdf
Yeraltından Notlar Kitabının Özeti
İlk bölümde kahramanımızın uzun bir monoloğu vardır. Kendisi her zaman geri planda kalmıştır. Hiç
kabul edilememiştir toplum ve arkadaşları içinde. Kendisinin son derece zeki olduğunu vurgular ve bu
yalnızlığını ve itilmişliğini de buna bağlar. İnsanlardan korkusunu kapatmak için onlardan tiksindiğini
ve onları küçümsediğini söylemekten çekinmez kahramanımız.
İnsanlara karşı sürekli bir eleştiri, sürekli bir yargı geliştiren kahramanımızın kendi içinde de dinmek
bilmez çelişkiler fırtınası vardır. Kendine güveni hiç olmadığını söylerken sebebini bilinçli olmasına
bağlar. Herkesten daha zeki ve bilinçli olduğu için kendine güvenemiyordur. Fakat bu bile bir
çelişkidir.
Okul ve iş arkadaşlarını hayatından çıkarmış ve kendi yeraltı dünyasına kapanmıştır kahramanımız.
Kendisini hiç anlamamış ve kabul etmemiş olan arkadaşlarından nefret eder. Onlardan daha zeki,
bilinçli olduğu için arkadaşları onu hiç sevmemiştir. Kahramanımız onları hayatından çıkarmasının
sebebi olarak bunu açıklar. Hepsi onun aksine para, ün, şöhret… gibi şeylere düşkündürler. Ama o
bilime, edebiyata ve kitaplara tutkundur. Bu ayrım bile onlardan nefret etmesine yeterlidir.
Romanın ikinci bölümünde ise, birilerine aşırı derecede ihtiyaç duyduğu bir vakit eski arkadaşlarıyla
karşılaşır ve onların planlarına bir şekilde dahil olur. Bu bir veda yemeğidir. Her zaman olduğu gibi
arkadaşlarıyla birlikte olmaktan son derece rahatsız olur ve bu yemeğe geldiği için de çok pişman
olur.
Yine arkadaşları adsız kahramanımızla alay eder, onu küçümserler. Bu durum onun gururunu aşırı
derecede kırar. Ve çok alkol tüketir. Böylece işler daha çok çığırından çıkar. Arkadaşları en sonunda
onu bırakıp gider. Kahramanımız da kırılan gururunu tamir etmek için onların peşinden gider.
İntikamını alacaktır.
Gittiği yerde bir kızla tanışır. Ve ona ev adresini verir. Tabi buna da pişman olur ve eve gelmemesi için
dualar eder. Fakat içten içe de her gün gelmesini bekler. Aşık olduğunu kabul edememektedir kıza.
Fakat ona son derece fazla aşık olmuştur. Bir gün kahramanımız yardımcısıyla tartışması esnasında kız
evine gelir. Bu onu daha çok öfkelendirir ve bütün öfkesini kıza yansıtır. Başkaları onun kalbini ve
gururunu nasıl kırdıysa o da kızın kalbini ve gururunu kırar. Her şeyi mahveder ve başlamadan her şey
biter.
Bu romandaki kahramanımızın bir adı yoktur ama aslında adı hepimizin adıdır. Herkes bu
kahramanımızın karanlığında kendi karanlığını bulacaktır. Kendi kırıklarını, öfkesini bulacaktır.
Dostoyevski bu kısa romanında bütün insanların hayatlarının büyük bir kısmına dokunarak onların
kendi yeraltı dünyasını ziyaret eder.
Yeraltından Notlar kitabı Ölmeden önce okunması gereken 1001 kitap listesinde yer almaktadır.
Yeraltından Notlar Oku
Yeraltından Notlar Kitabı Okuyucu Yorumları
Yorum-1
1-Yeraltından Notlar - Fyodor Dostoyevski
Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak
ayıptır, aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza
koyarak söyleyin! İsterseniz size ben açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra.
Bütün ihtiyarların, o ak saçlı, güzel kokular sürünmüş saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim
bunu! Hatta çıkar sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de altmış yaşıma kadar
yaşayacağım! Üstelik yetmişimi, seksenimi bulacağım!..
Söz konusu Dostoyevski gibi büyük bir yazar olduğunda hakkında iki kelam cümle kurmak bile oldukça
zor geliyor. Yanlış anlaşılmasın; klasik kabul edilen, büyük bir kalabalık tarafından sevilen yazarlar
ve/ya eserleri hakkında atıp tutarken karşılaşabileceğim tepkilerden bir çekincem yok elbette ancak
bu yazar şahsen de çok saygı duyduğum birisi olduğunda tevazu olarak dahi tanımlayamayacağım bir
ruh haline bürünüyorum.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski'nin kendini bulduğu ilk kitap olarak kabul edilen ve ardından gelecek
olan Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala gibi şaheserlerin habercisi addedilen 1864 tarihli
romanı. Hakkında pek çok detaylı, teknik ve teorik incelemenin yapıldığı eser hakkında birkaç farklı
görüş bulunsa da çoğunluk, Orhan Pamuk'un okumuş olduğum İletişim Yayınları basımının
Aşağılanmanın Zevkleri başlığına sahip ön sözünde de kaleme aldığı teoride hemfikir: "Bir yandan
Rusya`da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı, materyalist ve
mağrur Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski`nin bilgisi ile öfkesi arasındaki gerginlik
Yeraltından Notlar`ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü çıkardı ortaya. "
Kitap Yeraltı ve Sulu Sepken Üstüne başlıklı iki bölümden oluşuyor; ilk bölümde adını bilmediğimiz
kahramanımız Yeraltı Adamı'nın içsel sorgulamalarına, varoluşçu bir zeminde ele aldığı toplum ve
özbenlik çatışmasına dair notlarını okurken, ikinci bölümde karakterin başından geçen bir takım
olaylara şahit oluyoruz. Yeraltı Adamı hayatla olan bağını o veya bu şekilde en aza indirgemiş,
toplumun doğru kabul ederek bireye empoze ettiği fikirlerin karşısında duran, kendisini bir böcek
olarak bile görmeyen karanlık bir karakter. Dostoyevski'nin başta belirttiği üzere gerçek bir karakter
olmasa da, emsallerinin varlığının sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğu bir adam.
Pek çok insan klasiklere dair okuması zor, fazla uzun, ağır ve ağdalı olacağı yönünde bir önyargıya
sahip olduğundan, okunabilirlik açısından değinmekte fayda görüyorum ki ilk bölüm, belki de felsefi
bir altyapıya sahip olduğundan, daha dikkatli ve konsantrasyon gerektiren bir okuma sunsa da ikinci
bölümde oldukça akıcı ve sürükleyici bir hal alıyor. Üstelik benim ilk başta şaşırarak "Acaba kısaltılmış
basım mı?" diye sorup soruşturmama neden olacak kadar da kısa -yaklaşık 150 sayfa- bir kitap.
Dolayısıyla sahip olduğu "klasik" etiketinden dolayı gözünüz korkuyorsa aldanmayın, okuyun derim.
2-”İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen
hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler.
Heine’ye göre Rousseau ‘İtiraflar’ adlı kitabında mutlaka yalan üstüne yalan kıvırmış, üstelik bunları
gururu sebebiyle bilerek, isteyerek yapmıştır. Ben de Heine’nin haklı olduğuna inanıyorum. İnsan
gerçekten de bazen yalnızca gururu nedeniyle kendisini cinayete kadar uzanabilecek yalanlara
bulaştırabilir. Bunun ne biçim bir gurur olduğunu da çok iyi anlıyorum. Ama Heine, itirafını topluma,
başkalarına sunan bir kimseden söz ediyordu. Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim içim
yazıyorum.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Hilmi Yavuz Üç Anlatı adlı eserinin birinci
anlatısı olan Taormina adlı bölümünde Dostoyevski’nin bu cümlelerini tırnak içinde ama isim
vermeden aktarır (metinlerarasılıktır ve bu, dikkatli, zeki okuyucuya bir göndermedir) şöyle der:
“Böyle dedim -ve bir gün, nescafeme süt koymayı unutarak, romanıma başladım.” 1 Otobiyografik
roman yazacağından bahseder okuyucuya, kendi otobiyografisinin artık roman olacağını ve
otobiyografi kabul edilmeyeceğini düşündüğü için. Bu baştan, eserime yalan katacağım ve
anlattıklarımın hepsine inanmayın, demenin diğer yoludur ya da otobiyografinin bir yeniden yaratma,
kurgu olduğunu söylemenin değişik biçimi. Bu noktada akla gelen soru şudur, Dostoyevski’nin
okuyucusuna aktardıklarından ne kadarı gerçektir? Örneğin romandaki kahramanın kendisine iki yıl
önce çarpan subaydan intikam alabilmek için mektupla onu düelloya çağırması ama mektubu
göndermemesi, yolda ona çarparak onurunu, gururunu kurtarmak için planlar yapması, hangi
mesafeden ne miktarda çarpacağını düşünerek geceleri uykusuz kalması… ya da Simonov’un evinde
karşılaştığı eski okul arkadaşlarına kendisini zorla istenmediği bir yemeğe davet ettirmesi ve orada
kavga çıkarmaya çalışması ya da randevu evinde tanıştığı ve -kırılan gururunun acısını çıkartığı-
Lisa?…gerçek midir? Genç Dostoyevski bunları yaşadı mı ve kırk yaşında olanı, olanın ne kadarını
aktardı ya da ne kadarına yalan kattı, cevabını bilmemizse mümkün değil. Aslında bu metin geçmişe
bakışla hatırat/anı, okuyucuyla içten samimi konuşma ve tartışmalarla sohbet, içindeki olaylarla
otobiyografik bir roman birlikteliğinde kompleks bir anlatı özelliği taşımakta. Bu noktada anlatı,
birçoklarının dediği gibi sadece bir kurgu/fiction ve kahramanı da bir kurgu-karakter; ya da André
Malraux: “Her roman aslında bir otobiyografidir.”dediği gibi, gerçeğe biraz daha yaklaşan ya da
gerçeği değiştiren bir otobiyografik roman mıdır sorusunun cevabı nedir? Dostoyevski’e göre cevap
şöyledir:
”Bu notlar da bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu,
yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca
mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün istediğim, pek yakın bir
zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz
tükenmemiş bir kuşağın temsilcisidir.”2 ve başka yerde de şunu: “…aklı başında ve namuslu bir
adamın sözünü etmekten en çok hoşlanacağı konunun ne olduğunu bilir misiniz? Cevabı, kişinin bizzat
kendisidir… şimdi ben de size kendimden bahsedeceğim…”(s.12)
Tam kırk yaşında yazmıştır Dostoyevski Yeraltından Notlar’ı.3 Roman kahramanın/kendisinin, kırk
yaşın olgunluğundan genç kahramana bakışıdır aslında bu eser. Kırk yaşın yazar için sorgulama
dönemi olması ve geçmişine bakışını tamamen değiştirmesidir bu eserin ortaya çıkış nedeni.
Dostoyevski anlatısında, “tüm güzel ve yararlı şeyler kırk yaşımda bana önemli ölçüde sıkıntı verdi
ama bu kırk yaşındayken oldu.”(s.31)der ve kahramanının gençlik halinin kritiğine başlar bu sözden
sonra.
Yer altı, kendine ait bir alan, bir gizil köşe, dünyayı izlediği gözetleme kulesidir ama bir fildişi kule
değildir. “Vardığım sonuca göre, en iyisi hiçbir şey yapmamak! Her şeyden iyisi, bir köşeye çekilip
seyirci kalmak. Onun için yaşasın yer altı!”dese de anlatının kahramanı, engel olamaz arzularına ve bir
şey yapmadan duramaz, yazar ve yazdıklarını kendine ait odanın dışına, yer altını yer üstüne taşır.
Daha fazlasını ister, yazmak değildir sadece istediği, herkesten, çevresinden daha iyidir, üstündür,
zekidir ve istediği yerde değildir, geçim telaşı ona istediklerini yapma fırsatı vermez. Kendine ait odası
vardır ama o oda kiralıktır. Kızgındır bu yüzden ona hak ettiği değeri ve saygıyı göstermeyen çevresine
ve yer altı; sevgiden çok nefret, mutluluktan çok hüzün, acı doludur. Gençliğinin tüm hayalleri,
hüzünleri, istekleri, hezeyanları, sorgulamaları, gitgelleri, küstahlık ve pişmanlıkları… hepsi onun gizli
kalmış tarafından yer üstüne, kağıda, okurun gözüne sunulurlar -çünkü daha görkemlidirler kağıdın
üstünde- tam da okuyucusuyla sohbet eder havasında ama aslında kendisine tam bir iç döküş, günah
çıkartma havasında. Kendi soruları kadar okuyucunun kendisine soracağı sorulara da cevap verir.
Küstahtır yeri geldiğinde, kimi yerde ise bir örümcekten daha değersiz ve var olma, varlığını ispatlama
derdindedir. İkinci bölümün başına şöyle başlar Dostoyevski ve bu ifadeler ilerde Kafka’yı etkileyecek
ve onun Değişim adlı (Gregor Samsa’yı anlatan) romanının esin kaynağı olacaktır:
”Değerli okurlarım, şu an siz dinlenmek isteseniz de istemeseniz de ben sizlere bir şey bile
olamadığımı anlatmak istiyorum. Tüm içtenliğim ve ciddiliğimle söyleyeyim, böcek olmayı bile
şiddetle istedim. Ama ne yazık ki buna bile ulaşamadım.”(s.13) “Oysa orada bana bir böcek kadar bile
değer vermediler.”(S. 66) “Ben, herkesten daha akıllı ve daha soylu, daha kültürlü olan ben;
başkalarının karşısında ezilip büzülmekten, onların horlamaları karşısında yıkıla yıkıla, zararlı iğrenç bir
böcek durumuna düşmüştüm ve bunu düşündükçe eriyor, kahroluyordum.”(s. 70)
Kendisini böyle önemserken, içine düştüğü durumlarla baş edemeyen ve kendisini istenmeyen, hor
görülen, düzeyinin altında muamele edilen bir insan olarak görmek, aslında insan olarak görememek
ve bir böcekten aşağı olduğunu vehmederek her şeyden ve özellikle kendisinden nefret etmek.
Aslında subay Nevskiy’le yaşadığı aslında yaşamadığı ama yaşamayı çok istediği olayda bu duygunun
sebebi bellidir. “Bu subaya karşı sokakta bile eşitmişiz gibi davranamadığım için kendimi yiyip
bitiriyorum.”(s.70)derken, hiyerarşinin ezdiği bir egonun eşitsizliğe duyduğu hıncı dile getirir.
Aşk anlayışını tembellik ve boşluk duygusuna bağlar kahraman. “İnanır mısınız? İki kez de böyle aşık
olmayı denedim ve bu yüzden olmadık acılar da çektim. Kalbimin bir köşesinde bu acıya
inanmamazlık ve hem de bu acıyla alay etmek yeşerirken, yine de acı çekmeyi sürdürdüm. Üstelik
sırılsıklam bir aşık gibi kıskanıyor ve kendimi kaybediyordum. Bunun tek sebebi can sıkıntısıydı.
Maalesef bu bir can sıkıntısı… Tembelliğin ve bir şey yapmamanın verdiği can sıkıntısı beni eziyordu.
Bunun sonucu da haylazlığa yöneliyordum. Zaten bu haylazlık, bilincin doğal ürünü olan tembellikten
başka nedir ki?” (s.28)
Kahramanın kendisini akıllı ve zeki kabul etmesinin sebebi ise bir hayli ilginçtir: “Değerli okurlarım,
belki de benim kendimi akıllı ve zeki sanmamın tek sebebi hayatım boyunca başladığım bir işi
bitirmemiş olmamdır. Ben de herkes gibi geveze, boşboğaz, can sıkıcı birisi olayım ne çıkar! Her akıllı
ve zeki insanın önce geveze olması, elbette havanda su dövmesi alnına yazılmışsa elden bir şey
gelebilir mi?”(s.29)
Ve birçok yazarın da değindiği 19.yy. aydınının psikolojisi, değerleri ve var olma edimlerinin keskin
eleştirisi. Kitap boyunca adı olmayan ama aydın olarak betimlenen karakterin kendisini de aynı sınıfa
sokarak yaptığı değerlendirmelerden bazıları şunlar:
”Değerli okuyucularım, and içerim ki, her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır. İnsanın günlük
yaşamı için çok daha yalın bir anlama gücünün, şu kadersiz on dokuzuncu yüzyıl aydınının payına
düşen anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en
duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta oturmak gibi bir felakete de uğramışlarsa
daha azı bile yeter.”(s.13)
”Değerli okuyucularım, sizlerden özür dilerim, diş ağrısıyla iç içe yaşayan şu on dokuzuncu yüzyıl
aydınının sızlanmalarına, inlemelerine, hastalığının ikinci, üçüncü, dördüncü gününde bir kulak verin.
Artık onların inlemesi, ilk gündeki gibi, yalnızca diş ağrısından ileri gelen, kaba bir köylünün
inlemesinden oldukça farklı olduğunu söyleyebilirim. Topraktan ve halkın özünden sıyrılıp uygarlıktan,
Avrupa kültüründen bir şeyler kapmış bir insana yakışır biçimdeki inlemelerdir. İnlemesi gitgide
çirkinleşerek, sonunda pis bir hırçınlığa dönüşür… Yanlarında çırpınıp durduğu ailesinin, yakınlarının
ona hiç inanmadığını, usanç içinde bu kişinin şımarık ve yapmacıklı durumundan uzak kalarak acısını
daha doğal ve yalın bir şekilde sürdürdüğünü düşündüklerini çok iyi bilmektedir. Bu algılama ve
rezilliğini böyle duyumsaması, bu işten aldığı zevkin belki de en yüksek noktasıdır…”(s.24)ve ekler
okuyucusuna “bu hazzın tüm içtenliğine inebilmeniz için daha gelişmeniz, üstün bir kavrama gücüne
ulaşmanız gerekiyor.(s.24) Siz bunu anlamıyor ve gülüyorsunuz. Ama öyle mi? Sevindim. Şüphesiz ki
şakalarımın zevksiz, karışık ve berbat olduğunun bilincindeyim. Ayrıca güvenim de yok. Ama bu benim
kendime karşı saygı duymadığım için böyle. Neyse! Tam anlamıyla anlama gücüne sahip bir insan hiç
kendine saygı duyabilir mi?…”(s.25)
”Çağımızın bütün aydınlarınınki gibi bende de hastalıklı bir zihin gelişimi vardı. Bu aydınların tümü de
birbirinden mıymıntı, bir sürünün koyunları gibi birbirinin aynıdır. Belki de dairemizde emek
verenlerin içinde yalnız ben aydın olduğum için, kendini ürkek, köle ruhlu duyumsayan tek kişi de
bendim. Yalnız duyumsamak olsa yine iyi, ben gerçekten köle ruhlunun, korkağın alçağın biriyim.
Çağımızda aklı başında olan her insan korkaktır, köle ruhludur ve ne yazık ki böyle olmak
zorundadır.”(s.61)
”Bizler hayata olan alışkanlığı kaybettiğimiz, topallaya topallaya yürüdüğümüz için, yazdıklarım etkili
olacak. Bizim hayata karşı duyduğumuz yabancılaşma, canlı hayattan tiksinecek, onun ismini bile
duymak istemeyecek derecededir. Üstelik bu canlı yaşamı, bir iş gibi, bir görev gibi kabul ediyoruz ve
onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün olarak tutuyoruz.”(s.158)
Kalıplara, duvarlara karşı çıkar kahraman ve özgür düşünceye önem verir:”Sözün gelişi, sana
maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin.
Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği;
erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa
yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin ‘iki kere iki dört eder’ kesin sonucu vardır
bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; ‘Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört
etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip
gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar
duvardır vb. vb.’ diye bağırırlar. Aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasaları ile iki kere
ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye
gücüm yetmiyorsa, ‘ille deleceğim’ diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün
yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.”(s.20-21)
Ve kahramanın, yazma ve yazdıklarını okutma isteğinin kendince açıklamaları:
”Ama bütün bunları yayınlatarak, ayrıca sizlere okutacağımı düşünüyorsanız eğer, aklınıza şaşarım
doğrusu. Sonra sizlere ‘Sayın baylar, değerli okuyucularım!’diye niçin hitap ettiğimi de bilmiyorum.
Yazmaya başlamak istediğim itiraflar ne yayımlanabilir ne de başkaları tarafından okunabilir. Ya da
şöyle söyleyebilirim, ben kendimde bunu yapacak cesareti bulamıyorum, ayrıca buna gerek de
duymuyorum. Yalnız içimde şaşılacak bir istek var, bu isteğe boyun eğmeye karar verdim.”(s.54-55)
”Oysa ben yazdıklarımı yalnız kendim için yazıyorum. Okuyucularıma niçin mi sesleniyorum? Bunun
daha kolay olduğunu düşündüğüm için böyle yazıyorum.”(s.55)
”Bu yazıları yazmamdaki asıl hedefim nedir? Yazmamın sebebi okuyucular değilse, anılarımı kağıda
dökmemin bir anlamı var mı? Beynimde de tutabilirdim. Kağıt üzerinde görkemli duruyor. Öylece
etkisi artmış olarak kendi kişiliğim hakkında daha ciddi olarak karar verebileceğim ve anlatımımın
keskinliği de artacak, belki de içimdekileri kağıda dökmekle rahatlayacağım… anı yazmak da bir çeşit iş
değil midir? Çalışmanın insanı iyi ve namuslu yapacağını söylerler. İyi, hiç olmazsa bu da bir
şans.”(s.56-57)
”Notlar’ımı burada bitirsem mi? Zaten bunları yazmakla da yanlışlık yaptım, diye düşünüyorum.
Bunları yazarken de utançla dolmaktan kendimi kurtaramıyordum. Belki de benimkisi, edebi bir yapıt
yazmak değil de suçlarımın bedelini ödemek oldu…(s.158) Fakat bu çelişkiler içindeki hastanın Notlar’ı
burada bitmiyor. O dayanamadığı için yazmayı sürdürmüştü. Fakat zannediyorum ki biz burada bir
yolunu bulup durmalıyız artık…”(s.160)
Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da bir anti-karakter yaratır ve kendi ifadesiyle, bir kahramanın karşıtı
ne varsa, özellikle bir araya getirir. Bu kahramana; 19.yy. aydınını, aşkı, sistemlerin vaat ettiği iyileşme
ve kötülüğün ortadan kalkacağı… gibi söylemleri, uygarlık nedir’i, akıl-istek ayrımını, insanlık tarihini,
irade nedir’i, insanın yapmak-yıkmak eğilimini, insanın arayışını, öz yaşam öyküsünün yazılıp
yazılamayacağını, yazma isteğini, kendine olan nefretini, duygularındaki tutarsızlıkları, Rus-Alman ve
Fransız romantiklerinin ayrımını, okuduğu kitapların kişiliğine etkisini, hiyerarşinin bireyde yol açtığı
ezik egoyu, hayallerini ve hayallerindeki olmak istediği kahraman karakterini, çocukluk ve gençlik
anılarının içindeki sevgisizliği ve nefreti körüklediğini, evlilik hakkındaki görüşlerini, kadın, aile, kadın
bedeninin aşkla yükseleceğini ve satılık kadın bedeninin kadını nasıl aşağıladığını ve bu kadınların
insanlar tarafından nasıl kullanıldığını, insan nedir’i sorgulatır ve tüm bu sorgulamalarda zıtlıklarla
dolu olan ve hayata karşı yabancılaşma yaşayan asosyal bireyi, özellikle de aydın -hatta daha özelde
Rus aydını- üzerinden ele alır. Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar için anlatının arka kapağında şu
tespitlerde bulunur: “Bugün insan anlayışımızda, kendi kokumuz, pisliğimiz, yenilgilerimiz ve
acılarımızı sahiplenip sevebilmek ve aşağılanmanın zevklerinde bir mantık olduğunu kabul etmek
varsa bu görüşün başlangıcı Yeraltından Notlar’dadır. Modern edebiyatta pek çok yeniliğin,
Dostoyevski’nin Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa’ya
karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginlikten çıktığını hatırlatmak gene de rahatlatıcı… Bir
yandan Rusya’da işlerin Batılılaşma ile yürütülebileceğini bilmesi, öte yandan da Batılılaşmacı,
materyalist ve mağrur Rus aydınlarına duyduğu öfke, ya da Dostoyevski’nin bilgisi ile öfkesi arasındaki
gerginlik Yeraltından Notlar’ın tuhaflığı, değişikliği ve özgünlüğünü çıkardı ortaya.”
Hayatına baktığımızda, gençken liberal özgürlükçüdür Dostoyevski. Sibirya sürgünü, sara hastalığı ile
o, sürgün dönüşünde geleneklerine bağlı, dini ve kiliseyi el üstünde tutan, sağcı hatta ulusalcı bir
kimliğin sahibidir. Genç Dostoyevski, kırk yaşından fazla yaşamak bence ayıp bir şeydir derken hem
de, 100 yaşına dek yaşamış ve dünya edebiyatına Suç ve Ceza, Kumarbaz, Ebedi Koca, Budala,
Ecinniler, Delikanlı, Karamozov Kardeşler, Ölüler Evinden Anılar, Beyaz Geceler… gibi başyapıtlar
kazandırmıştır. Tüm bu yapıtlar için ne söylenebilir? Hermann Hesse, bir denemesinde Dostoyevski
için: “Dostoyevski, ancak kendimizi berbat hissettiğimizde, acı çekebilme sınırımızın sonuna varmışsak
ve yaşamı bütünüyle alev alev yanan bir yara diye algılıyorsak, eğer artık yalnızca çaresizliği
soluyorsak ve umutsuzluğun bin bir ölümünü yaşamışsak, işte ancak o zaman okumamız gereken bir
yazardır. Ancak o zaman, yani acıdan yapayalnız kalmış, felce uğramış olarak yaşama baktığımızda, o
vahşi ve güzel acımasızlığı içersinde yaşamı artık anlayamaz olduğumuzda ve ondan hiçbir şey
istemediğimizde, evet, ancak o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açığız demektir.
Böyle bir durumda artık birer izleyici olmaktan, yalnızca okuduklarımızın tadına varıp onları
değerlendirmekle yetinen kişiler olmaktan çıkmış, Dostoyevski’nin eserlerindeki o zavallı ve yoksul
kardeşlerin arasına katılmışız demektir; o zaman biz de onların acılarını çekeriz, onlarla birlikte, soluk
bile almaksızın, yaşamın anaforuna, ölümün sonrasız öğüten değişmenine bakışlarımızı dikip kalırız.
Ve yine ancak o zaman Dostoyevski’nin müziğine, bizi teselli etmek için söylediklerine, sevgisine kulak
veririz; ancak o zaman onun korkutucu, çoğu kez cehennemden farksız dünyasının anlamını
kavrarız.”4 der, aslında bu sözler, Dostoyevski’nin roman dünyasının özeti gibidir ve Dostoyevski
okuyucusu iseniz onun kahramanlarından birinin bir özelliği mutlaka sizi size anlatıyordur hem de hiç
taviz vermeden ve ölçülü olmak kaygısına düşüp de gerçeği gizlemeden, çarpıtmadan.
Yazarın, “…sizlerin yarı yolda bıraktığınız şeyleri, sonuna kadar götürdüm yalnızca. Ayrıca siz
korkaklığınıza ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendinizi aldatıyor ve
avutuyorsunuz.”(s.159) dediği gibi, kendini kandırmaktan çok kendini çözmek isteyen okuyucunun
yazarıdır Dostoyevski ve her okurun bir yer altı vardır yer üstüne çıkmayı bekleyen…
Yorum-2
Rutin hayattan kendisini koparıp, kendini yeraltının karanlık düşüncelerine kaptırmış bir anti
kahraman üzerinden yazılmış olan kitap 2 bölümden oluşuyor. İlk bölümde, yani "yeraltı" adı verilen
bölümde, yazar kendince neyin ne olduğuna dair bilgiler verir. İradenin önemsizliğinden, her şeyin
cetvel ve analitik ya da geometri ile belirlendiği yerde maceranın gereksizliğinden, heyecanın yitip
gittiğinden bahseder. "İş cetvelle aritmetiğe dayanınca, iki kere iki yalnızca dört ediyorsa, iradenin lafı
mı kalır! iki kere iki, iradem karışmasa da dört edecek. İrade bu mudur!" diyerek konuyu özetler. Her
şeyin, her olayın bu şekilde çözüldüğünü söyleyenlere ise yaşamanın ya da heyecanın bir öneminin
kalmadığını bildirerek sahneden çekilir. Sıradan bir insan olma arzusu taşır, zeki bir insanın ya da her
bir olayı anlama kapasitesine sahip insanın sıkıcılığından ve sıradan insanın karşısındaki durumundan
bahseder. İkinci bölüm ise yani "notlar" bölümünde ilk bölüme göre yaşayışın bir tezahürünü ortaya
koymaktadır. Zeki ya da anlama yeteneği üst sınırlarda olan insanın, sıradan insan ve ilişkiler
karşısında nasıl da madara olduğundan, onun kimsenin nezdinde arkadaş yerine bile konmamasından
bahseder.
Anlatılmak İstenen Tema
İnsanlara “ne isteyeceklerini” şablonlarla dayatmak olmaz, özgür irade bu değildir, eğer böyle bilimsel
ve akla dayalı olarak bir matematik formülü gibi insanlara ne istemeleri gerektiği dayatılırsa,
gerçekten “istemekten vazgeçerler”, akıl sadece öğrenilen bir şeydir, istekler ise bir bütün olarak
insanın doğasına aittir, bilinç ve bilinç dışıdır, yaşamın kendisidir, insanın en değerli şeyleri olan
kimliğini ve kişiliğini muhafaza etmektedir, insan yer geldiğinde kendi çıkarlarıyla çatışan şeyleri
mahsustan isteyebilir, inatla akıl ile çelişebilir, insanlık tarihi ahlaksızlıklarla, akla aykırılıklarla doludur,
insan hayatını daha erdemli ve daha mantıklı bir düzene sokmayı amaç edinmiştir. İnsanoğlu aklın
üstünlüğüne de karşı çıkarak, kasten delirebilir, mağara adamına dönüşebilir, insanoğlunun böylesi
kendi çıkarlarına aykırı isteklerinin kaynağı akıl değildir, insan bunun kaynağının bilinmemesine,
gizemine hayrandır… Sonuçta, aklın insana neleri istemesi gerektiğini dayattığında, bu “özgür irade”
kavramıyla çok çelişkilidir…
Eleştirilerim
Karakterin hayatı boyunca gözlemlediği ve bence de keşfedildiğinden beri böyle süre gelen hatta
gelecek için de aynı kalacak olan bir şey var. Şöyle demişti yazar: "19. yüzyılda kafası çalışan adamın
omurgasız olması ahlaki bir zorunluluktur." Bunu şu şekilde açıklayabilirim; omurgasız olmak yani
normal olanın dışında olup ahlaki olana uyum sağlamayan, sadece kendi çıkarı doğrultusunda hareket
eden, bunu yapmak için denediği yolları kendisine mübah gören bir zihniyet barındırmaktır omurgasız
olmak.
Peki nasıl oldu da insan yaradılışında var olan bencilliği bu derece üst seviyeye taşıyabildi? Yaşam
koşullarının değişmesi, dünyanın kendini yenilemesi ve her yenileyişinde insanların daha omurgasız
hale gelmeleri kastedilen yüzyıl itibariyle -19.yy- saniyeleşmeyle gelişti.
Buradaki gelişme "ileri" kelimesinin anlamına tezattır; insanların daha bireyci temelle yetiştirildiği,
güçlünün kendini haklı görme lüksüne olanak tanıyan, yaşamak yani standardı yüksek yaşamak
isteyenlerin kendinden altta olanı ezmeye çok müsait hale geldiği bir dönem. Buna "uygarlaşma"
deniyor. Kitabın otuz birinci sayfasında "Neyimizi yumuşatmış uygarlık?" sorusunu soruyor yazar ve
soruya şöyle cevap veriyor:
"Uygarlık insanda duygu çeşitliliği yaratmıştır sadece. Bekli de bu duygu çeşitliliği insanı kan dökmede
haz bulmaya kadar götürür. Atilla ve Stenka Razin gibilerin bile ellerine su dökemeyecekleri en
incelikli kan dökücülerin en uygar insanlardan çıktığını ve Atilla veya Stenka Razin kadar göze
çarpmamalarının sebebinin böyle insanlara sıkça rastlanması, bunun artık alışılmış bir duruma
dönüşmesi olduğunu hiç fark etmediniz mi? İnsanlar uygarlık sayesinde daha kana susamış
olmadılarsa bile, en azından daha kötü, aşağılık katiller olmuşlardır. Şimdilerde kan dökmeyi alçakça
saymamıza rağmen bu aşağılık işle her şeyden çok meşgul oluyoruz."
Bu demek oluyor ki zaman geçip insanlık olarak ilerleme kat edildikçe bizlere sunulan şeyleri o kadar
çok benimsiyoruz ki o şeylerin olmadığı zamanları düşünemez hale geliyoruz. Bunu her alana
yayabiliriz. Örneğin çok saçma, amaçsızca üretilmiş bir ürün için bile "gereksiz" diye düşünemiyoruz.
Çünkü o kadar tüketim delisi bir toplum olmaya başlamışız ki bize ne sunuluyor, bizden ne isteniyorsa
irademiz dışında ama iradeli olarak bunu yapıyoruz. Hem karakteristik olarak hem fiziki anlamda
birçok yönden tek tipleşmiş insanlar olarak varlığımızı sürdürüyor ve çocuklarımızı da bu şekilde
yetiştiriyoruz.
Atilla ve Stenka Razin ile omurgasızlaşmak söyleminden nasıl buralara geldim diye bir bağlantı
yapacak olursam asıl bahsetmek istediğim şey, uygarlık dediğimiz şeyin aslında belli bir standarda
uymak demek olduğu. Zaman, şartlar, uğraşlar değiştikçe çeşitli alanlarda keşifler yapılıp yeni şeyler
ortaya çıktıkça insanlar olarak kendi yapılarımızı bizler de değiştiriyoruz ama bu değişimin normal
düzeyde olduğundan bahsetmem pek mümkün değil. Düzenin içinde öyle bir hale gelmişiz ki durup
düşünmüyoruz bile... Çevremizde ne var, neler popülerleşmiş, beklentiler ne yönde, çoğunluk ne
yapıyor vs vs. Bu seçenekleri çoğaltabiliriz. Kitapla bunların çok alakası yokmuş gibi görünse de kitap
kişiyi düşünmek zorunda bırakıyor ve bir uçtan başlayarak sorgulamalar yapıyorsunuz. Sonuçlarını da
kendi toplumunuz için düşünüyorsunuz.
Mesela o kadar çerçevelenmiş haldeyiz ki hoşumuza giden şeyleri başkalarının kullanmaması bizim
motivasyonumuzu hiç düşürmüyor! Çoğunluğun yaptığını yapmayan birisi varsa yanlış yapan odur.
Şunu demek istiyorum çok gündelik bir örnek olarak sosyal medya hesabı kullanılmamasını
söyleyebilirim. Özellikle son zamanlar da teknoloji delisi bir ülke olarak kendimizi ifade etme şeklimiz
değişti. Hatta köklü değişiklikler yaşıyoruz. Koca bir nesil bir üst neslimizle beraber "takipçi sayıları",
"bilmem kaç tane alınan beğeniler" ile kendimizi ifade eder hale gelmiş durumdayız. Böyle
düşünmeyen bir yakınımız falan da varsa onu ötekileştirerek olayımıza devam ediyoruz. Her şeyin
yarışa dönüşmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Hem bireysel olarak hem ülke medyası olarak bu
konuda çok iyi gidiyoruz! Stil yarışmalarının düzenlenip insanların orada birbirlerine girmelerini
seyretmekten hoşlanan, bunlardan etkilenerek giymeye başlayan, yapamadığı makyaj, edinemediği
bir yırtık kot için kendini yetersiz hisseden bir nesilden ne bekleyebiliriz?
Üretmekten, düşünmekten, sorgulamaktan uzak, laylaylom bir toplum modeli sağlıklı olarak neler
verebilir gelecek nesillere? Kötüye giden bu model zehirli sarmaşık gibi ya da bulaşıcı bir hastalık...
O kadar çok alışmışız ki yapmamız gereken şeylerin, düşünmemiz gereken şeylerin bizlere
sunulmasına artık şu duruma gelmişiz. Bu da kitapta fark edip doğruladığım bir eleştiri noktası oldu
benim için. Şöyle yazıyor kırk birinci sayfada:
"Mesela içimizden birine daha çok özgürlük vermeyi, ellerimizi çözmeyi, faaliyet alanını genişletmeyi,
üzerimizdeki vesayeti kaldırmayı bir deneyin bakalım... Yemin ederim, hemen yeniden vesayetiniz
altına girmeye gönüllü oluruz..." Gerçekten de bunun böyle olacağını düşünüyorum. Bugün var olan
ama dün o olmadan yaşayabildiğimiz neler varsa elimizden alındığında afallayacağız. Düşünmek,
sorumlu olmak, üretmek her zaman için zor olacak ve biz alıştığımız kolayı bırakmamak adına
direneceğiz! Ama eğitimci adayları olarak özellikle bizlerin silkinerek kendimize gelmemiz şart.
İşte bu kadar net aslında!
Yorum-3
her zaman toplumda var olan, kendini "hasta" olarak tanıtan ve çevresine aşağılamayla, tiksintiyle
bakan insancıklara karşı atılan bir tokattır. kendini karakterle özdeşleştirmeye çalışan ve karakterin
duygularını kendinde bulduğuna inanan, bunlardan utanmayan okurlar varsa kitabı gerçekten
anlamamıştır. anlatıcı gibi ırkçı, megaloman, bilgiçlik taslayanların kitabın bir bölümünde geçen
fahişeye verilen demece tekrar bakması gerek.
aslında kendini ve kendi gibi insanların fahişeyle benzer yanlarını gözümüze sokuyor. fahişe evinden
kaçıp yıllarca kalacağı bu evde insanca bir ilişki kuramaz, yemekle çalışan bir oyuncağa benzer. yaşı
geçtiğinde bir çukura atarlar, duasını bile etmezler.
megaloman kişi de etrafındakilere aşağılamayla bakar, arkadaş edinemez; edindiğini de kul etmeye
çalışır. yıllar boyu böyle yaşar gider, düşüncelerini değiştirmeye cesaret edemeden, topluma doğru
bir şekilde bakmayı denemeden kendi yarattığı "yeraltı"nda çürümeye yüz tutar. herkesin kendisiyle
uğraştığını zanneder ve kendi kafasında birilerini düşman edinir; çünkü duygularını kullanmayı o
kadar özlemiştir ki düşman edinmek bile zevk verir. bir çarpışmaya haftalarca hazırlık yapacak kadar,
daha doğrusu bir çarpışma planlayacak kadar hayatına anlam kazandıramamış bir insancıktır! nefret
etmek sevmekten ona daha çok zevk verir -çünkü farklılığı sevemez- ama sevgiyi de tatmayı içten içe
ister. bunun için çaba sarf etmez.
hatta böyle düşündüğümüz zaman fahişe bile megalomandan daha dürüsttür. hem fahişenin birini
sevme yetisi vardır, megaloman kimseyi yanına yaklaştırmaz, el vermek isteyenin kolunu keser. ona
göre asıl yardıma ihtiyaç duyan diğerleridir. kendini ötekileştirip geride kalanlardan ayrılmayı ister.
"yaşamdan öylesine kopuğuz ki, 'gerçek hayata' karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi
katlanamıyoruz. öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek 'canlı hayat' bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor,
onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz."
Yorum-4
Bir kitap okurken beğendiğiniz yerlerin altını çizersiniz ya: işte bu yazı tüm satırlarını tek tek çizmek
istediğim bir kitap hakkında. Dostoyevski - Yeraltından Notlar
Bir şarkı sözünde, bir yazıda, bir yerde kendinizi bulup, "Sanatçı sanki beni anlatmış." dediğiniz
olmuştur. İşte bu kitapta benim hislerim tamamen böyleydi. Ben her sayfada Dostoyevski'yi değil de,
kendi zihnimi okudum sanki!
Yazar: "Ant içerim ki her şeyi tam anlamıyla algılamak, hastalıktır." diyor. Zaten 150 sayfa boyunca
okuduğunuz da tamamen hasta bir adamın sözleri.
Bu adam toplumla iç içe yaşadığı 20 yıl boyunca, içinde bulunduğu toplumdan daha farklı ve daha zeki
durumda olmuş. Bu yüzdendir ki her daim uyum problemi çekip, dışlanmış. Bu da bu adamı içi kin ve
nefretle dolu çekilmez biri haline getirmiş.
Nihayetinde 20 yaşındayken bu adam kendini toplumdan tamamen soyutlayıp, "yeraltım" diye söz
ettiği evinde hiç kimse ile bir iletişimi olmaksızın yaşamaya başlamış.
Çok çok iyi biliyorum ki, bu yaşam tarzı bu gibi insanlar için saadettir. Başlarda cennete düşmüş gibi
hissettirir. Peki ya sonra? İnsan yalnız kaldıkça kendini bulur, düşünür ve sorgular. "Neden böyleyim?
Neden bu haldeyim?" diye sorar ve sorularına cevap buldukça insanlara olan kini ve nefreti artar. Bu
durum sürdükçe de kendisinin diğerlerinden farklı ve zeki olduğunu bilse de halinin acınası olduğunun
farkına varır. Bu acınasılık da öyle bir şeydir ki: şahıs herkes gibi, normal, aptal, mutlu ve sosyal olmayı
diler. Fakat seçim şansı yoktur.
Bu yüzdendir ki bu adam yıllar sonra yazmaya başlar. Bu yüzdendir ki yıllar önceki okul arkadaşına
gidip kendini yemeğe davet ettirir. Bu yüzdendir ki son sayfalarda Liza'ta o acı itirafları yapıp, içindeki
kini ve nefreti döker..
Evet, bu hastalıklı bir adamın hikayesidir. Tamamen kalbime ve beynime dokunmuş bu kitabın tesiri
sanırım kolay kolay geçmeyecek ve her zaman favori kitaplarımdan birisi olarak kalacak..
Yorum-5
Kitabın ilk kısmını ikinci kısma göre daha çok sevdim çünkü karakter sizinle konuşuyor ve daha nükteli
bir şekilde yazılmış. İlk kısım aslında baştan sona aforizmalarla doluydu ve yazar ikinci kısımda, ilk
partta yazdıklarının içini doldurdu diyebilirim sanırım.
İyi bir çeviriyle okunması önemli Rus klasiklerinin. Aslında tüm kitaplar için geçerli bu tabii ama
genelde katledilenler Rus klasikleridir. Bu sebeptendir ki insanlar pek sevmezler bu kitapları.
Son kısımda, o derin pişmanlığından bahsederken kendini kaybedecek kadar üzüldüğünü, insanların
daima acıyı mutluluğa tercih edeceklerini, çünkü asıl canlılığın bu olduğunu söylüyor. Sorun şu ki,
bunların hepsini yeraltından, o fare deliğinden söylüyor. Yazdığı tüm kelimelerin ardında kocaman bir
hüzün var. Karakterin bir deli ve depresyon içinde olduğunu söyleyebilirim böylece.
Sözde arkadaşları ile birlikteyken sürekli eleştiriyor sahteliklerini. Sadece toplum içine karışmak için,
gerçek düşüncelerini ortaya sermedikleri için kızıyor onlara. Dürüstlüğünden kaybettiğini düşünüyor,
insanlarla bu yüzden bağ kuramadığını, kendinin mükemmel, onların aptal olduklarını öne sürüyor.
Ama insanların onu yargıladıkları biçimde o da diğerlerini yargılıyor, üstelik şekilci bir şekilde, tam
olarak onlar gibi. Hiçbir farkı yok. Sadece daha çok kitap okuduğu için kendini üstün görüyor ama
sadece okumakla olmadığını hepimiz biliyoruz değil mi? Ki bunu da genelevdeki kadına yaptıklarını
düşündüğümüzde anlayabiliriz.
Ve kendi özeleştirisini yaparken kendini de yerden yere vuruyor. İşte evrensel bir gerçek.
Zeki bir kafanın ürünü bu kitap, tartışmasız. Okuyun.
Yorum-6
dostoyevski bu romanında insanların beyin kıvrımlarında neşter dolaştırıyor diyebiliriz. kulak verin
dostoyevski'ye, o insanlık adına tüm gerçekleri söyleme cesaretini gösteriyor. insanlık...hani şu
kibrinden geçilmeyen, hani şu her şeyi bildiğini sanan, hani şu sen, ben, bizler, hepimiz...
kafası karışık bir adamın kendi iç savaşını, kendi ağzından, kendi gelgitleriyle müthiş bir şekilde akıcı
tempoyla anlattığı bir roman, uyumsuz ruhumuzun sessiz çığlığı...
ilk kısım 'yeraltı' ikinci kısım ise 'notlar'
ilk kısımda insanoğlunun derin karakteristik ve psikolojik analizi yer almaktadır. dostoyevski, yaratıcı
monologları . bıraktığı her soru işaretini başka bir soru işaretiyle çözmüştür. geçmişten beri süregelen
deterministik ilişkiyi biz kitapseverlere kafa karıştırmadan tanımlamıştır. soru soruyu doğurmuş ve
cevap da bir sonraki soru içersinde sessizce kaybolup gitmiştir. insanoğluna ait en büyük özellik olan
nankörlüğü anlatmış. çok fazla bilmenin işe yaramadığını, gelişmişliğin en büyük tembellikleri
doğuracağını acımasız bir şekilde göstermiştir.
ikinci kısımda ise ilk bölümde yaptığı insanoğlu felsefesine örnek olacak nitelikte bir öyküye yer
vermiştir. kahramanın anlık düşünce değişimlerini, olaylar karşısında gösterdiği dengesiz
davranışlarını, gururunu korumak isterken sergilediği tutarsız karakter biçimlerini, çok bildiğini ve
kimse gibi olmadığını düşündüğü halde ezikliğe boyun eğdiği geri dönüşü olmayan durumlarını ve
buna benzer bir çok insani anları analiz etmiştir.
hikayeyi ise vurucu ve acıklı bir şekilde bitirmiştir. ilk bölümde bahsettiği nankörlük duygusunun
verdiği acıyı en içten derecede hissettirerek sonlandırmıştır.
kitabı okuyan herkes böbürlenerek "resmen beni anlatıyor yav" geyiği yapmasın. zira bir yeraltı insanı
olmak övünülecek bir şey değildir.
yalnızlıktan kelimeler biriktirirsiniz belki aylarca konuşmazsınız ve birgün biriyle konuşma başlayınca
kitlenir saçmalarsınız. olmadığınız gibi davranırsınız ama bunun farkına varmazsınız. çünkü ilişkilerin
nasıl olması gerektiğini bilmezsiniz, her şeyden etkilenirsiniz. yalnız olduğunuz ve sizin yaşınızda olup
sizin kadar bilge olan bi arkadaşınız olmadığı için kitaplara dalarsınız, filmlere gidersiniz, şarkılara
kaptırırsınız kendinizi. siz ancak başkalarının yazdığı hikayelerde varolabilirsiniz. hatta varolamazsiniz
bile, çünkü onlara da seyirci kalırsınız. çevrenizde olan bitenlere de seyircisinizdir. yalnız kalmak
dışında başka uğraşlarınız da olur. önemsiz-değersiz mukayesesi yaparak kendinizi üzersiniz. bu büyük
bir hobi haline gelir ve zamanla acılar zevk vermeye başlar.
Hikayenizle alakalı olmayan bir şarkıyı kendinize uyarlamanın bir yolunu bulur üzülürsünüz. bazen
kisiliğinizi toplumu aşağı görerek beşlersiniz ama bunun yalnızlığınıza ya da eksikliğinize bir faydası
yoktur. saçma sapan şeylere yönelir uzun yürüyüşlere girersiniz. Bazı aforizmalar aklınıza gelir kendi
içinizde uzun uzun bunları tartışırsınız. aklınızda öyküler uydurursunuz. insanların sizi düşünmeden bir
şey demesinden ve bunun üzerine kırılmaktan korkarsınız. ve aslında kırılmak da umrumda değildir ki.
niye kırılayım çok da umrumdalar. aslında umrumdalar. hiçbir şekilde kendinizi sergilemezsiniz ve bir
anda aklınıza eser ve birine bağlanırsınız. sonra onu da boşverirsiniz...
Yorum-7
Çelişkilerle dolu bir kitap ama bu çelişkiler harika ifade edilmiş.
"Yeraltından Notlar" iki kısımdan oluşuyor; bir "Yeraltı", iki "Notlar"
"Yeraltı" kısmında yazarın ruh hali, çıkmazları, çelişkileri, buhranları, ıstırapları anlatılıyor ya da
anlatılmıyor. Derin analizlere giriliyor veya saçmalıyor. Evet "baylar" bu ilk kısım böyle çok samimi ya
da tamamen sahte çelişkilerle dolu. Ama hangimiz bu çelişkileri yaşamıyoruz ki?
Yazar okuyucusuyla konuşur gibi yazmış ve okura hep "baylar" diye hitap etmiş? Neden acaba?
İkinci kısımda bir kahraman var yada yazarın ifadesiyle "antikahraman". Yeraltından çıkmış, "canlı
hayatı" yaşama mücadelesi veren, "güzel ve yüksek şeyleri" ifade etmeye çalışan, bocalayan bir
"antikahraman".
"İki kere iki dört eder" diyorsanız bu kitabı mutlaka okuyun ya da okumayın. Siz bilirsiniz. Yazarın ruh
hali beni çok etkiledi... Ya da hiç etkilemedi. Bunları tamamen kurgusal olarak, güzel bir yorum olması
için yazıyor olabilirim.
Yorum-8
Yine bir DOSTOYEVSKİ kaçamağı yaptım ve her zaman ki DOSTOYEVSKİ bana karışık duygular
hissettirdi ama bu konuda en anlamlı söz NABOKOV'UN ''Aynı şekilde,doktor Lujin'e Dostoyevski'den
herhangi bir şey verilmesini yasakladı,zira Dostoyevski,doktorun deyimiyle,çağdaş insanın ruhunda
baskılı bir etki yaratıyordu,sanki korkunç bir aynaymış gibi- '' (Lujin Savunması) dediği gibi aynaya
bakmamı ve kendi yaşamımı gözden geçirmemi sağladı.
Yeraltından Notlar'ı yaşamımın belirli safhalarında birçok kez okudum;4 mü 5 mi sayısını bile
hatırlamıyorum,ama her okuyuşta (18 yaşında okumak farklı bir anlam katar 30 yaşında okumak farklı
bir anlam katar ) birbirnden farklı şeyler çıkardım,değişmeyen tek şey ise ; DOSTOYEVSKİ'NİN en çok
sevdiğim yazar olması.
DOSTOYEVSKİ
Her konuda birbiri ile çelişen ve zamanla değişen fikirler(Siyaset,din...),çalkantılı bir yaşam( fikirlerinin
sabit kalmayıp sürekli gel-git içinde olmasında büyük bir etken),sara nöbetleri,son anda ölümden
kurtuluş(Kurşuna dizilecekken Çar'ın mektubu idam yerine ulaşır ve ölümden kıl payı döner) delilik ile
dahilik arasında gidip gelen yaşantılar...
Sonuç:İnsan ruhunun en derinine inen , yazarlar arasında psikolojinin babası,yaşadığı dönemi en
gerçekçi ve en ince işleyen,sistem eleştirisini yani Çarlık döneminin halk üzerinde yaptığı
sömürüyü,kısaca ezilen ve sömürülünleri anlatan bir deha.Hümanist bir aydın,yazdığı evrensel
değerlerle bütünleşen söylemleri ile günümüzde bile en değerli yazarlardan biri olarak
gösterilen(sadece günümüz değil gelecekte de etkisi devam edecek bence) bir ışık...DOSTOYEVSKİ
övgüsü için kelimeler yetersiz kalıyor...
YERALTINDAN NOTLAR
İlk bölüme baktığımızda oldukça karışık açıklamalar görülüyoruz,yazar,kendi gibi bizi de kendi
yeraltısına çekmek istiyor bunun için yazarın bakış açısıyla(daha doğrusu kitabı anladığım kadarı ile )
size YERALTI'NIN anlamını irdelemeye çalışacağım:
YERALTI:Her kişinin hiç kimseye açamadığı en gizli sırları,tutkuları,arzuları...barındıran duygusal bir
kaledir.Yani her bireyin yeraltısı kendi kendinin kendine ait olduğu yerdir,orada maskeler yok.Dış
dünyaya karşı sığınılacak bir yerdir (Hepimizin kendine ait yeraltısı var,yaşam savaşında ıstıraplarımızı
düşündüğümzüde ve yaşam muhasebeimizi yaptığımızda her daim kendi kendimizle baş başa
kalmıyor muyuz ? İç sıkıntılarımız,üzüntülerimiz,hastalıklarımız...hep içimize işlemiyor mu ? )Şimdi
diyeceksiniz ki YERALTINDA YAŞAMAK sözünü övüyor.Hiç de değil.Zaten herkesin yeraltısı kişiden
kişiye göre değişir ki;İçe dönük insanlarda bu yeraltı daha geniş ve derinken dışa dönük insanlarda ise
dar bir hacim kaplar .Dışa dönük insanlar aşırı sosyalleştikleri için (Doğan Cüceloğlu aşırı sosyalleşen
insanların öz benliklerini yitirip persona(maske ) takıp kendi özünü kaybettiğine vurgu yapar)
duygularından içe dönük insanlara karşı daha az etkilenirler.
İşte bizim ana karakterimiz de içe dönük yani duygusal patlamaları daha yoğun yaşayanlardan biri.Bir
nevi Tutunamayan(Oğuz ATAY romanlardaki gibi).İlk bölümde kendi kendi ile çelişen daha doğrusu
kendini küçümseyip açıklamalar yapan biri karşımıza çıkıyor.Bu hepimizden biri olabilir...Belki de
karakterini ele vermek istemiyordur(o yüzden ikide bir sözünü değiştirip yalan söyledim diyebiliyor)
belki de okuyucular ile tüm hissetiklerini paylaşmak istiyordur (yeraltı insanı yerüstüne çıkınca yani
dünyaya açılınca gevezeleşir diyor yazar) tüm çelişkili düşüncelerini,ıstıraplarını...böyle yapıp
konuşarak rahatlamak istiyordur,(Bence bu karakterimizin DOSTOYEVSKİ'NİN ruhu ile çok bağı var)
bilemeyiz.
Bu açıklamalar da şu ipuçlarını yakalıyoruz,ana karakterimiz yeraltında yaşamayı kendi iç kulesinde
yaşamaya devam etmeyi dış dünya ile irtibatı kesmeyi kendi seçmiştir(dış dünyanın olumsuz şartları
da buna bir etken bence ),kendine göre sebepleri vardır en azından dış dünyadan ilgi
bekliyordur,önemsenmek isitiyordur.(kitaptaki karakterimiz dayak yemeye bile razıyım diyor yeter ki
dikkate alınayım diyor)
Dış dünyada alaya alınmasına,orada tutunamasına karşın(Tutunamayanlar kitabında bize yaşamayı
öğretmediler diyor Oğuz ATAY) savunma mekanizması olarak kendi içinde bir gurur(dış dünya
insanlarını küçümseme ) geliştirmiştir karakterimiz.Karakterimizin kendisi alıngan olduğundandolayı
olayları fazla büyüttüğünden söz ediyor.Öç almaktan ama dışa dönük(yaşamayı bilen insanların)
intikam için bir duvar karşısına çıktığı (yaşamında kaybetmek istemediği şeyleri olduğu için) söz edip
kendi gibi insanlarda duvarların söz konusu olmadığını söylüyor.Kendi kendine acımanın
zevklerinden(diş ağırsı göndermesi),çoğu kez yaşamda mantığın değil duyguların baskın
olduğunu,insanların gayeden çok gayeye giden yolda zevk aldıklarını,uğraştıklarını,bireylerin kendi
duygusal tutkularının esiri olduklarını...hayata,duygu-mantık çatışmasına,insanların tutkularının esiri
olduklarına,tutunan ve tutunamayan dünyasına,kibirden kendini aşağılayamaya,kötülük
kavramına...birçok şeyden söz ediyor bu bölümü iki kez okudum ama yine de çözümlenmesi oldukça
güç (zaten yazar da yazdıklarımdan birşey anlamazsınız diyor)
İKİNCİ BÖLÜM
Kahramanımız dış dünyaya açılıyor daha doğrusu eski anılarını anlatmaya başlıyor.Çocukluğundan
beri yeraltı sığınağına sarıldığını belirtip yaşamındaki üzücü olaylar anlatıyor.İkinci bölümü okumak ve
anlamak ilk bölüme göre daha kolay.
İlk olarak kahramanımınız kaldırımda yol verme-vermeme hadisesini anlatıyor(Hepimiz buna benzer
olay yaşamışızdır.Buna verilen tepkiler,içe atmalar kişinin duygularından ne kadar etkilenip
etkilenmediğine göre değişir,kahramanımız duygusal olduğu için bunu gurur meselesi yapmıştır(İçe
dönük insanların böyle davranmaları gayet normal)Ama burada iki şey dikkatimi çekti;ilki takıntılı
insanların buluttan nem kapan alınganlıkları ve en basit bir olayın iç huzurunu etkilemeleri...Ama
diğer yandan ise bu kısımda büyük bir sınıf eleştirisi var(kaldırımda sosyal sınıf bakımından daha güçlü
insanlara hep yol veriliyor)
İkinci olay ise arkadaşları ile aralarında geçen bir aşağılama hikayesi.Dikkate
alınmamak,önemsenmemek,yaşamda başarılı olan arkadaşların başarısız arkadaşlarına karşı kibirli
bakışı(onları aşağı görmek),gurur ve öz saygı...ikinci olay ise daha ibretlik bu kısımda çocukluk
arkadaşlarımız arasında birbirimizi nasıl görürüz(maalesef çoğu kez yaşamda daha başarılı
arkadaşlar,yaşamda başarısız ve daha düşük sınıfta arkadaşlarını küçümsüyor,yazarın yazdıkları hala
güncelliğini koruyor) cevabını veriyor özellikle sınıfsal farklara gönderme dikkat çekici.
Üçüncü olay ise yeni tanıştığı bir bayanla yaşadıkları...İlk önce etkili yani ''kitap gibi konuşup '' onu
etkileme ve ''yüksek şeyler '' den söz edip ona yol gösterme.(Karakterimiz ikinci olayda gururu kırıldığı
için üçüncü olayda öç almak daha doğurusu yaşama karşı içinde biriken öfkesini kusmak için güç
savaşına giriyor)Ama beklenmedik bir zamanda gelen ziyaret persona(maskelerin ) atılması ile
kahramanımınızın gerçek yüzü ortaya çıkıyor.Bu olayda da yaşama dair ibret alınacak göndermeler
mevcut !
SONUÇ
Kendi iç dünyasında yaşayan bir adamın dış dünyaya adım attığında bozguna uğramasına şahit
oluyoruz.
Tıpkı ;Tutunamayanlar,Tehlkeli Oyunlar,Korkuyu Beklerken,Oyunlarla Yaşayanlar (Oğuz
ATAY),Huzur,Saatleri Ayarlama Enstitüsü(A.Hamdi TANPINAR),Kürk Mantolu Madonna,İçimizdeki
Şeytan(Sabahattin ALİ),Körleşme(Elias CANETTİ),Demian,Bozkırkurdu(Hermann
Hesse),Budala(Dostoytevski)...gibi değerli kitaplarda yazılanlar gibi...
Aynı zamanda;Dostoyevski'nin bu romanında da toplum tarafından dışlanmış ve sistem tarafından
ezilmiş bir bireyin umutsuz yakarışlarını dinlemek ve onun kendi kendi ile iç hesaplaşmasını
okumak,bize birbirinden farklı duyguları hissettiriyor.
Bazıları bu kitabı anlamsız ve mantıksız bulabilir (dışa dönükler ve aşırı sosyalleşen insanlar) ama
duygulara önem veren insanlar bu şaheserin değerini kolayca anlayabilir.Teknik olarak da çok değerli
bir kitap ilk bölüm deneme türünde ikinci bölüm ise roman türünde ,kitabın tümüne baktığımızda ise
felsefe+psikoloji+siyaset(yaşadığı döneme satır aralarında göndermeler dikkat çekiyor) görüyoruz
bence bu kitap Karamazov Kardeşler,Cinler,Budala,Suç ve Ceza...gibi diğer DOSTOYEVSKİ şaheseleri
kadar değerlidir.(gerçi her DOSTOYEVSKİ kitabı değerli bana göre ! )
Yorum-9
Kendinden üstün gördüklerinden, arkadaşları tarafından sevilenlerden,daha çok kazancı, başarılı bir
kariyeri olan herkesten nefret eden bir adam düşünün.. Kendini ezik gördüğü, en dipte, yeraltında
gördüğü için önüne gelen herkesi ezmeye çalışan kendisinden beter bir konuma sokayım derken yine
yapacağını kendine yapan bir adam bu. İlk bölümde intikam almanın kimsenin bir işine
yaramayacağını söylerken ikinci bölümde bir adam ona çarparak geçti diye yıllarca intikam planları
kuran bir adam bu.. Biraz korkak, biraz mazoşist, biraz kıskanç, birazda sevgiye aç.. Onu kendi içinizde
bir yerlerde bulmamak da ona üzülmemek de elde değil..
Yorum-10
Genel olarak ilk kısımda karakterin ruh halini tanımlamak için derin bir felsefe ile başlayan, ondan
sonra karakterin hayatından bir kesit ile devam eden bir roman. Dil bakımından rahat ve sohbet
edermiş gibi, kurgu bakımından sade ve sürükleyici, konu bakımından zeki; algısı geniş, kibirli, aşırı
alıngan zayıf iradeli bir karakterin ruhunun en derin kısımlarına kadar açıklayan ve hayatından bir
kesit ile somutlaştıran bir kitap. Ana karakterle bir defa tanışmanızı tavsiye eder ve 1-2 yıl sonra
birinci kısmı okuyamayı düşündüğümü ilave ederim. :D Bu kısımdan sonrası için zevk kaçıran bilgiler
bulunmaktadır. Okumayanlar bence devam etmesin.
Şuana kadar dosto amcanın okuduğum kitaplarında en garip karakterle karşılaştım. Geniş bakış açılı,
zeki ve karmaşık bir zihin; zayıf ve dengesiz bir ruh; aşırı kibirli, küstah, yakala ve kindar bir karakter.
Aile sevgisi de dahil hiçbir sevgi görmemiş ve bu eksikliği sanal dünyasında gidermeye çalısan bir kişi.
Lisa ile tanışıncaya kadar Orwell amca'nın Aspidistra karakterinin çok daha zayıf ruhlu hali gibi
düşündüm ama Lisa'yı davranışından sonra açıkçası yeraltının dibindeki karanlık bir ruh olduğunu
kara verdim. Sade'nin kötü karakterlerin cinsellik düsüncelerin olmayan pasif bir karakter düzeyine
indi.
Yeraltından Notlar Pdf indir
Yeraltından Notlar Kitabından Alıntılar
Alıntı-1
Ben kötü bir insan değildim. Ne aksi bir adamım,ne de uysal biriyim. Ne alçağın biriyim,ne de
namuslu,ne onurlu biriyim,ne bir kahramanım,ne de bir korkak. Ben hiçbir şey olamadım.
Alıntı-2
"Duvarı yıkacak gücüm yoksa, onu yıkmak için kendimi paralayacak halim yok tabii ki, fakat önümde
duvar var diye ona boyun eğecek de değilim."
Alıntı-3
Yağmur yağarken böyle bir saray yerine, bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için oraya sığınırdım.
Ama kümes beni yağmurdan korudu diye de ona minnettar kalıp, saray gibi görmem doğrusu. Bana
gülerek, böyle bir durumda kümesle sarayın arasında bir fark olmadığını söyleyeceksiniz. "Evet,
yaşamda tek amacımız ıslanmamak olsaydı, söylediğiniz doğru olurdu." diye cevap veriyorum size.
Alıntı-4
"...Elimizden kitapları alsalar o saat şaşkınlık içinde kendimizi kaybederiz. Ne tarafa yürüyeceğimizi,
kimden yana çıkmak, kimi saymak, kimi hor görmek gerektiğini bilemeyiz..."
Alıntı-5
Yoksa ciddi olarak, hiç ihtiyarlamayacağını, hep böyle genç, güzel kalacağını, seni sonsuza dek burada
tutacaklarını mı sanıyorsun?
Alıntı-6
Birini sevdikten sonra, mutlu olmadan da yaşayabilirsin. Hüzünlü bile olsa, hayat güzeldir, nasıl olursa
olsun, gene de güzeldir yaşamak.
Alıntı-7
"...Babalar kızlarına annelerden daha çok düşkündürler. Bunun için de bir kız baba evinde çok mutlu
yaşar... Öyle sanıyorum ki benim bir kızım olsa kocaya vermezdim onu."
Alıntı-8
Beni en çok sarsan, bir tabiat kanunuymuş gibi, her zaman her yerde, haklı veya haksız olsam da
herkesten önce kendimi suçlu görmemdir.
Alıntı-9
İnsan medeniyete kavuşmakla eskisinden daha fazla kan dökücü olmamışsa bile , en azından daha
kötü , daha iğrenç kan dökücü olduğu kesindir.
Alıntı-10
İnsan bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin
ederim, arayıp gerçekten elde etmekten korkar. Çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek şeyi
kalmayacağını bilmektedir.
Yeraltından Notlar Pdf indir