Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

34
1 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

description

Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu elektronik bülteni...

Transcript of Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

Page 1: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

1 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Page 2: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

2 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

BU SAYIDA NELER VAR?

Dünya Dışı Yaşam Arayışları Sayfa 03 Kozmik Mikrodalga Arka planı Sayfa 07 Kozmik Makine; Evren I Sayfa 15 İnce Mavi Kalkan Atmosfer Sayfa 25 Halkımız ve Evren Sayfa 26 Gökbilim Tarihi III Sayfa 28 Uzaydan Haberler Sayfa 31 Bu Ay Gökyüzü Sayfa 33 Harun Şahin Tanıtıyor Sayfa 34

YÖ NETİ M KURULUNDAN MESAJ

Tüm okurlarımıza merhabalar;

Dergimizin bu sayısında yine birçok konuya değindik. Evren dediğimiz kozmik makineyi anlayabilmeniz için dev bir

makale yazdık. Aynı zamanda bu sayımızda biraz daha popüler konular üzerinde durduk. Umuyoruz ki tüm

okuyucularımız dergimizin 12. Sayısını okurken büyük zevk alacaktır. Değinmek istediğimiz bir diğer konu ise siz

değerli okurlarımıza internet sitemiz üzerinde dergimizin geçmiş sayılarını indirme fırsatı sunduk. Bu saya de ister

dergi sayılarımızı arşivinize ekleyebilir. İsterseniz de bastırabilirsiniz. Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu olarak

tüm okurlarımıza ve destekçilerimize bol yıldızlı karanlık bir gökyüzü diliyoruz.

Yönetim Kurulu Başkanları

Ertan KOÇ – Özgür Can ÖZÜDOĞRU

DERGİ KÜNYESİ DERGİ BİRİMLERİ Ertan Koç YAYIN KURULU DENETİM KURULU Özgür Can Özüdoğru Ertan Koç Mert Can Orhan Kemal Cihat Toprakçı Özgür Can Özüdoğru S. Umut Çalışkan Yiğit Yılmaz Kazım Kıvanç Eren Mehtap Çelik Sinan Gözcü Mert Can Orhan Berke Çelik Harun Şahin

İLETİŞİM

[email protected]

uzaycobanlari.com

facebook.com/groups/uzaycobanlari/

twitter.com/uzaycobanlari

Page 3: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

3 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

DU NYA DİŞİ YAŞAM ARAYİŞLARİ

Evimiz Dünya, Samanyolu gökadasının Orion kolu olarak adlandırdığımız dış spiral kollarının birinde bulunan Güneş

Sisteminin bir üyesidir. Gökada merkezimizden yaklaşık 25.000 ışık yılı uzaklıktayız. Öyle ki Dünya üzerinde ki

yaşamın en büyük etkisi Güneş Sisteminin gökada içerisinde ki konumudur.

Güneş sistemimizin gökada içerisinde yakın çevresine Yerel Kabartı diyoruz. Güneş sistemimizin hareket ettiği 30

ışık yılı genişliğinde yıldızlararası bir bulut… Dünya üzerinde yaşam 4 milyar yıl önce başladı. Ve insanlık şuan da

dünya dışı yaşam arayışlarına başladı. Çünkü kendi gezegenimizi mahvettik… Güneş’ten gelen morötesi zararlı

ışınları tutan, ozon tabakamızı deldik… Şimdi ise Hidroelektrik santralleri ile Dünya’yı en azından şimdilik

yaşayabileceğimiz tek gezegeni mahvediyoruz… Oysa her şey insanlık için değil miydi?

Uzun yıllardır, evrenin bir köşesinde yaşama dair izler aramaktayız. SETI@home isimli proje Dünya dışı akıllı yaşam

formlarından gelebilecek sinyalleri tespit etmek için kuruldu. Bu proje Dünya üzerinde 5,2 milyon katılımcısı ile

araştırmalar yapıyor. Ve isteyen herkes radyo teleskop verilerini indirip inceleyerek projeye destek olabiliyor.

5 Ekim 1997 yılında Dünya dışı yaşam arayışları için Satürn’ün uydusu Titan’a Cassini isimli bir uzay ara cı

gönderdik. Cassini’den ayrılacak Huygens adlı robot Titan’ın yüzeyine iniş gerçekleştirdi. 2004 yılında Satürn’ün

yörüngesine giren Cassini, 2005 yılında Titan üzerine iniş yaptı. 2016 yılında Satürn’ün Atmosferi ile halkası

arasında kalan dar aralığa yerleştirilecek Cassini görevinin sonuna gelecek.

Ertan Koç

Page 4: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

4 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Titan’ın yüzey sıcaklığı -180 derece su ve karbondioksit sadece donmuş şekilde bulunuyor. Atmosfer %99 azot,

%1 metandan oluşuyor. Dünya üzerinde yaşamın ilk başlangıç yıllarında atmosferimiz de buna yakın bir karışımdan

oluşuyordu. Titan’da metan destekli bir yaşam olabileceği konusu hala bir varsayım.

Terazi takımyıldızında kırmızı cüce bir yıldız… Gliese 581 isimli

yıldızın bilinen 6 adet gezegeni var. Ve bu gezegenler Dünya’ya en

çok benzeyen gezegen unvanını taşıyor. Yıldız’ın gezegenlerinden

Gliese 581g Dünya ile %92 benzerlik taşıyor. Aynı zaman ESO

tarafından Nisan 2007’de yapılan bir keşifte yıldız çevresinde bir

gezegen daha bulundu. Gliese 581c ismini alan gezegenin yüzey

sıcaklığı 0 ile 40 derece arası ve bu da suyun sıvı halde bulunduğu

anlamına gelmektedir. Bu gezegenlere Ötegezegenler diyoruz. Ve

dünya dışı yaşam arayışı için oldukça önemli gezegenler.

Ötegezegenler insanlığın yüzyıllar önce sorduğu ve hala

cevaplayamadığı bir sorunun cevabı haline gelmiştir. Ötegezegenler,

Güneş Sistemi dışında ki gezegenlere verilen isimdir. Şimdiye kadar 927 ötegezegen, 715 gezegenli yıldız ve 144

tane gezegen sistemi bulunmuştur. Yıldızının yaşam kuşağı içerisinde bulunan Gliese 581’in iki gezegeni Dünya’ya

en çok benzeyen Öte gezegendir… Bu gezegenlerde yaşam olup olmadığı, bilinmemekle beraber üzerinde

çalışmalar hala sürüyor.

Kızıl gezegen Mars… İnsanlar yüzyıllar boyunca Mars’ta yaşam olup olmadığı merak etmişler ve bununla ilgili bir

çok araştırma yapmışlardır. Yüzeyinde bulunan demir oksitten dolayı ‘’kızıl gezegen’’ unvanını alan komşumuz

yüzeyinde Dünya’dakine benzeyen volkan, vadi, kutup bölgeleri, çöl ve mevsim dönemleri ile yer benzeri

gezegenlerden bir tanesidir.

Bilim üzerinden rant sağlamak, insanları yanıltmak

ve çeşitli amaçları bulunan Bilim dışı çevreler.

Şimdiye kadar bir çok gezegende yaşam olduğuna

dair iddialar ortaya atmış. İnsanları yanıltmışlardır.

Dijital ortamda hazırlanmış sahte fotoğraflar, sahte

videolar ile bu saçmalıklarına saçma kanıtlar

sağlamışlardır. Bu saçma iddialardan nasibini

Mars’ta almıştır. Bir çok çevre Mars’ta daha önce

yaşam olduğunu, ya da çeşitli canlılar bulunduğu

türde iddialar ortaya atmıştır. Ancak bugün Bilim çevresi olarak biliyoruz ki, ne Mars’ta ne de başka bir

gökcisminde yaşam izine rastlanamamış. Ve bir çok konu varsayım olarak kalmıştır.

Mars’ın yüzey sıcaklığı -140C ile 20C arası değişir. Atmosferi ile %95 karbondioksit %2-3 azot ve %0,4 oksijenden

oluşur. Aynı zamanda argon, su buharı ve bazı nadir gazlarda barındırır. Son derece ince bir atmosfere sahiptir.

Güneş rüzgârları ve meteorlara karşı oldukça savunmasız olan Mars’ın geçmişe kıyasla daha yaşanabilir halde

olduğu düşünülmektedir. 26 Kasım 2011 tarihinde Mars Bilim Laboratuvarı isimli kaşif robotu Mars’ın Gale kraterine

6 Ağustos 2012 tarihinde iniş yaptı.

Page 5: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

5 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Curiosity’in amaçlarından bir tanesi de Mars’ta geçmişte yaşanabilir bir ortam olup olmadığını araştırmak. Kızıl

gezegen üzerinde bir çok araştırma yapan akıllı robot gezegenin sulu geçmişini bulmak için geçtiğimiz günlerde bir

kayayı döner ve darbeli matkabı ile deldi. Curiosity geçmişte Mars’ta mikrobik yaşam olduğunu doğruladı. Ancak

şuan için bir yaşam söz konusu değil. Curiosity görev süresi boyunca kızıl gezegen üzerinde yaşamın izle rini

arayacak…

Umuyoruz ki bir gün insanlık Mars’ta yaşamaya başlayacak, nasıl mı? Haziran 2012’de duyurulan Mars One Projesi

Mars yüzeyine kalıcı bir insan kolonisi kurmayı amaçlıyor. Projenin liderliğini ise Hollandalı girişimci Bas Lansdrop

yapıyor. Proje bir çok aşamadan meydana geliyor. Öncelikle 2016 yılına kadar Mars’a bir keşif aracı ve iletişim

uydusu, 2023 yılına kadar ise 4 astronot gönderilecektir. Eminim şuan bir çoğunuz neden kolonileşme için Mars’ın

seçildiğini soruyorsunuzdur. Cevaplayalım, Mars’ın seçilmesinde Dünya’ya benzerliği, yakınlığı gibi bir çok etken

bulunsa da en önemli etken enerjidir. Çünkü Koloniye yerleşecek Astronotların ihtiyacı olan en önemli şey budur.

Mars’ta bir enerji formu bulunuyor. Mars toprağının altında donmuş bir şekilde bulunan suyu içmek için arıtabiliriz.

Hidrojen ve Oksijeni ayrıştırarak roket yakıtı üretebilir ve böylece Mars’taki kolonimiz için enerji sağlayacak yakıt

hücreleri oluşturabiliriz.

Aynı zamanda Dünya Dışı Yaşam ile ilgili bir çok senaryo ve varsayımda mevcuttur. Bir gezegeni yaşanabilir hale

getirip Dünyalaştırma işlemine Terraforming diyoruz. 4 milyar yıldır hiç şikâyet etmeksizin bize ev sahipliği yapan

Dünya gün gelecek bizleri barındıramayacak. İçecek su, soluyacak temiz bir hava bulamayacağız. Bu şekilde

devam ettiğimiz sürece Dünya bizim için yaşanabilir olan tüm özelliklerini kaybedecek. Ve biz onu terk etmek

zorunda kalacağız.

Terraforming 1970’li yıllarda Venüs gezegeni için düşünülüyordu, ancak

onun fazla yoğun atmosferi bilim insanlarını vazgeçirdi. Ve artık

Terraforming için Kızıl gezegen Mars düşünülüyor. Şuanda Mars üzerinde

kolonileşme için adımlar atılmış olsa da Dünyalaştırma( Terraforming )

için henüz net bir adım atılmış değil ve sadece bir varsayımdan ibaret.

Mars, gerek mevsimleri gerekse günü ile Dünya’ya benzeyen yer benzeri

bir gezegendir. Bir mars günü 24 saat 39 dakika, 35 saniyedir. Kızıl

gezegeni Dünyalaştırma için her şeyden önce atmosferinin yaşama

uygun hale getirilmesi gerekiyor. Dünya’mızın atmosferi bizi Güneş’ten

Page 6: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

6 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

gelen zararlı ışınlara karşı korumaktadır. Ancak Mars’ın atmosferi Dünyadakine göre oldukça incedir. Dünya

atmosferinin %0,7’si kalınlığındadır. Önce hidrojen bombası yardımı ile Mars’ın kutupları patlatılır ve kutuplarda

buz halde bulunan suyun eritilmesi sağlanır. Daha sonra volkanik hareketler tetiklenerek ortaya çıkacak

Karbondioksit ile atmosfer süreci tetiklenir. Ve sera etkisi yaratılarak su artışı ve sıcaklıklarda yükselme

sağlanacaktır.

Daha sonra ki plan ise Bakteri türü canlılar başta olmak üzere çeşitli yaşam formlarının Mars’a gönderilip ilk

yaşamın başlatılmasıdır. Aradan geçecek 10-20 yıl boyunca Mars atmosferinde oldukça az bulunan Oksijen artış

gösterecek ve ilk hayvan türleri Mars’a gönderilecek. Daha sonra ise kolonileşme başlayacak. Yerçekiminin olmayışı

insanlar üzerinde ciddi sorunlar doğurabilir.

Mars’ta yer çekimi yaklaşık Dünya’dakinin üçte biridir. Bilim insanları Mars’ta ki yerçekimine insanların zamanla

alışabileceğini ve sürekli yaşam için uygun olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda bir diğer önemli etken ise

Magnetosferdir. Mars’ın magnetosferi oldukça incedir. Bu da Güneş’ten gelen zararlı ışınları ve radyasyonu direk

gezegene ulaştırır. Bu nedenle Mars yüzeyinde özel kıyafetlerin kullanımı zorunludur.

Birazda oluşabilecek sorunlardan bahsedelim. Terraforming çok ciddi bir sorun içeriyor. Yeni yaşam ortamında

canlıların mutasyona uğrama ihtimali vardır. Eğer böyle bir şey söz konusu olur ve oluşacak hastalık kolonicilere

bulaşır, onlarda bu hastalığı Dünya’ya getirirse sonumuz gerçekten felaket olur.

1986 yılında Jüpiter’e Galileo uzay aracını gönderdik.

Galileo’nun bizlere gönderdiği verilen incelendiğinde

Jüpiter’in 64 uydusundan birisi olan Europada su bulduk…

Ve bu keşif, Bilim dünyasını heyecanlandırdı. Yüzeyi

buzullarla kaplı uyduda buzulların altında sıvı bir su

kütlesi bulundu. Marmara Denizinin birkaç katı

büyüklüğünde sıvı su barındırıyor. Eminim şuan bir

çoğunuz Güneş ışığını neredeyse hiç almayan soğuk bir

uyduda nasıl olurda sıvı su bulunduğunu

soruyorsunuzdur. Bilim insanlarını en çok şaşırtanda bu

olmuştu. Cevaplayalım, Jüpiter Dünya’dan 300 kat daha

ağırdır. Yoğun gaz içeren gezegen, uydularını muazzam

bir gelgit gücü ile yoğurur ve bu uydular içerisinde kinetik

ısı oluşturur. Böylece Europa üzerinde sıvı su bulunur.

Europa’da yaşam var mıdır şuan için bilmiyoruz. Ancak geçtiğimiz günlerce Europa Report isimli bir Bilim -kurgu

filmi vizyona girdi… İzlemeyeniniz vardır, konusundan bahsetmeyeyim. Ancak oldukça başarılı buldum, tavsiye

ederim.

Dünyamızın dışında yaşanabilir bir başka gezegen var mıdır bilmiyoruz. Ya da yaşayanlar. Ancak Bilim insanları

bunu araştırmaya devam ediyor. Emin olduğumuz tek şey, ufo denen saçmalıkların var olmadığı… Şuan da

yaşayabildiğimiz tek gezegen Dünya… Ona çok iyi bakmalıyız…

Page 7: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

7 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

KÖZMİ K Mİ KRÖDALGA ARKAPLANİ

Kozmik mikrodalga arkaplanı evrenin her yerini kaplamış olan ve büyük patlamanın en büyük kanıtı sayılan

mikrodalga boyundaki ışınıma verilen addır.1964’te Bell Laboratuvarındaki iki radyo gökbilimcisi Arno Penzias ve

Robert Wilson tarafından keşfedilmiştir. Bu yazıda kozmik mikrodalganın keşfiyle ilgili teorik ve deneysel

keşiflerden kısaca bahsedeceğim.

Hubble Sayesinde Evren Hakkındaki Görüşlerimizin Değişmesi

Hubble evrenin genişlediğini kanıtlayarak insanlığın evrene bakış açısını değiştirmiştir.

Peki, bu nasıl oldu?

Konunun daha iyi anlaşılması için Hubble’dan önce galaksilerin yıldızlar arasındaki akkor

halinde bulunan gaz bulutları olarak düşünüldüklerini belirtmek gerekir. Hubble bunun

yanlış olduğunu ve bunların çok uzaklarda bulunan ve çok sayıda yıldızdan oluşan yıldız

toplulukları olduğunu gösterdi.

Akkor bulutsular olarak varsayılan bu sarmal cisimler ilk olarak 18.yy da keşfedilmişlerdi.

Ancak bu cisimler o dönemki astronomların ilgisini çekmemekteydi. O dönemde daha çok

kuyruklu yıldızlar ilgi çektiğinden bunlar bazen kuyruklu yıldızlarla karıştırılabiliyordu ve

gökbilimcilerin sinirlerini bozabiliyorlardı. Bunun önlenmesi amacıyla Charles Messier onları bugün hala kullanılan

Messier kataloğu olarak da bilinen katalogda topladı. Bunlardan biride M-31 yani kataloğun 31. Cismi olan

Andromeda idi.

K. Kıvanç Eren

Page 8: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

8 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Hubble bu M-31 katalog numaralı cismi incelemeye başladı ve onun akkor halinde bir bulut yerine yıldızlardan

oluşan bir cisim olduğunu keşfetti ve baktığında sanki bunlar Samanyoluna ait değilmiş gibi göründü. Fakat bunu

kanıtlaması gerekiyordu.

Ancak bunu kanıtlaması için onun uzaklığını ölçmesi gerekiyordu. O an imdadına Andromeda da bulduğu bir yıldız

türü yetişti. Sefeidler. Sefeid tipi yıldızlar periyodik olarak parlaklık değişimi gösteren yıldızlardır.1783 yılında John

Godricke Kral takımyıldızındaki Delta Cepheid’in periyodik olarak parlaklık değişimi yaşadığını gösterdi ve ilk

zonklayan yıldız gözlemlenmiş oldu. Daha sonraları ise bu yıldızlara ilk örneğinin adını taşıyan Sefeidler(Cepheid)

adı verildi. Normal bir yıldızda eğer çok uzaksa uzaklığını bulmak imkânsızken sefeidler de bu mümkündür.

Uzaktaki bir sefeidin parlaklığı periyoduna bağlı değişir ve bu bir grafikle ifade edilir. Periyodu bilinen sefeidin

mutlak parlaklığın grafikten çıkarılır ve gözlem sırasında yıldızın görünür parlaklığı da ölçülerek bir dizi işlem sonucu

onun uzaklığı ölçülmüş olur.

Hubble bulduğu sonuçla Andromeda’nın Samanyolunun dışında olan bir galaksi olduğu sonucuna vardı. Ve bu

gizemli akkor bulutlarının tam olarak ne oldukları anlaşılmış oldu. Samanyolu yalnız değildi.

Ama asıl büyük keşif hala gelmemişti. Hubble evrenin durağan olmadığını genişlediğini gösterecekti.

Evrenin Genişlemesi

Hubble’ın evrenin genişlemesi adına çalışmalarına Velmo Slipher’in gözlemleri kaynaklık etmiştir.1912 yılından beri

Slipher 15 tane galaksinin(o zamanlar galaksi olduğu bilinmiyordu ta ki Hubble bulana kadar) tayfsal incelemesini

yapmıştı. Bunlardan 13’ünün tayfı kırmızıya 2’si ise tayfın mor kısmına kayıyordu. Slipher bunu Doppler etkisiyle

açıkladı. Eğer bir cisim bizden uzaklaşıyorsa dalga boyu yay gibi uzar ve bu dalga boyunun uzaması bize kırmızıya

kayma olarak görünür. Tam tersi durumda ise dalga boyu kısalır yani tayfın mor kısmına kayma gözlemlenir.

O dönemde galaksilerin akkor bulutlar olduğu ve samanyolu içerisinde bulunduğu düşünüldüğünden pek

önemsenmedi. Ama artık bunların Samanyolundan tamamen bağımsız evrende geniş bir alanda yayıldığı

biliniyordu. Hubble bu bilgileri alıp asistanı Miltan Humanson’a götürdü ve ondan galaksilerin hızlarını ölçmesini

istedi. Humanson galaksilerin bizden on binlerce kilometre hızla uzaklaştığını buldu. Hubble ise hepsinin aynı

parlaklıkta olduğu ve soluk olanların parlak olanlardan uzak olduğu varsayımıyla onların uzaklıklarını ölçtü ve

hepsinin uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak uzaklaştığını keşfetti. Yani sonuç olarak evren genişliyordu.

Yukarıda Sefeidlerin periyotları ve parlaklıkları arasındaki grafik görülmektedir.

Page 9: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

9 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Bu genişleme senaryosunu geriye sararsak evrenin bir başlangıç noktası olmalıdır. Günümüzde buna Büyük

Patlama diyoruz. Büyük patlama 13,7 milyar yıl önce gerçekleşti ve evren o zamandan beri genişliyor ve hızlanarak

genişlemeye devam etmekte. Hubble bizim düşüncelerimizi kökten değiştirmiş, evrenin durağan olmadığını, aksine

gayet dinamik bir yapıda olduğunu göstermiş ve kozmoloji(evrenbilim) adıyla yeni bir dalın ortaya çıkmasındaki

başrol olmuştur.

Gamow’un Fikirleri

Hubble’ın keşfi bilim dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı fakat hala tam sindirilememişti. Pek çok bilim çevresi

Büyük Patlamayı kabul etse de kimse ilk anda neler olduğunu bilmiyordu.

George Gamow, Aleksandr Friedmann’ın öğrencisi olarak gökbilim eğitimi görmüş ayrıca E.Rutherford ve Niels

Bohr ile çalışmıştı. Gamow Büyük Patlama anında ne olduğunu merak ediyordu. Hem gökbilim bilgisi hem de

Rutherford ve Bohr ile çalışmalarından kazandıklarıyla Büyük Patlamanın ilk anını nükleer fiziği kullanarak

açıklamaya çalıştı. Gamow evrenin basit malzemelerden oluştuğunu ve diğer tüm elementlerin ise bu basit

malzemeden oluştuğunu öne sürdü. O dönemde işine yarayacak bilgiler de mevcuttu. Yani atomların proton,

nötron ve elektronlardan oluştuğu ve farklı elementlerin birleşerek daha farklı elementler oluşturabileceğini

biliniyordu. Gamow bunları kullanarak evrenin ilk anlarına gitti. Her şeyin hayatına proton, nötron ve elektrondan

oluşan bir karışımla başladığını düşündü. Bunlar birleşerek hafif elementleri onlarda birleşerek daha ağır

elementleri oluşturmalıydı. Gamow’a göre evren ilk dönemde çok sıcak olmalıydı çünkü yüksek sıcaklık yüksek hız

demektir ve bu yüksek hızla çarpışan tanecikler birleşerek elementleri oluşturabilirdi. Bu sıcaklığın milyarlarca

derece olması gerekiyordu. Yani ilk evren çok sıcak olmalıydı.

Gamow’un dikkatini ilkel evrende sadece madde parçacıklarının olmadığı çekti. Madde her sıcaklıkta ışınım yayar

bu sebeple bu madde parçacıkları ilkel evrende çok yüksek ışınım yayacaktı. Yani evren ışıl ışıl parlayan bir madde

çorbasıydı.

1946’da Gamow yardımcısı Alpher’e ilk dönemde üretilen atomların miktarını hesaplaması ve bunu dünyadakilerle

karşılaştırmasını istedi. Bu arada onlara Robert Herman da katıldı. Alpher ve Herman hesaplama yaparken bir

yandan Büyük Patlama anı hakkında fikir yürütmeye başladılar. Elektronlar fotonları soğurup yaydıkça ve madde

arasında sürekli enerji akışı olacaktı. Evren genişledikçe yayılan ışınım uzayacak, kırmızıya doğru kayacaktı. İkisi

Gamow’un fark edemediği bir şeyi fark ettiler. Evren de hala bu ışınım olmalıydı ve bu bulunursa Büyük Patlamanın

en büyük kanıtı olacaktı. Evren genişlemeye başladıkça bu ışınımdaki kırmızıya kayma miktarı artmalı ve dalga

boyu artınca soğumalıydı. Alpher ve Herman bu sıcaklığı -268 derece olarak ölçtü. Yani mutlak 0’ın 5 derece

üzerinde olmalıydı. İkisi birlikte bazı gökbilimcilere danıştılar ancak gökbilimciler onlara bu ışınımını ölçecek

teknolojinin günümüzde olmadığı söylendi (aslında vardı).Gamow’un tahminlerinin göz ardı edilmesinin asıl sebebi

Gamow’un evrendeki ağır elementleri ile ilgili teorisinin yanlışlığıydı. Gamow her şeyin Büyük Patlama esnasında

olduğunu söyleyerek çıkmaz bir yola girdi. Yapılan hesaplamalar hidrojen ve helyumun evrendeki oranını tam

olarak açıklasa da ağır elementlerde tam bir çıkmaza giriyordu. Fred Hoyle’un kanıtladığı gibi ağır elementler

yıldızlarda oluşuyordu.

Page 10: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

10 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Bob Dicke Ve Grubu Toplanıyor

George Gamow Büyük Patlamanın başlangıcına dair ilk tahminleri yapsa da ağır elementlerle ilgili düşünceleri onun

önüne büyük bir engel oluşturmuştu. Fakat 1960’larda Bob Dicke adlı bir fizikçi de Gamowla benzer sonuçlara

ulaştı. Ama tamamen farklı bir düşünceyle... Gamow elementleri oluştururken o parçalıyordu. Dicke evreni

sonsuzlukta bir şişip bir kasılan kalbe benzediğini düşünüyordu. Tüm galaksiler bizden uzaklaşıyordu çünkü evrenin

şiştiği bir evredeydik ama bu bir son bulacak ve evren tekrar çökecek ve sonra tekrar şişecekti. Dicke evrenin

çökmesini kütleçekimine bağladı. Ona göre genişleyen evren kütleçekimi ile yavaşlayacak ve çökmeye

başlayacaktı.

Artık evrende ağır elementlerin yıldızların derinliklerinde oluştuğu

biliniyordu. Dicke bunlara çökme esnasında ne olacağını sordu. Dicke bu

sorunun aşırı derecede yüksek ısıyla çözebileceğini fark etti. Yani evren

sıkışırken ısınmalı ve bu en azında 1 milyar derece olmalıydı. Sonuç

olarak evren sıcak aşamasında aşırı sıcak olmalıydı. Aslında Gamow da

bunu düşünmüştü.

Evren genişlediği esnada tam tersi evreler olacaktı. Dicke bu sıcaklıktaki

ışınımın genişleme sonucu dalga boyu uzayarak ve enerjisi azalarak

günümüze kadar gelmesini ve bunun tespit edilebileceğini düşündü.

Dicke arkadaşları David Wilkinson ve Peter Roll’u çağırarak bu ışınımın keşfedileceğini açıkladı. Ve birlikte bu ışınımı

aramaya koyuldular. Wilkinson ve Roll ışınımı arama işine koyulurken gruba Jim Peebles dahil oldu. Kendisi bir

kuantum fizikçisiydi ama bu iş daha fazla ilgisini çekmişti. Bob Dicke ondan büyük patlamadan gelen ışınımın

sıcaklığını ölçmesini istedi. O da evrenin mutlak sıfırın 10 derece kadar üzerinde olması gerektiğini buldu. Peebles

teorisini oluşturuken Wilkinson ve Roll evrendeki ışınımın ölçülebilmesi için bir teleskop yapmaya giriştiler bu bir

radyo teleskopuydu. Teleskobu yaparken bazı zorluklarla karşılaştılar çünkü evrendeki en soğuk şeyi ölçmeye

çalışıyorlardı. Bu sebeple çevredeki bütün ışınım kaynaklarını egale ederek bu soğuk şeyin diğer sinyallerle

karışmaması gerekiyordu. En sonunda tasarımlarını tamamladılar ve Princeton Jeoloji Binasındaki boş bir güvercin

kafesinin üzerine yerleştirdikleri bu teleskopla gözlemlerine başlamışlardı ki 45 dakika uzaklıkta iki gökbilimci keşfin

kıyısına gelmişlerdi.

Bu iki gökbilimci Arno Penzias ve Rober Wilson’du. Bell laboratuvarında çalışan otuzlu yaşlardaki bu iki gökbilimci

için önlerindeki yıl biraz zorlu ve kafa karıştırıcı olacaktı.

Wilson tezi için Samanyolu’nun mikrodalga boyundaki haritasını yapmıştı. Samanyolunu çevreleyen yıldız diskinin

radyo dalgası boyunda parlayan gaz halesi olduğundan şüpheleniyordu fakat bunun kanıtlayamamıştı çünkü

kullandığı yöntem yetersizdi. Ama Bell laboratuvarındaki 7 metrekarelik anten bu iş için ideal bir araçtı. Penziasta

Wilson’a katıldı ve 21 cm dalgaboyunda aramaya başladılar. Dalgaboyu 21 cm olmalıydı çünkü bunun bu dalga

boyunda yayımlanan nötr hidrojen gazından kaynaklandığını düşünüyorlardı.

Bu arada anten Telestar uydusu çalışanları tarafından 7,35 cm’lik dalgaboyunda ayarlanmış bir şekilde duruyordu.

Penzias ve Wilson 21 cm’lik bir alıcı tasarlamadan önce bu dalga boyunda nasıl çalıştığını gözlemlemek istediler. Bu

Page 11: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

11 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

dalga boyunda Samanyolu halesi ölçülemezdi çünkü 7,35 cm dalga boyunda Samanyolu parıldamıyordu. Yani

gökyüzünün sıcaklığını ölçmek isterseler sadece antenden gelen parazitler olacaktı ve bu değer yaklaşık olarak 0

derece olmalıydı. Ama ölçümleri aksine son derece farklı bir değer gösteriyordu bu değer gökyüzünün mutlak 0’ın

3,5 derece üstünde olması gerektiğini gösteriyordu. Ve hangi tarafa çevirirse çevirsinler değer sabit kalıyordu.

Önlerindeki bütün yıl bununla uğraştılar ikiside çok titizdi her ihtimali değerlendirdiler güvercin dışkısı da dahil. Bir

gün antene açılan kabinde bir çift güvercin gözlerine çarptı. Bu ölçümlerini açıklıyor olabilirdi çünkü etraftaki

herşey radyodalgaları üretebilirdi. Her şey hesaba katıldığında ellerindeki tek açıklama buydu. Bir türlü gitmeyen

güvercinleri en sonunda postayla Bell laboratuvarının 65 km ötesindeki başka bir yerleşkesine göndermişlerdi ama

iki gün sonra geri döndüler son çare olarak Wilson tüfeğine sarıldı ve onları bir daha geri gelmemek üzere yol ladı.

Ancak güvercinlerin ölümü boşunaydı çünkü o gizemli parazit bir türlü gitmiyordu. En sonunda başka birileriyle

görüşmeleri gerektiğini anladılar. Ve telefonla büyük patlamadan gelen ışınımı arayan Dicke’i aradılar. Telefon

görüşmesinden sonra Bell laboratuvarını ziyarete giderek Penzias ve Wilson’ın buldukları şey üzerine görüşme

yaptılar. Böylece evrenin başlangıcından gelen mesaj ilk kez tamamen şans eseri gözlemlenmiş oldu. Wilkinson ve

Roll’de çalışmalarını tamamladılar ve Bell’deki iki genç gökbilimcinin çalışmalarını onaylayan gözlemler yaptılar.

Bilim dünyasında ilerleyen dönemlerde de çeşitli gözlemler Penzias ve Wilson’ı doğrular nitelikteydi ki nitekim

keşfinden 14 yıl sonra iki gökbilimci 1978 Nobel Fizik ödülünü kazandılar.

Gözlem kolaylığından dolayı çok sayıda radyo gökbilimci bu alana yöneldi. Gözlemlenmesi kolaydı

çünkü kaliteli bir anteniniz varsa ve gerekli çevresel faktörlere karşı iyi önlemler alınmışsa

(çevredeki herşey radyo dalgası yaydığından gözlemsel verilerle karışabiliyor.)hemen gözleme

başlayabiliyordunuz. Ama çoğu zaman atmosferik koşullar sorun çıkarabiliyordu 1980lere

gelindiğinde bu yöntem yetersiz gelmeye başlamıştı. Artık uzaya çıkmak gerekiyordu.

Kozmik Arkaplan Yolculuğunda COBE

NASA’nın 1974 yılında verdiği fırsat İlanlarına gelen 3 proje vardı ve bunlar evrenin geçmişinden gelen mesajı

ölçmek üzere tasarlanmıştı. Bunların ilki John Mather adlı genç bir fizikçiydi. John Mather ekibinde tanıdık bir isim

Bob Dicke ile çalışmış olan Dave Wilkinson da yer alıyordu. Mather’ın ekibi Dünya yörüngesinde 4 bağımsız deney

yürütebilecek bir uydu üzerine çalıştı. Planlanan deneylerden biride Büyük Patlamadan gelen ışınımın en duyarlı

ölçümünü yapmayı planlıyordu. Diğeri tüm gökyüzünü mikrodalga boyunda tarayacak ve eşitlik ölçümü yaparak bu

ışınımın evrende homojen olup olmadığını ölçecekti. NASA’ya projelerini gönderdiler. NASA bu tür bir görevin

kendileri için uygun olduğunu düşünmüştü ancak Mather’ın projesine karşılık 2 proje daha vardı. NASA dâhice bir

çözümle bu üç projeden birleşik bir grup oluşturdu ve COBE için çalışmalara başlanmıştı. COBE (Kozmik Mikrodalga

Ardalan Kâşifi)’de üç deney yürütülecekti. Bu deneyler;

1. Uzak Kızılötesi Kesin Spektrofotometresi(FIRAS) ile Kozmik Mikrodalganın tayfının kara cisim benzeri cisim

olup olmadığını araştırmak.

2. Geniş Kızılötesi Ardalan Deneyi(DIRBE)’de Büyük Patlama sonrasında soğuyan gazın oluşan ilk galaksilerin

kızılötesi ışınımını arayacaktı.

3. Ayrışımcı Mikrodalga Radyometresi(DMR) ise mikrodalganın eşitsizlik durumunu araştıracaktı.

Page 12: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

12 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

NASA 1976 yılında Goddard Uçuş Merkezinin ana merkez olarak belirlenmesine ve 1989’da COBE’nin fırlatılmasını

kararlaştırdı. COBE ekibi Goddard uçuş merkezinde çalışmalara başlamıştı fakat şansızlıklar yüzünden COBE

projesinde ekibin bayağı ter dökmesine sebep oldu. Onlar COBE’yi Delta roketiyle uzaya göndermeyi

düşündüklerinden tasarımlarını ona göre ayarlamışlardı. Ancak NASA 1980’lerde mekik kullanımını

benimsediğinden mekikle fırlatılması konusunda diretti. Bu sebeple roket uçuşlarına uyarlanmış COBE mekik

uçuşlarına uygun olacak şekilde yeniden yapılandırılmaya başlandı. Aslında mekik uçuşu COBE’yi başarısızlığa

uğratmak adına daha riskliydi çünkü kargo bölmesindeki gazlar uyduya bulaşabilir bu ise COBE’nin gördüklerinde

fazladan ışınım tespit etmesine neden olarak yanlış sonuçlara yol açabilirdi.

Ancak NASA’nın Gökbilimsel Kızılötesi Uydusu IRAS başarıyla uzaya çıkarılınca kuşkular giderildi. IRAS duyarlılığı

arttırmak adına sıvı Helyum ile doluydu ve COBE’de bunu kullanacaktı ve görevin başarılı olması ekibe umut

verdi.1986da COBE büyük ölçüde tamamlanmıştı. Ancak 28 Ocak’ta üzücü bir olay meydana geldi

Uzaya 7 astronotla birlikte ilerlerken Challenger uzay aracı patlayarak bu astronotların ölümüne sebep oldu. Bunun

üzerine NASA uzay projelerini belirsiz bir tarihe kadar askıya aldı. Dolayısıyla COBE projesi de askıya alınmıştı. Ama

ekibin umudu kesilmemişti.

ABD hükümeti NASA’nın hala uydu fırlatabilecek yeterlilikte olduğunu göstermek amacıyla çalışmaların devam

ettirilmesi kararını aldı. Bu projelerden hangilerine öncelik tanınacaktı? Bu kadar şansızlıktan sonra NASA çalışmaya

değer projelerden biri olarak COBE’yi gördü. Ancak mekik faciasından sonra COBE’nin mekikle fırlatılamayacağı

açıktı. Yani tekrar Delta roketine dönülecelti. Başta yapılması gerekene tekrar dönüldü. Ve tüm aksiliklere rağmen

COBE 1989’da fırlatıldı ve bize o güne kadar ki evrenin en detaylı fotoğrafını verdi.

COBE evrenin başlangıcından 380.000 yıl sonraki görüntülerini bize ulaştırdı ve Büyük Patlamanın elde edili r en

etkin kanıtı oldu. COBE kozmik mikrodalganın her yerde eşit olmadığını ve ufak sıcaklık dalgalanmalarını bize

gösterdi. Bu sıcaklık farklılıkları o kadar küçüktü ki derecenin 100.000 de 1’i kadar farklılıklar vardı. Bu çok küçük

bir sıcaklık fark olsa da ilkel evrendeki madde topaklanmalarını gösteriyordu. Bazı kısımlarda madde brikmiş ve

günümüzdeki yıldızların, galaksilerin oluşmasını sağladığı anlaşıldı ve evrene bakışımızda yeni bir milat oldu.

Yandaki şekilde COBE’nin bulguları yer alıyor. Bu COBE haritasında farklı

renkler evrendeki çok küçük derece farklılıklarına yol açıyor. Bu sıcaklık

farklılıkları ışınımın bir kısmının maddeyle etkileşime girerek madde

tarafından emilmesi sebebiyle oluşuyor. Bu madde ise daha sonra yıldızlar,

galaksiler ve kozmik cisimleri oluşturmak için yoğunlaşıyor. Ama COBE

bilimcileri haritada görülen madde miktarının 13,7 milyar yılda

topaklanamayacağını bu oluşumların 13,7 milyar yılda oluşabilmesi için

daha fazla madde miktarının olması gerektiğini buldular. Bu ise karanlık

madde fikrini akıllara getiriyor hatta bu sırrın açıklanabilmesi için en güçlü kanıt haline getiriyor.

COBE evrenin bebeklik dönemindeki zamanlara ait güzel bir fikir sunsa da çok kaliteli veriler elde edememiştir.

Çünkü bu fotoğrafta evrenin kendisi dışında COBE’nin alıcılarında hareket eden elektronların sinyalleri karışmıştı.

Page 13: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

13 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Yani bu aslında evrenin kendisi ile alıcılardaki elektronların bir karışımıydı. Bu evrenin ilk anlarına bakılmasına

olanak verse de ayrıntıların tam olarak gözükmesine engel oluyordu. Yeni bir görev gerekiyordu.

WMAP

COBE’den sonra yeni bir uzay programının gerekliliği herkes tarafından

kabul edilmişti. Çünkü COBE evrenin bebeklik döneminin şimdiye kadarki

en ayrıntılı fotoğrafını çekmiş olsa da daha ayrıntılı bir fotoğrafa ihtiyaç

vardı. Bunun içinde yeni bir uzay görevi inşa edilmeliydi.

İlk başlarda farklı grupların farklı fikirleri vardı. Bunlardan biride kozmik

mikrodalga arkaplanını görenlerden Dave Wilkinson ve arkadaşı Princeton

Üniversitesinde Lyman Page vardı. İlk önce bir grupla iletişime

geçmelerine rağmen anlaşamadılar. Daha sonra NASA’nın Goddard Uçuş

Merkezinden Chuck Bennet ve ekibini ziyaret ettiler. Görüşmeler

olumluydu ve Chuck Bennet’da projenin yürütücüsü olacaktı. İlk

dönemlerde COBE’nin başı John Mather’da takımdaydı ama Nasa onu

James Webb Uzay Teleskobunun inşası ve fırlatılmasında görevlendirildi. NASA 1995 yılında bir fırsat duyurusu

yaptı. Projelerinin adı MAP’ti… MAP yani Mikrodalga Anizotropi Uzay Roketi. MAP’te daha önce COBE’de kullanıldığı

üzere anten çiftleri bulunduracaktı. Bunlar iki farklı yönde çalışarak evrenin ateşini ölçeceklerdi. Ve beş farklı dalga

boyunda çalışacaklardı. Bu proje COBE’ye oranla daha kesin ve canlı bir fotoğraf oluşturması için tasarlandı. Öyle ki

tüm gökyüzünü tarayacak ve maksimum 0,2 derecelik detaylar ile COBE’den tam 15 kat daha ayrıntılı fotoğraf

çekecekti. Aralık 1995’te proje NASA’ya sunuldu. Nisan 1996 yılında ise Nasa projeyi onaylamıştı. MAP uzaya

gidecekti.

Takım çalışmaya başladıktan sonra 2002 yılında Dave Wilkinson’un ölüm haberi geldi. Kendisi kozmik mikrodalga

yolculuğunda ilk mücadeleyi başlatmış ve en baştan beri evrenin ateşini ölçme arayışımızda dolaylı da olsa

kaybolmayan isimlerden biridir. Princeton’da Dicke, Roll ve Peblees ile başladığı kozmik mikrodalga yolculuğunda

çöllerden, soğuk dağ tepelerine kadar evrenin ateşini daha ayrıntılı ölçmek için koşuşturmuş ve NASA projelerinde

de hep yardımcı olarak var olmuştur. Ekip bu sebeple NASA’ya projenin adında değişiklik yaparak projeye

Wilkinson ’ın adının verilmesini sağladı. Ve MAP yeni adıyla WMAP oldu yani Wilkinson Mikrodalga Anizotropi Uzay

Roketi.

WMAP Bulguları

WMAP evrenbilimciler için önemli bir soruya cevap oluşturabilecek

ipuçları buldu. Evrenin ilk zamanlarında oluşmuş olabilecek olan

temasta bulunamayan bölgelerin nasıl olup ta aynı sıcaklıkta olduğu

sorunu mevcuttu. Çünkü Büyük Patlamaya göre evren birden

genişlemeye başlayınca her şey birbirinden uzaklaşacağı için evrenin

uzak kısımları birbirleriyle aynı ısıda olamayacaklardı. Ama WMAP

bulguları evrenin neredeyse her yerinin aynı sıcaklıkta olduğunu

Page 14: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

14 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

gösteriyor. Bu ise şişen evren kuramının varlığını güçlendiren bir bulgudur. Şişen evrene göre evren önce bir şişme

evresi geçirmiş ve herşey birbiriyle temas ederek sıcaklığın her yerde yaklaşık olarak aynı olmasını sağlamıştır.

Ayrıca WMAP varlığı büyük sorun olan karanlık madde ve karanlık enerji ile ilgili ölçümler yapmıştır. WMAP

evrendeki maddenin sadece %4’ünün gördüğümüz madde olduğunu,%23’ünün karanlık madde geri kalan %73’lük

kısmın ise karanlık enerji olması gerektiğini hesapladı. Evrenin nasıl bir sonun beklediğini açıklayacak olan karanlık

enerji evren için büyük bir önem taşır.

Evrenin hep genişlemesi veya bir gün büzülerek küçülmesi kritik yoğunluk adı verilen madde yoğunluğuna bağlıdır.

Bu maddeye dair ölçümler evrenimizin geleceği hakkındaki öngörülerimiz açısından önemlidir. Ayrıca bu ölçümler

yine şişme kuramının öngördüğü değerlerdir ve bir kez daha şişme kuramını destekler.

WMAP evrenin genişlemesini de ölçerek Hubble’ın keşfini daha da ileri götürerek büyük bir kesinlikte ölçtü. Bir

zamanlar kırmızıya kayma faktörünün yaklaşık 1000 olduğu söyleniyordu. Bu WMAP ile %1lik hatayla 1089

olduğunu ölçtü. Kırmızıya kayma faktörü önemlidir çünkü bize evrenin evrimindeki tarihsel ayrımları daha ayrıntılı

bilmemizi sağlar. Kırmızıya kayma faktörü 0 olması günümüz zamanını 1089 olması ise evrenin 380.000 yıl

yaşındaki bebeklik dönemini belirtir. Böylece WMAP gözlerinin gökyüzüne çevirdiğinde evrendeki madde

topaklanmalarının evren doğduktan 380.000 yıl sonra oluştuğunu %1’lik kesinlikle ölçmüş oldu.

Evrenin yaşı kesin olarak bilinemiyordu.9-15 milyar yıl aralığı öngörülüyordu. Ancak WMAP bu sorunu da çözdü ve

yine %1’lik hata payıyla evrenin yaşını 13,7 milyar yıl olarak ölçtü.

Planck Dönemi

Günümüzde ise ESA tarafından gönderilen Planck

Uydusu görev yapıyor. Evrenin nasıl başladığına dair

görüşümüzü daha da keskinleştirmek amacıyla Dünya

yörüngesinde L2 adı verilen yörüngede dolanmaktadır.

Ayrıca amaçları arasında galaksi kümelerine ait bir

katalog oluşturma, yerçekimsel mercek etkisini ölçme,

aktif galaksi çekirdeklerinin ayrıntılı gözlemi, yıldızlar

arası ortamdaki çeşitli olaylar ve gezegenler asteroitle,

kuyruklu yıldızlar ile Zodyak ışığı gibi Güneş Sistemi

bölgesindeki olayları da incelemede vardır. Planck diğer uydulardan daha da ayrıntılı bir şekilde ölçümler yaptı.

Evrenin genişleme hızını 67,3 (+/- 1,2) kilometre/ saniye / megaparsek olarak ölçtü.(Bu tahminlerden daha küçük

bir değerdir.)Evrenin yaşını da daha da yüksek hassasiyetle(WMAP %1 hata ile ölçmüştü.) 13.81 milyar yıl olarak

belirledi. Bu değer WMAP ile tahmin edilenden daha yaşlı olduğunu ortaya koydu. Kozmik mikrodalganın şu ana

kadarki en ayrıntılı ölçümlerini yaptı.

Page 15: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

15 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

KÖZMİ K MAKİ NE; EVREN İ

Karmaşık bir makine gördüğümüzde onun nasıl çalıştığını ve neden karmaşık yapıldığını merak ederiz. Eğer

gerçekten merak etmişsek, nasıl çalıştığını anlamak için parçalarını tek tek inceler, ne işe yaradıklarını sorar ve

bunlara bir cevap ararız. Makine ne kadar karmaşıksa, çalışma prensibini anlamamız o kadar uzun sürecektir.

Bizler ''Evren'' adlı kozmik bir makinenin, çok küçük bir bölümünde yaşıyoruz. Ve yüzyıllardır, hatta binyıllardır

insanoğlu bu karmaşık makinenin nasıl çalıştığını hep merak etmiş ve cevaplar aramıştır. Yaşadığımız yüzyıla kadar

pek çok muhteşem teori ve LHC (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) gibi birçok modern deneysel imkân sayesinde bu

karmaşık makinenin çalışma prensibi hakkında biraz olsun ipucu elde edebildik. Fakat hala, henüz bu kocaman

makineyi tamamıyla anlayabilmiş değiliz. Bu yazıda, bu makinenin çok ama çok küçük ''parçacıklarını’’ inceleyeceğiz

ve evrenin ‘’temellerine’’ bir göz atacağız.

Fakat tüm bunlardan önce değinmek istediğim bir konu var. Konumuz evren gibi çok büyük bir olguysa, haliyle çok

büyük ve çok küçük (atomlar ve atomaltı boyutlar için) rakamlar kullanmak zorunda kalıyoruz. Akılda kalıcı olması

açısından önce bu rakamların büyüklüğünü ve küçüklüğünü kavramak gerek. Çünkü bu yazıda sık sık çok büyük ve

çok küçük rakamlarla karşılaşacağız.

Evren o kadar büyük ve küçük olguları içerir ki, inanılmaz uzunlukta sayıları, sıfırları art arda getirmemiz

gerekebilir. Örneğin ortalama bir gökadada 100.000.000.000 sayısında yıldız varsa ve eğer evrende gökadaların

sayısını 100.000.000.000 olarak kabul edersek, evrendeki yıldızların tamamını hesaplamak için yukarıdaki iki sayıyı

çarpmamız gerekecektir. Sonuç; 10.000.000.000.000.000.000.000 olacaktır. Fakat tabii ki bu iki sayıyı bu şekilde

uzunca yazmak ve çarpmak uzun zaman alır. Pratik insanlar olan bilim adamları ve matematikçiler de işte bu

sorunu çözmek adına harika bir sistem geliştirmişlerdir. Buna üstel gösterim denir. Önce 10 sayısı sonra bunun

sağına ve üstüne birden sonra kaç sıfır geldiğini belirten küçük bir sayı yazılır:

10^6: 1.000.000

10^9: 1.000.000.000

10^12: 1.000.000.000.000 gibi...

Sağladığı kesinliğin yanı sıra üstel gösterimin harika bir yararı daha vardır: Herhangi iki sayıyı, sadece üsleri

toplayarak çarpabiliriz. Böylece 1000 x 1.000.000.000 işlemini, 10^3 x 10^9 = 10^12 olarak da ifade edebiliriz. Az

önce evrendeki yıldızları hesaplamaya çalıştığımız işlemi üslü bir şekilde yapmaya çalışalım. Ortalama bir gökadada

10^11 sayısında yıldız varsa ve eğer evrende gökadaların sayısını 10^11 olarak kabul edersek, evrendeki

yıldızların tamamını hesaplamak için yukarıdaki iki sayıyı çarpmamız gerekecektir. Sonuç; 10^22 olacaktır.

Görüldüğü üzere üstel gösterim bize büyük sayılarla uğraşmak için büyük kolaylık sağlar. Örneğin, bir çay kaşığı

topraktaki mikropların sayısı kabaca 10^8, dünyanın bütün kumsallarındaki kum taneciklerinin sayısı tahminen

10^20, Dünya'daki canlıların sayısı 10^29, Dünya'daki tüm canlıların atom sayısı 10^41, Güneş'teki atom

çekirdeklerinin sayısı 10^57 ya da evrendeki temel parçacıkların (elektron, proton, nötronlar) sayısı 10^80 gibi.

Fakat bu demek değildir ki, bir milyar ya da bir kentilyon nesneyi zihnimizde canlandırabiliriz ; bunu kimse

Kemal Cihat Toprakçı

Page 16: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

16 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

yapamaz. Ama üstel gösterim yöntemiyle bu sayıları düşünebilir ve onlarla hesap yapabiliriz. Bu da, işe sıfırdan

başlayan ve çevresindekileri ancak parmak hesabıyla sayabilen kendi kendini yetiştirmiş insanoğlu için

azımsanacak bir şey değildir.

Sayıların büyüklüğünü biraz olsun zihnimizde canlandırabilmek için örneğin X sayısını, (her saniye bir sayı saymak

şartıyla) ne kadar zamanda sayabileceğimizi gösteren bir tablo veriyorum.

Daha büyük sayılar da şöyle: sekstilyon (10^21), septilyon (10^24), oktilyon (10^27), nönilyon (10^30), desilyon

(10^33).

Çok küçük sayılara ise yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğiz.

Evren Makinesinin En Küçük Parçaları: -Atomlar ve Atomaltı Temel Parçacıklar

Bundan çok zaman önce eski Yunanlılar, evrendeki her şeyin atom dedikleri, küçük, ''bölünemez'' bileşenlerden

yapıldığını varsaymışlardı. ''Atom'' ismi tuttu, ama tarih bunun yanlış bir isimlendirme olduğunu gösterdi. (Atom

sözcüğü Yunancada ''Atomos'' sözcüğünden gelir ve ''gözle görülemez'' anlamına gelmektedir) Öyle ki atomlar tabii

ki ''bölünebiliyordu.'' 1930'ların başında J. J. Thomson, Ernest Rutherford, Niels Bohr ve James Chadwick'in

ortaklaşa çalışmalarıyla birlikte, hepimizin aşina olduğu Güneş sistemine benzer bir atom modeli geliştirildi. Bu

modele göre, atomun merkezinde bir çekirdek bulunmaktadır. Atomun çekirdeği ise, elektriksel yükü + olan proton

ve elektriksel yükü 0 olan nötrondan oluşmaktadır. (Proton ve nötrondan oluşan atom çekirdeğinin etrafında ise,

belirli yörüngelerde dolanan elektronlar bulunur.) Yani basitçe bir atom proton, nötron ve elektronlardan oluşur.

Tablo 1: Sıfırdan başlayarak x sayısına kadar saymak için gereken zaman tablosu.

Page 17: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

17 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

-Atomların Boyutu, Yoğunluğu ve Boşluğu:

Atomların çok küçük olduğunu hepimiz biliriz, elbette okulda derslerden ya da bir yerlerden mutlaka duymuşuzdur.

Evet, atomlar gerçekten çok küçüktür ama acaba ''ne kadar'' küçüktürler?

Bir atomun çapı ''25 pm'' ile ''260 pm'' arasında değişmektedir. Buradaki ''pm''nin

anlamı ''pikometre''dir. Pikometre, metrik sistemde, metrenin terametre'de (Diğer bir

deyişle milyon kere milyonda) biridir. Bilimsel olarak ''1×10^-12 m'' ile gösterilir.

Ayrıca bir elektronun çapı bir fm'dir. (fm, femtometre anlamına gelmektedir. Ve

10^−15 ya da 0,000000000000001 şeklinde gösterilir.) Bir protonun çapı ise 1,6 ila

1,7 femtometre arasında değişmektedir.

Bu sayıların ne kadar küçük olduğunu anlayabilmek için şöyle bir kıyaslama yapalım.

Örneğin sarı ışığın dalga boyu yarım mikrometredir, (0,5 µm) bir iğne başında 1

mikrometre (1 µm) çapında toz zerrecikleri bulunur.

İnsan gözü ise milimetrenin onda biri (10^-4 m) kadar bir böceği ancak görebilir. Şimdi aşağıdaki tabloya bakıp,

bu boyutlarla atomun, elektronun veya protonların boyutlarını kıyaslamayı deneyebilirsiniz.

Şekil 1: + yüklü proton, nötr yüklü nötronlardan ve çekirdeğin etrafında - yüklü

elektronlardan oluşan klasik atom modeli. Çizim açısından bu gibi şekiller

kolaylık sağlasa da, aslında yanlıştır. İlerleyen bölümlerde değineceğiz

Şekil 2: Bir He atomunun yarıçapı

31 pikometre'dir.

Page 18: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

18 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Yine de tüm bu kıyaslamalar ve matematiksel ifadeler akılda kalıcı olamayabiliyor. Görsel örnekler ve benzetmeler

her zaman işe yarar ve akılda kalıcı olur.

Bu boyutları anlamak için önce büyükçe bir portakal alalım. Portakalın içindeki her bir atomu bir erik boyutuna

şişirdiğimizi düşünelim. İşte o zaman portakalımızın Dünya kadar büyüdüğünü görürdük! Ayrıca bildiğimiz üzere

atomun proton ve nötrondan oluşan bir çekirdeği vardır. Atom bu denli küçükse, acaba atomun çekirdeği ne kadar

küçüktür? Bir atomu bir erik boyutuna kadar şişirdiğimizi düşünelim ve atomun çekirdeğini arayalım. Fakat ne yazık

ki atomu erik boyutuna şişirmiş olsak bile atomun çekirdeğini (çok küçük olduğundan) göremezdik. Erik boyutuna

şişirdiğimiz atomu 2 katlı bir ev boyutuna kadar daha şişirelim ve atomun çekirdeğini tekrar aramak üzere eriğin

içine girelim. Ne yazık ki bu boyutlarda bile atomun çekirdeğini göremezdik. Atomun çekirdeğini görebilmek için

eriğimizi futbol sahası kadar şişirdiğimizi ve yeniden eriğin içine çekirdeği aramak üzere girdiğimizi düşünün. İşte o

zaman atomun çekirdeğini merkezde küçük bir misket boyutunda görürdük! Bir atom bu kadar küçük olduğuna

göre, proton veya nötronların boyutunu bir düşünün...

Tablo 2: Uluslararası Ölçüm Sistemi'ne göre metrenin katları

Page 19: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

19 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Yazının başında belirttiğimiz üzere atomun çekirdeğinin etrafında dönen eksi yüklü elektronlar bulunur. Okulda

kitaplarda gördüğümüz çizimlere göre, çekirdek etrafında dönen elektronlar vardır. Buraya kadar doğru fakat

kitaplardaki bu çizimlerde çekirdeğin büyüklüğüyle, elektronların çekirdeğe olan uzaklığı orantılı değildir. Bu tü r

çizimlerde, çekirdeğin bu boyutuna göre elektronlar çok daha uzakta olmalıdır. (Şekil 3) Çünkü gerçekte atom

çekirdeği ile elektronlar arasında devasa bir boşluk bulunur. (Teknik olarak elektromanyetik alanlar bulunmaktadır.

Ancak madde konusunda, boşluktur.

Örneğin yine bir atomu küçük bir erik boyutuna (bilyede diyebilirsiniz)

şişirdiğimizi düşünürsek, elektronlar kilometrelerce uzakta olmalıdır. Yani aslında

bunun anlamı, evrendeki her madde neredeyse boşluktan oluşur. Öyle ki, bir

atomun %99,9999999999999'u boşluktan oluşur. Yani siz, ben, dünyadaki

herkes ve evrende gördüğümüz her şey %99,9999999999999 oranında

boşluktan meydana gelir. Brian Cox'un deyimiyle, çok pahalı; yaklaşık 2,5 milyon

poundluk bir elmas aldığınızda, temel olarak aslında 2,5 milyon poundluk boşluk

satın almış oluyorsunuz. Bir başka deyişle, dünyada ki bütün insanların

atomlarını toplar, içlerindeki %99,9999999999999'luk boşluğu sıksaydık, bütün

insanlar çapı 5 santim olan bir taşın içerisine sığarlardı! Görüldüğü üzere bir

atom devasa oranda boşluk içerir ve çok çok küçüktür.

Peki, bir atomun yoğunluğu ne kadardır? Bir atomun kütlesinin büyük çoğunluğunu atom çekirdeği oluşturur, o

zaman bir atom çekirdeğinin ne kadar yoğun olduğuna bir bakalım. Atom çekirdeğinin yoğunluğu tam olarak

4x10^17kg/m^3'tür. Daha basit bir dil kullanalım; Atom çekirdeğinin yoğunluğu, 2,5x10^16LB/FT^3'tür. Tamam,

bunu da anlamak çok zordur. O zaman bir atomu 30x30x30 boyutlarında bir kutu olarak düşünelim. Atom

çekirdeğinin yoğunluğunu bu boyuta orantılamak için kutunun içine tam 6,2 milyar tane 1.800 kg ağırlığında araba

koymamız gerekirdi. Yani dünyadaki tüm arabaları toplayıp bu kutuya koysaydık, ancak bir atom çekirdeğinin

yoğunluğuna eşit olabilirdi.

Kuarklar - Müonlar - Nötrinolar:

1968'de Stanford Doğrusal Hızlandırıcı Merkezi'ndeki araştırmacılar, teknolojinin artan kapasitesinden yararlanarak,

maddenin mikroskobik derinliklerini araştırırken, protonlar ve nötronların da temel bileşenler olmadığını gördüler.

Araştırmalara göre proton ve nötronlar kuarklardan oluşuyordu.

Kuark parçacıklarının varlığını iddia eden ilk kuramsal fizikçi Murray Gell-Man'dır. 1968'e kadar kuarkların varlığı

hakkında çok az fiziksel kanıt vardı. Fakat daha sonra parçacık hızlandırıcıları laboratuvarları ve deneyler sayesinde

kuarkların varlığı kanıtlanmış oldu. Kuarklara neden ''Kuark'' adı verildiğini kimse bilmiyor. Bazı kaynaklarda

''Kuark''; Gell-Mann'ın rüyasında duyduğu parçacıklar hakkında bir şiirin baş harfleridir. Diğer çoğu kaynağa göre

ise, Murray Gell-Man, Kuark ismini James Joyce'un ''Finnegan's Wake'' adlı mizahi romanından almıştır.

Kuarklar hakkında deneyleri gerçekleştirenler, kuarkların da iki çeşit olduğunu gördüler. Bunlara yukarı kuarklar ve

aşağı kuarklar denildi. Deneylere göre örneğin bir proton, iki yukarı kuark ve bir aşağı kuarktan oluşmaktadır. Bir

Şekil 3: Kolaylık açısından kitaplarda çizilen atom şekli bunun gibi olsa da, aslında yanlıştır. Gerçekte çekirdek ve elektronlar bu kadar

yakında olamazlar.

Page 20: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

20 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

nötronsa, iki aşağı kuark ve bir yukarı kuarktan oluşur. Yani maddelerin dünyasında ve yukarıda göklerde

gördüğünüz her şey, elektron, yukarı kuark ve aşağı kuark kombinasyonlarından oluşur. Bu üç parçacığın daha

küçük bir şeylerden yapıldığını gösteren deneysel bir kanıt yoktur. Fakat birçok kanıt, evrenin parçacık türü başka

bileşenleri olduğunu göstermektedir. 1930'ların sonunda, kozmik ışınlar (dış uzaydan Dünya'ya yağan parçacık

yağmurları) üzerine çalışmakta olan fizikçiler, müon denilen başka bir parçacık keşfetti. Kozmik düzende müonun

varlığını gerektiren hiçbir şey, çözülmemiş bir bilmece, hazır edilmiş bir yer olmadığından, Nobel Ödüllü parçacık

fizikçisi Isidor Isaac Rabi müonun keşfini hiç de şevkli olmayan ''Bunu da kim sipariş etti?'' sözleriyle karşılamıştı.

Ama ne yaparsınız, vardı işte. Arkası da gelecekti.

1950'lerin ortalarında Frederick Reines ve Clyde Cowan nötrino denilen dördüncü bir tür temel parçacığın varlığına

dair kesin kanıtlar buldular. 1930'ların başında Wolfgang Pauli tarafından varlığı tahmin edilen bir parçacıktı bu.

Nötrinolar, ışık hızına yakın hızlarda ve elektriksel yükleri neredeyse sıfır olan tuhaf parçacıklardır. Nötrinoların

elektriksel yükleri sıfıra yakın olduğundan, bu parçacıklar elektromanyetik alanlarla neredeyse hiç etkileşimde

bulunmazlar. Bu yüzden, elektromanyetik alanlardan ve maddelerin içlerinden kolayca geçebilirler. Bu özellikleri

nötrinoları oldukça tuhaf ve algılanması zor bir hale getirir.

Uzayan Parçacık Listesi - 12 Temel Parçacık:

Daha da güçlü bir teknoloji kullanan fizikçiler, madde parçacıklarını giderek artan bir enerjiyle çarpıştırmayı, Büyük

Patlama'dan bu yana hiç görülmemiş koşulları bir anlığına yaratmayı sürdürdü. Enkazın içinde, giderek artan

parçacık listesine ekleyecek yeni temel parçacıklar arıyorlardı. İşte şunları buldular:

Dört kuark daha; Çekici Kuark, Tuhaf Kuark, Alt Kuark, Üst Kuark.

Elektronun tau denilen daha ağır bir kuzeni.

Nötrinoya benzer özellikler gösteren başka iki parçacık daha; ‘’Muon Nötrino’’ ve ‘’Tau Nötrino’’

Uzayan parçacık listesiyle birlikte evrende şu ana kadar keşfedilmiş 12 Temel Parçacık bulunduğu anlaşıldı. Madde

parçacıkları genellikle aile denilen üç gruba ayrılmaktadır. Her aile iki kuark, bir elektron, elektronun kuzenlerinden

birini ve nötrino türlerinden birini içerir. Bu üç ailede, benzer tipte parçacıklar benzer özellikler gösterirler, kütleleri

dışında. Kütlelerinin büyüklüğü aile sıralamasına göre artar.

Tablo 3: Üç temel parçacık ailesi ve bu parçacıkların kütleleri

Page 21: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

21 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Karşı Parçacık (Anti-Madde):

Yukarıdaki paragraflarda adı geçen parçacıkların her birinin bir karşı parçacık partneri vardır; benzer kütleye sahip,

fakat elektrik yükü gibi başka bazı bakımlardan karşıt olan bir parçacık. Örneğin elektronun karşı parçacığına

pozitron denir; elektronla aynı kütleye sahiptir, ama elektronun elektrik yükü -1'ken pozitronun elektrik yükü

+1'dir. Temasa geçtiklerinde madde ve karşı madde birbirlerini ortadan kaldırıp saf enerji ortaya çıkarabilirler.

Etrafımızdaki dünyada doğal olarak mevcut son derece küçük miktarda karşı madde bulunmasının sebebi budur.

Netice itibarıyla fizikçiler bugün maddenin yapısını, metrenin milyarda birinin milyarda biri ölçeğinde araştırmışlar

ve bugüne kadar karşılaşılan her şeyin (İster doğal olarak mevcut olsun, ister devasa atom çarpıştırıcılarda yapay

olarak üretilmiş olsun) bu üç ailede yer alan parçacıkların ve onların karşı madde partnerlerinin bir

kombinasyonundan oluştuğunu göstermiştir.

Tablo 4: Temel taneciklerin Standart Modeli. Tabloda adı geçen birçok terimden, -foton, gluon vb.- henüz bahsetmediğimiz için, yazının

sonunda bu tabloya dönüp tekrar bakmanızda fayda vardır

Page 22: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

22 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Higgs Parçacıkları:

Parçacık fiziğinde Higgs Bozonu ya da Higgs

Parçacıkları büyük önem taşımaktadır. Çünkü Higgs

Parçacıkları olmadan, temel denklemler eksik kalırdı.

Neyse ki 2012'de Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi

(CERN)'de çalışan bilim adamları, Higgs Parçacıklarını

bulmuşlardı. Higgs Parçacıkları ''Tanrı Parçacıkları''

olarak ünlenmiş olsalar da aslında ne felsefi ne de

bilimsel açıdan hiçbir ilişkisi yoktur. Higgs

Parçacıklarının varlığını ilk ortaya atan bilim insanı,

1993 yılında Nobel Ödülü alan Peter Higgs'tir.

Parçacıkların varlığını ilk kez ortaya attığında bilim

insanları tarafından önemsenmemiş, dalga geçilmişti.

Ama bugün deneysel bulgular gösteriyor ki, tabii ki

Peter Higgs haklıydı. Higgs Parçacıkları gerçekten evrenin her yanında mevcuttu.

Higgs Parçacıkları; Fermiyonlara kütle kazandıran parçacıklardır. Higgs Parçacıkları ışık hızına yakın hızlarda

gittiğinden, ışık hızında giden parçacıklar onunla etkileşime girip kütle kazanıyordu. Yani bir parçacık evrende

dolaşırken, bu Higgs Parçacıkları ile etkileşebilir.

Peki, ama nasıl? Neden Higgs Parçacıkları diğer parçacıklarla etkileşime giriyordu?

CERN'de çalışan parçacık fizikçileri, 1980'lerde İngiliz hükümetinden deneyler için para istedikleri zaman Britanya

Başbakanı Margaret Thatcher şöyle demişti;

''Şu yaptığınız her neyse, eğer onu bir politikacının anlayabileceği bir dille anlatabilirseniz, parayı alırsınız. Bu Higgs

Parçacığı ne yapar bilmek istiyorum.'' Bunun üzerine fizikçiler harika bir benzetmeyle çıkagelmişlerdi ve işe

yaramıştı.

Öncelikle benzetmeleri iyi anlamak için iki temel bilgiyi aklımızda tutmamız gerek.

1: Higgs Parçacıklarının yaptığı şey, temel parçacıklara kütle vermektir.

2: Bütün evren Higgs Alanı olarak adlandırılan alanla doludur.

Benzetme şöyle;

Görselde görülen tüm insanları Higgs Parçacıkları olarak kabul edelim. Şimdi görsele bakalım ve çok popüler

olmayan birisinin odadan geçtiğini düşünelim. Kimse onları fark etmeyecek ve çabucak geçebileceklerdir. (

Kütlesizdirler ve Higgs Parçacıkları tarafından kütle kazandırılmadıkları için ışık hızında geçip gideceklerdir. Temel

parçacıklar kategorisinde olmayanlar popüler değildirler. )

Page 23: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

23 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Şimdide inanılmaz derecede önemli, popüler ve zeki birisinin Higgs İnsanlarıyla dolu odaya girdiğini düşünün.

(Temel Parçacıklar) Higgs İnsanları tarafından sarmalanırlar ve odadan geçişleri engellenir. Ağırlaşırlar, kütle

kazanırlar, irileşirler. (Buna sebep olanlar Higgs Parçacıklarıdır.)

Şekil 4: Higgs İnsanları

Şekil 5: Higgs İnsanlarının arasından geçmeye çalışan ünlü bir temel parçacık insanı

Page 24: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

24 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

İşte Higgs düzeneği basitçe böyle işlemektedir. Vücudumuzda ve etrafımızda, gördüğümüz evrendeki elektron ve

kuarkların ağır ve iri olmalarının sebebi Higgs Alanı ile etkileşmeleri ve Higgs Parçacıkları tarafından sarılmalarıdır.

Eğer Higgs Parçacıkları keşfedilmeseydi, neden parçacıkların belirl i kütlelerde olduğunu anlayamazdık. Örneğin

Tablo 3'de belirtilen tablodaki parçacıkların kütlelerinin neden bu sayılarda olduğunu anlayamazdık.

Neden bazı parçacıkların kütleli, bazılarınsa kütlesiz olduğunu kavrayamazdık. Bu nedenle Higgs Parçacıkları b ize,

parçacıkların kütleleri hakkında derin bir kavrayış sunar. Bu nedenledir ki Higgs Parçacıklarının keşfiyle Kuantum

Mekaniği, tarihinde yeni bir sayfa açmış oldu.

Parçacık fiziği alanında, yeni ve modern devasa laboratuvarların kurulmasıyla daha pek çok parçacık keşfinin

olacağı aşikar. Biz şimdiye değin yapılan keşifleri ve Evrendeki 12 Temel Parçacığı özetleyici ve anlaşılır bir şekilde

sunmaya çalıştık.

Sürekli yeni parçacıkların keşfedilmesiyle ilgili olarak Manchester Üniversitesi'nden, atomik çekirdeğin kaşifi Ernest

Rutherford bu konuda görüşlerini esprili bir biçimde ifade etmiştir;

''Bütün bilim ya da fizik pul koleksiyonu yapmaktır.''

Umarız bu tuhaf pul koleksiyonculuğu sizi sıkmamıştır. Gelecek yazımızda mikro boyuttan çıkıp, makro boyutta

evreni şekillendiren 4 temel doğa yasasını inceleyeceğiz.

Page 25: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

25 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

İ NCE MAVİ KALKAN: ATMÖSFER

Kendimizin bir astronot olduğunu varsayalım ve Uluslararası Uzay

İstasyonu'na görev için gideceğiz. Kalkış zamanı geldi. Fırlatıldınız. Çok

yükseğe çıktınız. O zaman Dünya'ya doğru baktığınızda ince mavi bir çizgi

görürsünüz. O sizi birçok göktaşından koruyan, nefes almanızı sağlayan,

Güneş'in zararlı ışınlarından koruyan atmosferdir. Peki, incecik bir çizgi bizi

nasıl koruyabilir. İşte ben de yazımda bundan bahsetmek istiyorum.

Atmosferimiz 5 katmandan ve yaklaşık 15 ayrı gazdan meydana gelir.

Atmosferde milyarlarca ton hava yeryüzünü kuşatmaktadır.

Atmosfer bizi Güneş’ten gelen zararlı ışınlardan korur. Dünya atmosferi 5 katman ve 15 ayrı gazdan oluştu.

Bunların hepsinin bir görevi var. İlk 5 katmanı açıklayalım.

Atmosferin Katmanları

Troposfer: Gazların en yoğun olduğu katmandır. Gazların %75’i, su buharının ise tamamı bu katmanda

bulunur. Ayrıca bütün meteorolojik olaylar burada gerçekleşir.

Stratosfer: Rüzgârlar gözlemlenir. Su buharı bulunmadığı için dikey hava hareketi oluşmaz.

Mezosfer: Küçük göktaşları atmosferin bu katmanında sürtünmenin etkisiyle yok olur. Mezosferde kendi

içinde 2 kısma ayrılır.

Ozonosfer: İçinde ozon gazları bulunur. Güneşten gelen ultraviyole ışınlarından korur. Ama maalesef

şuan bir bölümü delik… Kendiliğinden olmadı. Onu biz yaptık! Bizi koruyan bir şeyi kendimiz mahvettik.

Kemosfer: Gazların iyonlara ayrılmaya başladığı kısımdır.

Termosfer: Bu katmanda Güneş ışınları çok yoğundur. Sıcaklık 200 ile 1600 derece arasında değişir.

Sıcak olduğu ve ismi Termosfer olduğu için Termometreyi aklınıza getirerek ne olduğunu hatırlayabilirsiniz.

Birde bu katmanda gazlar iyon haldedir ve aralarındaki elektron alış-verişi çok fazladır. Bu yüzden

haberleşme sinyalleri ve radyo dalgaları çok iyi iletilir.

Ekzosfer: En üst kattır. Az miktarda hidrojen ve helyum atomlarından oluşur. Yapay uydular bu katmanda

bulunurlar. Yerçekimi çok ama çok azdır. Gazlar oldukça seyrek bulunur ve bu katmandan sonra uzay

boşluğuna geçiş başlar.

Yiğit Yılmaz

Page 26: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

26 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

HALKİMİZ VE EVREN

Kumsalda güzel bir gün geçirip bir kum tanesi azaldığını bilerek, bir

hafta sonra tekrar dönseniz farklı bir sahil gibi mi olacak? İşte aynı

şekilde, Dünya yok olduğunda evrende bizi umursamazca yoluna

devam edecek. Evren kesinlikle muazzam ve biz neredeyse bir hiçiz.

Benim hayat amacım yalnızca öğrendiklerimi başkalarına da öğretmek,

bilmediklerimi öğrenmek için çabalamak ve bu sayede, astronomiden

tecrübe ettiğim gökyüzünün göz kamaştıran büyüsünü başkalarına da

tattırmak. Çünkü yaşama şansını bir kez elde ediyorum ve bu şansı,

hem kendimin hem de başkalarının yararlanacağı şekilde

kullanmalıyım. Hepimiz bir gün öleceğiz. Ve bu da bizi şanslı olanlar

yapıyor. Birçok insan asla ölmeyecek çünkü asla doğmayacaklar. Şu

anda benim yerimde olabilecek ama aslında dünyaya hiç gelmeyecek olan insanlar, Sahra Çölü'ndeki kum

tanelerinden fazladır. Bu hiç doğmamış insanlar arasında Newton'dan daha büyük ve zeki bil im adamları da vardır.

Bunu biliyoruz, çünkü DNA'mızın var olmasına izin vereceği olası insanların sayısı, gerçekten var olan insanların

sayısından çok daha fazladır. Bu şaşkınlık verici olasılıklara rağmen, sizler ve benim gibi insanlar, bütün

sıradanlığımızla şu anda buradayız. Doğma şansına erişen bizler, bütün düşük olasılıklara rağmen bu piyangoyu

kazanan ayrıcalıklı azınlığı oluşturuyoruz. Doğma şansını bulamamış olan o büyük çoğunluğun sahip bile olamadığı

bu ayrıcalığa erişmiş olmaktan hangi yüzle yakınabiliriz?

Tamamen karanlık bir yerde gözlerimi yukarı çevirdiğimde tüm görebildiğim şey sadece bir yıldız kümesi oluyor.

Anlayabileceğimden çok daha fazlalar ve kavrama yeteneğimin çok ötesinde olduklarını düşünüyorum. Alışılmamış

şekilde alçakgönüllü ve yaşadığım için de yıldızlara karşı kendimi minnettar hissediyorum. Yaşıyor olmanın verdiği

hisle bazen öylesine kendimden geçiyorum ki ağlıyorum, gülüyorum, çığlık atıyorum ya da derin nefes alıyorum.

Alçakgönüllü olmak, böylesine muazzam büyüklükteki evren için bizim varlığımızın ne kadar ufak olduğunun

farkına varmanın yarattığı bir his. Ve biliyorum ki ben, evrenle birim. Metafizik olarak değil, tamamen fiziksel

olarak. Bir süpernova evrende neyse ben de oyum. Aynı parçacıklardan oluşuyoruz, aynı kuvvetlere tabiyiz .

Yaşamanın ihtişamlığı karşısında hayrete düşüyorum. Çünkü bir düşünün, tüm evrende bunları yapabilen tek varlık

belki de biziz. Ve bu gerçekten çok güzel... Bilim bizlere, önceden cevaplanamayan pek çok soruya basitçe

cevaplar bulmamızı sağladı. Örneğin; Neden sabahları Güneş doğar? Gökyüzünde ilerleyip, dünyamı aydınlatır,

gölgemi hareket ettirip, tenimi ısıtır. Ve ardından denizin içine doğru batar. Peki, neden böyle olmak zorunda? Her

şey neden olur ki? Güneş sisteminin işleyişi sadece kuvvet, kütle ve gökyüzündeki nesnelerin ölçülebilir

uzaklığından oluşan birkaç denkleme dökülerek çok iyi anlaşılabilir. Bilimsel metodun gücü bugün bizim tek bir

sayfaya bütün yıldızların ışık saçan kalplerini çalıştıran nükleer santralin planını yazmamızı sağlıyor. Ben bu

konseptleri insanlara sık sık açıklayabilirim ve açıklıyorum da ama hala bilimde cevaplanması gereken pek çok soru

bir cevap bekliyor...

Yıldızlar altında bir gece bir kişiyi çok derinden etkileyebilir. Uzayıp giden samanyolunu görmek için yukarı

baktığınızda birden bire onun muazzam ağırlığının üzerinize yüklendiği hissetmeye başlıyor ve hem çok küçük hem

Mert Can Orhan – Kemal Cihat Toprakçı

Page 27: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

27 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

de çok önemli olmanın nasıl bir şey olduğunu anlıyorsunuz. Hayret veren şey şu ki: Bedenimizdeki her bir atom

patlamış olan bir yıldızdan geldi. Ve sol elimizdeki atomlarla sağ elimizdeki atomlar muhtemelen farklı yıldızlardan

geldiler. Bu, astronomi hakkında bildiğim gerçekten en şiirsel durum: Hepimiz yıldız tozuyuz! Yıldızlar patlamasaydı

burada olamazdık. Çünkü yaşam için gerekli olan elementler ve her şey -karbon, nitrojen, oksijen, demir- zamanın

başlangıcında oluşmamıştı. Bunlar, yıldızların nükleer fırınlarında oluştu ve onların bedenimize gelmelerinin tek yolu

bu yıldızların patlayacak kadar 'kibar' olmalarıydı. Yani yıldızlar öldü ve böylelikle biz, burada olabildik. Bu yüzden

gece gökyüzüne baktığımda biliyorum ki evet, biz bu evrenin bir parçasıyız. Bu evrenin içindeyiz. Fakat belki de bu

iki gerçekten daha da önemlisi; evren içimizde. Bu gerçeği derin derin düşündüğümde, gökyüzüne bakarım. Pek

çok kişi kendini küçük hisseder çünkü kendileri küçük, evrense çok büyüktür. Fakat ben kendimi büyük

hissediyorum. Çünkü atomlarım yıldızlardan geldi. Bir düzey bağlantı var. Kısacası bizler; Yıldız çocuklarıyız!

Ailem, akrabalarım veya diğer insanlar bana çoğu zaman neden yıldızları sevdiğimi, onlarla neden ilgilendiğimi

sorarlar. İşte bu kısa yazıda Neil deGrasse Tyson, Lawrance Krauss, Richard Dawkins ve Carl Sagan gibi bilim

insanlarından ilham alarak ve yazıda onların sözlerine de karışık bir biç imde yer vererek, astronomi hakkında

düşüncelerimi aktarma imkânı buldum. Umuyorum ki, ''Neden astronomi, gökyüzü, gezegenler ve yıldızlarla

ilgileniyorsun?'' sorusuna geçerli bir cevap sunabilmişimdir.

Aynı zamanda sizler için halkımıza Uzay hakkında ne

düşündüklerini sorduk. Türkiye, Astronomi bilimi açısından

geride kalmış, halkın büyük çoğunluğunun Bilim’e ilgi duymadığı

bir ülke, konu Gökbilimi olunca bu sayı daha azalıyor. Bunun bir

diğer nedeni ise şehirlerde ki düzensiz ve yanlış yerleştirilen

sokak lambaları ile kirletilmiş bir gökyüzünden kaynaklanıyor. Bir

kez olsun gökyüzüne bakıp yıldızların parıltılarını seyredenler o

sonsuz güzelliği merak ederler. Ancak bizler, şehir merkezlerinde

gökyüzüne baktığımızda yıldız değil, Işık kirliliği ile mahvedilmiş

bir gökyüzü görüyoruz. Gökbilim ’nin ülkemizde az rağbet

görmesinin başlıca sebeplerinden bir tanesi de budur. Dolasıyla

insanlar göremediklerini pek araştırma isteği duymuyorlar.

Halkımıza uzay hakkında ne düşündüğünü sormuştuk. Şöyle bir cevap aldık; ‘’Doğduğum günden bu yana şehir

merkezinde yaşadım. Kafamı gökyüzüne kaldırdığım da hiçbir şey göremiyordum, bazen de birkaç yıldız. Uzay’ın

gerçekten bu şekilde birkaç yıldızdan oluştuğunu düşünüyor. Ve gökyüzüne baktığım da gördüklerimin normal

olduğunu sanıyordum. Ta ki geçen sene köyümüze gidene kadar, gece kafamı gökyüzüne kaldırdığım da

sayamadığım binlerce yıldız görüyor. Ve tam bu yıldızların ortasından geçen şerit gibi bir bulut görüyordum. O

günden sonra aslında evrende ne kadar çok cismin bulunduğunu fark ettim. Ve araştırma ihtiyacı duydum, bir yeni

bilgi öğrendim. Oysa köyden önce, sönük sönük gözüken iki üç yıldızı araştırmaya kimin ihtiyacı olurdu?‘’

Bu söylenen yukarda bahsettiğimiz ışık kirliliği mevzusunu destekler nitelikte, ‘’En gizemli, en muhteşem ve

çözülmesi en eğlenceli problem!’’ diyenler olduğu gibi Evren’i ‘’sıkıcı’’ bulunlar da var.

Page 28: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

28 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

GÖ KBİ Lİ M TARİ Hİ İİİ

Avrupa Karanlık Çağı ve İslam Rönesansı

Büyük Roma İmparatorluğu bölünmüştü. Bilinen dünya büyük bir imparatorluğun tek devletli hâkimiyetinden

çıktıktan sonra yönetime Avrupa’da toprak ağaları el koymayı başarmış, Orta Doğu’da da yeni bir din doğmuştu:

İslam… Üçüncü yazı dizimizde Orta Çağlardaki bilimsel ve elbette ki astronomi anlamındaki ilerlemeleri

inceleyeceğiz.

Özgür Can Özüdoğru

Page 29: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

29 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Avrupa, Sorgulama ve Bilimin Derin Uykusu

7. Yüzyıl… Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün üzerinden

yüzyıla yakın bir süre geçmiş ve 500 yıldır tek bir devlet

hâkimiyetinde yaşayan halkın idaresi, otorite eksikliğinden

yararlanan derebeyleriyle dolmuştu. Bu derebeyleri, sahip

oldukları topraklardaki köylüleri koruyacağı bahanesi ile

tarlalarında çalışmasını sağlıyordu. Bu ekonomik sistem

yöneticiler için o kadar kârlıydı ki zaman içinde tüm Avrupa’ya

yayıldı. Bu yönetim ve ekonomik şeklin ismi Feodalizmdi ve

gelecekteki birkaç yüzyılın kaderini belirleyecekti.

Feodalizm, tamamen sorgulamayan, dışa kapalı ve yalnızca

kendisinden istenileni yapacak köleliğe erişmiş köylülere ihtiyaç duyuyordu ve bu da bilimsel ilerleme ve şüphecilik

ile var olamazdı. Derebeyleri ve din adamlarının tekelinde olan bir din ile halkın tüm sorgulama kabiliyeti Avrupa’da

yüzyıllarca kontrol altına alındı. Bilimsel düşüncenin çok büyük bir günah olduğu düşüncesiyle insanlar tıbbi

müdahaleden bile aciz kaldı. 900lere geldiğimizde Avrupa’da en yaygın tıbbi tedavi okuma üfleme idi.

Avrupa medeniyetlerinin bu karanlık çağlardan kurtulmak için eski Yunan metinlerinin çevrilmesi ve dış dünyaya

ticaret ile açılma gibi etkenleri beklemesi gerekiyordu, bu da insanlığın en az 700 yıl bilim olmadan yaşaması

demekti. Karanlık Çağları kapsayan yaklaşık 900 yıllık sürece tüm Avrupa’da gökbilim ile ilgili yazılan makale

miktarı 10’dur. Bu makalelerin pek çoğu da düz bir dünyayı öngörüyordu. Bir gökbilim devriminin var olması ise

çoğumuzun bildiği gibi 1500leri buluyor.

Özgürlüğün Sağladığı Bilimsel Devrim: Bağdat

Gözümüzü yavaş yavaş Avrupa’dan daha doğuya çevirdiğimizde Bilinen Dünya’da Karanlık Çağ Avrupa’sından çok

daha hareketli şeyler döndüğünü görebiliriz. Her şeyden önce İslam Devleti, Emevilerin çöküşünden farklı bir çağa

geçmiştir. Abbasilerin önderlik ettiğin bu yeni dönem, Orta Doğu coğrafyasında özgürlüklerin ve karşılıklı güvenin

gözle görülür bir biçimde yaşandığı, yani bilimin gelişebilmesi için en uygun ortama sahipti.

Abbasilerin sağladığı bu özgürlük ortamı Avrupa’daki birçok filozof ve Bilim insanını Bağdat’a çekti ve 9. Yüzyılda

Bağdat dünyanın bilim merkezi haline gelmesine sebep oldu. Ancak İslami Altın Çağ’ı önemli kılan şey yalnızca bu

değildi. Bağdat’ta bulunan bilim insanları Bizanslılardan ticaret yoluyla elde edilen ya da çeşitli seyahatler sonucu

getirilen Yunan yazıtlarını ve tarihi kitapları Eski Yunancadan Arapçaya çevirmeye başladıla r. Bu da İskenderiye

Kütüphanesi’nin yıkılması ve Roma İmparatorluğu’nun baskıcı bir düzene girmesi ile yüzyıllar boyunca üstü örtülü

kalan ve halk tarafından unutulan bilimsel gerçeklerin yeniden açığa çıkmasını sağladı

Özellikle Farabi, İbn-i Sina gibi bilim insanları Astrofizik, Tıp ve Eczacılık alanında Orta Çağ’daki en önemli buluşları

sağladılar. Tıp alanındaki gelişmeler o kadar kayda değerdi ki 10. Yüzyılda ortalama bir Avrupalı ’nın yaşamı 30 -40

arasında olduğu tahmin ediliyorken Arap Yarımadası ve Mezopotamya’da ortalama yaşam 50-60ları görmekteydi.

Modern anlamda Hipokrat’ın öğretilerini ve Hipokrat yeminini insanlığa yeniden kazandıranlar da yine Bağdatlı bilim

insanlarıdır.

Page 30: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

30 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

Bu dönemdeki önemli gelişmelerden biri Astronomi alanında

yaşanmıştır. Antik Yunanistan’da keşfedilen suyun yakınlaştırma

gücü, yapılan çeviriler sayesinde insanlığa kazandırıldı. Antik

Yunanistan’da gökbilimciler göletlerin çevresinde toplanıp

yıldızlara ve Ay’a oradan bakmanın daha yakınlaşmış bir görüntü

elde ettiğini keşfetmişti. Ayrıca gökbilimci İznikli Hipparkus’un

(M.Ö. 190, M.Ö. 120) Rodos Adasında yaptığı çalışmalar ve

yıldızların Dünya’ya gelen ışığının kırılarak Dünya’ya ulaştığını

anlatan yazıtları da teker teker Arapça’ya çevrildi.

Tüm bunlarla birlikte Hintli ve Çinli astronomların yaptığı

gözlemlerin de Arapçaya çevrilmesi ile insanlık tarihinde ilk defa

bilimsel gündem oluştu. Bağdat’taki tüm gökbilimciler 10. Yüzyılın

sonuna ulaştığımızda Dünya’daki tüm bilimsel gelişmelerden

haberdar hale gelmişlerdi, Çin’den İspanya’ya… Bu dönemde

Arapça, adeta Bilim ve Felsefe’nin küresel dili hale geldi.

Bu dönemde bir Bilimsel Devrim de İspanya Yarımadası’nda

meydana geldi. Emevilerin çöküşünden sonra ayrı bir Müslüman

devlet haline gelen Endülüs, Kuzey’de Katolikliğin baskılarından

uzak bir devlet haline gelmişti. Birçok Avrupalı bilim insanı

Endülüs’e kaçarak burada bilimsel çalışmalarına devam etmişti.

Özellikle Endülüs’te Abbas Ibn Firnas gibi mühendislikten

astronomluğa, şairlikten müzisyenliğe ilgi duymuş insanların

yaşamını geçirdiği bir yer haline geldi. Abbas, aerodinamik

dalında ilk bilimsel eseri veren bilim insanıdır. Kuleden atlarken

kullandığı aletin şemaları, modern uçakların ve uzay mekiklerinin temel taslağını oluşturmuştur.

İslam devletlerinin yaşadığı bu Altın Çağ, Osmanlı devleti döneminde de devam etti. Ali Kuşçu ve Şeyh Bedrettin

gibi gökbilimciler ve filozoflar Osmanlı Devleti’nde yaşama imkânı buldu. Ancak zaman içerisinde otoriterleşen

devlet yönetiminden dolayı bilimsel ilerleme yavaşlayarak durma noktasına geldi. Ancak tüm bunlarla birlikte

Osmanlı ve Selçuklu medeniyetleri, eğitimi sistematik bir hale getirmek ve Abbasi Dönemi’nde oluşan güncel bilim

gibi konuları Medreseler açarak ve belirli bir düzeyde öğretim sistemi kurarak düzenli hale getirme si, Bilim

tarihinde önemli bir adım oldu.

Bilim tarihinin bize gösterdiği bir şey varsa, o da bilimsel bir devrimin var olabilmesi için gereken en önemli şeyin

kişisel özgürlükler olduğudur. Baskıların yoğunlaştığı ve düşünce özgürlüğünün azaldığı medeniye tlerde bilim

gelişemez. Tarihin akışı bunun en büyük örneğidir.

Bir sonraki sayımızda Avrupa Rönesansı ve Gökbilim otoriteye kafa tutma mücadelesini işleyeceğiz.

Page 31: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

31 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

UZAYDAN HABERLER

ISON Kuyruklu Yıldızına Ne Oldu?

ISON (C/2012 S1) kuyruklu yıldızını 21 Eylül 2012 tarihinde keşfettik.

Keşfettiğimizde bizden 940 milyon kilometre uzaklıktaydı. Bahsi geçen bu

kuyruklu yıldız çok ilginç bir gökcismi çünkü güneş sisteminin oluşumundan bu

yana bozulmadan kalabilen tek kuyruklu yıldız ve oluştuğu ilk günden bu yana

sistemin üst kısımlarında dolanırken ilk defa sistemin iç kısımlarına doğru

harekete geçti şuan da ise Oort bulutundan güneşe doğru yolculuğu sürüyor.

Rusya’nın Kislovodsk’deki Uluslararası Bilimsel Optik Ağ Merkezi’ndeki

Gökbilimciler Vitali Nevski ve Artyom Novichonok tarafından keşfedildi. Kuyruklu

yıldızın 2013 yazının sonuna doğru Güneşe 1,2 milyon kilometre yaklaşarak

Venüs’ün parlaklığının altı katına erişeceği tahmin ediliyordu. Kasım ayında

Güneş’ten gelen çekim gücüne dayanabilir ve hayatta kalabilir ise Aralık ayında Kuzey yarım kürede devasa bir

parlaklığa erişecek ve hatta çıplak göz ile gözlemlenebilecekti. Ancak ters giden bir şeyler var.

NASA’nın Spitzer Uzay Teleskopu kuyruklu yıldız üzerinde güçlü karbondioksit çıkışları gözlemledi. Spitzer’in

Kızılötesi Kamera Dizisi ile alınan görüntülerde ortalama 300.000 kilometre uzunluğa sahip kuyruktaki tozun

karbondioksit karışımı olduğu ve resmen köpürdüğü gözlemlendi. Kuyruklu yıldızlar donmuş su, gaz ve kozmik toz

karışımından meydana gelmiş cisimlerdir. Sandığımız gibi birer yıldız değillerdir ışık üretemez, üzerine düşen ışığı

yansıtırlar. Güneş sisteminin dışında hiperbolik bir yörünge izleyen kuyruklu yıldızları sadece güneşe yaklaştıkları

sırada gözlemleyebiliriz. ISON üzerinde yapılan son ölçümlerde kuyruklu yıldızın parlaklığı Ocak ayından itibaren

yavaşlıyor. Ve şuan da 18,9 kadir sabit parlaklığı ile yolculuğuna devam eden ISON gökbilimcileri şaşırtmış

durumda, çünkü kuyruklu yıldızın giderek parlaklığının artması gerekirken sergilediği bu tavır oldukça anormal bir

durum.

Kolombiya Amerikan Üniversitesi’nde görev yapan Astronomi ve Uzay Bilimleri uzmanı İgnoco Ferrin yaptığı basın

açıklamasında uzun süredir gökbilimciler tarafından beklenen kuyruklu yıldızın düşünülen parlaklığa ulaşmayacağını

açıkladı. Kuyruklu yıldızın çapı 4,8 kilometre ağırlığının ise 3,2 milyon ya da trilyon olduğu düşünülüyor.

Gökbilimcilere göre ISON güneş sisteminin ilk temel yapıtaşlarını barındırıyor. Ancak kuyruklu yıldıza ne olduğu

hala bir merak konusu…

Dr. Ferrin; ‘’ ISON kuyruklu yıldızı tuhaf bir davranış gerçekleştirdi. ‘’ Diyor. Ve ‘’ ISON kuyruklu yıldızının geleceği

parlak görünmüyor. ‘’ diye ekliyor.

Kuyruklu yıldızlar Güneş çevresinden birçok kez geçtikten sonra gaz ve buz kütlelerini tamamen kaybederek bir taş

parçasına dönüşürler. Astronomlar kuyruklu yıldızın buz katmanlarının erimiş olabileceğini ya da parlamasını

sağlayan gaz katmanlarının yok olabileceğini düşünüyor. Aynı zamanda uzun bir periyota sahip kuyruklu yıldızın

daha öncede Güneş çevresinden geçmiş olma ihtimali göz önünde tutuluyor. Ancak yapılan gözlemlerde ISON’un

Ertan Koç - Mehtap Çelik

Page 32: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

32 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

güneş sisteminin iç kesimlerini ilk ziyareti olduğunu biliyoruz. Eğer ki kuyruklu yıldız bu şekilde yolculuğuna devam

ederse Güneş tarafından yutulabilir ya da yüksek çekim gücünden çekirdeği parçalanabilir. Neler olacağını henüz

bilmiyoruz. Ancak ISON bize yeni bir oyun oynayabilir. 2007 yılında Holmes kuyruklu yıldızı beklenenden 6 -7 kat

daha fazla parlaklığa ulaşmış ve çıplak göz ile gözlemlenebilmişti. ISON’da yeniden beklenen parlaklığa ulaşabilir.

Bunu anlayabilmemiz için kuyruklu yıldızın bize biraz daha yaklaşmasını beklemek zorundayız.

Güzel Bir Son

Güneş gibi yıldızlar hayatlarının sonunda dikkat çekecek derecede ışık yaymaya

başlar. Dünya'dan yaklaşık 4.200 ışık yılı uzakta olduğu saptanmış olan NGC 2392

buna iyi bir örnek. NGC 2392'ye bir gezegenimsi bulutsu lakabı takan astronomlar

bu bulutsuyu "Eskimo Bulutsusu" diye adlandırdı. Hâlbuki bu tanımlama aldatıcıdır

çünkü gezegenimsi bulutsuların gezegenlerle ilgisi yoktur. Bu nesneler daha önceki

zamanlarda küçük optik teleskoplar sayesinde astronomlara gezegensel diskler gibi

göründüğünden beri basitçe bu ifade tarihi bir kalıntıdır.

Gezegenimsi bulutsular, bir yıldız kendi içindeki bütün hidrojeni tükettiğinde

biçimlenir--Güneş yaklaşık beş milyar yılda tükenecek. Bu durumda yıldız, kendi asıl boyutundaki yarıçapı onlarca

bir yana yüzlerce kat artarak soğumaya ve genişlemeye başlar. Sonunda, yıldızın dış tabakaları sıcak bir çekirdeği

geride bırakarak, hızı saatte 50.000 km. olan aşırı bir rüzgâr ile uzağa taşınır. Saatte 6 milyon km. hızla hareket

eden çok daha hızlı bir rüzgârda dış tabakalar fırlatılıyorken, bu sıcak çekirdek yaklaşık 50.000 Celsius derece olan

bir yüzey sıcaklığına sahip. Sıcak yıldızdan gelen ışıma ve hızlı rüzgârın ondan daha yavaş olan rüzgâr ile etkileşimi

gezegenimsi bulutsunun Filamanlı ve karmaşık yapısını oluşturur. Sonunda kalan yıldız beyaz cüce bir yıldız

biçimine çökecektir. Bu günlerde, astronomlar uzay-tabanlı (uzayda bulunan) teleskoplar kullanarak bilimle ilgili

atalarının muhtemelen asla hayal edemeyecekleri şekillerde NGC 2392 gibi gezegenimsi bulutsu gözlemleyebildi.

NGC 2392'nin bu karma görüntüsü, gezegenimsi bulutsuların merkezine yakın milyon-derecelik gazın yerini mor

renkle gösteren NASA'nın Chandra X-ışını Gözlemevi'nden gelen X-ışını verilerini içeriyor. Hubble Uzay

Teleskobundan gelen veri -kırmızı, yeşil ve mavi renktedir- yıldızın dış tabakalarının karışık biçim düzeninin

çıkarıldığını gösterir. Kuyruklu yıldız biçimindeki filamanlar hızlı rüzgâr olduğu zaman şekil değiştirir ve merkezi

yıldızdan gelen ışıma tarafından zaten çıkarılmış gaz ve daha soğuk toz kabukları ile birbirlerini etkiler.

NGC 2392'nin bu gözlemleri, merkezindeki sıcak gaz ile üç gezegenimsi bulutsu çalışmasının bir parçasıydı.

Chandra verisi gösteriyor ki NGC 2392 diğer ikisine kıyasla alışılmamış bir biçimde X -ışını yayıyor. Bu,

araştırmacıların NGC 2392 içindeki sıcak merkezi yıldıza kendisinden daha parlak bir yıldıza çok yakın olan

keşfedilmemiş ikinci bir yıldız olduğunu anlamasına yol açar. İkili yıldız çifti arasındaki bu etkileşme orada bulunan

yüksek X-ışını yayımını açıklayabilir. Aynı anda, örnekteki iki diğer gezegenimsi bulutsuda daha sönük X -ışını yayımı

gözlemlendi -IC 418 ve NGC 6826- bu ışıma merkezi yıldızdan gelen rüzgârda (ses bombaları gibi) muhtemelen

şok cepheleri tarafından oluşturuldu. NGC 6826'nın karma bir görüntüsü 2012 yılında yayınlanan gezegensel

bulutsuların bir galerisinde dahil edildi.

Kaynak: NASA

Çeviri: Mehtap ÇELİK

Page 33: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

33 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

BU AY GÖ KYU ZU

Gök Olayları - Eylül 2013

Jüpiter: Bütün ay boyunca gece yarısından sonra

doğu ufkundan doğan gezegen sabaha kadar

gözlemlenebilecek.

Merkür: Merkür bu ay gözlemlenemeyecek.

Mars: 03.00 civarı doğan gezegen gün doğumuna

kadar gözlemlenebilecek.

Venüs: Ay boyunca akşam saatlerin de 1–2 saat

boyunca Batı tarafından gözlemlenebilecek.

Satürn: Akşamları 1–2 saat boyunca Batı

tarafından gözlemlenebilecek.

02 Eylül: Ay ve Mars gün doğumunda yakın

görünümde

06 Eylül: Venüs ve Spika yakın görünümde

09 Eylül: Ay ve Satürn yakın görünümde

15 Eylül: Ay Dünya’ya en yakın konumuna geçiyor. (367.400km)

22 Eylül: Sonbahar Ilımı gerçekleşecek gece ve gündüz süreleri eşit olacak

Page 34: Uzay Çobanları Dergisi Eylül 2013 - Sayı 12

34 Uzay Çobanları Astronomi Topluluğu - www.uzaycobanlari.com

HARUN ŞAHİ N TANİTİYÖR!

Alüminyum Optik Tüp

4000 Gökcismi Kayıtlı GOTO ve Takip sistemi

Bilgisayarlı Alt Azimut Kundak

StarAlign Pozisyon Ayar Sistemi

GPS vb. Aksesuar Bağlamak İçin Aux Port

9 Kademeli Motor Dönüş Hızı

Alt azimut, Ekvatoryal Takip Sistemi

Güçlü Çelik Üçayak Sistemi

"TheSky” Astronomi Yazılımı.

Celestron NexStar 127 model teleskoplar orta seviyeli gözlemler için ideal ürünlerdir. 127mm açıklığı ve 1500mm

odak uzaklığı ile Güneş Sistemi gözlemlerine olanak sağlar. Ve takip sistemi gözlemlediğiniz cisimlerin fotoğraflarını

zorlanmadan çekebilirsiniz. Derin Uzay gözlemleri içinde uygun olan NexStar 127 SLT kendi sınıfında en ucuz takip

ve GOTO sistemine sahip teleskop modelidir. Maksutov Cassegrain türü optik dizayna sahip teleskop aynı zamanda

yeryüzü gözlemleri için de kullanılabilir.

Teleskoptan Alınan Görüntüler

Harun Şahin