Turkce-sozluk

242
SÖZLÜKTE KULLANILAN KISALTMALAR a./is. ..................ad/isim ad......................adıl/zamir ö a. /s................ön ad/sıfat b./zf...................belirteç/zarf ba......................bağlaç e. .......................eylem / fiil ü./ünl................ünlem nsz. ...................nesne almayan eylem mec. ..................mecaz hlk. ...................halk gr. ......................gramer A a a, A Türk alfabesinin ilk harfi; düz, geniş bir ünlüdür. a (ünl.) 1. Şaşma, beğenme, kızma, üzülme gibi duyguları güçlendirir, cümlenin başında ya da sonunda kullanılır. 2. Adlardan ya da kişiyi gösteren sözcükten önce kullanılarak seslenme bildirir. ab (is.) Su. aba (a.) 1. Yünden dövülerek yapılan kalın ve kaba kumaş 2. Bu kumaştan yapılmış yakasız ve uzun üstlük. abacı (a.) Abadan giyecek şeyler yapan ya da satan kimse. abadî (a.) Kalınca ve açık saman renginde, yarı mat bir tür kâğıt. abajur (a.) Işığı bir yere toplamak, doğrudan doğruya göze vurmasını engellemek için yapılmış lâmba siperi. 2. Genellikle üzeri siperii masa lâmbası ya da ayaklı lâmba. abaküs. (a.) Sayı boncuğu, çörkü. abandırmak (e.) 1. Yüzüstü çökerttirmek. 2. Bir kimsenin bir yere abanmasını sağlamak. abandone (a.) Boks sporunda dövüşemeyecek duruma gelen sporcunun karşılaşmayı bırakması. abani (a.) 1. İpekten, sarımtırak dallı nakışlarla işlenmiş bir tür beyaz kumaş. 2. (s.) Bu kumaştan yapılmış. abanmak (e.) 1. Eğilerek bir şeyin, bir kimsenin üzerine kapanmak. 2. Bir yere, bir kimseye yaslanmak, dayanmak. abanoz (a.) 1. Sıcak ülkelerde yetişen, kerestesinden yararlanılan birçok ağacın ortak adı. 2. Abanozgillerin ağır, sert ve kara renkli kerestesi. abanozgiller (a.) İki çeneklilerden, sıcak ülkelerde yetişen ve kerestesine abanoz denilen bir bitki familyası. abartı (a.) Bir şeyi olduğundan büyük ya da çok gösterme. abartmak (e.) Bir şeyi olduğundan büyük veya çok göstererek anlatmak. abartmalı (b.) Olduğundan büyük gösterilmiş, abartısı olan. abartmasız (ö a.) Yadırgatıcı olmayan, abartısız. abaşo (b.) Alt, alttaki, aşağı. 2. Gemiyi baştan veya kıçtan halatla karaya bağlama. abat (ö a.) 1. Bayındır. 2. Şen, rahat. Abaza (a.) Kuzeybatı Kafkasya'da yaşayan bir halk ve bu halktan Müslüman olanlara Türkiye'de verilen ad. Abazaca (is.) Abazalar tarafından kullanılan dil. 1

Transcript of Turkce-sozluk

Page 1: Turkce-sozluk

SÖZLÜKTE KULLANILAN KISALTMALAR

a./is. ..................ad/isimad......................adıl/zamirö a. /s................ön ad/sıfatb./zf...................belirteç/zarfba......................bağlaçe. .......................eylem / fiilü./ünl................ünlemnsz. ...................nesne almayan eylemmec. ..................mecazhlk. ...................halkgr. ......................gramer

A a

a, A Türk alfabesinin ilk harfi; düz, geniş bir ünlüdür.a (ünl.) 1. Şaşma, beğenme, kızma, üzülme gibi duyguları güçlendirir, cümlenin başında ya da sonunda kullanılır. 2. Adlardan ya da kişiyi gösteren sözcükten önce kullanılarak seslenme bildirir.ab (is.) Su.aba (a.) 1. Yünden dövülerek yapılan kalın ve kaba kumaş 2. Bu kumaştan yapılmış yakasız ve uzun üstlük.abacı (a.) Abadan giyecek şeyler yapan ya da satan kimse.abadî (a.) Kalınca ve açık saman renginde, yarı mat bir tür kâğıt.abajur (a.) Işığı bir yere toplamak, doğrudan doğruya göze vurmasını engellemek için yapılmış lâmba siperi. 2. Genellikle üzeri siperii masa lâmbası ya da ayaklı lâmba.abaküs. (a.) Sayı boncuğu, çörkü.abandırmak (e.) 1. Yüzüstü çökerttirmek. 2. Bir kimsenin bir yere abanmasını sağlamak.abandone (a.) Boks sporunda dövüşemeyecek duruma gelen sporcunun karşılaşmayı bırakması.abani (a.) 1. İpekten, sarımtırak dallı nakışlarla işlenmiş bir tür beyaz kumaş. 2. (s.) Bu kumaştan yapılmış.abanmak (e.) 1. Eğilerek bir şeyin, bir kimsenin üzerine kapanmak. 2. Bir yere, bir kimseye yaslanmak, dayanmak.abanoz (a.) 1. Sıcak ülkelerde yetişen, kerestesinden yararlanılan birçok ağacın ortak adı. 2. Abanozgillerin ağır, sert ve kara renkli kerestesi.abanozgiller (a.) İki çeneklilerden, sıcak ülkelerde yetişen ve kerestesine abanoz denilen bir bitki familyası.abartı (a.) Bir şeyi olduğundan büyük ya da çok gösterme.abartmak (e.) Bir şeyi olduğundan büyük veya çok göstererek anlatmak.abartmalı (b.) Olduğundan büyük gösterilmiş, abartısı olan.abartmasız (ö a.) Yadırgatıcı olmayan, abartısız.abaşo (b.) Alt, alttaki, aşağı. 2. Gemiyi baştan veya kıçtan halatla karaya bağlama.abat (ö a.) 1. Bayındır. 2. Şen, rahat.Abaza (a.) Kuzeybatı Kafkasya'da yaşayan bir halk ve bu halktan Müslüman olanlara Türkiye'de verilen ad.Abazaca (is.) Abazalar tarafından kullanılan dil.

1

Page 2: Turkce-sozluk

Abbasî (is.) Abbas bin Abdülmuttalib soyundan gelen, Bağdat merkez olmak üzere Ön Asya ve Kuzey Afrika'da 750-1258 tarihleri arasında hüküm süren sülâle.Abdal (a.) 1. Safevîler devrinde İran'da yaşayan bir Türk oymağı. 2. Anadolu'da yaşayan birtakım oymaklara verilen ad.abdal (a.) Eskiden bâzı gezgin dervişlere verilen ad.abdest (a.) Müslümanların, bazı ibadetleri yapabilmek için el, ağız, burun, yüz, kol, ayak yıkama ve başa, enseye ıslak el gezdirme, kulağı temizleme biçiminde yaptıkları arınma. 2. idrar yapma ve kalın bağırsağı boşaltma.abdesthane (is.) Abdest bozacak yer. Ayak yolu, tuvalet.abdestlik (is.) 1. Abdest alınacak yer. 2. Abdest alınırken giyilen kolsuz hırkaya benzeyen bir tür giyecek. 3. Abdest almaya yarayan.abe (ü.) Özellikle Rumeli yöresinde dikkati çekmek amacıyla kullanılan bir söz.abece (a.) Bir dilin seslerini gösteren harflerin tümü.abes (ö a.) 1. Akla ve gerçeğe aykırı, saçma. 2. Gereksiz, yersiz, lüzumsuz.abıhayat (a.) Efsanelerde içene ölümsüzlük sağladığı söylenen su, bengisu.abide (a.) Amt.abidemsi (s.) Anıt benzeri.abideleşme (is.) Anıtlaşma.abidevî (s.) Anıtla ilgili, anıta benzer.abiye (a.) Bir törene ya da toplantıya uygun giysi.abla (a.) 1. Bir kimsenin kendisinden büyük olan kız kardeşi. 2. Büyük kız kardeş gibi saygı gösterilen kız ya da kadın.ablak (a.) Dolgun ve yayvan yüz veya yüzü böyle olan (kimse).abluka (a.) Bir ülkenin veya bir yerin dış dünya ile olan her türlü bağlantısını kuvvet kullanarak kesme.abone (a.) 1. Önceden ödemede bulunarak süreli yayınlara alıcı olma işi. 2. Peşin para ile bir şeye belli bir süre için alıcı olan kimse.abonman (a.) Bir satıcı veya kamu kuruluşu ile alıcılar arasında yapılan anlaşma.absürd (ö a.) Saçma.Absürd tiyatro (is.) Saçma tiyatro.abuk sabuk (ö a.) Akla, mantığa uymayan, düşünmeden söylenen, saçma sapan (söz).abur cubur (a.) 1. Sırası, ta' di, yararı gözetilmeksizin rasgele yenilen şeyler 2. işe yaramayan, boş.abus (ö a.) 1. Asık yüzlü, somurtkan (kimse). 2. Somurtkan, çatık, asık (yüz).Ac (kim.) Aktinyum'un kısaltması.acaba (b.) Merak, kuşku veya kararsızlık anlatır.Acar (is.) Güneybatı Kafkasya'nın Türkiye sınırına yakın bölgesinde yaşayan bir halk.acar (ö a.) 1. Atılgan, gözü pek, kabına sığmaz. 2. Güçlü ve becerikli, çevik. 3. Yeni.acayip (ö a.) 1. Sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, şaşılacak, şaşmaya değer, tuhaf, yadırganan, yabansı. 2. (ü.) Şaşma anlatır. acele (a.) 1. Çabuk davranma zorunluğu, ivedi. 2. Zaman geçirmeden, tez olarak.Acem (a.) İranlılara verilen ad.acemborusu (a.) Canlı kırmızı çiçekler açan bir süs bitkisi.acemi (a.) 1. Bir işin yabancısı olan, eli işe alışmamış, bir işi beceremeyen: 2. İşinde, mesleğinde ilerlememiş.3. Bir yerin, bir şeyin yabancısı.acemileşmek (nsz.) Beceriksizlik göstermek, bocalamak, beceriksizleşmek.acenta (a.) 1. Bir kuruluşun malî ve ticarî işlerini kazanç karşılığında yürüten ticarethane. 2. Denizcilik işletmesi veya banka şubesi. 3. Bir kurumun veya şubelerinin başında bulunan kimse.

2

Page 3: Turkce-sozluk

acep (zf.) Acaba.aceze (is.) Acizler, güçsüzler, düşkünler.acı (a.) 1. Tat alma organında bazı maddelerin bıraktığı yakıcı durum. 2. (ö a.) Tadı bu nitelikte olan. 3. Hoşa gitmeyen. 4. Bir etki sonucu vücutta duyulan ağrı, sızı.acıklı (ö. a.) Acınacak, acı verecek nitelikte olan, dokunaklı, dramatik.acıklı komedi (is.) Eğlendirici olmayı amaçlayan, dramatik yönü ağır basan, duygusal bir oyun türü, trajikomik.acıkmak (a.) 1. Açlık duymak, yemek yeme gereksinimi duymak. 2. Uzun süre bir şeyin yokluğunu çeken kişi.acılı (ö a.) Acı görmüş, yaslı, kederli.acıma (e.) 1. Acımak eylemi. 2. Başka bir kimsenin veya canlının mutsuzluğuna karşı duyulan üzüntü.acımaktı. Acılı, ağrılı olmak. 2. Başkasının acısına ortak olmak ya da durumundan üzüntü duymak. 3. Başkasının uğradığı ya da uğrayacağı kötü bir duruma üzülmek. 4. Bir şeyi vermeye kıyamamak ya da verdiğine üzülmek. 5. Tadı acı duruma gelmek, acılaşmak.acımasız (ö. a.) Acımaz, katı yürekli, merhametsiz.acımtırakla.; Acımsı.acındırmak (e.) Bir kimsenin acımasına yol açmak, bir kimseyi merhamete getirmek.acısız (ö a.) 1. Tadı acı olmayan, aşçılıkta içine baharat ya da başka acı koymadan pişirilen. 2. Ağrı, sızı duyulmayan. 3. mec. Üzüntü, sıkıntı olmayan.acıtmak (e.) Ağrı ve sızı duymasına neden olmak.acil (ö a.) Zaman geçirmeden yapılması gereken.acilen (b.) Hemen, hiç zaman yitirmeden, çabucak, gecikmeden.aciz (ö a.) 1. Gücü bir işe yetmez olanın durumu, güçsüzlük. 2. Beceriksiz.acube (is.) Tuhaf kimse.acun (is.) Dünya.acur (a.) Kabakgillerden, kabuğu çizgili ve tüylü, sarımtırak irice bir tür hıyar.acuze (is.) Huysuz, çirkin, yaşlı kadın.aç (ö a.) 1. Yemek yeme gereksinimi olan veya yemesi gereken. 2. Yiyecek bulamayan yoksul kimse. 3. Gözü doymaz.açacak (a.) 1. Açmaya yarayan araç. 2. Anahtar.aç gözlü (ö a.) Mala ya da yiyecek içecek gibi şeylere doymak bilmeyen, gözü aç, doymaz.açı (a.) Birbirini kesen iki yüzeyin veya iki doğrunun oluşturduğu çıkıntı.açık (ö a.) 1. Kapalı olmayan. 2. Denizde kıyıdan uzak olan yer. 3. Boş. 4. Aralığı çok.açık ağızlı (s.) Aptal, sersem, ahmak.açık bölge (is.) Gümrük sınırlamalarının olmadığı bölge, serbest bölge.açıkça (b.) Gizli bir yanı olmayan, ortada.açık elli (s.) Cömert.açıkgöz (ö a.) Uyanık davranarak çıkarını sağlayan, olanaklardan kurnazca yararlanmasını bilen.açıklamak (e.) 1. Bir konuyla ilgili olarak gerekli bilgiyi vermek. 2. Bir sorunla ilgili olarak aydınlatıcı bilgi vermek. 3. Bir sözün, bir yazının ne anlatmak istediğini belirtmek, yorumlamak. 4. Açıkça söylemek.açıklık (a.) 1. Açık olma durumu. 2. Uzaklık. 3. Örtüsüz, çıplak yer. 4. Boş ve geniş yer. 5. Gerçeği olduğu gibi yansıtma durumu.açık oturum (is.) Güncel, siyasî, sosyal ve bilimsel konuların veya sorunların herkesin izleyebileceği bir biçimde açık olarak tartışıldığı toplantı.açılış (a.) 1. Açılmak işi ya da biçimi. 2. Yeni bir yapının, yerin veya yeni bir kuruluşun çalışmaya başlaması.

3

Page 4: Turkce-sozluk

açılmak (e.) 1. Açmak işine konu olmak. 2. (renk için) Koyuluğunu yitirmek. 3. Kendine gelmek, iyileşmek, ferahlamak.açımlamak (e.) Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatmak.açıortay (a.) Bir açısal bölgeyi ölçüleri birbirlerine eşit olan iki açısal bölgeye ayıran doğru.açıölçer {a.) 1. Açı ölçmeye yarayan. 2. İletki.açış (a.) 1. Açmak eylemi ya da biçimi 2. Bir kuruluşu çalışmaya başlatma.açlık (a.) 1. Aç olma durumu. 2. Kıtlık.açmak (e.) 1. Bir şeyi kapalı durumdan kurtarmak. 2. Bir şeyin önündeki ya da üstündeki kapağı kaldırmak. 3. Engeli kaldırmak.açmaz (a.) 1. Satrançta şahı koruyan taşlardan birinin yerinden oynatılmaması durumu. 2. (mec.) İçinden zor çıkılır durum.ad (a.) Bir kimseyi ya da bir nesneyi belirlemeye, tanımlamaya yarayan sözcük, isim.ada (a.) 1. Her yanı suyla çevrilmiş kara parçası. 2. Çevresi yollarla belirlenmiş olan arsa ve böyle bir arsayı kaplayan yapılar topluluğu.ada çayı (a.) 1. Ballıbabagillerden, yurdumuzda çok yetişen tüylü ve beyazımtırak yaprakları olan ıtırlı bir bitki 2. Bu bitkiden yapılan sıcak içecek.adak (a.) Adamak işi ya da adanılan şey.adale (a.) Kas.adaleli (ö a.) Kaslı.adalesiz (ö a.) Kassız.adalet (a.) 1. Hak ve hukuka uygunluk, tüze 2. Tüzeyi uygulayan, yerine getiren devlet örgütleri.adaletli (ö a.) Adalete uygun düşen ya da adaletli olan, adil.adam (a.) Kişi, insan.adamak (e.) Bir dileğin gerçekleşmesi amacıyla kurban kesip yoksullara dağıtmak ya da kutsal bir güce yönelik bir niyette bulunmak.adamakıllı (b.) Gereğinden çok, iyice.adaptasyon (is.) 1. Uyarlama. 2. Bir eseri çevrildiği dilin, konuşulduğu toplumun yaşayışına, inançlarına uyumlu hale getirme.adapte (s.) Uyarlanmış.adaş (a.) Adları bir olan, aynı adı taşıyan.adavet (is.) Düşmanlık.aday (a.) Bir görev, bir iş için kendini ileri süren ya da başkaları tarafından ileri sürülen kimse.ad bilim (a.) Bir kavramdan yola çıkarak, o kavramı karşılayan işaretleri araştırmaya dayanan anabilimsel inceleme.Âdem (a.) Dinsel inançlara göre ilk yaratılan insan ve ilk peygamber.âdemoğlu (a.) İnsanlar.adese (is.) 1. Mercek. 2. Görüş derecesi.adet (a.) Tane.âdet (is.) Bir kimsenin yapmaya alışmış olduğu şey.âdeta (b.) Bayağı, basbayağı, hemen hemen, sanki.adıl (a.) Zamir.adım (a.) Yürümek için yapılan ayak atışlarının her biri.adımlamak (e.) 1. Adımla ölçmek. 2. Bir yerde gezinmek.adî (ö a.) 1. Sıradan, bayağı. 2. Aşağılık, bayağı, alçak, düzeysiz, seviyesiz.adil (öa.) 1. Adaletle iş gören, adaletten, haktan ayrılmayan, hakkı yerine getiren, 2. Hakka uygun, haklı.adilâne (zf.) Adalete uygun olarak.

4

Page 5: Turkce-sozluk

adlî (s.) Adaletle ilgili.adliye (a.) 1. Hukuk ve adalet işlerini gören devlet örgütü. 2. Hukuk ve adalet işlerinin yürütüldüğü resmî yapı.adres (a.) 1. Bir kimsenin arandığında bulunabileceği yer, oturduğu yer. 2. Gönderilen şeyin üzerine, alacak olan kimsenin adını ve bulunduğu yeri bildirmek için yazılan yazı.af (a.) Bağışlama.afacan (a.) Zeki ve yaramaz (çocuk).afal afal (zf.) Şaşkın bir biçimde.afallamak (e.) Şaşkınlıktan sersemlemek.âfât (is.) Afetler, belalar.aferin (ûnl.) Beğenme, okşama duyguları belirten söz.afet, -ti (a.) 1. Doğal sebeplerle meydana gelen yıkım, felaket. 2. Kıran. 3. Çok kötü. 4. (mec.) Çok güzel kadın.afetzede (s.) Afete uğramış.affetmek (e.) 1. Bağışlamak. 2. Hoşgörüyle karşılamak.afili (s.) Gösterişli.afiş (a.) Bir şeyi duyurmak, tanıtmak amacıyla hazırlanan çoğu kez resimli duvar ilânı.af işlemek 1. Afiş asıp bir şeyi duyurmak. 2. Nitelemek, göstermek.afiyet (a.) Hasta olmama, esenlik.aforoz (a.) Hıristiyanlıkta bir kişiyi din dışı bırakma cezası.Afrika (a.) Beş ana kıtadan biri.Afrikalı (a.) Afrika'da yaşayan ya da Afrika doğumlu olan kimse.afsun (a.) Büyü.afyon (a.) 1. Olgunlaşmamış haşhaş kapsüllerine yapılan çizintilerden sızan, sonradan katılaşan süt. 2. İçinde morfin ve kodein gibi birçok uyuşturucu madde bulunan, güçlü bir zehir olmakla birlikte, hekimlikte kullanılan değerli bir ilâç.agâh (is.) Bilir, bilgili, haberli, uyanık.aguş (is:) Kucak.ağ (a.) İplik gibi ince şeylerden yapılmış örgü.ağa (a.) 1. Kırsal kesimde büyük toprakları olan, güçlü, sözü geçen, varlıklı kimse. 2. Halk arasında sayılan ve sözü geçen erkeklere verilen ad.ağabey (a.) Yaşça büyük erkek kardeş.ağaç (a.) Uzun yıllar yaşayabilen, gövdesi odun olabilen, bazıları meyva veren yapraklı bitki.ağaçkakan (a.) Serçegillerden ağaç kurtları ile beslenen uzun, sivri gagalı bir kuş.ağaçkesen (a.) Kurtçukları en çok gül fidanları üzerinde yaşayarak yapraklara zarar veren, zar kanatlılardan kara renkli bir böcek.ağaçlamak (a.) Bir yeri ağaç dikerek ağaçlı duruma getirmek.ağaçlık (a.) 1. Ağaç öbeği. 2. Ağacı bol olan yer.ağaçsı (a.) Yüksekliği çok olmayan, sapı dibinden dallanan odunlaşmış bitkiler.ağarmak (e.) Ak duruma gelmek, beyazlaşmak.ağartı (a.) Uzaktan ancak seçilebilen, belli belirsiz bir aklık.ağda (a.) Kaynatılarak çok koyu ve yapışkan bir macun durumuna getirilen pekmez ya da limonlu şeker eriyiği.ağı (a.) Organizmaya girince kimyasal etkisiyle fizyolojik görevleri bozan ve miktarına göre canlıyı öldürebilen madde, zehir.ağıl (a.) Koyun ve keçilerin ahır dışında geceledikleri etrafı çevrili üstü açık yer.ağır (a.) 1. Tartıda çok çeken, "hafif" karşıtı. 2. mec. Davranışları ağır olan. 3. Değeri çok olan, gösterişli. 4. Durumu tehlikeli olan.ağırbaşlı (ö a.) Davranışları ölçülü olan, olgun kimse.

5

Page 6: Turkce-sozluk

ağırlaşmak (e.) 1. Ağır duruma gelmek. 2. (hasta için) Tehlikeli duruma gelmek, fenalaşmak. 3. Yavaşlamak. 4. Zorlaşmak.ağırlık (a.) Ağır olma durumu.ağır sanayi (is.) Üretim araçları yapan sanayi.ağır vasıta (is.) Motoru, ağır yük veya birden fazla römork taşımak amacıyla güçlendirilmiş kamyon ve benzeri araç.ağıt (a.) 1. Ölen birinin ardından, gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, geride bıraktıklarının acılı etkilerini dile getiren söz ya da okunan ezgi, yazılan sagu, mersiye 2. Ağlama.ağız,-ğzı (a.) 1. Yüzde, iki çene arasında, sesin çıkmasına, soluk alıp vermeye ve besinleri çiğnemeye yarayan boşluk. 2. Bu boşluğun dudakların çevrelediği bölümü. 3. Kesici aletlerin kesici yanı. 4. Kapların ya da içi boş şeylerin açık yanı.ağız birliği (a.) Birkaç kişinin bir konuda anlaşarak aynı şeyleri, aynı biçimde söylemesi.ağızlık (a.) 1. Ucuna sigara takılan alet. 2. Üflemeli çalgılarda çalanın ağzına gelen bölüm.ağlamak (e.) Üzüntü ve acı sonucu gözyaşı dökmek.ağlaşmak (e.) Birlikte ağlamak.ağrı (a.) Vücudun herhangi bir yerinden gelen, hoşa gitmeyen acı, ıstırap, ağrıma, sızlama.ağrımak (e.) Ağrır durumda olmak.ağrısız (ö a.) Ağrısı olmayan, acı, ağrı vermeyen. Ağrı vermeden yapılan işlem.ağtabaka (a.) Görme sinirinin göz küresinde dağılmasıyla oluşan zar, retina.ağustos (a.) Yılın sekizinci ayı.ağustosböceği (a.) 1. Eşkanatlılardan, erkeği yazın, karnının altındaki öze! bir organdan kesik ve hep tek düze ses çıkaran bir böcek, orakböceği. 2. mec. Çalışmadan eğlenen kimse.ağyar (is.) Başkaları, yabancılar.ah (ünl.) Sesin tonuna göre şaşkınlık, sevinç, üzüntü, pişmanlık duygularını belirtir.aha (b.) İşte buradaahali (a.) Aralarında aynı yerde bulunmaktan başka hiçbir ortak nitelik düşünmeksizin bir ülkede, kentte ya da semtte oturanların tümü, halk, topluluk.ahbap (is.) Kendisiyle yakın ilişki kurulup sevilen, sayılan kimse.ahenk (a.) 1. Uyum. 2. Uyuşma, anlaşma.ahenkli (ö a.) Uyumlu, ölçülü, vezinli.aheste (s.) Yavaş, ağır.ahır (a.) Evcil büyükbaş hayvanların barındırıldığı kapalı yer, hayvan damı.ahize (ö a.) Almaç, alıcı, telefonda kulaklık, telefonun elle tutulup kaldırılan bölümü.ahir (s.) Son, sonraki, en sonunda.ahlâk (a.) Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları.ahlâksız (ö a.) 1. Ahlâk kurallarına ters davranan. 2. mec. Dürüst davranmayan, kötü huylu.ahmak (ö a.) Aklını gereği gibi kullanamayan, bön, budala, aptal, geri zekâlı.ahret (a.) Dinsel inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza kadar kalacağı ve Allah'a hesap vereceği yer, öbür dünyaahşap (ö a.) Ağaçtan, tahtadan yapılmış.ahtapot (a.) Çok uzun kolları olan bir çeşit deniz hayvanı.ahu (a.) 1. Ceylân. 2. mec. Güzel, ince, zarif kadın.ahududu (a.) 1. Gülgillerden, dikenli bir bitki. 2. Bu bitkinin duta benzeyen, kırmızı renkli sulu ve kokulu yemişi, ağaç çileği.ahval (a.) 1. Durumlar, hâller. 2. Davranışlar. 3. Olaylar.aldat (a.) 1. Ödenti. 2. Kesenek.aidiyet (a.) Ait olma durumu, değginlik, ilişkinlik.

6

Page 7: Turkce-sozluk

aids, AİDS (a.) Vücudun hastalıklara karşı dayanıklılığını, doğal bağışıklığını yok eden bir hastalık.aile (a.) 1. Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşlerin arasındaki ilişkilerin oluşturduğu, toplum içindeki en küçük birim. 2. Temel niteliği bir olan dil, hayvan ya da bitki topluluğu.ait (öa.) İlgilendiren, ilişkin, ilişik, ilgili.ajan (a.) 1. Bir devlet ya da kuruluşun gizli amaçları için çalışan kimse, casus. 2. Bir kimsenin, bir ortaklığın ya da bir devletin bazı işlerini gören kimse, iş görevlisi, temsilci, acenta.ajanda (a.) Unutulmaması için gerekli notları yazmaya yarayan takvimli defter, andaç.ajans (a.) Haber toplama, yayma işiyle uğraşan kuruluş.ak, -ki (a.) Kar renginde olan, beyaz.akabinde (b.) Arkasından, hemen arkadan, ardından, hemen ardından.akademi (a.) 1. Yüksek okul. 2. Bilginler, yazarlar, sanatçılar kurulu.akaret (a.) Kiraya verilerek gelir getiren ev, dükkan vb. mülk.akarsu (a.) Yeryüzünde ve yeraltında belirli bir yatak içinde, eğim boyunca sürekli ya da zaman zaman akan suların genel adı.akaryakıt (a.) Benzin, mazot, gaz yağı gibi sıvı yakacak.akasya (a.) Baklagillerden, yurdumuzda yetişen bir süs ve gölge ağacı, salkım ağacı.akbaba (a.) Akbabagillerden, başı ve boynu çıplak olan, dağlık yerlerde yaşayan, leşle beslenen, çok yüksekten uçarak keskin gözleriyle çok uzakları görebilen iri ve yırtıcı bir kuş.akbenek (a.) Gözün saydam tabakasında bir yara ya da çıban sonucunda oluşmuş, görmeyi azaltan beyaz benek.akciğer (a.) Göğüs kafesinin büyük bir bölümünü dolduran ve solunum aygıtının temeli olan, sağlı sollu iki parçalı organ.akça (ö a.) Oldukça beyaz, beyazcaakçe (a.) 1. Küçük gümüş para. 2. Her tür madensel para.akçıl (ö a.) Rengini atmış, ağarmış.aklbet (a.) Genellikle kötü son, sonuç.akıcı (ö a.) Akabilme özelliği olan, sıvı.akıl, -klı (a.) 1. Us. 2. Bellek. 3. Düşünce, kanı.akıllanmak (a.) Yaşanan olayların sonuçlarından yararlanarak doğru davranışlarda bulunmak.akıllı (ö a.) 1. Gerçeği iyi gören ve ona göre davranan. 2. Çabuk kavrayan.akılsız (ö a.) Aklı, zekâsı, anlayışı kıt.akılsızlık (a.) 1. Akılsız olma durumu. 2 Akılsızca yapılan iş ya da davranış.akım (a.) 1. Akma işi. 2. Hava ve su gibi maddelerin belirli bir yöne akışı. 3. Sanatta, siyasette, düşünce yaşamında ortaya çıkan yeni görüş yöntem, hareket.akımölçer (a.) Bir elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan aygıt, amperölçer, ampermetre.akın (a.)1. Kalabalık bir insan ya da hayvan kümesinin birbiri ardınca gelmesi. 2. Düşman topraklarına, tedirgin etme, yıldırma, çapul gibi amaçlarla birdenbire ve toplu olarak yapılan baskın, saldırı.akıncı (a.) Düşman ülkesine akın yapan birliğin bireyi.akıntı (a.) 1. Akmak eylemi, akış, akım. 2. Havanın ya da suyun herhangi bir yöne doğru yer değiştirmesi, akım.akış (a.) 1. Akmak eylemi ya da biçimi. 2. Geçip gitme, sürüp gitme.akışkan (ö a.) Sıvı durumda, akabilme özelliği gösteren.akide (a.) 1. Bir şeye inanarak bağlanış, inan, inanç bağı, inanılan şeyler. 2. Şekerin kaynatılarak ağda durumuna getirilmesi yoluyla yapılmış renkli ve kokulu, ağızda güç eriyen

7

Page 8: Turkce-sozluk

şeker.akis, -ksi (a.) Yankı.akit, -kdi (a.) 1. Sözleşme. 2. Nikâh.akkor (a.) Işık verecek beyazlığa kadar ısıtılmış olan.akliye (a.) 1. Akıl hastalıklarıyla ilgili hekimlik kolu. 2. Akıl hastalıklarıyla ilgili has-tahane bölümü.akordiyon (a.) Üstündeki düğmelere ya da tuşlara basarak, metal dilcikleri titreterek çalınan körüklü, klavyeli, elde taşınabilir bir çalgı.akort (a.) 1. Bir çalgıyı doğru ses vermesi için ayarlama. 2. Armoniyi sağlayan seslerin birleşimi.akos (a.) Saban, pulluk ya da traktörün toprakta açtığı iz.akraba (a.) Kan ya da evlilik yoluyla birbirine bağlı olan kimseler, yakın, hısım.akran (a.) Aynı yaşta olan, yaşıt.akrep (a.) 1. Sıcak ve nemli yerlerde yaşayan zehirli bir hayvan. 2. Saatin iki ibresinden küçük olanı.akrobat, -ti (is) Tehlikeli oyunlar yapan gösteri sanatçısı.aksak (ö a.) Ayağı hafifçe topallayan, topal.aksamak (e.)\. Hafifçe topallamak. 2. Bir işin istenilen düzeyde yürüyememesi.aksırık (a.) Herhangi bir nedenle burun zarının gıcıklanması sonucu solunum kaslarının birdenbire kasılmasıyla ağız ve burundan hızlı, gürültülü soluk boşalması olayı, aksırmak, hapşırma, hapşırık.aksi (ö a.) 1. Ters. 2. İnatçı, huysuz.aksiyom (a.) Benimsenmiş gerçek, belit.aksiyon (a.) Bir kuvvetin, maddî bir etkenin, bir düşüncenin ortaya çıkması, devinim, edim, eylem.akşam (a.) Gündüzün bitip gecenin başladığı saatler. 2. Gece.aktar (a.) Baharat, ev ilâçları ve ilaç hammaddeleri satan kimse ya da dükkân.aktarıcı (a.) Dam kiremitlerini aktarıp kırıkları yenileyen kimse.aktarmak (e.) Bir yerden başka bir yere, bir kaptan başka kaba geçirmek.akvaryum (a.) Suda yaşayan hayvan ve bitkilerin konulması için yapılmış cam kap.al (a.) Kan rengi, kızıl.ala (ö a.) Karışık renkli.âlâ (ö a.) İyi, pek iyi.alabalık (a.) Alabalıkgillerden, soğuk ve duru sularda yaşayan bir tatlı su balığı.alabildiğince (b.) Sınırsız, uçsuz, bucaksız.alabora (a.) Deniz aracının devrilip ters dönmesi.alaca (ö a.) Karışık renkli.alacak (a.) 1. Bir hesap gereğince daha alınmamış olan para, mal ya da başka şey, birinin birine borcu,. 2. Para verilerek alınacak şey.alacakaranlık (a.) Güneşin doğuşundan önce ya da batışından hemen sonra oluşan yarı karanlık zaman.alacaklı (ö a.) Alacağı olan.alacalı (ö a.) Karışık renkte olan, rengârenk.alacık (a.) Üzeri dal ve hasırla örtülmüş kulübe, çardak.alafranga (ö a.) Batı ülkelerine özgü.alâka (a.) İlgi, özel dikkat, özen, ilişki, ilinti.alâkalı (ö a.) Bir konuyla ilişkisi olan.alâmet (a.) Belirti, iz.alan (a.) Düz ve geniş yer.

8

Page 9: Turkce-sozluk

alan topu (a.) Ağla ortasından ikiye bölünen bir alanda, tek ya da çift oyuncuların raketle oynadıkları top oyunu, tenis.alarga (ü.) Denizcilikte "Açıktan geç" anlamında komut.alarm (a.) Bir tehlike durumu olduğunda, bunun herkesin haber alması için verilen im.alaşım (a.) Bir metale, bir ya da birkaç elementin katılması ile elde edilen metal niteliğinde madde.alaturka (ö a.) Doğu kültürüne uygun olan.alay (a.) 1. Bir törende ya da gösteride yer alan kalabalık. 2. Çok kalabalık. 3. Bütünü, hepsi. 4. Belirli bir sayı ve düzene göre oluşturulmuş askerî birlik. 5. Ses tonu, söz, davranış gibi araçlarla biriyle, bir şeyle eğlenme, onu küçümseme.alaylı (ö a.) 1. Erlikten yetişmiş subay. 2. (mec.) Gerekli okul eğitimini görmeden kendini yetiştirmiş olan (kimse). 3. Eğlenceli, küçümseyici.alaz (a.) Alev, yalım, yalaz.alazlamak (e.) 1. Bir şeyin yüzünü alevden geçirmek, aleve tutmak. 2. Sızlatmak, yakmak, acı vermek.albay (a.) Rütbesi yarbay ile tuğgeneral arasında bulunan ve asıl görevi alay komutanlığı olan üstsubay.albeni Alım, alımlılık, çekicilik.albüm (a.) Resim, fotoğraf, pul gibi şeyleri dizip saklamaya yarayan bir tür defter.alçacık (ö a.) Çok alçak.alçak (ö a.) Yere uzaklığı az olan.alçakgönüllü (ö a.) 1. (ürün, para vb. durumlarda) Aşağı olanları kendisinle eşit tutan ya da kendi değerini olduğundan aşağı gösteren. 2. Azla yetinen, kanaatkar.alçalmak (e.) Yüksekten aşağıya inmek (alçak duruma gelmek). 2. Değeri azalmak.alçı (a.) Yapılarda, kalıp çıkarma işlemi için yontuculuk ve dişçilikte kulandan, alçıtaşı-nın pişirilip toz konumuna getirilmesinden elde edilen madde.alçılamak (e.) Alçı ile sıvamak.aldanış (a.)) Aldanma, kanma.aldanmak (e.) 1. Görünüşe bakılarak yanlış bir yargıya varmak, yanılmak. 2. Bir hileye, yalana kanmak. 3. Düş kırıklığına uğramak.aldatmak (e. J1. Beklenmedik bir davranışla yanıltmak. 2. Karşısındakinin dikkatsizliğinden, ilgisizliğinden, gereği gibi uyanık olmayışından yararlanarak onun zararına kazanç sağlamak.aldırmak (e.) Alma işini bir başkasına yaptırmak.aldırmaz (a.) Bir şeye önem vermeyen, umursamayan.alelacele (b.) Çok çabuk, çok acele ederek.âlem (a.) 1. Dünya. 2. Başkaları.alemdar (a.) Bayrak ya da sancak taşıyan. 2. mec. Önder.alenen (b.) Açıktan, göz önünde, herkesin içinde, gizlemeden, açıkça.alerji (a.) Kimi canlıların birtakım yiyeceklere, ilâçlara, toz, koku gibi nesnelere karşı hastalık derecesinde gösterdikleri aşırı tepki.alet, -ti (a.) İş yaparken kullanılan araçlar.alev (a.) Yanıcı maddelerin yanması sırasında görülen ışıklı parıltı.alevli (ö a.) 1. Alevi olan. 2. Heyecanlı.aleyh (b.) Karşı, karşıt.aleyhinde olmak (e.) Birinin karşısında durum almak.alfabe (a.) 1. Bir dilin harflerinin dizimi. 2. Bir dilin harflerini tanıtarak okuma öğrenmeyi sağlayan kitap.algı (a.) Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varmak.alıcı (a.) Bir şeyi satın almak isteyen, kimse.alık (ö a.) Beceriksiz, şaşkın, akılsız, sersem.

9

Page 10: Turkce-sozluk

alıkoymak (e.) 1. Bir süre bir yerde tutmak. 2. Ayırıp saklamak.alım (a.) Alma eylemi.alımlı (ö a.) Göze hoş gelen, ilgi çeken.alın, -İm (a.) Yüzün kaşlarla saç arasındaki ön üst kısım.alındı (a.) Para ya da bir paketin teslim alındığını gösterir belge.alıngan (ö a.) Çok çabuk alınan, kırılan.alınmak (e.) 1. Almak işi yapılmak. 2. Bir sözün kendisi için söylediğini sanıp pay çıkararak üzülmek ya da öfkelenmek.alın teri (a.) Emek.alıntı (a.) Bir yazıya başka bir yazarın yazısından cümle ya da cümleler koymak, aktarmak.alın yazısı (a.) Doğmadan önce insanın başına geleceklerin Allah tarafından belirlendiği durumlar, yazgı.alışık (ö a.) Bir işe ya da duruma yabancı olmayan, alışmış olan.alıştırmaca 1. Alıştırmak eylemi. 2. Bir beceriyi, bilgiyi kazanmak için yapılan yineleme.alışkanlık (a.) Alışmış olma durumu.alışveriş (a.) Alım satım işi.âlim (a.) Bilgin, bilen, bilici, bilim adamı.alkış (a.) Bir sözün, eylemin, davranışın beğenildiğini, onaylandığını anlatmak için ei çırpma.alkol, -lü (a.) 1. Glikozun mayalaşmasıyla oluşan kokulu, uçucu, yarıcı, renksiz sıvı. 2. mec. Her türlü içki.Allah (a.) Bütün varlıkları yaratan, Rab, Mevla. Tek ilan.allahaısmarladık (a.) "Hoşça kalın" anlamında ayrılık sözü.allak bullak (ö a. b.) Karmaşık, düzensiz.allamak (nsz.) "Süslemek" anlamına gelen "allamak pullamak" deyiminde geçer.allı (ö a.) Üzerinde al renk bulunan.allık (a.) 1. Al olma durumu. 2. Kadınların süs için yanaklarına sürdüğü al boya.almaç (a.) Bir elektrik akımını alıp başka bir kuvvete çeviren aygıt, alıcı.Alman (a.) Alman ulusundan ya da halkından olan.almaş (a.) 1. İki ya da daha çok şeyin sıra ile değiştirilerek kullanılması ya da kendiliğinden değişerek çalışması. 2. Birinin doğru olması, ötekinin. yanlışlığını gerektiren iki önermenin oluşturduğu dizge.alnaç (a.) Bir şeyin Ön tarafı, ön yüzü.alo (ünl.) Telefonda konuşulan seslenme sözü.alp, -pı (a.) Yiğit, kahraman.alt, -ti (a.) Bir şeyin yere bakan tarafı.altgeçit (a.) Bir yolun altı açılarak trafik akışını kesmemek için yapılan geçit ya da yol.altı (ö a.) Beşten sonra gelen sayının adı ve bu sayıyı gösteren rakam.altın (a.) Çok değerli, parlak sarı renkte olan bir madde.altıncı (ö a.) Altı sayısının sıra sıfatı, sırada beşinciden sonra gelen.altışar (ö a.) Altı sayısının üleştirme biçimi, her birine altı adet verilen.altlık (a.) Bir şeyin altına konan şey.altmış (ö a.) Elli dokuzdan sonra gelen sayıyı gösteren rakam.altüst, -tü (a.) Çok dağınık ve karışık.alüminyum (a.) Gümüş parlaklığında hafif, beyaz bir metal.alüvyon (a.) Akarsuların taşıyıp yığdıkları balçık, kil gibi çok ince taneli öğelerin kum ve çakılla karışmasıyla oluşan yığınlık.alyans (a.) Nişan yüzüğü.alyuvar (a.) Kana al rengini veren, çekirdeksiz, yuvarlak küçük hücre.ama (b.) Karşıt düşünceyi belirten iki tümceyi birbirine bağlar.âmâ (ö a.) Gözü görmeyen, kör.

10

Page 11: Turkce-sozluk

amaç (a.) Ulaşılmak istenen sonuç, erek.amade (ö a.) (bir işi yapmaya) Hazır.aman (ü.) Yardım, öfke, usanç bildiren söz.amansız (ö a.) Aman vermez, hiç acımayan, cana kıyıcı.amatör (ö a.) 1. Bir işi zevk için yapan. 2. Yeterince deneyimi olmayan, deneyimsiz, acemi.ambalaj (a.) Bir eşyayı taşırken zarar görmesin diye sarmaya yarayan, mukavva, kâğıt, tahta, plastik madde gibi gereç.ambar (a.) Tahılların saklandığı yer.amblem (a.) Bir malın ya da bir firmanın ayırt edici imi, belirtke.ambulans (a-) Hasta, yaralı taşıma aracı.amca (a.) Babanın erkek kardeşi, emmi.amele (a.) İşçi, emekçi.ameliyat (a.) Bir hastayı iyileştirmek için doktor tarafından hastanın vücudunun bir yerinin kesilmesi ve dikilmesi yoluyla yapılan tedavi.ameliyathane (a.) Ameliyat yapılan yer.Amerika (a.) Dünyadaki kıtalardan birinin adı.amerikan (a.) Pamuktan düz dokuma, kaputbezi. Kimi zaman "amerikanbezi" biçiminde kullanılır.amfi (a.) Fakültelerde, öğrencilerin oturduğu, sıraları arkaya doğru basamaklı olarak yükselen salon.amir (a.) Emir veren.Amiral (a-) Derecesi albaydan yüksek deniz subayı.amorti (a-) Piyangoda anapara kadar ödenen karşılık.ampul, -lü (a.) Elektrik akımı verilince ışık veren havası boşaltılmış lamba.an(a.) Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası.ana (a-) 1. Çocuğu olan kadın. 2. Temel.anacıl (a.) Anasına düşkün.anaçfö (a.) Yavru veya yemiş verecek duruma gelen.anadil (a.) Başka diller türetmiş olan dil.anadili (a.) ihsanın çocukluğunda çevresinden öğrendiği dil.ana düşünce (a.) Bir yazının anlatmak istediği temel düşünce.anafor (a.) Karşılıklı iki akıntının çarpışmasıyla oluşan su hareketi.anahtar (a.) Bir kilidi veya bir elektrik devresini açıp kapamaya yarayan araç.anahtarlık (a.) Anahtarların kaybolmasını önlemek, kolayca kullanılmasını sağlamak için takıldığı maden, deri ve benzerinden yapılan halka ya da kılıf.anakara (a.) Yeryüzündeki beş büyük kara parçasından her biri.analı (a.) Anası olan.analık (a.) 1. Ana olma durumu. 2. Üvey anne.anane (a.) Toplumda sürdürülegelen adetler, kurallar, gelenek, görenek.anaokulu (a.) Öğrenim çağına henüz girmemiş 2-6 yaş arasındaki çocukları, okul düzenine hazırlayan eğitim kurumu.anarşi (a.) Siyasal ve yönetimsel kurumlardaki çözülme sonucu olarak devlet denetiminin kalmaması durumu.anarşik (a.) Toplumda oluşan düzensizlik, karışıklık.anarşist (a.) Düzensizlikten yana olan, kargaşa çıkaran.anason (a.) Tohumu bazı içkilerin yapımında ve hamur işlerinde kullanılan maydonozgillerden, kokulu bir bitki.anatomi (a.) İnsan, hayvan ve bitkilerin yapılarını inceleyen bilim dalı.anayasa (a.) Bir ülkenin yönetiminde uygulanacak temel yasa.anayol (a.) Cadde.

11

Page 12: Turkce-sozluk

anayön (a.) Doğu, batı, kuzey, güney yönlerinden her biri.anayurt (a.) İlk yurt edinilen yer, ana vatan.ancak (b.) 1. En çok, yalnızca. 2. Belli koşulla.andaç (a.) Önemli bilgileri yazmaya yarayan takvimli defter.andetmek (e.) Bir şeyi yapmak için kendi kendine söz vermek.andırmak (e.) Benzer özellikler taşımak.ant içmek (e.) Bir şeyi yapıp yapmama konusunda söz vermek.anemi (a.) Kansızlık, kan sayımında alyuvarların azalma durumu.angarya (a.)) Ücretsiz yapılan iş.anı (a.) Geçmişte bir olayı ya da kişiyi anımsama.anımsamak (e.) Aklına gelmek, hatırlamak.anıt (a.) Büyük bir olayı gelecek kuşaklara anımsatmak için yapılan büyük ve görkemli yapı.ani (ö a.) Bir anda, birdenbire.animasyon (a.) Canlandırmaanjin (a.) Boğazın şişmesiyle oluşan hastalık.anket (a.) Bir konuda toplumun ne düşündüğünü öğrenmek için çeşitli kişilere soru sorup bilgi toplama işi.anlam (a.) Bir sözden, bir davranıştan anlaşılan düşünce.anlamak (e.) Bir şeyin anlamını kavramak, anlamdaş (a.) Anlamları aynı olan sözcükler. anlaşmak (e.) Bir konuda, bir düşüncede ortak karara varmak.anlaşmazlık (a.) İki ya da daha çok taraf arasındaki amaç farklılığı.anlatım (a.) Tasarlanan bir konuyu söz ya da yazıyla anlatma.anlatmak (e.) Bir konu üzerinde bilgi vermek.anlayış (a.) 1. Anlama yeteneği güçlü. 2. Bazı konularda geniş düşünebilen.anlayışsız (ö a.) Anlama yeteneği zayıf, geniş düşünemeyen.anlı şanlı (ö a.) Güzel, gösterişli, ünlü.an (a.) En kısa zaman parçası.anlık (a.) 1. Ana ait, çok kısa süreli. 2. Zihinanmak (e.) Birini, bir şeyi anımsayarak sözünü etmek.anne (a.) Çocuğu olan kadın, ana.anneanne (a.) Annenin annesi, büyükanne. anonim (ö a.) Yapıcısı bilinmeyen ya da ortaklaşa bir çabanın ürünü olan (yapıt). anons (a.) Sesle yapılan duyuru.anormal(ö a.) Genele ters olan.ansızın (b.) Beklenmedik bir anda, birdenbire, ani olarak, aniden.ansiklopedi (a.) Genel veya belli bir konuda bilgilerin alfabetik sırayla yer aldığı kitap.ant (a.) Kutsal bir şeyi tanık göstererek yapılan yemin. anten (a.) Havadaki ses ve elektrik dalgalarını alan veya yayan aygıt.antika (a.) Eski dönemlerden kalma eser.Antikçağ (a.) Eski Yunan ve Roma uygarlıklarının gelişip yayıldığı çağ.antipatik (ö a.) Sevimsiz, soğuk.antlaşma (a.) İki tarafın bir işi yerine getirme sözü vermesi.antoloji (a.) Sanat yapıtlarından seçkin parçaları bir araya toplayan kitap.antre (a.) Bir yapıda girip geçilen yer.antrenman (a.) Bir spor dalında yapılan alıştırma ya da hazırlık çalışması. antrenör (a.) Bir spor dalında sporcuyu eğiten, yetiştiren ve çalıştıran kişi, çalıştırıcı. apandisit (a.) Körbağırsağın iltihaplanmasıyla oluşan hastalık.apansız (b.) Hiç beklenmedik bir sırada, pek ansızın.

12

Page 13: Turkce-sozluk

aparkat (a.) Boksta bükülü kolla aşağıdan yukarıya doğru atılan yumruk, apartman (a.) Birkaç katlı, her katında birkaç daire bulunan yapı.apar topar (b.) Telâş ve acele ile, yaka paça. apaydın (ö a.) Çok aydınlık. apış arası (a.) İki bacağın arasında kalan yer.aplike (a.) Düz ya da desenli bir kumaştan kesilmiş motiflerin bir başka kumaşa işlenmiş durumu.apolet, -ti (a.) Subayların rütbelerini gösteren, omuzlarına takılan işaret. aptal (ö a.) 1. Zekâsı gelişmemiş. 2. Küçümseme belirten seslenme.aptest (a.) 1. Büyük veya küçük ciş yapmak. 2. Abdest. ar (a.) 1. Yüz metre tutarındaki ölçü birimi. 2. Utanma, utanç duyma.ara (a.) İki şeyi birbirinden ayıran uzaklık.araba (a.) Tekerlekli, motorlu ya da motursuz her türlü kara taşıtı.arabulucu (ö a.) Uzlaştıran, anlaşmaya aracılık eden kişi, uzlaştırıcı.aracı (ö a.) 1. Uzlaştırmak için araya giren kişi. 2. Ürünü üreticiden tüketiciye ulaştırarak kazanç sağlayan kimseler.araç (a.) 1. Bir işi yapmakta ya da sonuçlandırmakta yararlanılan nesne. 2. Kişiler ya da nesneler arasında bağlantı sağlayan şey. aralamak (e.) İki şey arasında açıklık oluşturmak, yarı açmak.aralık (a.) 1. İki şey arasındaki açıklık. 2. Yılın son ayı. aralıklı (ö a.) Birbirine bitişik olmayan.aralıksız (ö a., b.) 1. Birbirine bitişik olan, aralarında açıklık bulunmayan. 2. Sürekli, aralık vermeden.aramak (e.) Birini ya da bir şeyi bulmaya çalışmak. ara nağme (a.) Bir şarkının sonunda sözsüz çalınan müzik parçası.aranjman (a.) Nesneleri belli bir düzene göre yerleştirme.Arap (a.) Arap yarımadası ve Kuzey Afrika'da yaşayan bir ulus.arapsaçı (a.) İçinden çıkılması güç durum.arasöz (is.) Bir cümledeki bir öğenin açıklayıcısı olan söz. ara sıra (b.) Seyrek olarak. araştırmak (e.) 1. Bir şeyi bulmak için bir yeri ya da nesneyi gözden geçirmek. 2. Bir gerçeği ortaya çıkarmak için çalışmak.arayön (a.) Dört ana yönün dışındaki yönlerden her biri. arazi (a.) Yeryüzü parçası, toprak, alan.ardıç (a.) Yapraklarını kışın dökmeyen, güzel kokulu bir ağaç.ardınca (b.) Hemen arkasında, arkası sıra, ardı sıra. ardışık (a.) Birbiri ardından gelen.ardiye (a.) Ticaret eşyalarının saklandığı yer. argo (a.) 1. Belli bir topluluk üyeleri arasında kullanılan özel sözler. 2. Kabadayı ve serserilerin kullandıkları dil. 3. Küfürlü sözler. arı (ö a.) 1. Temiz. 2. Yabancı şeylerden arınmış, katışıksız.arı (a.) Zar kanatlılardan, bal ve bal mumu yapan, iğnesiyle sokan böcek. arınmak (e.) Temizlenmek. arıtım evi (a.) Şeker, petrol gibi maddelerin ayrıştırıldığı yer, rafineri.arıtmak (e.) Temizlemek. arıza (a.) Bozukluk, aksaklık, takıntı.arif (ö a.) Çok anlayışlı ve sezgili (kimse), bilen, tanıyan.arefe(a.) 1. Dinsel bayramlardan bir önceki gün, öngün. 2. Önemli günlerin, olayların öncesi.aritmetik (a.) Sayıların özelliklerinden, işlemlerden söz eden matematik kolu. aritmik (a.) Ritim bozukluğu, düzensizlik,

13

Page 14: Turkce-sozluk

ark (a.) Küçük su yolu. arka (a.) 1. Bir şeyin önünün tersi. 2. Geri kalan bölüm. arkadaş (a.) 1. Bir işte birlikte bulunanlardan her biri, yoldaş, tanıdık, tanış. 2. Birbirine sevgi ve anlayış gösteren kişilerin her biri. arkadaşça (b.) Arkadaş olarak içtenlikle, dostça. arkadaşlık (a.) Arkadaş olma durumu, arkadaşa yakışır davranış, yoldaşlık, dostluk. arkalı (ö a.) Koruyanı, koruyucusu, dayanağı olan. arkeoloji (a.) Eski çağlardan kalma anıtları tarih ve sanat bakımından inceleyen bilim dalı, kazıbilim. arlanmak (e.) Utanmak. arma (a.) Bir devletin, bir şehrin sembolü olarak benimsenmiş özel işaret. armağan (a.) 1. Birini sevindirmek için verilen şey. 2. Ödül.armoni (a.) Türlü sesler arasında sağlanan uyum, harmani.armonika (a.) Yan yana sıralanmış deliklerden her biri üflenince, ayrı notada sesler çıkaran küçük ağız çalgısı, mızıka.armut (a.) Beyaz çiçekleri bulunan ağacın sarıdan yeşile kadar renkleri olan, tatlı, yumuşak meyvesi. arpa (a.) 1. Buğdaygillerden, taneleri bira yapımında kullanılan, hayvanlara yem olarak verilen bir bitki. 2. Bu bitkinin taneleri.arpacık (a.) Göz kapağının kenarında çıkan bir tür çıban.arsa (a.) Üzerine yapı yapılmak için ayrılmış yer. arsız (ö a.) Utanmaz. arş (a.) İslâm inancına göre göğün en yüksek katı. arş (a.) Askerlikte "yürü" komutu.arşın (a.) Yaklaşık olarak 68 cm'ye eşit olan uzunluk ölçüsü.arşınlamak (e.) 1. Arşınla ölçmek. 2. Amaçsız, geniş adımlarla yürümek. arşiv (a.) Yazılı belgelerin saklandığı yer, belgelik. arşivleme (a.) Belgeleri sınıflayarak saklama işi. art (a.) 1. Geri, arka. 2. Bir şeyin öbür yüzü.artezyen (a.) Toprağı burguyla delerek açılan ve suyu yükseğe fışkırtan kuyu. artı (a.) Matematikte toplama işareti.artık (ö a.) 1. Bir şeyden arkaya kalan. 2. Bundan sonra anlamında.artırmak (e.) Artmasını sağlamak, çoğaltmak.artist (a.) Güzel sanatlarla uğraşan sanatçı.arya (a.) Operalarda solistlerden birinin orkestra eşliğinde söylediği şarkı.arzu (a.) İstek, rica.arzuhal (is.) Dilekçe.asa (a.) Baston yerine kullanılan uzun sopa.asabî (ö a.) 1. Çabuk öfkelenen, sinirli. 2. Sinirsel.asal (a.) Başlıca, temel niteliğinde olan, esasi.asalak (ö a.) 1. Bir canlının üstünde ve içinde yaşayan zararlı canlı. 2. Başkalarının sırtından geçinen.asalet, -ti (a.) 1. Soyluluk, yüksek soydan olma. 2. Karakter yüksekliği. 3. Bir görevi yüklenmiş olan. 4. Yazıda ya da sözde bayağı sözcük ve deyim bulunmaması durumu.asansör (a.) İnsanları veya eşyaları yüksek bir yere dik olarak çıkaran düzenek.asayiş (a.) Bir yerin düzen ve güvenlik içinde bulunması.asfalt, -ti (a.) Yol yapımında kullanılan siyah bir madde.asgarî (ö a.) En az, en aşağı, en düşük.asık (ö a.) 1. Somurtkan. 2. Asılı.asıl, -slı (a.) Örneği değil kendisi.

14

Page 15: Turkce-sozluk

asılmak (e.) 1. Bir yere tutunup sallanmak. 2. Asma işine konu olmak.asılsız (ö a.) Doğru olmayan, yalan.asır, -sn (a.) Yüzyıl.asi (ö a.) Baş kaldıran, isyan eden.asil (ö a.) Soylu.asimilasyon Kendi içinde eritme, özümleme, sindirme.asistan (a.) Profesör yardımcısı.asker (a.) Erden generale kadar orduda görevli olan herkes.askerlik (a.) Asker olma durumu.askı (a.) Üzerine herhangi bir şey asmaya yarayan araç.asla (b.) Hiçbir zaman.aslan (a.) Sıcak bölgelerde yaşayan yırtıcı, büyük bir hayvan.aslanağzı (a.) Çiçeği aslanın ağzına benzeyen kokulu bir bitki.aslen (b.) Kök ya da soy bakımından.aşma (a.) 1. Asma işi. 2 Üzüm veren bitki.asosyal (ö a.) Topluma uyum sağlayamayan (kimse), toplum dışı.astar (a.) Giysi, çanta, ayakkabı gibi şeylerin içine konan ince kumaş.astım (a.) Bronşların daralmasından ileri gelen nefes darlığı hastalığı.Asya (a.) Beş ana karadan biri.aş (a.) Pişirilerek hazırlanmış yemek.aşağı (a.) 1. Bir şeyin alt kısmı. 2. Niteliği düşük, adî.aşağılamak (e.) Saygıda küçük düşürücü davranışlarda bulunmak.aşağılık (a.) 1. Niteliği düşük, kalitesiz. 2. Aşağı olma durumu.aşama (a.) Önem, değer bakımından gitgide yükselen basamaklardan her biri.aşçı (a.) Yemek pişirme mesleği olan kişi.aş evi (a.) Yemek verilen yer, lokanta.aşı (a.) Bazı hastalıklara karşı bağışıklık kazanmak için vücuda verilen sıvı.aşık (a.) Ayak bileğinde bulunan hareketli bir kemik.âşık (a.) 1. Bir kimseye güçlü sevgi besleyen. Vurgun. 2. Saz çalarak dolaşan halk ozanı. 3. Dalgın, unutkan.aşılamak (e.) 1. Organizmada bağışıklık oluşturmak veya yerleşmiş bir hastalığa karşı koyabilmek için hazırlanmış aşıyı vücuda vermek. 2. Bir meyve ağacına, başka bir ağacın meyvesini verdirmek. 3. Birtakım düşünceleri başkalarına benimsetmek. 4. Sıcağa soğuk, soğuğa sıcak katmak.aşındırmak (e.) Herhangi bir etkiyle aşınmasını sağlamak.aşın (ö a.) 1. Alışılmıştan ileri giden. 2. Gereğinden fazla olan.aşırmak (e.) 1. Yüksek veya geçmesi zor bir yerden geçirmek. 2. Çalmak.aşikâr (ö a.) Açık, apaçık, belli, ortada.aşina (a.) Bildik, tanıdık.aşiret (a.) Göçebe insan topluluğu, boy.aşk (a.) İleri derecede sevgi ve bağlılık duygusu.aşkın (ö a.) Geçmiş, belli bir süreyi aşmış.aşure (a.) Çeşitli yiyecekler konularak yapılan bir tür tatlı.At (a.) Atgillerden, binme, yük çekme veya taşıma gibi hizmetlerde kullanılan memeli hayvan.ata (a.) 1. Baba. 2. Dedelerden, büyükbabalardan her biri.atak (a.) 1. Düşüncesizce her işe atılan. 2. Atılım, akın, saldırı.atamak (e.; Bir kimseyi bir işe vermek, bir yerde görevlendirmek.atanma (e.) Bir göreve verilme.atardamar (a.) Kanın yürekten vücuda yayılmasını sağlayan damar.

15

Page 16: Turkce-sozluk

atasözü (a.) Az sözle çok şey anlatan, halkın deneyimleri sonucu oluşmuş, kalıplaşmış söz.ataş (a.) Kâğıtları bir arada tutmak ya da defter sayfalarını düzgün kullanmak için yapılmış madeni ya da plastik çengel, kıskaç.ataşe (a.) Elçilikte çalışan uzman görevli.ateş (a.) Ot, odun ve kömür gibi maddelerin yanmasıyla oluşan ısı ve ışık. ateşböceğl (a.) Karanlıkta parlayan bir böcek. ateşçi (a.) Fabrika, gemi gibi ısıyla çalışan yerlerde büyük ocaklara kömür atarak ateşin yanmasını sağlayan görevli.ateşkes (aj Savaşan iki tarafın geçici olarak savaşmaya ara vermesi.ateşlemek (e.) 1. Tutuşturmak, yakmak. 2. Top, tüfek gibi patlayıcı maddeleri patlatmak. 3. Kışkırtmak. ateşlenmek Vücut ısısı artmak.ateşli (ö a.) 1. Ateşi olan. 2. Coşkun, hareketli. atıcı (ö a.) 1. Attığını vuran kimse. 2. Yalancı. atılgan (ö a.) Karşısına çıkabilecek tehlikelerden korkmayarak öne atılan. atılım (a.) İleri atılma, hızla ilerleme.atılmak (e.) 1. Atılmak eylemine konu olmak. 2. Saldırmak, hücum etmek.atış (a.) Atma biçimi.atışmak (e.) Sözle kavga etmek.atıştırmak (a.) Aceleyle yemek yemek.atik (ö a.) Çabuk davranan, çevikatkı (a.) Soğuktan korunmak için boyuna veya omuzlara atılan örtü.atlamak (e.) 1. Bir engeli sıçrayarak aşmak. 2. Bir şeyi, bir konuyu önemsiz bularak geçmek.atlas (a.) Haritalardan oluşan kitap.atlatmak (e.) 1. Kötü bir durumdan kurtulmak. 2. Atlatma işini başkasına yaptırmak.atlet (a.) Atletizmle uğraşan sporcu.atletizm (a.) Koşu, atlama, ağırlık kaldırma gibi çeşitli vücut hareketleri.atlı (ö a.) Ata binmiş kişi.atlıkarınca (a.) Bir eksen etrafında dönen, çocukların binerek eğlendikleri eğlence aracı.atmaca (a.) Doğan cinsinden, ava alıştırılabilen küçük bir kuş.atmak (e.) 1. Bir cismi bir yöne fırlatmak. 2. Bir şeyi elden yere düşürmek. 3. Yalan ya da abartılı söz söylemek.atmosfer (a.) Yeryüzünü saran gaz kütlesi.atom (a.) Bir cismin bölünemeyen en küçük parçası.atom bombası (a.) Atomdan yararlanarak yapılan, korkunç zararları olan silâh.atom enerjisi (a.) Atomdan yararlanılarak oluşturulan enerji.atölye (a.) Sanatçıların ya da zanaatçıların çalıştıkları iş yeri, işlik.av (a.) 1. Yabanî hayvan ya da balık tutma işi. 2. Av sonucu ele geçen hayvan.avanak (ö a.) Kolayca kandırılabilen.avans (a.) Alacağına sayılan, önceden verilen para.avanta] (a.) Üstünlük sağlayan durum, yarar.avare (ö a.) İşi olmayan, kararsız ve şaşkınca dolaşan kişi.avaz (ö a.) Yüksek ses, nara.avcı (a.) Ava gitmeyi seven ya da avı meslek edinmiş kişi.avize (a.) Tavana asılan üstünde süslü aydınlatma araçları bulunan lâmba.avlamak (e.) 1. Bir avı diri ya da ölü olarak ele geçirmek. 2. Ele geçirmek, tuzağa düşürmek.avlu (a.) Binanın ortasında ya da etrafında üstü açık, duvarla çevrilmiş yer.Avrupa (a.) Beş büyük anakaradan biri.avuç (a.) 1. Elin içi. 2. Yarı yumulmuş elin alabildiği miktar.avuçlamak (e.) Avuçla tutmak.avukat (a.) Mahkemelerde bir kişiyi savunma yetkisi olan kimse.

16

Page 17: Turkce-sozluk

avunmak (e.) Acısını unutmak için oyalanmak.avurt (a.) Yanağın ağız boşluğuna gelen yeri.avurtlamak (a.) Büyüklenmek, kibirlenmek.avurtlu (a.) Kibirli, gururlu.ay (ü.) Anîden duyulan heyecanı belirten söz.ay (a.) Dünyamızın uydusu olan gök cismi.aya (a.) Elin iç ve düz tarafı.ayak (a.) Bacakların bileklerden sonraki bölümü.ayakaltı (a.) Herkesin gelip geçtiği yer.ayakkabı (a.) Ev dışında ayağa giyilen şey.ayaklanmak (e.) 1. Ayağa kalkmak. 2. Yasalara karşı durmak.ayak takımı (a.) Toplum içinde terbiyesi düşük kimselerin tümü.ayaktaşı (a.) Balık avcılığında gırgır ve benzeri ağlarda ağırlık olarak kullanılan delikli mermer taş.ayak topu (a.) Futbol.ayak ucu (a.) Yatılan yerde ayakların uzatıldığı yön.ayaküstü (b.) Oturmayıp ayakta durarak, kısa sürede.ayakyolu (a.) İnsanın vücudundaki atıkları boşalttığı yer, tuvalet.ayan (a.) Belli, açık.ayan (ö a.) İleri gelenler.ayar (a.) 1. Bir ölçünün doğru olup olmadığını anlamaya yarayan alet. 2. Altın gibi kıymetli madenlerin saflık derecesi.ayarlamak (e.) 1. Bir ölçüyü, bir aygıtı iş yapabilecek düzene getirmek. 2. İşleri belli bir düzene koymak.ayarlı (ö a.) (saat ve makine için) Ayarlanmış, doğru çalışması sağlanmış, düzeltilmiş, düzenli, doğru. 2. (altın ve gümüş için) Belirli bir ayarı olan.ayarsız (ö. a.) 1. Ayarı yapılmamış, ayarı bozuk, düzensiz. 2. (altın ve gümüş için) Belli bir ayarı olmayan. 3. (mec.) Davranışları ölçüsüz.ayartmak (e.) 1. Baştan çıkartmak, doğru yoldan saptırmak. 2. Kandırmak.ayaz (a.) Açık havada kuru soğuk.ayazlamak (e.) Ayazda kalıp üşümek.aybeay (b.) Aydan aya, her ay.ayçiçeği (a.) İri sarı çiçekli otsu bitki ve onun çiçeği.aydede (a.) Ay.aydın (a.) 1. Işık alan, ışıklı, aydınlık. 2. Bilgili, görgülü, ileri düşünceli kişi.aydınlanmak (e.) 1. Aydınlık olmak 2. Bir konu hakkında yeterince bilgilenmek.aydınlatmak (e.) 1. Karanlığı gidermek. 2. Bir konu hakkında etrafı yeterince bilgilendirmek.aydınlık (a.) Işık, ışıklı yer.aygır (a.) Damızlık erkek at.aygıt (a.) Birçok parçadan oluşmuş alet.ayı (a.) Et, meyve ve bal yiyen iri gövdeli yırtıcı bir hayvan.ayıbalığı (a.) Fok.ayık (ö a.) Sarhoşluğu geçmiş olan, uyanık.ayıklamak (e.) Bir şeyin içindeki yaramazları, çürükleri temizlemek.ayılmak (e.) 1. Kendine gelmek. 2. Aklı başına gelip gerçeği görmek.ayıp (a.) Toplumun ahlâk kurallarına ters gelen, utanılacak durum.ayırtıcı (a.) Ayrılma özelliği ya da gücü olan.ayırmak (e.) 1. Bir arada duran şeyleri birbirlerinden uzaklaştırmak. 2. Bir şeyin bir bölümünü alıkoymak.ayırt etmek (a.) İki ya da daha çok şeyin aralarındaki ayrımı görmek.

17

Page 18: Turkce-sozluk

ayırtman (a.) Sınav komisyonlarında görev alan kişi.âyin (a.) Dinsel tören.aykırı (ö a.) Alışılmışa ters gelen, uygun olmayan.aylak (ö a.) İşsiz, güçsüz, boş gezen, boş.aylık (a.) 1. Bir işte çalışana her ay ödenen para. 2. Ayda bir kez yayınlanan ya da alınan.aymak (e.) 1. Kendine gelmek. 2. İçine düştüğü yanlışlığın farkına varmak.aymaz (ö a.) Çevresinde olup bitenlerin ayrımına varamayan, gerçekleri göremeyen, uyuyan, dalgın.ayna (a.) Işığı yansıtan, bir şeyin görüntüsünü veren sırlı cam.aynı (ö a.) 1. Başkası değil. 2. Benzeri.ayraç (a.) Cümlede geçen bir sözcüğü açıklamak için kullanılan işaret, parantez.ayran (a.) Yoğurdun sulandırılarak çalkalanmasıyla elde edilen içecek.ayn (ö a.) 1. Aynı yerde bulunmayan. 2. Başka.ayrıca (b.) Bunun yanında, ayrı olarak.ayrıcalı (ö a.) Başkalarına benzemeyen, ayrı tutulan.ayrıcalık (a.) Başkalarından ayrı ve üstün tutulma durumu.aynk (ö a.) 1. Ayrılmış. 2. Ayrı tutulan, başkalarına benzemeyen, ayrıcalı. 3. Kural dışı.ayrılık (a.) 1. Ayrı olma durumu, farklılık. 2. Sevilen birinden, bir yerden uzak düşme, hasret. 3. Düşünce, görüş ya da ya da duygu arasındaki uyuşmazlık.ayrılmak (e.) Bir yerden, bir şeyden uzaklaşmak.ayrım (a.) Bir kimse ya da nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılık; benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık.ayrıntı (a.) Bir şeyden farklı olmakla birlikte onu tamamlayan bölüm.ayrıntılı (ö. a.) Ayrıntısı olan, ayrıntıya inerek.ayrıt (a.) Cisimlerin iki yüzeyini birbirinden ayıran doğru parçası.aysberg (a.) Denizde yüzen büyük buz parçası.ayşekadın (a.) Kılçıksız, lezzetli bir tür taze fasulye.ayva (a.) Sarı renkte, tüylü, mayhoş bir tadı olan meyve.ayvalık (a.) Ayva ağaçlarının çok bulunduğu yer.ayvan (a.) 1. Büyük salon, sofa. 2. Bir tarafı dışarıya açık olan oda.ayvaz (a.) 1. Büyük konaklarda mutfak ve yemek hizmetlerinde çalışan uşak. 2. Koca, erkek, eş. 3. Karşılık, bedel.ayyaş (ö a.) Sürekli içki içen.az (ö a. b.) Umulan veya gereken kadar olmayan.aza (a.) 1. Bir toplulukta olanların her biri, üye. 2. Organ.azalmak (e.) 1. Az denecek bir niceliğe inmek ya da eskisinden az duruma gelmek, eksilmek. 2. Etkisini yitirmek, hafiflemek.azamet (a.) Büyüklük.azamî (ö a.) En büyük, en yüksek, en çok.azap (a.) Şiddetli acı ve sıkıntı.azar (a.) Paylama.azarlamak (e.) Paylamak.azat (a.) Serbest bırakma.azat etmek (e.) Özgürlüğüne kavuşturmak, bırakmak.azca (e.) Oldukça az.azdırmak (e.) 1. Azmasına neden olmak. 2. Azgın duruma getirmek. 3. Şımartmak.Azerî (a.) Azerbaycan Türklerinden olan.azgın (ö a.) 1. Azmış olan. 2. Çok yaramaz.azı (a.) Yiyecekleri ağızda ezmeye yarayan büyük dişler.azıcık (ö a.) Çok az olma durumu.

18

Page 19: Turkce-sozluk

azı dişi (a.) Köpek dişlerinden sonra içeriye doğru, alt ve üst çenenin iki yanında beşer tane bulunan ve yiyecekleri öğütmeye yarayan dişlerin ortak adı.azık (a.) Yolculuk için hazırlanan yiyecek.azılı (ö a.) Gözü hiçbir şeyden yılmayan, azgın.azımsamak (e.) Bir şeyin umulduğundan az olduğu kanısına varmak.azımsanmak (nsz.) Az görülerek beğenilmemek, küçümsenmek.azınlık (a.) Bir toplulukta din, dil vb. herhangi bir bakımdan sayıca az olanlar. Ekalliyet.azıtmak (e.) 1. Azgın duruma gelmek. 2. (mec.) Çığırından çıkmak.azim (a.) Bir işte zorlukları aşma kararı.aziz (ö. a.) 1. Sevgide üstün tutulan. 2. Ermiş, eren.azize (ö. a.) Ermiş Kadın.azizlik (a.) 1. Aziz olma durumu. 2. mec. Muziplik, şaka.azletmek (e.) Bir görevliyi işinden ayırıp açıkta bırakmak, görevden almak, işten çıkarmak.azma (a.) 1. Azmak eylemi. 2. İki ayrı ırkın karışmasından doğan, kırma.azman (ö a.) Çok gelişmiş.azmetmek (e.) Bir işteki engelleri yenmeye karar vermiş olmak, vazgeçmemek.azmettirmek (e.) Bir eylemi kesinlikle yapmasına karar verdirmek, bir şeyi yapmaya yönlendirmek.Azrail (a.) İnsanların canını almakla görevli olduğuna inanılan melek.

B b

b, B Türk alfabesinin ikinci harfi, dudak ünsüzlerindendir.baba (a.) Çocuğu olan erkek.babaanne (a.) (çocuğa göre) Babanın annesi.babacan (ö. a.) Cana yakın, güvenilir (erkek).babacıl (ö. a.) Babasına çok düşkün (kimse).babaç (a.) En yaşlı erkek kümes hayvanı.baba evi (a.) Babadan, dededen kalma ev, toprak, yurt.babalık (a.) 1. Baba olma durumu. Baba gibi davranma. 2. Üvey baba.babayani (ö a.) Gösterişsiz ve süssüz olan.babayiğit (a.) Güçlü, kuvvetli korkusuz kişi.baca (a.) Dumanı içerden alıp dışarıya taşıyan hava deliği.bacak (a.) Vücudun kalçadan tabana kadar olan bölümü.bacaksız (ö a.) 1. Bacağı olmayan. 2. Bacakları kısa olan, kısa boylu.bacanak (a.) Eşleri kardeş olan erkeklerin her biri.bacı (a.) Büyük kız kardeş, abla.badana (a.) Duvarlara sürülen beyaz ya da renkli kireçli sıvı.badas (a.) Harman kaldırdıktan sonra yerde kalan toprak, çöp ve samanla karışık tahıl taneleri, harman döküntüsü.badem (a.) Meyvesi olgunlaşmadan yenen, erken çiçek açan bir ağaç ve yemişi.bademcik (a.) Boğazın iki yanında bademe benzeyen iki organ.bademlik (a.) Badem ağaçları çok olan yer.badem yağı (a.) Bademden çıkarılan ve deri, kösele gibi şeyleri yumuşatmak için kullanılan yağ.badi (a.) Ördek.badire (a.) Birden ortaya çıkan tehlikeli durum.bagaj (a.) Tren, otobüs gibi taşıtlarda yolcuların eşyası, yolcu yükü.

19

Page 20: Turkce-sozluk

bağ (a.) 1. Bağlamaya yarayan araç. 2. Deste.bağ (a.) 1. Üzüm veren ağaç, asma. 2. Asmaların bulunduğu bahçe.bağbozumu (a.) Bağların üzümlerinin toplanması ve bu zamana verilen ad.bağcı (a.) Bağ yetiştirip ürününü satan kimse.bağcık (a.) Bağlama işinde kullanılan ip.bağdaş (a.) Ayakları birbirinin altına alarak oturma biçimi.bağdaşık (a.) Her yeri aynı özelliği gösteren.bağdaşmak (e.) Anlaşmak, aynı düşünceleri taşımak, uzlaşmak.bağıl (ö a.) Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olan, görece.bağıldak (a.) Beşikteki çocuğun düşmemesi için beşiğe sarılıp bağlanan, kumaştan yapılmış enli bağ.bağım (a.) Bir şeyin yâ da bir kimsenin gücü ve etkisi altında bulunma durumu, bağımlılık.bağımlı (ö a.) Başka bir şeyin istemine, gücüne ya da yardımına bağlı olan, özerkliği olmayan.bağımsız (ö a.) Davranışlarını, başka bir gücün etkisine, egemenliğine bağlı olmadan düzenleyebilen.bağımsızlık (a.) Bağımsız olma durumu ya da niteliği.bağıntı (a.) İki veya daha çok şey arasındaki ilişki.bağır (a.) Göğüs.bağırmak (a.) 1. Yüksek ve gür sesle konuşmak. 2. Azarlamak.bağırsak (a.) Sindirim borusunun mideden sonraki bölümü.bağışlamak (e.) 1. Sahip olduğu bir şeyi başkasına karşılıksız vermek. 2. Affetmek.bağlaç (a.) Eş görevli sözcükleri ya da önermeleri birbirlerine bağlayan sözcük türü.bağlama (a.) 1. Bağlanmak eylemi. 2. Anadolu folklorunda üç çift telli saz.bağlamak (e.) Bir bağlama aracı ile bir şeyi bir yere tutturmak.bağlanmak (e.) 1. Bağlama işine konu olmak. 2. Birine sevgi yoluyla tutulmak.bağlantı (a.) 1. İki veya daha çok şeyin birbiri ile ilişkisi bulunması durumu. 2. İki şey arasında ilişkiyi sağlayan bağ.bağlantısız (ö. a.) Aralarında bağlantı bulunmayan.bağlaşık (a.) Aralarında anlaşma ya da sözleşme sağlanmış kimse ya da topluluk.bağlı (ö a.) 1. Bağlanmış. 2. Bir kuruluşun yönetimi altında olan.bağlılık (a.) 1. Bağlı olma durumu. 2. (birine karşı) Sevgi, saygıyla yakınlık duyma ve gösterme.bağnaz (ö a.) Bir düşünceye körü körüne inanan, ondan başkasını kabul etmeyen.bağrışmak (e.) Birlikte, karşılıklı bağırıp durmak.bahane (a.) Bir şeyin gerçek nedeni saklanarak öne sürülen sözde neden.bahar (a.) 1. Mart, nisan, mayıs aylarını kapsayan mevsim. 2. Bu mevsimde ağaçlarda açan çiçekler ve yapraklar. 3. mec. Gençlik çağı.baharat (a.) Yemeklerde kullanılan hoş koku ve tat veren maddelerin genel adı. baharlı (a.) İçerisinde baharat bulunan, baharatlı. bahçe (a.) Sebze, çiçek veya ağaç yetiştirilen yer. bahçıvan (a.) Bahçe ile uğraşmayı kendine meslek edinen kimse.bahis, -hsi (a.) Konuşulan, sözü edilen konu.bahriyeli (ö. a.) Deniz askeri.bahsetmek (e.) Bir konu üstünde konuşmak.bahşiş (a.) Bir hizmeti görene kendi isteği ile para verme.baht, -ti (a.) Talih, şans.bahtiyar (ö a.) Sevinçli, mutlu.bakakalmak (e.) Çok şaşırmak.

20

Page 21: Turkce-sozluk

bakan (a.) Ülkenin genel işlerinden birini yönetmek için başbakan tarafından atanan, cumhurbaşkanın onayı ile göreve başlayan kimse.bakı (a.) Her yörede, özellikle dağlık yörelerde bir yamacın güneş ışınlarına, güneye ya da kuzeye karşı konumunu belirleyen, bunun sonucu olarak da doğal koşullarını saptayan durumu. bakıcı (ö a.) Bir kimseyi korumak, yetiştirmek gibi amaçlarla görevlendirilen kimse. bakım (a.) Bir şeyin korunması ve yetiştirilmesi için yapılan çalışma.bakımlı (ö a.) İyi bakılmış, üzerinde iyi çalışılmış. bakımsız (ö a.) Bakımı iyi olmayan.bakınmak (e.) Etrafa göz gezdirmek.bakır (a.) Kolay işlenebilen, biçim verilebilen bir maden.bakış (a.) Bakma biçimi.baki (a.) Sürekli, kalıcı, daimi.bakkal (a.) 1. Yiyecek, içecek ve başka gereksinim maddelerini parakende olarak satan kimse. 2. Bu gibi şeylerin satıldığı dükkân.bakkaliye (a.) Bakkal dükkânında satılan çeşitli maddeler.bakla (is.) Baklagillerden, yurdumuzun her yerinde yetiştirilen, yeşil kabuklu, taneli, fasulyeye benzeyen bir bitki.baklava (a.) Yufkadan yapılan, içine ceviz, badem, fıstık konan bir tatlı türü.bakmak (e.) 1. Gözleri bir şeyin üzerine çevirmek. 2. Bir şeyin gelişmesi için uğraşmak.bakraç (a.) Bakırdan yapılma, saplı, içine sulu şeyler konan derin kap, kova.bakteri (a.) Toprakta, suda, canlılarda bulunan çürüme, mayalanma, ya da hastalıklara yol açan, küresel, silindirimsi ya da virgülümsü biçimde olan, bölünerek çoğalan, tek hücreli canlı.bal (a.) Arıların çiçek özlerinden yaptıkları tatlı madde.bala (a.) Çocuk.balayı (a.) Evliliğin ilk günleri.balçık (a.) Yapışkan, koyu renkte çamur.baldır (a.) Bacağın diz ile ayak arasındaki bölümü.baldıran (a.) Nemli yerlerde yetişen zehirli bir bitki.baldız (a.) Bir erkeğin eşinin kız kardeşi.bale (a.) Dans ve hareketlerle anlatılan müzikli, sözsüz sahne oyunu.balerin (a.) Bale yapan kadın sanatçı.balet Bale yapan erkek sanatçı.balgam (a.) Solunum yollarında oluşan, öksürükle dışarı atılan madde.balık (a.) Omurgalılardan, suda yaşayan, solungaçla nefes alan ve yumurtadan üreyen hayvanların genel adı.balıkçı (a.) 1. Balık tutan kişi. 2. Deniz ürünleri satan.balıkçıl (a.) Su kıyılarında yaşayan, balıkla beslenen uzun boylu ve uzun gagalı bir kuş.balıketi (a.) Ne zayıf ne şişman olan.balıkhane (a.) Balıkların toptan satıldığı yer.balıklama (a.) Balık gibi gergin ve suya baş aşağı atlama.balıksırtı (ö a.) Sırtı düz olmayan, iki tarafa doğru yuvarlakça olan.balina (a.) Denizlerde yaşayan çok büyük, memeli hayvan.balkan (a.) Sarp ve ormanlık yer.balkır (a.) 1. Şimşek. 2. Parıltı.balkon (a.) Binalarda sokağa veya bahçeye doğru çıkma, üstü açık, oturup hava alınacak yer.ballandırmak (e.) İmrendirecek biçimde övmek. bal mumu (a.) Arıların peteklerini yapmak için karın halkaları arasından salgıladıkları yumuşak, sarımsı madde.

21

Page 22: Turkce-sozluk

balo (a.) Danslı ve resmî giyimli içkili gece toplantısı. balon (a.) 1. İçine havadan hafif bir gaz doldurulunca uçan yuvarlak araç. 2. Hava ya da gazla doldurulan, kauçuktan yapılan çocuk oyuncağı.balta (a.) Ağaç kesmeye ve odun kırmaya yarayan saplı demir alet.baltalamak (e.) 1. Baltayla kesmek. 2. Başkasının işini bozacak davranışlarda bulunmak.balya (a.) Ticaret eşyalarının bir bezle sarılıp sarmalanması.balyoz (a.) İri, ağır çekiç. bambaşka (b.) Büsbütün başka, apayrı, değişik, farklı. bambu (a.) 1. Sıcak ülkelerde yetişen kamış çeşidi. 2. Bu kamıştan yapılmış olan. bamya (a.) Meyvesinden hem yaş hem de kuru olarak yemek yapılan bir sebze. bandaj (a.) 1. Sargıyla sarma. 2. Bağ, sargı.bandıra (a.) Gemilerin hangi ülkeye ait olduğunu gösterir işaret.bando (a.) Çeşitli çalgılardan oluşan tören müzik topluluğu.bandrol (a.) Paket ya da şişelerin ağızlarına konan şerit ya da etiket.bangır bangır (a.) 1. Etrafa duyuracak biçimde {bağırmak}. 2. Yüksek sesle, gürültüyle.banka (a.) Para ile ilgili işlerle uğraşan kuruluş.banker fa.; 1. Banka sahibi. 2. Tahvil, hisse senedi ve para alışverişi yapan kimse. 3. Büyük dolandırıcı. banknot (a.) Kâğıt para. banliyö (a.) Genellikle oturma alanı niteliğinde olan, kent merkezinden uzakta ya da sınırlarına yakın yerlerde bulunan kent bölümü, dolay, yöre, kent.banmak (e.) Katı bir şeyi sulu ya da tuz, biber gibi toz durumundaki maddelerin içine batırıp çıkarmak, bandırmak.bant (a.) 1. Düz, ensiz, yassı bağ, şerit. 2. Ses alma aygıtlarında seslerin kaydı için kulandan şerit. 3. Yara üzerine yapıştırılan özel olarak hazırlanmış ilâçlı küçük şerit.banyo (a.) Evlerde yıkanmaya, temizliğe ayrılmış bölüm. bar (a.) 1. Anadolu'da el ele tutularak oynanan bir oyun. 2. Danslı, içkili, eğlence yeri. baraj (a.) Akarsuların gücünden veya suyundan yararlanmak amacıyla önlerine yapılan kalın set. baraka (a.) Temelsiz, tahta, çinko gibi maddelerden yapılan özensiz yapı.barbar (a.) Yabanî.barbunya (a.) 1. Kırmızı renkli, beyaz etli lezzetli bir balık. 2. Bir cins fasulye.bardak (a.) Bir şey içmek için kullanılan topraktan ya da camdan kap.barınmak (e.) 1. Korunmak için bir yeri siper edinmek. 2. Bir yerde birlikte yaşamak.barış (a.) 1. Savaş ve dargınlıktan sonra tarafların anlaşması. 2. Savaşsızlık, savaşmama durumu, birbiriyle iyi geçinme durumu. 3. Barışmak eylemi.barışık (ö a.) 1. Bir kimse ya da bir şeyle uyum içinde, uzlaşı içinde. 2. Barış yapmış durumda.barışmak (nsz.) İki taraf arasındaki dargınlığı kaldırmak, uzlaşmak, anlaşmak.bari (a.) Hiç olmazsa.barikat (a.) Bir yolu, sokağı çeşitli eşyalar yığarak kapatmak.bariz (ö a.) Açık, göze çarpan, belirgin.bark fa.; Barınılan yer.baro (a.) Kent ya da bölge avukatlar birliği.barometre (a.) Hava basıncını ölçen alet.baron (a.) 1 Batı toplumlarında kral tarafından verilen bir soyluluk unvanı. 2. mec. Mafya liderliği, organize suç örgütü başkanı olmak.barones (a.) Baronun kızı veya eşi.barut, -tu (a.) Ateşli silâhlarda kullanılan patlayıcı madde.

22

Page 23: Turkce-sozluk

basamak (e.) 1. Bir yere çıkarken ya da inerken basılan ve art arda gelen, birbirinden belirli aralıklarla yükselen düz yüzeylerden her biri. 2. Derece, aşama. 3. (Aritmetikte) On kuralına göre yazılmış bir sayının, her rakamının bulunduğu sıra.basbayağı (a.) Bilinenden, alışılandan farklı olmayan.basık (a.) 1. Basılmış, yassılaşmış. 2. Çok yüksek olmayan, alçak.basım (a.) Baskı makinesi ile kâğıt üzerine çıkarılan resim ya da yazı.basımevi (a.) Kitap, dergi gibi şeylerin basıldığı yer, matbaa.basın (a.) Belli zamanlarda çıkan gazete ve dergi gibi yayınların tümü.basınç (a.) Bir kuvvetin bir yüzey üzerine yaptığı zorlama.basınçölçer (a.) Hava basıncını ölçmeye yarayan alet, barometre.basırganmak (e.) Üzerine ağırlık basmak, kabus çökmek.basit (a.) Anlaşılması ve yapılması kolay.basket (a.) Basketbol’un kısa söylenişi. Basketbol'da kazanılan sayı.basketbol (a.) Beşer kişilik 2 takım halinde oynanan ve topu açık bir sepete sokmak suretiyle sayı yapılan bir tür oyun. Sepet topu.baskı (a.) 1. Bir şey üzerine güç kullanma. Birini ya da bir topluluğu bir iş yapmaya zorlama. 2. Bir yazı ya da resmi, araç yardımıyla bir malzeme üzerine geçirme.baskın (a.) 1. Birini yakalamak için bir yere habersiz girme. 2. Kısa sürede beklenmedik akın.baskül (a.) Çoğunlukla bir küfeyi çok daha küçük bir kütle yardımıyla tartmaya yarayan aygıt.basma (a.) 1 Basmak eylemi. 2. Üzerinde renkli resimler bulunan pamuklu kumaş.basmacı (a.) Kumaş satıcısı.basmak (e.) 1. Vücut ağırlığını taşıyacak şekilde ayak tabanını yere koymak. 2. Bir şeyin üzerine kuvvetle bastırmak. 3 Beklenmedik bir zamanda gelmek.bastıbacak (ö a.) Bacakları çarpık ve kısa olan.baston (a.) Yürürken dayanılan değnek.baş (a.) 1. Vücudun üst kısmı, göz, kulak, burun, beyin gibi organların bulunduğu bölüm. 2. Bir yerin en önde olan bölümü.başak (a.) Arpa, buğday gibi bitkilerin tanelerini taşıyan kılçıklı bölümü.başaltı (a.) Güreşte ikinci sınıf yarışmalar.başarı (a.) Başarma eylemi ya da başarılan iş.başarılı (ö a.) Bir işi, görevi en iyi biçimde yapan, başarı gösteren.başarısız (ö a.) Başarılı olamayan, başarı gösteremeyen.başarmak (e.) Bir işi en iyi biçimde bitirmek.başbakan (a.) Hükümetin başı olan, cumhurbaşkanının atadığı, ülkenin işlerini yürütme gücünü elinde bulunduran kişi.başçavuş (a.) Orduda eğitimde subaya yardım eden erbaş.başıboş (ö a.) Bir şeye ya da kimseye bağlı olamayan.başka (ö a.) Bilinenden ayrı, değişik, farklı.başkalaşım (a.) Bir kütlenin fizikçe ve kimyaca değişmesi.başkaca (b.) Ayrıca.başkan (a.) Bir derneğin, bir topluluğun başında bulunan.başkanlık (a.) 1. Başkanın görevi. 2. Başkan olma durumu.başkent (a.) Bir devletin yönetim merkezi olan kent, devlet merkezi.başkomutan (a.) Ülkenin bütün ordularına komuta eden en büyük komutan.başlamak (e.) Bir işe girişmek, harekete geçmek.başlangıç (a.) Bir şeyin başlayış bölümü, ilki.başlık (a.) 1. Başa takılan giyecek. 2. Yazının adı.başörtü (a.) Kadınların başlarına örttükleri bir tür örtü.baştan (b.) 1. Başından başlayarak, yeniden. 2. Bir işin başlangıcından.

23

Page 24: Turkce-sozluk

başşehir (a.) Başkent.baş ucu (a.) Yatılan yerin baş konulan yanı.başvekil (a.) Başbakan.başvuru (a.) Birinden ya da bir kurumdan yararlanmak için yardım isteme, müracaat.başyapıt (a.) Üstün ve kalıcı nitelikte olan usta işi yapıt, şaheser.başyazar (a.) Dergi ve gazetelerinin baş yazılarını yazan yazar.batak (ö a.) 1. Üzerine basınca çöken çamurlaşmış toprak. 2. mec. Hayır gelmez, yarar sağlamaz, batmış.bataklık (a.) Batak bölge.batakçı (ö a.) Borcunu ödememeyi alışkanlık haline getirmiş kimse.batı (a.) 1- Güneşin battığı yön. 2. Bu yönde olan, bu yönle ilgili.batıl (ö a.) 1. Doğru ve haklı olmayan. 2. Çürük, temelsiz.batılı (ö a.) 1. Batı ülkeleri halkından olan. 2. Batı uygarlığını benimsemiş bulunan.battaniye (a.) Yorgan yerine kullanılan kalınca örtü.bavul (a.) Yolculukta içine eşya konulan büyük çanta.bay (ö a.) Erkek ad veya so-yadlarının önüne getirilen saygı sözü.bayağı (ö a.) 1. Niteliği düşük 2. Oldukça.bayağı kesir (a.) Bir bütünden kaç parça alındığını bildiren kesir.bayan (ö a.) Kadınların ad ya da soyadlarının önüne getirilen saygı sözü.bayat (ö a.) 1. Taze olmayan, bozulmuş. 2. Eski, güncel olmayan.bayatlamak (e.) Tazeliğini yitirmek, bayat duruma gelmek.baygın (ö a.) Bayılmış, kendinden geçmiş.bayılmak (e.) 1- Kendinden geçmek. 2. Çok hoşlanmak.bayındır (ö a.) Gelişip güzelleşmesi için, hayat şartlarının uygun duruma getirilmesi için üzerinde çalışılmış olan. Bakımlı, mamur.Bayındır (is.) Oğuz Türklerinin 24 boyundan biri.bayır (a.) Yamaç, küçük yokuş.bayi (a.) Satan, satıcı. Bazı maddeleri satma izni olan kimse ve bu maddelerin satıldığı küçük dükkan.baykuş (a.) Geceleri dolaşan bir tür yırtıcı kuş.bayrak (a.) Bir ulusun, bir topluluğun özel işareti olan dikdörtgen biçimindeki kumaş.bayraktar (a.) Bayrağı taşıyan kimse.bayram (a.) Ulusal ya da dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün ya da günler.bayramlaşmak (e.) Birbirinin bayramını kutlamak.bayramlık (ö a.) Bayrama özgü her türlü hazırlık.baytar (a.) Hayvan hastalıkları hekimi, veteriner.beceri (a.) işleri kolayca ve güzel yapma özelliği.becerikli (ö a.) Ele aldığı işi iyi ve kolayca yapan, becerisi olan, usta.beceriksiz (ö. a.) Elinden bir iş gelmeyen, becerisi olmayan.becermek (e.) Bir işi yapıp bitirmek.bedava (ö. a.) Karşılıksız, emeksiz, para almadan, beleş.bedbaht (ö a.) Mutsuz, bahtsız, talihsiz.beddua (a.) Birisinin kötü duruma düşmesini isteme.bedel (a.) Bir şey alınırken karşılık olarak verilen para ya da mal, değer, fiyat.beden (a.) 1. Canlı varlıkların maddî bölümü. 2. Vücudun baş, kol ve bacaklar dışında kalan bölümü, gövde.begonya (a.) Yaprakları etlice bir çeşit süs bitkisi.beğenmek (e.) Birini ya da bir şeyi iyi ya da güzel bulmak.bekâr (a.) Evlenmemiş kimse.bekçi (a.) Bir şeyi, bir yeri koruyup kollamakla görevli kişi.

24

Page 25: Turkce-sozluk

bekinmek (e.) 1. İnat etmek, direnmek. 2. Kapanmak, tıkanmak.beklemek (e.) 1. Bir iş oluncaya, biri gelinceye değin bir yerde kalmak, durmak. 2. Süre tanımak, acele etmemek.beklenti (a.) 1. Bir olgunun sonunda olması beklenen şey. 2. Bireyin belli koşul ve durumların olacağı biçimler ya da kendisinden beklenenler konusundaki ön görüşü.bel (a.) insan bedeninin göğüsle karın arasındaki dar bölümü.belâ (a.) İçinden çıkılması güç durum.belâlı (ö a.) 1. Yorucu, üzücü, can sıkıcı. 2. Kavgacı.belde (a.) Şehir.belediye (a.) Köy dışındaki yerleşim birimlerinde temizlik, su, aydınlatma, denetleme gibi hizmetleri yerine getiren, seçimle iş başına gelen yönetim.beleş (ö a.) Bedava.belge (a.) Bir olay ya da durumun doğru olduğunu gösteren yazı, resim, fotoğraf, film vb.belgin (a.) Tam ve kesin olarak belirlenmiş olan.belgisiz (ö. a.) Benzerleri arasında tanınmasına yarayacak bir özelliği olmayan, belirli olmayan.belirgin (ö a.) Açık, anlaşılır nitelikte, besbelli.belirli (a.) Açık ve kesin olarak kararlaştırılmış, saptanmış olan.belirmek (e.) Belli olmayan bir şeyin ortaya çıkması.belirsiz (ö a.) Özelliği hakkında bilgi bulunmayan, belirli olmayan.belirti (a.) Bir şeyin anlaşılmasına yardım edici durum.belkemiği (a.) 1. Vücudun dik durmasını sağlayan omurga kemiği. 2. Bir şeyin varlığıyla ilgili en önemli bölümü, temel, esas.belki (b.) 1. Bakarsın, olasılıkla, olabilir ki. 2. Olsa olsa.bellek (a.) 1. Yaşantıları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, hafıza. 2. Bir bilgisayarda, verileri kaydedip saklayan ve geri verebilen düzenek.bellemek (e.) Öğrenip akılda tutmak.belli (ö a.) Bilinen, gizli saklı olmayan.ben (b.) Tekil birinci kişi.bencil (ö a.) Yalnız kendi çıkarını düşünen.benek (a.) Bir şeyin üzerinde bulunan küçük yuvarlak leke.bengi (ö a.) Sonu olmayan, hep kalacak olan, ebedî.bengisu Ölümsüzlük veren su.benimsemek (e.) Bir şeyi kendinin saymak, kabullenmek, sahip çıkmak.beniz, -nzi (a.) Yüzün rengi.benlik (a.) Bir kimsenin öz varlığı, kişiliği.bent (a.) Suyu biriktirmek için akarsuyun önüne yapılan set.benzemek (e.) İki kişi ya da nesne arasında birbirini andıran özellikler taşımak.benzer (a.) Nitelik ve görünüm bakımından birbirine benzeyen.benzeşim (a.) 1. Kimi ortak yönleri olan iki şey arasındaki benzeşme. 2. mat. İki şeklin kenar uzunlukları arasındaki oran değişmemekle birlikte, karşılıklı açıların eşit olması durumu.benzetmek (e.) 1. Benzer duruma getirmek. 2. Bir şeyde başka bir şeyle ortak özellikler bulmak.benzin (a.) Petrolden elde edilen uçucu, renksiz, çabuk yanan bir sıvı.beraber (b.) Birlikte, bir arada.berbat (ö a.) Kötü, pis.berber (a.) Uğraşı saç, sakal kesmek, tıraş etmek olan kimse. 2. Bu işin yapıldığı dükkan.bere (a.) 1. Vurma, çarpma sonucu vücutta oluşan çürük. 2. Başlık.bereket (a.) Bolluk, verimlilik.

25

Page 26: Turkce-sozluk

bereketli (ö a.) Çok verimli.berelemek (e.) Bereli duruma getirmek, bir yerini hafifçe çürütmek ya da yaralamak.beri (a.) Bir yere göre daha yakın olan.beriki (ö.a.) Beride olan.berk, -ki (ö.a.)1. Sert, katı. 2. Sağlam.berkitmek (e.) Güçlendirmek, sağlam duruma getirmek.berrak (ö a.) Duru, temiz.bertilmek (e.) 1. İncinmek, burkulmak. 2. Berelenmek, yaralanmak.besbelli (ö a.) İyice belirgin, açık, apaçık, besbelli.besili (ö a.) İyi beslenmiş, semiz.besin (a.) Yenilebilen besleyici yiyecek, azık.besisuyu (a.) Bitkilerin damarlarında dolaşan besleyici su.besleme (a.) 1. Beslemek eylemi 2. Küçük yaşta alınıp boğaz tokluğuna çalıştırılan kız çocuğu.beslemek (e.) Yiyeceğini ve içeceğini vermek.besmele (a.) İşe başlarken söylenen "bağışlayan ve esirgeyen Allah'ın adıyla" anlamında söz. Bismillahirrahmanirrâhim’in kısa söylenişi.beste (a.) Bir müzik yapıtını oluşturan ezgilerin tümü.bestekâr (a.) Beste yapan müzisyen, besteci.bestelemek (e.) Sözlerin ezgili söylenmesi, çalınması için notalardan yararlanarak beste yapmak.besteli (ö a.) Bestesi olan, bestelenmiş.beş (ö a.) Dörtten sonra gelen sayının adı ve bu sayıyı gösteren rakam.beşbıyık (a.) Muşmula.beşer (ö a.) 1. Her biri beşer adet olan. 2. İnsanoğlu, insan.beşgen (a.) Beş kenarlı çokgen.beşik (a.) Bebekleri sallayarak uyutmaya çalışılan bir çeşit küçük karyola.beşinci (o a.) Dördüncü sıradan sonra gelen.beşinci kol (a.) Bir ülkede gizli olarak, düşman için çalışan örgüt.beşiz (ö a.) Beşi bir arada doğan kardeşler.bet, -ti (a.) 1. Beti benzi atmak, beti benzi sararmak, gibi deyimlerde beniz sözcüğü ile birlikte "çehre" anlamında ikileme oluşturur. 2. Bet bereket kalmamak, beti bereketi gelmek, beti bereketi kaçmak gibi deyimlerde bereket sözcüğü ile birlikte "bolluk" anlamında ikileme oluşturur.beter (ö a.) Daha kötü.betimlemek (e.) Bir şeyi, bir kimseyi, göz önünde canlanacak biçimde, kendine özgü yönlerini belirterek söz ya da yazıyla anlatmak.beton (a.) Çimento, kum ve çakıl karışımından hazırlanan yapı malzemesi.bey (ö. a.) Erkek adlarından sonra kullanılan saygı sözü. 2. Bir topluluğun başı.beyanat, -ti (a.) Bir konu üzerinde açıklama yapma, demeç, bildin.beyaz (ö a.) 1. Süt rengi, ak. 2. Beyaz ırktan olan.beyefendi (ö a.) Eskiden erkekler için kullanılan bir saygı sözü.beygir (a.) Yük taşıyan, arabaya koşulan at.beyhude (ö a.) Boşuna, yararsız, anlamsız.beyin (a.) Kafatasında bir zar içinde bulunan, düşüncenin, duyuların merkezi olan organ.beyincik (a.) Kafatasında beynin altında bulunan sinir organı.beyinsiz (ö a.) Akılsız, düşüncesi kıt.beylik (a.) Tarihte bir bey tarafından yönetilen bölge.beyzade (ö a.) 1. Bey oğlu. 2. Soylu kimse.beyzi (ö a.) Yumurta biçiminde.

26

Page 27: Turkce-sozluk

bez (a.) Pamuk ipliğinden dokunan kumaş.bezdirmek (e.) Yaşama veya iş yapma hevesini yok etmek.bezemek (e.) İlgi çekecek biçimde süslemek.bezgin (ö a.) Yaşama veya iş yapma isteğini yitirmiş.bezmek (e.) Bezgin duruma gelmek, bezginlik getirmek, bıkıp usanmak.bıçak (a.) Çeşitli biçimlerde olan kesme aracı.bıçkı (a.) Tahta ya da ağaç biçmekte kullanılan karşılıklı iki sapı olan testere.bıçkın (ö. a.) Çapkın, kabadayı-bıkkın (ö. a.) Çok bıkmış, usanmış, bezmiş.bıkmak (e.) Sürekli yinelenmesi sonucu bir şeyi artık istememek.bıldır (b.) Geçen yıl.bırakmak (e.) 1. Tutulan bir şeyi tutmaz olmak. 2. Bir alışkanlıktan vazgeçmek.bıyık (a.) Erkeklerde üst dudak üstünde çıkan kıllar.biber (a.) Çoğu acı olan bir çeşit sebze.biberon (a.) Genellikle süt çocuklarına, kimi zaman da hayvan yavrularına süt ve sulu yiyecekleri içirmekte kullanılan emzikli şişe.biblo (a.) Süs için kullanılan vazo, heykel gibi eşyalar.bîçare (ö. a.) Zavallı, çaresi olmayan, umarsız.biçim (a.) Bir şeyin görünüş özelliği.biçimli (ö. a.) Biçimi güzel olan.biçimsiz (ö. a.) Biçimi güzel olmayan.biçki (a.) Dikilecek kumaşı bir modele göre biçme işi.biçmek (e.) 1. Dikilecek kumaşı modeline göre kesmek. 2. Ekini, otu aletle kesmek.bidon (a.) İçine sıvı maddeler konulan çeşitli maddelerden yapılmış silindir biçimindeki kap.biftek (a.) Tavada veya ızgarada pişirilen dananın sırt eti.bigudi (a.) Saçları kıvırmak için kullanılan gereç.bilanço (a.) 1. Bir iş yerinin, kurumun yıl sonunda hazırlanan, mali durumunu gösterir bilgiler. 2. mec. Bir işin, bir durumun sonucunun değerlendirilmesi.bilardo fa.; Çuha ile kaplı bir masada üç top ile isteka denilen sopalarla oynanan bir masa oyunu.bildik (ö a.) Bilinen, yabancı olmayan, tanıdık.bildiri (a.) Bir konuda geniş bir kesimi bilgilendirmek için hazırlanan yazı.bildirmek (e.) Haber verme, duyurma eylemi.bile (b.) 1. Birlikte. 2. Aynı zamanda, -de, -da. 3. Üstelik.bileği (a.) Bilemek için kullanılan alet.bilek (a.) El ile kolun, ayak ile bacağın birleştiği bölüm.bilemek (e.) Körelmiş kesici aletleri kesici duruma getirmek.bileşik (ö a.) Birkaç şeyin birleşmesinden oluşmuş.bileşik kelime (a.) İki veya daha çok sözcüğün yan yana gelmesiyle oluşmuş farklı bir anlam bildiren sözcük.bileşim (a.) iki ya da daha çok öge, bir araya gelerek yeni bir öge oluşturma.bilet, -ti (a.) Tiyatro, sinema gibi eğlence yerlerinde, çeşitli araçlarla yolculuk etmede, piyango çekilişlerinde yararlanmak için parayla alınan belge.bilezik (a.) Süs için bileğe takılan halka.bilge (a.) Çok bilgili, bilgisini kendisi için ve başkaları için olumlu yönde kullanan. 2. Bilgili kimse.bilgi (a.) İnsan aklının kapsayabileceği olgu, gerçek ve ilkelerin tümüne verilen ad. 2. Öğrenme, araştırma ya da gözlem yoluyla elde edilen gerçek. 3. İnsan belleğinin çalışması sonucu ortaya çıkan düşünsel ürün. bilgiç (a.) Bilmediği hâlde bilir görüntüsü veren kişi.

27

Page 28: Turkce-sozluk

bilgin (a.) Bilimsel bir konuda çok geniş bilgisi olan. bilgisayar (a.) Kendisine verilen bilgileri doğru biçimde değerlendiren, her türlü işlemi yapan elektronik makine. bilhassa (b.) Hele, her şeyden önce, başta, özellikle, en çok.bilim (a.) Evreni ya da herhangi bir bölümünü konu alan, deneylerle kanıtlanmış gerçeğe dayalı bilgilerin tümü.bilimdışı (a.) Birime aykırı, bilime uymaz.bilimkurgu (a.) Çağdaş bilim verileriyle düş gücünden oluşan film, roman vb.bilimsel (ö a.) Bilime dayanan, bilimle ilgili.bilinç (a.) İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur.bilinmez (ö a.) i. Anlamı gizli ve anlaşılması güç olan. 2. Belli olmaz, kuşkulu.billur (a.) Çok parlak ve cam gibi.bilme (e.) 1. Bilmek eylemi. 2. Bir şeyin ne olduğunun bilincine varma.bilmece (a.) Bir şeyin adını anmadan, özellikleri sayılarak dinleyenlerin bilmesi istenen bir tür söz oyunu.bilmek (e.) 1. Bir şeyi anlamak, öğrenmek. 2. Tanımak.bin (ö a.) On tane yüz.bina (a.) Yapı.binbaşı (a.) Orduda yüzbaşı ile yarbay arasındaki rütbe.bindebir (ö a.) Çok az olarak (karşılaşılan).binek (ö a.) Binmek için kullanılan hayvan.binici (ö a.) Ata binen.binit (a.) Binilecek taşıt.binlik (a.) Bin liralık kağıt para.binmek (e.) 1. Yüksek bir şeyin, bir hayvanın sırtına çıkıp oturmak. 2. Bir yere gitmek için taşıma aracı ile yolculuk etmek.bira (a.) Arpadan yapılan alkol derecesi düşük bir içki.birader (a.) Erkek kardeş.biraz (a.) Azıcık. 2. Kısa bir süre için.birçok (ö a.) Birden fazla, çokça.birdenbire (b.) Ansızın, beklenmedik biçimde.birebir (ö a.) Etkisi kesin olan.birer (ö a.) Bir sıfatının üleştirme biçimi, tek tek.birey (a.) Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölüneme-yen tek varlık, fert.biricik (ö a.) Eşi olmayan, tek.birikim (a.) 1. Birikme, bir yerde toplanıp yığılma. 2. Gözlemler, deneyimler sonucu elde edilmiş şeylerin tümü.birikinti (a.) Bir yere kendi kendine biriken.birikmek (e.) Toplanıp yığılmak.birim (a.) Bir niceliği ölçmek için seçilen değişmez kalıp, ölçü.birinci (ö a.) 1. En önde, en iyisi. 2. "Bir" sayısının sıra ön adı.birleşik (a.) Bir araya gelmiş, birleşmiş olan.birleşmek (e.) Ayrı durumdayken bir bütün durumuna gelmek.birlik (a.) 1. Tek olma durumu. 2. Aynı görüş ve düşüncede olma. 3. Belli bir topluluğun çıkarlarını savunmak için kurulan dernek.birlikte (b.) Bir arada.birtakım (ö a.) Belirsiz olarak çokluğu anlatır, kimi, bazı.bisiklet, -ti (a.) Tekerlekleri pedal aracılığıyla ayakla döndürülen iki tekerlekli bir binek aracı.bisküvi (a.) Un, süt, şeker ya da tuzla yapılan bir çeşit gevrek yiyecek.bit (a.) İnsan ya da hayvanların sırtında yaşayan bir asalak böcek.

28

Page 29: Turkce-sozluk

bitap (ö a.) Bitkin, yorgun.biteviye (b.) Aynı biçimde sürekli olarak.bitik (ö a.) 1. Hastalıktan veya yorgunluktan gücü tükenmiş. 2. Durumu kötü.bitirmek (e.) Sona erdirmek, tüketmek, tamamlamak.bitişik (ö a.) Birbirine dokunacak kadar yakınlaşmış ya da yan yana olan.bitki (a.) Bulunduğu yerde kökleri ile tutunup gelişen, ürün veren, yaşamını tamamlayıp kuruyan yosun, ot, ağaç gibi canlıların genel adı.bitmek (e.) 1. Tükenmek. 2. Sona ermek. 3. Çok yorulmak.bitpazarı (a.) Eski eşyaların alınıp satıldığı yer. bityeniği (a.) Bir işin gizli kalmış olumsuz ve kuşkulu noktası.biz (b.) Çoğul birinci kişi. bizon (a.) Amerika'da yaşayan hörgüçlü bir cins yaban öküzü.blöf (a.) Karşısındakini yanıltmak için aslı olmayan söz söyleme.bluz (a.) İnce kumaştan yapılmış, astarsız kadın gömleği. boa (a.) Sıcak bölgelerde yaşayan zehirsiz iri bir yılan. bobin (a.) İçinden elektrik akımı geçen tel, bu telin sarılı olduğu makara. boca (is.) Geminin rüzgâr almayan yanı.boca etmek (e.) Geminin başını rüzgâr almayan tarafa çevirmek.bodrum (a.) Bir yapının yer yüzeyinden aşağıda kalan bölümü.bodur (ö a.) Çok kısa boylu ve tıknaz.boğa (a.) Damızlık erkek sığır.boğaz (a.) 1. Boynun ön tarafı. 2. İki kara arasındaki deniz. 3.Yeme içme.boğazlamak (a.) Hayvanı veya insanı boğazından kesip öldürmek.boğazlı (ö a.) Çok yemek yiyen, obur.boğmaca (a.) Genellikle çocuklarda görülen öksürük nöbetleri olan salgın, bulaşıcı hastalık.boğmak (a.) Bir canlıyı nefes almasını engelleyerek öldürmek.boğuk (ö.a.) Kısık, kısılmış.boğulmak (a.) 1. Boğmak eylemine konu olmak. 2. Havasızlıktan ölmek. 3. mec. Bunalmak.boğuşmak (e.) 1. Birbirinin boğazına sarılmak, dövüşmek. 2. İtişip kakışmak.bohça (a.) İçine çamaşır gibi şeyler konulup sarılan kumaş.bohçacı (a.) Bohça içinde çeşitli giyim ve süs eşyası satan kimse.Bohçalamak (a.) Bir şeyi bohça içine koymak.bohem (a.) Yarınını, düşünmeden yaşayan, günü gününe tasasız, derbeder bir yaşayışı olan edebiyat ve sanat çevresinden (kimse ya da topluluk).boks (a.) Rakibine yumruk atmaya dayanan bir tür spor.boksör (a.) Boks yapan sporcu. Yumruk oyuncusu.bol (a.) 1. Gereğinden geniş olan. 2. Alışılandan daha çok.bolluk (ö a.) Parasal rahatlık, varlık.bomba (a.) İçi çeşitli öldürücü ve yakıcı maddelerle dolu olan patlayıcı ateşli silâh.bombacı (ö a.) Bomba yapan, taşıyan veya kullanan, kimse.bonbon (a.) Şekerleme.borazan (a.) Üflemeli bir müzik aleti.borç (a.) Ödenmesi gereken para ya da başka bir şey.borçlu (ö a.) Borcu olan.bordro (a.) Bir hesabın ayrıntılarını gösteren çizelge.bornoz (a.) Önü açık, kurulanmaya yarayan giysi biçiminde havlu.boru (a.) İçi boş, bir yerden başka yere sıvıları aktarmaya yarayan uzun, yuvarlak araç.bostan (a.) Sebze bahçesi, kavun karpuz ekili yer.bostancı (ö a.) Bostanla ilgilenen.boş (ö a.) 1. İçinde kimse ya da bir şey bulunmayan. 2. İşsiz.

29

Page 30: Turkce-sozluk

boşalmak (e.) Boş duruma gelmek. İçindekini dışarı akıtmak.boşanmak (e.) 1. Karı kocanın mahkeme kararı ile evliliklerini sona erdirmesi. 2. Birdenbire akmaya başlamak.boşboğaz (ö a.) 1. Sır saklamayı beceremeyen. 2. Olur olmaz konuşan. boşlamak (e.) 1. Bir şeyi bırakmak. 2. İlgi göstermemek, ihmal etmek. boşu boşuna (b.) Hiçbir işe yaramayan.boy (a.) Birçok aileyi içine alan topluluk.boy (a.) Bir şeyin tabanı ile doruğu arasındaki uzaklık. boya (a.) Renk vermek, dış etkilerden korumak için eşyanın üstüne sürülen ya da içine katılan renkli madde, boyamak (a.) 1. Boya sürerek ya da boyaya batırarak renk vermek. 2. Makyaj yapmak. boydaş (a.) 1. Aynı boyda olan. 2. Akran.boykot, -tu (a.) 1. Birisi, bir davranışı yapmama kararı alma. 2. Bir ürün, bir hizmet, bir kimse, bir topluluk ya da bir ülkeyle amaca ulaşmak için her türlü ilişkiyi kesmek, boylam (a.) Yeryüzündeki herhangi bir noktanın meridyen dairesiyle, başlangıç olarak alınan Greenvvich (Grinviç) Gözlemevi'nin meridyen dairesi arasındaki açı değeri.boylu (ö a.) Boyu normalden uzun olan.boynuz (a.) Kimi hayvanların başında bulunan kıvrık ya da çatallı korunma organı, boyun, -ynu (a.) Bedenin başla omuz arasındaki bölümü.boyunbağı (a.) Süs olarak gömleğin yakasının altından geçirilerek bağlanan ince uzun kumaş parçası, kravat.boyunduruk (a.) Öküzleri arabaya koşarken boyunlarına geçirilen ağaç, çember.boyut (a.) Uzunluk, genişlik ve derinlikten her biri.boyutlu (ö a.) Boyutu olan.boz (ö a.) 1. Açık toprak rengi. 2. Bu renkte olan.boza (a.) Çeşitli tahılların sulandırılıp ekşitilmesiyle yapılan koyu, tatlı bir içecek.bozarmak (e.) Rengi boz olmak.bozgun (a.) Yenilmiş durumda olan bir ordunun dağılıp savaşamaz duruma gelmesi.bozkır (a.) Ağaçsız, susuz boş topraklar, step.bozlak (a.) Orta ve Güney Anadolu'nun kimi bölgelerinde bir türkü ezgisi.bozmak (a.) Çalışamaz, iş göremez duruma getirmek.bozuk (ö a.) İş göremez durumda olan.bozulmak (e.) İşlemez, işe yaramaz durumda olmak.bozuşmak (e.) Dostların dargın olma durumu.böbrek (a.) Kandaki zararlı maddeleri süzen, vücutta iki tane bulunan organ.böbürlenmek (e.) Övünerek kabarmak, kurulmak.böcek (a.) Çoğu kanatlı, baş, göğüs ve karın olmak üzere üç parçadan oluşan eklem bacaklı hayvanların genel adı. Haşarat.böğürmek (e.) Anlaşılmaz bir biçimde yüksek sesle bağırmak.bölge (a.) Çeşitli özellikleri ile çevresinden ayrılan ülke ya da toprak parçası.bölmek (e.) 1. Bir bütünü iki ya da daha çok parçaya ayırmak. 2. (mec.) Birliğin bozulmasına yol açmak.bolü (a.) 1. Bölme işlemini gösteren : iminin okunuşu. 2. Bir kesrin gösterilişinde pay ile paydanın arasına konan yatay çizginin okunuşu.bölük (a.) 1. Bir bütünden ayrı tutulan kısım. 2. Askerlikte taburları oluşturan birlik.bölüm Bir bütünü oluşturan parçalardan her biri.bölünme (a.) Bölünme işi, bölünmek eylemi.bölünmez (ö a.) Parçalara ayrılamaz.bölüşmek (e.) Bir şeyi iki ya da daha çok kişi arasında dağıtmak.bön (ö a.) Budala, saf.

30

Page 31: Turkce-sozluk

börek (a.) Yufkaların arasına kıyma, peynir gibi şeyler konularak pişirilen hamur işi.börk (a.) Genellikle hayvan postundan yapılan başlık.börkenek (a.) Geviş getiren hayvanların midelerinin ikinci bölümü.börtmek (e.) Az pişirmek, haşlamak.börülce (a.) Fasulyenin ufak taneli bir çeşidi.böyle (ö a.) Bunun gibi, buna benzer.bronşit (a.) Çeşitli nedenlerle bronşların iltihaplanmasıyla oluşan hastalık.bronz (a.) Bakırla kalay karışımı, tunç.broş (a.) Kadınların takındıkları süs iğnesi.brüt (ö a.) Darası, kesintisi çıkarılmamış.bu (ö a. b.) Yerde, zamanda en yakın olanı gösterir. bucak (a.) 1. Gizli, uzak köşe. 2. Köy ile ilçe arasında yerleşim birimi.buçuk (ö a.) Bütünün yarısı, yarım.buçuktu (ö a.) Kesirli. budak (a.) 1. Ağacın dal olacak sürgünü. 2. Dal. 3. Dalın gövde içindeki başlangıç yeri olan ve tahtalarda görülen yuvarlak, koyuca renkte sert bölüm.budala (ö a.) Aptalca davranan, zekası, kıvrak olmayan, bön.budamak (e.) Ağacın gelişmesi için her yıl bazı dallarını kesip kısaltmak. budanmak (e.) Budamak eylemine konu olmak. budun (a.) Töre, dil, kültür ve soy bakımından birbirine bağlı insan topluluğu, kavim. bugün (a.) İçinde bulunulan gün.buğday (a.) Tanelerinin öğütülmesiyle, ekmek yapımında kullanılan, un elde edilen bitki.buğu (a.) Isı etkisiyle gaz durumuna gelmiş su, buhar. buğulamak (e.) Buğuya tutmak, buğudan geçirmek. buhar (a.) Isı etkisiyle, sıvıların ve bazı katıların dönüştükleri gaz durumu. Buğu. buhran (a.) Sıkıntılı ve zor dönem, bunalım. bukağı (a.) 1. Ağır cezalıkların ayaklarına takılıp ucuna pranga bağlanan demir halka. 2. Kaçmaması için hayvanların ayağına takılan zincir, demir köstek.bukalemun (a.) Sıcak bölgelerde yaşayan, renk değiştirmesiyle ünlü hayvan.buket, -ti (a.) Çiçek demeti.bukle (a.) Saç lülesi.bulamaç (a.) Sulu hamur kıvamında yemek ya da nesne.bulandırmak (e.) Bulanık duruma getirmek, berraklığını gidermek.bulanık (ö a.) 1. Berraklığını ve duruluğunu kaybetmiş. 2. Işıksız, donuk. 3. Flu. Net ol-mayan.bulanmak (e.) Bulanma işine konu olma.bulantı (a.) Kusacakmış duygusu veren durum.bulaşıcı (ö a.) Birinden bir başkasına geçebilen.bulaşık (a.) Kirli yemek kabı.bulaşkan (ö a.) Bulaştığı yerden kolay temizlenemeyen.bulaşmak (a.) Kirli sayılan bir maddeye sürünmek.buldozer (a.) Önündeki geniş bıçakla toprağı sıyırıp engebeler kaldıran, tekerlekli ya da tırtıllı bir yol makinesi.bulgur (a.) Kaynatılıp kurutulan buğdayın kabuğu soyulduktan sonra kırılması ile elde edilen pilavlık yiyecek.bulmaca (a.) Türlü biçimlerde düzenlenen, düşündürerek buldurmayı amaç edinen oyun.bulmak (e.) 1. Ararken ya da aramadan bir şeyle karşılaşmak. 2. Kaybedilen bir şeye yeniden kavuşmakbulunmak (e.) Bulmak işine konu olmak.buluş (a.) Yeni bir şey ortaya koyma, icat.

31

Page 32: Turkce-sozluk

buluşmak (e.) Önceden kararlaştırılan bir zamanda ve yerde bir araya gelmek. 2. Karşılaşmak.bulut (a.) Gökyüzünde çeşitli biçimlerde görünen su buharı kütlesi.bulutlanmak (a.) Bulutla kaplanmak.bulvar (a.) Ağaçlı geniş cadde.bumbuz (ö a.) Çok soğuk.bunalmak (a.) Çok sıkılmak.bunaltı (a.) Sıkıntı, iç sıkıntısı.bunamak (a.) Beyin damarlarının sertleşmesi yüzünden bellek zayıflığı, ne söylediğini bilememek.bunca (ö a.) Epey, pek çok. 2. Bu kadar, bu denli.bura (a.) 1. Bu yer. 2. Kalma ve çıkma durumlarında orta hecenin düştüğü ve burda, burdan biçimlerinin kullanıldığı da görülür.burcu (a.) Güzel koku, ıtır.burç (a.) Kalelerin köşelerinde bulunan yüksek kulelere verilen ad.burçak (a.) Mercimeğe benzeyen, hayvan yemi olarak kullanılan bir bitki.burgu (a.) Duvara veya tahtaya delik açmaya yarayan ucu yivli çivi.burjuva (a.) Kapitalist düzende üretim araçlarını ellerinde bulunduranlarla, çıkarları bunlara özdeş olanların oluşturduğu toplumsal sınıf ve bu sınıftan olan kimse, kent soylu.burkulmak (e.) 1. Bir organın ters bir etki sonucu incinmesi. 2. Ani ve şiddetli üzülme.burmak (e.) Bir şeyin iki ucunu ters yönlere çevirerek döndürmek.burs (a.) Kimi kurum veya dernekler tarafından öğrenciye öğrenim süresince yapılan para yardımı.buruk (ö a.) 1. Burulmuş olan. 2. mec. Alınarak küskünlük gösteren, gücenik, gücenmiş (kimse). 3. Tadı ekşi olan.burun, -rnu (a.) 1. Solunum yolunun ilk bölümü olan, üst dudak ile alnın arasında bulunan organ. 2. Kimi şeylerin ön ve sivri bölümü. 3. Karaların özellikle yüksek ve dağlık kıyılarda, türlü biçimlerde denize uzanmış bölümü.buruş buruş (a.) Çok buruşmuş.buruşmak (e.) 1. Düzgünlüğü bozulmak, üzerinde kırışık ve katlamalar olmak. 2. Kısıklık oluşmak. buruşuk (ö a.) Buruşmuş olan. buse (a.) Öpücük, öpme, öpüş. but (a.) Vücudun kalça ile diz arasındaki bölümü. buyruk (a.) Bir isteğin gerçekleşmesi, yapılması isteğini belirten kesin söz, emir. buyurmak (e.) Bir şeyin yapılmasını ya da yapılmamasını kesin olarak söylemek, emretmek.buz (a.) Soğuğun etkisiyle suyun katı duruma gelmesi.buzağı (a.) Sütten kesilmemiş sığır yavrusu.buzkıran (a.) Donmuş deniz, göl ve nehirlerde buzları kırarak yol açan gemi.buzlu (ö a.) Buz tutmuş olan.buzluk (a.) Buzdolabının su ve yiyecek dondurulan kısmı.buzul (a.) Kutup bölgelerinde ya da dağ başlarında aşağıya doğru ağır ağır yer değiştiren büyük kar ve buz kütlesi.bücür (ö a.) Ufak tefek ve kısa boylu.büfe (a.) 1. Evde yemek takımları saklanan dolap. 2. İstasyonlarda bulunan lokanta. 3. Ufak tefek şeyler satılan küçük dükkan.büklüm (a.) 1. Bükülmüş, kıvrılmış şeylerin oluşturduğu kat. 2. Dönemeç.bükmek (e.) Sertçe kıvırmak, eğmek.bülbül (a.) Ötüşü güzel küçük bir kuş.bünye (a.) Yapı, kuruluş.

32

Page 33: Turkce-sozluk

büro (a.) Yazı işlerinin yapıldığı iş yeri.bürokrasi (a.) Devlet işlerinin yürütülmesi için yapılan işlemlerin tümü.bürülü (ö a.) Bürülmüş olan bürümek (e.) Sarmak, kaplamak, örtmek.büsbütün (b.) İyiden iyiye, iyice, tümden.büst, -tü (a.) Omuzlarla birlikte göğüsten yukarısını gösteren heykel.bütçe (a.) Belirli bir süre içinde gelir ve giderin ayrıntılarını gösteren tasarı.bütün (ö a.) Eksiksiz, tam.bütünleme (a.) İlk sınavda geçemeyenlere açılan ikinci sınav.bütünlemek (e.) Eksiksiz duruma getirmek, tamamlamak.büyü (a.) Sözde doğaüstü güçlerin yardımı ile istenilenleri elde etmek için başvurulan anlamsız, boş işlemler.büyücek (b.) Oldukça büyük.büyük (ö a.) 1. Boyutları benzerlerinden daha hacimli olan. 2. Geniş.büyükanne (a.) Annenin ya da babanın annesi, nine.büyükayı (a.) Yedi yıldızdan oluşan kuzey kutbu bölgesinde görünen bir takım yıldızı.büyükbaba (a.) Annenin ya da babanın babası, dede.büyüklük Büyük olma durumu, ululuk.büyülemek (e.) Birisini büyü ile etkilemek.büyültmek (e.) Başka şeyler ekleyerek büyük duruma getirmek.büyümek (e.) Büyük duruma gelmek, yetişmek.büyüteç (a.) Cisimleri büyüterek gösteren bir alet.büyütmek (e.) Büyük duruma getirmek, yetiştirmek.büz (a.) Künk.büzgü (a.) Dikişte kumaşın bir ucundan istenilen yere kadar geçirilen bir ipliğin çekilmesiyle oluşan, kumaşın bolluğunu azaltan sık, küçük kıvrım.büzmek (e.) Bir şeyi buruşturarak, bir araya toplayarak biçimini küçültmek.büzülmek (e.) Korku ve şaşkınlık gibi durumlarda bir köşeye saklanmak.büzülüş (a.) Büzülmek eylemi ya da biçimi.büzüşük (ö a.) Büzülerek yüzey ya da oylumu küçülmüş olan, büzüşmüş, kırışık.

C C

c, C Türk alfabesinin üçüncü harfi, damak ünsüzlerindendir.caba (b.) 1. Bir şey ödemeden, para vermeden alınan şey, bedava. 2. Üstelik, fazla olarak.cabadan (b.) Fazladan, bedava olarak.cacık (a.) Yoğurt, ayran içine hıyar ya da marul doğranarak yapılan çoğu kez sarmısaklı, suluca yiyecek.cadaloz (ö a.) Ağız kalabalığıyla herkesi susturup kendini haklı çıkaran huysuz kadın.cadde (a.) Kentlerde geniş anayol.cadı (a.) Geceleri dolaşarak kötülük yaptığı sanılan kadın hortlak.cafcaflı (ö a.) Gösterişli, fazla şık, şatafatlı.cağ (a.) 1. Parmaklık, korkuluk. 2. Büyük bez ya da deri torba, büyük çuval. 3. Lavabo, banyo.cahil (ö a.) Bilgisiz, okula gitmemiş, eğitim görmemiş.cahiliye (a.) Araplarda Müslümanlıktan önceki dönem.caiz (ö a.) Din, yasa, töre ya da başka bakımdan işlenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan.caka (a.) Gösteriş, çalım, fiyaka.

33

Page 34: Turkce-sozluk

cakacı (ö a.) Caka yapmayı seven.cakalarıma (a.) Caka satma.cam (a.) 1. Saydam, sert, çabuk kırılan bir madde. 2. Bu maddeden yapılan.cambaz (a.) İp ve at üzerinde çeşitli gösteriler yapan sanatçı.cambazhane (a.) Cambazların oyunlarını gösterdikleri yer.camekân (a.) Camdan yapılmış bölüm, vitrin.camgöz (a.) 1. Yırtıcı büyük bir balık. 2. Açgözlü.camış (a.) Manda, sığır.cami (a.) Müslümanların topluca namaz kıldıkları yapı.can (a.) İnsanlarda ve hayvanlarda yaşamı sağladığına inanılan görünmeyen güç.canan (a.) Gönülden sevilen, sevgili.canavar (a.) 1- Cana kıyan yabanî hayvan 2. Vahşî, acımasız davranışlarda bulunan.can ciğer (a.) Çok yakın, sıkı fıkı; pek içten.can damarı (a.) En önemli veya hassas nokta, bir şeyin yaşaması için en önemli araç.candan (ö a.) Çok yakın, içten davranan, samimi.cani (a.) Başkalarını öldüren kimse.cankurtaran (a.) Hasta taşıma aracı.can kuşu (a.) mec. Ruh.canlandırmak (a.) Canlanmasını sağlamak.canlanmak (e.) Güç bulmak, hareketlenmek.canlı (ö a.) Canı olan, yaşayan.cansız (ö a.) Yaşamayan, yaşamı bitmiş.cansiparâne (ö a.) Canını verircesine, özveriyle.can tahtası (a.) hlk. Göğüs kemiği.carî (a.) 1- Akan. 2. Olagelen, geçen, yürürlükte olan.cariye (a.) Eskiden saray hizmetlerinde kullanılan kız köle, carlamak (a.) Bağırarak konuşmak, çok söylemek. cartadak (b.) Birdenbire ve gürültü ile.cascavlak (ö a.) Bütün tüyleri dökülmüş, çıplak.casus (a.) Bir devletin, kurumun, kişinin sırlarını başkası yararına öğrenen gizli görevli.caydırmak (e.) Kararından vazgeçirmek.caymak (a.) Verilen bir karardan dönmek.caz (a.) Kuzey Amerika'dan dünyaya yayılan zencilerin geleneksel müziği.cazibe (ö a.) Alım, alımlılık, çekicilik, albeni.cazip (ö a.) İlgi uyandıran, çekici.cebbar (is.) 1. Zorlayıcı, zorba. 2. Kuvvet sahibi, Allah.cebel (is.) Dağ.cebelleşmek (e.) Uğraşmak, çekişmek, tartışmak.cebir, -bri (a.) Zor, zorlayış.cebren (a.) Zorla, zoraki.cefa (a.) Eziyet, sıkıntı.cefakâr (ö a.) Çok sıkıntı çekmiş, cefalı.cehalet, (a.) Bilgisizlik, bilmezlik.cehennem (a.) Dinî inançlara göre kötü kişilerin öldükten sonra ceza çektikleri yer.cehre (a.) Pamuk, yün, ipek gibi şeyleri eğirip iplik durumuna getirmeye yarar araç, iğceket, -ti (a-) Erkeklerin ve kadınların giydiği, genellikle önden düğmeli, kalçayı örten, kollu giysi.celâdet (a.) Yiğitlik, kahramanlık.celâl (is.) 1. Büyüklük, ululuk. 2. Öfke, kızgınlık.

34

Page 35: Turkce-sozluk

Celâli (a.) İlk olarak Yavuz Sultan Selim zamanında ortaya çıkan Bozoklu Derviş Celâl'in adamlarına ve ondan yana olanlara, sonra da merkezi yönetime başkaldıran tüm eşkıyaya verilen ad.celep (a.) Koyun, keçi, sığır gibi kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse.celi (ö a.) 1. Açık, aşikâr. 2. Parlak, cilalı.cellât (a.) İdama mahkûm edilenleri öldüren kimse.celp (a.) Mahkeme tarafından gönderilen çağrı kâğıdı.celse (a.) 1. Oturum. 2. Yargılamanın her bir evresi.cemaat, -ti (a.) 1. Namaz kılmak, mevlit dinlemek için bir araya gelmiş topluluk. 2. Dinî topluluk. 3. İnsan topluluğu.cemal (is.) Yüz güzelliği.cemiyet,-ti (a.) Kurum, topluluk.cemre (a.) İlkbaharda havada, suda ve toprakta oluştuğu sanılan sıcaklık yükselişi.cenah (is.) 1 Kuş kanadı. 2. Kol, pazı. 3. Yan, taraf.cenaze (a.) Gömülmemiş insan ölüsü.cendere (a.) Basınç makinesi.cennet (a.) Dinî inançlara göre insanların dünyada yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak öbür dünyada gidecekleri sonsuz mutluluk yeri.centilmen (a.) Kibar, saygılı erkek.cep,-bi (a.) Giyeceklerde içine bir şey koymaya yarayan bölüm.cephane (a.) Ateşli silâhlarda kullanılan her türlü madde.cephe (a.) 1. Ön taraf. 2. Savaşın sürdüğü alan. cepken (a.) Uzun kolları olan yırtmaçlı, yakasız, düğmesiz ceket gibi kullanılan giyecek. cerahat, -ti (a.) Açık yaralardan akan sarımtırak, koyu sıvı, irin, yara.cereme (a.) Başkası tarafından yapılan ya da kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme.cereyan (a.) Elektrik, hava gibi akıcı şeylerin bir yöne doğru yer değiştirmesi. cerrah (a.) Hastaları ameliyat ederek iyileştiren doktor, operatör.cesamet (ö a.) Büyüklük, irilik.cesaret, -ti (a.) Güç ya da tehlikeli bir işe girişirken kişinin kendinde bulduğu güven, yüreklilik, yiğitlik, yürek ve göz pekliği.cesaretli (ö a.) Hiçbir şeyden korkmayan, yiğit. cesaretsiz (ö a.) Yüreksiz, çekingen.ceset (a.) Ölü vücut. cesim (ö a.) Büyük, iri. cesur (ö a.) Korkusu olmayan, yürekli, cesaretli. cetvel (a.) i. Düzgün çizgi çizmeye yarayan alet. 2. Çizelge, liste.cevap (a.) Bir söze, yazıya, isteğe, ihtiyaca karşılık verme.cevaz (aJ İzin, müsaade, hoş görmek, uygun bulmak.cevelân (a.) Dolaşma, dolanma, gezinme, gezinti.cevher (a.) 1. Bir şeyin özü, maya. 2. Değerli süs taşı. 3. mec. Büyük yetenek.ceviz (a.) 1. Kerestesi değerli, yağ oranı yüksek, kabuklu yemişi olan ağaç. 2. Bu ağacın yemişi.ceylân (a.) Hızlı koşabilen, ince bacaklı güzel gözlü bir hayvan.ceza (a.) Olumsuz davranışları ya da suçları önlemek, kötü yolda olanları düzeltmek için yapılan uygulama.cezaevi (a.) Suçluların cezalandırılmak için konuldukları yapı.cezerye (a.) Ezilmiş havuç, fındık, şeker vb. eklenerek yapılan tatlı türü. cezir, -zri (a.) 1. Kök. 2. Alçalma.cezire (a.) Ada. cezve (a.) Kahve pişirilen kap.

35

Page 36: Turkce-sozluk

cılız (ö a.) Çok zayıf, iyi gelişmemiş.cılk (ö a.) Bozularak, kokmuş.cırcır (ö a.) Geveze.cırcırböceği fa) Kırlarda yaşayan, geceleri öten bir böcek türü.cırlak (ö a.) Hoşa gitmeyen ses.cırmık (İs.) Tırnak izi.cıvata (a.) Ucuna somun takılarak sıkıştırılan, iri başı bulunan vida.cıvık (a.) Sulanmış, sulu.cıvıltı (a.) Kuşların çıkardığı ses, kuşların ötüşü.cızbız (a.) Izgarada pişirilmiş köfte.cızırdamak (a.) Cızır diye sesler çıkarmak. cibiliyet,-ti (a.) Yaradılış, soy. cibinlik (a) Sıcak bölgelerde sivrisinekten korunmak için yatağın üzerine gerilen çadır biçiminde tül.cici (ö a.) Sevimli, cana yakın. cicim (a.) Küçük kilim. ciddî (ö a.) 1- Ağırbaşlı. 2. Şaka olmayan, gerçek. ciddiyet, -ti (a.) Ağırbaşlılık. ciğer (a) Akciğer ve karaciğerin ortak adı.ciğeri! (ö a) Atılgan, yiğit.cihan (a.) Dünya.cihangir (ö a.) Dünyanın büyük bölümünü ele geçiren.cihat (a) Din uğruna yapılan savaş.cihaz (a) Bir işe yarayan alet.cihet, -ti (a.) Yön.cila (a.) Eşyayı parlatmak ve dış etkilerden korumak için sürülen madde.cilâlı (ö a.) Cila yapılmış, cilalanmış.cilt (a.) 1. Ten. 2. Bir yapıtın ayrı ayrı kitap olarak basılan bölümlerinin her biri.cilve (a.) Hoşa gitmek için yapılan davranış.cilveleşmek (e.) Karşılıklı cilve yapmak.cimri (ö a.) Parasını harcamaktan çok korkan.cin (a.) 1. Gözle görünmeyen, insanüstü güçlere sahip olduğu sanılan yaratık. 2. mec. Zeki ve kurnaz kimse.cinas (a.) 1. Çok anlamlı bir sözcüğü her seferinde bir anlamını öngörerek birbirine yakın birkaç yerde kullanma. 2. Çok anlamlı bir sözcüğün iyi anlamını kullanır görülerek kötüsünü öngörme.cinayet,-tl (a.) Adam öldürme.cingöz (ö a.) Açıkgöz, aldatılması güç.cinlenmek (e.) Öfkelenmek, kızmak.cinnet, -ti (a.) Delilik.cins (a.) Genel nitelikleri aynı olan varlıkların tümü, tür, çeşit.cirit (a.) At üzerinde sopalarla oynanan bir spor.ciro (a.) Bir ticaret senedinin alacaklı tarafından başkasına çevrilmesi ve senedin arkasına gereken yazının yazılıp imza edilmesi.cisim, (a.) Boşlukta, uzayda yer dolduran, elle tutulan her şey.civan (a.) Yakışıklı genç.civar (a.) Yakın yer, etraf.civciv (a.) Yumurtadan çıkmış kümes hayvanı yavrusu.civcivli (ö a.) Bir olayın ya da durumun en hareketli zamanı.civelek (ö a.) Canlı, sokulgan, hareketli olan.

36

Page 37: Turkce-sozluk

coğrafya (a.) Yeryüzünün günümüzdeki durumunu çeşitli bakımdan inceleyen bilim dalı.cokey (a.) Yarış atlarına binip onları koşturan kimse.conta (a.) Geçirmezlik sağlamak için sıkıştırılmış iki yüzey arasına yerleştirilmiş, genellikle kauçuk ve kurşundan yapılan ince parça. cop (a.) Kalın, kısa değnek. 2. Polislerin kullandığı araç. coşku (a.) Genellikle büyük bir istekle ortaya çıkan geçici hayranlık ya da heyecan durumu.coşmak (e.) Duyguların artarak dışa vurulması. cömert (ö a.) Elindekini harcamaktan, vermekten çekinmeyen, eli açık. cönk, -gü (is.) 1. Büyük yelkenli gemi. 2. Saz şairlerinin kendilerinin veya başkalarının şiirlerini derledikleri deri kaplı defter.Cr (kim.) Krom'un kısaltılması.Cs (kim.) Sezyum'un kısaltılması.Cu (kim.) Bakır'ın kısaltılması.cuma (a.) Perşembeden sonra gelen, haftanın beşinci günü.cumartesi (a.) Cumadan sonra gelen haftanın altıncı günü.cumba (a.) Yapıların üst katlarında, ana duvarların dışına sokağa doğru çıktı yapmış balkon.cumhur (a.) Halk, topluluk.cumhurbaşkanı (a.) Cumhuriyetle yönetilen ülkelerde devlet başkanı.cumhuriyet (a.) Ulusun egemenliğini kendi elinde tuttuğu, bunu belirli sürelerle seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi.curcuna (a.) Bir toplulukta her kafadan bir ses çıkması ile oluşan gürültü, karışık durum.cüce (a.) Boyu ve bedeni normalden çok daha kısa olan (kimse).cüda (a.) (sevilen şeylerden) Ayrılmış olan, uzak kalmış olan.cümbüş (a.) 1. Eğlenti. 2. Gövdesi madenden yapılan bir çalgı aleti.cümle (a.) Bir düşünceyi, yargıyı anlatan söz dizisi, tümce.cümlecik (a.) Bileşik cümlelerde temel yargıyı bütünle-yen yan cümle.cümleten (b.) Hep birden, hep birlikte.cüppe (a.) Hukukçuların, üniversite hocalarının, bilim adamlarının, din adamlarının görevlerinde veya törenlerde giydikleri uzun, düğmesiz üstlük.cüret, -ti (a.) 1. Yüreklilik, ataklık. 2. Düşüncesizce, saygıyı aşan davranış.cüretkâr (ö a.) Atak, cüretli.cüruf (a.) Maden posası, artığı.cürüm (a.) 1. Suç. 2. Yanlışlık, kusur ya da hatadan doğan durum.cüsse (a.) İnsan gövdesi.cüsseli (ö a.) iri bedenli.cüz, -zü (a.) 1. Bir bütünü oluşturan bölümlerden her biri. 2. Kur'an-ı Kerim’i oluşturan otuz parçadan her biri.cüzam (a.) Bir deri hastalığı.cüzdan (a.) 1. Cebe girebilecek büyüklükte, içine para ya da değerli kâğıt konan çanta. 2. Bir kimsenin kimliğini bildirmek için resmî bir yerden kendisine verilen, cep defteri biçimindeki belge.cüzî (a.) Az, azıcık.

Ç ç

ç, Ç Türk alfabesinin dördüncü harfi, damak ünsüzlerindendir.çaba (a.) Herhangi bir işi yapmak, başarmak için harcanan güç, zorlu, sürekli çalışma.

37

Page 38: Turkce-sozluk

çabalamak (e.) 1. Güç bir durumdan kurtulmak, zor bir işi başarmak için uğraşmak. 2. Bir işi başarmak ya da yapmak için çalışmak, uğraşmak.çabasız (ö a.) 1. Hiç çaba göstermeyen. 2. Çaba harcanmadan yapılan. çabucak (b.) Zaman geçirmeden, kısa sürede, çok çabuk. çabuk (b.) Alışılandan daha kısa bir zamanda. çabuklaştırmak (e.) Bir işe çabukluk vermek. çabukluk (a.) Çabuk olma durumu.çaçaron (ö a.) Karşısındakini susturacak biçimde ve çok konuşan, çenesi kuvvetli, geveze.çadır (a.) Açık havada kıl, deri, naylon gibi şeylerden yapılan yağmurdan, soğuktan, güneşten altına sığınılan barınak. çadırcı (a.) Çadır yapan ya da satan kimse. çadırcılık (a.) Çadır yapma ya da satma işi. çağ (a.) 1. Zaman parçası. 2. Yaşamın çocukluk, gençlik gibi türlü dönemlerinden her biri. 3. Kendine özgü bir özellik taşıyan zaman parçası, devir. 4. Tarihin ayrıldığı dört büyük çağdan her biri. çağanoz (a.) Küçük deniz yengecine verilen ad. Çağatayca (is.) Adını Cengiz'in ikinci oğlu Çağatay'dan alan, Doğu Türkçesi'nin 15. yüzyılda oluşan yazı dili.çağdaş (ö a.) 1. Aynı çağda yaşayanlar. 2. İçinde bulunulan çağın anlayışına, Koşullarına uygun olan. çağdaşlaşmak (e.) Çağın ilerleyişine ayak uydurmak. çağ dışı (ö a.) Çağın gerisinde kalmış.çağıldamak (e.) (akarsular için) Bir yere çarparak akmak.çağıltı (a.) Suyun akarken taşlara, kayalara çarparak çıkardığı ses.çağırmak (e.) Birisinin gelmesini yüksek sesle söylemek.çağla (a.) Badem, kayısı gibi meyvelerin olgunlaşmadan yenilenine verilen ad.çağlamak (e.) Yüksek bir yerden çağıltılarla dökülüp köpürmek.çağlayan (a.) Irmakların yüksekten aşağıya dökülüp akan bölümü.çağrı (a.) Birinin bir yere gelmesini isteme, davet.çağrışım (a.) Bir düşüncenin, davranışın, olayın ya da görüntünün, bir başkasını anımsatması.çağrışmak (e.) Hep birden bağırıp çağırmak.çakal (a.) Sürü hâlinde yaşayan, et yiyen yabanî bir hayvan.çakı (a.) Açılıp kapanabilen küçük cep bıçağı.çakıl (a.) Irmak ve deniz kıyılarında suların aşındırıp ufalttığı taşlar.çakım (is.)). Şimşek. 2. Kıvılcım.çakır (ö a.) Mavi hareli elâ göz.çakmak (a.) 1. Taşa vurup kıvılcım çıkaran çelik parçası. 2. Çeşitli biçimlerde olan yakma aygıtı.çakmak (e.) 1. Vura vura bir yere sokup yerleştirmek. 2. Parlayıp sönmek.çalakalem (zf.) Gelişigüzel, durmadan yazarak.Çalap (is.) Allah.çalçene (ö a.) Sürekli konuşan, konuşmaktan usanmayan, çenesi düşük.çaldırmak (e.) 1. Çalmak eylemini yaptırmak. 2. Hırsıza kaptırmak.çalgı (a.) Müzik aleti.çalı (a.) Dalları çok çatallı küçük bitkilere verilen ad.çalılık (a.) Çalılarla kaplı olan yer.çalım (a.) Gösteriş, karşısındakini etkileme amacıyla yapılan davranış, caka.çalımlı (ö a.) Gösterişli.çalışkan (ö a.) Çok çalışan, çalışmayı seven.çalkalamak (e.) İçinde bir şey bulunan nesneyi sarsarak sallamak.

38

Page 39: Turkce-sozluk

çalkanmak (e.) Çalkalama işine konu olmak, dalgalanmak.çalkantı (a.) Dalgalanma.çalmak (e.) 1. Başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak 2. Müzik aracını seslendirmek. Çam (a.) Yaz kış yeşil kalabilen, iğne yapraklı, bir çok türü bulunan ağaç türü. çamaşır (a.) 1. iç giysisi. 2. Yıkanması gerekli iç ve dış giysi. 3. Kirli eşyaları yıkama işi. çamlık (a.) Çamı çok olan yerçamur (a.) Su ile karıştırılarak cıvık hale getirilmiş toprak. çamurlu a.) Üstünde çamur bulunan, çamur bulaşmış.Çan (a.) İçinden sarkan metal parçanın kenarlara vurmasıyla ses çıkaran metal alet.çanak (a.) Topraktan yapılan yayvan kase, kap. çanak yaprak (a.) Çiçekte çanağı oluşturan yaprakların her biri.çanta (a.) Deri ve çeşitli kumaşlardan yapılan, büyüklüğüne göre içine eşya konulan taşıma aracı. Çap, -pı (a.) 1. Cisimlerin genişliğini bildiren terim. 2. Büyüklük, ölçü.çapa (a.) 1. Tarımda toprağı işlemeye yarayan alet. 2. Gemi demiri.çapaçul (ö a.) Kılığına, düzenine dikkat etmeyen, pasaklı.çapak (a.) Gözden akan sıvının kirpiklerde kurumasıyla oluşan birikinti.çapalamak (e.) Toprağı çapa ile alt üst etmek.çaplı (ö a.) Çapı geniş olan.çapraşık (ö a.) Anlaşılması ve içinden çıkılması güç olan durum.çapraz (ö a.) Birbirini yanlamasına kesen.çapsız (ö a.) Değersiz, önemsiz.çapul (a.) Başıboş askerlerin yaptığı yağmalama, talan.çaput (a.) Eski bez parçası, paçavra.çar (is.) Rus imparatorlarına ve Bulgar krallarına verilen unvan.çarçabuk (b.) Hemencecik, çok çabuk.çarçur etmek (e.) Gereği olmadan harcamak, boşa vermek.çardak (a.) Tarla, bahçe gibi yerlerde ağaç dallarından yapılan barınak.çare (a.) Bir sonuca varmak, engelleri yenmek, olumsuzlukları ortadan kaldırmak için tutulacak yol.çaresiz (ö a.) Çaresi bulunmayan.çarık (a.) Ham deriden el yapımı köylü ayakkabısı.çark, -ki (a.; Bir merkez etrafında dönen dişli tekerlek.çarkçı (ö a.) Gemilerde makine bölümüne bakan kimse.çarkıfelek (a.) 1. Çiçekleri tekerlek biçiminde olan bir süs bitkisi. 2. Talih, kader.çarmıh, çarmık (a.) Suçlunun öldürülmek amacıyla çivilendiği haç biçimindeki darağacı.çarpan (a.) Çarpma işleminde çarpılanın kaç kez yineleneceğini gösteren sayı.çarpı (a.) Birbiriyle çarpılan iki sayı arasına konulan (x) imi.çarpık (ö a.) Düzgün olmayan, alışılmışa aykırı durum.çarpılan (a.) Çarpma işleminde yinelenen sayı.çarpım (a.) Çarpma işleminin sonucu olan sayı.çarpıntı (a.) Kalbin duyulacak derecede sık ve güçlü atması.çarpmak (e.) Bir şeyin başka bir şeye hızla değmesi.çarşaf (a.) Yatağın üstüne serilen ya da yorgana dikilen örtü.çarşamba (a.) Salıdan sonra gelen haftanın üçüncü günü.çarşı (a.) Dükkânların çokça bulunduğu alış veriş yeri.çat (a.) Sert bir şeyin kırılırken çıkardığı ses.çatal (a.) 1. Yemek yemede kullanılan üç ya da dört dişi bulunan alet. 2. İki ya da daha çok kola ayrılan değnek.

39

Page 40: Turkce-sozluk

çatallanmak (e.) Çatal gibi ikiye ayırmak.çatı (a.) Yapıların çinko, tahta ve kiremitten oluşan üst bölümü.çatık (ö a.) Çatılmış olan.çatınmak (e.) Kaşlarını çatıp surat asmak.çatırdamak (e.) Çatır çatır sesler çıkarmak.çatırtı (a.) Çatır diye çıkan ses.çatışmak (e.) 1. Birbirine çatmak ya da çatılmak. 2. Karşılıklı vuruşmak. 3. Kavga etmek. 4. Aynı zamana rastlamak.çatkı (a.) 1. Uç uca birbirine çatılan şeylerin tümü. 2. Sehpa. 3. Alından geçerek başın çevresine çember gibi bağlanan bağ.çatlak (ö a.) 1. Çatlamış olan. 2. Çatlamış yer.çatlamak (e.) Çatlak duruma gelmek.çatlatmak (e.) Bir kimseyi kıskandırmak.çatmak (e.) 1. Bir yapıda kereste gibi araçları birbirine iliştirmek. 2. Birine kötü sözler söylemek.çavdar (a.) Buğdaygillerden, unlu tane veren bir bitki.cavlan (a.) Çağlayanın büyüğü.çavuş (a.) Orduda onbaşıdan sonra gelen, manga komutanlığı yapan erbaş.çay (a.) Dereden büyük, ırmaktan küçük akarsu.çay (a.) Yaprakları işlenerek kaynatılıp içilen içecek.çaydanlık (a.) Çay pişirme kabı.çayevi (a.) Çay içilen dükkân.çayır (a.) Üzerinde gür ot biten geniş ve nemli yer.çayırlık (a.) Çayırı bol olan yer.çaylak (a.) Uzun kanatlı tavuk büyüklüğünde, evcil kümes hayvanlarını avlayan bir kuşçehre (a.) Görünüş, yüz.çekap (is.) Sağlık yönünden yapılan genel yoklama.çekecek (a.) Ayakkabının kolayca giyilmesini sağlayan alet, kerata.çekememek (e.) Birisinin olumlu yönde gelişmesini hoş karşılamamak, katlanamamak.çeki (a.) 1. İki yüz elli kilograma eşit, odun ve kömür gibi şeylerin tartıldığı ağırlık ölçüsü. 2. Tartı.çekiç (a.) Çivi çakmaya, maden dövmeye yarayan alet.çekidüzen (a.) Kılık ya da durumun düzgün olması, düzenlilik, özen.çekiliş (a.) 1. Çekim. 2. Eylemlerin zamana ve kişiye göre aldıkları durum.çekilmek (e.) 1. Çekme işine konu olmak. 2. Geri gitmek.çekinmek (e.) Saygı, korku, utanma gibi olgularla bir şeyi yapmak istememek, kaçınmak.çekirdek (a.) Erik, kayısı, incir, karpuz gibi meyvelerin sert bir kabuk içindeki tohumu.çekirge (a.) Bacakları üzerinde sıçrayarak hareket eden, sürüler hâlinde yaşayarak bitkilere zarar veren bir canlı.çekişmek (e.) 1. İki yönünden karşılıklı çekmek. 2. Ağız kavgası etmek.çekme (a.) 1. Çekmek eylemi. 2. Güç durumlara katlanmak. çekmece (a.) Masalarda, dolaplarda içine çeşitli eşya konan, çekilip geri itilebilen bölüm.çekmek (e.) Bir şeyi kendine doğru hareket ettirmek.çekmez (ö a.) Taşımaz, kaldırmaz.çekyat (a.) Gerektiğinde açılan ve geçici olarak yatak olabilen koltuk ya da kanepe.çelenk, (a.) Bir mezara, anıta konmak üzere hazırlanmış halka biçimindeki çiçek demeti.çelik (a.) Demire su verilerek elde edilen sert ve esnek maden.celim (a.) Güç, kuvvet.çelimsiz (ö a.) Güçsüz.çelişme (a.) Birbirini tutmama. Birbirine ters olma.

40

Page 41: Turkce-sozluk

çelme (e.) 1. Çelmek eylemi. 2. Birini yere düşürmek için ayağının önüne ayak uzatma.çeltik (a.) Kabuğu ayıklanmamış pirinç tanesi.çember (a.) 1. Merkeze aynı uzaklıkta bulunan noktaların oluşturduğu kapalı eğri. 2. Çocukların oynamak için çevirip arkasından koştukları daire.çene (a.) Altlı üstlü dişleri taşıyan ve ağzın açılıp kapanmasını sağlayan parça.çenebaz (ö a.) Çok konuşan, çenesi kuvvetli, çeneli.çengel (a.) Bir yere takılıp üstüne öteberi asılan eğri demir.çengelli (ö a.) Ucu çengel biçiminde olan.çengi (a.) Çalgı eşliğinde oynamayı meslek edinmiş kadın.çentik (a.) Bir yere işaret için kazınan küçük kertik.çepçevre (b.) Bütün yanlarını kuşatarak.çepel (is.) 1. Kir, bulaşık, çamur, pislik. 2. Çalı çırpı.çeper (is.) 1. Çit. 2. Ahlâksız. 3. Sebze bahçesi.çerçeve (a.) 1. Resim, yazı, ayna gibi şeyleri süslemek ya da bir yere asabilecek duruma getirmek için bunlara geçirilen kenarlık. 2. Kapı, pencere kasası. 3. Arıların doğrudan petek yaptığı malzeme.çerez (a.) Yemek dışında yenen fındık, fıstık gibi yiyecekler, kuruyemiş.çerge (a.) Derme çatma çadır.çeribaşı (a.) Çingene önderi.çeşit (a.) Aynı türden olan, kimi özelliklerinden dolayı farklılaşan öbeklerin her biri.çeşitli (ö a.) Çeşidi çok olan, türlü.çeşme (a.) Herkesin yararlanması için oluktan akıtılan su.çeşni (a.) Yiyeceklerde tat, lezzet.çete (a.) Herhangi bir amaçla kurulmuş olan silâhlı, küçük birlik.çetele (a.) Okuma bilmeyenlerin çizerek hesap tuttukları tahta parçası.çetin (ö a.) Zor, güç.çetinleşmek (e.) Zorlaşmak.çetrefil (ö a.) Karışıklığından dolayı anlaşılması güç.çevik (ö a.) Çabuk ve kolay davranan, tetik.çeviri (is.) 1. Dilden dile aktarma, çevirme. 2. Bir dilden başka bir dile çevrilmiş yazı, kitap.çevirmek (e.) 1. Bir şeyin yönünü değiştirmek. 2. Yolundan alıkoymak. 3. Geri göndermek.çevre (a.) 1. Bir şeyin yakını, etraf. 2. Bir kimsenin ilişkide bulunduğu insanların tümü.çevrelemek (e.) İçine almak, kuşatmak.çeyiz (a.) Gelin için hazırlanan eşyalar.çeyrek (ö a.) Bir bütünün dörtte biri.çıban (a.) Vücutta oluşan irinli yara, şişkinlik.çığ (a.) Dağların doruklarından kopan, yuvarlandıkça büyüyen kar kümesi.çığır (a.) Gidip gelme ile kırlarda açılan yol.çığırmak (e.) Çağırmak.çığırtkan (a.) Bir şeyi yüksek sesle çevreye duyuran.çığırtmak (e.) Çağırtmak.çığlık (a.) Korku ile acı acı, kesik ve tiz sesle bağırma.çıkagelmek (e.) Umulmadık bir anda gelmek.çıkar (a.) 1. Bir kimse ya da şey için yararlı, uygun olan şey. 2. Bir kimsenin yalnızca kendini düşünerek elde ettiği kazanç.çıkarcı (a.) Yalnız kendi çakırını düşünen, çıkarını kollayan kimse, menfaatçi.çıkarmak (e.) 1. Bilinmeyen, kapalı bir yerde olanı ortaya çıkarmak. 2. Giysi ve ayakkabıları vücuttan ayırmak.çıkarsız (ö a.) Hiçbir çıkara dayanmayan.çıkı (a.) Küçük bohça.

41

Page 42: Turkce-sozluk

çıkık (ö a.) 1. Yerinden çıkmış. 2. Çıkıntılı.çıkıkçı (a.) Çıkıkları düzelten kimse, sınıkçı.çıkın (a.) Bir beze sarılarak düğümlenmiş öteberi.çıkıntı (a.) Bir yüzeyde öne doğru çıkan bölüm.çıkış (a.) 1 Çıkmak eylemi ya da biçimi. 2. Bir yeden çıkmak için kullanılan yer. 3. Çıkış belgesi.çıkışmak (e.) Bir kişiye, hoşlanılmayan davranışlarından dolayı sert sözler söylemek.çıkmak (e.) 1. içeriden dışarıya geçmek. 2. Ayrılmak.çıkmaz (ö a.) Sonu kapalı olup hiçbir yere varmayan.çıkrık (a.) Kuyudan kovayı çekmeye yarayan ve elle çevrilen araç.çılbır (a.) Yoğurt ve yumurtayla yapılan bir yemek.çıldırmak (a.) 1. Delirmek. 2. Sevinç, acı, öfke vb. nedenlerle ne yapacağını bilemez duruma gelmek.çılgın (a) Aşırı hareketleri olan, deli.çıma (a.) Halat ucu.çınar (a.) Çok uzayan koyu gölgeli bir ağaç.çıngar (a.) Kavga, şamata.çıngırak (a.) Küçük çan. Kapı zili.çıngıraklı yılan (a.) Engerek ailesinden zehirli bir yılan.çınlamak (e.) Çın diye ses çıkarmak.çıplak (ö a.) Üstünde örtü, giysi bulunmayan.çıra (a) 1. Işık sağlamak için kullanılan ağaç. 2. Bazı ağaçların çabuk yanan odunlarına verilen ad.çırak (a.) Zanaat öğrenmek için ustanın yanında çalışan kimse.çırçıplak (ö a.) Büsbütün çıplak, çırılçıplak.çırçır (a.) Pamuğu çekirdeğinden ayıran araç.çırpı (a.) Dal, budak, kırpıntısı.çırpınmak (e.) Bilinçli ya da bilinçsiz olarak hızlı ve düzensiz hareketler yapmak.çırpıntı (a.) 1. Çırpınma. 2. Suların küçük dalgalar hâlinde hareketi.çırpmak Hızlı ve kesik kesik silkeleme eylemi.çıt (a.) Küçük ve ince bir şey kırılırken çıkan ses.çıta (a.) Uzun, ensiz düzgün tahta.çıtçıt,-tı (a.) Biri öbürünün içine geçerek düğme yerine kullanılan alet.çıtı pıtı (ö a.) Ufak tefek ve sevimli.çıtkırıldım (ö a.) Aşırı ince, dayanıksız, çekingen (kimse).çıtlamak (e.) Çıt diye ses çıkarmak.çıyan (a.) Bir tür zehirli, çok ayaklı böcek. 2. (mec.) Hain.çiçek (a.) Kimi bitkilerin üreme organlarını taşıyan, çeşitli renklerde olan, gözalıcı, güzel kokulu kısım.çiçek bozuğu, -nu (a.) Çiçek hastalığı nedeniyle yüzü delik deşik olmuş.çiçeklik (a.) Çiçek yetiştirilen bölüm, bölme.çift, -ti (ö a.) 1. (nesneler için) Birbirini tamamlayan, iki tekten oluşan. 2. Karı koca. 3. Toprağı sürmek için birlikte koşulan iki hayvan.çiftçi (a.) Geçimini topraktan sağlayan kimse.çifte (ö a.) 1. İkisi bir arada. 2. At ve eşeklerin arka ayakları ile attıkları tekme.çiftelemek (e.) Çifte atmak.çiftetelli (a.) Göğüs titreterek, boyun sallanarak oynanan bir halk oyunu.çiftlik (a.) Tarım yapılan, hayvan yetiştirilen ve orada çalışanların oturması için evleri bulunan geniş toprak parçası.çift sayı (mat.) 4, 6, 8 gibi 2'nin katı olan ve 2'ye bölünebilen tamsayı.

42

Page 43: Turkce-sozluk

çiğ (ö a.) Pişmemiş ya da az pişmiş.çiğdem (a.) Türlü renkte çiçek açan bir kır bitkisi.çiğnemek (e.) 1. Dişleri arasında ezmek. 2. Ayak altına alarak, tekerlek altına alarak ezmek.çiklet (a.) Sakız.çikolata (a.) Kakao ve sütle yapılan bir şekerleme çeşidi.çil (a.) Yüzde çıkan koyu renkli benek.çil (a.) Bir çeşit dağ tavuğu.çil çil (ö. a.) Parlak, yeni, pınl pırıl.çile (a.) Sıkıntı, eziyet.çilek (a.) Güzel kokulu, pembe ya da kırmızı renkli, yenilen meyvesi olan bir bitki.çilekeş (ö a.) Sıkıntılı ve üzüntülü durumlara düşmüş olan kimse.çilingir (a.) Kilit, anahtar gibi küçük işleri yapan usta.çilli (ö a.) Yüzünde çilleri olan.çim (a.) Bahçelerde süs bitkisi olarak kullanılan ince, yeşil yaprakları olan küçük bir bitki.çimdik (a.) 1. Çimdiklemek eylemi. 2. Başparmakla işaret parmağının ucu arasına alınan miktar.çimdiklemek (e.) Bir kimsenin etini iki parmak ucu arasında kıstırarak sıkıp acıtmak.çimen (a.) Kendiliğinden yetişen çim.çimento (a.) Bir çeşit yapı malzemesi.çimlenmek (e.) Nemli yerde kabuğu yarıp uç verip yeşermekçimmek (e.) Suya dalıp yıkanmak, yüzmek.çingene (a.) Genellikle göçebe olarak yaşayan, sepet, kalbur, elek yaparak geçinen topluluklara verilen genel ad.çini (a.) Duvarları süslemek için kullanılan, bir yüzü çeşitli motiflerle bezeli, pişmiş balçık levha.çinko (a.) Damların çatılarını örtmede, çeşitli kaplar yapmada kullanılan bir maden.çiriş (a.) Çiriş otundan yapılan bir çeşit yapıştırıcı.çiriş otu (a.) Zambakgillerden beyaz çiçekli bir bitki.çirkef (a.) Pis ve iğrenç olan.çirkin (ö a.) Göze, kulağa hoş gelmeyen.çiroz (a.) 1. Kurutulmuş uskumru balığı. 2. (mec.) Çok zayıf, sıska kimse.çiş (a.) İdrar, işeme.çiselemek (e.) Yağmurun ince ince yağması.çit, -ti (a.) Bahçelerin çevresine çalı, kamış ve ağaç dallarından çekilen duvar.çitilemek (e.) Kiri çıkarmak için iki çamaşırın kenarlarını birbirine sürmek.çitlembik (a.) Yemişi mercimekten biraz büyük bir çeşit sakız ağacı.çitmek (e.) 1. Bir araya getirmek, birleştirmek. 2. Kumaştaki deliği örerek kapamak.çivi (a.) İki şeyi birbirine eklemek için çakılan sivri uçlu maden ya da ağaçtan çubuk.çividî (ö a.) Mavi renkte olan.çivilemek (e.) Bir şeyi, bir yere, çivi ile tutturmak.çivilenmek (e.) Çiviyle tutturulmak.çivit (a.) Bitkilerden çıkan mavi renkli toz boya.çiy (a.) Havada buğu durumundayken akşamın ve gecenin serinliği ile yerde ya da bitkilerde toplanan küçük su damlaları.çizer (a.) Karikatür çizen sanatçı, karikatürcü, karikatürist.çizgi (a.) 1. Uzun ve ince iz. 2. Bir noktanın yürütülmesiyle oluşan biçim.çizgi dışı (a.) Toplum kural ve normlarına uyumsuzluk gösteren.çizik (ö a.) Çizilmiş.çizim (a.) Belli bir kurala göre ve genellikle cetvel, gönye, pergel vb. yardımıyla bir şeklin çizilmesi.

43

Page 44: Turkce-sozluk

çizme (a.) 1. Çizme eylemi. 2. Koncu diz kapaklarına kadar olabilen bir çeşit ayakkabı.çizmek (e.) Çizgi çekmek, çizgi oluşturmak.çoban (a.) Sığır, koyun ve keçi sürülerini otlatan kişi.çobanpüskülü (a.) Yaprakları dikenli olan bir çeşit süs bitkisi.Çobanyıldızı (a.) Bir gezegen, venüs.çocuk (a.) Küçük yaştaki oğlan ya da kız.çocukluk (a.) Çocuk olma durumu.çocuksu (ö a.) Çocuk gibi davranışları olan.çoğalmak (e.) Eskisinden daha kalabalık olmak, azken çok olmak.çoğaltmak (e.) Çoğalmasını sağlamak.çoğu (b.) Çok kez.çoğul (ö a.) Sözcüklerin belirli eklerle birden çok varlığı ya da kişiyi bildirme biçimi.çoğunluk (a.) Sayı üstünlüğü.çok (b.) Sayı, nicelik, değer, güç, derece vb. bakımından büyük ve aşırı olan, "az" karşıtı.çokbilmiş (ö. a.) 1. Sinsi, kurnaz. 2. Zeki, akıllı.çokgen (a.) Açı oluşturacak biçimde dörtten çok kenardan oluşan kapalı düzlem.çolak (ö a.) Eli veya kolu sakat olan.çolpa (a.) Ayağı sakat olan.çomak (a.) Değnek, sopa.çomar (a.) İri köpek, çoban köpeği.çopur (a.) Yüzünde belirgin çiçekbozuğu lekesi bulunan.çorak (a.) Verimsiz toprak.çorap (a.) Ayak biçimine göre örülmüş, ayak giysisi.çorba (a.) Kaşıkla sıcak içilen, yağlı, tuzlu, sulu yiyecek.çöğür (a.) 1. Maydanozgillerden dikenli yaban bitkisi. 2. İri gövdeli, kısa saplı bir tür halk sazı.çökelek (a.) Yağı alınan sütün kaynatılmasıyla elde edilen bir yiyecek, kesik, ekşimik.çökertmek (e.) Çöküp oturmasını sağlamak.çökme (a.) 1. Çökmek eylemi. 2. Yerin altının yıkılmasıyla bir kısım bölgenin diğerlerine göre alçakta kalması.çökük (ö a.) Çökmüş, çukurlaşmış.çöküntü (a.) 1. Çökme. 2. Çöken "şeylerin kalıntısı. 3. Suyun dibine çöken şeyler.çöl (a.) Issız, geniş ve kumluk geniş arazi.çömelmek (e.) Dizlerini bükerek topukları üzerine oturmak.çömlek (a.) Toprak tencere.çöp,-pü (a.) 1. Saman inceliğinde herhangi bir nesne. 2. Yararsız ve pis olduğu için atılan ufak tefek şeylerin tümü.çöpçatan (a.) Kimin kiminle evleneceğinin önceden kararlaştırıldığına inanılan manevî güç. 2. Evlenmelerde aracılık eden kimse.çöplük (a.) Çöplerin atıldığı yer.çörek (a.) Az yağlı, kimisi şekerli, yumurtalı gevrek bir çeşit ekmek.çörek otu, -nu (a.) Susam büyüklüğünde siyah tohum.çözelti (a.) Çözülme sonucu ortaya çıkan madde.çözme (a.) Çözme eylemi.çözmek (e.) 1. Düğümü açmak. 2. Bir problemde aranılan sonucu bulmak.çözülmek (e.) 1. Çözmek işine konu olmak. 2. Erimek için gevşemek.çözüm (a.) Bir sorunun çözülmesinden alınan sonuç.çözümleme (a.) 1. Analiz. 2. Bir cümleyi çeşitli yönlerden inceleme.çözümlemek (e.) 1. Çözümleme yoluyla bir şeyi incelemek, tahlil etmek, analiz etmek. 2. Anlamı ve niteliği anlaşılamayan bir konuyu açıkladıktan sonra sonuca bağlamak.

44

Page 45: Turkce-sozluk

çözümlemen (ö a.) Çözümlemeye dayanan, çözümsel.çözümlenmek (e.) 1. Çözümlemek eylemine konu olmak. 2. Onluk sayma düzeninde, basamak değerlerine ayrılarak yazılmak.çözümsüzlük (a.) Bir sorunun hiçbir çözümü, çıkışı olmama durumu.çözünme (a.) 1. Çözünmek eylemi. 2. Bir sıvıyla karışan katı, sıvı ya da gaz durumundaki bir maddenin, bu sıvı içinde homojen bir bütün oluşturacak biçimde karışması.çözünmek (e.) Çözülmek eylemine konu olmak, dağılmak, erimek.çözüşmek (e.) (bir şeyi oluşturan öğeler) Birbirinden ayrılmak.çubuk (a.) 1. Değnek biçiminde ince, uzun, sert şey. 2. Körpe dal.çuha (a.) Dümdüz, ince yün kumaş.çuhadar (a.) Bir dairenin dışındaki ayak işlerine bakan kimse.çukur (a.) 1. Çevresine göre aşağıya çökmüş veya kazılmış yer. 2. Çene ve yanaktaki gamze.çukurlaşmak (e.) Çukur duruma gelmek.çul (a.) 1. Genellikle kıldan yapılmış kaba dokuma. 2. Kıldan ya da yünden yapılmış hayvan örtüsü.çulha (a.) El tezgâhında bez dokuyan kimse.çullanmak (e.) Altına almak için birinin üstüne abanmak.çulluk (a.) Uzun bacaklı, göçebe ve eti için beslenen bir kuş.çulsuz (ö a.) 1. Çulu olmayan. 2. (mec.) Varlıksız, parasız, yoksul.çuval (a.) Kabaca dokunmuş büyük torba.çuvaldız (a.) Çuval dikmekte kullanılan büyük iğne.çünkü (b.) Şu nedenle, şundan dolayı.çürük (ö a.) 1. Çürümüş olan. 2. Sağlam ve dayanıklı olmayan.çürümek (e.) 1. Çeşitli nedenlerle değişikliklere uğrayıp bozulup dağılmak. 2. Sağlamlığını, dayanıklılığını yitirmek.çürükçül (a.) Doğal olarak hayvan ve bitki kalıntılarının üzerinde yaşayan ve onların çürümesine yol açan.çürümek (nsz.) 1. Türlü etkilerle ve en çok mikropların etkisiyle, kimyasal değişikliğe uğrayarak bozulup dağılmak. 2. Sağlamlığını, dayanıklılığını yitirmek. 3. Vurulma, sıkışma yüzünden vücutta lekeler oluşmak.çürütmek (e.) 1. Çürümesine neden olmak. 2. (eti) Bayatlatıp gevrek bir duruma getirmek. 3. (mec.) Doğru olarak ileriye sürülen bir düşüncenin, bir davanın boşluğunu, anlamsızlığını ortaya koymak.çürütülmek (e.) 1. Çürütmek eylemine konu olmak. 2. (mec.) Doğru olarak ileri sürülen bir düşüncenin yanlışlığını, gerçeklere dayanmadığını ortaya çıkarmak.çüş (ünl.) 1. Yürüyen eşeği durdurmak için söylenen söz. 2. Yakışıksız bir davranış karşısında söylenen kaba bir söz.

D d

d, D Türk alfabesinin beşinci harfi, diş eti ünsüzüdür.dadanmak (e.) Tadını aldığı bir şeyi sürekli istemek.dadaş (a.) 1. Erkek kardeş. 2. Delikanlı, yiğit kimse.dadı (a.) Çocuk bakıcısı kadın.dağ (a.) Çevresine göre oldukça yüksek olan yer.dağarcık (a.) 1. Meşin torba. 2. Bilgi.dağcı (a.) Dağa tırmanma sporu yapan kimse.

45

Page 46: Turkce-sozluk

dağılım (a.) 1. Dağılarak birbirinden ayrılma. 2. Bir toplumda ya da kümede incelenen bir ya da birçok özelliğin, zamana, yere ya da seçilen herhangi bir değişkene göre hesaplanan sayısal ve oransal dağılışı.dağılmak (e.) Toplu durumdayken birbirinden ayrılıp uzaklaşmak.dağınık (ö a.) 1. Geniş bir alana yayılmış olan. 2. Bir arada olmayan. 3. Düzeni bozuk, karışık. 4. Düzensiz, tertipsiz.dağınıklık (a.) Dağınık olma durumu.dağıtıcı (a.) Gazete, mektup gibi şeyleri dolaşarak dağıtan kimse.dağıtmak (e.) 1. Bir şeyi belli ölçülere göre kişilere vermek. 2. Toplu durumda bulunan eşya ya da kişileri birbirinden ayırmak.dağlanmak (e.) Herhangi bir şeyi kızgın demirle işaretlemek.dağlıç (a.) Eti lezzetli bir koyun türü.dağlık (a.) Düz olmayan, dağlarla kaplı yer.daha (b.) Şu ana kadar, henüz.dahası (a.) Fazlası, ilavesi.dâhi (ö a.) Çok önemli işler başaran, zeki, iradeli kişi.dahil (a.) 1. İç, içeri. 2.İçinde olarak. 3. Bir işe karışmış olma.dahili (b.) İçle ilgili, içsel.daima (b.) Her zaman, sürekli.dair (b.) Bir şey hakkında.daire (a.) 1. Çemberin içinde kalan düzlem parçası. 2. Bir binanın konut olarak kullanılan her bölümü.dakika (a.) Bir saatlik zamanın altmışta biri.daktilo (a.) Yazı makinesi.dal (a.) 1. Ağacın kollarına verilen ad. 2. Bir bilimin çeşitli bölümlerine verilen ad.dalak (a.) Kamın solunda bulunan bir organ.dalâlet, -ti (a.) Sapınç, sapkınlık. Doğru yoldan ayrılmak.dalamak (e.) 1. Isırmak. 2. Dokunan yeri kaşındırmak.dalan (a.) 1. Lobi. 2. hlk. Biçim, şekil.dalaşmak (e.) Köpeklerin boğuşup birbirini ısırması.dalavere (a.) Yalan dolanla yapılan işler.dalga (a.) Rüzgârın etkisi ile sularda oluşan kabarma.dalga geçmek (e.) Biri ile alay etmek, sözle eğlenmek.dalgakıran (a.) Gemileri dalgalardan korumak için denize yapılmış set.dalgalanmak (e.) Dalgalı olmak, dalga meydana getirmek.dalgalı (ö a.) 1. Dalgası olan. 2. Dalga dalga görünen.dalgıç (a.) Su altına dalmayı meslek edinen kimse, balık adam.dalgın (ö a.) Çevresinde olup bitenlerden farkında olmayacak kadar düşüncelere dalmış olan ya da dikkatini bir konu üzerinde toplayamayan.dalış (e.) Dalmak eylemi ya da biçimi.dalkavuk (ö a.) 1. Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara, aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse. 2. Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse.dallandırmak (e.) Dallanmasını sağlamak.dalmak (e.) 1. Suya hızla girmek. 2. Başka şeyler düşünmeyecek kadar kendini bir şeye kaptırmak.dalyan (a.) Balıkların geçtiği dar yerlere kurulan balık ağı.dam (a.) 1. Yapıları dış etkilerden korumak amacıyla, üzerine yapılan, çoğu kiremit kaplı bölüm. 2. Toprak damlı ev, küçük ev.dama (a.) Altmış dört karede on altı taşla oynanan bir tür zeka oyunu.

46

Page 47: Turkce-sozluk

damacana (a.) Ağzı dar büyük şişe.damak (a.) Ağız boşluğunun üst kısmı.damalı (ö a.) Üstünde kare biçiminde renkler, şekiller bulunan.damar (a.) Canlılarda içinde besleyici sıvıların dolaştığı kanal.damat (a.) Evlenen erkek.damga (a.) Bir şeyin üzerine özel bir işaret basan alet.damgalamak (e.) Damga vurmak.damıtmak (e.) Bir sıvıyı ısı yoluyla buharlaştırarak, yabancı maddelerinden arındırıp tekrar su durumuna getirmek.damızlık (ö a.) Kendi soyunun üremesinde kullanılmak üzere yetiştirilen iyi cins erkek hayvan.damla (a.) Bir sıvıdan yuvarlak biçimde düşen küçük parça.damlamak (e.) Damla biçiminde tek tek düşmek.damlatmak (e.) Damla damla akıtmak.damper (a.) Bir kaldırma düzeneğiyle, yükünü boşaltabilen araba kasası.damping (a.) Düşük fiyatla mal satımı.dana (a.) Sütten kesilmiş bir yaşına kadar olan sığır yavrusu.danaburnu (a.) Toprak altında yaşayan, köklerini keserek bitkilere zarar veren bir böcek.dandik (ö a.) Kötü, niteliksiz.dangalak (ö a.) Kafası iyi çalışmayan.danışıklı (ö. a.) Bir anlaşma sonucu ortaya çıkan, öyle olmadığı söylenen durum.danışmak (e.) Bir iş, durum hakkında birinden bilgi almak.danışman (is.) Bilgi ve düşüncesi alınmak için kendisine danışılan görevli kimse.Danıştay (a.) Yönetim davalarına bakan yargı organı.dans (a.) Müziğin temposuna uyularak yapılan vücut hareketleri.dansöz (a.) Dans etmeyi meslek edinen kadın.dantel (a.) Her tür iplikle işlenen ince, ağ biçiminde örgü.dar (ö a.) Eni boyu yeterince geniş olmayan.dara (a.) Kap içinde tartılan bir şeyin kabının ağırlığı.daraban (a.) Vurma, vuruş, atış.daracık (a.) Çok dar.darağacı (a.) Ölüme mahkûm edilenleri asmak için kurulan sehpa.daralamak (e.) Bir teraziyi, bir ölçü aletini dengeye getirmek amacıyla darayı ayarlamak.daralmak (e.) Dar duruma gelmek, sıkılmak.darbe (a.) Vuruş, çarpış.darbuka (a.) Ağzı geniş, testi biçiminde bir çeşit müzik aleti.dargın (ö a.) Darılmış, gücenmiş olan, küskün.darı (a.) Susuzluğa dayanıklı, buğday yerine de kullanılan bir bitki.darılmak (e.) Hoşa gitmeyen bir davranıştan dolayı ilişkiyi kesip konuşmamak.darmadağın (ö a.) Çok karışık ve dağınık.darphane (a.) Para basılan yer.darülaceze (a.) Düşkünler evi.darüleytam (a.) Yetimler evi.dava (a.) Bir olumsuzluk nedeni ile bir kişinin bir başkasına karşı yargıya başvurması.davacı (ö a.) Dava eden kişi.davalı (ö a.) Dava edilen kişi,davar (a.) Koyun ve keçiye verilen ortak ad.davet,-ti (a) 1. Çağrı. 2. Şölen.davetiye (a.) Birini çağırmak için yazılan yazı, çağrılık.davetsiz (ö a.) Çağrılmadan gelen.

47

Page 48: Turkce-sozluk

davetli (ö a.) Çağrılmış, davet edilmiş kişi.davranış (a.) Davranma biçimi.davranmak (a.) Bir kimseye ya da bir şeye karşı tavır almak.davul (a.) Geniş bir kasnağın iki yüzüne de deri geçirilerek yapılan, çomakla çalınan bir müzik aleti.dayak (a.) İnsanı ya da hayvanı dövme işi.dayalı (ö a.) Bir şeye yaslanmış, dayanmış olan.dayamak (e.) Bir şeyi, bir şeye dokundurarak düşmesini engellemek.dayanak (a.) Dayanılan şey.dayanç (ö a.) Sabır.dayanıklı (ö a.) Sağlam, uzun süre bozulmayan.dayanıksız (ö a.) Dayanma gücü olmayan.dayanışma (a.) Bir topluluğun üyelerinin olumsuz durumlara karşı birlikte davranması durumu.dayanmak (e.) 1. Kendini bir yere dayamak. 2. Birbirinden destek almak.dayatmak (e.) Başkasına kendi isteğini yaptırmak için direnmek.daye (a.) Çocuk bakıcısı, süt-nine, dadı.dayı (a.) Annenin erkek kardeşi.dayılanmak (e.) 1. Kabadayı gibi davranmak. 2. Büyüklük taslamak.dazlak (ö a.) Tepesindeki saçları dökülmüş.de (b.) Bile, dahi.debdebe (a.) Göz alıcı ve gösterişli.debelenmek (e.) Yerlerde çırpınıp yuvarlanmak.debi (a.) Bir akarsuyun herhangi bir kesiminden saniyede geçen suyun hacmi, akım.dede (a.) Babanın, annenin babası, büyükbaba.dedektif (a.) Suçluları yakalamaya çalışan sivil polis.dedikodu (a.) Konusu çekiştirme olan, orada olmayan birisinin hakkında konuşma.def (a) 1. Tef. 2. Savma.defa (a.) Kez, kere, sefer.defans (a.) Savunma.defetmek (e.) 1. Savuşturmak, kendinden uzaklaştırmak. 2. Kovmak.defile (a.) Giyecekleri tanıtmak amacıyla mankenlerin yaptıkları gösteri.define (a) Çok önceleri toprak altına saklanmış değerli eşya, gömü.defne (a.) Yaz kış yeşil kalan, güzel kokulu bir bitki.defolu (ö a.) Özürlü (kumaş, giysi vb.)defolmak (e.) Savuşup gitmek.defter (a.) İçine yazı yazılan, şekil yapılan, bir kapak içinde toplanmış kâğıtlardan oluşan yazı aracı.defterdar (a.) Bir ilin maliye işlerini yönlendiren görevli.değer (a.) 1. Bir şeyin para bakımından ederi. 2. Nitelik bakımından önemli olan.değerbilir (ö a.) Değerli olanların kıymetini bilen.değerlendirmek (e.) Değer kazanmasını sağlamak, uygun, yerinde kullanmak, kıy-metlendirmek.değerlenmek (e.) Değerinin artması durumu.değerli (ö a.) Değeri çok olan, önemli, kıymetli.değersiz (ö a.) Önemsiz, işe yaramaz, kıymetsiz.değgin (ö a.) ilişkin, üstüne ait, dair.değil (e.) Getirildiği cümleye olumsuz anlam veren bir söz.değin (b.) Kadar.değinmek (e.) Bir konu hakkında kısaca söz etmek.

48

Page 49: Turkce-sozluk

değinti (a.) Temas.değirmen (is.) Tahılların öğütüldüğü yer, öğütme aracı.değişik (ö a.) 1. Alışılmışın dışında bir özeliği bulunan, bilinenden farklı, özgün. 2. Çeşitli, farklı. 3. Değiştirilmiş.değişiklik (a.) Değişim sonucu oluşan yeni durum.değişim (a.) Zamanla oluşan değişiklikler.değişken (a.) Değişme özelliği gösteren, çok değişen, değişebilir, kararsız.değişmek (e.) Başka bir duruma geçmek.değişmez (a.) Değişmeyen, değiştirilmeyen, sabit.değmek (e.) 1. Dokunmak. 2. Bir şeyi karşılar durumda olmak.değnek (a.) Sopa.deha (a.) İnsan zekâsının, insan kişiliğinin erişebileceği en yüksek kerte, dahilik.dehalet (a.) Sığınma, korunma.dehlemek (e.) Hayvanı deh diyerek sürmek.dehliz (a.) Üstü kapalı uzun, dar geçit.dehşet,-ti (a.) Büyük korku.dek (b.) Değin, kadar.dekagram (a.) Bir kilonun yüzde biri.dekalitre (a.) On litrelik bir sıvı ölçü birimi.dekametre (a.) On metrelik uzunluk ölçüsü birimi.dekan (a.) Fakültenin yönetiminden sorumlu profesör.dekar (a.) Eni boyu onar metre olan bir yüzey ölçü birimi.dekor (a.) Herhangi bir sahneyi oluşturan eşyaların tümü.delege (a.) Kendisine yetki verilerek bir yere gönderilen temsilci.deli (a.) Aklını yitirmiş olan.delidolu (ö a.) Sonunu düşünmeden konuşan ya da hareket eden, patavatsız.delik (a.) Bir şey üzerinde açılmış çukur, açıklık.delikanlı (a.) Çocukluk çağından çıkmış genç erkek. delil (a.) Bir olayın, durumun doğruluğunu ortaya koyan belge, kanıt.delilik (a.) Delice davranışlar ya da deli olma durumu. delinmek (e.) Bir şeyde delik oluşmak.delirmek (e.) Aklını yitirmek, deli olmak.delişmen (ö a.) Şımarık ve delice davranışlarda bulunan, zıpır.delk (a.) Ovma, ovuşturma. delmek (e.| Delik açmak, delik duruma getirmek. delta (a.) Bir ırmağın denize kavuştuğu yerde iki kola ayrılmasıyla oluşan üçgen biçimindeki adacık, çatalağız. dem (a.) Zaman, dönem. demegoji (a.) Bir kimse veya grubun duygularını kamçılayarak gerçek dışı sözler söyleyerek onları kazanmaya çalışma. demeç (a.) Bir yetkilinin alanıile ilgili bilgi vermesi. demek (e.) Söylemek, konuşmak.demet, -ti (a.) Sapları bir araya toplanıp bağlanan bitki ya da çiçek.demin (b.) Az önce. demincek (b.) Çok az önce. demir (a.) Birçok alanda kullanılan mavimtrak, esmer renkte bir maden. demirbaş (a.) Bir yerde bulunan, görevliler değiştikçe gelene teslim edilen eşya. demirci (ö a.) Demir satan, demir eşya yapan ya da onaran kimse. demirhane (a.) Demirin işlendiği işlik.

49

Page 50: Turkce-sozluk

demirlemek (e.) Geminin bir yerde durmak için demir atması.demiryolu (a.) Trenin üzerinde yürüdüğü iki paralel raydan oluşan yol. demlemek (e.) Çayın içine kaynar su döktükten sonra renk vermesi için uygun süre beklemek.demli (ö a.) Demlenmiş, rengini, kokusunu, tadını bulmuş çay.demlik (a.) İçinde çay demlenen kap.demokrasi (a.) Halkın egemenliği esasına dayanan yönetim biçimi.demokrat, -ti (ö a.) 1. Demokrasiyi benimsemiş. 2. Demokratik davranan.denek (a.) Üzerinde deney yapılan canlı.denemek (e.) Bir kimsenin, bir şeyin bir niteliğini öğrenmek için gözlemek, kullanmak.denetim (a.) Denetleme işi.denetlemek (e.) Bir işin doğru ve yöntemine uygun olarak yapılıp yapılmadığını incelemek, kontrol etmek.deney (a.) Bilimsel bir gerçeği göstermek, bir yasayı doğrulamak, bir varsayımı kanıtlamak amacıyla yapılan işlem.deneyim (a.) Yaşam boyunca edinilen bilgi birikimi, tecrübe.deneysel (a.) Deneye dayanan, bilimsel.denge (a.) Bir varlığın devrilmeden ayakta durması.dengesiz (ö a.) 1. Dengesi olmayan. 2. mec. Tutum ve davranışlarında uyum olmayan kimse.deniz (a.) Yeryüzünün büyük bir bölümünü örten geniş, tuzlu su kütlesi.denizaltı (a.) Denizin altında yüzebilen gemi.denizanası (a.) Beyaz renkli, yumuşak, şemsiyeye benzeyen bir deniz hayvanı.denizaşırı (ö a.) Birbirinden denizlerle ayrılan ülkeler.denizel (a.) Denizle ilgili işlerde çalışan kimse.denizyıldızı (a.) Yıldıza benzeyen deniz hayvanı.denizyolu (a.) Çeşitli deniz taşıtlarıyla denizden sağlanan ulaşım.denk, -gi (ö a.) Nitelik bakımından eşit olan.denkleşmek (e.) Birbirine denk olmak, denk duruma gelmek.denil (e.) Kadar, derece.densiz (ö a.) Yakışıksız ve saygısızca davranan kimse.depo (a.) Korunmak, saklanmak ya da gerektiğinde kullanılmak üzere bir şeyin konulduğu yer.depozito (a.) Güvence olarak para, değerli kağıt ya da eşya olarak verilen bağlanma akçesi.deprem (a.) Yer sarsıntısı.depremzede (a.) Depremde zarar gören.depreşmek (e.) Yeniden ortaya çıkmak.derbeder (ö a.) Yaşayışı ve davranışı düzensiz kimse.derbent (a.) İki dağ arasındaki geçit yeri, boğaz. 2. Sınırlarda bulunan küçük kale.dere (a.) Genellikle yazın kuruyan küçük akarsu ve bunların yatağı.derebeyi (a.) Tarihte geniş toprakları olan, bu topraklarda yaşayan insanları yöneten bey.derece (a.) 1. Gittikçe yükselen ya da alçalan durumların her biri. 2. Bir yarışmada kazanılan aşama.dereke (a.) Aşağı derece.dereotu (a.) Güzel kokulu, yemeklerde koku versin diye kullanılan bir bitki.dergi (a.) Çeşitli konularda ayrıntılı yazılar yayınlayan, belirli sürelerde çıkan yayın.derhal (b:) Hemen, çabucak.deri (a.) İnsan ve hayvan vücudunu örten ince kabuk, cilt.derici (a.) Dericilik yapan kimse.derin (ö a.) Dibi ağzına yakın olmayan.derinlik (a.) 1. Dibin ağıza olan uzaklığı. 2. Anlamca zengin, anlaşılması zor.

50

Page 51: Turkce-sozluk

derinti (a.) 1. Toplantı. 2. Gelişigüzel toplanmış eşya.derken (b.) 1. Tam o sırada. 2.... diye düşünürken. 3.... diye davranırken.derleme (a.) Koleksiyon.derlemek (e.) Seçme yaparak toplamak, bir araya getirmek.derlenmek (e.) Kendini toplamak.derli toplu (ö a.) Düzenli.derman (a.) 1. Güç, kuvvet. 2. İlâç. 3. Çare.derme çatma (ö a.) Rasgele toplanmış, aralarında uyum olmayan.dermek (e.) Bir bir toplamak.dernek (a.) Bir amaç uğruna bir araya gelen insan topluluğu ya da toplandıkları yer.derneşik (ö a.) Derli toplu, düzenli.derrace (a.) Bisiklet.ders (a.) 1. Bir konuda öğretmenin öğrenciye bir sınıfta, belirli bir sürede verdiği bilgi. 2. Bu bilgi aktarımı için ayrılan süre.ders almak (e.) Bir şeyden kendine yararlı sonuçlar çıkarmak.dershane (a.) 1. Ders yapılan yer, derslik, sınıf. 2. Okul dışında parayla ders veren kuruluş.derslik (a.) Sınıf, dershane.dert (a.) 1. Sürekli hastalık. 2. İnsanın içini kemiren üzüntü.dertlenmek (e.) Üzüntüye kapılmak, dertli duruma gelmek, kaygılanmak.dertleşmek (e.) Birbirlerine dertlerini anlatıp rahatlamak.dertli (d a.) Derdi olan.derun (a.) 1. iç, içeri, öz. 2. Gönül, yürek, ruh.derviş (a.) Her şeyi hoş gören alçak gönüllü kimse. Dünyadan yüz çevirip kendini ibadete vermiş kişi.derya (a.) Deniz.deryadil (a.) Her şeyi hoş gören, çok sabırlı.desen (a.) Bir yüzeyde nesnelerin biçimini canlandıran resim.desigram (a.) Bir gramın onda biri.desilitre (a.) Bir litrenin onda biri.desimetre (a.) Bir metrenin onda biri.destan (a.) Konusu kahramanlık olan uzun halk şiiri.deste (a.) Cinsleri aynı ya da birbirine yakın olan şeylerin bir arada bağlanışı, demet.destek (a.) Dayanılan, yardım alınan.desteklemek (Birine, topluluğa vb) Arka olmak, arka çıkmak.destur (a.) İzin.deşifre (ö a.) Çözülmüş, açıklanmış.deterjan (a.) Bulaşık ve çamaşır yıkamada kullanılan temizlik maddesi.dev (a.) 1. Kötü kalpli, iri bir masal kahramanı. 2. Çok büyük.devam (a.) Sürüp gitme.devamlı (ö a.) Sürekli.devaynası (a.) Varlıkları olduğundan daha büyük gösteren ayna.deve (a.) Boyu uzun, sırtında hörgücü bulunan, susuzluğa dayanıklı bir yük hayvanı.devekuşu (a.) Sıcak ülkelerde yaşayan, kısa kanatları uçmaya elverişli olmayan fakat uzun bacaklarıyla çok hızlı koşabilen iri bir kuş.devinim (a.) Hareket.devir, -vri (a.) 1. Başı ve sonu bilinen bir zaman parçası. 2. Dönme, dönüş.devirmek (e.) 1. Ayakta duran bir şeyi yere yatırmak. 2. Bir kimseyi yerinden etmek. (mec.)devlet, -ti (a.) Belirli bir toprağı olan, başkalarına bağlı olmayan, bir hükümeti bulunan, başka uluslar tarafından tanınan siyasal topluluk.devran (a.) 1. Dünya. 2. Kader, talih. 3. Zaman.

51

Page 52: Turkce-sozluk

devre (a.) Belirli özellikleri olan dönem.devretmek (e.) Aktarmak.devrik (ö a.) Devrilmiş olan.devrilmek (e.) Devrilme eylemi kendisine yapılmak.devrim (a.) Yerleşik toplumsal düzeni köklü, hızlı ve geniş kapsamlı olarak niteliksel değiştirme ve yeniden biçimlendirme eylemi.devrimci (ö a.) Devrim yapan ya da devrime bağlı olan.devriye (a.) Güvenliği sağlamak amacıyla dolaşan polis, jandarma ya da asker topluluğu.devşirmek (e.) Toplamak.deyim (a.) Sözlük anlamı dışında bir anlam taşıyan kalıplaşmış küçük söz kümelerine verilen ad.dezavantaj (a.) Engelleme, zarar verme durumu.dezenfekte (a.) Mikroplardan temizlenmiş.dığan (a.) Yağ tavası.dırlanmak (e.) Çevresindekileri rahatsız edecek biçimde konuşmak.dış (a.) Bir sınırın ya da alanın içinde bulunmayan.dış (ö a.) İki şeyden merkeze uzak olan.dışalım (a.) Bir ülkeye başka bir ülkeden mal satın alma, ithalat.dışarı (a.) 1. Dış çevre, 2. Yurt dışı.dışkı (a.) Sindirim organlarıyla dışarı atılan besin artığı.dışlamak (e.) Bir kimse ya da bir toplum, bir kimseyi, bir durumu, bir düşünce vb.yi yok saymak, ilgilenmemek.dışsatım (a.) Başka ülkelere mal satma, ihracat.dışavurum (a.) Sanatçının iç duygularını yansıtmaya önem veren sanat akımı.dibek (a.) Taştan ya da ağaçtan yapılan büyük havan.didaktik Öğretici.didar (a.) Yüz, çehre.dide Göz.didiklemek (e.) Bir şeyi didik didik parçalamak ya da karıştırmak.didinmek (e.) Sıkıntılara katlanarak durmadan çalışmak.didişmek (e.) Karşılıklı birbirini hırpalamak, kavga etmek.didona (a.) Halkın İstanbul'daki yabancılara özellikle Fransızlara verdiği ad.difteri (a.) Burun, yutak ve boğazda ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık.diğer (ö a.) Başka, öteki.dik (ö a.) Birbirine dikey durumda olan doğrulardan oluşmuş.dikbaşlı (ö a.) Bildiğinden vazgeçmeyen, kolay boyun eğmeyen, inatçı.dikdörtgen (a.) Karşılıklı kenarları birbirine eşit, açıları dik açr olan dörtgen.dikeç,-çl (a.) 1. Bağ çubuğu dikmek için delik açmaya yarayan demir. 2. Kazık, sırık, ağaç çubuk.dikelmek (e.) 1. Dik duruma gelmek, dikleşmek. 2. Ayakta durmak.diken (a.) Kimi bitkilerin dal, yaprak, meyve kabuğu gibi bölümlerinde ve kimi hayvanların derisinde bulunan sert, ucu sivri ve batıcı çıkıntı.dikgen (ö a.) Birbiriyle veya kesim noktasındaki teğetleriyle dik açı yapacak biçimde kesişen.dikili taş (a.) Önemli bir olayın ya da bir utkunun anısı için dikilmiş tek parça yüksek taş.dikilmek (e.) Ayakta durmak.dikim (a.) Dikme işi.dikiş (a.) Dikme eylemi.dikizlik, -ğ| (a.) Gözetleme deliği.dikkat (a-) Duyularla düşünceyi bir yöne yoğunlaştırmak.dikmek (e.) 1. Uzunca bir şeyi dikine doğrultmak. 2. Kumaşı iplikle birbirine tutturmak.

52

Page 53: Turkce-sozluk

diktatör (a.) Bir ülkenin yönetimini yalnızca kendi elinde tutan kimse.dil (a.) 1. Ağız içinde konuşmaya ya da tat almaya yarayan organ. 2. İnsanların duygu, düşünce ve isteklerini birbirlerine iletmek için kullandığı seslerden oluşan işaretler dizgesi.dilbaz (ö a.) 1. Güzel söz söyleyen, konuşkan. 2. Konuşmasıyla kandıran.dilber (ö a.) Güzel kadın.dilberdudağı (a.) Bir çeşit hamur tatlısı.dilbilgisi (a.) Bir dilin ses, biçim ve yapısını inceleyen bilim.dilek (a.) Bir kimsenin elde etmek istediği şey, istek.dilekçe (a.) Bir isteği, resmî makamlara bildirmek için hazırlanmış imzalı yazı.dilemek (e.) Dilekte bulunmak.dilenci (ö a.) Dilenerek geçi mini sağlayan kimse.dilenmek (e.) Durumunu açındırarak başkalarından bir şeyler istemek.dilim (a.) Bir bütünden uzunluğuna kesilmiş parça.dilimlemek (e.) Dilimlere ayırmak, dilim dilim etmek.dillenmek (e.) Konuşmaya başlamak.dilmaç (a.) Çevirici, çevirmen.dilsiz (a.) Konuşamayan.dimağ (a.) Beyin.dimdik (a.) 1. Çok dik olarak 2. Sağlıklı.din (a.) insanların Allah'a inanış ve bağlanışlarından oluşan kutsal inanç.dinamit,-ti (a.) Patlayıcı madde.dinç (ö a.) Kuvvet ve sağlık durumu iyi olan.dindar (ö a.) Dininin kurallarına sıkı sıkıya bağlı kimse.dindirme (a.) Dindirmek işi.dinelmek (e.) Ayakta durmak ya da ayağa kalkmak.dingin (ö a.) Hareketsiz, durgun, sakin.dingilli (ö a.) Dingili olan.dinlemek (a.) 1. İşitmek için kulak vermek. 2. Birinin verdiği öğüdü, sözü tutmak.dinlence (a.) Dinlenme süresi, tatil.dinlenme (a.) Dinlenmek eylemi.dinlenmek (e.) Vücudu hareketsiz tutarak yorgunluk giderme eylemi.dinleti (a.) Bir topluluğun ya da sanatçının sunduğu müzik şöleni.dinleyici (a.) Çalınanı, söyleneni dinleyen kimse.dinmek (e.) Bitmek, sona ermek, durmak.dinsel (ö a.) Dinle ilgili olan.dinsiz (ö a.) Hiçbir dine inanmayan.dip (a.) Çukur ve oyuğun en altı.diploma (a.) Bir öğrenim kurumunu bitirenlere kanıt olarak verilen belge.diplomat, -ti (a.) Bir ülkede, dış politikayla uğraşan görevli kimseler.diplomatik (ö a.) Dış politikayla ilgili.dipnot (a.) Sayfa içinde geçen herhangi bir düşünceyle ilgili olarak sayfa altına eklenen açıklama.dipsiz (ö a.) Dibi olmayan.dirayet (a.) Yetenek, becerililik, zekâ.direk (ö a.) Uzun ve düz olan ağaçtan yapılma destek.direksiyon (a.) Otomobillerin istenilen yönde gitmesini sağlayan alet.direkt (a.) 1. Doğru olarak, doğruca. 2. Doğrudan doğruya, dolaysız, aracısız.direktif Yönerge.diren (a.) 1. Dirgen. 2. Harmanda sapları yaymaya yarar uzun çatallı araç.direnç (a.) Bir gücün etkisine karşı koyan güç.

53

Page 54: Turkce-sozluk

direnmek (e.) Karşı koymak, bir düşünceden vazgeçmemek.direşken (ö a.) Bir işi yılmadan sonuna kadar götüren sebatkâr.diri (a.) Yaşayan, canlı.dirilmek (e.) Solmuş, ölmüş durumda iken yeniden canlanmak.dirim (a.) Yaşam.dirlik (a.) Birlikte yaşayanlar arasında iyi ve rahat yaşama durumu.dirliksiz (ö a.) 1. Dirliği olmayan. 2. Geçimsiz, huysuz.dirsek (a.) Kol ile önkol arasındaki eklemin arka kısmı.disiplin (a.) Bir topluluğun yasalarına ve düzenle ilgili yazılı ya da yazısız kurallarınatitizlik ve özenle uyması durumu, sıkı düzen.disk (a.) 1. Disk atmada kullanılan, erkekler için 2, kadınlar için 1 kg ağırlığında genellikle metal çember ile çevrelenmiş tahta ağırlık. 2. Gramafon plağı. 3. Omurları birleştiren ana madde.disket (a.) Bilgisayarda bilgi depolamaya yarayan manyetik bilgi ortamı.dispanser (a.) Hastalara ayakta parasız olarak bakılan, ilâç verilen yer.distribütör (a.) Dağıtıcı.diş fa; 1. Ağız içinde çenenin kenarlarına dizilmiş, ısırma, koparma, ezme işlevi gören organlardan her biri. 2. Tarak, testere gibi aletlerin çıkıntılarından her biri.dişçi (a.) Dişle ilgili hastalıklara bakan doktor.dişeti (a.) Dişlerin köklerini örten kalın kırmızı zar.dişi (a.) Yavru doğuran varlık.dişlek (ö a.) Dişleri dışarıya doğru eğik olan.dişlemek (e.) Isırıp koparmak.dişli (ö a.) 1. Dişi olan. 2. Sözünü geçiren, istediğini yaptırabilen güçlü kimse,divan (a.) Sedir.divane (ö a.) Deli.diyabet, -ti (a.) Şeker, şeker hastalığı.diyalekt (a.) Lehçe.diyalog (a-) Tiyatro, roman ve öykü gibi yapıtlarda karşılıklı konuşma.diyanet,-ti (a.) Din kurallarına tam bağlı olma durumu.diyapazon (a.) Titreştirilince ana seslerden birini veren alet.diyar (a.) Ülke, yurt.diyet,-ti (a-) Sağlıklı yaşamak için uygulanan beslenme yöntemi.diz (a.) Bacağın ikiye büküldüğü orta yeri.dizanteri (a.) Kalın bağırsak hastalığı.dizayn (a.) Çizim.dizdirmek (e.) Dizme işini başkasına yaptırmak.dize (a.) Şiirin her satırına verilen ad.dizgi (a.) Basım için harfleri, sözcükleri satırları sayfalar oluşturacak biçimde düzenleme.dizgin (a.) Gemin iki uçlarına bağlanarak hayvanı yönlendiren kayış.dizi (a.) İpe, tele geçirilmiş, dizilmiş şeylerin tümü.dizi film (a.) Birbiriyle ilgili, bölüm bölüm yayınlanan film.dizilmek (e.) Sıra olmak.diz kapağı (a.) Dizin, diz kapağı kemiğiyle kaplı bölümü.dizlik (a.) Dize, korumak amacıyla geçirilen şey.dizmek (e.) Yan yana ya da üst üste sıralamak.do (a.) Bir nota.dobra dobra (b.) Sıkılmadan, çekinmeden (söylemek, çekinmemek).doçent,-ti (a.) Üniversitelerde profesörden önceki aşamada bulunan öğretim üyesi.

54

Page 55: Turkce-sozluk

dogma (a.) Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas.doğa (a.) Tabiat.doğaçlama Ya. J Hiç hazırlanmadan, birdenbire içine doğduğu gibi söyleme.doğal (ö a.) Doğada olan, doğayla ilgili.doğalgaz (a.) Genellikle petrol yataklarında ham petrolle birlikte bulunan, yakıt olarak kullanılan gaz.doğan (a.) Ava alıştırılabilen yırtıcı bir kuş.doğaötesi (a.) Duyularla algılanamayan varlıkların temellerini araştıran felsefe.doğaüstü (ö a.) Doğa yasalarına uymayan, doğa yasalarıyla açıklanamayan.doğmak (e.) 1. Dünyaya gelmek. 2. Güneş, ay gibi şeylerin ufuktan görünmeye başlaması.doğrama (a.) 1. Doğramak eylemi. 2. Bir yapının kapı, pencere, dolap gibi ağaçtan, demirden veya bir çeşit plastikten oluşan bölümleri.doğramak (e.) Kesip parçalamak.doğru (ö a.) 1. Bir uçtan öbür uca kadar yönü değişmeyen. 2. Yalan olmayan, gerçek.doğru (b.) Bir şeye yönelmek.doğruca (b.) Dolaşmadan, araya aracı koymadan.doğrulamak (e.) Bir haberin ya da sözün yalan olmadığını bildirmek.doğrulmak (e.) 1. Düz ve doğru duruma gelmek. 2. Zor bir durumdan kurtularak kendine çeki düzen vermek.doğrultu (a.) Tutulan, izlenen yol, yön.doğruluk (a.) Doğru olana yakışan tutum.doğu (a.) Güneşin doğduğu yon, şark.doğulu (a.) Doğu ülkelerinden olan ya da doğu uygarlığını benimsemiş kimse, şarklı. 2. Türkiye'nin Doğu Anadolu illerinden olan kimse.doğum (a.) Doğmak eylemi, dünyaya gelme.doğurgan fa.; Çok doğuran.doğurmak (a.) Yavru dünyaya getirmek.doğuştan (a.) Doğumla beraber gelen, yaradılıştan.dok (a.) Gemi yapılan ya da onarılan havuz.doksan (a) Dokuz adet onluk.doktor (a.) Hastalara bakan, iyileştiren, gerekirse ameliyat yapan, alanında yüksek okul bitirmiş kişi.doku (a.) Bir organı oluşturan hücreler topluluğu.dokuma (a.) Dokunan şey.dokunaklı (ö a.) Et”kili, insanın içine işleyen.dokundurmak (ö a.) Dokunmasını sağlamak.dokunmak (ö a.) 1- Hafifçe değmek. 2. Sağlığını bozmak. 3. Duygulanmak.dokuyucu (a.) Dokumacı.dolama (a.) Tırnak bölgesinde çıkan ağrılı şiş.dolamak (e.) Tel, ip gibi şeyleri birbiri üstüne sarmak.dolambaçlı (ö a.) İçinden çıkılması zor, karmaşık.dolandırıcı (ö a.) Bazı kimseleri aldatarak paralarını alan, geri vermeyen, kimse.dolanmak (e.) Bir yerde gezinmek.dolap (a.) İçi bölmeli ve rafları olan kapaklı, içine giyim eşyası ve çeşitli öteberi konan mobilya.dolar (a.) A.B.D ve Kanada gibi devletlerin para birimi.dolaşık (ö a.) 1. Dolaşarak giden yol. 2. İçinden kolayca çıkılamayan durum.dolaşım (a.) Kalbin hareketi sonucu kanın yer değiştirmesi, dolaşma sistemi.dolaşmak (e.) 1. Gezinmek. 2. Yolu uzatarak gitmek.

55

Page 56: Turkce-sozluk

dolaştırmak (e.) Gezdirmek.dolay (a.) Çevre, etraf.dolayı (e.) Nedeniyle.dolaylı (ö. a.) Doğrudan olmayan, başkalarının aracılığıyla.dolaylı özne (a.) Sözde özne.doldurmak (e.) Boş olan bir şeyi dolu duruma getirmek.domatesdolgu (a.) Bir oyuğun içini dolduran özel madde.dolgun 1. Dolarak biçimi yuvarlaklaşmış. 2. Şişmana yakın, balık etinde. 3. Çok.dolma (a.) 1. Dolmak eylemi. 2.Doldurularak pişirilen yiyecek.dolmak (e.) Dolu duruma gelmek.dolmakalem (a.) İçine mürekkep doldurularak kullanılan yazı kalemi.dolmen (a.) Taş devri mezarı.dolmuş (a.) 1. Boş yeri kalmamış. 2. Yolcu taşıyan, dolunca hareket eden toplu taşıma aracı.dolu (a.) Havanın üst tabakalarının soğuğun etkisiyle donarak buz taneleri biçiminde yere düşmesi.dolu (a.) 1. İçi boş olmayan. 2. Bir yerde sayıca çok olan.doludizgin (b.) Atın son hızla gitmesi.dolunay (a.) Ayın tam yuvarlak olduğu zamanki görüntüsü.domates (a.) Kırmızı renkli yuvarlak biçimlerde olan, mutfakların vazgeçilmez sebzesi.domuz (a.) 1. Dört ayaklı, geviş getirmeyen, pisliğiyle bilenen bir hayvan. İslamiyet’te yenilmesi yasaklanmıştır. 2. Hınzır. 3. mec. Pis, hain, merhametsiz, inatçı kimse.domuzluk (mec.) Hainlik, haince inatçılık.don (a.) 1. Soğuk havada suyun buz tutma durumu. 2. Kilot.donakalmak (e.) Şaşırıp bir süre, ne yapacağını, ne diyeceğini bilememek.donanma (a.) 1. Donanma eylemi. 2. Bir devletin deniz kuvvetleri, savaş gemileri.donanmak (e.) Süslenmek, giyinip kuşanmak.donatmak (e.) Süslemek.dondurma (a.) Şekerli süt ve çeşitli meyva sularının don-durulmasıyla yapılan bir yiyecek.dondurucu (ö a.) 1. Donmaya yol açan soğukluk. 2. Çok soğuk, çok üşüten.donmak (e.) Soğuğun etkisiyle sıvı durumdan katı duruma gelmek, buza dönüşmek.donuk (ö a.) Parlak olmayan.doru (ö a.) Kızıl, kahverengi at rengi.doruk (a.) Yüksek yerlerin tepesi.dost (a.) Sevilen, güvenilen yakın arkadaş.dostça (ö a.) Dosta yakışır biçimde, iyi geçinme.dostluk (a.) Dost olma durumu; dostça davranış.dosya (a.) 1. Bir kişi ya da işle ilgili evrakların tümü. 2. Bu tür evrakların sıralandığı kap.doygun (b.) Her türlü gereksinmesini gidermiş olan, tatmin olmuş.doymak (e.) 1. İsteği kalmayıncaya kadar yemek, açlığı kalmamak. 2. Bir konuda istek ve dileklerini tamamen gidermek.doymaz (ö a.) Doymak bilmeyen, aç gözlü.doyumluk (ö a.) Doyulacak kadar miktar.doz (a.) 1. Bir ilâcın bir defada veya bir günde alınması gereken miktarı. 2. Genellikle bir davranışta, bir konuşmada vb.nde yeterli görülen ölçü.dozaj (a.) Dozu ayarlama.dozer (a.) Lastik tekerlekli yol yapım makinesi, buldozer.dökmek (e.) 1. Bir şeyi boşaltmak. 2. Saçmak, etrafa dağıtmak. 3. İçindekini (sıkıntıyı) dışarı atmak.dökülmek (e.) 1. Dökmek eylemine konu olmak. 2. Bakımsızlıktan çok yıpranmak.

56

Page 57: Turkce-sozluk

döküm (a.) 1. Bir şeyi kalıba dökme işi. 2. Kumaşın dökümlü olma niteliği.dökümevi (a.) Döküm yapılan yer.döküntü (a.) Eskimiş, işe yaramaz eşyalar.döl (a.) Canlıların üremesi sonucu ortaya çıkan birey ya da bireylerin tümü.döl ayı (a.) Hayvanların yavruladıkları ay.döldöş (a.) Çocuklar ve torunlar, soy sop.döndürmek (e.) 1. Çevirmek. 2. Yönünü değiştirmek.döneç, -ci (a.) Dalgalı akımlı elektrik motor veya dinamolarında hareketli bölüme verilen ad, roto.döne döne (b.) Dönerek, çevrilerek.dönek (s.) Kanı ve düşüncesini sık sık değiştiren, sözüne güvenilmeyen, kaypak.dönem (a.) Özelliği olan zaman bölümü.dönemeç (a.) Bir yolun yön değiştirdiği yer, viraj.döner (a.) Bir çeşit kebap.dönmek (e.) 1. Kendi ekseni ya da başka bir şeyin çevresinde devinmesi, hareket etmesi. 2. Geri gelmek, geri gitmek. 3. İnanç, din ya da düşüncesini değiştirmek.dönük (ö a.) 1. Dönmüş. 2. mec. Yönelmiş.dönülmez (ö a.) Geri gelmeyen, kesin olan.dönüm (a.) 1. Bin metre kareye eşit bir yüzey ölçüsü birimi. 2. Belli bir zamanın bitip yenisinin başlaması.dönüşlü (ö a.) Eylemi yapan ve yapılan eylemden etkileneni aynı olan fiillere verilen ad.dönüşmek (e.) Bir biçimden ya da durumdan başka bir biçime ya da duruma geçmek.dönüşüm (b.) Olduğundan başka bir biçime girme, başka bir durum alma.dörder (ö a.) Her defasında dördü birden olarak (sayma).dördün (a.) Ay veya benzeri gök cisimleri çemberlerinin yarısının aydınlık olduğu evre, yarımay.dördüncü (ö a.) Sırada üçüncüden sonra gelen, dört sayısının sıra sıfatı.dördüz (ö a.) Dördü birlikte doğmuş olan.dört (ö a.) Dört adet birlikten oluşan.dörtayak (b.) 1. Dört ayaklı hayvan. 2. Elleri de ayak gibi kullanarak.dörtgen (a.) Dört kenarı olan şekil, çokgen.dörtkenar (a.) Dört kenarı olan, dörtgen.dörtlük (a.) Şiirde dört dizeden oluşan bölümlere verilen ad.dörtnal (b.) Atın en hızlı biçimde koşması.dörtnala (b.) Dörtnal koşarak.dörtyol (a.) Dört yolun birleştiği yer.döş (a.) Göğüs, bağır.döşek (is.) Üzerine yatılan yatak.döşeme (a.) Binalarda yeri kaplayan tahta kısım.döşemek (a.) 1. Sermek, açıp yaymak. 2. Bir evin tabanını tahta, karo gibi şeylerle kaplamak.döşeyiş (a.) Döşemek işi veya biçimi.döven (a.) Harmanda taneyi ve sapı ayırmak için kullanılan, altında keskin çakmaktaşları çakılı bulunan, yük hayvanlarının çektiği araç.döviz (a.) Yabancı ülkelerin parası.dövme (a.) 1. Dövmek eylemi. 2. Cilt üzerine iğne gibi sivri bir araçla çizilmek ve içine renk veren maddeler konulmak yoluyla yapılan çıkmaz yazı ya da resim.dövmek (e.) 1. Birini canını acıtacak biçimde hırpalamak. 2. Bir şeyi toz durumuna getirmek.dövünmek (e.) 1. Aşırı üzüntü, çaresizlik, pişmanlık duyarak çırpınmak, kendi kendini dövmek. 2. Yaptığı yanlışlıktan dolayı çok üzülmek.dövüş (a.) Dövme eylemi ya da biçimi.

57

Page 58: Turkce-sozluk

dövüşmek (e.) 1. Karşılıklı birbirini dövmek. 2. -Çatışmak.dram (a.) Trajedi ile komedi karışımı tiyatro oyunu.dramatik (ö a.) 1. Sahne oyununa özgü olan. 2. Coşku veren duyguları kamçılayan. 3. Acıklı.dua(a.) Allah'a yalvarma, yalvarış.duba (a.) 1. Altı düz bir çeşit deniz taşıma aracı. 2. İçi boş, suyun yüzünde yüzen, kara ile gemi arasında köprü görevi gören şamandıra.dubara (a.) 1. Tavla oyununda her iki zarın ikili düşmesi. 2. Oyun, düzen.dublaj (a.) Çekilmiş bir filmi sonradan seslendirme.duçar (ö a.) Uğramış, yakalanmış, tutulmuş.dudak (a.) Ağzın, dişleri örten ve dışarıya doğru az ya da çok kıvrılan üst ve alt kenarlarından her biri.dudu (a.) 1. Kadınlara verilen bir san, hanım. 2. Yaşlı Ermeni kadını.duka (a.) Dük unvanının eskiden kullanılan biçimi.dul (ö a.) Eşi ölmüş ya da eşinden ayrılmış kadın ya da erkek.duman (a.) Bir maddenin yanması sonucu oluşan siyah renkli gaz. dumlu (ö a.) Soğuk su. dumur (a.) Körelme. dun (a.) 1. Alçak, aşağılık. 2. Altta, aşağıda. duraç (a.) 1. Turaç. 2. Heykel, sütun gibi şeylerin üstüne konulduğu parça ayak, taban, kaide.durağan (ö a.) Yeniden hareket etmeyen, sabit.durak (a.) Tren, tramvay, otobüs ve dolmuşların yolcu alıp indirdikleri yer.durakalmak (a.) Ne yapacağını bilmeyerek öyle kalmak.duraklamak (e.) Kısa bir zaman harekete ara vermek.duraksamak (e.) Ne yapacağını bilemez duruma gelmek.durgu (a.) Olmakta olan şeyin birdenbire durarak kesilmesi.durgun (ö a.) Kımıldama ve canlılık göstermeyen. Yorgun, usanmış. Ağır.durgunlaşmak (e.) Durgun, sakin, hareketsiz olmak.durmadan (b.) Ara vermeden, sürekli.durmak (e.) 1. Yapılan eyleme ara vermek. 2. İşleyemez, çalışamaz olmak.duru (ö a.) Temiz, berrak, bulanık olmayan.durulamak (e.) Yıkanmış sabunlu çamaşır veya bulaşıkları sudan geçirmek. durulmak (e.) Duru duruma gelmek.duruluk (a.) 1. Duru olma durumu. 2. (dil, biçim için) Gereksiz öğelerden arınmış olma durumu.durum (a.) Bir şeyin içinde bulunduğu koşulların tümü.duruşma (a.) Yargıcın davalıları dinlemek için ayırdığı zaman.duş (a.) Temizlik amacıyla yüksekten püskürtmek yoluyla su dökünme.dut (a.) Meyvesi siyah ya da beyaz olan, yaprakları ipek böceği yetiştirmede kullanılan bir ağaç.duvak (a.) Gelinlerin başını, kimi zaman da yüzünü kaplayan dantel ya da tülden örtü.duvar (a.) Bir yapının yanlarını dışa karşı koruyan, iç bölümlerini birbirinden ayıran taş, tuğla vb. gereçlerden yapılan dikey düzlem biçiminde görünen yapı.duy (a.) Elektrik ampulünün takıldığı bakır ya da pirinçten bölüm.duyarga (a.) Böceklerde başın önünde bulunan, duyma işine yardımcı olan uzantı.duyarlı (ö a.) Algılar, duyumlar edinebilen.duyarlık (a.) Duyum ve duyguları algılayabilirle yeteneği-duygu (a.) Duygularla algılama, duyumsama, his.duygulu (ö a.) Çabuk etkilenen, duygulanan, içli.duygusal (ö a.) Duygularla ilgili, duygulara dayanan, duygudan kaynaklanan.

58

Page 59: Turkce-sozluk

duymak (e.) 1. Sesi almak, işitmek. 2. Duyu organlarının birisi ile bir şeyin varlığı hakkında bilgi edinmek.duyu (a.) İnsan ve hayvanların dış dünyanın etkilerini duyma, anlama yeteneği.duyum (a.) 1. Duyular yardımıyla edinilen izlenim. 2. Doğruluğu kesin olarak bilinmeyen haber, söylenti.duyurmak (e.) Duymasını sağlamak.duyuru (a.) Bir olayı, durumu, işi duyurmak için yayımlanan yazılı ya da sözlü haber.dübel (a.) Duvarlarda çivinin daha sağlam yerleşmesi için açılan deliğe önceden çakılan plastik yuva.dübeş (a.) Oyunda atılan zarların ikisinin de beş benekli yüzünün üste gelmesi.düden (a.) Yer altına akan suların, kireçli bölgeleri eriterek meydana getirdikleri doğal kuyu.düdük (a.) İçinden hava akımı geçirilince keskin ses çıkaran alet.düello (a.) Tanıklar önünde iki kişi arasında daha önce kararlaştırılan vuruşma, düğme (a.) Giyecek, yorgan vb.nin kimi yerlerine ilikleyici ya da süs olarak dikilen kemik, sedef, plâstik gibi sert maddelerden yapılmış küçük tutturmalık. düğmelemek (e.) Düğmeyi iliğe geçirmek, iliklemek. düğüm (a) İp, halat gibi kolay bükülen şeylerin birbiri ya da başka şeyleri bir arada tutması için bağlanması, düğümlemek (e) Düğüm yaparak bağlamak, düğün (a.) Evlilik, sünnet nedeni ile yapılan eğlence. dükkân (a.) içinde küçük eşya yapılan ya da satılan iş yeri.dülger (a.) Yapıların ağaçla ilgili kaba işlerini yapan kimse.dümbelek (a.) Ağzı keskin, deri ile kaplı, vurularak çalınan küçük bir davul, dümdüz (ö a.) Eğrisi olmayan, çok düz.dümen (a.) Gemi, uçak gibi araçların istenilen yöne hareket etmesini sağlayan alet. dün (a.) 1. Bugünden bir önceki gün. 2. Geçmiş.dünkü (ö a.) Bir gün önceki, günle ilgili.dünür (a.) Gelin ve güvey babalarından, analarından her biri.dünya (a.) Yer yuvarlağı. dünyalık (a.) Yaşamak için gerekli para, mal gibi şeyler, düpedüz (ö a.) Çok düz ve doğru bir biçimde, dümdüz olarak, dürbün (a.) Uzakları görmeye yarayan alet.dürmek (e.) 1. Bir şeyi silindir biçiminde kıvırmak. 2. Katlamak. dürtmek (e.) Sivri bir şeyle vücuduna batırmak. dürtü (a.) Fizyolojik veya ruhsal dengenin değişmesi sonucu ortaya çıkan ve canlıyı türlü tepkilere sürükleyebilen içten gelen gerilim. dürtüklemek (e.) Dürtüp durmak, durmadan dürtmek. dürüst,-tü (ö a.) Sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, doğru, onurlu, yalan dolan bilmeyen, düstur (a.) 1. Genel kural, kaide. 2. Yasaları içine alan kitap.düş (a.) Uyurken zihinde beliren düşünceler, hayaller. Rüya. Yanlış olarak hayal anlamında kullanılır.düşey (ö a.) Yerçekimi doğrultusunda olan.düşkün (ö a.) 1. Bir şeye kendini aşırı vermiş olan, çok bağlı, meraklı, tutkun. 2. Yoksulluk, işsizlik, hastalık, sakatlık, yaşlılık nedeniyle gücünü yitirmiş kimse. 3. Büyük geçim sıkıntısına düşmüş, maddi bakımdan başkalarına muhtaç kimse.düşlemek (e.) Bir şeyi, durumu istediği biçimde tasarlamak.düşman (a.) Birbirleriyle savaşanların her bir tarafı.düşmek (e.) Desteğini yitirerek aşağıya inmek.düşük (ö a.) 1. Düşmüş olan. 2. Alışılmıştan aşağıda olan.

59

Page 60: Turkce-sozluk

düşün (a.) Duygularla değil zihinsel olarak tasarlanan, biçim verilen, canlandırılan nesne ya da olay, fikir.düşünce (a.) 1. Düşünme sonucu varılan, düşünmenin ürünü olan görüş. 2. Tasa, kaygı, sıkıntı.düşünceli (ö a.) 1. Yapacağı işi, bulunacağı durumu önceden hesaplayarak uygulayan. 2. Kaygılı, tasalı.düşüncesiz (ö a.) 1. Düşünmeden davranan. 2. Kaygısız, dertsiz.düşünmek (e.) Bir sonuca, karara varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki ilgilerden yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak.düşürmek (e.) Düşmesine neden olmak.düşürücü (ö a.) Düşürme özelliği olan.düve (a.) Bir yaşını geçmiş dişi sığır yavrusu.düven (a.) Harmanda ekinlerin sapı ve tanelerini ayırmak için kullanılan, önüne koşulan hayvanlarla çekilen, alt yüzünde keskin çakmak taşları dikine çakılı bulunan kızak biçiminde araç.düvenci (a.) Harman zamanı düven sürmek için tutulan çocuk. 3. Düven yapan ya da satan kişi.düvel (a.) Devletin çokluk biçimi, devletler.düz (ö a.) Eğri ve dik olmayıp yatay durumda olan.düzce (ö a.) Olabildiğince düz olan.düzelmek (e.) 1. Düz duruma gelmek, düzleşmek. 2. Kötü, bozulmuş bir durumdayken düzenli duruma gelmek.düzeltmek (e.) Düzgün duruma getirmek. 2. Bozukluğu gidermek, onarmak.düzen (a.) 1. Eşyanın, işlerin belli bir sıraya göre aldığı alışılmış durum. 2. Hile. (mec.)düzeyli (ö a.) Belli bir düzeyi olan, seviyeli.düzenbaz (ö a.) Hile yapmayı alışkanlık durumuna getiren.düzenek (a.) Mekanizma.düzenlemek (e.) 1. Düzenli, düzgün duruma getirmek, düzen vermek. 2. Bir etkinliği tasarlayarak gerçekleştirmek, organize etmek.düzenli (ö a.) Düzene sokulmuş, ahenkli, intizamlı, tertipli olan.düzensiz (ö a.) Belli bir düzeni bulunmayan, disiplinsiz, tertipsiz.düzey (a.) 1. Bir yüzeyin ya da bir noktanın göreceli yüksekliği ve o yükseklikten geçtiği varsayılan düzlem. 2. (mec.) Bir nesnenin ya da kimsenin başka nesnelere ya da kimselere göre olan değeri.düzeyli (ö a.) Belli bir düzeye gelmiş.düzgün (ö a.) 1. Doğru, pürüzsüz. 2. Düzenli, eksiksiz.düzine (a.) Aynı şeyin on iki adedi.düzlem (a.) 1. Birbiriyle kesişen iki doğrunun her noktasının değdiği yüzey. 2. Üzerinde girinti ve çıkıntı olmayan, düz, yassı.düzlük (a.) 1. Düz olma durumu. 2. Düz ve genişçe yer.düzmece (d a.) Uydurma, gerçek olmayan.düzmek (e.) Birçok şeyi bir bütünü tamamlayacak biçimde sıralamak.düztaban (ö a.) Tabanı kemerli olmayan.düz ünlü (is.) Dudakların gerilip düzleşmesiyle oluşan ünlü.düz yazı (a.) Ölçülü, uyaklı olmayan tümcelerden oluşmuş, konuşur gibi yazılmış yazı.

E e

60

Page 61: Turkce-sozluk

e, E Türk alfabesinin altıncı harfi, ince düz geniş ünlüdür.e (Onl.) Şaşma, merak bildiren soru sözü.ebabil (is.) Dağ kırlangıcı.ebat (a.J Boyutlar.ebcet (is.) Arap alfabesinin her harfi bir rakamı karşılayan ve anlamsız sekiz kelimeden oluşan değişik bir düzeni.ebcet hesabı (is.) Ebcet düzeninden yararlanarak bir kelimeyi rakama çevirmek veya kelimelerle ve genellikle eski şairlerin yaptığı gibi, mısralarla (dize) önemli bir olayın tarihini gösterme olayıebe (a.) 1. Doğum yaptıran kadın. 2. Oyunda cezalı çocuk.ebedî (ö a.) Sonsuz.ebediyen (b.) Sonsuz olarak, sonsuza dek.ebediyet (a.) Sonsuzluk.ebegümeci (a.) Yaprakları sebze, çiçekleri de ilâç olarak kullanılan bir bitki.ebemkuşağı (a.) Güneş ışıklarının yağmur damlacıklarına çarpıp kırılarak yansımasıyla havada oluşan yedi renkli kemer.ebeveyn (a.) Anne, baba.ebleh (ö a.) Akılsız, budala.ebonit, -ti (a.) Belli orandaki kauçukla kükürtün işlenmesinden elde edilen plastik madde.ebru (a.) Boyayla kâğıda yapılan, kitap kapağı yapımında kullanılan bir çeşit süs.ebülyoskop (is.) Cisimlerin kaynama sıcaklığını tespit etmeğe yarayan cihaz.ecdat (a.) Dedeler, atalar.ece (is.) Güzel kadın, kraliçe, anne.ecel (a.) Yaşamın, daha önce yazılmış olduğu kabul edilen sonu, ölüm zamanı.ecir (is.) 1. Sevap. 2. Ücret. 3, Ücretle çalışan kimse.eciş bücüş (ö.a.) Eğri büğrü, çarpık çurpuk.ecnebi (ö a.) 1. Başkaları, yabancı. 2. Başka devlet.ecnebilik (a.) Yabancı olma durumu.ecza (a.) İlâç yapmaya yarayan nesnelerin genel adı.eczacı (a.) İlâç yapan ya da hazır ilâçları satan kimse.eda (a.) 1. Tavır, davranış. 2. Anlatma biçimi.edalı (ö a.) Davranışları hoş, olan, nazlı, işveli.edat, -ti (a.) Tek başına anlamı olmayan, cümle içinde sözcükler arasında anlam ilişkileri kuran sözcük, ilgeç.edebi (a.) 1. Yazınsal. 2. Yazınsal değeri olan.edebiyat, -ti (a.) Duygu, düşünce, olay ve durumları güzel ve etkili bir biçimde söz ya da yazıyla anlatma sanatı. Yazın.edep (a.) Toplum töresine uygun davranma, incelik.edepli (ö.a.)Terbiyeli, edebe göre davranan.edepsiz (ö.a.) Utanmaz, edebe göre davranışta bulunmayan.edepsizlik (ö.a.) Utanmazlık, terbiyesizlik.eder (a.) Satılan bir şeyin para olarak değeri, fiyat, paha.edilgen (ö a.) Öznesi olmadığı hâlde nesnesi özne yerine kullanılan cümlelerde eylemin durumuna verilen ad.edim (is.) 1. Yapılmış, gerçekleşmiş iş, amel, fiil. 2. İnsan bilinç ve faaliyetlerinin tek tek davranışları.edinim (is.) Kazanma.edinmek (e.) Bir şeye sahip olmak.edip (a.) Edebî eser yazan, yazar, edebiyatçı.editör (is.) Yayımcı.

61

Page 62: Turkce-sozluk

edna (is.) Çok aşağı, en alt düzeyde.edvar (is.) Çağlar, devirler.efe (a.) Batı Anadolu'da köy yiğidi, zeybek.efektif (is.) Banknot ve metal sikke.efelenmek (e.) Diklenmek, kafa tutmak.efelik (a.) 1. Efe olma durumu. 2. Kabadayılık.efendi (ö a.) Eskiden isimlerden sonra getirilen saygı unvanı.efendim (a.) 1. Bir seslenişte "buradayım" anlamında söylenir. 2. Saygı için söylenir.efkâr (a.) 1. Düşünceler. 2. Tasa, kaygı.efkârlanmak (e.) Düşüncelere dalıp üzülmek, tasalanmak, kaygılanmak.efkârlı (ö.a.) Tasalanmış, tasalı, kaygılı.eflâk (is.) Gökler.eflâtun (a.) Açık mor renge verilen ad.efor (a.) Zihin ve bedence ortaya konan güç, çaba.efrat (is.) Bireyler, fertler.efsane (a.) Konusu çoğu kez olağanüstü nitelikte olan, halkın dilinde ağızdan ağıza dolaşan öykü.efsanevî (ö a.) 1. Efsane özelliği taşıyan. 2. Efsanelerde geçen.eften püften (ö a.) Baştan savma yapılmış, dayanıksız, çürük, değersiz (şey).egemen (ö a.) Her türlü yetkiyi elinde bulunduran, yönetimi eline alan, sözünü geçiren.egemenlik (a.) 1. Egemen olma durumu. 2. Bir ülkede her türlü yetkiyi elinde tutma hakkı.eglog (is.) Kısa kır manzumesi, çoban türküsü.ego (a.) Bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ben.egoist (a.) Kendi çıkarını düşünen, bencil.egzama (a.) Bir çeşit deri hastalığı.egzersiz (a.) Alıştırma.egzotik (is.) Uzak, yabancı ülkelerle ilgili, bu ülkelerden getirilmiş, yabancıl.egzoz (a.) İçten yanmalı motorlarda yanan akaryakıt gazı ve bu gazın boşaltılması.eğe (a.) Metalleri, tahtaları yontmak için kullanılan yüzü çizgili çelik alet.eğer (bağ.) Koşul anlamını güçlendirmek için koşullu cümlelerin başına getirilir.eğik (ö a.) Eğilmiş olan, dik olmayan.eğilim (a.) Bir şeyi sevmeye, istemeye ya da yapmaya içten yönelme.eğilmek (e.) (insan) Bir işi yapmak için belini eğmek. 2. (mec.) Başkasının baskısını ya da egemenliğini benimsemek, kabul etmek.eğin (is.) 1. Arka, sırt. 2. Beden, vücut.eğirmek (e.) Yünü, pamuğu iğ denilen aletle büküp ip durumuna getirmek.eğitici (a.) İnsanları eğiten ya da yetiştiren.eğitim (a.) İnsanları belli amaç için yetiştirme.eğitimci (ö a.) Eğitim işiyle uğraşan kimse.eğitmek (e.) 1. Bir kimseye istenilen amaca göre eğitim vermek. 2. Hayvanı istenilen davranışları yapabilecek duruma getirmek.eğlemek (e.) Oyalamak, durdurmak.eğlence (a.) Eğlenceli ve hoşça zaman geçirilen toplantı.eğlenmek (e.) 1. Neşeli ve eğlenerek zamanı geçirmek. 2. Bir kimsenin bir kusuru ile alay etmek. 3. Oyalanmak.eğlenti (a.) Çalgılı, içkili eğlence.eğmeç (is.) Kavis.eğreti (a.) Belirli bir süre sonra kaldırılacak olan, geçici.eğri (ö a.) Doğru olmayan, eğik, çarpık.

62

Page 63: Turkce-sozluk

eh (a.) 1. "Fena değil" "olur peki" anlamında kullanılır. 2. Bezginlik anlatır. 3. Çaresizlik bildirir.ehemmiyet (a.; Önem.ehil, -hli (a.) Bir işte yetkili olan, bir işi iyi yapan, yeterli.ehlidil (is.) Gönül adamı, eri.ehliyet, -ti (a.) 1. Yeterlilik belgesi. 2. Sürücü belgesi.ehven (ö a.) 1. Daha az kötü, yeğ, zararsız. 2. Ucuz.ehvenişer (b.) Birkaç kötüden en az kötü olanı, kötülerin iyisi.ejder (a.) Türlü biçimlerde olduğu tasarlanan büyük canavar.ek (a.) 1. Bir şeyin eksikliğini gidermek için takılan parça. 2. Sözcüğün sonuna eklenen parça.ekarte (a.) Bir kenara atmak.ekenek (a.) Ekilen yer.ekici (ö a.) Bir ürünü yetiştiren kimse, çiftçi.ekim (a.) 1. Ekmek işi. 2. Yılın otuz bir gün süren onuncu ayı.ekin (a.) Tahılın tarlaya ekildiğinden biçilinceye dek aldığı duruma verilen ad.ekinos (a.) Gece gündüz eşitliği.ekip (a.) 1. Aynı görevde, aynı işte çalışan kimseler topluluğu. 2. Bir yarışmada, karşılaşmada aynı taraftaki kimselerden oluşan topluluk. 3. Devriye gezen polis topluluğu.ekipman (a.) Bir kuruluş ya da işletmeye gerekli eşya, donanım.eklem (a.) Vücutta kemiklerin birleştiği yer.eklembacaklılar (a.) Birbirine eklenmiş halkalardan oluşan, böcekler ve çokayaklılar gibi bölümleri olan hayvan sınıfı.eklemek (e.) 1. Bir şeyi ekle tamamlamak, katmak, ulamak. 2. Bir şeyleri uç uca birleştirmek. 3. Önce söylediklerine yeni sözler katmak. 4. Katkıda bulunmak.eklenmekle 1. Eklemek eylemi yapılmak. 2. Ekle tamamlanmak.ekmek (e.) 1. Bir bitkiyi üretmek için toprağa tohum atmak ya da gömmek. 2. Toprağı ekip biçmek için kullanmak. 3. (mec.) Bir şeyin başlamasına yol açacak nedenleri hazırlamak.ekmek (a.) 1. Türlü tahıl unundan yapılmış fırın, sac ya da tandırda pişirilmesiyle yapılan temel yiyecek. 2. İnsanları geçindirecek iş, kazanç. 3. Yemek, aş.ekonomi (a.) 1. Toplumun kazanma, harcama konularını ele alan bilim dalı. 2. Bir ülkenin üretim, gelir ve gider ile ilgili işlerinin tümü.ekonomik (a.) 1. Ekonomiyle ilgili olan. 2. Az masraflı, kazançlı, hesaplı.ekran (a.) Görüntüyü yansıtan düz yüzey.eksen (a.) 1. Dingil. 2. Dönmekte olan bir nesnenin tam ortasından geçtiği tasarlanan doğru.ekseriya (b.) Çoğu kez, çoğunlukla.ekseriyet, -ti (a.) Çoğunluk, çokluk.eksi (a.) 1. Matematikte çıkarma işareti. 2. Isı terimi olarak sıfırın altında.eksik (ö a.) 1. Gereği duyulan. 2. Tam olmayan.eksikli (ö a.) Kendisine bir şey gerekli olan.eksilen (a.) Çıkarma işlemin-deki ilk sayı.eksilmek (e.) Bir bütünün bir parçasının yok olması, azalmak.eksiltmek (e.) Eksik duruma getirmek, sayısını azaltmak.eksper (a.) Uzman, bir şeyin değeri konusunda bilgi sahibi olan.ekspres (a.) Çok hızlı giden, sadece büyük istasyonlarda duran tren.ekstra (a.) 1. En iyi, üstün nitelikli tür. 2. Fazladan, alışılan ve gerekenden başka.ekstrafor (a.) Giysilerin etek, kol, yaka parçalarına, perdelerin ucuna geçirilen seyrek dokunmuş keten şerit.ekstrem (a.) En uç, aşırı uç, en son.ekşi (ö a.) Limon ya da sirke tadında olan. 2. Bu tadı veren şey.ekşimek (e.) 1. Ekşi duruma gelmek. 2. Bozulmak. 3. Mayalanmak.

63

Page 64: Turkce-sozluk

ekşimik (a.) Yağı alınmış sütten yapılan bir cins peynir, çökelek.ekvator (a.) Yeryuvarının eksenine dik olarak geçtiği ve yer yuvarını iki eşit parçaya böldüğü varsayılan en büyük çember.el (a.) 1. Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü. 2. Kimi nesne ve araçların tutmaya yarayan bölümleri.el (a.) 1. Yabancı, yakınların dışında kalan kimse. 2. Ülke, yurt, il.elâ (ö a.) Sarıya çalar kestane rengi.el âlem (a.) Çekinilen kimseler, başkaları, herkes, yabancılar.el aman (a.) Bezginlik ve sızlanma anlatır.elbezi (a.) Kurulama ve temizleme işlerinde kullanılan bez.elbise (a.) Giysi, giyecek. elçi (a.) 1. Bir devleti bir başka devlet karşısında temsil eden görevli. 2. Bir anlaşmazlıkta taraflar arasında anlaşma sağlamaya çalışan kimse.elçilik (a.) Elçinin işi, işini yaptığı yer.eldiven (a-) Elleri dış etkilerden korumak için kumaştan ya da deriden yapılan, ele geçirilen giysi.elebaşı (a.) Bir işe ya da duruma öncülük eden.elek (a.) Un gibi toz şeylerin içindeki yabancı maddeleri ayıklamaya yarayan alet.elektrik (a.) Isıtma, ısıtma, taşıma işlerinde kullanılan bir enerji çeşidi.elem (a.) Büyük acı, üzüntü.eleman (a.) 1. Bir topluluğu oluşturan insanların her biri. 2. Bütünü oluşturan parçaların her biri.elemek (e.) Toz durumundaki şeyleri kalburdan ya da elekten geçirmek.eleştiri (a.) Herhangi bir şeyi olumlu, olumsuz yönleri ile ele alıp değerlendirmek. eleştirmek (e.) Eleştiri yapmak.eleştirmen (a.) Eleştiri yapan kimse.elik (a.) Dağ keçisi, elim (ö a.) Acınacak, acıklı. elit (a.) Seçkin, seçkinler. elips (a.) Bütün noktaların iki ayrı odağa uzaklıklarının toplamı birbirine denk olan kapalı eğri.ellemek (e.) El ile dokunmak, karıştırmak.elli (ö a.) Kırk dokuzdan sonra gelen sayının adı.ellinci (ö a.) Ellinin sıra sayı sıfatı. Sıralamada kırk dokuzuncudan sonra gelen.ellişer (ö a.) Elli sıfatının üleştirme biçimi, her birine elli, her defasında ellisi bir arada olan.elma (a.) Kırmızı ya da yeşil renkte meyve ve bu meyvenin ağacı.elmacık (a.) Yüzün yanakla göz arasında bulunan biraz çıkıntılı kısmı.elmas (a.) Maddî değeri yüksek bir süs taşı.elti (a.) Kardeş hanımlarının her birinin Ötekine göre adı.elveda (ü.) Bir daha kavuşulamayacağı düşünülen bir şeyden ayrılırken kullanılır.elverişli (ö a.) İstenilen özellikleri taşıyan, uygun, işe yarayan.elyaf (a.) Genellikle iplik duruma getirilecek lifli maddeler.emanet (a.) Korunması için birine bırakılan şey.emanetçi (a.) Ücret karşılığı eşyayı alıkoyup koruyan kimse.emare (a.) Belirti, iz, ipucu.emek (a.) Bir işin yapılmasında harcanan güç.emekçi (a.) Geçimini emeği ile sağlayan, kimse.emeklemek (e.) Dizler ve eller üzerinde ilerlemek.emekli (a.) Belirli bir süre çalıştıktan sonra, işi ile ilişkisi kesilip kendisine aylık bağlanan kişi.

64

Page 65: Turkce-sozluk

emektar (ö a.) 1. Bir görevde uzun süre kalıp o işe emeği geçmiş olan kimse. 2. mec. Çok kullanılmış, eski.emel (a.) Gerçekleştirilmesi zamana bağlı güçlü istek, amaç.emici (ö a.) Emme işini yapan.emin (a.) Kendisine her bakımdan güvenilen, güvenilir, inanılır.emir, -mri (a.) Buyruk, komut.emisyon (a.) Devletçe para, senet ve tahvil çıkarma, piyasaya sürme.emlâk, -ki (a.) Ev, arsa gibi değerli taşınmaz mallar ve mülklerin ortak adı.emniyet, -ti (a.) Güvenlik, polisiye işler.emniyetli (ö a.) Güvenilir.empati (a.) Sosyal benle ilgili bilgi, bireyin kendini başkalarının yerine koyabilme yetisi.emperyalist (ö a.) Büyümek ve gelişmek için başka ülkeleri kullanan, sömürgeci.emprime (is.) Bir çeşit ipekli kumaş.emsal (a.) 1. Benzerler. 2. Yaşıt, eş, denk. 3. Örnek.emsalsiz (ö a.) Eşsiz, eşi benzeri olmayan, bir benzeri daha bulunmayan.emtia (a.) Mallar, satılacak şeyler.emzik (a.) 1. Süt çocuklarını oyalamak için ağızlarına verilen kauçuk meme. 2. Beslemek için süt çocuklarına meme yerine emdirilen ağzı kauçuklu süt şişesi.emzirmek (e.) Kadın ya da dişi hayvan memesindeki sütü yavruya vermek, meme vermek.en (a.) Bir yüzeyde boy sayılan iki kenar arasındaki uzaklık, genişlik.enayi (ö a.) Fazla bön, avanak.encik (a.) Kedi, köpek yavrusu, enik.endam (a.) Boy pos. endaze (a.) Eskiden kullanılan bir uzunluk ölçüsü.endeks (a.) 1. Dizin. 2. Bir gelişimi gösteren nicelikler ya da değerler arasında ilişkisi olan.ender (ö a.) Çok az, çok seyrek bulunur.endişe (a.) Bir işin kötü sonuçlanacağı kaygısı.endüstri (a.) Ham maddeleri eşya biçimine getiren çalışmaların tümü, sanayi, işleyim.enerji (a.) 1. Maddelerde ısı, ışık biçiminde ortaya çıkan güç. 2. Gücünü harcama yeteneği.enfes (ö a.) Çok güzel.enflasyon (a.) Hayat pahalılığı, pahalılık.engebe (a.) Yeryüzündeki her türlü iniş çıkışlar.engel (a.) Bir işi yapılamaz duruma sokan.engerek (a.) Bir çeşit zehirli yılan.engin (ö a.) Çok geniş, sınırları görünmeyen.enginar (a.) İri, topuz biçiminde, dikenli, yenilen bir bitki.enişte (a.) Bir kimsenin kız kardeşinin ya da kadın hısımlarının kocası.enjeksiyon (a.) Hastaya iğne yapma, iğne vurma.enkaz (a.) Yıkıntı, döküntü.enlem (a.) Yeryüzündeki herhangi bir noktanın çekül doğrultusu ile ekvator düzlemi arasındaki açı.ense (a.) Boynun arka tarafı.enstitü (a.) Araştırma ya da öğretim kurumu.enstrüman (a.) 1. Çalgı. 2. Araç.entari (a.) Daha çok kadınların giydiği kolları ve eteği uzun giysi.enteresan (ö a.) İlgi çekici, ilginç.er (a.) 1. Erkek kişi. 2. Rütbesiz asker.er (b.) Erken.erbaş (a.) Gereksinimleri devletçe karşılanan onbaşı ve çavuş rütbesindeki asker.erek (a.) Gerçekleştirmek için tasarlanan ve erişmek istenilen şey, amaç, gaye.

65

Page 66: Turkce-sozluk

erdem (a.) İyi huy ve davranışların tümü.ergenlik (a.) Evlenecek yaşa gelmiş bulunan.ergin (a.) Kendi kendine yetebilecek durumda, yetişmiş.erguvan (a.) Pembe, kırmızı renkte çiçekleri olan bir süs ağacı.erik (a.) Türlü renklerde, tadı mayhoş olan meyve, meyvenin yetiştiği ağaç.erim (a.) Bir şeyin örebileceği uzaklık.erim (a.) İyi bir şeye işaret olan durum.erimek (e.) Katı bir cismin ısının etkisiyle sıvı duruma gelmesi.erinç (a.) Hiçbir eksiği, hiçbir üzüntüsü ve acısı olmama durumu.erinmek (e.) Üşenmek.erişmek (e.) Ulaşılması zamana ve emeğe bağlı olan bir amaca kavuşmak.erişte (a.) Evde yapılan makarna.erk, -ki (a.) Yönetenlerin hukuksal ya da eylemsel yetkisi, güç, kudret.erkân (a.) Bir toplulukta önde gelen büyükler.erkeç (a.) Erkek keçi.erkek (ö a.) 1. İnsan, hayvan ve bitkilerde dişinin karşıtı. 2. Evli kadının kocası.erken (b.) Zamanın ilerlememiş bir anı.erkin (a.) Hiçbir koşula bağlı olmayan, istediği gibi davranabilen, serbest.erlik (ö a.) Yiğitlik, askerlik, er olma durumu.ermek (e.) 1. Erişmek, kavuşmak, ulaşmak. 2. Yetişip dokunmak. 3. (mec.) Kişi içinolgunlaşmak. 4. (ö a.) İnsanüstü kutsal bir aşamaya erişmek.ermiş (ö a.) İnsanüstü bir aşamaya gelmiş.erozyon (a.) Rüzgâr ve suyun aşındırma sonucu yok ettiği yararlı toprak, aşınma.ertelemek (e.) Bir işi bir süre geriye atmak.erzak, -ki (a.) Uzun süre saklanabilen yiyeceklere verilen genel ad.es (a.) Notada duraklama zamanı ve bunu gösteren imin adı.esans (a.) Bitkilerden elde edilen koku.esaret, -ti (a.; Tutsaklık, kölelik, esirlik.esas (a.) En önemli, başta gelen, temel öge.esef (a.) Acınma, yerinme.esen (a.) Hiçbir hastalığı, vücutça hiçbir eksiği olmayan, sağlıklı, sıhhatli.esenlik (a.) Sağlıklı ve sıkıntısız olma durumu.eser (a.) Ortaya çıkarılan ürün, yapıt.esinti (a.) Hafif rüzgâr.esir (a.) Savaşta düşman eline düşen, tutsak.esirgemek (e.) 1. Korumak. 2. Bir şeyi elden çıkarmaktan çekinmek.eski (ö a.) 1. Çok kullanılmaktan yıpranmış. 2. Üstünden çok zaman geçmiş.eskrim (a.) Kılıçla yapılan bir tür spor.esmek (e.) Bir yönden bir yöne akmak.esmer (ö a.) Karaya çalan buğday rengi.esnaf (a.) El zanaatları ya da küçük ticaretle geçinen kimseler.esnek (ö a.) Kırılmadan kolayca bükülebilen.esneklik (a.) Esnek olma durumu.espri (a.) İnce anlamlı, düşündürücü ve sakalı söz.esrar (a.) Kenevirden elde edilen bir tür uyuşturucu.esrarkeş (ö a.) Esrar bağımlısı olan kişi.estetik (a.) 1. Güzelliği ve güzeli inceleyen ve bu konudaki görüşleri analiz eden felsefe kolu. 2. Güzellik duygusuyla ilgili olan ya da güzellik duygusuna uygun olan. 3. Vücudun güzelliğini korumayla ilgili cerrahi bölüm.esvap (a.) Giysi, elbise.

66

Page 67: Turkce-sozluk

eş (a.) 1. Çift oluşturan iki şeyin birbirine olan durumu. 2. Karı kocadan her biri.3. Denk, çeşit.eş anlamlı (ö a.) Aynı anlamda olan, anlamdaş.eş değer (ö a.) Değerleri eşit olan.eşek (a.) Attan küçük, kulakları uzun bir binek hayvanı, merkep.eşelemek (e.) Hafifçe kazıp karıştırmak.eşik (a.) Kapı boşluğunun alt kısmında bulunan alçakça basamak.eşit (ö a.) 1. Birbirleriyle aynı nitelikte olan. 2. Matematikte v işaretinin adı.eşkenar (ö a.) Kenarlarının uzunluğu aynı olan.eşkıya (a.) Şehir dışında yaşayan, yol kesen soyguncu.eşraf (a.) Bir yerin önde gelenleri, sözü geçenleri, zenginleri.eşref (a.) Çok onurlu, çok şerefli.eşsesli (ö a.) Anlamları farklı olmakla birlikte aynı seslerden oluşan.eşsiz (ö a.) Benzeri olmayan.etajer (a.) Raflardan oluşan kapaksız, taşınabilir dolap.etçil (a.) Genellikle etle beslenen.etek (a.) 1. Elbisenin belden aşağı olan kısmı. 2. Dağ, yığın gibi yükseltilerin alt kısmı.etik (a.) Ahlâk, ahlaksal.etiket, -ti (a.) Bir malın tür, miktar, fiyat, vb. niteliklerini ya da kitap, defter vb. şeylerin kime ait olduğunu belirtmek için üzerlerine konan küçük kâğıt.etken (ö a.) 1. Bir madde üzerinde değişiklik yapan her şey. 2. Cümlede eylemin özne tarafından yapıldığını belirten eylem, "edilgen" karşıtı.etki (a.) Bir kimsenin ya da bir nesnenin bir kimse ya da nesne üzerindeki gücü.etkili (ö a.) Etkisi olan, etkileyici.etkin (ö a.) 1. Devinimli, işleyen, çalışan, etkisi görülen, duyulan. 2. Eylemde bulunan, etkinlik gösteren.etkinlik (a.) 1. Etkin olma durumu, çalışma, iş yapma gücü. 2. Bir kimsenin, grubun çevresiyle arasındaki ilişkileri düzenleyen her tür eylemi.etkisiz (ö a.) Etkisi olmayan, tesirsiz.etli (ö a.) İçinde eti olan, 2. Eti çok olan.etmek (e.) 1. Sıfat ya da adların sonlarına gelerek onları eylemleştiren yardımcı eylem. 2. Davranmak.etraf (a.) 1. Çevre, dolay. 2. Bir kimsenin sürekli ilişkide bulunduğu kimseler, yakınlar.etüt (a.) 1. Herhangi bir konuda yapılan inceleme, araştırma. 2. Ön çalışma. ev (a.) 1. Yalnız bir ailenin oturabileceği barınak. 2. Belirli bir amaç için kullanılan, iş görülen yer.evci (ö a.) Hafta sonu tatilini evde geçiren, yatılı. evcil (ö a.) Eve ve insana alıştırılmış hayvan, evet, -ti (b.) "Öyledir" anlamında doğrulama, onama sözü, olumlu karşılık verme. evham (a.) Kuruntu, yersiz kuşku.evlât (a.) Bir kimsenin oğlu, kızı.evlâtlık (a.) Bir kimsenin evlât olarak benimsediği kimse evlenmek (e.) Kadın ile erkeğin yasalara uygun olarak aile oluşturması. evli (ö a.) Evlenmiş kadın ya da erkek.evliya (a.) Ermiş insan. evrak, -ki (a.) Resmî işlem gören kâğıtlar.evre (a.) Bir olayda, birbiri ardınca görülen, bir işte birbiri ardınca beliren, gelişen değişik durumlar.evren (a.) Yeryüzündeki ve gökyüzündeki bütün varlıklar.evrensel (ö.a.) Tüm varlıkları içine alan.

67

Page 68: Turkce-sozluk

evsaf (a.) Nitelikler, vasıflar. evvel (b.) Önce. eyalet (a.) Yönetim bakımından kendine göre bağımsız olan büyük il.eyer (a.) Binek hayvanlarının sırtına yerleştirilen, oturmaya yarayan nesne. eylem (a.) 1. İş, hareket, davranış. 2. Fiil.eylemci (a.) Kuramı değil eylemi yeğleyen ya da düşüncesini eylemiyle gerçekleştirmeye çalışan kimse. eylül (a.) Yılın dokuzuncu ayı. eyvah (ü.) Beklenmedik olumsuz bir durumda söylenen acıma, üzülme sözü. eyyamcı (a.) 1. Güncel duruma uyarak düşünce ve davranış değiştiren. 2. Gününü gün eden.ezan (a.) İslâm dininde namaz zamanını bildirmek için yüksek sesle okunan çağrı. ezber (a.) Bir bilgiyi hiç unutmadan akılda tutma. ezelî (ö a.) Öncesiz, çok önceden, başlangıcı olmayan.ezgi (a.) Kulağa hoş gelen ses dizisi.ezilmek (e.) Ezme işine uğramak, sıkıntı çekmek.eziyet, -ti (a.) Aşırı güçlük ve sıkıntı.eziyetli (s.) 1. Eziyet çekerek yapılan. 2 Eziyet veren, eziyet çektiren, üzgülü.eziyetsiz (ö a.) Eziyet çekmeden yapılan, sıkıntısız, üzgü-süz.ezkaza (a.) Kazayla, yanlışlıkla, rasgele.ezme (a.) 1. Ezmek eylemi. 2. Bazı sebze ve meyveleri ezerek yapılan bir tür yiyecek.ezmek (e.) 1. Üstüne basarak ya da bir şey arasına sıkıştırarak yassılaştırmak, biçimini değiştirmek. 2. Ağır bir şeyle bir canlının üzerinden geçmek, çiğnemek.

F f

f, F Türk alfabesinin yedinci harfi, diş dudak ünsüzlerindendir.fa (a.) Bir nota işareti. faal, -li (ö a.) 1. İşlemekte olan, etkin. 2. Çalışkan, canlı, hareketli, etkin. faaliyet (a.) 1. işler durumda olma, etkinlik. 2. Çalışkanlık, çalışma, canlılık, hareket. fabl (a.) Çoğunlukla manzum, sonuçta ahlaki bir ders çıkarılan alegorik öykü. fabrika (a.) İşlenmiş ya da yarı işlenmiş maddelerin makine, araç ve benzeri ile işlenerek tüketime hazır duruma getirildiği sanayi kuruluşu, üretim evi.fabrikasyon (a.) 1. Bir şeyi fabrikada üretme. 2. Fabrikada yapılarak tüketime hazır duruma getirilen (ürün). facia (a.) Çok üzüntü veren, acıklı olay, afet. fağfur (is.) 1. Çin imparatorlarına verilen unvan. 2. Çin'de yapılmış kâse, tabak, vazo gibi porselen eşya. fahiş (s.) 1. Ölçüyü aşan, aşırı, çok fazla. 2. Ahlâka ve törelere uygun olmayan.fahrî (s.) 1. Saygı için verilen veya övünç için kabul edilen (Başkanlık, üyelik, doktora gibi unvan) onursal. 2. Gönüllü, karşılıksız.fail (a.) 1. Eden, yapan, işleyen. 2. Hukuksal sonuç doğuran bir suç işleyen kimse. 3. Özne.faiz (a.) Bir yere ya da bankaya yatırılan paraya karşılık olarak alınan bir miktar kâr. faizci (a.) 1. Faizle ödünç para veren kimse, tefeci. 2. mec. zalim, ahlâksız. fakat, -ti (ö.a.) Yalnız, ama. fakir (ö.a.) Yoksul, zavallı, faktör (a.) Etken, etmen. fakülte (a.) Bir üniversitenin öğretim bakımından ayrılmış birimi.fal (a.) Çeşitli şeylere bakıp gelecekten haber verme işi.

68

Page 69: Turkce-sozluk

falaka (a.) Ayak tabanlarına bir sopa ile dayak atma.falan (a.) Söylenmesi istenmeyen ya da gerekli görülmeyen bir özel adın yerini tutar.falanj (a.) 1. Eski Yunanlılarda, özellik Makedonya yayalarının çekirdeğini oluşturan mızraklı alay. 2. Bazı ülkelerde yarı asker siyasi kuruluşlara verilen ad.familya (a.) 1. Aile. 2. Birçok ortak özellikleri nedeniyle bir araya getirilen cinslerin topluluğu.fanfon (ö a.) Konuşması çok iyi anlaşılmayan kimse.fâni (a.) Ölümlü.fantastik (s.) 1. Gerçekte var olmayan, gerçek olmayan, hayali. 2. 8. yüzyıldan başlayarak Fransa'da gelişen bir edebi tür.fanus (is.) 1. Süslü, ayaklı fener. 2. Genellikle silindir biçiminde olan mum, gaz lambası gibi aydınlatma araçlarının çevresini kapatarak rüzgârdan koruyan cam muhafaza.far (a.) Arabalarda önde bulunan, uzakları aydınlatan lamba.faraş (a.) Toplanan çöpü alıp atmaya yarayan kap.farazi (is.) Bir varsayıma dayanan, varsayımsal, hipotetik.fare (a.) Kemirici hayvanlardan, yiyeceklere zarar veren küçük sıçan.farenjit (is.) Boğaz iltihabı, anjin.farfara (ö a.) Ağzı kalabalık, gürültücü.fark, -ki (a.) Benzerlerinden ayrılan özellik.farklı (ö a.) Değişik.farmakoloji (is.) İlaçların etkisini ve kullanışını inceleyen bilim dalı.farz (a.) Müslümanlıkta özür olmadıkça, yapılması zorunlu, yapılmaması günah sayılan Allah buyruğu.fasıl,-slı (a.) Bölüm, kısım, devre.faşizm (a.) Temel hak ve özgürlüklerin kısıldığı, küçük bir kesimin söz sahibi olduğu, baskıya dayanan, ırkçı devlet yönetimi.fatih (a.) Düşmandan savaş yoluyla toprak alan.fatiha (a.) Kur'an-ı Kerim’in birinci suresi.fayda (a.) Yarar, kâr.fayrap (a.) Gemilerde ateşçiye, ateşi iyi yakması için verilen komut.fayton (a.) Tek körüklü, dört tekerlekli, genellikle çift atlı binek arabası.faz (a.) Evre, saf.fazilet,-ti (a.) Erdem.fazıl (ö a.) Faziletli, erdemli kimse.fazla (b.) Gereğinden, alışılmıştan çok, aşırı olan. 2. Artmış olan. 3. Gereksiz, yersiz.feci (ö a.) Acıklı, çok acıklı, yürekler acısı.fecir (a.) Günün doğmadan önceki zamanı.fecrikâzip (is.) Tan yerinde gün doğmadan beliren, sonradan kaybolan geçici aydınlık, yalancı, geçici tan.feda (a.) Bir amaç uğrunda bir değer ya da varlıktan vazgeçme, uğruna verme.fedai (a.) Bir ülkü uğruna canını veren.fedakâr (a.) Değerli şeylerini feda etmekten çekinmeyen.federal (s.) Federasyon durumunda birleşmiş olan.federasyon (a.) Küçük devletlerin tek bir devlet olmak için kurdukları yönetim.felah (a.) Kurtuluş, selâmet, mutluluk, bahtiyarlık.felâket,-ti (a.) Büyük zarar ve sıkıntıya yol açan durum ya da olay, yıkım, bela.felç (a.) Bir organın işleyemez duruma gelmesi, inme.felek (a.) 1. Gök. 2. Talihleri belirlediği sanılan doğaüstü güç.Felemenk (is.) Bugünkü Hollanda, Belçika ve Kuzeydoğu Fransa'ya eskiden verilen ad.

69

Page 70: Turkce-sozluk

feliks (a.) Palmiye yaprağına benzeyen, park ve bahçelerde süs için kullanılan iri gövdeli bir bitki.fellâh (is.) 1. Çiftçi. 2. Mısır köylüsü. 3. Zenci, Arap.felsefe (a.) Maddeyi, yaşamı, amaçları ve nedenleriyle inceleyen bilim, düşünce yöntemi.feminizm (is.) Toplumda kadının kısıtlı olduğuna inanan ve yararlanması gereken hakları çoğaltıp erkeğinkiler düzeyine çıkarmak, eşitlik sağlamak amacını güden düşünce akımı.feminist (is.) Feminizm yanlısı (kimse, görüş).fen, -nl (a.) Doğal bilimlerin (matematik, fizik, kimya) genel adı.fena (öa.)1. Kötü. 2. Üzücü.fenalaşmak (e.) 1. Kötü bir duruma girmek. 2. (hasta) Ağırlaşmak.fener (a.) 1. Rüzgârlı, yağmurlu havalarda aydınlatma aracı. 2. Fırtınalı havalarda gemilere yol gösteren ışık kulesi.fer (a.) Parlaklık, canlılık.ferace (a.) Eskiden kadınların giydiği mantoya benzer üstlük.feragat, -ti (a.) Bazı haklarından kendi isteği ile vazgeçme.ferah (ö a.) 1. Bol, geniş. 2. (yer için) Havadar, aydınlık, iç açıcı.ferah (ö a.) Sıkıntısız, tasasız.feribot, -tu (a.) Araba vapuru.fermuar (a.) Giysi, çanta gibi şeylerde açıp kapamaya yarayan bir çeşit araç.fersah (a.) Eskiden kullanılan beş kilometre civarında bir uzunluk ölçüsü.fert (a.) Birey.feryat (a.) Haykırış, çığlık.fes (a.) Eskiden şapka yerine kullanılan bir çeşit başlık.fesat (a.) 1. Bozukluk. 2. Ara bozuculuk, kargaşa.feshetmek (e.) Verilmiş bir yargıyı kaldırmak, bozmak.festival, (a.) Çeşitli amaçlarla yapılan büyük şenlik.fetha (a.) 1. Aralık, ağız, delik. 2. Kur'an alfabesinde, kelimenin üst tarafına konan ve a, e sesi veren üstün harekesi.fethetmek (e.) Ülke ele geçirmek.feyiz (a.)1. Bilim, bilgi. 2. Verimlilik.feza (a.) Uzay.fıçı (a.) Tahtadan yapılmış karnı şişkince, sıvı şeyler konan kap.fıkdan (is.) Yokluk, bulunmama durumu, eksiklik.fıkırdak (ö a.) Yerinde duramayan, hareketli.fıkra (a.) Kısa, özlü anlatımı olan, nükteli, güldürücü öykü.fındık (a.) Sert kabuklu, yağlı bir meyve ve bu meyvenin ağacı.fırça (a.) Elbisenin, ayakkabının ya da başka bir şeyin tozunu almak için kıldan yapılmış araç.fırfır (a.) Giysi, perde gibi şeylerin kenarlarına dikilen kırmalı ya da büzgülü süs.fırıldak (a.) 1. Rüzgârla dönen, kanatlı çocuk oyuncağı. 2. Hile, dolap, düzen.fırın (a.) 1. Kapalı ocak. 2. Ekmek üretilen yer.fırınlamak (e.) Pişirmek için fırına koymak.fırka (a.) İnsan kalabalığı, cemaat, cemiyet, siyasi parti.fırlak (ö a.) Dışarı doğru fırlayıp çıkmış, çıkık.fırsat (a.) Uygun durum.fırtına (a.) 1. Yağmur ve kasırga getiren güçlü rüzgâr. 2. Bu rüzgârın çöllerde ve denizlerde oluşturduğu güçlü dalgalanma.fısıldamak (e.) Başkalarının duymayacağı kadar alçak sesle konuşmak.fısıltı (a.) Zor duyulan insan sesi ya da konuşma.fıskiye (a.) Havuzda suyu yukarıya doğru, türlü biçimlerde fışkırtan ağızlık, fışkırık.fıstık (a.) Kabuklu ve yağlı yemiş.

70

Page 71: Turkce-sozluk

fışkı (a.) At ve eşek pisliği.fidan (a.) Ağaç ve ağaççıkların yeni yetişeni.fide (a.) Başka yere dikilmek için yetiştirilen taze sebze ya da çiçek.fidelik (a.) Fide yetiştirilen yer.fidye (a.) Tutsak ya da rehin olan kişinin kurtulması için istenen para ya da karşılık, kurtulmalık bedeli.figan (a.) Ağlama, çığlık.figür (a.) 1. Resim. 2. Dans ederken yapılan hareketlerin her biri.figüran (a.) Genellikle tiyatro ve sinemada konuşması olmayan, çok az rollere çıkan kimse.fihrist, -ti (a.) 1. İçindekiler. 2. Alfabetik sıralamalar için kullanılan, kenarlarında bütün harflerin yer aldığı not defteri.fiil (a.) 1. İş, davranış. 2. Olumlu ya da olumsuz olarak çekimli durumda, zaman kavramı taşıyan ya da zaman kavramı ile birlikte kişi kavramı veren sözcük.fikir, -kri (a.) Düşünme, düşünce.fil (a.) İri gövdeli, kalın derili, hortumlu hayvan.fil dişi (a.) Filin silâh olarak kullanılan iki uzun ve eğri dişi.fileto (a.) Hayvanların sırtından elde edilen bir çeşit et.filhakika (zf.) Gerçekten, doğrusu, hakikaten.filika (a.) Gemilerde çeşitli işlerde kullanılan bir çeşit sandal.filinta (a.) Bir çeşit küçük tüfek.filiz (a.) Yeni sürmüş körpe ve küçük dal.film (a.) 1. Fotoğrafçılıkta, radyografide ve sinemacılıkta resim çekmek için kullanılan saydam şerit. 2. Sinemacılıkta, bir oyunun bütününü taşıyan şerit veya şeritlerin bütünü. 3. Sinema makinesiyle gösterilen eser. 4. Camlara yapıştırılarak içerinin görülmesini engelleyen bir tür ince yaprak.filo (a.) Bir komuta altında bulunan gemi ya da uçak topluluğu.filoloji (a.) Dil varlıklarını ve yazılı belgeleri dilsel ve tarihsel açıdan inceleme, dilbilim.filoz (a.) Balıkçıların ağları su yüzünde tutmak için kullandıkları kabak veya mantardan yapılmış ağ şamandırası.filozof (a.) Felsefe alanında çığır açan bilgin.filtre (a.) Süzgeç.Fin (a.) Finlandiya halkından veya bu halkın soyundan olan kimse.final, -li (a.) Bir spor karşılaşmasında birinciyi belli edecek oyun.finalist (a.) Birinciyi belirleyecek yarışmaya kalan sporcu ya da takım.finansman (a.) Bir iş yerine işleyebilmesi ve gelişebilmesi için gereken para ve krediyi sağlama işi.fincan (a.) Çay, kahve gibi genellikle sıcak şeyler içmekte kullanılan, çoğunlukla porselen, cam, vb.den yapılan küçük kap.fino (a.) Çok tüylü küçük bir köpek türü.firar (a.) Kaçmak, kurtulmak.firari (ö a.) Kaçak, aranan.firavun (a.) Eskiden Mısır yöneticilerine verilen ad.fire (a.) Her tür ticarî malda kurumak, dökülmek nedeniyle eksilme, ağırlık yitimi.firez (a.) Ekin. 2. Yeni çıkmaya başlamış ekin. 3. Biçilmiş tarlada kalan tahıl kökleri, anız.firma (a.) Ticaret kurumunun sicile işlenmiş adı.fiske (a.) Parmak uçlarıyla yapılan vuruş.fiş (a.) Elektrik alabilmek için fişe sokulan aygıt.fişek (a.) 1. Tabanca, tüfek gibi ateşli silâhların cephanesi, mermisi. 2. Şenliklerde kullanılan patlayıcı, aydınlatıcı madde.fit, -ti (a.) Birini başkasına karşı kışkırtmak.

71

Page 72: Turkce-sozluk

fitne (a.) Geçimsizlik, karışıklık, kargaşa.fitre (a.) Ramazan ayı içinde fakirlere verilmesi dince buyrulan, miktarı belli sadaka. Fıtır sadakası.fiyaka (a.) Gösteriş, çalım, caka.fiyasko (a.) Bir girişimde gülünç ve başarısız sonuç.fiyat (a.) Bir şeyin parasal değeri, eder, paha.fiyatlı (ö a.) Fiyatı olan, pahalı.fizik (a.) 1. Bir bilim dalı. 2. Bir şeyin dış görünüşü.fizyoloji (a.) Canlıların hücre, doku ve organlarının görevlerini ve bu görevlerin nasıl yerine geldiğini inceleyen bilim dalı.fizyonomi (a.) Yüz çizgilerinin anlamı.flam (a.) Emniyet kilidi.flama (a.) 1. İşaret olarak ya da çeşitli amaçlarla kullanılan küçük bayrak. 2. Mızrakların ucuna takılan küçük bayrak. 3. İki veya üç köşeli, küçük boyutlu bayrak.flaş (a.) 1. Fotoğraf çekiminde ışık yeterli olmadığında bir görüntüyü net almak için kullanılan çok kısa süreli ve güçlü parıltı. 2. İletişimde üstünlüğü, önceliği olan haber.flaşör (a.) Otomobillerde dört sinyal lambasının aynı anda yanıp sönmesini sağlayan düzen.flit, -ti (a.) 1. Sinek, sivrisinek gibi böcekleri öldürmek için püskürtülen ilâç. 2. Bu ilâcı havaya püskürten araç.flu (ö a.) Bulanık.flüt, -tü (a.) Üflenerek çalınan bir müzik aleti.fobi (a.) Belirli nesneler ya da durumlar karşısında duyulan olağandışı, nedensiz, güçlü korku.fok, -ku (a.) Başı köpeğe benzeyen, bir iki metre boyunda memeli bir deniz hayvanı.fokurdamak (e.) Ses çıkararak kaynamak.fokur fokur (b.) Fokurdayarak.fol (a.) Tavuğun istenilen yere yumurtlaması için o yere konulan yumurta ya da yumurtaya benzeyen şey.folk (a.) Halk.folklor (a.) Halkın kültürünü inceleyen bilim dalı, halk bilim.folluk (a.) Tavukların yumurtlaması için hazırlanan yer.fon (ö a.) Belirli bir iş için gerektikçe harcanmak üzere ayrılıp işletilen para.fonda (a.) Geminin demir attığı yer.fonksiyon (a.) 1. İşlev. 2. Görev.fora (ü.) Denizcilikte açıl komutu.forma (a.) 1. Biçim. 2. On altı sayfalık kitap bölümü.format (a.) Herhangi bir şeklin ekrandaki boyutu.formalite (a.) 1. Yöntem ya da yasaların gerektirdiği işlem. 2. (mec.) Önem verilmediği hâlde, bir zorunluluğa bağlı olarak yapılan biçimsel davranış.formül (a.) 1. Usul, kural. 2. Bir belgenin yazılacağı biçim.foroz (is.) Bir ağ atılışında çıkarılan balık miktarı.forsa (a.) Eskiden gemilerde kürek çeken esir.forum (a.) 1. Dinleyici durumunda olanların da söz alabildikleri, belli bir konu üzerinde düzenlenmiş toplantı. 2. Bazı sorunların görüşülerek karara bağlandığı genel toplantı.fosfor (a.) Yarı saydam, karanlıkta ışıldayan bir cisim.fosil (a.) Jeolojik dönemlerde yeraltında kalmış bitki ve hayvan kalıntısı.fotoğraf (a.) Özel bir biçimde hazırlanan, bir nesnenin kâğıda aktarılan görüntüsü.fotokopi (a.) Bir yazının, bir kitabın fotoğraflama yöntemi ile elde edilen kopyası.fötr (a.) 1. Şapka, çanta, çiçek ve başka süs eşyası yapmak için kullanılan ince ve yumuşak keçe. 2. Fötrden yapılmış yuvarlak şapka.francala (a.) iyi nitelikli undan yapılan ince uzun ekmek.

72

Page 73: Turkce-sozluk

fren (a.) Bir taşıtın, hızını kesmeye ya da durdurmaya yarayan donanımı.frengi (a.) Cinsel ilişkilerle bulaşan, tedavi edilmezse inme, körlük, delilik gibi sonuçlara varan, döle de geçerek vücutça ve akılca sakat bir soyun yetişmesine yol açan hastalık.fresk, -ki (a.) 1. Yaş duvar sıvası üzerine kireç suyunda eritilmiş madensel boyalarla resim yapma yöntemi. 2. Bu yöntemle yapılmış resim.fuar (a.) Belli zamanda belli yerlere mal sergilemek için açılan büyük pazar.fujer (a.) Eğrelti otu, aşk merdiveni.fukara (a.) Yoksul, aç, fakir.fular (is.) İpek ya da ince kumaştan eşarp.funda (a.) Çalı görüntüsünde bir bitki, süpürgeotu.fulya (a.) Nergisgillerden soğan köklü bir bitki.fundalık (a.) Funda ile kaplı alan.furya (a.) Olağandan çok fazla bulunma durumu.futbol (a. On birer kişilik iki takımla ayakla oynanan bir top oyunu, bu oyunun aracı olan top.füme (a.) 1- Duman rengi. 2. (ö a.) Bu renkten olan. 3. (ö a.) Tütsü ile kurutulmuş (balık, et).füsun (a.) Sihirli, büyülü.füsunkâr (s.) Sihirli, büyülü, afsunlu.fütur (a.) Bezginlik, umutsuzluk, usanç.füze (a.) Yakıcı ve yanıcı bir maddenin itme etkisi ile hedefe doğru giden mermi veya roket, feza aracı.füzen (a.) Besim çizerken kullanılan kalem, kömür kalem. 2. Kömür kalemle yapılmış resim.füzesavar (a.) Saldırı nitelikli füzeleri etkisiz duruma getirmek amacıyla üretilen savunma sistemi.füzyometre (a.) Erime ısısını ölçmeye yarayan cihaz.füzyon (a.) Birleşme, kaynaşma.

G g

g, G Türk alfabesinin sekizinci harfi, damak ünsüzlerin-dendir.-ga/-ge (gr.) Eylemden ad türeten ek.gabardin (a.) Sık dokunmuş yünlü ya da pamuklu kumaş.gabari (a.) 1. Bazı eşyaya verilmesi gereken boyutları, görünüşü çizmeye, hazırlamaya ya da denetlemeye yarayan örnek. 2. Motorlu ya da motorsuz taşıtların köprü vb. altından rahatça geçebilmeleri için en yüksek boyutlarını belirten ölçüler.gabavet, -ti (a.) Anlayışsızlık, kalın kafalılık.gabi (ö a.) Kalın kafalı, anlayışsız, ahmak.gabin (a.) Alışverişte satın alınan mala, ödenen karşılığın, malın değerinden çok fazla olması, alışverişte hile yapma.gacırdamak (e.) Tedirginlik veren, kulak tırmalayıcı ve düzensiz ses çıkarmak.gacır gucur (b.) Sert cisimlerin çarpışmalarında ve birbirlerine sürtündüklerinde çıkan çirkin ve kulak tırmalayıcı sesi belirtmek için kullanılır.gaddar (ö a.) Acıması olmayan, başkalarına haksızlık eden.gaf (a.) Uygunsuz söz söyleme, patavatsızlık.gaffar (a.) Bağışlayan, acıyan, merhametli.gafil (ö a.) Çevresinde olup biteni sezemeyen, aymaz kimse.gaflet (a.) Aymazlık, dalgınlık, düşüncesizlik, ihtiyatsızlık.gaga (a.) Kuşlarda, kümes hayvanlarında diş ve dudak işini gören boynuzsu organ.gagalamak (e.) Gagasıyla yem toplamak, vurmak.

73

Page 74: Turkce-sozluk

gaile (a.) Üzüntü, sıkıntı, dert, keder.gaip, -bi (ö a.) 1. Göz önünde olmayan. 2. Görünmez âlem.gala (a.) 1. Resmî törenlerden sonra verilen büyük ve gösterişli şölen. 2. Genellikle resmî giysilerle gidilen, bir temsilin ilk oynanışı ya da bir filmin ilk gösterilişi.galaksi (a.) Gök adası.galeri (a.) 1. Bir yapının bölümlerini aynı katta birbirine bağlayan içten ya da dıştan yapılmış geniş geçit. 2. Sanat eserlerinin ya da herhangi bir malın sergilendiği salon.galeyan (a.) 1. Coşma. 2. Kaynaşma.galiba (b.) Görünüşe göre, sanılan.galibiyet (a.) Üstün gelme, yenme, yengi.galip (ö a.) Yenen, üstün gelen.galon (a.) Dört buçuk litrelik bir sıvı ölçü birimi.galoş (a.) 1. Tabanı tahtadan yapılmış deri ayakkabı. 2. Temizlik amacıyla özellikle hastanelerde ayakkabı üzerine geçirilen plastik gereç.gam (a.) Tasa, kaygı, üzüntü.gamlı (ö a.) Kaygılı, tasalı, üzüntülü.gambot, -tu (a.) Bir çeşit savaş gemisi.gammaz (ö a.) Dedikoducu, söz taşıyan.gamsız (ö a.) Üzüntüsü, tasası olmayan.gamze (a.) Gülerken yanakta oluşan çukur.ganimet (a.) Savaşta düşmandan ele geçirilen mal, para, araç vb.gar (a.) Büyük demiryolu durağı.garaj (a.) Motorlu taşıtların konulduğu kapalı yer.garanti (a.) Güvence.gardırop (a.) Elbise dolabı.gardiyan (a.) Ceza evinde görevli kimse.garez (a.) Kötülük yapma isteği, kin, düşmanlık.gargara (a.) Yutmadan bir su veya sıvı ile boğazı çalkalama işi.garip (ö a.) 1. Yabancı, kimsesiz. 2. Şaşılan durum, ilginç.garp, -bı (a.) Batı.garplı (ö a.) Batılı.garson (a.) Lokanta, otel, pastane gibi yerlerde müşterilere hizmet eden görevli.gâvur (a.) 1. Kafir, dinsiz. 2. Müslüman olmayan. 3. mec. zalim, insafsız, taş kalpli.gaye (a.) Amaç, erek.gayeli (ö a.) Amacı olan.gayesiz (ö a.) Amacı olmayan.gayet (b.) Çok, pek çok, güçlü biçimde etkili olarak.gayret (a.) Olağanüstü çalışma, çabalama.gayri (b.) Bundan böyle.gaz (a.) Uçucu nitelikte akıcı cisim.gaza (a.) Kutsal savaş.gazal (a.) Ceylân.gazap (a.) Kızgınlık, öfke, hiddet.gazel (a.) Sonbaharda dökülen ağaç yaprağı.gazete (a.) Çeşitli konularda bilgi ve haber vermek için her gün ya da belirli zamanlarda çıkan yayın.gazi (ö a.) Düşmanla savaşa girmiş kimse.gazino (a.) 1. İçkili çalgılı lokanta. 2. Büyük kahvehane ve birahane.gazoz (a.) Şişelerde satılan bir çeşit gazlı içecek.gebe (ö a.) Karnında yavrusu bulunan, hamile.

74

Page 75: Turkce-sozluk

gebermek (e.) (sevilmeyen biri için) Ölmek.gece (a.) Güneşin batmasından doğmasına kadar geçen süre, tün.gecekondu (a.) Resmî yerlerden izin almadan, gizlice, bir gecede yapılan barınak.gecelemek (e.) Bir yerde kalıp geceyi geçirmek.gecelik (a.) Gece yatakta giyilen giysi.gecikmek (e.) Geç kalmak, bir işi zamanından sonra bitirmek.geciktirim (a.) Sinemada, izleyiciye herhangi bir olayın ortaya çıkacağını sezdirmek, sürekli bir bekleme, gerginlik, sıkıntı içinde bırakmak biçimindeki anlatım.geç (b.) Beklenen zamandan sonra.geçer akçe (ö a.) Herkes tarafından aranan, beğenilen.geçerli (ö a.) 1. Yürürlükte olan, uygulanan. 2. mec. Beğenilen, tutulan.geçici (ö a.) Kalıcı olmayan, kısa süren.geçim (a.) 1. Geçinmek eylemi, geçinme araçları. 2. Anlaşma, uyuşma.geçimli (ö a.) Çevresiyle iyi geçinen.geçimsiz (ö a.) Çevresindekilerle iyi geçinemeyen, huysuz, kavgacı.geçinmek (a.) 1. Yaşamak için gerekeni sağlamak. 2. Uzlaşmak.geçirgen (ö a.) İçinden gaz, sıvı gibi şeyleri kolaylıkla geçiren.geçirmek (e.) 1. Geçmek eylemini yaptırmak, geçmesini sağlamak. 2. Bir şeyi bir yerden öbür yana götürmek.geçiş (a.) 1. Geçmek işi ya da biçimi. 2. Herhangi bir durumdaki değişme.geçişli (ö a.) Cümlede nesne alabilen yükleme verilen ad.geçişsiz (ö a.) Cümlede nesne alamayan yükleme verilen ad.geçit (a.) 1. Geçilebilecek yer. 2. iki dağ arasında, dar ve uzun yol.geçkin (ö a.) 1. Geçmiş. 2. Yaşı ilerlemiş, kocamış.geçmek (a.) 1. Bir yandan, öte yana çıkmak. 2. Son bulmak.gedik (a.) Yıkık yer, yarık, çatlak, aralık.geğirmek (e.) Midedeki gazın yüksek sesle ağızdan çıkması.gelberi (a.) Fırınlarda ateşi dışarı çekmek için kullanılan uzun saplı demir alet.gelecek (e.) Zaman bakımından, ileride olması, gerçekleşmesi beklenen.gelenek (a.) Bir toplumda, bir toplulukta, eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.gelgit, -ti (a.) 1. Boşuna gidip gelme. 2. Ay ve güneş arasındaki çekim etkisiyle suların alçalıp yükselmesi.gelin (a.) Evlenmek üzere süslenmiş kız ya da kadın.gelincik (a.) 1. Kırlarda yetişen, kırmızı renkli çiçekleri olan bir bitki. 2. İnce uzun yapılı, sivri çeneli, küçük bir hayvan.gelinlik (a.) 1. Gelin olma durumu. 2. Gelin giysisi.gelir (a.) Belli zamanlarda belli yerlerden gelen para.gelişigüzel (ö a.) İnce eleyip sık dokumaksızın, özensiz.gelişmek (e.) 1. Büyüyüp, yetişmek. 2. İlerlemek.gelmek (e.) 1. Bir yere gitmek, ulaşmak. 2. Oturmaya, ziyarete varmak.gem (a.) Atı istenilen yöne yöneltmek için ağzına takılan demir alet.gemi (a.) Su üstünde insan ve yük taşıyan büyük araç.gen (a.) İçinde bulunduğu hücre ya da organizmada özel etkisi olan birim, kuşaktan kuşağa ve hücreden hücreye geçen kalıtımsalflenç (ö a.) Henüz yetişmiş, yaşı ilerlememiş olan.genel (ö a.) Bir şeye özgü olmayıp tümünü içine alan.genelge (a.) Herhangi bir konuda resmî kurumdan ilgililere gönderilen, uyulması gerekli yazı.genelkurmay (a.) Ordunun savaşta ve barışta eğitim, denetim ve yönetimini üstüne alan makam.

75

Page 76: Turkce-sozluk

geniş (ö a.) Eni çok olan, enli.geniz, -nzl (a.) Ağız ve burun boşluğunun arka bölümü.geometri (a.) Çizgi, yüzey ve hacimleri inceleyen matematik kolu.gerçek (ö a.) Uydurma olmayan, doğru, hakiki.gerçekçi (ö a.) Gerçeği gören ve ona göre davranan, ya da gerçeğe uygun olarak yapılan.gerçi (b.) Her ne kadar...gerdan (a.) Vücudun omuzla baş arasında kalan kısmı.gereç (a.) Bir şeyi yapmak için gereken maddeler.gerek (is. s.) Bir şeyin yapılabilmesinin ya da olabilmesinin bağlı olduğu şey.gerekçe (a.) Bir şeyin dayandığı neden.gerekli (ö a.) Yapılması, olması ya da bulunması uygun olan, yerinde olan, lüzumlu.gereksinme (a.) İhtiyaç.gergedan (a.) Burnunun üstünde boynuzu bulunan, iri yapılı bir vahşî hayvan.geri (a.) Arka. art.gerici (a.) Yeniliklere karşı çıkan, eskiyi savunan.gevelemek, (e.) 1. Ağzında çiğneyip durmak. 2. Asıl söylemek istediğini söylemeyip sözü uzatmak.geveze (ö a.) Çok konuşmayı seven, çenesi düşük.geviş (a.) Hayvanların yedikleri yemeği bir süre sonra tekrar uzun uzun çiğnemesi.gevrek (ö a.) Kolayca kırılıp ufalanan.gevşek (ö a.) Sıkı ya da gergin olmayan.gevşemek (a.) Sertlik ve gerginliği azalmak.geyik (a.) Erkeklerinin başında çatallı boynuz bulunan bir orman hayvanı.gez (a.) Ateşli silâhlarda namlunun geri kısmında bulunan kertik.gezdirmek (e.) 1. Gezmesini sağlamak, dolaştırmak. 2. Üzerinde dolaştırarak dökmek.gezegen (a.) Güneş çevresinde dolanan, ondan aldıkları ışığı yansıtan gökcisimlerinin ortak adı.gezgin (ö a.) Çok dolaşan, gezen.gezi (a.) Yaşadığı yerin dışına gezmek amacıyla yapılan uzun yolculuk.gezinti fa.J Uzak olmayan bir yere yapılan gezi.gezmek (e.; Hava almak, hoş vakit geçirmek gibi bir amaçla bir yere gitmek, dolaşmak.gıcık (a.) Boğazda duyulan, öksürten kaşıntı.gıcırtı (e.) Sert cisimlerin sürtündükleri zaman çıkardıkları ses.gıda (a.) Besin.gına (is.) 1. Zenginlik, bolluk. 2. Bıkma, usanma.gıpta (a.) imrenme.gırtlak (a.) Soluk borusunun üst tarafı.gıyaben (b.) Kendi yokken, ortada olmaksızın.gıybet (a.) Çekiştirme, yerme, kötüleme.gider (a.) Bir iş için harcanan paraların tümü.girgin (ö a.) Herkesle çabuk dost olarak işleri yaptıran kimse, girişken.girift, -ti (ö a.) Dolaşık.girişmek (e.) Bir işe istekle başlamak.gişe (a.) istasyon, banka, sinema gibi yerlerde bilet ya da para alınıp verilen yer.gitar (a.) Altı telli, parmaklarla tellerine dokunarak çalınan bir müzik aleti.gitgide (b.) Zaman ilerledikçe, gittikçe.giyotin (a.) Ölüm cezasına çarptırılanların başını kesen alet.giyim (a.) Giyinmek işi ya da biçimi.giz (a.) Sır.gizem (a.) Aklın erişemeyeceği, açıklanamayan ya da çözülemeyen şey, sır.

76

Page 77: Turkce-sozluk

gizli (ö a.) 1. Görünmeyecek durumda yerleştirilmiş. 2. Görünmez, belli olmaz bir durumda olan. 3. Başkalarından saklanan, duyurulmayan.gocuk (a.) İçi kürklü kalın ceket.gocunmak (e.) Bir şeyden alınmak.gonca (a.) Açılmamış çiçek.gondol, -lü (a.) Venedik'te kullanılan iki başı yukarıya kıvrık kayık.goril (a.) İri ve güçlü maymun.göç (a.) Ekonomik, toplumsal ya da siyasal nedenlerle bireylerin ya da toplulukların bir yerleşim yerinden, başka bir yerleşim yerine, bir ülkeden başka bir ülkeye gitme eylemi.göçebe (a.) Bir yere yerleşmemiş, mevsime veya başka koşullara göre yer değiştiren topluluk.göçmek (e.) Eviyle birlikte yer değiştirmek.göçmen (ö a.) Kendi yurdundan başka bir ülkeye gidip yerleşen.göçük (a.) Çökmüş yer, çöküntü.göğüs, -ğsü (a.) Vücudun boyunla karın arası.gök (a.) Yeryüzünün üzerini kaplayan boşluk.gök cismi (a.) Gökyüzünde bulunan cisimlere verilen ad.gökdelen (a.) Çok katlı yapı.gökkuşağı (a.) Yağmur damlacıklarında, güneş ışınlarının kırılıp yansımasıyla gökyüzünde oluşan yedi renkli, yay biçimindeki görüntü, alkım, ebemkuşağı.gökyüzü (a.) Göğün görünen yüzeyi, sema.göl (a.) Çevresi kara ile çevrili büyük su.gölet (a.) Suyu biriktirmek için yapılan set. Gölek.gölek (a.) Su birikintisi, gölcük.gölge (a.) 1. Saydam olmayan bir cisim tarafından ışığın engellenmesiyle ışıklı yerde oluşan karanlık. 2. Güneş ışıklarından korunulacak yer. 3. Ne olduğu anlaşılamayan karaltı.gölgelemek (e.) 1. Üzerine gölge getirmek. 2. Bir şeyin değerini düşürmek.gömlek (a.) Bedenin üst kısmına giyilen giysi.gömmek (e.) Toprağın içine koymak.gömü (a.) Toprağın altına gömülen değerli şeyler, define.gönder (a.) Bayrak çekilen direk.göndermek (e.) Bir yere doğru yola çıkarmak.gönenç (a.) Rahat ve mutlu yaşama.gönül, -nlü (a.) Yürekte olduğuna inanılan duyguların kaynağı.gönüllü (ö a.) Ağır ya da tehlikeli bir işi yapmayı üstüne alan.gönülsüz (a.) Bir işi yapmaya isteksiz olan.gönye (a.) Bir çeşit çizim yapmaya yarayan üçgen biçiminde cetvel.göre (b.) 1. Uygun olarak, bir şey uyarınca, gereğince. 2. Bakılırsa. 3. Sorulursa.görev (a.) Yapılması gerekengörevli (ö a.) Bir işi yapmakla görevlendirilmiş olan.görgü (a.) Bir toplum içinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik kuralları.görgülü (ö a.) Görgüsü çok olan.görgüsüz (ö a.) Görgüsü olmayan, davranışları uygunsuz olan, kaba.görkemli (ö a.) Göz alıcı ve gösterişli.görülmedik (ö a.) Benzeri hiç görünmeyen.görümce (a.) Bir kadının, kocasının kız kardeşi.görünmek (e.) Ortaya çıkmak.görüntü (a.) Bir şeyin ışıkla parlak bir yüzeye yansıyan görünüşü.görünüş (a.) Bir şeyin göze görünen durumu, görüş (a.) 1. Gözle bir şeyi algılama yetisi. 2. (mec.) Bir olay, varlık veya düşünce üzerine varılan yargı, fikir. 3. (ceza evi, hastane için) Ziyaret.

77

Page 78: Turkce-sozluk

görüşmek (e.) 1. Buluşup konuşmak, arkadaşlık etmek. 2. Bir konu üzerinde karşılıklı görüşlerini belirtmek. gösteri (a.) İlgi çekmek, bir konuya herkesin eğilmesini sağlamak amacıyla yapılan toplu eylem.gösteriş (a.) 1. Başkalarını aldatmak, şaşırtmak, korkutmak ya da kendini beğendirmek için birinin yaptığı yapay davranış, fiyaka, caka. 2. Göz alıcılık.götürmek (e.) Başka yere taşımak.götürü (b.) Parayla satın alınan şeyler ya da para karşılığında yapılan işler için toptan fiyat vererek. gövde (a.) 1. İnsan ve hayvanların kol, bacak ve baş dışında kalan bölgesi. 2. Ağacın dalları dışındaki ana bölgesi, gövdeli (ö a.) Yapısı iri olan.göz (a.) 1. Görme organı. 2. Delik. 3. Çekmece. 4. Oda.göz akı (a.) Gözde bulunan beyaz kısım.gözaltı (a.) Bir kişinin bulunduğu yerden ayrılmamasını sağlamak için alıkoymak.gözbebeği (a.) Işığın etkisine göre büyüyüp küçülen, gözde bulunan yuvarlak bölüm.gözcü (ö a.) Gözetleme işi yapan kimse.gözdağı (a.) Birini istemediği bir işe zorlamak için yapılan korkutma eylemi, tehdit.gözde (a.) Benzerleri arasında nitelikleri nedeniyle üstün tutulan, beğenilen, önem verilen kimse ya da şey.göze (a.) 1. Su kaynağı. 2. Canlıları oluşturan en küçük parça, hücre.gözenek (a.) Deride bulunan küçük delikler.gözetlemek (e.) Birinin hareketlerini gizlice izlemek.gözetmek (e.) 1. Korumak, bakmak, özen göstermek. 2. Önem vermek, göz önünde bulundurmak, ayrı tutmak.gözkapağı (a.) Gözü örten, uçlarında kirpikler bulunan koruyucu organ.gözlem (a.) Bir nesnenin, olayın ya da bir gerçeğin, niteliklerini bilmek amacıyla, dikkatli ve planlı olarak ele alınıp incelenmesi.gözleme (a.) Sacda kızartılan bir çeşit börek.gözlem evi (a.) içinde çeşitli gözlem yapabilme aletleri bulunan, gökyüzünü inceleyen yer.gözlük (a.) İyi görmek veya gözü tozdan, sıcaktan korumak için kullanılan iki camı olan çerçeveli araç.gözpınarı (a.) Gözün, burun tarafındaki yaş biriken yanı.göztaşı (a.) Bakır sülfatı denilen zehirli bir çeşit tuz.gözüpek,-ki (ö a.) Tehlikelerden korkmayan, yılmayan.grafik (a.) Çeşitli bilgileri çizgilerle, şemalarla gösteren tablo.gram (a.) Bir kilonun binde biri olan ağırlık ölçüsü.gramer (a.) Dil bilgisi.granit, -ti (a.) Çeşitli renkte olan, sert, bina yapımında kullanılan taş.grev (a.) Bir iş yerinde, işçilerin, işverenle ücret anlaşmazlığı sonucu, işi hep birlikte bırakması.gri (ö a.) Siyahla beyaz arası renk tonu.grip (a.) Kışın çok görülen salgın ve ateşli hastalık.grizu (a.) Kömür ocaklarında patlayarak kazalara yol açan bir gaz.grup, -bu (a.) Küme.gurub (a.) Batma, batış. Güneşin görünmez oluşu.gurbet, -ti (a.) Doğup yaşanılmış olan köy, şehir dışında kalan yer. Yabancılık, gariplik.gurur (a.) 1. Kendini yüksek tutma davranışı, kendini başkalarından üstün görme. 2. Onur, şeref, özsaygı.gübre (a.) Verimi artırmak için toprağa atılan hayvan pisliği ya da kimyasal madde.

78

Page 79: Turkce-sozluk

gücenik (a.) Gücenmiş, küskün.gücenmek (e.) Bir davranışından ya da sözünden dolayı o kişiye kırılmak, küsmek.güç (a.) 1. Zor ve yorucu emek sonucu yapılan iş. 2. Kuvvet.güderi (a.) Geyik derisinden yapılmış yumuşak giysi.güdü (a.) Bilinçli ya da bilinçsiz olarak davranışı doğuran, sürekliliğini sağlayan ve ona yön veren iç güç.güdük (ö a.) Bir yanı eksik olan, tamamlanmamış olan.güdüm (a.) Yönetme, sevk ve idare.güfte (a.) Müzik yapıtlarının sözü.güğüm (a.) Boynu uzunca, bakırdan yapılma su kabı.gül (a.) Gülgillerden bir süs bitkisi ve bunun çiçeği.güleç (ö a.) Her zaman gülümseyen.gülistan (a.) Gül bahçesi.güllâç (a.) Ramazan ayında daha çok yapılan bir çeşit sütlü tatlı.gülle (a.) içine patlayıcılar konulan top mermisi.gülmece (a.) Güldürmek için yazılmış yapıt, mizah.gülmek (e.) Hoşa giden bir şey karşısında, duygularını sesli olarak belli etmek.gülsuyu (a.) Güllerin damıtılmasıyla elde edilen kokulu su.gülünç (a.) Gülünecek durumda olan, güldürücü.güm (a.) Derinden ve patlayıcı, yankılı gürültü.gümrük (a.) 1. Bir ülkeye giren çıkan nesnelerden alınan vergi. 2. Bu işlemlerin yapıldığı yer.gümüş (a.) Paslanmaz, kolay işlenir, süs eşyası yapımında kullanılan bir maden.gün (a.) Gece ile gündüzden oluşan yirmi dört saatlik zaman.günah (a.) Dince suç sayılan iş ya da davranış.günaşırı (b.) Bir gün ara ile, iki günde bir.günaydın (a.) "Gününüz aydınlık olsun" anlamında sabahları söylenen bir selâmlama sözü.güncel (ö a.) Günün konusu olan, şimdiki, bugünkü.gündem (a.) Toplantılarda görüşülecek konuların tümü.gün dönümü (a.) Gündüz ile gecenin eşit olduğu gün.gündüz (a.) Günün sabahtan akşama kadar olan aydınlık bölümü.güneş (a.) Dünyayı aydınlatan ve ısı veren parlak gök cismi.güney (a.) Solunu doğuya, sağını batıya veren kimsenin tam karşısına düşen yön, dört ana yönden biri, kuzeyin karşıtı.güneybatı (a.) Güneyle batı arası yön.güneydoğu (a.) Güneyle doğu arası yön.gün görmüş (ö a.) 1. İyi yaşamış. 2. Yaşam deneyimi çok olan kimse.günlük (a.) 1. Her gün olan. 2. Tütsü için kullanılan bir çeşit sakız ağacı.gür (ö a.) Bol ve güçlü olarak çıkan ya da fışkıran.gürbüz (ö a.) İyi gelişmiş, sağlam.güreş (a.) İki kişi tarafından oynanan, belirli kurallar çerçevesinde birbirinin sırtını yere getirmeye dayanan oyun.gürgen (a.) Kerestesi beğenilen bir orman ağacı.gürlemek (e.) Kalın ve gür ses çıkarmak.gürleşmek (e.) Gür bir duruma gelmek.gürültü (a.) Aralarında uyum bulunmayan düzensiz seslerin tümü, patırtı.güve (a.) Kanatlı bir cins böcek.güveç (a.) 1. İçinde yemek pişirilen bir çeşit toprak kap. 2. Böyle kaplarda pişirilen türlü yemeği.güven (a.) İnanma duygusu.

79

Page 80: Turkce-sozluk

güvence (a.) 1. Bir antlaşmada taraflardan birinin sorumluluğu üzerine alması durumu. 2. Alınan sorumluluğa karşı ortaya konan belge.güvenlik (a.) Tehlikede bulunmama, emniyet.güverte (a.) Gemilerin ambar ve kamaralarının üstü.güvey (a.) Evlenen erkeğe verilen ad, damat.güya (b) Sanki, sözde, söylendiğine göre.güz (a.) Sonbahar. (Kuzey Yarımküre için) Eylül, ekim, kasım aylarını içine alan süre.güzar (a.) Geçiş, geçme.güzel (ö a.) Hoşa giden, hayranlık uyandıran.güzelce (ö a.) 1. Güzele yakın. 2. (b.) İyice, adamakıllı.güzelleme (a.) 1. Halk edebiyatında konusu aşk olan, lirik bir koşuk türü. 2. Şen, sevinçli duyguları anlatan türkülerde özel bir ezgi.güzellik (a.) 1- Estetik bir beğeni, coşku. 2. Okşayıcı söz ya da davranış.güzellikle (b.) Okşayıcı söz ya da davranışla.güzel sanatlar (a.) Edebiyat, müzik, resim, heykel, mimarlık, tiyatro gibi insanda coşku ve hayranlık uyandıran sanatlar.güzey (a.) Az güneş alan, çok gölgeli kuzey yamaç.güzide (ö a.) Seçkin, seçilmiş, seçme.güzlek, -ği (a.) 1. Güz yağmuru. 2. Güz mevsiminin geçirildiği yer. 3. Havaların soğuması üzerine yaylalardan dönen hayvanların otlatılması ve bir süre barınması için ayrılmış, dağ eteklerinde bulunan mera.güzlük (ö a.) 1. Güzün yapılan. 2. Güzün ekilen tahıl.güzün (a.) Güz mevsiminde.

H h

h, H Türk alfabesinin onuncu harfi, gırtlak ünsüzüdür.ha (ünl.) 1. Cümle başlarında istek uyandırmak için kullanılır. 2. Cümle sonunda şaşma anlatır. 3. Dikkati çekmek, uyarmak için kullanılır.haber (a.) Olmuş ya da olacak bir olay üzerine toplanan bilgihaberci (ö a.) 1. Haber getiren kimse. 2. (mec.) Bir durumun, bir olayın belirtisi.haberdar (a.) Haberli, bilgili.haberleşmek (a.) Karşılıklı haber alıp vermek.habersizce (b.) Haberi olmadan, haber vermeden, gizlice.Habeş (ö a.) Derisinin rengi koyu esmer olan kimse.ha bire (b.) Durmadan, ara vermeden, sürekli olarak.habis (ö a.) Kötü, alçak.habitat (is.) 1. Yerleşme, oturma. 2. Bitkinin doğal olarak yetiştiği yer, yurt.hac (a.) İslam’ın 5 şartından biri. Müslümanlarca belli bir zaman dilimi içinde Kabe'ye ve diğer kutsal yerlere yapılan ziyaret.hacamat, -ti (a.) Şişe ve boynuzla vücuttan kan alma.hacet (a.) Gerek, lüzum.hacı (ö a.) Hacca gitmiş kimse.hacıyatmaz (a.) Yere nasıl bırakılırsa bırakılsın hep dik duran bir oyuncak.hacim, -emi (a.) Bir cismin hava boşluğunda kapladığı alan, oylum.hacir, -ri (a.) Kısıt, kısıtlılık.haciz, -czi (a.) Borcunu ödemeyen kimsenin malına icra dairesince el koyma.haç, -çı (a.) Hıristiyanlığın işareti sayılan artı işareti biçimi.

80

Page 81: Turkce-sozluk

haçlı (ö a.) Haçı olan.haçvari (a.) Haç benzeri.hadde (a.) Madenleri tel durumuna getirmek için kullanılan ve türlü çapta delikleri olan çelik araç.haddeci (a.) Hadde işiyle uğraşan kimse.hademe (a.) Devlet dairelerinde çalışan kadın ve erkek hizmetçi.hadis (a.) Hazret-i Peygamberin söz ve davranışlarının her biri. Bu söz ve davranışları konu edinen ilim.haf (is.) Futbolda kalecinin önünde bulunan iki bekin önündeki üç oyuncudan her biri.hafakan (a.) Yürek çırpıntısı.hafız (a.) Kur'an-ı Kerim’i ezbere bilen kişi.hafıza (a.) Öğrenilen şeyleri akılda tutma, unutmama yeteneği, bellek.hafif (ö a.) 1. Ağırlığı az olan. 2. Kolay. 3. Şiddeti az olan.hafiye (a.) İlgili kimselere gizlice, birileri hakkında bilgi toplayıp veren kimse.hafriyat, -ti (a.) Kazı.hafta (a.) Birbiri ardınca gelen yedi günlük zaman birimi.hah (ünl.) Olması istenen veya beklenen bir şey olur olmaz duyulan sevinç ve onama duygusunu anlatır.haham (a.) Yahudi din adamı. hain (ö a.) 1. Hıyanet eden, ihanet eden kimse. 2. Zarar vermekten, üzmekten ya da kötülük yapmaktan hoşlanan kimse. 3. Kötü bir niyet taşıyan, hak, -kkı (a.) 1. Doğruluk. 2. Adalet.hakan (a.) Türk imparatorlarına verilen unvan.hakaret (a.) Onur kırıcı söz ya da davranış.hakem (a.) İki tarafın anlaşmazlığını çözmesi için görevlendirilen kimse.hakeza (b.) Bunun gibi, böyle.hakikat,-ti (a.) Bir işin doğrusu, gerçek.hâkimiyet (a.) Egemenlik.hakir (ö a.) Aşağı görülen, değersiz, hor.haklı (ö a.) Davranışı doğru, yerinde olan.haksız (ö a.) Adalete ve doğruluğa aykırı olan. haksızlık (ö a.) Adalete uygun olmayan, hâl fa.j Durum, davranış. hal, -li (a.) Üstü kapalı pazar yeri.hala (a.) Babanın kız kardeşi.hâlâ (b.) Şimdiye kadar, henüz.halat-tı (a.) Ağır yük taşımaya yarayan dayanıklı kaim ip ya da tel.halas (is.) Bir yerden, bir şeyden kurtulma, kurtuluş.halat (a.) Kenevirden yapılmış çok kalın ip.halay (a.) Anadolu'da davullu, zurnalı, toplu olarak oynanan bir oyun.hâlbuki (a.) Oysaki.hale (a.) Ayın çevresinde ışıklı kuşak.halen (b.) Şimdi, şu andahalhal (a.) Kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik.halı (a.) Yere serilmek ve duvara asılmak için dokunan çoğu yün yaygı.haliç (a.) Nehir ağızlarında aşınma ile oluşan koy, körfez.halife (a.) 1. Birinin yerine geçen, halef, vekil. 2. İslâm devletlerinde peygamberin vekili sayılan hükümdar. 3. Tarikatlerde şeyh vekili olan kimse.halis (ö a.) Katışıksız, saf.haliyle (zf.) 1. Olduğu gibi. 2. Olağan bir sonuç olarak.

81

Page 82: Turkce-sozluk

halk, -ki (a.) Aynı dili konuşan, aynı ülküyü paylaşan, aynı kültürle yetişen topluluk.halka (a.) Çeşitli maddelerden yapılan çember biçimindeki alet.halk bilim (a.) Folklor.halkçı (a.) Halka hizmet etmeyi kendisine amaç edinen kimse.hallaç (a.) Pamuk atıcısı.halletmek (e.) Bir sorunu çözümlemek.halsiz (ö a.) Gücü iyice azalmış, bitkin.halt (a.) 1. Bir şeyi başka bir şeyle karıştırma. 2. Uygunsuz söz söyleme, uygunsuz iş yapma. 3. Uygun olmayan.halter (a.) Birbirine bağlı iki ağırlıktan oluşan alet ve bu ağırlıkları kaldırmaya dayanan spor.haluk, -ku (ö a.) İyi huylu, ahlâklı.ham (ö a.) 1. Yeteri derecede olgunlaşmamış. 2. Topraktan çıkarılan işlenmemiş madde.hamak (a.) İki ağaç arasına gerilerek içinde yatılan ağ.hamal (a.) Ücretle sırtında yük taşıyarak geçimini sağlayan kimse.hamam (a.) Yıkanılan yer.hamarat, -ti (ö a.) Ev işlerinde becerikli ve çalışkan kadın.Hamel (a.) Koç burcu.hamile (ö a.) Gebe.hamiyet, -ti (a.) Yurtseverlik.hamle (a.) İleri atılmak.hammadde (a.) Bir ürünü oluşturacak maddelerin işlenmeden önceki durumu.hamsi (a.) Küçük boyda ince uzun bir balık.hamur (a.) Unun su ile yoğrulmuş durumu.hamut (a.) Araba koşumunda atların başından geçirilen ağaçtan ve meşinden yapılmış çember.han (a.) Eskiden Türk hükümdarların adlarının sonuna getirilen unvan.han (a.) Yol üzerinde yolcuların konaklaması için yapılmış yapı.hanay (a.) 1. İki ve daha çok katlı ev. 2. Sofa, hol. 3. Avlu.hancı (a.) Han işleten kimse.handan (ö a.) Şen, neşeli.hande (ö a.) Gülme, gülüş.hançer (a.) Ucu eğri ve sivri olan bir çeşit savaş bıçağı.hane (a.) Ev, konut.hanedan (a.) Ucu tarihte ünlü bir kişiye dayanan soy.hangi (a.) İki ya da daha çok şeyden bir tanesini belirtecek bir yanıt almak için soru sözü.hanım (a.) 1. Eskiden kadınlara verilen san. 2. Evli bir erkeğin eşi.hanımeli (a.) İlkbaharda güzel kokulu çiçek açan bir süs bitkisi.hani (b.) 1. Nerede, ne oldu, nerede kaldı. 2. Özlem bildirir.hantal (ö a.) Çok büyük, kaba.hap (a.) Yutulacak biçime getirilmiş ilâç tanesi.hapaz (a.) Avuç.hapis (a.) 1. Yasalara göre suçlu olan birisini ceza evine koyma cezası. 2. Cezaya çarptırılan suçluların cezalarını çektikleri yer.happoloji (a.) Orta hece yutumu.hapishane (a.) Ceza evi.hapsetmek (e.) Bir suçluyu hapishaneye koymak.hapşırmak (e.) Aksırmak.har (a.) Sıcak, kızgın, yakıcı.hara (a.) At üretilen çiftlik.harabe (a.) 1. Eski dönemlerden kalmış kent kalıntısı. 2. Yıkılmış, yıkılmak üzere olan yapı.

82

Page 83: Turkce-sozluk

haraç (a.) Bir yerden ya da kimseden yasadışı alınan para.haram (ö a.) Yapılması ve kullanılması din tarafından yasaklanmış olan.harami (a.) Masallarda yer alan eşkıya, haydut.harap (a.) 1. Yıkılacak duruma gelmiş, yıkkın. 2. Bitkin, yorgun, perişan.harar (a.) Büyük çuval.hararet (a.) Isı, sıcaklık.hararetlenmek (e.) Canlanmak, coşmak.haraza (a.) 1. Kavga, gürültü. 2. Öfke, sinir.harcamak (e.) Bir şey almak ya da çeşitli nedenlerden dolayı parayı elden çıkarmak.harcırah (a.) Bir yerden başka yere gönderilenlere verilen yol masrafı, yolluk.harç (a.) Kum, çimento gibi maddelere su dökülerek hazırlanan, duvar ve sıva yapmada kullanılan madde.harçlık (a.) Ufak tefek ihtiyaçlar için ayrılmış para.hardal (a.) Tatlı, sert ve yakıcı madde taşıyan bir bitkinin tohumu.hare (a.) Üzerinde dalgalı çizgiler bulunan kumaş.hareket (a.) Bir cismin durumunun ya da yerinin değişmesi.harem (a.; Eskiden konaklarda ve saraylarda kadınlara ayrılan bölüm.harf, -fi (a.) Alfabeyi oluşturan işaretlerden her biri.hariç (a.) Dışarı, dış.harika (a.) İnsanda hayranlık uyandıracak güzellikte olan.harikulade (ö a.) Şaşılacak durum, eşi benzeri görülmemiş.haris (ö a.) Aç gözlü, hırslı.harim (a.) Girilmesi yabancıya yasak olan, kutsal tutulan, korunulan yer.harir (a.) İpek.harita (a.) Yeryüzünün belli bir parçasının belli oranlarda küçültülerek çizilen taslağı.harlı (ö a.) Kuvvetli, harıl harıl yanan.hark (is.) Yakma. 2. Yarma, yırtma. 3. Ark. harman (a.) Tahıl tohumlarının saptan ayrılıp çıkarılması için dövülmesi eylemi.harmaniye fa.; Kolsuz, bazen de başlıklı bir çeşit üst giysisi, pelerin.harp (a.) Savaş.hars (a.) 1. Tarla sürme. 2. Kültür.has (ö a.) 1. Birine, bir şeye ait, özgü. 2. Katışıksız, saf.hasar (a.) Herhangi bir olayın verdiği zarar.hasat (a.) Ürün kaldırma, ekin biçme işi ve bu biçimde toplanmış ürün.haset (a.) Kıskançlık.hâsıl (a.) Olmuş, meydana çıkmış.hasım, -smı (a.) Düşman.hasır (a.) Bir tür sazla örülerek yere serilen yaygı.hasis (ö a.) Cimri, eli sıkı, pinti.hasret, -ti (a.) Özlem.hassa (a.) Bir kimseye özgü özellik, hasiyet. Duygu.hassas (ö a.) Çabuk duygulanan, duygulu, duyarlı, içli.hasse (a.) Bir çeşit pamuklu kumaş, patiska.hasta (a.) Sağlık durumu bozuk olan.hastabakıcı (a.) Hastalarla ilgilenen, hemşirelere yardım eden hastane görevlisi.hastalanmak (e.) Hasta olmak.hastane (a.) Hastaları iyileştiren kuruluş.haşarat,-ti (a.) Böcekler.haşarı (ö a.) Çok yaramaz.haşhaş (a.) Afyon ve yağ elde edilen bir bitki.

83

Page 84: Turkce-sozluk

haşin (ö a.) Sert, kırıcı davranan.haşlamak (e.) 1. Suda kaynatarak pişirmek. 2. mec. Şiddetli şekilde azarlamak.hat, -ttı (a.) Çizgi, yazı.hata (a.) Yanlış, yanılgı.hatır 1. Düşünme, akılda tutma, hafıza, zihin, akıl. 2. Gönül, kalp. 3. Birime duyulan saygı, sevgi. 4. Durum, keyif, hal.hatıra (a.) Anı.hatırlamak (e.) Anımsamak, anmak.hatim, -tmi (a.) Kur'an-ı Kerim’i baştan sonuna kadar okuma.hatip (a.) Topluluk karşısında konuşan kimse.hattat, -ti (a.) Güzel el yazısı yazan sanatçı.hatun (a.) 1. Kadın. 2. Eş, karı.hav (a.) İnce tüy.hava (a.) Yeryüzünü çevreleyen, soluk almaya yarayan, renksiz, kokusuz gaz.havaalanı (a.) Uçakların kalkıp inmesi için hazırlanmış alan.havagazı (a.) Isı ve aydınlatmada kullanılan gaz.havalandırmakla; Kapalı bir yerin pencere ve kapılarını açarak hava almasını sağlamak.havale (a.) Banka, postane aracılığıyla gönderilen para.havali (a.) Çevre, etraf, yöre.havan (a.) İçinde birşey dövmek için yapılmış kap.havi (ö a.) İçinde bulundurulan, kapsayan.havi olmak (e.) İçinde bulundurmak, içine almak, kapanmak, içermek.havil, -vli (a.) "Korku, korkma can havliyle" deyiminde geçer.havayolu (a.) Hava taşıtlarının izlemesi gereken zorunlu yol.havlamak (e.) Köpek bağırması.havlı (ö a.) 1. Havı olan. 2. Havlu.havlu (a.) Yıkandıktan sonra kurulanmaya yarayan dokuma bez.havuç (a.) Kökleri yenen bir bitki.havuz (a.) Yüzmek için ya da çevreyi güzelleştirmek için suyla doldurulmuş çukur alan.havyar (a.) Tuzla hazırlanmış balık yumurtası, havza (a.) 1. Sularını aynı bölgeye gönderen, dağlarla çevrili kara parçası. 2. Maden çıkarılan bölge.haya (a.) Er bezi.haya (a.) Utanma duygusu, utanç, utanma, sıkılma.hayal, -li (a.) İnsanın kafasında tasarlayıp canlandırdığı şey. Vehim, kuruntu. Eşyanın bir şeye yansıyan şekli, görüntüsü.hayalet, -ti (a.) Gerçekte var olmadığı hâlde, görüldüğü sanılan şey. Hayali varlık.hayalperest, -ti (ö a.) Sürekli hayal kuran, hayalci, düşçü.hayasız (ö a.) Utanmaz.hayat, -ti (a.) 1. Canlı olma durumu, yaşam. 2. Yaşama süresi.haydi (ü.) Birini harekete geçirmek için kullanılan söz.haydut (a.) Yol kesen soyguncu.hayır, -yrı (a.) Karşılık beklemeden yapılan yardımhayır (b.) Yok, olmaz anlamında söz.hayırsever (a.) iyilik etmeyi seven.haykırmak (e.) Yüksek ses çıkarmak.haylaz (ö a.) Hoşa gitmeyen davranışlarda bulunan kimse. 2. Tembel.hayran (ö a.) Çok beğenen, hayranlık duyan, hayret (a.) Beklenmedik bir durum karşısında şaşırma, şaşkınlık.haysiyet, -ti (a.) Onur, değer, saygınlık.

84

Page 85: Turkce-sozluk

hayvan (a.) İnsanın, bitkilerin dışında kalan duygu ve haraket yeteneği olan canlı varlık.hayvanat (a.)1. Hayvanlar. 2. Hayvan bilimi, zooloji. haz, -zzı (a.) Hoşlanma, tat. hazım, -zmı (a.) Sindirme, sindirim.hazır (ö a.) Tamamlanmış olan.hazırcevap, -bı (a) Çabuk ve yerinde cevap veren, hazırlamak (a) Hazır duruma getirmek.hazırlık (a.) Bir işe başlamadan önce yapılan ön çalışma.hazin (ö a.) Acıklı, üzücü durum.hazine (a.) İçinde para, mücevher gibi değerli şeylerin saklandığı yer.hazmetmek (a.) Sindirmek.hazzetmekle.; Hoşlanmak.heba (a.) Hiçbir işe yaramadan yok olma, boşa gitme.hece (a.) Ağzımızdan bir çırpıda çıkan ses ya da ses birliği.hecelemek (e.) Bir sözcüğün hecelerini tek tek söyleyerek okumak.hecin (a.) Hızlı giden bir deve cinsi.hedef (a.) 1. Nişan alınan yer. 2. Varılmak istenen, amaç. heder (a.) Karşılığını alamama, boşa gitme, ziyan olma. hedik, -ği (a.) Kaynatılmış buğday, bulgur, mısır vb. şeyler.hediye (a.) Armağan. hekim (a.) Doktor. hektar (a.) Yüz ar değerinde bir alan ölçüsü birimi. helak, -ki (a.) Yok olma, ölme. helâl (a.) 1. Alın teriyle kazanılmış, hak edilmiş. 2. Dinin kurallarına aykırı olmayan, dince yasaklanmamış olan, haram karışmamış olan.hele (b.) Hiç olmazsa, özellikle.helikopter (a.) Dik iniş ve çıkış yapabildiği gibi dar yerlerde de kullanılabilen tepeden pervaneli hava taşıtı.helva (a.) Un, yağ ve şekerle yapılan bir tatlı.hem (b.) Ayrıca.hemen (b.) Hiç zaman geçirmeden.hem fikir Aynı düşüncede, aynı kanıda olan, düşündeş.hemşehri (a.) Aynı ilden olan kimseler.hemşire (a.) 1. Kız kardeş. 2. Diplomalı, hastalara bakan doktor yardımcısı kadın.hendek (a.) Geçmeye engel olacak biçimde uzunlamasına kazılmış derin çukur.hengâme (a.) Patırtılı, şamatalı, telâşlı görünüm.henüz (b.) 1. Az önce şimdi. 2. Daha.hercaî (ö a.) Hiçbir şeyde kararlı olmayan kimse, gelgeç.hergele (a.) 1. Henüz insan hizmetine alıştırılmamış at. 2. Saygısız kimse.herhangi (ad.) Belli olmayan, özellikleri iyice bilinmeyen, rasgele.herif fa.; Adam.herkes (a.) Bilinen kimselerin hepsi.hesap (a.) 1. Sayılarla yapılan işlem. 2. Alacak verecek durumu.hevenk (a.) Bir ipe geçirilip birbirine bağlanmış meyveheves (a.) Bir işle uğraşma arzusu, isteği.hevesli (ö a.) Çok istekli.hey (ü.) Dikkati çekmek, azarlamak için söylenen söz.heyamola (a.) Zor bir iş yapılırken hep bir ağızdan söylenen söz. Gemicilerin demir çekerken, yük kaldırırken söyledikleri yüksek sesli söz.heybe (a.) Yolculukta taşınan, içine eşya konan iki gözlü çuval.

85

Page 86: Turkce-sozluk

heybet, -ti (a.) insanda korku ve saygı uyandıran görünüm.heyecan (a.) Duygu coşkunluğu.heyecanlanmak (a.) Herhangi bir durum karşısında coşmak.heyelan (a.) Toprak kayması, kayşa.heyet, -ti (a.) Kurul.heyhat (ü.) Yazık, ne yazık kiheykel (a.) Herhangi bir varlığın, özellikle insanın taş, tahta, mermer, tunç vb. şeyleri yontmak suretiyle meydana getirilen şekli.heykeltraş (a.) Heykel yapan sanatçı, yontucu.hezeyan (a.) Sayıklama.hezimet (a.) Bozgun.hıçkırık (a.) Çeşitli nedenlerden dolayı boğazdan "hık hık" diye ses çıkarmak.hımbıl (a.) Uyuşuk, tembel, budala.hıncahınç (b.) Ağzına kadar dolu, dopdolu.hınç (a.) Öç alma duyusu uyandıran aşırı öfke.hınzır (a.) Domuz anlamında küfür.hırçın (ö a.) Çabucak huysuzlanan, sinirlenen.hırdavat (a.) Kilit, menteşe, tel, çivi, vida gibi metal eşya.Hıristiyan (a.) İsa peygamberin dininden olan kimse.hırka (a.) Yünden örülmüş ya da kalın kumaştan yapılmış önü açık giyecek.hırlamak (e.) Köpeğin saldırmadan önce "Hır!" diye ses çıkarması.hırpalamak (e.) Örselemek, yıpratmak.hırs (a.) Bir şeyi elde etmek için duyulan güçlü istek, tutku.hırsız (a.) Başkasının malını çalan kimse.hırslı (a.) Doymak bilmeyen aşırı istekli.hısım (a.) Soyca ve evlenme sonucu aralarında ilişki bulunan kimseler, akraba.hışım, -şmı (a.) Öfke, kızgınlık.hışırtı (a.) Kimi sert şeylerin sürtünmesinden çıkan ses.hıyanet, -ti (a.) Kötülük etme, hainlik, ihanet.hıyar (a.) Kabakgillerden bir bitki, onun gevrek, sulu meyvesi.hız (a.) 1. Alınan yolun zamana oranı, sürat. 2. Çabukluk, çabuk olma.hızlı (ö a.) Çabuk, süratli.hicap (a.) Utanma, utanç, sıkılma.hiciv, -evi (a.) Taşlama, yergi yazısı.hicran (a.) 1. Ayrılık. 2. Tedavi edilemez acı.hicret,-ti (a.) Göç.hicviye (a.) Yergi, taşlama.hiç (b.) Olumsuz tümcelerde yüklemin anlamını pekiştirir.hiddet, -ti (a.) Kızgınlık, öfke.hidrojen (a.) Rengi, kokusu ve tadı olmayan bir gaz.hijyen (a.) Sağlık bilgisi, sağlığı koruma, hıfzısıhha.hikâye (a.) Roman kadar uzun olmayan, yaşanmış yada yaşanabilir olayları anlatan kısa yazı. Öykü.hikmet (a.) 1.Bilgelik. 2. Neden.hilaf (a.) 1. Aykırı, karşıt, ters. 2. Yalan.hilâl (a.) Ayın yay biçiminde görünüşü.hile (a.) Başkalarını aldatmak için yapılan, doğru olmayan davranış.hilozoizm (a.) Madde ile hayatın birbirinden ayrılmaz olduğunu ileri süren eski Yunanda bazı felsefecilerin görüşü.himaye (a.) Korumak, gözetmek.

86

Page 87: Turkce-sozluk

hindi (a.) Tavukgillerden, kümes hayvanlarının en büyüğü.hipermetrop, -pu (a.) Yakını iyi göremeyen.hipnotizma (a.) Telkin yoluyla uyutma.hipodrom (a.) At yarışlarının yapıldığı alan.hipotez (a.) Varsayım.his, -ssi (a.) Duygu.hisar (a.) Eskiden, taştan yapılan yüksek duvarlı, kuleli kale.hisse (a.) Pay.hissedar (a.) Hissesi olan, paydaş.hissetmek (e.) Sezmek.hitabet, -ti (a.) Etkili söz söyleme sanatı.hitap (a.) Sözü karşıdan birine yöneltme, seslenme.hiyeroglif (a.) Birtakım şekillerden oluşan eski Mısır yazısı, resim yazı.hiza (a.) Doğru bir çizgi üzerinde bulunma durumu, sıra.hizip 1. Bölük, kısım. 2. Bir topluluk, bir örgüt içinde inanç ve düşünce bakımından ayrılık gösteren, yan tutmaya yönelik küçük topluluk.hizmet, -ti (a.j 1. Başkalarının işini yapma. 2. Görev, iş.hobi (a.) Birisinin olağan uğraşı dışında rahatlamak için yaptığı işi, düşkü.hoca (a.) 1. Eskiden medreselerde eğitim veren kimse. 2. Öğretmen. 3. Din görevlisi.hodbin (ö a.) Yalnız kendini düşünen, bencil.hokey (a.) Bir ucu kıvrık sopalarla çayır ya da buz üzerinde iki takım arasında oynanan bir taş oyunu.hokka (a.) Maden, cam ve topraktan yapılan küçük kap.hokkabaz (ö a.) El çabukluğu ile şaşırtıcı oyunlar yapan kimse, sihirbaz.homurdamak (e.) Öfke ile anlaşılır anlaşılmaz sözler söylemek.hoparlör (a.) Ses yükseltme aygıtı.hoplamak (e.) Sevinç ve öfke ile havaya sıçramak. Hor (b.) Aşağı, değersiz. hora (a.) El ele tutularak oynanan bir tür oyun. horlamak (e.) 1. Kötü davranmak, küçük görmek. 2. Uyurken "hor hor" diye sesler çıkarmak.horon (a.) Doğu Karadeniz bölgesinde kemençeyle oynanan halk oyunu. horoz (a.) Erkek tavuk. horst (a.) Çöküntü hendeğinin yanındaki çıkıntılar. horozlanmak (e.) Birine üstünlük taslamak. hortlak (a.) Kimi inanışa göre ölüp de dirilen, geceleri ortalıkta dolaşıp insanlara kötülük yapan ölü. Hayalet. Hortum (a.) 1. Fil ve bazı böceklerde boru biçimindeki ağız. 2. Tulumba ya da musluklara takılan genellikle plastikten uzun boru. 3. Hava ya da suyun hızla dönüp sütun biçiminde yükselmesiyle oluşan, alanı dar bir siklon çeşidi.hostes (a.) Taşıtlarda, özellikle de uçaklarda yolculara hizmet eden bayan. hoş (ö a.) Beğenilen, zevk veren.hoşaf (a.) Üzüm, erik, kayısı gibi meyvelerin kurusundan yapılan bir çeşit taneli şerbet.hoşbeş (b.) Buluşanlar arasında hatır sormak amacıyla söylenen ilk sözler, hoşgörü (a.) Her şeyi anlayışla karşılayabilme. hoşlanmak (e.) Hoşuna gitmek, hoşnut olmak. hoşnut (b.) Bir davranış, bir durum ya da bir kimseden memnun olan, yakınması olmayan.hovarda (ö a.) Zevki için bol para harcayan kimse. hoyrat, -ti (a.) Davranışlarıyla başkalarını üzen, kaba, kırıcı.hödük (ö a.) Görgüsüz, anlayışsız, kaba kimse, hörgüç (a.) Devenin sırtındaki tümsek.

87

Page 88: Turkce-sozluk

höyük (a.) Eskiden çeşitli amaçlarla yapılmış yayvan tepe.hububat, -ti (a.) Buğday, mısır gibi tahıllar.Huda (a.) Allah.hud'a (a.) Hile, düzen, aldatma.hudut (a.) Sınır, son.hudutsuz (ö a.) Sınırsız, sonsuz.hukuk, -ku (a.) 1. Toplumun yaşamını düzenleyen yasaların tümü. 2. Bu yasaları inceleyen bilim dalı.hukukçu (ö a.) Hukuku meslek edinen, hukukla uğraşan kimse.hülya 1. Kuruntu. 2. Tatlı hayal.humma (a.) Ateşli hastalık. 2. Sıtma, sıtma nöbeti.hummalı (ö a.) Ateşli.humus (a.) Bitkilerin çürümesiyle oluşan koyu renkte organik öz.hunhar (a.) Kan dökücü.huni (a.) 1. Bir sıvıyı ağzı dar bir kaba aktarmak için kullanılan koni biçimindeki araç. 2. Ağızlık.hurafe (a.) Boş inanç.hurç (a.) Yorgan, yastık, giyecek vb. koymaya yarayan, kumaştan yapılmış özel çanta.hurda (ö a.) İşe yaramayacak kadar bozulmuş.huri (a.) 1. Cennette yaşadığına inanılan kızlara verilen ad. 2. mec. Çok güzel kadın.husumet, -ti (a.) Düşmanlık.husus (b.) 1. Konu, madde. 2. Özellik, yön.hususî (ö a.) Özel.huş (a.) Gürgengillerden kerestelik bir ağaç cinsi.hutut fa.; Çizgiler.huy (a.) Sürekli yinelenen davranış, alışkanlık.huysuz (ö a.) Huyları iyi olmayan, geçimsiz.huzme Demet, ışın demeti.huzur (a.) Sıkıntısız, dertsiz yaşam.hücre (a.) Canlıların dokusunu oluşturan en küçük parça. 2. Küçük oda.hüküm, -kmü (a.) 1. Yargı. 2. Yargı kararı.hükümdar (a.) Büyük bir ülkeyi yöneten, devlet başkanı.hükümlü (ö a.) Cezaya çarptırılmış mahkum.hükümran (ö a.) Egemen.hülâsa (a.) 1. Özet. 2. Bir şeyin özü.hülleci (a.) Hülle yoluyla evlenme işini gerçekleştiren kimse.hüner (a.) Ustalık, beceriklilik.hülya (a.) bak. hülya.hür, -rrü (ö a.) Özgür, bağımsız.hürriyet, -ti (a.) Özgürlük, bağımsızlık.hürriyetperver (a.) Hürriyetçi, özgürlükçü.hüt (a.) "Çok şişmek, kabarmak" anlamında kullanılan "Hüt dağı gibi şişmek" deyiminde geçer.hüve hüveslne (a.) Tamamı tamamına.hüviyet, -ti (a.) Kimlik.hüzün, -znü (a.) İç kapanıklığı, gönül üzgünlüğü.hüzünlü (ö a.) Gönüle üzgünlük veren, iç kapanıklığına yol açan.hüzünsüz (ö a.) Hüznü olmayan şen, sevinçli.hüzünsüzlük, -ğü (a.) Hüzünsüz olma durumu.hüzzam (a.) Türk müziğinde bir makam.

88

Page 89: Turkce-sozluk

I ı

ı, I Türk alfabesinin on birinci harfi, kalın, düz, dar ünlüdür.ıcığı cıcığı (a.) İçi dışı, hepsi.ığıl (a.) Belli olmayacak kadar yavaş akan su.ığıl ığıl (b.) Ağır ağır, yavaş yavaş.ığrıp, -bı (is.) 1. Bir tür delikli balık ağı. 2. Yalan, düzen.ığşalamak (e.) Ağacı sallamak, silkmek.ıh (a.) Deveyi çökertmek için çıkarılan ses.ıhlamak (e.) Hastalıktan ya da yorgunluktan inler gibi "Ih!" sesi çıkarmak.ıhlamur (a.) Çiçekleri kurutularak çay yapılan büyük gövdeli bir ağaç.ıhmak, (nsz.) (deve) Çöküp oturmak.ıhtırmak (a.) Çöktürüp oturtmak.ıkıl ıkıl (b.) 1. Boğulur gibi, sıkıntı ile soluyarak. 2. Güçlükle, zorlanarak.ıkınmak (nsz.) 1. Herhangi bir nedenle soluğunu içinde tutarak kendini zorlamak.2. Peklikte ya da doğum sırasında soluğunu tutarak kasları zorlamak.ıkına sıkına (b.) 1. Büyük güç harcayarak, kendini zorlayarak. 2. Çekinerek, sıkılarak.ıkına tıkına (b.) Sıkılarak, zorluk çekerek.ıklamak (nsz.) 1. Yük altında güçlükle solumak. 2. Ağlarken soluğu kesilir gibi iç çekmek.ıklım tıklım (b.) Alabildiğinden de çok, ağzına kadar dolu, çok kalabalık.ılgamak (e.) hlk. Atı dört nala sürmek.ılgım (a.) Çölde, uzaktan su gibi görünen ışık yanıltmacı, serap.ılgın (a.) Akdeniz Bölgesi'nde yetişen bir ağaç ya da ağaççık cinsi.ılgıt ılgıt (b.) Yavaş yavaş.ılıca (a.) Suyu, sıcak olarak yerden çıkan ve kimi hastalıkların tedavisinde yararlanılan hamam, kaplıca.ılıcak Az ılık, ılıkça.ılık (ö a.) Soğuk ile sıcak arası ne soğuk, ne sıcak.ılım (a.) İstek ve tutkularda ölçülü davranma erdemi, ölçülülük.ılıman (ö a.) Sıcaklığı ne çok yüksek ne de çok düşük olan yer.ılımlı (ö a.) Aşırılığa kaçmayan, ölçülü.ılıştırmak (e.) Sıcak suya soğuk ya da soğuk suya sıcak su katarak ılık duruma getirmek.ıpıl ıpıl (b.) Pırıl pırıl.ıpıslak (ö a.) Çok ıslak, her yanı ıslak.ıpıssız (ö a.) Çok ıssız.ıra (a.) Öz yapı, seciye, karakter.ırak (ö a.) Uzak olan, yakın olmayan.ırakgörür (a.) 1. Dürbün. 2. Teleskop.ıraklık (a.) Uzaklık.ıraklaşmak (e.) Uzaklaşmak.ıraksak (ö a.) Birbirinden gittikçe uzaklaşan (ışınlar, çizgiler).ıraksama (a.) 1. Iraksamak işi. 2. Iraksak olma durumu.ıraksamak (a.) Bir şeyin gerçekleşmesini uzak görmek, olacağına pek inanmamak.ıramak (e.) Uzaklaşmak, uzamak, ara açılmak.ırgalamak (e.) 1. Yerinden oynatıp sallamak, sarsmak. 2. İlgilendirmek.ırgamak (e.) 1. Çabuk olmak, davranmak. 2. Oynatmak, kımıldatmak.ırgat (a.) Tarım veya inşaat alanında çalışan işçi.

89

Page 90: Turkce-sozluk

ırgatbaşı (a.) Irgatlardan sorumlu kimse.ırk, -ki (a.) 1. Kalıtımsal olarak, ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insan topluluğu. 2. Bir canlı türünde aynı karakteri taşıyan canlıların oluşturduğu alt bölüm. 3. Soy.ırkçılık (a.) İnsanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti.ırktaş (ö a.) Aynı ırktan olan kimse.ırmak (a.) Akarsuların en büyüğü.ırz (a.) Bir kimsenin başkaları tarafından dokunulmaması, saygı gösterilmesi gereken özel değerleri.ırz ehli (is.) Namuslu, iffetli, temiz kimse.ısdar (a.) Halı, kilim dokunan tezgâh.ısı (a.) Bir cisimde sıcaklığın artmasına neden olan güç, enerji.ısın (a.) Bir kilogram suyun sıcaklığını bir derece yükseltmek için gereken ısı miktarı.ısındırmak (e.) 1. Isınmasını sağlamak, sıcaklık kazandırmak. 2. (mec.) Birinin bir şeye alışmasını, ilgi duymasını sağlamak.ısınma ısısı (a.) Bir cismin bir gramının sıcaklığını bir santigrat dereceye yükselten ısı miktarı.ısınmak (nsz.) 1. Sıcak duruma gelmek. 2. Üşümeyi gidermek.ısıölçer (a.) Cisimlerin ısınma derecesini ölçen alet, kalorimetre.ısırgan (a.) Her yanı sert tüylerle kaplı, yemeği yapılan bir çeşit ot.ısırık (a.) Işınlan yerde kalan iz.ısırmak (e.) Dişlerin arasına alıp sıkmak.ısısız Oluşumu sırasında ısı alıp vermeyen.ısıtıcı (a.) Bir nesnenin, daha çok bir akışkanın sıcaklığını, kullanmadan önce yükseltmeye yarayan aygıt.ısıtmak (e.) 1. Isısını yükselterek sıcak duruma getirmek. 2. mec. Yaklaştırmak, alıştırmak.ıskarta (a.) Çeşitli nedenlerden dolayı değerini yitirmiş, çürük.ıskonto (a.) indirim.ıslah (a.) Düzeltme, yeniden uygun duruma getirme.ıslahat (a.) Düzenleme.ıslah evi (a.) Suç işleyen çocukları topluma kazandırmak için oluşturulmuş kurum.ıslak (ö a.) Suya batırılmış ya da üzerine su dökülmüş olan.ıslaklık (a.) Islak olma durumu.ıslatmak (e.) Islak duruma getirmek.ıslık (a.) Dudakları büzerek, parmakların yardımı ile ağızdan çıkarılan tiz ses.ıslıklamak (e.) Birine karşı ıslık çalarak sevilmediğini, istenmediğini ya da beğenilmediğini belli etmek.ısmarlamak (e.) Bir şeyin alınmasını ya da yapılmasını istemek.ıspanak (a.) Yapraklarından sebze olarak yararlanılan bir bitki.ıspatula (is.) Cerrahide, ev işlerinde, duvarcılıkta kullanılan, bir maddeyi kazımaya, yaymaya yarayan küçük kürek; metal, ağaç gibi maddelerden yapılan araç.ısrar (a.) Bir şeyin üzerinde durma, üsteleme.ıssız (ö a.) Üstünde, içinde insan yaşamayan.ıssızlaşmak; Issız duruma gelmek, tenhalaşmak.ıstakoz (a.) Yengeçlerden on ayaklı, eti için avlanan kabuklu bir deniz hayvanı.ıstampa fa. j Mühür gibi damgalı şeyleri mürekkeplemeye yarayan, içinde mürekkepli çuha bulunan kutu.ıstılah (is.) 1. Terim 2. Herkesin anlamadığı özel anlamda kullanılan söz.ıstırap (a.) Acı veren, üzücü durum.ışık (a.) Cisimleri görmeye, renkleri ayırmaya yarayan fiziksel güç, aydınlık.

90

Page 91: Turkce-sozluk

ışıklandırma (a.) Aydınlatma.ışıldak (ö a.) Karanlıkta uzağı aydınlatmak için kullanılan ışık kaynağı.ışıldamak (e.) Karanlık içinde parıldamak.ışıldatmak (e.) Işıldamasını sağlamak.ışıl ışıl (b.) 1. Titrek ve parlak bir ışık. 2. (ö a.) Parıltılı, ışıltılı.ışıltı (a.) Işıldayan bir şeyin ışıldarken saçtığı ışık.ışın (a.) 1. Bir ışık kaynağından çıkarak her yöne yayılıp giden ışık demeti. 2. Bir noktadan çıkıp sonsuza giden yarım doğrulardan her biri.ışınım (a.) 1. Bir aydınlatma kaynağının ışın yayımı, radyasyon. 2. Bir enerjinin ışık demeti durumunda yayılması. 3. Isının, bir kaynaktan ışın ve dalga devinimi yoluyla yayılması.ışınlamak (a.) Mikropların bulaşmasını azaltmak amacıyla yiyecek maddelerini hafif iyonlaştırıcı ışınlara tutmak.ıtır, -trı (a.) Güzel koku.ıvır zıvır (a.) Yararsız bir sürü şeyızbandut (a.) İri yarı ve korkutan adam.ızgara (a.) 1. Metal çubukların, ağaç dallarının aralıklı sıralanmasıyla yapılan parmaklık ya da kafes biçiminde araç. 2. Et, balık, köfte gibi yiyecekleri pişirmekte kullanılan araç. 3. Bu araç üstünde pişmiş yiyecek. ızgaralık (a.) Izgara yapmaya elverişli et.

İ i

i, i Türk alfabesinin on ikinci harfi, ince, düz, dar bir ünlüdür.iade (a.) 1. Verilen bir şeyi almayarak geri verme, reddetme. 2. Alınmış bir şeyi geri verme.iadeli (ö a.) Kendisine ulaştırılan kişiden, gönderene iletilmek için imza alınan.iane (a.) 1. Yardım. 2. Yardım amacıyla toplanan para.ibadet, -ti (a.) Allah buyruğunu yerine getirme.ibare (a.) Bir düşünceyi anlatan birkaç cümlelik söz.ibaret, -ti (a.) Oluşan.ibik (a.) Horoz, hindi gibi hayvanların tepesinde bulunan kırmızı uzantı.ibiş (a.) Orta oyununda çoğu kez aptal uşak rolünü oynayan komik.iblis (a.) 1. Şeytan. 2. Kötü, düzenci.iblisçe (b.) Şeytanca, kötülük düşünerek.ibra (a.) Aklama, temize çıkarma.ibraz (a.) Ortaya koyma, gösterme, meydana çıkarma.ibre (a.) Kimi ölçü aletlerinde ve radyoda sayı ve işaretleri gösteren hareketli çubuk, gösterge.ibret, -ti (a.) Kötü bir olay ya da durumdan alınan ders.ibrik (a.) Sıvı şeyler koymaya yarayan kulplu kap.ibrişim (a.) Kalınca bükülmüş ipekli ip.icabet (a.) Bir çağrıyı yerine getirme, bir çağrıya gitme. 2. Bir buyruk veya isteğe uyma, kabul etme.icap, -bı (a.) Yapılması gereken.icar (a.) Kira.icat, -di (a.) 1. Yeni bir şey yapma, bulma. 2. Gerçekmiş gibi gösterme çabası.icra (a.) Yapma, uygulama.icraat, -ti (a.) Yapılan işler.

91

Page 92: Turkce-sozluk

iç (a.) Herhangi bir şeyin sınırları içinde kalan, dışın karşıtı.içbükey (ö a.) Ortası çukur olan.iç cep (a.) Giysilerin iç yönüne açılan cep.içecek (a.) İçilen şeyler.içeri (a.) Bir şeyin içi.içerik (a.) Bir şeyin içinde bulunan öğelerin tümü, muhteva.içerlek (ö a.) 1. Yanındakiler-den daha içeride, geride bulunan. 2. İçine çökmüş, derinde olan.içerlenmek (e.) için için öfkelenmek.içermek (e.) İçine almak, içinde bulundurmak.içgüdü (a.) Canlıları yaşamaları için kendilerine yararlı davranışları yapmaya yönelten duygu.iç güvey (a.) Karısının ailesiyle oturan damat.için (b) 1. Amacıyla. 2. Karşılık.için için (b.) İçinden, açığa vurmadan.iç işleri (a.) Bir ülkenin ya da topluluğun kendisini ilgilendiren işleri.içit (a.) İçilecek şey.içki (a.,) İçinde alkol bulunan içecek.içkili (ö a.) İçki içmiş olan.içlene içlene (b.) Sürekli içine atarak.içlenmek (e.) Belli etmeden bir şeye üzülmek.içli (ö a.) 1. (taneli sebze veya kuru yemişler için) İçi dolu. 2. (mec.) Kolay duygulanıp incinen, hassas, hisli. 3. (mec.) Duygulandıran, etkili.içme (a.) 1. İçme eylemi. 2. İlâç olarak ya da sindirim sistemini temizlemek için içilen su.içmek (e.) Bir sıvıyı ağza alıp yutmak.iç mimar (a.) Bir yapının içini süsleyen ve döşeyen sanatçı.içten (ö a.) Yapmacık olmayan, candan.içyağı (a.) Hayvanların karın boşluğundan çıkarılan yağ.içyüz (a.) Görünenden farklı olan bir durum.idam (a.) Ölüm cezası.idare (a.) 1. Bir yerin işlerinin yürütülmesini sağlama. Çekip çevirme, yönetim. 2. Kurumları yöneten görevlilerin bulunduğu yer.idareli (ö a.) Yönetmesini iyi bilen, iyi yöneten.idarî (ö a.) Yönetimle ilgili.iddia (a.) İleri sürülüp savunulan düşünce, tez.iddialı (ö a.) İddiasında kararlı.iddianame (a.) Soruşturma sonunda savcının iddiaları ve suç isnad delilleri ile ilgili yazısı.iddiasız (ö a.) Bir iddiası olmayan, alçakgönüllü.ideal (a.) Varılmak istenen amaç, ülkü.idealist (ö a.) Belli bir amaç için çalışan, ülkücü.idil (a.) Kır yaşamı içinde, aşk konusunu işleyen kısa şiir.idman (a.) Vücudun gelişmesi, sağlıklı olmak için yapılan her türlü beden hareketleri.idrak, -ki (a.) Anlayış, algılama düzeyi.idrar (a.) Sidik.ifa (a.) Bir işi yapma, yerine getirme.ifade (a.) Anlatım, anlatım biçimi.iffet, -ti (a.) Cinsel konularda genel ahlâk kurallarına bağlılık. Namusunu korumak.iffetli (ö a.) Namuslu.iflâs (a.) Ticarette borçlarını ödeyemez duruma gelme.ifna (a.) 1. Yok etme. 2. Tüketme.ifrit, -ti (a.) 1. Korkunç, kötü cin. 2. mec. Korku verici, sinirlendirici kimse veya nesne.iftar (a.) Oruç açma.

92

Page 93: Turkce-sozluk

iftihar (a.) Övünme.iftira (a.) İlgisi olmayan masum birini suçlama, karalama.iğ (a.) Pamuk, yün gibi şeyleri ip biçimine getirmeye yarayan alet.iğde (a.) Çiçekleri güzel kokan bir ağaç ve bunun meyvesi.iğfal (a.) Baştan çıkarma, kandırma.iğne (a.) 1. İnce uzun dikiş dikme aracı. 2. Vücuda sıvı vermek için kullanılan alet.iğrenç (ö a.) Çok kötü, iğrenilecek durum.iğrenmek (e.) Bir şeyi çok kötü ve ahlâksızca bulup ondan uzaklaşma duygusuna kapılmak.ihanet, -ti (a.) Hıyanet, hainlik, sevgide aldatma.ihbar (a.) Gizlice haber verme. Bildirme.ihbarname (a.) Haber verme kâğıdı.ihlâl, -li (a.) Bozma, yasalara uymama.ihmal, -li (a.) Gereken ilgi ve özeni göstermeme, savsaklama.ihracat (a.) Bir ülkenin ürettiği malları ülke dışına satması, dış satım.ihracatçı (a.) İhracat işiyle uğraşan tüccar.ihsan (a.) İyilik etme, iyi davranma. 2. Bağışlama, bağışta bulunma.ihtar (a.) Dikkati çekme, uyarı.ihtilâf (a.) Anlaşmazlık.ihtilâl, -li (a.) Bir düzeni yıkarak yerine yeni bir düzen getirme girişimi.ihtimal, -li (a.) Olabilirlik, olasılık.ihtiras (a.) Aşırı istek.ihtiyaç (a.) Gerek duyulma, gereksinim.ihtiyar (a.) Çok yaşamış, yaşlı.İhtiyat, -ti (a.) Sakınma, yedek.ikamet (a.) Bir yerde sürekli oturma.ikaz (a.) Uyarı.ikbal, -li (a.) Geleceğin parlak olması durumu, ufuk açıklığı. İşlerin iyi gitmesi. Yüksek mevkie çıkmak.iki (a.) İki adet bir, birden sonra gelen sayı.ikinci (a.) 1. İki sayısının sıra sayı sıfatı. 2. Sırada, önem bakımından birinciden sonra gelen.ikindi (a.) Öğle ile akşam arasındaki zaman.ikişer (a.) İki sayısının üleştirme sayı sıfatı, her defasında ikisi bir anda olan, her birine iki.ikiyüzlü (ö a.) Özü sözü bir olmayan.ikiz (ö a.) Bir doğumda dünyaya gelen iki kardeş.ikizkenar (ö a.) İki kenarı eşit olan.iklim (a.) Bir bölgenin ortalama hava koşullarıyla beliren durum.ikmal, -li (a.) Tamamlama.ikna (a.) Bir şeye inandırmaya çalışma.ikram (a.) Konuğu ağırlama.ikramiye (a.) Bir iş yerinde çalışanlara maaş dışında verilen para.iktidar (a.) 1. Güç 2. Hükümeti yönetenler.iktisat, -di (a.) 1. Tasarruf etmek. Tutumluluk. Kısıntı. 2. Ekonomi ilmi.iktisadî Ekonomik.ilâç (a.) Bir hastalığı iyileştirmek için kullanılan çeşitli maddeler.ilâh (a.) Allah.ilâm (a.) Mahkeme kararını belirten yazılı kâğıt. 2. Bildirme, anlatma.ilân (a.) Herkesin duyması, öğrenmesi için duvara asılan ya da gazetelere verilen yazı.ilâve (a.) Ek.ilca (a.) Zorlama, mecbur bırakma.ilcaat (a.) Zorlamalar.

93

Page 94: Turkce-sozluk

İlçe (a.) İlden sonra gelen yerleşim merkezi.ile (b.) 1. Beraber, birlikte. 2. Ve.ilelebet (b.) Sonsuza kadar.ileri (ö a.) 1. Gelişmiş, ilerlemiş olan. 2. Ön tarafın uzakçası.iletken (ö a.) Elektrik ya da ısıyı taşıyabilen, üzerinden geçiren.iletki (a.) Açı ölçmeye yarayan alet.iletmek (e.) 1. Götürmek, ulaştırmak, nakletmek. 2. Elektrik akımı, ısı, gaz vb.'ni bir yerden başka bir yere götürmek.ilgeç (a.) Tek başına anlamı olmayan, cümle içinde, sözcükler arasında, anlam ilgisi kuran sözcüklere verilen ad, edat.ilgi (a.) 1. İki varlık arasındaki bağlılık, ilişki. 2. Bir şeye karşı aşırı duyarlı olma.ilgili (ö a.) İlgisi olan.ilginç (ö a.) Dikkat çekici, benzerlerinden farklı olan.ilham (a.) İçe doğma, esin.ilik (a.) Düğme geçirilmek için elbisede açılan delik.ilik (a.) Kemiklerin içini dolduran yağlı madde.iliklemek (e.) Düğmeleyerek elbisenin önünü kapatmak.ilim (a.) Bilim.ilinti (a.) İki şey arasında ilgi, ilişki.ilişik (a.) İliştirilmiş olan.ilişki (a.) 1. İki şey arasında karşılıklı ilgi, bağ, münasebet, temas. 2. Dostluk, yakın münasebet. 3. Cinsel temas.ilişmek (e.) Hafifçe dokunmak, takılmak.ilk, -ki (ö a.) Zaman, sıra, yer ve önem bakımından ötekilerden önce gelen. 2. (a.) Herhangi bir şeyin en önde olanı, önce geleni. 3. (b.) Birinci olarak, en başta.ilkbahar (a.) Tabiatın canlanmaya başladığı kıştan sonraki mevsim. (Kuzey Yarımküre için) Mart, nisan, mayıs aylarını içine alan dönem.İlk Çağ (a.) Tarihin bilinmeyen zamanından başlayıp M.S. 476 yılına kadar geçen zamana verilen ad.ilke (a.) Bir iş yapılırken daha önceden kararlaştırılmış temel kurallar.ilkel (ö a.) Gelişmemiş, zamana göre geri kalmış.ilkin (b.) Önce.ilköğretim (a.) Öğrenimin sekiz yıl verildiği eğitim kurumu.ilkyaz (a.) İlkbahar.ille (b.) Ne olursa olsun, hangi koşulda olursa olsun, her hâlde.illet, -ti (a.) Hastalık.ille (ö a.) Nedense.ilmî (ö a.) Bilimle ilgili, bilimsel.ilmik (a.) Kolayca çözülebilen düğüm.iltica fa.; Sığınma.iltifat,-tı (a.) Birine karşı tatlı, yumuşak davranma, ilgilenme.İltihap (a.) 1. Yaranın mikrop kaparak irin toplaması, cerahatlanması. 2. Alevlenme, tutuşma.İltihabı (ö a.) İltihapla ilgili. 2. İltihabı olan, yangılı, iltihaplı.iltimas (a.) Kayırma.im (a.) 1. İşaret. 2. Parola. 3. Alamet.ima (a.) Bir şeyi dolaylı olarak anlatma, anımsatma.imaj (a.) 1. İmge. 2. Genel görünüş, izlenim.imal, -li (a.) Yapma, üretme.imalat (a.) Yapılmış işler.imam (a.) Müslümanlara namaz kıldıran kimse.

94

Page 95: Turkce-sozluk

imambayıldı (a.) Bir çeşit patlıcan yemeği.iman (a.) 1. İnanma, inanç. 2. Allah'a inanma. 3. mec. Bir konuda kuvvetli inanç.imar (a.) Bayındır ve mamur hale getirme. Şenlendirme. Şehirleri belli plana göre düzenleme.imaret,-ti (a.) Yoksullara yiyecek dağıtmak üzere kurulmuş aşevi.imbat,-tı (a.) Güneybatıdan esen rüzgâr.imdat (a.) Tehlike sırasında yapılan yardım.imdat (a.) "Yetişin, kurtarın" anlamında seslenme.imece (a.) Köylerde hep birlikte yapılan işler.imge (a.) hayal.imha (a.) Yok etme, ortadan kaldırma.imkân (a.) Olanak.imlâ (a.) Bir dilde sözcüklerin yazımı ile ilgili kurallar, yazım.imparator (a.) İmparatorluğu yöneten kişi.imparatoriçe (a.) İmparatorun eşi, imparator olan kadın.İmrahor (a.) Padişah ahırlarına ve onlarla ilgili gereçlere bakmakla görevli kimse.imrenmek (e.) Bir şeyi yeme veya elde etme isteği.imtihan (a.) Sınav.İmtina, -ı (a.) Kaçınma, sakınma, çekinme.imtiyaz (a.) Başkaları karşısında ayrıcalıklı durum, ayrıcalık.imza (a.) Bir kimsenin, her zaman kendi eliyle yazageldiği adının ve soyadının yazılış tarzı.in (a.) Yabanî hayvanların barınağı.inak-ğı (a.) Dogmainakçı (a.) Dogmatik.inal (a.) Kendisine inanılan kimse.inam (a.) Güvenilen, inanılan kimse. Güvenilerek bırakılan emanet.inan (a.) İnanmak işi.inanç (a.) Bir fikre bağlılık. İman. Kesin kabul.inandırmak (e.) İnanmasını sağlamak.inanmak (a.) Bir şeyi doğru ve gerçek olarak benimsemek.inat (a.) Ayak diretme.ince (ö a.) 1. Dar ve uzun. 2. Kabanın karşıtı. ince bağırsak (a.) Mideden kalın bağırsağa kadar olan sekiz buçuk metrelik bölüm. incelemek (e.) Bir şeyin tüm özelliklerini, ayrıntılarını anlamaya çalışmak. inci (a.) İstiridye gibi deniz hayvanlarının içinden çıkan sedefli tanecik.incik (a.) Dizden topuğa kadar olan ince kemik.İncil (a.) İsa Aleyhisselâm’a inen Hıristiyanların kutsal kitabı.incinmek (e.) Ters bir hareket ya da darbe sonucu vücudun bir yerinin ağrıması.incir (a.) Yaprakları geniş dilimli, boyu on metreye ulaşan bir ağaç ve meyvesi.ineç, -ci (a.) Tekne.indirmek (e.) Bir şeyin yüksekten aşağı inmesini sağlamak.İnek: Dişi sığır.İnfak (a.) Nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlamak.infaz (a.) Mahkemelerin verdiği kararı yerine getirme.infilâk (a.) Güçlü bir biçimde patlama.inik (ö a.) Yerinden indirilmiş.inilti (a.) İnlerken çıkan ses.inkâr (a.) Bir şeyin varlığını kabul etmeme, yok sayma, yadsıma.inkılâp (a.) Devrim.inme (a.) 1. İnmek eylemi. 2. Vücudun bir tarafının hareket edemez duruma gelmesi, felç.insaf (a.) Acımaya, mantığa dayanan adalet.

95

Page 96: Turkce-sozluk

insan (a.) İki eli, iki ayağı olan, ayakları üzerinde yürüyebilen, elleri ile alet yapabilen, düşünen canlı. Ademoğlu, olgun kişi.insancıl (ö a.) insana değer veren, insanî değerleri savunan.inşa (a.) Yapı kurma, yapı yapma.inşaat, -ti (a.) Yapı işleri.intiba (a.) İzlenim.intibak, -ki (a.) Uyma.İntihar (a.) Kendi yaşamına kendisinin son vermesi.intikam (a.) Öç.intizam (a.) Düzen, düzgünlük.İnzibat, -ti (a.) 1. Sıkı yönetim. 2. Askerlerin kışla dışında davranışlarını denetleyen görevli er ya da erbaş.ip (a.) Çeşitli bitkilerin liflerinden yapılan, bir şeyi bağlama ya da asmaya yarayan kalın sicim.ipek (a.) 1. İpekböceğinin kozasından elde edilen ince, parlak iplik. 2. Bu iplikle dokunmuş kumaş.ipekböceği (a.) Ördüğü kozalardan ipek elde edilen bir tür böcek.iplik (a.) Dikiş ve nakışta kullanılan ince ip.ipotek (a.) Borca karşılık rehin olarak verilen ev, tarla gibi taşınmazlar.iptal, -li (a.) Bir anlaşmayı, uygulamayı geçersiz kılma.ipucu (a.) Aranan şeye ulaşmaya yardım edecek başlangıç noktaları.irade (a.) 1. Davranışlarını, eylemlerini akla uygun gerçekleştirebilme yetisi, istenç. 2. Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü.irfan (a.) Bilme, anlama, kültür.iri (ö a.) Büyük.irin (a.) Yaradan akan sarımtırak koyu sıvı.iris (a.) Gözün renkli bölümü.iriyarı (ö a.) İri yapılı.irkilmek (e.) Korkarak geriye çekilmek.irmik (a.) Çorba ya da helva yapılan iri öğütülmüş un.irtica (a.) Eskiye, geriye dönüşü savunan, gericilik.irtifa (a.) Yükseklik.irtifak (a.) Faydalanabilme. Kullanabilme.irtifak hakkı (a.) Gayri menkulde başkasına bırakılan yararlanma hakkı.is (a.) Dumanın değdiği yerde oluşan kara leke.isabet (a.) 1. Hedefe vurma, hedefi vurma. 2. Güzel rastlantı.isim,-mi (a.; 1. Ad. 2. Sözcük türlerinden biri. iskambil (a.) Çeşitli oyunlar oynanan, bir yüzünde sayılar ve şekiller bulunan kâğıt destesi.iskân (a.) Bir yere yerleştirip ikamet ettirme.iskarpin (a.) Ökçeli, konçsuz ayakkabı.iskele (a.) Deniz taşıtlarının yanaşması için tahta ya da betondan yapılmış, denize doğru uzanan yer. iskelet, -ti (a.) İnsan ve hayvan bedeninin kemik çatısı, iskemle (a.) Arkalıksız sandalye.iskete (a.) Güzel sesli küçük bir kuş.iskorpit, (a.) Vücudunda dikenleri olan bir balık. İslâm (a.) 1. Müslümanlık. Allah'ın son Peygamberi Hazret-i Muhammed vasıtasıyla gönderdiği din. 2. Allah'a teslim olma, emirlerine uyup yasaklarından kaçma. isnat (a.) 1. Bir düşünceyi, bir konuyu, bir kişi ya da bir nedene dayandırma, yükleme. 2. (mec.) Karalama, üstüne atma.

96

Page 97: Turkce-sozluk

ispat, -ti (a.) Bir şeyin doğruluğunu kanıtlarıyla gösterme.ispinoz (a.) Gagası kısa, sırt tüyleri mavi, karın altı kırmızı renkli güzel sesli bir kuş. ispiyon (a.) Birinin sırlarını, eylemlerini, düşüncelerini gözleyip yetkililere bildirerek çıkar sağlayan kimse, ihbarcı.israf (a.) Savurganlık, gereksiz yere harcama yapma. istasyon (a.) Durak, istatistik (a.) Bir yargıya varmak için olayları dikkatli bir biçimde rakamlarla sıralama.istavrit, -ti (a.) Bir çeşit küçük balık.istek (a.) Bir şeye karşı duyulan arzu.istemek (a.) istek duymak. isteri (a.) Duygu bozukluğu, çırpınma gibi biçimlerde görülen sinir hastalığı. isterik (a.) İsteri hastalığına yakalanmış. istida (a.) Dilekçe.istidat (a.) Yetenek, istif (a.) Düzgün ve üst üste dizme.istifa (a.) Kendi isteği ile görevden ayrılma. istifrağ (a.) Kusma.istifade (a.) Yararlanma.istihkar (a.) Hor görme, aşağılama.istihbarat, -ti (a.) Haber alma, bilgi toplama işi.istihsal, (a.) Üretim.istikbal, (a.) Gelecek.istikrar (a.) Aynı kararda, biçimde sürme, kararlılık.istiklâl, (a.) Bağımsızlık.istilâ (a.) Kaplama, basma.istimlak, -ki (a.) Hükümetin, mülk sahibinin düşüncesine baş vurmadan bir yeri kamulaştırması.istiridye (a.) Yumuşakçalardan, Kabuklu bir deniz hayvanı.istirahat (a.) Dinlenme.istismar (a.) Birinin iyi niyetinden yararlanma, sömürme.istisna (a.) 1. Bir kimseyi ya da bir şeyi kendi benzerinden ayrı tutma. 2. Genelden ayrı, kural dışı olma, aykırılık.isyan (a.) Yasalara karşı gelme.iş (a.) 1. Bir sonuç elde etmek, herhangi bir şey ortaya koymak için güç harcayarak yapılan etkinlik, çalışma. 2. Geçim sağlamak için herhangi bir alanda yapılan çalışma, meslek.işaret (a.) 1. İm. 2. Belirti, gösterge, 3. El, yüz hareketleriyle gösterme.iş başı (a.) İşe başlama.iş birliği (a.) Amaç ve çıkarları bir olanların oluşturduğu iş ortaklığı.iş bölümü (a.) Bir işi iki ya da daha çok kişi arasında bölme.işçi (a.) Başkasının yararına bedenini, kafa gücünü ya da el becerisini kullanarak ücretle çalışan kimse.işgal (a.) Bir yeri güç kullanarak ele geçirme.işgüzar (a.) 1. Eli işe yatkın, becerikli. 2. Gereği yokken, daha çok kendini göstermek için işe karışan.işitmek (e.) 1. Kulakla algılamak, duymak. 2. Haber almak. 3. Kendisine söylenilmek.işkâl (a.) Güçleştirme, çetinleştirme.işkembe (a.) Geviş getiren hayvanların midesi.işkence (a.) Birine yapılan her çeşit üzüntü ve acı veren davranış.işkil (a.) Kötü bir durumla karşılaşma sanısı, kuşku, kuruntu, vesvese.işkillenmek (nsz.) İşkilli duruma gelmek, pirelenmek.

97

Page 98: Turkce-sozluk

işlek (ö a.) Hareketli, canlı, çok işleyen.işlem (a.) Bir işi sonuçlandırmak için yapılan iş ya da uygulamaların tümü.işletme (a.) İşlemeyi sağlayan yönetim.işlev (a.) Bir nesnenin ya da kişinin yaptığı, gördüğü iş, görev..işlik (a.) Zanaatçıların ya da ressam, heykeltıraş gibi sanatçıların iş gördükleri yer, atölye.işporta (a.) 1. Gezici satıcıların mallarını koymaya yarayan yayvan sepet ya da ona benzer araç, sergi. 2. Açıkta yapılan satış.işsiz (ö a.) İşi olmayan.iştah (a.) Yemek yeme isteği.işte (ü.) 1. Bir şey gösterilirken ya da işaret edilirken denir. 2. Anlatılan şeye ilgi çekmek için söylenir.işteş çatı (a.) Bir eylemin birden çok özne tarafından, karşılıklı, ortaklaşa yapıldığını belirten çatı.işteşlik (a.) Bir işin karşılıklı ya da birlikte yapıldığını bildiren eylem.iştial, (a.) Tutuşma, parlama, alevlenme.iştigal, -li (a.) Uğraşma, ilgilenme, meşgul olma.iştira (a.) Satın alma.iştiyak, -ki (a.) Göreceği gelme, özleme. Güçlü istek, arzu.işve (a.) Kadınların ilgi çekmek, gönül çekmek için takındıkları hoş, aldatıcı tavır, kırıtma, naz, cilve, eda.işveren (a.) İşçileri fikir ya da beden gücüyle ücretle çalıştıran gerçek ya da tüzel kişi, patron.it, -ti (a.) 1. Köpek. 2. Değersiz, terbiyesiz kimse.itaat, -ti (a.) Söz dinleme, boyun eğme, buyruğa uyma.itaatkâr (ö a.) Söz dinler.itelemek (a.) Tekrar tekrar itmek, iteklemek, kötü muamele etmek. İtip kakmak.itfaiye (a.) Yangın söndürmekle görevli örgüt.ithalât,- ti (a.) Bir ülkeye yurt dışından mal alınması, dış alım.itham (a.) Suçlama, suçlu görme.itibar (a.) 1. Saygı görme, değerli, güvenilir olma durumu. 2. Borç ödemede güvenilir olma durumu.itibaren (b.) Bu andan ya da günden sonra.itici (a-) 1- İtme eylemini yapan. 2. mec. Soğuk, sevimsiz, sevilmeyen.itikâf (a.) Dünyadan el etek çekip kendini ibadete verme. Ramazanın son 10 gününde camiye kapanıp ibadet etme.itikat (a.) 1. İnan. 2. İnanç, iman.itilâ (a.) Yücelme, yükselme.itilâf (a.) Anlaşma, uyuşma, uzlaşma.itiklemek (e.) İtme eylemi yapılmak.itimat (a.) Güven, güvenç.itina (a.) Özen.itiraf (a.) Başkalarınca bilinmesi sakıncalı görülen bir gerçeği saklamaktan vazgeçip açıklama, söyleme, bildirme.itiraz (a-) Bir duruma, karara karşı çıkma.itiyat (a-) Alışkanlık, huy.ittifak, -ki (a.) Anlaşma, uyuşma, bağlaşma.ivecen (ö a.) Çabuk hareket eden, canı tez, aceleci.ivedi (ö a.) Acil.iye (b.) Sahip, malik.iyi (ö a.) 1. Aranılan nitelikleri taşıyan. 2. Uğurlu, hayırlı. 3. Hoşa giden 4. Uygun 5. Yeterli. 6. Sağlıklı. 7. Hoş halde.

98

Page 99: Turkce-sozluk

iyileşmekte.; 1. iyi duruma gelmek. 2. Hastalıktan kurtulmak.iyilik (a.) 1 • İyi olma durumu. 2. Karşılık beklemeden yapılan yardım.iyimser (a.) Genel olarak her düşünce ve eylemi iyi olarak değerlendiren.iyot (a.) Deniz yosunlarından elde edilen, tıpta ve fotoğrafçılıkta kullanılan bir madde.iz (a.) Bir şeyin geçtiği yerde bıraktığı işaret.izaç (a.) Bunaltma, can sıkma, tedirgin etme.izafe (a.) 1. (bir şeye ya da kimseye) Bağlama, mal etme, yakıştırma. 2. Katma, ekleme.izafet (a.) Bağıntı, görelik.izafeten (b.) (bir şeye) Bağlanarak, dayanarak, ilişik olarak, mâl edilerek.izafî (a.) Bağıl, bağıntılı, göreli.izah (a.) Açıklama.izahat (a.) Açıklamalar.izbe (a.) Loş, nemli yer.izci (a.) Dayanışma, paylaşma, yardımlaşma duygularını geliştirmek için kamplarda yetiştirilmiş genç.izin, -zni (a.) Bir şey yapmak için verilen ya da alınan özgürlük.izinli (ö a.) İzin alarak belli bir süre için bir yerden ayrılmış (kimse).izinsiz (ö a.) 1. İzin almadan yapılan. 2. Ceza olarak tatil günü dışarı çıkmasına izin verilmeyen (yatılı öğrenci). 3. Bu cezanın adı. 4. îzin almadan.izlenim (a.) Bir durum ya da olayın insan üzerinde bıraktığı etki.izmarit,-ti (a.) 1. Bir çeşit küçük balık, 2. İçilen sigaranın artığı.izmihlal (a.) Yıkılma, çökme.izobar (a.) Eşbasınç.izohips (a.) Eşyükseltiizolâsyon (a.) Yalıtım, tecrit.izzet (a.) 1. Yücelik, ululuk, şeref, itibar. 2. Kudret, kuvvet. 3. Saygı, ikram.izzetinefis (a.) Onur, öz saygılı,

J j

J Türk alfabesinin on üçüncü harfi, diş eti ünsüzüdür.jaguar (a.) Orta ve Güney Amerika'da yaşayan postu benekli bir yırtıcı hayvan.jaketatay (is.) Resmî ziyaret ve davetlerde erkeklerin giydikleri, arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlak kesilmiş olan ceket.jakoben (ö.a.) Şiddet taraftarı, siyasi görüşlerini topluma zor kullanarak yerleştirme yanlısı.jaluzi (a.) İçeriden görülmek-sizin dışarıyı görmeyi sağlayan, şerit biçiminde metal ya da plastik levhalardan yapılmış bir tür pencere kapama düzeni.jambon (a.) Tuzlanarak hazırlanmış domuz budu ya da kolu.jandarma (a.) 1. Yurt içinde genel güvenliği ve kamu düzenini korumada görevli, yasa ve yönetmeliklerin koyduğu hükümlerin yürütülmesini ve bunlara dayanan hükümet emirlerinin yerine getirilmesini sağlayan silâhlı askerî kuvvet. 2. Bu kuvvette görevli olan kimse.jandarmalık (a.) 1. Jandarmanın görevi. 2. (mec.) Açıkgözlülük.jant (a.) Taşıtlarda, lastiklerin takılmasını sağlayan, tekerleğin çember biçimindeki bölümü.Japon (a.) 1. Japonya halkından ya da bu halkın soyundan olan kimse. 2. Japon halkına özgü olan.japone (a.) (kadın giysisi için) Kolsuz. 2. Kolu bedeniyle biçilmiş, bol ve geniş (kadın giysisi).

99

Page 100: Turkce-sozluk

jargon (a.) 1. Kimi çevrelerin kullandığı özel dil. 2. Anlaşılması güç, bozuk dil.jarse (a.) 1. Esnek dokunmuş ipekli ya da yünlü kumaş. 2. Bu kumaştan yapılmış ya da örülmüş (giysi).jartiyer (a.) Çorapları dizin altında ya da üstünde tutmaya yarayan lastikli bağ.jel (a.) Tedavi amacıyla kullanılan jöle yapısında bir tür krem.jelatin (a.) Daha çok hekimlik ve fotoğrafçılıkta kullanılan, hayvanların kemik ve kıkırdak dokularından ya da bitkisel yosunlardan elde edilen saydam, renksiz, kokusuz bir madde.jeofizik (is.) Yeryuvarlağınıve atmosferi etkileyen fiziksel olayların incelenmesi.jeolog (is.) Yer bilimci.jeolojik (is.) Yer bilimi ile ilgili.jeomorfoloji (is.) Yeryüzü engebelerini ve aşınma ile ilgili gelişimleri inceleyen bilim.jeopolitik (a.) 1. Bir ülkenin coğrafi durumuyla devletin siyasî durumu arasındaki ilişkileri inceleyen bilim dalı. 2. Bir devlette, bir bölgede uygulanan politikayla o yerin coğrafyası arasındaki ilişki.jeotermal (ö a.) Yer altında bulunan sıcak su kaynağı.jeotermal enerji (a.) Yer altından çıkan sıcak su veya sıcak su buharından elde edilen enerji.jest (a.) 1. Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el, kol ya da başla yapılan içgüdüsel ya da iradeli hareket.jet (a.) Tepkili uçak.jet motoru (a.) Yüksek basınçla ve çok büyük hızla gaz akışını püskürtme sistemiyle en yüksek düzeyde itme gücü meydana getiren motor, tepkili motor.jeton (a.) Telefon etmek ya da gemiye binmek için kullanılan, para yerine geçen yuvarlak metal parçası.jikle (a.) Motorlu taşıtların yüksek devirde çalışması için fazla benzin akışını sağlayan alet.jile (a.) Daha çok kadınların bluz üzerine giydikleri yelek.jilet (a.) İnce çelikten yapılmış, iki tarafı keskin tıraş bıçağı.jimnastik (a.) Vücudu güçlendirmek için yapılan hareketler, beden eğitimi.jips (a.) Alçı taşı.jogging (a.) Koşu sporu.jorjet (a.) 1. Bürümcük görünüşlü, çok bükümlü, genellikle pamuk iplikleri ile dokunmuş bir kumaş. 2. Bu kumaştan yapılmış olan.jöle (a.) 1. Meyve suyunun şekerle karıştırılmasına istenilen yoğunlukta elde edilmiş şekerleme. 2. Et suyunun soğuduktan sonra gevşek ve esnek bir kıvam almış durumu. 3. Saçın düzgün bir biçimde uzun süre kalmasını sağlayan yağlı, parlak, yapışkan madde.jön (is) 1. Önemli rollerde oynayan genç oyuncu. 2. Genç.judo (a.) Silâhsız olarak tutmalara, fırlatmalara, hareketsiz bırakmalara dayanan Japon kökenli dövüş sporu.jul (a.) Bir cisim üzerine uygulanan bir newtonluk kuvvetin uygulama noktasını, kendi doğrultusunda bir metre değiştiren iş birimi. On milyon erglik iş ölçüsü.jurnal (a.) 1. Biriyle ilgili olarak yetkililere verilen kötüle-me yazısı. 2. Yaşananların günü gününe yazıldığı defter.jurnalci (a.) Jurnal ederek yetkililere, yöneticilere yaranmaya çalışan (kimse).jurnalcilik Jurnalcinin yaptığı iş.jübile (a.) Bir meslekte uzun bir süre başarılı olarak çalışanlar onuruna düzenlenen tören.Jüpiter (a.) Gezegenlerin en büyüğü ve güneşe yakınlık bakımından beşincisi.jüpon (a.) Giysi altına giyilen etek.jüri (a.) Yargılamada ve yarışmada son hükmü verecek kurul.

100

Page 101: Turkce-sozluk

K k

k, K Türk alfabesinin on dördüncü harfi,kaba (ö a.) 1. Özensiz, gelişigüzel yapılış. 2. Taneleri iri. 3. Terbiyesi, görgüsü kıt, ne-zaketsiz, görgüsüz. 4. Hafif olduğu hâlde kalın ya da oylumlu.kabaca (b.) 1. Kaba bir biçimde. 2. İrice, büyükçe. 3. Yaklaşık.kabadayı (a.) 1. Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse. 2. (mec.) Babayiğit.kabahat, -ti (a.) Suç.kabahatli (ö a.) Kabahati olan, kusurlu, suçlu.kabahatsiz (ö a.) Kabahati olmayan, kusursuz, suçsuz.kabak, -ğı (a.) 1. Kabakgillerden, birçok türü olan bitki. 2. Bu bitkinin türlerine göre yemeği ve tatlısı yapılan ürünü. 3. (ö a.) Bilgisiz, görgüsüz. 4. (ö a.) (kavun, karpuz için) Ham, tatsız.kabakulak (a.) Kulak altı ya da tükürük bezlerinin şişme-siyle oluşan bulaşıcı bir hastalık.kabalak, -ğı (a.) Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordusunda kullanılmış olan şapkaya benzeyen bir tür başlık.kabalık, -ğı (a.) 1. Kaba olma durumu. 2. Kaba davranış, nezaketsizlik.kaban (a.) Kalçaya kadar uzunluğu olan, paltoya benzeyen üst giysisi.kabara (a.) 1. Dayanıklılık sağlamak amacıyla, ayakkabıların altına çakılan, iri başlı demir çivi. 2. Süs olarak odaların ahşap bölümlerine, türlü biçimler yapmak için çakılan iri başlı, sarı çivi.kabarcık (a.) 1. İçi hava yada suyla dolu kabartı. 2. Vücutta oluşan sivilce gibi küçük şişkinlik.kabare (a.) 1. Çeşitli gösterilerin yapıldığı eğlence yeri. 2. Bu tür gece kulübü.kabarmak (e.) 1. Şişmek. 2. Taşmaya yüz tutmak. 3. Su düzeyi yükselmek.kaba saba (ö a.) 1. Görgüsüz. 2. Özensiz. 3. İşlenmemiş halde.kabataslak (ö a.) Ana çizgileriyle.kabil (s.) Olabilir, mümkün.kabil (s.) 1. Gibi, benzer. 2. Tür, cins.Kabil (a.) Hazret-i Adem’in 2 oğlundan biri. Kardeşi Habil'i öldüren evladı.kabile (a.) İlkel, göçebe insanlar topluluğu, boy.kabiliyet, -ti (a.) Yetenek.kabiliyetli (ö a.) Yetenekli.kabiliyetsiz (ö a.) Yeteneksiz.kabin fa.; 1. Küçük, özel bölme. 2. Gemilerde ve uçaklarda küçük bölme. 3. Plajda soyunma yeri.kabine (a.) Bakanlar kurulu.kabir, -bıi (a.) Ölülerin gömüldüğü yer, mezar.kablelvuku (is.) Olmadan önce.kablo (a.) Elektrik akımının iletilmesinde kullanılan madeni tel.kabotaj (is.) Bir ülkenin iskele veya Umanları arasında gemi işletme işi.kabristan (is.) Mezarlık, gömütlük.kabuk (a.) Bir şeyin üzerini kaplayan sert örtü.kabul, -lû (a.) 1. Bir şeye isteyerek ya da istemeyerek razı olma. 2. (konukları ya da işi olanları) Yanına sokma, katına alma. 3. Sunulan bir şeyi, armağanı alma. 4. Bir öneriyi uygun bulma, onaylama.kaburga (a.) Göğüs kafesini saran kemiklerin her biri.kâbus (a.) 1. Karabasan. 2. (ö.a.) Acı, sıkıntı, korku veren.

101

Page 102: Turkce-sozluk

kabza (a.) Tutacak, sap.kabzımal (a.) Meyve ve sebze yetiştiricileri ile manavlar arasında aracılık yapan esnaf.kaç, -çı (ö a.) Herhangi bir şeyin niceliğini sormak için kullanılan soru sıfatı.kaçak (ö a.) 1. Herhangi bir yükümlülükten kaçmış ya da kaçırılmış. 2. Gümrüğü ödenmeden ülkeye sokulan ya da ülkeden çıkarılan.kaçakçı (a.) Yasa dışı yollarla mal satan ya da başka yere götüren kimse.kaçamak (e.) Yasak edilen şeyi ara sıra yapmak.kaçık, -ğı (ö a.) Bazen delice davranışları olan.kaçınmak (e.) Herhangi bir işi yapmaktan ya da özverili davranmaktan geri durmak. kaçırmak (e.) 1. Kaçmasına yardımcı olmak. 2. Eldeki olanaklardan yararlanamamak, kaçışmak (e.) Hep birlikte kaçmak.kaçmak (e.) 1. Bulunduğu yerden kimseye haber vermeden ayrılmak. 2. Bir şeyden kurtulmak için hızla uzaklaşmak.kadar (e.) Derecesinde, değin, dek.kadastro (a.) Bir ülkedeki her çeşit arazi ve yapı yerlerini belirleme işi.kadayıf (a.) Hamurdan yapılan bir çeşit tatlı. kadavra (is.) Tıp öğretiminde, üzerinde çalışmak için hazırlanmış olan ölü insan veya hayvan vücudu. kadeh (a.) İçki içmeye yarayan küçük bardak. kademe (a.) Aşama, basamak, derece. kademeli (ö a.) Aşamalı, basamaklı.kademli (ö a.) Uğurlu, kutlu. kader (a.) Değişmeyeceğine inanılan alın yazısı, yazgı.kadı (a.) Eskiden mahkeme başkanlarına verilen ad.kadın (a.) Yetişmiş dişi insan.kadıngöbeği (a.) Bir çeşit hamur tatlısı.kadırga (a.) Eskiden kullanılan bir çeşit savaş gemisi.kadife (a.) Yüzü ince tüylerle kaplı, parlak kumaş.kadim (a.) Başlangıcı olmayan, eski, ezeli.kadir, -dri (a.) Değer.kadirşinas (s.) Değer bilir, iyilik bilir.kadran (a.) Saat ve pusulalarda işaret, rakam gibi yazıların bulunduğu yuvarlak levha.kadro (a.) Bir işin yürütülmesi için çalışan kimseler.kadüklük (a.) Gerçek durumu sonradan ortaya çıkan bir hukuksal işlemin son bulması.kafa (a.) 1. Baş (özellikle insan başı), ser. 2. Hayvanlarda genellikle, ağız, göz, burun, kulak gibi organların bulunduğu vücudun en ön bölümü. 3. mec. Görüş ve inançların etkisi altında beliren düşünme ve yargılama yolu. 4. mec. Kavrama ve anlama yeteneği, zekâ, zihin. 5. Bellek.kafadar (a.) Görüş ve anlayışları birbirine uyan kimselerden her biri.kafalı (ö a.) Zeki, kavrama düzeyi gelişmiş.kafatası (a.) Beyni kaplayan koruyucu kemik.Kafdağı (a.) (söylence ve masallara göre) Dünyayı çevrelediğine inanılan, arkasında cinlerin, perilerin bulunduğu varsayılan, zümrütten dağ.kafes (a.) Aralıklı telden, çubuktan yapılan kapalı yer.kafeterya (a.) Müşterinin, yemeğini kendisi alıp masasına götürdüğü lokanta.kâfi (a.) Yeteri derecede, yeterli olan.kafile (a.) Birlikte yolculuk eden topluluk.kâfir (a.) Allah'ın varlığını kabul etmeyen kimse.kafiye (a.) Şiirde, dize sonlarındaki ses benzerliği, uyak.kaftan (a.) Eskiden giyilen, uzun, hafif üst giysisi.

102

Page 103: Turkce-sozluk

kâfur (is.) Kâfur ağacından elde edilen, hekimlikte kullanılan beyaz, çabuk parçalanan, keskin kokulu bir madde.kagir (ö a.) Taş ya da tuğladan yapılmış yapı. Kârgir.kağan (a.) Hakan.kâğıt (a.) Yazı yazmaya, resim yapmaya yarayan ince levha.kağnı (a.) Tekerlekleri tek parça tahtadan yapılmış, iki tekerlekli öküz arabası.kahhar (s.) Kahredici, kahreden, yok edici.kahır, -hn (a.) Derin üzüntü.kâhil (a.) Erişkin.kâhin (a.) Doğaüstü yollardan gizli, bilinmeyen şeyleri, özellikle geleceği bilme savında bulunan kimse.kahir (a.) 1. Kahredici, zorlayan. 2. Baskın gelen, ezen, ezici.kahkaha (a.) Gülerken çıkan ses.kahraman (a.) 1. Savaşta, tehlikeli bir durumda olumlu, cesur davranışlar gösteren. 2. Roman ve Öyküde ya da bir olayda en önemli kişi.kahramanlık, -ğı (a.) 1. Kahraman, olma durumu. 2. Kahramanca davranış, yiğitlik.kahretmek (e.) 1. Perişan etmek, ezmek. 2. Çok üzmek.kahvaltı (a.) Genellikle sabahları ve yemek saatleri dışında yenen hafif yemek. Sabah yemeği. kahve (a.) 1. Sıcak bölgelerde yetişen bir ağacın çekirdeklerinin toz hâline getirilmesiyle suda kaynatılarak içilen içecek. 2. Oturulup sohbet edilen, çay, kahve içilen yer.kahverengi (a.) Kavrulmuş kahve renginde olan. kâhya (a.) Bir çiftliğin, konağın işlerini düzenleyen güvenilir kimse. kaide (a.) Kural. kail (a.) Söyleyen. 2. İnanmış, aklı yatmış.kaim (a.) 1. (bir şeyin yerine) Geçen. 2. Ayakta duran, var olan.kaime (a.) 1. Uyruk, resmî kâğıt. 2. Kâğıt para, kâğıt lira. kâinat, -ti (a.) Gök varlıklarının tümü, evren. kakao (a.) Yemişinin un durumuna getirilen tozu çikolata yapımında kullanılan, kahve gibi pişirilip içilen bir içecek. kakmak (e.) Vurarak yerleştirmek, itmek.kaktüs (a.) Sıcak ve kurak bölgelerde yetişen dikenli bir bitki.kâkül (a.) Alnın üzerine düşen kısa saç.kalabalık (a.) Çok sayıda insan topluluğu.kalafat, -ti (a.) Gemi tahtalarını ziftleyerek su geçirmez duruma getirme. kalakalmak (nsz.) 1. Bir şey ya da durum karşısında şaşırmak. 2. Güç durumda kalmak.kalamar (a.) Mürekkep balığının bir türü.kalan (ö a.) 1. Kalmak eylemi yapan. 2. Artan. kalantor (is.) Gösterişi seven, varlıklı.kalas (a.) Uzun ve kalın biçilmiş tahta.kalay (a.) Bakır kapları parlatmakta kullanılan, beyaz renkli, yumuşak bir maden. kalben (is.) İçten, gönülden olarak, yürekten. kalbur (a.) İri taneli maddeleri elemek için kullanılan iri delikli elek.kalça (a.) Bacak ile böğür arasındaki bölge. kaldıraç (a.) Az bir güçle büyük bir ağırlığı kaldırmaya yarayan düzenek. kaldırım (a.) Sokaklarda, caddelerde yayaların yürümesi için yapılmış az yüksekçe yer.kaldırak (e.) 1. Bulunduğu yerden almak. 2. Yukarı doğru hareket ettirmek.kale (a.) 1. Düşmandan korunmak için yapılmış kalın ve yüksek duvarlı yapı. 2. Takımla oynanan top oyunlarında topun sokulmasına çalışılan yer.kalebent (is.) Kale dışına çıkmamaya hüküm giyen suçlu.

103

Page 104: Turkce-sozluk

kaleci (a.) Kimi oyunlarda kalenin önünde duran, topun kaleye girmesini önlemekle görevli oyuncu.kalem (a.) 1. Yazı yazma ya da resim çizme aracı. 2. Resmî kuruluşlarda yazı işlerinin görüldüğü yer.kalem şuarası (is.) Divan şiiri tarzından etkilenen okur yazar halk şairi.kalemtıraş (a.) Kurşun kalemlerin uçlarını yazar duruma getiren araç, kalem açacağı.kalender (a.) Basit yaşamayı seven gösterişsiz kimse.kalfa (a.) 1. Bir meslekte usta ile çırak arasındaki aşama. 2. Yapı ustası.kalıcı (a.) 1. Sürekli, daimi. 2. Her zaman geçerliliğini sürdürecek olan.kalın (ö a.) Silindir gibi şeylerde çapı büyük olan. Dolgun, iri. Gür, yoğun, kaba. katı.kalın (a.) Gelin almak için verilen bedel, mehir.kalıp (a.) Bir şeye biçim vermek için kullanılan araç.kalıplaşmak (a.) Hep aynı biçimde olmak.kalıt (a.) Ölen bir kişinin yakınlarına bıraktığı mal ya da para.kalibre (is.) Mermilerde, ateşli silahlarda çap.kalifiye (is.) Bir şeyi yapabilme niteliğini ve ustalığını kazanmış olan, nitelikli.kaligrafi (is.) Harfleri güzel biçimler vererek yazma sanatı, güzel yazı sanatı.kalkan (a.) Eskiden savaşçıların silâhlardan korunmak için kullandıkları yassı, yuvarlak siper.kalker (a.) Kireç taşı.kalkınmak (a.) Durumunu düzeltmek, aşamalı bir biçimde gelişmek, ilerlemek.kalkışmak (e.) Başarması zor olan bir işe girişmek.kalkmak (a.) 1. Yatış, oturuş durumunu değiştirip doğrulmak. 2. Yola çıkmak. 3. Sona ermek.kalleş (ö a.) Sözünde durmayan, dönek.kalori (a.) Bir kilogram suyun ısısını bir derece artırmak için harcanan ısı.kalorifer (a.) Bir kazandan çıkan buharı yapının her tarafına borularla taşıyarak yapının ısınmasını sağlayan düzenek.kalp,-bi (a.) Yürek.kalpak (a.) Hayvan derisinden yapılan bir başlık.kalpazan (a.) Sahte para basan kimse.kalsiyum (is.) Kireç ve alçının birleşimine giren, sarımtırak beyaz bir element. Kısaltması: Ca.kaltaban (is.) 1. Namussuz. 2. Şarlatan, yalancı, hileci.kalubelâ (is.) 1. Ruhların yaratıldıktan sonra ezelde Allah'ın "ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna verdikleri "evet" cevabı. 2. mec. Çok eski zaman.kalyon (a.) Eskiden kullanılan bir savaş gemisi.kâm (is.) 1. Dilek. 2. Zevk, mutluluk, tat.kama (a.) Ucu sivri, iki ağzı keskin bıçak.kamara (a.) Gemilerde küçük oda.kamarot, -tu (a.) Gemilerde yolcuların hizmetine bakan kimse.kamaşmak (e.) Fazla ışıktan bakamaz olmak.kamber (is.) (Hazret-i Ali'nin yanından hiç ayrılamayan kölesi Kamberin adından gelir) Sadık köle.kambiyo (is.) İki ayrı ülke parasının birbiriyle değiştirilmesi.kambur (a.) İnsan veya hayvanların sırtında oluşan tümsek.kamburlaşmak (e.) Kambur duruma gelmek.kamçı (a.) Bir ucuna ip, deri vb. bağlı, uca doğru incelen bükülgen vurma aracı.kamer (a.) Ay.kamera (a.) Elde taşınan film çekme makinası.

104

Page 105: Turkce-sozluk

kameraman (a.) Kamera kullanıp film çeken kimse.kameriye (a.) Bahçelerde üstü ve çevresi yeşilliklerle sarılan çardak.kamet (is.) 1. Boy, endam. 2. Camide namaza kalkmak için okunan ezan.kamış (a.) Şeker çıkarılan bir tür bitki.kâmil (a.) Yetkin, erişkin, eksiksiz, ağırbaşlı.kamilen (b.) Büsbütün, toptan, hep birden.kamp, -pı (a.) İş, eğlence nedeniyle çadırlardan oluşan geçici barınaklarda konaklama.kampana (a.) Çan.kampanya (a.) Belli bir süredeki etkinlik dönemi.kamu (a.) 1. Cümle, hepsi, bütün. 2. Bir ülkedeki halkın tamamı, halk, amme.kamusal alan (ö a.) Kamuyla ilgili toplantı ve toplanılan yer.kamuflâj (is.) Örtme, saklama, gizleme, peçeleme.kamuoyu, -nu (a.) Bir sorun üzerine halkın genel düşüncesi.kamus (is.) Büyük sözlük.kamyon (a.) Motorlu yük taşıma aracı.kamyonet, -ti (a.) Kamyona göre daha küçük ve daha az yük taşıyan motorlu araç.kan (a.) İnsan damarlarında dolaşan kırmızı sıvı.kanaat, -ti (a.) Elindeki ile yetinme.kanaatkar (ö a.) Elindeki ile yetinmesini bilen.kanal (a.) Deniz, göl gibi suları birbirine bağlamak, bir suyu başka yere akıtmak için açılan büyük su yolu.kanalizasyon (a.) Lağım kanalı.kanamak (e.) Damardan dışarıya kan akması durumu.kanarya (a.) Güzel öten, kafeslerde de beslenen, bir çeşit küçük kuş.kanat (a.) 1. Kuşların, böceklerin uçma organı. 2. Kapı pencere kanadı.kanatlanmak (e.) Uçmaya başlamak.kanatmak (e.) Yaradan kan akıtmak.kanaviçe (a.) Seyrek dokunmuş keten bez.kanca (a.) Bir şeyi çekmeye yarayan saplı çengel.kandaş (a.) Aynı kanı taşıyan, aynı soydan olan.kandırmaca (a.) Kandırmak amacıyla yapılan düzen.kandırmak (e.) 1. Kanmasına neden olmak. 2. Aldatmak.kandil (a.) 1. İçine fitil batırılmış yanıcı bir sıvı taşıyan küçük bir kaptan oluşan aydınlatma aracı. Siraç. 2. Mübarek gece. 3. Argo. Sarhoş.kanepe (a.) Birkaç kişinin oturabileceği mobilya.kangal (a.) 1. Tel, kurşun boru gibi uzun ve bükülebilir şeylerin halka biçiminde sarılmasıyla yapılan bağ. 2. Bu biçimde bükülmüş şeylerin her bir halkası.kangren (a.) Vücudun bir yerindeki dokunun ölmesi.kanguru (a.) Yavrusunu karnında taşıyan, iki ayakları üzerinde sıçrayarak hareket eden bir hayvan.kanı (a.) İnanılan düşünce, kanaat.kanıksamak (e.) Bir şeyin çok tekrarlanması sonucu etkisiz duruma gelmek, alışmak.kanırmak (e.) Bir şeyi yerinden oynatmak.kanıt (a.) Bir durumun gerçeğini, suçlunun suçunu ortaya çıkaran belge.kanıtlamak (e.) Bir şeyin doğrusunu belgelerden yararlanarak ortaya koymak.kani (a.) inanmış.kaniş (a.) Uzun, kıvırcık tüylü bir cins köpek.kanlanmak (e.) Kan bulaşmak.kanlı 1. Kan bulaşmış. 2. Kanı olan. 3. Kan dökülmesine neden olan. 4. İsteyerek kan dökmüş olan.

105

Page 106: Turkce-sozluk

kanmak (e.) 1. Tatlı söze aldanmak. 2. Doymak.kanser (a.) Bir organ ya da dokudaki hücrelerin düzensiz olarak bölünüp çoğalması ve başka organlara yayılmasıyla beliren kötü, ölümcül hastalık.kansız (ö a.) Yeterli kanı olmayan.kansızlık (a.) Kandaki maddelerin bazılarının azalmasıyla oluşan bir hastalık.kantar (a.) Tartı aracı.kantaron (a.) İlâç yapımında kullanılan kökü acı bir bitki.kantin (a.) Okul, fabrika, kışla gibi yerlerde yiyecek, içecek satılan büfe.kanun (a.) Herkes tarafından uyulması gereken her türlü kurallar, yasa.kanun (a.) Dizlerin üstüne yatırılarak parmaklara geçirilen mızraplarla çalınan bir müzik aleti.kanunî (ö a.) 1. Yasayla ilgili, meşru, legal. 2. Kanun çalan kimse.kanunlaşmak (e.) Yasa durumuna gelmek.kanyak (a.) İspirto derecesi yüksek, özel kokulu, sarımtırak renkte bir tür içki adı.kanyon (a.) Bir akarsuyun kalkerli bir alanda oyarak oluşturduğu derin, dar boğaz.kaos (a.) Evrenin düzenlenmeden önceki biçimden yoksun, uyumsuz ve karışık durumu.kap (a.) İçine sulu şeyler konan mutfak aracı.kapak (a.) Kapların ağzını kapamaya yarayan alet.kapaklanmak (e.) Ayağı takılıp yüz üstü düşmek.kapaklı (ö a.) Örtülmüş, gizli.kapalı (ö a.) Kapısı ya da kapağı kapanmış olan.kapama (a.) Soğan ve başka sebzelerle pişirilen bir et yemeği.kapamak (e.) 1. Bir şeyin dışarısı ile ilişkisini kesmek. 2. Tıkamak. 3. Geçişi engellemek.kapan (a.) Bazı hayvanları yakalamak için kurulan tuzak.kapanmak (e.) 1. Dışarı ile kendi ilişkisini kesmek. 2. Kapalı duruma gelmek.kapasite (a.) 1. (bir şeyin) İçine alma, sığdırma sınırı. 2. (mec.) Anlama, kavrama yeteneği.kapı (a-) Bir yere girip çıkarken içinden geçilen bölüm.kapıcı (a-) Daire, otel, apartman gibi büyük yapılarda bekçilik, temizlik, alış veriş gibi işlerle görevli kimse.kapılanmak (e.) Bir işe girmek, o işte uzun süre kalmak.kapılmak (e.) 1. Birisine güvenip aldanmak. 2. Bir kuvvetin etkisine girip sürüklenmek.kapışmak (e.) Bir şeyi elde etmek için hep birlikte üstüne atılmak.kapital (a.) Anamal, başmal, sermaye.kapitülasyon (a.) Bir ülkede yurttaşların zararına olarak yabancılara verilen ayrıcalık hakları.kapkacak (a.) Mutfak eşyalarına verilen ad.kapkara (ö a.) Kömür gibi, siyahın en koyu tonu.kaplama (a.) Her yanını içine alma.kaplamak (e.) 1. Her yanını örtmek. 2. Çepeçevre sarmak.kaplan (a.) Kedi türünden yırtıcı bir hayvan.kaplatmak (a.) Her yanını içine almak, örtmek.kaplıca (a.) Ilıca, çermik.kaplumbağa (a.) Kemiksi bir kabuk içinde yaşayan, çok yavaş yürüyen bir hayvan.kapmak (e.) 1. Birden yakalayıp almak. 2. (köpek) ısırmak. 3. Çabuk öğrenmek, 4. Yer ayırmak. 5. Kendine bulaştırmak.kapris (a.) Geçici, düşüncesizce heves, değişken istek.kapsam (a.) İçine alma.kapsamak (e.) İçine almak, alanı içinde olmak.kapsül (a.) Kolay yutulabilmesi için kimi ilâçların konduğu kap.kaptan (a.) 1. Gemi komutanı. 2. Spor takımının başı.kaptıkaçtı (a.) Yolcu taşıyan küçük otobüs.

106

Page 107: Turkce-sozluk

kaptırmak (e.) Ele geçmesine, kapmasına neden olmak.kapuska (a.) Etli lahana yemeği.kaput (a.) Asker paltosu.kar (a.) Donarak çeşitli biçimlerde düşen yağış.kara (a.) Yeryüzünde denizlerle kaplı olmayan bölüm.kara fa.; Kömür rengi, siyah.karaağaç (a.) Kerestesi değerli bir ağaç çeşidi.karabasan (a.) Sıkıntılı ve korkulu düş.karabatak (a.) Balıkla beslenen küçük bir deniz kuşu.karabet, -ti (a.) 1. Yakınlık. 2. Hısımlık.karabiber (a.) Taneleri toz durumuna getirilerek yemeklere tat vermekte kullanılan baharat çeşidi.karabina (a.) Eski bir tüfek çeşidi.karaborsa (a.) Piyasada olmayan malın gizlice yüksek fiyatla alınıp satılması işi.karaca (a.) Kısa boynuzlu, güzel görünüşlü, geyiğe benzer bir hayvan.karaciğer (a.) Kaim boşluğunun sağında bulunan, öd salgılayan, şeker depolayan, iri, açık kahverengi organ.karaelmas (a.) Kömür.karata, karafaki (a.) Uzun boyunlu, kulpsuz, küçük rakı sürahisi.karafatma (a.) Zararsız bir tür böcek.karagöz (a.) 1. Görüntüsü ışıkla perdeye yansıtılan gölge oyunu. 2. Bu oyunun baş kişilerinden olan, kurnaz, eğitim görmemiş olanı.karahumma (a.) Ağız yoluyla bulaşan incebağırsak hastalığı, tifo.karakabarcık (a.) Koyunlardan insana bulaşan bir tür hastalık.kara kalem (a.) 1. Resim yapmada kullanılan kömür kalem. 2. Kömür kalemiyle yapılan resim.karakış (a.) Kışın en zorlu, soğuk günleri.karakol (a.) Güvenliği sağlamak için ülkenin çeşitli yerlerinde kurulan polis ve jandarmaların bulunduğu bürolar.karakter (a.) Ayırt edici özellik, kişilik.kara kutu (a.) Uçaklarda pilotların konuşmalarını ve kuleden gelen iletileri alıp saklayan bir araç.karalama (a.) Tekniği geliştirmek, alışkanlık kazanmak için yapılan yazı çalışmaları, taslak.karalamak (e.) 1. Boya ve kalemle kirletmek. 2. Birini güç duruma düşürmek için onunla ilgili asılsız sözler söylemek.karaltı (a.) Uzakta ve aydınlık olmayan durumda, kim olduğu seçilemeyen görüntü.karaman (a.) Kuyruğu iri, yağlı bir koyun cinsi.karambol (a.) Kalabalıkta oluşan karışıklık.kara mizah (is.) Yalnız güldürmeyi değil, daha çok düşündürmeyi amaçlayan mizah.karamsar (ö a.) Bir duruma, olaya olumsuz yanından bakmayı alışkanlık edinen, kötümser.karamuk (a.) Ekili alanlarda yetişen, ekine zararlı bir bitki.karanfil (a.) 1. Güzel kokulu bir süs çiçeği. 2. Goncası baharat olarak kullanılan, tropikal iklimde yetişen bir ağaç.karanlık (ö a.) Işıksız.karantina (a.) Yaygın bulaşıcı hastalıklardan korunmak için hastalık bulunan yerlerin giriş çıkışını kontrol altına almakarar (a.) Bir iş için düşünülüp kararlaştırılan sonuç.karargâh (a.) Askerî birliklerin topluca bulundukları yer.kararınca (b.) Gerektiği ölçüde, ne az ne de çok.kararlaştırmak (e.) Bir iş ya da durum için kesin kararlara varmak.

107

Page 108: Turkce-sozluk

kararlı (ö a.) Verdiği kararı uygulamaya çalışan.kararmak (e.) Kara duruma gelmek.kararsız (ö a.) Bir şeyi yapıp ya da yapmamak konusunda bir karara varamayan.kararname (a.) Kararlaştırılan hükümet kararının yazılı biçimi.karartı (a.) Uzaktan kara görünen görüntü.karartmak (e.) Kara duruma getirmek, ışığı kısmak.karasaban (a.) Toprağı işlemekte kullanılan eski bir tarım aracı.karasallık (a.) Bir anakaranın iç kesimlerinde deniz etkisinin azalmasıyla ortaya çıkan iklim koşulları.karatavuk (a.) Siyah tüylü bir kuş.karate (a.) Ayak ve yumruk vuruşları üzerine kurulu, Japon kökenli bir dövüş yöntemi.karavan (a.) Bir otomobilin arkasına takılan, hem taşıt hem konut olarak kullanılan, insan taşımaya yarayan, tekerlekli, üstü kapalı araç.karavana (a.) 1. Yemek pişirilen büyük kap. 2. Asker dilinde yemek.kara yazı (a.) Kötü talih.karayel (a.) Kuzeybatıdan esen bir rüzgâr.kara yolu (a.) Yerleşim merkezlerini karadan birbirine bağlayan yol.karbon (a.) Kömürlerin esas maddelerini teşkil eden element. Remzi: C.kardeş (a.) Aynı ana babadan doğmuş ya da bunlardan birisinden doğmuş çocukların durumu.kare (a.) Kenarları ve açıları birbirine eşit dikdörtgen.karga (a.) Siyah tüylü, tarlalara zarar veren, sesi kötü bir kuş.kargaburun (a.) Burnu karga gagasına benzeyen.kargaşa (a.) Kışkırtma ve karışıklık yoluyla toplumda ortaya çıkan düzen bozukluğu.kargatulumba (b.) Birkaç kişinin bir kişiyi elleri üstüne alarak taşıması.kargı (a.) Eskiden silâh olarak kullanılan ucu sivri uzun sopa.kârgir (a.) Taş veya tuğladan yapılmış bina.kargo (a.) Yük, nakliye. Yük gemisi. Yük taşıma servisi.karı (a.) Bir erkekle evli kadın.karın,-rnı (a.) İnsan ve hayvanların gövdelerinin ön kısmı.karınca (a.) Zar kanatlılardan çok çeşidi bulunan böceklerin genel adı.karıncalanmak (e.) Uyuşan vücudun bir yerinde karınca dolaşıyormuş gibi olmak.karıncık (a.) Kalbin tepe bölümünde bulunan iki boş bölüme verilen ad.karınzarı (a.) Karnın iç yüzeyini örten zar.karış (a.) Açık ve gergin tutulan elin baş ve serçe parmak uçları arasındaki uzaklık.karışık (ö a.) 1. Düzensiz, karışmış. 2. Farklı şeylerden oluşan.karışım (a.) Birkaç maddenin karışmasıyla ortaya çıkan yeni madde.kanş karış (b.) Her yanını ve inceden inceye.karışma (a.) 1. Karışma işi. 2. Engelleme, araya girme. 3. Düzeni bozulma.karışlamak (e.) Karışla ölçmek.karışmak (e.) 1. İki ya da çok şey bir araya gelip birbirinin içinde dağılmak, birbirinin içine girmek. 2. Düzensiz, dağınık olmak.karıştırıcı (a.) Karıştıran, ortalığı birbirine katan.karıştırmak (e.) Karışmasını sağlamak.karides (a.) Kabuklulardan, tuzlu ve tatlı sularda yaşayan bir böcek.karikatür (a.) Bir insanın, bir durumun çizgilerle abartılarak yapılan, güldürücü ve düşündürücü resmi.karizma (a.) Çevresinde büyük ilgi oluşturan, niteliği kolay açıklanamaz büyüleyici özellik, kişilik.karlanmak (e.) Karla kaplı olmak.

108

Page 109: Turkce-sozluk

kârlı (ö a.) Çok para kazandıran.karma (a.) Türleri, cinsleri farklı insanlardan, hayvanlardan veya nesnelerden oluşan.karmak (e.) Hamur durumuna getirmek, karıştırmak.karmakarışık (ö a.) İçinden çıkılması, çözülmesi zor, çok karışık.karmaşık (ö a.) Çözümlenmesi zor olan.karnabahar (a.) Yaprakları lahana yaprağına benzeyen bir bitki.karne (a.) Dönem sonlarında öğrencilere verilen derslerinin sonuçlarını, davranışlarını, devamlık ve devamsızlık durumlarını gösteren belge. 2. Gerektikçe koparılıp kullanılmak için hazırlanmış biletlerden defter.karnıyarık (a.) Kıyma ve patlıcanla yapılan bir çeşit yemek.karpuz (a.) Kabuğu yeşil, içi kırmızı bir tür meyve.karşı (a.) 1. Bir şeyin önünün ilerisi. 2. Yol, deniz ve akarsuyun öte yakası.karşılamak (e.) Gelen birine saygı göstermek için yoluna çıkıp beklemek.karşılaşmak (e.) Karşı karşıya gelmek, rastlaşmak.karşılaştırmak (e.) İki şeyi yan yana alıp incelemek, kıyaslamak.karşılık (a.) Bir davranışa ya da söze karşı tarafın verdiği yanıt.karşılıklı (ö a.) İki tarafın birbirine karşı yaptığı.karşılıksız (ö a.) Karşılığı olmayan.karşın (b.) Olması gerekenin tersine, rağmen.karşıt (ö a.) Birbirinin tersi, zıt.kart, -ti (ö a.) Kocamış, gençliği kalmamış.kart, -ti (a.) 1. Düzgün kesilmiş karton. 2. Bir tarafı adres yeri, diğer tarafına yazı yazılan tek parça mektup.kartal (a.) Kartalgillerden, genel olarak kızıl siyah tüylü, çok güçlü, yuvasını yüksek kayalıklar üzerinde kuran, iri bir yırtıcı kuş.kartalmak (e.) Kocamak, kartlaşmak.karton (a.) Kalın ve sert kâğıt, mukavva.kartpostal (a.) Genellikle dikdörtgen biçiminde ince kartondan yapılmış, bir yüzü resimli posta kartı.kartvizit, -ti (a.) Bir kişinin adının, adresinin yer aldığı küçük, düzgün kesilmiş kâğıt.Karun (a.) Çok zengin kişi anlamında.karyola fa.; Üstüne yatak serilip yatılan, tahtadan ya da metalden yapılma ev eşyası.kas (a.) Tellerden oluşan, vücudun hareketlerini kasılarak sağlayan organ.kasa (a.) Para, altın gibi değerli eşyaların saklandığı çelik dolap.kasaba (a.) Kentten küçük, köyden büyük, henüz kırsal özelliklerini yitirmemiş olan yerleşim birimi.kasadar (a.) Kasaya bakmakla görevli kimse.kasap (a.) Hayvanları kesen ve etlerini dükkânında satan satıcı.kasatura (a.) Tüfeğin namlusuna takılarak süngü görevi gören büyük bıçak.kasavet, -ti (a.) Üzüntü, tasa,-' kaygı, sıkıntı.kâse (a.) Sulu şeyler konan derince kap.kaset (a.) İçinde görüntü ve seslerin kaydedildiği, gerektiğinde yeniden kullanılmasını sağlayan bir manyetik şerit bulunan küçük kutu.kasık (a.) Vücudun karın ile uyluk arasındaki bölümü.kasılmak (a.) Gururlanıp böbürlenmek.kasım (a.) Yılın on birinci ayı.kasımpatı (a.) Mor, sarı, iri çiçekleri sonbaharda açan bir bitki.kasıntı (a.) 1. Büyüklerime, kurum, gurur. 2. Büyükle-nen, gururlanan ve bunu davranışlarıyla belli eden (kimse).kasırga (a.) Çevreye zarar veren çok şiddetli rüzgâr.

109

Page 110: Turkce-sozluk

kasıt, -stı (a.) Amaç, erek, istek.kaside (a.) On beş beyitten az olmayan, bütün beyitlerin ikinci dizeleri en baştaki beyitle uyaklı bulunan ve çoğu kez büyükleri övmek için yazılar Divan Edebiyatı nazım biçimi.kasidehan (is.) Kaside okumayı meslek edinen kimse.kaskatı (a.) Hareketsiz, devinimsiz durum.kasket, -ti (a.) Önü gölgelikli şapka.kasko (a) Taşıtların uğrayacakları kazada doğacak zararların karşılanması için kurulan sigorta.kasmak (a.) Bir şeyi daraltmak, kısaltmak.kasnak (a.) Kalbur, elek gibi aletlerin tahta çemberi.kasten (a.) Kasıtla, bile bile, isteyerek.kastetmek (e.) Amaçlamak, amaç olarak almak; demek, istemek.kastî (b.) Kasıtlı olarak, bilerek, isteyerek yapılan.kastor (a.) 1. Kunduz. 2. Kunduz kürkü. 3. Bu kürkten yapılmış.kasvet,-ti (a.) İç sıkıntısı.kasvetli (ö a.) İnsanın içini sıkan, bunaltan.kaş (a.) Gözlerin üstünde yay biçiminde bulunan kıllar.kaşağı (a.) Hayvanları temizlemek için kullanılan dişli metal araç.kaşağılamak (e.) Hayvanı temizlemek için kaşağı sürmek.kaşar (a.) Koyun sütünden yapılan yuvarlak, sarı renkli peynir.kaşe (a) Mühür, damga.kaşık (a.) Sulu ya da taneli yemekleri yemek için kullanılan mutfak aracı.kaşıklamak (e.) Yemeği kaşıkla yemek.kaşımak (e.) Kaşınan bir yeri tırnakla kurcalamak.kaşınmak (e.) 1. Kaşıntısı olmak. 2. Çevreye olumsuz davranışlarda bulunup karşılığını bulmak.kaşıntı (a.) Vücutta bir böcek dolaşıyormuş gibi oluşan durum.kâşif (a.) Bilinmeyenleri bulup ortaya çıkaran.kaşkol (a.) Atkı.kat,-ti (a.) 1. Üst üste, iç içe konulmuş şeylerin her biri. 2. Takım (giyecek).katafalk (a.) Üstüne tabut konulan süslü masa.katalog (a.) Kitap, giyecek, mobilya gibi şeylerin sıralandığı liste.katar (a.) 1. Arka arkaya giden taşıt, hayvan dizisi. 2. Lokomotif ile katarların oluşturduğu dizi.katarakt (a.) Göz merceğinin saydamlığını yitirip matlaş-masıyla oluşan göz hastalığı.katetmek (e.) Yol almak.katı (ö a.) 1. Sert. 2. Sıvıların üç durumundan olan, bulunduğu cismin özelliğini almayan durumu.katı (a.) Kuşların taşlık adı verilen midesi.katık (a.) Ekmekle birlikte yenilen peynir, zeytin gibi yiyecek.katıksız (ö a.) 1. Katık verilmeksizin uygulanan bir ceza. 2. mec. Yabancı bir madde karışmamış, saf.katılaşmak (e.) Katı duruma gelmek.katılmak (e.) 1. Bir topluluğa katılmak. 2. Benimsemek.katır (a.) 1. Ağır yük taşıyan bir yük hayvanı. 2. İnatçı ve huysuz.katırkuyruğu (a.) Sarı, şemsiye biçiminde çiçekleri olan bir bitki.katırtırnağı (a.) Sarı çiçekleri olan bir bitki.katışık (ö a.) İçine başka şeyler karışmış olan.kat'î (ö a.) Kesin.kâtibe (a.) Kadın yazman, kadın sekreter.

110

Page 111: Turkce-sozluk

katil (a.) İnsan öldüren kimse.kâtip (a.) Yazman, sekreter.katiyen (b.) 1. Kesinlikle. 2. Hiçbir zaman, asla.katiyet, -ti (a.) Kesinlik.katkı (a.) Katılma payı.katlamak (e.) Kumaş, kâğıt gibi nesneleri düzgün bir biçimde kat kat edip dizmek.katlanmak (e.) Zor bir duruma dayanmaya çalışmak.katletmek (e.) İnsan öldürmek.katlı (ö a.) 1. Birden fazla katı olan. 2. Katlanmış, bükülmüş.katliam (a.) Ayrım gözetmeden toplu öldürme, kırım.katmak (e.) Bir şeye başka bir şey eklemek.katman (a.) Birbiri üstünde bulunan bölümlerin (maddelerin) her biri, tabaka.katmer (a.) 1. Bir bütünü oluşturan katların her biri. 2. Arasına yağ ve kaymak konularak pişirilen bir çeşit börek.katmerli (ö a.) Kat kat olan, katmeri olan.katran (a.) Rengi siyah, kokusu ağır bir madde.kauçuk (a.) Lastik ağacından elde edilen esnek ve dayanıklı madde.kavaf (a.) Ucuz, özenmeden ve bayağı cins ayakkabı yapan ya da satan esnaf.kavak (a.) Sulu alanlarda yetişen uzun boylu bir ağaç.kaval (a.) Yumuşak sesli, ağaçtan yapılan, uzunca düdük.kavalye (a.) Dansta kadına eş olan erkek.kavanoz (a.) Ağzı geniş, şişe biçiminde cam kap.kavas (a.) Elçiliklerde çalışan hizmetli.kavga (a.) Çeşitli nedenlerden dolayı kişiler arasındaki çekişme, dövüş.kavgacı (ö a.) Çabuk kavga eden.kavim, -vmi (a.) Dil, din, soy bakımından birbirine bağlı insan topluluğu, budun.kavkı (a.) Midye, salyangoz gibi hayvanların sert kabuğu.kavlamak (e.) Derisi, kabuğu dökülmek.kavram (a.) Bir nesnenin zihindeki soyut ve genel tasarımı.kavrayış (a.) Bir düşünceyi iyice kavrama yeteneği.kavruk (a.) 1. Kavrulmuş olan. 2. Gelişmemiş.kavşak (a.) Nehir ve yol gibi uzayıp giden şeylerin kesiştikleri ya da birleştikleri yer.kavuk (a.) Eskiden takılan bir tür başlık.kavun (a.) Dışı yeşil ya da sarı renkte olan güzel kokulu, sulu ve etli meyvesi olan bitki.kavuniçi (a.) Pembeye yakın sarı renkte olan.kavurga (a.) Mısır ve buğday tanelerinin kavrulmuşu.kavurma (a.) Tencerede kendi yağıyla kızartılan dondurulup saklanan et.kavuşmak (e.) Uzakta olan birine, yokluğu çekilen bir nesneye ulaşmak.kavuşturmak (e.) Kavuşma işini yaptırmak.kaya (a.) Büyük ve sert taş kütlesi.kayağan (ö a.) Üzerinde kolayca kayılan.kayak (a.) Kar üzerinde kayma aracı.kaybetmek (e.) 1. Yitirmek. 2. Yenik düşmek, yenilmek.kaybolmak (e.) Yitmek, bulunduğu yeri bilememek.kaydetmek (e.) Yazmak, not almak.kaydırak (a.) Taşı ayakla kaydırarak oynanan çocuk oyunu.kaygan (ö a.) Üzerinde durulması zor olan, kayılan yer.kaygana (a.) Yumurtadan yapılan bir tatlı.kaygı (a.) Kötü sonuç almaktan duyulan korku, tasa.kaygılanmak (e.) Kaygı duymak.

111

Page 112: Turkce-sozluk

kaygılı (ö a.) Kaygısı, üzüntüsü olan.kayık (a.) Suda giden küçük tekne.kayın (a.) Kerestelik bir orman ağacı.kayın (a.) Evli kişinin eşinin erkek kardeşi.kayınpeder (a.) Evli insanların eşlerinin babaları, kaynata.kayınvalide (a.) Evli kimselerin eşlerinin anneleri, kaynana.kayıp (a.) Görülmeyen, yitik.kayırmak (e.) Korumak, destek olmak.kayısı (a.) Açık sarı renkte ve lezzetli meyvesi olan bir ağaç.kayış (a.) Bağlamak, tutmak gibi işleri gören, dar ve uzun kesilmiş kösele dilimi.kayıt (a.) Bir şeyin adını ve onunla ilgili bilgileri bir deftere geçirmek.kayıtsızca (b.) İlgisiz, aldırmaz bir biçimde.kaykılmak (e.) Bir yana yaslanıp yatar gibi olmak.kaymak (a.) Süt gibi sıvıların yüzünde oluşan kalın tabaka.kaymak (e.) Düz, kaygan bir yüzeyde sürtünerek yer değiştirmek.kaymakam (a.) İlçenin en büyük yöneticisi.kaynak (a.) 1. İçinde su çıkan yer. 2. Kopan ya da birleştirilmesi gereken metallerin birbirine yapıştırması işi. kaynakça (a.) Bir yapıtın oluşmasında yararlanılan kaynakların listesi.kaynakçı (ö a.) Madenleri kaynak yapan kişi. kaynamak (e.) 1. Isınan sıvının buhar durumuna gelip fokurdaması. 2. Kırık kemiklerin iyileşmesi durumu. kaynana (a.) Evli kişilerin eşlerinin anneleri. kaynaşmak (a.) 1. Ayrılmayacak biçimde bir araya gelmek. 2. Hareketli bir durumda olmak. 3. Kırık kemiklerin iyileşmesi durumu. kaynata (a.) Evli olanların eşlerinin babaları. kaynatmak (e.) Kaynamasını sağlamak.kaypak (ö a.) 1. Kayabilen, kayılabilen. 2. Sözünde durmayan, güvenilmez, dönek. kaytan (a.) Pamuk ya da ipek sicim.kaytarmak (e.) 1. Geri çevirmek, iade etmek. 2. İşten kaçmak.kaz (a.) Yabanîleri de olan bir kümes hayvanı. kaza (a.) 1. İlçe. 2. Can ve mal kaybına neden olan kötü durum.kazak (a.) Baştan geçirilerek giyilen örme, kollu giyecek. kazan (a.) Yemek pişirilen büyük bakır kap.kazanç (a.) Alış verişten ya da yapılan bir iş sonucu elde edilen para.kazançlı (a.) Kârlı.kazanmak (e.) 1. Çalışarak elde etmek. 2. Edinmek.kazara (b.) Rastlantı sonucu, yanlışlıkla, bilmeden.kazazede (ö a.) Kaza geçirmiş, kazaya uğramış olan kimse.kazı (a.) Toprağı kazma işi.kazık (a.) Toprağa çakılan ucu sivri çubuk.kazımak (e.) Kesici bir aletle bir şeyin yüzeyini kaldırmak.kazma (a.) Toprağı kazımaya yarayan alet.kazmak (e.) Herhangi bir araçla toprağı açmak, oymak.kebap (a.) Ateşin közünde kızartılan et yemeği.kebapçı (a.) 1. Kebap yapıp satan kimse. 2. Kebap satılan yer.keçe (a.) Yünden eze eze, döve döve yapılan kalın bir yaygı.keçi (a.) Derisi, sütü ve eti için yetiştirilen, geviş getiren bir hayvan.keçiboynuzu (a.) Baklagillerden, kışın yapraklarını dökmeyen, büyük bir ağaç vebaklaya benzeyen tatlı yemişi.

112

Page 113: Turkce-sozluk

keçiyolu (a.) Ayak izlerinden oluşan, yayalara özgü küçük yol.keder (a.) Üzüntü, acı.kedi (a.) Etle beslenen küçük bir ev hayvanı.kefalet, -ti (a.) Birinin borcunu ödememesi ya da verdiği sözü yerine getirmemesi durumunda bütün sorumluluğu üzerine alma durumu, kefillik.kefaret (is.) Bir günahı Allah'a bağışlatmak umuduyla verilen sadaka veya tutulan oruç.kefe (a.) Terazinin her bir gözü.kefen (a.) Ölüleri içine koydukları beyaz bez.kefere (a.) Müslüman olmayanlar.kefil (a.) Borçlu borcunu ödemediğinde ya da bir kimse verdiği sözü yerine getirmediğinde bütün sorululuğu üzerine alan kimse.kehanet (is.) Bir olayın gerçekleşeceğini önceden bilme, kahinlik.Kehkeşan (is.) Samanyolu.kek, -ki (a.) Yumurta, un ve şekerle yapılan bir çeşit çörek.kekelemek (e.) Sözcüğü bir defada söyleyemeyip bazı sesleri tekrar ederek ya da heceleyerek söylemek.kekik (a.) Çiçeği yemeklerde baharat olarak kullanılan bir bitki.keklik (a.) Boz renkli tüyleri, ayakları ve gagası kırmızı olan, eti lezzetli bir kuş.kekre (ö a.) Ekşimsi tat.kel (ö a.) 1. Saçların dökülmesine yol açan bir hastalık. 2. Çeşitli nedenlerle saçları dökülmüş olan.kelâm (a.) Söz.kelebek (a.) Türlü renkleri olan, görünüşü güzel, nazik, dört kanatlı bir böcek.kelek (a.) Olgunlaşmamış kavun ya da karpuz.kelepçe (a.) Suçluların kaçmasını önlemek için bileklerine takılan demir halka.kelepir (a.) Değerinden daha ucuz bir fiyata alınan şey.keleş (ö a.) 1. Güzel, yakışıklı. 2. Yiğit, cesur.kelime (a.) Sözcük.kelle (a.) Baş, kafa.kellifelli (ö a.) Görünüşü düzgün.kem (s.) 1. Noksan, eksik. 2. Kötü, fena.keman (a.) Dört telli bir müzik aleti.kemence (a.) Kemana benzer küçük bir çalgı.kement (a.) Uzaktaki bir şeyi yakalamaya yarayan ucu ilmikli ip.kemer (a.) 1. Bele dolanıp toka ile tutturulan bel bağı. 2. Kapı, pencere ve köprülerin yay biçiminde olan üst kısmı.kemik (a.) İnsanların ve omurgalı hayvanların çatısını oluşturan çeşitli biçimlerde, sert, beyazımsı madde.kemikleşme (a.) Kemik gibi olmak, kemik durumuna gelmek.kemirgenler (a.) Köpek dişleri olmayan, kesici dişleri gelişmiş kemirici hayvan.kemirmek (e.) Dişleri ile azar azar koparmak.kemiyet (ö a.) Nicelik. Adet, miktar, sayı.kenar (a.) 1. Bir şeyin sınırını oluşturan çizgi. 2. Merkezden uzak olan.kenarortay (a.) Bir üçgende her köşeden karşı kenarın ortasına çekilen çizgi.kendi (ad.) Bir kimsenin öz varlığı.kendi kendine (b.) Kimseye danışmaksızın, kimseyle ilgisi, ilişkisi olmadan.kendir (a.) Liflerinden sağlam ip yapılan, tohumundan yağ çıkarılan bir bitki.kendirik, -ği (a.) Deriden ya da çadır bezinden yapılan ve hamur tahtasının altına serilen yaygı.kene (a.) Hayvanların üzerinde yaşayan asalak bir böcek.

113

Page 114: Turkce-sozluk

kenet (a.) İki sert cismi ve parçayı birbirine tutturan bağ.kenetlemek (e.) Birbirine tutturmak, iç içe geçirerek sıkıca bağlamak.kenevir (a.) Kendir.kent (a.) Halkı ticaret, sanayi ve yönetimle ilgili alanlarda çalışan büyük yerleşim merkezi, şehir.kental, (a.) Yüz kilograma eşit ağırlık ölçüsü.kep (a.) Ön kenarı ufak olan bir tür başlık.kepaze (a.) 1. Niteliği olmayan. 2. Utanmaz, gülünç, değersiz.kepçe (a.) Yemek dağıtmaya yarayan sapı uzun, içi derince büyük kaşık.kepçeli (ö a.) Kepçesi olan.kepek (a.) Öğütülen tahıl tanelerinin elekle elenmesi sonucu elekten geçmeyen kabuklu bölümü.kepek (a.) Bazı deri hastalıklarında deriden dökülen parçacıklar.kepenek (a.) Çobanların giydiği kolsuz kalın üst giyecek.kepenk (a.) Dükkânları kapamaya yarayan saç ya da tahta kanat.kepir (a.) Çamurlu ve çorak verimsiz toprak.keramet (a.) 1. Allanın veli kullarında görülen olağanüstü haller. 2. Lütuf, ihsan.kerametli (ö a.) Keramet gösteren.kerata (a.) Sitem hitabı, Ayakkabı çekeceği.Kerbelâ (a.) Hazret-i Hüseyin'in şehit edildiği yer.kere (a.) Defa, kez.keres (a.) Derince, büyük karavana.kereste (a.) Çeşitli mobilya ve ev yapımı işlerinde kullanılmak için hazırlanmış ağaç.kerempe (a.) Denize doğru uzanan taşlık, burun.keresteci (a.) Kereste ticareti yapan kimse.kereviz (a.) Kökleri yemek yapımında kullanılan bir bitki.kerhen (b.) İstemeyerek, gönülsüz.kerpiç (a.) Ev yapımında kullanılan, tuğla biçiminde, güneşte kurutulmuş balçık.kerte (a.) İşaret amacıyla yapılmış çentik.kerteleme (a.) Azar azar ilerleme durumu.kertenkele (a.) İnce, uzun gövdeli, uzun kuyruklu, hızlı hareket eden küçük bir sürüngen.kertmek (e.) Çentik açmak, kazımak.kervan (a.) Eskiden ticaret malı taşıyan hayvan veya insan topluluğu.kervansaray (a.) Kervanların konaklaması için yapılan büyük han.kesat Alışverişte durgunluk.kese (a.) 1. Cepte taşınan para, tütün konulan küçük torba. 2. Yıkanırken kir çıkarmak için vücuda sürülen küçük bez torbası.kese kâğıdı (a.) Kese biçiminde kâğıttan yapılan torba.keselemek (e.) Kir çıkarmak için kese ile vücudu ovalamak.keser (a.) Tahta yontmaya, çivi çakmaya yarayan alet.kesici diş (a.) Kesmeye, ısırmaya yarayan diş.kesif (a.) Yoğun, sık, kalın.kesik (a.) Bir yanı kesilmiş olan.kesilmek (e.) Kesme eylemine uğramak.kesim (a.) Kesme işi.kesimevi (a.) Kasaplık hayvanların kesilip yüzüldüğü yer, mezbaha.kesin (ö a.) Değişmez, kat'î.kesinleşmek (e.) Kesin bir duruma gelmek.kesinlikle (b.) Kesin olarak.

114

Page 115: Turkce-sozluk

kesinti (a.) 1. Kesilen parça, kırpıntı. 2. Bir işin bir süre için durması. 3. Ödenen paradan herhangi bir gerekle kesilen bölüm.kesir, -sri (a.) Bir bütünün eşit olarak bölündüğü parçalardan birkaçı. Kırma.kesişmek (e.) Bir yol ya da doğrunun başka bir yol veya doğru ile karşılaşması.kesit (a.) Bir şeyi incelemek için enine ya da boyuna kesildiğinde ortaya çıkan yüzey.keski (a.) Tahta ya da taşı yontmak için kullanılan ucu keskin metal araç.keskin (ö a.) 1. Kesme işini iyi yapan. 2. Etkisi güçlü olan.kesme (ö a.) Küp biçiminde olan.kesmece (a.) Kesip içini beğendikten sonra almak koşuluyla.kesmek (e.) 1. Bir bütünü parçalara ayırmak. 2. Yaralamak. 3. Boğazlamak. kesme şeker (a.) Küp biçimine getirilmiş şeker, kestane (a.) 1. Kerestesi değerli bir orman ağacı. 2. Açık kahverengi renkte olan. kestirme (ö a.) Bir yere giden en kısa yol.keşen (a.) Zincirden yular ya 1a ayak kösteği. keşfetmek fe.; Var olduğu bilinmeyen bir şeyi bulmak, keşişleme (a.) Güneydoğudan esen rüzgâr. keşke (b.) Ne olurdu, ne olur anlamı verir.keşkek (a.) Et ve buğdayın iyice dövülmesiyle yapılan yemek.keşkül (a.) Sütle yapılan hafif bir tatlı.keşmekeş (a.) Karmakarışık durum.keten (a.) 1. Telleri dokumacılıkta kullanılan bir bitki. 2. Bu bitkinin tellerinden yapılmış, ketum (a.) Sır saklayan, ağzı sıkı, ağzı pek.kevser (a.) Cennette bulunduğuna inanılan kutsal su. kevgir (a.) Delikli kepçe. keyfince (b.) İsteğine göre, nasıl isterse, dilediğince, keyfine göre.keyif,-yi (a.) Sıkıntılı olmayıp neşeli olma durumu. keyifli (ö a.) Keyfi yerinde olan, neşeli. kez (b.) Defa.kıble (a.) Namazda, Kabe'ye doğru dönme, namaz kılma yönü.kıdem (a.) Memurlukta eskilik.kıdemli (ö a.) Bir işte deneyimi çok olan.kıdemsiz (a.) Bir işte deneyimi az olan.kığ (a.) Koyun, keçi ya da deve pisliği.kıkırdak (a.) Kemik görevi gören vücuttaki esnek doku. kıl (a.) 1. İnsan ve hayvanların vücutlarında biten sert, kalınca tüy. 2. Kıldan yapılmış.kılavuz (a.) Yol gösteren, kılcal (a.) Kıl gibi ince.kılçık (a.) 1. Balıkların ince ve küçük kemikleri. 2. Ekinlerin başaklarında bulunan sert, uzun tel.kılgı (a.) Bilim dalının ilkelerini, düşünce alanından uygulama alanına geçirip gerçekleştirme işi, uygulamakılıç (a.) Eskiden kullanılan, iki ucu keskin, uzun silâh.kılıf (a.) Bir aletin kendi biçimine göre yapılmış kabı.kılık (a.) Giyiniş, dış görünüş.kılıksız (ö a.) Dış görünüşü güzel olmayan.kılmak (e.) "Etmek, olmak, vermek" anlamında bir yardımcı eylem.kımıldamak (e.) Yerinde hafif hareket etme.kımız (a.) Kısrak sütünden yapılan bir içki.kın (a.) Kesici aletlerin kılıfı.kına (a.) Kına ağacından elde edilen saçları boyamaya yarayan toz.

115

Page 116: Turkce-sozluk

kınamak (e.) Birini yaptığı olumsuz davranıştan dolayı ayıplamak.kıpkırmızı (ö a.) Kırmızının koyu tonu.kır (ö a.) Beyaz ile siyah karışımı olan at rengi.kıraç (ö a.) Verimsiz toprak.kırağı fa.J Toprakta ve bitkilerde sabahları görülen çiğ.kıran (ö a.) Bir topluluğu yok eden yaygın hastalık ya da başka nedenler.kırat (a.) Değerli taşların ölçü birimi.kırba (a.) Deriden yapılma su kabı.kırbaç (a.) Sicim biçiminde kesilmiş deriden yapılan hayvanlara vurma aracı.kırbaçlamak (e.) Kırbaç ile vurmak, dövmek.kırcı (a.) 1. Dolu. 2. Ufak ve sert taneli kar.kırçıl (ö a.) Kırlaşmaya yüz tutmuş.kırgın (ö a.) Bir söze ya da davranışa gücenmiş.kırgınlık (a.) Kırgın olma durumu.kinci (a.) Sert, başkalarını kıran davranışları olan.kırık (ö a.) 1. Kırılmış. 2. Zayıf not anlamında kullanılır.kırılmak (e.) 1. Sert bir darbe karşısında parçalanmak. 2. Birine gücenmek.kırıntı (a.) Bir bütünden ayrılan ufak parça.kırışık (a.) 1. Düzgünlüğü bozulmuş, büzülmüş olan. 2. Yaşlıların derilerinde görülençizgiler.kırışmak (e.) Düzgünlüğü bozulmak.kırıtmak (e.) Hoş görünmek için birtakım göz alıcı hareketler yapmak.kırk, -ki (a.) Dört tane on.kırkayak (a.) Çok ayaklı küçük bir böcek.kırkbayır (a.) Geviş getiren hayvanlarda üçüncü mide.kırklamak (e.) Doğan bebeğin kırk günü doldurması.kırkmak (e.) Bir şeyin uçlarını kesmek.kırlangıç (a.) Kuyruğu çatal, küçük bir göçmen kuş.kırma (ö a.) Kumaşı katlayarak yapılan süs. 2. Melez.kırmızı (ö a.) Kan renginde olan.kırmızıbiber (a.) Kurutulup toz biçimine getirilmiş biber.kırpıntı (a.) Kırpılmış kâğıt parçası.kırpıştırmak (e.) Gözü çabucak açıp kapamak.kırpmak (e.) Gözü açıp kapamak.kırsal (ö a.) Yerleşim merkezinin dışında olan.kırtasiye (a.) Kitap, defter, kalem gibi yazı araçlarını satan dükkân.kısa (ö a.) Boyu uzun olmayan.kısık (ö a.) Kısılmış, boğuk ses.kısılmak (e.) Kısık duruma gelmek.kısım, (a.) Bölük, parça.kısıntı (a.) Verilen bir şeyi azaltma, kısma.kısıtlamak (e.) Önceden verilmiş hak ve özgürlüklerin bir kısmını geri almak.kıskaç (a.) 1. Bir şeyi sıkıştırmaya yarayan alet. 2. Böceklerin besin yakalama ya da savunma organı.kıskanç (ö a.) Başkalarını kıskanma huyu olan.kıskançlık (a.) Kıskanç olma durumu.kıskanmak (e.) Başkasının, kendisinden daha önde ve daha çok sevildiğini düşünerek üzülmek.kıskıvrak (b.) Kurtulamaz biçimde yakalanmak.kısmak (e.) Azaltmak.

116

Page 117: Turkce-sozluk

kısmen (a.) Bütün değil, bölüm olarak ya da bazı bakımdan, bazı yönden.kısmet,-ti (a.) Talih.kısmetli (ö a.) Kısmeti iyi olan.kısmî (ö a.) Bir şeyin yalnız bir bölümünü içine alan, tikel.kısrak (a.) Dişi at.kıssa (a.) Öykü, fıkra.kıstas (a.) Ölçüt.kıstırmak (e.) Bir yere sıkışmasını sağlamak.kış (a.) Soğuk ve yağışlı mevsim.kışkırtıcı (ö a.) Birilerini kışkırtma özelliği olan.kışkırtmak (e.) Birilerini kötü bir eyleme zorlamak.kışla (a.) Askerlerin bulunduğu büyük yapı.kışlak (a.) Göçebelerin kışı geçirdiği yer.kışlık (ö a.) Kışa özgü.kıt (ö a.) Yetmeyecek kadar az.kıt'a (a.) Ana kara.kıtlama (b.) Çayı, kesme şekeri küçük küçük kopararak ağza atarak içmek.kıtlık (a.) Yiyecek azlığından açlığa yol açan kötü durum.kıtı kıtına (b.) Gereksinime zor yetecek kadar.kıvam (a.) İstenilen duruma ve dereceye gelme.kıvanç (a.) Başarıdan dolayı övünme, sevinç.kıvılcım (a.) Yanmakta olan bir maddeden çıkan küçük ateş parçası.kıvırcık (ö a.) Kıvrılmış biçimde olan.kıvırmak (e.) 1. Bir şeyi, kenarından bükmek. 2. Çevirmek. 3. Katlamak, 4. mec.Bir işin üstesinden gelmek. 5. Sözünden caymak.kıvrak (ö a.) Canlı, hareketli.kıvranmak (e.) Acı ile çeşitli vücut hareketleri yapmak.kıvrılmak (e.) Kıvrılmış duruma gelmek.kıvrım (a.) Bir şeyin kıvrılmış yeri.kıyafet (a.) Kılık, giysi.kıyamet, -ti (a.) İslâm inancına göre dünyanın sonu.kıyas (a.) Bir tutma, denk sayma.kıyasıya (b.) Cana kıyarcasına, acıma duymadan.kıyı (a.) Su kıyısı, kenar.kıyma (a.) Kıyılmış et.kıymak (e.) 1. İnce ince doğramak. 2. Öldürmek.kıymet, -ti (a.) Değer.kıymetlenmek (e.) Değer kazanmak.kıymetli (ö a.) Değerli.kıymık (a.) Sivri, küçük tahta parçası.kız (a.) Hiç evlenmemiş dişi insan.kızak (a.) Kar ve buzda kayma aracı.kızamık (a.) Ateşli, bulaşıcı çocuk hastalığı.kızan (a.) Erkek çocuk, delikanlı.kızarmak (e.) 1. Yüzün; utanma, korku gibi durumlardan ötürü kızıla yakın renk alması. 2. Yeşilden kırmızıya dönüşüp olgunlaşmak. 3.Tavada ateş üzerinde pişmek.kızartı (a) Kızarmış yer.kızartma (a.) Kızartılarak hazırlanmış yemek.kızdırmak (e.) Kızmasına neden olmak.kızgın (ö a.) Kızdırılmış, öfkeli.

117

Page 118: Turkce-sozluk

kızıl (ö a.) 1. Parlak kırmızı. 2. Çocuklarda görülen bir hastalık.Kızılay (a.) Yurt içinde ve yurt dışında felâkete uğrayanlara yardım eden kurum.kızılcık (a) Kırmızı, zeytin büyüklüğünde meyvesi olan bir ağaç.Kızılderili (a.) Amerika kirasının yerlilerine verilen ad.kızışmak (e.) Şiddetlenmek.kızmak (a.) 1. Ateşte ısınmak. 2. Sıcak olmak. 3. Öfkelenmek.ki (b.) Sözcükleri ve cümleleri birbirine bağlayan sözcük.kibar (ö a.) Örnek yaşayışı ve davranışı olan.kibarlık budalası (a.) Kibar biri gibi görünmeye çalışırken gülünç duruma düşen kimse için söylenir.kibarzade (a.) Soylu aileden gelme, kibar çocuğu.kibir, -bri (a.) Kendini herkesten üstün görme huyu.kibirlenmek (a.) Büyüklenmek.kibrit, -ti (a-) Bir şeye sürtüldüğünde alevlenen, ucunda özel bir madde bulunan çubuk.kifayet,-ti (a.) Yetme, yeterlilik.kifayetsiz (ö a.) Yetersiz.kik,-ki (a-) Dar ve uzun bir yarış kayığı.kil (a.) Islanınca kolay biçim verilen toprak.kile (a.) Bir çeşit tahıl ölçü aracı.kiler (a.) Yiyeceklerin saklandığı oda.kilim (a) Yün ve kıldan dokunan, yere serilen yaygı.kilise (a) Hıristiyanların ibadet ettiği yer.kilit (a.) Anahtarla açılıp kapanan, bir yeri kapalı tutmaya yarayan alet.kilitlemek (e.) Kilitle kapatmak.kilit noktası (a.) Bütün işlerin bağlı olduğu önemli nokta.killi (a) Kili bol olan toprak.kilo (a.) 1. Önüne getirildiği birimi binle çarpan ön ek. 2. Kilogram sözcüğünün kısa biçimi.kilogram (a.) Bin gram ağırlığında ölçü birimi.kilometre (a.) Bin metre uzunluğunda bir ölçü birimi.kilovat,-tı (a.) Elektrik güç birimi.kim (ad.) Hangi kişi?kimi (ad.) Bazı.kimlik (a.) Kişinin adını, soyadını, anne ve babasını, doğduğu yeri bildiren resimli belge.kimse (a.) Herhangi bir kişi.kimse (ad.) Hiçbir insan.kimsesiz (ö a.) Tanıdığı, yakını olmayan.kimus (a.) Yemeklerin mide öz suyuyla karşılaştıktan sonra aldığı durum.kimya (a.) Basit cisimlerin özelliklerini, birbirine etkilerini inceleyen bilim dalı.kimyager (a.) Kimya ile uğraşan.kimyevi (ö a.) Kimya ile ilgili.kimyon (a.) Tohumları baharat olarak kullanılan bir bitki.kin (a.) Öç almayı amaçlayan gizli düşmanlık.kinci (ö a.) Öç almak isteyen, kin tutan, kindar.kinaye (a.) Birine dokunsun diye söylenen üstü kapalı söz.kinin (a.) Sıtma ilâcı.kip, -pi (a.) Eylemlerin cümlede eylemin yapıldığı zamana ve duruma göre aldıkları biçim.kir (a.) Vücutta veya herhangi bir nesnenin üzerinde biriken pislik.kira (a.) Belli bir para karşılığında bir aracı veya konutu belirli bir süre birine bırakma.kiracı (a.) Bir şeyi kiralayan.kiralamak (e.) Bir aracı ya da konutu kira karşılığında bir süre kullanma hakkını almak.

118

Page 119: Turkce-sozluk

kiraz (a.) Kiraz ağacının kırmızı renkli çekirdekli meyvesi.kireç (a.) İnşaat malzemesi olarak kullanılan, toz durumunda olan beyaz madde.kireçli (ö a.) İçinde kireç bulunan.kiremit (a.) Çatıları örtmekte kullanılan kızıl renkte, çeşitli biçimlerde olan pişmiş toprak.kiriş (a.) 1. Ok atılan yaya gerilen ip. 2. Bağırsaklardan yapılan çalgı teli.kirizma (a.) Toprağı derince kazarak altını üstüne getirme.kirlenmek (e.) Kirli duruma gelmek.kirletmek (e.) Bir yeri kirli duruma getirmek.kirli (ö a.) Kirlenmiş olan.kirmen (a.) Elde yün eğirmeye yarayan tahtadan yapılmış araç.kirpi (a.) Sırtı dikenlerle kaplı, içine kapanınca top gibi olan bir hayvan.kirpik (a.) Göz kapağının kenarlarına dizilmiş kıllar.kirtil (a.) Kabuklu deniz hayvanlarını avlamakta kullanılan İnce dallardan örülmüş sepet.kirve (a.) 1. Bir çocuğun sünnet işlemlerini yapan, sünnet edilirken tutan, masraflarını karşılayan kimse. 2. mec. yakın arkadaş, dost.kispet, -ti (a.) Yağlı güreşçilerin güreşirken giydikleri pantolon.kisve (a.) Kılık.kişi (a.) İnsan, şahıs.kişilik (a.) Bir kimsenin kendine özgü belirgin özellikleri.kişisel (ö a.) Sadece bir kişiyi ilgilendiren, o kişiye özgü.kişnemek (e.) Atın bağırır gibi yüksek ses çıkarması.kitabe (a.) Bir yapının, bir çeşmenin üzerine yazılan yazı.kitap (a.) Yazılıp basılmış sayfalardan oluşan bütün.kitapçı (a.) Kitap bastıran, satan kimse.kitaplık (a.) 1. Kitap dolabı. 2. Kitapların konulduğu, okuyucuların buradan yararlandığı yapı.kitin (a.) Eklem bacaklıların ve kabukluların kabuklarını oluşturan, dayanıklı ve esnek organik madde.kitle (a.) Yığın, topluluk.klakson (a.) Kısa kesik ses çıkaran araba düdüğü.klarnet (a.) Nefesli bir çalgı.klasik (a.) Üzerinden zaman geçmesine karşın değerini yitirmeyen yapıt.klasman (a.) Bölümleme, sınıflama.klasör (a.) Yazılı kâğıtların sıralanıp saklandığı büyük telli dosya.klinik (a.) Hasta bakılan yer.klişe (a.) Kâğıtlara basmak için üzerinde çeşitli desenler oyulmuş levha.klorofil (a.) Bitkilere yeşil rengi veren madde.kloş (a.) Alt tarafı genişleyen bir etek biçimi.koalisyon (a.) Çeşitli güçlerin bir araya gelmesiyle oluşan birlik.kobay (a.) Bilimsel araştırmalarda kullanılan bir deney hayvanı.kobra (a.) Çok zehirli, çeşitli renklerde olan bir yılan türü.koca (a.) Kadının evlendiğikoca (ö a.) Büyük.kocakarı (a.) Yaşlı kadın.kocamak (e.) Yaşlanmak, tazeliğini yitirmek.koca yemiş (a.) Pembe, beyaz çiçekleri olan bir bitki.koç, -çu (a.) Damızlık erkek koyun.koçan (a.) Taneli bitkilerin yapışık oldukları dip bölüm.koğuş (a.) Kışla, hastane, pansiyon gibi yerlerde içinde birden çok kişinin yattığı oda.kok, -ku (a.) Bir çeşit kömür.

119

Page 120: Turkce-sozluk

kokarca (a.) İnce uzun, orta boyda bir kürk hayvanı.kokart (a.)\. Asker şapkalarına takılan, rengi uluslara göre değişen işaret. 2. Belli bir topluluğa özgü olan işaret.koklamak (e.) Bir şeyin kokusunu almak için burundan yararlanmak.kokmak (e.) 1. Koku saçmak, kokusunu duyurmak. 2. Çürüyüp bozularak kötü koku yaymak.kokteyl (a.) Çeşitli içkilerin karışımından yapılan içki.koku (a.) Burunla algılanan şey.kol (a.) 1. Omuzdan parmak uçlarına kadar uzanan organ. 2. Şube, dal. 3. Giysilerin kolu saran bölümü.kolaçan (a.) Çeşitli nedenlerle çevreyi dolaşıp gözden geçirmek.kolağası (a.) Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasında yer alan rütbe.kolalamak (e.) Giysinin bir bölümünü dik durması için kolalı suya batırıp ütülemek.kolan (a.) Hayvanın semerini bağlamak için kullanılan uzun yassı kemer.kolay (ö a.) Zorlanmadan yapılan.kolayca (b.) Sıkıntı çekmeden.kolaylamak (e.) İşin zor yanını bitirip sonuna yaklaşmak.kolcu (ö a.) Bir bölgeyi korumakla görevli olan.kolej (a.) Bazıları özel olan, iyi eğitim veren, lise dengi okul.koleksiyon (a.) Pul, kartpostal, para, antik eşya toplayıp biriktirme merakı.kolektif (ö a.) Ortaklaşa, birlikte.kolera (a.) Bulaşıcı salgın bir hastalık.koli (a.) içinde türlü eşya bulunan posta paketi.kollamak (e.) 1. Uygun zamanı beklemek. 2. Korumak, gözetmek.kolon (a.) 1. Taşdirek. 2. Gazetelerde yazıların yer aldığı sütun.koloni (a.) Sömürge.kolonya (a.) Hafif alkol ihtiva eden koku.kolordu (a.) Üç tümenden oluşan büyük askeri birlik.koltuk (a.) 1. Kolun gövde ile birleştiği yer. 2. Oturması rahat olan bir tür sandalye.koltuklamak (e.) 1. Birine övücü sözler söylemek. 2. Bir şeyi koltuklarının altına almak.kolye (a.) Boyuna takılan bir çeşit süs.kolyoz (a.) Uskumru cinsinden bir balık.koma (a.) Kimi hastalarda belleğin ve hareket etme yeteneğinin az çok kaybolduğu durum.komedi (a.) 1 Güldürü. 2. (mec.) Yalan ve yapmacık söz veya davranış. 3. mec. Gülmeye neden olan olay veya olaylar.komik (ö a.) Güldüren, güldürücü.komiser (a.) Polis karakollarında en rütbeli kimse.komisyon (a.) 1. Bir çalışma, araştırma yapmak için uzmanlardan oluşan topluluk. 2. Aracı olunan bir satıştan alınan pay.komita (a.) Amacına ulaşmak için silâh kullanan gizli topluluk.komite (a.) Bir işi incelemek için görevlendirilmiş topluluk.komodin (a.) Karyolanın başına konan küçük dolap.kompartman (a.) Trenlerde vagon bölmesi.komposto (a.) Bol şekerli suda meyvenin kaynatılmasıyla elde edilen içecek.kompozisyon (a.) 1. Parçaları birleştirerek bir sanat yapıtı oluşturma. 2. Düşünce yazısı.komşu (a.) Evleri ya da iş yerleri bir arada olan kimseler.komuta (a.) Asker? birliği ve onunla ilgili işleri yönetme görevi, kumanda.komutan (a.) Bir askerî topluluğu yöneten kimse.konak (a.) Büyük ve gösterişli ev.konaklamak (e.) Yolculuk sırasında bir süre bir yerde durmak.konca (a.) Henüz açılmamış çiçek tomurcuğu.

120

Page 121: Turkce-sozluk

konç (a.) Ayakkabıların aşık kemiğinden yukarı bölümü.kondüktör (a.) Trenlerde yolcuların biletlerini kontrol eden görevli.konfeksiyon (a.) Hazır giyim eşyası.konfeksiyoncu (a.) Konfeksiyon işleri ile uğraşan kimse.konferans (a.) Dinleyicilere herhangi bir konuda bilgi vermek için yapılan konuşma.konfeti (a.) Ufak ufak yuvarlak olarak kesilmiş renkli kâğıtlar.konfor (a.) Yaşamayı rahat kılan şeyler.kongre (a.) 1. Çeşitli ülkelerden yöneticilerin, elçilerin,delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. 2. Bir kuruluşun, temel sorunlarını konuşmak üzere belli sürelerle yaptığı toplantı, kurultay.koni (a.) Tabanı yuvarlak, tepesi sivri olan nesne.konkur (a.) Yarış, yarışma.konmak (e.) Yere inmek, bir yerde durmak.konser (a.) Önceden kararlaştırılan, dinleyiciler önünde bir müzik topluluğunun şarkılarını çalması, söylemesi.konservatuvar (a.) Tiyatro, müzik ve bale eğitimi veren okul.konserve (a.) Özel olarak hazırlanan, uzun süre tazeliğini kaybetmeyen, kutulara ya da kavanozlara konulmuş yiyecek.konsey (a.) Bazı işleri kararlaştıran meclis.konsol (a.) Üzerine ayna ya da başka süs eşyası konan çekmeceli mobilya.konsolos (a.) Yabancı ülkelerde, kendi vatandaşlarının haklarını korumak için görevlendirilen memur.kontak (a.) Elektrik akımı bulunan iki telin birbirine dokunması.kontenjan (a.) 1. Bir malın alım, satım ve dağıtım işi ile ilgilenen kişilere düşen pay. 2. Bir kurum ve kuruluşun seçip alabileceği kişi ya da mal adedi.kontrast (ö a.) 1. Aykırı, zıt. 2. Karşıtlık, aykırılık, zıtlık.kontrat, -ti (a.) Sözleşme kâğıdı, sözleşme.kontrol (a.) Denetim.kontrplak (a.) Çeşitli işlerde kullanılan ince, dayanıklı tahta.kontur (a.) Çevre çizgisi, nesneyi belirgin gösteren çizgi.konu (a.) Üzerinde yazı yazılan, söz söylenen olay, durum ya da düşünce.konuk (a.) Bir yere ya da birinin evine bir süre kalmak için gelen kimse, misafir.konukomşu (a.) Komşular.konuksever (a.) Konuk ağırlamaktan zevk alan.konum (a.) Bir şeyin bulunduğu belirli yer.konuşkan (ö a.) Konuşmayı seven.konuşlanmak (nsz.) Belli bir yere ya da bölgeye mevzilenmek.konuşma (a.) Dinleyicilere, bir kişinin, bir konuda söylediği sözlerin tümü.konuşmacı (a.) Bir toplulukta konuşan kimse.konut (a.) Ev.konvoy (a.) Arka arkaya giden araba dizisi.kooperatif (a.) Alış verişte ortakların mallarını değerlendirmek, ortaklarına ucuz mal almalarını sağlamak amacıyla oluşturulan ortaklık.koordinasyon (a.) Belli bir amaca ulaşmak için çeşitli işler arasında bağlantı, uyum, düzen sağlama, eş güdüm.koparış (a.) Koparmak işi ya da biçimi.koparmak (e.) Kopmasını sağlamak.kopça (a.) Bir giysinin iki yakasını birleştiren bir çeşit düğme.kopmak (e.) İki parçaya ayrılmak.kopuk (ö a.) Kopmuş olan.

121

Page 122: Turkce-sozluk

kopuz (a.) Eskiden kullanılan bir müzik aleti.kopya (a.) 1. Örnek, benzeri. 2. Bir sınavda soruların yanıtlarını birinden veya daha önce hazırlanan bir belgeden yararlanarak yanıtlama.kopyalanmak (a.) Özdeşleşmek, bütünleşmek.kor (a.) Her yanı ateş durumuna gelmiş odun, kömür parçası.Koramiral (a.) Deniz ordusunda korgenerale eşit rütbe, kordon (a.); 1. İpekten yapılmış kalın ip 2. Saat veya madalyon gibi şeyleri asmaya yarayan çoğunlukla ince zincir. 2. İnce elektrik kablosu.korgeneral, -li (a.) Rütbesi tümgeneralle orgeneral arasında olan subay. koridor (a.) Bir yapıda oda kapılarının açıldığı dar geçit, korkak (a.) Olmayacak şeylerden korkankorku (a.) Bir olumsuzluğun oluşturduğu, heyecanlandıran, ürküten duygu. korkuluk (a.) Bağ ve bahçelerde hayvanları korkutmak için dikilen manken. korkunç (ö a.) Çok korku veren.korkutmak (e.) Korkmasına neden olmak.korna (a.) Motorlu taşıtlarda sesle işaret veren düdük, klakson.kornea (a.) Gözde saydam tabaka.kornet (a.) Pistonlu orkestra çalgısı.korniş (a.) Perdeleri asmaya yarayan araç.koro (a.) Şarkı, türkü söyleyen topluluk.Korsan (a.) Deniz haydudu, Kort (a.) Tenis oynanan alan. Kortej (a.) Tören alayı, Koru (a.) Küçük orman. korucu (a.) Orman veya kır bekçisi.koruk (a.) Olgunlaşmamış üzüm.korumak (e.) Bir kimseyi ya da bir şeyi tehlikelerden uzak tutmak.korunmak (e.) Kendini korumak.korunum (a.) Korunmak işi. korvet (a.) Denizaltılara karşı özel olarak silâhlandırılan bir çeşit küçük savaş gemisi, koşa (a.) Bir çeşit uzun saplı orak.koskoca (a.) Çok büyük. kostak, -ğı (a.) 1. Zarif, kibar, çalımlı, güzel giyinmiş, yakışıklı. 2. Yiğit, kabadayı, yürekli.kostüm (a.) Takım elbise, koşma (a.) Sevgi, yiğitlik ve doğa temalarını işleyen bir halk şiiri biçimi.koşmak (e.) 1. Çok hızlı adımlarla yürümek. 2. Hayvanı yük arabasına ya da karasabana bağlamak. koşturmak (e.) Koşma işi başkası tarafından kendisine yaptırılmak, koşu (a.) Koşarak yapılan yarış.koşucu (a.) Koşu sporu yapan kimse.koşuk (a.) Ölçülü ve uyaklı şi-irimsi yazı, manzume, koşul (a.) Yapılması başka bir duruma bağlı olan. koşulmak (e.) Koşulma işi kendisine yapılmak. koşullamak (a.) Şartlı duruma getirmek.koşum (a.) Hayvanı arabaya koşmaya yarayan koşu takımı.koşuntu (a.) Bir adamın yanında bulunanlar, yardakçılar.koşuşmak (e.) Birlikte koşmak.koşut (a.) Birbiri ile kesişmeden uzayıp giden doğruların durumu, paralel. kot (a.) Giysi yapılan bir tür pamuklu kumaş, kotra (a.) Bir çeşit yelkenli kayık.

122

Page 123: Turkce-sozluk

kova (a.) içine su koyup taşımaya yarayan saplı kap. kovalamaca (a.) Ebenin çocukları yakalamasına dayanan çocuk oyunu. kovalamak (e.) Kaçan birini yakalamak için arkasından koşmak.kovan (a.) İnsanların bal almak için arıları beslediği barınak.kovboy (a.) Amerika’da sığır çobanlarına verilen ad. Kovmak (a.) İşten atmak, yanından uzaklaştırmak, kovuk (a.) Bir şeyin boş olan iç bölümü.kovuşturmak (a.) Suçlu olduğu söylenen birisi hakkında araştırma ve soruşturma yapmak.koy (a.) Küçük körfez. koyak (a.) İki dağ arasında geçit ya da dere boyu, vadi. koyar (a.) İki akarsuyun birleştiği yer.Koymak (a.) Bir yere yerleştirmek, bırakmak. koyu (ö a.) 1. Fazla akışkan olmayan. 2. Rengi karaya çalan.koyulaşmak (e.) Koyu duruma gelmek.koyulmak (e.) Kendini yaptığı işe vermek, girişmek.koyun (a.) Eti, sütü ve derisi için beslenen bir hayvan.koyun,-ynu (a.) Göğüsle giysi arası.koyuvermek (e.) Özgür bırakmak.koz (a.) 1. Karşısındakini alt edecek kuvvetli şey. 2. Ceviz.koza (a.) İpek böceğinin ördüğü, içine girip bir süre kaldığı korunma yeri.kozalak (a.) Çam ağaçlarının koni biçimindeki meyvesi.köfte (a.) Et, ekmek kırıntısı, maydanoz ve baharattan yapılan, ateşte kızartılan bir çeşit yemek.köftün (a.) Sığırlara yedirilen susam ya da keten küspesi.köhne (ö a.) Eskimiş, yıpranmış.kök (a.) Bir bitkinin toprağa gömülü bölümü.köken (a.) Bir şeyin geçmişe doğru dayandığı son durum, yer.kökleşmek (e.) İyice yerleşmek, kökü sağlamlaştırmak.köksüz (ö a.) Temeli olmayan, çürük.kökten (ö a.) 1. Temelden. 2. Hepsi.köle (a.) Savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten mahrum bırakılan veya başkasından satın alınan erkek, kul, esir. 2. Birinin emri altında bulunan, özgür olmayan kimse.kömür (a.) Yer altından çıkarılan, binaları ısıtmada kullanılan siyah renkli katı yakacak.köpek (a.) Çok çeşitleri olan, evcil, iyi koku alabilen bir hayvan.köpekbalığı (a.) Ilık ve sıcak denizlerde yaşayan iri ve yırtıcı bir balık.köpek dişi (a.) Azı dişleri ile kesici dişleri arasında, altlı üstlü birer tane bulunan sivri diş.köpekleşmek (e.) Onurunu yitirip yaltaklanmak.köprü (a.) Nehir, yol gibi engelleri aşmak için yapılan iki yakayı birbirine bağlayan yüksek yapı.köpeklik, -ği (a.) (mec.) Köpekçe davranma, köpek gibi yaltaklanma.köprücük (a.) Omuz bölgesinde bulunan uzunca kemik.köpük, -ğü (a.) Çalkalanan, engellere çarparak akan, kaynatılan sıvıların üzerinde oluşan kabarcıklar yığını. köpürmek (e.) 1. Köpük yapmak, köpük oluşmak, köpük çıkararak kabarmak. 2. Ekşiyip köpürmek. 3. mec. Çok kızmak, birden bire öfkelenip taşmak.kör (a.) 1. Görme duyusu olmayan, görmez. 2. Keskinliği yeterli olmayan. 3. Az aydınlık veren. 4. mec. Arkası tıkalı olan veya işlek olmayan. 5. (mec.) Dikkati ve görüşü noksan, gafil. 6. Hissi körelmiş, duygusuz. 7. Kötü. kör alan (a.) Trafikte sürücünün geriden gelenleri aynasında göremediği bölge.

123

Page 124: Turkce-sozluk

kör bağırsak (a.) Kalın bağırsağın ince bağırsakla birleştiği bölümdeki çıkıntılı organ. körebe (a.) Gözleri bağlanan bir çocuğun, diğer çocukları yakalamasına dayanan çocuk oyunu.körelmek (e.) Bir aletin görevini yapamaz oluşu. körfez (a.) Karaya girmiş deniz parçası.körleşmek (e.) İşlemez, iş yapamaz duruma gelmek.köreltmek (e.) İş yapamaz duruma gelmesine neden olmak.körpe (ö a.) Yeni doğmuş, dalından yeni koparılmış, taze. körük (a.) 1. Ateşi canlandırmak için hava veren alet. 2. Kimi araçların açılıp kapanan, üst üste katlanan bölümü.körüklemek (e.) 1. Körükle ateşe hava vermek. 2. Bir kavgayı, durumu kızıştırmak.körü körüne (b.) Düşünüp taşınmadan.köse (ö a.) Sakalı, bıyığı çıkmayan kişi.kösele (a.) Ayakkabıların tabanında kullanılan büyükbaş hayvanların işlenmiş derisi. kösemen (a.) Sürüye öncülük eden koç.köstebek (a.) Toprak altında yaşayan derisi değerli bir hayvan.köstek (a.) Hayvanların uzaklaşmaması için ön ayaklarına takılan ip, zincir. kösteklemek (e.) Hayvanların ayağına köstek vurmak. köşe (a.) 1. Birbirini kesen iki düzlemin oluşturduğu açı. 2. İki duvarın birleştiği yer. köşebent (a.) Köşeleri birbirine bağlayan alet.kötek (a.) Dayak, kötü (ö. a.) 1. Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen. 2. Ahlâka aykırı davranış.kötülemek (a.) Birisinin olumsuz yönlerini öne çıkararak tanıtmak.kötülük (a.) Kötü olma durumu. 2. Zarar veren davranış.kötümser (ö a.) Olaylara ve durumlara hep olumsuz yönden bakan.kötürüm (a.) Sakatlık veya yaşlılık nedeniyle yürüyemeyen.köy (a.) Şehirlerden uzakta küçük yerleşim birimi. köylü (a.) Köyde yaşayan kimse.köz (a.) İçinde kor parçaları olan kül.közlemek (e.) Köz üzerinde pişirmek.kraça (a.) İstavrit balığının küçüğü.kral (a.) Yönetme yetkisi aileden gelen hükümdar. kraliçe (a.) Kralın eşi ya da kral soyundan olup ülkeyi yöneten kadın, krallık (a.) Kralların yönettiği devlet biçimi.kramp, -pı(a.) Geçici kas tutukluğu.krank (a.) Bir motorda pistonun hareketini dairesel harekete çeviren dingil, ana mil. kraterfa.; Yanardağ ağzı. kravat, (a.) Boyun bağı. kreasyonca.) Bir terzinin veya moda evinin çizdiği her türlü yeni model, kredi (a.) Belli bir zaman sonra taksit taksit ödemek koşuluyla birine verilen para. krem (a.) Tene yumuşaklık vermek için sürülen kokulu madde.krem (a.) Açık saman rengi. krep (a.) İpekten yapılma ince kumaş.krepon (a.) 1. Kıvrımları olan yün, pamuk ya da ipek kumaş. 2. Krepon kâğıdı. kristal, (a.) Cam, billur. kriz (a.) 1. Sıkıntılı, içinden çıkılması zor durum. 2. Birdenbire gelen hastalık nöbeti.kroki (a.) Bir yerin ya da bir eşyanın çizgilerle yapılan taslağı.krom (a.) Beyaz, sert, paslanmaz metal.kromaj (a.) Metal yüzeyleri kromla kaplama işi.kronik (a.) 1. Olayların birbiri ardınca sıra ile yazıldığı tarih. 2. Süreğen. 3. Uzun süredir bir çözüm getirilememiş.

124

Page 125: Turkce-sozluk

kronoloji (a.) Olayları tarihleri ile sıralayarak gösterme işi.kronometre (a.) Zamanı en küçük birimlerle doğru olarak ölçen alet.kros (a.) Kırlarda ve ormanlarda, hendeklerden, yükseltilerden, çukurlardan ve akarsulardan geçerek yaya yapılan koşu.kroşe (a.) Boksta bir yumruk vuruş şekli.kruvazör (a.) Hızlı savaş gemisi.Kuaför (a.) Kadın berberi. kubbe (a.) Yarım daire biçiminde olan bazı yapıların damı.kubur (a.) 1. Ayak yolu deliğinden lağıma inen boru. 2. Boru biçiminde kap. 3. Bir çeşit tabanca.kucak (a.) Açık kollarla göğüs arası.kucaklamak (e.) Kucağına alıp göğsüne bastırmak. kudret, (a.) Güç. kudurmak (a.) 1. Kuduz hastalığına yakalanmak. 2. Öfkeden deliye dönmek.kuduz (a.) Hayvanların ısırmasıyla insana geçen öldürücü hastalık.kuğu (a.) Perde ayaklılardan, yaban ve evcil türleri bulunan, çok uzun ve kıvrık boyunlu, geniş gagalı, geniş kanatlı bir su kuşu. kuka (a.) Dantel ya da nakış ipliği.kukla (a.) 1. Hareketli yerleri iplikle sanatçının parmaklarına bağlanarak veya eldiven benzeri bir kesinti kullanarak, bir perdenin üzerinden oynatılan, bez ve karton gibi hafif nesnelerden yapılmış bebek. 2. Ayakları olmayan, alttan içine el sokularak oynatılan, çeşitli nesnelerden yapılmış bebek. 3. Kendi istek ve kararıyla iş görmeyip başkasının etkisinde olan kimse.Kuklavî (a.) Kukla gibi, kuklaya benzer biçimde, Kukuleta (a.) Yağmurlu havalarda başa geçirilen bir tür başlık.kul (a.) 1. Allah'ın yarattığı varlık. İnsan. 2. Köle, esir. 3. Birinin bağlısı, bende, kulaç (a.) Açık kollar arasındaki uzaklık.kulak (a.) Başın iki yanında bulunan işitme organı. 2. Bu organın sesleri toplayıp içeriye almaya yarayan dış bölümü.kulaktan kulağa (b.) Başkalarından işitilerek elde edilen bilgi.kule (a.) Çoğunlukla kare veya silindir biçiminde yüksek yapı.kulis (a.) Tiyatroda sahne gerisine verilen ad.kullanmak (e.) Bir şeyden bir amaçla yararlanmak.kulp,-pu (a.) Çeşitli araçların, kapların tutacak yeri.kuluçka (a.) Civciv çıkması için yumurtaların üzerine yatmış tavuk.kulübe (a.) Kerpiç ya da ağaçtan yapılma küçük barınak.kum (a.) Deniz veya akarsu kıyılarında bulunan ufak, sert taş parçası.kuma (a.) Aynı erkekle evli olan kadınların birbirine göre adı, ortak.kumanya (a.) Yolculuk için hazırlanmış yiyecek.kumar (a.) Para ile oynanan şans oyunu.kumaş (a.) Pamuk, ip ve yün gibi şeylerden makinada dokunmuş her çeşit dokuma.kumbara (a.) Para biriktirmek için kullanılan kutu.kumarbaz (ö a.) Kumar oynayan.kumral (ö a.) Koyu sarı, açık kestane insan teni.kumru (a.) Boz renkte güvercinden biraz ufak bir kuş.kumsal (a.) Su kıyılarında oluşan kumlu yer.kundak (a.) Bebeği sarıp sarmalamaya yarayan bezler.kundura (a.) Ayakkabı.kunduz (a.) Su kıyısında yaşayan, set yapmakla ünlü bir su hayvanı.kup (a.) Giysi kesimi, elbiseye kesimle verilen biçim, şekil.kupa (a.) 1. Genellikle genişliği derinliğinden çok olan, altın, gümüş, bronz ya da kristalden

125

Page 126: Turkce-sozluk

yapılmış ayaklı kap. 2. Bardak. 3. Yarışma ödülü olarak verilen herhangi bir sanat eseri. 4. İskambil kâğıtlarının dört grubundan benekleri kırmızı kalp biçiminde olanı.kupon (a.) Bir şeyi alabilmek için verilen belge.kur (a.) Yabancı paraların ulusal para cinsinden değeri.kur (a.) 1. Karşı cinsten birine ilgi göstererek onun hoşuna gitme, gönlünü kazanmaya çalışma. 2. Birinin duygularını okşayacak biçimde davranarak onu elde etmeye çalışma.kura (a.) Bir yarışmada talihlileri belirlemek, kontenjanı sınırlı bir yere alınacakları seçmek için yapılan şansa dayalı seçim.kurabiye (a.) Şekerli çörek. kurak (ö a.) 1. (hava, mevsim, yıl için) Yağışsız. 2. (toprak için) nem tutmayan, çabuk kuruyuveren, çorak. kural (a.) 1. Bilimin, sanatın temel ilkeleri. 2. Davranışlarımıza yön veren ilkeler. kuram (a.) Bir sorunun çözümü ile ilgili düşünceler bütünü.Kur'an (a.) Müslümanların kutsal kitabı. Son Peygamber Hazret-i Muhammed'e indirilmiş ilahî kitap.kurbağa (a.) Suda ve karada yaşayabilen, sıçrayarak yer değiştiren hayvan. kurban (a.) Bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan.kurcalamak (e.) Zorlayarak karıştırmak, incelemek. kurdele (a.) İpekli geniş şerit.kurgu (a.) 1. Bir şeyin zembereğini kurmaya yarayan araç. 2. Bir bütünün parçalarını bir araya getirme, montaj.kurmak (e.) Çalışmasını, işlemesini sağlamak.kurmay (a.) Harp akademilerini bitiren subay.kurna (a.) Hamamlarda, musluk altında, içinde su biriktirilen, yuvarlak ve çoğunlukla mermer ya da taş tekne.kurnaz (ö a.) Başkalarını kandırmasını bilen, açıkgöz.kurs (a.) Belli konularda eğitime yardımcı olması için yapılan kısa süreli öğretim.kursak (a.) Kuşlarda ve bazı hayvanlarda yenen yiyeceklerin yemek borusunda toplandığı bölüm.kurşun (a.) 1. Maviye yakın gri renkte ağır bir metal. 2. Hafif silâh mermisi.kurşun kalem (a.) Yazı yazmaya, resim yapmaya yarayan, yazısı kolayca silinen, dışı tahta kalem.kurt (a.) 1. Köpeğe benzer, yırtıcı bir hayvan. 2. Üyesiz, küçük hayvan.kurtarıcı (ö a.) Kurtaran.kurtarmak (e.) Kurtulmasını sağlamak.kurtlanmak (e.) Çürümek, bozulmak.kurtuluş (a.) Bir tehlikeden, olumsuz durumdan kurtulma.kuru (ö a.) 1. Susuz, nemsiz. 2. Kışa saklanmak üzere kurutulmuş sebze veya meyve.kurul (a.) Bir işi yönetmek, inceleme yapmakla görevlendirilmiş topluluk. Heyet.kurulamak (e.) Islaklığını gidermek.kurultay (a.) Bir kurumun gerektiği durumlarda, belirli zamanlarda yaptığı genel toplantı.kuruluş (a.) Topluma hizmet etmek, bir işi yürütmek için kurulan.kurum (a.) 1. Belirli bir amaç için toplanan kişilerin oluşturduğu resmi kuruluş. 2. Bacalarda, borularda biriken is.kuruntu (a.) Olumsuz olasılıkları tasarlayıp üzülme.kuruş (a.) Liranın yüzde biri değerinde para birimi.kuruşlandırmak (a.) Bir listede yer alan her maddenin fiyat tutarını hesap edip belirtmek.kuru yemiş (a.) Fındık, fıstık gibi yemek dışında yenen yiyecekler.kusmak (e.) Mide içindekileri herhangi bir etkiden dolayı ağızdan dışarı çıkarmak.kusur (a.) 1. Eksiklik 2. Yerinde olmayan olumsuz davranış.

126

Page 127: Turkce-sozluk

kuş (a.) Uçabilen, vücutları tüylü hayvanların genel adı.kuşak (a.) Bele sarılan uzun, enli kumaş.kuşatma (a.) Bir yerin, bir nesnenin dışarı ile ilişkisini kesme.kuşatmak (e.) Bir yerin çevresini çevirip sarmak.kuş bakışı (a.) Yüksek bir yerden bir yerin her tarafını görerek bakmak.kuşbaşı (a.) Küçük parçalara ayrılmış et.kuşbaz (a.) 1. Süs kuşları yetiştiren kuş meraklısı. 2. Padişahların av kuşlarını yetiştiren görevli.kuşe (a.) Kalın, parlak kâğıt.kuşkonmaz (a.) Çiçekleri yeşil ile sarı arasında olan bir süs bitkisi.kuşku (a.) Huylanma, pirelenme. Korku ve ürkeklik gösterme. Vesvese, vehim.kuşluk (a.) Sabah ile öğle arası zaman.kuşmar (a.) Kuş avlamak için hazırlanmış tuzak, kuş tuza-kuşpalazı (a.) Tehlikeli, bulaşıcı bir çocuk hastalığı.kut (a.) 1. Uğur, baht, talih. 2. Mutluluk.kutlamak (e.) Sevindirici bir olayı başkaları ile eğlenerek paylaşmak.kutlu (ö a.) Uğurlu.kutsal (ö a.) Uğruna gerekirse can verilen yüce değer.kutu (a.) İçine çeşitli şeyler konan, taşınabilen kap.kutup, -tbu (a.) Yeryuvarının ekvatordan en uzakta olan iki noktası.kuvvet, -ti (a.) Güç.kuyruk (a.) Çoğu hayvanlarda gövdenin arkasında bulunan uzantı.kuyruklu yıldız (a.) Ardında bir ışık kuyruğu görülen gök cismi.kuytu (ö a.) Issız, sakin, gözlerden uzak.kuyu (a.) 1. Su çıkarmak için derinliğine kazılan çukur. 2. Suyundan yararlanılan böyle yer.kuyumcu (a.) Değerli maden ve taşlardan süs eşyası yapıp satan kimse.kuz (ö a.) Gölgede kalan.kuzen (a.) Erkek yeğen.kuzey (a.) Dört ana yönden biri, güneyin karşıtı.kuzeybatı (a.) Kuzey ile batı arasında kalan yön.kuzeydoğu (a.) Kuzey ile doğu arasında kalan yön.kuzgun (a.) İri siyah karga.kuzguncuk (a.) Hapishane kapılarındaki demir kafesli pencere.kuzu (a.) Koyun yavrusu.küçük (ö a.) 1. Yapısı benzerlerinden daha kısa olan. 2. Yaşça daha küçük.Küçükayı (a.) Saplı bir tencere biçiminde dizilen yedi yıldızdan oluşan takım yıldız.küçükbaş (a.) Koyun, keçi gibi hayvanlara verilen genel ad.küçümsemek (e.) Önem vermemek, küçük görmek.küf (a.) Nemden ekmek, peynir gibi yiyeceklerde oluşan leke.küfe (a.) Kaba ve dayanıklı bir sepet.küflü (ö a.) Küf tutmuş olan.küfür (a.) Kötü söz, sövgü.küheylan (a.) Soyu bilinen Arap atı.kükremek (e.) 1. Bağırmak. 2. öfkeden korkunç sesler çıkarmak.kükürt (a.) Sarı renkli basit bir maden.kül (a.) Yanan şeylerden artakalan toz.külah (a.) Ucu sivri bir tür başlık.külbastı (a.) Izgarada pişirilen kemiksiz et.külçe (a.) Eritilerek belli bir kalıba dökülmüş metal.külfet, -ti (a.) 1. Sıkıntılı zorluk, yorgunluk. 2. Büyük masraf.

127

Page 128: Turkce-sozluk

külfetsiz (ö a.) 1. Sıkıntısız, kolay, özen istemeyen. 2. Az masrafla yapılankülhan (a.) Hamamları ısıtan ocak.külkedisi (a.) 1. (mec.) Çok üşüyen, ateşin yanından ayrılmayan (kimse) 2. Uyuşuk, miskin (kimse).küllî (ö a.) Bütüne ve genele ilişkin.külot,-tu (a.) 1. Kalça bölümü geniş, paçası dar pantolon. 2. İç don.kültür (a.) Bir toplumun yaşama biçimini oluşturan gelenek, yaşayış, anlayış birikimi.külünk (a.) Sivri kazma.külüstür (ö.a.) 1. Yıpranmış, eski görünüşlü olan. 2. Bakımsız.küme (a.) 1. Tümsek biçimindeki yığın 2. Birçok canlının ya da nesnenin oluşturduğu topluluk, grup. 3. Küme biçiminde olan, kümeyi andıran. 4. Futbolda takımların yer aldığı grup.kümes (a.) Tavuk, hindi, ördek gibi hayvanların barınağı.künde (a.) 1. Ayak bağı, köstek. 2. Güreşte rakibini ayak ve ellerle sararak kıpırdayamayacak duruma getirme.künk (a.) Pişmiş toprak ya da çimentodan yapılmış kalın su borusu.künye (a.) Bir kimsenin genel bilgilerinin bulunduğu resmî kayıt.küp, -pü (a.) 1. Geniş karınlı, ağzı dar toprak kap. 2. Birbirine eşit karelerden oluşan altı yüzlü nesne.küpe (a.) Kulaklara takılan süs eşyası.kürdan (a.) Dişleri temizlemek için kullanılan küçük araç.küre (a.) 1. Bütün noktaları merkezden aynı uzaklıkta bulunan bir yüzeyle sınırlı cisim. 2. Yeryüzü, dünya.kürek (a.) Toprak, kömür gibi küçük şeyleri atmaya, taşımaya yarayan kap.kürk, -kü (a.) Bazı hayvanların işlenmiş postu.kürsü (a.) Topluluğa karşı konuşan kişilerin üzerine çıktıkları yüksekçe yer.küsmek (e.) Darılmak, gücenmek.küspe (a.) 1. Hayvan yemi, yakacak ve gübre olarak kullanılan, yağı veya suyu çıkarılmış her türlü yağlı tohum ve bitki artığı. 2. Özü alınmış meyvelerin kalan bölümü.küstah (a.) Saygısızca, terbiyesizce davranan.küstere (a.) 1. Bir çeşit uzun rende. 2. Değirmen taşı yapılan taş. 3. Bileği çarkı.küsuf (a.) Güneş tutulması.küsur (a.) 1. Artan bölümler, geriye kalan bölümler, kesirler. 2. Tam sayıdan sonra gelen kesirli sayı.küsü (a.) Küskünlük.küsülü (ö.a.) Aralarında dargınlık, küskünlük bulunan.küsüşmek (nsz.) Birbirine küsmek, karşılıklı darılmak.küt, -tü (ö a.) Kısa, kalınca, keskin olmayan.küt (a.) Tahta gibi katı şeylere vurulduğunda çıkan sesi anlatır.küt küt (b.) Üst üste küt sesi çıkararak.kütle (a.) 1. (katı maddeler için) Büyük parça, küme, yığın. 2. Bir yerde toplanmış, bir araya gelmiş insan topluluğu.kütlesel (ö a.) Kütle ile ilgili olan.kütlü (ö a.) Çekirdekli, çiğitli (pamuk).kütük- ğü (a.) İ. Kesilmiş kalın ağaç gövdesi. 2. Ana defter.kütüklük (a.) İçine şarjöre geçirilmiş tüfek fişeği konulan ve palaska kayışına geçirilen kösele çanta, fişeklik.kütüphane (a.) Kitapla dolu yer, kitaplık.kütüphaneci (a.) Kitaplıkta görevli kimse. Kütüphane memuru.kütürdemek (nsz.) Kütür kütür diye ses çıkarmak.

128

Page 129: Turkce-sozluk

kütürdetmek (e.) Kütür kütür diye ses çıkartmak.kütür kütür (b.) 1. Elma, ayva, karpuz gibi gevrek meyveler kesilir veya ısırılırken çıkan sesi anlatır. 2. Bu tür ses çıkaran, taze.küvet (a.) içinde yıkanılan yer.

L I

I, L Türk alfabesinin on beşinci harfi, diş eti, avurt ünsüzüdür.lâakal (zf.) En azından, hiç olmazsa.labada (a.) Sulak yerlerde yetişen, yaprakları sebze olarak kullanılan bir bitki.labirent (a.) 1. Çıkış yeri kolaylıkla bulunamayacak kadar karışık koridorların bulunduğu yapı. 2. mec. İçinden çıkılması güç ya da olanaksız durum.laborant (a.) Araştırmalarda, laboratuar deneylerinde yardımcı olarak çalışan kimse.laboratuvar (a.) Araştırma ve deney yapmak için gerekli araç ve gereçlerin bulunduğu yer.lacivert (a.) Koyu mavi renk.laçin (is.) Bir şahin, doğan.laçka (a.) Gevşemiş, verimsiz duruma gelmiş, düzeni bozulmuş.laçkalık (a.) Laçka olma durumu.lades (a.) Tavuğun lades kemiğini iki kişinin birer ucundan kırmasıyla başlayan, birinin "aklımda" demeden bir şeyi ötekinden almasıyla yenilmiş sayılarak biten oyunlâedri (is.) Yazarı bilinmeyen, anonim.lâedriye (a.) Bilinmezcilik, agnotizm.laf (a.) Bir düşünceyi dile getiren sözcük dizisi.lafazan (a.) Konuşmayı seven.lağım (a.) 1. Yer altında kazılan dar yol. 2. Bir kentin pis sularının akması için yapılmış yer altı yolu.lağv etmek (b) 1. Kaldırmak. 2. Hükümsüz kılmak, fes etmek, dağıtmak.lahana (a.) Geniş ve kalınca yaprakları kat kat sarılarak top durumuna gelen bir sebze.lahika (a.) Ek.lahid, -hdi (a.) 1. Kenarları kagir, üstü kapak taşlarıyla örtülü mezar. 2. Taş ya da mermerden oyma mezar.lahmacun (a.) Üstüne kıyma, kıyılmış soğan ve baharat konularak fırınlarda pişirilen bir çeşit pide.lahos (a.) Hangillerden, Akdeniz ve Ege'de yaşayan lezzetli bir balık, kaya hanisi.lahza (a.) Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, an.laik (a.) Din ve devlet işlerini birbirine karıştırmayan.laiklik (a.) 1. Laik olma durumu. 2. Devlet ile din işlerinin ayrılığı; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması.lâin (a.) Lanetlenmiş, melun.lakap, -bı (a.) Bir kimseye ya da aileye kendi adının dışında yakıştırılan başka bir ad.lakayt (ö a.) İlgisiz, aldırmaz.lakerda (a.) Palamut, torik gibi balıklardan dilim dilim kesilerek yapılan salamura.lakırdı (a.) 1. Söz. 2. Boş söz, dedikodu, lâf.lâkin (b.) Ama, fakat.laklak, -ğı (a.) 1. Leyleğin gagasıyla çıkardığı ses. 2. (mec.) Ara vermeden söylenilen saçma sapan söz dizisi, gevezelik.

129

Page 130: Turkce-sozluk

laklaka (a.) Gereksiz, anlamsız, boş söz.laktoz (is.) Süt şekerini, üzüm şekerine çeviren bir bağırsak enzimi.lâl (ö a.) Dili tutulmuş, konuşamaz duruma gelmiş, dilsiz.lâl, -li (a.) Parlak kırmızı renk.lala (a.) Çocuğun bakım, eğitim ve öğretimiyle görevli kimse.lale (a.) Uzun çiçeği kadeh biçiminde olan türlü renklerde bir süs bitkisi.lalettayin (ö a.) Ayırt etmeksizin, gelişigüzel, özensiz, rastgelelalezar (a.) Lâle bahçesi.lam (a.) Mikroskopta incelenecek maddelerin üzerine konulduğu dar, uzun cam parçası.lama (a.) Güney Amerika'da yaşayan bir yük hayvanı.lamba (a.) Işık verip aydınlatan araç.lambri (is.) Yapılarda ahşap iç duvar kaplaması.lâ mekân (is.) 1. Mekânı olmayan, mekansız. 2.Yersiz, yurtsuz, adresi belli olmayan.lamel (is.) Mikroskopla yapılan incelemede lamların üstüne kapatılan dört köşe, küçük, ince cam. 2. Çok ince tabaka.lanet (a.) 1. Allah'ın sevgi ve rahmetinden mahrum olma. 2. Ters, berbat, çok kötü.lanetlemek (nsz.) Allah merhametinden mahrum bırakmak, dinden kovmak ilenmek.lanse (a.) İleri atılmış, ortaya çıkarılmış.lanse etmek (nsz.) Tanıtmak amacıyla öne sürmek, ortaya çıkarmak.larp (b.) Ansızın ve güçlü bir biçimde.larva (a.) Kurtçuk.lanso (a.) Kement.lapçin (a.) Tabanı meşinden olan mest, edik.lapilli (a.) Yanardağlardan fırlayan çok küçük katı parça.larenjit (a.) Gırtlaktaki aşırı ve süreğen iltihap.largo (a.) 1.Bir parçanın ağır ve görkemli çalınacağını veya söyleneceğini anlatır. 2. Bu ağırlıkta çalınan müzik parçası.lastik (a.) 1. Esnek, çekilince uzayabilen kauçuk şerit biçimindeki nesne. 2. Araba tekerinin iç kısmına takılan şişirilebilen bölümü.lâşe (is.) Leş.lata (a.) Dar, kalın tahta.latif (ö a.) Güzel görünüşlü, hoş.latife (a.) Şaka.Latin (a.) 1. İtalya'da Latium bölgesi halkından olan kimse. 2. Latin halkları.laubali (ö a.) Saygı gözetmeyen.lav (a.) Yanardağların püskürtme sırasında yeryüzüne çıkardığı kızgın ve erimiş madde.lavabo (a.) El yüz yıkamak için musluğun altında bulunan porselen ya da metalden yapılma, suyun etrafa akmamasını sağlayan araç.lavanta (a.) Güzel kokulu bir süs bitkisi.lavaş (a.) 1. Mayalı hamurdan tandırda pişirilerek yapılan ve yapıldığı yere göre büyüklüğü değişen ince ekmek türü. 2. Yufka inceliğinde açılmış uzun sade pide.lavta (is.) Mızrapla çalınan, gövdesi uttan küçük bir çalgı-lavta (is.) 1. Ebe 2. Doğacak çocuğu ana rahminden çekmeye yarayan alet.lâyemut (is.) Ölümsüz, ölmez.layık (ö a.) Uygun, uyan.lâyiha (a.) 1. Bir konuda görüş belirtilen yazı. 2. Tasarı, müsvedde.lâyuhti (is.) Hata işlemeyen, yanlış yapmayan.laza (a.) Bal koymaya yarayan küçük tekne.lâzım (a.) Bir iş için gerekli olan.lep (a.) Daha söze başlanırken ne istenildiğini çabucak anlamak.

130

Page 131: Turkce-sozluk

leblebi (a.) Kuru yemiş olarak yenen kavrulmuş nohut.ledün (is.) 1. Kat, huzur, nezd. 2. Allah'ın katı, huzuru.lejyon (a.) 1. Eski Roma’da askeri birlik. 2. Yabancılardan meydana gelen Fransız askeri birliği.lejyoner (is.) Lejyon askeri.legal (ö a.) Yasal.legato (b.) Bir parçanın notalarının, ara verilmeden birbirlerine bağlanarak söyleneceğini veya çalınacağını anlatır.leğen (a.) İçinde çamaşır yıkanan geniş metal kap.lehçe (a.) Bir dilin ayrıldığı kolların her biri.lehimlemek (e.) Ayrılmış metal parçaları lehim ile yapıştırmak.leke (a.) 1. Kirliliği gösteren iz. 2. Bir yüzeyde çeşitli nedenlerle oluşan renk değişikliği.lektör (a.) 1. (üniversitede) Okutman.lenf (a.) Lenf damarlarında, kanla doku öğeleri arasında aracı görevi yapan, kan plazması lenfositten oluşan saydam sarı renkte sıvı, ak kan.lenger (a.) Kenarları geniş kazan.lepiska (a.) Sarı, yumuşak saç.leopar (a.) Çevik, kediye benzeyen iri, yırtıcı bir hayvan.leş (a.) Hayvan ölüsü.levazım (a.) Gerekli aletler, gereçler.levent (a.) 1. Eskiden deniz askerine verilen ad. 2. Boylu poslu yakışıklı kimse.levha (a.) Bir yere asılmak için hazırlanmış, üstünde yazı ya da resim bulunan kâğıt.levrek (a.) Beyaz etli, pullu bir balık.leylâk (a.) Eflâtun, açık pembe renkte, güzel kokulu çiçekleri olan bir ağaççık.leylek (a.) Kışın Afrika'da yaşayan, siyah telekti, uzun gagalı, uzun bacaklı, büyük, beyaz, göçmen kuş.leziz (ö a.) 1. Tadı güzel, lezzetli. 2. (mec.) Hoş, güzel.lezzet (a.) Ağız yoluyla alınan tat.lıkır (a.) Sıvıların bir kaptan akarken çıkardığı ses.lıkır lıkır (b.) (kaptaki sıvı) Akarken lık lık diye ses çıkarmak..libas (a.) Giyecek.liberal (ö a.) 1. Kişi hürriyetlerine taraftar olan, liberalizm yanlısı. 2. mec. Geniş mezhepli, toleranslı.liberalleşmek (nsz.) Liberal ölçüleri benimsemek.liberalizm (a.) Ferdi hürriyetleri öne alan iktisadî ve siyasi doktrin.liber (a.) Yarım kilogramlık bir ağırlık ölçü birimi.lider (a.) 1. Yönetimde gücü ve etkisi olan kimse, önder. 2. Bir partinin veya bir kuruluşun en üst düzeyde yönetimiyle görevli kimse.lif (a.) 1. Çok ince ve uzun parça. 2. Yıkanmak için kullanılan bitki telleri demeti ya da bu amaçla türlü ipliklerden yapılmış örgü. 3. Tel.lig (a.) Küme.lika (a.) Mürekkep hokkalarına konulan ham ipek.likit (is.) 1. Sıvı, akışkan. 2. Kullanılması hemen mümkün olan para.likör (a.) Meyve, alkol, esans karışımıyla yapılan şekerli içki.liman (a.) Gemilerin yük alıp verdikleri, barındıkları yer.lime lime (ö a.) Parça parça.limited (a.) Ortaklarının sorumluluğu koydukları para ile sınırlı ortaklık.limon (a.) Dışı sarı, yumurta biçiminde, kokulu, suyu ekşi bir meyve.limonata (a.) Limon şerbeti.linç, -çl (a.) Bir topluluğun galeyana gelerek bir suçluyu öldürmesi.

131

Page 132: Turkce-sozluk

linyit,-ti (a.) Bir cins maden kömürü.lir (a.) Kaynağı mitolojik çağlara dayanan kirişli bir çalgı.lira (a.) Yüz kuruşluk para birimimiz.liret (a.) İtalyan para birimi.lirik (ö a.) İnsan duygularının etkili anlatıldığı şiirler.lisan (a.) Dil.lise (a.) Öğrencileri mesleğe ve üniversiteye hazırlayan ortaöğretim kademesi, litre (a.) Sıvı ölçü birimi.liyakat (a.) Beceriklilik, layık olma durumu.liyakat sahibi (a.) Başarılı, erdemli, yetenekli.lobi (a.) Otel, tiyatro gibi yerlerde girişe yakın yer.lobut (a.) Kalın, kısa ve düzgün sopa.loca (a.) Tiyatro, sinema gibi eğlence yerlerinde ya da parlâmento salonlarında özel bölme.lodos (a.) Güneyden ya da güneybatıdan esen, bazen de yağış getiren ılık rüzgâr.logo fa.; Arma.lojman (a.) Bir kurum ya da kuruluşun çalışanlarının barınması için yapılmış ev.lokanta (a.) Para ile yemek yenilen büyükçe yer.lokma (a.) Bir defada ağza götürülen yiyecek.lokomotif (a.,) Tren vagonlarını çeken tekerlekli, buharla çalışan makine.lokosit (a.) Akyuvar.lokum (a.) Bir çeşit şekerleme.lop, -pu (ö a.) Yuvarlak, yumuşak ve irice.lor (a.) Taze, tuzsuz beyaz peynir.losyon fa.; Keskin kokulu kolonya türü.loş(ö a.) Yarı aydınlık.lunapark (a.) Türlü eğlence ve oyun aletleri bulunan alan.lumbago (a.) Soğuktan oluşan bel bölgesindeki ağrı.lup (a.) Büyüteç.lüfer (is.) Eti beyaz, tadı güzel, gövdesi pullu bir balık.lügat, -ti (a.) 1. Söz, sözcük. 2. Sözlük.lüks (a.) 1. Gösterişe kaçan aşırılık. 2. Havagazı ile çalışan bir aydınlatma aracı.lüle (b.) Bükülmüş, kıvrılmış olan.lüp (a.) 1. Hiç emek vermeden ele geçirilen şey.lütfen (a.) Birinden bir şey isterken "dilerim, rica ederim" anlamında kullanılır.lütuf, -tfu (a.) Yardım, iyilik.lütuf kâr (a.) İyiliksever, kibar.lüzum (a.) Lâzım olan, gereken.lüzumlu lüzumsuz (b.) Yerli yersiz, gerekli gereksiz.

Mm

m. M Türk alfabesinin on altıncı harfi, çift dudak ünsüzüdür.maalesef (b.) “Ne yazık ki... Üzülerek söylüyorum ki...” anlamlarında kullanılır.maarif (e.) 1. Bilgi ve kültür. 2. Öğretim ve eğitim sistemi.maaş (e.) Aylık.maazallah (e.) Allah korusun.mabet (e.) Tapınak.

132

Page 133: Turkce-sozluk

mabut (e.) Tapılan şey.macera (e.) Baştan geçen ilginç olay, serüven.maceracı (ö. a.) İlginç ve tehlikeli olayları göze alan.macun (e.) 1. Hamur kıvamına getirilmiş madde. 2. Boyacılıkta çatlak ya da aralıkları kapamak, camcılıkta camları tutturmak için kullanılan hamur kıvamında karışım. 3. Baharlı, tarçınlı, yumuşak ve yapışkan şekerleme.maç (e.) Sporda iki taraf arasında yapılan yarış.madalya (e.) Savaşta başarı gösterenlere, spor yarışmalarında derece alanlara verilen metal nişan.madalyon (e.) içinde küçük resim, saç teli konan, zincirle boyna bağlanan süs eşyası.madam (a.) Müslüman olmayan evli kadın, eş.madde (a.) Uzay boşluğunda yer kaplayan cisim. 2. Yasa, sözlük, ansiklopedilerde her bölüm.maddî (a.) 1. Madde ile ilgili, maddesel. 2. Maddeden oluşan. 3. Nesnelerle ilgili olan. 4. Paraya, mala çok önem veren (kimse).madem (a.) ...diğine göre,” değil mi, anlamında tümceleri birbirine bağlayan söz kümesi.maden (a.) Topraktan çıkarılan, işlenebilen madde.madencilik (a.) Madenlerin bulunması, çıkarılması, işlenmesi ile ilgili birimlerden oluşan teknik ve yöntemlerin tümü.madenî (Ö a.) Ham maddesi maden olan.maden kömürü (a.) ısısı yüksek bir kömür cinsi.maden suyu (a.) Bazı hastalıklara iyi gelen bir çeşit kaynak suyumadımak, -ğı (a.) İlkbaharda kırlarda yetişen, ufak, yeşil yapraklı, ıspanak gibi yenilen bir bitki.madik, -ği (a.) 1. Miskete fiske vurarak oynanan zıp zıp oyunu. 2. Dolap, hile. madrabaz (a.) Yiyecek maddelerini yerinden alıp toptan satan esnaf.madun (a.) 1. Alt aşamada bulunan 2. Ast. maestro (a.) Orkestrayı yöneten şef.magazin (a.) 1. Çeşitli konuları geniş bir kitlenin ilgileneceği şekilde hafifleterek veren dergi. 2. Eğlendirici konular.magma (a.) Yerin içinde, sıvı ya da hamur kıvamında uçucu gazlarla doymuş olarak bulunan eriyik.mağara (a.) Kaya içine oyulmuş geniş oyuk. mağaza (a.) Büyük dükkân. mağdur (ö a.) Haksızlığa uğramış, zarar-ziyan görmüş. mağfur (ö a.) Affolunmuş, bağışlanmış.mağlubiyet (a.) Yenilme, yenilgi.mağlup (ö a.) Yenilmiş, yenik. mağrur (ö a.) Kendini beğenmiş, gururlu.mahal, (a.) Yer, yöre. mahalle (a.) Bir yerleşim merkezinin bölündüğü parçalardan her biri.mahalli (ö a.) Yöresel, yerel, mahane (a.) Bahane, ileri sürülen, sözde sebeb.maharet, -ti (a.) Beceri, ustalık.mahcup (ö a.) Sıkılgan, utangaç.mahcur (ö a.) Kısıtlı, mahfaza (a.) Kıymetli eşyaların korunduğu kutu. mahfil (a.) Bir topluluğun, grubun toplantı yeri. mahfuz (ö a.) Saklanmış, korunmuş.mahir (ö a.) Becerikli, usta.

133

Page 134: Turkce-sozluk

mahiyet, -ti (a.) Esas, içerik, mahkeme (a.) Savcı ve yargıçlardan oluşan bir kurulun yargı görevini yerine getirdikleri yer.mahkûm (a.) Yargılama sonunda ceza alan kişi. mahkûmiyet,-ti (a.) Ceza alma durumu.mahlas (a.) 1. Bir kimsenin ikinci adı. 2. Şairlerin eserlerinde kullandıkları takma ad. mahlûk (a.) Yaratık, yaratılış, mahlukat (a.) Yaratıklar.mahmur (ö a.) 1. Uyku sersemi. 2. Süzgün bakışlı.mahmuz (a.) 1. Çizmelerin arkasına takılan, hayvanları dürtmeye yarayan demir. 2. Horozların ayaklarının arkasında bulunan çıkıntı.mahpus (ö a.) Hapse konulmuş kimse.mahrem (ö a.) Gizli.mahrum (ö a.) Yoksun.mahrumiyet (a.) Yoksunluk.mahsul (a.) Ürün.mahsup (a.) Hesabına aktarılmış.mahsus (ö a.) 1. Özgü. 2. Şakadan.mahşer (a.) İslâm inancına göre kıyamet günü toplanılacak yer.mahvetmek (e.) Yok etmek.mahvolmak (e.) Yok olmak,, kötü duruma düşmek.mahya (a.) Ramazan ayında iki minare arasına asılan ışıklı yazı.mahzen (a.) Yapıların yerin altında kalan, depo olarak kullanılan bölümü.mahzun (ö a.) Üzgün, tasalı.mahzur (a.) Sakınca.mahzurlu (ö a.) Sakıncalı.mal (ö a.) 1. Su ile ilgili. 2. Mavi renk.madin (a.) Eşkenar dörtgen.maiyet, (a.) Yönetimi, emri altında bulunanlar.majör (ö a.) 1. Büyük, önemli. 2. Bir makam, bir akort veya bir aralığın oluşma biçimi. 3. Büyük önerme.makale (a.) Bilim ve sanat alanında yazılmış düşünce yazısı.makam (a.) Önemli bir görevlinin bulunduğu yer.makara (a.) İp, tel ve şerit sarılan, kenarları çıkıntılı silindir biçiminde araç.makarna (a.) Çeşitli biçimlerde olan, kurutulmuş un ve irmik hamuru.makas (a.) Çapraz olarak birleştirilmiş iki çelik parçadan oluşan kesme aracı.makastar (ö a.) Elbise biçen kimse.makber (a.) Mezar, kabir.makbul, -lü (ö a.) Değerli, beğenilen.makbuz (a.) Mal ya da para alındığını belirten kâğıt belge.maket (a.) Yapı, heykel ya da herhangi bir şeyin taslak durumundaki küçük örneği.maki (a.) Akdeniz bölgesinde yetişen bodur ağaçlardan oluşan bitki örtüsü.makine (a.) Bir güçle çalışan belli bir işi yapan aygıt. makineli (ö a.) Makine ile işleyen.maklnist,-ti (a.) Makineden anlayan, işleten usta. makro (ö a.) Bir çok kelimenin önüne gelen "büyük" anlamını veren ön ek. makrome (a.) Kalın iplikle elde örülmüş iş. maksat (a.) Amaç. maksimal (ö a.) Maksimum. maksimum (a.) 1. Bir şey için gerekli en büyük (derece, nicelik). 2. Değişebilen bir niceliğin varabileceği en yüksek olan (sınır) 3. Azamî, maksimal.

134

Page 135: Turkce-sozluk

maktul, -lü (ö a.) Öldürülmüş. makul, -lü (ö a.) Akla uygun, mantıklı.makyaj (a.) Yüzü başka bir biçime sokmak ya da güzelleşmek için boyamak. mal (a.) 1. Bir kimsenin sahip olduğu şey. 2. Manda, öküz gibi büyükbaş hayvanlara verilen ad.mala (a.) Tahta saplı sıvacı aleti.malama (a.) Samanla karışık tahıl. malak (a.) Manda yavrusu.malarya (a.) Sıtma hastalığı.mal beyanı (a.) Mal bildirimi.malaz (a.) 1. Sulak yer. 2. Sürülmemiş, ot bürümüş toprak. 3. Su altında kalan, su basmış tarla.mal etmek (a.) Kendinin yapmak.malî (ö a.) Mal ve para ile ilgili, parasal.malik, -ki (a.) Sahip elma.malikhane (a.) Büyük ve görkemli ev.maliye (a.) Devletin gelir ve giderini yöneten devlet kuruluşu.maltız (a.) Izgaralı, ayaklı, taşınabilir bir yemek pişirme aracı.malûl, -lü (ö a.) Sakat.mamur (ö a.) Bayındır.mamut (a.) Filgillerden dördüncü jeolojik zamanda, Avrupa ve Asya'da yaşamış olan, şimdi ancak fosili bulunan iri, kıllı bir hayvan türü. malulen (b.) Sakat, hasta bir biçimde.malûm (ö a.) Bilinen. malûmat (a.) Bilgiler. malzeme (a.) Gerekli araç ve gereç.mama (a.) Bebek yiyeceği. mamul, -lü (ö a.) Yapılmış, üretilmiş eşya.mana (a.) Anlam, manalı (ö a.) Anlamlı, manastır (a.) Dünya ile ilişkisini kesmiş keşişlerin yaşadığı yer.manav (a.) Meyve ve sebze satılan yer.manca (a.) Kedi, köpek yiyeceği.manda (a.) Geviş getiren büyük baş hayvanlardan iri gövdeli siyah sığır, su sığın, camız.manda (a.) Kendisini yönetemeyen bir ülkenin bir başka ülkenin himayesine girmesi. mandal (a.) İpe asılan çamaşırları tutturan yaylı kıskaç, mandalina (a.) Portakala benzeyen bir ağaç ve bu ağacın yassı, sulu, güzel kokulu meyvesi.mandallamak (a.) 1. Mandalla tutturup kapamak 2. Mandalla tutturmak mandıra (a.) Koyun, keçi besleyip süt, yoğurt, peynir yapılan yer.mandolin (a.) Dört çift teli olan kısa saplı bir müzik aleti.manevî (ö a.) Maddî yönde olmayan, ruhsal bakımdan.manevra (a.) 1. Savaşa hazırlık uygulamaları, tatbikat. 2. Gemi, tren gibi araçların bir yere yanaşmak için yaptıkları hareketler. 3. mec. Hile, oyun.manga (a.) On erden oluşan askerî birlik.mangal (a.) İçine ateş konan metal kap.mangır (a.) Para.mâni (a.) Dört dizeden oluşan halk şiiri çeşidi.mâni (a.) Bir şeyin yapılmasına engel olan.manifatura (a.) Her çeşit kumaş, bez gibi dokumalar.manifaturacı (ö a.) Manifatura ürünler satan.

135

Page 136: Turkce-sozluk

manika (a.) Gemilerde, ambarlara ve makina bölümüne hava vermek için güverteye açılan baca.manikür (a.) Tırnak bakımı.maniple (a.) Telgrafçının parmakla oynatarak çalıştırdığı alet.manivela (a.) Kaldıraç.manken (a.) 1. İnsan vücudu biçimindeki kalıp. 2. Moda evlerinde giysileri giyip alıcılara göstermekle görevli kimse.manolya (a.) Baygın kokan iri bir çiçek.manometre (a.) Buharın ya da herhangi bir gazın bulunduğu kabın iç yüzeylerine yaptığı basıncı ölçen alet.mansiyon (a.) Bir yarışmada derece dışı özendirme ödülü.mantar (a.) İçinde zehirlileri de bulunan silindir bir gövde ve üst tarafı şapka biçiminde olan ilkel bitkilerin genel adı.mantı (a-) Küçük parçalar halinde kesilip içine kıyma konduktan sonra uçları kapatılan, haşanarak pişirilip yenen bir çeşit hamur yemeği.mantık (a.) Zihinsel çalışmalarda yanlışları ve doğruları gösteren bilimmantıklı (ö a.) Mantığa, akla uygun olan.mantıksız (ö a.) Mantığa uymayan, akıl dışı.manto (a.) Bayan paltosu.manüel (a.) El kitabı.manyak (ö.a.) Bir düşünceye saplanıp kalmış.manyeto (a-) İçinde mıknatıslı demir bulunan üreteç.manzara (a.) Bir yerden bakınca görünen şeylerin tümü, görünüş.manzum (a-) Dizeler biçiminde yazılmış.manzume (a.) Ölçülü ve uyaklı, dizelerden oluşan kısa yazı.maral (a.) Dişi geyik.marangoz (a.) Ağaçtan çeşitli eşyalar yapan kimse.maraton (a.) Kırk iki kilometrelik uzun koşu sporu.maraz (a.) Hastalık.maraz! (ö a.) Hastalıkla ilgili.marazlanmak (a.) Hastalanmak, hasta olmak.marazlı (ö a.) Hastalıklı, hasta.mark (a-) 1. Eskiden kullanılan Alman para birimi.Mareşal, (a.) Askerlikte en yüksek rütbe.margarin (a.) Yemeklerde, kahvaltılarda kullanılan vitaminlerle zenginleştirilmiş bitkisel yağ.marifet, -ti (a.) 1. İş yapma becerisi. 2. Hoş olmayan davranış.mariz (a.) Hastalıklı.marka (a-) Kâğıda ya da kumaşa resim ya da harflerle işlenmiş işaret.marke (° a.) İşaretlenmiş, belirtilmiş.market (° a.) Alıcının kendi işini kendisinin gördüğü, daha çok her türlü yiyecekmaddesinin ve mutfak gerecinin satıldığı dükkân, mağaza.marley (a.) Yapılarda taban döşemesi olarak kullanılan plâstik madde.marmelat, -ti (a.) Şeker konularak hazırlanan meyve ezmesi.marokencilik, -ği (a.) Maroken deriden çeşitli eşya yapma sanatı.maron (ö a.) Kestane rengi,marpuç, -cu (a.) Nargileyi kolayca içmeyi sağlayan ve nargileye takılan hortum biçiminde uzun ve bükülgen boru.Mars (a.) Güneş'e olan uzaklığı yönünden 4. sırada yer alan gezegen.mars (a.) Tavlada oyunculardan birinin, karşı taraf pul toplamaya başlayamadan bütün

136

Page 137: Turkce-sozluk

pullarını toplayarak oyunu bitirmesi, iki sayı kazanması.marsık (a.) Yanmayan kömürün duman ve koku vererek baş ağrısı yapması.marş (a.) Ulusal duyguları dile getiren ya da yürüyüşe uygun müzik parçası.marşandiz (a.) Yük treni.maıt,-tı (a.) Yılın üçüncü ayı.martaval (a.) Uydurma söz, yalan.martı (a.) Ördek büyüklüğünde, beyaz renkli bir deniz kuşu.martin (a.) Tek kurşun alan dürbünlü tüfek.maruf (ö a.) 1. Herkesçe bilinen, tanınan, belli, şanlı. 2. Örfün uygun gördüğü beğendiği ve buyurduğu şey.marul (a.) Geniş ve uzun yaprakları yenen, salata yapılan bir sebze.maruz (ö a.) 1. Bir olay veya durumun etkisinde veya karşısında bulunan. 2. Arz edilen, sunulan, verilen.masa (a.) Dört ayak üzerinde duran, çeşitli işler yapmaya yarayan tabla.masaj (a.) Çeşitli tekniklerle vücudun bazı bölgelerini oğuşturma.masal (a.) Dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen, başında tekerleme bulunan, olağanüstü olayları ve kişileri anlatan öyküler.masat (a.) Kesici aletleri bileme aracı.masa tenisi (a.) Masa üstünde oynanan tenis oyunu.maskara (ö a.) 1. Eğlendirici, hoş. 2. Soytarı.maske (a.) 1. Tanınmamak için yüze geçirilen örtü. 2. Havadaki tehlikeli gazlardan korunmak için takılan, nefes alınabilen aygıt.maslak (a.) 1. Sürekli su akıtan boru. 2. Su yolu üzerinde bulunan su haznesi.masraf (a.) Harcanan para, gider.mastar (a.) Eylemlerin "-mek, -mak, -me, -ma" ekiyle birlikte söylendiği durum.mastır (a.) Üniversite diplomasıyla doktora arasındaki akademik derece, yüksek lisans.mastı (a.) Kulakları uzun ve düşük, bacakları kısa, bodur bir köpek cinsi.mastika (a.) 1. Sakızla tatlandırılmış rakı, sakız rakısı. 2. Sakız ağacından çıkarılan reçine.masum (ö a.) Suçsuz.maş (a.) Bir çeşit börülce.maşa (a.) Ateşi ya da ateşte kızartılmış bir şeyi tutmaya yarayan metal çatal.maşallah (ü.) "Ne güzel, Allah nazardan saklasın." anlamında söz.maşrapa (a.) Su taşımaya yarayan kulplu, ağzı açık, maden ya da toprak kap.maşuk (ö a.) Sevilen, âşık olunan.mat, -ti (a.) Satrançta oyunu kaybetme, yenilgi.mat, -ti (ö a.) Parlak olmayan, soluk.matara (a.) Yolculukta, askerlikte kullanılan belde taşınır su kabı.matbaa (a.) Kitap basılan yer, basım evi.matbuat (a.) Basın.matbu, -u (ö a.) Basılı, basılmış.matem (a.) Yas.matematik (a.) Ölçü ve sayı temeline dayanan niceliklerin özelliklerini inceleyen bilim.mat etmek (a.) Yenmek, üstün çıkmak.matador (a.) Boğa güreşçisimatine (a.) Sinema ya da tiyatroda gündüz gösterisi.matiz (a.) İki halat, ek yeri kalınlaşmayacak biçimde birbirine ekleme işi.maun (a.) Bir orman ağacı ve bu ağacın mobilya yapımında kullanılan tahtası.maval (a.) Yalan.mavi (ö a.) Gök, deniz rengi.mavna (a.) Yük taşıyan büyük kayık.

137

Page 138: Turkce-sozluk

mavzer (a.) Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan ve orduda kullanılan bir tüfek tipimaya (a.) Hamuru ekşitmek, sütü yoğurt yapmak için konulan madde.mayalamak (a.) Bir şeye maya koymak.mayasıl (a.) Kaşınma, sulanma gibi belirtiler gösteren deri hastalığı, egzama.maydanoz (a.) Yaprakları birçok yemeğe katılan güzel kokulu bir bitki.mayın (a.) Toprak altına ve denize yerleştirilen, basınç ya da darbe etkisiyle patlayıp etrafa zarar veren patlayıcı.mayıs (a.) Yılın beşinci ayı.maymun (a.) Çok çeşitleri bulunan, memeli, uzun kuyruklu, beyni gelişmiş hayvan.maymuncuk (a.) Anahtar olmadan kilitli kapıları açmaya yarayan alet.mayna (a.) Denizcilikte yelken indirme.mayo (a.) Denize girerken, bazı sporları yaparken giyilen özel don.mayonez (a.) Yumurta akı, zeytinyağı ve limonla yapılan bir çeşit koyu, soğuk sos.maytap (a.) Şenliklerde kullanılan, yandığı zaman renk renk ışık saçan fişek.mazeret, -ti (a.) Olumsuz bir durumun oluşmasına yol açan neden, özür.mazgal (a.) Kale duvarında geniş olmayan delik.mazı (a.) Kozalağından yağ elde edilen bir bitki.mazi fa.; Geçmiş zaman.mazlum (ö a.)\. İşkence görmüş. 2. Sessiz, uysal.mazot, -tu (a.) Petrolden elde edilen bir çeşit akaryakıt.mazur (ö a.) Özürü olan, özürlü.meblâğ (a.) Para miktarı.mecal (a.) Güç, kuvvet. İmkan, fırsat.mecaz (a.) Gerçek anlamı dışında kullanılan söz.mecbur (ö a.) Yapılması gereken, zorunlu.mecburiyet (a.) Zorunluluk, yükümlülük.mecidiye (a.) Osmanlı Devleti'nde 1840 yılında basılmış, 20 kuruş değeri olan gümüş para.meclis (a.) 1. Bir işi yapmak için üyelerle yapılan toplantı. 2. Toplantı yerimecmua (a.) Dergi.mecnun (ö a.) Çılgın, deli.mecra (a.) Suyun aktığı yol, su yolu.meczup, -bu (a.) Aklını yitirmiş, deli, sapık.meç,-çi (a.) Düz, dar kılıç.meçhul, -lü (ö a.) Bilinmeyen, isimsiz.med bk. met.medar (a.) Dayanak, yardımcı.meddah (a.) Taklitler yaparak, hoş öyküler anlatarak halkı eğlendiren sanatçı.meddücezir (a.) Gelgit.medenî (ö a.) Kentleşmiş, kır-sallıktan kurtulmuş, uygar.medenîleşmek (a.) Uygarlaşmak.medeniyet fo) Uygarlık.medrese (a.) Eskiden din eğitimi veren kurum.meftun (ö a.) Tutkun, tutulmuş.meğer (b.) Hâlbuki, oysa.mehabet (a.) 1. Büyük ve saygıdeğer kimselere duyulan saygı. 2. Büyüklük, ululuk, yücelik.Mehmetçik (a.) Peygamberimize sevgi duygusu ile Türk askerine verilen ad.mehtap (a.) Ay ışığı.mekân (a.) Bulunulan yer, ev.mekanizma (a.) Düzenek.mekik (a.) Dokuma tezgâhlarında kullanılan içinde masura olan alet.

138

Page 139: Turkce-sozluk

mektep (a.) Eğitim görülen yer, okul.mektup (a.) Uzakta yaşayan birine haberleşmek için gönderilen yazılı kâğıt.mektuplaşmak (e.) Karşılıklı mektup yazmak.melâmet (a.) Kınama, ayıplama, azarlama, çıkışma.melanet, -ti (a.) Büyük kötülük.melankoli (a.) Kara sevda.melce (a.) Sığınak, barınak.melek (a.) Dinsel inançlara göre Allah'ın yarattığı, gözle görünmeyen nurlu bir varlık. Allah'ın emirlerine hiç isyan etmezler. Erkeklik, dişilik söz konusu değildir.melemek (a.) Me diye ses çıkarmak.melez (ö a.) Değişik bitkilerden türemiş, değişik hayvanlardan doğmuş.melik, -ki (a.) Hakan, padişah.melike (a.) Kadın hükümdar, padişah karısı.melodi (a.) Ezgi.melodram (a.) Rastlantılar üzerine kurulan çok acıklı dram.melon (a.) Tepesi yuvarlak olan erkek şapkası.melun (ö a.) 1. Allah tarafından lanetlenmiş olan, lânetli. 2. mec. Nefretle karşılanan, kötü. 3. Lanetlenmiş kimse.meltem (a.) Yazın karadan denize esen rüzgâr.memba (a.) 1. Kaynak, pınar. 2. (mec.) Bir şeyin çıktığı yer.meme (a.) Memelilerin yavrularını emzirme organı.memeliler (a.) Yavrularını emzirerek büyüten hayvanlar sınıfı.memleket,-ti (a.) 1. Bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların tümü, ülke. 2. Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, yurt. 3. Devlet.memnu, -u (a.) Yasak, yasak edilmiş.memnun (a.) Herhangi bir durumdan ya da olaydan dolayı sevinç duyan, kıvançlı.memnunluk (a.) Sevinç, kıvanç.memul, -lü (a.) Umulan, düşünülen.memur (a.) 1. Devlet hizmetinde aylıkla çalışan kimse, görevli. 2. Bir işle görevlendirilmiş olan, vazifeli.memure (a.) Kadın memur.men (a.) Yasaklama, izin vermeme.menba bk. membamendebur (ö a.) Sümsük, sünepe, pis, iğrenç.mendil (a.) Burun temizlemek, yüz kurulamak için taşınan küçük kare biçiminde bez.mendirek (a.) Limanlarda açık deniz tarafına çekilen duvar, dalgakıran.menedilmek (a.) Yasaklanmak, yapması engellenmek.mense (ö a.) Menecer.menekşe (a.) Mor renkli güzel çiçekleri olan bir bitki.menenjit (a.) Beyin zarında oluşan tehlikeli bir hastalık.menemen (a.) Yumurtalı sivri biber, domates yemeği.meneviş (a.) Dalga dalga renkli çizgiler, hare.menfaat, -ti (a.) Bir şeyden sağlanan yarar, çıkar.menfez (a.) Girecek ya da geçecek yer, delik açma.menfî (ö a.) İstenilmeyen davranış ya da durum, olumsuz.menfur (ö a.) Nefret edilen, iğrenç, tiksindirici.mengene (a.) Yağını ya da suyunu almak için meyve ve sebzeleri sıkmaya yarayan aygıt.menkıbe (a.) Tarihe mâl olmuş kişilerin yaşamları ile ilgili öykü, hatıra, efsane.menkul, -lü (a.) 1. Bir yerden başka bir yere taşınmış olan. 2. Ağızdan ağza geçerek gelmiş, söylene gelmiş.

139

Page 140: Turkce-sozluk

mensucat, ti (a.) Dokumalar.mensup (a.) Ait olma, ilgili.mensur (ö a.) Düz yazı biçiminde olan, manzum olmayan.menteşe (a.) Kapı, pencere gibi şeylerin açılıp kapanmasını sağlayan metal parça.menü (a.) Yenecek yemeklerin listesi. 2. Sofraya çıkarılacak yemeklerin hepsi.menzil (a.) 1. Yolculukta dinlenmek amacıyla durulan yer, konak. 2. İki konak arasındaki uzaklık. 3. Bir merminin ulaşabildiği uzaklık, erim.mera (a.) Otlak.merak (a.) Anlama ve öğrenme isteği.meraklanmak (a.) Kuruntuya kapılmak, kaygılanmak.meraklı (ö a.) Her şeye ilgi duyup öğrenmek isteyen.meral (a.) Dişi geyik.meram (a.) İstek, amaç, gaye, maksat.merasim (a.) Tören.mercan (a.) Bir deniz hayvanı ve bu hayvanın süs olarak kullanılan iskeleti.mercek (a.) Camdan yapılma, içinden geçen ışınları kırarak birleştiren saydam cisim.merci, -i (a.) Başvurulacak yer ya da makam.mercimek (a.) Ufak, yuvarlak ve yassı tohumlu bir tarım bitkisi.merdane (a.) Türlü işlerde kullanılan silindir biçimindeki düzgün sopa.merdiven (a.) Bir yere çıkmaya ya da bir yerden inmeye yarayan basamaklar dizisi.merek, -ği (a.) Samanlık, odunluk, hayvan yemi deposu veya ahır.merhaba (ü.) "Günaydın, hoş geldiniz" anlamında bir selamlaşma sözü.merhale (a.) Aşama.merhamet, -ti (a.) Acıma duygusu.merhem (a.) Deriye sürülerek kullanılan yağlı ilâç.merhum (ö a.) Rahmetli, ölmüş.meridyen (a.) İki kutuptan geçip ekvatora dik olduğu sanılan çemberlerden herbiri. Boylam.Merih (a.) Mars.merinos (a.) Uzun, ince, beyaz renkli, yünleri dokumacılıkta kullanılan bir koyun cinsi.merkez (a.) 1. Bir şeyin tam ortası. 2. Bir kuruluşun yönetim yeri.Merkür (a.) Güneş sisteminin Güneş'e en yakın olan gezegeni. Utarit.mermer (a.) Beyaz, kimisi renkli, damarlı, cilalanmaya elverişli billurlaşmış taş kütlesi.mermi (a.) Ateşli silâhlarla atılan delici, patlayıcı madde, kurşun.merserize (ö a.) Özel bir işlemle parlaklık verilmiş pamuk ipliği.mersiye (a.) Ağıt.mert (ö a.) Verdiği sözü tutan.mertek (a.) Dört köşeli kalın direk.mes (a-) Bir çeşit yumuşak deriden yapılma ayakkabı. Çedik. mest.mesafe (a.) Ara, uzaklık.mesai (a.) Çalışmalar.mesa] (a.) Devlet adamlarının birbirlerine yazdıkları, bir topluluğa gönderdikleri ileti.mescit (a.) Genelde minaresi olmayan küçük cami.mesel (a.) 1. Atasözü, 2. Eğitici öykü veya masal.meselâ (b.) Örneğin, sözün gelişi.mesele (a.) 1. Sorun. 2. Problem. 3. Güç iş.mesire (a.) Kırlarda gezinti yeri.mesken (a.) Ev, barınak.meslek (a.) Birisinin geçimini sağladığı, sürekli yaptığı iş.meslektaş (ö a.) Aynı mesleği yapanlar.mest,-ti (ö a.) 1. Çok hoşlanma. 2. Zevkten kendinden geçme, baygınlık.

140

Page 141: Turkce-sozluk

mes'ul,-lü (ö a.) Sorumlu.mes'uliyet,-ti (a.) Sorumluluk.mes'uliyetli (ö a.) Sorumlu.mes'uliyetsiz (ö a.) Sorumsuz.mesuliyetsizlik (ö a.) Sorumsuzluk.mes'ut,-du (ö a.) Mutlu, sevinçli, ongun.meşakkat,-ti (a.) Güçlük, sıkıntı, zorluk.meş'ale (a.) Aydınlatma aracı. Ucunda yanıcı bir madde bulunan sopa.meşe (a.) Dayanıklı, uzun süre yaşayan uzun boylu bir orman ağacı.meşgul, -lü (a.) Bir işle uğraşan, iş görmekte olan.meşguliyet (a.) Meşgul olma durumu.mesnet, -di Şehit düşülen yer veya şehitlerin gömüldüğü yer.meşhur (ö a.) Herkes tarafından bilinen, ünlü.meşin (a.) 1. Sepilenmiş koyun derisi. 2. Bu deriden yapılan.meşru, -u (ö a.) Yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu.meşrubat, -ti (a.) İçecekler.meşruiyet (a.) Geçerli olma durumu.meşrutiyet (a.) Yasama meclisi bulunan hükümdarın yönetim biçimi.met (a.) Gelgit olayında denizin kabarması.meta (a.) Mal.metal (a.) Bir maddenin çeşitli yöntemlerle işlenmiş biçimi.metanet (a.) Metin olma, dayanma, dayanıklılık, sağlamlıkmetazori (a.) Göçüşme, yer değiştirme.metarozi (b.) Zorla.metelik (a.) (eskiden kullanılan) On para değerinde olan sikke.meteorit (a.) Gök taşı, meteor taş..meteoroloji (a.) Hava olaylarını inceleyen bilim dalı.methetmek (a.) Övmek.methiye (a.) 1. Övgü. 2. Bir kimseyi veya bir şeyi övmek için yazılmış şiir.metin (a.) Bir yazının aslı. Anlatım, noktalama Özellikleriyle sözcüklerden oluşan bütünü.metin (ö a.) Sağlam, dayanıklı.metot (a.) Yöntem.metre (a.) Uzunluk ölçüsü birimi.metro (a.) Büyük kentlerde yer altında çalışan, toplu taşıma aracı.mevcudiyet (a.) Varlık.mevcut (a.) 1. Var olan, bulunan. 2. Bir topluluğu oluşturan bireylerin tümü.mevki, -i (a.) 1. Yer. 2. Makam. 3. Bazı ulaşım araçlarında yolculara ya da tiyatro, sinema gibi yerlerde seyircilere sağlanan konfora ve bilet ücretlerindeki farka göre düzenlenmiş yer.mevkuf (ö a.) 1. Tutuklu. 2. Vakfedilmiş.mevlâ (a.) Allah.Mevlana (a.) Efendimiz anlamına gelir.mevlid (a.) 1. Doğum, veladet. 2. Doğum zamanı. 3. Hz. Peygamberin doğumu 4. Süleyman Çelebinin ünlü yapıtı.mevlidhân (ö a.) Mevlid okuyan kimse.mevsim (a.) Yılın farklı özellikler gösteren üçer aylık dört bölümünden her biri.mevsimlik (ö a.) Mevsime ' göre giyilen giysi.mev'ut (ö a.) Vaat olunmuş, söz verilmiş.mevzi (a.) 1. Yer, mahal. 2. Askerî birliğin yeri veya bu birlik tarafından ele geçirilen. bölge.mevzu (a.) Konu.meydan (a.) Alan, saha

141

Page 142: Turkce-sozluk

meyhane (a.) İçki içilen yer.meyii, -yli (a.) Eğiklik, eğim, akıntımeyletmek (a.) Eğilmek, bir tarafa yönelmek.meymenet (a.) İyi nitelik, uğur.meymenetsiz (ö a.) Uğursuz.meyve (a.) Bitkilerde çiçeğin döllenmesiyle oluşan tohumları taşıyan organ.mezar (a.) Ölünün gömüldüğü yer.mezat (a.) Artırma ile satış.mezbaha (a.) Kesim evi.mezbele (a.) Çöplük.meze (a.) içki içilirken yenilen yiyecek.mezhep, -bi (a.) 1. Bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan kollarından her biri. 2. Öğreti. 3. (mec.) Anlayış, görüş.meziyet, -ti (a.) Üstünlük, beceriklilik.mezra (a.) 1. Ekime elverişli, ekilecek tarta ya da yer. 2. En küçük yerleşim birimi.mezun (ö a.) 1. İzin almış, izinli. 2. Bir okulu bitirerek diploma almış (kimse). 3. Bir iş için yetki verilmiş, yetkili.mezurafa.j Terzilikte ölçü almak için kullanılan şerit metre.mıknatıs (a.) Demir, çelik ve nikeli çekme özelliği gösteren metal.mıncıklamak (a.) Acıtacak, örseleyecek biçimde sıkmak.Mısır (a.) Koçanı üzerinde taneleri sıralanan, boyu büyük yaprakları ince uzun bir tarım bitkisi, mısra (a.) Dize. mışıl mışıl (b.) Sessiz, derinden ve rahatça soluk alarak (uyumak).mıymıntı (ö a.) Çok yavaş davranan.mızıka (a.) Ağızla üflenerek çalınan küçük bir çalgı. mızıkçı (ö a.) Çeşitli bahanelerle oyunu bozan, yenilgiyi kabul etmeyen. mızıklanmak (a.) Çeşitli bahaneler öne sürüp oyunu, işi bozmak.mızmız (ö a.) Her şeyde bir kusur bulan.Mızrak (a.) Eskiden kullanılan ucu sivri demirli değnek, kargı-mızrap (a.) Telli çalgıları çalarken iki parmak arasına alıp tellere dokundurulan alet.mi (e.) 1. Soru bildirir. 2. İki tümceyi birbirine bağlar. miat (a.) Bir şeyin yapılması için tanınan süre. mide (a.) Sindirim organlarında yemek borusundan sonraki organ.midilli (a.) Normalden daha küçük boyda bir cins at. midye (a.) Kayalıklarda yaşayan sert kabuklu bir deniz hayvanı.migren (a.) Genellikle kadınlarda görülen yarım baş ağrısı.miğfer (a.) Çelik başlık. mihnet, (a.) Sürekli sıkıntı, acı.mihrak (a. j Odak. mihrap (a.) Cami ve mescit gibi yerlerde namaz kılarken imamlık edene ayrılmış oyuk yer.mihver (a.) 1. Eksen. 2. mec. Konuşulan, yazılan, tartışılan ya da düşünülen bir konunun en önemli noktası.mika (a.) Sıcağa, ateşe dayanıklı, saydam bir madde.mikrofon (a.) Elektrik akımı etkisiyle sesi, uzakta bulunan alıcıya ulaştıran araç.mikron (a.) Bir metrenin milyonda biri.mikrop, -bu (a.) Gözle görülemeyen, hastalığa neden olan küçük tek hücreli canlı.mikroskop (a.) Bir mercek yardımıyla küçük nesneleri büyütüp daha iyi belirtmeye ya da çıplak gözle görülmeyenleri göstermeye yarayan alet.miktar (a.) Bir cismin ölçülebilen değeri.

142

Page 143: Turkce-sozluk

mil (a.) 1. Selin bıraktığı kumlu, çamurlu toprak. 2. Bir uzunluk ölçüsü birimi.milat (a.) 1. İsa peygamberin doğduğu gün. 2. Doğum zamanı, günü. 3. mec. yeni bir anlayış ve uygulamanın başlangıç tarihi.miligram (a.) Gramın binde biri.milimetre (a.) Metrenin binde biri.millet, -ti (a.) Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus.milletler arası (ö a.) Uluslar arası.milletvekili (a.) Anayasaya göre yasama meclisine seçimle giren ulus temsilcisi, mebus.millî (ö a.) Ulusa özgü, ulusal.milliyet, -ti (a.) Bağlı olduğu ulus.milyar (a.) Bin milyon.milyarder (ö a.) Milyarın üstünde parası olan.milyon (a.) Bin adet bin.milyoner (a.) Milyonun üstünde parası olan.mimar (a.) Yapıların plânını yapıp bu plâna göre yapının yapılmasını sağlayan kimse.mimarlık (a.) Belli ölçülere ve kurallara göre bina yapma sanatı.mimber (a.) Camilerde vaaz verilen yüksekçe yer.mimik (a.) Söz söylerken anlatılanları pekiştirmek için oluşan yüz hareketleri.mimlemek (a.) Kötü bir davranışı unutmamak.mimli (ö a.) Kötü olarak bilinen.mimoza (a.) Sarı, beyaz kokulu çiçekleri olan bir bitki, minare (a.) İmamın çıkıp ezan okuduğu ince uzun yüksek yapı. minber bk. mimber. minder (a.) 1. Üzerine oturulan içi yumuşak şeylerle doldurulmuş şilte. 2. Güreş, boks gibi bazı sporların yapıldığı âlân.mine (a.) 1. Maden eşya üzerine sürülen cila. 2. Dişlerin üzerindeki parlak zar. mineral, -li (a.) Topraktan çıkarılan, canlı olmayan madde.minibüs (a.) Küçük otobüs, minik (ö a.) Küçük. minimini (ö a.) Çok küçük. minnet, -ti (a.) Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu hissetme.minnettar (ö a.) Birine minnet borcu olan.mintan (a.) Yakası devrik olmayan gömlek. minüskül (a.) Küçük harf. minyatür (a.) Özel bir yöntemle yapılan renkli, küçük resim.miralay (a.) Eskiden albay değerindeki rütbe. miras (a.) Ölenden yakınlarına kalan mal ya da para.mirasyedi (ö a.) Kendisine önemli bir miras kalan, mirasa konan (kimse). mis (a.) 1. Güzel kokulu bir madde. 2. Çok iyi, usta, elverişli. 3. İngilizce’de evlenmemiş kadınlar için kullanı-lan unvan. misafir (a.) Konuk. misafirperver (ö a.) Konuksever.misal, -li (a.) Örnek olarak alınabilen, gösterilen şey, örnek.misil, -II (a.) 1. Eş, benzer. 2. Kat.misina (a.) Olta ipi. misk, -ki (a.) Bir ceylan cinsinin erkeğinden elde edilen güzel kokulu bir madde.misket (a.) Camdan yapılmış, yuvarlak, çocukların oyun aracı.miskin (ö a.) Çalışmaktan, hareket etmekten aciz, uyuşuk.miskinleşmek (a.) Uyuşuk duruma gelmek, misyoner (a.) Bir dinî, özellikle Hıristiyanlığı yaymaya çalışan kimse.mitil (a.) 1. İçine yün, pamuk vb. doldurulan beyaz yastıkveya yorgan kılıfı. 2. İki yüzü beyaz, kapsız yorgan.

143

Page 144: Turkce-sozluk

miting (a.) Gösteri ya da bir olaya tepki vermek amacıyla genellikle açık havada yapılan toplantı.mitoloji (a.) Tarih öncesi efsaneleri konu alan bilim.mitralyöz fa.; Makinalı tüfek.miyavfa.; Kedi bağırması.miyop, -bu (a.; 1. Nesnelerin görüntüleri ağ tabakanın önünde kaldığı için uzağı iyi göremeyen (göz). 2. Gözleri böyle olan.miza fa.; Kumarda ortaya sürülen para.mizaç (a.; Karakter, huy.mizan fa.; 1. Terazi, 2. Tartı, ölçü aleti. 3. Ölçü. 4. Sağlama. 5. Tüccarın, ticarî durumunu, işinin genel sonucunu gösteren, belirir zamanlarda yaptığı hesap özeti.mizah (a.) Güldürmek amacıyla yazılmış sanat yapıtı, gülmece.mizahî (a.) içinde- gülmece bulunan, gülmece niteliği taşıyan.mizana (a.) Üç ya da daha çok direği bulunan yelkenli gemilerde arka direk.mizanpaj (a.) Gazete, dergi gibi yayınlarda sayfa düzeni.mizansen fa.; 1. Yönetmenin belli bir oyun içinde oyuncuları düzene alması ve onları oyuna uygun bir uyum içine sokması için yaptığı hazırlık, çalışma. 2. (mec.) Bir şeyi, bir durumu olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen. mobilyaca.; Ev döşeme araçları.moda fa.; Giyim kuşamda zamana göre oluşan yenilik, modelfa.; 1. Resim ve heykel yapılırken bakılarak çalışılan nesne. 2. Örnek, şekil. modern (ö a.) Çağa uygun, mokasenfa.; Düz, hafif ayakkabı.mola (a.) Dinlenme, duraklama.mollafa.; Medrese öğrencisi, molozfa.; 1. Toprak ve kireçle karışık taş kırıntıları, yapı döküntüsü. 2. Değersiz, işe yaramaz şey veya kimse. monolog (a.) Bir kişi tarafından sahneye konan gülmece oyun.monoton (ö a.) Hep aynı, değişmez biçimde, montaj fa.) Makina, mobilya gibi şeylerin parçalarını birbirine takma işi.mor (a.) Kırmızı ve mavinin karışımından oluşan renk.morarmak (a.) Mor renge bürünmek.morfin (a.) Afyondan elde edilen uyuşturucu.morg (a.) Hastanelerde ölülerin saklandığı yer.mosmor (a.) Her yanı mor renk almış.motel (a.) Kara yolları üzerinde gecelemek için yapılmış otel.motif (a.) Bir sanat yapıtını süsleyen şekiller.motor (a.) Herhangi bir gücü harekete çeviren aygıt. motorize (ö a.) Motorlu araçla çalışan, iş gören. motosiklet (a.) İki tekerlekli, motorla çalışan taşıt. mozaik (a.) Renkli küçük taşlardan yapılmış resim, süs. muadil (a.) Eşit, denk, eş değer.muaf (a.) 1. Bağışlanmış, affedilmiş. 2. Ayrı tutulmuş, ayrcalık tanınmış. 3. Özgür, serbest.muamele (a.) 1. İşlem. 2. Davranış.muamma fa.; Bilmece, muasır (ö a.) Çağdaş, muavin (a.) Yardımcı.muayene (a.) Doktorun bir hastayı gözden geçirmesi, incelemesi.muayenehane (a.) Doktorun hastaları muayene ettiği yer. muazzam (ö a.) Kocaman, gösterişli.

144

Page 145: Turkce-sozluk

mubayaa (a.) Satın alma. mubah (ö a.) Dince yapılmasında sakınca olmayan. mucir (a.) Kiraya veren kimse.mucit (ö a.) icat eden. mucize (a.) İnsanı şaşırtan olağanüstü olay. mucur (a.) Yapı işlerinde, yol yapımında kullanılan taş kırığı.muflon (a.) Kalın astar. muhabbet (a.) Sevgi. muhabere (a.) Haberleşme, iletişim.muhabir (a.) Haber toplamakla görevli basın çalışanı, muhacir (a.) Göçmen, muhafaza (a.) Saklama, koruma.muhafız (a.) Koruyucu, muhakeme (a.) Yargılama, muhakkak (ö a.) Kesinlikle, muhalif (ö a.) Karşı koyan, farklı düşünen. muhallebi (a.) Süt, şeker ve pirinç unundan yapılan tatlı.muhallebici (a.) Muhallebi satan.muharebe (a.) Savaş.muharip, -bi (a.) Savaşa katılan, savaşan, savaşçı.muhasebeci (a.) Hesap işine bakan, sayman.muhasiplik (a.) Saymanlıkmuhatap (ö a.) Kendisine söz söylenen.muhatara (a.) 1. Korku verici durum, tehlike. 2. Zarar, ziyan.muhayyile (a.) Hayal gücü.muhbir (ö a.) Haberci.muhit, -ti (ö a.) Çevre, yöre.muhrip (a.) Hızlı giden savaş gemisi.muhtaç (ö a.) Gereksinimi olan.muhtar (a.) Köy ve mahallede; yasalarla belirlenmiş, işlerine bakması için halkın seçtiği kimse.muhtelif (ö a.) Çeşitli.muhtemel (ö a.) Olası.muhteri (a.) 1. Yeni bir şey ortaya koyan. 2. mec. Yalan uydurarak bir kimseye iftirada bulunan.muin (ö a.) Yardım eden, yardımcı.muhteşem (ö a.) Çok gösterişli, göz alan.muhtıra (a.) Bir ülkenin bir başka ülkeye, kurumların kurumlara verdiği unutulmaması gerekenleri belirten yazı.mukaddes (ö a.) Kutsal.mukavele (a.) Sözleşme.mukavemet, -ti (a.) Dayanma gücü.mukavva (a.) Kalın, sert kâğıt.mukayese (a.) Karşılaştırma.mukoza (a.) İç deri.muktebes (a.) Yararlanmak için alınmış, aktarılmış.mum (a.) İçinde fitil bulunan silindir biçimindeki balmumundan oluşan aydınlatma aracı.mumya (a.) Çeşitli işlemlerle cesetlerin çürümesini önleme.munis (ö a.) Cana yakın.muntazam (ö a.) Düzgün, düzenli.

145

Page 146: Turkce-sozluk

murat (a.) Dilek, istek.muris (ö a.) Miras bırakan, mirasçı.musahabe (a.) Söyleşi biçiminde yazılmış düşünce yazısı.musalla (a.) Cenaze namazı kılınan yer.musibet,-ti (a.) Bela, dert.musiki (a.) Müzik, muska (a.) İnsanı tehlike ve hastalıklardan koruyacağına inanılan dua yazılı kâğıt, musluk (a.) Borudaki suyun akıp akmamasını sağlayan düzenek.muşamba (a.) Su geçirmeyen kalın bez.muş (a.) Altı düz, küçük gezinti vapuru.muşmula (a.) Çürüdükten sonra yenilebilen, meyvesinin içinde beş çekirdeği olan bir meyve, döngel. muşta (a.) Kavgada, karşıda-kine zarar vermek için parmaklara geçirilen demir alet. muştu (a.) Sevindiren haber, sava, müjde.muştulamak (a.) Müjde vermek.mutaassıp (a.) Bir düşünceye, inanca körü körüne bağlı.mutemet (a.) Kurumlarda ve kuruluşlarda para işlerine bakan güvenilir görevli. mutfak (a.) Yemek pişirilen yer.mutlaka (b.) Kesinlikle. mutlu (ö a.) Mutluluğa ermiş, mesut.mutluluk (a.) Mutlu olma durumu.muttasıf (ö a.) Nitelenmiş, nitelikli, vasıflı.muvaffak (a.) Başarılı, başarmış.muvaffakiyet (a.) Başarı.muz (a.) Hoş kokulu, besleyici, kalınca kabuğu bulunan bir meyve.muylu (a.) 1. Başka bir parça için dönme ekseni görevini yapan, silindir biçiminde parça. 2. Bir milin yatağında dönmesini sağlayan kısım. 3. Bir top namlusunun iki yanına tutturulan millere verilen ad.muzaffer (ö a.) Zafer kazanmış, yenmiş.muzıka (a.) Müzik aleti.muzır (ö a.) 1. Sağlığı bozan, zararı dokunan, zararlı. 2. Yaramaz, cinsel gelişmeye zararlı. 3. Her şeyi bozan, karıştıran.muzip (ö a.) Şakacı, mübadele (a.) Değiş tokuş, mübalağa (a.) Olduğundan büyük gösterme, abartma, mübaşir (a.) Mahkemede ayak işlerine bakan görevli, mücadele (a.) Olumsuz bir durumu ortadan kaldırmak için uğraşma, savaşım, mücevher (a.) Değerli süs taşları.müdafaa fa.; Savunma.müdahale (a.) Araya girme, karışma.müddet, -ti (a.) Süre, zaman.müderris (a.) 1. Ders veren profesör. 2. Medresede ya da camide öğretmen.müdür (a.) Bir büroyu, kurumu yöneten kimse.müdüre (a.) Bayan müdür, bayan yönetmen.müdüriyet (a.) Müdürlük, müdürlük makamı.müessese (a.) Kurum, kuruluş.müessis (a.) Kurucu.müezzin (a.) Camilerde ezan okumakla görevli kimse.müferrih (ö a.) İç açıcı, ferahlık verici.müfettiş (a.) İnceleme yapan, soruşturan görevli.

146

Page 147: Turkce-sozluk

müfreze (a.) Bir işle görevlendirilen küçük askeri birlik.müftü (a.) İl ve ilçelerde en yetkili din görevlisi.müge (a.) İnci çiçeği.mühendis (a.) Çeşitli bayındırlık işleri ve teknik işlerden birini yapmak için üniversitede özel öğrenim görmüş kimse.mühim (öa.) Önemli.mühlet, -ti (a.) Bir işin yapılması için verilen süre.mühür (a.) Üzerine isim ya da kurum adı yazılı madeni damga.mühürlemek fa.; Mühür basmak.müjde (a.) Sevindirici haber.mükâfat (a.) Bir başarıya karşılık verilen belge, armağan.mükemmel (ö a.) Eksiği, kusuru olmayan.mükerrer (ö a.) Tekrarlanmış, yenilenmiş.mülâkat,-tı (a.) Buluşma, görüşme.mülayim (ö a.) Yumuşak başlı.mülk,-kü (a.) Ev, tarla, bahçe gibi taşınmaz mal.mülkiyet (a.) Mülk sahipliği.mülteci (ö a.) Sığınan, sığınmacı.mümessil (a.) Temsilci.mümkün (ö a.) Olabilir.münakaşa (a.) Tartışma.münasebet (a.) İlgi, ilişki.münasip, -bi (ö a.) 1. Uygun, yerinde. 2. Beğenilen, hoşa giden.münazara (a.) Bir konu üzerinde farklı düşünen iki kümenin tartışması.müracaat, -ti (a.) Başvuru.müracaatçı (a.) Başvurucu.mürdüm (a.) Siyah renkli, küçük bir erik cinsi.mürekkep,-bi (a.) Yazı yazmada kullanılan çeşitli renklerde boya. mürettebat,-tı (a.) Gemide görevli kimseler. mürşit (a.) Yol gösteren, rehberlik eden. müsaade (a.) İzin. müsait (ö a.) Uygun. müsamere (a.) Okulda öğrencilerin gerçekleştirdiği çeşitli gösterilerden oluşan eğlence.Müslüman (a.)- İslâm dininden olan. müspet, -ti (ö a.) 1. Olumlu. 2. Pozitif.müstahkem (ö a.) Belirtilmiş, tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış. müsrif (ö a.) Gereksiz yerepara harcayan, tutumsuz. müstahdem (ö a.) Hizmetli. müstakil, (ö a.) Bağımsız. müstesna (ö a.) Kural dışı, diğerlerinden farklı. müsteşar (a.) Bakandan sonra gelen en üst yönetici. müşahede (a.) Gözlem. müşavere (a.) Danışma, danış.müşavir (ö a.) Danışılan uzman, danışman. müşfik (ö a.) Sevecen, şefkatli.müşkül (ö a.) 1. Güç, zor, çetin. 2. Engel, güçlük, zorluk. müşkülât (a.) Güçlük, güçlükler, zorluklar. müşrik, -ki (a.) Allah'a ortak koşan.müşteki (ö a.) Yakınan, sızlanan, şikayetçi.

147

Page 148: Turkce-sozluk

müştemilat, -ti (a.) Herhangi bir yapıya göre ayrı bir işlevi bulunan bölüm ya da yapı,eklentiler.müşterek, -ki (ö a.) Birlikte,ortaklaşa.müşteri (ö a.) Alıcı. mütareke (a.) Savaşta ateşkesme.muta (a.) Geçici kazanç. mütalâa (a.) 1. Okuma, ders çalışma. 2. İrdeleme, inceleme.mütareke (a.) Savaşan tarafların ateşi belli süre için kesmesi, ateşkes, bırakışma. müteahhit (a.) Başkasıyla ilgili bir işin yapılmasını üzerine alan kimse, üstenci. mütecaviz (ö a.) 1. Saldırgan, saldırıcı, sataşkan. müteessir (ö a.) 1. Üzülmüş,üzüntülü. 2. Etkilenmiş. mütevazı (ö a.) Alçak gönüllü. müthiş (ö a.) Korku uyandıran, korkunç.müttefik, -ki (a.) Birleşmiş, ortaklaşa hareket eden.müvekkil (ö a.) İşlerine bakmakla, haklarını korumakla birini görevlendiren.müzakere (a.) Bir konu üzerinde danışma, konuşma.müze (a.) Sanat ve bilim yapıtlarının saklandığı, sergilendiği yer.müzevir (ö a.) Söz götürüp getiren, ara bozan.müzeyyen Süslenmiş, bezenmiş.müzik (a.) Düşünce ve duyguları kulağa hoş gelecek seslerle iletme sanatı.müzisyen (a.) Müzikle uğraşan.müzmin (ö a.) 1. Uzun süreli, süregelen, kronik. 2. Ne kadar süreceği belli olmayan, uzun süreli olan, sürekli.müzminlik (a.) Süreğenlik.

N n

n, N Türk alfabesinin on yedinci harfi, diş, diş eti ünsüzüdürnaaş,-a'şı (a.) ölü vücut, ceset.naat, -a'tı (a.) Bir şeyin niteliklerini övme. Peygamberimizi övmek için yazılmış şiir.nabekâr (is.) 1. Yararsız, işe yaramaz 2. Serseri, haylaz, işsiz.nabız, -bzı (a.) Bileğe basılınca duyulan kan basıncının oluşturduğu kıpırtı.nacak (a.) Kısa saplı küçük odun baltası.naçar (ö a.) Çaresi olmayan, çaresiz.naçiz (ö a.) Değersiz, önemsiz.nadan (ö a.) Davranışı saygısızca, kaba.nadas (a.) Tarlayı sürerek dinlenmeye bırakma.nadide (ö a.) Az görülen, seyrek görünen. 'nadim (ö a.) Yaptığı bir davranıştan pişmanlık duyan, pişman.nadir (ö a.) Az bulunur.nadiren (b.) Seyrek, seyrek olarak, pek az, binde bir.nafaka (a.) 1. Geçinmek için gerekli olan şeylerin tümü, geçimlik. 2. Birinin geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimselere mahkeme kararıyla bağlanan aylık.nafıa (is.) Bir yeri bayındır duruma getirmek için yapılan işlerin tamamı, bayındırlık işleri.nafl (ö a.) Yararlı.nafile (s) Yararsız, boşa giden.nafiz (s.) 1. Delip geçen. 2. İçe işleyen. 3. Sözü geçen, etkili olan.

148

Page 149: Turkce-sozluk

nafta (a.) Petrolden 100-250'C arasında damıtılan ürün.naftalin (a.) Beyaz renkli, kokulu, suda erimeyen, mikropları öldürücü madde.naftalinlemek (e.) Güveden korumak için yünlü giysilerin içine naftalin koymak.nağme (a.) Ezgi.nahır (a.) Sığır sürüsü.nahırcı (a.) Çoban.nahif (s.) Zayıf, cılız, çelimsiz.nahiye (a.) Bucak.nahiv, -hvi (a.) Cümle bilgisi, söz dizimi.nahoş (ö a.) Hoş olmayan, hoşa gitmeyen, kötü, çirkin.naif (a.) Kendi kendisini yetiştirmiş, doğal bir plastik sanat yeteneğine sahip sanatçılar tarafından yapılmış resim sanatı.nail (ö a.) Erişmiş, ele geçirmiş, başarmış, kazanmış, ulaşmış.naip (a.) Tahtta hükümdar olmadığı zaman veya hükümdarın çocukluğu sırasında devleti yöneten kimse.nakarat, -ti (a.) Bir şarkıda, şiirde tekrarlanan dizelere verilen ad.nakavt (a.) Boks sporunda oyun dışı kalma, yenilme.nakden (b.) 1. Para olarak, paraca. 2. Peşin olarak.nakıs (is.) 1. Eksik, bitmemiş olan, noksan. 2. Özrü, kusuru olan.nakış (a.) Yapıların duvar ve tavanlarına boya ile, kumaşlara iple yapılan süs.nakız, -kzı (a.) Bozma, çözme; kırma.nakil,-kil (a.) Taşıma.nakit, -kti (a.) Para.nakkaş (a.) Duvarlara, tavanlara boya ile süsler yapan usta.naklen (b.) Nakil yoluyla, aktarılarak.nakletmek (e.) Bir yerden başka bir yere taşımak.nakliyat (a.) Taşıma işleri.nakliye (a.) 1. Taşıma. 2. Taşınan şeyin taşıma ücreti.nal (a.) Koşum hayvanlarının ayaklarına çakılan demir.nalbant (a.) Hayvanların ayaklarına nal takan kimse.nalbur (a.) Yapı işlerinde kullanılan şeylerin satıldığı dükkân.nalça (a.) 1. Ayakkabıların altına çakılan demir. 2. Katır, eşek, sığır gibi hayvanların tırnakları altına çakılan demir parçası.nalın (a.) Hamam gibi tabanı ıslak olan yerlerde kullanılan, üstü tasmalı, tabanı yüksek, ağaçtan bir çeşit takunya.nallamak (e.) Nal takmak.nam (a.) Ad, ün.namahrem (s.) 1. (islâm dinine ya da hukukuna göre) Evlenmelerinde sakınca olmayan, bu nedenle kendi-sinden kaçılması gereken (kadın ya da erkek) 2. Yabancı, el.namaz (a.) Müslümanların günde beş vakit yaptıkları İbadet.namert (ö a.) Mert olmayan, bilerek kötülük yapan.namlı (ö a.) Ünü etrafında duyulmuş.namlu (a.) Ateşli silâhlarda, merminin fırlatıldığı uzun bölüm.namus (a.) 1. Bir toplum içinde ahlâk kurallarına karşı beslenen bağlılık. 2. Dürüstlük, doğruluk. 3. Şan, şeref. 4. Edep, iffet, utanma duygusu.namzet (a.) Aday.nan (a.) Ekmek.nanay (a.) Yok.nane (a.) Yaprakları hoş kokulu, yeşil yaprakları ya da yapraklarının kurutulmuşu

149

Page 150: Turkce-sozluk

yemeklerde kullanılan bir bitki.nankör (ö a.) Kendisine yapılan iyiliklerin değerini bilmeyen.nar (a.) Parlak kırmızı kabuğu, içinde kırmızı, çekirdekli tanesi bulunan bir meyve ve ağacı.nara (a.) Yüksek sesle bağırma.narenciye (a.) Portakal, limon ve mandalina veren ağaçların genel adı.nargile (a.) Tütünün dumanının sudan geçirilerek içilmesini sağlayan aygıt.narh (a.) Çarşıda satılan sebzeler ve meyveler için belediyenin saptadığı fiyat.narin (ö a.) İnce yapılı.narkoz (a.) İlâçla yapay olarak sağlanan uyuşma ve uyku durumu.narsis (is.) Kendi benliğini seven.nasıl (b.) Ne ile, ne çeşit.nasır (a.) Ayak ve ellerin yerle ilişkileri sonucu deride oluşan sert madde.nasihat (a.) Öğüt.nasip (a.) Kısmet, pay.Nasranî (is.) Hıristiyan, İsevî.naşir (a.) 1. Yayan, saçan. 2. Yayımlayan, çıkaran, yayımcı, editör.natamam (ö a.) Eksik, tamamlanmamış, bitmemiş.natır (a.) Kadınlar hamamında hizmet eden ve müşterileri yıkayan kadın.natürel (ö a.) Doğada rastlandığı gibi, doğal.natörmort (a.) Cansız nesneleri konu alan resim.naylon (a.) Giyim ve ev eşyası yapımında kullanılan esnek, su geçirmez madde.naz (a.) 1. Başkalarına kendini beğendirmek için yapılan yapmacık davranış. İşve, cilve. 2. Kendini ağıra satma, olumsuz davranma. 3. Şımarıklık.nazar (a.) 1. Bakış. 2. Göz.nazaran (b.) Göre, oranla, kıyasla.nazarlık (a) Göz değmesinden korunmak için vücuda, eve asılan göz boncuğu, sarmısak gibi şeyler.nazım, -zmı (a.) Şiir.nazır (ö a.) Bakan.nazik (ö a.) İnce yapılı, kibar davranıştı.nazlanmak (e.) isteksiz görünerek kendini ağırdan satmak.nazil 1. İnen, iniş. 2. Konaklayan.nazlı (ö a.) 1. İsteksiz görünüp ısrar bekleyen. 2. Sağlığı çabuk bozulan. 3. Şımarık.ne (b.) Hangi şey?nebat,-ti (a.)Bi\ki.nebevi (s.) 1. Peygamberle ilgili. 2. Hazret-i Muhammed'e ilişkin.nebi (a.) Peygamber.nebze (ö a.) Parça, çok az.necabet (is.) Temiz bir soydan gelme, soyluluk.necaset (is.) Pislik.necat (is.) Kurtuluş.nece (b.) Hangi dilde?neci (ad.) Ne iş yapar?nedbe (a.) Yara izi.nedamet (is.) Pişmanlık.neden (zm.) Bir olayın oluşmasına yol açan durum.nedim (a.) 1. Arkadaş, yüksek makamdaki kişileri hoş sözlerle, güzel fıkra ve öykülerle eğlendiren kimse.nedime 1. Hanım arkadaş. 2. Hanım sultanın, yüksek makamda bulunan kadınların yardımcısı olan hanım.

150

Page 151: Turkce-sozluk

nefer fa.; Asker.nefes (a.) 1. Soluk. 2. Halk edebiyatında bir şiir türü.nefesli (ö a.) Üflenerek çalınan müzik aleti.nefis, -fsl (a.) Öz, varlık.nefis (ö a.) Güzel.nefret,-ti fa.; Tiksinme.nefrit (a.) Böbrek iltihabı.nefsanî (is.) Canlılığın zorunlu kıldığı ihtiyaç ve isteklerleneft, -ti (a.) Petrolden elde edilen bir çeşit madenî yağ.nefyetmekle.) Sürgüne göndermek.negatif (a.) 1. Olumsuz, menfi. 2. Eksi, pozitif karşıtı. 3. Gerçekteki aydınlık ve karanlık bölümleri tersine gösteren fotoğraf camı ya da filmi.nehir fa.) Büyük-akarsu.nekahet, -ti (ö a.) Hastalık sonrası toparlanma dönemi.nem (a.) 1. Havada bulunan su buharı, rutubet. 2. Hafif ıslaklık.nema fa.; 1. Büyüme, erişme, çoğalma. 2. Faiz, ürem.Nemçe (is.) Osmanlılarca, Avusturya'ya verilen ad.nemlenmek (e.) Hafif ıslanmak.nemli (ö a.) Nem kapmış olan.nemrut (ö a.) 1. İbrahim Peygamberi ateşe atan, zalimliği ile ünlü Babil hükümdarı. 2. mec. Katı yürekli, zalim kimse, yüzü gülmez, inatçı, aksi adam.neon fa.; Aydınlatmada kullanılan bir gaz.Neptün (a.) Güneş'e yakınlığı sekizinci sırada bulunan gezegen.nere (ad.) Hangi yer? nereli (ö a.) Hangi yerde yaşayan?nergis (a.) Beyaz, sarı çiçekli bir süs bitkisi.nesep, -bi (a.) Soy, baba soyu.nesil, -sil fa.; Soy, kuşak, nesir (a.) Düz yazı. nesim Hafif yel, esinti. nesne (a.) 1. Varlık, şey. 2. Cümlenin bir öğesi. nesnel (is.) 1. Nesne ile ilgili, nesneye ilişkin. 2.Bireyin kişisel görünüşünden bağımsız olan, objektif, neşe (a.) Sevinç, gönül ferahlığı.neşelenmek (e.) Hoşa giden bir durumdan dolayı sevincini belli etmek.neşeli (ö a.) Keyifli, sevinçli. neşet (is.) Çıkma, ileri gelme. neşide (is.) Bir toplulukta okunmaya değer şiir. neşren (b.) Yayım yoluyla, neşriyatla.; Yayın, neşter (a.) Doktor bıçağı. neşvünema (is.) Gelişme, yetişme.net, -ti (ö a.) 1. Bütün çizgileri belirgin. 2. Kesintilerden sonra kalan miktar.netameli (ö a.) 1. Tekin olmayan. 2. İçinde gizli bir tehlikesi bulunduğu sanılan.netice (a.) Sonuç.nevale (a.) Gerekli yiyecekler ve içecekler.nevi, -v'i (a.) Çeşit, tür.nevresim (a.) Torba gibi yorgan çarşafı.nevruz (a.) 1. Yeni gün, baharın başlangıç günü. Martın 21. günü. 3. Asyada kutlanan bahar bayramı.ney (a.) Kamıştan yapılan nefesli bir çalgı.

151

Page 152: Turkce-sozluk

neyzen (ö a.) Ney üfleyen.nezaket, -ti (a.) İncelik, kibarlık.nezaret (a.) Göz altında bulundurma.nezih (ö a.) Temiz, davranışları olumlu.nezle (a.) Burun akması ve aksırmayla ortaya çıkan hastalık.nice (b.) Birçok.nicelik (a.) Bir şeyin sayılan, ölçülebilen, çoğalıp azalabilen durumu.niçin (b.) Neden?nida (ü.) 1. Çağırma, bağır-ma, seslenme. 2. Ünlem.nihayet (a.) Son.nifak Geçimsizlik, anlaşmazlık, ara bozma, ayırma.nihai (is.) Taze fidan.nihan (is.) Gizli.nihayet (b.) Sonunda.nikâh (a.) Bir erkekle bir kadının evliliğini resmileştiren işlem.nikahlanmak (e.) Nikâh işlemlerini yaptırmak.nikap (is.) Yüz örtüsü, peçe.nikbin (ö a.) İyimser.nikel (a.) Beyaz renkli, işlenmesi kolay bir maden.nikelaj (a.) Madenlere nikel kaplama işi.nikotin (a.) Tütünde bulunan zehir.nilüfer (a.) Geniş ve yuvarlak yapraklı, çeşitli renklerde çiçekleri olan, suda yetişen bir bitki.nimet, -ti (a.) İyilik.nimetşinas (is.) İyilik bilir.nine (a.) Torunu olan kadın.ninni (a.) Çocukları uyutmak için söylenen şarkı.nirengi (a.) Bir alanı üçgenlere bölerek haritasını çıkarma.nisan (a.) Yılın dördüncü ayı.nisap (a.) Yeter sayı.nispet, -ti (a.) Oran.nispi (ö a.) 1. Göreli, bağıntılı. 2. Birbirine göre (olan), öncekine göre.nisyan (a.) Unutma.niş (a.) Duvar içinde bırakılan oyuk, göz.nişan (a.) 1. Evlenecek kişiler için yapılan yüzük takma töreni. 2. Belirti, iz.nişancı (ö a.) Genelde hedefi vuran atıcı.nişangâh (is.) 1. Ateşli silahlarda, namluya hedefin uzaklığına ve bulunduğu yerin yüksekliğine göre gereken yükseliş açısını veren, silahı bu hedefe doğrultmaya yarayan alet. 2. Hedef.nişanlanmak (e.) Evlenmek için anlaşıp yüzük takmak.nişasta (a.) Tahıllardan ve patatesten çıkarılan un.nitekim (b.) Nasıl ki, gerçekten.nitelemek (e.) Bir şeyin durumunu, biçimini, rengini söylemek, belli etmek.nitelik (a.) Varlıkların durumları, biçimleri ve onları benzerlerinden ayıran özellikleri. niyaz (a.) Yalvarma. niye (b.) Niçin, neden.niyet, -ti (a.) Bir şeye başlamadan önce tasarlama.niyetlenmek (e.)ı Tasarlamak.niza, -ı (a.) Çekişme, bozuşma, kavga.nizam (a.) Düzen.

152

Page 153: Turkce-sozluk

nizam! (ö a.) Düzenli, kurallara uygun.nobran (ö a.) Davranışları kaba, gönül kırıcı.noel (a.) Hıristiyanların İsa peygamberin doğum günü için yaptıkları bayram.noel baba (a.) Hristiyanların noel gecesi evlere hediye getirdiğine inandıkları hayali kişi.nohut (a.) Besin değeri yüksek, bol nişastalı, tohumu yemek yapmakta kullanılan bir bitki.noksan (ö a.) Eksik.nokta (a.) 1. Benek. 2. Cümle sonuna konan işaret.noktalama (a.) Noktalama işi.noktalamak (e.) 1. Nokta koymak, sona erdirmek. 2. Yazıda noktalama işaretlerini doğru biçimde kullanmak.norm (a.) Kural olarak benimsenmiş.normal, -li (ö a.) Olması gerektiği gibi olan.nosyon Bir şey üzerindeki gerekli bilgi, kavram.not, -tu (a.) 1. Unutmamak için bir yere yazılan küçük yazı. 2. Okullarda, öğrencinin bilgi ve başarısını gösteren sayı ya da derece.nota (a.) 1. Müzik sesini belirten işaret. 2. Devletlerin birbirlerini uyarmak için hazırladıkları bildiri.noter (a.) Belge, senet gibi şeyleri onaylayıp resmîleşti-ren yetkili.nova (a.) Parlaklığı birdenbire artan, değişen yıldız.nöbet, -ti (a.) Bir işte, okulda, kurumlarda görevlilerin sıra ile yaptıkları görev.nöbetçi (ö a.) Nöbet görevini yerine getiren, nöbet sırası kendisinde olan.nöroloji (is.) Sinir sistemini inceleyen ve tedavisi ile uğraşan bilim dalı, sinir bilimi.numara (a.) Bir şeyin dizi içindeki, topluluk içindeki yerini, sırasını belli eden rakam.numaracı (ö a.) Davranışları yapmacıklı olan (kimse).numaralamak (e.) Sıralanmış, dizilmiş olanlara numara vermek.numune (a.) Örnek.nur (a.) Işık, parıltı.nuranf (is.) 1. Işıklı 2. Saygı uyandıran, nurlu.nutuk, -tku (a.) Bir topluluğu harekete geçirmek, bir konuda bilgilendirmek için o topluluğa karşı konuşma, söylev.nüans (a.) Ayrım.nübüvvet (is.) Nebîlik, peygamberlik.nüfus (a.) 1. Bir ülkede, bir şehirde oturanların tümü. 2. insan, kişi.nüfuz (a.) 1. Etki altına alma. 2. Bir şeyin içine geçme.nüksetmek (e.) (hastalık ya da başka bir durum) Geri dönmek, yeniden başlamak, depreşmek.nükte (a.) 1. Şaka. 2. Dikkat edilince anlaşılan ince anlam.nükteci (ö a.) Nükteli konuşan.nümayiş (a.) Gösteri.nüsha (a.) Birbirinin aynı olan yazılı şeylerin her biri.nüve Bir şeyin özü, çekirdek.nüzul,-lü (a.) İnme, felç.

O o

o, O Türk alfabesinin on sekizinci harfi, kalın, yuvarlak, geniş ünlüdür.o (ad.) 1. Tekil üçüncü kişiyi gösterir. 2. iki ya da daha çok şeyden, daha önce sözü geçeni gösterir. 3. (ö a.) Uzakta dan, hakkında konuşulan kişi ya da şeyi belirtir.oba (a.) 1. Göçebelerin konak yeri. 2. Göçebe halk ya da aile. 3. Genellikle bölmeli göçebe

153

Page 154: Turkce-sozluk

çadırı.obje (a.) Nesne.objektifli. Nesnel. 2. Fotoğraf makinesi, dürbün, mikroskop gibi optik aygıtlarda, cisimlerden gelen ışınları alıp ekran üzerine yansıtacak mercek ya da mercek dizgesi.obruk Huni biçiminde çukur yer.obur (ö a.) Gereğinden çok yemek yiyen, doymak bilmeyen (kimse).oburluk (a.) Obur olma durumu.ocak (a.) 1. Ateş yakmaya yarayan, pişirme, ısınma ve ısıtma gibi amaçlarla kullanılan yer. 2. Isı vererek üzerine ya da içine konulan maddeleri ısıtan, pişiren, kaynatan, eriten araç ya da aygıt. 3. Maden ya da taş çıkarılan yer.od (a.) Ateş.oda (a.) 1. Evin ya da herhangi bir yapının oturmak, çalışmak, yatmak gibi işlere yarayan, banyo, salon, giriş vb. dışında kalan bir ya da birden fazla çıkışı olan bölmesi. 2. Serbest meslek adamlarını içinde toplayan resmî birlik.odacı (ö a.) Resmî kuruluşlarda, iş yerlerinde temizlik ve ayak işlerini yapan görevli.odak (a.) 1. Işınların dağıldığı ve toplandığı nokta. Mihrak. 2. (mec.) Herhangi bir düşünce ve ilginin toplandığı, yoğunlaştığı yer.odalık (a.) 1. Bir erkeğin köle olarak aldığı cariye. 2. Padişah ve şehzadelerin saraya alınan cariyeler arasından seçtikleri kadın.odun (a.) Yakılmak üzere kesilip parçalanmış ağaç.oduncu (ö a.) Odun ticareti yapan.odun kömürü (a.) Odundan çeşitli işlemlerle elde edilen kömür.of (ü.) Sıkıntı, bezginlik, usanç, acı gibi duyguları bildirir.ofis (a.) İş yeri.oflamak (e.) "Of diyerek sıkıntı, bezginlik, usanç ya da, acı duyduğunu belli etmek.oflaz (is.) İyi, güzel, mükemmel.Oğan (a.) Tanrı.oğlak (a.) Keçi yavrusu.oğlan (a.) Erkek çocuk.oğul (a.) Erkek evlât.oh (ü.) Sevinç, beğenme, hayranlık, rahatlama gibi çeşitli duyguları belirtir.oha (ü.) 1. Büyükbaş hayvanları durdurmak için kullanılan seslenme. 2. Kaba ve yakışıksız davranışlarda bulunanlara karşı kullanılır.oje (a.) Tırnak cilâsı.ok (a.) 1. Yayla atılan, ucunda sivri demir bulunan ince ve kısa çubuk. 2. Yön göstermek amacıyla belli yerlere konan oka benzer işaret.okaliptüs (is.) Mersingillerden, asıl yurdu Avustralyaolan, toprağın suyunu çekerek yerin bataklık olmasını önleyen ağaç.okka (a.) Bin iki yüz seksen üç gramlık ağırlık ölçüsü.okkalı (ö a.) 1. Kiloca fazla olan, ağır çeken. 2. Büyük.oklava (a.) Hamur açmaya yarayan düzgün değnek.oksijen (a.) Hidrojenle birleşerek suyu oluşturan, rengi, kokusu, tadı olmayan bir gaz.oksit (is.) Oksijenin bir element veya kökle birleşmesiyle oluşan madde.okşamak (e.) Sevgi ya da şefkat belirtisi olarak elini bir şeyin üzerinde yavaş yavaş gezdirmek ya da ona hafifçe vurmak.oktan (is.) Parafinler serisinden, birçok izomerli doymuş hidrokarbon.oktav (a.) Sekiz sesten oluşan ses dizisi.okul (a.) 1. Okuyup yazmadan başlayarak çeşitli derecede toplu olarak öğrenimin sağlandığı yer. 2. Bir okuldaki öğrenci ve görevlilerin tümü. 3. Bir bilim ya da sanat kolunda özel ve belirgin yöntem, ekol.

154

Page 155: Turkce-sozluk

okuma (a.) Okumak eylemi. okumak (e.) 1. Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlamak ya da aynı zamanda sese çevirmek. 2. Bu biçimde yazılmış olan bir metnin iletmek istediği şeyleri öğrenmek. 3. Bir konuyu öğrenmek için okulda, bir öğretmenin yanında ya da yazılı şeyler üzerinde çalışmak. 4. (şarkı, türkü, şiir için) Sesli olarak ya da ezgi ile söylemek.okume (a.) Afrika'da yetişen, kerestesi parlak, öz odunu mor, dış odunu pembe renkli bir ağaç.okumuş (ö a.) Okuyarak bilgisini genişletmiş, öğrenim görmüş (kimse). okunaklı (o a.) (el yazısı için) Belli ve düzgün harflerle yazılmış, kolaylıkla okunabilen. okur (a.) Okuyan kimse, okuyucu.okutmak (e.) 1. Okumasını, öğrenim görmesini sağlamak. 2. Okumak işini yaptırmak. 3. Ders vermek, bir konu üzerinde yetiştirmek. okuryazar (ö a.) Okuması, yazması olan, öğrenim görmüş kimse.okuyucu (a.) 1. Bir yayını sürekli olarak okuyan. 2. Şarkı söyleyen.oküler (is.) Optik aletlerinde objektiften aldığı ışınları göze veren mercek sistemi.okyanus (a.) Kıtaları birbirinden ayıran büyük deniz.olabilir (a.) Gerçekleşme olasılığı bulunan, olur.olacak (ö a.) 1. Olması, yapılması uygun olan. 2. Olma, gerçekleştirme olasılığı bulunan şey. 3. Kendisinden beklenilen davranışı gösteremeyen.olagelen (s.) Sık sık olan, olmaya devam eden.olağan (ö a.) 1. Olabilen, olagelen. 2. Alışılmış.olağanüstü (ö a.) Alışılmıştan, benzerlerinden farklı.olamaz (ö a.) Olmasını önleyecek derecede güçlü engelleri bulunan, olanaksız.olanak (a.) Yararlanılan uygun koşul.olanca (ö a.) Bütün, elde bulunanların hepsi.olası (ö a.) Görünüşe göre olacağı sanılan.olasılık (a.) Bir şeyin olabilmesi durumu, olabilirlik.olay (a.) T. Ortaya çıkan, oluşan durum, ilgiyi çeken ya da çekebilecek nitelikte olan her türlü eylem. 2. Önemli tarihsel olgu.oldubitti (b.) Başkasına karışma fırsatı vermeden bir işi aceleye ve kargaşalığa getirip bağlama.oldukça (b.) Yetecek .kadar, epey, hayli.oleometre (is.) Yağların yoğunluğunu ölçmeye yarayan sıvı ölçer.olgu (a.J 1. Birtakım olayların dayandığı neden ya da bu nedenlerin yol açtığı sonuç. 2. Düşünülmüş olanın karşıtı, olmuş olan, gerçek olan, gerçekleşmiş olan,olgun (ö a.) 1. (meyveler için) Yenecek duruma ermiş. 2. (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gelişmiş.olgunlaşmak (e.) 1. (meyveler için) Olgun duruma gelmek. 2. (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörüsü gelişmiş olmak.olgunluk (a.) 1. (meyveler için) Olgun, yenilebilir olma durumu. 2. (insanlar için) Bilgi, görgü ve hoşgörü bakımından gelişmiş olma durumu, yetkinlik.oligarşi (a.) Siyasal erkin birkaç kişilik bir grubun elinde bulunduğu yönetim.olimpiyat, -ti (a.) Dört yılda bir yapılan uluslar arası spor etkinliği.olmak (e.) 1. Varlık kazanmak. 2. Gerçekleşmek ya da yapılmak. 3. Yetişme, olgunlaşmak.olmamış (ö a.) İstenilen, beklenilen biçimde olmayan.olmayacak (ö a.) 1. Gerçekleşmesi olanaksız. 2. Olması hoş görülmeyen, uygun olmayan.olmaz (ö a.) Olanaksız, gerçekleşmez.olmuş (ö a.) 1. Olgunlaşmış, ergin. 2. Oluşmuş, istenilen duruma gelmiş.olsa olsa (zf.) 1. Son ihtimal olarak, nihayet. 2. Ancak.olta (a.) Balık tutmaya yarayan ucu çengelli iğne takılı misina.

155

Page 156: Turkce-sozluk

oluk (a.) 1. Bir şeyin akmasına yarayan üstü açık boru. 2. Yağmur sularını damların kenarlarına toplayıp akıtan yatay konumlu boru.olumlu (ö a.) 1. Amaca uygun, yararlı. 2. Yüklemde belirtilen işin, oluşun vedurumun yapıldığını bildiren eylem tümcesi.olumsuz (ö a.) 1. Yapıcı ve yararlı olmayan, hiçbir sonuca ulaşmayan. 2. Davranışları beğenilmeyen, yıkıcı düşünceleri olan, zararlı.olumsuzluk (a.) Olumsuz olma niteliği ya da durumu.oluş (a.) Olma eylemi ya da biçimi, oluşma.oluşmak (e.) Belli bir varlık kazanmak, ortaya çıkmak.om (a.) Kemiklerin toparlak ucu.oma (is.) 1. Kalça kemiği. 2. Bel kemiği.omaca (a.) 1. Kesilen ağaç kökü, asma kütüğü. 2. İri kemik.omlet, -ti (a.) Çırpılmış yumurtaya, peynir, kıyma vb. katılarak tavada pişirilen yemek.omur (a.) Omurgayı oluşturan kemiklerden her biri.omurga (a.) 1. Birbiriyle eklemlenince kafatasından kuyruk sokumuna kadar uzanan bir kemik eksenini oluşturan kemiklerin tümü, belkemiği. 2. Gemi kaburgasının aşağı taraftan bağlı bulunduğu boy ekseni doğrultusunda boydan boya geçen ana yapı öğesi. 3. mec. Bir şeyin varlığı ile ilgili en önemli bölümü.omurgalı (ö a.) Omurgası olan.omurgalılar (a.) Memelileri, kuşları, sürüngenleri, kurbağaları ve balıkları içine alan hayvan bölümü.omurilik (a.) Omurganın içinde bulunan sinirsel doku.omuz, -mzu (a.) Boynun iki yanında, kolların gövdeye bağlandığı bölüm.omuzlamak (e.) Omuza alıp taşımak, omuzla itmek.on (a.) Dokuzdan sonra gelen sayının adı ve bu sayıyı gösteren rakam.onamak (e.) Bir işi doğru ve uygun bulmak.onanmak (e.) Uygun görülmek.onarım (a.) Bozulmuş, yıpranmış bir şeyi yeniden eski durumuna getirme.onarmak (e.) Bozulan, yıpranan bir şeyi eski durumuna getirmek, tamir etmek.onay (a.) Yapılan bir işi doğru ve yerinde bularak kabul etmek.onaylamak (e.) Yapılmasında sakınca görmemek.onbaşı (a.) Orduda erden sonraki ilk rütbe, aşama.onca (b.) 1. Ona göre, onun düşüncesine göre. 2. O kadar.oncacık (ö a.) O denli az, azıcık, küçücük.ondalık (a.) 1. Onda bir olarak alınan ya da verilen ücret. 2. Toprak ürünlerinden onda bir oranında alınan vergi.ondalık sayı (a.) Payda olarak on ya da onun herhangi bir kat kuvvetini alan kesirli sayı.ondüle (s.) Dalgalı, kıvrımlı, kıvrılmış.ongun (ö a.) 1. Çok verimli olan. 2. Yarar duruma gelmiş. 3. Mutlu. 4. Kutluonikiparmak bağırsağı (a.) Mideden sonra başlayan sindirim organı.onluk (a.) Onar adetten oluşan küme.onmak (e.) İyileşmek, düzelmek.onmaz (ö a.) İyileşme olanağı bulunmayan.ontoloji (is.) Varlık bilimi.onur (a.) 1. İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, özsaygı. 2. Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer.onurlanmak (e.) Onur duymak.opera (a.) 1. Sözlerinin tümü ya da çoğu şarkı olarak söylenen bir tür sahne oyunu.operasyon (a.) Ameliyat.operatör (a.) Ameliyat yapabilen doktor.

156

Page 157: Turkce-sozluk

operet (a.) Eğlenceli hafif konular üzerine yazılmış, bestelenmiş sahne yapıtı.optik (is.) 1. Görme ile ilgili. 2. Fizik biliminin ışık olaylarını inceleyen kolu.optimal (is.) En elverişli durum.optimist (is.) Yaradılışı gereği her şeyin iyi yanını görme eğiliminde olan, iyimser.ora (a.) O yer.orak (a.) Ekin biçmekte kullanılan yarım çember biçiminde yassı, ensiz ve keskin metal bir bıçakla, buna bağlı bir saptan oluşan araç.oral (a.) Ağızdan.oralı (ö a.) O yerden.oramiral, -li (a.) Deniz ordusunda orgeneral.oran (a.) 1. Büyüklük, nicelik, derece bakımından iki şey arasında yada parça ile tüm arasında bulunan bağıntı. 2. İki şeyin birbirini tutması, karşılıklı uygunluk. 3. Matematikte iki büyüklük arasındaki bağıntı.orangutan (a.) İnsana benzeyen, yemişle beslenen bir maymun cinsi.oranlamak (e.) Değer biçmek, bir başkası ile karşılaştırarak değerini saptamak.oranlı (ö a.) Kendinde oran bulunan.oranlılık (a.) Oranlı olma durumu.oransız Kendinde oran bulunmayan.orantı (a.) 1. Bir şeyi oluşturan parçaların kendi aralarında ve parçalarla tüm arasında bulunan uygunluk. 2. Nisbet, tenasüp.orantılı Bir orantıyla ilgili olan, aralarında orantı bulunan.oratoryo (a.) Bazı bölümleri solo, bazı bölümleri koro ile söylenen uzun müzik yapıtı.ordinaryüs (ö a.) Profesör üstü profesör.ordonat (is.) Silahlı kuvvetlerin savaş gereçlerini, araçlarını ve her türlü ihtiyaçlarını karşılamakla görevli sınıf.ordövr (is.) Yemekten önce sofraya getirilen soğuk yiyecekler, meze.ordu (a.) Bir devletin silâhlı kuvvetlerinin tümü.ordubozan (a.) 1. Verdiği bir karardan geri dönen. 2. Mızıkçı, dönek.ordugâh (a.) Ordunun konakladığı yer.org (a.) Piyano gibi tuşlara basılarak çalınan büyük bir müzik aleti.organ (a.) 1. Canlı bir vücudun belirli bir görev yapan ve sınırları kesin olarak saptanmış bölümü, üye, aygıt. 2. mec. Bir görevi, bir eylemi yerine getirmekle yükümlü kuruluş.organik (ö a.) 1. Organlarla ilgili. 2. mec. Bir görevi yerine getirmekle yükümlü kuruluşla ilgili olan.organizasyon (a.) 1. Düzenlemek eylemi, düzenleme. 2. Devlet, idare, toplum vb.'nin düzenleniş biçimi. 3. Düzenli bir grup üyelerinin tümü. 4. Örgüt.orgeneral (a.) En yüksek rütbeli general.orfgami (a.) Kâğıt katlama sanatı.orijinal, (a.) 1.Özgün.2.Bir şeyin aslı.orkestra (a.) Yaylı ve üflemeli çalgılar topluluğu.orkide (is.) Salepgillerden, çiçeklerinin güzellikleri nedeniyle camlıklarda yetiştirilen birtakım bitki türlerinin adı.orkinos (is.) Uskumrugillerden, eti yenen bir tür balık, ton.orman (a.) Ağaçlarla kaplı geniş alan.orta (a.) İki uçtan eşit uzaklıkta olan yer.ortaç (a.) Tümleç alabilen, ad ve sıfat gibi kullanılan eylem bildiren sözcük.Orta Çağ (a.) Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden (476) başlayarak, 1453'e kadar süren dönem.ortak (a.) 1. Birlikte iş yapan kimseler. 2. Dağıtılan bir mal ya da paradan pay alan.ortaklaşa (b.) Ortak olarak, hep birlikte.

157

Page 158: Turkce-sozluk

ortaklık (a.) İki ya da daha çok kişinin emek ve paralarını birleştirmeleri, şirket.orta kulak (a.) Kulak zarı, çekiç, örs, üzengi kemiklerinin bulunduğu, dış kulakla iç kulak arasındaki bölüm.ortalama (ö a.) 1. İki ya da daha çok sayının toplanıp bölünmesiyle ortaya çıkan. 2. Yaklaşık.ortalık (a.) Bulunulan yer ve o yerin çevresi.ortam (a.) Herhangi bir kimsenin veya şeyin içinde bulunduğu koşullar.ortanca (a.) 1. Yaş bakımında üç kardeşin büyüğü ile küçüğü arasında bulunan.ortaöğretim (a.) İlköğretim ile üniversite arasında eğitim veren okullar.ortay (ö a.) 1. Bir düzlem şeklin aynı yöndeki koşut bütün kirişlerini eşit parçaya bölen (çizgi). 2. Bir uzayı, bir yüzeyi eşit iki parçaya bölen (çizgi, düzlem).Ortodoks (is.) 1. Rum ve Slav topluluklarında yaygın olan Hıristiyan mezhebi. 2. Mec. Dogmacı, katı, tutucu.ortopedi (is.) Vücutta kemikler, eklemler, kaslar gibi hareketi sağlayan organların şekil bozukluklarını düzelten cerrahi kol.oruç (a.) Allah'a ibadet amacıyla yeme, içme, cinsel ilişki gibi temel gereksinimlerden bir süre kendini alıkoyma.orun (a.) Makam.oryantalizm (is.) Doğu bilimi.Osmanlı (is.) 1. On üçüncü yüzyılda Osman Gazi tarafından kurulan ve 1. Dünya Savaşı'ndan sonra dağılan Büyük Türk İmparatorluğunun uyruklarına verilen ad. 2. Düşündüğünü açıkça söyleyen, çekinmeyen.Osmanlıca (is.) Osmanlı Türkçesi.ot (a.) ilkbaharda yeşerip kışın kuruyan küçük bitkilerin genel adı.otağ (a.) Büyük ve süslü çadır.otçul (ö a.) Otla beslenen.otel (a.) Yolcuların geceleri konakladığı yer.otistik (is.) İçine kapanık, psikolojik sorunları olan kimse.otlak (a.) Hayvan otlatılan, otu bol olan yer.otlakçı (ö a.) Başkalarından sürekli bir şeyler alarak geçinen.otlatmak (e.) Hayvanları dolaştırıp otlamasını sağlamak.otluk (a.) Otu bol yer.oto (a.) Otomobil.otobiyografi (is.) Bir kişinin kendi hayatını yazdığı yazı.otobüs (a.) Çok yolcu alan büyük otomobil.otogar (a.) Şehirler arası çalışan otobüslerin yolcu bindirip indirdikleri yer.otomat (a.) Bir düzenek aracılığı ile işi kendi kendine yapabilen makine.otomatik (ö a.) Kendi kendini yöneten (aygıt).otomobil (a.) Motorlu, dört tekerlekli bir taşıt.otopsi (a.) Ölüm nedenini anlamak için cesedi inceleme.otorite (a.) Söz geçirme, yetke.otoyol (a.) Hızlı trafik akışını sağlamak amacıyla yapılmış çift yönlü geniş yol.otsu (ö a.) Ot gibi olan.oturak (a.) Tahtadan yapılma alçak iskemle.oturmak (e.) Bacakları büküp belden yukarısı dik duracak biçimde bir yere yerleşmek.oturtma (a.) 1. Oturtmak eylemi 2. Patlıcan ya da kabağın halka halka kesilip, içine et konulup pişirilmesiyle yapılan yemek.oturtmakoturtmak (e.) Oturmak eylemini yaptırmak.oturum (a.) 1. Sorunları görüşmek için toplanan meclisin yaptığı toplantı. 2. Yasama meclislerinin birleşimlerinden her biri.

158

Page 159: Turkce-sozluk

otuz (a.) 1. Yirmi dokuzdan sonra gelen sayının adı ve bu sayıyı gösteren im.ova (a.) Düz, geniş arazi.oval, -li (ö a.) Yumurta biçiminde olan.ovalamak (e.) 1. Ellerini bir şeye ya da birbirine sürtmek. 2. Sertçe ovmak, ovuşturmak. 3. Ezmek ya da ufak parçalara ayırmak.overlok (a.) 1. Kumaşın kenarına makineyle yapılan seyrek ve zikzaklı dikiş. 2. Bu işi yapan makine.ovmak (e.) 1. Bir şeyin üzerine bastırarak el gezdirmek. 2. Bir temizleyiciyle bir yeri ya da bir şeyi kuvvetle sürterek temizlemek.oy (a.) 1. Görüş, fikir, mütalaa. 2. Bir konuda, evet, hayır, çekimser şeklinde belirtilen fikir. 3. Seçimlerde kullanılan pusula.oya (a.) İnce dantel.oyalamak (e.) 1. Belirli bir süre birinin dikkatini başka bir şey üzerine çekmek. 2. Zaman kazanmak için aldatmak. 3. Eğlendirmek, hoşça zaman geçirtmek.oy birliği (b.) Oylamaya katılanların tümünün aynı yönde birleşmeleri.oylama (a.) Oy kullanma işi.oylum (a.) 1. Bir cismin kapladığı yer, hacim. 2. (ö a.) İçi oyulmuş, çukur duruma getirilmiş.oyma (a.) 1. Oymak eylemi. 2. Bir nesnenin yüzeyini özel araçlarla oyarak ya da delerek türlü biçimler verme. 3. Oyularak yapılan süs.oymacı (ö a.) Oyma ustası.oymak (a.) 1. Aynı soydan gelen bir topluluğun ailelere dayanan bölümleri. 2. Bir şeyin kesici aletlerle içini çukurlaştırmak.oymalı (a.) Oyma süsü olan.oynak (ö a.) Hareketli, canlı.oynamak (e.) 1. Bir oyun içinde görev almak. 2. Eğlenmek, neşelenmek amacı ile bir şeylerle uğraşmak. 3. Kurcalamak.oynaşmak (e.) Birbiriyle karşılıklı oynamak.oynatmak (e.) 1. Hareket ettirmek. 2. Aklını yitirmek.oysa (b.) Aralarında karşıtlık, aykırılık bulunan iki cümleyi "tersine olarak, -diği hâlde" anlamlarıyla birbirine bağlar.oyuk (a.) Oyulmuş yer.oyun (a.) 1. Zaman geçirten ve belli kuralları olan eğlence. 2. Tiyatroda oynanan yapıt.oyunbaz (ö a.) Hileci.oyunbozan (ö a.) Oynanan bir oyunu nedensiz bırakan.oyuncak (a.) 1. Oynayıp eğlenmeye yarayan her tür nesne ya da araç. 2. (mec.) Önemsiz ve kolay iş. 3. (mec.) Başkalarınca bir araç gibi kullanılan, hiçe sayılan, güçsüz kimse.oyuncu (a.) Sinema ya da tiyatroda görev alan sanatçı.ozan (a.) 1. Saz şairi, kopuz çalıp şiir söyleyen kimse. 2. mec. Çenesi düşük, geveze.ozon (a.) Molekülünde üç oksijen bulunan, ağır kokulu gaz.ozonosfer (a.) Atmosferde ozan tabakası.

Ö ö

ö, Ö Türk alfabesinin on dokuzuncu harfi, ince, yuvarlak, geniş ünlüdür.öbek (a.) Birbirine yakın olan şeylerin tümü, küme.öbür (0 a.; 1. Öteki. 2. Yarından sonraki.öbürü (a.) Öbür kişi.öcü (a.) Çocukları korkutmak için söylenen hayali vatlık.

159

Page 160: Turkce-sozluk

öç, -cü (a.) Kötü bir davranış ya da sözü cezalandırmak için kötülükle karşılık verme isteği ve işi, intikam.öd (a.) Karaciğerin oluşturduğu yeşil, sarı renkte acı sıvı.öd ağacı (a.) Dinî törenlerde keskin bir koku çıkardığı için yakılan bir ağaç.ödem (a.) Kimi hastalıklarda yüzde, ellerde, ayaklarda görülen yangısız şiş.ödemek (e.) 1. Önceden alınan bir şeyin karşılığını vermek. 2. Bir amaca ulaşmak için özveride bulunmak.ödemeli (a.) 1. Değeri postaneye ödendikten sonra alıcıya verilecek olan paket, koli. 2. Karşı tarafın ödemesi koşuluyla yapılan telefon konuşması.ödence (a.) Zarar karşılığı ödenen para, tazminat.ödenek (a.) Bir yere harcanma için ayrılan belli bir para.ödeşmek (e.) Birbirine olan borçları ödeyip alacak verecek bırakmamak.ödetmek (e.) Ödeme işini yaptırmak.ödev (a.) Yapılması, yerine getirilmesi, insanlık duygusu, töre ya da yasa bakımından gerekli olan iş ya da davranış, görev.ödlek (ö a.) Korkak, tabansız, yüreksiz.ödül (a.) Bir başarıya karşı verilen armağan.ödün (a.) Uzlaşmaya varabilmek için hak, istek ya da savlarının bir bölümünden, karşı taraf yararına vazgeçme.ödünç (b.) İleride ödenmek koşuluyla alınan para ya da mal.öf (a.) Usanç, bıkkınlık, tiksinti gibi duyguları anlatır.öfke (a.) Engellenme, incinme ya da gözdağı karşısında gösterilen saldırganlık tepkisi, kızgınlık.öfkeli (ö a.) Kızgın.öge (a.) 1. Birleşik bir şeyi oluşturan basit şeylerden her biri, unsur, eleman. 2. Bir sınıf ya da bir topluluğun bireylerinden her biri. 3. Bir cümleyi oluşturan özne, yüklem, tümleç gibi birimlerden her biri.öğle (a.) Gün ortası.öğleyin (b.) Öğle zamanı.öğmek (e.) Bir kimsenin olumlu davranışlarından söz etmek, övmek.öğrenci (a.) 1. Öğrenim görmek amacıyla herhangi bir öğretim kurumunda okuyan kimse. 2. Bir bilim ya da sanat dalında bir öğretmenin ya da yetkilinin gözetimi ve yol göstericiliği altında belli bir konuda çalışan kimse.öğrenim (a.) Herhangi bir meslek, sanat ya da iş için gerekli bilgi, beceri ve alışkanlıkların elde edilmesi amacıyla yapılan çalışma.öğrenmek (e.) 1. Bilgi edinmek. 2. Yetenek, beceri kazanmak.öğretim (a.) 1. Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi. 2. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme, gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme eylemi.öğretici (ö a.) Öğretme ve yetiştirme ve açıklama niteliğinde olan.öğretim (a.) Belli bir amaç için öğrenciye gereken bilgi ve beceriyi kazandırma işi.öğretmen (a.) Mesleği bir bilim dalını, bir sanatı ya da teknik bilgileri öğretmek olan kimse.öğün (a.) Kez, defa.öğürmek (e.) Kusarken ya da kusacak gibi olunan durumlarda çıkarılan ses.öğüt (a.) Birine doğruları göstermek, eksiklerini gidermek için söylenen sözler.öğütmek (e.) Bir araçla tane durumundaki nesneleri ezerek un durumuna getirmek.öğütücü (ö a.) Öğütme özelliği olan.öhö (a.) 1. Öksürme sesi. 2. Bir kimsenin varlığını belli etmek, söylenen bir şey üzerine dikkati çekmek, birine takılmak ya da biriyle eğlenmek gibi amaçlarla çıkardığı ses.ökçe (a.) Ayakkabının tabanında topuk altına gelen yüksek bölümü.öke (a.) Deha sahibi kimse, dâhi. Eke.

160

Page 161: Turkce-sozluk

ökse (a.) Sopalara sürülerek kuş yakalamaya yarayan yapışkan madde.öksü (a.) Yarı yanmış odun.öksürmek (e.) Solunum yolları rahatsızlığı nedeniyle akciğerlerdeki havayı birdenbire gürültülü bir sesle dışarıya çıkarmak.öksürük (a.) Ciğerlerdeki havayı birdenbire boşaltırken çıkan ses.öksüz (is.) Anası ya da hem anası hem babası ölmüş olan (çocuk).öküz (a.) 1. Çift sürmekte, araba çekmekte kullanılan, etinden yararlanılan, iğdiş edilmiş erkek sığır. 2. Bön, görgüsüz, kaba kimse.ölçek (a.) 1. Birim kabul edilen herhangi bir şeyin alabildiği kadar ölçü. 2. Tahıl ölçmede kullanılan kap.ölçmek (e.) Bir şeyin uzunluk ya da ağırlığını bir ölçü ile belirlemek.ölçü (a.) Bir cismin uzunluk, ağırlık gibi niceliklerini belirleyen birim.ölçülü (ö a.) Ölçülmüş olan.ölçüm (a.) Ölçme ile bulunan sayı.öldürmek (e.) Bir canlının yaşamını sona erdirmek.öldürücü (ö a.) Öldüren, ölüme neden olan.öleyazmak (nsz.) Ölecek duruma gelmek, yaklaşmak.ölgün (ö a.) Diriliği, canlılığı, tazeliği kalmamış.ölmek (e.) 1. Yaşamaz duruma gelmek. 2. mec. Değerini yitirmek.ölmezlik (a.) Ölmez olma durumu, ölümsüzlük.ölü (ö a.) Yaşamı sona ermiş.ölüm (a.) Ölme durumu.ölümlü (ö a.) Gelip geçici.ömür, -mrü (a.) Doğumdan ölüme kadar geçen yaşama süresi, yaşam.ömürlü (ö a.) Ömrü uzun olan.ömürsüz (ö a.) Ömrü kısa olan.ön (a.) 1. Bir şeyin esas tutulan yüzü. 2. Bir şeyin esas tutulan yüzünün baktığı yer, karşı. 3. Bir kimsenin ilerisi. 4. Yakın gelecek zaman. önce (b.) Başlangıçta, ilk olarak.önceki (ö a.) Önce olan. önceleri (b.) Önceki zamanda, başlangıçta, öncelik (a.) Bir şeyi başkalarından önce yapma eylemi. öncelikle (b.) Öne alınarak, daha önce olarak. öncelikli (ö a.) Önceliği bulunan, önce yapılması gereken.öncesiz (ö a.) Zamanda başlangıcı olmayan, ezelî, öncesizlik (a.) 1. Öncesiz olma durumu. 2. Başlangıcı olmadığı düşünülen zaman, öncü (ö a.) 1. Yeni bir düşünce sistemini, bir eylemi başlatan, kendinden sonrakilere yol gösteren kimse. 2. Önde giden.öncülük, -ğü (a.) Öncü olma durumu.öndelik (a.) Anlaşmaya göre, yapılacak bir hizmetin ya da satın alınacak bir malın karşılığı gerçekleşecek borçtan, öncelikle ödenen bölüm, avans.önder (a.) Toplumsal bir olayda, büyük bir eylemde topluma öncülük eden, yöneten kimse.önderlik (a.) Önder olma durumu.ön deyiş (a.) Bir yapıtta, asıl konu olarak ele alınan olaylardan önce, geçmiş birtakım başka olguları anlatan ilk bölüm.önem (a.) Bir şeyin nitelik ya da nicelik bakımından değeri olma durumu. önemli (a.) Önemi bulunan. önemsemek (e.) Önemli saymak.önemsiz (ö a.) Önemli olmayan.önerge (a.) Resmî toplantılarda bir konuda yazılı öneride bulunma.

161

Page 162: Turkce-sozluk

öneri (a.) Kabul ettirmek amacıyla öne sürülen görüş, düşünce.öngörü (a-) Sezgi gücü, basiret, feraset.önermek (e.) Öneride bulunmak.önlem (a.) Bir şeyi sağlayacak ya da önleyecek yol. önlemek (e.) 1. Bir şeyin olmasına ya da yapılmasına engel olmak. 2. Ortaya çıkan ya da çıkacağı düşünülen bir tehlikeyi durdurmak, önüne geçmek.ön lisans (is.) Yüksek öğretimde ilk iki yıllık lisans programı.önlük (a.) 1. İş yaparken giysi kirlenmesin diye bele bağlanan örtü. İş gömleği. 2. Genellikle ilkokul öğrencilerinin giydiği bir üstlük.ön yargı (is.) Bir kimse veya bir şeyle ilgili olarak, belirli şart yada olaylara dayanarak önceden edinilmiş olumlu veya olumsuz yargı, peşin yargı, peşin hüküm.önsezi (a.) Hiçbir belirti olmadan bir şeyin olacağını önceden sezmek.ön söz (a.) Kitapların başlarında yer alan yazı.öpmek (e.) Sevgi ve saygı ifadesi olarak bir şeye dudaklarını değdirmek.öpücük (a.) Hafifçe öpme.öpüşmek (e.) Karşılıklı öpmek.örcün (a.) İp merdiven.ördek (a.) Kazdan küçük, suya düşkün, yabanî cinsleri de bulunan bir kümes hayvanı.örek, -ği (a.) Duvar.öreke (a.) Yün, keten gibi şeyleri eğirmede kullanılan ucu çatal aletören (a.) Eski yapı ya da kent kalıntısı.örf (a.) Yasalarla belirlenmemiş olan, halkın kendiliğinden uyduğu gelenek.örfi (is.) Örfle ilgili.örge (a.) Motif.örgen (a.) Organ, uzuv.örgü (a.) 1. Örmek eylemi ya da biçimi. 2. Tığ ya da şişlerle, ilmiklerin yan yana getiril-mesiyle örülerek yapılmış şey.örgün (ö a.) Bir işi gerçekleştirmek amacıyla türlü ve düzenli görevler yapan organlardan oluşan.örgüt (a.) Bir işi, amacı gerçekleştirmek için oluşturulmuş kuruluş.örgütlemek (e.) Bir amacı gerçekleştirmek için örgütler oluşturmak.örk (a.) Hayvanları çayıra bağlamaya yarayan kalın ip, örük.örmek (e.) 1. iplik ve benzeri şeyler kullanarak tığ, iğne ile çeşitli eşyalar dokumak.2. Saçları birbirine bir yöntemle bağlamak. 3. Tuğla, taş ile ev yapmak için üst üste dizmekörneğin (b.) Söz gelişi, örnek (a.) 1. Bir şeyin niteliği hakkında bilgi edinmek için alınan küçük bir parçası. 2. Bir şeyin çok benzeri, örs (a.) Üzerinde demir dövülen özel alet.örselemek (e.) Eksiltmek, yıpratmak.öşür (is.) 1. Onda bir. 2. Ürünlerden alınan vergi, aşar. örtbas (a.) Bir suçu, yanlışı gizleme.örtmek (e.) 1. Korumak, gizlemek için bir şeyin üzerini örtü ile kapatmak. 2. Üzerine bir şey çekmek, örtü (a.) Örtünmek için kullanılan nesne.örtük (ö a.) Örtülü, üstü kapalı.örü (a.) 1. Örmek işi. 2. Yama olarak yapılan örgü. 3. Tarlalarda sele karşı taştan yapılmış set.örücü (a.) 1. Örme işi yapan kimse. 2. Kumaş ya da örgülerdeki yırtıkları, delikleri onaran kimse ya da bu işlerin yapıldığı yer. 3. Duvar yapan veya onaran kimse, yapı ustası.örtünmek (e.) Kendini örtmek.örümcek (a.) Ağ biçiminde tuzaklar kurarak böcekleri avlayan küçük bir böcek,

162

Page 163: Turkce-sozluk

östaki (a.) Burun boşluğu ile orta kulağı birleştiren boru biçimindeki yol anlamında östaki borusu teriminde geçer.öte (a.) 1. Konuşanın temel olarak aldığı bir şeyden daha uzak olan yer ya da şey. 2. Bir şeyin arkadan gelen bölümü. 4. (ö a.) (yer ya da zaman için) Konuşana göre uzakta kalan.öteberi (a.) Türlü, önemsiz, ufak tefek şeyler, öteki (ö a.) 1. Bilenden, sözü edilenden ayrı, öbür. 2. Sözü edilen ya da benzer iki nesneden önem ya da konum bakımından uzakta olan. ötekisi (a.) Ötede bulunan. ötenazi (a.) 1. Acı çekmeden, eziyetsiz ölüm. 2. (onulmaz hastalıklar vb. durumlarda) Öldürme izni.ötmek (e.) 1. (kuş ve böcekler için) Değişik tonda ses çıkarmak.ötre, Kur'an alfabesinde bir sesin (o, ö, u, ü) okunacağını gösteren işaret.ötücü (ö a.) Güzel öten.ötürü (e.) Bir şeyden dolayı.övgü (a.) 1. Övmek için yazılmış ya da söylenmiş söz ya da yazı. 2. Övme işi.övmek (e.) Bir şeyin olumlu yanlarını söylemek.övünç (a.) Kıvanç.övünmek (e.) 1. Bir niteliği nedeniyle kendini yücelmiş sayarak bundan abartmalı bir biçimde söz etmek. 2. Kendi kendini övmek.öykü (a.) Yaşanmış ya da tasarlanmış olayları anlatan, romana göre daha kısa düz yazı türü.öykücü (a.) Öykü yazan ya da anlatan kimse.öykünmek (e.) Birine benzemeye çalışmak.öyle (b.) 1. Onun gibi olan, ona benzeyen. 2. 0 yolda, o biçimde, o tarzda.öylece (b.) O biçimde.öylesine (b.) Gelişigüzel, onun gibi.öz (a.)l. Bir kimsenin benliği, kendi manevî varlığı. 2. mec. Bir şeyin temel öğesi. 3. Bir şeyin esası.Özbek (is.) 1. Özbekistan Cumhuriyeti'nde yaşayan Türk soyundan bir halk ve bu halktan olan kimse. 2. Özbeklerle ilgili olan.özdek (a.) Madde.özden (ö a.) Özle, öz varlıkla, gerçekle ilgili.özdeş (ö a.) Her türlü nitelik bakımından eşit olan, ayırt edilemeyecek kadar benzer olan, aynı.özdeyiş (a.) Bir düşünceyi, bir duyguyu, bir ilkeyi kısa ve kesin bir biçimde anlatan, genellikle kimin tarafından söylendiği bilinmeyen özlü söz.özek, -ği (a.) Bir şeyin çevreden aynı uzaklıkta olan yeri, merkez.özel (ö a.) Bir amaca, bir kimseye, bir şeye ait olan.özeleştiri (a.) Bir kimsenin kendi davranışları üzerine yönelttiği yargı.özellik (a.) Bir şeyi benzerlerinden ayıran nitelik.özellikle (b.) Her şeyden önce, özel olarak.özen (a.) Bir işi yaparken dikkatli ve titiz davranma.özengen (ö a.) Amatör.özenilmek (e.) Bir şeye özenti duymak.özeniş (a.) Özenmek eylemi ya da biçimiözenli (ö a.) Özenle yapılmış.özenmek (e.) 1. Bir şeyi yaparken elden geldiğince iyi yapmaya çabalamak, bir şeye büyük dikkat ve ilgi göstermek. 2. Kendisinde olmayan ya da yapısına uymayan beğendiği bir durumda olmaya, beğendiği şeye benzemeye çalışmak, yapmaya kalkışmak.özenti (a.) Birine benzemeye çalışma.özerklik (is.) Bir kişinin, bir topluluğun kendi uyacağı yasayı kendisinin koyması, kendi

163

Page 164: Turkce-sozluk

kendini yönetmek. Muhtariyet, otonomi. özet (a.) Bir konuşmanın, olayın, yazının ana hatları ile kısaltılmışı.özetlemek (e.) Bir olayı, yazıyı, konuşmayı kısaca anlatmak.özge (ö a.) Başka, ayrı. özgeçmiş (a.) Bir kişinin yaşam öyküsü.özgü (a.) Birine veya bir şeye ait.özgü (ö a.) Bir türle ilgili, bir türe ilişkin.özgün (ö a.) Benzerlerinden farklı özellikler taşıyan, özgür (a.) Bağımsız, istediğini yapabilen.özgürlük (a.) Bağımsızlık, özlem (a.) Bir kimseyi görme, o kimseye kavuşma isteği, özlemek (e.) Bir kimseyi veya bir şeyi görmeyi, kavuşmayı istemek, göreceği gelmek, özleyiş (a.) Özleme durumu, özlü (ö a.) 1. Özü olan. 2. Benliğinde, varlığında, yapısında herhangi bir nitelik bulunan. 3. (toprak için) Yapışkan, verimli. 4. Gereksiz söz kullanmadan düşünceyi bildiren.özlük, -ğü (a.) Bir şeyin durumu, mahiyet. 2. (görevli) Kişi, zat.özne (a.) Cümlede eylemi yapan öğe.öznel (ö a.) Özneye ilişkin olan, öznede oluşan, nesnelerin gerçeğine değil, bireyin düşünce ve duygularına dayanan.öz su (a.) Bitki ve hayvan dokularından sızan su.özümlemek (e.) Aldığı besinleri vücutta yararlı duruma getirme.özür, -zrü (a.) Bir suçun, kusurun hoş görülmesini gerektiren neden.özürlü (ö a.) Özrü olan.özveri (a.) Bir şey uğruna değerli şeylerinden vazgeçebilme, rahatını bozma.öz yapı Karakter.öz yaşam (a.) Bir kişinin yalnız kendisini ilgilendiren hayatı.öz yaşam öyküsü (a.) Bir kişinin kendi yaşam öyküsü üzerine yazdığı yazı veya yapıt, otobiyografi.

P p

p, P Türk alfabesinin yirminci harfi, çift dudak ünsüzüdür.pabuç (a.) Ayakkabı.pabuçlu (ö a.) Ayağında pabucu olan.pabuçsuz (ö a.) Ayağında pabucu olmayan.paça (a.) 1. Pantolon gibi giyeceklerde bacakların çıktığı aşağı bölüm. 2. Kasaplık hayvanların kesilmiş ayağı. 3. Kasaplık hayvanların ayağından yapılan çorba.paçacı (ö a.) 1. Paça işkembe yapılan lokanta. 2. Hayvanların ayaklarını satan dükkân.paçavra (a.) Eskimiş kumaş, bez parçası.padavra (a.) İnce tahta.padişah (a.) Osmanlı Devleti'nin hükümdarlarına verilen unvan.padişahlık (a.) 1. Padişah olma durumu. 2. Padişahın görevi. 3. Padişah yönetimi.4. Padişah tarafından yönetilen ülke.padok (a.) Hipodromda yarış atlarının gezdirildikleri yer.pafta (a.) Büyük haritaları oluşturan parçalara verilen ad.pagan (a.) Çok tanrılı dinden olan.pah (a.) Eğik kesilmiş kenar.paha (a.) Bir malın ya da işin maddî değeri.

164

Page 165: Turkce-sozluk

pahal (a.) Ters, aksi.pahalanmak (e.) Değeri artmak.pahalıca (b.) Biraz, pahalı gibi.pahalılık (a.) Pahalı olma durumu.pak (ö a.) Temiz.paket, -ti (a.) İçinde bir yada birçok şey bulunan, kâğıda sarılarak hazırlanmış, elde taşınacak büyüklükte nesne.paketlemek (e.) Paket biçimine getirmek.paklamak (e.) Temizlemek.paklanmak (e.) Temizlenmek.pakt, -ti (a.) Antlaşma.pal (a.) Bir cins güvercin.pala (a.) Bir tür kısa ve enli kılıç.pala (a.) Bez parçalarından dokunmuş yaygı, kilim.palabıyık (a.) Gür, uzun, yanaklara doğru kıvrık bıyık.palamar (a.) Gemileri bağlamada kullanılan kalın halat.palamut, -du (a.) 1. Eti lezzetli,esmer, kılçıksız ve pulsuz bir balık. 2. Meşe türünden bir ağaç. 3. Bu ağacın yemişi.palan (a.) Bir çeşit eyer.palandız (a.) Çeşmenin musluk taşı.palanga (a.) Ağır yükleri kaldırmaya yarayan bir makara ve halattan oluşan düzenek.palas (a.) Lüks otel.palaska (a.) Asker kemeri.palas pandıras (b.) Toplanmaya fırsat bulamadan bir yerden ayılmak.palavra (a.) Herhangi bir konuda gerçeğe aykırı, uydurma söz ya da haber.palavracı (ö a.) Uydurma söz yada haber ortaya atan, yaptığı işleri abartan, bu davranışları huy edinmiş olan (kimse).palaz (a.) Kaz, ördek, güvercin gibi kuş yavrularının civcivlikten sonraki durumu.palazlanmak (e.) Büyümek, güçlenmek.paleograf (is.) Eski el yazıları uzmanı.palet, -ti (a.) 1. Ressamların üzerinde boya karıştırdıkları alet. 2. Ayağa takılarak yüzmeyi kolaylaştıran araç.palmiye (a.) Geniş ve uzun yapraklı, sıcak ülkelerde yetişen ağaçların genel adı.palto (a.) Kalın kumaştan yapılan, kollu, dizlere kadar inen üst giysi.palyaço (a.) Genellikle panayır tiyatrolarında, sirklerde, güldürücü rol oynayan acayip kılıklı oyuncu.palyatif (ö a.) Yeterli etkinliği olmayan, bir süre için olan, geçici.palyoş (a.) Kısa ve iki yanı keskin, düz kılıç.pampal (ö a.) Tombul, şişman, gürbüz (çocuk).pampa (a.) Güney Amerika'daki bozkırlara verilen ad.pamuk (a.) Bir tarım bitkisi ve bu bitkinin tohumunu kaplayan beyaz, renkli yumuşak, uzunca tellerin adı.pamuklu (ö a.) Pamuktan yapılmış.panayır (a.) Belirli zamanlarda kurulan, sergi niteliği de taşıyan büyük pazar.pancar (a.) Bazı türlerinden şeker elde edilen, yaprakları yemeklerde kullanılan bir bitki.pandispanya (a.) Yumurta katılarak yapılan, şekerli, yumuşak bir tür pasta.pandomima (a.) Düşünce ve duyguları müzik ya da türlü hareketler eşliğinde kimi kez dansla, kimi kez de gövde ve yüz devinimleriyle yansıtmayı amaçlayan sözsüz oyun.panel (a.) Dinleyiciler önünde, bir konuşmacı grubunun genellikle sosyal ya da siyasal bir konuyu tartışmak amacıyla düzenledikleri toplantı.

165

Page 166: Turkce-sozluk

panik (a.) Topluluğu kaplayan anî dehşet duygusu, büyük korku, ürküntü.Panislâmizm (a.) Tüm Müslümanları aynı yönetim altında toplama amacı güden siyasal düşünce.panjur (a.) Bir pencerenin iki yanına takılan, güneşin girmesini engelleyen kanatlar.pankart (a.) Toplantı ve gösterilerde taşınan, üzerinde benimsenen amacın birkaçsözcükle gösterildiği karton ya da bezden levha.pankreas (a.) Midenin arkasında bulunan, kanallarla onikiparmak bağırsağına bağlı, iç ve dış salgıları olan bir bez.pano (a.) Üzerine duyuru, afiş asılan büyük levha.panorama (a.) 1. Yüksek bir yerden bakılınca göz önüne serilen geniş görünüş. 2. mec. Genel görünüm.pansiyon (a.) 1. Bütünü ya da bir bölümü sürekli ya da belli bir zaman için kiraya verilen, isteğe göre yemek de verilen ev. 2. Ücretli öğrenci yurdu.pansuman (a.) Yara temizliği ve bakımı.panter (a.) Sırtı benekli yırtıcı bir hayvan.pantolon (a.) Belden başlayan, paçaları ayak bileklerine kadar uzanan giysi.panturanizm (is.) Turancılık.Pantürkizm (is.) Türkçülük.panzehir (a.) Zehirin etkisini yok eden madde.papa (a.) Katolik Kilisesinin Vatikan'da oturan en büyük ruhani reisi.papağan (a.) Konuşmaya alı-şabilen, ayakları tırmanmaya uygun, zıt renkli bir kuş.papak (a.) Uzun tüylü kalpak.papara (a.) Ekmek, peynir ve et suyu ile yapılan bir çeşit yemek.papara (a.) Orta oyununda zurnaya verilen ad.papatya (a.) Baharda çiçek açan bir kır bitkisi ve bu bitkinin yaprakları beyaz, ortası sarı çiçeği.papaya (a.) Bir tür meyve.papel (a.) 1. Bir liralık kâğıt para. 2. Para, özellikle kâğıt para.papikçi (a.) Sokak satıcısı.papaz (a.) Hristiyan din adamı.papirüs (a.) Eskiden yazı aracı olarak kullanılan bir bitki.papyon (a.) Kelebek biçiminde boyun bağı.para (a.) Alışveriş aracı olarak kullanılan, devletçe bastırılmış kâğıt ya da maden parçası.paradi Bir tiyatroda en üst balkon.paradoks (is.) Kökleşmiş inanışlara aykırı olarak ileri sürülen düşünce.paraf (a.) Yalnız baş harflerle yazılan kısa imza.paraflamak (e.) Adının ve soyadının baş harflerini kullanarak imzalamak.paragöz (ö a.) Parayı çok seven.paragraf (a.) Bir yazıda iki sa-tırbaşı arasındaki bölüm.paralanmak (nsz.) Parasız iken para elde etmek.paralanmak (nsz.) 1. Parça parça olmak. 2. (mec.) Sıkıntı ve üzüntü içinde, olmayacak bir işle uğraşmak, didinmek. 3. (mec.) Bir işte çok çaba ve özen göstermek.paralel (ö a.) 1. Yan yana birbirine değmeden uzanıp giden. 2. Yerküre üzerinde varolduğu tasarlanan ekvatora paralel çemberlerden her biri.paralelkenar (a.) Karşılıklı kenarları paralel olan dörtgen.paralı (ö a.) 1. Ücret karşılığı. 2. Zengin.paramparça (ö a.) Birçok parçalara ayrılmış.paranoya (is.) Abartılı gurur, kuşku, güvensizlik, bencillikle belli olan bir ruh hastalığı.parantez (a.) Yazıda bazı sözlere ilgi çekmek, bazı sözleri tümce dışı tutmak için () işareti içine alma, ayraç.

166

Page 167: Turkce-sozluk

para pul (a.) Para veya para eden şey.paraşüt, ,-tü (a.) Yüksek bir yerden düşen ya da inen bir cismin, bir insanın düşüşünü ağırlaştırarak yere inmesini sağlayan genellikle ipekten araç.paraşütçü (a.) 1. Bir uçaktan paraşütle atlamak ve yere iner inmez savaşabilmek amacıyla eğitilmiş asker. 2. Bir hava taşıtından paraşütle atlayarak yere inen kimse.para tifo (a.) Ateş, kusma gibi belirtilerle açığa çıkan bir hastalık.paratoner (a.) Yapıları yıldırımdan koruyan aygıt.paravan (is.) Menteşelerle birbirine bağlı birkaç parçadan oluşan ve yapılarda boş bölümleri ayırmakta kullanılan perde.parazit (a.) 1. Asalak. 2. Radyo yayınlarına karışan yabancı ses. 3. mec. Başkalarının sırtından geçinen kimse.parça (a.) 1. Bir bütünden ayrılan, ayrı sayılan ya da arta kalan şey. 2. Bir bütünden kopmak, kırılmak vb. yollarla ayrılmış bölüm. 3. Birkaçı bir araya gelince bir bütünü oluşturan şeylerden her biri.parçacı (a.) 1. Kumaş toplarından artmış parçaları satan kimse. 2. Makine yedek parçalarını satan kimse.parçalanmak (e.) Parçalara ayrılmak, dağılmak.parça pürçük Az, önemsiz.pardesü (a.) Serin havalarda giyilen bir üst giysi.pardon (a.) "özür dilerim", "affedersiniz" anlamında kullanılan bir söz.parfüm (a.) Güzel koku.parıldamak (e.) 1. Işık saçmak. 2. (mec.) Gelişmek, yükselmek.parıltı (a.) Göze çarpan parlaklık.parite (a.) İki ülke parasının karşılıklı değeri.park, -ki (a.) 1. Bir yerleşme merkezinde halkın gezip dolaşması için düzenlenmiş büyük bahçe. 2. Otopark. 3. Trafik zorunlulukları dışında durma biçimi.parka (a.) Genellikle askerlerin giydiği, soğuğa karşı koruyucu bir çeşit üstlük.parke (a.) Küçük, çeşitli biçimlerde tahtalarla yapılan yer döşemesi.parlak (ö a.) 1. Işık veren, aydınlık. 2. Dikkati çekecek kadar başarılı.parlamak (e.) 1. Güçlü ışık saçmak._2. Birden öfkelenmek. 3. Ün kazanmak.parlamento (a.) Başlıca görevi yasama, devlet bütçesini çıkarma, hükümeti denetleme olan ve üyeleri halk oyu ile belirli bir süre için seçilen meclis ya da meclisler.parlatmak (e.) Parlamasını sağlamak.parmak (a.) İnsanlarda ve bazı hayvanlarda ellerin ve ayakların uç bölümünde uzunca çıkıntılar.parmaklık (a.) Dik ve biraz aralıklı olarak yan yana dizilmiş tahta, demir vb. çubuklarla yapılmış bölme veya korkuluk.parodi (a.) Ciddî sayılan bir yapıtın bir bölümünü ya da tümünü alaya alarak, biçimini bozmadan ona bambaşka bir öz vererek, biçimle öz arasındaki bu ayrılıktan gülünç etki çıkaran oyun türü.parola (a.) 1. Kimi durumlarda askerlerin ya da kimi topluluklarda kişilerin birbirlerini tanıyabilmek için aralarında kararlaştırdıkları söz. 2. (mec.) Varılmak istenen amacı özetleyen söz.pars (a.) Sıcak yerlerde yaşayan, postu benekli, yırtıcı, etçil memeli hayvan.parsa (a.) Bir oyundan ya da müzik dinletisinden sonra seyircilerden toplanan para.parsel (a.) İmar yasalarına göre ayrılmış toprak parçası.parşömen (a.) Yazı yazmak, resim yapmak için özel olarak hazırlanan deri, tirşe.partal (ö a.) Çok kullanmaktan yıpranmış.parter (a.) Tiyatro, sinema gibi yerlerde, sahnenin bulunduğu ilk kata ve burada bulunan koltuklara verilen ad.

167

Page 168: Turkce-sozluk

parti (a.) 1. Aynı siyasi görüşü paylaşan insanların oluşturduğu topluluk. 2. Bölüm.partikül (a.) Parçacık.partizan (a.) Bir partiden olup, partinin amacı doğrultusunda çaba gösteren.partner (a.) 1. Eş. 2. İş arkadaşı, ortak.pas (a.) 1. Demirde, su ile teması sonucu oluşan leke, 2. Futbolda, aynı takım arkadaşlarının topu birbirine aktarması.pasaj (a.) 1. İçinde dükkânlar bulunan büyük yapı. 2. Bir yazıdan, bir yapıttan alınan bölüm, parça.pasak (a.) Kir.pasaklı (ö a.) Giyimine ya da eşyalarının temizliğine önem vermeyen, çapaçul.pasaport, -tu (a.) Yabancı ülkelere gidecek olanlara yetkili kuruluşça verilen, yabancı ülke yetkililerinin kimlik incelemesinde geçerli olan belge.pasif (ö a.) Bir şeye karşı tepki göstermeyen, etkinliği olmayan, başkalarının etkisine katlanan, eylemsiz, edilgen.paskalya (is.) Hıristiyanların, her yıl İsa Peygamberin dirildiğine inanılan günün yıldönümünde kutladığı bayram.paslanmak (e.) 1. Üzerinde pas oluşmak. 2. mec. İşsizlikten, tembellikten, hareketsizlikten canlılığını yitirmek.paslı (ö a.) Paslanmış.paso (a.) 1. Bir kimsenin, herhangi bir ücretin bütününden ya da bir bölümünden muaf tutulduğunu gösteren belge. 2. Bir işi yapmaktan vazgeçmek.paspas (a.) Ayakkabıların altını temizlemek için kapı önlerine konulan metalden, kıldan yapılmış silecek.passız (ö a.) Pası olmayan.pasta (a.) İçine krema, çikolata gibi çeşitli şeyler konularak, fırında pişirilen bir tür şerbetsiz tatlı.pasta (a.) Tütün yaprağı dizisi.pastane (a.) Pasta satılan ya da oturulup pasta yenilen yer.pastel (a.) 1. Resim yapmakta kullanılan renkli boya kalemi. 2. Böyle kalemlerle yapılan resim.pastırma (a.) Etin çemen ve tuz ile terbiye edilerek kurutulmuşu.pastil (a.) Ağızda eritilmek için hazırlanmış ilâç.pastörize (ö a.) Mikroplardan arındırılmış.paşa (a.) 1. Osmanlı Devleti'nde askerî bir rütbe. 2. (ö a.) Uslu, ağırbaşlı (çocuk).pat, -ti (a.) Yassı bir şeye vurunca çıkan ses.pata (a.) Oyunda yenen ve yenilen olmaması, berabere kalma.patak (a.) Dayak, kötek.patadak (b.) Birdenbire.pataklamak (e.) Dayak atmak.patates (a.) Toprak altındaki yumruları sebze olarak kullanılan bir bitki.patavatsız (ö a.) Düşünmeden aklına geleni yapan, söyleyen.paten (a.) 1. Buz üstünde kaymak için ayağa takılan ayakkabı. 2. Bu ayakkabının düz yerlerde kaymakta kullanılan tekerlekli türü.patırtı (a.) 1. Herhangi bir biçimde çıkarılan ya da ayakları yere kuvvetle basarak yürüme sonucu çıkan gürültü. 2. Gürültülü çatışma.pati (a.) 1. Kedi, köpek için ön ayak. 2. Küçük çocuk ayağı.patik (a.) Küçük çocuklara giydirilen hafif ayakkabı.patika fa.; Keçi yolu.patinaj (a.) 1. Patenle kayma. 2. Yerin ıslaklığından ya da soğuktan dolayı aracın iler-leyememesi, kayması.

168

Page 169: Turkce-sozluk

patiska (a.) Pamuktan dokunmuş, beyaz, düz kumaş.patlak (ö a.) Patlayarak açılmış yarık.patlamak (e.) İç basıncın etkisi ile ses çıkararak yırtılmak, dağılmak.patlıcan (a.) Uzun, mor renkli, meyvesi yenen bir sebze.patojen (a.) Hastalık oluşturan.patalog (a.) Pataloji ile uğraşan doktor.patron (a.) Bir ticarî kurumun sahibi, işveren.pavurya (a.) Bir cins iri yengeç.pay (a.) 1. Dağıtılan bir şeyden kişilere düşen bölüm. 2. Bayağı kesirlerde birimin eş parçalarından kaç tane alındığını gösterir sayı.payanda (a.) Zorlanan bir şeyin devrilmemesi için konulan destek.payda (a.) Bayağı kesirlerde birimin kaç eş parçaya bölündüğünü gösterir sayı.paydos (a.) Çalışmayı geçici olarak bırakma.paye fa.; Değer.paylama fa.; Azarlama.paylaşmak (e.) Bir şeyi bölüşmek, pay etmek.paytak (ö a.) Çarpık, eğri bacaklı.pazar (a.) Haftanın yedinci günü.pazar (a.) 1. Kentlerde belli bir günde esnafın belirlenen sokaklara tezgâhlarını kurarak alış veriş yapılan yer. 2. Bir çeşit malın satıldığı dükkânların bulunduğu yer.pazarlama (a.) Bir malın satışı için yapılan çalışmalar.pazarlık (a.) Bir malın fiyatı konusunda alıcı ile satıcı arasındaki uzlaşma yolu.pazartesi (a.) Haftanın ilk günü.pazen (a.) Kalın ve sık dokunmuş, yumuşak bir bez çeşidi.pazı (a.) 1. Kolun omuz ile dirsek arasında bulunan, şişkince kas kitlesi. 2. Yaprakları sebze olarak kullanılan yabanî ıspanak.pazu bk. pazı.pazubent, -ti (a.) Toplu olarak insanların katıldığı toplantılarda görevli olanların kollarına takılı görevli olduğunu belirtir kol bağı.peçe (a.) Eskiden kadınların yüzlerine örttükleri ince siyah tüt.peçete (a.) Yemek yerken, yemeğin bir yere dökülüp kirletmesini önlemek, el, ağız silmek için kullanılan kâğıt ya da kumaş parçası.pedagog (a.) Eğitimle uğraşan bilim adamı.pedagoji (a.) Alanı çocukların eğitimi olan bilim.pedal (a.) Ayakla çalışan makinelerde düzeneği harekete geçirmek için ayak konulan yer.pehlivan (a.) 1. Güreşçi. 2. İri yapılı kimse.pejmürde (a.) Eski, yırtık.pek (ö a.) Sert, dayanıklı.pek (b.) Alışmıştan, beklenenden çok.pekâlâ (ö a.) 1. Benzerinden aşağı olmayan. 2. "Dediğin gibi olsun", "öyle kabul edelim" anlamında genellikle bir itiraz tümcesinden önce getirilir.peki (e.) Verilen emirleri, söylenen sözü onaylama.pekişmek (e.) 1. Sertleşmek, katılaşmak, sağlamlaşmak. 2. (mec.) Güçlenmek.pekiyi (a.) Derecelendirmede en yüksek başarı derecesi.pekmez (a.) Genellikle üzüm, dut gibi meyvelerin kaynatılıp koyulaştırılmış suyu.peksimet (a.) Pişirildikten sonra suyu uçurulmuş ekmek.pelerin (a.) Kolsuz, bir üst giysisi.pelikan (a.) Balıkla beslenen, uzun gagalı, gagasının altında torba bulunan kuş.pelit (a.) Meşe ağacının meyvesi, palamut.pelte (a.) Bir çeşit dondurulmuş tatlı.

169

Page 170: Turkce-sozluk

peltek (ö a.) Bazı sesleri söylemekte zorlanarak konuşan.pelür (ö a.) Daktiloda yazıyı çoğaltmak için kullanılan ince kâğıt.pelüş (a.) Bir yüzü uzun tüylü, yumuşak ve parlak, kadifeye benzer, bir tür kumaş.pembe (a.) Beyaz ile biraz kırmızının karışımından oluşan açık renk.penaltı (a.) Ayak topunda ceza olarak, topun yalnız kalecinin koruduğu kaleye on iki adımdan çekilmesi.pencere (a.) Dışarıyı görmek, ışık ve hava almak için duvarlarda açılan delik.pençe (a.) Yırtıcı hayvanların ön ayaklarının parmak ve tırnakları.pençeleşmek (e.) Pençe pençeye dalaşmak.penguen (a.) İyi yüzen, uça-mayan, soğuk bölgelerde yaşayan bir kuş.penisilin (a.) Mikropları öldüren, ateş düşüren bir ilâç.pense (a.) Kesme, sıkma, kıvırma işlerinde kullanılan el âleti.pepe (ö a.) Kekeme.perakende (ö a.) Azar azar, parça parça yapılan satış.perçin (a.) İki parçayı bir çeşit vida yardımı ile birleştirmek.perdahlamak (e.) Cilalamak, parlatmak.perde (a.) 1. Pencere, kapı gibi yerlere örtülen örtü. 2. Sahne yapıtlarının ana bölümleri.perende (a.) Havada takla atma.pergel (a.) Bir ucundan birleştirilmiş iki çubuktan oluşan, geometri dersi çizim aracı.perhiz (a.) Hastalıktan dolayı vücuda zarar verecek yiyecekleri yememe işi.perestiş (is.) Tapınırcasına sevme, tapınma.peri (a.) 1. Dişi cin. İyilik sembolü kabul edilirler. 2. mec. Güzel kadın veya kız.periskop (a.) Denizaltılarda dışarıyı gözetlemeye yarayan alet.perişan (ö a.) Acınacak durumda, üstü başı dağınık.periyot (is.) Dönem.perma (a.) Saçların kıvırcık duruma gelmesi için yapılan işlem.peron (a.) Tren garlarında yolcuların inip bindiği yer.personel (a.) Kurum ve kuruluşlarda çalışan kimseler.perspektif (a.) 1. Eşya ve nesnelerin uzaktan görünüşü, görünge. 2. Nesneleri bir yüzey üzerinde görüldükleri gibi çizme.perşembe (a.) Haftanın dördüncü günü.peruk (a.) Takma saç. pervin (is.) Ülker yıldızı.perva (a.) Çekinme, sakınma, korku.pervane (a.) 1. Geceleri ışık etrafında dönen küçük kelebek. 2. Vapur ve uçak gibi taşıtlarda hareket etmeyi sağlayan çark.pervasız (ö a.) Çekinmeyen, davranışları oldukça rahat olan.pes (ü.) Bir karşılaşmada ya da çaba gerektiren bir durumda yenilgiyi kabul anlamında söylenen söz.pestil (a.) Çeşitli meyvelerin yufka biçiminde kurutulmuş bir çeşit ezmesi.peş (a.) Arka.peşin (a.) Bir alışverişte mal alındığı anda ödenen para.peşinat (a.) Peşin olarak verilen para.peşinatsız (ö a.) Peşin para almadan.peşinen (b.) Peşin olarak, önceden.peşkeş (a.) Birinin malını uygunsuz biçimde birine vermek.peşkir (a.) 1. Havlu. 2. Yemek yerken kullanılan, el kurulanan, büyük mendil biçiminde pamuklu ya da keten bez.peştemal (a.) 1. Hamamda örtünmek ve kurulanmak için kullanılan ince dokuma. 2. iş yaparken bele bağlanan uzun, geniş dokuma. 3. Başa örtülen dokuma.

170

Page 171: Turkce-sozluk

petek (a.) Arıların bal ve yumurtalarını koymak için yaptıkları bir çeşit yuva. petrol (a.) Kendine özgü kokusu olan, koyu renkli, arıtılmamış, doğal yanıcı mineral yağ.pey (a.) Bir alış verişte anlaşma sonucu malı almadan verilen para.peyda (ö a.) Belli, açık.peydahlamak (e.) 1. Genellikle istenmeyen ya da uygunsuz görünen şeyler elde etmek. 2. Meydana çıkarmak. 3. Edinmek.peyderpey (b.) Azar azar, bölüm bölüm.peygamber (a.) Allah'ın buyruklarını insanlara bildiren kimse. Elçi.peyke (a.) Bir çeşit tahta sedir.peynir (a.) Sütün mayalan-masıyla elde edilen bir çeşit besin.peyzaj (a.) Kır resmi.pıhtı (a.) Koyulaşarak katı duruma gelen sıvı.pıhtılanmak (e.) Pıhtı durumuna gelmek.pınar (a.) Yerden kaynayarak çıkan suyun çıkış yeri.pırasa (a.) Sarımsağa benzer bir kış sebzesi.pırıl pırıl (b.) Parlak, temiz.pırlanta (a.) Traş edilmiş elmas.pırnal fa.; Bir çeşit çalı.pırtı (a.) Değersiz şey, eski eşya.pısırık (ö a.) Kendine güveni gelişmemiş.pıtırtı (a.) Hafifçe duyulan pıt pıt sesleri.pide (a.) Çeşitli biçimlerde pişirilen yassı ve geniş ekmek.pijama (a.) Gece yatarken giyilen alt ve üst olmak üzere iki parçadan oluşan giysi.pikap, -bı (a.) 1. Plak çalan müzik aleti. 2. Kamyonet.pike (a.) Bir çeşit pamuklu kumaş.piknik (a.) Kır gezintisi.pil (a.) Kimyasal enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren çeşitli biçim ve büyüklükte olan aygıt.pilaki (a.) İçine soğan, sarmısak, fasulye maydanoz, havuç konulan bir yemek çeşidi.pilav (a.) Pirinç ve bulgurdan yapılan yemek.piliç (a.) Anaç duruma gelmemiş tavuk yavrusu.pilot, -tu (a.) Bir hava taşıtını kullanmak ve yönetmekle görevli kimse.pineklemek (e.) Uyur gibi sessizce oturmak.pingpong (a.) Masa topu.pinti (ö a.) Aşırı derecede cimri.pintilik, -ği (a.) Pinti olma durumu ya da pintice davranış,pipet, -ti (a.) Sıvıları, solukla içine çekip kaptan kaba aktarmaya yarayan cam boru.pipo (a.) Kısa saplı tütün çubuğu.piramit (a.) Tabanı kare, yanları üçgen biçiminde olup tepesi tek noktada birleşen cisim.pire (a.) İnsan ve hayvanların kanını emerek yaşayan asalak küçük bir böcek.pirelenmek (e.) 1. Üzerine pire üşüşmek. 2. Huylanmak.pirina (a.) Zeytinin, sıkıldıktan sonra yağ bakımından zenginliğini yitirmeyen, gübre ya da hayvan yemi olarak kullanılan küspesi.pirinç (a.) Bakır kalay karışımı sarı maden.pirinç (a.) Sulu, bataklık yerlerde yetişen bir tahıl.pirzola (a.) Omurganın iki yanından çıkarılan, ızgarada pişirilen et.pis (ö a.) 1. Leke, toz ya da kirle kaplı olan, kirli, iğrendirici. 2. Kendinde pislik olan ya da pislenmiş olan. 3. (mec.) Beğenilmeyecek durumda olan, kötü, zararlı.pisboğaz (ö a.) Zamansız ve ayırt etmeden eline geçeni yiyen kimse.pislik fa.; 1. İğrendirici şey. 2. Dışkı.

171

Page 172: Turkce-sozluk

pist, -ti (a.) 1. Gösteri yapmak, dans etmek vb. için düzenlenmiş yer. 2. Bir hava alanında uçakların kalkıp inmesine yarayan, özel olarak hazırlanmış şerit. pişik (a.) Çok terleme sonucu oluşan kızartı.pişirmek (e.) Bir şeyin ateşte pişmesini sağlamak. pişkin (ö a.) 1. İyi pişmiş. 2. Yaptığı yanlışlardan çekinmeyen.pişman (ö a.) Yaptığı uygunsuz bir davranıştan dolayı duyulan acı, sıkıntı. pişmaniye (a.) İnce tel biçiminde olan bir çeşit helva. piyade (a.) 1. Yaya savaşan askerlerin oluşturduğu sınıf. 2. Yaya giden. 3. Satrançta hareket alanı dar olan taşlar. piyango (a.) Bir çeşit şans oyunu.piyanist (a.) Piyano çalan kimse.piyano (a.) Üzerindeki tuşlara dokunularak çalınan büyük müzik aleti.piyasa (a.) 1. Eğlenmek için dolaşmak. 2. Çarşı, pazar.piyaz (a.) Haşlanmış kuru fasulye üzerinde zeytinyağı ve sirke gezdirilmesiyle oluşan salata.piyes (a.) Sahnelenen oyun.plaj (a.) Denizde yüzmek için düzenlenmiş kumsal alan.plak (a.) Pikapla çalınan, yassı, yuvarlak aygıt.plaka (a.) Araçlara resmî kurumlarca takılan numaralı levha.plan (a.) Bir yapının, bir yerin çizgi ile belirtilmiş biçimi.planlamak (e.) 1. Yapılacak iş ya da işlemleri düzenleyip sıraya koymak. 2. Bir yerin plânını çıkarmak.planör (a.) Motorsuz, rüzgârın yardımıyla uçan uçak.plaster (a.) Yara bantı.plastik (a.) Organik veya yapay olarak üretilen bir çeşit madde.platin (a.) Yumuşak, kolay işlenebilen, rengi gümüşten biraz daha koyu, değerli bir maden.plato (a.) Yayla.pli (a.) Giysiler kıvrılarak yapılan süs.Plüton (a.) Güneş sisteminde Neptün'den daha uzakta olan, küçük bir gezegen.poğaça (a.) Bir çeşit gevrek çörek.pohpohlamak (e.) Bir kişiyi yüzüne karşı çok övmek.polis (a.) 1. Kentlerde güvenliği sağlayan silâhlı devlet örgütü. 2. Bu örgütte yer alan görevli.politika (a.) Bir amaca ulaşmak için davranma yollarını içeren bilim dalı, siyaset.pomat (a.) Diş, deri ve saça sürülen merhem.pompa (a.) 1. Hava ya da başka bir akıcı nesnenin bir yerden başka bir yere akmasını sağlayan aygıt. 2. Tıkanmış bir yeri açmak için kullanılan araç.ponza (a.) Sert maddeleri silmekte kullanılan sünger gibi bir çeşit taş.poplin (a.) Pamuk, keten ya da yünden sık dokunmuş bir kumaş.porselen (a.) 1. Beyaz, sert ve yarı saydam çömlek hamuru. 2. Bu hamurdan yapılmış olan mutfak aracı.porsiyon (a.) Lokantalarda bir kişinin doyabileceği miktarda verilen yemek.porsuk (a.) Su kıyısında yaşayan tüyleri fırça yapmakta kullanılan pis kokulu bir hayvan.portakal (a.) Yuvarlak, kırmızıya çalar sarı renkte güzel kokulu bir meyve.portatif (ö a.) Parçalarına ayrılıp ya da açılıp kapanarak kolay taşınabilen.portmanto (a.) Palto, şapka, ayakkabı gibi eşyaların asıldığı, konulduğu mobilya.portre (a.) İnsan resmi.posa (a.) Meyve ve sebzelerin suyu sıkıldıktan sonra kalan bölümü.post, (a.) Tüyü alınmamış hayvan derisi.posta (a.) Mektup, koli gibi şeyleri alıcıya ulaştıran kuruluş.postalamak (e.) Bir mektup ya da koliyi postaya vermek.postahane (a.) Posta işlemlerinin yapıldığı yer.

172

Page 173: Turkce-sozluk

pot, -tu (a.) Kötü dikişten kaynaklanan elbise buruşukluğu.pota (a.) 1. Basket atılan altı açık çemberli file. 2. Maden eritilen kap.potin (a.) Konçları ayak bileğini de içine alan bir tür ayakkabı.potur (a.) Paçaları dar, arkası bol bir çeşit pantolon.poyraz (a.) Kuzeydoğudan esen rüzgar.poz (a.) Duruş.pörsümek (e.) Diriliğini, gerginliğini kaybetmiş deri, gevşeyip sarkmak.pösteki (a.) Koyun, keçi derisi.pranga (a.) Tutuklu olanların kaçmasın diye ayaklarına bağlanan zincir.pratik (ö a.) Kolaylıkla uygulanabilir, kullanışlı.prens (a.) Hükümdar ailesinden olan erkek.prenses (a.) Hükümdar ailesinden olan kadın.prensip (a.) İlke.pres (a.) 1. İşleme, onarma, düzeltme gibi işlemlerin uygulanması için nesneyi, iki ağırlık arasında mekanik olarak sıkıştırmaya yarayan aygıt. 2. Meyve ve sebzeleri sıkarak suyunu, yağını çıkartmakta kullanılan aygıt ya da araç.prestij (a.) Saygınlık.priz (a.) Elektrikli aletleri çalıştırmak için fişinin sokulduğu yuva.prizma (a.) Çok düzlemi olan cisim.problem (a.) 1. Öğrenilen kurallar çerçevesinde çözümü istenen soru. 2. Sorun.profesör (a.) Üniversitelerde doçenten sonraki öğretim elemanı unvanı.profesyonel (ö a.) Bir işi kazanç sağlamak amacıyla yapan kimse.profil (ö a.) Yandan görünüş.program (a.) Bir iş için önceden hazırlanmış, yapılacakları, nasıl yapılması gerektiğini, kimlerin yapacağını gösteren maddeler.proje (a.) 1. Tasarlanmış şey, tasarı. 2. Mal sahibinin isteğine göre yapılacak bir yapıyı, plan durumunda gösteren çizim.projektör (a.) Karanlıkta belli ve uzak bir noktayı aydınlatmaya yarayan ışık kaynağı.propaganda (a.) Bir düşünceyi, bir çalışmayı ya da bir ürünü tanıtmak, benimsetmek için yapılan etkileme çalışmaları.protein (a.) Bazı yiyeceklerde bulunan albüminli madde. Beslenmede 3 temel öğeden biri.protesto (a.) Bir düşünceyi, bir durumu, oluşumu yanlış bulup tepki gösterme.protokol, -lü (a.) Resmî ilişkilerde uyulması gereken önceden saptanmış kurallar.prova (a.) Bir şeyin amacına uygun, istenilen düzeyde olup olmadığını anlamak için yapılan deneme.provizyon (a.) Bir çekin para olarak karşılığı.prömiyer (a.) Yeni oynamaya başlayan tiyatro oyununun ilk temsili.pruva (a.) Geminin ön tarafı, baş bölümü.psikoloji (a.) Ruh olaylarını inceleyen bilim dalı.psikopat (ö a.) Ruh veya sinir hastalığına tutulmuş kimse.psişik (ö a.) Ruhla ilgili olan, ruhsal.puan (a.) 1. Bir yarışmada ya da sınavda değer ölçüsü birimi. 2. Kumaşlarda benek.pudra (a.) Yüzü korumak ya da güzel görünmek için tene sürülen beyaz toz.puf (a.) 1. Arkalıksız, alçak, yumuşak, ayakları gözükmeyen oturacak. 2. Kaba, kabartılmış, yumuşak minder.puhu (a.) Bir cins iri baykuş.pul (a.) 1. Yassı, küçük şeylere verilen genel ad. 2. Balıkların sırtın) örten küçük, parlak, sert madde. 3. Mektuplara, bazı resmî evraklara yapıştırılan küçük, resimli kâğıt. pulluk (a.) Toprağı sürmekiçin kullanılan tarım aleti.

173

Page 174: Turkce-sozluk

pulman (a.) Yatar koltuk. pul pul (b.) Küçük parçalardurumunda. punt (a.) (bir şey için) Uygun zaman.punto (a.) Harflerin büyüklük ve küçüklüğüne göre aldığı ad.puro (a.) Yaprak tütünle sarılarak hazırlanmış kaba sigara. Yaprak sigarası. pus (a.) Görüş uzaklığınıazaltmayan hafif sis. puset (a.) Elle sürülen, hafif,küçük çocuk arabası. puslu (ö a.) Hafif sisli hava. pusmak (e.) Bir yere sinip saklanmak.pusu (a.) Birini beklemek, birine kötülük yapmak için saklanılan yer.pusula (a.) Üzerinde kuzey-güney doğrultusunu gösteren bir mıknatıs iğnesi bulunan ve yön belirlemek için kullanılan kadranlı araç.pusula (a.) Küçük bir kâğıdayazılmış kısa mektup, put, -tu (a.) İlkel dinlerde tapınılan çeşitli biçimlerdeki heykeller.putlaştırmak (e.) Bir şeyi olağanüstü görerek gereğinden çok değer vermek, put durumuna getirmek.püf (0.) Bir ateşi söndürmek, canlandırmak için dudakları hafifçe büzerek dışarı verilen soluğun çıkardığı ses.püflemek (e.) Söndürmek, soğutmak için üfürmek.püfür püfür (b.) Hafif ve serin bir biçimde eserek.püre (a.) Bazı sebzelerin kaynattıktan sonra iyice ezilip süzgeçten geçirilmesiyle yapılan yiyecek.pürüz (a.) 1. Bir nesnenin düzgünlüğünü bozan küçük çıkıntı. 2. Bir işin yapılmasında ortaya çıkan engeller.püskül (a.) Süs için yapılan iplik demeti.püskürmek (e.) Ağızdaki sıvı ya da toz hâlindeki yiyeceği birden dışarıya çıkarmak.pütür (a.) Küçük kabarcık, çıkıntı, pürüz.

R r

r, R Türk alfabesinin yirmi birinci harfi, diş eti ünsüzüdür.Rab,-bbi (a.) Allah.rabıta (a.) 1. Bağlayan şey, bağ. 2. İlgi, ilişki.raca (a.) Kral ve imparatorlara, büyük toprak sahiplerine Hindistan'da verilen ad.racon (a.) 1. Yol, yöntem. 2. Gösteriş.radar (a.) Radyo dalgalarının yankısını alarak cisimlerin yerini ve uzaklığını bulabilen, genellikle uçak ve gemilerde kullanılan aygıt.radde (a.) Derece.radikal (ö a.) Köklü, kesin, kökten.radyatör (a.) 1. Bir akar yakıtın yanmasından ya da sıcak bir akışkandan aldığı ısıyı dışarı İleten, dilimli borulardan oluşan ısıtma aygıtı. 2. Bağlı bulunduğu motordaki ısı derecesinin yükselmesini önleyen soğutucu.radyo (a.) 1. Ses dalgalarını yayan âlet. 2. Yayın dalgalarını alıp sese çeviren aygıt.radyoaktif (s.) Atom çekirdeği elektro manyetik dalgalar

174

Page 175: Turkce-sozluk

yayarak parçalanan madde.radyo evi (a.) Radyo yayınları yapılan yer.radyum (a.) Radyoaktif özelliği yüksek bir element. Ra.raf (a.) Üstüne öteberi konan, duvara ya da bir dolaba yerleştirilmiş ince uzun tahta.rafadan (a.) Kaynar suda kabuğu ile az pişirilmiş yumurta.rafine (ö a.) İncelmiş, ince, arıtılmış.rafineri (a.) Arıtım evi.rağbet (a.) İstek, beğenme.rağmen (e.) Karşın,rahat,-tı (ö a.) Üzüntü, sıkıntı, hastalık olmama durumu.rahatlamak (e.) Zor bir durumdan kurtulup sıkıntısı olmamak.rahatsız (ö a.) Rahatı olmayan.rahibe (a.) Kadın rahip.rahîm (s.) Koruyan, acıyan, merhamet eden.rahip (a.) Hıristiyanlarda genellikle manastırda yaşayan din adamı.rahle (a.) Üzerinde kitap okunan, yazı yazılan, bazıları açılıp kapanabilen alçak, küçük masa.rahman (a.) Herkese, her canlıya merhamet eden (Allah).rahmet,-ti (a.) 1. Birinin suçunu bağışlama. 2. Yağmur. rahmetli (ö a.) Ölmüş olan. rahvan (a.) Atın, binicisini sarsmayan bir koşma biçimi. rakam (a.) Sayıları gösterenişaretlerden her biri. raket, -ti (a.) Tenis, masa topu oyunlarında topa vurmaya yarayan alet. rakı (a.) Alkol derecesi yüksek bir içki. rakım (a.) Bir yerin denizdenyüksekliği.rakip (ö a.) Sporda, bir işte birbirini geçmeye, yenmeye çalışanlardan karşı tarafta olanı.rakkase (a.) Oynamayı, dans etmeyi meslek edinmiş kadın.raks (a.) Dans, oyun. ramak (is.) "bir şeyin olmasına çok az kalmak" anlamına gelen ramak kalmak deyiminde geçer. ramazan (a.) Oruç tutulan ay.rampa (a.) 1. Bir arazinin, bir kara yolunun, bir demir yolu hattının yatay doğrultuya göre yokuş olan bölümü. 2. Özellikle istasyonlarda, vagonlara eşya yüklemek ya da boşaltmak için yapılan, ambarın önünde bulunan set. 3. Bir vagonu raya sokmak ya da raydan çıkarmak için kullanılan araç. 4. Füzeleri havaya fırlatmak için üstüne yerleştirildikleri eğik destek.randevu (a.) Belli bir saatte, belli bir yerde iki veya daha çok kişi arasında kararlaştırılan buluşma. randıman (a.) Verim. rant (a.) Bir mal ya da paranın, belirli bir süre içinde emek verilmeden sağladığı gelir.ranza (a.) Gemilerde, hastane ve hapishanelerde üst üste konularak yatılan divan. rapor (a.) Bir inceleme, değerlendirme veya çalışma sonucunu bildiren üst makamlara yazılmış yazı. rapsodi (is.) İçinde Homeros'un şiirlerindeki olaylardan birini işleyen şarkı veya parça.raptiye (a.) Düz, geniş başlı, kısa bir çivi görünüşünde, kâğıt ya da karton gibi şeyleri bir yere tutturmak için kullanılan araç.rasathane (a.) Gözlem evi.raspa (a.) Demir ve tahtadaki boyaları kazımak için kullanılan ucu çelik alet.rastgele (b.) Seçmeden, iyisini kötüsünü ayırmadan, gelişigüzel.rast gelmek (e.) Karşılaşmak.

175

Page 176: Turkce-sozluk

rastık (a.) Kadınların kaşlarına sürdükleri boya.rastlantı (a.) Beklenmedik bir anda karşılaşma.rasyonel (s.) Akla dayanan, ölçülü, hesaplı.ray (a.) Trenlerin, tramvayların üzerinde gidip geldikleri demir yol.rayiç (is.) Bir para veya birimin malın satış veya sürüm değeri.razı (a.) Benimseyen, uygun bulan.reaktör (a.) 1. Yakıt olarak çevre havayı kullanan ve pervanelerin yardımı olmaksızın doğrudan doğruya tepki ile çalışan iki ucu açık boru biçiminde itici. 2. Bir katalizör yardımıyla kimyasal tepkime yaparak üretim elde edilen endüstri kuruluşu.realist (a.) Gerçekçi.realite (a.) Gerçek, gözle görülen durum.reaya (a.) Bir hükümdarın yönetimi altındaki halk.rebiyülâhir (is.) Ay takviminin dördüncü ayı'.rebiyülevvel (is.) Ay takviminin üçüncü ayı.reçel (a.) Meyvelerin şekerle kaynatılması sonucu elde edilen tatlı türü.reçete (a.) Doktorun, hastaların tedavisi için önerdiği ilâç ve ilâç kullanma yöntemini içeren kâğıt.reçine (a.) Ağaçlardan sızan sıvılardan yapılan sakız.redaksiyon (a.) 1. Yazı yazma, kaleme alma. 2. Bir metin üzerinde gerekli düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır duruma getirme.redaktör (a.) 1. Yazı yazan, bir yazıyı kaleme alan kimse. 2. Bir metin üzerinde gerekli düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır duruma getiren kimse.reddetmek (e.) Verilen ya da yapılması istenen bir şeyi kabul etmeyip geri çevirmek.refah (a.) Bolluk, bereket içinde yaşama.refakat, -ti (a.) Birine eşlik etme.referandum (a.) Bir konu hakkında halkın genel düşüncesinin alındığı seçim, oylama.refleks (a.) İstem dışı hareket.reform (a.) Daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, düzeltme.rehber (a.) Yol gösteren.rehin (a.) Borç karşılığında ya da bir isteğin gerçekleşmesi için el konulan değerli mal ya da canlı.rehine (a.) Rehin tutulan şey.reis (a.) Küçük tekne kaptanı.rejim (a.) 1. Devlet yönetme biçimi. 2. Özel beslenme yöntemi.rejisör (a.) Yönetmen.rekabet, -ti (a.) Herhangi bir işte birbiri ile yarışan.reklâm (a.) Bir şeyi tanıtmak, satışını artırmak, ilgi çekmek için yapılan yazılı ve sözlü çalışmaların tümü.rekor (a.) Sporda varılan en yüksek derece.rekortmen (a.) Rekor yapan sporcu.rençber (a.) Yapı, tarım gibi zor işlerde çalışan işçi. Çiftçi.rende (a.) Tahtaların yüzünü düzeltmek, inceltmek için kullanılan âlet.rengârenk (a.) Çeşitli renklerden oluşmuş.ren geyiği (a.) Soğuk bölgelerde yaşayan bir geyik cinsi.renk, -gi (a.) Işığın eşyaya çarpıp gözümüze yansımasıyla oluşan görüntü durumu.renk körlüğü (a.) Varlıkları gördüğü hâlde renklerini görememe durumu.renkli (ö a.) Renklendirilmiş, renkleri olan.resim,-smi (a.) 1. Kâğıt, duvar üzerine bir şeyin kalem, boya ile yapılan benzeri. 2. Bu işi yapma sanatı.resimli (ö a.) İçinde resimleri olan.

176

Page 177: Turkce-sozluk

resmî (a.) 1. Devlet malı olan. 2. Davranışlarında ciddî, senli benli olmayan.ressam (a.) Resim yapmayı meslek edinmiş kimse.restoran (a.) Lokanta.restore (a.) Onarım.resul (a.) Kitaplı peygamber.ret,-ddi (a.) Geri çevirme.retorik (a.) 1. Güze) söz söyleme, hitabet sanatı. 2. Söz sanatlarını inceleyen bilim dalı.revir (a.) Okul, kışla gibi yerlerde hastaların yatırıldığı, bakıldığı oda.rey (a.) 1. Oy. 2. Düşünce, görüş.rezalet,-ti (a.) Utanılacak, ahlâk dışı durum.rezil (ö a.) Aşağılık, alçak.rıhtım (a.) Gemilerin yanaşabileceği deniz kıyısı.rızk,-kı (a.) Yaşamak için gereken yiyecekler.riayet, -ti (a.) Uyma.rica (a.) Dileyiş, dileme, dilek.rical (a.) 1. Erkekler. 2. Yüksek makamlardaki devlet adamları.ricat, -ti (a.) 1. Vazgeçme. 2. Gerileme, geri çekilme, geri kaçma.rimel (a.) Kadınların kirpiklerini kıvırmak ve daha uzun göstermek için fırça ile sürdükleri yağlı sürme.ring (a.) Üzerinde boks, güreş yapılan alan.ritim,-tmi (a.) Ahenk, düzenlilik, ölçü.ritimli (ö a.) Düzenli aralıklarla yinelenen. Ahenkli.rivayet (a.) Söylenti.riya (a.) İnandığı, düşündüğü gibi davranmama, özü sözü bir olmama huyu, ikiyüzlülük.riyakâr (ö a.) İkiyüzlü, yüze gülen.riyakârlık (a.) İkiyüzlülük.riyaset (is.) Başkanlık.riyazet (is.) 1. Nefsin isteklerini kırma. 2.Perhiz.riziko (is.) Zarara uğrama tehlikesi.robot (a.) 1. Otomatik olarak veya bir kumanda ile, kendisine çeşitli işler yaptırılabilen mekanik araç. 2. (mec.) Başkasının buyruğu ile iş yapan, kendi akıl ve iradesini kullanmayan kimse.roka (a.) Yaprakları salatada kullanılan baharatlı bir bitki.roket (a.) Bir çeşit füze.rol,-lü (a.) Bir işte, bir oyunda düşen görev.roman (a.) Yaşanmış ya da yaşanabilen olayları anlatan uzun yazılar.romancı (a.) Roman yazan kimse.romatizma (a.) Vücudun eklemlerinde görülen bir tür hastalık.rota (a.) Gemi ve uçakların gidecekleri yol.rozet,-ti (a.) Yakaya takılan, bir şeyi simgeleyen küçük plaket.römork,-ku (a.) Bir araç tarafından çekilen, motorsuz taşıt.römorkör (a.) Başka taşıtları çeken, yedeğinde götüren araç.röntgen (a.) Vücudun iç organlarını gösteren bir tür resim.röportaj (a.) Bir olay ya da durum hakkında çeşitli kesimlerin görüşlerini yansıtan, resimlerle de desteklenen gazete yazısı.ruam (a.) En çok atlarda görülen, insanlara da bulaşan ölümcül bir hayvan hastalığı, sakağı.ruba (a.) Giysi.rugan (ö a.) Ayakkabı yapımında kullanılan parlak siyah deri.ruh (a.) Vücutta olduğu var sayılan ve hayatın temeli ve sebebi sayılan manevi varlık, manevi benlik.

177

Page 178: Turkce-sozluk

ruhsatname (a.) İzin belgesi.ruj (a.) Dudak boyası.rulo (a.) Sarılarak toplanmış.rumuz (a.) Simge.rutubet,-tl (a.) Nem.rüküş (ö a.) Gülünç, yakışmayacak biçimde aşırı süslenmiş.rüştiye (a.) Eskiden ortaokul derecesinde olan eğitim kurumu.rüşvet (a.) Görevi kötüye kullanarak kendine çıkar sağlama.rütbe (a.) Derece, aşama.rütbeli (ö a.) Askerlikteki emir-komuta zincirinde rütbesi olan görevli.rütbesiz (ö a.) Askerlikte kıdem ve derecesi olmayan er.rüya (a.) Uyurken görülen hayaller.rüzgâr (a.) Havanın yer değişmesiyle oluşan esinti, yel.rüzgârlık (a.) 1. Kapı üstlerine konulan eğik saçak biçiminde örtme. 2. Rüzgârdan korunmak için giysilerin üstüne giyilen bir tür üstlük.

S s

s, S Türk alfabesinin yirmi ikinci harfi, diş eti ünsüzüdür.saadet (a.) Mutluluk.saat, -ti (a.) 1. Bir günün yirmi dörtte birine eşit zamanı. 2. Zaman bildiren aygıt.saba (a.) Sabahleyin gün doğusundan esen hafif ve yumuşak rüzgâr.sabah (a.) 1. Gündüzün, günün başlangıcı. 2. Güneşin doğduğu andan öğleye kadar gecen zaman.sabahçı (ö a.) 1. Sabaha kadar açık kalan, sabaha kadar süren, geceyi uykusuz geçiren. 2. İkili eğitim yapan okullarda sabah eğitim gören öğrenci.sabahlamak (e.) Sabaha kadar uykusuz kalmak.sabahleyin (b.) Sabah zamanısabahlık (a.) Kadınların yataktan kalktıktan sonra bir süre giydikleri uzun giysi.saban (a.) Tarlayı ekilir duruma getirmek için çift süren hayvanların koşulduğu demir udu tarım aracı.sabıka (a.) Kayda geçmiş, geçmişte işlenmiş suç.sabır, -brı (a.) Üzüntüye, acıya katlanma, dayanma.sabırlı (ö a.) Sabır gösteren, katlanan.sabırsız (ö a.) Sabır göstermeyen.sabırsızlanmak (e.) Sabır göstermemek, beklemekten sıkılmak.sabır taşı (a.) Çok sabırlı kimse.sabit,-ti (ö a.) 1. Yerinden oynamayan, yer değiştirmeyen, durağan. 2. Gerçekliği saptanmış olan.sabotaj (a.) Baltalama.sabretmek (e.) Sabırlı davranmak.sabun (a.) Kirli ve yağlı şeyleri temizlemekte kullanılan temizlik maddesi.sabuh (a.) Sabah vakti içilen içki.sabunlamak (e.) Sabunla yıkamak.sac (a.) Yassı demir.sacayağı, -nı (a.) 1. Üzerine tencere, tava gibi şeyler koymaya yarayan, ateş üzerineoturtulan, üç ayaklı çember ya da üçgen biçiminde demir destek. 2. mec. Üç kişinin oluşturduğu grup.

178

Page 179: Turkce-sozluk

saç, -çı (a.) Baş derisini kaplayan kıllar.saçak (a.) 1. Kimi giysilerde ya da döşemeliklerde kumaş kenarına dikilen süslü ipekten püskül. 2. Bir yapının herhangi bir bölümünü güneş ve yağmurdan korunması için, o bölümden dışa taşkın ve altı boşta olarak yapılan örtü.saçı (a.) Gelinin başından saçılan çiçek, şeker, para gibi şeyler. Geline verilen hediye, saçılmak (e.) Etrafa dağılmak.saçkıran (a.) Saçların dökülmesi ile ortaya çıkan bir çeşit deri hastalığı, saçma (a.) 1. Saçmak eylemi. 2. (mec.) Yersiz, akla aykırı, tutarsız söz. 3. Bir tür balık ağı. 4. Avda kullanılan fişeklerin içine konulan, türlü boydaki küçük ve yuvarlak kurşun tanesi.saçmak (e.) Bir şeyi etrafa gelişigüzel dağıtmak. saçmalamak (e.) Boş yere anlamsız anlamsız konuşmak.saçula (a.) Dökümcülerin kullandığı ağaçtan yapılmış kalıp.şada (a.) Ses.sadak, -ğı (a.) içine ok konulan torba veya kutu biçiminde kılıf.sadaka (a.) 1. Dilenciye verilen para. 2. Yoksullara yardım olarak karşılıksız verilenşey.sadakat, -ti (a.) İçten bağlılık, güçlü dostluk.sadakatli (ö a.) İçten bağlı.sade (ö a.) Süsü, gösterişi olmayan, yalın, gösterişsiz.sadece (b.) Yalnızca.sadeleşmek (e.) Yalın bir durum almak, yalınlaşmak.sadeleştirmek (e.) Yalın bir duruma getirmek.sadelik (a.) Yalın olma durumu.sadık (ö a.) Dostluğu ve bağlılığı geçici olmayan.sadır, -drı (a.) 1. Göğüs, sine 2. Yürek, kalp. 3. Kazaskerlere verilen unvan. 4. Sadrazam sözünün kısa söylenişi.sâdır (ö a.) Çıkan, görünen.sadik, -ği (ö a.) Sadistlik özelliği olan.sadist (ö a.) Eziyet etmekten, acı çektirmekten hoşlanan kimse.sadrazam (a.) Osmanlı İmparatorluğunda başbakanlık.saf, -ffı (a.) Sıra, dizi.saf (ö a.) 1. İçine yabancı madde katılmamış, arı. 2. (mec.) Kurnazlığa aklı ermeyen, kolaylıkla aldatılabilen.safra (a.) Karaciğer salgısı, öd.safran (a.) Çiçekleri boya yapımında kullanılan küçük bir bitki.safsata (a.) Boş, temelsiz, asılsız söz.sağ (ö a.) 1. Vücutta kalbin bulunduğu tarafın karşısında olan, sol karşıtı. 2. Bu taraftaki yön.sağ (ö a.) 1. Sağlam, esen. 2. Yaşamakta olan.sağalmak (e.) (hasta) Sağlığına kavuşmak, iyileşmek.sağanak (a.) Birdenbire bastıran, gelip geçici yağmur.sağdıç (a.) Düğünlerde gelin ve güveye yol gösteren kimse.sağduyu (b.) Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği.sağır (ö a.) İşitme duyusundan yoksun, işitmeyen (kimse), işitme engelli.sağlam (ö a.) Dayanıklı, kolay bozulmaz, yıkılmaz.sağlama (a.) Bir hesabın doğruluğunu kanıtlama işlemi.sağlık (a.) Vücudun ağrısı, sızısı olmama durumu.sağmak (e.) Sağma eylemine konu olmak.sağmal (ö a.) Süt sağılan, süt veren hayvan.sağrı (a.) Memeli hayvanların beli ile kuyruk arasındaki geniş, yuvarlak bölümü.sağu (a.) Ağıt.

179

Page 180: Turkce-sozluk

sağucu (a.) Ağıtçı.saha (a.) Alan.sahaf (a.) Genellikle eski kitap satan kitapçı.sahaflık (a.) Eski kitapları toplayıp satma işi.sahan (a.) 1. İçinde yemek ısıtılan ya da yumurta pişirilen, derinliği az metal kap.sahanlık (a.) Yapılarda ve kimi taşıtlarda kapı ile merdiven arasında bulunan genişçe yer.sahi (b.) Gerçekten, gerçek olarak.sahici (ö a.) Gerçek, sahte olmayan.sahiden (b.) Gerçek olarak, gerçekten.sahil (a.) Kıyı, yalı.sahileşmek (e.) Gerçek bir durum almak, gerçekleş-meKsahilik (a.) Doğruluk, gerçeklik.sahip, -bi (a.) 1. Herhangi bir şeyin üstünde iyeliği olan, onu yasaya uygun biçimde dilediği gibi kullanabilen kimse. 2. Herhangi bir niteliği olan kimse. 3. Koruyan, arka çıkan, gözeten kimse. sahn (a.) 1. Avlu 2. Cami ve medreselerde umumun toplanmasına yarayan üstü kubbeli, örtülü yer. sahne (a.) 1. İzleyicilerin kolayca görebilmeleri için genellikle yerden belli bir ölçüde yüksek yapılan, oyun müzik gibi her tür gösteri yapmaya uygun yer. 2. Bir oyunun ya da filmin başlıca bölümlerinden her biri. sahra (a.) Çöl.sahte (ö a.) Düzmece, uydurma.sahtekâr (ö a.) Sahte iş yapan.sahur (a.) Oruç tutmak için imsak vaktinden önce yenilen yemek.saik (a.) 1. Sebep 2. Güdü. saika (a.) 1. Yıldırım 2. Sebep.sakal (a.) Yetişkin erkeklerde çene ve yanaklarda çıkan kıllar.sakar (a.) 1. Kimi hayvanların alnında bulunan beyaz leke. 2. (ö a.) Sık sık küçük, önemsiz kazalar yapan (kimse).sakat,-tı (ö a.) 1. Vücudunda hasta ya da eksik bir yanı olan (canlı). 2. (mec.) Bozuk ya da eksik (şey). sakatlanmak (e.) Sakat duruma gelmek.sakın (ü.) Yapılmaması, dokunulmaması istenen bir şeye kalkışılmaması için söylenir.sakınca (a.) Sakınılması gereken durum.sakınmak (e.) Bir şeyi yapmaktan çekinmek. sakıt (ö a.) 1. Düşen, düşmüş. 2. Hükmü kalmamış, eski önemini yitirmiş. 3. Düşük.sakız (a.) Bazı ağaçların reçinesinden çıkarılan, çiğnendiğinde yumuşayan hoş kokulu madde.sakim (ö a.) Bozuk, yanlış, eksik.sakin (ö a.) 1. Durgun ve sessiz. 2. Kimseyi rahatsız etmeyen.sakinleşmek (e.) Heyecanı geçmek, yatışmak.sakit (a.) Susmuş, sessiz.saklamak (e.) 1. Elinde bulundurmak, tutmak. 2. Kaybolmaması için gizli bir yere koymak. 3. Görülmesine engel olmak, ortalıkta bulundurmamak. 4. Bozulmadan, doğal durumları ile durmasını sağlamak, korumak.saklambaç (a.) Oyunculardan birinin ebe olması ve saklanan arkadaşlarını bulması temeline dayanan bir çocuk oyunu.saklanmak (e.) Gizlenmek.saklı (ö a.) Gizlenmiş, gizli tutulan.saksağan (a.) Serçe türünden, siyah beyaz tüyleri olan, uzun kuyruklu bir kuş.saksı (a.) İçine toprak konulup çiçek yetiştirilen kap.

180

Page 181: Turkce-sozluk

saksafon (a.) Bandolarda kullanılan üflemeli bir müziksal (a.) Kalın direklerin yan yana bağlanmasıyla yapılan, düz ve korkuluksuz ilkel bir deniz ya da ırmak taşıtı. 2. Salacak. 3. Tabut.salâh (a.) Düzelme, iyileşme, iyilik.salahiyetli (a.) Yetkili.salâhiyetsiz (ö a.) Yetkisiz.salak (ö a.) Giyiniş ve davranışlarından akılsız olduğu anlaşılan.salaklık (a.) Salak olma durumu.salam (a.) İri kıyılmış domuz ya da sığır etinden yapılan, genellikle soğuk yenen bir tür yiyecek.salamura (a.) Peynir, et, balık, turşu, asma yaprağı gibi yiyeceklerin bozulmaması için içinde tutuldukları tuzlu su.salaş (a.) Tahtadan yapılmış özensiz baraka.salata (a.) Genellikle kimi çiğ sebzelerle yapılan, içine yağ ve limon suyu konan, çeşitli yemeklerle birlikte yenen bir tür yiyecek.salatalık (a.) 1. Hıyar. 2. Salata yapmak için kullanılan.salça (a.) 1. Yemeklere konulmak için yapılan domates ya da biber ezmesi. 2. Kimi ye-meklere ve et yemeklerine domates, bahar gibi şeylerle yapılan sos.saldırgan (ö a.) Birilerine saldırma huyu olan.saldırı (a.) Kötülük ya da yıpratmak amacıyla bir kimseyekarşı doğrudan doğruya silâhlı ya da silâhsız bir eylemde bulunma. saldırma (a.) 1. Bir tür büyük bıçak. 2. Saldırma işi. salep (a.) Salepgillerden bir bitkinin kökünden dövülerek elde edilen beyaz tozu, bu tozla hazırlanan içecek, salgı (a.) Gözelerin ya da vücuttaki bezlerin salgıladığı sıvı madde.salgın (ö a.) 1. Kısa sürede çevredeki canlıların büyük bir bölümüne bulaşan. 2. Bir hastalığın ya da başka bir durumun birçok kişiye birden bulaşması.salı (a.) Haftanın ikinci günü. salıncak (a.) İki ucundan, iki iple yüksekçe bir yere asılan, üzerine oturup sallanılan eğlence aracı. salınmak (e.) Yürürken hafifçe yanlara eğilir gibi olmak. salıvermek (e.) Bırakmak, koyuvermek, serbest bırakmak, özgür bırakmak. salim (ö a.) Esen, sağlam, salise (a.) Saniyenin atmışta biri.salkım (a.) Üzüm, fıstık gibi meyvelerin bir sapta oluşan demeti.sallamak (e.) Düzenli olarak hep aynı doğrultuda devindirmek.sallanmak (e.) 1. Bağlı bulunduğu yerde gevşek duruma gelip yerinden oynamak, kı-mıldamak. 2. Vaktini boş ve yararsız işlerle uğraşarak geçirmek, oyalanmak. 3. Güçlü bir biçimde sarsılmak.sallı (ö a.) Büyük ve geniş, sal gibi yayvan.salma (a.) 1. Salmak eylemi. 2. Köylerde halktan toplanacak para tutarını sağlamak için herkese biçilen pay. 3. Başı boş gezen hayvan. 4. Kuşların üremesi için ayrılan oda.salmak (e.) 1. Bağımlılığına ya da baskı altındaki durumuna son vererek özgür kılmak, bırakmak, koyuvermek. 2. İvedilikle yollamak, hemen göndermek.salon (a.) 1. Bir evin en geniş bölümü. 2. Bir evde konukları ağırlamak için kullanılan oda. 3. Toplantıların, kutlamaların, gösterilerin yapılabileceği geniş yer. salt (a.) 1. Yalnız, sade (ö a.) İçinde yabancı öğe bulunmayan.saltanat (a.) 1. Bir ülkede hükümdarın, padişahın, sultanın egemen olmasına dayanan yönetim. 2. Bolluk ve zenginlik, gösterişli yaşayış.

181

Page 182: Turkce-sozluk

salya (a.) Ağızdan sızan tükürük.salyangoz (a.) Kabuklu bir tür böcek.sam (a.) Çölde esen rüzgâr.saman (a.) Ekinlerin taneleri ayrıldıktan sonra kalan sapları ve daha çok bunların harmanda ufalanmışı.Samanyolu (a.) Açık gecelerde gökyüzünde boydan boya görünen uzun yıldız kümesi.samimî (ö a.) 1. İçten, içten-likli. 2. Candan, yürekten davranan.samimîlik (a.) İçten olma durumu.samur (a.) İnce tüyleri olan, postu değerli bir hayvan.san (a.) Ün, nam.sanal (a.) Hakikatte olmayan, zihinde tasarlanan.sanat,-tı (a.) 1. Bir duygunun, tasarının ya da güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümü ya da bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün beceri. 2. Belli bir uygarlığın anlayış ve beğeni ölçülerine uygun olarak ortaya konan anlatım. 3. Bir şey yapmada gösterilen ustalık.sanatçı (a.) Güzel sanatların herhangi bir dalında ustalığı olan, yapıt veren (kimse).sanatkâr (a.) Sanatçı.sanatoryum (a.) Özellikle verem hastalarının tedavisi için kurulmuş sağlık kuruluşu.sanatsever (ö a.) Sanatı seven, koruyan, kollayan kimse.sanayi, -i (a.) Ham maddeleri işlemek, enerji kaynaklarını değerlendirmek için kullanılan yöntemlerin ve araçların tümü.sancak (a.) 1. Bayrak, lira. 2. Çoğunlukla birliklere verilen yazı işlemeli, kenarları saçaklı ve gönderli bayrak, 3. Osmanlı yönetim teşkilatında illerle ilçeler arasında yer alan yönetim bölümü, mutasarrıflık. 4. Gemilerin sağ yanı.sancı (a.) İç organlarda batar ya da saplanır gibi duyulan, nöbetlerle azalıp çoğalan ağrı.sancılanmak (e.) Sancıya tutulmak.sandal (a.)\. insan taşıyacak biçimde yapılmış, kürekle yürütülen deniz taşıtı, sandalet (a.) Yalnız tabanı bulunan, ayağa kordon ya da kayışla bağlanan açık ayakkabı.sandalye (a.) Arkalıklı, kol koyacak yeri olmayan bir kişilik oturma aracı.sandık (a.) İçine çeşitli şeyler konan, dört köşe, kapaklı ev eşyası.sanduka (a.) Mezarın üzerine yerleştirilmiş, tabut büyüklüğünde tahta veya mermer sandık.sanem (a.) 1. Put 2. Çok güzel kadın.sanel (a.) Sersemleşmiş, şaş-kınlaşmış olan, sözü kolayca anlamayan.sandviç (a.) İki ekmek dilimi arasına çeşitli yiyecekler konarak hazırlanmış yiyecek. sanı (a.) Bir şeyin olabileceğini düşünmek, sanmak eylemi ya da sonucu. sanık (a.) Suçlu olduğu sanılan (kimse).saniye (a.) Bir dakikanın ya da bir derecenin altmışta biri.sanki (b.) 1. Soru cümlelerinde belirtilen konuya ilgi çekmek ya da uyarıda bulunmak için kullanılır. 2. Soru olmayan tümcelerde anlatılan düşüncelerin gerçekte var olmayıp öyle sanıldığını gösterir.sanmak (e.) 1. Bir şeyin olma ya da olmama olasılığını kabul etmekle birlikte, olabileceğine daha çok inanmak. 2. Gibi gelmek.sansar (a.) Su samurgillerden, kürkü değerli yabanî bir hayvan.sansasyon (a.) Çeşitli yollarla, insanlarda oluşması sağlanan güçlü heyecan, sansür (a.) Her türlü yayının, sinema ve tiyatro yapıtının, resmî kurumlarca yayınlanmadan önce denetlenme işi. santigram (a.) Bir gramın yüzde birine eşit ağırlık, santigrat (a.) Sıcaklık ölçü birimi.santilitre (a.) Litrenin yüzde birine eşit sıvı ölçüsü. santim (a.) Herhangi bir ölçü biriminin yüzde biri. santimetre (a.) Bir metrenin yüzde birine eşit uzunluk ölçüsü.

182

Page 183: Turkce-sozluk

santral, -li (a.) 1. Doğadaki başka enerji türlerini elektrik enerjisine çeviren kuruluş. 2. Telefonların bağlı bulunduğu merkez.sap (a.) 1. Bitkilerin dal, yaprak ve çiçeklerini taşıyan gövde. 2. Çeşitli aletlerin kullanırken tutulan bölümü.sapa (ö a.) Gidilen yol üzerinde olmayan, sapılarak varılan.sapan (a.) 1. İki ucu ip, ortası örme ya da meşin olan bir taş atma aracı. 2. Genellikle çocukların kuş vurmak için kullandıkları, iki ucuna lastik ve lâstiklerin arasına genişçe bir meşin parçası bağlı bulunan çatal.sapasağlam (ö a.) Çok sağlam.sapık (ö a.) 1. Tavır ve davranışları yaratılışın gösterdiği yoldan ya da geleneklerden, törelerden ayrılan (kimse). 2. Delice davranışları olan.sapıtmak (e.) 1. Ruhsal bir bozukluk göstermek. 2. Saçmalamaya başlamak.saplamak (e.) Hızla batırmak.saplanmak (e.) 1. Hızla batmak. 2. Batma sonucu hareket edemez olmak.saplı (ö a.) Sapı olan, saplanmış.sapmak (e.) Yön değiştirmek, amacı dışına çıkmak.sapsarı (ö a.) Çok sarı.saptamak (e.) Bir şeyi belirgin kılmak.sara (a.) Nöbet halinde gelen, bayılma ve çırpınma şeklinde görülen bir sinir hastalığı. Epilepsi.saraç (a.) Eyer ve at takımları yapan.sararmak (e.) Rengi sarıya dönmek, solmak.saray (a.) Hükümdarların ya da devlet başkanlarının oturduğu büyük ve görkemli yapı.sardalya (a.) Gümüş renginde, konservesi, tuzlaması yapılan küçük bir balık.sardunya (a.) İri pembe çiçekleri olan bir süs bitkisi.sarf (a.) Harcama, tüketme, kullanma.sargı (a.) Bir yarayı sarmaya yarayan uzun ve ensiz bez.sargın (ö a.) İçten, yürekten.sargısız (ö a.) Sargısı olmayan.sarhoş (a.) 1. Alkollü içki ya da keyif verici bir madde nedeniyle kendini bilemeyecek durumda olan (kimse).sarı (ö a.) Altın ya da limonun rengi.sarılık (a.) Karaciğerin neden olduğu bir bulaşıcı hastalık.sarılmak (e.) 1. İşe hemen girişmek. 2. Kucaklamak.sarımsak (a.) Keskin kokulu, yemeklerde kullanılan bir sebze. Sarmısak.sarımsı (ö a.) Sarıya çalan.sarışın (ö a.) San saçlı ve beyaz tenli olan.sarkaç (a.) Tepesinden bir yere bağlanan, ucunda ağır bir cisim bulunan, sağa sola hareket edebilen alet.sarkıntılık (a.) Sataşma, daha çok kadınlara verilen sözlü veya bedensel rahatsızlık.sarkıt (a.) Bazı mağaraların tavanlarında oluşan aşağı doğru sarkmış olan kalker.sarkıtmak (e.) Sarkmasını sağlamak.sarkmak (e.) Aşağıya doğru uzanmak, sarma (a.) 1. Sarmak eylemi.2. Yaprakların içine iç konularak sarılması ile yapılan yemek. Yaprak dolması. 3. Güreşte bir çelme oyunu sarmak (e.) Etrafını kaplamak, kuşatmak.sarmaşık (a.) Ağaçlara, binalara tırmanan bir bitki.sarmısak bk. sarımsak.sarnıç (a.) Yağmur sularını biriktirmeye yarayan, yer altında yapılan depo.sarp (ö a.) Aşılması ve geçilmesi zor olan.

183

Page 184: Turkce-sozluk

sarraf (a.) Para, tahvil, altın, gümüş alış verişi yapan ticaret adamı.sarsak (ö a.) Vücudu titreyen, hafifçe sallanan.sarsılmak (e.) Sarsmak işine konu olmak.sarsıntı (a.) Sarsılmak eylemi, deprem.sarsmak (e.) 1. Kuvvetlice ileri geri sallamak. 2. Konumunu, gücünü zora sokmak.sataşmak (e.) Birini rahatsız edici davranışlarda bulunmak.saten (a.) 1. Atlas. 2. Atlas gibi parlak, pamuklu kumaş, satı (a.) Satmak işi, satış, satıcı (a.) Bir şeyi satan, satışa çıkaran.satılık (ö a.) Satılacak olan. satır (a.) 1. Et kesmeye yarayan, kasapların kullandığı ağır ve kaba bıçak. 2. Düz yazıda yan yana dizili sözcüklerin tümü.satır başı (a.) Düz yazıda paragraf başında satırın içinden başlama durumu.satış (a.) Satma eylemi.satmak (e.) Bir şeyi para karşılığında birine vermek.satranç (a.) On altışar, siyah, beyaz, farklı çeşitte taşlarla kareli bir zeminde oynanan zekâ oyunu.Satürn (a.) Güneşe yakınlıkta altıncı sırada olan, çevresi halkalı gezegen.sav (a.) Savunulan düşünce, tez.sava (a.) 1. Haber. 2. Muştu, müjde.savaş (a.) 1. Ekonomik ve siyasî amaçlarına ulaşabilmek için devletlerin giriştikleri silâhlı çatışma. 2. Uğraşma, kavga. 3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek için girişilen eylem.savaşım (a.) Bir amaca ulaşmak için yapılan çalışma, çaba.savat (a.) Gümüş üstüne özel bir biçimde kurşunla işlenen kara nakış.savcı (a.) Sanıkların suçlarını araştıran, toplumun hakkını korumak için davalar açan görevli.savmak (e.) Birinden kurtulmak için gitmesini sağlamak.savruk (ö a.) İşini, görevini düzensiz, özenmeden yapan.savsaklamak (e.) İşi, görevi oyalanarak zamanında bitir-memek.savunmak (e.) Bir saldırıya karşı koyup kendisini, başkalarını, ülkesini korumak.savurgan (ö a.) Boş yere çok para harcayan.savurmak (e.) 1. Etrafa dağıtmak. 2. Sapla samanı ayırmak için tahılı rüzgâra karşı yukarı kaldırıp bırakmak.savuşmak (e.) Sessizce, kimseye haber vermeden çekilip gitmek.sa'y (ö a.) 1. Çalışma. 2. İş. 3. Emek 4. Hacda Safa ile Merve tepeleri arasında 7 defa gidip gelme.sayaç (a.) Elektrik, su, doğal-gazın ne kadar harcandığını gösteren aygıt.saydam (ö a.) Işık geçiren, arkasındaki nesnelerin görünmesini sağlayan cisim. Şeffaf.saye (a.) 1. Gölge. 2. Koruma, yardım.sayfa (a.) Kitap ve defterlerin yaprağının bir yüzü.sayfiye fa.; Yazlık.saygı (a.) Yaşlılara ve değerli kimselere duyulan sevgi ve çekinmeye dayanan bağlılık duygusu. Hatır sayma. Hürmet.saygılı (ö a.) Saygın insanlara gerekli saygıyı gösteren. Terbiyeli.saygın (ö a.) Çevresinden saygı gören kimse.saygısız (ö a.) Başkalarına gerekli saygıyı göstermeyen.sayı (a.) Sayma, tartma ve ölçme işlemlerinin sonunda birimlerin kaç olduğunu bildiren söz.sayıklamak (e.) Ağır bir hastalık geçirirken dalgın durumlarda veya uyurken saçma sapan sözler söylemek.sayım (a.) Sayma işi.saymak (e.) 1. Sayıları arka arkaya söylemek. 2. Saygı göstermek.

184

Page 185: Turkce-sozluk

sayman (a.) Bir kuruluşun hesap işlerine bakan.sayrı (a.) Hasta.saz (a.) 1. İnce kamış. 2. Bir çeşit müzik aleti.sazan (a.) Eti lezzetli, bir tatlı su balığı.seans (a.) Oturum, toplantı.sebep (a.) Neden.sebeplenmek (e.) Dolayısıyla yararlanmak.sebil (a.) Hayır amacıyla dağıtılan su ya da yiyecek.sebze (a.) Kök, yaprak ya da tohumları pişirilerek yenen bitkiler.seccade (a.) Üzerinde namaz kılınabilecek büyüklükte, halı ya da kumaştan yaygı, namazlık.seciye (a.) Yaradılış, ıra, huy, karakter.seciyeli (ö a.) Sağlam karakterli.seciyesiz (ö a.) Karakteri bakımından sağlam olmayan, güvenilmez.seç (a.) Harmanda savrulmuş tahıl yığını.seçenek (a.) Seçme durumunda, birinin yerine seçilebilecek bir başka yol, yöntem, tutum.seçici (ö a.) Seçme işini yapan.seçim (a.) 1. Seçme işi. 2. Bir ya da birçok aday arasında birini ya da birkaçını yeğleme.seçkin (ö a.) Benzerlerine göre daha kaliteli ve üstün olan.seçmek (e.) Benzerleri arasında kendi beğeni ve düşüncesine uyan iyiyi tercih etmek.seçmen (a.) Secimde oy verme hakkı olan.seda (a.) Ses.sedef (a.) Midye, istiridye gibi hayvanların düğme yapımında kullanılan parlak, sert kabukları.sedir (a.) Birkaç kişinin oturacağı biçimde, üstüne yastık, minder konulmuş kerevet.sedir (a.) Boyu çok uzun olabilen kerestesi değerli bir orman ağacı.sedye (a.) İki kişi tarafından taşınan hasta taşıma aracı.sefa (a.) 1. Gönül rahatlığı, rahatlık, kaygısız ve sakin olma, safa. 2. Eğlence, zevk, neşe.sefalet (a.) Yoksulluk.sefer (a.) 1. Yolculuk. 2. Defa, kez.sefertası (a.) Yemek taşımakta kullanılan, birbiri üzerine konulup bir sapa geçirilen kap.sefih (ö a.) Zevk ve eğlenceye düşkün, uçarı.sefil (a.) Yoksulluk içinde olan.sefir (a.) Elçi.seğirmek (e.) Hafif biçimde kımıldayıp titremek.seher (a.) 1. Şafakla güneşin doğması arasındaki vakit. 2. Sabahın erken vakti.sehpa (a.) Ayaklı küçük masa.seki (a.) Oturulan taş, beton set.sekiz (a.) Sekiz tane bir.sekizer (ö a.) Her birinde sekiz adet olan.sekmek (e.) Tek ayak üzerinde sıçrayarak yürümek.sekmen (a.) 1. Arkalıksız iskemle. 2. Basamak.sekreter (a.) Yazman.seks (a.) Erkek ile kadın arasındaki fiziksel fark, cinsiyet.seksüel (a.) Cinsel.seksek (a.) Sekerek oynanan bir çocuk oyunu.seksen (a.) Sekiz adet onluk.sel (a.) Yağmurların yağma-sıyla oluşan, önüne gelen yere zarar veren taşkın su.selâm (a.) Saygı, sağlık dileme sözü.selâmet, -ti (a.) Esenlik.selâmlamak (e.) Birine ya da bir topluluğa selam vermek.

185

Page 186: Turkce-sozluk

selâmlaşmak (e.) Karşılıklı selâm vermek.sele (a.) İçine öte beri konulan yayvan sepet.selefon (a.) Su geçirmez, saydam kâğıt.selüloz (a.) Bitkilerden elde edilen, kâğıt yapımında kullanılan madde.selvl (a.) Yapraklarını dökmeyen, tepesi sivri olan, daha çok mezarlıklarda rastlanan bir ağaç.semaver (a.) İçine odun kömür konularak çay pişirilen kap.sembol (a.) Simge, işaret, belirti.semer (a.) Hayvanların sırtına vurulan, yük bağlamaya yarayan, tahtadan yapılma araç.seminer (a.) Bir konu ile ilgili bilgi vermek ve bu bilgiler üzerinde tartışmak amacıyla birkaç yetkilinin yönetimi altında düzenlenen toplantı. 2. Bir uzman denetiminde yapılan meslekle ilgili çalışmalar. Semirmek (a.) iyi beslenip kilo almak.semiz (a.) İyice beslenmiş eti, yağı bol olan hayvan.semizotu (a.) Yaprakları ve sapları ile yemek yapılan bir bitki.sempati (a.) Sevimli, cana yakın bulma.sempatik (ö a.) Sevimli.semt, -ti (a.) Bölge.sen (ad.) Tekil ikinci kişi.senaryo (a.) Sinema filminin sahnelerini gösteren yazılı metin.senato (a.) Parlamento. Bazı demokrasilerde, ikinci meclis.senatör (a.) Senato üyesi.sendelemek (e.) Düşecek gibi olmak.sendika (a.) İşçilerin çalışma haklarını korumak için kurdukları, üyesi sadece çalışan işçiler olan örgüt.sene (a.) Yıl.senet (a.) Bir kimsenin yapmaya ya da ödemeye borçlu olduğu şeyi göstermek için imzaladığı resmî kâğıt.senfoni (a.) Orkestralarda çalınan sözsüz uzun müzik yapıtı.senli benli (b.) Samimî. sepet, -ti (a.) Saz, kamış, dal gibi şeylerden örülerek yapılmış kap.sepetlemek (e.) Birini yanından uygunsuz bir biçimde uzaklaştırmak anlamında kullanılır.ser (a.) Baş, kafa.sera (a.) Sıcak iklim bitkilerinin yetiştirilmesi için bir bölümü ya da tümü camla kapatılmış yer, limonluk, camlık.seramik (a.) Pişirilmiş topraktan yapılan süs ve yapı aracı.serap (a.) Çölde su varmış gibi görünen ısı ve ışık yanıltmacası.serazat (ö a.) Serbest ve özgür.serbaz (ö a.) Yürekli, yiğit, korkusuz olan.serbest, (ö a.) 1. Hiçbir koşula bağlı olmayan, istediği gibi davranabilen. 2. Bağımlı olmayan, özgür.serçe (a.) İnsana yakın yerlerde yaşayan küçük, boz renkte, ötücü bir kuş.serçeparmak (a.) Beş parmaktan en küçük olanı.serdar (a.) Başkomutan.sere (a.) Açık duran baş parmağının ucuna kadar olan uzaklık, sece.seren (a.) Yelkenli gemilerde yelkeni açmak için kullanılan çubuk.sergi (a.) Satmak ya da sergilenmek amacıyla dizilip düzenlenmiş mal ya da sanat yapıtı.sergilemek (e.) Çalışmaları başkalarına göstermek, tanıtmak içini herkesin görebileceği biçimde düzenlemek.sergüzeşt (a.) Bir kimsenin başından geçen olaylar, macera.sergüzeştçi (ö a.) Macerayı seven, maceraya atılan kimse.

186

Page 187: Turkce-sozluk

serhat (a.) Sınır boyu.seri (a.) Benzer şeylerden oluşan dizi, sıra.seri (ö a.) Hızlı, çabuk.serilmek (e.) Uzanıp yatmak.serin (ö a.) Ilık ile soğuk arası.serinkanlı (ö a.) Olaylar karşısında kontrolünü kaybetmeyen.serinlemek (e.) Hafifçe soğumak.serinlik (a.) Serin olma durumu.sermaye ( a.) 1. Ana mal. 2. Varlık.sermek (e.) 1. Asmak. 2. Göstermek amacıyla bir şeyi asmak ya da yaymak.serpilmek (e.) Gelişip büyümek.serpinti (a.) 1. Akan ve dökülen şeyden sıçrayıp serpilen bölüm. 2. Küçük damlalar ya da tanecikler durumunda yağan yağmur ya da kar.serpmek (e.) Etrafa dağılacak biçimde dökmek.sersem (ö a.) Çeşitli nedenlerden dolayı aklı karışmış olan.sersemlemek (e.) Sersem olmak.serseri (a.) İşsiz güçsüz etrafta dolaşan.sert,-ti (ö a.) 1. Kolayca kesilip parçalanamayan. 2. Etkisi çabuk görülen.sertleşmek (e.) Sert duruma gelmek.sertifika (a.) Öğrenim belgesi.serum (a.) Hastaya güç kazanması için damardan verilen sıvı.serüven (a.) Macera.servet, -ti (a.) Mal zenginliği.servis (a.) 1. Hizmet. 2. Bir iş yerinde, kurumda sadece bir işin görüldüğü bölüm.serzeniş (a.) Başa kakma, sitem etme, takaza.ses (a.) 1. Kulakla duyulan, işitilen şeylerin tamamı. Seda. 2. Ağızdan çıkan ve havada titreşim meydana getiren soluk. 3. İnsan ve hayvanların, nesnelerin birbirine çarpması sonucu oluşan gürültü.ses bilgisi (a.) Seslerin özelliklerini inceleyen dil bilgisi dalı.seslenmek (e.) Çağırmak.sesteş (ö a.) Eş sesli.set, -ti (a.) Toprağın akmasını, suyun yayılmasını önlemek için önlerine çekilen kalın duvar.sevap (a.) Allah tarafından hoş karşılanan, mükafat verilen davranış.sevda (a.) 1. Güçlü sevgi. 2. Aşırı ve güçlü tutku; istek.sevecen (ö a.) Acıma ve koruma duygusu ile seven.sevgi (a.) İnsanı birine karşı özveride bulunacak kadar bağlılığa götüren duygu.sevgili (ö a.) Sevgiye değer görülen, sevilen.sevi fa.j Aşk.sevimli (ö a.) Cana yakın, şirin.sevimsiz (ö a.) Hoşa gitmeyen.sevinç (a.) İstenilen ya da hoşa giden bir durumun oluşmasıyla duyulan coşku.seviye (a.) Düzey.sevk, -ki (a.) Gönderme, götürme.sevketmek (e.) Göndermek, yollamak.sevmek (e.) Hoşlanmak, ilgi duymak.Seyahat (a.) Gezi.seyir, -yri (a.) 1. Eğlenmek amacıyla yapılan gezi. 2. Yürüyüş.seyirci (a.) Eğlenmek için bir etkinliği izleyen.seyis (a-) At bakıcısı.seyrek (ö a.) Aralıklı, sık olmayan.

187

Page 188: Turkce-sozluk

seyrelmek (e.) Seyrek duruma gelmek.seyretmek (e.) Bir etkinliği izlemek.seyyah (a.) Gezgin, turist.seyyarca (a.) Gezici.seza (a-) Uygun, yaraşır, bir şeye değer.sezdirmek (a.) Bir durumu sezmesine yardımcı olmak.sezgi (a.) Sezebilme yeteneği-sezmek (e.) Açık bir kanıt olmaksızın, olmuş ya da olacak bir şeyi anlamak, kestirmek.sezon (a.) 1. Mevsim. 2. Yıl içinde belirli aralıklarla yinelenen etkinlikler dönemi.sıcak (ö a.) 1. Yakmayacak derecede ısısı olan. 2. Isısı yüksek olan, çok ısınmış. 3. (mec.) Dostça, sevgi dolu.sıcakkanlı (ö a.) 1. Vücut ısısı yaz kış değişmeyen canlı. 2. Cana yakın.sıcaklık (a.) Isının yüksek olması durumu.sıcakölçer (a.) Isı derecesini gösteren alet, termometre.sıçan (a.) Farenin biraz büyük olan türü.sıçramak (e.) 1. Yukarıya doğru fırlamak, atlamak. 2. Ansızın oluşan bir durumdan korkup hareket etmek.sıdk, -dkı (a.) 1. Doğruluk, gerçeklik. 2. İçten bağlılık.sıfat, -ti (a-) 1. Bir kimsenin ya da nesnenin özelliği. 2. Dil bilgisinde adları niteleyen ya da belirten sözcük türü.sıfır (a.) Hiçbir değeri olmayan rakam.sığ (ö a.) Derinliği az olan.sığınak (a.) Tehlikeli durumlarda sığınılacak korunaklı yer.sığınmak (e.) Tehlikeli bir durumda güvenilir birine ya da bir şeye başvurmak.sığıntı (a.) Bulunduğu yerde varlığı çok görülen kimse.sığır (a.) 1. Boynuzlu, iri, etinden sütünden ve derisinden yararlanılan büyükbaş bir evcil hayvan. 2. mec. Ahmak, bön kimse.sığırcık (a.) Serçeden iri, uzun gagalı siyah bir kuş.sığırtmaç (a.) Sığır çobanı.sığlık (a.) Deniz, göl ve akarsuların derin olmayan yerleri.sığmak (a.) Bir yere, bir kaba tümüyle girebilmek ya da içinden geçebilmek.sıhhat, -ti (a.) Sağlık, esenlik.sık (a.) Aralıksız.sıkboğaz etmek (e.) Birini zorlamak.sıkı (ö a.) Gevşek olmayıp iyice saran, tutan.sıkıcı (ö a.) Can sıkan.sıkıfıkı (ö a.) İlişkileri çok iyi olan.sıkılgan (ö a.) Utangaç, çekingen.sıkılmak (e.) 1. Can sıkıntısı çekmek. 2. Biri tarafından sıkma işine uğramak.sıkıntı fa.; 1. Çeşitli nedenlerden dolayı içimizi sıkan durum. 2. Geçim zorluğu.sıkışmak (a.) 1. Bir arada bulunmaktan dolayı hareket etmekte zorlanmak. 2. Maddî açıdan parası yetemez duruma gelmek.sıkıştırmak (a.) Birinin sıkışmasını sağlamak.sıkıyönetim (a.) Bazı yasaların askıya alınarak ordunun geçici olarak yönetimi ele alması durumu.sıklet, -ti (a.) Ağırlık.sıkmak (a.) Bir şeyi baskı altına almak. 2. Sıkıntı vermek.sıla (a.) Kavuşma, ulaşma.sımsıkı (b.) Sıkıca.sınaî (ö a.) Sanayi ile ilgili.

188

Page 189: Turkce-sozluk

sınamak (e.) Denemek, kontrol etmek.sınav (a.) öğrencilerin, bir işe alınacak elemanların bilgi derecesini ölçme işi. İmtihan.sıngın (ö a.) 1. Gözü korkmuş, sinmiş. 2. Çekingen, ürkek. 3. Üzgün, düşünceli.sınıf (a.) 1. Öğrencilerin bölümlenerek ders yaptıkları oda, odalarda ders yapan öğrenci kümesi. 2. Çeşitli amaçlarla bölümlenmiş şeylerin her bölümü.sınıflamak (e.) Özelliklerine göre kümelere ayırmak.sınık (ö.a.) 1. Kırık, çıkık. 2. Yenilmiş, bozguna uğramış.sınır (a.) 1. İki komşu devletin topraklarını birbirinden ayıran çizgi. 2. Komşu il, ilçe, köy, ya da kişilerin topraklarını birbirinden ayıran çizgi. 3. Bir şeyin yayılabileceği ya da genişleyebileceği son çizgi, uç.sınırsız (ö.a.) Çok geniş, sınırı olmayan.sıpa (a.) Eşek yavrusu.sır (a.) Çanak ve çömlek kapların yüzüne sürülen parlak boya.sır (a.) Kimseye söylenmemesi gereken durum, bilgi, söz.sıra (a.) Yan yana veya arka arkaya dizilmiş şeylerin tümü.sıradağ (a.) Ortak özellikler gösteren, aralarında uzunlamasına vadiler bulunan dağlar dizisi.sıralamak (e.) Bir sisteme göre sıraya dizmek.sırat, -ti (a.) Yol. Geçit yeri.sırat köprüsü (a.) Kıyamette cehennem üzerine kurulacak olan kıldan ince, kılıçtan keskin köprü.sırça (a.) Cam.sırdaş (ö a.) Sır ortağı.sırf (b.) Yalnız, ancak.sırık (a.) Uzun ve kalın değnek.sırılsıklam (b.) Her yeri ıslanmış.sırım (a.) Meşin sicim.sırıtkan (a.) Hoş olmayan bir gülüşü olan.sırıtmak (e.) Dişlerini göstererek uygunsuz gülmek.sırma (a.) Parlak gümüş tel.sırmalı (ö a.) Sırma ile işlenmiş.sırnaşık (ö a.) Bir şeyi elde etmek için küçük düşmeyi göze alan.sırsıklam (ö a.) 1. Büsbütün ıslak, çok ıslak. 2. (mec.) İyiden iyiye, adamakıllı.sırsız (ö a.) 1. Sır sürülmemiş, sırı olmayan. 2. Sırrı olmayan, açık, gizliliği bulunmayan.sırt, -ti (a.) 1. Omurgalı ya da omurgasız hayvanlarda boyundan kuyruk sokumuna kadar uzanan üst bölüm. 2. İnsanlarda boyundan bele kadar uzanan üst bölüm. 3. Dağ ya da tepelerin üst bölümü.sırtlamak (e.) Sırtına alıp taşımak.sırtlan (a.) Leşle beslenen, kurt iriliğinde bir hayvan.sıska (ö a.) Çok zayıf.sıtma (a.) Bir çeşit sivrisinekten bulaşan ateşli hastalık.sıva (a.) Yapıların iç ve dış yüzeyini düzleştirmek için sürülen harç.sıvama (a.) 1. Sıvamak fiili. 2.Tamamen dolu, silme.sıvazlamak (e.) Okşar gibi elini vücuduna sürmek.sıvı (a.) Akma özelliği olup, içine girdiği kabın biçimini alabilen.sıvışmak (e.) Habersizce ayrılmak.sıvı yağ (a.) Normal hava sıcaklığında sıvı durumunda bulunan yağ.sıyırmak (e.) Bir şeyin yüzeyinden bir parça koparmak.sıyrık (ö a.) Yüzünden sıyrılmış bir parça.sıyrılmak (e.) Bir durumdan, bir şeyin içinden ustaca zarar görmeden çıkmak.sızdırmak (e.) 1. Sızmasını sağlamak. 2. Farkına vardırmadan birinden para almak. sızgıt (a.)

189

Page 190: Turkce-sozluk

Kavrulmuş et, kavurma.sızı (a.) Hafif ağrı. sızıntı (a.) Sızan şey.sızlamak (e.) Hafifçe ağrımak.sızlatmak (e.) Sızlamasına neden olmak, sızı vermek.sızmak (e.) 1. Küçük, ince aralıklardan ince ince akmak. 2. Sarhoş olan birinin kendinden geçmesi.sicil (a.) Resmî belgelerin kayda geçildiği defter.sicim (a.) Çeşitli kalınlıkta ip.sidik (a.) Böbrekler tarafından kandan süzülüp dışarı atılan sıvı.sifon (a.) Tuvaletleri temiz tutmak için suyu boşaltan düzenek.sigara (a.) İnce kâğıda, kıyılmış tütün sarılarak hazırlanan, silindir biçiminde, ağızdan dumanı çekilen nesne.sigorta (a.) 1. Bir şeyin ya da bir kimsenin ileride karşılaşabileceği zararı gidermek için, önceden ödenen prim karşılığında bu işle uğraşan kuruluşla yapılan bağlantı sözleşmesi. 2. Özellikle elektrik devresinde güvenliği sağlayan, kazayı önleyen nesne, düzenek.sigortacı (ö a.) Sigorta işiyle uğraşan kimse.sigortalı (ö a.) Sigorta edilmiş kimse.siğil (a.) Deride oluşan küçük ur.sihir, -hri (a.) Büyü.sihirbaz (ö a.) Büyücü.sihirbazlık (a.) Büyücülük.sihirli (ö a.) Büyülü.silâh (a.) Savunma ve saldırma amacı ile kullanılan her türlü alet.silâhlanmak (e.) Herhangi bir silâha sahip olmak.silâhlı (ö a.) Silâhı olan.silâhşor (a.) Silâhı iyi kullanan kimse. Savaşçı. Cenga-ver. Silahlı koruma.silecek (a.) 1. Silme işinde kullanılan havlu, bez gibi şeyler. 2. Yağışlı havalarda taşıtların ön camını silen aygıt.silgi (a.) Yazıları silmeye yarayan kauçuk, sünger gibi maddeler.silik (ö a.) 1. Üzerindeki yazılar aşınmış, okunamaz durumda olan. 2. Göze batan bir yeteneği olmayan.silindir (a.)_\. Soba borusu biçimi. 2. Üzerinden geçtiği yerleri, nesneleri düzleştiren alet.silinmek (e.) Silme işine konu olmak.silinti (a.) Silme izi.silkelemek (e.) Bir şeyin üstündekileri düşürmek için hareket ettirmek.silkinmek (e.)1. Üstündekileri atmak için hareket etmek. 2. Olumsuz bir durumdan kurtulmak için çaba göstermek.sille (a.) Açık elle vurulan tokat.silmek (e.) 1. Bir yüzeyin kirini bir bezle almak, yüzeyini temizlemek. 2. Yazarken yanlış yapılan bölümü silgi ile ortadan kaldırmak.silo (a.) Tahıl ambarı.silsile (a.) Arka arkaya gelen şeylerden oluşan sıra.sim (a.) Gümüş.sima (a.) Yüz, çehre.simge (a.) Sembol.simit (a.) Halka biçiminde bir çeşit çörek.simsar (a.) Komisyoncu.simsiyah (a.) Koyu siyah.sincap (a.) Ağaçlara kolayca tırmanan, kuyruğu uzun, küçük bir hayvan.

190

Page 191: Turkce-sozluk

sindirim (a.) Yenilen yiyeceklerin kana karışması için ağızdan başlayıp bağırsaklara kadar süren çeşitli evrelerin tümü.sindirmek (e.) 1. Yenilen bir yiyeceğin kana karışmasına kadar süren evreleri tamamlamak. 2. Birinin sinmesini sağlamak.sinek (a.)1. Çift kanatlılardan uçucu türde böceklerin genel adı. 2. Bir oyun kağıdı.sineklik (a.) Sinek avlamaya yarayan alet.sinema (a.) 1. Çeşitli tekniklerle görüntüleri bir perdeye aktararak izleyiciye izlettirme. 2. Böyle hazırlanmış film izlenilen yer.sini (a.) Büyük ve yuvarlak yemek tepsisi.sinir (a.; 1. Duyu ve hareket uyarılarını beyinden organlara ileten beyaz iplik tellerin genel adı. 2. Rahatsız edici hal. 3. Ruhi hal, asab.sinirlenmek (e.) Öfkelenmek.sinmek (e.) Kendini göstermemek için gözden uzak bir yerde durmak, saklanmak.sinsi (ö a.) Belli etmeden kötülük yapan.sinyal (a.) Önceden belirlenmiş ses, ışık ya da başka bir yolla verilen işaret.sipariş (a.) Yapılması istenen.siper (a.) Saklanılacak, korunulacak yer.sipsivri (ö a.) Çok sivri olan.sirayet, -ti (a.) Bulaşma, geçme.sirk, -rki (a.) Çeşitli eğitilmiş hayvanların ve cambazların bedensel becerilerinin sergilendiği eğlenceli yer.sirke (a.) 1. Ekşitilmiş üzüm suyu. 2. Bazı haşerelerin yumurtası.siroz (a.) Karaciğerin irileşmesi veya körelmesi ile belirlenen bir hastalık.sis (a.) Çevreyi görmeye engel olan kalın su buğusu.sislenmek (e.) Sise bulanmak.sismograf (a.) Depremlerin oluşumunu haber veren, depremle ilgili bilgi veren araç.sistem (a.) Yol, yöntem.sitem (a.) Hoşa gitmeyen davranışlarla ilgili olumsuz tavır ya da söz.sivil (ö a.) Resmî olmayan.sivilce (a.) Deride çıkan küçük çıban.sivri (ö a.) Ucu batacak biçimde ince olan.sivrilmek (e.) 1. Sivri olmak. 2. Benzerleri arasında ilgi toplamak.sivrisinek (a.) İnsanları sokup, kanıyla beslenen bir sinek türü.siya (a.) Kürekleri tersine kullanarak sandalı geriye yürütme.siyah (a.) Kara.siyasal (ö a.) Siyaset ile ilgili, siyaset alanına giren.siyaset (a.) Bir amaca ulaşmak için uygulanacak yöntemler, devlet yönetimi.siyasi (a.) Siyasetle uğraşan.siz (ad.) İkinci çoğul kişi.skeç (a.) Kısa güldürü öğele-riyle süslenmiş radyo oyunu.smokin (a.) Resmî törenlerde, gecelerde giyilen erkek ceketi.soba (a.) Çeşitli biçimlerde olan ısınma aracı.soda (a.) Çamaşır, bulaşık yıkamakta kullanılan bir temizlik maddesi.sofa (a.) Evde oda kapılarının açıldığı geniş koridor.sofra (a.) Masa, yer ve büyük sinilerin yemek yemek için hazırlanmış durumu.softa (a.) 1. Medrese öğrencisi. 2. Bir şeye körü körüne bağlanmış. Yobaz.sofu (a.) Dindar, dinin kurallarına sıkı sıkıya bağlı.soğan (a.) Toprak altındaki yumruları yemeklerde tat vermek için kullanılan, yaprakları yeşil olarak yenen bir bitki.soğuk (ö a.) Sıcaklığı vücut sıcaklığının altında olan.

191

Page 192: Turkce-sozluk

soğukkanlı (ö a.) Zor durumlarda bile heyecanlanmadan, hızlı hareket eden ve sağlıklı düşünen.soğukluk (a.) Soğuk olma durumu.soğumak (e.) Isısı düşmek.soğutucu (a.) Buzdolabı.sohbet,-ti (a.) Konuşarak, eğlenerek zaman geçirme.sokak (a.) Evlerin arasındaki yol.sokmak (e.) 1. Bir şeyi içerisine koymak. 2. Böceğin iğnesini bir canlıya batırması.sokulgan (ö a.) Herkesle kısa zamanda dost olan, girişken.sokulmak fe.j Bir şeye ya da kimseye iyice yanaşmak.sokuşturmak (e.) Bir şeyleri dar bir yere zorlayarak yerleştirmek.sol (ö a.) Yüreğin bulunduğu yan, sağın karşıtı.solak (d a.) Sol elini kullanan.soldurmak (e.) Solmasına neden olmak.solfej (a.) Bir müzik parçasını notalarının adlarını söyleyerek seslendirmek.solgun (ö a.) Rengi uçmuş, canlılığı, hareketliliği azalmış.solist (a.) Tek başına sahnede şarkı söyleyen sanatçı.sollamak (e.) Öndeki taşıtın sol tarafından önüne geçmek.solmak (e.) Rengini, parlaklığını, tazeliğini kaybetmek.solo (a.) Bir kişi tarafından okunan, seslendirilen şarkı.solucan (a.) Yumuşak vücutlu, uzun, küçük bir canlı.soluk (ö a.) Rengi solmuş, parlaklığı kaybolmuş.soluk (a.) Canlıların alıp verdikleri hava.solumak (e.) Soluk alıp vermek.solungaç (a.) Balıkların solunum organı.solunum (a.) Soluk alıp verme eylemi.solüsyon Çözelti.som (ö a.) Saf, katıksız.somaki (a.) Bir çeşit sert mermer.somun (a.) Ortası şişkince, ince uzun yuvarlak ekmek.somurtkan (ö a.) Asık suratlı, hiç gülmeyen.somut (ö a.) Duyu organlarımızla tanımlayabildiğimiz nesneler, canlılar.somya (a.) Üzerine yatak konularak yatılan, tahtadan ya da metalden yapılan mobilya.son (a.) En arkada bulunan, gerisi olmayan.sonar (a.) 1. Batmış olan nesnenin yerini ve durumunu akustik dalgalarla belirleyen sistem. 2. Sistemden yararlanılarak yapılmış denizaltılarda kullanılan cihaz.sonat (a.) Bir veya iki çalgı için yazılmış, üç veya dört bölümden oluşan müzik eseri.sonbahar (a.) Havaların soğumaya başladığı, yaprakların sararıp döküldüğü yazdan sonraki mevsim.sonra (b.) Daha ileri bir zamanda anlamında kullanılır.sonsuz (ö a.) Sonu olmayan.sonuç (a.) Bir olaydan sonra ortaya çıkan başka bir olay ya da durum.sonuçlanmak (e.) Sonuca bağlanmak, sonuca ulaşmak.

sopa (a.) Kalın ve kısa değnek.sorgu (a.) Birinin suçlu olup olmadığını soru sorarak öğrenme işi.sorguç (a.) Kimi kuşların tepesinde bulunan uzunca tüy.sormak (e.) Birinden bir konuda bilgi istemek.soru (a.) Karşılık gerektiren söz ya da yazı.

192

Page 193: Turkce-sozluk

sorumlu (ö a.) Bir konu hakkında bilgi alınacak, yetkili kimse.sorumluluk (ö a.) Bir işin yapılıp yapamamasından sorumlu olan.sorumsuz (ö a.) Sorumluluk taşımayan, görevini gereği gibi yerine getirmeyen.sorun (a.) Üzerinde düşünüp çözüm yolları bulunması gereken durum ya da olay.soruşturma (a.) Bir sorunu ilgili kişilerden bilgi alarak araştırma işi.sosis (a.) Etle yapılan bir çeşit besin.sosyal, -li (ö a.) Toplumla ilgili.soy (a.) Aynı kökenden gelen, benzer özellikler gösteren insan ya da hayvanlarını tümü.soya (a.) Yağ elde edilen bir çeşit fasulye.soyadı (a.) Bir kimsenin ailece anılmasına yarayan ön adına eklenen ad.soydaş (a.) Aynı soydan gelen kimseler.soygun (a.) Birçok kişi tarafından silâh zoruyla para ya da mal alma.soyguncu (a.) Soygun yapan kimse.soylu (a.) Bilinen bir soydan gelen, asil.soymak (e.) 1. Birinin üzerindekiler! çıkarmak. 2. Zorla para ya da malını almak.soysuz (ö a.) Ahlâksız, kişiliği bozuk.soytarı (a.) Söz ve eylemleri ile herkesi güldüren.soyulmak (e.) Başkaları tarafından zorla malı ya da parası alınmak.soyunmak (e.) Üzerindeki giysileri çıkarmak.soyut (ö a.) Duyu organlarımızla algılanmayan.söğüş (a.) Haşlanmış, soğutularak yenen et.söğüt (a.) Akarsu kıyılarında yetişen bir ağaç.sökmek (e.) 1. Bir şeyi yerinden çekip çıkarmak. 2. Parçalarına ayırmak.sökük (ö a.) Dikişleri sökülmüş.sökün etmek (e.) Arka arkaya çıkıp gelmek.sömestr, -tri (a.) Okullarda eğitim görülen yılın iki bölüme ayrıldığı her döneme verilen ad.sömürge (a.) Bir devletin kendi ülkesinin dışında egemenlik kurarak yönettiği, ekonomik ya da siyasal çıkarlar sağladığı ülke.sömürmek (e.) 1. Sofrada ne varsa hepsini yiyip bitirmek. 2. Bir ülkenin kaynaklarını kendi çıkarları için kullanmak.söndürmek (e.) Yanan bir şeyin yanmasına son vermek.sönmek (e.) 1. Yanmaz, aydınlatamaz, işlevsiz duruma gelmek. 2. Hava dolu bir şeyin havasının boşalması.sönük (d a.) Sönmüş olan.söven (a.) 1. Büyük sopa. 2. Çit yapmakta kullanılan büyük kazık.sövmek (e.) Olumsuz bir durumdan dolayı birine ağır sözler söylemek, küfretmek.söylem (a.) 1. Söyleyiş, söyleniş, telaffuz. 2. İfade, kalıplaşmış, klişeleşmiş söz.söylemek (e.) Düşüncelerini, duygularını sözle bir başkasına aktarmak.söylenmek (e.) Kendi kendine sızlanıp söz söylemek.söylenti (a.) Doğruluğu kesin olmayan haber.söyleşi (a.) Konuşma, sohbet.söylev (a.) Bir topluluğa karşı bilgi vermek, etkilemek için konuşmak.söz (a.) Bir düşünceyi anlatmaya yarayan sözcük ya da sözcükler.söz birliği (a.) Anlaşarak aynı şeyleri söyleme.sözcü (a.) Bir topluluk ya da kişi adına söz söylemekle yetkili kimse.sözcük (a.) Tek başına anlamı olan ya da tümce içinde anlam kazanan ses kümesi ya da sesler.sözde (b.) Sanki.sözde (ö a.) Gerçekte öyle olmayıp öyleymiş gibi görünen.söz gelişi (b.) Örneğin.

193

Page 194: Turkce-sozluk

sözleşmek (e.) Bir iş için birbirine karşılıklı söz vermek.sözlü (ö a.) 1. Sözle iletilen. 2. Evlenmek için sözleşmiş kız ve erkek.sözlük (a.) Bir dildeki bütün sözcükleri alfabetik sırayla ele alıp inceleyen yapıt.spiker (a.) Radyo ve televizyonda programları sunan, haberleri okuyan kimse.spor (a.) Vücudu geliştirmek, sağlığı korumak amacıyla bireysel veya toplu olarak yapılan, kuralları olan hareketler.sporcu (a.) Spor yapan.sporsever (ö a.) Spora ilgi duyan.spot (a.) 1. Kısa reklam cümlesi. 2. Dar bir alana çok güçlü ışık yönetebilen stüdyo lambası. 3. Bir malı çok miktarda toptancıdan veresiye aldıktan sonra piyasada değerinden daha aşağıya peşin olarak satma.stadyum (a.) Spor yapılan, etrafı kapalı alan, stat.staj (a.) Meslek bilgisini geliştirmek için birinin kontrolünde çalışma.stajyer (a.) Staj yapan.stok, -ku (a.) Mağaza ve depolarda biriktirilen tek tip mal.stop etmek (e.) Durmak.stüdyo (a.) İçinde film sahneleri çekilen atölye.su (a.) 1. Denizleri, ırmakları dolduran, yaşamak için gerekli olan, içtiğimiz ve çeşitli işlerimizde kullandığımız bir madde. 2. Kimi meyve ve sebzelerin sulu kısmı.sual (a.) Soru.suare (a.) Gece yapılan tiyatro gösterisi.su aygırı (a.) Kocaman ağızlı, iri, suda yaşayan bir hayvan.subaşı (a.) 1. Eskiden kentlerin su işlerinden sorumlu olan kimse. 2. Şehirlerde güvenlik âmiri. 3. Çiftlik kahyası.subay (a.) Orduda görev ve yetkisi olan, teğmenden mareşale kadar rütbelere yük-selebilen asker.sucuk (a.) Pişirilip kurutulmuş bağırsağa, terbiye edilmiş et konarak yapılan bir tür yiyecek.suç, -çu (a.) Yasalara ve ahlâka ters düşen davranış.suçiçeği (a.) Vücutta döküntülerle beliren ateşli bir çocuk hastalığı.suçlamak (e.) Birinin suç işlediğini söylemek.suçlu (ö a.) Suç işlemiş kimse.suçüstü (b.) Suç işlerken yakalanan.suflör (a.) Tiyatroda sahne gerisinde durup oyunculara rollerini gizlice anımsatan kimse.suikast (a.) Birini öldürmeye kalkma eylemi.sulak (ö a.) Suyu bol olan yer.sulamak (e.) Birine ya da bir yere su vermek.sulandırmak (e.) Katı bir şeye su katıp karıştırmak.sularında (b.) Vaktinde, yaşında.sultan (a.) Osmanlı padişahlarına, padişah hanımlarına ve kızlarına verilen unvan.sulu (ö a.) 1. İçinde su olan. 2. Hoşa gitmeyen şakalar yapan.sulu boya (a.) Su ile karıştırılarak kullanılan bir çeşit boya.suluk (a.) Kuş kafeslerinde kuşlara su konan kap.sulusepken (b.) Yağmurla karışık yağan karı belirtmek için söylenir.suna (a.) Erkek ördek.sundurma (a.) Yağışlardan ve güneşten korunmak için evlere yapılan saçak.suni (ö a.) Doğal olmayan, yapmacık.sunmak (e.) Saygı gereği saygın birine bir şey vermek, göndermek.sunturlu (ö.a.) Yaman.sunucu (a.) Spiker.supap (a.) Akıcı sıvıları akıtan bir aygıtta sıvıların akmasına yol veren, ancak dönmesini

194

Page 195: Turkce-sozluk

engelleyen düzenek.sur (a.,) Kale duvarı.sure (a.) Kur'an- Kerim’in 114 kısmından her biri.suret (a.) 1. Kopya. 2. Görünüş, biçim.susam (a.) Sıcak bölgelerde yetişen, yağlı tohumları yenen küçük bir bitki.susamak (e.) Su içme isteği duymak.suskun (ö a.) Az konuşan.suspus olmak (e.) Susup konuşmamak.susta (a.) Açılıp kapanmayı sağlayan yay.susuz (ö a.) Suyu olmayan.suyolu (a.) Oluk, ark.süet (a.) İşlenmiş bir deri çeşidisükûnet, -ti (a.) Sessizlik.sülâle (a.) Soy.sülük (a.) Kimi sularda yaşayan kan emici solucan.sülün (a.) Uzun kuyruklu, eti değerli, tavuğa benzer bir kuş.sümbül (a.) Çiçekleri kokulu, kökü soğanlı bir süs bitkisi.sümsük (ö a.) Miskin, aptal.sümüklüböcek (a.) Uzun gövdeli, kabuksuz, dolaştığı yerde sümük gibi bir salgı bırakan hayvan.sünepe (ö a.) Kılığı bozuk, uyuşuk.sünger (a.) Üzeri göze göze, suyu çok çeken bir deniz hayvanı.süngü (a.) Tüfeğin ucuna takılan bıçak.sûnmek (e.) Kopmadan uzamak.sünnet, -ti (a.) 1. Peygamberin davranışları. 2. Erkek çocuğun erkeklik organın ucundaki derinin kesilmesi.sünnetçi fa.; Çocukları sünnet eden kimse.süpermarket (a.) Çeşitli malların bir arada bulunduğu büyük satış mağazası.süprüntü (a.) Süpürülerek yerden toplanan çöp, toz.süpürge (a.) Süpürme aracı.süpürmek (e.) Bir yerin üzerindeki tozları, çöpleri süpürge ile almak.sürahi (a.) İçecek sıvı şeyler koymaya yarayan çeşitli biçimlerdeki kap.sür'at, -ti (a.) Çabukluk, hız.sür'atli fö a.j Hızlı.sürçmek (e.) 1. Hafifçe ayağı takılıp düşecek gibi olmak. 2. Konuşurken yanılmak.sürdürmek (e.) Sürmesini sağlamak.süre (a.) Bir olayın başı ile sonu arasında geçen zaman.sürek (a.) 1. Süren, devam eden. 2. Satmak için pazara götürülün hayvan sürüsü. 3. (öa.) Hızlı süren, hızlı giden.sürekli (ö a.) 1. Kesintisiz olarak süren 2. Uzun süreli.süreklilik (a.) Sürekli olma, kesintisiz olarak sürüp gitme durumu.süreksiz (ö a.) Az süren.süreksizlik (a.) Süreksiz olma durumu.Süreyya (a.) Altı, yedi yıldızdan oluşan yıldız kümesi.sürgü (a.) Kapıların arkasından kapatılarak açılmasına engel olan düzenek.sürgülemek (e.) Sürgüyü sürerek kapıyı kapatmak.sürgün (a.) 1. Bitkilerin üzerinde yeni çıkan filiz. 2. Cezaolarak suçluları bulundukları yerden uzak bir yerde yaşamaya mahkûm etme. sürme (a.) 1. Sürmek eylemi. 2. Kapı kanadını içeriden kapamak ya da dolap kapağını yerinde tutmak gibi işlere yarayan ve yuvası içinde ileri geri sürülebilen düzenek.

195

Page 196: Turkce-sozluk

sürme (a.) Makyaj için kirpiklerin köklerine sürülen siyah toz.sürmek (e.) 1. Yönetip yürütmek. 2. Önüne katıp götürmek. 3. Uzatmak, ileri doğru itmek. 4. Oturduğu, bulunduğu yer ya da ülkeden ceza olarak başka bir yer ya da ülkeye göndermek. sürmelemek (e.) Kirpiklere sürme çekmek. sürmeli (ö a.) Sürmelenmiş göz.sürpriz (a.) Beklenmeyen ve insanı şaşırtarak sevindiren ya da üzen olay, beklenmedik iş.sürtmek (e.) 1. Bir şeyi bastırarak diğer bir şeyin üzerinden geçirmek. 2. mec. Başıboş, yararsız dolaşmak.sürtük (a.) Zamanını çok gezerek geçiren, evde oturmayan (kadın).sürü (a.) 1. Evcil hayvan topluluğu. 2. Bir insanın bakımı altındaki hayvanların tümü. 3. Birlikte yaşayan hayvan topluluğu. 4. Düzensiz insan topluluğu. 5. (mec.) Pek çok. sürücü (a.) Motorlu ve motorsuz araçları kullanan kişi. sürüklemek (e.) 1. Bir şeyi iterek, çekerek alıp götürmek. 2. Başkalarının ilgisini sürekli üstüne çekmek. sürüm (a.) Bir ticaret malının satılır olması. 2. Bir paranın geçer olması.sürümlü (ö a.) Sürümü çok olan.süründürmek (e.) Birinin sürünmesini sağlamak. sürünceme (a.) Bir işin sonuçlanmayıp ortada kalması durumu.sürüngenler (a.) Yerde sürünen yılan, kertenkele gibi hayvanlar sınıfı. sürünmek (e.) 1. Karnı üzerinde sürünerek ilerlemek. 2. Kendi üzerine sürmek. 3. Bir şeye değerek geçmek, geçerken değmek. 4. Sürünmek işine konu olmak. 5. (mec.) Yoksul ve perişan yaşamak.süs (a.) Süsleme yapmaya yarayan araç.süslemek (e.) Güzel görünmesini sağlamak.süslenmek (e.) Güzel görünmek için kendini süslemek.süslü (ö a.) Süslenmiş olan.süt (a.) 1. Kadınların ve memeli dişi hayvanların yavruların beslemek için memelerinden gelen, besin değeri yüksek beyaz sıvı. 2. Kimi bitkilerin türlü organlarında bulunan beyaz renkte özsu.sütana (a.) Bir çocuğun, annesinden başka, sütünü emmiş olduğu kadın.süt dişi (a.) Çocukta ilk çıkan ve yedi yaşında değişen diş.sütkardeş (a.) Aynı kadından süt emmiş çocuklar.sütlâç (a.) Süt, şeker ve pirinçten yapılan bir tatlı.sütliman (a.) Durgun.süt tozu (a.) Toz durumuna getirilmiş süt.sütun (a.) 1. Herhangi bir maddeden yapılan, üstünde sütun başlığı denilen çıkıntılı bir bölüm olan, genellikle bir altlığa, bazen doğrudan doğruya yere dayalı silindir biçiminde düşey. destek, kolon. 2. Gazete, dergi veya kitap gibi yazılı şeylerde, sayfanın yukarıdan aşağıya doğru ayrılmış olduğu dar bölümlerden her biri.süveter (a.) Baştan geçirilerek giyilen kazak.süzgeç (a.) Süzmeye yarayan araç.süzdürmek (e.) Süzme işini yaptırmak.süzgün (ö a.) Zayıflamış, süzülmüş olan.süzme (a.) 1. Süzmek eylemi. 2. Süzülmüş olan.süzmek (e.) Bir sıvıyı içindeki yabancı maddelerden temizlemek için bez ya da delikli bir kaptan geçirmek.süzülmek (e.) 1. Akmak. 2. Biraz zayıflamak.süzülüş (a.) Süzülme eylemi ya da biçim;,süzüm süzüm (b.) Kendini ağıra satarak, nazlı bir eda vererek.süzüntü (a.) Bir sıvıyı süzerek elde edilen tortu.

196

Page 197: Turkce-sozluk

Ş ş

ş Ş Türk alfabesinin yirmi üçüncü harfi, diş-damak ünsüzüdür.şaban (a.) Müslümanlar tarafından kutsal sayılan üç ayların ikincisi.şabanlaşmak (e.) Aptal, şaşkın duruma gelmek.şablon (a.) 1. Üzerindeki harf ve şekillerin çevre çizgileri kalem ucu girecek biçimde oyuk olan, bu çizgilerden kalemle istenilen biçim elde edilen bir tür cetvel. 2. mec. Körü körüne, üzerinde hiç düşünülmeden onaylanan, basmakalıp örnek.şad (ö a.) Sevinçli, neşeli.şadırvan (a.) Genellikle cami avlularında bulunan, çevresindeki musluklardan ve ortasındaki fıskiyeden su akan, üzeri kubbeli ya da açık çeşme.şafak, -ğı (a.) Güneş doğmadan önce ufukta beliren aydınlık.şaft (a.) Bir makinenin dönme devinimini iletmeye yarayan ve ucuna dişli çarklar, tekerekler ya da pervane bağlanan demir mil.şaful (a.) Bal konan ufak tekne.şah (a.) İran hükümdarlarına verilen ad.şah (a.) Atın, ön ayaklarını yerden keserek arka ayakları üstünde ayakta durması.şahadet (a.) 1. Tanıklık. 2. Yüksek bir ülkü uğruna ölme. Şehitlik.şahadetname (a.) 1. Diploma, sertifika. 2. Bir eylemen yapıldığını gösteren, yetkilisi tarafından verilmiş olan, onaylanmış belge.şahane (ö a.) 1. Hükümdara yakışacak durumda olan. 2. (mec.) Çok güzel.şahbaz (a.) Bir cins iri doğan.şah damarı (a.) Boynun iki yanında, kanı başa ve yüze götüren aort kollarından her biri.şahıs, -hsı (a.) Kişi.şahika (a.) Doruk.şahin (a.) Ormanlık alanlarda yaşayan yırtıcı bir kuş.şahit, -di (a.) Bir olayı gören, tanık.şahitlik (a.) Tanıklık.şahlanmak (e.) Atın ön ayaklarını yerden keserek arka ayaklarının üzerinde durması.şahmerdan (a.) Bir yapının temel kazıklarını çakmakta kullanılan bir çeşit araç. Çok ağır bir çeşit tokmak veya çekiç.şahmaran (a.) Definelere bekçilik ettiğine inanılan efsanevi yılan. Vücudunun belden aşağısı yılan şeklindeki hayali yaratık.şahsen (b.) 1. Kendi. 2. Tanışmadan, dış görünüşü ile, uzaktan.şahsî (ö a.) Kişiye ait, kişiyle ilgili, kişinin malı olan, özel.şahsiyat, -ti (a.) 1. Kişiye ait işler. 2. Bir kimsenin özel yaşamı üzerinde söylenen sözler.şahsiyet (ad.) Kişilik.şahsiyetli (ö a.) Kişilikli.şaibe 1. Kir, leke. 2. mec. Eksiklik, kusur, ayıp.şaibeli (ö a.) Eksiği, kusuru, ayıbı olan.şair (a.) Şiir yazan kimse, ozan.şaka (a.) Güldürmek, eğlendirmek amacıyla karşısındakini kırmadan yapılan hareket ya da söylenen söz.şakacı (ö a.) Şaka yapmayı seven.şakak (a.) Göz, alın ve yanak arasında, elmacık kemiğinin üstünde bulunan çukurumsu bölge.şakalaşmak (e.) Karşılıklı olarak şaka yapmak.şakayık (a.) Çeşitli renkte güzel çiçekleri olan bir süs bitkisi.

197

Page 198: Turkce-sozluk

şakımak (e.) (ötücü kuşlar için) Ezgili ses çıkarmak, ötmek.şakırdamak (nsz.) 1. Şakır şakır ses çıkarmak. 2. (b.) Güçlü bir biçimde yağmur yağmak.şakırdatmak (e.) Şakır şakır ses çıkartmak.şakır şakır (b.) Sürekli olarak yağmurun, ötüşen kuşların ya da buna benzer hoşa giden şeylerin çıkardığı ses.şakır şukur Fazlaca çakım çıkararak.şaki (a.) Eşkıya.şaklaban (ö a.) Şaka yapıp herkesi güldüren.şaklatmak (e.) Şak diye ses çıkarmak.şakrak (a.) 1. (ses için) Şen, neşeli. 2. (insan için) Sevinçli, keyifli, yaşam dolu. 3. Bir kuş cinsi.şakşak, -ğı (a.) Çoğunlukla hokkabazların kullandıkları, hafifçe vurulduğunda hızla vurulmuş gibi şak diye ses çıkaran tahta maşa.şak şak (b.) Eller birbirine vurulduğunda çıkan sesi ve bunun benzerini anlatmak için kullanılır.şakşakçı (ö a.) Bir kimseyi ya da onun yaptığı her şeyi doğru bularak öven ve başkalarına kabul ettirmeye çalışan (kimse).şal (a.) 1. Hindistan'da dokunan değerli bir kumaş. 2. Kadınların omuzlarını örtmek için kullandıkları geniş atkı.şalgam (a.) 1. Turpgillerden, yumru köklü bir bitki. 2. Bu bitkinin insan ve hayvanlar için besin olarak kullanılan etli ve tatlı kökü.şalter (a.) Bir devredeki elektrik akımını açıp kapama ya da değiştirme işine yarayan araç, çevirgeç.şalvar (a.) Genellikle ağı çok bol olan, bele bir uçkurla bağlanan geniş üst don.şamama (a.) Güzel kokulu bir tür kavun.Şamandıra (a.) 1. Halkalarına tekne bağlamak için limanda demirlemiş olan, içi boş, heryanı kapalı, çoğunlukla metalden yapılan fıçı vb. 2. Denizde yol göstermeye, bir tehlikeyi ya da geçiş yolunu haber vermeye yarayan yüzer cisim.şamar (a.) Açık elle yüze atılan tokat.şamata (a.) Gürültü, patırtı.şamdan (a.) Üzerine mum yerleştirilen destek.Şam fıstığı (a.) Kabuklu meyvesi olan değerli bir ağaç.şampanya (a.) Adını bir şehirden alan bir cins beyaz ve köpüklü şarap.şampiyon (a.) Ulusal ya da uluslar arası bir yarışmada ilk dereceyi alan, birinci olan.şampuan (a.) Genellikle saç yıkamada kullanılan sıvı sabun.şan (a.) San, ün.şangırdamak (e.) (tabak, bardak vb. için) Bir yere ya da birbirine çarparken, kırılırken gürültülü ve çınlayıcı ses çıkarmak.şanlı fö a.) Ünlü.şano (a.) Sahne.şans (a.) Talih.şantaj (a.) Pata ya da herhangi bir çıkar sağlamak amacıyla bir kimseyi, kendisiyle ilgili lekeleyici, gözden düşürücü bir haberi yayma ya da açığa çıkarma tehdidiyle korkutma.şantiye (a.) Yapılarda malzemelerin konulduğu, çalışan işçilerin barındıkları alan.şantör (a.) Erkek şarkıcı.şantöz (a.) Kadın şarkıcı.şap (a.) Öperken çıkan ses.şap, -pı (a.) İnce kum ve çimentoyla yapılan düzgün döşeme sıvası.şapırdamak (e.) Öperken ya da bir şeyi yerken şap diye ses çıkartmak.şapır şapır (b.) Ses çıkararak acele ile yemek yemeyi ya da üst üste öpmeyi anlatır.

198

Page 199: Turkce-sozluk

şapır şupur (b.) Öperken ya da yemek yerken şap sesinin çıkarıldığını anlatır.şapırtı (a.) Öperken ya da yemek yerken ağızdan çıkan şapırdama sesi.şapka (a.) 1. Keçe, hasır gibi maddelerden yapılan başlık. 2. Boru, baca, direk gibi şeyerin açık bölümünü havanın etkisinden korumak için takılan başlık.şaplak, -ğı (a.) Şap diye ses çıkaran taban.şaplatmak 1. Şap diye ses çıkartmak. 2. Sesli şamar vurmak.şapşal (ö a.) 1. Aptalca davranışlarda bulunan, alık. 2. Üstüne başına önem vermeyen.şapşalak (ö a.) Özensiz, düzensiz (kimse).şapşalca (ö a.) Şapşala yakışır (bir biçimde).şar (a.) Coşkun akan suyun çıkardığı ses.şarampol (a.) Kara yollarında yolun aşağısında kalan bölüm.şarap (a.) Üzüm suyunun damıtılmasıyla elde edilen alkollü içki.şarapnel (a.) Havada patlayıp parçalara ayrılan top mermisi.şarbon (a.) Genellikle hayvanlarda görülen, insanlara da bulaşan öldürücü bir hastalık.şarıldamak (e.) Sesli ve bol bol akmak.şarıl şarıl (b.) Suyun bol ve sesli aktığını belirtmek için söylenir.şarıltı (a.) Akan suyun çıkardığı ses.şark, -ki (a.) Doğu.şarkı (a.) Sözlü müzik parçası.şarkıcı (a.) Şarkı; söyleyen sanatçı.şarkî (ö a.) Doğuyla ilgili, doğuya özgü olan.şarküteri (a.) Hazır yiyecek satan dükkân.şarlatan (0 a.) Yalancı, bilmediği şeyi bilir görünen.şart, -ti (a.) Koşul.şartname (a.) Bir yarışmanın, ihalenin koşullarının yazılı olduğu belge.şaşakalmak (a.) Çok şaşırmak.şaşalamak (e.) Şaşkın duruma düşmek.şase (a.) İçinde mendil, gecelik gibi şeyleri koymaya yarayan, çeşitli büyüklükte, kumaştan koruncak.şasi (a.) 1. Fotoğrafçılıkta içine duyarlı bir cam veya kâğıt konulan, yassı, ışık geçirmez kutu. 2. Yapı işlerinde sürme çerçeve. 3. Otomobilin üzerine karoser oturtulan iskelet bölümü.şaşı (a.) Aynı doğrultuda bakmayan göz.şaşırmak (e.) Bir işin içinden çıkamayacak duruma gelmek.şaşkın (ö a.) Şaşırmış, düşünemez duruma gelmiş.şaşmak (e.) Beklenmeyen bir olay ya da durum karşısında ne yapacağını bilememek.şatafat,-tı (a.) Gösteriş.şato (a.) Kale gibi görkemli eski yapı.şayak (a.) Kaba dokunmuş yün kumaş.şayan (ö a.) Uygun, yaraşır, değer.şayet (b.) Eğer.şayia (a.) Yayılmış haber, yaygın söylenti.şebboy (a.) Güzel kokulu, açık sarı çiçekli süs bitkisi.şebek (a.) 1. Daha çok Afrika'nın dağlık bölgelerinde yaşayan, uzun ya da kısa kuyruklu türleri olan maymunlara verilen ad. 2. (ö a.) Çirkin ve arsız (kimse).şebeke (a.) 1. Ülke çapında yaygınlaştırılmış ulaşım ve iletişim örgüsü. 2. Suç işlemek için bir araya gelmiş insanlar.şebnem (a.) Çiy.şecere (a) Bir kimsenin ya da ailenin soyunu gösteren çizelge.şef (a.) 1. Yetki ve sorumluluğu olan, yöneten kimse. 2. Önder.şeffaf (ö a.) İçinden ışık geçiren cisim, saydam. şefkat,-ti (a.) Acıyarak ve koruyarak sevgi

199

Page 200: Turkce-sozluk

duyma.şeftali (a.) Ilıman bölgelerde yetişen bir ağaç ve bunun lezzetli meyvesi.şehir, -hri (a.) Nüfusunun çoğu ticaret, sanayi ya da yönetimle ilgili işlerle uğraşan, tarımsal etkinliklerin olmadığı yerleşim alanı.şehirli (ö a.) Şehirde yaşayan.şehit (a.) Kutsal bir ülkü ya da dini inanç uğrunda savaşırken ölen.şehitlik (a.) 1. Şehit olma durumu. 2. Şehitlerin gömüldüğü mezarlık.şehlâ (ö a.) Şaşılığı az olan göz.şehriye (a.) Çorba yapmakta kullanılan, türlü biçimlerde kesilerek kurutulmuş buğday hamuru.şehzade (a.) Padişah soyundan gelen erkek çocuk.şeker (a.) Bazı bitkilerin saplarından, bazı meyvelerin köklerinden elde edilen beyaz renkli, suda eriyen tatlı madde.şeker kamışı (a.) Şeker elde edilen bir bitki.şekerleme (a.) 1. Çeşitli biçimlerde şeker katılarak yapılan yiyecek. 2. Soyunup yatmaksızın bir yere uzanıpbiraz uyuma.şekerlenmek (e.) Tatlının kristal duruma gelmesi.şekil, -kil (a.) 1. Bir nesnenin dış çizgileri bakımından niteliği, dıştan görünüş, biçim. 2. Bir konuyu açıklamaya yarayan resim. 3. Davranış biçimi, tutum, yol. 4. Bir kavramın, düşüncenin, olayın ya da işin değişik oluş biçimi.şeklen (b.) Şekilce.şelâle (a.) Büyük çağlayan.şema (a.) Bir aracın, bir yapının çizgilerle kaba taslak çizimi.şempanze (a.) Boyu iri, ormanlarda toplu olarak yaşayan bir maymun cinsi.şemsiye (a.) Güneşten ve yağmurdan korunmak için kullanılan, su geçirmez kumaştan yapılmış taşınabilir eşya.şen (ö a.) Yaşamından memnun, neşeli olan.şenlendirmek (e.) Eğlendirmek.şenlik (a.) 1. Şen olma. 2. Toplu olarak yapılan eğlence.şer, -rri (a.) Kötülük.şerbet, -ti (a.) Meyve sularına şeker ve su katılarak yapılan içecek.şeref (a.) Onur. şerefe (a.) Minarelerin ezan okunan bölümü, şerefiye (a.) Çevre güzelleştirme çalışmaları için o yerde evleri bulunanlardan alınan para.şereflendirmek (e.) Şeref kazandırmak.şerit (a.) Dar ve uzun olan kâğıt, kumaş vb. yapılmış parça.şev (a.) İnişli yer, bayır. 2. Eğik, eğimli.şevk, -ki (a.) İstek, heves. şey (a.) 1. Belirsiz bir anlamda madde, eşya, söz, olay, eylem, durum vb.nin adı yerine kullanılır. 2. Madde, nesne.şeyh (a.) Tarikat kurucusu, bir tarikatta en yüksek aşamaya ulaşmış olan kimseye verilen ad.şezlong (a.) Üzerine uzanılacak biçimde yapılmış koltuk. şık, -ki (a.) Modaya uygun, modaya uygun giyinen.şık/-kkı fa.; Seçenek. şıkırdamak (e.) Şıkırtı sesleri çıkarmak.şımarık (a.) Kendisine gösterilen ilgiyi olumsuz yönde kullanarak uygun olmayan davranışlar gösteren, şımarmak (e.) Yüz bulup hoş olmayan davranışlarda bulunmak.şımartmak (e.) Yüz verip şımarmasına meydan vermek,

200

Page 201: Turkce-sozluk

şıp, -pı (a.) Düşen su damlalarının çıkardığı ses. şıpıtık (a.) Ökçesiz, arkalıksız terlik.şıpsevdi (ö a.) Görür görmez aşık olan kimse. şır (a.) Hafif akan suyun çıkardığı ses.şırıldamak (e.) Şırıl şırıl akmak.şırıltı (a.) Şırıldama sesi. şırınga (a.) Deri altına ilâç koyan ucu iğneli alet. şiddet (a.) 1. Sertlik. 2. Etki gücü.şiddetli (ö a.) Çok sert. şifa (a.) Hastalıktan kurtulma, sağlığa kavuşma. şifonyer (a.) Çekmecelerine çamaşır konulan dolap. şifre (a.) Başkalarının anlayamayacağı biçimde düzenlenmiş, haberleşmeye yarayan işaretler.şiir (a.) Ölçülü, uyaklı olabilen güzel ve etkili, ritimden, ses uyumlarından yararlanarak dizelerle yazılmış olan sanat ürünü.şikâyet, -ti (a.) Hoşuna gitmeyen durumu söz ya da yazı ile bildirme. şikâyetçi (ö a.) Şikâyet eden. şike (a.) 1. Maddî ya da manevî bir çıkar karşılığı anlaşma ile bir maçın sonucunu değiştirme, danışık spor karşılaşması yapma. 2. (mec.) Bir çıkar karşılığı uzlaşarak bir iş yapma, aldatma. şikeli Danışıklı. şikesiz (ö a.) Danışıksız. şilt (a.) Üzerine genellikle bir kurum ya da kuruluşun adı, işareti kazılmış olan ve armağan olarak bir kimse ya da takıma verilen kalkan biçiminde levha.şilep (a.) Yük taşımaya yarayan gemi, yük gemisi. şilte (a.) Üzerinde yatılan içi pamukla doldurulmuş döşek.şimdi (b.) İçinde bulunduğumuz zaman. şimdicik (b.) Şu anda. şimdiden (b.) İçinde bulunduğumuz zamandan başlayarak.şimdiki (ö a.) Şimdiki durumda ya da zamanda, şimdiki zaman için, şu durumda.şimdilik (b.) Şimdiki zamana göre.şimendifer (a.) Tren, demir yolu katarı.şimşek (a.) Yağmur yağarken buluttan buluta ya da buluttan yere akan ışıltılı elektrik akımı.şimşir (a.) Yaprakları her zaman yeşil kalan bir süs bitkisi.şinik (a.) Bir tahıl ölçü birimi.şipşak (b.) Hemencecik, birden.şipşirin (ö a.) Çok sevimli, cana yakın.şirden (a.) Geviş getiren hayvanlarda, çiğnenmiş besinin bir kez daha mide sularıyla sindirildiği dört bölümlü midenin dördüncü bölümü.şirin (ö a.) Sevimli.şirket, -ti (a.) Ortaklık.şiş (a.) 1. Kabarmış, şişmiş olan. 2. Çeşitli işlerde kullanılan ince uzun, ucu sivri çubuk.şişe (a.) Genellikle sıvı konulan, camdan, dar ağızlı uzun kap.şişinmek (e.) 1. Başkalarına yüksekten bakar gibi bir tavır takınmak, böbürlendiğini davranışlarıyla belli etmek, kabarmak, gururlanmak. 2. Surat asmak, dargın durmak.şişirmek (e.) Şişkin duruma gelmek. 2. (mec.) (bir sözü ya da yazıyı) Gereksiz yere uzatmak. 3. mec. Baştan savma iş görmek. şişirmece (ö a.) Baştan savma, kötü (iş).şişkin (ö a.) Şişmiş, kabarmış olan.şişko (ö a.) Şişman. şişman (a.) Deri altında fazla yağ toplanması nedeniyle vücudunun her yanı şişkin görünen (kimse), şişko. şişmanlık (a.) Şişman olma durumu.

201

Page 202: Turkce-sozluk

şişmek (e.) 1. İçi hava ya da gazlarla dolarak gerilmek. 2. Bir şey emerek büyümek, genişlemek. 3. (vücudun bir yeri için) İçine yabancı bir maddenin girmesiyle ya da başka bir etkiyle gerilmek, kabarmak.şive (a.) Söyleyiş özelliği, şiveli (a.) 1. Nazlı, edalı. 2 Şivesi herhangi bir özellikte olan.şofben (a.) Banyo ve mutfak larda tüp gaz veya doğal gaz ya da elektrikle çalışan su ısıtma aracı.şoför (a.) Karada çalışan motorlu taşıtları kullanan kimse, sürücü.şom (ö a.) Uğursuz. şort (a.) Sıcak havalarda ve spor yaparken giyilen kısa pantolon.şose (a.) Taş kırıkları üzerine kum döşenip silindir geçirilerek yapılan yol. şoset (a.) Kısa konçlu çorap, şöhret, -ti (a.) 1. Herkesçe bilinme, tanınma durumu, ün. 2. Tanınmış, ünlü kimse, şölen (a.) Bir şeyi kutlamak ya da eğlenmek amacı ile birçok kimsenin bir araya gelerek eğlenip yemek yemesi, şömine (a.) Salonda içinde ateş yakılan önü açık ocak. şövalye (a.) Orta Çağ'da Avrupa'da zalimlere karşı duran, halka yardım eden atlı savaşçı.şöyle (b.) Şunun gibi. şöyle böyle (b.) 1. Ne iyi ne kötü, orta derecede. 2. Aşağı yukarı, hemen hemen, yaklaşık olarak.şu (ö a.) Sözde, zamanda biraz uzakta olanı işaret eder.şubat (a.) Yılın ikinci ayı.şube (a.) Bir kurumun ikinci derecedeki çeşitli yerlerde açtığı iş yerleri.şuna (ad.) Şu zamirinin e hali.şura (ad.) Şu yer.şûra (a.) Danışma meclisi.şuracık (a.) Uzak olmayan.şurup (a.) Kaynatılarak koyulaştırılmış şerbet.şut (a.) Bir oyuncunun topu, ayağı veya kafası ile başka bir oyuncuya, kaleye veya alan dışına göndermek için yaptığı sert ve hızlı vuruş.şutlamak (e.) (mec.) Kovmak, kapı dışarı etmek.şuur (a.) Bilinç.şuursuz (ö a.) Bilinçsiz.şükran (a.) iyiliğe karşı gösterilen olumlu tavır, gönül borcu, minnettarlık.şükretmek (e.) Olumlu biçimde sonuçlanan durumlar için Allahü teâlâya minnet ve teşekkür-lerini söylemek.şükür,-krü (a.) Allah'a duyulan minneti dile getirme. 2. Mutlu bir olay veya durumdan dolayı yaşanan hoşnutluğu bildirme.şüphe (a.) Kuşku.şüpheli (ö a.) Kuşku duyulan, kuşku uyandıran.şüphesiz (ö a.) Kuşkusuz.şüyu, -u (a.) Herkesçe duyulma, yayılma.

T t

t, T Türk alfabesinin yirmi dördüncü harfi, diş ünsüzüdür.ta (b.) Dek, değin, kadar ya da beri gibi ilgeçlerle birlikte kullanılarak bir eylemin başladığı ya da sona erdiği noktayı, zaman ve uzaklık bakımından abartmalı bir biçimde anlatır.taahhüt (a.) Bir şeyi yapmayı üzerine alma, üstlenme.taahhütlü (ö a.) Üstlenilmiş olan.

202

Page 203: Turkce-sozluk

taahütname (b.) Bir şeyi yapmayı üstüne aldığını bildiren yazılı kâğıt.taarruz (a.) Saldırı.taassup (a.) Bağnazlık.taba (a.) Kuru tütün yaprağını andıran kırmızımsı renk.tabak, -ğı (a.) Yiyecek konulan, yemek yenilen, derinliği az yayvan kap.tabaka (a.) 1. Kat, katman. 2. (mec.) Bir toplum içinde orun, ün, para, meslek vb. bakımdan ayrılan toplulukların her biri.tabaka (a.) Cepte taşınan, tütün ya da sigara kutusu. taban (a.) 1. Ayağın alt yüzü. 2. Üstü kapalı bir yerin gezinilen, ayak basılan alt yüzü. tabanca (a.) 1. Kısa, hafif, cepte ya da belde taşınan ateşli silâh. 2. Boyacılıkta kullanılan, basınçlı hava yardımıyla boya püskürtmeye yarayan araç. tabanlı (ö a.) Tabanı olan. tabanlık (a.) Ayak sağlığı için kullanılan, ayakkabının içine yerleştirilen ortopedik kalıp. tabela (a.) Üzerine tanıtıcı, açıklayıcı yazı bulunan levha. tabetmek (e.) Yazılı ürünlerimakinede basmak. tâbi, (ö a.) Bağımlı. tabiat (a.) 1. Doğa. 2. Bir kimsenin eğilimlerinin, içgüdülerinin tümü, huy. tabiatıyla (b.) Doğal bir biçimde, doğal olarak. tabiatlı (ö a.) Herhangi bir yaradılışta, huyda olan. tabiatsız (ö a.) 1. Çirkin ve kaba şeylerden tedirgin olmayan, beğenişiz (kimse). 2. Huysuz, geçimsiz.tabiî (öa.) 1. Doğal. 2. Olağan, alışılmış.tabiilik (a.) Doğal olma durumu, doğallık.tâbiiyet, -ti (a.) 1. Bir şeye ya da kimseye bağlı olma. 2. Uyrukluk.tabip (a.) Hekim, doktor.tabiplik (a.) Hekimlik, doktorluk.tabir (a.) 1. Deyiş, anlatım. 2. Deyim.tabla (a.) 1. Satıcıların mallarını sergiledikleri araç. 2. Soba gibi şeylerin altına konan metal altlık. 3. Sigaranın külünün döküldüğü kap.tabldot, -tu (a.) Lokanta ve otellerde belirli bir para karşılığı verilen belirli yemekler.tablet, -ti (a.) Düz ve yassı duruma getirilmiş, yenecek ya da yutulacak şey.tablo (a.) Elle bez, tahta ya da kâğıda yapılmış ya da çizilmiş resim.tabu (a.) 1. Kutsal sayılan kimi insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kulla-nılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen dinsel inanç. 2. Yasaklanarak korunan (nesne, sözcük, davranış).tabur (a.) Dört bölükten oluşan askerî birlik.taburcu (a.) Hastaneden çıkması kararlaştırılmış (hasta).tabure (a.) Arkalığı olmayan iskemle.tabut (a.) Ölülerin konulduğu uzunca sandık.taciz (a.) Rahatsız etme.taç, -cı (a.) 1. Hükümdarların, kraliçelerin başlarına giydikleri değerli, süslü başlık. 2. Gelinlerin başlarına taktıkları süs.taç (a.) Futbol ya da hentbol-da, topun, alanın yan çizgileri dışına çıkması durumunda uygulanan ceza atışı.taç yaprak (a.) Çiçekte tacı oluşturan yapraklardan her biri.tadım (a.) 1. Tadına bakmak için bir şeyden ağza alınan miktar. 2. Tat alma yetisi.tadımlık (ö a.) Bir yiyeceğin tadını almaya yetecek kadar.tadilât (a.) Değişiklik yapma.taflan (a.) Yapraklarında asit bulunan bir bitki.

203

Page 204: Turkce-sozluk

tafra (a.) Kendini olduğundan büyük gösterip böbürlenme, yüksekten atma.tafsilât (a.) Uzun uzadıya, ayrıntıları ile anlatma.tahammül (a.) Sıkıntıya, zorluğa dayanma, katlanma.tahdit (a.) Sınırlama.tahıl (a.) Buğday, arpa, mercimek gibi yiyeceklerin genel adı.tahin (a.) Öğütülerek koyu bir sıvı durumuna gelmiş susam.tahkik (a.) Soruşturup gerçeği ortaya çıkarma.tahlil (a.) Bir maddeyi oluşturanları birbirinden ayırma, çözümleme.tahliye (a.) 1. Boşaltma. 2. Salıverme.tahmin (a.) Bir şeyi aşağı yukarı gerçeğe yakın olarak söyleme, kestirme.tahminen (a.) Aşağı yukarı, yaklaşık olarak.tahribat (a.) Verilen zarar, yıkım.tahrik (a.) Kışkırtma.tahrip (a.) Yıkma, kırıp dökme.tahrip etmek (e.) Yıkmak.tahsil (a.) 1. Para toplama. 2. Öğrenim.tahsilat (a.) Kamu alacaklarının toplanması ya da süresi içinde ödenmeyenlerin zorla alınması.tahsis (a.) Bir şeyi bir kimseye ya da bir yere ayırma.tahsisat, -ti (a.) 1. Bir kimseye, bir kuruluş ya da topluluğa ayrılmış para, ödenek. 2. Bir işi gerçekleştirmek için ayrılmış para.taht (a.) Hükümdarlık makamı.tahta (a.) 1. Düz, enlice, uzun ve az kalın biçilmiş ağaç. 2. (ö a.) Bu parçalardan oluşmuş yüzey.tahtacı (a.) Orman işletmelerinin izni doğrultusunda ağaçları işleyen, budayan, doğrayan kişi.tahtakurusu (a.) İnsan kanıyla beslenen pis kokulu haşere.tahtarevalli (a.) Ortası bir desteğe dayanan, iki ucuna çocukların oturarak oynadığı bir oyun aracı.tahvil (a.) Devletin ya da özel bir kuruluşun ödünç para almak için çıkardığı yıllık faiz getiren yazılı senet.tak (a.) Bayramlarda caddelere kurulan süslü kemer.taka (a.) İki üç kişi tarafından yönetilen sandal.takas (a.) 1. Mal alıp karşılığında mal vererek ödeşme. 2. Sayışmak, değiştirmek.takat, -ti (a.) Bir şeyi yapabilme, başarabilme gücü, derman.takaza (a.) Başa kakma.takdim (a.) Sunma, tanıtma.takdir (a.) Değer verip beğenme.takdirname (a.) Başarı belgesi.takı (a.) 1. Küpe, bilezik gibi süs eşyaları. takılmak (e.) Bir kimseye şaka yollu sözlerle yüklenmek.takım (a.) 1. Birbirine uygun kimselerden oluşan, aynı amaca çalışan küme, ekip. 2. Sporda aynı kulüp adına çalışan oyuncular.takımada (a.) Birbirine yakın küçüklü büyüklü adaların tümü.takımyıldız (a.) Gökte birbirlerine konumları aynı kalan, birlikte bulunan yıldız kümesi.takınmak (e.) 1. Kendine bir şeyler takmak. 2. Bir durum belirleyip buna uymak.takıntı (a.) Takılıp kalınan durum ya da olay.takır tukur (b.) Takırtı sesi çıkararak.takıştırmak (e.) Küpe, bilezik, yüzük gibi süs eşyalarını çokça takmak.takip,-bi (a.)-i. Yetişmek ve yakalamak için birinin arkasından gitme. 2. Ardınca gitme ya da gelme. 3. İzinden gitme, uyma, izleme.

204

Page 205: Turkce-sozluk

takip etmek (e.) Arkasına düşmek, izlemek.takke (a.) Yarım küre biçiminde olan başlık.takla (a.) Elleri yere koyup bedeni havadan öte yana atma hareketi.taklit (a.) 1. Belli bir örneğe benzemeye ya da benzetmeye çalışma, öykünme. 2. Birinin davranışlarını, konuşmasını yineleyerek eğlenme. 3. (mec.) Benzetilerek yapılmış şey.takma (a.) 1. Takma eylemi. 2. Gerçeğinin yerine aynı amaçla yeniden yapılan, konulan.takmak (e.) Bir şeyi bir şeye geçirip yerleştirmek.takoz (a.) 1. Duvara yerleştirilen ağaç parçası. 2. Ağaç kama.takriben (b.) Yaklaşık olarak.taksi (a.) Para ile yolcu taşıyan araba.taksim (a.) T. Paylaştırma, bölüşüm. 2. Sanat müziğinde parçanın içinde çalınan doğaçlama ezgi.taksit (a.) Bir borcun belli zamanlarda ödenmesi gereken bölümüne verilen ad.taktik (a.) Başarıya ulaşmak için uygulanacak yöntemler.takunya (a.) Tabanı tahtadan, ayağa giyilen bir cins terlik.takvim (a.) 1. Zamanı yıllara, aylara ve günlere ayıran yöntem. 2. Bir yılın günlerini, aylarını, sayılı günlerini gösteren çizelge ya da defter.takviye (a.) Güçlendirme, destek getirip çoğaltma.talan (a.) Yağma.talaş (a.) Ağaçların kesimi sırasında oluşan ağaç kırıntısı ve tozlarına verilen ad.talebe (a.). Öğrenci.talep (a.) İstek.talih (a.) İnsan yaşamında mutluluğa veya mutsuzluğa neden olduğuna inanılan güç.talihli (ö a.) Şansı iyi olan, işleri yolunda giden.talihsiz (ö a.) Başından çok kötü olaylar geçen kimse, şanssız.talim (a.) Bir alanda yetişmek için yapılan çalışmalar, öğretim.talip (ö a.) İstekli.tam (ö a.) Eksiği olmayan, kusursuz, en elverişli.tamah (a.) Aç gözlü, bir türlü doymayan.tamam (ö a.) Tüm, bütün.tamamen (b.) Tümü, hepsi.tamamlamak (e.) Bir çalışmayı, bir görevi başarıya ulaştırarak bitirmek.tambur (a.) Uzun saplı, yuvarlak, geniş karınlı, mızrapla çalınan bir müzik aleti.tambura (a.) Mızrapla çalınan, telleri madenî, perdeli halk sazlarına verilen genel ad.tamir fa.; Onarım.tamirci (a.) Tamir yapmayı meslek edinen kimse.tamirhane (a.) Tamir yapılan atölye.tamlama (a.) Dilbilgisinde bir tür sözcük kümelerine verilen ad.tamlanan (ö a.) Bir tamlamada anlamı belirtilen, açıklanan ad.tamlayan (ö a.) Tamlamada adı çeşitli yönlerden belirten, tamamlayan, sıfat ya da zamir olan sözcük.tampon (a.) 1. Bir yaraya konan bez ya da pamuk parçası. 2. Araçlarda kaza sırasında tehlikeyi azaltmak için bulunan metal bölüm.tamtakır (ö a.) İçinde olması gerekenlerden hiçbiri bulunmayan.tamtam (a.) Bir çeşit davul.tan (a.) Güneş doğmadan önceki alacakaranlık.tandır (a.) Yere çukur kazılarak yapılan bir çeşit fırın.tane (a.) 1. Bir tek varlığı, nesneyi bildiren sayı birimi. 2. Bazı bitkilerin tohumu.tanelemek (e.) Tanelerine ayırmak.tangırtı (a.) Madenî şeylerden çıkan gürültülü ses.

205

Page 206: Turkce-sozluk

tango (a.) Hareketleri yavaş olan bir dans.tân (a.) Ayıplama, sövme.tanı (a.) Bir hastalığı hasta üzerinde tanıma, teşhis.tanıdık (ö a.) Yabancı olmayan, bildik kimseler.tanık (a.) Bir olayı ya da durumu gören kimse.tanım (a.) Bir şeyi temel nitelikleri ile anlatma.tanımak (e.) Önce gördüğü bir kimseyi ya da bir nesneyi sonraları gördüğünde anımsamak.tanımlamak (e.) Bir şeyi önemli özellikleri ile anlatmak.tanınmak (e.) Herkes tarafından bilinmek.tanışık (ö a.) Birbirini tanıyanlar.tanışmak (a.) Birbirlerini tanımak.tank, -ki (a.) 1. Çeşitli özellikleri olan, paletlerle ilerleyen, bir çeşit kara savaş aracı. 2. Demirden yapılmış büyük depo.tanker (a.) Akaryakıt, gibi sıvı taşıyan gemi ya da kamyon.tanrı (a.) 1. Evrende var olan her şeyin yaratıcısı, koruyucusu olduğuna ve tekliğine inanılan yüce varlık, Yaradan, Allah. 2. Çoktanrıcılıkta var olduğuna inanılan insanüstü varlıklardan her biri.tanrıça (a.) Çoktanrıcılıkta kadın tanrı.tanrısal (ö a.) Tanrılara özgü.tansiyon (a.) Kanın damarlara yaptığı basınç.tanyeri (a.) Fecir, şafak, sabah aydınlığı, ufukta aydınlık beliren yer.tanzim (a.) Düzenleme, düzeltme, yoluna koyma.tapa (a.) Şişe gibi sıvı şeyler konulan ağızlı şeyleri kapamak için kullanılan mantar tıkaç.tapınak (a.) Tapınılan yer.tapir (a.) Kısa hortumlu, iri bir hayvan.taptaze (ö a.) Dalından yeni koparılmış sebze ve yeni sağılmış süt, hazırlanmış et.tapu (a.) Bir mülkün kime ait olduğunu gösteren resmî belge.taraça (a.) Bir yapının hava alınan, oturulan düz ve açık üstü.taraf (a.) Yan, bölge.taraflı (ö a.) Bir tarafı tutan.taraftar (ö a.) Bir tarafı tutan kimseler.tarak (a.) 1. Taramaya yarayan dişli alet. 2. Dokuma tezgâhlarında tarağa benzer bölüm.taraklı (ö a.) 1. Başında tarağa benzer tüyler bulunan. 2. Ayakları geniş olan.taramak (e.) 1. Saçlara tarak ile biçim vermek. 2. Bir şeyin içindeki yabancı maddeleri temizlemek için bir araç içinden geçirmek.tarator (a.) Ekmek içi, ceviz, sarımsak ve zeytinyağı ile yapılan bir çeşit salça.tarçın (a.) Kabukları yemek ve tatlılarda baharat olarak kullanılan defne cinsinden bir ağaç.tardetmek (e.) İşten çıkarmak.tarhana (a.) Mayalanmış yoğurdu hamurdan elde edilen, çorbası yapılan bir yiyecek maddesi.tarım (a.) Ürün yetiştirmek için toprağı sürüp ekme, biçme işi.tarımsal (ö a.) Tarımla ilgili.tarif (a.) 1. Tanım. 2. Bir işin yapılış yöntemini açıklama, belirtme. 3. Bir şeyin bulunduğu yeri çevre ile ilgisini belirterek açıklama.tarife (a.) 1. Fiyat, zaman çizelgesi. 2. Bir şeyin kullanılışını ya da yapılışını anlatan yazı.tarih (a.) 1. Geçmişteki olayları neden ve sonuçlarıyla ele alıp değerlendiren bilim. 2. Bir olayı yıl, ay, gün olarak bildirme.tarihçi (ö a.) Tarihle ilgilenen, tarihi inceleyen kimse.tarihsel (ö a.) Tarihli ilgili.tarla (a.) Ekilen arazi.

206

Page 207: Turkce-sozluk

tarot (a.) kağıtlı resimli iskambil destesi ve bu kağıtlarla bakılan fal.tartaklamak (a.) İtip çekerek sarsmak.tartı (a.) 1. Tartma işi. 2. Tartı aracı.tartışma (a.) Bir gerçeğe ulaşmak için birkaç kişinin düşüncelerini söyleyerek fikir alışverişinde bulunması.tartmak (a.) Bir şeyin ağırlığını tartı aleti ile öğrenmek.tarz (a.) Tutulan yol, uygulanan biçim.tasa (a.) Üzücü ve endişeli durum.tasalı (ö.a.) Üzüntüsü ve endişesi olan kimse.tasan (a.) Bir kimsenin yapmayı düşündüğü şey; olması ya da yapılması istenen bir şeyin zihinde aldığı biçim. Proje.tasarlamak (a.) Bir Şeyin gerçekleşmesi için zihinde çalışmalar yapmak.tasarruf (a.) Kazanılan paradan bir miktarını harcama dışı tutup ayırma, biriktirme.tasasız (a.) Üzüntüsü, endişesi olmayan.tasavvur (a.) Göz önüne getirip canlandırma.tasdik, -ki (a.) Benimseyip onaylama.tasdikname (a.) Öğrenim belgesi.tasfiye (a.) 1. Arıtma, ayıklama, temizleme. 2. İflas eden bir şirketin alacak ve vereceklerini kapatması durumu.taslak (a.) Henüz kesinlik kazanmamış bir şeyin durumu.taslamak (a.) Kendinde olmayan bir özelliği varmış gibi göstermek.tasma (a.) Bazı hayvanların boynuna geçirilen bağ.tasvjr (a.) Sözle ya da yazı ile resim yapar gibi bir yeri tanıtma.taş (a.) Kaya kütlelerinden kopan küçük parça.taşıl (a.) Çok önceden toprak artında kalarak taş durumuna gelmiş insan, hayvan kalıntısı.taşımacılık (a.) Para ile bir yerden bir yere eşya taşıma işi.taşımak (a.) Bir şeyi bir yerden alıp başka bir yere götürmek.taşınmak (a.) Bir yerden başka bir yere gitmek, göçmek.taşırmak (a.) sıvı bir şeyin kabından taşmasına neden olmak.taşıt (a.) Taşıma aracı.taşıyıcı (a.) ücret ile yük taşıyan kimse.taşkın (a.) 1. Taşmış durumda olan. 2. Duyguları aşırı biçimde açığa vurma.taşkınlık (a.) Taşkın davranışlarda bulunma.taş kömürü (a.) Sanayide kullanılan ısısı yüksek bir kömür çeşidi.taşlama (a.) Bir kişinin olumsuz yanlarını alaylı biçimde dile getiren şiir türü.taşlamak (a.) Taş atmak, taşa tutmak.taşlık (a.) 1. Taşı çok olan yer. 2. Kuşların hazmı sağlayan kursağı.taşmak (a.) 1. Sıvı maddelerin kabına sığmayıp dışarıya akması durumu. 2. mec. Dışarı yansıtmak 3. Coşmak, azmak.taşra (a.) Bir ülkenin önemli kentlerin dışındaki yerleri, bölgeleri.taşyürekli (a.) Acımasız.tat (a.) 1. Yiyeceklerin ve kimi cisimlerin dilde bıraktıkları etki. 2. Hoşlanılan durum.Tatar (a.) Bir Türk boyu.tatarcık (a.) Tatarcık hummasına yol açan, insan kanını emen küçük bir sinek.tatbik, -ki (a.) Gereğini yerine getirme.tatbikat (a.) Uygulama.tatlanmak (a.) Yenecek olgunluğa gelmek, tatlı olmak.tatlı (a.) Şeker tadında olan.tatlıcı (a.) Tatlı yapıp satan kimse.tatlılaşmak (a.) Hoş bir tat verir duruma gelmek.

207

Page 208: Turkce-sozluk

tatlılık (a.) 1i. Tadı güzel olan. 2. Olumlu davranış. tatmak (a.) 1. Bir yiyeceğin tadının nasıl olduğunu anlama işi. 2. Yapılan bir şeyden zevk almak.tatsızlık (a.) 1. Tatsız olma durumu. 2. Bazılarını üzen davranış.tav (a.) İşlenen bir cisimde ısı, nem gibi durumlar.tava (a.) Yiyecekleri yağda kızartmada kullanılan saplı, yayvan kap.tavaf (a.) Hac'da Kâbe-i Muazzama’nın etrafını dönme.tavan (a.) Üzeri örtülü bir yapının üst bölümü.tavır, -vrı (a.) Davranış, durum.tavla (a.) Atların konulduğu ahır.tavla (a.) Pullarla oynanan bir çeşit oyun.tavsiye (a.) Öneri, öğüt verme.tavşan (a.) Hızlı koşabilen, ön ayakları küçük, eti yenilebilen bir hayvan.tavuk (a.) Eti ve yumurtası için beslenen bir kümes hayvanı.tavuk göğsü (a.) Tavuğun göğüs etiyle yapılan bir çeşit muhallebi.tavus (a.) Erkeğinin tüyleri göz alıcı renklerde olan uzun, parlak, kuyruk telekleri bulunan bir kuş.tay (a.) Üç yaşına kadar olan at yavrusu.taya (a.) Erkek çocuk bakıcısı.tayf (a.) Işığın saydam tabakadan geçerek yedi renk oluşturan kırılmış görüntüsü.tayfa (a.) Gemi çalışanı.tayfun (a.) Tropikal bölgelerde rastlanan büyük fırtına.tayın (a.) Asker azığı.tayin (a.) 1. Ne olduğunu anlama, gösterme, belirtme, kararlaştırma. 2 Atama.taze (ö a.) Bozulmamış, bayat olmayan.tazelemek (e.) 1. Yenisiyle ya da tazesi ile değiştirmek. 2. Yinelemek.tazelik (a.) Taze olma durumu.tazı (a.) iyi koşabilen bir çeşit av köpeği.taziye (a.) Baş sağlığı.tazminat, -ti (a.) Yapılan bir zararı para ile karşılama.tebdil (b.) Kılık değiştirme.tebessüm (a.) Gülümseme.tebeşir (a.) Kara tahtaya yazı yazmada kullanılan, beyaz kireçten yapılmış kısa çubuk.tebliğ (a.) Bildirme.tebrik (a.) Kutlama.tecavüz (a.) Birine zor kullanarak haksızlık yapma.tecil etmek (e.) Daha geri bir zamana ertelemek.tecrit etmek (e.) Bir kimsenin her şeyle ilgisini kesmek.tecrübe (a.) Deneyim.tedarik, -ki (a.) Edinme, ele geçirme.tedavi (a.) Hastayı iyileştirme.tedbir (a.) Önlem.tedirgin (ö a.) Rahatı kaçmış, huzursuz.teessüf (a.) Acıma.teessür (a.) Yerinme, üzüntü.tef (a.) Zilli bir kasnağa kursak zarı geçirilerek yapılan çalgı.tefeci (ö a.) El altından yüksek faizle borç para vermeyi meslek haline getiren kimse.tefrika (a.) Bölüm.teftiş (a.) Gözden geçirip inceleme, denetim.teğmen (a.) Orduda asteğmenden sonraki aşamayı gösteren rütbe.

208

Page 209: Turkce-sozluk

tehdit, -di (a.) Birinin çeşitli yollardan gözünü korkutma.tehlike (a.) Sonu ölüme varacak derecede kötü durum.tek, -ki (ö a.) 1. Benzeri bulunmayan, biricik. 2. İki ile bölünemeyen sayı.tekdüze (ö a.) Aynı biçimde sürüp giden.teke (a.) Keçinin erkeği.tekel (a.) Bir malın tek elden pazarlanıp satılması durumu.tekerlek, -ği (a.) Bir eksen etrafında dönen çember biçiminde araç.tekerleme (a.) 1. Masal ve halk öykülerinin başında söylenen anlamsız sözler. 2. Söylemesi güç olan söz oyunları.tekerlenmek (e.) Teker gibi yuvarlanmak.teker teker (b.) Birer birer.tekil (ö a.) Birden çok olmayan.tekin (ö a.) İçinde kimse olmayan, boş.tekir (a.) 1. Postu siyah çizgili, benekli kedi. 2. Beyaz etli küçük bir balık.teklemek (e.) Motorun düzenli çalışmaması.teklif (a.) Öneri.tekme (a.) Ayakla vuruş.tekne (a.) 1. Hamur yapmak, çamaşır yıkamak için kullanılan geniş kap. 2. Küçük gemi.teknik (a.) 1. Bilimin günlük yaşama uygulanması yolu. 2. Yol, yöntem.teknisyen (a.) Teknik alanda eğitim görmüş usta.tekrar (b.) Bir daha, yine.tekrarlamak (e.) Yinelemek.teksir (a.) Çoğaltma.tekstil (a.) Dokuma.tek tük (b.) Ara sıra.tekzip (a.) Gerçek olmadığını yayınlama, yalanlama.tel (a.) 1. Türlü metallerden yapılmış, kopmaya karşı bir direnç gösteren ince uzun nesne. 2. (ö a.) Bu nesneden yapılmış veya bu biçimde olan.tel (a.) Telgraf sözünün kısa söylenişi.telâ (a.) Giysilerin bazı bölümlerine düz tutması için konulan kıl kumaş.telâffuz (a.) Sözcüğün söylenişi.telâfi (a.) Zararı, açığı kapatma.telâş (a.) Herhangi bir endişeden kaynaklanan heyecan.telâşlanmak (a.) Endişelenip acele davranmak.teleferik (a.) Birbirinden uzak iki yer arasında, havada gerilmiş bir ya da birkaç kablo üzerinde kayarak devinen asılı taşıt.telefon (a.) Sesleri uzaklara taşıyarak konuşmayı sağlayan alet.teleskop, -bu (a.) Gökyüzünü gözlemlemeye yarayan büyük dürbün.televizyon (a.) Elektrik dalgaları ile iletilen resimleri alan aygıt.telgraf (a.) Elektrik akımlarından yararlanarak uzaklara iletilen haber.telif (a.) 1. Uzlaştırma. 2. Kitap yazma.tel kadayıf (a.) Bir çeşit kadayıf tatlısı.telkin (a.) Bilgi aşılama.tellâk (a.) Hamamlarda müşterileri keseleyen görevli.tellâl (a.) Çarşı pazarda yüksek sesle bağırarak malın satışına yardımcı olan kimse.tellendirmek (a.) Yakıp tüttürerek sigara içmek.telsiz (a.)i. Teli olmayan. 2. Tel ile bağlantısı olmadan haberi yayan aygıt.telve (a.) Fincanın dibinde kalan kahve tortusu.tema (a.) Bir yazıda işlenen konu.temas (a.) Dokunma; değme, ilişki kurma.

209

Page 210: Turkce-sozluk

tembel (a.) Çalışmayı sevmeyen.tembelleşmek (a.) Tembel duruma gelmek.tembih (a.) Bir şeyi unutmaması için üsteleme.temel (a.) 1. Bir yapının toprak altında kalan, yapının dayandığı duvar. 2. Bir şeyde en önemli olan. 3. Asıl, esas. 4. Dayanak.temelli (ö.a.) Temeli olan.temelsiz (ö.a.) Temeli olmayan, çürük.temenni (a.) Dilek.teminat (a.) Güvence.temiz (ö.a.) 1. Kiri, pisliği, buruşukluğu olmayan. 2. Namuslu.temizlenmek (a.) Temiz duruma gelmek.temizlik (a.) Kirden, pislikten arınma işi.temmuz (a.) Yılın yedinci ayı.tempo (a.) Müzikte ölçü vuruşları.temsil (a.) 1. Birinin yerini tutma. 2. Tiyatro oyunu.temsilci (a.) Bir kimse, topluluk ya da kurum adına söz söyleme, karar alma yetkisine sahip kimse.temsilcilik (a.) Temsilcinin görevi ve çalıştığı yer.temyiz (a.) 1. İyiyi kötüden ayırt etme. 2. Mahkemelerde verilen kararın daha yüksek bir mahkeme tarafından yeniden gözden geçirilmesi.ten (a.) İnsan vücudunun dış yüzü.tencere (a.) Yemek pişirilen, kapaklı, derince kap.teneffüs (a.) Solunum.teneke (a.) 1. Üstü kalaylanmış ince demir levha. 2. Tenekeden yapılmış kap.teneşir (a.) Ölü yıkanılan kerevet.tenha (ö a.) İçinde çok az insan yaşayan, ıssız.tenis (a.) Ortadan ikiye bölünmüş bir ağla ayrılan alanda raketlerle oynanan bir top oyunu.tenkit (a.) Eleştiri.tenor (a.) Tiz erkek sesine verilen ad.tente (a.) Güneşten korunmak için dükkân ve balkonlara gerilmiş bez.tentürdiyot (a.) Mikrop öldürücü, yaralara sürülen bir sıvı.tenya (a.) Bağırsaklarda bulunan şerit şeklindeki bir tür asalak.tenzilat, -ti (a.) indirim.tepe (a.) 1. Bir şeyin üst bölümü. 2. Küçük dağ.tepegöz (a.) 1. Dar alınlı olduğundan gözü biraz yukarıda olan. 2. Derslerde asetat üzerine yazılan yazıyı ya da grafiği kuvvetli bir ışık kaynağı aracılığıyla perdeye yansıtan optik araç.tepeleme (a.) 1. Tepelemek işi. 2. Tepe yapacak kadar çok.tepelemek (a.) Öldürmek, saf dışı bırakmak.tepeli (a.) Tepesinde tüy bulunan kuş.tepetaklak (a.) Tepesi üstü.tepinmek (e.) Elleri ve ayakları ile sevincini ve öfkesini dile getirmek.tepişmek (e.) Kavga etmek.tepki (a.) Bir duruma ve olaya karşı davranışını belli etme.tepmek (e.) 1. Ayağıyla vurmak. 2. Geri çevirmek.tepsi (a.) Fincan, bardak, tabak gibi şeylerin birkaçını taşımaya yarayan, derinliği olmayan kap.ter (a.) Sıcak ve heyecan sonucu deriden akan sıvı.teras (a.) Taraça.terazi (a.) 1. Bir kolun iki ucuna asılı kefelerden oluşan tartı aracı. 2. İp cambazının dengeyi sağlamak için kullandığı uzun sırık.

210

Page 211: Turkce-sozluk

terazilemek (e.) Dengeye getirmek, dengelemek.terbiye (a.) 1. Görgü. 2. Bazı yemekler için hazırlanan sos. 3. Eğitim.terbiyeli (ö a.) Davranışları ahlâk kuralları içerisinde olan.terbiyesiz (ö a.) Davranışları bozuk olan.tercih (a.) Üstün bulma, yeğleme.tercüman (a.) Dilleri farklı iki kişinin, konuşmalarını birbirlerine aktaran.tercüme (a.) Çeviri.tere (a.) Yapraklarından salata yapılan bir bitki.tereddüt (a.) Kararsızlık, duraksama.tereke (a.) Ölen kimsenin kalan eşyası.terelelli (ö a.) Davranışları dengesiz olan.tereyağı (a.) Sütten çıkarılan yağ.terfi (a.) Yükselme, bulunduğu aşamadan daha iyi bir aşamaya geçme.terhis (a.) Askerlik görevini bitirme, salıverme.terim (a.) Bilim ve sanatla ilgili özel anlamlar taşıyan sözcük.terk (a.) Ayrılma, bırakma.terki (a.) Eyerin arka tarafı.terlemek (e.) Ter dökmek.terlik (a.) Evin içinde giyilen çeşitli biçimlerde hafif ayakkabı.termal (a.) Yerden sıcak olarak çıkan maden suyu.terminal (a.) Otobüslerin yolcu aldıkları ve bıraktıkları yer.termometre (a.) Havanın sıcaklığını ölçen alet.termos (a.) İçine konulan içeceklerin sıcaklığını, soğukluğunu uzun süre koruyan araç.terör (a.) Yıldırma, korkutma.ters (b.) 1. Gerekli olan duruma karşıt (olarak). 2. (mec.) Uygun olmayan, elverişsiz. 3. (mec.) Gönül ve cesaret kırıcı, huysuz, sert. 4. Bir şeyin içe gelen yanı. 5. Kesici bir aygıtın kesmeyen yanı.tersane (a.) Gemi yapılan yer.terslemek (e.) Azarlamak.terslik (a.) İşlerin istenilen yönde ilerlememesi durumu, uğursuzluk.tertemiz (a.) Çok temiz.tertip (a.) Düzen, sıra.tertiplemek (e.) Düzenlemek, hazırlamak.terzi (a.) 1. Giysi biçip diken kimse. 2. Giysi dikilen yer.tesadüf (a.) 1. Önceden hesaplanmayan karşılaşma. 2. Rastlantı.tescil (a.) Resmî kayda geçirme.teselli (a.) Avunma.tesir (a.) Etki, dokunma.tesis (a.) Kuruluş, kurma.teskin (a.) Yatıştırma, dindirme.teslim (a.) Ödünç alınan bir şeyi sahibine geri verme.tespih (a.) 1. Allah'ın sıfatlarını saymak. 2. Otuz üç ya da doksan dokuz boncuğu bir ipe dizerek yapılan, ele alınıp boncukları parmaklar arasında dolaştırılan teşbih sözlerini sayma aracı.tespit (a.) Belirleme, saptama. .test, -ti (a.) 1. Bir kimsenin, bir topluluğun doğal ya da sonradan kazanılmış yeteneklerini, bilgi ve becerilerini ölçme ve anlamaya yarayan sınama. 2. Nesnel olarak değerlendirilebilen sınav sorularının tümüne verilen ad, sınav.testere (a.) Ağzı dişli, tahta ve ağaç kesmeye yarayan alet.testi (a.) Ağzı dar, karnı şişkin, topraktan yapılmış, su taşımaya yarayan kap.

211

Page 212: Turkce-sozluk

teşebbüs (a.) Girişim.teşekkül (a.) 1. Belirli bir varlık ve biçim kazanma. 2. Kurulma. 3. Örgüt.teşekkür (a.) Yapılan olumlu bir davranışa, iyiliğe karşı söylenen memnuniyet sözü.teşhir (a.) Sergileme.teşkil (a.) Oluşturma, kurma.teşkilât (a.) Kuruluş.teşkilâtlanmak (a.) Kuruluşunu tamamlayıp çalışmaya başlamak.teşrifatçı (a.) Bir gösteride, törende görevli kimse.teşvik, -ki (a.) isteklendirme, özendirme.tetanos (a.) Kasları etkileyen mikroplu bir hastalık.tetik (a.) Ateşli silâhlarda ateşlemeyi sağlayan küçük manivela.tetkik, -ki (a.) inceleme.tevekkeli (a.) Boşuna.tevekkül (a.) Her şeyi Allah'a bırakma.tevkif (a.) Tutuklama.Tevrat (a.) Musa peygambere indirilen kutsal kitap.teyel (a.) Eğreti ve seyrek dikiş.teyp (a.) Ses alma makinesi.tez (b.) çabuk, acil.tez (a.) İleri sürülerek savunulan düşünce.tezahürat, -ti (a.) Gösteriler.tezat (a.) Birbirinin tersi olma durumu, karşıt.tezek (a.) Kurutulmuş sığır pisliği.tezgâh (a.; 1. Üstünde iş görülen masa gibi yer. 2. Dokumacıların bez, kumaş gibi şeyleri dokudukları alet.tezgâhtar (a.) Bazı iş yerlerinde tezgâhta çalışan kimseler.tezkere (a.) 1. Resmî izin belgesi. 2. Askerliğini bitirene verilen belge.tezlik (a.) Tez olma durumu.tıbbiye (a.) Doktor yetiştiren okul.tığ (a.) Dantel örmeye yarayan, ucu çengelli kısa şiş.tıka basa (b.) Sıkıştırarak.tıkaç (a.) Deliği ya da bir şeyin ağzını kapatan nesne.tıkamak (a.) Bir şeyin ağzını kapatmak.tıkanıkla.; Tıkanmış.tıkanıklık (a.) Tıkanık olma durumu.tıkanmak (e.) 1. Bir şeyin akışı kesilmek. 2. Konuşamaz, yürüyemez duruma gelmek.tıkınmak (e.) Eline ne geçerse zamanlı zamansız yemek.tıkır (a.) 1. Tıkırdayan, birbirine vuran, çarpan şeylerin çıkardığı ses.tıkırtı (a.) Hafif ve kuru bir sesle çıkan gürültü; tıkırdayan bir şeyin çıkardığı ses.tıkışmak (a.) Dar bir alanda toplanmak.tıkıştırmak (a.) Tıkıştırarak yerleştirmek.tıklım tıklım (b.) Çok kalabalık.tıkmak (a.) İtekleyerek zorla sokmak.tıknaz (a.) Kısa ve şişman kimse.tılsım (a.) Doğaüstü bir güç taşıdığına inanılan şey.tımar (a.) Hayvanı temizleme işi.tımarhane (a.) Akıl hastanesi.tın (a.) Tınlayan şeyin çıkardığı ses.tınaz (a.) Savrulmak için hazırlanan dövülmüş ekin yığını.tınlamak fa) Çıkan sesin bir süre devam etmesi.

212

Page 213: Turkce-sozluk

tını (a.) Türlü müzik araçlarının verdiği sesleri birbirinden ayırt etmeyi sağlayan ses özelliği.tınmak (a.) Ses çıkarmak.tıp, -bbı (a.) Hastalıkları iyileştirmek, hafifletmek veya önlemek amacıyla başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümü, hekimlik.tıpkı (a.) Aynı, Çok benzeri.tırabzan (a.) Merdiven parmaklığı.tıraş (a.) Saç ya da sakalı kesme işi.tıns (a.) Atın bir yürüyüş biçimi.tırmalamak (a.) Tırnakla rahatsız etmek.tırmanmak (a.) Yüksek bir yere tırmanarak çıkmak.tırmık (a.) 1. Toprağı taşlardan ayıklamak için kullanılan tarak biçimindeki alet. 2. Tırnak yarası.tırmıklamak (a.) Tırmıkla temizlemek.tırnak (a.) İnsan ve hayvanların parmak uçlarında bulunan sert ve sivri bölüm.tırpan (a.) Ekin biçmeye yarayan uzunca saplı orak.tırtıl (a.) Yumurtadan çıkan kurtların ilk durumu.tıslamak (a.) Tıs diye ses çıkarmak.tifo (a.) Ateşli, bulaşıcı bir hastalık.tiftik (a.) Ankara keçisi ve bu keçinin parlak, ince uzun yünü.tifüs (a.) Bitlerden insanlara geçen, vücutta pembe lekeler meydana getiren ateşli bir hastalık. Lekeli humma.tik (a.) Baş sallama, göz kırpma biçiminde ortaya çıkan, engellenemeyen istem dışı hareketler.tiksinmek (e.) İğrenç bulunan bir şeyden uzak durma duygusu.tiksinti (a.) İğrenme.tilki (a.) Kuyruğu uzun, burnu sivri, yabanî bir hayvan.tilkilik (a.) Kurnazlık.timsah (a.) Sıcak bölgelerde, sularda yaşayan, iri kuyruklu, kalın derili bir hayvan.tip, -pi (a.) Benzerlerinin tüm özelliklerini üzerinde toplayan.tipi (a.) Kar fırtınası.tiraj (a.) Gazete ve kitaplarda baskı sayısı.tirbişon (a.) Şişelerin ağızlarındaki tıpaları çıkarmaya yarayan alet.tire (a.) 1. Kısa çizgi, 2. Uzun çizgi.tirit (a.) Kızartılmış ekmek ve et suyu ile yapılan yemek.tiritleşmek (e.) Kocamak, yaşlanmak.tiryaki (a.) Keyif verici yiyecek ve içecekleri kullanan, yokluğunda arayan.titiz (ö a.) 1. Çok dikkatli ve özenle davranan ya da böyle davranılmasını isteyen, memnun edilmesi güç. 2. Temizliğe aşırı düşkün olan. 3. Huysuz, öfkeli.titizlik, -ği (a.) Titiz olma durumu.titrek (ö a.) Titreyen.titremek (e.) 1. Durmadan düzenli biçimde kımıldamak. 2. Korkudan davranışlarını kontrol edememek.titreşim (a.) Bir madene vurunca bir süre devam eden ses.titretmek (e.) Çok korkutup titremesine neden olmak.tiyatro (a.) 1. Dram, komedi, trajedi gibi sahnede oynanmak için yazılmış yapıt. 2. Bu yapıtları sahnede oynama sanatı ve oynanılan yapının adı.tiz (ö a.) İnce keskin ses.tohum (a.) Bazı bitkilerin çoğalmasını sağlayan tane.tok (a.) 1. Doymuş, aç olmayan. 2. Kalın ve gür (ses).toka (a.) 1. Kemerlerin iki ucunu birbirine bağlayan süslü halka. 2. El sıkma. 3. Saçları

213

Page 214: Turkce-sozluk

tutturmaya yarayan alet.tokaç (a.) Çamaşır yıkamak için kullanılan tokmak.tokalaşmak (e.) El sıkışmak.tokat (a.) El içi ile vuruş, sille.tokatlamak (e.) Tokat atmak.tokgözlü (ö a.) Mala ve mülke fazla önem vermeyen.toklu (a.) Bir yaşında koyuna verilen ad.tokmak (a.) Ağaçtan yapılma büyük çekiç.tokuşmak (e.) Çarpışmak.tokuşturmak (e.) Birbirine vurdurmak.tolga (a.) Savaşçıların eskiden başlarına giydikleri demir başlık.tomar (a.) Dürülerek yuvarlak biçim verilmiş deri, kâğıt, kumaş.tombala (a.) Torbadan çekilen numaralar ve numaraların yazılı olduğu kâğıtlarla oynanan bir şans oyunu.tombul (ö a.) Şişman.tombullaşmak (e.) Tombul duruma gelmek.tomruk (a.) Kesilmiş ağacın kereste olmaya elverişli gövdesi.tomurcuk (a.) 1. Bir bitkinin üzerinde bulunan ve ileride sap, çiçek ya da yaprak verecek olan filiz. 2. Özellikle çiçeği verecek olan gonca.ton (a.) 1. Bin kilogramlık ağırlık birimi.ton (a.) İnsan ya da çalgı sesinin yükseklik ya da alçaklık derecesi. 2. Konuşmada sesin duyguları belirtecek biçimde çıkması.tonga (a.) Hile, düzen.tonoz (a.) 1. Tuğla ve harçla örülmüş tavan örtüsü. 2. Bir kemerin aralıksız devam etmesiyle oluşan örtü biçimi.tonilato (a.) Gemilerin alabileceği yükün ağırlığını belirtmekte kullanılan bir tona eşit ağırlık birimi.tonton (ö a.) Sevimli, hoş kimse.tontonluk (a.) Tonton olma durumu.top (a.) 1. Birçok spor oyunlarında kullanılan yuvarlak nesne. 2. Gülle ya da şarapnel atan ateşli silâh.topaç (a.) 1. Çevresine ip sarılıp birden döndürülen koni biçiminde ucu sivri oyuncak. 2. Kurşun borunun ağzını genişletmek için kullanılan bir tür ağaç tıkaç.topak (a.) 1 Yufka açmak için avuç içinde yuvarlak biçim verilen hamur parçası. 2. Bu biçim verilmiş herhangi bir şey.topal (a.) Ayağındaki bir eksiklik nedeni ile aksayarak yürüyen.topallamak (a.) Aksayarak yürümek.toparlak (a.) Her yanı küre gibi yuvarlak olan.toparlanmak (a.) 1. Bir araya gelip birikmek. 2. Çeki düzen vermek.topatan (a.) Güzel kokulu bir kavun çeşidi.topçu (a.) Topu kullanan asker.toplama (a.) Sayıların toplamını bulma işi.toplanmak (a.) 1- Bir araya gelmek. 2. Toplamını bulmak.toplantı (a.) Bir konuyu görüşmek üzere birçok kimsenin bir araya gelmesi.toplardamar (a.) Kanın vücudun her yanından yüreğe gitmesini sağlayan damar.toplu (ö.a.) Bir arada bulunan.topluluk (a.) Bir araya gelmiş insanların tümü.toplum (a.) Bir arada yaşayan, ortak değerleri bulunan insan topluluğu.toplum bilim (a.) Toplum yaşayışını, gelenek ve göreneklerini inceleyen bilim dalı.toplumsal (ö.a.) Toplumla ilgili.

214

Page 215: Turkce-sozluk

toprak (a.) 1- Üzerinde bitki yetişen yer. 2. Arazi.toptan (a.) Toplu olarak alınan ya da satılan, tümü.toptancı (a.) Toptan mal alıp satan tüccar.topuk (a.) Ayağın toparlakça olan arka bölümü.topuz (a.) Ucu top biçiminde olan eskiden kullanılan bir silâh.topyekün (a.) Eksiksiz olarak, tamamen, büsbütün.toraman (a.) Tombul, iri yapılı, genç irisi.torba (a-) İçine çeşitli şeyler konan büyük kese.torik (a.) Palamut balığının irisi.torna (a.) Ağaç ve maden eşyalara yuvarlak biçim vermede kullanılan makine.tornavida (a.) Vidaları sıkıştırmakta ya da sökmekte kullanılan alet.tornistan (a.) Gemilerin geriye doğru hareket etmesi.torpido (a.) Torpil atan, hızlı giden küçük savaş gemisi.torpil (a.) Savaş gemilerinde sualtı silâhı olarak kullanılan büyük bombatorpillemek (e.) Torpil atmak.tortop (ö a.) Bütünüyle top biçiminde (olan).tortu (a.) 1. Bir çökelme sonucunda bir sıvının dibine çöken katı madde, çökelti. 2. (mec.) Bir şeyin bayağı, işe yaramaz duruma gelmiş olanı.torun (a.) Birine göre çocuğunun çocuğu.tos (a.) Boynuzla ya da alınla vuruş.tosbağa (a.) Kaplumbağa.tost (a.) İçine peynir, sucuk konularak kızartılan sandviç.tosun (a.) Erkek dana.totem (a.) Bazı ilkel topluluklarda tapılan nesne.toy (a.) 1. Genç olduğundan dolayı görgüsü az, becerisi gelişmemiş. 2. Eti lezzetli, leylekten iri bir kuş.toynak (a.) At, eşek gibi hayvanların tırnağına verilen ad.toz (a.) 1. Gözle seçilemeyecek kadar küçük parçacıklar. 2. Rüzgârın yerden kaldırıp savurduğu toprak.tozlu (ö a.) İçinde toz olan.tozluk (a.) Sporcuların giydiği dizden aşağı bacakları sıkan giysi.tozmak (e.) Çok dolaşıp gezmek.tozpembe (a.) Açık pembe.tozsabun (a.) Toz durumuna getirilmiş sabun.tozşeker (a.) Ufak billur biçiminde şeker.tozutmak (e.) Tozu kaldırıp çevreye yaymak, etrafı toza boğmak.töhmet, -ti (a.) 1. Birini işlemediği bir suçun yükü altında bırakma, suçlama. 2. Kabahat.töhmetli (ö a.) 1. Suçlanmış. 2. Kabahatli.tökezlemek (e.) Ayağı takılıp dizüstü çökmek.töre (a.) 1. Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, alışkanlıkların, tutulan yolların tümü. 2. Bir topluluktaki ahlâki davranış biçimleri.tören (a.) Anma, uğurlamaamacıyla yapılan toplantı, törpü (a.) Dişleri kısa bir türtörpülemek (e.) Törpü ile düzeltmek, aşındırmak.tövbe (a.) Bir daha suç işlemeyeceğine ant içme.trafik (a.) Ulaşım yollarının yayalar ve her türlü taşıt araçları tarafından kullanılması, geliş gidiş.trahom (a.) Bulaşıcı bir göz hastalığı.

215

Page 216: Turkce-sozluk

trajedi (a.) Konusunu tarihten alan acıklı tiyatro oyunu.traktör (a.) Tekerlekleri, gevşek arazide tutunmasını sağlayacak biçimde donatılmış, arkasına römork takılabilen motorlu araç.trampet (a.) İki değnekle çalınan küçük davul.tramvay (a.) Raylar üzerinde çalışan, kentlerde toplu taşıma aracı.transfer (a.) 1. Para karşılığında bir kurum ya da kuruluştan başka birine geçme. 2. Sporcunun kulüp değiştirmesi.tren (a.) Bir ya da birkaç lokomotif tarafından çekilen vagonlar dizisi, katar.trent (a.) Akım, eğilim.tribün (a.) Seyirciler için yapılmış merdiven biçiminde açık ya da yarı açık yer.trikotaj (a.) Dokumacılık.trilyon (a.) Bin tane milyar.tufan (a.) Nuh peygamber zamanında dünyanın her yanını su kaplaması felâketine verilen ad.tugay (a.) İki alaydan oluşan askerî birlik.tuğamiral, -li (a.) Deniz ordusunda en küçük dereceli amiral.tuğgeneral, -li (a.) En küçük dereceli general.tuğla (a.) Duvar örmede kullanılan, balçıktan pişirilerek hazırlanmış yapı aracı.tuhaf (ö a.) Alışılmışın dışında, gülünç, anlaşılmaz.tuhafiye (a.) Mendil, çorap, kurdele gibi küçük giyim eşyası ve bunların yapılmasında kullanılan şeyler.tuhafiyeci (ö a.) Tuhafiye eşyası satan.tuhaflaşmak (e.) İlgi çekici duruma gelmek, anlaşılması zor olmak.tulum (a.) 1. Yağ, peynir gibi şeyler konan, içi boşaltılmış hayvan derisinden yapılantunç (a.) Bakır kalay karışımı bir maden.tura (a.) 1. Padişah mührü, tuğra. 2. Halat gibi örülmüş iplik çilesi.turfanda (ö a.) Mevsimin başında ya da mevsimi dışında yetiştirilen meyve ve sebze.turist (a.) Dinlenmek, görmek ve tanımak gibi amaçlarla geziye çıkan kimse, gezgin.turistik (ö a.) 1. Turizmle ilgili olan. 2. Turistlerin gereksinimlerini karşılamak amacı gözeten, turistleri ilgilendirici niteliği olan.turizm (a.) Gezmek, görmek, dinlenmek amacıyla yapılan gezi.turna (a.) Göçebe, başında tel gibi parlayan tüyleri olan iri bir kuş.turne (a.) Tiyatro, spor gruplarının ülkede yaptıkları geziler.turnike (a.) Yolcuların, izleyicilerin birer birer geçmelerini sağlayan düzenek.turnuva (a.) Spor karşılaşmaları.turp, -pu (a.) Kökü yenen bir kış sebzesi.turşu (a.) Tuzlu suda veya sirke içinde bekletilerek hazırlanan bir tür kışlık yiyecek.turuncu (ö a.) Sarıya çalan kızıl renk.turunç (a.) Portakala benzer, sulu, tadı acıya çalan bir meyve.turunçgiller (a.) Turunç, mandalina, portakal gibi meyvelerin genel adı.tuş (a.) 1. Piyano ve yazı makinelerinde parmak vurulan yer. 2. Güreşte sırtın yere gelmesi sonucu yenilgi.tutacak (a.) Sıcak bir nesneyi ya da kabı tutmak için hazırlanmış bez.tutak (a.) 1. Bir şeyin tutulacak yeri. 2. Tutacak.tutam (a.) 1. Avuç içi ya da parmak ucuyla tutulabilen miktar. 2. Az, azıcık, çok az.tutanak (a.) 1. Meclis, mahkeme gibi yerlerde sözlerin olduğu gibi yazıya geçirilmesi işi. 2. Bir durumu saptamak için hazırlanıp imzalanan yazı.tutar (a.) Bir eşyanın parasal değeri.tutarlı (ö a.) Dengeli, çelişkili durumu olmayan.tutkal (a.) Hayvansı maddelerden yapılan bir çeşit yapıştırıcı.tutku (a.) Önlenemeyen aşırı istek.

216

Page 217: Turkce-sozluk

tutkun (ö a.) Bağlanmış.tutmak (e.) 1. Yakalamak. 2. Yanında bulundurmak, alıkoymak.tutsak (a.) Esir.tutturmak (e.) 1. Tutmasını sağlamak. 2. Bir şeye saplanıp kalmak.tutu (a.) Alınan bir borca karşılık güvence olarak, sonra alınmak üzere verilen değerli şey, ipotek.tutucu (ö a.) Geçmişe ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı, değişimden hoşlanmayan.tutuk (ö a.) Çekingen.tutuk evi (a.) Tutukluların kapatıldığı yer, ceza evi.tutuklamak (e.) Yasa gereği özgürlüğünü kısıtlayarak bir yere kapatmak.tutuklu (a.) Suçlu olduğu için tutulup ceza evine kapatılmış olan.tutulmak (e.) Tutulma olayına uğramak (ay ve güneş için.)tutum (a.) 1. Tutulan yol, davranış biçimi. 2. Bir şeyi gereği kadar harcama.tutumlu (ö a.) Harcamada ölçülü davranan.tutumsuz (ö a.) Harcamada gelir ve gideri gözetmeden davranan.tutunmak (e.) 1. Bir şeyi tutup asılmak, dayanmak. 2. Bir çevrede, iş alanında başkalarının saygı, sevgi ve desteğini görmek.tutuşmak (e.) 1. Birbirini tutmak. 2. Alev alıp yanmaya başlamak.tuvalet, -ti (a.) 1. Yıkanma, traş olma, giyinme işi. 2. Özel gecelerde giyilen kadın giysisi. 3. Ayak yolu.tuz (a.) Yemeklere katılan beyaz madde.tuzak (a.) 1. Yabanî hayvanları yakalamak için hazırlanan düzenek. 2. Birini zor duruma düşürmek için hile ile düzen kurmak.tuzla (a.) Deniz suyundan tuz çıkarılan yer.tuzlama (a.) 1. Tuzlamak işi. 2. Bir çeşit işkembe çorbası.tuzlu (ö a.) 1. Çok tuzlu olan. 2. Parası çok yüksek olan.tuzluk (a.) Tuz kabı.tüberküloz (a.) Verem.tüccar (a.) 1. Ticaret yapan, ticaretle uğraşan kimseler. Tacirler.tüfek (a.) Uzun namlulu, omuzda taşınan bir ateşli silâh.tükenmek (e.) 1. Bitmek, sona ermek, artık kalmamak. 2. (mec.) Güçsüzleşmek, bitkinleşmektükenmez kalem (a.) içi mürekkeple dolu bir çeşit kalem.tüketici (ö a.) Mal ve hizmetlerden yararlanan, satın alıp kullanan, tüketen kimse.tüketim (a.) 1. Tüketmek işi. 2. Üretilen veya yapılan şeylerin kullanılıp harcanması.tükürmek (a.) Tükürüğü dudaklar arasından dışarı atmak.tükürük (a.) Tükürük bezlerinin ağza akan salgısı.tül (a.) Çok ince ve seyrek dokunmuş kumaş.tülbent (a.) Pamuktan, ince ve seyrek dokunmuş yumuşak bez.tüm (a.) Bir şeyin olancası, bütünü, topu.tümamiral, -li (a.) Deniz ordusunda tümgenerale eşit rütbe.tümce (a.) Cümle.tümden (b.) Tümüyle, bütünüyle.tümel (ö a.) Belli bir sınıfa bağlı bireylerin hepsini içine alan; bütün kapsamıyla alınmış olan.tümen (a.) Tugaydan büyük askerî birlik.tümgeneral, -li (a.) Orduda tuğgeneralden sonraki askerî aşama.tümleç (a.) 1. Tümleyen şey. 2. Genellikle eylemin anlamını çeşitli yönlerden tamlayan bütünleyen söz. Mef'ul. tümör (a.) Ur. tümsek (a.) Küçük tepe. tün (a.) Gece.

217

Page 218: Turkce-sozluk

tünaydın (a.) Akşamları söylenen selâmlama sözü. tünek (a.) Kuşların ve kümes hayvanlarının tünedikleri yatay sırık.tünel (a.) 1. Bir yandan öbür yana geçebilmek için yer altında açılan yol. 2. Çevresi kapalı yol.tünemek (e.) 1. (kuşlar, evcil kanatlılar) Uyumak için bir dala ya da sırığa konmak. 2. (tabure, yüksekçe iskemle vb. üzerine) Oturmak.tünmek (nsz.) Hava kararıp gece olmak.tüp (a.) Bir yanı kapalı cam boru.tür (a.) Cinslerin ayrıldığı bölüm, çeşit.türbe (a.) İçinde ünlü kişilerin bulunduğu kapalı ya da yarı kapalı mezar.türdeş (ö a.) Aynı türden olan. .türemek (e.) Ortaya çıkmak, görünmek.türetmek (e.) Ortaya çıkarmak.Türkçe (a.) Ural-Altay dil ailesinden gelen Türk dili, Türkiye Türkçesi.Türklük (a.) 1. Türk olma durumu. 2. Türk topluluğutürkuaz (a.) 1. Yeşile çalan mavi renkte değerli bir taş, firuze. 2. (ö a.) Bu renkte olan.türkü (a.) Hece ölçüsüyle söylenmiş, halk ezgileriyle bestelenmiş şiir.türlü (ö a.) 1. Çok çeşitli özelliği olan, çeşit çeşit. 2. Çeşit ya da çeşitleri toplayan daha geniş bir bölüm.tütmek (e.) Duman çıkarmak.tütsü fa; 1. Yakıldığında güzel koku veren madde. 2. Bir şey yakarak ortalığa duman verme.tütsülemek (e.) Bir şeyi tütsüden geçirmek.tüttürmek (e.) Duman çıkartmak.tütün (a.) Yapısında nikotin bulunan, yaprakları işlenerek sigara yapılan bitki.tüy (a.) 1. Kuşların vücudunu örten, insan ve hayvan derisi üzerinde bulunan ince kıl. 2. Kimi bitki ve meyvelerle kimi dokumalar üzerinde görülen ince, kısa, yumuşak ve sık uzantılar.tüylenmek (e.) Derisinde kıl çıkmak.tüyme (a.) Tüymek işi ya da durumu.tüymek (nsz.) Kaçmak.tüysüz (ö a.) Henüz bıyığı, sakalı çıkmamış genç.tüze (a.) Hukuk.tüzel (ö a.) 1. Tüze ile ilgili, hukukî. 2. Hükmî.tüzel kişi (a.) Hükmi varlık, şahsiyet.tüzük (a.) Herhangi bir kurumun ya da örgütün tutacağı yolu ve uygulayacağı hükümleri sırasıyla gösteren maddelerin tümü.

U u

u, U Türk alfabesinin yirmi beşinci harfi, kalın, dar, yuvarlak ünlüdür.uca (a.) Kuyruk sokumu kemiği-ucube (a.) Çok acayip, şaşılacak kadar çirkin olan şey.ucun ucun (b.) Uç uca, ucu ucuna, azar azar.ucu ucuna (b.) Ancak.ucuz (ö a.) 1. Fiyatı yüksek olmayan, düşük fiyatlı. 2. mec. Az emekle elde edilen.ucuza (a.) Ucuz olarak, ucuz bir biçimde.ucuzcu (ö a.)\. Malını ucuza satan. 2. Her şeyin ucuzunu arayan.ucuzlamak (nsz.) 1. Fiyatı inmek. 2. (mec.) Kolayca elde edilir ve duyulur olmak.ucuzluk (a.) Ucuz olma durumu.

218

Page 219: Turkce-sozluk

uç (a.) 1. Genellikle uzun bir nesnenin incelerek biten son ve sivri noktası. 2. Uzun bir şeyin baş ya da son noktası. 3. Bir yerin en kenarda kalan bölümü.uçak (a.) Kanatlarının altına havanın yaptığı basınç yardımıyla yükselip ilerleyebilen motorlu hava taşıtı.uçaksavar (a.) Hava hedeflerine karşı kullanılan silâhlara verilen ad.uçan top (a.) Ağla ikiye bölünmüş bir alanda, altışar kişilik iki takım arasında, elle oynanan bir top oyunu, voleybol.uçarı (ö a.) 1. Ele avuca sığmaz. 2. Kendini çeşitli eğlencelere vermiş.uçarılık, -ğı (a.) Uçarı olma durumu.uç beyi, -ni (a.) Uçların sivil ve askerî yönetiminden sorulu olan görevli.uçkur (a.) Şalvar ve iç donunu bele bağlamak ya da torba, kese ağzını büzmek için bunlara geçirilen bağ.uçkurluk (a.) 1. Şalvarın uçkur geçirilen bölümü. 2. Bayrağın ip geçirilen beyaz renkli kenarı.uçmak (e.) 1. (kuş vb: için) Hareketli kanatlan yardımıyla havada düşmeden durmak, havada yol almak. 2. (uçak vb. için) Özel mekanizma ile yerden yükselmek, havada yol almak. 3. Gaz veya buhar durumuna geçmek.uçsuz (ö a.) Ucu olmayan.uçsuz bucaksız (ö a.) 1. Sonu görülmeyecek kadar geniş olan. 2. Çok fazla, pek çok.uçtan uca (b.) Bir baştan bir başa.uçucu (ö a.) Gaz durumuna gelip uçabilen madde.uçuk, -ğu (a.) Dudak kenarlarında görülen bir deri hastalığı.uçurmak (e.) 1. Uçmasını sağlamak. 2. Kesip ayırmak.uçurtma (a.) Çeşitli biçimlerde renk renk kâğıtlarla yapılan ip takarak uçurulan oyuncak.uçurum (a.) 1. Dik, derin yamaç. 2. Büyük fark, ayrılık. 3. mec. Felâketli sonuç.uçuş (a.) Uçma işi.uçuşmak (e.) 1. Hep birlikte uçmak. 2. Havada gidip gelerek dolaşmak.ufacık (ö a.) Çok küçük.ufak, -ğı (ö a.) 1. Boyutları olağandan küçük. 2. Yaşça daha küçük olan. 3. (mec.)Önemsiz, çok acı.ufaklık (a.) Küçük çocuk anlamında kullanılır.ufalamak (e.) Ezerek veya kırarak küçük parçalara ayırmak.ufalmak (e.) Büyük iken küçük duruma gelmek.ufku dar (ö a.) Uzağı göremeyen, bakış açısı geniş olmayan.ufku geniş (ö a.) Uzağı görebilen, bakış açısı geniş.uflamak (e.) Acı, sızı duyarak "Uf!" demek.ufuk, -ku (a.) Gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü çizgi-uğrak, -ğı (a.) Çok uğranılan yer.uğramak (e.) 1. Bir yeri kısa süre için ziyaret etmek. 2.Kötü bir durumla karşılaşmak.uğraş (a.) 1. Bir insanın yaptığı iş ya da meslek 2. Bir güçlüğü yenmek için gösterilen sürekli çaba.uğraşmak (e.) Zamanının büyük bir bölümünü bir işe vermek.uğrunda (b.) Yolunda.uğuldamak (e.) Sürekli rahatsız eden boğuk ve kalın ses çıkarmak.uğultu (a.) Uğuldama sesi.uğur (a.) Bazı olaylarda görülen ve insana iyilik getirdiğine inanılan belirti veya bazı nesnelerde var olduğuna inanılan iyilik kaynağı.uğurlamak (e.) Birini yolcu etmek.uğurlu (ö a.) İyilik, şans getirdiğine inanılan.uhrevî (a.) Öbür dünya ile ilgili.

219

Page 220: Turkce-sozluk

ukalâ (a.) Her şeyi bilir görünen.ulaç (a.) Belirteç olarak kullanılan eylem soylu sözcük.ulak (a.) Haberci, haber veren kimse.ulama (a.) 1. İki şeyi birbirine bağlama. 2. Ünsüzle biten bir sözcükten sonra ünlü ile başlayan bir sözcüğü birleştirerek tek sözcükmüş gibi okuma.ulaşım (a.) İki yer arasında gidiş geliş işi.ulaşmak (e.) 1. Varmak. 2. Uzanmak, yetişmek.ulaştırma (a.) İnsanların, bitki ve hayvan ürünlerinin bir yerden başka bir yere taşınması işi.ulema (a.) Bilginler.ulu (ö a.) Erdemleri bakımından çok büyük, yüce.ulufe Osmanlılarda kapıkulu askerlerine, saray ve devlet kuruluşlarındaki görevlilere üç ayda bir verilen ücret.ulumak (e.) Uzun uzun, sinir bozucu sesler çıkarmak (kurt ve köpek için).ulu orta (a.) Bir şeyin aslını bilmeden düşünüp tartmadan, çekinmeden, açıktan açığa.ulus (a.) Ortak dil, ülkü, tarih bilincine sahip insan topluluğu, millet.ulusal (ö a.) Ulusla ilgili.uluslar arası (5 a.) Birçok ulusu ilgilendiren, birçok ulus arasında yapılan.ulvî (ö a.) Yüce.ulviyet (ö a.) Yücelik.umacı (a.) Küçük çocukları korkutmak için uydurulmuş düşsel varlık.umar (a.) Çıkar yol, çare.umarsız (ö a.) Çıkar yolu olmayan, çaresiz.ummak (e.) Bir şeyin olmasını istemek, beklemek.umman (a.) Okyanus.umre (a.) Hac mevsimi dışında Kabe'yi ve Mekke'nin öbür kutsal yerlerini ziyaret etme.umumî (ö a.) Genel.umursamak (e.) Önemsemek, önem vermek.umut (a.) Ummaktan doğan güven duygusu.umutlanmak (e.) Bir beklentinin gerçekleşmesini umutla beklemek.umutlu (ö a.) Beklentisinin gerçekleşeceğine umudu olan.umutsuz (ö a.) Gerçekleşmesi, iyi olması mümkün olmayan.un (a.) Öğütülerek toz durumuna getirilmiş tahıl.unsur (a.) Öğe.unutkan (ö a.) Bir şeyi belleğinde tutamayan, çok unutan, unutma huyu olan.unutmak (e.) Bilinen bir şeyi akıldan çıkarmak, akla getirememek.unutulmak (e.) Akıldan çıkmak.unvan (a.) Bir kimsenin işi, mesleği ya da toplum içindeki durumu ile ilgili olarak kullanılan ad, san.upuzun (ö a.) Çok uzun.ur (a.) Organlarda oluşan ve büyüyen hastalık niteliğindeki yumru, tümör.Uranüs (a.) Güneş'e uzaklık sırasında yedinci olan gezegen.urba fa.; Giysi.urgan (a.) Keten, kenevir, pamuk gibi türlü dokuma maddelerinden yapılan ince halat.us (a.) Akıl.usanç (a.) Bıkkınlık, usanma.usandırmak (e.) Bıktırmak.usanmak (e.) Tekrarlanması, uzun sürmesi dolaysıyla bir şeyden hoşlanılmaz veya sıkılır duruma gelmek, bıkmak, bezmek.usare (a.) Özsu.usa vurma (a.) Akıl süzgecinden geçirmek.

220

Page 221: Turkce-sozluk

usa vurmak (e.) Bir konuyu zihinde iyice düşünüp inceleyerek karar vermek.uskumru (a.) Lüferden küçük bir deniz balığı.uslanmak (e.) Akıllanmak.uslu (ö a.) Akıllı, yaramaz olmayan.uslu uslu (b.) Uslu bir biçimde, uslu olarak.usta (ö a.) Bir mesleği iyice öğrenmiş kimse.ustabaşı (a.) Yanında birçok usta çalıştıran usta.ustalaşmak (e.) Bir işi yapmakta usta olmak.ustalık (a.) 1. Usta olma durumu. 2. Beceriklilik.ustura (a.) Tıraş olmaya yarayan bir çeşit bıçak.usul, -lü (a.) Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, yöntem.usulca (b.) Belli etmeden, kimseye duyurmadan.usulsüz (ö a.) Kurala, yasaya uygun olmayan.uşak (a.) 1. Çocuk. 2. Bazı bölgelerde erkek anlamında kullanılır. 3. Erkek hizmetçi.ut (a.) İri karınlı, kirişli, bir çeşit çalgı.utanç (a.) Utanılacak davranış.utandırmak (e.) Utanmasını sağlamak.utangaç (ö a.) Sıkılgan, çekingen.utanmak (e.) Kötü bir davranıştan dolayı kendini ayıplamak.utku (a.) Birçok emek ve tehlikeli uğraşmalar pahasına erişilen mutlu sonuç, yengi, zafer.utmak,-ar (e.) Yenmek.uyak (a.) Şiirde dize sonlarındaki ses benzerliği.uyandırmak (e.) Uyanmasını sağlamak.uyanık (ö a.) 1. Uyanmış. 2. Ne yaptığını bilen, aklı başında.uyanış (a.) Uyanmak eylemi ya da biçimi.uyanmak (e.) 1. Uykudan kalkmak. 2. Aklı başına gelmek.uyar (a.) Benzer, uygun.uyaran (a.) 1. Uyarma işini yapan kimse. 2. Bir uyarım, bir tepki meydana getiren herhangi bir güç, uyarıcı.uyarı (a.) Birinin bir konuda dikkatini çekme.uyarmak (e.) Birinin dikkatini bir konuya çekmek.uydu (a.) Bir gezegenin çevresinde bulunan, gezegenin çekim alanında bulunup onun etrafında dönen gök cismi.uydurma (a.) 1. Uydurmak işi. 2. Uydurulmuş, yalan, sahte, asılsız, düzme.uygar (ö a.) 1. Fikir, sanat ve endüstri alanlarında çok büyük bir gelişme göstermiş olan. 2. (insan) Kültürlü, eğitimli, görgü kurallarına uyan.uygarlaşmak (e.) Uygar olmak.uygarlık (a.) İnsanlığın günümüzdeki ileri yaşama biçimi. uygulamak (e.) Gereğini yerine getirmek.uygun (a.) 1. Yakışır. 2. Elverişli.uygunluk (a.) Bir bütünü oluşturan bölümlerin birbirine uyması.uygunsuz (ö a.) Uygun olmayan, uygun düşmeyen.uyku (a.) 1. Dış uyarılara karşı bilincin, tümden ya da bir bölümünün yittiği, tepki gücünün zayıfladığı ve her türlü etkinliğin büyük ölçüde azaldığı dinlenme durumu. 2. Dinlenme durumunda geçen süre.uyluk (a.) Bacağın kalçadan dize kadar olan bölümü.uymak (e.) 1. isteğe ve kurala göre davranmak. 2. Birinin arkasından gitmek.uyruk (a.) Bir devletin egemenliği altında yaşayan.uyruklu (ö a.) Bir ülkenin uyruğunda olan.uysal (ö a.) Başkalarına kolayca uyabilen, sözlerini dinleyip karşı gelmeyen, yumuşak başlı.

221

Page 222: Turkce-sozluk

uyuklamak (e.) Oturduğu yerde uyumaya başlamak.uyum (a.) Bütünü oluşturan parçalar arasındaki uygunluk.uyumak (e.) Uykuda olmak.uyurgezer (ö a.) Uykusu sırasında konuşan, yürüyen (kimse).uyuşmak (e.) 1. Çeşitli nedenlerle vücudun bir bölgesinde hareketin ve duyumun azalması. 2. Anlaşmak.uyuşturucu (ö a.) Uyuşturma niteliği olan madde.uyuşuk (ö a.) Hareket edemez, duyamaz duruma gelmiş, uyuşmuş.uyuz (a.) Belirtileri kaşıntı ile ortaya çıkan bulaşıcı bir deri hastalığı.uzak (ö a.) 1. Gidilmesi uzun zaman alan yer. 2. Birbiri ile yakın ilişkisi olmayan.uzaklaşmak (e.) Bir yerden, bir şeyden, bir kimseden ayrılarak uzaklara gitmek.uzaklık (a.) İki yer arasındaki açıklık.uzaktan uzağa (b.) Yakınlık derecesi az olarak.uzamak (e.) 1. Uzun olmak. 2. Belirtilen süreden daha uzun sürmek.uzana uzana (b.) Uzanarak, uzanmış bir biçimde.uzanmak (e.) Boylu boyunca yatmak.uzantı (a.) Bazı şeylerin bir yerinde oluşan uzamış bölüm.uzatmak (e.) 1. Uzamasına neden olmak. 2. Bir şeyi birine vermek için yönelmek.uzay (a.) 1. Bütün varlıkların içinde bulunduğu sonsuz boşluk. 2. Bütün gök cisimlerinin içinde bulunduğu sonsuz boşluk. Feza.uzlaşmak (e.) Aralarındaki düşünce ve çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşmak, karşılıklı anlaşmak.uzman (a.) Belli bir işte, bir konuda bilgi, görüş ve becerisi olan kimse.uzmanlık (a.) Uzman olma durumu, uzmanın görevi.uzun (ö a.) 1. İki ucu arasında fazla uzaklık olan. 2. Başlangıcı ile bitimi arasında fazla zaman aralığı olan.uzun atlama (a.) Vücudun, bacakların sıçrama gücü ile yerden kesilerek alabildiğine uzağa konması.uzunluk, -ğu (a.) 1. Bir şeyin bir uçtan öbür uca kadar olan uzaklığı. 2. İki nokta arasındaki yer aralığının ölçümü. 3. Bir yüzeyin iki temel boyutundan en büyük olanı, boy, "en" karşıtı.uzun uzadıya (a.) Uzatarak, derinleştirerek, genişleterek, ayrıntılarıyla.uzun uzun (b.) 1. Çok uzun, uzun süre, uzun olarak, uzunca. 2. Uzatarak.uzuv, -zvu (a.) Organ, üye.

Ü ü

ü, Ü Türk alfabesinin yirmi altıncı harfi, ince, dar, yuvarlak ünlüdür.ücra (ö a.) Çok uçta, kenarda ya da uzakta bulunan.ücret, -ti (a.) Bir emeğe karşılık olarak verilen para.ücretli (ö a.) Ücretle çalıştırılan kimse.üç (ö a.) İkiden sonra gelen sayının adı ve bu sayıyı gösteren rakam.üçayak, -ğı (a.) 1. Fotoğraf makinesi, televizyon kameraları gibi aletlerin üzerine oturtulduğu üç ayaklı düzen. 2. Sacayağı. 3. Bir halay türü.üçer beşer (b.) Üçü beşi bir arada.üç boyutlu (a.) Eni, boyu ve derinliği olan.üçgen (a.) Üç kenarı, üç açısı ve üç köşesi bulunan geometrik biçim.üçlü (ö a.) Uç taneden oluşan küme, grup.üçüncü (a.) Sıralamada yeri ikinciden sonra gelen.

222

Page 223: Turkce-sozluk

üçüz (a.) Bir anadan bir doğumda doğan üç çocuk.üdeba (is.) Yazarlar, edipler.üflemek (e.) Dudakları bükerek, bir çalgıya, balona ya da başka şeylere hava vermek.üflemeli (ö a.) Üfürerek çalınan çalgı.ufunet (is.) 1. Cerahat, irin. 2. Pis koku.üfürmek (e.) Üflemek.üfürükçü (a.) Okuyup üfürerek hastalıkları iyileştirdiğini ileri süren sahtekâr.üleş (a.) Pay.üleşmek (e.) Paylaşmak.üleştirmek (e.) Pay ederek dağıtmak, bölüştürmek.ülfet (is.) 1. Alışma, kaynaşma. 2. Tanışma, görüşme. 3. Dostluk, ahbaplık.ülke (a.) Bir devletin egemenliği altında olan toprakların bütünü, yurt.ülkü (a.) Ulaşılmak istenen, ulaşmak için özveriden kaçınılmayan yüce amaç.ülkücü (a.) Bir ülküye bağlı olan.ülser (a.) Mide ve onikiparmak bağırsağında görülen, kapanması güç yara.ültimatom (a.) Bir devletin bir başka devlete yazılı olarak verdiği kesin istek.ültrason (is.) İnsan kulağının alamayacağı nitelikte olan yüksek frekanslı ses titreşimi.ültraviyole (is.) Mor ötesi.ülûhiyet (a.) İlahlık vasfı.ümit (a.) Gerçekleşme şansı olma durumu.ümitlenmek (e.) Gerçekleşeceğinden umutlu olmak.ümitli (ö a.) Umutlu.ümmet, -ti (a.) Bir peygambere inanan insanların tümü.ümmi (is.) Okuma yazması olmayan.ümran (is.) Bayındırlık.ün (a.) 1. Çevresinde olumlu nitelikleri ile tanınma durumu, şöhret. 2. Ses, seda.üniforma (a.) Aynı işi yapanların giydiği tek tip elbise.ünite (a.) Bir bütünü oluşturan bölümlerin her biri.üniversite (a.) Birçok fakültelerden oluşan yüksek eğitim kurumu.ünlem (a.) 1. Duyguları etkileyici, çarpıcı bir biçimde anlatan söz. 2. Bu sözlerin dilbilgisindeki adı.ünlemek (e.) Seslenmek.ünlü (ö a.) 1. Herkesçe tanınan, bilinen. 2. Ses yolundan engele çarpmadan çıkan ses, bu sesin alfabedeki karşılığı.ünsüz (ö a.) 1. Fazla tanınmayan. 2. Ses yolundan engellere çarparak çıkan sesler ve bu seslerin alfabedeki karşılığı.üre (a.) Böbreğin kandan ayırdığı, azotlu besinlerin vücutta yanmasıyla oluşan, erimiş bir durumda sidikle dışarı atılan azotlu madde artığı, üremek (e.) (canlılar için) Doğup çoğalmak. Türemek. üreteç (a.) Herhangi bir enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren aygıt.üretici (ö a.) Üretim yapan, üretim işiyle uğraşan. üretim (a.) 1. İnsanların, hayvan ve topraktan ürün sağlama etkinliği. 2. Bu etkinlikler sonucu elde edilen nesneler. üretken (ö a.) Üretme gücü olan, çok üreten. üretmek (e.) 1. Çoğaltmak (canlılar için). 2. Doğal kaynakları çeşitli işlerde kullanılabilir duruma getirmek. ürik asit (is.) Suda çok az eriyen, asit ve nötr tuzlar oluşturan asit.ürkek (ö a.) Çekingen, sıkılgan.ürkmek (a.) 1. Bir şeyden korkup birden sıçramak. 2. Şaşkınlık ve korku duymak.ürkütmek (e.) Korkmasına, ürkmesine neden olmak.

223

Page 224: Turkce-sozluk

ürpermek (e.) Bir korku sonucu tüyleri kabarmak.ürümek (e.) Ulumak, havlamak (köpek, kurt için söylenir).ürün (a.) 1. Üretim sonucu elde edilen. 2. Yapıt, eser.üryan (is.) Çıplak.üs, -ssü (a.) Askerî bir amaçla merkez seçilip çeşitli donanımla hazırlanmış yer.üslûp (a.) Kendine özgü anlatım biçimi.üst, -tü (a.) 1. Bir şeyin yukarıya doğru olan bölümü. 2. Bir kurumda ya da kuruluşta kendisinden daha yüksek derecede bulunan görevliler.üstad (a.) Bilim ve sanat alanında engin bilgisi ve deneyimlerinden dolayı, saygı gösterilen kimse.üsteğmen (a.) Orduda teğmenden sonraki rütbe.üstelemek (e.) Israr etmek.üstelik (b.) Fazlaca, yetmiyormuş gibi.üst geçit (a.) Trafik akışını hafifletmek için bir yolun üstünden geçirilen geçit.üstlenme (a.) Bir şeyi üzerine alma.üstübeç (a.) Boyacılıkta kullanılan bir çeşit toz.üstün (ö a.) Benzerleri arasında daha yüksek derecede olan.üstünkörü (ö a.) Gelişigüzel, özen gösterilmeden.üstünlük (a.) Üstün olma durumu.üstüpü (a.) Gemi temizlemede kullanılan keten, kenevir ile yapılan bez, ip.üşengeç (ö a.) Çok tembel.üşenmek (e.) Bir işi yapmak istemekten tembellikten dolayı kaçınmak.üşümek (e.) Soğuktan dolayı rahatsız olmak.üşüşmek (e.) Bir yere toplanmak.üşütmek (e.) 1. Üşümesine neden olmak. 2. Üşüyüp hasta olmak, soğuk almak.üşütük ö a.) Aklını yitirmiş, saçmalayan kimse.ütmek,-er (e.) 1. Ateşten ya da yüksek bir ısıdan geçirmek. 2. Bir şeyi, tüylerini yakmak için ateşten geçirmek. 3. Oyunda, kumarda kazanmak.ütopya (a.) Gerçekleştirilmesi olanaksız tasarı ya da düşünce, hayal.ütü (a.) Giysilerin buruşukluğunu gidermek için kullanılan alet.ütülemek (e.) Giysilerin buruşukluğunu, kırışıklığını gidermek.üvendire (a.) Çift öküzlerini yürütmek için kullanılan, ucuna sivri demir çivi çakılmış uzun değneküvey (ö a.) Yalnız yasalarca akraba sayılan, öz olmayan, üvez (a.) Muşmulaya benzeyen bir yemiş.üye (a.) Bir topluluğu oluşturan bireylerin her biri. üyelik, -ği (a.) Üye olma durumu.üzengi (a.) Eyerin iki yanında asılı bulunan, hayvana binildiğinde ayakların basmasına yarayan, altı düz demir halka.üzere (b.) 1. Erek anlatır. 2. Koşul anlatır. 3. Yakın olayı, yakınlaşmayı anlatır. üzeri (a.) 1. Bir şeyin yukarı, göğe doğru olan yanı. 2. Bir şeyin görülen yanı, yüzü. 3. Bir şeyin dış yüzü, yüzey. üzerinde (e.) 1. Üstünde. 2.....ile ilgili.üzerine (b.) 1. Üstüne. 2. İlgili, ilişkin. üzgü (a.) Yersiz ve gereksiz olarak çektirilen sıkıntı. üzgün (ö a.) Üzülmüş, üzüntü duymuş, neşesiz, tasalı, gamlı.üzgünlük, -ğü (a.) Üzgün olma durumu, neşesizlik. üzlük (a.) Topraktan yapılmış, kulpsuz, küçük çömlek, üzmek (a.) Üzülmesine neden olmak.üzücü (a.) Üzüntü veren,

224

Page 225: Turkce-sozluk

üzülme (a.) Üzüntü duyma, üzülmek (e.) 1. Üzmek eylemine konu olmak. 2. Üzüntü duymak, kaygılanmak, üzüm (a.) Asmanın taze ya da kuru olarak yenilen ve salkım durumunda bulunan meyvesi.üzüm (b.) Üzmek ve üzülmek eylemlerine getirilerek bunların anlamı pekiştirilir.üzünç (a.) Üzüntü. üzüntü' (a.) Olması istenmeyen olaylardan doğan ruh tedirginliği.üzüntülü (ö a.) 1. Üzüntüsü olan, acılı. 2. Üzüntü veren. üzüntüsüz (ö a.) 1. Üzüntüsü olmayan, sıkıntısız, acısız. 2. Üzüntü vermeyen.

V v

v, V Türk alfabesinin yirmi yedinci harfi, diş-dudak ünsüzüdür.vaat, -di (a.) Bir işi yerine getirmek için verilen söz.vaaz (a.) 1. Cami, mescit gibi yerlerde yapılan dinsel içerikli konuşma. 2. Bir kimseye kalbini yumuşatacak, kendisini iyiliğe götürecek biçimde söz söyleme.vacip, -bi (a.) Yapılması gerekli olan.vade (a.) Bir işin yapılması, bir borcun ödenmesi için verilen süre.vadeli (ö a.) Süresi sınırlanmış.vadesiz (a.) Süresi sınırlanmamış olan.vaat etmek (e.) Bir işi yerine getireceğine söz vermek.vadi (a.) İki dağ arasındaki geçit, koyak.vaftiz (a.) Hıristiyan dininde, ilk günahı silmek ve Hıristiyanlaştırmak amacıyla yeni doğan çocuğa yapılan işlem.vagon (a.) Yük ve yolcu taşımacılığında kullanılan, lokomotiflerin çektiği demir yolu arabası.vagonet (a.) Küçük vagon.vah (ö.) Acıma, yakarma anlatır.vaha (a.) Çöl ortasında su bulunan yeşil alan.vahdet,-ti fo) Birlik.vahim (ö a.) Ağır, korkulu, çok tehlikeli.vahiy (a.) Allah'ın peygamberlerine emirlerini bildirme yolu. Cebrail adlı melek tarafından ilahî bilgilerin peygambere aktarılması.vahşet, -ti (a.) 1. Yabanî olma durumu. 2. Korku, üzüntü. 3. Issızlık, yalnızlık.vahşi (ö a.) Evcil olmayan, yabanî.vaiz (ö a.) Dinsel öğüt veren kimse.vaka (a.) Olay, hâdise.vakanüvis (a.) Osmanlı Devleti'nde zamanın olaylarını belirlemek ve yazmakla görevli devlet tarihçisi.vakar (a.) Ağırbaşlılık, vakarlı (ö a.) Ağırbaşlı. akarsız (ö a.) Ağırbaşlı olmayan, onursuz. vakıa (a.) 1. Olay. 2. Gerçi, her ne kadar, ... ise de. vakıf, -kfı (a.) 1. Bir mal ve mülkün gelirlerini hayra harcamaya tahsis etmek. 2. Durma.vakit (a.) 1. Zaman. 2. Bir işe ayrılmış veya bir iş için alışılmış saatler. 3. Çağ. 4. Geçim durumu, zenginlik. vaktiyle (b.) Bir zamanlar. vali (a.) Bir ilin en yüksek yönetim görevlisi.

225

Page 226: Turkce-sozluk

valide (a.) Anne. valiz (a.) Küçük bavul. vampir (a.) 1. Kan emici büyük yarasa. 2. Hortlak. vana (a.) Su borularında suyun akıp akmamasını sağlayan anahtar.vanilya (a.) Beyaz çiçekli, kokulu küçük bir bitki ve bu bitkinin tatlılara konan meyvesi.vantilatör (a.) Elektrikle çalışan, pervanesinin dönmesiyle hava akımı oluşturan aygıt.vantuz (a.) Deri üzerine yapıştırılıp çekip emmeye yarayan şişe vb. alet. vapur (a.) Su buharının gücüyle çalışan gemi. var (ö a.) 1. Evrende, düşüncede yer alan, yok karşıtı. 2. Elde bulunan her şey. vargele (a.) Bir şeyi, bir yerden bir yere çekerek getirip götürmeye yarayan halat. varak (a.) 1. Yaprak. 2. Yazılı kâğıt. 3. Altın, gümüş ya da başka madenleri döverek oluşturulan incecik yaprak, vardiya (a.) Nöbetleşe çalışma. varidat (a.) 1. Akla gelen, içe doğan düşünce. 2. Gelir. varil (a.) Çoğunlukla sıvı maddeleri koymak için kullanılan, metalden yapılmış, silindir biçiminde, üstü kapalı kap. .varis (a.) Toplardamar genişlemesi hastalığı. vâris (a.) Kendisine miras düşen.varlık, -ğı (a.) 1. Var olma durumu. 2. Mal, mülk, zenginlik, varlıklı (ö a.) Zengin.varmak (e.) Gidilen yere, ulaşılmak istenen amaca ulaşmak.varoş (a.) Büyük kentlerin kenar semtleri.varsayım (a.) Bazı olayları açıklamak için düşünülüp ileri sürülen düşünce.varta (a.) Tehlikeli durum.vasat,-ti (ö a.) Orta.vasıf, -sfı (a.) Nitelik.vasıta (a.) Araç.vasi (ö a.) Yetim çocuğun ya da zekâ özürlünün malını yöneten.vasistas (a.) Pencerelerin, kapıların ayrıca açılıp kapanan küçük bölümlerivasiyet (a.) Ölen birinin ölmeden önce birine söylediği ya da yazdırdığı dilek ve istekler.vasiyetname (a.) Vasiyetin yazılı olduğu belge.vatan (a.) Yurt.vatandaş (a.) Aynı vatanda yaşayan kimseler.vatman (ö a.) Tramvay sürücüsü.vay (a.) Şaşırma, acı gibi duyguları belirten söz.vazelin (a.) Petrolden çıkarılan bir çeşit yağ.vazgeçmek (e.) Bir işten ya da istekten geri dönmek.vazife (a.) Ödev, görev.vaziyet, -ti (a.) Durum.vazo (a.) içine çiçek konulan süs eşyası.ve (ba.) Sözcükleri ve söz kümelerini birbirine bağlar.veba (a.) Fare ve pirelerden insana geçen, öldürücü bir hastalık.veciz (ö a.) Kısa ve anlatımı etkili (söz).vecize (a.) Söyleyeni bilinen özlü söz.veda (a.) iyi dileklerde bulunarak ayrılma.vedalaşmak (e.) Veda edip ayrılmak.vefa (a.) Sevgide, dostlukta sürekli olma durumu.vefakâr (ö a.) Dostluğu, sevgiyi unutmayan.vefat, -ti (a.) Ölüm.vehim (a.) Kuruntu.vekâlet, -ti (a.) Vekillik.

226

Page 227: Turkce-sozluk

vekâletname (a.) Vekil olduğunu gösteren belge.vekil (a.) Bir işi başkası adına üstlenen.velet (a.) Oğlan çocuk.veli (a.) Çocuğun durum ve davranışından sorumlu olan kimse.veliaht (a.) Bir hükümdardan sonra tahta geçmeye aday olan.velvele (a.) Gürültü, bağrışma, patırtı.Venüs (a.) Güneş'e yakınlığı ikinci sırada olan gezegen, veranda (a.) Camlı taraça. veraset (a.) Atalardan, dedelerden çocuklara geçen manevî miras, kalıtım. verecek (a.) Birine verilmesi, ödenmesi gereken borç. verem (a.) Daha çok akciğerde oluşan, bulaşıcı bir hastalık.verese (a.) Bir mirasta hakkı olan.veresiye (b.) Parası daha sonra ödenmek koşuluyla yapılan alış veriş. verev (ö a.) Bir köşeden karşı köşeye kesilmiş ya da katlanmış olma durumu. vergi (a.) Devletin hizmetleri yapabilmesi, yükümlülüklerini yerine getirmesi için yurt-taşlardan yasalar çerçevesinde aldığı para.veri (a.) Sonuca ulaşmak için toplanan belge ve bulgular. verici (ö a.) Elektromanyetik dalgalar yardımı ile ses ve görüntüyü alıp yansıtan aygıtlara verilen genel ad. verim (a.) Çalışılan, üretilen bir şeyin verdiği sonuç. verimli (ö a.) Verimi çok olan. verimsizfd a.) Verimi az olan. veriş (a.) Vermek eylemi ya da biçimi.veriştirmek (a.) Ağzına geleni söyleyip küfretmek, vermek (a.) Kendinin olan bir şeyi başkasına sunmak. vernik (a.) Sürüldüğü yeri koruyan ve parlatan bir çeşit cila.vesika (a.) Belge. vesile (a.) Neden, vestiyer (a.) Palto, şapka, baston gibi şeylerin asıldığı yer.vesvese (a.) Kuruntu. veteriner (a.) Hayvan hastalıkları doktoru.veto (a.) Bir yasanın, bir uygulamanın çıkmasına, uygulanmasına karşı çıkma hakkı.

Y y

y, Y Türk alfabesinin yirmi sekizinci harfi, ön damak ünsüzüdür.ya (a.) 1. Kimi duyguları güçlendirmek için tümcenin başında ya da sonunda kullanılır. 2. Bir şeyi onaylamada evet anlamında kullanılır.yaba (a.) Harman demetlerini kaldırmaya, harman savurmaya yarayan ucu çatallı tarım aleti.yaban (a.) 1. İnsan yaşamayan ıssız yer. 2. Böyle yerde yaşayan veya yetişen canlıları belirtmek için ad tamlamalarında tamlayan olarak kullanılır ya da bu anlamda bileşik ad yapar.yaban arısı (a.) Kırlarda yaşayan bir çeşit arı.yabancı (ö a.) 1. Tanınmayan, bilinmeyen. 2. 0 çevreden, o ülkeden olmayan.yabancılık, -ğı (a.) Yabancı olma durumu, acemilik.yabanıl (a.) 1. Kırlarda, kendi kendine yetişen. 2. Görgüsüz.yad (a.) Yabancı.ya da (ba.) Veya.

227

Page 228: Turkce-sozluk

yad etmek (e.) Anımsamak, yadırgamak (e.) Bir kimseye, bir duruma alışamamak. yadigâr (a.) Armağan, yadsıma (a.) Bir şeyi kabul etmeme.yafta (a.) Üzerine asıldığı ya da yapıştırıldığı şeylerle ilgili bilgi veren kâğıt. yağ (a.) 1. Bitki ve hayvanlardan elde edilen, yemeklerde kullanılan sıvı. 2. Motorlu taşıtların makinelerinde kullanılan petrolden elde edilen sıvı.yağdanlık (a.) Makineleri yağlamak için yağ konulup kullanılan alet.yağdırmak (a.) 1. Yağmasına neden olmak. 2. Çeşitli nesneleri birisinin üstüne, birbiri ardına atmak.yağır (a.) At ve eşeklerin omuzlarındaki yağlı yer. yağış (a.) Yağmur, kar ve dolunun yağması eylemi. yağışlı (ö a.) Yağışı çok olan yer.Yağız (ö a.) Esmer, yağlamak(a.) Yağ sürmek.yağlanmak (a.) 1. Kendisine yağ sürmek. 2. Yağ bağlamak.yağlı boya (a.) Bazı özel sıvılar katılarak yapılan bir çeşit boya.yağma (a.) Yağmak işi. yağma (a.) Bazı kimselerin zor kullanarak ele geçirdikleri malı alıp kaçması yağmalamak (e.) Yağma ederek ele geçirmek. yağmur (a.) Havadaki buharın soğuk havanın etkisiyle su damlası olarak yere düşmesi durumu.yağmurluk (a.) Yağmurdan korunmak için giyilen su geçirmez üst giysi, yahni (a.) Etin salça ile pişirilmesiyle yapılan bir yemek. yahu (a.) Hey, bana bak anlamında söylenen söz. yahut (a.) Ya da, veya. yaka (a.) 1. Giysilerin boyna gelen bölümü 2. Karşılıklı iki kıyıdan her biri. yakacak (ö a.) Odun, kömür gibi yakılacak madde. yakalamak (e.) 1. Ele geçirmek. 2. Birini suç anında görmek.yakalanmak (e.) Suç işlerken ya da kaçarken ele geçirilmek.yakamoz (a.) Geceleyin denizde, balıkların, sandalın küreklerinin hareketi sonucuoluşan pırıltı.yakarmak (e.) Yalvarmak. yakı (a.) Bir hastalığı tedavi için vücuda yapıştırılan bir madde.yakıcı (ö a.) Yakan, acı veren.yakın (ö a.) Uzak olmayan.yakınlaşmak (e.) 1. Uzaklığı azaltmak. 2. ilişki kurmak.yakınlık (a.) 1. Yakın olma durumu. 2. Duygusal bağ ya da akrabalık ilişkisi.yakınmak (e.) Sızlanarak anlatmak, sızlanmak.yakınsak (a.) Yakınlaştıran.yakışıklı (ö a.) Güzel, alımlı erkekler için söylenir.yakışıksız (ö a.) Uygun düşmeyen söz, davranış.yakışmak (e.) Uygun düşmek, güzel görünmesini sağlamak.yakıştırmak (e.) 1. Uygun biçimde düzenlemek. 2. Gerçekmiş gibi yalan uydurmak.yakıt (a.) Isı, enerji sağlamak için kullanılan madde.yaklaşık (ö a.) Aşağı yukarı, ortalama.yaklaşmak (e.) Aradaki uzaklığı azaltmak.yakmak (e.) 1. Yanmasını sağlamak. 2. Aydınlatma aracını aydınlık verecek duruma getirmek. 3. Acı vermek.yakut (a.) Kırmızı renkte değerli bir süs taşı.

228

Page 229: Turkce-sozluk

yalak (a.) 1. Hayvanların su içtikleri, taş ya da tahtadan yapılmış kap. 2. Çeşme, musluk vb.'nin altına, akan suyun çevreye sıçramasını ya da akıp gitmesini önlemek için konulan delikli taş tekne.yalama (a.) 1. Dilini sürüp bir şeyin üzerindekini alma. 2. Aşınmış.yalan (a.) Gerçek olmayan, uydurulan.yalancı (ö a.) 1. Yalan söyleyen. 2. Sahte.yalancıktan (b.) Yapmacık olarak.yalanlamak (e.) Bir sözün, durumun yalan olduğunu bildirmek.yalçın (ö a.) Düz, çıplak.yaldız (a.) Eşyayı altın ve gümüş gibi göstermek için üzerine sürülen madde.yaldızlı (ö a.) Yaldızlanmış olan.yalı (a.) Su kıyısına yapılmış büyük ve gösterişli yapı. yalın (ö a.) Sade, ayrıntılı, süslü olmayan. yalın ayak (b.) Ayakkabısız, çıplak.yalınkat, -ti (ö a.) Tek bir kat. yalıtkan (ö a.) Elektrik akımını geçirmeyen, yalnız (b.) Yanında başkaları bulunmayan.yalnız (b.) Şu, şu kadar ki, ama anlamında tümcede kullanılır.yalnızlıkla.; Tek başına olma durumu, kimsesizlik. yalpa (a.) Geminin rüzgâr ve dalgaların etkisi ile sallanması.yaltaklanmak (e.) Birisine hoş görünmek için hoş olmayan davranışlarda bulunmak.yalvarmak (e.) Bir istekte bulunurken karşısındakinin duygularını harekete geçirici davranışlarda bulunmak. yama (a.) Yırtık ve delik kapamaya yarayan parça, yamaç (a.) Dağın yanlarından her biri.yamak (a.) Yardımcı, yamamak (e.) Yama yapmak.yaman (ö a.) Gücü, becerisi ve cesareti şaşırtıcı derecede olan.yamuk (ö a.) Bir yanı eğilmiş olan.yamuk (a.) 1. Bir geometrik şekil. 2. mec. Dürüst olmayan.yamyam (a.) İnsan eti yiyen yabanî insan, yamyassı (ö a.) Çok yassı olan. yan (a.) 1. Yön. 2. Sağ ve sol yönün ortak adı. yanak (a.) Burun ile kulak arasındaki yüzün bölümleri. yanal (ö a.) Yanla ilgili. yanardağ (a.) Genellikle koni biçiminde, tepesinde lâv püskürtme ağzı bulunanyanaşma (a.) 1. Yanaşmak eylemi. 2. Uşak.yanaşmak (e.) Yanına gelmek, yaklaşmak.yandaş (a.) Birinden, bir düşünceden, inançtan yana olanlar.yangı (a.) Vücutta ağrı, ateş ve kızarıklıkla birlikte görülen şişkinlik.yangın (a.) Bir yapının, ekili tarlanın, ormanın ateşle tutuşup yanması.yanık (ö a.) Yanmış olan. yanılgı (a.) Hata. yanılmak (e.) 1. Yanlış yapmak. 2. Bir seçilme işinde olumsuz olanı seçmek. yanıltmak (e.) Yanılmasına neden olmak.yanıt (a.) Soruya verilen karşılık, cevap.yanıtlamak (e.) Soruya karşılık vermek.yani (b.) "Şu demek ki, demek" anlamında söz. yankesici (ö a.) İnsanın üzerinden hissettirmeden bir şey çalan hırsız. yankı (a.) 1. Sesin bir engele çarpmasıyla duyulan ikinci ses. 2. Bir olayın toplumda meydana

229

Page 230: Turkce-sozluk

getirdiği etki. yankılanmak (e.) Yankı yapmak.yanlış (a.) 1. Yanılma işi. 2. Bir işi yaparken yapılması gerekeni yapmayıp sonuç alamama.yanmak (e.) 1. Ateşle tutuşup kül olmak. 2. Ateş alıp tutuşmak. 3. Çok acı duymak, yansımak (e.) Bir yere çarpıp yön değiştirmek (ışık için). yapağı (a.) İlkbaharda kırkılan koyun tüyü.yapay (ö a.) Doğadaki bir cisme, canlıya benzetilerek insan tarafından yapılan örneği-yapayalnız (ö a.) Tanıdığı, dostu olmayan, tek başına, yapı (a.; 1. Yapılan, yapılmakta olan. 2. Bünye. yapıcı (a.) Olumlu davranışları, yararlı çalışmaları olan insan.yapılı (ö a.) 1. Yapılmış olan. 2. Gelişmiş, iri vücut. yapım (a.) Üretim, yapma sonucu oluşan.yapıncak (a.) Bir çeşit üzüm. yapışık (ö a.) Birbirine yapışmış olan.yapışkan (ö a.) 1. Dokunduğu yere yapışma özelliği gösteren. 2. İnsanların yanından zor ayrılanlar için söylenir.yapışmak (e.) 1. Bir madde ile bir yere tutturulmak. 2. Ayrılmada zorlanmak.yapıştırmak (e.) 1. Yapışmasını sağlamak. 2. Bir darbeye hemen karşılığını vermek.yapıt (a.) Çalışılarak üretilen olumlu, değerli kitap, sanat eseri.yapma (ö a.) İnsan eliyle doğadakine benzetilerek yapılmış. Yapma çiçek.yapmacık (ö a.) İçten olmayan, düzme davranış.yaprak (a.) Bitkilerin solunum, terleme gibi işlemlerini yapan organı.yar (a.) Akarsu kıyılarında suyun aşındırdığı altı çok derin yer, uçurum.yar (a.) Sevgili.yara (a.) Vücutta bir darbe sonucu oluşan yarık.yaradan (a.) Allah.yaradılış (a.) 1. Yaratılırken kazanılan özellik. 2. Karakter.yaralamak (e.) Bir darbe ile teninde yara açmak.yaralı (ö a.) Yaralanmış olan, yarası bulunan.yaramak (e.) Bir işin görülmesini sağlamak.yaramaz (ö a.) Söz dinlemeyen, olumsuz davranışlarda bulunan (çocuklar için).yaranmak (e.) Hoş görünüp birinin gözüne girmeye çalışmak.yarar (ö a.) İş görür, elverişli.yararlanmak (e.) Bir şeyden yarar görmek.yarasa (a.) Geceleri çıkıp dolaşan memeli bir kuş.yaraşmak (e.) Uygun, yakışan davranış..yaratıcı (ö a.) Yaratma özelliği olan.yaratık (a.) Yaratılmış olan, canlı.yaratmak (e.) Bir şeyi yoktan var etmek.yarbay (a.) Orduda binbaşıdan sonraki rütbe.yarda (a.) İngiliz ölçü birimi.yardak (a.) Kötü bir iş yapana yardım eden kimseler.yardım (a.) Bir kimsenin karşılaştığı güçlükleri, sıkıntıları azaltan, başarıya ulaşmada katkıda bulunan iş veya maddî güç.yardımcı (ö a.) 1. Yardım eden ya da gerektiğinde yardım edecek olan (kimse). 2. Resmî bir görevde yöneticiye yardım eden ikinci derecede sorumlu ve yetkili kimse.yardımlaşmak (e.) Karşılıklı yardımda bulunmak.yardımsever (ö a.) Yardım etmeyi seven.yarenlik (a.) 1. Dostluk, arkadaşlık. 2. Hoş bir biçimde söyleşme.yargı (a.) Bir şeyle ilgili bir düşünceye varma, hüküm.

230

Page 231: Turkce-sozluk

yargıç (a.) Mahkemelerde suçlanan ve suçlayan kişileri dinleyerek karar veren kimse, hakim.yargılamak (e.) Bir davada tarafları dinleyip yargıya varmak.yargıtay (a.) Mahkeme kararlarının doğru olup olmadığını denetleyen büyük kurul.yan (a.) Bir bütünü oluşturan iki eş parçadan biri.yarıçap (a.) Çemberin herhangi bir noktası ile merkezi arasındaki uzaklık.yarık (a.) Yarılarak açılmış olan delik.yarılamak (e.) Yapılan bir işin yarısına kadar olan bölümünü bitirmek.yarılmak (e.) ikiye ayrılmak.yarım (ö a.) 1. Bir bütünün yarısı. 2. istenilen düzeyden eksik olan, iyi yapılmayan.yarımada (a.) Bir tarafı kara ile bağlantılı diğer tarafları deniz içinde olan kara parçası.yarım yamalak (ö a.) Acele, üstünkörü yapılan iş.yarın (b.) Bugünden sonraki gün.yarın (a.) Gelecek zaman.yarış (a.) Sporda karşılaşma.yarışma (a.) Herhangi bir alanda üstünlük sağlama çabası.yarışmacı (ö a.) Yarışmaya katılan kimse.yarışmak (e.) Birbirine üstünlük sağlamak için çaba göstermek.yarıyıl (a.) İkiye bölünmüş eğitim süresinin her birine verilen ad.yarma (a.) 1. Yarma işi. 2. İri vücutlu kimseleri belirtmek için söylenir.yarmak (e.) 1. Bir şeyi uzunlamasına bölmek. 2. Derin yara açmak. 3. Bir kuvvetin içinden geçip dışarı çıkmak.yas (a.) Ölüm ve doğal afetlerden dolayı duyulan büyük acı.yasa (a.) Herkesin uyması zorunlu olan, devlet tarafından konulmuş yazılı kurallar.yasa dışı (ö a.) Yasalara uygun olmayan.yasak (a.) Yapılmaması gereken, yapıldığında ceza görülmesi gereken davranış.yasaklamak (e.) Bir davranışın, durumun yapılmasını engellemek.yasal (ö a.) Yasalara uygun.yasemin (a.) Güzel kokulu, beyaz, kırmızı ve sarı çiçekleri olan bir süs bitkisi.yaslanmak (e.) Dayanmak.yaslı (a.) Yas tutan.yassı (ö a.) Yayvan ve düz olan.yastık (a.) Baş, sırt dayamak için içi yün, pamuk gibi şeylerle doldurulmuş torba biçiminde ev eşyası.yaş (a.) 1. Doğduktan beri geçen ve yıl birimi olarak ölçülen zaman. 2. Yaşamın çeşitli evrelerinden her biri.yaş (ö a.) 1. Az ıslanmış. 2. Islaklığı gitmemiş.yaşa (a.) Memnunluk, sevinç gibi duyguları belirtmek için söylenir.yaşam (a.) 1. Bir varlığın canlı olması durumu. 2. Bir canlının doğumdan ölene kadar yaşadığı süre.yaşamak (e.) Yaşamını sürdürmek.yaşam öyküsü (a.) Bir kimsenin yaşamı ile ilgili toplu bilgi-yaşantı (a.) Yaşamın bir bölümü.yaşarmak (e.) Yaşla dolmak, ıslanmak.yaşatmak (e.) Yaşamasını sağlamak.yaşayış (a.) Yaşama biçimi.yaşıt (ö a.) Aynı yaşta olan.yaşlanmak (e.) Yaşı ilerlemek.yaşlı (ö a.) Çok yaşamış, yaşı ilerlemiş.yaşlı (a.) Gözünde yaş bulunan.yaşlılık, -ğı (a.) Yaşlı olma durumu.

231

Page 232: Turkce-sozluk

yat, -ti (a.) Özeli gezinti gemisi.yatağan (a.) Bir çeşit enli kılıç.yatak (a.) 1. Dinlenmek, uyumak için içine, üstüne yatılan yer. 2. Akarsuların aktığı yot.yatakhane (a.) Okul, kışla gibi yerlerde yatakların bulunduğu bölüm.yataklı (ö a.) Yatağı bulunan.yatalak (ö a.) Hastalıktan ya da sakatlıktan dolayı yataktan kalkamayan.yatay (ö a.) Bir yüzeye paralel olan.yatı (a.) Bir yerde gecelemek için kalma.yatık (ö a.) Yatırılmış olan, yatay.yatılı (ö a.) 1. Geceleri yatılan. 2. Geceleri de kalıp yatan.yatır (a.) Kerameti olduğuna inanılan kimselerin mezarının bulunduğu yer, yapı.yatırım (a.) Bir işi gerçekleştirmek, yürütmek için harcanan para.yatırmak (e.) 1. Uyumasını sağlamak. 2. Bir tarafa eğmek.yatışmak (e.) Öfkesi, şiddeti geçmek, sakinleşmek.yatıştırmak (e.) Yatışmasını sağlamak.yatkın (ö a.) Bir işi yapmaya elverişli.yatmak (a.) Yatağa girmek.yatsı (a.) Güneş battıktan bir, bir buçuk saat sonraki zaman.yavan (ö a.) 1. Yağı az. 2. Katıksız (yemek için).yavaş (b.) 1. Hızlı olmayan. 2. Az sesle (konuşma).yavaşça (b.) Oldukça yavaş bir biçimde.yavaşlamak (e.) Hızını yitirmek.yavru (a.) 1. Yeni doğmuş hayvan ya da insan. 2. Çocuk, evlât.yavruağzı (a.) Pembe ile kavuniçi arası renk.yavrukurt (a.) Küçük izci.yavrulamak (e.) Yavru yapmak.yavşak (a.) 1. Bit yavrusu. 2. Geveze, yılışık.yavuklu (ö a.) 1. Sözlü, nişanlı. 2. Sevgili.yavuz (ö a.) Yaman, çok sert.yay (a.) 1. Ok atma aracı. 2. Türlü amaçlarla yapılan esnek araç.yaya (a.) 1. Yürüyerek giden. 2. Yürüyerek, yayan.yayan (a.) Ayaklan ile yürüyerek gitmek.yaygara (a.) önemli bir nedeni olmadan bağırıp çağırma.yaygı (a.) Yere serilen örtü.yaygın (ö a.) Herkes tarafından bilinen, kullanılan, tanınan.yayık (a.) Yoğurdun ayran ve tereyağı yapıldığı aygıt.yayılmak (e.) 1. Geniş bir alanda etkisini göstermek. 2. Başkaları tarafından duyulmak.yayım (a.) 1. Kitap, gazete, dergi gibi okunacak şeyleri her tarafa yayma. 2. Radyo ile duyurma.yayımlamak (e.) Basmak ya da yaymak.yayın (a.) Basılmış, dağıtılmış olan.yayın (a.) Tatlı sularda yaşayan bir balık.yayın evi (a.) Kitap, dergi gibi şeyleri basan, dağıtan yer.yayınlamak (e.) Basıp dağıtmak.yayla (a.) 1. Akarsularla derin bir biçimde yarılmış, parçalanmış, üzerinde düzlüklerin belirgin bir biçimde bulunduğu, deniz yüzeyinden yüksek yeryüzü parçası. 2. Dağlık, yüksek bölgelerde, kışın yaşam şartları güç olduğu için boş bırakılan, yazınsa havası iyi ve serin olan, hayvan otlatma ve dinlenme yeri.yaylak (a.) Hayvanların otla-yıp yayılmasına uygun yer.yaylı (ö a.) Yayı olan.

232

Page 233: Turkce-sozluk

yaylı (a.) Eskiden kullanılan, atların çektiği bir binek arabası.yaylım (a.) 1. Yayılmak, dağılmak eylemi. 2 Yaylak, otlak.yaymak (e.) 1. Herkese duyurmak. 2. Düz bir şeye halı, kilim sermek.yayvan (ö a.) Derinliği az, eni geniş olan.yaz (a.) İlkbahardan sonra gelen yılın en sıcak mevsimi.yazar (a.) Sanat ve bilim dallarında kitaplar yazan kimse.yazdırmak (e.) Yazma işini birine yaptırmak.yazgı (a.) Kader.yazı (a.) 1. Yazma işi. 2. Yazma sistemi.yazıcı (ö a.) Yazmak işiyle görevli kimse.yazık (ü.) Acıma bildiren söz.yazılı (ö a.) 1. Yazılmış olan. 2. Yazarak yapılan sınav.yazılmak (e.) Bir yere kayıt yaptırmak.yazım (a.) Sözcüklerin yazılmasında, kullanılmasında uyulması gereken kurallar bütünü.yazın (a.) Edebiyat.yazıt (a.) Anıt, mezar taşı, yapı üzerindeki yazılar.yazlık (ö a.) Yaz için olan.yazma (a.) 1. Yazmak eylemi. 2. Çiçekleri elle yapılmış.yazmak (e.) Düşünceyi, olayı, duyguyu harflerle anlatmak.yazman (a.) Çeşitli kurumlarda yazmakla görevli kimse.yedek (ö a.) Gerektiğinde kullanılmak için bir şeyin aynı görevi yerine getiren benzeri.yedi (ö a.) Altıdan sonra gelen rakam.yedinci (ö a.) Sıralamada altıdan sonra gelen.yedirmek (e.) 1. Yemesini sağlamak. 2. Bir şeyi azar azar bir şeyle karıştırmak.yediveren (Ö a.) Yılın her mevsiminde meyve veren, çiçek açan.yegâne (ö a.) Tek, biricik.yeğen (a.) Birine göre kardeş çocuğu.yeğin (Ö a.) Zorlu.yeğlemek (e.) Bir şeyi diğerinden üstün tutmak.yeis (a.) Karamsarlık, umutsuzluk.yel (a.) 1. Rüzgâr. 2. Romatizma ağrısı.yele (a.) At, aslan gibi hayvanların ensesinde ya da boynunda bulunan uzun kıllar.yelek (a.) Ceket altına giyilen kolsuz ve kısa giysi.yelken (a.) Yel gücünden yararlanarak giden deniz araçlarında, yelin gücünden yararlanmak için direğe çekilen bez.yelkenli (ö a.) Yelkenle yol alan deniz aracı.yelkovan (a.) Saatin içinde dakikaları gösteren büyük ibre.yelpaze (a.) Sıcak havalarda yüze doğru sallayıp hava akımı sağlayarak serinlemeye yarayan alet.yeltenmek (e.) Beceremeyeceği bir işe girişmek.yem (a.) Hayvan yiyeceği.yemek (a.) 1. Beslenmek amacıyla yenilen yiyecek. 2. Pişirilerek hazırlanmış yiyecek.yemek (e.) Ağızda çiğneyip yutmak.yemekhane (a.) Okul, kışla, fabrika gibi yerlerde yemek yenilen büyük salon.yemeni (a.) 1. Bir çeşit tülbent. 2. Hafif bir ayakkabı.yemin (a.) Ant.yeminli (ö a.) Bir şeyi yapıp yapmamaya ant içmiş.yemiş (a.) Bitkilerde oluşan, yenilen ve sanayide kullanılan meyve.yemlemek (e.) Oltaya, tuzağa yem koymak.yemlik (a.) 1. Yem olmaya elverişli. 2. Hayvana verilen yem.

233

Page 234: Turkce-sozluk

yemyeşil (ö a.) Her tarafı yeşil olan.yen (a.) Giysi kolu.yenge (a.) Bir kimsenin kardeşinin, dayısının, amcasının karısı.yengeç (a.) Suda yaşayan, kıskaçları olan, yan yan hareket eden bir hayvan.yengi (a.) Bir yarışmada üstün gelme.yeni (ö a.) 1. Kullanılmamış. 2. Taze. 3. İşe henüz başlamış.yeniçeri (a.) Osmanlı ordusunda mesleği askerlik olan devşirme savaşçı.yeniden (b.) Yine.yenidünya (a.) Malta eriği.yenik (d a.) Yenilmiş.yenilemek (e.) Eskisini atıp yenisini almak.yenilgi (a.) Birine yenilme.yenilik (a.) Yeni olma durumu.yenilmek (g.) Yenilgiye uğramak.yenmek (e.) Oyun ve savaşta karşıdakine üstün gelmek.yepyeni (ö a.) Hiç kullanılmamış.yer (a.) 1. Bir şeyin bulunduğu alan. 2. İz.yer altı (a.) 1. Yerin altında bulunan bölüm. 2. Uygunsuz, yasal olmayan kirli işlerin alanı.yer çekimi (a.) Yeryuvarlağının kendine yakın cisimleri çekmesi durumu.yerel (ö a.) Bir yerle sınırlı olan.yer elması (a.) Yenen yumrularının tadı elmaya benzer bir bitki.yer fıstığı (a.) Sıcak bölgelerde yetişen, yer altında taneli yemişleri olan bir bitki.yerinde (b.) Zamanında, uygun biçimde.yerinmek (e.) 1. Acınmak. 2. Şikâyet etmek, pişman olmak.yer kabuğu (a.) Dünyanın kara ve suları kapsayan kalın katmanı.yerküre (a.) Dünya.yerleşim (a.) Yerleşme, iskân.yerleşmek (e.) 1. Çeşitli nedenlerle başka bir yerde yaşamak. 2. Yerine oturmak.yerli (ö a.) O bölgede yetişen, o yerde oturan.yermek (e.) Beğenmemekten dolayı kötü yanlarını söylemek.yer sarsıntısı (a.) Zelzele, deprem.yersiz (ö a.) 1. Kalacak yeri olmayan kimse. 2. Uygun düşmeyen.yer yuvarlağı (a.) Yerküre.yeryüzü (a.) Üzerinde yaşadığımız dünyanın yüzeyi.yeşermek (e.) 1. Yeşil renge bürünmek. 2. Ağaç ve bitkilerin yaprak ve çiçeklerinin açması.yeşil (ö a.) Yaprak, bitki rengi.yeşilay (a.) İçki kullanmaya karşı olan kimselerin oluşturduğu dernek, bu derneğin sembolü.yeşillik (a.) 1. Yeşili bol olan ağaçlık, sulu yer. 2. Soğan, marul gibi çiğ yenen sebze.yeşim (a.) Değerli bir taş.yetenek (a.) Bir işi yapabilme, algılayabilme gücü.yeter (ö a.) Başka şeye gerek duyulmayan durum.yeterli (ö a.) Bir gereksinimi karşılayacak derecede olan.yeterlik (a.) Bir işi yapabilecek özel bilgi, deneyim.yetersiz (ö a.) Gereksinimi karşılayacak durumda olmayan.yetim (a.) Annesi ya da babası sağ olmayan kimse.yetinmek (e.) Elindekilerle gereksinimi gidermeye çalışmak.yetişkin (ö a.) İstenilen duruma gelmiş, olgunluğa erişmiş.yetişmek (e.) 1. Giden ya da gitmek üzere olan birine ulaşmak. 2. Uzanıp dokunmak.yetiştirici (ö a.) Yetiştiren, üretici.yetiştirmek (e.) 1. Büyütmek (hayvan veya bitki için.) 2. Eğitmek. 3. Birine ulaştırmak.

234

Page 235: Turkce-sozluk

yetki (a.) Bir kimseye tanınan iş yapma hakkı ve gücü.yetkili (ö a.) Yetki verilmiş kimse.yetkin (ö a.) Gerekli olgunluğa erişmiş.yetmek (e.) Bir işi görebilecek durumda olmak.yetmiş (ö a.) Yedi tane on.yevmiye (a.) Gündelik.yığılmak (a.) 1. Birikmek, toplanmak. 2. Kendini bırakıp yere çökmek.yığın (a.) Yığılarak oluşmuş tepe.yığınak (a.) Aynı cinsten şeylerin bir araya yığılması.yıkamak (e.) Su ile temizleyici kullanarak temizlemek.yıkanmak (e.) Su ve temizleyici kullanarak temizlenmek.yıkık (ö a.) Yıkılmış, yıkılan.yıkılmak (e.) 1. Bir nedenden dolayı çökmek, bozulmak. 2. Yok olmak.yıkım (a.) Büyük zarar.yıkıntı (a.) Yıkılan bir şeyin kalıntıları.yıkmak (e.) 1. Bozup dağıtmak. 2. Yıkımına neden olmak.yıl (a.) On iki aylık zaman birimi.yılan (a.) Ayaksız, uzun, sürüngen bir hayvan.yılancık (a.) Derinin şişip kızarmasıyla beliren bir deri hastalığı.yılbaşı (a.) Ocak ayının birinci günü.yıldırım (a.) Bulutlu, yağmurlu havalarda buluttan buluta, buluttan yere ışık ve gürültü ile elektrik boşalması.yıldız (a.) Güneş ve ay dışında, ışıklı gök cismi.yıl dönümü (a.) Bir olayın üzerinden bir yıl geçtikten sonra yeni yılın ilk günü.yılgın (ö a.) Yılmış, korkmuş.yılışık (ö a.) Birinin hoşuna gitmek için yapmacık davranmayı alışkanlık hâline getiren kimse.yıllanmak (e.) Üzerinden çok yıl geçmek, eskimek.yıllık (öa.)1. Üzerinden belirli bir sayıda yıl geçmiş olan. 2. Yılda bir kez çıkan yayın.3. Bir yılda verilen ücret.yılmak (a.) Korkudan dolayı bir şeyi yapmaktan vazgeçmek.yıpranmakla; 1. Aşınıp eskimek (kumaş, halı ve kilim için) 2. Gücünü yitirmek. yıpranmış (a.) Eskimiş, gücünü kaybetmiş, yırtıcı (ö a.) Hayvanları öldürerek onların etleriyle beslenen hayvan.yırtık (ö a.) 1. Yırtılmış olan. 2. Utanması, çekinmesi olmayan.yırtılmak (e.) Bir yanı parçalanmak.yırtınmak (e.) Çok uğraşıp bağırmak.yırtmaç (a.) Bazı elbiselerin arkasında yırtılmış gibi duran dikilmemiş yer. yırtmak (e.) Bez, kâğıt gibi şeyleri parça parça etmek. yiğit (ö a.) Güçlü, kuvvetli ve cesur kimse.yiğitlik (a.) Yiğitçe davranış, yiğit olma durumu, yine (a.) Bir daha, gene. yinelemek (e.) Bir daha yapmak, tekrarlamak. yirmi (ö a.) İki tane on. yitik (ö a.) Kaybolmuş, kayıp. yitirmek (e.) 1. Sahip olunan bir şeye ne olduğunu, o şeyin nereye gittiğini bilememek. 2. Elden çıkmasına neden olmak.yitmek (e.) Yolunu şaşırarak kaybolmak.yiv (a.) Bir yüzeyin üzerindeki ince çizgi.yiyecek (a.) Yenilebilen çeşitli maddeler.yiyici (ö a.) 1. İyi yemek yiyen. 2. Yaptığı bir işe karşılık fazladan para alan.

235

Page 236: Turkce-sozluk

yo (a.) "Yok" sözünün kısa söylenişi.yoğun (a.) 1. Hacmine göre ağırlığı çok fazla olan. 2. Aralıksız (iş, durum), yoğunluk (a.) 1. Yoğun bir maddenin özelliği. 2. Bir cismin bir santimetre küplük kütlesinin aynı hacimdeki + 4 santigrat derecelik suya göre oranı.yoğurmak (a.) Katı ya da toz halindeki bir maddeyi su katarak hamur durumuna getirmek.yoğurt (a.) Mayalanarak katı duruma getirilmiş süt.yok (a.) 1. Bulunmayan, var olmayan. 2. "Evet" sözünün olumsuzu.yok etmek (e.) Varlığını ortadan kaldırmak.yoklamak (e.) 1. Var olup olmadığını, nasıl olduğunu incelemek. 2. Birinin durumunu sormak.yokluk (a.) 1. Bulunmama durumu. 2. Yoksulluk, fakirlik.yoksa (b.) Merak, kararsızlık, umut gibi duyguları anlatan söz.yoksul (ö a.) Geçimini zor sağlayan kimse, fakir.yoksulluk (a.) Yoksul olma durumu, fakirlik.yoksun (ö a.) Bir şeylerin yokluğunu çeken.yokuş (a.) Gittikçe yükselen arazi durumu.yok yere (b.) Nedensizce.yol (a.) Bir yere gitmek için üzerinden gidilen; içinden geçilen yer.yolcu (ö a.) Yola giden kimse.yolculuk (a.) Herhangi bir taşıtla bir yerden bir yere gitme.yoldaş (a.) Yol, iş arkadaşı.yollamak (e.) Göndermek.yollanmak (e.) 1. Yola çıkmak. 2. Gönderilmek.yollu (ö a.) Yolu bulunan yer.yollukla.; 1. Yolculukta yenmek için hazırlanmış yiyecek. 2. Yolda harcanacak para.yolmak (e.) 1. Çekip çekip koparmak (saç ve bitki için). 2. Birisinin parasını ona hissettirmeden almak.yolsuz (ö a.) 1. Yolu olmayan. 2. Kurallara aykırı biçimde.yolsuzluk (a.) Yasaya aykırı davranış.yoluk (ö a.) Tüyleri yolunmuş.yolunda (b.) istenilen durumda, uygun.yolunmak (e.) Birisi tarafından parası sızdırılmak.yonca (a.) Hayvanlara yem olarak yetiştirilen bir çayır bitkisi.yonga (a.) Kesilen, yontulan tahtadan çıkan küçük parça.yontmak (e.) Biçim vermek için bir şeyin kesici aletlerle kimi yerlerini almak.yontu (a.) Heykel.yordam (a.) Alışkanlık, yatkınlık.yorgan (a.) Yatakta üste örtülmeye yarayan içi yün ya da pamukla doldurulmuş geniş örtü.yorgun (ö a.) Çalışma sonucu bedenen ve zihnen bir süre çalışamaz duruma gelmek.yormak (e.) 1. Çalıştırarak gücünün azalmasını sağlamak. 2. Bir nedene bağlamak.yortu (a.) Hıristiyanların dinsel bayramı.yorulmak (e.) Yorgun duruma gelmek.yorum (a.) Anlamı anlaşılmayan bir söz ya da yazıyı açıklama.yorumlamak (a.) Yorum yapmak.yosun (a) Sularda bulunan iplik gibi, tüy gibi ince, çiçeksiz bitki.yozlaşmak (e.) Olumlu özelliklerini kaybetmek, yön (a.) 1. Bir şeyin yüzlerinin baktığı nokta. 2. Bir yere giderken izlenen rota. yönelmek (e.) Yüzünü bir yöne çevirmek.yöneltmek (e.) Bir şeyi bir yöne çevirmek, yön vermek, yönetici (a.) Yöneten kimse,

236

Page 237: Turkce-sozluk

yönetim (a.) Bir kurumun, bir ülkenin ya da bir birimin yönetiminden sorumlu kimseler.yönetmek (e.) Yasalara, kurallara uygun olarak çalışmayı sağlamak, yönetmelik (a.) Kurum ve kuruluşlarda çalışma biçimini, uyulması gereken kuralları belirtenyazı.yönetmen (a.) 1. Bir işi, kuruluşu yöneten kimse. 2. Bir filmi, bir tiyatro oyununu ya-yınlanacak, sergilenecek duruma getiren sorumlu kimse. yöntem (a.) Bir işi yapmak, bir amaca ulaşmak için tutulan yol.yöre (a.) Bir yerin etrafı, dolay.yöresel (ö a.) Bir yöreye özgü.yörük (a.) Anadolu'da hayvancılık yapan göçebe Türkmen.yörünge (a.) Yürüyen bir noktanın izlediği yol. yudum (a.) Bir kerede ağza alınabilen içecek. yudumlamak (e.) Yudum yudum yavaşça içmek. yufka (a.) Oklava ile açılan ince ve yuvarlak hamur yaprağıyufka yürekli (ö a.) Çok çabuk etkilenen.yuhalamak (e.) "Yuh" diyerek bir durumu, birini protesto etmek.yukarı (a.) Bir şeyin üst bölümü.yulaf (a.) Hayvan yemi olarak yetiştirilen bir bitki. yular (a.) Hayvanların başına geçirilerek onları bağlamaya, yönetmeye yarayan ipten başlık.yumak (a.) Top biçiminde sarılmış yün, ip.yummak (e.) Kısarak kapalı duruma getirmek.yumru (a.) 1. Yuvarlak, şişkin şey. 2. Yumru biçiminde kök.yumruk (a.) 1. Etin yumulmuş biçimi. 2. Bu biçimde yapılan vuruş.yumruklaşmak (e.) Karşılıklı yumruk atmak.yumuk (ö a.) Yumulmuş olan.yumulmak (e.j 1. Büzülüp kapanmak. 2. Atılıp saldırmak.yumurcak (a.) Yaramaz küçük çocuk.yumurta (a.) Dişi bir hayvanın üremek için doğurduğu, dışı kabuklu hücre.yumurtlamak (e.) Yumurta doğurmak.yumuşak (ö a.) 1. Bastırınca esneyip çökebilen. 2. İşlenmesi kolay, şekil verilebilen madde.yumuşakçalar (a.) Omurgasız, yumuşak, kabuklu deniz hayvanları sınıfı.yumuşamak (e.) 1. Sertliğini kaybedip yumuşak duruma gelmek. 2. Kızgınlığı, öfkesi geçmek.yunak (a.) Yıkanılan yer.yunmak (e.) Yıkanmak.yunus (a.) Sürüler halinde yaşayan memeli bir deniz hayvanı.yurt (a.) 1. Doğup büyünülen ülke. 2. Bir ulusun üzerinde egemen olarak yaşadığı toprak parçası. 3. Bir şeyin çokça olduğu yer.yurtsever (ö a.) Yurdunu, ulusunu çok seven, bu uğurda özveriden kaçınmayan. 'yurttaş (a.) Aynı yurtta yaşayan, aynı duyguları paylaşan kimseler.yurttaşlık (a.) Yurttaş olma durumu.yusufçuk (a.) 1. Kumruya benzer küçük ötücü bir kuş. 2. Parlak renkli bir cins böcek.yusyuvarlak (ö a.) Her tarafı yuvarlak olan.yutak (a.) Ağız ve burun boşlukları ile gırtlak ve yemek borusu arasındaki boşluk.yutkunmak (e.) Bir şey yutu-yormuş gibi yapmak.yutmak (e.) Ağızda olan bir şeyi mideye indirme eylemi.yuva (a.) 1. Kuş ve hayvanların yumurtlayıp yavrularını büyüttükleri küçük barınak.2. Ailenin içinde yaşadığı ev. 3. Okul öncesi çocukların bakıldığı yer, kreş.yuvalamak (e.) Yuva yapmak.yuvarlak (ö. a.) 1. Çember biçiminde olan. 2. Top ya da kürenin biçimi.

237

Page 238: Turkce-sozluk

yuvarlamak (e.) Bir şeyi yerde döndüre döndüre götürmek.yüce (a.) 1. Değerli, erdemli olan. 2. Görünümü oylumlu olan.yücelmek (e.) Değer kazanmak, yükselmek.yüceltmek (e.) Değer vermek, yükseltmek.yük, -kü (a.) 1. Taşınan ağırlık. 2. Bir kimsenin yüklendiği ağır sorumluluk.yüklem (a.) Tümcede yargıyı üzerinde taşıyan öğe.yüklemek (e.) Yükü, taşıt ya da hayvan üzerine koymak.yüklenmek (e.) Bir yükü, sorumluluğu üzerine almak.yüklük (a.) Evlerde yatak, yorgan koymaya yarayan büyük dolap.yüksek (ö a.) 1. Tabanı ile tavanı arasındaki uzaklığı çok olan. 2. Güçlü, şiddetli. yükseklik, -ği (a.) Bir şeyin tabanından tavanına kadar olan boyutu.yüksek okul (a.) Eğitimin ortaöğretimden sonraki aşaması.yükselmek (e.) 1. Yüksek bir noktaya çıkmak. 2. Daha iyi bir konuma gelmek. 3. Artmak fiyatlanmak. 4. mec. Derecesi artmak.yükselti (a.) Bir noktanın denizden yüksekliği.yüksük (a.) Dikiş dikerken iğne batmasın diye parmağa takılan alet.yükümlü (a.) Bir iş ya da görevi yapmak zorunda olan kimse.yün (a.) Sonbaharda kırkılan koyun tüyü.yünlü (ö a.) 1. Yünden yapılmış. 2. İçinde yün bulunan kumaş.yürek (a.) 1. Göğüs boşluğunda, iki akciğerin arasında, vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda dağıtan organ, kalp. 2. (mec.) Herhangi bir şeyden çekinmeme, korkmama, yüreklilik, korkusuzluk, cesaret.yürekli (ö a.) Tehlikeyi korkusuzca karşılayan, cesaretli, cesur.yüreklenmek (e.) Korkuyu yenip cesaretlenmek. yürümek (e.) 1. Adım atarak ilerlemek, gitmek. 2. Karada veya suda, herhangi bir yöne doğru sürekli yer değiştirmek. 3. (çocuk) Ayakları üzerinde gezecek duruma gelmek.yürürlük (a.) Bir yasa, iş ya da kararın uygulanır durumda olması.yürütmek (e.) Yürümesini sağlamak.yürüyüş (a.) 1. Yürüme işi. 2. Yürümeye dayalı bir spor.yüz (ö a.) On tane onluk küme.yüz (a.) 1. Alın, göz, burun, ağız, yanak ve çenenin bulunduğu başın ön bölümü. 2. Bir şeyin ön tarafı.yüz akı (a.) Onursuz davranışı olmama durumu, namus.yüzbaşı (a.) Orduda üsteğmenden sonraki rütbe.yüzde (a.) Yüz eşit parçaya ayrılan bir şeyin bir parçasının bütüne oranını belirtme biçimi.yüzer (a.) Her defasında yüzü birlikte belirtilen, sayılan.yüzey (a.) Bir şeyin dış bölümü.yüzgeç (a.) Balıklarda yüzme organı.yüzgöz (a.) Aralarında hiç çekinme olmayan, senli benli olma durumu.yüzkarası (a.) Onursuz davranış, utanılacak durum.yüzleşmek (a.) Bir gerçeği ortaya çıkarmak için o durumla ilgili kişileri karşı karşıya getirip konuşturmak.yüzlük (a.) 1.Yüz lira. 2.Yüz örtüsü.yüzmek (a.) 1. Hayvanın derisini soymak. 2. Su üzerinde batmadan durmak.yüzölçümü (a.) 1. Bir yerin yüzeyini ölçme. 2. Bu ölçme sonucu bulunan miktar.yüzsüz (ö a.) Utanmaz, yılışık.yüzücü (a.) Yüzme sporu yapan.yüzük (a.) Parmağa geçirilen çeşitli biçimleri olan halka.yüzükoyun (b.) Yüzü yere gelecek biçimde.

238

Page 239: Turkce-sozluk

yüzük parmağı (a.) Yüzük takılan serçe parmaktan önceki parmak.yüzüncü (ö a.) Sıradaki yeri doksan dokuzdan sonra gelen.yüzünden (e.) Nedeniyle.yüzü pek (a.) Birine söylenmesi güç olan şeyleri bile rahatlıkla söyleyen.yüzüstü (b.) Başlanılan bir işi tamamlamayıp bırakanlar için söylenir.yüzyıl (a.) Yüz yıl süren zaman ölçü birimi.yüzyıllık, -ğı (a.) Yaklaşık olarak sürerliği yüz yıl olan.

Z z

z, Z Türk alfabesinin yirmi dokuzuncu harfi, diş ünsüzüdür.zaaf (a.) Düşkünlük, eksiklik, yetersizlik, zayıflık, dayanamama.zabıt, -ptı (a.) Tutanak. zabıta (a.) Belediyelerde denetleme işini yapan kimse. zabıtname (a.) Tutanak. zabit, -ti (a.) Rütbesi teğmenden binbaşıya kadar olan asker, subay.zade (a.) 1. Oğul, evlât. 2. Doğmuş.zafer (a.) 1. Savaşta kazanılan başarı, utku. 2. Bir yarışma ya da uğraşıda çaba harcanarak elde edilen başarı, zafiyet (is.) 1. Zayıflık. 2. Dermansızlık, güçsüzlük. zağanos (is.) Bir cins doğan, zağar (a.) Bir cins av köpeği, zahir fö a.) 1. Açık, belli. 2. (a.) Dış, yüz, görünüş 3. (b.) Kuşkusuz, elbette, şüphesiz. zahire (a.) Gereğinde kullanılmak için saklanan tahıl. zahmet, -ti (a.) Sıkıntı, güçlük.zahmetli (a.) Sıkıntı veren, yoran.zahmetsiz (a.) Zorluk vermeyen.zail (a.) Yok olan, ortadan kalkan.zait (a.) 1. Çoğaltan, artıran. 2.Gereksiz.zakkum (a.) Kırmızı ya da beyaz çiçekleri olan bir ağaççık. Kanser tedavisinde yararı olduğu söylenir. zalim (ö a.) Acımasız, katı yürekli.zalimane (zf.) Acımasız olarak, acımasızca, zalimce, zam (a.) Fiyat artırma. zaman (a.) Bir iş ya da durumun içinden geçtiği, geçmekte olduğu veya geçeceği süre.zaman aşımı (a.) Yasalara göre bir işin üzerinden uzun bir süre geçmesi sonucu hükmünü yitirmesi, zamane (a.) (alay yollu) Şimdiki zaman.zambak (a.) Güzel ve iri çiçekli bir süs bitkisi, zamir (a.) Ad yerine kullanılan sözcük.zamk (a.) Ağaçlardan sızan bir maddeden elde edilen yapıştırıcı.zan (a.) Sanma, öyle olduğunu düşünme.zanaat (a.) Günlük yaşamla ilgili, az çok el becerisi isteyen iş.zangırdamak (a.) Ses çıkararak titremek.zanlı (a.) Suçlanan.zannetmek (a.) Sanmak.zaptetmek (e.) Zorla ele geçirmek.

239

Page 240: Turkce-sozluk

zaptiye (is.) Polis, asker. 2. Osmanlıda toplum güvenliğini sağlamakla görevli teşkilat.zar (a.) 1. İnce perde, örtü. 2. Tavla ve başka şans oyunlarında kullanılan, üzerinde birden altıya kadar sayılar siyah noktalarla belirtilen kemik.zarafet (a.) Güzellik, incelik.zarar (a.) Bir olayın, bir kimsenin neden olduğu kötü sonuç.zararlı (ö a.) Zarar verici, kötü sonuçlar doğuran.zararsız (ö a.) Kötülüğü, zararı olmayan.zarf (a.) 1. İçine mektup veya kart, evrak konulan kâğıttan kapaklı kap. 2. Dil bilgisinde eylem, sıfat veya kendi türünden bir sözcüğün anlamını zaman, yer, ölçü, nitelik, soru gibi yönlerden tamamlayan sözcük türü, belirteç. 3. Kap, kılıf.zarfında (b.) İçinde.zargana (a.) Yılan balığına benzer bir balık.zarif (ö a.) İnce, kibar.zaruri (s.) Mecburi, zorunlu, âciz.zar zor (b.) Zorlanarak, güçlükle.zaten (b.) "Doğrusunu isterseniz, doğrusu" anlamında bir söz.zatürree (a.) Ateş, öksürük ve sancı ile beliren tehlikeli bir akciğer hastalığı.zavallı (ö a.) Acınacak durumda olan.zayıf (ö a.) 1. Bakımsızlıktan gelişmesi iyi olmayan 2. Bilgisi, becerisi olmayan.zayıflamak (e.) Zayıf düşmek, güç kaybetmek.zayiat (a.) İnsan kaybı, yitik.zebanı (a.) 1. Dinsel inanca göre Cehennem meleği. 2.mec. Zalim, gaddar kimse.zebra (a.) Afrika'da yaşayan, ata benzeyen, çizgili bir tür yaban eşeği.zebun (is.) Güçsüz, zayıf, âciz.zedelemek (e.) Zarar verip, berelemek.zehir (a.) Bir canlının vücuduna girdiğinde ölümüne neden olan madde.zehirlemek (e.) Öldürmek amacıyla zehir içirmek.zehirlenmek (e.) 1. Zehir içmek. 2. Yenilen bir yemekten dolayı hastalanmak.zehirli (ö a.) İçinde zehirleyici madde bulunan.zekâ (a.) Anlama, kavrama, hafızada tutma yeteneklerinin tümü.zekât (a.) İslâm'a göre Müslümanların gelirlerinden her yıl v yoksullara vermesi gereken bir miktar para.zeki (ö a.) Anlayışı, kavrayışı çok iyi olan.zelzele (a.) Deprem.zemberek (a.) Saatlerin çalışmasını sağlayan yay.zembil (a.) Hasırdan örülmüş kulpu bulunan sepet.zemin (a.) Yer, yeryüzü.zemzem (a.) Kabe yakınlarda Müslümanlarca kutsal sayılan bir kuyunun suyu.zencefil (a.) Güzel kokulu, baharat olarak da kullanılan bir bitki.zenci (a.) Siyah ırktan olan.zengin (ö a.) Malı, parası çok olan.zenginleşmek (e.) Zengin olmak.zerdali (a.) Kayısıya benzeyen, meyvesi yenen bir ağaç.zerde (a.) Sarı renkli bir madde katılarak pirinçle yapılan bir tür tatlı.zerre (a.) Toz, parçacık.zerzevat (a.) Sebze.zevk,-ki (a.) 1. Hoşa giden, hoşlanılan durum. 2. Eğlenerek zaman geçirme. 3. Güzel ile çirkini ayırma anlayışı.zevzek (ö a.) Geveze.zeybek (a.) Yiğit, efe.

240

Page 241: Turkce-sozluk

zeytin (a.) Yaprakları gümüş renginde yeşil ya da siyah, işlemden geçirilerek yenen, uzun süre saklanabilen, yağlı meyvesi olan ağaç.zeytinlik (a.) Zeytin bahçesi.zeytinyağı (a.) Zeytinden çıkarılan, yemeklerde ve salatalarda kullanılan bir çeşit sıvı yağ.zıbın (a.) Kundaktaki çocuklara mintan yerine giydirilen kısa, kollu bir giysi.zıkkım (a.) Aslında zakkum anlamına gelse de halk arasında zehir anlamında kullanılır.zıkkımlanmak (e.) Hoş olmayan anlamda yemek yemek.zılgıt (a.) Azarlama.zımba (a.) Mukavva, deri, metal gibi şeylerde delik açmaya yarayan alet.zımbalamak (e.) 1. Zımba ile delmek. 2. Silâhla vurmak.zımpara (a.) Üzerine sert bir maddenin tozları yapıştırılmış, pürüzlü yüzeyleri düz-leştirmeye yarayan kâğıt.zınk (a.) Birdenbire durmak.zıpçıktı (ö a.) Birdenbire ortaya çıkan, türeyen.zıpır (a.) Delice davranışlarda bulunan, delişmen.zıpkın (a.) Ucu çengelli, balık avlamaya yarayan değnek.zıplamak (e.) Bir yere çarpıp yükseğe fırlamak.zıp zıp (a.) Zıplayarak.zırdeli (ö a.) Deliliği ileri aşamaya varmış.zırh (a.) Demir levha ve tellerden yapılmış, darbelere karşı korunmak için giyilen giysi.zırhlı (ö a.) 1. Zırhı olan. 2. Savaş gemisi.zırıldamak (e.) Zırıltı sesi çıkarmak.zırıltı (a.) Kulağa hoş gelmeyen, baş ağrıtan ses.zırt zırt (b.) Durmadan, ikide bir.zırva (a.) Saçma sapan.zıt, -ddı (ö a.) Bir şeyin tam tersi, karşıt.zıtlaşmak (e.) Biriyle ters düşmek.zibidi (ö a.) 1. Gülünç derecede dar ve kısa giyinmiş olan. 2. Uygunsuz davranışları olan kimse.zifir (a.) Tütün dumanının bıraktığı koyu kir.zifiri (ö a.) Koyu karanlık.zift, -ti (a.) Siyah, parlak, katı bir madde.zihin, -hni (a.) Anlama, kavrama yeteneği.zikzak (a.) Birbirine ters açılar oluşturan kırık çizgi.zil (a.) Haber vermek, uyarmak, çağırmak amacıyla ses veren alet.zillet, -ti (a.) Aşağılık, alçalma.zilli (a.) 1. Zili olan. 2. Çok bağırıp çağıranlar için söylenir.zimmet, -ti (a.) Bir ticari kuruluşun borçlarının hepsi.zincir (a.) Birbirine geçirilmiş halkalardan oluşan bağ.zincirleme (a.) Zincir gibi art arda gelen şeyler.zindan (a.) Karanlık, havasız hapis yatılan yer.zinde (ö a.) Dinç, canlı.zinhar (is.) Sakın, asla, olmasın!zira (b) Şundan dolayı ki, çünkü.ziraat, -ti (a.) Tarım.ziraî (ö a.) Tarımla ilgili.zirve (a.) Doruk, tepe.ziya (a.) Işık, aydınlık.ziyade (ö a.) Fazla, çok.ziyafet, -ti (a.) Bir kimseyi ya da birçok kimseyi ağırlamak için verilen yemek.

241

Page 242: Turkce-sozluk

ziyan (a.) Zarar.ziyankâr (ö a.) Zarar verme alışkanlığı olan.ziyaret (a.) Bir yere görüşmeye, konuşmaya gitme.ziynet, -ti (a.) Maddî değeri yüksek süs eşyası.zodyak (a.) Gökküresinde, üzerinde on iki burcun eşit aralıklarla dağıldığı burçlar kuşağı.zoka (a.) Büyük balıkları tutmakta kullanılan ucu iğneli kurşun parçası.zona (a.) Deride, sinir boyunca, özellikle gövde, bacak ve yüz delisinde mikroplu bir hastalık.zonklamak (e.) (vücudun bir yeri) Nabız atışı gibi kesik kesik ağrımak veya sancımak.zor (a.) 1. Sıkıntı, güçlük, rahatsızlık. 2. (ö a.) Sıkıntı ya da güçlükle yapılan.zoraki (b.) istemeyerek.zorba (ö a.) Gücüne güvenerek başkalarının haklarına el uzatan.zorbalık (a.) Güç kullanarak insanları rahatsız etme durumu.zorla (b.) 1. Zor kullanarak. 2. İstemeyerek, isteksiz olarak, zoraki.zorlamak (e.) Birine bir şey yaptırmak amacıyla güç kullanmak, boyun eğdirmeye çalışmak, zor kullanmak. 2. Açılması, kırılması, sökülmesi gereken şeyler için güç kullanmak.zorlaşmak (e.) Zor duruma gelmek, güçleşmek.zorlu (ö a.) Güçlü, şiddetli.zorluk (a.) Sıkıntı ya da güçlükle yapılma durumu, zor olma, güçlük.zorlukla (b.) Zor bir biçimde, güçlükle.zorunlu (ö a.) 1. Kesin olarak gereksinim duyulan. 2. Doğal olarak kaçınılması olanaksız olan.zuhur (a.) Ortaya çıkma, görünme.zuhurat (is.) Gerçekleşeceği düşünülmeyen, hesapta olmayan, umulmadık olgular.zula (a.) Kaçak ve yasak şeylerin saklandığı gizli yer.zulmetmek (e.) Acı çektirmek, sıkıntı vermek.zulüm, -lmü (a.) Güçlü bir kimsenin, yasaya ve vicdana aykırı olarak bir kimseyi uğrattığı kötü durum.zurna (a.) Davulla birlikte çalınan, tiz bir ses çıkaran üflemeli çalgı.zurnacı (ö a.) Zurna çalmayı meslek edinen kimse.zübde (is.) Özet, öz.züccaciye (a.) Cam ya da porselenden yapılmış eşya.züğürt (ö a.) Parasız, yoksul kimse.züğürtlemek (nsz.) Parasız, meteliksiz kalmak, züğürt duruma gelmek.züğürtlük (a.) Parasızlık, parasız kalma durumu, meteliksizlik.Zühal, -li (a.) Satürn.Zühre (a.) Venüs.zülüf, -lfü (a.) Şakaklardan sarkan saç lülesi.zümre (a.) Grup, küme, topluluk.zümrüdüanka (a.) Masallarda geçen ve gerçekte var olmayan büyük bir kuş.zümrüt (a.) Yeşil renkte, saydam süs taşı.züppe (ö a.) Giyinişte, söz söyleyişte, dilde, düşünüşte toplumun gülünç bulduğu ve aykırı saydığı yapmacıklara ve aşırılıklara kaçan.züppelik (a.) Züppe olma durumu.zürafa (a.) Geviş getiren memelilerden Afrika'da yaşayan, çok uzun boylu ve boyunlu, derisi alacalı, otçul bir hayvan.zürefa (a.) Kibar kimseler.zürriyet (a.) 1. Soy, sop. 2. Çocuk.

242