ÖTÜKEN - Turuz · 2016. 10. 8. · YAYIN NU: 483 KÜLTÜR SERİSİ: 198 ISBN 975-437-355-8...
Transcript of ÖTÜKEN - Turuz · 2016. 10. 8. · YAYIN NU: 483 KÜLTÜR SERİSİ: 198 ISBN 975-437-355-8...
ÖTÜKEN
Prof. Dr. Nihat Keklik
TÜRKLERDE AHLAK ve
DÜNYA GÖRÜŞÜ
li1 ÖTÜKEN
YAYIN NU: 483 KÜLTÜR SERİSİ: 198
ISBN 975-437-355-8
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş. İstiklal Cad. Ankara Han 99/3 80060 Beyoğlu-İstanbul
Tel: (02 12) 25 10350 • Faks: (02 12) 25 1 00 12 İnternet: www.otuken.com.tr
Kapak Tasarımı: Ayşe Kalyoncu Kapak Baskısı: Birlik Ofset
Tertip: Ötüken Baskı: Özener Matbaası
Cilt: Yedigün Mücellithanesi İstanbul - 2001
Prof. Dr. NİHAT KEKLİK: Ayvalık'ta 1926 ydında dünyaya geldi. Pederi ve validesi aslen Balkanlardaki Üsküp / Kalkandelen ilçesine mensuptur. Ayvalık Cumhuriyet ilkokulunu bitirdikten sonra, İstanbula gönderilip 1939-1948 yıllan arasında Galatasaray Lisesi'nde okudu .. 1949-1953 arasında İst. Üniv. Edebiyat Fakültesinde lisans tahsilini tamamlayıp, Felsefe Bölümü'ne (1953'de) asistan tayin edildi ve aynı yd (-o zamanki ismiyle-) "Devlet lisan imtihanı"nı verdi. Mukayeseli olarak Farabi ve Aristo mantığında "kategoriler" konusundaki "doktora" tezini (1955'de) tamamladı. Sonra Avrupaya gönderildi ve 1959 ydında "askerlik" görevini ikmal etmek üzere Türkiyeye döndü. 1960/ Mayıs ayında Üniversiteye dönüşünde bazı müşkilata uğradıktan sonra, göreve yeniden tayin edildi. Ve 1961 yılında "evlendi". Ertesi yıl, (1962'de)Sadreddin Konevi'nin Felsefesi adlı "doçentlik" tezini tamamladı. "Türk-İslam Felsefesi" adlı bir "kürsü" ihdas edilmesi için, ilk resmi müracaatını 1965 senesinde yaptı.Türk-İslam felsefesinde büyük etkileri olan "Muhyiddin İbnül-Arabi" (öl.1240) konusunda birkaç eser yayınladıktan sonra 1969' da "profesör" unvanını iktisab etti. Nihayet 1970' de "Türk-İslam Felsefesi Tarihi" adlı kürsü kuruldu ve bu kürsünün başkanlığına tayin edildi. "Sertifıka" için devam eden uzun formalitelerden sonradır ki, ancak 1974 yılında ders'lere başlanabildi. Böylece 1991 yılının Şubat ayına kadar geçen 38 yıllık meslek hayatını, normal süresinden birkaç yıl önce (-ve kendi isteğiyle-) noktalayıp, "emekli" oldu.
Kongrelerde verdiği "tebliğ"lerin yanısıra, ilmi mecmualarda (msl. Felsefe Arkivi'nde) yayınlanmış "makaleler"den ayn olarak matbu 12 tane kitabı var.
Emekliye ayrıldığı 1991 ydından beri, üzerinde çalıştığı 10 kitap daha var ki birincisi "Türklerde Ahlak ve Dünya Görüşü" adını ta�ınıakta olan bu eserdir. Yazann diğer eserleri için bkz. sh. 175-176.
Rahmetli babam Nasuhi Keklik
1900--10.8.1981
ve rahmetli annem
Şerife Erzaim / Keklik 1910--26.12.1994
in aziz ruhları için
iÇİNDEKİLER
Önsöz ................................................................................ 11
Giriş .................................................................................... 15 1- Tarihte Türkler ve Özellikleri ............................................ 19
il- Osmanlı Türkleri (genel nitelikler) ................................... 28 111- Kuwet, Güzellik ve Uzun Ömür ..................................... 37 iV- Ev Hayatı ....................................................................... 43 V- Beslenme Rejimi ve Temizlik ........................................ .47 VI- Sükunet, Ciddiyet ve Disiplin ........................................ 52 Vll- Konuk-severlik ve Ahiler ............................................... 58 Vlll- Hayır-severlik ve Şefkat (vakıflar-imaretler) ................. 63 IX- Osmanlı Türklerinde Kadın ................................. .......... 71 X- Örf ve Adetler ..... ..... ................... .................................... 84
Xl-Adalet Mülkün Temelidir ....................... ........................ 93
Xll- Toleraans (müsamaha) ..... ......................................... 111 a) Devletin etnik yapısı ve tolerans ..................................... 112 b) Türk himayesinde Yahudiler ......................................... 115 c) Hıristiyanlar ve Ayasofya ................................................ 117 d) Toleransa mukabil ihanet .............................................. 119 e) Şayet assimilasyon olsaydı ............................................. 122
Xlll- Devlet ............................ ......................................... . . 127 XIV-Askerlik Sevgisi ve Ordu ............................................ 140 XV- İslamiyet-Kur'an ve Hz. Muhammed .......................... 153 XVI- Sonuç: Türk-İslam Ahlakı .......................................... . 162 Kısaltmalar ........................................................................ 169 Bibliyografya .................... . . . . . . ............................................ 171 Yazarın Diğer Eserleri ........................................................ 175 Şahıs İndeksi ..................................................................... 177 Terimler İndeksi ................................................................. 180
ÖN SÖZ
Miladi 9' uncu asırdan 20' nci asra kadar devam eden (-1100 senelik-) geniş bir zaman diliminde ahlak ve dünya görüşü'müzü merak eden Araplar ile Avrupalılar, bu alanda birçok eserler ve seyahatnameler yayınlamışbr.
Ben bu tür kitapları okurken kendi kendime şunu sordum: Her biri, ayrı bir pencereden Türkiyeyi seyretmekle birlikte, "ortak" sayılabilecek görüşlere de sahip olan bu eserlerin müellifleri şayet aynı yıllarda yaşamış olsalardı ve yuvarlak bir masa etrafına toplanıp da "ortaklaşa" bir eser yazsaydılar, o kitap acaba nasıl bir eser olurdu?
İşte bu sorudan yola çıkarak, onların görüşlerini sistemleştirmek ve ortak olan yönlerini tesbit ederek, hepsi için müşterek sayılabilecek görüşler içeren bir kitap hazırlamayı bu sebeple faydalı gördüm.
Fakat şunu da gördüm ki A vrupalılann eserlerinde, yalnız hoşumuza gidecek güzel görüşler değil, aynı zamanda aleyhimizde olan tasavvurlar ve art niyetler de var. Bu sebeple, Türklerde Ahlak ve
12 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Dünya Görüşü konusunu incelerken, onların kasıtlı olarak aleyhimizde ortaya athğı (-ve sergilenmesini meraklılarına havale ettiğim-) iftiraları görmezden gelmek suretiyle, sadece olumlu yargılarından yola çıkarak bunlar arasında "ortak" sayılabilecek değerlendirme ve hükümleri (konularına göre-) düzenlemek düşüncesi, bu kitabın metod'unu teşkil etmiştir.
Kitabın amac'ına gelince: Giriş olarak, baş kısma koyduğum "tarih özeti"nden maksat, ele alınan konuların odak noktasını teşkil eden T ü r k kavramının hudutlarını belirlemek içindir. Özellikle son zamanlarda moda olan bir deyimle global'leşen dünya görüşüne ayak uydurmamıza dair tavsiyeler, esasen "kürre" şeklinde (=global) olan dünyamızı (-coğrafya bakımından-) küreleştirmeğe çalışmak, Amerikayı yeniden keşfe çıkmak gibi "abesle iştigal" sayılır.
Fakat "küreleştirmek"den maksat şayet "insan hakları" ve "ahlaki değerler" ise, Türk milleti olarak Avrupa' dan bizlerin değil, Avrupalıların bizlerden öğreneceği çok şey vardır. Nitekim, elinizdeki kitap, bunu da isbata yöneliktir.
Demek ki "global"leşen bir "dünya görüşü" içinde milli benliğimizi kaybederek yeni bir "kimlik" aramağa lüzum yoktur. Çünki bizim yapmamız gereken şey, atalarımızın bizden daha başarılı olmasının sebeplerine dikkat ederek (-ki bu kitap bunu sağlamağa çalışıyor), bugün mevcut hatalarımızı da görmüş oluruz ve bunları düzeltmek için yann neler yapmamız gerektiğini tesbit edebiliriz.
Meseleye "tarih" açısından bakmamızın sebebi işte budur. Çünki tarih' deki olaylar ezberlenmek için değil, bugün'ü anlamak içindir ve şayet bugün'ü anlayacak olursak, yarın'lara yön vermemiz de mümkün olur. Kaldı ki, 1919 senesinden beri yayınlanmış
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 13
olan birkaç eserin ortak hedefi, "milli Türk kültürü "nü devam ettirmek olmalıdır*.
Türk kültür ve felsefesi için yıllardan beri gece gündüz çalışarak hazırlamakta olduğum birkaç eser daha var. Allah kısmet ederse, birbiri ardından hepsini yayınlamayı ümid ediyorum. Yeter ki iyi niyetli okuyucular "hayır dua"lannı esirgemesin.
Prof. Dr. Nihat Keklik
• Bu konuda, başkaları tarafından yayınlanmış birkaç eser bulunmakla birlikte, elinizdeki kitap onlardan tamamen farklıdır. Mesela:
a)Ahmed Djevad, Les Turcs d'apres les auteurs ce/ebres; divers temoignages et opinions; (Publication du Congres National), İstanbul, 1919 (tere. Yağmur yay.) -1919 yılında Türkiye işgale uğradığı zaman yayınlanan bu kitap 151 sayfadır, Avrupalı bazı yazar ve bilginlerin eserlerinden (-hiçbir yoruma tabi tutulmaksızın-) yapılmış alıntılardan meydana gelmiştir.
b)İsmail Hami Danişmend, Garp Menbalanna göre Eski Türle Seciyye ve Ahlakı (İst. Kitabevi Yay. 3'üncü baskı) İst.1982 (243 sayfa olup, konulara göre tasnif edilmiştir.)
c)Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılanna göre Türkler ve Türk Ülkeleri, (TKAE yay. ) Ank. 1985 (293 sayfa olan ve Arapça kaynaklardan yapılmış tercümeler' den müteşekkil bu kitabın ismi, içeriğini göstermektedir.)
d)Nihayet: Mutlu Altay, Tiirlcler İçin Ne Diyorlar? (TKAE yay.) Ank. 1984 (50 sayfa) ve bir de Turhan Tan, Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, (Boğaziçi yay. İst.1994 <2'nci baskı> 90 sayfa)
GiRİŞ
Birkaç sayfada özetlemeğe çalışacağım Türk tarihi'nde dikkatimizi çekmesi gereken önemli nokta şudur: Bazı Türk devletlerinin "uzun ömürlü", bazılarının da "kısa ömürlü" olduktan görülecektir. Bunun sebebi acaba neydi?
Gök-Türk hükümdarı Bilge Kağan (öl.734), Orhun Yazıtlarından birincisi olan Kül-Tigin (Gültekin) kitabesinde Türk devletlerinin ömrünü kısaltan d ö r t sebep bulunduğunu ifade etmektedir:
1) Türk beğleri, Türk isimlerini bırakıp Çin isimlerini almış,
2) Türkler, Çinlilerin (:düşmanların) ipekli kumaşlarına ve tatlı sözlerine kanmış,
3) Düşmanlar Türk halkı ile Türk beğlerini birbiri aleyhine kışkırtarak kardeşi kardeşe düşman etmişler,
4) Gençler ağabeylerine ve oğullar da babalarına itaat etmez olmuştu. İşte bu gibi hatalar sonucunda, 630-680 yılları arasında Türkler, (-elli yıl süreyle-) Çin esaretinde kalmıştı. Böyle bir felaketin bir daha olmama-
16 /TÜRKLERDE AfllAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
sı için Bilge Kağan (öl.734) diyor ki: Türk milleti, irkil ve kendine dön!*
Bilge Kağan(öl.734)'ın burada zikretmediği fakat kendisinden çok önceleri, aynı şekilde bir Gök-Türk hükümdarı olan İşbara Kağan (bük. 581-587) tarafından vurgulanan Türkçe ve Türk töresi de ilave edilince Türk devlet görüşünü belirleyen prensipler ortaya çıkmaktadır.
Milli dil (Türkçe) ve bir de Türk töresi'ne pekçok önem veren Gök-Türk hükümdarı İşbara Kağan (hük.581-587) zamanında çıkan büyük isyanların bastırılması için, komşu (-fakat ezeli rakib ve düşman olan-) Çin'den yardım istenmesi üzerine Çinliler iki şartla yardım edebileceklerini söylemişti:
a) Türkçeyi terk edip, Çince konuşacaksınız; b) Bundan böyle Çin geleneklerini benimseyeceksi
niz. Gök-Türk imparatoru İşbara Kağan, Çin imparato
runa gönderdiği cevapta: Türkçe'den ve Türk töresi'nden vaz geçmenin mümkün olmadığını, çünki bu hususta bütün milletin "birlikte çarpan tek yürek gibi" olduğunu bildirmiş ve Çin teklifini geri çevirmişti.*"'
Gök-Türk imparatorluğundan (miladi 6'ncı asırdan) beri Türkçe'nin ve Türk töresi'nin önemini idrak eden " ... Türkler .... hiçbir zaman, hiçbir yerde milli dillerine (Türkçeye) besledikleri imandan inhiraf etmemişler, eski soy hatıralarını unutmamışlardır. Miladın 800 tarihinden 1000 tarihine kadar iki asır içinde, ... üç defa DİN değiştirdikleri halde, DİL değiştirmemişlerdir .. (Soy bakımın-
• O zamanki Türkçe ile: -Türk budun, ertin, ökün. Buradaki üç kelimenin anlamları şöyledir: budun "millet" demektir; ert-mek "vaz geçmek" manasınadır, ökün-mek ise "pişman olmak"tır.
• • Liu Maoısai, Die Chiııesisc/ıeıı Nachrichten zur Geschichte der Ost· Türken/ T11-Ki11e,Wiesbaden,1938; s.53.
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GöRÜŞÜ / 17
dan Türk olan) Karayim Yahudileri de Tevratı İbrani harfleriyle fakat Türkçe olarak yazmışlardır ... "*
Türklerin çok duyarlı davandıkları iki konu daha var ki, biri "vatan sevgisi", diğeri de "İslamiyet ve ahlak"tır.
Türkler ve İslamiyet arasındaki ilk ilişkiler bakımından Hz.Peygamberden ve onun zamanındaki şairlerden itibaren, müslüman Araplardan bazıları, Türklerin çeşitli niteliklerinden bahsetmişlerdir. Nitekim (-parantez içinde verilen tarihlere dikkat edilirse-) Asya'da Gök-Türk imparatorluğu (552-630) ile aynı zaman diliminde hayatta bulunduğu görülen Hz. Peygamber (570-632)'in Türkler'den haberdar olmaması mümkün değildir. Nitekim merhum İsmail Hakkı İzmirli'nin Peygamber ve Türkler adlı tebliğine göre, Hz. Peygamber'in ashabı arasında "üç Türk" bulunduğu ve bir Ramazan ayında "Türk çadırında" ikamet ettiği, İslamiyete davet maksadıyla Türklere de bir mektup yazdırdığı ve nihayet, Türkler hakkında sözleri (hadis'ler) bulunduğu, hatta Kur'an'daki (56/18) "abariyk" kelimesinin tekil (müfred) şekli "ibrik" olup, Türkçe "ivrik" lafzından alındığı** ifade edilmektedir.
Osmanlılardan ö n c e k i Türklerden bahseden bazı Arap şairleri de vardı. Mesela el-Nabiga ( öl.604) ile el-A 'şa (öl. 639) (- ki bu iki şair, Hz. Peygamber : 570-632 zamanında hayattaydı-) ve daha sonra İbnü'r-Rumi (Ôl.869) gibi ünlü şairler Türkleri övmekteydi.
Gelecek sayfalardan (s.24 vd.) itibaren, Cahız ( öl.69)'den İbn Battuta ( öl.1369) ve İbn Haldun ·(öl.1406)'a kadar olan sürede (miladi 9'uncu asırdan 14'üncü asıra kadar-) müslüman Arapların (-Osmanlıdan önceki Türkler hakkında-) ortaya koyduğu görüşleri ele aldıktan sonra, Avrupada De La Broquiere ile Busbecq'
• Leon Cahun, İntroducıion a l'Histoire de l'Asie adlı eserinden nakleden A. Cevat, tere. s. 186
• • i. H. İzmirli, Peygamber ve Türkler, (2'inci Türk- Tarih Kongresi zabıtları,-s. 1013-1044 içinde) s. 1019
18 /TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
den (-miladi 15 ve 16'ncı asırlardan-) Pierre Loti (1850-1923) ile Claude Farrere (1876-1957)'e kadar olan sürede, Türkler hakkında Avrupalıların ileri sürdüğü görüş ve düşüncelere dair, bizzat onların kitaplarından seçtiğim ve Belgeler adını verdiğim fragınentler sayesinde ''Türklerin nitelikleri" kolayca gözlenebilecektir.
1 TARİHTE TÜRKLER
.• VE ÜZELLİKLERİ
Miladi 9'uncu asırdan 14'üncü asra kadar olan Türklerin özellikleri Arapça kaynaklarda zikredilmiştir.*
• Osmanlılar'dan önceki Türklerden bahseden kaynaklar olarak: 1) Cahız (öl.869)'in Fazail'ül-Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eseri, bu alanda ilk ve en tafsilatlı olanıdır. 2) Mes'udi (öl.956), El-Tenbih ve'l-İşraf (Hatırlatma ve gözden geçirme) isimli meşhur kitabında Türklerin "güzel"liğinden ve "bilgeler" yetiştiren bir millet olduğundan bahs edilmektedir. 3) İbn Fadlan (lO'uncu asır), Rihk (Seyahat-name) adlı eserinde, Abbasi halifesinin elçisi olarak gönderildiği Asya Türkleri (-Oğuzlar, Peçenekler, Başkurtlar ve Bulgarlar-) hakkında bilgi vermektedir. 4) Gerdizi (öl.1053)'nin Zeynü'l-Ahbar (Haberlerin Ziyneti) adlı eserinde Türklerin "güzel"liğinden bahs edilmektedir. 5) İbn Hassul (öl.1058)'ün Tafdil'ül-Etrak (Türklerin Üstünlüğü) adlı risalesinde, Türklerin nitelikleri izah edilmektedir. 6) İbn Said (öl.1070), Tabakat'ül-Ümem adlı (felsefe ve ilimlere dair-) eserinde Türklerin kalabalık bir millet olduğunu söylemektedir 7) Gazzali (öl. 1111) Nasihat'ül-mülUk (Hükümdarlara Nasihat) adlı eserini Sultan Sencer(öl.1157) için yazmış ve El-lktisad adlı eserinde Türklerin "güzel"liğinden bahsetmiştir. 8) Ali el-Hicazi el-Kayıni (öl.1153), Mefahir'ül-Etrak (Türklerin Övünçleri) adlı eserini Sultan Sencer(ö.1157)'e sunmuştur.(Bu önemli eser, zamanımıza ulaşmış değildir.) 9) İdrisi (öl. 1166)'nin Nüzhet'ül-Müştak adlı kitabında Türklerin nüfus potansiyelinden ve "güzel'1iğinden bahsetmiştir. 10) Muineddin Herevi, Tarih-i Mübarek-şahi (yazılış 1206) adlı eserinde Türkleri medh etmektedir.
20/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Çok eski zamanlar bir yana bırakılmak suretiyle, Türk tarihi'ni birkaç sayfada özetlemek mümkündür. Nitekim milattan önce 1050 yılından itibaren Çinde hüküm süren Chou hanedanının Türk aslından oldukları söylenmekle birlikte, tarihte bilinen ilk Türk devleti Hun imparatorluğu'dur. Hunlar'ın milattan önce 209 senesindeki yabgu'su (=hükümdarı) Teoman (Tuman-Duman?) adını taşımaktaydı. Onun oğlu Mete, milattan önce 209-174 yılları arasında hüküm sürmekteydi. Hunlar, komşuları ve düşmanları olan Çin imparatorluğu için büyük bir tehdid haline gelmişti.
Hun imparatorluğu milattan sonraki asırlarda zayıflayıp parçalanınca, onların bir kolu sayılan Ak Hunlar (Eftalitler), kuzey Hindistan bölgelerinde miladi 6'ncı asır ortalarına kadar devam eden büyük bir devlet kurmuştu.
Dağılan büyük Hun imparatorluğunun yerini Tabgaçlar (m.384-552) almış ve iki asra yakın Çin'i idare etmişlerdi.
Hunların bir kolu da Hazar denizi'nin kuzeyinden Avrupa içlerine ve oradan da Balkanlara yerleşerek, Avrupa'nın büyük kısmına hakim olan muazzam bir imparatorluk kurmuşlardı. Onlara Avrupa Hun/an adı verilmekte olup en meşhur hükümdarları Attila ( öl.m. 453)'ydı.
Asyada kurulan büyük imparatorluklardan biri de Gök-Türk devletidir. Asena (Aşina vs.) adını taşıyan bir
1 1) Avfi öl.1233), Cami'ul-Hilaıyat isimli kitabında Türklern nüfus yoğunluğundan bahs etmektedir. 12) İbn'ül-Kıfti ( öl.1248), İhbar'ül-ulema adlı eserinde, "lider" milletlerden birinin de Türkler olduğunu söylemektedir. 13) Kazvini (öl.1283), Asar'ül-Bilad isimli kitabında Türklerdeki yüz güzelliği 'nden söz etmektedir. 14) İbn Battuta (öl.1 369), Rihle (Seyahat-name) adlı meşhur eserinde, Türkiye'de ve Kınm'da gördüklerni anlatmaktadır. 15) İbn Haldun (öl . 1406), Mukaddime adlı eserinde Türk beğlerinin "hayırlı eserler" bina ettirdiklerini ifade etmektedir.
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 21 '
Türk kabilesine mensup olan Gök-Türkler'in ismi, Asyada ön plana çıkınca, aynı soydan olan fakat değişik adlar taşıyan ve Türkçe konuşan bütün Türk kavimleri için ortak isim oldu.
Bumin Kağan ( öl.m.552) tarafından Ötüken merkez olmak üzere kurulan Gök-Türk devleti, kısa zamanda imparatorluk haline gelmekle birlikte, 78 senelik bir ömürden sonra Çinliler'in entrikaları yüzünden miladi 630 yılında yıkılmış ve elli yıl süreyle Türkler Çin esaretinde kalmıştı. Nihayet 680 yılında Kutluğ Kağan ( :İlteriş) ve yardımcısı Tonyukuk (öl.724) tarafından kurulan 2'nci Gök:Türk devleti de, kısa sürede imparatorluk haline gelmişti. Ne yazık ki o da 65 yıllık bir ömürden sonra 745 senesinde ortadan kalktı. Fakat Orhun anıtları onların en büyük eseriydi. Çünki Türk tarihi için Türkçe olarak yazılı ilk belgeler Orhun anıtları'ydı ve bunlar Gök-Türk alfabesiyle yazılmış olup, Bilge Kağan (öl. 734) tarafından yaptırılmıştı. (Anıtlardaki yazılar Danimarkalı Vilhelm Thomsen tarafından 1893'de çözülmüştür)
Gök-Türk imparatorluğu dağılınca, onların yerine Uygurlar (m.745-840) geçmişti. Fakat 95 yıllık bir hakimiyetten sonra onlar da ortadan kalkmış ve yerlerini Kırgızlar (840-920) almış, fakat onlar da ancak 80 yıl devam edebilmişti.*
• Orhun abideleri'nin bulunup da (1893'de) çevrilmesi ve Cha11annes, E. H. Parker ve diğer ilim adamlarının Çin tarihlerinde buldukları bilgileri çevirip yayınlamaları eski Türk tarihine birçok faydalar sağlamıştır. Milattan önce 1400'den itibaren ve özellikle m.ö. 200 yıllarında Çin yıllıkları Hiung-Nu diye adlandırılan savaşçı göçebelerden bahseder . .... Hiung-Nu'nun bir parçası olan Türkler, .. .. baştaki Wei hanedanı'ndan ayrılmış ve doğuya doğru hareket etmiş, Juan-Juan beyliğine sığınmıştır. (Gök-Türklerin mensup olduğu) Asena kabilesi, kendilerini korumalarına karşılık, .... Juan-Juanlar'ın ... demircilik, .... işlerinde çalışmayı kabul etmişler ve şimdiki Kan-sıı ilinde ... yerleşmişlerdi. Bu şehrin yakınlarında, ismini DÜRKO ya da TU-CIRJE (Tukyu= Miğfer anlamında) kelimelerinden alan bir dağ vardı. Şimdi herkes tarafından bilinen TÜRK adı bu kelimeden gelmiştir ... Aşağı yukarı yüzyıl sonra Asena beyliği iyice güçlendi. Bir Juan-Juan prensesiyle.evlenmek isteyen şeflerine pren-
22 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ
Buradan itibaren Türkler ile İslamiyet arasında ilişkiler başlamaktaydı: Zaten dikkat edilirse Birinci GökTürk devleti (552-630) ile peygamberimiz Hz. Muhammed (570-632)'in hayatı aynı zaman dilimi içinde bulunmaktadır. Ayrıca Türklerin Tengri (Tanrı) inancı ile müslümanlıktaki Allah inancı arasında yakın benzerlikler bulunmaktaydı. Türkler ile Araplar arasında başlangıçta savaşlar olmakla birlikte, Türk kavimleri arasında İslamiyet sür'atle yayılmaktaydı. Kitle halinde ihtidalar ise Karahanlı hükümdar Satuk Buğra Han (öl.956) zamanında olmuştu. Böylece miladi 840 yılında kurulan Karahanlılar Devleti, miladi lO'uncu asır ortalarında İslam inançlarını paylaşan ilk Türk-İslam Devleti oldu. Bu arada Mısır ve Filistin'de kurulan Türk-İslam devletleri olarak Tolon-Oğulları (868-905) ve İhşid Oğulları (935-969) yanısıra, Afganistan ve Hindistan'da muazzam bir Türk-İslam imparatorluğu kuran Gazneliler(963-1184 )in ünlü hükümdarı Gazneli Mahmud (öl.1030) sayesinde müslümanlık Hindistan içlerine kadar yayılmıştı.
Nihayet Horasan'da kurulan Büyük Selçuklular Devleti (1038-1194) Asya'daki Türk kavimlerini birleştirip büyük bir imparatorluk haline geldikten sonra idari bakımdan birkaç bölüme aynlmıştı ki, bunlar arasında en güçlü ve uzun ömürlü olanı Türkiye Selçukluları (1074-1308)'ydı. Fakat Uzak Doğu'dan kopup gelen Moğollar'ın 1243 senesinde Sıvas yakınlarındaki Kösedağ Savaşı'nda Türk ordusunu yenmesinden sonra Selçuklular ortadan kalkrnağa başlayınca, 1299 yılında Batı Anadoluda Osmanlı Devleti kuruldu.
sesin verilmemesinden çıkan bir münakaşa sonucu Asena kabilesi ayaklandı. Juan-Juanlor yenildi ve yok edildi .. . . Türkler, .. . şaşırtıcı bir ilerleme gösterip, birkaç yıl içinde Çin ve Bizans'la münasebetler kuran büyük bir güç haline geldiler. Bu gücün kurucusu Tumen ya da Bumin 552'de ölünce yerini istemi (Shi-ti-mi), o da ölünce yerini 575'de Tardu (Ta-teu) aldı .... Sonra Türkler, (soydaşları olan) Ak Hunlar(Eftalitler)'ı da yendiler ve Türk zafer dalgası batıda Semerkand bölgesinden İran'ın kuzey sınırlarına kadar yayıldı .... " (Sir Charles Eliol, il 92-93)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 23
Dipnot'da zikredilen diğer bazı Türk devletlerinin tarihlerine ve kurulduktan bölgelere dikkat edilirse bir zamanlar batı Çin'den Güney Rusya'ya (-hatta Attila zamanında Fransa'ya-) ve ayrıca Balkanlar'a kadar olan geniş bir coğrafyada Türkler hüküm sürmekteydi* ve karşılarında başka rakip bulunmadığı için birbirlerini kırmakla meşgul olmuşlardı. Aynca görüyoruz ki Büyük Selçuklular'dan beri İran ülkesi Kaçarlar hanedanı'na (1924 yılına-) kadar daima Türkler tarafından idare edilmişti.**
Tarihçesini özetlediğimiz Türkler, bugün kimi yerlerde yoğun, kimi bölgelerde seyrek olarak, Adriyatik kıyılarından Çin Seddi'ne kadar geniş bir coğrafyada (-ve bir süreden beri de Avrupa, Amerika ve Avustralya'da-) yaşamaktadır.
Şimdiki nüfusları 100 milyon (-bazılarına göre 200 milyon) olan Türklerin günümüzdeki bu nüfus potansiyeli, miladi 11 'nci asırdan itibaren Arap asıllı bazı bilginlerin de dikkatini çekmiş olmalı ki, mesela ll'inci asırda Endülüslü İbn Said (öl.1070), daha sonra 12'nci asırda İdrisi (öl.1166) ve 13'üncü asırda Avfi (öl.1233) Türklerin nüfus yoğunluğundan bahsetmişlerdir. (Belgeler no.1-2-3)
• Türklerin menşeine ve eski tarihine dair araştırmalar 19'uncu asır sonlarında başladığı için, 16'ncı, 17'nci ve 18'inci asırlardaki Avrupalı diplomasi çevrelerinin, Türkler ve Osmanlı imparatorluğu hakkındaki müşahedeleri sadece bu asırlara inhisar etmiş ve ancak 19'uncu asıra mensup Avrupalı diplomat ve seyyahlar eski Türk tarihinden bahsetmek imkanını bulmuşlardı.
•• Yukarıda adları geçenlere ilave olarak (-dünyanın çeşitli ülkelerinde-)" Türklerin kurduğu devletler arasında: Harzemphlar (Harezın: 1077-1231), Altın Onla Hanlığı (Güney Rusya ve batı Sibirya: 1226-1502), Çağatay Hanlığı (Maveraünnehir ve doğu Türkistan: 1227-1370), İlhanlılar (İran: 1256-1353), Timurlular (Maveraünnehir ve İran: 1370-1506), Memluklar (Mısır ve Suriye: 1250-1517), Kara Koyunlular (Azerbaycan ve Irak: 1380-1468), Ak Koyunlular (Diyarbakır, Doğu Anadolu ve Azerbaycan: 1378-1508). Safeviler (İran ve Azerbaycan: 1501-1732), Şeybaniler (Maveraünnehir: 1500-1598), Babür imparatorluğu (Kuzey Hindistan: 1528- 1858), Afprlılar (İran: 1736-1795), Kaçarlar (İran: 1779-1924) vs. gibi birçok devletler Türklerin eseriydi.
24 /TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Günümüzdeki Asyalı soydaşlarımızın antropolojik olarak beden yapısı ve sima bakımından Türkiye Türklerinden azçok farklı görünmelerine rağmen, bazı antropologların tasvir ve ifadelerine dikkat edilirse, söz konusu farklar o kadar büyük ve önemli değildir. (Belgeler no.4-5-6)
Türklerin üstün niteliklerinden özel olarak bahsedilmesi, miladi 9'uncu yüzyılda Kelam filozofu Cahız ( öl.869)'in Fazail'ül-Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı kitabıyla başlamaktadır. (Belgeler no. 7-8-9-11-12) Eserinden seçilen birkaç fragmentte görüleceği üzere Cahız, Türklere çok hayran kalmış Araplardan biriydi. Ondan sonra, ünlü tarihçi Mes'udi ( öl.956), İbn Hassul ( öl.1058) ve Muineddin Herevi (12'inci asır) gibi ünlü şahsiyetler de çeşitli yönleriyle Türklerden bahsetmişlerdir. (Be1geler no
13-.14 -15-16-17)
Nihayet Osmanlı devletinin kuruluş zamanlarında (-14'üncü asır ortalarında) Türkiye'yi ziyaret eden kuzey Afrikalı seyyah İbn Battuta (öl.1369), bu ülkenin güzelliklerine ve Anadolu halkına hayran kaldığını söylemektedir. (Belge no.-18-19-20)
Belgeler (1-20)
1 ) Onbirinci asırda yaşayan Endülüslü fikir tarihçisi İbn Said (öl . 1070) , Çinlilerin Türk hükümdarlarına "Arslanların sultanı" adını verdiklerini ve Türklerin bütün dünyaya yayılan kalabalık bir millet olduğunu söylemektedir. (İbn Sa'ld, Tabakatül-Ümem, Mısır; 11 ) ·
2) Onikinci asırda yaşayan İdrisi (öl. l 166)'nin Nüzhet'ül-Müştak adlı eserine göre Türkler çok yaygın bir millet olduğu için, sayılmayacak kadar çok kabilelere ayrılmıştır . ..
" (Şeşen, s. 100)
3) Onüçüncü asırda yaşayan Avfi (öl . 1233)'nin Cami'u/- Hikôyat adlı eserinde, Türklerin "kalabalık bir millet'' olduğu; bu sebeple birçok sınıflara (kısımlara) ayni-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 25
dıkları ve kabilelerin sayısının sonsuz olduğu belirtilmektedir. . (Şeşen, s. 90)
4) Antropologlara göre Türklerde "Turani" bir ırk özelliği vardır: Kuzeydeki guruplarda Moğola benzer simaya rağmen güneydekiler orta uzunlukta bir yüz, düz burun, dik ve yüksek alın ile orta ve narin vucut yapısına sahiptir. (Brockelmann, İslam Milletleri ue Deuletleri Tarihi. s.
172)
5) (Antropolojik olarak) Türkmenler, . . . . orta boylulardan daha uzunca ve daha mütenasiptir. Bedenlerinin kasları bilhassa göze çarpacak derecede gelişmiştir. "Güçlü, kuwetli" . . . . ve tamamen sağlığı yerinde'dir. Cildi beyaz, çehresi yuvarlak, elmacık kemikleri öne doğru çıkık ve alnı geniştir. . . Gözleri badem şeklinde çe-kiktir . . . . Bakışları canlı ve manalıdır . . . . . . Burunları ge-nellikle küçük ve yukarı doğru kalkıktır. Çehre hatları keskin ve dudakları kalındır . . . . . (Blocqueville, s. 48)
6) Elysee Ruclus'un 1884'te çıkan bir yazısına göre Anadolu Türklerinin " . . . umumiyetle buğday tenli, siyah gözlü ve saçları koyu renkli, elmacık kemikleri hafifçe çıkık olup, büyük bir beden kuwetine sahip oldukları . . . " ve daima yavaş ve ciddi hareket ettikleri; bol biçimli kıyafetleri sebebiyle hareketlerinin daha da ağırlaştığı ifade edilmektedir. (A. Djevad, Les Turcs d'apres /es auteurs celebres
1919,/ s.32)
Türkler hakkında ilk defa olarak kitap yazan el-Cahız(öl .869) Arap asıllı bir Kelam filozofudur. Eseri, "Fazailül-Etrak"(Türklerin Faziletleri) adını taşımaktadır. Osmanlılardan asırlarca ewel yaşamış olan Cahız bu eserde diyor ki :
7) Bir Türk başlı başına bir millettir . . . (Cahiz, s.68)
8) Türkler iyi bildikleri bir hususun tamamını sağlam yapar; her işini bizzat kendi yapar; içi dışı gibidir: hiçbir
26/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
netice çıkmayacak ( = boş) şeylerle uğraşmaz. (Cahız, s.
75)
9) Türk eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa da bir çaresini bulup mutlaka kurtulur . (Cahız, s.74)
10) Cahız'e göre, " . . . Türkler yaltaklanma, münafıklık, kovuculuk, yapmacık ve riya, . . . kibirlenmek, akrabalanna karşı fenalık ve bid'at nedir bilmezler . Çeşitli fikirler onlan bozamamıştır. Kitabına uydurup da başkalannın malını helal saymazlar. (Cahız, s. 79)
1 1 ) Türkler vatan sevgisi'ne en fazla sahip olan millettir . -Türklerde vatan sevgisi (herkesten) daha fazla ve daha köklüdür. (Cahız, s.77 ve 78 ve 79)
12) Türklerin ruhi kuwetleri bedeni kuwetlerinden daha fazladır ; onlar ateşli, hararetli ve anlayışlı insanlardır. (Cahız, s.79)
13) Tarihçi Mes'udi (öl .956) diyor ki : Yeryüzünde bilge (filozof) yetiştiren "yedi millet" var ki bunlardan biri de Türkler'dir . " (Mes'udi, El-Tenblh; Fr.terc. s.121) Mes'udi'ye göre Türkler güzel bir millettir . (bkz. Belse-59)
14) İbn Hassul (öl .1058)'ün Tafdil'ül-Etrak (Türklerin Üstünlüğü) adlı eserine göre " .. Allah, Türkleri arslan suretinde yaratmıştır . (İbn Hauul, s. 259)
15) Yalnız Türkler'dir ki . . . icabında az bir nesne ile günlerini geçirmeğe katlanırlar . . . . Bu hususta katlandık-lan meşakkatın (güçlüğün) dereceleri yüksektir. O kadar ki yorulmuş ve takatlan kesilmiş zannedildikleri bir durumda bile . . . tehlikelere atılmak ve yolu izi belli olmayan yerlere girmekte Türkler , ilk neşat ve neşvelerini muhafaza ederler . (İbn Hauul, s. 259)
16) Türklerden . . . hiç biri, yeme içme, gezme ve binmede efendisinden aşağı kalmağa razı olmaz . . . Türkler , kölelerin yaptıklan işlerde kullanılamazlar . . . . Türkler , . . . askere başbuğ olmak veya . . . bir fırkanın başına geç-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 27
mek veya bir cemaate emir ve nehy'de bulunmak ( = bir topluma kumanda ebnek)' den başka bir işe razı olmazlar . . . "
(İbn Hassul, s.259-260)
17) Onikinci asır tarihçisi (ve Türk asıllı olan-) Muineddin Herevi'nin Tarih-i Mübarek§ahi adlı eserinden naklen şunları okumaktayız:
a) Türkler müslüman bir ülkeye ulaştıkları zaman orada saygı görürler . . . ve orduya kumandan olurlar . . . .
b) Türkler, denizin derinliğinde midye kabuğunda saklı olan "inci"ye benzer : Değerlerinin takdir edilmesi için, kralların tacını ve gelinlerin kulağını süslemesi lazımdır (Rasonyı, Tarihte Türklük, s. 6)
Kuzey Afrikalı İbn Battuta(öl . 1369) 'ya göreyse:
18) Türkiye dünyanın en güzel memleketidir . . . Burada dünyanın en temiz halkı yaşar ve en nefis yemekler burada pişirilir. (İbn Battuta, s. 3)
19) Ülke bütünüyle İmam Ebu Hanife mezhebinde (Hanefi) olup, sünni'dir. (İbn Battuta, s. 4)
20) Türkler iyi karakterli, kuwet ve şiddet sahibi insanlardır. (İbn Battuta, s. 72)
il OSMANLI TÜRKLERİ
(Terbiye-Temenna-Doğruluk-Milli birlik-Sağduyu- Dostlara yumuşak, düşmanlara sert olan Gerçek Türkler)
15'inci asırdan 20'inci asra kadar Avrupalı birçok yazarlara göre Osmanlı Türkleri:- nazik ve terbiyelidir. Bu sebeple onlarda kavga ve çirkin sözlere rastlanmaz. Türk köylüsü bile asalet sahibi ve muhteşem'dir. (Belge: 22-23-24-
25-26-27)
Aralarındaki selamlaşma şekline temenna denilir. Birbirlerine karşı gösterdikleri saygı ve nezaket'te aşırılık yoktur çünki dalkavukluk'tan hoşlanmazlardı. (Belge-28-29-
30) Osmanlı Türkleri yalan'dan nefret eder ve daima
doğnı konuşurlardı. Kimseyi aldatmazlar, verdikleri sözü mutlaka tutarlardı. Onların sözü, en sağlam senetlerden daha muteberdi. O kadar dürüst ve namuslu'ydular ki, herkesi kendileri gibi "dürüst" zannettikleri için kolayca aldatılmaları mümkün olmaktaydı. (Belge: 31-32-33-34-35-36-37-
38-39) İlerde görüleceği üzere "yalancı şahitler"e çok ağır cezalar verilmekteydi. (bkz. Konu-XI)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 29
İçki, dans ve kumar'dan da hoşlanmayan Türkler (Belge: 40-41), israftan kaçınan "cömert" insanlardı. (Beı
ge-42) * Birlik (:milli birlik) duygusu çok kuvvetli olan Türk
ler, (Belge:4J-44-45), dost bildikleri kimselere daima "yumuşak" ve "şefkatlı" davranmakla birlikte, tahrik edilip de öfkelendikleri zaman çok sert hareket ederler ve adeta zapt edilmez duruma gelirlerdi. (Belge-46-47-48-49-50)
Schopenhauer(öl.1860)'in dediği gibi "sağduyu" (akl-ı selim), Türklerin özellikleri arasındaydı ve bu sayede Türkler "irade"lerini daima "akıl" vasıtasıyla kontrol eden nadir milletlerden biriydi. (Belge: 51-51 •-52)
Üç hilal'li Türk bayrağının gölgesinde yaşayan birçok milletlerin kültüründen etkiler almasına rağmen, Türklerin yine de milli benliğini koruyarak T ü r k kalabilmeleri olağan-üstü bir özelliktir. (Belge· 53-54)
Çeşitli ülkelere yayılan bir millet olduğu için, muhtelif kavimlerle de azçok karışmış olan Türkler ile gerçek Türkler arasında ne gibi farklar vardır? sorusu, herhalde daha 17'nci asırda bazı Avrupalıları meraklandırmış olmalı ki, Jean de Thivenot tarafından Gerçek Türkler deyimi kullanılmıştır. Fakat bu deyim, yukarda sayılan vasıflara sahip olan Türkler'i kasdetmesi gerekirken, ismi geçen Avrupalı diplomat, kavmiyetçi bir görüşle: Gerçek Türkler'in sonradan müslüman olan ve Türkleşen gayri müslimler (=mühtediler) değil, doğrudan doğruya ''Türk ve müslüman olarak dünyaya gelenler" olduğunu söylemektedir. (Belge no.41) Onun bu fikrine katılmak elbette ki mümkün değildir, çünki Gerçek Türk kavramı Atatürk'ün Ne Mutlu Türküm diyene vecizesiyle yeterince tarif edilmiştir. ..
Böyle bir tasavvurdan yola çıkan Avrupalılara göre ancak Anadolu'da aranması gereken gerçek Türkler'in niteliklerinden bazıları şunlardır:
• Nitekim kötü olan "savurganlık" (israf) ile, aynı şekilde kötü sayılan "pintilik" (cimrilik) arasındaki "orta yol" a cömertlik denilmektedir.
301 TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
a) Kendilerine yapılmasını istemedikleri bir şeyi başkasına yapmazlar ve hangi dinden olursa olsun, "bütün insanlar için" iyi şeyler isterler (:tolerans sahibidirler).
b) Biraz "aristokrat" olmalarına rağmen, nazik ve yumuşak huyludurlar,
c) Başka milletleri assimile etmeğe çalışmış değildirler.
d) Feth ettikleri ülkelerden çeşitli etkiler almış olsalar da. T ü r k olarak kalmayı başarmışlardır. (Belgeler: 55-
56)
Belgeler (no. 22-56)
Onbeşinci asırdan bu yana Türklerden bahseden Avrupaltlar tarafından : " . . . asalet ve nezaket sahibi, efendi, terbiyeli . . . " olarak tasvir edilen Türkler'in (-en üst tabakadan en basit insanlanna vanncaya kadar-) hepsinin "asil ve muhteşem" (soylu ve görkemli) olduktan belirtilmektedir. Mesela :
22) Türkler " . . . efendi ve nazik' tir . . . "(Howard, s.101)
23) Türkler her seviyede çok terbiyeli insanlardır. (Fontmagne, s. 251)
24) (Abbe Toderini'nin De La Litterature des Turcs -1 789 adlı eserine göre) ;-- Türk beyleri, Saray adamları , hademeleri, hiç bir millette rastlanmayacak derecede nezaket ve terbiye sahibi olarak yetiştirilirler. Türkler birçok Avrupalı yazann da fark ehniş olduğu gibi, aralannda nezaketin en ince kaideleri'ne riayet ederler. (A. Cevat, tere. s.85)
25) Türkler, çok terbiyeli ve seçkin insanlardır. Hangi mevkide bulunurlarsa bulunsunlar, bu özellikleri değişmez. Nereden gelirlerse gelsinler, . . . "terbiye" yönünden harikulade kimselerdir. Gemi direğindeki tayfa, bir amiral kadar, bir . . . köylü, bir paşa kadar muhteşemdir. . . "
(Howard, s. 51)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ / J 1
26) (G. Murray' ın Les Turcs-1878 adlı eserine göre-) -Türkler yeryüzünün en nazik milletlerinden biridir .. (A. c-t, tere. s.85).
27) Ondokuzuncu asırda Türkiye hakkında eser yazan Vanda'ya göre "Türk köylüsü" bile asil-zade gibidir... (A. Cevat. tere .. s.37)
Asalet ve nezaket bakımlarından böylesine hayranlık uyandıran atalarımızın birbirlerini "selamlama" şeklinde de aynı zarafet vardı:
28) Osmanlı devrinde Türklerin selamlaşma şekli olan " .... temenna, sağ eli önce ağıza, sonra alna götürerek verilen selam'dır. Bu resmisidir. Daha samimi olan, eli kalbe veya göğse götürmek suretiyle verilir. (•Ublclnl, 2/ 48)
29) (Osmanlılarda) selamlaşma şekilleri basit ve tabiidir: Eşit olan vatandaşlar birbirlerini, ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selamlaşırlar. Kendilerinden üstün olanları selamlamak için de, el önce ağıza sonra da alna götürülür. Bir devlet büyüğünün yahut yüksek mev,ki sahibi birinin huzuruna çıkıldığı zaman önce sağ el yere doğru uzatılarak eğilinir, sonra doğrularak el ağız ve alna götürülür. Hükümdarın huzuruna çıkıldığı zaman ise, eli yere değdirecek kadar eğilmek şarttır. (D'Oh .. on. s. 214)
30) (Fakat) yüksek mevki sahipleri, göstermek zorunda oldukları "saygı ve nezaket"in sınırlarını asla aşmak istemezler, aksi takdirde bu saygının . . . bir dalkavukluk şeklinde yorumlanacağını bilirler ... 11 (Rycaut, s.254)
Türklerin yüksek vasıflarından biri de "dürüstlük" olup, "yalan ve hiyle"'den nefret etmeleriydi. Kimseyi aldatmaya tenezzül etmedikleri gibi, verdikleri sözü de mutlaka tutarlardı : Sözleri, en sağlam senetlerden daha muteberdi. Nitekim:
32/TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
3 1 ) "Doğru konuşmak" ruh yüceliğini gösterir. Bir Türk'ün cesaretle "yalan" söylediği pek azdır. " (Montagu,
s 136) (Oysa) İngiltere'de yalancılar, yaptıklarıyla övünürler. (L. Montagu, s. 107)
32) Hans Barth'a göre Eskişehirli . . . bir Ermeni dedi ki:- Bir Türkle mi iş yapacağım, mukavele (sözleşme) yapmağa lüzum görmem. Onun sözü kafidir . . . . . (A. Ce
vat, tere. s.55)
33) (Bosworth'a göre)- Hakiki Osmanlı asil tabiatlı ve vatanperverdir . . . Onun sözü, taahhüd demektir ve bu taahhüd tam bir garanti mahiyetindedir. (A. Cevat, tere.
s . . 84)
34) Lord Byron'a göre: -Türklerde yalancılık, hilekarlık ve cinayet yoktur. (A. Cevat, tere. s.76)
35) Theophile Gauthier'nin La Turquie Pittoresque 1855 adlı eserine göre-) . . . . Türkün sözü, dünyanın en sağlam senet ve imzalan kadar muteberdir. (A. Cevat,
tere.88)
36) (G. Murray' ın Les Turcs-1 878 adlı eserine göre-) - " . . . Türkler, az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünemediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından daima aldatılırlar. (A. Cevat, tere. s.86)
37) (Cesar Cantu'nün Les Trentes Demieres Annees adlı eserine göre)-Türklerin söze sadakat'lan ve misafır-perverlikleri, -/ /- . . . . şefkat ve merhametleri dillere destandır . . . "
(A.Cevat, tere. s.86-87)
38) (Cesar Vimercati'nin Constantinople-1 854 adlı eserine göre)-Türk kendisine itimad edeni asla aldatmaz, sözüne sadakatı dini bir vecibe telakki eder; hiçbir zaman kötü ve bayağı metodları kullanmağa tenezzül etmez. (A. Cevat, tere.s. 84)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ J 33
39) (Türkler daima doğru söyleyen insanlardı. Bu bakımdan, mesela alış-veriş sırasında-) genel bir kaide (olarak): &meniye istediği fıyabn yansını, Ruma üçte birini, Yahudi'ye dörtte birini verin. Fakat bir müslüman'a istediği fiyatı vermeye razı olmanız gerekir. Müslüman, tok sabcıdır ve daha fazla satış yapan komşusunu kıskanmaz. Bekler. (•Ubıcını, 21 78)
Türklerde alkollü içki değil, "şerbet" veya "kımız" yahut da sadece "su" içilirdi. (bkz.Konu-V) "Kumar ve dans" ise, nefret edilen şeylerdi. Nitekim:
40) Türklerde içki, kumar ve aşın eylence düşkünlüğü hiçbir yerde bulunmaz. Zira Türkler kağıt ve zar ( : iskanbil ve tavla) oyunlarını bilmez. (Buebecq, s.144-145)
41) İngiliz elçisi Mr. Parker'e göre Türkler, kumar oynamayı çok istihkar ederler. Kumar oynayan adamın onlara göre hırsızdan farkı yoktur: öyle ki Türkiye'de kumarbazdan daha aşağı bir mahluk tasavvur edilemez.
Türkler umumiyetle dans'tan da nefret ederler; dans etmek için insanın sarhoş veya deli olması gerekir derler . . . (A. Cevat. tere. s. 32)
42) (-Türklerin gözettiği prensiplerden biri de israf tan kaçınmalarıdır. Nitekim-)... Zengin ve refah içinde yaşayan Türklerin, büyük ziyafetler verdiği duyulmuş değildir. Zevk-u-safadan (savurganlık'tan) iflas etmiş bir Türke hiç rastlanmaz . . . . (Fontmagne, s.243)
Eskiden ve bugün, Türklerin dikkat çeken özelliklerinden biri de, dış tehlike karşısında derhal "birlik olmaları" dır. Bu özelliğe ilk işaret eden de Machiavelli (öl.1535) olmuştur. Diyor ki:
43) Türke kim saldırırsa, onlan birlik bulacağını düşünmelidir. (Machlavelll, Hükümdar, s. 14)
341 TÜRKLERDE AfllAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
44) Türkmenler dünyanın hiç bir yerinde görülmeyen bir samimiyet ve karşılıklı anlayışla birbir/erine bağlı' dırlar... . . . (Blocquevllle, s. 54)
45) Türkmen kabilelerinden herbiri kendisine ait bir bölgede sulh ve sükun içinde yaşar fakat müşterek bir tehlike halinde . . . . göz açıp kapayıncaya kadar kısa zamanda hemen bir/e§ir/er . . . (Blocquevllle, s.54)
46) Umumiyetle yumuşak başlı (Fontmagne, s. 145) sayılan Türkler, namuslu, vefalı ve dürüsttür: Belki katı bir görünüşleri vardır fakat zayıflara ve iyilere karşı inanılmayacak kadar yumuşaktır. (C.Farrere, .22)
47) Normalde Türkler dürüsttür, iyi niyetlidir; çocuklara ve hayvanlara karşı şe/kat/ı'dır; çok sabır/ı'dır, fakat üzerine kauga ruhu çökmeye görsün . . . (0 zaman) Türkü tutabilirseniz tutun. (Ellot, 1/ 115)
48) Türkler, dost bildiklerine karşı son derece iyi kalpli ve merhametli olmakla beraber, öfkelendikleri zaman gayet sert hareket ederler. (Buabecq, s. 14)
49) (Türk dostu P. Loti'ye göre-) " . . . . . Türkler . . . Avrupalılardan daha (-merhametli-) olmakla beraber, daha sert'tirler. Çoğu zaman yumuşak başlı görünürler, fakat tahrik edildikleri zaman korkunç olurlar ve gözlerini kan bürür. (P. Lotl, s.54)
50) (Cesar Vimercati'nin Constantinop/e-1 854 adlı eserine göre) -Türkler,. . . normal halinde ne kadar sakin ise, tahrik edilip kızdırıldığı zaman da o nisbette hiddet/i' dir . . . (A.Cevat. terc.s.84)
51 ) Türklerin bir özelliği de sağduyu'dur (Ubıcınt,
1/218)
51 *-(Ch. De Cherzer'nin Symime adlı eserine göre) Türkler büyük bir "sağ-duyu" sahibidir . . (A.Cevat, tere. s.80)
nJRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 35
52) Nitekim "sağ-duyu"(akl-ı selim} bakımından Türkleri takdir edenlerden biri de, filozof Schopenhauer(öl. 1 860) dir. "İrade ve Tasavvur olarak Dünya" adlı kitabında Türkler'in "irade"yi "akıl" yoluyla denetleyen ve bu sebeple "serin kanlı" davranan bir millet olduğunu ifade etmektedir. Ona göre bütün canlılar "irade" sayesinde hayatlarını devam ettirmektedir, fakat irade gücü kontrolsuz bırakıldığı takdirde adeta azgın bir at gibi çeşitli yönlere kaçabilecektir. Şu halde "irade"nin sadece "insan"larda var olan "akıl" tarafından "kontrol" edilmesi gerekir ki Schopenhauer' e göre böyle bir yetenek ancak Türkler'de ve İspanyollar ile İngilizler'de bulunmaktadır. (Schopenhauer, The World as Wi/I and İdea: 21 425-426)
53) (Nihayet, ilerde Konu-X'da görüleceği üzere-) "Osmanlılar, fethettikleri yerlerdeki insanları kendilerine benzetmek (onlan assimile etmek} için hiçbir çaba harca-mamışlar, (ve) ... kendileri de bu insanlardan çok az et-ki'lenmişlerdir . . . "
(Ellot, 1/110)
54) (Türkler}, çevrelerinden çok şeyler almalarına rağmen gene de "Türk kalabilmeleri" harikulade bir hususiyettir. (Eltot, ıı 113)
Burada sayılan vasıflara "ek" olarak, kitabın İÇİNDEKİLER sayfasında gösterilen ve ilerde teker teker izah edilecek diğer bütün niteliklere sahip kimselerdir ki, Avrupalılann icadı olan bir tabirle: Gerçek Türk sayılmaktadır. Nitekim onlara göre:
55) Türkler, iyi kimselerdir; "kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalanna yapmayınız" emrine çok iyi uyarlar ... Ben burada T ü r k 1 e r 'den bahs ediyorsam, . . . başka bir dinden müslümanlığa geçmiş alanlan =mühtedileri} . . . değil de "gerçek Türkleri" kasd ediyorum. Türkler müslüman, hınstiyan yahut musevi herkes için iyi şeyler isterler." (ThMnot, 143)
36 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
56) Gerçek Türkler, "Anadoluda" aranmalıdır. Bir Türk köyünde bir gece geçirenler bile Türk köylüsünün eşsiz vasıflarını görünce çok şaşır ı lar. Türkler naziktir, yumuşak huyludur (fakat) her Tü.rk biraz da aristokrat'tır . . . . " (Eliot, 1/ 1l5)
111 TÜRKLERDE KUVVET, GüZELLİK
VE
UzuN ÖMüR
Türkler beden bakımından kuvvetli (güçlü) insanlardır. Zaten Türk sözünün kuvvetli manasına geldiği de hatırlanacak olursa, bazı Avrupa lugatlarında zikredilen Türk gibi kuvvetli sözünün doğruluğu anlaşıldığı gibi, bu söz yine Avrupalı gözlemciler tarafından vurgulanmaktadır. Mesela Avusturyalı diplomat Busbecg (16'ncı asır), Türklerin bu özelliğini daha sekiz yaşında başlayıp yirmi yaşına kadar devam ettirdikleri okçuluk talimlerine bağlarken, yine bir diplomat olan Thevenot (17'nci asır)'ya göre Türkler, doğuştan kuvvetli ve sıhhatlı insanlardır. (Belgeler no. 57-58)
Türk ırkından olan milletlerin bir özelliği de güzellik'dir. Nitekim miladi onuncu asırda Mes'udi (öl. 956)' den başlayarak 11-12'nci asırlarda Gazzali (öl.1111), onikinci asırda İdrisi ( öl.1166) ve on üçüncü asırda Kazvini (öl.1234) taraflarından Türklerin güzelliği konusunda görüşler ileri sürülmüştür. (Belgeler no. 59-63) Ayrıca biliyoruz ki, edebiyatta Türk kelimesi güzel manasına da gelmekteydi.
Türklerin nadiren hastalanmasını ve dolayısıyla sıhhatlı ve uzun ömürlü olmalannı, ölçülü yemelerine ve
38 / TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
çok sık yıkanma'larına bağlayan Thevenot (Belge no. 64),
(-bazı doktorlar yüzünden sağlam insanların bile hastalandığını ima ederek-) Türkiyede "doktor" bulunmamasını Türklerin lehinde bir şans olarak görmekte ve bu sebeple " ... Türkiye doktor'lar için cazip bir memleket sayılmaz" demektedir. (Belge no. 65)
Türklerin umumiyetle "sağlıklı" ve "uzun ömürlü" olduğuna dair Thevenot' nun görüşlerini haklı çıkaran esas örneklerin daha 14'üncü asırda Türkiye'de mevcut olduğu İbn Battuta( öl.1369)'nın Rilıle (Seyahat-name) adlı meşhur eseri sayesinde bilinmektedir. (Belgeler no. 66-67-68)
Nihayet günümüzde olduğu gibi, eskiden de (-sadece Türklerde değil, diğer birçok milletlerde-) saç, sakal ve bıyık modası mevcuttu. Çünki bu sayede "daha heybetli" bir görüntü kazanıldığına inanılması yanında, sırf gösteriş için veya daha saygın bir izlenim vermek amacıyla da bundan yararlanılmaktaydı. (Belgeler : 69-70-71-72-73-74)
Belgeler (no. 57-74)
57) Ok abnakta Türkler çok ustadır; onlar bu işe daha yedi sekiz yaşlannda başlar ve oniki sene süreyle talimlere devam ederler. Bu sebeple Türklerin kollan çok kuwetlidir ve en ufak hedeflere bile isabet ettirecek ustalığa ulaşmışlardır. (Busbecg, s .124)
58) Türkler, "mütenasip vucut"lanyla normal bir boya sahiptirler. Avrupa . . . ülkelerinde sıksık görülen bazı kusurlar onlarda yoktur: hiç kanbur görülmez, topal azdır ve Türk gibi kuwetli sözü sebepsiz değildir. Çünki onlann ekserisi "kuwetli ve sağlam"dır . . (Thevenot, s. 82)
Türklerin "güzel" bir millet olduğunu söyleyenlere gelince, ünlü tarihçi Mes'udi(öl. 956)'nin Müruc'üz-Zeheb adlı eserine göre :
TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 39
59) Türkler arasında . . . en güzel, en boylu, en parlak yüzlü olanlar Karluklar' dır. Onlar Fergana, Şaş . ve buralara komşu olan ülkelerin üst taraflarında (yaşamakta)' dır. (Şe,en, s. 44)
60) Büyük düşünür Gazzali (öl . 1 1 1 1 ) , İtikad adlı eserinde vehim (vehm) meselesinden bahsederken, güzel görünüşlü (yakışıklı) sayılmayan Zenciler ile Hindliler'e verilen bazı şahıs adlannın Türkler'e de verilmesi halinde, Türklerdeki "güzellik"in çağrışım yoluyla zarar göreceğini söylemektedir.(Gazzali, İtikadta Orta Yol, s. 122-123)
61) Onikinci asra mensup olan. İçlrisi (öl . 1 166)'ye göre: "Türklerden daha güzel, daha·. nazik vucutlu ve daha yakışıklı (bir millet) yoktur . . . . "
(Şe,en, s. 98)
62) Onuçüncü asırda yaşamış olan Kazvini (öl. 1283)'nin Asar'ül-Bilad adlı eserinde Türk şehirlerinden olan Taraz (diğer adıyla Talas)'tan söz edilirken, oradaki Türklerin çok güzel olduktan ve bu dolaylarda onlardan daha güzel insanlar bulunmadığı belirtildikten sonra deniliyor ki : -Taraz'ın erkek'leri ve kadın'lan o kadar güzel'dir ki yüzlerinin güzelliği dillere destan olmuştur. (Şe'en, s. 147)
63) Onsekizinci asra mensup Le Bryn'e göre : "Türkler, genel olarak boylu-poslu , "güzel yapılı" adamlardır . . . . Kadın'ları da aynı vazıyettedir: Boylan ile yüıilyüşlerinin ihtişamı, erkekler' den aşağı değildir . . "
(Comell
le Le Bryn) *
İlerki konulanmızda, 17'nci asırdan itibaren Avrupalıların hayran kaldığı eski Türk kadınlan'nın zarafet ve güzelliği hakkında birçok örnekler verilecektir. (bkz. s . 75 vd . )
·
• Corneille Le Bryn,. Les voyages dıı Corııeille le Bryn par la Moscovie el ?erse el aııx İndes Orientales, La Haye, 17 12; 1/ 422; bkz. Danişmcnd, s. 152)
40/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Türklerin uzun ömürlü olmasına gelince : Böyle bir gözlem, ewela İbn Battuta (öl.1369), sonra da Avrupalılar tarafından ileri sürülmüştür. Nitekim Avrupalı gözlemciye göre Türklerin "uzun ömürlü" olmalarının iki sebebi var ki, birincisi yemek içmek'de ölçülü davranmaları (msl. bkz. Belgeler 7�2) ve ikincisi de çok sık yıkan:T'lalan'dır. Bu suretledir ki Türkler, sıhhatlı kalmakta ve sıhhat sayesinde uzun ömürlü olmaktadır. Mesela Thevenot' ya göre :
64) "Türkler, uzun ömürlü' dür ve az hasta olurlar . . . Bizim( = Avrupalıların), maruz kaldığımız . . . tehlikeli hastalıktan onlar bilmezler. Onlann bu şekilde sıhhatli olmaları, sık sık gittikleri hamamlardan ve yeme içme konusunda "ölçülü" olmalarından olduğunu tahmin ediyorum. Çünki onlar "ölçülü" yerler; Hırıstiyanların yaptığı gibi çeşitli şeyler yemezler . .. Hiç doktor'Jarı yoktur; belki bu da onların sıhhatlı ve uzun ömürlü olmalarının sebeplerinden biridir ... Onlar balı her zaman ilaç olarak kullanırlar . . . " (lbevenot, s. 99)
65) Yine bu Avrupalı diplomata göre " ... Türklerin ülkesi, . . . hem az hasta olmaları ve hem de doktora para ödememeleri sebebiyle, doktorlar için cazip bir yer değildir . . . . il (lbevenot, s.100)
Kuzey Afrikalı İbn Battuta (öl. 1369) diyor ki:
66) Erzurumda Ahi Duman'ın zaviyesine inmiştik. Bu zat, ileri bir yaşta olup "yüzotuz yaşını" aştığı söylendiği halde, bir değnek yardımı ile hala yürüyebilmekte, hafızası bütün canlılığı ile durmakta ve beş vakit namaz kılmakta idi. (ibn Battuta, s.28)
6 7) Milas şehrinde pek uzun ömürlü bir kimse olan dindar kişilerden Ebu Şüsteri ile tanıştım. Ömrünün (yaşının) yüzelli yıldan fazla olduğu söylendiği halde gücü kuweti yerinde ve zihni melekeleri sağlam gözüküyordu.
TI)P KLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ / 4 1
Bizim için duada bulundu ve duasının bereketi zamanla hasıl oldu . . . " (İbn Battuta, s. 19)
68) Anadolu kasabalanndan biri olan Finike'de . . . zamanın dindar kişilerinden olan "pek uzun ömürlü" Şeyh Dada Emir Ali ile de tanışmak fırsatını elde ettim. Onun Atpazan civanndaki dergahına girdiğim vakit, şeyhi sırt üstü yatar bir durumda gördüm. Hizmetkarlardan biri Şeyh efendiyi elleriyle oturtup bir diğeri de elleriyle onun kaşlarını aralayınca gözleri açıldı . Benimle temiz bir Arapça ile konuştu . . . . Yaşını sorduğum zaman: - Ben Halife el-Mustansır Billah'ın (öl. 1242) yoldaşlarından idim. Halife öldüğünde ben otuz yaşında bulunuyordum. Şimdi "yüz altmış üç yaşındayım" demişti. (İbn Bat
tuta, s.57)
Müslüman olmazdan önceki bazı Türk kavimlerinin sakallannı traş ederek sadece bıyık bıraktıktan, fakat İslamiyetten sonraki Türkler arasında sakal modası başladığı, lO'uncu asırda Türk ülkelerine seyahat eden İbn Fadlan'ın Rihle (Seyahat-name) adlı meşhur kitabındaki ifadelerinden anlaşılmaktadır. Nitekim:
69) Bütün Türkler sakaflannı keserler, yalnız bıyık'lannı bırakırlar. . . (İbn Fadlan, s.65)
70) Sonra Peçenekler'e ulaşbk. Bunlar . . . gayet esmerdir. Sakartannı traş etmişlerdi. (İbn Fadlan, 66)
71) Sonra, yolumuzda Türklerden Başkurd adı verilen bir kavmin topraklannda durduk . . . . . Bunlar da sakallannı traş ediyorlar . . . (İbn Fadlan, s. 67)
72) Türkler saçlarını traş ederler ve uzaması için bırakan Frenkleri tuhaf karşılarlar." (Thevenot, s. 84)
73) Bugün ( 18'inci asırda) ancak bazı tarikatlardaki dervişlerden başka "uzun saçlı" kimseye rastlanmaz . . . . Bunların dışında herhangi-/- bir Türk'ün saçlarını uzat-
42/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ması, ancak kendisini maskara haline getirmesi manasına gelir. Müslümanlar uzun saçın kadına mahsus bir şey olduğunu kabul eder . . . . Uzun sakal pek o kadar yaygın değildir, fakat bıyıksız bir tek müslüman yoktur. (D'Ohsson, s. 86-87)
74) Türkler umumiyetle gayet muntazam hatları olan bir yüze sahiptir ve ekserisinde bulunan sakal, onlara daha asil bir ifade vermektedir. (M. Miiller, s. 74)
IV TüRK EVLERİ'NDE HA YAT
Osmanlıların ilk zamanları ile Gazneliler'in ve Selçuklular'ın aile hayatları ve tarihleri arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. (Eliot, 1/109).
Atalarımız, gerçek mutluluğu ancak kendi evlerinde bulmaktaydı ve o zamanlar Türk evlerinin muayyen modelleö mevcuttu. Her isteyen kendi arzusuna göre ev yapamazdı: bazı kurallara uymak gerekiyordu. (Belgeler. 75-86)
Bugün insanın hayal edebileceğinden de huzurlu ve güzel olan bu evlerde Türkler uyku'ya pek az zaman ayırırlardı. Yer yatağında uyurlar ve daima erken yatıp erken kalkarlardı. O zamanki insanlardan çoğunun üstüne güneş doğmazdı; "günün bereketi olsun diye" herkes çok erken kalkardı. (Belgeler: 87-88-89). Ne soba ne de şömine bulunmadığından, kışın içleri buz gibi soğuk (Belge-85) fakat mutluluk bakımından sıcak olan Türk evlerinin çeşitleri vardı.
Belgeler (75-89)
75) "Şehirlilerin ikametgahına "ev" , ileri gelenlerin oturduğu ikametgahlara ise "konak" veya "hane" denir. Padişahın veya vezir-i azam'ın (başbakan'ın) oturduğu yapı ise "saray" diye anılır . . . . Padişahın sarayına "saray-ı hümayun" fakat . . . sadrazamın sarayına "saray-ı
44 1 TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
sadr-ı ali" denir. Halk arasında bu saraya "paşakapısı" da denilmektedir. Bu kelime bütün eyaletlerin valisi olan "paşalar"ın konakları için de kullanılır. " (D'Ohason, s. 149)
76) Türklerin mimarisinde hiç gösteriş olmadığından saraylar diğer evlerden ancak büyüklükleri ile ayrılıyorlar. . . (L. Montagu. s. 83)
77) Türkler lüks aramaz: Zengin olduklan halde za
rif bir eve sahip olan bir kimseye, bütün Türkiye'yi dolaşsanız rastlayamazsınız . (Buabecq, s.21)
78) " . . . Türkler, kıyamete kadar kalacak binalar istemezler; yaşadıklan sürece içinde oturabilecekleri bir ev kafidir. Bunların ana duvarlarını taşlarla ve balçıkla örerler. Diğer duvarlan kerpiçtendir . . . " (Sanz, s. 27)
79) (Ondokuzuncu asırda-) Türk ev'leri umumiyetle aynı model (-üzere yapılmıştır-) : . . ahşap iki katlı . . . ve kafesli pencerelerden, her köşede . . . aynı manzarayı. . . seyredebilmek için dikkatle yapılmıştır. Evlerini boyamak için Osmanlılann tercih ettikleri renkler san, penbe ve açık mavidir. Eşyalannı ekseriyetle koyu kırmızı ile döşüyorlar . . . . (Fontmagne, s. 219)
80) Türk ev'lerinin döşeme tarzı iklime göredir. Zengin evleri bile sade döşenmiştir. (-Lüks yoktur-) (Fontnae
ne, s. 254)
81 ) Osmanlı, bütün mutluluklan ve tatminleri kendi evinde bulan insandır. Evde, ailesinin arasında bulunmak sofadaki yerinde oturup, çocuklarının oyununu . . . seyretmek, işte onun hayatı (budur) . (•Ubıcını, 21 62)
82) Bütün Türk evlerinde selamlık ve harem dairesi vardır. (Fontmagne, s 256)
83) Selamlığa girince dikkati çeken ilk şey, mobilyalann ve döşeniş tarzının sadeliğidir. Bu döşeme tarzı her yerde aynı olup, odaların iki hatta üç duvannı kaplayan
TÜRKLERDE AHtAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ ! 45
sofa'dan ibarettir. Ne yatak, ne masa, ne iskemle. Sofa bütün bunların yerini tubnaktadır. Osmanlılar, günün dörtte üçünü orada bağdaş kurup tütün içmek ve yazmakla geçirir. Yemek saatinde hizmetkarlar önüne bir tabure sürerler ve tepsiyi bunun üzerine koyarlar. Geceleri de sofaya, mevsimine göre, yün veya pamuktan şilteler, yorgan ve yasbklar serilir. Ertesi sabah ·bütün bunlar kaldırılır ve yüke konur. Görülüyor ki bir tek oda, hem salon, hem yemek odası, hem çalışma, hem de yatak odası vazifesi görmektedir. ı•ubıctnı, 2/41)
84) Binaların inşaatında sadelik göze çarpar. Bazı büyükler, süsleme yaptırmak isterlerse bunu ancak dahilde (ev içinde) yaparlar. Hiçbir zaman dışarda ve halkın görebileceği kısımlarda yapmazlar. . . Hiçbir vatandaş kendi keyfine göre bina yapamaz, komşusunun . . . evinin bulunduğu tarafa pencere açamaz; bu kaideye titizlikle riayet edilir. Aynı zamanda inşa edeceği binayı istediği yükseklikte de yapamaz. Binaların yüksekliği de tesbit edilmiştir . . . İstanbul'daki bütün binaların yapımının kontrolü "Mimar-Ağa" diye bir memura havale edilmiştir. Bütün yapılar üzerinde onun mutlak bir otoritesi vardır. Hiçbir kimse . onun izni olmadan inşaat yapamaz . . (D'Ohsson, s.147)
85) Evde ne şömine, (ne de soba) bulunur. Kışın odanın ortasına bakırdan veya pişmiş kilden bir mangal yerleştirilir . . . . evlerin içi dışardan daha sıcak değildir. Bir Avrupalı o evlerde donar ı•ubıcını, 2/41)
86) (Türklerin) yatakları . . . rahattır. Karyola yerine, halıların üstüne "döşek" denilen fitilsiz bir şilte ve onun üstüne de yumuşak bir şilte (daha) koyar ve (onun da) üzerine çarşaf yayarlar. Üzerlerine de yorgan örterler . . . . . Çok soğuk olursa uzun bir havlu (yahut) mor ve kırmızı renkte battaniye kullanırlar. (Sanz, s . 145)
46 /TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Türklerin (-hiç olmazsa 16'ncı asırdan beri-) erken yatıp erken kalktıkları bilinmektedir; onların üzerine nadiren Güneş doğardı . Çünki:
87) Türkler, geç vakte kadar uyanık kalmaktan hoşlanmazlar. Şafaktan önce uyanırlar ve gün-batısı'ndan iki saat sonra yatağa girerler. (•Ubicinı, 21 46)
88) Karanlık bastırdıktan iki saat sonra, yaz olsun, kış olsun, mutlaka yatarlar . Yatsı namazını kıldıktan sonra, hemen yatağa girerler. Gün ağarırken, sabah namazını ktlmak üzere kalkarlar . . . Erkek kadın, büyük küçük herkes aynı saatte kalkar. (Sanz, s. 145)
89) Şafak söker sökmez uyanırlar; güneş hiç kimseyi yatağında yakalayamaz. (Sanz, s. 143)
v BESLENME REJİMİ
VE
TEMİZLİK
Önemle belirtmek gerekir ki "domuz" besleyenler ve yiyenler, Türkler tarafından hor görüldüğü gibi (Rycaut, s.255), tarihleri boyunca Türkler, domuz'dan nefret etmişlerdir. (bkz. W. Eberhard, Eski Çin Kültürü ve Türkler, s. 21)
Türk-İslam töresine göre beslenme konusunda Türkler ılımlı davranırlar ve oburluk etmezlerdi. Türkler "yemek için yaşamazlar fakat yaşamak için yerlerdi". Uzun süre sofrada oturmaz ve çabuk kalkarlardı. Türklerin on günde tükettiği gıda maddelerini Avrupalılar bir günde silip süpürmekteydi. (Belgeler no. 90-94) Balık ve yumurta sevmezler (Belge-95), yemekte sadece su veya şerbet ve kımız içerlerdi; halk yemeklerinin türleri belliydi (Belgeler
95-101ı, fakat zengin sofralarında çeşitli yemekler bulunurdu. (Belge 102ı Devlet büyükleri dahi "gümüş kaşık ve çatal" kullanmazdı. (Belgeler no. 103-104) Türklerdeki bu adet, İslamiyetten önce de vardı. Nitekim Attila ( öl.m.453), misafirlere altın ve gümüş takımlarla verdirdiği zıyafetde, kendisi tahta kaşık ve tahta tabak kullanırdı.
Atalarımızdan kalan tarihi hamamların şahitlik ettiği üzere, Türklerin güzel adetlerinden biri de temizlik'e büyük önem vermeleriydi. (Belgeler 105-112)
48 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Temizliğe riayet konularından biri de "ayakkabı ile eve girmemek" idi. (Belgeler. 113-114) Nitekim şimdi bile Türk ve diğer müslüman evlerinin çoğunda (-ve bir de Japonya'da) bu güzel adet devam etmektedir.
Sadece ev temizliği değil aynı zamanda "şehir temizliği" konusunda da Türkler duyarlı davranmaktaydı. Mesela 16'ncı asırda İstanbul'da herkes kendi kapısının önünü süpürüp temizlemek zorundaydı ve buna uymayanlara ceza verilmekteydi (Belge no. 11sı
Belgeler (90-115)
90) Türkler, fazla yemeğe düşkün olmadıklan için, ancak yaşamak için yerler . . .
" (Sanz, s. 158)
91) Türkler kanaatkardır; etin ne mikdarında ne de kalitesinde titiz değildirler. Lokantacılar orada çok iş yapamazlar. Onlann yemek için yaşadıktan değil, yaşamak için yedikleri söylenebilir. (Thevenot, s.144)
92) Türkler kadar . . . yemek işlerine değer vermeyen bir millet yeryüzünde yoktur. Kral, senyör veya prens (padişah , paşc.. veya şehzade ) olsun, günde üç öğün için bir saattan fazla zaman harcamazlar. (Sanz,
s . 143)
93) Türkler genellikle "az yemek"tedir, o kadar az ki onlann on günde yiyebildikleri gıda maddelerinin hepsini Avrupalılar sadece bir günde yiyip bitirmektedir. (Busbecq, s.58 ve ayr. s. 145)
94) Türkler masraflı ziyafetler vermez; bir Türkün kendi yıkımına yol açacak güzel yemekler yaptığı işitilmemiştir. Az yemek'den memnun olurlar. İyi bir aşcı bu memlekette pek iş yapamaz. Orada (lokanta yoktur) , herkes kendi yemeğini evinde pişirir . . . . " (Thevenot, s. 88)
95) Türkler balık sevmedikleri gibi. . . . yumurta'yı da pek sevmezler . . . Buğday ve pirinc'in bünyeyi kuvvetlendirdiğini söylerler. (Sanz, s. 162)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 49
96) Çorba ve etli pirinç pilavını severler-//- . .İncir sütü ile mayaladıkları süt'ten yoğurt yaparlar. (Sanz, s. 157)
97) "Türklerin besini" sütlüler, pirinç, sebzeler, soğan ve mevsim meyveleridir . . . En sevdikleri yemek "kebab"tır . . . . Zengin olsun fakir olsun Türklerin . . . tek içkisi "su"dur. (Osman Ağa'nın evindeki) zıyafet süresince misafirlerin hepsi sadece su içtiler, hepsi de aynı bardağı kullanıyordu . . (*Ubıcını. 2/43)
98) Türkler, ancak yer sofrasında yerlerdi . . . "pide" adını verdikleri ekmeklerini üçe bölerek sofraya getirirler. Bu parçalann üzeri tabak gibidir. Herkes etini kendi pide'sinin üzerine koyar . . . ve sofrada "tuz" kullanılmazdı . . . " (Sanz, s.154-155)
99) Yemekte su bile içilmez, ancak yemekten sonra bol bol su içerlerdi. İçecek olarak birkaç çeşit "şerbet"'leri vardı: Kiraz, erik ve kayısı gibi meyvalan kaynatıp şeker veya bal katarlar; bozulmasın diye hergün yeniden kaynatırlar. Misafırleri "şerbet" içirmeden bırakmazlar. (Sanz,
s. 160-161)
100) "Şerbet" , Türkiye'de caiz görülen tek içkidir. Yalnız Türkiye'de değil bütün Doğu ülkelerinde çok sevilir: Su ve bal ile yapılır, içine portakal, limon, menekşe, gül, ıhlamur gibi şeyler ilave ederler. (*Ubıcını, 2/44-45)
101) (Kınmlı Türklerin) en çok yedikleri "dan" ve "at eti"dir . . . Ekmek ve una benzer katı yiyecekler yemezler. "Davkı" denilen . . . bir dandan ve etli olarak pişirilen ve sonra da üzerine "yoğurt" konulan yemeği severler . . . (Bunun için) suyu önce ateşin üzerine koyarlar. Kaynayınca, "davkı"dan bir parça içine atarlar: Evde "et" varsa, onu liyme liyme ederek tencerede "davkı" ile birlikte pişirirler. Yemek olunca, herkesin payını tabağa koyup verirler; tabaktaki yemek üzerine "yoğurt" dökerler. Yemeğin üzerine ise kısrak sütünden yapılan "kımız" adındaki içkiyi içerler. (İbn Battuta, .s.72)
50 / TÜRKLERDE AHtAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
102) (Fontmagne, davetli olarak iştirak ettiği Türk usulü bir Osmanlı zıyafetini anlatırken sunulan yemekelerin çeşitlerinden bahsetmem ekle birlikte diyor ki) : " . . . Hepimiz Türk usulü yumuşak minderlere oturduk . . . Bize önce altın sırma işlemeli peçete dağıttılar. . . . Sonra yemekler sırayla gelmeğe başladı. Çok çeşitliydiler fakat mikdarları azdı. Geldikleri gibide hızla gidiyorlardı; hepimiz ancak kaşığın ucunu değdirebiliyorduk . . . Türklerin yemek pişirme usulleri çok değişik. İkram ve servis de misafirleri sıkmadan, zorluk çıkarmadan oluyor . . . Türk sofrasında aynı yemekten iki defa almak adet değil. Israr ve merasim de yok. Bence bu en mükemmel bir terbiye ve en ince bir nezaket ifadesidir (Fontmagne, s. 51)
103) Gümüş kapla yemek yemeği, gümüş kaşık ve gümüş tuzluk kullanmayı men'eden müslümanlık, padişah ve şehzadeler dahil, büyük, küçük hiç kimseye bu konuda izin vermez. (S.nz, s. 156)
104) Padişah (Kanuni Süleyman)'ın sofrasında gümüş takımlar bulunmakla birlikte , bunlar ısmarlanmış olmayıp başka ülkelerden hediye olarak gelmiştir. Padişah bunların hiç birini kullanmaz ve sadece hazinesinde saklar . . . Türkler, kalaylanmış olan bakır kaplarda yemek yerler . . . . Bütün ileri gelenler ve padişah, bu sahanlarda yemek yemektedir. Bunlar eskidikçe yeniden kalaylanmaktadır. (S.nz, s .156-157)
105) (Türkler) yemekten sonra ellerini yıkarlar. (Ry
caut. s. 246)
106) (Çünki) temizlik konusunda büyük titizlik gösterirler . . . . Yemeğin sonunda elleri yıkamak için taslar getirilir. Alhn bir ibriğin üzerine tutturulmuş bir sabun vardır. Eller. . . (yıkandıktan sonra) peçeteyle kurulanır. (Fontmagne, s.52)
107) Türklerin yaşama tarzında "çok temiz" oldukları, temizlik ve ibadet hususlarında çok titiz davrandıkları bir gerçektir. (Rycaut, s. 245)
nJRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / Si
108) Türkler hem bedenlerini temiz tutmak hem de sağlık için sık sık yıkanırlar. . . (Thevenot, s. 85)
109) Vucut temizliğine de önem verirler ve çok sık yıkanırlar. (Busbecq, s. 1 12)
110) (Hans .Barth'a göre) Demburg diyor ki : - Anadolu halkı kadar temiz'liğe düşkün bir halka hiçbir zaman rastlamadım. Bunu farketmek için onu bir hamamda görmek kafidir. (Mesela) elbisesi yamalı bir adam çıkagelir; . . . soyununca bakarsınız ki iç çamaşırları şaşılacak kadar beyaz ve tertemizdir . . . (A. Cevat, tere. s. 69)
l l 1) Temizlik bakımından Türkler ile Avnıpaltlar arasındaki fark şudur: - Türkler, gerçek "temizlik örneği" kimselerdir, fakat Avrupaltlar, derilerini biraz okşamakla temizlendiklerini sanırlar. (Howard, s. 22)
l l2) İspanya'da ( 16 .ncı asırda) hiç bir erkek ve kadın , ömründe (!!) iki defadan fazla yıkanmamıştır . . . . "
(Sanz, s. 175)
l l3) Türklerde temizlik'e verilen önem, dikkat çekecek derecedeydi. Nitekim töreye bağlı ailelerde bugün olduğu gibi, eskiden de " . . . ayakkabtlar çıkarılmadan evlere girilmezdi . . ·. " (Sanz, s. 146)
l l4) (Sadece Türklerin değil, ) Doğu evlerinde de "terliği odanın dışında bırakma" alışkısı sayesinde evler temizdir. c•ubıcını. 21 41)
1 15) Aynı zamanda "şehir temizliği" de önem taşımaktaydı. Nitekim Sinan Paşa, İstanbul' da " . . . kendi kapısının önünü mecburen süpürmeyen hanımları ve hizmetçileri sokak ortasında dövdürürdü. (Sanz, s. 97)
VI SüKÜNET, CiDDİYET
VE
DisiPLiN
Eski Türklerin hem ferdi, hem de sosyal hayatında dikkat çeken özelliklerinden biri de sükônet'den hoşlanmaları ve gürültü-patırtı'dan nefret etmeleriydi. İnsan zekasının derecesini göstermesi bakımından bu özellik son derece mühimdir. Çünki Alman filozofu Sclıopenhauer (öl. 1860)'in dediği gibi :-İnsanlann zekası, gürültüye tahammül güçleriyle ters orantılıdır. Demek ki Türklerin sükiinet'den hoşlanmak özelliği onlardaki zeka düzeyinin yüksekliğini gösterdiği gibi, bu özellik hem şahıslar hem de toplum bakımından önem taşımaktaydı.
Gürültü ve patırdı yüzünden çevrenin kirlenmesine izin vermeyen eski Türk toplumunda, (Belgeler. 116-117-118)
sadece yetişkinler değil aynı zamanda çocuklar da sükunet kuralına uymaktaydı. (Belge-119) Nitekim yıllarca Türkiye'de bulunmuş olan Avrupalı bir yazar "avazı çıktığı kadar bağıran bir çocuğa" ve hatta "ağlayan bir çocuğa" bile tesadüf etmediğini söylemektedir. (Belgeler. 120-121)
Onaltıncı asırda yaşamış olan Giovanni Botero'nun dediğine göre Türklerin elindeki savaş esirleri, gecenin karanlığından yararlanp da firar etmeğe kalkışJ:ıklarında, şehrin sükiineti bozulmasın diye takip edilmez,.r ve kaçmalarına adeta göz yumulurdu. (bkz. N. Keklik, Türkler ve Felsefe, s.23-24)
lÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / S3
Nakil vasıtalarında seyahat eden eski İstanbul ahalisi,-başkalarını rahatsız etmemek için- yolculukta sadece fısıltı ile konuşurlar (Belge 122) ve neş'e içinde kendini kaybederek bağırıp çağırmazlardı. Onlar, birbirlerine olan saygıda bile sessiz hareket ederlerdi (Belge-123) . Mesela Ubicini diyor ki: Bir kahvehanede saatlerce oturdum fakat kimsenin yüksek sesle konuştuğunu görmedim. (Beı§e-124) Resmi veya özel toplantılarda da bir kişi konuşurken, diğerleri onu saygı ile dinlemekteydi. (Belge-125)
Türkçemizde "sessizlik" manasında kullanılan "sükunet" kelimesinin Arapçada asıl anlamı (-eskiden kullanılan hareket ve sükun deyiminde olduğu gibi-) "hareketsizlik"dir.
Türkler günlük hayatlarında "sakin" (:hareketsiz) göründükleri halde, kendilerine verilen bir vazifeyi yerine getirirken çok sür'atli hareket ederlerdi. Mesela Cahız (öl.869)'ın dediği gibi:-.Türkler, başka milletlerin askerleriyle yola çıksa, başkaları on mil yol almadan Türkler yirmi mil yol alır. .. "
(Cahız, s.68) Türklerin bu özelliği D'Ohsson (Belge-129) tarafından da belirtilmiştir.
Türklerin gereksiz ve "aşırı hareket"lerden hoşlanmaz olmalarını, "ciddiyet" ve "ağırbaşlılık" kelimelerinin aynı anlama gelmesinde aramalıdır. Türkler hakkında eser yazan Avrupalılar da "ciddi" ve "ağır-başlı" kelimelerini arasıra birlikte kulanmaktadır. *
Bu şekildeki bir ilişki, "sükunet" ve "disiplin" kavramları arasında da vardır: Çünki "sükunet" bulunan yerde "disiplin" bulunduğu gibi, "disiplinli" bir ülkede "sükfınet" bulunmaması herhalde mümkün değildir. Böylece, disiplin sayesinde toplumda arzu edilen bir düzen (nizam ve intizam) meydana gelmekteydi. Osmanlı Türk toplu-
• Türk milletinin karakterinde ciddiyet ve ağırbaşlılık olduğu halde, Nasreddin Hoca fıkraları'ndan, Karagöz skeç'lerinden ve günümüzdeki "stand-up"çılar gibi olan meddah'ların latife'lerinden hoşlanmaları da (Belge no. 264-266) gösteriyor ki atalarımız jest değil fakat söz konıiği'nden hoşlanmaktaydı.
54 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
munun 620 yıllık uzun ömrünün sebeplerinden biri de herhalde buydu. Çünki atalarımız, hem ev hem de okul eğitiminde daima "sevgi"ye dayanan "ciddi ve ağır-başlı" bir terbiye sistemiyle yetiştirildiği için, onlardan teşekkül eden toplum da aynı şekilde birbirini seven, terbiyeli, nazik, ağırbaşlı, ciddi ve disiplinli bir toplum olmuştu. (Bel
geler: 126-134)
Belgeler (no. 116-134)
1 16) Türk toplum hayatında düzen ve sükunet vardır; onlar asla gürültü patırtı etmezler. (Busbecq, s.65)
1 1 7) Savaşta . . . (kendi arkadaşlarından) biri vurulsa bile , gürültü patırdı ettirmezler . . . " (S.nz, s. 1 14)
1 18) Çarşılarda bulunanların (esnafın) çoğu Türk'tür. Onlar gürültücü değiller; konuşurken de seslerini yükseltmiyorlar. . . (Fontmagne, s. 1 16)
1 1 9) Türkler eylentilerinde bile Şarklılara mahsus ağırbaşlılığı kaybetmemişlerdir. Onlann bu karakteri çocuklarda ve hayvanlarda bile görülmektedir. Ben avazı çıktığı kadar bağıran bir Türk çocuğuna rastlamadım . . . (*Ublcinl, 1/ 54)
120) Türk çocukları, öteki ülkelerdeki çocuklara benzemezler. Üç yıl Türkiye'de kaldım, bir defa olsun bir çocuğun ağladığını görmedim. Okula gidenlere rastladıkça dikkat ettim, (adeta) yaşlı Osmanlılar gibi sakin ve-/ağırbaşlı idiler. (*Ubtcini, 2/51-52)
121 ) (Brayer'in Neuf annees a Constantinople adlı eserine göre) : -Belli iskelelere bağlanan . . . kayıklar mevcuttur. . . Kadınlar. . . kıçta otururlar, erkeklerse ortada. Şamata yok, kahkaha duyulmaz, alçak sesle konuşulur. Ve çoğu zaman yol boyunca ses seda çıkmaz . . . (*Ubicinı. 21 83)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 55
122) Bir Türk'ün bağırarak konuştuğunu duyamazsınız. Bir Türk ne kadar "az konuşur" ve ne kadar "az hareket" ederse etrafında o kadar çok saygı uyandırır. . . . Türklerin birbirlerine karşı gösterdikleri saygı bile sessizce ifade edilmektedir. (Fontmagne, s.79)
123) Türkler dünyanın en geniş yürekli , "en sakin" insanlarıdır. Hiçbir şey anlan . . . telaşlandırmaz. Hiçbir zaman lüzumsuz tecessüs göstermezler. . . Fevkalade bir şey. . . gördükleri zaman bir an durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser, sonra da fazla vakit kaybetmeden yollarına devam ederler. Bir yerde toplanmak, birinin ardından gitmek, sevinç ve neş'e içinde kendini kaybedip "bağınp çağırmak" , hiçbir müslüman şehrinde görülmez . . . (D'Ohsson, s. 238)
124) " . . . İçerde belki yirmi kişi bulunan kahvehanelerde saatlerce oturdum, bir tek kişinin sesini yükselttiğini görmedim. " (*Ublclnl, 2/67)
125) İster devlet büyükleri, ister özel şahıslar, ister halk arasında, konuşulan mevzu ne olursa olsun . . . hiçbir zaman yüksek sesli, gürültülü patırtılı münakaşalara rastlanmaz. En kalabalık toplantılarda bile iki kişinin aynı anda konuştu!':ıu zor ·görülür. En seçkin şahıslar bile ancak sıralan geldiği zaman konuşur. Biri konuşunca, diğerleri büyük bir ciddiyetle onu dinler. . . (D'Ohsson,
s.219-220)
126) (Avrupalılara göre) " . . . . Türkler hiçbir zaman fazla hareketli olmuyorlar . . ". " (Fontmagne, s. 177)
127) " . . . Türkler, . . . yalnızca istirahat halinde kendilerini iyi hissederler . . . ve sebepsiz hareketliliği bir türlü anlayamazlar . . . " (Fontmagne, s. 152)
128) Fakat buna karşılık Cesar Vimercati, Constantinople-1854 adlı eserinde diyor ki: ) - Türkler çalışkan fakar ağır (olmakla birlikte) bu ağırlık, . . . (onların) kendine duyduğu derin güvenin ifadesidir. (A. Cevat, s .81)
56 / TÜRKLER DE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Günlük hayatta yavaş hareketli olmalan, onlardaki ciddiyet'in ve sahip oldukları öz-güven'in bir görüntüsüydü . Çünki kuvvet'in alameti sükut'tur. Ayrıca biliyoruz ki Türkler, üstlendikleri bir görev sırasında çok sür'atli hareket etmekteydi . Nitekim :
129) Ciddiyet, eylencelere karşı bigane (ilgisiz) davranmak, Türkler'in töre'lerinin bir parçası gibidir. Erkekler olsun, kadınlar olsun aşın hareket etmemeyi, telaşa kapılmamayı bir nevi büyüklük sayarlar . . . (fakat) bir görev aldılar mı bütün kabiliyetlerini en kısa zaman içinde gösterirler. Eyalette bir işe tayin edildiler mi, beşyüz fersahlık yolu, hiçbir yorgunluk duymadan alır ve yine görevlerini yerine getirirler. . . (D'Ohuon, s. 239)
130) "Genellikle son derece "ciddi ve ağırbaşlı" olmalarına rağmen, Türkler arasında çok neş'eli, sokulgan insanlar da vardır . . . fakat terbiye daima hakimdir . . . Herkes birbirine gereken hürmeti gösterir, yüzgöz olmaz . . . Biri konuşurken , diğerleri büyük bir sessizlik içinde dinlemeyi bi!irler. " (D'Oheaon, s. 240)
131 ) Osmanlı ırkının kaderini tayin eden, onu büyük bir millet yapan . . . hususiyetlerinden en önde geleni, onlann doğuştan gelen disiplin'leridir. Eğer bu hususiyetleri olmasaydı Türkler, Sibirya'daki Tunguzlar gibi karanlık bir devlet olarak kalacaklardı. ( 19'uncu asırda) sallantıda bulunan Osmanlı devletini ayakta tutan temel, disiplin'dir. (Ellot, 1 / 1 16-117)
132) Türklerde askeri disiplin ve geleneklere bağlılık çok kuwetlidir. Hiçbir suç cezasız bırakılmaz. Ordudan kovulma ceza'sından, rütbelerin geri alınması, malların müsaderesi, dayak cezası ve idama kadar çeşitli cezalar verilmektedir. (Busbecq, s. 148)
TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA OÖRÜŞÜ / 57
133) "Osmanlılar, Türklerin bütün yüksek vasıflannı taşırlar: cesaretli, enerjik, itaatli ve disiplinli'dirler . .
" (Ellot,
1 / 1 09)
134) Bu imparatorluğun uzun ömrünü, içte sarsılmaz sebatını ve dışta ordulannın mutlu başanlannı . . . tabiat üstü bir güce dayandırarak hayran olmamak mümkün değildir. . .
" (Rycaut, s . 10)
VII KONUK-SEVERLİK
VE
AHiLER
Konuk-severlik (misafir-perverlik) bakımından da Türkler, diğer birçok milletler arasında seçkin bir mevkiye sahiptir. Nitekim 14'üncü asırda Türkiye'yi gezen Afrikalı seyyah İbn Battuta ( öl.1369) Ahiler denilen sosyal ve dini toplulukları benimseyen Anadolu Türkmenleri'ni ve aynca Kırım Türkleri'ni konuk-severlik bakımından medh ettiği gibi (Belgeler 135-143), Avrupalı seyyahlar da Türkiyede gördükleri konuk-severliğe hayran kalmaktaydı. (Belgeler no.144-149)
Belgeler (no. 135-149)
135) " . . . evlenmemiş, bekar ve san'at sahibi olan gençlerle diğerlerinin kendi aralarında bir topluluk meydana getirip , içlerinden (başkan) seçtikleri bir kimseye "Ahi" denir. Bu topluluğa da "Fütüwet" (gençlik, yiğitlik) adı verilir. Önder olan kimse bir "tekke" yaptırarak burasını halı, kilim, kandil gibi gerekli eşya ve araçlarla donatır. Kardeşler (Ahiler) , gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı elde etmek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip öndere verirler. Bu para ile tekke'nin ihtiyaçları karşılanır, topluca yaşamak için gerekli yiyecek ve meyveler satın alınır.
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 59
O sırada beldeye bir yolcu gelmişse, onu da tekkede misafir ederler ve alınan yiyeceklerden ona da ikram eder-ler. Yemek zamanında . . . topluca yerler, (sonra) raks ederler, türküler çağırırlar . . . Bunlara "fityan"(gençler) , önderlerine ise . . . "Ahi" ( Kardeş) adı verilir. Ben dünyada onlardan daha güzel davranan kimse görmedim. " (İbn
Battuta, s. 7-8)
136) Ahiler, Anadolu'ya yerleşmiş olan Türkmenler' in yaşadıkları heryerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadır. Memleketlerine gelen yabancıları karşılamak, onlarla ilgilenmek . . . gibi konularda bunların eşine . . . dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir. (İbn
Batuta, s.7)
137) " (Anadolu'da bir) şehire girdiğimiz sırada, çarşıdan geçerken dükkanlarından çıkan bir takım insanların (yolumuzu kestiklerini gördük) . Bir başka gurubun ise onları durdurarak onlarla çekişmeğe başladıklarını müşahede ettik . . . Konuştuklarını anlamadığımızdan korkmağa başladık. Sonra Arapça bilen bir adamdan . . . bunların bizden ne istediklerini sordum. Dedi ki bunlar Ahiler'dir. (Bir kısmı) Ahi Sinan'ın yoldaşları, sonradan gelenler ise Ahi Duman'ın kardeşleri imiş . Her iki taraf bizim kendi yanlarında misafir kalmamızı isterler, bu yüzden çekişirlermiş . Nihayet kur'a çekerek halletmek yoluna düşüp sulh oldular. Onların gösterdikleri bu yüksek misa/ir-perver/iğe hayran olmamak elde değildi. . " (İbn Battuta,
s. 15)
138) (Anadolu illerinden birinde) Tekke'ye girdiğimizde bütün ocakları yanar bulduk. . . ateşin karşısında ısındık. Ahi, derhal çeşitli yemekler ve meyveler getirdi. Kerem sahibi ve cömert olan; yabancılara ve gariplere büyük şefkat ve muhabbet gösteren , gelene geçene yardımlarını esirgemeyen (ve) bunları en güzel şekilde sonsuz bir sevgiyle karşılayan, gelen yabancıları kendi hısım-
60 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
lan (yakınları) imiş gibi kucaklayan bu dervişleri Cenab-ı Hakk hayırla mükafatlandırsın. (İbn Battuta, s.54-55)
Ahiler teşkilatının hayranlık uyandıran ko-nuk-severliği, aynı zamanda idari makamlarda bulunan şahsiyetlerde de mevcuttu . Nitekim :
139) Bu ülke hükümdarlarının adetleri arasında, yolculara ilgi göstermek, onlarla tatlı dille konuşmak ve onlara ufak tefek hediyler vermek bulunmaktadır. (İbn
Battuta, s. 17)
İbn Battuta, Anadolu seyahatından sonra Karadeniz kuzeyinde yaşayan Türkleri ve özellikle Kırım Türklerini de ziyaret ederek orada Harezmli bir şeyh ile tanışmıştı. Bu şeyh, hükümdara hiç iltifat etmezken fakir halka olan şefkat ve merhametinden dolayı, onların gönlünü alacak şekilde davranırdı :
140) " (Saray şehrinde) bilgin imam Hoca Numaneddin Harezmi'nin de bir zaviyesi vardır. . . . Kendisi, dervişlerin belki de en erdemlisi (ve) güzel ahlaklısı idi. . . Sultan Özbeg, her cuma günü onu ziyarete gelir (fakat) Şeyh , ne hükümdarı karşılamağa çıkar, ne de yerinden kımıldardı. Sultan, şeyhin huzurunda oturur, ona pek tatlı bir dille hitab eder ve alçak gönüllülük gösterirdi. Şeyh ise tamamen aksine bir davranış içinde bulunurdu, fakat fakirlere , yoksullara ve yolculara gösterdiği ilgi, Sultana yaptığının tam aksi idi: Onlan hoş tutar, tatlı tatlı konuşur, ikram ve iltifatta bulunurdu . . . " (İbn Battuta, s .122)
141) Devlet işleri de bazen Ahiler tarafından yürütülmekteydi. Nitekim: " . . . Bu ülke törelerinden biri de şehirde hükümdar bulunmadığı takdirde Ahiler'in hükumeti yönetmeleridir. " (İbn Battuta, s. 25)
Tasavvufta geçen ve bir senbol olan hırka deyimi gibi, Ahiler arasında da şalvar deyimi geçmektedir. Diyor ki:
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 61
142) Bu şehirde (Konya'da) , kendisi de Ahi olan ve en büyük tekke'nin önderi bulunan İbn Kalem-Şah adıyla tanınan belde kadısının dergahına inmiştik. Bu zabn kalabalık bir öğrenci topluluğu da vardı. Onlar "Fütüvvet" de kendilerini Ali ibn Ebi Talib'e . . . kadar uzanan bir tarikat kütüğüne dayarlar. Tasawuf ehli olan sufıler'in "hırka" giymeleri töresine uygun olarak, bunlar da "şalvar" giymekte özellik gösterirler" (İbn Battuta, s.20)
143) "Türkler, gelen yabancıları nasıl ağırlayacaklarını, ne gibi yiyecekler vereceklerini (ikram edeceklerini) bilmezler; kesip yemeleri için onlara koyunlar, atlar; içmeleri için de kımız tulumları gönderirler . . . " (İbn Battuta,
s. 85)
Türk konuk-severliği'nden bahseden Avrupalılara gelince, 18'inci asır Fransız filozoflarından Rousseau (öl. 1778)'nun Emil (Emile) ve bir de Toplum Anlaşması (Le Contrat Social) adlı eserlerinde Türkler ile İslamiyet'den övgü ile söz edilmektedir.
144) Rousseau'ya göre Türkler medeni, "konuk-sever" ve samimi olarak müslüman'dır. Türklerdeki "insanlık" ve konuk-seuerlik vasıflarının sebebi " . . . başkalarının düşkünlük ve sefaletine karşı yabancı kalmayacak derecede insanlığa daha yakın olmalarındandır. " (J. J.
Rousseau, Emil (tere.), s. 167)
145) Onsekizinci asırda Comte de Marsigli, L'Etat militaire de l'.Empire Ottomane, ses progres et sa decadence; La Haye, 1 732; s.38-39 adlı eserinde, diyor ki: " . . -Türkler, hiçbir din farkı gözetmeksizin bütün yabancılara karşı son derece konuk-sever'dirler. " (i. H. Danışmend, s. 127)
146) Türklerin misafirlerine gösterdiği "misafir-peruerlik" çadır misafir-perverliği (= ilkel konuk-severlik) değildir; kanundan doğan bir misafir-perverlik de değildir . . .
62 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Büyük, asil ve kendine layık bir görünüş altındaki misafir-perverlik ancak Türkiyede görülür. (Ubıcını, 2/ 384-385)
147) Türklerin konukseverlik özelliğinden bahseden 19'uncu asır İngiliz diplomatı Eliot'a göre Türkler yaptıkları ikramlar karşılığında kendilerine para teklif edilince kabul etmezler ve "ben hancı (otelci) değilim" derler. Eliot diyor ki: - Doğulu bir Hınstiyanın , konuğunu büyük bir sevgi ve saygıyla karşıladıktan sonra, (ayrılırken) eline yüklü bir hesap pusulası tutuşturduğunu düşünüyorum da, Türklerin bu özelliğini gerçekten takdire değer buluyorum. Taşrada yaşayan bir Türk doğruluk ve dürüstlük senbolüdür. (Eliot, 1 / 1 15-116)
148) Yine 19'uncu asır ortalarında Türkiye'de birkaç yıl kalan Ubicini adlı seyyah "Türkiye kadar misafir-perver bir ülkeye daha rastlamadım" dedikten sonra, şunları ilave ediyor: -Müslüman nezaketiyle halk, yabancıya kucak açar. Türk aleyhtarı yazarlar bile (Türklerin) bu meziyetini teslim etmektedirler. En fakir köyde bile "misafirlik" denen bir "ev" bulunmaktadır. Oraya varan bir yolcu , kendisine bir tabak pilav ve kuzu kızartması verileceğinden emin olabilir. Ertesi gün yola çıkarken, bütün köy halkı onu uğurlamaya gelir. (Ne var ki) Avrupa uygarlığının girip yayıldığı yerlerde, bu iptidai ve güzel adetler gittikçe silinmektedir. Bununla beraber bu geleneksel "misafirperverliğe" hala İstanbul'da bile rastlanmaktadır. (•Ubicini, 2/92)
149) (William Martin'e göre)- Türkiyede henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gitmek talihine mazhar olursanız, hakiki misafir-perverliğin ne demek olduğunu görür ve anlarsınız. (A. Cevat, ıerc.s. 84-85)
VIII HA YIR-SEVERLİK
VE
ŞEFKAT (Vakf-lar, imaretler, han'lar, fakirlere yardım ve köleler
bakımından "sosyal adalet" )
Türklerin insanlara ve hayvanlara karşı merhamet ve şefkat gösterdikleri, Doğulu ve Batılı gözlemciler tarafından ifade edilmiştir. Nitekim atalarımızın kurduğu vakf lar, imaret'ler, han'lar ve keıvan-saray'lar soyut olan "şefkat ve merhamet" duygularının somut hale getirilmesidir.
Vak/ (çğl. evkaf) kelimesi "durmak" anlamındadır. Bağışlandığı için artık alım ve satımı durmuş (durdurulmuş) olan her çeşit maddi değere vak/ adı verilmiştir. Bu konuda Ubicini'nin kısa tarifi (aş. bkz.) yanısıra, B. Yediyıldız'ın makalesinde (İsi. Ans. t 3/152b-1 72b) tafsilat bulunmaktadır.
İmaret ise, vaktiyle Türkiye'deki okul çocuklarına ve medrese öğrencilerine ve bunların yanısıra fakirlere hergün sıcak yemek dağıtılan ve biraz da para yardımı yapılan kurumlardan ibaretti. Mesela (18'inci asırda) otuzbin'den fazla fakire hergün yemek verildiği ve ilk imaret'in 1336 senesinde Orhan Gazi tarafından İznik'te kurulduğu bilinmektedir. (CI. Huarı. İsi. Aııs. 52 ı 985b)
Keıvan-saray deyimine gelince, bundaki keıvan sözünün aslı kiir-baıı olup "iş koruyan" anlamındadır. Batı dillerindeki caravaıı (karavan) kelimesi de bundan gel-
64 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
mektedir. Ticari amaçlı olan kervan'ların uzun yolculuklarda sığınıp dinlendikleri büyük binalara "kervan-saray" denilmekteydi. (Bunlardan bir tanesinin tasviri, Tavernier tarafından yapılmıştır.)
Belgeler(no.1so-166)'de görüleceği üzere hayır ve hasenat'tan (iyilik ve güzellik'lerden) hoşlanan Türklerin kurduğu bu gibi teşkilatlara hayrat (=iyi şeyler) denilmiştir.
Türklerdeki "merhamet ve şefkat" duyguları sebebiyle, Türkiye'de köleler, aile fertlerinden sayıldığı gibi, (Bel
geler: 167-168-169), atalarımızın bu gibi yüksek duygulan sadece insanlar'ı değil, aynı zamanda hayvanlar'ı da kapsamakta ve Bursa'daki bir hayvan lıastalıanesi'nde yaralı kuşların nasıl tedavi edildiği anlatılmaktadır. (Belgeler no. 170-176•)
Belgeler (no. 150-176*)
150) İbn Haldun (öl. 1406) diyor ki: " . . . Türk beyleri . . . pek çok medrese, tekke, zaviye, han ve imaretler bina edip bol gelirler sağlayan vakıflar kurmuşlardır. Türkler hayır ve hayratı seven, iş ve maksatlannda ecir ve sevap arayan insanlardır . . . " (İbn Haldun, 2/ 454)
151) "Vakf'lar, Türkiye'de mülkiyetin özel bir şeklidir ki sadece "cami" servetini ve gelirlerini göstermektedir. Prensip itibariyle ganimetin meşru dağıtımı sırasında Cami'lere tahsis edilen paya bu ad verilmiştir. Sonralan aynı kelime, cami'lerin bakımı ve burada çalışanlann geçimini karşılamak üzere yapılan menkul ve gayri menkul servet bağışlannı da ifade etmeğe başladı. . . (Ub1c1nı, 2/
261)
152) Busbecq'e göre Türklerin çok önem verdiği sosyal hizmetlerin başında bulunan vakıflar'ın nimetlerinden sadece müslümanlar değil , aynı zamanda yahudi veya hırıstiyan olmak üzere herkes yararlanmakta ve
TÜRKlERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 65
kervan-saraylar'da kalan yolculara bedava akşam yemeği verilmekteydi. (Bu•becq, s .28)
153) (Türklerin) " . . . bıraktıkları hayratlar (hayır kurumlan) hangi çeşit olursa olsun (Avrupalıların kurumlarından) fazladır; . . . (Türkler) daha cömerttirler. Dört imparator (padişah) tarafından yaptınlan dört büyük camiin etrnfı hayrat ( = hayır kurumlan) ile doludur . . . Kasabalar ve tenha yol kenarlarına, yolcular için kervansaray/ar yaptırır, yollar açtırırlar; su olmayan yerlere çeşmeler yaptırırlar. . . Halkın bedava faydalandığı bu yapılar öyle muhteşemdir ki saraya benzerler. Buralardan istifade edenler "yapbrandan Allah razı olsun" demeden edemezler. (Sanz, s.89)
154) "Geceleri yolculuk yapanlar için "han" yaptırmayı "dini bir görev" sayarlar. Oralarda sığınacak bir çatı bulanlar "han"ları yaptıranlara hayır dualarını yollarlar. Türkler bu tür yapılan yapmakta çok mahir(usta)'dirler. İmparatorluğun hemen her tarafında bunlara rastlamak mümkündür. Camilerin yanına yapılan han'larda aynca hamam'lar ve yolcular için gerekli maddeleri satan "dükkanlar" bulunur. Bir kısmının öyle fazla geliri vardır ki geceleri handa konaklayanlara akşam yemeği bedava verilir . . . Birçok zenginler, adlarının uzun yıllar yaşamasına sebep olabilecek böyle vakıfların kurulmasına önayak olmuşlardır. " (Rycaut, s. 257-258)
155) " . . . Kervan-saraylar parasızdır . . " (Sanz, s .57)
156) " . . . Kervan-saraylar Doğuluların lokantalı otel-leridir (fakat) bizimkilerin rahatlık ve temizliğini onlarda bulamazsınız. Kervan-saraylar dörtgen biçiminde, aşağı yukan manasbrlar gibi inşa edilmişlerdir. Genellikle bir katlıdırlar, pek nadiren iki katlı olanlarına rastlanır. (Önce) büyük bir kapıdan avluya girilir. Öteki üç cenahın her birinin ortasında en seçkin kişiler için birer salon veya büyük birer oda vardır. Bu salonun yanında, küçük
66/ TÜRKLERDE AHl..AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
küçük birçok odacıklar bulunur. Arka taraflannda ahırlar yer alır . . .
İki cins kervan-saray mevcuttur: Bir kısmının bakımı, dini kuruluşlar tarafından yapılır ve bedavadır, diğerleri böyle olmayıp, yenilen içilen şeylerin parası ödenir. Avrupa Türkiye'sinden (Balkanlardan) başka birinci sınıf kervan-saraya hiç rastlanmaz. Bu cins kervan-saray inşa ettirmek müsaadesi sadece padişahın validesine, hemşiresine ve (-Hınstiyanlar ile savaşa üç defa katılmış olan-) vezirler ile paşalara verilmiştir. Ne yazık ki İstanbul'dan İran'a kadar olan kervan-saraylar dayalı döşeli değildir; size çırılçıplak odalar verirler; döşek temin etmek yemek yapmak size aittir . . . Köylerdeki kervan-saraylar için hiçbir kira parası ödenmez fakat şehirlerde odalar parayla tutulur. Ödenecek para pek cüz'idir . . .
" (Tavemler, s. 66- 67)
157)-(Mütercim Raymond'a göre)-Umumiyetle bir Türkün dindarlığı seyyah veya tüccarların geçerken dinlenip serinleyebilmeleri için pınar başlanna ağaç dikmesi, yol, köprü ve çeşme inşa ettirmesiyle tezahür eder. Bütün bu hayrat arasında en çok rastlananı han'lardır . . . Bu han'lar, ictimai seviyeye bakılmadan herkesin istifadesine açıktır. Öyle ki bu hanlarda en fakir insana bir oda tahsis edildiği gibi, en zenginine de daha fazla oda verilmez . . . (A. Cevat, tere. s.149)
158) Türklerde olduğu kadar hiç bir yerde yoksullara, zayıflara, acizlere , küçüklere acımak ve şefkat, ana babaya saygı gibi yüce duygulara rastlanmaz. (P. Lotl, s.
59)
159) "Türkler büyük yardım-severlik yaparlar. Bazıları hayatta iken mallarından· fakirlere yardım eder; bir kısmı da (vasiyet ederek) öldüklerinde hastahaneler kurmak, köprüler, kervansaraylar veya kervanlar için kalacak yerler inşa etmek, büyük yollar üzerinden suları sevketmek ve diğer benzer şeyleri yapmak için büyük servet
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 67
bırakırlar. Birçokları ise bu çeşit eserleri hayatta iken yaparlar. " (Thevenot, s. 126)
160) Camilere bitişik binalarda ise, muhtaç talebeler için küçük odalar, yolcular ve fakirler için misafir-haneler ve barınaklar; hastalar ve sakatlar için hastahaneler ve şifa yurtları vardır. . . (Ubicinl, 1/83)
161) Türkiye'nin her yerinde sakatlar, akıl hastaları ve kıt akıllılar büyük bir şefkat ve merhamet görürler . . . (Ubicinl, 1/ 87)
162) Hz. Muhammed ve onun izinden bütün din bilginleri su'yu beden ve ruh sağlığının koruyucusu olarak selamlamışlardır. Kişilerin sadakalarıyla çeşmeler'in inşa edildiği İstanbul ve öteki büyük şehirlerde kapılara testi'ler asarlar ki gelip geçenler. . . susuzluklarını giderebilsinler (•Ubicinl, 2/44)
163) Bu ülkede hayır-sever insanlar, yol kenarlarına çeşmeler yaptırıyorlar. Yolcuları . . . dinlenmeye zorlayan suyun tatlı şırıltısı, bütün yorgunluğu alıp götürmektedir. (Raczynskl, s. 163)
164) "Tokat ve Haleb (arasındaki) yollarda Türklerin insaniyetleriyle ilgili bir delil göze çarpar. . . . Büyük yolların ekserisinde Türkler sarnıçlar yapmışlardır; yağmur yağmadığı seneler, komşu kasabalardan yolcular için bu sarnıçlara su taşınır. Sarnıçlar olmasaydı yolcular çok eziyet çekeceklerdi. . . "
(Tavernler, s. 58)
165) İyilik-severlik, Osmanlı için bir borç olduğu içindir ki, minnetdarlık denen şeyi de bilir. Şair Nabi (1642-1712) "Oğluma Nasihatlar" adlı eserinde: -" Kapını dervişlere ve fakirlere açık tut; bil ki bu, Allah nazarında bir cami inşa etmekten, devamlı oruç tutmaktan veya Mekke'ye hacca gitmekten daha makbuldür. " diyor . . .
(•Ubiclni, 2/91)
68 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
166) İslam prensiplerine karşı en amansız hınç duyan kimseler bile . . . (Blanqu'nün Voyage en Bulgarie adlı eserine göre) "Türkiyede hiç fakir yok" diyor . . . Orada her bedbahta, her yerde bir yardım eli uzattldığı için €§itlik duygusu altın çağını yaşamaktadır (Ubicını, ı ; 85)
167) Köle her bakımdan diğer ev hizmetçilerine benzer, hatta onun durumu daha da tercih edilecek bir seviyededir . . . . Ailesi bulunmadığı için sahibi ona çok daha şefkatli davranır. Hayvanlara karşı bile hayır ve hasenelerde bulunan ve esir kuşları satın ahp da onları hürriyete kavuşhmnak suretiyle Allahın rızasını kazanmaya çalışan bu efendi, kölesine karşı niçin sertlikle muamele etsin? Kendisine hitab ederken daima "oğlum, evladım" diye konuşur. Hiç bir şekilde sert buyruklar vermez, asla onu aşağtlatmaya kalkışmaz. . . . Köle şayet genç ise onu mektebe gönderir, . . . sonra evlendirir ve azat eder. . . hastalandıkları zaman onları tedavi ettirir . . . (Ubıcını,
2/465)
168) Prusyalı mareşal Moltke(öl. 1891) 'ye göre de " . . . Türkiye' de köleler, eninde sonunda azat edilmekte ve üstelik hayatı boyunca yetecek kadar bir gelir kaynağı da tahsis edilmektedir. (A. Cevat, terc.s.35)
169) Türkiye' de köleler. . . garip kişi olduğundan efendisi ona merhametli davranır . . . . Ona "oğlum" diye hitab eder, emirleri sert değildir. Onu aşağtlamağa kalkışmaz . . . . Şayet çocuksa onu okula gönderir, hatta çoğu zaman kendi kızıyla evlendirir; orduya veya sivil hizmetlere girmesine önayak olur. Böylelikle birçok köle devlet hizmetinde en üst mertebelere erişmişlerdir. Mesela Rıza Paşa, Halil Paşa, Mehmet Ali Paşa ve daha birçokları gibi. . . (Fakat) çoğu Nubiye veya Habeşistan'<:lan getirilen siyah (köle)'ler, hizmetkar olarak ihtiyarlamağa mahkumdular. . . (•Ubıcını, 21 58)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 69
170) Türkler, bazı hayvanlara karşı son derece merhametlidir. Mesela köpekler'in korunması için kanunlar çıkarıldığı gibi, bazı zenginler de miras olarak bıraktıkları servetlerinden bir kısmını köpek bakımı için ayırmaktaydı . (Rycaut, s. 258)
171 ) Temizlik kaideleri bakımından Türkiye'de köpekler eve sokulmaz fakat millet bunları beslemeye . . . . dikkat eder. (D'Ohsson, s. 188)
172) Özellikle hayvanlara acımakta Türkler herkesten üstündür diyen Pierre Loti, Bursa'da kış mevsimine girerken uçamayacak kadar yaşlı veya yaralı leyleklere mahsus bir hastane bulunduğunu ve orada yaralan sarılmış, hatta ağaçtan bacak takılmış leylekler gördüğünü ifade ettikten sonra diyor ki: - Bu hastaneyi ziyaret ettiğim zaman orada yaşlılıktan dolayı yerinden kalkamayan bir baykuş bile tedavi ediliyor ve leylekler için yapılan bağışlardan besleniyordu. (P. Lotl, s.59-60)
1 73) Türklerin yardım severliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar uzanır. Hergün birçok kimse pazarlara kuş yemi satın almağa gider ve kuşları serbest bırakırlar. . . . 11 (Thevenot, s .126)
174) Sadece insanlara değil, hayvanlara da yapılan iyilik çok büyük sevaptır: Bazı insanlar denizdeki balıklara ekmek atarlar. İstanbul' da pek . . . çok sahipsiz köpek vardır. Yavrulayan köpekleri öldürmek günah sayılır . . . Bazı insanlar, bir iki düzine kadar ciğer veya ekmek alıp kedilere köpeklere dağıtırlar. Birisi hastalanınca, kafese doldurdıklan kuşları, Allahın hoşuna gidecek diye salıverirler. Türklerin , (Avrupalıları) geride bırakacak kadar iyilikleri vardır. 11 (Sanz s.89-90)
1 75) Hayırseverlik o derecededir ki hayvanları bile içine alır. Hiçbir kimse hayvanlara kötü muamele etmez ve ettirmez. Bir kimse . . . hayvanını fazla yorsa, polis buna derhal müdahale eder . . 11 (D'Ohsson, s. 188)
701 TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
176) Elysee Rec/us'ün dediğine göre Türkler ile Rumlann birlikte yaşadıklan köylerde, ev sakinlerinin milliyetini görmek (connaitre) için, evlere girmeğe gerek yoktur; bunun için sadece evlerin bacalanna bakmak kafidir: Leylek hangi evin damına yuva yapmışsa, orası Türk evidir. il (A. Djevad, Les Turcs, s.33)
1 76 *- Osmanlı topraklannda merkep'lere bile haftada iki gün dinlenme izni uygulanmaktaydı. (A. DJevad.
Lew Turcs, s.33)
IX OSMANLI TÜRKLERİNDE KADIN
Önce iffet, namus ve şefkat senbolü olarak baş tacı edilen Türk kadınları, hayat arkadaşına en büyük destek ve yavrularına şefkatli anne olarak saygınlık kazanmıştı. Onları "dört duvar arasına kapatılmış esirler" gibi tasvire yeltenen kimselere karşı Avrupalı bazı gözlemciler, (-aşağıda izah edileceği üzere-) Türk kadınlarının daima hür ve mutlu yaşadıklarına şahitlik etmektedir.
Namus konusunda çok titiz davranan (Belge-177) ve kadınları son derece iffetli olan Türkler (Belge 178-179-180)
başkaları yanında, kendi eşinin, kızının ve annesinin isimini bile anmadığı gibi, onlar hakkında iyi niyetli de olsa hal ve hatır sorulmasını büyük bir ayıp ve nezaketsizlik sayarlar (Belge-181-182) ve bu konuda konuşmak gerektiğinde, isim vermeksizin sadece "bizim çocuklar" tabirini kullanırlardı. (Belge 183) Türklerde başlık ve düğün, ayrıca aile mahremiyeti gibi hususlarda bazı adetler vardı. (bkz.Belgc-
159-170)
Tarihi kaynaklarda da ifade edildiği üzere Türk kadınları aynı zamanda zarafet ve güzellik senbolüydü. (Beı
ge-184-185-186-187- 188- 189- 190- 191- 192-193) İmparatorlukta, çeşitli milletlerin kadınları arasındaki farklar ewela onların örtünme biçimlerinde görülmekteydi. (Belge-194)
72/ TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Zaten güzel ve zarif olan Türk kadınları, eşlerini kendilerine daha çok bağlamak için, süslenmeğe de önem vermekteydi. (Belge-195-196-197-198)
Lady Montagu(l 7'nci asır)'nün hayran kaldığı şahane güzel iki Türk kadını hakkındaki sözlerine dikkat edilirse (Belge 199.200-201ı Osmanlı devri Türk kadınlarında güzellik ve kültür, eş-değer olarak mevcuttu.
Osmanlı kadınları mutluluğu kendi yuvalarında buldukları için, ev dışında yapılan eylencelere gitmezlerdi. Hür ve serbest olarak vakitlerini kendi yuvalarında, yakınlarıyla birlikte eğlenerek geçirdikleri gibi, "çok masraflı" bir ömür sürmekteydiler.(Belge 202-203-204-205-206) Öyle ki, kadınları koruyan Türk gelenekleri ve İslamiyetin elbirliği sayesinde Türk kadınlarının hakları ve görevleri arasında denge kunılmuş ve kadın ruhuna büyük önem verilmişti. (Belge 201-208-209) Üstelik bu denge bazen de kadınların lehine bozulmakta ve mesela Kırım Türklerinde kadınlar erkeklerden üstün sayılmaktaydı. (Belge- 210-211-
212-213) Bilhassa Türkmen kadınlarının aktivitesine duyulan hayranlık yanısıra, (Belge 214) kadınların sadece kadınlara imamlık yapabilecekleri de kabul edilmişti. (Belge 215)
Anne olarak Türk kadınlarının çocuk yetiştirmekteki salahiyet ve mahareti, onlara karşı büyük bir hayranlık ve saygı beslenmesine zemin hazırlamıştır. (Belge- 216-217)
Servet sahibi bazı kadınların kocalarından korkmadıkları belirtilmekte (Belge-218-219) ve Türk erkeklerinin kadınlara karşı daima yumuşak davrandıkları vurgulanmaktadır. (Belge-220-221-222) Türklerde nikah'ın kutsallığı (Belge-223) ve kadınların çocuk dünyaya getirmek mecburiyetine mukabil (Belge- 224-225-226), çocuğu olmayanların evlatlık edinmek gereği (Belge-227) Türk aile hayatında önemli bir yer tutmaktaydı. Türklerde poligami (çok kadınla evlenme) yaygın olmadığı gibi, (Belge-228-229) yakın akraba ile evlilik de yasak sayılmakta (Belge-230) ve aynı konuda başka yasaklar daha bulunmaktaydı. (Belge- 231-232-
233-234) Boşanma (talak) meslesine gelince: Bu konuda
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ / 73
ılımlı bir yol izlemek gerekiyordu. (Belge- 235-236) Zira Hz. Muhammed, kadınlara önemli haklar sağlamıştı. (Beıge-237)
Müslümanları ve İslamiyeti t e n k i d etmek isteyenlerin dillerine doladıkları önce poligami (taaddüd-i zevcat = çok kadınla evlenme), sonra talak (boşanma) kolaylığı ve bir de harem meselesi için mevcut Belgeler (228-229 ve 235-236-237) ile, daha Önce (Konu-IV'deki) zikredilmiş olan fragmentler bu konuya yeterince açıklık getirmiştir. Oysa Avrupada, mil<!di 6•ncı asırdan beri, "kadınların ruh sahibi olmadığı" ve "insan sayılmadıkları" konusunda kitaplar yazılmaktaydı. (Belge 238) Avrupa•da kadınlar aleyhindeki bu tavır, 19•uncu asır filozoflarına kadar devam etmiştir. Mesela:
Fransız filozoflarından Malebranche ( öl.1715) kadınların moda düşkünü olduklarını ve meselelerin iç yüzünü değil sadece dış yüzünü anlayabildiklerini söylemekteydi. ı
Alman filozoflarından Schopenlıauer (öl.1860) kadınların "büyümemiş çocuk" sayıldığını ve "zihin miyopluğu"ndan kurtulamadıklarını, sadece para harcamaktan hoşlandıklarını ve doğuştan "riyakar" olduklarını söyledikten sonra diyor ki:- Avrupalı bayan denilen şey, mevcut olmaması gereken bir varlık türüdür.2 Yine bu filozof poligami'nin kadınlar lehinde sayıldığını söyledikten sonra, çok kadınla evlenmek(poligami)'in Avrupa'da esasen gizli olarak hep mevcut olduğunu3 ifade etmektedir. Çağdaş filozof B. Russell ( öl.1970) bile:- Medeni insanların iç-güdülerinde genel olarak "poligami" duygusu var sanıyorum'"' diyerek samimi bir itirafta bulunmaktaydı.
1 Malebranche, Hakikatın Araştınlması, tere. Mirac Katırcıoğlu, MEB Yay. Ank.1947-1950; 2/ 100- 101
2 A. Schopenhauer, Pensees et Fragments; trad. par. J. Bardeau Paris-1929 içinde Essai sıır lesfemnıes risalesi s. 130, 131, 132, 1 32, 133, 134
3 Schopenhauer, aynı eser, s.141 ve 142 4 B.Russell, Evlilik ve Ahlak; terc.�.Gürol, Varlık yay.İst.1963;s.79
74 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Alman filozoflarından Fr. Nietzsche (Niçe: öl. 1900) diyor ki: "-En tatlı kadın bile acıdır; ... Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutmaf'5 Kadınlar konusunda Türklerle Avrupalılar arasındaki fark işte buydu.
Belgeler (177 -239)
1 77) Türklerin pekçok önem verdikleri hususlardan biri de "kadın iffeti" manasına gelen "namus" meselesidir. Pedro'nun da işaret etiği üzere " . . . Türkler namus konusunda çok titizdirler . . .
" (Sanz, s. 175)
1 78) Gerdizi (öl . 1053) , Zeyn 'ül- Ahbar adlı eserinde diyor ki: -Türk kadınlan son derece iffetli ve temizdir. (Şeşen, s. 72)
179) Türk kadınlan çok temiz ve tertiplidir. (Thevenot, s. 137)
180) Türk kadınlan'nın ahlak düzeyi yüksektir. Türkler için kanlannın iffeti o kadar önemlidir ki, başka hiçbir millette kadına bu derecede önem verildiğini göremezsiniz . (Busbecq, s. 109)
181) Şarklılar başkalannın huzurunda hanunlannın isimlerini söylemez ve onlara adlanyla hitap etmezler. Hatta bugün bile, ( 1850'de) ihtiyar Osmanlılara göre bir kimseye kansından ve kızından haberler sormak amansız bir hakaret kabul edilir . . . Medhetmek için de olsa, kadınJardan söz etmek bir çeşit namus lekesi sayılırdı . Thukidides (469-396) diyor ki:- İffetli kadın, kendisi hakkında ne iyi, ne de kötü söylenilmeyen kadındır (Ub1c1nı. 21
467)
182) Müslümanlar sürdürdükleri (özel) hayattan hiç bahsetmezler; bu konuyla ilgili en ufak bir söz bile en büyük terbiyesizlik olarak kabul edilir. Bir Türke kansını,
� Nietzsche, Zerdüşt Böyle Diyordu; tere. O. Derinsu,Varlık yay. İst. 1 981 : s.87 = Gehsl Du zu Frauen? Vergiss d.i c Peilsche nicht.
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ 1 75
annesini ya da kız kardeşini sormayı kimse aklından bile geçiremez . . .
" (Fontmagne, s. 237)
183) Türkler yabancılarla konuşurken "harem" değil "çocuklar" diyorlar. Bu da onların "harem" kelimesine geniş bir mana verdiklerinin bir ifadesidir . . . (Fontmagne, s.
238)
Ahlaklı ve iffetli Türk kadınlarının özelliklerinden biri de zarafet ve güzellik sahibi olmalarıydı:
184) İdrisi(öl. 1 166)'nin Nüzhet'ül-Müştak adlı eserine göre Türk kadınları endamlı ve güzeldir. Türk erkekleri gibi Türk kadınlarının da tabiatları kuwetli olup, zeki ve dayanıklı insanlardır. (Şeşen, s.109/1 10)
185) Kazvini (öl . 1283)'nin Asar'ül-Bilad adlı eserine göre Türk şehirlerinden olan Taraz ( = Talas)'lı Türk kadınlan o kadar güzel'dir ki yüzlerinin güzelliği dillere destan olmuştur . (Şe,en, s. 147)
186) Türkmen kadınlan erkeklere nisbetle daha da göz alıcıdır. Elmacık kemikleri çıkık ve bütün ihmallere rağmen ciltleri çok beyazdır. Genellikle saçları sık ve çok kısadır . . . (Blocquevllle, s.49)
187) Türkiye'de kadınlar güzel , kusursuz ve beyazdır, çünki sokağa az çıkarlar ve dışarıya çıktık.lan zaman da örtülüdürler. . . (Thivenot, s. 137)
188) (Türk kadınlan) ağır başlı bir tarzda giyiniyorlar. Bir kısmı ise . . . ilahe resimleri gibi boylu poslu. Hemen hepsinin tenleri, göz alacak kadar beyaz; . . . zarif saçlar, omuzlarından aşağıya kadar sarkıyor. Hepsi güzellik perilerine benziyor. " (L Montagu, s. 37)
189) "Bu derece güzel ve gür saçlı kadınlara hiçbir yerde rastlamadım . . . . " Burada güzel kadınlar, İngiltere'dekinden çok daha fazla ve çeşitli. (Türkiye'de) çirkin bir kadın göremezsiniz . Hepsinin gözleri kara; tenleri dünyanın en güzel rengi. . . "
(L. Montagu, s 52-53)
76 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
190) Türkiye'de kadınlar, Türk ırkına mahsus zarafeti ne olursa olsun kaybetmiyorlar . . . (Fontmagne, s. 252)
191) Kadınların bele bağladıkları ipek kuşak onların endamını güzelleştirmektedir. (Fontmagne, s. 246)
192) Onsekizinci asır gezginlerinden Le Bryn'e göre: -Türkler, umumiyet itibariyle boylu-poslu , güzel yapılıdır . . . . Kadınları da aynı vazıyettedir: Boylan ile yürüyüşlerinin ihtişamı, erkekler'inkinden aşağı değildir . . . . (Comeille Le Bryn, Voyages de C.Le Bryn, La Haye, 1712; 1/422; İ. H, Danlş
mend, s. 141 )
193) D'Ohsson, Türk hanımları hakkında diyor ki: -Siyah , parlak gözler; taptaze sedef gibi bir ten, bu ülkenin kadınlarını Avrupalılardan ayırmaktadır. Onların vucut güzelliği korse gibi şeylere de bağlı değildir; daima endamlı, daima güzel vucutludurlar . . . (D'Ohsson, s. 99)
194) Şarkta ( :Türkiyede) bir kadının hangi milletten olduğunu anlamak için yüzünü örtüp örtmediğine bakmak kafidir. Rumlarla Frenklerin yüzleri açık, Yahudilerle Ermenilerin yüzlerinin yansı örtülü, Türkler ise yalnızca gözlerini açıkta bırakıyorlar. . . (Fontmagne, s. 244)
195) Türkiyede kadınlar, ne olursa olsun Türk ırkına mahsus zarafeti kaybetmiyorlar. (Fontmasne, 252)
196) Türk kadınları süslenmeyi çok seviyor. Güzelliklerini değerlendirmeyi de iyi biliyorlar. Eşlerinin sevgisini kaybetmemek . . . için kendilerini ihmal etmiyorlar . . . (Fontmagne, s. 258)
197) Genç kızlara daha çok zarafet ve süslenme öğütleri veriliyor . . . Bütün gaye, "efendi"nin kalbini çelmektir. . . (Fontmagne, s. 252)
198) Müslüman erkeklerin , evlerinin dışında aşk macerası aramaya kalkışmadıklan(Fontmagne, s. 241)'nın sebeplerinden biri belki de buydu.
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 77
Avrupalı kadın seyyahlar arasında özellikle Lady Montagu( l 7'nci asır)'nün bazı gözlemlerini de zikretmeliyiz. Osmanlı saray çevrelerine mensup olan iki Türk hanımından hayranlıkla bahseden L. Montagu diyor ki:
199) "Kethuda'nın eşi güzel Fatma . . . o kadar güzeldi ki, onun kadar güzelini ne İngilterede ne de Almanya' da görmedim . . . Beni karştlamak için ayağa kalktı ve kendi adetlerine göre elini göğsüne koyarak selamladı. Fakat bu selam, Saray terbiyesinin veremeyeceği kadar asalet ve vakarla o derece doluydu ki ancak Allah vergisi olabilirdi. . . Fatma'nın güzelliğinden . . . o derece hayretler içinde kalmıştım ki , bir müddet güzelliğini seyre daldığım için kendisiyle -/- konuşamadım. O ne güzel yüz ve ne ölçülü vucuttu ! . . . iri siyah gözleri vardı. Ona insan ne taraftan bakarsa baksın yeni bir güzellikle karşılaşıyor . . . . Tavırlan o derece asil ve o derece tabü ki, bizim "barbar" tanıdığımız bir memlekette dünyaya geldiği halde onu Avnıpa'nın en muhteşem tahtlarından birine oturmuş olduğunu zannederler. Velhasıl onun güzelliği İngiltere' deki bütün güzelleri gölgede bırakırdı. . . Topuklanna kadar inen siyah saçlannı örgülerle ayırmış, başının bir yanına ustalıkla elmas iğneler takmıştı. Bunlan anlatırken mübalağa ettiğimi zannedersiniz. Fakat inanın ki (sözlerimde) hiç mübalağa yok . .
" ( L. Montagu, s. 78-79)
200) Kendisiyle Edime'de tanıştığım sevgili dostum güzel Fatma'yı . . . dün yine ziyarete gittim. Eskisinden daha güzel buldum. Oda kapısına kadar gelip beni karşıladı. . . . . . cO kadar güzeldi ki>: Diğer Türk güzelleri de size benziyorsa, erkeklerin rahat bırakmalan için hepsini saklamak gerekir dedim. Ve devam ettim; - Yüzünüz o kadar güzel ki, Londra'da, Paris'de ne yaygaralar kopanr dedim. Fatma zarif bir eda ile : -Sözünüze inanmıyorum, zira memleketinizde güzellik o kadar takdir görseydi , sizi oradan ayırmazlardı dedi. (L. Montagu, s. 115-1 16)
78 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
201 ) Merhum Sultan (2'nci) Mustafa'nın kızkardeşi Hafize Sultan'ı ziyarete gittim . . . Hafize Sultan onbeş senedir sarayda oturuyor ve kimsenin ziyaretini kabul etmiyormuş . . . Ziyaretine gittiğim vakit beni aldıkları odada . . . kendisini beklerken oturmamı rica ettiler. Ben karşısına çıkınca ayağa kalkmamak için bu şekilde karşılaşmayı uygun bulmuş. Ben ayağa kalktığım zaman beni başıyla selamladı. . . Bir padişahı büyüleyen böyle bir kadını büyük bir zevkle seyrettim . . . (L.Montagu, s. 1 10-1 1 1)
Atalarımızın sosyal hayatında kadınlar acaba dört duvar arasında hapis hayatı mı geçirmekteydi? Yahut da o zamanki "kadın haklan nasıldı?" Bu soruların cevabını yine Avrupalı gezginlerin eserlerinde bulmaktayız: Onlara göre :
202) Şu bir gerçektir ki Türkiye'de kadınlar, (Avrupalıların) zannettiği gibi hiç bir zaman hor bir duruma düşmemişlerdir . . . (Ubicinl, 2/ 479)
203) (Gerçi) kadınlar evde yaşar ve dışardaki eylencelere gidemezler. (Fontmagne, s. 219)
204) (Fakat) Türk kadınlan öyle sanıldığı gibi bir ömür boyu duvarlar ardına kapatılmış değildir. Sanının dünyada onlar gibi hoşça vakit geçiren az insan vardır. Sanki onları üzen hiçbir şey yoktur. Eşlerinin getirdiği ile kanaat edip, hayatlarını öylece sürdürüyorlar . . . (Fontmag
ne, s. 76)
205) (Bu sebepledir ki) Mr. Hill ve onun gibi diğer seyahatname yazarlarının , Türk kadınlarının esaretine acıdıklarını okurken şaşıyorum . Türkiye'de kadınlar diğer ülkelerde olduğundan daha hür ve serbest olarak, ömürlerini devamlı eğlence içinde geçiriyorlar. Bütün meşguliyetleri komşuya, hamama gitmek, devamlı masraf ederek modayı takip etmektir. Karısına "biraz idareli harcaması"nı söyleyen kocaya deli gözüyle bakıyorlar . . . . (çünki
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 79
burada) kocanın vazifesi kazanmak, kadınınki ise harcamaktır (L. Montagu, s. 132)
206) (Gerçek şu ki) kadınlar müsrifçe harcama yapıyorlar. (Fontmagne, s. 258)
207) Ülkenin asırlık gelenekleri ve dini hükümleri her seviyedeki kadını koruduğu için, Türkiye'de ne iğfal edflmiş kız, ne sokakta bulunmuş (terkedilmiş?) çocuk, ne düello , ne de intihar var. (Fontmagne, s. 258)
208) Türkiye'de kadın . . . hem kanuna hem de Din'e göre hakları ve vazifeleri olan muhterem ve mes'uliyet sahibi bir varlıktır. (Ubtcinl, 2/480)
209) (-Bu sebeple- ) müslümanların kadın ruhuna değer vermedikleri hakkındaki kanaatımız, tamamen yanlıştır. (L. Montagu, s.94)
210) (-Mesela Kırım Türkleri'nde) . . . kadınlar erkeklerden daha üstün sayılmaktadır. (İbn Battuta, s.79)
21 1 ) (Kırımlı) kadınlar, . . . (yabancı) erkeklerden kaçmazlar. . . (İbn Battuta, s. 63)
212) (Kınm'da) . . . . Türk kadırıları yüzleri açık dolaşırlar; erkeklerden kaçmazlar . . "
(İbn Battuta, s.80)
213) (Kırım Türklerinde) . . . Kralın karısı, daima kralın yanında oturuyordu, bu onların an'ane ve adet'lerindenmiş . . . (İbn Battuta, s. 68)
214) Diğer müslüman ülkelerdeki kadınlarda görülen tenbellik ve miskinlik Türkmen kadınlarında kat'iyen yoktur . . . (Blocquevllle, s .60)
215) Kadın , "imamlık" vazifesinde bile bulunabilir (fakat) sadece kadınların bulunduğu bir toplantıda . . . (kadınlara) namaz kıldırabilir. (Ubicini, 2/ 480)
Kadınların evlenip çoğalmaya yatkın ve istekli olmaları "kadın hakları"ndan biriydi ve elbette ki, sadece Türklerde değil, diğer bütün milletlerde içgüdü olarak bu
80 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
hak (-hem kadınlarda hem de erkeklerde-) aynen mevcuttur. Özellikle İslamiyetin bu konuda güzel yorumları vardır. Mesela El-Cennetü tahte akdam'il-ümmehat (Cennet anaların ayakları altındadır) diyen bir "hadis" bunun tipik ifadesidir. Böylece:
216) Türkiye'de, Sultandan en küçük bir ferde varıncaya kadar hiç bir kimse yoktur ki anne (valide) adını sonsuz bir şefkat ve hürmetle anmış olmasın. (Ubıcını,
2/480)
217) Anne olması bakımından erkek ve kız çocukların korunması, beslenmesi ve eğitimi konusunda hak sahibi kadın'dır. Kızlar gelin oluncaya kadar, oğlanlar da maarif mekteplerine gidinceye kadar onlarla uğraşmak anne'nin salahiyetine bırakılmıştır. Aynca bu çocuklar, mektep saatleri dışında yine . . . annelerinin yanında kalırlar. (Ublcinı, 2/ 479)
218) Zengin Türk kadınlan kocalarından hiç korkmaz çünki onların gelirleri kendi ellerindedir. Divan da kadınlara hürmet eder. Bir paşa öldürülünce Padişah (onun) haremenine . . . kat'iyen tecavüz etmez. Dul bir kadın emniyet içinde yaşar (L. Montagu, s. 54)
219) Fransız filozoflarından Voltaire (öl . 1 778) göre : Avrupalıların sandığı gibi Türk kadınları asla köle değildir; onların da kendi malları ve servetleri vardır. (Voltaire,
Feylesofça Konuşmalar, tere. Fehmi Baldaş; MEB Yay. Ank. 1947-1948;
1/322-324)
220) Türkmenler, kadınlarına karşı . . . çok naziktirler. Kadınları takdir eder ve onlara saygı göterirler. (Blocqu
eville, s .65)
22 1) Türk erkekleri kadınlara karşı son derece yumuşaktır. Fakat bu yumuşaklıkta kadınları çocuk gibi gören, onlara hayatın güçlük ve üzüntülerini göstermemek gerektiğini gösteren bir inancın ifadesi var. . . . (Fontmagne,
s. 243)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 81
222) Şark (Türk) erkekleri kadınlara karşı dalına ince ve nazik davranıyorlar. . . (fontmagne, s. 125)
223) (Hans Barth'a göre)Türk kadınına umumiyetle bir şövalye kibarlığı ile hürmet edilir. Hiç kimse bir kadına el kaldırmağa kalkışmaz. Hiç bir asker, isyan ve kargaşalık zamanda da olsa, en kavgacı ve gürültücü kadına bile elini dokundurmaz. Koca, karısına karşı nazik bir dost gibi davranır. Hele anaya karşı saygı sonsuzdur. (A.
Cevat. tere; s. -71-72)
224) Kadınlar da (kocalarına) daima saygılı ve itaatli blmasını biliyor (ve) . . . kocalarının elini öpüyorlar. . . (Fontmagne, s. 239)
225) "Nikah" ilahi bir farzdır. . . Kadınların durumu İslamda, büyük bir dikkat ve itina ile ele alınmış ve en isabetli hükümler verilmiştir . (Ubicinl, 1 / 145)
226) Evlenmek istemeyen kadın , Tanrının emrini yerine getirmediği için ayıplanırdı. (Fontmagne, s. 242)
227) Türkiye'de evli bir kadının çocuk yapmaması çok ayıptır. Bir kadın çocuk yapmazsa, genç bile olsa ona ihtiyar gözüyle bakılıyor . (Montagu, s. 105)
228) Çocuğu olmayanlar evlatlık edinirler ve onları candan severek mirasa katarlar. (Fontmagne, 242-243)
229) Türkiye'de çok (kadınla) evlilik oldukça nadirdir . . . . Gerçi Kur'an dört kadına varıncaya kadar bir evlilik hürriyeti vermiştir fakat bu hürriyetin ve bu müsaadenin etrafını öyle vazifeler ve öyle mecburiyetlerle çevirmiştir ki böyle bir davranışı ancak hak ve adaleti (tam anlamıyla) gözetebilecek kimseler yapabilir ve zaten öyle kimseler de haksızlığa meydan vermemek için tek kadınla evlenirler. . . Aynca Kur'an tek kadınla evliliği övmektedir . . . (Ubicini, 1/88)
230) Türkiye'de çok kadınla evlilik son derece azdır . . . Müslüman nüfusun beşte dördünün ancak bir tek
82/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
hanımı bulunmaktadır. Taşrada (İstanbul dışında) ise bu oran çok daha düşüktür. (Ubıcını, 2/ 477-478)
231 ) Türkler ancak sekizinci derecedeki akrabalanyla ve daha sonrakilerle evlenebiliyorlar. . . (Fontmegne, s.
239) (Demek ki yakın akraba evliliği yasaklanmıştır)
232) Kadın bir köle'ye sahip olan kimse, onu köleliğe aldığı günden itibaren ancak iki ay geçtikten sonra onunla düşüp kalkabilir. Bundan . . . doğacak çocuk hür olur ve annesi de "ümmül-velid" (çocuğun annesi) hakkını kazanır. . . (Ubıcını. 21463)
233) Türkiye'deki zenci kadınlar koyu siyah tenli ve güzellikleriyle ünlüdür. Ancak, kanuna göre zenci ile evlenmek ve onu hareme kabul etmek yasaktır . . . "
(Font
megne. s. 245)
234) Kanun, putatapar kadınlarla her türlü düşüp kalkmayı haram kılmıştır. (Kur'an, 2/22 1 ; Ublclnl, 2/463)
235) Afvedilmeyen suçlardan biri de Türk kadınlannın Yahudi erkekle ilişki kurmasıydı. (Fontmegne, s.242)
236) "Talak" (boşanma) konusunda Şeriat, evliliği sona erdirme hakkını erkeğe tanımaktadır. Fakat İslam ahlakı, oldukça mühim sebepler bulunmadan kocanın bu üstünlük hakkını kullanmaması gerkektiğini ve işi istismara götürmemesini istemektedir. (Ubtctnı, ı / 146)
237) Şayet erkek, kansını sebepsiz yere boşarsa, ona belirli bir mikdar para vermek mecburiyetinde bırakılıyor. Haklı olan koca ise, kansına bir şey vermiyor. Erkeğin kötü muamelesi karşısında kadının da boşanma hakkı oluyor. Bazı hallerde karşılıklı boşanma isteği şart koşuluyor. Mesela kadımn horlaması kesin boşanma sebebi olarak kabul ediliyor. (Fontmegne, s. 238-239)
238) Yeni bir toplum inşa etmeğe çalışan Hz. Muhammed, . . . kadını şairlerin ideal değeri (-ilham kaynağı) olmaktan alıp ona toplumda bir mevki, erkeğin -yanında
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 83
hiç olmazsa erkeğin seviyesinde haklar sağlamıştır . . . (Ublcinl, 2/ 470)
239) (-Buna karşılık Avrupa'da, miladi-) 6'ncı asırda kadınlann ruhları olup olmadığı ve cennete girip giremeyecekleri meselesi, Hırıstiyan çevrelerde durmadan tartışılıyordu . . . Üstelik bir üniversite doktoru (bilgini) , kadınların insan· türünden olmadıklarını isbat etmek üzere latince bir tez (kitap) yazmıştı . . . (Ublclnl, 2/ 468)
x ÖRF
A VE
AnE1LER
Türklerin titizlikle uyguladığı kurallardan biri de an 'ane denilen gelenek'lerdi ki bunlar Türk töresi adı altında ifade edilebilecek olan milli örf ve adetler'dir. (Belgeıer 240-241-242-243-244)
Töre bakımından namus'a büyük önem veren Türklerin (Belge 245) görenek(adet)'lerine göre hiç kimse kendi karısından, kızından ve annesinden bahs etmez, isimlerini dahi telaffuz etmezdi. Onlara bu hususta sual sormak da afvedilmez büyiik bir ayıp sayılırdı. Nitekim "mahrem" olan "kadınlar"dan söz etmek gerektiğinde, sadece "çocuklar" deyimi kullanılırdı. (Belge: 246-247)
Evlilik'i kutsal sayan Türklerde nikahsız beraber yaşamak, büyük suç sayılmaktaydı. (Belgeler. 248-249) Osmanlılar zamanında ''bekar hayatı" sürmek hoş karşılanmadığı gibi (Belge 250), Türk-İslam geleneklerine göre : Müslüman bir erkek, ehl-i kitab olan (-Hırıstiyan yahut Musevi-) bir kadınla evlenebildiği halde, "kitab ve peygamber"i olmayan Mecusiler (-ve diğer bazı kadınlar! ! ) ile evlenemezdi. (Belgeler. 251-252) Fakat nikah konusunda padişahlar iÇin özel bir statü uygulanmaktaydı. (Belge-253)
Evlilik hayatına başlarken uygulanan usuller, (mesela başlık ve çeğiz gibi adetler) özellikle Anadolu'da bin yıldan beri yaşamaktadır. Nitekim lO'uncu asırda Arap
TÜRKLERDE AHLA.K VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 85
seyyahı İbn Fadlan Oğuzlar'da gördüğü bu adetlerden bahsettiği gibi, 16'ncı asırda anonim bir İspanyol yazar da aynı şekilde bu geleneklerden söz etmektedir. (Belgeler:
254-255-256-257) Dikkatimizi çeken nokta şu ki, kızın babası başlık parasını kızının ihtiyaçları için harcadığından, bu para tekrar damad tarafına dönmüş oluyordu.
Yeni doğan çocukların kulağına ezan okuyarak "ad verilmesi" ve sünnet düğünleri de güzel gelenekler arasında olup, halen devam etmektedir. (Belge- 258-259)
Nihayet, atalarımızın kahve-hane kültürü ile, zamanımızda mevcut stend-ap(stand-up)'çıları andıran meddalı 'ların nükteleri ve ayrıca Nasreddin Hoca'nın latifeleri de milli geleneklerimiz arasındaydı. (Belgeler: 260-261-262-
263-264-265-266-267-268)
Sonuç olarak: Türk adetlerine göre, yabancılara ait giyim eşyalarını kullanan herhangi bir Türk, kendi milletine ihanet etmiş sayıldığı (Belge: 244) halde Türkler, çeşitli milletlerden " ... son derece az etkilenmiştir . . . " (Eliot, 11 1 10)
Ve " . . . başka toplumlardan din, giyim, dil, gelenek ve görenekler de almış olsalar da, Türk kalmayı bilmişlerdir." (Eliot, 1/1 1 3)
Belgeler (no. 240-268)
240) "Türkler, an 'ane(:gelenek)'lerine çok bağlıdır. Adet ( :görenek) dedikleri şeye, asla bozulmaz bir kanun olarak riayet ederler. . " (D'Ohuon, s. 191)
241 ) Türkler için "gelenekler" , Kur'an kadar mukaddestir. Günlük hayatlarını tanzim ederlerken, gelenekleri daima göz önünde bulundururlar. (M. Müller, s. 54)
242) Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onlann faziletlerini değerlendirmeli; onlann karakterinde ve fiillerinde "töre"lerin tesirlerini muhakeme etmeli ve onlan barış zamanındaki "örf ve adetler"i içinde incelemelidir . . . "
(D'Ohuon, s. 186)
86 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
243) Türk ırkında eski çağların irfanı ve sınırsız meziyetleri hissediliyor. Alınlarında kökten gelen bir asaletin aydınlığı var; "gelenekler"inde de aynı şey hissediliyor . . .
(Fontmagne, s. 138)
244) "Hiçbir Türk, kendi milletine mahsus olandan başka bir kıyafet giyemez. Aksini yapmak, utanç verici bir şey olduğu gibi, . . . şayet bir Türk, . . . kendi milletinden olmayan bir topluluğa ait bir başlık giyerse, sadakatsızlıkla suçlanır . . . "
(D'Ohsson, s. 84)
Türk erkeğinin nazarında "kadın" ve "namus" aynı manaya gelen iki kelimedir. *
245) Pedro'nun da belirttiği üzere : " . . . Türkler namus konusunda çok titizdirler. " (Sanz, s. 175)
246) "Müslümanlar sürdürdükleri (özel) hayattan hiç bahsetmezler; bu konuyla ilgili en ufak bir söz bile en büyük terbiyesizlik olarak kabul edilir. Bir Türke karısını, annesini ya da kız kardeşini sormayı kimse aklından bile geçiremez . . . . "
(Fontmagne, s. 237)
247) Türkler yabancılarla konuşurken "harem" değil "çocuklar" diyorlar . . . "
(Fontmagne, s. 238)
248) Diğer birçok milletlerde olduğu gibi Türklerde de "evlilik" son derece kutsal bir kurum olarak görülmektedir. (Rycaut, s. 237)
249) Türkiye'de bekôrlık iyi gözle görülmüyor. Evlenmede geç kalan erkek çevresinde pek tutulmuyor. . . . (Fontmagne, s. 242)
250) Türklerde : " . . . evli olmadığı halde ( = nikôhsız) beraber yaşamanın cezası çok ağırdır . . . . "
(Sanz, s.92)
• Kadın konusunda bkz. br. Konu:--IX ve ayr. bkz.N. Keklik, Filozojlann Özellikleri, (İst. 2000), s.133-1 56
·
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 87
251 ) Vanda(19'uncu asır)'ya göre müslümanlar ile hırıstiyanlar çok iyi geçindikleri gibi, kendi aralarında evlendikleri de çok görülen bir olaydı. (A. Cevat, s.38)
252) Bir Müslüman erkek, Hınstiyan, Yahudi veya ehl-i kitab olan herhangi bir kadınla evlenebilir fakat kitabı ve peygamberi olmayan Mecusi/er (-ve diğer bazı kadınlar !!) ile evlenemezdi. (Rycaut, s. 240)
· 253) Kanun, putatapar kadınlarla her türlü düşüp kalkmayı haram kılmıştır. (Ubıcını, 21463)
254) Türkiye'deki zenci kadınlar koyu siyah tenli ve güzellikleriyle ünlü (oldukları halde) , kanuna göre zenci ile evlenmek ve onu hareme kabul etmek yasaktır . . . "
(Fontmagne, s. 245)
255) (Urqhuart'a göre-) "putperestlerle evlenmek yasak edilmiş, fakat Hırıstiyanlar ve Yahudilerle evlenmeye cevaz verilerek bu iki din mensuplarıyla yeni bir yakınlaşma vesilesi meydana getirilmiştir. Fakat gayr-i meşru ilişki, kafırlerlele de olsa, şiddetle men'edilmiş, fuhuş kat'i olarak yasaklanmıştır . .
" (A. Cevat, tere. s. 1 16)
256) " . . . Padişahlar (nikah yaparak) evlenme hakkı-na sahip değildir . . . Bu gelenek Yıldınm Bayazıt'tan beri uygulanmaktadır . . . . Çünki Busbecq'in dediğine göre Yıl-dırım Bayazıt, Aksak Timur'a yenildiğinde, kendisi ile birlikte esir düşen sevgili kansı Despina, çirkin muameleye maruz kalmıştı ve bu sebeple Padişahlar, benzer felaketlerle karşılaşmamak için kadınlarla nikah yapmayı terk etmişlerdi. (Rycaut, s. 240) ( * )
257) (Oğuzlarda) evlenme adeti şöyledir: Bir kimse, diğerinin kızını ister. Böylece talih, aile reisini razı edince aile reisine başlık verir ve kızı alır . . . Başlık vermeden ka-dının yanına giremez . . . (İbn Fadlan, s. 63)
258) Türkler: " . . . sanki kızı satın alıyormuş gibi erkek tarafı ağırlık ( :başlık) veriyor; . . . Erkek, anlaşmadaki ağır-
88 / TÜRKLERDE AHIJ.K VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
lık'ı verdikten sonra, nikah gününe kadar kızı göremez . . . Gelinin babası aldığı ağırlıkla kızına üst-baş ve mücevher alır ." (Sanz, s. 91)
259) " . . . . Gelinin annesi , gücü yettiği kadar kadını ev ev dolaşarak (düğüne) davet eder. Kadınlar topluca, damadın davul zurnayla gönderdiği hediyeyi karşılarlar. Ertesi gün tekrar gelinle yemek yemeğe gelirler. Bu toplanttlar sırasında damat evinde kalır . . . Ziyafetten sonra kadınlar, gelini hamamda yıkarlar, . . . gelinin tırnaklan ve ayaklan kınalanır. Kendileri de . . . süs olarak sağ ellerinin baş parmağına ve sol kollannın bilek kısmına kına koyarlar. Bir saat sonra kına alınır ve (cild üzerinde) altın sansı güzel bir renk kalır. Hamamdan gelince, . . . şarktlar söyleyerek eğlenirler. Bu eğlencelerde tek bir erkek dahi bulunmaz . . . Kadınlar musikiye pek çok aşinadırlar. Geç saatlere kadar çalıp eğlenirler. Horoz sesini duyar duymaz yatağa girerler. Ertesi gün damadın en yakın akrabası gelerek gelini alır. Gelini götürecek olanın Türkçedeki adı. . . "sağdıç"tır . . . Gelinin bineceği at, en seçkin ve en şatafatlı takımı olan attır. Diğer atl�ra da c:ehizler yüklenir. Büyük bir tepsi almadan kadınlar damadı eve sokmazlar. Adeti yerine getiren sağdıç, atlı ve çalgtlı, kadınlı ve erkekli bir gurupla gelini damadın evine getirir . . . "
(Sanz, s. 90)
260) (Onyedinci asırda Türkiye'de diplomat olarak bulunan Rycaut'ya göre nikah merasimi için) kadı'nın önüne gidilir. Erkek, şu veya bu kadını kendisine eş olarak aldığını söyler. Aynlma veya ölüm halinde eşine belirli bir mikdar para vereceğini taahhüt eder. Bu işlem sırasında kadın hazır bulunmaz fakat babası veya erkek kardeşi onu temsil eder. Anlaşma tamamlanınca gelin, (sadece) kadınlardan oluşmuş bir alayın eşliğinde ve tülle örtülü bir atın çektiği bir sayvan'ın içinde damadın evine doğru harekete geçer. Nikahtan bir gün önce eğlenceler tertip edilir. Yemekler verilir fakat gelin damadın
lÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 89
evine geldiği andan itibaren çıt çıkarılmaz. Eğer gelin soylu ise, bir harem-ağası, değilse yakın akrabası bir kadın tarafından damadın yanına götürülür . . . . "
(Rycaut, s.
237)
261 ) Müslümanlarda, . . . çocuk doğduktan hemen sonra imam, o yoksa babası çocuğun kulağına ezan okur. Sonra ad koyma töreni başlar. Bu tören çocuğun müslümanlığa ilk adımı gibidir . . . ı•ubıcını, 21 55)
262) Sünnet, . . . genellikle yedi yaş civarında, baba evinde . . . yapılır. İmam da hazır bulunur ve dualar okur . . . Ertesi gün sünnetli çocuğa yeni elbiseler giydirilir. Başına sırma işlemeli fes takılır; akrabalarını ve aile dostlarını ziyarete götürülür . . . Şenlikler sekiz on gün sürer. (•Ublclnl, 2/55)
Örf ve adetlerimizde önemli bir yer tutan kurumlardan biri de kahve-hane'lerdir ve bir zamanlar bunlara kıraat-hane (Okuma evi) denilmekteydi .
263) (Türk erkeklerinin) ev dışındaki tek eğlenceleri "kahve-hane"dir . . . Kahvehaneler son derece sade döşenmiştir. . . Çoğu zaman hasırla örtülü olan bankoların üzerinde sıra sıra çubuk'lar ve nargile'ler göze çarpar . . .İçeri giren bir Türk, . . . herhangi bir yere oturur . . . . Cebinden tütün kesesini çıkarır ve çubuğunu sessiz sessiz doldurur. Ve "bir ateş" diye seslenir . . . . Yarım saat . . . sonra müşteri kahvesini . . . içmiş olarak bir temenna (bkz. Belge: 28 ve 29) yapar ve oturduğu yere beş para bırakarak çıkar. . . İçerde belki yirmi kişi bulunan kahvehane'lerde saatlerce oturdum, bir tek kişinin sesini yükselttiğini görmedim . . . . . (Tıpkı) 17 . asır sonlarında Londra'da kurulan ve temel kuralı ağzını asla açmamak olan "Sükutiler Kulübü" gibi . . . . . iV. Murat (salt . 1623-1640) zamanında kahvehanelerin hepsi de kapatılmış ve yıktırılmıştı. Fakat halefi (Sultan İbrahim-! : salt. 1640-1 648)
901 TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
zamanında tekrar açıldtlar . . . İstanbul'da halen ( 19'uncu asırda) binlerce kahvehane vardır . . (•Ubıctnı, 2/66-67)
Kahvehaneler aynı zamanda birer kültür yuvasıydı Nitekim meddah denilen esprili kimseler, tıpkı şimdiki stand-up (stend-ap)'çılar gibi eylenceli ve mizahlı sohbetler yaparak halka hoşça vakit geçirtmekteydi.
264) "Meddah'lar Türktür. Mesleklerini tercihan kahvehanelerde icra ederler. Seans genellikle güneşin batmasından bir saat sonra başlar . . . Meddah'lara hoca denilirdi. . . . Elindeki değneği yere vurarak seansı açardı . . . Meddahlar gerçekte açık ifadeli, gür sesli, rahat ve zarif tavırlı, zeki ve güzel kimselerdir . . . . . "
(•Ubıcını, 21 68)
265) Meddah'lann hikayelerinde sözünü ettikleri Acem, Rum, Ermeni ve Yahudi' )erin tavır, jest, şive ve hatta seslerini taklit edişleri . . . çok hoştur . . . Seanslar bazen gece geç vakitlere kadar sürer. Sohbet aralannda meddahın çömezi, . . . elinde bir tasla seyircilerin arasında dolaşıp para toplar. Bu paranın toplamı . . . yirmibeş para'yı geçmez. Ancak bu "25 para" hoca ile çömez'inin bir haftalık masraflannı karşılamaya yetmektedir. (•Ubıcı
nı, 2171)
Örf ve adetler'irnizdeki yerini halen de koruyan Hacıuat - Karagöz "gölge oyunlan", W.Barthold'a göre ilk defa Çinde başlamış olup, Türkiyeye Orhan Gazi (öl . 1360) zamanında ulaşmıştır. Bursa Camü'nin inşaatında çalışan Hacıuad ve Karagöz adlı iki işçi, nükteli konuşmalan sebebiyle diğer işçileri çalışmaktan alıkoyduklan için idam edilmişlerdi. . . . "
(W.Barthold, İsi. Ans. 6/
246vd.)
266) Karagöz skeçlerinde " . . . uyancı espriler çoktur. Paşalar, sufıler, sarraflar ve tüccarlar -/ - onlann iğnelemelerinden kurtulamazdı. . . Fakat Karagöz kahveha-
• Bkz. D'Ohsson, kahve hkk: s.55-61 ; ayr. tütün hkk. s.61-65; ayr. şamp ve afyon hkk. s. 40-51 -55
TÜRKLERDE AfllAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 91
ne'lerde ve meydanlarda değil, konaklarda ve saraylarda görülürdü. (Ublclnl, 2/ 71 -72) *
Nasreddin Hoca, latifeleriyle düşündüren bir halk filozofudur. * * Biyografisi hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte , Mevlana(öl . 1273) 'nın Mesnevi adlı eserinde Cuhi ismiyle zikredilerek kendisinden bazı fıkralar nakledilmesi* * * dikkate alınırsa, Osmanlılar devrinde yaşamış olamaz. Üstelik Cuhi isminin Cuha şeklinde de telaffuz edilebildiğini ve sonradan bunun da Hoca lafzına dönüştüğünü veya da tersine olarak Hoca lafzının Cuha şekline ve sonra da Cuhi telaffuzuna dönüştüğünü tasawur etmek mümkündür. A. K. Tecer'e göre (İsi. Ans, 9 / 109-1 14) , Akşehir'de mevcut türbe'sindeki kitabede hicri 683 (m. 1285) tarihi bulunmaktadır.
267) Nasreddin Hoca, Türkiyenin en popüler tipidir . . . Bu şahıs mütevazi bir Akşehirli olup, hemşerileri onu Timur'a elçi göndermiştir . . . . . -/- . . . Nasreddin Hocanın şakalan bir kitap halinde yayınlanmıştır . . . İzmirli bilgin şarkı yatçı Bay Nazif Mal uf un (Fransızcaya) kazandırdığı . . . Nasredddin Hoca fıkralanndan . . . (ömekler olmak üzere) :
(Timur'a elçi olarak gönderilen Hoca) , gitmeden önce karısını çağınp, . . . incir mi yoksa ayva mı hediye götürmem yerinde olur ? diye sormuş. Kansı, görünüşü daha güzel olduğu için "ayva" götürmesini salık vermiş. Bunun üzerine Nasreddin Hoca:- Öyleyse ben "incir" götüreyim demiş . Timur'un huzuruna çıktığında hükümdar incirleri (beğenmeyip) , teker teker Hoca'nın kafasına attırmış. Her bir darbede Hoca:- "Allaha şükürler olsun"
• Hacıvat (= Hacı Ayvaz) - Karagöz perde oyunlanna ise hayal-i zıll (gölge hayali) denilmekteydi. (Tafsilat için bkz. D'Ohsson, s.237-238)
• • Türklerde söz komiği olarak latifeler ve nükteler hkk .. tafsilat için bkz. N. Keklik, Filozoflann Özellikleri, (İsi. 2001) l/e.
• • • bkz. A. Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerlıi İst. 1983 vd. 1/ 346- -347; ayr.5/5 17-518; ayr. 6/668-670; ayr.6/688-689)
92/TÜRKLERDE AHlAx VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
diyormuş . . . Timur merak etmiş ve sebebini sormuş."Allaha şükürler olsun ki karımın dediğini dinlemedim" diye cevaplamış Hoca. "Ayva götürmemi saik veriyordu. Onu dinleseydim, kafam çoktan kırılmıştı. . . "
Birgün Hoca vaaz vermek üzere kürsüye çıkmış . Ey cemaat-i müslimin, size ne söyleyeceğim, biliyor musunuz? - Hayır Hoca efendi bilmiyoruz, demişler. Eh madem bilmiyorsunuz size daha ne söyleyeyim? . .
Başka birgün gene kürsüye çıkmış -Ey cemaat-i müslimin, size ne söyleyeceğimi biliyor musunuz? -Biliyoruz deyince, Hoca: -Madem biliyorsunuz, ben ne söyleyeyim? demiş . . . . Cemaat bu defa karar vermiş. Bir daha bu soruyu sorarsa, bir kısmı "biliyoruz" . Bir kısmı da "bilmiyoruz" diyeceklermiş. Hoca gene kürsüye çıkmış: -Ey din kardeşlerim, size ne diyeceğim, biliyor musunuz? Kimileri "biliyoruz" ve kimileri de "bilmiyoruz" deyince, Hoca demiş ki: - Öyleyse, bilenler bilmeyenlere söylesin. (•Ublclnı, 2/69-70) * (Aynı fıkra için bkz. Ellot, 1 / 123-124)
268) (Sir Charles Eliot'a göre de-) Nasreddin Hoca hikayeleri Türkiyede çok meşhurdur. . . Fakat her yeni hikaye Hoca'ya maledilmiştir . . . Hoca'nın türbesi, . . . Akşehir'de görülebilir. Mezar, . . . küçük kubbeli , kenarları kısmen açık bir binadır. Kubbenin altında, . . . insana heybet veren bir yeşil sarığın sallandığı türbe (mezar) görülür. Bir normal şemsiye büyüklüğünde sarığı, Hoca sağken kullanmıştır. Hoca öldüğü zaman, insanlara bakacak bir pencere istediğinden, . . . mezarda ufak bir delik bırakılmıştır. (Kitabede) Hocanın adı ve ölüm tarihi , hicri 1366 (m. 1950) olarak gösterilmiştir. * * Hoca'nın böyle yapmasını, nesillerin kafasını karıştırmak istemesi olduğu söylenir. (Slr Ch. Ellot, 1/ 123-125)
• Ubicini iki fıkra daha aktarmaktadır: a)- Doğuran kazan'nın ölmesi b)-Tavşanın suyunun suyu fıkrası. (bkz. Ubicini, 1855'de Türkiye, 2/70)
• • Sir Ch. Eliot'un bu görüşü, yanlıştır. Krş. İsl.Ans. 9 1 109-1 14
XI ADALET MüLKÜN TEMELİDİR
Adalet ve mülk kelimeleri Arapçadan dilimize geçmiştir. Birincisi doğruluk(?!), ikincisi devlet manasına geliyor. Böylece demek isteniyor ki: "Devletin temelinde adalet bulunmalıdır." Aşağıda göreceğimiz gibi, adalet'in kapsamında eşitlik kavramı da vardır.
Adalet kelimesinin kök harfleri olan "a-d-l"den türetilen "adil" kelimesi "doğru" anlamına geldiği gibi, mülk kelimesinin kök harfleri olan "m-1-k" den türetilen melik kelimesi de "hükümdar" demektir. Bu iki terimden türetilen ve Türkçemizde halen kullanılan birçok kelimeler daha vardır.•
0Mesell Hukuk'ta bir kanun maddesini dtgqtimıek anlamında "ta'dil etmek" denildiği gibi, "muadeleti tasdikli diploma" deyimindeki "muadelet" kelimesi "eş-değer" anlamına gelmekte, ayrıca binalarda ve iş yerlerinde yapılan mimari değişikliklere de tadilat denilmektedir. Yine bu kök harflerinden (a-d-l'den) türetilmiş olan mu'tedll sözü ılımlı manasında ve i'ridal kelimesi ılımlı olmak anlamında kullanılmaktadır. Nihayet mahkeme'lerin bulunduğu binalara adliye denildiğini de hatırlamak lazımdır. Böylece, çeşitli örneklere ve lugat bakımından yapılan açıklamalara rağmen siyaset, hukuk ve ahlak ilminde teknik bir terim olarak kullanılan adalet kelimesinin doğruluk kelimesiyle karşılanması pek isabetli görünmüyor. Çünki Türkçemizde "doğru" lafzının "doğru söz", "doğru yol" ve "doğru çizgi" gibi anlamlarda kullanıldığı düşünülürse, bunların zıtları olarak: "yalım söz", "yanlış yol", "eğri çizgi" deyimlerindeki "yalan- yanlış- eğri" sıfatlarıyla karşılaşırız ki, o takdirde "adaletin zıddı"nın "yalan" veya "yanlış" yahut da "eğri" olduğunu söylemek zorunda kalırız. Oysa adalet'in zıddı bunlar değil, zulüm'dür.
94 f TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Zulüm kavramının zıddı olan adalet, fertler arasında karşılıklı hak-lar'la ilgili ilişkileri düzenleyecek olan hukuk sayesinde mümkündür"' . Hak-lar'ın ( = Hukuk'un) ana kaynağı ise -"herkesin, her zaman uymak zorunda bulunduğu yazılı kurallar-" yani Kanunlar' dır.
Kanunlar hazırlanırken elbette ki o ülkenin örf ve adetler' inin de dikkate alınması gerekir. Buna uymayan bir kanun toplumda huzursuzluğa sebep olabileceği gibi, uzun süre mer'iyette (yürürlükte) kalması mümkün değildir.
Kanun kelimesi Latincede canon (oku: kanon) imla ve telaffuzuyla mevcuttur. Kanun kelimesinin Grekçesi nomos olup, bu da namus imla ve telaffuzuyla Arapçada bulunmaktadır. Böylece günlük lisanda kullandığımız
Nihayet "m-1-k" harflerinden türetilen bazı kelimeler olarak: melik (hükümdar), malik (sahip), memluk (köle), mülk (mal-mülk), emlak (mülkler), memalik (=memleketler) vs. gibi terimler de buna örnek teşkil etmektedir.
• Hakk ve hakikat kelimeleri aynı kök harflerinden (h-k-k'den) yapıldığı lıalde aralarında fark vardır: Hakk kelimesi "isim" olup çoğul şekli hukuk (=haklar)dır. Ayrıca Halde kelimesinin (-msl. Cenab-ı Hakk deyiminde olduğu gibi-) Allah manasında da kullanıldığı hatırlanmalıdır. " ... Bilgi'nin obje'sine uygun olması .. . " şeklinde tarif edilmesi gereken hakikat ise, hem "isim" hem de "infiniıif' olarak kullanılan felsefi bir terimdir. Müslüman filozonarın pek çok kullandığı mahiyet-hakikat-hüviyet terimleri, Arapça felsefi eserlerin Ortaçağ'da Latinceye çevrilmesiyle Avrupa dillerine quiddite- realite· ipseiıe olarak intikal etmiştir. Şöyle ki:
Mahiyet (quidditas, quiddite, quiddity, Quidditaet) terimi "kavram" ifade etmektedir. Mesela "insanlık" ve "doktorluk" terimleri birer mahiyet (= kavram)'dır.
Hakikat (realitas, realite, reality, Realitaet) terimi ise maddi alemde mahiyet'in gerçeklik kazanmasıdır. Mesela insanlar veya doktorlar terimleri, "insanlık" ve "doktorluk" kavramlarının lıakikat'ını (maddi alemde gerçek'liğini) teşkil etmektedir. Fakat bazı mahiyeı'lerin hakikat'ı olmadığına dikkat etmelidir. Mesela Kof Dağı ve Anka Kuşıı birer mahiyet'dir fakat bunların madde dünyasında hakikaı'ı (=gerçekliği) yoktur. Nitekim "El-nıahiyye bi-la şey'in" deyimi de bunu ifade etmektedir.
Hüı·iyet (ipseiıas, ipseite, ipseity, ipseitact) terimine gelince, bu da hakikatlar'dan bir tanesidir. Mesela "insanlar"dan bir tanesi olarak Ali yahut da "doktorlar"dan biri olarak Dr. Ali gibi.
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 95
"namuslu" deyiminin (-lugat bakımından-) "kanunlu" (kanunlara saygılı) manasına geldiğine dikkat etmelidir.
Kur'anın birçok ayetlerinde adalet'in önemi vurgulanmıştır: Mesela (-haksız olan kimse-) hısım (akraba) olsa bile adalet'ten ayrılmamak (6/152) veya nefret edilen düşman kavimlere karşı bile "adil olmak" (Kr. 5/7) gerektiği ifade edilmiştir.
Adalet'in üç tane işlevi vardır: birincisi "eşitliği sağlamak", ikincisi "haklıya hakkını vermek" ve üçüncüsü "haksızı (=suçluyu) cezalandırmak" tır.
Adalet, Türklerde eskiden beri devlet politikasıydı: Nitekim Din, Dil ve Irk bakımlarından birbirinden farklı birçok milletleri bünyesinde barındıran Osmanlı Türk imparatorluğunda (Belge-269-270) mevcut hukuk ve adalet düzeninin başındaki Sultan, kanunların tek temsilcisi ve sahibidir. (Belge-271) Sultan'ın imtiyazına örf ve bundan çıkan hükme kanun adı verilir. Mesela Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptığı Türkçe "Kanunlar" bunun tipik örneğidir. (Belge-272) Fakat kanunlar'ın Şeyhül-İslam tarafından bir fetva ile onaylanması da lazımdır. (Belge-27J)
Divan-ı hümayun 'dan sonra kazaskerlik (kadı-askerlik) en yüksek adalet makamı olup, Şeyhül-İslam'a tabiydi. Onlardan daha küçük rütbede olanlara kadı (=hakim) denilmekteydi. (Belge-274-275-276)
Mevleviyet (Belge-277-278) makamı ile, "Yüksek Adalet Divanı" manasına gelen Meclis-i Viilii-yı Ahkiim-ı Adliyye adlarında iki hukuk kurulu daha vardı. Birincisi "Temyiz mahkemeleri" gibiydi, ikincisi de devlete karşı işlenen suçlara bakmaktaydı. Mesela zimmetine para geçirdiği iddia ve töhmetiyle Vezir Hüsrev Paşa, 1841 'de bu mecijs tarafından idama mahkum edilmiş ve bir işçinin ölümüne sebep olan Konya valisi Hasan Paşa aynı kurul tarafından ömürboyu hapis cezasına çarptırılmıştı. (Belgc-279) Kadı'nın huzurunda herkes ayakta ifade vermek zorundaydı. Cuma namazına gitmeyen Sultan'ın bile şahitliği kabul edilmezdi. (Belge-280-281) Hukuk davalarında "kazas-
96 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ker", iki tarafı dinler ve kararını hemen verirdi. Herkes,mahkeme salonlarında şikayetlerini bildirir veya savunmasını yapabilirdi. (Belge-282-283) Ağır ceza'yı gerektiren davaların "Yüksek Adalet Divanı"na havalesi ve kararın Sultan tarafından onaylandıktan sonra infaz edilmesi gerekliydi. (Belge-284)
Atalarımızın hukuk ve adalet anlayışındaki özelliklerden biri de, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın davaların sür'atle sonuçladırılmasıydı. Davacı ve davalıdan sonra şahitler de dinlenir fakat davalarda avukat bulunmazdı. Böylece birkaç gün içinde hüküm verilir ve bazı durumlarda dava en çok bir ayda sonuçlanırdı. Irz ve namus davalarında af mümkün değildi (Belge-285-28'i-287-
288) Çorlulu Ali Paşa (öl. 1 7 l t ), örnek bir hukukçuydu; aynı anda iki dilekçeyi okutur ve en isabetli hükmü verirdi. (Belge- 289)
Adalet'in tecelli edebilmesi için mahkemede ''yemin" usulü vardı: Hırıstiyanlar istavroz (haç), fakat Yahudiler Tevrat üzerine yemin ettirilmekteydi. (Betge-290) "Mesken masuniyeti" de adalet sayesinde güven altına alınmıştı ve polis (-ister müslüman, ister hırıstiyan, isterse yahudi olsun-), hiç kimsenin evine giremezdi. Bunun için evvela sadrazam'ın (başbakan'ın) yazılı emri ve sonra da başka şartlar daha gerekliydi. (Belge 291) Devlet politikası haline getirilen adalet konusunda Osmanlı Türkleri, İmparatorluktaki Hırıstiyan mazlumları, hırıstiyan zalimlerden korumaktaydı. (Betge-292-293)
Adalet kelimesinin anlamlarından biri de eşitlik (denk olmak; bir saymak) kavramıdır. Kur'an'daki bazı ayetlerde (msl. 6/1 ve 6/150) bu mana mevcuttur. Örnek olmak üzere zengin bir Türkmen ile fakir bir Türkmen'in evleri arasında pek az fark vardır. (Belge-294) Üstelik, (-19'ucu asırda-) Türkiye'de aristokrasi, özel imtiyazlar ve irsi haklar mevcut değildi. Devleti yönetenler bile ayrı bir sınıf teşkil etmiyordu. (Belge-295-296) Böylece eşitlik sebebiyle sosyal adalet teşekkül ediyor ve bu sayede fakirlik
TÜRKLERDE AHL.\K VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 97
ortadan kalkıyor (Belgeler-297-298-299) fakat, devlet idaresi bakımından mutlak eşitlik iddiasının doğuracağı sakıncalar da unutulmuyordu. (Belge-300-JOI)
Daha önce belirttiğimiz üzere adalet'in üç tane temel işlevi vardır: 1) Eşitliği sağlamak, 2) haklıya hakkını vermek ve nihayet 3) haksız olanları (veya suçlu/an) ceza'landırmaktır. Suçlulara c e z a vermeyen bir hukuk anlayışı şimdiye kadar icad edilmediği için, Türklerin de suç işleyenlere (-işledikleri suçlarla orantılı olarak-) verdikleri cezaları, hukuk mantığının bir sonucu saymak icab ediyor.
Mesela zina (Belge-302-303-304-305-306), cinayet (Belge-307)
ve hırsızlık (Belge-308) gibi (idam gerektiren) ağır cezalık suçlar yanısıra, yalan şahitlik yapanlar <Belge-309-310), eksik ölçü kullananlar ceeı11e-3H-312ı ve kocasını ihmal eden kadınlar (Belg.-313) gülünç duruma sokularak ceza görmekteydi.
Hırıstiyanların yaşadığı Beyoğlu'nda hırsızlık gibi suçların çokluğuna rağmen, müslüman mahallelerinde bu gibi olaylara pek az tesadüf edilmekteydi. ceeıge-314-315)
Hiçbir suç cazasız bırakılmazdı. Özellikle ordu'nun uyguladığı askeri disiplin'de i d a m' a kadar giden cezalar vardı. (Belge-316-316•) Buna rağmen yılda en çok iki veya üç idam cezası (-ancak padişahın onaylaması ve izniyle infaz edilebilmekteydi. (Belge-317)
Belgeler ( no. 269-317)
269) (Etnik yapısı fevkalade kanşık bir imparatorlukta tolerans ve adalet sayesinde düzen sağlayabilmek, eski Türklerin büyük başarısıdır. Nitekim) " . . . Avrupa'nın hiçbir yerinde Türk imparatorluğu kadar ayn cinslerden, ve başka başka ırklardan oluşmuş bir imparatorluk mevcut değildir. Bu bir 'millet' değil "milletler" karmasıdır . . . . yekün olarak 35 milyona varan halk üzerinde hakim olan Türkler, bunun aşağı yukan üçte birine zor ulaşır.
98 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Geri kalanı ise , (Türklerin tolerans ve adalet'i sayesinde) kendi fizyonomilerini ve kendi öz kişiliklerini kaybetmemiş olan Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Rumenler, Slavlar, Arnavutlar ve Araplardan meydana gelmiştir. (Ubıcı
nı, 1 198)
270) (-Buna rağmen-) " . . . Türkler, her biri büyük emeller peşinde olan beş-altı milleti bir arada, hem de en adaletli şekilde idarede büyük ustalık gösterdiler. (Ellot, 2/ l 16)
271) (Adalet'in tam olarak uygulanabilmesi için, onu uygulayacak olan güçlü liderlere ihtiyaç vardır Osmanlı Türkleri'nin lideri ve devlet başkanı olan) " . . . . Sultan, kanunun tek temsilcisi ve sahibidir . . . . "
(•Ubıcını, 11
19)
Buradaki son cümleye dikkat edilirse, Osmanlı Türklerinin devlet idaresi bir monarşi (=tek lider) modeliydi fakat otoriter olmakla birlikte zalim veya despot değildi. Yaygın bir kanaate göre padişahın ferman'ları "kanun" gibi kabul edilmekteydi. Fakat bazı Avrupalılara göre Osmanlı idaresi "ılımlı bir monarşi"ydi. (bkz. Belge 410)
Zira padişahın kendisi de mevcut kanunlar'a. baş eğmek zorundaydı. (bkz. Belge-413) Şeyhül-İslam'ın "fetva"sı olmaksızın, padişahın ferman'larının yürürlüğe konulması mümkün değildi. Nitekim :
272) Padişahın imtiyazına "örf' ve bundan çıkan hükme "kanun" adı verilmektedir . . . . (Osmanlılarda) bu "kanunlar" Türkçe olarak yazılmaktaydı. . . Tarihin kendisine "Kanuni" adını armağan ettiği Sultan Süleyman'ın yapmış olduğu "kanunlar" , işte bu çeşit kanunlardır. O, Kanun-name adı altında mahkeme teşkilatı ve usullerine, ordu hizmet ve disiplinine , maliyeye, hükumet vs.ye dair . . . "kanunlar" neşretmiştir. "Öıf'e gelince: bu, isteğe göre kanun'un hükümlerini devam ettirebilir de, kaldıra-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 99
bilir de; tıpkı şeriat ve kanun'un bir esas koymadığı her hususta tatbik edilegelen "adet" ( :görenek) hükümleri gibi . (Ublclnl, 1 /129)
Şeyhül-İslam, padişah ferman'ları hakkında fetva vermekle yükümlüydü: Şeriata uymayan fermanların uygulanması mümkün değildi.
273) Şeyhül-İslam'ın tek ve asıl vazifesi, şeriat kanunlarını izah etmektir. . . "Ulema"nın yani hem adli hem dini vazifeler gören topluluğun başkanı (Şeyhül-İslam)'dır . . . Onun "fetva"sı, . . . padişahlık makamından çıkan . . . her türlü fermanın geçerli olması için zaruridir. (Ublclnl , 1/52-53)
Eski Türklerin hukuk sisteminde kazaskerlik, Şeyhül-İslama tabi olmakla birlikte, Divan-ı Hümayun 'dan sonra en mühim hukuk kurumuydu: Kazasker lafzı, iki kelimeden meydana gelmiş bir isimdir; lugat manasıyla "askeri hakim" ( = kadı- asker) demektir.
274) " . . . Kazasker olmak için bilgice üstün ve yaşayışı temiz olmak gerekir; para için adalet'ten ayrılmasın diye ona yüksek maaş bağlarlar. . . "ıs.nz, s. soı*
275) Kadılar, Kazasker'den daha küçük rütbeli olup, . . . önemsiz davalara bakarlar. . (Sanz, s.80)
276) Kazaskerlik: Sadr-ı Rumeli (Rumeli Kazaskeri) ve Sadr-ı Anadolu (Anadolu Kazaskeri) olmak üzere ikidir. İkisi de Şeyhül-İslam'a tabidir. (Ub1c1nı, 11 69)
• " . . . . Vazife başındaki hakimler'e hükumet tarafından bir şey ödenmez; kendilerine getirilen her türlü davalardan -/-aldıkları kırkta bir nisbetinde "resim" (vergi harcı) .. . onların ücretlerini meydana getirir. . . Bu suretle onlar da yardımcılarının ücretini kendileri öderler. ... " (Ubicini, 1/1 77-1 78)
" .. Ne yazık ki (19'uncu asırda ) .. . her çeşit süistimaller "adalet ınckanizması"na girmiş ve sonunda hakimlik arlık açgözlülük ve yolsuzluklarla dolmuştur. Nihayet ... İslamın . . . adaleti dimdik ayakta tutma gibi en yüce vazifelerle görevlendirdiği kişiler, buna layık olmayan hakimler tarafından (memleket) istila edilmiştir. (Ubicini-1/ 180)
100 /TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Osmanlı imparatorluğunda iki tane hukuk kurumu daha vardı: Mevleviyet makamı ile, "Yüksek Adalet Divanı" manasına gelen Meclis-i Vôlô-yı Ahkôm-ı Adliyye: Birincisi ''Temyiz mahkemeleri" gibiydi, ikincisi de devlet suçlan'na bakmaktaydı :
277) Mevleviyet (Mollalar) . . . Temyiz mahkemelerine benzeyen kaza mercileri olup, başlarındaki şahısa "molla" (büyük yargıç) denir. Her Mevleviyet, bir veya birkaç eyaleti içine alır . . . İmparatorlukta 22 Mevleviyet vardır . . .
(Ublclnl, 1/69)
278) Hakimlik'in birinci ve ikinci sıralan daima "molla"lardan meydana gelir. Bunlar "Mevleviyet" dairesinin çeşitli dallarında . . . vazifelidirler . . . Hakimler'in başı olması sıfatıyla Şeyhül-İslam, Sadrazamın aracılığı ile Sultana birinci ve ikinci sıradaki bütün hakimlerin tayinini arz edebilir . . . (Ublclnl, 1 / 176)
279) Medis-i Vôlô-yı Ahkôm-ı Adliye: . . . İç idare ve kanunlarla ilgili bütün meseleler bu meclisin elinden çıkar . . . (Aynca) , devlete karşı işlenen suçlar üzerinde hüküm verme yetkisini de haizdir. Nitekim vezir Hüsrev Paşa, 1841'de zimmetine para geçirmekten dolayı bu konseyde yargılanıp idam edilmiş (Ubıcını, 1/56-57) ve Konya valisi Hasan Paşa bir hizmetçinin ölümüne sebep olduğu için müebbet hapse mahkum edilmişti. (Ubıcını,
1/ 166-167)
280) Bir kadı tarafından şahit olarak sorguya çekilecek olan bir Sultan bile ayakta durmağa mecburdur; şayet oturmağa kalkışıp da adeti bozacak olursa, diğer şahitler de onun gibi oturmak hakkına sahip olurlar . . . (Ubı
cını, 1 / 133)
281 ) Molla Fenarf(1350-1430)'nin : -"Cuma namazında hazır bulunmayanın şahitliğini, Şeriat kabul etmez" diyerek, Sultan /. Murad'ın (hük. 1362-1389) şahitliğini kabul etmediği söylenir. (Ubıcını, 1/ 133)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / ıoı
282) (Türklerin) yan dini bir adaletleri var. Hukuk davalannda kazasker, iki tarafı (ve) şahitleri dinler ve doğrudan doğruya karannı verir. Ceza verilmesi gereken davalan vali'ye yani subaşı'na gönderir . . . (Sanz, s. 93-94)
283) (Mahkeme salonunda) her miletten çeşit çeşit insan : Rumlar, Ermeniler, hatta kadınlar, yüksek sesle şikayetlerini bildiriyor ve savunmalannı rahatlıkla yapıyorlardı. Kadılar, her birini teker teker aynı dikkat ve sabırla dinliyor ve herhangi bir karışıklığa müsaade etmiyorlardı . Her "molla" kendi konusuna giren davayı ele alıp hükme bağlıyordu. (Fontmagne, s.121)
284) Ağır ceza'yı gerektirecek her dava İstanbul'daki Yüksek Adalet Divanı 'na arz edilmeli ve verilen kesin karar Sultanın bilgisine sunulmalıdır. İmparatorluğun herhangi bir bölgesinde hükme bağlanan ölüm cezası'nın . . . tatbik edilebilir olması için Sultan'ın tasdiki şarttır . . . (Ubıcını, 1 / 166)
Osmanlı Türklerinde adalet'in uygulanmasında dikkatimizi çeken özelliklerden biri de, davalann sür'atle görülmesiydi. Nitekim:
285) (Osmanlı devletinin) bütün yaralarını onaran şey, adalet'in sür'atle ve kimsenin gözyaşına bakmaksızın uygulanmasıdır . . . "
(Rycaut, s. ı ı ı
286) (Adalet konusundaki) bütün işler sür'atle yapılırdı. Bir mesele ortaya konunca araştırılır, yargılanır ve hükme bağlanırdı . Bir dava en fazla dört veya beş gün içerisinde neticelenir, ancak, iş çok zor olduğu zaman dava uzayabilirdi. . . "
(Thevenot, s. 159)
287) Türk mahkemelerindeki . . . çabukluk ve sadelik kadar hızlı yürüyen hiçbir şey yoktur. Taraflar hiç bir avukat . . . olmaksızın hakimin önüne çıkarlar. Sırayla dertlerini anlatır ve sözlerini . . . şahit'lerle desteklerler . . . (Ublclnl, 1/ 165)
102 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Atalarımızın ırz ve namus'a çok önem verdiklerini gösteren hususlardan biri de şudur:
288) . . . Hiçbir hakim, ırzla alakalı suçlarda af yoluna sapmaz: . . . orada iltimas mektupları da hükümsüzdür. Ada/et'lerinin en güzel tarafı, davaların pek kısa zamanda nihayetlenmesidir . . . Nastl olsa dava uzun sürer diye haklı olanlar haksız tarafla anlaşma yoluna gitmezler . . . Otuz kırk ytl devam eden davalar . . . yoktur. En uzun dava otuz gün sürer. (Türklerin) bütün işleri bu sebeple düzenlidir. (Sanz, s.98)
İsabetli ve çabuk hüküm vermek konusunda ünlü bir şahsiyet olan Çorlulu Ali Paşa(ol . 171 l )'dan hayranlıkla bahseden Ubicini'ye göre:
289) "Mahkeme'lerde davalan çözümleyişlerindeki çabukluk bakımından ekseri kadı'ların Çorlulu Ali Paşa'yı model aldıklan kabul edilebilir. "Kantemir", bu adamdan dikkat çekecek şekilde . . . bahsetmektedir. Ona göre : Divana oturduğu zaman ona hayran olmadan bakabilmek imkansızdı, çünki o kadar canlı bir zekaya sahipti ki, . . . . üç ayrı hadiseyi aynı zamanda inceleyip neticeyi bildirebilirdi. Davalan en çabuk şekilde karara bağlamak için , iki dilekçeyi birden okutturur ve . . . en uygun hükmü derhal verirdi. . . "
(Ubıcını, 1/ 172-173)
290) (Ada/et ve hukuk yoluyla toplum düzenini sağlayan) " . . . Türkler, Hınstiyan ve müslüman farkı gözetmeksizin ada/et'i herkese eşit olarak tatbik ederler. Bellibaşlı hakimlerin masalannda bir "haç" (İstavroz) ve Tevrat bulunur. Hınstiyanlar "haç" fakat Yahudileri Tevrat üzerine yemin ettirirler." (Sanz, s.93)
291 ) (Mesken masuniyeti bakımından, bugün Avrupalılann dahi ulaşamayacağı kadar yüksek düzeydeki atalarımıza göre) " . . . İstanbul' da Sadrazamın yazılı emri olmadan hiç bir eve girilemezdi. Elinde böyle bir yazılı emir olan bir polis veya memur, girilecek evin sahibi şa-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 103
yet Türk ise, yanına o mahallenin imam'ını alır; (ev sahibi şayet) bir Ermeni veya Rum ise, bunlann yüksek derecedeki din adamlannı ve nihayet bir Yahudi söz konusu ise , yanına haham'ı almak ve beraber gitmek zorundadır. Müslüman veya gayri müslimlerden olsun , ev sahibi olan "kadınlar" , evde bulunmadıkları sırada onların meskenlerine girmeye kimsenin hakkı yoktur . . . "
(Ubıcını,
1/ 148)
Adalet kelimesinden türetilen itidal terimi "ılımlı olmak" demektir. Bu nitelikteki insanların veya milletlerin aynı zamanda sabırlı olmalan, itidal sahibi ( = ılımlı) olmalarının tabii sonucudur. Nitekim atalanmızın özelliklerinden biri de buydu. Sir Charles Eliot(19'uncu asır)'un dediği gibi:
292) " . . . Osmanlı hükumetinin büyük bir sabır ve itidal örneği gösterdiği inkar edilemez. Mesela 1895 yılında Bulgar çeteleri Makedonya'yı istila edip, burada kargaşa yaratmağa kalktıkları zaman, onlan bastırmak üzere gönderilen Türk askerlerine ülkedeki bir tek hırıstiyanın kılına bile dokunulmayacağına dair talimat verildiği doğrudur. Ve o zaman, çetecilerle yahut Türk askerleriyle karşılaşmaktan korkarak tarlalanna gidemeyen köylülerin ekinlerini Türk askerleri tarlalarda çürümekten kurtarmak için toplamış ve hepsini birden köy muhtarına teslim etmişlerdi . " (Ellot, 2/ 116)
Milleti ve ordusuyla Osmanlılar işte böyleydi : Sadece müslümanlan değil, aynı zamanda Hırıstiyanları da (-Hırıstiyanlann zulmüne karşı-) korumaktaydı. Çünki onlarda bir yandan "vazife duygusu" ve diğer yandan da "yasalara saygı" mevcuttu. Bu sayededir ki, yasalara saygısız olanlar bile saygılı olmak zorunda kalmış ve sonuç itibariyle Türkiye'de "hırsızlık ve kaçakçılık" gibi adi suçlar görünmez olmuştur. Ubicini'nin dediği gibi:
104 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
293) Osmanlı ruhunda "vazife yapmak" hassasiyetiyle karışmış halde bulunan "kanuna hürmet" duygusunun Türkiye'de ne kadar erişilmez bir ideale kavuşmuş ve gerçekleştirilmiş olduğunu anlamak için , bizzat Türkiye'de yaşayıp yakından görmüş olmak gerekir. Mesela Türkiye'de kaçakçılık nedir bilinmez; hırsızlık ise hemen hemen duyulmayan bir kelimedir. Zaten bu duruma Türkiye'yi ziyaret eden her Avrupalı şahit olmuştur. Hatta Türkler aleyhinde en mutaassıp fikirlere sahip olanlar bile bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmışlardır . . . (Ubıcı
nı, 1/ 152)
294) Eşitlik meselesine gelince, daha önce görmüştük ki birbirlerine bağlı (bkz. Belgeler no. 43-44-45) olan " . . . Türkmenlerde, . . . kabile reisi ile bir koyun çobanı arasında hiçbir fark yoktur . . . Zengin bir Türkmen ile yoksul bir Türkmen'in evleri aynı tarzda kurulmuş ve donattlmışhr. Yalnız, zenginlerin çadırları biraz daha iyi durumdadır . . . "
(Blocquevtlle, s. 54-55)
295) Türkiye'de bizim anladığımız manada ne bir aristokrat sınıf, ne imtiyazlar, ne de irsi haklar mevcuttur. Herşey, -ad bile- kişiyle başlar, kişiyle biter . . . . Bakanlar ve devlet ricali, ayn bir sınıf teşkil -/- etmez. Tamamiyle hiyerarşik olan mevkiler, halkın içindeki eşitliği asla bozmaz. ı•ubıcını, 2/ 75 -76) *
• Nitekim "kadın-erkek eşitliği" veya "fırsat eşitliği" gibi klişe tabirler, "birbirine eşit" farzedilen iki şeyin "aynı şey" gibi zannedilmesine yol açmaktadır. Oysa bu terimin esas amacı, toplumda haklar (=hukuk) ve imlcQnlar bakımından eşitlik'den ibarettir. Mesela iki şey arasındaki eşitlik, şayet nicelik (kemmiyet=quantite) bakımından ise qillik (=müsavat; egalite; equality; Gleichheit) kelimesi kullanılır. (msl. "bir kilo demir" ile "bir kilo pamuk"un nicelik bakmından eşil sayılması gibi-) Fakat iki şey arasındaki eşitlik şayet nitelik (keyfiyet= qualite) bakımından olursa, o zaman benzerlik (müşabehet; similitude; similiraty; Aenlichkeit) kelimesi kullanılmaktadır. (Tafsilat için bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, İst 1987/ s. 218-219 dn. 169°)
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / IOS
296) (Chalcondyle, Histoire Generale des Turcs adlı eserinde diyor ki)-Türk ülkesinin hiçbir yerinde halk'tan üstün saytlabilecek beyler'le asilzadeler'den mürekkep hiçbir yüksek tabaka mevcut değildir. (A. Cevat,
terc.s. 189)
297) (Blanqu'nün Voyage en Bulgarie adlı eserine göre) İslam prensiplerine karşı en amansız hınç duyan kimseler. bile . . . "Türkiye' de hiç fakir yok" diyor, Türkler hakkında peşin hükümler taşımayan bir adam (diyecektir ki) . . . her bedbahta her yerde bir yardım eli uzatıldığı için , (Türkiye'de) eşitlik duygusu albn çağını yaşamaktadır . . . (Ublclnl, 1/ 85)
Bir memlekette fakir'lerin bulunmaması, orada sosyal adalet'in varlığını gösterir. Mesela 19'uncu asırda Osmanlı toplumu da böyleydi. Nitekim:
298) (Mütercim Raymond diyor ki 18.36'da)- Rumeli'de aylarca seyahat ettiğim halde, bir tek dilenci'ye rastladığımı habrlamıyonım. En fakir Hırıstiyan evlerine gittim, hiç de fena beslenmediklerini gördüm. Ahalinin hayat şartlarını öğrenmek maksadıyla her gün çeşitli köylü kulübelere giderek tedkikatta bulundum, . . . halkın en fakir ve cahil tabakasıyla temas etmiş oldum. Fakat buna rağmen, evinde misafirine ikram edecek bir halı veya minderi bulunmayanına rastlamadım. Elbisesi yırtık bir adama rastladığımı da habrlamıyonım. (A. c-t. tere. s.
140)
299) " . . . Yoksullar için hükumetin sadece bir milyona zor ulaşan tahsisat ayınldığı Türkiye'de bir tek fakir yoktur. (Ublclnı, 21 291)
300) (-Fırsat eşitliği için tipik bir örnek olmak üzere Ubicini diyor ki-) : - Birgün İstanbul'da bir Ermeniyle gezintiye çıkmıştık . Su içmek için bir çeşmeye yaklaştık. Bir hamal bize tasla su uzattı. Ermeni alıp içti .Tası geri verirken: "- İnşaAllah sadrazam olursun dedi. Hamal büyük
106 / TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA ::ı::iRÜŞÜ
bir ciddiyetle: -Allah kerim" diye karşılık verdi . Hiç gocunmamıştı. Halbuki bu sözü Fransa'da birine söyleseniz, adam kendisiyle alay ediyor sanıp, kimbilir nasıl kıyamet koparırdı. . . (•Ubtcını, 2/85)
Osmanlılar devrinde bu gibi olaylara çok rastlandığını belirtmek isteyen Ubicini diyor ki :
301 ) O sıralarda ( 1855 yıllarında) önemli bir diplomatik mevkiye geçmiş bulunan bir efendinin misafiriydim. (-Fakat müellif bu zatın adını vermiyor) . . . (Türkiyeyi) saran idari fonksiyonlara herkesin eşit derecede ehil olması , Türklerce ta eskiden beri kabul edilmiş bir prensiptir; . . . eşitlik' in bunca revaçta olduğu bir başka ülke bulunamaz. Bu sadece bir teori değil , bir vakıadır. Bir dilenci bile bir paşa'nın konağına rahatça (1 1154)-/-girebilir, kırk yıllık ahbabıymış gibi gidip yanına oturabilir. . . . Türkiye'de bir anda insan , en mütevazi durumlardan İmparatorluğun en yüksek kademelerine geçebilir. (Mesela) bir taka'cının bir günden öbürüne Kaptan Paşa oluvermesi, . . . (gibi) , ona bir eyaletin valiliği de verilebilir . . . .Böylesine tayinlerden ne beklersiniz?
(Mesela) . . . Baltacı Mehmed Paşa (1660-1 72 1 ) ormanda odun yararken, sabahtan akşama "sadrazam" olmuş(tu ) ; . . . Ordulara başkomutanlık eden Sait Halil (Paşa) , bir alayı bile dizmeyi becerecek adam değildi. . . . Halit Efendi (adında bir zat) ne der, bilir misiniz ? : - İktidar, minarenin tepesir:te benzer, orada ancak bir tek kişilik yer vardır. Ornda oturan kişi kimsenin yukarıya (1 / 155) -/ - çıkmasına müsaade etmemelidir zira kendisi düşer ve kafası parçalanır . . . Halit (Efendi)'nin bir başka sözü daha var: -
-Köstebek karanlıkta .ve sessiz çalışır; kaplumbağa ağır ilerler fakat (asla) geri adım atmaz ve sonunda . . . dağın tepesine ulaşır. Akrep, iğnesini gizler; düşmanını
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 107
öldürünceye kadar zararsız ve sakin bir böcektir. (1 / 156) . . . .
. . . Kimse yarın iktidarda kalacağına emin olmadığın-dan, cebini doldurmaya bakıyor . . . . . . (Sultan ise) . . . başa çıkamayacağını hissettiğinden görmezliğe geliyor ( 1 / 1 57) . . .
. . . Sanının siz bizim milletimizi tanunazsınız. (Türkler) aslında dürüst, zeki ve vatanseverdir. Öldü sanılıyor, aslında uykudadır; Ciddi bir buhranla karşılaşsın , ceset sanılan o koca beden ne büyük bir enerjiyle dikiliverir, şa�arsınız . . . Hele sağlam karakterli ve üstün iradeli bir vezir, bir yeni Köprülü (Mehmet Paşa: 1578-1661 ) başa geçsin , adalet denen şey tekrar var olsun, haksız vergi alanlar aleyhine çıkarılan emir-nameler uygulansın, gerektiğinde kafalar uçsun , bakın nasıl ( 1 / 158)-/-güven yeniden doğar devlet hazinesi gene nasıl dolar (•Ubıcı
nı. 1 / 159)
Bir Türk atasözü'nün dediği gibi: "-Ya Devlet başa, Ya kuzgun leşe" . Çünki adalet'e ve onun gereği olan yaptınm'lara dayanmayan bir Devlet kavramının pratikte hiçbir anlamı yoktur.
Böyle bir dünya görüşü İslamiyetten önceki Türklerde de aynen vardı. Mesela Oğuzlar'da zina, hırsızlık ve cinayet gibi suçların cezası çok ağırdı.
302) (Oğuzlar) hiç zina bilmezler; bir kimsenin böyle bir şey yaptığı meydana çıkarsa, zaniyi ikiye ayınrlar. Şöyle ki iki ağacın dallarını bir araya toplarlar sonra da zaniyi dallara bağlayıp ağaçlan salıverirler (ibn Fadlan, s.
63)
303) (Oğuzlar'da) kadınlar ve erkekler nehirde hep bir arada çıplak olarak yıkanırlar ve birbirlerinden kaçmazlar. (Fakat) hiçbir surette zina etmezler çünki onlara göre zina , en büyük suçlardandır. Kim olursa olsun, zina ederse, dört kazık çakarlar, onun el ve ayaklarını bunla-
108 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ra bağlarlar ve boynundan beline kadar balta ile keserler. . Kadına da aynı muameleyi yaparlar. . (ibn Fadlan, s .
73)
304) (Türklerde) : " . . . evli olmadığı halde ( = nikahsız) beraber yaşamanın cezası çok ağırdır . . . "
(Sanz, s.92)
305) Erkeklerin genç çocuklara ilgi duyması da çok büyük bir suçtur . . . (İbn Fadlan, s.64)
306) Afvedilmeyen suçlardan biri de Türk kadınlarının Yahudi erkekle ilişki kurmasıydı. (Fontmagne, s.242)
307) Biri diğerini kasden öldürürse, kısas tatbik ederler; hataen (kazaen) öldürürse, kayınağacı'ndan bir sandık yaparlar, katili bunun içine koyarak üzerinden çivilerler, aynca sandığın içine üç parça ekmek ve bir testi su koyarlar ve . . . sandığı bir ağaca asarlar. . . Adam bu suretle kalır. . . ve zamanla çürüyüp gider. . . (lbn Fadlan,
s.72)
308) Türklerde şiddetli cezayı gerektiren hususlardan biri de "hırsızlık" suçudur: Bu suçtan çok korktukları için : "- sürülerin ne çobanı, ne de korucuları bulunmaktadır. Bu da hırsızlar hakkında uygulanan sert hükümlerden ileri gelmektedir. Kimin yanında hırsızlık malı çalınmış bir hayvan bulunursa, onu sahibine iade ettikleri gibi, dokuz kat eşini de ödemeğe mecbur bırakırlar . . . . .
"
(Sanz, s . . . . )
309) (Onaltıncı asırda) ya/ancı şahitlik edenlerin . . . suratını boyayıp bir eşeğe ters bindirirler, kuyruğunu eline verip, ibret olsun diye gezdirirler. Eşeğin alnına da bir levha ile adamı suçunu yazarlar. (Sanz, s.94)
310) (Fakat, 19'uncu asırda-) ya/ancı şahitlik yapanlar ve küfredenler (artık) eskisi gibi eşeğe ters bindirilerek kuyruğu da eline verilip, sırtında koca bir yazıyla sokaklarda dolaştırılmıyor. Cezalandırılmak için hırsızlar (artık eskisi gibi) kazığa oturtulmuyor. (Fonbnagne, s. 260)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 109
3 1 1 ) " . . . Eksik ölçü kullananlara: ortası delik bir tahtanın kenarlanna çıngırak takıp adamın . . . kafasından geçirirler suratını boyarlar ve sokak sokak gezdirirler . . . "
(Sanz, s.97-98)
312) Hiyleli tartı kullanan sabcılann, kendi kapılanna kulaklanndan çivilenerek asıldığını görenler varmış . (Fonbnagne, s.260)
313) (Rüstem Paşanın biraderi) Sinan Paşa, birgün (İstanbulu) dolaşmaya çıkmıştı . . . Üstü başı yırtık ve her yanı kirli bir Yahudiye rastlamış . Adama :-Beni evine götür demiş ve adamın kansını çağırtarak: -Kocan senin yiyeceğini, içeceğini sağlıyor mu ? diye sormuş. Kadın: -Evet, çoluğundan, çocuğundan birşey esirgemez deyince, "her şeyini sağlayan kocasının paçasındaki çamuru bile fırçalamadığı için bu kadına yüz değnek abn" der demez, hemen dövmeğe başladılar - · · (Sanz, s.97)
314) (Hınstiyanlann yaşadığı Beyoğlu'nda) hırsızlık ve yağmacılığın önüne geçilemiyor. (Fontmagne, s. 109)
315) (Fakat müslüman bölgelerinde) , Türkiye'deki hırsızlık ve eşkiyalık, Avrupada'kilere nazaran daha küçük çapta oluyor . . . . İstanbul'da polis o kadar az ki.. . Buna rağmen (İstanbul' da) , Paris'te olduğundan daha emniyette sayılıyoruz . . . (Fontmagne, s.259)
316) Türklerde . . . hiçbir suç cezasız bırakılmaz: Or-dudan kovulma cezasından, rütbelerin geri alınması, malların müsaderesi, dayak cezası ve idam'a kadar çeşitli cezalar verilmektedir. (Buabecq, s. 148)
316•) (A. H. Lybyer'e göre) Osmanlılar, idare şeklini tehlikeye sokacak, onun çalışmasını sekteye uğratacak, birliğini bozacak elemanlan kullanmamağa dikkat ederdi. Zafiyete karşı bir senpati olmadığı gibi, mazeret de kabul etmezlerdi. Bir hükmün infazı (asla) tecil edilmez ve yersiz merhamet gösterilmezdi . (A. Cevat, tere.
s. 174)
1 10 ! TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
31 7) Bugün . . . "idam" cezalannı ancak büyük adli şura veya devlet şurası hükme bağlayabilir ve bu hüküm Sultanın özel emri olmadan icra edilemez . . . (*Ubıc1nı,
2/32) (Kaldı ki) -Bütün imparatorlukta, senede iki veya üç idam cezasına ancak rastlanmaktadır . . . (Ublcinı, 2/488)
XII TOLERANS
"Müsamaha" manasına gelen "tolerans" kelimesinin günümüzdeki karşılığı "hoşgörü" sözüdür. Avrupa'da 17'inci asırda Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) denilen kanlı mezheb kavgalarından sonra, 18'inci asırda Voltaire ( öl.1 778) ile Locke ( öl. 1804) taraflarından tolerans üzerinde yayınlanan yazılarla hudutları ve amacı belirlenmiş olan bu terim, eskiden sadece "dini tolerans" anlamına gelmekle birlikte felsefi bir anlam taşıdığı için, felsefe lugatlarında da zikredilmektedir. (Tafsilat için bkz. N. Keklik, Filozofların Özellikleri, 2001, İst. 11/d.)
Türkler kendi dini inançlarına aykırı olsa da, başka ülkele"rin ve halkların "örf ve adetler"ine saygı göstermek suretiyle "tolerans" kelimesinin içeriğini daha da zenginleştirmiş, fakat dinsiz (ateist) ve putperest olan kimseleri daima küçümsemiştir.
Böylece,"dini inançlar" ile "örf ve adetler" sahasında bilinçli bir tolerans politikası izleyen atalarımız, bazen de tolerans'ın suistimal edilmesine bile ses çıkarmamışlar, fakat tahammülü aşan durumlar ortaya çıkınca gerekli tedbirleri almak zorunda kalmışlardı.
Dünyanın üç kıt'asına yayılmış ve birçok milletleri tek bayrak altında toplamış olan Türklerin dil, din, öif ve adetler bakımından birbirinden farklı kavim ve milletleri
1 12 ! TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ahenkli bir şekilde ve barış içinde asırlarca idare edebilmeleri, onların "adalet" ve "tolerans" kavramlarına dayanan devlet idaresindeki başarılarını gösterdiği gibi, özellikle Avrupalıların da hayranlığını kazanmıştı.
Tolerans konusunda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Osmanlı devletinin etnik yapısında toplam nüfusun ancak üçte birini Türkler fakat üçte ikisini yabancılar teşkil ettiği ve "yabancılar" arasında Araplar ve Afrikalılar yanısıra Balkan milletleri (msl. Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar) bulunduğu için, "imparatorluk siyaset ve idaresi" bakımından bütün bu millletler ve inançlar arasında d e n g e kurabilmek ancak siyasi, kültürel ve dini "tolerans" ile mümkün olmuştu. Fakat milli devlet'lerde (msl. Türkiye Cumhuriyeti' nde) mütecanis (homojen) bir etnik yapı söz konusu olduğundan, "kimlere, ne kadar ve ne zaman tolerans" gösterilmesi gerektiğini iyi hesaplamak lazımdır
Belgeler (no. 318-376)
a) Devletin etnik yapısı ve tolerans örnekleri
318) Bir yolcuyu en çok şaşırtan şey, Osmanlı imparatorluğundaki dil , din, adet, giyim ve fizyonomi değişikliği ve daimi zıtlık ve başkalıklardır. (Ubıctnı, 1/ 38-39)
319) (Başka bir ifadeyle) : - Eski dünyanın bütün ırkları, bütün dinleri bütün lisanları Padişahın geniş ve barışçı topraklarında . . . bir arada yaşamaktadır. (• ubıctnı,
1/15 ve ayr. 2/88)
320) (Nitekim) , farklı dinlerden 20 çeşit milleti, Büyük Türk (padişahı) , barış içinde idare etmektedir. (Voıtaıreı*
• Vollaire,Traite sur la Tolerence=bkz. A. Djevad, LesTurcs, s.56
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 1 13
321) (Zira) dini müsamaha Türkiye'nin (devlet) teşkilatının özüdür . . . (B. C. Collas) *
322) (Çünki) iyi niyet, misafirperverlik ve hoşgörü, Osmanlı imparatorluğunda, çoktan beri gerçekleştirilmiştir. (Ublcinl, 2/ 383)
323) (İşte bu sebeple) , hiçbir Din bu kadar çabuk ve şaşaalı zaferler kazanmamışsa, (bu da) hiçbirinin İslamiyetten daha müsamahalı ve asil (genereux) olmamasındandır. (Piene Lafflte) * *
324) (Çünki) Türkler, diğer dinlere karşı kin beslemez . . . Onlar yalnız putperest'lerle dinsiz'leri küçümserler. (Theophlle Gauthler) * * *
325) (Tolerans aynı zamanda terbiye ve nezaket meselesidir. Mesela) , Hz. Ömer (öl.644) fatih olarak Kudüs'e girdiğinde, hınstiyanlara hiçbir kötülük yapmadı. Tam kudretli ve şehrin hakimi olmakla beraber, . . . . namazını kılmak amacıyla kiliseye girmek için patrik Elias'tan izin istemişdi. (Michaud) * * * *
326) (Aynca, haçlı seferleri'nde kıra!) Lusignan, (savaşta) 30.000 adamını kaybetmiş, kendisi de müslümanlann eline (esir) düşmüştü. Susuzluktan ve korkudan ölecek gibi olan esir kralı, Salahaddin (Eyyubf: öl . 1 l93)'nin çadınna götürdüler. Yüce ruhlu Sultan (Salahaddin) ona, karla serinletilmiş bir maşraba şerbet (sorbet) ikram etmişti. (E. Glbbon) * * * * *
327) (Türklerin bu özelliklerini bilen yahut da hisseden ünlü birçok kişiler, kendi ülkelerindeki baskılardan
• B. C. Collas, La Turquie en 1865=bkz. A. Djevad, LesTurcs, s.57 •• P.Laffite, Les Grands Types del'Humanite = bkz. A.Djevad, Les Turcs,
s.57 • • • Th.Gauthier, La Turquie Pilloresqu = A. Djevad, Les Turcs, s.58 • • •• Michaud, Hiıoire des Croisades =bkz. A.Djevad, LesTurcs,s.60 • • • • • E.Gibbon, Histoire de la Decadence et de la Chute del'Enıpire Ronıa
in / trad Franç�ise par İ .A.C. Buchon; Paris- 1834 I p.688 = bkz. A. Djevad, Les Tıırcs . . . � 7?
114 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
kaçarak Osmanlı imparatorluğuna sığınmıştı. Nitekim Hans Barth'a göre)- İnançları yüzünden takibe maruz kalanların, tarih boyunca hep Osmanlı imparatorluğunda sığınak bulduklarını görmekteyiz. Mesela iltica eden İsveç kralı XII'nci Şarl, şahane bir şekilde ağırlandıktan başka, 500.000 kuruş taleb ettiğinde padişah Ahmed-111 (öl . 1730) ona 200.000 kuruş fazlasıyla (700.000 kuruş) göndermişti.
Bunun gibi sayısız (-cömertlik-) misalleri daha vardır. Türkiye'yi kendilerine yeni bir vatan yapmış olan Polonyalı, Macar, Alman ve İtalyan'lann sayısı hesap edilmeyecek kadar çoktur.
Mesela : Mustafa Celaleddin Paşa ( :Bemasky) , Fırka kumandanı Nihat Paşa (Belinsky), şair Sadık Paşa (Tschalkosvky) ile oğlu, aynca Padişahın yaveri Muzaffer Paşa Polonyalı idiler. Londra sefiri Rüstem Paşa ( :Somte Marini) , Guatelli Paşa vs. İtalyan idiler. Andrassi Kossuth, Mahmud Paşa (Frund) da Macar idiler İltica eden bu insanlara Türk imparatorluğu hem çok iyi konukseverlik göstermiş hem de daha çok kalmak istedikleri takdirde onlara önemli mevkiler vererek Türkiye'yi öz vatanları haline getirmek alicenaplığını esirgememiştir. Avusturya ve Rusya gibi yabancı devletler bu ihtilalcilerin iadesini talep ettikleri zaman Türk hükumeti -Hayır, onlar bizim misafır'lerimizdir, iade edemeyiz cevabını vermek cesaretini göstermiştir. (A. Cevat, terc.s.62-63)
328) (Tolerans'ın bir başka örneği olarak, 1781'de Türkiye'ye gelen hırıstiyan Lazaristler tarikatını Türk hükumetinin de desteklediğini söyleyen Ubicini'ye göre: Bab-ı Ali'nin yüksek memurlarından Hasip Efendi, 1844'te rahibelerin manastınnı ziyaret ettikten sonra, layık görecekleri talebeye giydirilmek üzere bir "ilk komünyon gelinliği" göndermişti . Aynı yıllarda (1844'de ?) bir başkası (Bab-ı Ali'nin Berlin nezdindeki yeni büyük elçisi Kemal Efendi sanırım-) oğlunu Lazaristler'in Bebek'teki
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 1 15
kolejine emanet etti . İstanbul hoş karşılamadı, yaşlı ulemalar isyan homurtulan çıkardtlar. Baba, korkup oğlunu üzülerek geriye aldı. Olay Sultanın kulağına gitti ; babayı ve oğulu huzuruna çağırttı . Önce oğula :
-(Hırıstiyanlar) seni (İslam) . . . dininden çevirmeğe yeltendiler mi? diye sordu. - Hayır.
- Kendi inançlannı kabul ettirmek için herhangi bir dolaylı yol denediler mi? - Hayır.
Sultan bunun üzerine babaya döndü ve-/-Madem öyle, oğlunu o okula iade et, dedi. ı•ubıc1nı, 21 89-90)
İslamiyette ruhban sınıfı olmadığından Türkler, "tolerans" ve "yardım-severlik" vasıtasıyla müslümanlığı yaymak amacıyla, Türk hakimiyetinde yaşayan herkese yardımcı olmaktaydı. Nitekim:
329) Türkler, çok dindar ve yardım-sever olup, Müslümanlık için çok gayret gösterirler ve İslamiyeti bütün dünyaya yaymak'la vazifelidirler . (Thevenot, s. 144)
330) (Bu amaçladır ki) uakıflar(evkaf)'ın nimetlerinden sadece müslümanlar değil aynı zamanda yahudi ve hınstiyan olmak üzere herkes yararlanmakta ve kervan-saray'larda kalan yolculara bedava akşam yemeği verilmekteydi . (Busbecq, s. 28)
Böylece,Türklerin himayesindeki hınstiyanlar ile museviler'e gösterilen tolerans ve "yardım-severlik" Avrupalı diplomat ve seyyahlan ziyadesiyle memnun etmekte ve bu memnuniyetlerini kitaplannda belirbnekteydiler.
b)· Türk himayesindeki Yahudiler
Türk tolerans'ndan yararlanan Yahudiler, miladi 1492 senesinde İspanya ve Portekiz'deki engizisyon zulmünden kurtarılıp Türkiye'ye getirilmiş ve özellikle Sela-
1 16 / TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
nik, İstanbul, İzmir vs. gibi büyük merkezlere yerleştirilmişti.
Böylece, Yahudiler de, herkes gibi hayır kurumlarından istifade edebilen ve Türklerin pekçok geniş hudutlara ulaşan hoş-görü'sünden azami derecede yararlanan azınlıklardan biriydi.
331) Türkiye'deki Yahudi cemaati çoğunlukla İspanya ve Portekiz'den 15'inci asırda sürdürülen takibat sonucu gelmiş ve çoğunluğu İstanbul , Selanik ve İzmir'e yerleşmiştir (•Ubiclni, ı ; 17)
332) Onbeşinci yüzyılda İspanya ve Portekiz'den atılan binlerce Yahudi Türkiye'ye sığınmıştı. Onların torunları 300 (şimdiki hesaba göre 500) yıldan beri bu memlekette ( :Türkiye'de) sakin bir hayat sürmektedir ve ne gariptir ki, burada da kendilerini . . . özellikle Ortodokslar' dan korumak için çırpınmaktadırlar. Hala bugün (-1855 yıllarında-) Atina'da Paskalya şenlikleri süresince hiçbir Yahudi sokağa çıkmağa cesaret edememektedir . . . (•Ubiclnl, 2/87-88)
Yahudiler Türkiye'de sadece büyük merkezlere değil fakat birçok şehirlere daha yerleştirilmişti. Bazı Avrupa ülkelerinde zulme uğrayan Yahudiler hakkında mesela Rousseau(öl . 1778)'nun Emil adlı eserindeki ifadeler de dikkate alınırsa, asırlardan beri heryerde horlanan Yahudiler en güvenli hayatı şüphesiz ki ancak Türkiye'de bulmuşlardır. Ubicini diyor ki :
333) Şu zavallı Yahudileri (Türklerden başka) kim koruyor? Dört beş yıl oluyor (1850 yılında ?) Peygambere küfr ettiği iddiasıyla bir Yahudi, Musul valisinin huzuruna çıkarılmıştı: Sanığın söylediğini iddia ettikleri sözleri duyan paşa, dehşet içinde kaldı . "Bu sözleri söyleyen kişinin o anda çarpılmaması imkansızdır; . . . ben bu adamın suçlu olduğuna inanmıyorum: Allahın cezalandırmadığı
TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ 1 1 17
kişiye ben el süremem (dedi) . İşte güzel bir hoşgörü örneği . . . (*Ubicinl, 2/88-89)
334) (Lady Montagu diyor ki: Edirne' de)" . . . zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti . Bunların nüfuzu çok kuwetli, imtiyazları da Türklerinkinden fazla. Kendi kanunlarıyla idare edilen bir nevi Cumhuriyet gibiler . . . Yahudiler birlik meydana getirdiklerinden devletin bütün ticaretini ellerine almışlar. Her paşanın işlerini eline bıraktığı, sırlarını emanet ettiği bir kahyası var. Padişahın (bile) doktoru, hazinedarı ve tercümanı Yahudi'dir. (L. Montagu, s. 84)
335) Hırıstiyanlar tarafından her yerden kovulan . . . . Yahudiler'in sığınak bulabildiği tek memleket barbar (-denilen-) Türkler olmuştur. (A. Cevat, tere. s.61-62)
Nihayet dünyanın her yerinde, asırlarca itilip kakılan ve horlanan Yahudilerin, koyu dindar padişah Bayazıt-IJ (salt. . 1481-1520) zamanında Türkiye'ye getirilmesindeki nükteyi anlayıp yorumlamak bugün için oldukça zordur
d) Hınstiyanlar ve Ayasofya
İmparatorluk himayesinde yaşayan Hırıstiyanlar'a gelince, dikkatmizi çeken ilk nokta şu ki;
336) " . . . Türkler bütün hırıstiyanları hoş görmektedir. . . (Ellot, 1/ 174)
337) Sadece İstanbul'da değil , Doğunun diğer birçok şehirlerinde de Hınstiyan dini yalnız saygı görmekle kalmıyor, aynı zamanda korunuyor. (Fontmagne, s. 179 -
180)
338) Osmanlı topraklarında yaşayan Hınsayanlar, pekçok imtiyaza sahiptir . . . Sefirler arasında birçok Hrıstiyanlar bulunduğu gibi, vekiller'in bir kısmı da Hırıstiyan-
1 18 / TÜRKLERDE Al-llAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
dır. Tolerans bakımından biz ne İngiltere'de ne de Hindistan'da Türklerle boy ölçüşemeyiz . . (Max Müller, s. 164)
339) (Ed. About da şunları ilave etmektedir: ) -" . . Türkler dünyanın en toleranslı milletlerinden biridir . . . " Yine bu yazar, Türk idaresi altında bulunan Kıbrıs'ta 75.000 hırıstiyan nüfusunun 1 700 papazı bulunduğunu yazmaktadır. (A. Cevat, tere . s .63)
340) (Çünki) Türkler her devirde başka dinlere karşı daima saygılı oldular. (Mesela) Hırıstiyanlar ( 19'uncu asırda) istedikleri kadar kilise inşa etmekte hürdüler. (Fontmagne, s. 1 1 0)
341) Lamartine (öl . 1869) diyor ki:-" . . . İzmir'i, İstanbul'u, Suriye'yi ve Lübnan'ı gezin , (oralardaki Hınstiyanlardan) herhangi birine İmparatorluğa karşı saygı duyup duymadığını sorun . Hepsi birden İmparatorlukta uygulanan tarafsızlığı ve Sultan'ın ismini takdis edeceklerdir. (Lamartlne, Türkiye Tarihi, 1/38)
342) Görüştüğüm bütün rahibeler bu ülkede çok mutlu olduklarını söylüyordu . (Fontmagne, s. 156)
343) Rahibeler Türklerden övgüyle söz ediyorlar; paşaların cömertliğini de dillerinden düşürmüyorlar. (Fontmagne, s. 1 1 1 )
344) ( İstanbul'da) Katolik dinine gösterilen anlayış, Türklerin müsamahası (toleransı) hakkında bize çok sağlam bir fikir vermektedir. (Fonbnagne, s . 179)
345) Katoliklik İstanbul ve İzmir'de Paris ve Lyon'da olduğundan daha hürdür. Ayinleri ve törenleri kısıtlayan hiçbir kanun yoktur. Cenazenin peşinden mumlar tutmuş kalabalık kortejler ilahiler söyleyerek sokaklardan geçerler . . . Başta haç taşıyanlar olduğu halde cemaat kiliselerden çıkar ve askerler ( = Türk askerleri) . . . onlara yol açarlar . . . (Ubicini, 2/88)
TÜRKLERDE AHLJ\K VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 1 19
346) Türkler "Ayasofya"nın Grekçe ismini muhafaza ettikleri gibi binaya da saygı göstermiştir. İstanbul'un düştüğü gün, kilisenin önünde atından inen Fatih Sultan Mehmed, . . . . . ziyaretini bitirdikten sonra maiyetindeki müezzin'lerden birine, müminleri namaza çağırmasını (ezan okumasını) söyledi. Kendisi de . . . içeriye girip namaz kıldı. (•Ub1c1nı, 1178)
34 7) Kostantin tarafından inşa ettirilen, oğlu Konstans tarafından büyütülen, sonra bir ayaklanmada yanan . . . ve depremde yıkılan, Jüstinyen tarafından zamanın en ünlü iki mimarı Trak'lı Artemius ile Milet'li İzidor'un idaresinde onbin işçinin onaltı yıl içinde tamamladıkları Ayasofya, o güne kadar hırıstiyanlığın şaheseriydi . Fetihten sonra fazla bir değişikliğe uğramadı. . . (•Ubı
cını, 11 78)
348) Ayasofya, sırayla Sultan 11. Selim (öl. 1574) Ill. Murat (öl. 1595) ve Abdülmecid (öl . 1861) taraflarından onarılmıştır. Bu sonuncusu, restorasyon işine bilhassa büyük özen göstermiş ve seleflerinin çok fevkınde masrafları göze almıştır . . . -/- . . . Bizans san'atının şaheseri olan tavan mozaikleri, müslümanların gözlerinden uzak bulunması için sürülen kalın badana tabakası'nın gerisinden çıkarılmıştır. Şimdi ( 1855'de) renkleri bütün canlılığıyla ortaya çıkan "Meryem Ana"nın kocaman tasviri mabede hakimdir. Bu başarılı restorasyon, mimar Fossati Kardeşler için bir şereftir (•Ubıcını, 1/78-79)
d)Toleransa mukabil ihanet . . .
Peki, bunca tolerans'ın sonucu ne oldu? Osmanlı Türklerinin gayr-i müslim ahaliye gösterdiği toleransa mukabil Hırıstiyan milletler, ellerine geçen ilk fırsatta Türklere karşı akıl almayacak kadar müdhiş zulümlere başlamıştı. Bizzat Avrupalıların itiraflarına göre:
120 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
349) Hınstiyanlar 16'ncı asırda Din adına biribirini boğazlarken , . . . müslümanlar mağlup hırıstiyanların dinine saygı göstermekteydi. (A. Cahmet) *
350) (Ayrıca, Lamartine diyor ki) - Müslüman fatihler, kollarını açıp da hırıstiyanları kabul ederek, inançlarına saygı göstermiş (oldukları halde) , . . . Hınstiyan fatihler, her ne zaman güçleri kafi gelse , müslüman halkı sürgün etmişler, hatta bugün (19'uncu asırda) bile, müslümanlarla birlikte (aynı şehirde) oturmanın imkansızlığını ilan etmişlerdir . . . (A. Djevad, Les Turcs, s .115) \
351 ) (Hans Barth'a göre de) : -Türklerin toferans'ının hudutsuz olduğu muhakkaktır. O kadar ki Türkiye'de Cizvitlere, Protestan misyonerlere ve her türlü dini cemiyetlerin şüpheli ve karışık faaliyetlerine de izin verilmektedir. Türkler hırıstiyanlara, ayin'lerde bando temin etmekte , herhangi bir tecavüze karşı koruyucu tedbir almaktadır . . . Rum kahvelerinde "Basilev"lerin portrelerinin asılmasına ve istiklal savaşlarına ait açıklamalı tablolar teşhir etmelerine -/ - müsaade etmektedirler. Hatta Türk-Yunan savaşı başladığında . . . Türklerin mağlubiyeti için, (Türkiye'deki kiliselerde) dua edilmesine ve Yunan ordusuna gönüllü toplamak için beyannameler dağıtmalarına ve Rum gönüllülerle dolu gemilerin Pire'ye gitmek üzere Boğazlardan geçmelerine bile izin vermişlerdir. General Grumckow Türk askerlerinin Rum esir'lere karşı çok merhametli davrandıklarını söylemektedir. Fakat Rumlar bunun tam aksini yapmışlardır. (A. Cevat, tere. s.
63-64)
Türklerin Hırıstiyanlara gösterdiği tolerans'a karşılık, Balkan Savaşı'nda (1912-1913) Yunan'ltların, Sırp'ların ve özellikle Bulgar'ların Türklere yaptığı akıl almaz zulümleri anlatan Pierre Loti, bu zulümleri görmezden gelen Avrupa uluslarını şiddetle eieştirmektedir. Nitekim :
• A. Cahmeı, La Question d'Orient =bkz. A.Djevad, Les Tıırcs, s.57
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 121
352) "Biz Fransızlar, Cezayir'in fethinde . . . nice kadın ve çocukları katliam etmemiş, kan ve dumana boğmamış mıydık?" demektedir (P. Loti, s. 54)
353) Trablusgarp'a saldıran İtalya hakkında diyor ki: -İtalya, insafsız bir sürek avının ürpertici borusunu öttürerek bugün dahi Trablusgarp'ı kana boyamaktadır. (P.
Loti, s. 55)
354) Dedeağaç'ta bir Bulgar çetesi, üç gün süreyle ne var ne yoksa yakıp yıkmış, öldürmüş ve komitacılar tarafından çok zaman önce başlatılan cinayetleri devam ettirmiştir. (P. Loti, s. 77)
355) (S. Levi'ye göre) İslamı mahvetmeğe, kökünü kazımağa yemin eden komitacılar, aşağı yukarı 70.000 müslüman öldürmüştür. (P. Loti, s. ıoıı
356) (Bir Fransız diplomatına göre) Bulgarlar, çirkin iftiralarına her tarafta dayanaklar buluyor; Türkler ise müsamaha ve tevekküllerinden dolayı, daha doğrusu kendilerini savunmaya tenezzül etmediklerinden bu alçaklıklara sessizce tahammül ediyorlar. (P. Loti, s. 94)
357) Bir Türk subayı Yunan bayrağını öpmeğe zorlanıyor, esirler yağmur altında aç susuz olarak çamurlarda yuvarlanıyor, susuzluklarını gidermek için yalvarmalarının karşılığı dipçik darbeleri oluyor. Orada bulunan Fransız deniz subayları, Sırp ve Yunan askerlerinin, Türk esirlerinin gözlerini oyduklannı görmüşlerdir. (P. Lotl, s. 80)
358) (Şimdi böyle bir durumda) Türkler, herşeyleri yağma edilip çalınmış , her bakımdan aldatılmış, makineli tüfeklerle kırılmış ve hakaretlere uğramışken , nasıl olur da öfkeleri kabarmaz, nasıl olur da gözlerini kan bürümez? (P. Lotı, s. 68)
358) (Türklere yapılan zulümler karşısında Pierre Loti (öl . 1 923) , Avrupalılar'ı kasd ederek diyor ki) : -
122 ! TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
. . . Yeryüzünde en fazla insan öldüren bizleriz. Dudaklanmızda kardeşlik kelimesi olduğu halde, her yıl daha da çoğalan yakıp yıkıcı maddeler (bombalar) icad ederek Afrika'da ve Asyada yağma ve çapul düşüncesiyle kan ve ateş saçanlar bizleriz . Kendi medeniyetimize uymayanları . . . hor görüyor, top gülleleriyle eziyoruz. (P. Lotl,
s.44)
359) Avrupalılar aynı zamanda kutsal şeylere karşı da nezaketsizdir. Nitekim Batılı ressamlar tarafından Padişahı hatta Hz. Peygamber'i gülünç durumda gösteren resimler yapmaktaydılar. (P. Lotl, s. 85)
360) Hınstiyan denilen Avrupalı'nın gözünde bütün dünya müslümanlan, avlanması suç olmayan bir av sayılmaktadır. (P. Lotı, s. 46)
361 ) Avrupa , yaptıklarından utanmalıdır. Yerlere serilen binlerce kurbanın suçlusu Avrupa'dır. (P. Lotı, s.
67)
e)- Şayet assimilasyon olsaydı . . .
Olmazdı, çünki Dinde zorlama yoktur (21256) ayeti de gösteriyor ki din bir vicdan meselesidir. Bu sebeple Türklerin müslümanlığı yayma gayretleri "zorla müslüman yapmak" usulüne değil fakat sadece temenni, teklif ve rica üzerine dayandırılmıştır. Mesela:
362) (Ubicini diyor ki) : -Ben, "Lettres sur la Turquie" ( = Türkiye Hakkında Mektuplar) adlı kitabımda Türkleri hoşgörüsüz ve fanatik saymakta ne kadar haksız olduğumuzu örneklerle kanıtlamıştım . . . . Şu veya bu sebeple ona senpatik -/ - görünürseniz, "Allah sonunu hayırlı etsin" yani "Allah sana müslüman olmak lütfunu bahşetsin" temenni'sinde bulunabilir fakat bu kadarla yetinirler. Daha ileriye gitmek İslam adetlerine aykırıdır. (•Ubiclni, 2/ 87-88)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ I 123
363) _Esirler'in müslüman olmalarını üç defa üst üste teklif ederler, kabul edilmezse "sen bilirsin" diye salıverirler. Değil zorlamak, kuru bir tehdid bile dinlerine (İslamiyete) aykırıdır . . . (Sanz, s. 21-22)
364) Bir hırıstiyana değer verirlerse müslüman olmasını rica ederler (fakat zorlamazlar) . (Thevenot, s. 144)
365) (Bu yumuşak tavırları dolayısıyladır ki Türkler} , hırıstiyan esirler'e (Avrupalıların} müslümanlara yaptığı gibi (kötü} davranmazlar. Çok daha insaflı ve insanca tutumları vardır. . . (Sanz, s. 16)
366) (Malumdur ki} feth edilen milletler, fetheden milletler içinde genellikle erir gider ve kaybolur: (Mesela) Gallo-Romain'ler Franklar içinde , Saksonlar da Normanlar arasında kaynayıp gitmişlerdir . . . Fakat sadece Türkler, -bilmem hor görmekten , bilmem tedbirsizlikten-, Bizans imparatorluğu'nun yenik düşen ırklarını assimi/e etmeği (-Türkleştirmeği-) ihmal etmişlerdir . . . Türk hakimiyeti (yabancı) toprakları bir lav gibi örtmüştü fakat muhafaza etmek için örtmüştü. (Ubıcını. 1/39)
367) (Popescu Cioconel'in dediği gibi) -Fatih bir millet olan Türkler, idareleri altındaki çeşitli ulusları Türkleştinneğe çalışmamış, onların din ve adetlerine saygı göstermişlerdir. (Mesela) Romanya için Rus veya Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak bir talih eseri olmuştur. Zira bugün Romen milleti diye bir millet olmayacaktı. *
368) (D.Urquhart'ın eserini 1836'da Fransızcaya çeviren Raymond'a göre)-Rum/ar, Türk idaresi yüzünden bazı iyi vasıflarını kaybetmek şöyle dursun, bilakis bu idare sayesinde kendi milli benlikleriyle vasıflarını daha bariz hale getirmek imkanını bulmuşlardır. (A. Cevat, tere.
s. 135)
• P. Cioconel. Revue du Monde Musulnıane dergisi, Aralık 1906= bkz. A. Cevat, terc.s. 79
124 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
369) Mütercim Raymond'a göre Slade adlı bir şahıs diyor ki)- Yeryüzünde (Bulgaristan) kadar mes'ut köylü mevcut değildir. En fakir Bulgar bile muhafazalı bir eve, kümes hayvanlarına, ata, öküze, pirinç, peynir, et, şarap, ekmek ve güzel elbiseler vs. her türlü ihtiyaç maddelerine bol mikdarda sahiptir. . . . Balkanlardaki kadar refah içinde bir memleket görülebileceğini hiç zannetmiyorum. (A. Cevat, tere. s. 142)
370) (Demek ki) Osmanlılar fethettikleri yerlerdeki insanları kendilerine benzetmek (-"assimile" etmek-) için hiçbir çaba harcamamışlardı. (Ellot, 1/ ı ı oı
Türklerin gösterdiği aşın tolerans'ın devlete verdiği zararlar konusunda M. De Castrius diyor ki:
371) " . . . Hıristiyan reayaya tanınan bu serbestliklerin Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasında büyük bir rol oynadığında bütün tarihçiler ittifak etmektedir. İmparatorluğun Avrupa'yı ürküttüğü kuwetli devirlerinde reaya, galip Türkleri, maliye, ticaret ve sanayü eline geçirerek istismar etmekle yetindi. Fakat aynı reaya . . . İmparatorluğun sukut etmekte olduğunu sezerek Türkiye'nin düşmanı olan devletlerle açık veya gizli işbirliğine başladı . Eğer Türkler kusur sayılabilecek kadar ifrata vardırılmış bir sabır ve sükunet faziletine malik olmasalardı . . . ihanetlerini artık saklayamayan ve Türk mağlubiyetini kendi zaferleri olarak semerelendiren bu iç düşmanları muhakkak ki çok sert şekilde cezalandırırlardı. Osmanlı Hükumeti 1818 yılında Rus entrikacılanna yardımcı olmakla suçlu Ennenfler'i bile sürgün etmeyi kolay kolay istememiştir. Padişahın bu alicenaplığı da zaafına işaret sayılarak, İmparatorluğun taksim edilmesi lehine delil olarak kullanılmıştır . . . " •
373) (Ayrıca, Hans Barth'a göre-) Türkler hakimiyetleri altına aldıkları bütün hırıstiyanlara şayet İslami-
• M.de Castrius, (Rev. Angevine) Şubat-1827=A. Cevat, lerr:. 90-91
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 125
yeti zorla kabul ettirmiş olsalardı, . . . bugün ne Ermeni meselesi, ne de Girit meselesi olurdu . Oysa Türkler bunu yapmadılar. Kur'an-ı Kerim'e uyarak. . . herkesin kendi usulünce ibadet etmesine müsaade ettiler. (A. Cevat,
tere. s.61 )
374) (Fakat) , hoşgörü'den (istifade ederek, bazı Hırıstiyanlar) , Hınstiyan propagandası yapmak suretiyle vicdanlarda ve devlet içinde kargaşa çıkardıklannda Türk hükumeti de buna tepki göstermek (zorunda kalmaktaydı. ) (•Ublcinl, 2/89)
375) (Nitekim Hans Barth'a göre)- Padişah bazen Hırıstiyan nifak yuvalarına müdahale ederek entrikacıları dağıtıyorsa, bu adaletin icrasından başka bir şey değildir. Mesela 1657 yılında, Eflak voyvodasına yazdığı ve ele
• Hans Barth'ın ifadelerine göre, Ermenistan'da misyonerlik yapmış olan Amerikalı Cyrus Hamlin, 23-Aralık-1893'te yayınladığı bir yazıda diyor ki:
"-Ermeni ihtilalci teşkilatının ismi ... Hınçak'tır .... Onlardan biri bana dedi ki :-Hınçak komiteleıi teşkilatı bütün memlekete yayılmıştır; (Onların maksadı) Türklerle Kürtleri öldürmek, evlerini yakmak ve sonra da dağa çekilerek fırsat beklemektir. Buna kızarak müslümanlar da Ermenilere saldıracak ve neticede öyle bir vahşi katliam başlayacak ki insanlık ve medeniyet adına ... bir yabancı devlet, memleketi işgal edecektir.
Bu projeyi çok canavarca bulduğumu söylediğimde bana dedi ki: - Bu size öyle görünebilir fakat biz Ermeniler istiklalimizi ele geçirmek ... karanndayız... (Hans Barth'a göre herkes biliyor ki) Hınçak üyelerinin hepsi de zalim, merhametsiz ve alçak insanlardır. (A. Cevat. tere. s.51-52 ve 53)
H.Barth'a göre :-Türkiyede sizi aldatan birine mi rastladınız. Biliniz ki bu muhakkak bir Emıeni'dir. (A. Cevat, /ere. s.55)
Fakat Fontmagne Ermenileri övmektedir. Ona göre: İstanbul'un her yeıinde Ermenilerin dükkanları ve iş yerleri var . . .. Türklerin Ermenileri Rumlar'a tercih etmesine sebep, Ermenilerin daha zengin ve daha güven-veıici olmalan. Çarşılann bekçiliği ve kontrolü de Ermenilere veriliyormuş .... İ stanbul'daki bütün Ermeni aileleri pederşahi (ataerkil); kadınlar sofrada erkeklere hizmet ediyorlar. Ahlak anlayışları da üstün ve saygılı. (Fontmagne, s. 229) Yine bu müellifin dediğine göre, İstanbul'da bir süre sefir olarak bulunan M. Thouvenel, Yunanlılar'ın hırsız ve çıkarcı olduklarını söylemekteymiş. (Fontmagne, s. 1 5)
126/ TÜRKLERDE AllIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
geçmiş olan mektuplannda, "İslamiyet sukut etmek üzeredir. Helenizm iktidan alacak ve pek yakında bütün Avrupa memleketleri Rumlann eline geçecektir . . . " diyen Patriği, Köprülü'nün idam etmesi de tabii telakki edilmelidir. (A. Cevat. tere . . s.64)
376) (Esasında) dini duyguları tahrik edilmediği sürece Türkler dünyanın en sakin , en anlayışlı insanlandır. (fontmagne, s. 179) *
• Türkler'in de aleyhinde çok ifadeler vardır. Nitekim, çeşitli milletler hakkında bilgisizliği meşhur olan (-eski·) Amerikalılar, (-P.Loti'nin belirttiği üzere-) 'Türklerden bahsedildiği zaman 'Asya aşiretleri' ve 'barbarlar' gibi deyimler kullaiımaktaydı" (P. Loti, s.57) Ayrıca, Teıe de Turc (Türk kafası) deyimini "personne sur laquel/e ıouı le monde frappe" (her· kesin tokatladığı adam) sözleriyle tarif eden Petit 1.Arousse (ed. Paris, 19 1 1/p. 1013), empaler (oku: "anpalc" =kazığa çakmak) kelimesini izah ederken de, "Les T11rcs empalenı encore /es crimine/s notoires" (Türkler seçkin suçluları kazığa çakarlar) demek suretiyle, (Pet. 1.Ar. s.326) bu ıavrın kötü örneklerinden birini vermişıir. Türkler aleyhinde, diğer bazı görüşler için bkz. Devlet bahsi, s. 129'daki dn.
XIII DEVLET
Türkler tarafından daima "kutlu" (:mukaddes) sayılan ve Millet'in siyasi varlığı olan Devlet, mutlaka adalet ve tolerans'a dayanmalıdır.
Güçlü devlet'i temsil eden siyasiler de, temsil ettikleri devlet nisbetinde güçlü göründükleri gibi, onlar sayesinde "devlet" daha da güçlenmekteydi. •
Türklerde devlet teşkilatı piramidal bir sistem arzetmekte ve bunun en üst noktasında lider (devlet başkanı) bulunmaktadır. Nitekim "hürriyet ve eşitlik" esaslarına göre kendi liderlerini seçen Türkmenlerin, kabile başkanlarına aksakal denilmekte ve devlet başkanına yabgu fakat onun yardımcısına ve Türk beğlerine laaerkin adı verilmekteydi. Oğuzlar (Türkler) kendi hükümdarlarına büyük saygı ve bağlılık göstermekteydi. Oğuz soyundan olan Osmanlı Padişahlarında da aynı saygınlık mevcut idi. (Belge-377-384)
Osmanlı padişah'larının isimlerinin önünde sultan unvanı bulunur. (msl. Sultan Fatih) Padişah kızları, hemşireleri ve eşleri de sultan unvanıyla anılır fakat bu unvan onların adlarından sonra kullanılmaktadır. (msl. Esma
• Filozofların devlet görüşleri hkk. bkz. N. Keklik, Felsefenin İlkeleri, İst. 1987/ s. 249-267 ve ayr. Felsefede Metafor, İsı. 1990)
128 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Sultan, Kösem Sultan, Hürrem Sultan gibi.) Padişahın annesine Valide Sultan denilir. Şehzadeler'in adlarına hiçbir unvan eklenmez, sadece "efendi" denmekle yetinilir. c•ubicini, ııı ı ı> Sarayda, annelerinin gözetiminde 14 yaşına kadar yetiştirilen şehzade'lere faydalı güzel san'atlar ve devlet görevi öğretilrnekteydi. (Belge-385-389) Harern'e alınan genç kızlar yetişirildikten sonra, evlendirilrnekteydi. (Belge-390)
Padişah fermanlarına hatt-ı şerif denilir. İlerde görüleceği üzere padişahların bu imtiyazına öif ve bundan çıkan hükme kanun adı verilirdi. Saraydaki mevkiler İç-Ağaları ve Dış-Ağaları olmak üzere ikiye ayrılırdı.
İcra kuvvetinin (hükumetin) başı ve padişahın temsilcisi olan şahısa sadrazam veya baş-vezir (=başbakan) denilir. Divan kelimesi "hükumet" (kabine) dernektir.
Sadrazam, cismani lider fakat Şeyhül-İslam ruhani lider sayılmaktaydı; protokolde her ikisi de eşit idiler. Onların da katıldığı on kişilik Meclis-i Has (Özel Meclis)'de "dış politika" konuları tartışılıp karara bağlanırdı. (Beıge-391-395)
Divan (veya Divan-ı hümayun)'dan sonra kazaskerlik (kadı-askerlik) en yüksek adalet makamı olup, Şeyhül-İslam'a tabiydi. (Beıge-396-400)
Mevleviyet makamı ile Meclis-i VaLa-yı Ahkam-ı Adliyye adlı iki hukuk kurulu daha vardı: Birincisi "Temyiz mahkemeleri" gibiydi, ikincisi de devlet suçları'na bakardı. (Bu konudaki fragrnentler, no. 274-282'de verilrnişdi.)
Genişliği 20 milyon krn-kare'yi aşan ve altı tane büyük denizde kıyıları bulunan, nüfusu da (o zamanki dünya nüfusuna oranla çok yüksek olan-) 35 milyonluk bir Osmanlı Türkiyesi idari bakımdan 35 eyalet'e ayrılmıştı. Eyaletler de liva yahut sancak denilen birimlere ve bunlar da kaza'lara ve nahiye'lere ayrılmaktaydı. En yükseğinden en küçüğüne doğru "mülki amir"lere beylerbeyi,
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 129
sonra vali, sonra mutasamf, sonra kaymakam ve en sonra muhtar veya lıocabaşı denilmekteydi . (Belge: 401-408)
Dı§tan bakıldığında Osmanlı devleti mutlakiyet idaresi gibi görünmekle beraber, "ılımlı ve ölçülü" bir monar§i'dir. (Belge-406) Bu sebeple, Osmanlı-Türk devlet yapısından istihfaf ile bahseden Montesqieu ( öl. 1755)'nün görü§lerini tenkid eden Ubicini (19'uncu asır)'ye göre İslamiyet'de Cumhuriyet'in bütün öğeleri mevcuttur. Burada Sultan bile kanunlar'a boyun eğer.
Eliot'a göre İslamiyet, "devlet idaresi" bakımından da diğer bütün dinlerden üstündür. Böylece Müslümanlığı Hindistan'a ve Doğu Avrupa'ya yayan Türkler'in devlet anlayı§ında kayırma yoktur ve herkes ancak anladığı göreve tayin edilmektedir. (Belge-409-416)
İktisadi hayatın ziraatçi kesimi, zeamet ve tımar usulüne dayanmaktaydı. Bunlar fütuhatta başarılı Türk askerlerine ve komutanlarına verilen arazilerdi. Vergi oranları % 20'ye bile ula§mıyordu. Ver.gi'sini ödemekte güçlük çekenlere hiç bir baskı yapılmıyordu. (Betge-417-425)
Boş araziye bir ağaç eken kimse, ağacın çevresindeki küçük yere de sahip oluyordu. (Belge-426)
Türk sultanlarının daima adil davrandığını söyleyen Eliot'a göre Osmanlı idaresinin kötü yanları da vardı* fakat sultanlardan hiç biri zalim değildi; asıl zulüm olayları aynı asırlarda Avrupa' da mevcuttu.
Avrupalılara göre Türkler, idareci bir millet olup, bu hususta Hırıstiyanlardan üstündürler.
Eliot'a göre: Türkler eski güçlerini artık kaybetmiştir fakat tarihde yeniden önemli roller oynayacaklardır, çünki Türklerde bu güç lıfılfı da mevcuttur. (Belge-427-430)
• Sir Ch. Eliot'a göre "Türk düşmanı yazarlar" şöyle diyormuş: a) Türkler beceriksiz bir süvarinin bindiği hünerli at gibidir. (1/15) b) Türk padişahlarının tenkid edilmesi hkk. (1/ 68) c) Türk boş cepten bile para çıkartır. (1/220) d) Türk bir eliyle okşarsa, diğeriyle şamarı patlatır. ( 1/ 228) e) Yabancı uzmanların nasihatlarına kulak asmazlar. (1/ 174)
1 .\0 1 TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Belgeler (no. 377-430)
377) Türkmenler şu veya bu şahsı reis (başkan) olarak seçerler fakat "eşitlik ve hürriyet" esaslarına son derece bağlıdırlar . . .
" (Blocqueville, s . 54)
378) Türkmenler'de her kabile, başkanını kendisi seçer ve bunlara "Aksakal" adını verirler . . . . Aksakal olarak seçilecek adamın akıllı, tecrübeli, adil ve kabilenin menfaatlarını koruyabilecek kabiliyette bir şahıs olması gerekir. (Blocqueville, s. 54)
379) Oğuzların kralına "Yabgu" denir. Bu "emirlik" adıdır . . . . Her lider daima bu adla çağırılır. Yabgu'nun naib ( = vekil)'ine ve bütün Türk beğlerine "Kuzerkin" adı verilir. . . (İbn Fadlan, s. 65)
380) (Oğuzlarda) kral ( = yabgu) çarşıdan geçerken, istisnasız olarak herkes ayağa kalkar, kalpaklarını çıkarır ve koltuklarının altına koyarlar; yanlarından geçince tekrar kalpaklarını giyerler . . . Huzurunda bulunan herkes diz çökerek oturur . . . (İbn Fadlan, s. 72)
381 ) (Görülüyor ki Türkler) hükümdarlarına çok bağlıdır; ona büyük saygı duyarlar ve körükörüne itaat ederler. Türklerin hükümdarlarına ihanet ettiği ve hırıstiyanların tarafına geçtiği görülmüş değildir. (Thevenot, s.
144)
382) Osmanlı'nın gözünde (Oğuz soyundan olan) padişah'ın da şahsı öylesine yüksek, öylesine kutsaldır ki, onun kimseyi selamlamaması gerekir; saygıları kabul eder fakat mukabelede bulunmaz . . . Lamartine'in büyük bir başarıyla tasvir ettiği şekilde: -onu selamlayın, size sakin ve derin bakışlarla karşılık verecektir. . . (*Ubıcını,
1/102) *
• Oysa ki Sultan Abdülmecid, Fransız sefarethancsi'nden sarayına dönerken Galatasaray'ın harabelerinin önünde bir gurup Fransız subayıyla karşılaştı. Subaylar şose kenarına çekilip sıralandılar ve şapkalarını çıkardılar. Halkın şaşkınlıkla açılan gözleri önünde Sultan da onların selamlarına eliyle karşılık verdi . ... ("Ubicini. ıııoıı
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 13 1
383) Osmanlı imparatoru padişah adını alır; şeriatın hakimi ve muhafızıdır fakat sahibi değildir ve daima şeriatın emri altındadır. . . (Ubicinl, 1152)
384) (E. Gibbon'a göre-) Osman Gazi'den Kanuni Sultan Süleymana kadarki 265 yıl boyunca tahta çıkmış olan padişahların hemen hepsi de cesur ve faal, tabaasından itaat gören, düşmanlarını yıldıran hükümdarlardı. (A. Cevat, tere. s. 104)
385) Padişahın çocukları, kız ve erkek kardeşleri de "Sultan" unvanını taşırlar; şu farkla ki erkeklerde unvan başta söylenir: Sultan Mahmud, Sultan Selim vs . ; halbuki kadınlarda addan sonra söylenir: Esma Sultan, Valide Sultan gibi. (•Ubicinl, 1/ 19)
386) "Valide" unvanıyla . . . Sultanın annesi, müslümanlar tarafından hemen hemen Sultana denk bir derecede hürmet görmekte ve bütün müslümanların annesi olarak kabul edilmektedir. İşte bu sebeple sadece o, halkın önüne . . . bir anne misali yüzü açık olarak çıkmak imtiyazına sahiptir . . . (Ublcinl, 2/285)
387) Şehzadeler, haremde annelerinin gözetiminde kız kardeşleri ile birlikte büyürler, onlarla birlikte oynarlar. Onüç ondört yaşına geldiklerinde ayrı bir daireye alınırlar . . . (•Ubicini, 1 / 1 12)
388) Vakit geçirsinler diye şehzadelere, bazı zanaatlar öğretilmekteydi. Kimi tahtadan eşyalar, kimi yay ve ok imal ederdi. İçlerinden bazıları abanozdan eşyalar yapar, maroken veya muslin üzerine desenler çizer, en becerikli olanlar Kur'an-ı Kerim . . . kopye (istinsah) ederlerdi. (•Ubicini, 1 ! 92)
389) (E. Gibbon'a göre)-Şehzadeler gençliklerinde . . . ordu ve idarede yetiştirilirlerdi. Çok erken yaşta, ordu ve eYalet idaresi ellerine verilirdi. (A. Cevat, tere. s. 104)
132/TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GORÜŞÜ
390 (A. H. Lybyer/Cambridge-1913'in dediğine göre) Harem'e yeni alınan kızlar için iki oda ayrılmıştı . Burada onlara ev işi, dikiş , nakış ve gergef öğretildiği gibi, adab-ı muaşeret. . . ( :görgü kuralları) dersleri de veriliyordu . Kızlar, orta yaşlı bir kalfa kadının nezaretinde olmak üzere, onar onar guruplara ayrtlmıştı. Musiki ve raksa karşı kabiliyet ve alakası olanlar bunları (öğrendikleri gibi) , ilme karşı istekliler de okuyup yazma öğreniyorlardı . Hepsi de büyük bir ihtimamla İslam terbiyesiyle yetiştiriliyorlardı . Endenın'dan yetişenler gibi bunlar da yirmibeş yaşında Saraydan çıkarılıp ya sipahiler ya da resmi memurlar ile evleniyorlar ve aile yuvası kuruyorlardı. (A. Cevat, tere. s .172-173)
391 ) (Osmanlı Türkleri'nin lideri ve devlet başkanı olan) Sultan, kanunun tek temsilcisi ve sahibidir . . . Emirname'lerine Hatt-ı Şerif veya Hatt-ı Hümayun veya sadece Hatt denmektedir. (•Ubicını. 1/ 19)
392) Saraydaki mevkiler iki sınıfa ayrılır. Bir kısmı . . . dış ağalan olup devlet işlerini yürütmektedir. Bunlar sarayın dışında ikamet ederler ve �örev sürelerince her gün saraya uğrarlar. Bir kısmı da iç ağalan olup, mabeynde ikamet ederler. Bu sebeple onlara mabeynci adı verilir "Mabeyn" sarayın hareme bitişik (harem ile selamlık arasında) olan kısmıdır. Buraya sadece Sultanın özel hizmetini gören görevliler girebilirler . . . ı•ubıcını, 1/97)
393) Başbakana sadrazam veya başuezir denilir. İsminden de anlaşılacağı gibi "vezir" , imparatorluğun "hammal"ıdır. ( = Çünki uezir kelimesi "yük taşıyan" manasına gelmektedir. ) . . . (Ubıcını, 1/52-53)
394) "Vezir"in asıl anlamı "hamal"dır. Bununla, . . . amme (toplum) işlerinin bütün yükünü taşıdığı anlatılmak istenmiştir. Vezir-i a 'zam padişahın mührünü taşımakla, onun umumi yardımcısı ve temsilcisi olur. Bu sebepledir ki . . . . -/- . . . hiç bir ziyarette bulunmaz, hiç bir
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 133
davete icabet etmez; sadece Prens Napoleon'un İstanbul'u ziyaretinde bu protokole aykırı hareket etmiştir. Diuan'a başkanlık eden odur, ondan geçmeden hiçbir şey padişaha ulaşamaz ve hiçbir icraat onun kanalından geçmeden vaki olamaz . . . (•Ubıcını, 11 19-20)
395) Vezir-i a 'zam, Şeyhül-islam, Devlet bakanlan ve bakan ayarında yüksek rütbeli birkaç kişinin bir araya geldiği özel konseye Divan adı verilir. (•Ubıcını, ı ;2oı
396) "Divan" , vezir-i a'zam'ın başkanlığında Bab-ı Ali'de toplanmaktadır. "Divan" Farsça bir kelime olup, "konsey" demektir ve "div" (dev, cin, peri) kelimesinden gelmektedir. Birgün Pers krallarından biri vezirlerini toplu olarak gördüğünde: "İynan Divan-end" (Dev bunlar) demiş . O gün bugündür "bakanlar konseyi"ne "Divan" adı verilmektedir . . .
. . . Perilerin devlet adamlarına olduğu kadar şair'lere de ilham vermesi gerektiğini göstermek için, şiir derlemeleri'ne de "divan" denilmektedir. c•ubıcını, 11 76)
397) Şeyhül-islam , rütbe bakımından Sadrazam'la aynı derecededir. . . Sadrazam onu her Ramazan ayının 26'sında resmen ziyaret eder . . . Sadrazam gibi o da 100.000 kuruş (23.000 frank) aylık alır. (Ublclnl, 1/54)
398) Müftü'nün (Şeyhül-İslam'ın) emirlerine "fetva" adı verilir . . . Meratib silsilesinde Şeyhül-İslam'ın yeri uezir-i a 'zam 'ınkine eşittir ve onun gibi Altessa (Fehametlu) unvanıyla birlikte, aylık 100.000 para (23. 000 frank) alır. (•Ublclnl, 1/20)
399) Bunlardan sonra "müşir" (Hükümdarın müsteşarları) adını alan ve sayıları lO'a varan devlet vezirleri gelmektedir. Sadrazam ve Şeyhül-İslam ile birlikte . . . bunlar Medis-i Has denilen özel konsey'i meırdana getirmektedir. Sadrazam'ın başkanlığında Bab-ı Ali'de haftada iki defa toplanan bu konseyde, . . . özellikle dış politika'yla ilgili kararlar üzerinde tartışılmaktadır . . . Çoğunlu-
134 / TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ğun oylanyla alınan kararlar Sultan'ın onayına sunulur ve bunlara kanun kuweti verecek olan "fetva" alınır . . . (Ublclnl, 1/54)
400) Divan-ı Hümayun (hükümdar meclisi) hariç, en yüce adalet makamı "Kazaskerlik"dir. (Sanz, s. 93-94)
401) Osmanlı İmparatorluğu'nun üç kıt'aya yayılan topraklannın yüzölçümü 20 milyon km-karedir. ı•ubıctnı,
1 /13)
402) Türkiye altı denize açıktır : Bulgaristan ve Anadolu' nun bir kısmıyla Karadeniz'e; Anadolu, Makedonya ve Teselya ile Ege denizine; Arnavutluk ile Adriyatik denizine; Irak ile Basra körfezine uzanan 12.000 fersahlık sahili vardır. (•Ublctnı, 1/ 14)
403) Osmanlı imparatorluğunun nüfusu yaklaşık 35,5 milyondur. Bunlardan 27 milyonu dolaysız, geri kalanı ise dolaylı olarak idare edilen eyaletlerde yaşamaktadır. -/ - . Bu bir millet değil milletler birleşimidir . . . (•Ublclnl, 1/ 14-15)
404) Osmanlı imparatorluğu'nun arazisi "eyalet"lere ayrılır. Bunlann . . . başlannda bulunan yöneticiler vali veya mutasamf unvanını alırlar. Eyaletler de kendi aralannda "liva"lara aynlmakta ve bunlann başında kaymakam veya muhassıl bulunmaktadır.-/- Livalar ise kaza'lara ve kazalar da nahiye"lere bölünmektedir. Avrupa r
Tükiyesinde ( = Balkanlarda) 15, Asya Türkiyesinde (Anadolu'da vs. ) 17 ve Afrika Türkiyesinde ise 3 eyalet bulunmaktadır. (Ubtctnı, 1 1 59-60)
405) (Böylece) Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa, Asya ve Afrikada sahip olduğu topraklar 35 eyalet, 142 liva ve 1320 kaza'ya aynlır. (Ubıcını, 1 /66)
406) Türkiye, idari bakımdan 15'i Avrupa, 18'i Asya ve 3'ü Afrika'da olmak üzere 36 eyalet'e aynlmıştır. Bu eyaletler kendi aralarında 1 10 liva veya sancak'a ayrılır. (•Ublclnl, 1/21) (krş.no. 285)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 135
407) Nahiye'ler, halk tarafından seçilen ve belediye reisi gibi vazife gören bir muhtar veya hocabaşı tarafından idare edilmektedir. (Ubicini, 1/68)
408) Her "eyalet"de, . . . tahsildar vazifesini yapan bir defterdar ve her "liva"da bir mal müdürü vardır. (Ubı
cını, 1/68)
409) Vanda ( 19'uncu asır)'ya göre sadece maliye, zabıta ve iç idare, doğuştan Türk olanların tekelindeydi , fakat dışişleri ile orduda mühtediler'den de istifade edilmekteydi. . . (A. Cevat, terc. s.38)
410) Türkiye ( = Osmanlı) hükumeti şekilce "mutlak" fakat gerçekte ılımlı ve ölçülü bir "monarşi"dir. (Ubı
cını, 1 /52)
4 1 1 ) (Fakat) Montesquieu (öl . 1755) 'nün ileri sürdüğü ( :zannettiği) gibi, Türkiye'de ne mülkiyet, ne mira.s , ne de medeni kanunların bulunmadığı ( iddiası) şayet gerçek olsaydı, değil Türkiye'nin geleceğinden birşeyler beklemek, (hatta) onun bugüne ( 19'uncu asıra) kadar nasıl varolup geldiğine de şaşmak gerekirdi . (Ubıcını, 21
442)
412) Montesquieu, Türkiye' den . . . . bir hafiflikle (Türkiye'yi hafife alarak) bahsetmiştir. Montesquieu'den sonra . . . diğer yazarlar, Türkiye'yi daha iyi anlayabilecek fırsatlara sahip olmuş olmalarına rağmen, Türkiye'yi tam titizlikle ortaya koyamamışlardır . . . Bu yazarlar Türkiye'nin . . . değil bir millet, bir topluluk teşkil ettiğini bile inkar ettiler (Ubtcını, 2/ 444)
413) Türkiye'de hükumet, Montesqieu'nün "belli ve sabit kanunlara göre tek kişinin idaresi" diye tarif ettiği "monarşi"ye, . . . "despotluk"tan daha çok benzemektedir. Türkiye hükumeti, ancak tırnak içine alınan tarifteki hükumet şekline benzetilebilir, yoksa tek kişinin kanunsuz, kaidesiz, kendi arzusu ve kaprislerine göre hareket ettiği bir hükumet şekline asla benzemez. Türkiye'de ka-
136 ! TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖR ÜŞÜ
nun mevcuttur ve bu kanun tek ve gerçek hakimdir. Sa'di (öl. 1282) diyor ki: - Bir iktidann üstünde her �man bir şey vardır: Kadı, kendisini tayin eden vezir' e itaat eder; Vezir kendisine bu mevkiyi veren Sultan'a ve Sultan da kanun'a boyun eğmek zorundadır . . . . (Ub1c1nı,
1 / 1 30)
414) Anayasaya dayalı, Monarşi veya Cumhuriyet devletlerindeki temel prensipler, ardı ardına gözden geçirilsin, görülecektir ki bu prensiplerden hiçbiri yoktur ki İslam hukuku'nda resmi bir şekilde yazılmış veya bu hukuktan mantıki olarak aynı presiplere vanlmış olmasın: Millet egemenliği (ve) herkese oy hakkı , idare mekanizmasında bulunanlara kadar uzanan ve herkese tatbik edilen seçim prensibi siyasi toplumun bütün üyeleri arasındaki eşitlik, devlet tarafından tekel ve imtiyazlann yasaklanması, İslam Hukuk sisteminde açık ifadeyle belirtilmiştir. (Ublclnl, 1/ 135)
415) Modem demokrasi prensiplerinin temelleri , (Müslümanlıkta) var olagelmiştir. Bu prensipler bu dinde bir nüve, bir çekirdek olarak değil , aksine . . . en açık şekilde ifade edilmiş ve İslamiyet doğar doğmaz tatbik edilegelmiştir. Bugün Türkler gerçi Cumhuriyet rejiminden korkuyorlar ve İslam'ın ilk müesseseleri hakkında esaslı ve metodlu şekilde bilgi sahibi olmadıklan için İslami· yet'in kusursuz bir Cumhuriyet düzeni demek olduğunu( bilmiyorlar . . . (Ub1c1nı, 1/80)
416) "Müslümanlığın Doğu Avrupa'ya getirilişinin ve Hindistan'a yayılmasının sebebi Türkler'dir. . . Müslümanlık, . . . inanç bakımından olduğu kadar idare (deulet idaresi) bakımından da diğer dinlerden çok daha etkili olmaktadır . . .
" (Ellot, 1 /177)
417) Türk devlet anlayışında kayırma yoktur; herkes şahsi kabiliyet, ehliyet ve liyakatı sayesinde görev sa-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 137
hibi olmakta ve her göreve, ancak o işten anlayanlar tayin edilmektedir. (Busbecq, s. 64)
418) Vanda'ya göre Türkler, devletin yücelmesi için çalışanlara mükafat vermekte, fakat görevini yapmayanlan ceza'landırmaktaydı. (A. Cevat, tere. s.38)
419) " . . . Osmanlı İmparatorluğu' nun ilk zamanlannda başanlı savaşçıların feth ettikleri topraklar onlara mükafat olarak verilirdi . . . Bunlara "tımar" deniliyordu. Makedonya'da bu yolla toprak sahibi olmuş çok sayıda Türk vardır. (Eliot, 1/ 169)
420) ( -Askerlikte başarılı olanlara arazi verilir ve bunlara Zaim ve Tımarcı denilir -) Bunlann ikisi de aynı gaye ile kurulmuştur. Aralarındaki tek fark, padişah tarafından verilen berattan gelir. Bir "zaim"in geliri 20.000 akçeden 99.999 akçeye kadardır: bir akçe fazlası Beylerbeyi'nin geliridir. (Rycaut, s. 266)
421 ) Tımar'lar iki türlüydü : "Askeri tıınar"lar (tımar, zeamet vs. ) ile "mukataa" ve "malikône" ki bunlar, . . . bir köy veya bir kaza'nın vergilerini kendileri için ve bizzat kendileri toplamak hakkına sahip olacak bazı ailelere imtiyaz olarak verilmişti . (Ubıcını, 21 292-293)
422) Tımarlık araziler, genişliklerine göre üç guruba aynlmaktaydı: al-Tımarlar, b) Zeametler, c) Beylikler . . . Bu tür arazilere sahip olanlar, gelirlerinin her 3.000 akçe'si için bir "atlı asker" beslemek zorundaydı. . . Tımar sahipleri zaim'lerin emrindeydi (Ublclni, 2/259)
423) (Savaş sırasında) kendi nzalanyla teslim olan veya sakinleri (hınstiyanlar) boşaltıldıktan sonra müslümanlar arasında paylaştırılan topraklar ile, . . . feth edilen . . . araziler arasında, . . . bir aynrn meydana getirilmiştir . . . Birinci kısım arazilerde, toprağın üç bölüme ayrıldığını görmekteyiz: Bir kısmı "cami"lere verilmiştir; ikinci kısmı "zeamet" , "timar" vs. adlarıyla ordu ile bahriyenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere askeri mülkiyetlere tahsis edil-
138/ TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
miştir, . . . üçüncü kısım ise , -/- . . . Devlet'in hakkı sayıl-mıştır . . . . Devlet, bu üç büyük mülkiyet taksiminden an-cak kendi payına düşen kısmın idaresini yüklenir. Gayri müslimleri kovmakla işe başlayan hükumet, (boşaltılan) topraklan müslüman ailelerin üyeleri arasında -toprağı işlemek ve senelik gelirlerinden hükumete "öşür" (onda bir vergi) vermek şartıyla- dağıtmaktadır. (tıbıcını, 21
257-258) *
424) Vergi'ler, yerine göre % 10 ile % 25 arasında değişen ve ortalama olarak % 1 7 ,5 yani yaklaşık olarak yedide bir kuruşluk vergi ve resim'den ibarettir ki devlet, . . . menkul, gayri menkul veya ticari muhtemel servet üzerinden almaktadır . . . Mesela 1 .000 kuruşluk bir hububat değeri üzerinden öşür olarak 100 (kuruş) alır, sonra da "vergi" olarak 175 kuruş (daha) alır, halbuki aynı değeri haiz bir ev üzerinden vergi olarak sadece 175 kuruş alır. (Ubiclnl, 2/ 267)
425) "Türkiye'de uergi toplanışıyla ilgili hükümler de çok yumuşaktır. Vergi mükelleflerinin ödememesi halinde ne hapis (cezası verilir) , ne de mallanna el konulur . . .
" (Ublclnl, 21 298 dn.)
426) Her kim boş ( = sahipsiz) bir araziye bir "ağaç" dikecek olursa, hem bu ağacın hem de bu ağacı beş adım bir mesafeyle çevreleyen toprağın sahibi olmaktaydı. . . (Ublclnl, 2/ 260)
427) Türk idaresinin bazı kötü tarafları olduğu inkar edilemez . . . Fakat bazı Türk düşmanı yazarlar Türklerin Avrupa'yı feth etmelerini, Islavlan ezen, Yunanltlan mahveden ve barışcı düzenli bir uygarlığı yıkan bir barbar istilası olarak nitelendirirler. Aslında bu, gerçek değildir. Çünki İstanbul'un düşmesinden yıllarca önce de Doğu Avrupa'da kan gövdeyi götürmüştü; cinayetler vardı; • Sultan Mahmud-il tarafından tmwr ve zeamet usulü kaldırılmış ve bütiın
topraklar devletleştirilmiştir.
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 139
çekişmeler vardı, iç kavgalar vardı, savaşlar vardı. Hainlik, kardeş katli, akla gelmedik zulümler Türklere ait değil, onların feth ettikleri topraklarda (daha önceleri) yaşayanlara ait hususiyetlerdi . Hiçbir Türk sultanının hayatında . . . hainlik ve kötü idareye, Kazıklı Voyvoda'nınki gibi zulme rastlanamaz. . . (Bu sebeple) Türkler asla . . . barbarlar olarak vasıflandırılamaz . . . (Ellot, 1/66-67)
428) Türkler idareci bir ırktır ve gerek fert olarak, gerekse cemiyet olarak hınstiyanlardan üstündürler. Bu prensip ne padişaha, ne de belirli bir sınıfa dayanır. Bu sadece bütün Türk milleti'nin sarsılmaz inancına dayanır. (Ellot, 1/ 150)
429) Vanda( 19'uncu asır)'ya göre Türkler hiyle ve entrikaya dayanan bir diplomasi'yi kendi efendiliklerine yakıştıramadıklan için açıkça ve samimi olarak ortaya çıkarlar . . . (A. Cevat. tere. s. 38)
430) "Türkler ve Türkiye, tarihte gene mühim roller oynayacaklardır. Anadolu'da ve Avrupa'daki Türkiye'de (Balkanlarda) gördüğümüz Türk milletinde bu güç fazlasıyla mevcuttur . . . . " (Ellot, 1/1 15)
xıv ASKERLİK SEVGİSİ
VE
ÜRDU
Doğuştan a s k e r olan Türkler (Belge 431-432), Thevenot ve Ubicini'ye göre, madalya beklemeksizin düşman kuwetlerine karşı "arslanlar gibi döğüşürler". (Belge
433-434) Çünki 17ıouvenel'in dediği gibi "Türklerin vazife ve şeref duygusu kuwetlidir". (Belge 435) Ve çünki Türk askeri yiğit ve sabırlıdır. (Belge-436) Onlar için savaş adeta bir neşe kaynağıdır. Saffet Paşa'nın ifadesiyle :-Türk askeri silahının ucunda Cennet'i gördüğü için cesaretlidir. (Beı
ge-437) Nitekim Türkler şe/ıit'lerin Cennet'e gittiğine iman etmişlerdir. (Belge- 438) Müslümanlıktan önce bile Türkler "hastalanarak ölmek" ten utanırlardı zira onlara göre erdemli ölüm, ancak "savaş meydanlarında" mümkündür. (Grousset, Rasonyı, Ligeti ve Cahun gibi tarihçile( bu görüştedir.) 1
Barış zamanlarında en çok hoşlandıkları eğlence, savaş oyunları ve ok atmak'tır ve bu hususlarda Türkler çok
1 )-Bu konuda görüş birliğinde bulunan Avrupalı tarihçiler olarak: a)-R. Grousset, Bozkır İmparatorlıığıı (tere. R. Uzmen, Isı. 1980),
s. 99 b)- L. Rasonyı, Tarihte Türklük (Ank. 1988), s. 63 c)- L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya (tere. S. Karatay, Ank. 1986), s. 201 d)- L. Cahun, İntroducıion a l'Histoire del'.Asie, (Paris, 1896); s.60
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞll / 1 4 1.
ustadır. <Belge- 439-440) Avrupalılara göre Türk askerlerinin erkekçe tavır ve hareketlerini fark etmemek mümkün değildir. (Belgc-441) Howard ve Eliot diyor ki: Türk milleti ve hükümdarları kahraman oldukları gibi, Türkler askeri deha sahibidir. (Belge 442-443) Nihayet, Bayrağa bağlılık Türklerin de özelliklerinden biridir. (Ilelge-444)
Vatanı savunmak, Türk ordusunun görevi olduğu gibi Devlet'in görevi de Ordunun ihtiyaçlarını karşılamaktır. (Belge-445) Türk ordusunda disiplin çok önemlidir. (Bel
ge-446) Thevbıot, Ricaut ve Busbecg gibi diplomatlara göre Türkler hem iyi silahlanmıştır, hem de silahlarını ustalıkla kullanabilmektedir. (Belge-447-448-449) Bu sebepledir ki Busbecg'e göre Türk ordusu, baharda kabaran nehirler gibi önlerine çıkan herşeyi silip süpürmektedir. (Belge-450)
Her ne kadar bazı Avrupalılar (19.ncu asırdan itibaren) Türklerde fetih ruhunun kaybolduğunu iddia ediyorsa da, Ubicini'ye göre Türk askerlerindeki savaşçı ruh (-19'uncu asırda bile-) devam ettiği gibi. Türk ordusu seçkin komutanlar tarafından idare edilmektedir. (Belge
452-453)
Türklerin askerlik tarihinde birçok kahramanlık örnekleri vardır: Mesela Navarin 'de inanılmaz bir kahramanlıkla çarpıştıkları gibi (Belge- 454), Silistre kuşatmasında Türk askerlerinin gösterdiği dayanma gücü ve emirlere itaati, dillere destan olmuştu. (Belge-455) Silistre kuşatmasında düşman komutanı Prens Paskeviç teslim olması için kale kumandanı Mıısa Paşa 'ya büyük bir rüşvet teklif edince paşa derhal müzakereyi keserek askerlerinin başına dönmüştü. Savaş sırasında bile namazını ihmal etmeyen Musa Paşa göğsüne isabet eden bir obüsle şelıid olmuştu. (Belge-456> Hulasa oniki bin Rus askerine karşılık sadece üç bin kişilik Türk askeri kahramanca direnmişti (Belge-457)
Ayrıca Oltentiza'da düşman iyice yaklaşıncaya kadar bekleme emrini alan ve sonra beklenmedik bir sırada an-
ı42 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
sızın ateş açan Türk askerleri karşısında Ruslar neye uğradıklarını şaşırmış ve perişan olmuştu. (Belge· 458)
Türklerin denizlerdeki kahramanlığma gelince (14'üncü asırda) Sinop önlerinde Bizans donanmasıyla meydana gelen bir deniz savaşında, Türkiye Seçuklu hükümdarı Sultan Mes 'ııd-II'nin oğlu Gazi Çelebi Altunbaş (öl. 1334 ?), usta bir yüzücüydü: düşman gemilerinin altına dalarak onları matkapla delmek suretiyle batırmaktaydı. (Belge-459)
Bu ilginç olayı Rihle adlı eserinde anlatan İbn Battuta (öl. 1366)'nın hayran kaldığı Türk denizcilerinden biri de Ömer Beğ'dir. Çünki o da kurduğu bir donanmayla Bizans ba§kentine ( 14'üncü asırda) akınlar yapmaktaydı. (Belge-459)
Yine Sinop önlerinde (fakat 19'uncu asırda) meydana gelen bir deniz savaşında, topçu olarak görevli bir Türk denizcisi, düşman gemilerinden atılan bir gülle ile sağ kolunu kaybetmesine rağmen sol kolunu kullanarak ateşe devam etmiş fakat onun da bir gülle ile kopmasından sonra kan kaybından düşüp bayılmıştı. (Belge-460)
Aynı şekilde (-19'uncu asır ortalarında-) Ömer Paşa adlı (-ihtida etmiş-) bir Osmanlı generali, Eflak ayaklanmasını bastırmak üzere, 15 .000 kişilik seçkin bir Türk ordusunun kumandanı olarak 1848'de Balkanlara gönderilmişti. Orduda kurduğu sert disipline rağmen paşa, askerlere isimleriyle hitab ediyor ve kendileriyle arkadaş gibi konuşuyordu. Nihayet 1853 yılında padişahtan gelen emir üzerine Rusya'ya savaş açılmıştı. (Beıııe 461)
Yurt savunması için olan bütün ordular'ın başkomutanı Serasker unvanıyla anılmaktaydı. Onun emrindeki ordulardan her birinin başında, müşir (mareşal) rütbesinde bir komutan bulunurdu. Tümgeneral için o zamanlar fırka (tümen) komutanı manasında ferik denilmekteydi; tugay komutanı (tuğ-general) ise liva ( =mir-i liva) unvanıyla anılmaktaydı. Muvazzaf orduya nizam denildiği gibi yedeklere de redif adı verilmekteydi. (Belge-462) Askerlik
TÜRKLERDE Allı.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 143
süresi 1843 fermanına göre "altı yıl"dı. (Belge-463) Sadece müslümanlar askere celb ediliyordu fakat 1847'de çıkan bir kanuna göre hırıstiyanlar da askere alınmağa başlamışdı. (Bclge-464) Her aileden ancak bir çocuk askere alınıyor ve tek çocuklu aileler muaf tutuluyordu. (Belge-465) Fakat 1844'den itibaren kur'a usulü başlamıştı. (Belge-466)
Muvazzaf ordunun mevcudu 138.000 kadardı. (Belge-467)
Devşirmeler'den alınan Yeniçeriler ayrıca Sipahiler ve diğer yardımcı birlikler Ordunun esas gücünQ teşkil etmekteydi. (Belge-468-469-470-471-472- 473)
Hazır ol cenge eğer sulh-ü-salah istersen ilkesi uyarınca teşkil edilen güçlü Türk ordusu, (-Sir Ch. Eliot'un tabiriyle-) Avrupa'yı tehdid eden bir arslan gibi kükremekteydi. (Belge-474)
Belgeler (no. 431-474)
43 1 ) "Her Türk doğuştan asker'dir. Sıra kavgaya geldi mi, en soğukkanlı bir Türk bile uyanır, şahlanır. Normal bir Türk dürüsttür, iyi niyetlidir. Çocuklara ve hayvanlara karşı şefkatlıdır; çok sabırlıdır fakat üzerine kavga ruhu çökmeye görsün. . . (0 zaman) Türkü zabt edebilirseniz edin . " (Ellot, 1 / 1 15)
432) "Türk bir asker'dir. Bunu, . . . ellerine bir kılıç veya bir tabanca verildiği zaman Türklerin nasıl coştukları, onu tabii olarak en tesirli biçimde nasıl kullanacaklarını bilmeleri manasında söylüyorum . . . "
(Ellot, 1 / 1 14)
433) "Türkler savaş meydanında, düşmanları kendilerinden fazla olsa bile gerilemezler ve arslanlar gibi dövüşürler. Onların bu kadar cesaretli olmaları, sahip oldukları iman'dan ileri gelmektedir . . . "
(Thivenot, s. 172)
434) Türk askerini iten saik , Fransız askerini güden saikten çok farklıdır. (Fransızlar) . . . üstünlük tutkusu, madalya veya rütbe sevdası için ; halbuki Türkler ödev bildikleri için savaşır; bu sebeple kahramanlıklarıyla övün-
1 44 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
mez ve mükafat beklemezler. . . -/ - Saldırı emri alınca atılırlar. Onları ne yorgunluk, ne de yoksunluk durdurur. Düşmanla karşılaşbklarında arslanlar gibi dövüşürler. Biz askeriz , savaşmak ödevimizdir diye düşünürler, çağınlmayı bile beklemezler. Darül-İslam istilaya uğramıştır, Din, vatan tehdid altındadır (diyerek) evini . . . ve tarlasını satar, at ve gerekli silahları satın alırlar, gönüllü olarak giderler ki bu da müslümanlık ödevidir. Böylesine bir yiğitlik tükenir mi? Bütün acılara göğüs gererler. Bu her zaman ve her yerde aynıdır . . . (*Ub1c1nı, 2/ 16-17)
435) (Fransız elçisi M. Thouvenel ) , . . . Türk askerinde vazife ve şeref hissinin kuwetli olduğunu, ücretinin az olmasına ve gözde paşaların gadrine uğramasına rağmen, ülkeye olan saygılarından hiçbir şey kaybetmediklerini övgüyle anlatmaktaydı. (Fontmagne, s. 63)
436) Ömer Paşa (bkz. Belge-462-463) bize demişti ki: -
Türk askeri yiğittir . . . , azla kanaat eder ve sabırlıdır. İyi komuta edildiğinde Avrupanın en seçkin birliğine eşit olur. . . (•Ublclnl, 2/ 16)
437) "Mükemmel savaşçı olan Türle/er, ay�ı zamanda dayanıklı (olup) , uzun yürüyüşlere sabırla katlanabiliyorlar. Yanlarına gerekli birkaç parça eşya, silah ve bir matra sudan başka şey almıyorlar. En güç şartlara kolaylıkla uyabiliyorlar . . . Savaş, onlar için bir neş'e kaynağı. Birgün, Saffet Paşa'nın şöyle dediğini duydum:- Türk askeri savaşırken, silahının ucunda cennet'i gördüğü için cesurdur . " (Fontmagne, s. 64)
438) Türkler savaşta ölenlerin (şehit'lerin) Cennete gittiğine ve meleklerin de onlar için . . . her an Allaha dua ettiğine iman etmişlerdir. (Busbecg, s. 145)
439) Bu savaşcı kişilerin (Türklerin) . . . en çok yaptıkları , askeri oyun/ar'dır. Bu hususlarda maharetlidirler. Son derece hızlı ve isabetli ok atarlar. Şehirde az bir pa-
TIJRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 145
ra karşılığında ok atmak için birçok yerler vardır . . . " (J. Thevenot, s. 94)
440) Ok atmak'ta Türkler çok ustadır; onlar bu işe daha yedi sekiz yaşlarında başlar ve oniki sene süreyle talimlere devam ederler. Bu nedenle Türklerin kollan çok kuwetlidir ve en ufak hedeflere bile isabet ettirecek ustalığa ulaşmışlardır. (Buabecg, s. 124)
441) Türk askerlerinin düzgün duruşunu, erkekçe havasını, hareketlerinin . . . düzenini fark etmemek imkansızdır . . . (*Ublclnl, 2/11)
442) Türk milleti ve Türk hükümdarlarının kahraman'lığını takdir etmek zorundayız. (Howard, s. 101)
443) Türklerin asken deha'sı vardır. (Ellot, 21 1s1)
444) Türkiye'de ortaya çıkan genel bir vakıa var ki o da "bayrağa bağlılık"tır. Bu bağlılık bütün savaşçı milletlerde görülmekte ve dindar milletlere özgü bir vazife hissiyle de artmaktadır. (Ublclnl, 21 426)
445) Vatanı savunmak Türk ordusu'nun görevidir; Devlet de kendi ordusunun sağlık ve sıhhat işleriyle yükümlüdür. (Buebecg, s. 105)
446) Türklerde asken disiplin ve geleneklere bağlılık çok kuwetlidir. Hiçbir suç cezasız bırakılmaz: Ordudan kovulma cezasından, rütbelerin geri alınması, malların müsaderesi, dayak cezası ve idama kadar çeşitli cezalar verilmektedir. (Buebecg, s. 148)
447) Türkler, büyük ve cesur bir ordu'ya sahip olmaları yanısıra, iyi silahlanmaları ve silahlarını kullanmaktaki maharetleri ile de üstünlük sağlıyorlar. (Thevenot,
s. 173)
448) Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek gücünü meydana getiren, büyük ve güçlü olan Osmanlı ordusu'dur." (Rycaut, s. 265)
146 /TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
449) Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek gucunu meydana getiren Osmanlı ordusu o kadar büyük ve güçlüdür ki şu atasözünün hiç bir mubalağası yoktur: "Türk atlılarının bir defa geçtiği yerde artık ot bitmez. " (Rycaut, s. 265)
450) Türk ordusu bahar mevsimlerinde kabaran bir nehire benzer; bütün sedleri ve engelleri yıkabildikleri gibi, önlerine çıkacak herşeyi silip süpürmektedir. (Busbecg,
s. 25)
45 1) Fetih ruhu ( 19'uncu asırda) kayboldu ve Osmanlı (şimdi) evcil oldu; askerken filozoflaştılar. (•Ubicını,
2/61)
452) (Fakat Türklerdeki) savaşcı ruh, . . . (yine) de sönmemiştir. Asker hakikaten cesur ve savaşçıdır; kurmaylar (sınıfın)da pek çok mümtaz generaller ve kumandanlar bulunmaktadır. (Ubıcını, 2/425)
453) Kahramanlık ve yiğitliklerine gelince Türkler . . . Navarin'de inanılmaz bir kahramanlıkla çarpışmışlar ve yalnızca Avrupa taktiğinin üstün gelmesi yüzünden felakete uğramışlardı . (Ubicinl, 2/439)
454) Devrimizin en yüce askeri olaylarından biri olan Silistre kuşatması, Türklerin yozlaşmadıklarını kanıtlamıştır. Atalarının kahramanca geleneklerinden uzaklaşmak şöyle dursun, kolayca hislerine kapılır kişiler olmalarıyla bağdaşmayan birçok meziyetler elde etmişlerdir. (Nitekim) Arap-Tabya'da müstahkem mevkiin sırtlarında bir çıkıntı mayınla uçurulmuştu . Açılan gediğin önünde askerler oniki saatlik nöbetlerle , sağ dizleri yerde, parmaklan tetikte beklediler. Ve bu , haftalarca sürdü. (•Ub1-
c1nı, 2/ 18)
455) Silistre müdafii Musa Paşa'nın (şehid olarak) ölümü karşısında hayranlık ve saygı duymayan var mıdır? Bir saldırıyı püskürttükten sonra surların üzerinde . . . namaz kılarken bir obüs parçası fırlayıp tam göğsüne isa-
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 147
bet etmiş ve . . . şehid olmuştu. (Bundan) daha yüce bir ölüm, daha yüce bir hayat düşünülebilir mi? Hamisi olmaksızın kendi çabaları ve yetenekleri ile paşalığa kadar yüksel-/-mişti. Servet sahibi değildi, üstelik kalabalık bir ailenin yükünü taşımaktaydı. Bunu öğrenen (düşman komutanı) Prens Paskeviç, kalenin teslimine karşılık dört milyon teklif etmiş fakat Musa Paşa . . . o anda müzakereye son verip askerlerinin başına dönmüştü . (•Ubıcını. 2/
17-18)
456) "Türkler, . . . çok çetin savaşmış, çok büyük kahramanlık göstermişlerdi . Oniki bin Rus'a karşılık üçbin Türk canla başla mücadele etmiş ve çok başarılı olmuşlardı . . . "
(Howard, s. 99)
457) Oltentiza'da, bir şaranbola yarı korunmuş olarak yerleştirilen iki tabura, on adım yakına varmadan düşmana silah çekmeme emri verilmişti. Bu iki tabur, tüfek omuzda, heykel gibi kayıtsız durdu . Karşılarında Rus askerleri üstüste iki salvo savurdu . Kimse kıpırdamadı . Düşman istenen mesafeye vardığında (Türk askerleri) ateş etti ve (düşmanın sonu) feci oldu . Türklerin savaşma şeklini bilenlerin hayretini mucip olacak bu sonuç Osman Paşa'nın eseriydi . (*Ubıcını, 21 18)
458) (Sinop'ta tanıştığım ve Selçuklu sultanı Mes'ud-/f nin oğlu olan) Gazi Çelebi (-ki asıl ismi Altunbaş' dır ve 1332 yılına kadar orada hüküm sürmüştür) , cesur ve kahraman bir hükümdar olup Tanrı ona su altında uzun süre kalmak gücünü vermiş iyi bir yüzücü idi. Hazırlattığı donanma ile Rumlara karşı savaşa çıkar, düşman donanması ile karşılaşıp askerler savaşa başlayınca, elinde demir bir matkap olduğu halde suya dalar, kafir gemilerinin diplerini deler ve suya gark oluncaya kadar düşman bunun farkına varmazdı . Bir tarihte düşman filosu Sinop limanını bastığında , Gazi Çelebi bütün gemileri bu şekilde batırmış ve içindeki askerleri olduğu gibi esir almıştı . . . "
(İbn Battuta, s. 63)
148 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
İbn Battuta'(öl . 1366)'nın hayran olduğu Türk devlet adamlanndan biri de, İzmir'in sahibi ( :hükümdan) Aydın oğlu Sultan Mahmud Beğ'in oğlu Ömer Beğ idi:
459) "Ömer Beğ, dindar olduğu kadar cömert; cömert olduğu kadar da cihad ve gaza ehli bir yiğittir. Bu maksatla kurduğu donanma ile İstanbul kapılanna varıncaya dek akınlar yapar, yağma ve talanlan sonunda topladığı ganimeti büyük bir cömertlikle dağıtır ve tekrar gaza ( :gazilik) niyetiyle denize açılırdı. . . . . " (İbn Battuta, s. 38)
460) Osmanlı Donanması, . . . yiğitlik ve fedakarlıkta ordudan aşağı kalmıyor. (Nitekim) Sinop'ta gördük:
O korkunç faciada . . . hayatta kalanlardan biriyle tanıştım . Osman Paşa Firkateyni'nde topçu olarak hizmet görüyormuş; cenk sırasında bir gülle sağ kolunu koparmış, Fitili sol eliyle kavramış ve nişan almaya devam etmiş. O kolu da bir gülle ile uçmuş. Acıdan ve kan kaybından gücünü yitirip düşmüş. Cerrahlar koşmuşlar, karşı gelmiş . "Dişlerimle"! diye haykırmış. Bereket versin ki bir senkop ( :bayılma) gelmiş de çekip götürmüşler. Heredot'un anlattığı Sineger'i hep kuşkuyla karşılamıştım, fakat şimdi inanmak zorundayım. (*Ublcını, 2/24)
461 ) 1848'de Eflak ayaklanması, . . . Ömer Paşa* komutasında bir askeri -/ - birlik gönderilmesini gerektir-
• Ömer Paşa hakkında (onu iyi tanıyan birine) sorular sordum . . . Asıl adı Michel Latıas imiş. Plaski adlı küçük bir Hıtvat köyünde, 1806 yılının başında doğmuş. Ebeveyni ... ortodoks bir aileymiş. Babası, Plaskinin bağlı olduğu Ogolini dolaylarının vali muaviniymiş . ... Oğlu Michel askeri eğitim görmüş, sonra Avusturya ordusu'(nda çalışmış) ve ... 1826 yılında Zara'daki istihkam merkezine müfettiş muavini olarak tayin edilmiş. O sırada yirmi yaşındaymış . .. .İki yıl sonra (1828'de) Avusturya'ya hizmetten vaz geçerek Türkiye'nin hizmetine girmiş. (Ubicinl, 211 3)
Kırım Harbi'nde Osmanlı ordusunda serdar-ı ekrem (baş komutan) olan Ömer Paşa Yugoslavyada Mikael Lattas adıyla ortodoks bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti . . . . Önce Sultan Mahmud'un ... sonra da Sultan Abdülmecid'in itimadını kazanmıştı .... Kendisini beğenmiş bir adamdı. .. Sonunda perişan oldu ve unutulup gitti. ıFnntm•�··· '· 62-6Jl
TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 149
mişti. Başkomutan kampını Tuna ırmağının sol kıyısı boyunca kurmuştu . . . Türkler dost sıfatıyla geliyordu. Sokaklarda halk birbirini tebrik ediyordu . . . Türkleri selamlayan "hurra" sesleri yükseliyor ve Romen milli (marşını) çalan band;;ya elleriyle tempo tutuyorlardı . . . (*Ubicini, 2
/9-10)
462) (Ömer Paşa'nın emrindeki) ordu: piyade, atlı ve topçu olarak 15.000 kişiden müteşekkildi . Bu birliklerin kıyafeti gerçekten kayda değerdi. . . . Etrafımda uyanık, canlı, iyi techiz edilmiş askerler, parıldayan silahlar, usta biniciler görmekteydim . . . ı•ubıcini, 21 1 1ı *
463) Kasım-1853'ün ilk günleriydi. Bosna ve Kara'dltg'daki iki zaferle şöhrete ulaşmış, müşir (mareşal) rütbesiyle Türkiye'nin Avrupa'daki ordularının başkomutanlığına getirilmiş bulunan Ömer Paşa , Sultan'ın Rusya ile harp veya sulh kararını . . . Çum/a'daki karargahında beklemekteydi . Sinirli bir bekleyiş içinde durmadan saatini çıkanp bakıyordu . Sabahtan beri emirber'inin (İstanbul'dan haber getirmesini) bekliyordu . Sonunda dayanamadı, atının getirilmesini emretti ve İstanbul'un yolunu tuttu . Uzaktan, bu yana doğru koşan iki atlı gördü. Dürbününü onlara dikti. . . . (Gelmekte olan) kendi yaveri Teufik Bey'di . . "Ne haber ?" diye haykırdı . Subay yere atlayıp "savaş" diye cevapladı. . . . (•Ubicini, 2/15)
• Ömer Paşa'yı kampında ziyaret etmiştim . ... Onun kırkbeş, kırk altı yaşlarında olduğunu tahmin ettim; boylu bosluydu . ... Konuşmamız kah İngilizce, kah İtalyanca yapılıyordu. Paşa-/- her iki lisanı da rahatlıkla konuşurdu ... Ömer Paşa bize kampını göstermek şerefini bahşetti . . .. (Ömer Puşa'nın ordusunda) . . . yemek saatinde karavana (olarak) koyun haşlaması, birer tabak pilav, peynir ve meyva (sunulmuştu.) Paşa, .. . askerlerin çoğuna adıyla hitab ediyor, pilavlarından bir kaşık alıyor, sularından içiyor, onların ihtiyaçlarıyla ilgileniyor ve sorular soruyordu. Onlar da saygılı bir samimiyetle cevap vermekteydi. Ordusunda kurduğu seı ı disipline rağmen ancak büyük komutanlara özgü olan gerçek bir popülarite kazanmayı başarmıştı. <Vhicini. ıt ıo- ı ı ı
150/ TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
464) Askeri hiyerarşinin en üst kademesinde "serasker" bulunmaktadır; . . . Kara Kuwetleri onun komutası altındadır . . . sadece müslim tebaadan meydana gelen ordu iki kısımdır: Nizam (aktif ordu} ve redif (yedekler) . . . ; her Tugay'ın başında bir tuğgeneral (Liva) ; Tümen'in başında tümgeneral (Ferik) ; Ordu'nun başında ise Müşir (feld mareşal) bulunmaktadır. (•Ubıcını, 1/27)
465) 1843 fermanı, . . . askerlik süresini "altı yıl" olarak tesbit ebnişti. . Bu sürenin bitiminden sonra neferler "redifler" arasına katılmak üzere evlerine gönderilmekte ve "yedi sene" boyunca bu durumda (mustahfız) tutulurlardı. (*Ublclni, 2/ 419)
466) Türk orduları sadece müslüman halk tabakalarından toplanmaktaydı . . . Reaya ( = gayri müslimler) askerlik hizmetinden azat edilmişti. . . Bunun yerine "harac" yahut şahsi vergi ödemekteydiler . . . Fakat 1847'(de çıkan) kanuna göre bütün hınstiyan vatandaşlan tıpkı müslümanlar gibi kara ordusuna kabul edilmiş ve buna karşılık "harac" vergisi kaldırılmıştı. (Ubıcını, 2/ 417-418)
467) Her aileden ancak bir genç askere alınabilmektedir. Bir ailenin tek çocuğu varsa, bu genç askerlik hizmetinden muaftır . . . (Ubıcını, 2/417)
468) (Fakat) 1844 senesinden itibaren askere alma istekli olarak askere yazılma ve 20 yaşında olan veya olduğu farz edilen gençler arasında kur'a ile yapılmaktadır. (Ublclni, 2/ 416)
469) Osmanlı nizamiye (muvazzaf) ordusunun 138.000 kişiden fazla bir yekünü bulunduğunu ve "redif" erlerinin de bayrak altına çağınlmasıyla bu sayının hemen hemen derhal iki misline çıkacağını (bilmekteyiz) . (Ublclnl, 2/421)
4 70) Ordunun �sas gücünü Sipahiler, Yeniçeriler ve diğer birlikler teşkil etmektedir. (Rycaut, s. 261)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 151
4 71 ) Sipahiler, Yeniçeriler, Silahtarlar ve deniz askerleri, devlet hazinesinden maaş alırlardı. . . (Rycaut, s. 266)
472.)_.. . . Türklerin "içoğlanı" dedikleri . . . devşirmeler, ' hırıstiyan ana babaya sahip olmalıdır. Bunlar savaşlarda toplanır veya çok uzak ülkelerden getirilirdi. . . Bu çocuklann güzel bir bedene sahip olmasına ve doğuştan hiçbir kusur taşımamasına dikkat edilirdi. Çünki Türkler, güzel bir bedende kötü bir ruh barınacağına asla inanmazlar. . . Bu gençler sertlikle eğitilirdi ; en ufak kusurları şiddetle cezalandınlmaktaydı . . . (Çünki) : Türklere göre . . . itaat etmesini öğrenmeden yönetmeyi öğrenmek mümkün de�dir . . . (Devşirme gençlerin) " . . . okulda öğrendikleri ilk şey, sessiz durmaları, saygılı , alçak gönüllü ve yumuşak başlı olmalanydı . (Rycaut, s. 50-51-52)
473) (Albert Howe Lybyer <Cambridge-1913>'e göre Enderun Mektebi hakkında-) Kanuni devrinde yaşayan Menavino adındaki Venedikli bir yazar, okulun tahsil süresini şöyle anlatıyor:
" . . . Bir çocuk okulda beş altı gün kaldıktan sonra, ona alfabeyi öğretmeğe başlıyorlar. Mektepte dört muallim bulunuyor. Bunlardan biri ilk yılda, okumayı öğretiyor; diğeri Arapça Kur'an ve din'in esaslarını gösteriyor . . . üçüncü bir hoca da Fars dilini öğretmekle meşgul oluyor ve bir ay da yazı meşk ettiriyor. . . Dördüncü muallimin ödevi de, . . . Arapça kitapları okutmaktır. Bu çocukların ilk yıl günde iki, ikinci yıl üç, üçüncü yıl dört akçe tahsisatları vardır. Bu tahsisat her sene artıyor . . . . Kendilerine senede iki kat kırmızı renkli elbise ve yazları da beyaz bir takım veriliyordu . . .Disiplin . . . çok sertti. . . gece gündüz nezaret altında idiler. . . Mutlak itaat, adab-ı muaşeret, nazik muamele, iffet ve namus üzerinde hassasiyetle ve israrla duruluyordu . Gençlerin okulla ilgisi yirmibeş yaşına bastıkları zaman kesiliyor ve mezunların çoğu , muvazzaf atlı birliklere veya Babıali sipahileri-
152 / TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
ne veriliyordu. Bunlar okulu bitirdikleri zaman bir veda merasimiyle teşci edilirlerdi. Padişah , mezunları birer birer şahsen taltif eder ve yeni vazifelerinde de iyi davranarak temayüz etmelerini temin için teşvik edici sözler söylerdi . . . . ve kendilerine işlenmiş birer hil'at ve en güzel atlarından birini hediye ederdi . Huzur-ı şahaneden aldığı hediyelerle ayrılan mezunlar, cümle kapısına kadar geçirilir ve orada muzafferane bir tavırla atlarına atlayıp -bir daha dönmemek üzere saraydan ayrılırlardı. . . "
(A.Cevat, terc.s. 171-1 72)
Hulasa, Türklerin karşısında özellikle 16'ncı asırda Avrupa milletleri müdhiş bir korku içindeydi. Çünki:
474)-Kanuni Sultan Süleyman (hük . 1520-1566) , gerek atalarının gerekse kendisinin başanlarından hasıl olan bir güven duygusu içinde, dehşet saçarak Avrupa'nın karşısına dikiliyor. İkiyüz bin süvari ile Macaristan'ı işgal ettikten sonra, . . . Avusturya kapılama dayanıyor ve Almanya'nın geri kalan yerlerini de tehdit ediyordu . . . Karşısına çıkan herşeyi bir yıldınm gibi çarpıyor . . . Savaş tecrübesi olan, çok iyi talim görmüş bir ordunun başında onun ismi, çok uzaklara kadar korku ve dehşet salıyor ve Aaırupa sınırlan boyunca bir arslan gibi kükrüyordu.
xv İsLAMiYET
VE
Hz. MUHAMMED
Allalı kavramını ifade etmek üzere, çeşitli milletler tarafında farklı isimler kullanıldığı fakat hepsinin de aynı amaca yönelik olduğu bilinmektedir. Mesela Latinler Deus, Yunanlılar Teos, Fransızlar Dieu, İngilizler God, Almanlar Gott, İranlılar Huda ve Araplar Allalı dedikleri gibi, Türkler de Tengri (Tanrı) demekteydi.
Ayrıca biliyoruz ki, eski Türk inançları nıonoteizm'e yaklaşan bir sistem sayılmakla birlikte, onlarda Tanrıça (Umay) inancı da vardı. Bu sistemin merasim yönleri ise şamanlık (şamanizm) adını taşımaktaydı.
Sir C/ıarles Eliot'a göre eski Türkler bu yönden Hind inançlarından etkilenmiş olmalıdır. Bunun birinci delili Şaman ve Şamanizm adlarıdır. "Şaman" ismi, Budist rahiplere verilen "Samana" veya "Sramana" adından türemiştir. Daha sonralan ise bu ad, Orta Asyalı din adamları ve büyücüler için kullanılmıştır. (Eliot, 1/98)
Rivayetlere göre ateşe tapan Türkler de vardı. Nitekim Çinli seyyah Yuan Clıwang, 630 senesinde Turfan şehri yakınlarında Batı Türklerinin hakanı ... tarafından kabul edilmişti. ... Onun anlattığına göre Türkler ateşe tapınaktaydı. (Elioı, 1/98)
154 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
İbn Fadlan, lü'uncu asırda ziyaret ettiği Türk kavimlerinin (msl. Oğuzlar, Başkurtlar, Kıpçaklar vs.'nin) inançlarından söz ederken, bazı Türklerin 12 Tanrı 'ya yahut kuşlar ve balıklar gibi bazı hayvanlara ibadet ettiklerini* ve " ... Türklerden biri haksızlığa uğrar yahut başına hoşlanmadığı bir iş gelirse, başını göğe kaldırıp Bir Tanrı . . . " * * dediklerini ifade etmektedir..
İbn Fadlan bir kısım Türklerin de ''Al/ahtan başka Tanrı yoktur ve Hz.Muhammed onun elçisidir" demeyi bildiklerini söylemekte (bkz. göst. yer) ve nihayet Kıpçak Türkleri'nin hırıstiyanlığı benimsediğini belirtmektedir. (İbn
Fadlan, aynı eser, s. 68) İlginç olan nokta şudur ki bazı Türk toplulukları,
kendi milli ve dini törelerini, yeni tanıştıkları İslam inançlarına uygulamak suretiyle devam ettirmekteydi. 1
Bütün bu dış etkilere rağmen Türklerin milli inanç sisteminin merkezinde Gök-Tanrı kavramı bulunmaktaydı. Böyle bir kavram ile İslamiyetteki Allah kavramı ara-
• İbn Fadlan, Rihle, tere. L. Doğan. s. 67 • • İbn Fadlan, aynı eser, s. 63 1)-Nitekim Arap seyyah İbn Fadlan m.lO'uncu asırda Asya Türkleri ara
sındaki eski inançlardan bazılarını da belirtmiştir: a) Aralarından biri hastalanırsa, cariye ve hizmetçileri varsa, onlar hizmet
ederler. Aile efradından hiçbiri hastaya yaklaşmaz. Evlerden uzak bir yerde hastaya bir çadır kurarlar; iyi oluncaya veya ölünceye kadar hasta orada kalır ... Clbn Fadlan, s. 64-65)
b) Ölen şayet yiğit bir kimseyse, onun öldürdüğü kimselerin suretlerini bir tahta üzerine oyup kabrine koyarlar ve "Bunlar, ... Cennet'de ona hizmet edeceklerdir" derler. (İbn Fadlan, s. 65)
c) "Karısı Harezmli bir müslüman arada ölürse, onu müslüman gibi yıkarlar, sonra ... bir arabaya koyarlar, böylece gömecekleri yere kadar götürürler. ... Sonra ... ölüye bir lahit yaparak ... gömerler. Kendi ölülerini de bu şekilde gömerler. .. Yefat edenin ardından kadınlar değil de erkekler ağlar. .. Ölünün çadırının önüne muhakkak bir bayrak dikmek mecburdur. Onun silahını getirirler ve kabrin yanına bırakırlar. Matemleri iki yıl devam eder. Bu müddet dolunca, onun çadırı üstündeki bayrağı indirirler ve kendi saçlarını traş ederler. Onun ardından bir zıyafet verilir. Bu zıyafetle artık matemden çıkıldığı anlaşılır; ölünün karısı varsa evlenir. Bu merasim ancak reisler (:ileri gelenler) için yapılır fakat halktan bazı kimseler için de bu şekilde merasim yaparlar. .. " Clbn Fadlan, s.75)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 155
sında benzerlikler bulunduğunu ve bir kısım Türklerin daha miladi 7'nci asırdan itibaren müslümanlık ile bağlantı kurduklarını fakat özellikle 950 dolaylarında Satuk Buğı:a._____Han ( öl.956) zamanında İslamiyeti benimsediklerini de bilmekteyiz. Ne var ki lü'uncu asırda bile, müslümanlığı henüz tam olarak öğrenemeyen Türk kabileleri de mevcuttu. Onlar hakkında " . . . aralarında 50.000 kişilik aileler (kabileler?) gördük. Hepsi de müslüman olmuştu ve bunlar Berencanlar diye tanınmaktadır. .. Kendilerine bir de "cami" yaptırmışlardı. Fakat Kur'an okumasını bilmiyorlardı." diyen İbn Fadlan, bir kısmına " . . . namazda gerektiği kadar bir şeyler öğrettiğini" söylemektedir. (İbn
Fadlan, aynı eser, s. 73) Aslen Türk olan Bulgarlar da önceleri müslüman idi
ler fakat kıra! Boris (Türkçe Böri= Kurt) zamanında hırıstiyan olmuşlardı. Serez ile Filibe arasındaki bölgelerde yaşayan müslüman Bulgarlara Pomak denildiği gibi (Eliot.,
21ıoo>, Makedonyalı hırıstiyanlardan müslüman olanlara da torbeş adı verilmektedir. Fakat "fütuhat" amacıyla Anadolu'dan Balkanlar'a "akın" eden (Akıncı) Türkler için evlad-ı fatihan (fatihlerin çocukları) deyimi kullanılmaktadır.2 Fütuhat sırasında kahramanlık gösteren "evlad-ı fatihan" için mükafat olarak verilen arazilere tımar ve zeamet denilmekteydi. (bkz. Belge-297-298-299-300) Nitekim Makedonya' da \;>öylece toprak sahibi olmuş birçok T ü rk bulunmaktadır. (Elioı, s. l/ı69 =bkz. Belge 297) Bu sebeple Zaim (oku: Zaiym) unvanından türetilmiş olan Zaim-oğlu yahut Enaim gibi soy-adları taşıdıkları3 ve yine fütuhat sırasında başanlı olan Türklerin (-Bölükbaşı vs. gibi) bazı unvanlar aldıkları da görülmektedir.
2 Bu konuda tafsilat için bkz. Tayyip Gökbilgin, Rumelide Yün"ikler, Tatarlar ve Evlad-ı Fatihan, (Ed. Fak. yay.) İst. 1957
3 Fakat tımar ve zeamet usulü 1836 yılında Sultan Mahmud- il tarafından kaldırıldığı için, "tımar ve zeamet" sahiplerinin ellerindeki bütün topraklara devlet tarafından el konulmuştur. (Ubicini, 2f276, ayr. 21293, ayr. 2/304)
156/ TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Mücahid ve gazi olarak Budapeşte'nin fethine iştirak eden Gül-Baba (öl. 1541) gibi Türk sufilerinden (bkz. Orhan Köprülü, Git/ Baba madd. lsl.AllS. 41 832 vd.) önce ve sonra olmak üzere, Balkan memleketlerinin feth edilmesini takiben birçok tarikat şeyhleri de Rumeliye akın etmekteydi. Nitekim Olıri şehrinde büyük bir tekke ve türbesi bulunan ve miladi 16'ncı asırda bu şehre yerleşen Horasanlı Şeyh Halil ile, Kalkandelen (Tetova) ilçesinde Harabati Baba (öl .1 196/ m. 1781) tekkesi ve Makedonya ile Kosova'nın diğer şehirlerindeki Bektaşilik, Kadirilik, Rufailik vs. gibi Türk tasavvuf geleneği bunun somut örnekleri sayılmaktadır.
Belgeler'e göre: Türklerin üstün yeteneklerinin daha da yücelmesine zemin hazırlayan İslamiyet (Belge-475)
akıl'a hitab eden (Belge-476) muhteşem bir din'dir. (Bel
ge-477)
Müslümanlığı yaymakta kendilerini görevli sayan Türkler (Belge-478) çok dindar olup (Belge-479), günde beş vakit namaz kılarlar. (Belge-480) Ondördüncü asır ortalarında Türkiye'de bulunan İbn Battuta'ya göre Anadolu Türk halkı sü11ni olup, lıanefi mezhebine mensup idi. (Bel
ge-481)
Fransız filozofu Voltaire'e göre, kuruluşundan bugüne kadar İslamiyet ve Kur'an, kendi özünden hiçbir şey kaybetmemiştir. (Belge-482) "Allaha teslim olmak" demek olan müslümanlık (Belge-483) Türkleri disiplin altına almıştır. (Belge- 484)
İnsanların medeni ve dini hayatlarını kucaklayan Kur'an, aynı zamanda bir "felsefe" ortaya koymuştur. (Belge 485-486) Fakat Rum papazları Kur'an konusunda şüpheler uyandrmak için tercümelerde tahrifat yapmışlardır. (Belge 487) Oysa Kur'an nasıl ki en yüce ilahi kitap ise, Hz.Muhammcd de en yüce peygamber'dir. <Belge-488-489)
Rousseau 'ya göre Hz. Muhammed'in yolundan ayrılan müslümanlar yabancıların hükmü altına girmiştir. ı Belge- 490)
TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 157
Çevresinde öğrenciler ve fakirler için barınaklar, hastalar için şifa yurtları bulunan camiler insana huzur vermektedir. (Belge- 491-492-493) Din görevlileri, sadece namaz kıldırmakla yükümlüdür, çünki Allah ile kul arasına kimse giremez. (Belge-494) Bu bakımdan İslamiyete karışan hurafe ve bid'atların temizlenmesi için Sultan Mahmud-II (hük.1808-1839) büyük çaba sarfetmiştir. (Beı
ge-495)
Türkler arasında her ne kadar Din ve Devlet işleri arasında paralellik kurmak eğilimi kuvvetlendiyse de (Bel
ge-496) müslüman Türkler bilmeli ve emin olmalıdır ki İslamiyetin esası cumhuriyet rejimidir. (Belge-497)
Belgeler ( no. 475-497)
475) Miladi 705-714 arasında . . . Arap istilalannın devamı, hemen hemen bütün Türklerin İslam dinini kabul etmelerini sağlaması bakımından son derece mühimdir. Böylece Türkler, hareketleri, enerjileri ve savaş ruhlannı geliştirmelerine uygun olan bu dini ( :müslümanlığı) kabul etmiş oldular. Şüphesiz, Türklerin durmak bilmeyen, sel gibi akan kuwetlerini kendi kanlanndan başka hiçbir kuwette aramak gerekmez, fakat şu da inkar edilemez ki İslam dini, Türklerin bu üstünlüklerini daha da yüceltmiştir. Türkler İslamlık sayesinde fetih ruhunu öğrenmiş; alışbklan budist ve hırıstiyan kültürü yerine yepyeni bir medeniyetle karşı karşıya kalmışlardır. Bu yeni medeniyet Türklere daha yakın olup, Türkler bu yeni medeniyeti hemen kabul etmişlerdir . . . "
(Ellot, ı; 96)
476) İslam, kendisinden önce gelen dinlerin arınmış ve insan aklına hitab ederek mantıki yolu göstermiş bir Din'dir. Dinin temel direği tek Allah inancıdır. (Ubıcını, 1 1
78)
4 77) Bu haşmetli din (İslamiyet) , herkesin anlayacağı kadar basittir . . . "
(Eliot, 1 / 1 93)
158 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
478) Türkler çok dindar, çok yardım-sever'dirler; dinleri (İslamiyet) için çok gayret gösterirler ve müslümanlığı bütün dünyaya yaymakla vazifelidirler; (Thevenot,
s. 144)
4 79) Müslüman Türklerin dindarlığına ve insanca sadakatlarına diyecek yoktur. (Fontmagne, s. 250)
480) Kadın, erkek, zengin, fakir beş vakit namaz kılmayan Türk yoktur . . .
" csanz, s. 73)
Ondördüncü asırda Afrikalı ünlü seyyah Türkiye'nin birçok illerini gezip inceledikten sonra diyor ki: ·
481 ) Ülke bütünüyle İmam Ebu Hanife mezhebinde olup, ehl-i sünnet ( = sünni)'dir. (İbn Battuta, s. 4)
482) "Aradan 1200 (-şimdiki hesaba göre 1400) sene geçtiği halde müslümanlık hala da kurucusu zamanındakinin aynıdır. Bizzat (Hz . )Muhammed tarafından yazılan yasalar, bugün değerlerinden (hiçbir şey) kaybetmemişlerdir. Kur'an adındaki kitaba Türkiye'de olduğu kadar İran'da ve Hindistan'da ve Afrika'da da saygı gösterilmektedir, her yerde harfi harfine onun sözlerine uyarlar . .
" (Voltaire, Feylesofça Konu§molar, tere. Fehmi Baldaş, MEB
yay. Ank. 1947-1948); 1 /322-324)
483) "İslam" demek, "Allaha teslim olmak, onun emrine boyun eğmek" demektir. Şu halde zengin de fakir de bir kanunu yerine getirmekle görevlidirler: Fakir kaderine razı olmak ve isyan ebnemekle, zengin ise yardım etmek mecburiyetini ruhunda duymakla . . . . Şu halde ne servet . . . sahibi olmakla insan böbürlenebilir ve ne de sefalet içinde bulunmaktan dolayı kendini hakir görebilir çünki . . . bunda Alla hın bir hikmeti . . . gizlidir. . . (Ubı
cını, 1/ 86)
484) "Müslümanlık Türkleri gerçekten bir disiplin altına almıştır . . .
" (Eliot, 1/102)
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 159
485) Kur'an , insanın medeni ve dini hayatını toplu olarak kucaklamaktadır. (Ubicını, 1 1 91)
486) Doktrin olarak kabul edilen Kur'an, bir "din" den çok, bir "felsefe" ortaya koymuştur. Eğer "Din" sözüyle insan aklını hegemonyası altına alan, insan düşüncesini ezerek insan mantığını körleştiren "sırlar" ve "akideler" bütünü kasdediliyor ve bu tür bir inanç besleniyorsa, İslam hiçbir zaman böyle bir Din değildir . . . (Ubicı
nı, 1/76-77)
487) Kur'an, bizim (İngilizlerin} zannettiği gibi derme çatma sözler değil, son derece yüce ve son derece dürüst bir şekilde ifade edilen temiz ahlakı ihtiva etmektedir. Bunun böyle olduğunu birçok hınstiyanlar da tarafsız olarak söylediler. Hiç şüphesiz, Avrupa'daki Kur'an tercümeleri Rum papazlardan gelme kopyalar olduğu için (hınstiyanlar) , Kur'an'ın aslını kasden bozmuşlardı. (L.
Montagu, s.42)
488) (Hz. Muhammed) , en üstün peygamber'dir; Kur'an'ın Tevrat, İncil, Zebur gibi diğer ilahi kitaplardan üstün olduğu gibi , Hı.Muhammed de kendisinden önce gelen Musa, Davud, İsa gibi peygamberlerden daha büyüktür. (Ubicini, 1/ 78)
489) "Hz. Muhammed'in hayatı ve eserleri (düşünceleri} üzerinde tarafsız ve yeterli çalışma yapmış olanlar, Hz. Muhammed'e karşı büyük bir sevgi, saygı ve yakınlık duyarlar. . . "
(Eliot, 1/ 194)
490) " (Hz . ) Muhammed'in sağlam fikirleri vardı; siyasi sistemini iyi esaslara bağlamıştı . Kurduğu hükumet ( :hakimiyet) kendisinden sonra gelen halife'ler zamanında (esas) şeklini muhafaza ettiği müddetçe, iyi bir hükumet olarak kaldı. Fakat Araplar (Müslümanlar) ikbale (rahatlığa} erip medeni (ve) hazza (zevke) düşkün insanlar oluverince, barbarlar'ın (yabancılar'ın) hükmü altına
160 ! TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
girdiler . . . " (Rouaseau, Toplum Anlaşması, etere. V. Günyol, İsi. 1948.,
s.196)
491 ) Cami'lerde . . . Allahın şanına yakışmayan luzumsuz ve boş süslemeler, resimler, heykeller yoktur . . . Müslüman camilerinde hiçbir şeref kürsüsü, hiçbir özel yer, hiçbir derece farkı göremezsiniz. Sadece ibadet eden insanlar vardır ve ibadetten alıkoyacak veya ibadet edenleri rahatsız edecek hiç bir şeye rastlayamazsınız. (Ubiclnl, 1/ 83)
492) Mabedin çıkışında ve camilere bitişik binalarda ise, muhtaç talebeler için küçük odalar, yolcular ve fakirler için misafirhaneler ve barınaklar; hastalar ve sakatlar için hastahaneler ve şifa yurtlan vardır. . . (Ubıcını, 1/83)
493) (Blanqu'nün Voyage en Bulgarie adlı eserine göre) Camilerin sadeliği insana hayat vermektedir ve bu sadelikleriyle ortaya koyduk.lan azamet ve onların fevkalade bakımları insanı daha da hayran ediyor. Günde beş vakit ktlınan namazlara ve Ramazan aylarında tutulan oruçlara iştirak ermeyen bir tek kişi bulamazsınız. Din duygusu, aralarındaki kaba insanlara bile . . . saygı ruhu aştlamıştır. (Ubıcını, 1/85)
494) Dini vazifelerle uğraşan kimseler . . . bir sınıf, kutsallaşmış bir gurup meydana getirmezler. Hiç bir özel imtiyazları yoktur. Allah ile kul arasında aracı olmadık.lan için , imam'lar sadece camilerde ibadeti yönetirler ve . . . cami içinde vazifeleri sona erer . . . (Ubıcını. 1/78)
495) Din'e gerçek önem verilip onu hurafelerden ve sakat düşüncelerden arındırmadıkça, ne adetler, ne kurumlar ve ne de hükumet değiştirilebilir. Türkiye de ancak bu çarelere baş vurarak kendini bu durumdan kurtarabilirdi. . . . İslam hükümdarları arasında bu gerçeği ilk anlayan ve Kur'an'ın ihtiva ettiği prensiplerin daha geniş bir tefsirini yapmakla imparatorluğun yeniden canlanması ve ilerlemesi için teşebbüs eden kimse Sultan Mah-
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 161
mud -il olmuştur. O, dini metinleri hiçbir şekilde değiştirmeksizin sadece bunların manalarını zamanın ihtiyaçlarına ve politikanın gereklerine göre, bizzat Hz. Muhammed'in yaptığı gibi aslına uygun bir şekilde düzeltmiştir. (Ubiclnl, 1/ 34)
496) Türkler arasında İslamiyet, din ve devlet işlerini birarada yürütme temayülü (bakımından) , kuwet kaybetmekten ziyade güçlenmektedir. (Ellot, 2/ 166)
497) Modern demokrasi prensiplerinin temelleri bu dinde (Müslümanlıkta) var olagelmiştir. Bu prensipler bu dinde bir nüve, bir çekirdek olarak değil, aksine en kesin, ve en açık şekilde ifade edilmiş ve İslamiyet doğar doğmaz tatbik edilegelmiştir. Bugün Türkler Cumhuriyet rejiminden korkuyorlar ve İslam'ın ilk müesseseleri hakkında esaslı ve metodlu şekilde bilgi sahibi olmadıkları için İslamiyet'in kusursuz bir Cumhuriyet düzeni demek olduğunu dahi bilmiyorlar ... (Ubicini, 1/80)
XVI TüRK-İsLAM AHLAKI
Şüphesiz ki Türk tarihinde (620 sene devam eden) en uzun ömürlü ve (20 milyon km-kareye ulaşan yüzölçümü bakımından) en büyük Türk devleti Osmanlı imparatorluğu'dur. Onun himayesindeki muhtelif milletler ve inançlar, adeta Newton çarkı'ndaki çeşitli renkler gibiydi. Nitekim bu çark hızla döndürüldüğü zaman, (-göz aldanmasıyla-) meydana çıkan ortak renk, Osmanlı İmparatorluğunu temsil etmekteydi. Ne var ki, devletin Türkler tarafından kurulması ve Türkçenin hakimiyeti ve çeşitli milletlerin Türk bayrağının gölgesinde yaşaması bakımlarından bu devlet, nev'i şahsına münhasır bir Türk devleti'ydi.
Osmanlı devletini anlayabilmek için, sadece siyasi ve askeri olaylara bakmak kafi değildir. Herşeyden önce, Osmanlı Türklerinin ahlak ve dünya-görüşü 'nü meydana getiren özelliklere dikkat etmek lazımdır.
Osmanlı Türkleri ile onlardan önceki Türklerin sistemleştirilmiş konular halinde anlatılan nitelikleri, (msl. bünye bakımından sağlıklı ve güçlü olmaları, düzenli ve mutlu ev hayatları, beslenmede aşırılıktan kaçınmaları ve temiz'liğe çok önem vermeleri, sükunet, ciddiyet ve disiplinden hoşlanmaları, konuk-severlik vasıfları, vakıflar
TIJRKI..ERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 163
ve imaretler vasıtasıyla din ve millet farkı gözetmeksizin bütün insanlara (-ve hatta hayvanlara-) şefkat ve merhamet göstermeleri gibi özellikler) sebebiyle birçok yabancılar Türklere olan hayranlıklarını ifade etmişlerdir. (bkz.br.s.19-75)
(Belgeler- 498-516)
Mesela, daha önce verilen örneklere ilave olarak: 498) Jules Lennina, Les Lumieres d'Orient- 1892
adlı eserinde diyor ki: -İstanbul'da yaşadığım sürece, tanımak fırsatını bulduğum Türk halkına karşı derin ve içten bir senpati duyuyorum. (A. Cevat, tere. s.87)
Aynı şekilde Türklere hayranlık duyanlardan biri olarak P. Loti (öl.1923) diyor ki:
499) "Uzun süreden beri Türk dostuyum . . . --/ - ve bundan dolayı da iftihar ediyor, gurur duyuyorum . . . "
500) (Zira) Yeryüzünde Türklerden daha iyi yürekli, cesur, namuslu ve kendi halinde bir başka ırkın bulunduğunu sanmıyorum. (P. Lotı, s. 57)
Yine Türk dostlarından olan Claude Farrere (öl.1957) diyor ki:
501 ) Ben Türkleri severim çünki sevilmeye layıktırlar. (CI. Farrere, s. 207)
502) (Çünki)Türkler namusludur, vefalıdır, dürüsttür. ; belki katı bir görünüşleri vardır fakat . . . zayıflara karşı inanılmayacak kadar yumuşaktırlar. ıcı. Farrere, s. 22)
503) Aynı şekilde Garanville Murray'ın Les Turc.s-1878 adlı eserine göre : -Türkler yeryüzünün en nazik milletlerinden biridir . . . (A. Cevat, s. 85)
504) Abbe Toderini 'nin De La Litterature des Turc.s- 1 789 adlı eserine göre: -Türk beyleri, Saray adamları, hademeleri , hiç bir millette rastlanmayacak derecede nezaket ve terbiye sahibi olarak yetiştirilirler. Türkler birçok Avrupalı yazarın da fark etmiş olduğu gi-
164 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
bi, . . . nezaketin en ince kaidelerine riayet ederler. (bkz.
A.Cevat, tere. s.85)
505) Türkler menfaat elde etmek yahut göze girmek için asla dalkavukluk etmezler . Hürmetkar, cesur, ciddi ve sadedirler. Kimseye hakaret etmek istemezler. Az ve öz konuşurlar. . . Türklerde sonsuz . . . şefkat ve sadelik hazinesi, güzel olan herşeye karşı köklü bir saygı , ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuttur. . . . Bütün bu hussiyetler-/ / ( onlann) mizaçlannda tohum halinde doğuştan mevcuttur . . . (A. Cevat, tere. 85-86)
506) William Martin'e göre : -Türkiye'de henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gitmek talihine mazhar olursanız, hakiki misafirperver/iğin ne demek olduğunu görür ve anlarsınız. (A. Cevat, tere . s.84-85) {Ayr.
bkz. Konu-Vll/) 507) Cesar Cantu'nün Les Trentes Demieres An
nees adlı eserine göre : -Türkler büyük bir tevekkül gücüyle birlikte, ruhi bir huzura ve bundan doğan bir sükunete sahiptirler. . . Misafirperverlikleri, söze sadakat/an, -//- ıstırap çekenlere karşı şefkat ve merhametleri dillere destandır . . .
" {A. Cevat, s. 86-87)
Nihayet zamanımızdaki yanlış tahmin ve temennilerin hılafına, Osmanlı kadınlan'nın hür ve mutlu hayatları (bkz. Konu-IX ) ile, örf ve adetJer'in titizlikle korunması (bkz. Konu-X) millet olarak Osmanlı Türkleri'nin dayandığı ana kurumlardı. Devlet'in yapı-taşlan ise: adalet, tolerans, askerlik sevgisi ve İslamiyet'den ibaretdi. (Konular: XI- xıı ve
XIV- XV) Şöyle ki, etnik olarak İmparatorluk nüfusunun an
cak üçte birini teşkil eden : 508) "Osmanlılar, fethettikleri yerlerdeki insanları
kendilerine benzetmek için hiçbir çaba harcamamışlar, (ve) . . . kendileri de bu insanlardan son derece az etkilenmişlerdir . . . "
(Ellot, ı ; ı ıoı
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 165
509) Türkler, . . . hakimiyetleri altına aldıkları halkları müslüman yapmağa hiçbir zaman zorlamamışlardır. (CI.
Farrere, s .211)
510) " . . (Türkler) , çevrelerinden çok şeyler almalarına rağmen yine de T ü r k kalabilmeleri, olağan-üstü bir niteliktir: Türkler diğer milletlerden dil, giyim, gelenek ve görenekler alabilirler fakat bütün bunlara rağmen Türk kalmasını bilirler . . .
" (Ellot, 1 1 1 13)
51 1 ) Eski Türkiye'yi medeniyete götüren tek vasıta İslam'dı. Gerçek bir iman'ları vardı: Kadınları da kendileri gibi mümin'di (CI. Farrere, s. 222)
Çünki İslam, insan aklına hitab ederek mantıki yolu gösteren ve herkesin kolaylıkla anlayabileceği kadar basit olan bir Din'dir. Bu sebeple kadın veya erkek, zengin veya fakir, günde beş vakit namaz kılmayan Türk yoktur. (bkz. Belge- 476-477 ve 479)
Türklerin dini ve (-tarihten gelen-) milli özelliklerinden birine dair, J. Michelet'nin Histoire de France adlı eserinden şunları okuyoruz:
512) Başta Yavuz Selim (salt. 1 512-1520) ve Kanuni Süleyman (salt . 1520-1566) olmak üzere birçok padişahlar devrinde Türkler, hınstiyanlara harpte itidal ve zaferde mülayemet göstermeyi öğretmişlerdir. 1526 yılında, 200.000 kişi (lik Türk ordusu) , ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve birtek ot - / /-koparmadan, yaya olarak İmparatorluğu bir baştan öbür başa kat' etmişlerdi . (A. Ce
vat, tere. s.89-90)
Atalarımızın sahip olduğu ahlaki ve ictimai değerler konusunda verilen ve sayıları -şimdilik- 500'den az olmayan örneklere (-veya Belgeler'e-) dikkat edilirse, bu özelliklerin bazı çevreler ve kişiler tarafından redd-i miras edilmek istendiğini anlamak mümkün değildir.
Türkleri çok iyi tanıdığı anlaşılan İngiliz diplomatı Sir Charles Eliot (-19.ncu asır-) diyor ki :
166 / TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
513) " . . Türkler ve Türkiye, tarihte gene mühim roller oynayacaktır. Anadoluda ve Balkanlarda gördüğümüz Türk milletinde bu güç fazlasıyla mevcuttur . . . "
(Elı
ot, 1 / 1 15)
514) Edmond Dutemple'in La Turquie d'Asie adlı eserine göre: -Türk soyundan gelenler, Avrupalılarla (ahlak bakımından) ne kadar az temas etmişlerse o kadar mükemmel ve bozulmadan kalabilmişlerdir. (A. Cevat,
tere. s. 84)
Selim-IJI (salt .1789-1807) ve Mahmud-JJ(salt.1808-1839) ile başlayan ve Abdülmecid (salt.1839-1861) zamanında Tanzimat fermanı (1839) ile kemaline eren "yenileşme hareketleri", sadece "teknoloji ve ilim" sahalarıyla hudutlanarak mutlaka devam etmeliydi fakat "Avrupa ahlakı"nın kısmen de olsa benimsenmesine asla izin verilmemeliydi. Nitekim Türklerin "ahlak ve dünya-görüşü" nü Sefaret-name adlı kitabında (bir yıl süreyle Avrupa'da kalarak gözlediği) Avrupa ahlakı ile mukayese eden 28 Mehmed Çelebi, ( öl.1732), Sultan Alımed-IJJ ( salt.1703-1730)'e demiş ki:
515) " . . . Frenkler, Türklere benzemez: aralarında gece ile gündüz kadar fark var: Eve girerken biz ayakkabı'lanmızı çıkarır ve (şapkamızı) başımızda tutanı; biz saçımızı keseriz ve sağdan sola yazanı . . . Hırıstiyanlarda ise bunların tam aksi uygulanır. Kısacası: bir Frenk'i başaşağı edin, (karşınıza) bir Türk çıkar. (•Ub1c1nı,
2/63)
516) " . . . Türkler geleneklerine bağlı bir millettir. Batının sözde medeniyetinden bazı şeyler almalarına rağmen, bunun kendilerini daha mutlu kılmadığını söylüyorlar. (Bu sebeple) Dış ülkelere en çok uymuş sayılan kişiler bile, daha çok Türkleşmiş olarak memleketlerine dönmektedir." (Fonbnagne, s. 259)
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA OÖRÜŞÜ / 167
Bilge Kağan(öl.734)'ın Türk milleti, kendine dön vecizesinden Atatürk'ün (öl .1938) Ne mutlu Türküm diyene vecizesine kadar geçen 1200 senelik uzun bir mazinin Türk gençlerine iyi anlatılması bu sebeplerle gereklidir.
Türklerin eski şaşaalı ve güçlü kimliğine yeniden kavuşması bakımından, Tarih'in tekerrür etmesini beklemek, ümidin de üstünde bir inanç ve azim meselesidir.
Sonuç olarak, Türk isminden yola çıkmak suretiyle, çeşitli özellikleriyle Türk kavramını inceledikten ve İslam hakkındaki ilginç görüşleri de dikkate aldıktan sonra görülüyor ki, (-tıpkı, pergelle çizilen bir dairenin btı§langıç noktasıyla bitiş noktasının üstüste gelmesi gibi-) Türk ve İslam kavramları biribirine intibak etmek suretiyle Türk-İslam kavramı ortaya çıkmaktadır. Bunun tezahürlerinden biri olan Türk-İslam Ahlakı'nın kaynağı ve felsefi amacı da budur
KISALTMALAR
Alm . ................ Almanca Ank . ................ Ankara Araşt . .............. Araştırmaları ayr . . ................. aynca bkz . ................. bakınız br . ................... burada (bu eser içinde) BBTE ............. BinBir Temel Eser (Tercüman Yayınlan) BTE ................ Bin Temel Eser (Milli Eğitim Bakanlığı) byt . .................. beyit c . ..................... Cild dn . ................... dipnot DTCF .......... . .. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (Ankara) Cd . ................... edition Ed. Fak. Yay Edebiyat Fakültesi Yayınlan (İstanbul Üniv.) Fr . ................... Fransızca frg ................... fragment GAL ............... Geschichte der Arabischen Litteratur hük . ... .............. hükümdarlık yılları Hz . . ................. Hazret-i İ ng .................. İngilizce İsl.Ans ............ İslam Ansiklopedisi (Miili Eğitim Bakanlığı) İst .................... İstanbul JA ................... Joumal Asiatique krş . .................. karşılaştırınız madd ............... maddesi (kelimesi) MEB ..... .. . ... . . .. Milli Enğitim Bakanlığı nşr . .................. neşr eden s ..... ... . . . . . . . . . .. . . . . sayfa str . . .................. satır tere .................. tercümesi; tercüme eden TDK ............... Türk Dil Kurumu TKAE ............. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü TTK . . . . . . . . ........ Türk Tarih Kurumu öl.m . ........ ..... ... Ölüm tarihi miladi olarak vd . ................... ve devamı yay ... .. . . . . . ......... Yayınları
BiBLİOGRAFYA
A. Djevad; Les Turcs d'apres /es auteurs celebres, /Divers temoignages et opinions, recuellis par. Ah.Djevad, (Publication du Congres National), İst. 1919
A. Cevat; Yabancılara Göre Eski Türkler, (terc.??/Yağmur Yay. İst.1974 (2nci basım) (Bir önceki eserin tercümesidir.)
Ali el-Hicazi el-Kayıni (bkz. br.s.21/no.8) Bacon, Elisabeth E., Esir Ortaasya, (tere. Tansu Say, BBTE,
no.79) İst.?? Bainbridge, Margaret; Dünyada Türkler, (tere. Mehmet Harman
cı, Say Yay.), İst.1995 Blocqueville, Henri de Couliboeuf de-; Türkmenler Arasında,
(tere. Rıza Akdemir; Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.660/ tere.eserler dizisi no.53) Ank.1986
Brockelmann, C.; İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi (tere. Neşet Çağatay; Ank. Üniv. yay.) Ank. 1954
Busbecq, Ogier Ghiselin de-; Türkiyeyi Böyle Gördüm (tere.Aysel Kurutloğlu, BBTE yay.no.31) İst. ??
Cahız; Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri (tere. Ramazan Şeşen, TKAE yay. No.33), Ank. 1967
Cahun, Uon; İntroduction a l 'histoire de l'Asie. (bkz.s.16/ dn•) Caroe, Sir Olaf; Sovyet İmparatorluğu; Sömürülen Topraklar (Mil
letler) (terc.Zerhan Yüksel, BBTE, no. 66 ve 67), İst,?? (2 cild) Claude Farrere; Türklerin Manevi Gücü (tere. Orhan Bahaeddin,
BBTE No.10)-İst. ?? Danişmend, İsmail Hami; Garp menbalanna göre Eski Türk seci
ye ve ahlakı, (İstanbul Kitabevi yay.) İst. 1982 D'Ohsson, M.de M.; 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, (tere.
Zerhan Yüksel, BBTE. ), İst. ?? Eberhard, W.; Eski Çin Kültürü ve Türkler (DTCD; Ank.1 943;
Cild-1 Sayı-4
172/ TÜRKLERDE AHIAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Eliot, Sir Charles; Avrnpadaki Türkiye, (tere. Adnan Sınar ve Şevket Serdar Türet, BBTE. no 96-97), İst.?? (2 cild)
Farrere, (bkz Claude Farnre) Fontmagne, La Baronne Durand De-; Kınm Harbi Sonrasında İs
tanbul, (tere. Gülçiçek Soytürk; BBTE, no.1 10); İst. 1977 Gauthier, Theophile; La Turquie Pittoresque, 1 855
(bkz.Belge-35) Gazzali; Nasilıatül-miiluk (bkz.br.s.21/no.7) Gazzali; İtikatta Ortayol, (terc.K.Işık), Ank. 1974 Grenard, Fernand; A.l)'anın Yükseli§i ve Düşüşü, (tere. Orhan
Yüksel, BTE, Devlet Kitapları), İst. 1 970 Howard, George William Frederick; Türk Sulannda Seya/ıat,
(tere. Şevket Serdar Türet, BBTE no.117) İst. 1 978 İbn Battuta, Seyalıatname'sinden Seçmeler (hazırlayan İsmet Par
maksızoğlu; BTE; Devlet Kitapları-), İst.1971 İbn Haldun, Mukaddime (tere. Zakir Kadiri Ugan, nşr. Devlet
Kitapları) İst. 1986 İbn Hassul; Türkler Hakkında Bir Eseri (= Tafdil'ül-Etrak) (nşr
Abbas Azzavi, tere. Şerefeddin Yaltkaya- nşr. Belleten; Sayı: 14-15/s.235-266), Ank 1940
İbn Said el-Kurtubi; Tabakatül-Ümem (nşr.Mısır, ??) İbnül-Kıfti; İhbarül- Ulema (bkz.br.s.21/no.12) Kantemir, Dimitri (1673-1723) Osmanlı İmparatorluğunun Yük
seliş ve Çöküş Tarihi (tere. Ö. Çobanoğlu; nşr. Cumhuriyet Kitap Kulübü; İst.: İki eild)
Keklik, Nihat; Filozoflann Özellikleri, (Doğu yay.) İst..1983 ve yeni neşri, İst. 2001
Keklik, Nihat; Türkler ve Felsefe, İst.1986 Kienitz, Frederieh Kari-; Büyük Sancağın Gölgesinde (tere. Sey
fettin Halit Kakınç; BBTE, no. 45), İst. ?? Kunos, İgnaez; Türk Halk Edebiyatı, ( tere. Tuncer Gülensoy;
BBTE, No.127), İst. 1978 Lady Montagu; Türkiye Mektuplan: 1717 - 1718 (tere.Aysel Ku
rutluoğlu: BBTE, no.12) İst. ?? Lamartine, A. De-; Türkiye Tarihi (tere. M. R. Uzmen, BBTE,
no.38-44; Yedi cild), İst .. ?? Loti (-bkz. Pierre Loti) Machavelli, N.; Hükümdar, (tere.Yusuf Adil Egeli), İst. 1955 Mautai, L; Die Clıinesischen Nachrichten zur Geschiclıte der Ost
-Türken/ Tu-Kiue, Wiesbaden, 1938; s.53 Mes'udi, El-Teııbih vel-İşraf (Fransızca tere. Carra de Vaux, Le
Livre d'Avertissemeııt et de la Revision), Paris, 1897
TÜRKLERDE AHlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ/ 173
Montagu (bkz Lady-) Max Müller, Mrs. Georgina; İstanbııldaıı Mektuplar (tere Afife
Buğra; BBTE, no. 131); İst. 1978 Neave, Dorina L.; Eski İstanbıılda Hayat, (tere. Osman Önde§,
BBTE); İst. 1978 Pierre Loti; Can Çekişen Tiirkiye-1914 (La Turquie Agonissante)
(tere. Fikret Şahoğlu; BBTE, no.27)) İst.?? Rackzynski, Edward; 1814'de İstanbul ve Çaııakkaleye Seyahat
(tere. Kemal Turan; BBTE no.150) isı. 1980 Ramber, Lui; Gizli Notlar (baskıya hazırlayan Niyazi Ahmet Ba-
noğlu; BBTE, no. 75), İst. ?? Rasonyi, Laszlo; Tarihte Türklük (TKAE yay.) Ank.1 988 Ricaut (bkz. Rycaut) Roux, Jean-Paul; Türklerin Tarihi (:Büyük Okyanustan Akdenize
2000 Yıl) (tere. Galip Üstün; Milliyet Yay.no.74) İst. 1991 Rycaut, Türklerin Siyasi Düstur/an (baskıya hazırlayan: M. Reşat
Uzmen, BBTE, no. 81), İst. ?? Sanz, Manuel Serbano Y.; Türkiyeııin Dön Yılı: 1552-1556 (tere.
A.Kurutluoğlu BBTE, no.18), İst. ?? Schopenhauer, Arthur; The World as Will and İdea: (transı. by
R.B. Haldane & J. Kemp); London, ? Şeşen, Ramazan; İslam Coğrafyacılanna göre Türkler ve Türk ül
keleri, (nşr. TKAE yay. no. 57) Ankara-185 (tercümeler içermektedir) Takats, S; Macaristan Türk aleminden çizgiler, (tere. Sadrettin
Karatay, BTE,) İsı. 1970 Tavemier, J. B.; XVJJ. asır onalamıda Türkiye üzerinden İran 'a
seyahat, (tere. Ertuğrul Gültekin, BBTE no. 1 53), İsı. 1980 Thevenot, Jean; 1655-1656'da Türkiye (tere. Nuray Yıldız, BBTE,
no.120) İst. 1978 Tott, Baron de-; 18. Yüzyılda Türkler, (tere. Mehmet R. Uzmen,
BBTE no. 89), İsı. ?? Ubicini. M.A.; Türkiye-1850 (tere. Cemal Karaağaçlı, BBTE no,
63-64 ), İst. ?? (2 cild) •Ubicini, (J.H.A.??) (=M.A.); 1855'de Türkiye, (tere. Ayda Düz;
BBTE, no. 98-99), İst. 1977 (2 cild) Ubicini, M.A.; Osmanlıda Modem/eşme Sancısı (Lettres sur la
Turquie) (tere. Cemal Aydın, Timaş yay.) isı. 1998 Vambery, Arminius; Bir Sahte Dervişin Orta Asya Gezisi, (hazırla
yan N.Ahmet Özalp; Ses yay.), İst. 1993 Yaltkaya, M. Şerefeddin; Tiirklere Dair Arapça Şiirler (Türkiyat
Mecm. Cild-5/ s.307-326)
y AZARIN DiöER EsERLERİ (Kitaplar ve Makaleler)
1. Farabi'nin Kategorileri, İsı. 1960 (: İst. Üniv. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enst. Dergisi; C. 2; cüz 2-4/ s. 1 -48): (:makale, 48 sayfa)
2. Farabi Mantığınuı Kökleri, İsı. 1961 (:İst. Üniv. Ed. Fak. Şarkıyat Mecmuası; C. 4/, s. 147-170) (:makale; 23 syf.)
3. Sadreddin Konevi'ııin Düşüncesinde İnsan, Kader ve Ahlak, İst. 1964 (:İst. Üniv. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi; C. 4/, Cüz 1-2/, s. 65-80) (:makale; 15 syf.)
4. Muhyiddin İbnül-Arabi: Hayatı ve Çevresi, İst. 1966 (Fatih Basımevi) (:kitap; 184 syf.)
5. Sadreddin Konevi'nin Felsefesinde Allah, Kainat ve İnsan, İst 1967 (Ed. Fak. Yay. no. 1208) (:kitap; 24+ 192 syf.)
6. Manevi Kalkuıma, İsı. 1967 (Cağaloğlu yayınları, no. 25) (:kitap; 100 syf.)
7. Muhyiddin İbnül-Arabi: El-Bulga fil-Hikme (:Felsefede Yeterlilik), İst. 1969 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1403) (:kitap; 44+576 syf.)
8. İslıim Mantık Tarihi ve Farabi Mantığı, İsı. 1969-1970 (iki cild) (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1405 (: kitap; 88+94 syf.)
9. İbnül-Arabi'nin Eserleri ve Kaynaklan İçin misdak olarak El-Fümhıit el-Mekkiye (:Yan Motifler); İst. 1974 (İsı. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1726) (: kitap; 14+256 syf.)
10. Felsefe: Mukayeseli Temel Bilgiler ve Kaynaklar, İst. 1978 (Çağrı yayınları) (:kitap; 336 syf.)
1 1 . İbnül-Arabi'nin Eserleri ve Kaynaklan için misdak olarak El-Fütuhat el-Mekkiye (:Esas Motifler); İsı. 1980 (İst. Üniv. Ed. Fak. Yay. no. 1991) (: kitap; 14+275 syf.)
12. Türk-"İslôm Filozofu İbn Sina: Hayatı ve Eerleri, İst. 1981 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, Sayı: 22-23/ s. 1-53) (:makale, 53 syf.)
13. Felsefeniıı İlkeleri (felsefeye Giriş -1) İst. 1982 (Doğuş Yayınları) (:kitap, 14+270 syf.)
14. Felsefeııin Tekniği, İst. 1984 (Doğuş Yayınları) (:kitap, 14+254 syf.)
176/ TÜRKLERDE AHI.AK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
15. Felsefede Uslııp Meselesi ve B.:izı İlkeler, İst. 1934 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, C. 24/ s. 55-70) (:makiile, 15 syf.)
16. Türk-İslam Filozoflannın Avrupa Kiiltiirüne Etkileri, İst. 1984 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, S.24/ s. 1-25) (:makaie, 25 syf.)
1 7. Felsefe Bakımıııdan Metafor, İst. 1984 (İst. Üniv. Ed. Fak. Felsefe Arkivi, C. 25/s. 17-36) (:makale, 18 syf.)
18. Hekim l'e Hakim Olarak İbn Sina, Kayseri, 1 984 (Gevher Nesibe Sultan anısına düzenlenen İbn Sina Kongresi tebliğleri; Kayseri, 14 Mart 1984/ s. 313-333), (:makale, 20 syf.)
19. İbn Sinaya göre çocukta ve gençlerde mutedil mizacın şartları, Ankara, 1984 (Türk Tarih Kurumu Yay.; İbn Sina, Ölümünün birinci yılı Armağanı - 1984/ s. 249-255) (:makale, 6 syf.)
20. Mevlana 'da metafor yoluyla felsefe, Konya, 1985 (1. Milli Mevlana Kongresi tebliğleri, s. 39-73) (:makale, 24 syf.)
21 . Türk-İslam Filozoflannın A vrnpa Kültürüne Etkileri Konusunda Yeni Örnekler, (Felsefe Arkivi, No. 26'da çıkacak)
22. Türkler ve Felsefe (Türk-İslam Felsefesi), İst. 1986 23. Felsefede Metafor (Metafor Yoluyla Felsefe Problemlerinin
Açıklanması), İst. 1990 24. Türklerde Ahlak ve Diiııya Gönlşü, İst. 2001 (Ötüken Neşri
yat) 184 sh. 25. Filozoflann Özellikleri (yeniden gözden geçirilerek yayıma ha
zırlanıyor) (:Felsefeye Giriş -2), İst. 1983 (Doğuş Yayınlan) (:kitap, 240 syf.)
26. Biyografiler (Basıma Hazır) 27. Felsefe Tarihinde Türkler (Basıma Hazır) 28. Türk-İslam Kültürü (Basıma Hazır) 29. Felsefede Tenkid (Hazırlanıyor) 30. Türk-İslam Felsefesinde Düşünce Akım/an, (Hazırlanıyor) 31. Metinlerle: Felsefe Disiplinleri (Hazırlanıyor) 32. Bacıdan Doğuya ve Doğudan Batıya: Etkiler (Hazırlanıyor) 33. Tiirk-İsliim Felsefesi Tarihi (Hazırlanıyor)
ŞAHIS İNDEKSİ
Abdülmecid, 1 19, 130, 148, 166 Ahi Duman, 40, 59 Ahi Sinan, 59 Ahmed (III), 1 14, 166 Ali el-Hicazi el-Kayıni, 19 Ali ibn Ebi Talib, 61 Ali Paşa, (Çorlulu) 96, 102 Andrassi Kossuth, 1 14 Atatürk, 29, 167 Attila, 20, 23, 47 A'şa, 17 Avfi, 20, 23, 24
Bardeau, J. 73 Barth, Hans, 32, 51 , 81 , 90, 1 14,
120, 124, 125 Bayazıt, (l., Yıldırım), 87 Bayazıt (il), 1 17 Bilge Kağan, 15, 16, 21 , 167 Blanqu, 68, 105, 160 Bosworth, 32 Bolero, Giovanni, 52 Brayer, 54 Broquiere, 17 Bumin Kağan, 21 , 22 Busbecq, 17, 37, 64, 87, 141 Byron, Lord, 32
Cahız, 17, 19, 24, 25, 26, 53 Cahun, 140 Castrius, M. De 124 Chalcondyle, 105
Cherzer, 34 Cesar, Cantu, 132, 164. Cioconel, Popescu, 123
Danişmend, 1 3, 39 Davud, 159 Dernburg, 51 Despina, (Yıldırım Bayezid'in eşi),
87 D'Ohsson, 53, 76, 90, 9 1 Dutemple, Edmond, 1 66
Ebu Şüsteri, 40 Eliot, Sir Charles, 22, 62, 92, 103,
129, 141 , 143, 1 53, 155, 165 Emil, 61, 1 16 Esma Sultan, 127, 131
Farrere, Claude, 18, 163 Fatma (Keıhuda'nm eşi) 78 Fenari, (Molla), 100 Fontmagne, 34, 50, 125
Gaulhier, Theophile, 32 Gazi Çelebi, 142, 147 Gazzali, 19, 37, 39 Gerdizi, 19, 74 Gibbon, E., 13 1 Gölpmarlı, A., 9 1 Grousset, 140 Grumckow, (General), 120 Guatelli Paşa, 1 14
178 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Gül-Baba, 1 56 Gürol, E., 73
Hafize Sultan, 78 Halil Paşa, 68 Hamlin, Cyrus, 125 Harabati Baba, 156 Hasip Efendi, 1 14 Heredot, 148 Hill, Mr. 78 Howard, 141 Hürrem Sultan, 128 Hüsrev Paşa, 95, 100 Hz. Muhammed, 17, 20, 22, 67, 73,
82, 122, 154, 156, 158, 159, 161 Hz. Ömer, 1 13
İbn Battuta, 1 7, 20, 24, 27, 38, 40, 58, 60, 142, 148, 156
İbn Fadlan, 19, 41, 85, 1 54, 155 İbn Haldun, 1 7, 20, 64 İbn Hassul, 19, 24, 26 İbn Kalem-Şah, 61 İbn Said, 19, 23, 24 İbn'ül-Kıfti, 20 İbnü'r-Rumi, 1 7 İbrahim, ( 1 Sultan), 89 İdrisi, 19, 23, 24, 37, 39, 75 İhşid Oğulları, 22 İsa, 102, 159 İşbara Kağan, 16 İzmirli, İsmail Hakkı, 1 7
Jüstinyen, 1 19
Katırcıoğlu, Mirac, 73 Kazvini, 20, 37, 39, 75 Kemal Efendi, 1 1 4 Konstans, 1 19 Kostantin, 1 19 Köprülü, 107, 126, 156 Kösem Sultan, 128 Kutluğ Kağan, 21
Lamartine, 1 18, 120, 130 Lattas, Michel, 148 Le Bryn, 39, 76 Lermina, J ult:s, 163 Ligeti, 140 Locke, 1 1 1 Loti, Pierre, 18, 34, 69, 120, 121,
126, 163 Lybyer, A. H., 109, 132, 15 1
Machiavelli, 33 Mahmud Paşa, 1 1 4 Mahmud, (Gazneli), 22, 1 3 1 , 138,
148, 1 55, 1 57, 160 Mahmud-il, 166 Malebranche, 73 Marsigli, 61 Martin, William, 62, 164 Mehmed Çelebi, 166 Mehmed Paşa, (Baltacı), 106 Mehmed, (Fatih) 1 19 Mehmet Ali Paşa, 68 Menavino, 1 51 Meryem Ana, 1 19 Mes'ud (il Sultan) 142, 147 Mes'udi, 19, 24, 26, 37, 38 Mete, 20 Mevlana, 91 Michelet, J. 165 Milel, 1 19 Mimar-Ağa, 45 Moltke, 68 Montagu, Lady, 72, 77, 1 1 7 Montesquieu, 135 Muineddin Herevi, 19, 24, 27 Murat, iV. 89 Murray, Garanville, 31 , 32, 163 Musa Paşa, 141 , 146 Musa, (Hz), 159 Mustafa Celaleddin Paşa, l 14 Mustansır Billah, 41 Muzaffer Paşa, 1 14
Nabi, 67 Nabiga, 17
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 179
Nasreddin Hoca, 53, 85, 91 , 92 Nazif Maluf, 91 Nietzsche, Fr., 74 Nihal Paşa, 1 14 Numancddin Harezmi (Hoca), 60
Orhan Gazi, 63, 90 Osman Gazi, 131 Osman Paşa, 1 47, 148
Ömer Beğ, 142, 148 Ömer Paşa, 142, 144, 148, 149
Parker Mr., 21, 33 Paskeviç, Prens, 141, 14 7
Rasonyı, 140 Raymond, 66, 105, 1 23, 124 Reclus, 70 Ricaut, 1 4 1 Rıza Paşa, 68 Rousseau, 61 , 1 16, 156 Ruclus, 25 Russell, B., 73 Rüstem Paşa, 109, 1 14 Rycaut, 47, 88
Sadık Paşa, 1 14 Saffet Paşa, 1 40, 144 Sait Halil (Paşa), 106 Salahaddin Eyyubi, 1 13 Satuk Buğra Han, 22, 1 55 Schopenhauer, 29, 35, 52, 73
Selim, (il.Sultan) 1 19 Selim, (Yavuz), 131 , 165 Sinan Paşa, 51, 109 Slade, 124 Sultan Özbeg, 60 Süleyman, (Kanuni Sultan), 95, 131 ,
152
Şeyh Dada Emir Ali, 41 Şeyh Halil, 156
Tecer, A K., 91 Teoman, 20 Tevfik Bey, 149 Thevenot, 29, 37, 38, 40, 140, 141 Thomsen, Vilhelm, 21 Thouvenel, M., 125, 144 Thukidides, 74 Timur, 23, 87, 91 Toderini, 30, 163 Tolon-Oğulları, 22 Tonyukuk, 2 1 Trak'Iı Artemius, 1 19 Tumen, 22
Ubicini, 53, 62, 63, 92, 100, 102, 103, 105, !06, 1 14, 1 16, 122, 128, 129, 133, 140, 141 , 1 55
Urquhart, D., 87, 1 23
Yanda, 31, 87, 135, 137, 139 Vimercati, 32, 34, 55 Voltaire, 80, 1 1 1 , 1 12, 1 56
Yuıın Chwang, 153
TERİMLER İNDEKSİ
Adalet Mülkün Temelidi[" 93-110 adet ( = görenek)'lere bağlılık 85 ağaı,; dikmek 138 ağır ce7.a 1O1 ağır-başlılık 54 abi-ler 58-62 akıl 35 akl-ı selim (-sağduyu) aksakal 130 an'ane (=gelenek)'lere bağlılık 85 antropolojik olarak Türkler 25 arslanların sultanı 24 askeri disiplin 145 Askerlik Sevgisi ve Ordu 140-152 assimile etmek (Türkleştirmek)-35 aşın eylence yoktur 33 Avrupalılar yaptıklarından utanma-
lıdır 122 Ayasofya 1 17-1 18-1 1 9 ayva 92 az hareket etmek 55 az konuşmak 55 bakır yemek takımları 50 balık 48 Basilev-lerin portreleri 120 Başkurd-lar 41 başlık(=ağırlık) 84, 87-88
bayrağa bağlılık 145 bekarlık iyi sayılmazdı 86 Beslenme Rejimi ve Temizlik 47-51 birlik (-milli birlik) 29 bıyık 41 bölükbaşı 1 55 böri (kurt) 1 55 buğday 48 Bulgar çeteleri 103 Bulgar zulümleri 120, 121 Bulgar-lar 124 Büyük Türk (=Padişah) 1 12 cami-ler 160 canan (kanun) 94 caravan (-kervan) 63-64, 65 ceza (-lar) 56, 108,109 (bkz. suç) ciddiyet 52-57 Cuhi-Cuha-Hoca deyimi 91 Cuma namazı 100 cumhuriyet 136, 16 1 çeşme-ler 67 çocuğun kulağına ezan okumak 85,
89 çorba 49 dans 29, 33 davalar çabuk sonuçlanırdı 1 0 1 davkı 49 Devlet 127-139
TÜRKLERDE Al-IlAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 181
devşirmeler (iç-oğlanı) 15 1 dilenci veya fakir yok 68, 105 dilenci yoktur 68 disiplin 52, 56, 57 divan (kabine= hükumet) 133 doğruluk (dürüstlük) 28 doktor(-lar) 40 doktorluk 38 döşek 45 eksik ölçü kullanmanın cezası 109 Enderun mektebi 151 Enderun'daki gençlerin eğitimi 132 erken yatıp erken kakmak 46 Ermeni kadınları 76 Ermeniler 32, 33, 101 , 103, 106,
124, 125 erzaim 1 55 eşitlik (adalet) 93, 96, 104, 130 eşitlik sebebiyle Türkiye'de fakirlik
yoktur 68 ev 43 Ev Hayatı 43-46 evlad-ı fatihan 155 evlilik 84 eyalet-ler 1 34 fakirlik yoktur 68 fehametlu (altessa) 133 ferik (tümgeneral= tümen komuta-
nı) 150 fetva 1 33 fırsat eşitliği 105 fityan 59 Franklar ve Gallo-Romenlcr 1 23 Fransızlar 121 Frenk kadınları 76 fütüwet 58 Gallo-Romenler ve Franklar 123 Gazneliler 43 gerçek Türkler 28, 29, 35, 36 Gök-Tanrı inancı 154 gümüş kaşık 50 gümüş tabak 50 gümüş tuzluk 50 gürültü yok sükunet var 54
hacıvat-karagöz 90 haç (istavroz) 102 hak ve hakikat 94 hak-lar (=hukuk) 94 hane 43 han-lar 65, 66 harem (=aile= çocuklar deyimi)
75, 86 harem 73 harem dairesi 44 Harem'deki genç kızların eğitimi
132 hayır-severlik ve şefkat 63-70 hayvan hastahanesi 64 hayvan sevgisi 69 hayvanlara eziyet yasaktır 69 hayvanlara haftada iki gün dinlen-
me izni 70 Hınçaklar (-Enneniler) 125/dn. Hindliler 39 hırsızlık cezası 108, 109 hiyleli tartı cezası 109 hocabaşı (=muhtar) 134 hoş-görü (= tolerans) 1 1 1 - 126 hüviyet 94 iç-ağaları 1 32 içki (alkol-) 29 idam cezası 1 1 0 imaret 63 inci 27 incir 92 incir sütü 49 İngiliz(-ler) 35 inşaAllah sadrazam olursun 105 irade 35 İslamiyet-- Kur'an ve Hz. Muham-
med 153-161 İspanyol(-lar) 35, 51 israftan kaçınma'k 29 İtalyan-lar 121 , itidal 93 kadı-lar 99 kadın (Malebranche'a göre) 73 kadın (Nietzsche'ye göre) 73
182 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
kadın (Schopenhauer'e göre) 73 kadın hakları 78 kadın'ın ruhu var mı ?(-Hırıstiyan-
lara göre-) 83 kadın namus'tur 74 kadın-lar 71 -83 kadınların "imamlık" yapabilmesi
79 kadın'ların Yahudi erkeklerle ilişki-
si büyük suç 108 kahramanlık 146 kahve-haneler 89-90 kanun (canon) 94, 95, 98 kaplumbağa 106 Karluklar (bir Türk boyu) 39 kaymakam (muhassıl) 134 kazasker 99 kazaskerlik 134 Kazıklı Voyvoda 139 kervan-saray 63-64, 65, 66 kethudanın eşi Fatma 77 kımız 33, 49 kırbaç 74 Kırımlı kadınlar 79 Kırımlı Türkler 49 kısas 108 konak 43 Konuk-severlik ve Ahiler 58-62 konuk-severlik( =misafir-perverlik)
32, 58-62, 164 köle-ler 64,68 köpeklerin korunması için kanun
69 köstebek 106 kumar 29, 33 Kur'an 156 Kuvvet- Güzellik ve Uzun Ömür
37-42 kuzerkin 1 30 Lazaristlcr 1 1 4 leylek-ler 70 lokanta yok 48 lüks yok 44 ınabeynci 1 32
mahiyet 94 malikane 137 mangal 45 matkap 147 meclis-i hass 1 33-134 Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye 95,
100 Mecusi kadın'larla evlenme yasağı
87 meddah-lar 90 merkep (-hayvanlara izin) mesken masuniyeti 102 mevleviyet 95, 100 milli birlik 28, 33 misafir-evi (misafir-hane) 62 molla-( =kadı)'lar 95, 101 monogami 81 muhassıl (kaymakam) 134 mukataa 1 37 Musul valisi ve Yahudi 1 16 mutasarrıf-lar 134 mutedil 93 Müsamaha (Hoş-görü) 1 11-126 müşir (mareşal) 1 50 müşir-ler 1 33 nahiye-lcr B4 namus (:nomos=kanun) 94 namus 84, 86 nazik 30 nikah merasimi ve düğün 88-89 nikahsız yaşamak büyük suçtur 84,
86 nomos (namus) 94 Normanlar ve Saksoıılar 123 Oğuzlar 1 30 ok atmak 38 Oltentiza 14 7 oniki Tanrı inancı 154 Osmanlı Türkleri (Genel Nitelik-
ler) 28-36 Osmanlı Türklerinde Kadın 71-83 Otuz yıl savaşları 1 1 1 ölçülü yemek 40 örf 95, 98
TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ / 183
Örf ve Adetler 84-92 padişah-lar 131 paşa-kapısı 44 Peçenekler 4 1 pirinç (=pilav) 48,49 poli-gami 73,,81 poligami duygusu (-Russell'a göre)
73 Pomaklar 155 putperest kadınlarla evlenme yasağı
86, 87 putperestler ile dinsizler küçümse-
nirdi 1 13 rahibeler 1 18 Rum kadınları 76 Rum patriğin idam edilmesi 126 Rum(lar) 33, 70, 101, 103, 120, 121,
123, 147, 1 56 Rus-lar 1 47 rüşvet 9( dn) saç (--uzun--) 41 sadelik 44 sadrazam 132 sağdıç 88 sağ-duyu (akl-ı selim) 28, 29, 34, 35 sakal 41, 42 Saksonlar ve Normanlar 123 saray 43 saray-ı hümayun 43 saray-ı sadr-ı ali 43-44 sarnıç 67 selamlaşma şekli (-temenna) 28, J l selam-lık 44 (-harem) sertlik 28 sessiz konuşmak 54 Sırp-lar 121 Silistre kuşatması 1 46 sofa (=bir çeşit divan) 45 sosyal adalet 105 suç cezasız bırakılmaz 56, 1 09, 145 sultan (unvanı) 131 Sükünet - Ciddiyet ve Disiplin
52-57 sünnet merasimi 89
sünni-lik 27, 158 şalvar 61 Şamanizm 153 şefkat ve merhamet 32 şehit- lik 144 şehzadekr'in eğitimi 131 şerbet (sorbet) 33, 49, 1 13 şeyhül-İslam 99, 133 Tarihde Türkler ve Özellikleri
19-27 tavla ve iskanbil 33 tekke 58 temenna 28, 31 terbiye 28 terbiyeli 30 tesamuh (-hoşgörü) Tevrat 102 tımar 137 tıp (-doktorluk) Tolerans (Müsamaha=Tesamuh)
111-126 Torbeşler 155 Tunguzlar 56 Turani ırk(Türklcr) 25 Türk beyleri 30 Türk çocukları 54 Türk esirlerinin gözlerini oyanlar
121 Türk gibi kuwetli 37,38 Türk köylüsü 3 1 Türk olarak kalmayı bilmek 30 Türk-İslam Ahlakı 162-168 Türkler doğuştan asker'dir 143 Türkler efendi ve naziktir 30 Türkler güzel bir millettir 38 Türkler uzun ömürlü'dür 40,41 Türklerin dindarlığı 1 58 Türklerin kolları kuwetlidir 38 Türklerin sözü senettir 32 Tıirkleştirme (:assimilasyon) yapıl-
mamıştır 1 22-123-124 Türkmenler 59, 1 03, uyku 43 uzun saç ayıptır 41 vakf-lar (=evkaf) 63, 64, 1 15
184 / TÜRKLERDE AHLAK VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
valide (padişah annesi) 131 vali-ler 134 vatan sevgisi 26 vehm (vehim,evham) 39 vergi-ler 1 38 vezir (manası) 132 vezir-i azam (=sadrazam) 133 yabgu 130 Yahudi kadınları 76 Yahudiler 33, 102, 103, 1 15-116-1 17 yalancı şahitliğin cezası 108 yardım-severlik 66 yaşamak için yemek (az yemek)
(=az yemek) 48 yedi millet 26 yemek için yaşamamak 48
yıkanmak 51 yoğurt 49 yumurta 48 yumuşak huylu 30 yumuşaklık 28 Yunanlı-lar (-Rumlar) Yüksek Adalet Divanı (- Meclis .. . )
95, 100, 101, zaim-oğlu 155 zeamet 137 Zenci kadınlarla evlenmek yasağı
84 Zenciler 39 zina yoktur 107 zina'nın cezası ölümdür 107