T.C. ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ANABĐLĐM DALI “SĐYASAL...
Transcript of T.C. ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ANABĐLĐM DALI “SĐYASAL...
T.C. GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ANABĐLĐM DALI
“SĐYASAL KĐMLĐK ALGILAMALARININ TÜRK DIŞ POLĐTĐKASI’NIN OLUŞUMUNA ETKĐSĐ”
DOKTORA TEZĐ
Hazırlayan: Kemal ÇĐFTÇĐ
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Burcu BOSTANOĞLU
ANKARA-2007
Ek-3a: Doktora Tezi Đçin Jüri Üyeleri Onay Sayfası
ONAY
Kemal ÇĐFTÇĐ tarafından hazırlanan “Siyasal Kimlik Algılamalarının Türk Dış
Politikası’nın Oluşumuna Etkisi” başlıklı bu çalışma 05.06.2007 tarihinde yapılan
savunma sınavı sonucunda oybirliği / oyçokluğu ile başarılı bulunarak jürimiz
tarafından Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalında doktora tezi olarak kabul edilmiştir.
Prof. Dr. Ersin ONULDURAN (Başkan)
Prof. Dr. Hüseyin Levent KÖKER
Prof. Dr. Sertaç Hami BAŞEREN
Prof. Dr. Burcu BOSTANOĞLU(Danışman)
Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
i
ĐÇĐNDEKĐLER
ĐÇĐNDEKĐLER…………………………………………………………………………………i KISALTMALAR……………………………………………………………………………….v GĐRĐŞ…………………………………………………………………………………………..1
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
TOPLUMSAL BĐLĐMLERE ve ULUSLARARASI
ĐLĐŞKĐLERE KURAMSAL YAKLAŞIM
I.BĐLĐM TARĐH ve KĐMLĐKLENME/TOPLUMSALLAŞMA……………………………..12
A – BĐLĐM-ĐKTĐDAR ĐLĐŞKĐSĐ………………………………………………………...12
B - BĐLĐMSEL ĐLERLEME NASIL GERÇEKLEŞĐR ? …………………………….13
1 - Toplumsal Bilimlerde Egemen Paradigma: Pozitivizm………………17
2 – Hermeneutik / Yorumsamacı Yaklaşım………………………………20
3 – Frankfurt Okulu ve “Eleştirel Kuram”………………………………….23
C- TARĐH BĐLĐMĐ ve SOSYOLOJĐ…………………………………………………..28
1- Tarihsel Süreç- Doğa Süreci Ayrımı…………………………………..28
2 -Tarih Nasıl Đnşa Edilir ?......................................................................32
D -TARĐHSEL SÜREÇ ve TOPLUMSALLAŞMA / KĐMLĐKLENME SÜRECĐ….33 1- Kimlik Duygusunun ve Kolektif Belleğin Oluşumu……………………35
2–Ulusal Aidiyetin / Yurttaşlığın Sınırları…………………………………36
3- Kimlik ve Farklılık / "Öteki"lik…………………………………………...39
II.ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ve KAVRAMSAL ARAÇLAR…………………………..42
A-ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERDE SIKÇA KULLANILAN BAZI
KAVRAMLAR………………………………………………………………………42
1- Ulusal Güvenlik Kavramı………………………………………………...42 2- Ulusal Çıkar Kavramı……………………………………………………45
B- KARAR VERĐCĐLERĐN ALGILAMALARININ OLUŞUMUNU ETKĐLEYEN
ETKENLER…..……………………………………………………………………49
1- Resmi Đdeoloji ya da Devlet Kimliği ya da Ulusal Kimlik……………..49
2- Raison D'etat / Devletin Varoluş Sebebi……………………………….51
3–Đmaj………………………………………………………………………...53
4–Đnançlar ve Değerler……………………………………………………...54
ii
III. ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERĐN KURAMSAL ÇERÇEVESĐ………………………...56
A – ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER DĐSĐPLĐNĐ'NĐN ORTAYA ÇIKIŞI……………...56
B - ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERĐN EGEMEN PARADĐGMASI:
GERÇEKÇĐLĐK/REALĐZM……………………………………………………….58
C - NEO – REALĐZM…………………………………………………………………65
D – “ELEŞTĐREL KURAM”IN ULUSLARARASI ALANA TAŞINMASI………….67
1 – Gramsci’nin “Hegemonya” Kavramı………………………………….70
2 – Robert Cox'un Hegemonya Kavramı………………………………...74
3 - Hegemonik Dünya Düzeninin Kuruluşu………………………………79
4 - ABD Hegemonyası’nın Kuruluşu………………………………………81
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
TÜRK SĐYASAL KĐMLĐĞĐNĐN OLUŞUMU
I. OSMANLI DEVLETĐ’NĐN ÇÖKÜŞ DÖNEMĐ…………………………………………...87
A –DEVLETĐ KURTARMA ARAYIŞLARI…………………………………………..87
1- Kanun-i Esasi Bağımsızlık Yolunda Bir Araç………………………….90 2- Bulgaristan, Bosna-Hersek ve Girit’in Ayrılması……………………...97
3- 31 Mart Vak’ası: Đz Bırakan Đrticai Kalkışma…………………………..99
B- YENĐ BĐR AYAKLANMALAR ve SAVAŞLAR DÖNEMĐ……………………...102
1- Arnavutluk, Makedonya ve Yemen Đsyanları………………………...102 2-Trablusgarpta Đtalyanlarla Savaş………………………………………105
3- Balkan Savaşları……………………………………………………….106
C – EN ÖNEMLĐ SORUNLARDAN BĐRĐ: “RUM ve ERMENĐ AZINLIKLAR”....119
1-Balkan Komitacılığı / Çeteciliği…………..…………………………....119
2- Aydın (Đzmir) Rumları ile Yunanistan Makedonyası Müslümanlarının
Mübadelesi………………………………………………………………123
3 – Ermeniler…..………………………………………………………….126
D- OSMANLI KURTULUŞ SAVAŞINDA………………………………………….132
E - MONDROS MÜTAREKESĐ ve SONRASI…………………………………....136
II. ULUSAL MÜCADELE DÖNEMĐ………………………………………………………143
A – MĐLLĐ / ULUSAL MÜCADELE’NĐN OLUŞMASI…………………………….143
1- Ulusalcıların Dış ve Đç Düşmanları..................................................143
2- Đttihatçılar Şimdi’nin Kuvvacıları……………………………………...149 3 - Đzmir’in Đşgali ve Milli Mücadele’nin Örgütlenmesi…………………152
B –SEVR BARIŞ ANDLAŞMASI…………………………………………………..159
iii
C - DIŞ GÜÇLER ve ĐSTANBUL HÜKÜMETLERĐ’NĐN ÇIKARDIĞI
ĐSYANLAR………………………………………………………………………..177
D–ULUSALCILARIN DIŞ ve ĐÇ DÜŞMANLARINDAN KURTULMASI………...184
1- Ulusalcıların Dış Düşmanlarından Kurtulması………………………184
2–Ulusalcıların Đç Düşmanlarından Kurtulması………………………...187
a – Azınlıklar………………………………………………………...187
b - Padişah, Saray, Babıâli……………………………………….190 3 - Anadolu’nun Vatanlaşması…………………………………………...192
E – LOZAN BARIŞ ANDLAŞMASI………………………………………………..196 1- Batı Trakya ve Adalar Sorunu…………………………………………199 2 - Ahali Mübadelesi ve Patrikhane Sorunu…………………………….205 3 – Boğazlar Sorunu………………………………………………………211 4 - Azınlıklar Sorunu ve Ermeni Yurdu Konusu………………………...214 5- Musul Sorunu……………………………………………………….......225 6 –Kapitülasyonların Kaldırılması………………………………………...234 7 –Siyasal Utku Anıtı Olarak Lozan Andlaşması……………………….240
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ’NĐN SĐYASAL
KĐMLĐĞĐ ve DIŞ POLĐTĐKASI
I. TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ’NĐN ĐNŞA EDĐLMESĐ……………………………………245 A- TÜRK SĐYASAL KĐMLĐĞĐNĐN HEGEMON ĐDEOLOJĐSĐ:KEMALĐZM……....245 B–CUMHURĐYET’ĐN/MUSTAFA KEMAL’ĐN ĐÇ DÜŞMANLARI/TEHDĐTLERĐ..255 1 - Osmanlı'dan Arta Kalanın ya da Dinsel Olanın Kontrol Altına Alınması..........................................................................................255 2 - Mustafa Kemal'in Milli / Ulusal Mücadele Arkadaşları Yeni Đç Düşman…………………………………………………………………260
3 - Etnik Bütünlük ya da Kürtlerin Islahı Meselesi……………………...264
4 - Terakkiperverden ve Đttihatçılardan Arta Kalanların Tasfiyesi…..268
5 - Güdümlü Bir "Öteki" : Serbest Cumhuriyet Fırkası………………...271 6-Atatürk Döneminde Đç Düşman-Dış Düşman Kurgusu…….……..…276
C - TÜRK ULUSUNUN YA DA KEMALĐST DEVLET'ĐN ĐNŞASI……………….284
1 - Kemalist Modernleşme ve Yeni Bir Toplum Projesi………………284
2 - Türk Ulusu’nun Kemalist Đnşası……………………………………...290
3 - Kemalist Ulusun Devletle Bütünleşmesi……………………………..310
4 –Atatürk Sonrası Döneme Kontrollü Geçiş……………………………315
D - CUMHURĐYET'ĐN YA DA KEMALĐZMĐN DIŞ POLĐTĐKASI………………. .319
1 - Atatürk Dönemi…………………………………………………………319
2 - Đkinci Dünya Savaşı Sırasında Đzlenen Dış Politika………………...327
iv
E - ÇOK PARTĐLĐ DÖNEME GEÇĐŞ………………………………………………349 1 - Yeni Dünya’ da Yerini Almak Đçin Demokratik Rejim………………349
2 - Kemalist Ulusun “Öteki”leri Đktidara Taşınıyor……………………..352 3 – II. Dünya Savaşı Ertesinde Türk Dış Politikası……………………358
II. DEVLETĐN SÜREKLĐLĐĞĐNĐ SAĞLAYICI KURUMLAR DÖNEMĐ………………...372
A –ULUS ADINA EGEMENLĐĞĐ KULLANAN YETKĐLĐ
ORGANLAR…………..................................................................................372
1–Devleti Koruma ve Kollama Görevi : CHP’nin Yerine Ordu……..…375
2- Milli Güvenlik Kurulu ( MGK )………………..………………………..377
3- Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi ve Özerk Kurumlar..380
B – DEVLET’ĐN “ÖTEKĐ”LERĐ : SOSYALĐSTLER ve ĐRTĐCACILAR
YA DA ĐSLAMCILAR…......…………………………………………………….381
1 – Sosyalistler…………………………………………………………….382
2 - Đrticacılar ya da Đslamcılar…………………………………………….384
3 – Đç Düşmanlara Karşı Yeni Bir Müdahale…………………………...385
4 - Cumhuriyeti Kuran Parti (CHP )’de Artık “Öteki”lerden Biri……….387
5 -1960-1980 Döneminin Dış Politikası………………………………...393
C – 12 EYLÜL 1980: ORDU KORUMA ve KOLLAMA GÖREVĐNDE………....403
1- Siyasal Partiler Baş Sorumlu…………………………………………405
2 – Đç ve Dış Düşmanlara Karşı Türk Devletinin Bölünmez
Bütünlüğü......................................................................................412 3 - 1980’li Yılların Dış Politikası…………………………………………418
III. SOĞUK SAVAŞ SONRASI’NDA DEĞĐŞEN DÜNYA ve TÜRKĐYE……………...428
A - SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA “YENĐ DÜNYA DÜZENĐ” YA DA
TEK HEGEMONYA…………………………………………………………….428 B- 11 EYLÜL’ÜN ANLAMI ve ABD’NĐN “TERÖRĐZM”LE SAVAŞIMI…………435 1- ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi……………………………...441 2 – Rıza'ya Dayalı "Hegemonya"dan "Đmparatorluk" Düzenine……...443
C - SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE TÜRKĐYE…………………………452 1-Türkiye’nin Đç ve Dış Tehditleri…………………………………………452 2-Türkiye’deki Đç Siyasal Gelişmeler…………………………………….458
3-Soğuk Savaş Sonrasında Türk Dış Politikası……………………….464
SONUÇ…………………………………………………………………………………….490 KAYNAKÇA………………………………………………………………………………..506 ÖZET……………………………………………………………………………………….529 ABSTRACT………………………………………………………………………………..531
v
KISALTMALAR
AB : Avrupa Birliği
AET : Avrupa Ekonomik Topluluğu
Age. : Adı Geçen Eser
AKKA : Avrupa Konvansiyonel Kuvvet Đndirim Anlaşması
AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi
ANAP : Anavatan Partisi
AT : Avrupa Topluluğu
Bkz. : Bakınız
BM : Birleşmiş Milletler
CHF : Cumhuriyet Halk Fırkası
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
DDKO : Devrimci Doğu Kültür Ocakları
DEP : Demokrasi Partisi
DĐSK : Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu
DP : Demokrat Parti
DSP : Demokratik Sol Parti
DYP : Doğru Yol Partisi
FMS : Yabancı Askeri Satışlar
HADEP : Halkın Demokrasi Partisi
HEP : Halkın Emek Partisi
IBRD : Uluslararası Đmar ve Kalkınma Bankası
IMF : Uluslararası Para Fonu
ITO : Uluslararası Ticaret Örgütü
ĐKÖ : Đslam Konferansı Örgütü
ĐT : Đttihat Terakki
ĐTC : Đttihat ve Terakki Cemiyeti
KKTC : Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
MASK : Milli Askeri Stratejik Konsept
vi
MBG : Milli Birlik Grubu
MGK : Milli Güvenlik Kurulu
MHP : Milliyetçi Hareket Partisi
MNP : Milli Nizam Partisi
MSP : Milli Selamet Partisi
PKK : Yasadışı Kürdistan Đşçi Partisi
RP : Refah Partisi
SCF : Serbest Cumhuriyet Fırkası
SEĐA : Savunma ve Ekonomik Đşbirliği Anlaşması
SHP : Sosyal Demokrat Halkçı Parti
SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
T.C. : Türkiye Cumhuriyeti
TCF : Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
TĐP : Türkiye Đşçi Partisi
TÖS : Türkiye Öğretmenler Sendikası
TSK : Türk Silahlı Kuvvetleri
UAĐ : Uluslararası Đlişkiler
UAP : Uluslararası Politika
1
GĐRĐŞ
Türkiye’deki uluslararası ilişkiler çalışmalarına bakıldığında,
devlet – merkezli ve güvenlik ağırlıklı bir bakış açısının hakim olduğu
görülmektedir. Yalnız Türkiye’de değil, dünya’nın başka yerlerinde de,
özellikle Soğuk Savaş yıllarında, devlet – merkezli ve güvenlik ağırlıklı bir
bakış açısı hakim paradigma olarak ağırlığını sürdürmüştür. Soğuk Savaş
yıllarında Türkiye’nin güvenliği Batı güvenliğinin bir boyutu olarak
çalışılmıştır. Bunun bir sonucu olarak diğer NATO üyesi ülkelerin de
paylaştığı “sınırların dışından” kaynaklanan güvenlik sorunları araştırmalarda
ön planda yer alırken “sınırların içinden” kaynaklanan başka bazı sorunlara
görece az değinilmiştir. Halbuki Türkiye, gelişmekte olan bir ülke olması
itibariyle asıl ikinci grup sorundan muzdarip olagelmiştir. Ancak,
Amerikan/Batı tecrübesine dayalı olarak geliştirilen “standart “ güvenlik
kavramı, ülke sınırları içindeki güvenlik sorunlarının çözümlenmiş olduğu
varsayımından hareketle güvenliği “dışarıya yönelik” olarak tanımlamıştır.
Dışarıdan gelen tehdidin askeri olacağı varsayıldığından “standart” güvenlik
kavramı aynı zamanda askeri odaklıdır. Bu kavramın üçüncü bir özelliği de
devlet merkezli olmasıdır. Halbuki tarihi boyunca karşılaştığı güvenlik
sorunları değerlendirildiğinde diğer gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’nin de
“sınırların içinden “ kaynaklanan, askeri-odaklı olan ya da olmayan, bazen
devlete ama çoğunlukla rejime yönelik pek çok tehditle baş etmek
durumunda kalmış olduğu görülür1.
1 Pınar BĐLGĐN: “Uluslararası Đlişkiler Çalışmalarında ‘Merkez-Çevre‘:Türkiye Nerede?,”Uluslararası Đlişkiler, Cilt:2, Sayı: 6 (Yaz 2005), 10-11.
2
Uluslararası ilişkiler alanında yapılan çalışmalarda dikkat çeken
hususlardan birisi de ağırlıklı olarak güncel konuların çalışılması, güncel olay
incelemelerinin giderek popülerleştiği bir sürecin yaşanıyor olmasıdır.
Çalışmalarda, Irak savaşında veya Filistin sorununda olduğu gibi uluslararası
kamuoyunun ilgisini üzerinde yoğunlaştırdığı uluslararası sorunlarla ilgili
güncel siyasal olayların kronolojik bir sıralaması verilmekte, olayların tarihsel
geçmişine bakma ihtiyacı duyulmamaktadır. Bu durum ise kavramsal ve
teorik bir zemin üzerinde uluslararası ilişkiler disiplininin gelişimini
engellemektedir.
Türkiye’de Türk dış politikası alanında 1960’lı yıllarda hazırlanmaya
başlanan kitaplar yıllarca Türk üniversitelerinde temel ders kitabı olarak
okutulmuşlar, devletin bakış açısı ile yazıldıkları, “yarı resmi” nitelikte
oldukları eleştirilerine uğramalarına karşın, araştırmacılar tarafından temel
başvuru kaynağı olarak kullanılagelmişlerdir.
Bu çalışmalarda, devletlerarası ilişkiler dışında kalan uluslararası ilişkiler
ağı genellikle ya görmezlikten gelinmekte ya da çok sınırlı düzeyde
incelenmektedir. Bu kitaplarda daha ziyade Türkiye’nin imzaladığı
uluslararası andlaşmalar, taraf olduğu siyasi, kültürel ve askeri ortaklıklar, ya
da belli devletlerle olan askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri incelenmektedir.
Öte yandan, askeri konular ya da krizler üzerinde yoğunlaşıldığından, Türk
dış politikasının iç dinamizmi ve ona süreklilik sağlayan unsurlar ihmal
edilmektedir2.
2 Berdal Aral, “Türk Dış Politikası Söylemine Eleştirel Bir Yaklaşım: Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklığı”, Liberal Düşünce, C. 4, No. 13 (Kış 1999), 58-59.
3
Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili olaylar kronolojisi verilmekte, bu
olayların betimlemesi yapılmakta, dış politika davranışlarını belirleyen
ideolojiler, inançlar, toplumsal değerler ve bütün bunlara bağlı olarak oluşan
toplumsal belleğin karar vericilerin algılamalarının oluşum sürecine etkileri
göz ardı edilmektedir. Türkiye’nin iç siyasal düzeniyle dış politikası arasında
kesin bir ayrım yapılmakta; devletin belirlemiş olduğu “ulusal çıkar”
kavramının ve bu kavram ileri sürülerek alınan dış politika kararlarının bir
eleştirisi veya “ulusal çıkar”ın farklı kararlar ve uygulamalarla daha üst
düzeylerden sağlanabileceği veya “ulusal çıkar” kavramı öne sürülerek alınan
kararların aslında “ulusal çıkar”a aykırı sonuçlar oluşturabileceğinin eleştirisi
yapılmamaktadır. Türkiye’nin taraf olduğu her uluslararası meselede ya da
sorunda, adeta Türkiye’nin haklılığı kanıtlanmaya çalışılmaktadır3.
Dış politika, iç politikanın üzerinde görülmektedir. Böylece, dış politika,
iç politikadan bir nevi bağımsızlaştırılarak “devletin bazı kurumları”nın
inisiyatifine bırakılmaktadır. Dış politika, hatta hükümetlerden de
bağımsızlaştırılmakta, “devletin dış politikası” olarak sunulmaktadır. Üstelik
devletin belirlemiş olduğu dış politika, devletin siyasal kimliği veya bu kimliğin
oluşum süreci dikkate alınmaksızın, ulusun, üzerinde uzlaşısının her zaman
olması gereken bir alanmış gibi inşa edilmektedir. Devlet politikası karşıtı
görüşler “ulusal çıkar”ı anlamamak veya ihanet etmekle kınanabilmektedir.
Türk dış politikasının bir “devlet politikası” olduğu ve hükümetlerce
değiştirilemeyeceği yolunda sıkça duyduğumuz ifadeler, dış politikanın halk
tercihlerine değil devlet seçkinlerinin tercihlerine dayandığı izlenimi
3 a.g.e., 61.
4
vermektedir4.
Türkiye’nin devlet yapısı Hobbesian bir nitelik taşımaktadır. Olduğu
kadarı ile, sivil toplumsal ve ekonomik kuvvetler, objektif ve subjektif olarak
başlı başına bir varlığa dönüşen “şeyleşmiş” bir merkezi otoritenin baskısı
altındadır. Ulusal çıkar tanımı, devletin tek taraflı olarak belirlediği kavramlar
ve ideolojilerle oluşmakta, politika da bu şekilde tanımlanan çıkarlara göre
biçimlenmektedir5.
Ancak, Türk dış politikasını eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşımla ele
alan, iç ve dış dinamikler arasında bağlantılar kuran, iç dinamiklerini
bilmeden devletlerin dış politikalarının sağlıklı bir değerlendirmesinin
yapılamayacağını ileri süren çalışmalar da ortaya çıkmıştır ve giderek bu tarz
çalışmaların sayısı artmaktadır6. Kuramsal çalışmaların da popülerleşen ve
giderek daha fazla kamu oyunun ilgi odağı haline gelen uluslararası ilişkiler
içerisinde daha fazla ilgi çekmeye başladıklarını ifade etmek gerekir.
Uluslararası ilişkileri “güç modeli” çerçevesinde anlatmaya çalışan geleneksel
teorilerin Soğuk Savaş dönemi sonrasını açıklamakta yetersiz kalmaları
neticesinde, henüz egemen bir paradigma konumuna gelme noktasından
uzak olmalarına karşın eleştirel yaklaşımların etkinliklerini arttırdıkları, daha
fazla taraftar buldukları bir süreç yaşanmaktadır.
4 Đhsan D. DAĞI: “Les Liaisons Dangereuses: Akademya, Devlet ve ‘Uluslararası Đlişkiler’”, Liberal Düşünce, C. 1, No. (Bahar 1996), 82. 5 Burcu BOSTANOĞLU: “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD ile Đlişkileri Çerçevesinde Epistemolojik Bir Eleştirisi,” A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Araştırma Dergisi, No. 2 (Aralık 1997), 12. 6 Bkz. Uluslararası Đlişkiler dergisinin “Kitap Đncelemesi” bölümü, Cilt:2, Sayı: 6 ( Yaz 2005), 173 – 201.
5
Đnsanlar bilinçli çabalarıyla doğaya müdahale ederler ve kendi
dışlarındaki belirlenmişlikleri kendi istemleri doğrultusunda değiştirmeye
çalışırlar. Kendi dışlarındaki belirlenmişlikleri ne kadar çok kendi istemleri
doğrultusunda değiştirebilirlerse o ölçüde özgürlüşebilirler. Đnsan, bir bakıma
doğaya karşı ve birbirine karşı verdiği mücadelelerin sonucunda tarihini
yaratabilmiştir. Zamanı tarih haline getiren insanın özgürlük mücadelesi
olmuştur.
Đnsanların oluşturdukları ve kuşaktan kuşağa aktardıkları sürekli
değişen, yenilenen, kendini oluşturan düzenler vardır. Bu düzenler içerisinde
oluşturucu ve hakim paradigmanın ürünü konumunda olan karar vericiler
kendi düşüncelerini/algılamalarını var oldukları topluma benimsetmeye
çalışırlar. Yeni kuşaklara kendi ideolojilerini, inançlarını, iyi/kötü, dost/düşman
kavramlarını aktarmaya çalışırlar. Sosyalleşme süreçleri içerisinde bu
kavramları alan toplum üyeleri, karar verici makamlara geldiklerinde benzer
şekillerde hareket etme eğilimi içerisine girerler.
Bu nedenle bir ülkenin dış politikasını anlayabilmek için karar verici
makamlarda bulunan kişilerin ideolojilerine, inançlarına, iyi/kötü, dost/düşman
kavramlarına yani ülkelerinin ve dünyanın tarihsel süreçlerinin kendi
zihinlerinde kuruluş biçimlerine ve bunun toplumların algılayış biçimlerine
nasıl yansıdığına, başka bir deyişle siyasal kimliklerine bakmak gerekir.
Türkiye’nin dış politikasını anlayabilmek için de Türk siyasal kimliğinin
oluşum süreçlerine bakmak gereklidir. Türk siyasal kimliği, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun 1683 tarihindeki Viyana yenilgisi sonrasında, sürekli bir
biçimde Avrupa’daki devletler karşısında askeri yenilgilere uğramaya ve
6
toprak kaybetmeye başlaması sonucu orduyu, daha üstün bir düzeye ulaşmış
oldukları kabul edilen Avrupa ordularının standartlarına kavuşturma
girişimleriyle birlikte oluşmaya başlamıştır. Avrupalıların baskı ve istemlerini
bertaraf edebilmenin, başka bir ifadeyle geçiştirebilmenin bir politikası
olmasının yanı sıra giderek tüm imparatorluğu/devleti Avrupalıların
standartlarına kavuşturarak devamlılığının sağlanabileceği yönündeki bir ön
kabulle birlikte, ironik bir biçimde, şekillenmiştir.
Avrupa devletlerinin, Osmanlı Đmparatorluğu içerisinde kapitülasyonlar
yoluyla özerklikler elde etmeleri, Fransız ihtilalinin etkisiyle ortaya çıkmaya
başlayan ulusalcılık temelli isyanlar ve bu isyanların diğer Avrupa
devletlerince desteklenmesi ve ilerleyen yıllar içerisinde devletin giderek
artan miktarlarda toprak kaybetmeye başlaması, başta Avrupa’dan örnek
alınarak oluşturulmuş olan okullarda verilen bir eğitim sürecinden gelen
Osmanlı subayları ve sivil aydınların imparatorluğu/devleti kurtarmak için
çeşitli arayışlar içerisine girmelerine yol açmıştır. Bu arayışlar devam ederken
önce Müslüman olmayan toplulukların devletten ayrılmaları; daha sonra
müslüman toplulukların da devletten ayrılmaya başlamalarıyla birlikte
ulus-devlet temelinde bir devlet oluşturulması düşüncesi ağırlık ve yaygınlık
kazanmaya başlamıştır.
1900’lerin başlarındaki Osmanlı subayları ve sivil aydınları, kısa süre
içerisinde bir çok deneyim yaşamışlardır. Bu dönemin subaylarından birisi
olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal de, 1908’den önce
Şam’a sürülmüştür. ”Hürriyet“ cemiyetini kurmuştur. Selânik’te Đttihatçıdır. 31
Mart’ta, Bingazi’de, Çanakkale’de, Rus cephesi karşısında, Suriye ve Filistin
7
cephesinde, her yerde vardır7. Benzer süreçlerden geçen ve ortak duyuş,
düşünüş ve algılama biçimlerine sahip olan subaylar ve sivil aydınlar,
Mustafa Kemal’in liderliğinde kaybedilen bir imparatorluktan sonra yeni ulusal
bir devletin kuruluşunu gerçekleştirebilmişlerdir.
Mustafa Kemal’in hayat hikayesinde simgeleşen deneyimlerin, Türkiye
Cumhuriyeti’nin iç yapısının oluşturulması ve dış politikası üzerinde derin
etkileri olmuştur. Cumhuriyetin iç siyasal/toplumsal yapısı ve dış politikası
geçmişin ağır ve olumsuz sonuçları üzerine şekillenmiştir. Geçmişten alınan
derslerle devletin iç düşmanları olduğu ve bu iç düşmanların dış düşmanlar
tarafından desteklendiği hatta bu düşmanların devletin bütün kademelerini
bile ele geçirmeye çalışabilecekleri hatta ele geçirebilecekleri düşüncesi,
karar vericilerin algılamalarının oluşumunda temel teşkil eder olmuştur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında esasları ortaya çıkan/oluşan siyasal kimlik,
oluşturulan kurumlar aracılığıyla kuşaktan kuşağa aktarılmış, hakim siyasal
kimlikten sapmalar yaratabilecek gelişmeler ortaya çıktığında ise devlet,
oluşturduğu yeni yapılarla kendisini yeniden fakat daha güçlü bir biçimde
üretebilmiştir.
Türkiye’nin dış politikasını “eleştirel” bir bakış açısıyla ele almayı
amaçlayan ve genel çerçevesi yukarıda verilen bu çalışmanın birinci
bölümünde, ilk önce toplumsal bilimlere bakış açısı ortaya konulacak ve bu
bağlamda kimlik kavramı üzerinde durulacaktır. Yaşadığımız dünyada kimlik
kelimesinin kendisinin, akademik dünyanın içinde ve dışında merkezi bir
konuma yerleştiğini, giderek yaygınlaşarak kullanıldığını, hem kuramsal hem
7 Falih Rıfkı ATAY: Çankaya, Đstanbul, Pozitif Yayınları, Eylül 2004, 354.
8
siyasal olarak ciddi tartışmalara yol açtığını ve günlük yaşamın üretim ve
yeniden üretim süreçlerinde ciddi sonuçlar yaratan bir işlev gördüğünü
gözlemliyoruz8.
Uluslararası ilişkilerde giderek artan bir önem kazanan kimlik kavramı
üzerinde durulduktan sonra bir toplumsal bilim dalı olan uluslararası ilişkiler
disiplininde sıkça kullanılan; ancak içeriği üzerinde pek tartışılmayan “ulusal
güvenlik” ve “ulusal çıkar” kavramları ele alınacak ve karar vericilerin
algılamalarının oluşumunu etkileyen etkenler açıklanacaktır. Bir toplumsal
bilim dalı olan uluslararası ilişkiler disiplininine bakış açısının ortaya
konulduğu kuramsal çerçeve oluşturulacaktır. Bu bölümde, son olarak ise
uluslararası ilişkiler disiplinine bakış açısını şekillendiren kuramsal yaklaşım,
II. Dünya Savaşı sonrasında hegemonik bir güç haline gelen Amerika Birleşik
Devletleri(ABD) örneği ile birlikte netleştirilecektir.
Đkinci bölümde, Türkiye cumhuriyetini kuran kişilerin ortak bellekleri
daha net bir ifadeyle kimliklerinin oluşum süreci, Osmanlı Devleti’nin çöküş
sürecindeki olaylar bağlamında ele alınacaktır. Bu dönemdeki olayların,
belleklerde bıraktığı izler bağlamında Türkiye’nin raison d’etat’ının/varoluş
sebebinin kavranmasına katkı yapacağı düşünülmektedir.
Üçüncü bölümde, kurucu kişilerin siyasal kimliklerinin, Türk ulusunun
oluşturulması süreci içerisinde toplumsal bellek haline dönüştürülmeye
çalışıldığı ve bir nevi kurucuların siyasal kimliğinin, Türk ulusal kimliği ve
devlet kimliği ile özdeşleşmiş olduğu ileri sürülecektir. Türkiye Cumhuriyeti
8 E. Fuat KEYMAN: “Kimlik ve Demokrasi,” Devlet ve Ötesi, Der. Atila ERALP, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 217.
9
kurulduktan sonraki dönemde, hegemonik bir konuma ulaştığı iddia edilecek
olan Türk siyasal kimliğinin, oluşturulmuş olan kurumlar aracılığıyla ve genel
kullanımla “Kemalist” ideoloji çerçevesinde “süregiden bir tarihi oluşum”
içerisinde kendi varlığını var olan temeller üzerinde yenileyebildiği ve
kurumlardaki karar verici kişilerin, kuşakların değişmesine karşın sürekliliğini
sağlayabildiği savı kanıtlanmaya çalışılacaktır. Son olarak ise, Türk siyasal
kimliğinin algılamalarını oluşturan olgular ve Türk dış politikasına süreklilik
sağlayan belirleyiciler üzerinde genel bir değerlendirme yapılarak çalışma
sonuca ulaştırılacaktır.
“Türk Siyasal Kimlik Algılamalarının Türk Dış Politikası’nın Oluşumuna
Etkisi” konulu bu çalışmanın bütününe hakim olan temel vurgu, iç politika ve
dış politikanın birbirinden ayrı alanlar olarak ve karar vericilerin siyasal
kimliklerinden bağımsız ele alınmasının doğru bir yaklaşım olmadığı
noktasından hareketle, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi konumunda
bulunan “Kemalizm” çerçevesinde şekillendirilmiş olan Türk siyasal kimlik
anlayışının, Türkiye’de hegemonik bir düzeyde bulunduğu, bu nedenle de
Kemalist hegemonyanın oluşum süreci ve onun bağlamında oluşturulan Türk
siyasal/ulusal/devlet belleğini kavramaksızın Türkiye’nin dış politikasının
anlaşılamayacağı savıdır.
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
TOPLUMSAL BĐLĐMLERE ve ULUSLARARASI
ĐLĐŞKĐLERE KURAMSAL YAKLAŞIM
Akademik çalışmalar, belirli kuramsal yaklaşımlar çerçevesinde
benimsenen bilimsel bir temel üzerinde inşa edilmektedirler. Temel
tartışmalardan birisi, doğa bilimleri ve toplumsal bilimler şeklindeki ayrımdan
sonra bu iki bilim alanında “gerçek”lere ulaşabilmek için izlenecek yöntemler
üzerinden sürdürülmektedir. Bu nedenle, doğal dünya ile insanın inşa etmiş
olduğu toplumsal dünya arasındaki ayrımın açıklanması gerekmektedir. Bu
açıklama, iki alan arasındaki farklılığın görülmesine olanak sağlayacak ve bu
bağlamda insan ürünü olan toplumsal dünyanın anlaşılabilmesi ve
değiştirilebilmesi için deney, gözlem, ölçme, istatistiksel verilerin kullanılması
esasına dayanan ve doğa bilimlerinde kullanılan pozitivist yöntemin,
toplumsal bilimler için yeterli olmadığı anlaşılacaktır.
Toplumsal bilimler, tarihsel süreç ve bu sürecin oluşumunu kavramak
bağlamında ele alınmalıdırlar. Tarihsel süreç ve bu sürecin oluşumunun
şimdiye yansıması ise kimlik kavramına götürmektedir. Günümüz dünyasında
giderek merkezi bir konuma yerleşen ve yaygın bir şekilde kullanılmaya
başlanan kimlik kavramı üzerinde durmak gerekmektedir. Uluslararası ilişkiler
disiplininde sıkça kullanılan “ulusal güvenlik” ve ulusal çıkar” kavramlarının
içerikleri üzerinde pek fazla durulmadığı dikkat çekmektedir. Bu iki kavramın
içerikleri, karar vericilerin siyasal kimliklerine göre değişkenlik
11
gösterebilmektedirler. Bu nedenle de kimlik bağlamında tartışılmalıdırlar.
Daha sonra, karar vericilerin algılamalarının oluşumunu etkileyen ve kimlik
bağlamında ele alınmaları gereken, “resmi ideoloji”, “raison d’etat” , “imaj”,
“inanç ve değerler” gibi etkenler açıklanacaktır. Bu bölümde, son olarak ise
bir toplumsal bilim dalı olan uluslararası ilişkiler disiplinine bakış açısını
şekillendiren kuramsal yaklaşım, Amerika Birleşik Devletleri(ABD) örneği ile
birlikte netleştirilecektir. Uluslararası ilişkiler disiplinindeki kuramsal
yaklaşımlar açıklanırken Gramsciyan bir hegemonya kavramı üzerinden
uluslararası ilişkilere bir bakış açısının vurgulandığı görülecektir.
12
I. BĐLĐM TARĐH ve KĐMLĐKLENME/TOPLUMSALLAŞMA
A – BĐLĐM-ĐKTĐDAR ĐLĐŞKĐSĐ
Bilimsel çalışmalar, zamanımızda genel olarak akademik çevrelerce
gerçekleştirilmekte ve gerek iç gerekse de uluslararası alandaki egemen
anlayışların beklentileri doğrultusunda yürütülen bir uğraşa dönüşmektedir.
Dolayısıyla bilimsel çalışmaların, bilimsel etkinliklerin içinde yürütüldüğü
toplumun, kültürün ve o toplumun başat ideolojisinden, dünya görüşünden,
onun siyasal ahlâk ve bakış açısından tamamen bağımsız olarak
yürütülebileceğini, sürdürülebileceğini düşünmek olanaksızdır1. Bilimsel
çalışmaların yürütüldüğü kurumlar, siyasal iktidarlar tarafından
yönlendirilmeye, kontrol edilmeye ve egemen ideolojinin gereksinimlerini
karşılayacak ürünler ortaya çıkarmaları için teşvik edilmektedirler. Siyasal
iktidarlarla egemen bilim yapma anlayışları arasında ve ortaya çıkan bilimsel
ürünler arasında doğrudan bir ilişki oluşmaktadır.
Immanuel Wallerstein’dan aktarılan aşağıdaki sözler bilimsel
çalışmalarla egemen anlayışlar arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından
dikkat çekicidir:
”…teoride, bütün araştırmacılar ve bilimciler kendilerini soyut doğruluğa adamışlardır ve hikâyeyi gerçekte nasılsa o şekilde anlatırlar, çünkü araştırmaları dünyayı anlamalarını sağlamaktadırlar. Araştırma konularını sadece içsel bilimsel ya da akademik değerlerini düşünerek, araştırma yöntemlerini de geçerlilik ve güvenilirliklerini göz önünde bulundurarak
1Hasan DEMĐRTAŞ: “Bilim-Đktidar Đlişkisinin Niteliği ve Bilim Đnsanının Sorumluluğu” Eğitim Araştırmaları, Yıl:3, Sayı: 11, Bahar 2003, 37.
13
seçtiklerini iddia ederler. Kamu alanı için geçerli hiçbir sonuca ulaşmazlar. Hiçbir toplumsal baskıdan korkmazlar. Ulaştıkları sonuçları veya bunlarla ilgili raporlarını düzenlerken mali ya da siyasi hiçbir baskıyı dikkate almazlar. Bu güzel bir peri masalıdır, ama belli bir süre üniversitede ya da bir araştırma kurumunda bulunup da buna hâlâ inanan biri, kendisi farkında mıdır bilinmez ama, naif biridir. Entelektüellerin üzerlerinde muazzam maddi baskılar vardır, kariyer baskıları da en az onlar kadar büyüktür, yok bu ikisi de işe yaramıyorsa siyasi baskılar her zaman devreye sokulabilir. Mesele ortada artık Galileo’lar olmaması değildir. Bir çok Galileo vardır ve bazıları “Eppur si muove” diye mırıldanmaktan da daha fazlasını yapmaktadır. Ama en liberal devlette bile sürüden ayrılmak cesaret ister”2.
Yeni görüşlerin yerleşmeleri, farklı bilim anlayışlarının etkinlik
kazanmaları, egemen olan bilim anlayışlarının egemen ideolojinin
ihtiyaçlarına cevap verememesi sonucunda iktidar değişikliklerine yol açan
tarihsel süreçlerin içerisinde meydana gelir. Örneğin on altıncı yüzyılda adı
bile geçmeyen Kopernik sistemine, mekanikçi düşüncenin iktidara geldiği
tarihsel sürecin bir parçası olarak 17. yüzyılda geçilmeye başlanmasıyla
Kopernik sistemi devrimci bir güç haline gelmiştir3.
B - BĐLĐMSEL ĐLERLEME NASIL GERÇEKLEŞĐR ?
Bilimsel ilerlemenin nasıl gerçekleştiği konusunda iki temel anlayış
bulunmaktadır. Đlki, tümevarımcı anlayıştır, ki buna göre bilim, sürekli bir
birikim sürecidir. Tümevarımcı anlayışa göre bilimde zamanla artan bir
kesinlikle, daha çok olgu keşfedilir; böylece teoriler daha genel ve evrensel
2 Immanuel WALLERSTEIN: Amerikan Gücünün Gerileyişi, Çev.Tuncay BĐRKAN, Birinci Basım, Đstanbul, Metis Yayınları, 2004, 165. 3 Bkz. Max HORKHEĐMER: “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL, 1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 345.
14
bir kimliğe kavuşur. Đkincisi, hipotetikodedüktif anlayıştır ki burada da bilim,
sürekli bir kuram formulasyonu ve reddi ile gelişir. Hipotetikodedüktif anlayışa
göre bilimin ilerlemesi ne süreklidir ne de birikimli(dir). Bilim tarihi, gözlem ve
deney yoluyla gerçeklenemeyen hipotezlerin terk edilme tarihidir. Ama
ilerleme yine de olur; her ne kadar hiç kimse mevcut kuramların doğru
olduğundan asla emin olamazsa da bunlar en azından yanlışlanmış
olanlardan daha çok, doğruya yakındır4.
Thomas Kuhn’un düşüncesine göre de bilim tarihi, bilimsel gelişimin,
kesintisiz bir birikim halinde değil, aksine, bilgiyi büyük kesintilere hatta
kopmalara uğratan devrimsel dönüşümlerle gerçekleştiğini göstermektedir.
Devrim sözcüğünün de gösterdiği gibi, birbiriyle çatışma yahut rekabet
halindeki birçok karşıt bilim “söylemi” söz konusudur5. Bilimsel devrimleri,
eski bir bilim yapma geleneğinin bir yenisiyle değiştirilmesi olarak tanımlayan
Kuhn, birbiriyle yarışan farklı bilimsel yaklaşımlara “paradigma” adını
vermiştir.
Kuhn, “paradigma” kavramını, belli bir bilimsel yaklaşımın doğayı
sorgulamak ve doğada bir ilişkiler bütünü bulmak için kullandığı açık ya da
örtülü bütün inançları, kuralları, değerleri ve kavramsal/deneysel araçları
kapsayacak biçimde ele almıştır.
Yeniliklerin ortaya çıkması, bilimi yönlendiren paradigmayı, doğadan
elde edilen gözlemlere ve olgulara uydurmakta karşılaşılan aykırılıklar ve
4 Russel KEAT ve John URRY: Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev. Nilgün ÇELEBĐ, 2. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Kasım 2001, 45. 5 Thomas S. KUHN, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer KUYAŞ, 5. Baskı, Đstanbul, Alan Yayıncılık, Mayıs 2000, 9-10.
15
aksaklıklar sayesinde olmaktadır. Uzun süren aykırılıklar ve aksaklıklar, belli
bir paradigmada tıpkı toplumsal buhranlara benzer bunalımlar yaratmakta, bu
bunalımdan kurtulmak için ileri sürülen farklı yaklaşımlar da devrimsel bir
çatışma sonucu ağır basarak çok farklı bir paradigmanın yerleşmesine neden
olmaktadır6. Dünya aynı dünyadır ve insanlar yaşamlarını aynı şekilde
sürdürmeye devam etmektedirler. Fakat yine de paradigma değişiklikleri
gerçekten bilim adamlarının, araştırma ile bağlanmış oldukları dünyayı farklı
şekilde görmelerine olanak sağlamaktadır. Söylenmek istenilen, bu dünyayla
olan ilişkileri yalnızca gördükleri ve yaptıkları ile sınırlı kaldığı ölçüde, bilim
adamlarının bir devrimden sonra farklı bir dünyayla ilişki kurduklarıdır7.
Kurulan bu ilişki biçiminde neyin doğru, neyin ilerleme olduğunu belirleyen
sadece yöntem değil, içinde bilim yapılan dünyanın, toplumun ve tarihin
koşullarıdır.
Yeni bilimsel kuramlar, var olanların üzerine eklenmekten çok, eski
kuramların yeniden kurgulanması ve eski olguların yeniden
değerlendirilmesine bağlı, uzunca süreçlerin sonuçlarıdır. Tarihi süreç
gözden kaçarsa, bilimsel yenilikleri birbirinden kopuk birer aşama olarak
görmek de mümkündür8.
Eski Yunan’da dünyanın düzenini, evreni anlamaya çalışan bir zihinsel
faaliyet uğraşısı olarak oluşmaya başlayan bilim anlayışı, felsefeyle
örtüşmektedir. Bu dönemde yansız olmak, değerler karşısında tarafsız
kalmak gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Tam tersine, bilgi ile değerlerin
bir çeşit iç içeliği söz konusudur.
6 KUHN, 12. 7 a.g.e., 14. 8 Burcu BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Aralık 1999, 33.
16
Kopernik devrimiyle birlikte bu anlayış, tümüyle değişmiştir. Bilgiye
ulaşmanın yolu olarak, değerler karşısında mutlak bir yansızlık gerektiği
görüşü hâkim olmaya başlamıştır. Olguları incelerken bilim artık “olması
gerekeni” değil, “olanı olduğu gibi” incelemeyi hedeflemiştir. Ondokuzuncu
yüzyılda pozitivizmin doruğa çıkardığı bu yaklaşımda bilimin değerlerle olan
bağlantısı koparılmakta ya da gözardı edilmeye çalışılmaktadır. Bilim
adamının temel kaygısı evreni ya da toplumu tanımak, onlar hakkında
bilgilenmektir. Ürettiği bilginin oluşum süreci üzerinde düşünmek ya da
bilginin bir oluşun sonucu olduğunu değerlendirmek değildir.
Günümüzde ise, bilimin bu ikinci aşamasındaki hakim görüşten tümüyle
vazgeçilmiş değilse de, Frankfurt Okulu’nun vaz ettiği eleştirel yaklaşımın ve
A. Giddens’in toplumbilim için önördüğü düşünümsel incelemelerin giderek
artan boyutta yaygınlık kazandığını görüyoruz9.
Bilim, doğadaki bilinmeyeni bilinir hale getirerek doğa karşısında
duyduğumuz korkuyu yenmemize, aydınlanma ve düşünsel ilerleme
sayesinde kendi gücümüzün farkına varmamıza olanak sağlamıştır.
Libchaber’in ifade ettiği gibi “Bilim dünya kadar saçmalığa karşı mücadele
verilerek inşa edilmiştir.” 10
9 Nur VERGĐN: Siyasetin Sosyolojisi, Birinci Basım, Đstanbul, Bağlam Yayınları, Mart 2003, 154. 10 James GLEICK: Kaos: Yeni Bir Bilim Teorisi, Çev. Fikret ÜÇCAN, 12. Basım, Ankara, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu ( TÜBĐTAK ), Ağustos 2003, 230.
17
1 - Toplumsal Bilimlerde Egemen Paradigma: Pozitivim
Toplumsal bilimlerde pozitivist epistemolojiye dayalı bir araştırma
programının II. Dünya Savaşı ertesinde özellikle Anglo-Amerikan akademik
çevrelerinde egemen paradigma haline geldiğini görüyoruz.
Auguste Comte’un adını verdiği pozitivizmin toplumsal konulara doğal
fenomenlerle aynıymışçasına yaklaşması, akademik çevrelerde zamanla
belirli eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiştir. Auguste
Comte’a göre, insan zihni, doğası gereği, tüm araştırmalarında, her şeyden
önce karakterleri farklı olan ve hatta kesinlikle birbirine zıt olan üç felsefe
yapma yöntemini kullanır; önce teolojik yöntem sonra metafizik yöntem ve
son olarak pozitif yöntem. Bundan dolayı, üç çeşit felsefe ya da tüm
fenomenlere dair üç çeşit genel kavramlar sistemi birbirlerine ters düşer:
Birincisi insan zihninin zorunlu hareket noktasıdır; üçüncüsü insan zihninin
sabit ve belirgin halidir; ikincisi yalnızca bir geçişi teşkil eder11. Auguste
Comte, isim babası olduğu sosyolojiye önce “toplumsal fizik” adını vermiştir.
Bu bile, Comte’un toplum bilimlerinde doğa bilimi yöntemlerinin uygulanması
konusunda oynadığı öncü rolü göstermektedir. Comte, pozitivist bir bilim dalı
saydığı sosyolojinin, insan ve topluma ait konuları, gözlem, karşılaştırma ve
deneye dayanan “pozitif” yöntemle incelemesi gerektiği görüşündedir12.
Comte pozitif bilgiyi tanımlarken, pozitif olarak adlandırdığı bu bilgi
türünün metafiziksel düşünceden tümüyle arınmış olduğunu, yani böylelikle
de bilimsel olduğunu vurgulamak istemiştir. Bilimsel olmayı da (doğa bilimleri
11 Auguste COMTE: Pozitif Felsefe Kursları, Çev. Erkan ATAÇAY, Đstanbul, Sosyal Yayınlar, 2001, 32-33. 12 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 38.
18
için yürütülen zihinsel işlemlerden esinlenerek ) ussal yollardan ve deneyle
elde edilen bilgiye ulaşmak olarak tanımlamıştır. Pozitivist yaklaşımı
benimseyen araştırmacı, toplumsal olguları çözümlemek için sadece
gözlemlenebilir olanları seçmekte ve gözlemlenebilenin analizini
yapmaktadır. Gözlemlenebilen olguların ve/veya olayların ardında yatan
“anlamları” analizinin kapsamına almamaktadır, çünkü pozitivist öğretiye
göre, insanoğlunun zekâsı bu görülmeyen, gözlemlenemeyen ve dolayısıyla
da gizli olan anlamları kavrayacak güce sahip değildir. O halde,
pozitivizmden esinlenen sosyolog için ancak ve ancak gözlemlenebilen ve
ölçülebilen olgular bilimsel obje teşkil edebilirler. Gözlem dışı veya
ölçülebilirliği olmayan olgular ise – şimdilik – bilinmez olarak kabul ediliyor13.
Durkheim, Comte’un öğretisine sadık kalarak bu önermeleri daha da
geliştirmiş ve “sosyolog incelediği toplumsal olgulara nesneler gibi bakmalı”
görüşünü bir yöntemsel kurala dönüştürmekle pozitivist yolda bir adım daha
ileriye gitmiştir. Durkheim, sosyolojinin subjektiflikten (öznellikten) arınarak
objektif (nesnel) ve dolayısıyla da yansız bir bilim olmasını amaçlamış ve
bunun için de toplumsal olguların nesnel gözlemini saptıracak tüm
önyargılardan, kanaat ve duygulardan arınmayı öğütlemiştir14. Durkheim’e
göre, bir sosyal olgunun üç ayırt edici göstergesi vardır: Sosyal olgular bize
dışsaldırlar, toplumda geneldirler ve kişinin iradesinden bağımsız olarak her
bireye empoze ettikleri zorlayıcı bir güce sahiptirler. Dışsal sosyal baskı,
insanları belirli bir tarzda davranmaya zorlar. Böyle bir baskı, dolaysız fiziki
zorlamadan, bireyin dışsal bir sosyal gücü bilinçsizce içselleştirmesine kadar
sıralanan çeşitli formlar alabilir. Bu zorlayıcı ölçütün bir güçlüğü, en çok
13 VERGĐN, 156. 14 a.g.e., 157.
19
gözlenebilen zorlama çeşidinin yasalar, yasaklamalar iken, en etkili olanın
bireyce içselleştirilen ahlaki veya normatif inançlar olmasından kaynaklanır15.
Durkheim’a göre, toplumsal olgular şeylerden ibarettirler ve şeyler
olarak ele alınmaları gerekir. Gerçekten de, verili olan, kendisini gözleme
sunan, ya da, dahası, gözleme kendisini empoze eden her şey “şey”dir.
Fenomenleri şeyler olarak ele almak, onları bilimin hareket noktasını
meydana getiren veri niteliğinde ele almaktır16. Bilimin tanıdığı tek şey, hepsi
aynı değeri ve aynı önemi taşıyan olgulardır; bilim, bu olguları gözlemler,
onları açıklar, fakat yargılamaz; bilim için ayıplanacak olgu yoktur. Bilimin
gözünde iyi ya da kötü diye bir şey olamaz. O, hangi nedenlerin hangi
sonuçları meydana getireceğini söyleyebilir bize, hangi amaçların güdülmesi
gerektiğini değil17.
Pozitivizm, Viyana Çevresi olarak bilinen okulu oluşturan
araştırmacıların çalışmalarında da yankı bulmuş ve “mantıksal pozitivizm” adı
altında gelişerek 1920’li yıllardan itibaren bilim felsefesinde köklü bir yer
edinmeyi başarmıştır. Neurath, Carnap ve Hahn gibi Viyana okulunun ileri
gelen teorisyenleri içinde ampirizm bilimsel eylemin temel taşını
oluşturmaktadır. Bu okulun yaklaşımına göre, bilgi edinmenin tek yolu
deneyden, araştırmacının karşısına somut birer veri olarak çıkan olguların
deneyinden geçmektedir. R. Carnap’ın dediği gibi, “bilim dolaysız deney
üzerinde temellenen bir önermeler sistemidir.” Doğa bilimleriyle sosyal
bilimlerin ortak bir mantığa sahip oldukları, hatta olaki, ortak bir metodolojik
15 Russel KEAT ve John URRY, 137. 16 Emile DURKHEIM: Sosyolojik Metodun Kuralları, Çev.Enver AYTEKĐN, Đkinci Basım, Sosyal Yayınlar, Ekim 1994, 66. 17 a.g.e., 89-90.
20
temele dayandıkları fikrine dayanan bu yaklaşım uyarınca esas olan “bilimin
birliğidir.” 18
2 – Hermeneutik / Yorumsamacı Yaklaşım
Sosyal bilimleri doğa bilimlerinden bağımsızlaştırmayı, onların özgül
nitelikleri üzerinde inşa edilecek bir özerkliği isteyen Dilthey’e göre, sosyal
bilimler herşeyden önce insanların özel yaşantılarıyla ilgilidir. Yaşantılar da
pozitivistlerin öngördüğü biçimde ölçülebilir somut olgular değildir, onları içten
bir bakış açısıyla anlama yöntemi ile aydınlatmak mümkün olabilir19.
Dilthey’e göre, doğayı açıklayabiliyorsak da toplumsal ve beşeri olguları
açıklamamıza gerek yoktur çünkü onları “anlıyoruz”. Bu yaklaşıma göre,
sosyolojinin gerçek konusu “yaşanılan durumlar”dır, aslî görevi bunları
incelemektir. Oysaki, bu yaşanılan durumları soyutlamaya gerek yoktur
çünkü sosyal bilimlerin objesi olan bu durumlar, henüz hakkında herhangi
“pozitif” bir bilgi edinmeksizin de bizce anlaşılabilmektedir20. Gelinliğini giymiş
bir kızın belediye sarayının merdivenlerinden hangi maksatla çıktığını
bilmemiz için anket yoluyla “pozitif” bilgi edinmemize gerek yok. Cenaze
arkasında ağlaşan insanların da niçin ağladıklarını açıklamak için pozitivist
sosyolojinin öngördüğü araştırma yöntemlerine başvurmamıza gerek yok21.
Durkheim psikolojik yorumlamalardan uzak kalmayı emrediyordu.
Weber ise sosyolojiyi anlama yöntemine bağlı öznel bir analize dayandırmak
istemektedir. Şöyleki, anlama yöntemini kabul eden bir sosyolog, dinin
ekonomik davranış ve eylem üzerindeki etkisini belirlemek için pozitivist bir
sosyoloğun yapacağı gibi, örneğin, yalnızca din faktörüyle farklı ekonomik
gelir grupları arasındaki ilişkiyi tespit etmekle yetinmemelidir. Weber, bu etkiyi
18 VERGĐN, 158-159. 19 a.g.e., 160. 20 a.g.e., 160. 21 a.g.e, 161.
21
belirleyebilmek için şu veya bu dinsel öğretinin anlamını anlamanın
gerektiğini ileri sürmekte ve ancak bu anlam kavrandığı takdirde dinin
inananların ekonomik yaşamı üzerindeki etkilerini saptayabileceğimizi
düşünmektedir.
O halde, Weber’e göre, toplum bireylerin eylemleri aracılığı ile ve bu
eylemlerin sonucunda biçimlenen bir bütün teşkil etmektedir. Bu eylemi
anlamak için araştırmacının eylemde bulunan bireyin bakış açısını, görüşünü
ve güdülerini tespit etmesi gerekir22.
Toplumsal bütünün sosyoloğa gösterdiği düzenlilikleri pozitivistlerin
yaptığı gibi açıklamak yerine, anlama yöntemindeki maksat bu düzenlilikleri
yaşayan bireyler açısından anlamlandırmaktır. Bu durumda, sosyolog ile
gözlemlenen toplumsal aktör, eylem halindeki birey arasındaki mesafe,
zaman ya da mekân açısından ne kadar büyük olursa olsun, incelemeyi
yapan araştırmacıyla incelediği toplum arasındaki kültürel mesafe ne kadar
aşılmaz gibi gözükürse gözüksün, sosyolog yine de incelediği bireyi
anlayabilecektir. Tabii, incelediği birey ya da bireylerin eylemlerinin
gerçekleştiği toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal ortam hakkında yeterli
bilgiyi önceden edinmiş olması kaydıyla23.
Her dil, o dili konuşan insanların oluş süreçlerinde kök salmış düşünsel
ve pratik birikimlerini şimdiye taşımaktadır. Herhangi bir toplum içerisinde
değişik kesimleri oluşturan aydınlar, bürokratlar, işçiler, köylüler kendi bakış
açılarını, algılamalarını kullandıkları dille ortaya koymaktadırlar. Söz konusu
kesimlerde yer alan kişilerin kullandıkları sözcüklerin taşıdıkları anlamı, o
sözcüğü kullanan kişileri gözlemleyerek ya da sözcükleri istatistiksel verilere
22 a.g.e., 163. 23 a.g.e., 163.
22
tabi tutarak anlamak/kavramak olanaklı değildir. Aynı durum, pozitivist
yöntemlerle, dilleri, kültürleri, dünyayı anlama ve anlamlandırma biçimleri çok
daha belirgin bir şekilde farklı olan, farklı bir belleğe sahip bulunan
toplumların davranışlarının anlaşılmasını/kavranmasını daha da
zorlaştırmaktadır.
Dilini bilmediği bir ülkeye gelen bir antropolog gözlemlediği
etkileşimlere, kendi dilsel önanlaması temelinde bir kural atfeder; bu tahmini
ancak, bu kurala göre davrandığında, kuralın işleyip işlemediğini görmek için,
gözlemlediği iletişime en azından gücül olarak katılarak, sınayabilir. Yapılan
kabulün uygunluğunun kıstası, önceden alışılmış bir iletişime başarılı bir
biçimde katılmaktır: etkileşimlerin bozulmayacağı bir biçimde eyleyebilirsem,
kuralı anladım demektir. Bundan ancak iletişimin içinde emin olabilirim24. Dili,
atfedilen anlam dizgeleri içerisinde kavrayabilmek gerekir. Jürgen
Habermas’ın aktardığı aşağıdaki açıklama anlam dizgelerinin önemini net bir
şekilde ortaya koymaktadır:
“Bizim yağmuru salt meteorolojik nedenlere dayandırmamız, yabanılların ise tanrıların, ruhların ya da büyünün yağmura etki edebileceğine inanması, bizim beyinlerimizin onlarınkinden farklı işlediğinin bir kanıtı değildir……Bu sonuca kendim, gözlem yapma ve sonuç çıkarma yoluyla varmadım; aslında yağmura yol açan meteorolojik olaylar hakkında çok az bilgim var. Ben sadece, toplumumuzdaki başka herkesin kabul ettiği şeyi, yağmurun doğal nedenleri olduğunu kabul ediyorum….. Buna benzer bir biçimde, elverişli doğal ve ritüel koşullarda uygun büyü yöntemleriyle yağmura etki edilebileceğine inanan bir yabanıla daha az zeki bir insan gözüyle bakılamaz. O, böyle bir inanışa kendi gözlemleri ve çıkarımları sonucunda varmamıştır, tersine, bu inanışı öteki kültürel kalıtı aldığı biçimde, yani kendi kültürünün içine doğmakla almıştır. Đkimiz de, içinde yaşadığımız toplumların bizim için hazır bulundurduğu düşünce kalıplarıyla düşünüyoruz. Yağmur hakkında yabanılın mistik, bizim ise bilimsel bir biçimde düşündüğümüzü söylemek anlamsız olur. Her iki durumda da benzer türden zihinsel süreçler devreye girmiş ve düşünce içeriğine benzer
24 Jürgen HABERMAS: Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Türkçesi: Mustafa TÜZEL, Birinci Basım, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1998, 272-273.
23
bir yoldan ulaşılmıştır. Ancak, bizim yağmur hakkındaki düşüncemizin toplumsal içeriğinin bilimsel olduğunu ve nesnel olgularla örtüştüğünü, buna karşılık yabanıl düşüncenin toplumsal içeriğinin bilimsel olmadığını, çünkü gerçeklikle örtüşmediğini ve üstelik, duyu ötesi güçlerin varlığını kabul ettiği sürece mistik olduğunu söyleyebiliriz.” 25
Hemen belirtmek gerekir ki, buradaki anlamak fiili sosyoloğun incelediği
toplumun bireyleriyle benzer duygulara kapılması, onaylaması ve/ya da
anlayış göstermesi anlamına gelmemektedir. Weber’in anlamaktan kastettiği
bir yandan, gözlemlenen birey(ler) ile onun ya da onların içinde bulundukları
koşullarla eylemleri ve saikleri arasındaki ilişkileri saptayabilmek ve, diğer
yandan, kendisinin de aynı toplumun üyesi olması ve aynı duruma tâbi
olması halinde muhtemelen aynı eylemde bulunabileceği, aynı duyguları
besleyebileceği ve bulunduğu eylemlere aynı anlamı yükleyeceği konusunda
kendisinin ikna olmasıdır. Burada sözkonusu olan araştırmacıyla incelenen
toplumun bireyleri arasında gelişen bir duygu birliği, hoşgörü ya da
benimseme değil(dir)26.
3- Frankfurt Okulu ve “Eleştirel Kuram”
“ Frankfurt Okulu” nitelemesi, yaygın, ancak dağınık bir biçimde hem bir
grup entelektüeli hem de özgül bir toplum kuramını belirtmek için
kullanılagelmiştir. Okul’un geliştiği kuramsal temel, Almanya Eğitim
Bakanlığı’nın bir kararnamesiyle 3 Şubat 1923’te resmî olarak kurulan ve
25 Jürgen HABERMAS: Đletişimsel Eylem Kuramı, Çev. Mustafa TÜZEL, Birinci Basım, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, Şubat 2001, 70-71. 26 VERGĐN, 164.
24
Frankfurt Üniversitesi’ne bağlanan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ydü27.
Sonradan “Frankfurt Okulu” adıyla anılan kurumun temeli, Horkheimer’ın
1930’da Enstitü yöneticiliğine atanmasıyla atılmıştır. Frankfurt Okulu
kuramının çekirdeğini Horkheimer, Marcuse, Adorno ve Fromm’un
çalışmaları oluşturur28.
Horkheimer’in ekibi tarafından geliştirilen niteleme “eleştirel toplum
kuramı”dır. Bu kuramın içeriği en açık biçimde Horkheimer’in 1937’de
“Geleneksel ve Eleştirel Kuram” başlığıyla kaleme aldığı makalede ortaya
konulmuştur. Horkheimer’in çalışmaları 1960’larda yeniden yayımlandığında,
Enstitü’nün eski yöneticisi yazdığı önsözde, çalışmasının taşıdığı önemi
“eleştirel toplum kuramı”na dayanarak açıklamış ve yazılarının “Eleştirel
Kuram” ortak başlığı altında toplanmasına izin vermiştir29.
Bir toplumsal grubun konumuyla bir düşünce üslubu arasında bir bağın
olduğunu savunan Horkheimer, sosyal bilimlerle ilişkili olarak bir bilim
felsefesi ya da bilgi kuramı olarak bir pozitivizm eleştirisi ortaya koymuştur.
Horkheimer’in eleştirisi genel olarak “bilimciliğe” (scientism) ve “bir birleşik
bilim” tasarısı şeklinde Viyana Çevresi üyelerince ifade edilen doğal ve
toplumsal bilimlere ortak evrensel ve bilimsel bir yöntem düşüncesi, özel
olarak da pozitivizmin, bilimin “(tek) bilgi ve (tek) kuram” olduğu iddiası ve
27 Tom BOTTOMORE: Frankfurt Okulu, Çev. Ahmet ÇĐĞDEM, 2.Basım, Ankara, Vadi Yayınları, Eylül 1997, 7. 28 Phil SLATER: Frankfurt Okulu Kökeni ve Önemi, Çev. Ahmet ÖZDEN, Birinci Baskı, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1998, 7. 29 Max HORKHEIMER: Akıl Tutulması, (Orhan Koçak’ın Yazdığı Önsöz’den), Çev. Orhan KOÇAK, Beşinci Basım, Đstanbul, Metis Yayınları, Şubat 2002, 62.
25
felsefenin “……. yani bilime yönelik her eleştirel tavrın” alçaltılmasına karşı
yöneltilmiştir30.
Horkheimer’in “Geleneksel ve Eleştirel Kuram”(1937) adlı
çalışmasında “geleneksel kuram” pozitivizm/ampirizm biçiminde modern
felsefede ifade edilen modern doğal bilimlerin açık ya da örtük dünya görüşü
olarak yorumlanmıştır. Her şeyin ötesinde Horkheimer, bu kuram kavramının
“doğal bilimlerin yönlendirmesini takip etmeye çalışan insan ve toplum
bilimlerindeki yayılımıyla” ilgilidir. Buna karşıt toplumsal düşünce biçimi,
eleştirel teori, salt dışsal bir bakışla kavramsal sistemlerin aracılığıyla nesnel
olguları belirleme işlemini reddeder ve “toplumun üretiminden
kaynaklandıkça, olguların, toplumun üzerine temellendiği emek–süreci
ilişkileri, ve bireyin amaçlılığı, kendiliğindenliği ve ussallığı arasındaki gerilimi
gerçek olarak aşmak ve karşıtlığı ortadan kaldırmak çabasıyla harekete
geçirilen eleştirel düşünce için aynı derecede dışsal değildir” düşüncesini
savunur31. Horkheimer’e göre bilim adamı “olarak” uzman aydınlar, toplumsal
gerçekliği ürünleriyle birlikte dışsal olarak görürler ve yurttaş “olarak” bu
gerçeklikle ilgilerini siyasal makaleler, partilere ya da hayır kuruluşlarına
üyelik ve seçimlere katılmak olarak algılarlarken, bu ikisini ve başka birkaç
davranış tarzını da kişilikleriyle, olsa olsa psikolojik yorumlama yoluyla
ilişkilendirip, bunun dışında bir ilişkilendirmeye girmezler; eleştirel düşünce
ise günümüzde bu gerilimi somut olarak aşma, bireyde bulunan hedefin
bilincinde olma, kendiliğindenlik ve akılcılık özellikleri ile toplum açısından
temel oluşturan çalışma sürecinin ilişkileri arasındaki çelişkiyi ortadan
kaldırma çabasıyla güdülenmiştir. Eleştirel düşünce, bu özdeşlik kurulmadığı
30 BOTTOMORE, 29. 31 a.g.e., 15.
26
sürece kendi kendisiyle çelişen bir insan kavramını içerir. Akılla belirlenen
eylem insana ait ise, varoluşu ayrıntılarına dek belirleyen mevcut toplumsal
pratik insanlık dışıdır32.
Eleştirel kuram kendisini insanın kendi maddi ve kültürel varlığını korku
olmaksızın yeniden üretebileceği daha iyi bir toplumun üretilmesi ideasına
adamıştır. Bu idea insanın bütün etkinliklerinde içkin olarak vardır, fakat
bireyler tarafından somut olarak kavranılamamaktadır.
Bireyleri bunu yapmaktan alıkoyan şey, ister çıplak formlarında olsun
isterse insan türünün oluşmasındaki kurucu öğelere yerleşsinler, ideoloji ve
güç ilişkileridir33.
Thomas Hobbes, fizikçinin karşılaştığı dünya(doğa) ile siyasal
düşünürün karşılaştığı dünyanın(toplum) arasındaki temel farkı çok açık bir
şekilde getirmektedir. Fizikçi incelediği dünyayı kendi yaratmamıştır, o dünya
hakkında sadece bir dil, kavramsal bir sistem yaratmıştır. Doğa bilimcisinin
kullandığı dil ve kuram, doğal gerçeği “dışsal” bir biçimde betimlemeye
yöneliktir; çünkü düzenini kurmadığımız doğal dünyayı “içeriden” anlamak ve
değiştirmek olanağımız yoktur. Toplum, doğadan farklı bir nitelik taşır;
toplumu insan yaratmıştır, düzenini insan kurmuştur. Insanın yarattığı “yapay”
gerçek yine insan tarafından değiştirilebilir34.
32 HORKHEIMER: Geleneksel ve Eleştirel Kuram, 358. 33 Ahmet ÇĐĞDEM: Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları, Nisan 1997, 127-128. 34 Đlkay SUNAR: Düşün ve Toplum, 1. Baskı, Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, Mart 1986, 62.
27
Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili
önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da
algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası
olarak bakar; ve dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal
süreçle olan ilişkisini göremez35. Eleştirel düşüncenin görevi sadece çeşitli
olguları tarihsel gelişmeleri içinde anlamak değil, olgu kavramının ötesini
görebilmek, olgunun ortaya çıkışını ve dolayısıyla göreliliğini anlamaktır.
Pozitivistlere göre tek bilimsel yöntem olan niceliksel yöntemlerle kesinlenen
sözde olgular, çoğu zaman, altta yatan gerçekliği açığa çıkarmaktan çok
gizleyen yüzey görüngüleridir36.
Pozitivizm, doğal bilimlerin gözlem, ölçme, deney, istatistiksel verilerle
sonuca ulaşma gibi yöntemlerine özenip taklit etmektedir. Yandaşlarına göre,
toplumun bilimini yapmak için doğal bilimlerin gelişmiş metodolojik tekniklerini
kullanmaktadırlar. Đkinci bakışın, sosyolojinin hermeneutik/yorumsamacı
geleneğinin yandaşları, toplum çalışması için doğal bilimlerin doğru bir model
olduğu önermesine karşı çıkmaktadırlar. Sosyal aktörlerin kendi sahip
oldukları eylemlerin anlamını açıklamak ve onlara anlam vermek için sahip
oldukları yetenek nedeniyle doğal-bilimsel araştırma nesnelerinden
ayrıldıklarını ileri sürmektedirler. Hermeneutik/yorumsamacı yaklaşım bu
yüzden toplumsal ve doğal bilimler arasındaki ayrımda ısrar etmektedir.
Eleştirel sosyal kuram ise, insan öznelerin kendi belirlenmişliğinin daha
yüksek düzeyini elde etmek için eşsiz bir yeteneğe sahip olduğu varsayımıyla
bu bakış açılarından ayrılmaktadır. Topluma eleştirel bir yaklaşım, sosyal
ilişkilerin insan öznelerinin özgürlüğünü nasıl gereksiz bir şekilde sınırladığını
saptamayı amaçlıyor ve egemen kültürün insan özerkliğine nasıl bir engel
olduğunu anlamaya çalışmaktadır.37
35 HORKHEIMER: Akıl Tutulması, 111. 36 a.g.e., 111 37 Andrew LINKLATER: Beyond Realizm and Marxism: Critical Theory and International Relations, 1. Baskı, London, The Macmillian Press Ltd., 1990, 9.
28
C - TARĐH BĐLĐMĐ ve SOSYOLOJĐ
Tarih, insanın doğaya bilinçli müdahalesiyle gerçekleşmiş değişimlerin
bir toplamıdır ve insanın bu müdahalesi olmasaydı, insanlık ezeli-ebedi bir
“şimdiki zaman”ı yaşıyor olurdu. Đnsanın özgürleşmesi, insanın doğa
üzerindeki egemenliğini ilerletmesinin ve doğal halden farklılaşmasının bir
ürünü olmuştur. Max Horkheimer’in ifadesiyle “Özgürlüğün tanımı, tarih
kuramıdır; tersinden alırsak tarih de özgürlüğün gelişme öyküsüdür.” 38
1- Tarihsel Süreç- Doğa Süreci Ayrımı
Tarihsel süreç, pozitivistler için, türü bakımından doğal süreçle özdeşti
ve doğa biliminin yöntemlerinin tarihin yorumlanmasına uygulanabilir
oluşunun nedeni buydu39. Tarihte devri hareketler olduğunu, her dönemin
yerini başka bir döneme bıraktığını söyleyen Vico, tarihte tekrarın olmadığını
belirtmektedir. Bu nedenle Vico'nun devreleri bir çember değil, sarmal (spiral)
biçimde gelişmektedir. Çünkü her dönem, bir öncekinden yeni yeni unsurlar
almakta ve bu yeni unsurları kendi içinde eriterek, değiştirerek bir sonraki
döneme bırakmaktadır. Tarihsel süreç bu şekilde sürmektedir40. Vico tarihsel
süreci insanların dil, gelenek, hukuk, hükümet vb. dizgeleri kurup geliştirdiği
38 HORKHEIMER, Akıl Tutulması, 173. 39 R. G. COLLINGWOOD: Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş DĐNÇER, 2. Baskı, Ankara, Gündoğan Yayınları, Haziran 1996, 165 40 Bkz. Oral SANDER: Türkiye’nin Dış Politikası, Der. Melek FIRAT, Ankara, Đmge Kitabevi, 1. Baskı, Mart 1998, 18-19.
29
bir süreç diye görmektedir; tarihi insan topluluklarının ve onların kurumlarının
tarihi olarak düşünmektedir.
Hegel’e göre, tarihi olaylar yalnız incelenmekle kalmayacak, tarihi
olayların niçin böyle olduklarının nedenlerinin anlaşılması asıl çaba olacaktır.
Hegel'in tarih görüşü ile ilgili olarak söylenebilecek ikinci şey, tarihe doğa yolu
ile varmayı reddetmesi(dir). Ona göre tarih ile doğa iki ayrı uğraşıdır. Tarih
kendini asla tekrarlamaz, fakat Vico'dan esinlenerek, sarmal bir biçimde
sürer. Örneğin, tarihin her döneminde savaşlar vardır ama her savaş,
insanoğlunun bir önceki savaştan bazı şeyler öğrenmiş olması nedeni ile,
yeni bir savaştır. Hegel, Tarihin Felsefesi başlıklı yapıtında, tarihi sürecin asıl
nedeni olan itici gücün akıl olduğunu ileri sürmektedir. Yani, tarihte olanlar
insan iradesi ile olur, çünkü tarihi süreç insan davranışlarından oluşur ve
insanoğlunun iradesi ise eyleme geçen akıldan başka birşey değildir. Bu
mantığı sürdürürsek, tarih insan davranışlarından oluştuğuna göre bütün tarih
"tek bir tarihtir" ve bu da siyasal tarihtir. Çünkü Hegel’e göre tek bir akıl
vardır41. Hegel tarihe doğadan yaklaşmayı reddetmekte, doğa ile tarihin
farklı şeyler olduğunu vurgulamaktadır. Her biri bir süreçtir ya da süreçler
kümesidir; ama doğa süreçleri tarihsel değildir: doğanın tarihi yoktur. Doğa
süreçleri döngüseldir; doğa döner durur ve böyle dönüşlerin yinelenmesiyle
hiç bir şey oluşturulmaz ya da kurulamaz. Her gündoğumu, her bahar, her
gel-git bir önceki gibidir; döngü kendini yinelediğinden, döngüyü yöneten
yasa da değişmez42. Örneğin, bir taş ancak onunla etkileşen şeyler ve
süreçler üzerindeki etki ve tepkileri boyunca aynı şey olarak, bir taş olarak
kaldığı sürece bir taştır. Yağmurda ıslanır; baltaya direnir; ezilmeden önce
41 Oral SANDER: Türkiye’nin Dış Politikası, Der. Melek FIRAT, Ankara, Đmge Kitabevi, 1. Baskı, Mart 1998, 21. 42 COLLINGWOOD, 150-151.
30
belli bir ağırlığa dayanabilir. Bir –taş- olmak taş üzerinde etkiyen her şeye
karşı sürekli bir direniştir; sürekli bir oluş ve bir taş olma sürecidir. Hiç
kuşkusuz, ”oluş” taş tarafından bilinçli bir özne olarak yerine getirilmez. Taş
yağmur, balta ve ağırlık ile etkileşimlerinde değişir; ama kendini
değiştiremez43. Sadece insanın kendini oluşturma ve değiştirme gücü vardır.
Tarih, hiçbir zaman kendini yinelemez; onun hareketleri daireler üzerinden
değil, sarmallar üzerinden geçer ve görünüşteki yinelemeler hep yeni bir şey
edinmiş olmakla farklılaşmıştır44. Collingwood’un da dediği gibi, örneğin
savaşlar tarihte zaman zaman yeniden ortaya çıkar, ama her yeni savaş,
insanların son savaştan öğrendikleri derslerden ötürü, bir bakıma yeni bir
çeşit savaştır.
Tarihi sürecin bir başka önemli yorumu olan maddeci tarih görüşünü
sistematik bir biçimde ilk kez ortaya koyan Karl Marx, Hegel'in esas olarak,
belirli bir durumda, bu durumun aksinin belirmesi ile ikisi arasında beliren
gerginliğin /verimliliği, yani dinamizmi olarak ifade edilebilecek olan diyalektik
yönteminden esinlenmiştir. Tarihin maddeci yorumunu geliştiren Marx,
Hegel’in diyalektiği ile tarihi olayları incelemektedir. Tarihte her olayın bir aksi
belirmekte, ikisi arasındaki gerginlik tarihi olayın gelişimine neden olmaktadır.
Tarihi süreç bu biçimde oluşmaktadır. Marx'a göre tarihi süreçte ortaya çıkan
bu gerginlik sınıflar arasındadır ve bunun temelinde de ekonomik etkenler
vardır45.
43 Herbert MARCUSE: Us ve Devrim: Hegel ve Toplumsal Kuramın Doğuşu, Çev. Aziz YARDIMLI, 2. Baskı, Đstanbul, Đdea Yayınevi, 2000, 17. 44 COLLINGWOOD, 151. 45 SANDER: Türkiye’nin Dış Politikası, 22.
31
Tarih süreçleri, doğa süreçleri gibi salt olay süreçleri değil, düşünce
süreçlerinden oluşan bir iç yanı bulunan eylem süreçleridir; tarihçinin aradığı
şey de bu düşünce süreçleridir. Her tarih düşünce tarihidir46. Tarihçiler,
sadece olayların meydana geldiği durumları değil, insanları motive eden
tarihi, kültürel, dini, siyasal, psikolojik faktörleri de dikkate alarak karar
vericileri harekete geçiren nedenleri de açıklamalıdırlar. Yalnız şimdiki
zamanda insan davranışlarını gözlemek, ölçmek, onların yalnız nesnel
görünümünü tasvir etmek ve bunlarla bir toplumdaki ilişkileri açıklamaya
kalkışmak en gerçeksiz bir sonuç ve en kötü soyutlama uydurmak demektir47.
Đncelenen toplumsal olgunun gerçekliğe sadık bir resmini çekmeyi hedefleyen
bu tür bir araştırma bize içinde bulunduğumuz toplumsal gerçeklik hakkında
verimli bir analizi yapabilmemiz için gözardı edilemeyecek ampirik verileri
sağlar. Çekilen resim bize elzem olan bilgiyi verir. Ama bu bilgi ne kadar
gerçekliği yansıtıcı nitelikte ve dakik olursa olsun geçici ihtiyaçlara cevap
vermekten öteye gitmez çünkü bize ancak olan hakkında bilgi verir, incelenen
olgunun oluşum sürecine ışık tutmaz48. Belirli bir anda ve belirli bir sistem
içindeki ilişkileri genetik olarak yani oluş hareketleri içinde tanımak gerekir.
Çünkü her birey, yalnız bugünkü ilişkilerin sentezi değil, bu ilişkilerin tarihidir
de; yani tüm geçmişin bir özetidir49. Geçmiş, insan bilincinin sürekli bir
boyutu; insan toplumunun kurumları, değerleri ve diğer kalıplarının
kaçınılmaz bir bileşenidir50. Đnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama
kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan
karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde
yaparlar51.
46 COLLINGWOOD, 257. 47 Doğan ERGUN: Sosyoloji ve Tarih, 2. Baskı, Đstanbul, Der Yayınları, 1982, 22. 48 VERGĐN, 169. 49 Antonio GRAMSCI: Hapishane Defterleri, Çev. Adnan CEMGĐL, 3. Baskı, Đstanbul, Belge Yayınları, Eylül 1997, 54. 50 Eric HOBSBAWM: Tarih Üzerine, Çev. Osman Akınhay, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, 17. 51 Karl MARX: Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev. Sevim BELLĐ, Üçüncü Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 2002, 13.
32
2 - Tarih Nasıl Đnşa Edilir ?
Tarih burada ve şimdi tasarlanır ve yazılır. Bu tasarlayış ve yazışla
tarihçi, bugünün kavramları ve düşünüş biçimiyle, geçmişi zihninde yeniden
canlandırır; adeta geçmişi yeniden kurar. Birbirini izleyen iki tarihsel olay,
ancak, şimdiki durumları, geleceğin tahmin edilmiş durumları açısından
değerlendirilebilen, eyleyen öznelerin, geriye aktarılmış bağlantı sistemi
içinde, geçmiş bir şimdiki zamanın geçmiş bir gelecekle ilişkisinden
anlaşılabilir52.
Çevremizde algıladıklarımız, kentler, köyler, tarlalar ve ormanlar,
işlenmişlik damgasını üzerlerinde taşırlar. Đnsanlar sadece giyim kuşamları ve
görünüşleriyle, biçimleri ve duygu tarzlarıyla tarihin bir ürünü olmakla
kalmazlar; görme ve dinleme tarzları da, binlerce yılda gelişmiş bulunan
toplumsal yaşam süreçlerinden koparılamaz. Duyuların bize sunduğu olgular,
çifte bir biçimde; algılanan nesnenin tarihsel karakteri ve algılayan organın
tarihsel karakteri yoluyla, toplumsal olarak önceden biçimlendirilmişlerdir53.
Tarihsel süreçler incelenirken amacın olayların meydana geliş sıralarını
yani kronolojisini vermek olmaması gerekir. Olayların ardında yer alan
dinamiklerin anlaşılmasına ve kavranmasına yönelik çözümlemelerin
yapılması çok daha doğru olacaktır.
52 HABERMAS: Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, 301. 53 Max HORKHEIMER: “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL, 1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 349.
33
Okullarda öğretilen şekliyle tarih, inanç ve tutumların oluşumuna önemli
bir katkı yapar. Tüm rejimlerin kendi gençlerine okulda bir miktar tarih
öğretmelerinin nedeni nedir? Kuşkusuz buradaki amaç, onların toplumlarını
ve toplumlarının nasıl değiştiğini anlamaları değil, kendi ülkelerini
onaylamaları, kendi ülkeleriyle iftihar etmeleri, iyi yurttaşlar olmalarıdır54.
Çocuklar en küçük yaştan itibaren sistemin öngördüğü ideolojiyle
yoğrulmakta ve resmi ideoloji doğrultusunda toplumsallaşmaktadır. Derslerde
egemen sınıfın ideolojik unsurları aşılanmakta ve bunların içselleştirilmesi
sağlanmaktadır55. Eğitim yoluyla elde edilmiş her bilginin doğru olduğu
yanılsaması içindeki öğrenci, bu durumdan çıktığı ve kendi kendine bazı
sorular sormaya ve cevaplar aramaya başladığı zaman gerçeğin farklı
olabileceğinin de farkına varmaktadır. Kendisine aktarılan olgulara, bu fark
edişten sonra yeni bir gözle bakmaya başlar.
D - TARĐHSEL SÜREÇ ve TOPLUMSALLAŞMA / KĐMLĐKLENME
SÜRECĐ
Jung’a göre; savaşlar, hanedanlar, toplumsal karışıklıklar, toprak ele
geçirmeler ve dinler; bütün bunlar, bireyin gizli ve temel ruhsal davranışının
en yapay belirtileridir ve bunların bilincinde olmadığından da davranışları
tarihçinin gözünden kaçmaktadır. Önemli olan bireyin öznel yaşamıdır ve
54 HOBSBAWM, 56. 55 VERGĐN, 84.
34
tarihi oluşturan da budur56. Đnsan beyni insanlığın derin ve eski
deneyimleriyle toplumsallaşma süreci içerisinde biçimlendirilmekte ve
etkilenmektedir. Đnsanın içinde yer aldığı grup veya toplumun normlarına,
değerlerine veya davranış modellerine katılımını sağlayan sosyalleşme
süreci, sosyal bağın oluşumunda önemli bir rol oynar. Çocuk, bu süreç içinde
aile, okul, akran grupları, kitle iletişim araçları ve diğer kurumların etkisiyle,
toplumda mevcut norm ve referans sistemlerine bağlanır. Sosyalleşme
sürecinde çocuk, bir yandan çevresiyle ilişki içerisinde biçimlenirken, diğer
yandan değişik bağlamlarda kendi kendini keşfederek kendi benini kavrar. Bu
açıdan, çocuğun gelişimi onun çevre tarafından basitçe şekillendirilmesi
anlamını taşımaz; çocuk kişiliğini çevreyle etkileşimsel bir dinamik içinde
kazanır ve sosyalleşme, çocukluk döneminden sonra çeşitli gruplar içinde
devam eder57. Toplum her yeni üyesini kendi istemleri doğrultusunda
biçimlendirmeye çalışır. Dil ve çevre, bireyin düşüncesinin niteliğini
belirlemekte etkili olmakta; ama yine de kalıplanmaya çalışılan bireyle
toplumun istemleri arasında çatışmalar çıkabilmekte, bu da toplumsal
değişmelerin yolunu açmaktadır. Toplumun, bireyleri genel bir modele uyma
yönündeki tüm zorlamalarına rağmen, azınlıklar ve sapanlar, hem baskıya
direnmekte ve hem de bazen yeni yaşama, düşünme, davranma tarzları
yaratmayı ve çoğunluğun bunlara katılmasını sağlamayı başarmaktadır58.
Toplumsal değişmelerin yarattığı ya da getirdiği yeni ortam, insanın etrafında
yeni bir uyarıcı ağı ve çok değişmiş yaşama koşulları yaymaktadır. Ve
böylece dönüşmüş bulunan ortamın çok çeşitli baskısı, genel olarak insanın
56 Bkz. Carl Gustav JUNG: Đnsan Ruhuna Yöneliş, Çev. Engin BÜYÜKĐNAL, 5. Baskı, Đstanbul, Say Yayınları, 2004, 54. 57 Nuri BĐLGĐN: Đnsan Đlişkileri ve Kimlik, Đkinci Basım, Đstanbul, Sistem Yayıncılık, Aralık 2001, 7-8. 58 a.g.e., 66.
35
ruhsallığı, özel olarak insanın duyma, düşünme, algılama ve isteme tarzlarını
etkilemektedir59.
1- Kimlik Duygusunun ve Kolektif Belleğin Oluşumu
Đnsan tarihsel bir varlıktır; çünkü insan toplumların tarihinin bir ürünüdür
ve içinde bulunduğu çevrede ilişkileriyle şartlandığına göre bütün halleri
toplumunun tarihinin bir özeti sayılır. Her toplumdaki hareket ve değişme,
toplumların özel tarihsel süreçleri ile açıklanabilir60. Đnsanın, içinde yer aldığı
grup veya toplumun normlarına, değerlerine veya davranış modellerine
katılımını sağlayan toplumsallaşma süreci, sosyal bağın oluşumunda önemli
bir rol oynar. Toplumsallaşma sürecinin sonucu olarak, bir kimlik duygusu
oluşur. Kişi, toplumda mevcut norm ve referans sistemlerine bağlanır.
Kişinin, toplumda mevcut norm ve referans sistemlerine bağlanması,
içinde yer aldığı toplumun kolektif kimliğini bireysel
psikolojisinde/ruhsallığında içselleştirmesi demektir. Kolektif kimlik, bir takım
semboller, anılar, sanat eserleri, töreler, alışkanlıklar, değerler, inançlar ve
bilgilerle yüklü bir gelenekten, geçmişin mirasından, kısacası kolektif
bellekten hareketle inşa edilir61. Kolektif bellek, toplumun geçmişinden kalanı
ve süregeleni ve toplumun ne yaptığını ifade etmektedir. Türkiye’de yapılan
bir araştırmada, toplumumuzda en çok sevilen ülkelerin/ulusların sırasıyla
Japonlar, Bosna – Hersekliler, Đtalyanlar, Türkmenler, en az sevilen
ülkelerin/ulusların ise Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler, Yunanlılar, Almanlar,
59 ERGUN, Sosyoloji ve Tarih, 34-35. 60 a.g.e., 18. 61 Nuri BĐLGĐN: Kimlik Sorunu, 1. Baskı, Đzmir, Ege Yayıncılık, Ocak 1994, 53.
36
Ruslar olduğu şeklinde sonuçlara ulaşılmıştır62. Bizler, hiç bir Almanla,
Ermeni ile veya Japonla karşılaşmamış olsak bile belleğimizdeki
duyuşumuza göre birtakım kategorileştirmeler yaparız.
Geçmiş, bellekte olduğu gibi kalmaz. Đlerleyen şimdiki zamanın
değişken ilişkileri çerçevesinde sürekli olarak yeniden örgütlenir. Yeni
olanda, sadece yeniden kurulan geçmiş biçiminde ortaya çıkabilir.
Gelenekler yalnız geleneklerle ve geçmiş yalnız geçmişle değiştirilebilir.
Toplum yeni fikirleri alıp, geçmişin yerine koymaz, sadece geçmişi o zamana
kadar etkili olmuş başka gruplardan farklı biçimde devralır63.
2 – Ulusal Aidiyetin / Yurttaşlığın Sınırları
Kişi, günümüz devletleri de dahil olmak üzere, anne babası öyle
olduğu ya da orada doğduğu için bir devletin vatandaşı/yurttaşı olmaktadır.
Kişi doğuştan bir toplumun üyesi olarak var olmakta, içinde doğduğu
toplumun ve yurtaşı olduğu devletin kuşaklararası aidiyet kurallarının
taşıyıcısı haline gelmektedir. Devlet, yasalarıyla kimin o ülkeye ait olup
olmayacağını belirleyen kurallar koymakta, belirlediği aidiyet kurallarına
uymadığı takdirde kişiyi yurttaşlıktan çıkarabilmektedir.
Anne ya da baba soyundan gelmiş olmaya göre bazı farklılıklara ve dile
hakim olma şartlarına rağmen, kalıp oldukça açıktır.Yurttaşlık önce soy
62 Araştırma sonuçlarına ilişkin olarak Bkz. Nuri BĐLGĐN: Đnsan Đlişkileri ve Kimlik, Đkinci Basım, Đstanbul, Sistem Yayıncılık, Aralık 2001, 101-102 . 63 Jan ASSMANN: Kültürel Bellek, Çev. Ayşe TEKĐN, Birinci Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001, 45-46 .
37
çizgisine ilişkin fikirlere ve sonra evlilik, ülke toprağı ve muhtemelen dil
konusundaki uylaşımlara dayanır64.
Belli bir yerde doğmanın kişiyi bir üye yapması politik bir otoriteyle
toprak arasında bağı olumlar; egemenliği tikelleştirir ve somutlaştırır65.
Bir topluma aidiyet bir dili konuşmakla, kültürel bir duyarlılık göstermekle,
gelenek ve göreneklerine, yaşam biçimlerine uyum sağlamakla ya da o
toplumun tarihine katılmakla birlikte gelir. Bu nedenle, devlete aidiyetin
koşulu, asıl olarak kişinin etnik kökenini belirleyen doğumu çağrıştıran
pratikler değil, kişinin içinde doğduğu ulusun etnikliğini almasında bulunur.
Yurtaşlık anlayışı, geleneksel olarak, kişilerin ayrı egemen devletlerin
üyeleri olarak belirli yasal, siyasal ve sosyal haklara ve yükümlülüklere sahip
olmaları anlayışına dayanmaktadır. Fakat, toplumların ahlaki ve siyasal
sınırlarının, tümüyle, bir noktada birleştiğini ileri süren yaklaşımların çekiciliği,
yurttaşlık kavramının içeriğini değiştirmektedir. Avrupa Birliği(AB) Maastricht
Antlaşması’nın 8. maddesindeki düzenlemesiyle, yurttaşlık kavramını yeni bir
aşamaya taşımaktadır. Her bir AB üyesi, diğer üye devletlerin yurttaşlarının
kendi yerel seçimlerinde, aday olma ve oy verme hakkını, seçimlere
katılabilmelerini ve her biri, Avrupa Parlamentosu için seçimlere ilişkin benzer
hakları kabul etmektedirler66.
Çevresel tahribatın insan türleri ve henüz doğmamış nesiller için ortaya
çıkaracağı risk hakkındaki çağdaş/modern endişeler ve nükleer savaş
hakkındaki daha önceki endişeler, ulus – devletler tarafından hala büyük
ölçüde hakim olunan bir dünyada sosyal hareketlere ve hükümet – dışı
organizasyonlara daha büyük desteğin yanında yeryüzünün geleceği için
64 Jacqueline STEVENS: Devletin Yeniden Üretimi, Çev. Abdullah YILMAZ, Birinci Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001, 198. 65 a.g.e., 211. 66 Andrew LINKLATER: “Cosmopolitan Citizenship,” Citizenship Studies, Vol.2, No.1, 1998, 29.
38
daha derin bir kişisel sorumluluk hissine yol açmaktadır67. Herkesin yasal,
siyasal, sosyal ve kültürel haklarını güvence altına alacak ulusaşırı
kuruluşların oluşturulması, bir dünya yurtaşlığı anlayışının oluşturulabilmesi
için gerekli olmaktadır.
Đnsan, değişmeyen bir varlık değildir ve kendisinin ve çevresinin
rasyonel kontrolünü daima arttırma yoluyla özgürlüğünü genişletme
yeteneğine sahip olmuştur. Gerçekten, eşsiz insan gücü, kendi sahip olduğu
akıl ve özgürlüğü ifade eden, “ikinci bir doğa”yı inşa ederek, kendisinin
oluşturduğu bir dünyada yaşama yeteneğini göstermiştir. Đnsanlar, tarihsel
iletişim yoluyla özgürlüklerinin en olumlu koşullar içerisinde
gerçekleştirilebilmesi için elverişli amaçları kavramanın farkına
varabilmektedirler68. Hem insan özgürlüklerinin, en iyi devletler ve devlet
sistemi içinde geliştiğini savunan bir yaklaşım (komünitariyen ), hemde insani
özgürlüklerin, sadece, tam olarak post-egemen kurumlar içinde
gerçekleştirilebildiğini savunan bir “insanlık toplumu (community of
mankind )” (kozmopolitan ) yaklaşımı, her ikisi de, normların eleştirel olarak
ele alınması ve devletler ile kişiler, kişiler ile devletler ve diğer/öteki devletler
ile devletler arasında moral/ahlâki ilişkilerin doğru yapısının çerçevesini
oluşturma inanışını paylaşmaktadırlar69.
67 a.g.e., 29. 68 Andrew LINKLATER: Men and Citizens in the Theory of International Relations, Second Edition, Printed in Hong Kong, The Macmillan Pres Ltd., 1990 , 135. 69 Bkz. Molly COCHRAN: Normative Theory in International Relations: A Pragmatic Approach, First Published, Printed in the United Kingdom at the University Press, Cambridge University Press, 1999, 7.
39
3 - Kimlik ve Farklılık / "Öteki"lik
“Öteki” ve “ötekileştirme” sözcükleri kimliklerin oluşum süreçlerinin
açıklanmasında sıkça kullanılmakta olan kavramlardır. Bir kimlik, toplumsal
olarak kabul edilmiş bir dizi farklılıkla olan ilişkisi yoluyla oluşturulur. Bu
farklılıklar onun varlığı için hayati önem taşır. Kimlik varolmak için farklılığa
gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı
“öteki”liğe dönüştürür70. Her kimlik, öteki içselleştirilerek inşa edilir.
Farklılıkların tehdit oluşturması ya da tehdit olarak algılanarak
“ötekileştirilme”si salt tanımlama işlevinin ötesinde kimliği kuvvetlendirme
işlevi görür. Günlük yaşamda, zaman zaman, insanların (bizim veya
başkaları tarafından ), gizli bir hesabın peşinde olmak, karanlık işler çevirmek
ve gizli bir planı gerçekleştirmeye çalışmakla suçlandığına tanık
olunmaktadır71. Osmanlı Đmparatorluğu’nun parçalanmasının, Türkiye’de
yaşanan terörün ve komşu ülkelerle ilişkilerde yaşanan sorunların dış güçlere
ve onların içerideki işbirlikçilerinin faaliyetlerine bağlandığı görülmektedir.
Devleti yöneten rejim, oluşturmaya çalıştığı kolektif kimliğin kesinliğini
korumak için, kendi farklılığını ortaya koymaya çalışırken, kendi öteki veya
ötekilerinden önemli ölçüde yararlanır. Kolektif kimliğe karşı iç ve dış tehditler
ortaya çıktığında veya böyle bir tehdit algılaması içerisine toplum girdiğinde
ulusal sadakatin yöneldiği başta gelen yerin devlet olduğu da dikkatten
kaçmamalıdır.
Tarih süreci içinde Avrupa’nın değişik “öteki”leri olmuştur. Bütün
Ortaçağ boyunca Avrupa’nın “öteki”si Đslam’dır. On beşinci yüzyıldan on
sekizinci yüzyıla kadar genelde Đslam, özelde Türkler(Osmanlı Đmparatorluğu)
Avrupa’nın etkili “öteki”sidir. Birbirleri ile hep mücadele içinde olan Avrupalılar
70 William E. CONNOLY: Kimlik ve Farklılık, Çev. Ferma LEKESĐZALIN, 1. Baskı, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, 93. 71 BĐLGĐN: Đnsan Đlişkileri ve Kimlik, 127.
40
Osmanlı’nın doğudaki varlığı ve baskısı sayesinde birlik ve bütünlük
düşüncesine ve bilincine sahip olmuşlardır. Bütün kimliklerde görülen dış
güçler sayesinde birlik ve bütünlük oluşturma süreci modern Avrupa’da da
Osmanlı ile gerçekleşmiştir72. Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin
başlamasına muhalefet eden ülkelerin başında gelen ve halkının da ağırlıklı
bölümünün Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığı ileri sürülen Avusturya’nın kimlik
oluşum sürecindeki Türk’lerin ötekiliği bugünün politikalarında yansımasını
bulmaktadır. Avusturya’nın önde gelen dergilerinden Profil’in yazarı Georg
Hoffman,
“Tüm okul kitaplarında Türklerle kimin savaştığından, 1683’te Hıristiyan dünyasını Türk işgalinden kimin kurtardığından bahsediliyor”
demekte, tüm bu olayların Avusturya kimliğinin oluşmasındaki önemli rolüne
işaret etmektedir73.
Sonraları, kim Avrupa için tehdit olarak algılanmışsa, o etkili olan öteki
haline gelmiştir. Soğuk savaş döneminde, “öteki”nin değişen imajı komünist
kimlik olmuştur. “Komünist” sözcüğü, Batı”nın iyilik, güzellik, doğruluk, insan
özgürlüğü, demokrasi gibi evrensel değerlerine karşı çıkan bütün kötülüklerin
kaynağı ve taşıyıcısı olan bir kavram olarak Batılı insanın zihninde
kurulmuştur74.
1990’larda Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte yaşanan gelişmelerle
birlikte Batı, bir askeri ittifak olan NATO’dan başlamak üzere, kendini “yeni
öteki”ye göre şekillendirmeye başlamıştır. Batı’nın yeni başta gelen "öteki"si
“Đslam fundamentalizmi” olurken eski tehdidin yerini alacak tehditler de ortaya
çıkmıştır. Yeni tehditler etnik ve dini çatışmalar, nükleer ve kimyasal
72 a.g.e., 63 73 “Avusturya Yalnız Değil”, Cumhuriyet, 4 Ekim 2005 74 Bkz. Ali BULAÇ: “Öteki’nin Kimliği ve Đmajı”, Birikim, No. 71-72 (Mart-Nisan 1995), 79.
41
silahlanma, terörizm, ekonomik ve politik istikrarsızlıklar veya önceden
tahmin edilemeyen gelecekte ortaya çıkabilecek çeşitli karanlık ve
istenmeyen gelişmeler olarak saptanmıştır.
Görüldüğü üzere, Batı, tarihsel süreç içinde farklı coğrafyaları, farklı
kimlikleri “öteki” olarak inşa etmekte ve bu ötekileri, “modernleştirmeye”,
“denetlemeye” ve “dönüştürmeye” çalışmaktadır. Modern uluslararası
ilişkilerin devletlerarası ilişkiler olarak kurgulanma döneminde de 1945
sonrası devletler yanında uluslararası örgütlerin önem kazandığı dönemde
de, 1980’lerden itibaren başlayan uluslararası ilişkilerin küreselleşme
döneminde de ve 1990'Iardan bugüne yaşadığımız Soğuk Savaş sonrası
dönemde de, kimlik olgusu ve siyaseti hep önemli bir rol oynamıştır75.
Türkiye’nin karar vericilerinin kimliklerini şekillendiren “öteki”lerini
kavramaksızın Türkiye’nin iç ve dış politikasını anlamak olanaklı olmadığı
gibi, yeni muhafazakarlık olarak adlandırılan bir ideolojiyi ABD’de 2000
yılında iktidara taşımış olan Bush yönetiminin, kimlik çözümlemesini
yapmaksızın da, zora dayalı bir hegemonik düzen kurmaya yönelen ABD dış
politikasını anlamak olanaklı olmayacaktır. Devletlerin egemen kimliklerinin
oluşum süreçlerinin kavranması, gerek devletlerin iç politikaları gerekse de
dış politikalarının anlaşılması bakımından merkezi bir önem taşımaktadır.
75 KEYMAN: “Kimlik ve Demokrasi”, 222-223.
42
II. ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER ve KAVRAMSAL ARAÇLAR
A- ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERDE SIKÇA KULLANILAN BAZI
KAVRAMLAR
Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar kavramları uluslararası ilişkiler içerisinde
son derece önemli bir yer tutmaktadırlar. Ulusal güvenlik ve ulusal çıkar
kavramlarını, araştırmacılar çok sık kullanmalarına karşın, çalışmalarda bu
kavramların içeriği/muhtevası üzerinde fazla durulmadığı görülmektedir.
Söz konusu kavramlar, araştırmacıların kimliklerine ve kimlikleri
çerçevesinde oluşan algılamalarına göre farklı içeriklerde ele alınmakta,
yorumlanmakta ve tanımlanmaktadır. Ülkelerin dış politikalarının esas olarak
ulusal güvenliklerini sağlamak ve ulusal çıkarlarını elde etmek amacına
yönelik olarak yürütüldüğünü düşündüğümüzde ulusal güvenlik ve ulusal
çıkar kavramları üzerinde durmak bir gereklilik haline gelmektedir.
1- Ulusal Güvenlik Kavramı
Devlet güvenliği/ulusal güvenlik kavramı, özellikle II. Dünya Savaşı
sonrasında uluslararası ilişkiler çalışmalarında sıkça kullanılmaya başlanmış
ve devletlerarası ilişkilerin bir fonksiyonu olarak kabul edilmiştir. Devletler,
uluslararası alandaki öğeler tarafından tehdit edilebilmektedirler ve
uluslararası çevrelerinde meydana gelen değişmeler tehdit algılamalarında
43
da değişikliklere yol açabilmektedir. Fakat, devlet, dış tehdidin potansiyel tek
hedefi değildir. Toplumlar da normlarını, değerlerini ve hatta onların halkları
tarafından algılandığı biçimiyle modern toplumlarının temellerini
çökertebilecek uluslararası çevreden kaynaklanan olaylar tarafından tehdit
edilebilmektedirler76. Tehdidin gerçek olmasından daha çok tehdit
algılamasının oluşmuş olması iç siyasal yaşamı ve dış politika kararlarını
etkilemektedir.
Geleneksel olarak, ulusal güvenlik kavramı, korunması gereken
değerler olarak siyasal bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü içermektedir; fakat
bazen başka değerler de ilave edilmektedirler77. Soğuk Savaş sırasında
Batılı ülkelerin ulusal güvenliğine karşı “komünist tehdit” algılaması söz
konusuyken ve bu algılamaya göre politikalar saptanırken, 1990’lı yıllar
içerisinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, “komünist tehdit”in yerini
yeni tehdit değerlendirmeleri almaya başlamıştır.
Her devlet, kendi varlığını, devamlılığını ve bütünlüğünü hedef alan iç ve
dış tehditlere karşı, bir Ulusal/Milli Güvenlik Politikası tespit etmek ve bunu
uygulamak durumundadır78. Her ülkenin çıkarlarına göre saptadığı Ulusal
Güvenlik Politikası’nın uygulamasını biçimleyen usul ve metodlarını ortaya
koyan, ulusal güvenlik hedeflerinin gerçekleşmesini sağlayacak olan bir
stratejinin de belirlenmesi gerekir. Ulusal güvenlik stratejisi denilen bu
stratejinin uygulanmasında, iç ve dış tehdit değerlendirmelerindeki
değişmeler ve önceliklere göre değişiklikler yapılması, başarılı sonuçlar
alınması bakımından önemli görülmektedir.
76 Manus I. MIDLARSKY: “The Impact of External Threat on States and Domestic Societies” International Studies Review, Vol. 5, Issue 4, December 2003, 13. 77 David A. BALDWIN: “The Concept of Security”, Review of International Studies, C. 23, No. 1 (January 1997), 13. 78 Devletin Kavram ve Kapsamı, Ankara, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No:1, 42.
44
Türkiye’nin kuvvet komutanlarını ve üst düzey sivil yöneticilerini biraraya
getiren ve fiilen en yüksek karar alma organı konumunda bulunan Milli
Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği tarafından yayımlanan “Devletin Kavramı
ve Kapsamı” adlı kitapta,
“…devletin ulusal güvenlik konularının korunması ve kollanması, hükümetlere düşen başlıca bir görevdir.”
denilmektedir. Ancak bu görevin yerine getirilmesinde ortaya çıkabilecek
ihlaller, zafiyetler telafisi devlete ve millete/ulusa çok pahalıya mal olacak ve
bazen telafi edilemeyecek kayıplara yol açabilir, denilmekte; bu nedenle
ulusal güvenliğin korunması ve kollanması amacıyla araştırma, inceleme,
değerlendirme, karar alma, uygulama vb. işlemlerinin; demokratik düzen
içinde ve özelliği dolayısıyla ihtisas kuralına daha fazla uymayı sağlayan bir
ulusal güvenlik sisteminin oluşturulması gerektiği ifade edilmektedir79.
Dolayısıyla ulusal güvenlik konularının hükümetlerden özerk devlet kurumları
tarafından saptanması ve saptamalara göre politikaların uygulanmasının
doğru olacağı savunulmaktadır. Gerçek ve tüzel kişilerin, her türlü resmi ve
özel kurum ve kuruluşların, politik birimlerin, siyasi partilerin ve devletin yargı,
yürütme, yasama ve temsil organlarının devletin varoluş nedenine uygun
ulusal hedeflerin elde edilmesi konusunda ortak bir bilinç; tutum ve davranış
biçimi içinde bulunmalarının sağlanması gerekir80. Aynı kitaba göre birlik ve
bütünlüğün sağlanması için her şeyden önce devletin bireyleri arasındaki
“siyasi, etnik ve gelişim farklılıklarının” azaltılması veya ortadan kaldırılması
gerekir. Dış güçler; çeşitli yol ve yöntemlerle, hedef ülkedeki siyasi, etnik ve
gelişim mesafelerini etkileyip kendi amaçlarına uygun düzenlemeye
79 Bkz. Devlet’in Kavram ve Kapsamı, 44. 80 a.g.e., 47.
45
çalışırlar81. Türk siyasal kimliğinin, sürekli bir yok olma tehdidi altında
kendisini hissetmesi, iç ve dış düşmanların sürekli bir şekilde kendi varlığını
ortadan kaldırmaya çalıştıkları algılaması içerisinde bulunması, sürekli bir
güvenlik arayışı içerisinde olunmasını da beraberinde getirmektedir.
Güvenliğin sağlanabilmesi ise hükümetlerden öte devletin kurumlarının bir
görevi haline getirilmektedir. Siyasal, etnik ve gelişim farklılıklarının ortadan
kaldırılması suretiyle birlik ve bütünlüğün sağlanabileceğine inanılmaktadır.
Birlik ve bütünlüğün sağlanması, dış güçlerle işbirliği yapabilecek potansiyel
iç düşmanların ortadan kaldırılabilmesiyle doğrudan ilintili kılınmaktadır.
2 - Ulusal Çıkar Kavramı
Ulusal çıkar, tüm devletlerin dış politikalarını belirleyen, fakat kendisi
belirlenemeyen esrarengiz bir kavram haline dönüşmüştür. Tüm devletler,
çeşitli davranışlarını ve/veya davranış arzularını bu kavrama dayandırarak
haklı göstermeye çalışmışlar, böylece ulusal çıkar, Mahatma Gandhi’nin
Hindistan’da Đngiliz yönetimine karşı uyguladığı pasifist politikalardan Adolf
Hitler’in “lebensraum” dediği ve Almanların diğer ülkelerin topraklarını ele
geçirmelerini meşru kılan yayılmacı “hayat sahası” politikasına kadar çeşitli
eylemlere bir gerekçe oluşturmuştur82.
Ulusal çıkar karar vericilerin almış oldukları dış politika kararlarını
meşrulaştırıcı güçlü ve karşı çıkılması zor olan bir kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kuşkusuz, alınan her kararda ulusal çıkar kavramı dile
81 a.g.e., 56. 82 Faruk SÖNMEZOĞLU: Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 2. Baskı, Đstanbul, Filiz Kitabevi, 1995, 211-212.
46
getirilmemektedir. Ancak bu durumlarda bile dış politikanın ulusal çıkara
uygun olduğu içsel olarak varsayılmaktadır83.
Geleneksel eğilimin temsilcileri arasında ulusal çıkar kavramına önem
kazandıran uluslararası politika alanındaki ilk genel kuram oluşturma
çabasının sahibi Hans Morgenthau, uluslararası politika alanında
“gerçekçi/realist” olarak adlandırdığı kuramında, gerçekçiliğe yolunu
bulmakta yardım eden en önemli “nirengi noktası” olarak güç terimi ile ifade
ettiği “çıkar” kavramını görmektedir. Uluslararası politikayı kavrayıp anlamaya
çalışan akıl ile, anlaşılması gereken gerçekler arasındaki bağlantıyı bu
kavram sağlamaktadır84. Morgenthau’ya göre bir devlet adamının izleyeceği
dış politika ile bu devlet adamının felsefesini ve siyasal eğilim ve
sempatilerini birbirine karıştırmamak gerekir. Özellikle çağdaş koşullar
altında, devlet adamları, halk kitlelerinin destek ve sevgisini kazanmak
amacıyla izledikleri dış politikayı felsefî ve siyasî sempatileri açısından
sunma alışkanlığında bulunabilirler. Fakat günümüzün devlet adamları ulusal
çıkar açısından düşünmek ve eylemde bulunmak şeklindeki “resmî görev”
anlayışları ile, kendi moral değerlerinin ve siyasal ilkelerinin bütün dünyada
uygulandıklarını görmek şeklindeki “kişisel arzuları” açısından farklı kişiliklere
sahiptirler85.
“Ulusal çıkar” halkın toplumsal bilincinde kök salmış, tamamen soyut
nitelikte olan bir çok iyi ve güzel fikirleri içermektedir86. Ulusal çıkar kavramı,
83 Đlhan UZGEL: Ulusal Çıkar ve Dış Politika, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Mayıs 2004, 53-54. 84 Hans J. MORGENTHAU: Uluslararası Politika, Çev. Baskın ORAN ve Ünsal OSKAY, Cilt:1, Türkçe Birinci Baskı, Ankara, Türk Siyasal Đlimler Derneği Yayınları, 1970, 4. 85 Bkz. Hans J. MORGENTHAU: Uluslararası Politika, Cilt:1, 7. 86 Mehmet GÖNLÜBOL: Uluslararası Politika, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1978, 86.
47
uluslararası alanda bir eylemde bulunan bir devletin neden o şekilde
davrandığını açıklamaya yarayan bir araç olmaktadır. Bazıları, ulusal çıkarı,
“... karar alıcı neye karar verirse odur” şeklinde tanımlamaktadır87. Suat
Bilge’ye göre ulusal çıkar, bir memleketin kanaatini yansıtan halk oyu ve
devlet adamlarının bir memleketin bağımsızlığı, ülke bütünlüğü, güvenliği,
maddi ve manevi yaşayış şekli bakımından hayati saydığı hak ve
menfaatlerdir88.
Đç politika ile dış politika arasındaki ilişkiyi sistematik bir biçimde
çözümleyen ilk düşünürlerden Karl Marx ve Friedrich Engels’e göre egemen
sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle,
toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel
güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda,
zihinsel üretim araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin
içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları
verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.
Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir
şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi egemen
ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka
bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı
meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve
sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve
tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının
bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar,
düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının
düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri,
87 SÖNMEZOĞLU, 219. 88 A. Suat BĐLGE: Milletlerarası Politika, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1966, 314.
48
çağlarının egemen düşünceleridir89.
Her bir yeni sınıf, amacını gerçekleştirmek için kendi çıkarlarını bütün
toplumun üyelerinin çıkarı olarak gösterir ve bunu da ideal bir biçim içinde
sunar. Kendi düşüncelerine evrensellik boyutu katmak zorundadır ve bunları
tek geçerli evrensel ve akılcı düşünceler olarak ortaya koyar90. Devletin
çıkarları ya da ulusal çıkarlar, aslında toplum içindeki egemen sınıfın
çıkarlarından başka bir şey değildir. Đç politikada olduğu gibi, dış politikada
da, devlet mevcut düzeni dış tehlikelerden koruyan ve egemen sınıfın
dışarıdaki çıkarlarını yürüten başlıca araçtır91.
1917 Rus devriminden sonra, 1920’lerde Đtalya’da faşizmin, 1930’larda
Almanya’da Nazizmin, 1958’de Küba’da ve 1979’da Đran’da meydana gelen
rejim değişiklikleri sonrasında yani hakim ideolojinin yerine başka bir
ideolojinin gelmesinden sonra bu ülkelerin karar vericilerinin "çıkar"
algılamalarında farklılıklar olmuş ve dış politikalarında, iç yapılarında
meydana gelen değişmelerle birlikte farklı yaklaşımlar oluştuğu
gözlemlenmiştir.
Türkiye’nin çıkar değerlendirmelerinin, Türk siyasal kimliği tarafından
yapıldığını ve onun adına devletin ilgili kurumlarınca uygulandığını ifade
etmek gerekir. Çıkar kavramı, toplumun üzerinde her zaman uzlaşısının
olması gereken bir alan olarak inşa edilmektedir. Belirlenen ulusal çıkar
doğrultusunda uygulanan politikalara muhalefet eden anlayışlar ise,
89 Karl MARX ve Friedrich ENGELS: Alman Đdeolojisi, Çev: Sevim BELLĐ, 5. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 2004 , 75. 90 UZGEL, 62. 91 GÖNLÜBOL: Uluslararası Politika, 246.
49
dışlanmakta, “öteki”leştrilmekte ya da dış güçlerin hizmetinde olmakla
suçlanabilmektedirler. Türkiye’nin dış politikası hegenomik bir konumda
bulunan “Kemalizm”in şekillendirdiği siyasal kimliğin algılamaları
doğrultusunda oluşmakta ve uygulanmaktadır. Söz konusu kimlik, hegemonik
vasfını kaybettiği ölçüde Türkiye’nin dış politikasının da farklı çıkar
değerlendirmeleri ve uygulamaları içerisine girmesi mümkün hale
gelebilecektir.
B- KARAR VERĐCĐLERĐN ALGILAMALARININ OLUŞUMUNU
ETKĐLEYEN ETKENLER
1- Resmi Đdeoloji ya da Devlet Kimliği ya da Ulusal Kimlik
Hemen hemen bütün ülkelerde devlet/hükümet tarafından açık ya da
örtük biçimde oluşturulan bir ideolojiden söz edilebilir92. Đdeoloji, olay ve
olguları algılama ve bu algılama sonucunda oluşan düşünceler ve bu
düşüncelerin eyleme geçirilmesine ilişkin bir inançlar setidir.
Bununla beraber, burada söz konusu olan tek tek bireylerden
kaynaklanan inançlar değil, bir anlamda onların dışında siyasal sistem
içerisinde yer alan ve bireylere hayatları boyunca yaşadıkları sosyalizasyon
süreci çerçevesinde etkide bulunan ve onlarca çeşitli düzeylerde kabul gören
92 SÖNMEZOĞLU, 485.
50
bir inançlar setidir93.
Bir ülkede egemen olan ideolojinin devamlılığı ve egemenliğini
sürdürecek kurumlar/yapılar aracılığıyla toplumun ortak algılama ve duyuş
biçimini oluşturmada önemli bir işleve sahip olduğunu vurgulamak gerekir.
Hemen her toplumda ideolojinin başta gelen rollerinden biri, sistemi ve
önderlerin eylemlerini meşrulaştırmak için bir araç olarak kullanılmasıdır94.
Ulus-devletleşme sürecinin aracı olan “ulusal kimlik” oluşumu, modern
çağın ürünüdür. Daha doğru bir ifadeyle, bu süreçte devletin kimliği ile devleti
oluşturan yurttaşların varsayımsal kimliği örtüşmüştür95. Bu kimliğe uymak ya
da farklı bir kimliği hakim kılmak isteyenlerse örtülü ve açık eylemlerle hakim
kimliğin egemenliğini sarsmaya çalışmaktadırlar. Bir devlete hakim olan
ulusal kimlik, aynı zamanda o devletin kimliği anlamına gelmektedir. Devletin
çizmiş olduğu sınırlar içerisinde politikalar geliştirmeye çalışan ve bu
politikalarını uygulamaya geçirmek isteyenlerse devletin algılama biçiminin
devamlılığını sürdürmede birincil öneme sahip kurumlarla çatışmama ve bir
çatışmaya girmeyecekleri çerçeve içerisinde kalmak durumundadırlar. Devleti
yönetmeye aday egemen ideoloji dışı siyasal kimlik anlayışları ise egemen
ideoloji tarafından ötekileştirilecek ve egemen ideoloji durumuna
gelemedikleri sürece bu durum devam edecektir.
Türkiye’nin egemen hatta hegemonik düzeyde varlığını sürdüren kurucu
ideolojisi olan “Kemalizm”, oluşturduğu kurumlar aracılığıyla, eğitim
93 a.g.e., 486. 94 GÖNLÜBOL: Uluslararası Politika, 211. 95 Suavi AYDIN: Kimlik Sorunu, Ulusallık ve Türk Kimliği, Ankara, Öteki Yayınevi, Mayıs 1998, 22.
51
sistemiyle, aydınlarıyla toplumu şekillendirmeye, kendisinin toplumun bireyleri
tarafından içselleştirilmesini sağlamaya, ortak bir duyuş, düşünüş ve algılayış
biçimi oluşturmaya çalışmaktadır. Kendini devletle/ulusla özdeşleştiren
Kemalizm, bu durumdan sapmalar olduğunu veya toplum içerisindeki
hegemonik etkinliğinin zayıfladığı algılaması içerisine girdiği dönemlerde iç
düşmanlarının dış düşmanların desteğiyle güç kazandığına, etkinliklerini
arttırdığına inanmaktadır.
2- Raison D'etat / Devletin Varoluş Sebebi
Tarihçiler, belirli devletlerde yetkili pozisyonlarda bulunan yetkililerden
bağımsız olarak kullanılan gücün amaçları ve yöntemlerinin bir istikrarı ve
devamlılığını gözlemişlerdir.
Bu durum, ulusal çıkar ya da daha doğru bir ifadeyle, herhangi bir belirli
devlet için içe dönük olarak yurttaşları ya da tabiyetlerine, dışa dönük olarak
öteki devletlere ya da dış güçlere atıfla gücünü koruması için gerekli olan
eylemde bulunabilme mantığı olan raison d’etat kavramına götürmektedir96.
Raison d’etat’ın iç ve dış uygulamaları tutarlı ve bölünmezdir. Bir
devletin, toplumunu düzenleme çabası ve kendisini devletlerarası bağlamda
koruması ve amaçlarını elde etmeye çalışması arasında uygulamalı bir ilişki
96 Robert W. COX: Production, Power, And World Order, New York, Columbia University Press, 1987, 409.
52
vardır97. Devletler kuşkusuz belirli bir özerklikle hareket ederler. Her bir
devlet, kendi sahip olduğu kurumları ve pratikleriyle, kendi özel raison d’etat
diye adlandırılabilen yönetim şekilleri ve belirli istikrarlı çıkar kavramlarıyla
gelişir. Bu özerklik, bununla beraber, hem iç hem de dış sınırlamalarla
koşullanmıştır98.
Toplumların yapısında meydana gelebilen derin değişiklikler raison
d’etat’ın da değişmesine yol açmaktadır. Hükümet değişiklikleri ya da
yönetim kadrolarında meydana gelebilen değişiklikler ise raison d’etat’ın
istikrarlı sürekliliğinde kesintiye yol açmamaktadır.
Türkiye’nin raison d’etat’ı / varoluş sebebi, önce iç ve dış düşmanların
işbirliği halinde Osmanlı Devleti’ni çökertmeleri süreci içerisinde devletin
toprak bütünlüğünün ve varlığının korunması anlayışı çerçevesinde oluşmaya
başlamış, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da temelde Türklerin
sığındıkları son toprak parçası olarak görülen Anadolu’nun iç ve dış
düşmanlar tarafından tekrar parçalanmasına yol açılmasının engellenmesi
anlayışına dayanmıştır. Türkiye’nin raison d’etat’ı / varoluş sebebi ile Osmanlı
devletinin raison d’etat’ı / varoluş sebebi arasında bu açıdan bir süreklilik
olduğu ileri sürülebilir. Örneğin, Bulgar ayaklanmasına karşı silahlı çetelerle
yürütülen mücadelede Türk halkına silah dağıtılmış, ayaklanmaların
bastırılmasında gönüllü halk kuvvetleri kullanılmıştır. Đkinci Balkan Savaşı’nda
hükümetçe, ordunun Meriç nehrini geçmeyeceği taahhüt edilmişse de, ordu
mensubu olan kişilerin bütün Trakya’yı ele geçirmeleri, “Batı Trakya Geçici
Đslâm Hükümeti”ni kurmaları sağlanmış ve daha sonra Osmanlı devletinin
kararıyla bu devlete son verdirilmiştir. Cumhuriyet döneminde Kıbrıs’ta 1958
97 a.g.e., 107. 98 a.g.e., 399.
53
yılında Türk subaylarının örgütlemesiyle Türk Mukavemet Teşkilatı(TMT)
kurdurulmuş ve o bağlamda bir mücadele yürütülmüştür. Bu örnekleri daha
da genişletmek mümkündür. Türkiye’deki hegemon siyasal kimlik, iç ve dış
düşmanlarına karşı kendi varlığını koruyabilmek için açık ve örtülü eylemde
bulunabilme yeteneğine süreklilik kazandırabilmiştir.
3 - Đmaj
Aynı toplum içerisinde eğitimi, dili, deneyimi ve kültürü paylaşan
bireylerin nesneleri görüş tarzları ve uyarıları işleyişleri birbirine yakın
olmaktadır. Đmaj kavramı, kişinin bir nesneye ilişkin olarak geçmiş ve şimdiye
ilişkin algılamalarını ve bu algılamalar sonucunda oluşan düşünce ve
değerlendirmeleri de kapsamaktadır.
Đmajlara dayanılarak, doğru ya da yanlış bir algılama sonucunda, karşı
karşıya bulunulan durum belirlenmektedir. Đmaj, bir nesnenin insanın zihinsel
sistemi içerisindeki görüntüsüdür. Đmajın temelinde bir nesnenin algılanışı yer
alır. Bir uyarının alınması ile bir duyumun algılanması arasında çok miktarda
kognitif işlem meydana gelmektedir. Bu konuda kesin olarak bildiğimiz birkaç
şey arasında şunları sayabiliriz: Çok farklı uyarılar aynı duyumları
üretebilirler, aynı uyarı çok farklı duyumlar yaratabilir ve nihayet, uyarıdan
duyuma giden süreç bir ölçüde eğitimle koşullandırılmıştır. Karar verici
makamlara gelen kişilerin, eğitim süreçleri içerisindeki koşullanmaları, onların
algılamalarını ve bu algılamalara göre imajlarının oluşumunu etkilemekte, bu
ise kararlara yansımaktadır. Türk siyasal kimliği, Osmanlı Devleti’nin çöküş
54
sürecini ve daha sonraki dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu,
devletin temel nitelik ve özelliklerini, iç ve dış düşmanlarını toplumun her
üyesine eğitim yoluyla öğretmeye çalışmaktadır. Sadece Türk okullarındaki
eğitim yoluyla değil, toplumsallaşma süreçleri içerisindeki etkileşimler yoluyla
da Türklerin algılama biçimleri şekillenmekte ve imajları oluşmakta, dost
olduğu öğretilenler dost, düşman olarak nitelenenler düşman olarak
algılanmaktadırlar.
4 – Đnançlar ve Değerler
Algılamaların oluşumunda inançların da önemli bir payı vardır. “Đnanç”
sözcüğü eskiden dinsel doğmayla ilintilendirilirdi. Ancak sözcük anlam
genişlemesine uğramıştır. Bugün ise, bir öznenin kendine özgü, kendi
“görüşü “olarak ( zira herkesin bir görüşü olmak durumundadır), herhangi bir
nesnel hakikat ölçütüne vurulmaksızın, sahip olma hakkını duyumsadığı
hemen her şeye uygulanmaktadır99.
Đnançlar, doğrulukları kanıtlanmasa da, karar alıcıların doğru olarak
kabul ettikleri varsayımlar, önermelerdir. Bir inanç sistemi, sahip olunan
çeşitli toplumsal değerler, bir başka deyişle “iyi”, “kötü” kategorileri ve bireyin
kendisine ve dışındaki dünyaya ilişkin bütün düzenli bilgileri çerçevesinde
oluşan, geçmişe, şimdiye ve geleceğe yönelik çeşitli imajlardan meydana
gelmektedir100.
99 T.W. ADORNO: Otoritaryen Kişilik Üstüne Niteliksel Đdeoloji Đncelemeleri, Çev. Doğan
ŞAHĐNER, 1. Baskı, Đstanbul, OM Yayınevi, 2003, 271. 100 SÖNMEZOĞLU, 184.
55
Dış politika kararları, karar vericilerin, inanç ve kanı süzgecinden
geçtikten sonra; çoğu kez bilinçaltı nitelikte olan sosyo-psikolojik nedenler,
kararların alınmasında önemli roller oynarlar.
Đnsan psikolojisinde dostların dostça, düşmanların da düşmanca
davranış göstermeleri beklendiğinden, gerçek amaçları ve nitelikleri ne olursa
olsun davranışların bu bekleyiş çizgisine göre değerlendirilmeleri eğilimi
vardır101.
Bir karar verici göreve geldiğinde ait olduğu toplumun çoğunluğu
tarafından benimsenen ve kendisinin de paylaştığı değerleri ve inançları da
beraberinde getirir. Değerler politika yapıcılarının görüşlerini etkiledikleri gibi,
onların saptamış oldukları hedefleri, verdikleri kararları ve giriştikleri eylemleri
haklı göstermelerine de yardım ederler102.
Her ülkede karar vericiler toplumsal değerlerin etkisi altında hareket
ederler. Bir toplumda bireylerin düşünme biçimine egemen olan, o toplumun
yaşantı biçimini etkileyen, kısacası toplumun iç ve dış politikasını yönlendiren
değer sisteminin tümüne birden ideoloji denilmektedir. Bir toplumun değer
sistemi gelenekler ve inançlardan oluşur103.
101 GÖNLÜBOL: Uluslararası Politika, 193. 102 a.g.e., 194. 103 a.g.e., 209.
56
III. ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERĐN KURAMSAL ÇERÇEVESĐ
A – ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLER DĐSĐPLĐNĐ'NĐN ORTAYA ÇIKIŞI
Herhangi bir bilimsel disiplinin ortaya çıktığı toplumsal ortamdan kopuk
biçimde var olabileceğini söylemek olanaksızdır. Uluslararası ilişkiler de,
ABD’nin bir dünya gücü niteliğini kazanması sürecinde Amerikan uluslararası
politika ve uygulamalarını incelemek ve ışık tutmak hatta belli konularda
yönlendirmek gereksinmesi doğrultusunda doğan bir akademik ilgi alanıdır104.
Uluslararası ilişkiler disiplininin ortaya çıkması, üzerinde çalışılması
I. Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce
uluslararası ilişkiler konusunda okutulan dersler yalnız diplomasi tarihi,
devletler hukuku ve uluslararası ekonomiye ilişkin derslerdi. Birinci Dünya
Savaşı’ndan hemen sonra uluslararası ilişkiler ve uluslararası örgütler
adlarını taşıyan dersler rağbet görmeye başladı. 1930’da bunlara
uluslararası politika, siyasi coğrafya ve uluslararası toplum/halk efkârı dersleri
ilave edildi. Bir çok üniversiteler uluslararası ilişkiler konusunda Master of
Arts ve Ph. D. diplomaları vermeğe başladılar105.
Uluslararası ilişkiler, I. Dünya Savaşı sonrasında, dönemin ABD
başkanı Wilson’un 14 ilkesi çerçevesi içerisinde şekillenmeye başlayan
104 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 15-16. 105 Türkkaya ATAÖV: “Milletlerarası Münasebetler Nedir ve Üniversitelerde Nasıl Okutulabilir?” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XV, No:2 ( Haziran 1960 ), 184.
57
“idealizm” kuramı ile, bir araştırma/çalışma alanı haline gelmiştir. I. Dünya
Savaşı’ndan galip çıkan devletlerin öncülüğünde adil bir dünya düzeninin
oluşturulması, savaşın tekrar yaşanmaması için ilkelerimiz neler olmalı,
sorusuna cevap aranmış, savaş ertesindeki statükoyu koruma yanlısı ABD ve
Đngiltere’nin politikalarının düşünsel çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır. II.
Dünya Savaşı daha başlamadan “idealizm” kuramı kuramsal olarak
geçerliğini kaybetmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrasında bir akademik disiplin kimliği kazanabilen
uluslararası ilişkilerin tek kuramsal hatta paradigmatik çerçevesi, Amerikan
akademik çevrelerinde en yaygın biçimde benimsenen pozitivist epistemolojik
yaklaşımı uluslararası ilişkilerin analizine taşıyan realizm olagelmiştir.
Realizm, uluslararası ilişkilerin, çıkarlarını maksimize edecek politikaları
rasyonel biçimde izleyen devletlerin, bir güç dengesi içinde oluşturdukları
hiyerarşik bir yapılanma çerçevesinde gerçekleştiğini varsaymaktadır.
Realizm, bütün dünyada uluslararası ilişkiler (UAĐ ) ve uluslararası politika
(UAP) incelemelerine egemenliğini kabul ettirmiş ve “objektif, ideolojiden
arınmış, gözlem ve ölçüme dayanan” görünümü ile bilimselliğin ölçütü haline
gelmeyi başarmıştır106. ABD’deki sadece akademik çevreler değil, yönetim
çevreleri de realist bakış açısını benimsemiştir.
106 Burcu BOSTANOĞLU: “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD ile Đlişkileri Çerçevesinde Epistemolojik Bir Eleştirisi”, 5.
58
B- ULUSLARARASI ĐLĐŞKĐLERĐN EGEMEN PARADĐGMASI:
GERÇEKÇĐLĐK/REALĐZM
Uluslararası ilişkilerin hakim epistemolojisi olan
gerçekçiliğin/realizmin ilkelerini, ilk kez E. H. Carr ve Hans Morgenthau
belirlemiş, daha sonra Reinhold Niebuhr, John Herz ve Henry Kissenger gibi
yazarların da katkısı ile biçimlenerek uluslararası politik akademik
çalışmalarda tek geçerli yaklaşım halini almıştır107.
Uluslararası ilişkilerin akademik bir disiplin olarak kabul edilmesine ilk
olarak 1948’de yazdığı ve daha sonraki yıllarda değiştirilerek, ekler yapılarak
ve yenileştirilerek yeni baskıları yapılan “Uluslararası Politika” adlı kitabıyla
büyük katkı yapan Morgenthau’ya göre uluslararası alanda geçerli olan tek
gerçek, “güç” unsurudur. Güçlü olan üstün duruma geçer ve sözünü geçirir.
Bundan dolayı uluslararası arenada sürekli olarak bir güç mücadelesi hüküm
sürer. Devletler durmadan kuvvet kazanmaya ve karşılarındakini güçsüz
bırakmaya çabalarlar. Bu çabaların sonucu, ortaya uluslararası barışı
koruyacak tek düzen olan “güç dengesi” çıkar. Uluslararası plânda geçerli tek
gerçek olan “güç” gene karşı bir “güç” tarafından dengelendiği zaman barış
ve düzen hüküm sürer. Morgenthau, uluslararası hukuk, uluslararası ahlâk
gibi öğeleri, “ulusal güç” ve “ulusal çıkar” kavramları karşısında ancak ikinci
derecede unsurlar olarak görür.
Uluslararası politika alanındaki teorik anlayışına gerçekçilik/realizm adı
verilen Morgenthau’ya göre siyasal gerçekçiliğin altı temel ilkesi
bulunmaktadır. Bu ilkeler;
107 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 73.
59
1.Siyasal gerçekçilik, genel olarak toplum gibi siyasetin de kökleri insan
doğasında bulunan objektif yasalarca yönetildiğine inanır. Siyaset yasalarının
derinliklerine kök saldığı insan doğası, Çin’in, Hindistan’ın, ve Grek
dünyasının klâsik felsefelerinden bugüne kadar değişmiş değildir.
2. Uluslararası politika denen geniş alanda siyasal gerçekçiliğe yolunu
bulmakta yardım eden en önemli “nirengi noktası” güç terimi ile ifade edilen
çıkar kavramıdır. Uluslararası politikayı kavrayıp anlamaya çalışan akıl ile,
anlaşılması gereken gerçekler arasındaki bağlantıyı bu kavram
sağlamaktadır.
3. Gerçekçilik en temel kavramı olan güç şeklinde tanımlanan çıkar
kavramını hiç değişmeyen ve sabit bir anlam içinde hapsetme niyetinde
değildir ve böyle bir görüş taşımaz. Tarihin belli bir döneminde siyasal eylemi
belirleyen çıkar türü dış politikanın formüle edildiği siyasal ve kültürel içeriğe
(muhtevaya) bağlıdır. Ulusların kendi dış politikalarında izlemiş olabilecekleri
amaç ve erekler her ulus için, ya izlemiş olduğu ya da izlemiş olması
mümkün çok çeşitli amaçlara uygun olarak, sayısız denecek kadar farklıdır.
4. Siyasal gerçekçilik siyasal eylemin moral öneminin farkındadır. Fakat
çoğu zaman başarılı bir politikanın gerekleriyle ahlâkın emirleri arasında
giderilmesi güç bir gerilim olduğunu da gözden kaçırmaz.
Gerçekçilik, evrensel moral ilkelerinin, evrensel soyut formüller biçimi
içinde, devletlerin eylemlerine uygulanamayacağı, görüşündedir ve bu
ilkelerin zaman ve yer konusunda somut şartlara göre ayıklanması
gerektiğine inanır. Bireyler kendi başlarına, “Fiat justitia, pereat mundus”
(Dünya yıkılsa da bırak adâlet yerini bulsun) diyebilirler. Ama devletler,
geleceklerinden sorumlu olduğu insanlar adına böyle bir söz söyleme
60
hakkına sahip değillerdir. Birey olsun, devlet olsun, özgürlük gibi konularda,
siyasal eylemi evrensel moral ilkelerle düşünüp değerlendirmek
zorundadırlar. Fakat bununla beraber, bireyler böyle bir moral ilke uğruna
kendilerini feda etmek hakkına sahip oldukları halde devletin başarılı bir
siyaset izlemek için özgürlük ilkesinden sapmış olmayı moral açıdan
onaylamamaya hakkı yoktur. Her siyasal ahlâkilik, ahlâki görünen bir eylemin
siyasal sonuçlarını hesaba katmak zorundadır.
5. Siyasal gerçekçilik, belli bir ulusun ahlâki hareket edip etmediğini
belirleyip anlamakta dünya çapındaki moral yasaların ölçüt olarak alınması
görüşünü kabul etmez.
6. Siyasal gerçekçilik ile diğer düşünce ekolleri arasında gerçek ve
önemli bir fark vardır. Bununla beraber siyasal gerçekçilik kuramının büyük
kısmı, siyasal meselelere karşı, entellektüel ve moral tutumu inkâr edilmese
de, yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmış olabilir.
Entellektüel açıdan, siyasal gerçekçiler, iktisatçıların, hukukçuların, ve
ahlâkçıların kendi konularında yaptıkları gibi, siyasal alanın da kendi başına
ve bağımsız bir alan olduğuna inanırlar. Đktisatçının servet ve zenginlik
şeklindeki çıkar anlayışı açısından düşünmesine; hukukçunun eylemin yasal
kurallara uygunluğu; eylemin ahlâk kurallarına uygunluğu açısından
düşünmesine karşılık, siyasal gerçekçi güç şeklinde tanımlanan çıkar
açısından düşünür. Đktisatçılar, “Bu politikanın toplumun veya toplumun bir
kesitinin zenginlik ( veya serveti) üzerinde ne gibi etkileri olacaktır?” diye
düşünürler. Hukukçular, “Bu politika hukuk kurallarına uygun mudur?” diye
düşünürler. Ahlâkçılar, “Bu politika moral ilkelere uygun mudur?” diye
düşünürler. Siyasal gerçekçiler ise, “Bu politika ulusun güç gücünü ne yönde
etkileyecektir?” diye düşünürler.
61
Siyasal gerçekçiler, siyasal olmayan düşünce standartlarının
varlığından ve bunların da konu ile ilgili olabileceğinden habersiz değillerdir.
Siyasal gerçekçi, bu standardları bir tarafa bırakmaz; siyasal-olmayanları
siyasal-olanlara bağımlı kılar. Siyasal gerçekçi olarak da, politika alanından
olmayan standardları politika üzerine empoze etmek istediklerinde, bu gibi
düşünce ekollerinden ayrılır108.
Morgenthau’nun ifadesiyle A, B üzerinde bir siyasal güç kurmuş veya
kurmak istiyor demek, her zaman, A’nın B’nin düşüncesini nüfuzu altına
alarak, B’nin belirli eylemlerini denetlemeye muktedir olduğu, veya muktedir
olmak istediği demektir.
Bir dış politikanın da, ham madde kaynaklarını ele geçirmek, deniz
yollarının denetimini sağlamak, veya sınır değişiklikleri sağlamak gibi maddi
hedefleri ne olursa olsun, bütün bunların amacı diğerlerinin düşünceleri
üzerinde nüfuz kurarak onların eylemlerini kontrol altına almaktır109.
Günümüzde savaşın (bir ulusa kabul ettirilebilmesi ) için, savaşın, o
ulusun dış politikasının hesaplı ve plânlı bir hareketi olarak değil, doğal bir
felâket, düşman ulusun mel’unca bir hareketi olarak ortaya çıkması
gerekmektedir. Savaşın olmaması gerektiğini savunan ahlâk kuralının
ihlâlinden dolayı ortaya çıkacak ahlâki engellemelerin, bütünüyle olmasa da,
kısmen giderilmesi mümkün olmaktadır110. Modern tarihte hemen hemen
hiçbir devlet "savaşçı" bir dış politika izlediğini iddia etmemiş ve
etmemektedir. Hitler, Avrupa'yı ateşe verirken amacının Avrupa'ya barış
getirmek olduğunu söylemişti; ABD Vietnam'a barışçı düşüncelerle müdahale
108 Hans J. MORGENTHAU’nun siyasal gerçekçiliğin ilkeleri konusundaki açıklamaları için Bkz. Uluslararası Politika, Cilt: 1, 1- 14. 109 MORGENTHAU, Cilt:1, 34. 110 a.g.e., 313.
62
etmişti; Sovyetler Birliği Afganistan'da "barışçı" amaçlarla bulunmuştur.
Ayrıca, modern tarihte kurulan ittifakların hiçbiri saldırı amacıyla
kurulmamıştır; hepsi statükoyu korumak ve üye ülkelerin toprak bütünlüğünü
güvence altına almak için örgütlenmişlerdir111.
Pozitivist uluslararası ilişkiler kuramı realizm, “tarihsellik” ve “ahlaksallık”
konularında Morgenthau’dan beri benimsenen evrensel bir insan doğası
kavramından hareket etmektedir. Sosyal bilimin amacı, insanın farklı sosyal
yapılarda nasıl belirgin biçimlerde davranacağını saptamak ve öngörmektir.
Dolayısıyla, bilimin esas konusu olan insanın doğasından kaynaklanan
siyasal davranışında, tarihe bağlı değişmeler, özde bir değişiklik
yaratmamaktadır. Ayrıca, öyle bile olsa, realist kuram, eski Yunan’dan 20.
yüzyılın son yarısına kadar, tarih boyunca da devletin güç maksimizasyonu
peşinde koşan, etkinliğini artırmaya çalışan uluslararası sahnenin başlıca
aktörü olduğunu zaten saptamıştır112.
“Gerçekçilik” ya da “Realizm”in temel dayanak noktalarından birisi olan
insan doğası kavramının felsefi geçmişine kısaca değinmek yerinde olacaktır.
Antikçağ düşünürlerinden Platon ( Eflatun )’a göre bir insanın içinde iki yan
vardır: Biri iyi, biri kötü. Bu iki yan devlette de vardır113. Đyi ve kötü yanlar
birbirleriyle savaş halindedirler. Yaklaşık bin yıllık bir süreyi kapsayan
Ortaçağ felsefesinde, Antikçağ felsefesi yeniden yorumlanarak dinsel bir
içeriğe büründürülmüştür. Bu dönemin anlayışına göre insan doğuştan
günahkardır. Ancak Tanrıya sığınarak ve onun karşısında kendisini
aşağılayarak kurtuluşa ulaşabilir. Antikçağda insanın iyiyi seçme gücüne
111 SANDER: Türkiye’nin Dış Politikası, 127. 112 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 60. 113 PLATON(EFLATUN): Devlet, Çev. Sabahattin EYUBOĞLU ve M.Ali CĐMCOZ, 8. Baskı, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2004., 109.
63
sahip olumlu bir özyapıya sahip olabileceği yönündeki hümanist görüşler
bulunmasına karşın, bu dönemde insanın doğal ve doğuştan kötülüğü temel
görüştür114. Đnsanın kötülüğe karşı koyması, aslında kendi doğasına karşı
koyması olarak düşünülmektedir.
Đnsan doğası kavramını uluslararası ilişkilere taşımış olan realizm, insan
doğasını devletin davranışlarına yansıtmış; rasyonellik ve gerçeklik iddiasına
rağmen pozitivist psikoloji tarafından da yadsınan bir kavrama, devletlerin
rasyonel çıkar arayışlarına belirli bir rol atfetmiştir. Böylece, devlet tarihin
başladığı günden bugüne erişen süreç içinde, aynı psikolojik etkenler
doğrultusunda davranarak tarihi üreten bir aktör konumuna gelmektedir. Bu
koşullarda belki de, insan doğasının yanında bir de “devlet doğası”ndan söz
etmek gerekecektir115.
Pozitivizmin modern, “burada ve şimdi” toplumu, “zamanın sonul
aşaması” gibi algılayan; tarihi, belirli davranış süreçlerine indirgeyerek
durağanlaştıran; global özellikleri yalnızca o ana ilişkin yerel özellikler
çerçevesinde kavrayan yaklaşımını, realizm de tamamen benimsemiştir116.
Köklerini, “…en değerli şey güçtür; insanın bencil doğası ve ilkel
dürtüleri, devletin buyurgan otoritesiyle dengelenmelidir”117 diyen Hobbes’a
dayandıran realist uluslararası ilişkiler teorisi, evrensel moral ilkelerin
olmayacağını, olsa bile bunun devletler arası ilişkilerde bir kılavuz rolü
114 Ayhan AYDIN: Düşünce Tarihi ve Đnsan Doğası, Gendaş’ta Birinci Baskı, Đstanbul, Gendaş A.Ş. , Ekim 2004, 65. 115 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 64. 116 a.g.e., 65. 117 Ayhan AYDIN, 198.
64
üstlenemeyeceğini ileri sürer. Bireyler arasında mevcut olan “ahlaklılık”
sorunsalı ve ilişkisi, devletler arasında yoktur. Çünkü bu arenada devletlerin
ahlaklılığı evrensel moral ilkelerle değil devletin gücünü ve çıkarını
arttırmasıyla ölçülür118.
“Güç” öğesine bu denli önem veren Morgenthau, kendiliğinden,
uluslararası alanda kaba ulusal gücüne dayanarak politikasını yürüten bir
büyük devletin, yani kendi ülkesinin dış politikasının teorisyeni olarak ortaya
çıkmaktadır. Morgenthau’ya göre, insan doğası gereği bencil, çıkarlarına
düşkün, hatta kötü bir yaratıktır; günahkârdır ve günahkârlığı iyiye yöneldikçe
düzelebilecek bir kaza değil, kaçınılmaz ve insanın varlığına anlam veren bir
gerekliliktir. Bu mantıkla yola çıkan Morgenthau, alternatif ahlak
yaklaşımlarını, gerçek dünyayı kökten yanlış anlayan ütopya, idealizm ve
ideolojiler olarak nitelemektedir119.
Egemen devletler arasındaki ilişki, sürekli bir savaş potansiyeli
ortamında cereyan etmektedir. Uluslararası sistem, her an olası bir anarşiye
yuvarlanma riskiyle karşı karşıyadır. Hobbes’un felsefesinden kaynaklanan
bu yaklaşım çerçevesinde, devletlerin birbiriyle ilişkileri, iç yapılarına,
ideolojilerine ve liderlerin kişilik ve tutumlarına atıf yapmadan incelenebilir120.
Klasik / geleneksel uluslararası ilişkilerin temeli “iç işler-dış işler”
ayrımına dayanır. Bu ayrımla, aslında dış dünyayla olan ilişkilerin moral ve
pratik özerkliği sağlanmaktadır. Yani iç siyasetten farklı olarak dış siyasetin
özgül bir mantığı, kuralı ve gereği olduğu bu biçimde dış siyasetin moral dışı,
118 Đhsan D. DAĞI: “Uluslararası Politikada Devletin Yeri: Liberteryan Bir Eleştiri,” Liberal Düşünce, C.1, No. 1 (Kış 1996), 100. 119 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 80. 120 a.g.e., 80-81.
65
değerlerden bağımsız objektif ulusal çıkar maksimizasyonuna dayanan bir
alan olduğu düşünülür121.
Realizmin temel özelliği olan iç ve dış siyasi sistem ayrımı uluslararası
sistemdeki değişimin incelenmesini zorlaştıran önemli bir unsurdur. Bildiğimiz
gibi, önemli dönüşüm süreçlerinde değişimin unsurları önce iç yapıda
şekillenmekte ve sonra uluslararası sistemde ifadesini bulmaktadır. Đç
yapılardan kaynaklanmayan değişim durumlarında bile iç ve dış faktörlerin
etkileşimi söz konusudur122.
Günümüzde birçok önemli uluslararası sorunun temelinde devletlerin iç
yapılarından kaynaklanan etnik ve kimlik sorunlarının olduğunu
düşündüğümüzde, realist bakışla bu tür gelişmelerin anlaşılmasının ne kadar
zor olduğunu görebiliriz123.
C - NEO - REALĐZM
Uluslararası alandaki ekonomik ağırlıklı gelişmeler ve özelikle,
Vietnam’da ABD’nin zayıf bir devlet karşısında yenilmesi, Realizm’in yeniden
gözden geçirilmesini gerektirmiş, bu işlevi Waltz’ın yapısal olarak da
tanımlanan ve uluslararası sistemin anarşik yapısının devletleri aynı yönde
davranmaya ittiğini savunan Neorealist perspektifi yerine getirmiştir124.
121 Đhsan D. DAĞI: “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve Đnsan Hakları”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 203. 122 Atila ERALP: “Uluslararası Đlişkiler Disiplininin Oluşumu” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 87. 123 a.g.e., 87. 124 a.g.e., 87.
66
Klasik realizm, dikkatini politik ve askeri ilişkiler üzerinde
yoğunlaştırmış, ilişkilerin ekonomik boyutunu hemen hemen hiç göz önüne
almamıştır. Neorealistlere göre ekonomik ilişkiler ve süreçler, güç ve siyaset
açısından önemli etkiler yapabilmektedir125. Neorealizm, politik praxisi, onu
çevreleyen, yönlendiren ve sınırlayan yapısal bir bütünlük içinde ele
almaktadır. Bu yüzden yapısalcı diye anılan neorealistlerin inceledikleri
başlıca kategoriler, modern devletler arasındaki hegemonya mücadelesi,
mücadelenin araçları ve arenalarıdır126. Neorealist yaklaşım, devletlerin
hegemonya kurma veya hegemonya alanlarını artırma çabalarını uluslararası
ilişkilerin ilgi alanına doğrudan katmaktadır.
Uluslararası düzenin varlığı, güçlerden bir ya da birkaçının ötekileri,
“onlardan etkilendiğinden daha fazla etkileyebilecek” düzeye yükselmesi ve
bir güçler hiyerarşisinin oluşmasına bağlıdır. Bu hiyerarşinin doğal sonucu da
daha fazla güce sahip olan devletin diğerleri üzerinde hegemonik konuma
yerleşmesidir127. Hegemonya kavramı, burada, özellikle askeri olmak üzere
dünya gücünün sahip olduğu ve dünyanın geri kalan kısmına bir dizi kuralı ve
düzenlemeyi dayatmasını ve böylece uluslararası sistemde istikrar
yaratmasını sağlayan materyal güçlerle tanımlanan bir “tahakküm” ilişkisi
anlamına128 gelmekte; hegemonun düşüşü sistemin istikrarsızlığının ön
koşulu olarak telakki edilmektedir. Devletin gücünün arkasında herhangi bir
şekilde onu oluşturan ve çıkarlarını belirleyen toplumsal bir baskının izine
rastlanmamaktadır.
Genel olarak bakıldığında, uluslararası ilişkilerde idealizmin, I. Dünya
125 Bkz. Burcu BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 85. 126 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 86. 127 a.g.e., 96-97. 128 E. Fuat KEYMAN: Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası Đlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek, Çev. Simten COŞAR, Đstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti, Ekim 2000, 159.
67
Savaşı ve II. Dünya Savaşı arasındaki dönemde galiplerin kendi görüşlerine
ve çıkarlarına uygun bir barışı yönetme dönemini; realizmin, Amerika’nın ve
Sovyetler Birliği’nin en büyük uluslararası güç olarak ortaya çıktığı Soğuk
Savaş dönemini, kuramsal olarak anlamaya ve açıklamaya çalışan
yaklaşımlar oldukları görülmektedir. Post – Realizm akımlar ise 1989 yılında
Doğu ve Batı Blokları arasındaki ayrımın simgesi niteliğindeki Berlin
duvarının yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ABD’nin tek
süper güç olarak kaldığı ve yeni bir küreselleşme sürecinin yaşandığı dönemi
kuramsal olarak anlamaya ve açıklamaya yönelik yaklaşımlardır. Bir başka
anlatımla, pozitivist yaklaşımı ile realizmin küreselleşme sürecindeki dünyayı
açıklamakta yeterli gücü gösterememesi; eleştirel kuram gibi, uzun süredir
akademik çevrelerde marjinal olarak tartışılan kuramların ciddi alternatifler
olarak gündeme getirilmesine olanak vermiştir.
D – “ELEŞTĐREL KURAM”IN ULUSLARARASI ALANA TAŞINMASI
Eleştirel Kuram uluslararası ilişkiler disiplinine Robert Cox, Richard
Ashley, Andrew Linklater, Mark Hoffman, Jim George, Stephen Gill gibi
yazarlar aracılığıyla girdi. Başta Ashley olmak üzere James Der Derian, R. B.
J. Walker, David Campbell gibi yazarları doğrudan kategorik olarak Eleştirel
Kuramcılar olarak tanımlamak güç olsa da bu çerçeveyle kesişen ürünler
verdiler129. Frankfurt Okulu geleneğine dayanan görece köklü bir felsefi
temel üzerinde biçimlenen Eleştirel Kuram, henüz, Kuhnian anlamda bir
paradigma olarak kabul edilmeye elverişli, tümel ve kapsayıcı bir teoriden
çok, uluslararası ilişkileri özgül tarihi süreçler içinde hareketli olarak ele
almayı öneren ve adıyla anılabilecek biçimde, var olan politik veya akademik
129 UZGEL, 42.
68
sistemi eleştirerek doğrularını oluşturmaya yönelen, realizmi de bunu
yapmadığı için, her yönüyle “eleştiren” bir yaklaşımdır130.
Eleştirel yaklaşımın özelliği en iyi Frankfurt Okulu’nun politik teorisiyle
açıklanmıştır. Frankfurt Okulu’nun üyeleri, insan aklının aydınlanması ve
özgürleşmesinin bir aracı olarak klasik Yunan düşüncesini yeniden
keşfetmeye çalıştılar. Onların yaklaşımı, derin bir biçimde, Marx’ın “insanlar
kendi tarihlerini tıpkı kendilerinin istediği gibi yaparlar; kendileri tarafından
seçilmiş koşullar altında tarihi yapmazlar, doğrudan doğruya geçmişte
yaşanmış, verilmiş ve aktarılmış koşullar altında yaparlar” argümanı
tarafından etkilenmişti. Bu temelde Frankfurt Okulu, Marx’ın, sosyal teorinin,
“ölü kuşaklar” tarafından yaratılmış yabancılaşan sosyal ve siyasal yapıdan
insan varlığını kurtarmaya yardım edebilecek eleştirel bir eylem olduğu
görüşünü kabul etmiştir131.
Sosyolojinin geleneksel biçimlerinin 1960’lar ve 1970’lerde saldırıya
uğramalarıyla birlikte eleştirel teorinin önemi artmaya başlamıştır. Yandaşları,
sosyolojinin amacının egemen devletler alanı içerisindeki sosyal etkileşimi
anlamak olduğu şeklindeki ortodoks görüşün doğruluğunu
sorgulamamalarına karşın sosyolojik araştırmanın yeni kurallarının
benimsenmesini istemişlerdir. Sosyolojinin artık uluslararası ilişkilere
uygulanması gerektiği görüşü, eleştirel sosyal teorinin en son argümanlarının
önemli bir boyutunu oluşturmuştur132.
Uluslararası ilişkiler ve sosyolojinin çalışma alanları, aynı noktaya
130 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 19-20. 131 LINKLATER: Beyond Realizm and Marxism: Critical Theory and International Relations, 22. 132 a.g.e., 27.
69
yaklaşmaya başlamıştır. Đlk kez, birinden bir diğerine göreli ayrımın ortadan
kalktığı, iki sosyal ve politik araştırma alanının, ortak bir araştırma gündemi
geliştirmeleri gerektiği görülmüştür133.
Realizmin karşısında yer alan başlıca yaklaşımlardan Eleştirel Kuram,
Frankfurt Okulu’nun toplumsal olgular ile insanların yaşantıları ve tarihsel
oluşumlar ile kuramlar arasındaki bağın kavramsal şemalara aktarılması
gerektiği görüşünden yola çıkarak uluslararası kuram ile gücün gündelik
yaşamdaki yansımaları arasında bir ilinti kurmaya çalışmaktadır. Böylece,
yaşamı nasıl “bildiğimiz” ve “gerçeği” bu bilgi çerçevesinde nasıl
biçimlendirdiğimiz konusundaki tarihi tartışma, Uluslararası Ilişkilerin bilimsel
platformunda bir kez daha açılmıştır. Eleştirel Kuram, gerçeğin “sürekli bir
şimdiki zamanda” varolduğu yönündeki pozitivist-realist açıklamayı
reddetmekte, olguları “süregiden bir tarihi değişim” perspektifiyle anlamayı
yeğlemektedir. Var olan kurumlar ve güç ilişkileri, kendi başlarına kalıcı ve
veri gerçekler değil; belirli tarihsel süreçlerin her an değişmelere uğrayan
veya uğrayabilecek olan ürünleridir134.
Eleştirel kuram uluslararası sistemin yapısı ve dinamikleri üzerinde
sadece bir sistemin tarihsel olarak nasıl kurulduğunu değil, aynı zamanda bu
sistemi değiştirmenin ihtimallerini ve sınır(lar)ını da anlamamızı sağlar135.
Uluslararası ilişkiler her şeyden önce insan eylemlerinin bir sonucu
olduğundan, var olan yapıların nasıl dönüştürülebileceği sorununa, doğal
olarak insanların hangi süreçler içinde bu eylemlerin özneleri haline geldiğinin
133 a.g.e., 163. 134 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 486-487. 135 KEYMAN: Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası Đlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek, 283.
70
incelenmesi sonucunda açıklık kazandırılabilir136.
Realizm, devletlerin dış politikada toplumsal etkenlerden ciddi biçimde
özerk olduklarını varsayarken, Eleştirel Kuram, devletlerin örgütlenme ve
davranışında iç yapılarının önemine dikkat çekmektedir137. Eleştirel Kuram da
Realist Kuram gibi uluslararası politikayı güç, yapı ve hegemonya
kavramlarıyla açıklamaktadır. Ancak “Eleştirel Kuram”da kullanılan ve
Antonio Gramsci’nin ortaya koyduğu ve Robert Cox’un uluslararası ilişkilere
taşıdığı “hegemonya” kavramı, Realist kuramdaki “hegemonya” kavramından
farklı bir anlam taşımaktadır.
1- Gramsci’nin “Hegemonya” Kavramı
Frankfurt Okulu, I. Dünya Savaşı’nı izleyen Hegelci Marksizm’in
mirasçısıdır. Savaşın yıkıntıları içinde doğan ve bir an, kısa bir an, Avrupa’nın
yazgısını değiştirecekmiş gibi duran işçi konseyleri, bugün daha çok, “Batı
Marksizmi” olarak adlandırılan Hegelci Marksizm’e gelişme ortamı
sağlamıştır. Bu dönemde, Torino işçi konseylerinin başlıca teorisyeni olan
Antonio Gramsci, diyalektiğin Hegel’deki köklerini ve kuram-pratik birliğini
öne çıkaran bir Marx yorumu önermiştir138.
Gramsci’nin yaşadığı toplumla ilgili siyaset analizlerini derinleştirmek
maksadıyla ortaya attığı hegemonya kavramı onun siyasal olguyu sadece
136 Oktay F. TANRISEVER: “Yöntem Sorunu: Gelenekselcilik-Davranışsalcılık Tartışması”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 127. 137 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 192. 138 Bkz. HORKHEIMER: Akıl Tutulması, 18.
71
devlet katında değil, toplum katında da ve tüm toplumsal ilişkileri kapsayıcı
bir şekilde var olduğunu görmesine yardımcı olmuştur. Hegemonya, kapitalist
toplumda belirli bir egemen sınıfın başka sınıf fraksiyonlarıyla (kesimleriyle )
kurduğu ittifaklar ve siyasal uzlaşmalar sayesinde egemenliğini topluma
kabul ettirebilmesini ve yönetici konumunu sürdürebilmesini, dolayısıyla da
işçi sınıfı devriminin engellenmesini ya da ertelenmesini ifade etmektedir. Bu
itibarla da, hegemonya kavramı siyasal analiz için önemli bir araç
oluşturmaktadır.
Gramsci’ye göre, bir sosyal sınıfın ekonomik olarak egemen olması,
onun aynı zamanda hegemonik olduğu anlamına gelmez. Ekonomik güç
hegemonya için yeterli değildir. Hegemonya, ekonomik gücün yanı sıra belirli
bir siyasal sermayenin de var olmasını gerektirir ve bu siyasal sermaye
ekonomik gücü elinde bulunduran her burjuvazinin harcı değildir.
Burjuvazinin belirli bir kapitalist toplumda hegemonik konuma gelebilmesi için
kendi sınıf kültürünü, kendi fikirlerini ve dünya görüşünü toplumun diğer
sınıflarına ve katmanlarına kabul ettirmesi lâzım gelmektedir. Başka bir
deyişle, söz konusu burjuvazinin kültür alanında varlık göstermesi ve özgün
bir kültür politikasına sahip olması gereklidir. Toplumun kültür haritasını
oluşturmaya muktedir olmalıdır. Bu konuda başarılı olmanın da, işte,
ekonomiyle, yani para gücüyle doğrudan ilgisi yoktur. Toplumun entelektüel
hayatına damgasını basabilmek için tabii, burjuvazinin kendi aydınlarını
üretebilmesi gerekmektedir139.
Gramsci, burjuvazinin sivil toplum katında mutlak bir egemenlik
sağladığını düşünmektedir. Sivil toplumdaki egemenliğinden ötürüdür ki,
burjuvazi ideolojisini toplumun tüm katmanlarına kabul ettirebilmiştir. Bunlara
139 VERGĐN, 75-76.
72
ezilen bir sınıf olarak işçi sınıfı da dahildir. Proleteryaya da dinini, dünya
görüşünü, ahlâk kurallarını ve değerlerini benimsetmeyi başarmıştır. Bu
nedenle, burjuvazinin durumu bir hegemonya durumudur ve bu yaklaşıma
göre, hegemonya başarılı bir sınıf iktidarı anlamına gelmektedir. Bu
hegemonya tartışılmaz bir biçimde başarılı bir sınıf iktidarını ifade etmektedir;
çünkü toplumun tüm katman ve sınıfları sözkonusu hegemonyayı doğal,
gerekli ve vazgeçilmez olarak algılamaktadırlar. Gerçekten de, egemen
sınıfın değerleri diğer sınıflar tarafından kabullenildiği ve içselleştirildiği
ölçüde egemen sınıfın iktidarı meşru olarak algılanılmaktadır ve, hal böyle
olunca, sözkonusu iktidarın kendini idame ettirmek için zora başvurmaya,
baskı uygulamaya gereği yoktur. Hegemonya oydaşma yaratan bir sınıf
iktidarı anlamına gelmektedir140.
Gramsci’ye göre, bir egemen sınıfın aynı zamanda hegemonik konumda
olması aydınların ifa etmeleri gereken bir işlevin sonucudur; çünkü onlardır
bir toplumda kültür ve ideolojinin yayılmasının başlıca aktörleri. Bu aydınlar
egemen sınıfa bağlı olan ve onun safında yer alan aydınlardır. Gramsci
bunlara egemen sınıfın “organik aydınları” adını vermiştir; çünkü bu organik
aydınlar sözkonusu sınıfla tümüyle bütünleşmiş durumdadırlar. Egemen
sınıfın sivil toplum üzerinde hakimiyet kurmasının başlıca mimarları bu
aydınlardır. Sivil toplumun fikir yapısını ve zihniyeti belirleyen ve ona yön
veren bu organik aydınlardır. Örneğin, feodal toplumda egemen sınıfların
organik aydınları Kilise’ye bağlı din adamlarıydı. Burjuvazinin egemenlik
kazanmasıyla birlikte bunlar yavaş yavaş üniversitenin ürettiği seküler
aydınlar tarafından ikame edilmeye başladılar. Günümüzde ise, bir kısım
sinemacı, medya mensupları ve teknokratlar egemen sınıfın hegemonyasını
140 a.g.e., 79.
73
gerçekleştiren ve pekiştiren toplumsal kategoriyi, organik aydınlarını
meydana getirmektedirler.
Aydınların sınıf hegemonyasında oynadıkları rolü saptadıktan sonra
Gramsci tarihsel blok kavramını geliştirmekte ve tanımlamaktadır. Tarihsel
blokta, Gramsci’ye göre, sosyo-ekonomik alt-yapı ile üst-yapı birbiriyle sıkı
ilinti içerisindedir. Gramsci marksist metodolojiye uygun olarak, tarihsel bloku
ilk aşamada alt-yapının meydana getirdiğini, üst-yapının da alt-yapının bir
yansıması olduğunu ileri sürmektedir. Fakat ona göre, tarihsel blok bir kez
oluştuktan sonra tarihsel dinamik, yani değişim üst-yapının içerisinde
meydana gelmektedir. Ve, üst-yapı öylesine belirleyici olabilmektedir ki,
zaman zaman alt-yapının gelişmesini bile engelleyebilmektedir.
Bu teorik önermelerden hareket ederek Gramsci bir dizi siyasal
sonuçlar çıkarmakta ve siyaset pratiğine ilişkin çözümlemelerde
getirmektedir. Bazı toplumlarda proleteryanın devrimci bir kültürden yoksun
olması onun devrimci mücadele gücünü zaafa uğratmakta ve hatta
alt-yapının gelişmesine ket vurmaktadır. Bunun içindir ki, proleterya kendisine
bağlı, kendi organik aydınlarına sahip olmak zorundadır. Çünkü devrimci
gücü bu aydınlar geliştirecek ve burjuvazinin hegemonyasını aşındırarak yeni
bir tarihsel blokun meydana gelmesine yol açacaktır. Batı toplumlarında eğer
proleterya egemen sınıf olmak ve toplumun yönetimini ele geçirmek istiyorsa
şimdiden kendi değer sistemini ve dünya görüşünü empoze etmeyi
başarmalıdır. Şimdiden gözetmesi gereken hedef toplumun kültür ve ahlâk
konusunda yönetimi ele geçirmektir. Devrimci güçlerin amacı egemen sınıf
olmadan önce sivil topluma nüfuz etmek olmalıdır141.
141 a.g.e., 80-81.
74
2 - Robert Cox'un Hegemonya Kavramı
Gramsciyan eleştirel kuramın Uluslararası Ilişkiler’e uygulanmasına
öncülük etmiş ve önemli bir katkıda bulunmuş Robert Cox’a göre toplumsal
gerçeğin bilgisi toplumsal pratikle iç içedir. Bu nedenle “kuram her zaman
birisi ve bir amaç için” olup belli bir toplumsal ve siyasal ortamın kuramıdır.
Cox’a göre iki türlü kuram vardır. Mevcut olan düzende problemlerin
çözümüne yönelik olan kuramlar sorun çözme kuramıdır. Bu tür bir kuram
dünyayı varolan toplumsal ve güç ilişkileriyle birlikte ele alıp bu ilişkileri
sorgulamaz. Mevcut yapıların sürekliliğini varsayar. Eleştirel kuram ise,
kuram sürecinin bizzat kendisini sorgular ve dünyanın düzenine ilişkin
alternatif görüşler geliştirir. Sorun çözme kuramları mevcut düzen ile
ilgilenirken, eleştirel kuramın varolan düzeni aşan bir yapısı vardır. Sorun
çözme kuramlarının tersine eleştirel kuram mevcut kurum ve bunların
temelinde yatan sosyal ve güç ilişkilerini veri olarak almayıp tam tersine
bunların kökenlerini ve nasıl değişebileceklerini veya değişmekte olup
olmadıklarıyla ilgilenir. Varolanın devamını varsaydığı için sorun çözme
kuramları tarihsel değildir. Eleştirel kuram ise, bir tarih kuramıdır ve değişen
bir gerçek ile ilgilendiği için kavramlarını sürekli olarak değişen nesnesine
göre uyarlar. Nihayet, eleştirel kuramın mevcut toplumsal ve siyasal düzenin
dışında alternatif bir toplumsal ve siyasal düzen öngördüğü için normatif bir
yanı vardır. Mevcut düzendeki dönüşüm potansiyelini ortaya çıkarmaya
çalışır ve alternatif bir düzenin ortaya çıkarılması için gerekli eyleme rehber
oluşturur142.
142 Faruk YALVAÇ: “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 179.
75
Eleştirel kuram, konvansiyonel uluslararası ilişkiler anlayışının dışında,
toplumsal güçlerin ve devlet biçimlerinin gelişmesindeki temel süreçleri de
hesaba katarak incelemektedir. Cox, uluslararası ilişkiler ve dünya düzeni
konusunda söylemeye değer bir sözü olan ve geçerliliği süren düşünce
akımlarını Marksizm ve Realizm olarak sınırlamaktadır. Bu akımların her ikisi
de, iki tür kuramdan da yararlanmakla birlikte, ağırlıkla, Realizm, sorun
çözücü, Marksizm, eleştirel kuramdan bilgi kaynaği olarak
yararlanmaktadır143.
Cox bir yandan toplumsal sınıflar, üretim, eşitsizlik, devletin rolü ve
işlevi gibi Marksizm’den gelen kavramları kullanabilirken, öte yandan
Gramsci’den de yararlanarak hegemonya kavramına uluslararası ilişkiler
bağlamında yeni bir içerik kazandırabilme olanağı elde edebilmektedir.
Bunun yanında, Cox aynı zamanda devletle sivil toplum arasında ilişkiyi
inceler. Vico’dan aldığı argümanla devletlerin tarihsel yapılar olduğunu ve
sivil toplumdan ayrılamayacağını savunur. Devlet bu analizde, üretici güçler
tarafından belirlenen toplumsal güçler ile devletler sistemi ve global ekonomi
arasında bağlantı noktası olarak önem taşır144.
Cox, Antonio Gramsci’nin kavramları ile “gündemdeki Uluslararası
Đlişkiler teorisinin revizyonunu” amaçlar. Dünya düzeninin sarmal bir döngü
içerisinde yeniden ve farklı bir biçimde üretiminin anlaşılması için
“Uluslararası ilişkiler kuramının temel konusu olması gereken devlet/sivil
toplum bağlantısı” üzerinde odaklaşmak gerekir. Cox, devletin, toplumsal
sınıfların ve dünya düzeninin tarihsel eklemlenme tarzlarını çözümlemeyi
amaçlamaktadır.
143 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 182-183. 144 UZGEL, 46.
76
Cox ve genel olarak eleştirel kuramlar, Vico’nun tarihin bir döngü değil,
sarmal(spiral) bir diyalektik içinde oluştuğu; kendisini hiçbir zaman
yinelemediği; dolayısıyla önceden kestirilemeyeceği görüşünü
benimsemiştir145. Cox’a göre, eleştirel bir kuram, sadece belirli bir dünya
düzenini korumak ve sürdürmek değil; düzenlerin nasıl dönüşeceği ya da
dönüştürülebileceği üzerinde de odaklaşmak durumundadır. Cox’a göre,
kuram, daima, değişen praxise ve tarihin ampirik incelemelerine dayanmak
zorundadır146.
Gücün maddi ve ideolojik unsurları, hegemonya kavramında
birleşmiştir. Hegemonik dünya düzeni hem devletleri hem de o devletlerin
yer aldığı toplumsal yapının iç dinamiklerini ihtiva eder. Bundan dolayı, Cox’a
göre hegemonya devlet-sivil toplum karşılıklı ilişkilerinin bir uzantısı olan
kurulmuş dünya düzenini, diğer bir deyişle kapitalist üretim tarzının
uluslararasılaştırılması sürecine anlam verir. Böylece hegemonya, dünya
düzeni, toplumsal güçler ve devletler arasında "bir eklemlenme noktası"
olarak tanımlanır147.
Cox’un önermesi hegemonik dünya düzeninin, küresel ilişkilerin kurucu
öğeleri olan toplumsal oluşumların içsel dinamiklerinden
ayrıştırılamayacağına işaret eder.
Cox, hegemonyayı, Uluslararası Đlişkilerdeki alışılagelen, güçlü bir
devletin daha az güçlü olanlarla ilişkisi anlamında değil, devletlerle birlikte
devlet dışı kuruluşların da yer aldığı, uluslararası sistemin tümüne nüfuz
145 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 176-177. 146 a.g.e., 177. 147 E. Fuat KEYMAN: “Eleştirel Düşünce: Đletişim, Hegemonya, Kimlik/Fark” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 246.
77
eden bir düzene ilişkin değerler yapısını tanımlayacak biçimde
kullanmaktadır. Bu değer ve anlam yapısının altında, bir devletin
diğerlerinden daha baskın olduğu bir güç yapısı yatmaktadır. Tek başına
baskın(dominant) güç, hegemonya için yetersizdir. Hegemonya, baskın
devletin veya devletlerin egemen tabakalarının eylem ve düşünme
biçimlerinden beslenir; ancak, bu eylem ve düşünme biçimlerinin diğer
devletlerin egemen tabakalarınca da benimsenmiş olması şarttır.
Hegemonyanın temelini bu açıklama ve meşrulaştırma pratikleri ve ideolojileri
oluşturmaktadır148.
Tek bir dünya gücünün baskınlığından daha geniş anlamı olan
hegemon terimi, baskın devletin ideolojik olarak gerçekte liderlik eden devlet
ya da devletlerin ve liderlik eden sosyal sınıfların sürekli üstünlüğünü fakat
aynı zamanda daha az güçlünün bir ölçüde ya da tatmin olma olanağı veren
genel prensiplere göre işleyen geniş bir rıza ölçüsüne dayalı bir düzen
oluşturan hakimiyetin özel bir biçimi anlamına gelmektedir. Böyle bir
düzende, belirli ülkelerdeki üretim, dünya ekonomisinin mekanizmalarıyla
bağlanmış ve dünya üretim sistemleriyle birleştirilmiş hale gelmiştir. Baskın
ülkenin sosyal sınıfları diğer ülkelerdeki sınıflar içerisinde müttefikler
bulmuşlardır. Belirli devletleri yakınlaştıran tarihsel bloklar, farklı ülkelerdeki
sosyal sınıfların karşılıklı çıkarları ve ideolojik bakış açıları yoluyla bağlanmış
ve global sınıflar oluşmaya başlamıştır. Başlangıç aşamasındaki/yeni
oluşmaya başlayan dünya toplumu devletlerarası sistem çevresinde, ortaya
çıkmıştır ve devletler, kendileri mekanizmalarını ve politikalarını dünya
düzeninin ritimlerine uydurarak uluslararasılaşmışlardır149.
148 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 189. 149 Robert W. COX: Production, Power, And World Order, 7.
78
Dünya düzeninin kuruluşu ve yeniden üretimi sürecinde önemli bir role
sahip olan ideolojik biçimler ve söylemsel pratiklerin sadece ulus devletler
tarafından yaratıldıkları söylenemez. Cox, uluslararası örgütlerin, Amerika
Birleşik Devletleri’nin hegemonyası altında, bu düzenin ayrılmaz parçaları
olduklarını ileri sürer. Böylelikle, dünya düzeninin temel ideolojileri ve
söylemsel normları bu örgütler vasıtasıyla ve bu örgütlerin içinde üretilmiş ve
evrensel olarak tanıtılmıştır150.
“Tahakküm” kavramı ile eş anlamlı olarak kullanılan realist hegemonya
kavramı, tahakküm altındaki ülkelerin dünya üzerindeki egemenliğini
sağlamlaştıran hegemona verdikleri “rızanın” oluşturulmasını ve imalini
dikkate almaz. Gramscici hegemonya kavramını değerli kılan, hem
tahakkümü hem de rızayı hegemonyanın iki temel boyutu olarak
kapsayabilmesidir. Gramsci “tahakküm” sorununa iki ayrı açıdan yaklaşır. Bir
açıdan, zora dayalı siyasal bir kontrol biçimi olarak, ideolojik manipülasyona
ya da rızaya dayanan hegemonyadan ayrıştırmaya çalışır151. Gramsci-Cox
çizgisinde hegemonya, zorlama sonucu değil, devletlerin güç odakları
etrafında o gücün etkisini kabul ederek kendi rızaları ile oluşturdukları bir ilişki
sistemidir.
Hegemonya, sadece, entelektüel bir şekilde kavranabilen ortada
olmayan gizli bir güçtür, görünmezdir. Fakat, hegemonya kurumların
hayatiyetinin/varlığının gizidir. Bazı kurumlar, diğerleri başarısız olurken,
başarılı bir şekilde, değişen bir hegemonyaya adapte olmaktadırlar.
Uluslararası kurumların etkililiği, hüküm süren hegemonyaya onların uymaları
yoluyla ölçülmektedir
150 KEYMAN: Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası Đlişkiler Kuramını Yeniden
Düşünmek, 114. 151 a.g.e., 159.
79
Hegemon gücün değişmesi, karşı – hegemonik bir gücün ortaya
çıkması yoluyla olabilmektedir. Gücün ikili yapısı – maddi ve ideolojik
unsurların birleşmesi – zihinde doğunca, karşı – hegemonik güç, (a) bir
ikincil/alt grubun maddi kaynakları elde edebilmesindeki artış, ve (b) hüküm
süren konsensusun/oydaşmanın meşruluğuna meydan okuyan ikincil/alt
grubun taleplerinin birleşik ve direngen yoğunlaşmasının sonucunda
gerçekleşebilecektir152.
3 - Hegemonik Dünya Düzeninin Kuruluşu
Cox’a göre Uluslararası Đlişkilerde, kurumsallaşma ile Gramsci’nin
“hegemonya” kavramları arasında yakın bir ilişki vardır: Herhangi bir yapının
altında yatan maddi güç ilişkilerinde bir zorlama potansiyeli bulunmaktadır.
Güçlü, gerekli gördüğü takdirde, zayıfı kuvvet kullanarak ezebilmektedir.
Ancak, zayıfın var olan güç hiyerarşisindeki ilişkileri meşru kabul etmesi
halinde, güçlünün, baskınlığını garanti etmek üzere kuvvet kullanmasına
gerek kalmamaktadır. Güçlüler, misyonlarını baskıcı ve diktatoryal olarak
değil de, sadece “hegemonik” olarak icra ettikleri; bir başka deyişle,
önderliklerini kendi çıkarlarından ziyade evrensel ve genel çıkarın
hizmetindeymiş gibi tanıtabildikleri, zayıfların da önderliğe rıza göstermelerini
sağlayabildikleri takdirde baskınlıklarını kanıtlamak için kuvvete başvurmak
zorunda kalmayabilmektedirler. Hegemonik yapının ilişkilerde rızaya dayanan
temeli, bilinçlerde güce göre daha ön planda yer tutmaktadır. Hegemonik
olmayan yapılarda ise, ilişkilerin gücü odakta tutarak yönetimi öncelik
152
Robert W.COX ve Harold K. JACOBSON: “Decisionmaking,” International Social Science Journal, Vol.29, No.1 ( February 1977) , 127.
80
taşımaktadır153.
Cox’ın Gramsci’den hareketle geliştirerek uluslararası politikaya
uyguladığı hegemonya kavramı, gücün davranışsal yönü yanında, yapısal
görünümüyle de birlikte anlaşılmasını sağlayabilmektedir. Gramscici kuram,
hegemonya da fikirlerin ve kültürün de tercihleri yönlendirmek ve “mümkün
olanın algılanma sınırlarını” belirtmek suretiyle rol oynadığı görüşündedir.
Algılama sınırları, hegemonun öngörülebilen tepkilerine göre belirlenen
rasyonel kısıtlamalardan ziyade, rasyonel hesaba dayanmayan, doğal ve
kaçınılmaz hissedilecek kadar içselleştirilmiş değerler tarafından
biçimlendirilmektedir154.
Hegemonyanın işleyebilmesi için elitlere önemli bir rol düşmektedir.
Hegemonun değerlerine uygun biçimde toplumsallaşan modernleşme
sürecindeki ikincil ülke elitleri, uluslararası düzenin sürmesi yönünde
politikaları benimsemektedir. Hegemonun gücünü kullanımı ve itaat
mekanizmalarını sağlaması, belli değerleri diğer ülke elitlerine
yansıtabilmesine ve benimsetebilmesine bağlıdır155. ABD, II. Dünya Savaşı
sonrasında hür dünyanın ve demokratik değerlerin temsilcisi olarak kendisini
sunmuş ve rızaya dayalı hegemonyasını dünya genelinde kurmayı genel
olarak başarmıştır. Bu nedenle, ABD, rızaya dayalı hegemonya kavramının
açıklanabilmesi bakımından önemli bir örneği teşkil etmektedir.
153 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 186. 154 a.g.e., 197. 155 a.g.e., 200.
81
4 - ABD Hegemonyası’nın Kuruluşu
Amerikan hegemonyası, liberal düşünce ve değerlerin Batı Avrupa ve
Üçüncü Dünya ülkeleri elitlerince büyük ölçüde benimsendiği; öte yandan da
bunları reddeden “karşı kamp”ın etkin biçimde çevrelendiği 1945 sonrası
dönemde kurulmuştur.
ABD’nin üstün maddi kaynakları yanında ideolojik yönden liberal retorik
ile desteklenen hegemonyası, kurumsal etkinlik ile de kuvvetlendirilmiştir.
Marshall Planı, Batı Avrupa’da aşamalı bir biçimde, 1946’da öngörülen açık
ekonominin yürürlüğe girmesi için, temel koşullar olan ticaretin
serbestleştirilmesi ve döviz konvertibilitesine öncülük etmiştir156.
Đkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan güç dengelerinin örgütü olarak
ortaya çıkan Birleşmiş Milletler’in ( BM ), organizasyon yapısı içerisindeki
Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesinden birisi olan ABD, BM bütçesinin
% 25’ini karşılarken, Güvenlik Konseyi’nin bir diğer daimi üyesi Çin bütçenin
ancak % 0,9’unu ödemektedir157. Aynı durum Uluslararası Para Fonu
(IMF-International Monetary Fund) ve Uluslararası Đmar ve Kalkınma Bankası
(IBRD-International Bank of Reconstruction and Development) içinde
geçerlidir. Uluslararası Para Fonu’nu ve Uluslararası Đmar ve Kalkınma
Bankası’nı kuran uluslararası andlaşmalar oy verme gücünü mali katkıya
156 Robert W. COX: Production, Power, And World Order, 215. 157 Đsmet GĐRĐTLĐ: Birleşmiş Milletler ve Reform Sorunu, Türkiye, 25 Eylül 1998.
82
dayandırmaktadırlar. Sonuç olarak, ABD her iki örgütte de en az oy verme
hakkına sahip olan devletten yüzlerce defa fazla oya sahiptir158.
Amerikan egemenlik ve denetimini kurmaya dönük bu süreçte ABD,
Đngiliz tarzı bir üstünlük iddiasını benimseyerek değil, kurumsal
düzenlemelerle ortak çıkarları koruduğu gerekçesi ile hegemonyasını
pekiştirmiştir. Esasen, ABD hegemonik politikası ile Đngiliz emperyalizmi
arasındaki fark, görüntüden ibarettir159.
Amerikan güvenlik ittifakları sisteminin görünür amacı, “karşı kamp”
olarak sunulan Sovyet Blok’undan gelebilecek tehdidi sınırlamaktır. Ancak,
bu ittifaklar, aynı zamanda Amerika’nın hegemonik baskınlığını kabul ettirdiği
bölgelerdeki çıkarlarını kollamanın da aracı olmuştur. ABD, bu konuda, başta
Đngiltere olmak üzere, rekabetlerini alt ettiği müttefiklerini, kendi ekonomik ve
güvenlik çıkarlarına ve bunların korunmasına ortak yapmıştır. Özellikle Batı
ve Üçüncü Dünya ülkeleri arasında, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin
her ekonomi için yararlı olduğu savı ekonomik bir ideoloji olarak
yayılmıştır160.
Oluşturulan ekonomik sistemin sürekliliği açısından da, hegemonyanın
siyasal boyutu da, güvenlik amacına dönük paktlar ve örgütler ile
kurumsallaştırılmıştır. Böylece, ABD, zaman zaman rakipleri karşısında eskisi
kadar güçlü durumda olmasa da, dünya politik ve ekonomik düzeninde en
158 Hans J. MORGENTHAU: Uluslararası Politika, Çev. Baskın ORAN ve Ünsal OSKAY, Cilt : 2, Birinci Baskı, Ankara, Türk Siyasi Đlimler Derneği Yayınları, 1970., 417. 159 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 232-233. 160 a.g.e., 249.
83
güçlü ses olmayı sürdürmüştür161.
ABD, 1945-1970 dönemi arasında, dünya ekonomisi ve siyaseti
üzerindeki hegemonyasını yapısallaştırmış; 1970 sonrasında,
uluslaraşırılılaşmasının ve globalizasyonun yaygınlaştığı, ilişkilerin daha
karmaşıklaştığı; güç ve etkinlik farklarının azaldığı; ekonomide belli alanlarda
rakiplerinin gerisine düştüğü dönemlerde de, bu yapısallaşma sayesinde
hegemonik belirleyici rolünü sürdürmüştür162.
Uluslararası sistem içerisinde başat aktör konumundaki ülkeler,
müştereken geç-sanayileşmekte olan ülkelerin kalkınma seçeneklerinin
parametrelerini belirlemişlerdir. Üçüncü dünya elitleri hegemonyanın
oluşumunda başat aktör konumundaki ülke elitleriyle aynı etkin statüyle yer
almamışlardır. Bununla beraber, başat aktör konumundaki ülkeler, ideolojik
olarak yeni üyeler kazanmış ve Üçüncü Dünya ülkeleri içinde anahtar
pozisyonlarda bulunan ajanlar/örgütler bulmuşlardır. Uluslararası sermayenin
bu ülkelere akışı sayesinde, hegemonik düzen içerisinde, hegemonun
kurallarını/normlarını toplumlarına yayan merkez bankaları ve ekonomi
bakanlıkları gibi kurumlarda, “ortak değerleri” paylaştıkları insanlar
bulmuşlardır. Bu insanlar çoğunlukla gelişmiş kapitalist ülke
üniversitelerinden mezun olmuşlardır ve çoğunlukla IMF kurumu ve
uluslararası sermaye/finans çevreleriyle kişisel temas içerisindedirler163.
Önemli bir bölümü eğitim gördüğü ülkenin toplumsal düzenini kendi
ülkesinin toplumsal düzeninden üstün görmekte ve kendi ülkesine
yabancılaşmaktadır. Kendi ülkesine geldiğinde devlet mekanizması ve
161 a.g.e., 250. 162 a.g.e., 251. 163 Bkz. Robert W. COX: Production, Power, And World Order, 260-261.
84
toplum içerisinde söz sahibi olabilmekte, Batı hegemonyasının ortak değerler
ve ortak çıkarlar şeklinde sunularak toplumun yönlendirilmesinde etkili
olabilmektedirler164.
164 Bkz. Latif BOLATOĞLU: ABD Dünyayı Nasıl Yönetiyor, Aydınlık Gazetesi, 12 Mart 1994.
ABD hegemonyasının kurulmasında Amerikan üniversitelerinde eğitim
görmüş kişilerin katkıları olmuştur. Daha genel olarak ele alırsak Batılı ülke
üniversitelerinde ve kurumlarında eğitim görmüş kişiler ülkelerinde
cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, dışişleri bakanlığı gibi görevlere
gelebilmişlerdir.
Elbetteki bu liste müsteşar, danışman, merkez bankası başkanı,
general, gazete ve televizyon genel müdürü gibi görevler şeklinde uzatılabilir.
Bu kişiler, istisnalar olmakla beraber, düşünsel olarak benimsemiş oldukları
ABD hegemonyasını, kendi ülkelerinde ortak değerler ve ortak çıkarlar
şeklinde bir rasyonelleştirmeyle, pekiştirmişlerdir.
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
TÜRK SĐYASAL KĐMLĐĞĐ’NĐN OLUŞUMU
Ulusal kimliğin oluşumunda modern devletin müdahalesinin belirleyici
rolü olmuştur. Kendiliğinden bir süreçle gerçekleşmeye en yakın olan Đngiliz
ve Fransız örneklerinde bile devlet müdahalesi vardır1. Türk ulusal kimliğini
ise devleti kuranlar, kendi algılamaları doğrultusunda oluşturmaya çalışmışlar
ve bir nevi oluşturulmaya çalışılan ulusal kimlikle-devlet kimliği
özdeşleşmiştir.
Bugün, Türk ulusu, büyük bir imparatorluktan yok olma noktasına
düşülmesinin ve sonra ana ülkesini ve ulusal bağımsızlığını korumak için
tekrar mücadele edişinin derin etkilerini taşıyor. Emperyal bir geçmiş ve
büyük bir kültürel mirasla birlikte uluslararası arenada reelpolitiğin oyunu ve
var olmak için mücadele, Türkiye’nin ulusal felsefesi ve halkının karakteri
üzerinde güçlü etkiler bırakmıştır2.
Türk siyasal kimliği, Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküş dönemi
içerisinde iç isyanlar, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı,
Ulusal/Milli Mücadele süreci içerisinde yetişmiş, olgunlaşmış ve aynı
zamanda yeni bir heyecanla Cumhuriyeti kurmuş kadroları motive eden tarihi,
kültürel, dini, siyasi ve psikolojik faktörlerin izini taşımaktadır. Bu nedenle,
“Cumhuriyet”in temellerinin inşa edilmesi sürecinde ve bugün halen
1 YURDUSEV: Türkiye ve Avrupa, 28. 2 Mustafa AYDIN: “Determinants of Turkish Foreign Policy: Historical Framework and Traditional Inputs, “Middle Eastern Studies, C.35, No. 4 (October 1999), 156.
86
karşılaşılan etnik, dinsel, kültürel veya politik sorunlara karşı karar vericilerin
takındıkları tutum ve davranışları kavrayabilmek, Türk dış politikasını
anlayabilmek bakımından Osmanlı devletinin çöküş dönemini yaşayan ve
aynı zamanda Türklerin yeniden varoluşunu temsil eden ulusal mücadeleyi
gerçekleştiren kadroların bu süreç içerisinde oluşan zihinsel koşullanmalarına
daha yakından bakmak gereklidir. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
mantığını ve ideolojik çerçevesini daha anlaşılabilir kılmak mümkün olacaktır.
87
I. OSMANLI DEVLETĐ’NĐN ÇÖKÜŞ DÖNEMĐ
A –DEVLETĐ KURTARMA ARAYIŞLARI
Dış baskılar sonucu, elde kalan son Avrupa topraklarının da ıslahat
yapılmadığı bahanesiyle yitirileceğini kavrayan genç subaylar, devleti
kurtarmak adına örgütlenmeye girişmişlerdir3. Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe
konulması suretiyle oluşacak parlamenter bir siyasal rejim isteği, özgürlüğün
gerçekleştirilmesinde bir araç olmaktan çok, devletin farklı "milliyetçilik
akımları” sonucu parçalanmasını önlemek için ortaya atılmıştı. Yani
parlamentonun yerleşmesini istemek, özgürlüğün gerçekleştirilmesi için değil,
devletin güçlendirilmesi ve kurtarılması içindi4.
3 1889’da Đstanbul’da Askeri Tıbbiye öğrencileri tarafından kurulan Đttihad- ı Osmani Cemiyeti’nin amacı, 1876’da ilan edilmiş, ancak 1877-1878 Osmanlı – Rus savaşından sonra rafa kaldırılmış olan Kanun- i Esasi’yi ve parlamentoyu geri getirebilmekti. Sonraki birkaç yıl boyunca bu cemiyet çok yavaş büyüdü. Cemiyetin bazı üyeleri padişahın zaptiyesi tarafından tutuklandı. Bazıları ise dışarıya, çoğunlukla da Paris’e kaçarak tutuklanmaktan kurtulabildiler. Dışarıya kaçanlar, Pariste mülteci Osmanlı meşrutiyetçilerinden küçük bir topluluk buldular. Onlarda Đttihat ve Terakki Cemiyeti (ĐTC)adında küçük bir cemiyet kurmuşlardı. Bkz.Eric Jan ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 131. Đfade etmek gerekir ki, kendi dönemlerindeki yöneticiler tarafından dış güçlerin desteğinde devlete karşı gelen iç düşman kategorisi içerisindeydiler. Padişah II. Abdülhamit, 1897’de gizlice toplanan ĐTC kongresini hafiyelerinden öğrenmiş ve şu değerlendirmede bulunmuştu: “Bu gençlerin, birkaç kendini beğenmiş entrikacı idarecinin izinde sürüklenmiş olmaları çok yazık! Milleti aydınlatmak, terakki ettirmek gibi riyakârane bahaneler bularak mevcut düzeni yıkıp, atalarının asırlardır yaptıklarını mahvederek sözde yenilik getirmek istiyorlar; hakikatte istekleri hükümetimin tecrübeli idarecilerini devirerek yerlerine geçmek ve iktidara sahip çıkmaktır. Bunlar dinlerini, vatanlarını inkâr eden riyakâr, sefil bir çetedir. Öyle olmasa can düşmanımız olan Hıristiyan kuvvetleriyle anlaşarak vatanlarının, dindaşlarının mahvına çalışmazlardı.” Bkz. Sultan ABDÜLHAMĐT: Siyasi Hatıratım, 4. Baskı, Đstanbul, Dergah Yayınları, Nisan 1984, 82-83. 4 Levent KÖKER: Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 130.
88
Şinasi’nin, Ziya Paşa’nın, Ebuzziyya Tevfik’in, Namık Kemal’in,
Abdülhak Hamid’in, Đzmirli şâir Eşref’in okunması resmen yasaklanmış
eserlerini okuyan ve Harbiye’den mezun olurken “millete, devlete, pâdişaha”
sadık kalmak üzere yemin eden gençler, mevcut idareye karşı, derin bir
nefret ve Padişah’ın etrafındakilere karşı anlatılmaz bir husûmet
duyuyorlardı5.
1902’de başlayan ve durmadan devam eden Makedonya’daki
isyan bahanesi ile Makedonya’da bir Genel Müfettişlik kurulmuş, bir yabancı
kontrolü başlamış, Avrupalı subayların kumandasında yeni bir jandarma
kuvveti meydana getirilmiş ve yabancı uzmanların kontrolünde idari ve mali
reform yapılmak istenilmişti. Fakat işler bir türlü, Balkanlı politikacıların,
terörist/tedhişçi çetelerin çıkardıkları huzursuzluk ortamı yoluyla amaçlarına
bir an evvel ulaşmak istemeleri nedeniyle, düzelemiyor, âsayiş temin
olunamıyordu. 1908'de, Đngiltere Kralı ile Rus Çarı’nın Reval’de buluşup,
Makedonya'da Osmanlı ordusunun kaldırılmasını kararlaştırmaları,
Rumeli'nin parçalanması tehlikesini ortaya çıkarmıştı6. Tehlikenin en çok
hissedildiği yerlerdeki ulusalcı hareketlerle ve özellikle gerilla faaliyetleriyle
yüz yüze gelen subayların örgütlenmeleri, devleti kurtarma arayışlarına ivme
kazandırmıştır7.
5 Bkz. Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, Haz. Samih Nafiz TANSU, Birinci Basım, Đstanbul, Sebil Yayınevi, 1996, 9, 19 ve 21. sayfalar. 6Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:3, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997, 70 ve 87-88. 7 Eylül 1906’da Selanik’te genç bürokrat ve subaylar tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurulan yeni gruplardan biriydi. Makedonya’da hızla yayılan Cemiyete, 3. Ordu (Selanik ) ve 2. Ordu’dan (Edirne ) subayların katılmaları çok önemli bir gelişme olmuştur. Selanik’teki grup, 1907’de Paris’teki mültecilerle temas kurmuş ve ĐTC’nin geleneksel adını kendilerine mal etmişlerdir. Ancak bu ada rağmen imparatorluktaki muhalefet hareketine hakim olan merkez, Paris’teki değil, Selanik’teki merkez olacaktır. Bkz. ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 134-135.
89
1906’da yüzbaşı rütbesiyle Erkânıharbiye’yi bitirdikten sonra, Edirne’ye
2. Ordu’ya gönderilen Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen mimarlarından ve
ulusal kahraman Đnönü’nün hatıralarından bazı aktarmalar yapmak o
dönemdeki haleti-ruhiyeyi/ruhsal durumu yansıtması bakımından yararlı
olacaktır. Đnönü şöyle demektedir:
“Bir büyük imparatorluğun çökmekte bulunduğu kaygısı ve memleketi kurtarmak ödevinde olduğumuz düşüncesi, bizim gençlik yıllarımızın en unutulmaz hatırasıdır...Đmparatorluğun çöküşü içinde vazife yapmaya çırpınırken, hesapsız şehitler ve felakete uğrayanlar arasından, yaşayarak çıkmak gibi bir umulmadık olay başımdan geçti.” 8
Balkan milletlerinin her dördü ile - Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağ –
ulusalcılık akımları ulusların bilincine hâkim olduktan sonra bir güvensizlik ve
mücadele ortamı oluşmuş, bu mücadele ortamı en aşırı şekliyle bu döneme
rastgelmiştir. Đnönü’nün ifadesiyle Balkan devletlerinin hırsları ve büyük
devletlerin baskıları ülke için apaçık bir tehlike oluşturmaktaydı. Oysa,
Saray’ı, oluşan tehlike hiç kaygılandırmamaktaydı. Subaylar, Balkan
komitacılarının takibinden canlarını kurtarabilirlerse, üstelik bir de yabancı
komiserlerin kovuşturmasından sakınmaya çalışmaktaydılar.
Đmparatorluğun çöküş süreci içerisinde birçok şehitler verilirken ve
felaketler yaşanırken hayatta kalmak bile düşük bir olasılıktır. Gerek Balkan
devletlerinin politikaları gerekse de büyük devletlerin baskıları Osmanlı
devletinin geleceği için açık bir tehlike oluştururken, devletin en üst karar
vericisi durumundaki Padişah’ın tehlikeyle ilgilenmediği algılaması, genç
subayların vatan kaygısını iyice yükseltiyordu. Đnönü’nün deyimiyle her
derdin devasının Kanun - i Esasi’de olduğu, iman halinde genç subayların
8 Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, Yayıma Hazırlayan: Sabahattin SELEK, 1. Kitap, 1. Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Ekim 1985., 13.
90
zihinlerinde yerleşmişti. Kanun - i Esasi, iç politika ve dış politikanın bütün
olumsuzluklarını ortadan kaldıracak ve hiç güçlüğe uğramadan saat gibi
düzgün işleyen bir idare kurulacaktı9. Devletin devamlılığının Kanun - i
Esasi’nin yürürlüğe konulması ile birlikte oluşacak olan parlamenter bir
siyasal rejim ile sağlanabileceğine inanılmaktaydı.
1- Kanun-i Esasi Bağımsızlık Yolunda Bir Araç
Đttihat ve Terakki Cemiyeti, Abdülhamid rejimine karşı savaşımda
ülkenin her yanındaki milliyetçi gruplarla ortaktır. Ancak bu gruplarla olan
beraberlikleri çok kısa sürecektir. 1913 yılında Rumeli sorunu Balkan
Savaşları ile Osmanlı’nın Edirne’ye kadar bütün topraklarını kaybetmesiyle
çözümlenecektir. Đmparatorluğun ağırlığı Asya’daki topraklarına kayacak
Ermeni ve Arap sorunları öne çıkmaya başlayacaktır. I. Dünya Savaşı
sonrasında ise yeni bir durum oluşacaktır.
Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1907 Aralık ayında Paris’te yapılan
kongresine Osmanlı’daki farklı etnik grupların oluşturdukları komiteler de
katılmışlardır. Türk ihtilâl komitelerinin bütün Osmanlı topraklarında, yeni tek
bir “Osmanlı milleti” yaratmak şeklinde ifade edebileceğimiz bakış açısı,
Ermeni, Bulgar, Rum, Arnavut, Arap ihtilâl komitelerince kabul görmemiştir.
Çünkü, Onlar “siyasî ademi merkeziyet idaresi” istemektedirler10.
9 Bkz. Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 34 - 45. 10 Bkz. Cemal PAŞA: Hatıralar, Haz. Behçet CEMAL, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Nisan 1977, 415.
91
Siyasi ademi merkeziyet demek ise bu değişik etnik ve dinsel grupların
yaşadığı bölgelere geniş özerklikler vermek ve hepsini “ Osmanlı
Đmparatorluğu“ ismi altında idare etmeye çalışmak demekti. ĐTC’nin
önderlerinden ve 1913-1918 arasında süren doğrudan ĐTC iktidarının etkili
ismi Cemal Paşa;
“Eğer Osmanlı Đmparatorluğu’nun parçalanmasını bütün can ve gönülleriyle arzu eden ve bunun için bin türlü entrikalara kalkan dış düşmanlar olmasaydı, “Đttihat ve Terakki” cemiyeti ........ bu prensibi kabul etmekte bir dakika tereddüt etmezdi. Fakat Suriye’ye göz dikmiş olan Fransızlarla Mezopotamya’ya ve bütün Lübnan yarımadasına sahip çıkan Đngilizler ve Doğu Anadolu vilayetlerini ele geçirmek fırsatını gözetleyen Ruslar ve Makedonya’yı paylaşmak isteyen Bulgar, Sırp ve Yunanlılar ve Arnavutluk’a el atmaya çalışan Avusturyalılarla Đtalyanlar ve yine Akdeniz adalarını benimseyen Yunanlılar “siyasi ademi merkeziyet idaresi” prensibinin vücuda getireceği bu vilayetleri birer birer yutmak için acaba hiç güçlük çekerler miydi?“11
diye sormaktadır.
II. Abdülhamid, 10 Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan’ı toplanmaya
davet eden çağrısında, Kanun-i Esasi’nin zaten yürürlükte olduğunu,
Meclis’in, içinde bulunulan durumun olağanüstülüğü nedeniyle bir müddet için
tatil edildiğini ve gelinen noktada yabancıların müdahalesine sebep
verilmemesi ve ülkenin asayişi bakımından Meclis’in toplanmasının zaruri
telakki edildiğini, belirtmekte ve seçimlerin mevcut usule göre yapılmasını
istemektedir12. Olağanüstü durum bir türlü geçmemiş olacakki tatil süresi
uzamıştır.
11 Cemal PAŞA: Hatıralar, Haz. Behçet CEMAL, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Nisan 1977, 415. 12 Bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2000, 75-76.
92
II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden ya da zaten yürürlükte olan Kanun-i
Esasi’nin hükümleri uyarınca Meclis’in toplanmasına karar verildiğinin
açıklanmasından sonra hocalarla papazların, Müslümanlar’la müsliman
olmayanların kucaklaştığı görülüyor, Tanin, Millet, Hürriyet gibi yeni isimler
altında yeni gazeteler çıkmaya başlıyor, kalabalık, gece yarılarına kadar
sokaklardan çekilmiyordu. Birçok hatip, hep 33 seneden bahsediyordu.
Namık Kemal’in “Vatan Piyesi”, en çok seyredilen, çılgınca alkışlanan bir eser
olarak Đstanbul’u meşgul ediyordu13.
Đttihat ve Terakki Cemiyeti, seçimlerde aday göstermemiş; fakat seçim
nedeniyle bir bildiri yayınlamıştı. Bildiride, Osmanlı toprağında oturan ve
yaşayan Đslam, Hıristiyan bütün insanların, aynı vatanın evladı oldukları, millî
menfaatler ve medeni haklardan faydalanmak hususunda biri diğerinden
farklı olmadığı, bu milletin Đslam ve Hıristiyan bütün evladının aralarında bir
Đttihat ve Terakki Cemiyeti kurarak ve canlarını tehlikeye koyarak tam bir
metanet ve iyi niyetle yıllarca çalıştıktan sonra başlarının belası olan zalim
idareyi bir gün içinde mahv ve harap ettikleri ifade ediliyordu. Şimdilik bütün
yabancı devletlerin, Osmanlı Devleti’ne karışmaktan el çektikleri, eğer
adamakıllı medeniyet ve ilerleme yolu tutarak kardeşlik içerisinde o yolu
muhafaza ederlerse Osmanlı’ya yardım edecekleri ve birleşmelerine ve
anlaşmalarına can atacakları açıklanıyordu14.
Seçimler yapıldıktan sonra Meb’usan Meclisi 17 Aralık 1908’de
Abdülhamid’in açış konuşmasıyla çalışmalarına başlar. Meclise 126 seçim
bölgesinden 275 milletvekili gelmiştir. Bu 275 milletvekilini etnik kökenlerine
göre dokuz grupta toplamak mümkündür: Türk ( 142 ), Arap ( 60 ), Arnavud
13 Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, Haz. Samih Nafiz TANSU, Birinci Basım, Đstanbul, Sebil Yayınevi, 1996, 32. 14 Bkz. Celal BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:2, 70-71.
93
( 25 ), Rum ( 23 ), Ermeni ( 12 ), Yahudi (5), Bulgar ( 4 ), Sırp ( 3 ),
Ulah ( 1 )15.
Abdülhamid, Meclis’i açış konuşmasında, 1876’da yürürlüğe koymuş
olduğu Kanun-i Esasî’nin uygulanması noktasında bazı güçlüklerle
karşılaştığını ve o zamanki devlet yöneticilerinin/ricalinin gösterdiği lüzum
üzerine, Meclis-i Mebusân’ı geçici bir süre için tatil ettiğini söylemektedir16.
II. Abdülhamid’in 1876’daki Meclis’i açış konuşmasındaki ifadeleri de
algılamadaki sürekliliği göstermesi açısından önemlidir. II. Abdülhamid, o
zamanki konuşmasında Osmanlı Devleti’nin gücünün dünyaya yayılmasının
yönetimin adaletli olması ve tebaasının her sınıfının hak ve çıkarına saygı
göstermesiyle meydana geldiğini ve Fatih Sultan Mehmed’in din ve mezhep
serbestliğinin sağlanması hakkında gösterdiği müsaadenin herkesçe
bilindiğini söylemektedir. Âyin ve mezheb serbestliğine daha sonrada halel
getirilmediğini ifade eden Abdülhamid, altı yüz seneden beri tebaanın
milliyetlerini, dillerini ve mezheblerini muhafaza etmelerinin Osmanlı’nın âdil
yönetiminin doğal bir sonucu olduğunun inkâr edilemeyeceğini ileri
sürmektedir. II. Abdülhamid, Hersek ayaklanmasının bir takım kışkırtmalar ve
karışıklık çıkarıcıların eseri olarak meydana geldiği ve Sırbistan ve Karadağ
savaşları nedeniyle meydana gelen büyük karışıklıkların etkisiyle devletin
büyük bir buhrana uğramış olduğu bir zamanda tahta çıkmıştır. Devletin o
zamana kadar karşılaşmadığı derecede büyük olan buhranda Abdülhamid,
devletin varlığının/hukukunun korunması için altı yüz bin kadar askeri silâh
15 Halil MENTEŞE: Halil Menteşe’nin Anıları, 1. Baskı, Đstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, Kasım 1986, 12. Nisan 1914’te yapılan seçimler Trablusgarp Eyâleti ile Rumeli Vilâyetleri’nin ve Ege Adaları’nın elden çıkmış olmaları yüzünden 94 seçim bölgesinde yapılmış ve toplam 245 milletvekili çıkmıştır. Bu milletvekillerinin 142’si Türk, 69’u Arap, 16’sı Rum, 15’i Ermeni ve 3 tanesi de Musevi’dir. Bkz. Halil MENTEŞE, 42. 16 Bkz. Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, 33.
94
altına aldırmaya mecbur kaldığını ve bu karışıklığın tamamıyla savılması ve
giderilmesi için devletce ıslahat yapılması yöntemiyle çare aramayı ve bu yol
ile bağımsızlığı sürekli bir güvence altına almayı yapılması gerekli bir görev
olarak telakki ettiğini, söylemektedir.
Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesiyle II. Abdülhamid konuşmasının
devamında, bütün tebaanın bir vatanın evlâdı olarak ve tamamının bir
kanunun koruması altında yaşayacaklarını ve saltanatın unvanı olan Osmanlı
adıyla anılacaklarını ifade etmektedir17.
1908’de yürürlüğe tekrar sokulan Kanun-i Esasi18 Osmanlı Devleti’nin
tabiyetinde bulunan herkesi din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın istisnasız
Osmanlı olarak adlandırmaktadır. Osmanlı tebaası olanların devlette
istihdam olunmaları için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.
Meclis-i Umumî, Heyet-i Âyan ve Heyet-i Mebusan’dan oluşmaktadır.
Heyet-i Âyan’ın üyelerini doğrudan doğruya padişah belirlemektedir.
Heyet-i Âyan üyeliği ömür boyu sürmektedir ve milletvekilliği/vükelâlık, valilik,
mareşallik/ordu müşirliği, kazaskerlik, elçilik, patriklik ve hahambaşılık
görevlerinde bulunmuş olanlardan ve karacı ve denizci
generallerden/ferikandan ve gerekli özellikleri taşıyan diğer kişilerden uygun
görülenleri tâyin edilmektedirler. Kendi talepleriyle devletce başka göreve
tâyin edilenlerin üyelikleri düşmektedir. Heyet-i Âyan, Heyet-i Mebusandan
verilen tasarıları incelemektedir. Eğer bunlarda din işlerine ve padişahın
17 Konuşmanın tam metni için Bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK, 56-59. 18 1876’da yürürlüğe sokulan Kanun-i Esasi 119 maddeden oluşmaktaydı. Aynı anayasa 1908’de tekrar yürürlüğe sokulmuş ve 1909’da yapılan bazı değişikliklerle madde sayısı 121 olmuştur.
95
hukukuna/hukuk-ı seniyesine, hürriyete, Kanun-i Esasî hükümlerine, devletin
toprak bütünlüğüne, iç güvenliğine, vatanın savunması ve korunmasına,
genel ahlaka halel verir bir şey görür ise değerlendirmesini ilâve ederek ya
kat’iyen red veyahut değişiklik yapılması ve düzeltilmesi için Heyet-i
Mebusan’a iade etmektedir. Kabul ettiği tasarıları ise onaylıyarak sadarete
sunmaktadır. Heyet-i Mebusan’ın üyeleri ise Osmanlı tebaası arasından her
ellibin nüfus için seçilen vekillerden oluşmaktadır. Heyet-i Mebusan için
üyeliğe seçilebilmek için Türkçe bilmek, ilk seçimden sonra yapılacak
seçimlerde Türkçe okumak ve mümkün olduğunca yazmak da
gerekmektedir. Heyet-i Mebusan üyeleri sadece seçildikleri bölgenin değil
tüm Osmanlıların vekilidirler. Kanun-i Esasi’ye göre Osmanlı tebaasının
tamamı için eğitim ve öğretimin ilk kısmı mecburidir19.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra da Ittihat ve Terakki genel merkezi
Osmanlı topraklarında bulunan çeşitli siyasi ihtilâl cemiyetlerini bir “Osmanlı
camiası” siyasi cemiyeti halinde birleştirmek için girişimlerde bulunur. Ancak,
üç dört ay devam eden görüşmelere rağmen hiçbir milletin siyasi ihtilâl
komitelerinin Ittihat ve Terakki Cemiyeti içine alınması konusundaki
çalışmalar sonuca götürülemez. ĐTC’nin bir diğer önde gelen ismi Tâlat Paşa
ile birlikte görüşmelere katılmış olan Cemal Paşa, siyasi ihtilal cemiyetlerinin
amacının farklı olduğunu, II. Meşrutiyet ilan edilinceye kadar birçok tehlikeye
maruz olarak gizlice yaptıkları bağımsızlık teşviklerini bundan sonra açıkça
yapmak ve amaçlarına daha çabuk kavuşmak istediklerini söylemekte ve
esasen hepsinin talimatlarını dışarıdan aldıklarını ve ĐTC’ye yalnızca
yapmacık/zahiri bir güleryüz gösterdiklerini ifade etmektedir.20 Kanun-i
Esasi’nin verdiği özgürlük sayesinde, ilk uygun fırsatta hükümete karşı
gelmek ve Avrupa tarafından yapılacak bir müdahale sonucunda bağımsızlık
19 Kanun-i Esasi’nin tam metni için Bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK, 43 - 55. 20 Bkz. Cemal PAŞA, 421-422.
96
sağlamak amacıyla, bir kısmı Anadolu’da ve bir kısmı da Rumeli’de büyük bir
hızla ve pek açık bir şekilde milli varlıkları için çalışıyorlardı21.
Đnönü’ye göre, Đttihat ve Terakki Cemiyetinin kısa zamanda Rumeli’de
ihtilal doğurabilmesinin başlıca sebebi olan Batı Rumeli’deki müfettişlik
teşkilatı, Meşrutiyetin ilanı ile kendiliğinden kaybolmuştur. Đnönü şöyle
demektedir:
“Hatırladığım şudur: Selânik, Manastır ve Kosova vilayetlerinde kurulmuş olan sözde Osmanlı müfettişliği, gerçekte, Batı Rumeli’nin milletlerarası bir idareye tabi tutulmasıydı. Rusya ve Avusturya ‘ajan sivil’leri bölgeyi bizim umumi müfettiş ile beraber idare ediyorlar ve bir Đtalyan generali jandarma teşkilatını tensik ederken, memleket asayişini ve çetelere karşı takibatı kontrol ediyordu. Ayrıca bir mali komisyon, bu üç vilayette devletin mali işlerini yürütüyordu. Her manası ile milletlerarası, müşterek bir idare kurulmuştu. Meşrutiyetin ilanı üzerine bu idare kalkmış, üç vilayet öteki vilayetlerimiz gibi kayıtsız şartsız Osmanlı Devleti’nin idaresine geçmişti. Bu netice, Meşrutiyet Đnkılabının ilk semeresi ve tek başarısı olsa da, her zahmete ve her fedakârlığa değecek kıymette idi. Birden bütün hayaller muvaffakıyet heyecanı ile genişledi ve istikbalin daha parlak olacağı intibaı kuvvetlendi: Gene müspet başarılardan sayılabilecek bir olay olmak üzere, o zamana kadar can düşmanları olan komite reisleri Türk şehirlerine inmişler, kendilerini takip etmiş olan subaylar ve idare amirleriyle dostluk ve beraberlik akitleri yapmışlardı.” 22
Osmanlı’nın bütün unsurlarını bir araya getirerek güçlü bir devlet
oluşturmak ve dış müdahalelere son vermek için bir “Osmanlı” kimliği
oluşturulabileceği düşünülüyordu. Kanûn-i Esâsî gereğince resmî dil ve orta
ile yüksek öğretim dilinin Türkçe olması ise unsurlarca Türklüğün baskısı
şeklinde algılanıyordu23. Türkçe öğretimin ilerlemesi Türkler dışındaki
unsurların da bir dereceye kadar Türkleşmesine yol açacaktı. Unsurların
21 Talât PAŞA: Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay KABACALI, 1. Basım, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2000, 23. 22 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 46. 23 Bkz. Celal BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:3, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997, 60.
97
kendi ulusal bağımsızlıklarına ulaşma programlarından vazgeçmek
istemediklerinin farkına varan Đttihat ve Terakki’de “Osmanlılık”
düşüncesinden uzaklaşmaya başladı. Ermeni siyasi partilerinin Đttihad ve
Terakki Fırkası’nı desteklemekten vazgeçmeleri ve Ermeni sorununu
uluslararasılaştırmaya çalışmaları; Rumların ise Venizelos’un “megalo
idea”sını desteklemeye başlamaları ile Đttihad ve Terakki önderleri tam
anlamıyla Türk ulusçuluğu politikasını benimsemeye başladılar. Artık,
devletin kurtarılabilmesi için, en büyük ve aynı zamanda da en sadık etnik
grup olan Türklere dönmekten başka çare yoktu24. Türklere dönüş ise diğer
etnik grupların kopma sürecinin hızlanmasını da beraberinde getirecektir.
2-Bulgaristan, Bosna Hersek ve Girit’in Ayrılması
1877-1878 Osmanlı – Rus savaşından sonra 13 Temmuz 1878’de
imzalanan “Berlin Andlaşması“ ile Bulgaristan, Osmanlı devletinin egemenliği
altında, özerkliği bulunan ve vergi verir bir prenslik haline getirilmiş,
Bosna-Hersek’in Avusturya–Macaristan tarafından işgali kararlaştırılmıştı.
Girit adasında ise ıslâhat yapılacaktı25.
24 M. Çağatay OKUTAN: Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, 1. Baskı, Đstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Haziran 2004, 51-52. 25 Berlin Andlaşması’nın maddeleri için Bkz. Tevfik BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 3.Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, 35-40. Osmanlı Đmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı sonunda büyük güçlerin etkisiyle toplanan Berlin Konferansı sonunda imzalanan Berlin Andlaşması, Rusya ile Osmanlı Đmparatorluğu arasında savaş sonunda imzalanmış olan Ayastefanos Andlaşması’nın koşullarını hafifletmiş, ancak iptal etmemişti. Romanya, Sırbistan ve Karadağ yine bağımsızlıklarını kazanmış, ama Sırbistan ve Karadağ’ın toprak kazançları çok azaltılmıştı. Özerk bir Bulgaristan ortaya çıkarılmış, ama başlangıçta öngörülenden daha küçük olmuş ve Balkan dağları boyunca ikiye bölünmüştü; güney kısmı, özel bir yönetim biçimine tâbi, başında Hıristiyan valisi olan bir Osmanlı vilayeti olarak kalıyordu. Rusya’nın, liman kenti Batum dahil Asya’daki kazançlarının çoğu olduğu gibi kalıyordu. Ayrıca, hem Avusturya hem Đngiltere müdahalelerinin karşılığını zorla koparmışlardı; Avusturya (genel anlamda Osmanlı Đmparatorluğu’nun parçası olarak kalmış olan) Bosna-Hersek’i Đngiltere ise Kıbrıs’ı işgal etmişti. Bkz. ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 115.
98
Osmanlı Devleti II. Meşrutiyet sonrası seçimlerle uğraşırken, fırsattan
istifâde eden Avusturya 5 Ekim 1908’de Bosna – Hersek’i ilhak ettiğini
açıkladı. Avusturya’nın bu şekilde davranmasının sebebi 1908’de Osmanlı
Meclis’i Mebûsanı’na Bosna–Hersek’ten milletvekili seçilmesi ve bu durumun
Bosna–Hersek’le Osmanlı Devleti arasındaki bağı daha da kuvvetlendireceği
endişesi idi. Bu yüzden Avusturya, daha Meşrûtiyet’in heyecanı yatışmadan,
Berlin Andlaşması’nda kazanmış olduğu bu toprakların işgal ve idaresi
hakkını kaybetmek istememişti. Aynı gün Girit adası da Yunanistan ile
birleştiğini ilân etti.
Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakından önce, Avusturya ile anlaşan
Bulgaristan ise, Slav dünyasının bu ilhaka gösterecekleri tepkiyi önlemeye
söz vermişti. Buna karşılık Avusturya, bağımsızlığını ilân etmeye kararlı olan
Bulgaristan’a askerî ve diplomatik yardımda bulunacaktı. Bu şekilde
Avusturya’nın da desteğini sağlayan Bulgaristan, 6 Ekim 1908 günü
bağımsızlığını ilân etti. Zaten son yıllarda Avrupalı büyük devletler tarafından
tam bağımsız bir devlet olarak görülen Bulgaristan Prensliği’nin Osmanlı
Devleti ile olan tek bağı, verdiği vergilerdi. Böylece Bulgaristan kendisine,
Osmanlı Devleti’ne tam manasıyla tâbi olduğu günleri hatırlatan bu bağdan,
bağımsızlığını ilân etmekle kurtulmuş oluyordu26. Osmanlı Đmparatorluğu
içeride bir rejim değişikliği yaşarken; adeta vatanın kurtuluşu için tek çare
olarak görülen Kanun-i Esasi yürürlüğe konulmuşken; Đsmet Đnönü’nün
deyimiyle,
“Vatan severler fırsat bekleyen düşmanlar tarafından suratlarına vurulmuş bir şamarın acısını duyuyorlardı.”27
26 Ahmet HALAÇOĞLU: Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912 – 1913 ), 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, 11. 27 ĐNÖNÜ: 1. Kitap, 47.
99
Đhtilâlciler Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle halkı kazanmak için, çoktan
kaybedilmiş olan Girit’i Yunanistan’a vermemek, Bosna – Hersek’i
Avusturya – Macaristan Đmparatorluğu’ndan geri almak, Bulgaristan’ın
bağımsızlığını tanımamak gibi bir irredantizm söylemi içerisindeydiler. Atay’ın
aktarımlarından, o dönemdeki toplumsal bellekte de, Osmanlı Devleti’nin
gerileme ve çöküş dönemlerinde kaybedilen toprakların hatıralarının halk
türkülerinde yaşatıldığı ve izlerinin taşındığı anlaşılmaktadır. Kaybedilen eski
yerlerin düşmandan geri alınması bir düş olarak belleklerdeki yerini
korumaktadır28.
3 - 31 Mart Vak’ası: Đz Bırakan Đrticai Kalkışma
31 Mart Vak’ası olarak adlandırılan olayın, Osmanlı’nın yeni rejimine
karşı bir ayaklanma olduğunu görüyoruz. Ayaklanmayı teşvik edenlere göre,
Đttihatçılar ve onların devlet adamları, ülkeye “gâvurluğu” getirmişler,
müslümanlık elden gitmiş, halk kâfir olmuştu. Bunun sorumluları hükûmet
adamları olmakla beraber, askerlerin başlarındaki genç ve okullu subayların
da bu işte payları büyüktü.
Ayaklanan avcı taburları şeriat isteğinden başka Bakanlar
Kurulu’nun/Meclis-i Vükelâ’nın istifasını, mebusların dağılmasını, şeriat
düzeninin uygulanmasını ve alaylı subayların tekrar yerlerine iâdesini şart
koşuyorlardı29.
28 Bkz. ATAY, 58. 29 ERTÜRK, 35.
100
II. Abdülhamid’inde rolü olduğu düşünülen ayaklanma, taşra
şehirlerinde müthiş bir etki yaratmış, Üçüncü Ordunun merkezinin bulunduğu
Selânik’ten yola çıkan ve Hareket Ordusu diye adlandırılan ordu, Đstanbul’a
gelmiş ve ayaklanmayı bastırmıştı. Zafer gene ittihat ve Terakki’nin ve onun
tuttuğu askerlerindi30.
Đnönü’nün ifadesiyle 31 Mart faciası Osmanlı tarihinin en büyük irtica
hareketlerinden biridir. Din ve şeriat namına ve siyasi, askeri ıslahat aleyhine
yapılmıştır31. Türkiye'de istikrarlı bir demokrasi rejiminin kurulmasını ulusal
çıkarlarına uygun bulmayan yerli ve yabancı unsurlar, ayaklanmayı
alkışlamaktadır. Meydan, tamamıyla bir irtica ocağı olan Đttihat-ı Muhammedî
Cemiyeti ile onun organı Volkan gazetesinin başyazarı Derviş Vahdetî’ye ve
benzerlerine kalmıştır32. Derviş Vahdeti “Volkan Gazetesi “ ile Đttihat ve
Terakkicilere “Rumeli Eşkiyası” diye hitab etmektedir33. “Vak’a” planlanan
hedefe ulaştırılamayınca ayaklanmayla özdeşleştirilen Muhammedi’ler
yenilmiştir ve bu yenilgiyi çok ağır ödemişlerdir. Örfi idare ilan edilmiştir.
Divan-ı Harp kurulmuştur. Derviş Vahdeti idam edilmiştir. Onun’la beraber
eylemlere katılan birçok kişi idam ve ağır cezalara mahkum edilmiştir34.
Ahrâr Fırkası’nın da ayaklanmadan yararlanmak istediği ve ayaklanma
ile bağlantısı olduğu kabul ediliyordu. Ahrar, Đttihat ve Terakki’ye karşı
tutumunun faturasını, olaylar bastırıldıktan sonra ağır şekilde hayatı ile
30 ATAY, 60. Yeşilköy’de toplanan Milli Meclis Şeyhülislâm’dan fetva alarak Padişah Abdülhamit’i tahtından indirmiş ve onun yerine Sultan Reşad’ı Halife ve Padişah yapmıştır. Hareket ordusu içinde Mustafa Kemal dahil birçok Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yer almış isim de vardır. 31 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 53. 32 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, 134. 33 ERTÜRK, 37. 34 Tarık Zafer TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1998, 229.
101
ödemiştir. Takibe uğrayan üyelerinin bir kısmı tutuklanmış, yargılanmıştır. Bir
kısmı da ülke dışına kaçmıştır35.
Olayın bastırılmasından sonra, niteliğinin saptanması, Osmanlı siyasal
hayatını, özellikle parlamentoyu zaman zaman meşgul etmiştir. Genel ve
klasikleşmiş bir inanca göre, “31 Mart Vak’ası” ile “irtica” sözcükleri
eşanlamda idiler ve kaynaşmışlardır. Üstelik, bu öyle gelip geçici ve sınırlı bir
irtica olayı da değildi36. Đnönü’nün ifadeleri ayaklanmanın yaratmış olduğu
tedirginliğin büyüklüğünü göstermektedir. Đnönü,
“III. Selim zamanındaki nizamı cedit aleyhtarı irtica ile 1909’daki 31 Mart irticaından hangisinin vatan için daha çok zararlar getirmiş olduğunu mukayese edemiyorum. 31 Martı her hatırladığım zaman bir büyük binanın yıkıldığını görürüm. Bu facia yeni kurulan, büyük ümitlerle dolu Meşrutiyet rejimini, hemen sekiz ay sonra aksi istikamete yöneltmeye sebep olmuştur. Đç idaremizde bir vehim ve emniyetsizlik havası girmiş, bu havayı tasfiye etmek bir daha mümkün olmamıştır. Kurulan Örfi Đdare ve Divanıharpler sonuna kadar baki kalmıştır.” 37
demektedir. 31 Mart Vak’ası’na kısaca bir göz attığımızda ayaklanmada
irticacıların, rejim düşmanlarının, devletin en üst karar vericisi konumundaki
Padişahın, Osmanlı’da istikrar istemeyen yerli ve yabancı unsurların, Ahrar
Fırkası gibi dönemin önde gelen muhalefet partisinin rolü olduğu şeklinde bir
algılamanın oluştuğu ve günümüzde de bu algılama biçiminin belleklerdeki
yerini koruduğu görülmektedir. Üstelik söz konusu algılama, daha eski
dönemlerdeki Osmanlı’nın modernleşmesi yönündeki girişimlerine karşı
gerçekleşen ayaklanmalarla bağlantılandırılarak aktarılmaktadır.
35 a.g.e., 186. 36 a.g.e., 219. 37 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 50.
102
B- YENĐ BĐR AYAKLANMALAR ve SAVAŞLAR DÖNEMĐ
1- Arnavutluk, Makedonya ve Yemen Đsyanları
1908-1911 tarihleri arasında Yemen, Makedonya ve Arnavutluk’ta
askeri müdahaleyi gerektiren ayaklanmalar oldu. Arnavutlar’ın Mart 1910’da
başlayan ayaklanmalarının ise belleklerde ayrı bir yeri olduğunu ifade
edebiliriz. Çoğunluğu Müslüman olan ve gerek Osmanlı yönetiminde gerekse
de ĐTC içerisinde önemli pozisyonlarda bulunan Arnavutların ayaklanması
tam bir darbe olarak algılanmıştır. Meclis'te ve üyesi oldukları Hürriyet ve
Đtilâf Partisi içinde, gerçek meşrutiyet ve hürriyet prensiplerini ülkenin çıkarına
korumak için bulunduklarını ileri süren Arnavut kökenli Đsmail Kemal Bey,
Hasan Piriştine, Esat Toptani ve Müfit Flora gibi mebusların, gerçekte Meclis’i
de muhalefet perdesi altında ayrılık amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç
olarak kullandıkları düşünülmektedir38. Arnavut çeteleri de, Makedonyalı
Bulgar ve Rum komiteleriyle birlikte çalışmaktadırlar. Yüzyıllardır sadakatle
bağlı bulunduklarını söyledikleri devleti parçalamak, yıkmak isteyen yabancı
devletlerle işbirliği yapmak yolunu onlarda tutmuşlardır39.
II. Meşrutiyetin ilanı ile Makedonya'da meydana gelen olayların arkası
kesilmiş, hiç olmazsa bir duraklama ve bekleme devri başlamıştı. Hatta
devrim ile alakalarını göstermek amacı ile 31 Mart irticasını söndürmek için
Hareket Ordusu'na katılarak Đstanbul'a kadar gelen Hıristiyan gönüllüleri
olmuştu.
38 Bkz. BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:2, 115. 39Bkz. Halil MENTEŞE: Halil Menteşe’nin Anıları, 22-23.
103
Yabancı kontrolü altındaki idare kaldırılmış, burada çalıştırılan Avrupalı
subaylar geri çağrılmıştı. Makedonya’da hükümet otoritesinin sağlanması
Kanun-ı Esâsi hükümlerinin yürütülmesi, ayrılık, bozgunculuk hareketlerine
son verilmesi için esaslı tedbirler alınmaya başlandı. Sık sık ayaklanan
ahâlinin silahlarını toplamak yoluna gidildi. Siyasi çetelerin takip ve tenkilinde
başarı gösterildi40. Makedonya’nın Türkler’in belleğinde ayrı bir yeri vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Makedonya’da doğdu ve
büyüdü. Makedonya on yedinci asrın sonlarına kadar Viyana kapılarına
doğru giden Osmanlı ordularının fetih destanları havası içinde idi.
Makedonya’da yerleşen Türklerin bir adı da ”evlâd-ı fatihan”, “Fâtihlerin
çocukları”dır41. On yedinci yüzyıldan beri Osmanlı Đmparatorluğu ülkeler
kaybederken Makedonya, devleti kurtarmak isteyenlerin yeşerdiği verimli bir
ova olacaktır. On dokuzuncu asrın sonlarına doğru “ can çekişen” hasta
adamın en zayıf yeri Makedonya’dır. Avusturya – Macaristan Đmparatorluğu
Selânik’e inmek, Yunanistan Kuzeye, Sırbistan Güney’e doğru genişlemek,
Bulgaristan büyümek istemektedir. Türkler ise bir ürperti içerisindedirler.
Osmanlı tarihinde “serhad “ denen şey, ileri yürüyüşlerin daima başka
yurtlara doğru uzaklaşan müjdecisi iken, artık geri dönüşlerin, gitgide, bir kara
haberci kıldığı serhad, sanki bütün Avrupa Türkiye’sinin topraklarına
yayılmıştır. Eski hasretler, destan ve türküleri ile, yeni korku, şüphe ve
rivayetleri ile, serhad, bütün Makedonya’nın şehirleri ve köyleri içindedir42.
Đkinci büyük isyan Yemen’de çıkmıştır. Birçok Osmanlı askeri Yemen’de
sonu gelmeyen küçük çaplı savaşlarda yaşamını yitirdi. “Yemen” halk
türkülerinde, Osmanlı/Türk askerinin kötü durumuyla eşanlamlıydı. Đsyanın
bastırılması için I. Dünya Savaşı sırasında Đngilizlerle işbirliği yaparak
Osmanlı’yı arkadan vuracak olan Şerif Hüseyin’le işbirliği yapıldı. Yemen’e
40 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:3, 88. 41 ATAY, 23. 42 a.g.e., 29.
104
sevk edilen kuvvetler Rumeli’nden getirilmiş, çoğu 2. Ordu bölgesinin iyi
yetişmiş, o zaman yeni olan makineli tüfekler ve seri ateşli dağ topları ile
teçhiz edilmiş kıtalardı. Bu dönemde Đstanbul’da Arnavutlara karşı güvensizlik
artmış ve Arnavutluk’ta da Yemende’ki gibi seferler yapılmışken, dönemin
Genelkurmay Başkanı Ahmet Đzzet Paşa’yla birlikte Yemen’e gitmiş olan
Đnönü’nün ifadesiyle;
“Arnavutluk’un bir kısım seçme evladının uzak diyarlarda devlete sadakatle hizmet etmesi insanı düşündürüyordu.”43
Yemen’e gönderilen 35-36 taburdan oluşan ordunun, hemen hemen
tamamı Yemen’de hastalıktan, iklimden ve çarpışmalardan dolayı eriyecektir.
Arnavutların isyan etmelerinin bellekteki izlerine baktığımız zaman
devlet yönetiminde ve iktidar partisi içerisinde etkin konumlarda bulunmuş
olmalarına ve hem de Müslüman kimliğini taşımalarına karşın, onlarda dış
güçlerin işbirlikçisi olarak algılanmışlardır. Đktidar partisine karşı muhalefet
partisini desteklemişler, Meclis’i, rejimi ve hürriyet ilkelerini ülkenin çıkarları
doğrultusunda savunduklarını söyleyerek aslında gizli amaçları olan ayrılık
noktasına ulaşmak için bir araç olarak kullanmışlardır. Ancak, bir kısım
seçme Arnavut’un başka bir isyanı bastırmak için devlete sadakatle hizmet
etmeleri üzerinde durulması gereken bir başka noktaya işaret etmektedir. Bu
durum ise Arnavutların hepsinin hain veya dış güçlerin işbirlikçisi olarak
algılanmadığını göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki ayaklanma
girişimleriyle ilgili olarak bazı siyasetçilerin, yasal olanakları kullanarak örtülü
amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları yönündeki yaygın algılama biçiminin
oluşmasında, toplumsal belleğin de önemli bir payı olduğunu ifade edebiliriz.
43 ĐNÖNÜ, 64.
105
Makedonya sorunu, Türklerin belleğinde, yaşanılan toprakların veya
vatan olarak görülen bir toprak parçası üzerinde gerek iç gerekse de değişik
dış güçlerin emellerinin olduğu algılamasının ve iç ve dış düşmanlara karşı
tedirginlik ve teyakkuz durumunun oluşmasına önemli bir katkıda
bulunmuştur. Yemen ise Türk askerinin uzak diyarlarda yokluklar içerisinde
eriyip gitmesinin simgesidir ve günümüzde de halk Türküleri aracılığıyla
belleklerdeki canlılığını muhafaza etmektedir.
2 – Trablusgarp’ta Đtalyanlarla Savaş
Yemen isyanı devam ederken Türkler, Libya’da Đtalyanlarla savaş
halindeydiler. 28 Eylül 1911 tarihinde Đtalya’nın Đstanbul’daki maslâhatgüzârı
Sinyor Martino, Hükûmetinin Trablusgarp ve Bingazi’nin tahliyesi ile Đtalya’ya
teslimini isteyen notasını Bâbıâli’ye verir44. Osmanlı’nın Libya’da şavaşacak
gücü olmadığını düşünen Đtalyanlar, Osmanlı’nın iç siyasal çatışmalarından
da yararlanmak istemişlerdi. Türkiye bu gasp ve oldu bittileri protesto etmek
amacıyla Đtalya’ya karşı savaşmak zorunda kaldı. Libya’ya içlerinde Mustafa
Kemal ve Enver Bey’inde yer aldığı gönüllü subaylar gönderildi. Yerli halkı
örgütleyen bu subaylar, Đtalyanlar’ın karşısında ciddi bir direniş gösterdiler.
Osmanlı’nın bir amacı da, başka devletlerin iştahlarını kapamak ve yeni “oldu
bitti”lere engel olmaktı45.
Đtalya’nın Osmanlı’dan bir toprak parçasını bir nota ile istemesi, dış
güçlerin devletin zayıf anlarını gözettiği, zayıf düşüldüğü anda iç ve dış
güçlerin iş birliği halinde devleti parçalamak için harekete geçecekleri
şeklindeki bir algılama biçiminin belleklerde yer etmesine katkıda
44 MENTEŞE, 24. 45 Bkz. Talât PAŞA, 25.
106
bulunmuştur. Bu durum aynı zamanda, zayıf düşmemek için içerideki
düşmanların hakkından gelmek ve bu suretle dış düşmanlara bekledikleri
fırsatı vermemek şeklinde ifade edebileceğimiz bir dersin çıkarılmasına da
yol açmıştır. Toplumsal bellekte, güçlü devlet imgesi vardır ve bu imgenin
sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır.
3 - Balkan Savaşları
Balkanlarda Rus Çarı’nın aracılığı ile 13 Mart 1912’de imzalanan
Sırp – Bulgar ittifak anlaşmasını, 29 Mayıs 1912’de Bulgar – Yunan ittifakı
izledi. Arkasından Ağustos 1912’de Karadağ ile Bulgaristan sözlü bir ittifak
gerçekleştirecekler, 6 Ekim 1912’deki Karadağ-Sırbistan ittifak anlaşması ile
zincir tamamlanacaktır. Balkan Devletleri, aralarında bu anlaşmaları
yaparken, Balkanlar da günden güne karışmaktadır. Sırp-Bulgar Đttifâkının
imzâsından sonra Bulgaristan’da Osmanlı Devleti aleyhine gösteriler başladı.
Bulgaristan ve Sırbistan’ın kışkırtmaları ile Makedonya’da komitacılık
faaliyetleri birdenbire arttı ve anarşi hortladı. Bulgaristan, Makedonya’daki
karışıklıkları bastıramadığı için Osmanlı Devleti’nden şikâyet ediyor; Bulgar
kamuoyu savaş istiyordu. Makedonya’daki Yunan tedhişçileri de
kışkırtmalarına hız verdiler. 1912 Ağustos’undan itibaren Yunanistan Osmanlı
sınırına asker yığmaya, Karadağ ise Bulgaristan’la anlaşır anlaşmaz Osmanlı
sınırında olaylar çıkarmaya başladı. Bu sebepten Eylül 1912‘de
Osmanlı-Karadağ ilişkileri iyice gerginleşti46. Karadağ’ın 8 Ekim 1912
tarihinde Đstanbul’daki elçileri Bâbıâlî’ye, hükümetinin savaş ilan ettiğini
resmen bildirdi. Balkanlı müttefik devletler arasında ilk silaha sarılan devletin
Karadağ olması diğerlerinin de savaşa karar verdiklerinin işareti anlamına
geliyordu.
46 HALAÇOĞLU, 13.
107
Fransa'nın öncülüğü ile hazırlanan 10 Ekim 1912 tarihli Avrupa büyük
devletlerinin bir ortak notası Avusturya-Macaristan, Đngiltere, Fransa, Rusya
ve Almanya adına Avusturya ve Rusya büyükelçileri tarafından Babıâli'ye
verildi. Nota’yla, ıslâhat yapılması konusunda Osmanlı Hükümeti tarafından
açıktan açığa meydana vurulan fikir ve niyeti senet tuttuklarını, Rumeli
Osmanlı vilayetleri idaresince gereken ıslâhatı ve bu ıslâhatın, halkın çıkarına
uygun şekilde yapılmasını temine yarayan tedbirleri, Berlin Antlaşması'nın
23. maddesiyle 1880 tarihli nizamnamenin anlamı içinde Osmanlı Hükümeti
ile derhal bahis ve müzakere etmeye başlayacaklarını ve bu ıslâhatın
Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne noksanlık getirmeyeceğinin
kararlaştırılmış bulunduğunu Bâbıâli'ye bildiriyorlardı.
Büyük devletlerin notasından sonra Bulgaristan’da, müttefikleri
Sırbistan ve Yunanistan adına da olmak üzere 13 Ekim 1912’de Babıâli'ye bir
nota gönderdi. Daha ileri ve kesin bir sonuç elde etmek için çok ağır ve hazmı
zor bir nota ile bütün bağları koparmak istemiş oldukları anlaşılmaktaydı.
Nota’da, Büyük altı devletin Osmanlı Avrupası idaresinde ıslâhatın fiilen
uygulamaya geçirilmesi hususunu, ele almayı taahhüt ettikleri; Bulgaristan,
Yunanistan ve Sırbistan hükümetlerinin Đmparatorluk vilayetlerindeki
Hıristiyan ahâlinin tarihî sefaletlerini gidermenin, Osmanlı Avrupası'nda
sükûn ve düzeni kuvvetlendirmenin, Osmanlı Devleti ile Balkan hükümetleri
arasında sağlam bir barış sağlanmasının, iyi niyetle uygulanacak temel bir
ıslâhat ile mümkün olacağını bildirmektedirler.
Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan hükümetleri, Bâbıâlî'yi derhal
büyük devletler ve Balkan hükümetleri ile birlikte Avrupa'daki Osmanlı
vilayetleri hakkında Berlin Antlaşması'nın 23. maddesince ifade edilen
ıslâhatı düzenlemeye ve bu ıslâhatı unsurların milliyet fikri esasına,
vilayetlere idari muhtariyet verilmesi, Belçikalı veyahut Đsviçreli valiler
tayinine, seçilmiş vilayet meclisi kurulması, jandarma teşkilatı, serbest
108
öğretim, milis askeri meydana getirilmesi hususlarına dayandırmaya ve
islâhatın uygulanmasını Đstanbul'daki büyük devletler elçileri ile dört Balkan
devleti elçisinin nezareti altında bulunacak ve sayıları eşit Đslâm ve Hıristiyan
üyelerden meydana gelecek yüksek bir meclise bırakmaya davet
etmektedirler. Osmanlı Devleti’nin gerek notada belirtilen gerekse de notaya
bağlı ek notada yazılı ıslâhatın altı aylık bir süre içinde uygulanacağına dair
isteklerini kabul ettiğini açıklamasını da beklemektedirler47.
Osmanlı Devleti, bu notayı Balkan Devletleri ile olan ilişkilerini kesmekle
cevaplandırdı. Büyük devletlerin notasına Osmanlı hükümeti 14 Ekim 1912
tarihinde verdiği cevabında;
“Biz esasen bahis konusu ıslâhatı her çeşit yabancı müdahalesinden uzak olarak yapmak istiyorduk. Bu hâl ve şartlar içinde ıslâhatın yapılması buradaki çeşitli unsurların topluluğu olan ahâli arasında dostluk ve iyi geçinmeye sebep olacağını bildiğimiz ve inandığımız içindir ki kabul ettik. Adı geçen vilayetlerde ıslâhat yolunda atılan adımlardan beklenen semere şimdiye kadar tamamiyle elde edilmemiş ise, bu gecikmenin başlıca sebeplerinden biri de fesat ve tahrik merkezlerinden çıkan, hakiki ve asıl maksatları asla şüphe götürmeyen cinayetlerin yarattığı karışıklık ve huzursuzluk olduğunun inkârı kabil değildir.
Bununla beraber Osmanlı Hükümeti, büyük devletlerin bugünkü hali dolayısıyla yapılmasını münasip görmüş olduğu yeniliğin esas ve mahiyetinin dostça olduğunu takdir eder ve medeniyet âleminin bütün uzlaştırıcı yollarla bertaraf etmek isteyeceği felaketli bir savaş tehlikesinin önünü almak için harcanan gayrete bütün kalbiyle katılır. Osmanlı Hükümeti bu hareketi ile büyük devletlerin halletmeye çalıştıkları korkunç meselenin karşısında kendilerine düşen bu insani görevi kolaylaştırdığı kanısındadır. Çünkü Berlin Antlaşması'nın birçok maddelerinin anlamlarına aykırı olarak yürütülmüş olmasından Osmanlı menfaatlerinin pek ziyade bozulduğunu düşünmek istemeyerek özellikle, adı geçen antlaşmanın 23.
47 Bkz. Celal BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt: 3, 67-69.
109
maddesinin diğer maddelerinden fazla olarak hüküm ve kuvvetinin bugün ne dereceye kadar muhafaza edilmiş olduğunu, Osmanlı Hükümeti bir tarafa bırakarak, 1880 tarihli projesini 48 devletin Kanun-ı Esâsî'ye uyarak açılacak önümüzdeki devrede Parlamento’nun tasvibine sunmaya ve yüksek tasdikden geçirmeye kendi arzu ve ihtiyarı ile bu kerre karar vermiş olduğunu beyan eyler. Büyük devletler, nizamname yürürlüğe girer girmez Osmanlı memurlarının bunu süratle ve tamamen tatbik edeceklerinden emin olabilirler. Diğer bir idareye has ve az çok kasdî ve iltizamî olan birtakım eski müsamahalara bakılıp da bugünkü meşrutî Osmanlı Devleti'nin, geçmişin hatalarına kesin olarak son vermeye, akıl ve mantık dairesinde karar vermeyeceğine ve karar vermeye muktedir olmayacağına hükmedilmesi ve bu hususta bazı mertebe mevcut olan şüphe ve tereddüt yüzünden hem memleketin hem de bizzat ahâlinin menfaati ile uzlaştırılması mümkün tedbirlerden ayrı tedbirlere başvurulması pek büyük haksızlık olur.” 49
denilmekteydi. Osmanlı yöneticileri Balkanlardaki ıslahatı aslında herhangi bir
dış müdahale olmaksızın yapmak istediklerini ifade etmekte, ıslahat
yapılması yolunda atılan adımlardan beklenen sonucun tam olarak elde
edilememiş olmasının nedenini, fesat ve tahrik merkezlerinin faaliyetlerine
bağlamaktadırlar. Osmanlı devletinin yöneticileri, 1878 tarihli Berlin
Andlaşması’nın birçok maddesinin taşıdıkları anlamın dışında, Osmanlı
devletinin çıkarlarına aykırı olarak uygulanmış olduğunu düşünmektedirler.
Bununla birlikte, ıslahata konu olan Andlaşma’nın 23. maddesinin diğer
maddelerden ayrıştırılarak uygulanmak istenmesinin nedenlerini bir tarafa
bırakan Osman Hükümeti, ıslahat konusunu Kanun-i Esasi doğrultusunda
Parlamento’nun onayına sunmaya kendi arzusu ile karar vermiştir. Meşrutiyet
öncesi Osmanlı yönetiminden farklı olarak, meşruti Osmanlı Devleti’nin,
geçmişin hatalarına düşmeyeceği, akıl ve mantık çerçevesinde karar
vereceğinden şüphe edilmemesi gerektiği bildirilerek, dış müdahalenin önüne
geçilmek istenmektedir. 8 Ekim’de savaş ilan etmiş olan Karadağ’ın
48 Abdülhamid döneminde Dışişleri Bakanı Asım Paşa’nın başkanlığında uluslararası bir komisyon tarafından 1880’de hazırlanan proje o zamandan beri Babıali evrak deposunda beklemeye sevk edilmişti. Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:3, 240. 49 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:3, 67-68.
110
arkasından 17 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, 19 Ekim’de de Yunanistan
Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ederek, yılların biriktirdiği ihtiraslarını
gerçekleştirmek gayesiyle harekete geçtiler50. Đtalya ile savaş devam ederken
kendi bünyesinden çıkmış olan dört devlet, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ
ve Yunanistan Osmanlı Devleti’ne Đtalya ile savaşın uzun sürmesi yüzünden
ve fırka itilafları (parti anlaşmazlıkları) dolayısıyla içerde baş gösteren
kargaşalıklardan yararlanmak istemişlerdi. Sonuçta Osmanlı Devleti’nin
askerî durumu birkaç hafta içinde ancak fecaat olarak nitelendirilebilecek bir
hâle gelmiş, hemen bütün Rumeli Bulgarların eline geçmişti. Türkler, tarihinin
hiç bir döneminde bu derece ağır bir hezimete uğramamışlardı51. I. Balkan
savaşında, Cemal Paşa’nın ifadesiyle, Osmanlı orduları birbiri ardı sıra her
taraftan felâkete uğradıkları sırada, fırsatı ganimet bilen Moskof siyasetiyle
Fransız siyaseti de işe başlamıştı.
Fransızlar, Arapları Suriye ıslahatı isteğinde bulunmaya teşvik ettikleri
gibi, Ermeni ıslahatını Ermenistan’ın Ruslar tarafından işgali için atılmış bir
adım telakki eden Đstanbul’daki Rus sefiri de 26 Kasım 1912’de Rusya
Dışişleri Bakanı’na yazdığı telgrafla Ermenistan meselesini uyandırmaya
başlamıştı52.
Çatalca hattına kadar gelen Bulgaristan ile 3 Aralık 1912’de ateşkes
anlaşması imzalandı. Bulgaristan bu ateşkes anlaşmasını hem kendi adına,
hem de Karadağ ve Sırbistan adına imzalamıştır. Yunanistan çok aşırı
isteklerde bulunduğundan ve Osmanlı Devleti de bu istekleri kabul
etmediğinden, ateşkes anlaşmasını imzalamayıp, sadece barış
görüşmelerine katıldı.
50 HALAÇOĞLU, 14. 51 a.g.e., 16. 52 Bkz. Cemal PAŞA, 434-436.
111
Taraflar arasındaki Londra Konferansı 17 Aralık 1912’de toplantılarına
başladı. Osmanlı Devleti ile Balkan Devletleri arasındaki barış görüşmeleri,
Arnavutluk meselesini inceleyecek olan ve “Büyükelçiler Konferansı” denen
uluslararası konferansın başladığı gün ve adı geçen bu konferansın
aracılığında ilk toplantısını yaptı.
Barış Konferansı çok uzun süre devam etmesine rağmen, Arnavutluk,
Ege Adaları ve Edirne’nin bırakılmak istenmemesi yüzünden dağıldı53.
Şeyhislam Cemalettin Efendi, Vekiller Heyeti'ne Babıâli'ye yapılan
barış teklifinin, Saltanat Şurası’nda görüşülmesini teklif etti. Devletin, savaş
ilanı, barış yapılması gibi önemli işlerinin görüşüldüğü Saltanat Şurası
toplantılarına, padişah ve söz sahibi çeşitli meslekten yüksek dereceli devlet
adamları katılırdı54. Padişahın iradesiyle Dolmabahçe Sarayı'nın üst kat
salonunda toplantı yapıldı. Saltanat Şurası’nda mutad konuşmalardan sonra,
'barışın kabul ve yapılmasının zarurî olduğuna' büyük çoğunlukla karar
verildi. Bu çeşit toplantılarda daima hükümetlerin dediği olmuştur. Burada
Yargıtay Başsavcısı Hakkı Bey aleyhte konuştu:
"Bu şekildeki barış şartlarının kabulünün devletin istiklal ve haysiyeti ile bağdaşamıyacağını, savaşa ne pahasına olursa olsun devamın gerektiğini,”
söyledi55. Herkesi teessür ve hiddetten çılgına döndüren haber şuydu:
“Hükûmet, Edirne’yi Bulgarlar’a terk ediyor, bütün Rumeli’den vazgeçiyor!..”
53 HALAÇOĞLU, 18.
54 Bkz. BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt: 4, 2. 55 a.g.e., 2-3.
112
haberiydi. Bu haber özellikle Đttihatçı subaylar üzerinde derin bir psikolojik etki
yaratmıştı. Hüsamettin Ertürk’ün ifadesiyle, ecdad kanı ile sulanmış, fâtih
beylerin binbir akınlarla at sürdüğü ovalar, yamaçlarında eşkiya kovalanmış
dağlar, delikanlıların kahkaha atarak yüzdüğü köpüklü sular, dereler, yeşil
vadi kenarları, hepsinin düşmana bırakılacağı şeklindeki söylenti müthiş bir
feveran uyandırmıştı56.
Saltanat Şûrası'nın da kabul ettiği kararı Babıâli'de hükümet cevabî
nota olarak hazırlarken 23 Ocak 1913 tarihinde Đttihatçı önderlerden Enver
Paşa, Cemal Paşa ve Talat Bey’in de aralarında bulunduğu kişilerce yapılan
Babıali baskını ile Sadrazam Kamil Paşa istifaya zorlandı. Bu suretle kararın
büyük devletlere bildirilmesi önlenmiş oldu.
“Bâb-ı Alî Baskını“ adı verilen hükümet darbesiyle Đttihat ve Terakkî
mensupları iktidarı tekrar ele geçirdi ( 23 Ocak 1913 ). Mahmud Şevket Paşa
sadarete getirildi. Yeni hükümet siyasi ilk iş olarak barış yapılması konusunu
ele almıştı. Esasında Bâbıâlî baskını Mahmut Şevket Paşa’nın iktidara gelişi,
Avrupalıların tekliflerinin açıktan reddi demekti. Şimdi, 30 Ocak 1913’de
Avrupalıların yapmış olduğu tekliflere verilen cevabî notada özetle şöyle
deniliyordu:
“Edirne tam bir Müslüman şehri, Osmanlı Đmparatorluğu’nun ikinci başkentidir. Onun terk edileceği sözünün bile ortaya çıması bütün memlekette heyecan yaratmaya sebep olur. Nitekim böyle bir heyecan daha önceki hükümeti çekilmek zorunda bırakmıştır. Bununla beraber son bir barış ve uysallık gösterisinde bulunmuş olmak için Osmanlı Hükümeti Edirne şehrinin Meriç’in sağ kıyısına düşen kısmını bırakabilir.
56 Bkz. ERTÜRK, 91-92.
113
Ege adalarına gelince: Çanakkale’ye yakınlıkları dolayısıyla Boğaz’ın emniyeti ve korunması bakımından son derece önemlidir. Diğerleri de Anadolu’nun çok yakın birer parçasıdır, ayrılamazlar. Ayrıldıkları takdirde birer fesat ocağı olurlar. Anadolu kıyılarında da durum Makedonya’nın haline döner ( yani tahrik ve anarşi başlar ). Bu yönleri göz önünde tutmak şartıyla adaların ‘mukadderatının tayini’ işi takdirlerine bırakılabilir.”
Bundan başka yine hükümet gümrük özgürlüğünü, (mali ve iktisadi
bağımsızlık ) modern, serbest hukuk esaslarına dayanarak karşılıklı ticaret,
antlaşmaları yapabilmek hakkını, Türkiye'deki yabancıların da Osmanlı
mükellefleri gibi vergi ödemelerini, bunlar oluncaya kadar gümrüklerin yüzde
dört artırılmasını, yabancı postanelerin kapatılmasını dilemekte ve genel
olarak kapitülasyonların kaldırılacağı yolunda büyük devletlerden söz
istemektedir57.
Hükümetin cevabî notasını büyük devletlere verdiği gün Bulgar Orduları
Başkumandanlığı mütarekenin sona erdiğini Osmanlı Orduları
Başkumandanlığına bildirdi. Savaş yeniden başladı. 26 Mart 1913’te
Bulgarların yaptıkları ani bir hücumla Edirne teslim oldu. Bunun akabinde
Yanya Yunanlılara, Đşkodra da Karadağlılara teslim olmak zorunda kaldı. Bu
aleyhte gelişmeler üzerine Osmanlı Devleti Nisan ortalarında savaşı
durdurup, tekrar barış masasına döndü. Barış antlaşması 30 Mayıs 1913’te
Londra’da imzalandı. Bu barış ile Osmanlı Devleti Arnavutluk’un
bağımsızlığını tanıyor, Yunanistan Selânik, güney Makedonya ve Girid’i,
Sırbistan orta ve kuzey Makedonya’yı, Bulgaristan ise Kavala, Dedeağaç ve
Edirne ile bütün Rumeli’yi alarak, Ege Denizi’ne çıkıyordu. Böylece bu
anlaşmayla Osmanlı Devleti Midye - Enez çizgisinin batısında kalan bütün
57 BAYAR: Ben de Yazdım: Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 95-96.
114
Avrupa topraklarını kaybediyor ve Balkanlarda sadece Bulgaristan’la sınır
komşusu oluyordu58.
Mahmut Şevket Paşa, 15 Haziran 1913 tarihinde Đttihat ve Terakki
karşıtlarınca suikaste uğradı. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın yerine
Hariciye Nâzırı Prens Sait Halim Paşa, sadrazam vekili tayin edildi.
Londra Antlaşması'nın imzalanmasından kısa bir süre sonra, Bulgar
Ordusu 3 Temmuz 1913'de müttefikleri Sırbistan ve Yunanistan'a karşı
hücuma geçti. Diğer taraftan Romenler de genişlemiş, kuvvetli bir
Bulgaristan'dan endişe duyuyorlardı. Romanya orduları hiç bir mukavemet
görmeden Sofya'ya doğru ilerlemeye başladı.
Balkanların bu genel durumu karşısında Edirne'nin geri alınması
meselesi önemli bir problem halinde Babıâli'nin ayaklarına kadar gelmişti;
bundan faydalanmak lâzımdı. Talât Bey bu fırsatı kaçırmak istemiyordu; hiç
olmazsa Edirne şehrini kurtarıp Midye-Enez çizgisinin arasına sıkışan
Osmanlı’nın Avrupa sınırlarını Meriç’e kadar genişletmeyi düşünüyor:
"Bir defa Edirne'ye girdikten sonra bizi oradan kimse çıkaramaz,"
diyordu59. Bâbıâlî 20 Temmuz'da, elçileri yolu ile Avrupalı büyük devletlere şu
bildiride bulundu:
“Bulgaristan, Londra'da barış esaslarını imzalamak için büyük bir istek gösterdiği halde, sonradan Osmanlı Devleti'ne kalacak yerleri boşaltmaktan kaçınmıştır. Bundan da kendisine, ‘Midye-Enez’ hattı tabirine verdiği yanlış mananın tefsirine göre, bir sınır sağlamak istediği anlaşılmaktadır. Ancak, Osmanlı Devleti sabrı tükenip ordusuna işgal
58 HALAÇOĞLU, 19. 59 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 132-133.
115
emrini verdikten sonra Bulgaristan bu yerleri boşaltmıştır. Osmanlı Devleti ayrıca delillerini de göstererek Enez'den başlayan bir sınırın, Boğazlar emniyetinin sağlanabilmesi için Meriç Nehri boyunca kuzeye doğru çıkması gerektiğini ileri sürmüştür. Osmanlı Devleti bu konuyu diplomasi yoluyla halletmeyi tercih ederdi. Ancak Bulgarların bu yerler halkına yaptığı ve müttefiklerin de şahit olduğu zulümler bizi daha fazla bekleyemez hale getirmiştir. Bu yüzden Osmanlı Devleti şimdiden Meriç hattını ele geçirmek zorundadır. Osmanlı Devleti, Trakya'nın mukadderatını, büyük devletlerin tayinine razı olmayı ve bu sınırı hiç bir bahane ile aşmamayı taahhüt eder. Bundan dolayı eğer yeniden savaş başlarsa bunun mesuliyetini Bulgaristan'ın şimdiden üzerine alması gerekecektir.” 60
Osmanlı Hükümeti’nin Edirne’yi geri almaya karar verip de ordularına
ileri harekat emrini verir vermez itirazlar gelecektir. Balkan devletlerine
Türkiye’ye savaş ilan etme ve savaş sonunda kendileri için arazi koparma
hakkı tanındığı halde, Türkiye’ye Bulgaristan’a savaş ilan etme ve beş yüz
yıldan beri sahibi bulunduğu arazi parçalarını geri alma hakkı tanınmıyordu61.
Türkiye’nin ortadan kalkmasıyla tehdit ediyorlardı. Đngiliz Dışişleri Bakanı Sör
Edward Grey, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada:
“Türkler Bulgarların duçar oldukları felâketten istifade ederek Londra Muahedesini yok addetmeye ve Edirne’yi istirdada kalkışırlarsa, sonradan uğrayacakları ceza pek şiddetli olacaktır. Değil yalnız bütün Avrupa’daki mülklerinden mahrum olmak, belki Đstanbul’u bile kaybedeceklerdir.” 62
diyordu. ĐTC’nin önde gelen isimlerinden ve ĐTC iktidarının en etkili ismi
Enver’in yönetiminde bir küçük rütbeli subay topluluğu ĐTC’nin desteğiyle
inisiyatifi ele alıp 21 Temmuz’da Edirne’yi geri aldı. Talat Paşa’nın ifadesiyle
Edirne’nin yeniden ele geçirilmesi, manen ezilmiş olan milletin maneviyatını
60 Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 139. 61 Talât PAŞA, 27. 62 Cemal PAŞA, 62.
116
yükseltti, çalışma ve yaşama umudunu tekrar canlandırdı63.
Ordunun Edirne üstüne hareketi sırasında hükümetçe yayımlanan
açıklamada, ordunun Meriç nehrini geçmeyeceği açıkça taahhüt edilmişse
de, Cemal Paşa’nın deyimiyle, o zaman ordu zihniyetinin ruhu olan bazı
kimseler bu taahhüdün isabetsizliğini dikkate alarak hükümete bağlı olmayan
yarı resmi bir, 1911’de ĐTC tarafından kurulmuş olan, “Teşkilât-ı Mahsusa”nın
Meriç nehrinin öte tarafında kendi istediği gibi hareket etmesine göz yummak
esasını Başkumandanlığa ve Hükümete kabul ettirdiler ve bu
Teşkilat-ı Mahsusa akıllı ve süratli bir hareketle Mesta Suyu vadisine kadar
bütün Trakya’nın işgalini gerçekleştirmeyi başardı. Bu bölgede Müslüman
halkın ileri gelenlerinin katılımıyla bir kongrenin toplanması sağlanıldı ve “Batı
Trakya Geçici Đslâm Hükümeti” ismi altında bir hükümetin kurulduğu ilan
ettirildi64.
Osmanlılar, anlaşmayı bozmakla suçlanıyorlardı. Gönüllülerden oluşan
kuvvetler, hükümete rağmen hareket ettikleri görüntüsü vermektedirler.
Hareketleriyle hükümeti sorumlu duruma düşürmek istemediklerinden
yaptıklarının sorumluluğu da kendilerine ait bulunmalıdır. Gönüllü kuvvetlerin
başında bulunan Kuşçubaşı Eşref,
“Millî hareketler her vakit olagelmiştir. Hükümetlerin rızasına aykırı da olsa millî hareketler ekseriya iyi netice vermiştir. Mesela, 1293 ( 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı) Harbi'nde Bulgarlara Kırcaali'nin verilmesine karşı halkın hareketi başarı ile sonuçlanmıştı. Bu da aynen böyle, millî bir hareket olduğunu takdir ediyoruz. Bu noktadan hükümetimizi de müşkülata sokmadan bir şeyler becermek istiyorduk.” 65
63 Bkz.Talât PAŞA, 27 64 Bkz. Cemal PAŞA: Hatıralar, 63-64. 65 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 153.
117
demektedir. Geçici yeni hükümetin başkanlığına, halkın ileri gelenlerinden
Salih Efendi getirildi. Eşref Kuşçubaşı, millî kuvvetler ve genel çeteler
kumandanı, kardeşi Sami, genel millî kuvvetler ve çeteler müfettişi, Süleyman
Askerî (takma Zeynel Abidin adı ile) genelkurmay başkanı oldu. Yönetim
(icra) işleri bunların elindedir. Aynı zamanda askerî idare de emirlerindedir.
Millî66 hükümet bunlardan, askerî idareden emir ve direktif almak zorundadır67.
Ancak, 1913 Temmuz ortasından Eylül ortasına kadar yaşayan hükümetin
Bulgaristan’la 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan Đstanbul Antlaşması
hükümleri gereğince varlığına son verildi. Buna göre Kırklareli ve Edirne
Osmanlı Devleti’nde kaldı, Türk – Bulgar sınırı genel olarak Meriç’in batı
kısmında kalan Dimetoka Türk sınırları içine alındı.
1699 yılındaki Karlofça antlaşmasından beri ilk defa Osmanlı devleti
elden çıkarmak zorunda kaldığı bir toprağını askerî zafer ile ve Avrupa’nın
baskısına karşın geri alabilmişti. Edirne’nin geri alınmasının yarattığı olumlu
psikolojik etkiye karşın, 1912-1913 Balkan savaşları, Osmanlı
genelkurmayının da, halkının da mümkün olabileceğini düşünmediği ölçüde
66 Altı yıl sonra, millî mücadele başlarında Batı Anadolu’da Yunan işgaline karşı millî cepheler kurulduğu sıralarda ve Büyük Millet Meclisi’nin açılmasına kadar geçen devrede Anadolu’da kullanılmış olan Kuvayı Milliye, Kuvayı Milliye kumandanı, Genel Çeteler Kumandanı gibi tâbirlerle daha evvel Batı Trakya’da kullanılmış olan millî unvanların benzerliğinin, hattâ birliğinin dikkati çektiğini ifade eden Tevfik Bıyıklıoğlu, “Bu müşahede, bizi, aynı zaruret ve ihtiyaçların aynı müesseselerin kurulmasına ve aynı vasıtaların kullanılmasına götürebileceğini açıkça göstermektedir. Yalnız, ortada, her iki teşebbüs arasında, çok mühim bir fark olduğunu unutmamak gerekir. Batı Trakya’da girişilen millî ayaklanma ve millî teşkilâtı ne yazık ki, bu hareketi destekliyenlerin idaresizliği ve beceriksizliği yüzünden sönüp gitmişti. Anadolu’da ise, Yunan işgaline karşı kurulan millî cepheler ve Kuvayı Miliye birkaç gün sonra Anadolu’ya geçerek millî harekâtın idaresini eline alan dâhi ve kahraman Mustafa Kemal Paşa’nın cesaret ve azmi sayesinde, bütün Türk milletinin benimsediği gerçekten bir millî hareket halini almış ve bütün dünyaya karşı, Türk milletinin ve Türk vatanının kurtuluş ve istiklâlini sağlayan bir uyanışın temel taşı olmuştu. Aynı hareket ve aynı teşebbüslerin beklenilen neticeyi vermesinin, idare ediliş tarzına bağlı olduğu meydandır.” demektedir. Bkz. Tevfik BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, 81. 67 Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 155.
118
bir felaketti. Balkan Savaşlarında uğranılan kayıp çok fazlaydı. Đmparatorluk
Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamını, yaklaşık dört milyon insanın
yaşadığı 150 bin kilometrekarenin üstündeki toprağını yitirmişti. Rumeli’de ve
Ege denizindeki Osmanlı hakimiyeti sona eriyor, Anadolu’daki toprakların
kara suları içinde olanlarla birlikte Ege’deki bütün adaları, Đtalya’nın işgali
altında bulunan Oniki Ada hariç, Yunanlıların eline geçiyordu. 1878’de olduğu
gibi Đstanbul yine her şeyini yitirmiş Müslüman mültecilerin akınına uğradı68.
Ağır tifo ve kolera salgınları oldu, mülteciler arasında ölüm oranı çok
yüksekti. Göç edenler, devlet tarafından Anadolu’ya yerleştirilmeye çalışıldı.
Önemli bir bölümü mahvoldu.
Ama iş daha da derinlere gidiyordu; yitirilen bölgeler (Makedonya,
Arnavutluk, Trakya), beş yüz yılı aşkın zamandır Đmparatorluğun köklerini
oluşturmuş bölgelerdi. Buraları en zengin ve en gelişmiş eyaletlerdi ve
Osmanlı yönetici seçkinlerinin çoğu buralardan çıkmıştı. Her şeyin ötesinde
Selanik ĐTC’nin beşiği idi69. Türklerin Rumeli’den çıkarılması, Türkiye
Cumhuriyetinin kurucusu ve ulusal önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği
gibi “her Türk’ün yüreğinde sonsuz ve unutulmaz bir acı yaratan büyük
yıkım”dı70.
68 Đmparatorluğa Müslüman göçü 18. yüzyıl sonlarından beri Osmanlı yaşamının bir özelliği olagelmişti. Rus imparatorluğunun Karadeniz kıyılarında ve Kafkasya’daki sömürgeci yayılımı nedeniyle, birçok Müslüman, kimi zaman aşiretlerin tamamı, Hıristiyan yöneticilere tâbi yaşamaktansa Osmanlı topraklarına göç etmeyi tercih etmişti. Đmparatorluğun Avrupa’da 1878’e kadar elinde tutmuş olduğu topraklarda genellikle çok sayıda Müslüman nüfus olmamıştı. 1878 yenilgisinden sonra ise, nüfusun önemli bir kısmı Müslümanlardan ve Türklerden oluşmuş olan bölgeler ilk kez olarak yabancıların işgali altındaydı; üstelik bu, Müslüman köylülerin büyük çapta katliama uğramalarına göz yuman bir işgaldi. Sonuçta 800.000’in üstünde insan arta kalan Osmanlı bölgelerine kaçtı. Bu insanların bir çoğu Đstanbul’da kalmış, ama daha çoğu, çok büyük zorluklarla Anadolu’ya, Osmanlı Balkanlarına, Girit ve hatta Suriye’ye yerleştirilmişti; bunun 19. yüzyıl sonlarında bir güç haline gelecek olan Hıristiyanlık aleyhtarlığı duygusuna katkısı olmuştu. Bkz. ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 123. 69 Eric Jan ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 161. 70 Bkz. Mustafa Kemal ATATÜRK: Söylev, Yayına Haz. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 35. Basım, Đstanbul, Çağdaş yayınları, Eylül 2000, 404.
119
C –EN ÖNEMLĐ SORUNLARDAN BĐRĐ:“RUM ve ERMENĐ
AZINLIKLAR”
Rumeli topraklarını kaybettikten sonra Anadolu, Türklerin sığındıkları
son göç durağı, çekilme hattı haline gelmiştir. Rumeli coğrafyasında yaşayan
Bulgar, Rum, Sırp, Makedon gibi farklı etnik grupların, dış güçlerin
desteğinde oluşturdukları ihtilalci çetelerin Türkleri bu coğrafyadan kovmak
için geliştirdikleri metodu ve bu metodu öğrenen Türklerin zihinsel
koşullanmalarını kavramadan günümüzde de güncel politikada yansımasını
gördüğümüz azınlıklar veya unsurlar meselesinin derinliğini çözmek mümkün
olamayacaktır. Türklerin Balkanlardan çıkarılması sürecinde geliştirilen
Balkan komitacılığı/çeteciliğine daha yakından bakılması, son göç durağı
durumuna gelen Anadolu’daki özellikle Rum ve Ermeni azınlıklarla Türkler
arasında ortaya çıkan sorunların da kavranmasına imkan oluşturacaktır.
1- Balkan Komitacılığı / Çeteciliği
1862 yılından itibaren Bulgarların ihtilal hareketi önceleri çetecilik
hareketi şeklinde başlamıştır. O tarihten önceki çeteler “eşkıya çeteleri”, o
tarihten sonrakiler ise “ihtilalci çeteler” olarak görülmektedirler. Doğrusu,
dünkü eşkiyalar bir çırpıda ihtilalci oluvermiş değildir. Bu ihtilalcilerin bir
eşkiyalık tarafı vardır, hattâ bazen eşkiyalıkları ihtilalcilikten ağır bile
basmaktadır71. Sınır dışında hazırlanıp silâhlandırılan çeteler, bir merkezden
71 Bilal ŞĐMŞĐR: Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: II, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, LXI.
120
yönetilmektedirler. Sınırdan içeriye girdikten sonra Bulgarları
ayaklandıracaklardır. Bulgar ayaklanması çıktıktan sonra da Büyük Devletler
ve özellikle Rusya, şu veya bu şekilde meseleye müdahale edeceklerdir.
Böylelikle Bulgarlar Türk yönetiminden kurtulup bağımsızlığa
kavuşacaklardır72. Oluşturulan strateji, çeteler yoluyla Bulgar halkını
ayaklandırmak, Türk/Osmanlı makamlarının müdahale ederek ayaklanmayı
bastırma girişimlerini uluslararası kamuoyunun gündemine Türklerin
Hristiyanları katlettikleri şeklinde taşıyarak Büyük devletlerin müdahale
etmelerinin yolunu açmak şeklindedir. Dış müdahale ise bağımsızlıklıklarına
kavuşmalarının yolunu açabilecektir.
1875’teki Bulgar ayaklanmasında ilk defa silahlı Bulgarlarla silahlı Türk
köylüleri karşı karşıya gelmişlerdir. Türk halkından da ölen ve yaralananların
olduğu çatışmalar sonucunda, Bulgarlarla Türkler arasındaki ilişkiler
zedelenmiştir. Silahlı çetelerle yürütülen mücadelede sivil Türk halkının
kullanılması, yeteri kadar asker ve subay bulunmaması nedeniyle bir
gereklilik olarak görülmüştür. Ancak, bu politika, her iki halk arasında
düşmanlık duygularının giderek artmasına yol açmıştır. 1875 ayaklanma
denemesinden sonra asıl Bulgar ayaklanması 2 Mayıs 1876’da çıkmış ve
ayaklanma bastırıldıktan sonra “Türk mezalimini” tahkik için yabancı
konsolosluk ve diplomatik temsilcileri görevlendirilmişlerdir.
1876 Bulgar ayaklanmasında da ayaklanmanın halk gönüllüleriyle
bastırılması yoluna gidilmiştir. Edirne Valisi Akif Paşa’nın izniyle Filibe
sancağındaki Türk halkına silâh dağıtılmış, gönüllü halk kuvvetleri
kurulmuştur. Biraz küçümseme anlamında “başıbozuk” adı verilen bu gönüllü
halk birlikleriyle yer yer karşı saldırıya geçilmiştir. Bulgar ayaklanması kısa
sürede bastırılmış; ancak, başta Rusya ve Đngiltere olmak üzere yabancı
72 a.g.e., LXIII.
121
devletlerce uluslararası gündeme taşınmıştır. Yabancı devletler, özellikle
Đngiltere, suçlu olarak gördükleri Türklerin cezalandırılmasını istemişlerdir. Bu
konuda da Osmanlı devleti üzerinde baskı kurmuşlardır. Baskılar sonunda,
1876 Temmuz ayından itibaren Başıbozukların astırılmasına başlandığını
ifade eden Bilal Şimşir, Osmanlı devletinin yenilgisiyle sonuçlanan
1876 -1877 Osmanlı – Rus savaşına giden ve Osmanlı devletinin yenilgisiyle
sonuçlanan bu süreç içerisinde, sadece Tuna ve Edirne vilâyetinin ancak iki
bölgesinde Türk nüfusunun toplu halde kalabildiğini vurgulamaktadır. Birinci
bölge, “Dört Kal’a bölgesi”de denen Şumnu–Rusçuk–Silistre-Varna
bölgesiydi ki, buraya Ruslar savaşla girememişlerdi, Đkinci bölge Rodoplar
bölgesiydi. Buraya da Ruslar tamamen hâkim olamamışlar ve buradaki
Türkler, Rus – Bulgar yayılmasına karşı bir millî mukavemet hareketine
girişmişlerdi. Diğer bölgeler, Türk unsurundan hemen hemen tamamen
temizlenmişti73.
Savaş sonunda imzalanan Berlin Andlaşması ile Sırpların,
Karadağlıların ve Romanyalıların bağımsızlıkları kabul edilirken; Bulgarlar,
Arnavutlar ve Makedonyalılar bu durum dışında kalmışlar ve Osmanlı ülkesi
içindeki yerlerini korumuşlardır. 1878’den 1908’e ve 1912’ye değin bu
unsurlar, komitacılık ve çeteciliğe devam edeceklerdir.
Rumeli çete ve komite üretmektedir. Osmanlı Türkleri ve Araplar bu
sürecin dışında kalmışlar, Ermeniler ise 19. yüzyılın sonlarında bu oluşa
katılmışlardır.
73 Bkz. Bilal ŞĐMŞĐR: Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: II, 1989, LXXII – CLXXXII.
122
Çeteler ( ve komiteler) siyasal partilerle ideolojik ve organik bağlar
kurmuşlardır. Çeteler yerli halkı örgütlemekle de görevli olmuşlar,
Batı kamuoyu da onlara daima destek çıkmıştır.
Osmanlı Türkleri - özellikle Ordu - Abdülhamit rejimine karşı kabaran
Balkanlı muhalefet sistemine, bu ortamın yarattığı kurumların örneğinde
“teşkilâtlanarak” katılmışlardır. Onlar da “Niyazi’ler Enver’ler” olarak,
Makedonyalılar gibi “çete”ye çıkmışlardır. Örgütlenme Balkanlıdır. Yemin
Balkanlıdır. Yemin töreni Meşrutiyet ilan edildikten sonra bile aynıdır.
Balkan Savaşları’ndan sonra 1913’ten itibaren Rumeli perdesi
kapanacak, benzer eylemler Arap ülkelerinde devam edecektir. Ermeni
çetelerinin Doğu’daki hareketleri artacaktır74. Ancak, Rumeli topraklarını
kaybeden Türkler, artık çeteciliği de komitacılığı da çok iyi öğrenmişlerdir.
Đttihat ve Terakki’nin örgütsel ve fikirsel dünyası Balkan etkisi taşıdığı
gibi uygulayacağı sevk ve iskân politikasında da bu etki çok net
hissedilecekti. Balkan Savaşı sonrası gelen muhacirlerin sayısı “memleketin
asayiş ve inzibatını” bozacak derecede büyüktü. Bu sorunun çözümüne
yönelik uygulamaya sokulan, Müslüman olmayanların yerinden edilmesi
politikası, Edirne mebusu Mehmet Faik Bey tarafından şu sözlerle
anlamlandırılacaktı: “Biz tehciri komşularımızdan öğrendik.” 75
74 Bkz. Tarık Zafer TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1998, 535-536. 75 Fuat DÜNDAR: Đttihat ve Terakki’nin Müslümanları Đskân Politikası ( 1913 – 1918 ), 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 34.
123
2- Aydın (Đzmir) Rumları ile Yunanistan Makedonyası
Müslümanlarının Mübadelesi
Balkan Savaşları’ndan sonra Bulgaristan ve Yunanistan’a bırakılan
topraklarda yaşayan Türkler, yapılan antlaşma hükümlerine aykırı olarak,
yönetimi altına girdikleri devletlerin, hükûmetleri veya halkı tarafından
uğradıkları baskılar nedeniyle, Osmanlı ülkesi sınırları içerisinde kalan
bölgelere göç etmeye başladılar. Beklenmedik şekilde çok sayıda göçmenin
gelmesi sıkıntıları da beraberinde getiriyor, sığınan göçmenlerin uğradıkları
felaket ve perişan durumları milli duyguları harekete geçiriyordu. Çalışma
metodları Rumelideki tecrübelerden alınan derslerle kavranmış olan
unsurların yeni ihanetlerine maruz kalmaktansa göç etmelerini sağlayacak
koşulları oluşturarak kurtulmak bir çözüm yolu olarak ortaya çıkıyordu.
Makedonya’nın Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı devletinin
egemenlik alanından çıkarılmasından sonra Osmanlı sınırları içerisinde
sadece Kırklareli’nin kuzey sınırındaki birkaç köyde Bulgar unsuru yaşamaya
devam ediyordu76. Eylül 1913’te Bulgaristan ile Osmanlı Đmparatorluğu
arasında imzalanan Đstanbul Antlaşması, ortak sınır boyunca belirli bir
bölgede yaşayan nüfusun karşılıklı mübadelesini öngören bir hüküm
içeriyordu. Bu bölgede iki taraftan mübadeleye tâbi olması öngörülen nüfus –
kabaca 50.000 kişi – zaten kaçmıştı, bundan dolayı antlaşmanın şartları
sadece mülk meselelerinin düzenlenmesi anlamına geliyordu77. Osmanlıyı en
çok uğraştırmış ve zarar vermiş olan unsurlardan birisi olan Bulgarlardan
tümüyle kurtulduktan sonra sıra Rum unsuruna gelmişti.
76 Bkz. Cemal PAŞA: Hatıralar, 94. 77 Fikret ADANIR: “Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye Üçgeninde Ulus Đnşası ve Nüfus Değişimi,” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erik Jan Zurcher, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 23.
124
Bu dönemde Cemal Paşa, en önemli unsur (azınlık) meselesinin Aydın
(Đzmir) vilayetinin sahil kısımlarında çoğunluğu oluşturan Rumlar olduğunu
söylemektedir. Balkan Savaşları esnasında bir yandan Drama’ya kadar
Makedonya’yı bir taraftan, Đtalyan işgali altında bulunan Oniki Ada hariç, tüm
Ege adalarını ele geçiren Yunanlıların bundan sonra artık Aydın vilayetini ele
geçirme girişimlerine başlayacağına inanılıyordu. Adalar sorunu nedeniyle
Yunanistan’la er geç savaşılacağı düşünüldüğünden, bu savaş durumunda,
içerdeki Rumlar tarafından hiç bir ihanete maruz kalmamak için Yunanistan
Makedonya’sında kalan ve Osmanlı topraklarına göç etmek isteyen
Müslüman ahaliyle Rumların Yunanistan’la mübadelesi, Yunan
hükümetinden talep edildi78. Bu teklif kabul edilmedi. Fakat o sıralarda,
Balkanlardan gelmiş olan yüz binlerce göçmen tarafından, en çok Aydın
vilayetinde yerli Rumlara karşı bazı saldırılar gerçekleştirilmekteydi. Cemal
Paşa, hatıralarında, hükümetin bu saldırılara kesinlikle taraftar olmadığını
vurgularken dönemin Meclis’i Mebusan Başkanı/Reisi, daha sonra Dışişleri
Bakanlığı ve Cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmış olan Halil
Menteşe’nin konuya ilişkin anıları farklı bir boyut taşımaktadır. Halil Menteşe
anılarında, Tâlat Bey’in, Balkan Savaşları’nda ihanetleri görülen unsurlardan
ülkeyi temizlemeyi ön sıraya aldığını ifade etmektedir. Đstanbul Antlaşması ile
Edirne, Kırklareli ve civarındaki Bulgarlar, Bulgaristan’a gönderilmişler ve sıra
Trakya’daki Rumlara gelmişti. Menteşe’ye göre, bu iş, yeni bir savaşa yol
açabileceği için çok ihtiyat isteyen bir işti. Bu nedenle alınan tedbir şu oldu:
Valiler ve diğer memur resmen işe müdahale eder görünmeyecek, Cemiyet’in
teşkilâtı işi idare edecekti. Bu talimat doğrultusunda Rumlar ürkütülecekti. Bu
ürkütmeler sonucunda Rum halkı gitmek üzere ayaklandı. 100.000’e yakın
Rum, Yunanistan’a gitti. Bundan sonra aynı tarzda Đzmir civarında girişime
başlanıldı. Urla ve Çeşme’de göç başladı. Bergama, Dikili ve Menemen
Rumları da ayaklandılar. Bu defa Venizelos protestoda bulundu. Savaş
hazırlıkları başladı. Babıâli bu işte hükûmetin bir müdahalesi olmadığını ileri
78 Bkz. Cemal PAŞA: Hatıralar, 94.
125
sürdü ve Đçişleri Bakanı ile birlikte inceleme yapmak üzere birer temsilci tâyin
edilmesi için yabancı devletlere notalar gönderildi. Durumu yerinde görmek
üzere görevlendirilen temsilciler Đzmir’e gittiler. Menteşe’nin ifadesiyle, Đçişleri
Bakanı ile Đzmir Valisi halkı durdurmak için çabaladıkları halde halk durmuyor
ve vagonların üzerine ve aralarına atlıyor ve gidiyordu. Đzmir civarından da
200.000’e yakın Rum Yunanistan’a gitmişti79.
Aydın vilayetinde Rumlarla Türkler arasında yaşanan olaylar sırasında,
Cemal Paşa’nın deyimiyle “asırlık Balkan nağmelerini”80 Yunan hükümeti
ortaya atmaya başlamıştı. Aydın vilayeti Rumlarının Osmanlı hükümetinin
onayı, hatta özel girişimleriyle Türkler tarafından katliamına başlanıldığı
“yaygarası” bütün dünyaya yayılıyordu.
Makedonya’dan kovulan 240.000 Türk’e karşılık Doğu Trakya ve Batı
Anadolu’dan Rumların da çıkarılması Yunanistan için beklenmedik bir olay
idi. Makedonya’dan kovulan Türklerin, Trakya ve Anadolu’daki Rumların
yerlerini almalarının önüne geçemiyeceğini anlıyan Yunan hükûmeti, bu işi
durdurmak için savaşı da göze alamayınca bu hususta bir anlaşmaya
varmak zorunda kaldı. Osmanlı ve Yunan hükûmetleri, Makedonya’da kalan
Türklerle Doğu Trakya ve Aydın vilâyetlerindeki Rumların, karşılıklı olarak,
isteğe bağlı bir şekilde mübadelesi hususunda, 1 Temmuz 1914’de, bir
anlaşmaya vardılar. Fakat, bir ay sonra I. Dünya Savaşı’nın patlaması bu
anlaşmanın uygulanmasına imkân bırakmamıştır 81.
79 Bkz. Halil MENTEŞE: Halil Menteşe’nin Anıları, 165-166. 80 Asırlık Balkan nağmesi, Hıristiyanların Müslümanlar tarafından katledildiğinin büyük devletlere duyurulması; büyük devletlerin bir veya birkaçının himayesi sağlandıktan sonra Osmanlı devleti üzerinde baskı yaptırarak geniş özerklikler elde edilmesi ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun zor durumda bulunduğu sıralarda da, yine büyük güçlerin desteği ve himayesiyle oldu bittilerin Osmanlıya kabul ettirilmesi şeklinde belleklere yerleşmiştir, diyebiliriz. 81 Tevfik BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, 92.
126
Birinci Dünya Savaşı sırasında bir ihtiyatî tedbir olarak Đzmir’de ve Ege
Denizi sahillerinde ikamet eden Rumlar, Vâli Rahmi Bey’in emriyle içerilere
nakledilmişlerdi. Mondros Mütarekesi imzalanınca Rumlar, Đzmir’e ve
sahillere geri dönmeye başlamışlar, Yunanlılar’da sefalete uğramış yiyecek
ve giyecek sıkıntısı çekmekte olan bu halka yardım iddiasiyle sandıklar içinde
eşya getirmeye başlamışlardır. Hüsamettin Ertürk, gizli teşkilâtlarının
getirilenlerin, askerî elbiseler, her çeşit silâh ve külliyetli miktarda cephâne
içerdiğini tesbit ettiğini ifade etmektedir.
Savaş sonunda, son Đttihat ve Terakki kabinesi çekildikten ve Đzmir’in
son Đttihatçı Valisi Rahmi Bey de değiştikten sonra, bu şehre Nureddin Paşa
Vali tayin edilmiş, Paşa’da Yunanlılar’ın gizli gizli Rumlar’ı donattığını haber
almış ve Babıâli’nin dikkatini bu hususa çekmişti. Bir taraftan da Nureddin
Paşa, muhtemel bir işgale karşı önlemler almağa başlamıştı. Đngilizler, Vali
Paşa’nın bu faaliyetini daha başlangıçta öğrenmişler, Osmanlı Hükûmeti
üzerine Nureddin Paşa’nın değiştirilmesi hususunda baskıya başlamışlardı.
Sadrazam Damad Ferid Paşa’da, Đzzet Bey’i Đzmir Valiliği’ne getirecek,
Nureddin Paşa’nın oluşturduğu millî teşekkülleri dağıtacaktı82.
3 - Ermeniler
Rumeli’den sonra parçalanma sırası Osmanlı Asyasına gelmiştir.
Osmanlı Devleti, Araplık meselesi ile karşı karşıya idi. Ruslar Doğu
Anadolu’da bir Ermenistan kurma peşinde idiler. Kürdistan meselesi de
82 Bkz. Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, 292-293.
127
ateşlenmek üzere idi83. Ama, Đzmir Rumlarının mübadelesinden sonra
azınlıklar meselelerinde en önemli mesele olarak, artık Ermeni meselesi
kalmıştı. Rusya, Talat Paşa’nın sözleriyle, Türkiye’yi küçültmek için
Rumeli’de buyruklarını yerine getirmeye hazır sandığı Bulgaristan ve
Anadolu’da kurmak istediği bağımsız Ermenistan sayesinde Türkiye’yi
çember içine almak ve böylelikle Rusya için her türlü tehlike ortadan
kalktıktan sonra Türklerin Kafkasya’daki Müslümanlarla ilişkisini de büsbütün
kesmek istiyordu. Bundan sonra Đstanbul hakkındaki planlarını uygulamak,
Rusya için artık kolay bir iş olacaktı84.
1913 yılında, Edirne’nin geri alınışından sonraki günlerle I. Dünya
Savaşı’nın başlangıcı arasındaki kısa dönemde, Ermeni ıslahatı
sorunu – Rusların baskısı altında boyutlanarak – ortaya atılmıştır. Masa
üzerine getirilen ıslâhat istekleri, Rusların hazırlamış olduğu, eski projedir85.
1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Rus ordusu Đstanbul’un savunma
hattı Çatalca’ya kadar geldiği zaman, Patrik Nersis Varzabetyan,
Başkumandan Grandük Nicolas'a başvurarak, Ermenilerin bulundukları doğu
vilayetlerinde bağımsızlıklarının ilanına izin verilmesini, hiç olmazsa Rus
kontrolü altına alınmalarını rica etti. Bu istek Ayastafanos (Yeşilköy)
Antlaşması'nda 16. maddenin yer almasına sebep oldu. Daha sonra bu
madde değiştirilerek, Berlin Antlaşması’nın 61. maddesiyle son şeklini aldı.
61. madde şöyledir:
83 ATAY, 130. 84 Talât PAŞA, 27. 85 TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 601.
128
“Osmanlı devleti, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde ıslâhat yapmayı ve Ermenileri, Çerkez ve Kürt tecavüzlerine karşı korumayı taahhüt eder. Devletler, bu ıslâhatın tatbikini kontrol edeceklerdir.” 86
Islahat yapılacak yerlerin altı vilayet ile Trabzon bölgesi olması ve iki
müfettişliğe ayrılması, müfettişlerin Avrupalı olup gösterilecek beş adaydan
seçilmesi hakkının Osmanlı devletine bırakılması karara bağlandı. Fakat bu
kağıt üzerinde kaldı.
11 Haziran 1880’de altı büyük devlet Babıali’ye bir nota vererek,
yapılması taahhüt edilen ıslahatı yapmalarını istediler. Cevap ve ona cevap
uzayıp gitti87. Fakat Balkan savaşları’ndan sonra Kazım Karabekir’in
ifadesiyle Berlin Antlaşmasının 61. maddesini –Pek geç te olsa siyaset oyunu
icabı – ısrarla istemek ve bir savaş durumunda doğu vilayetlerini ve bütün
Ermeni kavmini istenildiği tarzda harekete geçirmek lazım geliyordu88.
Ermeni komitelerinin girişimleriyle Avrupa’nın, doğu illerinde ıslahatlar
yapılmasını istemesi karşısında, Rumeli’deki topraklarını da hep bu ad
altında yapılan müdahaleler yüzünden kaybetmiş olduğunu pek iyi bilen
Babıâli (Osmanlı hükümeti), bu seferki müdahalenin de öteden beri
Türkiye’ye karşı düşmanca bir siyaset izleyen Rusya’nın kışkırtmalarına bağlı
olduğunu anladığından, bir müdahale teklifi gelmeden önce kendi girişimiyle
ve Avrupalı uzmanlar aracılığıyla, sözü geçen illerde (Erzurum, Sivas,
Trabzon, Van, Bitlis, Elazığ), ıslahatlar yapmaya karar verdi. Dışişleri
Bakanlığı bu niyetini Đngiliz hükümetine, Londra elçisi Tevfik Paşa aracılığıyla
bildirdi ve yeteri kadar uzman gönderilmesini rica etti89.
86 Bkz. Tevfik BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 39. 87 Kazım KARABEKĐR: Ermeni Dosyası, Haz. Faruk ÖZERENGĐN, 6. Baskı, Đstanbul, Emre Yayınları, Mart 2005, 133. 88 Bkz. Kazım KARABEKĐR: Ermeni Dosyası, 134. 89 Talat PAŞA, 58.
129
Başlangıçta Đngilizler tarafından kabul edilmiş olan teklif, sonradan
Ruslar’ın istemi doğrultusunda reddedilmiştir. Bu ise amacın “ıslahat”
olmayıp, bu yerlerin Rus nüfuzuna bırakılması olduğu anlamına geliyordu.
Ermenilerin ıslahat istemeyip Rus müdahalesiyle özerklik ve sonra da
bağımsızlıklarını sağlamak istediklerini Osmanlı yöneticileri pek iyi anlıyordu.
Kazım Karabekir’den yapılan aşağıdaki aktarım Osmanlı yöneticilerinin neyi
pek iyi anladıklarını da açıklığa kavuşturmaktadır,
“….Avrupa’nın bunca yıllardan beri ıslahat yaygarası Türkiye’nin tedrici olarak parçalanması maksadına matuftur. Islahat ne kadar radikal olursa Türkiye arazisinin bir parçasının, başkasının eline geçmesi o kadar çabuk olur.” 90
8 Şubat 1914’te Rusya maslahatgüzarı Gulkeviç ve Sadrazam Sait
Halim Paşa arasında altı aydan fazla devam eden müzakerelerden sonra bir
anlaşma imzalandı. Buna göre; iki genel müfettiş Doğu Anadolu’ya
gönderilecekti. Birisi Erzurum, Sivas, Trabzon vilayetlerini içeren bölgeye,
birisi de Van, Bitlis, Harput (Elazığ) vilayetlerini içeren bölgeye gidecekti91.
Ermeni ıslahatı meselesi bu şekilde gündeme getirilip Osmanlı
hükümeti üzerinde baskıların artırıldığı bir dönemde, 22 Haziran 1914’te,
Avusturya veliahdının öldürülmesiyle başlayan uluslararası krizin savaşa
dönüşmesi, Osmanlı hükümetini rahatlattı. Çünkü artık Anadolu’nunda
parçalanması süreci başlamıştı ve savaş bu durumu değiştirebilirdi. Doğu
Anadolu vilayetleri için seçimi ve atanması 25 Mayıs 1914’te yapılmış olan iki
90 KARABEKĐR: Ermeni Dosyası, 18. 91 Anlaşmaya göre Osmanlı hükümeti çeşitli cemaatlere mensup kişilerin kendilerine ait okullarını idare etmelerine asla karşı gelemez. Đdare meclislerine seçilen üyeler eskisi gibi yarı yarıya Müslim ve gayrı-Müslim olacaktır. Polis ve jandarma kaydı hususunda -genel müfettişlerce bir mahzur görülmediği takdirde- iki bölgede Müslim ve gayrı-Müslimler arasında eşitlik esası tatbik olunacaktır. Yine bu iki bölge dahilinde aynı eşitlik esası mümkün olduğu kadar diğer memuriyetlerin dağıtımı hususunda da tatbik olunacaktır. Anlaşma metni için Bkz. Cemal PAŞA: Hatıralar, 461-464.
130
genel müfettişin görevlerine son verildi.
I. Dünya Savaşı’nda Ermeniler, Türklere ihanet edecekler, Doğu
Anadolu’da çeşitli çetecilik ve isyan hareketleriyle Rus ordularına yardımcı
olacaklardır.
Meclis-i Mebusan’da yer alan Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan
( Garo takma adıyla ), Kozan mebusu Hamparsum Boyacıyan ( Murat takma
adıyla ), Van mebusu Vahan Papazyan fiilen savaş içinde ve çetelerinin
başında bulunacaklardır.
Olayların ulaştığı bu aşamada ciddi önlemler alınması kararlaştırılmıştır.
Đlk önlem ordudaki Ermeni askerlerinin “muharip“ ( savaşan ) sınıflar dışına
çıkarılarak inşaat, yol ve demiryolu, depo birliklerine verilmiş olmasıdır.
Đçişleri Bakanı Talat Bey’in imzası ile yayımlanan bir tezkere ( 24 Nisan
1915 ) Ermeni’ler hakkındaki operasyonları başlatmıştır. Buna göre komite
ele başıları tutuklanacak ve askeri mahkemelere sevkedileceklerdir92.
Ermenilerin yoğun bulundukları yerlerden Diyarbakır güneyine, Fırat
vadisine ve Urfa yöresine nakledilip yerleştirilmeleri ayrıntılı olarak istenir.( 26
Mayıs 1915 ) Aynı gün Đçişleri Bakanı Talat (Paşa) imzalı bir yazı
Sadr-ı âzâma gönderilir. Ve tehciri fiilen başlatır. Aslında bir hükümet kararı
olarak yayınlanması gereken bu belge, Đttihatçı bir yöntemle, tek Bakan
tarafından çıkarılmıştır.
Bir gün sonra, kısaca “Tehcir Kanunu” denilen kanun çıkacaktır.Talat
Bey’in Meclis-i Vükela’dan ( hükümetten ) istediği karar ise birkaç gün sonra
yayınlanacaktır.
92 TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 603.
131
Bu mevzuat gereğince tehcir operasyonu hukukileşmiştir. Ve bu
operasyonu güvence altına almak için de başka kanunlar çıkarılacak, kararlar
alınacaktır 93.
Ermeni meselesi Anadolu'nun kaderi bakımından tarihi bir dönüm
noktası oldu. Savaş şiddetle devam ettiği sıralarda Fransa, Đngiltere ve
Rusya devletleri basın ajansları yolu ile Bâbiâlî'ye ilettikleri 24 Mayıs 1915
tarihli notalarında:
“Türk, Kürt ahâli, hükümet memurları ile birlikte ve çok zaman bunların yardımı ile Erzurum, Tercan, Bitlis, Muş, Sason, Zeytin ve bütün Klikya çevresinde Ermenilerin 'katliam' edildiğini; Van civarında yüze yakın köylerin ahâlisi öldürüldüğü gibi Osmanlı Hükümeti'nin Đstanbul'daki zararsız Ermenilere de musallat olduğunu, Türkiye'nin insaniyet, medeniyete karşı bu yeni cinayetlerinden dolayı Osmanlı Hükümeti üyelerini bu gibi katliamlara katılmış ve katılacak olanları şahsen sorumlu tutacaklarını”
açıklıyorlardı94. Fransız Dışişleri Bakanı 10 Ocak 1917 tarihinde,
“Yüksek savaş amaçları, şimdi Türklerin cani tiranlığı altında yaşayan halkların kurtuluşunu ve Batı medeniyetine radikal bir biçimde yabancı olduğunu kanıtlamış olan Osmanlı Đmparatorluğu’nu Avrupa’dan söküp atmayı içerir.” 95
diyecektir. I. Dünya Savaşı’nın sonunda parçalanmaya çalışılan Anadolu’daki
ulusal mücadelenin karşılaşmış olduğu güçlükleri göz önüne alındığında Halil
Menteşe’nin aşağıdaki sözlerinin bir gerçekliği ifade ettiği söylenebilir.
Menteşe,
“Boğazları ve Basra Körfezi’ni kapayıp Rus ordularını mühimmatsız bırakarak mağlûbiyetlerini teminle harp bitmeden harp dışı etmemiş ve şark vilâyetlerimizi Ruslar’la işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından
93 a.g.e., 604. 94 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 45. 95 Taner AKÇAM: “Sevr ve Lozan’ın Başka Tarihi” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erik Jan ZURCHER, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 58– 59.
132
temizlememiş olsaydık, millî devletimizin tekevvününe de imkân kalmıyacaktı.” 96
demektedir.
D- OSMANLI KURTULUŞ SAVAŞINDA
Osmanlı Đmparatorluğu yöneticilerini, I. Dünya Savaşı’na katılmaya
götüren varsayımları kavrayabilmek için, toplumsallaşma süreçleri içerisinde
onların düşünsel birikimlerini oluşturan değerler ve inançlar ile geleceğe
ilişkin ön kabulleri arasındaki bağlantıları kavramamız gerekir.
Dış borçlar ve kapitülasyon anlaşmaları, Osmanlı maliyesini denetim
altına alacak olan Düyun-u Umumiye ve Osmanlı Bankası gibi kurumların
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Barış anlaşmalarıyla yabancı ülkelere
tanınan iktisadi kapitülasyonların yanında, adli ve idari kapitülasyonlarla
Osmanlı Devleti sömürülmüş, Düyun-u Umumiye ve Osmanlı Bankası gibi
kurumların özerkliği yabancı devletlerin insiyatifine bırakılmıştır. Osmanlı
Devleti üzerinde imtiyaz elde eden devletler ise ellerindeki hakları kullanarak
Osmanlı ülkesinde isyanlar çıkartmak suretiyle Osmanlı Devleti’ni zayıflatma
yönünde faaliyetler göstermişlerdir97. Osmanlı Devleti, Avrupa’nın ötekisi
konumundadır ve Avrupalıların “Şark Sorunu” olarak adlandırdıkları şey,
aslında Osmanlı topraklarının paylaşılması sorunu biçiminde ortaya çıkarılan
bir sorundur. “Türkler” Avrupalı değillerdir ve “Türklerin” Avrupadan
kovulmaları düşüncesi Đstanbul’un 1453’te fethinden beri süregelmekte olan
96 MENTEŞE, 188. 97 Ahmet Hurşit TOLON: Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmaları ve Sevr’e Giden Yol, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi,Türk Hava Kurumu Basımevi, 2004, 8.
133
bir düşüncedir. 1912-1913 Balkan savaşları sonucunda Türkler, önemli
ölçüde Avrupa’dan kovulmuşlardır. Ama şimdi sıra Osmanlı’nın Asyası’na
gelmiştir.
Osmanlı Devleti, iki bloğa ayrılmış olan Avrupa’da kendisini yalnızlıktan
kurtarabilmek için ittifak arayışına girer. Türklerin amacı, bütünlüklerine
yönelik Balkan Savaşları sonrasında kabarmış olan iştahları söndürebilmek
ve Batı Trakya ile Ege Adaları’nın Türklere geri verilmesini sağlayabilmektir.
Osmanlı Đmparatorluğu yüzyıllardan beri üzerine çöken takatsizlikten o hale
gelmiştir ki hiçbir devlet onunla ittifak kurmak istememektedir98. Đngiliz ve
Fransızlar da Ruslar gibi Türkiye'nin paylaşılması için besledikleri asırlık
emellerini değiştirmek istemedikleri için, Osmanlı devleti ile ittifaka
yanaşmıyorlardı. Çünkü, bir Osmanlı – Đtilâf ittifakı, Boğazlar üzerindeki Rus
emelleriyle Đngiliz - Fransız isteklerine bir kilit vurulması demekti99. Onlar,
Osmanlı Devleti’nin, savaş boyunca tarafsız kalmasına karşılık, 1856’daki
Paris Antlaşması’nda olduğu gibi yalnız toprak bütünlüğünü koruyacakları
şeklindeki sözlerini tekrarlıyorlardı. Osmanlı Devleti, nihayetinde önceleri o
da kendisi ile ittifaka yanaşmamış olan Almanya ile 2 Ağustos 1914’te
ittifakını kurarak yalnızlıktan kurtulabilecektir.
Cemal Paşa’ya göre, Osmanlı savaşta tarafsız kalırsa, Rusya genel
savaştan büyük bir zaferle çıkacak hatta savaşın sonunu bile beklemeden
Đstanbul’un ve Doğu Anadolu’nun işgaline imkân bulacaktı. Đttihat ve
Terakki’nin 1916 Kongresi’nde Talât Bey’in okuduğu Merkez-i Umumi
Raporu’nda Osmanlı Devleti’ni I. Dünya Savaşı’na girmeye zorlayan koşullar
uluslararası güç dengeleri ışığında değerlendirilir. Đttihatçılara göre Osmanlı
devleti sözde bağımsızdır; kapitülasyonlar vb. engellerle vesayet altında
98 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:4, 182. 99 BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milli Mücadele, Cilt:1, 100.
134
tutulmaktadır. Bu “vesayet-i düvelliye”den kurtuluş özlemi savaşa girişin
temel nedenidir. Diğer deyişle I. Dünya Savaşı, Đttihat ve Terakki için bir
“kurtuluş savaşı”dır100. Savaş sayesinde, devletin bağımsızlığına birer darbe
teşkil eden ne kadar, dış müdahale ve baskıyla alınmış karar varsa, bunların
tümünden kurtulmak ve daha sonra ülkenin kendi şartlarının gerektireceği
ıslahatları, bizzat kendileri tarafından yapılmak suretiyle, bağımsız milletler
gibi yaşamak yegane amaçtır. Nitekim Osmanlı Devleti 1914’te
kapitülasyonları kaldıracak, yabancıların birçok ıslahat talebi için ve Hıristiyan
unsurların haklarının korunmasını gerekçe göstererek müdahalede
bulunmalarının gerekçelerini oluşturan maddeleri ihtiva eden Paris ( 1856 )
ve Berlin ( 1878 ) antlaşmalarının yürürlüğüne son verecektir101.
Dört yıl süren savaşta Avrupa cephelerinde sürekli bozgunlarla
Osmanlı ordularının Filistin, Erzurum ve Bağdat’tan çekilişleri ve o yer
halkının Anadolu’ya kaçışıyla birlikte, savaşın tamamıyla kaybedileceği akla
gelmemekle birlikte, savaş bitinceye kadar Türk arazisinin tahrip olunacağı ve
Türk halkının, yani asıl nüfusunun feci yoksulluklarla karşı karşıya kalacağı
korkusu herkes üzerinde korkunç bir etki bırakmaya başlamıştır102.
Đngilizler, Bağdat’ın kuzeyinde ilerleyerek 7 Mayıs 1918’de Kerkük’ü
işgal etmişler, Đngilizler’in bağımsızlık vaatlerine kanarak Osmanlı’ya karşı
100 Zafer TOPRAK: “70. Yıldönümünde Đttihat ve Terakki’nin 1916 Kongresi,” Tarih ve Toplum, C.6, No: 33 (Eylül 1986), 6. 101 Örneğin Berlin Antlaşması’nın 23 ve 61. maddeleri Osmanlı’nın unsurları için ıslahat yapmasına ilişkindir ve Balkanlardaki unsurlar ve Anadolu’daki Ermenilerin ıslahat talepleri için dayanak noktası olmuştur. Yine aynı antlaşmanın “Osmanlı devletinde din ve mezhep hürriyetine riayet olunacaktır. Büyük devletler elçi ve konsoloslarına, mukaddes yerlerin ve papaz ve ruhanilerle hıristiyan hacıların korunması hakkı da tanınmaktadır. Kudüs’deki mukaddes yerlerde Fransa’nın haklarına ve sitatükoya riayet olunacaktır…” şeklindeki 62. maddesi Hıristiyan topluluklar üzerinde etkinlik kurmalarına yaramaktadır. Bkz. Tevfik BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, 39 – 40. 102 Bkz.Talât PAŞA, 38.
135
isyan eden Mekke Emiri Hüseyin’in oğlu Faysal, Hicaz kuvvetleriyle Amman’ı
aldıktan sonra Türk ordusunu arkadan vurmaya başlamıştır. Đşte 19 Eylül
1918’de Đngilizlerle yaptıkları Nablus Savaşı’nı bu şartlar altında kaybeden
Osmanlılar Şam, Hayfa, Humus gibi önemli şehirleri de terk ederek hızla
Halep’e doğru çekilmiştir. Osmanlıların Nablus savaşını kaybederek Halep’e
kadar çekilmelerinden daha ziyade Trakya’dan gelen tehlike endişeye sevk
etmiştir. Çünkü itilaf kuvvetleri Yunanistan’dan Đstanbul’a doğru harekete
geçerek Türklerle Almanlar arasındaki kara yolunu kesmiş ve Doğu Trakya
sınırlarına yaklaşmışlardır. Bu düşman kuvvetinin karşısına çıkabilecek
Osmanlı kuvvetleri yedi sekiz bin kişiyi geçmemektedir. Öte yandan 26 Eylül
1918’de Bulgarların Đtilaf Devletlerine mütareke teklif etmeleri ve 30 Eylül’de
Selanik’te bir mütareke imzalamaları Makedonya cephesinin çökmesine yol
açmış ve Osmanlı Devleti’nin Almanya ile olan irtibatı kesilmiştir. Böylelikle
Almanya’dan gelen silah ve cephane yolu da kapanmıştır. Bu durum Osmanlı
Devleti’ni büsbütün güç duruma düşürmüştür.
Almanya, 1918 yılının Eylül ayından itibaren Đtilaf Devletleri’nin ağır
taarruzları karşısında tutunamayarak geri çekilmeye başlamış ve 3 Ekim
1918’den itibaren Đsviçre vasıtasıyla Đtilaf Devletleri nezdinde barış
teşebbüsünde bulunmuştur.
Bulgarların yenilerek mütareke yapmalarından sonra yedi sekiz
tümenlik itilaf kuvvetlerinin Đngiliz Generali Milne’nin komutasında Đstanbul’a
girmek için Meriç’e yaklaşmakta olduğu öğrenilince, saray ve Babıali
çevrelerinde panik havası esmiştir103. Đtilaf Devletleri, daha savaş sürerken
aralarında yapmış oldukları gizli anlaşmalarla paylaştıkları Osmanlı
103 TOLON, 92.
136
topraklarını ele geçirmek üzeredirler104. Bu gizli anlaşmalarla Osmanlı’nın
Ortadoğu’daki toprakları ile Anadolu’daki toprakları Rusya, Đngiltere, Đtalya,
Fransa ve Yunanistan arasında paylaştırılmaktaydı. Ancak, Đstanbul ve
Boğazlar vaat edilmiş olan Rusya, Ekim 1917 devriminden sonra savaştan
çekilecek ve yapılmış olan gizli anlaşmaları da dünya kamuoyuna
açıklayacaktır.
E - MONDROS MÜTAREKESĐ ve SONRASI
Talat Paşa’nın istifasının ardından 14 Ekim 1918 tarihinde kurulan ve
tanınmış bazı ittihatçıların da içinde yer aldığı Ahmet Đzzet Paşa hükümeti, ilk
iş olarak mütareke/ateşkes istemiştir. Mütarekeyi imzalama görevi de Balkan
savaşları sırasında ”Hamidiye“ kahramanı olarak tanınmış ve Ahmet Đzzet
Paşa hükümetinde Denizcilik/Bahriye Bakanı olan Hüseyin Rauf
Bey’e ( Orbay ) verilmiştir. Müttefikler adına mütarekeyi imzalamak için de
Đngiliz Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe seçilmiştir. Đki
düşman denizci, 26 Ekim 1918 gecesi Limni Adasının Mondros limanında
buluşurlar. Amiral Calthorpe, Rauf Bey’i bir düşman gibi değil, saygıdeğer bir
konuk olarak karşılar. Nazik, kibar ve konuksever görünür. Türk heyetini
104 Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti’nin mirasını paylaşmak amacıyla Đtilaf Devletleri arasında yapılan anlaşmalar şunlardır: 1. Mart 1915’de Fransa – Đngiltere ve Rusya arasında, Đstanbul Anlaşması adıyla anılan nota alış verişleri, 2. 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşması (Đngiltere, Fransa ve Đtalya arasında), 3. 1916 yılında Đngiltere, Fransa ve Rusya arasında, yine nota alışverişleri biçiminde gerçekleştirilen Sykes - Picot Anlaşması, 4. Đngiltere, Fransa ve Đtalya arasında 1917 yılında yapılan Saint Jean de Maurienne Anlaşması. Bkz. Ahmet Hurşit TOLON: Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmaları ve Sevr’e Giden Yol, 39.
137
kumandan gemisinin kaptan köşkünde barındırır105. Hükümet, Mondros
Mütarekesi/Ateşkesi müzakerelerine giden delegelere hareketlerinden önce,
“Millî namusu rencide edecek her nevi talepleri reddolunacaktır…”106
talimatını vermiştir. Amiral Calthorpe, Rauf Bey’e 24 maddelik bir anlaşma
taslağı sunar ve taslağı madde madde Türk heyetine kabul ettirmeye başlar.
Görüşmeler bir dikta havasından uzaktır. ”Kayıtsız şartsız teslim“ söz konusu
edilmez. ”Savaş suçlusu“ gibi sözler de dile getirilmez. Rauf Bey, daha çok
Yunanistan’ın Osmanlı Devleti hakkındaki planlarından kuşku duymaktadır.
Bu kuşkuları giderilir. Đngiliz amirali Türkleri yatıştırıcı sözler söyler107.
Ahmet Đzzet Paşa’nın Ayân ve Mebusan Meclisleri’nin gizli oturumunda
Mütareke’nin kabulünden başka çare olmadığı yolundaki beyanları üzerine
her iki meclis oy birliği ile hükümete imza için yetki vermişti108. 30 Ekim
1918’de imzalanan ve 31 Ekim 1918’den itibaren yürürlüğe girmesi öngörülen
Mondros Mütarekesi/Ateşkesi Sözleşmesi’nin birinci maddesi Çanakkale ve
Karadeniz Boğazları’nın açılması ve Karadeniz’e geçiş sağlanması,
105 Bilâl N. ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, Đkinci Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Nisan 1985, 17. 106 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, 30.
107 Bilâl N. ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, 17. Mondros’da imzalanan mütarekenin ardından Amiral A. Galthorpe tarafından imzalanmış olarak Osmanlı Temsilci Hayeti’ne gizli bir mektup verilir: Mektubunda, Çanakkale ve Karadeniz Boğazı istihkâmında yalnız Đngiliz ve Fransız askerî istihdam edileceğine dair Đngiltere Hükümeti tarafından teminat vermeye mezun olduğunu açıkladıktan sonra istihkâmatta bulunacak işgal kuvvetleri arasında bir miktar Türk askeri bulunmasını hükümetine tavsiye ettiğini, Đstanbul ve Đzmir’e Yunan askeri gönderilmesinden, sakınılması hakkındaki talebi destekleyerek hükümetine yazdığını ve Osmanlı Hükümeti asayişi ve müttefiklerin teb’asının can ve malını muhafaza etmeye muktedir oldukça Đstanbul’un işgalinin mevzubahis olmayacağını ifade etmiş ve mektubun Padişah ile Sadrazamdan başka hiç kimseye gösterilmemesine fevkalâde itina edilmesini rica ve Osmanlı Devleti ile Đngiltere Devleti arasında dostane ilişki tesisi için elinde mevcut olan bütün araçlarla çalışacağının güvencesini vermiştir. Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, 65. 108 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, 59.
138
Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kalelerinin Müttefiklerce işgal edilmesi ile
ilgilidir. Dördüncü madde, Müttefik savaş tutsakları ile gözaltındaki ya da
tutsak Ermenilerin tümünün Đstanbul’da toplanarak hiçbir koşula bağlı
olmaksızın Müttefiklere teslim edilmesini, beşinci madde sınırların
denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olan birlikler dışında Türk
ordusunun derhal terhis edilmesi, altıncı madde, Türk karasularında ya da
Türkiye’nin işgalindeki sularda bulunan bütün savaş gemilerinin teslim
edilmesi; Türk karasularında kolluk ya da benzeri amaçlar için gerekli
görülebilecek bir takım küçük gemiler dışında, bu gemilerin belirtilecek Türk
limanında ya da limanlarında gözaltına alınmasını bağıtlamaktadır. Yedinci
madde, Müttefiklerin, kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum
ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkının bulunmasını,
onbirinci madde, Türk Birliklerinin Kuzey-batı Đran’dan savaş öncesi sınırların
gerisine derhal çekilmeleri, Kafkasya–Ötesi’nin bir bölümünün Türk
Birliklerinden boşaltılması; bu bölgenin geri kalan bölümünün oradaki durum
Müttefiklerce incelendikten sonra gerek görülürse boşaltılması, on ikinci
madde, Türk Hükümetinin haberleşmeleri dışında, bütün telsiz telgraf ve
kablo istasyonlarının Müttefiklerce denetim altına alınması ile ilgilidir.
Onaltıncı madde, Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’da bütün
garnizonların en yakın Müttefik Komutanına teslim olmaları ve, beşinci
maddede saptanacak olan düzenin korunması için gerekenler dışında, bütün
Birliklerin Kilikya’dan çekilmeleri, yirminci madde, beşinci madde gereğince
terhis edilecek Türk ordusu bölümünün, taşıtlarını da içermek üzere, araç ve
gereçlerinin, silâhlarının ve cephanesinin kullanılış biçimi konusunda
verilebilecek buyrukların yerine getirilmesi hakkındadır. Yirmidördüncü
maddesinde,
139
“Altı Ermeni ilinde karışıklık çıkarsa, Müttefikler bu illerin herhangi bir bölümünü işgal etme hakkını ellerinde tutarlar.”
denilmektedir109.
Mondros Mütarekesi, kötü niyetle yorumlanıp uygulanınca, Türkiye için
öldürücü olabilecekti. Ama Rauf Bey, Đngilizlerin kötü niyetli olabilecekleri
kanısında değildir. Amiral Calthorpe’u, “açık sözlü, dürüst, geniş görüşlü,
anlayışlı” bir kişi diye niteleyen Rauf Bey, Đngiltere’nin Türkiye’yi yok etmek
istemeyeceğini söylemektedir. Dört yıllık dünya savaşında Türkiye’de bir
Đngiliz düşmanlığı doğmadığını ileri sürmekte, Đngiltere’de de bir Türk
düşmanlığı bulunmadığına inanmaktadır. 1853-1856 yılları arasında
Rusya’ya karşı sürdürülen Kırım Savaşı’ndaki silah arkadaşlığını hatırlayan
Rauf Bey, büyük bir başarı kazanmış gibi, Mondros’tan dönecektir. Basına
verdiği demeçlerde;
“Mütarekeyi imzalamak göreviyle Đstanbul’dan yola çıkarken bugünkü gibi
övünç ve sevinçle döneceğimi hiç aklımdan geçirmiyordum.
Đmzaladığımız mütarekeyle devletimizin bağımsızlığı, saltanatımızın hukuku tümüyle kurtarılmıştır….Sizi temin ederim ki, Đstanbul’umuza bir tek düşman askeri çıkmayacaktır….Adana, eskiden olduğu gibi Osmanlı yönetiminde kalacaktır. Batum ve Kars’da şimdilik boşaltılmayacaktır. Size tekrar ediyorum ki, Đngilizler bize olağanüstü bir iyiniyet gösterdiler. O kadar ki, askerimizin ne kadarını terhis etmemiz gerektiğini saptamak hakkını bize bırakmışlardır. Evet, yaptığımız mütareke umudumuzun üstündedir.
109 Đngilizce metni geçerli olan Mütareke’nin Đngilizce metni ile Türkçe metni arasında bazı farklılıklar vardır. Örneğin Đngilizce metinde “Turkish waters”, Osmanlıca çevirisinde “Osmanlı sularındaki”, Đngilizce metinde “Turkish Government”, Osmanlıca çevirisinde “ Devlet-i Aliye”, Đngilizce metinde “Turkish Troops”, Osmanlıca çevirisinde “ kuvayı Osmaniye”, Đngilizce metinde “Mesopotamia”, Osmanlıca çevirisinde “ Irak”, Đngilizce metninde “the six Armenian vilayets”, Osmanlıca çevirisinde “ Vilâyat-ı sitte” sözcükleri geçmektedir. Söz konusu farklılıklar ve mütareke maddeleri hakkında Bkz. Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, 1-5.
140
Devletin bağımsızlığı, saltanatın hukuku, milletin onuru tümüyle kurtarılmıştır…”
demektedir. Bu iyimserlik ve özlem, genellikle paylaşılmaktadır. Türkiye’de
iyimserlik oldukça yaygındır. Mondros Mütarekesi Türk kamuoyuna bir
“başarı “ olarak tanıtılır.Osmanlı Parlamentosu, Mütareke anlaşmasını
oybirliğiyle onaylar110. Đnönü’de, Đstanbul’da mütarekenin yaptığı ilk tesirin
çok iyi olduğunu ifade etmektedir. Genel kanaat, Mondros Mütarekesi’nin
korkulan, elverişsiz ve tehlikeli bir mahiyetten uzak ve oldukça müsait telakki
edilecek bir karakter taşıdığı merkezindeydi, demekte ve aşağıdaki şekilde
devam etmektedir:
“Herkes mütarekeyi bir muvaffakiyet addediyor ve müttefiklerin Osmanlı Devletine karşı müsait bir davranışı sayıyordu. Gerçekten mütareke metni okunduğu zaman, açık ifade ile göze batacak mahzurlar taşımadığı intibaı uyanıyordu. Đleride, mütarekenin tatbikatı esnasında memleketin canını yakmış olan esaslı maddeler, çok kapalı ve aynı zamanda her türlü tefsire müsait bir şekilde kaleme alınmıştı. Mütareke metni içinde, fena niyetle kullanılırsa son derece zarar verecek istidatta manalı maddeler vardı. Bunlar kapalı ve müphem bir ifade taşıyordu. Bu maddelerin getirdiği mahzurları, nazari olarak, Đngiliz amiralinin mütarekeyi aktederken bizim murahhas heyetimizde münasebetinin verdiği ümitler ve itimatlar büyük ölçüde telafi ediyordu. Mütareke müzakereleri cereyan ederken, Đngiliz vis-amirali Arthur Calthorpe, bizim murahhas heyetimizi, mütareke hükümlerinin tarihi Türk Đngiliz dostluğundan mülhem olan itimat havası içinde tatbik olunacağı hususunda temin etmiş. Mütareke görüşmeleri böyle anlatılıyor, böyle söyleniyordu.” 111
Đnönü’nün işaret ettiği gibi her türlü yoruma açık maddeler, “Mütarekeyi
Uygulama” adı altında Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına yol açacak
şekilde uygulanmaya başlanacaktır.
Türkler, Boğazlar bölgesi hariç, hiçbir yerde Osmanlı toprağının işgal
edilmeyeceği ve o tarihteki ileri hatlarının bir mütareke sınırı olarak
110 ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, 18. 111 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 164.
141
benimseneceği inanç ve umudundaydılar112. Ama, mütarekenin
imzalanmasından sonra mütareke hükümlerine uymaya gerek görmeden
çeşitli gerekçelerle yurdun çeşitli bölgelerini işgale başlayan Đtilaf
devletleri’nin, Yunanistan dahil, 55 parçalık harp filoları, 13 Kasım 1918'de
Çanakkale'yi geçerek Đstanbul’a girmiştir. Birkaç gün sonra Đtilâf Devletleri'nin
Đstanbul'daki kuvvetleri başkumandanlığına atanan General Franchet
d'Esperey, Đstanbul'a gelecektir. Đtilaf donanmasının ve Fransız generalinin
gelişi, Türkler dışında, diğer milletlere mensup halkın alkış ve gösterileri
içinde, Osmanlı devleti için onur kırıcı bir şekilde ve sanki savaşla ele
geçirilmiş bir şehirde bulunuyormuş gibi vukubulacaktır.
Falih Rıfkı Atay, sonradan Ali Çetinkaya ve bazı arkadaşlarının Rauf
Bey’i niçin eleştirdiklerini anlamanın güç olduğuna değinerek,
“Mondros mütarekesi o günkü şartlar altında seçme zorunlu olduğumuz felâketlerin en hafifi idi.Ya mütareke yapacaktık, yahut General Franchet d’Esperey, orduları ile Đstanbul’a girerek devlete el koyacaktı. Mesele namuslu hükümet adamlarının mütareke şartlarının kötüye kullanmasını önleyecek karakterde olması idi. Bir milli bütün kurmamızda, düşman pençesi altında birbirimize girmemekliğimizde idi. Bir ahlâk imtihanı geçirecektik. Bir müddet sonra limanda düşman donanmasını ve şehirde hıristiyan nümayişlerini nasıl görüp katlanabileceğimizi elimizle kalbimizi sıkarak düşünüyorduk.”
demekte ve daha beterinin de olmuş olabileceğine işaret etmektedir:
“Ya Çar Rusyası 1917’de yıkılmamış olsaydı? Müttefikerle aralarındaki anlaşmaya göre Đstanbul Sakarya kıyılarına kadar Rusların mülkü olacaktı. 1918’in o haftalarında Rus orduları kumandanı, Çar Nikola’yı Dolmabahçe Sarayının rıhtımında karşılayacaktı. Daha neye uğradığını bilmeden, Doğudan Güneye doğru, Adana’ya kadar uzayan bir Ermenistan
112 Bkz. Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 4. Basım, Đstanbul, Cem
Yayınevi, Ekim 1995, 55.
142
kurulacaktı. Lenin Çarlığı devirdiği sırada, Rus ordularının nerede ise Sivas kapılarına dayanmış olduğunu unutuyorduk.” 113
Mütareke imzalandığı gün, bugünkü Türkiye toprakları işgal edilmiş
değildi. Güney cepheler, aşağı yukarı “Milli Misak “ sınırındaydı. Suriye
cephesinde Halep düşmüştü, ama Hatay henüz Türkiye’nin elindeydi. Irak’ta
cephe Musul şehrinin 60 kilometre kadar güneyindeydi. Kafkasya’da ise
durum daha da elverişliydi. Mütarekeyle bu durum olduğu gibi dondurulursa,
Anadolu parçalanmadan kalacaktı. Türk toprakları üzerinde bir Ermeni devleti
kurulmayacaktı. Ama, Türkiye’yi yok etme planları, Mütareke döneminde
uygulanmaya başlanır114.
Đtilaf devletlerinin işgallere başlamalarıyla, Anadolu’yu parçalamak
niyetinde oldukları ortaya çıkmıştır. Türkler, ellerinde kalan ana yurtlarının da
parçalanmakta olduğunun farkındadır. 9 Mayıs 1920’de Cafer Tayyar
Eğilmez,
“……Bugünkü durum müsait olsaydı, belki hepimiz buradan göç ederdik. Bizim, artık, göç edecek yerimiz yoktur…”115
demektedir. Daha önceki dönemlerde Osmanlı devleti toprak kaybettikçe
bulundukları yerlerden Osmanlı’nın elinde kalan topraklara göç eden Türk
halkının gerçekten de Anadolu’dan başka gidebileceği bir yer artık
kalmamıştır. Rumeli’den sonra Türklerin son sığınma noktası Anadolu’nun da
parçalanma süreci başlatılmıştır. Türkler, Anadolu’nun da ellerinden alınmak
istendiği algılaması içerisine girmişlerdir. Bu ortam içerisinde ulusal
mücadele, iç ve dış düşmanlara karşı, vatanlaşan Anadolu’nun bir var oluş
mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır.
113 ATAY, 136-137. 114 ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, 21. 115 BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 256.
143
II. ULUSAL MÜCADELE DÖNEMĐ
A – MĐLLĐ / ULUSAL MÜCADELE’NĐN OLUŞMASI
1- Ulusalcıların Dış ve Đç Düşmanları
Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün
barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak, bunun da paylaşılmasını
gerçekleştirmek için uğraşılmaktaydı116. Tanzimat'ın, Osmanlı adı altında
müşterek bir siyaset ve çıkar etrafında birleştirmek istediği insanların
birbirlerinden çok farklı gelecek tasarımları ve beklentileri içerisinde oldukları
su yüzüne çıkmıştı. Bununda en kuvvetli gösterilerine Rum ve Ermeni siyasi
çevrelerinde, Osmanlı Parlamentosu'nda rastlanıyordu. Osmanlı
Đmparatorluğu’ndan ayrılmak üzere bulunan yerlerin halkını, Osmanlı
Parlamentosu’nda temsil eden milletvekilleri/mebuslar, ister Arap, ister başka
milletlere mensup olsun, ayrılık arzularını gerçekleştirebilecekleri fırsatın
ellerine geçmek üzere olduğunu görüyorlardı ve ona göre hareket ediyorlardı.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Đstanbul’u ele geçiren padişahı Fatih Sultan
Mehmed'in yeni imtiyazlarla kuvvetlendirmiş olduğu Rum Patrikhanesi 'Sen
Sinot' Meclisi, Anadolu ve Rumeli'deki metropolitlerin çoğunu Đstanbul'a
çağırmış, bunlarla kadrosunu tamamladıktan sonra Patrikhaneyi tam bir ihtilal
merkezi haline getirmişti.
116 Mustafa Kemal ATATÜRK: Söylev, Haz. Hıfzı Veldet VELĐDEDEOĞLU, 35. Basım, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Eylül 2000, 43.
144
Yunanistan, Osmanlı’daki Rum örgütlerine destek veriyordu. Örneğin
Yunanistan’ın verdiği destekle kurulan Mavri-Mira’ya, Yunan Đçişleri
Bakanlığı’nın gizli tahsisatından da parasal kaynak aktarılmıştı.
Anadolu'da Rum teşkilâtının en kuvvetlisi, temeli 1904 yılında Merzifon
Amerikan Koleji'nde okuyan Rumlar tarafından atılmış, 1909 tarihinde
Trabzon metropoliti yolu ile Atina'da Küçük Asya Cemiyeti'nin emri altına
girmiş olan Pontus Cemiyeti idi. Pontus Cemiyeti, eski Yunanlıların
Pont-Euxin dedikleri Karadeniz ve Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun sahil
vilayetleri ile, içeride Amasya ve Sivas vilayetlerinin bir kısmını içine alan ve
Batum’dan Ayancık'a kadar uzanan bir bölgeyi Yunanlılaştırmak, ileride
Yunanistan'la birleştirmek üzere bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti
kurmayı amaçlamaktaydı117.
Patrikhane’de, 25 Ekim 1918'de, Jön Türklere taviz verdiği
gerekçesiyle, görevinden istifa ettirilen V. Yermanos’un, yeni Patrik seçimi
barış kesinleşinceye kadar ertelenerek, yerine vekil olarak, Makedonya'da
metropolitken Bulgarlara karşı mücadelesiyle ünlenen ve Đstanbul'un zengin
tüccarlarıyla yakın ilişkilere sahip Bursa Metropoliti Dorotheos getirilir.
Böylece Patrikhane'nin "Venizelist dönemi" başlar. Bu dönemde Patrikhane,
"kurtarılmamış Rumların" sözcüsü durumuna gelir118. Patrikhaneye göre,
Küçük Asya Rumları beş yüzyıldır esaret altındadırlar ve şimdi haklı özgürlük
taleplerine destek beklemektedirler. Đstanbul'da Türklerin çoğunluk olduğu da
doğru değildir. Bir milyon nüfusunun 300 bini Rum, 400 bini Müslümansa da,
bu rakamı 1912 istatistiklerine göre şöyle değerlendirmek gerekir: Geneli
Türk olan 47.071 devlet görevlisi vardır. Bunların aileleri beşer kişi olarak
düşünülürse, 235 bin civarında bir sayıya ulaşılacaktır ki, onların kaderi
117 Bkz. BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 24-26. 118 Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2004, 65-66.
145
hükümetin kaderine bağlıdır. Hükümetin yer değiştirmesi durumunda
Rumların tartışmasız çoğunluk olacakları ileri sürülmektedir. Rumların
peşinde koştukları ideali gerçekleştirmelerine, yani Yunanistan’la
birleşmelerine yardımcı olunmalıdır119. Đşgal kuvvetleri ile de işbirliği içinde
olan Dorotheos, 9 Mart 1919’da Osmanlı Rumlarının vatandaşlık
görevlerinden muaf olduklarını, Patrikhane'nin Osmanlı resmî kurumlarıyla
ilişkiyi kestiğini ilan eder. Patrikhane'ye Yunan bayrağı çeken Patriklik
Konseyi, 16 Martta Rum kiliselerinde alınan “Yunanistan'la birlik" kararını
açıklar120.
8 Aralık 1921'de yapılan Patrik seçiminde Yermanos'un aldığı iki oya
karşılık 16 oy alan, eski Atina Başepiskoposu ve koyu bir Venizelist olan
Meletios "yaşasın Venizelos!" nidaları arasında, IV. Meletios adıyla Patrik
seçilir. Osmanlı Hükümeti ise 19 Aralıkta, "bir Yunan vatandaşının patrik
seçildiğini basından öğrendiğini, bunun mevcut yasa ve yönetmeliklere aykırı
olduğunu" vurgulayarak seçimi tanımadığını açıklar. Zaten Meletios da,
Osmanlı yönetiminden berat talep etmeyen ilk patrik olur. Patrik açık olarak
Yunan ordusuna destek verir, yaralılar için kiliselerde ve evlerde para yardımı
toplar, ateşli vaazlarda bulunur121.
Mondros mütarekesinden sonra büyük tehlikelerden biri doğuda
Ermenistan kurulması idi. Bütün dünyada kamuoyu, savaş sırasındaki
“katliam ve tehcir” haberlerinin etkisi altında, Ermenileri desteklemekte idi.
Đstanbul’a gelen haberlerde “vilâyat-ı sitte –altı vilayet” denen Erzurum, Van,
Bitlis, Harput, Diyarbakır, Sivas illerinin yeni Ermenistan olacağı bildirilmekte
119 Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 66-67. 120 MACAR, 67. 121 Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 80-82.
146
ve Ermeni liderlerinin Klikya’ya kadar sarkmak peşinde oldukları bilinmekte
idi122.
Nerede Ermeni ve Rum tehdidi varsa orada Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri
kurulmaya başlanmış, Mustafa Kemal’in de ifadesiyle,
“... Vilâyati Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti’nin kurulmasına yol açan önemli kaygı ve nedenler, Doğu illerinin Ermenistan’a verilmesi olasılığından doğuyordu”123.
Karadeniz kıyılarındaki bölgelerde de, bir Rum Pontus hükümeti
kurulacağı korkusu nedeniyle Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında
bırakmayıp yaşama haklarını ve varlıklarını koruma amacıyla, Trabzon’da da
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştu.
Diyarbakır, Bitlis, Elazığ illerinde, Đstanbul’dan yönetilen Kürt Teali
Cemiyeti (Kürt Yükselme Derneği) vardı. Bu derneğin amacı yabancı
devletlerin kanatları altında, bir Kürt hükümeti kurmaktı124.
Mustafa Kemal Paşa’nın müslüman Kürtlerin aşiret ve dini önderlerine
gönderdiği telgraflarda iki ana tema öne çıkmaktadır: Kâfirlerin yüce hilafet ve
saltanat makamına karşı giriştikleri saldırı ve mukaddes vatan topraklarının
Ermeniler tarafından işgali125. O zamanlar ve tüm mücadele süresince
Halifeliğin ve Đslamiyetin Kurtuluşu anlamında kullanılan milli kelimesinin “dini
olan” ve “ulusal olan” şeklinde iki anlama da gönderme yapabilmesi ve
122 ATAY, 201. 123 ATATÜRK: Söylev, 38. 124 a.g.e., 39. 125 Ahmet YILDIZ: “ “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno – Seküler Sınırları ( 1919 – 1938 ),”, 1. Basım, Đstanbul, Đletişim Yayınları,2001, 100.
147
Osmanlı “millet” sistemi içerisinde farklı etnik gruplardan gelen
Müslümanların “tek bir millet” olarak kabul edilmeleri Türk ulusalcılarının işini
kolaylaştırmıştır.
Erzurumda yerleşik düzenli birliklerden 15.Kolordu komutanı ve
Ulusal/Milli Mücadele sırasındaki Mustafa Kemal’in yanında tavır almasıyla
Ulusal/Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasında önemli bir rol oynamış
Kâzım Karabekir’in o dönemde Kürtleri mücadeleye katabilmek için izlediği
politikayı anlatan aşağıdaki sözlerini aktarmak yerinde olacaktır. 1917
Nisanında Irak Cephesinden Doğu Cephesine atanmış ve Mütareke’den
sonra Türk ordularının 1914 sınırlarına çekilmesiyle Erzurum’a gelmiş olan
Kâzım Karabekir şöyle diyor:
“Harbi Umumi’yi mütareke felaketi takip ettiği için Đttihat ve Terakki hükümeti bu havalide bir şey yapamadı. Ben mütareke bidayetinde Erzurum’a gelir gelmez Kürtlük meselesinin... müthiş faaliyetiyle karşılaştım. O zaman Đstanbul hükümetinin de Kürt istiklaline taraftar bulunduğunu gönderdiği heyetlerden anlayarak hayrete düştüm. Hatta Fevzi Paşa Hazretlerinin de bulunduğu bir heyet reisi Đlhami Bey bana heyeti muvacehesinde dedi ki:’Şark vilayetleri Ermenistan olacak, Kürtler de kıyam ile muhtariyet isterlerse Kürtlerle meskûn mıntıkalar olsun kurtulur.’ Đstanbul’un bu cahilane ve gafilane zihniyetini düzeltmeye çalıştım. Kendilerine ve bütün Kürtlere şu fikri verdim: ‘Düşmanlarımız büyük Ermenistan yapmaya çalışıyor. Buralarda ise en ziyade Kürt kardeşlerimiz oturmaktadırlar. Kürt istikbali diye çalışanlar düşmanlarımızdır. Maksatları Kürtleri bizden ayırdıktan sonra Ermenistan yapmaktır. Kürtleri mahvedeceklerdir. Bunun için Türk ve Kürt kardeşler bu felakete meydan vermeyiniz.”126
Osmanlı devletinin içerisinde bulunduğu koşullarda, asker sivil
birçoklarına göre iki ihtimal vardır: Biri Hürriyet ve Đtilâf Partisi ile Saraya ve
126 Kazım KARABEKĐR: Kürt Meselesi, Haz. Faruk ÖZERENGĐN, 2. Basım, Đstanbul, Emre Yayınları, Ekim 1995, 10.
148
Bab-ı Âli’ye dayanan Đngilizler elinde parçalanmak, bölünmek, ikincisi yalvara
yakara Amerikan mandası altına girmek ve böylece yurt bütünlüğünü
korumak! Büyük devletlere meydan okuyucu bir bağımsızlık savaşı, bunlar
için, imkânsız bir şey(dir) 127.
Ulusal amaçlarla mücadeleye atılacak olanlar iki düşmanla
karşılaşacaklardır. Atatürk bunları, birbiriyle ittifak halinde iç ve dış düşmanlar
olmak üzere iki başlık altında görüyordu. Dış düşmanlar ulusal bağımsızlık
savaşını boğmak ve Türkiye’yi yok etmek isteyen yabancılar, iç düşmanlar
ise Padişah, Saray ve Babıâli’dir. 30 Ekim 1922’de Ulusal/Milli Mücadele’nin
önde gelen örgütleyicilerinden Rauf Bey’in 23 Nisan 1920’de Ankara’da
açılmış olan Meclis’te yaptığı konuşmadaki ifadesiyle:
“Osmanlı Đmparatorluğu’nun müessis ve sahibi hakikisi olan Türk Milleti, Anadolu’da hem haricî hem de o düşmanlarla birlik yapıp millet aleyhinde harekete geçmiş olan Padişah, Saray ve Babıâli aleyhine mücadeleye girişmişti.”128
Osmanlıların son padişahı olacak olan VI. Mehmet Vahdettin, daha
elverişli bir barış antlaşması elde etmek için Đtilaf Devletlerinin, bilhassa
Đngiltere’nin suyuna gitmeyi amaçlayan siyasetler izledi129. Mütareke
sonrasında yeniden örgütlenen Hürriyet ve Đtilafçılar, sırtlarını dış düşmana
dayıyarak, iktidar koltuğuna oturmayı amaçlamaktadırlar. Bu amaçlarına 4
Mart 1919 günü, Damat Ferit Paşa’nın ilk kez sadrazam olmasıyla ulaşırlar.
Damat Ferit Paşa hükümeti, Hürriyet ve Đtilâf Partisi'nin hükümetidir. 5 Mart
günü, “ Türk Savaş Suçluları“ konusundaki Đngiliz planı Babıâli’ye verilir.
127 ATAY, 209. 128 Ali Fuat CEBESOY: Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıraları (I. Kısım), Đstanbul, “Vatan” Neşriyatı, 1957, 123. 129 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 199.
149
Sanıkların yakalanmaları istenir. Bu dönemde Đstanbul’da “savaş suçluları”
konusunda Đngilizlerle Padişah Hükümeti arasında tam bir işbirliği dönemi
başlar130.
Savaş yıllarının Đttihat ve Terakki iktidarı toptan suçlanmaktadır.
Başbakandan/Sadrazamdan bakanlara/nazırlara kadar herkese bir Ermeni
kırımı suçu yapıştırılmıştır. Đktidarda olmaları yeter görülmüştür. ”Sorumluluğu
paylaşması gerekir” denmekle yetinilmektedir. Başkaca delil aramaya gerek
duyulmamaktadır131. Divân-ı Harb-i Örfî'de (Sıkıyönetim) yargılanan, eski
iktidar üyelerine yüklenmek istenen başlıca suç, sözde “ Ermeni Kırımı”dır132.
2- Đttihatçılar Şimdi’nin Kuvvacıları
1 Kasım 1918’de olağanüstü toplanan Đttihat ve Terakki kongresinde
yaptığı konuşmada Talat Paşa, Rusya'nın, Catherina zamanından beri
Türkiye'yi parçalayarak Đstanbul'u almak istediğinin malum olduğunu, son
zamanlarda Đngiltere ve Fransa’nın, Rusya'nın Şark siyasetini tamamiyle
tasvib ettiklerini, Almanya'nın mağlubiyeti halinde siyasi denge
bozulacağından Rusya'nın senelerden beri beklediği parçalama programını
Türkiye aleyhinde tatbik edeceğine en ufak bir şüphesinin dahi olmadığını
belirtmekte ve savaşa girildiği zaman Padişah, Veliaht Sultan Vahdeddin,
130 Bkz. ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, 59-63. 131 ŞĐMŞĐR: Malta Sürgünleri, 72. 132 a.g.e., 82. 1914 – 1918 yılları arasında yaşanan I. Dünya Savaşı’nın başlarındaki Yozgat Ermeni ‘tehcir’ ve ‘kırımı’ndan dolayı mutasarrıf vekili ve Boğazlıyan ilçesi kaymakamı Kemal Bey, 8 Nisan 1919 tarihinde ölüm cezasına, Jandarma Kumandanı Binbaşı Tevfik Bey 15 sene hapse mahkûm olmuşlardı. Kemal Bey 10 Nisan 1919’da Beyazıt Meydanı'nda asıldı. Ertesi günü, Tıbbiye öğrencileri cenazeyi, üzerinde 'Türklerin büyük şehidi Kemal Bey' yazılı çelenk ile karşıladı. Halk, cenazeye gösterdiği ilgi ile özel mahkemenin kararına ve adalet işlerine karışan yerli ve yabancıların baskılarına cevap veriyordu. Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 69-70.
150
Ayan ve Mebusan Meclisleri, ülkenin kurtarılmış olduğuna kani idiler
demekte, fakat savaşın bu kadar uzun süreceğinin kestirilemediğini, son
zamanlarda savaşın gidişinin tersine döndüğünü ve mağlup olunduğunu
söylemektedir133.
Kongre’de Đttihat ve Terakki’nin tarihe karıştığını, yasal yönden ilân
etmesine rağmen, Đttihatçılar kendilerine yeni yollar aramaya devam
etmişlerdir134.
Bu dönemin siyasal yaşamında onulmaz yenilginin tek sorumlusu
sayılan Đttihat ve Terakki’nin ezeli düşmanı Hürriyet ve Đtilâf Fırkası kendisini
egemen görmektedir. Yabancı ve işgalci makamlar tarafından da
desteklenmektedir.
Ne var ki Hürriyet ve Đtilâf – tüm uğraşılarına karşın – iktidar partisi
olamayacaktır. Đttihat ve Terakki düşmanlığını kendisi için tek gerçek program
ve politika sayan Hürriyet ve Đtilâf, siyasal kutuplaşmanın bir başındadır.
Anadolu Hareketi de Đttihatçı sayıldığı için, muhalefeti bu yeni oluşumu da
133 Talat Paşa’nın konuşması için Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, Cilt:1, 80-82. 134 TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 69. Tevfik Paşa’yı izleyen birinci Damat Ferit Paşa kabinesi Teceddüt ve Hürriyetperver Avam fırkalarını 5 Mayıs 1919 tarihli Meclis-i Vükelâ kararıyla feshetmiştir - ve gerek Đstanbul’da, gerekse taşrada bulunan merkez ve şubelerin “hemen fesih ve seddini“ ( kapatılmalarını ) bildirmiştir. ”Mefsuh ( kapatılan )Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin emval ve emlâki hakkında müttehaz ( alınmış olan ) kararın bunlar hakkında da” uygulanarak kuruluş müsaadelerinin iptali ve bundan sonra da Đttihat ve Terakki “maklûbu“ (dönüşeni) olarak başka adlarla kurulmak istenecek fırka ve cemiyetlere izin verilmemesi Dâhiliye Nezaretine bildirilmiştir. Damat Ferit Paşa hükümeti kapatma gerekçesi olarak, her iki partideki yönetim kurulları üyelerinden hemen tümünün Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eski üyesi olmalarını bir bölümünün de sanık ve tutuklu bulunmalarını göstermiştir. Bkz. Tarık Zafer TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, 121-122.
151
kapsamaktadır. Çünkü Đttihatçı olan, görünen ve gösterilen ne varsa O’nun
karşısındadır ve onları Bolşeviklikle suçlamaya hazırdır135.
Đttihat ve Terakki Cemiyeti’( ve Fırkası) hukuken ortadan kalkmasına
karşılık, henüz kapanmayan şubeleri ve kulüpleriyle Anadolu’da
( ve Trakya’da ) hâlâ ayaktadır. Örgütün Müdafaa-i Hukuk hareketinin
oluşmasında büyük etkisi olmuştur. Dolaylı olarak Đstanbul’u da etkilemiştir.
Anadolu hareketinin Đttihatçılık olduğu, Hürriyet ve Đtilâf tarafından bu nedenle
ilân edilmiş ve 1919 seçimine bu yüzden katılmadıkları da ileri sürülmüştür. O
kadar ki, 1911’de olduğu gibi, Anadolu’yu baskısı altında tutan Đttihat ve
Terakki’ye karşı bu sefer de Hürriyet ve Đtilâf bayrağı altında muhalefetin
çığlaşması önerilmiştir136.
Trakya Yunanistan’a, Doğu genişleyecek olan Ermenistan’a, Đzmir ve
hinterlandı Yunanistan veya Đtalya’ya, Kilikya Fransızlara verilmek korkusu
içindedir. Hürriyet ve Đtilâf partisi büyük devletler ne yaparlarsa hepsini haklı
bir ceza gibi görmektedir. Her vatansever ittihatçı, her ittihatçı da Ermeni
öldürmek ve Türkiye’yi savaşa sokmak suçlusu olarak görülmektedir.
Nereden bir protesto sesi gelirse ona hemen ittihatçılık damgası
vurulmaktadır. Bununla beraber bazılarının merkezi Đstanbul’da da olsa
Doğu, Güney, Ege ve Trakya’nın haklarını korumak için milli dernekler
kurulmuştur. Bunlar dağınıktır. Her biri kendi bölgesinin kaygısındadır.
Yaptıkları da o bölgelerde Türklerin çoğunlukta olduğunu gösterici istatistikler
toplamak, yayınlarda bulunmaktır. Doğu’nun batı ile, kuzeyin güneyle ilgisi
yoktur. Hükümet boyun eğicilerin elindedir137. Ama yurtta hayır sesleri de
vardır. Falih Rıfkı Atay’ın ifadesiyle,
135 TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, 60. 136 a.g.e., 74. 137 Bkz. ATAY, 156-157.
152
“Hele Ermeniye, Ruma köle olmak, bu Türklüğü çıldırtıcı bir şey….”138
olarak algılanmaktadır.
3- Đzmir’in Đşgali ve Milli Mücadele’nin Örgütlenmesi
Amiral Galthorpe, 14 Mayıs 1919’da Đzmir Valisi’ne verdiği notada,
Mütareke şartlarının 7. maddesi uyarınca Đtilâf Devletleri’nin kararıyla, Đzmir’in
Yunan kıtaları tarafından 15 Mayıs 1919 sabahı saat 8.00'den itibaren işgal
edileceğini bildirmiş, Damad Ferit Paşa da, 15 Mayıs 1919 sabahı verdiği
notasında Đzmir'de halen böyle bir tedbiri haklı gösterecek hiçbir sebep
olmadığını, Osmanlı Hükümeti'nin, asker sayısını arttırmak hususundaki
talebi kabul edilmiş olsaydı Đzmir'de asayişin daha mükemmel bir halde temin
edilmiş olacağını söylemekte ve Asya kıtasındaki Đzmir'in, tarih, coğrafya ve
mevcut ırkların nisbetleri bakımından, Yunanistan'la hiçbir münasebetinin
olmadığını, Hükümetin, Đzmir'in Đtilâf Devletleri tarafından işgali hakkındaki
Paris Konferansı kararlarına muhalefet etmediğini, zira, ne hükümet ve ne de
'Osmanlı milleti'nin en önemli şehirlerinden birisinin işgalinin kesin bir nitelik
almasını, bir an için bile, tasavvur edemediğini belirtmekte ve Nota şu
sözlerle sona ermektedir:
“Hükümet-i seniyye, büyük Đtilâf Devletleri hakkındaki hissiyat-ı riayetkârisi (saygı duyguları) iktizasınca, bu büyük devletlerin arzuları karşısında serfürû eyler (boyun eğer).” 139
Teslim olma fikrini savunanların gerekçesi şunlardı:
138 a.g.e., 157. 139 BAYAR: Ben de Yazdım:Milli Mücadeleye Giriş, Cilt:6, 44.
153
“Yunan ordusu Đzmir'i büyük devletlerin kararı ile işgal etmiştir. Şu halde karşımızda yalnız Yunanlılar değil, Đtilaf Devletleri de vardır. Bunlarla, dört harp yılında, bizden daha kuvvetli müttefiklerimizle beraber savaştık, başa çıkamadık. Şimdi yalnız başımıza nasıl galebe çalarız? Yeniden silaha sarılmak intihar olur. ‘Serfürû etmekten, ( boyun eğmekten ) başka çare yoktur. Mukavemet, karşı koymak taraflısı olanlar, bizi bu hale getiren Đttihatçılardır. Memlekette yeniden yangın çıkarmak istiyorlar.” 140
Đzmir Valisi, Đstanbul'daki hükümetinin direktifine uyarak halkı sükûnete
davet ederken, Yunanlılara karşı müdafaa ve mukavemetin zararlı ve
'mecnûnâne' (delice) bir hareket olacağını söylüyordu. Kendi politikalarının
Avrupa'da Türklerin lehine büyük siyasi değişiklikler yarattığını iddia
ediyordu141. Đzmir’den sonra Yunanlılar Marmara sahillerini ve Trakya’yı da
işgal etmişlerdi. Falih Rıfkı Atay, Rum ve Ermeni gazetelerinin neler yazdığını
tercüme ettirip okumayı bile göze alamıyorduk, diyor ve şöyle devam ediyor:
“20 Mayıs tarihli bir Türk gazetesinde çıkan şu satırlara bakınız: ‘Đzmir’i kaybettik. Halkı avutmaya lüzum yok. Yarın Đstanbul’u da kaybedince yine bağırıp çağıracak mıyız? Buna ne hakkımız var?’ Yani hepsi cezamız. Bütün millet elbirliği ile bir cinayet işlemiştir. Bütün millet, devletini, hürriyetini, vilâyetlerini vererek ve hiç ses çıkarmayarak bu cinayetin cezasını ödemeye razı olmalıdır.”142
Đzmir’in işgalinden sonra, milli mücadelenin yaygınlaşmaya başladığı
görülmektedir. Padişah Vahdeddin, Damad Ferit ve hükümetinin siyasetlerine
rağmen, Osmanlı genelkurmayının da bu mücadelenin şekillenmesinde örtülü
bir şekilde yer aldığı anlaşılmaktadır. Ordunun açıktan bir hareketi yeni bir
savaş ilanı demek olacağından yapılacak şey, oluşturulacak millî kuvvetlere
ordudan yardım etmek biçiminde olacaktır. Birinci Dünya Savaşı'ndan kalma,
askerî silah depolarının nakil edilmesi, halka silah dağıtılması, hatta zorda
kalınırsa halka yağma ettirilmesinin yöntemler arasında bulunduğu
140 a.g.e., 68-69. 141 a.g.e., 69. 142 ATAY, 181.
154
anlaşılmaktadır143. Ayrıca Đtilâf Devletleri'ne karşı Đstanbul Hükümetini zor
durumda bırakmış olmamak için göstermelik olarak isyan eden subaylar da
Kuva-yi Millîye’de çalışmaktadırlar144.
Mustafa Kemal Paşa’da Anadolu’ya geçmek için aradığı olanağı bu
dönemde bulmuş ve 16 Mayıs 1919’da, Đzmir’in Yunanlılar tarafından işgal
edilmesinin yarattığı feveran içerisinde yola çıkmıştır. Mustafa Kemal’e,
Hükümet tarafından verilen talimatta, çeşitli yerlerde birtakım şûralar
bulunduğu ve bunların asker toplamakta olduğu ve ordunun resmî olmayarak
bunları himaye ettiğinin iddia olunduğu; böyle şûralar mevcut olup da asker
topluyor, silah dağıtıyor ve ordu ile de münasebette bulunuyorsa, katiyen
engel olunması ve bu gibi kuruluş şûralarının ilga edilmesi, isteniyordu145.
Havza'da 29 Mayıs 1919 tarihinde 15. , 3. ve 20. Kolordu
Kumandanları’na yazdığı gizli telgrafda, Đtilâf Devletleri'nin ulusa
hakkaniyetsiz bir siyaset tatbik ettiklerini ve ulusal bağımsızlık ve devleti
idama mahkûm etmekte olduklarını, Đzmir'i, Manisa'yı Yunanlılara işgal
ettirmeye başlayan zalimane icraatlarının, Đtalyanların Antalya ve Konya
tarafında askerî işgallerini genişletmeleri ile bir kat daha vahim bir şekil
alacağını, Samsun ve Trabzon gibi Karadeniz çıkışlarının da aynı akıbete
uğratılması tedarikine başladıklarının anlaşıldığını, Ermenilerin arzularının
gerçekleştirilme noktasına yaklaştırılarak milletin millî hayat hakkına bir idam
darbesi indirilmesinin, uzak olmadığını, işgal altında bulunan hilâfet makamı
ve hükümet merkezinde Đtilâf temsilcilerinden adeta esir muamelesi gören
merkez hükümetinin îmâ etmek suretiyle taşraya son zamanlarda işittirdiği
sesin, içinde bulunulan elim siyasi vaziyeti gösterdiğini, Milletin esaretten
143 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:6, 167. 144 Örnek için Bkz Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:7, 43. 145 Mustafa Kemal’in görüşmeleri ve verilen talimat hakkında Bkz Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 84-89.
155
kurtulması, hâkim ve bağımsız olarak topraklarında yaşayabilmesinin ancak
azimkar ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan hakkını müdafaaya ve
bağımsızlığa şevki ile olanaklı olacağını ifade etmektedir.
Mülkiye memurlarının, güven duyulacak kişiler ile elele vererek
bağımsızlığın müdafaası emrinde gerekli olan teşkilâta, gizlice ve dışa karşı
sezdirilmeyecek bir şekilde başlamalarını zaruri gören Mustafa Kemal Paşa,
bu işe girişmenin ihtisasları dolayısıyla askerlere düşen bir görev olduğunu
söylemektedir. Telgrafın devamında Mustafa Kemal, Doğu vilayetlerinde
yabancı işgalini iki şekilde tasavvur etmektedir:
Ya Karadeniz sahilindeki Rum halkı isyan ederek cumhuriyet ilan
edecek ve bir taraftan da kuvvetli iç ve özellikle dış çeteleri, vilayetleri yağma
edecektir. Buna karşı mukabele, jandarma ve asker müfrezeleri ile yapılacak
ve Đslam köylüleri de ellerindeki silahlarıyla köylerini müdafaa edecekler
veyahut böyle bir isyan ile küçük veya büyük yabancı kuvvetler sahile
yerleşecek ve belki içerilere de sarkacaklardır.
Çıkan yalnız Yunan kuvveti olursa halk ve askeri kuvvetlerle
kovulmaları yöntemine başvurulabilir. Diğer Đtilâf Devletleri'nin askerleri
olursa sahilde yerleşmelerinin durdurulması ve içeride karşı koyulması da
aşağıdaki şekilde ve mitingler ile millî protestolar yoluyla yapılabilecektir.
Bu kuvvetlerin içerilere sarkmasına yani ülkeyi fiili olarak işgal
etmelerine karşı tabiatiyle halk ve asker yekvücut olarak fiilen silahla karşı
koyacaktır. Bu karışıklıklarla beraber Doğu’nun Ermenistan ve Gürcistan
yönünden vuku bulacak saldırı durumu dikkate alınarak başlıca geçiş
noktalarının 'gerilla' tarzında müdafaası hususunun şimdiden hazırlığının
yapılması, sahile yakın olup yabancı kontrolları dışında kalmış yerlerdeki
156
silahların, cephane ve techizat ve askerî sağlık malzemelerinin uygun şekilde
sezdirilmeden içerilere nakillerinin sağlanması, hatta kontrola tâbi olanların
da kaçırılması için de şimdiden hazırlık yapılması, köylülerin vaziyetine göre
halkın kendi köyünü müdafaa veyahut civar askerî birlikleri de takviye
etmelerine göre gerekli olan hazırlığa başlanması ve bunun için silah ve
cephanenin ve iaşe tarzının kararlaştırılması ve askeri birliklerin
mevcutlarının arttırılması gerekmektedir146
Mustafa Kemal Paşa, Amasya'dan yayınladığı 22 Haziran 1919 tarihli
çağrıda da vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede
olduğunu, Hükümet merkezinin Đtilâf Devletleri'nin tesir ve kuşatması altında
bulunması nedeniyle sorumluluğunun gereklerini yerine getiremediğini ve
her türlü etkiden bağımsız bir heyet-i milliyenin oluşturulmasının elzem
olduğunu söylüyor ve bunun içinde Sivas'ta bir milli kongrenin toplanacağını
ifade etmektedir.
Amiral Galthorpe, 2 Temmuz 1919 tarihinde Harbiye Nezareti'nden
Mustafa Kemal Paşa ile Konya'da bulunan Cemal Paşa'nın 'azil' edilmelerini
istemiş; "bu talebin dayandığı gerekçeyi de Sivas ve Konya vilayetlerinde
eşkiyalardan silahlı mukavemet kuvvetleri teşkiline başlanıldığı, müttefiklerin
menfaatlerine aykırı hareketlerde bulunmak gayesiyle ciddi bir faaliyet
mevcut olduğunun alınan raporlardan anlaşılmış olmasına dayandırmıştır147.
Osmanlı Hükümeti de, Đtilâf Devletleri temsilcilerinin fikrine uyarak ve hatta
onlardan daha ileri bir gerekçe ile Mustafa Kemal Paşa'yı görevinden
uzaklaştırmayı siyasi başarısının birinci şartı sayıyor, ona göre davranıyordu.
Onun da gerekçesi aşağıdaki esaslara dayanıyordu:
146 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 108-109. 147 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 73.
157
“Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa'nın memuriyet bölgesi içinde bulunan Müslüman halkı öbür unsurlar ve yabancılar aleyhine kışkırtma yolundaki davranışlarından dolayı Đstanbul'a getirilmesi Đngiltere Fevkalâde Komiserliği’nden ısrarla istenmiştir. Mustafa Kemal Paşa'nın vâki kışkırtmaları sonucu olarak asayişi bozucu haller meydana gelecek yerlere asker gönderilmesine mecburiyet hasıl olacağı ileri sürülmüştür. Kendisine durumun önem ve inceliği Harbiye Nezareti'nce, defalarca telgrafla açıklanıp memuriyetinden istifa ile Đstanbul'a dönmesi bildirilmiş olduğu halde bunları yerine getirmeyip kışkırtmalarına devam etmekte olduğu her gün yerlerinden alınan resmî bildirmelerden ve bizzat kendi tarafından gelen telgraflardan anlaşılmıştır.” 148
8 Temmuz 1919‘da Mustafa Kemal Paşa, azledilecek, Hükümet,
tutuklanması için askerî ve sivil makamlara emir verecek ve bir beyanname
yayımlayarak 'asi' tanıdığını ilan edecektir. Đstanbul Hükümeti'nin şiddetle
ve heyecanla, "yakalayın, gönderin" diye verdikleri emirler askerî
makamlara gelince önemini kaybedecektir 149.
Đnönü’nün Ocak 1920’de Ankara’ya geldiği zamanki Anadolu’daki
hareketin yürütülüşüyle ilgili değerlendirmesi önemlidir. Đnönü,
“Ankara’ya gittiğim (Ocak 1920) zaman gördüğüme göre, Anadolu’nun garbında ve cenubunda Kuvayi Milliye hemen her cephede teşekkül etmiş. Kuvayi Milliye umumi olarak mahalli teşkilatla idare ediliyor. Her yerde Kuvayi Milliye Heyetleri var, Müdafai Hukuk Heyetleri var, heyetlerin başkanları ve diğer vazifeliler var. Bu heyetler, ordu teşkilatı dışında kalan yerli müfrezelerin her türlü ikmal hizmetlerini ifa ediyorlar. Ordularla, kolordularla temas ederek Kuvayi Milliyenin silah ihtiyaçlarını ve diğer harp ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyorlar.
Kuvayi Milliye liderleri, cephenin muhtelif yerlerinde vazife almış olan mahalli liderler, bulundukları yerlerde kumandayı deruhte etmişler, çalışıyorlar. Bunların içinde askerler de var. Đstifa etmiş subaylar var,
148 Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 137. 149 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 162-163.
158
orduya mensup oldukları halde kendilerine izin verilmiş muvazzaf subaylar var. Kolordu kumandanları, tümen kumandanları, kumandanlık vazifelerinden ve askerlik işlerinden çok cephelerde düşmanla, işgal kuvvetleri ile çarpışan Kuvayi Milliye ile uğraşıyorlar. Bunları beslemek için, idare etmek için kendilerini mesuliyet altına koymuşlar. Böyle bir teşkilat kurulmuş. Tabii bu hal, elde gerekli ve yeterli vasıta olmaksızın fiilen devam etmekte bulunan bir muharebenin idare şeklini göstermektedir. Bütün bu kuvvetlere direktif verme, vasıta bulma ve yardım etme vazifesini görmek durumunda olan yüksek merciin elinde hiçbir imkân yoktur. Yüksek merciin veremediklerini Kuvayi Milliye tesir ve baskı ile vilayetlerden, yani halktan, kumandanlardan, yani ordudan temin etmeye çalışıyor.” 150
demektedir. Celal Bayar’ın Büyük Erkân-ı Harbiye Reisliği Ankara
Matbaası'nda 1928 yılında basıldığını ve yazarının bir süre Mareşal Fevzi
Çakmak'ın yaverliğini yapan Süvari Yüzbaşı Ahmet Bey olduğunu ifade ettiği
Türk Đstiklal Harbi'nin Başında Garbî Anadolu'da Millî Mücadele adındaki
kitaptan aktardığı açıklamalar Harbiye Nezareti’nin Anadolu’daki hareketle
ilişkisini açıklığa kavuşturmaktadır:
“Anadolu'da doğan millî kıyam hareketinin bütün safhalarını Đstanbul'a bildirmeye cesaret edemeyen kumandanlar, raporlarında birçok noktaları meskût geçtiği ve taraflarından Yunanlılara taarruz için hiçbir tedbir ittihaz edilmediğini fakat ilerledikleri halde mani olunacağını bildiriyorlardı. Esasen Harbiye Nezareti'ni, Anadolu hareketinin tâ bidayetinden itibaren kısa zamanlarda birçok nâzırlar işgal ettiği ve bunlar arasında mücadeleyi teşvik edenler olduğu gibi milli kuvvetleri dağıtmak için tedbir ittihaz edenler de bulunduğu malûmdur.” 151
Đnönü, örneğin o zaman Đstanbul’da Harbiye Nazırı olan Mersinli Cemal
Paşa’nın, Heyeti Temsiliye’nin hükümette mümessili olarak kabul edildiğini,
Cemal Paşa’nın ve Erkânıharbiyeyi Umumiye Reisi Cevat Paşa’nın,
vazifelerinden alınmaları için Đngilizler’in hükümete bir nota vermiş olduklarını,
150 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 179-180. 151 Bkz Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:8, 64.
159
Cemal Paşa’nın bu vaziyeti telgrafla Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdiğini ve
telgraftan anlaşıldığına göre, Đngilizlerin isteklerine uymak için hükümetin
bunların çekilmelerine razı olduğunu ifade etmektedir152.
Cemal Paşa’nın yerine Harbiye Nazırlığına Fevzi Paşa gelmiş, Mustafa
Kemal de Fevzi Paşa’nın Harbiye Nezaretine getirilişini olumlu karşılamıştı.
Fevzi Paşa’nın Đnönü’yü Đstanbul’a çağırması üzerine Mustafa Kemal,
“Fevzi Paşa Harbiye Nezareti’ndedir, kendisi ile anlaşmak mümkündür. Senin onunla temas ederek, beraber olarak bu hazırlıkları mümkün olduğu kadar temin etmeye çalışman burada kalmandan daha faydalı olacaktır. Onun için dönmen lazım” 153
demişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri toplanacak, Mustafa Kemal Paşa
önderliğinde bütünleşecek olan ulusal hareket 23 Nisan 1920’de Büyük Millet
Meclisini toplayacaktır, düzenli ordular kuracak ve ulusal bağımsızlığı
sağlayacaktır.
B – SEVR BARIŞ ANDLAŞMASI
Đngiltere'yi Başbakan Lloyd George, Fransa'yı başbakan Georges
Clemenceau, Đtalya'yı Başbakan Orlando, Amerika’yı başkan Wilson’un temsil
ettiği Paris Barış Konferansı 18 Ocak 1919'da açıldı. Konferans 30 Ocak
1919’da Ermenistan, Suriye, Irak, Kürdistan, Filistin ve Arabistan’ın Osmanlı
Đmparatorluğu’ndan tamamen ayrılmasına karar verdi. Đmparatorluğun diğer
152 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 179-183. 153 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 184. Đstanbul’a dönen Đnönü, Đstanbul’un 16 Mart 1920’de işgalinden sonra 20 günlük bir yolculuktan sonra 9 Nisan 1920’de tekrar Ankara’ya gelecektir. Bkz. Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 188.
160
kısımları hakkında ayrı bir kararın beklenilmesi gerekeceğini ilan etti154.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprakları Birinci Dünya Savaşı devam ederken
yapılan gizli anlaşmalar doğrultusunda parçalanıyordu.
4 Şubat 1919’da Yunan Başbakanı Venizelos konferans huzurunda
Yunanlıların arzularını anlatmıştı. Konferansta Venizelos, Yunan hak
iddialarını Wilson prensiplerine, özellikle 12’nci prensibe ve self -
determinasyon hakkına dayandırıyordu. Venizelos hiçbir dayanağı olmayan
ve doğruluk payı bulunmayan Rum Patrikhanesi’nden aldığı uydurma
istatistikleri delil olarak göstererek, Trakya bölgesinde Rum nüfusunun fazla
olduğunu ileri sürmek suretiyle bu bölgenin Yunanistan’a bırakılmasını
istiyordu155. Venizelos Batı Anadolu’da Rumların nüfusunun 1.080.000
olduğunu, buna yakındaki adaların nüfusu da eklenirse bu rakamın
1.450.000’e yükseleceğini belirtiyordu. Buna karşılık aynı ülkedeki Müslüman
nüfusunu 943.000 olarak göstererek Rumların 189.000 fazla olduğunu iddia
etmiş, bundan dolayı bu bölgenin Osmanlı Đmparatorluğu’ndaki Türk
bölgelerinin bir kısmını teşkil edemeyeceğini ileri sürmüştür156. Bu dönemde
Dorotheos, Trabzon Metropoliti Hırisantos ve Patrikhane müşaviri
Aleksandros Pappas'tan oluşan bir heyet, Barış Konferansı'na katılmak üzere
Paris'e gider ve 20 Mart'ta konferansa, Đstanbul'un Yunanistan'la birleşmesi
taleplerini içeren bir muhtıra sunar:
"Türkiye hem askeri hem de mali açıdan tükenmiş durumdadır; kaderinin onu mahkûm ettiği batışı hiçbir şey engelleyemeyecektir... Şu anda halen Türklerin işgali altında bulunan bu topraklarda 16 milyon Rum yaşıyordu. Şu andaki sayımız, aşağı yukarı üç milyona inmiştir. Uğranılan felaketler saymakla bitmez. Bunlar arasında zorla ve baskıyla din değiştirtmek, dinini değiştirmeyenleri katletmek de var... Her sene binlerce erkek çocuğumuz, yeniçeri yapılmak üzere elimizden alındı... Anadolu'da dört yıl boyunca korkunç dramlar yaşandı. Đki milyondan fazla Rum ve
154 Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 28. 155 TOLON, 119. 156 a.g.e., 120-121.
161
Ermeni evlerinden barklarından kovuldu... Kurtarılmamış tüm Rumların anavatanda bir araya gelmelerini arzu ediyoruz." 157
derler. Metropolit Hrisantos’ta, konferansa sunduğu hayali söz ve
istatistiklerde Rusya’da bulunan 250.000 göçmenle birlikte Pontus Rum
ahalisini 850.000 ve aynı bölgedeki Müslümanlarında 836.000 nüfustan
ibaret olduğunu ve bunların da muhtelif milletlere mensup
bulunduklarını, iddia ediyordu158.
Venizelos Yunanistan’a bırakılmasını istediği yerlerdeki Türklerden göç
etmek isteyeceklerin gayrimenkullerini Yunan Hükümeti'nin satın almasını,
buna karşılık Osmanlı Hükümeti’nin de daralacak yeni sınırları içindeki
Rumlardan Anadolu'da eline geçecek bölgelere geçmek isteyenlerin gayri
menkullerinin satın almaya zorlanmasını istiyordu. Ege Türkleri Đç Anadolu'ya
göç edecekler, yerlerine de Anadolu'daki Rumlar getirilecekti. Bunun anlamı,
Trakya'da ve Anadolu'da Yunanlıların eline geçecek toprakların Türklerden
arındırılmasıydı159. Venizelos'dan sonra konferansta söz alan Clemenceau
da, büyük devletlerin ana hatlarında Yunan davası ile birlik olduğunu
söylemişti. Đngiltere'de de çoğunluk Türklere düşmandı. Kilise dahi
Hıristiyanların, "Katliam edildiklerini (öldürüldüklerini), Ayasofya'nın tekrar
kiliseye çevrilmesini ve Türklerin Avrupa'dan kovulmasını," ileri sürüyordu.
Din etkisi altında bulunmayanlar da Türklere düşmandı. Türkiye'nin hayatına
son vermek için hepsi birleşmişlerdi. Lloyd George bu fikrin bayrağıydı160.
Sadrazam/Başbakan Damat Ferit Paşa, Paris’te 12 Haziran 1919’da,
Onlar meclisi* önünde Türkiye’nin dünya savaşına katılması ve Şark
meselesinin çözümü üzerine Osmanlı devletinin fikirlerini açıkladı. Osmanlı
sadrazamı, “Osmanlı Milleti”nin savaş suçlusu olmadığını söyledikten sonra,
157 MACAR, 68. 158 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 31. 159 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 33-34. 160 BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:5, 34-35.
162
Đngiltere’nin sempatisini kazanabilmek için, Osmanlı devletinin, millet ya da
hükümdarın haberleri olmadan, bir Alman amirali tarafından savaşa
sürüklendiğini açıklamış ve sırf bir savunma tedbiri olarak askerî zaruretler
neticesinde yapılmış olan “Ermeni Tehciri”nin sorumluluğunu Đttihatçı devlet
adamlarının üzerine atmıştı161. Sadrazam Damad Ferit Paşa, hükümeti adına
hazırladığı 23 Haziran 1919 tarihini taşıyan 'notayı' Fransız Başbakan M.
Clemenceau'ya gönderdi. Bu notada,
- Türklerin büyük bir çoğunluk oluşturdukları Batı Trakya’nın, iktisadi
sebeplerle olduğu kadar Başkan Wilson'un prensiplerine göre de Osmanlı
devletine geri verilmesi gerektiği,
- Türk toprakları, Asya'da kuzeyde Karadeniz, doğuda eski sınırları,
güneyde ise Haleb'in Akdeniz'e kadar uzanan kısmının bir parçası, dahil,
Musul ve Diyarbakır vilayetleri ile sınırlandırılmakta, Türk tarihi ve iktisadı
bakımından Küçük Asya'ya ait bulunan, sahile yakın yerlerin, kaçakçılığı
önlemek ve sahil güvenliğini temin edebilmek için geniş bir özerklik idaresi ile
Osmanlı hâkimiyeti altında kalması gerektiği,
- Erivan'da kurulmuş olan Ermenistan, müttefik devletler tarafından
tanındığı takdirde Osmanlı Đmparatorluğu’nun bu yeni cumhuriyeti, Osmanlı
Devleti'nden ayıracak olan sınır hattını, müzakereye razı olduğu ve
*Paris barış konferansına katılan Đtilâf grubuna dahil 29 devletin 68 temsilcisi arasından, konferansın devamlı olarak çalışmalarını düzenlemek üzere, Fransa, Đngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Đtalya, Belçika, Romanya, Yunanistan ve Çekoslovakya devletleri temsilcilerinden birer ve biri Hırvatistan’ı temsil etmek üzere iki Sırbistan delegesinden oluşan on kişilik konsey. 161 Bkz. BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 180.
163
Đmparatorluk hükümetinin, yeni cumhuriyette yerleşmek isteyen Ermenilerin
bu ülkeye gitmeleri hususunda elinden gelen kolaylığı göstereceği,
-Türk şehirlerinin güneyine düşen ve savaştan önce Osmanlı
Đmparatorluğu'nun ayrılmaz bir parçasını teşkil eden Suriye, Filistin, Hicaz,
Yemen, Irak ve bütün diğer vilayetlerin, majeste sultanının hâkimiyeti altında
geniş bir muhtariyet idaresine sahip olacakları,
ifade ediliyordu162. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan mağlup olmuş
bir devlet olarak çıktığı ve Anadolu dahil olmak üzere parçalanmakta olduğu
bir zamanda, hem de savaştan önceki sınırlarıyla korunmasını isteyen
Damat Ferit Paşa’ya ilişkin olarak, 1934 yılında dönemin, Mustafa Kemal
Atatürk dahil, önde gelen yöneticilerinin de görüşlerini dikkate alarak bir kitap
yazmış olan Yusuf Hikmet Bayur’dan bir aktarma yaparak devam etmek
yerinde olacaktır :
“Paris konferansına giden Damat Ferit... kısmen belâhati ve kısmen ihaneti yüzünden irtikâp etmedik hata bırakmamıştır. Orada 17 Haziran 1919’da Ermeni tehcirinden bahsederken harp esnasında isyan çıkarmak, Türk ordusunun gerilerini tehdit etmek ve bir sürü mezalimde bulunmak suretiyle işe evvelâ Ermenilerin başladıklarını ve irtikâp etmedik cinayet bırakmadıklarını zikre lüzum görmeyerek tehciri sırf o vakitki Osmanlı Hükümetinin bir eseri vahşeti diye tasvir etmiş, Osmanlı Đmparatorluğu’nun harpten evvelki cesamette kalmasını istemiş ve bunun için Hilâfeti ve islâmi hisleri ileri sürmüştür.”163
Fransız Başbakan Clemenceau, Damat Ferit Paşa’ya, sert, ağır
hakaretlerle dolu bir cevap vermiştir. Bu cevapta yer alan ifadeler, Batılıların
Türklere bakış açılarının kısa bir özeti niteliğindedir. Verilen cevapta,
162 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:7, 23-24. 163 Yusuf Hikmet BAYUR: Türkiye Devletinin Dış Siyasası, 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, 37.
164
Türkiye'nin, Almanya’ya hizmetçi bir âlet olarak hareket ettiğini, yapılan
katliamların (toplu ölümlerin) ve bile bile irtikâp edilen gaddarlıkların tarihte
benzerine rastlanmadığını kabul ettiği ifade edilmektedir. Fakat Damat Ferit
Paşa, bu suçların, Türk Hükümeti tarafından işlendiğini ve Türk halkının bu
yapılanlardan sorumlu olmadığını ileri sürmektedir. Damat Ferit Paşa’ya
göre, Müslümanlar da Hıristiyanlar kadar zarara uğramışlardır ve yapılanlar
Türk geleneğine tamamen aykırı bulunmaktadır. Türk Đmparatorluğunun
bekasının dünyanın dini dengesi için lüzumlu olduğunu ileri süren Damat
Ferit Paşa, topraklarının savaşın başlamasından önceki şekilde bırakılmasını
istemektedir.
Clemenceau, Konsey’in, ne bu sonucu, ne de onu desteklemek için
söylenilen düşünceleri kabul edebileceğini, bir milletin, kendisini, dış
politikasını ve ordularını idare eden hükümetin icraatı üzerinden takdir
edildiğini; Türkiye’nin bu doktrinin meşru kötülüğünden kurtulmayı
isteyemeyeceğini söylemektedir. Komşularını yağma için Protestan
Almanya'nın, Katolik Avusturya'nın, Ortodoks Bulgaristan’ın ve Müslüman
Türkiye’nin el ele verdiklerini, Türk Hükümetinin emri ile Hıristiyan Ermenilerin
öldürüldüğünü vurgulamaktadır164.
Paris Barış Konferansı’ndan sonra Đtilaf devletleri,
12 Şubat – 20 Nisan 1920 tarihlerinde yaptıkları Birinci Londra Konferansı ile
Osmanlı devletinin taksimine ilişkin yapacakları Sevr Barış Andlaşması
maddelerinin büyük bir bölümünü karara bağlamışlardır. Birinci Londra
Konferansı ile anlaşma sağlanamayan konular ise 18 – 26 Nisan 1920
tarihlerinde yapılan San - Remo Konferansı’nda bir araya gelen Đngiltere,
Fransa, Đtalya Başbakanları arasındaki görüşmelerde karara bağlanmıştır.
164 Bkz. Celâl BAYAR: Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, Cilt:7, 26-28.
165
San-Remo Konferansı ile Sevr Barış Andlaşması’na son şekli verilmiştir165.
11 Mayıs 1920’de Osmanlı Devleti’ne önerilen Barış Andlaşması tasarısının
temel hükümlerine ilişkin düşüncelerini Osmanlı hükümeti 25 Haziran’da
Barış Konferansı Başkanlığı’na göndermiştir. Andlaşmanın içerdiği ikincil
maddelere ilişkin düşünceler de ayrıca 8 Temmuz’da Barış Konferansı
Başkanlığı’na gönderilmiştir.
Osmanlı Hükümeti 25 Haziran’da verdiği yanıtta, Türkiye’nin yabancı
baskısı altında ulusun isteğine aykırı olarak savaşa girdiğini, eğer, şiddetli bir
muhalefete karşın, savaşa katılmak gerçekleştiyse, bu durumun ancak on
yıllık iç devrimlerle, savaşların yarattığı karmaşık durum yüzünden olanak
bulabildiğini ileri sürmüştür. Bu nedenle, doğan sorumluluğu tümüyle Türk
ulusuna yüklemek haksızlık olmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin savaşı ve savaş
acılarını yabancı toprağına götürmemiş olduğu ve Osmanlı ordularına hiçbir
yakıp–yıkma suçlaması yüklenemediği ifade edilmektedir. 28 Haziran 1919
tarihli Versay Andlaşmasının içerdiği koşullara oranla, barış koşullarının daha
hafif olması umud edilirken, verilen barış tasarısı, Versay andlaşmasından az
şiddetli olmadığı bir yana, Osmanlı Devletine gerek Bulgaristan, Macaristan
ve Avusturya’ya ve hatta savaştaki sorumlulukları anlaşılmadık bir derecede
olan Almanya’ya kabul ettirilen koşullardan son derece ağır koşullar
yüklemektedir. Bu dört Devletin varolma hakları sarsılmamış, ulusal
topluluklar [milliyet] ilkesiyle, ulusların kendi yazgılarına egemen olmaları
ilkesi bu Devletlere, gerek onlardan yana gerek onlara karşı, eşit olarak
uygulanmıştır. Hakgözetirliğe ve - buna tümüyle uygun olup bugün her
tarafça geçerli sayılan ve veri olarak kabul edilen hukuk ilkelerine göre,
Türkiye’nin, hiç olmazsa, eski müttefikleriyle eşit ölçüde işlem görmesi
gerekirdi. Andlaşma tasarısının kapsadığı göze çarpıcı eşitsizliği, yalnız oniki
165 TOLON, 115.
166
milyon Türk değil, bütün Đslam dünyası yüreği sızlayarak duyacaktır. Yanıtın
devamında, Osmanlı Devletine ilişkin andlaşma tasarısının, şiddet
bakımından hiçbir şeyle karşılaştırılamaz olduğu, çünkü söz konusu edilen
şeyin, gerçekte, [bu devleti] bölmekten başka bir şey olmadığı
belirtilmektedir. Yanıt aşağıdaki şekilde sürmektedir:
“Osmanlı toprağından, ulusal topluluklar ilkesi adına, Ermenistan ve Hicaz gibi özgür ve bağımsız Devlet durumuna çıkarılmış, ya da Irak, Filistin ve Suriye gibi bir mandataire’in koruyuculuğu altında bağımsız Devlet biçimine sokulmuş koca iller ayırmak, Đngiltere yararına Mısır’ı, Süveyş’i ve Kıbrıs’ı Osmanlı Devletinden çekip almak, Libya kıtasıyla Akdeniz adaları üzerindeki bütün haklarından vazgeçmesi Türkiye’den istenilmekle kalmayıp, üstelik Türkiye’yi, aynı ulusal topluluklar ilkesine aykırı olarak, Doğu Trakya ile Đzmir yörelerinden de yoksun bırakmağa kadar varmaktadır. Ve bu son derece haksız kesip biçme ve çekip alma işlemi, Türkiye ile savaş durumunda bulunmamış olduğu halde, yenen durumuna geçerek ve böylece yararlanmak isteyen Yunanistan yararına yapılacaktır. Bundan başka Kürdistan’ın ayrılması hazırlandığı için, ülkenin geri kalan kesimi etkinlik bölgelerine bölünmektedir.” 166
Böylelikle, yüzölçümü bakımından, Osmanlı Đmparatorluğu ülkesinin
üçte ikisi şimdiden kendisinden ayrılmış olmaktadır. Doğal zenginliklere ve
kaynaklara gelince, bu bakımdan da yitiğin tutarı olağanüstü büyüklüktedir.
Fakat, bu kadarla da yetinilmemektedir.
Andlaşma tasarısı bu ayırma ve çekip alma işlemleri ile kalmayıp,
Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığına da en ağır saldırılar içermektedir. Yasama
işlerinde, uluslararası andlaşmalarda, maliye işlerinde, yönetim, adalet,
ticaret, vb… alanlarda da Devletin bağımsızlığına geniş ölçüde saldırılarda
bulunulacak, o derecede ki, daha baştan kendisinden her yandan toprak
166 Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, 8.
167
ayrılmış olan Osmanlı Đmparatorluğu, en sonunda, gerek iç gerek dış
bağımsızlığın neredeyse tüm koşullarından yoksun edilmiş bulunacaktır167.
Damat Ferit Paşa hükümeti, Andlaşma tasarısının Osmanlı devletinin
kolunu kanadını kopardığının farkındadır, ama düşüncelerini, tümüyle hak ve
adalet ilkelerine dayandırarak, Đtilaf devletlerinden değişiklik taleplerinde
bulunacaktır. Đtilaf devletleri ise Osmanlı Hükümeti’nin değişiklik önerilerine
17 Temmuz 1920’de verdikleri karşı yanıtta, Büyük Devletler’in, Türkiye’nin,
savaşa girmekle, yarım yüzyılı aşan bir zamandan beri kendisine birçok kez
dostluğunu kanıtlamış olan ve kendisine karşı hiçbir düşmanca amaç
beslemeyen Devletlere karşı pek belirgin bir hayınlıkla, suç işlemiş olduğu
kanısında olduklarını ifade etmişlerdir. Đtilaf devletlerinin yanıtı aşağıdaki
şekilde devam etmektedir:
“Osmanlı Devletinin sorumluluğu o kadar geniştir ki, bu sorumluluk, Müttefiklerin Osmanlı ordularına karşı elde ettikleri utkunun gerektirdiği özverilerle ölçülemez. Büyük bir deniz ulaşım yolunu kapayarak, bir yandan Rusya ve Romanya’nın, öte yandan bunların batısındaki müttefiklerinin ulaşımını kesmekle, Türkiye, en az iki yıl savaşın uzamasına ve Müttefiklerin milyonlara varan insan yaşamıyla yüzlerce milyarlık yitiğe uğramalarına yol açmıştır. Sonsuz ve sınırsız yitikler karşılığında, dünyanın özgürlüğünü yeniden kurmuş olanlara Türkiye’nin vermek zorunda olduğu ödence [tazminat] kendisinin ödeyebileceğini çok aşmaktadır. Müttefikler, Türklerin öteki uluslar üzerindeki egemenliklerine artık sonsuzluğa dek son vermek zamanının geldiğini açıkça göstermektedirler. Savaştan önceki uzun dönemlerde, Bâb’ı Âli ile Büyük Devletler [Düvel-i muazzama] arasındaki ilişkilerin tarihi, Bulgaristan, Makedonya, Ermenistan ve öteki yerlerde işlenen ve insanlığın vicdanını kızgınlığa ve büyük tepkilere sürükleyen baskılara [zulümlere] son vermek konusunda sonuç almaksızın sürüp giden bir sürü girişimlerden başka bir şey değildir. Son yirmi yıl boyunca
167 Sevr Barış Antlaşması tasarısına verilen yanıt için Bkz. Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, 7-30.
168
Ermeniler işitilmemiş vahşetlerle topluca öldürülmüşlerdir. Savaş sırasında, Osmanlı Hükümetinin öldürme, göçürme [tehcir] ve kötü işlemden oluşan fetih sonuçları, geçmişte buna benzer yaptığı eylemlerini fersah fersah aşmıştır. 1914 yılından beri, Osmanlı Hükümeti, düzmece bir devrime dayanan geçersiz bahanelerle -erkek, kadın , çocuk – sekiz yüz bin Ermeni’yi topluca öldürerek ve iki yüz bin Rum ile iki yüz bin Ermeniyi yurtlarından göç ettirerek sürmüştür. Osmanlı Hükümeti, Türk olmayan uyruklarını yalnız yağma, saldırı ve öldürülmekten korumak konusunda kusur etmekte kalmayıp, üstelik, korumak zorunda olduğu halka karşı en vahşi saldırıları düzenlediğini açıklayan bir çok kanıtlar vardır. Bu nedenler yüzünden, Müttefik Hükümetler Türk çoğunluğunun oturmakta olmadığı toprakları Türk boyunduruğundan kurtarmağa karar vermişlerdir. Müttefik Devletler, Andlaşmanın Trakya ve Đzmir’in Osmanlı egemenliğinden ayrılmasını kapsayan maddelerinde hiçbir değişikliğe razı olamazlar. Zira, bu iki bölüm topraklarda Türkler azınlıktadır. Aynı düşünce, Suriye ile Türkiye arasında çizilen sınıra da uygulanır. Bundan dolayı, Büyük Devletler, Amerika Cumhurbaşkanının haklı ve insaflı bir biçimde saptayacağı bir sınır içinde, özgür bir Ermenistan kurulmasına ilişkin maddeleri hiçbir yönden değiştiremezler. Đzmir’e ilişkin hükümler, Đzmir’in ticaretini ve Anadolu ile olan alışverişini hiçbir bakımdan kısıtlamayacaktır. Tersine, limanın özgürlüğü Andlaşma ile güvence altına alınmış olduğundan, oradaki halk Đzmir’in arkasındaki ona bağımlı toprakların çıkış yeri olmasından pek çok yararlanacaklar, dürüst bir hükümetin yönetimi altında sözü geçen liman içerisinin gereksinmelerini her vakitten daha etkin bir biçimde karşılayacaktır.”168
Osmanlı Devleti’nin maliye işleri için denetleme kurulmasına ilişkin
hükümler, kendisini korumalık [vesayet] altına almak düşüncesinden doğmuş
değildir. Sözü geçen hükümlerin metne konulması, Osmanlı Devletini eskiden
yıkıma uğratmış olan ahlak kötülüklerinden ve vurgunculuktan kendisini
korumak ve en sonunda emperyalist akımlardan kurtarılmış olan Türk
ulusunun mutlu ve iyi bir yönetimi olan bir ulus olmasını sağlamak gibi,
büsbütün başka bir amaca yöneliktir. Müttefik devletler, Andlaşma’nın, Türk
Hükümetlerinin pek kıyıcı bir biçimde ve pek kötü yönettiği topraklardan
Osmanlı Devletinin egemenliğine son verdirdiğinin doğru olduğunu; ancak,
Türkiye’yi çok geniş ve verimli bir ülkesi olan bir ulusal hükümet [Devlet]
168 Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), 1977, 31 - 32.
169
olarak, olduğu gibi tuttuğu, kararlaştırılan hükümlerden hiçbirinin, Türkiye’nin
yönetim biçimi iyileştirilirse, Türk ulusunun mutlu bir ulus olmasını
engelleyecek nitelikte olmadığı belirtmekte ve tehdit etmektedirler:
“Andlaşma, hatta Đstanbul’da Türklerin çoğunluk oluşturduğu şüpheli olduğu halde, sözü edilen kenti Osmanlı başkenti olmak üzere olduğu gibi tutmağa kadar varmaktadır. Sakınmalı ve sağgörülü davranışa uygun olup olmadığı düşünülmeğe değer olan bu kararı, Müttefik Devletler, Türklerin eski iktidarlarını kötüye kullanmış olmalarından dolayı çok büyük bir duraksama içinde almışlardır. Eğer Osmanlı Hükümeti, Andlaşmayı imzadan kaçınırsa ve üstelik imzadan sonra, Anadolu’da söz geçirmesini yeniden kurmak ve Andlaşmanın yürütülmesini sağlamak konusunda güçsüz bulunursa, Müttefikler, Andlaşmanın maddelerine uygun olarak, bu kararı yeniden incelemek ve bu kez Türkleri Avrupa’dan sonsuzluğa dek kovmak durumuna girebileceklerdir. Müttefik Devletler, Osmanlı Devleti’nin Andlaşma maddelerini kesinlikle kabul ettiğini ve imza niyetinde bulunduğunu bildirmek için on günlük bir süresi olduğunu Osmanlı temsilci heyetine bu yanıt belgesiyle bildirirler.”169
Eğer Andlaşma bu koşullar içinde imza edilmeyecek olursa, Müttefik
Devletler durumun gereklerine uygun gördükleri önlemleri alacaklarını da
ifade ederler.
Müttefiklerin, Osmanlı Hükümetinin düşüncelerine ültimatom
niteliğindeki bu kesin yanıtı üzerine, Barış Andlaşması tasarısına karşı nasıl
davranılacağı konusunda, 22 Temmuz 1920 Perşembe günü, Yıldız
Sarayı’nda, Padişah Sultan VI’ncı Mehmet Vahidettin’in başkanlığında bir
Yüce Kurul [Meclis-i Âli]/“Saltanat Şurası” toplanmıştır. Bu toplantıda
görüşmelerden sonra, Barış Andlaşmasının Hükümetçe imzalanmasına karar
verilmiştir170. Şura’da Bakanlar Kurulunca yapılmış olan görüşmelerin
sonucuna ilişkin 20 Temmuz 1920 tarihli tutanak okunmuştur. Bakanlar
Kurulu tutanağında, 11 Mayıs 1920 tarihinde Osmanlı Devletine önerilen
169 a.g.e., 33. 170 a.g.e., 35.
170
Barış Andlaşması’nın, çökmekte olan Osmanlı Đmparatorluğu’nun
yıkıntılarından Trakya’nın bir parçası ile Anadolu’da yeni bir küçük Devlet
kurulmasını öngördüğü, Hükümetin [Devletin] bağımsızlığı bir sosyal
topluluğun yaşamının temeli olduğu halde, bu Andlaşmaya göre [Devlet]
eylemlerinde ve işlemlerinde tümüyle bağımsız bulunmadığı; en son ölçüde
kısıtlanan askerlik, yönetim, iktisat, maliye ve bayındırlık işlerinin denetim
altında işleyeceğinin gösterildiği ifade edilmektedir. Bakanlar Kurulu
tutanağında, Osmanlı Saltanatı ve Hükümeti’nin, iki olasılık karşısında
bulunduğu ileri sürülmektedir :
“Ya, Andlaşmayı içerdiği ağır ve korkunç koşullar ile kabul etmek, ya da red eylemek. Kabul edilirse, Đstanbul, Osmanlı Saltanatı ve Đslam Halifeliği [Hilafeti] başkenti olarak kalmak üzere, bilinen sınırlar içinde bir küçük Devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Şu kadar ki, bu güçsüz Devlet varlığını kendini çevreleyen Ermeni Cumhuriyeti ve yakın zamanda kurulması pek olası bulunan Rus Đmparatorluğu ile Romanya ve Bulgaristan ve son olarak Eski Çağlardan beri hiçbir vakit bu derece genişlememiş olan Yunan Devletleri arasında ve acıklı bir durumda korumakla uğraşacak ve fakat zamanlar perdesi arkasında saklı geleceğin gizlerine bağlı kalarak, insan gücünün üstündeki sonsuz Tanrısal gücün dileklerine uygun biçimde korunmuş bulunacaktır. Andlaşma reddedilirse, şimdi Anadolu’da varolan savaş durumu Marmara havzasına da yeniden geri gelmekle, Osmanlı Saltanatına ve Osmanlı Hükümetine son verilerek ve Müttefik Devletler hükümetin yönetimini ellerine alarak, Đzmir ve Bursa illerinde olduğu gibi, başkaldıranların Anadolu’nun öteki yerlerinde de bastırılması yoluyla zaten varolan etki [nüfuz] bölgelerinin kesin istilâ biçimine dönüşmesine meydan verilmiş ve Devletin kalanının son bölünüşü savaşın geri gelmesinin doğal sonuçlarından bulunmuş olacaktır.” 171
Tutanağın devamında, başkentte ve dolaylarında binlerce subayın
savaş tutsağı sayılarak, olasılıkla uzak adalara gönderileceği ve savaşın
171 a.g.e., 36.
171
yeniden geri gelmesinden başlayarak, sivil halkın beslenmesini sağlamakta
karşılaşılacak güçlüklerin, yalnız Đstanbul’da 650.000’den çok din kardeşinin
(Müslüman’ın) yaşamını tehlikeye sokacağı ve bu yıkımdan her tabakada
bulunan halkın etkileneceği ve acı çekeceği gibi, bunun Osmanlı Hanedanına
kadar yükselmesinin bile gerçekleşmesinin kesin bulunacağı belirtilmektedir.
Sadrazam Damat Ferit Paşa, daha sonra yaptığı konuşmada, önceleri güçlü,
görkemli ve ünü dünyayı sarmış olan koskoca Osmanlı Devleti’nin, on yıllık
korkunç yanlışlarla acıklı bir duruma düştüğünü, Đtilaf devletlerinin, Osmanlı
Devleti’ne önerdikleri andlaşmanın, düşünceleri ürkütecek ölçüde ağır ve
şiddetli olduğunu ifade etmekte ve şöyle devam etmektedir:
“Bugün varolma ya da yokolma sorunu karşısında bulunuyoruz. Şimdiki durumun kökeni ve nedenleriyle etkenleri, bütün ayrıntıları ve her yönüyle herkesçe bilindiğinden ve barış sorunu yirmi aydan beri herkesçe incelenmiş ve derinleştirilmiş olduğundan, burada bulunan saygı değer kişilerin kafasında oluşan kararın sonucunu bildirmek yeterlidir. Eğer yokoluşu varoluşa üstün tutan varsa, söz aldıktan sonra düşüncesini sözlü ya da yazılı olarak bildirerek, tutanağa imza etmesini dilerim. Söz istemeyenler, Devletin varoluşunu ve varlığını sürdürmesini yokolmağa üstün tutanlardan sayılacaklardır.” 172
Son olarak, andlaşmaya imza konulmasını kabul edenlerin ayağa
kalkmaları Padişahça istenildiğinde, Heyet-i Ayan başkanı Tevfik Paşa, eski
Sadrazamlardan Đzzet Paşa, eski Sadrazamlardan Ali Rıza Paşa, eski
Sadrazamlardan Salih Paşa’nın da bulunduğu Yüksek Meclis’de hazır
bulunanlar tümüyle ayağa kalkmışlar, yalnız Topçu Tümgenerali [Feriki] Rıza
paşa çekimser olduğunu söylemiş ve Meclis sona ermiştir173.
172 a.g.e., 38. 173 Bkz. Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), 39.
172
Osmanlı temsilci heyeti üyeleriyle Müttefik Devletler temsilcileri
arasında, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’na göre, Đstanbul
Türkler’de bırakılmıştır; ama, Türkiye, özellikle soy, din ve dil azınlıklarının
haklarına dürüst bir biçimde saygı göstermekte kusur ederse, Đtilaf Devletleri,
bu durumu değiştirebileceklerdir.
Fırat’ın doğusunda, ileride saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının
güneyinde ve saptanan Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde,
Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliği oluşturulacaktır.
Süryanî – Geldanîler ile, bu bölgelerin içindeki öteki etnik ve dinsel
azınlıkların korunmasına ilişkin tam güvenceler de sağlanacaktır.
Andlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, belirtilen bölgelerdeki
Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak
istediğini kanıtlamaları durumunda bağımsız olacaklardır. Kürdistan’ın
şimdiye dek Musul ilinde [Vilâyetinde] kalmış kesiminde oturan Kürtlerin, bu
bağımsız Kürt Devletine kendi istekleriyle katılmalarına, Başlıca Đtilaf
Devletlerince hiçbir karşı çıkışta bulunulmayacaktır.
Đzmir kenti ve çevresindeki topraklar Osmanlı egemenliği altında
kalmakla birlikte, Türkiye, Đzmir kenti ile sözü edilen topraklar üzerindeki
egemenlik haklarının kullanımını Yunanistan’a aktarmaktadır. Soy, dil ve din
azınlıklarını da içeren ve halkın bütün kesimlerinin oransal temsilini
sağlayacak nitelikte bir seçim sistemiyle, yerel bir Parlamento kurulmakta,
Andlaşmanın yürürlüğe girişinden beş yıllık bir süre geçtikten sonra, yerel
Parlamento, oy çokluğuna dayanan bir kararla, Yunanistan Krallığına
bağlanmasını isteyebilecek ve nihayetinde Türkiye’nin egemenlik hakkı sona
erecektir.
173
Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis Đllerinde [Vilâyetlerinde], Türkiye ile
Ermenistan arasındaki sınırın saptanması işinin Amerika Birleşik Devletleri
Başkanının hakemliğine sunulması kabul edilmekte, sözü geçen Đller
[Vilâyetler] topraklarının tümünün ya da bir kesiminin Ermenistan’a
aktarılmasına karar verilecek olursa, Türkiye, aktarılan toprak üzerindeki
bütün haklarından ve sıfatlarından, vazgeçmeyi peşinen kabul etmektedir.
Osmanlıdan koparılan Suriye ile Mezopotamya’da manda yönetimleri
kurulmaktadır. Türkiye’deki mevcut adalet konularındaki Kapitülasyonlar
rejiminin yerini alacak bir adalet reformu tasarısı hazırlamak için bir Komisyon
kurulması kararlaştırılmakta ve bu Komisyonun, Osmanlı Hükümetiyle
danıştıktan sonra, ya karma ya da birleştirilmiş bir adalet rejiminin
benimsenmesini öğütleyeceği ifade edilmektedir. Komisyonun hazırlayacağı
tasarıyı, Başlıca Đtilaf Devletleri kabul eder etmez, Osmanlı Hükümetine
bildirecekleri ve Osmanlı Hükümeti’nin de yeni rejimi kabul etmeği şimdiden
yükümlendiği belirtilmektedir.
Bütün Osmanlı uyrukları, yasa önünde eşit olacaklar ve soy, dil ya da
din ayrılığı gözetilmesizin aynı yurttaşlık [medenî] haklarıyla siyasal
haklardan yararlanacaklardır. Din, inanç ya da mezhep ayrılığı, hiçbir
Osmanlı uyruğunun yurttaşlık haklarıyla [medenî haklarıyla] siyasal
haklardan yararlanmasına, özellikle kamu hizmetlerine ve görevlerine kabul
edilme, yükseltilme, onurlanma ya da çeşitli mesleklerde ve iş kollarında
çalışma bakımından, bir engel sayılmayacaktır. Ayrıca, Osmanlı Hükümeti,
Andlaşmanın yürürlüğe girmesinden başlayarak iki yıllık bir süre içinde, Đtilaf
Devletlerine, soy azınlıklarının orantılı temsili ilkesine dayalı bir seçim sistemi
düzenlenmesi tasarısı sunacaktır. Herhangi bir Osmanlı uyruğunun, gerek
özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla
açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama
174
konulmayacaktır. Türkçeden başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklarına,
mahkemelerde, ister sözlü ister yazılı olsun, kendi dillerini kullanabilmeleri
bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır, denilmektedir.
Soy, din ya da dil azınlıklarından olan Osmanlı uyrukları, hem hukuk
bakımından hem de uygulamada, öteki Osmanlı uyruklarıyla aynı işlemlerden
ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Bunların, özellikle, bağımsız
olarak ve Osmanlı makamları hiçbir biçimde karışmaksızın, giderlerini
kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ya da sosyal
kurumlar, ilk, orta ve yüksek okullarla, başka her çeşit öğretim kurumları –
buralarda kendi dillerini özgürce kullanmak ve kendi dillerini özgürce
uygulamak hakkına da sahip olarak – kurmak, yönetmek ve denetlemek
konularında eşit hakka sahip olacaklardır.
Hıristiyan ya da Yahudi dininden Osmanlı uyruklarının önemli oranda
oturdukları kentlerde ve bölgelerde, Osmanlı Hükümeti, bu Osmanlı
uyruklarının inançlarına ya da dinsel uygulamalarına bir saldırı sayılabilecek
herhangi bir eylemi yapmağa zorlanmamalarını, ve hafta tatili günlerinde
mahkemelerde hazır bulunmamaları ya da yasal bir işlemi yerine
getirmemeleri yüzünden, haklarını hiçbir biçimde yitirmemelerini yükümlenir.
Bununla birlikte, bu hüküm, bu Hıristiyan ya da Yahudi Osmanlı uyruklarını,
kamu düzeninin korunması için, bütün öteki Osmanlı uyruklarına yükletilen
yükümlülükler dışında tutar anlamına gelmeyecektir.
Osmanlı Hükümeti, 1 Ağustos 1914 tarihinde Osmanlı
Đmparatorluğu’nun parçası bulunan herhangi bir toprak üzerinde, savaş
durumu sırasında işlenen topluca öldürmelerden sorumlu olan Đtilaf
Devletlerince istenen kişileri kendilerine teslim etmeyi yükümlenmektedir.
Müttefik Devletler, bu nedenle suçlanan kişileri yargılamakla
175
görevlendirilecek mahkemeyi göstermek hakkını saklı tutarlar ve Osmanlı
Hükümeti bu Mahkemeyi tanımayı yükümlenir. Uygun bir süre içinde, Milletler
Cemiyeti, sözü edilen topluca öldürmeleri yargılamaya yetkili bir mahkeme
kurarsa, Müttefik Devletler, sözü geçen sanıkları bu mahkemeye vermek
haklarını saklı tutarlar ve Osmanlı Hükümeti bu mahkemeyi tanımayı da
yükümlenmektedir.
Türkiye’ye bir ölçüde destek olmak ve yardımda bulunmak istediklerini
ifade eden Đtilaf Devletleri, Osmanlı Hükümetiyle, danışma oyu bulunacak bir
Osmanlı Komiserinin de katılacağı ve başlıca ilgili Müttefik Devletler olan
Fransa, Britanya Đmparatorluğu ve Đtalya’nın birer temsilcisinin bulunacağı, bir
Maliye Komisyonu kurulmasını kararlaştırmışlardır. Maliye Komisyonu,
Türkiye’nin kaynaklarını korumak ve arttırmak için uygun göreceği önlemleri
alacaktır. Maliye Bakanınca, her yıl, Osmanlı Parlamentosuna sunulacak
bütçe, ilk önce Maliye Komisyonuna sunulacak ve Komisyonca uygun
bulunan biçimde Parlamento’ya sunulacaktır. Parlamento’nun getireceği
hiçbir değişiklik, Maliye Komisyonunun uygun bulması alınmadıkça, yürürlüğe
giremeyecektir. Maliye Komisyonu, Türkiye’nin bütçeleriyle malî yasalarının
ve yönetmeliklerin uygulanmasını denetleyecektir. Bu denetleme, Maliye
Komisyonunun doğrudan doğruya buyruğu altında bulunarak ve üyeleri bu
Komisyonun uygun bulmasıyla atanabilecek olan Osmanlı Maliye Müfettişliği
aracılığıyla yapılacaktır. Osmanlı Hükümeti, bu müfettişlere, görevlerini
yapabilmeleri için gerekli bütün kolaylıkları sağlamayı ve Hükümetin maliye
hizmetlerinde çalışan yetersiz görevlilere ilişkin olarak Maliye Komisyonunun
önerebileceği önlemleri almayı yükümlenmektedir. Maliye Komisyonu, ayrıca,
Osmanlı Devlet Borcu [Düyun-u Umumiye] Konseyi ve Đmparatorluk Osmanlı
Bankası ile anlaşmış olarak, Türkiye’de para sürümünü düzenlemekle ve,
176
uygun ve hakgözetir görülecek bütün yollarla, bunu sağlıklı bir duruma
sokmakla da görevli olacaktır.
Osmanlı Hükümeti, Maliye Komisyonunun izni olmadıkça, hiçbir iç ya da
dış borçlanmaya girişmemeyi yükümlenmektedir.
Andlaşmalardan, sözleşmelerden ve yapılagelişlerden [teamüllerden]
doğan Kapitülasyonlar rejimi, 1 Ağustos 1914’den önce, bu rejimden
doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak yararlanan Müttefik Devletler yararına
yeniden kurulmakta ve 1 Ağustos 1914’de bu rejimden yararlanmayan
Müttefik Devletler yararına da genişletilmektedir174.
Bu andlaşma ulusalcılar için iç düşmanlar ve dış düşmanların işbirliği
halinde Türkleri yok etmesi, Rumeli’den sonra Anadolu’nun da kaybedilmesi,
Türklerin vatansız kalmasından başka bir şey değildi. Günümüz Türkiye’sinde
sıkça dile getirilen ölü doğmuş olan Sevr Andlaşması’nın hortlatılmaya,
Sevr’in yerini almış olan Lozan Andlaşması’nın değiştirilmeye çalışıldığı,
yabancıların Anadolu’yu parçalama emellerinden vazgeçmedikleri şeklindeki
algılamaların bir başka şekilde 1920’li yıllarda da var olması dikkat çekicidir.
Dönemin genç subaylarından Tevfik Bıyıklıoğlu,
“Birinci dünya harbinde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun müttefikleriyle beraber yenilmesi üzerine, Batılı müttefiklerin, bilhassa Đngiltere’nin Mondros mütarekesi ve Sevr andlaşmasıyla yapmak istedikleri gözönüne getirilince,1829‘da ileri sürülen fikirlerden hiçbir şeyin unutulmamış olduğu
174 Sevr Andlaşması’nın maddeleri için Bkz. Seha L. MERAY ve Osman OLCAY: Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977, 45 -185.
177
ve aynı projenin, harfi harfine uygulanmak istenildiği esefle görülür.” 175
demektedir. Yani, o zamanda Osmanlı devleti parçalanmak istenmektedir.
Atatürk’ün açtığı Millî Mücadele muvaffak olmasaydı 1829’da yapılamayan,
bütün bu korkunç ihtimallerin Mondros mütarekesinin neticesinde
gerçekleşeceğinden hiç şüphe edilmemelidir176.
C - DIŞ GÜÇLER ve ĐSTANBUL HÜKÜMETLERĐ’NĐN ÇIKARDIĞI
ĐSYANLAR
Ulusalcılar, Đsmet Đnönü’ye göre askeri bakımdan iki cephe karşısında
bulunuyordu: Đç cephe ve dış cephe. Đç cepheyi, içerideki isyanlar açmıştı.
Daha meclis açılmadan önce, birçok yerde zaman zaman isyanlar olmuştu.
Meclis açıldığı günlerde bu isyanlar büyük ölçüde yayılmaya başladı.
Dış cephe hasım devletlerle olan münasebetlerden dolayı kurulmuş
bulunan askeri cephedir. Batıda Yunanlılarla, güneyde Fransızlarla
muharebeler devam etmekteydi. Doğuda henüz muharebe şeklini almış bir
hareket yoktu. Fakat Ermeni sarkıntılıkları devam ediyordu177. Ayrıca bir de
Mustafa Kemal’in siyasal muhaliflerinden bahsetmek mümkündür.
23 Nisan 1920’de Ankara’da ulusal meclisin toplanmasına ve daha
sonra da Ankara hükümetinin kurulmasına karşı çıkan ve ulusal hükümetin
doğmasını padişaha karşı isyan olarak niteleyen gruplarca, Đstanbul
175 BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 7. 176 a.g.e., 7. 177 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 198.
178
Hükümetinin desteğiyle çıkarılan iç ayaklanmalar yanında bağımsız bir
Kürdistan kurmak amacıyla dış destekle ortaya çıkan ayaklanmalar da vardı.
Đç isyanlar içerisinde belki de en önemlisi Anadolu’nun oldukça geniş bir
coğrafyasında yaşayan Rumlarca çıkarılan isyanlardı.
Anzavur, Bolu, Hendek Düzce, Yozgat, Konya ayaklanmaları,
TBMM’nin kurulmasını ve ulusal hükümetin oluşturulmasını padişaha karşı
isyan olarak görenlerce çıkarılmıştı. Bu isyanlar daha sonra TBMM’nin aldığı
sert önlemlerle bastırılacaklardır. Milli Aşireti (1 Haziran-8 Eylül 1920),
Koçgiri (6 Mart-17 Haziran) ayaklanmaları, Bağımsız Kürt devleti kurmak
amacıyla dış destekle çıkan ayaklanmalardı. Ulusalcılar, bir isyanla
uğraşırken bir başka yerde bir başka isyan patlak veriyordu veya bastırılan
bir isyanın tekrarı yaşanabiliyordu. Örneğin Yozgat isyanı bastırılmaya
çalışılırken, Viranşehir’de Milli Aşireti isyan etmişti. Doğuda bulunan
kıtalardan oluşturulan kuvvetle, isyan eden aşiret takip edilecek ve Suriye’ye
kaçmaya mecbur olacaktır. Đnönü,
“Bir müddet sonra kalabalık bir heyet halinde geldiler ve teslim olmak için geldiklerini söylediler. Kabul ettik, kendilerini serbest bıraktık, yerlerine gittiler. Eskiden beri âdetleri, huyları bu. Yeni bir isyan için hazırlanmaya fırsat buldular, tekrar isyan ettiler. Büyük Millet Meclisine karşı harekete geçtiklerini ilan ederek Dersim ve Elazığ’a kadar, bu bölgedeki bütün aşiretlerin başı olmak iddiası ile yeni bir isyan çıkardılar. Biz tekrar takip ettik. Bu sefer kaçtılar, Suriye’ye sığındılar ve bir daha gelmediler.” 178
demektedir. Atatürk’ün Söylev’deki ifadesiyle Pontus / Rum sorunu ise
ulusalcıları çok uğraştırmıştı. Bütün Karadeniz kıyılarındaki Müslüman
olmayanlar ayaklanmış, Pontus devletini kurmaya kıyam etmişlerdir.
178 a.g.e., s.208.
179
Saray, Bab-ı âli, Hürriyet ve Đtilâf gazeteleri Anadolu direnişinin barış
şartlarını ağırlaştırmaktan başka bir şeye yaramıyacağını yazmaktadırlar.
Millî kuvvetler, “haydut çeteleri” olarak adlandırılmaktadır179.
Oysa bu “Kuvayi Milliye Çeteleri” Yunan tehlikesi ile batıda, Ermeni
tehlikesi ile güneyde, Pontus tehlikesi ile Karadeniz bölgesinde kendini
göstermiştir. Kuvayi Milliye’yi oluşturan ve direnişi sürdüren Millî çeteler daha
sonra düzenli ordular haline getirilmiştir. Đnönü savaşları, çete devrinden
çıkan Anadolu düzenli ordusu ile ilk kazanılan zaferlerdir. Bu iki zaferin
arkasından Sakarya, onun arkasında da Afyon ve Dumlupınar gelir. Sakarya,
Afyon ve Dumlupınar, sadece, yüksek bilgili sanatçı komutanların emri
altındaki düzenli ordular tarafından başarılabilecek tarihî savaşlardır. Gerilla
işleri değildir180. Esasen kumanda heyetleri, subaylar, Birinci Dünya
Savaşı’ndan çıkmış olan kadrodur. Onun için, muharebeleri, vaziyete hâkim
olarak idare etmektedirler181.
Bir ara Pontus Rum çeteleri altı yedi binden yirmi beş bine yükselmiştir.
Bunlara karşı koymak içinde Kel Oğlan veya Topal Osman gibi halk
kahramanları çıkmıştır. Topal Osman beş on kişi ile harekete geçmişti. Bir
Türk evine karşı üç Rum evi yakmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam
gömmek, vapur kazanına kömür yerine canlı adam atmak gibi zulüm ve
işkenceleri ile tanınmıştır182. Sonunda, Falih Rıfkı Atay’a göre Pontus
rumluğunu iyice yıldırmıştır.
1921’den itibaren Sivas’ta konuşlanan Merkez Ordusu, Rum çetecilerle
mücadeleye başladı. Merkez Ordusu giriştiği tenkil harekâtı sonucunda
179 Bkz. ATAY, 218. 180 ATAY, 310. 181 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 261. 182 ATAY, 259.
180
10.886 çeteciyi, kısmen sığınmaları ve kısmen affedilmeleri suretiyle,
zararsız hale getirdi. Çarpışmalar sırasında ise 11.188 çeteci öldürüldü183.
Rumların, isyanlarla bir taraftan da Batı Anadolu’daki Yunan ilerleyişini
kolaylaştırmak gibi bir amaçları bulunmaktadır. Yusuf Hikmet Bayur,
“Đki aydan fazla süren Kütahya- Eskişehir ve Sakarya muharebeler silsilesi ile aynı zamanda hatta onlardan biraz evvel başlamak ve binaenaleyh üzerlerine celbettikleri kuvvetler sayesinde cepheyi zayıflatarak Yunan ordusunun işini kolaylaştırmaya çalışmak suretiyle Karadeniz sahillerimizdeki Rumların müsellâh isyanları olmuş ve istiklal mahkemesince yapılan tahkikat neticesinde hadisenin düşmanlarımızla müştereken tertip edildiği ve bir maksadın da o havalide tıpkı Đzmir’de olduğu gibi Türk ekseriyetini Rum ekalliyete tâbi kılacak bir tarzın tatbiki olduğu anlaşılmıştır.” 184
demektedir. Rumların katliamkâr ve tecavüzkâr olayları, yaklaşık dört sene
sürecek ve ancak 6 Şubat 1923’te bastırılabilecektir185.
Meclisin açıldıktan sonraki dönemde Mustafa Kemal’in başında Enver
de bir derttir. Đstanbul’dan kaçtığı vakit kendi yerine Mustafa Kemal’i Harbiye
Nazırlığı/Bakanlığı için salık veren Enver, şimdi Anadolu’daki millî kurtuluş
savaşının lideri olmak hırsındadır. Mustafa Kemal’i, hâlâ, başkumandan iken
emri altındaki ordu kumandanı gibi görmektedir.
Bir yandan Đstanbul hükümeti ve Đngilizler Anadolu hareketine Đttihatçı
damgasını vurmaktadır. Mustafa Kemal ve arkadaşları da bu tehlikeli
183 Bkz. Đsmet GÖRGÜLÜ: On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 – 1922, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, 315.
184 Bkz. Yusuf Hikmet BAYUR: Türkiye Devletinin Dış Siyasası, 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995, 102-103
185 Đsmet GÖRGÜLÜ: On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 – 1922, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993, 315.
181
isnaddan kurtulmaya çalışmaktadır. Enver yalnız Đttihatçılığın değil, girdikten
çıkıncaya kadar, bütün savaş sorumluluklarının sembolüdür186.
Mustafa Kemal, ulusal mücedeleyi sonuca ulaştırabilmek için
dostluğundan geniş ölçüde yararlanacağı, para, silâh ve cephane yardımı
alabileceği bir devletin yardımına ihtiyaç duymaktadır. O devlet 1917’de bir
devrim yaşamış olan Türklerin geleneksel düşmanı Çarlık Rusyası’nın ardılı
Sovyet Rusya olacaktır. Mustafa Kemal, bu yardımı talep ederken Sovyet
Rusya’nın da Çarlık Rusya’sı gibi emperyalist olduğuna tamamen
inanmaktadır. Fakat Ruslar’la birleştiği önemli bir nokta vardır. Bu nokta her
ikisinin de bu dönemde ortak bir düşmanla mücadele etmekte oluşlarıdır. Bu
durumda, Ruslar’ı rejimlerine taraftar gözükmekle hattâ bu rejimi kabul ettiğini
ilân etmekle aldatmak, bu yardımı temin etmek, diğer taraftan Dünya
Savaşı’nın gâliplerini, bolşevikliğin Anadolu’ya sirayet ettiğini göstererek
korkutmak, bu sûretle de kendi fikir ve amaçlarına ulaşmak, şeklinde bir
politika oluşturulmuştur.
Ankara’da Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Đştirakiyyun Fırkası,
Türkiye Yeşilordu Teşkilâtı adı altında bir takım teşekküller meydana
getirilmiş ve bunlara da bir çok milletvekilinin/mebusun katılımı teşvik
edilmiştir. Ayrıca, Millî Hükûmet’in Đçişleri Bakanlığı resmî bir tebliğ ile,
hükûmetin komünistlik teşkilâtını kurduğunu Dünya’ya ilân etmişti. Bu sayede
özellikle doğuda Ermeniler’e karşı giriştiği kanlı savaşlarda gereksinim
duyulan silâh ve cephane temin edilerek Kâzım Karabekir ve Halid Paşa’ların
emrindeki kuvvetlerin ateş üstünlüğü sağlanabilmişti187.
186 ATAY, 277. 187 Bkz. Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, 475-476.
182
Mustafa Kemal Paşa’nın plânına karşı Ruslar da Ankara ve
Eskişehir’de gerçek komünistliği yürütmek için gizli iki teşekkül kurmuşlardı.
Bazı vilayetlerde bir takım şubeler açarak Türkiye’yi gerçek komünistliğin
kucağına atmak amacını güdüyorlardı.
Bu hareketlerinden Mustafa Kemal Paşa haberdar edilince harekete
geçerek bir takım önlemler aldı. Bu sırada ulusal ordu, Altıntaş Cephesi’nde
Yunan taarruzu karşısında geri çekilmeğe başlamıştı. Meclis’te kaynaşmalar
oluyordu. Bir kısım milletvekilleri/mebuslar Enver Paşa ile Đttihat ve
Terakki’nin rical – i sâbıkasını iktidara getirmeğe kalkmış ve aralarında gizli
anlaşmalara koyulmuştu. Mustafa Kemal Paşa, bu hareketlerden de
haberdar edilince gizli olarak açılmış bulunan komünistlerin Ankara ve
Eskişehir merkezlerini kapattırdı, ve Türkiye Komünist Partisi, Türkiye
Đştirâkiyyun Fırkası ve Yeşilordu Teşekkülleri’ni ortadan kaldırdı. Enver
Paşa’nın Anadolu’ya gelmesine izin vermediği gibi Đttihat ve Terakki’nin
Anadolu’ya gelmiş bulunan mühim elemanlarını da yurd dışına çıkardı188.
Hüsamettin Ertürk, yıllar sonra Fevzi Paşa ile Çankaya’daki köşkünde
görüşürken aralarında geçen aşağıdaki konuşmayı aktarmaktadır:
“Paşa, ‘Hüsameddin!..’ demişti; ‘eğer o zamanlar Enver Paşa Anadolu’ya gelmiş ve Büyük Millet Meclisi’ndeki taraftarları ile birleşmiş olsaydı, ben bu memleketin bir köşesine çekilerek sonuna kadar O’nun iktidara gelmemesi için çarpışırdım!..’ Ben de Paşa’ya: ‘ Peki amma Mareşalim! Sovyet Rusya ile anlaşmağa lüzum var mıydı, bu derece sıkı bir işbirliği tehlikeli değil miydi?!.’ deyince Paşa: ‘ Tehlikeli idi, fakat Mustafa Kemal’in hareketi pek mükemmeldi. Zira Ruslar bize yardımı bahane ederek Anadolu’ya Kızılordu’dan bir takım kolordular sokacaklar, müşterek düşmana karşı dövüşüyoruz bahanesiyle
188 Bkz. ERTÜRK, 476-477.
183
maazallah memleketi işgal ve istilâ edeceklerdi. Dostça içeri giren bu düşmanı, bağrımızdan çıkarmak belki de mümkün olmıyacaktı. Lenin’in itimadına mazhar olan Mustafa Suphi Bey’de, komünist Türkiye’nin Cumhurreisi olacaktı. O’nun komünist zabitlerle Trabzon’a kadar bir heyet halinde geldiğini pek iyi bilirsin. Onlar Ankara’ya gelecek ve Moskova’nın emriyle Büyük Millet Meclisi’ni dağıtarak sözde yeni bir intihabla komünistliği bu memlekette devamlı olarak kuracaklardı. Mustafa Kemal Paşa’nın meziyeti, bir işe ne zaman başlanacağını, nasıl yürütüleceğini ve ne zaman o işe son verileceğini bilmesindeki emsalsiz kabiliyeti idi. O, bu işe tam zamanında darbeyi indirmişti!..’ diye buyurmuşlardı.” 189
Moskova’daki Türk komünistlerinin başı Mustafa Suphi idi. Daha
1918’de partiyi kurmuş, Stalin’in güvenini kazanarak “Yeni Dünya” gazetesini
çıkarmıştı. Bolşevikler Azerbaycan’ı alınca o da parti merkezini Bakü’ye
götürmüş, oradan vatanlarına dönecek Türk esirlerine komünist eğitimi
vermiştir. Onun çabası ile 14 Temmuz 1920’de Ankara’da üçüncü
enternasyonalin merkezi kurulmuştur. Türk komünistleri daha ilk “ Doğu
Milletleri Birinci Kongresi’nde Mustafa Kemal’i karşılarına almışlardır190.
Falih Rıfkı Atay, Mustafa Suphi ve on yedi arkadaşının Yahya kaptanla
adamları tarafından bir takaya bindirilerek denize atıldıkları bilgisini
vermektedir191. Hüsamettin Ertürk’ün aşağıdaki anlatımı Mustafa Kemal ve
arkadaşlarının ulusal mücadeleyi sonuca ulaştırmak için yürütmüş oldukları
derin politikaları hakkında fikir vermektedir:
189 ERTÜRK, 477. 190 ATAY, 279. 191 a.g.e., 282. “Mustafa Suphi ve arkadaşlarının bilâhare ne oldukları öğrenilememişti. Rusya‘ya güvenmenin ve O’na bel bağlamanın cezasını Mustafa Suphi’de diğerleri gibi herhalde çekmiş olacaktı.” diyen Hüsamettin Ertürk’ün kitabının dipnotunda ise aşağıdaki açıklama yer almaktadır: “Mustafa Suphi’nin âkıbeti meçhul değil, bellidir. M. Kemal’in emriyle Trabzon’da Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kaptan tarafından denize demirlenip boğdurulmuştur. Bir istihbaratçının bunu bilmemesi imkânsızdır. Fakat müellif dâima M. Kemal’i korumak istediğinden işine gelmiyen gerçekleri setretmektedir. Halbuki Yahya Kaptan da bilâhare başka bir sûrette M.Kemal tarafından öldürtülmüştür.” Bkz. Hüsamettin ERTÜRK: Đki Devrin Perde Arkası, Haz. Samih Nafiz TANSU, Birinci Basım, Đstanbul, Sebil Yayınevi, 1996, 481.
184
“Çok defa müsâade ve müsâmaha edilmiş görülen bazı işler vardır ki; günün birinde o mesele hakkında birdenbire tahkikat açılması, haklarında muâmele ifası bir zarûret olur ve o zaman da yürüyen resmî işi kimsenin durdurmağa, ne kudreti ve ne de cesareti yeter. Ankara ve Eskişehir’de kurulup faaliyete geçen ve mebuslardan da bir kısım azası bulunan, Moskova’dan para alan ve Mustafa Kemal Paşa’nın muvafakati olduğu kulaktan kulağa söylenen “ Türkiye Komünist Partisi” günün birinde Đstiklâl Mahkemesi huzuruna getirilmiş ve buraya dahil olanlar hakkında tahkikat ve mûamele icrasına başlanmıştı. Đşler bir defa da bu yola girince onun önüne geçmeğe imkân kalmamıştı. Hakikatte onlar hakkında derhal takibat icrasına karar veren bizzat Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa idi.” 192
D–ULUSALCILAR’IN DIŞ ve ĐÇ DÜŞMANLARINDAN KURTULMASI
1- Ulusalcılar’ın Dış Düşmanlarından Kurtulması
Đtilâf devletleri I. ve II.Đnönü zaferleri sonrasında, Türk – Yunan
mücadelesinin gelişmesi karşısında seyirci kalmayı daha uygun bulurlar.
Fransa ve Đtalya’nın yanı sıra Đngiltere’de, savaşa sürüklenmemek için,
gittikçe Yunanistan’dan sıyrılmak zorunda kalır. Đstanbul’daki Đngiliz, Fransız
ve Đtalyan komiserleri Đtilaf işgal kuvvetlerinin tarafsızlığını ve bu kuvvetler
tarafından işgal edilen bölgenin tarafsız bölge olduğunu, 18 Mayıs 1921’de,
ilân ederler193. Bundan sonraki dönemde mücadele Türk – Yunan savaşı
görünümünde devam eder. Nihayetinde Türk ordusu, 22 Ağustos 1922’de
başlayan Büyük Taarruzu neticesinde 9 Eylül’de, Yunan ordusunu bozguna
uğratarak Đzmir’e ulaşır. Falih Rıfkı Atay’ın aşağıdaki sözleri Đzmir’in tekrar
Türk ordusunun eline geçmesinin ve Yunan ordusunun Anadolu
192 ERTÜRK, 483. 193 Bkz. BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 411.
185
topraklarından atılmasının yaratmış olduğu psikolojik etkiyi anlatması
bakımından önemlidir:
“Yunan ordusunu yoketmişiz ve Đzmir’e iniyormuşuz Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.” 194
“Gâvur Đzmir” karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitmiştir,
diyen Falih Rıfkı Atay, Đzmir yangınından, o zaman Ermeni kundakçılarının
sorumlu tutulduğunu, ancak, birinci ordu Komutanı Nureddin Paşa’nın da
yangında hayli marifeti olduğunu söyleyenlerin de bulunduğunu ifade
etmektedir. Bildiklerinin doğrusunu yazmaya karar verdiğini söyleyen Falih
Rıfkı Atay, aşağıdaki değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Đzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbine Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki hıristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, Đzmir’i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyordum. Nureddin Paşa, tâ Afyon’dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi.’ ”195
1922’de Türkiye’nin batısında Yunan cephesinin çökmesiyle beraber ve
Yunan ordusunun bir taraftan Bursa-Mudanya öte taraftan Izmir-Çeşme
194 ATAY, 339. 195 a.g.e., 351-352.
186
yönüne doğru geri çekilmeye başlamasıyla, civardaki köy, kasaba ve
şehirlerdeki yüz binlerce sivil Rum da, Yunan ordusu gittikten sonra, Türklerin
artık kendilerini buralarda yaşatmayacakları korkusu ile limanlara doğru
göçmeye başlamıştı. Sağ olarak Marmara ve Ege limanlarına ulaşabilenler
buldukları teknelerle 1922 yılının Eylül ve Ekim aylarında Türkiye’yi terk
ederek Yunanistan’a sığınmışlardı.
Đşler Patrikhane ve Yunan ordusuyla işbirliği yapan Rumlar için tersine
dönmüş, güvendikleri ordu üst üste aldığı yenilgiler üzerine Đzmir üzerinden
kaçmaya başlamıştır. Đzmir Metropoliti Hırisostomos Đzmir'in Türk ordusunca
geri alındığı 9 Eylül 1922 günü linç edilir; kolluk kuvvetleri linç girişiminde
bulunanları engellemez196.
Mudanya Mütarekesi’nden sonra Ekim 1922’de Yunan ordusunun
onbeş gün içinde Doğu Trakya’yı boşaltması işlemi başlayınca, aynı panik
orada da yaşanmış ve Trakya’nın tüm Rum halkı Yunan ordusuyla Meriç
Nehri’nin batı yakasına geçmiştir. Böylece birkaç gün gibi çok kısa bir süre
içinde bir milyondan fazla Rum’un Türkiye’yi terk ederek perişan bir halde
Yunanistan’a sığındığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Yunanistan ise, bu
insanlara yer bulabilmek için ülkesinde yaşayan Türklerden kurtulmanın
arayışı içine girdi197.
196 MACAR, s.82. 197 Orhan TÜRKER: “Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ahali Mübadelesinin 75. Yılı”, Tarih
ve Toplum, c. 29, No. 172 (Nisan 1988), 35.
187
2 – Ulusalcıların Đç Düşmanları’ndan Kurtulması
a – Azınlıklar
Ulusal/Milli Mücadele önderleri, I. Dünya Savaşı sırasındaki
uygulamaları yüzünden gerek Đtilaf devletlerinin gerekse de onların
desteklediği Đstanbul’daki Đttihat ve Terakki karşıtı Osmanlı hükümetlerinin,
her türlü kötülüğün sorumlusu olarak ötekileştirdikleri Đttihatçıların devamı
oldukları ve Hıristiyanlara karşı öldürme, göç ettirme gibi benzer eylemleri
planladıkları şeklindeki suçlamalarına maruz kalmışlardır. Özellikle Anadolu
hareketinin karşıtları, M. Kemal ve arkadaşlarının eski Đttihatçı oldukları ve
Anadolu’da Hıristiyanlara yönelik yeni katliamlar planladıkları yolunda yoğun
propaganda yapmışlardır. Buna karşı Đttihatçı olunmadığı ve Hıristiyanlara
karşı iyi davranmanın bu hareketin temeli olduğu yolunda açıklamalar tüm bir
dönem boyunca sürekli tekrarlanmıştır198. Fransızların Klikya’yı işgali
sırasında Ermeni askerlerini kullanması ve Ermenileri silahlandırması ile
köylerin tahribi, kadınlara tecavüz edilmesi halkı ayaklandırmış, oluşan savaş
ortamında Fransızlar Urfa ve Maraş’tan çekilmek zorunda kalmışlardır.
Türklerin de misilleme yaparak köyleri yıktığı, Ermenileri öldürdüğü haberleri
yayılmıştır199. Đstanbul’un 16 Mart 1920’de işgal edilme nedenlerinden birisi
de Ocak – Şubat aylarında Maraş bölgesinde bu tür katliamların yapılmış
olduğu iddiasıdır. Lord Curzon, Paris Barış Görüşmelerinde, Đstanbul’un
işgalinin gerektiği üzerine konuşurken, Maraş katliamı nedeniyle “Türklerin “
cezalandırılmasını önemli nedenlerin başında sayar. Bu nedenle, Đtilaf
Devletlerinin Đstanbul’u işgallerinin hemen akabinde, bölgelere gönderilen ilk
198 AKÇAM: Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, 75-76. 199 Orhan DURU: Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Üçüncü Basım,Đstanbul,Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2004, 74.
188
genelgede bu konu ele alınır. Genelgede, “Bugünler zarfında vatanımızda
yaşayan Hıristiyan ahali hakkında göstereceğimiz muamele-i
insaniyetkâranenin kıymeti pek büyük olduğu“ söylenerek, Hıristiyanlara karşı
kötü muamele yapacak olanların en sert şekilde cezalandırılacakları
bildirilir200. Ancak, Türklerin Hristiyanlara karşı mezalim yaptıkları şeklindeki
kökleşmiş düşüncelerinin bu dönemde de değişmediğini süreç
kanıtlayacaktır.
Türk ordusu’nun Yunan ordusunu Anadolu’dan çıkarması ve 15 Ekim
1922 Mudanya Ateşkes Anlaşması sonrasında Doğu Trakya’nın
boşaltılmasının ardından toplanması kararlaştırılan Lozan Konferansı
öncesinde, Đngiliz emperyalizmi her konferans öncesinde olduğu gibi havayı
bulandırmaktan ve Türkler aleyhinde propaganda yapmakta ve bunda
kısmen de başarılı olmaktadır. Đngiliz propagandasında ulusal hükümetin,
Anadolu’da bulunan ve Müslüman olmayan unsurları zorla çıkarmaya
başladığı ve Đslâm ve Türk’ten başka hiçbir kimsenin ülkede yaşamamasına
karar verdiği ileri sürülmektedir201.
30 Ocak 1923’te Lozan Antlaşması’nın bir parçası olarak Yunan ve
Müslüman -Türk Nüfuslarının Mübadelesi’ne ilişkin sözleşme imzalanmış ve
ahali mübadelesine başlanmıştır.
Mübadeleye tâbi tutulacak nüfusu belirlemede dinin temel kriter olarak
kullanılması, yeni ulusal kimliğin inşasında, söz konusu dönemde, hem pratik
bir zorunluluğun, hem de Müslüman etnik azınlık oluşturmama isteğinin bir
sonucudur202. 1923’te başlayan mübadele süreci sonucunda, Anadolu
200 AKÇAM: Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, 79. 201 Bkz. CEBESOY, Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıraları (I. Kısım), 176. 202 Aptülahat AKŞĐN: Atatürk’ün Dış Politika Đlkeleri ve Diplomasisi, Ankara, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1991, 117.
189
tarihinde ilk defa Istanbul’un surları arasına sıkışmış küçük bir Müslüman
olmayan azınlık dışında, hemen bütünüyle Müslüman unsurların vatanı
haline gelmiştir203.
TBMM’de bütün mebuslar Türk – Yunan nüfus mübadelesinin zaten
gerekli olduğu konusunda fikir birliği içindedir. TBMM Zabıtlarında nüfus
mübadelesinin yaratacağı bazı ekonomik sonuçlardan bahsedenlere hiç
rastlanmaz.
Meclis araştırması açılması ile ilgili olarak konu tartışıldığı zaman,
TBMM’deki genel hava, Anadolu’daki azınlıklardan kurtulmanın Türkiye
açısından bir varoluş sorunu olarak algılandığını göstermektedir. Burada
milletvekillerini/mebusları rahatsızlığa sevk eden mesele, Anadolu’da
Müslüman olmayanlar yaşamaya devam ettiği sürece azınlıklar ile Müslüman
Türkler arasında muhtemel çatışmaların çıkması ihtimali değil, aksine Avrupa
devletlerinin Müslüman olmayan azınlıkların varlığını bahane ederek
Türkiye’nin iç işlerine karışması ihtimalidir. Bu ihtimalin tamamen ortadan
kalkması için, Müslüman olmayan azınlıklardan kurtulmak en emin yol gibi
görünmektedir204. Osmanlı Devletinin son döneminin ve Milli Mücadele
dönemindeki azınlıkların dış düşmanların iç işbirlikçisi olarak
ötekileştirilmeleri ve düşman olarak algılanmalarının belleklerdeki sıcaklığının
bu düşüncenin derinleşmesinde önemli bir rolü olmuştur.
203 a.g.e., 114. 204 Ayhan AKTAR: Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme ‘ Politikaları, I. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000, 42-43.
190
b - Padişah, Saray, Babıâli
23 Nisan 1920’den itibaren Ankara’da çalışmaya başlamış bir Türkiye
Büyük Millet Meclisi vardı. Bir hükümet kurmuştu. Ordular toplayarak
düşmanı mağlup etmiş ve bunun bir neticesi olarak da I. Dünya Savaşı’nın
galip devletleri bir barış konferansı toplamağa karar vermişti205. Ulusal
önderlerden Ali Fuat Cebesoy 30 Ekim 1922’de Meclis’te yaptığı konuşmada;
“Milletimizin bunca fedakarlık ve kahramanlığından sonra önümüzdeki sulh konferansında fitne çıkaracak ve ikilik ihdas edecek saray ve hükümetinin Türk milleti üzerinde hiçbir vaziyeti kalmadığı hakkındaki kararımızı bütün cihana ilan edelim ve bu suretle düşmanlarımızın sonuncusu olan saray ile hükümetini ortadan kaldıralım.”206
diyordu. 1 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı tarihi bir
kararla Saltanat ve Hilafet ayrıldı ve Saltanat lağvedildi. Meclis, oy birliğiyle
kabul ettiği kararda, birkaç yüzyıldır saray ve Babıâlinin bilgisizlik, zevk ve
eğlence içerisinde bulunması yüzünden devletin azim felâketler içinde müthiş
bir şekilde çalkalandıktan sonra nihayet tarihe intikal ettiği bir anda Osmanlı
Đmparatorluğu’nun kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk ulusunun Anadolu’da
hem dış düşmanlarına karşı başkaldırdığı, hem de o düşmanlarla birleşip
ulus aleyhine harekete geçmiş olan saray ve Babıâli aleyhine mücadeleye
atılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükûmeti ve ordularını teşkil
ederek dış düşmanlar, saray ve Babıâli ile fiilen ve silahlı bir şekilde ve
bilinen ağır güçlükler ve elim yoksunluklar içinde mücadeleye girişmiş olduğu
ve bugünkü kurtuluş gününe ulaştığı ifade edilmektedir. Kararın devamında,
Türk Ulusu’nun, saray ve Babıâlinin ihanetini gördüğü zaman Teşkilatı
205 CEBESOY: Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıraları (I. Kısım), 111. 206 a.g.e., 123-124.
191
Esasiye Kanunu kabul ederek onun birinci maddesi ile hâkimiyeti Padişahtan
alıp bizzat ulusa ve ikinci maddesi ile yürütme ve yasama kuvvetlerini onun
yed-i kudretine verdiği, yedinci madde ile de savaş ilânı, barış antlaşması gibi
bütün egemenlik hakkını ulusun benliğinde birleştirdiği belirtilmektedir. Bunun
üzerine, o zamandan beri eski Osmanlı Đmparatorluğu tarihe intikal edip
yerine yeni ve ulusal bir Türk Devleti yine o zamandan beri padişahlık
kalkmış olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi var olmuştur. Yani bugün
Đstanbul’da bulunan heyet varlığını usulen himaye edecek hiçbir meşru ve
yabancı olmayan kuvvete ve Milli desteğe sahip olmayan bir gölge halindedir.
Ulus kişisel hükümranlık ve saray halkı ve etrafının zevk ve eğlencesi esası
üzerine kurulmuş bir saltanat yerine, asıl halk kütlesinin ve köylünün
hukukunu himaye ve mutluluğunu üzerine alan bir halk hükûmeti yönetimi
tesis etmiş ve onun yerine koymuştur207.
1 Kasım’da alınan kararla Saltanat’ın Đstanbul’un işgal tarihi olan 16
Mart 1920‘den itibaren ve ebediyen kalktığı kabul edilmiş, 4 Kasım’da
Sadrazam Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifasıyla Osmanlı hükümeti tarihe
karışmıştı, padişah da Đngilizlere sığınarak ülkeyi terketti, ancak ulusalcıların
dış ve iç düşmanları bitmeyecektir208.
207 Bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK, 105. 208 Mart 1921’deki Đkinci Đnönü Savaşı öncesinde Bursa istikametinden gelen ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kafileye rastlayan Đsmet Đnönü şöyle diyor: “Đlerlemekte olan düşmandan kaçıyorlar. Kafile hem yürüyor, hem söyleniyorlar, mırıldanıyorlar. Kulak verdim, ‘Ne olacak, ne yapacağız, nedir bu bizim başımıza gelenler?’ tarzında konuşuyorlar. Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım: ‘Bana bakın,’ dedim. ‘Đçinde bulunduğumuz vaziyeti bilesiniz. Bundan başka subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bir kısım halk sizin yüzünüzden muharebe devam ediyor, zannındadır. Her tarafta fesatçılar var. Bunlar da düşmanınız sayılır.’ “. Bkz. Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 249. Đsmet Đnönü’nün bu sözleri dış güçlere olan güvensizliğin yanında belki farklı nedenlerle de olsa, daima içeriden birilerine de duyulan güvensizliğin bariz bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
192
3- Anadolu’nun Vatanlaşması
Osmanlı – Türk Đmparatorluğu içinde Rumeli’nin Anadolu’ya denk bir
yeri vardır. Marmara kıyısına yakın biryerde kurulan Osmanlı Devleti, hem
Anadolu’da hem de Rumeli’de genişlemişti. Đlk başkenti, Anadolu’da Bursa,
ikinci başkenti ise Rumeli’de Edirne olmuştu. Đstanbul’un 1453’te feth
edilmesi sonrasında ise Đstanbul başkent haline gelmişti.
Türklerin, 1071’deki Malazgirt savaşı sonrasındaki Anadolu’ya olan
göçleri sürekli bir şekilde devam etmiş, Osmanlı’nın Rumeli topraklarında
genişlediği dönemlerde Anadolu’nun Türk nüfusu Rumeli’de feth edilen
yerlerde iskân edilmiştir.
Osmanlı Đmparatorluğu’nun Rumelideki nüfus durumuna objektif bir
gözle bakılınca görülen durum şuydu: Đleri sürülenlerin aksine, Rumeli’de
Türk – Müslüman nüfusu öyle pek azınlıkta değildi. Hele Đstanbul’un
hinterlandı durumunda olan ve beşyüz yıldan beri Türk idaresinde bulunan
Edirne ve Tuna vilâyetlerinde Türk–Müslüman nüfusu büyük bir yekûn
tutuyordu. Fransa’nın Rusçuk Viskonsolosu Aubaret, 6 Ekim 1876 günü
Hükümetine şunları yazıyordu :
“Avrupa Türkiye’sinde küçük bir Müslüman azınlığı bulunduğu yolundaki yanlış kanaati bu vesileyle düzeltmek faydasız olmayacaktır. Yalnız Tuna Vilâyetinde … 1.130.000’i Bulgar olan 1.233.500 gayrimüslime karşılık 1.120.000 Müslüman bulunmaktadır. Niş sancağı buna dahil değildir, fakat bu hiçbir şeyi değiştirmez… Şu halde rakamlardaki eşitlik hemen hemen tamdır.”
193
Bu bilgiye göre, Rusların “Bulgaristan” olarak adlandırageldikleri Tuna
Vilâyetinde Bulgar nüfusu, genel nüfusun yarısı kadardı. Türk – Müslüman
nüfus ile Bulgar nüfus arasında hemen hemen tam bir eşitlik vardı209.
1877 – 78 yıllarındaki Osmanlı – Rus savaşı’nın Osmanlı’nın toprak
kaybetmesi ile sonuçlanması sonrasında Rumeli’den göçler başlamış ve göç
etmiş bulunan büyük göçmen kitlelerinden bir kısmı Anadolu’ya ve Suriye’ye
yerleştirilmiştir. “Doksanüç Muhacereti” diye tarihe geçen 1877–78 kitle
göçlerinin, yüzlerce yıllık bir ağacın tâ kökünden alabora olması, Rumeli
topraklarının baştan başa yerinden oynaması ve başdöndürücü bir erozyona
kapılıp kayması gibi ürpertici bir görünüşü var(dır)210. Balkan savaşının
başlaması ve Osmanlı Devleti’nin mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine acı
tablolar sergilenerek başlayan göçler, Balkan facialarının en acıklı safhasını
teşkil etmiştir211.
Balkanlardan Türk göçlerinin yakın Türk tarihi içinde önemli yeri vardır.
Bu göçler, Türk’ün Avrupa’dan çekilmesi veya atılması anlamı taşır ve
Osmanlı – Türk Đmparatorluğunun Balkanlardan çekilmesi tarihiyle doğrudan
doğruya bağlantılıdır. Balkanlardan Türk ordusu ve idaresi safha safha çekilir
veya atılırken, bunların yanısıra oralardaki yerli Türk halk kitleleri de
yerlerinden yurtlarından sökülmüşler ve dalga dalga göç etmişlerdir212.
Osmanlı sancağının indiği yerlerde Türklerin varlıklarını sürdürmelerine
imkan kalmamakta ve Osmanlı’nın elindeki topraklara göç başlamaktadır.
Barış için masaya oturulduğunda, Osmanlı’dan toprak koparmayı
amaçlayan Balkanlı devletler, Avrupa kamuoyuna talep edilen topraklarda
209 ŞĐMŞĐR: Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: II, CLXVII. 210 a.g.e., XXX. 211 HALAÇOĞLU, 31. 212 ŞĐMŞĐR: Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: I, 9.
194
Türklerin azınlıkta kaldığını ispatlamayı ve işgal ettikleri toprakların
kendilerine bırakılmasını sağlamayı amaçlamaktaydılar. Bunun içinde bir
taraftan Türklerin/müslümanların göç etmelerine yol açacak tedbirleri
uygulamaya sokarlarken bir taraftanda kendi soydaşlarını
yerleştirmektedirler. Bunda da bir ölçüde başarıya ulaştıkları söylenebilir.
Hatta aynı politika Osmanlı Devleti’nin elinde kalan Trakya bölgesi ile
Đzmir’de de oynanmak istenmiştir, bunun için kendi sınırlarına yakın bu
bölgelerde iskân çalışmalarında bulunmuşlardır. Öte yandan I. Dünya Savaşı
sonrasında, buna benzer bir durum doğuda Ermeniler, batıda Rumlar
tarafından tatbik edilmek istenmiştir213.
Anadolu, Rumeli Türk göçmen kitlelerinin son durağı, son sığınağı
olmuştur. Dalga dalga gelen göçmenler sâyesinde, Anadolu’da Türk nüfus
yoğunluğu artmış, Türk – Müslüman nüfusun Müslüman olmayan nüfusa
oranı yükselmiştir. Türk nüfusu Rumeli’de azalmış Anadolu’da ise
çoğalmıştır214. Sürekli toprak kayıpları, Balkanlar’dan Anadolu’ya sürülen
insanlar ve Anadolu’daki Müslüman olmayanlar arasında ulusal kimliğin
giderek güçlenmesi gibi faktörlerle Anadolu’ya başka gözle bakılmaya
başlanır; bu faktörler, geçmişte ihmal edilmiş “Türk Anadolu’nun yaratılması
fikrini doğurur.“ Artık Anadolu vatan olacaktır215.
Rumeli’den gelen Müslüman – Türk göçmenlerin Anadolu ve Trakya’da
Müslüman olmayanların yaşadığı yerlere, bilhassa Ege adaları karşısındaki
bölgelerde bulunan Rumların yerine yerleştirilmeleri ve bu sayede Trakya ve
Anadolu’yu ilerisi için birçok fitne ve fesattan korumak düşüncesi hükûmetin
ana prensibi olmuştur. Nitekim bu durum semeresini çok kısa sürede, daha
Millî Mücâdele sırasında vermiştir216.
213 HALAÇOĞLU, 43. 214 ŞĐMŞĐR: Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: I, 9. 215 Fuat DÜNDAR, 36. 216 HALAÇOĞLU, 134.
195
Rumeli’nin Osmanlı Đmparatorluğu’nun elinden çıkması, Türk
edebiyatına, sanatına, folkloruna da yansımıştır ve Türk kimliğinin
şekillenmesinde önemli bir etki oluşturmuştur. Enver Paşa, Balkanlar’ın
kaybından sonra,
“Ecdad kaniyle sulanmış o ovaları, o yaylaları insan nasıl unutur? Tam dört
yüz sene, Türk akıncılarının at koşturdukları o meydanları, câmilerimiz,
türbelerimiz, tekkelerimiz, köprülerimiz ve kalelerimizle onları dünkü
uşaklara bırakmak, ve Rumeli’nden kovularak Anadolu’ya geçmek, insanın
tahammül edemiyeceği bir şeydir. Bulgarlar’dan, Yunanlılar’dan,
Karadağlılar’dan intikam almak için, ömrümün bundan sonraki yıllarını seve
seve fedâya hazırım!” 217
demektedir. Đsmet Đnönü’nün aşağıdaki açıklaması, Rumeli’nin de Türkler için
vatan olarak telakki edilmekte olan bir toprak parçası olduğunu
göstermektedir. Đnönü,
“Bizim yetiştiğimiz devirde Batı Rumeli’nde biz kendimizi gitmek üzere olan
bir idare mahiyetinde asla görmüyorduk. Beş yüz sene zarfında burada
yerleşmemiz derin kök salmış bir varlık halindeydi.” 218
demektedir. “Muhacirler, kaybedilmiş ülkelerimizin millî hatıralarıdır.” diyen
kendisi de Rumeli doğumlu bir Türk olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de, diğer
bir çok Türk gibi, doğduğu ve büyüdüğü toprakların kaybedilmesinin yarattığı
derin etkilerin izlerini taşıdığı muhakkaktır. Yeni kurduğu devletin tam
bağımsızlığı üzerindeki kararlılığının ve iç ve dış düşmanlar üzerindeki
hassasiyetinin oluşmasında bu durumun da etkisi vardır. Falih Rıfkı Atay,
“Yakınları son hasretlerinden biri, iyi olursa bir yaylaya çıkmak, orada
artık yalnız serin kaynak suları ve süt içmek özlemesi olduğunu
217 ERTÜRK, 116. 218 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 1. Kitap, 82.
196
söylemişlerdi. Rumeli yaylalarındaki koyun sürülerinin çan sesleri
kulağında, bu vatan ve milletin kurtarıcısı, bir gurbet ve sıla acısı
içinde idi.” 219
demektedir.
E – LOZAN BARIŞ ANDLAŞMASI
I. Dünya Savaşını kaybeden Osmanlı Đmparatorluğu’nun müttefiki
olan imparatorluklar, sadece, aldıkları andlaşma projelerini imzalamak
durumunda kalmışlarken Türkiye, herkesin 1918’de bitirdiği savaşa,
daha dört sene devam etmişti. Đnönü’nün ifadesiyle Büyük galip
devletler, yardım ettikleri küçük ortaklarıyla, savaşı devam ettirmişler,
ve dört sene içinde, Türkiye’yi, içeriden Padişah Hükümeti, karışıklıklar
ve sona kadar Yunan ordusuyla boyun eğdireceklerini zannetmişler,
başarılı olamamışlar, 1918 galibiyetinden farklı bir vaziyete düşerek,
Türkiye’yi barış masasına çağırmışlardır. Lozan Konferansı’na çağrılan
Büyük Millet Meclisi Türkiyesi’ne göre, imparatorluk mağlup olmuştu ve
zaten imparatorluk, ülke içinde de, düşmüş ve lağvedilmişti. 1918
mağlubiyetini üzerine almıyordu. Galip devletler ise, 1918 galipleri
durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar altında 20 Kasım 1922’de
toplanan Lozan Konferansı’nda Baş Temsilci olarak, Đsmet Paşa
Mudanya Mütarekesinden geldiğini söylerken Đngiltere Baş Temsilcisi
Lord Curzon ise, Mondros Mütarekesini hatırlatmağa çalışıyordu220.
219 ATAY, 535. 220 Đsmet Đnönü’nün yazdığı “Önsöz” bölümü için Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001, IX-XIII.
197
Türk delegasyonu, Lozan Konferansı’nı daha önce üzerinde anlaşmaya
varılmış koşullar üzerinde kimi değişiklikler yapılması öngörüsüyle toplanmış
bir konferans olarak kabul etmeyi reddetti221. Müzakereye başlanıldığı
zaman, Türkiye’nin eşit şartlarla müzakere edeceğinin nazari/teorik
olarak kararlaştırıldığını ifade eden Đnönü,
“1918 galipleri bu şartı nazari olarak kabul ederler ve uygulamada ağırlıklarını başka istikametlere yöneltmeğe çalışırlardı. Đlk günden itibaren, Konferansın eşit şartları, milletlerin istiklali havası ve hakkının münakaşasını, her vesile ile yenilerdik.” 222
demektedir. Eşit şartlarda Konferans’ta yer alınması konusundaki
hassasiyetin arkasında belleklerdeki Osmanlı Đmparatorluğu’nun barış
masalarında bir çok haksızlıklara ve kayıplara uğratıldıkları şeklindeki
algılama biçiminin önemli bir etkisi olduğu düşünülmektedir. Türkler
savaşlarda kahraman; fakat barış zamanında toleranslı olarak
değerlendirilirlerdi ve Osmanlı Đmparatorluğu’nun barış zamanında bazen
tatlılık bazen de bazı saygı sınırlarını aşan emrivakilerle savaşlar sonucunda
muhafaza ettiği birçok haklarını kaybetmesi durumlarına sıklıkla
rastlanılırdı223. Ali Fuat Cebesoy’un Lozan görüşmeleri sırasındaki havayı
yansıtan aşağıdaki sözleri böyle bir duruma maruz kalmaktan duyulan
endişeyi göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
“Türk’ün harp meydanında kazanmış olduğu muzafferiyeti yeşil masa etrafında kaybettiği sözleri dillere destan olmuştu. Meclis mehafili bir emrivaki karşısında kalmamak telaş ve heyecanı içinde yaşıyordu.”224
221 Vamık D VOLKAN ve Norman ITZKOWITZ: Ölümsüz Atatürk, Đstanbul, Bağlam Yayınları, 1999, 298-299. 222 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001, IX. 223 Bkz. BAYUR, 150. 224 CEBESOY: Ali Fuat Cebesoy’un Siyasi Hatıraları (I. Kısım), 300.
198
20 Kasım 1922’de Lozan’da Konferansın açılış toplantısı yapılmış ve 21
Kasım’dan itibaren’de oturumlar başlamıştır. Đngiltere baştemsilcisi Lord
Curzon’un başkanlık ettiği Birinci Komisyon “Ülke ve Askerlik Sorunları
Komisyonu; Boğazlar Rejimi” ile ilgili, Đtalya baştemsilcisi Marki Garroni’nin
başkanlık ettiği Đkinci Komisyon “Türkiye’de Yabancılar ve Azınlıklar Rejimi”
ile ilgili, Fransa baştemsilcisi M. Barrere’nin başkanlık ettiği Üçüncü
Komisyon “ Maliye ve Đktisat Sorunları Komisyonu; limanlar ve demiryolları;
sağlık sorunları” ile ilgili konuları ele almak üzere kurulmuştur. Ayrıca bu
komisyonlar alt-komisyonlar ve uzmanlar komiteleri kurabileceklerdir. Lozan
Konferansı, Osmanlı Đmparatorluğu ile Batı arasında var olan sorunların
muhasebesinin yapıldığı bir arenaya dönüşmüştür. Başlangıçta gerek
Türkler, gerekse Batılılar konferansın birkaç hafta içinde biteceği
kanısındadırlar. Buna rağmen görüşmeler 8 ay devam etmiştir. Görüşmelerin
uzamasına yol açan hususlar, yeni Türkiye'nin sınırları sorunu ile Osmanlı
Devleti ve Batı arasındaki bir taraftan Osmanlı Borçları (Düyunu Umumiye)
diğer taraftan da iktisadi ve adlî kapitülasyonların kaldırılması konusudur225.
Atatürk, 17 Şubat 1923’te toplanan Đzmir Đktisat Kongresi'nde Lozan
görüşmelerinden söz ederken,
"Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil, üç yüz ve dört yüz senelik hesapları görüşüyorlar -diyordu- ve hâlâ muhataplarımız Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Türkiye'nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celâdetli olduğunu, tam istiklâl ve milli hakimiyetinden zerre kadar fedakârlık yapamayacağını hâlâ anlamamışlardır." 226
diyordu. Konferansta, Đtilaf devleti temsilcilerinin ve özellikle dönemin en
güçlü devletleri Đngiltere, Fransa ve Đtalya’nın Sevr Antlaşması’nda
somutlaştırdıkları politikalarıyla, Lozan Antlaşması’nda büyük ölçüde
somutlaşan Türk temsilcilerinin ortaya koydukları politika anlayışları ve yeni
ulus devletin kimliğine ilişkin yaklaşımları arasındaki farklılıklar, Türk dış
politikasındaki önemli bazı sorunlar üzerindeki güncele yansıyan etkileriyle
225 Bkz. Taner TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 5. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Ocak 2001, 44. 226 Taner TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 5. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Ocak 2001, 59.
199
önemini ve sürekliliğini sergilemektedir. Bu nedenle Lozan müzakereleri ve
Lozan Antlaşması’nda somutlaşan bazı konular üzerinde durulmasının, Türk
siyasal kimliğini ve Türk dış politikasındaki sürekliliği anlamak bakımından
önemli olduğu düşünülmektedir.
1- Batı Trakya ve Adalar Sorunu
Batı Trakya ve Ege Adaları konusundaki sorunlar, Türkiye ve
Yunanistan arasında güncelliğini sürdürmekte ve gerek azınlıklar
konusundaki gerekse de Türkiye ve Yunanistan’ın önemli birer taraf oldukları
1955’yılından beri uluslararası bir sorun haline gelmiş bulunan Kıbrıs
konusundaki yansımalarıyla Türkiye’nin dış politikasında önemli bir yer işgal
etmektedir. Bu nedenle, konunun Türklerin belleğindeki yerini anlamak
bakımından üzerinde durulmuştur.
Lozan Konferansı’nda Lord Curzon’un başkanlığındaki 1. Komisyon’un
22 Kasım 1922 Oturumu’nda Đsmet Đnönü, Batı Trakya için bir plebisite
başvurulmasını istemiş, plebisite başvurulmasını istediği topraklarda,
Demotika bölgesinde, Balkan Savaşları’ndan önce de sonra da, Türklerin
çoğunlukta bulunduklarını, ekonomik nedenlerin de Türk isteklerini
desteklediğini ifade etmiştir 227.
Yunanistan baştemsilcisi M. Veniselos ise, Yunan Hükümeti’nin, Doğu
Trakya ile Đzmir ve hinterlandını, Müttefiklerin uğrunda savaştıkları ilkelere
uygunluğuna inandığı için istemiş olduğunu söylemiştir. O’na göre, bütün bu
. 227 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 21. .
200
topraklarda, hiç değilse Balkan Savaşları’nın sonuna kadar, bir Türk
çoğunluğu yoktu. O zamanlardan beri, özellikle Doğu Trakya’dan Bulgarlar
çıkartılmış ve yerlerine Bosna Müslümanları getirtilmiştir; bu yüzden, halkların
birbirine oranı biraz değişmiştir; bununla birlikte, bu değişikliklerden sonra
bile, salt çoğunluk Türkiye’ye geçmemiştir. Venizelos’a göre, Đzmir’de de bir
Türk çoğunluğu yoktur; fakat Yunanistan, Müttefiklerin kendisinden
istediklerine uygun olarak, Đzmir ve Doğu Trakya’dan vazgeçmektedir228.
Veniselos’a göre, 1914’ten beri, Türk Hükümeti, Türk olmayanlardan
kurtulmak için, toptan öldürmelere kadar gitmese bile, kütle halinde
sürgünlere ve sınırdışı etmelere koyulmuştur. Yunanistan, bu yüzden,
kendisine sığınmış olan bir milyon göçmene geçim yolları bulmak zorunda
kalmıştır; sığınan bu göçmenlerin sayısı belki daha da artacaktır.
Öte yandan, M. Veniselos, Yunanistan’ın Đzmir’e ve Küçük Asya’ya
gitmiş olmasını haklı göstermek için, ülkesinin oralardaki hareketlere
kendiliğinden kalkışmadığını, Müttefik ve Ortak Hükümetlerin, M.
Veniselos’un iddia ve isteklerinin haklı temellere dayandığını kabul ettiklerini;
hatta bunların, Đzmir’i Yunanistan’a bırakmağa razı olmazdan önce, Başlıca
Müttefik ve Ortak Devletlerden üçü, Yunanistan’ı Küçük Asya’da savaşa
girmeğe çağırdıklarını ifade etmektedir. Şüphe yok ki, bütün Müttefikler adına
başlatılmış olan savaş, Kral Constantin’in tahta geçişinden sonra,
Müttefiklerin rızası olmaksızın sürdürüldü. Kralın geri dönüşü ittifakı bozdu;
bundan sonra da, düello yalnız Yunanistan ile Türk Devleti arasında sürüp
gitti229. Küçük Asya’yı kaybeden Yunanistan, Doğu Trakya’yı askerî
228
Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 22. 229 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çeviren: Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 23.
201
hareketler yüzünden değil, Mudanya – Silâh – bırakışımı [Mütareke]
sözleşmesi uyarınca kaybetmiştir. Venizelos devam etmektedir.
“Bu bölgenin kaderi ( Batı Trakya), Sevres Andlaşmasından apayrı bir andlaşma ile düzenlenmiştir. Konferans, Sevres Andlaşmasını yeniden düzenlemek için toplantıya çağrılmıştır; yoksa Müttefiklerce imzalanmış, onanmış ve uygulanmakta bulunan öteki diplomatik senetleri yeniden tartışma konusu yapmak için toplanmamıştır. Söz konusu bölge Neuilly Andlaşmasında göz önünde tutulmuştur; bu bölge savaştan önce Türkiye’ye ait bulunmadığından, anılan bu Andlaşmanın Ankara Hükümeti ile hiç bir ilgisi olamaz.”230
Lord Curzon’a göre, Türk Temsilci Heyeti, 1913’te kaybettiği sınırının
yeniden kabul edilmesini istemekte ve böylece de şimdi savaştan önceki
sınırlara dönmek iddiasında bulunmaktadır231.
Söz alan Đnönü demektedir ki en yetkili tarihçiler – örneğin Maspero,
Histoire des Peuples d’Orient ve Dr. Morgan, Etude Scientifique du
Caucase – en eski çağlardan beri Anadolu halkının Türk soyundan olduğunu
kabul etmektedir232. Göçmenlerden söz ederken, M. Veniselos, Yunanistan’ın
karşılaştığı güçlükleri belirterek, sığınmak üzere bir milyon göçmenin
Yunanistan’a ve özellikle Batı Trakya’ya gitmiş olduğunu iddia etmiştir. Bu
sayı, Batı Trakya’nın kendisine verilmesini istememekte olan Türk Temsilci
Heyetine gerçekten aşırı görünmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti, Yunan istilası ve yakıp – yıkmaları nedeniyle, aynı sorunu daha
ağır bir şekilde yaşamaktadır233.
25 Kasım 1922 oturumundaki konuşmasında Lord Curzon, Türkiye’nin
isteklerinin, bugün öne sürüldüğü biçimiyle, Batı Trakya’nın Türkiye’ye geri
verilmesini öngörmediğini; Türk Temsilci Heyeti’nin bir plebisit teklif etmekle
230 a.g.e., 24. 231 a.g.e., 33. 232 a.g.e., 43. 233 a.g.e., 45.
202
yetindiğini; böyle bir plebisitin konusunun yalnız siyasal nitelikte olacağını;
böyle bir plebisitin, Türklerin bu bölgede çoğunlukta olduklarını
gösterebileceğini; bunun böyle olduğunun da su götürmediğini; böylece,
Türkiye’nin, bu bölgede çok büyük hakları olduğunun bu yoldan ortaya
konması ve ileride buraları yeniden alabilmesi için Türkiye’ye bir şans
tanınmasının sağlanmış olabileceğini ifade etmektedir. Curzon, Müttefikler’in,
Türkiye’ye böyle bir hak tanıma eğiliminde olmadıklarını, Türk Temsilci
Heyeti’nin, halkların kaderlerini kendilerinin saptaması doktrininden ve Wilson
ilkelerinden söz ettiğini, M. Wilson’ın, bir çok yönlerden, büyük bir adam
olduğunu; fakat, M. Wilson’un “self-determination” sözünü bulup ortaya
atmakla, dünya barışına korkunç bir darbe indirip indirmediğini kesin olarak
bilemediğini söylemektedir. Eğer Türkiye bu ilkeyi belirli bir bölgede kendi
yararına öne sürmekteyse, bu ilke, başka yerlerde Türkiye’ye karşı da öne
sürülebilir. Türk Hükümeti, sözü geçen ilkeden, Türklerin çoğunlukta
bulunduklarını bildiği yerlerde yararlanmak istemektedir. Curzon, sözlerinin
devamında, son zamanlara kadar, Türkler’in Đstanbul’da çoğunlukta
olmadıklarını, bu şehirde, Wilson ilkelerine dayanarak, halka danışılmış
olması durumunda, Türkler’in, belki başkentlerini, az bir zaman sonra kapı
dışarı edilmek üzere, ele geçirmiş duruma düşmüş olacaklarını
belirtmektedir234.
Đnönü, kimsenin itiraz edemeyeceği bir bildiride bulunmak zorunda
olduğunu, başka bir deyimle, Türklerin Đstanbul’da çoğunlukta bulunduklarını
ve yalnız şimdiki ülkelerinin herhangi bir yerinde değil, başkentlerinde de
plebisitten korkmadıklarını açıklamak istediğini söyledi. Đnönü, dünyanın her
yanındaki halklarda kendi kaderlerini kendileri saptayabilselerdi, dünya
barışına daha iyi hizmet edilmiş olacağı kesin kanısında bulunduğunu da
sözlerine ekledi235.
234 a.g.e., 92-93. . 235 a.g.e., 98.
203
Oturumun devamında Đnönü, coğrafya bakımından, Küçük Asya’ya
bağlı parçalar olan Akdeniz ve Ege Denizi adalarının, Anadolu’nun huzuru ve
güvenliği için büyük bir önem taşıdıklarını söyledi; bu adalar, kıyıdan az
uzaklıkta ve karasuları içinde bulunan ufak adalarla, büyük adaları
kapsamaktadır. Karasuları içindeki ufak adalar, Küçük Asya’nın barışını pek
yakından tehdit edebilirler; bu bölgenin tamamlayıcı birer parçası
olduklarından, bu adaların Türkiye’nin egemenliği altına konulmaları kesin
olarak zorunludur. Kaldı ki, bunlar Türk karasuları içinde bulunduklarına göre,
bunların Türk egemenliği altında olmaları da gerekmektedir.
Büyük adalara gelince, 17/30 Mayıs 1913 tarihli Andlaşma uyarınca
Büyük Devletlerce saptanması gerekli olan Bozcaada ve Đmroz üzerinde
Türkiye’nin hakları, aynı devletlerin 14 Şubat 1914 tarihli ortak notalarıyla
doğrulanmıştır; bu yüzden, bu iki ada Türk egemenliği altına konulmuş
bulunmaktadır.
Öte yandan, Türk kıyısı ile Boğazlar’ın yakınında bulunan Semadirek
adasının da, Türkiye’de kalması gereklidir ve hakgözetirliğe uygundur.
Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikerya adaları, Büyük Devletlerce
Yunanistan’a bırakılmıştır. Türkiye’nin güvenliği bakımından bu adalar hayat’i
bir önem taşımaktadırlar. Üstelik bu adaların ekonomik ihtiyaçlarının
karşılanabilmesi de Küçük Asya ile birleşmelerini zorunlu kılmaktadır; işte bu
yüzden, [Büyük] Devletlerin bu adalara ilişkin olarak aldıkları kararı Türkiye
kabul etmemiştir. Bu adaların kaderini saptama işinin Büyük Devletlere
bırakılmış olması, bu işte ilgili tarafların çıkarlarına uygun bir karar alınması
şartına bağlıydı; Büyük Devletlerce teklif edilen çözüm, bu şartı yerine
getirmediği için, Türkiye’yi tatmin edememiştir.
Yunanistan’ın, Anadolu’yu işgal hareketi, Anadolu’da bir Yunan
Đmparatorluğu kurmak için kendi ülkesinde yapmacık tutkular yaratan bir
204
Yunanistan elinde, adları yukarıda belirtilen bu adaların nasıl bir tehlike
yaratacağını Türkiye’ye göstermiştir.
Böyle olunca, genel barış yararına, bu adaları tüm olarak askerlikten
arındırma yükümünün benimsenmesi zorunludur236.
Lord Curzon, bu adaların, bir andlaşma uyarınca meşru olarak
Yunanistan’a ait olduğunu ve bunların nüfusunun bütünüyle Rumlardan
oluştuğunu söylemektedir. Eğer Türk Temsilci Heyeti, başvurmuş olduğu
“Wilson Đlkeleri” uyarınca düşünmekteyse, bir plebisitin sonucu, şüphesiz, bu
adaların Yunanistan’a bırakılmasından yana olacaktır. Fakat Türk Temsilci
Heyeti bir plebisit istememektedir; yalnız, özerklik biçiminde bir çeşit anayasa
denemesine girişmek istemektedir237.
Lozan Andlaşması’nda Meriç nehri sınır olurken Đmroz (Đmbros) adası
ile Bozcaada (Tenedos) ve Tavşan adaları dışında, Doğu Akdeniz
adaları, Đtalya'nın egemenliği altına konulan adalara ilişkin hükümler
saklı kalmak üzere Yunanistan’a bırakılmıştır. Andlaşmada aykırı bir
hüküm bulunmadıkça, Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta
bulunan adalar, Türk egemenliği altında kalacaktır.
Barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla, Yunan Hükümeti,
Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında, aşağıdaki tedbirlere
uymayı yükümlenmiştir:
1. Bu adalarda hiç bir deniz üssü kurulmayacak, hiç bir istihkam
yapılmayacaktır.
236 a.g.e., 100. 237 a.g.e., 103.
205
2. Yunan askeri uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde
uçmaları yasak olacaktır. Buna karşılık, Türk Hükümeti de askeri'
uçaklarının bu adalar üstünde uçmalarını yasaklayacaktır.
3. Bu adalarda Yunan askeri kuvvetleri, askerlik hizmetine
çağrılmış ve bulundukları yerde eğitilebilecek normal asker sayısından
çok olmayacağı gibi, jandarma ve polis kuvvetleri de, bütün Yunan
ülkesindeki jandarma ve polis kuvvetlerine orantılı bir sayıda
kalacaktır.
Türk egemenliği altında kalan Đmroz adasıyla Bozcaada, yerel
[mahalli] yönetim ile can ve mal güvenliği bakımından, Müslüman-
olmayan yerli halka gerekli bütün güvenceyi sağlayan, yerel
unsurlardan kurulu bir özel yönetim örgütünden yararlanacaktır. Bu
adalarda düzenin korunması, yukarıda öngörülen yerler yönetim
örgütünün aracılığıyla yerli halktan seçilmiş ve bu örgütün emrinde
bulunan bir polis kuvvetince sağlanacaktır238.
2 - Ahali Mübadelesi ve Patrikhane Sorunu
Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküş süreci içerisinde etnik unsurların dış
düşmanlarla işbirliği içerisinde devletin parçalanmasında önemli bir rol
oynadıkları şeklinde bir algılama biçimi, Türk kimliğinin önemli bir bileşenini
oluşturmaktadır. Ulusal mücadele döneminde daha keskin bir şekilde ihanet
eden bir konuma yerleştirilen etnik azınlıklar içerisinde en önemlisi Rum
238 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çeviren: Seha L. MERAY, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001, 5-6.
206
azınlık olmuştur ve Yunanistan’ın Müttefik devletlerin desteğiyle işgallerine
başlaması üzerine Anadolu’nun değişik yerlerinde Yunan işgaline destek
vermişlerdir. Verilen bu desteğin örgütlenmesinde Đstanbul’daki Rum
Patrikhanesi’nin de önemli bir payı olmuştur. Türk ve Yunan halklarının, Batı
Trakya ve Đstanbul ile Đmroz ve Bozcaada istisna edilmek suretiyle, karşılıklı
göçe tabi tutulmalarının ardından her iki ülke de azınlıklarından önemli
ölçüde kurtulmuşlardır. Đstanbul’daki Rum Patrikhanesi’nin ise Türkiye dışına
çıkarılması istenilmiş olmasına karşın, bu başarılamamış ve bazı koşullarla
Đstanbul’daki varlığını sürdürmesi kabul edilmiştir. Türk kimliğinde, dış
düşmanların işbirlikçisi olarak kavranmakta olan gerek az sayıdaki Rum
azınlık ve gerekse de Đstanbul Rum Patrikhane’si, Türkiye’nin dış
politikasında, özellikle ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, giderek artan bir
sorun haline gelmekte ve güncelliğini korumaktadır. Bu bakımdan, Lozan
müzakerelerinde konunun ele alınış biçimine değinmek, Türk karar
vericilerinin günümüze yansıyan algılamalarını göstermesi bakımından
önemlidir.
Konferansın, 1 Aralık 1922 oturumunda, Dr. Nansen, dört büyük
devletin Đstanbul’daki temsilcilerinden, azınlıkların mübadelesini sağlamak
üzere bir andlaşma yapılmasını gerçekleştirme amacıyla, Türk ve Yunan
Hükümetleri arasında bir görüşme kapısı açmağa çalışmasını isteyen bir
çağrı aldığını; böyle bir mübadeleyi dört Büyük Devletin istenir bir şey
saydıklarını ifade etmekte ve Yunan Hükümeti’nin rızasını almış
bulunduğunu, Ankara Hükümeti’nin temsilcileriyle yaptığı görüşmelerin de az
çok ilerlediğini söylemiştir239.
239 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 118-119.
207
Đsmet Đnönü, eğer böyle bir nüfus mübadelesi yoluna gidilecekse, bu
mübadelenin Đzmir ve Đstanbul’u da içine almak üzere, Türkiye’nin bütün Rum
nüfusunu kapsamasını istemiştir 240. M. Veniselos ise Türk nüfusunun
Yunanistan’dan zorla ayrılmasını istemediğini söylemekte, nüfus
mübadelesinin isteğe bağlı olmasını öngörmektedir. M. Veniselos Đstanbul’da
oturan ve Trakya ile Anadolu’dan sığınmağa gelmiş pek çok göçmenin de
kendilerine katılmış bulunduğu binlerce Rumun Đstanbul’dan ayrılmak
zorunda bırakılmasını kabul edememektedir241.
Kurulan Nüfus Mübadelesi Alt- komisyonunda Türk Temsilci Heyeti,
nüfus mübadelesinin, Batı Trakya'dakiler dışında Yunanistan'daki bütün
Müslüman azınlıklarla, Đstanbul'daki Rumları da içine almak üzere, Türkiye'de
yerleşmiş [etablis] bütün Rumları kapsamasını ısrarla istemekteydi. Yunan
Temsilci Heyeti ise, Türk Temsilci Heyetince Batı Trakya Müslümanları
yararına istenilen kural-dışılığın, Đstanbul Rumlarına da uygulanmasında
direnmekteydi. Türk Temsilci Heyeti, ilke olarak, Rumların, az sayıda olmak
üzere, Đstanbul'da kalmasına razı oldu. Buna razı olurken Türk Temsilci
Heyeti’nin öne sürdüğü şartlardan birisi de Evrensel Patrikliğin, bütün
organları ve kurullarıyla birlikte, Đstanbul'dan uzaklaştırılmasıydı. Yunan
Temsilci Heyeti ise, bu şartın kabulüne kesin olarak karşı çıkmıştır242.
Türk Temsilci Heyeti, Alt – komisyonda, bu kurumun, şimdiye kadar
Türkiye'de her zaman politikayla uğraştığını ve politikayla uğraşmağa ara
vermeyeceğini ifade etmiştir. Türk Temsilci Heyeti, son savaş sırasında,
240 a.g.e., 125. 241 a.g.e., 125. 242 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 336-337.
208
Patrikliğin Devlete karşı davranışının çok düşmanca olduğuna işaret ederek,
Patrikliğin Đstanbul'da kalmasının yeni anlaşmazlıklara yol açacağı kanısında
olduğunu belirtmiştir. Yunan Temsilci Heyeti, Patrikliğin Đstanbul'da
kalmasının vazgeçilmez olduğunu savunmuştur; bu şehri bırakıp gitmek
zorunda kalsa bile, Patrik, her zaman, Đstanbul Patriği ve Başpiskoposu
unvanını taşıyacaktır. Meşrutiyet'in ilânına kadar Patrik, Rum ulusunun
başıydı, yetkileri, kendisine Türk Hükümetinin verdiği beratlarla
doğrulanmıştır; Patriğin Türk uyruğu olması gerekmektedir; Devlet memurları
aşama sırasında, vezir rütbesini taşımaktadır.
Türk Temsilci Heyeti görüşünden vazgeçmemiş ve Halife'nin dünya
işlerine ilişkin yetkilerine son veren Türk Hükümetinin, Evrensel Patrikliği
Đstanbul'dan uzaklaştırmağa kesin olarak karar verdiğini söylemiştir.
Đstanbul'un Rum halkı bu şehirde kalmak istiyorsa, Patrikliğin Đstanbul'dan
çıkartılması zorunludur; böyle olmazsa, Rum halkının Đstanbul'dan çıkıp
gitmesi gerekecektir; Türk Temsilci Heyeti, Patriklik sorunu çözümlenmezse,
Alt-komisyonun incelenmesine havale edilmiş bulunan öteki sorunların
çözüme bağlanması için teklif edilen yollara ilişkin olarak, esas bakımından
açıkladığı rızasını geri alacağını da sözlerine eklemiştir243.
Lord Curzon’un başkanlığı altında açılan 10 Ocak 1923 oturumunda
nüfus mübadelesi konusu ele alındı. M. Montagna, bir bütün meydana getiren
anlaşmanın, Türk Temsilci Heyetinin öne sürdüğü bir şart - Patriklik sorunu -
nedeniyle sonuca ulaştırılamadığını söylemiştir244. Lord Curzon, Patrikliğin
ruhanî ve kilise işlerine ilişkin yetkilerinden söz ettikten sonra; Patrikliğin,
kamu işleriyle yönetim alanlarında bir takım başka yetki ve görevleri de
olduğuna değinmiştir. Türk Temsilci Heyeti, Patriğin, bu yetkileri sonradan
siyasal amaçlarla kullandığını, üstelik, Patrikliğin siyasal bir kışkırtma merkezi
243 a.g.e., 341-342. 244 a.g.e., 323.
209
olduğunu bile iddia etmiştir. Bu iddialar doğruysa, Patrikliğin siyasal
ayrıcalıklarını şüphesiz değiştirmek, kısıtlamak ya da bunlara son vermek
için, bunlar, yeterli bir neden sayılabilir. Böyle bir teklif - Patriğin yetkilerini
kötüye kullandığı ya da bu yetkilerin Türk Devleti için bir tehlike yarattığı
ispatlanırsa - öncelikle göz önünde tutulmak gerekir. Ne olursa olsun, bu
iddialar, Patriğin ruhanî konulara ve kilise işlerine ilişkin yetkilerine son
vermek için bir neden sayılamaz. Patriğin siyasal alanlarla yönetim
alanlarında bütün yetkileri elinden alınmakla birlikte, ruhanî konularda ve
kilise işlerinde yetkilerini kullanmağa devam etmemesini gerektirecek bir
neden de yoktur. Tam, tersine, ruhanî konulara ve kilise işlerine ilişkin bu
yetkilerine son verilecek ve Patriklik, yerleşmiş bulunduğu Đstanbul'dan
uzaklaştırılacak olursa uygarlık dünyasının vicdanı yaralanmış olur. Lord
Curzon, yapmış olduğu teklifin, bu soruna en iyi çözüm olduğu kanısındadır.
Bu bakımdan tam bir görüş birliği içinde bulunan Müttefik Temsilci Heyetleri
adına, Lord Curzon, Patriklik kurumunun ileride siyasal niteliği ile yönetim
alanındaki yetkilerinden yoksun bırakılması ve gene Đstanbul'da kalmakla
birlikte, salt bir din kurumu halini alması gerekeceğini, Müttefik Devletlerin
kabul ettiklerini bildirmek istemektedir. Lord Curzon, Türk Temsilci Heyetine
ve Komisyona bunu teklif etmektedir245.
Đnönü, “Türk Temsilci Heyeti, Batı Trakya'nın kaderini saptamak için
plebisite başvurulmasını istediğinden, bu bölge halkının mübadele dışı
tutulmasını da istemiş bulunmaktadır.”demektedir. Bir uzlaşma zihniyetiyle
davranan Türk Temsilci Heyeti, Đstanbul Rumlarının, ilke olarak, mübadele
dışı tutulmasını öngören öteki Temsilci Heyetlerinin isteğini kabul etmeğe razı
olmuştur. Patriklik sorununa gelince, Đsmet Paşa, Patrikliğin siyasal ya da
yönetime ilişkin işlerle bundan böyle hiç uğraşmayacağı, yalnız salt din
245 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 325-328.
210
alanına giren işlerle yetineceği konusunda, Konferans önünde, Müttefik
Temsilci Heyetlerinin ve Yunan Temsilci Heyetinin yapmış oldukları resmî
konuşmaları ve verdikleri garantileri senet saymaktadır. Đnönü, başkanlığını
yaptığı Temsilci Heyetinin uzlaşıcı eğilimlerinin en büyük bir kanıtını ortaya
koymak üzere, belirttiği şartlar içinde ve senet saymış bulunduğu garantilere
dayanarak, Patrikliğin Đstanbul'dan uzaklaştırılmasına ilişkin tekliften
vazgeçmektedir246. Rum Patrikliğinin 25 Nisan 1861 tarihinde yürürlüğe giren
Nizamnamesine göre, Patrik, kaydı hayat şartıyla seçilmekte ve irade-i
seniyye ile memuriyeti tasdik edilmekteydi. Patrik, Ortodoks Hıristiyanlarının
dünyevî ve din alanına giren meselelerinde, nizamname hükümleri içinde söz
sahibiydi247. Ancak, Lozan’da sadece din alanına giren işlerle yetinmesi
kaydıyla Đstanbul’da kalması kabul edilen Patrik, Cumhuriyet döneminde, 6
Aralık 1923 tarihli Đstanbul valilik tezkeresine dayanan bir hukuksal süreç
içerisinde Türkiye vatandaşı ve seçim sırasında Türkiye sınırları içinde görev
yapan metropolitlerden oluşan Kutsal Meclis tarafından seçilmektedir. Kutsal
Meclis, TC vatandaşı olan ve makamları TC sınırları içinde yer alan
metropolitler arasından, patrik adayları listesini Đstanbul Valiliği'ne sunmakta,
valilik gerekçe göstermeden, seçilmesini istemediği adayları listeden
çıkarabilmektedir. Valilik'ten gelen listedeki adaylar, Kutsal Meclis'te
oylanmakta, aday sayısı üçe düşürüldükten sonra biri patrik olarak
seçilmektedir248.
30 Ocak 1923’te imzalanan Yunan ve Türk halklarının mübadelesine
ilişkin sözleşme ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan
Hükümeti, Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk
uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan
246 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 331-332. 247 Bkz. Bilal ERYILMAZ: Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, Đstanbul, Ağaç Yayıncılık, 82-83. 248 Patrik seçimine ilişkin olarak Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 29.
211
uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlıyarak, zorunlu mübadelesi
konusunda anlaşmışlardır. Bu kimselerden hiç biri, Türk Hükümetinin izni
olmadıkça Türkiye'ye, ya da Yunan Hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan'a
dönerek orada yerleşemeyecektir. Mübadele:
a) Đstanbul'da oturan Rumları [Đstanbul'un Rum ahalisini];
b)Batı Trakya'da oturan Müslümanları [Batı Trakya'nın Müslüman
ahalisini] kapsamayacaktır249.
Lozan Andlaşması’yla Rum ve Türk halklarının mübadelesine ilişkin
olarak Türkiye ile Yunanistan arasında kararlaştırılmış ya da
kararlaştırılacak olan hükümler, Đmroz ve Bozcaada adaları halkına da
uygulanmayacaktır250.
3 – Boğazlar Sorunu
Lozan müzakerelerinde ele alınan ve Türkiye’nin dış politikasında
önemli bir yer tutan konulardan birisi de Đstanbul ve Çanakkale Boğazları’na
ilişkin uluslararası düzenlemelerdir. Türk ulusal kimliğinin şekillenmesinde ve
belleğinin oluşumunda stratejik önemleri nedeniyle, dış güçlerin Boğazları ele
geçirmek istedikleri şeklinde bir algılama biçiminin süreklilik taşıdığı
249 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları ), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap II, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001, 17. 250 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. Meray, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 6. .
212
görülmektedir. Özellikle Osmanlı Đmparatorluğu döneminde, denizden ve
karadan komşu olan Çarlık Rusyası’nın Boğazları ele geçirmek istemesi,
1917 yılında Çarlık rejiminin yıkılması sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin ( SSCB), II. Dünya Savaşı sonrasında bir süper güç
olarak ortaya çıkması ve Boğazlarda üs istemesinin yarattığı tedirginlik ve
1991 yılında SSCB’nin dağılması sonrasında ise Karadeniz’in uluslararası
ilişkilerde daha fazla gündeme gelmeye başlaması ve özellikle Rusya’nın
Batılı güçler tarafından kuşatılması ve Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının
uluslararası pazarlara ulaştırılması bakımından taşıdıkları önem nedeniyle,
Boğazlar konusu Türklerin belleklerindeki güncelliğini korumaya devam
etmektedir.
Lozan Konferansı’nın 4 Aralık 1922 oturumunda Rusya, Ukrayna,
Gürcistan adına Boğazlar Rejimi konusunda okuduğu bildiride Sovyet
Rusya’nın Đstanbul’un Rusya’ya verilmesini öngören bütün anlaşmalara,
hiçbir karşılık istemeksizin son verdiğine, bütün Akdeniz havzası devletlerini,
Çarlığın yüzyıllar boyunca sürüp giden tutkularının eski tehdidinden
kurtardığına değinen Tchitcherine, Sovyet Federasyonu’nun ekonomik hayatı
için Boğazlar’ın özel öneminden bahsetmektedir. 1910 istatistiklerine göre,
Rusya’nın bütün buğday ihracatının %70’inden çoğunun, Karadeniz ve Azak
Denizi limanlarından dışarıya gönderilmiş olduğunu söylemek, Boğazların
özel önemini göstermek bakımından yeterli olacaktır. Bildiri aşağıdaki şekilde
devam etmektedir.
“Mondros silâh-bırakışımının [mütarekesinin] kurmuş olduğu deniz rejimi altında Devletlerin donanmaları engelsiz olarak Karadeniz’e girebildikleri yakın zamanlarda, Sovyet Cumhuriyetlerinin güney kıyılarının ne durumda kaldığını hatırlatmak yetecektir. Müttefiklerin, Odesa, Nikolaief, Kherson, Sivastopol, Batum ve Karadeniz’in öteki kıyı şehirlerini işgallerini hatırlamak da yeterli olacaktır. Entente Devletleri güney bölgelerimizde Wrangel ve Denikine’in ordularını meydana getirme ve bu orduların Rusya ile müttefikleri olan Hükümetlere karşı savaşmasını destekleme olanağını, ancak, Müttefik deniz kuvvetlerinin Boğazlar’dan geçebilmesiyle elde edebilmişlerdir. 1921’de bile, Müttefik deniz kuvvetleri, Gürcistan
213
kıyılarında, kendi memleketlerinde iktidarı ele geçirmiş olan Gürcü halkına karşı savaşmaktaydılar. Fakat, söz konusu olan yalnız Rusya ile müttefiklerinin çıkarları değil, aynı zamanda Türk halkının da çıkarlarıdır.” 251
19 Aralık 1922 oturumunda Đnönü, kurulması tasarlanan Boğazlar
Komisyonu’nda,
“Ne Büyük Devletlerden ne de Karadeniz Devletlerinden biri olan Yunanistan’ın temsilci bulundurması kabul edilemez.”
demektedir. Boğazlar’dan ticaret gemileriyle savaş gemilerinin, gerek barış
gerekse savaş zamanında geçişleri, Boğazlar’ın serbestliğine ilişkin
tasarıdaki özel kurallara bağlanmıştır.
Bu tasarının bir maddesi, iki Boğaz arasında ve Karadeniz’de
bulunabilecek olan savaş gemilerinin sayısını sınırlandırmaktadır.
Oluşturulması tasarlanan Boğazlar Komisyonu’nun yapabileceği tek görev,
çeşitli ulusların savaş gemilerinin sayısına konmuş sınıra uyulmasına göz
kulak olmaktır252. 20 Aralık 1922 oturumunda Đnönü,
“Komisyonun görevleri, savaş gemilerinin geçişine ilişkin olarak Boğazlar’ın serbestliği konusundaki tasarıya konmuş hükümlerin gereği gibi uygulanmasını sağlamaktan başka bir şey olmamalıdır.”
demektedir. Askerlikten arındırılmaya ilişkin tedbirlerin böyle bir komisyonca
denetlenmesi, ne şekilde olursa olsun, aslâ kabul edilemez. Gerçekte,
12.000 kişiyi aşmaması gereken Đstanbul’daki kuvvetin 13.000 kişiye
251 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 135. 252 a.g.e., 275.
214
çıkarılmadığına inanabilmek için bu komisyonun neler yapabileceğine
değinen Đnönü, Komisyonun, bunu sağlamak için, Đstanbul’daki bütün
yönetimi denetlemesi gerektiğinin öne sürülebileceğini, jandarmanın
silâhlarının kararlaştırılmış hükümlere uygun olup olmadığını anlamak için,
Gelibolu’daki jandarmayla ilgili bütün işleri denetlemek isteğinde bulunmağa
da kalkışabileceğini ifade etmektedir. Türkiye, buna benzer sistemleri
yaşamış bulunmaktadır. Egemenliği altındaki ülkenin bir parçasında, her ne
şekilde olursa olsun, bir müdahaleye karşı açık olmak, bir Devlet için
ölümden beter bir yıkımdır253.
24 Temmuz 1923’te imzalanan Boğazlar Rejimine Đlişkin Sözleşme’ye
göre “Boğazlar Komisyonu” yetkilerini Boğazlar’ın suları üzerinde
kullanacaktır. Komisyon, bir Türk temsilcisinin başkanlığı altında, Fransa,
Đngiltere, Đtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya ve Sırp-
Hırvat-Sloven Devleti temsilcilerinden kurulu olacaktır. Söz konusu
Sözleşme, 20 Temmuz 1936’da imzalanan ve Boğazlar Komisyonu’nu
ortadan kaldıran ve Boğazları bütünüyle Türkiye’nin egemenliğine bırakan
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ortadan kalkacaktır.
4 - Azınlıklar Sorunu ve Ermeni Yurdu Konusu
Türklerin belleğinde, azınlıklar, Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküş
dönemindeki dış güçlerin iç işbirlikçisi olarak yer etmişlerdir. Cumhuriyet
döneminde de, sayısal olarak bir hayli azalmış olmalarına karşın, azınlıklara
yönelik bu bakış ve algılama biçiminin sürekliliğini koruduğu görülmektedir.
Osmanlı döneminde sadece Müslüman-olmayan azınlıklar söz konusu iken
253 a.g.e., 289.
215
ve Lozan Andlaşması’nda da bu durum Đtilaf devletleri tarafından, onların
arzularının aksine, Türk Temsilci Heyeti’nin ısrarları karşısında kabul edilmiş
iken, ilerleyen yıllarda hem Müslüman-olmayan azınlıklar hem de Müslüman
olan fakat etnik kökenleri farklı olan unsurların azınlık haklarının gündeme
getirilmeye başlanması, Türklerin belleğinde Osmanlı dönemindeki azınlıkları
hatıra getirmekte ve Türkiye’nin de Müslüman etnik azınlıklar kullanılarak
parçalanmaya çalışıldığı şeklinde bir algıya yol açmaktadır. Böyle bir
algılama içerisinde bulunulması ise tepkisel politikaları da beraberinde
getirmektedir. Uluslararası ilişkiler içerisinde azınlık haklarının giderek artan
bir ilgi görmeye başlaması ve devletlerin iç işlerine karışabilmenin bir aracı
haline gelmesi, Türkiye’nin dış politikasının da azınlık konusu üzerinde
yoğunlaşmasına yol açmaktadır. Türkiye’deki Müslüman olmayan
azınlıkların, özellikle Rum Patrikhanesi’nin çevresinde odaklanan, bazı hak
taleplerinin yanı sıra Müslüman etnik toplulukların azınlık haklarının
korunması konusu da Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini etkilemekte ve
belleğin canlanmasına imkan vermektedir.
Türkiye’nin dış politikasındaki temel uğraşı konularından birisi de I.
Dünya Savaşı sırasında Anadolu dışına sürülen ve Lozan müzakerelerinin
önemli konularından birisi olarak Đtilaf devletleri tarafından gündeme getirilen
Ermeni sorunudur. Türklerin belleğinde, Ermeniler Osmanlı devleti içerisinde
refah içerisinde yaşamakta ve devletin üst kademelerinde görevler
üstlenmekte iken, I. Dünya Savaşı sırasında Türklere ihanet etmişler ve bu
nedenle de o dönemde Osmanlı toprağı olan Anadolu’nun güneyine göç
ettirilmişlerdir. Bu dönemde Türklere göre, olağanüstü şartlar içerisinde
göçler sırasında Ermenilerden ölenler olmuştur; bu ölümler sistemli bir yok
etme operasyonunun sonucu değildir. Đtilaf devletleri ise Türklerin Hıristiyan
Ermenileri katletmeleri olarak algılamışlardır. Ermenilerin Anadolu’da topluca
bulunacakları bir yurt edinmelerine izin vermeyen Türkiye’nin dış
216
politikasında Ermeni sorunu önemli bir yer işgal etmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin ABD ve Avrupa Birliği ve diğer birçok ülke ile ilişkilerinde Ermeni
sorunu gündeme gelebilmektedir. SSCB’nin dağılmasından sonra Türkiye’nin
doğusunda bağımsız bir Ermeni devletinin ortaya çıkması ve Türklerin
soykırım yaptığına ilişkin iddiaları uluslararası ilişkilerinde gündeme
getirmesi, Türklerin belleğinin bu konuda da sürekliliğinin sağlanmasına
olanak vermektedir.
Lozan Konferansı’nın 12 Aralık 1922 oturumunda Lord Curzon,
“Müttefikler savaşa sürüklendikleri zaman, güttükleri amaçlardan birisinin, Küçük Asya’da pek çok sayıda bulunan Hıristiyan azınlıkların korunması ve mümkünse, bunların kurtarılmasıydı. Özellikle Ermenistan’a ilişkin olarak bu amaç güdülmekteydi. Bu konuda verilmiş ve sık sık yenilenmiş olan sözler herkesçe bilinmektedir. Bu konuda verilmiş sözlerin, elli yıl önce Berlin Andlaşmasıyla başladığı söylenebilir.”254.
demiştir. Lord Curzon, Đstanbul’daki Rum nüfusu ile Yunan Hükümetinin Batı
Trakya’da bırakmağa hazır olduğu 124.000 kişiye, azınlıklara ilişkin
hükümlerin uygulanacağını, bundan başka, Đstanbul’da, sayısı 130.000 kişi
olarak kestirilen, Ermeni nüfusunun olduğunu, Küçük Asya’da nüfus
mübadelesi ile Anadolu Rum nüfusunun hemen hemen bütünüyle ortadan
kalkması sonucunu yaratacağını ifade etmektedir.
Ayrıca, Kürdistan dağlarının çeşitli yerlerinde ve Türk – Đran sınırı
üzerinde yaşayan önemli bir Nesturî ya da Asurî Hıristiyanları topluluğu
vardır. Đngiltere, Fransa ve Amerika, özellikle, son savaşın
boğazlaşmalarından ve felâketlerinden çok çekmiş olan bu halkın kaderi ile
pek yakından ilgilenmektedirler. Bundan başka, şurada burada, dağınık
Yahudi toplulukları ve başka küçük gruplar da kalacaktır.
254 a.g.e., 181.
217
Lord Curzon, Ermenilerin, yalnız, kuşaklar boyunca katlandıkları ve
uygar dünyanın dehşet ve acıma duygularını üzerlerine çeken çok büyük
acılar yüzünden değil, fakat gelecekleri bakımından kendilerine özel olarak
verilmiş sözler yüzünden de, özellikle göz önünde tutulmaları gerektiğini
söylemektedir. Şimdi bir Sovyet Cumhuriyeti olan eski Rus vilâyeti Erivan’da,
aşağı yukarı 1.250.000 nüfuslu, fakat her yerden gelmiş göçmenlerle çoktan
dolmuş taşmış ve daha kalabalık bir nüfus kabul edemeyecek durumda
bulunan, bir sözde Ermeni Devleti vardır.
Öte yandan, Kars, Ardahan, Van, Bitlis ve Erzurum’un Ermeni nüfusu
neredeyse yok olmuştur. Fransızlar Kilikya’yı boşalttıkları zaman, bu vilâyetin
paniğe kapılan Ermeni nüfusu, onların ardından gitmiştir; şimdi de
Đskenderun, Halep, Beyrut şehirlerinde ve Suriye sınırı boylarında dağınık bir
durumdadırlar. Lord Curzon, Türkiye’nin Asya’daki ülkesinde bir zamanlar üç
milyona varan Ermeni nüfusundan, şimdi ancak 130.000 kişi kadarının
kaldığını, yüzbinlercesinin Kafkasya’ya, Rusya’ya, Đran’a ve komşu bölgelere
sığınmak üzere dağıldıklarını ifade etmektedir. Bir ulusal Ermeni Yurdu
kurulmasına ilişkin olarak, Lord Curzon, güçlü bir kişiliği, trajik de olsa dikkat
çekici bir tarihi ve belirli bir ulusal duygusu olan bir halkın, kendi toprağında
oturmak özleminde bulunmasını doğal saymak gerektiğini, bu halkın, Erivan
Cumhuriyetinde zaten böyle bir ülkesi olduğu söylenecek olursa, buna, söz
konusu bölgenin yoksul, nüfusunun kalabalık olduğu ve orada yürürlükteki
rejimden Ermenilerden pek çoğunun tiksindiği karşılığı verilmesi gerektiğini
ifade etmekte ve konuşmasının devamında,
218
“…Türkiye, Asya’daki ülkesinin bir yerinde – ister Kuzey-Doğu vilâyetlerinde, ister Kilikya’nın Güney-Doğusu ile Suriye sınırlarında – Ermeniler için, bunların diledikleri bir toplanma merkezi bulmalıdır.”255
demektedir. Đnönü, Türkiye’deki azınlıklar sorununa, üstün durumdaki
ulustan dinleri ve kültürleri yüzünden ayrı olan unsurlara nasıl davranıldığı
konusunda, Osmanlı Đmparatorluğunun tarihini kısaca gözden geçirmeksizin
hakgözetir bir çözüm yolu bulunamayacağını ifade etmiştir. Bu objektif
inceleme, azınlıklara karşı birkaç yüzyıldır güdülen politikayı bütün gerçek
durumuyla ortaya koyacaktır; bu incelemeyle, söz konusu azınlıkların, hangi
koşullar içinde refaha kavuştukları, haklarının – hatta varlıklarının – hangi
koşullar içinde tehdit edildiği de görülecektir. Osmanlı Đmparatorluğu
tarihinde, azınlıklar sorununun, özellikle, Türklerin Đstanbul’u almalarıyla
başladığına değinen Đnönü, Fatih Sultan Mehmed’in, fethedilen şehirlerdeki
Müslüman olmayan topluluklara din ve yönetim bakımından pek büyük bir
özgürlük tanıdığını belirtmekte, tarihçilerin görüş birliği içinde olduklarını ifade
etmektedir256. Đnönü;
“… azınlık haklarının varlığına rağmen, özellikle XVIII’nci yüzyılın başlarından beri, bir yandan Müslümanlar, öte yandan Müslüman olmayan çeşitli topluluklar arasındaki dostça ilişkilerde, ard arda gelen değişiklikler olmuştur; o zamana kadar sürüp gelen karşılıklı iyi geçinme, yerini, karşılıklı bir güvensizliğe bırakmağa başlamış ve bundan doğan üzücü olaylar, gerek çoğunluğun gerekse azınlıkların acı çekmelerine yol açmıştır. Bu olayların kaynağı, her şeyden önce, zaten kötü niyetli komşularının kesintisiz saldırılarıyla oldukça güçsüz düşmüş büyük bir Đmparatorluğun göçüp gitmesini hazırlamak amacı güden, dış kışkırtmalardır.”257
255 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, s 2001, 183-184. 256 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 188. 257 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 189.
219
demektedir. Đsmet Paşa’ya göre tarih, azınlıklar sorununda iki ana etkenin
gözden uzak tutulmamasını öğretmektedir:
1 – Dış politika etkeni: Bu etken, bir takım Devletlerin, azınlıkların iç
işlerine karışma istekleriyle beslenmekte, bu karışmayı, ilkin kışkırtmalarda
bulunarak ve karışıklıklar çıkartarak gerçekleştirmeyi öngörmektedir.
2–Đç politika etkeni: Bu etken de, yukarıda belirtilen yoldan
cesaretlendirilmiş olan azınlıkların, bağımsız Devletler kurmak amacıyla
özgürlüklerini kazanma isteği olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de azınlıklar ne çekmişlerse bu iki etken yüzünden çekmiş
oldukları için, azınlıkların kaderini iyileştirmek – Müttefik Devletler bunu
gerçekten istemekteyseler – işte bu iki etkeni kesin olarak etkisiz kılmaya
bağlı bulunmaktadır258.
31 Aralık 1922 oturumunda Đnönü, Yahudilerden söz etmek
istemektedir. Son zamanlara kadar adı hiç bir andlaşmada geçmeyen bu
çalışkan ve zekî unsur, kendi halinde ve her türlü sarsıntıdan uzak yaşayışla,
öteki unsurlara örnek olarak gösterilmelidir. Yahudilerin verdiği örnek, şunu
açıkça göstermeğe yetmektedir: Türkiye’de, kendi halinde bir yurttaş için,
bütün haklardan yararlanmada en iyi yol, dışarıyla şüpheli ilişkiler kurmamak
ve dışarıdan gelen özel bir ilgiye konu olmamaktır.
Türkiye’nin doğu sınırlarında yaşayan Nesturîler ve Asurîler, büyük
savaşa gelinceye kadar hiçbir yakınmada bulunmamışlar ve savaş süresince
başkalarının da çekmediği, hiç bir özel acıya katlanmak durumunda
258 a.g.e., 198. .
220
kalmamışlardır; şüphe yok ki, barışa dönüş, onlara, yurttaşlarıyla dostça
ilişkilerini yeniden kurma yollarını açacaktır.
Bugün Türkiye’de bulunan Ermenilere gelince, savaşın uzun yıllarından
önce de görüldüğü gibi, bunların Türk yurttaşlarıyla tam bir anlaşma içinde
geçinerek, çalışkan ve refah içinde bir yaşayış sürdürmelerine hiç bir engel
yoktur.
Türk Temsilci Heyeti, barışın – acılar doğuran siyasal nitelikteki
nedenleri yok ettikten ve ermeni sorununu bir geçim yolu ya da siyasal bir
silâh sayarak dışarıda çalışan Ermeni komitelerinin her türlü varlık nedeni
ortadan kalktıktan sonra – Türklerle Ermenilerin karşılıklı olarak ve tam bir
içtenlikle, savaşın açmış olduğu yaraları sarma olanağı sağlayacağına kesin
olarak inanmaktadır. Đnönü, Türkiye ülkesinin parçası olan bir toprağın
Ermeni Yurdu kurulmak üzere Türkiye’den ayrılmasını, Türkiye’nin
bölünmesine yeni bir girişim saymak zorundadır. Şu var ki, bu gibi girişimlerin
meşru olmadığı ve gerçekleşemeyeceği bol bol ispat edilmiş bulunmaktadır.
Türkiye’nin doğu vilâyetlerinde ya da Kilikya’da, Türk çoğunluğunun
bulunmadığı ve her ne yoldan olursa olsun anayurttan ayrılabilecek bir karış
toprağı yoktur.
Kaldı ki Türkiye, zaten var olan bağımsız Ermenistan’la – başka bir
deyimle, Erivan Sovyet Cumhuriyeti’yle – Devletler hukuku ve yürürlükteki
kurallar uyarınca andlaşmalar yapmış ve iyi komşuluk ilişkileri kurmuş
bulunmaktadır. Bundan başka bir Ermenistan’ın var olduğunu düşünmek,
Türkiye’nin andlaşmalarına aykırı düşer. Đnönü, Ermeni Ulusal Yurdu’na
ilişkin olarak yaptığı açıklamaların yeterli sayılacağını ummaktadır259.
259 a.g.e., 211-212.
221
14 Aralık 1922 oturumunda Đnönü, daha önceki istatistiklerle
karşılaştırıldığı zaman, bugün eksik görülen Ermenilerin ne olduğu, son
zamanların savaşlarıyla, Türkiye’ye zorla yaptırılan savaşlarda aranmalıdır,
demektedir. Bu savaşlar, Anadolu’nun en mutlu, en varlıklı ve en ünlü
parçalarını bir yıkıntı alanına çevirme sonucunu da doğurmuştur. Doğu
vilâyetlerinde Müslüman nüfusun sayısı 4.000.000 iken 3.000.000’dan az bir
sayıya, istilâya uğrayan Batı vilâyetlerinde de 3.500.000’den aşağı yukarı
2.000.000’a düşmüştür. Arada eksik olanlar – başka bir deyimle, 2.500.000
kadar insan – savaş yıllarının kurbanlarıdır. Fakat, Lord Curzon’un dilediği
gibi ve onun verdiği örneğe uyararak, Đsmet Paşa’da geçmişi bir yana
bırakmak istemektedir; çünkü Đsmet Paşa da ileriye yürümek ve barışa
erişmek arzusundadır260.
Lord Curzon, Türkiye gibi geniş bir ülkede Ermenilere bir köşe bulunup
bulunamayacağını sormuş olduğu için, Đnönü, bu konuya ilişkin olarak,
Türkiye’nin yüzölçümü ile kıyaslanamayacak kadar büyük toprakları olan
Devletlerin bulunduğunu hatırlattı. Üstelik, Türkiye’den pek yakın bir geçmişte
ayrılmış olan ülkeler de çok geniş toprakları kapsamaktadır; Türkiye’ye
bırakılan ülkeye gelince, burada bir Türk çoğunluğu oturmaktadır ve bu
ülkenin her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütün meydana getirmektedir.
Doğu vilâyetlerindeki Türk halkı - örneğin Kilikya halkı gibi – yurtlarını
yabancı istilâsına ya da işgaline karşı savunmak için hesapsız fedakârlıklara
katlanmıştır; oturdukları yerleri hiçbir şekilde başkalarına bırakamazlar261.
Azınlıklar-alt komisyonunun 15 Aralık 1922 oturumunda, Rıza Nur
Bey, Türkiye’de din azınlıkları bulunduğunu, fakat soy(ırk) azınlıklarının
bulunmadığını söyledi. Böyle olunca, Türk Temsilcisi Heyeti soy ya da dil
260 a.g.e., 221. 261 a.g.e., 221-222.
222
azınlıklarının korunması ilkesini kabul etmemektedir, dedi.
M.Montagna, soy azınlıklarının varlığının bir gerçek olduğu, karşılığını verdi.
Rıza Nur Bey, Türkiye’de yalnız Türklerin ve Kürtlerin bulunduğunu
sözlerine ekledi. Kürtler, kaderlerinin,Türklerin kaderiyle ortak olduğu
görüşündedirler; azınlık haklarından yararlanmak istememektedirler. Museviler
de bu çeşit haklar isteğinde değillerdir. Yalnız Rum azınlıkları bunları
istemektedirler262. 19 Aralık 1922 oturumunda Rıza Nur Bey, “azınlıklar”
teriminin, ”Müslüman–Olmayan“ sıfatının eklenmesi ile açıklığa
kavuşturulmasını istedi.
M.Veniselos, Rıza Nur Bey’in sözlerinin, azınlıkların korunması
konusunda çağı geçmiş bir düşünceye dayanır göründüğünü söyledi. Böyle
düşünmek doğru değildir. Azınlıkların korunması son savaş sırasında ortaya
çıkmış,özü bakımından çağdaş bir düşüncedir. Öte yandan, Türk devletinin,
teokratik bir monarşi olmaktan çıkmış bulunması, Türkiye’de azınlıkların
korunmasını daha az gerekli kılmış da değildir. Türk Temsilci Heyetinin sanır
göründüğü gibi, bu korumayla, yalnız din alanı göz önünde tutulmuş
değildir263.
M.Veniselos, ”azınlıklar” teriminin ”Müslüman – olmayan” sıfatının
eklenmesi ile kısıtlanmasına karşıdır; ona göre asıl güvence altına alınması
gereken, bir ulusal topluluktan olma hakkıdır; azınlıkların, kökenlerine ve bir
başka Devletle hısımlıklarına ilişkin, bilinçleridir. Özellikle, azınlıklara, ulusal
tarihlerini içten yakınlık duygularıyla düşünmek olanağının sağlanması
önemlidir264.
262 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları ), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap II, 152-153. 263 a.g.e., 169. 264 a.g.e., 170.
223
Rıza Nur Bey, Türkiye’de Müslüman azınlıklar olmadığı için, bu noktada
daha çok direnmektedir; Türkiye - Suriye sınırında birkaç Arap kabilesi varsa,
bunlar, aslında, göçebedirler ve sınır boyunca, sınırın aynı zamanda hem
ötesinde hem de berisinde yaşarlar. Kürtlere gelince, bunlar, Türk halkına tüm
bağlıdır ve onlara özel koruma sağlamak için kaygılanmak söz konusu
değildir265.
Birinci Komisyon’un 9 Ocak 1923 oturumunda Azınlıklar
Alt – komisyonunun çalışmalarına ilişkin olarak Azınlıklar Alt – Komisyonu
Başkanı M. Montagna, Türkiye’de oturan bir takım etnik topluluklara ilişkin
sorunlarda bir anlaşmaya varılamadığını söylemiştir. Alt-komisyon, Ermeni
sorununu, Asurîler–Keldanîler sorununu ve her iki Trakya’nın Bulgar
göçmenleri sorununu incelemek üzere Komisyona geri göndermek zorunda
kalmıştır. Bütün bu sorunlara ilişkin olarak, Alt–komisyon, Türk Temsilci
Heyeti’nin kesin red cevabı ile karşılaşmıştır266.
Đnönü, özel yurtlar sorununa geçerek, Müttefiklerin bu konuda öne
sürdükleri teklifin Türkiye’yi parçalamak anlamına geleceğini söyledi. Bu
yüzden, Türk Temsilci Heyeti böyle bir sistemin görüşülmesine girişmeye bile
imkân görmemektedir.
Bulgar azınlıklarına gelince, Đsmet Paşa, Türkiye ile Bulgaristan
arasında on yıl önce yapılmış sözleşmeye dayanarak, nüfus mübadelesi
sorununa yeniden dönmenin mümkün olmadığını hatırlatmakla yetindi267.
Lord Curzon, Alt -komisyonun Türk Temsilci Heyetine iki büyük tâviz
verdiğini ifade etmektedir. Alt-komisyon, önce, bütün etnik azınlıkların, başka
265 a.g.e., 172. 266 a.g.e., 296. . 267 a.g.e., 298.
224
bir deyimle, Müslüman-olmayan azınlıklar gibi Müslüman azınlıklarında –
örneğin Kürtlerin, Çerkeslerin ve Arapların – tasarıdaki koruma tedbirlerinden
yararlanmalarında direnmişti. Türk Temsilci Heyeti, bu azınlıkların korunmaya
ihtiyaçları olmadığını ve Türk yönetimi altında bulunmaktan tamamiyle
memnun olduklarını söylemiştir. Lord Curzon, durumun gerçekten böyle
olduğunu ummak istediğini söyledi. Ne olursa olsun, Alt-komisyon, bu
inandırıcı sözler üzerine, koruma tedbirlerini, yalnız, Müslüman-olmayan
azınlıklara sınırlamayı kabul etmiştir268.
Đsmet Paşa’ya göre, "Azınlık" terimine sınırlı bir anlam verilmesi,
Müttefiklerce, Türk Temsilci Heyetine yapılmış önemli bir tâviz gibi
gösterilmektedir. Türk Temsilci Heyeti, durumu böyle görmemektedir.
Türkiye'de hiç bir Müslüman azınlık yoktur; çünkü kuramsal yönden olduğu
kadar uygulamada da, Müslüman nüfusun çeşitli unsurları arasında hiç bir
ayırım gözetilmemektedir. Lord Curzon, söz konusu Müslüman unsurların
Türk halkıyla tam bir anlaşma içinde iyi geçinecekleri umudunu açıklamıştır.
Đnönü, geleceğin, bu umudu haklı çıkaracağına kesin olarak inanmaktadır.
Müslüman-olmayan azınlıklara gelince, Türkiye, bunlara, bir takım Avrupa
Devletleri arasında yapılmış andlaşmalarda bulunan hükümleri esas alan
haklar vermeğe razı olmuştur269. Lozan Andlaşması’nın 37’nci maddesinden
45’inci maddesine kadar olan hükümleri “azınlıkların korunması”yla ilgilidir.
Türkiye, azınlıkların korunmasıyla ilgili maddelerin, Türkiye'nin
Müslüman-olmayan azınlıklarıyla ilgili olduğu ölçüde, uluslararası
nitelikte yükümler meydana getirmelerini ve Milletler Cemiyeti’nin
güvencesi [garantisi] altına konulmalarını kabul etmektedir270.
268 a.g.e., 301. 269 a.g.e., 306. 270 Lozan Andlaşması’nın “azınlıklar”la ilgili maddeleri için bkz.Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. MERAY, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 10-13.
225
5 - Musul Sorunu
Musul sorunu, Türklerin belleğindeki sıcaklığını korumakta ve Türk dış
politikasının uğraş alanlarından birisi olmaya devam etmektedir. Musul, 28
Ocak 1920’de son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kabul edilmiş olan “Ulusal
And/Misakı Milli”nin yeni Türkiye’nin sınırları içerisinde kabul ettiği; ancak
sınırları içerisine katılamamış bir toprak parçasını ifade etmektedir. Türklerin
belleğinde Musul, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra ateşkes
kurallarına aykırı olarak Đngilizler tarafından işgal edilmiş ve zengin petrol
kaynaklarına sahip olması nedeniyle de tekrar Türklere verilmemiştir. Lozan
sonrasına ertelenmiş olan Musul’dan, dış güçlerin desteğinde çıkarılan Şeyh
Sait isyanıyla uğraşmak zorunda kalan Türkler, vazgeçmek zorunda
kalmışlardır. Musul sorunu, Irak’taki iç gelişmelere bağlı olarak Türk dış
politikasının ilgi alanında kalmaya devam etmektedir. Irak’ın 1990 yılında
Kuveyt’i işgal etmesi ve ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin müdahalesi
sonrasında ortaya çıkan siyasal gelişmeler çerçevesinde daha fazla
gündeme gelmeye başlamıştır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında
ise Irak’ın yeniden yapılandırılması ve Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt
grupların politikalarından duyduğu tedirginlik bağlamında önemli bir yer işgal
eder duruma gelmiştir.
Lozan müzakelerelerinde, Birinci Komisyon’un 23 Ocak 1923
oturumunda, Musul sorunu ele alınmıştır. Đnönü, okuduğu bildiride Musul
sorununun, Türk ve Đngiliz Temsilci Heyetleri arasında, gerek sözlü gerekse
yazılı olarak bir görüşmeye konu olduğunu ifade etmiş, tarafların öne
sürdükleri iddiaları ve Türkiye'nin Musul vilâyetinin bir başka Devlete
bırakılmasına razı olmayışının nedenlerini, açıklamıştır. Bu nedenleri
etnografik, siyasal, tarihî, coğrafî, ekonomik ve askerî olarak sınıflandıran
226
Đnönü, Musul vilâyetinde yerleşik nüfusun 503.000 kişiye vardığını; Vilâyet
içinde, bundan başka, Kürt, Türk ve Arap göçebe aşiretlerin de bulunduğunu;
bunların aşağı yukarı 170.000 kişi kadar olduklarını ifade etmiştir.
Resmi son Türk istatistiklerine göre, Süleymaniye, Kerkük ve Musul
sancaklarından oluşan Musul vilayetinin yerleşik nüfusunu meydana getiren
503.000 kişinin, 263.830’u Kürt, 146.960’ı Türk, 43.210’u Arap, 18.000’i
Yezidi ve 31.000’i Müslüman olmayan unsurlardan oluşmaktadır271.
Musul vilayeti’nde Kürtlerle Türklerin çoğunlukta olduğunu, Đngiliz
Hükümeti’nin kendisi de kabul etmektedir. Musul'da oturanlar, hiç bir vakit, ne
Arap, ne de Irak halkının bir parçası sayılmışlardır. Đngiliz Temsilci Heyeti,
Tel-Afr şehrinin bir Türk şehri olduğunu ve Musul’un çevresinde pek çok Türk
köyü bulunduğunu kabul etmektedir272. Đnönü,
"Kürt halkının Đran kökenli olduğu öne sürülmüştür; oysa, bu iddiayı, Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden, Encyclopaedia Britannica yalanlamaktadır.
Zaten, Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki, gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından, Kürtler, hiç bir yönden Türklerden farklı değildirler; ayrı diller konuşmakla birlikte, bu iki halk, soy, inanç ve görenek bakımından tek bir bütün meydana getirmektedir.” 273
demektedir. Yüzyıllardır bu iki halk, soy, inanç, özlem ve töre bakımından
olduğu kadar, gelenek ve görenek bakımından da ortak bağlarla birleşmiş
olarak tam bir uyum içinde yaşamaktadırlar; Kürtlerin kendi istekleriyle Türk
271Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 344-345. 272 a.g.e., 346. 273 a.g.e., 347.
227
yönetimi altına geçtiklerini ve kaderlerini Türkiye'nin kaderine bağladıklarını
tarih göstermektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu
kadar Kürtlerin de Hükümetidir; çünkü, Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri
Millet Meclisine girmiştir ve Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin
Hükümetine ve Yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve yukarıda belirtilen
temsilcileri, Musul Vilâyetinde oturan kardeşlerinin Anayurttan ayrılmalarına
razı değillerdir; böyle bir ayrılmaya engel olmak için bütün fedakârlıklara
katlanmaya hazırdırlar. Musul Vilâyeti nüfusunun çoğunluğunu meydana
getiren Kürtlerle Türklerin, vilâyetlerinin Türkiye'nin tamamlayıcı bir parçası
olarak kalmasını sağlamak için, bütün güçleriyle mücadele etmekten bir an
bile geri durmayacaklarına şüphe yoktur. Bu halk, pek az bir süre önce,
Türkiye Büyük Millet Meclisine başvurarak, 1918 silâh-bırakışımdan sonra
işgal edilen ülkelerinin Türkiye'ye geri verilmesini sağlamak bakımından
sarsılmaz kararlarını bildirmiştir. Musul Vilâyetinde oturanların yüreğinde bu
isteğin ne ölçüde derin kökler salmış olduğunu ispat etmek için, Vilâyetin -
haklı gösterilmesine imkân olmayan -işgalinden bu yana patlak vermiş ve
çoğu da Đngiliz bildirileriyle ilân edilmiş olayları göz önünde tutmak yeterli
olacaktır274. Đsmet Paşa, “Đngiltere Kürtlere özerklik vermek isteğinde imiş de,
Türkiye bunu vermeğe yanaşmıyormuş.” şeklindeki Đngiliz Temsilci Heyeti’nin
açıklamasına karşı aşağıdaki açıklamayı getirmektedir:
“Kürtler, Türkiye'de her zaman yurttaşlık haklarından yararlanmışlardır, siyasal ve sosyal bakımlardan, her zaman işbirliği yaptıkları Türk Hükümetini hiç bir zaman yabancı bir Hükümet saymamışlardır. Büyük Millet Meclisinde milletvekilleri vardır, hükümet ve yönetim işlerine etkili olarak katılmaktadırlar.
274 a.g.e., 348-349.
228
Kullanılan ad ne olursa olsun, gerçekte bir sömürge olacak bir ülkede, yabancı bir Devletin uyruğu durumuna geçmek üzere, şimdiki durumunu değiştirmek isteyecek tek bir Kürt bile yoktur.
Böyle bir durumda, kendilerini temsil etmiyecek bir Hükümet ve Parlamentoca uzaktan yönetilecek olan ülkelerinin kaderi üzerinde hiç bir gerçek etkileri olmayacağını Kürtler bilmektedirler.
Yurttaşlık haklarını ve yetkilerini kapsamayacak olan ve sözde özerk bölgelerin halklarına tanınacağı söylenen haklar, Kürt soyu gibi üstün bir soyu hiç tatmin etmiyecektir.
Musul Kürtleri için olduğu kadar, Anadolu'nun öteki yerlerindeki Kürtler için de geçerli olan bu düşünceler, Musul Vilâyetinin doğu kesiminde oturanlara dört yıldan beri sözverilen yalancı özerkliğin, kendilerine neden hiç çekici görünmediğini ve gerçekte sömürge yönetimi altına alınmış bir halk durumuna düşürülmüş insanların kaderine ortak olmağı kabul etmeğe onları neden inandıramadığını açıklamaktadır.” 275
Đnönü, özetle, Musul halkının büyük çoğunluğunun Türk ve Kürt
olduğunu, bu vilayette oturanların yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla
istediklerini, coğrafi ve siyasal bakımlardan Musul’un Anadolu’nun
tamamlayıcı bir parçası olduğunu ve ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek
çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabileceğini, hukuk
bakımından hâlâ Osmanlı Đmparatorluğunun bir parçası olan bir ülkeye ilişkin
olarak Đngiltere'nin yapmış olabileceği bütün andlaşmaların, anlaşmaların ve
sözleşmelerin hukuk açısından hiç bir değeri olamayacağını,
Anadolu'nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan
Musul'un, Türkiye’nin ticari ilişkileri ve bu bölgesinin güvenliği bakımından,
Türkiye’nin elinde olmasının zorunlu olduğunu ve Musul’un, Türkiye’nin bir
çok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış
sözleşmelere aykırı olarak, Türkiye’den alındığını, bu yüzden, aynı durumda
275 a.g.e., 350.
229
kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da geri verilmesi gerektiğini ileri
sürmüştür276.
Đnönü’den sonra Lord Curzon,
“Bütün Mezopotamya, Dünya savaşı sırasında Đngiliz ordularınca işgal edilmiştir. Dünya savaşı, Türk ordularının yenilgisiyle son bulmuştur; bu savaşın sonucu olarak, Türk Hükümeti bu ülkeden dışarı atılmıştır; az sonra, o vakte kadar Mezopotamya demekte olduğumuz bu ülkeye, bölge halkının daha çok alışmış olduğu, Irak adı verilmiştir. Türk Hükümetinin davranışı yüzünden savaşa girmek zorunda kaldığımız ve ilk defa Irak'ta ilerlediğimiz zaman, ülkenin halkına, zaferi kazanırsak, ileride Türk yönetiminden kurtarılacağı yolunda söz verdik. Aynı zamanda, Melik [Kıral] Hüseyin'e karşı da eş bir yükümü - başka bir deyimle, bu bölgede Arapların bağımsızlığını desteklemek yükümünü - kabul ettik. Zaferimizle biten savaş sonunda, bu yükümleri yerine getirmek için elimizden geleni yaptık…..…..Bu ülkede oturanlara, gelecekte hepsinin - başka bir deyimle, topluca Musul'un, Bağdat'ın ve Basra'nın - birleşmek mi, yoksa birbirlerinden ayrılmak mı istediklerini sorduk. Bu bölgelerden üçü de bölünmez bir bütünün parçaları oldukları ve birbirlerinden ayrılmak istemedikleri cevabını verdiler.” 277
demektedir. Curzon, Đnönü’nün, öne sürdüğü rakamları kabul etmediğini
söyledikten sonra Musul vilâyeti nüfusuna ilişkin olarak rakamlar vermektedir.
Bu rakamlara göre, Musul’da 186.000 Arap, 455.000 Kürt, 66.000 Türk,
62.000 Hıristiyan, 17.000 Yahudi yaşamaktadır.
Lord Curzon,
“Kürtlerin Türk soyundan olduğunu tarihte ilk defa bulup çıkaran, belgelerinden birini kaleme alırken, Türk Temsilci Heyeti olmuştur. Bu güne kadar hiç kimse, bunun böyle olabileceğini aklına bile getirmemiştir. Bu
276 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 354-355. 277 a.g.e., 355-356.
230
halkın kökeni oldukça karanlıktır. Dipnotlarından birinde, Đsmet Paşa, Kürtlerin Turan asıllı olduğu görüşünü öne süren tek bir kaynak göstermiştir; fakat bu görüşe en yetkili yazarlar katılmadıkları gibi, gerçekte de, bildiğim kadarı, bu görüşü hiç kimse paylaşmamaktadır. Kürtlerin Đran soyundan olduğunda, genel olarak herkes birleşmektedir; Kürtler, bir Đran dili konuşmaktadırlar; görünüşleri Türklerinkinden tamamiyle başkadır; görenekleri ve kadınlarla ilişkileri bakımından da Türklerden ayrılmaktadırlar.” 278
demiştir. Savaş sırasında, bu bölgenin Kürtleri’nin, Türklere, ne şekilde olursa
olsun, hiç bir yardımda bulunmadıklarını, gerçekte, savaşanlardan birine
herhangi bir yardımda bulunmuşlarsa, bu yardımın Đngilizlere yapıldığını ifade
etmektedir. Konuşmasının devamında Lord Curzon,
“Đsmet Paşa, Ankara Parlâmentosunda bir çok Kürt milletvekili olduğunu söylemiştir. Olabilir; fakat Parlâmentoda güney Kürdistan'ın tek bir Kürt milletvekili olduğunu ciddî olarak iddia etmekte midir? Herhangi bir zaman, Süleymaniye'den tek bir milletvekili çıkmış mıdır? Ankara'nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halk oyuyla seçilmiş tek bir milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının, dil bilmedikleri için, Meclisin çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir. Bu yüzden, Ankara'da, Kürt topluluğunun [cemaatının] Parlâmentoda temsil edildiği iddiasına çok ağırlık vermek gerektiğini sanmamaktayım. Türklerle Kürtler arasındaki genel ilişkilere gelince, Kürtlerin, Türk yönetiminden hoşnutsuzluklarını sürekli olarak açıkladıklarını herkes bilmektedir. Dört yıldır, Đngiliz Hükümetine hayal kırıklığına uğramış Kürtlerden gelen ve Kürdistan'ın özerkliği ya da bağımsızlığıyla ilgilenmemizi isteyen protestolar yağmaktadır. Fakat Türk Temsilci Heyetinden, Đngiltere'nin bir tek Kürdü bile Đngiliz sisteminin [British system] içine sokmasını bir an bile düşünmemesini rica ederim. Aldığımız bütün bilgiler göstermektedir ki, Kürtlerin kendi bağımsız tarihleri, görenekleri, gelenekleri ve karakterleriyle, özerk bir soy olarak ortaya çıkmaları gerekmektedir. Yönetimimizin amaçlarından ve gerçekten - tam olmasa bile - elde edilen sonuçlardan biri, bu bölge için bir özerklik sistemi kurmak olmuştur; bu mahallî özerklik sisteminin kendi yönetimi ve yazılı bir Kürt dilini öğretmeye çalışacak kendi okulları olacaktır. Bu koşullar altında, neden bu halk Ankara'ya teslim edilsin ve niçin orada bir plebisite baş
278 a.g.e., 359.
231
vurulsun? Bu plebisiti isteyen Ankara'dır; Kürtler hiç bir zaman plebisit istememişlerdir. Bu zavallı halk bunun ne anlama geldiğini de bilmemektedir. Bu yerlerde yaşayan Araplarla Türkler de hiç bir zaman plebisit istememişlerdir. Plebisit isteyenler, yalnız Ankara Türkleridir.” 279
demektedir. Lord Curzon’un değinmek istediği bir konu da Đngiliz
Hükümetinin, Musul'u elinde tutma isteğine ilişkin davranışının petrol
sorununa bağlanmasıdır. Curzon, Đngiliz tezini, kendi başına ve bu ülkede var
olabilecek doğal kaynakları hiç bir şekilde göz önünde tutmaksızın öne
sürdüğünü ifade etmektedir. Musul dolaylarında ne kadar petrol
bulunabileceğini, ya da işletmenin verimli olup olmıyacağını, yoksa bu
masalın boş bir hayal mi olduğunu bilmemektedir. Tezinin gücü ne olursa
olsun, Türk Temsilci Heyetinin tezinden daha zayıf bir tezin uluslararası bir
konferansa hiç bir zaman sunulmamış olduğunu söylemek cesaretinde
bulunan Lord Curzon,
“….madem ki anlaşamıyoruz ve madem ki taraflardan her biri öne sürdüğü çözüme böylesine güven duyar görünmektedir, Hükümetim, haklı olduğu inancı içinde, bu işin soruşturma yapılmak ve karara bağlanmak üzere, bağımsız bir organa havale edilmesiyle yetinecek ve verilecek hükme boyun eğecektir.” 280
demektedir. Türk Temsilci Heyetini, kendisine sunduğu bu teklifini, yalnız,
özü bakımından doğru ve hakgözetirliğe uygun olduğu için değil, Milletler
Cemiyeti’nin böyle bir incelemeyi yapabilecek en tarafsız ve en yetkili tek
mahkeme olmasından da değil, fakat Türk Temsilci Heyetinin, bu son haftalar
boyunca, barışın yapılmasından hemen sonra, Milletler Cemiyeti’ne üye olma
isteğini açıklamakla, bu kuruma güvenini belirtmiş olduğu için, Türk Temsilci
Heyetini bu teklifi kabul etmeğe çağırmaktadır281.
279 a.g.e., 360. 280 a.g.e., 364. 281 a.g.e., 365.
232
Lord Curzon'un yaptığı konuşmadan sonra, Đnönü, Lord Curzon’un öne
sürdüğü iddiaların zayıflığını belirtti. Đngiliz Temsilci Heyetinin rakamları kabul
edilse bile, Arapların, Musul nüfusunun ancak dörtte biri olduğu
gözükmektedir Bir ülkenin toplam nüfusunun ancak dörtte birini bulan bir
etnik unsura verilmesini, savunmak, gerçekten güçtür. Lord Curzon, Kürt
milletvekillerinin Büyük Millet Meclisine seçilmelerinin dürüstlüğünden şüphe
eder görünmüştür: Bütün dünya bilmelidir ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi,
Türk halkının gerçek ve serbestçe seçilmiş temsilcilerinden meydana
gelmektedir. Türkiye'de oturan herkes - Türkler gibi Kürtler de - aynı ölçüde
seçmendirler; onların seçtikleri kimseler Büyük Millet Meclisi’nde eşit
haklardan yararlanırlar; Büyük Millet Meclisi, böylece, bir ulusun, en yetkili
temsilcileriyle doğrudan doğruya yönetilmesinin en belirtici örneğini dünyaya
vermektedir. Üzülerek söylemek gerekir ki, Musul milletvekilleri bu Meclis'de
bulunmamaktadırlar; fakat onların yokluğu, yalnız, işgal yüzünden serbestçe
seçim yapılmasının imkânsızlığındandır. Bu örnek, Kürtlerin Büyük Millet
Meclisi’nde temsil edilmemiş olduklarını değil, fakat seçimlerin Türkiye’de ne
ölçüde dürüst ve düzenli olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır282.
Đnönü, petrol sorunu üzerinde de görüşünü kısaca açıklamak gerektiği
kanısındadır. Türkler Musul'u, her zaman, ülkelerinin tamamlayıcı bir parçası,
anayurdun bir kesimi saymışlardır. Đnönü’nün gerek resmî gerekse özel
çıkarların temsilcileriyle, daha ilk görüşmesinde, Musul sorununun bir ülke
sorunu mu, yoksa bir petrol sorunu mu sayıldığı kendisine sorulmuştur.
Đnönü, hep, Türkler için, her şeyden önce ve her şeyin üstünde, bir ülke
sorununun söz konusu olduğu cevabını vermiştir. Bununla birlikte, Lord
Curzon'un da kabul ettiği gibi, dünyanın petrol işlerine duyduğu ilgi de
görmezlikten gelinemez. Bu konudaki Türk görüşü, bu bölgeler anayurda
282 a.g.e., 368.
233
döndükten sonra, dünyayı bu bölgelerin petrol yataklarından yoksun
bırakmamak yolunda olmuştur ve gelecekte de böyle olacaktır. Türkiye, bu
petrollerden dünyanın meşru bir şekilde yararlanması için mümkün olan her
türlü kolaylıkları sağlıyacağına söz vermektedir283.
Son teklifinin, Fransız ve Đtalyan meslekdaşlarınca, kendi Temsilci
Heyetleri adına, yürekten desteklendiğini belirten Lord Curzon, teklifinin,
Komisyona, Müttefiklerin tam desteğiyle sunulmuş olduğunu, Türkiye’nin
kendi dâvasına o kadar az güvendiği için, bunu herhangi bir hakemliğe
sunmağa cesaret edemediğini söylemektedir284. Lord Curzon, Türk Temsilci
Heyeti’nin teklifini gerçekten reddettiğini ve ret edişte direnmesi durumunda,
sorunu bu durumda bırakamayacağını, bu durumun, dünya barışını büyük
ölçüde tehlikeye sokacağını ileri sürmektedir. Basında gördüğü ve elindeki
bilgilere göre bilmektedir ki, bu sorun, Türk Temsilci Heyeti’nin dilediği yoldan
çözümlenmezse, Türk birlikleri Anadolu'dan Musul'a doğru harekete
geçirilecek, sınıra bir saldırıda bulunabilecek, sorun askerî yollardan
çözümlenmeğe kalkışılabilecek, çatışmalar çıkabilecek, savaş
patlayabilecektir. Türk Temsilci Heyeti teklifini reddederse, Lord Curzon,
Hükümeti adına, "Milletler Cemiyeti Misakı”nın 11’nci Maddesi uyarınca
hemen Milletler Cemiyeti Meclisine baş vurarak, uluslararası barışı ve barışın
dayandığı iyi geçinmeyi bozacak nitelikte bir durumun ortaya çıktığını
bildireceğini, bu sorunu incelemek üzere Meclis’in hemen toplanacağını,
Meclis’in Türk Hükümetini, dâvasını açıklamağa çağıracağını ve Türk
Hükümeti buna yanaşmazsa Misakta öngörülen bütün zorlama tedbirlerinin
harekete geçirileceğini belirtmektedir. Đsmet Paşa'yı, teklifinin, sorunu
çözümlemek bakımından, en doğru tek yol olduğuna inandırmak
283 a.g.e., 369. 284 a.g.e., 372.
234
istemektedir285. Sonuç olarak, Lozan Andlaşması’nda Türkiye ile Irak
arasındaki sınırın, Andlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz
aylık bir süre içinde Türkiye ile Đngiltere arasında dostça bir çözüm
yoluyla saptanmasına, öngörülen süre içinde iki Hükümet arasında bir
anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti Meclisi’ne
götürülmesine, sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk
ve Đngiliz Hükümetleri’nin, kesin geleceği [kaderi] bu karara bağlı olan
toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte
hiç bir askeri ya da başka bir harekette bulunmamayı karşılıklı olarak
yükümlenmeleri, kararlaştırılmıştır286.
6 – Kapitülasyonların Kaldırılması
Kapitülasyonlar, Türklerin belleğinde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun iktisadi
ve mali bakımlardan dış güçlerin kontrolü altına geçmesinin ve ekonomik ve
siyasal bağımsızlığını kaybetmesinin en önemli nedenlerinden birisi olarak
algılanmaktadır. Osmanlı Đmparatorluğu, bir lütuf olarak bazı ülkelere
imtiyazlar vermiş; ancak giderek genişleyen bu imtiyazlar, Đmparatorluğun
gerileme ve çöküş dönemlerinde kötüye kullanılmışlardır. Türkiye, Lozan’da
kapitülasyonların tümünü kaldırmayı başarmış; ve böylelikle tam bağımsız bir
devlet olarak kendisini tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Türkiye’nin güncel
politikasında Osmanlı dönemindeki kapitülasyonların yaratmış olduğu
olumsuz sonuçlara sıkça atıflar yapılmaktadır. Türkiye’nin ekomomi
politikaları, devletçilik ilkesi, özelleştirme politikaları ve uluslararası finansal
kuruluşlarla yapmış olduğu anlaşmalar, kapitülasyonların tekrar belleklerde
285 a.g.e., 374-375. 286 Bkz.Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. MERAY, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 3.
235
canlanmasına yol açabilmektedir. Lozan’daki müzakereler esnasında en çok
üzerinde durulan konuların başında kapitülasyonların kaldırılması gelmektedir.
Kapitülasyonlar konusunu ele alan Đkinci Komisyon’un 2 Aralık 1922’de
Marki Garroni’nin başkanlığında açılan oturumunda Marki Garroni, aşağıdaki
söylevi okumuştur:
"Komisyonumuza, görevlendirilmiş olduğu çalışmalara girişmeden önce, Kapitülasyonların, başlangıçta yabancılara, ülkenin ticaretini ve kaynaklarını geliştirmek için, gerekli güvencelerle [garantilerle], kendi töre ve görenekleri uyarınca yaşama olanaklarını sağlayarak, onları Osmanlı Đmparatorluğu'na çekmek isteyen Türk Hükümeti’nin gönüllü bir davranışı ile verilmiş olduğunu hatırlatmayı ödev saymaktayım. Şunu da eklemem gerekir: Kapitülasyonlarla tanınan ayrıcalıklar, çağın ihtiyaçlarına, hem yabancıların hem de bu ayrıcalıkları tanıyan Devletin çıkarlarına öylesine uygun düşmekteydi ki, Kapitülasyonlar, sonradan, çeşitli andlaşmalarla bir çok kez doğrulanmıştır. Bununla birlikte, şunu da kabul etmek gerekir ki, çağdaş hukuk anlayışına göre, Kapitülasyonlar olan rejimi, bağımsız bir Devletin egemen güçlerini kısıtlayıcı niteliktedir; Türkiye'nin, artık çağı geçmiş olan bu rejimin ortadan kalkmasını istemesi de anlaşılır bir şeydir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu haklı isteğini, ilke olarak, tümüyle desteklemek eğiliminde isek de, öte yandan, Türkiye'de yerleşmiş ve orada önemli işlere girişmiş bulunan yabancıların andlaşmaların kendilerine sağladığı güvencelere inanç duyarak böyle davranmış olduklarını da kabul etmek gerekir. Böyle olunca, yabancılar bakımından, göz önünde tutulması ve korunması gereken, kazanılmış [muktesep] haklar vardır. Bunun gibi, bağımsızlığını ve egemenlik haklarını savunan ve elde etmek istemekte olan Türkiye'nin de, gelecek bakımından, ülkesinde şimdilik büyük ölçüde işletilmemiş çeşitli kaynaklarını değerlendirmeğe ve geliştirmeğe katkıda bulunmak için işbirlikleri gerekli olan, yabancıların girişimlerini ve çabalarını çekebilmekte daha az çıkarı vardır denilemez. Bu yüzden, Türk Hükümeti, ortadan kalkmış olduğunu görmek istediği Kapitülasyonlar rejimi yerine, başvuracak herkese güven duygusu vermeğe elverişli nitelikte yasalar ve gene bu nitelikte bir yargı [adalet] yönetimi
236
güvencelerini koymak gereğini, şüphesiz, göz önünde tutmak durumundadır287.
demektedir. Đnönü, Marki Garroni'nin sözlerinden, Đtalyan Baştemsilcisinin,
Kapitülasyonların, bir ulusun bağımsızlık haklarıyla, varlığına ve egemenlik
haklarına ilişkin olarak duymakta olduğu kaygı ile bağdaşmazlığını kabul
ettiği anlamını çıkarmaktadır. Đlke niteliğindeki bu doğrulamayı Đnönü senet
saymaktadır. Türkiye, uzun yıllardır, hem hukuk hem de olgular alanında,
Kapitülasyonlardan vazgeçmenin mümkün olduğunu zaten birçok kez
ispatlamış bulunmaktadır288. Đnönü, [Türk] Hükümeti’nin, Kapitülasyonların
özünü olduğu gibi tutup da, yalnız bunların adını ve biçimini ortadan
kaldırmağa yönelebilecek görüşleri, hiç bir bakımdan kabul edemeyeceğini
açıkça belirtmek istediğini söyledi. Böyle bir rejim karmaşık sorunlar
yaratacak yeni bir kaynak olabilecek ve ilişkileri, geçmişten daha da güç
kılabilecektir. Türkiye'de yabancıların durumu, uygar ve kendi kaderlerini
kendi ellerinde tutan bağımsız ulusların kanunlarına benzer genel kanunlarla
güvence altına alınmış bulunmaktadır289.
Lord Curzon konuşmasında, Kapitülasyonlar adı altında,
andlaşmalardan doğmuş haklar ve düzenlemelerin anlaşıldığını; bunların,
böylece, karşılıklı rıza ile yaratılmış olduklarını ve bu sistemin yüzyıllardır
yürürlükte kaldığını; bu Kapitülasyonların, öteki tarafın rızası olmaksızın ve
yerlerine yeni bir rejim konmaksızın yalnız bir tarafça sona erdirilemeyeceğini
ileri sürdü. 1914 Ekiminde, Büyük Savaş başladıktan sonra, Türk Hükümeti,
Kapitülasyonların sona erdiğini açıklamak için fırsattan yararlanmıştır.
287 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Đkinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları ( Yabancılara Uygulanacak Rejim ), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt II, Kitap III, 2. 288 a.g.e., 3. 289 a.g.e., 3.
237
Türkiye'nin müttefikleri olan Almanya ile Avusturya'yı bile içine almak üzere,
andlaşmalara dayanan hakları olan bütün Devletler, hemen, bir andlaşmanın
taraflardan yalnız birinin kararıyla sona erdirilemeyeceğini öne sürerek,
Türkiye'nin bu davranışını protesto etmişlerdi. Lord Curzon, kulağa hoş
gelmeyen "Kapitülasyonlar" terimini kullanmaktan kaçınmanın istenir
olduğunda Đsmet Paşa'yla aynı görüştedir; fakat Marki Garroni'nin de belirttiği
gibi, hem Türkiye'nin hem de yabancıların çıkarları bakımından, birtakım
güvenceler [garantiler] de gereklidir290.
Đnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, çağdaş Devlet kavramıyla
kamu hukuku ilkelerine doğrudan doğruya aykırı olan Kapitülasyonların
yeniden konulmasına kesin olarak katlanamaz, demiştir. Kaldı ki, öteki
Avrupa Devletleri’nin hiçbirinde, Yunanistan ve öteki Balkan Devletlerinde
bile, böyle bir rejim olmadığı herkesçe bilinmektedir.
Türk Hükümeti, aslında Kapitülasyon niteliğinde olacak başka herhangi
bir rejim de kabul edemez. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ilgili
Hükümetlerle, karşılıklı olmak [mütekabiliyet] şartına ve Devletler hukuku
[uluslararası kamu hukuku] ilkelerine dayanan, ticaret, yerleşme, suçluların
geri verilmesi andlaşmalarıyla konsolosluk sözleşmeleri yapmağa hazırdır291.
6 Ocak 1923’te Marki Garroni’nin başkanlığında açılan oturumda
Đnönü,
“Hükümetimin ve benim, barışın yapılmasını sağlamak için harcadığımız ve bundan böyle de harcamaktan geri kalmayacağımız çabaları anlatmanın gerekli olduğunu sanmıyorum. Bize her konuda
290 a.g.e., 4. 291 a.g.e., 14.
238
önderlik eden ve görüşlerimizi her türlü ard düşünceden arınmış olarak içtenlikle öne sürmeğe yönelten, haklarımızın tanındığını görmek umududur. En geniş bir uzlaşma ve uyuşma duygusuyla doluyuz ve başkalarının haklarını çiğneme isteğinden çok uzak bulunmaktayız. Her vakit söylediğim gibi, Türk ulusu yeni olaylara ve çok büyük acılar ve inanılmaz fedakârlıklardan sonra elde edilen sonuçlara rağmen, meşru istemlerini, hiç bir biçimde genişletmemiştir; Türk halkı, tarihinin en bunalımlı dönemini geçirdiği 1920 yılında düzenlenmiş olan Misak-ı Millî’sinin hükümleriyle kendini her zaman bağlı saymıştır. Bu yüzden, daha ilk günden söylemekle onur duyduğum sözleri yeniden belirtmek isterim: Türk egemenliğinden çok söz etmiş olmamızdan yakınılmıştır. Biz, burada, bağımsızlığının bilincine varmış ve adaletli bir barışa ulaşmak isteyen bir ulusu temsil etmekteyiz; biz, Konferansa eşitlik içinde işlem göreceğimiz güvencesiyle geldik; egemenliğimizden sık sık söz etmek durumunda kalmışsak, bize egemenliğimizi çiğneyecek nitelikte yapılmış tekliflerle buna zorlanmış olmamızdandır; egemen başka hiç bir Devlet, Yunanistan bile, bu nitelikteki tekliflerle karşılaşmamıştır. Türk halkının, her şeyden önce, bağımsız başka herhangi bir ulus gibi işlem görmeğe hakkı vardır. Böyle olunca, Konferansda söz konusu edilen bütün sorunlarda, bize verilmiş güvenceler uyarınca, egemenliğimize ve yaşama hakkımıza saygı gösterilerek, bize, tam bir eşitlik içinde davranmağa razı olunduğu anda, barışın yapılması için de hiçbir engel kalmayacaktır. Görülüyor ki, barışın anahtarı sizin ellerinizdedir”292
demektedir. Türkiye'nin iktisat ve maliye açısından gelişmesi, onun tam ve
eksiksiz bağımsızlığına bağlıdır. Bu, Türkiye'nin varlığının temel şartıdır.
Bağımsız her ulus gibi, Türk ulusunun da, ekonomik özgürlüğünü engelleyen
bütün kısıtlamalardan kurtulması zorunludur. Bu vesile ile, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti, uluslararası ekonomik ilişkilerinde ve bu ilişkileri
düzenlemek için yapacağı andlaşmalar ve sözleşmelerde, egemenliğinin ve
bağımsızlığının gereklerine uygun davranacağını bildirir. Her ulusun
292 a.g.e., 53.
239
gelişmesindeki etkenlerden biri olan bu ilke, Türkiye'nin gelecekteki ulusal
ekonomisinin de dayanağı olacaktır293.
Lozan Andlaşması’nın 28. maddesinde,
“Bağıtlı Yüksek Taraflar, her biri kendi yönünden, Türkiye'de Kapitülasyonların her bakımdan kaldırıldığını kabul ettiklerini bildirirler.” 294
hükmü yer almıştır. Lozan Andlaşması’nda, Osmanlı Devlet Borcu [Düyun-u
Umumiye-i Osmaniye], Türkiye, 1912-1913 Balkan Savaşları sonucu olarak
kendilerine Osmanlı Đmparatorluğu'ndan topraklar katılmış Devletler, bu
Andlaşma da toprak parçası kendilerine bırakılmış olan Devletler ve, son
olarak, bu Andlaşma uyarınca Osmanlı Đmparatorluğu'ndan ayrılmış Asya
toprakları üzerinde yeni kurulan Devletler arasında, bölüştürülmüştür. Bir
yandan Türkiye, ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı
Devletler, bu Devletlerle (tüzel kişileri de kapsamak üzere) uyruklarının,
1 Ağustos 1914 tarihiyle bu Andlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi arasındaki
süre boyunca uğramış oldukları, gerek savaş eylemleri, gerekse
zoralım, haciz, dilediği gibi kullanma ve elkoyma tedbirlerinden doğan
kayıp ve zararlardan dolayı her türlü parasal istemde bulunma
hakkından karşılıklı olarak vazgeçmişlerdir. Türkiye, Osmanlı
Hükümetince Đngiltere'ye ısmarlanmış ve Đngiliz Hükümetince 1914’de
elkonmuş olan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri
verilmesini Đngiliz Hükümetinden ya da Đngiliz uyruklarından istememeyi
kabul etmiştir.
Yunanistan, Anadolu'da, savaş yasalarına aykırı olarak, Yunan ordusu ya da Yunan yönetiminin eylemleriyle işlenmiş zararları onarma
293 Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Üçüncü Komisyonun Tutanakları ile Raporları ( Đktisat ve Maliye Sorunları ), Çev. Seha L. MERAY, Birinci Takım, Cilt III, Kitap IV, 3. 294 Bkz.Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. MERAY, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 9.
240
yükümünü kabul etmiş, öte yandan, Türkiye, Yunanistan'ın, savaşın uzamasından ve savaş sonuçlarından doğan mali durumunu dikkate alarak, onarımlar karşılığı olarak, Yunan Hükümetine karşı yöneltebileceği her türlü zarar-giderim isteminden kesinlikle vazgeçmiştir295.
7- Siyasal Utku Anıtı Olarak Lozan Andlaşması
Đtalyan Temsilci Heyeti başkanı M. Montagna, 17 Temmuz 1923
oturumunda, Lozan Barış Andlaşması’nın, tam bir eşitlik düzeyinde
görüşüldüğünü; Türkiye'nin egemenliğini kullanmasına ve bağımsızlığına
ilişkin özlemlerinin, tam olarak gerçekleştiğini ifade etmektedir296. Lozan
Andlaşması ile Osmanlı Devleti adına Damat Ferit Paşa hükümetinin var
olma ya da yok olma sorunu olarak ortaya koyduğu ve Devletin varlığını
sürdürebilmesi için imzalanmasını zorunlu gördüğü Sevr Antlaşması’yla
karşılaştırılamayacak derece de farklı bir sonuç elde edilmiştir. Lozan
dönüşünde, Đsmet Paşa’nın Meclis’te uğradığı sataşmalardan birinde, iki elini
kır düşmüş şakaklarına götürerek:
“Ben bu saçları nerede ağarttım?”
diye haykırdığı anda adeta gözlerinin yaşardığını ifade eden Yakup Kadri
Karaosmanoğlu,
295 Bkz.Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. Meray, Đkinci Takım, Cilt II, Kitap 8, 13-.21. Lozan Konferansı, 4 Şubat 1923’te kesintiye uğramış, 23 Nisan 1923’te tekrar toplanmıştır. Bu dönemde Lord Curzon gelmemişti. Đngiltere heyetine Sir Horace Rumbold, Fransız heyetine, M. Barrere’nin yerine General Pelle, Đtalyan heyetine de Marki Garroni’nin yerine M. Montagna başkanlık etmiştir. 296 Bkz. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler Konferansın Đkinci Dönemine Đlişkin Tutanaklar ile Belgeler ( 23 Nisan – 24 Temmuz 1923 ), Đkinci Takım, Cilt I, Kitap II ( 7. Kitap ), 132.
241
“Evet, daha yedi sekiz ay öncesine kadar bir ak tel bile gözükmeyen ve şimdi enikonu kırlaşmış şakakları Đsmet Paşa’nın Sulh Konferansı’nda neler çektiğini apaçık belirtiyordu. Kaldı ki, birkaç gün önce aramızda geçen bir hasbıhalde, bana ‘Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi’ deyişi de ayrıca içime işlemiş bulunuyordu.”297
demektedir. Mustafa Kemal, Lozan Antlaşması Meclis’te görüşülürken,
muhalefet edenlere;
“Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için, kaç insan şehit oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu görüyor musunuz?” 298
diye sesleniyordu. Mustafa Kemal’in ifadesiyle, Lozan Andlaşması, Türk
Ulusu’na karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Andlaşması ile
tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme eyleminin(suikastın) kırılıp
önlenişini bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir
siyasal utku anıtıdır!299 Osmanlı Hükümeti, ulusu mahva sürüklemek üzere o
zamanki düşmanlarla birlikte çalışırken Büyük Millet Meclisi Hükümeti askeri
ve siyasi cephelerde Lozan neticesini almak için mümkün ve gayri mümkün
ne varsa yapmıştır300. Bunun sonucunda da geniş ölçüde Misak - ı Milli301
297 Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU: Politikada 45 Yıl, 3. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 40. 298 ATATÜRK: Söylev, 348. 299 a.g.e., 362. 300 BAYUR, 63. 301 Osmanlı Mebusan Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihindeki gizli oturumunda oluşan Misak-ı Milli, 17 Şubat 1920 tarihinde oy birliği ile benimsendi. Misak-ı Milli’nin 1. maddesinde, Osmanlı ülkesinin, yalnızca Arap çoğunluğunca oturulan ve 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması’nın yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan bölümlerinin kaderi, yapılacak seçime göre belirlenmeli denilmekte, ateşkes sınırları içinde ise Osmanlı-Đslam çoğunluğunun oturduğu toprakların bölünmez bir bütün olduğu ifade edilmektedir.
242
sınırları içerisinde tam bağımsız bir devlete sahip olabilmiştir. Bu nedenle
Lozan, siyasi alanda, büyük bir Türk zaferi olarak görülmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki kilise nüfus kayıtlarına göre (çünkü
doğrusu bunlardır) Anadolu’da Türk ve Müslüman olmayanların nisbeti yüzde
kırka yaklaşmakta idi302. “Yirminci Asır, Türk’ün ölümü asrı idi.” diyen Falih
Rıfkı Atay,
“Birinci Dünya Harbinde, kendi isyanları ve Çar orduları ile işbirliği etmeleri yüzünden, Ermeni faciası303 olmuştur. Ne acıklı şeydir ki, bu facia olmasaydı, Kuvay-ı Milliye hareketi tutunamazdı. Muzaffer devletler mütarekenin daha ilk günlerinde Kafkas sınırlarından Kilikya’ya doğru uzanan Ermenistan devletini kuracaklardı. 1918 mütarekesi ile beraber Anadolu Yunan egemenliği tehlikesi altına girmişti. Bu egemenlik, Batı Anadolu ile Karadeniz kıyılarında bulunan Rum nüfusa dayanmakta idi. Atatürk kurtuluş zaferini kazanınca, Trakya ve Anadolu’yu her fırsatta kendini gösteren bu tehlikeden tasfiye etti. Đstanbul surları dışında bütün Türkiye, som bir Müslüman Türklük vatanı haline geldi. Böylece bir millî birlik taslağı küçük Asya tarihinde ilk defa görülüyordu.”304
302 ATAY, 488. 303 Ermeni komiteciler 1915’te Kafkas cephesinde savaşan Türk orduları arkasında ve daha gerilerde isyanlar çıkartmışlar, Osmanlı ordusundan firar eden Ermeni askerler Rus ordusuna katılmışlar ve oluşturdukları çetelerle Doğu vilayetlerinde Yusuf Hikmet Bayur’un ifadesiyle “Türklüğü Đmhaya” kalkmışlardır. Bkz. Yusuf Hikmet Bayur, 15. Bunun üzerine Đttihat ve Terakki Hükümeti, Ermenileri, savaşın gidişatını olumsuz olarak etkileyebilecek bölgelerden, özellikle Doğu Anadolu ve Mersin-Đskenderun bölgesinden Irak ve Suriye içlerine “ihraç etmeye” karar vermiştir. Hükümet Ermeni cinayetlerinden Türk ve Kürt ahaliyi ve Osmanlı Ordusu ile Osmanlı siyasi mevcudiyetini korumak için tehciri acil ve müessir bir çare gibi telakki etmiştir. Bkz. Talat PAŞA: Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay KABACALI, 1. Basım, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2000, 68; Cemal PAŞA: Hatıralar, Haz. Behcet CEMAL, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Nisan 1977, 443 ve 445. Gerek göç ettirmeler, gerek isyan yüzünden Cemal Paşa’ya göre altı yüz bin Ermeni diğer taraftan bir buçuk milyon Türk ve Kürt yere serildi. 304
ATAY, 489.
243
diyor. Ermenilerin I. Dünya Savaşı sırasında, Rumların Yunan mağlubiyeti
sonucunda 1923’teki Türk-Rum nüfus değişimi ile Anadolu dışına çıkarılması
ile Türkler, dış güçlerin desteğiyle Osmanlı’ya karşı sürekli sorun çıkaran ve
devleti parçalanma sürecine sokmuş olan Hıristiyan unsurların önemli bir
bölümünden kurtulmuşlardır. Ama Türkiye 1923’te, halen ulusal bir devlet
haline gelmiş değildir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ’NĐN SĐYASAL KĐMLĐĞĐ ve DIŞ POLĐTĐKASI
Türk siyasal kimliği, yeni Türk devletinin 29 Ekim 1923 tarihinde ilan
edilmesi sonrasında ulusal kimlik/devlet kimliği ile özdeş bir hale gelmiştir. Bu
kimliğin hegemon ideolojisi olan Kemalizm, uzun bir tarihi geçmişten alınan
tecrübeler üzerine inşa edilmiş olmakla birlikte, esas itibariyle XIX. yüzyılın
son yarısında yoğunluk kazanmaya başlayan iç isyanlar, Balkan Savaşları,
I. Dünya Savaşı, Milli/Ulusal Mücadele ve onu takip eden “Cumhuriyet”in ilk
on beş yılı içerisinde şekillenmiştir. Yeni devletin kurucularının Osmanlı’nın
çöküş ve ortadan kalkma sürecindeki deneyimleri, bilimsel esaslar üzerinde
çağdaş bir toplum inşa etme zaruretine onları inandırmıştır.
Bu dönem içerisinde Cumhuriyet rejimi, Osmanlının çöküş ve dağılış
süreci içerisinde var olan iç ve dış sorunların süregiden etkisinden kendisini
kurtaramadığı gibi ulus - devlet yaratma süreci içerisinde, devletin yeni
aidiyetlerine direnç gösteren ve dış destekle elinde kalan ata yurdu
Anadolu’yu da parçalamak istediklerini düşündüğü yeni iç ve dış düşmanlarla
da baş etmek zorunda kalacaktır. Cumhuriyet iktidarına karşı gösterilen her
muhalefet, içeriğine bakılmaksızın, iç ve dış düşmanların işbirliği halinde yeni
devlete karşı koyuşları olarak algılanacaktır. Bu algılayış biçimi, Türkiye’nin
uluslararası alandaki tüm aktörlere ön yargılı olarak yaklaşmasına yol açacak
ve dış politikasının oluşumunu da etkileyecektir.
245
I. TÜRKĐYE CUMHURĐYETĐ’NĐN ĐNŞA EDĐLMESĐ
A-TÜRK SĐYASAL KĐMLĐĞĐNĐN HEGEMON ĐDEOLOJĐSĐ:KEMALĐZM
Geçmişte meydana gelen olayların açıklaması yapılırken, kararları alan
ve uygulayanları motive eden tarihi, kültürel, dini, siyasi ve psikolojik faktörleri
de dikkate almak gerekir. Ancak oluş sürecini esas alan bir metodolojik
yöntemle toplumsal bilimlerde “gerçek” sonuçlara ulaşılabilir. Đyi ya da kötü,
doğru ya da yanlış, tarihsel tecrübeler siyasal sistemdeki olaylara ve güçlere
bir ulusun tepkisini etkiler1. Ulusun belleğini bilmeksizin ise onun
davranışlarını kavramak ve öngörüde bulunabilmek olanaklı hale getirilemez.
Đnsanlar, genellikle çocukluklarından itibaren, sosyalleşme süreçleri
içerisinde, toplumlarının tarihini kendi hayatlarının bir parçası gibi görmeye
başlarlar. Her toplumsal formasyonda, o formasyona damgasını vuran
egemen bir ideoloji ve egemen üst-yapı kurumları vardır. Bunlar bir ölçüde o
toplumun gerçeğini oluşturur, bir ölçüde de onu yansıtırlar2. Türk siyasal
kimliğinin egemen ideolojisi olarak oluşan Kemalizm de Mustafa Kemal ve
ulusal mücadeleyi yürüten ve sonrasında yeni bir devletin kuruluşunda rol
alan kişilerin deneyimleri ve bilimsel bir temel üzerinde inşa edilmeye
çalışılan Türk toplumunun/devletinin gerçeği ve onun yansıtıcısı olmuş,
ilerleyen yıllar içerisinde ise Kemalizm, hegemonik bir konuma gelmeyi
başarmıştır. Bugün modern Türk Devleti'nin kuruluşunda ve belli bir süre
genel politikasının yürütülmesinde temel olan fikir ve ilkelerin bütününe
1 Mustafa AYDIN: Middle Eastern Studies, 157. 2 Taner TĐMUR: Osmanlı Kimliği, 3. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Mart 1998, 9.
246
"Kemalizm" diyoruz3. “Kemalizm”, bu çalışmada, Türk siyasal kimliği ile
örtüştürülmekte ve Türk ulusunun ve devletinin inşa edilmesi sürecinde, yeni
bir toplumsal ve siyasal düzenin oluşturulması ve sürekliliğinin sağlanmasını
olanaklı kılan fikir ve ilkeler bütünü olarak ele alınmaktadır.
Kemalizmin, devrimler süreciyle birlikte yeni bir ulus-devlet kurma,
buna bağlı olarak devletin ulusunu tanımlama, bu yeni ulusun kimliğini
kurgulama amacına yönelirken, bu temel amaçlarını modernleşmeci ve
pozitivist paradigmalar bağlamında gerçekleştirmeye çalıştığını da gözden
kaçırmamak gerekir4. Atatürk bir kuramcı değildi, olağanüstü bir tarih bilincine
sahip bir eylem adamıydı. "Kuramcı değildi" demek, elbette belli bir dünya
görüşünden yoksundu demek değildir. Timur’un ifadesiyle, Atatürk'ün dünya
görüşünün temelinde "pozitivist bir espri” yatmaktadır. Atatürk kendi
eylemlerinin bilançosunu çıkarmış, tarihle hesaplaşmıştır5. Osmanlı devletini
çöküşe götürmüş olduğunu düşündüğü her ne var ise hepsini ortadan
kaldırarak, onları ötekileştirerek bilim ve akıl eksenli dolayısıyla da pozitivist
esaslar üzerinde ulus–devlet inşasına girişmiştir. Pozitivist dünya görüşü
doğrultusunda ilerlemek ve çağdaş medeniyetler arasında yerini almak
isteyen Türk ulusu, bu amaca ulusal bütünlüğünü sağlayarak ulaşabilecektir.
Medeniyet ya da medenileşme, maddi alanda olduğu kadar fikri alanda da,
yurttaşların hem düşünceleri ve düşünme biçimleri, hem kıyafetleri-
konuşmaları, hem de yaşantıları-davranışları temelinde başarılmak
durumundadır6. Medeniyete giden yol, zihinsel dönüşümlerin yanında dış
görünüş ve yaşam biçimlerinin değiştirilmesinden de geçmektedir. Böylece,
diğer Türk-Đslam devletlerinin akibetine, Osmanlı’nın akibetine uğramamak
3 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 108. 4 Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 1.Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2005, 112. 5 Bkz. Taner TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 249-250. 6 PARLAK, 323.
247
olanaklı hale gelecektir. Parlak’a göre, Kemalizm'in pozitivist temelli
modernleşme projesi, yeni bir vatan, yeni bir ulus, yeni bir toplum, yeni bir
kimlik ve hatta yeni bir tarih tanımlamış, üstelik bütün bu yeni tanımlamalar
bireyler için siyasetin statüsü ve anlamını da değiştirmiştir7. Mustafa Kemal
ve ulusal mücadeleyi yürüten kişilerin belleklerini anlamaya çalıştığımız
zaman Osmanlı imparatorluğu/devletinin çöküş sürecindeki dramatik
olayların derin etkiler bırakmış olduğu sezilmektedir.
XIX. yüzyılın son yarısında Osmanlı Đmparatorluğu’nun çeşitli
bölgelerinde, özellikle Rumeli vilayetlerinde, birçok ayaklanmalar olmuş;
Đmparatorluk Hükümeti ayaklanmaları bastırmak için Anadolu Türk’ünü
kullanmıştır. Yemen çöllerinde birçok erkek evladını şehit vermiş olan
Anadolu Türk’ü, duyduğu duygu yoğunluğunu anlatabilmek için, bugün halen
Türk halk türkülerinde etkisini gördüğümüz, yanık yanık türküler yakmıştır. En
son olarak, I.Dünya Savaşı bir yeni trajediyi oluşturmuştur. Üç kıt’ada ve
sekiz cephede iki buçuk milyonu aşkın askerle çarpışan Osmanlı Devleti’nin
tarihi 1918 yılı sonlarında Mondros Mütarekesi’ne gelmiş dayanmıştır8. Bu
sefer, Türklerin elinde kalan son sığınma noktası Anadolu’nun da Türklerin
elinden alınması tehlikesi ortaya çıkmıştır. Rumeli’den sonra Türkler artık
Anadolu’da da barınamayacaklarının, barındırılmak istenmediklerinin farkına
varmışlardır. Bu ortam içerisinde ulusal mücadele bir var oluş mücadelesi
olarak oluşmuştur. Yusuf Hikmet Bayur’un ifadesiyle;
“Türk ulusu/milleti başını eğmemiş, içlerinde dünyanın en cengaver ve en büyük fatihleri olarak tanınmış milletlerin bazıları da bulunan cihan harbi galipleriyle tek başına ve silahlarının çoğundan tecrit edilmiş olarak boy ölçüşmeyi kabul etmiştir. Bu mücadelede zamanın icabatına nazaran
7 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 134. 8 TUNAYA: Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 36.
248
kendisinin tabiî reisleri olması lazım gelen padişahı, halifesi ve onun hükümeti de düşmanlar ile birleşmişti. Söylev’in sonunda Büyük Gazi’nin gençliğe hitabından bütün hususiyetleri ile tasvir ve mütalaa edilmiş olan böyle bir vaziyette Türk milleti, düşmanlarının bir kısmını yenmiş, bir kısmını usandırmış ve yıpratmış, bir kısmına sulhü aramaktan başka çare bırakmamış ve neticede Misakı Milli’sini dört senelik bir mücadeleden sonra onların hepsine kabul ettirmiştir.”9
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, Mustafa Kemal Paşa
cumhurbaşkanı10, Fethi Bey Meclis başkanı, Đsmet Paşa da başbakan
olmuşlardır. Đsmet Paşa, aynı zamanda, fırka umumi reisi olan Mustafa
Kemal Paşa’ya vekâleten Halk Fırkası’nın başına geçmiştir11.
Cumhuriyet rejimi Osmanlı subaylarının %93’ünü mülkiye
memurlarının ise, %85’ini devralmıştı. Cumhuriyetin önderleri dahil
subayların büyük çoğunluğu eski ittihatçıydı ve hepsi uzun yıllar
savaşmışlardı.12 Osmanlının çöküşüne yol açan nedenleri ortadan kaldırmak,
geçmişten alınan derslerle sağlam temeller üzerinde iç ve dış düşmanlara
karşı teyakkuz halinde bir ulusal devlet inşa etmek, Cumhuriyet’in önder
kadrolarının başlıca amaçlarındandır. Bunu başarabilmek için ise ulusal birlik
ve bütünlüğün sağlanması gerekmektedir. Kemalizm için üzerinde durulan
9 BAYUR, 148. 10 Mustafa Kemal, ĐTC’nin başından beri üyesiydi. Çekirdek kadrodaki eylemci subaylardan biriydi. 1908 Devrimi’nde ve 1909’daki “Hareket Ordusu”nda yer almış, 1911’de Libya’da görev yapmıştı. Sözü geçen bir ittihatçı subay olan Ali Fethi (Okyar)’a yakın olmuştu. Ali Fethi, Enver’in rakibiydi. 1912-1913 yıllarında Fethi ve Mustafa Kemal’in Enver’le olan kişisel ilişkileri çok gerginleşmişti. Bu nedenledir ki, Ocak 1913’teki Babıâli baskını sonrasında Enver önde gelen askeri lider olarak ortaya çıkar çıkmaz Mustafa Kemal iktidar merkezinin dışında bırakıldı. Bkz. ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 207. Ali Fethi, Sofya’ya Büyükelçi olarak gönderilirken Mustafa Kemal de ataşemiliter olarak görevlendirilmişti. Enver’in Đstanbul’da Mustafa Kemal için “tatmin edilmesi mümkün olmayan biri” dediği söylenir. Ona göre Mustafa Kemal paşalıktan terfi etmek, nihayet padişahlığa kadar yükselmek isteyecekti. Bkz. Vamık D. VOLKAN ve Norman ITZKOWITZ, 138. 11 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 90. 12 Şaban ĐBA: Ordu, Devlet, Siyaset, 1. Baskı, Đstanbul, Çiviyazıları, Temmuz 1998, 142.
249
konu ulusal birlik ve bütünlüğün, huzur ve güvenin ve böylece de
bağımsızlığın korunması olarak ortaya çıkmaktadır13.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927’de
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 15 - 20 Ekim günleri arasında Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin büyük salonunda toplanan ikinci kurultayında okuduğu
“Söylev”inde, Osmanlı Đmparatorluğu’nun dağılış nedenlerini açıklamakta,
Milli Mücadele yıllarında karşılaşılan güçlükleri aktarmakta ve “Söylev”inin
sonunda genç “Cumhuriyeti”, Türk gençliğinin koruyuculuğuna bıraktığını
ifade etmektedir. Atatürk’ün “Ey Türk Gençliği!” hitabıyla başlayan sesleniş
metninin yakın bir incelemesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu
mantığını kavrayabilmek bakımından, ciddi ipuçları vermektedir.
Atatürk, kendi liderliğinde gelişen Milli Mücadele öncesinde, sırasında
ve sonrasında karşılaşmış olduğu güçlüklerin bir tasvirini yapmakta ve
benzer koşullarla ilerleyen yıllarda tekrar karşılaşılması durumunda Türk
bağımsızlığı ve “Cumhuriyet”in kurtarılması için iç ve dış düşmanlarla
mücadeleden kaçınılmaması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Ancak Atatürk
ve kendisiyle benzer deneyimleri yaşamış olan arkadaşları, Osmanlı’nın
sonunu getirdiğine inandıkları koşulların tekrar oluşmaması için, öncelikle
Osmanlı'yı "öteki"leştirerek yeni devleti ve O'nun ulusunu inşa etmişlerdir.
Güvenlik kaygıları her zaman için ön planda tutulmaktadır. Devletin
sanayileşme planlarını iç kaynaklarıyla gerçekleştirmeye çalışması,
yabancıların elinde bulunan demiryollarını, limanları, telefon, elektrik, tramvay
vb. şirketleri satın alması, yeni devleti, Osmanlı Devleti’nin aksine, bütünüyle
13 Bkz. Levent KÖKER: Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 159.
250
dış güçlerin etkilerinden kurtarma anlayışına dayanmaktadır. Askeri ve sosyal
kaygıların da etkisiyle yatırımlar belli bir bölgede toplanmayıp, yurdun dört
köşesine dağıtılmışlardır. Böylece doğuda Malatya'dan batıda Nazilli'ye kadar
birçok fabrika Anadolu'ya serpiştirilmiştir14.
Türkler, bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermişlerdi. Bu kurtuluş
mücadeleleri ile benzer ülkelerin kurtuluş dâvalarına da ışık tutmuşlardı.
Şevket Süreyya Aydemir,
“…Birinci Dünya Harbi'nden sonra tarih sahnesinden silinmek ihtimalleri geçiren bu millet, hem kendisini kurtarmak, hem de cihanda kurtuluş bekleyen bize benzer memleketlere bir Millî Kurtuluşun ilk ve önder misâlini vermekle, çağımızın büyük ve tarihî bir şerefi ile taçlanmıştı.” 15
demektedir. Türk ulusunun vermiş olduğu kurtuluş mücadelesi, böylelikle
dünya çapında etkileri olan bir boyuta ulaşmaktadır. Türk ulusunun
kazandığı, sadece bir askerî zafer değil, aynı zamanda yeni bir devletin
kuruluşu demektir.
Yeni devlet, imtiyazsız, sınıfsız yeni bir ulus yapısının tohumlarını
hamurunda taşımaktadır. Aydemir, Türk devriminin amacını şöyle
açıklamaktadır.
“Đçerde imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet yapısı ve dışarıya karşı kayıtsız şartsız, siyasî, iktisadî istiklâl ve bu arada bütün dünya milletleri ile,
14 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 153. 15 Şevket Süreyya AYDEMĐR: Đnkılâp ve Kadro, Beşinci Basım, Đstanbul, Remzi Kitabevi, Temmuz 2003, 13.
251
eşit şartlar altında siyasî ve iktisadî işbirliği... Đşte Türk Millî Kurtuluş Hareketini temsil eden Türk Đnkılâbının hedefi ve gayesi budur...” 16
Amaçlanan “ideal” ulus/millet yapısı, kendi içinde, çelişme, çatışma ve
sosyal kavgalara, çözülme ve parçalanma unsurlarına hayat hakkı vermeyen
bir ulusal toplumdur. Oluşturulması hedeflenen ulus, hem uluslar arasında
eşit olacak, hem kendi içerisinde tezatlıkları barındırmayacaktır17.
Đdeolojik adlandırmayla Kemalizm, egemen bir paradigma olarak Türk
kimliğini/ulusal kimliği/devlet kimliğini temsil etmektedir. Gramsciyan anlamda
bir Kemalist hegemonya ve onun oluşturduğu paradigma çerçevesindeki
algılamalara göre sürdürülen bir Türk dış politikası söz konusudur. Bir
toplumda var olan egemen siyasal-ekonomik-toplumsal ilişkiler düzeninin
yeniden üretilerek meşrulaştırılmasını sağlayan düşünce, söylem ve pratikler
bütünü olarak ideoloji, eğitim süreci boyunca meşrulaştırılarak ahlaki bir
temelde bireylere benimsettirilmekte, dolayısıyla çocukluk çağından itibaren
yurttaşların zor değil rıza temelinde, var olan düzene itaat etmeleri ve sadakat
göstermeleri sağlanabilmektedir18. Ulus inşa sürecinde, ulusun her yeni
doğan üyesinin sosyalleşme süreci içerisinde o toplumun belleğini alması,
düşünüş, algılayış ve anlamlandırma biçimlerini edinmesinin sağlanması
büyük önem taşımaktadır. Bunun sağlanmasının en önemli aracını da eğitim
kurumları oluşturmaktadır. Ulusun bireyleri, eğitim kurumları içerisinde küçük
yaşlardan itibaren egemen ideolojinin taşıyıcısı konumuna getirilmeye
çalışılmakta ve toplumun egemen ideolojisinin kavramları çerçevesinde
oluşturulmuş olan belleğini edinmeleri ve içselleştirmeleri sağlanmaya
çalışılmaktadır. Ne kadar etkili bir şekilde bu başarılabilirse, egemen
ideolojinin devamlılığı o derece garantilenebilmektedir. Kemalizm, sadece
16 a.g.e., 98. 17 Bkz. Şevket Süreyya AYDEMĐR: Đnkılâp ve Kadro, Beşinci Basım, Đstanbul, Remzi Kitabevi, Temmuz 2003, 156-157. 18 PARLAK, 4.
252
örgün eğitim kurumları olarak okullar aracılığıyla değil, CHP, halkevleri, halk
odaları, ordu, kitle iletişim araçları, hukuk sistemi vb. araçları kullanarak
kendisini halka kabul ettirmeye çalışmıştır. Okullardan, gazete ve radyo-
televizyon kanallarına, aileden orduya kadar pek çok kurum ve yapı, bireyleri,
egemen iktidara baskıdan çok rıza üreterek bağlamaktadır19. Gramsci’nin
hegemonya kavramında olduğu gibi Kemalizm de müttefiklerinin rızasına
dayalı olarak egemenliğini sürdürürken, muhalifleri/iç düşmanları üzerinde ise
tahakküm kurmaktadır. Siyasal mücadele ise bu çerçevede sürdürülen bir
uğraşı olmaktadır.
Devlet, resmi ideoloji “Kemalizm”i, yeniden üretebilmekte ve toplumda
bu üretim doğrultusunda, gerçekliği algılamaktadır. Üretilen ulusal kimlikle,
resmi ideolojinin tercihlerinin örtüşmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Ancak
çocuk ya da gençlere aktarılan ideolojik söylem ya da meşrulaştırılmaya
çalışılan değerlerin, toplumun tüm bireylerince aynen benimsendiği ya da
içselleştirildiğini de düşünmemek gerekmektedir. Çünkü, toplumun tüm
bireyleri, devletin ideolojik aktarımlarını bütünüyle benimsememekte veya
resmi ideoloji dışı söylemler doğrultusunda yönlendirilebilmektedirler.
Böylelikle, hegemonik süreç kendi içinde bir karşı-hegemonya da
doğurabilmektedir.
Kemalizm, Türkiye’nin siyasal düzeninin meşruiyet çerçevesini
oluşturmaktadır. Devleti yönetmeyi amaç edinen siyasi partilerin, sistem
içinde kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için Kemalist fikir ve ilkelere
muhalefet etmemeleri gerekmektedir. Kemalizm, cumhuriyetin kuruluş
döneminde olduğu gibi bugün de kendisini yeniden üretebilmektedir.
19 a.g.e., 46.
253
Hegemonik bir konumda bulunan Kemalizm, tüm topluma mal edilebilmiş, bu
süreçte, aydınlar ve askerler önemli bir roy oynamışlardır ve oynamaya da
devam etmektedirler. Kemalizmde ulusal birlik ve bütünlüğe, iç ve dış
düşmanlara sürekli vurgu yapılmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938 yılında ölümünden sonra da
Kemalizm'in siyasi, kamusal ve kültürel alanlarda merkezi yerini
korumasında, Đnönü ve Bayar gibi Atatürk’le benzer zihinsel koşullanma
süreçlerini yaşamış ve yeni devletin kuruluşunda yer almış olan Atatürk’ün iki
başbakanının Kemalist mirası korumayı sürdürmeleri, TSK'nin Kemalist fikir
ve ilkeleri devletin devamlılığı açısından da önemseyerek içselleştirmesi ve
sapıldığını düşündüğünde müdahalelerde bulunmaktan kaçınmaması,
Kemalizmin hegemonik bir konuma gelmesi sonrasında gerek oluşturulan
anayasal kurumlarıyla, gerekse aydınlarıyla ve gerekse de sembolleriyle
kendisine eleştirel yaklaşan siyasal oluşumları ve parlamenter sistem
içerisinde zaman zaman hükümet kurma noktasına gelebilen sosyalist
eğilimli ya da Đslamcı olarak nitelendirilen siyasal partileri veya siyasal
kadroları kendi mekanizmaları içerisinde eritebilmeyi/etkisizleştirmeyi
başarabilmiş olması, ve belki de en önemlisi ulus-devletlerin en önemli
yurttaş oluşturma aracı olan eğitim kurumları yoluyla genç kuşakların
zihinlerinde Atatürk fikir ve ilkelerinin sürekli olarak üretilmiş olması önemli rol
oynamıştır20. Bugün, en az ilkokul mezunu olmuş olan herkes, hatta
olmayanlarda, Mustafa Kemal Atatürk’ün ““Ey Türk Gençliği!” hitabıyla
başlayan seslenişini ezbere bilmekte, ezbere bilmese bile taşıdığı anlamı
kavramaktadır. Ayrıca, ilk öğretim kurumlarının her sınıfındaki öğrenci her
20 Bu konudaki daha geniş değerlendirmeler için Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 1.Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 2005, 113-115.
254
gün derslere başlamadan önce bahçede veya dershanelerde ‘Öğrenci
Andı’nı söylemektedir21. Ulusu yüceltici sözlerle genç beyinler mensubu
oldukları uluslarıyla gurur duymayı, uluslarını sevmeyi amaç edinmekte ve
Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda, gösterdiği hedefe durmadan
yürüyeceklerine and içmektedirler. Her sınıfta Atatürk portresi, Türk bayrağı,
Đstiklâl Marşı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, Türkiye haritası ve ilköğretim
sınıflarında bunlara ek olarak Öğrenci Andı bulunması zorunluluk haline
getirilmiştir22. Ders kitaplarında genel olarak Đstiklâl Marşı, Atatürk resmi,
Öğrenci Andı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi, tarih, coğrafya, sosyal bilgiler ve
edebiyat kitaplarında hem Türkiye haritası, hem de “Türk dünyası haritası “,
bütün ders kitaplarının son sayfalarında Türkiye haritası ile Öğretmen Marşı
bulunması gerekmektedir23. Çocuk yaşlardan itibaren iç ve dış düşmanlarına
karşı mücadele etmeleri gerektiğini öğrenen ve kendilerine Atatürk’ü referans
olarak alan toplum bireyleri ve cumhuriyetin kurumları, her zaman güçlüklerle
karşılaştıklarında Osmanlı’nın çöküş dönemlerini ve Mustafa Kemal
liderliğinde yedi düvele karşı verilen ve başarıya ulaşan benzersiz
21 Bkz. Đsmail KAPLAN: Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 3. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 354. “Öğrenci Andı”nın sözleri şöyledir: “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Đlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm Diyene!’ “ 22 Bkz. Đsmail KAPLAN: Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 3. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 354. 23 Bkz. Đsmail KAPLAN: Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 356. “Öğretmen Marşı” Đsmail Hikmet Ertaylan tarafından yazılmıştır. “Öğretmen Marşı”, yeryüzünde Türk’e denk hiçbir soy olmadığını ve olamayacağını ilan eder. Marşın ilk kıtası şöyledir: Alnımızda bilgilerden bir çelenk, Nura doğru can atan Türk genciyiz. Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk’e denk; Korku bilmez soyumuz.
255
savaşımdan güç almakta ve Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni
hatırlamaktadırlar. Denilebilir ki Türkiye’nin iç toplumsal yapısının
şekillendirilmesine ve dış politikasına Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde
şekillenen bir algılayış biçimi yön vermektedir.
Kemalizm, yakalara takılan Atatürk rozetleri ile, ülkenin bütününde
ilköğretim okullarından üniversitelere, cadde, sokak, kültür merkezi gibi
kamusal alanlara verilen Atatürk isimleriyle, Atatürk’ün heykelleri-büstlerinin
yaygınlığıyla, Atatürk’ün sözlerinin tüm kamusal mekanlarda yer almasıyla,
ulusal bayramlardaki resmi ve resmi olmayan kutlama ve törenlerle,
cumhuriyetin iç ve dış tehditlerine ilişkin yapılan konuşmalardaki atıflarla
sürekli bir şekilde yeniden üretilmektedir. Bu tür simge ve sembollerle,
Kemalizmin veya Atatürkçü fikir ve ilkelerin içinin boşaltıldığı eleştirileri
yapılmaktaysa da daha geniş bir bakış açısıyla ve tarihsel süreklilik açısından
yaklaşıldığında, Kemalizmin sürekliliğinin sağlanmasında önemli bir etkiye
sahip oldukları anlaşılmaktadır.
B – CUMHURĐYET’ĐN / MUSTAFA KEMAL’ĐN
ĐÇ DÜŞMANLARI / TEHDĐTLERĐ
1 - Osmanlı'dan Arta Kalanın ya da Dinsel Olanın Kontrol Altına
Alınması
Osmanlı Đmparatorluğu’nun dağılmasıyla onun çekirdeğinde kurulan
Türkiye Cumhuriyeti geniş ölçüde bir redd-i mirasta bulunmuştur. Sadece
256
Đmparatorluğun eski topraklarında hak talebinde bulunmaktan vazgeçmemiş,
aynı zamanda, Đmparatorluğun aidiyetini belirleyen temel değerler ve
kurumları “öteki”leştirerek kendini kurmuştur.
Yabancı istilasını, işbirlikçiliğini, vatan ve halk düşmanlığını
simgeleştiren Đstanbul, halkı, vatanseverliği ve kurtuluşu simgeleştiren
Anadolu ya da Ankara’nın karşısındaki blok düşmanı oluşturuyordu.
Padişahlığın sürdürülmesini isteyenlerin düşüncelerini, yavaş yavaş
uygulama alanından uzaklaştırmak gerekiyordu. Halife ve sayısız Đslâmi
kurum varlığını sürdürdükçe eski rejim taraftarlarının daima Đslâm’ın
sembollerini reformculara ve onların programlarına karşı güçlü bir silah olarak
kullanabilecekleri apaçık ortadaydı24.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Hilâfetin son dönemini, gerçekte
Cumhuriyetçiler ile Cumhuriyete karşı bir seçenek gözü ile bakılan ve
altından yeni bir saltanat rejimi doğması muhtemel Hilafet arasındaki açık
çatışma olarak gelişti. 1923’de Türkiye’de, medreseler, tekkeler, şeyhler ve
derebeyleri halk yığınlarına hâkimdir. Başkentin Ankara olmasından ve
cumhuriyet idaresinin kurulmasından rahatsızlık duymaktadırlar. Topyekün
Ankara’ya cephe alan Đstanbul gazetelerinin tahriklerinden de kuvvet
almaktadırlar25.
Yusuf Hikmet Bayur’un aşağıdaki ifadesi yeni dış destekli iç düşmanın
24 Feroz AHMAD: Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz ALOGAN, Đstanbul, Sarmal
Yayınevi, Ekim 1995, 82. 25 Bkz. Falih Rıfkı ATAY: Çankaya, 399.
257
dramatik bir göstergesidir.
“Cumhuriyetin ilanı ile hilafetin ilgası arasında geçen devir bütün irtica kuvvetlerinin ve Türkiye’nin asrileşmek sayesinde kuvvetlenmesinden endişe eden bir takım harici kuvvetlerin el ele vererek yeni rejime karşı amansız bir mücadele açtıkları devirdir”26.
Đstanbul’da Ankara’ya rakip olabilecek tek siyasi seçenek Halife
Abdülmecit Efendi idi. Hilâfet sorunu, aslında bir rejim sorunuydu. 3 Mart
1924 tarihinde TBMM Hilâfet’in kaldırılmasına karar verdi. Aynı gece Halife
Abdülmecit Efendi yurt dışına çıkarıldı. Aynı yasa uyarınca Osmanlı
Hanedanı’nın üyeleri de yurt dışına çıkarıldılar. Artık dinsel otorite
kalmamıştı. Din müessesesini temsil eden iki Bakanlığın/Vekâletin
hükümetten çıkarılması ile önemli bir adım daha atıldı. Dini konularla
ilgilenmek üzere yeni bir örgüt yaratıldı: Diyanet Đşleri Başkanlığı. Bu örgüt,
bağımsız ya da özerk değildi. Hükümete bağımlıydı. Böylece dini kurum
tamamen hükümetin denetimine geçmiş oluyordu27.
TBMM Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu kabul etti. Yasaya göre, öğretimin
birliği kabul ediliyor ve bütün okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlanıyordu. 8
Nisan’da dinsel mahkemeler kaldırılarak bu kez de yargı organlarının birliği
sağlandı. Ali Fuat Cebesoy’un ifadesiyle, sinsi ve gizli bir irtica hareketi baş
göstermişti. Yine Ali Fuat Cebesoy’a göre,
“O tarihlerde kim, şahsi idarenin kuruluşuna itiraz etmek cüretini göstermiş ise, hep mürteci, inkılâp aleyhtarlığı ile itham edilerek üzerine bir sürü
26 BAYUR, 153. 27 Sina AKŞĐN ve başk., Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 95.
258
entrikacılar ve partizanlar hücum ettirilmişti.”28
Hilafetin kaldırılmasının, o dönemde Batılı çevrelerce her kötülüğün
kaynağı gösterilerek yerilen Bolşevikliğe bağlanması, hem Müslüman
çevrelerdeki tepkiyi artırmak hem de çöküşte akibetlerinin benzer olacağı
kanısını yaratmak için kullanılmaktaydı. Đslam dünyasındaki tepkinin yanı sıra
Türkiye’de ayaklanmalar olacağı, rejimin devrileceği Mustafa Kemal ve Đsmet
Paşa’ların cezalarını hayatlarıyla ödeyecekleri ve bunun bir intihar kararı
olduğu sıkça söylendi. Tam aksi noktadan bakarak olayı değerlendiren ve
kararı yerinde bulan Bolşevikler bile, kararın ayaklanma ve Kemalistlerin
devrilmesi ile sonuçlanacağı şeklindeki yargıya katılıyorlardı. Onlar Ankara’yı
yeterince ihtilalci davranmamak ve “siyasi saflık ve sınıf çekingenliği ile”
Osmanlı Hanedanını ülke dışına gitmekte serbest bırakmakla suçluyorlardı.
Çar ailesi gibi yok edilmemeleri sebebiyle “Abdülmecit’in ve din adamlarının
mutlaka Cumhuriyete karşı yürütülecek kampanyaya zemin hazırlayacakları”
inancındaydılar. Kemalist düşüncede cumhuriyete komplo psikozunun aşırı
düzeye erişmesinde bu dış etkenler önemli rol oynamıştır29.
Kemalizmin, “öteki”lerinden biri olan irtica, dünyadaki en güçlü, en
yapıcı, en kutsal, en dinamik ve inananlarına her zaman “ilerlemeyi” isteyen
din olan Đslâm’dan değil, onu bize yüzyıllardır yanlış aktaranlardan
kaynaklanıyordu. Bu çerçeve içinde Đslâm, modern Türk’ün (milli) kimliğinin
bir unsuru olarak tanınmış, modernleştirici amaçlara paralel olarak en
rasyonel, en akla yatkın din olarak, özellikle Diyanet Đşleri Başkanlığı
vasıtasıyla, “doğru” bir şekilde yeniden yorumlanmış, bu yorum da
28 Ali Fuat CEBESOY: Siyasî Hâtıralar (II. Kısım), Đstanbul, Doğan Kardeş Yayınları A.Ş. Basımevi, 1960, 93. 29 Orhan KOLOĞLU: Cumhuriyet’in Đlk Onbeş Yılı (1923-1938), 1. Basım, Đstanbul, Boyut
Yayıncılık, Haziran 1999, 181.
259
resmileştirilerek Đslâm kontrol altına alınmıştır30. Daha doğru bir ifadeyle
kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Dini, devlet işlerinden ayrı ve bireyin
vicdanıyla ilgili bir inanç sistemi olarak görmek ve göstermek sorunu
çözememiştir. Çünkü Đslâmiyet din ve dünyanın, din ve devletin birlikteliğine,
içiçe geçmiş olmasına dayanmaktadır. Dolayısıyla Đslâm dininin egemen
olduğu bir toplumda laiklik ilkesinin gerçekleştirilmesi için, önce dinin devlet
tarafından denetim altına alınması, sonra da din ve devletin birlikteliği
inancının, bireysel düzeyde değiştirilmesi gerekmektedir31. Kemalist laiklik
ilkesi, sıkça tekrarlandığı gibi din ve devletin ayrılmasına değil, tersine dinin
devlet tarafından kontrol altına alınmasını gerçekleştrimeye çalışmıştır. Din
eğitimi de devlet tarafından verilecektir. Halkın büyük bir çoğunluğunca
benimsenmiş olan dinsel içerikli değerler sistemi, öncelikle siyasal iktidar
bakımından, sonra da arzulanan toplumsal yeniliklerin gerçekleştirilmesi
açısından Kemalistler'in en etkili ideolojik rakibi olmuştur. Dolayısıyla
Kemalizm, kültürel ve iktisadı programı çerçevesinde halkın duygu ve
düşünüş biçimleriyle çatışmıştır32.
Đnönü, Hilafetin kaldırılmasında, Saltanatın kaldırılmasından daha çok
direnç gördüklerini söylemektedir. Saltanatın kaldırılması daha kolay olmuştu.
Çünkü, hilafetin baki kalması, Meclisteki saltanat taraftarlarını tatmin
ediyordu. Fakat bu şekil sonsuza kadar iki başlı olarak devam edemezdi.
Saltanat taraftarları; zamanı gelince, münasip anında hilafet şekli altında
hükümdar idaresi avdet eder, ümidini muhafaza ediyorlardı33. Hilafetin
kaldırılması bu umudun da sönmesine yol açmış ve daha derin bir etki
30 Menderes ÇINAR: “Postmodern Zamanların Kemalist Projesi”, Birikim, No. 91 (Kasım 1996), 33. 31 KÖKER, 166. 32 a.g.e., 169. 33 Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, Birinci Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Kasım 1987, 188.
260
yaratmıştır. Daha sonraki dönemlerde de başlıca tartışma konularından biri
olmaya devam etmiştir.
2 - Mustafa Kemal'in Milli / Ulusal Mücadele Arkadaşları Yeni Đç
Düşman
Türkiye’nin dış düşmanlarının bozguna uğratılmasından sonra, Mustafa
Kemal, Đsmet Paşa ve Fevzi Paşa’ya, dolayısıyla kendisine muhalif olan ve
17 Kasım 1924’te kurulan ve kurucuları arasında Ali Fuat Paşa, Kâzım Paşa,
Adnan Bey, Rauf Bey’inde bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
içinde örgütlenmeye başlayan eski mücadele arkadaşlarını yeni düşman
olarak görmeye başladı. Bu sırada, doğuda Şeyh Sait Đsyanı patlak verince,
bu yeni düşmanın ortadan kaldırılması için uygun fırsat doğmuş oldu.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başkanı General Kazım
Karabekir’dir. Rauf Bey ve Adnan Bey (Adıvar) Genel Başkan yardımcıları,
Ali Fuat Paşa ise Genel Sekreter olmuştur. Kara Vasıf, Hüseyin Avni, Cafer
Tayyar, Refet Paşa, Bekir Sami, Hüseyin Cahit ve Halk Fırkası
kurucularından Sabit Bey (Sağıroğlu) Fırka’nın ileri gelenleri arasındadır34.
Ali Fuat Cebesoy’un ifadesiyle “ifratçılar” yalnız âsileri ve
mürtecileri/irticacıları cezalandırmakla kalmayıp, eski ve yeni muhaliflerini
34 Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, Birinci Baskı, Ankara, DMS Doruk Matbaacılık
Sanayi, 1979, 77.
261
hakiki âsilerin ve mürtecilerin/irticacıların saflarına kadar sürerek onları da
orada aynı suçlarla cezalandırmışlardı35.
Atatürk, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası liderlerinin kendisine karşı bir
komplo içinde olduklarından kuşkulanıyor ve onları Kürtlerin ayaklanmasının
sorumlusu olarak görüyordu. Başbakan Fethi Bey, sorunu kontrol altına
almaya, dikkatleri Terakkiperver Fırka’dan ziyade Kürtler üzerinde
yoğunlaşmasını sağlamaya çalıştı. Parti liderlerinden partiyi kapatarak
hükümetin Kürt ayaklanmasını bastırma girişimlerine destek vermelerini
istedi. Liderler partiyi dağıtmayı reddettiler, ancak hükümetin ayaklanmayı
bastırmaya yönelik önlemlerine destek vereceklerini bildirdiler36.
Bu uzlaşma ne ayaklanmanın bastırılmasına, ne de Mustafa Kemal’in
kuşkularının dağılmasına yetti. Hemen Ankara’ya gelen Đsmet Paşa, sert
önlemlerin arayışında olan meclisteki milletvekillerinin başına geçti. 1937
yılına kadar sürdüreceği başbakanlık görevine yeniden döndü.
Mustafa Kemal Söylev’de “karşıcıllar maskelerini atmak zorunda
bırakıldılar.” diyor. O’na göre karşıcılların kurduğu “Terakkiperver Cumhuriyet
Partisi”nin parti programını da “gizli eller” düzenlemişti.
Mustafa Kemal;
“ ‘Cumhuriyet’ sözcüğünü söylemekten bile çekinenlerin; Cumhuriyet’i, daha doğduğu gün boğmak isteyenlerin kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’,
35 CEBESOY: Siyasî Hâtıralar (II. Kısım), 183. 36 Vamık D. VOLKAN ve Norman ITZKOWITZ, 329.
262
hem de ‘Đlerici Cumhuriyet’ adını vermeleri, içten gelme ve inanılır bir davranış sayılabilir mi?”37
diye sormaktadır. Gizli amaçlarla düzenlenmiş, genel ve gerici Doğu
başkaldırısının, önemli ve belirli nedenleri arasında, Terakkiperver
Cumhuriyet Partisi’nin dinsel konularda verdiği sözler ve Doğu’ya
gönderdiği sorumlu yazmanın kurduğu örgütler ve yaptığı kışkırtmalar
olduğunu Atatürk ifade etmektedir.
Đki maddelik “Takriri Sükûn” kanununa, Terakkiperver Fırkası
mensuplarının şiddetle muhalefet ettiklerini söyleyen Đnönü,
“Saltanat 1922’de kaldırılmış; 1923’te cumhuriyet ilan edilmiş. 1924’te hilafetin ilgası, Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması, tedrisatın birleştirilmesi hakkında kanunlar tatbike konmuş. Cumhuriyet henüz bir yılını yeni doldurmuş. Memleketin her tarafında irtica alabildiğine tahrik ediliyor. Memleketin bir köşesinde silahlı bir irtica ayaklanması başlamış, hadise süratle yayılıyor. Bütün bu şartlar içinde Takriri Sükûn kanunu ve istiklal mahkemeleri gibi radikal tedbirlere müracaat etmeden cumhuriyeti, yeni rejimi korumak mümkün müdür?” 38
diye sormaktadır. Olağanüstü önlemler alan hükümet ve Meclis, 4 Mart
1925’te Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkardı, Đstiklal Mahkemelerini kurdu.
Ordunun savaşa hazır sekiz, dokuz tümenini ayaklananları yola getirmek için,
uzun süre görevlendirdi ve en nihayet Atatürk’ün ifadesiyle “Terakkiperver
Cumhuriyet Partisi” denilen dokuncalı siyasal kuruluşu (3 Haziran 1925 )
kapattı39. Bu karşıcıllar, son bir girişim daha yaptılar. Bu da Đzmir’de
37 ATATÜRK: Söylev, 404-405. 38 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 200. 39 ATATÜRK: Söylev, 408.
263
düzenlenen cana kıyma girişimidir. Cumhuriyet mahkemelerinin ezici eli, bu
kez de, Cumhuriyet’i cana kıyıcıların elinden kurtarmayı başardı40.
Takrir-i Sükun Kanunu ve Đstiklal Mahkemelerinin gölgesinde isyan
bastırıldıktan sonra, olağanüstü durum sürdürülür. Kanunun süresi iki yıl
daha uzatılır ve bu Kanunun yaptırım gücü altında, şapka giyilmesi, tekke,
zaviye, türbe, şeyhlik, dervişlik, müritlik vs. nin yasaklanması ve kapatılması,
harf, dil, giyim ve benzeri ileri girişimlerin gerçekleştirilmesi başarıya ulaştırılır
ve kabul ettirilir41.
Đnönü'nün 4 Mart 1929'da Takrir - i Sükun kanununun süresinin bitmesi
nedeniyle Türkiye Büyük Millet Meclisi oturumunda yaptığı konuşma,
dönemin iç düşman algılamalarını yansıtması bakımından dikkat çekicidir.
Daha dikkat çekici olan bir tarafı da sözkonusu konuşma metninin,
Türkiye’nin Genelkurmay Başkanlığı tarafından 11 Haziran 1997'de gazete
ve televizyon mensuplarına "Türkiye'deki irticai faaliyetler"le ilgili sunulan
brifingde dağıtılmış olmasıdır. Geçmiş iç tehdit algılamalarının ve bu
tehditlere karşı sürdürülen "mücadele"nin şimdinin siyasasına etkisi
bakımından bu durum üzerinde durulmaya değer. Đnönü'nün konuşması
şöyledir;
"Vatandaşların kulağına en çılgın dini ifsadı (fesadı ) üfleyen bir akıntı, çoğu Suriye'de yerleşen her çeşitli düşmandan gelir. Orada Türkiye aleyhinde kaç cemiyetin, kaç firarinin çalıştığını sayamam. Bunların bir habercisi bir şehrimize girerse, öteki şehirde camilere haç, put takıldığını yayar.
Vergilerin ağırlığından, Büyük Millet Meclisinin dağılması lüzumundan
40 a.g.e., 408. 41 Hikmet BĐLA, 79.
264
tutturarak her çeşit cumhuriyet aleyhtarının yardakçılığına yeltenen bir gizli propaganda da komünist adını taşıyan mahdut (sınırlı ) bir zümreden yayılır ki bunlarında marifetlerine zabıta ve adliye havadisi sırasında ara sıra rast gelirsiniz.....
Bizim politikamızın mesnedi (temeli ) şudur. Bu memlekette bu meclisten büyük kudret yoktur. Bu meclis memleketimizi harici, dahili sayısız düşmanın pençesinden nasıl kurtardıysa ... Bu meclis yüzlerce yılların ezgilerini, göreneklerini yenerek nasıl cumhuriyeti kurduysa ... Bu büyük meclis cumhuriyeti şimdiye kadar bin kötü niyete karşı nasıl koruduysa ... Gelecek günlerde de, cumhuriyet kanunların ve kendi iradesinin, hale ve ihtiyaca göre dahili, harici herhangi tehlikeye karşı, derhal alacağı tedbirlerle ve yenilmez gücü ile behemehal ( mutlaka ) müdafaaya muvaffak olacaktır."42
Kendisini Kemalist rejimin mirasçısı addeden Türk ordusu, duruma ve
ihtiyaca göre iç ve dış kaynaklı hertürlü tehlikeye karşı tedbir almaya ve
cumhuriyet rejimini mutlak surette muhafaza etmeye bugünde devam
ettiğinin mesajını, böylelikle vermektedir.
3 - Etnik Bütünlük ya da Kürtlerin Islahı Meselesi
Halifeliğin kaldırıldığı yıl olan 1924’te başkaldırma hareketleri başladı ve
Atatürk dönemi baştan başa sürekli Kürt ayaklanmaları ve bunlara karşı
Cumhuriyet ordusunun hareketleri ile geçti43. 1924’teki isyan üzerine,
Başbakan olan Đsmet Paşa, Takrir-i Sükûn Kanunu’nu, Meclise kabul ettirdi.
Bu kanunun;
42 Đsmet Đnönü’nün 1929’daki Tarihi Konuşması, Radikal, 12 Haziran 1997. 43 Baskın ORAN: Atatürk Milliyetçiliği, 4. Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Mart 1997, 211.
265
“Đrtica ve isyana ve memleketin içtimai nizamını, huzur ve sükûnunu ve emniyet ve âsayişini ihlâle bais bütün teşkilât, tahrikât, teşvikât, teşebbüsat ve neşriyatı hükümet, Cumhurreisinin tasdikiyle re’sen ve idareten men’e mezundur. Đşbu ef’al erbabını hükümet Đstiklal Mahkemesine tevdi edebilir.”
maddesine dayanarak Đsmet Paşa hükümeti, ülkenin mutlak hakimi haline
geldi44.
Đnönü, Milli Mücadele esnasında ve Lozan müzakereleri devam
ederken, Kürtlerin genel olarak Türklerle birlikte bulunduklarını ve memleket
birliğini muhafaza etmek, milli hükümeti kuvvetli bulundurmak için arzu ile
yardımcı oldukları ifade etmektedir. Sevr Andlaşması ile Kürtlerin de, Türkler
gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüklerini; çünkü Sevr Andlaşması
hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan sınırı bitişiğinde bir
Kürdistan devleti kurulacaktı, diyen Đnönü,
“Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler Sonra, Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait isyanı, Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan ilk işarettir.” 45
şeklinde devam etmektedir. Đsyan bastırılıp adli mekanizma işlemeye
başlayınca, ilk asayiş tedbirleri olarak doğudaki şeyhlerin, ağaların ve
beylerin oradan alınarak, batıya taşınmaları kararlaştırılmıştır. Şeyh Sait
isyanı kısa bir zaman içinde silahlı kuvvetlerle bastırıldıktan sonra ve âsilerle
44 Bkz. Rauf ORBAY: Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Haz. Feridun KANDEMĐR, Đstanbul, Yakın Tarihimiz Yayınları: 4, 1965, 142. 45 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 202-203. Şeyh Sait ve arkadaşları (toplam 29 kişi) 28 Haziran’da idama mahkûm edildiler ve karar 29 Haziran’da infaz edildi.
266
isyanı tahrik ettikleri sanılan kimseler – ki bunların en başında Đstanbul
muhalefet basınının bazı yazarlarının olduğu düşünülüyordu – Đstiklâl
Mahkemeleri’ne verildikten ve Takrir-i Sükûn Kanunu işlemeye başladıktan
sonra, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ifadesiyle, Đsmet Paşa gayet durgun
bir siyasi hava içinde, son derece “comfortable” bir iktidar koltuğuna
oturmuştu. Karaosmanoğlu,
“Artık, ortada ne rakibi, ne muarızı kalmıştı. Kendisini pek rahatsız ettiğini bildiğim muhalif gazetecilerin sesi de kısılmıştı. Gerçi, bunlar Đstiklâl Mahkemeleri’nin, hemen hiç bir halk veya ihtilal mahkemesinde misli görülmeyen âdilane yargıları sayesinde hürriyetlerine kavuşmuşlardı ama, Takrir – i Sükûn Kanunu kendilerine yeniden harekete geçmek ve yeniden seslerini yükseltmek imkânını vermiyordu. Đşte, Đsmet Paşa, bazı müşkül durumlarda Atatürk’ün yardımlarına da dayanmak suretiyle, böylece uzun, hayli uzun bir süre, öteden beri dilediği ve özlediği gibi, Türk Cumhuriyeti Hükümeti’nin ortak kabul etmez, vazgeçilmez başkanı olarak kalacaktı.” 46
demektedir. Ankara’daki cumhuriyet hükümeti, isyanı Türk ulusuna karşı
düşmanları tarafından sürdürülegelen komplonun yeni bir aşaması olarak
algıladı. Bununla beraber, Kürt hareketinin ulusalcı özelliğinin kesinlikle
farkındaydı. Şeyh Sait ve arkadaşlarını idama mahkûm eden
değerlendirmesinde, Đstiklâl Mahkemesi aşağıdaki iddiaları ileri sürdü:
“Ayaklanma, Peygamberin bayrağını yüceltme bahanesi altında gerçekleşti. Oysa, asıl amacı, Türk vatanının bir kısmını ayırmak ve vatanın bütünlüğünü yok etmektir…Ebedi Türk vatanının doğu vilayetlerinde en son ayaklanmayı ateşleyen nedenler ve kaynaklar, Bosna – Hersek’te […] ateşleyen şeylerle [...] veya Arnavutları Türkleri arkasından […] vurmaya […] sevkeden şeylerle aynıdır. Kürt ayaklanmasını çıkartanların sebep ve gayeleri, Suriye ve Filistin’dekilerle aynıdır… Bazılarınız bencillikle, diğerleriniz ecnebi propagandasının etkisiyle veya siyasi hırsla hareket ettiniz. Fakat hepiniz bir nokta üzerinde hemfikirdiniz: bağımsız bir
46 Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, 78.
267
Kürdistan’ın kurulması. Yıkılan evlerin ve dökülen kanın hesabını darağacında ödeyeceksiniz.” 47
Đstiklal Mahkemesi’nin değerlendirmesinden de anlaşıldığı üzere
Cumhuriyeti kuran kadrolar, Şeyh Sait isyanının, Osmanlı döneminde
meydana gelen ayrılıkçı ayaklanmalarla ve o ayaklanmalara yol açan
nedenlerle özdeşleştirerek ele almaktadırlar.
Etnik bütünlük sorunu, Ulusal/Milli Mücadele içinde Mustafa Kemal’in
bütün konuşmalarında “Türkiye milleti” deyimiyle karşılanmış, savaş sonrası
konuşmalarında ise böyle bir sorun olmadığı, bu deyimin yerine “Türk milleti”
deyiminin kullanılmaya başlanmasıyla belirtilmek istenmiştir48. Ulusal devlet
kurulduktan sonra Kemalist önderler, Kürtlerin de tıpkı Osmanlı devletindeki
Hıristiyan unsurlar ile Müslüman Arnavut veya Araplar gibi dış güçlerin
desteğinde Anadolu’nun parçalanmasının aracı olarak kullanılabileceklerinin
farkındadırlar. Kâzım Karabekir, Şark harekâtına, sorumluluk alanındaki Kürt
aşiretlerini de iştirak ettirdiği için artık Ermeni-Kürt dostluğu ve meselesi
kalmadığını; yalnız, Kürtlerin ıslah ve hüsnü idaresi meselesinin pek mühim
olduğunu ve bu meselenin artık Ankara hükümetinin en önemli işi olacağını,
söylemektedir49. Kürtlerin ıslahı meselesi önemli bir mesele olarak
görülmektedir.
Kâzım Karabekir’in Kürt ıslahına yönelik önerileri arasında, çocuklara
Türkçe öğretilmesi; bu suretle aradaki lisan ve his ayrılığının kaldırılması;
önemli merkezlerin ve güzergâhların Türk unsuru ile kuvvetlendirilmesi; aşiret
47 Hamit BOZARSLAN: “Türkiye’de Kürt Milliyetçiliği:Zımnî Sözleşmeden Ayaklanmaya (1919-1925)” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der.Erik Jan ZURCHER, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 114 . 48 ORAN: Atatürk Milliyetçiliği, 208. 49 Bkz. Kazım KARABEKĐR: Kürt Meselesi, 11.
268
yapısının mümkün olduğu kadar ufak kısımlara ayrılması gibi öneriler vardır.
Doğu’da bir genel müfettişlik kurularak uygulanabilir bir programla uzun
seneler uğraşılması gereği de Kâzım Karabekir'in tespitlerindendir50.
Kemalist yetkililerin kısmen basılan daha sonraki gizli raporlarında, ifade
edilen ortak korku, Kürdistan’ın en sonunda kaybedilmesiydi. Bundan dolayı,
Fırat nehrinin batı yakasının savunulması ve Türkleştirilmesi, Türkiye
Cumhuriyeti’nin uzun dönemli stratejik amacı olarak belirlenmekteydi51. Bu
stratejik amacın gerçekleştirilmesi yönünde Kazım Karabekir’in önerileri
doğrultusunda önemli ilerlemeler kaydedilmesine karşın, Kürt sorunu
Anadolu’nun parçalanması kaygılarına süreklilik kazandırmaya devam
etmektedir.
4 - Terakkiperverden ve Đttihatçılardan Arta Kalanların Tasfiyesi
Mustafa Kemal’e Đzmir Suikastı ihbarından sonra Ankara Đstiklâl
Mahkemesi, 26 Haziran 1926’da Đzmir’de (aralarında Kâzım, Ali Fuat, Refet,
Cafer Tayyar, Bekir Sami ve Rüştü (Dadaş) Paşaların da bulunduğu) 49
tutuklu sanığı yargılamaya başladı. Mahkeme sonunda 15 kişi idama
mahkum oldu. Kâzım, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Mersinli Cemal
Paşalar, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın talebi üzerine, 10 gün
süren hızlı yargılamalardan sonra 13 Temmuz 1926’da beraat ediyordu.
Fakat bu beraat kararı onları tam olarak aklamıyor, aksine sürdürülen
yargılama ve kamuoyunda yaratılan hava siyasal yaşamlarını bitiriyordu52.
50 KARABEKĐR: Kürt Meselesi, 172. 51 BOZARSLAN, “Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma” , 115 . 52 ĐBA: Ordu, Devlet Siyaset, 138.
269
Đdama mahkum olanlar arasında ise, Rüştü Paşa, Đsmail Canbulat ve
Halis Turgut Beyler gibi, eski Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na mensup,
hatta partinin kurucusu da olan eski milletvekilleri vardı. Refet Paşa, 1
Kasım’da istifa ederek milletvekilliğinden ayrıldı. O sırada hâlâ asker olan
Kâzım, Ali Fuat, Refet ve Cafer Tayyar Paşalar ise 5 Ocak 1927 tarihinde
askerlikten emekliye ayrıldılar. Yargılanan ve beraat eden milletvekillerinin
Meclis üyelikleri bir süre daha devam etti. 1927 yılında yapılan genel seçim
sonucunda bu milletvekilleri de siyasal yaşamdan ayrılmak zorunda kaldılar.
Đnönü, cumhurbaşkanı seçildikten sonra Atatürk’ün 1926’dan beri
siyasetin dışında tuttuğu kişilerin seçilmelerine izin verdi. Kâzım Karabekir,
Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi eski generallerin ve Hüseyin Cahit Yalçın
gibi gazetecilerin itibarları iade edildi ve bunlar 26 Mart 1939 parlamentosuna
CHP delegeleri olarak seçildiler53. Fethi Okyar CHP milletvekili oldu. Rauf
Orbay 22 Ekim 1939’da yapılan ara seçimde CHP Kastamonu milletvekili
seçildi.
Suikast davası ile daha önce kapatılmış olan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası arasında yakın bir bağ kurulmuştu; öte yandan, gerek suikast gerekse
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile 1918 yılında kendini fesh ederek
“Teceddüt Fırkası” adı altında yeniden örgütlenmeye çalışan Đttihat ve
Terakki arasında yakın ve organik ilişkiler olduğu öne sürülmüştü.
Milli mücadelenin önder kadroları içinde Đttihatçı kökenli çok sayıda
asker-sivil bürokrat vardı. Gerçekte Milli Mücadeleyi yöneten asker-sivil
kadrolar, büyük ölçüde Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nden geliyordu. Đttihat ve
270
Terakki Cemiyeti’nin gerek Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yurt dışına
çıkmak zorunda kalmış kadroları, gerekse yurt içinde kalmayı başarabilmiş
kadroları, Milli/Ulusal Mücadeleye destek olmuşlardı, ancak bu kadrolar
Mustafa Kemal’in Ankara’da gittikçe artan otoritesine karşı da hep kuşkulu
davranmışlardı. Ankara Hükümeti de yurt içinde ve yurt dışında Milli/Ulusal
Mücadeleye destek veren Đttihatçı eski kadroların bir kısmını tamamen kendi
yanına almayı başarmışsa da, Đttihatçı kadroların geniş bir kesimi (özellikle
Đstanbul’da kalan Đttihatçı kadrolar) Ankara Hükümeti (dolayısıyla da Mustafa
Kemal Paşa) ile bütünleşmekten sonuna kadar kaçınmışlardı. Cumhuriyetin
ilânından sonra da yurt içinde ve dışında yeniden bir araya gelerek eski Đttihat
ve Terakki Cemiyeti tabanında örgütlenmeye çabalayan siyasal iktidar
mücadelesinde Ankara Hükümeti açısından ciddi siyasal rakip sayılan eski
Đttihatçıların siyasal girişimleri yakından izleniyordu. Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda ve faaliyetlerinde de Đttihatçıların rolü
üzerinde durulmuştu54.
Đzmir suikastı davası ile hem Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan
arta kalmış olan muhalefet grubu, hem de Meclis içinde ve dışında kalan
Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin son siyasal kadroları tasfiye edilmek istendi.
Bu amaçla da Ankara Đstiklal Mahkemesi Đzmir’deki yargılamaları bitirdikten
sonra, yeniden Ankara’ya döndü ve burada eski Đttihatçıları 2 Ağustos’ta
yargılamaya başladı. Mahkeme sonunda, aralarında Đttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin eski Maliye Nazırı Cavit Bey, Dr Nâzım, Hilmi ve Nail Beyler de
olmak üzere, dört kişi idama mahkûm edildi. Eski Başbakanlardan Rauf Bey
ile birlikte yedi kişi de on yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Ancak Rauf Bey, o
53 AHMAD: Modern Türkiye’nin Oluşumu, 101-102. 54 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 103.
271
sırada yurt dışında bulunduğundan gıyaben mahkûm olmuştu. Rauf Bey
ancak Cumhuriyetin 10.yılı dolayısıyla çıkan af yasasından sonra yurda
dönecektir55.
Bu arada Milli Mücadele’nin önder kadrosu içindeki parçalanma da son
aşamasına erişmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında kalan grup diğer
grubu yargılama noktasına kadar gelmişti. Davanın sonucunda Mustafa
Kemal Paşa’nın iktidarına karşı geriye kalan cılız nitelikteki son muhalefet de
siyaset sahnesinden silindi56.
5 - Güdümlü Bir "Öteki" : Serbest Cumhuriyet Fırkası
1930’un büyük siyasi olayı, Đnönü’nün ifadesiyle Serbest Fırka
tecrübesidir. Serbest Fırka teşebbüsü, Atatürk’ün önce Fethi Beyle
görüşmesi ve kararlaştırması ile meydana çıkmıştır57.
Bir muhalefet partisi, aslında gizli olarak var olan, fakat siyasal baskılar
nedeniyle görünmeyen siyasal muhalefeti ve bu muhalefetin gücünü de
ortaya çıkarabilirdi. Mustafa Kemal, Fethi Bey’e, ülkede muhalif bir fırka teşkil
etmenin gerekli olduğunu, böyle bir fırka kurulursa Mecliste tartışmaların
daha serbest olacağını ve Fethi Bey’in böyle bir fırkanın başına geçmesini
istediğini söylemiştir58. Mustafa Kemal, Türkiye’nin mevcut manzarasının
55 a.g.e., 103-104. 56 a.g.e., 104. 57 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 225. 58 Fethi OKYAR: Fethi Okyar’ın Anıları, Haz. Osman OKYAR ve Mehmet SEYĐTDANLIOĞLU, 2. Baskı, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 1999, 96. Fethi Okyar, ailesinden hatıraların vefatından ancak 50 yıl sonra açıklanmasını istemiştir. Bkz. Fethi Okyar’ın Anıları, 96.
272
aşağı yukarı bir diktatörlük manzarası olduğunu, bir meclisin bulunduğunu,
fakat içte ve dışta dikkatör nazariyle bakıldığını söylemekte ve öldükten sonra
ulusa miras olarak bir baskı müessesesi bırakmak ve tarihe o şekilde geçmek
istemediğini ifade etmektedir59. Mustafa Kemal, Fethi Bey’e, ülkede birçok
kişinin kendisinin arkasından gelebileceğini, hatta Kâzım Karabekir Paşa,
Refet Paşa gibi kişilerin de kendisiyle çalışmasında da hiçbir sakınca
görmediğini söylemekte; yalnız Cumhuriyet Halk Fırkası’nın sağında hiçbir
teşekküle izin veremeyeceğini, yeni teşekkülün ancak Halk Fırkası’nın
solunda olması gerektiğini vurgulamaktadır. Fethi Bey ise, kendisinin öteden
beri hürriyet taraftarı olduğunu, teşkil edeceği fırkanın liberal bir fırka
olacağını, böyle bir fırkanın Halk Fırkası’nın solunda bir mevki alacağını ileri
sürmektedir60. Yeni fırkanın adını da koyan Mustafa Kemal, Fethi Bey ve
Đsmet Paşa ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın sahip olacağı milletvekili
sayısını da görüşmüşlerdir. Fethi Bey 120 milletvekili isterken, Đsmet Paşa
50’den fazla vermeyeceğini söylemiş, Mustafa Kemal’in müdahalesi ile
nihayet 70 mebusun yeni fırkaya verilmesine rıza gösterilmiştir61. Halk
Fırkası’nın kuvvetli bir şekilde kök salmış olduğu düşünüldüğü için, yeni bir
fırkanın kendi başına meydana çıkması ve Halk Fırkası’nın elinden
milletvekillerini alabilmesine ihtimal bile verilmiyordu62. 9 Ağustos’ta, Kütahya
milletvekili Nuri ve Erzurum milletvekili Tahsin Bey’lere Mustafa Kemal,
Serbest Fırka’ya geçmeleri için emir verdi. Onlarda, “Emredersiniz Paşam”
diyerek kabul ettiler. Daha sonra Reşit Galip Bey’e aynı emir verildi. O da,
“Başüstüne Efendim” diyerek kabul etti. Fırka, o günden itibaren, Ağaoğlu
Ahmet Bey, Kütahya milletvekili Nuri Bey, Erzurum milletvekili Tahsin ve
Aydın milletvekili Reşit Galip Beyler’den teşekkül ediyordu63.
59 OKYAR, 98. 60 Bkz. Fethi OKYAR: Fethi Okyar’ın Anıları, Haz. Osman OKYAR ve Mehmet SEYĐTDANLIOĞLU, 2. Baskı, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 1999, 100. 61 Bkz. Fethi OKYAR: Fethi Okyar’ın Anıları, 100-106. 62 OKYAR, 107. 63 a.g.e., 118-119.
273
11 Ağustos tarihli gazeteler fırka teşkili için Fethi Bey’in Mustafa
Kemal’le daha önceden kararlaştırmış oldukları mektubu yayımladılar. Fethi
Bey, mektupta,
“…Binaenaleyh tam ve hakiki cumhuriyetçi ve bütün mânasiyle lâik ve fakat Cumhuriyet Halk Fırkası’nın malî ve iktisadî ve dahilî ve haricî siyasetlerinin birçok noktalarına muarız bulunan ayrı bir fırka ile siyasi mücadele sahnesine atılmak azmindeyim…….”64
diyordu. 12 Ağustos’ta da gazeteler Mustafa Kemal tarafından fırka teşkili
hakkında Fethi Bey’e verilen cevabı yayınlamışlardır. Mustafa Kemal,
mektubunda,
“……Reisicumhur bulunduğum müddetçe reisicumhurluğun uhdeme tevdi eylediği yüksek ve kanunî vazifeleri, hükümette olan ve olmayan fırkalara karşı âdilâne ve bîtarafâne ifa edeceğime ve lâik cumhuriyet esası dahilinde fırkanızın her nevi siyasî faaliyet cereyanlarının bir maniaya uğramıyacağına emniyet edebilirsiniz…”65
dedi. Böylelikle, Fethi Bey, Mustafa Kemal’in talep ve talimatı üzerine 12
Ağustos 1930 tarihinde Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)’nı kurmuş oldu.
Serbest Cumhuriyet Fırkası, bir program ile “Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın
Yasası” adı altında bir de tüzük kabul etti. Parti, ekonomik alanda liberalizmi
savunuyordu... Yabancı sermayenin kabul edilmesini, özel girişimin esas
tutulmasını, tekellerin kaldırılmasını, bürokrasinin azaltılmasını, tek dereceli
seçim ile kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını istiyor; vicdan,
fikir ve çalışma özgürlüğünün temel alınmasını talep ediyor, yürütme
organının denetlenmesi gereğini vurguluyor, halkın yönetime katılmasını ve
yöneticilerini denetleyebilmesini talep ediyordu66.
64 a.g.e., 140. 65 a.g.e., 141. 66 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 107.
274
Parti, kısa süre içinde o zamana kadar siyasal alanda temsil
olanağından yoksun kalmış geniş yığınların desteğini sağlamaya ve
yaygınlaşmaya başladı. Bunda, ülkedeki “gayrımemnun” yığınların bir inanç
eksenine bağlı olmaksızın, yalnızca yönetime muhalif olduğu için Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nı desteklemesinin önemli rolü oldu. Böylece 1930 yılında
ülkedeki potansiyel muhalefet birdenbire canlandı.
Partinin ülke savunması ve ekonomik kalkınma bakımından önemli
görülen demiryolu politikasını eleştirmesi, Đsmet Paşa’nın Sivas’ta CHF’nin o
zamana kadar sürdürdüğü liberal ekonomi anlayışını terk ederek “devletçilik”
olarak adlandırılan yeni bir anlayışı benimsediğini açıklaması ile sonuçlandı.
SCF, Ekim ayında yapılan belediye seçimlerinde başarılı sonuçlar aldı.
Fırka sadece Samsun’da seçimi kazanmıştı ve seçime baskı ve hile
karıştırıldığını ileri sürüyordu. Beklenmeyen bir ilgi gören Serbest Fırka,
CHF’nin hedefi haline gelmeye başladı.
15 Kasım 1930 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan toplantıda
eleştiriler Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın rejim düşmanlığı ile suçlanmasına
kadar varmış, özellikle Ali Bey (Çetinkaya ), Rasih Bey (Kaplan ) ve Recep
Bey ( Peker )’in suçlama ve saldırıları yeni fırkanın kapatılmasını istemelerine
kadar uzanmıştır. Kürsüye ilk kez Serbest Fırka lideri Fethi Bey çıkmış ve
Đçişleri Bakanlığı’na yönelttiği eleştirileri sıralamıştır. Türkiye’de ilk defa olarak
yapılan belediye seçimlerinin, halkın iştirakinin yüksek oluşunun, Türk
halkının siyasal olgunluğunun ispatı olduğunu belirtti. Ancak, Halk Fırkası’nın
Serbest Fırka’ya olan yoğun ilgiden telaşa düşerek, Serbest Fırka’ya oy
275
verenleri koministlik, irtica ve anarşistlikle suçlamaya başladığını ifade etti.
Fethi Bey konuşmasında bu suçlamalara şöyle karşılık veriyordu:
“Serbest Fırka’dan evvel, bütün memleket halkının hükümetten memnun olduğu tarzında sözler söyleniyordu. O zamanlar hükümetten memnun olan halk, belediye seçimlerinde neden birden bire mürteci oluverdi? Bu irtica nasıl göründü? Halk laikliği istemiyoruz, halifeyi istiyoruz mu dedi? Hayır efendiler, halkın davranışını irtica olarak takdim edenler, halkın reyini inhisar altına almak isteyenlerdir.” 67
Bir gün sonra, 16 Kasım’da Mustafa Kemal’le bir kez daha görüşen
Fethi Bey, fırkanın kapatılması kararını almıştır. 17 Kasım günü partili
arkadaşlarıyla hazırladığı bildiri, Çankaya Köşkü’nde Đsmet Paşa, Fethi Bey
ve Nuri Bey (Conker )’inde katıldıkları bir toplantıda, Cumhurbaşkanı ile bir
kez daha görüşülerek kararlaştırılmış ve karar yazısı, aynı gün, 17 Kasım
1930’da Đçişleri Bakanlığı’na gönderilmek suretiyle Serbest Cumhuriyet
Fırkası resmen fesh edilmiştir68.
Serbest Fırka’nın kapatılmasından bir ay kadar sonra, 23 Aralık 1930
günü, yeni bir irticai kalkışma hareketi olarak zihinlerde yer etmiş olan,
Menemen olayı çıktı. Görevlendirilen askeri mahkeme 28 sanığı idama
mahkum etti. Olay büyük yankılar uyandırdı. Kimileri, bu gericilik olayını
Serbest Fırka ile ilişkilendirerek, Fırka’nın kapatılmasının yerindeliğine bir
kanıt olarak göstermişlerdir69. Đnönü, Serbest Fırka deneyimine ilişkin olarak,
“1924’te Terakkiperver Fırka kuruldu ve 1925’te nihayet buldu. Serbest Fırka kurulduğu zaman 1930’dayız. Aradan beş sene geçmiş. Beş sene bizim için büyük bir zaman. Öyle görüyoruz. Bize, büyük bir zaman geçmiş gibi geliyor. Hadiseler, böyle kararlarda beş senenin, on senenin temin ettiği tekâmülün kâfi olmadığını ispat edinceye kadar, biz, meselenin ne kadar inatçı tabiatta olduğunu fark etmiş değildik. Böyle değerlendirmedik.
67 OKYAR, 81. 68 a.g.e., 86-87. 69 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 108.
276
Nitekim ondan sonra benim teşebbüsüm de nihayet sekiz sene, on sene sonra olmuştur.” 70
demektedir. Dikkat edilmesi gereken husus, Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet
Halk Fırkası’nın sağında hiçbir teşekküle müsaade edemeyeceğini söylemesi
ve kararlaştırılan mektuplarda da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın lâik
cumhuriyet esası içerisinde kalmak kaydıyla siyasî faaliyetlerinin bir engelle
karşılaşmayacağının ifade edilmesidir. Bu ifadeler, aynı zamanda Kemalist
rejimin Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenmiş olan sınırlarını da tarif
etmektedir. Bu sınırlar, esas itibariyle günümüzde de geçerliliğini
sürdürmektedir.
Cumhuriyet rejimi ulusal egemenlik düşüncesinin en mükemmel olarak
gerçekleştirildiği bir rejim olarak kabul edilmektedir. Ancak bu rejimi her türlü
tehlikeye karşı korumak düşüncesi, halkın siyasal tercihlerinin serbestçe
belirlenebileceği bir çok partili siyasal yaşama izin vermemenin gerekçesi
olarak görülmektedir. Bir diğer deyişle, bir yandan ulusal egemenlik
düşüncesi savunulurken, diğer yandan ulusun egemen olduğu bir siyasal
rejime karşı yıkıcı tehlikelerin yine ulus içinden gelebileceği
düşünülmektedir71.
6-Atatürk Döneminde Đç Düşman-Dış Düşman Kurgusu
Eğitim yoluyla genç kuşaklara aktarılan iç ve dış düşman kurgusunun
Kemalist hegemonyanın süreklileştirilmesi üzerinde önemli bir katkısı olduğu
düşünülmektedir. Parlak’ın 1928 yılı ile 1946 yılları arasında ilk ve orta
70 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 226. 71 KÖKER, 149.
277
öğretimde okutulan tarih ve yurttaşlık bilgisi ders kitaplarını inceleyerek
ortaya koyduğu bulgular, Cumhuriyetin erken dönemindeki iç ve dış düşman
kurgusunu anlamamıza olanak sağlamaktadır. Dikkat çekici olan şey,
Kemalist ideolonin iç ve dış düşman kurgusunun günümüzde de benzer bir
şekilde sürekliliğinin kılınabilmiş olmasıdır. Şüphesiz devlet ve onun rejimi
olarak cumhuriyet, yıllarca savaşlarla yaşamak zorunda kalmış ve savaş
zaferleri üzerinde kurulmuş olduğundan, devletin tanımlanması da temelde
güvenlik rolü çerçevesinde yapılmaktadır. Nitekim bu düşünce mantığıyla
hareket edildiğinde devlet, ordu, mahkeme ve askeri birimleriyle hem içerden
hem de dışardan gelebilecek tehlikelere karşı milleti korumakla yükümlüdür.
Bunun ötesinde devlet, milleti medenileştirmeye ve geliştirmeye çalışan bir
varlık olarak da ele alınmaktadır72.
Özellikle düşman, iç düşman ve dış güçler temalarının toplumu
teyakkuzda tutması bakımından anlamlı birer gösterge olduğu
düşünülmektedir. Nitekim, sürekli olarak dışardan ve içerden gelebilecek
tehlikeler karşısında bir uyarı yapılması; insanların kanunlara, idarecilere ve
onların emirlerine ve hatta aile içerisinde anne-babaya, orduda komutanlara
itaat etmeleri gerektiği, birlik ve beraberlik halinde bulunulması gerektiği,
birlik ve beraberlik halinde bulunulmaması durumunda ise dışarıdaki
düşmanların içerdeki 'hain'lerle ittifak halinde devleti ve milleti zayıflatacağı,
hakimiyetin elden gideceği ve esir bir millet olunacağı söylemi, bireyleri ve
toplumu her an uyanık olmaya davet etmekte, Türkün Türkten başka dostu
olmadığı düşüncesine yöneltmekte ve bu da içerde birlik ve beraberliğin,
‘tesanütün', dayanışmanın önemle yaşatılması gerektiğine vurgu
yapmaktadır73.
72 PARLAK, 262. 73 a.g.e., 378.
278
Parlak’ın aktarımlarından, Atatürk döneminde, Osmanlı geçmişi içinde
özellikle Abdülhamit ve Vahdettin ile bunların saray adamları ve hükümet
adamları, ayrıca mürteci-irticai kesimlerle, taassup çevrelerinin, hatta Milli
Mücadele içerisinde Çerkez Ethem ve kardeşlerinden hareketle Çerkezlerin,
birer iç düşman olarak, dış düşman olarak ise Osmanlı döneminde başta
Rusya ve Avusturya olmak üzere, nankörlüğü ile Fransa'nın, ayrıca
Đngilizlerin, Đran'ın, KaramanoğuIIarı ve Akkoyunlular'ın, l. Dünya Savaşı
döneminde Đngilizler özelinde Đtilaf Devletleri'nin, ardından Yunanlıların, en
büyük dış düşman olarak, kurgulandığı anlaşılmaktadır74.
Azınlıklar, özellikle Osmanlı dönemine ilişkin olarak
olumsuzlanmaktadırlar. ĐTC, 1. Dünya Savaşı öncesinde izledikleri yanlış
politikalar sonucu imparatorluğu ‘düşüncesizce ve yanlış hesaplarla' savaşa
sürüklemeleri, kendi çıkarlarını düşünmeleri ve izledikleri Türkçülük
politikalarındaki hataları ile eleştirilmektedir. Cumhuriyet döneminde ise
devrim politikalarına ters düşmeleri ve izledikleri politikalarla 'mürteci-irticai'
kesimlerin eline koz vermeleri, laik cumhuriyeti yıkmaya yönelik hareketlere
güven vermeleri temelinde TCF ötekileştirilmektedir. Buna karşın SCF,
TCF'den farklı olarak, içerdeki muhaliflerin harekete geçmelerini görüp,
partiyi 'kendi elleriyle kapatmaları' ve rejim düşmanlarına fırsat vermemeleri
nedeniyle 'taktirle anılmaktadır'75.
Đç düşman olarak anlatılanların, bir kere Milli Mücadele ve cumhuriyetin
kuruluşu sürecinde padişahlar (özellikle Abdülhamit ve Vahdettin), son
Osmanlı hükümet adamları, mürteci-irticai gruplar ve taassup sahibi
kesimler, Osmanlı'nın son yüzyılı içerisinde ve yine Milli Mücadele
döneminde devlet aleyhine ayaklanan ya da Türk ordusuna karşı silah
kullanan azınlıklar, Çerkes Ethem ve kardeşleri ile özellikle Mecliste ortaya
74 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 378-379. 75 PARLAK, 388-389.
279
çıkan ikinci grup olduğu belirtilmelidir. Daha da önemlisi, bütün bu iç düşman
olarak olumsuzlanan grupların, dış düşmanların elinde yeni Türk devleti için
birer 'piyon' rolü üstlenmiş olmaları ve fakat bunu onların görememiş
olmalarıdır76. Bütün bu iç düşmanların arkasında, aslında dış düşmanların
oyunları ve hilelerinin olduğu algılaması vardır.
Çerkes Ethem ve kardeşleri savaşta açıkça düşman saflarına
katılmışlardır. Çerkes Etem’in, çetesiyle gördüğü hizmetler, milletçe
beğenilmiş, bundan dolayı kabaran, kendini bir şey sanan bu adam,
Yunanlılarla anlaşarak düşman tarafına geçmişti.
Düşman uçakları, ulusalcı karşıtı fetvaları ülkenin içine dağıtmış,
Anzavur isminde Türk olmayan birinin çeteleri, Bolu, Düzce taraflarında da
padişahçı başka çetelerle ulusalcıların karşısına çıkmışlardı. Hilafet ordusu
adı verilen bu çetelerle de uğraşılmak zorunda kalınmıştı. Mustafa Kemal
yalnız, yabancı düşmanlara değil, yerli düşmanlara karşı durmaya da mecbur
olmuştu.
Atatürk'ün Meclis dışında kalması için, 'bir yerde beş yıl ve daha fazla
ikamet etme' şartı getirmeye çalışan bir kısım muhalefet vatan kurtaran
Gazinin vatandaşlık hakkını çalmak isteyecek kadar azıtmıştı. Türklerin
ulusal tarihlerinde görmeğe pek alışık oldukları bu nankörlük misali milletin
ibret hafızasında yer tutmağı sürdürmektedir77.
Yasal bir süreçle kurulmalarına rağmen gerek TCF gerekse SCF özelinde
muhalefet olgusunun olumsuzlanması da iç düşman imgesi açısından
düşünüldüğünde daha anlamlı bir hal almaktadır. Rejimle-devletle-milletle
özdeşleşmiş CHP dışında tüm partiler, hainlerin ve iç düşmanların
odaklandığı örgütlenmeler nazarıyla değerlendirilmiştir. Ancak SCF
76 a.g.e., 423. 77 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 426-427.
280
yönetiminin, tüm dünyada görülen dünya ekonomik buhranının etkilerinin
yaşandığı bir döneme denk düşen muhalefetinin, rejim için önemli sorunlara
yol açabileceğini gördüğünü ve "yeni fırkanın başında veya teşkilatında
bulunan samimi cumhuriyetçilerin" partiyi kendi elleriyle kapattıkları da ifade
edilmektedir. Yöneticilerin bu tavrıdır ki, SCF'nin TCF gibi tümüyle hain bir
parti ve yöneticilerinin de hain politikacılar olarak adlandırılmasını
sınırlandırmıştır. TCF yöneticileri ve partilileri bizzat rejime karşı olmakla
suçlanıp ve Şeyh Sait isyanının çıkmasına da dolaylı olarak katkıda
bulundukları söylenirken; SCF idareci ve partilileri kendi elleriyle partiyi
kapatmaları nedeniyle "samimi cumhuriyetçiler" övgüsünü almaktadırlar78.
Şeyh Sait Ayaklanması iç ve dış düşmanın birlikte hareket ettiğine ilişkin
algılamayı güçlendiren önemli bir örnek oluşturmaktadır. Dini referans alan
ve esas amaçları devrimlere ve cumhuriyete karşı olmak olan, halkı bu
amaçla cahil bırakarak bireysel çıkarlarını sürdüren softa ve şeyhler, bu ilk
grubun temel rahatsızlık ve yumuşak noktalarını kullanan hain politikacılar ile
bu iki grubu birden kullanan üstelik Đslamla da ilgisi olmayan yabancılar üçlü
bir düşman ittifakı kurmuşlardır79.
Son olarak iç düşman olarak azınlıkların nasıl değerlendirildiği ve ele
alındıklarına bakılacak olursa, Osmanlı Đmparatorluğu'nun son yıllarından
milli mücadeleye kadar olan süreçte Ermeni ve Rumlar başta olmak üzere
etnik köken olarak farklı grupların Osmanlı'ya ya da milli mücadele
döneminde milli kuvvetlere karşı silah kullanmaları ve isyanları bağlamında
eleştirildikleri görülecektir. Diğer bir deyişle Ermeni, Rum, Kürt gibi etnik
farklılıkların 'iç düşman' olarak tanımlandıkları ve ele alındıkları
söylenebilir80. Doğudaki Kürt Teali Cemiyeti'nin amacı doğrudan Ermenilere
verilmesi düşünülen toprakları korumak, "Ermenilerin vilayetlerde çokluk
olduklarını, eskiden beri bu memlekette bulunduklarını, Müslümanların
78 PARLAK, 428-429. 79 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 430-431. 80 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 434.
281
Ermenileri ikide bir toptan öldüren vahşiler olduğunu söyliyerek yaptıkları
propagandaya" karşı argümanlar ürettikleri ve bu bağlamda esas
amaçlarının da "ecnebi, himayesinde bir 'Kürt Hükümeti' kurmak" olduğu
ifade edilmektedir. Böylece Kürtlerin, Anadolu ve Rumeli Milli Müdafaa
derneklerinin kurulduğu güne kadar, ulusal hedefler taşımadıkları üzerinden
eleştirildikleri görülmektedir.
Daha açık ve olumsuz bir takım sıfatlarla ötekileştirilenler ise özellikle
Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklardır. "Memleketimizde oturan Ermeni-Rum-
Yahudiler, hepsi de bize düşmandı..."; Yunan askerlerinin Đzmir'e çıkmaları ile
ilgili olarak da Rumlar "Türklerin battığını en ziyade onlar istiyorlardı...düşman
gemilerini görünce, sevinçten çıldırdılar... çocuklarını topladılar, ellerinde
bayraklar, düşmanı karşıladılar. Düşman askerlerini, el çırparak alkışladılar";
"Rumlar evlerine ve dükkanlarına hep Yunan bayrağı astılar, 'bizi Türklerden
kurtardı' diye Yunan başvekili’nin resmini dükkanlarının camekanlarına
koydular...Ayasofya camiini kilise yapmak için haç hazırladılar... Türklere
yapmadık hakareti bırakmadılar" biçiminde anlatılmaktadır. Anlaşıldığı üzere
azınlıklar, milli mücadele yıllarında Türk hakimiyetine karşı düşman
tarafında olmaları ve üstelik de yüzyıllar boyunca Türklerin hoşgörülü idaresi
altında yaşadıkları, Ermenilerde olduğu gibi 'sadık millet’ olarak
addedildikleri ve devlet idaresinde üst düzey görevlere kadar yükseldikleri
halde, bu kesimlerin düşmanla birlikte Türklere saldırmaları ve daha da
önemlisi kadın, yaşlı, çocuk gibi 'zavallı halka’' en ağır işkence ve hakarette
bu lunmalar ı , bu olayların anlatıldığı ifadelerin gerek rejim ve gerekse ders
kitabı yazarları açısından yaşanan hayal kırıklığı ve bu hayal
kırıklığının yarattığı güven zedelenmesi ile birlikte nefret duyguları
barındırmalarına yol açmıştır81.
81 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 434-435.
282
Faşizm, Komünizm, Nazizm ya da Sosyalizm temelde özgürlükçü,
milli hakimiyetçi ve halka dayanmayan sistemler oldukları için
eleştirilmektedir. Bütün bu olumsuzlanan ideolojilere karşı Türk
milliyelçiliğinin "...milli olmayan cereyanların memlekete girmesini ve
yayılmasını istemez" denilerek, bütün bu karşı ideolojilerin rejim tarafından
kesinlikle yasaklandığı ve aslolanın Türk milliyetçiliği olduğu belirtilmektedir.
Çünkü "bizim milliyetçiliğimiz...bütün Türkleri hangi dinden olurlarsa
olsunlar derin bir kardeşlik hissile candan sevmek, onların refah ve inkişafını
candan dilemekle beraber kendisine siyasi iştigal hududu olarak Türkiye
Cumhuriyeti hudutlarını kabul" etmiştir. Türk milliyetçiliği dışında farklı fikir ve
ideolojilere yer olmadığı açıkça ifade edilmiştir.
Eğer bu yasağa uymayan yurttaşlar olursa, onların ötekileştirileceği ve
iç düşman kategorisine dahil edileceği de açıktır82.
Osmanlı döneminin anlatıldığı bölümlerde düşman, yükseliş-
duraklama-gerileme-dağılma dönemlerine göre değişime uğramaktadır.
Örneğin, devletin yükseliş döneminde Balkanlarda yapılan savaşlarda
karşı taraf ya da düşman genelde "Hıristiyan orduları'' ya da
"Hıristiyan devletlerinin ittifakı" olarak anılmaktadır. Düşmanın amacı ise
gelişmesinden korkulan Osmanlı Türklerini balkanlardan atmak' olarak
ifade edilmektedir. Đmparatorluğun duraklama ve gerileme döneminde ise
Avusturya ve Rusya'nın iki esas düşman olarak sık sık Osmanlıya karşı
birleşmeleri anlatılmaktadır. Özellikle bu devletlerin (Alman-Leh-Venedik-
Rus-Avusturya vb) çıkarları birleştiğinde Osmanlı Türklerine karşı bir araya
geldikleri, üstelik de Osmanlı ile dost olsalar bile çıkarları birleştiğinde,
Osmanlıya karşı ittifaklar kurabildikleri yoğun biçimde dile getirilmektedir.
82 PARLAK, 440.
283
Yine, Mısır ve Đran da belli dönemlerde düşman kategorisindedirler.
Fransa ise yine kimi zaman dost kimi zaman düşman olarak, fakat daha da
önemlisi 'dost gibi görünen ancak çıkarları için nankörlük eden bir münafık'
olarak tanımlanmaktır. Özellikle Kanuni'nin bizatihi verdiği desteğe, Fransa
kralının kurtarılması için kralın annesinin bizzat Osmanlı padişahından
yardım talebinde bulunmasına ve bunu Kanuni'nin önemseyerek yardım elini
uzatmasına rağmen, başta kapitülasyonlar olmak üzere bir takım imtiyazların
Fıransızlar tarafından kötüye kullanıldığı ve Osmanlı'nın en zor
dönemlerinde, Osmanlının düşmanı Avrupalı devletlerle ittifak ederek
Osmanlıyı daha da zor durumda bıraktığı, altı çizilerek ortaya konulmaktadır.
Biz'imle dost olan devletlerin bu dostlukları da 'dostluk adına' değil milli
çıkarları adına sürdürdükleri söylenmektedir. Yunan isyanı döneminde
Yunanlıları desteklemeleri Avrupa'nın Türklere karşı devam eden
haksızlıklarının yeni bir tezahürü olarak algılanmaktadır. Hakim olan şey,
Türklere Türkten başka dost olmadığı söylemidir. Özellikle Avrupa devletleri,
Milli Mücadele dönemi de dahil olmak üzere, yüzyıllara yayılır bir biçimde
Türklere düşmanlık ve daha da önemlisi haksızlık yaptığı temelinde
anlatılmaktadır. Örneğin, 1. Dünya Savaşı sonrasında Wilson ilkelerine göre
her milletin kendi mukadderatını tayin hakkı olması gerekirken, "Türklerin ve
Türk olmayan unsurların, memleket hudutları tayin edildiği zaman milliyet ve
lisan meseleleri, ciddi bir surette göz önünde bulundurulmadı. Ahalisinin çoğu
Türk olan Đstanbul ile sırf Türklerle meskun vilayetlerin bile, mukadderatı galip
devletler tarafından tayin olunmak istendi" denilmektedir. Avrupalı devletler,
ortaya konulan ilke kararlarını ya da anlaşmaları bile sadece kendi çıkarları
doğrultusunda gözetmekte ve uygulamaya geçirmektedirler. Dolayısıyla
Avrupalılara güvenilemeyeceği şeklinde bir sonuca ulaşılmaktadır83.
Avrupalı devletler ki, bunların başında da Đngiltere ve Fransa
gelmektedir, Kurtuluş Savaşı süresince gerek Rumlara ya da Yunanlılara
83 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 441-444.
284
gerekse Ermenilere, Kürtlere ve Araplara verdikleri destekle, bunlar
üzerinden Türkleri yıprattıkları ve bunların isyan ya da saldırılarının ‘Türkleri
yola getirmek için' bir koz olarak kullanıldığı ifade edilmektedir84.
Dış güçler ve düşmanın çokluğu karşısında yapılması gereken, daima
uyanık olunmasıdır. Bu durum ise yabancılara karşı güvensizliği de
beraberinde getirmektedir. Tehdit algılaması bağlamında kurgulanan bir
söylemin sürekliliğini günümüzde de korumaya devam etmesi Kemalist
hegemonyanın yeniden üretimindeki nedenlerin sorgulanmasına gereksinim
olduğuna işaret etmektedir.
C – “TÜRK ULUSU”NUN YA DA KEMALĐST DEVLET'ĐN ĐNŞASI
1 - Kemalist Modernleşme ve Yeni Bir Toplum Projesi
Bütün düzeltimler, devlet eliyle, yukarıdan aşağıya gelen buyruklar
biçiminde gerçekleştirilmiştir. Yapılacak işlerin ölçütü bilinçsiz kitlelerden
gelen (daha doğrusu, gelmeyen) istemler değil, ülkeyi kalkındırmak yolunda
kararlı olan seçkinlerin kafalarındaki modeldir85. Cumhuriyetin kurucu
kadroları için temel sorun, toplumsal ve siyasal yeniden yapılanmaydı.
Đmparatorluktan kalan mevcut sınırlar içinde yeni bir anlayışla ulus
yaratılacaktı ve bunun için de uzun yılların beklenmesi mümkün değildi.
Dolayısıyla, toplumun hızlı bir şekilde “yukarıdan” dönüştürülmesi
84 PARLAK, 445. 85 ORAN: Atatürk Milliyetçiliği, 185.
285
gerekiyordu86. Bilindiği gibi millet kavramı, Osmanlı siyasal ve toplumsal
düşüncesinde dinsel nitelikte bir kavramdır; hemen tümüyle dinsel nitelikte
olan bir semboller sistemini, aidiyeti simgeler. Bu niteliğiyle millet, bir yandan
devletin uyruklarını tanımlama aracı olarak kullanılırken, diğer yandan da
devlet içinde yaşayan insanların kendi kimliklerini ifade ediş biçimi
olmaktadır. Millet kavramının bu dinsel niteliği, bu kavramın dinsel olmayan
farklılaşmaları giderici, birleştirici bir özellik ve işlev kazanmasında da ortaya
çıkmaktadır. Đslâm dininin etnik farklılıkları giderici bu işlevinden, Cumhuriyet
öncesinde -ve Cumhuriyet'e giden yolda- yararlanıldığı da bilinmektedir.
Örneğin, ilk Büyük Millet Meclisi'nde hükümet teşkilâtı konusundaki
görüşmelerde Mustafa Kemal Paşa şunları söylemektedir:
"….Burada maksut olan ve Meclisi âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mûrekkeb anasırı islâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyeti âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiğimiz emeller, yalnız bir unsuru Đslama münhasır değildir. Anasırı Đslâmiyeden mürekkeb bir kitleye aiddir. Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz.” 87
Yeni ulus, hâkim etnik topluluk olan Türkler üzerine temellendirildi.
Milli Mücadele döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında önemli bir birleştirici
harç olarak görülen dinin, toplumsal ve siyasal alandan tasfiyesi işlemleri
1920’lerin sonuna doğru tamamlandı. Bu aşamadan sonra ulus, Türk etnik
kimliği çerçevesinde tanımlandı. Dolayısıyla Türklerin, ülke içinde tek hâkim
unsur olması yolunda politikalar üretildi88.
86 OKUTAN, 4. 87 KÖKER, 150-151. 88 OKUTAN, 5.
286
M. Kemal Atatürk’e göre, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına
Türk milleti denir” ve “Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare olunur
bir devlettir.”Buradan da açıkça anlaşılacağı gibi, Kemalist ideolojide devlet
ile millet aynı şeydir. Devlet ile millet özdeş varlıklar olarak kabul edilmekte
ve bu özdeşlik de, aslında toplumdaki en üstün güç olarak egemenliğin
millete ait olmasıyla açıklanmaya çalışılmaktadır89.
Yeni rejimin modernleşme projesi ile Anadolu kitlelerinin yaşam dünyası
arasındaki mesafenin sebep olduğu gerilim, cumhuriyet hükümetlerinin
reformları gerçekleştirme kararlılığında en ufak bir sarsıntıya dahi yol açmadı.
Aksine, reform işinin kaçınılmazlığından bir an için bile olsa şüphe edilmedi.
Dolayısıyla, izlenecek patika belli olmuştu: Batıcı önderlerin sembolik rejimi
ile Anadolu kitlelerinin sembolik rejimi arasındaki mesafeden doğan gerilim,
bu sembolik rejimlerden ikincisinin reddi ile giderilmeye çalışılacaktı90.
3 Mart 1924’te, halifeliğin kaldırılması, Osmanlı hanedanının yurtdışına
çıkarılması, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin [Din Đşleri ve Vakıflar Bakanlığı’nın ]
lağvedilmesine ilişkin yasalarla birlikte Millet Meclisi tarafından kabul edilen
Tevhid –i Tedrisat Kanunu, eğitim alanındaki en önemli reformdu. Bu yasayla
Şer’iye ve Evkaf Babanlığı/Vekâleti’ne bağlı bütün medreseler ve okullar
Eğitim Bakanlığı’na devredildi. Tevhid–i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe
girmesiyle bütün bilim ve eğitim kurumları Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış
oluyordu. Yasanın gerekçesine göre, bu önlemle, eğitimde amaç birliği ve
denetim birliği sağlanacak ve “milletin düşünce ve duygu bakımından birliği”
güven altına alınacaktı.
89 KÖKER, 154-155. 90 Mesut YEĞEN: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 1. Baskı,Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999, 180-181.
287
Tevhid –i Tedrisat Kanunu çok kapsamlı sonuçlara yol açtı. Birincisi,
Eğitim Bakanlığı’na devredilen 479 medrese, 1924 yılı içinde hemen
kapatıldı. Kapatılan bu medreselerin yerine aynı yıl 29 Đmam ve Hatip
Mektebi ile Đstanbul Darülfünunu’nda [ eski Đstanbul Üniversitesi’nde ] bir
Đlahiyat Fakültesi açıldı. 1925 -1926’da Đmam Hatip Mekteplerinin sayısı 20’ye
düştü. 1926 – 1927’de ikisi dışında bu okulların hepsi kapatıldı.
1929 – 1930’da ise Đmam ve Hatip Mekteplerinin tamamı tasfiye edildi.
Đkincisi, 1927 yılında din dersleri ilk ve orta okul programlarından
çıkarıldı. Bunun tek istisnası köy ilk okullarıydı. Köy ilk okullarında din
dersinin 1940 yılına kadar haftada 1 saat verilmesine devam edildi.
Üçüncüsü, Arapça ve Farsça dersleri orta okul müfredatından
1929 – 1930 öğrenim yılı itibariyle çıkarıldı.
Dördüncüsü, uluslararası andlaşma ve anlaşmalara göre faaliyetini
sürdüren azınlık okulları ile yabancı okullar Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Bu
okullarda din derslerini müfredattan çıkarmak ve Türk Dili, Türk Tarihi,
Türkiye Coğrafyası ve Yurt Bilgisi derslerini müfredatlarına almak zorunda
bırakıldı91. 20 Eylül 1932 ile 13 Ağustos 1933 tarihleri arasında görev yapan
Dr. Reşit Galip’in bakanlığı sırasında üniversitelerin ve yüksek okulların
programına Türk Đnkılap Tarihi dersi konmuştur. Đlk okullarda derslere
başlamadan önce törenle söylenen “And” da Reşit Galip döneminde
uygulamaya girmiştir. And içme töreni daha sonra yönetmeliklere de girmiş
ve zorunlu tutulmuştur92.
91 Đsmail KAPLAN: Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 3. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 159-160. 92 a.g.e., 191.
288
Şapka devrimi, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün
tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbe
bekçiliği vb. birtakım sanların kaldırılması ve yasaklanması, uluslararası saat
ve takvim, yeni toplumun temellerini atan Medeni Kanun,1924
Anayasası’nda yer alan ve devletin resmi dininin Đslâm olduğu yolundaki
hükmün kaldırılması, Latin harflerinin kabulü Takrir-i Sükûn Yasası’nın
yürürlükte olduğu 1925-1929 döneminde yapılacaktır. 1928 yılında
Anayasa’da yapılan değişiklikle “Türkiye Devletinin dini, din–i Đslamdır.”
maddesinin kaldırılması, laikliği gerçekleştirme yolunda atılan bir adımdı.
Arap harflerinin yerine Latin harflerinin kabulü de dini zayıflatmaya yönelik
bir önlem olarak düşünülmüştü. Alfabenin değiştirilmesi, öte yandan, kökleri
eskiye dayanan okuma yazma bilmeme sorununu bir çırpıda çözecek sihirli
çare olarak görülüyordu93. Parlak’ın aktardığına göre, Vala Nurettin yeni
alfabenin kabulünü milli kurtuluş hareketinin en modern silahı olarak
değerlendirmekte ve "inkılâbı, halkın ruhuna sindirmek için en mükemmel
vasıtanın yeni harfler" ve "halkın, bilgi ve kültür seviyesini yükseltmek için
yeni harflerin en kuvvetli bir manivela" olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir
siyasal-toplumsal düzen için dil birliğinin sağlanması, herkesin aynı dili
konuşup yazması ve bu dilin tüm ulusça anlaşılır olması, devrimci kadro için
ulusal kimlik ve bilinç oluşturmada en önemli etkenlerden birisi olarak
algılanmıştır94.
1932 başlarında Kur’an’ın Türkçe çevirisi hazırlanmıştı ve minarelerden
ezan artık Arapça “Allahu ekber” olarak okunmuyor, Türkçe “Tanrı uludur”
diye okunuyordu. Gerçekte Atatürk’ün verdiği ilk emir ezan ve namazın
93 a.g.e., 160. 94 PARLAK, 71.
289
Türkçeleşmesi idi. Falih Rıfkı Atay’a göre, muhafazakârların sözcülüğünü
yapan Đnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza
sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın
Türkçeleştirilmesi gecikmişti. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu
olacağından da şüphe yoktu95.
Ezan’ın Türkçe okunması konusunda ABD’nin Ankara büyükelçisi
Sherril, Gazi’nin kutsal kitabın Türkçe’ye çevrilmesini onaylamakla göze
aldığı müthiş sosyal, siyasi, dini riski anlayabilmek için Đslam dünyasında bir
süre yaşamış olmak gereklidir dedikten sonra şu eklemeyi yapıyor:
“Bir sürü tartışmalarımız sırasında onunla anlaşamayacağımızda anlaştığımız tek husus, onun dini anlamakla halkın ondan uzaklaşacağı fikrine karşı benim daha da dindarlaşacaklarını düşünmemdi”96
3 Nisan 1930’da Türk kadınlarına belediye seçimlerinde seçme ve
seçilme hakkı, 26 Ekim 1933’te ise muhtar, köy ihtiyar heyeti seçimlerinde
seçme ve seçilme hakkı tanındı. 5 Aralık 1934’te de, Türk kadınlarına
milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıyan yasa TBMM tarafından
benimsendi. 21 Haziran 1934 tarihinde Soyadı Kanunu kabul edildi. 26
Kasım 1934’te ise Efendi, Bey, Paşa gibi lâkap ve ünvanlar kaldırıldı.
Böylece, Osmanlı toplum modelinden tamamen farklı bir temelde,
Osmanlıdan arta kalan gelenekler, inançlar, değerler olumsuzlanarak , iyiyi,
doğruyu , gelişmişi temsil ettiği düşünülen Batılı bir toplum oluşturulmaya
çalışılıyordu.
95 ATAY, 430. 96 KOLOĞLU: Cumhuriyet’in Đlk Onbeş Yılı (1923-1938), 298.
290
Batı’nın “öteki”si Doğu’ydu. Kemalist modernleşme projesi, Batılılaşma;
yani Batı gibi olmaya çalışmakla Batı ile özdeşleşerek Batı’nın “öteki”si
olmaktan çıkmak, farklılığın üstesinden gelmek istiyordu. Böylece, Batı,
kendisiyle özdeş bir ulusu bölmek, zayıflatmak, içişlerine karışmak için
bahaneler bulmak için çaba harcamayacak; tam aksine onun güçlenmesi,
gelişmesi için katkı yapacaktı. Kemalist modernleşme projesi, Batı gibi olan
bir devlet, Batı gibi bir toplum oluşturarak, Batılı gibi düşünebilen insanlar
yetiştirerek kendi eşitliğini, kendi varlığını kabul ettirebilmeyi ve bütünlüğünü
sürdürebilmeyi amaçlıyordu.
Bu durum, ulus-devletin kuruluşundan bu yana Türk kimliğinin
kurulması temelinde yatan bir paradoksa işaret etmektedir. Bir Türk’ün
kendisini Batı kültürü ile özdeşleştirebilmesi ne ölçüde olanaklıdır ve belli bir
özdeşlik zemini yaratılabilse bile Batı, nereye kadar Türk’ü kendi kimliğinin bir
parçası olarak tanıyacaktır?97
2 - Türk Ulusu’nun Kemalist Đnşası
29 Ekim 1923’te cumhuriyet kurulduğunda, cumhuriyet yöneticilerinin
önlerindeki en önemli sorun Türkiye coğrafyası içerisinde toplumu milletten
ulusa dönüştürecek bir Türk kimliği inşasını gerçekleştirmek ve inşa edilecek
olan bu kimliği farklı aidiyetleri kimliklerinin parçası olarak gören halka
97 Nur Betül ÇELĐK: “Kemalist Hegemonya Üzerine Bir Kavramsallaştırma Denemesi”, Birikim, No. 105-106 (Ocak-Şubat 1998), 32.
291
benimsetmekti. Bu süreçte Ziya Gökalp’in, 1924’te yayımlanan “Türkçülüğün
Esasları” kitabında savunusunu yaptığı, ulus ve ulusal devlet görüşü, Atatürk
devrimlerinin esin kaynaklarından biri olmuştur. Kitap, çağdaşlaşma yolunda
yapılacak işlerin bir gündemi niteliğindedir98.
Ulusallık “ülkü”sü önce Müslüman olmayanlarda, sonra Arnavut ve
Araplarda ve en sonunda Türklerde ortaya çıktı. Türklerin en sona kalması
sebepsiz değildir. Osmanlı devletini oluşturmuş olan Türkler, ilkin sezgisel bir
sakınmayla, bir ülkü için (var olan ) bir toplumu tehlikeye düşürmekten
çekinmişlerdi. Bunun için Türk düşünürleri, “Türklük yok, Osmanlılık var,”
diyorlardı. Tanzimatçılar ona:
” Sen yalnız Osmanlısın, sakın başka uluslara bakarak sen de ulusal bir ad isteme! Ulusal bir ad istediğin anda Osmanlı Đmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olursun”
demişlerdi. Güçsüz Türk, yurdumu yitiririm korkusuyla
“Vallahi Türk değilim, Osmanlılıktan başka hiçbir toplumsal çevreye bağlı değilim”
demeye zorunlu kılınmıştı99.
Tanzimatçılar, tarihsel bir anlamı olan eski “Osmanlı” sözü yerine, ulusal
renklerden tamamıyla arınmış olmak üzere, yeni bir anlam yakıştırmışlardı.
Tanzimatçı Türklerden başka bunu kabul eden olmadığını söyleyen Ziya
Gökalp,
98 Bkz. Ziya GÖKALP: Türkleşmek Đslâmlaşmak Muâsırlaşmak, Haz. Kemal BEK, Đstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, Mart 2004, 18. 99 Ziya GÖKALP: Türkçülüğün Esasları, Haz. Mahir ÜNLÜ ve Yusuf ÇOTUKSÖKEN, 6.
Baskı, Đstanbul, Đnkılâp Kitabevi, 2001, 42.
292
“Sırf uyrukların bir arada tutulması amacıyla, ‘Ben Türk değilim, Osmanlı’yım’ diyen Türkler, uyruklarını ne yolda anlaşmaya râzı edebileceklerini, sonunda pek acı biçimde anladılar. Ulusallık duygusunun egemen olduğu bir memleketi, ancak ulusallık zevkini benliğinde duyanlar yönetebilirler. Türklerin ulus ülküsünden kaçınmasının devlet için zararlı, uyruklar için rahatsız edici olduğu gibi, Türklüğün kendi varlığı için de ölümcüldü. Türkler ulusallığı, ‘var olan bir ulus’ olan devlet ile aynı anlamda saydıkları için, toplumsal ve ekonomik varlıklarının soysuzlaşmakta olduğunu bilmiyorlardı.”100
değerlendirmesini yapmaktadır. Tanzimatçılar, Türklüğün yüzüne aldatıcı bir
örtü çekmek istemişlerdi. Ulusal bir Türk dili yoktu; uyruklararası ortak bir
Osmanlıca vardı. Bütün uyruklar kaynaşmış, yeni bir kavim örneği, tarihsel bir
ırk, bir Osmanlı ulusu ortaya çıkmıştı. Bu ulusun özel bir dili olduğu gibi,
kendisine özgü bir tarihi de vardı.
Meşrutiyet’ten sonra bu örtüye daha da önem verilince, uyruklar, “Bizi
Türkleştirmek istiyorsunuz!” diye bağırmaya başladılar. Gerçekten, bu
Osmanlılaştırmak siyaseti, Türkleştirmek için gizli bir araçtı. Osmanlılık’tan
maksat “devlet” ise, zaten her Osmanlı uyruğu, bu devletin bir bireyi idi. Yok,
bundan maksat dili “Osmanlıca” olan bir yeni “ulus” yaratmak idiyse,
Osmanlıca Türkçe’den başka bir şey olmadığı için, bu yeni ulus başka ad
altında bir Türk ulusu olacaktı. Bunu uyruklar pek iyi anladılar ve
ulusallıklarını savunmak için maddî ve mânevi örgütlerini daha da
güçlendirerek düzenlediler101.
Ziya Gökalp’e göre, toplumsal nitelikler, bireylere kalıtım yolu ile
geçmemekte, yalnız eğitim yoluyla geçmektedir. Bu nedenle de eğitim
yoluyla kültür kuşaklara aktarılmaktadır. Toplumsal dayanışmayı oluşturan
ise kültür birliğidir. Her birey, duyguları aracılığı ile belirli bir ulusa
100 Ziya GÖKALP: Türkleşmek Đslâmlaşmak Muâsırlaşmak, Haz. Kemal BEK, Đstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, Mart 2004, 25. 101
a.g.e., 61-62.
293
bağlanmaktadır. Bireyin bağlandığı ulus, o bireyin içinde yaşadığı ve eğitildiği
toplumdan başkası değildir. Çünkü bu birey, içinde yaşadığı toplumun bütün
duygularını eğitim aracılığıyla almış, bütünüyle ona benzemiştir102. Ziya
Gökalp’e göre bu görüşlerden çıkaracağımız elle tutulur sonuç şudur:
“Ülkemizde bir zamanlar dedeleri Arnavutluk’tan ya da Arabistan’dan gelmiş, ulusdaşlarımız vardır. Bunları Türk eğitimiyle büyümüş, Türk ülküsüne çalışmaya alışmış görürsek öbür ulusdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız mutluluk dönemlerinde değil, yıkım dönemlerinde de bizden ayrılmayanları nasıl ulusumuzun dışında sayabiliriz. Özellikle bunlar arasında ulusumuza karşı büyük esirgemezlik göstermiş, Türklüğe büyük hizmetler yapmış olanlar varsa, nasıl olur da bu esirgemez kişilere ‘Siz Türk değilsiniz’ diyebiliriz. Gerçekte atlarda soy sop aramak gerekir, çünkü meziyetleri içgüdüye dayanan ve kalıtsal (irsi ) olan hayvanlarda da soyun büyük bir önemi vardır. Kişilerde ise soyun toplumsal niteliklere hiçbir etkisi olmadığı için soy – sop aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak ülkemizdeki aydınların ve düşün savaşımcılarının birçoğunu atmak gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından ‘Türk’üm’ diyen her bireyi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hayınlığı görülenler varsa, cezalandırmaktan başka yol yoktur.” 103
Türk ulusal kimliği, etnik kökenlerine bakarak insanları dışlama yoluna
gitmemiş, aksine 1924 anayasasının 88. maddesinde ifade edildiği gibi
Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkes
‘ Türk’ kabul edilmiştir. Bu durumu en iyi şekilde Mustafa Kemal Atatürk’ün
“Ne mutlu Türküm diyene” deyişi ifade etmektedir. Bununla birlikte ulusal
kimlik Türk kültürü esas alınarak oluşturulmuş ve farklı etnik kökenlerden
gelen veya farklı din veya mezheplere mensup insanların toplumsallaşma ve
eğitim süreçleri içerisinde Türk ulusunun bir parçası haline gelmeleri
istenilmiştir. Bu sürecin dışında kalmak isteyenler veya direnç gösterenlerse
dışlanmışlardır. Şimdi, Türk ulusunun inşası konusuna daha yakından
bakabiliriz.
102
GÖKALP: Türkçülüğün Esasları, 17. 103
a.g.e., 19.
294
Osmanlı Đmparatorluğu’nda Ortodoks Hıristiyanlar, Ermeniler ve
Yahudiler gibi müslüman olmayan cemaatlerin her biri, bir millet olarak
görülmekteydi... Müslümanlar etnik ve dini farklılıklarından bağımsız olarak
tek bir millet olarak telakki edilmekteydi104.
Müslüman-olmayanlar, imparatorluğun neresinde yaşarlarsa yaşasınlar,
hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar yönetim merkezi Đstanbul’da olan bir
milletin üyesiydiler. Devletle ilişkilerini, millet yönetimleri aracılığı ile
yürütmekteydiler105. Đstanbul’un fethinden sonra, Ortodoks ve Ermeni
milletlerine olduğu gibi Yahudilere de, Hahambaşıları liderliğinde kendi
havralarına sahip olma, bunları yönetme, dinî ve sosyal hizmetlerini inanç ve
geleneklerine göre yürütme hakkı tanındı106. Her millet, gerek dinî, adlî, idarî
ve eğitimle ilgili işleri ve gerekse hükümetle ilişkilerini yürütmek için güçlü
birer teşkilat kurdular. Ortodoksların cemaat işlerini Fener Patrikhanesi;
Musevilerinkini Hahamhane; Ermeni cemaatının işlerini ise Ermeni
Patrikhanesi yürütüyordu107. Büyük devletler, kendilerinin Osmanlı’daki
Müslüman-olmayanları koruma hakkına sahip olduklarını ileri sürüyorlar ve
konuyu Osmanlı devletinin iç işlerine karışma gerekçesi olarak
kullanıyorlardı. 1878 yılında imzalanan Berlin Andlaşması’nın 62. maddesi
bariz bir hükme sahiptir. Adı geçen madde,
“Osmanlı devletinde din ve mezhep hürriyetine riayet olunacaktır. Büyük devletler elçi ve konsoloslarına, kutsal yerlerin ve papaz ve ruhanilerle hıristiyan hacıların korunması hakkı da tanınmaktadır. Kudüs’deki kutsal yerlerde Fransa’nın haklarına ve statükoya riayet olunacaktır………”108
104 YILDIZ, 50. 105 Bilal ERYILMAZ: Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, Đstanbul, Ağaç Yayıncılık, 13. 106 a.g.e., 24. 107
a.g.e., 33. 108
BIYIKLIOĞLU: Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 39-40.
295
şeklindedir. Millet sistemi benzeşim ve özümsemeyi değil, farklılıkları koruma
amacına yöneldiği için farklı toplulukların bağımsız varlıklarını
süreklileştirmekte, böylece Müslüman-olmayan milletlerde ulusçu duygu ve
ihtirasların uyanmasını kolaylaştırmaktaydı.
Meşrutiyetçi muhalefetin en temel hedeflerinden birisi farklı etnik
unsurların müşterek bir Osmanlı kimliği çerçevesinde birleştirilmesiydi. Ancak
Müslüman-olmayan topluluklar, Meşrutiyet yönetimlerini kendi
bağımsızlıklarına ulaşma yolunda atılmış ileri bir adım olarak görmüşler ve
Osmanlı kimliğini kabul etmek yerine, dış güçlerin desteğini sağlayarak,
Osmanlının zayıf kaldığı dönemlerde oldu bittilerle kendi bağımsızlıklarını
elde etme arayışı içinde olmuşlardı. Bu durum, Türk ulusçu reformistlerini,
millet sisteminin kesin olarak ilga edilmesi gereğine inandırmıştı.
Ermenilerin I. Dünya Savaşı sırasında, Rumların Yunan mağlubiyeti
sonucunda 1923’teki Türk-Rum nüfus değişimi ile Anadolu dışına çıkarılması
ile Anadolu tarihinde ilk defa Đstanbul’un surları arasına sıkışmış küçük bir
müslüman olmayan azınlık dışında, hemen bütünüyle Müslüman unsurların
vatanı haline gelmişti. 1913 yılında Müslüman Arnavutların, 1916 yılında da
Arapların Osmanlı Đmparatorluğu’ndan ayrılmaları, Müslüman Kürtlerin dış
güçlerin desteğini aramaya başlamaları millet sisteminden duyulan
hoşnutsuzluğu miras alan Kemalist ulusçu hareketi, ulusal birliği sağlamak
için Türk kültürü esas alınarak, farklı etnik grupların Türkleştirilmesi, şeklinde
ifade edebileceğimiz bir politikayı uygulamaya geçirmeye sevketmiştir. 1925
yılında Doğu Anadolu’da patlak veren Şeyh Sait Ayaklanması, hükümeti
başta Kürtler olmak üzere değişik etnik ve dinî kökene mensup vatandaşları
Türkleştirme konusunda daha da duyarlı kılmıştır. Ayaklanmanın bastırılması
ve Şeyh Sait’in yakalanmasından sonra Đsmet Paşa Türk Ocakları’nın Đkinci
296
Kurultayı vesilesiyle kendisini ziyaret eden delegelere yaptığı konuşmada bu
zorunluluğu şöyle ifade etti:
“Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız.” 109
Đnönü’nün ifade ettiği politika doğrultusunda adeta “Bir devlet, bir halk,
bir dil” anlayışı içinde, Türklük yurttaşlıkla özdeşleştirilmiştir. “Böylelikle,
devletin inşa ettiği resmi Türk kimliği dışında kendini algılayan unsurlar
devletin mevcudiyetine tehdit olarak algılanmışlardır.” 110
Türkleştirme politikalarından kasıt, sokakta konuşulan dilden okullarda
öğretilecek tarihe; eğitimden sanayi hayatına; ticaretten devlet personel
rejimine; özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskan edilmelerine kadar
toplumsal hayatın her boyutunda, Türk etnik kimliğinin her düzeyde ve
tavizsiz bir biçimde egemenliğini ve ağırlığını koymasıdır111 .
1923 yılından itibaren basında yer alan tartışmalarda, kamuoyunun ve
siyasi iradenin zihnini en çok meşgul eden konulardan biri azınlıkların
Türkleşmeleri oldu. Azınlıkların Türkleşmelerinin önündeki en önemli engel
Lozan Andlaşması’nın azınlıklara tanımış olduğu özel imtiyazlardı. Genç
Cumhuriyet, imtiyazsız ve tam kaynaşmış bir ulus–devlet inşa ederken,
azınlıkların, kendilerine Lozan Andlaşması ile tanınmış olan haklardan dolayı
Osmanlı Đmparatorluğu içindeki “millet“ düzenine benzer bir şekilde
109 Rıfat N. BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 6. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003, 106. 110
Artun ÜNSAL: “Yurttaşlık Zor Zanaat” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, ed. Artun ÜNSAL, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 14. 111
AKTAR, 101.
297
yaşamaya devam etmelerini kabullenemedi112. 15 Eylül 1925 günü,
Hahambaşılık Meclis-i Umumi üyesi olan cemaatin önde gelen kırkiki kişisi
Hahamhane’de bir araya gelip aile hukuku ve şahsi hükümler bakımından
artık ayrı bir muameleye tâbi olmak ihtiyacını duymayan Yahudi cemaatinin
Lozan Antlaşması’nın 42.maddesinin birinci ve ikinci paragraflarından feragat
ettiğini Adliye Bakanlığı/Vekâleti’ne resmen bildirdiler. Bu kararı hükümete
tebliğ edecek beş kişilik bir heyet de kuruldu. Hahambaşı Becerano
Yahudilerin Lozan Andlaşması’nın azınlıklarla ilgili maddelerinin, ruhanî
konularla ilgili olanlar hariç olmak üzere, tamamının lüzumsuz olduğuna
inandıklarını ve hahamların da artık ruhanî kıyafetleriyle umumî yerlerde
dolaşmayacaklarını belirtti113. Yahudi cemaatinin bu feragat beyanını Ermeni
cemaatinin 17 Ekim 1925, Rum cemaatinin de 29 Ekim 1925 tarihindeki
kararları takip etti114.
Öteki cumhuriyet kurumları gibi, kırsal alanda Halkevlerinin yanı sıra
uygulamaya konulan Halk Odaları ile Köy Enstitüleri ulusal bir kültürün ve
ulusal bir kimliğin inşasına yardımcı olan kurumlardır. Kemalist ideolojinin
halka öğretilmesi ve halk tarafından içselleştirilmesini sağlayıcı kurumlardır.
Recep Peker'in belirttiği gibi, halkevlerinin gayesi "Ulusu katılaştırmak,
sınıfsız, katı bir kitle haline getirmek" tir115.
Türk ulusal kimliğinin inşa edilmesi sürecinde Güneş Dil Teorisi ve
Türk Tarih tezi, Türklerin kendilerine Osmanlı Đmparatorluğu ve Đslamiyet
öncesinden övünebilecekleri birtakım özelliklere sahip oldukları duygusunun
verilmesine yardımcı olmaları bakımından önemlidir.
112 BALĐ, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 98-99. 113
a.g.e., 64. 114
Bkz. Rıfat N. BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 65. 115 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 173.
298
Güneş Dil Teorisi, bütün dillerin başlangıçta Orta Asya’da konuşulan,
tarihin en eski dönemlerine ait olan tek bir dilden çıktığını, bütün diller içinde
bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu ve bütün dillerin Türkçeden
geçerek bu en eski döneme ait olan dilden gelişmiş olduklarını kabul
ediyordu. Kuergic adındaki Viyanalı bir “doğubilimcisi” tarafından icat edilen
bu kuram, Türk dilbilimcileri arasında kuşkuyla karşılanmıştı, buna rağmen
Mustafa Kemal Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ne bu kuramın ayrıntısıyla
incelenmesini emretmişti. Cemiyet’in 1936’daki üçüncü kurultayı bu kuramı
resmen kabul etti ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde
bu kurama ilişkin kurslar zorunlu hale getirildi116.
Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (sonradan Türk Tarih Kurumu) 1932’de
Ankara’da yapılan birinci kurultayında “Türk Tarih Tezi” ilk kez ortaya atıldı.
Mustafa Kemal tarafından kuvvetle desteklenen bu kuram, Türklerin aslen
Orta Asya’da yaşamış olduklarını ama kuraklık ve kıtlık yüzünden Çin,
Avrupa ve Yakındoğu gibi başka bölgelere göç etmek zorunda kalmış
olduklarını kabul ediyordu. Böylelikle Türkler dünyanın yüksek uygarlıklarını
yaratmışlardı. Sümerler ve Hititler aslında ilk Türklerdi. Türkiye’de “Türk’ün
(yeniden) icadı, tarihsel bir özne olarak “Müslüman”ın yerini aldı. 5.000 yıllık
bir halkın, Hititler’in vb. torunları olarak düşünülen “Türkler”di117. (1930’larda
kurulmuş olan iki büyük devlet bankasına Sümerbank ve Etibank adlarının
verilmiş olması bir tesadüf değildir. Ne yazıkkı adı geçen kuruluşlar “babalar”
gibi özelleştirilmiş ve daha sonrada ortadan kalkmışlardır.) Atilla ve Cengiz
Han, uygarlaştırma misyonunun icracıları olarak tanımlanmıştı. Bu kuram
Türklere kendi geçmişleri ve kendi ulusal kimlikleri için yakın geçmişten yani
Osmanlı döneminden bağımsız bir övünç duygusu vermeyi amaçlıyordu.
116 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 276-277. 117 Bobby SAYYID: “Zamanın Göstergesi: Dokuzuncu Haçlı Seferinde Savaşan Kâfirler ve Zındıklar,” Siyasal Kimliklerin Oluşumu, Der. Ernesto LACLAU, 1. Baskı, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Aralık 1995, 326.
299
Hititlerin (ve Truvalıların) ilk Türkler olduklarının söylenmesi, Anadolu’nun çok
eski zamandan beri bir Türk ülkesi olduğunu kanıtlama konusunda ayrıca bir
yarara sahip olup; Cumhuriyet yurttaşlarının köklerini böylece yaşadıkları
topraklara uzandırmış oluyordu.118 Bu iddia ile kanıtlanmak istenen Türklerin
ezelden beri bu topraklarda var olduğu, dolayısıyla modern Türk devletinin
Anadolu’nun “doğal mirasçısı” olarak uluslararası arenada tanınması
gerektiği idi119. Özellikle tarih ders kitaplarında, genç kuşaklara, Türk
ulusunun üstünlüğü, medeniyeti yaratanın Türk ulusu olduğu, büyük bir
geçmişe sahip olmaktan dolayı tarih boyunca düşmanlarının çok olduğu, bu
nedenle uyanık olunması gerektiği vb. söylemlerin sürekli olarak aktarıldığı
anlaşılmaktadır120. Ulusal kimlik inşası gerçekleştirilirken, ulusun geçmişi
Orta Asya'dan Anadolu'daki eski uygarlıklara kadar uzatılarak kendisine yeni
değerler atfetmesi, kendi geçmişiyle gurur duyması, atfedilen değerlerin
içselleştirilmesi amaçlanmıştır. Atatürk, ders kitaplarında sıklıkla yer verildiği
üzere, söylevlerinde Türk milletinin yüksek karakterini, çalışkanlık ve
zekiliğini, geçmişte büyük medeniyetler kurmuş olduğunu sıkça belirtmiştir.
Ulusun bu şekilde yüceltilişi, yoktan varedilmiş bir özellik de değildir. Bu
meziyetlerin yüzyıllar öncesinden gelen bir yetenek olduğuna ve fakat uzun
yıllardır unut(tur)ulmuş olduğuna ilişkin vurgu da dikkati çekmektedir. Ulusa
yönelik bu övücü sözler ona yeniden özgüven kazandırma amacını taşıdığı
gibi, aynı zamanda Atatürk'ün karizmatik konumunu da güçlendirdiği
söylenebilir. Dolayısıyla ulusun yüceltilmesinden hareketle, kişi kültüne ve
yüceltmeye bir geçişin olduğu da görülmektedir121.
118 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 277-278. 119 Aslı GÜR: “Üç Boyutlu Öyküler: Türkiyeli Ziyaretçilerin Gözünden Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Temsil Ettiği Ulusal Kimlik,” Türkiye’nin Toplumsal Hafızası, Der. Esra ÖZYÜREK, 1. Baskı, Đletişim Yay., Đstanbul, 2001, 221. 120 PARLAK, 96. 121 a.g.e., 135.
300
Türkleştirmenin bir başka boyutu da Türkçe olmayan yerleşme yerleri iIe
tabiî yer adlarının ulusal varlıkla yakından ilgili görülerek Türkçeleştirilmesidir.
Köy adları ve tesbit edilebilen "bağlı"larının adları, istasyon adları, karakol
adları, deniz fenerleri, burun, körfez, koy adları, incelenmiş, bunlardan Türkçe
olmayanlar Türkçeleştirilmişlerdir. Ad değiştirme çalışmalarında bütün ağırlık
yerleşme yerleri ile "bağlı"larına verilmiş, bunu müteakip tabiî yer adlarının
Türkçeleştirilmesi çalışmalarına geçilerek tabiî yer adları da
Türkçeleştirilmiştir. Köy adları ve bunların bağlı bulunduğu idari bölümleri
gösteren çalışmalara 1928 yılında başlanmıştır. Đlerleyen yıllarda yabancı
kökten geldiği anlaşılan ve karışıklığa yol açtığı tespit olunan, yaklaşık
olarak, 12.000 köy adı Đçişleri Bakanlığı bünyesinde çalışan «Yabancı
Adları Değiştirme Komisyonu» tarafından incelenerek Türkçe adlarla
değiştirilmiş ve kullanma alanına konmuştur. Günümüze gelinceye kadar
Türkiye’nin hemen hemen her tarafında Türkçe olmadığı düşünülen yerleşme
yerleri iIe tabiî yer adları değiştirilmiştir122.
Mustafa Kemal Atatürk, yeryüzünde Türk ulusundan daha büyük, daha
eski, daha temiz bir ulus olmadığını ve bütün insanlık tarihinde de
görülmediğini söylüyor123 ve Türkiye sınırları içerisinde yaşayan farklı
Müslüman etnik topluluklarla ilgili, bugünde sıkça tekrarlanan bir
değerlendirme de bulunuyor.
Atatürk şöyle diyor:
122 Bkz. T.C. Đçişleri Bakanlığı Đller Đdaresi Genel Müdürlüğü tarafından 1968’de Ankara’da yayımlanan “Köylerimiz” adlı kitabın “Giriş Bölümü”nde ve T.C. Đçişleri Bakanlığı Đller Đdaresi Genel Müdürlüğü tarafından 1977’de Ankara’da yayımlanan “Yeni Tabiî Yer Adları” adlı kitabın “Giriş Bölümü”nde çalışmaların amacı açıklanmaktadır. Adları değiştirilen yerleşme yerleri iIe tabiî yer adlarının eski ve yeni adları da söz konusu yayımlarda görülebilir. 123 Bkz. Mustafa Kemal ATATÜRK: Yurttaşlık Bilgileri, Haz. Nuran TEZCAN, Cumhuriyet, Haziran 1997, 13.
301
“Bugünkü Türk ulusunun siyasal ve toplumsal birliği içinde kendilerine Kürtlük, Çerkezlik, Lazlık ya da Boşnaklık düşüncesi aşılanmak istenmiş yurttaş ve ulustaşlarımız vardır. Ancak geçmişin zorbalık dönemlerinin bir sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, -düşmana alet olmuş birkaç, gerici/mürteci beyinsiz dışında- ulus bireyleri üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü ulusun bu bireyleri de genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlak anlayışına ve hukuka sahip bulunuyorlar.”124
Atatürk’e göre, Türk, zorbalık ve tutsaklık zincirlerini koparabilmek için,
iç ve dış düşmanlar karşısında kendi yaşamını ortaya atmış; çok kanlı ve
tehlikeli savaşımlara girmiş, sayısız özverilere katlanmış; başarılı olmuş,
ancak ondan sonra özgürlüğünü kazanmıştı. Bu nedenle özgürlük, Türk’ün
yaşamının ta kendisiydi125. Atatürk’ün söylemine daha yakından bakıldığında,
Çerkezliğin, Lazlığın, Kürtlüğün ya da Boşnaklığın gerçekte olmadığı, bu tür
etnik sıfatların ya da adlandırmaların yurttaşlara dışardan verilmeye
çalışıldığı, bazı düşmana alet olmuş gerici/mürteci dışında, yurttaşlar
üzerinde bu tür sıfat ya da adlandırmaların etkisinin olmadığı
söylenmektedir. Elbetteki bunu yapanlar iç ve dış düşmanlar olarak
kurgulanmaktadır. Söz konusu bu düşmanlar arasında en tehlikeli olanlar da
'istibdat/zorbalık devrinden kalma mürteci beyinsizler' olarak
ifadelendirilmektedirler126.
Türdeş ve homojen bir ulus inşa edilirken, iç düşman bu türdeşliği ve
homojen yapıyı bozabilecek bir tehdit ve tehlike olması bağlamında
ötekileştirilmektedir. Đçerdeki düşman kadar dışarıdaki düşman da, devrimci
kadronun gözünde, milletin en zayıf anını kolladığı için, içerdeki birlik ve
beraberlik, tüm millet fertlerinin kardeşçesine birbirine bağlanmaları, devletin
ve milletin geleceği açısından çok önemli görülmektedir. Örneğin Serbest
124 Mustafa Kemal ATATÜRK: Yurttaşlık Bilgileri, Haz. Nuran TEZCAN, Cumhuriyet, Haziran 1997, 23-24. 125 Bkz. Mustafa Kemal ATATÜRK: Yurttaşlık Bilgileri, 63-64. 126 Bkz. Đsmet PARLAK: Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 194-195.
302
Cumhuriyet Fırkası'na atfedilen ''dahildeki tahrikleri" elverişli dereceye varmış
sayan "hariçteki fesatçılar ve memleketimizin karışmasından çok faydalar
uman yabancıların, içerdeki fesadı körüklemekteki gayretlerini arttırmalarına
yol açtığı, hatta bazı şeyhlerle cahil halk kütlelerini ayaklandırdıkları, batıda
"düşman yangınından henüz çıkmış olan memleket”in, doğuda (Şeyh Sait
isyanı kastedilerek) yeni bir ateş içinde kaldığı açıkça ifade edilmektedir.
Oysa ki, siyasal, toplumsal, kültürel ve manen türdeş ve yek vücut bir toplum
olunabildiği takdirde, devlet ve millet/ulus ne içerden ne de dışarıdan bir fesat
ile karşılaşmayacaktır127.
Sınırlı bir toprak parçasına geri çekiliş, bu son kalenin de parçalanma
tehdidi, Anadolu’daki Müslüman farklı etnik grupları Türk kültürüne
yakınlaştırma politikalarıyla, dış güçlerle işbirliği yapabilecek potansiyel iç
tehditler olmaları durumundan hızla çıkarılmaları gereğini ortaya
koymaktaydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili ve eğitim dili Türkçe’ydi. Millet
sistemi ortadan kaldırılıp, ulus inşa edilirken farklı Müslüman etnik grupların
Türk kültürü çerçevesinde birleştirilmeleri gerekiyordu. Ayrıca
Müslüman-olmayanlar da ulus inşa sürecinin kapsamındadırlar. Böylelikle
devleti ve ulusu ile bölünmez bir bütün oluşturacak, ortak bir kültür, duyuş,
düşünüş biçimi oluşturulabilecekti. 1945 yılında Türkiye’de anadili Türkçe
olanların oranı yüzde 88; dini Đslam olanların oranı yüzde 98; kırsal kesimde
yaşayanların oranı yüzde 75; kentli oranı yüzde 25’ti128. Uluslaşma
politikasında kısmen başarılı olunduğu görülüyordu.
127 PARLAK, 196. 128
Bozkurt GÜVENÇ: “Cumhuriyet ve Kimlik: Konu, Sorun, Kapsam ve Bağlam” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Editör: Artun ÜNSAL, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 122.
303
“Şark vilayetlerinin ıslahı”, Kürt meselesinin Kemalist söylemdeki
adıdır. Đskân politikası esas itibariyle geleneksel Kürt bölgelerine Kafkas ve
Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesini hedeflemiştir. Şark Islahat Planı’nda
(1925 tarihli) önerilen bu politikanın kanuni çerçevesi, 2510 sayılı ve 10
Haziran 1934 tarihli Đskân Kanunu’na dayanır129.
Đskân Kanunu nüfusu "ırk" esasına göre yeniden yerleştirmeyi amaç
edinen bir kanundur. Kanun "Türkiye'de Türk kültürüne bağlılık dolayısıyla
nüfus toplanış ve yayılışının bu kanuna uygun olarak icra vekillerince
yapılacak bir programa göre düzeltilmesini" (md.1) öngörmektedir. Buna göre
Türkiye'de, Türkler, Türklüğe kazanılacak olanlar ve yasak bölgeler olmak
üzere üç yerleşme bölgesi tesbit edilmektedir. Fakat kanun, yerleştirme ve
özümleme politikası ile beraber bir de köylüyü toprak sahibi kılma amacı
gütmektedir130. Kanun ırkçı bir yerleştirme politikası ile birlikte feodal şeyhlik
ve ağalık kurumlarını da yok etmek istemiştir. Kanunun 10. maddesi, "Aşiret
reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir vesikaya veya
görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilat ve taazzuvları kaldırılmıştır"
demektedir. Bunlara ait topraklar devlete geçecek ve dağıtılacaktır131.
Kanunda "ırk" ve "Türk kültürüne bağlılık" sözleri sık sık geçmektedir.
Gerekçe bölümünde Kanun'un amacı şöyle anlatılmaktadır: "Ana dili Türkçe
olmayan nüfus terakümlerinin menine ve mevcutlarının dağıtılması şekillerine
ve bu suretle hars vahdetinin korunmasına ait tedbirlerin ittihaz ve tatbiki için
Hükümete kanunî selâhiyet alınması düşünülmüştür." Meclis'teki görüşmeler
sırasında da bir milletvekili kanunu şöyle savunmuştur: "Türk olmanın şeref
ve değerini bu topraklarda yaşayanların iliklerine kadar işletecek olan
Yerleştirme kanunu, inkılabın ana kanunlarından bir belli başlısı olmak
mümtazlığındadır."132
129 YILDIZ, 248. 130 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 145. 131 a.g.e., 146. 132 a.g.e., 169.
304
Doğu kalkınması meseleleri ile uğraşırken, bunun bir ucundan iskân
meselesine dayandığını da fark ettiklerini söyleyen Đnönü,
“Karadeniz bölgesinden Muş civarına, Van ve Diyarbakır bölgelerine muhacir getirdik, yerleştirdik.” 133
demektedir.
Zorunlu göç, iskân politikasının bir başka yüzüdür. Şeyh Said Đsyanı,
askeri ve idari tedbirlerin yanı sıra, bölgenin yeniden teşkilatlandırılmasına da
yol açmıştı. Đsyanla ilişkisi olduğu sanılan ya da problem çıkarabilecek
nitelikte olduğu düşünülen kişi ve gruplar Batı bölgelerine göç ettirilirken,
yerlerine Türk göçmenler iskân edilmişti... Ancak Kürtlerin zorunlu göçü, esas
itibariyle 1934 Đskân Kanunu ve 1935 “Tunceli Vilayeti Hakkında Kanun”dan
sonra gerçekleştirilmiştir (1946’da yürürlükten kalktı.)134
Zorunlu göç uygulaması Türk olmayan Müslüman unsurlarla sınırlı
kalmamış, Müslüman-olmayan unsurları, özellikle de Ermeniler ve Yahudileri
de içine almıştır. Đskân Kanunu çıkarılmadan önce, Đç Anadolu’nun kırsal
kesimlerinde yaşayan Ermeniler, azınlıkların toplu olarak bulundurulduğu bir
merkez olarak tasarlanan Đstanbul’a zorla göç ettirilmişlerdir. Trakya
Yahudilerinin Đstanbul’a göç ettirilmesi ise Müslüman-olmayan azınlıkların
tehciri ile ilgili en önemli olaydır135. Đskan Kanunu aslında Kürtleri hedef
alarak hazırlanmıştı, ancak azınlıkların asimile edilmeleri amacıyla yoğun
olarak yaşadıkları bölgelerden göçe zorlanıp başka bölgelerde iskân
edilmelerini de amaçladı. Trakya bölgesi bu açıdan özel bir önem arz etti.
Geçmişte birçok kere işgale uğramış olan Trakya’da meydana gelebilecek
muhtemel bir savaşa karşı Boğazlar’ın ve bölgenin askerî açıdan tahkim
133 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 270. 134 YILDIZ, 252-253. 135 a.g.e., 253.
305
edilmesine başlandı. Bu nedenle bölgede yaşayan ve daima kuşku ile
bakılan azınlıkların buradan uzaklaştırılmaları tasarlandı. Buna ek olarak
Trakya’da yerleşik Yahudi tacirlerin ve tefecilerin bölgedeki köylüler ve küçük
esnaf üzerinde kurduğu hâkimiyet de bölge halkını rahatsız ediyordu136. Rıfat
N. Balı, Đskan Kanunu’nun kabul edilmesinden yaklaşık iki hafta sonra Edirne,
Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli, Babaeski gibi yerleşim merkezlerindeki
Yahudi mahallelerine karşı bir yağma ve kıyıma girişildiğini, olaylarda
Yahudilere ait evler ve mağazaların yağmalandığını, kadınlara tecavüz
edildiğini, Yahudi tüccar ve esnafın dükkânlarının boykot edildiğini, bu olaylar
sonucunda Yahudilerin evlerini ve eşyalarını geride bırakarak veya yok
pahasına satarak Đstanbul’a kaçtıklarını ileri sürmektedir137. Olaylar meydana
geldikten hemen sonra hükümet duruma el koyacak, Đçiçleri Bakanı Şükrü
Kaya bölgeyi denetleyecek ve olaylara katılmış olan bir kısım kişiler
tutuklanacaktır. Ayhan Aktar da Trakya olaylarının sahneye konulması,
oynanması ve kötü etkilerinin ortadan kaldırılması sürecinin yönetimin bilgisi
ve yönlendirmesi sonucu gerçekleştiğini ileri sürmektedir138.
Türkiye, cumhuriyet kurulduğunda hemen hemen bütünüyle
Türk-Müslüman unsurların vatanı haline gelmişti. Ama, Đstanbul’daki ve
Đstanbul dışında Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ekonomik açıdan varlıklı az
sayıdaki Müslüman olmayan unsurlar, geçmişten bırakmış oldukları izlerin
etkisiyle tehdit olarak algılanmaya devam ediyorlardı. Onların da
Türkleştirilmeleri ve Türkçe konuşmaları lazımdı. Azınlıkların isimlerinin
Türkçeleştirilmesi, Türkçe’nin anadil olarak benimsenmesi ve kamusal
mekânlarda (umumi yerlerde) Türkçe konuşulmasının zorunlu kılınması,
136 BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 247. 137 Bkz. Rıfat N. BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 246. 138
AKTAR, 82.
306
Türkçe’nin genele mal edilmesinin politik araçları olarak ortaya çıkmıştır139.
Türk Ocakları’nın 1927 yılında düzenlediği Dördüncü Kurultay’da belli başlı
müzakere konularından biri azınlıkların Türkçe konuşturulmaları idi. Besim
Atalay, belediyelerin Türkçe konuşmayan halkı ikaz, telkin, hatta tehdit
ederek Türkçe konuşturabileceğini söyledi. Böyle bir tavra örnek olarak da
Türkçe konuşmayanlara para cezası uygulayan Balıkesir Belediyesi’ni, bir
diğer delege de Bergama Belediyesi’ni gösterdi.15 Ekim 1927 tarihinde
toplanan CHF büyük kurultayında kabul edilen tüzükte fırkanın amacı
“vatandaşlar arasında en kavî râbıtanın dil birliği, his birliği, fikir birliği
olduğuna kani olarak Türk dilini ve Türk kültürünü bihakkın tamim ve inkişâf
ettirmek“ olarak belirtildi. Fırka’ya girebilmek için de Türk kültürünü kabul
etmek şart koşuldu.
Dâr-ül–fünûn Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin 13 Ocak 1928
tarihinde düzenlenen yıllık kongresinde, tarihe “Vatandaş Türkçe
Konuş!“sloganıyla mal olacak olan, azınlıkları Türkçe konuşmaya mecbur
eden bir kampanyanın başlatılmasına karar verildi. Bu karar, azınlıkları
Türkleştirme sürecinde yeni bir sayfa açtı140.
3 Mart 1924 tarihli Tevhid –i Tedrisat Kanunu ile, ülke içindeki bütün
okulların Eğitim Bakanlığı’na bağlanmasının hemen ardından yayınlanan bir
genelgeyle, azınlık okullarının uyacağı kurallar tespit edildi. Buna göre, sözü
geçen okullarda, dinî esasa dayalı eğitim ve din propagandası yapılmayacak,
okul binalarında dinî semboller ve işaretler bulundurulmayacak, salipler
indirilecek ve okul kitaplarındaki Hıristiyan din büyüklerinin resimleri
139 YILDIZ, 286. 140
BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 134-135. 1928 yılının Ocak ayında başlayacak olan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasının hızı Nisan ayında yavaşladı, ancak Rumlar ve Yahudiler vapurlarda Rumca ve Đspanyolca konuşmaktan kaçınmaya devam ettiler. Bkz. Rıfat N. BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 147.
307
çıkartılacaktı. 26 Eylül 1925 yılında düzenlenen 3965 sayılı genelgeyle de,
azınlık okullarında yürütülen derslerde Türkler, Türk devleti ve Türk tarihi
aleyhinde herhangi bir ifadenin kullanılması yasaklandı. 1926 tarihli
genelgede de, azınlık okullarında okutulacak olan Türkçe, Türk Tarihi ve Türk
Coğrafyası derslerini verecek olan öğretmenlerin Bakanlıkça tespiti
öngörüldü141. Azınlık okullarındaki Türkçe eğitim konusundaki denetim,
Kasım 1937’de Eğitim Bakanlığı’nın her azınlık okuluna bir müdür yardımcısı
atamasıyla devam etti. Azınlık okullarında Türkçe, Tarih, Coğrafya ve Yurt
Bilgisi derslerini verecek olan Türk öğretmenlerin seçiminin Eğitim
Bakanlığı’nın görev kapsamına alınması ve bu öğretmenlerin seçiminde
oldukça titiz davranılmasıyla, adeta azınlık okullarına devam edecek
öğrencilerin bu dersler aracılığıyla Türk kültür ve tarihinin bir parçası
yapılmaları amaçlanmıştır142.
Adların Türkçeleştirilmesi azınlıkların Türkleşmeleri ve
algılanmalarındaki farklılıkları kaldırmada önemli bir rol oynamıştır.
Kendilerinin topluma bağlılıklarının bir ispatı olarak veya dışlanmamak için
Türkçe adlar almaya başlamış olan azınlıklar için bu süreci hızlandıran bir
olay da 21 Haziran 1934 tarihinde TBMM’de kabul edilen Soyadı Kanunu
oldu. Bu kanunla, her Türk vatandaşı öz adından başka bir de soyadı
taşımaya mecbur kılındı. Soyadı Kanunu’nun 3. maddesi “aşiret ve yabancı
ırk ve millet” adlarının soyadı olarak kullanılmasını yasakladı. Buna neden
olarak da bu tür soyadlarının “millet birliği mefkûresini rencide edeceği”
gösterildi. Rumlar soyadlarından –dis ve -pulos takılarını attılar. Aynı
soyadların alınmasını önlemek için gazeteler okurların seçtikleri soyadlarını
yayımladılar. Musevî Lisesi kâtibi Baruh bu alanda Yahudiler arasında
öncülük yapmak isteyip “kuvvetli” anlamına gelen Batu soyadını almak
istediğini söyledi. Bu vesileyle azınlıkların öz Türkçe adlar almakta biraz
gayret etmeleri gerektiği, Türk soyadı almakla Cumhuriyet yasalarınca
141 OKUTAN, 167-168. 142 a.g.e., 171-172.
308
kendilerine tanınmış olan eşitliğe karşı onların da sevindiklerini
gösterebilecekleri hatırlatıldı. Azınlıkların toplum içinde yadırganmalarının
yabancı ad ve soyadları yüzünden olduğu ileri sürülerek azınlıkların öz
Türkçe adlar almaları halinde ruhen ve şeklen Türkleşecekleri ve böylece
hiçbir kapının artık yüzlerine kapanmayacağı savunuldu143.
Cumhuriyet kurulduğu dönemde, Osmanlı Devleti döneminde egemen
konumda bulunan Rum ve Ermeni tüccar ve esnafın büyük bir bölümünün
Türkiye’yi terk etmelerinden sonra özellikle perakende ticaret alanında doğan
boşluğu Yahudi tüccarlar doldurmuştu. Ticari rekabet ve azınlıkların halen
ticarete egemen olmalarının yaratmış olduğu bir tepki vardı. Türkleştirme
politikaları iktisadi yapının da Türkleştirilmesini içerdi. Đkinci Dünya Savaşı
yıllarında, 11 Kasım 1942 günü TBMM’de görüşülerek kabul edilen 4305
sayılı Varlık Vergisi Kanunu bu anlamda önemli bir aşamayı oluşturdu.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde Đnönü, şöyle diyordu :
“Bulanık zamanı bir daha ele geçmez fırsat sayan ve elinden gelse soluduğumuz havayı bile ticaret malı yapmağa yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politik tutkuları için büyük fırsat sayan ve hangi yabancı hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir ulusun bütün yaşamına küstah bir şekilde kundak koymaktadır. Üç beş yüzü geçmeyen bu insanların, vatana, karşı açık olan zararlarını gidermek yolu, elbette vardır.” 144
Đnönü’nün bu konuşmasının üzerinden çok zaman geçmeden Varlık
Vergisi kanunu gündeme geldi. Başbakan Şükrü Saraçoğlu Varlık Vergisi
kanunuyla güdülen ulusal amacı şöyle açıkladı :
“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen
143 BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 287-289. 144 Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, Đstanbul, Milliyet Yayınları, Mart 1977, 263.
309
olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” 145
Varlık vergisi, savaş koşullarında meydana gelen aşırı kazançları
vergilendirmeyi amaçlıyordu. Ancak uygulama tamamiyle hatalı oldu.
Uygulamada vergi tahakkuk ettirilecek kazanç sahiplerinin mükellefiyet
derecelerini tespit edecek komisyonlar bu tespitleri tamamen ırkî kıstaslara
göre yaptılar. Vergi mükellefleri Müslüman (M),
Müslüman-olmayan/gayrimüslim (G) ve Dönme (D) olarak sınıflandırıldılar.
Müslüman-olmayan/gayrimüslim ve Dönmelere, Müslümanlara oranla çok
daha fazla vergi tahakkuk ettirildi. Vergiyi ödeyemeyenlerse Aşkale ve
Sivrihisar’daki çalışma kamplarına gönderildiler146.
Azınlık tüccarları Müslüman tüccarlar tarafından ikame edildiler ve bu
da Türk toplumunun ve iş âleminin mensupları ve seçkinleri tarafından kabul
edildi. Kabul edilmesinin gerisindeki en önemli neden de Cumhuriyet’in
kuruluşundan beri süregelen azınlıkların güvenilir unsurlar olmamaları
kanaati dolayısıyla bu toprakların “aslî sahipleri” olan Türklerin ticaret
âleminde de söz sahibi olmaları arzusu ve iradesiydi147.
Bu arzu büyük ölçüde gerçekleştirilmiş olmasına karşın, zamanımızda
bile bir Yahudi, Ermeni ya da Rum kökenli birilerinin Türkiye’deki ticari
faaliyetlerine veya toprak veya gayrimenkul almasına geçmişle ilişki kurularak
kuşkuyla bakılmaya devam edildiğini açıklıkla görebiliyoruz.
Cumhuriyet hükümetleri, Türkleştirme politikalarıyla Kürtler dışındaki
Müslüman etnik grupları Türk kültürüne yakınlaştırılarak mesele olma
potansiyellerini ortadan kaldırmayı başarmışlardır. Ancak, Kürtler mesele
olacaklar ve Cumhuriyetin başından beri hem iç hem de dış politika
145 a.g.e., 263. 146 BALĐ: Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 434-435. 147 a.g.e., 550.
310
konularında Türkiye’yi sıkıntıya sokan bir konu olarak ön sıralardaki yerini
korumaya devam edecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlere, Kürt oldukları için parlamentoya
seçilemeyeceklerini, hiçbir zaman söylememiştir. Bu dönemde Türkçe okuma
ve yazma bilen Kürtlerin mevcut olduğu ve bir kısım Kürt’ün parlamentoya
seçilebildikleri de bilinmektedir. Ancak bu temsilciler parlamentoya Kürt
olarak değil, Türk olarak seçildiler148.
Bu mantık, özümseme yoluyla dışlamanın, diğer bir deyişle, ulus
devletin kuruluş mantığıdır. Türk ulusunun Türk etnisi ekseninde
tanımlanması, etnik farklılıkları doğrudan ulusal farklılıklara dönüştürdüğü
için, etnik farklılıkların telaffuzu bir tabu haline gelmiş, mesela, “Kürt”
kelimesinin telaffuz edilmesi, Türkiye’de ancak 1980’lerin ikinci yarısından
itibaren resmi söylemde “spontane biçimde” meşruiyet kazanabilmiştir149.
3 - Kemalist Ulusun Devletle Bütünleşmesi
24 Haziran 1927’de CHF tüzüğünde yapılan değişiklikle milletvekili
adaylarını belirleme yetkisi parti Genel Başkanı’na bırakıldı. Bu değişikliğin
anlamı bu tarihten sonra Cumhurbaşkanı ve Cumhuriyet Halk Fırkası Genel
Başkanı Mustafa Kemal’in artık partisinin milletvekili adaylarını bizzat
kendisinin seçmesiydi.
148 YEĞEN: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 120. 149 YILDIZ, 300.
311
Mustafa Kemal’in Cumhuriyet Halk Fırkası’nın sorgusuz sualsiz ülkeyi
idare etmeğe başladığı bir dönem başlıyordu.
CHF’ye üye olma şartları, partinin 1923 Tüzüğü’nün üçüncü maddesine
göre, “Halk Fırkasına, “Her Türk ve Hariçten gelip Türk tabiiyet ve harsını
kabul eden her fert dahil olabilir.”di. 1927 Tüzüğü’nün sekizinci maddesi Türk
kültürünü ve partinin bütün ilkelerini benimsemeyi üyelik şartları olarak sayar.
1931 Tüzüğü üyelik şartlarına Türkçe konuşabilmeyi de ekler150.
Türkçe konuşan, Türk kültürüyle yetişmiş ve Cumhuriyet’in değerlerine
sadık herkes, Türk olarak kabul edilmektedir.
1927 yılında yapılan kongrede CHF, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı bir
siyasi cemiyet olarak tanımlanmış ve “Parti, devlet ve millet işlerinde din ile
dünyayı birbirinden ayırmayı en önemli esaslarından sayar.” denilmiştir.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ana ilkeleri sayılan ve “6 Ok” biçiminde
belirginleşen ilkeleri 10-18 Mayıs 1931 tarihleri arasında toplanan “üçüncü
büyük kongresi”nde Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik
ilkelerinden sonra, Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri de CHP tüzük ve
programına girmesiyle Parti’nin “6 Ok”u tamamlanmıştır151.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasal alanda tam bir tekel kurmasına ve
siyasal niteliği de olan kuruluşların parti içinde eritilmesine yönelik program,
hızla uygulamaya konuldu. Devletin toplumsal ve siyasal olanın her
150 a.g.e., 142. 151 Bkz. Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 113 ; Bkz. Hikmet Bila, 81-82.
312
gözeneğine sızma çabası, Đttihat ve Terakki siyasetinin temel özelliklerinden
birisi olmuş ve bu durum ulus – devlet yaratma sürecinde Cumhuriyet Halk
Partisi kadrolarınca da uygulanmıştır.
Türk Ocakları lağvedildi ve yerine partiye bağlı olarak Halkevleri
kuruldu. Kırsal kesimde ise 1940 yılından sonra Halk Odaları kuruldu.
Halkevleri, Türk Devriminin değerlerinin korunmasına, yayılmasına ve halk
tarafından benimsenmesine çalışacaktı.
Mason Derneği 10 Ekim 1935 tarihinde malvarlığının Halkevlerine
bağışlanması suretiyle lağvedildi. Türk Kadınlar Birliği ise 19 Mayıs 1935
tarihinde kapatıldı.
Parti, parti örgütü ile devlet örgütünü birbirini tamamlayan bir birlik
olarak kabul ediyordu. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi, Recep Peker
(Genel Sekreter)’in düşündüğü gibi siyasal alanda bir tekel kurmayı başardı.
15 Haziran 1936 tarihinde parti Genel Sekreteri Recep Peker
görevden alınmış ve Parti ile Hükümetin birleştirilmesi kararı, Genel Başkan
Vekili Đsmet Đnönü’nün 18 Haziran 1936 tarihli şu genelgesiyle ilan edilmiştir:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin, memleketin siyasal ve sosyal hayatında güttüğü yüksek amaçların gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak ve Parti’nin gelişmesini artırmak ve hızlandırmak için bundan sonra Parti faaliyetiyle Hükümet idaresi arasında daha sıkı bir yakınlık ve daha ameli bir beraberlik sağlanmasına Genbaşkurca karar verilmiştir. Bu amaçla :
313
1–Đçişleri Bakanı, Genyönkurul üyeliğine alınmış ve kendisine Parti’nin Genel Sekreterlik görevi verilmiştir.
2 –Bütün illerde, il parti başkanlığına ilin valisi memur kılınmıştır. 3– Genel müfettişler, bölgeleri dahilinde bütün devlet işlerinin olduğu
gibi, Parti faaliyet ve örgütünün de yüksek murakıp ve müfettişidirler. 4 –Đllerde ilyönkurulca seçilmiş bulunan başkanlar, üye durumunu
almış ve atanmış ya da mahallince seçilmiş milletvekili başkanların başkanlık görevleri sona ermiştir.
5–Bu beyannamenin gereklerini Parti Genel Sekreteri olmuş
bulunan Đçişleri Bakanı izleyecek ve düzenleyecektir. 6–Yukarıdaki maddeler bütün Parti örgütüne, illere ve Genel
Müfettişliklere tebliğ olunmuştur.”
Đnönü’nün bu genelgesiyle, ülkede tek parti egemenliği kesinlikle
sağlanmış olmaktadır. Öyle ki, bu karar, memurların siyasal cemiyetlere
girmesini yasaklayan Cemiyetler Kanunu’nun 9. maddesiyle çeliştiği halde,
Atatürk, bu maddenin değiştirilmesini önerenlere şu sözleri söylemiştir:
“Ben bu maddede değiştirilecek birşey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasi cemiyetlere girememesinden amaç, onların benim partimden başka bir partiye katılamaması demektir. Bu bakımdan bu madde hatta yararlıdır ve katiyyen değiştirilmemelidir”. 152
Parti devlet birlikteliği CHP’nin devletle bütünleşmesi anlamına geldiği
gibi, CHP’nin, devlet aygıtı içinde tamamen erimesi anlamına da gelmektedir.
Partinin, bağımsız varlığı ve örgütü, resmen, fiilen ve hukuken ortadan
kaldırılmış oluyordu.
152 Hikmet BĐLA, 116-117.
314
Devlet aygıtı, devlet bürokrasisi, CHP'yi teslim alıyor ve devlet
katındaki üst düzey yönetici ve bürokratlara, aynı zamanda, CHP'yi
düzenleme ve yönetme görevi de veriliyordu153.
5 Şubat 1937 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle Cumhuriyet Halk
Partisi’nin altı oku Anayasa’ya katıldı ve Türk Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi,
halkçı, devletçi, laik ve devrimci bir devlet olarak tanımlandı.
Bu değişiklik Cumhuriyet Halk Partisi ile Türk devletinin tamamen
kaynaşmasına resmen onay verilmesi ve Kemalist ideolojinin devletin resmi
doktrini olarak ilan edilmesi anlamına geliyordu 154. Kemalist devlet düzenini
korumak ise, Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce, 29 Ekim günü
Cumhuriyetin 15. yıldönümü dolayısıyla, yayınladığı mesajında ifade ettiği
şekliyle, görevi
"Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan…."
Orduya düşüyordu155.
25 Ocak 1939’da Celal Bayar hükümetinin istifasının ardından kurulan
Refik Saydam Hükümeti zamanında, 29 Mayıs 1939’da başlayan Cumhuriyet
Halk Partisi’nin 5. Kurultayı’nda alınan kararla parti-devlet birlikteliğine ve
partinin bürokrasi üzerindeki denetimine son verildi.
153 Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:2, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003, 15-16. 154 KAPLAN, 180. 155 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 113.
315
Bu karara karşın, devlet Kemalist kimliğini korumaya ve sürdürmeye
devam edebildi. Türk ulusal kimliği, büyük ölçüde Cumhuriyetin ilk on beş yılı
içerisinde şekillenmiş ve daha sonraki yıllarda da oluşturulan kurumlar
aracılığıyla toplumun yeni kuşaklarına yeni birikimlerle birlikte aktarılarak
oluşumunu sürdürmüştür.
4 –Atatürk Sonrası Döneme Kontrollü Geçiş
Cumhuriyetin ilânıyla Atatürk Cumhurbaşkanı seçildiğinde Başbakan
olan Đsmet Đnönü, Cumhuriyetin ilânından itibâren, 21 Kasım 1924-2 Mart
1925 târihleri arasında görev yapan Fethi Okyar Hükümeti dışarıda tutulacak
olursa, 1937 yılının Eylül ayına kadar kesintisiz biçimde Başbakanlık
yapmıştır. Đnönü, Atatürk döneminin değişmez Başbakanı; tek-parti iktidarının
"Đkinci Adamı" olarak yeni bir devletin ve onun ulusunun kuruluşunu
gerçekleştirmişlerdir. Atatürk’e göre, bu dönemde içerideki ve dışarıdaki rejim
aleyhtarları, kalan tek ümitlerini de kendisi ile Đnönü arasında çıkacak bir
anlaşmazlığa bağlamışlardır. Bu, Đnönü’nün de hatırdan çıkarmaması
gereken bir durumdur156.
Ancak, Atatürk ve Đnönü arasında 1937 yılına gelindiğinde bazı
anlaşmazlıkların bir Başbakan değişikliğini gündeme getirdiği görülecektir. 18
Eylül 1937’de Atatürk ile Đnönü, Ankara'dan Đstanbul'a gitmek üzere birlikte
trenle hareket ederler. Atatürk’ün hükümete müdahaleleri ve özellikle Hatay
ve 10 Eylül 1937'de toplanan Nyon Konferansı ve Konferans sonunda oluşan
Nyon Antlaşması metni konusunda yaşanan görüş ayrılıklarının da etkisiyle
156 Bkz. Abdi Đpekçi ile Đsmet Đnönü’nün mülakatından yapılan aktarım için Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 49-50.
316
trende Atatürk ile Đnönü arasında yalnız geçen bir görüşme sırasında
Đnönü'nün Başbakanlıktan çekilmesi ve yerine Celâl Bayar'ın geçmesi
kararlaştırılır. Đnönü, Atatürk'ün kendisine seçenek olarak ortaya attığı Bayar
adını samimî olarak benimsemiştir157. 20 Eylül'de, Anadolu Ajansı'nca
yayınlanan resmî bir tebliğ ile, Đsmet Đnönü'nün görevinden izin alarak
ayrıldığı haberi kamuoyuna duyurulur:
"Başvekil Malatya mebusu Đsmet Đnönü'ye, talep ve ricası üzerine, Reisicumhur Atatürk tarafından birbuçuk ay mezuniyet verilmiş ve Başvekâlet vekâletine Đktisat Vekili Celâl Bayar tâyin edilmiştir." 158
Atatürk ile Đnönü arasında bir anlaşmazlığın en ufak bir belirtisinin dahi
verilmemek istendiği anlaşılmaktadır. Cemil Koçak’ın dönemin Cumhuriyet,
Tan ve Ulus gazetelerinden yaptığı aktarımlardan anlaşıldığına göre, Đnönü,
doktorların istirahat gereğini görmeleri üzerine Cumhurbaşkanı’ndan
istirhamda bulunmuştur; Başbakanın sağlık durumunda endîşe edilecek bir
durum da bulunmamaktadır. Celal Bayar’ın Başbakanlığa getirileceğinden
yabancı devletler de haberdâr edilmiştir. Değişiklik, hiçbir fikir ihtilâfından
doğmamıştır. Atatürk ile Đsmet Đnönü arasındaki arkadaşlık ve sevgi her
vakitki kadar derin ve samimî şekilde devam etmektedir. Bir büyük asker ve
diplomata ihtiyaç gösteren makam, bu yeni devrede bir iktisatçıya lüzum
göstermiştir. En kestirme yol, bu iktisatçıyı doğrudan doğruya işbaşına
getirmek; para, ziraat, iktisat şeklinde olan memleket dâvaları ile yeni bir
tarzda ve yeni usûllerle uğraşmasına imkân bırakmaktır. Celal Bayar, yalnız
Đş Bankası'nı değil, Türkiye'de modern millî bankacılık hayâtını kurmuş ve
mâliye ve iktisat âleminin Türk unsuru ile kadrolanmasını temin etmiştir.
Atatürk'ü seven herkes Celâl Bayar'ın yardımcısıdır159. Başbakanlık görevini
vekâleten yürüten Đktisat Bakanı Celâl Bayar, 25 Ekim 1937’de, Đsmet
Đnönü'nün bu görevden resmen istifası sonucunda, yeni Hükümeti kurmuştur.
157 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 63-64. 158 KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 66. 159 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 70-75.
317
Yeni kurulan Bayar Hükümeti ile istifa eden Đnönü Hükümeti karşılaştırılacak
olursa, yeni hükümetin, tek bir farkla, eskisinin aynı olduğu görülür. O da
Celal Bayar’la çalışmak istemediğini Atatürk’e ifade etmiş olan Refik
Saydam’dır160.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölmesinin ardından 11
Kasım günü toplanan Millet Meclisi, Đsmet Đnönü’yü Cumhurbaşkanı seçti.
Cumhurbaşkanı seçiminden sonra Bayar, hükümetin istifasını Đnönü'ye sunar
ve Đnönü, Bayar'a yeniden Başbakanlık görevi vererek, kendisinden yeni
hükümeti kurmasını ister. Bayar yeni hükümeti, aynı gün, 11 Kasım'da
açıklar161. Đnönü ile Bayar'ın, yâni Atatürk'ün iki eski Başbakanının,
Atatürk'ten sonra, Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak, birlikte görevde
bulunmaları, içte ve dışta, Atatürk dönemi ve sisteminin süreceği yolunda bir
işaret olarak yorumlanacaktır. Bu dönemde gerek içeride gerekse dışarıda
Atatürk'ün kurduğu sistemin devam edip etmeyeceği yolunda kuşkuları
olanlara böylelikle cevap verilmiş olmaktadır162.
Đnönü, Cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından, değişik nedenlerle
ve değişik dönemlerde Atatürk’le ve kendisiyle anlaşmazlık içerisine girmiş
olan ve siyasal alanın dışında bırakılan kişilerin, bir geçiş döneminde, bu kez
de yeni yönetime muhalefet edebilecekleri endişe ve kuşkusunu
duymaktadır. Atatürk'ün ölümünden sonra ilk iş olarak iç güvenliğin tesisinin
gerekli olduğunu düşünen Đnönü, eski muhalifleri siyasal alanın içerisine
çekerek, onlara yönetimde görevler vererek içerideki olası siyasal
anlaşmazlıkların önüne geçmeyi tasarlamıştır 163.
Ayrıca, Đnönü, parti–devlet birlikteliğine son verilen 1939 yılındaki 5.
160 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 80. 161 KOÇAK, Cilt:1, 144. 162 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 151. 163 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 173-174.
318
Kurultay’da, Parti içinde “denetim” amacıyla bir Müstakil Grup oluşturulmasını
sağlamıştır. Oluşturulması kararlaştırılan Müstakil Grup 21 kişiden
oluşacaktır. Tamamen Genel Başkan’a bağlı olarak çalışacak olan bu Grubu
Genel Başkanca seçilecek olan bir Genel Başkanvekili yönetecek ve üyeleri,
Meclis Grup toplantılarına katılmakla birlikte oy kullanma hakkına sahip
olmayacaklardır. Müstakil Grup üyeleri hükümette yer almayacaklardır.
Böylece, Đnönü de 1943’deki 6. Kurultay’da sayısı 30’a çıkarılacak olan
Müstakil Grup’la kendi döneminin güdümlü muhalefet hareketini kontrollü bir
şekilde yaratmış olmaktadır164. Böylelikle hem CHP dışındaki muhalefet hem
de parti içindeki muhalefet Đnönü’nün liderliğindeki CHP içerisinde kontrol
altına alınmış olmaktadır.
Atatürk'ün ölümünden sonra devlet otoritesi de ancak bu şekilde
sarsılmaksızın sürdürülebilecektir. Đnönü, eski muhaliflerin yeni dönemde
yönetimde görev almalarını sağlarken, eski muhalifler de, Millî Mücâdele'deki
ve Atatürk dönemindeki siyâsî anlaşmazlıkları, çatışmaları ve siyâsî
tasfiyeleri, Atatürk ile olan anlaşmazlıklarını gündeme getirmemeyi, eski
dönemi ve yönetimi tartışmamayı, bir başka ifâdeyle, eski defterleri
kapatmayı, geçmişe sünger çekmeyi kabul ediyorlardı.165 Böylelikle Kemalist
fikir ve ilkelerin tartışmaya açılmasının, ulusal birlik ve bütünlüğün simgesi
haline gelen Atatürk’ün kişisel anlaşmazlıkların konusu haline getirilmesinin iç
ve dış düşmanları cesaretlendirmesinin de önüne geçilmiş oluyordu. Bu
dönemde Kâzım Karabekir Paşa, milletvekili seçilerek Meclis Başkanı
olurken, Fethi Okyar, Londra’daki Büyükelçilik görevini bırakarak Bolu
milletvekili seçiliyor ve Refik Saydam kabinesinde Adalet Bakanı oluyordu. Ali
Fuat Cebesoy, Ulaştırma Bakanı olmuştu. Eski Milli Mücadele liderlerinden
Rauf Orbay da milletvekili olanlar arasındaydı. Bu arada, Atatürk’ün Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras ise büyükelçi olarak Londra’ya atanmıştı.
164 Hikmet BĐLA, 160-161. 165 KOÇAK, Cilt:1, 181-182.
319
D - CUMHURĐYET'ĐN YA DA KEMALĐZMĐN DIŞ POLĐTĐKASI
1- Atatürk Dönemi
28 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan’ın kabul ettiği Misak-ı Milli /Ulusal
And ile tespit edilen ilkeler, Türk dış politikasının temelini oluşturmuştur.
Hükümeti, Đsmet Paşa’ya, orduyu, Fevzi Paşa’ya emanet eden ve bu
konularda ayrıntılarda uğraşmayan Atatürk, yalnız Türkiye’nin dış politikasına
devamlı bir ilgi göstermiştir 166.
“Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır."
diyen Atatürk’ün iç ve dış politika arasındaki ilişkiye ve Türkiye’nin dış
politikasına ilişkin değerlendirmesini "Söylev"inden aktarmak yerinde
olacaktır.
“Baylar, dış siyasanın en çok ilgili bulunduğu ve dayandığı temel, devletin iç örgütüdür. Dış siyasa, iç örgütle uyarlı olmak gerekir. Batı’da ve Doğu’da, yaratılışı, kültürü ve ülküsü başka başka olan ve birbirleriyle bağdaşmayan toplumları tek sınır içine almış bir devletin iç örgütü, elbette temelsiz ve çürük olur. Bu durumda dış siyasada köklü ve sağlam olmaz. Böyle bir devletin, özellikle iç örgütü ulusal olmaktan çok uzak olduğu gibi, siyasal yöntemi de ulusal olmaz...
Đslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanamamaktadır...
Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların kafalarda ve insanların
166 Bkz. Falih Rıfkı ATAY: Çankaya, 435.
320
öz yapılarında yerleştirdiği gerçekler karşısında, düşçü olmak kadar büyük yanılgı olamaz. Tarihin dediği budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir.”167
Osmanlı Devleti’nin, çöküşüne irili ufaklı rollerle katkıda bulunan aktörler
olarak yabancı devletlere yönelik bir düşmanlık hissi gelişmiştir. Ulusal
Mücadele ise ulusalcıları Osmanlı’nın çöküşüne katkıda bulunan Batılı
devletlere yönelik olumsuz algılamalarını daha da derinleştirmiştir.
Anadolu’nun önemli bir bölümünün Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri
tarafından işgal edilmesi, Batı’nın, Anadolu’ya yönelik “tezgâhının” bir başka
kanıtı olarak algılanmıştır168.
1920’lerin böylesi bir hissiyat tarafından koşullanan politik iklimi, “bütün
yabancı devletlerin Anadolu’yu bölmek istedikleri” şeklinde bir komplo
teorisinin geliştirilmesi için oldukça müsait bir zemini oluşturmuştur.
15 Şubat 1924’te Đzmir’de düzenlenen ve Mustafa Kemal, Đsmet, Kâzım
Paşaların katılımıyla, Fevzi Paşa’nın idaresi altında düzenlenen Savaş
oyunları cumhuriyet yöneticilerinin tehdit algılamalarını yansıtması
bakımından dikkat çekicidir.
Lozan Barış Andlaşması’nda tatmin edilemeyen, diktatör Mussolini’nin
faşist idaresi altındaki Đtalya ile mağlup Yunanistan’ın yeniden ihtirasa
kapılarak Türkiye aleyhine ittifak ettikleri, Đtalya’nın Đzmir’le Antalya arasındaki
Türk arazisini; Yunanistan’ın Doğu Trakya’yı ilhak etmek maksadıyla karadan
167 ATATÜRK: Söylev, 228-229. 168 YEĞEN: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 150.
321
ve denizden Türkiye’ye taarruz edecekleri farz olunmuştu169. Đtalya’nın yeni
Türk devletini tehdit ettiği algılaması içerisindeki Atatürk, Musul işinde
fedakârlık etmekte tereddüt etmeyecek, Kürt ayaklanmaları da Türk
ordusunun çabasıyla bastırılacaktır170.
Musul Sorunu, Milletler Cemiyeti’nde görüşülürken geçmişte olduğu gibi
yine Hıristiyanlara karşı Türklerin mezalim yaptiğı iddiaları ortaya atılmıştır.
Đngiltere, Atatürk'ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın ifadesiyle, Fransa’yı
da ardından sürüklemiş, Milletler Cemiyeti kararını Türkiye’ye zorla kabul
ettirmek için, faşist Đtalya ile bile özel bir anlaşma imzalamaya çalışmıştır.
Karar, özetle şudur:
“Osmanlı Đmparatorluğu devrinde, Musul vilayeti olarak anılan geniş arazi, 25 yıl süre ile Đngiltere mandasına bırakılmıştır.”171
Musul hakkındaki kararı tanımamak Türkiye’yi ister istemez Đngiltere'yle
yeni bir savaşa sürükleyecekti. Faşist Đtalya, Türkiye üzerine yürümeye
hazırdı. Atatürk ve Hükümeti bunu çok iyi biliyordu. Bunun içindir ki,
Aptülahat Akşin,
"… bağrımıza taş basarak Musul’u bırakmaya razı olduk.”172
demektedir. Đnönü, Musul meselesi üzerinde varılan anlaşmanın aşağı yukarı
Lozan’da Đngiltere Hükümeti’nin takip ettiği esaslar çerçevesinde kaldığını ve
169 Ali Fuat CEBESOY: Siyasî Hâtıralar (II. Kısım), 64-65. 170 Bkz. Abdulahat AKŞĐN, 221. 171 Bkz. Tevfik Rüştü ARAS: Görüşlerim, Đstanbul, Yörük Matbaası, 1968, 215. 172 Aptülahat AKŞĐN, 130.
322
şüphesiz Türkiye için tatminkâr bir netice olmadığını ifade etmektedir. Fakat
daha ileri bir netice elde etmek de mümkün değildir. Đnönü,
“Cemiyeti Akvam Meclisi, onun komisyonları, hakemleri, hiçbirisi tarafsız olarak hüküm verecek vaziyette değillerdi. Herkes başından beri Đngiliz noktainazarını savunuyordu. Đşin bu noktaya varacağı daha Lozan’da iken belli olmuştu.” 173
demektedir. Đnönü, Musul’u istediklerini, fakat kurtarmaya imkân olmadığını
ileri sürmektedir. Türkiye’nin Lozan’da yapabildiği, Musul sorunundan dolayı
barışı kesintiye uğratmamak olmuş, 1926 yılında da fedakârlık yapılmıştı.
Çünkü, barış dönemine girdikten sonra Türkiye kendi iç sorunlarıyla
uğraşırken, barışı devam ettirmek, Đnönü’nün ifadesiyle davaların en başında
geliyordu174.
Avrupalı devletlerin Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları korumaya
çalışmaları ve onlar adına imparatorluktan bazı taleplerde bulunmaları,
Osmanlı devlet adamlarını özellikle inciten olgulardandı. Kâzım Karabekir,
Osmanlı’nın çökmesine yol açan önemli bir neden olarak algılanan
yabancıların ıslahat taleplerinden alınan derslerin sonucu olsa gerek;
“Avrupa’nın bunca yıllardan beri ıslahat yaygarası Türkiye’nin tedrici olarak parçalanması maksadına matuftur. Islahat ne kadar radikal olursa Türkiye arazisinin bir parçasının, başkasının eline geçmesi o kadar çabuk olur”175
demektedir.
173
ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 233. 174 Bkz. Đsmet ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 233. 175 KARABEKĐR: Kürt Meselesi, 133-134.
323
Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, Birinci Dünya Savaşı
tecrübesinin gözleri önünden asla gitmediğini; mecbur olmadıkça ve
savunma gereği belirmedikçe acele ittifaklara koşmanın ne büyük yanlışlık
olduğunu iyice öğrenmiş olduklarını ifade ediyor176. Bu dönemde yapılan
andlaşmalar hep tarafsızlık, saldırmazlık, dostluk, iyi komşuluk, işbirliği
niteliğinde olan anlaşmalardır. Yunanistan ile 30 Ekim 1930'da Dostluk,
Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması, 14 Eylül 1933'de de Samimî
Antlaşma Misâkı imzalanır. Arnavutluk ile 15 Aralık 1923'de Dostluk
Antlaşması, Bulgaristan ile 18 Ekim 1925'de Dostluk Antlaşması ile 1929
yılında Tarafsızlık, Uzlaşma ve Hakem Antlaşması ve nihayet 1933 yılında da
bu antlaşmanın beş yıl daha uzatılması için bir başka antlaşma, Yugoslavya
ile 28 Ekim 1925'de Dostluk ve Barış Antlaşması ile 27 Kasım 1933 târihinde
Dostluk, Saldırmazlık, Adlî Tesviye, Hakem ve Uzlaşma Antlaşması ve
Romanya ile de 17 Ekim 1933'de Dostluk, Saldırmazlık, Hakem ve Uzlaşma
Antlaşması imzalamıştı. 1 Mart 1921'de Afganistan ile imzalanmış Dostluk
Antlaşması, 25 Mayıs 1928'de Türk-Afgan Dostluk ve Đşbirliği Antlaşması
olarak yenilenir. 5 Kasım 1932'de Đran ile Güvenlik ve Dostluk Antlaşması
imzalanır. Irak ile 5 Haziran 1926 târihinde imzalanan Dostluk antlaşması,
1937 yılının Nisan ayında uzatılır. Türk-Đtalyan ilişkileri, 30 Mayıs 1928
târihinde imzalanan Hakem, Ademi Tecâvüz ve Bitaraflık (Tarafsızlık,
Saldırmazlık, Uzlaşma ve Adlî Tesviye) Antlaşması'na karşın, iki savaş arası
dönemde hiçbir zaman düzelmeyecek ve Đtalya'nın Kuzey Afrika, Orta Doğu
ve Akdeniz bölgesinde izlediği yayılmacı ve saldırgan dış politika nedeniyle,
Türkiye, Đtalya'dan her zaman çekinecektir177. Türkiye ile Sovyetler Birliği
arasında Milli Mücadele yıllarında başlayan yakın ilişkiler bu dönemde de
176 Bkz. Teyfik Rüştü ARAS: Görüşlerim, Đstanbul, Yörük Matbaası, 1968, 195. 177 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 229-231.
324
sürdürülüyor ve 17 Aralık 1925 tarihli “Tarafsızlık ve Saldırmazlık
Andlaşması” 24 Aralık 1929’de yenileniyor ve 7 Kasım 1935’te andlaşmaları
7 Kasım 1945’e dek uzatan bir protokol imzalanıyordu178.
Türkiye ulusal politikanın bir aracı olarak savaşı kullanmayı yasaklayan
Ocak 1929 Briand-Kellogg Paktı’nı ABD’den sonra onaylayan ilk ülke olacak;
1932 yılında ise ortak savunma olanağı vaat eden Milletler Cemiyeti’ne davet
üzerine üye olacaktır.
Türkiye, kendi coğrafyasında, Tevfik Rüştü Aras’ın belirttiği gibi
Balkanlar dahil, Avrupa Güneyinden, Uzakdoğu’ya kadar olan sahayı,
Đngiltere ile Sovyetler Birliği arasında, tarafsız bir dostluk camiası haline
getirmek istemekte,179 bu amaca ulaşmak için de, hiç biri kendisinden daha
güçlü olmayan ülkelerle birlikte, 1934’te Balkan ve 1937’de Sadabat
Paktlarına katılmıştır. Türkiye'nin gerek Balkanlar'da gerekse Ortadoğu'da
giriştiği ittifaklar (Balkan Antantı ve Sadâbâd Paktı) faşist Đtalya tehdidinden
kaynak almıştır180. Türkiye’nin Lozan’da silahtan arındırılmış ve uluslararası
bir komisyonun idaresine verilmiş olan Türk Boğazları rejiminin değiştirilmesi
için girişimlerde bulunmasının arkasında da Akdeniz ve Karadeniz’de Đtalyan
üslerine gereksinim duyduklarını ifade eden faşist Benito Mussolini
Đtalya’sından algılanan tehdit bulunmaktadır181.
Mussolini tarafından Habeşistan’ın işgal edilmesi, yaptırımlar sisteminin
başarısızlığa uğraması ve bunun sonucu olarak Akdeniz’de ortaya çıkan
178 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 156. 179 Teyfik Rüştü ARAS: Görüşlerim, Đstanbul, Yörük Matbaası, 1968, 217. 180 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 187. 181 Bkz. Nur Bilge CRISS: “Türk Dış Politikası ve Batı (1908-1945)”, Bilanço 1923-1998, Der. Zeynep RONA, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 354.
325
güvensizlik, Türk liderlerinin gözleri önünde büsbütün nazikleşen Boğazlar
meselesinin durumunu yeniden canlandırmıştı. Boğazlar rejimini kendi
himayesi altında kurduran Milletler Cemiyeti, işlemez hale gelmişti. Hitler’in
Almanya’da iktidara gelmesi, Almanya’nın yeniden silahlanması ve
askersizlendirilmiş Ren bölgesinin işgal edilmesi neticesinde bütün Versay
sistemi sona ermişti. Milletler Cemiyeti’nden Japonya'nın çekilmesi,
Đtalya’nın, Türk sahillerinin yakınındaki, on iki adada tahkimata başlaması,
bütün bu olaylar, Cumhuriyet Hükümeti’ni, Boğazlar Sözleşmesi’nin yeniden
görüşülmesi için Milletler Cemiyeti nezdinde girişimde bulunmaya sevketti182.
Türkiye Boğazlar statüsünün yeniden ele alınması konusunu Versay
askeri hükümlerinin Almanya tarafından feshinin ertesinde ortaya attı. Bu
olup bittinin doğurduğu durumu incelemek ve Almanya’nın tek taraflı olarak
giriştiği hareketi kınamak amacıyla toplanan Milletler Cemiyeti Konseyi’nin
müzakereleri sırasında, Tevfik Rüştü Aras, ülkesinin talebini, her şeyden
önce, Devletin güvenliğini sağlamak endişesine dayandırdı ve Türkiye'nin
kendi varlığını müdafâ etmek için gösterdiği uyanıklık ve barışı perçinlemeğe
yönelik bütün çabalara samimî surette katılmasının, bu ülkeyi eşitsiz bir
muameleye maruz bırakmak sonucunu doğurmaması gerektiğini ileri
sürdü. Uluslararası durumda, meydana gelecek her değişikliğin Boğazlar
statüsünde de mukabil bir değişikliği gerektireceğini belirtti.
Türkiye, Lozan Sözleşmesi’nin askersizleştirme hükmünü tek taraflı
feshine kalkışmadı, Boğazları kendi başına yeniden silahlandırmak gibi bir
yola da başvurmadı. Bunun yerine, Türkiye, Lozan Sözleşmesi’ni imzalamış
olan Devletlere 11 Nisan 1936 tarihli, birer nota göndermeği daha uygun
buldu. Bu nota ile, Cumhuriyet Hükümeti, âkit taraflara çağrıda bulunmuş ve
182 Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara, Başnur Matbaası, 1968, 63-64.
326
onları Boğazlar statüsünü düzenlemeğe davet etmiştir. Montrö Konferansı,
Avustralya, Büyük Britanya, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Japonya,
Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya hükümetlerinin katılmasıyla 22
Haziran 1936 günü açıldı183. Đtalyan hükümeti davet edildiği halde
Konferansta temsil edilmemişti.
20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Sözleşmesi, Lozan
Sözleşmesi’nin yerini aldı. Đmza merasiminin ertesi günü Türk askerî birlikleri
silahsızlandırılmış bölgelere girdiler184.
Türkiye egemenlik haklarına tekrar kavuşmuştu. Feridun Cemal Erkin’in
ifadesiyle,
“Cumhuriyet Türkiyesi, her taraftan itilip kakılan ve kendi ihtiyariyle teşebbüs almaktan âciz eski ‘Hasta Adam’ değildi. Genç, kuvvetli, hareketli yeni Atatürk Türkiye'sini hesaba katmak gerekiyordu.”185
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, artık içinde bulunulan cumhuriyet
devrinde, Osmanlı dönemindekinin aksine; çünkü Osmanlı savaş kazandığı
durumlarda bile masada kaybederdi, barış zamanında anlaşmaların Türkiye
lehinde değiştirilmeye başlandığının bir örneği olarak yorumlanmıştır186.
Đngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Londra’ya 1 Nisan 1938 tarihinde
yazdığı raporda şöyle demektedir:
183 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 65-69. 184 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 100. 185 ERKĐN, 120. 186 BAYUR, 179.
327
“Türkiye’nin ne yitirilecek ikinci bir imparatorluğu vardır ne de böyle bir imparatorluğu yaratmak amacındadır. Elinde kalan ama yine de oldukça geniş toprakları kalkındırmak, onu bir yüzyıl oyalamaya yetecektir... Türklerin istikrarlı politikalarında maceraya yer yoktur.”187
Recep Peker, 1934 – 1935 öğretim yılında Ankara Hukuk Fakültesi ve
Đstanbul Üniversitesi’nde verdiği derslerde, dış bakımdan herhangi bir
önemsiz gibi görünen bir işte bir kere zaaf gösteren bir devletin, ondan sonra
diğer devletlerin ardı arkası kesilmeyecek talep ve baskılarıyla
karşılaşacağını, onun için bağımsızlık konusunda en ufak meselelerde bile,
ta baştan titiz ve duygulu olarak davranmak gerektiğini söylemektedir. Peker,
“…sizin karşınızda şerefli bir ulusun karşısında bulunup bulunmadığını tetkik etmekte olan yabancı, her şeyi, bu uğurda lazım olursa savaşı da göze alacağınızı katiyen bilmelidir ki, devletimizin değil kapısına, kapısının tokmağına bile elini sürmeye cesaret edemesin.” 188
demektedir. Atatürk döneminin dış politikasındaki en önemli nokta,
bağımsızlık konusunda en ufak meselelerde bile Türkiye’nin ta baştan titiz
davranacağının muhataplarınca bilinmesinin sağlanabilmiş olmasıdır.
2- Đkinci Dünya Savaşı Sırasında Đzlenen Dış Politika
Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünün ardından
Atatürk'ün iki eski Başbakanından birisinin Cumhurbaşkanı, birisinin ise
Başbakan olmasıyla, Kemalist rejimin sürekliliği konusunda kuşkusu olan iç
ve dıştaki fırsat kollayıcılara güçlü bir mesaj verilmiş olmaktadır. Bu mesajın
ardından Cumhurbaşkanı Đnönü’nün, bir taraftan Atatürk’e ve kendisine
187 Selim DERĐNGĐL: “Dış Politikada Süreklilik Sorunsalı: II. Abdülhamit ve Đsmet Đnönü”,
Toplum ve Bilim, No. 28 (Kış 1985), 100. 188 Recep PEKER: Đnkılâp Dersleri, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1984, 105.
328
muhalefet etmiş oldukları için siyasal alanın dışına çıkarılmış olan eski bazı
“iç düşman”ları, CHP’nin şekillendirdiği siyasal alanın içerisine çekmesi, CHP
içerisindeki potansiyel muhalefetin de CHP içerisinde oluşturulan Müstakil
Grup’la kontrol altına alınmasıyla, devlet otoritesi sarsıntıya uğramaksızın
sürdürülebilecek, böylelikle ulusal birlik ve bütünlük sağlanarak iç güvenlik
tesis edilebilecektir. Đçeride güvenlik tesis edilirken uluslararası alanda ise dış
güvenlik kaygılarının giderek arttığı bir döneme girilmiştir. Türkiye, Đtalya’dan
kendisine yönelik tehdit algılaması içerisindedir.
Türkiye açısından bakıldığında, özellikle, Akdenizde vahim bir manzara
vardır. Bunun nedeni olarak ise, faşist Đtalya dış politikasının bu denizi
egemenliği altına almak ve bir Đtalyan denizi haline getirmek hususunda
gösterdiği gitgide kesinleşen eğilimi görülmektedir. Bu Đtalyan arzusunun
belirtileri sadece Habeşistan’ın ve Arnavutluk’un işgali ile sınırlı değildir.
Ayrıca, Mussolini’nin, konuşmalarında, coğrafi belirginlik vermeksizin, Doğu
Akdenizi yeni Đtalyan Đmparatorluğu’nun genişleme sahası olarak göstermesi
de Đtalya’nın bir tehdit olarak algılanmasına yol açmaktadır. Türk sahilleri
civarındaki bazı adaların tahkimi Türk karar vericilerinin Đtalya’dan tehdit
algılamalarını daha da güçlendirmiştir. Akdenizde Đtalyan genişlemesi ve
yayılmasından kaygı duyan sadece Türkiye değildir. Aynı zamanda Đngiltere
ve Fransa'nın bu deniz üzerindeki çıkarları da Đtalyan tehdidi altındadır. Diğer
bir bölgede, Polonya'ya yöneltilen Alman tehditleri, nazi politikasının “Doğuya
doğru ilerleme” tasarılarını açığa vurmaktadır. Böylelikle, Sovyetler Birliği'ne
karşı da bir Alman tehdidi ortaya çıkmaktadır. Bütün bu devletlerin
çıkarlarındaki ortaklık, ortak tehdide/tehditlere karşı görüşlerini bağdaştırmak
amacıyla istişarelere girişmelerinin yolunu açmıştır189.
189 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 124-125.
329
Türkiye’nin, Avrupa’da belirmekte olan büyük tehlike karşısındaki
siyaseti, tam bir tarafsızlık şeklinde ortaya konulurken, bir taraftan da
Türkiye’nin Đtalya karşısındaki durumunu güçlendirecek önlemlerin alınması
ihmal edilmemektedir. Nitekim, 12 Mayıs 1939’da Türk – Đngiliz Yardım
Deklarasyonu imzalanmıştır. Deklarasyon, “Türkiye Hükümeti ve Büyük
Britanya Hükümeti bir saldırı hareketinin Akdeniz Bölgesinde bir savaşa
yönelmesi halinde, bilfiil işbirliği yapmaya ve güçlerinin bütünü ile yardım ve
ilgiyi birbirlerine göstermeye hazır bulunduklarını beyan ederler….”
cümlesiyle başlamaktadır. Đngilizlerle yapılan yardım deklarasyonunun bir
andlaşmaya dönüşmesi için görüşmeler yapılmaktadır. Hatay’ın geri
verilmesini kabul ettikleri takdirde, aynı şey Fransızlar için de
düşünülmektedir. Nitekim ardından Haziran ayında, Hatay sorununun Türkiye
lehine çözüme kavuşması üzerine, Fransa ile de Ortak Deklarasyon
yayımlandı. Bunların yanı sıra Sovyetler Birliği ile görüşmeler de sürmektedir.
Almanya’nın yeni Ankara Büyükelçisi Von Papen de bu gelişmeleri
görmektedir. Papen, daha ilk temaslarından itibaren bütün gayretini,
Türkiye’yi Almanya tarafına çekmeye veya hiç değilse tarafsızlığını
sağlamaya harcamıştır. Đşlediği tema şudur: Bu savaşa Đtalya katılmayacaktır,
bu yüzden Türkiye’nin girmesi için de bir nedenin bulunmaması gerekir.
Türkiye’nin tarafsızlığını istemektedir190.
5 Haziran 1939'da, Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Saraçoğlu ile birbuçuk
saat süren bir görüşme yapan ve Türkiye'nin izlediği dış politika karşısında
Alman Hükümeti'nin üzüntülerini açıklayan ve Đtalya'nın Türkiye'ye karşı
hiçbir biçimde düşmanca görüşler taşımadığını söyleyen Papen'in
açıklamaları karşısında, Saraçoğlu, Đtalya'nın tutumundan ve Almanya'nın
Đtalya'nın Türkiye'ye karşı düşmanca bir eylemden çekindiği konusunda Türk
Hükûmeti'ni ikna etme çabalarından kuşku duyulmadığını, ancak jön Türklere
190 BARUTÇU, 9.
330
(Đttihat ve Terakki iktidarına) dostluk ve yakınlık gösteren Kayzer
Almanya'sının da, bir müttefiğinin (Avusturya-Macaristan Đmparatorluğu’nun)
Bosna'yı, bir diğerinin (Đtalya'nın) ise Trablusgarp’ı işgal etmesine engel
olamadığını anımsatıyordu191. Dönemin Dışişleri Bakanı Saraçoğlu,
Osmanlı’nın çöküş dönemiyle bağlantı kurarak Papen’in açıklamalarından
ikna olmadığını belli etmişti.
Türk –Sovyet görüşmelerinin devam ettiği bir dönemde, SSCB Dışişleri
Bakanı Litvinov’un yerine Molotov’un gelmesi sonrasında Sovyet dış
politikasında bir değişim olur. Bundan böyle Sovyetler Birliği, Mihvere karşı
Batılı devletlerle ortak bir tutum izlemek yerine, Batılı devletlerin Almanya’yı
kendi üzerine kışkırttığından şüphelenerek, Almanya ile iyi ilişkiler geliştirme
yoluna girecektir192. Sovyetler Birliği ile Batılılar arasında süren görüşmelerin
olumsuz sonuçlanması ve Ağustos ayı sonlarında (23 Ağustos 1939)
Almanya ile Sovyetler Birliği arasında Saldırmazlık Paktı imzalanması
Türkiye’de şaşkınlık ve tedirginlik yaratmıştır193.
Türkiye ile Sovyetler Birliği/Ruslar arasındaki görüşmeler de Đngilizlerin
bilgisi dahilinde devam etmektedir. Stalin, Đngilizlerle Türkiye arasında
hazırlanan yardımlaşma paktına, “Đngilizlerle Ruslar arasında bir harp
çıktığında bu yardımlaşma paktının Türkleri Ruslara karşı harbe
zorlamayacağına” ve Đngilizler, Romanya ile Yunanistan’a verdikleri garantiler
gereğince, harbe girdikleri takdirde, “Türkiye otomatik şekilde harekete
geçecektir” esasının kaldırılarak, “Türkiye, Đngiltere ve Fransa birbirleriyle
danışacaklardır” şekline sokulmasına dair evvelce yaptıkları tekliflerinden
191 KOÇAK, Cilt:1, 395. 192 a.g.e., 250. 193 Đngiliz-Fransız-Sovyet müzakerelerinin kesilmesi ve Berlin-Moskova yakınlaşması, Hitler'e Polonya üzerindeki amaçlarını gerçekleştirmek hususunda tam bir serbestlik veriyordu. 1 Eylül 1939 günü Alman ordusu Polonya topraklarına karşı taarruza geçiyor ve iki gün sonra Đngiltere ile Fransa Almanya'ya savaş ilan ediyorlardı. 16 Eylülde Molotov, Polonya'nın Moskova Büyük elçisine bir Polonya devleti ve hükümetinin artık mevcut olmadığı, bu durumda kendi topraklarının güvenliği hususunda ciddi endişeler duymakta olduğunu ifade ederek kızıl ordunun Polonya’ya girmesini meşrulaştırıyordu. Polonya, Almanya ve Sovyetler Birliği arasında böylelikle paylaşılmıştı. Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 129-130.
331
başka iki teklif daha ileri sürerek, Andlaşmada Almanya için de bir karşı
çıkma koşulu bulundurulmasını ve bir de Boğazlar meselesine ait Möntrö
Sözleşmesi hükümlerinin bir kere de Ruslarla Türkiye arasında ayrı bir
sözleşme ile güçlendirilmesini ileri sürmüş, Saraçoğlu bunları kesinlikle
reddedince, Stalin soğukkanlı bir şekilde dinliyerek, sonuçta, “bu önerileri
yapılmamış saydığını” söylemiştir. Saraçoğlu’nun Molotof’la tekrar yaptığı
görüşmede Ankara’nın; Rusların Đngilizlerle yardımlaşma paktında
yapılmasını istedikleri ilk iki değişiklik önerisi için olumlu cevap bildirilmiş, o
zaman Molotof Saracoğlu’na, Boğazlara ve bir de Almanya’ya ait olup,
geçen toplantıda Stalin’in yapılmamış sayarak geri aldığı iki öneriyi
tekrarlamıştır. Saracoğlu, bu önerilerin tekrarı karşısında şaşırdığını
söyleyerek, bu önerileri asla görüşüp, tartışamayacağını söylemiştir194.
Saraçoğlu, çok taraflı bir sözleşmenin ikili bir revizyonunun mümkün
olmadığını ifade etmiştir195. Rusya’yla ilgili Türk karar vericilerinin bellekleri
güncellik kazanmıştır. Rusya’ya ilişkin olarak yapılan değerlendirme şudur:
“Rusya eski Rusya’dır. Siyaseti, eski slav siyasetidir. Bu nedenle Rusya’nın dostluğuna güvenmek doğru değildir. Boğazları elinde bulunduran Türkiye, kıyametin sonuna kadar Rusya’nın dost olarak düşünemeyeceği bir varlıktır. Bizim Đngilizlerle bağlantımız, ortaklaşa çıkarlarımızın zorunlu bir sonucudur. Bunun için, Đngilizlerle yaptığımız anlaşmadan, Almanya kadar Rusya’nın da memnun olmamasını doğal bulmak, o anlaşmanın bizim için bir değer taşıdığını söylemek çok yerindedir. Ama bu Pakt, bizi savaşa götürürmüş …. Olabilir, ama, yalnız kalıp Rusya’nın ağına düşmektense, Đngilizlerle geçici çıkarların değil, uzun senelerin kucakladığı sınırsız zaman içinde yapılan pakttan yararlanarak, esaslı ortaklaşa çıkarların zorlamasıyla sağlanan beraberlik sonucunda harbe girmekteki tercih nedenlerini göze almak, bin kere daha hayırlı ve yerinde olur.” 196
Saracoğlu Moskova’da iken, görüşmelerin kesintiye uğraması üzerine,
Đngilizlerle ve Hatay’ın anavatana katılmasını kabul eden Fransızlarla yapılan
194
Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 12-13. 195 Bkz. Feroz AHMAD: “Turkey’s Foreign Policy Options, 1923-1952, Reconsidered,
“Bilanço 1923-1998, Haz. Zeynep Rona, C. 1, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 336. 196 Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 14-15.
332
görüşmeler sonucu hazırlanıp, Moskova görüşmelerinin sonucunu almak için
bekletilen Türk–Đngiliz–Fransız Yardımlaşma Andlaşması, 19 Ekim 1939’da,
Moskova görüşmelerinin kesintiye uğramasından iki gün sonra, Ankara’da
imzalandı. Đtalya’nın Türkiye’ye yönelik siyaseti karşısında yalnız kalması
tehlikesi, Türk karar vericilerini, aceleyle Đngilizlerle Yardımlaşma Paktı
imzalamaya yöneltmişti197. Türk karar vericileri, I. Dünya Savaşı öncesinde
Osmanlı Đmparatorluğu’nun düştüğü duruma düşmek istemiyorlardı.
Hatırlanacağı üzere, Osmanlı Đmparatorluğu yöneticileri I. Dünya Savaşı
öncesinde Rusya, Đngiltere, Fransa, Almanya gibi değişik devletlerle ittifak
arayışı içerisinde olmuşlar, ancak parçalamak istedikleri Osmanlıyla hiçbirisi
ittifak yapmak istememiş; ancak hemen savaş öncesinde Almanya ile ittifak
ilişkisi kurabilmişlerdi.
Fransa'nın askerî açıdan kesin yenilgisine az bir süre kala, o zamana
kadar savaşa katılmamayı tercih etmiş olan Đtalya, 10 Haziran 1940 târihinde,
Fransa ve Đngiltere'ye savaş ilân eder.
Türkiye, zâten son zamanlarda, Đtalya'nın Balkanlar'a ya da bizzat
kendisine saldıracağından endişe ediyordu. Türk Ordu birlikleri, daha Nisan
ayında, Adana ve Đzmir'de toplanmaya başlamıştı. Đzmir bölgesi ve limanı
tahkim edilmişti. Bizzat Đnönü, 5 Haziran'da, Trakya'yı ziyaret ederek, askerî
birlikleri denetlemişti.
Đtalya'nın savaşa girişi, Üçlü Đttifak Antlaşması hükümlerinin işlerlik
kazanmasını gerektiriyor ve bu suretle de Türk dış politikasında önemli bir
karârı gündeme getiriyordu.
197
Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 19.
333
Antlaşmanın ikinci maddesi gereğince, Đtalya'nın savaşa girişi ile, savaş,
bir saldırı biçiminde Akdeniz'e inmişti ve Türkiye, böyle bir durumda, tüm
gücüyle müttefiklere yardım etmekle yükümlüydü198. Đtalya'nın Đngiltere ve
Fransa'ya savaş ilânının ertesi günü, 11 Haziran'da, Đngiltere ve Fransa'nın
Ankara Büyükelçileri K-Hugessen ve Massigli, Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri Numan Menemencioğlu'nu ziyaret ederler ve Üçlü ittifak
Antlaşması'nın ikinci maddesinin derhâl uygulamaya konulmasını talep
ederler199. Ancak, Türkiye, savaşa girmek istememektedir. Savaşın dışında
kalmak için taktik Türk–Đngiliz–Fransız Yardımlaşma Andlaşması’nda yer alan
“Sovyet Çekincesi” olarak belirlendi; müttefiklere, savaşın bu aşamasında
Mihvere savaş ilanının ülkeyi Sovyetler Birliği ile çatışmaya sokabileceği
gerekçesi resmen iletildi200.
Sovyetler Birliği, 1940 yılı Haziran ayında, Baltık devletlerini fiilen işgal
etmiş, Litvanya Parlamentosu 15 Haziran'da, Letonya ve Estonya
Parlamentoları ise 17 Haziran'da SSCB'ye katılma karârı almışlardı. Katılma
kararları, Ağustos ayının ilk haftasında SSCB tarafından da onaylanmıştı.
Moskova, bundan hemen sonra, 26 Haziran'da, Romanya'ya bir
ültimatom vererek, Besarabya'yı ve Kuzey Dobruca'yı isteyecek ve Romanya
da, Sovyetler Birliğinin bu talebini derhâl kabul edecektir. Çünkü, Đngiltere'nin,
tek yanlı garanti verdiği Romanya'ya askerî açıdan etkili bir biçimde yardım
edebilmesi için tek yol Boğazlar'dan geçiyordu ve Türkiye, müttefiklerin,
Boğazların müttefik güçlerine açılması yolundaki taleplerini kabul etmemişti.
Türkiye, 14 Haziran 1940'da, yâni Paris'in Alman Ordusu tarafından işgal
198 KOÇAK, Cilt:1, 302. 199 a.g.e., 303. 200 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 164.
334
edildiği gün ve Fransa'nın ateşkes istemesine sâdece iki gün kala, savaş dışı
durumunu resmen açıklar201.
Almanya karşısında yenilgiye uğrayan Fransa’da yeni Hükümeti kuran
Mareşal Peten, “kalbim sızlayarak çarpışmaları kesmek zorunda kalıyorum”
diyordu. Almanlar ateşkes koşullarını Fransız delegelerine, 1914 – 1918
Savaşını sonuçlandıran ateşkes koşullarının Almanlara bildirildiği yerde ve
aynı vagon içinde ve o zamanki törenin karşılığı bir törenle bildirmişlerdir.
Burası Paris’in kuzeyinde Campaigne Ormanı’nda bir yerdir. 1918’de Mareşal
Foche burada kendi vagonunda ateşkes koşullarını o zamanın kurmayı olan,
şimdiki Fransız Başkomutanı Weygand’a okutturarak, Alman delegelerine
bildirmişti. Đnvalide Müzesi’nden çıkartılan bu vagon, aynı yere getirilerek,
Alman Devlet Başkanı Hitler, yanında kara, deniz ve hava kuvvetleri
başkomutanları ve Dışişleri Bakanı olduğu halde, bu vagona getirilen Fransız
delegelerine Alman Orduları Kurmay Başkanı Von Keitel’e emir vererek
ateşkes koşullarını okuttu. Giriş, 1918’de Almanlar’a kabul ettirilen haksız ve
onursuz ateşkes koşullarından, Almanların o zaman yenilmedikleri halde
Alman ulusunun ve ordusunun isteğine karşı çıkılarak kabul edilen bu
koşulları Wilson’un ilân ettiği ve Müttefiklerin onayladığı ilkelere aykırı olarak
saptandığından sözeder. Sonra, o zaman Almanların aldatılmış olduğunu,
1939 savaşını da Fransız ve Đngilizlerin nedensiz olarak Almanya’ya
açtıklarını ve sonunda Fransızların yenilerek ateşkes ricasında bulunduklarını
anlatır.
Fransız Hükümeti ateşkes koşullarını kabul ederek, iki ulusun delegeleri
anlaşmayı imzalamışlardır. Fransa tam bir boyun eğişle silahlarını bırakmak
201 KOÇAK, Cilt:1, 305.
335
zorunda kalmıştır202. Fransızlar Đtalyanlarla da ateşkes anlaşmasını
imzalarlar.
Almanya zaferi Balkanlarda da yankılar uyandırmağa başlamıştır. Đlk
önce Macarlar, arkasından Bulgarlar ve sonra da Yugoslavlar Almanya’dan
yana sempati belirtileri göstermeğe başlamışlardır. Macarlar ve Bulgarlar
gösteriler yapıyorlar ve Versay andlaşmasından sonra, kendilerini de
tutsaklığa düşüren anlaşmaların kaldırılmasını beklediklerini
söylemektedirler.
Almanya ve Rus çıkarlarının Doğu Avrupa’da çatışmaya başladığı bir
döneme girilmektedir. Sovyetler Birliği ya da Ruslar, Polonya, Baltık ülkeleri
ve Finlandiya’yı ele geçirmişler, Bukovina ve Besarabya'yı ilhak ettikten
sonra, şimdide, Romanya topraklarını, Macaristan ve Bulgaristan lehine
elinden almak istemektedirler. Böylelikle Bulgaristan ile doğrudan doğruya
bağlantı kurmayı amaçlamaktadırlar. Rus ilerlemesine son vermeği nihayet
karar altına alan Almanya ile Đtalya, Ağustos 1940 sonunda Romen
topraklarının bütünlüğünü ve dokunulmazlığını garanti etmek hususundaki
kararlarını Romanya'ya bildirdiler.
Garantiyi uygulamak alanında Almanya, Romanya'ya, bu ülkeyi Đngiliz
tahrikine karşı korumak bahanesiyle oldukça önemli bir askerî kuvvet
göndermekte gecikmedi203.
Sovyet karşıtı bir bloğun kurulmasını sağlamaya girişen Almanya, Kasım
1940’da Macaristan’ı bu bloka katmıştı. Akabinde, bir taraftan Mihver, diğer
taraftan da, ona rakip olan S.S.C.B., biribirine zıt diplomatik hamlelerle
202
BARUTÇU, 110-111. 203 ERKĐN, 171.
336
Bulgaristan’ı kazanma yarışına girişmişlerdi. Sonuçta, Bulgar Hükümeti,
ülkesinin bir Alman askerî işgali altına alınmasından endişelenerek çelik
pakta iltihaka karar verdi. 1 Mart 1941 tarihinde Viyana'da yapılan imza töreni
esnasında, Bulgarlar, S. S. C. B. ile de dostluk ilişkilerini geliştirme azimlerini
belirtmekten geri kalmadılar. Törenden iki saat sonra Alman kıtaları, yine bir
Đngiliz askerî darbesini önlemek amacıyla Bulgar hududunu geçmeğe
başladılar204.
Hitler, 28 Şubat'ta, Đnönü'ye kişisel bir mektup yazacak ve Alman
Ordusu'nun Bulgaristan harekâtının Türkiye'ye yönelik olmadığına ilişkin
güvence verecektir. Papen, Hitler'in Đnönü'ye yazdığı söz konusu kişisel
mektubu, Alman Ordusu Bulgaristan'a girmeye başladıktan sonra, 4 Mart'ta,
bizzat Đnönü'ye sunacaktır. Hitler, Türkiye ile geçmişteki askerlik
arkadaşlığından, geçen Dünya Savaşı’nın anılarından ve iki ulus arasında
anlaşmazlık nedeni olabilecek bir sorunun bulunmadığından, Almanya’nın
Türk topraklarında ve bütünlüğünde hiç gözü bulunmadığından ve gelecekte
iki ulusun daha dostça bir işbirliği yapacağından söz ettikten sonra, sözü
Alman askerlerinin Bulgaristan’a girmesine getirerek, bunun Türkiye’ye
yönelik olmadığı konusunda güvence vermektedir :
“Türkiyece alınacak önlemlerle zorunlu bırakılmadıkça, Alman kuvvetlerinin Türk sınırına yanaşmamalarını kıta komutanlarına emrettim.”
Hitler, I. Dünya Savaşı’nda müttefik olan iki ulusun karşı karşıya
gelmeyeceği umut ve kanısını da açıklamaktadır.
Đnönü, Hitler'in mektubunu 12 Mart'ta yanıtlayacaktır. 17 Mart'ta, Hitler’e
iletilen mesajda, “Millî Misak”ını gerçekleştirmek için savaşmış olan
204 a.g.e., 172.
337
Türkiye’nin bugünkü bütünlüğünü ve bağımsızlığını savunmadan başka bir
amacı ve kararı olmadığı, tek düşüncesinin sınırlarına ve bağımsızlığına
yapılacak bir saldırıyı karşılayıp yoketmek olduğu, bunun için I. Dünya
Savaşı’nda müttefik olan iki–ulusun karşı karşıya gelmesine ve birbirlerine
silah atmasına Almanya’nın neden olmayacağı umut ve kanısı, karşılık olarak
bildirilmiştir. Başbakan Refik Saydam, savaşın Türkiye’ye daha da çok
yaklaşmış olduğunu ve verilen güvenceleri, bu zamanın güvencelerine ne
kadar güvenilirse o kadar güvenilmek üzere bir yana bırakarak Türkiye’nin
bütün önlemlerini almakta devam ettiğini söylemiştir205. Türk karar vericileri
kendi güvenliklerini sadece kendilerinin alacağı tedbirlerle
sağlayabileceklerini düşünmektedirler. Bu nedenle de dışarıdan verilen
güvencelere itibar edilmemektedir.
6 Nisan 1941’den itibaren Yugoslavya’yı işgale başlayan ve Yugoslavya
ordusunu onbeş gün içinde teslim olmağa mecbur eden Alman orduları, Ekim
1940’tan beri Đtalyanlara karşı başarı ile dövüşmekte olan Yunanistan’ı da
işgal etti. Yunanistan’ın teslim olması ve Ege denizi adalarının işgal edilmesi
neticesinde Balkan seferi sona ermiş bulunuyordu. Bu vaziyette Almanya ve
Đtalya Türkiye'yi karadan ve denizden kuşatmağa muvaffak olmuşlardı. Türk
Hükümeti kuvvetlerinin büyük kısmını Đzmir ve Trakya bölgelerine yığdı.
Hükûmet Meriç nehri üzerindeki köprüyü uçurtmuş, askerî birliklere müdafaa
hatlarına çekilmelerini emretmiş, herhangi bir taarruza karşı askerî
mukavemete hazır vaziyette, olayların gelişmesini beklemekte idi. Đngilizler
büyük miktarda askerî malzeme bırakarak Yunanistan’ı acele ile
boşaltmışlardı. S.S.C.B., Balkanlarda Alman ilerlemesine karşı gelmeğe
niyetli görünmüyor, daha ziyade Türkiye'nin doğu illerinde ve Boğazlarda
hareket serbestisi elde etmeğe çalışıyordu. Romanya'nın işgalinden sonra
205
Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 166-167.
338
hayli gerginleşen Alman-Sovyet ilişkileri yeniden dost bir hava içine girmişti.
Bulgaristan'daki Alman orduları Türkiye sınırları civarında bu ülkeyi istilâya
hazır vaziyette konaklamış bulunuyorlardı. Đstanbul'da resmi makamlar şehri
sivil halktan boşaltmak hazırlığına girmişlerdi. Yeni bir kanun ordu hizmetinde
yaş haddini subaylar için 65'e, erler için 60'a çıkarmıştı206. Türkiye, Almanya
Büyük Elçisine, Türkiye'ye karşı bir Alman veya Alman-Rus saldırısının
meydana gelmesi halinde, Türkiye’nin, saldırganın ezici üstünlüğünden en
ufak bir bezginlik göstermeksizin bütün varını seferber edeceğini ve saldırıya
karşı koyacağını söylemektedir207. Feridun Cemal Erkin’in ifadesiyle,
Türkiye'ye tehditlerle boyun eğdirmenin boşluğunu anlayan Almanlar,
Türkiye’ye dostluk paktı teklif etmeği uygun bulmuşlardır208. Nitekim,
18 Haziran 1941 târihinde Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması
imzalanacaktır.
Almanya ile imzalanan saldırmazlık paktı metninde, iki hükümetin,
aralarındaki ilişkileri karşılıklı güven ve içten dostluk temellerine dayandırma
isteğiyle ve herbirinin şimdiki yükümlülükleri saklı kalmak üzere bir anlaşma
yapmağa karar verdikleri belirtildikten sonra; iki ülke topraklarının,
korunmasına ve yönetim bütünlüğüne karşılıklı uyulmasına ve doğrudan
doğruya ya da dolaylı olarak birbirleri aleyhine yönelik her türlü harekâttan
sakınılmasına karşılıklı söz vermektedirler.
Ayrıca iki ülkenin ortak çıkarlarıyla ilgili tüm sorunlarında bunların
çözümü için uyumu sağlamak üzere, aralarında gelecekte de dostça
ilişkilerde bulunmayı kararlaştırmışlardır209.
206 ERKĐN, 174-175. 207 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 175. 208 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 175. 209
BARUTÇU, 195-196.
339
Bu dönemde, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Papen, Türkiye’nin
Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun görevden alınması gerektiğine
inanmaktadır. Papen’e göre, Đnönü, bir yandan, izlenen dış politikadan tüm
hükümeti sorumlu tutuyor, diğer yandan da, dışarıdan gelen baskılar
sonucunda Bakan değiştirmenin Osmanlı Devleti dönemine geri dönmek
anlamına geleceğinden çekinerek, böyle bir değişiklikten kaçınmaktadır. O’na
göre Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun görevden alınmasına ülkedeki
psikolojik ortam engel olmaktadır210. Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküş
döneminde dış güçlerin talepleri uyarınca Sadrazam/Nazır atamalarının veya
görevden almaların yapıldığı hatırlandığında yeni Türk devleti, dış güçlerin
istemleriyle değişiklik yapmayacağını göstermektedir. Ancak, kendi çıkarları
gerektirdiğinde, Numan Menemencioğlu örneğinde görüleceği üzere, devlet
görevlilerini feda etmekten de kaçınmayacaktır. Berlin'in gözünde Đngiliz ve
müttefik yanlısı olan Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Londra'nın gözünde
ise Alman yanlısı olarak değerlendiriliyordu211. Oysaki, Saraçoğlu, Đnönü’nün
belirlediği dış politikayı sürdürmekteydi ve Đnönü tarafından destekleniyordu.
Savaşlar ve yıkımlar sürecinin canlı tanığı Đnönü’nün politikasının hedefi,
ülkeyi her ne pahasına olursa olsun savaştan uzak tutmaktı. Türkiye bir
saldırıya uğramadığı sürece savaşa katılmayacaktı; çünkü Türkler’in
kaybedecek bir imparatorluğu daha yoktu. Hedef bir kez saptandıktan sonra,
bu stratejik hedefi başarılı kılacak taktikler düzenlenmekteydi.
Türk dış ticaretinin büyük ölçüde Almanya ile sürdürülüyor olması
diplomatik ilişkileri de etkilemiştir. Gerçekten, örneğin 1929'da, Türkiye
toplam ihracatında Almanya'nın payı % 16, ithalatında ise % 23,5 iken, bu
nispet Hitler'in iktidara geçmesinden sonra süratle büyümeye başlamış ve
1937'de ihracat % 36,5, ithalat ise, % 47 oranında Almanya'ya bağlanmıştır.
210 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, 507. 211 KOÇAK, Cilt:1, 508.
340
1938 ve 1939 yıllarında ise ihracat oranı, sırasıyla % 47,6, % 42; ithalat oranı
ise, yine sırasıyla % 51,4 ve % 53'tür212. II. Dünya Savaşı öncesi yıllarda
Türkiye’nin dış ticaretinin aşağı yukarı yarısının Almanya ile yapılıyor olması
Türk dış politikasını da etkilemektedir.
22 Haziran’da, Alman orduları Finlandiya’dan Karadeniz’e kadar, 2.400
kilometrelik bir cephe üzerinde, Fin ve Romen ordularıyla birlikte Sovyetler
Birliği’ne saldırarak, savaş halini ilan etmişlerdir. Hitler uzun bir bildiri
yayınlayarak, savaşın nedenlerini Alman Ulusuna ve Alman ordusuna
duyurmuştur. Bildiride, Molotof’un, Rusya’nın Boğazlar’dan serbest geçmeye
kesin gereksinimi olduğu ve kendi korumasına almak için Çanakkale Boğazı
ile Karadeniz Boğazı kıyıları üzerinde bazı önemli üsleri işgal etmek için
Almanya’nın onayını almak istediği, Almanya’nın Montrö Sözleşmesi’nde,
Karadeniz’de kıyıları olan devletlerden yana değişiklik yapılmasından yana
olduğu, ama Rusya’nın Boğazlar üzerinde üsler almasını onaylayamıyacağı
cevabının verildiğini de açıklamış ve bu istemde savaşın nedenleri arasında
sayılmıştır213.
Cumhuriyet Hükümeti, Alman-Rus Savaşı nedeniyle gelişen durum
karşısında, Türkiye’nin tarafsızlığını ilan etmiştir. Sovyetler’in Boğazlar
üzerindeki amaçlarının Almanlar tarafından açıklanması üzerine, Alman-Rus
savaşı Türkiye’de bir bayram havası yaratmıştır. Beş yüz yıllık tarihin
yöneltmesi ile, dönemin milletvekillerinden Faik Ahmet Barutçu’nun
ifadesiyle, bütün kalpler Almanların zaferi için çarpmağa başlamıştır214.
212 TĐMUR: Türk Devrimi ve Sonrası, 188-189. 213
Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 204-205. 214
BARUTÇU, 195-196.
341
Moskova, Almanya ile anlaşan bir Türkiye’nin, kendi üzerine
saldırabileceğini ya da Alman ordusuna transit geçiş izni verebileceğini
düşünerek tedirgin oluyordu. Dış politikada savaşın gidişine göre oynanan
denge oyunu iç politikaya da yansıyordu. Bu sırada Türkiye’de Alman yanlısı
grubun siyasal etki alanını hızla genişletmeye başlaması, Alman
denizaltılarının ve gemilerinin Boğazlardan serbestçe geçmekte oluşları,
Türkiye’de Turancı siyasal grupların artan etkinlikleri ve gerek Türk ve
gerekse Alman hükümeti ile resmi ve gayri-resmi ya da bazen gizli ilişkilere
girmeleri göz önüne alındığında Sovyetler Birliği’nin endişelerinin abartılmış
olmadığı kendiliğinden anlaşılır215.
Đnönü, savaşın bu döneminde savaşa katılmaktan kaçınmak için
müttefiklerin söz vermiş oldukları, fakat askeri güçsüzlükleri nedeni ile yerine
getiremedikleri askeri yardımı sürekli gündemde tutacaktır. Đngiltere’nin ve
daha sonra Amerika’nın sürekli ısrarlarına rağmen, Türk Ulusu’nu ateşe
atılmaktan koruyan Đnönü, Alman ordularının Türkiye’nin sınırlarına kadar
gelip dayandığı ve bu sınırları yalayarak Rusya’nın üstüne abandığı bir
zamanda, siyasi hayatının en büyük rolünü asıl o zaman oynamakta ve
Mustafa Kemal Türkiyesi’nin tarihi misyonunu asıl o zaman sağlamakta
bulunuyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ifade ettiği gibi, bu, onun
Atatürk’e, Atatürk’ün desteğine dayanmaksızın, sırf kendi zekâsıyla, kendi
iradesiyle başarmakta olduğu vatan hizmetlerinden biriydi216. Đnönü,
milletvekilleri ile yaptığı bir sohbette şöyle söylemişti :
“Savaşa sürüklenmek söz konusu değildir. Saldırıya uğrama durumu başka. Yükümlülüklerimizde geçerlidir. Başka türlü savaşa girmek için kırk
215 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 167. 216
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU, 151.
342
kez düşünürüz, sonra yine kırk kez daha düşünürüz, ondan sonra yine düşünürüz !” 217
Đngiltere ve Sovyetler Birliği, Türkiye'nin kuşku ve endişelerini
yatıştırabilmek amacı ile, 10 Ağustos'ta, ortak bir açıklama yapacaklardır. Bu
açıklamada, her iki devlet, Boğazlar'a saldırı niyetlerinin olmadığını ve
Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceklerini belirtiyorlardı. Ayrıca,
Türkiye, bir Avrupa devleti, Almanya tarafından saldırıya uğrarsa, ona her
türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını da açıklıyorlardı218.
25 Ağustos 1941’de Đran’ın Sovyetler Birliği ve Đngiltere tarafından işgal
edilmesi, Đngiliz-Sovyet işbirliğinin gücünü de gösteriyordu. Türkiye de,
Boğazlar nedeniyle ve Boğazlar'ın müttefik güçlere açılması talebi
sonucunda, bir müttefik saldırısına mâruz kalabilirdi219.
Olası bir Alman askerî zaferinin, aslında, Türkiye'nin de siyasal
bağımsızlığının sonu anlamına geleceğinin bilincinde olan Türk yöneticileri,
Sovyetler Birliği'nin Almanya karşısında uğradığı yenilgiye üzülmüyorlardı.
Fakat savaşın sonunda Almanya'nın da yeterince yıpranmasını ve
hırpalanmasını istiyorlardı. Bu arada, bir uzlaşma barışı sağlanması ümidi
içindeydiler. Yenilmiş bir Kızıl Ordu, Türkiye için artık bir tehlike
oluşturamazdı. Yeterince yıpranmış ve hırpalanmış bir Almanya ise, saldırı
siyâsetinden vazgeçmiş hâlde iken, uzlaşmacı bir barış, Türkiye'nin
bağımsızlığını ve çıkarlarını koruyabilecek tek formül gibi görünüyordu.
Türkiye, 1941 yılı sonlarında, Mihver devletleri tarafından, kuzeyden
Sovyetler Birliği, batıdan Balkanlar ve Ege Denizi, güneyden Doğu Akdeniz,
217
BARUTÇU, 53. 218 KOÇAK, Cilt:1, 699-700. 219 a.g.e., 701.
343
müttefikler tarafından ise, doğudan Đran ve güneyden de Irak ve Suriye ile
çevrilmiş, savaşa henüz katılmamış bir ada durumundaydı. Savaş,
Türkiye'nin bütün sınırlarında sürüyordu.
1941 yılının Aralık ayı ise, savaşın gidişatı açısından önemli bir ay
olacaktır. Alman Ordusu'nun kış acemiliği ve ilerleme hızının kesilmesi gibi
doğu cephesinden gelen olumsuz haberler bile, ABD'nin savaşa girişi kadar
önemli değildi. ABD'nin de savaşa girişi ile bir Alman zaferi ihtimâli hayli
azalmıştı220.
Alman Ordusu'nun doğu cephesindeki yaz saldırısı 1942 yılında bütün
gücüyle devam ederken, Başbakan Refik Saydam'ın Temmuz ayında ölmesi
üzerine, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nun Başbakanlığa ve Dışişleri
Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu'nun da Dışişleri
Bakanlığı’na atanması, Berlin'de de dikkatle izlenir. Aslında, Saraçoğlu,
Berlin'in gözünde, istenmeyen kişiydi. Çünkü, Üçlü Đttifak Antlaşması, onun
tarafından imzalanmıştı ve Almanya, Saraçoğlu'nu Dışişleri Bakanlığı’ndan
düşürmek için epey çaba harcamıştı. Ancak Alman basını, bu aşamada,
atamayı yine de olumlu karşılamaya dikkat edecek ve yeni Başbakan Şükrü
Saraçoğlu'nun bir yıl önce Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nı
imzaladığını vurgulamayı tercih edecektir221.
1943 yılının ilk haftalarında, bir taraftan, Orta Don üzerine Sovyet
taarruzu ve Kursk'a doğru ilerleme kaydedilirken, öte yandan, 6. Alman
ordusunun teslim olması suretiyle Stalingrad zaferi sağlanmıştı. Bu önemli
220 a.g.e., 613. 221 a.g.e., 645.
344
olaydan itibaren Rusya savaşı, artık, geri çekilme halindeki Alman ordusunun
peşinde Kızıl ordunun muzaffer yürüyüşü şeklinde tecelli edecekti222.
Türkiye Sovyetler Birliği’nin Alman ordusunu gerileterek Doğu Avrupa’ya
doğru yürüyüşünü endişe içerisinde takip edecektir. Đngilizler’e göre Rus
tehdidine karşı Türkiye'nin güvenliği bakımından alınması gereken en doğru
tutum, savaşın idaresinde olduğu kadar barışın ve gelecek dünyanın
düzenlenmesinde de, Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan büyük Batı
devletleriyle kaderini birleştirmek olacaktır. Türkler ise Đngilizler’den bu
noktada ayrılmaktadırlar. Türkler, Rusların, Çarlık rejiminin dış politikasını
benimsemiş olduğunu düşünmektedirler ve Sovyetler Birliği’nin Almanya’dan
kurtulur kurtulmaz Türkiye üzerine yöneleceği kanaatini taşımaktadırlar.
Feridun Cemal Erkin’e göre, Đttifak görevlerine, icabına göre, yumuşama veya
sertleşme ile karışık sıkı bağlılık, savaş dışında kalma, tarafsızlık ilânı, özetle,
biribirini takip eden bütün bu davranışlar, mevcut bir sorumluluktan kaçınmak
arzusundan değil sadece sessizlik içinde meydan okuyuşu, Türkiye için yeni
dertler ve yeni toprak kayıplarının işaretini getiren kuvvetli bir komşu
karşısında varlığını savunması endişesinden doğuyordu223. Erkin,
“Rus tehlikesini ve bu tehlikeye karşı koymak için alınması gereken yönü irsi ve şaşmaz sezgisi ile hissetmek için Türk olmak gerekirdi.”224
demektedir.
Müttefik Orduları 10 Temmuz 1943’te Đtalya’nın Sicilya adasına çıkarma
yaparlar. Sicilya, Ağustos ayı ortalarında tamamen işgal edilir. Sicilya
222 ERKĐN, 191. 223 a.g.e., 202. 224 a.g.e., 202.
345
harekâtından 14 gün sonra Đtalya'da Mussolini iktidardan düşer225. Đtalya, 8
Eylül’de teslim olur. Ertesi gün müttefikler Đtalya'yı işgal etmeye başlarlar.
Ancak Alman Ordusu da, bu gelişmeler üzerine, 10 Eylül'de Roma'ya girer ve
kuzey Đtalya'yı işgal etmeye başlar. Müttefik işgali altındaki Güney Đtalya, 13
Ekim'de, Almanya'ya savaş ilân eder ve bu suretle, Đtalya fiilen ikiye ayrılır226.
Đngiliz Dışişleri Bakanı Eden, 14 Haziran 1944’te parlamentoda yaptığı
bir konuşmada, ticâret gemisi şeklinde kamufle edilmiş Alman savaş
gemilerinin Boğazlar'dan geçtiğini açıklar ve bu durumu sert biçimde kınar.
Eden’e göre, Ankara, Alman gemilerini aceleyle ve yetersiz biçimde
arıyordu227. Đngiltere’nin ısrarlı talebi üzerine, Boğazlar'dan geçişi sırasında
aranan Alman Kassel gemisinin, ticâret gemisi şeklinde kamufle edilmiş, bir
Alman savaş gemisi olduğunun ortaya çıkması üzerine Türkiye, Alman
Hükûmeti'ni resmen protesto eder ve EMS ve Mannheim sınıfı Alman
gemilerinin Boğazlar'dan geçişini yasaklar. Ayrıca tüm Alman gemilerinin
Boğazlar'dan geçişleri sırasında sıkıca aranmasına karar verilir.
Türk Hükümeti, 15 Haziran'da konu ile ilgili olarak, şu açıklamayı yapar:
"Hâriciye Vekilimizin son günlerde takip ettiği politikayı Vekiller Heyeti tasvip etmemiştir. Bunun üzerine Hâriciye Vekili [Nûman Menemencioğlu] istifa etmiştir. Hâriciye Vekilliği'ni vekâleten Başvekil idare edecektir."
Bu açıklama, aslında, tamamen durumu kurtarmaya çalışan Türk dış
politikasının zaaflarını da ortaya koyuyordu. Elbette ki, Menemencioğlu'nun
politikası, ne Türk Hükûmeti'nin, ne de Đnönü'nün politikasından bağımsız ve
225 KOÇAK, Cilt:2, 169. 226 a.g.e., 170-171. 227 a.g.e., 249.
346
ayrı değildi. Ne var ki, savaşta müttefik üstünlüğü ağır bastıkça ve Almanya,
gerek askerî, gerekse siyâsi açıdan geriledikçe, artık eski politikanın
geçerliliği kalmıyordu. Ankara, hızlı bir dönüş yapmak zorundaydı. Bunun için
de, basit bir dönüşüm taktiğinin tercih edildiği ve benimsendiği anlaşılıyor. Bu
taktiğe göre, sanki o zamana kadar izlenen politika, doğrudan doğruya
Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu'nun politikasıydı ve bu politika, Türk
Hükûmeti'nce onaylanmamıştı. Oysa, bunun tamamen gerçek dışı bir
açıklama olduğunu, gerek bu açıklamayı yapanlar, gerekse bu açıklamaya
muhatap olanlar da biliyorlardı. Ama artık asıl önemli olan, Türkiye'nin, bu
kritik aşamada, müttefiklerin talebi ve ısrârı karşısında, gereken politik
dönüşümü gerçekleştirmiş olmasıydı. Bu politik manevra, Numan
Menemencioğlu'nun sırtından karşılanmıştı. Nitekim, Menemencioğlu'nun
istifasından sonra, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Dışişleri Bakanlığı’nı
vekâleten bizzat üstlenecek ve nihayet, 13 Eylül'de, Hasan Saka, bu göreve
getirilecektir. Đlginç olan nokta ise, Türk Hükûmeti'nin politikasını
onaylamadığı Menemencioğlu'nun, çok kısa bir süre sonra, 1944 yılının
Kasım ayında, Paris Büyükelçiliği'ne atanacak olmasıdır228.
1944 Đlkbaharında savaş kesin bir dönüm noktasına varmış
görünüyordu. Normandiya'ya Müttefikler 6 Haziranda bir çıkarma
yapmışlardı. Aynı yılın yine Haziran ayında Đngiltere Hükümeti,
Normandiya'da ikinci cephe açılmış olduğuna göre, Türkiye'nin, ittifak
çerçevesi içerisinde Almanya ile siyasi ve iktisadi ilişkilerini kesmesini istemiş
ve 2 Ağustos günü Türk Hükümeti Almanya ile siyasî ve iktisadî ilişkilerini
kesmiştir. Türkiye'nin Almanya ile siyasî ve iktisadî ilişkilerini kesme kararını
kısa bir müddet sonra, yeni gelişmeler takip etti.
228 a.g.e., 250-251.
347
Müttefik Orduları, Ağustos ayı sonunda, Paris'e girmişler ve Eylül ayında
da, Belçika, Lüksemburg ve Fransa'nın büyük bölümünü Alman işgalinden
kurtarmışlardı. Müttefikler, Eylül ve Ekim aylarında ise, artık Alman
topraklarında ilerlemeye başlayacaklar ve Ren nehrine ulaşacaklardır. Kızıl
Ordu ise, bir yandan, Polonya topraklarında ilerliyor ve Alman sınırına
yaklaşıyor, diğer yandan da, Balkanlar'da Romanya, Yugoslavya ve
Bulgaristan'da ilerliyordu. Alman Ordusu, Eylül ayında, Ege Adaları'ndan
çekilmişti. Kızıl Ordu, Romanya'yı Ağustos ayında, Bulgaristan'ı da Ekim
ayında Alman işgalinden kurtaracak ve aynı târihte, Yugoslavya sınırını
geçecektir. Tam bu sırada, Đngiliz ve Amerikan Orduları da, Yunanistan'a
giriyorlardı.
Türk Hükümeti, Kızıl Ordu'nun, 1944 yılının sonbahar aylarında,
Balkanlar'a hızla sarkmasından dolayı, endişe ve kuşku içindeydi229.
1944 yılı sonlarında, savaş sonu düzeni, fiilen askeri ve siyâsî duruma
göre çiziliyor ve müttefik konferansları da bu fiilî durumu meşrûlaştırıyordu.
Türkiye, daha önceki tahmininde yanılmadığını anlamıştı. Bir paylaşma söz
konusuydu ve Türkiye'nin bizzat kendisi de bu paylaşmanın içinde yer
alabilirdi. Savaş sırasında Balkanlar ve Doğu Avrupa'nın geleceği konusunda
olası Sovyet yayılması tahminleri doğru çıkmıştı. Ancak Türkiye'nin gücü bu
gerçeği değiştirmeye yetmezdi230.
4-11 Şubat 1945 tarihleri arasında toplanan Müttefiklerarası Yalta
Konferansı’nın, 10 Şubat 1945 tarihli toplantısında, Stalin Boğazlar meselesi
229 a.g.e., 269. 230 a.g.e., 271.
348
üzerinde Rus görüşlerine dair bazı açıklamalarda bulundu. Stalin'e göre;
Montrö sözleşmesi olayların gerisinde kalmıştı, çünkü Batı Devletlerinin
Sovyetler Birliği’ne karşı büyük dostluk hissetmedikleri zamanda müzakere
edilmiş ve imzalanmıştı. Sözleşmenin hazırlanmasında Japonya'nın hissesi
Sovyet hissesinden daha büyük olmuştu. Nihayet sözleşme artık tarihe
karışmış olan Milletler Cemiyeti ile bağlı idi. Montrö rejiminin işleyişi
alanında, Stalin, Türklerin Boğazları, sadece savaş esnasında değil, hatta
savaş tehlikesi halinde dahi kapamak hakkına sahip olduklarına işaret etti.
Gerçi sözleşme Đngiliz-Rus ilişkilerinin pek sıkı olmadığı bir devirde
imzalanmıştı, fakat Stalin, şimdi, Đngilizlerin Rusya'yı boğmak istediklerini
sanmıyordu. Bütün bu sebeplerle Stalin, Rus menfaatlerinin hesaba
katılmasını arzu ediyor ve Türkiye'ye Rusya'nın gırtlağını sıkmak imkânını
veren bir durumu kabul etmenin tasavvur olunamayacağını belirtiyordu231.
Yalta konferansında, galiplerin savaş sonrası düzenini kurmak için 25
Nisan 1945’te San Francisko'da Müttefiklerarası bir konferans toplanması
kararlaştırılmıştır. Toplanacak konferansa, 1 Mart 1945 tarihine kadar
Mihvere savaş ilân etmiş olan devletler de davet edileceklerdir. Savaş
sonrası kurulacak düzende yalnız kalmak istemeyen ve Sovyetler Birliği
karşısında kendisine Batı’dan destek arayan Türkiye, 23 Şubat 1945
tarihinden itibaren Mihver devletleri Almanya ve Japonya ile savaş halinde
bulunuyordu. Dört gün sonra da, 27 Şubatta, Türkiye Birleşmiş Milletler
beyannamesini Washington'da imzalamış ve San Francisko Konferansına bir
heyet göndermek davetini almıştı232.
231 ERKĐN, 266. 232 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 244-245.
349
Türkiye’nin savaşa girmesinden; Ruslar, Fransızlar, Bulgarlar ve
Macarlar hoşnut değillerdir. Türklerin bedavadan savaşı savuşturdularını
düşünmektedirler. Sovyetler Birliği’nin Tass Ajansı yaptığı bir yayında,
“Türkler Müttefiklerin zaferine ortak olmak için acele ediyorlar, başkalarının kanadı üzerinde cennete girmek için. Türkler Müttefiklerin sorunlarına daha önce hizmet edebilirlerdi.”233
demektedir. Đkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlanmasına az bir zaman kala,
Türk-Sovyet ilişkilerinde savaş yıllarında oluşan soğuma yerini ciddi bir
gerginliğe bırakacak ve savaş sonrası Türk dış politikasının Batıya yönelimini
kolaylaştıracaktır.
E - ÇOK PARTĐLĐ DÖNEME GEÇĐŞ
1 - Yeni Dünya’da Yerini Almak Đçin Demokratik Rejim
Cumhurbaşkanı Đnönü 2 Kasım 1945’te Meclis’in açılışı dolayısıyla
yaptığı konuşmada, demokrasilerin faşizm üzerinde kazandıkları zafere
göndermede bulunarak Türk sistemindeki başlıca kusurun, bir muhalefet
partisinin eksikliği olduğunu söylüyordu. Bir muhalefet partisinin kurulmasına
izin vermeye artık hazırdı. Türkiye’de artık yeni dünya da demokrasilerin
yanındaki yerini almalıydı. Đnönü’ye göre Atatürk, hale göre, zamana göre
tedbir bulmasını ve tatbik etmesini bilen insandı. Sabit fikirleri olan insan
değildi. Atatürk’te Đnönü’nün ihtiyaç gördüğü zamanlarda sağ bulunsaydı, O
233
BARUTÇU, 281.
350
da aynı ihtiyacı görecek ve demokratik rejime geçecekti234.
Đngiltere ve ABD’nin yanında yer almak isteyen Türkiye gibi bir ülkenin
tek-partili bir rejimi sürdürmesi bu dönemde artık düşünülemezdi. Türkiye’de
demokratik kurumların tam olduğunu söyleyen Đnönü, tek eksiğin ikinci parti
olduğunu düşünmektedir. Đnönü,
“Eğer, Đttihat ve Terakki, Hürriyet ve Đtilaf girişimini her ne pahasına olursa olsun, anlayışla karşılayabilmiş olsaydık, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve Đtilaf, iş başına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet Döneminde Terakkiperver Fırkası’nı bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait Đsyanı bizi korkuttuğu için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla bu partiyi kapattık, ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Korusaydık, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı. Serbest Fırka girişimine gelince, bunu ben aşıladım, bu gereği Atatürk’e ilk ben anlattım. Çünkü kendi partimizin içinde gizli amaçların zaman zaman kendini gösteren belirtilerinden usanmıştık. Taraftarlarımız kimlerdi, bize karşı konuşacaklar kimlerdi, ne amaçla konuşacaklardı… Bunları bilemezdik, pusudan çıkar gibi çıkarlardı. Serbest Fırka kuruldu. Fethi Bey, 1931’de iktidara gelmek istiyordu. Kendisine, 1935’de iktidara gelmek üzere çalışmasını ve 1935’de iktidarı kendi ellerimle teslim edip, muhalefete geçmekle, nöbet değiştireceğimizi söyledim, kabul etmedi. Bu da onun hatası oldu. Atatürk, kuvvetli ve korkusuz bir adamdı. Ama isminin dedikodu konusu olmasına katlanamazdı. Bir gazete Serbest Fırka büyüklerinin Rumeli’li olduklarını, Genel Sekreterin Selanik’li olduğunu yazdı. Rumeli’li, Anadolu’lu …. Hedefin kendisi olduğunu anlayınca, tepkisi şiddetli oldu. Ama yine de hata ettik. Her ne pahasına olursa olsun, koruyacaktık ve ikinci partiyi yaşatacaktık. Yaşatsaydık, şimdi bu eksiğimiz de olmayacaktı. Bu eksiği tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir uğraş ister. Osmanlı Đmparatorluğu’ndan ayrılan bütün uluslar, Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar ve Mısır becerirler de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu da yapacağız. Baskı yönetimi kolaydır, önemlisi insanlık yönetimi olan demokrasiyi işletmektir. Đkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Meclis’te kurulursa, ona karşı da durumumuz aynı olacaktır.” 235
234 ĐNÖNÜ: Hatıralar, 2. Kitap, 231. 235 BARUTÇU, 285-286.
351
Đnönü’nün, 1 Kasım 1944 târihinde, TBMM'yi açış konuşmasında,
idarenin, demokrasi prensiplerini, Türkiye'nin bünyesine ve özel şartlarına
göre geliştirdiğini, ilk günden itibaren, taklit bir idareye düşmekten
sakındıklarını ve dâima sakınacaklarını, Đkinci Dünya Savaşı’nın başından
beri türlü değişmelere uğramış sınırlı ve kararsız vatandaşlarda uyanan taklit
prensiplere, Türk milletinin şiddetle ve muvaffakiyetle karşı koyduğunu,
Savaş sonunda ve sonrasında uyanmak istidadı gösterecek yeni taklit
arzularına da kesin olarak karşı koyacaklarını ifade etmektedir. Türkiye’de
demokrasi prensipleri geliştirilecek, fakat bu prensipler asla faşist ya da sol
ideolojiler gibi yabancılardan taklit edilen siyasal akımlar olmayacaktı. Onlar
siyasal alanın meşruiyet sınırlarının dışına çıkarılacaklardı236.
Đkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu yapı içerisinde, Türkiye,
komünist bloku temsil eden ezeli düşmanı Çarlık Rusyası’nın devamı olarak
gördüğü Sovyetler Birliği’nden algıladığı tehdit karşısında demokrasiyi temsil
eden Batı blokunda kendisine yer aramış ve kendisini kabul ettirebilmek için
de iç siyasal yapısını demokratikleştirme ihtiyacı duymuştur. Duyulan bu acil
ihtiyaç, çok partili ya da daha arzu edilir şekliyle iki partili bir siyasal yapıya
geçiş sürecini hızlandırmıştır. Đnönü’nün iç işlerinin dış işlerle bağlantısı
konusundaki yaklaşımı da bu savı desteklemektedir. Đnönü,
“Ben uzun deneylerimle şunu görmüşümdür; hiçbir dış sorunu iç sorunlarla karıştırmadan ve hiçbir iç sorunu da dış sorunlarla karıştırmaksızın çözümlediğimi bilmiyorum. Biri mutlaka diğerini etkiler” 237
demektedir. Đnönü’nün bu açıklaması, Türkiye’nin iç ve dış politikasının
birbirlerinden bağımsız alanlar olarak ele alınamayacağını ve Türk siyasal
236 Bkz. Cemil KOÇAK: Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:2, 361-362. 237
BARUTÇU, 316.
352
kimliğinin oluşum süreçlerini irdelemeksizin Türk dış politikasının
anlaşılamayacağı şeklindeki savı desteklemektedir.
2 - Kemalist Ulusun “Öteki”leri Đktidara Taşınıyor
Đkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye’nin ulusal çıkarları
demokratik rejime geçmeyi gerekli kılmaktadır. Demokratik rejime kontrollü
bir geçiş yapıldığı takdirde, yabancılardan taklit edilen siyasal akımların rejimi
tehdit edebilme olanağı bulmalarının da önüne geçilebilecektir.
Đkinci Parti, Atatürk’ün Đnönü’den sonraki başbakanı eski Đttihatçı ve
Ulusal/Milli Mücadele döneminin Galip Hocası, Atatürk’ün kurduğu Đş
Bankası’nın genel müdürü, 1932-1937 yılları arasının Đktisat Bakanı ve
Atatürk’ün son Başbakanı Celal Bayar öncülüğünde CHP’nin içerisinden
ayrılan kişilerce 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti olacaktır.
Demokratik rejime geçiş, kontrollü bir süreçtir. Örneğin, yasaklı Türkiye
Komünist Partisi’yle bağlantılı iki solcu parti olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve
Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi kuruluşlarından çok kısa süre sonra
kapatılacaktır238.
Hükümet ile muhalefetin üzerine çıkan Đnönü, Demokrat Parti lideri
Bayar ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin Başbakanı Peker ile görüşmeler
yapacak, iki partili demokratik rejimin yerleşmesi için çaba gösterecektir.
Cumhurbaşkanı, 12 Temmuz (1947) günü bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride,
238 KAPLAN, 199-200.
353
Bayar’ın baskılardan sözettiğini, Peker’in reddettiğini, iki tarafı uzlaştırmaya
çalıştığını söylüyor ve şöyle diyordu :
“Benim bu son dinlediğim karşılıklı şikayetler içinde mübalağa payı ne olursa olsun, gerçek payı da vardır. Đhtilalci bir kuruluş değil, bir yasal partinin yöntemleri ile çalışan muhalif partinin iktidar partisi koşulları içinde çalışmasını sağlamak gerekir. Bu alanda bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı eşit derecede görevli görürüm.”
Böylece devam ediyordu:
”Varmak istediğim sonuç, başlıca iki parti arasında temel koşulun, yani güvenliğin yerleşmesidir. Bu güvenlik bir bakımdan ülkenin güvenliği anlamını taşıdığı için benim gözümde çok önemlidir. Muhalefet güvence içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih bulunacaktır. Đktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden müsterih olacaktır. Büyük vatandaş kütlesi ise, iktidarın bu partinin ya da öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı içinde düşünecektir.” 239
Đnönü’ye göre, iki parti arasındaki rekabetin çatışmaya dönüşmesi
ihtimali ülke güvenliğini tehdit edebilecek bir durumun oluşmasına yol
açabilecektir. Beklenen, Atatürk ilke ve devrimlerini kabul etmiş olan her iki
partiden birisinin iktidara gelmesi rejimin işleyişini değiştirmeyecektir. Halk da
iktidardaki partinin değişmesinden kaygı duymayacak, iktidar değişimleri
nöbet değişimi gibi olacaktır. Cumhurbaşkanı ise partiler arasında hakem rolü
oynayacaktır.
DP’nin programı, iktidardaki partinin programından pek farklı değildi.
Onlar da anayasa gereğince “Kemalizm’in altı ilkesi”ni benimsiyor, ancak bu
ilkeleri zamanın gereklerine göre yorumlayacaklarını söylüyorlardı. Başlıca
239 Hikmet BĐLA, 217.
354
hedeflerinin demokrasiyi geliştirmek olduğunu öne sürdüler. Bunun anlamı,
hükümet müdahalesini mümkün olduğu kadar azaltmak, bireyin hak ve
özgürlüklerini artırmaktı. Halkçılığı ve halkın egemenliğini vurguluyor ve
siyasal inisiyatifin yukarıdan, partiden değil; aşağıdan, halktan gelmesini
talep ediyorlardı. Demokratlar kısa süre içinde özel girişimin sözcüleri oldular
ve liberal entelijansiyanın yanı sıra işadamlarının da desteğini kazandılar240.
CHP’den DP’ye doğru her gün devam eden kayma, üst düzeydeki
geçişlerle birleşmişti. Đsim sahibi bürokratların CHP’den ayrılmaları ya da
DP’ye geçmeleri ise, birer darbe niteliğindeydi. 1947 Kurultayı’ndan sonra,
yerini arayan CHP’den kopmalar hızlanmıştır. Hamdullah Suphi Tanrıöver,
Muammer Alakant, Behçet Kemal Çağlar, Fahrettin Kerim Gökay, Suat Hayri
Ürgüplü 1950 Mayısına kadar CHP’den ayrılan ünlüler arasındaydı. Ama
bunlardan hiçbiri Milli Mücadele’nin en önemli isimlerinden Ali Fuat Cebesoy
ve Rauf Orbay’ın istifası kadar yankı yapmamış ve CHP üzerinde etki
yaratmamıştır.
Atatürk’ün hem yakın arkadaşı hem de hasımı olan Rauf Orbay 13 Ekim
1949 günü, “muhalefetteki vatandaşların demokrasi yolunda büyük
hizmetlerde bulunduğunu” söyleyerek CHP’den ayrılıyordu.
26 Mart 1950’de de, General Ali Fuat Cebesoy da Parti’den istifa
edecekti. Cebesoy, “gaye, düşüncelerinin DP’ninkilerle aynı olduğunu”
söylüyor ve 29 Mart günü DP’ye kaydını yaptırıyordu. Milli Mücadele’nin bu
generali 27 Nisan 1948’de CHP oylarıyla Meclis Başkanlığına seçilmişti241.
240
AHMAD: Modern Türkiye’nin Oluşumu, 151. 241 Hikmet BĐLA, 239.
355
14 Mayıs 1950 seçim sonuçları CHP’de, devlet bürokrasisinde ve ordu
içinde adeta şok etkisi yaptı. Demokrat Parti, Kemalizm’in “öteki”lerini siyasal
yaşamın içine çekerek iktidara taşımıştı.
Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar, Başbakanlığa da 1930 yılında
kurulmuş olan Serbest Fırka’nın Aydın Đl Başkanlığı görevinde bulunmuş,
daha sonrada CHP milletvekili olarak Meclis’te yer almış olan Adnan
Menderes’i getirdi. Başbakan’a göre,
“Atatürk devrimleri artık millete mal olmuştur. Bunlar büyük bir dikkatle korunacaktır. Hükûmet, aşırı sağ ve sol akımların karşısında yer almaktadır. Lâyıklık, din düşmanlığı değildir. Tersine, devletin, bütün dinlere karşı eşit saygıda olması, yürütüm ve yönetimde bunlardan esinlenmemesi, yararlanmamasıdır.” 242
Ana Muhalefet Partisi konumuna düşen CHP‘de, 18 Mayıs tarihli Ulus
gazetesinde, “komünizme ve irticaya karşı olacağız.” diyordu. Bayar’a göre
DP’de komünizme ve irticaya karşıydı. Devlet Başkanı olarak hem kendisinin,
hem de Başbakan olarak Adnan Menderes’in, aralıksız irtica konusu üzerinde
durduklarını, halkı ve çevreyi uyardıklarını, fakat Demokrat Parti iktidarının
yine de irticayı himaye etmekle suçlanmağa devam edildiğini
söylemektedir 243.
DP’nin hükümet programında, oluşmaya başlayan iki kutuplu
uluslararası düzende Batı’nın en büyük “öteki”si olarak inşa edilen Sovyet
tehdidi ve anti-komünizm teması işlenirken, gericilik de bir komünist taktiği
olarak tanımlanmaktadır. Aslında, son CHP hükümetleri, dine baskı diye
görülen bazı noktalarda, ödünler vermeye başlamışlardı. DP çoğunluklu yeni
TBMM’de 16 Haziran’da oybirliği ile Arapça Ezan yasağını kaldırarak bu
242
Celâl BAYAR: Başvekilim Adnan Menderes, Der. Đsmet Bozdağ, Đstanbul, Tercüman Gazetesi, 1986, 109. 243
Bkz. Celâl BAYAR: Başvekilim Adnan Menderes, 149-152.
356
yolda bir adım daha attı244. Kenan Evren,
“Büyük bir çoğunlukla iktidara gelen ve hükümet olan Demokrat Parti’nin almaya başladığı bazı kararlar ve yaptığı icraat bizim gibi Atatürkçü gençler üzerinde bazı olumsuz etkiler yapmaya başlamıştı. Bunların başında Türkçe okunan ezanın yeniden “ezanı Muhammedi” propagandası ile Arapçaya dönüştürülmesi oldu.”
demekte ve bununla DP’nin yobaz ve gerici, tutucu zümreyi memnun etmek
ve onların desteğini sağlayarak uzun süre iktidarda kalabilmeyi amaçladığını
ifade etmektedir ve şöyle devam etmektedir.
“Ne Celal Bayar, ne Adnan Menderes ve ne de birçok bakan ve milletvekili dinine düşkün beş vakit namaz kılan, oruç tutan kişiler değildi. Kaldı ki Atatük’ün döneminden gelmiş bir hayli bakan ve milletvekili aralarında mevcuttu. Kur’an – ı Kerim’i iyi etüd etmediklerinden ve dini politikaya alet etmek istediklerinden dolayıdır ki bu kararı aldılar. Đşte alınan bu karar ve verilen bu tavizdir ki o zamana kadar sinmiş olan ve fırsat bekleyen yobaz ve gerici zümreyi ayağa kaldırmış, istekler istekleri kovalamış, tavizler tavizleri takip etmiştir. O zamana kadar Atatürk’ün heykellerine değil saldırmak el sürmeye bile kimse cesaret edemezken, yer yer Atatürk heykel ve büstlerine saldırılar başlamış, gittikçe çoğalma gösterince Atatürk heykel ve büstlerine saldıranları cezalandıran kanun çıkarma zorunluluğu doğmuştur.” 245
Halkevleri ve Köy Enstitüleri sessiz sedasız ortadan kalktı. Türkiye’nin iç
politikasında temel bir taş olan kalkınma arzusu ve bu arzunun gerçeğe
dönüşebilmesi için ABD yardımından çare umulması, Ankara’nın kendi isteği
ile ABD’nin mimarı ve öncüsü olduğu uluslararası sistem içinde yer
almasında belirleyici rolü oynamıştır. DP döneminde iç ekonomik ve politik
244 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 178. 245 Kenan EVREN: Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, Birinci Baskı, Milliyet Yayınları, Kasım 1990, 89.
357
sloganlardan biri “Küçük Amerika olmak” iddiasıdır. Ancak, ekonomik
yardımın hiçbir zaman istenen bollukta sağlanmaması, Türk dış politikasında
önemli bir endişe yaratmıştır: Türkiye, alacağı yardımı, Amerika’nın
kendisinden umduğu çıkarların gerçekleşmesine endeksli olarak yorumlamış,
Türkiye’den beklentilerinin azalması halinde yardımın da sona ereceğinden
çekinmiştir246.
ĐTC’nin 1913’te doğrudan iktidara gelmesiyle sağlanmış olan
hükümet – devlet birlikteliği, Ulusal Mücadele sonrasında da CHP – devlet
özdeşliği ile devam etmiş, ancak bu özdeşlik Demokrat Parti’nin iktidara
gelmesiyle bozulmuştur.
Demokratlar, kendilerinin “Paşa faktörü” dedikleri şeyle, ordunun ve
bürokrasinin önderlik ettiği “zinde kuvvetler”i temsil eden Đnönü’yle karşı
karşıya bulmuşlardır. On yıl süren yönetimlerinin tarihi bu faktörle
uzlaşamamaları biçiminde özetlenebilir247.
Demokrat Parti’nin kurucularının ve yönetici kadrolarının önemli bir
bölümünün Milli Mücadele döneminden geldiği, Atatürk döneminde CHP
kadroları içerisinde yer aldıkları bilinmektedir. Laik cumhuriyet ilkesini
içtenlikle kabul ettikleri de ileri sürülebilir. Ancak, zayıf ama etkin bir azınlığın
CHP’yle birlikte anılan, batılılaşmış, laik kültürü karşısında, halk kitlelerinin
Đslam’la birlikte anılan yerli kültürü, 1930’daki Serbest Fırka döneminde
olduğu gibi kurucularının kimliğine bakılmadan, sırf CHP’nin dışında ve
246 BOSTANOĞLU: Türkiye- ABD Đlişkilerinin Politikası, 332. 247 AHMAD: Modern Türkiye’nin Oluşumu, 158.
358
karşısında yer alması nedeniyle, Demokrat Parti içerisinde kendine yer
aramıştır. Tabanın baskısı ve beklentileri doğrultusunda, oy kaygısıyla
hareket eden DP’li yöneticiler, Cumhuriyetin kazanımlarından ödün verir bir
pozisyona düşmüşlerdir.
3 – II. Dünya Savaşı Ertesinde Türk Dış Politikası
Türkiye, savaştan zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nde kendi aleyhine bir
plânın hazırlanmış olduğunu sezmektedir. Bu sezgisi, 19 Mart 1945’te,
Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov’un, ülkesine dönmekte olan Türkiye
Büyük Elçisi Selim Sarper'i kabulü esnasında, kendisine, Sovyet
Hükümetinin, günün şartlarına ve savaşın getirdiği değişikliklere uymadığı
için esaslı tadilleri gerektiren 17 Eylül 1925 tarihli Türk-Sovyet tarafsızlık
antlaşmasını feshettiğini bildirmesiyle, gerçeklik kazanacaktır248. Söz konusu
antlaşma ile Türkiye ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB), iki
devletten birine karşı üçüncü bir veya birkaç devlet tarafından saldırıda
bulunulması halinde, diğerinin tarafsız kalmasını, her birinin, diğerine karşı
saldırıdan kaçınmasını ve diğer tarafa veya onun askerî ve denizsel
güvenliğine karşı yöneltilen hiçbir ittifaka veya politik anlaşmaya katılmamağı,
taahhüt ediyorlardı249.
Büyük Elçi Sarper, 7 Haziran 1945 günü, Türkiye'de başlanan
konuşmaları yeniden ele almak ve sonuca götürmek amacıyla Molotov'u
248 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 246-247. 249 Antlaşma ile ilgili maddeler ve fesh edilmesi sonrası değerlendirmeler için Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 248-251.
359
ziyaret etti. Görüşme esnasında Molotov, Sovyet dostluğunu kazanmak için
Türkiye'nin gereken bedeli ödemesi gerektiğini bildirdi. Öncelikle Türkiye,
Kuzey komşusu yararına sınır düzeltmesine rıza göstermeli ve Birinci Dünya
Savaşı’ndan zayıf ve yaralı olarak çıkmış olan Sovyetler Birliği’nin 1918
yılında komşusuna terk etmek zorunda kaldığı Kars ve Ardahan vilâyetlerini
kendisine geri vermeli idi. Đkinci şart olarak, Molotov, Türkiye'nin, Akdenizden
gelebilecek bir taarruza karşı Çanakkale boğazını başarı ile savunma
kudretinden şüphe göstererek Sovyet kuvvetlerine Boğazlarda üs verilmesini
ve iki taraf arasında Montrö antlaşmasının tadili için bir prensip mutabakatına
varılmasını istedi250. Sarper, Ankara'dan aldığı talimatla Molotov'a Türkiye'nin
toprak statüsü ve egemenlik hakları ile bağdaşması imkânsız olan talepleri
kesinlikle reddettiğini bildirdi251.
Uluslararası alandaki siyasal ve psikolojik duruma bakıldığında ise
görünen manzara şu şekildeydi: Almanya teslim olmuş, Avrupa’da savaş
sona ermişti. Balkanlar’da Kızıl ordu Türkiye'nin sınırlarına kadar gelmiş
durumdaydı. San Fransisko Konferansı çalışmaları devam ediyordu. Barışın
korunması ve daha mükemmel bir dünyanın hazırlanması için Birleşmiş
Milletler’e güven duyulmaktaydı. Orduların terhis edilmesi yönünde genel bir
arzu vardı ve Sovyetler Birliği uluslararası kamuoyunda hayranlık uyandıran
bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Ruslar böyle bir uluslararası ortam içerisinde
Türklere, karşılıklı dostluk bağlarını yeniden kurmak için şartlarını
bildirmişlerdi252.
Đngiltere Hükümeti, Đngiltere’ye haber verilmeksizin Boğazlar için
250 ERKĐN, 253. 251 a.g.e., 254. 252 Bkz. Feridun Cemal ERKĐN: Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, 254.
360
Türkiye’ye bildirilen Rus isteklerinden hayret ve şaşkınlık duyduğunu ve bu
sorunu Üçler Konferansında ortaya getireceğini, Doğu sınırlarıyla ilgili
isteklerin de San Fransisko’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anayasası’nın
kapsamına giren ve Güvenlik Konseyi’ne verilmesi gereken bir konu
olduğunu Moskova Hükümeti’ne bildirmiştir. Postdam’da toplanan Üçler
Konferansı’nın 23 ve 24 Temmuz tarihlerindeki oturumlarında Türkiye’yle ilgili
Rus istekleri görüşülmüştür. Amerika Başkanı Truman, Boğazlar’ın Üçler’in
de içlerinde bulunacağı bir denetleme rejimine bağlanması için Türkiye’ye
girişimde bulunmayı kendi üzerine aldığını bildirmiştir. Stalin, bu şeklin
üslerden beklenen yararı sağlamayacağını söylemiş ve doğu sınırlarında
istedikleri düzeltme yapılmadıkça, Türklerle anlaşma yapamayacaklarını
söylemiştir. Bu konu kararsız kalmakla birlikte, Amerikan Başkanı üzerine
aldığını söylediği girişimi yapacağını yineleyerek ayrılmıştır253.
7 Ağustos 1946’da, Sovyetler Birliği Türkiye’ye Boğazlar konusundaki
görüşlerini içeren bir nota vermiştir. Bu notayla Sovyetler Birliği;
- Boğazlar rejiminin kurulması yalnız Türkiye’nin ve Karadeniz’e sahili
olan diğer devletlerin yetkisi dahilinde olmalıdır;
- Türkiye ve Sovyetler Birliği, Boğazların diğer devletler tarafından
Karadeniz’e sahili bulunan devletler aleyhine kullanılmasının önüne geçmek
amacıyla bunların savunulmasını müştereken temin etmelidir.
demişlerdir.
253
Bkz. Faik Ahmet BARUTÇU: Siyasî Anılar 1939 – 1954, 319-320.
361
Sovyetler Birliği’nin Boğazlar ile ilgili düzenlemelerin Karadeniz’e kıyısı
olan devletlerce belirlenmesi şeklindeki görüşü yeni değildi. Ancak, II. Dünya
Savaşından bir süper güç olarak çıkan Sovyetler Birliği karşısında, kendini
zayıf ve yalnız hisseden Türk karar vericileri, Batı’nın, özelliklede ABD’nin
desteğini alarak ülkelerinin güvenliğini sağlamaya çalışmışlardır.
Türkiye ile birlikte Amerika ve Đngiltere’ye verilen bu notaya 19 Ağustos
1946’da ABD verdiği cevapta,
“Türkiye, Boğazların savunmasında başlıca sorumlu kalmaya devam etmelidir. Eğer Boğazlar bir saldırgan tarafından bir saldırı ya da bir saldırı tehdidine konu olursa, bundan doğacak durum uluslararası güvenlik için bir tehdit ve BM Güvenlik Meclisi’nin harekete geçmesi için açık bir sebep teşkil edecektir”
demiştir.
ABD aynı tarihlerde Akdeniz’e büyük bir Amerikan deniz kuvvetinin
gönderileceğini de açıklamıştır.
Türkiye, 22 Ağustos 1946’da verdiği karşılık notasında Montrö
Sözleşmesiyle kurulan rejimin kaldırılması ve Boğazların ortaklaşa
savunulması konusundaki Sovyet isteklerini reddetmiştir.
Sovyetler Birliği 24 Eylül 1946’da Boğazlar konusundaki isteklerini
tekrarlayan ikinci bir notayı daha Türkiye’ye vermiştir. ABD, Sovyetler
Birliği’ne verdiği 9 Ekim 1946 tarihli notada görüşlerini tekrarlamıştır. Đngiliz
ve Amerikan Hükümetleri tarafından desteklendiğini gören Türk Hükümeti, 18
362
Ekim 1946 tarihinde Sovyet Hükümeti’ne verdiği karşılık notasında, eski
görüşlerinde ısrar etmiştir254.
Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ve Đngiltere’nin Türkiye’yi desteklemeye
başlamaları, uluslararası alandaki ideolojik mücadeleyle doğrudan
bağlantılıdır. Sovyetler Birliği savaş sonrası dönemde sadece Türkiye
üzerinde siyasî ve askerî baskı oluşturmakla kalmıyor, Yunanistan ve Đran
üzerinde de benzer bir strateji yürütüyordu. Yunanistan'da Komünist olanlarla
olmayanlar arasında iç savaş vardı ve izlenen hedef Yunanistan'da bir
komünist yönetim kurulmasıydı. Sovyetler Birliği, bu şekilde Akdenizde bir
Đngiliz ileri karakolunu yıkmayı ve aynı vesile ile Çanakkale Boğazı dışında,
Đtalyan Barış konferansınca, Sovyet hükümetinin de rıza göstermesi ve
hararetli desteğiyle Yunanistan'a verilmiş olan Oniki Adanın kontrolünü de
elde etmeği umuyordu. Moskova, Yunanistan’da komünist bir yönetim
kurulduktan sonra, bütün doğu Akdeniz bölgesinin siyasi ve iktisadi
bakımdan kendi nüfuzu altına gireceğine inanmaktaydı. Bu yüzden
Türkiye'nin de durumu sarsılacak, Atina Sovyet nüfuzunun Đtalya'ya yayılması
için uygun bir sıçrama tahtası sağlayacaktı. Bir kelime ile, Akdenize
komünizmin, bütün sonuçlarıyla, yerleşmesi için fırsat elde edilmiş olacaktı.
Sovyet müdahaleleri Đran'da da vahim bir buhrana sebep olmuştu.
Moskova, Tahran'da itaatli bir hükümet kurmağa, Azerbaycan’ı ilhak ve, ülke
üzerinde doğrudan doğruya kontrol tesis etmeğe, Đngiliz nüfuzuna son
vermeğe ve gerek kuzey, gerek güneydeki petrol rezervlerine el koymağa
çalışıyordu. Bütün bu plânların Yunanistan, Türkiye ve Đran'da ahenkli bir
tarzda uygulanması adî bir tesadüf eseri değildi. Yunanistan ve Đran'da koşut
olarak yürütülen kampanya, görünüşte mahallî bir anlam taşıyordu, fakat
254 Mehmet GÖNLÜBOL ve başk.: Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), 9. Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996, 209.
363
gerçekte daha yaygın nitelikte idi. Asıl amaç, bu iki ülkeden yöneltilen ve
kuzeyde Bulgar askerî birliklerinin hareketleriyle daha da ağırlaştırılan baskı
sayesinde, «inatçı» Türkiye'nin dayanma kuvvetini tüketmek idi255. Đngiltere
ve ABD, Sovyetler Birliği karşısında böyle bir ortamda tutum almak
gereksinmesi duydular. 19 Ekim 1939 ittifakı ile, Türkiyenin en büyük
dayanağı olan Đngiltere’nin, 1947 Şubatında Türkiye ve Yunanistan
konusunda Amerikaya verdiği ve artık bu iki devleti destekleyemiyeceğini
söylediği notalar üzerine, Başkan Truman, 12 Mart 1947’de Kongre önünde
yaptığı ve Truman Doktrini adını alan konuşması ile, Türkiye ve Yunanistan’a
yardım kararını açıklayarak, Sovyet Rusyanın bu iki ülke üzerindeki
tasarılarına bir set çekmeyi başarmıştı. Truman Doktrini, Amerika’nın Yakın
ve Orta Doğu politikasında bir dönüm noktası teşkil ettiği kadar, Türkiye’nin
dış politikasında da yeni bir dönemi açmakta idi. Şimdi Türkiye, Rusya’ya
karşı geleneksel ve tarihi olarak Đngiltere’ye dayanırken, Đngiltere’nin Rusya
karşısında denge unsuru olan niteliğini kaybetmesi üzerine, Rusya’ya karşı
daha güçlü bir denge unsuru olarak gördüğü Amerika Birleşik Devletleri’ne
dayanma yolunu seçmek istiyordu. Truman Doktrini, Türkiye açısından çok
mühim bir "Amerikan Desteği" idi256.
Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’ya yönelimini sadece
Sovyet tehdidi algılamasıyla açıklamak yetersiz kalacaktır. Batı yanlısı ve bu
yüzden Sovyetler karşıtı politika benimsemeleri için Türk siyasal elitlerini
harekete geçiren iç faktörlerde Türkiye’de vardı. Türkiye ekonomik, siyasal ve
askeri gelişmesini kendi iç kaynaklarıyla sağlayamayacağına inandığı için
ABD’nin yanında yer alırsa bu kaynağı komünizme karşı savaş açan
ABD’den alabileceğini düşünmüştür. Fener Rum Patrikhanesi de, bu
255 ERKĐN, 342-343. 256 Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, 188.
364
dönemde ABD’nin komünizme karşı politikasının bir aracı olarak ele
alınmıştır. 1930'dan beri Kuzey ve Güney Amerika Başepiskoposu olan
Athinagoras Türkiye vatandaşı yapılacak ve 1 Kasım 1948'de de gıyabında
patrik seçilecektir. ABD komünizme karşı açtığı savaşta, Ortodoks Kilisesi'ni
bir dış politika aracı olarak kullanmak isterken, Türkiye ise Batı'yla daha hızlı
bütünleşebileceği ve Marshall Planı çerçevesinde yardım alma sürecini
hızlandıracağı düşüncesiyle, Patrikhane'yi ABD ile ilişkilerinin bir aracı haline
getirmiştir257.
Truman Doktrini, Sovyet tehdidi karşısında Türkiye ile Yunanistan’ın
askeri gücünü arttırma amacına yönelmişti ve bu bakımdan da daha ziyade
askeri niteliğe sahip bulunuyordu. Ancak, asıl önemli sorun, Avrupa’nın altı
yıllık savaşta ekonomileri tahrip olmuş olan ülkelerinin bir kalkınma temposu
içerisine sokulamamış olmasından kaynaklanıyordu. Kitleler fakirleştikçe
oluşan şartlar, Moskova'dan idare edilen komünizmin propagandasının
etkisini çok kolaylaştırıyordu. Sovyetler, Avrupanın iki büyük endüstri ülkesi
olan Fransa ve Đtalyayı hedef seçmişler ve komünist partileri aracılığıyla
çıkarttıkları genel grevlerle, bu iki ülkenin ekonomisini büsbütün felce uğratıp,
Komünist partilerinin iktidara geçmesini sağlamak istiyorlardı258.
Sovyetlerin karşısında Amerika’nın bulduğu formül, Dışişleri Bakanı
George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir
konuşma ile ortaya atıldı. "Marshall Planı" denilen bu konuşma, 16 Nisan
1948’de Avrupa Đktisadi Đşbirliği Teşkilatı'nın (O.E.C.D.) kurulmasını
sağlamıştır259. Amerika Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947
konuşması üzerine, Avrupanın, Türkiye’de dahil, 16 ülkesi, Marshall Planı'nın
öngördüğü Avrupa Kalkınma Planı'nı hazırlamak üzere, 1947 Temmuzundan
257 Athinagoras’ın Patrik seçilmesiyle ilgili olarak Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 188-192. 258 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 165. 259 a.g.e., 165.
365
itibaren Paris'te çalışmalarına başladılar ve hazırlanan kalkınma planını Eylül
ayında Amerikaya verdiler. Amerikan Kongresi, bu ortak planı finanse etmek
üzere 3 Nisan 1948’de Ekonomik Đşbirliği Kanunu'nu kabul etti. Diğer ülkeler
gibi Türkiye'de, bu Kanun'dan yararlanabilmek için 4 Temmuz 1948 tarihinde
Amerika ile bir Ekonomik Đşbirliği Anlaşması imzaladı260.
Birleşmiş Milletler’e giren, 1946’da çok partili rejime geçen, Truman ve
Marshall yardımlarından yararlanan Türkiye, 1949’da Batılıların oluşturdukları
Avrupa Konseyi’ne katılmış ve aynı yıl kurulan Kuzey Atlantik Paktı (NATO-
North Atlantic Treaty Organisation) üyeliğine doğru girişimlere başlamıştır.
NATO’ya girmesi ancak Kore Savaşı’na katılmasından sonra, 17 Ekim
1951’de gerçekleşecektir.
Türkiye’nin, Sovyet tehdidi algılamasına karşı bir güvence olarak
gördüğü NATO'ya girmesi II. Dünya Savaşı sırasında izlemiş olduğu oyalama
politikası sonucunda, savaşın galipleri tarafından oluşturulmaya başlanan
yeni dünya düzeninde yalnız kalma korkusunun giderilmesi anlamına
gelmektedir. Yönetici kadroların Osmanlı'nın son döneminin yıkımlarla dolu
koşulları içerisinde ve Rusya'nın Osmanlı'nın can düşmanı olarak
değerlendirildiği bir zihinsel koşullanmadan geldiklerini, savaştan Sovyetler
Birliği'nin güçlenerek çıkmış olduğunu dikkate aldığımızda Cemal Paşa'nın I.
Dünya Savaşı'na Osmanlı'nın katılmaması ve Rusya'nın galip çıkması
durumunda zavallı Türkiye'ye neler olabileceği şeklindeki değerlendirmesi
akla gelmektedir.
Đngiltere'nin Kıbrıs’tan çekilmesinin kesinlik kazanmasından sonra
adada olayların bir buhran haline gelmesi üzerine Đngiltere, Türkiye ve
260 a.g.e., 168.
366
Yunanistan'ı, Kıbrıs dahil Doğu Akdeniz'de bu ülkeleri ilgilendiren stratejik ve
diğer sorunları görüşmek üzere, 29 Ağustos 1955'te Londra'da toplanacak bir
konferansa davet etmiştir261. Londra Konferansı 29 Ağustostan 7 Eylül
1955'e kadar devam etmiş; fakat bir sonuca varamadan Đstanbul'da meydana
gelen 6-7 Eylül olayları gerekçe gösterilerek dağılmıştır262. DP iktidarının
Londra’daki Kıbrıs görüşmelerinde elini kuvvetlendirmek için tezgahladığı ve
6 Eylül 1955 günü, bir Đstanbul gazetesinde, Yunanlıların Atatürk’ün
Selanik’te doğduğu eve bomba attıkları haberinin yayımlanması sonrasında
Đstanbul Rumlarına ve Yunanistan temsilcilerine karşı başlayan taşkın halk
hareketi biçiminde devam eden 6-7 Eylül olayları, tertipçilerin bile ummadığı
ölçüde büyük bir tahribata yol açtı. Olayların gerçek failleri bilindiği halde
dışarıdan yoğun baskılar gelince suçlu olarak daha önce fişlenmiş
komünistler toplanmaya başlandı. Aralarında Aziz Nesin’den Asım Besirci’ye,
Hasan Đzzettin Dinamo’dan Nihat Sargın’a, Kemal Tahir’den Hulusi
Dosdoğru’ya, Can ve Müeyye Boratav’dan Aslan Kaynardağ’a kadar
tanınmış birçok aydın yer alıyordu263.
Daha sonra (Yassıada Muhakemeleri sırasında), Selanik’teki
provokasyonun DP tarafından bir ajana yaptırıldığı, halk gösterilerinin de
önceden planlandığı, ama yaygınlaşmasına (genel bir azınlık serveti
düşmanlığı haline gelmesine) engel olunamadığı anlaşılacaktı264.
Adanın Đngilizlerin çekilmesinden sonra Rum-Yunan egemenliği altına
girmesinden çekinen Türkiye, Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi için silahlı
mücadele yürüten EOKA saldırılarının, hem Türklere yönelmesi hem de
261 Fahir ARMAOĞLU: 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür
Yayınları, 1983, 531. 262 Mehmet GÖNLÜBOL ve başk.: Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), 341. 263 DP Đktidarının Planladığı 6-7 Eylül Olaylarında Fişli Olduğu Đçin Göz Altına Alınan Saygın: Aknoz Paşa Đdamımızı Đstedi, Cumhuriyet, 28 Eylül 2005. 264 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 184.
367
adanın jeopolitik ve stratejik konumunu dikkate alarak, EOKA'ya karşı gizli bir
örgüt kurmaya karar verdi. Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) 1 Ağustos
1958'de kuruldu. TMT'nin görevi T.C. Hükümeti'nin Kıbrıs politikasının askeri
yönden desteklenmesi ve Türklerin Rumlara karşı can ve mal güvenliğini
sağlamak, gerektiğinde Rumlarla savaşmaktır265. 1958 yılı Ağustos ayı
sonundan itibaren Anamur ile Kıbrıs Erenköy (Koççina) arasında haftada iki
defa silah sevkiyatı yapılmaya başlanmıştır. Kıbrıs'a öğretmen, ateşe,
müfettiş gibi kimliklerle subaylar gönderilmiştir. Örgüte alınan bütün personel
Ankara'da veya Kıbrıs'ta eğitimden geçirilecektir266.
Uzun yıllar ve bugün de Türkiye’nın dış ilişkilerini etkileyen ve hatta
Türk dış politikasını yönlendiren Kıbrıs sorunu 1955’ten itibaren gitgide önem
kazanmış ve Yunan ve Türk Başbakanları Karamanlis ve Menderes ABD'nin
ve NATO'nun aracılık ve baskıları ile 5-11 Şubat 1959'da Zürih'te bir araya
gelmişler ve yapılan görüşmelerde bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti
kurulmasına karar verilmiştir. 19 Şubat 1959'da Londra'da Türkiye, Đngiltere
ve Yunanistan ile Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarının temsilcileri tarafından
imzalanan andlaşmalarla Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuştur.
Đsrail ile Đngiltere ve Fransa'nın, Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı
millileştirmesine karşı çıkarak Mısır'a saldırmaları şeklinde ortaya çıkan 1956
Arap–Đsrail savaşı sırasında, Sovyet Rusya'nın bu üç devlete ağır tehditler
yöneltmesi ve hatta Orta Doğu'ya asker göndermekten söz etmesi üzerine,
Amerika, bu üç devlete baskıda bulunarak savaşın sona ermesini sağlamıştı.
265 Đsmail TANSU: "Kıbnsın Özgürlük Mücadelesinde T.M.T. ve Dr. Fazlı Küçük ile Rauf Denktaş" Kıbns Mektubu, C.9, No. 7 ( Kasım 1996), 7. 266 Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması ve çalışması yöntemleriyle ilgili daha geniş bilgi edinmek için bkz. T.M.T’nin kurucularından Emekli Albay Đsmail Tansu’nun Kıbrıs Mektubu, C.9, No. 5, 6, 7 ve C.10, No. 1.
368
Ancak, Batı Orta Doğu'da prestij kaybına uğrarken Sovyet Rusya sanki Arap
dünyasının kurtarıcısı olmuştu. Bu durumda, ABD, bölge ülkelerinin
ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak suretiyle bölge
ülkelerini güçlendirmek ve ister ikili, ister kollektif ilişkiler yoluyla, bu ülkelere,
komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini anlatmak ve bunların
uluslararası komünizme karşı koymalarına yardım etme kararı aldı. ABD
başkanı Eisenhower’in adıyla anılan doktrine Türkiye’de 22 Mart 1957’de
katıldığını açıklamıştır. Türkiye tarafından Orta Doğu’nun komünizme karşı
güvenlik altında olması, Amerikan ulusu ile Orta Doğu uluslarının ortak çıkarı
olarak görülmektedir. Uluslararası komünizm Orta Doğu’da egemen olduğu
takdirde, bütün hür dünyanın güvenliği tehlikeye girmiş olacaktır. Türkiye
hükümeti, Amerikan hükümetinin komünizmin önüne set çekmek için,
ABD’nin uluslararası komünizmin kontrolu altında bulunan bir ülke tarafından
bölgedeki herhangi bir millete vuku bulacak silahlı bir tecavüzünü önlemek
için tecavüze uğrayacak devlet veya devletlerden talep gelmesi şartıyla,
böyle bir tecavüze karşı, ABD’nin silahlı kuvvetlerini kullanmasını, komünist
tecavüzüne karşı iç güvenlik ve meşru müdafaa olanaklarını güçlendirmek
için askeri yardımda bulunmasını, bölgedeki devletlerin kalkınmalarını
gerçekleştirmeleri ve aynı zamanda komünizmin, bozuk iktisadı durumları
istismar etmesini önlemek için iktisadi yardımda bulunması hususlarını
onaylamaktadır267. Arap dünyasındaki Batı aleyhtarlığının yükseldiği bir
dönemde, Suriye'nin de hızla sola kaymaya başlaması ve Sovyetler Birliği’ne
yakınlaşması Türkiye'de ciddi endişeler uyandırmıştır. Suriye’nin 1957
Temmuz’unda Sovyetler Birliği ile bir takım anlaşmalar imzalası ve bu
anlaşmaların 6 Ağustosta açıklanması ile 1957 Suriye buhranı patlak verdi.
Zira bu anlaşmalarla Suriye Sovyet Rusya'nın kontroluna giriyordu. Oluşan
267 “Eisenhower Doktrini” ve Türkiye’nin Eisenhower doktrinine katılmasına ilişkin olarak Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 240-250.
369
genel kanaate göre, Sovyetler Suriye'de bir "köprübaşı" elde ediyorlardı268.
Suriye'deki gelişmelerin Türkiye'yi endişelendirmesinin sonucunda,
Türkiye-Suriye ilişkilerinin gerginleşmesinin, Türk-Sovyet ilişkilerinde
yankılanması ve Suriye'nin "hamisi" Sovyet Rusya'nın Türkiye'yi füzelerle
tehdit etmesi, Türkiye'nin NATO müttefiki Amerika'yı harekete geçirmiş ve
Amerika, Ekim ayında, Türkiye'nin yanında yer aldığını, tartışmasız bir
şekilde açıklamıştı. Gerek bu kesin tutum, gerek hem Amerika'nın ve hem de
Türkiye'nin krizi yumuşatma çabaları netice vererek gerginlik nisbeten
ortadan kaldırılmış ise de, bu kez Aralık ayında Amerika'nın Türkiye'ye ilk
defa güdümlü füze verdiği görülmüştür269.
Bağdat Paktı, 24 Şubat 1955’de imzalanan bir anlaşma ile önce
Türkiye ile Irak arasında kurulmuştu. 4 Nisan 1955’de Đngiltere, 23 Eylül
1955’de Pakistan ve 3 Kasım 1955 ‘de de Đran, Bağdat Paktı'na katıldılar.
Bağdat Paktı, Arap dünyasını ikiye bölmüştü. Mısır Devlet Başkanı
Nasır'ın yürüttüğü kampanya ile, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen bu
pakt'a karşı cephe alırken, Ürdün ve Lübnan kenarda kalmayı tercih etti.
Bağdat Paktı'na şiddetle karşı gelen bir başka devlet de Đsrail idi. Đsrail,
Bağdat Paktı'nın, Orta Doğu ülkelerini kendisine yönelen bir ittifak içinde
birleştirmesinden korkmuştur.
Arap dünyasının tepkileri bu durumda iken, Irak'da 14 Temmuz 1958
günü General Kasım liderliğinde yapılan bir askeri darbe ile monarşinin
yıkılması, Kral Faysal ile, Bağdat Paktı'nın kurucularından Başbakan Nuri
said Paşa'nin öldürülmesi, Bağdat Paktı'na büyük bir darbe oldu.
268 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 251. 269 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 253.
370
Irak'daki darbe, Bağdat Paktı devlet başkanlarının 14-17 Temmuz
1958 günleri için Ankara ve Đstanbul'da düzenledikleri toplantı sırasında
meydana geliyordu. Bu sebeple, Irak Kralı II. Faysal ile Başbakan Nuri
Said Paşa'nın öldürülmüş olmalarından ve darbenin Moskova yanlısı
olmasından endişe duyulmuş ve 17 Temmuz 1958 günü yayınlanan
Bağdat Paktı bildirisinde doğrudan doğruya Amerika'nın Bağdat Paktı'na
destek vermesi istenmiştir270. Sonraki gelişmelerin de gösterdiği gibi,
general Kasım'ın bir "sol" darbe yapmış olması ve darbenin Moskova
tarafından hararetle desteklenmesi, en fazla Türkiye'de endişe ve tepki ile
karşılandı. Zamanın hükümetinin Irak'a müdahale edeceğine dair
söylentilerin çıkması ise, Türkiye ile Sovyet Rusya'nın ilişkilerini
gerginleştirdi. Sovyetler Türkiye’ye verdikleri bir notada açıkça tehditkar bir
tutum aldılar. 1957 yazında Suriyenin, Sovyetlerle imzalamış olduğu
anlaşmalarla adeta Moskova'nın bir "uydusu" haline gelmesi de zaten, bir
yandan Türkiye-Suriye, öte yandan da Türk-Sovyet ilişkilerini
gerginleştirmişti. Türkiye, kuzeyden ve güneyden kendisini Sovyet Rusya'nın
baskısı altında hissederken, şimdi buna güneyde Irak da yeni bir unsur
olarak eklenmekteydi. Türkiye'nin endişe ve tepkisinin sebebi buydu. Kaldı ki,
bu endişe ve tepki Đran ve Pakistan için de söz konusu olmaktaydı.
Türkiye, Đran ve Pakistan'a, Türkiye'nin Kafkas sınırlarından Pakistan'ın
Hayber geçidine kadar olan 3.000 millik bir bölgenin savunma garantisi veren
Amerika ile Türkiye arasında 5 Mart 1959 da Ankara'da "Đş Birliği Anlaşması”
imzalanmış ve bu Anlaşma, T.B.M.M. tarafından 9 Mayıs 1960 tarihinde
onaylanmıştır271.
270 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 255-257. 271 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 258.
371
Türkiye, çoğunluğunu Arap ülkelerinin oluşturduğu Ortadoğu’da nasıl
algılandığını ve değerlendirildiğini bir süzgeçten geçirmeden önderlik rolü
üstlenmeye çalışmıştır. Ortadoğu ülkeleri açısından Türkiye, tarihsel, kültürel
ve dini bağlara rağmen, bir lider olarak görülmemiştir272. Bölgede politik
etkinliği olan Mısır ve Suriye gibi ülkeler Türkiye’yi kendi çıkarlarını birlikte
oluşturup savunabilecekleri bir ortaktan çok, Batı’nın çıkarlarının temsilcisi
olarak görmüşlerdir273. Kendi çıkarları ile Batı’nın çıkarlarını özdeş olarak
algılayan bir Türkiye, aynı zamanda kendi bölgesinde Batı’nın çıkarlarını da
temsil etmiş olmaktadır. Buna karşıt olarak, karşıt kutup olan Sovyetler Birliği
ile çıkarlarını özdeşleştiren ülkelerin Türkiye’den farklı çıkar algılamaları
içerisinde bulunmaları da normal bir durumdur.
Türkiye, çıkarını soğuk savaş ile ve bu savaşta ABD kampında yer alma
ile özdeş biçimde yorumlamıştır. Diplomasisinin esasını, Truman
Doktrini’ndan Kore Savaşı’na katılmaya, Đsrail’i tanımaktan NATO’ya girmeye
kadar, her fırsatta göstermek arzusu oluşturmuştur. Başlıca çıkar algılaması,
ittifakın bir üyesi olmak ve kalmak biçiminde belirmiştir274. Türkiye’nin siyasal,
iktisadi, toplumsal yapılanması Batı ile bütünleştirilmek istenmiş, iç ve dış
tehdit algılamalarındaki örtüşme Türkiye’nin dış politikasının da ABD’yle
paralellik göstermesine olanak yaratmıştır. Türkiye’nin, II. Dünya Savaşı
sonrasında, iki süper güçten birisi olan ve kendisinden tarihsel olarak tehdit
algılaması içerisinde bulunduğu Sovyet Rusya’ya karşı ABD’nin yanında yer
alması, II. Dünya Savaşı sonrası koşullarında aynı zamanda, Kemalist rejimin
devamlılığını sürdürebilmesine de olanak yaratmıştır. Batı ile bütünleşen bir
Türkiye’nin, Batı tarafından bölünmesi/parçalanması için de artık bir neden
kalmayacağı düşünülmektedir.
272 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 334. 273 a.g.e., 335. 274 a.g.e., 337.
372
II. DEVLETĐN SÜREKLĐLĐĞĐNĐ SAĞLAYICI KURUMLAR DÖNEMĐ
A – ULUS ADINA EGEMENLĐĞĐ KULLANAN YETKĐLĐ ORGANLAR
9 Temmuz 1961 tarihinde kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
Türkiye Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu ifade
etmektedir.(Madde-3) Anayasa’ya göre egemenlik kayıtsız şartsız Türk
Milletinindir ve Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre,
yetkili organlar eliyle kullanacaktır. (Madde-4) Anayasa’da sözü edilen yetkili
organlar Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan Türkiye Büyük
Millet Meclisi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu, bağımsız mahkemeler ile
1961 anayasasıyla kurulmasına karar verilen Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa
Mahkemesi, Devlet Planlama Teşkilatı, bilimsel ve idari bir özerkliğe
kavuşturulan üniversiteler ulus adına egemenliği kullanan yetkili organlar
olarak adlandırılabilirler. 12 Ocak 1959 günü toplanan CHP 14. Kurultayı’nda
kabul edilen Đlk Hedefler Bildirisi’nde yer alan konuların 1961 Anayasası’nda
genel olarak yansımasını bulduğu görülmektedir275.
275
Đlk Hedefler Bildirisi’nde yer alan konular özetle şöyledir : 1–Anti – demokratik kanunlar kaldırılacaktır. 2–Anayasa, halk egemenliği, hukuk devleti, sosyal adalet ve güvenlik esasına göre değiştirilecektir. Anayasa’da : - Irk, cins, din, mezhep, siyasal fikir, sosyal köken, doğuş ve servet farkı olmaksızın ana hak ve özgürlükler yeralacaktır. Düşünce ve söz, basın, ilim ve sanat, din ve vicdan özgürlüğü, mal ve mülk güvenliği, çalışma ve ekonomik girişim özgürlüğü, grev hakkı, sendika ve mesleki örgütler kurma hakkı, yasa önünde eşit işlem görme ve kamu hizmetlerinden eşit yararlanma hakkı, devlet yayın araçlarının tarafsızlığı sağlanacak ve bu hak ve özgürlükler güvence altına alınacaktır. Anayasa Mahkemesiyle yasaların Anayasa’ya uygunluğu denetlenecektir. - Devlet Başkanlığı tarafsızlığa kavuşturalacaktır. - Yasama organının yürütme üzerindeki denetimi fiili ve etkin hale getirilecektir. - Yasa yapımında uyum ve dengenin sağlanması için ikinci bir meclis kurulacaktır. - Yargıç güvencesinin sağlanması için Yüksek Hukuk Şurası kurulacaktır. - Yargı denetimi bütün idari tasarrufları kapsayacaktır. / - Sosyal adaletsizlik ve dengesizlikten uzak bir Türkiye için herkese bedeni, fikri ve sosyal gelişme olanağı sağlamak ve aileyi korumak için sosyal haklar tanınacaktır. Bkz. Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, 317-318.
373
Celal Bayar’ın 1924 Anayasası ile 1961 Anayasası arasındaki Millet
adına yetkinin kullanımına ilişkin ayrım hakkındaki değerlendirmesi dikkat
çekicidir. Bayar,
“Üstünde çatışılan, fakat bir türlü ifade edilemeyen fikir şudur: Türkiye’de Demokrasi, ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve bunu Millet bizzat kullanır’ ilkesinden hareket edilerek mi uygulanacak, yoksa bazı yerlerde örnekleri olduğu gibi özerk kuruluşlara ve kurullara dayanan ‘Yumuşak bir Halk Hakimiyeti’ esasına bağlı olarak mı yürütülecektir? Đnönü’de, biz de Demokrasiyi, bin yıllık geleneğimizin içinden gelen Devlet anlayışının temellerine oturtmak düşüncesindeydik. 1961 Anayasası, Sayın Đnönü’nün 1950’den bu yana açıktan savunduğu fikirleri ihtiva eder. Öyle ise, bu Anayasanın genel karakterine bakarak Đnönü’nün Türk Demokrasisine bakışını değerlendirmek mümkün olacaktır.” 276
demektedir. Bayar’a göre iki anayasa arasındaki en önemli ayrılık, “Ulusal
Egemenliğin” “Kimin tarafından” ve “Nasıl” kullanılacağı noktasındaki
ayrılıktır. 1924 Anayasasına göre:
“Madde 4 – Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.”
1961 Anayasında da “Hakimiyet, kayıtsız şartsız Millete” bırakılmıştır.
Ama, kullanış biçimi değiştirilmiştir. Yeni Anayasaya göre;
“Madde 4– Egemenlik Kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.”
Bayar’a göre, 1961 Anayasası, Ulusal Egemenliğin kullanılışına, yeni
ortaklar getirmektedir. Vatandaş oyunun kuracağı Millet Meclisinin bu
egemenliği iyi kullanabileceği noktasında kuşku vardır. Bu Ulusal
Egemenliğin kullanılışını güvenle yerine getirmek için müesseseler ihdas
edilmiştir. Senato, Anayasa Mahkemesi, Millî Güvenlik Kurulu, özerk TRT,
276 BAYAR: Başvekilim Adnan Menderes, 10.
374
Plânlama v.b. Ulusal Egemenliğin “Kanun yapma gücü” Senato, Anayasa
Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığının Anayasa muhafızlığı görevi ile
daraltılmakta, firenlenmekte, barajlanmaktadır. Bu daraltma, frenleme ve
barajlama, Vatandaş oyuna karşı duyulan, fakat açıklanmayan güvensizliği
gösterir277.
Bayar, Anayasa’nın karakterine bakarak Millet yönetimindeki yeni
ortakları, ordu ve aydın diye nitelemektedir. Ordu, Millî Güvenlik Kurulu ile,
aydın, Anayasa Mahkemesi, Üniversite, TRT, Plânlama ve hattâ Senato’nun
seçim dışı gelen üyeleri ile devlet ortaklığına girmektedir. Bu ise, bir bakıma
bin yıllık devlet yönetimi geleneğimize uygundur, denilebilir278.
Cumhuriyet Halk Partisi, 1961 Anayasasını hazırlayan Kurucu Meclis’te
elde ettiği eğilim çoğunluğuyla, bütün muhalefet süresince savunduğu fikirleri
noksansız olarak bu Anayasaya koymağa muvaffak olmuştur.
Öyleyse, bu Anayasa, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 10 yıl boyunca
savunduğu ilkeleri içine alan bir Devlet görüşünün Anayasasıdır, diyebiliriz279.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 9 Temmuz 1961 tarihinde kabul edilen
Anayasasıyla tesis edilen kurumlar aracılığıyla, Türkiye’de Kemalist rejimin
sürekliliği güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Özellikle Kemalist rejimin
ilkeleri ile iç ve dış güvenlik politikalarının belirlenmesinde ve uygulamaya
geçirilmesinde, “Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye
Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak” görevini üstlenmiş olan ve bir nevi
devleti temsil eden ordu ve anayasal kuruluşlar ile hükümetler arasında bir
ayrım oluşmaya başlandığı sezilmektedir.
277
a.g.e., 10-11. 278
a.g.e., 11. 279
a.g.e., 13.
375
1– Devleti Koruma ve Kollama Görevi : CHP’nin
Yerine Ordu
Atatürk devrimleri ile rejim olarak Kemalist cumhuriyet ortaya çıkmıştır.
Madem ki, Kemalist cumhuriyetin duyarlılıkları ve kaygıları bugün de
paylaşılmaktadır ve yasa koyucu Atatürk, cumhuriyeti, “nazik coğrafyada”,
ateş çemberi” içinde kurmuş ve ilkelerini belirlemiştir, onların değişmemesi,
değiştirme girişimlerine karşı da korunması gerekir. Düzeni kuran CHP oy
yarışına girmek zorunda kaldığından, bu düzeni koruma rolünü de bırakmıştır
ya da ancak oy getireceğine inanırsa düzeni savunur. Rejim olarak Kemalist
cumhuriyeti tabandan gelecek girişimlere karşı koruma görevini de, iç hizmet
kanununda da ifade edildiği gibi, Silahlı Kuvvetler üstlenmiştir. Bu kuvvet,
bilindiği gibi, yürüyüş kolunun bozulduğuna kanaat getirince, zaman zaman
müdahalelerle düzenlemeler yapmıştır280.
Kendini Atatürk’ün mirasının bekçisi addeden ordu içerisinde, DP’nin
Kemalist geleneklere ihanet ettiği kanısı çok güçlüdür. 27 Mayıs 1960
müdahalesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesi’nin 12.06.1960 tarih, 1 sayılı
kararı müdahalenin gerekçesini açıklamaktadır. Bu gerekçe şöyledir:
“Đktidar Partisi idarecileri tarafından Anayasa çiğnenmiş, Türk Milletinin bütün fert ve insanlık hak ve hürriyetleri ve masuniyetleri ortadan kaldırılmış, muhalefet murakabesi işlemez hale getirilerek tek parti diktatöryası kurulması suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi fiilen bir parti grubu durumuna düşürülmüş ve meşruluğunu kaybetmiştir. Bu durum karşısında Dahilî Hizmet Kanununun 34’üncü maddesi ile “Türk yurdunu ve Teşkilatıesasiye Kanunu ile tâyin edilmiş olan Türk Cumhuriyetini kollamak
280 Hasan ÜNDER: “Kemalist Cumhuriyetçiliğin Klasik Ruhu,” Birikim, No: 115 (Kasım 1998), 73.
376
ve korumak“ vazifesi kendisine verilmiş olan Türk Ordusu, vatandaşı birbirine düşürmek suretiyle Türk Vatanını ve millî varlığı tehlikeye koymuş olan eski iktidara karşı bu mukaddes kanuni vazifesini yerine getirmek ve Hukuk Devletini yeniden kurmak için, Türk Milleti adına harekete geçerek, Milleti temsil vasfını kaybetmiş olan Meclisi dağıtıp iktidarı, geçici olarak, Milli Birlik Komitesine emanet etmiştir281.
27 Mayıs 1960 müdahalesi’ni yapanlar da ülkenin ikiye bölünmesi
tehlikesi karşısında “Devleti kurtarmak” isteyenlerdi. 27 Mayıs 1960 Askeri
Müdahalesi’nden günümüze kadar, askeri ve siyasi tüm argümanlarda sık sık
anımsatılan TSK Đç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesindeki,
“TSK’nın görevi Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır”
şeklindeki vurgu ile TSK Đç Hizmet Yönetmeliğinin 85. Maddesindeki;
“Vazifesi Türk yurdu ve Cumhuriyeti’ni içe ve dışa karşı lüzumunda,
silahlı korumak olan Silahlı Kuvvetler’de her asker kendi üzerine düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmaya mecburdur.”
tanımlaması, bu ideolojik perspektifin teorik zeminini oluşturmaktadır282.
281 Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK, 144. 282 Şaban ĐBA: Milli Güvenlik Devleti, 1. Baskı, Đstanbul, Çiviyazıları, Eylül 1999, 81.
377
2 - Milli Güvenlik Kurulu ( MGK )
27 Mayıs 1960 müdahalesini gerçekleştiren subayların, siviller ile
birlikte yeni dönemin siyaset mekanizmalarını kararlaştırırken, Türkiye’nin
siyasal gelişmesinde ordunun... anayasaya yerleştirilen bir organ (Milli
Güvenlik Kurulu) aracılığıyla adeta siyasal parti (Devlet Partisi) konumuna
yükseltilmesinde önemli paya sahip bulundukları kabul edilmelidir. Milli
Güvenlik Kurulu (MGK) ile ordu zirvesi (genelkurmay başkanı ve kuvvet
komutanları), parlamentonun dışında, hükümetin üstünde, cumhurbaşkanının
başkanlığındaki yarı-askeri komitede anayasaya göre temsil hakkı elde
etmişlerdir. Dolayısıyla generaller, istemeseler bile siyasetin içinde yer almak
zorundadırlar283.
Milli Güvenlik Kurulu, hükümetlerle ordu arasında sürekli bir
eşgüdümün sağlanmasını ve ordu komutanlarının ülkenin temel politikaları
konusunda söz sahibi olmaları için oluşturulmuş ve devletin fiilen en üst karar
organı konumuna gelmiştir.
Önemli olan bir husus, 1961 Anayasasıyla Milli Güvenlik Kurulu’nun
kurulması yoluyla orduya ilk kez anayasal bir rol verilmesiydi. Milli Güvenlik
Kurulu Aralık 1962’de yasayla kuruldu. Cumhurbaşkanının (onun yokluğunda
başbakanın) başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu, hükümete iç ve dış
güvenlik hakkında tavsiyelerde bulunuyordu284. Kuvvet temsilcileri,
genelkurmay başkanı ve ilgili bakanlar, memuriyetlerinden dolayı Milli
Güvenlik Kurulu’nun resmen üyesiydiler ve Kurul’un kendi sekretaryası ve bir
283 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV , 193. 284 a.g.e., 193.
378
takım daireleri vardı. Kuruluşunu izleyen yirmi yıl içinde, MGK giderek devlet
siyaseti üzerinde nüfuzunu genişletti ve kimi zaman gerçek iktidar merkezi ve
karar oluşturma merkezi olarak kabinenin yerini alarak devletin güçlü bir
bekçisi haline geldi285.
1982 Anayasasında ise,
“MGK, Devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirir. Kurulun, devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar, Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır.”
şekline sokuldu.
Böylece bu kurula hükümetin dışında ve üstünde bir yer ve rol verilmiş
oldu. Nitekim MGK bu çerçeve içinde Erzurum Atatürk Üniversitesi
bahçesindeki ağaçların kesilip kesilmemesinden, TRT program saatlerine,
dış tanıtmadan Dış Đlişkilere kadar, ele aldığı konuları genişletti. Güvenlik
sorunlarının da dışına çıkıldı. Yeni yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı,
Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının bulundukları toplantıda;
Başbakan, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarına, Cumhurbaşkanı ile Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin görüşleri, duyarlıkları üst düzeyde anlatılmakta, TSK
belirli oranda ülke yönetimine katılmaktadır286.
Ordunun devlet içindeki özerkliğinin yarattığı geleneksel askeri tutum ile
hükümetlerin kısa sürelerle değişmesinin yarattığı siyasal durum
değişiklikleri, MGK’da komutanların lehine bir durum yaratmaktadır.
285 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 358. 286 M. Ali BĐRAND: Emret Komutanım, Birinci Baskı, Milliyet Yayınları, Kasım 1986, 461-462.
379
MGK’daki komuta heyeti, hiyerarşik sistem içerisinde ve nöbet değişimiyle de
olsa, orduyu kurum olarak daha düzenli ve sistemli bir şekilde temsil
etmektedir. Đktidardaki siyasal parti veya partilerin oluşturduğu koalisyon
hükümetlerinin konumu ise, ülkede yaşanan siyasi ve uzun süreli bir kalıcılığı
içermemektedir287.
1990’lı yıllara gelindiğinde gerek dış dünyada meydana gelen
değişmeler gerekse iç ve dış bağlantılarıyla ülke iç ve dış siyasetini etkileyen
PKK terörünün tırmanması ve uluslararası alanda kendini kabul ettirmeye
başlaması gerekse de siyasal Đslâm’ın içeride dış destekle birlikte güç
kazandığı algılaması ve siyasal iktidarların gerekli kararlılığı göstermedikleri
düşüncesi orduyu ve onunla birlikte Milli Güvenlik Kurulu’nu ülke iç ve dış
siyasetinde merkezi bir konuma getirmiştir.
Aralık 1996’da MGK’nın çalışmalarını konu alan bir söyleşi sırasında,
dönemin Cumhurbaşkanı Demirel MGK’yı “Türkiye’nin en iyi çalışan
müessesesi” olarak değerlendirmiştir. Demirel;
“Devletin iyi çalışan kurumları var. Milli Güvenlik Kurulu da bunlardan biridir... Bakanlar Kurulu siyasi bir müessesedir. Ama Milli Güvenlik Kurulu devlettir, ve Türkiye’nin en iyi çalışan müessesesidir. Her defasında bir tebliğ verirler. Bunlar fevkalade iyi hazırlanmış tebliğlerdir... MGK çok önemli. Ülkenin bütün meselelerinin ele alındığı bir müessese. Bir gün Türkiye, MGK zabıtlarını yayımlama imkânına sahip olursa bakın neler oluyor.”288
demektedir.
287 ĐBA: Milli Güvenlik Devlet, 205-206. 288 Gencer ÖZCAN: “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında Askeri Yapının Artan Etkisi,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 76.
380
3 - Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi ve Özerk
Kurumlar
1961 Anayasası ile Türkiye Büyük Millet Meclisi, Millet Meclisi ve
Cumhuriyet Senatosu şeklinde iki kanada ayrılmıştır. Millet Meclisi, genel
oyla seçilen dörtyüzeli milletvekilinden oluşurken Cumhuriyet Senatosu,
genel oyla seçilen yüzeli üye ile Cumhurbaşkanınca seçilen onbeş üyeden
kuruludur. 13 Aralık 1960 tarihli ve 157 sayılı Kanunun altında adları bulunan
Millî Birlik Komitesi Başkanı ve üyeleri ile eski Cumhurbaşkanları, yaş kaydı
gözetilmeksizin, Cumhuriyet Senatosunun tabiî üyesidirler. Cumhuriyet
Senatosuna üye seçilebilmek için kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim
yapmış bulunmak ve milletvekili seçilmeye engel bir durumu olmamak
gerekir.
Cumhurbaşkanınca seçilecek üyelerin ise, çeşitli alanlarda seçkin
hizmetleriyle tanınmış ve kırk yaşını bitirmiş olmaları gerekir289.
Bütün yasalar her iki meclisten geçmek zorundaydı. Senato’nun vetosu
Millet Meclisi’nin üçte iki çoğunluğunca reddedilebiliyordu.
TBMM açıldığında yeni anayasaya göre tabii senatör olarak 27 Mayıs
1960 ihtilalini yapan subaylardan oluşan Milli Birlik Komitesi üyeleri, Milli Birlik
Grubu (MBG) adıyla Cumhuriyet Senatosu’nda yer almışlar, 12 Eylül 1980’e
kadar seçilmiş üyelerin yanında 19 yıl görev yapmışlardır.
Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
Đçtüzüklerinin Anayasaya, Anayasa değişikliklerinin de Anayasada gösterilen
289
Bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Türk Anayasa Metinleri, 193-194.
381
şekil şartlarına uygunluğunu denetlemekle görevlendirilmiştir.
Üniversiteler, 1961 Anayasasına göre ancak Devlet eliyle ve kanunla
kurulurlar ve bilimsel ve idarî özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.
Đktisadî, sosyal ve kültürel kalkınma plâna bağlanmıştır. Kalkınma bu
plâna göre gerçekleştirilecektir. Bu işle görevlendirilen kuruluş ise Devlet
Plânlama Teşkilâtı’dır.
Anayasaya aykırı gördüğü yasaları reddedebilen bağımsız bir anayasa
mahkemesi, yargı kurumu, üniversiteler ve kitle iletişim örgütlerinin tam
özerklikleri güvence altına alınmıştı290. Böylelikle, Kemalist rejimin
korunması, seçim yarışları içerisine girdiklerinde laik cumhuriyet hedefinden
saptırtabilecek hükümetlerin dışında, devletin organlarına emanet edilmiş
oluyordu.
B - DEVLETĐN “ÖTEKĐ”LERĐ : SOSYALĐSTLER ve ĐRTĐCACILAR
YA DA ĐSLAMCILAR
“Komünizm”in en büyük iç ve dış tehdit olarak algılandığı bu dönemde,
komünist - sosyalist ve irticacı düşünce ve eyleme konan kısıtlamaların
sürmesine rağmen, 1961 Anayasası, düzenlemeleriyle rejimi, sivil topluma
açan bir anayasa niteliğindedir.
290 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 357.
382
Nisbi temsil sisteminin arka arkaya uygulanan değişik biçimleriyle,
küçük partiler siyasette gerçek güçlerinin çok üzerinde rol oynama olanağı
bulabilmişlerdir. Bu ise, rejimi zaafa uğratan ve büyük partiler arasında
görülen kutuplaşmayı körükleyen etken diye söylenmiştir291.
1961 Anayasası’ndan sonra işçi sınıfı ve kendi çıkarlarını 1971’de
kurulan kendi örgütüyle, TÜSĐAD’la daha ileri düzeyde savunmaya kararlı
olan sanayi burjuvazisi iki yeni dinamik güç olarak ortaya çıkmıştır.
1 - Sosyalistler
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren “öteki” kavramı içerisinde yer alan
sosyalistler, II. Dünya Savaşı ertesinde Sovyetler Birliği’nin süper güç olarak
ortaya çıkması ve Türkiye’nin de içerisinde yer almaya çabaladığı Batı’nın en
büyük “öteki”si olmalarının ardından Türkiye’nin de en büyük “öteki”si
olmuşlar ve Türkiye’nin iç ve dış politikası bu ”öteki”den gelen tehdit
algılamasına göre şekillenmeye başlamıştır.
1961 Anayası’nın getirdiği özgürlükçü ortam içerisinde yasal zeminlerde
örgütlenme olanağı bulan sosyalistler, 13 Şubat 1961’de bir grup sendikacı
tarafından kurulan Türkiye Đşçi Partisi (TĐP) aracılığıyla Türk Amerikan
ilişkilerini ve NATO’yu tartışma platformuna getirmişlerdir.
291 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV, 205.
383
TĐP’in Ekim 1965 seçimlerinde yüzde 2.9 oyla 15 sandalye elde ederek
TBMM’de yer alması, TBMM’yi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının tartışıldığı
bir forum haline getirecektir. TĐP, 1969 seçimlerinde ise 2 sandalye
kazanacaktır. Türkiye Đşçi Partisi, modern Türkiye tarihinde parlamentoya
temsilci gönderen tek sosyalist partidir ( 1965 – 1969 ve 1969 – 1971 ).
Türkiye Đşçi Partisi, 12 Mart 1971 rejimi tarafından kapatılmıştır. Partinin
kapatılması, özellikle son Đşçi Partisi Kurultayı’nda Kürt halkının varlığını ve
ana dilinde eğitim görme hakkı da içinde olmak üzere haklarını tanıma kararı
alınması nedeniyle devleti yöneten çevrelerin partiyi ağır biçimde
cezalandırma isteğine bağlanır292.
Đç ve dış siyasal gelişmelerin etkisiyle 1968’den itibaren üniversite ve
eğitim alanı dışında solcu öğrenciler, Türkiye’nin bağımsızlığı ve kalkınma
modeli gibi mücadele alanlarına kayacaklardır. Onlar da “devleti
emperyalizmin boyunduruğundan kurtarma” mücadelesi veriyorlardı. Seçim
sistemindeki değişikliklerle sosyalist adaylara parlamento yolunun
kapatılması, parlamento dışı muhalefet düşüncesini savunmalarına yol
açmıştır. 1970’e gelindiğinde genelde öğrenci hareketinin; özelde sosyalist
eylemin ideolojik ve fiili önderliği, devrim için silahlı eylem birlikleri şeklinde
örgütlenmek isteyen ve silahlı mücadeleyi savunun Marksist-Leninist
grupların denetimine geçecektir293. Bu dönemde özerk üniversiteler
ülkelerinin geleceğinden endişe duyan öğrencilerin örgütlenme ve seslerini
duyurma alanlarıdır. Kenan Evren, zamanın bazı rektörlerinin emniyet
kuvvetlerini üniversite kampüsü içerisine sokmadıklarını, sebep olarak da
Anayasa’da üniversitelerin özerk olmasını gösterdiklerini söylemektedir. Bu
durum karşısında ise Evren,
292 KAPLAN, 295. 293 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV, 226.
384
“Anayasaya göre polis üniversite içerisine giremediğine göre yanlış bir taktikle üniversitelerde solun karşısına sağ güçleri çıkarmak ve böylece bir denge kurma kararı alındı. Bu sefer sağcı ve solcu olarak evvela üniversitelerde, arkasından üniversiteler dışında ve diğer okullarda teşkilat kurulmaya başlandı. Bunun sonucu olarak karşılıklı silahlı saldırılar başladı. Devletin gücü yerine bu güçler birbirleriyle çarpıştılar. Üniversitelerde ilk olaylar başlar başlamaz devletin gücü bunların üzerine sevk edilebilse ve yılanın başı küçükken ezilebilseydi, 1971 – 1972 krizine gelmeyebilirdik. Parlamento ise bu konu üzerinde anlaşamıyor, milletvekilleri karşı partiyi
suçlamakla vakit geçiriyorlardı.” 294
demektedir.
2 - Đrticacılar ya da Đslamcılar
Cumhuriyet’in temel ”öteki”lerinden biri olan irticacılar ya da
Đslamcılar’da 1961 anayasası sonrasında yasal olarak örgütlenme olanağı
bulmuşlar ve giderek daha fazla dikkat çeker olmuşlardır. “Komünist tehdit”
hem devletin hem de dönemin hükümetlerinin tehdit algılamaları içerisinde
yer alıyorken, DP’nin devamı niteliğindeki AP’nin kurmuş olduğu
hükümetlerin, Đslamcılara karşı aynı algılama içerisinde olmadığını söylemek
yanlış olmayacaktır.. Đslamcı hareketin partisi, 26 Ocak 1970’te kurulan Milli
Nizam Partisi(MNP), Atatürk’ü ve Kemalizm’i, silahlı kuvvetleri öfkelendirecek
şekilde açıkça reddediyordu295.
294
EVREN, 142. 295 AHMAD: Modern Türkiye’nin Oluşumu, 205.
385
3 – Đç Düşmanlara Karşı Yeni Bir Müdahale
12 Mart 1971’de, Batı’nın ve onun değerlerinin en büyük tehdidi olarak
algılanan ve her türlü demokratik hak talebinin komünist oyunu / taktiği olarak
algılandığı bir dönemde kendisini Batılı değerlerin ayrılmaz bir parçası olarak
telakki eden ordu, siyasal iktidara müdahalede bulundu.
Ordu, Parlamento ve Hükümeti, ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve
ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş olmakla, Atatürk’ün hedef olarak
verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidinden uzaklaştırmakla ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini ağır bir tehlike içine düşürmekle
suçluyordu.
Çözüm, parlamento içerisinde aranıyor ve partiler üstü bir anlayışla
mevcut anarşik durumu giderecek ve Anayasa’nın öngördüğü reformları
Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve devrim kanunlarını uygulayacak kuvvetli
ve inandırıcı bir hükümetin kurulması isteniyordu. Aksi takdirde,
“Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.”296
denilmekteydi. Bu uyarıdan sonra hükümet istifa etti, bağımsızlardan ve
Meclis dışından alınanlarla yeni bir hükümet kuruldu. Đşler daha sıkı
296 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ), C.IV, 228-229.
386
tutulmaya, Meclis de Anayasa değişikliklerini ele almaya başladı.
Genelkurmay Başkanlığı’nın yapılmasını istediği değişiklikler tam olmamakla
birlikte bazı değişiklikler gerçekleştirildi297.
12 Mart 1971 muhtırasından sonra, Türkiye Đşçi Partisi ve Milli Nizam
Partisi kapatıldı. TĐP önderleri komünist propaganda yapmakla ve
Cumhuriyetin ulus – devlet modelini tehdit eden Kürt ayrılıkçılığını
destekleyerek anayasayı ihlal etmekle; MNP, faaliyetlerinde dini ön plana
alarak laikliğe aykırı davranmakla suçlanıyordu.
12 Mart dönemindeki siyasal yargılamalarda, yasalara göre kurulmuş
olan DĐSK, Dev-Genç, DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları), TÖS (Türkiye
Öğretmenler Sendikası) gibi örgütlerin yöneticileri, kurucuları, üyeleri gizli
örgüt mensupları diye suçlanmışlar ve 5-15 yıl arasında değişen ağır hapis
cezalarına çarptırılmışlardır.
Bu dönemde, rejim düşmanı bilinen ve dışarıdan, özellikle iki kutuplu
dünyada Türkiye’nin içerisinde yer aldığı kampın karşıtı sosyalist ülkelerden
dış destek aldığı düşünülen, özellikle sosyalist örgütlenmelere karşı, devleti
koruma ve kollama görevi yerine getirilmiştir.
297
EVREN, 154.
387
4 - Cumhuriyeti Kuran Parti (CHP )’de Artık “Öteki”lerden Biri
27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra Partilerin liderleri, demokratik
rejimin çalışması için çalışmada anlaşmışlar ve komutanların önünde bu
konuda bir protokol imzalamışlardır. Parti grupları, Cumhurbaşkanlığı adayı
göstermeyecek ve Cemal Gürsel’i destekleyeceklerdir. Đnönü’nün kişiliği de,
hükümete katılma konusunda başlıbaşına bir etkendir. 77 yaşındaki Đsmet
Paşa, “çekilecek misin” sorusuna karşılık şöyle konuşmaktadır 1961
Ekiminde :
“Hayır … Ben yetişmem itibariyle çekilmeyi geniş zamanda düşünürüm. Vaziyet nezaket kesbettikçe benim sebatım çelikleşir.”
der. Nihayet Đnönü 10 Kasım 1961 günü hükümeti kurmakla görevlendirilir ve
20 Kasım 1961 günü, 27 Mayıs sonrasının ilk Bakanlar Kurulu açıklanır.
Đnönü, 24 yıl sonra yeniden Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olur ve kendisini
rejimin güvencesi olarak gören Đnönü, Parti örgütünün hükümet dışında
kalınması yönündeki istemlerine karşın,13 Şubat 1965’de Hükümet bütçesine
225 red oyu verilmesi sonrasındaki istifasına kadar üç koalisyon hükümetinin
kuruluşunu gerçekleştirir298.
Bu dönemde ülkede önemli gelişmeler olmaktadır. 1961 Anayasası’nın
getirmiş olduğu özgürlükçü ortam içerisinde hem sosyalist hem de irticai
örgütlenmeler siyasal sistem içerisinde kendilerine yer aramaktadırlar.
Türkiye’nin iç siyasal sistemi ve dış politikası sorgulanmaktadır ve
eleştirilmektedir. Üniversitelerde solcu öğrencilerin önemli bir etkinliği vardır.
1965 seçimlerinde varlığını ortaya koyan işçi ve köylü hakları konusunda
298
Bkz. Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, 348-383.
388
radikal çözümler öneren TĐP’e bir yönelme vardır. Her gün CHP’nin
geleneksel güçlerinden biri de olan gençliği de parça parça CHP’nin altından
kaydırmaya başlamıştır299.
CHP yeni bir kimlik arayışı içerisindedir. Bu arayış içerisinde “ortanın
solu” hareketi ortaya çıkar. Đnönü, 29 Temmuz 1965 günü şöyle
konuşmaktadır:
“CHP, bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır. 1923’deki harap ülkede devletçilik nasıl tek, eşi ve yardımcısı olmayan bir kalkınma çaresi idiyse, bugün de ekonomik hayatımızın temel bir unsurudur”.
Đnönü, bu konuşmadan iki hafta sonra da şu sözleri söylemektedir:
“Çağdaş uygarlığın üstüne çıkmak, ancak devletçilikle mümkündür. Kalkınmamızı yaparken, ekonomik bakımdan, sosyal bakımdan bugünkü uygarlıkta kullanılan solcu, sağcı deyimlerinin son ölçüsünü verelim istedik. Kırk yıldır devletçiyiz, derken aynı şeyi söylüyoruz. Bunun için ortanın solundayız dedim. Aslında laikiz dediğimiz günden beri ortanın solundayız. Halkçıysan, ortanın solunda olursun.”
Bu sözleriyle Đnönü, CHP’nin kırk yıldır ortanın solunda olduğunu,
devletçilik, halkçılık ve laiklik ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini
söylemektedir. Ama, Genel Başkan’a göre, çağdaş gelişmeler gerektirdiği için
bu ilkelere “ortanın solu” adının verilmesi, kırk yıl gecikmiştir300. Ekim’de ise
Đnönü Samsun’da:
“Ortanın solunda bir anlayış, ülkeyi komünizme, faşizme götürmeyecek tek politika anlayışıdır. Bunu biz temsil ediyoruz. Ortanın solunda yer almış CHP, ülke için büyük güvencedir.” 301
299
Bkz. Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, 432-433. 300
Hikmet BĐLA, 393. 301
a.g.e., 394.
389
demektedir. Ortanın soluna karşı, Parti içinden ve Parti dışından gelen sert
ve seri baskılar karşısında gerileyen bir Đnönü ve o Đnönü’nün şu sözleri
ortaya çıkmaktadır :
“Ülke tam sola kayıyordu. Ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir. Ben dönmeyeceğim, lüzumu vardır”. “Marksizm ve aşırı ucu komünizmle tam karşı karşıyayız.” “Ortanın solu, ortanın çok soluna da çok sağına da bir duvardır.”
Đnönü’nün bu sözlerindeki düşüncesi yeni değildir302. Đnönü, Kemalist
rejimin, aşırı sol ve aşırı sağ veya geleneksel nitelendirmeyle komünist ve
irticai örgütlenmelerin toplum içerisinde etkinliklerini arttırmaya başlamalarıyla
tehlikeye düştüğü algılaması içerisine girmiştir. Bu algılama içerisinde,
özellikle iki kutuplu sistemin bir tarafını oluşturan komünist blokun da dış
destek verdiğine inanılan komünist örgütlenmeler daha öncelikli olarak ele
alınmıştır. Pragmatik bir yaklaşımla “ortanın solu” özellikle bu tehdide karşı
ortaya çıkmıştır, denilebilir. Ankara eski Valilerinden Nevzat Tandoğan’ın
söylediği ileri sürülen, “gerekirse komünizmi de kapitalizmi de biz yaparız”
anlayışı sezilmektedir. Ancak, Bülent Ecevit’in “ortanın solu” söylemine
yaklaşımının farklı olduğu anlaşılmaktadır. Ecevit ve arkadaşları, CHP’nin
Türkiye gerçeklerini kavrayan Batı tipi bir sosyal demokrat parti kişiliğine
girmesini savunmaktadırlar303. Nitekim, 1968 sonlarında Đnönü’nün Genel
Sekreter’i Ecevit ve yandaşlarından ayrılmaya başladığı gözlemlenecektir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin “ortanın solu” çizgisini benimsemesinden
sonra partiden kopmalar olmuş, ayrılanlar 12 Mayıs 1967 tarihinde Güven
Partisi’ni kurmuşlar ve sonradan Cumhuriyetçi Güven Partisi adını alan bu
Parti, komünizmi, sosyalizmi ve liberalizmi açıkça reddeden ve Atatürk
302
a.g.e., 403. 303
a.g.e., 407.
390
milliyetçiliğini şaşmaz bir rehber olarak benimseyen bir pozisyon takınmıştır.
12 Mart 1971 muhtırasından sonra kurulan hükümetlerde etkili olan bu Parti,
siyasal yaşamda askeri çevrelerin temsilcisi olarak değerlendirilmiştir304.
Cumhuriyeti kuran Parti’nin bazı sıkıyönetim savcılarının iddialarıyla
muhatap olmak zorunda kaldığı bir döneme gelinmiştir. Ankara sıkıyönetim
savcısı Baki Tuğ DEV–GENÇ iddianamesinde CHP’yi ağır bir dille suçlamış
ve Parti hakkında soruşturma açılması için girişimler başlatılmıştır.
Đddianamede “solun üçüncü sızma yolu da CHP’nin araladığı ortanın solu
kapısıdır” denilmektedir. Savcılık Ecevit hakkında inceleme yapmaya
başlamıştır. Sıkıyönetim savcılarının, bu iddiaları başta Đnönü olmak üzere
birçok CHP’linin sert tepkisiyle karşılanacak,”görevleri dışına çıkan
savcıların” bu davranışı bir “tecavüz” olarak nitelenecektir. Kahraman
sıkıyönetim savcıları da bu cesaretlerinden perde perde indirim yapmak
zorunda kalacaklardır305.
6 Mayıs 1972’de Đnönü, Ecevit’in emrine girmeyeceğini, Ecevit’in
kazanması halinde devlet hayatının tehlikeye gireceğini söylemiştir. Ancak
5.Olağanüstü Kurultay’da Đnönü’nün son tehditleri de sonuç vermemiş 8
Mayıs’ta, Đnönü CHP Genel Başkanlığı’ndan çekilmiştir. 14 Mayıs 1972 günü
toplanan “Genel Başkanlık Seçimi Özel Kurultayı”nda CHP’nin Üçüncü Genel
Başkanı artık Bülent Ecevit’tir. 30 Haziran 1972 günü toplanan CHP 21.
Kurultayı’nda Đnönü, karşısında ceketini iliklediği Ecevit’e kesin cephe
almamış, hatta, “yeni Genel Başkan’a başarılı olması için elbirliğiyle yardım
etmemiz gerekir” demiştir. Ancak, 3 Kasım 1972’de, hükümetten bakanları
çekme yetkisi Genel Başkan Ecevit’e verilecek ve 4 Kasım 1972 günü
CHP’nin hükümetten çekilme kararı açıklanacaktır. 5 Kasım 1972 günü ise,
304
Bkz. Đsmail KAPLAN: Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 284-286. 305
Bkz. Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, 521.
391
Đnönü, hayattayken, doğuşunu yaşadığı CHP’den istifa edecektir. Đnönü’nün,
istifa dilekçesi oldukça kısadır :
“CHP Genel Başkanlığı’na, 12 Mart şartlarının nazik mahiyetini ciddiyetle muhafaza ettiği bir zamanda, Parti politikasının memleket için sakıncalı gördüğüm şekil ve istikamette değiştirilmesi sebebiyle CHP’den ayrılmış olduğumu bilgilerinize saygılarımla sunarım.”
CHP’den ayrılanların ve diğer eleştiri yöneltenlerin, o günlerde
işledikleri ortak bir tema vardır. Özetle şu:
“Solcular, sosyalistler, Atatürk’ün ve Đnönü’nün partisi CHP’yi ele geçirmişlerdir; Parti’yi ve ülkeyi sosyalizme, anarşiye sürükleyeceklerdir….”306
Ecevit, Türkiye’nin Avrupa’nın dışında kalmasını ya da NATO’dan
çıkmasını hiç istemiyordu. Đstediği tek şey, tıpkı Đttihatçıların da istedikleri gibi
ülkesine eşit ortak olarak davranılmasıydı.
26 Ocak 1974 günü Đslâmi düşünceyi savunan bir parti ile (MSP) devleti
kuran ve lâikliği titizlikle yerleştiren CHP’nin günün birinde iktidar ortaklığı
yapabilecekleri daha önce düşünülemeyecek bir şeydi.
1975 yılından itibaren Adalet Partisi liderliğinde içerisinde MNP’nin
yerine kurulan MSP ile Đslamcı ve ırkçı özellikler taşıyan Milliyetçi Hareket
Partisi (MHP)’nin de yer aldığı ve aslında, CHP dahil, sola karşı bir nitelik
taşıyan Milliyetçi cephe hükümetleriyle, devlet örgütü içerisinde, ilerleyen
yıllar içerisinde devletin en büyük dış destekli iç düşmanı haline gelecek olan
306
Bkz. Hikmet BĐLA: CHP Tarihi 1919–1979, 535-566.
392
kadrolar, kadrolaşma olanağı bulacaklardır.
1978 yılında tekrar hükümet kurma olanağı bulabilen CHP ve onun
önderi Ecevit, devletten ya da daha net tanımlamayla Kemalist devletin
mirasçısı ordudan gerekli desteği bulamayacaktır.
Bu dönemde gerek basında ve gerekse Mecliste bilhassa milletvekili
Süleyman Genç’in başını çektiği bir kısım parlamenterler kontr gerilla
konusunu sık sık gündeme getiriyorlardı. Genelkurmay Başkanı evvela
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bütçe konuşmaları dolayısıyla Senatör
Niyazi Ünsal ile Milletvekili Süleyman Genç’in kontr gerilla münasebetiyle
Silahlı Kuvvetlere sataşmalarından duyulan rahatsızlığı dile getiren ve gereği
için Başbakana ve bilgi için Cumhurbaşkanına ve Milli Savunma Bakanı’na
kişiye özel bir yazı yazmıştı. Silahlı Kuvvetler kendisine saldırıldığını
düşünüyordu. Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Evren,
“Kontr gerilla dedikleri ise 1952 yılında kurulmuş Özel Harp Dairesi teşkilatıydı. Düşman işgali karşısında yürütülecek gayri nizami harple iştigal eden bir kuruluştu. Kontr gerilla tabiri sonradan uydurulmuş bir tabir olup Silahlı Kuvvetleri yıpratmak için ele alınmıştır. Maalesef bu maksatlı beyanlara ve yazılanlara Ecevit ve hükümeti de inanmış görünüyordu.” 307
demektedir. Ordunun başındakiler, teröre ve Kürt ayrılıkçılığına karşı
“yumuşak” saydıkları Ecevit’in tutumundan giderek hayal kırıklığına uğradılar.
1979 yazında ordu üst kademesinin, artık kaçınılmaz addettiği bir darbenin
hazırlıklarını başlatma kararı aldığının güçlü göstergeleri vardır308.
307
EVREN, 186. 308 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 381.
393
Dikkat çekici olan bir durumu ifade etmek gerekir. Ecevit, 1990’lı yılların
sonlarına gelindiğinde Đnönüleşmiştir. O’da artık Kemalist rejimin irticai,
bölücü ve aşırı sol tehditlere karşı kurucusu ve lideri olduğu Demokratik Sol
Parti’yi ve kendisini rejimin koruyucusu bir noktaya oturtacaktır.
5 – 1960-1980 Döneminin Dış Politikası
1960’lı yıllar boyunca gelişme, Đkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren biraz
aşırı bir şekilde sürdürülen Amerikancı dış politika stratejisinin SSCB ve
Bloksuz ülkelerin oluşturduğu güç merkezleriyle bir miktar dengelenmeye
çalışılması şeklinde olmuştur.
Yeni dış politika stratejisinin benimsenmesinde içerde ve dışarıda
önemli bazı gelişmelerin etkisi vardır. Bunlar arasında belkide en önemlisi 5
Haziran 1964 tarihli ve Türkiye’yi Kıbrıs’a askeri müdahale konusunda ikaz
eden Johnson Mektubu’dur. ABD Başkanı Lyndon B. Johnson'ın 5 Haziran
1964 tarihinde Türkiye Başbakanı Đsmet Đnönü'ye yazdığı mektup,
Türkiye-ABD ilişkilerinin yanı sıra Türk dış politikasında da önemli
gelişmelere ve değişmelere yol açmıştır.
Başkan Johnson'ın mektubu 5 Haziranda Ankara’ya ulaştığında
Rumların Kıbrıs’ta Türklere karşı saldırıları iyice şiddetlenmişti. Türk
Hükümeti, 25 Aralık 1963, 15 Şubat 1964, 23 Mart 1964 ve 5 Haziran 1964
günlerinde olmak üzere dört defa, asker göndermek sureti ile Kıbrıs'a
müdahalede bulunmak istemiş, fakat, 1959 Garanti Andlaşmasının
394
4.maddesine göre böyle bir müdahaleye yetkili olmasına rağmen, bu
teşebbüsler her seferinde çeşitli sebeplerle geri bırakılmıştır309.
1964'te, Kıbrıs olayları nedeniyle, Fener Rum Patriği Athinagoras ve
Đstanbul Rumları, Makarios ve Kıbrıs Rumları ile ilişki içinde olmakla
suçlanmaktadırlar. Đnönü hükümeti, Türkiye ve Yunanistan arasında 30 Ekim
1930 tarihli Đkâmet, Ticaret ve Seyrisefain Anlaşması'nın iptal etme kararı
alır. Bunun sonucunda, Türkiye'ye yerleşmiş Yunan uyruklulardan 12.000 kişi
sınırdışı edilir ve onların evlilikleri dolayısıyla da yaklaşık 28.000 Rum, yani
Patrikhane'nin cemaaatinden yaklaşık 40 bin kişi, Yunanistan'a gitmek
zorunda kalır310.
ABD Başkanı Truman döneminde 12 Temmuz 1947’de Türkiye ile ABD
hükümetleri arasında imzalan “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında
Anlaşma”nın, aslında tamamen ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını sağlama
almayı amaçladığını, 1964 yılında başka bir ABD Başkanı Johnson itiraf etti.
5 Haziran 1964 günü Kıbrıs’a müdahale kararı alan Türk hükümetinin
Başbakanı Đsmet Đnönü, ABD Başkanı Johnson’dan bir mektup aldı. Johnson
mektubunda :
“ Kıbrıs'ı bir askeri kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız haberi beni ciddi endişeye sevk etti. Kıbrıs'a yapılacak askeri bir müdahale, Sovyetler Birliği'nin konuya doğrudan doğruya karışmasına yol açabilir. NATO müttefiklerimizin tam rıza ve muvafakatları olmadan Türkiye'nin girişeceği bir hareket sonucunda ortaya çıkacak bir Sovyet müdahalesine karşı Türkiye'yi korumak mükellefiyetleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulmamış olduklarını takdir buyuracağınız kanaatindeyim. Türkiye ile aramızda mevcut Temmuz 1947 tarihli anlaşmanın IV. Maddesi mucibince, askeri yardımın, veriliş maksatlarından başka
309 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 266. 310 MACAR, 201-202.
395
amaçlarla kullanılmaması için, hükümetinizin ABD'nin onayını alması icap etmektedir. Mevcut şartlar tahtında Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından temin edilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD'nin muvafakat etmeyeceğini bütün samimiyetimle ifade etmek isterim...”
diyordu. Bu tehdit mektubuna Đsmet Đnönü'nün cevabı sertti:
“ Mesajınız gerek yazılış tarzı, gerek içindekiler bakımından Amerika ile ittifak münasebetlerimizde daima ciddi dikkat göstermiş olan Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıcı olmuş, ittifak münasebetlerine değinen muhtelif konularda önemli görüş ayrılıkları belirtilmiştir. Mesajınızın, Kıbrıs'ta girişilecek bir harekát sonucunda, Sovyetler'in müdahalesine maruz kaldığı takdirde, NATO müttefiklerinin Türkiye'yi savunma yükümlülükleri konusunda tereddüt izhar eden kısmı, aramızda büyük görüş farkı olduğu intibaını vermektedir. Bu bizim için büyük bir teessür ve ciddi bir endişe kaynağı olmuştur. NATO'nun bünyesi, mütecavizin iddialarına kapılacak kadar zayıfsa, tedaviye muhtaç demektir. NATO Andlaşması, üye devletlere, taarruza uğrayan üyeye derhal yardım etmek vecibesini yüklemektedir. Diğer üyeler, Sovyet müdahalesine maruz kalan NATO üyesinin haklı olup olmadığı, müdahaleyi kendi davranışı ile tahrik edip etmediği gibi hususları tartışmaya kalkışır ve tartışma sonucuna göre yardım mükellefiyeti olup olmadığını tesbit cihetine giderse, NATO ittifakının temel direkleri sarsılmış ve anlamı kalmamış olur.” 311
Özetle Johnson, Türkiye Başbakanı’na ‘ABD silahlarını Amerikan
çıkarları dışında kullanamazsınız” diyordu. 1961 Anayasasının geniş hürriyet
sistemi içinde, 1962’den itibaren, Türkiyede sol akımların da suyun yüzüne
çıkmaya başladığı gözönüne alınırsa, Johnson Mektubu'nun ne derece
talihsiz bir teşebbüs olduğu kolaylıkla görülür. Đşte bu atmosfer içinde dir ki,
Türkiye’de sol çevreler "ikili anlaşmalar" meselesini ortaya atmaya
başlamıştır.
311 Kurthan FĐŞEK: Ankara’nın Telefonları Ankara’nın Mektupları, Hürriyet, 19 Aralık 2000.
396
"Đkili Anlaşmalar" konusu Türkiye NATO'ya katıldıktan sonra ortaya
çıkan bir meseledir.
NATO kurulduktan sonra üye devletler arasında 1951 Haziranında
"Kuvvetler Statüsü Anlaşması" denen ve üye devletlerdeki Amerikan
kuvvetlerinin statüsünü düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştı. Türkiye
NATO'ya katıldıktan sonra 10 Mart 1954’de bu anlaşmaya o da katılmış ve
bu çerçeve içinde Amerika ile Türkiye arasında 23 Haziran 1954’de Askeri
Kolaylıklar Anlaşması imzalanmıştır. Bundan sonra bu anlaşmaya
dayanarak, Amerika ile Türkiye arasında, daha doğrusu Amerikan makamları
ile Türk makamları arasında, bir takım ikili anlaşmalar yapılmıştır. Bu ikili
anlaşmalar esas itibari ile iki konu üzerinde toplanmaktaydı: Birincisi
Amerikalılara sağlanan üs ve tesislerdi. Đkinci kısım anlaşmalar ise, Amerikalı
personelin Türkiye’de sahip olacağı yetkileri ve ayrıcalıkları tesbit ediyordu.
Bilhassa bu yetki ve ayrıcalıklar, zamanla o kadar genişletilmiştir ki, bunlar,
Türkiye’nin egemenlik haklarına ters düşen kapitülasyon mahiyetini almış ve
uygulamada da Amerikalı personel ile Türkler arasında sürtüşmelere ve
sosyal rahatsızlıklara sebep olmuştur.
Türk Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Ocak 1967’de yaptığı açıklamaya göre,
bu ikili anlaşmalar 54 tane olup, üçü 1950’den önce, 31 tanesi 1950-1960
arasında ve 20’si de 1960-1965 arasında yapılmıştı. 1965 Ekiminde iktidara
gelen Adalet Partisi zamanında hiç bir ikili anlaşmanın yapılmadığı o
zamanki Dışişleri bakanı tarafından açıklanmıştır.
Kamu oyunun baskısı üzerine Türk hükümeti, 7 Nisan 1966’da ABD
hükümetine verdiği bir notada bu anlaşmaların "tedvin ve ıslahı"nı yani
397
konsolidasyonunu istemiştir.
Türkiyenin bu müracaatı üzerine başlayan, ikili anlaşmaların
konsolidasyonu müzakereleri sonunda 3 Temmuz 1969’da Türk-Amerikan
Savunma Đşbirliği Anlaşması imzalanmıştır.
Gizli olan bu anlaşma, 1970 Ocak ayında Büyük Millet Meclisi ile
Senato'nun gizli oturumlarında üyelere açıklanmış ve 7 Şubat 1970’de de
Başbakan Süleyman Demirel tarafından yapılan bir basın toplantısında bu
anlaşmanın ancak temel prensipleri hakkında bilgi verilmiştir.
Türk-Amerikan Savunma Đşbirliği Anlaşması'nın metni 16 Mart 1975 ve
17 Mart 1975 günlerinde Hürriyet gazetesi tarafından kamu oyuna
açıklanmıştır. Bu açıklamanın, Türkiye’ye karşı 5 Şubat 1975‘de
uygulanmaya başlanan Amerikan silah ambargosundan sonra yapılması
dikkati çekmektedir312.
1974’te Kıbrıs’a asker çıkaran Türkiye, ABD’nin yine benzer bir tutumu
ile karşılaştı. 1974’te Yunanistan desteğinde Kıbrıs’ta bir hükümet darbesi
yapılması üzerine Türkiye, andlaşmalarda tanınmış garantörlük hakkını
kullanarak ada’ya askeri müdahalede bulunmuş ve Kıbrıs’ın bir kısmında
askeri kontrol kurmuştur.
Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesi toprak, nüfus ve güvenlik
açısından yeni koşullar yaratmıştır. Rumlar Kıbrıs’ın güneyine göç ederken,
Türkler de adanın Kuzeyine göç etmişler, böylelikle de etnik bakımdan
birbirinden ayrılmış iki bölge oluşmuştur. Türklerin dışarıya göçleri nedeniyle
312 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 277-278.
398
daha da bozulmuş olan nüfus dengesi Türkiye'den Kıbrıs'a nüfus aktarması
yapılmasıyla bir ölçüde giderilecektir313.
Türk-Yunan ilişkilerinde hem Kıbrıs hem de Ege ve Batı Trakya
konularında sürmekte olan sorunlar bu dönemde artmıştır. Türkiye’nin
Kıbrıs’a müdahalesinden sonra 5 Şubat 1975 tarihinde ABD, Türkiye’ye silah
ambargosu uygulamaya başlamıştır. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs harekatında
Amerikan silahlarını kullanmış olması, Amerikan Kongresi’nin tepkisine
sebep olmuş ve Kıbrıs'ta barışçı bir çözümü kabul edinceye kadar, Türkiye’ye
silah satılmaması hususunda, Eylül 1974’ten itibaren, Amerikan Kongresinde
bir faaliyet başlatılmıştır. Başkan Ford yönetimi ise, Kongre'nin ambargo
faaliyetini önlemek için harekete geçmiş ise de, bir kaç ay süren bu
mücadeleyi Kongre kazanmış ve 93-559 sayılı kanunla Türkiye’ye silah
ambargosu uygulanmasına karar verilmiştir. 5 Şubat 1975 tarihine kadar,
Türkiye’nin ateşkese riayet etmemesi, Kıbrıs'taki askerlerini arttırması veya
Kıbrısa yeniden asker ve silah sevketmesi halinde, ambargonun bu tarihte
uygulanmasını öngören bu kanun Senato'da 43’e karşı 49 oyla 17 Aralık
1974’de (8 kişi oylamaya katılmamıştır) ve Temsilciler Meclisi'nde de 189 a
karşı 209 oyla (36 kişi oylamaya katılmamıştır) kabul edilmiş ve 30 Aralık
1974’de de kanunlaşmıştır314. Öngörülen şartların hiçbiri 5 Şubat 1975
tarihine kadar gerçekleşmediği için de Amerikanın silah ambargosu bu
tarihte yürürlüğe girmiştir. Türkiye'nin Amerikan silah ambargosuna cevabı
ise, 13 Şubat 1975 de, Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kuruluşu olmuştur.
Bundan sonra Türkiye ile Amerikan Kongresi arasında bir mücadele
başlamıştır. Başkan Gerald Ford, bu durum karşısında, bir yandan Kongre'yi
yumuşatmaya çalışırken, öte yandan da Türkiye'nin Kıbrıs konusunda taviz
vermesini sağlamak için çaba harcamıştır.
313 Kıbrıs’a Türkiye’den nüfus aktarımı hakkında Bkz. Özker ÖZGÜR: Kıbrısta Demokrasi Bunalımları, 1. Baskı, Cem Yayınevi, 1992, 326. 314 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 286.
399
Başkan Ford'un Kongre nezdindeki çabaları, 19 Mayıs 1975’te,
Senato'nun, ambargoyu kaldırma kararı alması neticesini vermiş ise de,
Temsilciler Meclisi bu karar karşısında hiç bir harekette bulunmadı.
Bunun üzerine Türk Hükümeti, 17 Haziran 1975 günü Amerikan
Hükümetine bir nota ile, Türkiye'deki 20 kadar Amerikan üs ve tesisinin
statüsü hakkında Türkiye ile 30 gün içinde müzakereye girmediği takdirde,
"yeni bir durumun" doğacağını bildirmiştir.
Türkiye'nin bu baskısı üzerine Temsilciler Meclisi, Senato'nun 19
Mayısta kabul ettiği, ambargonun kaldırılmasına ait kararını, 24 Temmuz
1975’de ele aldı. Ancak, kanun tasarısı, yine aynı gün, 206 oya karşılık 223
oyla reddedildi.
Bunun üzerine Türk Hükümeti, 25 Temmuz 1975 günü yapılan kabine
toplantısında, 3 Temmuz 1969 tarihli Savunma Đşbirliği Anlaşması'nı fesh etti
ve aynı gün bu karar bir nota ile Amerikan Hükümeti'ne bildirildi315.
Türkiye'deki bütün Amerikan üs ve tesisleri Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "kontrol
ve gözetimi” altına konuldu. 1975 yılı sonlarından itibaren iki tarafın karşılıklı
tutumlarında bazı yumuşama işaretlerinin belirmesi üzerine, Türkiye, Amerika
ile yeni bir savunma işbirliği anlaşması imzalamaya razı oldu ve yeni
anlaşma konusundaki müzakereler tamamlanarak, bu yeni anlaşma 26 Mart
1976’da Washington'da imzalandı. Arkasından da hemen basına açıklandı.
Bu anlaşmanın bazı özellikleri vardır: 1) Anlaşma, Türkiye'ye uygulanan
ambargonun kalkmasından sonra yürürlüğe girecekti. 2) Bu anlaşma Kongre
315 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 287.
400
tarafından onaylanacaktı. 3)Türkiye'ye yapılacak yardımın miktarı anlaşmada
belirtilmiştir. Buna göre, Amerika Türkiye'ye, 4 yılda 1 milyar dolarlık yardım
yapacak ve bunun 200 milyon doları hibe olacaktı. 1977 yılı sonunda
Süleyman Demirel Başkanlığındaki Adalet Partisi Hükümeti’nin istifa
etmesinin ardından kurulan Bülent Ecevit başkanlığındaki Cumhuriyet Halk
Partisi hükümeti 26 Mart 1976 anlaşmasını benimsemedi. Bu anlaşma
Türkiye tarafından onaylanmadı ve yürürlüğe girmedi316.
1979 Ekimindeki ara seçimleri CHP'nin kaybetmesi üzerine Ecevit
Hükümeti istifa etti. Yerine Süleyman Demirel Başkanlığındaki AP ağırlıklı
koalisyon hükümeti işbaşına geldi. Tabii bu arada, 1978 Eylülünde,
Amerikan Kongresi, 5 Şubat 1975’ten beri devam etmekte olan silah
ambargosunu da sona erdirmişti. Dolayısıyla, Demirel Hükümeti ile Amerika
arasında yapılan müzakereler sonunda, 29 Mart 1980’de Ankara'da,
Savunma ve Ekonomık Işbırlığı Anlaşması imzalandı317.
1977'de ABD Başkanı Jimmy Carter'a ambargodan kaynaklanan yedek
parça eksikliği yüzünden 400 uçağımızın 240'ının uçamaz hale geldiğini
anlattığımı hatırlıyorum, diyen Türkiye eski cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel, Türk-Amerikan ilişkilerinin o dönemde dibe vurduğunu da ifade
ediyor 318.
ABD’nin silah ambargosu uygulaması, Türkiye’yi ABD’nin güvenilmez
müttefik olduğu; düşüncesine götürmüş daha kararlı bir biçimde kendine yeni
dostlar aramaya ve diğer bölgelerde daha bağımsız politikalar izlemeye
316 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 288. 317 Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 300. 318 Ben Demokrasi Mühendisiyim, Hürriyet, 02 Ekim 2003.
401
yöneltmiştir.
Johnson Mektubu'nun metni o zaman kamu oyuna açıklanmamakla
beraber, mektubun gelişini uzun müddet saklamak mümkün olmamıştır.
Çünkü, gerek bu mektup, gerek Başbakan Đnönü'nün bu mektuba cevabı,
gönderilmeden önce, TBMM’nin gizli oturumunda okunmuştur. 319
Johnson mektubundan Türk kamuoyunun, Hürriyet gazetesinde,
mektubun tam metninin, 13 Ocak 1966'da Cüneyt Arcayürek tarafından
yayımlanmasından sonra haberi olmuştur. Hürriyet gizli tutulan mektubu
yayımlayınca, 15 Ocak 1966'da dönemin iktidarı, Đnönü'nün verdiği yanıtı da
açıklamak zorunda kaldı320. Türkiye’de Amerikan karşıtlığının artmasında
Johnson mektubu önemli bir rol oynamıştır. “Go Home”larla başlayan bir
Amerikan aleyhtarlığı Ankara sokaklarını kaplamıştı. Devrin Başbakan'ı o
soğuk savaş yıllarında, ABD'ye kafa tutarken, "Gerekirse duvarın öteki
tarafına geçeriz" diyerek gözdağı veriyordu. Deneyimli devlet adamı Đsmet
Paşa bile "Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o yeni dünyada yerini alır"
diyordu. O günlerin koşullarında bu tepkiler olağandı ve dünyayı bir "Güç
dengesi" etkiliyordu. CHP içinde bile, "NATO'ya hayır" diyenler, sadece bir
savunma paktı olan NATO'yu yerden yere vuranlar az değildi. 321
Türkiye'deki anti-Amerikan hareketlere bir ivme sağlayan mektup,
NATO'nun ve Türk dış politikasının 'tabu' konular arasından çıkmasında
önemli rol oynamış, Türkiye, artık Sovyetler ve Ortadoğu ülkeleriyle de
ilişkilerini geliştirmesi gerektiğinin farkına varmıştır. Türkiye, Sovyetler Birliği
ve Arap devletleri dahil, Doğu Bloku ülkeleri ve üçüncü dünya ülkeleriyle
ilişkilerini geliştirme politikası izlemeye başlamıştır. Sovyetler Birliği ile
319 ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 266. 320 Johnson’un Mektubu Gibi, Hürriyet, 07 Temmuz 2003. 321 Kurtul ALTUĞ: Nereden Nereye?, Gözcü , 17 Kasım 1999.
402
ilişkilerin gelişmesi daha çok ekonomik ilişkilerin arttırılması yoluyla olmuştur.
Mart 1967’de Türkiye Moskova ile o zamana kadar hiçbir ülkeyle
imzalamadığı, en geniş kapsamlı sanayi yardımı anlaşmasını imzalamıştır322.
Eylül 1969’da, Türkiye, Rabat’ta (Fas) toplanan ilk Đslam Zirvesi
Toplantısı’na gözlemci olarak katılmıştır. Ortadoğu ihtilafında Türkiye
Filistinliler ve Arapları destekleyen bir politika izlemiş, Đsrail’le ilişkilerini sınırlı
düzeyde sürdürmüştür.
Türkiye çok yönlü politikasında başarılı olmuşsa da Birleşmiş Milletler ve
diğer uluslararası platformlarda Kıbrıs sorununda umduğu desteği elde
edememiştir.
Türkiye’nin farkına vardığı bir başka şey ise silah açısından ABD’ye
bağımlı olmanın istenmeyen sonuçlar yaratabileceğiydi. Bu mektuptan sonra
Türkiye çıkarma gemileri yapmaya başlayacak, ulusal silah sanayisini
geliştirme arayışı içerisinde olacaktır.
Türk-Amerikan ilişkilerindeki etkisiyle, Türk dış politikasının sınırlamaları
konusunda açtığı yeni perspektiflerle “Johnson mektubu”nun titreşimleri,
bugün de devam etmektedir. Diplomasi tarihinde etkileri bu kadar derinlere
giden bir ikinci belge bulmak gerçekten zor(dur). 323
ABD eski başkanı Clinton’ın, 1998 yılında dönemin Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’e ABD’nin Körfez'e yönelik politikasına Türkiye’nin
desteğini isteyen kabalık ve tehdit içeren bir mektup gönderdiği ileri
322 Süha BÖLÜKBAŞI: “Türkiye ve Đsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa,” Liberal Düşünce, C. 4, No: 13 (Kış 1999), 142. 323 Đnönü'den ABD'ye Tarihi Çalım, Radikal, 22 Nisan 2002.
403
sürülmüştür324. Mektuba ilişkin olarak, kıdemli siyasetçi eski Başbakan Bülent
Ecevit’in;
"Amerika, Türkiye'nin hiçbir zaman tehdite boyun eğmeyeceğini bilir. Onun için mektupta bir tehdit uslubu kullanmış olabileceğine ihtimal vermek istemiyorum. Türkiye öteden beri sorunlarını diğer uluslara sorun çıkarmadan kendi haklarını gözetmiş bir ülkedir. Tehditler tepki uyandırır." 325
şeklindeki değerlendirmesi, Kıbrıs çıkarmasından sonra ‘Johnson mektubu’
kriziyle en ağır sarsıntısını geçiren Türkiye-ABD ilişkilerini, Kuzey Irak'ta 11
Türk askerinin gözaltına alınıp, Bağdat'a götürülmesinin “Johnson mektubu”
kadar sarstığı şeklindeki yorumlar326, “Johnson mektubu”nun uluslararası
alanda, genelde Batıyla, özelikle de ABD ile yaşanan sorunlarda hem bir
kendine güven hem de ABD’ye güvensizlik kaynağını teşkil eden bir önemli
unsur olarak, belleklerdeki yerini korumaya devam ettiğini göstermektedir.
C – 12 EYLÜL 1980: ORDU KORUMA ve KOLLAMA GÖREVĐNDE
12 Eylül 1980’e gelindiğinde, Türkiye’de sosyalist sol etkinliğini
arttırmış, terör olayları gittikçe artan bir seyir izlemeye başlamış, doğu ve
güneydoğu bölgesindeki ayrılıkçılık hareketleri artmış, irticacılar 6 Eylül’de
Konya’da büyük bir gösteri yapabilecek kadar güçlü bir konuma
324 Melih AŞIK: “BĐZE MÜSTEHAK ”, Milliyet , 05 Şubat 1998. 325 Tehditleri Sevmeyiz, Milliyet, 05 Şubat 1998. 326 Bkz. Johnson’un Mektubu Gibi, Hürriyet, 07 Temmuz 2003.
404
gelebilmişlerdi. 6 Eylül’de Milli Selamet Partisi(MSP)’nin Đsrail’in Kudüs’ü
işgali dolayısıyla Konya’da düzenlediği mitingde Türk Đstiklâl marşını
söyleyenler protesto edilmiş, Arapça pankartlarla, ilâhiler söylenerek yürüyüş
yapılmış ve adeta 1908’deki irticai kalkışmanın ( 31 Mart olayı) bir tekrarı
gerçekleştirilmek istenmişti. Bu olay, Kemalist rejime karşı irticai kalkışma
olarak algılanmış ve askeri müdahale öncesi bardağı taşıran son
damlalardan birisi olmuştu.
Türkiye’nin iç düşmanlarının Kemalist rejim için ciddi tehdit
oluşturdukları veya bu şekilde algılandıkları bir noktaya gelinmişti. Kemalist
rejimin üç önde gelen iç düşmanı da ciddi bir güç kazanmışlardı. Anarşi ve
terörün önlenememesinden Demokrat Parti’nin misyonunu taşıyan Adalet
Partisi genel başkanı Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki hükümet de
tedirgin ve huzursuzdu. Ancak Evren’e göre, hükümet alınması zorunlu
tedbirleri alamamakta, özel mahkemeler kurduramamakta, en önemlisi de
Türkiye’deki tırmanışı Türkiye’nin bir numaralı meselesi olarak
görmemektedir. Yine Evren, sosyalistlerin karşısında yer alan aşırı sağ ve
kendisini ülkücü olarak nitelendiren kuruluşların dönemin koalisyon
hükümetlerinin içerisinde yer alan Milliyetçi Hareket Partisi Genel
Merkezinden yönlendirildiklerinin daha sonra ortaya çıktığını da
söylemektedir327. Đslamcı kimlikli Milli Selamet Partisi de koalisyon
hükümetlerinin üyesidir. Bu durum rejimin korunması için oluşan zaafiyete
işaret etmektedir. Bunlara ilaveten kördüğüm olmuş görünen bir siyasal
sistem ve harap olmuş bir ekonomi var(dır)328.
327 Bkz. EVREN, 224. 328 ZURCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 391.
405
1- Siyasal Partiler Baş Sorumlu
27 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Kuvvet
Komutanları, bir uyarı mektubunu Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e verirler.
Mektupta, ülkenin içinde bulunduğu ortamdan devletin bekası, milli birliğinin
sağlanması, halkın mal ve can güvenliğinin temini için; anarşi, terör ve
bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejim içerisinde Anayasal
kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle
müştereken tedbirler ve çareler aramalarının kaçınılmaz bir zorunluluk olarak
görüldüğü ifade edilir. Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararların muhalefete
mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu
sonuçlara götürülemediği belirtilir. Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç
duyulduğu ifade edilen bir dönemde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görüşleri, Mili
Güvenlik Kurulu Başkanı olan Cumhurbaşkanına sunulmaktadır. Bu mektuba
ilişik Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görüşünü aksettiren mektupta ise Anayasa’nın
getirdiği geniş hürriyetlerin kötüye kullanılarak, Đstiklal Marşı yerine komünist
enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim
yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve
bölücülüğe milletin tahammülünün kalmadığı, iktidar olan siyasi partilerin
bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket
edecek kişilerle doldurması nedeniyle, kamu görevlilerinin ve vatandaşların
bölündüğünü, siyasi partilerce yaratılan bu bölünmenin giderek anarşi ve
bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine, polis,
öğretmen ve diğer birçok kuruluşun birbirine düşman kamplara ayrılmalarına
neden olduğu ifade edilmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına
bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden
406
boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve
kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi
partileri uyarmaya karar vermiştir.
Türkiye’nin bölgesindeki gelişmeler Orta Doğu’da her an sıcak bir
çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. Đçte anarşist ve bölücüler yurt
genelinde genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin
süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin TBMM’de
en kısa zamanda kararlaştırılması o zamanki ortam içinde hayati bir önem
taşımaktadır. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması
hükümetler kadar diğer siyasi partilerin de görevleri arasında görülmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri, iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve
sorumluluğunun idraki içinde ülkenin hayati sorunları karşısında siyasi
partilerin, bir an önce Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön plana alarak,
Anayasa’nın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek
anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere
karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer Anayasal kuruluşların
da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir329. 20 Ocak 1980’de
Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu ile görüştüğünü
söyleyen Evren,
“Feyzioğlu ile Ecevit hükümeti zamanında Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında beraber olur ve yurt meselelerini acı acı dile getirirdik. Yine içinde bulunduğumuz korkunç durumu görüştük. Kendisine Silahlı Kuvvetlerin bir müdahalesini bu aşamada düşünmediğimizi, ancak işleri daha da karıştırarak bizleri buna mecbur etmemeleri gerektiğini de söyledim. Feyzioğlu’nu, açık konuşmasından, Atatürkçülüğe gönülden bağlı
329 Bkz. Kenan EVREN: Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, 330-332.
407
olmasından, kötü politikacı olmadığından, memleket menfaatlerini parti ve şahsi menfaatlerinin önünde tutmasından dolayı sever ve takdir ederdim.” 330
diyor. Ecevit’in karşısında yer alarak “ortanın solu” anlayışına karşı çıkmış
olan Feyzioğlu’nun rejime ilişkin yaklaşımıyla Genelkurmay Başkanı’nın
yaklaşımının örtüşmesi dikkat çekicidir. CHP “öteki”lerden birisi haline
gelirken CHP’den kopan bir grubun kurduğu Parti, zayıf ama Kemalist rejimin
savunucusu olarak ön plana çıkıyordu331.
Cumhurbaşkanlığı süresi 6 Nisan 1980’de sona eren Fahri Korutürk’ün
yerine, meclisin, 100 tur oylamadan sonra bile bir yenisini seçmekten aciz
olduğunun görülmesi, orduyu tekrar Kemalist devlet düzeninin koruyucusu
olarak ön plana çıkardı.
3 Ağustos 1980’de Demirel’in başkanlığında yapılan 7. ve son
Sıkıyönetim Koordinasyon Toplantısı’nda Demirel, soldaki anarşist ve
teröristlerle, sağdaki eylemcilerin giriştikleri eylemleri karşılaştırmış ve soldaki
eylemcilerin mevcut düzeni yıkarak yerine Marksist ve Leninist bir rejim
getirmeye uğraşırken; sağdakilerin devletin yanında yer aldığını, mevcut
rejimi korumaya çalıştığını ifade etmişti. Arkasından bunları söylemekle
sağda eylem yapanları, adam öldürenleri koruyor değilim, kim suç işlerse
cezasını görmelidir demek suretiyle kendisinin yanlış anlaşılmasını önlemeye
çalışmıştı.
330 EVREN, 342. 331 Kenan Evren, yönetime el koyduktan sonra kurulacak hükümete Başbakan olacak kişi ile, bakan olacaklar üzerinde düşündüğünü ve Kuvvet Komutanı arkadaşları ve Đkinci Başkanla bu konuyu görüştüğünü, Başbakan olarak Turhan Feyzioğlu’nu en münasip bulduklarını; ama tam olarak karar vermediklerini ifade etmektedir. Bkz. Kenan EVREN: Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, 520.
408
Demirel aslında bunu yeni söylemiyordu. Yurt genelinde yaptığı
konuşmaların birisinde de buna benzer bir beyanat vermişti. Demirel, devlete
silah çekenle, ona mani olmaya çalışanları bir tutmuyordu332.
12 Eylül 1980’de ordu yönetime el koymuş ve üç yıl sürecek olan askeri
yönetim dönemi başlamıştır. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet
Komutanları’ndan oluşturulan Milli Güvenlik Konseyi’nin 12 Eylül’de yaptığı ilk
bildirisi olan 1 numaralı bildiri müdahalenin gerekçesini açıklamaktadır.
Büyük Atatürk’ün emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve
bağımsızlığına yönelik fikrî ve fizikî haince saldırılara maruz kalmaktadır.
Devlet, başlıca organları ile işlemez duruma getirilmiş, Anayasal kuruluşlar
tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz
tutumları ile devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve
lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar
faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği
tehlikeye düşmüştür. Bildiride,
“Atatürkçülük yerine irticaî ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilâtı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.”
denilmekte ve şöyle devam edilmektedir:
“Đşte bu ortam içerisinde Türk Silahlı Kuvvetleri; Đç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini Yüce Türk Milleti
332
Bkz. Kenan EVREN: Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, 437-438.
409
adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünü ile el koymuştur.
Girişilen Harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır. Parlamento ve hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.” 333
Kenan Evren’in 12 Eylül’de yaptığı konuşma da dikkat çekicidir ve
rejimin tehditlerden arındırılması için izlenecek yöntem konusunda ipuçları
vermektedir:
“Birçok tutum ve davranışlarıyla demokratik özgürlükçü parlamenter sisteme inancını defalarca kanıtlayan Türk Silahlı Kuvvetleri, en kısa zamanda Bakanlar Kurulu’nu kurarak, yürütme sorumluluğunu bu Kurula bırakacak ve hür demokratik parlamenter sistemin şimdi olduğu gibi dejenere edilmesine ve tıkanmasına mani olucu ve Türk toplumuna yaraşır bir Anayasa ve Seçim Kanunu ile Partiler Kanununu hazırlamayı ve bunlara paralel düzenlemeleri yapmayı müteakip insan hak ve hürriyetlerine saygılı, milli dayanışmayı ön plana alan, sosyal adaleti gerçekleştirecek, ferdin ve toplumun huzur, güven ve refahına önem veren özgürlükçü demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetime ülke idaresini devredecektir.” “……..Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için ter türlü tedbir alınacaktır.” “Eğitim ve öğretimde Atatürk Milliyetçiliğini yeniden yurdun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır. Yarının teminatı olan evlatlarımızın Atatürk ilkeleri yerine yabancı ideolojilerle yetişerek sonunda birer anarşist olmasını önleyecek tedbirler alınacaktır. Bu maksatla hepimizin tek tek saygıyla andığımız öğretmenlerimizin Der’li, Bir’li derneklere üye olarak bölünmelerine
333
EVREN, 546-547.
410
müsaade edilmeyecektir. Her düzeyde öğrencinin amacı Atatürk ilkeleri ve milliyetçiliği ile pekişmiş ve üretime yönelik bilgi ve becerisini kazanmak olacaktır.” 334
Yeni bir Anayasa, yeni bir Seçim Kanunu ile Partiler Kanunu
hazırlanacak ve laik rejimin sürekliliğini sağlayacak, ülke çıkarlarını her şeyin
üzerinde tutacak partilerin içerisinde var olabilecekleri yeni bir düzen
oluşturulması amaçlanmaktadır. Bu yeni düzende, eğitim ve öğretimde
Atatürk milliyetçiliği yeniden yurdun en ücra köşesine kadar
yaygınlaştırılacak; böylelikle genç beyinlerin yabancı ideolojilerin etkisinde
kalarak birer ulusal rejim düşmanı/iç düşman haline gelmelerinin önüne
geçilmeye çalışılacaktır. Bunun yanı sıra, 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik
kararların uygulanabilmesi ve verimliliğin arttırılarak ihracatın geliştirilmesi de
ulaşılması amaçlanan hedefler arasındaki yerini almıştır. 12 Eylül yönetimi
ekonomiyi, 1977 seçimlerinde Đslamcı MSP'den milletvekili adayı
olduğunu bildiği halde, 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal'a teslim
etti. Đran ve Afganistan şoklarının yaşandığı bir dünyada ABD’nin
hegemonyasını devam ettirme araçlarından birisi olan IMF, bu dönemde
Türkiye'nin borçlarını yeniden yapılandırmasına, ertelemesine ve yıllık
ödemeleri hafifletmesine izin verirken, IMF’yle ülkelerin her zaman
yaptıkları 1'er yıllık sözleşmeler yerine dünyada ilk kez Türkiye’yle 3 yıllık
anlaşma yapmış ve Türkiye'yi “örnek ülke” ilan etmişti335.
En yaşlısı Cumhuriyet’in kurucusu CHP olan siyasal partilerin tümü,
mevcut sorunların sorumlusu olarak görüldüklerinden 16 Ekim 1981 tarih ve
2533 sayılı Kanunla feshedildiler. Eski parlamenterler ve parti
334
Kenan Evren’in konuşma metni için Bkz. Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, 553-555. 335
Bkz. Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:I, 11. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005., 16-18.
411
yöneticilerinden bazıları hakkında beş ya da on yıllık siyasal faaliyet yasakları
getirilecektir336.
Milli Güvenlik Konseyi parti kurucularını veto etme yetkisini eline almıştı.
Ardından milletvekili adaylarını süzgeçten geçirme hakkını kendinde buldu.
Veto sistemiyle iki-üç partiyle istikrar sağlanacağına inanılıyordu.
Yeni seçim sistemi, büyük partilerin son derece lehine düzenlenmiş
bulunuyordu, çünkü yasayı yapanlar, küçük partilerin 1980 öncesindeki
ölçüsüz ağırlığını sistemin yıkılışının nedenlerinden biri olarak
görmekteydiler337.
MGK içinde yapılan tartışmalar sonrasında deniz kuvvetleri eski
komutanı Bülent Ulusu başkanlığında bir hükümetin kurulması kararlaştırıldı
ve bu hükümet 21 Eylülde göreve başladı. Bu hükümette Turgut Özal
ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu ve ekonominin yönetimini
eline aldı338. 7 Kasım 1982’de yeni anayasa kabul edildikten sonra 6 Kasım
1983'te seçimler yapıldı. Seçimde emekli orgeneral Turgut Sunalp'in genel
336 Askerin partilere bakışına ilişkin olarak Mehmet Ali Birand’ın değerlendirmesi şöyledir: -1980’lere kadar CHP, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne daima Atatürk’ün, ardından da eski komutan Đnönü’nün mirası olarak sempatik görünmüştür. Daima CHP’den etkilenmiştir. Hele subayın kökenindeki fakir – orta halli kesit, CHP’nin Sosyal Demokrat yaklaşımlarını sempatiyle izlemiş, sıcak bakmıştır. CHP’nin hükümet döneminde ise, özellikle yüksek düzey subayların Kürtçülük ve Komünizm akımlarına açık bir kadro gibi görmeye başladıkları CHP, bu dönemde ordu içindeki eski prestijini yitirmiştir. - Önce Demokrat Parti, ardından da Adalet Partisi’ne subayın bakışı “genelde” fazla sıcak değildir. Özellikle Demokratların 27 Mayıs sonrasındaki gelişmeleri unutmamaları ve genel bir kampanya yürütmeleri de, Adalet Partililere karşı yaklaşımlarını etkilemiştir. Đçlerinden bazıları daha ılımlı yaklaşmakla birlikte, genelleştirmek gerekirse, bu kanadı temsil eden politikacılara karşı rahatsızlık sürmektedir, denilebilir. - Dinci grupları temsil eden partiler ordu için en kabul edilmeyecek olanlardır. - Eski MHP eğilimli partililer TSK içinde dinciler kadar itilmezler. Benimsenmemekle birlikte, aynı katılıkta olumsuz bir yaklaşım yoktur. Sevilmez, ancak tamamen de dışlanmaz. Bkz.M. Ali BĐRAND: Emret Komutanım, 474-475. . 337 ZURCHER: Modernleşen Türkiyenin Tarihi, 411. 338
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 8. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005., 39.
412
başkanlığını yaptığı Milliyetçi Demokrasi Partisi’nin (MDP) kazanması ve
rejimin bu parti aracılığıyla sürdürülmesi için uğraş verildi. Ama seçimleri
Turgut Özal'ın Anavatan Partisi (ANAP) kazandı. Buna rağmen 12 Eylül
dönemi, K. Evren'in cumhurbaşkanlığının 1989'da sona ermesine kadar
sürdü 339.
2 – Đç ve Dış Düşmanlara Karşı Türk Devletinin Bölünmez
Bütünlüğü
Gerek Milli Güvenlik Konseyi’nin 1 numaralı bildirisindeki, gerekse
Kenan Evren’in 12 Eylül’de yaptığı konuşmadaki hususlar yansımasını 7
Kasım 1982’de kabul edilen yeni Anayasa’da bulacaktır. Anayasanın
başlangıcı ve bütününe hakim olan husus, “Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü”ne ve “Atatürk milliyetçiliği”ne yapılan vurgudur. Bu
vurgu, tersten bir bakışla, Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle
bölünebileceğinden ve Atatürkçülük/Kemalizm dışındaki
sosyalizm/komünizm/faşizm/Đslamcılık gibi “sapık” ideolojilerin etkinliğinden
ciddi bir kaygı duyulduğu şeklinde anlamlandırılabilir. Bu nedenle de Kemalist
rejimi, 1961 Anayasası’ndan daha ileri düzeyde hükümetlerden ve
hükümetleri oluşturan, CHP dahil, tüm siyasal partilerden iyice
bağımsızlaştırıcı bir kurumsal yapılanmanın oluşturulmaya çalışıldığı ve
böylelikle iç ve dış tehditlerin daha güçlü şekilde savuşturulabileceği
anlayışının etkili olduğu sezilmektedir. Đlerleyen yıllar içerisinde Anayasa’da
bazı değişiklikler yapılmış olmasına karşın genel karakterini sürdürmeye
devam etmektedir.
339
a.g.e., 24.
413
1961 Anayasası’nda olduğu gibi yine “Türk Milleti, egemenliğini,
Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanmaktadır.
Dikkat çeken değişikliklerden birisi, Cumhuriyet Senatosu’nun kaldırılması
suretiyle tek Meclis sistemine dönülmüş olmasıdır. Bununla birlikte, her biri
geçmişteki olumsuzlukların tekrar ortaya çıkmasını engelleyici fonksiyon
görmesi için tasarlanmış olan 1961 Anayasası’yla oluşturulan kurumlara
ilave olarak yeni Anayasal kurumlar oluşturulmuş, var olanlar
güçlendirilmiştir.
Devleti temsil eden Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arttırılmıştır. 12 Eylül
Harekatı’ndan sonra askeri cuntanın oluşturduğu 5 kişilik Milli Güvenlik
Konseyi, Milli Güvenlik Kurulu’nun yerine ikame edilmiştir. MGK Genel
Sekreteri Milli Güvenlik Konseyi’nin sekreterliği görevini üstlenmiş ve kurum
tüm teşkilatı ile konseyin emrinde çalışmıştır340. 12 Eylül yönetimi, 27
Mayıs'tan sonra kurulan MGK'nın asker üye sayısını ve yetkilerini artırarak
ordunun karar verme sürecindeki etkisini genişletmeye çalıştı. Burada en çok
dikkat çeken hukuksal düzenleme, ulusal güvenlikle ilgili olarak MGK'nın
alacağı kararları hükümetin "öncelikle dikkate alacağı" hükmünün getirilmesi
oldu. Bunun yanında, askeri yönetim, iktidarı yeni hükümete teslim etmeden
önce, 1982 Anayasasının 118. Maddesiyle düzenlenmiş olan MGK'nın
yetkilerini, 9 Kasım 1983'te çıkarttığı 2945 sayılı "Milli Güvenlik Kurulu ve Milli
Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği" kanunuyla güçlendirdi ve MGK Genel
Sekreterliğine diğer yetkilerinin yanında "uygulamaları takip ve kontrol etmek"
yetkisi tanıdı341. Böylelikle, Millî Güvenlik Kurulu’nun etkinliği arttırılmış ve
Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği,
340 ĐBA: Milli Güvenlik Devleti, 208. 341
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:I, 11. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 81.
414
toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu
gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınması
gereken kararlar haline gelmiştir. Bununla birlikte, 1983’ten itibaren piyasa
ekonomisinin ön plana çıkması ve bu politikanın uygulayıcısı Başbakan
Turgut Özal’ın etkinliği, ordunun, anayasal ve yasal düzenlemelere paralel
şekilde, iç politikanın aksine dış politikanın oluşum sürecinde yer almasını
engellemiştir. Aslında, ordunun da Türkiye'nin uluslararası kapitalist sistemle
bütünleşmesine ve içte de kapitalist gelişmeye bir itirazı yoktu ve 12 Eylül
zaten bunun koşullarını hazırlamıştı. Ama iş çevreleri ekonomik olarak
güçlendikçe iç ve dış politikada daha fazla ağırlık arayışına girmişler ve bazı
konularda orduyla fikir ayrılığına düşmüşlerdi.
12 Eylül askeri yönetiminin yaptığı tüm hukuksal düzenlemelere karşın,
ordu Özal ve iş çevrelerinin dış politikadaki atak girişimleri karşısında arka
plana düştü ve bu dönemde aktif bir aktör olmaktan çok, Özal'ın Türk dış
politikasının geleneksel çizgisini değiştirme girişimlerini engellemeye
çalışmakla yetindi342.
Yükseköğretim Kurulu (YÖK), üniversitelerin, merkezi bir kontrol altına
alınması amacıyla oluşturulan kurumlardan birisi olarak ortaya çıkmıştır.
Üniversiteler, bütün dekan ve rektörleri doğrudan atayan Yüksek Öğretim
Kurulu’nun oluşturulmasıyla sıkı merkezi denetim altına alınmıştır. Giderek
etkinliğini arttırarak rejimin temel koruyucu organlardan birisi konumuna
gelmiştir.
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen
ve Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya Devletin iç ve dış
342
age, s.84.
415
güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik
Mahkemeleri kurulmuştur343.
Đdarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin
ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak
Devlet Denetleme Kurulu kurulmuştur. Cumhurbaşkanının isteği üzerine,
tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu
kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde
olan meslek kuruluşlarında, her düzeydeki işçi ve işveren meslek
kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle vakıflarda, her türlü inceleme,
araştırma ve denetlemeleri yapabilecektir.
Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk
tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak ve
yayınlar yapmak amacıyla Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk
Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzelkişiliğine
sahip “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu “ kurulmuştur344.
Dönemin en büyük dış tehdidi olarak algılanan “hür dünyanın düşmanı”
Sovyetler Birliği idi ve onun ideolojisi “komünizm” de en büyük iç tehdit
olarak algılanıyordu. Kemalist rejimin iç tehdidi yani sosyalistler fazlasıyla
güç kazanmıştı ve bertaraf edilmeleri gerekiyordu.
12 Eylülcülerin Atatürk ilke ve Đnkılaplarını/devrimlerini koruma adına,
toplumu yeniden düzenleme çabaları ve özellikle zamanın en büyük iç tehdidi
343
Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 1971’de kurulmuş olup, 1982 Anayasası ile etkinlikleri artmıştır. Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde 2000’li yıllarda kaldırılmışlardır. 344
1982 Anayasası ve değişiklikleri için bkz. Suna KĐLĐ ve Şeref GÖZÜBÜYÜK: Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2000, 262-330.
416
sosyalistlerden boşaltılan alanı Đslamcı örgütlenmeler dolduracak, onların
etkinlik kazanmaları, bir süre sonra meyvelerini verecek; 1995 seçimlerinden
sonra, bir başka “cumhuriyet ötekisi”nin, irticai kesimin partisi Refah
Partisi’nin iktidara gelmesine ve ülkede bir rejim krizi yaratmasına yol
açacaktı.
12 Eylül müdahalesinden sonra, Kürt ayrılıkçılar yurt dışına çıktılar
ve özellikle Arap ülkelerine dağıldılar. Teröristlerin, Eylül 1980 ile 1988
yılları arasında devam eden Đran-Irak savaşından yararlanarak
yurtdışında üslenmeleri "dış mihrakların tahriki" argümanıyla açıklandı.
Devlet, "güvenlik sorunu"nun yanı sıra, bölgenin azgelişmişliğinden
kaynaklanan bir "sosyo-ekonomik" sorundan başkasını kabul etmedi ve
önlemler de buna uygun olarak sürdürüldü345. Đran-Irak savaşı sırasında
Kürtlerin yaşadıkları kuzey Irak'ta oluşan iktidar boşluğu, PKK'nın bu bölgeye
yerleşmesi için uygun ortamı yaratacak ve 1980’li yılların sonuna doğru
Türkiye’nin en büyük dış destekli iç sorunu haline gelecektir.
1980’li yıllarda Türkiye, iç tehditlerini yazılı hale getirmeksizin bertaraf
etmeye devam ederken, dış tehditlerini Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi ile
yazılı devlet politikası haline getirmiştir. Hükümet, parlamento ve devletin
diğer kurumları bu Belge’nin sınırları dışına çıkamamakta, tüm icraatında bu
belgede belirlenen politik hatta uygun davranmaktadır346. 1983’te başlatılan
ve üç yıl süren bir çalışma sonucu 1 Temmuz 1986’da Genelkurmay’ın
onayından çıkmış olan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde Yunanistan,
Türkiye açısından Sovyetler Birliği’nden daha “yakın tehdit“ olarak
görülmektedir. Yunanistan’ın getirdiği tehdit “Anadolu’yu istilası” şeklinde
değil, Ege’de statükoyu değiştirme olasılığına göre nitelendirilir. Ege’deki
345
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 23. 346 ĐBA: Milli Güvenlik Devleti, 106.
417
Türk çıkarlarının korunması açısından, bu bölgedeki kuvvetlerin güçlü
olmalarına öncelik verilir.
Tehdit değerlendirmesinde ikinci sırayı Varşova Paktı alır. Ancak,
Varşova Paktı ile ilişkiler NATO Savunma Stratejisi çerçevesinde görülür.
Üçüncü sırada Suriye görülür. Hatay’da gözü olduğu gibi bir izlenim
veren Suriye, Đsrail ile savaş durumu nedeniyle, Türk sınırına yakın
bölgelerde kuvvet tutmamaktadır. Genelde, askeri yetenekleri oldukça büyük
olan Suriye “dikkatle izlenmesi gereken “ bir ülkedir. Bu değerlendirmeye
varılmasının asıl nedeni, Şam’ın bir zamanlar Ermeni, bu dönemde de Kürt
örgütlere, kamp, silah gibi destek verdiği yolundaki istihbarattır.
Tehdit değerlendirmesinin dördüncü sırasında Đran ve Irak vardır:
Đran’ın Türkiye’ye karşı bir toprak emeli olmadığı, ancak dogmatik fikir
sızmasını körüklediğinden kuşku duyulur. Humeyni yanlısı örgütlerin
Türkiye’deki faaliyetleri, bu izlenimin temelini oluşturur. Yine de Đran
ordusunun mevcut “yetenekleri” bir tehdit niteliğinde görülmez.
Irak, Đran ile savaştan dolayı askeri yeteneklerinin en düşük düzeyine
varmış durumdadır. Türkiye üzerinde de herhangi bir şekilde toprak alma
niyeti yoktur. Ancak sorun, Iraklıların da kontrol edemedikleri Kürt örgütlerden
kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin bölgedeki kuvvetlerinde bir zayıflama
görüldüğü takdirde, Kürt gruplarının Irak topraklarını kullanarak faaliyetlerini
artıracakları sonucuna varıldığından dolayı, tehdit değerlendirmesinde önemli
bir yer verilir. Çünkü Kürt sorunu bir dış tehdit olarak görülür. Bölgedeki
kuvvetler, bu tehdide karşı koyacak şekilde donatılır, eğitilir ve
418
konumlandırılır347. Türkiye’nin dış politikası da bu tehdit değerlendirmesine
göre şekillenecektir.
3 – 1980’li Yılların Dış Politikası
Uluslararası alanda komünizme karşı ideolojik mücadele yürüten
ABD’nin öncülüğündeki Batı Bloku, 1979’daki Đslam Devrimi’nden sonra
Đran’ı kaybetmişti. Đran’ın rejim değişikliği sonrasındaki Batı karşıtı dış
politikası, Türkiye’nin Batı için taşıdığı stratejik önemi arttırdı. Bunun yanı
sıra Sovyetler Birliği’nin 26 Aralık 1979’da Afganistan’a yaptığı müdahale,
Türkiye’nin stratejik konumunu daha da güçlendirdi.
Bu ortam içerisinde, Đran ve Afganistan’daki gelişmeler Türkiye ve
ABD arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için uygun ortamın oluşmasına
katkıda bulundu. Müdahale sonrasında sosyalist solun dış destekli iç tehdit
olmaktan büyük ölçüde çıkarılması ve ABD’nin desteğine siyasal, askeri ve
ekonomik açılardan duyulan ihtiyaç Türkiye’yi Batı’yla ve özellikle de
ABD’yle yakınlaşmaya yöneltti. ABD açısından da Türkiye’nin stratejik
öneminin arttığı bir uluslararası ortam oluşmuştu. 21 Eylül 1980’de kurulan
Ulusu hükümeti, 29 Mart 1980 tarihinde imzalanmış olan ve Türkiye'nin
elinde bir koz olarak tuttuğu Savunma ve Ekonomik Đşbirliği Anlaşması'nı
(SEĐA) 18 Kasım 1980'de onayladı. Böylece, Türkiye ile ABD arasında,
anlaşmaya göre onay belgelerinin teati edildiği 18 Aralık 1980’den itibaren 5
yıl süreyle Türkiye’deki üslerin, savunma ve ekonomik ve askeri yardım
347 BĐRAND, 357.358.
419
konularının çerçevesi belirlenmiş oluyordu348. Anlaşmanın beş yıllık
uygulaması, Amerikan Kongresi’nin, Türkiye’ye yapılacak askeri yardımı
Kıbrıs gelişmelerine bağlaması, Hükümet'in teklif ettiği yardım rakamlarını
devamlı kısması nedenlerine bağlı olarak Türkiye’nin beklentilerini
karşılamadı. Yardımın her yıl kısılması ve Anlaşma ile hiç ilgisi bulunmayan
Kıbrıs meselesi ile bağlantılı hale getirilmesi, Türkiye’nin hoşnutsuzluğuna
sebep oldu.
Diğer taraftan, Türkiye’nin bir şikayeti de, Türkiye’ye yapılan yardımın
Yunanistan'a yapılan yardımla bağlantılı olarak ele alınması ve her iki ülkeye
yapılan yardımın 7/ 10 nisbetine bağlanmasıydı. Yani Türkiye'ye 10 yardım
yapılırsa, Yunanistan'a da muhakkak 7 yardım yapılacaktı. Türkiye bu 7/10
oranının da kaldırılmasını istiyordu.
Bundan dolayı, Türkiye, beş yıl sonunda Anlaşma'nın yenilenmesi
sırasında yapılacak bir değişiklik ile, her yıl yapılacak sabit bir yardım
miktarının bu anlaşmada belirtilmesini en sağlam yol olarak gördü349.
Türk-Amerikan görüşmeleri, 30 Ekim 1985’de Ankara'da başladı.
Türkiye’nin ileri sürdüğü isteklere karşı Başkan Reagan yönetimi diretti. Türk-
Amerikan görüşmeleri çok uzun sürdü. Bu arada, (Aralık 1985’de olduğu
gibi), 24 Nisan'ın "Ermeni soykırımı" olarak kabul edilmesi için Amerikan
Kongresi’nde yapılan teşebbüsler de zaman zaman Türk-Amerikan ilişkilerini
gerginliğe sevketti.
Neticede, Anlaşma'nın değiştirilmesi ve Anlaşma'ya rakam konulması
yerine, Amerikan ve Türk Dışişleri Bakanları arasında bir mektup teatisi
348
Bkz. Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 39. ; Bkz. Fahir ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 365. 349
ARMAOĞLU: Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, 365.
420
suretiyle, Amerika’nın Türkiye’ye yapmakta olduğu yardımı arttırmak için
Kongre nezdindeki çabalarını arttırmayı, "hibe" yardımlarını en yüksek
düzeye çıkarmayı, Yabancı Askeri Satışlar (FMS – Foreign Military Sales )
kredilerinin Türkiye’ye yüklediği borç yükünün hafifletilmesini, Türkiye'de
savunma sanayiinin gelişmesini kolaylaştırmayı, Türk tekstilinin ithali başta
olmak üzere ikili ticaretin genişletilmesini öngören bir Amerikan "vaadi" ile bir
anlaşma meydana geldi350.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 15 Kasım 1983’te, yeni hükümetin
işbaşına gelmesinden kısa bir süre önce ilan edilmesi seçimleri kazanmış
olan Özal'ı rahatsız etmişti. Sadece Özal değil, 12 Eylül yöneticileri ve
özellikle Dışişleri Bakanlığı da bu karara çok sıcak bakmamıştı. Bu karar, bir
anlamda Denktaş'ın Türkiye'ye dayatmasıyla bir oldu bitti sonucu kabul
edilmişti. Dönemin Devlet Başkanı Evren ise, Amerikalıların bu kararı kabul
edişlerinin gerekçesi olarak, Kıbrıs Türkleri arasında komünistlerin her gün
daha da güçlendiklerini, bu durum devam ederse bir sonraki seçimlerde sol
grupların iktidara geçeceklerini, Rum tarafında zaten var olan komünistlerle
Türk tarafındaki komünistlerin birleşmesi durumunda Akdeniz'de tam olarak
Sovyetlerin istedikleri bir durumun yaratılacağını ileri sürecektir351.
ABD’nin, 15 Kasım 1983'te KKTC'nin ilan edilmesini kınaması,
KKTC'yi tanımak isteyen Pakistan ve Bangladeş'i vazgeçirmesi, Eylül 1984'te
24 Nisan'ı "Đnsanın Đnsana Hunharlık Günü" ilan etmesinin yanı sıra, bu
dönemde Türkiye, Đsrail ve Mısır'dan sonra üçüncü en fazla ABD yardımı
alan ülke haline geldi352. Türkiye, iç uygulamaları nedeniyle Batı Avrupa ile
sorunlar yaşarken, ABD ile bir yakınlaşma süreci içerisinde girmişti.
350
a.g.e., 365-366. 351
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 108. 352
a.g.e., 31.
421
Türkiye–ABD ilişkilerinde yaşanan yakınlığa rağmen, özellikle ABD'den gelen
yardım konusunda Türkiye'nin beklentileri tam olarak karşılanamadı. Ayrıca,
Ermeni sorunu, Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkileri gibi birçok konuda ABD'yle
ilişkilerde sorunlar yaşandı353.
Türk-Sovyet ilişkileri ilkin bir soğukluk dönemini yaşadı. Bu devletin
Afganistan’ı işgali ve Türkiye’deki bazı silahlı eylemlere etkisi olduğu kanısı
bunun başlıca nedenleriydi. 12 Eylül yönetiminin Türkiye'deki anarşiden
açıkça Moskova'yı sorumlu tutmasına karşın, SSCB yeni yönetime karşı son
derece duyarlı yaklaşmış, ülke içerisindeki yoğun tutuklamalara tepki
göstermemiştir354.1980'lerden başlayarak SSCB'nin "ideoloji"den
uzaklaştığı ve hem SSCB, hem de Türkiye açısından ekonomik alanda
"yeniden yapılanma" çabalarının yaşandığı düşünüldüğünde, ekonomi
alanındaki işbirliğinin siyasal alana nasıl yansıdığı açıkça
görülmektedir355. 18 Eylül 1984'te imzalanan Doğal Gaz Anlaşması iki
ülke arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Đki yıl süren görüşmeler
sonrasında imzalanan anlaşma müteahhitlik hizmetleri ve ticari işbirliği
alanlarında yeni olanaklar yarattı356.
ABD’yle ilişkilerini geliştiren ve iç güvenliğini pekiştiren 12 Eylül rejimi;
1980 sonrası Avrupa’yla ilişkilerinde insan hakları ve demokratikleşme
konularının engelleyici bir unsur olarak ortaya çıkmasının da etkisiyle Üçüncü
Dünya ve Đslâm ülkeleriyle ilişkilerde bir yükseliş yaşadı. Đslâm dünyası ile
olan yakınlaşmanın odak noktası Đslâm Konferansı Örgütü (IKÖ) olmuştur.
Türkiye, üye olmadığı halde, ancak örgüt üyelerinin sahibi olduğu hak ve
yükümlülükleri de üstlenmiştir. 25-28 Ocak 1981'de Mekke ve Taif'te yapılan
3. Đslam Zirve Konferansı’na Türkiye ilk kez eşit düzeyde Başbakan Ulusu
353
a.g.e., 50. 354
a.g.e., 161. 355
a.g.e., 163. 356
a.g.e., 163.
422
başkanlığındaki bir heyetle katıldı. Konferanstan sonra yayınlanan bildiride
"Đslam ümmeti" deyiminin kullanılması ve "Đslam'a ve Đslam ilke ve değerlerine, bir
yaşam biçimi olarak, kesinlikle bağlı kalınmasının, Müslümanların karşılaştıkları
tehlikelere karşı en önemli kalkan olduğu"nun belirtilmesi, bu bildiriye katılan
Türkiye'nin laiklik ilkesiyle çelişiyordu ama Türk heyeti konferansta Ulusu'nun
yaptığı konuşmada Türkiye'nin laik bir devlet olduğunun ve dış politikasını bu
ilkenin gereklerine uygun olarak yürüteceğinin altının çizilmiş olmasının bu
çelişkiyi ortadan kaldırdığı görüşündeydi357.
16-18 Ocak 1984'te Kazablanka'da yapılan 4. Đslam Zirve Konferansı’na
Türkiye cumhurbaşkanı düzeyinde katılarak örgüte verdiği önemi göstermiş
oldu. Đslam ülkeleri Türkiye'nin bu tavrını yanıtsız bırakmadılar;
Cumhurbaşkanı Evren Konferans başkan yardımcılığına seçildiği gibi, üç
sürekli komiteden biri olan Ekonomi ve Ticari Đşbirliği Sürekli Komitesi
başkanlığına da getirildi. Komite ilk toplantısını 14 Kasımda Evren'in
başkanlığında Đstanbul'da yaptı.
Türkiye Arap devletleriyle ilişkilerini geliştirdikçe ve ĐKÖ içinde daha aktif
bir politika izledikçe, bu örgütü kendi dış politika sorunlarında destek
sağlayabileceği bir platform olarak yönlendirmeyi düşündü. Hemen hemen
tüm Zirvelerde ve dışışleri bakanları toplantılarında Kıbrıs sorununu
gündeme getirerek KKTC'nin üye devletlerce tanınması çağrısında
bulundu358.
1980'lerde Türkiye Körfez ülkeleriyle siyasal, askeri ve ekonomik
ilişkilerini geliştirirken ve genel olarak Orta Doğu'ya yönelik aktif bir
politika izlerken, lrak ve Suriye'yle ilişkilerinde 1960'lardan beri devam
357
a.g.e., 127. 358
a.g.e., 128.
423
eden iki konuda bugüne dek sürecek sorunlar yaşamaya başladı.
Türkiye'nin bu iki komşu Arap ülkesiyle ilişkilerine, gerek 12 Eylül
sonrasında Türkiye'de yaşanan baskıcı ortam, gerek Đran-Irak savaşı
nedeniyle kuzey lrak'taki güç boşluğundan beslenen Kürt sorunu ve bu
sorunla bağlantısı gözardı edilemeyecek olup GAP'ın hayata
geçirilmesiyle alevlenen Fırat ve Dicle sularının paylaşılmasında ortaya
çıkan anlaşmazlıklar damgasını vurdu359.
Irak'ın 22 Eylül 1980’de sınırın güneyinden girerek Đran topraklarını
işgal etmeye başlamasıyla sekiz yıl sürecek olan Iran-Irak savaşı başladı. 10
gün önce iktidara el koyan 12 Eylül yönetimi savaş başlar başlamaz
Türkiye’nin tarafsızlığını ilan etti ve 8 yıl boyunca Özal hükümetleri
döneminde de tarafsızlık politikasında bir değişiklik olmadı360.
12 Eylül sonrasında Türkiye'den kaçan Türk ve Kürtlerin Ermenilerle
birlikte Suriye'de faaliyet göstermeleri iki ülke arasında temel sorundu. Suriye
adalet bakanının 15-19 Haziran 1981'de Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında
Suçluların Geri Verilmesi ve Ceza Đşlerinde Karşılıklı Adli Yardım Sözleşmesi
imzalanmakla birlikte, bu sözleşme Türkiye'nin istediği kadar geniş kapsamlı
değildi; siyası mülteciler sözleşme kapsamında yer almıyordu. Gerçi, silahlı
eylem yapmış teröristlerin siyasi mülteci sayılmayacağı belirtilmişti ama
uygulamada iki ülke arasında kavramları yorumlama farklılığı bulunduğu kısa
sürede ortaya çıktı. Türkiye, 12 Eylül sonrasında Suriye'ye kaçmış
"terörist"lerin iadesini talep edince, Suriye kendi topraklarında terörist
bulunmadığını, varolan Türk uyrukluların siyasi mülteci olduklarını bildirdi361.
359
a.g.e., 129. 360
a.g.e., 130-131. 361
a.g.e., 131-132.
424
PKK, 15 Ağustos 1984’te Siirt'in Eruh ilçesinde bir karakola saldırı
düzenleyerek silahlı eylemlerine başladı. Bunun sonrasında Türkiye, Irak
ve Suriye nezdinde sınır güvenliğinin sağlanması konusunda girişimlerde
bulundu. Dışişleri Bakanı Halefoğlu ve Genelkurmay Đkinci Başkanı
Orgeneral Necdet Öztorun'un Bağdat ziyareti sırasında 15 Ekim 1984'te
Türkiye Irak Güvenlik Protokolü imzalandı. 29 Mart 1946'da iki ülke
arasında imzalanmış olan Dostluk ve Đyi Komşuluk Antlaşması’na
dayanan söz konusu protokol iki ülkeye de diğer ülke topraklarında 5
kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Türkiye, Đran-Irak
savaşının bitmesinden sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu
protokolle 1986 ve 1987'de kuzey Irak'ta yaptığı operasyonlar için
hukuksal gerekçeyi oluşturmuştu362.
Türkiye, Kuzey Irak’ta dış destekli en büyük iç düşmanı haline
gelmeye başlayan ayrılıkçı PKK’ya karşı sınır ötesi askeri operasyonlar
gerçekleştirebiliyordu. Ancak, Suriye'den kaynaklanan PKK sızmalarına
karşı sınır ötesi operasyon yapabilme olanağı olmadığı gibi Sovyetler
Birliği tarafından desteklenmekte olan Suriye üzerinde Türkiye’nin baskı
kurabilmesi olanakları da bir hayli sınırlıydı. Sınıraşan Fırat ve Dicle
nehirlerinin sularının paylaşılması konusuyla PKK’ye verilen destek
birbiriyle bağlantılandırılıyordu. Başbakan Özal’ın, Temmuz 1987'de
Şam'a gerçekleştirdiği resmi ziyarette, iki ülke arasında iki protokol
imzalandı. Bunlardan ilki güvenliğe ilişkindi ve taraflar kendi toprakları
üzerinde karşı tarafa yönelik terörist faaliyetlere izin vermeyeceklerini ve
silahlı eylemlere katılmış kişileri iade edeceklerini kabul ediyorlardı.
Đkincisi ise, ekonomik işbirliğine ilişkindi. Bu ikinci protokol Suriye'ye
saniyede 500 m3 su verileceğini öngörüyordu363.
362
a.g.e., 134. 363
a.g.e., 137.
425
Türkiye'nin ulusal, Đran'ın ise dinsel kaynaklı egemenlik anlayışlarından
doğan ideolojik çelişki, doğal olarak ikili ilişkileri bozan tüm etkenlere temel
oldu. Aslında, Şah döneminde de iktidarın kaynağı ve meşruiyeti konusunda
Türkiye ile Đran arasında bir çelişki vardı ama milliyetçilik ortak paydasında bir
benzerlik de söz konusuydu.
1979'da ortaya çıkan ideoloji farklılığına rağmen, ideolojik çelişki başat
sorun olmayabilirdi. Ama 12 Eylül 1980'de Türkiye'de ordunun darbe
yapması ve askeri yönetimin Kemalizm'i en azından retorikte canlandırmaya
çalışması, buna paralel olarak 1979 Đran Đslam Đnkılabının şeriat düzenini
gündeme getirmesi, ideolojik çelişkiyi ideolojik çatışmaya ve bazı dönemlerde
de krize dönüştürdü. Đki rejim birbirlerini antitez olarak algıladı. Her ikisi de
diğerinin "rejim ihracı" çabasında olduğundan endişe etti.
Đdeolojik çatışma daha çok şu sembollerde odaklaştı: Đki ülke basınında
Atatürk veya Humeyni aleyhinde yazılar çıktı; Đran Türkiye'deki başörtüsü
yasağını eleştirdi; Ankara'yı ziyaret eden Đranlı liderler Anıtkabir'e gitmekten
kaçındı; Türk basınında Đran'daki rejim "irtica yuvası" olarak nitelendi; Đran
basını Türkiye'yi "Şeytan'ın uşağı" olmakla suçladı364.
Đran PKK'nın Türkiye'ye yönelik hiçbir hareketinde kendi topraklarını
kullandırmayacağını garanti eden bir anlaşmayı Kasım 1984'te
imzalayarak Türkiye'yi rahatlatmayı amaçladı. Savaş bitene kadar da Đran
bu konuda verdiği söze uymaya çalıştı. Ama, bu sorun hiçbir zaman
tümüyle çözülemediği gibi Đran'ın PKK'ya sağladığı lojistik destek 1990'larda
ikili ilişkilerdeki belirleyici sorun olacaktır365.
364
a.g.e., 152-153. 365
a.g.e., 154-155.
426
Türkiye, bu dönemde Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına
dönmesine izin vermiştir. BM Deniz Hukuku Konferansı’nın 1982’de kabul
ettiği sözleşme, kıta sahanlığı konusunda Yunanistan’ın elindeki kozu
güçlendirmiştir. Ancak, Türkiye’nin, Ege denizindeki Yunan karasularını 12
mile çıkarılmasını bir savaş nedeni (casus belli) sayacağını ilan etmesi
üzerine Yunanistan bu yola başvurma olanağı bulamadı366.
1 Ocak 1981'de Yunanistan'ın Avrupa Toplulukları’na (AT) tam üye
olarak katılmasıyla, 1950'lerin son yıllarından itibaren süregelen yarışta,
Yunan tarafı kesin bir üstünlük sağlamış olmaktaydı. Türkiye,
Yunanistan’ın gerisinde kalmıştı. Yunanistan'ın AT’ye girmesiyle, Ankara ile
Atina arasında mevcut Kıbrıs, azınlıklar, Ege karasuları, kıtasahanlığı,
havasahası, FIR hattı, gibi konular Yunanistan tarafından AT’ye taşınabilir,
AT bazı sorunların çözümünü sağlayabilmek için siyasal ya da ekonomik
yaptırımlar uygulayabilirdi. Nitekim, 18 Ekim 1981'de Yunanistan'da Andreas
Papandreu başkanlığındaki PASOK'un iktidara gelmesiyle bu endişeleri haklı
çıkartan gelişmeler yaşanacaktır367. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile
1963 Eylül’ünde Türkiye’ye “ortak üye” statüsü veren Ankara Andlaşması’nı
imzalamış olan Türkiye'nin hızla AT’ye girerek Yunanistan'ı dengelemesi
gerekmektedir.
5 Haziran 1981'de Brüksel'de yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında
Türkiye, ülkede demokrasiye dönüldükten sonra tam üyelik başvurusunda
bulunacağını AT’ye resmen bildirdi. AT bu gelişmeye herhangi olumsuz bir
tepki göstermedi. Bu noktada itirazın, ancak demokrasiye dönüşü
yavaşlatmaya yarayacağına inanıyorlardı. Fakat, hazırlıksız yapılan erken bir
başvurunun Türkiye'nin AT ile ilişkilerini son derece olumsuz etkileyebilecek
gelişmelere yol açabileceği de Avrupa başkentlerinde üzerinde durulan bir
366 Sina AKŞĐN ve başk.: Türkiye Tarihi 1980-1995, C. 5, 2. Basım, Đstanbul, Cem Yayınevi,
Mart 1997, 128-129. 367
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 86.
427
görüştü368. 12 Eylül'den hemen sonra AT’nin Türkiye’ye karşı tavrı, 1981'in
ikinci yarısından itibaren giderek sertleşmeye başladı. Özellikle, Avrupa
Parlamentosu'nun bu yaklaşımının temel ateşleyicisi, Türkiye'de
yoğunlaşmaya başlayan ve sendikaları, siyasi partileri ve sivil toplum
örgütlerini hedef alan baskılardı369. Fakat bunun yanı sıra, Türkiye'den
Avrupa'ya giden siyasi mültecilerin ya da 12 Eylül’den sonra yurt dışına çıkan
Türkiye’nin “iç düşman”larının faaliyetlerinin de etkisi vardı. Türkiye,
Avrupa’dan gelen baskıları, 12 Eylül öncesinin terör ve istikrarsızlık ortamına
dönülmesini isteyen kişilerin faaliyetlerine bağlayacaktır. Türkiye, AT’nin
çeşitli organlarından gelen uyarılara rağmen, kendi algılaması doğrultusunda
oluşturduğu politikaları uygulamaya devam edecektir. Başbakan Ulusu,
Avrupa Parlamentosu'nun girişimleri hakkında "Bizi istemeyeni biz de
istemeyiz" diyecektir370. Türkiye'de üç yıl fiilen ara verilen sivil yönetime, 6
Kasım 1983 seçimleriyle tekrar geçildikten sonra Türkiye ile AT arasındaki
ilişkiler Özal hükümetlerince düzeltilmeye çalışılacaktır. Özal, bir taraftan
ABD ve Orta Doğu ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye devam ederken, bir
taraftan da AT ile ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Bunun içinde insan hakları ve
demokratikleşme konularında adım atması ve Yunanistan’ın engellemelerini
aşması gerekiyordu. Avrupa Đnsan Hakları Komisyonuna Türk
vatandaşlarının bireysel başvuruda bulunabilmesi 1987'nin hemen başında
sağlandı. Türkiye'yi demokratikleşme ve insan hakları konusunda adımlar
atmaya sık sık davet eden Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere AT'de
memnuniyete neden olan bu hamleyi iç hukukta yapılan düzenlemelerin takip
etmesi de övgüyle karşılandı. Türkiye'deki Yunan gayrimenkullerinin satışını
yasaklayan 1964 tarihli gizli kararnameyi kaldıracağını Şubat 1988'de
açıkladı371.
Sonuç olarak, Türkiye, 14 Nisan 1987’de Avrupa Topluluklarına tam
üye olmak için resmen başvurusunu gerçekleştirdi. Türkiye kamuoyu tam
368
a.g.e., 86. 369
a.g.e., 87. 370
a.g.e., 88. 371
a.g.e., 93.
428
üyelik başvurusunu olumlu karşıladı. Fakat gazetelerin başvuruyu sanki
Türkiye AT üyesi olmuş gibi yansıtmaları gereğinden fazla bir iyimserlik
havasının yaratılmasına yol açtı. AT'yi ancak gazete haberleri çerçevesinde
tanıyan halkın tam üyeliğe olan desteğinde hızlı bir artış gözlendi. Basının bu
yaklaşımı 1995'teki gümrük birliği kararı ve 1999'daki Helsinki Zirvesi
sırasında da tekrarlanacak, Türkiye tekrar tekrar "Avrupalı" ilan edilecektir372.
1980’li yıllarda, Türkiye’nin irticai ve ayrılıkçı iç tehditleri dış tehditlerle
bağlantılandırdığı, ABD ve Avrupa’yla ilişkilerinde insan hakları ve
demokratikleşme konularının, Ermeni sorununun giderek artan bir şekilde
gündeme geldiği ve Türk dış politikasının bu bağlamda şekillenmeye
başlandığı dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle, bu dönemde Türkiye’nin iç
sorunları veya Ermeni sorununda olduğu gibi Osmanlı’nın çöküş döneminden
devralınmış olan sorunlar, Türkiye’nin dış politikasının uluslararası alandaki
temel uğraşıları haline gelmeye başlamıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde
bu durum daha belirgin bir şekilde görülebilmektedir.
III. SOĞUK SAVAŞ SONRASI’NDA DEĞĐŞEN DÜNYA ve TÜRKĐYE
A - SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA “YENĐ DÜNYA DÜZENĐ” YA DA
TEK HEGEMONYA
Mihail Gorbaçov’un 1985 Mart’ında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği’nde (SSCB) iktidara gelmesi; siyasal alanda Açıklık (Glastnost) ve
ekonomik alanda Yeniden Yapılanma (Perestroika) politikalarını uygulamaya
372
a.g.e., 97.
429
başlaması ve bu politikalarda çeşitli nedenlerle başarısız olması yalnız söz
konusu ülkenin iç rejimindeki değişme açısından değil, dünya politikaları
bakımından da önemli sonuçlar ortaya çıkardı.
Genel dünya durumunda 1989’dan sonra önemli bir alt üst oluş
yaşanmaya başladı. 1989 Kasım’ında Berlin duvarının yıkılışından kısa bir
süre sonra iki Almanya'nın birleşmesi gerçekleşmiş, Doğu Avrupa ülkelerinde
rejim değişiklikleri olmuş, Varşova Paktı çökmüş, Körfez Krizi ve savaşından
sonra meydana gelen sorunlar bölgenin geleceğini belirsiz bir ortama itmiştir.
25 Haziran 1991’de Slovenya ile Hırvatistan’ın Yugoslavya
Federasyonu’ndan ayrıldıklarını ilan etmeleriyle Yugoslavya dağılma ve bir iç
savaş sürecine girmiş, Sovyet Imparatorluğu parçalanmış ve onu takiben
Bağımsız Devletler Topluluğu ortaya çıkmıştır.
Varşova Paktı’nın ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte,
uluslararası ilişkilerin son yarım yüzyılına damgasını vuran askeri, ideolojik
ve siyasi temellerde oluşan, iki kutuplu sistem sona ermiş, Doğu Bloğu’na ait
ülkeler coğrafyasında önemli bir güç boşluğu ortaya çıkmıştır.
Soğuk Savaş sona erdiğinde, Amerika hegemonya politikasının
meyvelerini en iyi biçimde toplayacak konumdadır: Savaştan galip çıkmış;
eski rakibi Sovyetlerin egemenlik alanlarını politik ve ekonomik bakımdan,
hegemonik potansiyeline katmıştır. Bir yandan da ekonomi alanındaki en
büyük rakipleri olan müttefikleri Almanya ve Japonya’yı denetleyebilecek
durumdadır373.
373 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 258.
430
Soğuk Savaş, ABD ve SSCB’nin 1945 sonrası global ilişkileri
örgütlemede başvurdukları ideolojik çerçeveyi oluşturmuştur. SSCB
açısından, NATO’nun kuruluşu, Batı’nın bir tehlike olarak algılanmasını
hızlandırmış ve Varşova Paktı’nın oluşturulmasına kadar varan bir tepkiler
zincirine yol açmıştır. Sonuçta, Soğuk Savaş hızlanmıştır.
Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” tezi ile Doğu Avrupa üzerinde kurduğu
hegemonya da Churchill’in deyimiyle “demir perde”, Nikita Kruschev
döneminden itibaren, farklı bir yöntemle uygulanmaya başlamıştır. Kendi
egemenlik alanına sağlam bir şekilde yerleşen ABD tarafından “çevrelenen”
Sovyetler, nüfuz artırma alanı olarak Üçüncü Dünya’yı, aracı olarak da
sosyalist devrim “ihracını” seçmiştir. Bu yöntem kaçınılmaz olarak, hedefteki
ülkelerin içinden muhalif grupların desteğini gerektirdiği için çatışma ve
rekabet bir doğrudan müdahale değil, bir iç siyasal mücadele görünümü
altında yürütülmüştür. Böylece, SSCB, ideolojik siyasal müdahalede bulunan
bir emperyalist güç yerine, özgürlük, sosyalizm, ve bağımsızlığı destekleyen
“mücadele” retoriği ile stratejisini sürdürmüştür374.
ABD Başkanı baba George Bush zamanında, en önemli siyasal gelişme
Avrupa’da yaşanmış, Sovyet imparatorluğu dağılmış, Berlin Duvarı
yıkılmıştır. Soğuk savaş sona ermiştir. Artık bir “Yeni Dünya Düzeni” söz
konusu edilmeye başlanmıştır: Sovyet imparatorluğunun dağılmasına yol
açan süreç; özellikle Afganistan işgalinin mali yükünden sonra askeri bütçede
ve silahlanma harcamalarında önemli kesintilere giden Gorbaçov’un
politikaları ile başlamıştır375.
374 a.g.e., 266.
431
Berlin Duvarı’nın Kasım 1989’da yıkılması, komünist imparatorluğun
çöküşünün psikolojik ve sembolik ifadesi olmuştur. Doğu Avrupa, 1990
başlarından itibaren bir Sovyet nüfuz bölgesi olmaktan çıkmış, SSCB’nin
kendisinde de etnik cumhuriyetler arasında yeni bir düzen ve yeni bir
sistemin beklentilerini yansıtan ayrılıkçı halk hareketleri güç kazanmıştır.
SSCB’nin ilk yıllarında etnik ve ulusal benliklerini koruma arzuları Kızıl Ordu
tarafından bastırılan Baltık Cumhuriyetleri, Kafkasya ve Orta Asya
cumhuriyetleri yanında Beyaz Rusya ve Ukrayna da Sovyetler Birliğinden
ayrılma yönünde irade beyan etmeye başlamışlardır376. Sovyetler Birliği
birçok ayrı devlete bölünerek dağılmıştır.“Yeni Dünya Düzeni” kavramında
“yeni” olanı belirleyen, SSCB’siz bir dünya politik arenasıdır. Yarım yüzyıl
boyunca ilişkilerde bir referans noktası oluşturan soğuk savaş kutuplaşması
bitmiştir377.
Yeni Dünya Düzeni terimi, ilk kez Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos’unda
işgali sonrasında Irak’a karşı ABD politikasını haklı göstermek için 11 Eylül
1990’da George Bush tarafından kullanıldı378. Başkan Bush ve ABD yönetimi,
Sovyetler Birliği’nin etkisinin kaybolduğu dünya siyasetinde ve özellikle
dönemin kritik noktası olan Ortadoğu’da, dengelerin ABD lehine değişmekte
olduğunu fark etmiş, aynen daha önceki ABD başkanları gibi, ABD’nin
dünyada liderlik edeceği bir düzenin yaratılmasını hedeflemişti. Başkan baba
Bush, “siyasi özgürlük, insan hakları ve demokratik kurumların ve hukukun
üstünlüğünün geçerli olacağı ve bölgesel çatışmaların diplomatik yollardan
çözümleneceği istikrarlı ve güvenli bir dünya düzeninin kurulacağını
375 a.g.e., 301. 376 a.g.e., 302. 377 a.g.e., 305. 378 Bkz. Michael COX: “Rethinking the End of the Cold War ,” Review of International
Studies, C. 20, No. 2 (April 1994), 187.
432
düşünüyordu379.
ABD’nin, 1945 sonrasında globalleşen hegemonyası, özellikle
SSCB’nin dağılmasından sonra yapısallaşmış bir şekilde tüm dünyaya
yayılarak yürütülmektedir. “Rıza”ya dayanan bu hegemonyanın ABD’ye en az
maliyet yükleyecek şekilde yürütülebilme koşullarının oluşmuş olduğu ABD
eski Başkanı baba Bush’un, diğer ülkelerin ABD’nin karşı konulmaz
gücünden korkmadıkları için işbirliği yaptıkları şeklindeki ifadesinde adeta
itiraf edilmektedir. Ocak 1992’de “Devletin Birliği Hitabesi”nde yaptığı
konuşmada Başkan baba Bush, dünyanın tek ve en başta gelen bir gücü
kabul ettiğini söyledi. Diğer devletlerin ABD’nin gücüne güvendiğini, ABD’nin
adil olacağına, kendini frenleyeceğine ve dürüst olacağına itimat ettiklerini de
ilave etti380. Bu ifadeler ABD hegemonyasının tüm dünyaya egemen kılındığı
şeklindeki inancı yansıtıyordu.
Avrupa Birliği’nin ortak savunma, ortak para ve dış politika oluşturma
kararı alması, Rusya ve Çin’in “çok kutuplu dünya”yı ilan ettiklerini
açıklamaları, etnik ve dinsel temelli çatışmaların artması, “yeni dünya düzeni”
söylemleriyle tüm dünyaya egemen kılınmaya çalışılan, ama aslında ABD
hegemonyasının sürekliliğini sağlayıcı liberal ekonomik ve siyasal politikalara
karşı, farklı bir düzen arayışı taleplerinin artması ve etkili olmaya başlaması,
ABD hegemonyasının egemenliğini sürdürmekle birlikte, sürekliliği
konusunda kuşkuların da artmasını beraberinde getirmiştir.
379 Ramazan GÖZEN: “ Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Uluslararası Đlişkiler : Küreselleşme Perspektifi”, Liberal Düşünce, C.2, No. 7 ( Yaz 1997 ), 75. 380 Kenneth N. WALTZ: “The New World Order”, Millennium, C. 22, No. 2, (Summer 1993), 188.
433
6 Eylül 2000’de başlayan Birleşmiş Milletler’in Milenyum Toplantısı’nın
parçası olarak Milenyum Zirvesi, 147 devlet ve hükümet başkanı ve 191
ülkeyi/ulusu küresel kabul gören bir toplantı da bir araya getirmiş ve
Milenyum Bildirgesi kabul edilmiştir.
Bildirgeye göre BM üyeleri, tüm halkların kalkınması için mücadeleye;
yoksulluk, cehalet ve hastalıkla mücadeleye, adaletsizlikle mücadeleye; terör
ve suçla mücadeleye; ve ortak gezegenimizin bozulması ve tahrip edilmesi
ile mücadeleye öncelik vermekteler ve bu önceliklerin tamamının gereklerini
yerine getirmede Birleşmiş Milletler’i daha etkin bir örgüte dönüştürmek için
hiçbir çabadan kaçınmayacaklarını deklare etmektedirler. Barış ve kalkınma
sorunlarına tam anlamıyla koordine edilmiş bir yaklaşım sağlanması
amacıyla Birleşmiş Milletler, bağlı kuruluşlar, Bretton Woods Kurumları,
Dünya Ticaret Örgütü ve diğer çok taraflı kuruluşlar, arasında daha geniş
politika uyumu ve daha iyi işbirliği sağlamaya; barış ve güvenlik, ekonomik ve
sosyal kalkınma, uluslararası hukuk ve insan hakları, demokrasi, kadın-erkek
eşitliği dahil olmak üzere, çeşitli alanlarda Birleşmiş Milletler ile ulusal
parlamentoların küresel üst kuruluş olan Parlamentolar Birliği arasındaki iş
birliğini daha da güçlendirmeye; örgütün amaç ve programlarının
gerçekleşmesine katkıda bulunmaları için özel sektör, sivil toplum kuruluşları
ve genelde sivil topluma daha geniş olanaklar sağlamaya karar vermiş
bulunduklarını belirtmektedirler381.
381 Birleşmiş Milletler Binyıl Paneli, Ankara, 2000.
434
Dönemin ABD başkanı Clinton toplantıda yaptığı konuşmada, bugün
uluslar/milletler arasında daha az savaş olduğuna, ancak ulusların kendi
içlerinde yaşanan savaşlara dikkat çekmekte ve
“Milletlerin ulusal bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duymak zorundayız. Ancak, sınırlar kadar insanların canını da korumak şart. Gerekirse diplomasi, ambargo; gerekirse de 'ortak güç' kullanmamız lazım.”
demektedir. Clinton’a göre “iyi” ile “kötü” çatıştığı zaman tarafsızlık sadece
kötünün işine yaramaktadır.
Dönemin Fransa devlet başkanı Chirac'a göre ise en büyük ihtiyaç
yeniden şekillenen dünyada ortak kurallar, prensipler ve hedefler ihtiyacıdır.
Zamanın ihtiyaçlarına cevap verecek yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için
IMF, Dünya Bankası ve tabii ki BM gibi uluslararası kuruluşların güçlenmesi
ve işbirliğini arttımalarını sağlamak zorunluluğu bulunmaktadır.
Dönemin Almanya başbakanı Schröder ise iş çevrelerinin de BM’de
aktif görev almaları gerektiğine inanmaktadır. 1945'den sonra Batı Almanya
gelişmiş, 1989'da iki Almanya tekrar birleşmiştir. Şimdi Almanya hem AB'de,
hem BM'de demokrasi ve insan haklarına olan ısrarlı inancını ispat etmek
istemektedir. Schröder'e göre artık, dünyanın örgüt yapısının baştan aşağı
reforme edilmesi lazımdır. Ayrıca ona göre siyasi ve ekonomik alanda etkin
tüm ülkelerin BM Güvenlik Konseyi'nin karar verme mekanizmasında yer
almaları, BM'de daimi üye statüsündeki üye ülke sayısının da artması
gerekmektedir. Yani Almanya, demokrasi ve insan haklarına olan inancını
AB’nin yanı sıra BM’de Güvenlik Konseyi'nin karar verme mekanizmasında
daimi üye olarak da isbat etmek istemektedir.
Đngiltere Başbakanı Blair ise, BM’nin Mavi Bereliler ile, savaşta
ateşkes hattı oluşturmalarının yeterli olmadığına değinmektedir. Đki etnik veya
435
dini grup arasındaki anlaşmalar bir gecede bozulmakta, gerillalar hemen
çatışmaya girmektedirler. Blair’e göre, BM askerlerini ve BM teşkilatını daha
etkin mücadele edebilecekleri bir sisteme kavuşturmak gerekmektedir.
Rusya Federasyonu başkanı Putin’e göre ise, yeni yüzyıl silahsızlanma
yüzyılı olmalıdır. Tarihe silahsızlanma yüzyılı olarak geçmelidir, uzayın askeri
amaçlı kullanımının da önüne geçilmelidir382.
Milenyum Bildirgesi’nde dile getirilenler, tüm insanlık tarafından genel
kabul görebilecek ve dünyanın tek süper gücü olarak ifade edilen ABD’nin
rızaya dayalı hegemonyasını pekiştirebilmesine katkıda bulunacak
düşüncelerdir. Bununla birlikte örnekleri verilen devlet/hükümet başkanlarının
yaptıkları konuşmalardan BM’de dahil olmak üzere uluslararası kuruluşların
ekonomik ve siyasal güç dengelerini yansıtacak şekilde yeni bir yapılandırma
sürecine sokulmaları gerektiği yönündeki düşüncelerin ifade edilmiş olması,
gelecekteki anlaşmazlık konularının işaretini vermektedirler.
B- 11 EYLÜL’ÜN ANLAMI ve ABD’NĐN “TERÖRĐZM”LE SAVAŞIMI
Kasım 2000’deki Başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi Parti adayı
George W. Bush’un kazanmasıyla, ABD’de II. Bush veya oğul Bush dönemi
başladı. Oğul Bush yönetimi ile birlikte, Clinton yönetiminin dış politikasına
muhalefet eden ve Irak’ta rejim değişikliği stratejisinin savunucuları olan
“muhafazakâr – şahinler” karar verici makamlara geldiler. Uzun zamandır en
382 Cüneyt ÜLSEVER: Dünya Liderleri Nasıl Bir Dünya Düşünüyorlar:Yeni Yüzyıla Yeni Bir Ahlak Anlayışı Lazım, Hürriyet, 11 Eylül 2000.
436
muhafazakâr ABD yönetimlerinde bile hüsrana uğramış olan şahinler nihayet
Amerikan politikasına hükmetmeye başladılar. Muhafazakâr –şahinler’e göre:
“ABD muazzam bir askeri güce sahip ve sayısız yabancı lider Washington’un askeri açıdan pazı göstermesini akılsızca görse bile, ABD iradesini herkese kabul ettirdiği takdirde aynı liderler bir şey yapamazlar, yapmayacaklardır.”
Şahinler’e göre, iki nedenden dolayı ABD emperyal bir güç olarak
hareket etmelidir: Birincisi, ABD bunun altından kalkabilir. Đkincisi de,
Washington gücünü kullanmazsa, ABD gittikçe marjinalleşecektir383.
Oğul Bush, göreve gelişinin ilk günlerinde ABD'nin Clinton dönemindeki
dış politika anlayışında esastan bir değişikliğe gideceğinin sinyallerini verdi.
Clinton dönemi dış politikası "Pax Amerikana" ilkelerine dayanıyordu. Bu
dönemde ABD, küresel kapitalizm, insan hakları ve hukukun üstünlüğü
ilkeleri çerçevesinde küresel barışın garantörü ve barış koşullarını denetleyen
polis gücü görevine soyunmuştu. Birleşmiş Milletlerin desteğini de arkasına
alarak ülkeler arasındaki sorunlar kadar iç savaş ve kargaşanın önüne
geçilmesinde de aktif bir rol üstlenmişti. Günümüzde çok tartışılan insani
müdahale kavramı da aynı dönemin ürünüydü.384
1990-2000 dönemi her alanda "küreselleşmenin" yaşandığı, yine
ABD'nin savunduğu ekonomik ve politik modellerle bunların sosyal
uzantılarının tüm dünyada etkili olmaya başladığı topyekün bir geçiş
dönemiydi. Bu yıllarda, ABD, başta Kuveyt, Bosna ve Kosova'da olmak üzere
dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen gerginlik ve çatışmalara
383 WALLERSTEIN, 27. 384 Aykut ÇELEBĐ: "Inter Arma Silent Leges: "Haklı Savaş" ve Amerikan Entellektüellerinin "Sonsuz Adaleti" Düşünen Siyaset, N. 17 (Nisan 2003), 15-16.
437
kimseye ihtiyaç duymadan neredeyse tek başına müdahalelerde bulundu.385
Kosova, insan hakları ve insani değerler adına yürütülen bir takım
müdahalelerin zirvesiydi. Đnsan haklarının ve insani değerlerin güç
kullanılarak da olsa savunulması, Amerikan ulusal çıkarının genel ilkesi
olarak ilan edildi. Đnsancıl müdahale doktrini ile misyon barışı koruma
amacından barışı oluşturmaya genişletildi. Birleşik Devletler'in hedefi, BM
Büyükelçisi Madeleine Albright tarafından şöyle tarif edilmiştir:
"Sürece katılmalı ve .....insanlarının başarısız devlet kategorisinden kurtulup yükselen demokrasiye geçmelerine yardımcı olmalıyız."386
Oğul Bush yönetimi ABD'yi doğrudan ilgilendirmediğini düşündüğü
sorunlar karşısındaki ilgisizliği ile "Pax Amerika"nın bittiğini dolaylı yollardan
ilan etmişti.
11 Eylül 2001 tarihinde, ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret
Merkezi’nin ikiz kulelerine ve Washington kentindeki Savunma Bakanlığı’na
(Pentagon) yapılan uçaklı intihar saldırıları ABD’nin ulusal güvenlik
konusundaki algılamalarını altüst etmiştir. 11 Eylül uluslararası ilişkilerde yeni
bir döneme girildiğinin işareti olarak değerlendirilmektedir. 11 Eylül bir dönüm
noktası olmuştur.
Ondan önceki tarih 1989 – 2002’ye kadar gördüğümüz gelişmeler
soğuk savaşın bitmek üzere olduğu, sonumlandığı dönemdi. Ama gerçek
anlamıyla bitip yeni bir dünyanın tanımlandığı gün olarak 11 Eylül çok
önemli(dir)387. Amerika terörizm deneyimini yaşamasına rağmen bu, genelde
385 Çağrı ERHAN: "Türkiye-ABD Đlişkilerinin Mantıksal Çerçevesi", 21. Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası, Der. Đdris BAL, 1. Baskı, Đstanbul, Alfa Yayınları, Kasım 2001, 117. 386 Henry KISSINGER: Amerika’nın Dış Politika’ya Đhtiyacı Var Mı?, Çev. Tayfun EVYAPAN, 1. Baskı, Ankara, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık ve Đletişim A.Ş., Ekim 2002, 241. 387 Ali BĐLGE: “Söyleşi: Amerikanın Irak Müdahalesi ve Türk Amerikan Đlişkileri” Đktisat Đşletme ve Finans, C. 18, N. 204 ( Mart 2003 ), 42.
438
yurtdışındaki ABD tesislerini hedef almıştı. Etkisi genel anlamda sembolikti
ve ABD içindeki yaşamları ve “ uygar toplumu ” tehdit edememişti.388 Bu
saldırılar, Amerikan yaşam biçimine ve hegemonyasına karşı yapılmış olan
saldırılardı.
11 Eylül saldırılarının ilk şokunun atlatılmasının ardından, saldırıların
arkasında hangi ülkenin ve terör örgütlerinin bulunduğu konusu gündeme
gelmiştir. Artık ABD’nin hedef tahtasında, terörle mücadele ve saldırıları
gerçekleştirdiğine inanılan El – Kaide örgütü ve bu örgüte yataklık eden
Afganistan’daki Taliban rejimi vardı. 20 Eylül 2001’de Amerikan Kongre’sinde
yaptığı konuşmada Bush, terörizme yardımcı olan ülkelere “ ya bizimlesiniz
ya da terörizmle” diye sert bir uyarıda bulunmuştur. Bütün işaretlerin Usame
bin Ladin’in örgütü El – Kaide’yi gösterdiğini söyleyerek, ABD’nin terörle
savaşının, El – Kaide ile başlayacağını ve dünyadaki bütün terörist grupların
köklerini kurutuncaya kadar süreceğini, bundan sonra, terörizme destek
veren bütün ülkelerin, “ düşman devlet ” olarak görüleceğini de belirtti. 389
ABD Başkanı Bush, Afganistan’daki Taliban rejiminden El – Kaide örgütünün
bütün üyelerini teslim etmesini de istemişti. 11 Eylül saldırılarının görünen
kaynağı Afganistan’dı.
Terörizme karşı, ABD’nin arkasında Đngiltere ve Türkiye’den başlayarak
AB ülkeleri, Rusya, Çin, Pakistan ve Hindistan gibi terörizmle yıllardır
uğraşan ve uluslararası alanda sıkça insan hakları ihlalleriyle suçlanan
ülkelerin de içinde yeraldığı geniş bir koalisyon oluştu. Rusya, Çeçenistan
konusundaki Amerikan ve AB baskısından kurtuldu. Çin’in başı Müslüman
Uygurlarla dertteydi. Đspanya’da ETA terörüne karşı, hükümet ülke
kamuoyunu arkasına toplayabildi. Türkiye, ayrılıkçı terörle mücadele
sürecinde yaşamakta olduğu dış baskıları hafifletme olanağına kavuştu.
388 KISSINGER, 263. 389 Bush’tan Orduya “Hazır Olun” Talimatı, 21 Eylül 2001 (http://www.ntv.com.tr/news)
439
Ayrıca, yaşadığı ekonomik krizin ardından IMF’den 9 milyar dolarlık ek
kaynak sağlayabildi. Afganistan’daki Taliban rejiminin, dünyanın farklı
bölgelerindeki rejimlere karşı mücadele eden ve iç tehdit kategorisinde
değerlendirilen Đslamcı örgütleri desteklemesi ve Afgan topraklarında
barınma olanağı sağlamasının yanı sıra uluslararası medya kuruluşları
tarafından ön plana çıkarılmaya başlanan “şeriat düzeni” adı altındaki
“insanlık dışı” uygulamaları, ABD’nin Afganistan’a müdahelesi konusunda bir
“Pax Amerikana”nın oluşumunu kolaylaştırdı. ABD, Taliban rejimine karşı
başlattığı askeri harekata “Sonsuz Adalet ” ismini verdi.
ABD’nin hedefi bölgeye sürekli yerleşmek olarak değerlendirildi.
Kuzeyden Çin’i ve Rusya’yı, güneyden Orta Asya ülkelerini, doğudan Đran’ı,
batıdan ise Pakistan, Hindistan ve Kore gibi ülkeleri kontrol edecek, denildi390.
Dünyanın en önemli petrol rezervine sahip olan Körfez bölgesinin doğusunu
ve Hazar Denizi bölgesini kontrol etmeyi amaçladığı öne sürüldü 391.
Afganistan’daki savaşın, Taliban rejimi muhaliflerinin oluşturduğu Kuzey
Đttifakı’nın da desteğiyle başarıya ulaştığı ve Taliban rejiminin devrildiği
günlerde, ABD kamuoyunda “Đkinci Aşama” denilen bir kavram da ortaya
çıkmıştı. Bu kavramla kastedilen, Afganistan’ın ardından sıranın Irak’a
gelmesiydi392. Başkan Bush, ABD’nin Irak politikasına ilişkin yaklaşımını,
ABD Kongresi’nin ortak oturumuna hitaben 29 Ocak 2002’de yaptığı “Birliğin
Durumu” konuşmasında net bir şekilde ortaya koydu. ABD kamuoyunda “şer
ekseni” konuşması adını alan konuşmasında Başkan Bush, iki hedefleri
olduğunu söylemektedir. Birinci hedef olarak terörist kampları dağıtmak,
390 Savaş Uzmanları Bu Kez Yanıldı mı?, Milliyet, 09 Aralık 2001. 391 Taliban’ı Eğiten General: ABD’nin Đşi Çok Zor, 25 Eylül 2001 (http://www.ntv.com.tr/news) 392 Tuncay ÖZKAN: Bush ve Saddam’ın Gölgesinde Entrikalar Savaşı, 1. Baskı, Đstanbul, Alfa Yayınları, Şubat 2003, 233.
440
teröristlerin planlarını savuşturmak ve teröristleri adalet önüne çıkartmak,
teröristlerin ve kimyasal, biyolojik ve nükleer silah edinmeye çalışan rejimlerin
ABD’yi ve dünyayı tehdit etmesini mutlaka önlemek gereği ortaya konulurken,
ikinci hedef olarak da teröre destek veren ülkelerin ABD’yi ve ABD’nin
müttefiklerini ve dostlarını kitle imha silahlarıyla tehdit etmelerini önlemek
konulmuştur. Kuzey Kore, Đran ve Irak’ın isimleri zikredilerek, bu tür devletler
ve bunların terörist müttefikleri, “şer ekseni ” oluşturmakla ve dünya barışını
tehdit etmekle itham edilmişlerdir393. Adı geçen ülkelerin teröre destek verip
vermediklerini kanıtlamaya çalışmaları, onların algılanma biçimini
değiştirmeyecektir. Irakta rejim değişikliğini savunan
“muhafazakar – şahinler”in Bush’la birlikte iktidara gelmelerinden sonra ve
özellikle ABD’nin Afganistan’da Taliban rejimini yıkmasının ardından ABD
yönetimi, Irak stratejisini, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve
Bağdat’ın 1998 yılında Irak’tan ayrılmış olan BM denetçilerinin ülkeye
dönüşüne koşulsuz izin vermesi gerektiği söylemine odaklamaya başlamıştır.
Dr. Blix ve ekibinin Irak’a 18 Kasım’da ayak basmasıyla denetimler tekrar
başlamıştır. Ancak, uluslararası kamuoyu, Irak’ın BM kararlarına uyarak
denetimcilere her türlü bilgi, belge ve olanağı sağlamasından daha çok
Saddam rejimini devirmekte kararlı olan ABD’nin hangi noktada kriz
çıkaracağı konusu üzerinde yoğunlaşmıştır. ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi’nden ve NATO’dan Irak’a müdahalesini meşrulaştıracak kararlar
çıkartmak için yoğun çaba sarfetmiş, ancak istediği kararları elde edemeyince
de kara Avrupası ile arasında ciddi bir bölünmeyi göze alarak, sadık müttefiki
393 Bkz. Tuncay ÖZKAN, 244 – 245.
441
Đngiltere ile birlikte Irak’a müdahale etmiş ve beklentilerin aksine, kısa bir süre
içerisinde Irak’ı işgal edebilmiştir.
ABD’nin, Irak’taki Saddam rejiminden sonra, Filistin’de hem Đsrail’le iyi
anlaşacak hem de ABD’ye yakın duracak, yeni bir yönetim arayışı içerisine
girdiği görülmüştür. Başkan Bush, 24 Haziran 2002’de Arap – Đsrail çatışması
konusuyla ilgili olarak yaptığı konuşmada
“Barış, yeni ve farklı bir Filistin liderliğinin olmasını gerektirmektedir”
diyor ve Filistin halkına yeni liderler seçmeleri çağrısında bulunuyordu. Bush,
Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen mevcut Yaser Arafat yönetiminin terörü
desteklediğini ve bunun da kabul edilemez olduğunu ifade etmişti394. Suriye’yi
Đsrail’le barış yapması doğrultusunda baskı altına alan ABD, Đran’ı da hedef
tahtasına almıştır. ABD’nin, yeni ulusal güvenlik stratejisi doğrultusunda, ABD
yönetimine karşı duran, anlaşamayan diğer rejim ve yönetimler hedef
tahtasına gelmeye devam edecek gibi görünmektedir.
11 Eylül saldırıları sonrasında ortaya çıkan ABD’nin yeni ulusal güvenlik
stratejisine daha yakından bakabiliriz.
1- ABD’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi
Başkan Bush, 1 Haziran 2002 günü ABD Harp Akademisi West
Point’te düzenlenen mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada, geçtiğimiz
yüzyılın büyük bir bölümünde ABD’nin savunmasının “çevreleme” ve
394 Bkz. ÖZKAN, 266.
442
“caydırıcılık” stratejisine dayandığını, bu stratejilerin halen kısmen geçerli
olduğunu, ancak yeni ortaya çıkan tehditlerin yeni stratejiler gerektirdiğini,
çünkü caydırıcılığın savunacak vatandaş ve ülkesi olmayan teröristler için bir
mana ifade etmeyeceğini, elindeki kitle imha silahlarını füzelerle kullanacak
veya gizlice terörist müttefiklerine verecek dengesiz diktatörler karşısında
çevreleme stratejisi uygulanmasının artık mümkün olamayacağını söyledi.
Başkan Bush, ABD’nin güvenliğinin Amerikan halkının “önleyici müdahale/
eylem” yapmada kararlı olmasıyla sağlanabileceğini belirtti395.
20 Eylül 2002’de ise Başkan Bush, ABD’nin yeni ulusal güvenlik
stratejisini basına açıkladı. Ulusal Güvenlik Stratejisi başlıklı belgenin en
önemli özelliği, Başkan Bush’un 1 Haziran günü West Point Harp
Akademisi’nde yaptığı konuşmada kullandığı “önleyici müdahele” stratejisini,
ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinin temeli olarak kabul etmesiydi. Böylelikle,
ABD’nin Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra yıllarca kullandığı ve
geçerliliğini halen koruyan “caydırıcılık” stratejisi resmen bir kenara
bırakılmaktaydı396.
Yeni Ulusal Güvenlik Doktrini ABD'yi küresel terörün yıkıcı
sonuçlarından korumak üzere yenilenmiş bir ulusal güvenlik anlayışına
dayanıyor. Buna göre ABD, toprak bütünlüğüne, çıkarlarına ve yurttaşlarına
yönelebilecek şiddet karşısında her düzeyde mücadele ve müdahale
konusunda hak ve yetki sahibidir. Düşman ile her düzeyde ve çok yönlü bir
mücadele kaçınılmazdır. Geleneksel devlet örgütlenmesi ve uluslararası
kurumlar küresel terör ile mücadele etmek bir yana küresel terörün
örgütlenme şemasını çıkarmaktan, küresel terör ağını anlamaktan bile aciz
395 ÖZKAN, 263-264. 396 a.g.e., 295.
443
durumdadır. ABD, kendi çıkarlarını ve yurttaşlarını korumak için ve küresel
terörle her düzeyde, her yola başvurarak mücadele edecektir397.
ABD'ye göre, güvenilmeyen devletlerin tamamı ya nükleer silahlara
sahiptir ya da yakın bir gelecekte nükleer silah edinme çabası içindedir.
Nükleer silahların yakın bir gelecekte güvenilir olmayan devletlerin eline
geçme olasılığı ABD'nin güvenliğini tehlikeye düşürmektedir. Bu durumda hiç
kimse ABD'den elini kolunu bağlayıp oturmasını bekleyemez. ABD, güvenilir
olmayan devletler nükleer silahlara sahip olmadan önce onların bu silahlara
sahip olmaması için her düzeyde mücadele yürütme hakkına sahiptir. Đlk
bakışta gayet haklı ve anlaşılır gibi görünen önleyici müdahale, ABD'nin tek
taraflı güvenlik politikaları ışığında son derece keyfi, o derecede de tehlikeli
bir nitelik kazanmaktadır398. ABD karar vericilerinin, küresel terör ile savaş
retoriği içerisinde Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşları
dışladıkları ve “imparatorluk” düzenlerini hatırlatan yeni bir paradigma
geliştirdikleri anlaşılmaktadır.
2 – Rıza'ya Dayalı "Hegemonya"dan "Đmparatorluk"
Düzenine
ABD’de yeni muhafazakarlar olarak adlandırılan bir grubun George
Bush’u ABD başkanlığına getirmesi ve özellikle 11 Eylül saldırıları
sonrasında ABD’nin uluslararası kamuoyunun genel rızasına dayalı olmayan
politikalar izlemeye başlaması, ABD’nin rızaya dayalı hegemonyadan zora
397 ÇELEBĐ, 17. 398 a.g.e., 25-26.
444
dayalı bir hegemonik düzene kaydığı hatta “imparatorluk”laşmaya başladığı
eleştirilerini de beraberinde getirmiştir.
ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasındaki uluslararası sisteme
yaklaşımını kavrayabilmek için Soğuk Savaş sonrasının değiştirdiği koşulları
ve bu değişimlere bağlı olarak Amerikan karar vericilerinin kimliğindeki
değişimi dikkate almak gerekir. Kimlik değişimi içinde üzerinde durulması
gereken bir hususta yeni muhafazakarların dünya politikasında ABD’ye
atfettikleri rolün ne olduğuyla ilişkilidir. Samuel Huntington’a göre; 20’inci
yüzyılın son dönemlerinde Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Sovyetler Birliği’nin
çöküşü, birçok ülkede demokrasiye geçiş, ayrıca uluslararası ticaret, yatırım,
ulaştırma ve iletişimde, çoğu kez küreselleşme olarak adlandırılan büyük
gelişmeler, Amerika’yı kuşatan dış koşulları köklü biçimde değiştirdi ve
Amerikan kimliği açısından en az üç önemli sonuca yol açtı.
Sovyetler Birliği ve komünizmin çöküşü Amerika’yı sadece düşmansız
bırakmakla kalmadı, aynı zamanda tarihinde ilk kez ABD, karşısında kendini
tanımladığı “öteki”den de yoksun kaldı. 2001 yılına kadar “öteki”den yoksun
kalmak, demokrasinin yayılması, elitlerin ulusallıktan uzaklaşması ve
diyasporaların yükselişi ulusal ve çokuluslu kimlikler arasındaki farkı belirsiz
hale getirmiş bulunuyor(du)399. Amerika 40 yıl boyunca “kötülük
imparatorluğu”na karşı “Özgür Dünya”nın lideriydi. Kötülük imparatorluğu
ortadan kalktıktan sonra Amerika kendini nasıl tanımlayacaktı? Amerika için
ideal düşman ideolojik açıdan karşıt , ırksal ve kültürel açıdan farklı ve askeri
açıdan Amerika’nın güvenliğine yönelik önemli bir tehdit oluşturacak kadar
güçlü olmalıydı. 1990’lı yılların dış politika tartışmaları, büyük oranda bu
düşmanın kim olabileceğine odaklanıyordu400. 11 Eylül 2001 tarihinde Usame
bin Ladin Amerika’nın arayışına son vermiş oldu. New York ve Washington’a
399 Samuel P. HUNTINGTON: Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Çev. Aytül ÖZER, Birinci Baskı, Đstanbul, CSA Global Yayın Ajansı, Ekim 2004, 257-258. 400 a.g.e., 262.
445
yapılan saldırıları Afganistan ve Irak savaşları izledi ve “terörizmle savaş”ın
daha yaygınlaşması, militan Đslam”ı Amerika’nın 21’nci yüzyıldaki ilk düşmanı
kıldı401.
Yeni binyılın başında, muhafazakârlar bir Amerikan imparatorluğu fikrini
benimsiyor, Amerika’nın gücünü kullanarak dünyayı kendi değerlerine göre
biçimlendirmesi olasılığını onaylıyor ve destekliyordu.
Böylelikle emperyalist dürtü Amerikan gücünün üstünlüğü ve Amerikan
değerlerinin evrenselliğiyle beslendi. Amerika’nın gücü artık diğer ulusların ve
ulus gruplarının gücünü kat kat aşıyordu ve bu nedenle, Amerika’nın
dünyada bir düzen yaratma ve kötülükle savaşma sorumluluğu olduğu ileri
sürüldü. Evrensellikten yana olan görüşe göre, diğer toplumların halkları
temelde Amerikalılarla aynı değerlere sahipti ya da henüz sahip olmamakla
birlikte sahip olmak istiyorlardı ya da sahip olmak istemiyorlarsa bunun
anlamı toplumları için neyin doğru olduğunu görememeleriydi ve bu durumda
Amerikalıların onları ikna etme, Amerika’nın savunduğu evrensel değerleri
kucaklamaları için onları bu değerlerle tanıştırma sorumluluğu vardı. Böyle
bir dünyada Amerika bir ulus olarak kimliğini yitirir ve ulusallığın ötesine
geçen bir imparatorluğun baskın bileşeni haline gelmektedir.
Ne üstünlük varsayımı ne de evrenselliğe odaklı varsayım, 21’nci
yüzyıl başlarına ait dünyada var olması gereken devleti gerektiği gibi
yansıtıyor. Amerika tek süpergüç; ancak diğer önemli güçler de var: Küresel
düzeyde Đngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Japonya ve bölgesel
düzeyde Brezilya, Hindistan, Nijerya, Đran, Güney Afrika, Endonezya.
Amerika, bu ülkelerin en azından bazılarıyla işbirliğine girmeden, dünya
401 a.g.e., 264.
446
üzerinde hiçbir önemli hedefe ulaşamaz. Diğer toplumların kültür, değer,
gelenek ve kurumları da çoğunlukla bu toplumları Amerikan değerleri
çerçevesinde Amerika’yla uyumlu bir grup haline getirecek özelliklere sahip
değildir. Halkları genellikle yerli kültür, gelenek ve kurumlarına derinden
bağlıdır ve dışarıdan gelen yabancı kültürlerin onları değiştirme çabaları
karşısında çok büyük direnç göstereceklerdir. Ayrıca, ABD’de elitlerin hedefi
ne olursa olsun, Amerikan halkı diğer ülkelerde demokrasinin teşvik
edilmesini bir dış politika hedefi olarak hiçbir zaman öncelikli bulmamıştır.
“Demokrasinin çelişkisi”ne uygun biçimde, diğer toplumların demokrasiyle
tanıştırılması, Latin Amerika’daki ulusçu polülist hareketler ya da Müslüman
ülkelerdeki köktenci hareketler gibi, çoğunlukla Amerikan karşıtı güçleri
tetikler ve onlar için gücün kapılarını aralar402.
ABD hegemonyası bir güç olarak mı liderliğini sürdürmeye devam
edecek ? Yoksa bir imparatorluk kurmayı amaçlayan "süper güç" gibi mi
davranacak ? Đmparatorluk süreci esas olarak, tek bir ülkenin gerçek ya da
potansiyel bir şiddetle bastırma gücü sayesinde diğer ülkelerin hükümranlık
haklarını hiçe sayabilmesi, iç ve dış politika reflekslerini belirleyebilmesi
anlamına geliyor403. Đmparatorluk için esas ve belirleyici olanı ise askeri güç
oluşturuyor.
Bu bağlamda imparatorluğun devamı açısından, alanda rakipsiz bir
askeri güce sahip olmak, karşıt ittifakların şekillenmesini engelleyecek
müdahalelerin yapılabilmesine olanak sağlayan denetimli bir istikrarsızlık
402 a.g.e., 363-364. 403 Ergin YILDIZOĞLU: "ABD Sağında Irak Tartışmaları Yol Ayrımı: Hegemonya-Đmparatorluk", Stratejik Analiz, C. 3, N. 30 (Ekim 2002), 18.
447
ortamı yaratmak özellikle önemlidir. Đmparatorluk için esas olan sorunların
çözümünde tek başına ve hızla davranabilmektir404.
Đmparatorluklar “kendi gerçekliklerini kendilerinin yarattıklarına
inanırlar”; uluslararası anlaşmalar, hukuk düzeni, hatta insan hakları onları
bağlamaz. Bu yüzden imparatorluklarla “haydut devletleri” birbirinden ayırt
etmek neredeyse olanaksızdır. Haydut devletler, diğer ülkelerle barış içinde
yaşayamazlar; kendi ulusal çıkarlarını kaba kuvvete dayanarak dayatır, diğer
devletlerin meşruiyetlerine saygı göstermez, “uluslararası topluluğa” karşı bir
tehdit oluştururlar. Bu devletler, uluslararası anlaşmalar, insan hakları, çevre
sorunları gibi insanlığın genel çıkarlarına önem vermezler405.
ABD, uluslararası amaçlarına güç kullanarak ulaşmaya çalışmakta, tek
taraflı hareket etmekte, uluslararası kuruluşları ve hukuku, kendisini
desteklemedikleri durumlarda, bir tarafa bırakma eğilimi göstermektedir.
ABD’nin bir “Đmparatorluklaşma” süreci içine girdiği görülmektedir. ABD, Irak’ı
işgal etmeden önce, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden karar
çıkarmak ve müttefiklerini ikna etmek için uğraş vermiştir. Fakat tek taraflı
harekat kabiliyetine sahip olan ABD, bu kabiliyetinin farkındadır ve tek taraflı
hareket edebilmektedir406. ABD’nin, BM’yi by–pass edebilmesinin ardında
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında dünyada yaşanan güç değişmesi
yatmaktadır. Şüphesiz Amerikan şahinlerinin 21. yüzyılda kurmayı
düşündükleri Amerikan imparatorluğu vizyonu ile BM’nin bugünkü rolü ve
yapısı arasında açık bir çatışma vardır. Başkan Bush’un Irak Savaşı
404 Bkz. Ergin YILDIZOĞLU, 18. 405 Ergin YILDIZOĞLU: Đmparatorluk ve Haydut Devlet, Cumhuriyet, 16 Kasım 2005. 406 Bkz. Ali L. KARAOSMANOĞLU: “Transatlantik Çatlağı: Değien Kimlikler“ Doğu Batı, C.6, N. 23 (Mayıs, Haziran, Temmuz 2003), 183.
448
sırasında söylediği, “Arkadaşlar BM’nin geleceğini de düşüneceklerdir.”
ifadesi tam da bunu ifade etmektedir407.
Hem BM Güvenlik Konseyi hem de NATO'da yapılan tartışmalar, ABD
dış politikasının uluslararası hukuku ve normları ikinci plana iten, uluslararası
örgütlerin önemini ya da önemsizliğini ABD'nin dünya vizyonuna endeksleyen
ve Irak sorunu üzerine farklı görüşleri dışlayan eğilimini çok açık biçimde
sergiledi. Bu durumun, BM ve NATO gibi uluslararası örgütler kadar,
uluslararası ilişkilerin önemli aktörleri açısından da ne kadar rahatsız edici
olduğunu Irak Savaşı öncesi dönemde gördük408. Đmparatorluk eğilimlerinin,
uluslararası alanda yarattığı muhalefete de bakarak, ABD'yi yanlızlaştırdığı
söylenebilir.
Irak'ın enkazı üzerinde yükselen yeni dünya düzeni için "imparatorluk"
tabirini kullananlar Amerikalı ve Britanyalı stratejisyenler, sınırları dışında
fiziki güce dayalı, askeri ve siyasi hükümranlığı ifade için bu kelimeyi
kullanıyorlar409. Egemenliğin yeni bir biçim aldığını ifade eden Hardt ve Negri,
tek bir hükmetme mantığı altında birleşmiş bir dizi ulusal ve ulus-üstü
organdan oluşan yeni küresel egemenlik biçimini Đmparatorluk olarak
adlandırmaktadırlar410. Emperyalizmin aksine Đmparatorluk, toprak temelli bir
iktidar merkezi yaratmadığı gibi sabit sınırları ya da engelleri de tanımaz.
Đmparatorluk, giderek bütün yerküreyi kendi açık ve genişleyen hudutları içine
407 Birol AKGÜN: Birleşmiş Milletler 'Şemsiye'sini Arıyor, Zaman, 21 Eylül 2003. 408 E. Fuat KEYMAN: "Türkiye Irak Savaşı'nı Nasıl Okumalı?" Dünya'nın Bütün Sokakları Đsyanda, Der. Osman AKINHAY ve Özcan ÖZEN, 1. Baskı, Đstanbul, Everest Yayınevi, Nisan 2003, 195-196. 409 Mümtaz'er TÜRKÖNE: Irak Sonrası ABD Đmparatorluğu: Gözler Her Zaman Yanıltır, Radikal, 22 Nisan 2003. 410 Bkz. Michael HARDT ve Antonio NEGRI: Đmparatorluk, Çev. Abdullah YILMAZ, Beşinci Baskı, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, 18.
449
katmakta olan merkezsiz ve topraksız bir yönetim aygıtıdır411. Birçok insan,
küreselleşme süreçleri ve yeni dünya düzeni üzerinde nihai otorite konumuna
Amerika Birleşik Devletleri'ni yerleştirmektedir. Hardt ve Negri’ye göre, ABD
gerçekten de Đmparatorluk içinde ayrıcalıklı bir konum işgal etmektedir412.
ABD başka ülkelerin kendisinin ya yanında ya da karşısında olacakları
teziyle yaklaşmaktadır. Bu durum ise tahakküme dayalı bir ilişkinin kurulmaya
başlanması anlamına gelmektedir. Wallerstein’in ifadesiyle başka ülkeler
Washington’a doğrudan doğruya karşı çıkmaya korkmaktadırlar, ayak
diremeleri bile ABD’yi yaralamaktadır413. Yeni dünya düzeni, Amerikan
Đmparatorluk düzeni olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.
ABD, halihazırda, herhangi bir başka güç, büyük, süper ya da her ne ise
sahip olduğu kapasitesiyle karşılaştırılabilir olmayan tek süper güçtür.
Öngörülebilir bir gelecekte bu durumun devam etmesi büyük bir olasılık
olarak görülmektedir. Amerika Birleşik Devletleri, dünyadaki en büyük
ekonomiye sahiptir; onun şirketleri, önde gelen devlet–dışı ekonomik
aktörlerin çoğunluğunu meydana getirmektedir, teknolojinin cutting–edge
alanlarında egemendir ve küresel finansal sistemde hakim konumdadır; kendi
infotainment endüstrisi, dünyanın popüler kültüründe hakim olmuştur ve
spektrumun diğer tarafında, kendi seçkin üniversiteleri, aynı zamanda küresel
liderlerdir414.
411 Michael HARDT ve Antonio NEGRI: Đmparatorluk, Çev. Abdullah YILMAZ, Beşinci Baskı, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, 19. 412 a.g.e., 20. 413 Bkz. WALLERSTEIN, 30. 414 Chris BROWN: “Do Great Powers Have Great Responsibilities? Great Powers and Moral Agency,” Global Society: Journal of Interdisciplinary International Relations, Vol.18, No:1 (January 2004), 10.
450
Đki kutuplu bir dünya düzeninden tek süpergüç olarak Amerika Birleşik
Devletleri ile tek kutuplu bir dünyaya geçilmesi, oldukça radikal bir değişiklik
oluşturmuştur. Ortak bir konuma ulaşmak için herhangi bir gereksinim
duymaması, tek süpergücün, prensip olarak, kendi yaptığı tanımlamalarına
uyumlu biçimde kendi sorumluluklarını uygulayabilmesi anlamına
gelmektedir. Şu anda Amerika Birleşik Devletleri içinde “tek yanlılık
taraftarları” (unilateralists) ve “çok yanlılık taraftarları, “(multilateralists)
arasında belirgin bir bölünme vardır – Partilerin her ikiside, tek Büyük Güç
olarak, Birleşik Devletlerin, önemli sorumluluklara sahip olduğunu kabul
etmektedirler fakat onlar, bu sorumlulukların özellikleri bakımından radikal bir
şekilde ayrılmaktadırlar. Sadece bir süpergücün var olduğu koşullarda, Büyük
Güçlerin çoğunluğu sayesinde dünyada bulunan düzen lehindeki
muhafazakar eğilim, artık illede uygulamaya konulmamaktadır415.
Bir topluluğun başka bir topluluğun başat yapısal mantığı tarafından
dönüştürüleceği, onların birbirlerine benzemelerinin sağlanacağı nosyonu,
toplulukların dışarıdan dayatılan değişim üzerinde çalışırken sergiledikleri
yerli yaratıcılığı gözden kaçırır. Yapısal biçimlerdeki değişimler, özgün
topluluğun mit, ritüel ve “inşa edilmiş” bir gelenek aracılığıyla simgesel
yeniden yaratılmasıyla dengelenir416. Britanya’nın sömürge yetkilileri
Hükümet Konağı’nı Bağımsız yönetime terk etmek zorunda kaldıkları her
yerde kendi hükümet etme tarzlarının, hukuksal ve yönetsel kurumlarının
kopyalarını giderken geride bırakmaya çalıştılar. Bunu yaparken, yerine
geçirdikleri yapılar karşısında kendi yönetsel yapılarının barındırdığı
üstünlüğün, daha önce sömürgeleştirilmiş halkları kendi medeni benliklerinin
birer modeline dönüştüreceği gibi gayet iyi niyetli ve küstah bir varsayıma
415 a.g.e., 16-17. 416 Anthony P. COHEN: Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Türkçesi: Mehmet KÜÇÜK, Birinci Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Ekim 1999, 39.
451
yaslanıyorlardı417. Geride bırakılan Anglo – Amerikan demokrasinin model
yapılarına bağlı kalınacağı ve kendi “medeni” kimliklerinin benimseneceği
tezi, sömürge halklarının kimlik oluşum süreçlerinin ve belleklerinin göz ardı
edildiğinin veya hafife alındığının işaretidir. Nitekim, sömürgecilerin
çekilmelerinin ya da çekilmek zorunda kalmalarının ardından, bırakılan
modeller ya yıkılmışlar ya da sembolik olmanın ötesine geçememişlerdir.
ABD’nin tek taraflı ve güce dayalı politikalarına karşı dünya genelinde
bir muhalefet hareketinin oluştuğu gözlemlenmektedir. ABD’nin hegemonik
düzeninin sürekliliğini sağlaması bakımından önemli kurumlardan birisi olan,
IMF politikaları eleştirilmektedir. “Đmparatorluk” düzenine kayan tahakküme
dayalı tek taraflı ABD politikalarının değiştirilebilmesi ve ABD
hegemonyasının çöküşten kurtarılabilmesi, yine ABD içerisindeki farklı bir
kimliği karar verici makamlara taşıyacak olan muhalafet tarafından
gerçekleştirebilecektir. Bostanoğlu’nun aşağıdaki ifadesi ABD’nin hegemonya
sınavını verebilme yöntemini göstermektedir:
“Amerikan politikasının bir şansı, Washington’da sadece yeni muhafazakârların değil, daha ılımlıların da seslerinin yükselmesidir. ABD ancak ve ancak, kendi içinden çıkacak, dönemin ruhunu yakalamış, güç dengelerinin yanısıra siyaset yapma biçimlerinin de değişmekte olduğunun farkına varmış, yeni meşruiyet normlarının ve dünya çapındaki zihinsel akımların rüzgarını arkasına almış bir düşünsel – politik cereyanı devreye sokabildiği takdirde hegemonya sınavını verecektir.”418
417 a.g.e., 85. 418 Burcu BOSTANOĞLU: “Yeni Dünyayı Kurarken: Amerika’da Tarihi Kim Yazacak?” FP Foreign Policy, Türkiye Baskısı, Bilgi Üniversitesi Yayını, Mayıs – Haziran 2004, 41.
452
C - SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE TÜRKĐYE
1-Türkiye’nin Đç ve Dış Tehditleri
Türkiye’de Süleyman Demirel’in Başbakanlığında kurulan DYP-SHP
koalisyon hükümeti döneminde Bakanlar Kurulu’nun 17 Eylül 1992 tarih ve
92/3514 sayılı kararnamesiyle onaylanan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde,
Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik tehdit, iç ve dış tehdit olmak üzere iki ayrı
başlık altında incelenmiş, tehdit nevileri içinde “bölücü terör” birinci öncelikli
tehdit olarak saptanmış ve partiler üstü bir anlayışla ele alınması gereken bir
mahiyette ve bir devlet sorunu olarak görülmüştür. Yine iç tehdit başlığı
altında; bazı islam devletlerince geliştirilip desteklenen şeriat düzenine dayalı
Đslami tehdidin laik devlet düzenine karşı, ciddi bir tehlike teşkil ettiği
belirtilmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni koşullarda
“Sovyetler Birliği” ve “Yunanistan”dan algılanan tehdidin yerine Türkiye’nin
güney komşularından gelebilecek tehdit ön sıraya alınmıştır.
1990 yılında Paris Şartı ile Soğuk Savaş’ın sona erdirilmesinin ve
Avrupa Konvansiyonel Kuvvet Đndirimi Anlaşması (AKKA)’nın ardından ortaya
çıkan yeni uluslararası ilişkiler çerçevesinde, Türkiye’nin iç ve dış tehdit
değerlendirmesi, Kürt sorunu ve 1984 yılından itibaren bir Kürt devleti kurmak
için devlete karşı silahlı mücadele yürüten PKK üzerine yapılmıştır. Yani milli
güvenlik siyasetinde bu sorun “devletin öncelikli sorunu” haline gelmiştir.
Dolayısıyla devletin ve hükümetlerin izleyeceği politikalar bu sorunun önceliği
üzerinden sürdürülmüştür.
28 Şubat 1997’den sonra ise iç tehdit değerlendirmesi Kürt Sorunu ve
453
PKK ile birlikte irtica sorunu üzerinden yapılmaya başlanmıştır. Genelkurmay
Başkanlığı’nın 11 Ocak 1997’de Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin
güncelleştirilmesine yönelik başlattığı çalışma, daha sonra da 28 Şubat
1997’de MGK kararlarının alınmasına neden olmuştur419. 31 Ekim 1997 günü
toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda kabul edilen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi
ile TSK irticai faaliyetleri iç tehditte, bölücü terör ile aynı seviyeye, yani birinci
önceliğe yükseltmiş ve bu duruma bağlı olarak, irticanın üzerine gitmeye
başlamıştır. Belge bütün bakanlıklar için bağlayıcılığı olan gizli bir belge
niteliğindedir. Herhangi bir kanun ya da kararname çıkarken, herhangi bir
uluslararası anlaşma yapılırken eğer bu belge ile bir çelişki varsa, aykırılık
varsa, mutlaka giderilmektedir420.
11 Haziran 1997’de Genelkurmay Başkanlığı’nın gazete ve televizyon
mensuplarına “Türkiye’deki irticai faaliyetler”le ilgili sunduğu brifing, 1990’lı
yıllardaki iç ve dış tehdit algılamalarını yansıtması bakımından dikkat
çekicidir.
Brifingde;
1. Ermeni terör örgütleri ve uluslararası terörü yöntem olarak kullanan
devletlerin desteğindeki irticanın PKK ile ortak hareket ettiği,
2. Çok partili sisteme geçişi müteakip siyasi beklentileri nedeniyle
Atatürk Đlke ve Đnkılapları/Devrimleri aleyhine verilen tavizlerin sonucu olarak,
irticai kesimin, demokrasi şemsiyesi altında toplum içinde de teşkilatlanma
çalışmalarına hız verdiği, laik devlet olgusunun sulandırıldığı,
3. Atatürk’ün ortaya koyduğu çağdaş ve laik cumhuriyetin, tehdit altına
419 ĐBA: Milli Güvenlik Devleti, 106-107. 420 Đrtica Tehdidi Belgesi Đçin Gizli Kararname, Hürriyet, 3 Kasım 1997.
454
girme temayülü göstermiş olduğu, T.C’nin temel niteliklerinin yıpratılarak,
irticai hareketlerin, maksatlı bir şekilde desteklenmek suretiyle ülke ve
ulusun, sonu olmayan bir karanlığın içine çekilmeye çalışıldığı,
4. Kuzey Irak’ta oluşan otorite boşluğundan yararlanarak ortaya çıkan
ayrılıkçılık akımlarının konuya diğer bir boyut getirdiği,
5.Türk ulusal kimliğini ve Türkiye Cumhuriyeti devletini tanımak
istemeyen düşünce sahiplerinin, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve
bütünlüğüne karşı, nihai hedeflerinden önce birinci adım olarak, daha
enternasyonel olan din kimliği altında faaliyetlerini sürdürerek, öncelikle
ülkenin siyasal isminin sadece Türkleri değil, tüm bu grupları da içerecek
şekilde değiştirilmesine çalışmakta olduğu,
6. Đrticai kesimin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ülke
bütünlüğüne yönelik yıllardır devam eden terör sorunlarına ümmetçilik
anlayışıyla yaklaşarak bölgedeki tabanlarını genişletme çalışmalarını
sürdürmekte olduğu,
ifade edilmiştir. Birifingde ifade edilen tespitler, iç ve dış düşmanlar
koalisyonunun nasıl bir işbirliği halinde, devlete karşı harekete geçmiş
oldukları algılaması içerisine, insanı ister istemez sokmaktadır. Kemalist
rejimin iki temel “öteki”si, hatta bir ölçüde üç temel “öteki”si de Soğuk Savaş
sonrası yıllarda ortak düşmana karşı işbirliği halindedirler.
Đrticai görüşe sahip bazı parti yetkilileri; PKK terör örgütünün
güdümünde bulunan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) yetkilileriyle yoğun
temaslarda bulunmuşlardır. Đrtica yanlısı partinin ( Refah Partisi ) Diyarbakır Đl
başkanı bölücü örgüt başının kendi partisinden aday olabileceğini ifade
455
etmiştir. Benzer olay 1991 yerel seçimleri öncesinde de Demokrasi Partisi
(DEP) ile Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin işbirliği yapması suretiyle
sergilenmiştir. Cumhuriyet rejimine karşı , irticai kesimin demokrasi şemsiyesi
altında toplum içerisinde örgütlenmeye çalıştığı Milli Gençlik Vakfı ile
HADEP’in ortak mücadele başlattıkları ve Avrupa’daki uzantılarının da
işbirliğine yöneldikleri hakkında da önemli tespitler yapılmıştır.
Batılı ülkelerde Türkiye’ye karşı Kürt kartından sonra, Ermeni ve irtica
kartlarının da aynı anda oynanmaya başlandığı şüphesi oluşmuştur. Đrticai
kesim, hedefine ulaşmak için Đslami terör örgütleri ve Đran, Libya, Suudi
Arabistan, Sudan gibi uluslararası terörizme destek veren ülkelerden maddi
ve manevi her türlü desteği sağlamaktadır.
Đrticai kesim nihai hedefine ulaşmak için, yani Kemalist düzeni yıkarak
şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmak için sinsice davranmakta; geleceğin
kadrolarını oluşturmak için öğrencileri hukuk ve siyasal bilgiler fakülteleri gibi
idareci yetiştiren okullara yönelterek devlet içinde kadrolaşmaya
çalışmaktadır. Brifingin sonunda;
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevi, 211 sayılı iç hizmet kanununun 35. Maddesinde “ Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.” şeklinde ifade edilmektedir. Bu görev TSK, iç hizmet yönetmeliğinin 85 /1. Maddesinde ‘ Vazifesi, Türk yurdu ve Cumhuriyetini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak ‘ şeklinde ifade edilmiştir. TSK bu görevi yapabilmek için dış tehdidi olduğu gibi iç tehdidi de değerlendirmektedir.”421
denilmektedir.
421 Brifing’in tam metni için Bkz. Radikal, 12 Haziran 1997.
456
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, 2001 yılında tekrar güncellenmiş ve
bölücü terör ve irtica birlikte öncelikli tehdit olarak algılanmaya devam
edilmiştir. 2004 yılındaki güncelleme çalışmaları ise MGK’nın son asker
Genel Sekreteri Org. Şükrü Sarıışık zamanında başlatılmış ve ilk sivil Genel
Sekreter Büyükelçi Yiğit Alpogan‘ın koordinasyonunda sürdürülmüştür.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni güncelleme ihtiyacının temel kaynağını
11 Eylül New York saldırılarıyla Türkiye’ye yansıyan “küresel terör” tehdidinin
oluşturduğunu söyleyebiliriz422. Türkiye’nin 2004 yılında şekillenmeye
başlanan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde, Türkiye’nin bir bölge ülkesi
olarak etrafında bir güvenlik çemberi oluşturması gerektiği vurgulanırken, iç
tehdit unsurları olarak irticai ve bölücülüğün aynı önemde sorun olduğuna
dikkat çekilmektedir. Belgede, Kıbrıs’tan asker çekilemeyeceği, Yunanistan’ın
Ege’de karasularını 6 milin üstüne çıkarmasının savaş nedeni olacağı, ABD
ile ilişkilerin AB’nin seçeneği olmayacağı ilkeleri ayrıntılarıyla işlenmektedir.
Türkiye’nin yapısı, “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil” biçiminde yer
almaktadır.
MGSB’de Avrupa Birliği (AB) sürecinin Türkiye’nin temel iç ve dış
güvenlik sorunlarını arttırabileceği ve azaltabileceği belirtilmektedir. Đç
güvenlikle ilgili olarak Türkiye’nin üniter yapısını, demokratik, laik hukuk
devleti ilkelerini korumak ve geliştirmenin gerekli olduğuna, Türkiye’nin
bütünlüğünü korumanın temel yolunun Atatürk milliyetçiliğinden geçtiğine
işaret edilmektedir. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar, irtica,
bölücülük ve aşırı sol akımlar olarak ifadelendirilmektedir.
Belgeye göre, Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil
toplum kuruluşlarıyla ilişkiler önem taşımaktadır. Türkiye’nin bütünlüğünü
etkileyecek, temel tehdit oluşturan örgütlerin ve ideolojilerin toplum içinde
422 Fikret BĐLA: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Milliyet, 25 Kasım 2004.
457
taban kazanmalarını önleyecek bir sosyal çalışma yapmak gereklidir. Bu
alanda istismarcı misyonerlik faaliyetlerine izin verilmemelidir. Türkiye’de
Türkçe’den başka hiçbir dilin, eğitim – öğretim kurumlarında okutulamaması
temel bir ilke olarak kabul edilmelidir.
Lozan Andlaşması’nın Türkiye’nin pek çok konudaki temel dayanağı
olduğu, azınlıklar konusunda Lozan Andlaşması hükümlerinin esas alınması
gerektiği belirtilen belgede, Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik temele dayalı olarak
kurulmadığı, kuruluş esasının, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil olduğu,
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
sözünün temel bir ilke olduğu, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı
bulunan herkesin ülkenin esas unsuru kabul edildiği söylenmektedir.
Đrticai faaliyetlerin içte ve dışta sürmekte olduğu ifade edilen belgede,
bunlarla mücadele ederken toplumun dini duygularını incitmemeye özen
gösterilmesi gerektiği ve bu bağlamda toplumun dini duygularını kullanmak
isteyenlere de izin verilmemesi gerektiğine değinilmektedir.
Türkiye’nin iç güvenlik sorunlarını oluşturun örgütlerin kimi komşu
ülkeler tarafından kullanılmakta olduğu, terorizm ve asimetrik tehdit
unsurlarının 21.yüzyılın başlıca sorunları olarak öne çıktıkları, Türkiye’nin
çevresindeki ülkelerin demokrasi, insan hakları, pazar ekonomisi konularında
gelişmelerinin Türkiye’nin lehine olduğu belirtilmektedir423.
423 Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nin geniş bir açıklaması için Bkz. Mustafa BALBAY: Đşte Siyaset Belgesi, Cumhuriyet, 14 Kasım 2005.
458
2-Türkiye’deki Đç Siyasal Gelişmeler
Türkiye’deki Soğuk Savaş sonrası dönemdeki iç ve dış tehdit
değerlendirmelerinin Türkiye’nin iç siyasal yapısındaki gelişmeleri de önemli
ölçüde etkilediğini ifade edebiliriz.
Bölücü terörün birinci öncelikli tehdit olarak saptanmasının ardından,
gerek silahlı mücadele yürüten PKK’ya karşı gerekse de onun destekçisi ve
siyasal uzantısı olarak algılanan, başta DEP olmak üzere devlet örgütü
kararlılıkla harekete geçti ve mücadelenin dozajını arttırdı.
1980’deki askeri müdahale sonrasında siyasetçilerin bir bölümü için
getirilen 5 ya da 10 yıl süreli siyasi yasaklar 6 Eylül 1987 günü yapılan halk
oylamasıyla kaldırılmış ve 12 Eylül 1980 öncesi liderleri 11 yıl sonra yine tam
kadro, 1991 genel seçimlerinden sonra TBMM’deki yerlerini almışlardı.
( Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş )
Bu liderler, 1990’lı yıllarda Milli Güvenlik Kurulu’nda belirlenen iç ve dış
tehdit değerlendirmelerine göre saptanan politikaların uygulayıcısı olacaklar
ve Kemalist düzenin kendisini yeniden üretebilmesine katkıda
bulunacaklardır.
2 Mart 1994’te, Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanı olmasının
ardından DYP genel başkanlığına seçilmiş olan Tansu Çiller’in Başbakanlığı
döneminde, DEP milletvekillerinin bir bölümü dokunulmazlıkları kaldırılarak
tutuklandılar.
459
12 Eylül rejiminin feshetmiş olduğu partilerin yeniden açılmasına
Temmuz 1992’de tekrar izin verildi. 6 Kasım 1983 seçimlerinden sonra
Anavatan Partisi’nin genel başkanı olarak hükümet kuran ve Meclis’te
çoğunluğu oluşturan kendi partisinin desteğiyle 1989’da Cumhurbaşkanı
seçilmiş olan Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te ölümüyle 16 Mayıs 1993
tarihinde Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı seçildi ve Kemalist rejimin iç ve
dış düşmanlarına karşı, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi doğrultusunda,
kararlılıkla mücadele yürüttü.
1994 yerel seçimlerinde irticai kesimin partisi RP’nin oy oranında ciddi
bir artış görüldü. RP yerel yönetimlerde iktidara gelmişti.
Đslamcılık akımı, türbanlı kızların üniversitelere sokulmaması üzerine,
gücünü kolayca kanıtlayabileceği çok uygun bir "dava" da bulunca Refah
Partisi 1995 seçimlerinde oyların yüzde 21,38'ini alarak birinci oldu; Đstanbul
ve Ankara'ya kendi adaylarını, Đzmir'e de sempatizanını belediye başkanı
yaptı; Temmuz 1996'da da Necmettin Erbakan'ın kurduğu koalisyon
hükümetinde büyük ortak olarak iktidara geldi.
Erbakan, başbakanlık konutuna tarikat liderlerini sarık ve cüppeleriyle
resmi yemeğe davet edecek kadar iktidarından emin davranmaya başladı.
Bu arada, bir yandan Özal zamanında Halkbank'ın ucuz kredileriyle yaratılan,
"Yeşil Sermaye" diye anılan ve MÜSĐAD (Müstakil Sanayici ve Işadamları
Derneği) tarafından temsil edilen Anadolu sermayesinin, bir yandan da yine
Özal zamanında ayrıcalıklı olarak şube açmalarına izin verilen Đslamcı özel
finans kurumlarının, Đslamcı hareketi finanse ettikleri kanısı gerek
460
kamuoyunda gerekse kimi devlet makamlarında yerleşmeye başladı424.
PKK, özellikle güneydoğu Anadolu’da etkinliğini gittikçe arttırdı. Büyük
mesafe kaydederek özellikle 1990-94 arasında Türkiye'nin en büyük iç ve dış
sorunu haline geldi. Bir "parçalanma sendromu"nun ("Sevres Sendromu")
fazlasıyla yoğun olarak yaşandığı bu dönemde güneydoğuda kentlerde bile
hava karardıktan sonra sokağa çıkmak mümkün olamazken, PKK'nın
yurtdışındaki siyasal uzantıları Türkiye'deki insan hakları ihlallerini işlemek
açısından çok etkili biçimde çalıştı. Özellikle batı Avrupa ülkelerinin büyük
desteğini sağladı425. Bu dönemde, Diyarbakır başta olmak üzere Mardin,
Batman ve Đstanbul'da cinayetlerin yoğunlaşması üzerine TBMM'de bir "Faili
Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu" kuruldu. Faili meçhul cinayetlerin
sayısı 1988'den önce çok sınırlı iken; 1988'de 24, 1989'da 48, 1990'da 44,
1991'de 68, 1992'de 732, 1993'te 540'a çıktı. Bunların sıkıyönetim olan bir
bölgede bile aydınlatılamaması, "Derin Devlet" diye ün kazanan bir gizli
oluşum tarafından işlendikleri kanısını yerleştirmeye başladı426.
DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, 1995 genel seçimleri öncesindeki tüm
seçim kampanyasını “Refah düşmanlığı” üzerine kurmuştu. Seçimlerden
sonra ANAP-DYP koalisyon hükümeti Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında
kuruldu. Çiller kabinede yer almıyordu. Merkez sağın bir araya geldiği bu
koalisyon hükümeti uzun ömürlü olmadı. 6 Mart 1996’da kurulan hükümet 6
Haziran 1996’da istifa etti. Arkasından cumhuriyet tarihinde ilk kez “dini
kendisine referans olarak alan bir siyasal parti” RP-DYP koalisyonunun
büyük ortağı olarak iktidara geldi.
424
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 219. 425
a.g.e., 219-220. 426
a.g.e., 220.
461
Đslamcı akımın iktidara geçmesi üzerine, bir yandan Ankara Sincan'daki
Kudüs Gecesi olayında görüldüğü gibi gösteriler yapılması, diğer yandan
Başbakan Erbakan'ın yurtdışında Đran ve Libya ziyaretlerinde yıpratıcı olaylar
yaşanması, askerler ve Dışişleri başta olmak üzere kimi çevrelerde
huzursuzluğa yol açtı. Silahlı Kuvvetlerin kurduğu "Batı Çalışma Grubu"
Đslamcılık olgusunu incelemeye ve gücünü saptayarak kamuoyuna
açıklamaya başladı.
Sonunda, daha Erbakan iktidardayken, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK)
askeri kanadı 28 Şubat 1997'de çok önemli bir bildirinin kabulünü sağladı.
Bildiri, Đslamcı kadroların yayılmasını durdurmak ve devrim yasalarını
uygulamak için gerekli önlemlerin alınmasını hükümetten istiyordu.
Arkasından, Silahlı Kuvvetler medyaya bir dizi brifing vererek şeriatçılığı en
tehlikeli düşman ilan etti. Durum, Ekim 1997'de MGK tarafından yayınlanan
"Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"yle yazıya da döküldü. Belge, "Bölücü ve
irticai faaliyetler eşit ve birinci derecede önceliklidir" biçiminde nispeten
alışılmış hedefler gösterirken, "Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa
dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak
istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır" ve "Kamusal alana
kaymamak üzere mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik
düzenlemeler yapılmalıdır" gibi o ana kadar alışılmamış hedeflere de değindi
Koalisyon protokolüne göre Başbakan Erbakan ile yardımcısı Çiller'in yer
değiştirme işlemleri sırasında, Cumhurbaşkanı Demirel görevi Mesut
Yılmaz'a verince Đslamcılar kovuşturulmaya, tarikat yurtları teftiş edilmeye,
kilit resmi görevlerdeki Đslamcılar başka yerlere tayin edilmeye, kimi vali ve
kaymakamların Đslamcı eğilimleri araştırılmaya, 1997'de sayıları 800'e
ulaşmış olan dinci vakıflar denetlenmeye başlandı. Ama hepsinden önemlisi,
zorunlu ilköğretimin 8 yıla çıkartılması sonucu imam-hatiplerin orta okulları
kapatıldı ve Đslamcı akımın 11-12 yaşındaki çocukları yetiştirerek kadro
462
üretme sürecine en büyük darbe vurulmuş oldu427.
RP-DYP koalisyon hükümetinin gerek iç politikalarına gerekse de dış
politika uygulamalarına karşı gerek kamuoyu gerekse de örgütlü baskı
grupları seslerini yükseltmeye başlayacaklar; Genelkurmay Başkanlığı
Haziran 1997’de savcı ve yargıçlar, üniversite öğretim üyeleri, basın
mensupları gibi kesimlere “brifingler” verecektir. Refah Partisi hakkında 21
Mayıs 1997’de hem de iktidardaki bir parti için Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı, mevcut demokratik düzene karşı çıktığı gerekçesi ile siyasal
partiler yasasına göre kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava
açacaktır ve 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi Refah Partisi’ni 2’ye
karşı 9 oyla aldığı kararla kapatacaktır. Aynı çizginin devamı niteliğinde
Fazilet Partisi kurulacak ve onu da Anayasa mahkemesi kapatacaktır.
Arkasından ise aynı geleneği temsil edenlerin ikiye bölündüğü görülecek, bir
bölümü Saadet Partisi çatısı altında devam ederlerken, bir bölümü de 1994
yılında Refah Partisi’nden Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş
olan ve ikinci dönem tekrar Belediye Başkanlığı’nı sürdürmekte olan Recep
Tayip Erdoğan’ın başkanlığında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kuracaklardır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Söylev”inde dediği gibi iç düşmanlar, bazı
değerlendirmelere göre dış güçlerden de destek alarak, Başbakanlık
makamına kadar gelebilecekler ama, gençlik olmasa da devleti koruma ve
kollama görevini yerine getiren ordu öncülüğünde cesaretlenen devletin millet
adına yetkili organları, modern yöntemlerle, onların hakkından gelecektir.
28 Haziran 1996 - 30 Haziran 1997 tarihleri arasında hükümet olan
Refah Partisi – Doğru Yol Partisi Hükümeti yerine Anavatan Partisi,
427
a.g.e., 221-222.
463
Demokratik Sol Parti ve Demokratik Türkiye Partisi arasında Mesut Yılmaz
başbakanlığında koalisyon hükümeti kurulacak, bu hükümetin en büyük
başarısı Refah Partisi – Doğru Yol Partisi Hükümeti için sonun başlangıcı
olarak kabul edilebilecek 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu
toplantısında alınmış olan kararlardan birisini teşkil eden sekiz yıllık zorunlu
temel eğitim kanununu Cumhuriyet Halk Partisi’nin desteğiyle çıkarmak
olacaktır.
18 Nisan 1998 genel seçimleri sonrasında 57. TC hükümeti 1999 Mayıs
ayında Bülent Ecevit Başbakanlığında DSP-MHP-ANAP koalisyonu olarak
oluşturulmuştur. Bülent Ecevit’te tıpkı Süleyman Demirel gibi Kemalist rejimin
sürekliliğini ve yeniden üretimini sağlayacak olan ve Milli Güvenlik Kurulu’nda
alınan kararları kararlılıkla uygulamaya geçirmeye çalışacaktır. Ancak, 3
Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerde TBMM’ye sadece %34 oy alan ve
seçimlerden kısa bir süre öncesinde kurulmuş bulunan Adalet ve Kalkınma
Partisi (AKP) ile %19 oy alan Cumhuriyet Halk Partisi girebileceklerdir.
Türkiye tarihinde ilk defa siyasal Đslamcı gelenekten gelen ve değiştiklerini
söyleyen bir kadro, tek başına ve hem de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı
değiştirebilecek bir milletvekili sayısı ile TBMM’ye gelecek ve hükümeti
kuracaktır. ABD ve Avrupa Birliği çevrelerinden dış destek aldığı sıkça dile
getirilen AKP’nin hükümet kurduğu yıllarda, Mustafa Kemal Atatürk’ün
“Gençliğe Hitabesi” sık sık anımsanacak, Atatürk ilke ve devrimlerinin
korunup kollanması için devletin ulus adına yetki kullanan organlarının yanı
sıra toplumun da bahsi geçen değerlere sahip çıkması gerektiği dile
getirilecektir. Devletin ulus adına yetki kullanan organlarını temsilen yapılan
konuşmalarda adeta Đslamcı hükümetin politikaları, cumhuriyetin
kazanımlarına ve sembollerine her daim yapılan atıflarla eleştirilecektir.
Sendikalar, meslek örgütleri ve diğer sivil toplum örgütlerinden de benzer
464
açıklamaların geldiği görülecektir. Bu dönemde, Türkiye’de adeta, Kemalist
rejimin sürekliliğini sağlayıcı kurumlarla, Kemalist rejimin temel bir “öteki”sinin
demokratik rejimin kurallarından faydalanarak Başbakanlık makamına kadar
gelebilmesinin ve hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün koltuğu olarak ifade
edilebilecek olan Cumhurbaşkanlığı makamını “ele geçirmeyi”
hedeflemesinin yarattığı gerilimin giderek yükseldiği bir süreç yaşanmıştır.
3-Soğuk Savaş Sonrasında Türk Dış Politikası
SSCB, II. Dünya Savaşı’nın bitimi günlerinden itibaren Türkiye’nin
ulusal güvenliği açısından tedirginlik yaratan bir mihraktı ya da böyle
algılanıyordu. Bu yüzden de Türkiye dış ilişkilerini ve askeri ittifaklarını kuzey
komşusundan gelebilecek tehdit ve tehlikelere karşı savunma çizgisine
oturtmuştu. Sovyet tehdidinin ortadan kalkışıyla birlikte, Ankara’daki dış
politika çevrelerinde, Türkiye’nin batı güvenlik düzenlemeleri açısından
stratejik önemini yitirdiği dolayısıyla savunma yapısının ve ittifak ilişkilerinin
gelişmelerden olumsuz etkileneceği kaygısı egemen olmuştur. Körfez Krizi
sırasında, Türkiye’nin adının daha sık gündeme gelmesi, Batı ile ilişkilerin
yeniden hareketlilik kazanmasını da beraberinde getirmiş, asıl SSCB ve
Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte, artık yeni Avrasya coğrafyasının tam
ortasında yer alan Türkiye kendini, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar gibi
istikrarsızlık odakları arasında bir istikrar adası olarak görmeye başlamıştır.
Körfez Krizi’nde ABD’ye tam bir destek verilerek Türkiye’nin stratejik
öneminin devam ettiği mesajı Batı’ya verilmek istenmiştir. Hatta bu arada,
Türkiye 50 yıldır ilk kez bir uluslararası girişimin öncülüğünü üstlenmiş,
bölgesel refaha ve güvenliğe katkıda bulunmak amacıyla Karadeniz
465
Ekonomik Đşbirliği Bölgesi planını ortaya atmıştır428.
Türkiye, demokratik, laik siyasal sistemi ve liberal ekonomiye geçiş
deneyimiyle Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya kadar yeni bağımsız ülkelere
kendini model olarak göstermeye ve gösterilmeye başlanmıştır.
Yeni bağımsız olan Türk devletlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte
Türkiye’nin “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” Türk Dünyası’nın ve Balkanlardaki
Müslüman nüfusun liderliğine oynadığı sıklıkla dile getirilmiştir.
“Türkiye’nin vazgeçilmez önemi” anlayışı yeniden geçerlilik kazanmış,
hepsi birden ve neredeyse aynı zamanda ortaya çıkan sorunlarla baş edip
edemeyeceği ve önüne çıkan fırsatları değerlendirip değerlendiremeyeceği
soruları sorulmaya başlanmıştır.
Körfez Savaşı sonrasında Türkiye, savaşın yarattığı olumsuz ekonomik
sonuçların yanı sıra, Kuzey Irak’taki gelişmeler çerçevesinde ortaya çıkan
bazen insani, bazen siyasi ya da askeri boyutları öne çıkan bir sorunlar
yumağıyla yaşamaya başlamıştır. Özellikle Kürt ayrılıkçılığı sorununun,
Körfez savaşı sonrası dönemde bölgesel boyutlar kazanarak, Türkiye için,
daha da karmaşık bir uluslararası soruna dönüşmesi, bu açıdan özellikle
üzerinde durulması gereken bir konudur429.
Mart 1991’de Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’e karşı başlatılan
428 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 371. 429 Gencer ÖZCAN: “Doksanlı Yıllarda Türkiye’nin Değişen Güvenlik Ortamı,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Ankara, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 23.
466
ancak başarısızlığa uğrayan ayaklanma sonrasında çoğunluğunu Kürtlerin
oluşturduğu kitleler Türkiye ve Đran sınırlarına doğru göç etmeye
başlamışlardır. Iraklı Kürtlerin korunması amacıyla Türkiye, Kuzey Irak’ta 36.
Paralel’den başlayan, Saddam rejiminin hava yoluyla müdahale etmesine izin
verilmeyecek bir güvenlik bölgesi oluşturulmasını önermiştir. Önce Ingiltere
Başbakanı John Major’ın benimsediği bu fikir, uygulamaya konmuş ve
Türkiye’nin de rızası ile, ABD, Đngiliz ve Fransız askerlerinden oluşan bir
birlik, bölgenin güvenliğini Saddam’dan korumak üzere kurulmuştur430.
Ankara’nın isteği ile oluşturulan Çekiç Güç’ün varlığının giderek ülkede
huzursuzluğa sebep olması, Ekim 1992’de Batı destekli bir Kürt Federe
Devleti’nin oluşturulması için girişimlere hız kazandırılması ve PKK’nın
zamanla Kuzey Irak’ta hareket serbestliğine kavuşarak bölgede üsler
edinmesi, Türkiye’nin güvenlik endişelerini artırmıştır. PKK teröründe ciddi bir
artış olmuş, 1993 yılında, resmi makamlarca düşük yoğunluklu çatışma
şeklinde nitelendirilecek kadar ciddi boyutlara ulaşmıştır. Gerek ayrılıkçılık
sorununun tırmanışı, gerekse Sovyetler Birliği’nin dağılması gibi gelişmeler
üzerine ulusal güvenlik politikalarına yön veren önceliklerin sıralaması
değiştirilmiş, bölücülükle savaşım 1992 yılında gözden geçirilen Milli Güvenlik
Siyaseti Belgesi’nde tehdit sıralamasının ilk sırasına alınmıştır431.
Bu dönemde Türkiye’nin ve müttefiklerinin güvenlik risklerinin bir çok
yönden farklılaştığı bir dönem olmuş; NATO, Türkiye’nin ulusal güvenlik
politikasında öncelikli yerini korumakla birlikte, NATO dışındaki ülkelerde de
ortak eğitim ve tatbikatlara ağırlık verilmeye başlanmıştır. Türkiye’nin özellikle
Ortadoğu kaynaklı tehditlere karşı NATO ittifakının desteğine
güvenemeyeceği düşüncesi, askeri alanda kendi kendine yeterlilik
430 BOSTANOĞLU: Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 408. 431 ÖZCAN: “Doksanlı Yıllarda Türkiye’nin Değişen Güvenlik Ortamı” , 19.
467
arayışlarına ivme kazandırdı432.
Ekonomik ve siyasal sorunlarla çalkalanan Rusya Federasyonu’nun
Kafkaslar ve Orta Asya’daki etkisini yitirmesi nedeniyle, bu bölgelerde ortaya
çıkacak güç boşluğunu Batı desteğiyle hareket edecek olan Türkiye’nin
doldurabileceği düşüncesi, dış politika çevrelerinde sıklıkla dile getirilen bir
beklenti olarak ortaya çıkmıştır. Rusya Federasyonu’nun geleneksel nüfuz
alanlarını kolayca terk etmeyeceği açıklık kazanmış; bölgedeki doğalgaz ve
petrol kaynaklarının dünyanın gündemine gelmesiyle birlikte, bu kaynakların
Batı’ya ulaştırılması ve güzergâhlarının güvenliği sorunu, ABD ve Türkiye’nin
bölgeye yaklaşımlarının örtüşmesine yol açmıştır. ABD ile Kafkaslar ve Orta
Asya’da, Avrupa’da, Balkanlarda işbirliği yapılırken Kuzey Irak’la ilgili olarak
Türkiye’nin algılamaları sonucunda hem bir işbirliği, hem de çatışma ve
kuşkularında olduğunu belirtmek gerekir.
24 Aralık 1994 seçimlerini izleyen dönemde üst düzeyde askeri
yetkililerin dolaysız girişimleriyle, dış politika da askeri yapının etkisinde
dikkate değer bir artış izlenmiştir. Bir yandan MGK’nın iç ve dış siyasal
gelişmeler üzerindeki etkisi ağırlık kazanmış, öte yandan, üst düzeyde askeri
yetkililerin daha sıklıkla gerçekleştirdikleri dolaysız müdahalelerin bir sonucu
olarak, dış politika askeri yapının sürekli denetim altında tuttuğu bir alan
olmuştur. Askeri yetkililer, askeri yönü ağır basan Kuzey Irak ve Kıbrıs
sorunları, Türkiye’nin Yunanistan, Đsrail, Đran gibi ülkelerle ikili ilişkileri,
savunma sanayisinin geliştirilmesi ve silah dış alımlarına ilişkin tartışmalarda
ve yeni tehdit değerlendirmeleri ışığı altında Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi
olarak adlandırılan belgenin gözden geçirilmesi gibi konularda girişim
432 Serhat GÜVENÇ: “TSK’nın Sınır Ötesi Girişim Yetenekleri: Ulusal Güvenlik Politikasında Yeni Boyut,"”En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Ankara, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 140.
468
üstünlüklerini korumuşlardır433. 1992 yılından başlayarak bölücülük sorununa
el atan askeri kanat, Refahyol iktidarı ile girilen 1997 yılının başlarında,
sorunu büyük ölçüde kontrol altına almıştı ve sıranın sivil otorite tarafından
toplumsal ve ekonomik önlemlerin alınmasına geldiğini söylüyordu. Ancak,
Refahyol koalisyonunun iktidara gelmesiyle, “irtica”nın ulusal güvenliğe
yönelik birincil tehdit olarak algılandığı yeni bir dönem başlıyordu. 1997
yılında ulusal güvenliğin stratejisi yeniden belirlenmiş ve bu çerçevede
bölücülük tehdidine ek olarak irtica’nın da birincil derecede tehdit oluşturduğu
saptanmıştır434.
1992’den itibaren Kuzey Irak’ta yapılan geniş çaplı askeri harekatlar;
Ocak 1996’da Yunanistan’la yaşanan Kardak bunalımı sırasında
gerçekleştirilen SAT operasyonu, Nisan 1998’de Özel Kuvvetler
Komutanlığına bağlı birlikler tarafından gerçekleştirilen Yarasa Operasyonu
olarak adlandırılan nokta operasyonu sonucunda, PKK önde gelenlerinden
Şemdin Sakık’ın Kuzey Irak’ta saklandığı yerden alınarak Türkiye’ye
getirilmesi; 1997 yılı başında Kıbrıs’a konuşlandırılması planlanan Rus
yapımı S-300 füzelerinin gerekirse vurulacağının açıklanması ve bu
politikanın başarıya ulaşması; Eylül 1998’de dönemin, Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in Hatay Reyhanlı’da yaptığı bir konuşmada,
“Artık sabrımız kalmadı. Eğer gerekli tedbirleri almazlarsa önlemleri biz Türk
milleti olarak alacağız” sözleriyle birlikte başlayan Türkiye-Suriye gerginliği ve
daha sonra yasadışı PKK’nın başkanı Abdullah Öcalan’ın Suriye’den
çıkarılması ve Türkiye’ye getirilmesi politikalarında askeri yapının belirleyici
rol oynadığı görülmüştür. 20 Ekim 1998’de Türkiye ve Suriye, güvenlik
meselelerine ilişkin bir anlaşma imzalamışlar ve bu çerçevede Suriye, PKK
terör örgütüne verdiği desteği sona erdirme taahhüdünde bulunmuştur.
433 ÖZCAN: “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politikasında Askeri Yapının Artan Etkisi,” En Uzun On Yıl, 77. 434 Burak ÜLMAN: “Türkiye’nin Yeni Güvenlik Algılamaları ve Bölücülük,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Ankara, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 125.
469
Suriye’den çıkarıldıktan sonra Roma’da iki ayı aşkın bir süre geçirdikten
sonra Đtalya’yı da terk etmek zorunda bıkılmıştır. Bu kanun kaçağı sığınacak
hiçbir yer bulamadan birçok ülkeyi dolaştıktan sonra Nairobi’de Türk güvenlik
güçleri tarafından yakalanmış ve Türkiye’ye getirilmiştir435. Oran’a göre,
ABD, Öcalan'ın Ekim 1998'de Suriye'den çıkartılmasıyla sonuçlanan süreçte
Suriye'yi "ikna" etmekte çok büyük olasılıkla önemli rol oynamış, arkasından,
Öcalan'ın Avrupa'ya gitmesi üzerine başlayabilecek ve Türkiye için son
derece tehlikeli olabilecek bir uluslararasılaşma sürecini, büyük olasılıkla,
Avrupa ülkelerini ikna ederek önlemişti. Yine,"büyük olasılıkla" denebilecek
bir biçimde, Öcalan'ın Kenya'da bulunduğunu saptayarak, Türk uçağına
kadar getirip teslim etmiş ve 15 Şubat 1999'da PKK liderinin Türkiye'ye
getirilmesini sağlamıştı436.
Şubat 1996’dan sonra ivme kazanan Türkiye-Đsrail yakınlaşmasına
bakıldığında burada da askeri yapının belirleyici olduğu gözlemlenmiştir.
Askeri yapı ile hükümet arasındaki çekişmelerde, son kararlar Genelkurmay
Başkanlığı’nın isteği doğrultusunda olmuştur.
Tahran-Ankara ilişkilerinde sık sık krizler yaşanmış; Türkiye’deki siyasi
ve askeri elit gittikçe artan bir biçimde Đran’ı PKK’lıları topraklarında
barındırmakla ve Türkiye’deki irticai faaliyetleri desteklemekle suçlamıştır.
30 Haziran 1997’de kurulan ve Mesut Yılmaz’ın Başbakan, Bülent
Ecevit’in Başbakan yardımcısı olduğu 55. Hükümette dış politikayı DSP’nin
üstlenmesi; daha sonraki 56. ve 57. Hükümetlerde de DSP’nin dış politikayı
yürüten hükümet ortağı olması ve belli bir sürekliliğin sağlanmasının yanı sıra
435
Öcalan’ın Yakalanması Sonrasında Hazırlanan Rapor, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2005. 436
Bkz. Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 230.
470
“Bölge merkezli dış politika” denilen, kısaca Türkiye’nin, uluslararası
saygınlığı olan, müttefikleriyle daha eşit ilişkiler kurabilen bir aktör olabilme
şansının ancak bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaktan geçebileceği şeklinde
formüle edilen bir dış politika yaklaşımının benimsenmesi ve askeri kanadın
da bu yaklaşıma yakın durması askeri ve siyasi yetkililer arasında bir uyum
sağlamıştır.
1980 öncesinde Avrupa Toplulukları karşıtı olan kamuoyu şimdi
neredeyse tümüyle AB'yi kurtuluş olarak görüyordu: Solcular "Onlar Ortak,
Biz Pazar" sloganını bırakmış, faili meçhul bir cinayete kurban gitmeden veya
en azından mahkemelerde süründürülmeden fikrini söyleyebilmenin ancak
AB'ye üyelikle mümkün olacağını düşünmeye başlamışlardı. Đslamcılar ise
"Yeşil Sermaye"nin sipariş alabilmesi için "Hıristiyan Kulübü" sloganının
terk edilmesi gerektiğini keşfetmiş, ayrıca, iktidara gelseler bile rejimin
kimi durumlara (şeriatçılığı sözle dahi olsa savunan parti, Meclis'e
türbanla girilmesi, haremlik-selamlık uygulamaları, vb.) izin vermemeye
kararlı olduğunu görerek, hiç olmazsa güçleninceye kadar AB'nin
kendileri için bir "demokrasi" rüzgarı estirebileceğini düşünmeye
başlamışlardı. Sokaktaki insana gelince, onun tek derdi gündelik ekmeği
çıkarabilmekti ve AB'ye girilirse Almanya'ya çalışmaya veya en azından
"bir kamyona karpuzları yükleyip Brüksel'de satmaya" gitmek hayalinin
daha yakın olabileceğini kuruyordu. Bu nedenle de, AB hakkında hiçbir
şey bilmediği halde, halkın önemli bir kısmı AB'ye girmek istiyordu437.
Türkiye, Avrupa Birliği’yle olan ilişkilerine özel önem vermiş, 01 Ocak
1996’da gümrük birliğini gerçekleştirmiş; ancak 12-13 Aralık 1997’de yapılan
AB Lüksemburg Zirvesi’nde kendisine tam üyeliğe aday statüsü verilmeyince
sert tepki göstermiş; AB ile siyasi diyaloğu askıya almıştır. Türkiye AB’ye
karşı ABD, Rusya, Çin, Kanada ve Hindistan gibi büyük ekonomilerle iş
437
Baskın ORAN ve başk.: Türk Dış Politikası, Cilt:II, 228-229.
471
birliğini güçlendirme arayışına girmiştir. Rusya Başbakanı Viktor Çernomirdin
14 Aralık 1997’de Türkiye’ye gelecek; Başbakan Mesut Yılmaz 17-21
Aralık’ta ABD’ye gidecektir. ABD’yle ilişkiler stratejik ortaklık olarak
nitelendirilmeye başlanacaktır. Batı’yla bütünleşmek isteyen Türkiye, Avrupa
Birliği’ne üye olmak konusunda karşılaştığı engelleri ABD’den bulduğu
destekle dengeleyecektir. 10-11 Aralık 1999 AB Helsinki Zirvesi’nde, ABD
desteği ve bazı AB üyesi ülkelerde Türkiye‘ye daha ılımlı bakan partilerin
iktidara gelmesi gibi başka bazı etkenlerin etkisiyle, Türkiye’ye aday üyelik
statüsü verilecektir.
Türkiye’yi aday ülke statüsüne alan ve müzakerelere başlayabilmek için
Kopenhag ölçütlerinin tamamlanması gerektiğini açıklayan, AB, o tarihten
sonra Türkiye’nin önüne sürekli yeni şartlar sürmektedir. “Müzakerelere
başlamak için Kopenhag Kriterleri tek şart” açıklamasının ardından
Türkiye’den, Kıbrıs ile ticareti başlatmasını ve bu ülke ile ilişkilerini
normalleştirmesini isteyen AB, Ankara’nın Gümrük Birliği Ek protokolü’ne
imza atmasının ardından ise Türkiye’den limanlarını “Kıbrıs Cumhuriyeti”
bandıralı gemilere açmasını istemiştir. Avrupa Komisyonu Türkiye’ye
“Hükümet, IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de bulunacağı bir komisyon” ile
Güneydoğu bölgesindeki eksikliklerin belirlenerek giderilmesini önermiştir. AB
ilerleme raporlarında da Güneydoğu’daki eşitsizliklerin Türkiye’nin üyeliğine
engel olabileceği vurgulanmıştır. Son yıllarda birçok AB ülkesinin
parlamentosunda Ermeni soykırımı kabul edilirken Đngiltere Dönem
Başkanlığı tarafından hazırlanan Çerçeve Müzakere Belgesi’nde de “Türkiye
komşuları ile olan sınır problemlerini ve ilişkilerini normalleştirmelidir”
ifadesine yer verilmiştir.438.
438 AB’nin Đstekleri Bitmiyor, Cumhuriyet, 9 Eylül 2005.
472
Türkiye’nin AB ile müzakerelerin başlamasının ardından ağırlıklı olarak
Kürt sorununun gündeme geleceği anlaşılmaktadır. AB’li diplomatlara göre;
“Türkiye’de yaşayan Kürtler siyaseti parlamento çatısı altında kendi
partilerinde yapmalı. Bu demokrasinin gereği. Birçok Kürt …AKP ya da
CHP’nin çatısı altında siyaset yapabiliyorlar. Ancak birçoğu yönetim
kademesinde yer alamadığı için haklarını savunmaya fırsat bulamıyorlar.
Đsteklerini yüksek sesle dile getiremiyorlar.’’439 Kürt meselesi, Türkiye’nin iç
politikaları ve dış ilişkilerinde önemli bir faktör olmuştur. Kürt meselesi ayrıca
açık ve örtülü vasıtalarla 1984’ten beri terör uygulayan PKK’yı destekleyen
Suriye, Đran ve Yunanistan gibi komşu ülkelerle Türkiye’nin ilişkilerinde temel
problemlerden birisi haline gelmiştir. Dahası, PKK’yı bastırmayı amaçlayan
Türkiye’nin politikaları, Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile
ilişkilerinde ciddi gerilimler yaratmıştır. Türkiye–AB ilişkilerinde Kürt meselesi
giderek artan bir önem kazanmaktadır. Türkiye’nin AB ile üyelik müzakereleri
süreci içerisinde Kürt halkının kültürel ve azınlık haklarının korunması
konularında Türk hükümetine önemli görevler düştüğü konusunda görüşler
ifade edilmektedir. Kürtlerin Türkiye’de anayasal tanınmasının yanı sıra
Kürtlerin haklarının yerel ve uluslararası kanunlarda tanınması üzerinde
durulmaktadır440.
Türkiye’deki Kürt toplumu adına International Herald Tribune
gazetesine “Türkiye’deki Kürtler ne istiyor?” başlıklı ve Paris Kürt Enstitüsü
imzalı yarım sayfalık ilanda, Türkiye’de 15-20 milyonluk bir nüfusa sahip olan
Kürtlerin ülke nüfusunun dörtte birini oluşturduğu ifade edilmektedir. 20.
yüzyıl boyunca büyük adaletsizliklerin kurbanı olduğu belirtilen Kürtlerin,
Türkiye’nin Kıbrıs’taki Türk azınlık için talep ettiği, Avrupa ülkelerinin Basklar,
Katalanlar, Đskoçlar, Laponlar, Güney Tirollüler ve Valonlar gibi azınlıklarına
439 Yeni koşullar, Cumhuriyet, 18 Eylül 2005. 440 Bkz. “Masada Kürtler de olsun”, Cumhuriyet, 24 Kasım 2004.
473
tanıdığı hakların Kürt vatandaşları için de talep edildiği söylenmektedir. Söz
konusu ilanda,
- Kürt halkının varlığını tanıyan, eğitim ve medyada kendi dilini
kullanmasını, kültürlerinin özgürce gelişimi için kendi örgüt, kurum ve
partilerini oluşturmasını garanti altına alan yeni ve demokratik bir anayasa.
- Uzlaşma ve karşılıklı güven iklimi yaratmak ve şiddet ve silahlı
mücadele sayfasını kapatmak için bir kereye mahsus ve herkesi kapsayacak
bir genel af.
- 1990’larda tahrip edilen 3 bin 400’ün üzerindeki Kürt köyünün yeniden
inşasını ve buralarda yaşayan Kürtlerin eve dönüşünü de içerecek bölgeye
dönük bir ekonomik kalkınma programının, Avrupa’nın desteğiyle
uygulanması.
istemleri sıralandı441.
Türk alfabesinde yer almayan “X, W, Q” harflerinin nüfus kâğıdına
yazılacak isimlerde kullanım yasağının kalkması konusunda birçok kişi nüfus
müdürlüklerine başvurarak isimlerini Kürtçe olarak değiştirmek istemiş, söz
konusu yasağın 24 Eylül 2004’te yayımlanan Đçişleri Bakanlığı genelgesiyle
kalkmasından sonra ise “X, W, Q” harflerinin geçtiği Kürtçe isimlerden koyan
olmamıştı442.
Türkiye’nin yıllarca gündeminde tutulmaya çalışılan konulardan birisi
de Kürtçe eğitim ve öğretim yapılabilmesiydi. Türkiye’de Avrupa Birliği’ne
441 Bask Modeli Đstiyorlar, Cumhuriyet, 10 Aralık 2004. 442 Kürtçe Đsme Đlgi azaldı, Cumhuriyet, 4 Nisan 2005.
474
uyum sağlanması çerçevesinde özel Kürtçe dil kurslarının açılabilmesine
olanak sağlandı. Açılışları ilgi gören Diyarbakır, Đstanbul, Van, Kızıltepe,
Adana, Şanlıurfa, Batman ve Doğubeyazıt’taki özel Kürtçe dil kursları kısa bir
süre sonra yeterince kursiyer bulamadıkları için kapandılar. Diyarbakır Kürtçe
Dil Kursu kurucusu Süleyman Yılmaz’a göre Kürt halkı zaten öğretmek
istenilen dili biliyordu ve anadilini öğrenmeyi değil, anadilinde eğitim ve
öğretim istiyordu443.
Büyük Birlik Partisi Diyarbakır Đl Başkanı Ahmet Çağlayan’ın aşağıdaki
sözleri Türklerin belleğindeki Osmanlı Đmparatorluğu’ndan ayrılmak için gizli
faaliyetlerde bulunan ve Meşrutiyet yönetimini amaçlarına daha hızlı ulaşmak
için bir fırsat olarak değerlendiren unsurlara ilişkin algılamaların
canlanmasına yol açmaktadır. Ahmet Çağlayan :
“HADEP’lilerin hepsi ayrı bir devlet kurmak istiyorlar. Bunların dediklerine inanmayın. Onlar eninde sonunda bağımsız Kürt devleti kurmak niyetindeler.” 444
demektedir. AB’nin bakış açısıyla Türkiye’nin bakış açısı arasındaki derin
farklılığı Türkiye kaldırabilecek midir? Kaldırabilirse ki bu devletin varoluş
felsefesinin değişmesi anlamına gelecektir, kendi bütünlüğünü devam
ettirebilecek midir? Genel kanaat, bir ülkede iki ulusun var olamayacağı
şeklindedir. Geçmişin belleğini taşıyan ve bu durumun hakkından nasıl
geleceğini bilen Kemalist rejim, gereken eylemde bulunabilme yeteneğini
geçmişte olduğu gibi günümüzde de sergilemeye devam edecek gibi
görünmektedir.
443 Talep Olmayınca Kürtçe Dil Kursları Kapandı, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2005. 444 Oral ÇALIŞLAR: Đnsanlar Beklenti Đçerisinde, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2005.
475
AB’ye üyelik müzakerelerinin başlaması sonrasında Denktaş,
Türkiye’nin önüne konan Kıbrıs dahil diğer şartların, özellikle Atatürk
ilkelerinden vazgeçilmesinin, Lozan Andlaşması ile çözülmüş olan azınlıklar
konusunun Türkiye’yi parçalara ayıracak şekilde yeniden canlandırılmasının,
vilayetlere özerklik verilmesi gibi girişimlerin Türk ulusunca asla kabul
edilmeyeceğine dikkat çekmektedir445. Kıbrıs konusu, AKP’nin hükümet
kurması, KKTC’de Rauf Denktaş’ın cumhurbaşkanlığının sona ermesinden,
sonra, Cumhuriyetçi Türk Partisi genel başkanı Mehmet Ali Talat’ın önce
başbakan daha sonra da Cumhurbaşkanı olması sonrasında, Türkiye’nin
geleneksel veya devletin Kıbrıs politikasından farklı bir şekilde ele alınmaya
başlandı. Bu durumu eleştiren eski Başbakan Bülent Ecevit,
“Türkiye, Kıbrıs konusunda çok tehlikeli adım attı. Çözülmüş olan sorunu Başbakan yeniden çözmeye çalışıyor.”446
demektedir. Denktaş ise,
“Ben geçmiş yıllarda Türk askerini adadan çıkaracak bir anlaşmaya bir kişimizin dahi evet demeyeceğini düşünüyordum. Sonra karşımıza Annan Planı çıkarıldı. Bu halk kandırıldı ve bunda Türkiye’nin de etkisi oldu. Referandumda Annan Planı’na evet dediğimiz gün davayı kaybetmiştik. Đyi ki Rum tarafı hayır diyerek bizi felaketten kurtardı.”447
diyerek tepkisini dile getirmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
(KKTC) 2.Cumhurbaşkanı seçilen Mehmet Ali Talat ise Kıbrıs Türkleri’nin 24
Nisan 2004’teki referandumda Annan Planı’na yüzde 65’le “evet” dediğini ve
kendisinin de böylesi tarihi bir günde göreve başladığını anımsatarak,
445 Bkz. Rauf Denktaş: AB, Kıbrıs’ı Peşinat Olarak Görüyor, Cumhuriyet, 22 Eylül 2005. 446 “Hükümet Tehlikeli Yolda”, Cumhuriyet , 14 Mart 2005. 447 Denktaş Giderken Uyardı, Cumhuriyet, 16 Nisan 2005.
476
“Bundan böyle vaat değil, fiili icraat bekliyoruz. Dünyayla bütünleşmek isteyen bir toplumu daha fazla dünya olanaklarından uzak tutmak doğru değildir” 448
demektedir. Türk dış politikasında cumhuriyet tarihi boyunca hükümet ile
siyasal muhalefetin yanı sıra devletin yetkili organları arasında ulusal dava
olarak nitelendirilen bir konuda bu denli bir ayrılık yaşandığını hatırlayan
yoktur.
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yürütülecek müzakerelerde yol
haritasını oluşturan müzakere çerçeve belgesinde,
“….Müzakerelerin ortak hedefi katılımdır. Bu müzakereler ucu açık bir süreç olup, sonucu önceden garanti edilemez. Kopenhag kriterlerinin tam değerlendirmesi, AB’nin hazmetme kapasitesi de göz önüne alınarak eğer Türkiye’nin tüm üyelik yükümlülüklerini tamamen üstlenecek konumda olmadığını ortaya koyarsa, Türkiye’nin mümkün olan en güçlü bağ ile Avrupa yapılarına bağlanması sağlanmalıdır.”
denilmektedir. AB, Türkiye’den reform sürecini sürdürmesini ve ilgili Avrupa
içtihadı da dahil olmak üzere özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve
insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ilkeleriyle ilgili olarak daha fazla
iyileşme sağlanması yönünde çabalamasını, özellikle işkence ve kötü
muameleye karşı mücadelede sıfır tolerans politikasıyla ve ifade özgürlüğü,
din özgürlüğü, kadın hakları, sendika haklarını içeren ILO standartları ve
azınlık haklarıyla ilgili hükümlerin uygulanmasında mevzuat ve uygulama
tedbirlerini pekiştirmesini ve geliştirmesini beklemektedir. Birliğin temelini
oluşturan özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere tam
saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin Türkiye’de ciddi ve ısrarlı bir şekilde
ihlal edilmesi durumunda, komisyon, kendi inisiyatifiyle ya da üye devletlerin
üçte birinin talebi üzerine, müzakerelerin askıya alınmasını önerebilir ve
448 “Pusuladan Sapmayacağım”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2005.
477
müzakerelerin tekrar başlaması için karşılanması gereken koşullara yönelik
tekliflerde bulunulabilir. Konsey, Türkiye’yi dinledikten sonra, müzakerelerin
askıya alınıp alınmaması ya da müzakerelerin yeniden başlaması için
aranacak koşullarla ilgili bu tür bir öneriyi nitelikli çoğunluk esasına göre
kararlaştıracaktır. Türkiye müzakereler sürerken, başka ülkelerle
müzakerelere başlanmasını kabul ederken Türkiye’nin katılımı özlü mali
sonuçlar doğurabileceğinden, müzakereler, sadece, 2014 yılı ve sonrası
dönem için geçerli olacak finansal çerçeve belgesinin hazırlanarak yürürlüğe
girmesinden sonra ve muhtemel önemli mali reformları takiben
sonuçlandırılabilecektir449. Türkiye’nin bu süreç içerisinde iç iktidar
yapılanmasının da AB tarafından etkilenmeye çalışılacağı, Kemalist devlet
felsefesinin ve ulus-devlet kimliğinin sorgulanacağı ve toplumsal belleğin
farklılaştırılması taleplerinin gündeme geleceği öngörüsünde bulunabiliriz.
Örneğin AB Komisyonu’nun Ekim 2005’te hazırladığı Türkiye’ye yönelik
“Katılım Öncesi Aylık Genel Değerlendirme Raporu”nda, Yüksek Askeri Şûra,
Milli Güvenlik Kurulu ve ordudaki görev değişimlerine yönelik gelişmelere
ayrıntılı olarak yer verilmekte, Türkiye’de, liberal çevrelerin AB karşıtı
dönemin 1.Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon’un görevine Genel Kurmay
Đkinci Başkanı Orgeneral Đlker Başbuğ’un gelmesini memnuniyetle
karşıladıkları ifade edilmekte, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral
Hilmi Özkök “ılımlı, demokrat, AB destekçisi” olarak tanımlanmakta, Özkök’ün
Đslami çevrelerde beğenildiği ifade edilmekte, dönemin Kara Kuvvetleri
Komutanı ve daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak olan Yaşar
Büyükanıt’ın ise “katı çizgide” olduğu yorumu getirilmektedir450. AB
Komisyonu’nun Katılım Ortaklığı Belgesi’yle 9 Kasım 2005’te resmen
açıkladığı Đlerleme Raporu’nda Müslüman olmayan toplulukların tüzel
kişiliklerine, mülkiyet haklarına, din adamı yetiştirmelerine ve çalışmalarına
449 Müzakere Çerçeve Belgesi, Cumhuriyet, 5 Ekim 2005. 450 Bkz. AB’nin Terör Kaygısı, Cumhuriyet, 16 Ekim 2005.
478
yönelik büyük sorunlar olduğu, Ortodoks, Katolik ve Protestan topluluklara ait
mülklerin geri verilmesi veya tazminat ödenmesi gerektiği ifade edilmekte,
Alevilerin yaşadığı sorunlara da değinilmektedir. Önde gelen bir sorun olarak
Fener Rum Patrikliği ve onun ekseninde dile getirilen talepler giderek artan
bir şekilde gündeme gelmektedir. Fener Rum Patriği olan Vartholomeos,
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile üyelik görüşmelerine başlayacağı tarih
olarak duyurulmuş olan 3 Ekim 2005’in kendi çıkarları anlamında “milat”
olacağını ima ederek ,
“Türkiye bu tarihten sonra AB ölçütleri çerçevesinde hareket etmek zorundadır. Ruhban okulunun kapanması talihsizlik idi. Türkiye dini özgürlüklere ve azınlık haklarına saygılı olduğunu göstermek için katılım müzakerelerinin başlayacağı 3 Ekim’den sonra ruhban okulunu açmalıdır”
demektedir. Bu durumu sadece AB yetkililerine değil, görüştüğü ABD’li
yetkililere de ilettiğini söylemektedir451.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın brifinginde bir Yunanlı Gazetecinin,
Washington’ın, Đstanbul’daki Fener Rum Patriği’nin statüsünü nasıl
değerlendirdiği sorusuna, bakanlık tarafından daha sonra yazılı olarak verilen
yanıtta,
“ABD, ekümenik Patrik Vartholomeus’u, küresel pozisyona sahip bir dini lider olarak değerlendiriyor”
denildi.Açıklamada, “2005 yılı Uluslararası Dini Özgürlükler Raporu”nda dile
getirildiği gibi, ABD’nin, Türkiye’de dini özgürlük konusuna ciddiyetle eğildiği
kaydedilerek,
451 Patrik : Ruhban Okulu Açılmalı, Cumhuriyet, 15 Eylül 2005.
479
“Raporda bahsedilen özel kaygılar arasında, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasının da dahil olduğu Patrikhane’ye ilişkin konular ve diğer dini azınlıklarla ilgili meseleler yer alıyor”
ifadesi kullanıldı. Bakanlık açıklamasında ayrıca Patrikhane konusunun
son yıllarda Türk yetkililerle en üst düzeyde ele alındığı, ABD Başkanı
George Bush’un Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile haziran 2005’te yaptığı
görüşmede Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması isteğini dile getirdiği
kaydedildi452.
Patrikhane, Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında Türkiye’nin
Yunanistan, AB ve ABD ile ilişkilerinde ayrı bir önem kazanmaya başlamıştır.
Bu durumda, uluslararası boyutta, Doğu Bloku'nun çöküşü ile birlikte,
uluslararası başat güçlerin, din ve kilise karşıtı bir rejim altında yaşamış olan
kitleleri kontrol altına alabilmek, Batı'nın değerlerini onlara kazandırabilmek
için bu ülkelerdeki kiliseler arasındaki mücadeleyi kullanmaya başlamaları
önemli bir etken olmuştur. Türkiye’nin bir "iç sorun"u olarak görülen
Patrikhane, giderek Türkiye’nin bir dış sorunu haline dönüşmüştür.
Patrikhane konusunun giderek uluslararasılaşması, Osmanlı Devleti’nin
çöküş dönemindeki gerek azınlıklara gerekse de Fener Rum Patrikhanesi’ne
ilişkin belleğin güncellenmesini ve Patrikhane karşıtı tepkilerin artmasını
beraberinde getirmektedir. Türk medyası da belleğin canlanmasına katkıda
bulunmaktadır. Patrikhane, Yunanistan'la özdeşleştirilmekte, onun bir aracı
olarak nitelendirilmektedir453.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Patrikhane, uluslararası güçlerin
kendisinden beklediği işlevi yerine getirirken, diğer taraftan Türkiye
cumhuriyeti ile devam eden sorunlarını dışarıdan, özellikle ABD ve AB’den
452 Washington: Patrik Ekümenik, Cumhuriyet , 7 Aralık 2005. 453 Patrikhane’nin artan önemi için Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 19-21.
480
destek alarak çözmeyi tasarlamaktadır. Patrikhane’nin Türkiye'deki cemaatini
oluşturan Rum azınlık, cumhuriyet döneminde de devam eden göçler
sonucunda, giderek azalmış ve erime noktasına gelmiştir. Patrikhane’nin bir
diğer önemli sıkıntısı ise din adamı yetiştirebilmek için kullanmak istediği
Heybeliada Ruhban Okulu'nun (HRO) açılması ile ilgilidir. Hem Patrikhane içi
ihtiyacın karşılanabilmesi hem de yurtdışında görevlendirerek, Patrikhane'nin
"ekümenikliğini devam ettirebilmesi" bakımından bu konu, yabancı
öğrencilerin de okula kabulünü içerecek şekilde, uluslararası alanda
gündeme getirilmektedir. Patrik adaylarının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olma zorunluluğuna son verilmesi de istenilmektedir454.
8 Haziran 1965 tarih ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun
bazı maddelerinin 12 Ocak 1971'de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edilmesi üzerine, Đstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü'nün 12 Ağustos 1971 tarih
ve Özel Öğretim Kurumları 101787 sayılı "gizli" yazısıyla okulun yüksek
kısmı, 9 Temmuz 1971'den geçerli olmak üzere kapatılmıştır. Danıştay'a, 17
Kasım 1971'de açılan dava, Patrikhane'nin tüzel kişiliği olmadığı, yargıya
başvurma ve okul açma ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir455.
Uluslararası baskılar sonucunda okulun tekrar açılması konusunun,
gündeme getirilmesi üzerine, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), 14 Eylül 1999
tarihli toplantısında, Đstanbul Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi bünyesinde, bir
"Dünya Dinleri Kültürü Bölümü"nün kurulmasına karar verir. Kuruluş işlemleri
yürütme görevi verilen Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, cemaatlerin ruhanî
liderlerine 14 Aralık 1999'da gönderdiği bir mektupla, liderlerin öneri ve
454 Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 260-261. 455 HRO’nun kapatılmasıyla ilgili olarak Bkz. Elçin MACAR: Đstanbul Rum Patrikhanesi, 293-296 ; Gözde Kılıç YAŞIN: “Ruhban Okulu Çıkmazı” Cumhuriyet Strateji, Yıl : 2, Sayı : 72, 14 Kasım 2005, 20.
481
manevi desteklerini ister. Ancak cemaatler ve ruhanî kurumlar bu formüle ilgi
göstermezler ve konu ortada kalır456.
Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’de kalan sınırlı sayıdaki azınlık
nüfusu, cumhuriyet döneminde de Türkiye’yi terk etmeye devam etmiştir.
1927’de gayrimüslimlerin toplamı 378.664 iken, 1955 yılında 260.715’e
düşmüştür. 1927 ile 1955 yılları arasında izlenen azalmanın daha sonraki
yıllarda devam ettiğini, 6 – 7 Eylül 1955 olayları ve 1964 Kararnamesi ile
Đstanbul Rumları’nın sınır dışı edilmesi gibi Türk dış politikasına endeksli
gelişmeler sonucunda, nihayet Türkiye son zamanlarda yaygın olarak ifade
edildiği gibi, “nüfusunun %99,9’u Türk ve Müslüman” bir ülke haline
gelmiştir457. Lozan azınlıklarının, sayısal olarak cumhuriyetin kuruluş yıllarıyla
kıyaslandığında çok daha azalmış olmasına karşın, Patrikhane konusu ,
adeta Osmanlı’nın çöküşüne zemin hazırlayan geçmişteki Müslüman
olmayan unsurların dış destekli talepleriyle ilgili belleği bugüne taşımaktadır.
Ve bir başka şekilde AB’nin Lozan Andlaşması’yla Müslüman halkın da etnik
kimlikleri temelinde azınlık olarak değerlendirilmesi yönündeki yaklaşımı,
Osmanlı’yı çökertmek için Müslüman olmayan unsurları kullanan Batı’nın
Türkiye’yi çökertmek için de Müslüman etnik grupları kullanmak istediği
algılamasının oluşmasına yol açmaktadır.
Türkiye’de yakın zamanlarda tartışılmaya başlanan konulardan birisi
de yabancılara taşınmaz mal satışı ile ilgili düzenlemelerdir. Yabancılara
taşınmaz mal satışının kolaylaştırılması, geçmişteki tecrübelerin belleklerdeki
izinin bugüne yansıması biçiminde ortaya çıkmakta ve bir ulusal güvenlik
sorunu haline gelmektedir. 29 Aralık 1934’te yayımlanarak yürürlüğe giren
456 MACAR, 297-298. 457 AKTAR, 208. Ermeniler’in sayısı 55.000 – 60.000, Yahudiler’in, sayısı yaklaşık 25.000 civarında, Rumların sayısı ise 1.500’ün altına inmiş bulunmaktadır. Bkz. Baskın ORAN: Türkiye’de Azınlıklar, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004, 50-51.
482
2644 sayılı Tapu Yasası’nın 35. maddesiyle karşılıklı olmak ve yasal
sınırlamalara uyulmak şartıyla yalnızca yabancı gerçek kişilere taşınmaz mal
satın alma ve miras yoluyla edinme hakkı verilmişti. Bu yasa 30 hektardan
büyük toprak alımına, yabancı tüzel kişilerin gayrimenkul alımına, askeri
yasak bölgelerde toprak alımına, köy sınırlarında toprak alımına izin
vermiyordu. Buna karşın AKP hükümetinin hazırladığı ve 19 Temmuz 2003’te
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4916 sayılı yasa ile yabancı
ülkelerde o ülkelerin yasalarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret
şirketlerine de taşınmaz mal edinme hakkı tanınmış, yabancı uyruklu gerçek
kişilerin miras yoluyla taşınmaz mal edinmesinde karşılıklılık koşulu
kaldırılmış, yabancı uyrukluların köylerde de arazi almalarının yolu açılmıştı.
Yasa ile ayrıca sınırlı ayni hakların (yararlanma hakkı, oturma hakkı, ipotek
hakkı vb. ) kullanılmasında karşılıklılık koşulu kaldırılmıştı. Yasa ile,
yabancılar 30 bin metre kare yer alabiliyorlardı. Bunun üzerine ise Bakanlar
Kurulu Karar veriyordu458. Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen
düzenlemenin yerine yenisi hazırlanacak ve AB’nin mülkiyet hakkına ilişkin
taleplerine cevap verildiği düşünülecektir.
Ordunun gayrıresmi mekanizmalarla hâlâ siyasi etkinliğini sürdürdüğü,
ordunun sadece askeri, savunma ve güvenlik konularında açıklama yapması
gerektiği; ayrıca savunma harcamaları ve ulusal güvenlik stratejileri
konusunda hükümetin kontrol sahibi olması gerektiği ileri sürülmektedir.
Türkiye’nin, limanlarına Rum kesiminden gelen gemi ve uçakları
sokmamasının, Gümrük Birliği hükümlerine aykırı olduğu, Türkiye ve
Yunanistan arasında Ege Denizi’ne yönelik anlaşmazlıkların sürdüğü,
Ermenistan sınırının hâlâ kapalı olduğu belirtilmektedir.
458 Toprak Satışında Eskiye Dönülüyor, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2005.
483
Ülkedeki yabancıların, taşınmaz mal satın almada zorluklarla
karşılaştıkları, ülkede yaşayan AB vatandaşlarının oy kullanma, AP ve
belediye seçimlerinde aday olmalarına zamanı gelince izin verilmesi
gerekeceği söylenmektedir459.
Benzer değerlendirmeler ve konular, önümüzdeki yıllar içerisinde daha
fazla gündeme gelecekler ve muhtemeldir ki Türklerin, Osmanlı’yı çöküşe
götürdüğünü düşündüğü olaylar belleklerinde bugünün olaylarıyla
bağlantılandırılarak zamanımızı daha fazla etkilemeye başlayacaklardır.
Kişilerin kimlikleri hakkında değerlendirmelerin yapılması, aynı
zamanda kimin tercih edilmesi gerektiği konusunda da yargılara
ulaşılabilmesini olanaklı kılmaktadır. Türkiye, 2014 yılından önce
gerçekleşmeyeceği kesin olan, ondan sonraki süreçte ise nasıl bir biçimde
sonlanacağı belirgin olmayan bir sürecin içerisine arzulu bir düşünceyle
sürüklenmiş gibi görünmektedir. Aslında “Müzakere Çerçeve Belgesi”
muhtemel geleceğin nasıl şekilleneceğini, amaçlananı gayet açık bir şekilde
göstermektedir. Amaç, Türkiye’yi “öteki”leştirmemek ama kendilerinden birisi
haline de getirmemektir. Türkiye’deki karar vericilerin de gerçek arzularıyla
bu durumun örtüştüğü düşüncesi net bir şekilde ifade edilmelidir. AB’nin
Türkiye’yi ilgilendiren bir konudaki değerlendirmesi Türklerin Avrupa’yı
“öteki”leri olarak algılamalarının güçlenmesine yol açacaktır.
Türkiye bölgesel boyutta bir güç olma iddiasını zaman zaman gündeme
getirirken, ağırlıklı olarak iç sorunları ile boğuşan ve dış sorunlarının baskısı
altında çıkış ve destek yolu arayan bir ülke görünümü vermektedir. Irak’a
müdahalesi öncesinde ABD Türkiye üzerinden Irak’ın kuzeyine asker
459 AB’den Reformlara Kırık Not, Cumhuriyet, 10 Kasım 2005.
484
geçirmek ve Irak’a karşı kuzeyden, Kürt gruplarıyla birlikte bir cephe açma
arzusu içerisinde olmuştur. ABD’nin talepleri ile ilgili olarak Türk hükümeti
umut verici bir pazarlık süreci içerisine girmiş, uzun pazarlıklar sonucunda
hazırlanan hükümet tezkeresi, iktidar partisi içerisinden de muhalefetin
oluşması neticesinde, 1 Mart 2003’te TBMM’den yeterli desteği alamamıştır.
Türkiye üzerinden ABD askerlerinin Kuzey Irak’a geçmesine izin verilmemesi,
ABD yetkililerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Türkiye – ABD ilişkilerinin ciddi
bir yara alacağı, bu yaranın düzeyinin ABD’nin Irak’a yönelik harekatının
uzaması ve can kayıplarının artmasıyla birlikte daha da derinleşeceği
yönünde değerlendirmeler yapılmıştır. Türkiye – ABD ilişkilerindeki gerginliğin
Kıbrıs, Türkiye-Đsrail ilişkileri, Bakü - Ceyhan ve enerji projeleri gibi alanlara
yansıyacağı, Türkiye’nin uluslararası alanda yalnızlaşacağı ve IMF ve Dünya
Bankası desteğinin sona ereceği yönünde öngörülerde bulunulmuştur.
Ayrıca, Türkiye’nin kurulacak yeni Irak’ın “yeniden yapılanmasında” rol
alamayacağı, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti oluşumunu dışarıdan izlemek
zorunda kalacağı ifade edilmiştir460. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de yeterli
desteği bulamaması, Türkiye’nin karar vericilerinin, bir rejimi askeri harekatla
devirmeye yönelik ABD politikalarını meşru görmemesinin yanı sıra, ABD’nin
bölgeye dönük politikalarından kuşku duymaları ve bu kuşkularına süreklilik
sağlayan bir algılama biçiminin oluşmuş olmasının önemli bir payı vardır.
1990’lı yıllarda Çekiç Güç’ün zaman zaman Türkiye’nin tepkilerini çeken bazı
güvensizlik yaratıcı davranışları, bölgede NGO’ların Kürt devleti oluşumu için
gösterdiği faaliyetler, ABD’nin Kuzey Irak’taki Kürt gruplarını müttefik kabul
ederek Türkiye’nin beklentilerini dikkate almaksızın desteklemesi ve
Türkmenlerin bir nevi Irak’ın yeniden yapılandırılması sürecinde
önemsizleştirilmesi gibi konular Türkiye’nin kuşkularına süreklilik
kazandırmışlardır. En önemli sorun olarak ABD’nin Kuzey Irak’taki PKK
460 Bkz. ÖZKAN, 497.
485
varlığına karşı eylemsel bir politika yürütmemesi karşımıza çıkmaktadır.
Esasen, ABD, Irak müdahalesi öncesinde de Kuzey Irak Kürtleri’nin Türk
ordusunun Irak’a girmesine karşı tutum almaları nedeniyle bir açmaz içerisine
girmiş ve Türk ordusunun Irak’taki muhtemel rolü konusunda sürüncemeli bir
pazarlık süreci yürütülmüştür. Tezkerenin TBMM’den yeterli oyu
alamamasında, TSK’nin müdahaleye katılma konusundaki beklentilerinin
karşılanmamasının da payı olduğu muhakkaktır. Türkiye’nin eski başbakan
ve Cumhurbaşkanlarından Demirel’in söylediği,
“Amerika, orada Kürtlerle bozuşamaz. Gerçeği anlayalım. PKK’nın üstüne varmaya kalkarsanız, öbür Kürtlerin ona rızası olmayacaktır. Netice itibarıyla Kürt milliyetçiliği onlarda da vardır. Sanıyorum ki en nazik noktası budur, Kürtlerle bozuşmaktan korkmaktadır461.
şeklindeki sözleri dikkat çekicidir. ABD’nin Irak savaşı sonrasında yeni Irak’ın
devlet başkanlığı makamına Kuzey Irak’lı Kürt liderlerden Celal Talabani’nin
getirilmiş olması, Kuzey Irak’taki Kürtlerin ABD’nin Irak’taki en büyük iç
destekçisi konumunda bulunmaları, diğer Sünni veya Şii Arap halkın, ABD’ye
karşı örtülü veya belli bir direniş içerisinde bulundukları hususu dikkate
alındığında, ABD’nin Irak’taki Kürtlerle bozuşmak istememesinin nedenleri
daha iyi anlaşılacaktır. Diğer bir noktada, Irak’ın yönetim yapısı içerisinde
güçlü bir Kürt etkinliğinin bulunması, aynı zamanda içlerinde Kürt etnik
kimliğini taşıyan nüfus barındıran Türkiye, Đran ve Suriye’nin politikalarının
etkilenebilmesi ve yönlendirilebilmesi bakımından da önemlidir.
Türk karar vericilerinin gözünde, ABD’nin Avrupa Birliği ve
Bakü - Ceyhan gibi diğer konularda verdiği destek bilinçlerde ön plana
çıkmamaktadır.
461 Erdoğan Köşk’ü Tepemez, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2005.
486
ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Kissinger’in dediği gibi, bugün artık
daha güçlü, daha müreffeh ve daha önce olmadığı kadar kendine güvenen
Türkiye, ABD çıkarlarıyla uyuşmayan politikalar uygulayarak, bölgesinde
daha bağımsız davranma dürtüsü içine girebilir. Belki de bu öngörünün bir
göstergesi, Türkiye’nin Ağustos 1998’de Öcalan’ın Şam’dan çıkarılmasıyla
sonuçlanan Suriye’yi tehdididir. Ankara’nın bu örnekteki tutumu,
Washington’u açıkça rahatsız etmiştir462.
ABD’nin temel bir diplomatik amacına ulaşabilmek için Türkiye’ye baskı
uyguladığı en ünlü olay olan 1975 – 1978 silah ambargosu çok büyük bir
başarısızlıktı. Jeostratejik önemi kartını oynayarak - toprakları üzerindeki
Amerikan üslerini kapatarak Türkiye’ye ABD’ye ambargoyu sona erdirtecek
derecede acı hissettirdi. Washington açısından ambargodan alınan ders,
ulusal çıkarı ilgilendiren konularda Türkiye’yi baskı altına almanın
güçlüğüdür463. ABD’nin Türkiye üzerindeki etkinlik kaynakları, uluslararası
finans kurumları – Dünya Bankası ve IMF – silah satışları ve Türkiye’nin
diplomatik amaçları için sunduğu destektir. Bu faktörler hep birlikte marjinal,
fakat anlamlı etkiler yaratabilmektedir. Ancak, bu faktörler Türkiye’yi ulusal
çıkarları açısından hayati gördüğü politikalarda taviz vermeye zorlaması
açısından çok az şey ifade etmektedir464.
Türkiye, kendisine efelenilmemesi için tetikte beklemektedir. Türkiye,
kendisi için temel ulusal çıkar saydığı konularda başka ülkelerin arzularına
cevap vermek amacıyla uzlaşma yapmak istemeyecektir. Herhangi bir ülke,
siyasi girişimlerine Türkiye’nin desteğini sağlayabilmek için karşılıklı çıkarlar
462 Alan MAKOVSKY: “Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye Politikası: Gelişme ve Sorunlar” Türkiye – ABD Đlişkileri, Çev. Faruk ÇAKIR ve Nasuh USLU, 1. Basım, Đstanbul, Liberte Yayınları, Ekim 2001, 334. 463 a.g.e., 391. 464 a.g.e., 392.
487
ve saygı temelinde hareket etmelidir. Irak savaşı sonrası ABD’li üst düzey
yetkililerin Türkiye’ye yönelik suçlayıcı tutumları, esasında Türkiye’nin
bundan sonraki kararlarını etkilemeye yöneliktir465. Irak’ın Süleymaniye
kentinde 2003 yılı temmuz ayında 11 Türk askerinin, başlarına çuval
geçirilerek gözaltına alınmaları da aslında 1 Mart tezkeresi konusunda gerekli
liderliği göstermediği ileri sürülen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin direncini kırmaya
yönelik bir teşebbüs olarak değerlendirilebilir. Askerler, olaydan birkaç gün
sonra Amerikan helikopterleriyle Süleymaniye’deki irtibat bürosuna
dönmüşlerdi. Bulunduğu konum itibariyle, ABD’nin global stratejisinde
Türkiye’ye önemli bir yer atfettiği ve Türkiye’den beklentilerinin bir hayli fazla
olması muhakkaktır.
Irak’ta savaşın kısa sürmesine karşın ABD bu ülkede giderek bir direniş
halini alan “farklı bir savaş” ile karşılaşmıştır. Esas savaşı 3 – 4 hafta gibi kısa
bir sürede yüz civarında asker kaybı ile bitirmeyi başaran ABD, daha uzun bir
zaman süreceği ve daha ağır zayiat verdirecek olan bir “savaş sonrası
savaş”a sürüklenmiştir. Farklı dinsel ve etnik gruplar arasında çıkan
çatışmaları da dikkate aldığımızda, ortaya karışık bir Irak tablosu çıkmaktadır.
Amerika’nın Irak’taki işgalinin, öngörüldüğü kadar kolay sürdürülemeyeceği
yönündeki işaretler artmıştır.
465 Dönemin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi üzerine ABD’nin 4. Piyade Tümeni’nin Türkiye üzerinden Irak’a Kuzeyden giremediğini, bu durumda da savaştan etkilenmeyen Saddam Hüseyin’in Sünni ağırlıklı seçkin birliklerinin şimdiki direnişi örgütlediğini ileri sürdü. Rumsfeld, “…Bağdat’ın kuzeyindeki Sünniler, gerçek anlamda hiç savaşa girmedi. Ülkenin o bölgesinde bu kişilerin yetersiz bir kısmı yakalanabildi ve öldürülebildi. Yani bunlar, ABD ordusunun gerçek gücünü görmedi. Bugün Irak’ta mevcut direnişi birçok durumda ortaya çıkaranlar, işte bu kişiler. Dolayısıyla bana göre 4. Piyade Tümeni’nin kuzeyden Irak’a girememesi talihsizlik oldu” dedi. Askeri uzmanlar ise, Rumsfeld’in görüşünü geçersiz buldu. The Washington Institute kuruluşunun uzmanı Mike Eisentadt, bugünkü Sünni direnişinin temelini oluşturan Saddam Hüseyin’in seçkin birliklerinin güneyde de savaşmadığını ve yeraltına indiğini belirtti. Bkz. Rumsfeld Türkiye’yi Suçladı, Cumhuriyet, 6 Şubat 2005.
488
Amerikalı yetkililer ve Cumhuriyetçi “ think tank”çılar Đran’ın nükleer silah
geliştirme çabasını, terörizme desteğini ve Irak’taki şiileri kışkırtmasını her
fırsatta dile getirerek dünyayı ve kendi kamuoylarını koşullandırmışlardır.
ABD’nin Đran’da rejim değişikliği konusunda öncelikle diplomatik yollardan
Đran’ı baskı altına alma ve yalnızlaştırma şeklinde bir politikayı geliştirmeye
başladığı anlaşılmaktadır.
Đstanbul ve Çanakkale boğazlarının savunması, Türk strateji
planlamacılarının önde gelen tasarılarından olmakla beraber, Ankara, Rusya
başta olmak üzere, diğer Karadeniz devletlerinin güvenlik sorunları
konusunda da son derece hassastır. Türkiye’nin karar mercileri, Boğazların
ve Karadeniz’in, Rus ülkesine giden çok önemli stratejik yollar olduğunun
pekala farkındadırlar ve inanmaktadırlar ki, barış zamanında Karadeniz’de
toplanacak olan ve bölgeye ait olmayan her hangi bir deniz kuvveti endişe
yaratacak ve bölgesel istikrarı tehlikeli şekilde rahatsız edecektir466.
ABD’nin Karadeniz sahillerindeki bazı Türk limanlarından Romanya ve
Bulgaristan’da konuşlanacak askeri varlıklarına lojistik destek sağlamak için
yararlanma talebinde bulunduğu yönünde haberler bulunmaktadır467.
466 Ali L. KARAOSMANOĞLU: “Türkiye’nin Karadeniz Güvenliğine Bakışı”, Strateji 95/1, 27. 467 Örneğin 27.05.2004 tarihli NTV ve CNN Türk gibi televizyon kanallarında ABD talebine ilişkin haberler yer almıştır.
489
ABD’nin ve NATO’nun Gürcistan ve Azerbaycan başta olmak üzere
bölgeye olan ilgisi ve enerji nakil hatlarının geçiş güzergahları dikkate
alındığında konu daha fazla önemli hale gelmektedir.
Karadeniz’in artan stratejik öneminin farkında olan Türkiye’nin,
Karadeniz çevresinde yer alan ülkeler üzerinde ve Kafkaslar üzerinde
etkinleşecek ABD ve AB nüfuzunun, kendi kabiliyetini sınırlandırıcı sonuçları
olabileceğini de öngörmesi gerekmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin, Batı
nüfuzunun bölgenin tarihsel olarak başat gücü olan Rusya tarafından
dengelenebilir bir düzeyde kalmasını teşvik edici politikalara da yer vermesi
gerekmektedir.
490
SONUÇ
“Siyasal Kimlik Algılamaları’nın Türk Dış Politikası’nın Oluşumuna
Etkisi” konulu çalışmanın birinci bölümünde benimsenen kuramsal
yaklaşımın çerçevesi oluşturulmuş, ikinci bölümde Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran kişilerin kimliklerinin oluşum süreci, Osmanlı
Đmparatorluğu’nun/Devleti’nin çöküş sürecindeki olaylar bağlamında ele
alınmıştır. Üçüncü bölümde ise kurucu kişilerin siyasal kimliklerinin, Türk
ulusunun oluşturulması süreci içerisinde toplumsal bellek haline
dönüştürülmeye çalışıldığı ve bir nevi kurucuların siyasal kimliğinin, Türk
ulusal kimliği ve devlet kimliği ile özdeşleşmiş olduğu, Türkiye’nin dış
politikasının hegemonik bir konumda bulunan “Kemalizm”in şekillendirdiği
siyasal kimliğin algılamaları doğrultusunda oluştuğu ve uygulandığı ileri
sürülmüştür.
Kuramsal yaklaşım esas itibariyle, doğal dünya ile insanın inşa etmiş
olduğu toplumsal dünyanın “gerçek”lerine ulaşabilmek için doğal ve
toplumsal bilimlerin kullandıkları yöntemlerin bütünüyle örtüşmedikleri
düşüncesine dayandırılmıştır. Pozitivist yöntemle, içinde bulunulan zaman
diliminde insan davranışları gözlemlenerek, ölçülerek, onların yalnız nesnel
görünümleri tasvir edilerek bir toplumdaki ilişkiler açıklanmaya
çalışılmaktadır. Đncelenen toplumsal olgunun gerçekliğe tam olarak uyan bir
resmini ortaya koymaya çalışan bu tür bir araştırma yöntemi içinde yer
aldığımız toplumsal gerçeklik hakkında verimli bir analizin yapılabilmesi için
491
dikkate alınması gereken ampirik verileri edinmemize olanak sağlar. Ancak
elde edilen bu bilgi ne kadar gerçekliği yansıtıcı nitelikte olursa olsun sadece
olan hakkında bilgi edinilmesine imkan verir, incelenen olgunun oluşum
sürecine ilişkin bilgi edinilmesi olanağını vermez. Belirli bir sistem içindeki
ilişkileri kavrayabilmek için onları oluş hareketleri içinde tanımak gerekir.
Çünkü her birey ve içerisinde yer aldıkları toplumsal dünya, yalnız bugünkü
ilişkilerin ürünü değildir. Bu ilişkilerin tarihsel oluş sürecinin bugüne ulaşan
ürünleridir. Bu nedenle de toplumların bugüne ulaşan belleklerinin kuruluş ve
oluş süreçlerini kavramak gerekmektedir. Şimdinin karar vericileri, kararlarını
kendi isteklerine göre ve kendi belirledikleri koşullar içinde değil, oluş süreci
içerisinde belirlenmiş olan ve geçmişten şimdiye taşınan koşullar içerisinde
vermek durumunda kalmaktadırlar.
Geçmiş ele alınırken tarih sıralamasıyla olayların kronolojisini vermek
pek fazla bir şey ifade etmez. Olayların ardında yer alan ve karar vericileri
harekete geçiren siyasal, askeri, ekonomik, dinsel, ideolojik, psikolojik,
kültürel vb. dinamiklerin anlaşılmasına ve kavranmasına yönelik
çözümlemelerin yapılması çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bu nedenle, toplumsal dünyayı oluş süreci içerisinde kavramak ve
açıklayabilmek gerekir. Toplumsal bilimler, tarihsel süreç ve bu sürecin
oluşumunu etkileyen etkenlerin kavranması bağlamında ele alınmalıdırlar.
Uluslararası ilişkiler disiplini bağlamında konu ele alındığında, II. Dünya
Savaşı sonrasında bir akademik disiplin kimliği kazanabilen uluslararası
ilişkilerde, pozitivist yöntemi realist kuramın uluslararası ilişkilerin analizine
taşıdığı görülmektedir. Đç işler-dış işler ayrımı yapan realizm, iç siyasetten
492
farklı olarak dış siyasetin özgül bir mantığı, kuralı ve gereği olduğu, bu
biçimde dış siyasetin moral dışı, değerlerden bağımsız objektif ulusal çıkar
maksimizasyonuna dayanan bir alan olduğunu ileri sürmektedir.
Realizmin karşısında yer alan başlıca yaklaşımlardan Eleştirel Kuram
ise uluslararası ilişkileri özgül tarihi süreçler içinde hareketli olarak ele almayı
öneren ve var olan politik veya akademik sistemi eleştirerek doğrularını
oluşturmaya yönelen bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Eleştirel
Kuram’da iç siyasal düzenle bir ülkenin dış politikası arasındaki ayrım
ortadan kalkmaktadır. Realizm, devletlerin dış politikada toplumsal
etkenlerden ciddi biçimde özerk olduklarını varsayarken, Eleştirel Kuram,
devletlerin örgütlenme ve davranışında iç yapılarının önemine vurgu
yapmaktadır. Devletlerin iç yapıları ve uluslararası sistem tarihsel oluş
süreçleri bağlamında ele alınmaktadır. Bu bağlamda, Eleştirel Kuram’ın
yaklaşımlarının Türk dış politikasının anlaşılması bakımından paylaşıldığının
ifade edilmesi gerekir.
Her toplum, kendisini oluşturan insanların geçmişlerinden şimdiye
taşıdıkları kökleşmiş duygu, düşünce, algılayış ve inanç örüntüleri içerisinde
bir anlam ifade etmektedir. Günümüz dünyasında yaygın bir şekilde
kullanılmaya başlanan kimlik kelimesi, olguların/olayların açıklanması için
yürütülen çalışmalarda giderek artan bir şekilde kullanılmaktadır.
Toplumsallaşma sürecinin sonucu olarak, bir kimlik duygusu oluşmakta
ve kişi, içinde yer aldığı toplumun mevcut norm ve referans sistemlerine
bağlanmaktadır. Böylelikle kişi, içinde yer aldığı toplumun kolektif kimliğini
bireysel psikolojisinde/ruhsallığında içselleştirmektedir. Toplumun ortak bir
493
belleği oluşturulmakta ve bu bellek toplumun geçmişinden kalanı ve
süregeleni ve toplumun ne yaptığını ifade etmektedir.
Geçmiş dönemlerde de günümüzde de uluslararası ilişkilerde kimlik
olgusu ve siyaseti önemli bir role sahip olmuştur. Bir ülkenin dış politikasını
anlayabilmek için karar verici makamlarda bulunan kişilerin, mensubu
oldukları toplumlarının geçmişinden şimdiye taşıdıkları anlam örüntülerinin,
kendi belleklerindeki oluş sürecine bakmak gerekir. Bu oluş sürecinin
kavranması siyasal kimlik algılamaları doğrultusunda alınan kararların da
anlaşılmasına olanak sağlayacaktır.
Bir ülkede egemen olan ideoloji çerçevesinde şekillenen egemen
siyasal kimlik, oluşturduğu kurumlar/yapılar aracılığıyla toplumun ortak
algılama ve duyuş biçimini oluşturmakta ve kendisine bu şekilde süreklilik
sağlayabilmektedir. Atatürk ilke ve devrimlerinin, okullardaki eğitim süreci ve
toplumsallaşma süreçleri içerisinde toplumun tüm bireyleri tarafından
benimsenerek içselleştirilmesi ve bu ilke ve devrimlerin, ulusun ortak paydası
haline getirilmesine çalışılmaktadır. Bu durum kurumsal yapılar tarafından da
desteklenmekte ve süreklileştirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ne rengini
vermiş olan Kemalizm, anayasadan başlayarak yasal düzenlemeler ve
oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, diğer yüksek yargı
organları, istihbarat örgütleri ve ihtiyaç duyuldukça oluşturulan yeni
kurumlarla rejimin sınırlarını oluşturan çerçeveyi çizmiştir. Kemalizm’i
tanımlayan ilkeler, güç ilişkileri ve siyasal mücadelenin çerçevesini belirlerler
ve siyasetin zeminini oluştururlar. Bu anlamda Kemalist bir hegemonyadan
söz etmek olanaklıdır1. Bu hegemonyaya süreklilik kazandıran önemli bir
husus, sürekli bir şekilde devletin iç ve dış düşmanların tehdidi altında olduğu
şeklinde bir paradigma çerçevesini ve bu çerçeve içerisinde kalan bir
1 ÇELĐK, 29.
494
algılama biçimini oluşturabilmesidir.
Kemalist hegemonyanın inşa ettiği Türk ulusal kimliğini şekillendiren ve
Türklerin davranışlarını belirleyen, toplumun değişik kesimlerine ve
uluslararası alandaki aktörlere bakışlarının oluşumunu etkileyen olgulara
kısaca değinmek gerekir. Her düşünce, nasıl kendisinden sonrakileri şu ya da
bu ölçüde etkilerse, kendisinden öncekilerden de şu ya da bu biçimde
etkilenir; onlar tarafından hazırlanır2. Osmanlı Đmparatorluğu’nun çöküşü ve
ulusal devletin kuruluşu sürecinde, Türklerin düşünce ve eylemlerini
belirleyen, ulusal ruh dünyalarının temel direklerini oluşturan bazı düşünce,
duygu ve davranış kalıpları oluşmuştur.
Đç isyanlar, Trablusgarp, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve en
nihayet var veya yok olma savaşı olarak Türklerin zihinlerine yerleşen
Milli/Ulusal Mücadele neticesinde bir Türk ulusal devleti kurulmuştur. Ama
sürekli yenilgiler, toprak kayıpları, iç ve dış düşmanlarla uğraşın, hor
görülmenin neticesinde tam ifadesiyle Türk ulusu “mazlum” ulus olarak
yeniden kurulmuştur.
Ulusal kimliğin oluşumunu etkileyen önemli bazı olguları aşağıdaki
şekilde sıralayabiliriz:
1. Osmanlı imparatorluğu içindeki azınlıklar, birbiri ardı sıra
ayaklanmışlar ve sürekli olarak emperyalist devletlerce desteklenmişlerdir.
Ayaklanmalar, emperyalist güçlere, Osmanlı Đmparatorluğu’nun iç işlerine
karışma olanağı sağlamıştır. Her ulus veya din grubu belli devletlerce
desteklenmiştir. Ulusalcılık, Osmanlı kavimlerinin bünyesinde doğmuştu; ama
2 ORAN, Atatürk Milliyetçiliği, 39.
495
büyük devletler tarafından yönlendirilip kışkırtıldı. Osmanlı azınlıkları
üzerinde devletlerin her biri, izleyecekleri politikayı saptamışlardı. Fransa
Katoliklerin, Đngiltere kendi yarattığı Protestan cemaatinin ve Rusya,
Ortodoksların koruyucusu olarak bu konuda etkin tahripkâr bir yol
izliyorlardı3. Gerek azınlıkların ayrılmaları gerekse bu süreçte dış güçlerle
girdikleri ilişkiler, Türkler tarafından kendilerine yapılan ihanetler olarak
algılanmıştır.
2. Azınlık grupların, emperyalist devletlerin yardımıyla ve
kapitülasyonlarla elde ettikleri, Müslüman halkın sahip olmadığı bir takım
ayrıcalıklara sahip olmaları ve her bir emperyalist devletin koruyuculuğunu
yaptığı azınlık grup için durmadan yeni ayrıcalıklar talep etmesi, Hıristiyan
halka karşı derin bir nefretin oluşmasına yol açmıştır. Hıristiyan halklar,
imparatorluğun Türk-Müslüman halkı tarafından, sadece Osmanlıları
parçalamak, bölmek isteyen bozguncular olarak değil, daha da önemlisi,
kendi egemen konumlarına göz diken ve kendilerini sömürgeleştirmek
isteyen emperyalizmin uzantıları olan güçler olarak görülmüşlerdir.
Ayaklanmaların ulusal içeriğine hiçbir biçimde değinmeyen yöneticiler,
bunları ya “Rus kışkırtması” ya da yıllarca belli olanaklara sahip azınlıkların
kıymet bilmezlikleri olarak değerlendirmişlerdir4.
3. Đsyanlar bastırıldıkları durumlarda bile Osmanlılar, dış güçlerin baskısı
ile yenik sayılmışlardır. Kazandıkları askeri zaferlerden sonra bile sürekli
yenik sayılmayı kabul etmek zorunda kalmak, güçlü bir düşman karşısında
sürekli içe atılmak zorunda olan bir öfke ve kin duygusu doğurmuştur.
3 Đlber ORTAYLI: Osmanlı Đmparatorluğunda Alman Nüfuzu, 1. Basım,Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999, 174. 4 Taner AKÇAM: Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1995, 40.
496
4. Türk ulusal kimliği sürekli bir var olma-yok olma psikozu içinde
oluşmuştur. Dağılan bir imparatorluğun üyelerinin ruh, düşünce ve eylem
dünyalarını belirleyen esas olarak bu atmosferdir. Vatanın elden gittiği ve
kurtarılması gerektiği bir fikri sabit halinde zihinlere yerleşmiştir. Kürt, Ermeni
sorunları, komşu ülkelerle ilişkiler hep bu korkunun ışığında ele alınmaktadır.
Osmanlı Devleti, Ermeni sorunu nedeniyle, içte ve dışta önemli problemlerle
karşılaştığı gibi, bugün de aynı sorun gündeme getirilmek suretiyle Türkiye
Cumhuriyeti de güç duruma düşürülmek istenmektedir. Avrupa bakımından,
Anadolu’nun parçalanma süreci henüz tamamlanmış değildir. Tarihî korkular
ve düşmanlıklar, Avrupa’nın, Türkiye ile yakından ilgilenmesi sonucunu
doğurmaktadır. Türkiye, Osmanlı mirasının üzerinde oturduğuna göre, bu
mirasın, sorumluluğunu ve yükünü taşımaya devam edecektir5.
5. Osmanlının dağılması ve Cumhuriyetin kurulması, zihinlerde derin bir
biçimde yer etmiş; bu ulusun üyeleri olanlar, dış güçler ve yerli işbirlikçilerinin
sürekli bir biçimde kendi ülkelerini güçsüz düşürmeye, bölmeye, parçalamaya
çalıştıkları konusunda hemfikir olmuşlardır. Hatta, atasözlerinde bile
düşmanlarının parmağı olduğunu düşünmektedirler. Kazım Karabekir’in bu
konudaki aşağıda verilen sözlerine hak vereceklerin sayısı günümüzde de az
değildir:
“ Siyasî, iktisadî, dinî,ahlakî, sıhhî olarak bizi içten çürütecek, tembelliğe sevkedecek yüzlerce atasözü olarak kabul edilen sözler vardır. Özellikle buharın icadıyla iktisat dünyasındaki büyük değişimden ve mikrobun keşfiyle sağlık dünyasındaki bütün yeniliklerden sonra bizi makinadan uzaklaştırmak, mikroplardan arındırmamak için sinsice düşünülmüş, dehşet verici propagandalar vardır. Bunlar en ücrâ köylerimize kadar nüfuz etmiştir. Bizi tembelliğe, sağlığı korumaya riayetsizliğe, direncimizi kırmaya
5 ERYILMAZ, 107.
497
yönelik neler varsa düşman propagandasıdır. Örnek olarak sağlık için:”Akarsu kir tutmaz”, “Bit yiğitte bulunur”, “Mikrop benim gibi oluncaya kadar ben dağ gibi olurum” gibi…Đktisad ve ahlâk için: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”, “Her iş bitti de iş buna mı kaldı?”, “Adam sende, geç olsunda güç olmasın”, “Akşamın hayrı sabahın şerrinden fenâdır”, “Evvelimiz Şam, ahirimiz Şam”, “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi6.
6. Türkiye’nin çevresinin ülkeyi parçalamak ve yok etmek isteyen
düşmanlarla çevrildiği, “düşmanların ortasında yalnız ve tek başına kalındığı”
fikri, zihinlerde o denli yer etmiştir ki, her türlü ulusal demokratik talep, bu
yalnızlık psikolojisinin etkisiyle, ülkenin varlığını yok etmeye yönelik tehdit
olarak algılanmıştır.
Özetle söylemek gerekirse, Türk ulusal kimliğinin oluşum sürecinde,
ülkenin çevresinin “ülkenin kötülüğünü isteyen dış düşmanlarla çevrildiği”;
“içerde bunların uzantısı bazı azınlıkların olduğu”; “azınlıkların kendi haklı
taleplerini savunur görünerek, aslında emperyalizme hizmet ettikleri”;
“Türklere sürekli haksızlık edildiği” şeklindeki düşünceler derin bir rol
oynamıştır. Bu ruh halinin doğal sonucu olarak, güçlü bir dış düşmana karşı
“ülkenin varlığını korumak”, “bağımsızlığını savunmak” fikri Türk halkını
hareket ettiren ana değerler olmuştur. Dışarıdan, özellikle Avrupa’dan gelen
her şeye kuşkuyla bakmak, altında mutlaka Türkiye’nin aleyhine planlanmış
bir tezgâh, çapanoğlu aramak, bu ruh halinin doğal sonucudur7.
1718-1730 yılları arasında yaşanan Lale Devri’nin ünlü köşk ve
kasırlarının yapıldığı günlerde Sultan III. Ahmed, Patrona Halil ve
6 Kâzım KARABEKĐR: Gizli Harp Đstihbarat, Haz. Emrullah TEKĐN, Đstanbul, Kamer Yayınları, 1998, 62. 7 Bkz. Taner AKÇAM: “Ulusal Kimliğimizin Oluşumu Üzerine Bazı Tezler”, Birikim, No. 33 (Ocak 1992), 23.
498
arkadaşlarınca şeriat adına tahttan indirilmişti. Osmanlı tarihinin en ilerici
sultanı diye nitelenen III. Selim de Batılı usullere göre “Nizam-ı Cedid” adında
yeni bir ordu kurmaya niyetlendiği içindir ki, 1807 yılında Kabakçı Mustafa ve
arkadaşlarınca “şeriat” adına tahttan indirilerek öldürülmüştür.
Osmanlı toplumsal yaşamının Batılı ölçütlere göre tepeden tırnağa
yeniden düzenleneceğiyle ilgili 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın, II.
Mahmud’un veya yöneticilerin Batılılaşma tutkularının bir ürünü olduğunu
söyleyebilmek olanaklı değildir8. Saray, Bab-ı Âli ve uyanık Osmanlılar
anlamışlardı ki, ya Avrupalı olacaklardı, ya Düvel-i Muazzama denen yedi
pençeli emperyalist dev onları parçalayıp Asya sürülerine döndürecekti9.
Tanzimatçı’lar Osmanlı Türklüğünü bu kara kaderden kurtarabilmek için
uğraşmışlardı. Onlardan sonra gelenlerde bu uğraşı devam ettirdiler.
Cumhuriyeti kuranlar içinde bu uğraşın temel hedefi onlar gibi olarak hatta
onlardan üstünleşerek “kara kader”den kurtulmaktır. Türkiye, bugün de “kara
kader”den kurtulmak için NATO üyesidir, tüm dış ilişkilerini Batı eksenli olarak
düzenlemektedir, AB’ye üye olmak için ironik bir ilişkiyi sürdürmektedir.
Türkiye’nin Batılı ülkelerin oluşturduğu ve ABD’nin öncülük ettiği askeri
ve siyasal ittifaklar sisteminde yer almak için yoğun çaba harcamasının
temelinde, toprak bütünlüğünü bu sistemin içerisinde yer alarak
koruyabileceğine olan inancı yatar. Yeni bir Sevr ile karşılaşma korkusu
bugün bile iç ve dış politikaya yön vermektedir. Buna göre, Avrupa’nın
emperyalist devletleri, Milli Mücadele’de uğradıkları yenilginin sonucunda
Anadolu’yu hakimiyetleri altına alarak sömürmeyi hedef alan Sevr Barış
8 Bkz. Demirtaş CEYHUN: Osmanlı’da Yenileşme, Batılılaşma Tutkusunun Bir Ürünü Değildi, Cumhuriyet, 10 Aralık 2004. 9 Bkz. ATAY, 484.
499
Anlaşması’nı geçici bir süre için rafa kaldırmak zorunda kalmışlardır.
Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik konumu dolayısı ile tarihin her döneminde
olduğu gibi bugün de ve gelecekte de birçok düşmanları olacaktır. Bu
düşmanlar Ulusal Mücadele’nin başarıya ulaşmasından sonra rafa
kaldırdıkları Sevr Barış Anlaşması’nı fırsatını bulur bulmaz tekrar gündeme
getireceklerdir. Zira bugün gerek Türkiye’nin komşularının ve gerekse yurt
içindeki bölücü unsurların Türkiye’yi parçalama ve akabinde ele geçirme
faaliyetleri Sevr Barış Anlaşması’nın günümüze uygulanması çalışmalarının
devamından başka bir şey değildir. Türkiye’nin bağımsız olarak
yaşayabilmesi için ulusal birlik ve beraberliği koruyarak her zaman her
yönden güçlü olmak zorunluluğu bulunmaktadır10.
Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrası Batı dünyası ile yoğunlaşan
ilişkilerinin tarihine bakıldığında, Türkiye’nin hemen hemen hiçbir Batı
kurumuna davet edilmediği görülecektir. Aksine NATO ve AET ( daha sonra
AB ) başta olmak üzere, Türkiye’nin ancak ısrarlı çabaları sonunda bu
örgütlerle ittifak ya da ortaklık ilişkisi kurulabilmiştir11.
Türkiye’nin tanınmış yazar ve gazetecilerinden Can Dündar’ın ifadesiyle
Türkiye son zamanlarda “düşmansız” başka bir ifadeyle “öteki”siz kalmıştı.
Dündar’a göre “Yunan tehdidi yok. Rusya, Suriye, Ermenistan öcüsü gitti.
PKK bitti.” “Düşman”larıyla barışmaya başlayan Türkiye’nin “savaş nedeni”
kırmızı çizgileri de silikleşiyor ve kör fanatizm, yerini evrensel başarıyı, ulusal
10 Bkz. TOLON, 283-284. 11 ARAL, 66.
500
böbürlenmeye yeğleyen bir akılcılığa terk ediyordu12. Ancak, bu algılamanın
doğruluğunu zaman teyit etmemiştir ve derinliği olan ve acı deneyimler
üzerine şekillenmiş olan bir ulusal kimliğin sahibi Türkiye’nin iç ve dış tehdit
algılamaları ve bu algılamalara göre oluşturduğu politikalar, daha güçlü bir
şekilde uygulanabilmektedirler. Süleyman Demirel,
“Devlet adamlarının ve siyaset adamlarının Atatürk dahil en sık kullandıkları kelime milli birlik, beraberlik ve bütünlüktür. Birliktelik olayı Türkiye’nin her şeyden önce gelen olayıdır. Bunun zedelendiği ihtimalinin veyahut endişesinin veyahut kaygılarının veyahut varsayımlarının tartışıldığı zamanlarda Türkiye’de geçmişte askeri müdahaleler oldu.”
demektedir ve Türkiye’nin belleği hakkında aşağıdaki değerlendirmeyi
yapmaktadır:
“Türkiye, bir imparatorluğun dağılmasından sonra kurulan cumhuriyetin, imparatorluğun akıbetine uğraması korkusunu hep yaşayarak geldi. Bu korku çok kere zihinlerde. Cumhuriyet şimdi beşinci neslini idrak etmiştir. Birinci nesildeki korkuyla beşinci nesildeki korku farklıdır. Endişe, kaygı öyle diyelim. Acaba çöküverir miyiz, dağılıverir miyiz? Niye dağılalım, niye çökelim dediğimiz zaman, iyi ya işte Osmanlı dağıldı çöktü. Biz Osmanlı değiliz. Bu başka bir iş, dediğimiz yerde şu geliyor: Türkiye halkının önemli sayılabilecek bir kısmı Balkan faciasını görmüş ailelerin devamıdır. 500 sene oturduğumuz Balkanlar’dan 6 ayın içerisinde çıkıp gelmişizdir……Öte yandan Türkiye halkının bir kısmı, Türk milletini teşkil eden insanların bir kısmı da Rusların Rus çarlığının kurulmasından sonra bilhassa 1860’lı yıllarda Kuzey Kafkasya’ya yöneltmiş bulundukları yayılma siyasetinin neticesinde oralardan gelmiş halktır. Bir kısım halk ise imparatorluk dağıldıktan sonra dün Anadolu’da yaşayan halktır. Bu halkın Arap kökenlisi vardır, Kürt kökenlisi vardır, çeşitli kökenlileri vardır. Bu halkın meydana getirdiği ulus – devlet cumhuriyettir. Bir yerde ulus olacak ki, devlet olsun. Şimdi cumhuriyetin kurucusu büyük Atatürk, cumhuriyeti kuran Anadolu
12 Bkz. Can DÜNDAR: Milliyetçiliğin Sonbaharı, Milliyet, 11 Eylül 2004 ve Can DÜNDAR: “Son Düşman”ın Toprağında, Milliyet, 7 Aralık 2004.
501
halkına Türk denir diyor. Tarif bu. Burada ırk konusu yok. Ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bugünkü anayasa herkesi bağlayan bir dokümandır. 66. maddesinde Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türktür, diyor. Şimdi böyle bir Türkiye var orta yerde. Yani halkının tümünü etnik ve inanç ayrıcalığına tabi tutmadan halkının tümünü cumhuriyetin kurucusu ve vatandaşlık bağlarıyla bağlı olan herkesi Türk sayan ülkenin adı Türkiye, devletin adı Türk devleti, resmi dil Türkçe ve bir üniter devlet. Milletinin adı da Türk milleti. Şimdi bunu dedikten sonra şuraya geleceğim; herhangi bir kişi çıkar, bu Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı da olur, başkası da olur, Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır, derse, Türkiye’de pek çok kişi bunun üzerine atlayacaktır. Nitekim öyle de olmuştur.” 13
“Şu Çılgın Türkler” adlı kitabın yazarı Turgut Özakman, Milli Mücadeleyi
bilmeden Türkiye’yi yönetmenin, tarihin mantığı ile karşı karşıya gelmek
anlamına geleceğini belirterek “ Tarihin mantığı galip gelir” demekte ve
Başbakan dahil Türkiye’de herkesin Atatürk’ün “Söylev”ini, Đnönü’nün
“Hatıralar”ını, Şerafettin Turan’ın “Türk Devrim Tarihi”ni, Prof. Sina Akşin’in
“Milli Mütareke ve Đstanbul Hükümetleri”ni okuması gerektiğine işaret
etmektedir14. Elbetteki okunması gereken başka çok sayıda kitaplarda vardır.
Anlatılmak istenen, Türkiye’nin hegemon ideolojisi “Kemalizm”i ve onun
şekillendirdiği devletin varoluş sebebini kavramadan Türkiye’nin
yönetilemeyeceğidir. Bu ülkeyi yönetme arzusu içerisinde olanlar, Kemalist
rejimin “öteki”leri de dahil olmak üzere, öncelikle devletin ve onun ulusunun
belleğini kavramak ve edinmek zorundadırlar. Kemalist rejim, belleğindeki
tüm tehditlere karşı kendi varoluş iradesini geliştirmiştir. Bu varoluş iradesi,
Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türkiye’nin devleti ve ulusu ile bölünmez
bütünlüğünü sürdürmek ve bir Đmparatorluğun kaybından sonra adeta
hapsolunan Anadolu’nun da parçalanmasına karşı her türlü açık ve örtülü
eylemde bulunabilme yetisine de sahiptir. 1990’lı yıllarda sıkça kullanılmaya
13 Erdoğan, Kürt sorununu Çıplak Bıraktı, Giydirmeli, Cumhuriyet, 20 Ağustos 2005. 14 Ülkeyi Yönetenler Nutuk’u Okusun, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2005.
502
başlanan “derin devlet” kavramı da, ancak bu bağlamda ele alındığında
anlam kazanmaktadır. “Derin devlet”i Türk Dil Kurumu şöyle betimlemektedir:
“Devletin çıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü güç.”
Devletin çıkarlarını korumak zaten birinci derecede Meclis’e, hükümete
ve yargıya düşen bir görevdir. Ancak ülke içinde öyle durumlar meydana
gelebilmektedir ki, bunları yorumlamak ve çözüme bağlamak için göz önünde
olmaları gereksiz sayılan güçler devreye sokulmaktadır15. Türkiye güçlü
devlet geleneği olan, derin köklere sahip kurumları bulunan bir ülkedir.
Tarihsel deneyim bunu kanıtlamaktadır.Tarihsel deneyim, Türkiye’nin iç ve
dış düşman algılamalarının oluşum sürecindeki belleği kavramaksızın
devletin var oluş sebebinin ve Türk dış politikasına süreklilik sağlayan
unsurların anlaşılamayacağını göstermektedir.
Türkiye’nin iç dinamiklerinde değişmeler olmakta, uluslararası
sistemdeki güç dengeleri değişmekte; ama Türkiye’nin dış politikasını
oluşturan algılamalarda ciddi bir değişiklik olmamaktadır. Osmanlının kalıcı
mirası; Atatürk’ün liderliğinde belirlenen ideolojik temeller Türkiye’nin iç
toplumsal düzeninin oluşumunu şekillendirdiği gibi dış politikasında da
sürekliliğin sağlanmasını temin etmektedir. Türkiye’nin karar vericileri, ittifak
içinde yer aldıkları devletler dahil, hiçbir devlete güvenmemeyi, kendi
gücünden başka bir şeye dayanmamayı ve her zaman için iç ve dış tehditlere
karşı teyakkuz halinde olmayı öğrenmişlerdir.
Türkiye, 1951 yılından beri NATO’nun üyesidir; ama Türkiye, kendi
güvenliğini NATO ile özdeşleştirmez. NATO ile Türkiye’nin çıkarlarının bazı
noktalarda çelişebileceği düşünülür. Oysa, diğer NATO ülkelerinin temel
15 Bkz. Derin Devlet …. , Cumhuriyet, 11 Mayıs 2005.
503
çıkarları eştir. Diğer orduların subayları bu sistemin bir parçası olmuşlardır.
Sistemi oluşturduklarını bilirler. Türk subayı ise kendini, sistemin dışında
ancak genel çıkarları ve savunması açısından NATO’da çıkarları olan biri gibi
görür16.
Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesidir ama, Türk karar vericileri
ve toplumu Avrupa Parlamentosu’nu da kendisinin bir parçası olarak
algılamaz, aksine karşıtı gibi algılar. Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi de,
ülkesini şikayet edenlerin sığındığı bir yargı organıdır. 1959’dan beri üyesi
olmaya çalıştığı ve her talebinin altında bir art niyet, Türkiye’yi bölme, zayıf
düşürme, ele geçirme çabası içerisinde olduğuna inandığı bir Avrupa
Birliği’ne tam üye olsa bile Türk karar vericileri ve halkı kendisini o yapının bir
oluşturucusu ve parçası olarak algılamayacaktır.
Türkiye’yi sürekli bir şekilde Batı’ya iten temel neden, Batı’nın “öteki”si
olmamaktır. Böylelikle, ilerde yeniden Batı’nın büyük devletlerinin egemenliği
altına düşme olasılığı da ortadan kaldırılmak istenmektedir. Türkiye, dünya
politikasında büyüklüğü, nüfusu ve ekonomik gücünün gösterdiğinden daha
fazla bir rol oynama şansına sahipken, tarihsel tecrübenin akıllarda bıraktığı
etkiyle, Batı’yla bir çatışma içerisine girmemeye dikkat etmektedir. Batı’yla bir
mücadele içerisine girerse eğer, Batı’nın kendi içinde var olan iç
düşmanlarını “devlet düşmanları”nı kendisine karşı kullanabileceğini,
çevresini sarmış olan ve kendisini tehdit eden devletleri
cesaretlendirebileceğini ve uluslararası sistem içerisinde yalnız
bırakılabileceğini düşünmektedir.
Bu nedenle, Türkiye, kendisini Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu gibi
dünyanın sorunlu kabul edilen bölgeleri arasında bir istikrar adası olduğu
16 BĐRAND, 354.
504
argümanıyla Batı’ya sunmakta, Batı’nın da kendisine bu konumu dolayısıyla
stratejik bir değer atfettiğine inanmaktadır. Kendisini Batı’ya eşit ortak olarak
kabul ettirebilmek için Batılı ülkelerin bu bölgelere yönelik politikalarına
eklemlenmekte, kendi çıkarları ile Batı’nın çıkarlarını özdeşleştirmeye
çalışmaktadır.
Türkiye’nin Kara Kuvvetleri’nin kuruluşu M.Ö. 209 yılında Orta Asya’da
Hun Đmparatoru Mete tarafından kurulan orduya dayandırılmaktadır. O
zamandan beri Türk ulusunun binlerce yıldır devam eden varlığının ve
devamlılığının biricik koruyucusunun ordu olduğu algılaması, ulusdaşların
bilinç altında yer etmiştir. Her yıl 13 Mart günü Atatürk’ün 1899 yılında Kara
Harp Okulu’na girişinin yıldönümünde tören düzenlenmekte ve okul
öğrencileri kendilerini büyük komutanla özdeşleştirmektedirler. Atatürk’ün
numarası ve adı okununca bütün öğrenciler birlikte “içimizde” diye
haykırmaktadırlar17.
Türk Silahlı Kuvvetleri, irticai faaliyetlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin
çağdaş kazanımlarını ortadan kaldırmak için, her dönemde olduğu gibi
günümüzde de sinsice gayretlerini sürdürdüğünü düşünmekte ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısını her türlü iç ve dış tehdit ile
bunların destekçilerine karşı bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da aynı
inanç, heyecan, disiplin ve sarsılmaz bir azimle korumaya ve kollamaya
kararlı18, olduğunu yaptığı açıklamalarla ifade etmektedir.
Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”ne sık sık atıflar yapılmakta ve Atatürk’ün
ne şartlar içinde hareket ettiği hatırlatılarak, her türlü iç ve dış düşmana karşı
mücadele azmi aşılanmaktadır. Atatürkçü, laik kişiler ve kurumlar sadece
17 Bu törenler, özellikte “Cumhuriyet”e karşı tehditlerin yoğunluk kazandığı dönemlerde sembolik değerlerinin ötesinde anlam kazanmaktadırlar. 18 Bkz. Laikliği Koruruz, Hürriyet, 29 Haziran 2001.
505
irticaya karşı değil; komünizme, ayrılıkçılığa ve ileri de ortaya çıkabilecek ve
Kemalist rejimi yıkmayı hedef alabilecek her türlü iç ve dış düşmanlara karşı
tedbir almaya daima hazırdırlar. Atatürk’ün de “Söylev”inde dediği gibi iç
örgütü temelsiz ve çürük olan bir devletin, dış politikası da köklü ve sağlam
olamaz. Her ülke, rakibini ya da düşmanını zayıflatmak için onun içişlerine
dışarıdan müdahale etmeye çalışır. Bu, çok doğaldır. Ama, bunun başarılı
olması için o ülkenin içinde deşilecek yara olması gerekir. Böyle bir yara
yoksa, “dış mihraklar” etkisiz kalır19. Önemli olan ülkenin içindeki deşilecek
yaraları ortadan kaldıracak, başka bir ifadeyle Kemalist rejime tehdit olarak
algılanan iç düşmanların oluşma koşullarını ortadan kaldıracak toplumsal
projeleri geliştirebilmektir.
Türkiye iç düşmanlarını ya da “öteki”lerini ortadan kaldırabildiği takdirde
ya da başka bir ifadeyle kendisini iç düşmanlarına göre tanımlamaktan
vazgeçtiği takdirde uluslararası sistem içerisinde etkin bir dış politika takip
edebilecek ve Batının politikalarına eklemlenmek yerine daha bağımsız bir
dış politika izleyebilecektir. Bunun başarılabilmesi için ise devlet belleğinin ve
toplumsal belleğin yeni baştan inşa edilmesine gereksinim olduğu aşikardır.
19 Baskın ORAN: Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, Ankara, Đmaj Yayınevi, Aralık 2001, 62.
506
KAYNAKÇA
ADANIR, Fikret. “Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye Üçgeninde Ulus Đnşası ve Nüfus Değişimi,” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erik Jan ZURCHER,1.Baskı,Đstanbul,Đletişim Yayınları, 2005, 19-26.
ADORNO, T.W. Otoritaryen Kişilik Üstüne Niteliksel Đdeoloji Đncelemeleri, Çev. Doğan ŞAHĐNER, 1. Baskı, Đstanbul, OM Yayınevi, 2003.
AHMAD, Feroz. Modern Türkiye’nin Oluşumu, Çev. Yavuz ALOGAN, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Ekim 1995.
------------ “Jön Türkler Döneminde Savaş ve Toplum 1908 – 1918,”Tarih ve Toplum, C. 11, No. 64 (Nisan 1989 ), 47 – 56.
------------ “Turkey’s Foreign Policy Options, 1923-1952, Reconsidered,” Bilanço 1923-1998, Der. Zeynep RONA, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 333-339.
AKÇAM, Taner. Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1995.
------------ “Đstanbul Yargılamaları,” Tarih ve Toplum, C.23, No. 137, 47-52.
------------ “Sevr ve Lozan’ın Başka Tarihi” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erik Jan ZURCHER, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 51– 87.
------------ “Doğuda ve Batıda Yabancı Kavramı”, Birikim, No: 102 (Ekim 1997), 34-46.
------------ “Ulusal Kimliğimizin Oluşumu Üzerine Bazı Tezler,” Birikim, No: 33 (Ocak 1992), 20-23.
AKGÜN, Birol. Birleşmiş Milletler 'Şemsiye'sini Arıyor, Zaman, 21 Eylül 2003
AKŞĐN, Aptülahat. Atatürk’ün Dış Politika Đlkeleri ve Diplomasisi, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
AKŞĐN, Sina ve başk. Türkiye Tarihi (1908 – 1980 ) , C. IV, 4. Basım, Đstanbul, Cem Yayınevi , Ekim 1995.
------------ Türkiye Tarihi (1980 – 1995 ) , C.V, 2. Basım, Đstanbul, Cem Yayınevi , Mart 1997.
AKTAR, Ayhan. Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme ‘ Politikaları, I. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000.
AKTAŞ, Ruşen ve Erbal AYDA. “Anneciğim, Türkler Geliyor”, Birikim, No. 74 (Haziran 1995), 71-77.
507
ALANTAR, Özden Z.O. “Türkiye-ABD Đlişkilerinin Güvenlik Boyutunda Dönüşümü,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 225-245.
ALBAYRAK, Haşim. Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus, 2. Baskı, Đstanbul, Babıali Kitaplığı, Ağustos 2003.
ALTUĞ , Kurtul. Nereden Nereye?, Gözcü , 17 Kasım 1999
ALTUNIŞIK, Meliha B. “Güvenlik Kıskacında Türkiye-Ortadoğu Đlişkileri,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 329-353.
ARAL, Berdal. “Türk Dış Politikası Söylemine Eleştirel Bir Yaklaşım: Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklığı”, Liberal Düşünce, C. 4, No.13 (Kış 1999), 58-71.
ARAS, Tevfik Rüştü. Görüşlerim, Yörük Matbaası, Đstanbul, 1968. ARMAOĞLU, Fahir. Belgelerle Türk – Amerikan Münasebetleri, Ankara,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991.
------------ 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, 1983.
ASSMANN, Jan. Kültürel Bellek, Çev. Ayşe TEKĐN, Birinci Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001.
AŞIK, Melih. Bize Müstehak, Milliyet , 05 Şubat 1998. ATAÖV,Türkkaya. "Milletlerarası Münasebetler Nedir ve Üniversitelerde
Nasıl Okutulabilir?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.XV, N. 2 (Haziran 1960), 181 - 202.
ATATÜRK, Mustafa Kemal. Söylev, Haz. Hıfzı Veldet VELĐDEDEOĞLU, 35. Basım, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Eylül 2000.
------------ Yurttaşlık Bilgileri, Haz. Nuran TEZCAN, Cumhuriyet, Haziran 1997.
ATAY, Falih Rıfkı. Çankaya, Đstanbul, Pozitif Yayınları, Eylül 2004. AYATA, Ayşe. “Türkiye’de Kimlik Politikalarının Doğuşu” 75 Yılda
Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, ed. Artun Ünsal, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 159 – 168.
AYBAY, Rona. “ ‘Teba – i Osmani’den ‘T.C. Yurttaşı’na Geçişin Neresindeyiz?” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 37 – 42.
AYDEMĐR, Şevket Süreyya. Đnkılâp ve Kadro, Beşinci Basım, Đstanbul, Remzi Kitabevi, Temmuz 2003.
508
AYDIN, Mustafa. “Determinants of Turkish Foreign Policy : Historical Framework and Traditional Inputs,” Middle Eastern Studies, C.35, No. 4 ( October 1999 ), 152 – 186.
------------ “Türkiye’de Uluslararası Đlişkiler Eğitiminin Dünü Bugünü,” Uluslararası Đlişkiler, Cilt:2,Sayı: 6, Yaz 2005, 25-29.
AYDIN, Suavi. Kimlik Sorunu, Ulusallık ve Türk Kimliği, Ankara, Öteki Yayınevi, Mayıs 1998.
------------ “Türkiye’de ‘Devlet Geleneği’ Söylemi Üzerine”, Birikim, No. 105-106 (Ocak-Şubat 1998), 63-82.
AYHAN, Aydın. Düşünce Tarihi ve Đnsan Doğası, Gendaş’ta Birinci Baskı, Đstanbul, Gendaş A.Ş. , Ekim 2004.
BALBAY, Mustafa. Đşte Siyaset Belgesi, Cumhuriyet, 14 Kasım 2005
BALDWIN, David A. “ The Concept of Security,” Review of International Studies, C.23, No. 1 ( January 1997 ), 5 – 26.
BALI, Rıfat N. Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni [1923-1945], 6. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003.
------------ “Vallahi Ben Masumum, Suçlu Sam Amca, Siyonistler ve Yahudiler’dir”, Birikim, No. 90 (Ekim 1996), 60-62.
BARKIN, J. Samuel. “Realist Constructivism,” Internatioal Studies Review, Vol. 5, Issue: 3 ( September 2003), 325 – 342.
BARUTÇU, Faik Ahmet. Siyasî Anılar 1939 – 1954, Đstanbul, Milliyet Yayınları, Mart 1977.
BAYAR, Celâl. Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, 1. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, 2. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, 3. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Gidiş, 4. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, 5. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, 6. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, 7. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Ben de Yazdım: Millî Mücadeleye Giriş, 8. Cilt, Đstanbul, Sabah Kitapları, 1997.
------------ Başvekilim Adnan Menderes, Der. Đsmet BOZDAĞ, Đstanbul, Tercüman Gazetesi, 1986.
509
BAYUR, Yusuf Hikmet. Türkiye Devletinin Dış Siyasası, 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995.
BIYIKLIOĞLU, Tevfik, Trakya’da Milî Mücadele, Cilt:1, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992.
BĐLA, Fikret. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Milliyet, 25 Kasım 2004 BĐLA, Hikmet. CHP Tarihi 1919–1979, Birinci Baskı, Ankara, DMS Doruk
Matbaacılık Sanayi, 1979. BĐLGE, A. Suat. Milletlerarası Politika, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1966. BĐLGĐN, Nuri. Kimlik Sorunu, 1. Basım, Đzmir, Ege Yayıncılık, Ocak 1994. ------------ Đnsan Đlişkileri ve Kimlik, Đkinci Basım, Đstanbul, Sistem
Yayıncılık, Aralık 2001. BĐLGĐN, Pınar. “Uluslararası Đlişkiler Çalışmalarında ‘Merkez –Çevre’:
Türkiye Nerede?,” Uluslararası Đlişkiler, Cilt:2, Sayı: 6, Yaz 2005, 3-14.
BĐRAND, M. Ali. Emret Komutanım, Birinci Baskı, Milliyet Yayınları, Kasım 1986.
BĐRĐNCĐ, Ali. “Đttihad ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve Đlk Nizamnamesi,” Tarih ve Toplum, C.9,No. 52 (Nisan 1988 ), 17 – 23.
Birleşmiş Milletler Binyıl Paneli, Ankara, 2000. BOLATOĞLU, Latif. ABD Dünyayı Nasıl Yönetiyor, Aydınlık,12 Mart 1994.
BORA, Tanıl. “Milli Tarih ve Devlet Mitosu,” Birikim, No.105-106 (Ocak-Şubat 1998), 83-93.
BORA, Tanıl ve N. ERDOĞAN. “’Dur Tarih, Vur Türkiye’ Türk Milletinin Milli Sporu Olarak Futbol,” Futbol ve Kültürü, Der. Roman HORAK, Wolfgang REITER ve Tanıl BORA, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004, 221 – 240.
BOSTANOĞLU, Burcu. Türkiye-ABD Đlişkilerinin Politikası, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Aralık 1999.
------------ “Türkiye’nin Ulusal Çıkar Kavramlaştırmasının ABD ile Đlişkileri Çerçevesinde Epistemolojik Bir Eleştirisi”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bil. Enstitüsü Araştırma Dergisi, No. 2 (Aralık 1997), 5-16.
------------ “Yeni Dünyayı Kurarken: Amerika’da Tarihi Kim Yazacak?” FP Foreign Policy, Türkiye Baskısı, Bilgi Üniversitesi Yayını, Mayıs – Haziran 2004, 32 - 41.
BOTTOMORE, Tom. Frankfurt Okulu, Çev. Ahmet ÇĐĞDEM, 2.Basım, Ankara, Vadi Yayınları, Eylül 1997.
BÖLÜKBAŞI, Süha. “Türkiye ve Đsrail: Mesafeli Yakınlıktan Stratejik Ortaklığa,” Liberal Düşünce, C.4, No.13 (Kış 1999), 138-152.
510
BROWN, Chris. “Do Great Powers Have Great Responsibilities? Great Powers and Moral Agency,” Global Society: Journal of Interdisciplinary International Relations, Vol.18, No:1 (January 2004), 5-19.
------------ “Self – Defense in an Imperfect World,” Ethics & International Affairs, Vol.17, Issue. 1, 2003, 2 – 8.
BULAÇ, Ali. “Öteki’nin Kimliği ve Đmajı,” Birikim, No. 71-72 (Mart-Nisan 1995), 76-80.
CANGIZBAY, Kadir. Hiç Kimsenin Cumhuriyeti, Ankara, Ütopya Yayınları, Mart 2000.
CARR, Edward Hallet. Tarih Nedir?, Çev. Misket Gizem GÜRTÜRK, 5. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999.
CAŞIN, Mesut Hakkı. "Irak Harekatında Kuzey Cephesi Sendromu ve Türk – Amerikan Đlişkilerinin Gelecekteki Olası Profilleri" Jeopolitik, Yıl: 2, Sayı: 5 , Kış 2003, 58 – 75.
CEBESOY, Ali Fuat. Ali Fuat Cebesoy’un Siyasî Hâtıraları (I. Kısım), Đstanbul, “Vatan” Neşriyatı, 1957.
------------ Siyasî Hâtıralar (II. Kısım), Đstanbul, Doğan Kardeş Yayınları A.Ş. Basımevi, 1960.
CEMAL PAŞA. Hatıralar, Haz. Behçet CEMAL, Đstanbul, Çağdaş Yayınları, Nisan 1977.
CEYHUN, Demirtaş. Osmanlı’da Yenileşme, Batılılaşma Tutkusunun Bir Ürünü Değildi, Cumhuriyet, 10 Aralık 2004
COCHRAN, Molly. Normative Theory in International Relations: A Pragmatic Approach, Birinci Baskı, Cambridge University Press, 1999.
------------ “A Democratic Critique of Cosmopolitan Democracy: Pragmatism from the Bottom – Up,” European Journal of International Relations, Vol.: 8, Issue: 4 ( December 2002 ), 517 – 548.
COHEN, ANTHONY P. Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Çev. Mehmet Küçük, Birinci Baskı, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Ekim 1999.
COLLINGWOOD, R. G. Tarih Tasarımı, Çev. Kurtuluş DĐNÇER, 2. Baskı, Ankara, Gündoğan Yayınları, Haziran 1996.
COLOME, Gabriel. “FC Barcelona ve Katalan Kimliği,” Futbol ve Kültürü, Der. Roman HORAK, Wolfgang REITER ve Tanıl BORA, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004, 125 – 132.
CONNERTON, Paul. Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin ŞENEL, Đstanbul, Belge Yayınları, 1999.
511
CONNOLY, William E. Kimlik ve Farklılık, Çev. Ferma LEKESĐZALIN, 1. Baskı, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995.
COMTE, Auguste. Pozitif Felsefe Kursları, Çev. Erkan ATAÇAY, Đstanbul, Sosyal Yayınlar, 2001.
COX, Robert W. Production, Power, And World Order, New York, Columbia University Press, 1987.
COX, Robert W. ve H. K. JACOBSON. “Decisionmaking,” International Social Science Journal, Vol.29, No.1 ( February 1977), 115 – 135.
COX, Michael. “Rethinking the End of the Cold War,” Review of International Studies, C.20, No.2 ( April 1994 ), 187 – 200.
CRISS, Nur Bilge. “Türk Dış Politikası ve Batı (1908-1945)”, Bilanço 1923-1998, Der. Zeynep RONA, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 351-357.
ÇALIŞ, Şaban. “The Turkish State’s Identity and Foreign Policy Decision-Making Process”, Mediterranean Quarterly, C. 6, No. 2 (Spring 1995), 135-155.
------------ “Ulus, Devlet ve Kimlik Labirentinde Türk Dış Politikası”, Liberal Düşünce, C. 4, No. 13 (Kış 1999), 5-21.
ÇALIŞLAR, Oral. Đnsanlar Beklenti Đçerisinde,Cumhuriyet, 3 Ağustos 2005
ÇANLI, Mehmet. “ Mübadele Dosyası – Yunanistan’daki Türklerin Anadoluya Nakledilmesi – I,” Tarih ve Toplum, C.22, No.129 (Eylül 1994 ), 54 - 61
------------ “ Mübadele Dosyası – Yunanistan’daki Türklerin Anadoluya Nakledilmesi – II,” Tarih ve Toplum, C.22, No.130 (Ekim 1994 ), 51-59.
ÇELEBĐ, Aykut. “Inter Arma Silent Leges:’Haklı Savaş’ ve Amerikan Entelektüellerinin ‘Sonsuz Adaleti’ ” Düşünen Siyaset, Sayı:17, Nisan 2003, 11-33.
ÇELĐK, Nur Betül. “Kemalist Hegemonya Üzerine Bir Kavramsallaştırma Denemesi”, Birikim, No. 105-106 (Ocak-Şubat 1998), 28-35.
ÇINAR, Menderes. “Postmodern Zamanların Kemalist Projesi”, Birikim, No. 91 (Kasım 1996), 32-38.
ÇĐĞDEM, Ahmet. Akıl ve Toplumun Özgürleşimi, 2. Baskı, Ankara, Vadi Yayınları, Nisan 1997.
512
DAĞI, Đhsan D. “Les Liaisons Dangereuses: Akademya, Devlet ve “Uluslararası Đlişkiler,” Liberal Düşünce, C.1, Bahar 1996, 76-82.
------------ “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve Đnsan Hakları”, Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 185-226.
------------ “Turkey in 1990 s: Foreign Policy, Human Rights, and the Search for a New Identity”, Mediterranean Quarterly, C. 4, No. 4 (Fall 1993), 60-67.
------------ “Uluslararası Politikada Devletin Yeri: Libertenyen Bir Eleştiri,” Liberal Düşünce, C.1, No.1 (Kış 1996), - .
DEMĐRTAŞ, Hasan. “Bilim-Đktidar Đlişkisinin Niteliği ve Bilim Đnsanının Sorumluluğu” Eğitim Araştırmaları, Yıl:3, Sayı: 11, Bahar 2003, 33-43.
DERĐNGĐL, Selim. “ Dış Politikada Süreklilik Sorunsalı : II.Abdülhamit ve Đsmet Đnönü, ” Toplum ve Bilim, No. 28 (Kış 1985 ) , 93 – 107
Devlet’in Kavram ve Kapsamı, Ankara, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yayınlarından No: 1, 1990.
DURKHEIM, Emile. Sosyolojik Metodun Kuralları, Çev. Enver AYTEKĐN, Đkinci Basım, Sosyal Yayınlar, Ekim 1994.
DURSUN, Çiler. “Hegel’de Kendilik Bilinci ve Öteki Đçindeki Yolculuk” Doğu Batı, Yıl:7, Sayı: 28, Ağustos, Eylül, Ekim, 2004, 181-193.
DURU, Orhan. Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları, Üçüncü Basım,Đstanbul,Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2004.
DÜNDAR, Can. Milliyetçiliğin Sonbaharı, Milliyet, 11 Eylül 2004 ------------ “Son Düşman”ın Toprağında, Milliyet, 7 Aralık 2004 DÜNDAR, Fuat. Đttihat ve Terakki’nin Müslümanları Đskân Politikası
(1913–1918 ), 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002. ELIAS, Norbert. Zaman Üzerine, Çev. Veysel ATAYMAN, Đstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2000. ENGELS, Friedrich. Anti – Dühring, Çev. Kenan SOMER, Dördüncü Baskı,
Ankara, Sol Yayınları, 2003.
ERALP, Atila. “Uluslararası Đlişkiler Disiplininin Oluşumu: Đdealizm-Realizm Tartışması” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 57-88.
ERDOĞAN, Necmi. “Popüler Futbol Kültürü ve Milliyetçilik”, Birikim, No. 49 (Mayıs 1993), 26-33.
513
ERGUN, Doğan. Kimlikler Kıskacında Ulusal Kişilik, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Şubat 2000.
------------ Sosyoloji ve Tarih, 2. Baskı, Đstanbul, Der Yayınları, 1982. ERHAN, Çağrı. "Türkiye-ABD Đlişkilerinin Mantıksal Çerçevesi", 21.
Yüzyılın Eşiğinde Türk Dış Politikası, Der. Đdris BAL, 1. Baskı, Đstanbul, Alfa Yayınları, Kasım 2001, 117 -129.
ERKĐN, Feridun Cemal. Türk-Sovyet Đlişkileri ve Boğazlar Meselesi, Ankara, Başnur Matbaası, 1968.
ERTÜRK, Hüsamettin. Đki Devrin Perde Arkası, Haz. Samih Nafiz TANSU, Birinci Basım, Đstanbul, Sebil Yayınevi, 1996.
ERYILMAZ, Bilal. Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, Đstanbul, Ağaç Yayıncılık,
EVREN, Kenan. Kenan Evren’in Anıları, Cilt : 1, Birinci Baskı, Milliyet Yayınları, Kasım 1990.
FEYERABEND, Paul. Yönteme Karşı, Çev. Ertuğrul BAŞER, 1. Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1999.
FĐŞEK, Kurthan. Ankara’nın Telefonları Ankara’nın Mektupları, Hürriyet, 19 Aralık 2000
FORDHAM, Frieda. Yung Psikolojisi, Çev. Aslan YALÇINER, Dördüncü Basım, Đstanbul, Say Yayınları, 1997.
GEUSS, Raymod. Eleştirel Teori Habermas ve Frankfurt Okulu, Çev. Ferda KESKĐN, Birinci Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2002.
GIDDENS, Anthony. Sosyoloji: Eleştirel Bir Yaklaşım, Çev. M. Ruhi ESENGÜN ve Đsmail ÖĞRETĐR, 5. Baskı, Đstanbul, Birey Yayıncılık, Ekim 1998.
------------ Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, Çev. Tuncay BĐRKAN, Đkinci Basım, Đstanbul, Metis Yayınları, Ekim 2001.
------------ Modernliğin Sonuçları, Çev. Ersin KUŞDĐL, Üçüncü Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004.
------------ Toplumun Kuruluşu, Çev. Hüseyin ÖZEL, Birinci Basım, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.
GĐRĐTLĐ, Đsmet. Birleşmiş Milletler ve Reform Sorunu,Türkiye, 25 Eylül 1998.
GLEICK, James. Kaos: Yeni Bir Bilim Teorisi, Çev. Fikret ÜÇCAN, 12. Basım, Ankara, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu ( TÜBĐTAK ), Ağustos 2003 .
GÖKALP, Ziya. Türkleşmek Đslâmlaşmak Muâsırlaşmak, Haz. Kemal BEK, Đstanbul, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, Mart 2004.
------------ Türkçülüğün Esasları, Haz. Mahir ÜNLÜ ve Yusuf ÇOTUKSÖKEN, 6. Baskı, Đstanbul, Đnkılâp Kitabevi, 2001.
514
GÖKAY, Bülent. “ Turkish Settlement and the Caucasus, 1918 – 20, ” Middle Eastern Studies, C.32, No.2 ( April 1996 ) , 45 - 76
GÖNLÜBOL, Mehmet ve başk. Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), 9.Baskı, Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996.
GÖNLÜBOL, Mehmet. Uluslararası Politika, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1978.
GÖRGÜLÜ, Đsmet. On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 – 1922 , Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1993.
GÖZEN, Ramazan. “Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Uluslararası Đlişkiler: Küreselleşme Perspektifi,” Liberal Düşünce, C.2, No: 7 (Yaz 1997), 74-91.
GRAMSCI, Antonio. Hapisane Defterleri, Çev. Adnan CEMGĐL, 3. Baskı, Đstanbul, Belge yayınları, Eylül 1997.
GÜR, Aslı. “Üç Boyutlu Öyküler: Türkiyeli Ziyaretçilerin Gözünden Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Temsil Ettiği Ulusal Kimlik,” Türkiye’nin Toplumsal Hafızası, Der. Esra ÖZYÜREK, 1. Baskı, , Đletişim Yay. Đstanbul, 2001, 215-247.
GÜRSES, Hakan. “Kimlik Kavramı Üzerine Çeşitli Düşünceler,” Birikim, No. 121 (Mayıs 1999), 72-84.
GÜVENÇ, Bozkurt. “Cumhuriyet ve Kimlik: Konu, Sorun, Kapsam ve Bağlam” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, ed. Artun Ünsal, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 117 – 126.
GÜVENÇ, Serhat. “TSK’nın Sınır Ötesi Girişim Yetenekleri: Ulusal Güvenlik Politikasında Yeni Boyut,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 135-167.
HAACKE, Jurgen. “ Theory and Praxis in International Relations: Habermas, Self - reflection, Rational Argumentation,” Millennium, C. 25, No.2 (Summer 1996 ), 255 – 289.
HABERMAS, Jürgen. Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Çev. Mustafa TÜZEL, Birinci Basım, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1998.
------------ Đletişimsel Eylem Kuramı, Çev. Mustafa TÜZEL, Birinci Basım, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, Şubat 2001.
HALAÇOĞLU, Ahmet. Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912 – 1913 ), 2. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1995.
HARDT, Michael ve A. NEGRI. Đmparatorluk, Çev. Abdullah YILMAZ, Beşinci Baskı, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003,
515
HĐÇYILMAZ, Ergun. Esir Kampları, Đstanbul, Beyaz Balina Yayınları,Temmuz 2001,
HORKHEIMER, Max. Akıl Tutulması, Çev. Orhan KOÇAK, Beşinci Basım, Đstanbul, Metis Yayınları, Şubat 2002.
------------ “Bilim ve Bunalım Üzerine Notlar” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL, 1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 9 – 15.
------------ “Materyalizm ve Metafizik” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL,1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 16– 49.
------------ “Geleneksel ve Eleştirel Kuram” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL, 1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 339 – 389.
------------ “Mutlak Konsantrasyonun Felsefesi” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev. Mustafa TÜZEL, 1. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 454 – 465.
------------ “Felsefenin Toplumsal Đşlevi” Geleneksel ve Eleştirel Kuram, Çev.Mustafa TÜZEL,1.Baskı, Đstanbul,Yapı Kredi Yayınları, Ağustos 2005, 466 – 484.
HOSBAWM, Eric. Tarih Üzerine, Çev. Osman AKINHAY, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999.
HUNTINGTON, Samuel P. Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, Çev. Aytül ÖZER, Birinci Baskı, Đstanbul, CSA Global Yayın Ajansı, Ekim 2004.
------------ “ABD Ulusal Çıkarlarını Yitirirken,” Medeniyetler Çatışması, Der. Murat YILMAZ, 7. Basım, Vadi Yayınları, Nisan 2002, 157 - 162.
ĐBA, Şaban. Milli Güvenlik Devleti, 1. Baskı, Đstanbul, Çiviyazıları, Eylül 1999.
------------ Ordu, Devlet, Siyaset, 1. Baskı, Đstanbul, Çiviyazıları, Temmuz 1998.
ĐLTER, Tuğrul. “Keşfin Beyaz Mitolojisi: “Yeni Dünya’nın Keşfinden “Olgular”ın Bulgusu Yoluyla George Bush’un “Yeni Dünya” Düzen(ler)ine,” Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, Der. E. Fuat KEYMAN, Mahmut MUTMAN ve Meyda YEĞENOĞLU, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999, 235-253.
ĐNALCIK, Halil. “Türkiye ve Avrupa: Dün Bugün,” Doğu Batı, C.1, No. 2 (Şubat-Mart-Nisan 1998), 7-28.
ĐNÖNÜ, Đsmet. Hatıralar, Haz. Sabahattin SELEK, 1. Kitap, Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Ekim 1985.
516
------------ Hatıralar, Haz. Sabahattin SELEK, 2. Kitap, Birinci Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Kasım 1987.
JAHN, Beate. “ IR and the State of Nature : The Cultural Origins of A Ruling Ideology,” Review of International Studies , C.25, No.3 (July 1999), 411 - 434
JENKINS, Keith. Tarihi Yeniden Düşünmek, Çev. Bahadır Sina ŞENER, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, Şubat 1997.
JUNG, Carl Gustav. Đnsan Ruhuna Yöneliş, Çev. Engin BÜYÜKĐNAL, 5. Baskı, Đstanbul, Say Yayınları, 2004.
KADIOĞLU, Ayşe. “The Paradox of Turkish Nationalism and Construction of Official Identity,” Middle Eastern Studies,C.32, No.2 (April 1996), 177 – 193.
------------ “Milletini Arayan Devlet: Türk Milliyetçiliğinin Açmazları,” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, ed. Artun Ünsal, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 201 – 211.
KADRITZKE, Niels. “Milliyetçiliğin Tarihine Şaşırtıcı Dönüşü”, Birikim, Çev. Deniz Can KOÇAK, No. 45-46, 87-97.
KAHRAMAN, Hasan Bülent ve E. F. KEYMAN. “Kemalizm, Oryantalizm ve Modernite,” Doğu Batı, C.1, No. 2 (Şubat-Mart- Nisan 1998), 63-75.
KAPLAN, Đsmail. Türkiye’de Milli Eğitim Đdeolojisi, 3. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002.
KARABEKĐR, Kâzım. Kürt Meselesi, Haz. Faruk ÖZERENGĐN, 2. Basım, Đstanbul, Emre Yayınları, Ekim 1995.
------------ Gizli Harp Đstihbarat, Haz. Emrullah TEKĐN, Đstanbul, Kamer Yayınları, 1998,
------------ Ermeni Dosyası, Haz. Faruk ÖZERENGĐN, 6. Baskı, Đstanbul, Emre Yayınları, Mart 2005.
KARABELĐAS, Gerassimos. “ The Evolution of Civil – Military Relations in Post-War Turkey, 1980 – 1995,” Middle Eastern Studies, C.35, No.4 (October 1999 ), 130 – 151.
KARAOSMANOĞLU, Ali L. “Transatlantik Çatlağı: Değişen Kimlikler” Doğu Batı, Yıl:6, Sayı: 23, Mayıs, Haziran, Temmuz 2003, 175-183.
------------ “Türkiye’nin Karadeniz Güvenliğine Bakışı”, Strateji 95/1,21-34. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri. Politikada 45 Yıl, 3. Baskı, Đstanbul,
Đletişim Yayınları, 2002.
KAYALI, Hasan. “Bağımsızlık Mücadelesi Đçinde Anadolu-Suriye Đlişkileri, 1918-1923,” Bilanço 19243-1998, Der. Zeynep RONA, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 359-365.
517
KEAT, Russel ve John URRY. Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev. Nilgün ÇELEBĐ, 2. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Kasım 2001.
KEYMAN, E. Fuat. Küreselleşme, Devlet, Kimlik/Farklılık: Uluslararası Đlişkiler Kuramını Yeniden Düşünmek, Çev. Simten COŞAR, Đstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti., Ekim 2000.
------------ “Eleştirel Düşünce: Đletişim, Hegemonya, Kimlik/Farkı” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 227-260.
------------ “Farklılığa Direnmek: Uluslararası Đlişkiler Kuramında ‘Öteki’ Sorunu,” Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, Der. E. Fuat KEYMAN, Mahmut MUTMAN ve Meyda YEĞENOĞLU, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999, 71-106.
------------ "Türkiye Irak Savaşı'nı Nasıl Okumalı?," Dünya'nın Bütün Sokakları Đsyanda, Der. Osman AKINHAY ve Özcan ÖZEN, 1. Baskı, Đstanbul, Everest Yayınevi, Nisan 2003, 191-206.
------------ “Kimlik ve Demokrasi,” Devlet ve Ötesi, Der. Atila ERALP, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 217- 250.
KISSINGER, Henry. Amerika’nın Dış Politikaya Đhtiyacı Var Mı ?, Çev. Tayfun EVYAPAN, 1.Baskı, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık ve iletişim A.Ş. Yayınları, Ekim 2002.
KĐLĐ, Suna ve Şeref GÖZÜBÜYÜK. Türk Anayasa Metinleri, 2. Baskı, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Mayıs 2000.
Kitap Đncelemesi Bölümü, Uluslararası Đlişkiler,Cilt:2,Sayı:6,Yaz 2005, 173 – 201.
KOLOĞLU, Orhan. Cumhuriyet’in Đlk Onbeş Yılı (1923 – 1938 ) , 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayıncılık, Haziran 1999.
KOÇAK, Cemil. Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:1, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2003
------------ Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, Cilt:2, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2003.
KÖKER, Levent. Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, 9. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005.
Köylerimiz, Ankara,T.C. Đçişleri Bakanlığı Đller Đdaresi Genel Müdürlüğü, 1968.
KÖNĐ, Hasan ve Sinan OĞAN. “11 Eylül’ün Yıldönümünde Rusya : ABD Đle Balayından “Şer Ekseni” Đle Flörte…” Stratejik Analiz, Cilt: 3, Sayı: 30, Ekim 2002, 5-16.
KUHN, Thomas S. Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer KUYAŞ, 5. Baskı, Đstanbul, Alan Yayıncılık, Mayıs 2000.
518
KUT, Şule. “Türkiye’nin Soğuk Savaş Sonrası Dış Politikasının Anahatları,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 45-64.
------------ “Türkiye’de Uluslararası Đlişkiler Eğitiminin Geleceği,”Uluslararası Đlişkiler, Cilt:2,Sayı: 6, Yaz 2005, 87-95.
KÜÇÜKÖMER, Đdris. Düzenin Yabancılaşması, Đstanbul, Ant Yayınları, Nisan 1969.
LACLAU, Ernesto ve Lilian ZAC. “Aralığı Kapatmak: Siyasetin Öznesi” Siyasal Kimliklerin Oluşumu, Der. Ernesto LACLAU, 1. Baskı, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Aralık 1995, 21-55.
LEKESĐZALIN, Fermâ. “Habermas’ın Đdeoloji Eleştirisi ve Postyapısalcı Cyborg’a Đlişkin Bir Soruşturma” Doğu Batı, Yıl:7, Sayı: 28, Ağustos, Eylül, Ekim, 2004, 155-162.
LINKLATER, Andrew. Beyond Realizm and Marxism: Critical Theory and International Relations, 1. Baskı, London, The Macmillan Press Ltd, 1990.
------------ Men and Citizens in the Theory of International Relations, Đkinci Baskı, Hong Kong, The Macmillan Press Ltd., 1990.
------------ “The Problem of Harm in World Politics: Implications for the Sociology of States - systems ” International Affairs, Vol. 78, Issue 2, April 2002, 319 - 338.
------------ “Dialogic Politics and the Civilising Process,” Review of International Studies, Vol.31, Issue 1 (January 2005), 141 – 154.
------------ “Cosmopolitan Citizenship,” Citizenship Studies, Vol.2, No.1, 1998, 23 – 41. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Genel Oturumların
Protokolleri ve Birinci Komisyon Tutanakları ile Raporları ( Ülke ve Askerlik Sorunları )), Çev. Seha L. Meray, Birinci Takım, Cilt I, Kitap I, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Genel Oturumların Protokolleri ve Birinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları (Ülke ve Askerlik Sorunları ), Çev. Seha L. Meray, Birinci Takım, Cilt I, Kitap II, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Đkinci Komisyonun Tutanakları ile Raporları ( Yabancılara Uygulanacak Rejim ), Çev. Seha L. Meray, Birinci Takım, Cilt II, Kitap III, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
519
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar–Belgeler, Üçüncü Komisyonun Tutanakları ile Raporları( Đktisat ve Maliye Sorunları), Çev. Seha L. Meray, Birinci Takım,Cilt III,Kitap IV,2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, 1 Şubat – 22 Nisan 1923 Görüşmelerine Đlişkin Belgeler, Çev. Seha L. Meray, Birinci Takım, Cilt IV, Kitap V, 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Konferansın Đkinci Dönemine Đlişkin Tutanaklar ile Belgeler ( 23 Nisan – 24 Temmuz 1923 ), Çev. Seha L. Meray, Đkinci Takım, Cilt I, Kitap I ( 6. Kitap ), 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler, Konferansın Đkinci Dönemine Đlişkin Tutanaklar ile Belgeler ( 23 Nisan – 24 Temmuz 1923 ), Çev. Seha L. Meray, Đkinci Takım, Cilt I, Kitap II ( 7. Kitap ), 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
Lozan Barış Konferansı Tutanaklar – Belgeler (Konferansda Đmzalanan Senetler), Çev. Seha L. Meray, Đkinci Takım, Cilt II, (8. Kitap), 2. Baskı, Đstanbul, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2001.
MACAR, Elçin. Đstanbul Rum Patrikhanesi, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2004.
MAGGIORI, Robert. “Đmparatorluk’un Tahakkümü Düyayı Boğuyor,” Cumhuriyet Kitap, Sayı : 812, 8 Eylül 2005, 5.
MAKOVSKY, Alan. “Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye Politikası: Gelişme ve Sorunlar” Türkiye – ABD Đlişkileri, Çev. Faruk ÇAKIR ve Nasuh USLU, 1. Basım, Đstanbul, Liberte Yayınları, Ekim 2001, s.323 - 396.
MANGO, Andrew. “ Ataturk and Kurds,” Middle Eastern Studies, C.35, No.4 (October 1999 ), 1 – 25.
MARCUSE, Herbert. Tek – Boyutlu Đnsan, Çev. Aziz YARDIMLI, Üçüncü Basım, Đstanbul, Đdea Yayınevi, 1997.
------------ Us ve Devrim: Hegel ve Toplumsal Kuramın Doğuşu, Çev.Aziz YARDIMLI, 2. Baskı, Đstanbul, Đdea Yayınevi, 2000.
MARX, Karl ve Friedrich ENGELS. Alman Đdeolojisi, Çev. Sevim BELLĐ, Beşinci Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 2004.
MARX, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848 – 1850, Çev. Sevim BELLĐ, 4. Baskı, Ankara, Sol Yayınları, Ekim 1996.
------------ Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev. Sevim BELLĐ, Üçüncü Baskı, Ankara, Sol Yayınları, 2002.
520
MENTEŞE, Halil. Halil Menteşe’nin Anıları, 1. Baskı, Đstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, Kasım 1986.
MERAY, Seha L. ve Osman OLCAY. Osmanlı Đmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması, Đlgili Belgeler), Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1977.
MIDLARSKY, Manus I. “The Impact of External Threat on States and Domestic Societies” International Studies Review, Vol. 5, Issue 4, December 2003, 13 - 18.
MONSHIPOURI, Mahmood “The Paradoxes Of U.S. Policy In The Middle East,”Middle East Policy, Cilt:IX, No:3, Eylül 2002, 65 – 84.
MORGENTHAU, Hans J. Uluslararası Politika, Çev. Baskın ORAN ve Ünsal OSKAY, Cilt : 1, Birinci Baskı, Ankara, Türk Siyasi Đlimler Derneği Yayınları, 1970.
------------ Uluslararası Politika, Çev. Baskın Oran ve Ünsal Oskay, Cilt : 2, Birinci Baskı, Ankara, Türk Siyasi Đlimler Derneği Yayınları, 1970.
MOSKOVICI, Serge. “Komplo Zihniyeti,” Birikim, Çev. Hacer HARLAK, No. 90 (Ekim 1996), 45-59.
MUNSLOW, Alun. Tarihin Yapı Sökümü, Çev. Abdullah YILMAZ, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2000.
MUTMAN, Mahmut. “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı Đslâm” Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, Der. E. Fuat KEYMAN, Mahmut MUTMAN ve Meyda YEĞENOĞLU, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999, 25-69.
OKUTAN, M. Çağatay. Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, 1. Baskı, Đstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Haziran 2004. OKYAR, Fethi. Fethi Okyar’ın Anıları, Haz. Osman OKYAR ve Mehmet
SEYĐTDANLIOĞLU,2. Baskı, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 1999.
ONIS, Ziya. “Turkey, Europe and Paradoxes of Identity: Perspectives on the International Context of Democratization”, Mediterranean Quarterly, C.10, No.3 (Summer 1999), 107-136.
ORAN, Baskın. Atatürk Milliyetçiliği, 4. Basım, Ankara, Bilgi Yayınevi, Mart 1997.
------------ Küreselleşme ve Azınlıklar, 4. Basım, Ankara, Đmaj Yayınevi, Aralık 2001.
------------ Türkiye’de Azınlıklar, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2004. ORAN, Baskın ve başk. Türk Dış Politikası, Cilt:I, 11. Baskı, Đstanbul,
Đletişim Yayınları, 2005.
521
------------ Türk Dış Politikası, Cilt:II, 8. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005.
ORBAY, Rauf. Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Haz. Feridun KANDEMĐR, Đstanbul, Yakın Tarihimiz Yayınları: 4, 1965.
ORTAYLI, Đlber. Đmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999.
------------ Osmanlı Đmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, 1. Basım, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1998.
OTTAWAY, Marina. “US Nation-Building Policy In The Greater Middle East,” The International Spectator, Vol:38,No:4, October-December 2003 , 21 – 32.
ÖNDER, Ali Tayyar. Türkiye’nin Etnik Yapısı, Altıncı Basım, Đstanbul, Pozitif Yayınları, Ekim 2005.
ÖZCAN, Gencer. “Ana Muhalefet Hükümetinin Ortadoğu Politikasından Kesitler,” Onbir Aylık Saltanat, Haz. Gencer ÖZCAN, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Şubat 1998, 217-241.
------------ “Doksanlarda Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Ve Dış Politikasında Askeri Yapının Artan Etkisi,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 67-100.
------------ Gencer. “Doksanlı Yıllarda Türkiye’nin Değişen Güvenlik Ortamı,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 13-43.
------------ “Kuramdan Gerçekliğe Giden Yol,” Onbir Aylık Saltanat, Haz. Gencer ÖZCAN, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Şubat 1998, 265-290.
------------ “Sonun Başlangıcı,” Onbir Aylık Saltanat, Haz. Gencer ÖZCAN, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Şubat 1998, 201-216.
------------ “Yalan Dünyaya Sanal Politikalar,” Onbir Aylık Saltanat, Haz. Gencer ÖZCAN, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Şubat 1998, 179-200.
ÖZGÜR, Özker. Kıbrısta Demokrasi Bunalımları,1.Baskı, Đstanbul, Cem Yayınevi,1992.
ÖZKAN, Tuncay. Bush ve Saddam’ın Gölgesinde Entrikalar Savaşı, 1.Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd., Şubat 2003.
522
PARLAK, Đsmet. Kemalist Đdeoloji’de Eğitim, 1.Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, 2005.
PEKER, Recep. Đnkılâp Dersleri, 4. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1984. PLATON (EFLATUN). Devlet, Çev. Sabahattin EYUBOĞLU ve M.Ali
CĐMCOZ, 8. Baskı, Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2004.
RAGIN, Charles ve D. CHIROT. ”Immanuel Wallerstein’ın Dünya Sistemi: Tarih Olarak Siyaset ve Sosyoloji,” Tarihsel Sosyoloji, ed. Theda SKOCPOL, 2. Baskı, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Aralık 2002., 276 – 312.
RUELLE, David. Rastlantı ve Kaos, Çev. Deniz YURTÖREN, 18. Basım, Ankara, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu ( TÜBĐTAK ), Ekim 2004.
RUESCHEMEYER, Dietrich. ”Reinhard Bendix’in Karşılaştırmalı Sosyolojisinde Teorik Genelleme ve Tarihsel Tikellik,” Tarihsel Sosyoloji, ed. Theda SKOCPOL, 2. Baskı, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Aralık 2002., 130 – 169.
SALECL, Renata. “Kimlik Krizi ve Eski Yugoslavya’da Yeni Hegemonya Mücadelesi,” Siyasal Kimliklerin Oluşumu, Der. Ernesto LACLAU, 1. Baskı, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Aralık 1995, 255-286.
SANDER, Oral. Siyasi Tarih 1918-1994, 7. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, 1998.
------------ Türkiye’nin Dış Politikası, Der. Melek FIRAT, Ankara, Đmge Kitabevi, 1. Baskı, Mart 1998.
------------ "Türk Dış Politikasında Sürekliliğin Nedenleri", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C.XXXVII, N.3-4, 1982, 105 - 124.
SAYYID, Bobby. “Zamanın Göstergesi: Dokuzuncu Haçlı Seferi”nde Savşan Kafirler ve Zındıklar,” Siyasal Kimliklerin Oluşumu, Der. Ernesto LACLAU, 1. Baskı, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Aralık 1995, 319-344.
SEZER, Duygu Bazoğlu. “Türkiye’de Uluslararası Đlişkiler Çalışmalarının Bilim Dalı Olarak Gelişmesine Güncel ve Tarihsel Bir Bakış,”Uluslararası Đlişkiler,Cilt:2,Sayı: 6, Yaz 2005, 30-42.
SKOCPOL, Theda. Devletler ve Toplumsal Devrimler, Çev. S. Erdem TÜRKÖZÜ, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Temmuz 2004.
------------ ”Sosyolojinin Tarihsel Đmgelemi,” Tarihsel Sosyoloji, ed. Theda SKOCPOL, 2. Baskı, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Aralık 2002., 1 – 21.
523
SLATER, Phil. Frankfurt Okulu Kökeni ve Önemi, Çev. Ahmet ÖZDEN, Birinci Baskı, Đstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1998.
SMITH, Anthony D. Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Çev. Derya KÖMÜRCÜ, Birinci Basım, Everest Yayınları, Ocak 2002.
SORENSEN, Georg. “ IR Theory After the Cold War,” Review of International Studies, C.24, Special Issue ( December 1998 ), 83 - 100
SÖNMEZOĞLU, Faruk. Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 2.Basım, Đstanbul, Filiz Kitabevi, 1995.
STEINHAUS, Kurt. Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Çev. M. AKKAŞ, Đstanbul, Sander Yayınları, Ekim 1973.
STEVENS, Jacqueline. Devletin Yeniden Üretimi, Çev. Abdullah YILMAZ, Birinci Basım, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001
SULTAN ABDÜLHAMĐT. Siyasî Hatıratım, 4. Baskı, Đstanbul, Dergah Yayınları, Nisan 1984.
SUNAR, Đlkay. Düşün ve Toplum, 1. Baskı, Ankara, Birey ve Toplum Yayınları, Mart 1986.
ŞEN, Serdar. “Silahlı Kuvvetler ve Resmi Đdeoolojinin Yeniden Üretimi,” Birikim, No.105-106 (Ocak-Şubat 1998), 137-144.
ŞĐMŞĐR, Bilal N. Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: I, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989.
------------ Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: II, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989.
------------ Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: III, Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989.
------------ Malta Sürgünleri, Đkinci Basım, Ankara,Bilgi Yayınevi, Nisan 1985.
------------ “Dış Đlişkiler Bakımından Türkiye Cumhuriyeti’nin Đlanı,” Bilanço 1923-1998, Der. Zeynep RONA, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1999, 367-380.
TALAT PAŞA. Talat Paşa’nın Anıları, Haz. Alpay KABACALI, 1. Basım Đstanbul, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Şubat 2000.
TANRISEVER,Oktay F. “Yöntem Sorunu: Gelenekselçilik-Davranışsalcılık Tartışması,” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 89-129.
TANSĐ, Deniz. “ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı ve Türkiye,” Cumhuriyet Strateji, Yıl:2, Sayı:64, 19 Eylül 2005, 14 -16.
524
TANSU, Đsmail. "Kıbrısın Özgürlük MÜcadelesinde T.M.T. ve Dr. Fazlı Küçük ile Rauf Denktaş" Kıbns Mektubu, C.9, No. 7 ( Kasım 1996), 6-11.
TEKELĐ, Đlhan. “Đttihat ve Terakki Döneminde Dış Dünya ve Uygulanan Dış Politika,” Toplum ve Bilim, No. 28 (Kış 1985 ) , 111 – 130.
TESAL, Ömer Dürrü. “Türk – Yunan Đlişkilerinin Geçmişinden Bir Örnek – Azınlıkların Mübadelesi, ” Tarih ve Toplum , C. 9 , No. 53 (Mayıs 1988), 46-52.
TĐMUR, Taner. Osmanlı Kimliği, 3. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Mart 1998.
------------ Türk Devrimi ve Sonrası, 5. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, Ocak 2001.
TOLON, Ahmet Hurşit. Birinci Dünya Savaşı Sırasında Taksim Anlaşmaları ve Sevr’e Giden Yol, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Hava Kurumu Basımevi, 2004.
TOPRAK, Zafer. “ 70. Yıldönümünde Đttihat ve Terakki’nin 1916 Kongresi,” Tarih ve Toplum , C.6, No.33 ( Eylül 1986 ), 133 - 138
TUNAYA, Tarık Zafer. Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 1, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları , 1998.
------------ Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003.
TÜRKAY, Mehmet. “Türkiye’de Egemen Đdeoloji-Resmi Đdeoloji Đlişkisine Bir Yaklaşım,” Birikim, No. 105-106 (Ocak-Şubat 1998), 50-56.
TÜRKER, Orhan. “ Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ahali Mübadelesinin 75. Yılı,” Tarih ve Toplum, C.29, No.172 ( Nisan 1998 ) , 34 – 43
TÜRKÖNE, Mümtazer. “Derin Devlet,” Doğu Batı, C. 1, No. 1 (Kasım 1997), 60-77.
------------ Irak Sonrası ABD Đmparatorluğu Gözler Her Zaman Yanıltır, Radikal, 22 Nisan 2003.
UZGEL, Đlhan. Ulusal Çıkar ve Dış politika, 1. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Mayıs 2004.
ÜLMAN, Burak. “Türkiye’nin Yeni Güvenlik Algılamalara Ve “Bölücülük,” En Uzun On Yıl, Der. Gencer ÖZCAN ve Şule KUT, 1. Basım, Đstanbul, Boyut Yayın Grubu, Kasım 1998, 101-133.
525
ÜLSEVER, Cüneyt. Dünya Liderleri Nasıl Bir Dünya Düşünüyorlar:Yeni Yüzyıla Yeni Bir Ahlak Anlayışı Lazım, Hürriyet,11 Eylül 2000.
ÜNAL, Hasan. “Young Turk Assessments of International Politics, 1906 – 1909,” Middle Eastern Studies, C.32, No.2, (April 1996 ), 30 - 44
ÜNDER, Hasan. “Kemalist Cumhuriyetçiliğin Klasik Ruhu,” Birikim, No. 115 (Kasım 1998), 60-74.
ÜNSAL, Artun. “Yurttaşlık Zor Zanaat” 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, ed. Artun Ünsal, Đstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, Aralık 1998, 1 – 36.
VERGĐN, Nur. Siyasetin Sosyolojisi, Birinci Basım, Đstanbul, Bağlam Yayınları, Mart 2003,
VICO, Giambattista. On the Study Methods of Our Time, Çev. Elio Gianturco, 1. Baskı, New York, Cornell University Press, 1990.
------------ The New Science of Giambattista Vico, Çev. Thomas Goddard BERGIN ve Max HAROLDFISH, 1. Baskı, New York, 1984.
VOLKAN, Vamık D. ve Norman ITZKOWITZ. Ölümsüz Atatürk, Đstanbul, Bağlam Yayınları, 1999.
WALLERSTEIN, Immanuel. Amerikan Gücünün Gerileyişi, Çev.Tuncay BĐRKAN, Birinci Basım, Đstanbul, Metis Yayınları, 2004.
WALTZ, Kenneth N. “The New World Order,” Millennium, C.22, No.2 (Summer 1993 ), 187 – 195.
YALVAÇ, Faruk. “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar,” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 131-184.
YAŞIN, Gözde Kılıç. “Ruhban Okulu Çıkmazı” Cumhuriyet Strateji, Yıl : 2, Sayı : 72, 14 Kasım 2005, 20 – 21.
YEĞEN, Mesut. Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1999.
YEĞEN, Mesut. “ The Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity ,” Middle Eastern Studies , C.32, No.2 ( April 1996 ), -
Yeni Tabiî Yer Adları, Ankara, T.C. Đçişleri Bakanlığı Đller Đdaresi Genel Müdürlüğü Beşinci Şube Müdürlüğü, 1977.
YILDIZ, Ahmet. “ ‘Ne Mutlu Türküm Diyebilene’ Türk Ulusal Kimliğinin Etno – Seküler Sınırları (1919 – 1938 ),”, 1.Basım, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2001.
526
YILDIZOĞLU, Ergin. “ABD Sağında Irak Tartışmaları Yol Ayrımı: Hegemonya – Đmparatorluk ” Stratejik Analiz, Cilt: 3, Sayı: 30, Ekim 2002, s.17-23.
------------ Đmparatorluk ve Haydut Devlet, Cumhuriyet, 16 Kasım 2005
YURDUSEV, A. Nuri. “ Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği,” Türkiye ve Avrupa, Der. Atila ERALP, 1.Basım, Ankara, Đmge Kitabevi Yayınları, Mayıs 1997, 17 – 85
------------ “Uluslararası Đlişkiler Öncesi,” Devlet, Sistem ve Kimlik, Der. Atila ERALP, 2. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1997, 15-55.
------------ “Türk Dış Politikası ve Avrupa Birliği Meselesi,” Liberal Düşünce, C. 2, No. 6 (Güz 1997), 86-98.
ZINN, Howard. Öteki Amerika, Çev. Seyfi ÖNGĐDER, 1. Baskı, Đstanbul, Aykırı Yayıncılık, 2000.
ZIZEK, Slavoj. “Kimlik ve Kimlik Değişiklikleri: Bir Đdeoloji Teorisi Olarak Hegel’in ‘Öz Mantığı’,” Siyasal Kimliklerin Oluşumu, Der. Ernesto LACLAU, 1. Baskı, Đstanbul, Sarmal Yayınevi, Aralık 1995, 57-100.
ZURCHER, Eric Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Çev. Yasemin Saner GÖNEN, 9.Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2000.
------------ ”Giriş: Demografi Mühendisliği ve Modern Türkiye’nin Doğuşu” Đmparatorluktan Cumhuriyete Türkiye’de Etnik Çatışma, Der. Erik Jan ZURCHER, 1. Baskı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, 9 – 17.
527
DĐĞER KAYNAKLAR
AB’nin Đstekleri Bitmiyor, Cumhuriyet, 9 Eylül 2005
AB’nin Terör Kaygısı, Cumhuriyet, 16 Ekim 2005
Akademik Çıkarma, Cumhuriyet, 23 Ekim 2005
Avusturya Yalnız Değil, Cumhuriyet, 4 Ekim 2005
Bask Modeli Đstiyorlar, Cumhuriyet, 10 Aralık 2004
Ben Demokrasi Mühendisiyim, Hürriyet, 02 Ekim 2003
Bush’tan Orduya “Hazır Olun” Talimatı, 21 Eylül 2001(http://www.ntv.com.tr/news) Denktaş Giderken Uyardı, Cumhuriyet, 16 Nisan 2005
Derin Devlet …. , Cumhuriyet, 11 Mayıs 2005
Dinçer’in Unvanı Alındı, Cumhuriyet, 22 Ekim 2005
DP Đktidarının Planladığı 6-7 Eylül Olaylarında Fişli Olduğu Đçin Göz
Altına Alınan Saygın: Aknoz Paşa Đdamımızı Đstedi,
Cumhuriyet, 28 Eylül 2005
Erdoğan Köşk’ü Tepemez, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2005
Erdoğan, Kürt Sorununu Çıplak Bıraktı, Giydirmeli, Cumhuriyet, 20
Ağustos 2005
Hilafete Karşı Güvenceyiz, Cumhuriyet, 16 Eylül 2005
Hukuksuzluğa Đtiyorlar, Cumhuriyet, 1 Ekim 2005
Hükümet Tehlikeli Yolda , Cumhuriyet , 14 Mart 2005
Đnönü'den ABD'ye Tarihi Çalım , Radikal , 22 Nisan 2002
Kıvrıkoğlu: Đrtica Tehlikesi Bitmedi, NTV - MSNBC ve Ajanslar,
14 Haziran 2001.
Kürtçe Đsme Đlgi Azaldı, Cumhuriyet, 4 Nisan 2005
Laikliği Koruruz, Hürriyet, 20 Haziran 2001.
Masada Kürtler de Olsun, Cumhuriyet, 24 Kasım 2004
MGK’den Uyarı Çıktı, Cumhuriyet, 24 Ağustos 2005
Müzakere Çerçeve Belgesi, Cumhuriyet, 5 Ekim 2005
528
Öcalan’ın Yakalanması Sonrasında Hazırlanan Rapor, Cumhuriyet, 21
Ağustos 2005
Özkök’ten Herkese Mesaj, Cumhuriyet, 21 Nisan 2005
Patrik : Ruhban Okulu Açılmalı, Cumhuriyet, 15 Eylül 2005
Pusuladan Sapmayacağım, Cumhuriyet, 25 Nisan 2005
Rauf Denktaş:AB, Kıbrıs’ı Peşinat Olarak Görüyor, Cumhuriyet, 22 Eylül
2005
Rumsfeld Türkiye’yi Suçladı, Cumhuriyet, 6 Şubat 2005.
Savaş Uzmanları Bu Kez Yanıldı mı?, Milliyet, 09 Aralık 2001
Sezer’den Terör Uyarısı, Cumhuriyet, 22 Eylül 2005
Taliban’ı Eğiten General: ABD’nin Đşi Çok Zor, 25 Eylül 2001 (http://www.ntv.com.tr/news) Tehditleri Sevmeyiz, Milliyet , 05 Şubat 1998.
Toprak Satışında Eskiye Dönülüyor, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2005
Ülkeyi Yönetenler Nutuk’u Okusun, Cumhuriyet, 29 Ağustos 2005
Washington: Patrik Ekümenik, Cumhuriyet , 7 Aralık 2005
Yeni Koşullar, Cumhuriyet, 18 Eylül 2005
529
ÖZET
[ÇĐFTÇĐ, Kemal]. [Siyasal Kimlik Algılamalarının Türk Dış Politikasının
Oluşumuna Etkisi], [Doktora], Ankara, [2007]
Her sosyal oluşumda o oluşuma damgasını vuran egemen bir ideoloji
vardır. Türk siyasal kimliğinin egemen ideolojisi olan Kemalizmin ideolojik
temelleri, uzun bir tarihsel geçmişten alınan tecrübeler üzerine inşa
edilmiştir. Kemalizmin ideolojik temelleri, özellikle Balkan Savaşları, I. Dünya
Savaşı, Bağımsızlık Savaşı ve onu izleyen Cumhuriyetin ilk on beş yılı içinde
şekillenmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927
yılında, 15-20 Ekim tarihleri arasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin büyük
salonunda toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ikinci kurultayında okuduğu
“Söylev”inde, Ulusal Mücadele öncesinde, sırasında ve sonrasında
karşılaştığı güçlükleri anlattığını ve ilerleyen yıllarda tekrar benzer koşullarla
karşılaşılması durumunda, Türk Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmak
için, iç ve dış düşmanlarla mücadele etmekten kaçınılmaması gerektiğini
vurguladığını görüyoruz. Atatürk ve onunla benzer deneyimleri yaşamış olan
arkadaşları, Osmanlı Đmparatorluğu’nun çökmesine yol açtığını düşündükleri
koşulların, Cumhuriyet döneminde tekrar oluşmaması için, öncelikle
Osmanlıyı “öteki”leştirerek, devleti ve onun ulusunu oluşturmaya çalıştılar.
Modern Türkiye’nin iç toplumsal yapısı ve dış politikasının temelleri
Mustafa Kemal Atatürk tarafından atılmıştır ve O’nun ölümünden sonrada
genel karakterini muhafaza etmiştir.
Türkiye Cumhuriyetine rengini veren Kemalizm, anayasadan
başlayarak, oluşturulan kurumlar ve yasal düzenlemelerle, rejimin çerçevesini
çizmiştir. Kemalizmin ilkeleri, güç ilişkilerinin ve siyasal mücadelenin
çerçevesini belirler ve politikanın temelini oluşturur.
530
Resmi ideolojinin, rejimi yerleştirmeye yönelik çabalarıyla birlikte,
kendisine muhalif siyasal gurupları “öteki” leştirmesi ve bir türlü “öteki” lerini
ortadan kaldıramaması, sürekli teyakkuz halinde düşman arayan bir algılama
içerisine girmesine yol açmıştır.
Atatürk’ü ve O’nun ideolojisini benimsemiş olan laik insanlar ve
kurumlar Kemalist rejimi ortadan kaldırmayı amaçlayan ve amaçlayabilecek
bütün iç ve dış düşmanlara karşı önlem almaya hazırdırlar. Atatürk’ün
“Söylev” inde söylediği gibi iç yapısı çürük ve temelsiz olan bir devletin dış
politikası da köklü ve etkili olamaz. Türkiye, iç düşmanlarını ortadan
kaldıracak toplumsal projeler geliştirmek zorundadır. Bunu yapabildiği
takdirde, uluslararası sistem içerisinde etkili bir dış politika izleyebilir ve
Batı’nın politikalarına entegre olmak yerine, daha bağımsız bir politika takip
edebilir.
Anahtar Sözcükler:
1. Kimlik
2. Hegemonya
3. Kemalizm
4. Algılama
5. Düşman
531
ABSTRACT
[ÇĐFTÇĐ, Kemal]. [The Effect of Perceptions of Political Identity in The
Constitution of Turkish Foreign Policy], [Doctorate], Ankara, [2007]
In each social formation there is a sovereign ideology that affixes its
stamp on that formation even the ideological foundations of Kemalism, which
is the sovereign ideology of Turkish Political identity have been constructed
on the experiences, taken from a long historical past, they have been
shaped essentially during Balkan wars, the First World war, War of
Independence and the first fifteen years of the “ Republic “ following.
We see that Mustafa Kemal Ataturk, founder of the Republic of Turkey,
described the difficulties that he has met with before, during and after the
National Struggle in his speech that he read in the second council of
Republic Public convened in the great Hall of Turkish Great Assembly
between October 15 – 20 in 1927 and he emphasized that in case it is met
with the similar conditions again in the coming years, it must not avoid
struggling with internal and external enemies to rescue the Turkish
independence and the Republic Ataturk and his fellows who hived the similar
experiences with him, tarred to establish the state and its nation, first of all by
making the Ottoman “ the other “ in order not to form again the conditions
that they believed the yours republic caused the end of Ottoman Empire.
The foundations of internal social structure and foreign policy of Modern
Turkey, have been laid by Mustafa Kemal Ataturk and after his death
protected its general characteristics.
Kemalism that gave its color to the Republic of Turkey, has drawn the
frame of the regime beginning from constitution, through legal arrangements
and the institutions that have been formed.The principles that describe
Kemalism, identify the framework of the power relationships and political
struggle and form the basis of policy. Together with the efforts of Official
532
ideology towards the settlement of the regime, making opposite political
groups to itself “ the others “ anyway, caused to be in a perception looking
enemy in continuous vigilance.
Those people, adherent of Ataturk and his doctrine, secular people and
institutes are ready to take measures against all kinds of internal and external
enemies that aim and that likely target to demdish Kemalism regime. As
Ataturk said in his “Speech” a state that has rotten and without foundation
internal organization, can not have rooted and robust foreign policy. Turkey
has to develop social project that will remove its internal enemies.
In case it is able to do this, it can follow up an effective foreign policy
within the international system and in stead of integrating with the policies of
the west it can follow up a more independent policy.
Key Words:
1. Identity
2. Hegemony
3. Kemalism
4. Perception
5. Enemy