T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ...
Transcript of T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ...
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
PAUL RICOEUR’ÜN HERMENEUTİK KURAMINDA
METAFORUN İŞLEVİ
Yüksek Lisans Tezi
Şilan Ceren Ceylan
Ankara-2015
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
PAUL RICOEUR’ÜN HERMENEUTİK KURAMINDA
METAFORUN İŞLEVİ
Yüksek Lisans Tezi
Şilan Ceren Ceylan
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Erdal CENGİZ
Ankara-2015
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
PAUL RICOEUR’ÜN HERMENEUTİK KURAMINDA
METAFORUN İŞLEVİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı: Prof. Dr. Erdal CENGİZ
Tez Jürisi Üyeleri
Adı Soyadı İmzası
................................................... ……………………...
………………………………... .…………………….
………………………………... ……………………..
Tez Sınavı Tarihi:……………………………..
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE
Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve
etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan
ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan
tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi
ayrıca beyan ederim. (……/……/2015)
Tezi Hazırlayan Öğrecinin
Adı ve Soyadı
…………………………………
İmzası
………………………….
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ ......................................................................................................................... i
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1
1. BÖLÜM: Yorum Bilimi Olarak Hermeneutik .................................................. 12
1.1.Ricoeur Felsefesinin Temel Kavramları .............................................................. 12
1.2.Ricoeur Öncesi Hermeneutik Kuram ................................................................... 23
1.2.1.Friedrich Schleiermacher ve Anlama Sanatı ..................................................... 31
1.2.2.Wilhelm Dilthey ve Tarihselcilik ...................................................................... 47
1.2.3.Hans-Georg Gadamer ve Felsefi Hermeneutik ................................................. 59
2. BÖLÜM: Dilde Anlam Aktarımı ya da Yorum Olanağı Olarak Metafor ...... 72
2.1.Dilbilimsel Bir Terim Olarak Metafor ................................................................. 72
2.2.Fenomenolojik bir Yorum Olanağı Olarak Metafor ............................................ 79
2.3.Söylemsel Hermeneutikte Canlı Metaforun İşlevi ............................................. 888
SONUÇ .................................................................................................................... 110
ÖZET ....................................................................................................................... 114
ABSTRACT ............................................................................................................ 115
KAYNAKÇA .......................................................................................................... 116
i
ÖNSÖZ
Paul Ricoeur’ün felsefesi, incelenecek birçok konu üretmesi yönünden çok dinamik
bir felsefedir. Ancak bu çeşitlilik kuramlarının birbirleriyle bağlantısı olmadığı
fikrine yol açmamalıdır; farklı alanlar birbirlerine yeni yollarla bağlanmış, bir
kavramın kullanılıp bırakıldığı yerden bir başka kuramda devam edilmiştir. Bu
bağlamda bakıldığında, Ricoeur’ün hermeneutik kuramını incelemek, metafora,
psikanalize, anlatıya değinmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Bu çalışmada metaforu
seçtim ve metaforun bir yorum teorisiyle nasıl açımlanabileceğini, ona farklı bir
açıdan nasıl bakılabileceğini tartışmayı amaçladım. Bu süreçte her daim yanımda
olan ailem ve arkadaşlarıma, benden zamanını, desteğini ve bilgisini hiçbir zaman
esirgememiş olan, kendisinden bugüne dek çok şey öğrenmiş olduğum hocam Prof.
Dr. Erdal CENGİZ’e içtenlikle teşekkür ederim.
1
GİRİŞ
Bir dil dizgesinde, sözcük, gösterdiği şeyin ya da bağlandığı anlamın ötesinde
başka şeyleri gösterebilir ya da başka anlamlara gelebilir. Bu, dilin kendini yaratıcı
bir biçimde dönüştürebilme olanağıdır; bir sözcüğün anlamının bir başka sözcüğe
aktarabilmesine olanak sağlamasıdır. Bu aynı zamanda, hermeneutğin
(yorumlamanın) ve metaforun (eğretilemenin) dilin kendi yaratıcı imgelemi için
vazgeçilmez unsurları olduğu gerçeğidir. Paul Ricouer’ün dilsel söylemin imgeleme
gücünün hermeneutik bir yöntemle ele alınabileceği düşüncesi, yine onun insan
varoluşunun ancak bir zamansal anlatı yoluyla anlaşılabileceği savlarıyla örtüşür.
Bütünlüğü olan anlatı, insanın kendisini, tarihi anlamasının tek koşuludur. Anlatıda
sağlanan bütünlük, geçmişin yeniden okunmasının ve geleceğin imgelem yoluyla
yeniden kurulmasının olanağını yaratır. Geçmişin okunmasının yolu da, dil
simgelerinin metaforik anlamlarının oluşturduğu “bütünsel yapının hermeneutik’i”
ya da dilin hermeneutik’idir. Tezin konusu, Ricouer’ün hermeneutik kuramında
metafor anlayışının dilin simgelerinde gizlenen anlamları açığa çıkarma olanağı ve
yeterliliğidir.
“Hermeneutik” kelimesi kökü, çeviri yapmak, yorum yapmak anlamındaki
Yunanca ‘hermeneuein’ fiili, ‘hermeneia’ isminden gelmektedir. “Hermeneuein”
kelimesi “yorumlamak” fiili, “hermeneia” ise “yorum” anlamına gelen isimdir.
Hermeneutik kelimesinin Tanrı Hermes ile mitolojik bir bağlantısı da kurulmaktadır.
Hermes, Maia ve Zeus’un çocuğudur. Hermes’in, doğduğu ilk günden itibaren sıra
dışı bir hareketliliğe, kurnazlığa ve zekaya sahip olduğu görülmüştür. Platon,
Kratylos adlı diyalogunda Sokrates ve Hermogenes, kelimelerin kökenlerinin,
nesneleri ve kişileri oldukları karşılıklarıyla ilişkisinin doğasını incelerken,
2
Homeros’un bahsettiği isimlerin kişileriyle bağlantısını araştırırlar, bu esnada
Hermes’ ten de bahseder. “Her şeyden önce, bu Hermes adı, söylemle ilgiliymiş gibi
görünüyor. Aracı (Hermeneus), haberci, usta hırsız, hilekar dilli, becerikli tüccar –
bütün bu vasıflar, sözün gücüne bağlıdır.”1 Pek çok macerası Homeros destanlarında
ve “Hermes’e Övgü” adlı yapıtta görülmüş olup, karakteristik özelliklerinden ötürü
Zeus tarafından haberci olarak görevlendirilmiştir. Hermes’in görevi, tanrılar ve
insanların Zeus ile aralarındaki haberleşmeyi sağlamaktır. Hermeneutikle ilişkisi
bağlamında bakılırsa bu görevi esnasında Hermes’in, ilettiği mesajlara insanların
kavrayabileceği bir form kazandırdığı söylenmektedir; bu da “hermeneuein” ve
“hermenenia” kelimelerinin anlamlarıyla uyum içerisindedir.
Hermeneuein, söylemek, açıklamak, tercüme etmek, ifade etmek gibi
anlamları kapsar. Bir şeyi söylemek, o şeyi iddia etmek, ifade etmektir. İfade etmek,
yorumsamacı bir tavır içerebilir ve yorumun kendisi “bir söyleyiş formudur.”2
Açıklama ise, Hermes’in insanlara mesajları iletmesi gibi, bir şeylerin bir başkasına
izah edilmesi durumudur. Bu açıklamak eylemi, nesnel verilerin bir sunuşu olabilir,
ancak onların nasıl izah edildiği, hangi perspektifte sunulduğu öznel bir durumdur;
bu da açıklamayı yorumlamanın bir boyutu haline getirmektedir. Tercüme etme
yönü, yine Hermes’in durumunda görüldüğü üzere, söylenileceklerin karşıdaki
tarafından anlaşılır bir forma getirilmesiyle ilişkilendirilebileceği gibi, bir dilden bir
başka dile çeviri ya da bir dile ait bir metnin zamansal çevirisi anlamlarına
gelmektedir. Tercümeye pek çok açıdan bakılabilir, hatta Platon’a göre şiir bile bir
tercüme etkinliğidir. Platon, İon diyalogunda şairlerin, ilhamlarını tanrısal olanlardan
aldıkları ve güzel şiirleriyle tanrıların tercümanları, yorumcuları olduklarını anlatır.
1 Platon, Kratylos, (Çev. Cenap Karakaya), Sosyal Yayınlar, İstanbul, 2000, s. 59. 2 R. E. Palmer, Hermenötik, (Çev. İbrahim Görener) Ağaç Yayınları, İstanbul, 2008, s. 42.
3
Tercüme etme işlevinde, belirli ifadelerin zamansallığı içerisindeki anlamlarının
dönüşümü önem taşımaktadır. Geçmiş bir zamana ait bir metinde geçen bir ifade
kullanılırlığını kaybetmiş ise, içinde bulunulan zamanda farklı şekilde ifade edilen
bir eylem ile anlam olarak ilişkilendiriliyorsa, o ifadenin metinde olduğu şekliyle
bırakılması mı doğrudur, yoksa o ifadenin yerini içinde bulunulan zamanın okurunun
anlayabileceği aynı ama farklı bir diğer ifadeyle mi doldurmak gereklidir? Bir kelime
bir diğer kelime olamaz ve o kelimenin yerini çağdaş bir kelimeyle doldurmak çeviri
sanatının yorumsal boyutunu ortaya koymaktadır. Ya da farklı dilde bir metnin bir
diğer dile tercüme edilmesi durumunda; bazı kavramlar, değişler belirli bir zamana
ve belirli bir kültüre ait olabilirler, bu durumda bir başka kültüre ait bir okurun o
metinden aynı keyfi alabilmesi adına, tercüme etkinliğinin yorumsama boyutu
oldukça önem kazanmaktadır. Çeviri yapan kişi, metnin otantik yapısını bozmadan
anlamı korumak ideali ile, kullanılacak kelimeler arası bir tercih yaparak bir çeşit
yorumsama yapmaktadır.
Hermeneutik kelimesinden önce, bir kavram, bir terim olarak yorumbilgisi,
eski çağlardan bu yana süregelmiş bir etkinliktir. Yorum eyleminin kendisi antik
tarihlere kadar dayanır, ancak bunun sistematik bir nitelik kazanması hermeneutikle
gerçekleşmiştir. Çalışmanın birinci bölümünün konusu “Paul Ricoeur Felsefesinde
Hermeneutik”, Ricoeur’ün felsefesinin gelişimi bağlamında hermeneutik teorisini ve
onu etkilemiş düşünce ve kuramlar bağlamında hermeneutik sürecin aşamaları
üzerinedir. Yorum, ilk dönemlerde bir etkinlik olarak kutsal metinlerin okunması ve
anlaşılma çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Hermeneutik kelimesinin ilk olarak
bir yorumlama yöntemi şeklinde resmi bir başlıkta yer alması J.C. Dannhauer’in
4
“Kutsal Metni Yorumlama: Kutsal Yazının Açımlanası Yöntemi”3 adlı 1654 tarihli
yapıtında görülmüştür. Kutsal metin üzerine hermeneutik, yorumlama eyleminin
belirli bir kaynak etrafında, birtakım düşünsel sınırlar içerisinde gerçekleşmiştir.
Kutsal metin üzerine yapılmış çalışma, okunulan metnin yalnızca doğru bir şekilde
anlaşılması üzerine değil, gizli taraflarını açığa çıkarma ve hermeneuin kelimesinin
“tercüme etmek” anlamı üzerinedir. Kutsal metnin sembolik gizlerini açığa çıkarma
ve anlaşılmaz olanı anlaşılır kılma, hermeneutiğin bu alandaki etkinliğidir.
18. yüzyılda filoloji alanının gelişmesi sonucu yorum çalışmaları daha
filolojik bir bakış açısı kazanmaya başlamıştır. Genel dilbilim çerçevesinde
metinlerin incelenmesi söz konusu olmuş, hermeneutik inceleme dilbilimsel
kurallılık bağlamında yer almıştır. Bu durum, yavaş yavaş, herhangi bir metne dair
yorumlamanın kutsal kitap yorumlaması gibi bir grup kuralı, belirli bir sistemi
kullanabileceği fikrini hazırlamaya başlamıştır.
Schleiermacher’le beraber hermeneutik bir ‘anlama sanatı’ olarak
konumlanmış ve her türlü metnin belirli bir dizgeye uygun biçimde
yorumlanabilmesi söz konusu olmuştur. Schleiermacher, bu dizgesel yorumlama
etkinliğinin her türden metin için uygulanabilirliğini ileri sürmüş, bu yönüyle
hermeneutiğin gelişiminde oldukça önemli bir rol oynamıştır. Ona göre hermeneutik
etkinliğin kendisi, anlamak, kelimelerin sahibi ve alıcısı arasında bir diyalogun bir
parçası olmak demektir. Metin, yazan kişi tarafından belirli kodları, anlamları içeren
bir yapıdır. Okur için bu yapının dizgesel bir şekilde çözümlenmesi, metnin
anlamlarına ulaşılması ise anlama sanatının eylemsel halidir, hermeneutik etkinliktir;
yani yorum, anlama haliyle ilgilidir. Schleiermacher, anlama sanatını ‘yanlış
3 Hermeneutica Sacra Siva Methodus Exponendarum Sacrarum Litterarum
5
anlamadan kaçınma sanatı’ olarak da tanımlamıştır; metnin gramer ya da psikolojik
kurallarının bilgisiyle yanlış anlama durumundan kaçınılabileceğini belirtir.
Schleiermacher’e göre yorumun gramatik ve psikolojik olmak üzere iki türü söz
konusudur, anlama ve yorumsama ekseni etrafında çalışmalarında bu yaklaşımların
kurallarını belirlemeye çalışmıştır. Schleiermacher,‘hermeneutik döngü’ ifadesinin
tohumlarını da atmıştır. Hermeneutik döngü, bir metnin bölümleri anlaşılmadan
tamamının anlaşılamayacağını ve tamamı anlaşılmadan da bölümleri hakkında doğru
bir fikir sahibi olunamayacağını anlatan terimdir. Schleiermacher’in hermeneutiğin
gelişimine en büyük katkısı, onu kutsal metinlerin tekelinden kurtararak tüm
alanlarda uygulanabilirliği olduğunu iddia etmesidir. Bu sayede felsefe alanında da
hermeneutik etkinlik kendini göstermiş, farklı yaklaşımlarla felsefenin, edebiyatın
hem yöntemi hem de düşünce malzemesi olmuştur. Tüm bu yönleriyle
Schleiermacher hermeneutiği büyük bir adım ileri götürmüş ve çağdaş hermeneutiğin
yolunu açmıştır.
Dilthey, Schleiermacher ’in başlattığı bu yeni hermeneutiğin sınırlarını daha
da ileri götürmüş, yöntem olarak hermeneutiğe tarihsel bir boyut kazandırmıştır.
Dilthey’a göre insan yaratımlarının, hareketlerinin içsel mekanizmalarını anlamanın
imkanı, tarihsel gelişimlerinin incelenmesiyle sağlanır. Schleiermacher gibi yorumun
anlamayla olan ilişkisi üzerinde durmuştur, bu ilişkinin ancak yorumlananlara
tarihsel bir bağlamda bakılmasıyla erişilebileceğini belirtmiştir. Dilthey,
hermeneutiği geisteswissenschaften4 (tin bilimleri) için bir yorumlama metodu olarak
uygun görmüştür. Bu bağlamda tinsel bilimleri üç yapısal düzeyde incelemiştir,
bunlar: deneyim (experience), açıklama (expression), anlama (comprehension).
4 İnsanlığın sanat, aksiyon ve yazı çözümlemeleri ve bunları anlamaya yönelen tüm
disiplinler.
6
Açıklama/anlama ayrımında, açıklamanın pozitif bilimlerin aracı, anlamanın ise daha
felsefi düzeyde bir hermeneutik olduğunu belirtmiştir. Dilthey, doğa bilimleri ve tin
bilimleri arasında bir ayrım konumlar. Ona göre pozitif bilimler, Kartezyen bakış
açısı aklı bir mucize olarak görmüş, her konuya dair her sorunun cevabını burada
aramıştır. Bu yaklaşımla insanın kendisi, yaşama dair bilgiler ve deneyimler ikinci
plana atılmıştır. Dilthey pozitif bilimlerin insanın doğasını, yaşamı anlama ve
açıklamada yetersiz kaldığını düşünmektedir. Ona göre yaşam, aklın dışarıdan
baktığı bir entite değil, içerisinde bulunduğu, deneyimlediği bir durumdur. Dilthey
aklın önemini reddetmemekle beraber, doğa bilimlerine atfedilen bu güce karşı
çıkmış, siyaset, hukuk, ekonomi, edebiyat, felsefe gibi alanları tanımladığı tin
bilimlerini öne çıkarmıştır.
“Tarihsel/toplumsal gerçekliği konu alan bilimlerin tümü, bu yapıtta ‘tin
bilimleri’ adı altında toplanmıştır. Tin bilimi kavramı, bu bilimleri bir bütün olarak
kurma olanağı sağlar; bu bütünün doğa bilimleri karşısındaki sınırları, en sonunda,
ancak yine bu bilimlerin ortaya koydukları yapıtlar içerisinde aydınlatılıp
temellendirebilir.” 5
Doğa bilimleri ve tin bilimleri arasında yöntemsel bir ayrımdan söz
etmektedir; doğa bilimlerinde bir analizde veriler bilimsel gerçekler çerçevesinde
değerlendirilir ancak tin bilimler böyle bir değerlendirmeye uygun değildir çünkü bir
insan, bir metin o bağlamda, yalnızca o bağlamdaki durumuyla yer almaz; bütün
tarihselliğini beraberinde getirir. Tarihsellik, bu nedenle kutsal, filolojik, edebi bir
5 W. Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri (Çev. Doğan Özlem), Notos Kitap Yayınevi,
İstanbul,2012, s. 24-25.
7
metin için yadsınamaz bir gerçektir. Tarihselliğin metotsal olarak kullanılabileceği
yorumbilimi hermeneutiktir.
Son olarak Gadamer’e bakıldığında, kendisinden önceki hermeneutik
teorilerden farklılaşan felsefi hermeneutiği, bu kuramı öncülleri gibi ne bir sanat ne
de bir metot olarak gördüğü fark edilmektedir. Gadamer için anlama ve yorumlama,
varolmanın, insan deneyiminin çok temel bir işlevidir. Bu noktada Gadamer’in
hermeneutik anlayışında Heidegger’in etkisi görülmektedir. Heidegger’e göre
anlama Dasein’ın dünya-içindeki-varlık olarak kökensel bir başarısıdır. Anlama,
Dasein’ın kendi olanaklarını açımlaması, potansiyelini yaşayarak var olmaya doğru
devam etmesidir. Heidegger için dil de insanın tarihsel doğası gibi dünyasını
oluşturan öğelerden birisidir. Heidegger’de görülmüş olan, Dasein’ın temel başarısı
olarak anlama eyleminin kendisi, Gadamer için de oldukça önemlidir. Anlama,
değişken ve yeni perspektiflere açık bir yapıdır, önemli olan bireysel anlamanın
doğasını açığa çıkarabilmektir. Gadamer için anlama, varoluşsal bir durum, dünyada
varolmanın bir biçimidir. Gadamer’in anlama kuramında hermeneutik döngü fikri de
görülmektedir. Gadamer de bütüne dair bir anlayış olmadan parçaların
anlaşılamayacağı, ancak parçaların bilgisi olmadan da bütüne dair bir algının
olamayacağı düşüncesini ileri sürmektedir. Hermeneutik döngü Gadamer için metini
okuyan kişinin yazarın yerine geçmesi, onun mentalitesini çözmesiyle ilgili değil,
okuyanın metnin otantik yapısını kavraması, kendi içerisindeki anlamı, değeri
anlamasıyla ilgidir; yani ön planda olan anlamanın süreçleriyle gerçekleşmesidir. Bir
şeyi anlamak, geçmiş ve şimdiyi içeren bir tarihsel geleneğin parçası olarak kişinin
kendini de anlaması ve konumlandırmasıdır.
8
Paul Ricoeur, bu noktaya kadar gelmiş tüm hermeneutik anlayışlardan farklı
bir sistem kurgulamıştır. Ricoeur’e göre simgesel olan şeyler, mitler hermeneutik
yorumsamanın kapsamı dahilinde anlaşılırlar. Örneğin rüyalari sembollerle dolu
oluşumlardır, bu sembollerin bir psikanalist tarafından gizli yönleri açığa çıkacak
şekilde yorumlanması hermeneutik bir etkinliktir.
Ricoeur, tek ve çokanlamlı sembolleri birbirinden ayırır. Tek anlamlı
semboller belirli, tek bir anlama işaret ederken çokanlamlı sembollerin görüntüde
tutarlı ve aynı zamanda daha derin anlama sahip olan (mitlerde olduğu gibi) semantik
bir birlik oluştururlar. Hermeneutiğin çalışma alanı çokanlamlı sembollerdir. İki tür
hermeneutiğin var olduğunu iddia edilir. Bunların ilki ‘mitten arındırma’ görüşüdür,
yani sembollerin, mitlerin, metinlerin gizli anlamlarını yüzeye çıkarmaktır. Ricoeur’e
göre sembol ikincil, dolaylı anlamına ancak birincil anlamı bağlamında ulaşılabilen
bir gösterge yapısıdır. Sembollerin gizli anlamlarının anlaşılması, anlam ikiliğinin
çözümlenmesi yorum etkinliğinin temelidir. İkinci görüş ise ‘düzeltme’dir.
Ricoeur’ün Freud’dan aldığı büyük etkiyle oluşan bu görüşe göre hermeneutik
çalışma gizli anlamı açığa çıkarmak değil, onu temsil eden yanlış sembolleri ortadan
kaldırmaktır. “O (bu görüş) ‘yanlışlığı giderme’ uğruna katı-akılcı bir gayretle
mevcut maske ve illüzyonları ortadan kaldırır. Ricoeur hermeneutiğin bu sonraki
şekline örnek olarak şu ‘düzeltici’leri sıralar: Marx, Nietzsche ve Freud. Bu üç
düşünürün her birisi dış gerçekliğin yanlış olduğunu belirtmiş ve bu gerçekliği
ortadan kaldıracak bir düşünce sistemi ileri sürmüştür.”6
İkinci bölüm, metafor kavramının gelişimi, Ricoeur’ün etkilenmiş olduğu
metafor kuramları üzerinedir. Metafor kelimesi kökenini Yunanca meta (üzeri, ötesi,
6 R.E. Palmer, 2008, s.76.
9
karşısı) ve pherein (taşımak, aktarmak) kelimelerinden almaktadır. Dilbilimsel
yönden Fransızca ‘metaphore’, Yunanca ve Latince ‘metaphora’ bir transfer, yani bir
anlamın bir kelimeden bir başka kelimeye transferi anlamında kullanılır. Metaforun
bir kelimenin bir başka anlama işaret edecek şekilde kullanımı şeklindeki yaygın
tanımı yanı sıra farklı alanlarda farklı tanımlarla kullanımı da söz konusu olmuştur.
Felsefe alanına bakılacak olunursa metaforun Aristoteles’ten bu yana farklı şekillerde
açıklandığı görülmüştür. Aristoteles, Poetika’da metaforu bir sözcüğe, kendi özel
anlamının dışında başka bir anlam verilmesi olarak tanımlar ve metaforun dört türü
olduğunu belirtir, bunlar, cinsin anlamının türe verilmesi, türün anlamının cinse
verilmesi, bir türün anlamının bir başka türe verilmesi ve belirli bir orantıya göre
metaforun kurulmasıdır.7 Genel olarak metafora felsefi olarak iki yaklaşım söz
konusudur, bunlardan ilki metaforun metin içerisinde bir süs, kelime oyunu, metnin
duygusal etkisini arttıracak bir araç olduğu, söyleme anlamsa olarak bir şey
katmadığı görüşüdür. Bu anlayış Aydınlanma ve Aydınlanma-Öncesi filozoflarının
karakteristik bir özelliği olmuştur- Hobbes ve Locke örnek olarak verilebilir. Bu
görüştekiler, filozofların düşüncelerini metafor aracılığıyla dile getirmelerinin bazen
uygun olduğunu, ancak kendilerinin bütün düşünmelerini metaforsuz bir şekilde
yapmaları gerektiğini belirtmişlerdir. Diğer görüşse metaforun, anlam bakımından
kısaltılmış ya da anlamın etrafında dönmüş bir benzetme olduğu yönündedir. Ancak
Romantiklerden bugüne kadar gelen felsefelerde metaforun daha büyük bir önem
kazandığını görüyoruz, artık metaforun söylemin bir vazgeçilemez bir anlam parçası
olduğu belirtilmiş, hatta Nietzsche tüm söylemin metaforik olduğunu bile ileri
sürmüştür. Nietzsche anlatımında metaforları sıkça kullanmış ve söylemle ilgili
7 Aristoteles, Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2010, s. 59-60.
10
olarak ölü metafor kavramından da bahsetmiştir. Ölü metafor, bir metaforun
göndergesi olduğu anlamla kendi anlamı arasındaki etkileşimin zamanla zayıflaması
ve sonunda yok olması, zaman içinde düz anlam haline gelen metafor için kullanılan
terimdir. Metaforun farklı anlamlarda kullanımı ve Yapısalcılıkta kendi başına bir
anlam üretme sistemi olarak görülmesi dilbilimin temel kuramlarından Yapısalcılık
perspektifinde metafor kavramını incelemek ve Ricoeur’ün metaforunun
kurgulanması sürecinde Yapısalcılığın etkilerini göstermek bu bölümün temel
amaçlarından birisidir. Metaforun alegori ile sıkça karıştırıldığı görülmektedir.
Alegorik yapının açımlanması ve alegori örneklerine bakılması, metaforun kurgusal
düzeniyle olan farklarını açığa çıkarmak, metafora dair anlayışın derinleşmesi
yönünden gereklidir.
Bölümün son başlığı “Söylemsel Hermeneutikte Canlı Metaforun İşlevi”
adını taşımaktadır. Bu kısımda, önceki bölümlerden edinilmiş olan bilgiler ışığında,
tezin asıl problemi olan metaforun hermeneutiğin bir metot durumunda olması
bağlamında bir artı anlam alanı açımlanmasının olanağı tartışılacaktır. Metafor ve
hermeneutik arasında bu ilişkinin kurulması, Ricoeur’ün hermeneutik kuramında,
üstü kapalı anlamlara önem vermesi sebebiyle olasıdır. Ricoeur, sembolleri kendi
içlerinde gizli, ikincil anlamlar taşıyan yapılar olarak tanımlar, bu yapılara dair
tanımda kendisinden önce gelen hermeneutik görüşlerin kutsal kitap yorumlaması
formunda ikincil anlamlara ulaşabilmesi fikri, oldukça etkilenmiş olduğu Freud’un,
rüyaların, gizli anlamların sembolleri olması düşüncesi etkili olmuştur. Hermeneutik
etkinlik bu artı anlamın peşine düşmektedir, bu artı anlam alanı da metafor, alegori
gibi semantik yapılarda görülmektedir. Ricoeur’e göre anlamın yalnızca ilk anlama
düzeyinde kalması yanıltıcıdır, bunu dil varoluşunun bir nevi “kandırılması” olarak
11
görür. Ricoeur anlamsal düzeylerin çözümlenmesi adına çifte anlam mantığının
gerekli olduğunu belirtir. Bir sembolün, bir metaforun hangi bağlamda ikincil bir
anlam ifade ettiğini çözümlemek, bu çözümlemelere bir kuramsal ifade şekli
getirmek, Ricoeur’ün amaçladıklarındandır. Yorum, metnin okuyanla arasındaki
bağlantıyla ilgilidir. Metinler, içerdikleri düşünceler, kelimeler ve metaforlarla belirli
bir zaman belirleyicisi olarak bulunurlar, okuyan ile metin arasındaki zamansal
mesafe, yorumla tamamlanır. Ricoeur’e göre bunun yolu okurun, yazarın
mentalitesine ulaşması, yani yazarı anlaması bağlamında kendini anlaması eylemini
gerçekleştirmesidir.
12
1. BÖLÜM: Yorum Bilimi Olarak Hermeneutik
1.1.Ricoeur Felsefesinin Temel Kavramları
Paul Ricoeur, pek çok felsefi akımdan ve kişilerinden etkilenmiş, bu tarihsel
felsefi birikim eşliğinde, iyi ve kötünün doğası bağlamında istenç ve istençdışı ve
ahlaki boyutları, metafor ve hermeneutik, psikanaliz, anlatı gibi çok çeşitli alanlarda
düşüncelerini ortaya koymuştur. Ricoeur, olumlayıcı bir filozof olarak okunabilir;
genel olarak sert eleştiriler yapmaktan kaçınmış, bir konuda gelinmiş bir noktayı alıp,
ona katılmasa bile, onu farklı bir açıdan yorumlamak suretiyle kendi öğretisiyle
ilişkilendirmiş ve değişik anlamlara taşımak yolunu seçmiş ya da farklı görüşler
arasında uzlaştırıcı bir bağ yakalayarak kendi öğretilerini zenginleştirmiştir. Ricoeur,
felsefesinin bu çeşitli dokusunu anlatırken, sorunsalları birbirleriyle ilişkilendirdiğini,
ancak her bir eserinde bir farklı sorunsalın bir değişik yönüne geri döndüğünden,
eserlerinin her birinin “bir kısmi probleme verilmiş kısmi bir yanıt”8 olduğunu
belirtmiştir. Bu nedenle, bu bölümde Ricoeur’ün farklı alanlarda düşüncelerine dair
yazılmış bu parçalar, onun hem çeşitli konularda görüşlerinin okunmasıyla kendisine
dair daha kapsamlıca bir fikir edinilmesi hem de yukarıda söylemiş olduğunun –
kısmi olarak birbirinin tamamlamaya çalışan öğretilerinin- gösterilmesi amacını
taşımaktadır. Ricoeur’ün, Husserl öğretisinden çok etkinlenmiş olduğu bir dönemi
olduğu bilinmektedir. Ancak, Ricoeur’ün fenomenolojiye olan ilgisindeki kırılma
noktası, Freud’un psikanaliziyle karşılaşması, bilinçdışı kavramının bilince dair
düşünmelerde nasıl konumlandırılacağını sorgulması olmuştur. Bu bağlamda öznenin
8 Z. Direk, Paul Ricoeur ile Söyleşi: Hafıza, Tarih Unutma, Cogito, sayı:56, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul,2008, s. 194.
13
bilinç olmadan önce tam olarak ‘arzu’ olduğunu belirtmiştir.9 Böylece Freud üzerine
çalışmaya başlamış, “Yoruma Dair, Freud ve Felsefe” adlı kitabında Freud’ün
öğretisi üzerine düşünmüş, çiftanlamlılık, simgeler ve düşlerin yorumlanması
durumlarını çalışmıştır.
Ricoeur, istem alanına yönelişini pratik bir yönelme olarak görmüştür. Bu
bağlamda istenç ve istençdışı ilişkisini incelemeye kötünün varlığının kökenlerini
araştırmakla başlar. “Dünyada neden kötülük vardır?” sorusunun cevabının arayışı
onu, istenç ve istençdışı alanları arasındaki gerilime götürür. Ricoeur’e göre iyi ve
kötü arasındaki diyalektik, istenç ve istençdışı arasındaki gerilimden doğmaktadır.
İstenç ve istençdışı arasındaki alan, insanın yapısının tanımlandığı, yaşam
diyalektiğinin açığa çıktığı alandır; kişi hem kendisinin efendisidir, karar verme ve
bu kararları uygulama yetisine sahiptir, hem de dünya içinde olmanın getirdiği
zorunluluklarla kuşatılmıştır, karakteri ve kontrol edemediği her şeyin varlığıyla
çevrelenmiştir. İyide istenç doğrultusunda seçim yapılır, ancak kötü, istençdışının
alanında gerçekleşir; bu alan kontrol edilemeyen arzuların, tutkuların açımlandığı
alandır. Bu durumda eğer insanın genel eğilimi iyiye doğru ise, kötünün varlığının
kaynağı sorgulanabilir. Kötü, dünyada kökensel olarak bulunmaz; kötü, istenç ve
istençdışı arasındaki gerilimden üretilir.
Ricoeur’e göre istencin üç adımlı bir yapısı vardır: karar (decision), devinim
(movement) ve uzlaşım (consent). Karar aşaması, gerçekleştirilecek şeyin, istencin
yöneleceği nesnenin belirlenmesidir. Bu noktada Ricoeur, Husserl’in
yönelimselliğini takip ederek, her kararın ‘bir şeyin’ kararı olduğunu belirtir.
Devinim aşamasında, verilen karar üzerine beden harekete geçer, kararın objesiyle
9 Z. Direk, 2008, s. 197.
14
oluşmuş olan projeyi aktüele geçirmeye çalışır. Uzlaşma ise bir kabulleniş,
zorunluluğa boyun eğiştir. Bu mod, hem şeylerin kişinin istencinden bağımsız olarak
her iseler o olduklarının kavrandığı, hem de kişinin kendinin zorunluluğa tabiliğini,
bedeninin sınırlarının farkına vardığı alandır. Ricoeur, istencin bu üç modunun
istençdışında da karşılaşılan aşamalar olduklarını belirtir. Karar verme aşamasının
istençdışı tarafı, arzu nesnesinin, eylemin ‘neden’ istendiği kısmının belirlenmesidir.
Ricoeur, bu nedene ‘motivasyon’ adını verir; bu, istencin kararının altında yatan,
kişiyi o şeye yönelten güdüdür. Kişi, bu motivasyona kendisi karar vermez,
motivasyon kişinin kararını etkiler. Devinim aşamasında ise alışkanlık olarak
gerçekleştirilen eylemlerde görüldüğü üzere , istençdışının da en az istenç kadar
eylemleri etkileme gücü olduğu gözlenir. Uzlaşma alanında ise istençdışı, kontrolü
ele alır, zorunlulukların farkına varılmakla beraber, kişinin üzerinde hiçbir kontrolü
olmayan zorunluluklara teslim olunur. İstenç ve istençdışı arasındaki gerilim, bu
oluşturucu unsurlarında da açığa çıkar. İstencin kararını, istençdışının motivleri
etkiler. İstençdışının açımladığı kontrol edilemeyen davranışlar, istencin deviniminin
akışında ortaya çıkar. İstencin kanıksadığı uzlaşımlar da zorunlulukların temelinde
yer aldığı aktüalitelerdir.
İnsanın doğası, istenç-istençdışı, iyi-kötü gibi gerilimlerin arasında
tanımlanması, insan doğasının da ideali ve aktüeli arasında bir orantısızlığa neden
olmaktadır. Bu orantısızlık bir kırılganlık doğurur. İnsanın yapısı, istenç ve istençdışı
alanları geriliminde tanımlanır ve bu gerilim de insanın varoluşunda bir kırılganlık
açığa çıkarır. Kişinin kendisi ile olan bu orantısızlığın yarattığı kırılganlık üç temel
özellikle ölçülebilir: imgelem, karakter, hisler. Bu üç tür orantısızlık, Ricoeur’e göre
insanın en kırılgan olduğu, hataya en açık olduğu unsurlardır.
15
İmgelem, kişinin kendi üzerine düşündüğü kırılganlık durumudur. Ricoeur,
imgelem üzerine konuşmaya başlarken “pathétique of misery”10 teriminden yola
çıkar. Ricoeur, bu durumun insanın tüm bilinçliliğinden önce varlığında
bulunduğunu ileri sürer.11 Kişinin bu durumla varolmasının nedeni sonlu olmasıdır.
Bu, insanın, deneyimlediği zaman ve var olduğu zaman arasındaki farkın anlaşıldığı
bir düşünüştür. Ricoeur, doğumumun benim için değil, başkaları için bir olay
olduğunu belirtir.12 Dünya içinde geçirilen sonlu, kısıtlı zamanın tamamı, bilinç
düzeyinde deneyimlenemediğinden, yaşam, dünyada bulunulan zamanla ölçülemez;
belirli zaman ve mekanda bilinçli olarak orada olunan “an”lar ile bütünselleşir. Bu
durumda yaşamı bir bütün olarak algılayabilmek, perspektifselliğin benimsenmesiyle
mümkün olur.
Karakter, insanın kırılgan doğasını betimleyen ikinci niteliktir. Karakter,
insanın değişmez bir unsurudur, davranışlar, fikirler değişebilir olsa da karakter sabit
kalır. Kökensel bir değişim söz konusu olsa bile, böyle bir değişimin sonunda hem o
kişi artık o kişi olarak kalamaz hem de bu değişim yine karakterin bir istenci olacak
olduğundan, karakterden kaçış söz konusu olamaz. Her insan belirli bir karaktere
sahiptir; bu karakter insanlığın içerdiği tüm erdemlerin, iyilik ve kötülüklerin bir
yorumu gibidir. İnsanlık ve ona içkin sayısız nitelik, ise insana karakteri dışındaki o
sonsuzluk alanını açımlar. Ancak insanlık, karakterin karşıtı değildir; karakter,
insanlığın belirli bir açıdan yorumlanmasıdır.13
10 “trajik bir durumdan ileri gelen üzüntü” 11 Cogito’nun özbilincinden de önce. 12 P. Ricoeur, Fallible Man (Trans. By Charles A. Kelbley), Fordham University Press,
New York, 1986, s. 62. 13 P. Ricoeur, 1986, s. 61.
16
Kırılganlığın açımlandığı son nitelik, duygu, iki yöne sahiptir: yönelimsellik
ve etkilenim. İlk yönü olan yönelimsellik, duygunun bir nesneye sahip olmasıdır. Bir
şeyin duygusu, bir şeye doğru bir duygulanımdır. Duygulanım nesnesi yok edilirse,
duygunun kendisi de ortadan kalkar; “seni seviyorum” denirken, seviyor olmak “sen”
olmadan düşünülemez. Ancak sen ve sevmek de yönelmiş kişinin sevgi hissi
olmadan bir arada bulunamaz.14 İkinci yönü ise etkilenimdir. Ricoeur’e göre insanın
her algısı birtakım sezgisel tercihleri içerir. Etkilenim, o şeye doğru yönelen algının,
kişide bıraktığı izdir. Duygunun asıl yönü bizzat bir öteki değildir; o ötekinde
sevilebilir olan şeye yönelik bir etkilenimdir. Bir kişinin sevilebilir, nefret edilebilir,
vs gibi algılanan tarafının tam olarak ne olduğu sorusuna Ricoeur, belirgin bir
somutsallığın değil, sezgisel bir tercihin devreye girdiğini belirtir. Genellikle,
sevilebilir olan nefret edilene, hoş olan hoş olmayana tercih edilir; bu ayrım,
temelinde, iyi olanın kötü olana yeğlenmesidir.
Ricoeur, pek çok alandaki çalışmalarında oldukça etkilendiği Husserl’in
fenomenolojik yönteminden bahseder, benimser, eleştirir. İstenç üzerine konuşurken,
Husserl’in yönelimsel yaklaşımını benimsemiş olsa da, istençdışı alanında Husserl’i
eleştirmiş, onun, felsefesinde istençdışı alanı gözardı ettiğini belirtmiştir. Ricoeur,
anlamada ve devinimde, zihin ve bedenin arasında ilişkinin farkına varılmasının
önemli olduğunun üzerinde durmuş, bu bağlamda Kartezyen düşünceyi de
eleştirmiştir. Descartes, düşünceyi kullanarak, bedeni zihinden ayrı bir entite olarak
konumlandır, saf düşüncenin bakış açısında beden dışsal bir nesne gibi kalmıştır.
Ancak Ricoeur’e göre cogito, zihnin bir hareketi olduğundan, istencin de hareketidir.
Bu durumda istencin varlığıyla istençdışının gerektirdikleri de göz önüne alınmalıdır.
14 Mutluluk bir etkilenim, birine karşı olması yönelimselliktir.
17
Ricoeur’ün buradaki amacı, cogitoyu bedeni de içine alacak şekilde genişletmektir.
Ona göre “kişinin sürekli kendine dönme döngüsünün kırılması, ‘objektif olandan
varoluşa’ geçmekle mümkündür.”15 Kartezyen felsefede beden objektif bir nesne,
zihin ise subjektif bir varoluş olarak görülmektedir. Ricoeur’ün amacı bu objektif ve
subjektifi, ‘varoluş’ başlığında birleştirmektir. Bu varoluş, subjektif zihnin, materyal
dünyada bir beden sahip olduğunun farkına varması düzeyidir. Bu düzeye
ulaşabilmek için Ricoeur, bedenin bir gizem olduğunun farkındalığının gerektiğini
belirtir. Bu, hem bir bedene sahip olunduğunun farkındalığıdır, hem de istencin karar
verme, eyleme, uzlaşma gibi unsurlarının da, istençdışının da kısmi kontrolüyle
devam etmesidir. Ricoeur’ün bedeni bir felsefi problem değil de gizem olarak ele
alması, Gabriel Marcel’den aldığı etkinin sonucudur; bir problem olarak konumlanan
şeye yanıt aranır, çözümlenilir, ancak bir gizem, cevabı bilinmeyen, ancak
bilinmesinin gerekmediği, cevap gerektirmeyen bir yapıdır.
Ricoeur’ün felsefesi kısmi olarak paradokssal bir felsefedir. Bu alanın temel
paradoksu dünya içinde olma ve beden sahibi olma zorunluluğu olmadan özgür irade
sahibi olunamayacağı, ancak özgür iradenin de bu zorunlulukların etkisinde
olmasıdır. Ricoeur, istençle uyumlu olarak, özgürlüğün üç temel modu olduğunu
belirtir: kararın özgürlüğü, eylemin özgürlüğü, uzlaşımın özgürlüğü. Karar
özgürlüğü, ihtiyaçlardan etkilenir; ancak motivler ihtiyaçların göz ardı edilmesini
olanaklı kılarlar. Eylemin özgürlüğü, duygular ve alışkanlıklardan, uzlaşımın
özgürlüğü ise özgürlüğün gönüllü olarak bırakıldığı durumlardan etkilenir. Tüm bu
özgürlükler, ihtiyaç, duygular, zorunluluklar gibi negatif konseptlerle
sınırlandırılırlar; ancak bu sınırlandırmaların varlığı da istencin onları reddetme
15 K. Simms, Paul Ricoeur, Routledge, London, 2003, s. 13.
18
alanını açımlar, Ricoeur bu duruma “limit konseptleri” adını verir. Bu limit
konseptler, istencin durumunun, zıddıyla, istençdışıyla karşılıklı bir ilişkiyle
tanımlandığını gösterirler.
Ricoeur, bu istençdışı alan üzerine düşünürken Freud’ün düşüncelerine
yönelmiştir. Ricoeur’ün, psikanalizle ilgili çalışması, neredeyse tamamen,
psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’u temel alır. Hem bilinçdışının bilinç
konusunda ne boyutta konuşulabileceğini tartışması hem de her iki disiplinin de
yorum bazlı olması ve bu yorumların ikisinde de sembolik yapılar temelinde
gelişmesinde Ricoeur’ün ilgisinin altında yatan nedenlerdir.
Ricoeur, bu konuda yazdığı kitabında psikanaliz ve hermeneutiğin dünyaya
bakışında farklılıklar olduğunu belirtmiş, konuyu bu yönleri ile de ele almıştır ancak
bunlar üzerinde durmaktansa benzer oldukları yönleri öne çıkarmayı tercih etmiş,
hedefinin psikanaliz ve hermeneutiğin farklı yollardan ve metotlardan da olsa, aynı
gerçeğe yönelmiş olduklarını belirtmiştir. Ricoeur, bir benzerlik olarak ikisinin de
kutsal olanın deneyimlerinden yola çıktığını belirtir. Hermeneutik, felsefi olarak
fenomenolojiden temellenmiş olsa da Ricoeur, hermeneutiğin başlangıcının kutsal
metinlerin anlaşılmak üzere yorumlanmasından aldığını belirtir. Freud, psikanaliz
çalışmalarında gündelik hayatın psikopatolojik durumlarını da incelemiş, insanların
dini nasıl deneyimlediği araştırmıştır. Ayrıca her iki disiplinin de metinleri birer
“itiraf” mantığında görülebilir (hastaların söylemleri ve mitler). Ricoeur’e göre
psikanaliz, hermeneutiğin farklı bir modudur. Psikanaliz de, hermeneutik de, bir
metnin ya da söylemin arkasındaki gizli olanın peşindedir. Ricoeur, gizli,
keşfedilmemiş olanı yorumla açığa çıkarması bağlamında, psikanalizin bir çeşit
hermeneutik olduğu yönündeki iddasını desteklemeye çalışır.
19
Ricoeur, sembollerin yorumlanması işleminin, bir felsefi düşünceyle bir arada
düşünülebilmesinin imkanını sorgularken, bir yandan kendi düşünmesi öncesinde
varolan ve düşünmesini aydınlatıp besleyen simgelerle mitosların zengin sözlerini
dinleme vaadinde bulunduğunu, bir yandan da simge ve mitosların felsefi eleştirel
yorumları kanalıyla, Batı felsefesinin, akla uygunluk geleneğini sürdürmesi
gerektiğini16 belirtir.
Ricoeur, Freud’u, Nietzsche ve Marx’la beraber “kuşkucu ekol” olarak
tanımlar. Bu nedenle bir yandan eleştirse de Freud’un öğretisine karşı sempatisi çok
açıkça görülmektedir. Freud’u kuşkucu olarak tanımlamasının bir nedeni, Freud’un
rüyalarda bilinçaltıda açığa çıkan bazı sembollerinin yanıltıcı olduğunu, bilinçaltının
birtakım şeyleri bilinçten gizlediğini, bastırdığını belirtmesidir. Ricoeur içinse
söylemin yanıltıcı olmak gibi bir eğilimi yoktur; buradaki bir sembol, yanlış
yönlendirmeyi değil, doğru anlamın açımlanması için yorumlanmak üzere
beklemektedir. Psikanaliz ise bastırılmış, açımlanmak istenilmeyeni açımlar.
Ricoeur, epistemolojik bir bilgi olarak psikanalitik verilerin ne ölçüde doğru
kabul edilebileceğini sorgular. Bu sorgulamada, psikanalizin tarihsel bir bilim olduğu
sonucuna varır; verilerini hastalarının geçmişlerinden alması yönünden tarihi sayılır.
Ricoeur için psikanaliz tam da bu tarihsellik yönü sayesinde hermeneutik
sayılmaktadır. Böylece ilk sorusunu, psikanalitik yorumların subjektif olması
bağlamında doğru olabileceği şeklinde cevaplar. Psikanalitik bir veri, bir davranışın
altında yatan motivin açığa çıkarılması gibi durumlara özgü doğruluk değeri
içermesiyle doğrulanabilir.
16 P. Ricoeur, Yoruma Dair: Freud ve Felsefe (Çev. Necmiye Alpay), Metis Yayınları,
İstanbul, 2007, s. 45-46.
20
Ricoeur’ün yorum teorisinin bir bileşeni psikanaliz üzerine düşünmesinde
ortaya çıkmış ise, bir başka bileşeninin de anlatı kuramı olduğu söylenebilir.
Ricoeur’ün kısmi olarak bağlantılandırmış olduğu öğretileri içerisinde yorum teorisi,
en fazla alanla ilişkilendirilmiş olandır denilebilir. Anlatı kuramını biraz tanıtmak
gerekirse, bu kuramda insanın her ediminin bir gösterge olduğu söylenebilir. Bu
göstergeler yaşanan zaman, kültür ve sosyal çevre bağlamında anlamlandırılır. Bu
edimler zaman çerçevesinde anlatısal kurgularla birleşir ve mevcut edimin
yorumunun bir başka yorumu halini alır.
Ricoeur, anlatının semantik yeniliğe dair bir yönü olduğunu belirterek bu
yönden onu metaforla eşleştirir. Anlatıdaki semantik yenilik, olay örgüsü tarafından
sağlanır. Olay örgüsünü “amaçlar, nedenler ve ihtimaller, zamansal bir bütün ünitesi
ve bütünsel bir eylem”17 olarak tanımlar. bütünleştiricidir, dağınık pek çok olayı,
hikayeyi bir arada bir bütüne entegre ederek anlatıyı yeni bir bütün halinde ortaya
koyar.
Ricoeur’e göre kişi kendi hayatını, kendisini ve dünyadaki yerini, hayatı bir
anlatıymış gibi yorumlayarak anlar ve aynı zamanda yorumlamakla hayatını anlatıya
çevirmiş olur ve hayatını anlatı olarak anlaması kendi kendini anlamasıdır.
Anlatı temel olarak zamana dayalıdır. Anlatı olması için gereken olaylar, bir
zamansal iz taşımalıdır; birbirini zaman içerisinde takip ettikleri ölçüde bir olay
örgüsü oluşturabilirler. Ricoeur, zaman ve anlatı arasında bir döngü tanımlar.
Ricoeur’e göre zihnin durağanlığı ve kendi eylemselliğinin zamanın içerisinde
gerçekleşmesinden dolayı duyduğu gerilim arasında bir diyalektik söz konusudur.
17 P. Ricoeur,Time and Narrative Vol. I (Trans.by Kathleen McLaughlin and David
Pellauer), The University of Chicago Press, Chicago,1984, s. ix.
21
Anlam, zaman içerisinde üretilir ve anlaşılabilir. Anlatı, olay örgüsüne bağlı bir
söylem formudur.
Ricoeur, anlatı kuramında mimemisin üçlü bir mimesis kurgular. Mimesis1,
önceden tasarlama, önden fikir edinme (prefiguration) evresidir. Bu evre olay
örgüsünü takip edebilmek adına, edinilmesi gereken ön bilgileri, bir ön hazırlığı
içeren evredir. Bu bilgiler, eylemin kişisi’nin kim olduğu belirlenmesi gibi temel
verilerin edinilmesi ve olay örgüsünün anlaşılması aşamasında mantıksal bir şemanın
oluşabilmesi adına gereklidir. Bu mantıksal şema, okuyanın, Ricoeur’ün pratik
anlama dediği, insanların nasıl davrandığına dair gerçek dünya deneyimlerinden
edinmiş olduğu bilgilerle uyum içerisinde kurgulanır. Mimesis1, anlatının
önanlamasıdır.
Mimesis2, yapılandırma (configuration) evresidir. Bu evre, hikayelendirme
aşaması olması bağlamında çok önemlidir. Olaylar burada meydana gelir, nedensel
ya da farklı şekillerde bağlanır; üst üste sıralanmış eylemlerden bir anlatı
oluşturulamaz, bir şekilde birbirine bağlanmış olmalıdırlar. Hikayelendirme
(emplotment), anlatının çeşitli elementlerini “anlaşılır bir bütünlük”18 haline getirir.
Ricoeur, Mimesis2’yi Mimesis1’e bağlayan bir zamansal boyut olduğunu belirtir.
Mimesis1’de belirli bir karakterin nasıl davranacağına dair bir fikir edinilir.
Mimesis2’deyse karakterin beklenildiği gibi davranıp davranmadığı, her iki durumda
da davranışın ne gibi nedenlerle temellendirildiği ve bu bağlamda genel olarak
anlatının bütünündeki etkisi görülür.
18 P. Ricoeur, 1984, s .65.
22
Mimesis3, yeniden yapılandırma (refiguration) evresidir. Burası, metnin
dünyasının gerçek dünyaya uyarlandığı kısımdır. Mimesis3’te görülen etki, dünyaya
dair anlamanın, okuma vasıtasıyla anlatı tarafından sağlanmış yeni eğilimler
bağlamında artmasıdır.
Ricoeur’ün, Mimesis2’nin en önemli mimesis olduğunu belirtmesinin nedeni,
hikayelendirme kavramıdır. Hikayelendirme, Mimesis1 ve Mimesis3 arasında aracı
görevi görür. Mimesis1, kişi dünyaya dair pratik anlamasıyla birlikte okumaya başlar,
bu aşinalığını anlatı kuramını anlamak üzere kullanır. Mimesis3 ise dünyaya dair
görüşün, anlatıdan etkilenmiş yeni halidir. Dünyaya dair bilgileri, anlatıyı anlamak
üzere kullanan kişi, anlatıyı anladığında dünyayı da daha iyi anlamış olur. Anlatı,
hayat anlaşıldığı için anlaşılabilir ve anlatıya dair anlama arttıkça gerçek hayata dair
anlama da artar. Ricoeur’e göre mimesis ve zaman bir araya geldiğinde anlatı oluşur.
Ricoeur iki çeşit anlatı olduğunu belirtir: kurgusal ve tarihsel. Tarihsel
anlatısal olarak anlama eğiliminde olan Ricoeur, tarihsel ve kurgusal anlatılar
arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerine düşünür. Tarihsel anlatı, onu oluşturan
olayların yaratımsal olmayışı, tarihi olayların anlatı içerisinde belirli bir zorunlulukla
ifade edilmesi gerekliliği gibi temel farklarla kurgusal anlatıdan farklılaşır. Tarihsel
anlatının anlatıcısı, objektiflik, hakikate bağlı kalmak gibi sorumluluklar taşır. Her
iki çeşit anlatı da anlatısal bir yeterliliği gerektirse de, kurgusal bir anlatının olay
örgüsü, onu yaratanın isteğine göre değişebilir, kendi içerisinde sistematik bir düzeni
de olsa yaratımsaldır. Kurgusal anlatı, tarihi olmayan, edebi türlerin alanına
girebilecek, komedi, trajedi, roman, epik gibi her türü içermektedir. Kurgusal
anlatıda için önemli olan Mimesis2’dir; hikayelendirme, kurgusal anlatıyı en çok
zenginleştiren ve tarihsel kurgudan ayırt eden en önemli elementtir. Anlatısal kurgu,
23
ifade edilen ile dile getirilme şekli arasında bir ayrım konumlandırır. Bu farkı söylem
ve anlatı arasında konumlandıran Ricoeur, söylemin genellikle şimdiki zaman ve
gelecek zaman kullandığını, anlatınınsa özellikle geçmiş zamanları kullandığını
belirtir. Anlatılan zaman ve anlatılmış zaman arasındaki farkı açıklarken, anlatılan
zamanın sabit, düzenli bir düzeyde ilerlediğini belirtir. Bir kişinin iki sayfası okuması
arasında geçen zaman, herhangi bir iki sayfanın okunmasıyla aynı zamana denk gelir.
Anlatılmış zaman ise, iki sayfada iki saati de içerebilir, iki yılı da; metnin kurgusal
yapısına göre anlatılmış zaman değişkenlik gösterir.
1.2.Ricoeur Öncesi Hermeneutik Kuram
Yorumlama eylemi, hermeneutik teriminin kullanımından önce, çağlar boyunca
süregelmiştir; insanın yeni bir şeyle ya da ilk izlenimde anlaşılamayanla yaşadığı
anlayabilme çabası hep olmuştur ve olacaktır. Bu anlama çabasıyla karşılıklı olarak
varolan yorumlama (daha iyi anlayabilmek için yorumlamak ve yorumlamayabilmek
için gereken ön anlama) mevcut verileri bir araya getirerek, iletilmek istenileni,
anlamanın farklı düzeylerine taşıyarak, en doğru şekilde alabilme eylemidir.
Hermeneutik, hermeneuein (yorumlamak fiili) ve hermeneia (isim olarak
yorumlama) kelimelerinden kökenlerini alan bir kavramdır. Genel olarak sosyal
bilimler alanlarında kullanılan bir yöntem olan hermeneutik, teori olarak kendi
üzerine de düşünülmesiyle ayrı bir felsefi alan açımlamıştır.
Hermeneutik kelimesinin anlamsal karşılığı, İngilizce “to interpret-
yorumlamak” fiiliyle uygunluk göstermektedir. Genel olarak iletişim biçimlerinde,
ağırlıklı olarak yazı formunda, temel ve derinlikli anlama, açıklama ve yorumlama
24
bağlamında açığa çıkacak anlamlar üzerine çalışma olarak bilinen hermeneutiğin
kelime anlamı bazında üç yönlü bir dizi ortaya koyulmaktadır: söylemek, açıklamak
ve tercüme etmek. Bu üçlü anlamın her biri hermeneutik disiplinin ayrı bir yönüne
işaret etmektedir. “Söylemek” anlamında hermeneuein, bir şeyin ifade edilmesi,
söylenerek ortaya koyulması anlamına gelir. “Açıklamak” anlamında ise söylenen
sözün ya da yorumun izah edilmesi söz konusu olur. Bir kişinin bir açıklama
yapması, onun bir anlamı kendi bakış açısında yorumladığıyla ifade etmesi demektir.
“Tercüme etmek” anlamı ise metin ile okuyucu arasındaki o söylenen sözün karşı
tarafta anlaşılması üzerine kuruludur. Bu noktada Hermes ile de mitolojik bir
bağlantı kurulur. Tanrı Hermes, tanrıların en hızlısıdır ve tanrıların, özellikle de
Zeus’un habercisidir.19 Tanrıları ve insanlar arasında habercilik yaptığı iddia edilen
Hermes, tanrıların mesajlarını insanların anlayabileceği bir şekilde tercüme eden
tanrıdır. Bu bağlamda tercüme etmek ifadesi anlaşılır kılmak demektir.
Hermeneutik üzerine bir düşünme neden gereklidir şeklinde bir soru sorulursa bu
sorunun cevabı yine bir yorum olacaktır. Çünkü yorum, insanın dünyayla iletişim
kurma biçimidir. Dünyanın her bir bakış açısından farklı deneyimlenmesinin nedeni
yorumsal değişkenliktir. Herkes her an her şeyi yorumlamaktadır; bu değişmez bir
varoluşsal durumdur. Dünya yorumlandığı, varılan sonuçların ifade edildiği ve bu
ifadelerin başkalarına tercüme edildiği ölçüde tecrübe edilir. Buradan anlaşılabileceği
gibi yorumlama, sistematik bir düşünüş haline geldiğinde hermeneutik söz konusu
olmaktadır.
Yorumlama ihtiyacının süreçlerine bakılırsa, Antik dönemde, bir retorik metodu
olarak ‘alegeori’nin anlaşılma çabası ve yorumlanması söz konusu olmuştur. Alegori,
19 A. Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1996, s. 135.
25
bir durumun, gerçek haliyle düz anlamda anlatılması yerine farklı semboller ve
konseptler kullanılarak temsili bir anlatımının yapıldığı ifade biçimdir. Genellikle
retorik biçimi olarak görülen alegori, semboller ve temsili durumlar aracılığıyla, gizli
asıl anlamı açımlanmak üzere sunar. İlk hermeneutik çalışmalarda hakim bir retorik
olan alegori kullanımının çözümlenmesi ve anlamsal olarak açımlanması
amaçlanmıştır. Gadamer’in belirttiği gibi:
“Antik hermeneutiğin merkezinde alegorik yorumlama problemi yer alır.
Problem oldukça eskidir. Hyponoia (art veya üst anlam), alegorik yorumlamanın
anahtar sözcüğüdür. Burada amaç, sözel ve sıradan anlamın ardında veya üstünde
bulunduğu varsayılan esas anlamı ortaya çıkarmaktır.”20
Aristoteles, Yorum Üzerine (Peri Hermeneias) adlı eserinde, gelecek yorum
teorilerine temel oluşturabilecek fikirler belirtmiştir, Platon da çeşitli diyaloglarında
bazı metinler ve genel bir yorum eylemi üzerine konuşmuştur. Yorum Üzerine adlı
eserdan anlaşıldığı üzere Aristoteles’e göre yorum, hermeneutik kelimesinin
“söyleme” anlamına karşılık gelebilecek bir şekilde tanımlanabilir. Tümcelerin ancak
doğruluk/yanlışlık değeri taşımak suretiyle bildirisel olduğunu21 ve bu tümcelerin bir
eylem ya da eylem durumunu barındırmak durumunda olduklarını22 belirtir. Platon,
İon diyalogunda, ozanlar, geçmişten gelen düşünceleri yeni dönemin insanına,
anlayışına ve ruhuna göre yeniden yorumlayan kimseler olarak portre edilmiştir.
Ozanlar “şairin düşüncesinin tercümanıdır”23 , şairler ise şiirlerini “tanrı ilhamıyla”24
20 H.G. Gadamer, “Hermeneutik”, Hermeneutik Üzerine Yazılar, der. Doğan Özlem, Ark
Yayınevi, Ankara, 1995, s. 12-13. 21 Aristoteles,Yorum Üzerine (Çev. Saffet Babür), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 1996,
17a. 22 Aristoteles, 1996, 17a10. 23Platon, Ion (Çev. İhsan Bozkurt), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1997, 530c.
26
yaratırlar. Bu durumda şairlerin şiirleri de bir ilhamın yorumu, ozanın onları okuması
da yorumun bir yorumudur. Ancak, yorumdan bahsediliyor olsa da, bu söylemlerin
hiçbiri bir yorum teorisinin niteliği, yapısı üzerine konuşmamıştır.
Antik Yunan döneminin alegorik yorumlaması, Ortaçağ’da da sürmüş, kutsal
metin yorumlamalarında kullanılmıştır. Bu dönemde alegoriyi bir yorumlama
yöntemi olarak konumlandıran filozof, İskenderiyeli Philo olmuştur. Philo, İncilin
simgelerle örülü yapısının altındaki hakikati açımlamak üzere yoruma başvurmuş,
kutsal metni yalnızca dini bir devrim değil, felsefi bir hakikat olarak da
konumlandırmıştır. Ortaçağ’daki hermeneutik anlayışında, metnin düz ve alegorik
anlamları, vücudun ruh ile olan ilişkisine benzetilir; vücudun tek başına, kişinin
gerçek karakteri hakkında bir yargı oluşturmakta yetersiz olduğu gibi tanrının sözleri
de gerçekte barındırdığı anlamları yorum aracılığıyla açımlamak üzere bünyesinde
bulundurur. Ortaçağda da alegorik yorumlamanın öne çıkmasının nedeni, metnin
sahip olduğu düz anlamdan daha derin ve kutsal bir anlam içerdiğine dair inançtır.
Ortaçağ hermeneutiği de incili her zaman bu metotla incelemiştir. Bu dönemlerde
hermeneutiğin en önemli kuramcısı kabul edilen kişi Origenes, Peri Archön
(“Prensipler Üzerine”) adlı eserinde yorumlama problemini ele almıştır.
Hristiyanlığın insanı beden, ruh ve tin olmak üzere üç boyutta incelediği inancını
temel alarak yazan Origenes, İncil’in de aynı yapıyı gösterdiğini iddia eder. İncilin
sahip olduğu üç katmanlı öğreti tinsel anlam, ruhsal anlam ve tarihsel anlam
boyutlarını içerir. Bunlara göre tarihsel anlam, en basit kişiler tarafından
anlaşılabilen düz anlamdır. Ruhsal anlamı kavrayabilenler, bu alanda çalışan gelişmiş
kişilerdir. Ancak tinsel anlam, yalnızca en gelişmiş, en bilge kişiler tarafından
24 Platon,1997, 533e.
27
açımlanabilir.25 Bu metot, ortaçağ hermeneutiğinin en başarılı metodu olan “Yazının
Dört Anlamı” kuramının geliştirilmesine de öncülük etmiştir. J. Cassinus tarafından
ortaya koyulmuş bu metoda göre, tanrının iradesini yansıtan bu metin (İncil), içerdiği
dört temel anlam bakımından ayrıştırılarak incelenmelidir. Bu anlamlar kelime
anlamı, alegorik anlam, ahlaki (manevi) anlam ve yüksek (anagojik) anlamdır. Bu
anlamların işlevleri Augustin tarafından şöyle açıklanır:
“Kelime anlamı ne olduğunu, alegorik anlam neye inanmam gerektiğini,
ahlaki anlam ne yapmam gerektiğini ve yüksek anlam nereye ulaşacağını öğretir.” 26
Ortaçağın bu hakim hermeneutik anlayışı, kiliseye oldukça büyük bir gücü de
beraberinde getirmiştir. Gerçek ve gizli anlamlar sayesinde kutsal metin üzerine tek
otoritenin kendileri olduğunu iddia ederek kurdukları üstünlükten rahatsız olan
Luther ve Reformistler, bu iddiaya karşı çıkmış, İncili daha ‘doğru’ anlama
iddiasındaki otoriteleri göz ardı ederek, İncilin sahip olduğu düz anlamıyla ifade
etmek istediklerinin anlaşılmasının gerekliliğini savunmuştur. Kendi yaptığı İncil
çevirisinde de, yalnızca Yunanca ve İbranice dillerindeki en özgün halini kaynak
alan Luther, buna rağmen alegorik bir anlatımdan kaçamamış olması yönünden
eleştirildiğinde, incile yaptığı çeviriyi “sokaktaki” insanın anlayabileceği hale
getirmek istediğini belirterek kendini savunmuştur. Reformistlerin bu anlayışının
destekçilerinden Protestan düşünür Flacius’a göre, incil oldukça anlaşılır bir yapıdır,
anlaşılamadığı bir nokta olduğunda ise, kendi içerisine dönülerek anlaşılabilecektir.27
Bu noktada bir hermeneutik döngünün ipuçlarının söz konusu olduğu söylenebilir;
kutsal metni bir bütün olarak anlamak parçaları anlamak yoluyla gerçekleşir ve
25 M. Toprak, Hermeneutik ve Edebiyat, Bulut Yayınları, İstanbul, 2003, s. 29. 26 M. Toprak, 2003, s. 29. 27 M. Toprak, 2003, s. 36.
28
anlaşılamayan bir parça olduğundaysa bütüne dönülür. Flacius, tanrı tarafından
insanlara gönderilen bu kitabın anlaşılır olması gerektiğini düşünür; anlaşılır
olmadığı yerde ise kilisenin kendi yorumunu hakikat kılma hakkı yoktur,
anlaşılmazlık, bilgi eksikliği ve dil bilgisi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Ona
göre kişinin anlayamadığı bir yer varsa bu metnin yeterince açık olmamasından
değil, kullanılan dilden kaynaklanır. Kişinin kendini dilbilimsel ve teolojik olarak
geliştirmesi sonucu aşılamayacak bir anlaşılmama durumu yoktur.
Bu süreçler boyunca İncilin tarihsel boyutunun dikkate alınmamış olması
teolojik hermeneutiğe getirilen en büyük eleştiridir. Gadamer’e göre aydınlanma
döneminin incili tarihsel bağlamını göz ardı etmeden ele almış olması, hermeneutiğe
yaptığı en büyük katkı olmuştur.
Reformistlerin, gelecek hermeneutik teorilerinin önünü açmış olduğu
söylenebilir; ancak yorumun kendisi ve hermeneutik kurallılığın ayrımı hala net
değildir. 1654’te basılan Hermeneutica Sacra Sive Methodus Exponendarum
Sacrarum Litterarum adlı kitabında hermeneutik kavramını ilk kullanan ve onu bir
kural dizgesi olarak tanımlayan ilk kişi J. C. Dannhauer’dir.
Eski dönem eserlerinin yeni bir bakış açısıyla ele alındığı filolojik
hermeneutik, incili skolastik baskılardan kurtaran reform dönemi hermeneutiği gibi,
hermeneutiği bir adım ileri götürerek, metinleri dilsel ve sembolik bağlamları
içerisinde ele almış, anlamaya çalışmıştır. Linguistik alanda felsefi bir yorumlama
teorisi üzerine çalışmış ve birtakım kurallar koyma yolunda çalışan ilk kişi Johann
Martin Chladenius olmuştur. Cladenius, bir fenomene ya da metne dair farklı
kavrayışların, yorum ve anlama sürecini zorlaştırdığını belirterek, anlaşılacak metnin,
29
tarihsel boyutundansa, kognitif bir anlama sürecine tabi tutularak yorumlanması
gerektiğini belirtir. Metnin örtük kısımları, ona dair bilgiler ve ilk izlenime dayalı
varsayımları da göz önünde bulundurularak bütünsel bir yorum çabası gereklidir.
Cladenius metni ve epistemolojik arkaplanını öne çıkarırken, linguistik teori üzerine
çalışmış bir başka filozof Georg Friedrich Meier, sembollerin ve işaretlerin
yorumlanması üzerine çalışmıştır. Bu yönde çalışmasında, doğal, sözel olmayan her
türlü işareti de yorum teorisine dahil eden Meier, bu sembollerin spesifik bir
anlamaya dayalı olmadığını, bulunduğu yerde bir linguistik bütün olarak
anlaşılabileceğini iddia eder. Her sembol, diğer bir sembol üzerinden tanımlanarak
linguistik bütünlükte bir yer kazanır.
Hermeneutiği, bir bütünsel yorum teorisi haline getirme çabası ilk olarak
Schleiermacher’de görülmüştür. Schleiermacher, filolojik çalışmaları olan Friedrich
Ast ve Friedrich August Wolf’un etkilerini kendi vizyonuna katarak evrensel bir
yorum teorisinin temelini atmıştır. Schleiermacher, anlama ve yorumu
kuramsallaştırmak amacındadır: her biri kendi içerisinde bağımsız olan tüm özel
altbaşlıkları kapsayacak bir tümel hermeneutik teorisi. Bu teorinin kurgulanması pek
çok fikri temellendirse de en önemli yönlerinden bazıları, yorum ve hermeneutik
arasında kurgulanması gereken farkı ortaya koyması ve “altbaşlık” olarak bahsedilen
alanlar arasında felsefeyi de hermeneutik etkinliğe açmaktaki öncülüğüdür. Bu
bağlamda Schleiermacher’i takip eden süreçte Dilthey, bu açılımı alıp başka bir
işleve taşıyan kişi olmuştur.
Dilthey’ın görüşlerinin, felsefi bir duruşun başlangıç noktası olduğu
söylenebilir. Dilthey’ın temel problemi, doğa bilimleri karşısında tin bilimlerinin
temellendirilmesi ve bir metota kavuşturulması bağlamında yaşam ifadelerinin
30
yorumlanabilmesidir. Anlama ve yorumlamanın kurallılığı adına hermeneutik,
Dilthey için son derece önemlidir. Tarihselliğin doğa bilimlerinin yöntemleriyle artık
temellendirilememesi ve bu bağlamda meşru görülmemesi sorunu, bu tür bilimlerin,
artık, bir temele ve metoda sahip olamadığı gerçeğini açığa çıkarmıştır. Bu tarihsel
bilimler, tin bilimleri, insanın yaşam deneyimi içerisinde, anlamanın düzeyleri
bağlamında oluşturmuş olduğu ifade şekillerinin tümünü kapsayan bir yapıdır. Tin
bilimleri bu bağlamda tanımlanır. Dilthey temel ve yüksek anlama adlı iki anlama
türü ve kavramlar, yargılar ve düşünce, eylemler ve yaşantı ifadeleri olmak üzere
dört çeşit ifade olduğunu belirtir.
Dilthey için hermeneutik, temel olarak yazılı metinleri anlamak üzere kurallar
bütünüdür. Kullanmış olduğu ‘nesnel tin’ kavramı, insanların sahip oldukları temel
bir alanı tanımlar, bu alan yaşam biçimlerinden, ortak anlamaların sonucu olarak
doğmuş formlardan oluşur. Bu alan hermeneutiğin gerçekleşebilmesini sağlar; bu
alanın varlığı sayesinde ben ve sen arasındaki anlama mümkün olur.
Felsefi hermeneutik, Dilthey’da başlangıcını almış, Gadamer’de tam bir
disiplin olarak kurgulanmıştır. Gadamer, geleneksel hermeneutik anlayışlarından
farklı, felsefi temele oturmuş bir hermeneutiğin peşindedir. Hermeneutiği ne bir
anlama sanatı olarak görür ne de tin bilimlerinin metodolojisi. Hermeneutik,
anlamayla ve yorumlamayla, anlama ve yorumlama da varolmakla, yaşamla iletişim
kurabilmekle ilgilidir. Gadamer’e göre anlamanın özellikle bir nesne ya da
amaçtansa tüm varoluşa içkin bir doğası vardır.
Gadamer’in felsefi hermeneutik teorisi birtakım temel kavramlar sayesinde
kurgulanır. Bunların en temeli, anlama, tüm bir varoluşa ilişkin bir olanaktır. Her
31
anlama eylemi, yorum aracılığıyla anlamanın kendini anlamasına yol açar. Anlama,
kişinin tarihselliği, gelenek, önyargı gibi birtakım kavramlarla yorum sürecine
bağlanır. Gadamer, hermeneutik süreci sanat deneyimiyle yakın ilişkili olarak
inceler. Ona göre hermeneutik, kişinin kendi varoluşunu ontolojik bağlamda
kavraması, anlamanın kendisini anlaması ve anlama yoluyla varolmasıdır.
1.2.1.Friedrich Schleiermacher ve Anlama Sanatı
Friedrich Schleiermacher, hermeneutiğin bir anlama sanatı olarak felsefe ve
pek çok alana açılması girişiminde oldukça önemli bir rol oynamıştır.
Schleiermacher’e bu yolu açan, hermeneutik üzerine çalışmış, hermeneutik döngü
kavramının temellerini atmış iki öncülü vardır: Friedrich Ast ve Friedrich August
Wolf.
Friedrich Ast, metnin kendi bütünlüğü ve o bütünlüğün tarihselliği
bağlamında ele alınması gerekliliğini savunmuş, bu yolla metnin ruhunun açığa
çıkacağını düşünmüştür. Bu bağlamda filoloji ruhsal bir etkinlik haline de gelir ve
hermeneutik de metindeki o ruhsallığın, yorumcu tarafından açığa çıkarılmasıdır.
Ast’a göre hermeneutiğin amacı “bir eseri, kendi içsel manasındaki gelişmeler, içsel
unsurların birbiri ile ve o çağın daha kapsamlı ruhu ile olan ilişkileri yoluyla
açıklamaktır.”28 Ast, bu bağlamda metinde ne yazarın kişiselliğine ne de metnin
gramatik yapısına öncelik verir. Ona göre önemli olan metnin tarihsel yeri,
tarihselliği içerisinde değerlendirilmesidir. Ast böyle yaparak, metnin tamamının
parçalara bakarak, parçalarınsa metnin bütünlüğü bağlamında yorumlanabileceğini
28 R. E. Palmer, 2008, s. 113.
32
belirten “hermeneutik döngü” kavramını genişletir. Metnin kendi içerisinde parça ve
bütün ilişkisi, artık, metnin tarihsel ve kültürel bağlamlarla olan ilişkisi boyutuna
doğru açılmış olur. Ancak, her ne kadar hermeneutik döngü kavramının temellerini
belirginleştirerek katkıda bulunmuş olsa da, Ast, mevcut hermeneutik anlayışını
aşamamış, içeriği bağlamında sınırlarını genişletememiştir. Gadamer’in romantik
hermeneutiğe dair değerlendirmelerinde belirttiği gibi “Ast’ın her türde hermeneutik
için amacı “Grek yaşantısı ile Hristiyan yaşantısının birliğini göstermek”29tir.
Ast, bir metnin değişik düzeylerde anlaşıldığını belirtir; tarihi, gramatik ve
tinsel düzey. Tarihi düzeyde metin, o dönem yazılmış diğer metinlerle
karşılaştırılarak ve tarihselliği bağlamında; içinde bulunduğun çağın sanatsal,
bilimsel, edebi havası göz önünde bulundurularak yorumlanır. Burada amaç, metnin
ait olduğu türe göre ait olduğu tarihselliği bağlamında söylediklerinin anlaşılmasıdır.
Bu düzeyde metin düz anlamıyla anlaşılır, anlamlandırma sürecinde arka planından,
içerdiği zamansallıktan kopuk olarak ele alınmaz. Bir diğer düzey gramer düzeyidir.
Bu evrede metin, dilsel yapısı bağlamında, kelimelerin düz anlamları dikkate
alınarak anlaşılır. Üçüncü ve sonuncu anlama düzeyinde ise düz anlamın bir adım
ötesine gidilerek metnin tinsel manasını açıklanmaya çalışılır. Metni ait olduğu çağın
genel ruhuna göre yorumlamak düzeyidir. Burada yazarın görüşü ve niyeti de
etkindir. Tinsel kelimesi ile kastedilen yazarın düşünsel yapısı, yaşadığı kültür ve
topluma dair görüşleri, ait olduğu tarihsel atmosfer olabilir; tinsellik ile işaret edilen
tanrıbilimsel bir metin tarzı olmak zorunda değildir.
29 H. G. Gadamer, Hakikat ve Yöntem, cilt I (Çev. Hüsamettin Arslan, İsmail Yavuzcan),
Paradigma Yayınları, İstanbul, 2008, s. 248.
33
Friedrich Wolf, yorumbilgisini, göstergelerin anlaşılmasını sağlayan,
tanımlanmasına olanak tanıyan kurallar bilimi şeklinde tanımlamaktadır. Wolf,
hermeneutik ile, metnin nasıl anlaşılması gerektiğine dair açık bir tarif yapar. Ona
göre metin, metni yazan kişinin anlaşılmasını istediği şekilde anlaşılmalıdır, yani
hermeneutiğin amacı “bir yazarın yazılmış veya konuşulan düşüncelerini, yazarın
elde edilmesini istediği tarzda elde etmektir.”30 Bu bağlamda metin, yazarla olan bir
diyalogdur; yazar, söylemek istediklerinin, okur tarafından anlaşılmasının en yüksek
ve mükemmel düzeyde gerçekleşebileceği bir yoldan elde edilmesini talep eder. Bu
bağlamda Wolf, hermeneutiğin bir mükemmel iletişim hedefi olduğunu belirtir,
hermeneutik, yazarın niyetinin, fikirlerinin, onun ulaşılmasını istediği yöntemle elde
edilmesinden ibarettir.
Wolf da, Ast gibi üç anlama düzeyi tanımlar: gramatik, tarihsel ve felsefi
düzey. Bunların ilki, gramerci yorum anlaşıyıdır, burada dilin yapısının yoruma
katkısı bağlamında incelenmesi söz konusudur. Tarihsel yorum ise, metnin yazarın
kendi tarihselliği bağlamında ele alınmasıdır. Bu noktalarda genel olarak Ast’tan çok
da uzaklaşmayan Wolf’un üçüncü anlama evresi felsefi evredir; felsefi evre ise, bu
iki evrenin bir bütünlüğü bağlamında yorumsamaya olanak sağlar.
Schleiermacher, kendisinden önceki dönemlerin farklı hermeneutik tanımları
olan alegorik yorumlamaları ve kutsal metin çalışmalarını aşarak, hermeneutiği
başka alanlara açımlamış olup, onu sistematik bir teori olarak ortaya koymasıyla
felsefe ve hermeneutik tarihinde önemli bir yer kazanmıştır. Bu alanda yazdığı
eserinde hermeneutik eylemin doğasını tanımlamış, yorum, anlama ve eleştirinin
yapısını incelemiş, hermeneutik bir anlamanın nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğine
30 R.E. Palmer, 2008, s. 118.
34
dair bir dizi kurallar belirlemiştir. Gadamer, Schleiermacher’in öncüllerinden
farklılaştığı noktayı, hermeneutik alanı nasıl diğer disiplinlere, yazılı sözün ve
konuşmanın kendisine açtığını şu sözlerle ifade eder:
“Schleiermacher artık hermeneutiğin birliğini, anlamanın hedef aldığı
geleneğin içeriğinin birliğinde aramaz, tersine onu, herhangi bir özel içerikten
bağımsız, düşüncelerin ister sözlü ister yazılı şekilde bir yabancı dile veya kişinin
kendi diline aktarılma tarzının bile farklılaştıramadığı bir prosedürün birliğinde
arar.”31
Schleiermacher, önceleri Ast’ta izleri görülen hermeneutik döngü kavramını
alıp sistematikleştirmiş, nasıl uygulandığını ve döngüden elde edilebilecek anlama
sürecini açıklamıştır. Bu konuda yazmış olduğu temel metni “Hermeneutics and
Criticism”e, bir hermeneutik sanatının henüz var olmadığını ancak pek çok formda
özel hermeneutiklerin olduğunu belirterek başlar.32 Schleiermacher, farklı
disiplinlerde hermeneutik çalışmaların olanağının yolunu açar, onları kanıksar.
Tümel hermeneutik anlayışı, özel hermeneutiklerin göz ardı edilmesi değil, onların
da dahil olduğu evrensel bir hermeneutiğin oluşturulması, genel birtakım kurallara
varılmasıdır. Schleiermacher, bu bütünsel hermeneutik teorisini kurgularken, farklı
disiplinlere ait özel hermeneutikler arasında statü farkı olmadığını belirtir; içerdiği
konu ya da hakkında yazıldığı alan her ne olursa olsun, bu metinlerin anlaşılması,
yorumlanması ve açımlanması adına izlenecek yol aynıdır. Aynı metot ve kurallar
uygulanarak, her metni anlaşılır kılmaya yardımcı olacak yönü her ne ise onun
üzerine gidilir.
31 H.G. Gadamer, 2008, s. 248. 32 F. Schleiermacher, Hermeneutics and Criticism (Trans. And Edited by Andrew Bowie),
Cambridge University Press, Cambridge, 1998, s. 5.
35
Schleiermacher için hermeneutik süreç, bir yeniden yapılandırmadır. Anlama
gerçekleştiğinde üretilene dair edinilen bilgi, yorumlama sürecinde bir yeniden
üretimin aracı haline gelir. Schleiermacher, bir metnin hem ait olduğu türün
bütünselliğine hem de yazarının kişiselliğine atıfta bulunduğunu belirtir. Anlama ve
yorumlama süreci bu iki yönün diyalektik iletişimi sonucu gerçekleşir.
Schleiermacher, bu yönlerden yola çıkarak hermeneutik teorisinde bir dizi önkoşul,
yöntem ve kural tanımlanır. Hermeneutics And Criticism’de her bir bölüm belirli
kanonlar içerir ve bunların üzerinden hermeneutik sanatının nasıl olması gerektiği
ortaya koyulur. Schleiermacher, gramatik ve psikolojik olmak üzere iki temel
açımlama biçimi olduğunu belirtir. Metnin yapısına göre bu biçimlerden biri ağırlıklı
olarak takip edilir. Schleiermacher’e göre ikisi de eşit olmakla beraber, eğer okur, dil
içerisinde yazarın kendini nasıl ifade ettiğiyle ilgileniyorsa psikolojik yorumlama öne
çıkar. Ancak eğer metne yazarın kendini açımladığı dil yönünden bakılırsa da
gramatik yorumlama öncelik kazanır. Tam, doğru bir anlama ve yorumlama için iki
yöntem birbirini tamamlar.
Gramatik yorumlamada, anlaşılması ve yorumlanması gereken metin, ait
olduğu dil sistemi içerisinde incelenir, o dilin gramatik yapısı ve kurallarını takip
edip etmediği gözlemlenir. Gramatik yorumlamada kişinin, okunan metnin diline
dair bilgisi, o dilin içerdiği analoji ve metafor gibi ifade çeşitlerine hakimiyeti önem
taşır. Bu yöntemde dil bir bütünlük olarak görülür. Her bir kelime hem ait olduğu dil
sistemi içerisinde hem de o an metinde yer aldığı tümce içerisinde anlam barındırır;
her kelime her zaman tek bir anlama karşılık gelmez. O kelimenin o metnin
bütünlüğüne atıfta bulunacak doğru anlamının belirlenmesi gereklidir. Buna dair
yapılacak belirleme de gramatik yorumlama metoduyla gerçekleştirilir.
36
Schleiermacher, her iki yorumlama sisteminde de olduğu gibi bir dizi ön kural
belirler. Kelimeler tek tek ele alınır, kelimenin dil sistemi içerisindeki anlamı
belirlenir. Bu bilgiyle, kelimenin, tümce ve metnin bütünü bağlamında ortaya çıkan
anlamlarına da bakılır, bu düzeyde kullanılan eklere, bağlaçlara dikkat edilerek
kelimenin anlamının ne olduğu sorusu daralır ve anlam kesinleştirilir.
Schleiermacher, bu en küçük birimden başlanarak, gittikçe daha genele doğru giden
ve ortaya çıkan bağlantıların birbirleriyle olan ilişkilerinin incelendiği bir gramatik
yorumlama yöntemi önerir. Bu yöntem, metnin konusu hakkında genel bir fikir
almayı ve buradan hareketle tek tek parçaların kendi içerisinde ve genel fikir
çerçevesinde incelenerek bir anlam bütünlüğüne ulaşılmasını hedefler. Metni
anlamaya dair çalışmalarda gramatik yönteme öncelik verilir, ancak bu metot tek
başına metnin anlamına dair bir kesinlik sunamaz ve psikolojik metottan ayrı
düşünülemez. Gramatik yöntem, kullanılan dili, tümcelerin yapılarını ve kurgulanış
biçimlerini incelerken onların tarihsel yapılarını da açığa çıkararak metne tarihsel bir
bağlam kazandır, bu da psikolojik yorumlama evresinde metnin yazarla olan
ilişkisinin arka planına bakılırken faydalı olur.
Schleiermacher’in, gramatik yöntemde bahsettiği inceleme metodu, Ast’dan
ipuçlarını aldığı “hermeneutik döngü” kavramının formülleridir. Bu metoda göre
öncelikle tek tek kelimeleri incelenir, onların dil sistemi ve o tümce içerisindeki
anlamlarına bakılır. Akabinde o kelime ve diğer kelimelerin birleşerek oluşturdukları
tümcelerin bütünü, yani metnin tamamına bakılır. En küçük parçadan yola çıkarak
bütüne doğru ilerlenir ve metnin tamamından yola çıkılarak da en küçük parçanın
anlamında dair fikir edinilir. Bu düzen “hermeneutik döngü” olarak tanımlanır.
Schleiermacher’e göre “tam bir bilgi her zaman bariz bir daire şeklindedir, her bir
37
parça, yalnızca parçası olduğu bütün sayesinde anlaşılır ve aynısı bütün için tam tersi
şekilde gerçekleşir.”33 Bu döngüde anlama işlemine bir noktadan başlanabilmesi
gerekir, Schleiermacher, yukarıda da belirtildiği gibi önce metnin genel bir okuması
yapılması gerektiğini belirtir, daha sonra metnin bölümleri gramatik ve psikolojik
olarak incelenir ve bütüne tekrar dönülür, bu şekilde metin yeniden kurgulanarak
hermeneutik döngü gerçekleştirilmiş olur. Gadamer, Schleiermacher’in hermeneutik
döngü fikrini Ast ve geleneksel retorikten devraldığını belirtir ve Schleiermacher’de
anlamanın kendisinin bu dairede gerçekleşmesini şu şekilde açıklar:
“Esasen anlama daima bu tür bir daire içinde harekettir ve bütünden
parçaya parçadan bütüne tekrarlanan dönüş temel bir şeydir. Dahası, bu daire
sürekli genişler; çünkü, bütün kavramı görecelidir/ nisbidir ve daha büyük bir
kontekstle bütünleşme tikel parçanın anlaşılmasını daima etkiler.”34
Psikolojik yorumlamanın amacı, yazarın niyetinin ne olduğunun
belirlenmesidir. Yazarın bir şeyi anlatmak istemesinin altında yatan motivasyon ve
bu yazma işlemini nasıl gerçekleştirdiği araştırılır. Bu yorumlama biçiminde
gramatik yöntemde olduğu gibi birtakım kurallar takip edilir. Psikolojik
yorumlamada dil, yazarın kendi ifade etmek adına kullandığı bir araca dönüşür; bu
yöntemde yazarın dili “nasıl” kullandığı ve bu sorunun cevabının yazarın anlaşılması
adına verdiği ipuçları önemlidir. Gadamer, psikolojik yorumlamanın,
Schleiermacher’in, hermeneutik tarihine en özgün katkısı olduğunu belirtir.
“Anlaşılması gereken şey artık sadece kesin kelimeler ve onların objektif
anlamları değildir, aynı zamanda konuşanın ya da yazarın bireyselliğidir de.
33 F. Schleiermacher,1998, s. 24. 34 H.G. Gadamer, 2008, s. 265.
38
Schleiermacher yazarın yalnızca düşüncesinin kaynağına dönülerek gerçekten
anlaşılabileceğine inanır.”35
Psikolojik yorumlama metodunda, yorumlamaya geçmeden önce yapılacak
olan ilk işlem, başlangıç noktası, yazar hakkında bilgi edinmektir. Yazarın kişiliği,
nasıl bir sosyal çevre ve tarihsel arka plandan geldiği araştırılır, bu hususlar hakkında
bilgi sahibi olunur. Yorumlama aşamasına gelindiğinde iki unsur önem kazanır: konu
ve kompozisyon. Konuya dair araştırma, metnin başlangıcı ve sonucu arasındaki
uyuma odaklanır, bu aşamada metnin genelinde bir çelişki, uyuşmazlık olup
olmadığı, varsa da nereden kaynaklandığı incelenir. Kompozisyon kısmında ise
metnin dengi ya da benzeri eserlerle karşılaştırılması söz konusu olur.
Kompozisyonda yazarın ana düşünceyi nasıl oluşturduğu ve okura nasıl yaklaştığı36
belirlenmeye çalışılan unsurlardır. Schleiermacher, teorisinin başlarında psikolojik
yöntemden “teknik yöntem” olarak bahseder. Bunun başlıca nedeni, psikolojik
yorumlamanın açığa çıkardığı şeyin yazarın dili kullanırken yaptığı seçimler ve
kullanış biçimi, kendi “tekniği” yani üslubudur. Yazar, aklındaki şeyi yansıtmak için
dili belirli bir şekilde kullanır ve bu süreçte yaptığı tercihlerin bütünü o yazarın
üslubunu oluşturur. Psikolojik yöntem üslubun oluşum süreciyle de ilgilenir. Üslup
ve kompozisyona dair çalışmalar, bu metoda psikolojik olduğu kadar teknik bir
yorumlama sıfatı da kazandırır. Schleiermacher, psikolojik yorumlamanın asıl
odağının yazarın kişiliğinin tanınmasının metin üzerindeki izlerinin takip edilmesi
olduğunu belirtir. Bu süreçte Schleiermacher bu izlerin bulunabilmesinin iki yolu
olduğunu belirtir. İlk olarak “sezgisel” yol, kişinin kendisini yazarın yerine koyarak
onun düşünce izleğine ulaşmaya çalışmasıdır. İkinci yol ise, yazar üzerine kapsamlı
35 H.G. Gadamer, 2008, s. 258. 36 M. Toprak, 2003, s. 48.
39
bir çalışma yapmak ve onu diğer yazarlarla karşılaştırarak, kendisini farklı kılan, ona
“özgü” niteliklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Schleiermacher, psikolojik yorumlamayı iki alt başlıkta toplar. Bunlar
psikolojik görev ve teknik görevdir.
Psikolojik görevde37, metnin odağındaki ana düşünce ve diğer yan
düşüncelerin yazarın yaşamı bağlamında anlama ve anlamlandırma üzerine çalışılır.
Ana düşünce, konu ve biçimin bir arada incelendiği temel unsurdur. Yan
düşüncelerse metnin içerisinde ana düşünceyi destekleyen ancak ana düşünce ve ana
tema ile karıştırılmaması gereken parçalardır. Bu nedenle ana düşünce ve yan
düşüncelerin belirli bir düzeyde içerdikleri zıtlık bulunmalıdır, eğer bu zıtlık mevcut
değilse metnin belirli bir biçime ait olmadığı düşünülebilir.
Teknik görevse38, psikolojik görevde belirlenen ana düşünce ve yan
düşünceler arasındaki ilişkilerden yola çıkarak, yazarın yaşamı bağlamında metnin
oluşturduğu bütünlüğü, düşüncelerin bağlanma biçimlerini inceler. Schleiermacher
bu noktada teknik görevin gramatik yorumlamayla karıştırılmaması gerektiğini
belirtir. Teknik görevin gramatik yorumlamadan farkı, odak noktasının dilin kendisi
olmayıp, düşüncenin nasıl dile dönüştüğü olmasıdır. Teknik görevde farklı yapıların,
kalıpların nasıl bir düşünce örgüsünde biraraya geldiği incelenir. Bu süreçte kişinin
kendi düşüncelerini bırakarak yazarın düşünce tarzına adapte olması beklenir. Teknik
görevde meditasyon ve kompozisyon önem taşır. Meditasyon metnin içeriği,
kompozisyon biçimi üzerine çalışır. Meditasyonun amacı, ana düşüncenin
bulunmasıdır. Ana düşünce belirlendikten sonra, yazara dair kişisel bilgilerin ışığında
37 F. Schleiermacher,1998, s. 107. 38 F. Schleiermacher,1998, s. 132.
40
bu düşüncenin kökenleri, ana ve yan düşünceler arasında genel konu bütünlüğü,
çelişkiler ve çözümlenmemiş noktalar olup olmadığı (çözümlenmemiş noktalar varsa
onların kasti olarak öyle bırakılıp bırakılmadığı) gibi unsurlar incelenir.
Kompozisyonda ise, yazarın düşünceleri dile getiriş biçimi, düşünceler arasında
kurduğu bağlantıların yapısı incelenir.
Gramatik ve psikolojik yöntem birbirlerinden ayrı düşünülemezler. Her iki
yöntemin, birlikte ya da ayrı, kullanımındaki amaç ve elde edilmesi beklenen sonuç,
gerçekleştirilen anlamayı bir yorumlamaya çevirerek, yeniden yapılandırmaya
dönüştürmektir.
Schleiermacher, yorumlama üzerine düşünürken, o güne kadar süregelmiş
anlama ve yorumlama ayrımına gitmez. Ona göre her anlama içerisinde yorumlamayı
barındırır ve her yorumlama da anlamayı gerektirir.
“Yorumlama, kişinin anlamasının ifade edilmesi ve temellendirilmesidir, bu
bağlamda yorumlama bir şeyin hermeneutik olarak anlaşıldığının göstergesidir.”39
Schleiermacher anlamayı ve yorumlamayı sadece yazılı metinle
sınırlandırmaz. Konuşma, düşünme ediminin bir başka ifade biçimidir; düşünce
eylemi kendi içerisinde bir iç konuşmanın imasını taşır. Schleiermacher, anlamanın
konuşma düzeyinde de bir unsura dönüştüğünü belirtir ancak her konuşma
hermeneutik düzeyde bir anlama değildir. Anlama, belirli düzeylerde hermeneutik bir
değer taşımaktadır; her konuşma ve anlama/anlaşılma hermeneutik olarak önem
taşımaz. Schleiermacher burada hava durumu gibi gündelik diyalogları örnek verir.
39 L. K. Schmidt, Understanding Hermeneutics, Acumen Publishing Limited, Durham,
2010, s. 12.
41
Bu nitelikte bir diyalogda, anlama adına bir zorluğun ya da yanlış anlamanın ortaya
çıkması düşük bir ihtimaldir ya da hermeneutiksel bir anlamanın uygulanmasını
gerektirmez. Ancak Schleiermacher, bu gündelik olarak kategorilendirilebilecek
diyalogların yine de tamamen değersiz değil, sadece minimum değer taşıdıklarını
belirtir. O halde bu anlamalar “olağan” ve hermeneutiksel bir önemi en düşük ise,
hermeneutik değerin maksimum olduğu metinlerin neler olduğu sorusu doğar. Her
iki yorumlama düzeyinin kendine göre maksimum hermeneutik değer taşıyan
metinleri vardır. Gramatik yorumlamaya göre bu “en verimli ve en az tekrar içeren,
klasik eser”40, psikolojik yorumlama içinse “en kişisel ve en az rastlanır olan, orijinal
eser”41dir. Schleiermacher’e göre anlamanın, gündelik konuşma kadar olağan olarak
gerçekleştirilmeye çalışıldığı metinler en yüksek hermeneutik değere sahip
metinlerdir.
Schleiermacher’in hermeneutik teorisi yanlış anlamayı, anlama kadar doğal
görür. Bir metin okunduğunda, yanlış anlama bir aksilik değil beklenti olmalıdır.
Hermeneutik de bu yanlış anlamanın birtakım kurallar izlenerek aşılmasını sağlar.
Gadamer, Schleiermacher’in yanlış anlamaya dair bu vurgusunu, teorisini diğer
hermeneutik teorilerden farklılaştıran bir unsur olarak görür ve Schleiermacher’in
kendi hermeneutiğini, “yanlış anlamalardan kaçınma sanatı”42 olarak tanımladığını
belirtir. Okuyucu ve yazar arasındaki dilsel, kültürel tüm farklar gözetildiğinde yanlış
anlama doğal kabul edilmelidir. Hermeneutik tam da bu gibi durumlarda tanımı ve
kurallarındaki vaadi yerine getirir: anlamanın gerçekleşmesi değil, “doğru”
anlamanın gerçekleşmesini, yoruma değil “doğru” yoruma ulaşılması sağlar. Yine
40 F. Schleiermacher,1998, s. 13. 41 F. Schleiermacher,1998, s. 13. 42 H.G. Gadamer, 2008, s. 257.
42
de, yanlış anlamaya düşmemek adına, öznel ve nesnel düzeyde yazar ve okuru ortak
bir düzlemde eşitleme çabası söz konusu olmalıdır. Bu iki düzey, yeniden
yapılandırmaya başlamanın ön hazırlıkları olarak görülebilir. Öznel düzeyle
anlatılmak istenen yazan kişinin kişisel yaşamı hakkında bilgi sahibi olunmasıdır.
Yazarın kişiliği hakkında sahip olunan bilgi, okuyanın metindeki kişisel yaşam
izlerini sürmesine imkan verir, doğru yoruma ulaşmasını sağlar. Nesnel düzey ise
kullanılan dil ve gramatik yapı hakkında sahip olunan bilgilerdir. Bu düzey, “sözün,
konuşmanın bütünlüğü içerisinde ve onun içerisinde yer alan bilginin de dilin bir
ürünü”43 olduğunun gözlemlenmesi, incelenmesini sağlar.
Schleiermacher’e göre hermeneutiğin amacı en yüksek düzeyde anlamaya
ulaşmaktır. Bu da bir metnin, yazarın kurguladığı ve metnin içerdiği her yön ve ilişki
bağlamında anlaşılması olarak okunabilir. Schleiermacher “yazarı, kendisini
anladığından daha iyi anlama”44nın bu amacın gereği ve sonucu olduğunu belirtir.
Bu amaca erişebilmek üzere, yukarıda bahsi geçen nesnel yöntemin kullanılmasıyla
yazarın anlatmak istediği şeyi nasıl ifade ettiği, kullandığı dil incelenir. Bu noktadan
sonra anlama işlemi içerikle ilgilenir, öznel yöntemle edinilen bilgiler kullanılarak
metinde yazara ait kişisel izler aranır, bulunur, yorumlanır. Schleiermacher, bu
noktada yazarın, fark etmeksizin metne yansıttığı kişisel ipuçlarının bile
bulunabileceğini belirtir. Bu aşamaya gelindiğinde, yorumcunun, metni, yazarın
ötesinde bir anlama düzeyinde kavrayabilmesi söz konusu olur. Gadamer,
Schleiermacher’in bahsettiği bu formülün (yazarı kendisini, kendisinden daha iyi
anlama) önemini vurgular ve hermeneutik tarihinde yorumlanageldiğini belirtir.
Gadamer, bu formüle dair Schleiermacher’in kast ettiği anlamı şu şekilde açıklar: “O
43 M. Toprak, 2003, s. 42. 44 F. Schleiermacher,1998, s. 228.
43
anlama eylemini üretimin yeniden inşası olarak görür. Bu kaçılmaz şekilde yazarın
bilincinde olmadığı birçok şeyi bilinç alanına çıkarmak zorundadır.”45
Sonuç olarak, Schleiermacher’e göre hermeneutik, bir metnin, ifadenin ya da
konuşmanın yanlış, eksik anlaşılması ihtimalleri ya da basitçe “anlama isteği” sonucu
ortaya çıkmıştır. Ona göre “yorumlama sanatı, bir kişinin, anlamanın bütün
koşullarının bilgisine sahip olmasının sanatıdır.”46 Schleiermacher, anlamanın düalist
bir yapısı olduğunu belirtir; bir yanını linguistik unsurlar, diğer yanını düşünsel
unsurlar oluşturur. Düşünceleri anlama ve yorumlama sürecinde iki yöntem vardır:
gramatik ve psikolojik yorumlamalar. Gramatik ve psikolojik yöntem, iki farklı
yorumlama metotu değildir; bir anlama eylemi her ikisini de, metnin doğası ve
yorumcunun amacı bağlamında içermelidir. Gramatik yorumlamada metnin dilsel
yapısı, ait olduğu dil bazında kullanılışı yönünde değerlendirmeler yapılı. Psikolojik
yorumlamada dil yapısı ikinci planda olup yazarın anlattığı şeyi neden anlattığı,
kişisel yaşamının metindeki yansımaları gibi konuların incelenmesi söz konusu olur.
Bu incelemenin gerçekleşmesi sürecinde öncelikle ‘psikolojik görev’de metnin ana
ve yan düşünceleri belirlenir, yazarın kişiselliğiyle bağlantı kurulur, ‘teknik görev’de
ise, ana ve yan düşünceler arasındaki bağlantıların gramatik olarak incelenmesi
sonucu yazarın üslubuna dair fikir edinilir.
Ricoeur, Schleiermacher’in hermeneutiği üzerine yazmış olduğu makalesinde
genel olarak hermeneutik anlayışını ve sıkıntılarını ele alır. Ricoeur, hermeneutik
etkinlikte ‘anlama’ problemini gündeme getirenin Schleiermacher olduğunu beliterek
modern hermeneutiğin, anlama ve yorumlamanın kurallılığının ipuçlarını
45 H.G. Gadamer, 2008, s. 267. 46 F. Schleiermacher,1998, s. 227.
44
aydınlanmadan aldığını ifade eder. Aydınlanma sürecinin yorum teorisine katkısı,
metnin gramatik yönünü, kurgulanmış olduğu tarihi bağlamla birarada ele alarak
yorumlama etkinliğinin boyut değiştirmesini sağlar. Modern hermeneutik fikrinin
oluşumunu Ricoeur, felsefi düzlemde Kant’ın ilk kritiği ile ilişkilendirir. Bu kritiğin
temel noktası, bilgi ve varlık teorileri arasındaki dönüşümdür; varlığın doğası ile
yüzleşmeden önce bilmeye dair kapasitenin ölçülmesi gerekir.47 Bu bakış açısı
bağlamında Ricoeur, sembollerin yorumlanmasının şeylerin yorumlanmasını
öncelemesinin doğal olduğunu belirtir. Böylece anlama ve yorumlama, bilginin
içeriği bağlamından kurtarılmış olur.
Ricoeur’e göre Schleiermacher, hermeneutik çalışmalarına başlarken, mevcut
hermeneutiğin özel alanlara ve türlere bölünmüş olması, kendilerine ait kurallılıkları
gibi temel sorunları içeren bir ortamla karşılaşmıştır. Ancak Schleiermacher, farklı
tür hermeneutikleri kabul ediyor olmasına rağmen her zaman birleştirici bir
hermeneutik teorisinin peşindedir, onun hermenuetiği her zaman anlama
hermeneutiğidir. Bu bağlamda oluşturmuş olduğu kategorilerle bile birbirini
tamamlayan “bir bütünlük olarak anlama” hedefine hizmet eden metotlar olmuştur.
Anlama sorununun asıl kaynağı söylemde yatar. Schleiermacher’e göre yazılı ya da
sözlü ifade edilmiş olarak, semboller aracılığıyla dile getirilen tüm düşünceler
söylemdir.48 Bu noktada, yazılı metne özel bir statü atfedilmez, diyalog da
hermeneutiğin alanına girebilecek yapılardır ve bu yapıların araştırılmasında
konuşma ve düşünce arasındaki ilişki tanımlanır. Eğer düşünce, konuşmadan
tamamen bağımsız olsaydı, yoruma gerek kalmadan arka arkaya düşünceler
47 P. Ricoeur, Schleiermacher’s Hermeneutics, The Monist, Oxford University Press,
Vol.60,Issue:2, 1997, s. 182. 48 P. Ricoeur, 1997, s. 183.
45
sıralanırdı. Konuşma, düşünceden ayrı olsaydı, yorum yine olmazdı çünkü
konuşmada yorumlanacak bir şey olmazdı. Bu, bir şeyi söyleme niyeti ve sözel araç
arasındaki gerilim, hermeneutik problemin ortaya çıkışına sebep olmuştur. Somut bir
açıdan bakıldığındaysa hermeneutik problemi, coğrafi, zamansal ya da kültürel
herhangi bir uzaklıkta ortaya çıkar.
Ricoeur’e göre Schleiermacher hermeneutiğini problematik kılan esas bir
sorun da iki yorumlama yöntemi arasında süregelen ayrımdır. Bu metotlar (gramatik
ve teknik) Schleiermacher’in çalışmaları boyunca sürmüş, ancak zamanla ve
dönemsel olarak ağırlıkları değişmiştir. Önceleri gramatik metot yaygınken, 1819
itibariyle teknik metot öne çıkmaya başlamış, psikolojik elementleri içine alacak
şekilde genişlemeye başlamıştır. Hermeneutiğin ilgi alanı olacak metinler arttıkça bu
iki yöntem arasındaki sınırları keskin bir şekilde çizmek gittikçe zorlaşmıştır.
Ricoeur, bu noktada bu iki metoda dair ayrımın nereden temellendirildiği hakkında
konuşur. Bu iki metot arasında bir diyalektik konumlandırılmıştır, ancak ayrımın ne
olacağı hala belirsizdir. Schleiermacher’in erken dönem metinlerinde bu ayrım, aynı
anda hem genel hem de tekil olanı içeren söylem üzerine bir değerlendirme üzerine
konumlanır. Söylem genel niteliğini korur, çünkü bir tekilden bağımsız olarak
yaratılmış bir dil, sözcük dizesi ve konseptler içerir, ancak aynı zamanda tekilliğin
özelliklerini aktaran düşünceyi de iletir. Böylece genel ve tekil olan arasındaki ilk
diyalektik, söylem alanında gerçekleşir. Gramatik ve teknik (psikolojik) metodun eşit
bir ağırlıkta bulunması durumunu üstlenmek mümkün değildir. (Saussure bu fikre
uygun olabilecek şekilde, kişinin aynı anda hem dilin hem de konuşmanın teorisini
üstlenemeyeceğini belirtmiştir.) Schleiermacher, bu durumu oldukça detaylı şekilde
ele alır: yazar ve okurda ortak olan dili öne çıkarmak yazarın kişiselliğini ihmal
46
etmektir. Ancak yazarın tekil karakterini anlama üzerine odaklanmak da kullanmış
olduğu dilin ihmal edilmesi olur; ya genel ya da eşsiz olanı algılar, kavrarız. Bu
durumda gramatik yorumlamanın hedefi, söylemin yazar ve orijinal okuyucusu,
yazar ve kendimiz arasındaki dolaşımını içeren bir iletişimin aracı olmaktır. Bu
yorumlama metoduna nesnellik atfedilir çünkü yazardan ayrı olarak dilsel
çerçevelere odaklanır, ancak aynı zamanda “negatif”tir; çünkü anlamanın sınırlarına
ancak varır: kritik (eleştirel) değeri, yalnızca kelimelerin anlamındaki yanlışlıkları
içerir.
Gramatik yorumlama kısmında, Schleiermacher (Harder’le beraber)
çokanlamlılık sorununu gündeme getiren ilk kişilerden biridir. Schleiermacher’in bu
sorunu gramatik yorumlamaya dahil etmesi, dilde bir belirlenemezliğe işaret eder:
dilin bizzat kendisi bu çoğulun birliğini gösterir.
Anlam birliğine dair bir kanıksama olmasa, anlamanın kendisi olanaksız
olurdu. Ancak bu anlama, aynı zamanda, bir bağlam içerisinde olası anlamlar
içerisinden hangisinin kastedildiğinin ayırdına varılabilmesini de içermelidir.
Anlamın çoğulluğuna dair bu belirlemeler, Prag Dilbilim Çevresi kurucularından
Roman Jakobson’a öncül fikirler olarak konumlanabilir. Sesbilim kuramının
oluşmasında büyük rol oynamış olan Jakobson, dillerin ses yönünden benzerlik ve
ayrılıkları bağlamında bir sınıflandırmasını sağlayan “ikili karşıtlık dizgesi” adlı
teoriyi önermiştir. Ayrıca, Jakobson, konuşmanın benzerlik ilişkisi ve bitişiklik
ilişkisi elementlerinden oluştuğunu belirtmiştir. Benzerlik ilişkisi, ifade etme
sürecinde birbiri yerine kullanılabilecek ifadelerden birinin seçilmesi sürecini ifade
47
ederken bitişiklik ilişkisi seçilen birimlerin birleştirilmesi işlemidir.49 Jakobson doğal
ve yapay dil arasında ayrım konumlar; doğal dil metne bağlı, çokanlamlı dil
entitelerinden oluşur.50
Schleiermacher, modern semantiğin önemli bir gelişmesinin öncüsüdür;
günlük dil anlamının (sense) özdeşliği ve anlamlandırmanın devingenliği
(değişkenliği) arasındaki karşılıklı etkileşimde işler. Schleiermacher, kelime ve
konsept arasındaki ilişkinin doğasındaki zorluğu da öngörmüştür: söylemsel olarak
belirlenen, belirli bir sezgisel anlam alanını temsil eden ve pek çok konsepti üreten
kelimeler, ve aynı zamanda kişisel bir bireysellik düzeyine katkı sağlayanın aynı
sezgisellik.
İkinci yorum metodunun “teknik” olarak adlandırılmasının nedeni Ricoeur’e
göre bir ‘Kunstlehre’nin bir ‘teknoloji’nin ürünü olarak görülmesindendir. Böyle bir
hermeneutik projesi (Schleiermacher’in hermeneutiği) bu ikinci yorumlamayla
tamamlanır. Dilin unutulduğu, konuşmanın öznelliğine erişilen bir metottur. Burada
dil, bireyselliğin hizmetinde bir araçtır. Bu yorumlama “pozitif” olarak görülür
çünkü söylemi üreten düşünce eylemine odaklanır.
1.2.2.Wilhelm Dilthey ve Tarihselcilik
Dilthey, Schleiermacher’in hazırlamış olduğu değişim ortamından hareket
ederek, tarihselliği hermeneutik kuramda öne çıkarmış, farklı bir bakış açısının
temelini oluşturmuştur. Yaşamı yücelten bir filozof olan Dilthey, yaşamı açıklanması
49 M. Rifat, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları, 1. Tarihçe ve
Eleştirel Düşünceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 40. 50 P. Ricoeur, 1997, s. 186.
48
gereken değil, anlaşılması gereken bir şey olarak görür. Yaşam, insanın düşündüğü,
ürettiği, eylediği her şeyi kapsar. Tüm bu olgular ve durumlar, hem kolektif bir
insanlık tarihi hem de bireysel tarihsellikleri oluştururlar. Bu durumda yaşam ve
insan, tarihsel bir perspektiften soyutlanarak okunamaz; insanın tarihsel bir varlık
olduğunun kabul edilmesi ve bu kabulün temele alınması gereklidir. Dilthey’a göre
ve derinlemesine haklı bir anlama çabasının önkoşulu bu olmalıdır.
Dilthey’ın önerdiği gibi bir düşünce tarzından çok önce, insanı temellendirme
çabası bir görev olarak metafiziğe düşmüştür. Ancak bütünsel, realist bir bilgi
üretilememesi ve aklın yüceltilmesiyle birlikte bu görev metafiziğin elinden
alınmıştır. Metafiziğin görevlerini devralan bu yeni bilim, doğa bilimleri, her şeyden
sıyrılarak aklı egemen ilan etmesiyle insanı da, diğer şeyler gibi, kendi alanında
kendi metodunda ele almıştır. Dilthey, doğa bilimlerinde görülen yöntem ve
temellendirmelerin, insan doğası, toplum yapısı ve ilişkileri üzerine düşünmeye
uygun olmadığını belirterek doğa bilimsel yaklaşıma karşı durmuştur. Doğa
bilimlerinin genel metodolojik yapısı, tarihsel, sosyal, psikolojik bağlamları göz ardı
ederek, duruma sınırlı ve yöntemsel olarak yanlış perspektif getirmiş olur. Dilthey,
doğa bilimlerinin “anlatma” odaklı yapısının karşısına, ileride tin bilimleri adını
vereceği, insan edimlerine dair alanın yöntemi ve amacı olan “anlama”yı
yerleştirmiştir. Dilthey’ın doğa bilimleri ile en büyük çatışması budur; tüm
yöntemleri “açıklama” amacına yöneltilmiş olan akıl merkezci doğa bilimsel
yaklaşım, en baştan Dilthey’ın aklındaki “insanı anlama” fikrine uygun düşmez.
Dilthey, aklın yüceltilerek, deneyimin, yaşamın etkilerinin küçümsenmesini, aklın
tek güç olarak kabul edilmesini eleştirmiştir. Doğa bilimlerinde doğanın nesne,
insanın araştıran özne olarak konumlandırılması, insanı doğanın bir parçası olmaktan
49
koparmıştır. Doğa bilimlerinin metodolojisi ve epistemolojisi açısından
değerlendirildiğinde, insan deneyiminin bilimselliğin dışına itilmesi gözlenmiştir. Bu
durum da Dilthey’ın temel rahatsızlıklarından birini oluşturmuş, gerçekliğin doğa
bilimlerin tekelinde olmasını eleştirmiştir.
“Bizim gerçeklik hakkındaki tasarımımızın ve bilgimizin en önemli
yapıtaşları, öğeleri; kişisel yaşamın birliği, dış dünya, dışımızdaki bireyler, onların
zaman içerisindeki yaşamları ve bu yaşamların birbirlerine karşılıklı etkileridir.”51
Tüm bu nedenlerle doğa bilimleri, Dilthey’ın insanı anlama hedefinin uygun
bağlamı değildir.
Metafizik ve doğa bilimlerinin, her ikisinin de bu şekilde insan deneyimini
derinlemesine kavramakta başarısız olması sonucu insanın tüm varoluş mirası,
yarattığı, ortaya koyduğu her şeyi kapsayacak yeni, sahipsiz bir alan ortaya çıkmıştır.
Bu alanı tanımlamak, temellendirmek ve bilimselleştirmek Dilthey’ın temel amacı
haline gelmiştir.
J. S. Mill, yorum ve anlamaya dayalı araştırmalarında doğa bilimleri ve tin
bilimleri (moral bilimler) arasında bir ayrım yapmıştır. Mill’in moral bilimleri, insanı
tinsel bir canlı olarak kabul eden ve buna göre araştıran alandır. Mill’in
çalışmalarındaki moral terimi, Almancadaki Geist (tin) kavramına karşılık olarak
görülmektedir.52 Dilthey, bu tin kavramından yola çıkarak, insanlığın ortak
tarihselliğini ve bireysel tarihçesini “Geisteswissenschaften” dediği ‘tin bilimleri’
teriminde toplar. Dilthey böylece insan deneyimi üzerine düşünecek alanı tanımlamış
51 W. Dilthey, 2012, s. 17. 52 M. Toprak, 2003, s. 58.
50
olur. Sahip olduğu gerçeklik, yine insanın tarihsel ve sosyal bağlamında kavranabilir.
Dilthey, tin bilimlerini “tarihsel/toplumsal gerçekliği konu alan bilimlerin tümü”53
olarak tanımlar.
“Tin bilimi kavramı, bu bilimleri bir bütün olarak kurma olanağı sağlar; bu
bütünün doğa bilimi karşısındaki sınırları, en sonunda, ancak yine bu bilimlerin
ortaya koydukları yapıtlar içerisinde aydınlatılıp temellendirilebilir.”54
Dilthey’da genel geçer, nesnel bilginin olanağı ve bütünlüğü konusunda bir
romantizm vardır. Her insanın benzer, ancak kendi içerisinde farklı yaşam
deneyimlerini ele alan tin bilimleri, tarihsel perspektifi benimseyerek ve durumları
eşsiz yapılarına göre düşünerek bütünlük fikrini gözetir. Dilthey’a göre insanın
yapısını, doğasını, hareketlerini ve motivlerini doğa bilimlerinin sistematik yapısıyla
ele almak, felsefede bir tıkanıklığa neden olmuştur. Bu nedenle Dilthey, insana dair
her deneyimi inceleyen, doğa bilimlerinden ayrılarak oluşan bu yeni alanı felsefi
olarak temellendirmek arzusundadır. Dilthey, tin bilimlerini meşrulaştırdığı bir çeşit
tarihsel aklın eleştirisini yapmaya çabalamıştır. Dilthey’ın çabası gerçekliğin
bilgisine ulaşmak olduğundan tin bilimlerinin temellendirmesi de epistemolojik bir
temellendirme olacaktır. Bu noktada, artık tanımlanmış olan, bu yeni alanın
bilimselleşebilmek adına bir yöntemi olması gerekmektedir. İnsanların birbirleriyle
ve doğayla olan ilişkisini incelemek amacıyla oluşacak bu metot, insanı doğa
bilimlerinin sistematik yapısına indirgemeden, açıklamaya değil anlamaya
çalışacaktır. Dilthey, Schleiermacher hermeneutiğini çalışmış ve onu kendi teorisi
içerisinde ileri götürebilmiştir:
53 W. Dilthey, 2012, s. 21. 54 W. Dilthey, 2012, s. 22.
51
(…) Schleiermacher’in hermeneutiğinden, daha da geliştirilebilir görünen ilkeler
çıkarttım. Yazılı eserler üzerine açımlama tamamen ve sadece anlama sürecinin
ustalıklı bir şekilde geliştirilmiş halidir. Anlama süreci yaşamın tümüne yayılan ve
konuşma ve yazının her türü karşısında anında işlemeye başlayan bir süreçtir. Bu
demektir ki, açımlamaya kurallar koymanın temelinde anlama analizi yatar.55
Anlama kavramı, Dilthey düşüncesinin temel anahtarı, kurgulayacağı
hermeneutiğin son aşaması ve nihai hedefidir. Anlama kavramını, insanlık tarihi için
bu kadar önemli yapan, hem en sıradan bir kognitif sürecin başlangıcı olmak kadar
basit, hem de en karmaşık yapıların çözümlenmesini sağlayabilecek kadar
derinleşebilen bir yapı olmasıdır.
Anlamayı önceleyen süreçlere bakılacak olunursa, önce anlaşılacak bir şeyin
varlığı gereklidir. Var olan bu şey, ortaya koyulur, ortaya koyulan şey anlaşılabilir. O
halde, önce deneyim, sonra ifade etme ve en son anlama gerçekleşir. Bu üçlü yapı,
ifade edilenin yorumlanmasıyla hermeneutik sürecin adımlarını oluşturur. Deneyim
anı, akış ya da derinlik bazında, benlik tarafından eksiksiz bir şekilde kavranamaz.
Ulaşılamayan kısım, ifade tarafından açımlanır. İfade bu yönüyle yaratıcı bir
etkinliktir. İfade edilenin anlaşılmasıyla yaşamsal bu deneyim, anlama yoluyla
anlaşılır kılınmış olur. Yani bu süreç, yaşananın bir yeniden üretimidir. Dilthey’a
göre anlamanın gerçekleşmesi için bir ifade edilen olmalıdır. İfade edilenin (bu bir
yazılı metin olabilir) anlaşılabilmesi için yaşanmışlık gereklidir. Anlama yaşamayı
gerektirir ancak yaşananın bir yaşam deneyimine dönüşmesi, onun öznel
perspektiften ayrı bir genele yaklaşan anlamasıyla mümkündür.
55 W. Dilthey, 2012, s. 110.
52
“Duyulara dıştan verili olan işaretler aracılığıyla içsel gerçekliğin bilinmesini
sağlayan bu yönteme anlama diyoruz.”56
Dilthey, insanı, işleyişi ve hayatı durağan akıl kategorileri yerine dinamik
yapısı içerisinde anlamak istemiştir. “Hayat, yine hayat deneyiminden hareketle
anlaşılmalıdır.”57 Dilthey’ın deyimiyle deneyim (erlebnis) yaşanmış tecrübe
anlamına gelir. Erlebnis, yalnızca şu ana dair bir deneyim değildir, anın geçmiş ve
gelecekle bağlanarak bir anlam birliği oluşturması önemlidir. Dilthey’a göre deneyim
bilince dair değildir, (öyle olsaydı deneyim, özne karşısında bir çeşit nesne olurdu)
deneyim özne-nesne ayrımını önceler. Anlamayı sağlayan bu deneyim, yeniden
üretim sürecinin temelidir. Kişilerin özel yaşantılarından oluşan deneyim,
bilimselleşme sürecinde zorlansa da Dilthey, deneyim ve anlamadan yola çıkılarak
yapılacak analizin, genel geçer bir bilginin olanak ve sınırlarına dair bir kanıt
sunabileceğini belirtir. İnsan tekilleşmiş bir varlık olsa da tek başına değildir ve
başkalarından farklı da olsa insan olmak temelinde diğer insanlarla ortak bir türde
birleşmesi sonucu, birtakım deneyimler yönünden aynı temele sahiptir. Bu da
karşısındaki insanın deneyimini anlamayı olanaklı kılan şeydir; bu temel üzerinde
kişi, kendisini ötekinin yerine koyarak onun deneyimini, kendi yaşam bütünlüğü
içerisinde yeniden üretebilir. Kişinin kendi yaşamından bağımsız deneyimleri ve
ifadeleri anlayabilmesinin yolu budur. İfadeler, insanın, aynı büyüme ve yaşama
tarihsel arkaplanına sahip olduğu insanlarla paylaştığı bir ortak alan içerisinde
anlaşılır. Dilthey bu alana “nesnel tin” adını verir, insanın doğduğu andan itibaren
dahil olduğu çevresel, tarihsel bilgiler ve etiket kuralları, yani kültürdür. İletişim
56 W. Dilthey, 2012, s. 93. 57 R.E. Palmer, 2008, s. 142.
53
aracı olan her söz ve davranış, belli bir bağlamda bir anlama karşılık gelir. Böylece
tekil yaşam ifadeleri aynı zamanda ortak alana da atıfta bulunur.
Ortak bir sosyo-tarihsel dünya sayesinde, kişi, kendi deneyimiyle benzerlik
kurarak ya da yabancı deneyimi yeniden üreterek farklı deneyimleri kavrayabilir.
Yaşanmışlık, ifadelerin anlamlandırılacakları bağlamlara dair bilgi ve aşinalık için
gereklidir. Kişi, içselleştiremediği deneyime dair bir anlama geliştirebilmek için, bu
başka “yaşama”yı alır, kendi deneyimlerine uyarlar; ifade edilen deneyimin içine
girmeyi sağlayacak tek yol budur. Tin bilimlerinde dış veriyle kişisel bir bağ
kurulmalıdır; böylece “geçmiş ya da yabancı”58 bir yaşam, kişinin deneyiminde
tekrar üretilir, yaşanır ve anlaşılır.
Burada bahsedilen süreç, genel olarak, kişinin kendisini bir başkasına
aktararak onu bulması şeklinde açıklanabilir. İnsanların biyolojik ve kültürel bir
yapıyı paylaşmaları, benzer deneyimlere sahip olmalarını da beraberinde getirir.
Böylece, kendileri dışındaki durumlar ve olaylar hakkında bir anlama ve yorum
yapabilme olanağı sağlanmış olur.
“Ben, her şeyden önce kendi tekilliğimi ancak başkalarıyla karşılaştığım
zaman deneyimliyorum; öyle ki ben, kendi tekilliğimi ancak kendi varoluşumda
oluşan diğer kişilerden farklı olma bilinci sayesinde bilirim. Kendi tekilliğimin
bilincine varabilmem, demek ki başkalarını gerektirir.”59
Dilthey’a göre, yeniden oluşturma süreci kişisel yaratıcılık ve tarih bilincinin
buluşmasıyla işler. Yaratıcılığın tarih bilinciyle buluşmasıyla oluşan teknik, yaşam
58 M. Toprak, 2003, s. 62. 59W. Dilthey, 2012, s. 92.
54
ifadelerinin anlaşılması adına kullanılır. Bu metodun ifade edileni anlama çabası,
yorumlamasıdır. Dilthey’a göre kişinin, başka kişilerin deneyimlerini ya da
kendisinden bağımsız olay ya da durumları anlamasının birkaç yolu vardır. Bunların
ilki, benzetmede, kişinin, anlamak istediği deneyimin, kendi yaşantılarıyla ortak bir
yönünü bularak bu şekilde ona bir anlama gerçekleştirmeyi hedefler. Kişinin benzer
bir deneyimdeki duygu ve düşünceleri, anlamak istediği deneyimle karşılaştırılarak
bir çeşit duygu transferiyle anlama sağlanır. Dilthey, bir diğer anlama şekline hayal
gücü ile erişilebileceğini belirtir; hayal gücü, pek çok duygu ve düşüncenin
anlaşılmasını sağlayabilir. Yoğunlaşma bir başka anlama metodudur; kişinin kendi
deneyimlerini yoğunlaştırıp derinleştirerek onun limitlerini aşabilmesi ve başka bir
deneyime ulaşabilmesi söz konusu olur.
Anlama çabasının temel aracı ifadelerdir. Dilthey, yorum sürecinin genellikle
yazılı metin üzerinden işler olduğunu belirtir, çünkü yazılı metin kalıcı olduğundan
yeniden üretim sürecinin zorluklarının ortadan kaldırmaktır. Yazınsal bir anlatımın
ifadeleri, kelimelerdir. Yazılı metin, bir bütünlüğün ancak belirgin bir kısmını ifade
edebilir. Deneyimin bu parçacıkları, açımlanarak ve yorumlanarak bütüne dair bir
fikir edinme çabası oluşur. Dilthey’a göre ifadeler aracılığıyla gerçekleşen anlamayı
sağlayan anlam kategorileridir. Bunlar, iç-dış kategorisi, parça-bütün kategorisi, güç
kategorisi, değer kategorisi ve araç-amaç kategorisidir. İç-dış kategorisi duyguların
dışarı yansıması ve ifade edilmesidir. Parça-bütün kategorisi, bütünlüğün bilinerek
parçanın daha iyi kavranacağı düşüncesidir, ifadelerin etkileşimiyle ilgilidir. Güç
kategorisi, insanın dünya içerisindeki ilişkilerine odaklanır. Eylemlerinin ötekiler ve
olaylar üzerinde yarattığı etkiler incelenir. Değer kategorisi, anlamanın duygusal
boyutuna eğilir, insanın yaşadığı şeylerden hissettiği duyguların ifadesidir. Burada
55
anlama üzerinde ilgi gibi sevginin de etkili olduğu görülür; insanların değer verdiği
şeyleri anlamaya daha yatkın olması, anlamakta daha başarılı olması söz konusudur.
Son anlama kategorisi araç-amaç ilişkisi, anlamanın amaçsallığa uygunluğu ve buna
göre anlamlandırılması söz konusudur.
Anlamayı etkileyen bir başka faktör anlamaya çalışılan konunun kişisel
ilgiyle alakasıdır. Kişi, ilgisini çeken bir konuyu daha hızlı, daha doğru anlama
eğilimi gösterir.“Anlama çeşitli dereceler gösterir. Anlamanın dereceleri öncelikle
“ilgi”yle bağlıdır, onun tarafından koşullandırılır. İlgi sınırlıysa anlama da
sınırlıdır.”60
Dilthey, anlama etkinliğinin en dolaysız halinden en karmaşık haline kadar
bütünsel yapısını göz önünde bulundurur. Bazı deneyim ve ifadeler anlama yönünden
zorlayıcı değillerdir. Bu temel anlama, gündelik hayatın fark edilmeyen, öznel
deneyimlerine yönelik anlamayken, temel anlamaya dayanan ancak deneyimler arası
ilişkiler kuran ve bütünleyici, nesnel bir yönelimi gerektiren yüksek bir anlama
düzeyi de söz konusudur. Temel anlama, gündelik yaşamın kuralları bağlamında,
tekil ifadelerin anlaşılmasıdır. Gündelik diyaloglarda tarafların karşılıklı olarak
birbirini anlaması/kavraması temel anlamanın sonucudur. Tekil anlamları harflere
benzeten Dilthey’a göre, bu harflerin bir araya gelmesiyle de yüksek anlama oluşur.61
Her ifadenin, genel bir ortak alanda yer bulması, nesnel tinin kendi içinde bölümlere
ayrılmış olmasıyla mümkündür. Dilthey’a göre, temel anlama, kişinin ait olduğu
kültürel arkaplana, gündelik yaşamın kurallarına hakimiyetine dair ortaklıklara dair
kanıksama yoluyla gerçekleşir. Bu öğelerin yardımıyla, kişi anlamak istediğini kendi
60 W. Dilthey, 2012, s. 94. 61 M. Toprak, 2003, s. 64.
56
deneyiminde yeniden yaratarak anlar; Dilthey bu sürecin “duygudaşlık” yoluyla
anlaşılabileceğini ifade eder. Duygudaşlık, nesnel tinin yorumlanması bağlamında,
kişinin bir başka deneyime dair, kendi yaşamışçasına, bir algı geliştirmesi demektir.
“İnsan mutluluğunun önemli bir kısmı, diğer insanların psişik hallerine
katılmaktan, bu psişik halleri kendimizde hissedip yaşamaktan kaynaklanır; filolojik
ve tarihsel bilginin tamamı, bu tekil anlamanın objektiflik düzeyine yükseltilebileceği
varsayımına dayanır. Bunu temel alan tarihsel bilinç, modern insana insanlığın tüm
geçmişinin bilgisine sahip olabilme imkanı sağlar.”62
Anlama, yaşama bütünsel bir bakış, kişiyi kişisel tarihselliğinde ele almakla
mümkündür. Ancak bazı durumlarda, temel anlama düzeyi yeterli olmaz. Bu
durumlarda daha karmaşık, daha yüksek bir anlama devreye girer. Basit bir
anlamanın temelinden yükselen bu gelişmiş anlama formu, anlamanın nesnesine geri
dönülmesiyle ve bizzat o ana ait tarihsel boyutun çözümlenmesiyle mümkündür.
Yaşam ifadelerinin anlaşılmaması veya anlaşılan anlamdan kuşku duyulması, yani
temel anlamanın tek başına yetersiz kalması ve anlamanın imkansız hale gelmesiyle
bütün bir yaşam bağlamına geri dönüş yaşanır, yüksek anlama aşamasına geçilir.
Yüksek anlama, temel anlamanın ifade ettiğine ne ölçüde güvenilebileceğinin
muhakeme edilmesi adına daha çok bilgi edinmeye teşvik eder. Yüksek anlama, tekil
bir ifadeden yola çıkarak genel bir sonuca varabilir; tümevarımla bağlam hakkında
bütüne dair bilgi edinilebilir. Yüksek anlamanın “verilenin içinde bir yaşam bağlamı
62 W. Dilthey, 2012, s. 91.
57
arayıp bulma”63görevi vardır. Bu arayış kişinin deneyimlediklerini her an geri
çağırabilmesiyle ilgilidir.
Tarihsel bağlamda insanın yapıp ettikleri, her şey, birer yaşam ifadesidir.
Dilthey yaşam ifadelerini üç gruba ayırır. Bunların ilki kavramlar, yargılar ve
düşünce ifadeleridir. Bu kavramlar, zamandan, mekandan ve kişilerden bağımsız,
genel geçer olan ve aktarım esnasında değişmeyen, mantıki doğada ifadelerdir. İkinci
grup ifadeleri eylemler oluşturur, bu grup kişinin yapıp ettiği her şeyi kapsar. Bu iki
ifade türü, nesnel tin alanından sağlanan ortaklıkla, pratik yaşama yönelik anlamaları
içeren temel anlama düzeyinde anlaşılırlar. Üçüncü grup ifadeler, yaşantı
ifadeleri’dir. Yaşamla yaşantılar arası anlamın yapısını ifade eder, insanın yaratmış
olduğu ifadeler ve bu ifadelerin vuku bulduğu yaşam arasındaki bağlantıdır.
Dilthey’ın Schleiermacher’den oldukça fazla etkilenmiş olması, hakkında
yazdığı biyografiden ve teorisinin temel noktaları olan yorumlama temelinde anlama,
yorum teorisinde okurun, yazarın psikolojik durumunu yeniden yaratması yoluyla
metni yorumlaması ve hermeneutik döngü bağlamlarında Schleiermacher teorileriyle
uyum içerisinde olmasından anlaşılmaktadır. Dilthey, hermeneutik kelimesini, basit
anlamıyla, yazılı metinleri yorumlamaya dair kurallar bağlamında kullanır.
Hermeneutik, tarihsel yorumlamanın evrensel meşruiyetini temellendirme
çabasındadır, Dilthey’ın hermeneutikle ilişkisi bu şekilde tanımlanabilir: “tin
bilimlerinde anlama kavramının bir modeli olarak hermeneutik”64. Anlamanın
gerçekleşmesi yorumlamanın hem başı hem de sonucudur. Anlama üzerinden gelişen
yorumlama, yorumdan beslenen bir yüksek anlamayı oluşturur. Tinsel yaşamı bir
63 M. Toprak, 2003, s. 67. 64 L. K. Schmidt, 2010, s. 32.
58
bütünlük olarak görme, deneyimleme ve yorumlama şansı ancak yazılı metinde
bulunur. Bu nedenle hermeneutik süreç, yazılı metin üzerinden işler. Anlamanın
nesnelleşmesi, yaşam ifadelerinin sabitlenmesi (yazı) yoluyla, her an geri
çağırılabilecek konumda olmaları sonucu gerçekleşebilir. Dilthey bu sürece
açımlama ve yorumlama adını verir. “Anlama ancak yaşamın sabitleşmiş
görünüşlerinin mevcudiyetine yönelikse ve biz bunlara her an geri dönebiliyorsak,
ustalıklı kullanıldığında denetlenebilir bir objektiflik derecesine ulaştırılabilen bir
yönteme dönüştürülebilir. Sürekli olarak sabitleşmiş yaşam görünüşlerini ustalıklı
anlamaya, açımlama veya yorumlama adını veriyoruz.”65 Dilthey’ın yazılı ifadelere
verdiği önem, sözel ifadelerin o an içerisinde var olup yok olmasına, böylece onlara
dair bir anlamama halinin, geri dönülüp kontrol edilemeyeceğinden kaynaklanır.
Dilthey, anlama sürecinde anlaşılacak olanın kalıcı olmasını önemser. Yazılı ifadeye
geri dönme olanağı olduğundan anlama süreçlerinin daha iyi işlemesi muhtemeldir.
“Öyle ki yazılı eserlerin, tinsel yaşamı ve tarihi anlamamız bakımından
ölçüye gelmez derecedeki büyük önemi insanın içselliğinin kuşatımlı, kapsayıcı ve
objektif olarak anlaşılır ifade kalıbının sadece dilde bulunmasında yatar. Bu
nedenledir ki, anlama sanatı kendi merkez noktasını, insan varoluşunun yazıya
geçmiş terekesinin/kalıtının açımlanması veya yorumlanmasında bulur.”66
Ayrıca sabitleşmiş bir ifade, nesnel bir anlamanın olanağını yaratır. Bu
nesnelliğin temeli de nesnel tindedir; ortak alanda anlamlanan ifadeye dair yapılacak
yorumlama, yine bu alan içerisinde gerçekleşir. Bu durumda yorumlama, ifadenin
nesnel tinde nesnel şekilde anlaşılması etkinliğidir. İfadeler sabit de olsa, genellikle
65 W. Dilthey, 2012, s. 94-95. 66 W. Dilthey, 2012, s. 95.
59
bir bütün olarak bulunmazlar. Onları bir bütün olarak görüp deneyimleme
hermeneutikle mümkündür. O halde hermeneutik, sabitleştirilmiş yaşam ifadelerinin
açımlanmasının bilimidir; tarihsel bütünlüğün anlaşılmasının yöntemi, tin
bilimlerinin metot arayışının nihai sonucu hermeneutiktir.
1.2.3.Hans-Georg Gadamer ve Felsefi Hermeneutik
Gadamer, kendini önceleyen hermeneutikleri karşısına alarak felsefi
hermeneutiğin temellerini atar. Kurgulamış olduğu bu felsefi hermeneutiği birincil
amacı, anlamanın nasıl mümkün olduğu ve sınırlarının sorgulanmasıdır. Anlama ve
hermeneutiği kendisinden önce oluşmuş gelenekten bambaşka yorumlayan Gadamer,
hermeneutiği ne Schleiermacher gibi bir sanat ne de Dilthey gibi tin bilimlerinin
metotu olarak görür. Gadamer için anlama ve yorumlama bir şeye karşı değil bir şeye
doğrudur; anlama ve yorum bir bilimsellik altında olmak zorunda değildir, onlar tüm
varoluşa, dünya deneyimine içkin kavramlardır. Kişi, gerçeğe yalnızca kendi
deneyimlerini anlayarak ya da onlara hakim olarak ulaşabilir. Anlama, değişken ve
yeni perspektiflere açık bir yapıdır. Önemli olan bireysel anlamanın doğasını açığa
çıkarabilmektir.
Hakikat ve Yöntem’de hermeneutiğin erken dönemleri, geliştiricilerini
inceleyen Gadamer, anlama ve yorumlamanın, aynı motivasyon kaynağından
beslenerek teolojik ve filolojik patikalarda doğduğunu belirtir. Teolojik
hermeneutiğin, reformcuların kitab-ı mukaddes’e dair kavrayışlarını geleneksel
anlayışa karşı savunmalarından, filolojik hermeneutiğinse hümanist klasik edebiyatı
60
yeniden keşfetme talebiyle doğduğunu belirterek onları ‘kesin olarak bilinemez ve
nüfuz edilemez hale gelmiş bir şeyin yeniden keşfini’ içerdiklerini belirtir.67
Schleiermacher için anlama, yanlış anlamadan kaçınma, anlayan ve
anlaşılacak olanı yazan/söyleyen arasında doğru biçimde gerçekleşecek bir diyalogun
açığa çıkması iken Gadamer’de anlama tamamen kökensel bir durumdur; bir metni
anlamanın aracı değil, dünyaya dair kavrayışın bir metotudur. Gadamer,
Schleiermacher’de yorum ve anlamanın, sözün içi ve dışı gibi birbirleriyle
etkileşimde olduklarını ve böylece her yorum probleminin aslında bir anlama
problemi olduğunu, yorum ve anlamanın kaynaşması fikrini Schleiermacher’den
aldığını belirtir.68
Dilthey’dan ise, hermeneutiği tin bilimleri için bir yöntem olarak görmemek
bakımından ayrılır. Gadamer’e göre Dilthey’ın başlıca amacı tarihselliğe dair
ilişkilerin doğanın düzeninin nedensel ilişkilerinden ayırmak olmuş ve bu yüzden
anlama ve ifade kavramları onun için daima merkezi kavramlar haline gelmiştir.69
Dilthey’a göre hermeneutik, insan deneyiminin tin bilimleri olarak belirtilen alanla
ilişkisi ve bu alanın gerçek doğasının araştırılmasıdır. Dilthey için yöntem daha
önemliyken Gadamer hakikati temele oturtan bir sistem kurar. Gadamer için tin
bilimlerinin mahiyeti ve hakikat sorunu önemli iki sorudur.
Gadamer’in felsefi hermeneutiği Ricoeur’ü ve çağdaş hermeneutik
teorisyenlerini oldukça etkilemiştir. Bu felsefi hermeneutik, hem hermeneutik
etkinliğin kendisini felsefi olarak düşünmeyi, hem de (metinleri ve hatta kendinin
67 H.G. Gadamer, 2008, s. 242. 68 H.G. Gadamer, 2008, s. 256-257. 69 H.G. Gadamer, 2008, s. 312.
61
ontolojik yapısını) anlama ve yorumlamayı kapsamaktadır. Gadamer’in tarih ve sanat
deneyimleri üzerine düşünüşü felsefi hermeneutiğin başlangıç noktasıdır. Gadamer’e
göre anlama ve yorumlama, insanın tarihselliği, bakış açısı, geleneği ile bağıntılıdır.
Gelenek, tarihsel bilinç aracılığıyla oluşur ve tarihsel bilinç gelenekten beslenir.
Gelenek ve etkin tarih, her kişide sahip olacağı bakış açısının, bir ufkun oluşmasının
temelidir. Bir şeye yönelmiş ufuk, yargılar ve önyargılarla doludur ve önyargı
aracılığıyla anlama gerçekleşmeye başlar. Sanat deneyimi ve oyun kavramı da bu
anlama ve yorumlama süreci için en elverişli temellerdir. Bu kavramların her biri
Gadamer için farklı yönler ya da tanımlar kazanarak felsefi hermeneutiğin
yapıtaşlarını oluşturmuştur.
Hermeneutik, kişinin kendi ontolojik yapısını anlaması, anlamanın kendisini
anlamaya çalışması ve anlayarak varolabilmenin gizemini keşfedebilmesidir. Klasik
hermeneutikler gibi yorumun kurallarını oluşturmaya çalışmaz; hermeneutik ile
temel amacı anlamayı açımlamaktır. Anlama, her türlü edime dair temel olandır,
herhangi bir şeye karşın öznel eylem değildir, temelsel olarak varoluş halidir.
Hermeneutikte önem verdiği, yorumlamanın varoluşa ilişkin neyi açımlayacağı
sorusudur (yorumun yorumu). Hermeneutik üç alana bölünür: anlama, yorumlama ve
uygulama. Hermeneutik etkinlik, anlamanın yorum aracılığıyla kendini anlamaya
dönüşmesi noktasında gerçekleşir. Genel bakışta Heidegger’in varoluşçu
hermeneutiğinden etkilenmiş olan Gadamer, klasik hermeneutiğin temel fikirlerinden
biri olan hermeneutik döngü konusunda Heidegger ’den uzaklaşır. Temel olarak,
Heidegger daha varoluşçu bir döngü tanımlarken Gadamer, klasik hermeneutiğe daha
yakın, metin bazlı bir hermeneutik döngü tanımlar. Heidegger’e göre döngü
anlamanın döngüsüdür ve yorumlama ona yol gösterirken Gadamer’de bütün-parça
62
döngüsü söz konusudur. Heidegger için anlama temel olarak pratikle, bir şeyi
yapmanın bilgisiyle ilgilidir, Gadamer için de böyle bir boyut tanımlanabilir ancak
onun için asıl önemli olan anlamanın kendisi ve anlaşılacak şey noktasında uzlaşma,
anlaşma olarak anlamadır. Anlamanın temel noktası Heidegger için, kaynağını
gelecekten alan, varoluşa dair bir beklenti, bir sezidir. Gadamer de ise, bu temelin
önyargılar olduğu, kaynaklarının ise geçmiş ve etkin tarih olduğu görülmektedir.
Anlama süreci, tarihsellikle ve onunla oluşmuş gelenekle yoğurulmuş, insanın
dahil olacağı bir bütünlükle ilişkilidir. Gadamer, bu geniş tarihsel ve hermeneutik
bağlamda bireysel anlamanın nasıl gerçekleştiğini gösterebilmek için etkin tarihsel
bilinç kavramını kullanır. Gadamer, tarihsel bilincin, insanın tarihselliğiyle
ilişkisinin, aydınlanmayla konumlandırılmış özne-nesne ayrımı dolayısıyla zarar
gördüğünü düşünür. Temel eleştirisi, kişinin tarihsel özneye dönüşüp tarihi karşısına
alarak okumasıdır. Bu bir nesneleştirmeyi ve birbirinden ayrı şeyler olmaklık halini
konumlar; özünde tarihin bir yorumlamasını barındıran varoluşun ondan bağımsız
düşünülmesi bu nesneleştirmenin yanlış önermesidir. Tarihsel bilinç, bir tarihsel
olayın doğuşunun kökenini tanımlamaya, o durumu o bağlam içinde yeniden
oluşturarak anlamını elde etmeye çalışır. Ancak, insan da tarihsel bir varlıktır, geri
dönemez, tarihsel olarak değişir, dönüşür. Zaman hem yeninin olanağını barındırır,
hem de o esnada şeylerin yitirilmesine neden olur. Bu bağlamda Gadamer,
yorumlayıcı uzaklıktan bahseder; yorumlayıcı uzaklıkla geçmişle şimdi arasında bir
süreklilik olduğunu, geçmişin daima gelecekte kendini açımladığını belirtir. Tarihsel
bilinç zamansal bir uzaklıktır. Etkin tarih, herkesin bir parçası olduğu bir tarihtir.
Tarih bir sürekliliktir ve insan da o sürekliliğin bir parçasıdır, özne olarak tarihten
soyutlanamaz, tersine bilinç, tarihsel olarak etkilenmiş entitedir. Gadamer’e göre
63
etkin tarihin farkındalığı, hermeneutik bir durumdur. İnsan sonlu ve konumsaldır.
Varoluşunu bu konumdan soyutlayamaz ve varoluşu ile arasına uzaklık koyamaz.
Kusursuz olarak kendinin ne olduğunu aydınlatmaya çalışması ancak bütünüyle
başaramaması tarihsel özünden ileri gelir. Tarihsel olmak demek kişinin kendine
ilişkin bilgisinin asla tamamlanamayacak olması demektir.
Anlama, arkaplanda yer alan bir bağlam olmaksızın gerçekleşemez; bu
nedenle her zaman tarihsellik bağlamında meydana gelir. Bu açıdan hermeneutik
süreçte anlama ve yorumlama, geleneğin tarihselliği bağlamında oluşmuş ufuk
kavramı değerlendirilerek ortaya koyulan önyargılar ve yargılar sayesinde meydana
gelir. Gelenek, kişinin sahip olduğu ufkun temelini aldığı yerdir. İnsan onu hem
muhafaza eder hem de değiştirir. Geçmiş, kendini gelenekler içerisinde gösterir.
Anlama da geleneği gerektirir; anlamaya başlamak bir topluluğa ait olmayı, bir
“durum”u kavramak ve içinde bulunduğumuz konum içinde genişlemeyi gerektirir.
Gelenek hem tanıdık hem de yabancı olandır. Anlama, yabancı olanla tanıdık olan
arasındaki oyundur. Gadamer’in bir başka kavramı olan otorite irrasyonel olmayan,
kazanılmış, hak edilmiş bir durumdur; bir boyun eğilmesi değil, hükümlerin
doğruluğu yönünden üstünlüğün görülmesidir. Bu açıdan Gadamer, otorite kavramını
gelenek ile ilişkilendirir. Gelenek de insan üzerinde bir otoritedir; kişinin
davranışlarını, düşüncelerini, kendini nasıl konumlandırdığını büyük ölçüde
belirleyen bir güçtür.
Her insan, tarihselliği ve gelenek bağlamında, belirli bir ufuk içerisinde
konumlanır. Sınırlı bir ufuk içinde yakın olan daima iyi değerlendirilirken, uzak
olanın gerçek değerini açımlanması zordur. Bir başkasının konumunu anlamak
problemli bir durumdur; başka bir insanı anlamak, onun bakış açısıyla, onun sahip
64
olduğu ufka bakabilmektir. Şu anki ufuk, geçmişteki ufukla birleşerek bir füzyon
yaratır. İki ufuk birlikte büyür, yaşanan anlamlar değişir. Ufuklar ne tam olarak
ayrılır ne de bu karışım birinin öteki içinde erimesini sağlar. Bir metin okunurken,
yazarın sahip olduğu ufuk bağlamında metnin bir arkaplanı vardır. Metni anlamaya
çalışmak, okuyana ve metne ait ufuklar arasında bir sorgulama ile bir kaynaşmadır.
Her iki ufuk da aynı tarihsel bilincin etkisinde olsa da birbirlerinden farklılıklarını
koruyarak bir uzlaşı sürecinde bulunurlar.
Gadamer’in felsefesinin en önemli kavramlarından biri olan önyargı,
hermeneutik teorisi için de oldukça önem taşımaktadır. Gadamer, aydınlanmayla
gelen “bilimsel doğru” fikrini eleştirir. Bu dönemin bir önermesi olarak bütün
önyargılardan kurtulmanın asıl önyargı olduğunu düşünür. Aklın mutlak otorite
olarak görülmesinin kendisi bir önyargıdır ve Gadamer’e göre yanlış bir önyargıdır.
Ona göre akli bilgiyi otorite almak ve bilgiye sahip olmak yerine bilgiye katılmak,
bilginin kendisini anlamayla açımlamasıyla mümkün olur. Gadamer, önyargıyı genel
anlamda sahip olduğu negatif izleniminden kurtarmak ister. Önyargı, kişinin dünyaya
ilk bakışında sahip olduğudur, olumludur. Kişi, bir şeye bir yargıyla bakmak
zorundadır, hiçbir şeye ilişkin hiç kimsenin boş bir düşüncesi olamaz. Ancak bilgi
arttıkça önyargı değişir, dönüşür, genişler. Önyargı kişiyi gerçeği görmekten
alıkoyan katı yargı değil, onu gerçeğe doğru yönlendiren düşünce, sezidir. Önyargı
akla karşı ve ondan bağımsız değil, tarihsel bir bağlam içerisinde anlamanın bir
aracıdır.Gadamer, anlamanın önyapısında önyargı kavramından yola çıkar. Her
yorumlama, bir şeyin önceden ne olduğuna ilişkin bir kavrayıştan çıkar. Dünyaya bir
kavramsal çerçeveyle bakıldığından her yorum ve anlama bir ön kavrayışı gerektirir.
65
Tarihsel bilinç de dahil bütün anlama, önyargı ve önkavrayışı, öndeğerlendirmeyi
gerektirir.
“Meşru önyargıyı diğerlerinden ayıran ne? “önyargıların “otoriteden” doğan
önyargılar ile “acelecilik”ten doğan önyargılar olarak ayrımının aydınlanmanın
temel önkabulüne dayandığı açıktır. Aslında bu Descartes’ın yöntem fikriydi.
Acelecilik kişinin kendi aklını kullanımından doğan hataların kaynağıdır. Fakat
otorite, kişinin hiçbir şekilde kendi aklını kullanmamasının sorumlusudur. Bu yüzden
söz konusu ayrım otorite ile aklın karşılıklı olarak birbirini dışarıda bırakan
antitezler olmasına dayanır.”70
Hermeneutik olarak önyargı anlamanın başlangıcı olarak görülebilir. Bu
bağlamda her yorumlama, temel olarak bir öndeğerlendirmenin süreciyle başlamış
olur. Önyargı aracılığıyla anlamanın gerçekleşmesi ve yorumlamayla yargılara
varılabilmesi yönünden öndeğerlendirmenin hermeneutik döngünün bir parçası
olduğu söylenebilir.
Gadamer’in hermeneutiği kurgularken bahsettiği en önemli kavram
anlamadır. Gadamer için anlama her zaman bir yorum ve dil meselesi olmuştur.
Heidegger’in açmış olduğu yoldan ve kavramlardan bazen devam eden bazen de
ayrılan Gadamer’e göre anlama, entelektüel bir kavrayış yerine varoluşun bir
olanağı, yetisi olarak ortaya çıkar. Anlama fiilen temellendirilemez çünkü “kendisi
daima zaten üzerinde durduğumuz temel, üzerinde durduğumuz zemindir.”71
Anlamanın hermeneutik bir doğası olduğunu, insanın tarihselliğin ve zamansallığın
70 H. G. Gadamer, Hakikat ve Yöntem, cilt II, (Çev. Hüsamettin Arslan, İsmail Yavuzcan),
Paradigma Yayınları, İstanbul, 2009, s. 21. 71 H.G. Gadamer, 2008, s. XVII.
66
süreçlerini yorumlayarak varolduğunu belirtir. Anlama kuramı, yorumlama
aracılığıyla doğru anlamı bulup çıkararak varoluşun temel yapısını ortaya koyma
temelindedir. Bu noktada anlama, yorum aracılığıyla kendini açımlayan bir duruma
gelir.72 Anlama, kişinin ve yaşadığı zaman ve mekanla ilgili olarak tarihsel bir boyut
kazanır; anlamak, geleneksel birikimin tamamıyla iletişimde olmak demektir. Her
anlama, varoluşun varlığının bir yorumlamasını gerektirir; kişinin varoluşunun
olanaklılığı da anlama yoluyla açımlanır. Gadamer için anlamanın bir boyutu,
geleneksel olarak anlaşıldığı gibi, entelektüel bir kavrayış olarak anlamadır. Bu
şekilde bir anlama, epistemik bir şey değildir, bilişsel yapısı dışında, bir şeyi somut
bir şekilde kavrama, belirsiz olanı berraklaştırma, belli bir anlamı daha geniş bir
perspektife genişletmektir. Bir başka anlama boyutu, Gadamer’in Heidegger’den
etkilenmiş olduğu pratik bir yeti olarak anlamadır. Bu çeşit bir anlamada bir şeyi
anlamak, onu bilmek, onun yapabilir olmak becerisiyle ölçülür. Gadamer,
Heidegger’in bu pratik anlamasını kabul ederek uygulama boyutunu öne çıkarır.
Uygulama boyutuyla anlamada üzerindeki tek etki Heidegger değildir, Aristoteles’in
pratik anlama fikri de etkili olmuştur73; Gadamer’e göre Aristoteles için pratik bir
bilgeliğin mantığı, onu gerçeğe dökebilmekte, aktüel hale getirebilmekte
yatmaktadır.
Anlamanın, aynı zamanda dilsel boyutu da vardır. Uzlaşmak olarak anlama
denilebilecek bu tür anlamada Gadamer “anlamak” kelimesinin aynı zamanda
72 R.E. Palmer, 2008, s. 177 73 Aristoteles’in pratik bilgi denilebilecek techne kavramına gönderme yapılmaktadır. Sanat
ya da zanaat olarak da çevirisi yapılabilen bu kavram düşüncenin beş erdeminden birisidir.
Nikomakhos’a Etik’te (1139b15-1140a-15) yaratma ve eylem arasında bir fark konumlayan
Aristoteles’e göre techne, yaratma süreciyle ilgilidir.
67
“anlaşmak”, “bir anlaşmaya varmak” anlamına geldiğini vurgular.74Anlama
yorumlamadır, yorumlama ise dil aracılığıyla gerçekleşir. Bir şeyi anlamak onu
kelimelere dökmektir, nesnelerin, durumların sözcüklere dökülmesidir. O sözcükler
hem söyleyen kişinindir hem de anlamak isteyen kişiye ait olur. Şeylerin kendini
dilde açığa çıkarması bağlamında anlama süreci kökensel olarak dilseldir. O halde
anlama, dilsel bir uzlaşma sürecidir. Gadamer, çeviriyi örnek olarak kullanır; iki
farklı dil arasında gidip gelmek bir ortak anlamaya varma sürecidir. Anlama süreci,
metne dışarıdan bir anlam yüklenmesi değildir; anlama sürecinde bir şeyle ilişki
kurulur, orjinali baştan yaratılmaz. Yazılı bir metinde anlama dilde daha çok
yoğunlaşırken, sözel bir anlamada davranışlar da işin içine girer. Anlama sürecini
dilsel kökeninden koparmanın mümkün olmadığı gibi bütün anlamayı dile
indirgemek de imkansızdır.
Sanat deneyimi Gadamer için anlamanın gerçekleşebileceği temel alandır.
Eserin kendisi kendi hakikatini içerisinde barındırması yönüyle eşsizdir; eseri yaratan
süreçler çözümlenebilir yapılar değillerdir; sanatçının kendisi için de eserin yaratım
nedeni açıklanabilir değildir.75
Oyun, sanat deneyimini açımlamak için kullanılan bir kavramdır. Gadamer’in
oyun kavramıyla vurgu yaptığı şey, onun herhangi bir öznenin nesnesi olmaksızın
bağımsız bir varoluşa sahip olduğudur. Sanat yapıtının varolma biçimi, varlık
biçiminin açığa çıkışıdır. Kendine ait bir akışı ve kurallığı vardır.
74 Hatta İngilizcede de “understand” kelimesi hem anlamak hem de birbirini anlamak,
uzlaşmak anlamına gelebilir. 75 İlham.
68
“Sanat eseri kendi otantik oluşuna sahiptir, şöyle ki bir deneyimin varlığıyla o,
deneyimciyi değiştirmekte, sanat eseri eyleme geçmektedir.”76
Oyun iki amaçta ele alınır:
1. Sanat yapıtının deneyimini anlama imgesi
2. İnsanın kendi varoluşunu anlama çabasında özne-nesne ayrımının tek yol
olmadığının görülmesi.
Oyun, kendi başınadır, ne onu yaratanın zihninde, ne ona katılanın
anlayışında varlık bulur. Onu bu kadar eşsiz yapan şey de budur; varolduğu anda
kendi oluş modunu konumlar. Bu kendi oluş modu, kişiyi onun varlığına, onun
koyduğu kurallara katılmak durumunda bırakır. Oyunu oynayanlar yalnızca onun
varlığının birer temsili olurlar.
“Sanat tecrübesinin duran ve varlığını sürdüren “öznesi”, onu tecrübe eden kişinin
sübjektivitesi değil, tersine, sanat eserinin kendisidir. İşte oyunun varlık modunun
anlamlı/önemli hale geldiği nokta, burasıdır. Çünkü oyunun, oynayanların
bilincinden bağımsız kendine ait bir özü vardır. Oyun –aslında gerçek oyun –aynı
zamanda, özellikle de, tematik ufku herhangi bir sübjektivitenin kendisi-için-
varlığıyla (fürsichen) sınırlı olmadığı zaman ve oyuncu gibi hareket eden hiçbir
öznenin bulunmadığı yerde vardır.”77
76 R.E. Palmer, 2008, s. 229. 77 H.G. Gadamer, 2008, s. 143.
69
Gadamer’e göre hayat, kendi kendini yorumlayan bir yapı olarak hermeneutik
bir süreçtir. Gadamer, hermeneutiğin felsefenin hayatta temellendirilmesinden
doğduğunu belirtir.78
Gadamer’in fikirleri pek çok kişiyi etkilemişse de, Habermas’ın eleştirileri
teorisine getirilmiş en köklü eleştiridir. Felsefi yorumsama ve eleştirel yorumsama
arasında çıkmış olan karşıtlık Ricoeur tarafından da yorumlanmıştır. Habermas
eleştirel bir yorumsamayı savunurken Gadamer daha felsefi bir yorumsama
kurgulamış, temel birtakım noktalarda ters düşmüşlerdir.79 Habermas, Gadamer’in
aksine aydınlanma ve modernitede sosyal bilimlerin anlaşılmasında faydalı
olabilecek çeşitli unsurlar görmektedir. Ona göre hermeneutik bir sosyal bilimsel
metot olarak görülebilir. Habermas, tarihselliğin anlamayı kısıtlayabileceğini,
bilincin temsili olarak önyargıların bir noktada aşılabilir olduklarını savunur. Bu
eleştirel yorumsamaya göre öne çıkarılması gereken geleceğe dönük bir düşünümdür;
Gadamer’in gelenek ve geçmişe dönüşleri değil. Gadamer ise felsefi
yorumsamasında belirttiği üzere, hiçbir eleştiri, eleştirenin kendi bakış açısını da
beraberinde getirmeden okunamaz, yani eleştirinin önyargıdan bağımsız olamayacağı
söz konusudur. Gadamer, Habermas’ın bunu göremeyerek aydınlanmanın idealleri
çerçevesinde düşündüğünü belirtir. Gadamer aydınlanmanın temel görüşü olan aklın
kişiyi önyargılardan kurtarması fikrini doğru bulmaz; önyargılar kurtulmak gereken
şeyler değil, anlama adına kullanılması gerekenler şeylerdir. Tarihselliğin anlamayı
kısıtlamayacağını, tam tersine onu mümkün kılan zemin olduğunu düşünür.
Hermeneutiği ise hiçbir zaman bir metot olarak görmemiş, teorisinin başından beri
onun anlamanın kendisine varlığa dair bir düşünüş olduğunu belirtmiştir. Habermas,
78 H.G. Gadamer, 2008, s. 313. 79 E. Göka, A. Topçuoğlu,Y. Aktay, Önce Söz Vardı, Vadi Yayınları, Ankara, 1999, s. 72.
70
geleneği bu kadar önemsiyor olmasına rağmen aydınlanma geleneğini reddederek
Gadamer’in kendisiyle çeliştiğini belirtir. Gadamer’i, kendisi önyargılara pozitif bir
yön vermeye çalışırken, aklın öne çıktığı, Habermas’ın deyişiyle, gelenekten
bağımsız özsel refleksiyonun80 gücünü kabul etmeyerek negatif anlamıyla bir
önyargıda bulunduğu iddiasıyla eleştirir. Ayrıca, Habermas, Gadamer’in “tarihsel-
hermeneutik bilimler” olarak bahsettiği teorisiyle bazı yönlerden uzlaşmışsa da
Gadamer’in düşüncelerini “yeterince kritik” bulmamıştır. Gadamer’in görüşlerini
geleneğe fazla bağlı olması ve öncelik vermesi yönlerinden eleştirmiş, bu nedenle
özel olarak bir ideoloji kritiği ve genel olarak bir “kritik” olarak yetersiz olduğunu
belirtmiştir. Gadamer, tarihsel bilince dayanan anlamanın, anlamanın bir farklı yönü
olduğunu belirterek iddiasız davranır. Önyargılara sahip olmakla da yorumlanan
şeylerin farklı bir boyut kazanarak anlaşılabileceğini belirtir.
Ricoeur bu tartışmadan her iki tarafı da eleştirmiş, bir uzlaşım havası içeren
kendi düşüncelerini açıklamıştır. Gadamer üzerine olan bu bölümde bu tartışma
bağlamında Ricoeur’ün Gadamer’e dair görüşlerine bakılacaktır. İlk olarak
Gadamer’in hermeneutiğinin temelinde tarihsel bilinç olmasını bir noktada eleştirdiği
görülür, bu bağlamda metin yorumunu, insanın dünya içinde olmaklık hallerinin
dilsel görünümü çerçevesine ‘sınırladığını’ düşünür. Ricoeur, Gadamer’in
metodolojisinin Alman Romantizmi, Dilthey ve Heidegger etkileri altında ortaya
çıkmış olduğunu belirtir. Gadamer, Romantizmle önyargıları yıkıcı Aydınlanma
karşısında uzlaşır. Romantizm de aydınlanmanın önyargı kavramını negatifleştirerek,
Kartezyen bakış açısıyla gelen önyargı kategorileştirmelerinin yüceltildiğini belirtir.
Bu durumda Romantizm Aydınlanmaya bir karşı-duruş olarak yerini almış ancak
80 Habermas için özsel refleksiyon, elde edilmiş olduğu bağlamlara olan bağından koparılmış
bilgi demektir.
71
önyargı, gelenek gibi kavramların yeniden temellendirilmesi ve dönüştürülmesi işi
yine Gadamer’e kalmıştır. Gadamer için önyargı ve geleneğin, öznellik çerçevesinde
temellendirilecek olması kabul edilemezdir. Onun için önemli olan tarihsel boyutun
göz önünde olmasıdır, çünkü tarih, özneyi öncelemektedir, özne kendi
bireyselliğinden ziyade tarihselliğin bir parçası halindedir ve Dilthey bunu
görememektedir. Gadamer, pek çok kavramını benimsemiş olduğu Heidegger’in
Dasein’ın ontolojik varlığından yola çıkarak anlama ve yorumlamayı tanımladığını
ancak süregelen beşeri bilimler ve hermeneutik arasındaki ilişki mevzusuna
karışmadığını belirtir.
Ricoeur’ün Gadamer’e getirdiği temel eleştirilerden birisi onun
hermeneutiğinden eleştirel boyutu çıkarmış olmasıdır. Ricoeur, hermeneutiğe
bakışında Heidegger’in eleştirel tavrını daha çok benimsemiş, Gadamer’in felsefi
hermeneutiğinin de eleştirel bir noktadan uzaklaşamayacağını belirtmiştir. Ricoeur,
Gadamer’in eleştirel bir tavrı benimsememesinin nedenini hermeneutik yaklaşımının
kendisinde bulur; kendinden önceki hermeneutiklerin önemsediği ölçüde metnin
kökenlerini önemsediği; anlama ve açıklama arasındaki ayrım temelinde metnin
semantik yapısının düzeni bağlamında metnin ana fikrine erişebildiği takdirde
hermeneutiğin hem geleneği hem de eleştiriyi bir arada barındırabileceğini belirtir.
Ricoeur metnin bu cevherine yönelme anının, hermeneutik anın, geleneğe eleştirinin
getirilmesi açısından önemli olduğunu belirtir. Bu an, metnin yorumlanmasına yol
açan, metni sorgulama, karşılaşılan ana fikre yönelmesidir. Bu noktada metni
yazanın niyeti değil, metni kendi başına açımladığı gerçeklik alanları önem kazanır.
Metni niyetinden bağımsız olarak okumak ve yorumlamak, onun farklı anlam
bağlamlarıma açımlanması bu eylemi eleştirel kılar.
72
2. BÖLÜM: Dilde Anlam Aktarımı ya da Yorum Olanağı Olarak
Metafor
2.1.Dilbilimsel Bir Terim Olarak Metafor
Metafor, dilbilimden yorumbilime kadar uzanan geniş bir bağlamda kendine
tartışma konuları ve çeşitli teorilerde kendine yer bulmuştur. Paul Ricoeur’ün
metafor kavramı, pek çok alana dair olan felsefesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Ricoeur, kendisininkinden önce yer alan birkaç metafor kuramına göz atar ve retorik
ve poetik arasındaki gerilimden yola çıkarak anlambilim ve göstergebilim
bağlamında metaforu felsefi söylemde konumlandırır. Bunu yaparken metaforun
ontolojik bir gerçeklik göndermesi olmasıyla ‘metaforik hakikat’ olarak bahsettiği
artı anlamın yorumbilim alanında ve fenomenolojik bağlamda meşrulaştırması
niyetini taşır.
Bu bağlamda hermeneutiğin gelişimi gibi, metafor kavramının da temel
gelişimini incelemek, Ricoeur’ün düşüncelerini felsefe tarihi içerisinde öncesine ve
sonrasına bakılarak net bir şekilde konumlandırmak açısından gerekli olacaktır.
Metafor kelimesi meta ve phoros kelimelerinden türemiş metapherein
kelimesidir. Meta, “öte”, phoros ise “bir şeyi olduğu yerden başka bir yere aktarmak,
taşımak” anlamına gelir. “Metapherein; taşımak, aktarmak” kökünden gelmektedir.
Genel anlamıyla metafor, bir kelimeyi kendi düz anlamından başka bir anlama
gelecek şekilde kullanmaktır. Dilbilimsel anlamda metafor bir kelimenin anlamını,
farklı anlama sahip bir başka kelimeye aktarır, o ifadede bir anlam değişimi söz
konusu olur. Böyle yaparak kelimelerin, ifadenin olduğu herhangi bir alanda
73
potansiyel bir kullanıma sahip olurlar. Bu şekilde bir anlam, belirli bir gerçekliğe
işaret ederken, metafor aracılığıyla –aralarında bir ilişki kurulmak suretiyle- farklı bir
gerçeklik düzeyine taşınmış olur; bu sayede yeni bir anlamın üretildiği söylenebilir.
Metafor, sadece bir kelime oyunu ya da süs değildir, bir anlam değişimidir. Bu yönü
onu yalnızca dilbilim alanına ait olmaktan çıkartarak diğer alanlara açımlar. Bu
bağlamda hermeneutik eylemin de etki alanına girerler. Metaforların yapısı, hakkında
düşünüldüğü her alanda çeşitli soruları da beraberinde getirmiştir. En temel ikiliği,
genellikle, metaforun, yalnızca düz anlamı güçlendirmek için bir araç mı olduğu ya
da anlamsal bir fark yaratan, hatta kendisine ait bir anlam alanı açımlayabilen bir
yapı mı olduğu oluşturur. Temel olarak, metaforun süregeldiği üzere retoriğin
sınırları içerisinde kalması ya da söylem düzeyinde değerlendirilerek felsefi bir
boyuta geçmesi arasındaki düşünümlerdir.
Metafor, iki türlü olabilir: ölü ve canlı. Ölü metafor, zamanla düz anlama
dönüşmüş metafordur. Taşıdığı anlam itibariyle gündelik dile yerleşmiş, kanıksanmış
ve bu sayede artık çözümleme süreci olmaksızın, bütün olarak, uzlaşılmış bir anlama
işaret eden sönmüş metaforlardır. Ricoeur için oldukça önemli olan canlı metaforlar
ise, anlamca sıradanlığa, gündelik dilin kavrayışına düşmeyecek olan, her zaman
üzerine düşünüşü gerektiren ve gerektirecek düzeyde yoruma açık olma
potansiyeline sahip yaşayan mekanizmalardır.
Metafor, mecaz ve alegori birbirleriyle karıştırılabilen konseptlerdir. Bunların
birbirinden ayrılması, kavramların kendi başlarına yerlerinin tanımlanması açısından
önem taşır. Metafor bir şeyi başka bir anlamı işaret edecek şekilde kullanmak iken
mecaz, iki şeyi bir araya getirerek yeni bir anlama yol açar. Metafor ve alegori
arasındaki fark ise alegorinin daha iyi tanınmasıyla net olacaktır. Metafor, bağlaç
74
kelimeler kullanılarak kurulacak bir mecazdan anlamca daha güçlü, daha direkt bir
yapıdır. Alegori ise farklı kelimelerin anlamca aşkın ve değişik şekilde kullanımı
bakımından metafora benzerdir; Ancak metafordan farklılaştığı, karmaşıklaştığı bir
yapı sergiler; daha derin ve gizli anlamlar içerir ve en ayırt edici özelliği birden fazla
unsurun bir arada farklı bir anlam bağlamına yerleştirilerek kullanmış olmasıdır.
Alegoriler genel olarak gizli anlamı semboller, olaylar, kişiler aracılığıyla iletir. Etik,
politik, vs olabilecek bu gizli anlam, yazarın, bu elementleri bir araya gelerek
iletilmek istediği mesajdır.
Walter Benjamin, bir edebiyat eleştirmeni ve deneme yazarı olarak tanınsa da
yazılarının felsefi bir boyut taşıdığı her zaman kanıksanmıştır. Adorno ve
Marksizm’den oldukça etkilendiği bilinen Benjamin, tarihsel, estetik ve politik
bağlamlarda düşünmüştür. Sanatı politik bir düzlemde, materyalist bir bakış açısıyla
temellendirmeye çalışmasıyla bilinen Benjamin, bu fikriyle gelecek farklı teoriler
için esin kaynağı olmuştur. Alegori teorisinde Baudelaire üzerinden çalışmış, onun
“melankoliden beslenen, alegorik bir dahi”81 olduğunu, alegorilerinin “değerlerinden
yoksun kılınmış bir görüngüler dünyasını temel aldığını”82 belirtmiştir. Alegori
üzerine yazmış olduğu pek çok pasajlardan bazılarında Baudelaire’in alegori
anlayışını, Barok dönem alegori anlayışıyla karşılaştırmıştır. Benjamin’in alegorisi
dünyanın kalıcı olmadığına dair bir kavrayışla, geçiciliğine dair bir algılamayla
başlar. Bu durum birden kavrayışın hem dışsal bir ifadesi hem de içsel bir sezgisidir.
Şeyleri sembollere dönüştürmek alegorinin hem içeriği hem de tekniğidir; hem
kendisi hem de yaptığı şeydir. Benjamin için alegori düşüncede bir odak noktasıdır;
81 B. Cowan, Walter Benjamin's Theory of Allegory, New German Critique, sayı: 22, s.
10. 82 W. Benjamin, Pasajlar (Çev. Ahmet Cemal), YKY, İstanbul, 2002, s. 274.
75
‘şeyleri alegorik olarak görmek’, ‘alegorik tavır’, ‘alegorik niyet’ gibi ifadeler
kullanır. Alegorinin bir yanılsama tekniği değil, bir ifade etme biçimi olduğuna
vurgu yapar. ‘İfade etmek’ deyişi, içsel bir şeyin dışa yansıması olarak görülürse,
içsel olan, dünyanın bütünlükten yoksunluğunun anlaşılmasıdır; Benjamin bu
kavrayışın kendisini deneyim olarak tanımlar. Alegori teorisi bağlamında deneyim ve
ifade negatif içeriklerle kullanılır.
Benjamin, kendi alegori teorisinin temellerini kurgulamak sürecindeyken ilk
alegorist olan Platon’u yakından incelemiştir. Hakikat konusunda da Platoncu bir
tavrı benimseyen Benjamin, sembollerin gerçek objelerine olan bağlarını gizleyen
alegorinin, hakikatin başka bir yerde olduğuna gönderme yaptığını ve onun sembol
ve ifade edilenle olan bağlantısının kopamayacağını belirtir. Hakikatin bir form
olduğunu ve sembollerle temsil edilmesinin bu durumun bir sonucu olduğunu
belirtir. Bu temsil edilmenin, felsefi bir tezin metodolojisi olmak iddiasında olması
durumunda, fikirlerin bir temsili olmak zorundadır; “hakikat, temsil edilen
düşüncelerin dansında dışavurulur.”83
Alegorinin ilk önkoşulu, hakikatin varlığının doğrulanması, ikinci önkoşulu
ise onun yokluğunun fark edilmesidir. Hakikat erişilebilir olduğu zaman alegori var
olamazdı; bir ifade biçimi olarak varlığını, insanlık durumunun hakikatten
uzaklaştığı noktada bulur.
Benjamin’in bilinen bir alegorisi, tarih meleğidir. Benjamin, Paul Klee’nin
Angelus Novus adlı resminden bahseder. Bu resimde bir melek görünmektedir.
Benjamin, onun baktığı şeyden uzaklaşmak istediği şeklinde betimler; bu tarih
83 W. Benjamin, The Origin of German Tragic Drama (Trans. John Osborne), Verso,
London, 2003, s. 29.
76
meleğidir. Melek, geçmişe dönüktür ve bizlerin olaylar zinciri gördüğü noktada o
birbiri üstünde yıkıntılardan oluşmuş bir felaket görmektedir. Benjamin, meleğin
ölüleri canlandırmayı, parçalanmış olanları bir araya getirmeyi arzu ettiğini, ancak
cennetten esen bir fırtınanın kanatlarına dolandığını ve bu fırtınanın gücü ile
kanatlarını kapayamadığını belirtir. Bu nedenle melek sürekli olarak, sırtını dönmüş
olduğu geleceğe sürüklerken yıkıntı göğe doğru yükselir ve Benjamin “ilerleme”nin
bu fırtına olduğunu belirterek alegoriyi tamamlar.84 Bu örnekte görüldüğü üzere
Benjamin için alegori, biçimsel olarak, sembolleri ve deneyimi içerir, ancak
Romantik anlayışın tersine, bu kavramlar Benjamin’in atfetmiş olduğu negatif
denilebilecek bağlamda görülmektedir.
Yapısalcılık, dilbilimsel temeli bağlamında, Ricoeur’ün metafor kavramı ile
uyumsuzluk göstermektedir. Bu önemli ekolde metaforun anlam aralığı bir belirgin
dizge içerisinde tanımlanır; bu da Ricoeur’ün metaforun artı anlam açımlaması
fikrine uymamaktadır.
Her bir ileti bir yapı ve bir içerik taşır. Yapı, iletilmesini sağlarken, iletileni de içerik
oluşturur. Sözle ifade edilen şeylerin yapısına bakılacak olunduğunda karşılaşılacak
teorilerin başında göstergebilimle Charles Sanders Peirce ve yapısalcılıkla Ferdinand
de Saussure’dür. Gösterge, pek çok alanda karşılaşılan ve çözümlenen bir kavramdır,
ancak göstergebilim, temel olarak, göstergenin ne olduğu, içinde bulunduğu kodlar
ve bu kodların bağlamında oluşan kültür üzerine çalışmıştır. Gösterge, başka
herhangi bir şey yerine kullanılandır. Bütün göstergeler kendilerinden başka bir şeye
işaret ederler. Gösterge kullanıcıları arasında ortak bir anlamsal uzlaşma vardır.
84 W. Benjamin, 2002, s. 42.
77
Peirce’a göre her bir gösterge, dış dünyada bir karşılık bulmaktadır. Gösterge,
dışarıdaki bir nesneye işaret ederek o nesneye dair bir anlamı iletir. Peirce’a göre üç
tür gösterge bulunmaktadır. Bunların ilki, görüntüsel gösterge, nesnesinin görsel
benzerliğini taşır. İkinci tür gösterge, belirtisel göstergedir; bu tip göstergeler işaret
ettikleri nesnelerin niteliklerini yansıtırlar. Sonuncu gösterge, simge göstergedir.
Buna göre gösterenle gösterilen arasında keyfi bir ilişki vardır, nesnesiyle bir
uzlaşma sonucu bağlantı kurulmuştur.
Saussure’e göre her gösterge iki bileşenden oluşmaktadır: gösteren ve gösterilen.
Gösteren, işitim imgesini oluştururken gösterilen de kavrama işaret eder. İşitim
imgesi Saussure’ün tanımıyla salt fiziksel nitelikli olan özdeksel ses değildir,sesin
anlıksal izi, duyularımızın tanıklığı yoluyla bizde oluşan tasarımdır.85 Yapısalcılıkta,
bütün yapının anlaşılması için ikili karşıtlıklar kullanılır. Yapısalcılığın bu çok temel
kavramı, ikili karşıtlık, her şeyin karşıtıyla birlikle varolması ve anlamlandırmanın
ancak karşıtıyla birlikte olabilmesidir. İkili karşıtlıklar düşünülünce (iyi/kötü gibi)
birbirlerinden ayrılabilir olmadıkları görülmektedir. Ayrıca, karşıtlıklar arasında bir
hiyerarşi de söz konusu olur; bir taraf, diğerinin üzerinde konumlanır. Saussure, bu
bağlamda dil-söz, eşsüremlilik-artsüremlilik, paradigmatik-sentagmatik gibi ayrımlar
tanımlar. Dil-söz ayrımında, dil, konuşulan dilsel gösterenlerinin arkasındaki yapıya
işaret ederken söz bu dilsel gösterenleridir. İkili karşıtlıkların hiyerarşisi, Saussure’ün
bu ayrımda dili önemsemesiyle görülmekte, dilin, öğeleri kendi başlarına bir
gerçeklik taşımayan, ancak başka öğelerle kurdukları bağıntılar içinde kavranabilen
bir göstergeler dizgesi86 olduğunu belirtir Eşsüremlilik, dil çözümlemesinde
85 F. Saussure, Genel dilbilim dersleri (Çev. Berke Vardar), Multilingual, İstanbul, 1999, s.
71. 86 T. Yücel, Yapısalcılık, Can Yayınları, İstanbul, 2008, s. 29.
78
kelimelerin, tarihsel bağlamları göz önünde bulundurulmaksızın, mevcut durum
bağlamında ilişkilerinin incelenmesiyken, artsüremlilik, kelimenin tarihsel
boyutunun da incelenmesi demektir. Saussure, bu noktada eşsüremliliği üstün
tutmaktadır, çünkü önemli olan gösteren ile gösterilen arasında bir uzlaşım söz
konusu olmasıdır. Her bir gösterge, diğer bir göstergeden farklılaştığı noktanın
kavranmasıyla anlaşılabilir. Paradigmatik olan dizinsel bir yapıya işaret ederken
sentagmatik dizimsel olandır. Saussure, gösteren-gösterilen ilişkisindeki yaklaşımlar
arasında farkını, gösterileni kavram olarak tanımlayarak konumlandırır. Sözcükler,
diğer kuramlardaki gibi nesneye değil, bir kavrama işaret eder. Gösteren ve
gösterilen arasında keyfi bir ilişki olduğunu belirtir; bu keyfiyet dilin kendi yapısı
içerisinde ortaya çıkar. Dil, kendi içinde kapalı yapısıyla bireyden bağımsızdır.
Yapısalcılığın anlamaya çalıştığı da tam olarak bu kapalı yapının işleyişi, yasalarıdır.
Farklı paradigmalar arasında seçimler yapılıp dizgeler oluşturulması yoluyla anlam
elde edilir. Ancak her bir dizim, tanımlı bir paradigmadan seçilmiş olduğuna göre
burada bir özgürlük alanı olduğu söylenemez. Ricoeur bu noktada, yapısalcılığı genel
olarak dili kapalı bir dizge olarak görmeleri bağlamında eleştirmiş ve tam da bu
nedenle de takdir etmiştir; ona göre yapısalcılar dilsel yapıları, paradigmaları
sistematikleştirerek büyük bir katkıda bulunmuşlardır. Ancak bu yapıları ve
paradigmaları kullanarak yeni anlamlar üretmek de mümkündür; Ricoeur’ün
metaforunun “canlı”lığı buradan gelmektedir. Ricoeur, felsefi projesinin, insan
dilinin, onu yöneten nesnel sınırlara ve kodlara rağmen yaratıcı ve üretici olduğunu
göstermek, teknokratik ve politik çıkarlarla koşullanan gündeliğin aşındırması
79
yüzünden sürekli gölgelenen, dilin çeşitliliğini ve gizil gücünü açığa çıkarmak
olduğunu87 belirtmiştir.
2.2.Fenomenolojik bir Yorum Olanağı Olarak Metafor
Metaforun tanımları ve türlerine felsefe tarihi yönünden bakılırsa, erken
dönemlerde metaforun arka planda kalışını Platon’un metafora bakışıyla
ilişkilendiren teoriler söz konusu olmuştur. Buna göre, Platon’un felsefe ve retorik
arasında bir fark konumlandırması sonucu metafor retoriğin alanında kalmıştır.
Metaforun Platon için neden hoş karşılanmayabileceği açıktır; bir şeyin bir başka şey
kastedilerek anlatılması, bir nesnenin resminin yapılması kadar dolaylı ve
gereksizdir. Her ne kadar, yeni bir anlamı ‘doğurabilme’ ihtimalini gözardı
etmemişse de Platon için felsefe doğru arayışında olmaktır ve metaforun dili
karmaşıklaştırması, bir şeyin kendisi yerine başka bir deyişle anlatılması
bağlamındaki dolayımıyla bu konudaki mevcut karmaşayı beslemektedir.
Aristoteles metafor üzerine daha fazla düşünmüş, felsefeden dışlamamış ve
bir sorunsal olarak ele almıştır. Retorik’te metafora bolca yer ayırmış, doğası ve
türlerinden bahsetmiştir. Aristoteles’e göre metaforda uygunluk önemlidir. Uygun
olmayan metafor söylemi cansızlaştırırken, uygun bir metafor ona mükemmellik ve
canlılık katabilir. Ancak metaforların zorlama olmaması gerektiğini belirtir; ne çok
87 R. Kearney, Dilin ve Mitin Poetikası, Cogito, sayı:56, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2008, s. 143.
80
karmaşık olmalıdır ki kavranılmaları güç olmasın, ne de apaçık olmalıdırlar ki etkisiz
olmasınlar.88 Aristoteles, metafora verdiği önemi şöyle belirtir:
“Önce yeni düşünceleri kolayca kavramanın hepimizin hoşuna gittiğini
söyleyelim: sözcükler düşünceleri dile getirir, dolayısıyla yeni düşünceleri
kavramamızı mümkün kılan sözcükler en hoşumuza gidenler olacaktır. Yabancı
sözcüklerse şaşırtır bizi; sıradan sözcükler zaten bildiğimiz şeyleri iletir bize; yeni
bir şeyiyse en iyi şekilde bir eğretilemeden elde edebiliriz.”89
Aristoteles, bir metaforun uygunluğunu ve canlılığını90, orantılı ve grafik
olması yönlerinden değerlendirir, dizgeler ve örnekler aracılığıyla neden bazı
metaforların beklenen sonucu verirken diğerlerinin absürd kaldığını açıklar.
Tüm bu çalışmalar esnasında Aristoteles, metaforun semantik yönüne pek
değinmez. Metafor ve mecazlar arasında şöyle bir ayrım yapar:
“Mecazlar da metaforlardır –aradaki fark küçüktür. Homer, ‘o, düşmanın
üzerine aslan gibi atladı’ dediğinde bu bir benzetmedir, ancak ondan ‘aslan üzerine
atladı’ olarak bahsettiğinde bu bir metafordur –ikisinin de cesur olması nedeniyle
“o” ,aslan sözcüğü, Aşil’e aktarılmış olur.”91
Aristoteles’e göre mecaz ve metafor arasındaki küçük fark, mecazda
kullanılan, karşılaştırmaya işaret eden ek olarak “gibi” kelimesidir.
88 Aristoteles, Retorik, (Çev. Mehmet H. Doğan), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, III
10.1410b 30-35. 89 Aristoteles, 1995, III 10, 1410b.10. 90 Aristoteles, 1995, III 11.1412a.1-5. 91Aristoteles, 1995, III 4,1406b20-24.
81
Aristoteles iyi kullanılmış bir metaforun şiir ve düzyazıdan çok daha değerli
olabileceğini belirtir. Metaforların öne çıkarılan şey ile, bir kişi ve lakabı gibi bir
uyum taşıması gerekir (yaşlı bir adama genç bir adamın giyeceği kıyafeti önermenin
uygunsuzluğu örneği verilir) Bu uygunluk metaforun ve vurgulanan şeyin benzer
kategorilerden geliyor olması olabilir, başarılı bir metafor için bir harmoni olması
gereklidir.92
Aristoteles, metaforun estetik dokusuna önem verir.
“Metaforun materyalleri kulağa, anlamaya, göze ve diğer fiziksel yapılar için
güzel gelen materyaller olmalıdır.”93
Aristoteles’e göre bazı ifadeler hem metafor hem de mecaz olarak
kurulabilirler. Mecaz ve metaforun farkı cümlenin kuruluş yapısıyla alakalıdır.94
Mecazı, bir kelimeye düz anlamından farklı bir anlam yüklenmesi olarak
görür ve bunun da “cinsin anlamının türe verilmesi, türün anlamının cinse verilmesi,
bir türün anlamının bir başka türe verilmesi ya da bir orantıya göre”95
gerçekleşebileceğini belirtir. Bu kategorilerden üçü cins ve türlerin anlamları dışında
bir anlam edinerek mecazlanması bağlamında kullanılırken, son kategori, bir çeşit
paralleliği söz konusu eder. Örneğin dört parçalı bir yapıda, parçalardan ikisinin
kendi arasındaki ilişki, diğer ikisinin arasındaki ilişkiye parallelik göstermeli,
ikililerin parçalarından birinin birbiriyle yer değiştirmesi halinde anlam düzeyi
metaforik olur. Aristoteles’in kendi örneğiyle açıklamak gerekirse, gün ve akşam
92 Aristoteles, 1995, III 2.1405b a. 93 Aristoteles, 1995, III, 2.1405b. 15-20. 94 Yukarıdaki alıntı ve bu tip belirlemelerde semantik kaygının arka plana atıldığı
gözlemlenebilir. 95 Aristoteles, 2010, s. 60.
82
arasında yaşlılık ve hayat arasında bir çeşit paralellelik söz konusudur. Gün ve
akşamda birisi ötekinin sonunu belirtir. Yaşlılık ve hayat arasında da benzer bir ilişki
söz konusudur. O halde bu dörtlünün iki terimi yer değiştirerek ‘yaşlılığın hayatın
akşamı” ya da “akşamın günün yaşlanması” metaforları kurulabilir.96
Metafora dair bir başka teori, retorik ve dilbilim araştırmacısı I. A. Richards’a
aittir. Ona göre metafor, iki farklı terimin arasında gerçekleşen ilişkinin ifadesidir.
Bunlardan birisi “konu terim”, diğeri “araç terim”dir. Konu terim metaforun
anlamsal olarak ifade etmek amacında olduğu terim, araç terimse sahip olduğu
anlam, farklı bir anlam bağlamına aktarılan terimdir. Bu iki terimin oluşturduğu
bütünün altında yatan anlama da tenör adını verir. Richards, bir metafor
kullanıldığında, birlikte aktif olan iki farklı şeyin, onların etkileşimi sonucu anlam
kazanan tek bir cümle ya da ifade tarafından desteklenen düşüncesine sahip
olunduğunu belirtir. 97 Richards’a göre metafor, Samuel Johnson’un deyişiyle “bir
fikre karşılık iki fikir” veren bir yapıdır, “bir kelimenin farklı kullanımlarını tek bir
anlamda birleştirip, onu olduğundan başka bir şeymiş gibi kullanmamızdır.”98
Richards, kelimelerin doğru anlamları olduğu fikrine karşı çıkar. Ona göre her bir
kelimenin “doğru” bir anlamı yoktur, anlamın kendisi kelimelerde bulunmaz.
Kelimeler anlamları taşırlar, bu anlamların ne olduğu da o kelimenin ait olduğu
söylemin bütünlüğü bağlamında açığa çıkar. Richards’a göre bir kelimenin anlamı,
kullanıldığı metinler bağlamında her seferinde yeniden tahmin edilir. Anlam sabit bir
yapı değildir, her seferinde yeniden keşfedilir. Richards, metaforun olağan bir
kullanım olduğunu ve özel bir çıkarım gibi incelenmemesi gerektiğini belirtir.
96 Aristoteles, 2010, s. 61. 97 I. A. Richards, Philosophy of Rhetoric, Oxford University Press, New York, 1964, s. 93. 98 I. A. Richards, 1964, s. 116.
83
Metafor, kullanılan kelimenin sahip olabileceği anlamlar bağlamında bir geçiştir.
Richards, iletilmek istenilen anlamı tenor, bu anlamı taşıyan terime ise araç adına
verir. Tenor ve araç terimler beraber oldukları bağlamda metafor anlam kazanır; tek
başına tenor ya da araç metafor değildir. Ricoeur, Richards’ın teorisi birkaç noktada
eleştirir. Eleştirdiği ilk nokta, Richards’ın metaforu gündelik kullanıma dahil ederek
metaforik ve düz anlam arasındaki ayrımı ortadan kaldırmış olmasıdır. Ayrıca tenor
ve araç terim arasındaki ilişkinin doğası da belirsizdir (benzerlik ya da ortak bir
karakteristik). Ricoeur’un temel itirazıysa teorinin, Ricoeur’ün deyimiyle metaforun
ontolojik durumuna göndermede bulunmamasıdır. Metaforun ontolojik durumuyla
anlatılmak istenen, metaforun şeylerin aslen oldukları halleriyle olan ilişkisidir.
Ricoeur bunu bir inanç ve anlama sorunu olarak tanımlar.
Max Black, metaforları “yerine geçme, karşılaştırma, etkileşim”99
düzeylerinde tanımlar. Yerine geçme’de araç terim, düz anlamlı terimin yerine geçer
ve metaforun yerini düz anlamlı ifade alır. Karşılaştırma’da metaforu oluşturan
terimlerin arasındaki ilişkinin ortak noktasını oluşturan o benzerliğin ortaya
çıkarılması söz konusudur. Etkileşim’e göre, metaforu oluşturan terimler birbirlerine
pek çok çağrışım yönüyle bağlıdırlar; bu etkileşim de bir yeniden üretimi, yepyeni
bir anlamın ortaya çıkışını sağlar. Ancak Black, metaforların hakikatsal bir değeri
olamayacağını, bunun için söylemsel bir düzlemde fazla açık uçlu olduğunu belirtir.
Belirli bir düzlemdeki metafora dair, terminolojik olarak uygun olduğu durumda,
doğru/yanlışlık gibi bir değerlendirme yapılamayacağını, onun yalnızca anlamanın
bir aracı olacağını belirtir.
99 D. Draaisma, Bellek Metaforları (Çev. Gürol Koca), Metis Yayınları, İstanbul, 2007, s.
30.
84
Çağdaş felsefe ile metaforun, farklı yaklaşımlarla, felsefi bir problem olarak
görülmesi artmıştır. Metaforun sadece retorik, söz sanatı olarak görülmemesi
yaygınlanmış, bazı düşünürler anlam sorununa odaklanmış, metafor çözümlenmeden
anlamın çözümlenemeyeceğini tartışmıştır.
Dilbilimci felsefeciler George Lakoff ve Mark Johnson, metaforlara dair
incelemeler içeren “Metaforlar (Hayat, Anlam ve Dil)” (Metaphors We Live By) adlı
kitapta metaforların özünü “bir tür şeyi başka bir tür şeye göre anlamak ve tecrübe
etmek”100 olarak tanımlarlar. Lakoff ve Johnson’ın teorisine bakılarak kavramların,
metaforlarla temel bulabildikleri söylenebilir. Bir kavram diğerinin niteliklerini
içermesi bakımından metaforik nitelik taşır; o halde tüm kavramsal düşünmemiz
metaforik bir bağlam içerir ve bu durum da metaforun yalnızca bir dil sorunu değil,
varoluşsal, yaşamsal bir sorun olduğunu gösterir.
“Linguistik ifadeler olarak metaforlar, metaforlar tam da bir kişinin kavram
sisteminde bulunduğu için mümkündür.”101
Metaforların kavramlaşmayla ilgisi, o metaforun oluştuğu kültürle de ilgilidir.
Kendi örnekleri olan “Zaman paradır.” örneğinde102 zamanı kavramlaştırmak için
sınırlı kaynak ve değerli olması bakımından para kullanılmıştır. Ancak zamanı para
olarak kavramsallaştırmak bir tercihtir; bu metaforun hiçbir şey ifade etmeyeceği
kültürler de söz konusu olabilir. Bu da metaforun kültür ve kolektif bellekle ne kadar
yakından ilgisi olduğunu göstermektedir.
100 G. Lakoff, M. Johnson, Metaforlar Hayat, Anlam ve Dil (Çev. Gökhan Yavuz Demir),
Paradigma Yayınları, İstanbul, 2010, s. 27. 101G. Lakoff, 2010, s. 28. 102 G. Lakoff, 2010, s. 31.
85
Lakoff ve Johnson metafor türleri tanımlarlar. Yapı metaforları adını
verdikleri tür, “bir kavramın metaforik olarak diğerine göre yapıya kavuştuğu
durumlar”103ın kurguladığı metaforlardır. “Bütün bir kavramlar sistemini diğer bir
kavramlar sistemine göre organize eden”104 metaforlara yönelim metaforları adını
verirler. Yönelim metaforları, metaforun kültürlerarası değişkenlik gösterebilen,
ancak kabul görmüş fiziksel niteliklerle ifade edilmesidir.
Lakoff, yazmış olduğu bir makalede, geleneksel yaklaşımda metaforun
yalnızca dil alanına ait, özellikle poetik ve edebi bir dilin unsuru olduğu noktalarını
tartışarak, metaforun dahil olduğu alan itibariyle yalnızca dilsel bir süreç olması
bağlamında dilsel olmadığını, bilişsel alanlarla tanımlanabildiğini ve bu alanlar arası
geçişlerin bir konsepti olduğunu ve gündelik dile de hiç yabancı olmadığını savunur.
Metaforun çağdaş bir tanımının “konseptüel bir sistemde alanlar-arası bir
eşleştirim”105 olduğunu belirtir.
Metafora bir başka bakış olarak tüm dilin metafor olarak olduğu yönündeki
ilgi çekici görüşün sahibi, Friedrich Nietzsche’ye göre tüm dil sistemi ölü
metaforlardan oluşmaktadır. Metaforların gerçekliklerin yerini almış dilsel biçimler
olduklarını iddia eder. Nietzsche’ye göre insanların nefret ettiği aldatılmanın kendisi
değil, sonucu hoş olmayan aldatmacalardır; böyle zamanlarda insanlar “hakikat”
arayışına koşarlar, “hakikat”leri ise hoş sonuçları olan, memnuniyet verici
hakikatlerdir. Nietzsche, insanların hoş ya da değil, hiçbir sonuç içermeyen kendinde
103 G. Lakoff, 2010, s. 36. 104 G. Lakoff, 2010, s. 36. 105 G. Lakoff, The Contemporary Theory of Metaphor, Metaphor And Thought (Edited by
Andrew Ortony), Cambridge University Press, New York, 1993, s. 203.
86
bir hakikat fikrine kayıtsız olduklarını belirtir, her hakikat aranılan değildir, zarar
verme, yıkıcı olabilme potansiyeli taşınan hakikatler saldırganca reddedilir.
“Hakikatler, ilüzyon olduklarını unuttuğumuz ilüzyonlardır –onlar harap
edilmiş ve duyumsal etkilerinden arındırılmış metaforlardır, kabartmaları
kaybolmuş, artık sadece metal olarak görülen bozuk paralardır.”106
Nietzsche’ye göre dilin kökenini yalnızca hakikat ve kesinlikten alsaydı,
hiçbir kelimeyi kendi öznel deneyimimiz dışında kullanma cüretini gösteremezdik.
İsimlendirmeler, kelimeler ve konseptler, şeylerin gerçek doğalarıyla ilgili değildir,
keyfi yapılmış düzenlemelerdir.
Nietzsche, dilin oluşumu sürecinde şeyin kendi içerisindeki oluşumunun,
hakikatinin dikkate alınmadığını belirtir. Dilin yaratımı, insanların kendi aralarında
ve şeylerle olan ilişkilerinin adlandırılması ve düzenlenmesi tasarımıdır. Bu ilişkiler
ifade edilirken de insanlar en cüretkar metaforları bulmuşlardır.
“Başlangıç için, bir uyarım bir imgeye aktarılır: birinci metafor. İmge bir
sesle taklit edilir: ikinci metafor.”107
Böylece dil, şeyleri ve insanları basit bir iletişime geçirir, ancak onların
gerçek doğalarına dair bir şey söyleyemez.
“Dil konusunda hepimiz böyleyiz; ağaçlardan, renklerden, kardan ve
çiçeklerden bahsederken, o şeylerin kendileri hakkında bir şey bildiğimize
106 F. Nietzsche, On Truth And Lies In A Nonmoral Sense, The Portable Nietzsche (Trans.
And Ed. By Walter Kaufmann) Penguin Books, New York, 1977, s. 47. 107 F. Nietzsche, 1997, s. 46.
87
inanıyoruz; ancak elimizde olan yalnızca şeylere dair metaforlardır- orijinal
varlıklara hiçbir yönden tekabul etmeyen metaforlar.” 108
Nietzsche’ye göre kullanılan her sözcük anında bir konsept haline gelir, ancak
bu konseptler şeylerin gerçek doğalarını yansıtmakta başarısız olurlar. Nietzsche
burada “yaprak” kelimesini örnek verir. Ona göre bir yaprağa “yaprak” denmesi,
yaprak kelimesini bütün yaprakları kapsayacak bir konsepte genişletilmiş olur.
Ancak o ilk olarak “yaprak” denilen yaprak, diğer bütün yapraklarla
karşılaştırıldığında bu yaprakların ilk tanımlanan “yaprak” ve kendi aralarında
tamamen aynı olmadıkları görülür. Bu durumda hepsine bir konsept olarak “yaprak”
denmesinin onların orijinal farklılıkları göz ardı edilerek keyfi bir isimlendirme
yapıldığı fikrini içerir. Benzerlik durumları daha az ya da fazla olsun, tamamen
aynılığı yakalayamadıklarından Nieztsche hepsini bir konsept altında genellemenin
eşitsizlik olacağını belirtir. Böylece insanlar iletişimlerini ve şeylere olan algılarını
olağan metaforları kullanarak sürdürürler.
Bir metafordan, o metaforun oluşturulduğu zamanın, bellekte o simgelere dair
izlerin okunabilmesi mümkündür. Bir metafordan zaman, göstergeler ve anlar,
anlamlar okunabilir. Bir şey o çağ için anlamlıysa ya da o çağın bir simgesiyse bize o
metaforun zamanını verir.
“Metaforlar ipucu veren fosiller gibidirler, okurun içinde bulundukları
metnin yaşını tahmin etmesine yardımcı olurlar.”109
108 F. Nietzsche, 1997, s. 46. 109 D. Draaisma, 2007, s. 21.
88
O halde metafor bir zaman bildiricisidir, eğer o şey, çağından farklı bir çağda
okunursa metafor ikinci bir defa anlamı yıkıp yeni bir anlam üretir. Bir metaforu
okunduğu zaman sadece kelimeleri okunmaz, o kelimeler bellekten çağrılır ve o anda
her bir kişi için yeni bir anlam ortaya çıkması mümkündür. Dilbilimsel
anlamlandırma süreçleri ile bellek ve zaman bağlamında yorumlama arasında nasıl
bir geçiş sağlanacağı, metaforun doğasının ne olduğu, bu süreçlere uyum
sağladığı/sağlamadığı noktaların neler olduğu ve metaforun felsefi söylemde yerini
nasıl bulacağı bu konuda temel sorunlardır.
2.3. Söylemsel Hermeneutikte Canlı Metaforun İşlevi
“Dikkate değer hiçbir yorum belirli bir çağa özgü kavrayış modlarından,
yani mitten, alegoriden, metafor ve analojiden vb. ödünç şeyler alınmaksızın formüle
edilmemiştir.”110
Ricoeur, dil ile anlama/yorumlama arasında kurmuş olduğu bağlantı
sayesinde söylemin bir düzlem olarak önem kazandığı bir hermeneutik geliştirir.
Anlama, metnin içeriğiyle olan ilişkisel yapısının kavranması, yeni
anlamlandırmaların kurulmasıdır. Ricoeur, yorumlama eylemiyle, anlamanın, hem
kendini önceleyen hem de onu öncelediği yorumlamanın kurallarıyla açığa çıkan bir
süreç olduğunu belirtir.
110 P. Ricoeur, Yorumların Çatışması: Hermeneutik Üzerine Denemeler (Çev.
Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul, 2009, s. 4.
89
Hermeneutik, bir sembolün, bir simgenin, bir yazılı metnin yorumunu
yönlendiren kurallılıktır. Ricoeur’e göre simgesel olan şeyler, mitler hermeneutik
yorumsamanın kapsamı dahilinde anlaşılırlar. Örneğin rüyalar sembollerle dolu
oluşumlardır, bu sembollerin bir psikanalist tarafından gizli yönleri açığa çıkacak
şekilde yorumlanması hermeneutik bir etkinlik olarak görülmektedir. Ricoeur, iki tür
hermeneutik sürecinden bahseder. Bu fikirlerin ilki ‘mitten arındırma’ görüşüdür.
Buna göre semboller, mitler, metinlerin gizli anlamlarını yüzeye çıkartılarak
“arındırılmış” olurlar. İkinci görüş ise ‘düzeltme’dir. Ricoeur’ün Freud’dan aldığı
büyük etkiyle bahsettiği bu görüşe göre hermeneutik çalışma gizli anlamı açığa
çıkarmak değil, onu temsil eden yanlış sembolleri ortadan kaldırmaktır.
Ricoer’e göre semboller düşüncenin önündeki maskelerdir. Sembolün
arkasındaki anlam asıl olandır. Buradaki ayrım söylenen ve gösterilen arasındaki
ayrımdır. Semantik anlam, nesnel bir bakışla görülen anlamdır, ancak sembolik
anlam semantik anlamdan tamamen bağımsız ve bambaşka bir içeriğe sahip olabilir.
Sembolik anlam yalnızca cümlelere, kelimelere ait olmayıp, onların ötesine geçer.
Ricoeur’ün sembollere olan ilgilisi onların bu özgürleşmiş doğalarından ileri gelir.
Sembolik anlam, metinle bir bütünlük içinde yorumlanarak dünyaya dair bir şeyler
söyler. Semantik anlam, nesnelliğini her daim koruyacaktır ancak semboller insan
deneyimiyle alakalı, insana dair yorumlamalara aittir.
Hermeneutik, birbirini tamamlayıcı iki yönde görülebilir, sembollerin
çözümlenmesi ve yorumlanması. Bu hermeneutik süreç felsefi olmalıdır, bu, bir
sembolün neyin alegorisi olduğunun çözümlenmesi ve o alegorinin neden o metinde
yer aldığı ve o sembolle o anlam arasında kurulan ilişkinin doğası olmak üzere iki
yönde tamamlanan bir süreçtir. Ricoeur, sembollerin anlamlarını bulma ve onların
90
eleştirilerini birbirleriyle çakışan süreçler olarak görmez, tam tersine bu harmoni
hermeneutik etkinliğin bütünleyicisidir.
Ricoeur’ün hermeneutiğinin bir kısmı sembollerin yorumlarıyla ilgili olsa da
teorisini geliştirdikçe hermeneutiği, söylemi bir bütün olarak yorumlamanın bir yolu
olarak kullanmıştır. Semboller içerisinde yer aldıkları metinle yorumlamanın bir
parçası olurlar ancak temelde yorumlama etkinliği söylemin bir etkinliği haline
gelir. Ricoeur bu bağlamda metinden yola çıkarak söylemi, insanların birbirini
yorumlayabilmesinin aracı olarak görmüştür.
Hermeneutiğin amacı anlamları açığa çıkarmak olsa da dilin kendisiyle
linguist bir yaklaşım ya da dil felsefesi gibi ilgilenmez. Genel olarak linguistik eylem
dili tanımlarken dil felsefesi dilin nasıl bir sistem olduğunu, nasıl anlam kazandığını
araştırır. Ancak hermeneutik, dili bu yönleriyle ele almaz; metinler aracılığıyla
kişiyle dünya arasında bir ilişki tanımlar. Bu durum sözel olan kültürlerin, yazı-
öncesi toplulukların dünyayla bir ilişkisi olmadığı anlamına gelmez ancak Ricoeur
yazılı metne eğilim göstermektedir çünkü “yazı, yüz yüze konuşmanın limitlerinden
kurtulup özgürleşir.”111 Bu noktada içsel bir dinamik ve harici bir dışavurum söz
konusudur. Metin hem kendi iç yapısında anlaşılır, hem de dışsal dünyaya dair bir
şey söylemiş olur. Bu durumu Ricoeur ‘niyet’in ortaya çıkışıyla ilişkiledirir. Metinler
yalnızca bir şeyi söylemez, söyledikleri şeye dair bir inanç, bir iddia ortaya koyarlar,
bir amaçlılık söz konusudur.
Bir söylem, alıcısına anlam ifade etme yolunda kurgulanır. Hermeneutik,
anlatıyı temel bir biçimde yorumlar. Metindeki sembolleri “fenomen”ler olarak ele
111 P. Ricoeur, From Text to Action (trans. by Kathleen Blamey, John B. Thompson,
Northwestern University Press, Chicago, 1991, s. 17.
91
alır, böylece onları anlamlı kılan durumu açığa çıkarır. Ricoeur, mitleri yorumlarken
‘gizlenmiş niyetleri’ açığa çıkarmanın peşindedir. Ancak ‘niyet’ kelimesi ‘yazarın
niyeti’ olarak yorumlanmamalıdır. Mitler ya da kutsal metinler gibi yazarı olmayan
metinler bu ayrımın anlaşılmasına temel oluştururlar. Hermeneutik ‘niyetin şeklinin’
açığa çıkarılmasıyla ilgilidir. Bunlar kimin yazdığı önemli olmaksızın metinde
bulunan nesnel göndermelerdir. Önemli olan, o metnin bir kültürden yine o kültüre
yaptığı göndermelerdir, niyetten kastedilen budur. Böylece o metin doğru bir bakış
açısıyla yorumlanır, açımlanır.
Hermeneutik süreçte anlama esastır. Hermeneutik eylem, metnin yalnızca
kendi içerisinde değil, genel olarak dünya hakkında bir şeyler söylediği varsayımına
dayanır. Bu bağlamda bir metni hermeneutik olarak okumak, dünyaya dair bir
anlayış geliştirmektir. Anlama yolu, anlamanın yapısının bir parçasıdır.
Hermeneutik döngünün izleri Heidegger tarafından Varlık ve Zaman’da
tanımlanmıştır. Varlığa dair bir anlayış geliştirmenin sonucunun dünyaya dair
geliştirilmiş bir anlayışa dayanması söz konusudur. Heidegger’e göre tarihsel olaylar
empirik anlamda test edilemezler –çünkü gerçek, gözlemcinin bulunduğu noktadan,
kişiden kişiye farklılık gösterecektir, yani tarihselcilikte hermeneutik döngü herhangi
bir objektif gerçeği ortaya çıkarmaktan uzak olacaktır. Döngü, hermeneutiğin,
anlamaya çalıştığı şeye dair öncel bir anlayıştan, yorumlayarak anlamaya çalıştığı o
şeye doğru ilerlediği ifadesiyle de anlatılabilir.112 Ricoeur bu döngüyü canlı bir
döngü olarak tanımlar.
112 P. Ricoeur, The Symbolism of Evil (trans. Emerson Buchanan), Beacon Press, Boston,
1969, s. 352.
92
Ricoeur, Gademer’in çalışmalarını incelemiş ve en çok etkilendiği kavram
ayırma kavramı olmuştur. Ayırma kavramı, metni, onu yazandan ve yazarın bu metni
ortaya çıkardığı kültürel koşullarından arındırılmasıdır. Gadamer, bu kavramı
“yabancılaştırıcı” bulsa da Ricoeur onu pozitif ve yaratıcı bir kavram olarak
nitelendirir. Ricoeur’e göre metin “insan deneyiminin tarihselliğinin temel bir
karakteristiğini ortaya serer”113
Metin, bir dizi diyalektik süreçten geçerek arındırılmış (ayrılmış) olur. İlk
aşama metindeki dilin bir söylem olarak anlaşılmasıdır. Husserl’in
fenomenolojisinde söylediği gibi nasıl her bilinç bir şeyin bilinciyse Ricoeur’e göre
de dil her zaman bir şey hakkındadır. Dil konuşulmaya başlandığı an bir durum, bir
söylem haline gelir. Söylem, yalnızca dilin kendisinden çok daha fazla şey söyler,
kimin konuştuğu ve kime konuşulduğu gibi. İkinci diyalektik aşama, söylemin
kurgulanmış bir eser olmasıdır. Bir eser, söylemden daha fazla anlam taşır,
söyleminden dilin kendisinden daha fazla anlam taşıdığı gibi. Eser, bir cümleler
kombinasyonudur, her cümlenin tek tek anlamının yanı sıra bir bütün anlam da
taşırlar. Bir eser bir türe (hikaye, deneme, şiir, vs) ve bir tarza aittir. Bu çalışmanın
sonucu metin, yazılış maksatlarından ve dinleyicisinden uzaklaşır. Yazarının
psikolojik niyetlerinden ve metnin ait olduğu zamanın ve yazarın sosyolojik
durumlarından özgürleştirilir; ayrıca yalnızca yazıldığı kişiler tarafından değil,
herkes tarafından okunabilir. Ricoeur, metnin bu otonomluğunu özgürleştirici bulur;
bu kısıtlamalardan arındırıldığında metin kendi dünyasını yaratır. Daha sonra, o
metnin dünyasına yerleşmek okuyucuya kalmıştır. Ricoeur’e göre metinde
yorumlanması gereken o yerleşilebilir olan, kişinin kendi potansiyelini açabileceği
113 K. Simms, 2003, s. 39.
93
“vaad edilen dünya”dır. Böylece dördüncü diyalektik sürece varılır, okuyucu metni
sahiplerek bir kendini anlama durumuna geçer, bunu da metni yazarın niyetinden
uzaklaştıran “ayırma” sayesinde gerçekleştirir.
Ricoeur, söylem yazılı halde olduğunda yazarın niyeti ve metnin anlamı
kesişmekten uzaklaştığını114 belirtir. Böylece metin okuyucusunun ya da
yorumlayıcısının gözünde “semantik olarak otonomlaşır”115. Gadamer, eseri
anlamayı zorlaştırdığı gerekçesiyle metnin okuyucusu ve yazarı arasındaki tarihsel
ayrımı yabancılaştırıcı bulurken Ricoeur, yazarın niyetinden bağımsız olarak
okuyucuya kendini o metnin kendisinde bulma olanağı vermesinden dolayı bu ayrımı
özgürleştirici bulur. Bu durum da Ricoeur’ü paradoksal bir duruma sürükler.
“Okuyucu olarak, kendimi, kendimi kaybederek bulabilirim.” 116
Bu deneyimde, Ricoeur’e göre kişi kendini metne açar, maruz bırakır ve
böylece o eserin dünyasına girmiş olur. Kendi anladıklarını metne dayatmaz, metnin,
kişinin kendi hayatına dair anlayışını geliştirmesine izin verir. Ricoeur,
Heidegger’den de etkilenmiş, onun anlama ve yorumsama ontolojisini
benimsemiştir. Ontoloji yorumdan bağımsız değildir; ontolojik alan, yorumlanan ve
yorumlardan oluşan bir hermenutik dairenin içerisinde tanımlanır. Ricoeur,
Heidegger’in öncelikli olarak yorumlayan bir ben olmamız fikrinden yola çıkarak
anlamanın, kişinin kendini metin içerisinde anlaması olduğunu düşünür. Bu
durumda, okumak hermeneutik eylemdir ve hermeneutik eylem de kişinin kendisini
anlamasıdır.
114 P. Ricoeur, Interpretation Theory: Discourse and the Surplus of Meaning (trans.by
Ted Klein), Texas Christian University Press, Texas,1976, s. 29. 115 K. Simms, 2003, s. 41. 116 P. Ricoeur, 1991, s. 88.
94
Husserl de Ricoeur’ü etkilemiş bir felsefi kişiliktir. Husserl, doğa bilimlerinin
beşeri bilimlerin için faydalı bir metodoloji sağlayamayacağını belirtmesiyle
fenomenolojide bir yorumun olanağını açarak çağdaş hermeneutiğe katkı sağlamıştır.
Bu olanağı değerlendiren kişi de Heidegger olmuştur, ancak Heidegger anlamayı
epistemolojik halden çıkartarak bir aktüalite olarak ontolojisini kurarken yöntem
arayışına değinmemiştir. Ricoeur, Heidegger’in anlama ontolojisini desteklemiş,
onun yaptığına yöntem sorununu da ekleyerek fenomenolojik yorumsamayı, kendi
değimiyle uzun yoldan kurgulamıştır.
Ricoeur, söylemin kendisine yorumlama sürecinde oldukça önem vermiştir.
Ona göre söylem, cümle birimlerinden oluşan, dil aracılığıyla gerçekleştirilmiş sözlü
ya da yazılı ifade biçimleridir. Söylem, (dilin aksine) zamansal olması, bir öznesi,
konusu ve bir muhattabı olması bağlamında farklı bir yapı olarak ortaya çıkar.
Söylemin en önemli işlevlerinden biri, metin ve metaforun buluşacağı ortak noktayı
oluşturmasıdır. Söylemin ne olduğu belirtildikten sonra Ricoeur, söylenenin ne
anlama geldiğini sorgular, bu noktada Austin ve Searle’ün söz edim kuramına
yönelir. Austin ve Searle’ün benzer maddeler içeren kuramlarında Austin için
seslendirme edimi, düzsöz edimi, edimsöz edimi ve etkisöz edimi, Searle içinse
sözceleme edimi, yükleme edimi, edimsöz edimi ve etkisöz edimi olarak sıralanır.
Bu aşamalara genel olarak bakılırsa, öncelikle bir şeyin anlamlı olabilmesi için
anlamlı birtakım seslerin çıkarılması, ifadelerin kullanılması gereklidir. Bu adımda
dilin anlamlı yapısı gösterilir; yönelimseldir. Daha sonra bu ifadeler kullanılan
ifadeye göre kişi bir edimde bulunur; bir niyet içeren bu ifade eylemde açığa çıkar.
Ve bu yönelmiş olarak kurgulanmış ifade sonucu bir edim gerçekleşir, bu edimin
devindiricisi kullanılmış ifadedir. Burada görülen tümcelerin yönelimsel doğası ve
95
edimsellik gücü taşımalarıdır. Böylece bir şeyin söylenmiş olmasından söylenen
olmasına doğru geçişini gösterilmektedir. Ricoeur’ün “anlamlı eylemi bir metin gibi
görmesi” fikri, Austin ve Searle’ün kuramlarına verdiği önemle de açıkça
görülmektedir.
Söyleme dair araştırmasında Ricoeur, sözlü ve yazılı anlatımlar arasındaki
farklılıkları araştırır. Sözlü anlatımda, kişinin ne demek istediği ve söylediğinin ne
anlama geldiği neredeyse aynı şeydir. Yazılı bir anlatımdaysa, yazılı olan metnin
anlamı ve yazarının ne demek istediği şeklinde bir ayrım söz konusu olur. Burada,
yazarın demek istediği şeyin ne olduğunun elde edilebileceği metin-dışı (mimikler,
tonlama gibi) bilgilere sahip olunmaması sonucu, metnin anlamı, kabul edilebilecek
tek kaynaktır. Yazarın niyetinden bağımsızca metnin yalnızlaşması, anlamın yorumla
olan ilişkisini sıkılaştırmaktadır. Bu süreçte Ricoeur, anlama ve açıklama arasında bir
diyalektik oluştuğunu belirtir. Buna göre tahmin etmek, anlamakla, doğrulamak ise
açıklamakla olur. Anlama ilişkin tahmini zorunlu kılan, metinlerin çoğul anlamlılığa
açık yapılarıdır. Bu tahminlerin, metne çeşitli perspektiflerden bakılarak farklı
anlamlara varabilme olduğu söylenebilir. Tahminlerin doğrulanması süreci ise, öznel
bir süreçtir; deneysel olarak kanıtlanması mümkün olmadığından eldeki verilere göre
yorumlar yapılması, bu bağlamda da yorumların da kendi içerisinde birinin
diğerinden daha geçerli olabilmesi söz konusu olmaktadır. Anlama ve açıklama
arasındaki ilişkiye diğer taraftan bakarsak da, metnin başka bir boyutuyla açığa çıkar.
Metnin içerdiği açık olmayan göndermelerle karşılaşıldığında, bu göndermeler
üzerine düşünmek yerine görünür olan göndermelerin üzerinden bir yorumlama
yapılması tercih edilebilir. Bu bağlamda Ricoeur, hermeneutiğini kurgularken
oldukça etkilenmiş olduğu yapısalcı ekolden bahseder. Ricoeur, yapısalcı ekolü,
96
Saussure’den gelen kendi içerisinde kilitli bir dizge olarak dil fikrini benimsediği
noktada eleştirir. Yapılsalcılık, dili kapalı bir sistem olarak görerek bu sistem
içerisinde çözümleme yapılması fikrini, başlangıçtan kapalı ve önceden belirlenmiş
bir alan içerisinde çalışılmak zorunda kalınmasından dolayı söylemin canlı doğasına
uzaklaşmıştır; yani metni açıklamayabilmiş ancak yorumsallığını elinden almıştır. Bu
durumda yapılıcak olan, metnin görünmeyen göndermelerini gözardı etmemektir. Bu
göndermeler, farklı anlamların, gerçekliklerin kapısını arayalan işaretlerdir.
Ricoeur’e göre bir metinde böyle bir gönderme bulanabilmesi ve onun ait olduğu
yeni bir bağlam açımlanabilmesi gücü, yorumcunun metne dahil olma biçimidir;
klasik hermeneutiğin savunduğu fikre karşı çıkarak metinle yorumcu arasındaki
mesafeyi kapatmanın yolunu onunla özdeşleşmekte görmez. Metne böyle
yaklaşılarak referansları dış dünyada açımlanmış olur ve metnin yapısalcı bağlamda
kapalılığından kurtulması da yorumun başlagıncıdır.
Ricoeur’ün bu sözlü/yazılı anlatımlar ayrımındaki önemli bir başka değişken
de hitap edilen kitledir. Sözlü ifadelerin muhattabı kişi/kişiler/durumlar sınırlı iken
yazılı metin, belirsiz ve sınırsız bir kitleye hitap eder; bu şekilde bir diyalogun
sınırlığını aşarak evrenselleşmiş olur.
Tüm bu bilgiler ışığında, Ricoeur, bir metnin nesnelliği oluşturan dört öğe
olduğunu belirtir: anlamının tespit edilmiş olması, anlamının yazarın zihinsel
niyetlerinden ayrışması, görünmez göndermeler yapması ve muhataplarının
evrenselliği.117
117 P.Ricoeur, Anlamlı Eylemi Bir Metin Gibi Görmek, Toplum Bilimlerinde Yorumcu
Yaklaşım (Der. Paul Rabinow, William Sullivan, çev. Taha Parla), Deniz Yayınları, İstanbul,
2008, s. 28.
97
Metinlerin birden çok anlamının olabileceğinin ifade edildiği kutsal kitap
yorumlamalarından ve linguistik ekollerden, yorumu felsefe dahil pek çok alana
açımlayan ve kurallar tanımlamak suretiyle sistematikleştiren Schleiermacher’den,
felsefe içerisinde bir hermeneutiğin rolünün ne olacağı, yorumun yaşamla ilişkisi
bağlamında Dilthey, Heidegger, Gadamer’den, rüyalar ve içerdikleri gizli/ açık
anlamlar bağlamında Freud’dan etkilenen Ricoeur için yorum, sembollerin,
ifadelerin arkasındaki gizli anlamın, açık anlam aracılığıyla ortaya çıkmasıdır. Bu
bağlamda Ricoeur için oldukça önemli olan anlamdaki çoğulluktur. Çoğul anlam
demek başka gerçeklikler demektir; böyle bir yapı her daim yorumu gerektirir.
Çokanlamlılığın görüldüğü bir oluşum da metafordur.
Ricoeur’ün dil felsefesinde metaforun farklı bir yeri olmasının nedeni, dilin
gizil gücüne dair inancıdır; dili kapalı, ölü bir yapı olarak görmemiş, derin ve gizemli
temelleri olduğuna inanmış, hermeneutiğe genel olarak verdiği önem de buradan ileri
gelmiştir. Yorumsallıkla figüratif anlamın birleşimi, dilin bu zengin temelleri ve
canlı yapısı sayesinde sonsuz bir anlamsal yaratıcılığın kapılarını açar. Ricoeur,
kavramsallığın genel olarak görüldüğünden çok daha canlı, açık olabiliceğini belirtse
de kavramlardansa metaforik anlatımlarla açımlanabilecek anlamlara önem vermiştir.
Dilde yaratıcılık Ricoeur’ün son derece önem verdiği bir güçtür. Dilsel
kurgunun sınırlarının zorlanmasını, farklı bir anlam gerçekliğine dair açıkfikirliliği
vurgulamıştır. Onun için metafor, canlı bir yapıdır; kişinin dünyaya karşı algısını ve
kendi içerisindeki yaratıcılığı keşfederek dünyayı yeniden fakat farklı bir şekilde
görebilmenin imkanıdır.
98
Ricoeur’ün, metafor kavramı ve anlam düzeyleri üzerine düşündüğü
“Yaşayan Eğretileme”118 adlı çalışması, metaforun üç temel düzeyde bir
incelemesidir: kelime, cümle düzeyi ve söylem düzeyi. Bu düzeylerin her birisi farklı
bir disiplinin çalışma alanıdır; kelime düzeyini retorik ele alır, cümle düzeyinde
semantik devreye girer ve söylem düzeyinde metafor, hermeneutiğin alanına dahil
olur. Bu kitapta Ricoeur, metafor kavramının temellerine Aristoteles’i inceleyerek
başlar. Metaforu mecaz, benzerlik, metonomi (düz değişmece) gibi diğer dil
durumları bağlamında gözden geçirerek devam eder, onu söylem düzeyinde felsefi
bir boyutta geçerliliğini sorgular ve böylece metafor çalışması “klasik retorikten
başlar, semiyotik ve semantikten geçerek sonunda hermeneutiğe varır.”119
Ricoeur öncesi klasik metafor çalışmaları, metaforu, basitçe, bir kelimenin
yerine başka bir kelime kullanılarak ifade edilmesi olarak kabul etmiş ve bu işlevde
bir kelimenin benzer bir yönüyle diğeri yerine kullanılmasıyla bir çeşit anlam
esnemesi söz konusu olmuştur. Ricoeur’e göre yıllar içerisinde metafora dair pek çok
fikir üretilmiş, ancak geleneksel görüş, belirgin özelliklerle ifade edilen tanımlamayı
aşamamıştır. Ricoeur tarafından sıralanan bu altı özelliğin ilki, metaforun mecaz
olduğu, söylemin adlandırmayla ilgili kısmını kapsayan bir biçim olduğudur. İkinci
olarak metafor, bir adın anlamının, kelimenin düz anlamından saparak
genişletilmesidir. Bu sapmanın nedeninin benzerlik olduğu üçüncü maddedir.
Ricoeur’ün geleneksel metafor yaklaşımı sıralamasında dördücü madde, bu
benzerliğin işlevinin, kelimenin düz anlamının yerine kullanılan mecazi anlamı
temellendirmek olduğunu belirtir. Buna dayanarak, düz anlam yerine kullanılmış
118 La métaphore vive, Paris: Éditions du Seuil, 1975 119 P.Ricoeur, The Rule of Metafor (Trans.by Translated by Robert Czerny with Kathleen
McLaughlin and John Costello, SJ) University of Toronto Press, Toronto, 1977, s. 1.
99
alternatif anlamın, semantik bir yenilik getiremeyeceği beşinci madde olarak yerini
alır. Bir metaforun tercümesi yapıldığında, o mecazi ifade yerine düz anlamı
kullanılabilir. Bu durumda yerine koyulan ifadeden asıl ifadenin geri dönüşü çıkınca
Ricoeur’ün deyimiyle sıfıra eşit olur. Ve son olarak altıncı maddede, herhangi bir
semantik yenilik getirmediğine göre, metaforun hakikat hakkında yeni bir şey
söyleyemeyeceği sonucuna varılır.120 Ricoeur’e göre metafor, söylem içerisinde
semantik bir yenilik barındırır. Anlamsal bir yenilik açımlayan ifadelerin absürd
olduğunu belirtir. Bu nedenle ifadedeki her kelime bir değer taşır ve tümcenin
geneline yeni bir uygunluk kazandırır. Tüm bu gerilimler, semantik yeniliğin
olanağına imkan kılan ifade içerisindeki anlamlandırma süreçlerinde gerçekleşir.
Ricoeur, Aristoteles’in metafor teorisinden yola çıkarak başlar. Aristoteles,
mimesis kavramını açıklarken, onun genel olarak atfedilen “taklit” anlamını aşarak,
mimesisin bir yaratım içermesi gerektiğini belirtir. Mimesis bir tür temsildir; bilinçli
olarak bir şeyin bir başka şey olarak yeniden üretildiği aktivitedir Ricoeur, bu
noktada metaforun da böyle olduğunu vurgulayarak Aristoteles’in tanımlamasıyla bir
paralellik kurar. Metafor, mimesisin bir olgu haline gelmesi ve insan ediminin bir
yeniden üretiminin açığa çıkışıdır. Buna örnek olarak trajediler verilebilir; bu
eserlerde kullanılan metaforik anlatım, insanlığın asaletine vurgular ve genel olarak
bir canlılık katar. Ricoeur, poetik yapıya uygun dilin metaforik dil olduğunu belirtir.
Metaforik söylem şeyleri durağan varlıklar olmanın yanı sıra, harekete açık varlıklar
olarak konumlandırır; her varlık bir başka olmanın potansiyelini taşır, bu
potansiyelin gerçekleşebileceği alan da metafor alanıdır. Bir metafor, soyut bir
konsepti alıp onu olgusal bir bağlama taşıyarak ona eylemsellik kazandırabilir.
120 P. Ricoeur, 1976, s. 49.
100
Metaforu kelime düzeyine indirgemek, onun semantik değerini küçümsemek, felsefi
potansiyelini gözardı etmek demektir. Ricoeur, bu düzeyin, metaforun tek görevinin
anlatımı süslemek olarak gösterdiğini ve bu durumun da onun anlamsal derinliğinin
dikkate alınmamasıyla sonuçlandığını belirtir; metaforlar, ileride kurgulayacağı
üzere, kendi içinde kapalı bir söz değişmecesi olmaktan çok daha fazlasıdır.
Ricoeur, metafor araştırmasına devam ederken, mecazlama ve kaydırma gibi
dil durumlarını inceler. Ricoeur’e göre mecazlama, bir cümledeki bir boşluğun yazar
tarafından, oraya ait olmayan, bir başka manaya ait ödünç alınmış bir kelime ile
doldurulmasıdır. Bir şeyi bir başka şey “olarak bakmak” mecazi dili oluşturan
unsurdur. Mecazi dilin geniş bir özgürlük alanı vardır; herhangi bir şey bir başka
şeye atfedilebilir. Metafor, onu oluşturan kelimelerin metaforik kullanımı yerine
kelimelerin bir araya gelerek oluşturduğu ifadelerden oluşur. Ricoeur, metaforun,
“metaforik ifadenin iki terimi arasındaki gerilimin sonucu”121 olduğunu belirtir.
Ricoeur, mecaz üzerine incelemesinde Pierre Fontanier’ye değinir. Fontanier,
ödünç alınan kelimenin mecazi anlamı ve oraya ait olması gereken asıl kelimenin
gerçek anlamı arasındaki ilişki, bu yer değiştirmenin temel nedenini oluşturduğunu
belirtir. Bu tarzda üç çeşit ilişki olabileceğini belirtir. İlki korelasyon ilişkisi,
metonomi’yi yaratır. (kapsamın içeriğe işaret etmesi). İkinci olarak bağlantı,
kapsamlamanın yolunu açar. (bir parçanın bütüne işaret etmesi). Üçüncü olarak,
benzerlik ilişkisi metaforu oluşturur. Ricoeur, Fontanier’nin teorisini
değerlendirirken, kendisine göre, metaforun bu çiftlerin bir parçası olmayacağını
belirtir. Mecazlar sadece isimlere eklemlenebilirken metafor, her tür kelimeyle
uygulanabilir. Bu noktada Ricoeur, Fontanier’in teorisinden ileri adım atmak
121 P. Ricoeur, 1976, s. 50.
101
isteğiyle, metaforların sadece bir şeyi bir başka isimle tanımlamak olmadığını,
onların herhangi bir şeyi karakterize ettiğini belirtir.
Ricoeur’ün cümle düzeyinde metafor incelemesinde Émile Benveniste’den
bahsetmiştir. Cümle düzeyinin önemi, metaforu bir önceki sınırlı evreden kurtararak
semantik yönden açımlanmasına olanak vermesidir. Benveniste’nin ben/burada/şimdi
belirteçleri üzerine yaptığı araştırmalarla dilbilimi yalnızca sözleri inceleyen bir
bilim olmaktan çıkarıp “sözce üretme edimini (sözceleme) de çözümleyen bir bilim
dalı haline getirmiştir.”122 Bu bağlamda sözceleme, göstergebilimle beraber anlam
üretimi sürecine katkıda bulunmuş olur. Bir kelime, yalnızca bir cümle içerisinde yer
aldığında Ricoeur’ün istediği biçimde basit bir anlam değişmecesine aşkın surette bir
göndermede bulunabilir.
Ricoeur, metaforun cümle ve söylem düzeyinde incelenmesi yolunda devam
eder. Metaforun cümle düzeyinde araştırmasını yaparken I. A. Richards, Max Black,
Monroe Beardsley’in teorilerini inceleyen Ricoeur, bu düşünürlerin ve dilbilimcilerin
metafora dair görüşlerini eleştirerek ötesine geçmeye çalışır. Richards’ın tenor-araç
terimleri kurguladığı teorisini destekleyen Ricoeur, onu, metaforun ontolojik
gerçeklikle ilişkisine değinmemesi bağlamında eleştirir. Max Black’in teorisini ise
“yeniden” bir düşünmeye yol açsa da “yeni” bir düşünmenin, anlam üretmenin
imkanını tanımaması noktasında eleştirir. Beardsley’in teorisine getirmiş olduğu
eleştiri, metaforun göndergelerinin Ricoeur’ün aklındaki kadar geniş bir alana
açımlanmayarak, gündelik klişeleşmiş ifadeler aralığında kalmış olmalarıdır.
122 M. Rifat, 1998, s. 93.
102
Ricoeur’ün kitabının son bölümlerinden biri metafor/referans ilişkisini
inceler. Ricoeur, metaforin gerçekliğe dair bir şey söylemesi konusunu (metaforun
referansını) semantik ve hermeneutik düzeylerde ele alır. Semantik açıdan cümle
düzeyinde incelenirken, hermeneutik açıdansa gerçeği yeniden, farklı bir biçimde
tanımlama gücü olan metaforik ifadenin referansı önemlidir, cümleden çok daha
geniş bir birimde incelenir. Metafor teorisine dair en önemli kısımlardan biri, onun
gerçekliğe dair ne ifade edebileceğidir. Bu süreçte, Frege’nin göndergeler ve anlam
arasında kurgulamış olduğu ilişkiyi incelenir. Frege’ye göre her sözcük iki kısımdan
oluşmaktadır: anlam ve gönderge. Bir kelimenin anlam değeri, onun göndergesidir.
Frege’ye göre her ad nesnesine farklı göndergelerle bağlanır; aynı nesneye karşılık
gelen her sözcük aynı nesneyi farklı biçimde gösterir, bu durumda anlam da değişir.
Birleşik bir ifadenin anlam değeri, onu oluşturan parçaların anlam değerinin
toplamından oluşur. Cümlenin anlamı, onun anlam değeriyle eşdeğer değildir, anlam
değeri doğruluk değerlerinden biridir ve belli bir doğruluk değeri olmayan tümcenin
anlam değeri de yoktur. Frege, bir tümcenin herhangi bir parçasının, aynı anlam
değerine sahip başka bir parçayla değiştirilmesi durumunda genel anlamın
değişmeyeceğini belirtir. Frege için göndergenin nesnesinin varlığı önemlidir;
dünyasal karşılığı olmayan göndergeleri anlamsal olarak kabul etmez. Ricoeur,
Frege’nin anlam ve gönderge ayrımının genelgeçerliğini kabul eder, ancak bu
noktadaki sıkıntı belirli tip metinlerin, edebi gibi, göndergelerinin olgusal karşılığının
bulunmaması sonucu Frege’nin teorisiyle açıklanamamasıdır. Bu sıkıntıya çözüm
arayan Ricoeur, bu nitelikle metinlerin, sözcük ya da cümle düzeyinde
incelenemeyeceğini ve tüm bu yapıların ayrılmayan bir bütün olarak ele alınması
gerektiğini belirtir. Böyle bir metinde, “metnin yapısı anlamı, kendi dünyası da
103
göndergesi”123 olur. Bu durumda eserin yapısını anlam, dünyasını gönderge olarak
belirleyerek Fregeci teoriyi bu tür bir metinde geçerli kılma girişiminde bulunur.
Ricoeur, son olarak metafor ve felsefi söylem ilişkisine değinir. Bu kısımda
kuramsal söylemin poetik söylemle ilişkisini, metaforun poetik dildeki rolünü
inceler. Bu bölümde Ricoeur, metaforun geçirmiş olduğu süreçleri göz önünde
bulundurarak “bu sorgulamada retorikten semantiğe, anlamdan referansa doğru ne
tür bir felsefenin işaret edildiği”124 olduğu sorusunu yöneltir. Bu soruyu iki yönlü
olarak ele alır; ilk soru herhangi bir felsefeye işaret edip etmediği, ikinci soru ise, ne
tür bir felsefeye işaret ettiği yönündedir. Felsefi söylemin metaforik söyleme
indirgenemeyeceğini belirten Ricoeur, Aristoteles, Heidegger, Derrida’nın felsefeleri
bağlamında açıklamalar yapar. Ricoeur, metaforik sözcenin, kuramsal söylemi
olanaklı kıldığını belirtir.
Metafor, dilde yaratıcı bir kullanım, yeni anlam açılımlarını oluşturmanın
yeni bir yoludur. Ricoeur’e göre bunun nedeni şeyleri yeni bir şekilde ortaya
koymayı, dilsel yaratıcı imgelemin, anlamı tekrar tekrar üreten sisteminin bu üretimi
metaforik güçler aracılığıyla yapmasıdır. Ona göre yeni metaforlar, gündelik dile
indirgenmemiş olanlar, referansında bulundukları şeyleri yeni bir yolla görme imkanı
tanırlar. Metaforlar yaratıcı şekilde dili dönüştürürler, bu nedenle sadece retorik
süsler değillerdir. Kendi varlıklarında bir kognitif içerik taşırlar ve düz anlamın
içinde kalıntılar olmaksızın anlaşılır değillerdir. Benzer şekilde anlatı da yeni
hikayeler ve yeni karakterler yaratır, böylece aynı zamanda yeni anlamlar ortaya
çıkarır. Metafor, dilin, yaratıcılık ve yeni anlamlar adına açımlanmasının bir yoludur.
123 P. Ricoeur, 1977, s. 260. 124 P. Ricoeur, 1977, s. 304.
104
Metaforu yalnızca kelime bazında değerlendirmemesi, onun anlam çeşitliliği
boyutuna önem vermesiyle Ricoeur, ‘metaforik ifadeler’ deyişini kullanarak
metaforu söylem alanına açımlamıştır. Metafor, birbirine uzak olan iki şeyi alıp,
onları yakınlaştırır, yeni bir benzerlik yaratır. Kurulan bu yeni platform artı anlam
alanını tanımlar. Normalde bir arada düşünülmeyecek bu iki farklı şeyin arasındaki
benzerlik, yaratıcı imgelem bağlamında kurulur. Ricoeur, o gizil anlamın gerçekliğe
dair yeni bir şey söylediğini iddia eder. Ricoeur’e göre metaforik hakikat, olmak
kelimesine ilişkindir. Bir metafor bir şeyin bir başka şey gibi olabilmesinin olanağını
gösterir. “Zaman uçar” gibi bir metaforda zaman, kendinden çok farklı olan bir başka
şeyle (bir kuş) yan yana getirildiğinde düz anlamında sahip olmadığı bir özellik
kendisine atfedilmiş olur. Zaman ‘başka bir şey gibi’ olur, ‘zamanın uçması’
metaforik ifadesi, ne zamanın ne de bir kuşun sahip olduğu yeni bir anlam alanı
ortaya çıkarır.
Ricoeur için metafor “canlı”dır ve dünyaya farklı bir perspektiften
bakılmasının yaratıcı kapasitesini gözden geçiren bir prensiptir. Bu durumun
paradokssal bir yanı da vardır; yaratıcı kombinasyonlar bağlamında, anlam üretmek
bir keşif niteliği taşır, bir şeyin hem yaratım hem de keşif olması olanağına bir çelişki
sunar. Öznel, yaratıcı ve objektik arasındaki gerilim, metaforun tanımlandığı alandır.
Ricoeur, metaforik dile, anlatı düzeyinde iki kendilik arasında bir anlam
transferi yaratabilmesi bağlamında değer verir. Ricoeur’un araştırdığı göstergelerin
yazılı hale geldiklerinde yorumlanmalarında ortaya çıkan farklılık ve bu farklılıktan
doğan problemlerdir. Bu noktada metnin nasıl bir yorum nesnesi olabileceği ve bu
metin yorumunun insan bilimlerine ne ölçüde genelleştirilebileceği ve örnek teşkil
edebileceğidir. Ricoeur, sözlü ve yazılı dil arasında bir ayrım noktası olarak
105
“söylem” kavramını tanımlar. Dil sistemi için de hep bir ikilik söz konusu olmuştur,
Saussure’ün dil/konuşma (langue/parole) ayrımı gibi. Ancak Benveniste bu ayrımı
tamamen keskinleştirmiş ve bu iki alanın farklı oluşumlar olduklarını ileri sürmüştür;
“Dilin temel birimi gösterge (fonolojik ya da lexik) ise, söylemin temel birimi
tümcedir. Bu nedenle, bir olay olarak konuşmanın teorisinin dayandığı şey, tümcenin
dilbilimidir.”125
Ricoeur, dil ve söylem arasındaki ayrım bağlamında bu tümce dilbimine dair
özellikler tanımlar ve dilin sürekliliği bağlamında bir ‘an’a ait olamadığını belirterek
onun zamandışılığını vurgular. Dil belirli bir özneye gönderme yapmaksızın, bir
göndermeler bütünü niteliğindedir, bu da onun öznellikten kopukluğunu
göstermektedir. Dil, kapalı bir sistemdir, göstergeler ve göndermeleri aynı sisteme
aittir ve yalnızca bu göndermelerin kurgulandığı alandır, bu göstergelerin içerdiği
mesajların dolaşımı söylem düzleminde sağlanır. Söylem, öznel ve zamansal bir
yapıya sahiptir; her zaman “birisine”dir ve bir “an”dadır. Söylemin zamansallığı ve
şimdi içerisinde bulunmasına Benveniste “söylem anı” adını verir. Söylem yalnızca
karşıdakine ait değildir, karşıdakine çarpar ve konuşmacıya geri döner, bu yönüyle
öznesi ve göndermesi tanımlanır. Söylemin bu nitelikleriyle bir konuşma bir olay
olarak kurgulanır. Tüm söylem bir “olay” olarak gerçekleşir; dilin “kod” yapısının
tersine, bir olay olarak anlık bir varoluşu vardır, belirir ve kaybolur; ancak buna
rağmen her daim anlamsal aynılığını korumayı başarır. Ricoeur, tüm söylemin bir
olay olarak gerçekleştiğini ancak anlam olarak anlaşıldığını126 belirtir.
125 P.Ricoeur, 2008, s. 28. 126 P. Ricoeur, Metaphor And The Main Problem of Hermeneutics, New Literary History,
sayı: 6, The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1974, s. 3.
106
Metaforların önemli bir tarafı, okuyucuyu yorumlamaya zorlamasıdır.
Yorumlama işlemi metafor sürecinin temel bir parçasıdır. Bir kelime, hem
bulunduğu cümlenin hem de o cümle bağlamıyla ait olduğu söylemin kültürel boyutu
bağlamında değerlendirilir. Yorumlayan bir varlık, yaşayan, canlı bir varlıktır. Bu
bağlamda metaforik boyutu dilin en canlı bölümüdür. Metaforlar, kişiyi hermeneutik
eyleme davet eder. Bu nedenle Ricoeur, ölü metaforlarla ilgilenmez; canlı metaforlar
hermeneutik eylemin en yoğun görüldüğü yerlerdir. Metaforlar, bir düşünceyi farklı
bir biçimde dile getirerek kişiyi düşünmeye ve yorumlamaya zorlarlar. Ricoeur’e
göre metaforlar ancak yorumlama yoluyla ulaşılabilecek yeni bir bilgiyi barındırırlar.
Böylece metafor, nesnel gerçekliğin öznel yorumlamayla buluştuğu alandır; bu
alanda fenomenolojik gerçekliğe varılır.127 Ricoeur, bu gerçekliğe ““olarak bakmak”
sürecinin sonunda varılabileceğini belirtir. “Olarak bakmak” Ricoeur’un Gestalt
psikolojisinden ödünç aldığı bir terimdir. Sadece bakmanın kendisi bir deneyimdir,
bir şeye bir başka şey “olarak bakmak” ise deneyim ve eylemi aynı anda barındırır.
Bir metaforu okumak, onu görmek öğretilebilir bir şey değildir, metaforu anlamak
için sezgi ve imgelem gereklidir. Bu yönden bakıldığında poetik dil bu iki niteliği
barındıran en zengil dilsel alandır. Ricoeur’e göre poetik dil ‘keşifsel bir kurgu’dur,
yani kişiyi bir şeyi keşfetme ya da bulmaya yönlendiren kurgu. Poetik dil, gerçekliği
dolambaçlı yoldan tekrar tasvir etmektir. Metafor ise bu dolambaçları oluşturan
araçtır. O halde poetik dil, bir şeyin tanımlayan değil tasvir edici yönüdür. Metaforik
hakikat, bu tasvirin arkasındaki niyettir. Ricoeur, metaforik hakikatin üç gerilimden
türediğini belirtir. Bunların ilki ifade içerisinde gerilim, Richards ve M. Black’in
bahsettiği tenor ve araç terim ya da odak ve çerçeve arasındaki gerilimdir. İkincisi
127 K. Simms, 2003, s. 74.
107
yorumlamaya dairdir; iki yorum arası gerilim, düz anlam temelinde yorum ve anlamı,
anlamsal uygunsuzluğundan temellenen metaforik yorum arasındadır. Üçüncüsü
ifade içerisinde açığa çıkan aynılık ve farklılık durumları arasındaki bağlayıcı işlevin
gerilimidir128; kelimenin “ne” olduğu ve nasıl bir başka kelimenin yerine geçebildiği
üzerinedir. Ricoeur’e göre üçüncü gerilim, metaforik hakikatin üretilmesi ve
yorumlanması bakımından en önemli olandır. Bu noktada metaforik hakikatin ortaya
çıkışı, okurun düz anlama dair yorumlamalarını askıya almaları ile mümkün olur;
metaforu anlamak okumanın fenomenolojisidir.129 Ricoeur iletişim düzeyinde dilin
anlamını söylemin içerisine yerleştirir; bu sayede söylem “sonsuz çeşitliliğin bir
yaratımı” olma potansiyelini taşır, ki bu da dilin canlılını vurgulamaktadır.130
Ricoeur’ün öğretileri, pek çok farklı perspektifte tartışmaya açılabilir ve bu
bağlamda metafor kavramına birçok açıdan bakılabilir. Bu çalışma, metaforun
yorumbilimde kendisine nasıl bir yer bulacağını araştırmasıdır. Metafora teknik
olarak linguistik yönden, retorik olarak edebi yönden bakılabilir. Ancak Ricoeur’ün
yapmaya çalıştığı gibi bir felsefi metafor okuması, onun anlam yönüne
odanlanmıştır.
Ricoeur’ün hermeneutiğe bakışında bu kadar eşsiz olan, onu farklı alanlarda
görebilme vizyonuna sahip olması ve her bir alanda, başka bir işleviyle
açımlamasıdır. Sembollere, gizli olana, ilk bakışta görünür olmayana meraklı olan
Ricoeur için yorum kaçınılmaz bir ilgi alanıdır. Bu bağlamda söyleme dair
128 P. Ricoeur, 1977, s. 292. 129 K. Simms, 2003, s. 75. 130 H. I. Venema, Identifying Selfhood, State University of New York Press, New York,
2000 s. 79.
108
düşünceleri ve kendisinden önceki hermeneutiklerle hesaplaşarak geldiği noktaya
bakıldığında, metaforun neden hermeneutikle bu kadar bağlı olduğu görülmektedir.
“Yoruma Dair - Freud ve Felsefe” adlı kitabının ‘yoruma dair’ başlığını
taşımasının nedeni, çiftanlamlılık konusunda belirlemelerinden ileri gelir;
çiftanlamlılık, Freud açısından bakılırsa, rüyaların görünen ve yorumlanan anlamlar
taşıyor olmasıdır. Ricoeur açısındansa, dilin yapısı da bu şekilde işler; söylenilen ve
anlaşılan olarak iki ayrı anlam grubu olduğu belirtilebilir. Bu çiftanlamlılık da
yorumu beraberinde getirir. Yorum, hermeneutik açıdan, yazılı olan ve sözel olan
arasındaki ayrım bağlamında söylemin, en küçük parçası olan kelimeden, cümleye ve
akla gelebilecek en uzun parçasına kadar, nasıl anlaşılacağıdır. Çiftanlamlılık,
metaforun da temel bir işlevidir. Metafor, bu özelliğiyle yorumu gerektirir. Böylece
metafor, bir yorum problemine dönüşür.
Bir kelime, gündelik dilde kullanımında birden fazla anlam içerebilir.
Çokanlamlılık, ancak kelimenin söylem bağlamında okunması süreciyle
netleştirilebilir, kelimenin potansiyel anlamları, söylemin birtakım boyutlarıyla
filtrelenebilir. Çokanlamlılığın belirsizliğe yol açtığı söylenebilir, ancak metafor
kuramında bu belirsizlik pozitif görülür; birçok anlamın varlığı, anlamın sınırlarının
genişliğinin görülmesi demektir. Ricoeur, dilin tüm potansiyel anlamlara olan
kapasitesinin gösterilebilmesi ile ilgilenir.
Ricoeur, çokanlamlılık bağlamında yorum teorisine olan ilgisiyle, metafor
bilgisini birleşerek metaforu geleneksel kuramların çizgiden farklı bir noktaya
taşımıştır. Metaforları yorumlanması bekleyen katmanlı yapılar olarak gören
Ricoeur, genel olarak dilin yapısını hep canlı görmüştür. Yapısalcı görüşü
109
desteklediği açılar olsa da bu konuda dili kapalı bir yapı olarak görmemiş, semantik
yönden yeniliğin olanaklı olduğuna inanmıştır. Metaforlar da semantik yönden bir
yenilik için mükemmel yapılardır; anlamsal olarak çok katmanlı olmaları, görünen
anlamı aşan bambaşka bir anlamın ihtimalini barındırmaktadır; Ricoeur’ün
metaforunu “canlı” yapan tam da bu özelliğidir. Metaforun canlı yapısı ve diğer
söylem çeşitleri Ricoeur’ün hermeneutik kuramının temel yapılarıdır.
110
SONUÇ
Bu çalışmanın amacı, Paul Ricoeur’ün hermeneutik kuramında metaforun
kendine bulduğu yerin gösterilmesidir. Bu bağlamda her bölüm bu amaca yönelik
olarak bilgi toplayarak bu yere varmak maksadı taşımıştır.
İlk bölüm, Ricoeur çerçevesinde hermeneutik kurama bir bakıştır. Ricoeur’ü
felsefi kimliğiyle tanımak önemli olmuştur, çünkü Ricoeur öğretileri birbirlerine
içten bağlar taşıyan, birbirlerini kısmi olarak tamamlayan öğretilerdir. Her ne kadar
bu alanların her biri çok daha detaylı bir çalışmayı çağırsa da, kısaca bir girişten
sonra ve Ricoeur’ün söylem temelli hermeneutiğine geçmeden önce, hermeneutik
kavramının tarihsel gelişimi ve temel birkaç öğretisi incelenmiştir. Bu bölümde
incelenmek üzere seçilmiş her filozof, Ricoeur’ü etkilemiş ve onun tarafından
eleştirilmiştir. Hermeneutik kavramı, kendisinden eski olan yorumlama eyleminin
farklı alanlarda kullanılması sonucu, yorum eylemini kuramsallaştırmak ihtiyacıyla
gelişmiştir. Kutsal Kitap’ın gizli anlamlar içerdiğine dair inanç, yorum eylemini
tetiklemiş ve Kutsal Kitap yorumunun yayıngınlaşması, böyle bir yorumlamanın
nasıl olması gerektiği sorunsalını da beraberinde getirmiştir. Bu konuda yapılmış
çalışmalar, gelecek hermeneutik teorilerinin temelini atmış, geniş kapsamlı ve
kurallı bir hermeneutik teorisi Schleiermacher tarafından oluşturulmuştur.
Schleiermacher, hermeneutik kavramının gelişimindeki önemli yerini, geniş vizyonu
sayesinde hermeneutiği linguistik bilimler, felsefe, hukuk gibi farklı alanlara
açımlanmış, anlama ve yorumlamanın spesifik kurallarını belirlemiş olmasıyla
kazanmıştır. Ricoeur, Schleiermacher’in anlamayı ön plana çıkarması ve
yorumsamaya dair kuralları bağlamında, hermeneutiğin gelişimindeki eşsiz katkısını
belirtir, yorumsama türlerine dair kurallarını detaylı olarak çalışır.
111
Hermeneutik alanında çalışmış ve Schleiermacher’den etkilenmiş önemli bir
diğer filozof, Dilthey, Schleiermacher’den farklı bir yöne giderek, hermeneutiği tin
bilimlerinin metodolojisi olarak kurgulamak istemiştir. Bu amacında ne kadar
başarılı olabildiği tartışılabilir olsa da Dilthey’ın bu süreç boyunca yapmış olduğu
çalışmalar oldukça önemlidir. Doğa bilimlerinin metotları açıklama üzerine çalışsa
da insanı anlamada yetersiz ve ilgisiz kalmıştır. Tarihsel ve toplumsal gerçekliklerin
bilimleri olarak tanımladığı ‘Geisteswissenschaften’, tin bilimlerinin, yöntem
arayışında metafizik ve doğa bilimlerinden bir sonuç elde de edememesi sonucu
bilim statüsü muhafaza etmesini arzu eden Dilthey, hermeneutiği tin bilimlerinin
metodu olarak önermiştir.
Kendisinden önceki hermeneutik geleneğinden farklılaşmış bir filozof olarak
Gadamer, felsefi hermeneutiği kurgulamak üzere çalışmıştır. Gadamer de anlama
kavramı üzerine çalışmış, ancak onu bambaşka bir formda ele almıştır. Gadamer’e
göre anlama ve yorumlama bir şeye yönelmiştir, bir şeye karşı değildir. Ne
bilimsellik ne de metot gerektirir; anlama ve yorumlama, insan varoluşuna içkindir.
İnsanın dünya içinde varolduğu her anı ve deneyimlediği her şeyi anlamak suretiyle
gerçeklikle ilişki kurabilir. Gadamer’in oyun kuramı aracılığıyla varlığın açığa
çıkışını incelemesi, Aydınlanma dönemiyle kötü bir ün kazanmış önyargıyı pozitif
bir anlama doğru rehabilite etmesi gibi felsefesinin temel taşlarının yanısıra,
Habermas ile tartışması felsefe tarihinin önemli tartışmalarından biri olmuş, Ricoeur
de bu tartışma hakkında, herhangi bir tarafta bulunmamak suretiyle, fikirlerini
belirtmiştir.
Hermeneutiğe dair teorileri takiben, Ricoeur’ün söylemsel hermeneutiği
incelenmiştir. Ricoeur’ün hermeneutiğe bakışında bu kadar eşsiz olan, onu farklı
112
alanlarda görebilme vizyonuna sahip olması ve her bir alanda, başka bir işleviyle
açımlamasıdır. Sembollere, gizli olana, ilk bakışta görünür olmayana meraklı olan
Ricoeur için yorum kaçınılmaz bir ilgi alanıdır. Bu bağlamda söyleme dair
düşünceleri ve kendisinden önceki hermeneutiklerle hesaplaşarak geldiği noktaya
bakıldığında, metaforun neden hermeneutikle bu kadar bağlı olduğu görülmektedir.
İkinci Bölüm, Ricoeur’ün metafor kavramına bir bakıştır. Bu bölümde,
metafor kavramının gelişimi, benzer terimlerden farkları ve yapısalcı bir temelde
sahip olduğu yer incelenmiştir. Ayrıca, Ricoeur’ün kendi metafor teorisini en çok
etkilemiş olan düşünür, filozof ve lingüistlerden bahsedilmiştir. Aristoteles, metafor
kavramını detaylıca incelemiş, ancak onu, ilerde geleneksel diyeceğimiz, teknik
yönleriyle ve metin içerisindeki biçimsel işleviyle ele almış, semantik yönüne fazla
değinmemiştir. Bir başka teorisyen, linguist I.A.Richards, terimler arası bir etkileşim
olarak tanımladığı metaforun, anlamsal yönüyle ilgilenmesi bağlamında önemlidir.
Ona göre her bir kelime, bir doğru anlam içermez; anlamlar kelimeler tarafından
taşınmaktadır. Her bir kelime, bulunduğu birim bağlamında farklı bir anlamın
taşıyıcısı olabilmektedir. Richards’la benzer bir çizgide bulunan Max Black,
metaforların hakikate dair bir şey söyleyebileceğini düşünmemektir; metaforları
anlamanın araçları olarak görmektedir. Metafora dair daha çağdaş sayılabilecek
birkaç teoriden birisi Nietzsche’ye aittir. Ricoeur’ün de son derece önem verdiği
canlı/ölü metafor mevzusunda Nietzsche, dilin tamamının ölü metaforlardan
oluştuğunu belirtmiştir. Nietzsche, dilin oluşum sürecinde hakikatin bir rolü
olmadığını ve keyfi bir üretim olduğunu belirtir. Her bir ad, o nesneye dair bir
metaforik nitelik göstermektedir. Ancak bu adlar, pratik hayatta fazla kullanım
sonucu, canlılığını kaybetmiş, “ölmüşlerdir”. Bir başka teori G.Lakoff ve M.
113
Johnson’a aittir. Bu linguistlere göre kavramlar, metaforlardan temel almaktadırlar.
İki kavram arasında birbirlerine dair nitelikleri barındırmaları bağlamında metaforik
nitelikte olduklarını ileri süren Lakoff ve Johnson, kavramsal düşünmenin kendisinin
metaforik bir yapı içerdiğini iddia eder ve metaforun yalnızca dil felsefesinin değil,
tüm yaşamı etkileyen bir konu olduğunu belirtirler.
Ricoeur’ün kendi metafor teorisine bakıldığında, çokanlamlılık bağlamında
yorum teorisine olan ilgisiyle, metafor bilgisini birleştirerek metaforu geleneksel
kuramların çizgiden farklı bir noktaya taşımış olduğu görülmüştür. Metaforları
yorumlanması bekleyen katmanlı yapılar olarak gören Ricoeur, genel olarak dilin
yapısını hep canlı görmüştür. Yapısalcı görüşü desteklediği açılar olsa da bu konuda
dili kapalı bir yapı olarak görmemiş, semantik yönden yeniliğin olanaklı olduğuna
inanmıştır. Metaforlar da semantik yönden bir yenilik için mükemmel yapılardır;
anlamsal olarak çok katmanlı olmaları, görünen anlamı aşan bambaşka bir anlamın
ihtimalini barındırmaktadır; Ricoeur’ün metaforunu “canlı” yapan tam da bu
özelliğidir. Metaforun canlı yapısı ve diğer söylem çeşitleri Ricoeur’ün hermeneutik
kuramının temel yapılarıdır.
Her bölüm tezin savını göstermek adına veriler içermektedir. Bu nedenle son
kısım, savın açıkça ifade edilmesi, süregelen konuların bu sava olan desteğinin kısa
bir gösterimidir. Ricoeur’ün hermeneutik çerçevesinde metafor kuramının belki de
en temel sorusu metaforların hakikate dair bir şey söyleyip söyleyemeyeceği
sorusudur. Metaforun hakikat hakkında bir şeyler söyleyebileceği konusunda
optimist olan Ricoeur, metaforik hakikatın, çeşitli gerilimlerden meydana geldiğini
belirtir, bu gerilimler bağlamında düz anlamın ötesinde bir anlam üretimi
mümkündür.
114
ÖZET
Hermeuetik birçok farklı disiplinde ve felsefe tarihinde de kendine yer bulmuş, pek
çok filozof tarafından, farklı açılardan incelenmiş önemli bir kuramdır. Bu eşsiz
teorilerden birinin sahibi de filozof Paul Ricoeur’dür. Pek çok farklı alanda çalışmış
olan ve bu çeşitli disiplinlerarası felsefesi ile tanınan Ricoeur, hermeneutiği bu farklı
alanlarla ilişkilendirmiştir. Bahsedilen alanlardan birisi olarak metaforun
hermeneutik kuramdaki yerinin gösterilmesi bu çalışmanın temel amacıdır. Tezin ilk
bölümü, Ricoer felsefesinin genel hatlarının belirlenmesi ve yorumun
kuramsallaşması olarak hermeneutiğin geçirmiş olduğu dönemler hakkındadır. Bu
bölümde, Ricoeur’ü kendi teorisini geliştirmesi yönünden etkilemiş filozoflardan F.
Schleiermacher, W.Dilthey ve H.G. Gadamer’in hermeneutiğe dair görüşlerine ve bu
bağlamlarda Ricoeur’ün birtakım eleştirilerine yer verilmiştir. İkinci bölüm, metafor
kavramına ayrılmıştır, metaforu tanımak ve anlamak üzerinedir. Metaforun dil
felsefesi içerisindeki yerinin konumlandırılması, benzer terimlerden farkları
hakkında düşünülmüş, Ricoeur’ün metafor kuramındaki izleri görebilmek adına
Aristoteles, I. A. Richards, M. Black, F. Nietzsche, G. Lakoff gibi filozof ve
düşünürlerin metafor kuramları incelenmiştir. Son bölüm, ilk iki bölümün
aydınlattığı yol düzleminde, Ricoeur’ün söylem temelli hermeneutiğinin ve canlı
metaforunun açıklaması ve aralarındaki ilişkinin gösterilmesidir.
115
ABSTRACT
Hermeneutics is a comprehensive theory that finds its place in various disciplines
including history of philosophy. Many philosophers with different points of view in
philosophy studied on the subject. One of these unique theories belongs to
philosopher Paul Ricoeur. Ricoeur has worked on several fields, which made him
known for his diverse interdisciplinary philosophy. He linked hermeneutics with
these study fields, one of them is metaphor and metaphor’s place in hermeneutic
theory constitutes the main focus of this study. First section of thesis defines main
frames of Ricoeur’s philosophy and explains hermeneutics’ stages as it becomes a
theory of interpretation. This section includes hermeneutic theories of philosophers
that contributed Ricoeur as he develops his own hermeneutics, F. Schleiermacher, W.
Dithey and H.G. Gadamer and along the way some of Ricoeur’s thoughts of those
theories. Second section belongs to metaphor as concept and it aims to identify and
understand it. Metaphor’s place in linguistic philosophy and its distinction from
similar terms has been discussed. In order to get a better grasp on influences of
Ricoeur’s theory of metaphor, works of Aristoteles, I.A. Richards, M. Black, F.
Nietzsche and G. Lakoff’s thoughts on metaphor have been analysed. The last
section is an explanation of Ricoeur’s discourse-based hermeneutics and living
metaphor and their relations, in light of the knowledge of first two sections.
116
KAYNAKÇA
Aristoteles, (1995), Retorik, (Çev. Mehmet H. Doğan), Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul
Aristoteles, (2010), Poetika, (Çev. İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, İstanbul
Benjamin, W., (2002), Pasajlar, (Çev. Ahmet Cemal), YKY, İstanbul
Benjamin, W., (2003), The Origin of German Tragic Drama, (trans. John
Osborne), Verso, London
Cowan,B.,(2001), Walter Benjamin's Theory of Allegory, New German
Critique, sayı: 22
Dilthey, W., (2012), Hermeneutik ve Tin Bilimleri, (Çev. Doğan Özlem), Notos
Kitap Yayınevi, İstanbul
Direk, Z.,(2008), Paul Ricoeur ile Söyleşi:Hafıza, Tarih Unutma, Cogito,
sayı:56, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Draaisma, D., (2007), Bellek Metaforları, (Çev. Gürol Koca), Metis Yayınları,
İstanbul
Erhat, A., (1996), Mitoloji Sözlüğü,Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul
Gadamer, H.G., (1995), “Hermeneutik”, Hermeneutik Üzerine Yazılar, der.
Doğan Özlem, Ark Yayınevi, Ankara
Gadamer, H.G., (2008), Hakikat ve Yöntem, cilt I, (Çev. Hüsamettin Arslan,
İsmail Yavuzcan), Paradigma Yayınları, İstanbul
117
Gadamer, H.G., (2009), Hakikat ve Yöntem, cilt II, (Çev. Hüsamettin Arslan,
İsmail Yavuzcan), Paradigma Yayınları, İstanbul
Göka, E.,Topçuoğlu A., Aktay Y., (1999), Önce Söz Vardı, Vadi Yayınları,
Ankara
Kearney, R., (2008), Dilin ve Mitin Poetikası, Cogito, sayı:56, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul
Lakoff, G., (1993), The Contemporary Theory of Metaphor, Metaphor And
Thought, (Edited by Andrew Ortony), Cambridge University Press, New York
Lakoff, G., Johnson, M., (2010), Metaforlar: Hayat, Anlam ve Dil, (Çev.
Gökhan Yavuz Demir), Paradigma Yayınları, İstanbul
Nietzsche, F., (1977), On Truth And Lies In A Nonmoral Sense, The Portable
Nietzsche, (Trans. And Ed. By Walter Kaufmann) Penguin Books, New York
Palmer, R. E., (2008), Hermenötik, (Çev. İbrahim Görener), Ağaç Yayınları,
İstanbul
Platon, (1997), Ion, (Çev. İhsan Bozkurt), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
Platon, (2000), Kratylos, (Çev. Cenap Karakaya), Sosyal Yayınlar, İstanbul
Richards, I.A., (1964), Philosophy of Rhetoric, Oxford University Press, New
York
Ricoeur, P. (1969), The Symbolism of Evil, (trans. Emerson Buchanan), Beacon
Press, Boston
Ricoeur, P., (1974) Metaphor And The Main Problem of Hermeneutics, New
Literary History, sayı: 6, The Johns Hopkins University Press, Baltimore
Ricoeur, P., (1976), Interpretation Theory: Discourse and the Surplus of
Meaning, (Trans.by Ted Klein), Texas Christian University Press, Texas
118
Ricoeur, P., (1984), Time and Narrative Vol. I, (Trans.by Kathleen McLaughlin
and David Pellauer), The University of Chicago Press, Chicago
Ricoeur, P., (1986), Fallible Man, (Trans. By Charles A. Kelbley), Fordham
University Press, New York
Ricoeur, P., (1997), Schleiermacher’s Hermeneutics, The Monist, Oxford
University Press, Vol.60,Issue:2
Ricoeur, P., (2007), Yoruma Dair: Freud ve Felsefe, (Çev. Necmiye Alpay),
Metis Yayınları, İstanbul
Ricoeur, P.,(2008) Anlamlı Eylemi Bir Metin Gibi Görmek, Toplum
Bilimlerinde Yorumcu Yaklaşım, (Der. Paul Rabinow, William Sullivan, çev.
Taha Parla), Deniz Yayınları, İstanbul
Ricoeur, P. (1991), From Text to Action, (trans. by Kathleen Blamey, John B.
Thompson,
Northwestern University Press, Chicago
Ricoeur,P., (1977), The Rule of Metafor, (Trans.by Translated by Robert
Czerny with Kathleen McLaughlin and John Costello, SJ) University of Toronto
Press, Toronto
Ricoeur,P., (2009), Yorumların Çatışması: Hermeneutik Üzerine Denemeler,
(Çev. Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları, İstanbul
Rifat, M., (1998), XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları, 1.
Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul
Saussure, F., (1999), Genel dilbilim dersleri, (Çev. Berke Vardar), Multilingual,
İstanbul
119
Schleiermacher, F., (1998), Hermeneutics and Criticism, (Trans. And Edited by
Andrew Bowie), Cambridge University Press, Cambridge
Schmidt, L.K., (2010), Understanding Hermeneutics, Acumen Publishing
Limited, Durham
Simms, K., (2003), Paul Ricoeur, Routledge, London
Toprak, M., (2003), Hermeneutik ve Edebiyat, Bulut Yayınları, İstanbul
Venema, H.I., (2000), Identifying Selfhood, State University of New York
Press,New York
Yücel, T., (2008), Yapısalcılık, Can Yayınları, İstanbul