SİVAS FIKRALARI (Yapı İşlev,...
Transcript of SİVAS FIKRALARI (Yapı İşlev,...
1
T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
SİVAS FIKRALARI (Yapı, İşlev, Bağlam)
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Birsen AKPINAR
GAZİANTEP ŞUBAT 2007
Birs
en A
KPIN
AR
YÜ
KSEK
LİS
ANS
TEZİ
GAZ
İAN
TEP
ÜN
İVER
SİTE
Sİ
GAZ
İAN
TEP
2
007
2
T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
SİVAS FIKRALARI (Yapı, İşlev, Bağlam)
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Birsen AKPINAR
Tez Danışmanı: Yard. Doç. Dr. Ruhi ERSOY
GAZİANTEP ŞUBAT 2007
3
T.C. GAZİANTEP ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI
SİVAS FIKRALARI (Yapı, İşlev, Bağlam)
Birsen AKPINAR
Tez Savunma Tarihi: 12. 01. 2007 Sosyal Bilimler Enstitüsü Onayı
Prof. Dr. Osman ERKMEN
SBE Müdürü Bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak gerekli şartları sağladığını onaylarım.
Yrd. Doç. Dr. Behiye KÖKSEL Enstitü ABD Başkanı
Bu tez tarafımca okunmuş, kapsamı ve niteliği açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Yrd. Doç.Dr. Ruhi ERSOY Tez Danışmanı Bu tez tarafımızca okunmuş, kapsam ve niteliği açısından bir Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
Jüri Üyeleri: (Unvanı, Adı ve SOYADI) İmzası
Yrd. Doç. Dr. Ruhi ERSOY Yrd. Doç.Dr. Mehmet EROL Öğr. Gör. Dr. Ahmet ÖZPAY
4
ÖZET
SİVAS FIKRALARI (Yapı, İşlev, Bağlam)
AKPINAR BİRSEN Yüksek Lisans Tezi, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Ruhi ERSOY Şubat 2007 386 sayfa
Bu çalışmamızda daha önce çeşitli kaynaklarda küçük birer bölüm olarak
yayınlanıp incelenen Sivas fıkralarını ele aldık. Çalışmamızın özelliği, bu alanda bağlam merkezli kuramlarla ilgili olarak yapılan müstakil bir yöresel çalışma olmasıdır.
Metnimizin genel başlıkları şunlardır: Fıkralara kavramsal bir yaklaşım, yapısal ve işlevsel sınıflandırmalar, Performans Teori’nin temel paradigmaları ışığında Sivas fıkraları, metinler, kaynak kişiler, sözlükler ve kaynaklar.
Fıkralar, anlatmaya bağlı folklor ürünleridir. Sahadan derlendiği sırada işlevi (function), sözel dokusu (texture), bağlamı (context) ve metni (text) birlikte tespit edilmelidir. Yalnızca metni derlemek, fıkrayı eksik değerlendirmektir. Çünkü, her folklor ürünü icrası, özel bir metindir ve yaratıcısından, yaratma ortamından (context) bağımsız düşünülemez. Bu bakımdan kaynak kişiler ve onların anlatma ortamlarıyla birlikte anlatıların sosyal hayatta hangi işlevleri yüklendiği de çalışmamızda yer almıştır.
Anahtar sözcükler: fıkra, yapı, kaynak kişi, kuram, işlev, bağlam
ı
5
ABSTRACT
SİVAS’S ANECDOTES (Sructure, Function, Context)
AKPINAR BİRSEN
M.A. Thesis, Department of Turkish Language and Literature Supervisor: Yrd. Doç. Dr. Ruhi ERSOY
February 2007, 386 pages
İn this study, we have treated Sivas’s anecdotes which formerly published and
examined as a small chapter. The characteristic of this study is the an independent and local one in relation to the context centered theories. İn this field.
The general titles of the thesis are those: A conceptual approach to Anecdotes, constructive and functional classifications, Sivas anecdotes in the light of fundemental paradigms of performance theory, text, contact persons, dictionaries and sources.
Anecdotes are folkloric products flourishing in related to narration. At the time of compiling from their fields, anecdotes have to be determined with their functions, oral textures, contexts and texts. Merely compilation of the text means the lack of evaluation of the anecdotes. Since, any presentations of folkloric products are unique texts and not independently thought from their creators and creative contexts. İn this regard, contact persons and narrations in their contexts are placed on this study in the perspective of what they undertake in the social life.
Key words: anecdote, structure, contact person, theory, function, context.
ıı
6
ÖNSÖZ
Bir edebi tür olarak fıkralar literatür içerisinde yerini alma sürecinde geçmişten günümüze pek çok araştırmacı tarafından tanımlanmış, tasnif edilmiş; derleme çalışmaları sonunda örnekler de ortaya konularak yayınlanmıştır.
Bu çalışmada Sivas yöresinde anlatılan fıkralar derlenerek bu alanda daha önce de aralanmış olan bir perde biraz daha açılmaya gayret edilmiştir. Fıkralar; yapılarına, işlevlerine ve konularına göre sınıflandırılmış, sahadan derlenen metinlerden de örnekler verilerek bu fıkralar bağlam merkezli halkbilimi kuramları çerçevesinde incelenmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda genel fıkra tiplerinin dışında Anadolu’da tipleşme eğilimi gösteren fıkra tiplerini ortaya çıkarıp bunların genel tiplerle benzerliklerini tespit etmek amaçlanmıştır.
Anadolu’nun çeşitli illerinde anlatılan fıkralarla ilgili yapılan kitaplık çaptaki çalışmalara, amatör bir zihniyetle Sivas adını da eklemenin belki de ilk adımı olabilecek daha önce yazıya geçmiş fıkra metinlerini de bünyesinde bulunduracak olan bu çalışmanın inceleme kısmında örnek olarak seçilen fıkralar, alan araştırması sonucu sahadan derlenen metinlerdir ve bağlam merkezli halkbilimi kuramları çerçevesinde bu fıkraların hayatın hangi alanlarında işe koşulduğu, anlatıldığı ortamlar, anlatıcıları ve dinleyicileri arasındaki iletişim biçimleri de mercek altına alınmıştır.
Sahadan derlenen metinler incelenirken ve yazıya geçirilirken metinlerin doğallığını yitirmemesi açısından anlatıcının ifadesi ve yöresel ağız korunmaya çalışılmıştır. Özellikle diyaloglarda, ve nükteyi taşıyan cümlelerde yerel ağzın korunmaması, nükteye ve fıkraya çok şey kaybettirebilirdi. Bu nedenle, anlatılar; bağlamıyla birlikte, hiç bozulmadan aktarılmıştır. Olay kurgusunun anlaşılır olmasından ziyade, anlatıcının ifadesini ayniyle aktarmak tercih edilmiş, kaynak kişilerin cümle kurguları esas alınmıştır. Bu yüzden anlatılar içinde düzgün ve dilbilgisi kurallarına uygun cümleler olmayabilir; anlatının özel formunu ve kendine özgülüğünü korumak açısından bu kuralsızlığın bir zorunluluk olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Yerel ağızla kullanılan sözcükler ve yörede kullanılan deyimlerle atasözlerini açıklayan sözlük bölümleri, metinlere ışık tutması açısından çalışmamızın sonuna eklenmiştir.
Çalışmamız sekiz bölümden oluşmakta; bu sekiz bölümden sonra sonuç, sözlük, atasözleri ve deyimler sözlüğü, kaynak kişiler ve kaynaklar sayfası yer almaktadır.
Sahadan derlenen metinler içerisinde şahsım dışında lisanstan halk edebiyatı hocam Doğan KAYA’nın kendi öğrencilerine (C:Ü: TDE Bölümü öğrencileri) derlettiği fıkralar da mevcuttur. Derleyici ve kaynak kişi bilgileri başlıkların hemen yanında ayıraç içinde verilmiştir. Harflerle sembolize edilenlerin açıklamaları kısaltmalar bölümünde verilmiştir. Hocama ve öğrenci arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.
Çalışmamı oluşturmamda bana sonsuz destek veren eşim Mithat AKPINAR’a, arkadaşlarım Süleyman FİDAN ve Gülşah Gaye FİDAN’a ve özellikle anlayışı katkısı ve yapıcı yönlendirmeleriyle düşünce dünyamı ve ufkumu geliştiren, çalışmamı zenginleştiren Tez Danışmanı Hocam Yrd. Doç Dr. Ruhi ERSOY’a en içten teşekkürlerimi iletiyorum.
Birsen AKPINAR GAZİANTEP- ŞUBAT 2007
ııı
7
İÇİNDEKİLER
ÖZET…………………………………………………………………………. ABSTRACT…………………………………………………………………. ÖNSÖZ………………………………………………………………………. İÇİNDEKİLER……………………………………………………………… TABLOLAR LİSTESİ……………………………………………………….. TRANSKRİPSİYON HARFLERİ…………………………………………… KISALTMALAR…………………………………………………………….. BİRİNCİ BÖLÜM 1- GİRİŞ: TARİHİ, COĞRAFİ, KÜLTÜREL ÇEVRE………………………
1.1. SİVAS’IN TARİHÇESİ……………………………………………... 1.2. COĞRAFİ KONUMU………………………………………………. 1.3. EKONOMİK YAPI…..……………………………………………… 1.4. NÜFUS, EĞİTİM VE ÖĞRETİM…………………………………... 1.5. MİMARİ KÜLTÜR DEĞERLERİ…………………………………. 1.6. FOLKLORİK YAPI…………………………………………………
İKİNCİ BÖLÜM 2- FIKRA TERİMİNE GENEL BİR BAKIŞ………………………………...
2.1. TÜRKÇEDE FIKRA VE NÜKTE………………………………….. 2.2. FIKRALARDA KİŞİ ÖGESİ……………………………………….. 2.3. FIKRALARDA KONU VE OLAY ÖRGÜSÜ……………………… 2.4. FIKRALARDA ZAMAN VE MEKAN…………………………….. 2.5. FIKRALARDA YAPI………………………………………………. 2.6. ANLATMAYA DAYALI DİĞER TÜRLERLE FIKRA ARASINDAKİ İLİŞKİ…………………………………………………..............................
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3- FIKRALARIN SINIFLANDIRILMASI…………………………………...
3.1. SINIFLANDIRMA ÇALIŞMALARININ GENEL ÇERÇEVESİ….. 3.2. YAPILARINA GÖRE BİR TASNİF DENEMESİ………………….
3.2.1. Durum Öykülü, Kısa, Klasik Fıkralar………………………….
i
ii
iii
iv
vii
viii
ix
1 1 2 2 3 4 5
6 6 9
11 13 13
15
19 19 25 25
ıv
8
3.2.2. Atasözü Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar……………………… 3.2.3. Deyim Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar……………………….. 3.2.4. Sorulu-Cevaplı Kalıplaşmış Fıkralar………………………….. 3.2.5. Düzgü Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar……………………….. 3.2.6. Manzum Atışma Biçiminde Fıkralar………………………….. 3.2.7. Karşılıklı Konuşma Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar………….. 3.2.8. Aynı Zamanda Bilmece Olarak Sorulan Fıkralar……………... 3.2.9. Anı Olarak Anlatılan Ancak Fıkralaşma Eğilimi Taşıyan Fıkralar...
3. 3. KONULARINA GÖRE SINIFLANDIRMA DENEMESİ………… 3.3.1. Dînî İçerikli Fıkralar…………………………………………...
3.3.1.1. Sünnî İnanışa Bağlı Dînî İçerikli Fıkralar………………. 3.3.1.2. Alevi-Bektaşi İnanışa Bağlı Dînî İçerikli Fıkralar……….
3.3.2. Sivas’ta Muhacir Fıkraları…………………………………….. 3.3.2.1. Karslı Fıkraları…………………………………………... 3.3.2.2. Balkan Göçmenleriyle İlgili Fıkralar…………………….
3.3.3 Devleti ve İdarecileri Eleştiren Fıkralar………………………. 3.3.4. Mahkeme Fıkraları…………………………………………….. 3.3.5. Almancı Fıkraları……………………………………………… 3.3.6. Meslek Gruplarıyla ilgili Fıkralar……………………………... 3.3.7. Köylü Fıkraları………………………………………………… 3.3.8. Cahillik, Saflık, Kabalık ve Görgüsüzlükle ilgili Fıkralar……. 3.3.9. Aile İle İlgili Fıkralar………………………………………….. 3.3.10. Nasrettin Hoca Fıkraları……………………………………… 3.3.11. Vatan Millet Sevgisi İle İlgili Fıkralar……………………….. 3.3.12 Misafirlik Fıkraları…………………………………………… 3.3.13. Eşkıyalık ve Zorbalıkla İlgili Fıkralar……………………….. 3.3.14. Cinsel İçerikli Fıkralar……………………………………….. 3.3.15. Hayvanlarla İlgili Fıkralar……………………………………
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 4- FIKRALARIN İŞLEVİ…………………………………………………….
4.1. İŞLEVSEL HALKBİLİMİ KURAMI…………………………….. 4.2. İŞLEVSEL HALKBİLİMİ ÇÖZÜMLEME MODELLERİ ÇERÇE-VESİNDE FIKRALARIN BİREY VE TOPLUM HAYATINDAKİ YERİ VE İŞLEVİ…………………………………………………………
4.2.1. Hoş vakit geçirme, eğlenme ve eğlendirme işlevinde fıkra… 4.2.2. Değerlere, Toplum Kurumlarına ve Törelere Destek Verme İşlevinde fıkra ………………………………………………………... 4.2.3. Eğitim veya Kültürün Gelecek Kuşaklara Aktarılması Yoluyla Yeni Neslin Eğitilmesi İşlevinde Fıkra………………………………. 4.2.4. Toplumsal ve Kişisel Baskılardan Kurtulmak İçin Bir Kaçıp Kurtulma Mekanizması İşlevinde Fıkra………………………………. 4.2.5. İletişim Aracı İşlevinde Fıkra………………………………….
4.2.5.1. Bireysel İletişim İşlevinde Fıkra………………………… 4.2.5.2. Toplumsal İlişkiler Ağını Düzenleme İşlevinde Fıkra…..
4.2.6. Sosyal Motivasyon Aracı İşlevinde Fıkra……………………... 4.2.7. Tarihi Olaylara Işık Tutma İşlevinde Fıkra………………….
BEŞİNCİ BÖLÜM
26 32 34 35 38 39 41 42 44 46 46 47 49 50 50 51 53 54 54 55 56 58 60 61 62 62 64 65
68 71
72 73
74
76
78 79 80 82 83 85
v
9
5- FIKRALARDA YÖRESELLİK…………………………………………... 5.1. SİVAS FIKRALARI VE BU FIKRALARIN GENEL ÖZELLİKLERİ 5.2. SİVAS’TA SOSYO-KÜLTÜREL YAPININ YÖRE FIKRALARINA
ETKİSİ…………………………………………………………………. ALTINCI BÖLÜM 6- PERFORMANS TEORİ VE SİVAS FIKRALARININ İCRA BAĞLAMLARI
6.1. PERFORMANS TEORİ’NİN OLUŞUM SÜRECİ VE MANİFESTOSU. 6.2. SİVAS FIKRALARINDA SÖZEL DOKU…………….…………… 6.3. SİVAS FIKRALARINDA METİN(TEXT) ………………………… 6.4. SİVAS FIKRALARINDA BAĞLAM(CONTEXT) ……………….. 6.5. SİVAS FIKRALARINDA ANLATICI/İCRACI/OYUNCU TİPİ….. 6.6. SİVAS FIKRALARINDA DİNLEYİCİ/İZLEYİCİ TİPİ……………
YEDİNCİ BÖLÜM 7- METİNLER……………………………………………………………….. SEKİZİNCİ BÖLÜM 8- DAHA ÖNCE DERLENMİŞ VE YAZILI KÜLTÜR ORTAMINDA VEYA ELEKTONİK KÜLTÜR ORTAMINDA YAYINLANMIŞ FIKRALAR………
8.1. VEHBİ CEM AŞKUN’UN “SİVAS FOLKLORU” ADLI ESERİNDE YER ALAN FIKRALAR…………………………………………………….. 8.2. MÜJGAN ÜÇER’İN “ATALAR SÖZÜ YERDE KALMAZ” ADLI ESERİNDE YER ALAN FIKRALAR……………………………………
8.2.1. Fıkralı Atasözleri ve Deyimler………………………………... 8. 2.2. Atasözleri, Deyimler ve Ölçülü Sözlerin Hikâyeleri…………. 8.2.3. Fıkralardan Örnekler…………………………………………...
8.3. KADİR PÜRLÜ’NÜN “SİVAS’TA İLBEYLİ TÜRKMENLERİ” ADLI ESERDE YER ALAN FIKRALAR………………………………. 8.4. ŞENER ÇINAR’IN “ÇELİK YELEKLİ KUŞLAR” ADLI KİTABINDA ANI OLARAK ANLATILAN FIKRALAR……………… 8.5. ELEKTRONİK KÜLTÜR ORTAMINDA YER ALAN FIKRALAR 8.6. DİĞER BAZI KAYNAKLARDAN FIKRALAR…………………...
SONUÇ………………………………………………………………………. SÖZLÜK…………………………………………………………………….. ANLATILAR İÇİNDE YER ALAN DEYİMLER VE ATASÖZLERİ SÖZLÜĞÜ KAYNAK KİŞİLER (Doğum tarihlerine göre) ……………………………... KAYNAKLAR………………………………………………………………. ÖZGEÇMİŞ(VİTATE)……………………………………………….............
89 91
93
96 96 99
102 104 132 135
136
244
244
257 257 261 303
315
330 354 358
361
365
369
377
383 386
vı
10
TABLOLAR LİSTESİ
Tablo I. 2000 yılı nüfus sayımına göre Sivas nüfusu………………………. Tablo II. 2000 yılı nüfus sayımına göre Sivas’ta toplam nüfusun cinsiyete göre dağılımı ……………………….……………………….……………… Tablo III. 2000 genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 06- yaş ve üstü okur yazarlık, eğitim durumu ve cinsiyete göre nüfus……………………………
3 3 4
vıı
11
TRANSKRİPSİYON HARFLERİ ā : uzun a ē : uzun e ġ : “k” sesinin Sivas ağzında “g” ye dönüşmüş şekli ñ : geniz “n”si ū : uzun u ō : ozon o ö: : uzun ö
vııı
12
KISALTMALAR A. Koca: Ali Koca AN: Ahmet Nevruz A.R. Özdemir: Ali Rıza Özdemir BA: Birsen Akpınar
BAV: Birsen Avcı BD: Burcu Demirhan
BY: Betül Yıldırım CE: Canan Ertene D: Derleyen D. Çetin: Duran Çetin ET: Erdil Topal
FB: Fadime Biçer FK: Fevzi Kılıçer
GA: Gülay Acavut GB: Güllüşan Bahcivan
GK: Gülbeyaz Kılıçer GÖ: Göksel Özpınar GS: Gonca Sarıoğlu H. Demiray: Hüseyin Demiray
HC: Hamdi Canpolat HSK: Huri selcen Kaya İ. Özpınar: İsmet Özpınar KE: Kadir Ekici
KK: Kaynak kişi KÖ: Kutlu Özen M. Seçkin: Mustafa Seçkin O.Kaya: Orhan Kaya
ıx
13
OS: Onur Sarıyıldız
ÖÖ: Öznur Özdemir ÖTS: Örnekleriyle Türkçe Sözlük
PK: Pakize Karasu RY: Rüya Yıldırım
S.Gören: Suat Gören SÖ: Serkan Özaydın Y.Gül: Yusuf GÜL YK: Yusuf Karabulut Z. Şimşek: Zafer Şimşek vd. : ve diğerleri
x
1
BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ: TARİHİ, COĞRAFİ, KÜLTÜREL ÇEVRE
1.1. SİVAS’IN TARİHÇESİ
Sivas’ın tarihten pek çok uygarlığın izlerini taşıdığını kronolojik bir sırayla
ifade etmek mümkündür.
• Sivas’ın yazılı tarihi M.Ö. 2000’li yıllarda başlar.
• Hitit (M.Ö. 1600-884),
• Frig (M.Ö. 800-695),
• Lidya (M.Ö. 700-546),
• Pers (M.Ö: 550-332),
• Makedon (M.Ö. 333-M.S.17),
• Roma (M.S. 17-395),
• Bizans (M.S. 395-1075),
• Selçuklu (1175-1232),
• Moğol (1232),
• İlhanlı (1256-1353),
• Eretna Beyliği (1343-1389),
• Osmanlı (1389-1921)
• Türkiye Cumhuriyeti şehri olmuştur,
Sivas Kongresi’nin siyasi ve tarihi önemine binaen milli mücadelenin ilk
adımının ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelinin atıldığı Sivas, yukarıda da
belirtildiği gibi pek çok uygarlığa beşiklik etmiş bir şehirdir. Tarihin her döneminde
ekonomik, siyasi, coğrafi, kültürel değerini muhafaza etmiş; Selçuklulara ve
Danişmentlilere başkentlik yapmış, Osmanlı Devleti’nde de eyalet merkezi olmuştur
2
2 Eylül 1919 tarihinde şehrimizi şereflendiren milli mücadelenin mimarları
Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Kurulu, kurtuluş mücadelesinin ilk stratejilerini 108
gün boyunca Sivas’ta oluşturmuşlardır. 4. Eylül 1919 tarihinde Sivas Kongresi’ni
gerçekleştiren kutlu konuklar, 18 Aralık 1919 günü Ankara’ya hareket etmişlerdir.1 “Sivas’a farklı dönemlerde hakim olan devletler, şehre kendilerine özgü değişik isimler vermişlerdir: Sebast, Sipas, Kabira, Megolopolis, Diospolis, Talarus, Danişment İli, Eyâlet-i Rûm, Dârü’l-Âlâ, Eyâlet-i Sivas ve Sivas.” (BEKKİ, 2004: 15)
1.2. COĞRAFİ KONUMU
Sivas coğrafi konumu ve doğal zenginlikleriyle de dikkat çeken bir
merkezdir. İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeydoğusunda, Yukarı Kızılırmak
Havzası’nda yer alan Sivas, 28.488 km2 yüzölçümü ile Türkiye’nin en büyük
illerinden birisidir. 38-41 kuzey enlemleri ile 36-38 doğu boylamları arasındadır.
Doğusunda Erzincan; batısında Yozgat; kuzeyinde Giresun, Ordu ve Tokat;
güneyinde ise Kayseri, Malatya ve Kahramanmaraş illeri vardır. Genellikle platolar
ve dağlık alanlardan oluşan bir arazi yapısına sahiptir. Ortalama rakım 1500 m’dir.
İlde önemli göller Tödürge Gölü, Hafik Gölü, Lota Gölleri ve Gürün
Gökpınar Gölü’dür. Ayrıca doğal güzellikleri ve mesire yerleri arasında Eğriçimen
Yaylası (Koyulhisar), Sızır Çağlayanı (Gemerek), Paşa Fabrikası, Ethem Bey Parkı,
Karaçayır, Kale Parkı gibi doğal güzellikleri; Şarkışla’ya 21 km. uzaklıktaki
Akçakışla Bucağı Alaman Köyü Kaplıcası, Kangal’ın 14 km. kuzeyinde Balıklı
Çermik, Suşehri’nin 10 km. ilerisinde Çermik ve Yıldızeli’ne 10 km. uzaklıktaki
Sıcak Çermik gibi kaplıcaları sayılabilir.
17 ilçesi (Akıncılar, Altınyayla, Divriği, Doğanşar, Gemerek, Gölova,
Gürün, Hafik, İmranlı, Kangal, Koyulhisar, Şuşehri, Şarkışla, Ulaş, Yıldızeli, Zara),
27 kasabası, 1275 köyü ve 723 mezrası vardır. Türkiye’nin en çok köye sahip ilidir.
(BEKKİ, 2004: 16)
1.3. EKONOMİK YAPI
Sivas’ın ilçelerinin temel geçim kaynakları tarım ve hayvancılıktır. Ancak,
Sivas, dağlık araziden kaynaklanan yetersiz tarım alanı ve iklimin tarım yapmaya
elverişli olmayışı (kış mevsiminin uzunluğundan dolayı) gelir düzeyinin düşüklüğü
gibi sebepler, kırsal kesimden; işsizlik nedeniyle de merkezden büyük şehirlere göçü 1 http://www.cumhuriyet.edu.tr/sivas/sivas02.html, 01.12.2006
3
sürekli artırmaktadır. Nüfusunun yüzde 66,5’inin tarım, yüzde 24,1’inin hizmet,
yüzde 5,4’ünün sanayi ve yüzde 4’ünün inşaat sektöründe çalıştığı Sivas ili,
ekonomik ve sosyal gelişmenin yetersiz olması nedeniyle Türkiye’nin göç veren
illeri arasında yer almaktadır.2
Gayri safi yurt içi hasıla ülke ortalamasının gerisindedir. Kişi başına
GSYİH rakamları 1996 yılı verilerine göre Türkiye ortalaması 2.888 ABD doları
iken, Sivas’ta bu rakam 1.615 dolardır (ESEN, 1999: 20)3.
1.4. NÜFUS VE EĞİTİM-ÖĞRETİM
2000 YILI SİVAS NÜFUSU4
Toplam 756.000
Şehir 421.000
Köy 335.000
Tablo I. 2000 yılı nüfus sayımına göre Sivas nüfusu
Sivas’ta nüfusun yüzde 33,4’ü il merkezinde, yüzde 22,5’i ilçe
merkezlerinde, yüzde 44,1’i de bucak ve köylerde yaşamaktadır.5 Aşağıda toplam
nüfusun cinsiyete göre dağılımı tablo halinde gösterilmiştir.
SİVAS İLİ TOPLAM NÜFUSUN CİNSİYETE GÖRE DAĞILIMI6
Erkek 336 664
Kadın 328 010
Toplam 664 674
Tablo II. 2000 yılı nüfus sayımına göre Sivas’ta toplam nüfusun cinsiyete göre dağılımı
2 http://www.sivas.gov.tr/2023/bolum.php?kat=125, 01.12.2006 3 Geniş bilgi için bkz. ESEN: 1999. 4 Türkiye İstatistik Kurumu, 01.12.2006: http://www.tuik.gov.tr / PreIstatistik tTblo.do?istab_id=229 5 http://www.sivas.gov.tr/2023/bolum.php?kat=119, 01. 12. 2006 6 Türkiye İstatistik Kurumu, 01.12.2006:http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=214
4
2000 GENEL NÜFUS SAYIMI SONUÇLARINA GÖRE 06- YAŞ VE ÜSTÜOKUR YAZARLIK, EĞİTİM DURUMU VE
CİNSİYETE GÖRE NÜFUS7 Erkek 23 308
OKUMA YAZMA BİLMEYEN Kadın 73 716
Erkek 313 355 OKUMA YAZMA BİLEN TOPLAMI
Kadın 254 285
Erkek 80 081 BİR OKUL BİTİRMEYEN
Kadın 78 215
Erkek 233 271 TOPLAM
Kadın 176 033 Tablo III. 2000 genel nüfus sayımı sonuçlarına göre 06- yaş ve üstü okur yazarlık, eğitim durumu ve cinsiyete göre nüfus8
2000 yılı Genel Nüfus Sayımına göre halkının yüzde 85’i okur-yazar olan
Sivas’ta, erkeklerin yüzde 93’ü, kadınların da yüzde 78’i okuma-yazma bilmektedir.
Okuma yazma bilmeyen nüfusta kadınların oranı erkeklerin üç katı kadardır.
1.5. MİMARİ KÜLTÜR DEĞERLERİ
Sivas’ta mimari yapıyı aksettiren en yaygın kültürel miras, Selçuklu izlerini
taşımaktadır. Medreseler, camiler, türbeler, han, kervansaray ve imaretler birbirinde
nadide kültürel miraslarımızdır. Çoğunluğu Selçuklu eseri olsa da mimari eserler
arasında Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait yapılara da rastlanmaktadır.
Tarihi yapılardan bazıları tarihleriyle birlikte aşağıya çıkarılmıştır:
Şifaiye Medresesi (1217), Gök Medrese (1271), Çifte Minareli Medrese
(1271), Buruciye Medresesi (1271), Ulu Camii (1196-1197), Kale Camii (1580),
Meydan Camii (1564), Aliağa Camii (1589), Alibaba Camii (XVI.Yuzyil), Ahi Emir
Ahmed Türbesi (XIV). Yüzyıl, Güdük Minare (1347), Abdulvahabi Gazi Türbesi,
Semseddin Sivasi Türbesi (1564), Behrampaşa Hanı (1573), Kurşunlu Hamamı
(1576), Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi (1892)
Bu eserler, kültür turizmi açısından çekim merkezi özelliği taşımakta ancak
tanıtılmaları konusunda yeterli hassasiyet gösterilmediği için gereken alakadan
mahrum yeni kuşakların onları tesadüfen tanıyacağı günü beklemektedir. 7 Türkiye İstatistik Kurumu 01.12.2006 http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=214 8 Türkiye İstatistik Kurumu 01.12.2006 http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=214
5
1.6. FOLKLORİK YAPI
Kültür, toplumların sahip oldukları ortak değerler bütününün adıdır. Bu ortak
değerler maddi ya da manevi değerler olabilirler. Bu değerler bütününün tek bir parçasına
ortak sahip olan en az iki kişi de halk kavramını oluşturur. Halka ait değerler bütününü
yani halk kültürünü inceleyen bilime halk bilgisi anlamına gelen folklor adı verilir.
Folklor, sosyoloji (toplumbilim), psikoloji, antropoloji, edebiyat ve tarih gibi
pek çok sosyal bilim alanıyla ilişkilidir ve bunlarla ortak konular üzerinde efor sarf eder.
İnsan ise, bütün bu bilim dallarının merkezinde durur. Çünkü bilimin gayesi insana
hizmettir. Sosyal bilimler de birbiriyle girişik ilgi alanlarında insanın sosyal bir varlık
oluşundan hareketle toplumu ya da toplum içinde insanı veya onun meydana getirdiği
olay ve olguları incelerler. Folklorun ilgi alanı insanın giyinişi, dili, inançları, yaşam
biçimi, eşyaya bakış açısı veya onu kullanım biçimi, örfü, adetleri, gelenek ve
görenekleri, kısaca gelenekselleşmiş bütün halk kültürü unsurlarıdır.
Sivas da folklorik açıdan oldukça zengindir. Ancak modernitenin yok edici
etkisi her yerde olduğu gibi Sivas’ta da geleneğin üzerine düşen karanlık bir
gölgedir. Kentleşme sürecinde yeni folklor değerleri oluşturan Sivas halkı, geçmişe
ait kayıt altına alamadığı pek çok kültür değerini kaybetmeye başlamıştır. Bu kayıp
en acımasız yüzünü el sanatlarında göstermektedir. Köyden kente göç ve
sanayileşmenin etkisiyle ihtiyacını fabrikasyon ürünlerden karşılayan insanlar, yavaş
yavaş dokumacılık, çorapçılık gibi el sanatlarını terk etmeye başlamıştır. Köylerde
dahi hem maliyet açısından hem de zahmetinin azlığından dolayı makine halıları
tercih edilir olmuştur. Bıçakçılık Sivas’ın en önemli el sanatlarından biriyken artık
ustasının sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azalmıştır. Ancak Sivas
halkı, gelenek ve göreneklerine bağlılığını örfi açıdan ve sözlü kültür ürünlerini
yaşatmak bakımından devam ettirmektedir. Geçiş dönemi adetleri, yemek kültürü,
halk inanışları, halk hekimliği, halk oyunları, köy seyirlik oyunları, mevsim
şenlikleri, halk hikâyeleri, masallar, türküler, ağıtlar, bilmeceler, maniler, ninniler,
memoratlar, efsaneler, menkıbeler, fıkralar, deyimler, atasözleri, düzgüler gibi pek
çok folklor ürünü, gelişip değişerek ve süreklilik kazanarak varlığını hâlâ en zengin
biçimiyle sürdüren kültür değerleridir.
6
İKİNCİ BÖLÜM FIKRA TERİMİNE GENEL BİR BAKIŞ
2.1. TÜRKÇEDE FIKRA VE NÜKTE
Anlatmaya dayalı sözlü kültür ürünlerinden biri olan fıkra, “Kısa ve özlü
anlatımı olan, nükteli, güldürücü küçük hikâye” (ÖTS 1995: 916) şeklinde
tanımlanır. Dilbilimsel olarak orijini Arapçaya dayanan fıkranın Türk kültüründeki
adlandırılma serüveni ise, Divanü Lügati’t-Türk’te yer alan “küg” ve “külüt”
sözcükleriyle başlayıp bir edebî tür olarak literatürde asıl kimliğini buluncaya kadar
latife, hikâye, kıssa, destan, masal gibi adlarla diğer anlatı türleri içinde
değerlendirilmiş; şaka, nükte, mizah, latife ve fıkra terimleriyle de son dönemde
anlatı geleneğinde ve yazın hayatında yerini alarak sonlanmıştır.
Özbekler, Uygurlar, Kırım, Kazan ve Türkmenistan Türkleri, fıkrayı
çoklukla “latife” sözcüğü ile karşılarken; Türkmenler, fıkra türünü karşılamak için
“yomak”, “değişme” ve “şorta söz” ifadelerini; Kazaklar ise, “ertegi” ve “anız”
sözcüklerini kullanırlar. (ELÇİN, 1993: 566)
Vehbi Cem Aşkun, “Fıkralar, geçmiş olayların küçültülmüş diyemleridir”
(AŞKUN 1940:145) şeklinde tanımladığı fıkraların hayatın gerçeklerini içinde
gizlediğini ve devirlerin kendine özgü özelliklerini ve inceliklerini yansıttığını ifade eder.
Gülin Öğüt EKER, Öcal OĞUZ, Metin EKİCİ ve Nebi ÖZDEMİR ise fıkrayı
efsane, masal, menkıbe gibi türlerin hepsini özünde taşıyan bir bileşke olarak tanımlar
ve bu bileşkeyi temsilen “eriyik kabı” terimini kullanır. (EKER vd., 2003: 319)
Terim ya da kavram olarak fıkrayı tanımlamaktan öte sözlü gelenekte
anonim bir anlatı türü olarak milli kültür değerleri arasında yer alan fıkrayı
tanımanın daha verimli olacağı kanaatiyle kapsamlı bir yaklaşımla fıkrayı şöyle
ifadelendirmek mümkündür:
7
“Fıkra, hikâye çekirdeğini hayattan alınmış bir vak’a veya tam bir fikrin teşkil ettiği kısa ve yoğun anlatımlı, beşerî kusurlarla içtimaî ve günlük hayatta ortaya çıkan kötü ve gülünç hadiseleri, çarpıklıkları, zıddıyetleri, eski ve yeni arasındaki çatışmaları sağduyuya dayalı ince bir mizah, hikmetli bir söz, keskin bir istihza yoluyla yansıtan; umumiyetle bir fıkra tipine bağlı olarak nesir diliyle yaratılmış, sözlü edebiyatın müstakil şekillerinden ibaret yaygın epik-dram türündeki realist hikâyelerden her birine verilen isimdir.” (YILDIRIM 1999: 3)
Merkeze yapıyı ve muhtevayı alınca fıkra geleneğinin ilk derleyicilerinin
göz ardı edilmesi bir eksiklik olacaktır. Bu alandaki ilklerden biri Çaylak Tevfik’tir
ve fıkrayı “mesele-i hikmet ve “müessir bir mesele-i ibret” olarak adlandırır.
“Mültekatât-ı Letaif” adlı eserin sahibi Hayrettin’e göre fıkralar, rumuzlu ve nükteli
sözlerle hazır cevapları içine alan bir türdür. Ahmet Fehmi, fıkraları “mizâhîn
cümleler” ve düstûrü’l-amel” diye tanımlarken; Ali Muzaffer, “kelâmın ruhu ve
sıkıntılı zamanların medâr-ı inşirâhı” gibi işlevini ön plana çıkran bir ifadeyle
tanıtır. (YILDIRIM 1999: 2)
Anlatmaya dayalı edebî metinlerin türleri tanımlamak biçimlendirmek
açısından diğer pek çok edebî metinler gibi belli kriterleri, türü belirleyip ayırt edici
unsurları vardır. Masallardaki formeller, hikâyelerdeki motifler, fıkralardaki
nükteler gibi. Böyle olunca anlatı türleri için de bir kültür göçünden ve uluslar
arasında bir etkileşimden bahsedilebilir. Ancak Türk kültüründe fıkra, Türk
insanının sıcak espri anlayışı ile daha bir dinamizm kazanır. Kültürel etkileşim
çerçevesinde aynı konuyu belki neredeyse aynı fıkra tipini işleyen bir İngiliz veya
Amerikan fıkrası ile Türk fıkrası arasında esprinin canlılığı ve sıcaklığı açısından
derin farklılıklar görülür. Nükteye oturtulan ironi; soğuk Amerikan esprilerinde
dudaklarda küçük bir tebessüm yaratırken, bir Nasrettin Hoca ya da Bektaşi fıkrası
gülmekten insanın karnını ağrıtacak, gözlerinden yaş getirtecek bir doğal reflekse
dönüşebilir. Bu da tarihsel bir sürecin bu güne kadar taşıdığı fıkranın bizde yaşamla
ne kadar iç içe ve işlevsel bir anlatı olduğunu gösterir.
Bu türle ilgili olarak önemsenmesi ve ifade edilmesi gereken asıl nokta, bu
anlatının yaşantıya dayalı olma ve nükteyi ön planda tutma özelliğidir. O halde
fıkrayı şöyle tanımlamak mümkündür: Fıkra; halkın düşüncesini, sosyal iletişim
tercihlerini, yaşam biçimini, töresini, toplumsal kurumlarını kısaca genel
çerçevesiyle halk kültürünün herhangi bir elementini, zeki bir yaklaşımla bir ileti
haline getirip en sivri uçlarını törpüleyerek, sezdirme yoluyla ifade eden ve
merkezine nükteyi alan, kısa durum öyküleridir. Fıkranın onu anlatmaya dayalı
8
diğer edebi türlerden farklı kılan yanı ise, hayatla daha iç içe oluşu ve insan
yaşamının her alanında işe koşuluyor olmasıdır. Bu anlamda Sivas fıkraları diye
adlandırdığımız sözlü kültür ürününün halk literatüründeki karşılığı, bu iç içeliği
çok belirgin biçimde ortaya koyar. Sivas’ta halk, bu anlatıyı “temsil” sözcüğüyle
adlandırmaktadır. Benzer bir durumla ilgili örnek teşkil etme anlamını karşılayan ve
Arapça “misal” sözcüğünün müştakı olan temsil, içerdiği anlam itibariyle anlatının
maksadını ortaya koyma niteliği taşımaktadır.Bir olay, olgu veya durumla ilgili
meydana gelmiş yaşantılar ve bu yaşantılarla bağlantılı olarak ortaya çıkmış olan
espriler, bir başka yaşam alanında bir başka yaşantıya örnek teşkil etmekte, içinde
bulunulan durumu ifade ederken deyim yerindeyse taşı gediğine oturtmaktadır. Bu
noktadan hareketle usta bir anlatıcının dilinde, fıkranın içeriğinde mevcut bulunan
özsuyu, fıkranın sonuna saklanan nüktede damıtılır ve dinleyiciye en etkileyici
biçimiyle sunulur, denilebilir. Nükte, “1. Dolaylı olarak anlaşılan ince ve derin mânâ, bir sözden ve yazıdan çıkarılan ve bir işaretle anlaşılan şey. 2. İyi düşünülmüş ince mânâlı ve zarif söz, espri hoş ve ince şaka.” (ÖTS, 1995: 2139)
olarak tanımlanır. Anlatının sürprizini oluşturan nükte; ince bir zekaya dayanan,
fıkra dinleyicisini güldüren güldürürken düşündüren ve mesaj veren bir çeşit ana
düşünce cümlesidir. Genellikle anlatının sonuna saklanır ve tek bir cümle ya da söz
grubu biçimindedir.
Fıkra ve nükte tanımlarından yola çıkarak, fıkraların sözlü gelenek
çerçevesinde oluşturulan ve kuşaktan kuşağa bir kültür motifi olarak aktarılan
dinamik söz yapıları olduğu yargısına ulaşmak mümkündür. O halde genel
çerçevesiyle fıkralar, beşikten mezara kadar halk hayatının her alanında yer alan ve
her sahnesinde işe koşulan bir anlatı türüdür. Nüktenin içinde yer alan şaka
unsuruyla iç içe geçmiş ince alay, toplumun ve kişinin aksayan yanları ile bunlardan
doğan problemler karşısında, insanın pozitif duruşunu simgeler. Öyle ki toplumun
ona yüklendiği görev itibariyle fıkra, ajite edilmeye yatkın gergin anları yumuşatan,
öfkeyi yatıştırıp ironik bir üslup yaratarak iletilerini hedeflediği kişi ya da kitleye
ulaştıran bir anlatı kimliğine sahiptir.
9
2.2. FIKRALARDA KİŞİ ÖGESİ
Yerel ifadesiyle temsil olarak adlandırdığımız fıkra metinlerinde Nasrettin
Hoca, Bektaşi, Bekri Mustafa, İncili Çavuş gibi genel tiplerin yanında anlatıların
özünde mevcut bulunan yöresellik eğiliminden dolayı yeni, özel tipler bulunabilir.
Toplumun her kesiminden birer örneklem olarak tipleşen ve bir sosyal grubun,
statünün, rolün temsilcisi olarak fıkrada kişi ögesini oluşturan bu kahramanlar,
anlatının ulusal alana yayılmasıyla özelden genele aktarım yoluyla bir kimlik
kaybına uğrayabilir. Yerel sahada nüktedan bir kadınla ilgili anlatılan bir temsil,
ulus geneline mal olduğunda, kadın tipinin Nasrettin Hoca kimliğine bürünmesiyle
bir prototip yaratabilir. O halde, bu noktadan hareket edersek, yerel sahada türeyen
kadın fıkra kahramanları için “Dişi Nasrettin Hocalar” teriminin kullanılmasında bir
sakınca yoktur. Çünkü halk hayatının her alt birimindeki bir başka nüktedan kişilik,
bir üst birime meşhur bir fıkra kahramanı olarak çıkmak üzere potansiyel teşkil
etmektedir. Sözün kısası, halk her devirde kendi Nasrettin Hocasını, kendi İncili
Çavuş’unu ya da Bektaşi’sini kendisi yaratır. Bu değişimi vurgulayan Yıldırım, bir
tipin belli ölçüler içinde başka bir tiple yer değiştirebileceğini şöyle açıklar. “Zaten tipler, birbirinden bıçakla kesilircesine farklandırılamaz. Hepsi aynı cemiyetin yarattığı fıkra tipleri olduğuna göre, bazı ortak yönleri olması ve benzer meselelerde aynı yargıları taşımaları tabiîdir.” (YILDIRIM 1999: 19)
Bir yörede anlatılan fıkra bir başka yörede benzer bir metin olarak yer alabilir
ya da yöresel bir fıkra tipi, bir başka yörede bir başka adla karşımıza çıkabilir. Zamanla,
yöreye ait fıkra kahramanları unutularak, yöresel kimliğinden boşanıp Nasrettin Hoca
veya Bektaşi gibi bir proto-tipin adı altında ulusal bir kimliğe bürünebilirler. Bu yer
değiştirmelerin belli nedenleri olabilir. Artun, bu nedenleri şöyle sıralar: “1- Sevilen bir nüktenin başka bir bölge tipine veya bölge halkına bağlanması 2- Ahmaklıkla ilgili bir nüktenin sevilmeyen, aralarında çeşitli konularda anlaşmazlık bulunan iki köy ya da ilçe halklarının biri tarafından diğerinin halkına mal edilmesi 3- Geniş bölgede tanınmayan dar bölge tipinin yeni çevreye veya ünlü bir ada bağlanması 4- Tanınmış bir tipin dar bölge tipine bağlanması 5- Yabancı bir tipin milli bir tipe hatta bölge tipine bağlanması 6- Benzer özellikler taşıyan iki tipin yer değiştirmesi” (ARTUN 2004: 152-153)
Dilbilimcilerin duydukları oramda tepki gösterdikleri bir fıkra anlatım
biçimi vardır ve oldukça manidardır aslında. Kimi zaman bir fıkra anlatıcısının söze
şöyle başladığına şahit olursunuz: “Nasrettin Hoca’nın biri bir gün…” XIII.
Yüzyılda yaşayan hocayı, XV. Yüzyılda Timur’la karşılaştıran ya da okumuş
yazmış medrese eğitimi görmüş Hoca’yı alıp Sivas’ın minaresiz gariban bir köyüne
10
getiren halk mantığı, aslında halkbilimciyi; çalışmasının odağına kişiyi, yaşadığı
dönemi ya da coğrafyayı değil de tipi, konuyu ve nükteyi yerleştirmesi konusunda
yönlendirir. Bahsettiğimiz Sivas fıkrası bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnektir:
“Nasrettin Hoca’nıñ koyünde bir cami varımış. Çoh gariban çoh fahır bir
köy olduğu için caminiñ minaresini yapdıramamışlar. Tabi Hoca da heç minare
görmemiş. Bir gün şehere gidecēmiş. Neyse getmiş, geziyormuş. Bir de bahmış ki uzun
uzun galem gibi beşiyler (bir şeyler)... Hoca’nın ecik de gulağı benim gibi ağır
eşidiyormuş. Bahmış ki minarenin depesinde bir herif bar bar bağırıyor. Müezziniñ
ezen ohuduğunu bilememiş bu, ne bilsiñ heç görmemiş ki… Elini şeyle anına (alnına)
dutmuş, gözüne güneş gelmesiñ deyi. Yoharı doğru minareye seslenmiş:
- Ne bārıyoñ ġardaşım? Nasıl çıhdıysañ eyle en! Demiş”. (bkz Metinler
bölümü, no: 31)
Bir atasözünde “Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evladır” denir. Bu
örnekteki Nasrettin Hoca tipi, bir galat-ı meşhurdur. Halk, yaygın biçimde kabul
görmüş nüktedan bir tipi, Nasrettin Hoca tipinin kişiliğinde ulusallaştırmışsa, bunda
bilimsel gerçeklik ya da tarihsel tutarlılık aramanın bir anlamı yoktur. Evet, bu tip
Nasrettin Hoca değil, “Nasrettin Hoca’nın biri”dir. Öcal OĞUZ; bir halkbilimcinin
bu türden dinlediği her Nasrettin Hoca fıkrasını protto-tipçi bir yaklaşımla
reddetmesi yerine, halkbiliminin ilerleyen ve yaşayan dinamik bir süreç oluşu
düşüncesinden hareketle bir Nasrettin Hoca fıkrası olarak asıl metin kabul etmek ve
incelemek zorunluluğu (OĞUZ, 2000: 62, 69)bulunduğunu ileri sürer ve eğer bu
fıkraları Nasrettin hoca’nın yaşadığı yüzyılla sınırlayıp dondurursak “Timur-Hoca”
fıkraları gibi bir kültür hazinesinden gelecek kuşakları mahrum edeceğimizi ifade eder. “’Nasrettin Hoca bir gün uçakta giderken…’ diye başlayan bir fıkra, alaycı bir üslupla reddedilecek bir anlatı değil, halkbilim ürünlerinin tabiatına son derece uygun bir değişimin göstergesidir. Halkbilimci bu fıkralara Nasrettin hoca fıkrası değildir diyemez.” (OĞUZ, 2000: 63)
Fıkra tipleri, kişilerden başka grup ifade eden ve kişide ete kemiğe bürünüp
somutlaşan düşünce temsilleri olarak da karşımıza çıkabilir. Grup; etnik, bölgesel, dinsel
mahiyet taşıyabilir. Fıkranın yarattığı hoşgörü çerçevesi, anlatının dinleyiciye ulaştığı her
bağlamda, bir gruba mensup olma hissinin üstünde bir duygu dünyası oluşturur.
Kaynaştırıcı bir niteliğe bürünen fıkranın anlatımda verilen temin ve nüktedeki esprinin
etkileyiciliği sayesinde kişisel ya da grupsal farklılıkları ortadan kaldırdığı görülür.
11
2.3. FIKRALARDA KONU VE OLAY ÖRGÜSÜ
Tanımında da belirttiğimiz gibi fıkralar, sözlü kültür ortamında gelişen kısa
durum öyküleridir. Ayrıntıya yer verilmez.. Hayattan bir anı, en çarpıcı noktasını
yakalayarak fotoğraflayan fıkra, gerçek ya da gerçekleşmesi mümkün olaylardan
kaynaklanmıştır. Hayatın ve insan davranışlarının doğasında mevcut bulunan zıtlık
olgusunun komik durumları ve bu durumları orijin kabul eden fıkraları oluşturduğu,
fıkra konularının belirlenmesinde de karşıtlıkların vurgulanmasıyla ifade edilmiştir: “ Fıkra konuları başlıca; 1- İdare edenlerle idare edilenler arasında, 2- İnançlarla dinî âdet ve merasimlerle yasaklara dair davranışlar üzerinde, 3- İçtimâî, iktisâdî ve siyâsî görüş ayrılıklarından doğan çatışmalarda toplanabilir.” (ELÇİN, 1993: 566.)
Olağanüstü olay veya kişiler, fıkralarda yer almaz. Bazen yarı fantastik olarak
kurgulanan fıkralarda yer alan fantastik unsurların da bir alegori taşıdığı görülür.
Fıkralar; toplumun, idarecilerin ya da kişilerin aksak yönlerini eleştirerek
ironik bir ifadeyle, mevcut durumdan bir ders çıkarmayı amaçlar. Bu maksatla din,
gelenek, ahlak, siyaset, eğitim, adalet, talih, sosyal kurumlar gibi pek çok konu
fıkralarda işlenebilir. Bütün bu konu çeşitliliğine ve kapsam genişliğine rağmen
fıkralarda olay örgüsü mümkün olanın en kısasıdır. Verilmek istenen ana mesaj nükteye
saklanır ve hazırlık kısmında pişirilen konu tek bir cümleyle ortaya konur. Yapılan
eleştiri o kadar tanıdıktır ki dinleyen herkes, anlatılan fıkradan kendi payına düşen
hisseyi çıkarır ve alır. Bu yönüyle fıkra toplumsal bir özeleştiri mekanizmasıdır
denilebilir. Eğer söz, anlatıcıyı bu noktaya götürebilmişse yani fıkra, kendisine
yüklenen işlevi yerine getirebilmiş, eleştiriye dayanan mekanizma işlerlik kazanmışsa
tür kendine özgü biçime kavuşmuş, maksat hasıl olmuş demektir. Bu kendine özgü
biçim, işlevinin büyüklüğüyle ters orantılı bir hacme sahiptir. Yıldırım’ın “Toplumsal
sözel eleştiri dokumaları/metinleri” ( YIDIRIM, 1998: 234) adını verdiği fıkralar, yine
toplumun yarattığı doğruları, kendi üyelerince bilinir ve kabul edilir kılmakla ilgili
olarak bulduğu bir yoldur. Bu yolla mesajlarını iletir ve dönütünü sağlar. Bir çeşit
kendini patolojik problemlerinden arındırma, sağaltma çaresidir.
Her fıkra, aynı amacı taşımasa bile genel olarak fıkraların gayesi gülerken
düşündürmek ve bir ders vermektir. Elbette bu, yalnızca güldürmeyi amaçlayan
fıkraların ya da sadece düşündürmeyi amaçlayan fıkraların olmadığı anlamını taşımaz.
Fıkraların bütün albenisi sözel dokusuyla sınırlandırılamaz. Kimi zaman usta
bir anlatıcının jest ve mimikleriyle de sözün desteklendiği anlatım, yazıya
geçirildiğinde, bazen, eksik kalıp nüktesinin nirengi noktasını kaybedebilir. Süleyman
12
Akpınar adlı kaynak kişiden derlenen bir muhacir fıkrası, yazılı kültür ortamında ancak
bağlamının nakledilmesiyle veya sözlü kültür ortamında eşdeğer ölçüde yetenekli bir
anlatıcının ifadesiyle anlam kazanabilir. Fıkrayı bağlamıyla birlikte naklediyoruz.
Süleyman Akpınar; kardeşi, kardeşinin eşi, amca çocukları ve onların
aileleri, kendisinin yeğenleri, eşi ve çocuklarıyla birlikte bahçesindeki üzüm
asmasının altında oturmaktadır. Yeğenleri kendisinden bu fıkrayı daha önce
dinlemiştir. Fıkranın esprisine uygun anlatım biçimini diğer akrabalarına kendilerinin
tekrar edemeyeceğini düşündükleri için amcalarına o fıkrayı bir daha anlatması
konusunda ısrar ederler. Amca, biraz nazlanır, fakat ortam diğer amca oğullarının
fıkralarıyla neşelenip de ısrar tekrarlanınca, beklenen fıkrayı anlatmaya başlar:
“Selanik muhacirleriniñ Gürün’e yeñi geldiği zamanlarda aha bunuñ
babasıgil de Selanik göçmeni. (Karısını gösterip onu kastetmektedir) İşte bu Selanik
göçmenleri yeñi geldikleri zaman, bunlarıñ mahleleri bizden ayrıymış. O zaman
Muhacir mahlesinde biri ölmüş, ölmüş amma cenaze namazını ġıldıracah kimse yoh.
Neydek, neydek derken, gendi aralarından doğru dürüst apdes alıp namaz ġılan
birine getmiş “A be gel, sen şu namazı ġıldır be!” demişler.Adam, netmiş neylemiş
“A be ben bilmem be kızanlar!” dediyse de başġa kimseyi bulamayınca ister istemez
kabullenmiş. Ġahmış, apdesini almış, cemaatin önüne geçmiş (kaynak kişi bu arada
ayağa kalkıp namaz kıldıracak gibi hazırlanır ve sanki karşısında cemaat varmış
gibi diyalogu kendisi oluşturur.):
- Ayda be kızanlar be, saf tutun be!
- A be tuttuk be ucam be!
- A be azır mısınız be kızanlar?
- Azırız be ucam be!
- E u zaman ayda!” (bkz. Metinler bölümü no:101)
Süleyman Akpınar, imamın ellerini kaldırıp tekbir yerine “Ayda!” sözcüğünü
kullanışını taklit ederek tekbir alırmış gibi yapıp ellerini göbeğinin üzerinde
bağlayınca, bağlam içinde dinleyici konumundaki yeğenler, sanki fıkrayı ikinci kez
değil de ilk kez dinliyorlarmış gibi gözlerinden yaş gelinceye kadar gülmektedir. İlk
kez dinleyenler de fıkrayı beğenmiş, esprisini anlamış ve bağlamın neşesini
paylaşmıştır ancak yeğenlerin ve Süleyman Akpınar’ın çocuklarının dünyasındaki
espriyi daha önceden biliyor olmanın gizli hazzı, onların diğer dinleyicilere nazaran
fıkraya verdikleri dönütü, daha abartılı bir şekle büründürmüş ve farklılaştırmıştır.
13
Bu fıkradan hareketle, fıkraların olay örgüsü şekillenirken, bu türün sözlü
geleneğe ait bir anlatı olmasından kaynaklanan beden dilinin olay örgüsüne katkısı,
göz ardı edilmemelidir; sonucunu çıkarmak mümkündür. O halde, bu tür anlatıların
bağlamlarından, anlatıcılarından ve bağlamda aktifliği tartışılmaz olan
dinleyicilerden bağımsız bir olay örgüsü olması düşünülemez. Zaten türün
doğasında bulunan diyaloglar, ölü bir metin olmaktan çok yaşamdan bir kesit
niteliği taşımakla temsillere tiyatral bir canlılık kazandırmakta, bu canlılık da
anlatımda beden dilinin kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.
2.4. FIKRALARDA ZAMAN VE MEKAN
Fıkralar, çoğu zaman belli bir yer ve zamana bağlı kalmadan anlatılırlar.
Yer ve zaman ögesi, “Nasrettin Hoca bir gün…” veya “Bektaşi’nin bir bostanı
varmış…” gibi genel ve belirsiz bir ifadeyle verilir. Bazı fıkralarda yer alan zaman
ve mekan, reel bir yer ve zamandır; ancak bu kural, kesinlik taşımaz. Bilinen zaman
ve mekanın dışında kimi fıkralarda fantastik zaman ve mekan ögelerinin kullanıldığı
da görülür. “Bektaşi’nin biri cennete gitmiş…” gibi. Zaman ve mekan fantastik
olunca, kişiler de fantastik olabilir. Ancak daha önce de fıkralarda olay örgüsünü
anlattığımız bölümde değindiğimiz gibi, olağanüstü olay veya kişiler, fıkralarda yer
almaz. Bazen yarı fantastik olarak kurgulanan fıkralarda yer alan fantastik unsurların da
bir alegori taşıdığı, fıkranın iletisinin işleve dönüşmesi sürecinde, bu alegorik unsurların
alıcının incineceği sivri uçları törpüleme görevi üstlendiği görülür.
“Ġarının biriniñ oğlu ölmüş de, Ezirayıl’a demiş ki “Seniñ kötülüğüñ
saña; ben, bir oğlan daha doğururum” demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 178)
Bu fıkrada Azrail, fantastik bir kahramandır. Doğal olarak dünya reel dünya
gibi görünse de kadına ait fantastik bir dünya söz konusudur. Ancak fıkranın iletisi
tamamen gerçek hayattan yaşayan insanların yaptıkları incitici davranışlar karşısında,
iyi niyeti koruma tavrının yine yaşayan kanlı canlı insanlarca sürdürülmesi ile ilgilidir.
2.5. FIKRALARDA YAPI
Bütün olay metinlerinde olduğu gibi, konunun ortaya konularak
dinleyicinin anlatıyla ilgili olaylara hazırlandığı giriş bölümüyle başlayan fıkra,
entrik bir zıtlıklar süreci olan tez ve karşıt tezin ortaya konmasıyla devam eder.
Nükteyle verilen hüküm, fıkrayı bir sonuca bağlar. Fıkraların hüküm kısımları bazen
14
bir atasözüne, deyime veya düzgüye dönüşebilir. Kimi zaman, halk arasında vuku
bulan bir durumla ilgili fıkra anlatılmaksızın deyimleşen nüktesi söylenir ve fıkrayla
söz konusu fıkradan alınacak hisse sezdirilir.
“Öksüz, oñdum, demiş; şeytan, öldüm, demiş.” şeklinde bilinen atasözünün
öyküsü şöyle anlatılır:
“İki tane arhadaştan biri ötekine devamlı tahakküm edermiş, hep onu
yönetmek istermiş. Öteki, bir gün ahlından geçirdiklerini sesli sesli söylemiş. Neyse bu:
- Nasıl etsem de ben bunu alt etsem, deyi söylenirken; şeytan, köşeden
ġafasını uzatmış:
- Ben öldüm mü? Deyi bağırmış.” (bkz Metinler bölümü, no: 69)
Bu fıkra, sürekli işi rast gitmeyen insanların başına mutlu bir hadiseden
sonra bir talihsizlik geldiğinde anlatılır ya da aynı fıkra, bir atasözü biçiminde
kısaltılmış şekliyle söylenir ve anlatmak istediği her şey, hikâyesine gerek
kalmaksızın nüktede göndericisinden alıcısına ulaşır. İleti, bir özet cümleye
dönüşmüştür ve gerekli bağlam oluştuğunda yani sürekli talihsizlikler yaşayan insan
birazcık mutlu olduktan sonra yeni bir talihsizlikle karşılaştığı zaman söylenir.
Bunun dönütü, söz konusu kişinin kaderine rıza göstermesi olacaktır. Çünkü başka
çaresi yoktur. Aynı atasözünün bir başka benzer metni ise şöyledir: “Öksüz, oñdum,
demiş de şeytan, ‘Ben nerdeydim?’ demiş.”
Diyaloglar, fıkra türünün vazgeçilmez ögelerinden biridir. Diyalogların yer
almadığı fıkra, hemen hemen yok gibidir. Müspet ve menfi fıkra tipleri arasında yaşanan
diyaloglar aracılığıyla fıkranın sonunda genellikle dilin en çarpıcı biçimiyle kurgulanan
nükte, nüktedan fıkra tipinin dilinden ifade edilir ve fıkranın mesajı pekiştirilir.
Dil, akıcı ve sadedir. Dar bölge fıkralarında yerel ağız kullanımı, bazen
nüktenin kendisini oluşturabilir. Bu yüzden bölgelere mahsus fıkralar genellikle yerel
ağız kullanılarak anlatılır. Çoklukla zaman geniş zaman ve duyulan geçmiş zamanla
anlatılan fıkralar, yörelere has ağız özelliklerine göre kip değiştirebilir ve aslında geçmiş
zaman ifadesi ile sağlanması gereken anlam şimdiki zamanla da sağlanabilir.
Sahadan derlediğimiz fıkralar üzerinde yaptığımız çalışmalardan hareketle
Sivas fıkralarının yapısal özelliklerine göre dokuz kısımda incelenebileceği
sonucuna ulaştık ve şöyle bir yapısal sınıflandırma oluşturduk.
a) Durum öykülü, kısa, klasik fıkralar
b) Atasözü biçiminde kalıplaşmış fıkralar
15
c) Deyim biçiminde kalıplaşmış fıkralar
d) Sorulu-cevaplı kalıplaşmış fıkralar
e) Düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralar
f) Manzum atışma biçiminde fıkralar
g) Karşılıklı konuşma biçiminde kalıplaşmış fıkralar
h) Aynı zamanda bilmece olarak sorulan fıkralar.
i) Anı olarak anlatılan ancak fıkralaşma eğilimi taşıyan fıkralar
Çalışmamızın fıkraların sınıflandırılması bölümünde bu maddeleri örneklerle
de pekiştirerek inceleyeceğiz. Şimdilik, ana başlıkları vermekle yetineceğiz:
2.6. ANLATMAYA DAYALI DİĞER TÜRLERLE FIKRA ARASINDAKİ İLİŞKİ
Anlatmaya dayalı diğer türlerle fıkraları birbirinden ayırmanın yolu da yapısal
özellikleri ve içerik özelliklerini karşılaştırmaktan geçer. Mesel>misal>temsil”
sözcükleriyle halk arasında ifade bulan fıkra; “metel>mesel>masal” sözcükleri ile diğer
bir anlatıyı ifade eden masal bazen aynı çerçeve içinde kabul edilmiş, fıkra masal
türlerinden sayılmıştır. Ancak masallardaki formeller, olağanüstülükler, vaka kurgusunun
uzunluğu, zaman ve mekanın sürrealist oluşu gibi pek çok özellik fıkralarda yoktur. Olsa
bile türün tüm örnekleri ile ilgili genellenemez. Fıkralardaki gülmece unsurunun
masallarda da olabileceği düşüncesi ya da her ikisinde de amacın kıssadan hisse çıkarmak
oluşu, diğer aykırılıkları göz ardı etmeyi gerektirmez.
Efsane, halk hikâyesi gibi metinlerle ilgili olarak da onlarda yer alan
olağanüstülükler, fıkraları bu iki türden ayırır. Aynı zamanda efsanelerdeki ve halk
hikâyelerindeki belirli bir tarihi yer, dini ya da tarihi hüviyet taşıyan bir kişi veya inanca
dayalılık gibi özellikler fıkrada yer almaz. Fıkra kişileri, belli tarihi kişiler olsa bile,
fıkranın özündeki şaka unsuru ne efsanede ne de halk hikâyesinde mevcuttur.
Fıkralar, diğer olay metinlerinden fıkranın yapısında mevcut bulunan tez ve
antitez ölçütüne dayanan bir tezat unsuruyla da ayrılır.Masalın anlatımında yer alan olay
ve ayrıntı çokluğu, fıkra için söz konusu değildir. Fıkra damıtılmış yaşam özlerinin, ibretli
biçimlerin kısa ve özlü ifadesidir. Başlangıcında belki “Adamın biri, kadının biri, Bektaşi
bir gün, Nasrettin Hoca bir gün…” gibi söz gruplarına rastlansa da bunlar, genel bir
formel niteliği taşımaz. Çünkü bu ifadeler, anlatıyla ilgili bir kural niteliğinde değildir.
Oysa özellikle masalların anlatım biçimi, formellere dayanır ve bu, genel bir kuraldır.
Formel, küçük farklılaşmalar gösterse de temelde bir başlangıç formeli mutlaka “Bir
16
varmış, bir yokmuş…” diyerek başlamak zorundadır ya da geçiş formellerinde muhakkak
uzun zamanı kısa ifade etmenin yolu “Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, altı ay bir
güz gittik bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz.” demekten geçer. Fıkranın
özünde zaten uzun zaman değil de bir durumu ifade etmek özelliği vardır. Böyle bir
formele ihtiyaç duymaz. Önemli olan “an”dır ve anın göndericiden alıcıya ileteceği
mesajdır. Bunun dönütü, kurumlaşan toplumsal ve bireysel doğrulardır.
Atasözü biçiminde fıkraların olması veya bazen tamamlayıcı olarak
fıkraların içinde atasözlerinin ve deyimlerin yer alması, bu iki türün birbirine
benzemekten öte birbirini destekler ve bütünler bir özellik taşıdığını gösterir.9 Halk
arasında söylenen “Deli ġızıñ halay çektiği gibi” (KK: GB) deyiminin bağlamsız
olması düşünülemez. İki olay arasında benzerlik kurulabilmesi için birinin yaşanan
ve hali hazırda mevcut bulunan yakın geçmişte, diğerinin ise mevcut olaydan daha
önceki bir geçmiş zaman boyutunda gerçekleşmiş olması şarttır. Geçmişte deyimde
karakterize edilen “Deli Kız” uygunsuz bir ortamda uygun olmayan bir biçimde
halay çekmese, benzer bağlamlarda gerçekleşen gereksiz ve uygunsuz hareketlerle
“Deli Kız”ın halay çekmesi arasında bir özdeşlik kurulamaz. “Tatlınıñ tarhana aşı,
Çıbıhlıyı altı aylıh yoldan ağlermiş (eğlermiş).” (KK: GK) Deyiminin, Yıldızeli’nin
Tat Köyü’nden bir kişi ile yine Yıldızeli’nin Çubuk Köyü’nden bir başka kişi
arasında yaşanmış olan bir hikâyeye işaret ettiği bir gerçektir. Bilhassa köy adları
verilerek söyleniyor olması, bir çorba beklentisinin bir yolculuğun başlangıcını
geciktirmesi öyküsünü taşıyor olması, bizi hep bir yaşanmışlığın olduğu sonucuna
götürmektedir. “İneğim gine sütlü, sütlü de depdi depdi devürdü.” sözü ise;
genellikle işli güçlü, becerikli ama huysuz kızlar ya da gelinler hakkında anneler
veya kaynanalar tarafından “Kızım ya da gelinim çok becerikli, aslında ondan
memnunum ama yaptığı güzel şeyleri kötü davranışlarıyla yok ediyor.” anlamında
kullanılır. İlk bakışta anlamla ilgili bir fikir yürütülme ihtiyacı duyulduğunda çok süt
veren bir ineğin sahibinin süt kovasını boş gören birinin sorduğu bir sorunun cevabı
olduğu izlenimi veren bu fıkra, kaynak kişi Güllüşan Bahcivan tarafından ifade
ettiğimiz biçimiyle anlatılmıştır. (bkz Metinler bölümü, no:203)
9 Araştırmalarımız sırasında ulaştığımız pek çok atasözü, deyim ya da düzgünün aslında birer fıkra olduğunu ve yaşamsal bir bağlamının bulunduğunu tespit ettik. Bu noktadan hareketle de özünde bir yaşanmışlık olduğu hissini veren pek çok atasözü, deyim ve düzgünün öyküleri tespit edilemese bile söyleniş biçimindeki kurgusallığın unutulmuş bir hikâyeye işaret ettiği sonucuna vardık.
17
Ayrıca Ömer Asım AKSOY, atasözü ve deyimleri tanımlarken atasözlerinin
genel-geçer bir yargı taşıdığını, ders veren bir nitelik taşıdığını özel durumları değil de
genel durumları ifade ettiğini söyler. Deyimler içinse; yargı taşımadıklarını, yargı
taşıyanların ise söyleniş veya çekimleniş biçimiyle atasözlerinden ayrıldığını ifade eder. “Atalarımızın uzun denemelere dayanan yargılarını genel kural, bilgece düşünce ya da öğüt olarak düsturlaştıran ve kalıplaşmış biçimleri bulunan kamuca benimsenmiş öz-sözler” (AKSOY, 1984:36)
Bütün atasözleri için, genel-geçer tecrübe kaynaklı, öğütlü sözler diyebiliriz;
ancak, bütün atasözlerinin bir öyküsü vardır diyemeyiz. Sivas özelinde “Geçiniñ
çıhdığı yere oğlağı da çıhar.” (KK: GK) şeklinde gözleme dayalı tecrübeler sonucu
ortaya çıkan ve Türkiye genelinde de “Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur”
biçiminde söylenen atasözünün kural niteliği taşıması ve özünde soyaçekimle ilgili bir
tecrübeyi barındırması onu atasözü kılar. Ancak makro kültürlerden mikro kültürlere
geçtiğimizde ulusal genellemelere dönüşmeyen sözlerin gözlem ve tecrübelerin
yanında bazı yaşamışlıkları da beraberinde taşıdığı görülür.
Sahadan derlenen fıkralar arasında “Ġabağı kim yediyse gelininen de o
yatsıñ” (bkz Metinler bölümü, no:174) başlığı altında anlatılan fıkra, herhangi bir
durumda mevcut nimetlerden faydalanan bir kişi, gerektiği yer ve zamanda
müşterek sorumlulukla paylaşılan bir işi de nimetten faydalanmayı bildiği ölçüde
yapmayı bilmelidir, genel öğüdünü ironik bir üslûpla ifade eder. Bu fıkra, mikro
sahadan genel alana geçiş sürecinde emir kipinden geniş zaman kipine dönüşür ve
bu kiple çekimlenerek “Kabağı kim yediyse (veya yerse) gelinle de o yatar”
biçimiyle bir kural niteliği kazanabilir. Aksoy, aynı tespiti daha önce yapmıştır: “Kimi sözler fiil çekiminin değişmesiyle atasözü iken deyim, deyim iken atasözü durumuna girer. Örneğin: Dağ yürümezse abdal yürür atasözüdür. Dağ yürümezse abdal yürüsün deyimdir. Bunun gibi: Doğmadık çocuğa don biçilmez atasözüdür. Doğmadık çocuğa don biçmek deyimdir.” (AKSOY, 1984:41)
Deyimi de biçimce atasözleri gibi kalıplaşmış söz öbekleri içinde
değerlendirirken “Çekici bir anlatım kılığı taşıyan ve çoğunun gerçek anlamından ayrı
bir anlamı bulunan kalıplaşmış sözcük toplulukları” (AKSOY, 1984:49) olarak
tanımlar. Pek çok biçim özelliği sıralandıktan sonra anlam değişkenliğine yine vurgu
yapar ve “Açtırma kutuyu söyletme kötüyü” sözünün biri tarafından diğer insana
tavsiye niteliğinde söylenmesiyle ve zararlı kişiden uzak durması telkinini içermesiyle
atasözü; ben seninle ilgili bildiklerimi söylersem senin için iyi olmaz anlamında, tehdit
niteliğinde söylenmesiyle, deyim olabileceğini ifade eder. (AKSOY, 1984:49)
18
O halde sözlü geleneğe bağlı kültür ürünlerinde bağlam, metnin türünü
belirleyici bir fonksiyona sahiptir, diyebiliriz. Nitekim, Malinovski buna işaretle
“Metin elbetteki son derce önemlidir ama bağlam olmadan cansız kalır”
(MALİNOWSKİ, 1990: 91) teziyle metni anlamlandırmada olmazsa olmaz şartlardan
birinin, onu canlı kılan bağlam olduğunu ortaya koymuştur. Aksoy’un öngördüğü bu
ölçü, bize “kulak kabarmak”, “şeytan görmüşe dönmek” gibi pek çok deyimde
aranmayacak arka planın “Halına bahmıyor, Hasan Dağı’na oduna gidiyor.” (KK:
GB) deyiminde güç yetiremeyeceği bir işe kalkışmakla ilgili olarak var olduğu hissini
verir. Hasan Dağı, Sivas coğrafyasında aşılmasının zorluğuyla bilinen bir mekandır.
Bunun dışında öncelikle kullanılan eylemler mastar eylem adları değil çekimli
eylemlerdir. Ayrıca kişi zaman ve mekan unsurlarını bulundurmakla bünyesinde bir
olay örgüsü taşıdığı izlenimini uyandırmaktadır. Fıkraya özgü tezat unsuru da mevcut
hal ile beklenti arasında apaçık kendini göstermektedir.
19
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM FIKRALARIN SINIFLANDIRILMASI
3.1. SINIFLANDIRMA ÇALIŞMALARININ GENEL ÇERÇEVESİ
Ülkemizde halkbilimi çalışmaları, çok uzak bir geçmişe dayanmadığı için
sözlü gelenekten gelen pek çok kültür malzemesini belki de henüz tespit emiş bile
değiliz. Türküler, maniler, ağıtlar gibi manzum ürünlerin üzerinde yapılan
çalışmalar kadar, ne yazık ki belli kalıp ifadeler taşımayan anlatmaya dayalı ürünler
üzerinde çalışma yapılamamıştır. Bunun nedeni, insan hafızasının bu anlatıları
zamanla unutmasıdır. Buradan yola çıkılarak yalnızca derleme çalışmalarını yeterli
bulmak doğru değildir elbette. Ancak anlatıların tamamen yok olmaya terk
edilmesindense “Hiç yoktan iyidir” kabilinden bir anlayışla meseleyi
değerlendirecek olursak, sadece derleme çalışmalarının olması bile bir kültürel
unsurun göz göre göre zamana yenik düşüp kaybolmasından iyidir. Sonuçta, halk
kültürü ürünlerinin bilimsel değerlendirme aşamasındaki ilk basamağı derlemedir.
Bilinçlenen yeni nesil halkbilimciler; halkbiliminin canlı ve dinamik bir süreç
olduğu düşüncesinden hareketle, Dorson’un “Genç Türkler” ismiyle özdeşleştirdiği
bir grup Amerikalı halkbilimcinin açtığı çığırda, toplayan değil de aynı zamanda
değerlendiren, bilimsel bakış açıları geliştirerek, sosyo-kültürel sonuçlara varmak
amacı taşıyan ve bu yolda ilerleyen bir nesil olmalıdır. Çünkü kültür taşıyıcısı olan
bu anlatılar, geçmişten bu güne, toplumun en küçük hücrelerinden en büyük yapısına
kadar bütün birimlerinden izler taşımakta yapılandırıcı ve belirleyici etkisiyle yeni
sosyal mekanizmalar üretmekte ve kurumsal düzenlemeler ortaya koymaktadır.
Fıkraların özünde taşıdığı sosyolojik iletiler, bu iletilerin ulaştığı alıcı çevre,
iletilerin alıcılar üzerinde yarattığı etki ve bu etkiyi sağlayan sosyal bağlam içindeki
dinleyici, anlatıcı, olay, mesaj benzeri bütün elementlere, fıkraları değerlendirip
gruplandırmada, birer ölçüt olarak bakılmalıdır. Çünkü fıkralar, sadece gülmece unsuru
20
taşıyan eğlence amaçlı anlatılar olarak düşünülemez. Bu bakımdan, fıkralar üzerinde
çalışılırken yalnızca tip ve konu üzerinde durulmamalı, bölgesel çalışmaların fıkra
tasniflerine zenginlik katacağı düşüncesinden hareketle, değişik sınıflandırma tezleri
ortaya konulmalıdır. Bu noktada yapı, işlev, tip, konu, nükte temel tasnif konuları olarak
ele alınabilir. Bu çerçevede bazı tasnif denemeleri yapılmış, daha kapsamlı çalışmalara
ilk adım sayılabilecek verimli performanslara imza atılmıştır.
Dar bölge fıkraları, fıkra türünün sınıflandırılması konusunda yapılacak
bilimsel çalışmalara daha fazla ışık tutabilir. Genellenmemiş yargı ve nükteler, prototipe
dönüşmemiş kahramanlar, halkbilimcinin fıkraya bakış açısında ona daha geniş bir
pencere açar ve daha özgür bir sınıflandırma alanı yaratır. Ancak bu yöntemle yapılan
araştırmalar, bilim çevrelerince yalnızca dar bölge imkanlarını esas aldıkları için
genellenemeyecek yargılar içerdiği gerekçesiyle bilimsel kıymet ölçütüyle
değerlendirilemez bulunmaktadır. Bunun yanında, geniş çerçeveli tasnifler için gerekli
bir ön çalışma kabul edilmektedir. Temel şart, sonuçların ortaya konulması noktasında
bu çalışmaların sınırlarının belirtilmesidir (YILDIRIM, 1999: 17).
Yıldırım, tasnif çalışmaları için iki genel çerçeve belirler: 1) Bütün fıkraların temsil ettiği zihniyet ve davranışları, tek-tek tespit ettikten sonra, ana gruplara ayırmak; 2) Fıkraları tiplerine göre gruplandırmak (YILDIRIM, 1999: 17).
Türk fıkralarının tasnif edilmesi konusunda pek çok çalışmadan söz
edilebilir. Faik Reşat, Mehmet Tuğrul, Pertev Naili Boratav, Saim Sakaoğlu, Nevzat
Gözaydın, Dursun Yıldırım ve Şükrü Elçin (ARTUN, 2004: 150) gibi isimler, çeşitli
tasnif denemelerinin altındaki imzalardır. Dursun Yıldırım, fıkralarla ilgili tasnif
çalışmalarını kapsamlı biçimde ele almıştır.10
Faik Reşat, ilk ilmî tasnifi kendisinin yaptığını ileri sürerek tip, konu ve
mekan merkezli karışık bir tasnif ortaya koymuştur: 1. Mülûk, Ümerâ, Vüzerâ, Hûkkam, 2. Zevât-ı Mukaddese, Ulemâ, Urefâ, Meşâyih, Hükemâ, 3. Şuarâ, Üdebâ, Müellifîn, Muharririn, 4. Zürefâ, Ezkiyâ, Hazır-Cevaplar. 5. Memûrîn, Diplomatlar. 6. Mehakim, Deâvî, Müftehimîn ve Mahkûmîn, Avukatlar, Şahidler. 7. Askerlik, Harp, Atıcılık, Binicilik. 8. Etibbâ ve Mütetabbibîn, Zamir ve Mütemârizîn. 9. Eimme, Vaizin, Rehâbîn, Mürâiyân. 10. Muallimîn ve Müte'allimîn, Mekâtib ve Medâris.
10 Bu bölümde yer alan daha önceden yapılmış tasnif denemelerinde Yıldırım’ın eseri temel kaynak alınmıştır.
21
11. Âile, Zevç ve Zevce, Ebeveyn, Evlâd, Akraba. 12. Ahvâl-i Nisvân, Mu'âşekât, İzdivâcât, Mütâyebât-ı İşvebâzâne ve Harfendâzâne. 13. Cühela, Hümeka, Sâdeddilân, Köylüler, Kaba adamlar. 14. Ziyafet, Et'ime, Matbah, Lokanta, Aşçı, Vekilharç, Oburluk, Aç gözlülük, 15. Müsafirlik, Mizbanhk, 16. Fakir, Dilenci, Cerrar, Züğürt, Tufeyli. 17. Ehissâ ve Mümsikîn Taâmkârân. 18. Esnaf, Tüccar, Amele. 19. Sarhoşlar, Tiryakiler. 20. Hırsız, Dolandırıcı, Ayyâr, Yankesici, Zorba, Eşkiyâ, Çapkın, Serseri. 21. Hizmetkâr, Lala, Dâye, Mürebbî, Köle, Câriye, Müdîr-i umur, Kâhya. 22. Süfehâ. 23. Seyahat, Vesâit-i Nakliye (at, araba, tramvay, şimendifer, vapur, kayık, otel, han). 24. Eğlence mahalleri (müsamere, balo, tiyatro, kahvehane, gazino), Oyuncular. 25. Mabâlagacı, Yalancı, Tafrafuruş, Lâfazan, Korkak. 26. 26.Müteellih, Mütenebbî, Müneccim, Muabbîr, Falcı, Sihirbaz, Efsuncu. 27. Mucânîn ve Mecâzib. 28. Netâyic-i gayr Müterâkkibe, Kabahatten büyük özürler. 29. Cühela, Galat söylenen ve okuyanlarla dili dönmeyenler, İyiler, Dilsizler. 30. Hayvanât ve Cemâdâtâ müsned fıkarât. 31. Letâif-i manzume (YILDIRIM, 1999: 20-21.)
Pertev Naili Boratav’ın “Az Gittik Uz Gittik” adlı eserinde, Lamiî Çelebi’nin
“Letâifnâme”sinde yer alan düzeni oluşturan la-edrî kaynaklı tasnif ise şöyledir: 1. Çocuklar üzerine hikâyeler, 2. Deliler üzerine hikâyeler, 3. Çeşitli başka insanlar üzerine hikâyeler, 4. Karı-koca üzerine hikâyeler, 5. Hayvan masalları, 6. Cansız şeyler üzerine hikâyeler (YILDIRIM, 1999: 22)
Sözlü geleneğin anonimleşme özelliğinin yarattığı pek çok anlatı
unsurundan biri olan tip, bir bölge ya da bir ulusun geneli ile ilgili paylaşımları
sentezleyip bir kültür bütününü temsil eder. Boratav, temeline fıkra tiplerini
yerleştirerek kısa bir tasnif yapmış ve fıkraları iki temel grup altında toplamıştır: a. Kişileri belli halk tipleri olan fıkralar b. Belli toplumluk tipler: sıradan insanların komik yaşantılarını konu edinir. (YILDIRIM, 1999: 22)
Mehmet Tuğrul, Boratav’a benzer ama muğlak bir tasnif çalışması yapmıştır: a. Adı bilinen şahıslarla ilgili fıkralar b. Türlü tiplere bağlı fıkralar (YILDIRIM, 1999: 22)
Azerbaycanlı araştırmacı Ferzeliyef’in tasnifi de yine tip merkezlidir: “1) Muayyen tarihî hâdise veya şahsiyet adı ile alâkalandırılan fıkralar. Bu gruba giren fıkralar kendi aralarında şu alt gruplara bölünür: a) Şark milletleri tarafından çok sevilen müşterek motif ve kahramanlı Molla Nasreddin adı ile meşhurlaşmış fıkralar. b) Dânende veya Divâne Behlûl adına bağlı fıkralar, c) Müellifi bilinen, yahud da zamanın çeşitli devrelerinde yaşamış meşhur âlim ve mütefekkirlerin, şâir ve ediplerin, ressam ve sanatkârların, devlet adamlarının hayatı ve faaliyetleriyle alâkalı olarak söylenen, bir başka deyişle onların hikmetli sözlerinden
22
yaratılan fıkralar. Bu kabilden fıkralara çok zaman hikmetli sözler veya sadece "atmacalar" adı verilir. ç) Azerbaycan'ın muayyen bölgelerinde (meselâ Nahçıvan, Gence, Nuka ve Salyan'da) tanınan bazı şahsiyetlerin adına istinaden söylenen, fakat geniş çevrelere yayılma imkânı bulunmayan mahallî fıkralar. 2) Şahsiyeti, müellifi bilinmeyen, herkesin başına gelebilecek bir hâdiseyi anlatan sayısız fıkralar.” (YILDIRIM, 1999: 23)
Yıldırım da fıkraları tiplere göre tasnif etmenin daha doğru ve kolay bir
tasnif olacağı düşüncesinden hareketle, bu yolla bir tasnif oluşturmayı tercih etmiştir.
Ona göre fıkra tipi, ferdi bir kişilikten öte toplumsal kimlik kazanmış ortak bir
kimliktir. Bizim “temsil” terimimizle bire bir örtüşen bir yapıyla topluma ait bütün
hususiyetleri kendi bünyesinde taşıyan ve bir kalıp kazanan tipler, kendini yaratan
sosyal grubun ya da topluluğun dilinden konuşurlar. Bu bakımdan anlatıların
anonimleşip halka mal olması gibi tipler de anonim bir karakter arz edebilirler.
Yıldırım’ın fıkra tiplerine göre tasnifi şöyledir: 1. Ortak şahsiyeti temsil yeteneği kazanan ferdi tipler (Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bekrî Mustafa, Esenpulat, Ahmet Akay, Kemîne, Bektaşi, Adlar Köse, Haşmet, Koca Ragıp Paşa, Mîrâlî, Nasreddin Tûsî, Keçecizâde İzzet Molla, Karagöz) 2. Zümre tipleri (Mevlevî, Yörük, Terekeme, tahtacı, Köylü) 3. Azınlık tipleri (Etnik kökene dayanan Müslüman veya Hristiyan tipler) 4. Bölge ve yöre tipleri (Kayserili, Çemişkezekli, Andavallı, Karadenizli, Konyalı) 5. Yabancı tipler (Behlûl-i Dânende, Karakuşî Kadi) 6. Gündelik tipler (Ana-baba, karı-koca, kaynana, deli, cimri, topalk, sağır, hırsız, eşkıya, bıçkın, imam, kadı, asker, şair,…) 7. Moda tipler (Geçici, değişken olaylara bağlı, zamanla kaybolup yerini yenilerine bırakan tipler) (YILDIRIM, 1999: 24)
Bütün bu tasniflerden hareketle, fıkraları tiplere göre sınıflandırmanın, konuyu
dağılmadan bir bütün halinde tutabilmenin mantıklı ve kolay bir yolu olduğunu
düşünmek mümkündür. Bölgesel sahada tespit edilen fıkra tiplerini ise, canlı tutmak
bazen mümkün olmayabilir. Çünkü bu tipler zamanla hayatiyetini ortak bir tipe
devredip kaybolabilirler. Bu, folklor ürünlerinin özünde taşıdığı dinamizmle birlikte
gelen değişimle ilgili bir kimlik değişimidir. Türk fıkra geleneğinin en bilinen ve yaygın
ortak tipi olan Nasrettin Hoca’nın, bazen, karşımıza yerel bir kimlikle çıkıyor olması,
bu değişimin bir gereğidir. Bu noktada realiteden kopuk ve bilimsel yaklaşımdan uzak
bir anlayışla; halkın herhangi bir tarih ya da yer gözetmeksizin kabullendiği bir
Nasrettin Hoca’yı kabul etmeyip, Hoca’ya zaman ve mekan atfetmenin, bunun
kanıtlanması kaygısını taşıyarak, şu fıkra gerçek Nasrettin Hoca fıkrasıdır ve Sivrihisar
yöresine aittir yahut bu fıkra Hoca’dan iki yüzyıl sonraki bir zaman diliminde yaşayan
kişi adlarını taşıyor o halde Nasrettin Hoca ile ilgisi yoktur, demenin bir anlamı yoktur.
Çünkü yerel bir tipin Nasrettin Hoca kimliğine hamledilmesinin nedeni, toplumsal
23
bilincin problemli uzuvlarını sağaltmada kullandığı bir telkin mekanizmasıdır. Sosyal
adaletin tesis edilmediği bir toplumda sınıfsal ayrılıkların yaralayıcı, keskin ağızlarının
insanda yarattığı incinmişlikleri tedavi niteliği taşıyan şu Sivas fıkrasında, Nasrettin
Hoca kimliğinde tanıdığımız fıkra tipi, kavuk almak için bile para bulamayan bir
garibanı temsil etmektedir. Oysa Hoca’nın, yaşadığı çağın sosyal ve ekonomik eliti
içinde sayıldığı bilinen bir gerçektir:
“Nasreddin Hoca, bir gün ġavuğunu da eline almış, bahcesinde otururken,
“Benim bu halım n’ōlacah” deyi düşünüyormuş. Bir de ġavuğuna bahmış ki her yeri
yırtılmış, ġavuhluh bir halı ġalmamış. Elini açmış Allah’a yalvarmış:
- Yârabbi, çoh istesem vermeñ, heç dağilise şu garip ġuluña bir ġavuh ver
ne var! Demiş ya bahceniñ öte tarafında bir de zengin ġonşusu varımış. Bu zengin
konşusunuñ da ġavuğu eskimişimiş. Herif, ġaldırıp da ġavuğunu şeyle (Kaynak kişi
elini havaya kaldırıp bir şey savuruyormuş gibi yaptı) atıncı, gelmiş, ġavuh
Hoca’nıñ ġafasına geçmiş. Hoca bir de bahmış ki bir ġavuh.
- Tüh n’ola başġa böyük bir dilek diliyeydim, deyi hayıflanmış emme
ġavuğu eline almış, bahmış ki eskiiii, kirliii, yırtıııh bir ġavuh. Ġaldırmış, gerisin
geri yoharı doğru atmış, demiş ki:
- Benden ġıymatli Cebrayıl’ıñ var, al da oña ver, demiş.” (Bkz Metinler
bölümü, no:140)
Bu fıkradan ve fıkra tiplerinin değişkenliği düşüncesinden yola çıkarsak,
Sivas’ta sahadan derlediğimiz müstehcen Nasrettin Hoca fıkralarını ve Hoca’nın bu
fıkrada da olduğu gibi; Bektaşi mantığıyla, Tanrı’yla senli benli, adeta ona çıkışan
bir arkadaş üslubuyla konuştuğu, hatta eğitimsiz bir köylü kimliğiyle karşımıza
çıktığı fıkraları yadırgamamamız gerekir. Alevi-Bektaşi kültüründe var olan
Allah’tan korkmak değil de Allah’ı sevmek ilkesiyle Allah’la içten, yakın, hatta
kavga edecek kadar cesur bir biçimde konuşma üslubu da yine bu fıkrada mevcuttur.
Muhtemelen bir başka ağızda, bir Bektaşi fıkrası olarak da anlatılıyor olabilir.
Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü yüksek lisans öğrencisi Pınar Aka’nın
İlhan Başgöz’le yaptığı bir röportajda Başgöz, Nasrettin Hoca fıkralarını merkeze
alarak bu değişimi açıklar. Ona göre Hoca, bir fıkralarının kendi ağzından çıktığı bir
fıkra yaratıcısı değildir. Onu yaşadığı yüzyılla sınırlandırmak yerine bir güldürü tipi
olarak görmeli ve onun kişiliğinde canlanan her karakteri ayrı ayrı Nasrettin Hoca
kabul ederek bu tipi bir bütün olarak değerlendirmeliyiz.Onu köy ve kent kültürünü
24
iyi tanıyan bir karakter olarak görmeli Hoca nüktelerinin ince iğneli esprilerini
birden fazla karakterin bir tipte birleşen öyküsüdür diye yorumlamalıyız. . “Türkiye'de Nasreddin Hoca üzerinde çalışanlar, bazı fıkraların ona ait olabileceği, bazılarının da olamayacağı kanısındalar. Oysa, hangi fıkra Hoca'nın diye anlatılıyorsa, o fıkra Hoca'nındır.” (AKA, Bahar 2000: 3)
Fıkralarda, fıkra tiplerinin değişmesiyle ilgili olarak yalnızca dar bölge
tiplerinin geniş bölge tiplerine yahut geniş bölge tiplerinin dar bölge tiplerine irca
edilmesi biçiminde tiplerin yer değiştirmesinin dışında bir masal kahramanının bir fıkra
tipi olarak karşımıza çıkması da mümkündür. Genel kabulde bir masal kahramanı
olarak bilinen Keloğlan, Sivas’ta bir fıkra tipine dönüşerek karşımıza çıkabilir. Kaynak
kişi Fevzi Kılıçer’in anlattığı şu fıkra bu dönüşümün güzel örneklerinden biridir:
“Keloğlanıñ anası babası ölmüş, dayısınıñ yanında duruyormuş. Dayısı da
evleninci, dayısınıñ ġarısı bunu istememiş. (siziñ yengeñiz sizi gendi uşağından ayırt
etmezdi. Anañız babañız varıdı amma siziñ gine de güççüğüken yengeñ çoh bahdı
size.)her neyse bahmışlar ki bu keloğlan’ı dö:yollar getmiyor, ġōyollar getmiyor.
Neydek neydek derken birgün dayısıynan dayısınıñ ġarısı Keloğlan’ı başlarından
ırmah için ġavilleşiyollar. Diyollar ki:
- Biz bu kel soyhayı bir ırmağıñ gıyısına görtürek, gece uyuyuncu bunu
ırmağa yitek ġurtarah” diyollar. Neyse birgün bunnar hep beraber gidiyollar, bir
ırmağıñ gıyısına varıyollar. Hanı bunu atacahlar ya; yiyollar, içiyollar, gülüp
eğleniyollar, ahşam oluyor. Diyollar ki:
- Ahşam oldu, gayrı eve gidip neydeciyik, diyollar; ırmağıñ ġıyısına bir
battaniye serek yatah, diyollar. Meğer, Keloğlan daha öñce bunnar ġonuşup
ġavilleşirken diinemişimiş. Neyse bunnar Keloğlan’ı ırmahdan tarafa yatırıyollār.
Dayısınıñ ġarısı ortaya yatıyor, dayısı öte tarafa yatıyor. Keloğlan şeytan adamıñ
biriymiş, gece bunnar uyumadan o uyumuyor tabi. Bunnar uyuyuncu Keloğlan
ġahıp dayısınıñ öte tarafına geçiyor. Dayısını dürtüncü dayısı da uyhu semesi ya,
ġarısı dürtüyor sanıyor, Keloğlan’ınan barabar yitip ġarıyı ırmağa yuvalıyollar.
Ġarıyı ırmah alıp gediyor. Dayısı, Keloğlan’ı ġarısı sanıp dürtüyor, diyor ki:
- Ġah ġarı ġah ġurtardıh kel baştan, deyinci; Keloğlan da diyor ki:
- Dayı, sahalıña sıçıyım ġurtardıh sirkeli saçdan, diyor.” (bkz Metinler
bölümü, no: 207)
25
Fıkralarda tiplerin yer değiştirmesi, Erman Artun tarafından da ele alınmış
ve bu yer değiştirme nedenleriyle birlikte açıklanmıştır: “1. Sevilen bir nüktenin bir başka bölge tipine veya bölge halkına bağlanması 2. Ahmaklıkla ilgili bir nüktenin sevilmeyen, aralarında çeşitli konularda anlaşmazlık bulunan iki köy ya da ilçe halklarının biri tarafından diğerinin halkına mal edilmesi. 3. Geniş bölgede tanınmayan bir dar bölge tipinin yeni çevreye ve ünlü bir ada bağlanması 4. Tanınmış bir tipin dar bölge tipine bağlanması 5. yabancı bir tipin milli bir tipe hatta bölge tipine bağlanması. 6. benzer özellikler taşıyan iki tipin yer değiştirmesi..” (ARTUN, 2004: 152-153)
Biz bu nedenler ya da yer değiştirme biçimlerine sahadan derlemiş
olduğumuz yukarıdaki fıkradan hareketle yedinci bir maddeyi de biz ekleyebiliriz:
7. Bir masal tipinin karşımıza fıkra tipi olarak çıkması.
Buna benzer bir yaklaşım sergileyen Sakaoğlu, Nasrettin Hoca’yı bir masal
kahramanı olarak inceler.11
3.2. YAPILARINA GÖRE BİR TASNİF DENEMESİ
Fıkralar temelde amaç, nükte, gerçeklik ifadesi gibi pek çok yönden aynı
özellikleri taşımakla birlikte yapısal açıdan kendi aralarında ayrılıklar taşırlar. Bu
ayrılıklar; türü pek çok açıdan besleyip zenginleştirir. Çünkü halk kültüründeki
diğer anlatı türlerinin de katkılarıyla fıkralar yeni kazanımlara ulaşır. Böylelikle hem
kalıcılık özelliği hem de pratik hayatta ve kısa zaman dilimi içinde kullanılabilirlik,
işe koşulurluk özelliği artar. Sınıflandırma çalışmasında ortaya çıkacak pratize
edilmiş kısa kullanımlar, arka plandaki fıkra bilinmese bile ön planda yer alan kısa
anlatımlı özlü nüktesiyle kalıcılık kazanır.
Sahadan derlediğimiz fıkralara baktığımızda Sivas fıkralarını yapılarına
göre şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
3.2.1. Durum Öykülü, Kısa, Klasik Fıkralar
Yaşantıya dayalı tecrübeleri gerçek yaşam ortamlarıyla, kısa, vurucu
sözcüklerle anlatan; geniş zaman veya duyulan geçmiş zamanla çekimlenmiş eylem
cümleleriyle dinleyiciyi nükteye hazırlayan; müspet ve menfi kişilikler arasındaki
tezatlarla sunulan tez ve anti tezle kısa özlü bir olay betimlemesi yaparak yaşantılar
arasından bir yaşantıyı kurgulayan ve nükte adı verilen hüküm cümlesiyle iletisini
11 Daha geniş bilgi için bkz. (SAKAOĞLU, 1999: 234)
26
dinleyiciye sunan fıkralardır. Bildiğimiz ve anlattığımız çoğu fıkra ve Nasrettin
Hoca’ya atfedilen şu Sivas fıkrası, bu konuda örnek kabul edilebilir.
“Nasrettin Hoca’ya “Hocam” demişler, “Seniñ ġarıñ çoh geziyor yav!”
Demişler; Hoca, şeyle bir düşünmüş, cevap vermiş:
- Yoh canııım! Gezse, bize de gelirdi, demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 32)
Görüldüğü gibi, fıkranın özünde kısa bir diyaloga dayanan ve yaşamdan
yalnızca bir kesit aktaran bu vak’ada türe özgü bütün özellikler; hazırlık safhası,
olay betimlemesi, tezat unsuru, diyaloglar, hüküm ve nükte olarak gerçekleşmiştir.
3.2.2. Atasözü Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar
Atasözleri, az sözle çok anlam ifade etmeleri bakımından yoğun bir anlam
zenginliğine sahip olmakla birlikte atasözlerinin bağlamsız icra edilmesi nerdeyse
mümkün değildir denilebilir. Bu noktada bağlamın gerçekleştiği ve atasözünün icra
edildiği bağlamla birlikte bir de oluşum bağlamı vardır ki bu bağlamla ilgili olarak
Başgöz, atasözlerinin bağımsız bir tür adı olarak düşünülmemesi gerektiğini ifade eder. “Aslında dünyadaki hiçbir kültür atasözünü bağımsız bir tür olarak kabul etmez ve kullanmaz. Atasözü daima diğer folklor türlerinin örneğin epik, romans, halk hikâyesi, halk şarkısı, efsane ve benzeri performans gerektiren durumlar olarak söylev ve konuşmanın bir parçasıdır. (BAŞGÖZ, 2006:88)
Fıkra türünde söylenmiş atasözleri de vardır. Bunlar çok kısaltılmış hikâye
biçimindedirler. Öğrenilen geçmiş zaman kipiyle anlatılan fıkralar, kimi zaman
geçmiş zaman görevinde kullanılan şimdiki zaman kipiyle de ifadelendirilebilir.
Mecazlı anlamları, günlük hayattan konuları tek kişili ya da iki kişili ya da anlatan
bir üçüncü kişiyi de içine alacak biçimde dillendiren atasözü biçimindeki bu
fıkraları, Müjgān Üçer, suyu çekilmiş bir göle benzetmektedir. (ÜÇER 1998: 211)
Şükrü Elçin bu tür fıkraları “Atasözüne Bağlı Fıkralar” (Nouvelles
Proverbiales) başlığı altında inceler ve onlardan örnekler verir: 1- Aza nereye gidiyorsun demişler. Çoğun yanına demiş. 2- Odunlar baltayı dava edeceklermiş. Sapı içimizden diye vazgeçmişler. (ELÇİN, 1995: 577)
Nevzat Gözaydın, “Atasözleri ve deyimlere Yeni Katkılar” makalesinde
Anadolu’da yaşayan Türk asıllı Ortodoks Hıristiyanlardan biri olarak tanıttığı
Evangelinos Misailidis adlı yazara (aynı zamanda avukat) ait “Temaşa-i Dünya ve
Cefakâr u Çefâkeş” adlı eseri tanıtırken eserin anlatımının çeşitli halk kültürü
ürünleriyle zenginleştirildiğinden bahseder:
27
“Atasözleri ve deyimlerin metin içerisinde bir kısmını yeri geldiğinde çıkış hikâyeleri ile birlikte aktaran Misailidis’in bu kitabındakiler ve bunlardan aşağıda örnek olarak seçip verdiklerim, günümüzde yayımlanan birçok yeni derlemede bulunmamakta ve küçük değişikliklerle aktarılmaktadır.” (GÖZAYDIN, 1988: 153)
Gözaydın’ın atasözleri ve deyimlerle ilgili olarak kullandığı “çıkış
hikâyeleri” söz öbeğinin, bizim ifade etmeye çalıştığımız her atasözü ya da deyimin
bildiğimiz veya bilmediğimiz bir bağlamı vardır, düşüncesiyle örtüşen bir anlamı
olsa gerektir. Çalışmamızın atasözleri ve deyimler halinde kalıplaşmış fıkralar
kısmının mihverine bu mantığı koyduğumuzda, olay çağrışımı yapan her atasözü ya
da deyimin öyküsünü bilmesek de bir arka planı olduğunu yani bir çıkış noktasının
bir bağlamla ilgili olduğunu söyleyebiliriz.
Sivas’ta herhangi bir durumla ilgili olarak anlatılan fıkralarla ilgili olarak
“temsil” teriminin kullanıldığını daha önce zikretmiştik. Katılımcı gözlem yoluyla
sahadan derlenen fıkralarda anlatıcıların fıkrayı anlatmaya başlarken “Bizim
oralarda bununla ilgili bir fıkra anlatılır…” diyerek anlatmaya başlamak yerine,
“Bizim orda bir temsil vardır…” şeklinde bir başlangıçla anlatmaya başladıkları
gözlemlenmiştir. Aynı terimi, öyküsüz bir atasözü için de bağlamı olan bir fıkra
için de kullanmaktadırlar. O halde, geçmişte “Darb-ı mesel” adıyla anılan
atalarsözünün bugün fıkralar ya da atasözleri için halk arasında “temsil getirmek”
deyimiyle kullanılması atasözleri ile fıkralar arasındaki illiyetin bir işareti olarak
görülebilir. Bunun en güzel örneği; Sivas’ta bağlamı zaman zaman anlatılan ama
zaman zaman da fıkranın tamamı anlatılarak değil de olay örgüsünün özet biçimiyle
bizim de sadece başlık şeklinde verdiğimiz kısımları söylenerek, içinde bulunulan
duruma sezgi yoluyla işaret edilen fıkralardır. Örneklemek gerekirse, Sivas’ta
“Ġabağı kim yediyse gelininen o yatsıñ” biçiminde söylenen temsil, herhangi bir
durumda bir nimetten faydalanan kişinin ortaya çıkan müşterek bir işi de o nimetten
faydalanmayı bildiği gibi yapması gerektiğini bilmeyi, ironik bir üslûpla öğütler. Bu
söz kullanıldığında aynı sosyal çevreyi paylaşan ve aynı geleneğe sahip olan kimse
“Bu ne anlama geliyor?” sorusunu sormaz. Çünkü verilmek istenen mesajı almıştır.
Bu mesajın bir bağlamı var mıdır? Evet vardır. İşte o arka planı kaynak kişiden
derlediğimiz şekliyle aşağıya alıyoruz:
“Ġabağı Kim Yediyse Gelininen de O Yatsıñ”
Şarġışla’nın köylerinden birinde deliġanlınıñ birini, babası everiyormuş
Zahir benim gibi ecik de erken evermişler ki ahlı birez çocuhcaymış. Ben evleninci
28
on yedi yaşındaydım. Eskiden düğünler yemekli olurdu. Şindikiler gibi datdiri
dütdürü değildi. Her neyse düğün yemeğine de ġabah datlısı etmişler. Güvā de,
ġabah datlısını bek severimiş. Düğüncüler getmiş; almış, gelini getirmişler, düğün
sahapları yemeği düğüncüye yedirmiş. O arada güvā de acıhmış, yemeğini yemiş,
bahmış ki sufrada ġabah datlısı yoh, anasına demiş ki
- Ana gı ġabah datlısı varıdı niye getirmediñiz? Demiş, anası da:
- Abooo ġurban oluyum yavruuum vallaha millet ġırılmış gibi yedi, heç
ġalmadı guzūm! Ben saña yarin gine bişiririm, demiş; demiş ya oğlan küsmüş bir
kere. Yadsı (yatsı) namazından sōna bunu gerdağe sohacahlar ya mümkünü var mı
oğlan odaya girmiyormuş. Anası yalvarıyormuş:
- Oğlum! Etme dutma köleñ oluyum, ġadañ alıyım, gel babam, ayıp günaf
eliñ ġızına!
Yoh! Oğlan, uşah gibi nazlanıyormuş. Yatmış yere ġahmıyormuş. Anası
göğnünü edecek ya gine yalvarıyormuş:
- Ula yavrum ġosgoca adamsıñ. Bah seni everdik, ġuru yerlerde yatma
babam, get ġarıyıñ ġoynunda yat. Oğlan “İnadım inat” diyormuş, “Nuf diyor
peygamber demiyormuş”:
- Baña ne ana yatmıyom! Ġabağı kim yediyse gelininen de o yatsıñ,
diyormuş.” (bkz Metinler bölümü, no: 174)
“Adem acıhmış ki yavan ekmeği it gibi ġapıyor” sözü de yine nerede nasıl
konuşacağını bilmeyen zevzek insanların saygı göstermesi gereken bir kişiye karşı
kırdığı potu örneklendirerek, çok yiyen obur kimselere şaka yoluyla anlatılır.
Kişinin çok yediği ya da çabuk yediği değil de durumun özelliği ön plana
çıkarılmaktadır. Espri kırıcı olmaksızın öyle anlatılır ki ne yiyen kişi alınır ne de
anlatan kişi onun bu sözden alınmasını arzu eder. Önemli olan işin nirengi noktasını
bulup onu hissettirmektir. Şaka sözün özünde gizlidir ve şaka olduğu herkesçe
bilinmektedir. İlgili temsili aktarıyoruz:
“Adem12 Acıhmış ki Yavan Ekmeği İt Gibi Ġapıyor”
Şarġışla’nın köyleriniñ birinde benim gibi ecik zevzek bir ġız varımış. Bu
ġızı gelin etmişler. Gelin vardığı evde bir gün, bu ġızın böyük ġaynı varımış; o, ekini
biçmiş, tarladan gelmiş. Evüñ gelinleriniñ hepisi şeremet şeremet ġayınlarınıñ
12 Burada “ade” (ede) sözcüğü, ağabey (adem: ağabeyim) anlamında kullanılmıştır.
29
sufrasını sermişler, adamı sufraya oturtdurmuşlar, bir yumuşu var mı deyi de
sessizce bir köşeye çekilmiş, elpençe divan, ayahda bekliyollarımış. Bir de
ġaynanaları gelmiş, gelinlerine sormuş:
- Ġızııım, adeñiziñ yemāğini verdiñiz mi? Oğlan tarlada acından ölmüşdür
ġııı, demiş; bu zevzek gelin duramamış, ġaynanıya hoş gişi görünecek ya, bizim ġız
gibi işte13, şeremet, malamat:
- Heee anā, demiş; ġurmah mı heç? Ġurduh ġurdūh! Amanıñ anāā! Adem
acıhmış ki yavan ekmeği it gibi ġapıyor, demiş. Yā işte benim gibi ecik zevzāmiş14
ellaham işte.” (bkz Metinler bölümü, no: 175)
Aslında farkında olunan bir olumsuzluğu ifade eden ancak olumsuz
durumu gidermek için, özünde sabrı ve tahammülü de gizleyen bir olgunlukla hiçbir
çaba göstermeden karşıdaki insanın hatasını anlamasını beklemeyi ifade eden
atasözüne dönüşmüş özetiyle “Kürd’ü eşek belleme çorbayıñ da duzu yoh” şeklinde
söylenen, artık bir atasözü şeklinde kullanılan ve ironik bir anlam taşıyan sözün arka
planındaki öyküyü de aşağıya alıyoruz:
“Kürdü Eşşek Belleme, Çorbayıñ da Duzu Yoh”
Eskiden köylerde çoban dutardıh. Hep de Kürtler bizim oralara çoban
durmıya gelilleridi. Çobanıñ yemeğini de her gün bir ev verirdi. Buña biz çoban
gormek diyorduh. İşte ġarının birine çoban gorme sırası gelmiş. Garı da çorbayı
bişirmiş amma duz atmayı unutmuş. Bir tas çorba getirmiş Kürd’üñ öñüne. Çorbaya
heç tuz atmadığını biliyormuş amma gendi gendine, “Āmān, Kürt ne bilecek duzluyu
duzsuzu?” demiş, duz getirmemiş. Kürt, çorbayı ġaşıhlamış, içmiş, bitirmiş. Ağzını
yağlığına silmiş. Ġapıdan çıharken ġarıya demiş ki:
- Baci baciii! Kürdü eşşek belleme, çorbayıñ da duzu yoh! Demiş”. (bkz
Metinler bölümü, no: 201)
Bu sözde bir çeşit küçük görmeyi ifade eden ama aynı zamanda bu küçük görme
ahlakını kınayan, iğneleyici bir tariz de saklıdır.Bazı atasözleri ise, manzum bir nitelik
taşıdığı için, bir yaratma bağlamı yani bir çıkış öyküsü bulunan atasözlerine örnek kabul
edilebileceği gibi, düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralara da örnek teşkil edebilir. 13 (Kaynak kişi, kendi kızının durumuyla çok çalışıp karşılık bulamamak, ama yine de kayınvalidesi tarafına hoş görünmek için çaba göstermek açısından bu gelin arasında bir benzerlik kurar, etrafında onu dinleyenler “Bizim ġız gibi işte” söz grubundan onun kimi ve neyi kastettiğini bilmektedir. 14 Zevzek: aslında nerede ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmeyen kişi demektir. Kaynak kişi tam aksine çok lafı sözü dinlenir, nerede ne konuştuğunu bilen, yerinde ve gereğince konuşan biridir. Burada benim gibi benzetmesi, bir çeşit alçak gönüllülük ifadesidir.
30
“Sen Hot Ben Hot Beygire Kim Versin Ot
Nasrettin Hoca’nıñ her işini gören bir beygiri varımış. Her gün bu beygiriñ
bahımı neyse, Hoca yapar; yemini, suyunu Hoca veririmiş. Soñunda osanmış gayrı,
eve varmış, ġarısına çekişmiş:
- Ula ġarı sen nasıl ġarısıñ? Bir gün de Allah rızası için şu beygiriñ yemini
suyunu sen ver yav! Demiş. “Sen verecēñ! Yoh ben vermem, sen verecēn!” derken,
ġarınıñ ġaburgası ġalınımış ecik ki Hoca’nıñ da depesi atmış. Başlamışlar
döğüşmiye. Eñ soñunda bahmışlar olmuyor, bir ġarara varmışlar. “Eñ eyisi biz
birbirimize küsek; öñce kim konuşursa, bundan sōna beygiriñ yemini suyunu o
versiñ.” demişler. Ammā Hoca’nıñ ġarısında eyle bir inat varımış, eyle bir inat
varımış ki (aha anañız bazı eyle inat ediyor ya onuñ gibi) ġaburgasına vermiş,
ölmüş de ġonuşmamış. Eeee! Hoca; üç gün, beş gün, bir hafta derken bakmış ki
olmuyor, beygir acından ölecek, edememiş ġonuşmuş:
- Ula ġarı sende gavur inadı var, demiş; “Sen hot15, ben hot beygire kim
versin ot” demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 190)
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, Sivas’ta “temsil” adıyla
kullanılan ve sadece özetleşmiş biçimiyle aşağıda vereceğimiz pek çok atasözünün
bağlamında da bir fıkra vardır. Anlatılarının unutulmuş olduğu pek çok fıkra,
yapısındaki kişi ve zamana bağlı olarak çekimlenmiş eylemle ve içinde mevcut
bulunan tezat unsuruyla arkasındaki öyküyü sezdirir. Bazılarında hem kişi hem
zaman hem de mekan bir arada bulunur ki zaten bir olay metninde bulunması
gereken unsurlar da bunlar değil midir? Olay yazılarında olması gereken sebep
sonuç ilişkisi de bu sözlerde belirgin biçimde kendini gösterir.
“Bir köyüñ beynamazı (bî-namazı) bir köye imam dururumuş.” (KK: FK)
Atasözünü ele alalım: Mekan, köy; zaman, geniş zamanın rivayeti; kişi ve karakter
ise, sorumluluk duyması gereken kişilere karşı sorumluluklarını yerine getirmeyen
ve bir başka mekanda el üstünde tutulan bir tiptir. Böyle bir sebepten doğacak sonuç
da az çok tahmin edilebilir. Liyakati olamadığı halde bir statü elde etmek haksız bir
sebepten kaynaklanan beklenmedik bir kazançtır. İmamlık ve bînamazlık arasındaki
tezat unsuru da fıkranın özünü oluşturan karşıtlık ilgisinin ta kendisidir. Aynı
15 Hot, sözcüğü bencil anlamında kullanılmaktadır. Muhtemelen Farsça dönüşlülük zamiri olan “hod” sözcüğünün anlam kayması yoluyla bencil anlamı kazanmasından oluşmuş olsa gerektir. Ayrıca aynı sözcüğün geçimsiz, inatçı gibi yakın anlamları da kullanılmaktadır.
31
anlamı, mesajı ve olay örgüsünü çağrıştıran “Bilmediğim köye gitsem de bildiğim
kadar övünsem” gibi pek çok atasözüne, Sivas’ta, sözlü kaynaklarda rastlamak
mümkündür. Aşağıya durum öyküsü niteliği taşıyan ve fıkraya özgü yapısal bir
özellik olan karşıtlık unsurunu da içinde barındıran bazı atasözlerini alıyoruz.16
• “Zorunan davara giden it, uluyu uluyu ġurt getirir”
• “Öksüz, oynaşa getmiş de ay, ahşamdan doğmuş.”
• “Dilki deliğe sığmamış, götüne çalı bağlamış”
• “Ġonşuya ġatığa gider, küleği götüne dutar.”
• “Halını bilmiyen sefil Ġamber (Kamber); gece ay ışığında oturur,
gundüz balmumu yahar.”
• “Halına bahmıyor, Hasan Dağı’na oduna gidiyor.”
• “Bizim gelin bizden ġaçar başını örter; götünü açar.”
• “Ayran bulamaz içmiye, atınan gider sıçmıya”
• “Obadan bulgur döşürür, oynaşa pilav bişirir.”
• “Ben umuyom bacımdan, bacım ölüyor acından”
• “Gendi başını bağladı da gelin başı ġaldı.”
• “ İneğim gine sütlü, sütlü de depdi depdi devürdü.”17
• “ Tatlınıñ18 tarhana aşı, Çıbıhlıyı19 altı aylıh yoldan ağlemiş.”
• “Ġoyunuñ bulunmadığı yerde geçiye Apdırahman (Abdurrahman)
Çelebi deller.”
• “Ġırh serçeden bir kebab olmaz, ille bir sahallı culuh”
• “Ben saña ġırh kere duz ġoyyom sen gine duzsuz ossuruyoñ”
Bu atasözlerinin çoğu, eylemlerinin çekimleniş biçiminden dolayı atasözü
gibi görünmeyebilir. Ancak yapı, dar sahaya ait olduğu için genelleşmemiştir. Oysa
aynı sözler, Sivas’ta “Gendi başını bağladı da gelin başı ġaldı.” Biçimiyle telaffuz
16 Metin kısmında arka planı anlatılan fıkralarda kaynak, fıkra numarası olarak ayıraçlar içinde gösterilecektir Bu atasözlerinin Kaynak kişileri aynı sözleri günlük hayatları içinde, çeşitli bağlamlarda sürekli kullandıklarını tespit ettiğimiz Fevzi Kılıçer, Güllüşan Bahçivan ve Gülbeyaz Kılıçer’dir. 17 Aynı sözün farklı bir söylenişi yine aynı kaynak kişilerden derlenmiştir. Diğer sözde olayın kahramanı olan inek karşımıza kimliğiyle çıkar: “Al’inek (Ala inek) de çoh sütlü amma depip devürenden sōna”. Bu biçim yukarıdaki temsilin kahramanı olan ineğin alaca renginden dolayı Ala İnek adıyla adlandırılan inek olduğunu ortaya koymaktadır. 18 Tat, Yıldızeli’ne bağlı bir köy. 19 Çubuk, Yıldızeli’nin bir köyü
32
edilirken ulusallaştığında özel ifadesinden boşanarak “Kendi başını bağlayamayan
gelin başı bağlayamaz.” biçiminde bir ifadeye ve genel bir öğüt anlamına kavuşabilir.
3.2.3. Deyim Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar
Atasözlerinde olduğu gibi, deyimlerde de bir çıkış hikâyesinden, yaşanmışlık
ifade eden bir arka plandan bahsedilebilir. “Hemen her deyimin bir hikâyesi vardır.”
(OĞUZ vd., 2004: 151)Yani her metni anlamlı kılan bir bağlam vardır. Bu metin, bitmiş
ve yargı bildiren bir cümle de olabilir; hiçbir yargı taşımayan bir söz öbeği durumunda
da bulunabilir. Özet bir ifadeyle anlatacak olursak; bitmiş bir cümle özelliği taşımadığı
halde, bünyesinde barındırdığı vak’asal çağrışımlarla halk hafızasında çağrışımlar
uyandıran pek çok deyimin de bir öyküsü vardır, diyebiliriz. Bu öyküler anıları
hatırlanır kılmakla birlikte bunların sözlü ifadelerini de kalıplaştırarak ölümsüzleştirir. “Yaşanmış olaylar, kimi zaman atasözü olarak öğüt vermiş, fıkralı atasözü olmuş veya deyimleşmiştir. “ (ÜÇER 1998: 175)
Alandan derlediğimiz öykülü deyimler yanında, yine bir vak’a çağrıştıran
ama öyküsüne ulaşamadığımız pek çok deyim de pratikte kullanılan ve durum ifade
eden söz grupları olarak literatürde yerini alır.
Bazı deyimler, benzer durumlarla ilgili çağrışımı benzetme edatıyla sağlar.
Deyimde yer alan özel ad, çağrışımla ilgili yaşanmışlığın mutlak bir hikâyesi
olduğunun fotoğrafıdır. Çünkü, mezkur mekanda meydana gelen bir olay olmaksızın
bir başka olaya emsal teşkil etmesi mümkün değildir. “Çanakçılının koyun terlettiği
gibi” deyimi güzel bir örnektir.
“Çanahcılınıñ20 (Çanakçı) Ġoyun Terletdiği Gibi (bkz Metinler bölümü, no: 202)
Ġurban bayramına birġaç ay ġala ġurbanlıh ġoyun beslerken, ġoyunlarıñ
ağılını dışarıdan ve içerden bir eyce ışıh görmiyecek, heç hava almıyacah bir şekilde
çamırınan suvallar. Beyle yapıncı, ġoyunlar etlenir, gelişillerimiş. Besiciler, buña
“ġoyun terletme” deller. Amma eyle hep havasız ġomıyacāñ tabi. Arada bir açıp hava
havalandıracāñ. İşte bizim Şarġışla’nın Çanakçı Köyü’nden bir herif, biraz da
dalgınca bir adam mıymış her nasılısa beyle bir ġoyun terledirken hava aldırmayı
unutmuş; zavallı hayvanlar, ısıcahdan çatlamış, ölmüşler. Ondan sōna bu temsil
olmuş tabi. Bir yerde insanlar beyle çoh ısıcahda ġaldılar mıydı, “Çanahcılınıñ
ġoyun terletdiği gibi” dellerdi eskiler. Biz de onnardan duyduyduh işte.”
20 Çanakçı: Şarkışla’ya bağlı bir köy
33
Bir iş için endişe duyan kişiden başka o işi kimsenin yapmayacağı
düşüncesini ifade eden “Çabalayan gider çifte” deyimi özellikle yaşlı kadınlar
arasında gençlerin sorumsuzluklarını ifade için kullanılır. Hatta aynı durumu ifade
eden düzgü biçimindeki “Gelin iki canlı/ Ġızıñ ġolu mercanlı/ Çalış ġocaġarı çalış”
(KK: GK) bir fıkra da benzer durumlarda hatta bazen art arda söylenir.
“Çabalıyan Gider Çite (çift)
Ġocöküzünen at ahırda yem yiyorumuş. Gocöküz duruyorumuş, bir: “Çite
gidilecek.” diyormuş. Bir demiş iki demiş, beş demiş. At bahmış ki bu susmıyacah,
canı sıhılmış demiş ki:
- Ġocöküüüz! Ġocöküüüz! Ne götüñü yırtıyoñ? Gine sen gidecēn, gine sen
gidecēñ; çabalıyan gider çite, demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 205)
Her deyimle birlikte zihnimizde bir bağlam çağrışımı uyanmayabilir.
Örneğin “Havayı göñüllü zır zır ahıllı” (KK: GB) deyimi, özel bir durum ifade
etmediği için, böyle bir deyimde bağlam aramak anlamsız olabilir. Bu deyimle ilgili
olarak, her durumda biraz uçarılık ifadesi, ilk bakışta göze çarpan anlamdır; oysa
emir kipiyle çekimlenen “Ġadılı’dan yenge21 gelmiş gibi oturma!” (KK: GK)
deyiminde bir düğün olayından ve bu düğünle ilgili bir mekan olarak Sivas’ın
Yıldızeli ilçesi’nin Kadılı Köyü’nden bahsedilmektedir. Bunun bir bağlamının
olmaması mümkün değildir. Öykülerini sahadan derleyememiş ve dinleyememiş
olsak bile, aşağıdaki deyimler yine vak’a çağrışımlı deyimlerdir.22
• “Ben bunu bizim çil tavuğa da çıkarttırırdım” (bkz Metinler bölümü, no:181)
• “Oğlum topal ben ihtiyar” (bkz Metinler bölümü, no: 82)
• “Gendini deliye, götünü çalıya veriyor.23”
• “Şeyini suda görse balıh sanıyor24”
• “Eñ ahıllısı öñden giden şeyi ipli25”
21 yenge: Bir düğün sırasında kızın odasını sermek üzere kız evinden gelinle birlikte gelen ve odayı serdikten sonra adet olan ve oğlan evi tarafından verilen yemeği yedikten sonra yine oğlan evinin kedilerine refakatiyle tekrar kız evine dönen gelinin akrabalarından birkaç kadın. Oğlan evinin yenge gelen kadınlara verdiği yemeğin zenginliği oğlan tarafının şanını artırır, önemsenir ve yengelerin dönüşünde kız evinde mutlaka konuşulur. 22 Öyküsü olanların metin numaraları ayıraç içinde verilmiştir. Ayrıca bu deyimler yine yukarıda adlarını verdiğimi Gülbeyaz Kılıçer, Fevzi Kılıçer ve Güllüşan Bahcivan tarafından günlük yaşam içinde sürekli kullanılan deyimlerdir. 23 Kendini deliye götünü çalıya vermek: Deli gibi davranarak, içinde bulunduğu kötü durumdan sıyrılmaya çalışmak 24 Şeyini suda görse balık sanmak: Kendini ve sahip olduklarını çok önemsemek, kendini beğenmek 25 En akıllısı önden giden şeyi ipli: En akıllı bilinen bile delinin önden gideni.
34
• “Birbirinden yüzü ġara yavrucuhlarım26”
• “Deli ġızıñ halay çektiği gibi27”
• “Körüñ küfte yeddiği gibi” (bkz Metinler bölümü, no: 187)
• “Düşünü söylerken oynaşını söylüyor28”
• “Atı ġaçmış yengeye döndü”29
• “Gezeğen ayahları sazağan oldu”30
• “Yolcu bohuna dadanmış ġargıya (Kargaya) dönmüş.”31
• Dağdaki davşana sarımsah döğüyor32
Bu deyimlerden pek çoğu yerel kullanım bağlamından ulusal kullanıma
aktarılmamış olsa bile yörede hemen herkesin tanıdığı ve içselleştirmek suretiyle
pratik yaşam bağlamlarında kullandığı deyimlerdir.
3.2.4. Sorulu-Cevaplı Kalıplaşmış Fıkralar
Bazı fıkraların uzun anlatılara ihtiyacı yoktur. Vermek istediği mesaj ya da
hisseyi, belki tek bir cümlenin içinde veya soru ve cevaptan oluşan birbirine bağlı
iki cümle halinde verir. Bu cümlelerin ilki, dikkati nükteye çeken ve anlatının
bütününü özetleyen soru cümleleridir. Fıkranın nüktesi ise, cevabın kendisidir ve
metnin ikinci cümlesidir. Metnin bütün çarpıcılığı bu cümleye yüklenmiştir. Bu
tarzda anlatılan fıkraları daha iyi tanıyabilmek için birkaç örnek yeterli olacaktır:
• Deveye “Boynun neden eğri? diye sormuşlar, “Nerem doğru ki?” demiş.
• Deveye “Sanatıñ ne?” diye sormuşlar, “Berberlik.” demiş. “Hay soyha
elleriñ de bir yahışır ki!” demişler.
• “- Çimdiñ mi kel ġız?
- Yundum bile”
Örneklerde görülen genel anlam; ince alaya dayalı bir yakıştıramama, layık
görmeme anlamıdır. Beklentilerin tersine meydana gelmiş bir durum karşısında tariz
yoluyla kendi düşüncesini belirtmenin en az inciten ve sorun çıkarmadan mesajı
ileten yolu sorulu cevaplı fıkraları kullanmaktır. 26 Birbirinden yüzü kara yavrucaklarım: Hepiniz suçlusunuz anlamında bir hitap 27 Deli kızın halay çektiği gibi: Uygunsuz durumlarda uygunsuz hareketler yapan kişilere söylenir. 28 Düşünü söylerken oynaşını söylemek: düşünmeden konuşup söylememesi gereken şeyleri söylemek. 29 Beklemediği olumsuz bir gelişme karşısında olduğu yerde şaşırıp kalmak. 30 Çok gezen birinin önemli bir sebepten dolyı bir yere çakılıp kalması, artık gezememesi. 31 Bedava geçinmeye alışmış. 32 Gelmesi beklenen ama henüz gerçekleşmemiş bir çıkar üzerine plan kurmak.
35
3.2.5. Düzgü Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar
Fıkralar, genel yapıları itibariyle mensur metinlerdir. Ancak bazı ölçülü
sözler, manzum hiçbir tür içinde yer almazlar. “Düz-” kökünden türetilmiş olan
“düzgü” terimi, bu manzum parçaları en iyi ifade eden biçim olsa gerektir. Düzgü
teriminin isim babası olan Doğan Kaya: “Muhtelif konularda ve daha ziyade ikilik yahut üçlüklerle söylenen; tecrübe ve görüşleri yansıtan; duygu inanç, düşünce, davranış için düzülmüş özlü ve ölçülü sözlere düzgü denir” (KAYA 1999: 403)
tanımıyla düzgünün hayat tecrübelerini içerdiğini belirtir. O halde yaşamsal
süreçlerin bir sonuca ulaştırarak yarattığı ve tecrübeyi hisseye dönüştürdüğü bazı
düzgüler; anlamca, ihtiva ettiği olay kurgusu ve tezat unsuru bakımından fıkra
içinde değerlendirilebilir. Sivas’ta anlatılan aşığıda da örneklendireceğimiz birçok
fıkra da düzgülerle, estetik bir üslûpla birlikte düzgünün söylenişinde mevcut
bulunan ahenkle de bir kalıcılık kazanmıştır.
“Dana sığır geldi/İki çit lafım ġaldı” (bkz Metinler bölümü, no: 167)
Sivas’ın köylüklerinden birinde iki ġonşu ġadın zabah ezeninde gahmış;
ahırdaki malı, davarı çobana teslim etmişler. Çoban, malları almış, yaymıya
götürmüş. Bu ġarılar da kapınıñ öñünde lafa dalmışlar. Artıh n’āder (ne kadar)
çeñe çaldılarısa ahşam ezenleri ohunuyormuş ki çoban, malı davarı yaymış, gerisin
geri getirmiş. Boşbuğaz ġarılar bir de bahmışlar ki çoban, malları öñüne ġatmış
getiriyor. Lafları yarım galmış zahir ki bitirememişler. Garınıñ birisi:
- Amān anām dana sığır geldi ya iki çit lafım da ġaldı, demiş.
“Harınnıoğlunuñ33 abası/Gece gendi giyer günüz babası” (bkz Metinler bölümü, no: 84)
Eskiden şindiki gibi insanların ġat ġat elbisesi olmazıdı. Millet ahşam yur
zabah giyerdi üstünü34. Fahırlıh çoğudu. Şindi millet “yoh yoh” deyi deyi yiyor.
Gorharım Allah yoh edecek. Milletiñ gat ġat elbisesi dolaplara sığmıyor. İşte
eskiden “aba” delerdi, ġalın ġumaşdan paltolar olurudu. Harınlıoğlu35 deyi tanınan
bir adam varımış bir yerde. Herhalda Harun köyündenidi zahir ki. İşte bu adam
33 Muhtemelen buradaki Harın sözcüğü Şarkışla’nın Harun Köyü olmalıdır. Kaynak kişinin de Şarkışlalı olması bu yöre fıkralarını anlatması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir. Kaynak kişinin kendisi de böyle olduğunu düşündüğünü ifade etmiştir. 34 Yerel ağızda elbise yerine üst sözcüğü kullanılır: “üstünü giymiş, üstünü başını çıhartmış” gibi. 35 Muhtemelen buradaki Harın sözcüğü Şarkışla’nın Harun Köyü olmalıdır. Kaynak kişinin de Şarkışlalı olması bu yöre fıkralarını anlatması bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
36
fahır bir adamımış demek ki, bunuñ bir abası varımış, bu abayı babası da gendi de
giyerimiş. Koyüñ ġarıları da bunnara temsil söylemiş:
“Harınnıoğlunuñ abası, gece kendi giyer günüz babası.” demiş.
“Ölümüz can’uçun halv’ettik/Datlıydı biz yedik” (bkz Metinler bölümü, no: 59) Sanki sen bilmiyoñ mu ġı? Ġandil gecelerinde havla ediyoh ya36 İşte
ġarınıñ biri de ġandil gecesi gunü konşusuna Yasin ohumıya gidecāmiş. Evden
çıhıyormuş, geliniynen ġızına demiş ki:
- Ġoo! Demiş, ahşama ġalmadan ecik halva ediñ de ölümüzüñ can’çun
ġonu ġonşuya dağıdah, demiş. Neyse ġonşuda Yasin’i ohumuşlar, ilkindi (ikindi)
vahdı ġarı dönmüş evüne gelmiş. Bahmış ki evde bir halva ġohusu var: “Eyi, demiş
halvayı etmişler” demiş amma mutlağa (mutfak) girmiş bahmış ki ortada havla
malva yoh! Halva tavası boş…
- Ġıız baba dutasıcalar ben size havla ediñ demedim mi giderken? Deyi
bağırıncı fuhare gelin bir sıçıramış, suçlanmış, pısmıış, bir ġıyıya çekilmiş, durmuş
amma ġız ecik yırtıhcaymış arsız beşiyimiş ( bir şeymiş), suçlarını söylemiş:
- Neydek ana! Ölümüz can’uçun halv’ettik, datlıydı biz yedik.
Her düzgünün de deyim ve atasözlerinde olduğu gibi bir olay çağrıştırması
beklenemez “Laf değil horata/Hıyar değil salata” (KK: GB) düzgüsünde bir anlam
derinliği veya bir olay örgüsü aramak ilk bakışta yanlış olur. Ancak bu, düzgünün bir
çıkış hikâyesinin olmadığı anlamına da gelmez. Düzgünün çağrıştırdığı temel anlam,
boş konuşmamayı öğütleyen bir sözden öteye geçmez. Aşağıya aldığımız düzgülerde
ise, bir çıkış metninin olduğu ip uçlarını veren ifadeler mevcuttur. “Altı ayın
emeği/Deli kızın yemeği” uzun zaman zarfında zar zor becerilebilen bir işle ilgili
ortaya çıkabilecek bozucu bir tehlike karşısında oluşan bir savunma ifadesidir. Zaman
altı aydır. Kahramanımız ise Deli Kız. Olay örgüsü, oldukça açıktır. Deli kızın bin bir
emekle vücuda getirdiği bir iş, bozulma tehdidi altındadır ve bir insaf beklentisi
vardır. Diğer düzgülere de bakıldığında hemen bu tarz bir öykü oluşturulabilir. Çünkü
36 Her kandil gecesinde Sivas’ın hemen her evinde un helvası pişirilir. Bir halk inanışına göre o ocaktan geçen bütün aile büyüklerinin ruhları “Torunlarımız, çocuklarımız bizim için ne hayır yapıyor?” diye kendi evlerine gelirlermiş. Evlerinin yolunu bu helvanın kokusuna buldukları inancı halk arasında yaygındır. Hatta helva yapmakla ilgili olarak kandil gecelerinde kadınlar arasında “Gidiyim de bir helva kokutayım” deyimi kullanılır.
37
bir “an”ı ifade edecek kurguyu oluşturacak bütün materyal hazırdır. O halde fıkranın
hazırlık bölümü için malzeme vardır. Nükte ise, zaten düzgünün kendisidir.37
• “Allah boy vermiş / Götünü delmiş ġoyvermiş.”
• “Altı ayıñ emeği / Deli ġızıñ yemeği”
• “Ana gezer, ġız gezer / Bu cehizi kim düzer?”
• “Anasınıñ öğdüğü ġızıñ üstüne sıçasım geldi / Eliñ öğdüğü ġızı alıp
ġaçasım geldi”
• “Arpaya ġatsañ at yemez / Kepeğe ġatsañ it yemez.” (194)
• “Aşda bildiği yarma / İşde bildiği örme”
• “Boyu ġavah gibi / Ahlı savah gibi”
• “Boyu sırık gibi / Aklı ossuruk gibi”
• “Değirmene vardım derdim yanmıya / Değirmen başladı hır hır dönmiye”
• “Depesi delik kel ayna / İbraham çalsıñ sen oyna”
• “Ektiğim nohut, biçtiğim nohut / Şehere geldiñ de leblebi mi olduñ /
İçine sıçtığım nohut” (173)
• “Eskiyi giyer yok gibi / Yeñiyi giyer bok gibi”
• “Eşeğe binmiş bir Laz / elinde bir mendil kiraz” (86)
• “Evine örme örmeyir / Ellere halı dohuyır”38
• “Ġaldıh oğul eline / Minnet eyle geline”
• “Ġavuncu ġızını ġarpuz duttu / Tikeni elime battı.”
• “Geçi dağda / Ġıl hararda39 / Şahsenem evde kirmen eğiriyor.” (193)
• “Gelin iki canlı / Ġızıñ ġolu mercanlı / Çalış ġocaġarı çalış”40
• “Getir ver varlığı / Gösderiyim erliği.”
• “Gordüm duzlanıñ yohuşunu / Göt’aşşağı sarhışını” (83)
• “Kim yudu kim daradı / Sohbet kele yaradı”
37 O halde bunların bir bağlamları olduğu gerçeğinden hareketle bizim ulaştığımız bu düzgülerin hikâyelerine de bir başka halkbilimci ulaşabilecektir. Bu temenniyle metinleri sıraladık ve bu metinler arasında yaratılış bağlamlarını sahadan derleyebildiklerimizin metin numaraları ayıraç içinde verdik. Kaynak kişi bilgisi ve metinlerin tamamı için bkz. Metinler bölümü. Ayrıca ilk yaratma bağlamı tespit edilemeyen düzgüler, yine Gülbeyaz Kılıçer, Güllüşan Bahcivan ve Fevzi Kılıçer’den farklı bağlamlarda sürekli olarak duyduğumuz düzgülerdir. 38 Bu düzgü Gürün ilçesinde kullanılmaktadır ve kaynak kişi Medine Şimşek’ten derlenmiştir. Benzer anlam içeren ve Şarkışla’da söylenen bir düzgüyü de kaynak kişi Gülbeyaz Kılıçer’den derledik: Gendi tarlasında çekmez orağı/Eliñ tarlasında honcubaşı (ırgatbaşı) 39 Harar: çuval 40 Kaynak kişi: Gülbeyaz Kılıçer, daha geniş bilgi için bkz. Kaynak kişiler bölümü)
38
• “Ne bir bilir / Ne bir bilene danışır.” (72)
• “Osman gıdıh ben gıdıh / Osman’ı uyhuya ġoduh” (177)
• “Öldü ağalar paşalar / Kedilere ġaldı köşeler.”
• “Poşalar çocuklarına dermiş ki: - Adam olacahsan aha davul zurna / Yok
olmayacahsañ işte okul orda.” (171)
• “Sabah boranı / Ahşam boranı / Bilmem neydiyim bu evde duranı” (180)
• “Seni alan neylesiñ / Bir ġazığa bağlasıñ / Girsiñ çıhsıñ ağlasıñ”
• “Siñek geldi dız dedi / Ne duruyoñ ġız dedi / Ġah cehizi düz dedi”
• “Söylesem söz oluyor / Söylemesem ġara bağrım köz oluyor”
• “Vursañ ölüyor / Vurmasañ payıñı eliñden alıyor”
• “Yağmur yağmadan sele gidiyor / Düñür gelmeden ere gidiyor”
• “Yazın yattıñ yarinen / Harman savur ġarınan”
• “Atlı ġonah sığmış da /İtli ġonah sığmamış” (217)
Görüldüğü gibi, bu düzgüler içinde cinsel içerikli olanlar ya da argo sözcükler
içerenler de mevcuttur ancak bunların pek çoğunun pratik bağlamlarında bir cinsellik
olgusu ya da küfürlü konuşmalara uygun bir ortam olması beklenmez. Yani onların
işlevleri terminolojileriyle bir aynılık göstermeyebilir. “Allah boy vermiş / Götünü
delmiş ġoyvermiş.” düzgüsünde kınanan bir durum sözkonusudur. Kişinin biyolojik
büyüme yaşıyla ogunluk yaşının orantılı olmayışına işaret eder. Oysa düzgünün
terminolojik yapısında cinselliğe de işaret ettiğini düşündürecek argo bir sözcük
bulunmaktadır. Mesajında ise; sözel dokusunun tersine, insanın yaşıyla, boyuyla doğru
orantılı olarak olgun davranışlar göstermesi gerektiğine bir işaret vardır.
3.2.6. Manzum Atışma Biçiminde Fıkralar
Düzgüler dışında bazı manzum metinler de fıkra niteliği taşıyabilir. Halk,
gelenekte yaşatılan atışma biçimini hayatın pek çok alanına taşımış, türküler, halk
hikâyeleri, fıkralar bazı edebî türler içinde metnin vazgeçilmez parçaları olarak da
kullanmıştır. Metne ayrı bir akıcılık ve çarpıcılık kazandıran bu atışmalar, fıkranın
özünde bulunan zıtlık kavramıyla da örtüşen bir ifade güzelliğine sahiptir.
Misafir (bkz Metinler bölümü, no: 30)
Bizim Gürün’üñ Ġaradoruh (Karadoruk) köyünde bir adam Mustafa
Çavuş’a misafir getmiş. Ġapıda, atından ener enmez, Mustafa Çavuş’a seslenmiş:
39
“Ev sahibi! Ev sahibi
Atıma arpa baña yımırta
Baldan haberiñ olsun,”
Mustafa Çavuş cevap verir:
“Sovan ye sarımsah ye
Haldan haberiñ olsun”
Misafir tehditkâr bir tavırla:
“Elimde demir asa
Ayağımda demir çarık
Çaldan haberiñ olsun”41
Ev sahibi edepli ol manasında:
“Ayahda çarıh, gıvrah dolah
Yoldan haberiñ olsun”42
Misafir eşkiyaca tavırlarını devam ettirir:
“ Dutarım goluñdan, atarım dereye
Selden haberiñ olsun”
Bu kategori, düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralarda da dolduğu gibi, türün
genel mensur yapısının dışında, manzum metinlerle de ifade edilebileceğine işaret eder.
3.2.7. Karşılıklı Konuşma Biçiminde Kalıplaşmış Fıkralar
Bazı fıkralar, karşılıklı konuşmayı belirten birbirine anlamca bağlı iki
cümleden oluşur. Aşağıdaki örneklerde görüldüğü gibi, bu kısa fıkralarda kullanılan
kip, duyulan geçmiş zamandır. Bu fıkralarda anlam, başlık olarak aldığımız
kısımlarda özetlenmiştir ve ait olduğu coğrafyada yaşayan insanların hemen hepsi
tarafından özet biçimiyle söylendiğinden anlaşılır. Örneğin “Öksüz, oñdum demiş;
şeytan, öldüm demiş” (bkz Metinler bölümü, no: 69) sözü işi rast gitmeyen kişilerin
başına mutlu bir hadiseden sonra yeniden bir talihsizlik geldiğinde karşılaştığı her
talihsiz olayla ilgili söylediği bir sözdür. Bu fıkra, söylenişindeki ahenkten ve beş
heceli, kafiyeli iki dizeden oluşması yönüyle düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralar
içinde de değerlendirilebilir. Ayrıca aynı fıkranın, yine bir atasözü biçiminde
41 Fıkranın bundan sonraki bölümünü kaynak kişi hatırlayamamıştır. Sonradan eklediğimiz kısım kaynak kişi Hamit Budak tarafından anlatılmıştır. Kaynak kişi hakkında geniş bilgi için bkz. Kaynak Kişiler bölümü. 42 Çarığın dolağın yerinde ama yol yordam bilmiyorsun
40
kısaltılmış şekliyle söylendiği bir benzer metni vardır: “Öksüz ‘Ondum’ demiş de
şeytan, ‘Ben nerdeydim?’ demiş.”
Her zaman ve her durumda iyi niyetini muhafaza etmenin yani batının
Polyannacılık adı altında tanıyıp tanıtarak “tatlı limon”î davranış kalıbı” (ÇAHA-
ÖZENSEL, 94) terimiyle sürümden kazandığı iyimserliğin çok daha net bir
fotoğrafı, en özlü biçimiyle bizde de mevcuttur:
“Ġarının biriniñ oğlu ölmüş de, Ezirayıla demiş ki “Seniñ kotülüğüñ saña;
ben, bir oğlan daha doğururum” demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 178)
Bunun tam tersi bir talihsizliği ve kısmet kesikliğini ifade eden üç fıkrada
ise ümitsizlik, en keskin ifadesiyle karşımıza çıkar.43
• Köyüñ birinde “Davara bir ġurt dadanmış.” demişler de ahlı yetik
ġarılardan biri, “Vay birliniñ başına!” demiş (179).
• Ġarınıñ birine “Ezirayıl oğlan dağıdıyor” demişler; ġarı, “Elimdekini
almıyaydı.” demiş. (199)
• Adamıñ biriniñ oğlu: “Baba cennetliksiñ” demiş de babası,
“Umamıyom oğul!” demiş. (200)
Sahadan derlenen metinler içerisinde fıkra niteliği taşıyan daha pek çok
kalıplaşmış diyalog vardır. Bazılarını ana temasını ayıraç içinde vermek suretyle
aşağıya alıyoruz.
• Poşa ġızını paşa ġonağına gelin etmişler, bahçedeki ġayın (kayın)
ağacını gormüş, “Şundan ne güzel elek olurdu” demiş. (Soyaçekim)
• Kör, köre “Cırt! Barmağım gözüñe” demiş. (Kendi kusurunu görmeyip
başkasınınkini görmek)
• Ġargaya “Bohuñ ilaç” demişler, getmiş deñiziñ ortasına sıçmış. (İşe
yaramazın işe yaraması)
• Deliye “sıç” demişler, dağı daşı doldurmuş. (Lüzumundan fazla ve
istendiğin dışında davranış)
• Türk’ün atının başına varmışlar da “Dur, ben inerim” demiş. (Gereksiz
alçakgönüllülük)
• “Belaya “Nerden geliyon?” demişler, “Elinin köründen” demiş.
(Beklenmedik kötü durum)
43 Ayıraç içinde verilen numaralar, Metinler bölümü içinde aynı fıkraya ait olan sıra numaralarıdır.
41
• Deli düğüne gitmiş de “Bura bizim evden rahat” demiş. (Gamsızlık)
• Gelin ata binmiş, “Yā nasip!” demiş. (Kader)
• Ġarga: “Uşacıhlarım yeteli ısıcah boha hasretim” demiş. (Kıymeti
bilinmeyen ana baba fedakarlığı)
• Öksüzüñ eteğine ġavurga koymuşlar, “Şeyim yandı!” deyi bağırmış.
(Nankörlük)
• Vessizi cehenneme atmışlar, “Odunum yaş!” deyi bağırmış.
• “Adamın biriniñ babası ölmüş de vahdında ölen babacığım, deyi
ağlamış.” (Her işi zamanında yapmak)
• Nasrettin Hoca, bir ahar suya böyük apdesini yapmış da bahmış ki
pisliği yüzüyor: “Bohum da baña yüzgec öğrediyor” demiş. (Kişiye kendinden yaşça
ya da statü olarak aşağı kişinin akıl vermesi durumunu ifade eder)
• “Gelin oyna!” demişler, “Yerim dar.” demiş. Yerini geñişletmişler,
“Gerim dar.” demiş.
Dikkatle incelendiğinde, genel olarak, diyaloglar halinde tek başına bir yaşam
kesinti yansıtan bu fotoğraf karelerinin içinde, diyalogun ilk konuşanı ya da konuşanlarına
ait olduğu ifade edilen cümlenin olumlu bir durumu yansıttığı ve olumlu bir ifade taşıdığı
görülecektir. Bu cümleye muhatap olan diğer fıkra kahramanının vermiş olduğu cevap
ise, olumsuz ve toplumca onanamayan bir davranış biçimini yansıtan bir ifadeye sahiptir.
O hale bu yapı, temelini fıkradaki zıtlık kuralına dayandıran ve tezat unsurunu iyice
belirginleştiren bir kategori olarak değerlendirilebilir.
3.2.8. Aynı Zamanda Bilmece Olarak Sorulan Fıkralar
Kimi fıkralar, iki ayrı türün özelliğini de içinde taşıyabilir ya da halk, bir
anlatıyı iki ayrı işlevde kullanabilir. Bu, anlatının ifade edildiği bağlama göre
değişiklik gösterir. Çocukların yoğun olduğu bir ortam, aşağıya aldığımız fıkrayı bir
bilmeceye dönüştürebilir.
“Eşşeğe Binmiş Bir Laz / Elinde Bir Mendil Kiraz (bkz Metinler bölümü, no: 86)
Arif adamlardan birine sormuşlar demişler ki:
- Devrüş bize eyle bir söz söyle ki içinde her şeyin kötüsü bulunsuñ, biz de
onlardan uzak durah demişler, adam cevap vermiş:
- Eşşeğe binmiş bir Laz, elinde bir mendil kiraz, demiş.
42
Aynı fıkra, Sivas’ta bilmece şeklinde de sorulmaktadır44.
Bilmece: Eşeğe binmiş bir Laz / Elinde bir mendil kiraz.
Cevap: Hayvanın kötüsü eşek, adamın kötüsü Laz, bezin kötüsü mendil,
meyvenin kötüsü kiraz.
Görüldüğü gibi, yine bilmece türünün manzum yapısına uygun olarak söz
konusu fıkranın yapısında, tam kafiyeye dayalı bir düzgü biçimi mevcuttur. Hece
sayısı ya kaybetmiş olduğu bir heceden ya da yalnızca kafiyeye dayalı bir manzum
yapı olduğundan dolayı eşit değildir. İkinci ihtimal daha yüksektir. Çünkü anlamı
karşılayan eşit heceli bir başka söylenişe rastlanmamıştır.
3.2.9. Anı Olarak Anlatılan Ancak Fıkralaşma Eğilimi Taşıyan Fıkralar
Yaşanmışlıklar bir biçimde kişiyi var ve değerli kılan yap boz parçalarıdır.
Bir “puzzle”ın parçaları kaybolduğunda sahibi için değerini nasıl yitirirse insan da
sosyal bir varlık olmasından kaynaklanan paylaşımlarından parçalar yitirdiğinde
kendisi ve etrafı için değeri kalmaz. İnsanlar, yaşadıklarını veya görüp tanık
olduklarını kaybetmeme kaygısı taşırlar. Bu yüzden bunları bir yerlere kaydetme
ihtiyacı duyarlar. Anı, bu ihtiyaca cevap veren bir yazın türüdür. İnsanların anılarını
yazmasının çeşitli sebepleri vardır: a. Yazılanlarla o olayı bir daha yaşama isteği, b. Onları değerlendirerek unutulmaktan kurtarma isteği, c. Bu durumdan başkalarının ileride faydalanmasını isteme arzusu, d. Eleştiri yapma isteği (PAÇACIOĞLU, 1997: 328)
Gelecek nesillere ibret vermek, mevcut hali eleştirmek, ders çıkarılması
gereken durumu hafızalarda kalıcı kılmak anı ile fıkra türünün bağdaşlığı bulunan
özellikleridir. Bu bakımdan bazı anılar, zamanla ya kişileri unutularak ya da
kişilerini koruyarak fıkralaşma eğilimi gösterir ve nesilden nesle aktarılma sürecinde
yeni katma değerler kazanarak anının sahibinden daha zengin bir anlatım biçimine
kavuşabilir. Aşkun, bu durumu izah ederken her yerde hazırcevap ve nüktedan
insanların bulunduğunu, bu insanların anılarının zamanla fıkralaştığını, Sivas’ta da
aynı zamanda Mevlevi olan Niyazi ve Şuayp Dedelerin böyle zeki ve nüktedan
insanlar olduğunu ifade eder ve fıkralaşmış anılardan örnekler verir:
44 Kaynak kişi Fevzi Kılıçer, bu fıkrayı çocukların yoğun olduğu ortamlarda “Geliñ bahıyım, size bir bilmece soracām, bahıyım hangiñiz bileceksiñiz?” diyerek torunlarına ve yeğenlerinin çocuklarına sormuştur.
43
“Sivas'ın büyük eserler bırakan eski valilerinden meşhur (Reşit Akif Paşa) Sivas’tan ayrılırken bütün halk ve memurlar geçirmek için arabasının etrafına toplanmışlar. Bu münasebetle Paşa’nın çok sevdiği Niyazi dede de orada bulunuyormuş. Paşa herkesle vedalaştıktan sonra, Dede ye: - Dedem gönülden çıkarma, demiş. - Dede derhal: Paşa girmedin kî, çıkasın hazır cevaplığında bulunmuş. Zeki vali derhal, cebinden bir sarı lira çıkararak dedenin avucuna sıkıştırmış. Bundan çok memnun kalan dede:. (Hah, işte şîmdi girdin, bir daha çıkmazsın) demiş (AŞKUN, 1940: 161). … Şuayb dede yine bir gün camide Vaaz dinlerken içki aleyhinde bulunan vaiz, (Yarın ahirette sıratı müstakimden geçerken ayyaşların içtikleri şişelerin boyunlarına asılıp, köprüden geçemiyeceklerini) söylemesi üzerine: (Hocam şişeler boş mu; dolu mu ola-cak?) sorgusunda bulunmuş. Hoca da ağır olması için (tabii dolu) demiş. Bundan fevkalâde mütehassis olan dede: (Ya hay, orada da mı, yaşadık kardeşler) demiş.” (AŞKUN, 1940: 165)
Saha’dan derlediğimiz metinler arasında daha sonra fıkralaşma eğilimi
gösterebilecek nükteli metinler mevcuttur. Kaynak kişi Turgut Yalçın (Nam-ı diger:
Berber Turgut)’dan dinlediğimiz hem anı hem fıkra niteliği taşıyan bir temsil, bu
yapıdaki fıkralara örnek teşkil edebilir:
“Bir gün dükkanda ġaymahamı tıraş ediyorum. Dalmışım, Antepli bir tanıdıh
geldi: “Turgut Usta, varsa baña biraz para ver” dedi. Kaymahamı unuttum: “Ne
parası yav! Ben para deyi iti ġırhıyorum” dedim.” (bkz Metinler bölümü, no: 111)
Ayrıca sahadan fıkra olarak derlenen bir temsilin daha sonra yazılı
kaynaklardan birinde benzer metnine anı biçimiyle rastlanmıştır. Sahadan derlenen
fıkrada kaynak kişi Akın Şimşek’in bu metni icra ederken Zara fıkrası olarak
anlatmasına rağmen, artık kişi adları fıkrada kaybolmuştu. Oysa Şener Çınar, aynı
fıkrayı eserinde anı olarak yayınladığında, bir fıkra olarak Sivas’ın çeşitli
yörelerinde anlatıldığını belki de bilmiyordu bile: “Eskiden şehirler arası yol Zara'nın içinden geçerdi. Yolcu otobüsleri de Zara'da yemek molası verirlerdi. Kışları, yoğun kar yağışı nedeniyle Kızıldağ geçidi çok sık kapanırdı. Yine bir kış günü, Kızıldağ kapanmış otobüsler Zara'da zorunlu mola vermiş ve lokantalar da tıka basa dolmuş. Hacı Solmaz'ın küçük lokantası da bundan nasibini almış tabii. Hacı Solmaz, kasada oldukça keyifli oturuyor, garsonlar da arı oğul verir gibi çalışıyorlardı. Derken, bir masada oturan kelli felli bir müşteri, garsonla tartışmaya başlıyor. Ve birden ayağa kalkıp: - "Bu lokantanın sahibi kim?" diye bağırıyor.. Hacı Solmaz masanın yanına gidip: "Benim, beyefendi, buyurun" "Hangi çağda yaşıyorsunuz, bu nasıl lokanta kardeşim?" "Ne oldu, beyefendi?" "Daha ne olacak! Bir lokantada kürdan olmaz mı? Kardeşim!" Hacı Solmaz, gayet sakin: Haklısın beyefendi, ben bu Zaralılara kürdan kullanmayı öğretemedim. Kullanıp, kullanıp çöpe atıyorlar. Kullanıp da geriye yerine koyayım, belki bir vatandaş daha gelir kullanır diye düşünmüyorlar!" (ÇINAR, 2005: 14)
44
Esprinin kaybolması, unutulması tehlikesine karşı kaleme alınan, gerçek
yer ve kişi adlarının söylendiği, anı niteliği taşıyan bu metin, bir başka bağlamda bir
başka anlatıcı tarafından fıkra olarak anlatılmaktadır:
Zara’da adamıñ biri bir lokanta açmış. Millet yemek yemeye getmiş.
Kebabı, şişi falan yemişler; ġahacahlar, garsonu çağırmışlar. Hesabı ödemişler,
tam ġahacahlar, bahmışlar ki masada kurdan yok, garsona:
- Ġardaş kurdan yoh mu? Demişler, garsonuñ canı sıhılmış:
- La ġardaşım, bu bizim Zara’nıñ adamı ayu ayu! Dişini ġurdalıyan alıp
kurdanı gediyor. Demiyollar ki geri yerine ġoyum, bir tenesi daha gelir de lazım
olur demiyollar. (bkz Metinler bölümü, no: 147)
Kaynak kişi Akın Şimşek’in bir aile toplantısında, eşinin getirdiği kürdanla
dişini karıştırdıktan sonra “Zayi olmasın.” diyerek kürdanı yeniden kürdan kutusuna
koyar gibi yapması üzerine sofradaki bayanlar, çığlık atarlar ve engel olmaya
çalışırlar. Bunun üzerine nüktedan bir kişilik olan Akın Şimşek, Şener Çınar’ın anı
olarak anlattığı bu fıkrayı anlatır.
3.3. KONULARINA GÖRE SINIFLANDIRMA DENEMESİ
Fıkralar, anlatı türleri içinde günlük yaşamda en çok işe koşulan, en fazla
anlatılan ve en fazla anlatıcısı olan metinlerdir. İnsanın olduğu yerde bir fıkra
anlatılmadığı zaman, bir fıkra yaratılıyordur dense yeridir. Çünkü hayat, fıkraya
malzeme olacak her malzemeyi özünde taşımaktadır zaten. Diyalogların yüklendiği
işlev bakımından yaşamın taklidi sayılabilecek tiyatral bir yapıya da sahip olan
fıkralarda; bir toplumun inançları, yaşam biçimi, düşünce sistemi, eğitimi ve benzeri
pek çok konu, bir doğruyu destekleyen biçimde söze dökülerek güldüren, hiç yoksa
tebessüm ettiren aynı zamanda ders verip düşündüren alegorik bir öğretiye dönüşür.
Fıkraların kısa durum öyküleri olduğunu ve seçilmiş bir “an”ı en çarpıcı
yönleriyle anlattığını daha önce belirtmiştik. Nadir de olarak fantastik kurgular
bulunsa da genellikle fıkralara konu olan durumlar, gerçek yaşamdan seçilmiş
parçalardır. Gerçek yaşamda da mevcut bulunan doğru ve yanlışın anlatıya
dönüşmesi, fıkranın türe özel yapısında mevcut bulunan tezat unsurunun ta
kendisidir. Bu zıtlıklar eleştirel bir üslupla işlenir, kimi zaman ince bir alay kimi
zaman da parlak bir zekanın ürettiği bir espriyle birlikte keskin bir de eleştiri, yanlış
olanı düzeltmek üzere doğrunun yanında yerini alır.
45
Fıkralar, merkeze “doğru insan”ı alır. Doğru insan, toplumca benimsenmiş bir
erdemin temsilcisidir ve asıl kahramandır. Diğer fıkra kahramanları, asıl kahramanın
tezini haklı kılmak için yaratılmış figüratif şahsiyetlerdir. İster istemez nüktenin
hedefine yerleştirilen ve yenilgiye uğraması muhakkak olan yanlışı temsil ederler.
Fıkraları konularına göre sınıflandırma yoluna gidildiğinde Dursun
Yıldırım, araştırmacıya üç yol gösterir: “1- İnanç ve itikatlar, 2- Yönetici ve
yönetilenler, 3- Günlük durumlar” (YILDIRIM, 1998:223).
Sivas fıkralarından hareketle bir tasnif denemesi yapacak olursak yöreye
özel bir sınıflandırma olmakla birlikte fıkraları şöyle tasnif etmek mümkündür.
1. Dînî içerikli fıkralar
a) Sünnî inanışa bağlı dînî içerikli fıkralar
b) Alevi-Bektaşi inanışa bağlı dînî içerikli fıkralar
2. Muhacir fıkraları
a) Sivas’ta Karslı fıkraları
b) Balkan göçmenleriyle ilgili fıkralar
3. Devleti ve idarecileri eleştiren fıkralar
4. Mahkeme fıkraları
5. Almancı45 fıkraları
6. Meslek gruplarıyla ilgili fıkralar
7. Köylü fıkraları
8. Cahillik, saflık, kabalık ve görgüsüzlükle ilgili fıkralar
9. Aile ile ilgili fıkralar
10. Nasrettin Hoca fıkraları
11. Vatan, millet sevgisi ile ilgili fıkralar
12. Misafirlik fıkraları
13. Eşkıya fıkraları
14. Cinsel içerikli fıkralar
15. Hayvanlarla ilgili fıkralar
Sahadan derlediğimiz ve bu tasnife örnek teşkil edebilecek bazı fıkraları
aşağıda kendi başlıkları altında vermeyi uygun bulduk.
45 Almancı: 1960’lı yıllarda Türkiye’nin birçok kentinden fakirlik nedeniyle Avrupa ülkelerine çalışmaya giden insanlara Türkiyede yakıştırılan genel ad. Bu adın Almanya ile özdeşleşip diğer Avrupa ülkelerine gidenlere bile “Almancı” denmesinin sebebi, bizden işçi talep eden ve ilk gidilen ülkenin Almanya oluşudur.
46
3.3.1. Dînî İçerikli Fıkralar
Bu fıkraları, Sünni inanışa bağlı dini içerikli fıkralar ve Alevi-Bektaşi
inanışa bağlı dini içerikli fıkralar olmak üzere iki bölümde incelemek mümkündür.
Çünkü Sivas yöresinde yaygın inanç kültürü, bu iki yönde gelişir.
3.3.1.1. Sünnî İnanışa Bağlı Dînî İçerikli Fıkralar
Sünni inanışla ilgili anlatılan fıkraların genelinde dini inanışların yanlış
uygulamalarından kaynaklanan gülünç durumlar, din adamlarının yaptığı
yanlışlıkların ya da din adamı kisvesindeki sahtekârların yaptıkları dalaverelerin
eleştirisi konu edilir. Kaynak kişi Fevzi Kılıçer, tarafından anlatılan ve cehaletten
kaynaklanan din adına yapılan her şeyi kabullenmişlik olgusunu içeren ve kendi
çocukluğundaki bazı geleneklere de yer veren Teravih adlı fıkra, bir toplumsal
eleştiri niteliği taşımaktadır.
Esgiden koylere devlet şindiki gibi beyle maaşlı imam göndermezidi. Koylü
belli bir hah (hak) ġarşılığında gendi imamını kendi dutardı. Şarġışla’nıñ
köylüklerinden birinde ramazan ayında hemi terevi namazını hemi de vahıt
namazlarını ġıldırsıñ deyi koylüler on iki oğlah (oğlak) hah (hak) ġarşılığında bir
imam dutmuşlar. İmam da eyle bi şey bilmiyor ya Rahman suresiniñ tekrarlanan
ayeti46 var ya onu ebesinden dedesinden ġulahdan dolma öğrenmişimiş. Her rekâtta
Şarġışla’nıñ koylerini sayıyormuş, sōna da bu ayeti ohuyormuş işte günaha
yeteciyik şindi töbe töbe. Beyle ġıldırıyormuş işte dürzü. Öñce koyleri sayıyormuş:
-İğecik, Temecik, Ġalaycık, Ġazancık; Febieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân.
Bu, bir zaman beyle devam etmiş getmiş. Birgün köye bir misafir gelmiş.
Hoş geldiñ, beş getdiñ diyenden sōna: “Amanıñ Misafir Ağa, sen gel hele şeyle
imamıñ arhasına dur! Bir imamımız var, bir imamımız var, nasıl eyce, nasıl eyce;
bir de şeremet terevi ġıldırıyor ki maşallah.” demişler ve herifi hemen imamıñ
arhasına saf bağlatmışlar. Meğer misafir de bilgili bir adamımış. Bizim sahtekar
imam, gine başlamış:
- İğecik, Temecik, Ġalaycık, Ġazancık; Febieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân…
46 “Febi eyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân”
47
Misafir öñce bir öksürmüş “Öhö!” demiş; bahmış olmuyor; dürzü bilmiyor
ki doğrusunu ġıldırsıñ, değişdirecek ya ne bilir ki neyi değişdirecek? Herif bir daha
öksürmüş “Öhö!” demiş; yoh! Üçüncüye gelinci bizim yalançı imam duramamış:
“Öhö!” deme! Şu bohu yeme! On iki oğlağa durdum; yarısı saña, yarısı baña,
demiş. Şindi de bu yalançı hoca gibi yalançı şeyler töredi ya, İte daş atsañ şeyhe
değiyor. Dürzüler, ġarılarınan ġızlarınan yemedikleri halt ġalmadı yav. Din iman da
oyunçah oldu bunnarıñ elinde. (bkz Metinler bölümü, no: 8)
Yine Sünni inanış içerisinde, aslında tabu kabul edilen bazı dogmatik
unsurların alaycı bir ifade ya da hafife alan bir üslupla normal şartlar altında telaffuz
edilmesi mümkün değilken, fıkra yoluyla anlatımı, bir kaçınma davranışıyla birlikte
de olsa gerçekleşebilir.
Kimi sözler vardır bazen maksatlarını aşarlar. Bazı insanlar vardır müspet
sözler söyleyelim derken sözün nereye gittiğini anlamazlar. Hacdan dönen bir
Sivaslıdan arkadaşları hac anılarını anlatmasını istemişler. Hacı, başlamış anlatmaya:
Ġardaşım ne mübarek yer ne mübarek yer! O ġadar melmeketden gelen on
biñlerce adam, hep barabar “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” demiyor mu adamı dinden
imandan ediyor vallah. (bkz Metinler bölümü, no:10)
Kaynak kişi Doğan Kaya’nın naklettiği yukarıdaki fıkrada, böyle bir
kaçınma davranışı, kaynak kişinin kendisi tarafından fıkranın hazırlık kısmına
başlamadan önce bir açıklama cümlesi olarak dile getirilmek suretiyle kendini
göstermektedir.
3.3.1.2. Alevi-Bektaşi İnanışa Bağlı Dînî İçerikli Fıkralar
Bu tür fıkraların odağında, Alevi-Bektaşi tipine bağlı olarak, söz konusu inanç
sisteminin temel paradigmalarından olan Tanrı ile senli benli olma düşüncesi ile birlikte
Sünni inanışa sahip olan insanlarla Alevi-Bektaşi inanışa sahip insanlar arasındaki inanç
kaynaklı sevimli bazı zıtlıklardan doğan ince nükteler yer alır. Bazen bu fıkralar, tarihi
bazı şahsiyetleri ya da inanç idollerini de kahraman olarak seçebilirler.
“Yavuz Sultan Selim, Sivas’ın Alevi köylerinden birinden geçerken namaz
kılmak istemiş ama bir cami bulamamış ki namaz kılsın. Gazaba gelmiş, “Demek
burada namaz kılan yok ki cami de yok” demiş ve hemen oraya bir cami, bir de
karakol yaptırılmasını emretmiş. “Bundan böyle namaza gitmeyen jandarma
tarafından götürülecek! Yoksa boynu vurulacak!” demiş.
48
Can korkusuyla köylü beş vakit camiyi dolduruyormuş. “Namaz bir gün
olsa kuşlar da konar”47 derler ya bizim Alevilerden biri, iyice usanmış namazdan.
Her gün beş vakit git camiye, gel camiden bitmez ki bitsin. Kılsa canına tak etmiş,
kılmasa jandarma var, belki de kelle gidecek. Bir gün bahçesinde otururken ikindi
ezanı okunmuş. Bizimki karısına seslenmiş:
- Ġooo! (Mestlerini işaret ederek) Getir şu yırtılasıcaları
(Ayaklarını işaret ederek) Geyyim şu ġırılasıcalara
(Camiyi kast ederek) Gediyim şu yıhılasıcaya da
(Namazı kast ederek) Gılıyım şu ġabul olmayasıcayı” (bkz Metinler
bölümü, no: 12)
Bu fıkranın kahramanı, tarihi bir şahsiyet olan Yavuz Sultan Selim iken,
aşağıya alacağımız fıkranın asıl kahramanı olan Ömer adlı bir Sünni dışında, saklı
bir kahramanı vardır ki zıtlığı sembolize eden bu saklı kahraman, aslında Alevilerin
Hazreti Ali’ye ait olan Halifelik önceliğini onun elinden aldığını düşündükleri için
pek sevmedikleri ama Sünni inanışın din büyüklerinden sayılan, devlet yönetiminde
adı adaletle birlikte anılan bir siyaset ve din idolü olan Hazreti Ömer’dir.
“Gencin biri Alevi köylerinden birine gitmiş. Köy oldukça büyük bir
köymüş. Bir nahiye falanmış. Birkaç tane de bakkal dükkanı varmış. Delikanlı
ekmek almak için bakkallardan birine girmiş. Bakmış ki ekmek var. “Bir tane ekmek
versene ġardaş?” demiş bakkala. Bakkal sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Ekmek yoh!
Aleviler, Hz. Ali ile Hz Ömer arasındaki halifelik davasından dolayı Ömer
adını sevmez, çocuklarına da koymaz. İşte bizim delikanlıya da bu yüzden ekmek
vermemişler. Neyse, delikanlı öteki bakkala girmiş. “Ekmek var mı ġardaş?” demiş.
Bakkal sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Ekmek yoh!
47 Namazı sürekli kılmayıp ara ara kılıp bırakanlar için kullanılan bir atasözüdür. Namaz bir gün kılınacak olsa kuşlar bile yere konar bir kerecik kılardı. Namazı ibadeti sürekli yapılması gereken bir ibadettir, anlamını ifade eder.
49
Bir başka bakkala girmiş. “Ekmek yoh mu ġardaş?” demiş. Bakkal yine sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Bak ġardaş” demiş bakkal, “Bende ekmek ġalsaydı verirdim amma sen,
“Adım Ömer” dedikçe saña burda ekmek vermezler.”
- Ya ne diyecēm?
- Ali, diyecēñ.
Delikanlı öğüdünü aldı ya, bir başka bakkala girmiş. “Bir tane ekmek
versene ġardaş?” demiş. Bakkal yine sormuş:
- Adıñ ne deliġanlı?
- Ali
Bakkal şöyle bir bakmış delikanlıya:
Adıña ġurban oluyum amma gözleriñ Ömer gibi bahıyor, demiş.
Sahadan derlenen metinler arasında Özellikle Hazreti Ali ile ilgili olan ya
da onun adının geçtiği başka fıkralar da vardır ki bunlar da yine din büyükleri ile
ilgili olarak anlatılan Alevi-Bektaşi Fıkraları içinde değerlendirilir.48
3.3.2. Sivas’ta Muhacir Fıkraları
Sivas, iklimi ve ekonomik yapısı itibariyle dışardan göç almaya müsait bir kent
değildir. Ancak tarihte meydana gelen bazı olağanüstü hadiseler ve insanların
yaşamlarını zorlaştıran durumlar nedeniyle bazen hür iradeleriyle bazen de devlet
tarafından iskan edilmek suretiyle yurt içinden veya yurt dışından Sivas’a gelip yerleşen
insanlar olmuştur. Sivaslılar bu insanlara kucak açmış, onları benimsemiştir. Çok uzun
yıllar önce Sivas’a yerleşen bu göçmenlerin çocuklarına bugün “Nerelisin?” diye
sorulduğunda “Sivaslıyım” diye cevap vermektedirler.”Karslı” adıyla tanınan grup, bu
muhacirlerdendir.49 Bir diğer muhacir grubu ise, Balkan göçmenleridir.
48 Benzer içerikte fıkra metinleri için bkz Metinler bölümü, no: 95, 214 49 1887 Osmanlı Rus savaşı sırasında Kars’tan Erzurum’dan, Gümüşhane’den, Batum’dan hatta Azerbaycan’dan daha batıya göç eden Türklerden bir kısmı Sivas’a yerleşir. Aslında Türk olan bu insanların hangi şehirden geldiklerine bakılmaksızın hepsine birden “Karslı” denir ve sanki Türk dışında bir başka grupmuş gibi düşünülür. Bu yalnızca halk arasında böyledir ve vatanseverlik ve milli menfaatler söz konusu olunca bu insanlar, vatanseverlik ve milliyetperverliğin doruğunda duyarlılıklar gösterir. Sivas’ta, halk arasındaki “Türk müsün, Karslı mısın?” tarzındaki küçük atışmalar ise, bir latifeden ibarettir.
50
3.3.2.1. Karslı Fıkraları
Karslılarla ilgili birçok fıkra anlatılır. Bu fıkraların pek çoğu, onların
kullandıkları yerel ağızdan kaynaklanan komik durumlarla ilgilidir.
“Bir Ġarslı koyünde adamıñ biriniñ ġızını istemiye gelmişler. Adam da
öğünü öğünü ġahvede arhadaşna ānadıyormuş. Eyle ya ġızı ġıymete binmiş ġoya
(güya). Ötekiler soruyormuş, o cevap veriyormuş:
- Ola bizim ġıza düngür geliller.
- Ola ne veriler?
- Bir araba tezenk (tezek), on biyaz Mecidiye, üç cınġıllı ġoyun
- Ola ne durirsen? Ver getsiñ.” (bkz Metinler bölümü, no: 15)
Sivas’ta gerek merkez gerekse ilçelere bağlı pek çok köy için, onların 93
muhaciri olduğu vurgulanır ve “Karslı köyü”50 tabiri kullanılır ve bu köylerin
yukarıdaki fıkrada da olduğu gibi kendine özgü gelenek ve görenekleri vardır.
Ayrıca bu halk grubuyla ilgili olarak anlatılan fıkralar arasında Karslılarla, onların
tabiriyle, Türkler arasındaki çekişmeyi ifade eden fıkralar vardır.
“Ġarslınıñ birine “Ġarslılar çoh ġaba, Türkçeyi adam gibi
ġonuşamyollar.” demişler. Bunuñ üzerine Ġarslı cevap vermiş:
- Türhler deyirler ki soba, biz deyirik ki söbe, gine de deyirler ki Ġarslılar ġabe.
(bkz Metinler bölümü, no: 71)”
Karslı fıkraları arasında başka konular için de kaynak olabilecek fıkralar
olsa da genellikle yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi fıkraların başlangıç sözü
“Karslının biri” veya “Bir Karslı köyünde” şeklindedir. Bu yüzden bu fıkraları,
Karslı fıkrası olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
3.3.2.2. Balkan Göçmenleriyle İlgili Fıkralar
Yaşadıkları Balkan ülkesindeki idarecilerin baskısı yüzünden Anadolu’nun
pek çok yerine göç ederek yerleşen bazı soydaşlarımız da Sivas’a gelerek, kendilerine
kucak açan bu Anadolu kentini yurt edinmişlerdir. Sivas’ta balkan göçmenleri ile ilgili
olarak anlatılan fıkralar da yine onların kullandıkları Türkçe ile ilgilidir.
50 Horsana (Hafik’e bağlı), Faraşderesi, Niğdeliören, Demiroluk, Mergesen (Şarkışla’ya bağlı), Göğceli, Navruz Yaylası (Yıldızeli’ne bağlı), Kurdoğlu (Ulaş) köyleri Sivas’ta Karslı köyü olarak bilinen köylerden bazılarıdır.
51
“Selanik muhacirleriniñ Gürün’e yeñi geldiği zamanlarda aha bunuñ
babasıgil de Selanik göçmeni. (Kaynak kişi karısını gösterip onu kastetmektedir)
İşte bu Selanik göçmenleri yeñi geldikleri zaman, bunlarıñ mahleleri bizden
ayrıymış. O zaman Muhacir mahlesinde biri ölmüş, ölmüş amma cenaze namazını
ġıldıracah kimse yoh. Neydek, neydek derken, gendi aralarından doğru dürüst apdes
alıp namaz ġılan birine getmiş “A be gel, sen şu namazı ġıldır be!” demişler.Adam,
netmiş neylemiş “A be ben bilmem be kızanlar!” dediyse de başġa kimseyi
bulamayınca ister istemez kabullenmiş. Ġahmış, apdesini almış, cemaatin önüne
geçmiş (kaynak kişi bu arada ayağa kalkıp namaz kıldıracak gibi hazırlanır ve sanki
karşısında cemaat varmış gibi diyalogu kendisi oluşturur.):
- Ayda be kızanlar be, saf tutun be!
- A be tuttuk be ucam be!
- A be azır mısınız be kızanlar?
- Azırız be ucam be!
- E u zaman ayda!
Kaynak kişi Süleyman Akpınar, imamın ellerini kaldırıp tekbir yerine
“Ayda!” sözcüğünü kullanışını taklit ederek tekbir alırmış gibi yaparak ellerini
göbeğinin üzerinde bağlar.” (bkz Metinler bölümü, no: 101)
Aynı fıkra’nın bir Arnavut fıkrası olduğu da söylenmektedir.51 Her iki
durumda da bu fıkranın Balkan göçmenleriyle ilgili olarak anlatılan bir fıkra olduğu
gerçeği değişmez.
3.3.3. Devleti ve İdarecileri Eleştiren Fıkralar
Genel olarak fıkraları konularına göre sınıflandıran herkesin kendi
sınıflandırmasına benzer ifadelerle eklediği bu madde gerçekten hemen her yöre için
geçerlidir. Çünkü yöneten ve yönetilenler arasında dengeyi bozan her şey; dile
getirilmediği, eleştirilmediği sürece, toplum kaosa sürüklenir. Özellikle idari
baskının zararından sakınma endişesiyle üstü kapalı yapılması gereken eleştirinin en
ince yöntemlerinden biri de fıkra yoluyla eleştirmedir. Esnaf folkloruna ait “Çarşı
ağası, rüsum, pazarlık” gibi terimlerin de yer aldığı bir Sivas fıkrasında, yerel
51 Kaynak kişi Kasım Demir, aynı fıkranın bir Arnavut fıkrası olduğunu söylemiştir. Ancak fıkranın sonunda “Ayda bre!” diyerek “Bre!” ünlemini eklemiştir.
52
yönetim, halk geleneğinin devlete ait her makama hükümet demesi sebebiyle
hükümetle özdeşleştirilerek eleştirilir:
“Çarşı ağası52 bir gün memurlarına demiş ki:
- Evlatlarım bugün gidiñ tavuh satandan bir lira rüsum alıñ, ġarıdan
ġorhandan bir lira rüsum alıñ, adı Vahap olandan bir lira rüsum alıñ, başı kel
olandan bir lira rüsum alıñ.
Adamlar çarşıya çıhıp dağılmışlar, bahmışlar ki bir adam tavuh satıyor.
Ġulah misafiri olmuşlar tam pazarlığı yapmış dört akçeye satmış, yahalamışlar adamı.
- Bir akçeyi verceksiñ, demişler.
- Niye?
- Çünkü, çarşı ağasınıñ böyle bir emri var. Tavuh satandan bir lira
rüsum alıyoruz.
Bir lirayı almışlar adamın elinde üç akçe kalmış. Adam dövünmeye başlamış:
- Ben şindi neydecēm? Bizim ġarı, “Dört akçeden aşşağı satarsañ eve
gelme” dedi. Şindi ben eve nasıl gidecēm?..
- Haa sen ġarıdan da mı ġorhuyoñ ?
- Hee!
- O zaman bir akçe daha ver, demişler, onu da almışlar, daha sonra
adamcağız elini başına vurmuş:
- Vāyy Kel Vahap! Başıña bunlarda mı gelecekti? Demiş.
- Haa seniñ adıñ Vahap, başıñ da kel mi? O zaman o iki akçeyi de ver,
demişler; ikiyi de almışlar, Vahap:
- Yav ġardaş ġoca hökümetin ġānunu da hep bir adamıñ başına mı cem
olmuş, demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 33)
Yine yöneticilerin beğenilmeyen yanlarını eleştiren bir başka fıkrada
Anadolu kadınının safiyane, içten ama kendisine sunulan hayattan edinebildiği
bilgiyle doğru orantılı kendince tepkisini görmek mümkündür.
“Erbakan Hoca’nın başbakanlığı döneminde Acıyurtlu hanımlardan biri,
televizyonda haberleri seyrederken Erbakan’ı abdest alırken görmüş.
Korumalarından birisi su döküyor, birisi Hoca’nın ayaklarını yıkıyor, birisi
52 Eskiden belediye reisi (başkanı) anlamında kullanılırdı.
53
havlusunu, birisi de ceketini tutuyormuş. Yaşlı kadın, zaten, Erbakan’ı pek de
sevmezmiş. Kendi kendine söyleniyormuş:
- Aye şuna bah! Diyesen ki validi.” (bkz Metinler bölümü, no: 18)
Bu fıkralar, her dönem ve her bölge ile ilgili sınıflandırma çalışmalarında
yerellikten ulusal alana aktarma suretiyle kullanılabilecek eleştirel bir nitelikle
birlikte tasnife kaynak olan maddenin de özünü bünyesinde taşıyan fıkralardır.
3.3.4. Mahkeme Fıkraları
Mahkeme fıkraları, çoğu zaman yöresel ağızla konuşan bir köylü ile bir
hakimin diyalogu ve hakimin bu diyalogdan bir anlam çıkaramamasının ya da
çıkardığı anlam karşısındaki şaşkınlığının doğurduğu komik durum üzerine kurulur.
“Sivas’ın Acıyurt köyünde köylünün biri, ötekinin eşeğini öldürmüş.
Mahkemelik olmuşlar. Davalı da orda, davacı da orda… Hakim davacıya söz vermiş:
- Söyle bakalım olay nasıl oldu?
- Aye Hakim Bey! Eşşeh aha senin kimin elecene dururdu.
Bunu duyan hâkim bir sürü laf sayıp dökmüş, sonunda:
- Sen ne biçim konuşuyorsun be adam! Şimdi seni hakime hakaretten
içeri tıkarım.
- Ġomursañ ki ġonuşah Hakim Bey! Adamı it kimi dalıyırsan.” (bkz
Metinler bölümü, no: 4)
Mahkeme fıkraları arasında yaşam biçiminin insana yüklediği artı ve eksi
değerlerin göstergeleri de yer alabilir. Kadının hep kendisine biçileni yaşadığı bir yörede, bir
bayan hakimle karşılaşan köylünün tepkisine yer veren şu fıkra, buna en güzel örnektir.
“Ġızım, Yıldızelliler ecik ġaba sabadır. Ġadınları bek bişeye dutmazlar.,
adam yurduna ġomazlar. İşte bunuñ gibi Yıldızelliniñ biri de her ġadını gendi ġarısı
gibi cahil belliyormuş. Bu herifiñ adliyede makgemesi varmış. Davaya da bir ġadın
hakim bahıyormuş. Soñunda hakim ġararını vermiş, bu Yıldızelliyi para cezasına
çarpdırmış. Avuġat Yıldızelliye dönmüş demiş ki:
- Emmi, vallaha elimden geleni yaptım amma hakim hanım, çoh az bir para
cezası verdi, demiş; Yıldızelli, ġarı ġısmını bişiye dutmuyor ya:
- Āaaamaaaan Aġubat Bā! Bırah sen onu, eksiğetek ne dediğini bilmiyor
yav! Deyince, ġadın hakim bunu duymuş:
54
- Bu saña bir ders olsun da eksiğetekleri bir daha güççümseme, demiş sōna
da hâkime hakaretten altı ay hapis vermiş buña.” (bkz Metinler bölümü, no: 1)
Öreneklerde yer alan durumlarla benzer veya bir yörenin kurnazlığından
kaynaklanan bir olayın mahkemeye yansıması gibi pek çok mahkeme fıkrasına,
sahadan derlenen metinler arasında rastlamak mümkündür.53
3.3.5. Almancı Fıkraları
60’lı yıllar, Türkiye’nin pek çok yerinde olduğu gibi Sivas’tan insanların da
Almanya’ya işçi olarak gittiği yıllardır. Almanya’ya gidenlere de ve diğer Avrupa
ülkelerine çalışmaya gidenlere de Sivas’ta da Almancı denir.54 Almancıların en
belirgin özellikleri; doğu ve batı kültürü arasında sıkışmış, kendi coğrafyasından
kopmanın etkisiyle yabancı bir ülkeye uyum sağlayamamış insanlar oluşlarıdır. İşte bu
uyum problemi, fıkralara da yansır.
Almanya’da bir Türk işçisi; nasıl yaptıysa, şaşırmış, otobana ters girmiş.
Trafik oluk gibi, karşı taraf ışıktan kurtulmuş akıyor tabii. Almanya’da en ufak bir
kuralı ihlal etmek mümkün mü? Helikopter yukarıdan anons ediyormuş:
- Otobanda ters yönde seyreden bir araç var! Otoyolda bir araç ters yönde
seyrediyor!..
Bizim Türk de duymuş anonsu. Kendi kendine söyleniyormuş:
- Hey yavrum, ahlına yandığımıñ ġavuru! Ġaç bir araç ters! Diyormuş.
(bkz Metinler bölümü, no: 64)
Almancılarla ilgili fıkraların bazıları ise, gurbet duygusunu ya da sonradan
görmeliği işleyen fıkralardır.55
3.3.6. Meslek Gruplarıyla ilgili Fıkralar
Çeşitli mesleklerin kendilerine has folkloru, kendilerine özgü terminolojisi vardır.
Bazı mesleklerle ilgili ya o mesleğin erbabı arasında ya da dışardan insanlar tarafından
fıkralar anlatılır. Bu fıkralar, aşağıdaki Sivas fıkrasında olduğu gibi, mesleklerden öte bazen
yanlış sözcüğün yanlış yerde kullanılmasıyla da ilgili olsa da yine de insanların işlerini
yaparken yaşayabilecekleri sıra dışı olaylara örnek olması bakımından ilgi çekicidir.
53 Mahkeme fıkraları için bkz Metinler bölümü, no: 2, 3, 5, 6, 7, 14, 102, 104, 220. 54 Bu adın Almanya ile özdeşleştirilip Avrupa’ya giden herkese “Almancı” denmesinin sebebi, ilk işçi talep eden ve işçi olarak gidilen ilk ülkenin Almanya oluşudur. 55 Almancı fıkraları için bkz Metinler bölümü, no: 19, 74, 118, 119, 155.
55
Sivaslının biri köpeğine tasma yaptırmak için sanayiye gitmiş. Demirci
ustasına demiş ki:
- Ġardaş, benim ite bir tasma yap da bahçeye bağlayım. Ġonu ġomşuyu
rahatsız ediyor yav.
Demirci ustası sormuş:
- Eyle ala-veresiye tasma yapılır mı ġardaş? Ölçü vermiyoñ mu? Daha
önce hiç yapmadım, nasıl olacah?
Bizimki cevabı yapıştırmış:
- Ādām ġardaş neydecēn, ġafaña göre yap işte!
Yalnızca bir meslek grubuyla ilgili değil, pek çok meslekle ilgili olarak örnekler
çoğaltılabilir. İmamlar, polisler, demiryolu işçileri, hakimler, öğretmenler…56
3.3.7. Köylü Fıkraları
Köylülük, sosyolojik bir olgu olarak kimi zaman eleştirilir kimi zaman
samimiyetle eşdeğer bulunarak kucaklanır. Pek çok konuda olduğu gibi, bu konuda
da kesin bir yargıya ulaşmaya çalışmak, bakış açısı faktörünü ve görecelilik
kavramını yok saymak olarak kabul edilebilir. Sosyolojinin olaylara tek açıdan
bakmamakla ilgili çok nedenlilik düşüncesinden hareketle, köylülük olgusunu da
ortaya konulan olayların meydana getirdiği bütünle değerlendirmek gerekir. Kimi
zaman köylülük olgusunun tezahürü olarak ortaya çıkan olaylar, toplumca
onanmayan bir duruma işaret edebilir. Onanmayan bu durumun olgunun reddine
sebep olmadan önce iyi değerlendirilmesi, zararlı ya da zararsız, düzeltilebilir ya da
düzeltilemez bir aksaklık olduğunun tespit edilmesi gerekir. Çünkü sosyolojik olay
ve olgularla ilgili ölçmede bir kesinlikten söz edilemez. Örneklemlerle yapılan
ölçümler, mevcut durumla benzer olmayan bir diğer durumla ilgili genellenmeden
uzaktır ve ancak benzer durumlar için temsil niteliği taşıyabilir.
İşte bu noktada, köylülüğün övülmesi ve yerilmesiyle ilgili olarak noktayı,
fıkra koyar. On yıllık karısının adını bilmeyen bir köylüyü, cehaletiyle ilgili kınayıp
eleştirirken; saflığıyla ve kabullenmişliğiyle ilgili olarak da aynı insanı, sevimli
gösterir. Bu da halkın kendi içinde olay ve olguları yorumlarken geliştirdiği geniş
perspektifin en güzel örneğidir.
56 Mesleklerle ilgili fıkralar için bkz Metinler bölümü, no: 42, 45, 46, 156, 189.
56
Yıldızeli’niñ Derekoyü’nden Demircilik koyüne bir gelin almışlar. Amma
koyde kimse bu geline adını diyerek çağırmıyormuş. “Gel Derekoylü”, “Get
Derekoylü” derken geliniñ adı Dereköylü ġalmış. Aradan sekiz on sene geçmiş.
Geliniñ uşağı devşeği olmuş. Soñunda geliniñ çocuhları okula gidecek yaşa gelmiş
amma geliniñ ġayıtı (resmi nikah) yoh. Yıldızeli’ne ġayıta gitmişler. Nikâh memuru,
ġadınıñ ġocasına ġarısının adını sormuş. Ġocası bir türlü hatırlayamamış on
senelik ġarısınıñ adını. Yanında ġardaşı dai varımış, hemen oña seslenmiş:
“La Yusūf! Bizim Dereköylü’nüñ adı neydi ki la?..” Demiş. (bkz Metinler
bölümü, no: 23)
Buradan çıkarabileceğimiz sonuç, toplumun marazi bir durumla ilgili köylü
ya da kentli hiçbir uzvunu kanserli hücre saymadığıdır. Var olduğu düşünülen
rahatsızlıklar; küçük klinik tedbirler, ince eleştiriler, psiko-sosyal yaklaşımlarla
alegorik mesajlar iletilmek suretiyle sağaltılır. Tanımlanan bu sağaltma yönteminin
adı, fıkradır. Köyler arasındaki rekabet, köylülerin kendi yaşam alanları içindeki
özgürlük anlayışı ve bu yaşam alanının dışına çıktıklarında kent insanı ile
ilişkilerinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar, bu problemlerden kaynaklanan küçük ya
da büyük çaplı problemler, köylü fıkralarının konuları içinde değerlendirilebilir.57
3.3.8. Cahilik, Saflık, Kabalık ve Görgüsüzlükle İlgili Fıkralar
Bireysel ya da bir sosyal gruba ait toplumca onanmayan yanlış davranış
kalıpları, yine toplumun onarım mekanizması tarafından eleştirilmek suretiyle onarılır.
Cahillik, saflık, görgüsüzlük ve kabalık gibi davranışlar; fıkralarda işlenerek bazen bir
köy halkına, bazen bir meslek grubuna, bazen de bir sosyal sınıfa yüklenmek suretiyle
davranış kalıbının eleştirisi yoluyla tasfiye edilmeye çalışılır. Yıldızeli’nin Bedel köyü
ile ilgili saflık ve iyi niyetlilikle özdeşleşen fıkralar, saflığın çok ileri noktalarının
insana zarar verebileceği mesajını vermek için anlatılır:
Yıldızeli’niñ Bedel köyü vardır. Bu köyüñ adamı biraz safçadır58, derler.
Birgün, bu Bedelliler duymuşlar ki Sivas’ıñ bazarında ahıl satılırımış. Gendi
gendilere demişler ki:
57 Köylü fıkraları için bkz Metinler bölümü, no: 24, 34, 62, 82, 90, 107, 108, 146, 158… 58 Bu köyün insanının iyi niyetli oluşu ve kurnazlık, düzenbazlık bilmeyen insanlar oluşuyla ilgili olarak Sivas’ta pek çok fıkra anlatılır. Bunların halk hafızasının ürünleri olması ve biraz abartıya yer verilmesi Bedelliler tarafından da hoşgörüyle karşılanmaktadır.
57
- Aramızda para toplıyah, iki adam Suvas’a getsiñ, ahıl alsıñ, gelsiñ;
aldığımız ahılı hepimiz bölüşek amma kimse kimseden ahıllı olmasıñ, demişler.
Neyse, toplamışlar parayı, aralarından iki de adam seçmiş, göndermişler
Sivas’a. Bu ikisi Sivas’a varıncı saf saf bazarda dolaşmaya başlamışlar. Fırıldağıñ
biri bunnarı hemen ānamış, yanlarına gelmiş:
- Hayırdır ġardaş, siz ne almaya geldiñiz? Ben, bu bazarıñ kâyasıyım. Burda
ne var ne yoh hepisini bilirim. Bir yardımım dohanır mı size, deyinci, onlar da:
- Ne eyi rast geldiñ ġardaş, duyduh ki burada ahıl satılırımış, bize ahıl
ilazım, ahıl alıp da köyümüze götürecēdik, demişler.herif tam uyanığımış:
- Tam adamına rastladıñız. Bende var, ben size veriyim, demiş; yalıñız ben
ahlı torbaya ġoyup size veririm. Siz köye varanaca torbanıñ ağzını açmayıñ, demiş.
Sōna da bir torbanıñ içine bir davşan ġoyup ağzını bağlamış; vermiş torbayı
bunnarıñ eline; alıp ġoymuş parayı da cebine. Bu Bedelliler, koye doğru yola
ġoyulmuşlar, yarı yola varıncı birisi ötekine demiş ki:
- Lan oğlum! Biz salah mıyıh la? Ahılıñ hepisini niye köye götürüyoh
oğlum? Torbayı açah da içinden biraz alah, köye varıncı da biraz daha alırıh,
ondan sōna da biz herkeşden ahıllı oluruh, demiş. Ötekiniñ de hoşuna getmiş bunuñ
dedikleri. Torbanıñ ağzını açmış bunar, tabi açmasıynan davşanıñ ġaçıp bir deliğe
girmesi bir olmuş. Biri demiş ki:
- Ula sen get, çabıh köydeki herkeşi getir. Ben deliğiñ ağzında duruyum da
ahıl bir yere ġaçmasın, demiş. Biri deliğin başında durururkene, öteki koye varmış;
olanı biteni köylüye ānatmış. Köylü bir vay yandıma düşmüş. Kazmayı, beli eline
alan koşmuş, aklı girdiği delikten çıkarmıya. İmam, herkeşden evel seğirtmiş. Eee
işiñ ucunda herkeşden ahıllı olmah var ya! Her neyse bu imam davşanıñ girdiği
deliğiñ başına varır varmaz ġafasını sohmuş deliğe. Köylünüñ biri de deliğiñ
üstünden beli basıncı, imamıñ ġafası kopmuş, deliğiñ içinde ġalmış. Ayaklarından
tutup çekmişler ki imamıñ kafası yoh! Oturmuş düşünüyollarımış: “Acaba İmam
Efendi buraya gelirken ġafası üstünde miydi, değil miydi?..” Birisi demiş ki:
- Vallaha ben gordüm, üstündeydi, demiş. Öteki demiş ki:
- Yoh vallaha asıl ben gordüm üstünde değilidi, demiş. “Eñ iyisi gidek
ġarısına sorah” demişler; imamıñ evine varmışlar. Ġarısına demişler ki “Bacı”
demişler, “İmam Efendi ġapıdan çıharken acep ġafası üstünde miydi, değil miydi?”
demişler. Kadıncağız bir düşünmüş, iki düşünmüş, cevap vermiş:
58
- Vallaha, bilmem ki ġardaş ne desem yānış olur. Zabahdan yemek yerken
sahalı mirt mirt ediyordu ya; bilmem ġafası üstündeydiii, bilmem değildi! (bkz
Metinler bölümü, no: 25)
Görgüsüzlük, saflık gibi mazur görülmekten ve yapıcı bir eleştiriyle
düzeltilmeye çalışılmaktan ziyade, kınanarak ve dışlanmak suretiyle eleştirilir.
Ancak anlatıcılar, aşağıdaki fıkrada da olduğu gibi bazen yanlış bir davranışı
eleştirirken olumlu bir geleneğin aktarımını da yapabilir. Bu noktada fıkraların
eğitim işleviyle birlikte, kültür aktarımı işlevi de devreye girer.
Avren’de59 bir Mavuş’uñ İsmayıl (Maviş’in İsmail) adında biri varıdı.
Bunu, bir düğüne çığırmışlar. Düğünlerde eskiden yemek verilleridi. Şindi bir
meyva suyu, dört tene yalançı pasta veriyollar, aha saña düğün! Neyse bu, düğün
yemeğinden epey bir yemiş, yemiş ġayrı yiyemez olmuş; ġarnı şişmiş, patlamıya
gelmiş. Bu Mavuş’uñ İsmayıl’ıñ Ehmet (Ahmet) adında bir de oğlu varıdı. İsmayıl
daha yemek yiyemeyinci elini açmış Allah’a yalvarmıya başlamış:
- Yarabbi ya ġarnımı geñiştir. Ya Ehmed’i yetişdir! Demiş. (bkz Metinler
bölümü, no: 27)
Cahillik, saflık, kabalık ve görgüsüzlükle ilgili pek çok yerel sahadan
fıkralar derlenebilir. Çünkü konu oldukça zengin materyaller vermeye müsait bir
konudur. Sivas fıkraları arasında da bu türden sayısız fıkra tespit edilebilir.60
3.3.9. Aile İle İlgili Fıkralar
Aileler, toplumları oluşturan yapı taşlarıdır. Ailelerin sağlamlığı ölçüsünde
toplumların da sağlamlığına hükmedilir. Bu noktada, eğitim süreçlerini ailede başlatan
sosyal teoriler oluşturulur. Bu teoriler, sağlıklı aileler yetiştirerek sağlıklı bir toplum
yapısı oluşturmaya yönelik teorilerdir. Aileye ait her bir bireyin aile içinde olması
beklenen uyuma ne ölçüde katkıda bulunduğu ya da bulunacağı, bu teoriler ışığında
yapılandırılır ve ölçülür. Anne-baba ve çocuk arasındaki bir iletişimsizlik, eşler
arasındaki bir sevgisizlik ya da aymazlık sorunu, toplumu kokuşmaya götüren
etmenler olarak kabul edilir. Bu etmenlerin sosyal eleştiri kanalıyla yok edilmesi,
kokuşmanın önlenmesi gerekir. Tıpkı, eşinin varlığıyla yokluğunu çok önemsemeyen
bir kadının aymazlığını reddeden Sivas fıkrasında olduğu gibi:
59 Şarkışla’nın Büyük Akören Köyü 60 Bu konularla ilgili fıkralar için bkz Metinler bölümü, no: 19, 20, 21, 60, 63, 68, 76, 90, 93, 120, …
59
Sivas’ıñ yerlileri ġadınlar hamama getmeyi bek seveller. Bir beyle ġamsız
bir ġarı varımış. Eyle aburu cuburu ġendine heç dert keder etmezimiş. Bu ġarı
birgün hamama getmiş. Amma dışarı nasıl, ġış ġıyamet… Hamamıñ içi ısıcah tabii.
Ġarı göbek daşına oturmuş, keselenirken eyice bir hararet basmış. O arada
ġonşularından birisi ġoşa ġoşa hamama gelmiş. “Bacı sen burada keyfediyoñ gişiñ
(kocan) dağda doñmuş, ölmüş anam ġah evüñe gel ġah!” deyinci ellahamki ġarınıñ
gişisi ecik yaşlı, ecik de gözden dışarıymış ki ġarı heç keyfine keder getirmemiş.bir
de fazladan ġonşusuna çekişiyormuş:
- Vāh ġudur muş mu konez? Biz burada yanıyoh da… diyormuş. (bkz
Metinler bölümü, no: 28)
Yine geleneğin ve erkek egemen toplum yapısının kadına bakışının ifade
edildiği bir başka fıkrada; evin gelinine, oğluna ve kayınvalide statüsündeki
annesine yüklenen roller, paylaştırılır ve herkesin statüsüyle uygun rollerle
çatışmayan davranışlar sergilemesi beklenir.
Ġarınıñ biriniñ tembel bir gelini varımış. Ġaynana ıhdıyar halıynan her
işe koşuyormuş; gelin hanım da nazlı sözlü süzülüp oturuyormuş. Bu gelin, bir de
datlı dilliymiş bir de tatlı dilliymiş ki diliynen gendini ġurtarıyorumuş. Beylesi ecik
ilvanlı olur, dili yağlı adam herkeşi ġandırır. Bu da eyleymiş işde, ne ġocası ne
ġaynanası beşiy diyemiyormuş. Birgün bunnar, ana oğul düşünmüşler daşınmışlar;
bu geline bir plan ġurmuşlar. Ġoya (güya) göğnünü ġırmadan gelini utandırıp da
ona kabahatini göstereceklerimiş. Ġaynana yalandan, süpürgeyi almış eline, evi
süpürmiye başlamış. Oğlan ġoşmuş, anasınıñ eline sarılmış:
- Aman ana neydiyoñ sen? Demiş, bırah ben süpürüyüm, demiş. Ġarı
süpürgryi geri oğlanıñ elinden çekmiş:
- Töbe töbeee, bırah oğlum sen erkeksiñ saña yahışır mı vaaa? Ver ben
süpürürüm, demiş. Onnar beyle çekişirken gelin hanım, yattığı yerden nazlı nazlı
ġahmış, ġine eyle datlı diliynen:
- Abooo, koleñiz oluyum, niye dö:şüyorsuñuz? Dö:şmeñ ġadañız alıyım, bir
gün sen süpür, bir gün o süpürsün, demiş yaaa, utanacah değil a! (bkz Metinler
bölümü, no: 29)
Beklentiyle bağdaşmayan davranış, geleneğin reddi anlamına geldiği için
geleneği taşıyanlar, onun öğretisini kabullenmesi gerekenlere dikte etmek yerine,
tam bir eğitimci metoduyla vermeye çalışırlar. Elbette burada, kurnaz kadın
60
zekasının pırıltısının nükteye eklenmiş olması, toplumun kadına yüklediği tehlike
fonksiyonunu işaret eder. Bu tehlike, bazı kadınların etrafındakileri idare etmekte ne
kadar mahir olabileceklerini ve aslında egemen olduğunu sanan kişinin bir tutsak
olabileceğini içinde taşıyan tehlikedir.
3.3.10. Nasrettin Hoca Fıkraları
Bütün Türk milletine ait ortak bir değer olan Nasrettin Hoca, bir fıkra
tipidir ve tiplerle ilgili sınıflandırma çalışmaları içinde değerlendirilmesi gerekir.
Ancak bizde nüktedanlıkla Hoca özdeşleşmiştir. “Fıkralarda Konu” bölümünde
Sivas’ta anlatılan Nasrettin Hoca fıkralarına yer verilirken de değindiğimiz gibi bu
fıkralarda bir tip olarak Nasrettin Hoca işlenirken aynı zamanda onun yaşam
felsefesi, eşyaya bakış açısı ön plana çıkarılır. Aslında bu fıkralar, “Hocavârî yaşam
fıkraları” olarak yeni bir konu başlığı altında da incelenebilir. Hocavârî yaşam,
nüktedan her Türk insanını bir Nasrettin Hoca yapan yaşam felsefesi demektir.
Ulusallaşmış ve bütün bir millete mal olmuş “Heybeyi bozup torba yapacaktım”
esprisinin yerel sahada dere kenarında kilim yıkarken kilimini suya kaçıran bir
köylüde yenilenip değişerek benzer ama farklı bir yaşam kazanması, Hoca’nın
olaylara pozitif bir bakışla yaklaşarak, iyimser bir yorum katmasıyla özdeşleşmiş
olarak tekrarlanan bir davranış kalıbıdır.
“Nasrettin Hoca, birgün derede kilim yıkıyormuş. Kilimi suya kaçırmış.
Sağa koşmuş tutamamış, öbür tarafa geçmiş tutamamış; kilim gitmiş.
- Olsun, giderseñ get, ben seni zaten camiye hayır verecēdim, demiş.” (bkz
Metinler bölümü, no: 133)
Aynı Hocavârî yaşam felsefesi, hastalık karşısında hatta ölüm karşısında
bile kendini gösterir. Ağır hastalık ya da ecel, alaycı bir yaklaşımla küçültülür.
Yüceltilen ölüm değil hayattır. Sivas’ta anlatılan Nasrettin Hoca fıkrasında, bu
yaşam felsefesi içinde hasta olan, yatakta yatan ve ölüm terleri döken bir Hoca ile
değil; ölümü gülümseyerek karşılayan ve ölürken bile etrafındakilerin dudaklarında
bir tebessüm bırakarak vedalaşan nüktedan bir kişilikle karşılaşırız.
Nasrettin Hoca çok ağır hasdeymiş. ġonusu ġonşusu, Hoca can veriyor
deyi etrafına toplanmışlar. Hoca, iñileyi iñileyi ġarısına seslenmiş:
- Avrat sen ġah da bayramlıhlarıñı gey de gel, beyle eski bekilerlerinen
oturma, deyinci, ġonşuları demiş ki:
61
- Aman Hocam, sen hastesiñ bir gözüñ öte tarafa bahıyor, neydecēñ
hanımıñ süslenmesini, demişler. Hoca’da laf tükenecek değil ya:
- Ben de zaten onun için süslensiñ diyom ya ġonşular, Ezirayıl gelirse onu
beğensiñ, demiş. (bkz Metinler bölümü, no: 88)
Sonuç olarak, Hoca’ya özgü bu yaşam biçimini benimseyen her bir
Nasrettin Hoca, birer birer yerel sahadan toplanmalı, ulusaldan küresele taşınmak
suretiyle bir dünya değeri olarak yaşatılmaya devam edilmelidir. Çünkü bu
coğrafyanın her bir köşesinde birileri Hocavârî bir bakış açısıyla yeni nükteler
yaratmaya, birileri de “Nasrettin Hoca bir gün…” ya da “Nasrettin Hoca’nın biri bir
gün…” demeye devam etmektedir.61
3.3.11. Vatan Millet Sevgisi ile İlgili Fıkralar
Vatan, millet, asker, bayrak Türk insanının kutsalını oluşturan
kavramlardır. Onlarla ilgili en küçük bir fedakarlık fırsatı bile, bu milleti
heyecanlandırmaya yeter. Bu değer yargılarına gönülden bağlı bir Anadolu
kadınının misafirperverliği ve vatan sevgisi, askerini ağırlayışında simgelenen ve anı
niteliği de taşıyan bir Sivas fıkrasında ifadeye kavuşur.
“Merkez Gazi Bey köyünde askeri radar vardır. 1956 yılında oranıñ temeli
atılmış. Temel atma merasimine askeri cemselerle62 binbaşılar, yüksek rütbeli subaylar,
köye gelmişler. Köyün yaşlılarından dedem Hasan Efendi, askerleri yemeğe davet etmiş:
- Ġomutanım, evle yemeğiñizi yeyiñ de, eyle gediñ, demiş.
Kapınıñ önü, geniş harman; askerler, harmana sekiz on tane cemseyi
çekmiş, düzmüşler. İçerde yirmi beş otuz tane subay varımış, eratta onlarla birlikte
yemek yiyormuş. Hasan Efendi’niñ hanımını yani benim Ġamer Ebe’mi bir telaş
sarmış, dedeme diyormuş ki:
- Hasān ġurban oluyum gelele! Bu adamları doyurmah ġolay, ġolay da aha
şunlara ne yedireciyik, bunara saman mı yeter, kes mi yeter, ne yer bunnar? Diyerek,
cemseleri gösteriyormuş. Komutanlardan biri onun bu söylediklerine kulak misafiri
olmuş, gelmiş, Ġamer Ebe’miñ boynuna sarılmış, gözleri dolu dolu olmuş, şöyle demiş:
61 Sivas’ta anlatılan Nasrettin Hoca fıkraları için bkz Metinler bölümü, no:31, 88, 116, 140, 141, 190, 210. 62 Cemse: O dönemde Amerikan malı kamyonlara verilen ad.
62
- Ana, siz böyle düşündüğüñüz sürece bu milletiñ başaramıyacağı hiçbir
şey yohdur. Telaş etme, biz onlarıñ ġarınlarını doyurduh, yemlerini verdik, suladıh,
onlar uyuyorlar şindi.” (bkz Metinler bölümü, no: 61)
Bu türden hamasi duyguları ifade eden fıkralar, genelde nüktesinde mizah
unsuru taşımaz. Güldürmekten ziyade düşündürmeye ve ders vermeye yönelik hüküm
cümleleri taşırlar.
3.3.12. Misafirlik Fıkraları
Bu tür fıkralarda misafirperverlik geleneğinden ziyade zoraki misafirlikler
işlenir. Arsızca uzatılan misafirlikler ve istenmeyen misafirlerle yaşanan komik
durumlar, esprili ifadelerle işlenir.
“Adamıñ biri, heç tanımadığı bir evüñ ġapısını çalmış, misafir getmiş. Ev
sābı (sahibi) adamı hiç tanımıyormuş amma “Tañrı misafiridir, helbet gider” deyi
düşünmüş, içeri almış amma misafir arsız çıhmış; adam bakmış ki üç gün, beş gün,
on beş gün beklemiş misafir getmiyor. En soñunda sormah zorunda ġalmış:
- Hemşerim, sen kimsiñ yav, kimiñ nesisiñ, nerden gelip nere gidiyoñ de
bahıyım bir hele? Demiş; misafir, ahlından gendi gendine plan ġuruyormuş. Bir
ġurnazlık yapıyım da şuruya yerleşiyim, deyi düşünüyormuş. Ev sābına demiş ki:
- Ġardaş, ben Cenab-ı Allah’ıñ yeğeniyim, beni buruya o gonderdi, demiş.
Ev sābı bahmış ki adam arsız beşiy (bir şey), laftan ānıyacah beşiy değil, “Gel hele
gel sen beniynen” demiş, almış adamı, evüñ yahınındaki camiye götürmüş, demiş ki:
- Ġardaş aha seniñ dayıyıñ evü bura! Buyur, istediğiñ ġadar ġal! Demiş,
herifi bırahıp getmiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 36)
Aslında bu fıkraların iletisi, gelenekte var olan misafirperverliğin kötüye
kullanılmasına engel olmak yolunda verilen bir öğüttür. Ne kurnazlıkla çıkar elde
etme ne de arsızlık, toplumca hoş karşılanan davranışlardır. Buna bağlı bir öğreti
olarak fıkraların iletiyi alıcıya ulaştıran bir kanal olarak kullanılmsaı suretiyle bu
fıkraların nüktelerinde iyi niyetlerinin sınırları zorlandığında, insanların sabrı
tükenebilir, mesajı verilir.
3.3.13. Eşkıyalık ve Zorbalıkla İlgili Fıkralar
Yaşı 60’ın üstünde köyde doğup yetişmiş pek çok Anadolu insanı gibi
Sivas’ta da pek çok kaynak kişi, çocukluk yılları ile ilgili anılarını ya da duyduğu
63
hikâyeleri anlatırken; savaştan çıkmanın yorgunluğuna ve yeni bir devlet olmanın
acemiliğine bağlı nedenlerle bir dönemin asayişle ilgili kurumlarının yeterli
olamadığından ve eşkıyalığın insanlar arasında oldukça tanıdık bir olgu olduğundan
bahsetmektedir. Sivas’ın bazı köylerinde de zulmüyle insanları titreten bir eşkıya
adlarına rastlanmaktadır. Zamanla cumhuriyetin kurumları oturdukça bunların da
birer birer yok olduğu nakledilmektedir. Bu türden fıkra niteliği taşıyan eşkıyalıkla
ilgili bir anlatı, kaynak kişi Fevzi Kılıçer tarafından aktarılmıştır:63
“Şarġışla’nın koylerine mum dutduran Deli İrza (Deli rıza) adlı bir eşgıya
varımış. Köylerden birinde de yüzü çiçek bozuğu olan çirkince bir oğlan çocuğu
varımış. Deli İrza, bu oğlanı görünce babasından uçun (için) şeyle demiş:
- Ula bunuñ babası buña boşa zahmet çekmiş; ben bunu bizim çil tavuğa da
çıhartdırırdım, demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 181)
Zorbalık, hoş olmasa da güçlünün güçsüzü ezebildiği yerde var olan bir
olgudur. Her bölgede kanunların veya doğru davranışı öngören halka ait sözlü
yasaların deforme olduğu yerlerde zorbalığın ortaya çıkması doğaldır. Bu bakımdan
yalnızca eşkıyalık değil zorbalık da toplumca hoş karşılanmayan ve istenmeyen bir
davranıştır. Sivas fıkralarında, bu doğru bulmayış açıkça görülmektedir:
“Hanı bir temsil vardır, birġaç tene adam, bir adamı dar bir sohahda
ġısdırmışlar, ağzını burnunu çarşambaya çevirmişler. Bunnar bunu döğerken herif
durmadan:
- Vay arham vay arham! Deyi bağırıyormuş. Zopayı çalan herifiñ biriniñ
canı sıhılmış, demiş ki:
- Ula dürzü, biz senin arhaña mı vuruyoh ki sen arham deyi bağırıyon? Biz
senin ağzını burnunu ġırdıh lan, sen manyah mısıñ oğlum, deyinci, zopayı yiyen demiş ki:
- Vallaha benim arham olaydı da siz benim ağzımı burnumu beyle
ġıraydıñız he mi? Demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 85)
Fıkrada tezat unsuru, arka sözcüğüyle simgelenen sahip çıkanı olma
durumunda simgelenmiştir. Zorbalıkla karşı karşıya gelen kişinin kayıranının
olmayışını ifade biçimi ise, nükteyi oluşturmaktadır.
63 Deli Rıza’nın yörede bilinen bir eşkıya olduğu ve yörenin zenginleri tarafından beslenerek etrafa korku salarak onların işlerini yürütmekte kullanıldığı kaynak kişinin ablası Güllüşan Bahçivan, Amca kızı Asiye Yazıcı tarafından da doğrulanmış ve adı geçen eşkıya ile ilgili fıkra niteliği taşımayan yeni eşkıya hikâyeleriyle teyid edilmiştir.
64
3.3.14. Cinsel İçerikli Fıkralar
İçeriğinde cinsel ögeler taşıyan fıkralar, her ortamda anlatılmaz. Genellikle
birbirinin yaşıtı, ahbabı olan kişilerce samimi ortamlarda anlatılır. Aynı yaştan olan
herkes de cinsel içerikli fıkrayı birbirine anlatmaz. Belli bir yakınlık derecesi,
geçmişi paylaşmakla ilgili bir ünsiyet gerekir.
Kadınlar arasında da erkekler arasında da farklı sosyal gruplar arasında da
anlatılan cinsel içerikli fıkralar vardır. Fıkranın teması anlatılacağı sosyal grubun
niteliğine göre farklılık gösterir. Aşağıya, genellikle kadınlar arasında anlatılan ve
doğum kontrol yöntemlerinin yanlış uygulanmasıyla doğan gülünç durumları
esprisine yerleştiren bir fıkrayı örnek olarak alıyoruz:
Kadının birinin yedi sekiz tane çocuğu varmış. Rahmi adında biçare bir de
kocası varmış. Kadın; o kadar çocuk, saf bir koca, kendi de cahil tabi, bir de
başında kaynana dırdırı var, iyice canından bezmiş. Kaynanası bir gün:
- Yeter gayrı senede bir uşah doğuruyoñ. Mehleniñ dibinde sağlıh ocağı var.
Get ordaki dohdura söyle, saña bir ilaç versiñ. Deyince, gelinin canına minnet; koşmuş
sağlık ocağına. Doktor, kadına bir fitil vermiş. Nasıl kullanacağını da tarif etmiş:
- Bak canım, bu fitili geceleri rahminin ağzına koyacaksın tamam mı ama
her gün aksatmadan kullanacaksın unutma sakın! Demiş.
Aradan iki ay geçmemiş ki kadın hamileyim diyerek sağlık ocağına tekrar
gitmiş. Doktora hesap soruyormuş. Doktor sormuş:
- Kardeşim sen düzenli olarak verdiğim fitili kullandın mı bakayım?
Demiş, kadın cevap vermiş:
- Ġullanmam mı dohdur hanım? Sen demediñ mi her gece Rahmi’niñ ağzına bu
ilacı ġoy deyi? Ben de her gece, heç ahsatmadım, adamıñ ağzına ġoydum fitili, emme
n’ōldu? Aha bah gine hamileyim! Gine hamileyim! (bkz Metinler bölümü, no: 144)
“İbadet de kabahat de gizlidir” düşüncesinin hakim olauğu kapalı
toplumlarda mahremiyet bazen o kadar tabulaşır ki insanlar arasındaki sevginin
tezahürleri görülmeyince o sevginin olmadığı düşüncesi ortaya çıkar. Geleneksel
toplum yapısının aile içinde karı-kocaya sunduğu tek özgürlük alanı, kendi
odalarıdır. Bu odanın dışında bazen sevgi sözcüklerine ya da kaçamak bakışmalara
bile yer olmayabilir. Böyle olunca paylaşımlar azalır ve azaldıkça problemler ortaya
çıkmaya başlar. Sorun olmasa bile, dışarıdan bakan kişide bir sorunun varlığı
65
izlenimi oluşabilir. Böyle bir mehremiyet olgusunun işlendiği şu fıkra, görünenin
her zaman gerçeğin kendisi olmayabileceğini öğütler:
Şarġışla’nın Büyük Yüreğil Köyü’nden bir mahalli sanatçımız Y…..’iñ
rahmetli babası, çobanlıh yaparmış. Bu adam, davara gider gelir, ġarısı adama hiç
iyi davranmaz, yüz vermezmiş. Y…..’le ağabeyi aralarında ġonuşurken, Y…..:
- Ābi, bunlar heç ġarı-ġoca olmuyor herhalda la. Heç bir araya
gelmiyollar, ellahamki. Ne o, onu seviyor ne de o, onu seviyor. Deyince ağabeyi ile
arasında şu ġonuşma geçmiş:
- La ġardaş, ben bunu dener öğrenirim la!
- Yav ābi sen manyah mısıñ? Nasıl deniyecēñ?
- La get ġoyunların kelağini getir, bah ben nasıl deniyom.
Y….., kelekleri getirmiş, ağabeyi kelekleri, babasının ġaryolasınıñ altına
bağlamış. Akşam olmuş, babaları gelmiş, anasıyla babası yatmışlar. Beş on dakika
geçmemiş ki kelekler cangır cungur ötmeye başlamış. Tabi bunlar dinliyorlarmış.
Babası, davar geliyor sanmış; davar çobanına ġızıyormuş:
- Şu eşşoğlu eşşşeğe bah yav! Bu saatde davar gelir mi lan koye? Yoh yoh
gayrı çobanlığı da ayağa düşürdüler
Aynı zmanda anı türü içinde de değerlendirilebilecek bu fıkrada, gelenekle
ilgili doğruların gerçeklikle çelişse bile, toplumların sosyal yapısına uygun olan
yaşam biçimini korumak açısından gerekli kimi zaman gerekli görüldüğünü
gözlemlemek mümkündür.
3.3.15. Hayvanlarla İlgili Fıkralar
Tıpkı fıkra tiplerinde olduğu gibi, konularında da keskin çizgilerle bir tür
ayrımına gitmek yanlış olacaktır. Daha önce de fıkrayı tanımlarken anlatmaya dayalı
diğer türlerden tamamen bağımsız bir anlatı türü olarak görmemek gerektiğini;
fıkraların masal, efsane, menkıbe gibi türlerin hepsinin özünü kendi içinde barındıran
bir bileşkeye, bir “eriyik kabı”na benzetildiğini (EKER vd., 2003: 319) ifade etmiştik.
Aynı zamanda fıkraları yapılarına göre sınıflandırırken de atasözü, deyim, bilmece,
düzgü, anı gibi pek çok manzum ve mensur türle iç içe olduğunu onları bünyesinde
barındırdığını belirtmiştik64. Bu noktada bir hayvan türü ile ilgili anlatılan ve etiyolojik
64 Daha geniş bilgi için bkz. “Fıkraların Sınıflandırılması” bölümü.
66
efsane kabul edilebilecek bir metnin sahada bir fıkra anlatıcsı tarafından fıkra için
kullanılan terimle “Bizim oralarda bir ‘temsil’ vardır.” diye başladığı sözü, kurbağa
türünün çıkardığı özel sesin kaynağını ortaya koyan ve etiyolojik bir efsane de
sayılabilecek bir metni anlatarak tamamlaması, halk hafızasının türlere ad koyarken
yalnızca anlatacağı şeyin hangi durumla ilgili temsil niteliği taşıdığıyla ilgilendiğinin
işaretidir. Anlatısının adını da kendisi koyar ve ona “temsil” adını verir. Çünkü onun
için bu temsil, devlet idarecilerinin yönetilenleri pahalılılık, kötü ve zorba yönetimle
ezdiği bir durumda işe koştuğu ve mevcut durumu en güzel ifade ederek kendi mesajını
ilettiği sembolik bir örnektir:
“Sultan Süleyman, bütün hayvanları vergiye bağlamış. Bir de ferman
yayınlamış:
- Mülkümdeki her canlıdan vergi alına!
Tahsildarlar, böyük göllerden birinin kenarına getmişler, fermanı
ġurbālara (kurbağalara) da bildirmişler. Ġurbālar da cevap vermiş:
- Varrrukkk, vırrrukkk! Varrrukkk, vırrrukkk! (Varırız, veririz! Varırız,
veririz!)65
Deller ki o gün bugün ġurbālar o yüzden beyle ötermiş” (bkz Metinler
bölümü, no: 152)
Aynı şekilde, sanki bir hayvan masalı çağrışımı yapan ama kısalığı ve
yalnızca tek bir durumu ifade etmesi yönüyle kısa, durum öykülü fıkralar içinde
değerlendirilebilecek şu fıkra da bu türün gerçekten bir türler bileşkesi
sayılabileceğinin işaretidir:
“Hayvanlar ormanda toplantı yapacahlarmış. Aslan da, ormanlarıñ ġralıymış.
Toplantıya hep geç gelirimiş. O gün de gec gelmiş amma gelirken de ayağına tiken
batmış, o yüzden biraz daha gecikmiş. Ahsayarak toplantıya gelinci öteki hayvanlar:
- Ġralım geçmiş olsuñ ne oldu? Niye ahsıyoñ? Deyi soruncu, nar
duramamış:
- Bizim uşahlar (çocuklar) ava çıhdıydı nar vurmuşdur, demiş. Aslan
ayağınıñ acısından dilkiniñ cezasını verememiş ya dilkiniñ lafı da çoh ağırına
getmiş. Hayvanlara demiş ki:
65 Kaynak kişi, kendisinin bu temsili çocukken köy odasında büyüklrinden dinleyip öğrendiğini ve buradaki anlamı “Varırız, veririz!” diye bildiğini ama bazılarının öyle söylemediğini başkalarından bu temsili dinlediğinde onların “Varırız, vururuz!” şeklinde bir tehdit anlamı yüklediğini gördüğünü ifade etmiştir.
67
- Bu yara beni öldürmez, öldürmez amma bu dilkiniñ sözü öldürür, demiş.”
Sonuç olarak; bir türle ilgili alan araştırmaları ve inceleme çalışmaları
yaparken başka bir türe de kaynaklık edebilecek, örnek sayılabilecek materyallere
rastlamak mümkündür ve bu durum, kafa karıştırıcı olmaktan ziyade
zenginleştirici ve yeni okmalara kaynaklık edici bir özellik arz etmektedir.
68
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM FIKRALARIN İŞLEVİ
Fıkralar, gerçek yaşam alanında halk felsefesini bir öğretiye dönüştüren ve
bireyin ya da toplumun aksayan yönlerini ironik bir eğitim metoduyla tamir eden en
güzel metinlerdir.
Halkbiliminin çalışma alanlarının temel kaynağını oluşturan halk felsefesi,
halk anlatılarının ana temine oturtulan düşüncenin genel adıdır. En kısa ve özet
biçimiyle fıkralarda kendini gösteren bu felsefe; masal, efsane ya da halk hikâyesi
gibi anlatmaya dayalı bütün metinlerde gerçek ya da gerçek ötesi bir alemle ilgili
olarak verilmek istenen bir ana iletinin içinde sunulur. İleri sürülen tezlerin
diyalektik bir yöntemle anti tezleri oluşturulur ve gelenek yoluyla sürerlilik
kazanmış, halk felsefesine uygun ve kabul edilebilir bir davranış kalıbını öngören
bir senteze ulaşılır. Alan DUNDES’in “folk ideas” (Halk fikirleri) (ÇOBANOĞLU,
2000: 12) adını verdiği elementler, halk felsefesini meydana getiren yapı birimlerini
oluştururlar ve bunlar, halk anlatıları içerisinde temel paradigmalar olarak yer
alırlar. Masallarda yer alanlar da dahil olmak üzere sürrealist de olsa, her halk
fikrinin arkasında reel dünyadan bir yaşamsal tecrübe yer alır ve onun öğretisi
vardır. Somut davranış kalıpları oluşturmaya yönelik kıssadan hisse almayı
amaçlayan bu metinler; toplumsal kabulleri bulma, onları öğrenme ve uygulama
noktasında bireyi ya da bireyleri yönlendirici bir nitelik arz eder.
Metin (text), metnin yaşamsal tabanını oluşturan sosyal ortam (context), bu
ortamda mevcut bulunan toplumca onanmış sosyal kabuller ve bu kabullerin bireylerce
öğrenilip, kültür aktarımı yoluyla gelişip değişerek, metnin zihniyetine dönüşmesi
sonucu gelecek kuşaklara aktarımı, halk felsefesinin dinamik ve canlı bir yapı
olduğunun delilidir. Böyle olunca, işlevini devam ettiren ve fonksiyonel olan halk
bilgisi metni, varlığını devam ettirebilir. Ancak değişimin doğal sonucu olan yenilik,
69
işlevselliğini yitiren halk bilgisi metninin yerine ihtiyaca cevap veren bir yenisini ikame
eder (YILDIRIM, 2000: 38). Modernitenin aygıtlarının insan hayatı üzerine etkisi ve
onun yaşam biçiminde ve kültür yapısında meydana getirdiği değişiklik, bu
değişikliklere paralel yeni dinamikler geliştirir. Kimi zaman yozlaşma kabul edilse de
bu yenilenmeler; kendi içinde bir folklor çerçevesi oluşturur ve bu çerçevenin
dinamiklerini, elektronik kültür ortamında yeni bir folklorik kabul olarak sunar. “Atasözlerinin dönüştürülmesi konusunda ise web sayfalarındaki şu örnekler önemlidir: “Boşboğazı cehenneme atmışlar ‘Cebim nerede?’ demiş.” “Pire itte, cep[telefonu]yiğitte bulunur.”, “Arsızın yüzüne tükürmüşler, ‘Kapsamı alanı dışındayım.’ demiş.”, “Sakla kontörünü gelir zamanı”. Bütün bu kullanımlar, folklor türünün şekli ve sunuş tarzını etkileyen bir kültürel tavır haline geldiğinin göstergesidir. Bu dinamiklerin oluşturdukları dil veya çeşitli materyaller toplumsal gelişim süreci, kitle iletişim ürünleri ve enformasyon çağının etkileri dahilinde oluşan, farklı şekillerde maniple edilen ama aynı kültürel alan içine gönderme yapan bir folklor yaratmaktadır.” (UYANIK, 2006:47)
Halk felsefesi halkbilimsel metinlere bütün yapısal birimleriyle yansır.
Çobanoğlu, “metin” sözcüğünü dilbilimsel ifade ile sınırlandırmaksızın zihinsel
bağlamlı algılanmanın başlangıcıyla işlemeye başlayan bir süreç olarak düşünür ve
halk felsefesinin metinleşen dışa vurum formlarından bahseder. Ona göre halk
felsefesi, geleneksel dünya görüşü anlamındadır kültürel formlar söz, nesne, hareket
olarak nasıl bir kaynağa bağlı olursa olsun bir kabulleniliş ve buna bağlı hayata
geçiriliş serüvenidir. Kabullenmek, yeni formu meşrulaştırmak demektir. “Dahası halk felsefesi, gerek bireysel yaratıcılığa dayalı yeni formlar olsun ve gerekse geleneksel formların yeni nüanslar kazanması veya toplum tarafından sosyal olarak ‘kabul edilir’ ve ‘anlamlı’ hale dönüşmesi süreci doğrudan doğruya dünya görüşüne göre kontrol ve test edilerek onaylanıp onaylanma veya gerekli dönüşüme uğratarak yorumlamak suretiyle geleneksel repertuara veya sosyokültürel bünyeye dahil etme gibi bir belirleyiciliğin karar mekanizmasını oluşturan otoritesi konumundadır.” (ÇOBANOĞLU, 2000: 13)
Geleneği kabullenmek, geleneğe ait kabullerle ilgili alegorik mesajları sezmek
ve onları içselleştirerek davranış kalıplarına dönüştürmek noktasında atasözü, deyim
veya düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralar, halk felsefesinin en güzel örnekleridir.
Anlatıcının, anlatının tamamı yerine nüktede özetlenen biçimiyle geleneksel kabulleri
ortaya koymasıyla birlikte, verilen mesajı içselleştirmiş olan dinleyiciler, mesajın
gereğini yerine getirirler. Kaynak kişi Güllüşan Bahçivan’ın torununun (oğlunun
kızı) 2006 Temmuz’unda yapılan düğünü sırasında oğlunun evinde misafirler
arasında oturmaktayken gelinine: “Bu ne anam ġapıyı bacayı basa basa örtdüñüz,
Çanahcılınıñ ġoyun terletdiği gibi. Milleti mi çatladacāñız?” demesi üzerine kaynak
kişinin gelini, aslen Çorumlu olmasına rağmen, evin yirmi yıllık gelini olmasından
70
kaynaklanan bir geleneği kabullenmişlik öğretisiyle, deyimleşmiş fıkranın taşıdığı
örtük işlevi yerine getirerek, “Kapıyı bacayı aç, içeriyi havlandır” mesajının
dönütünü kayınvalidesine hemen verir ve balkon kapısını açar. Kaynak kişiye, bu
deyimin bir hikâyesi olup olmadığını sorduğumuzda kendisi, “Amān ben nebiym
(ne bileyim) eyle deller işte!” cevabını vermiştir. Akşam, kına gecesi bitiminde,
insanlar evlerine dağılıp aileden olan yakın akrabalar başa başa kaldığında, kaynak
kişi Güllüşan Bahcivan66’ın kardeşi Fevzi Kılıçer67’e sorduk: “Baba, emem öğlende
‘Çanahcılınıñ ġoyun terletdiği gibi’ diye bir şey söyledi. Bunun bir hikâyesi var
mı?” Bunun üzerine Fevzi Kılıçer, metnin yaratılış bağlamını şöyle aktardı:
“Ġurban bayramına birġaç ay ġala ġurbanlıh ġoyun beslerken, ġoyunlarıñ
ağılını dışarıdan ve içerden bir eyce ışıh görmiyecek, heç hava almıyacah bir
şekilde çamırınan suvallar. (Kaynak Kişi Güllüşan Bahcivan araya girer)
- Beyle yapıncı, ġoyunlar etlenir, gelişillerimiş.
(Fevzi Kılıçer, anlatmaya devam eder.)Besiciler, buña “ġoyun terletme”
deller. Amma eyle hep havasız ġomıyacāñ tabi. Arada bir açıp hava
havalandıracāñ. İşte bizim Şarġışla’nın Çanakçı Köyü’nden bir herif, biraz da
dalgınca bir adam mıymış her nasılısa beyle bir ġoyun terledirken hava aldırmayı
unutmuş. Zavallı hayvanlar, ısıcahdan çatlamış, ölmüşler. Ondan sōna bu temsil
olmuş tabi. Bir yerde insanlar beyle çoh ısıcahda nede (neyde) ġaldılar mıydı,
“Çanahcılınıñ ġoyun terletdiği gibi” dellerdi eskiler. Biz de onnardan duyduyduh
işte. Bunuñ hekāsı (hikâyesi) bu ġızım.” (bkz Metinler bölümü, no: 202)
Aynı günün öğlen vakti; ortamın kalabalıklığının, bağlam içinde dinleyici
konumunda yabancıların olmasının, kız gelin ediyor olmanın üzüntüsünün ve
havanın boğuculuğunun etkisiyle deyimin hikâyesini anlatmak istemeyen Güllüşan
Bahcivan’ın daha sıcak ve samimi bir ortamda kardeşi Fevzi Kılıçer’in anlattığı
yaşanmışlığı bildiğini onaylarcasına söze katılması, anlatma bağlamının önemine,
öğlen vakti evin gelininin deyimden aldığı mesajın ona balkon kapısını açtırması,
fıkranın örtük işlevinin dinleyiciyi harekete geçirmesine, dolayısıyla fıkranın
işlevselliğine, günlük hayatta işe koşulurluğuna, yaptırım gücüne işaret eder.
66 Kendisi Sivas’ta söylenen ifadeyle ememdir. Eme, babanın kız kardeşi anlamında bir akrabalık adıdır. 67 Kaynak kişi babamdır.
71
4.1. İŞLEVSEL HALKBİLİMİ KURAMI
Sözlü kültür ve sözel kültür ayrımında sözlü kültürün yalnızca gelenek
yoluyla aktarılan ve yazıyı içine almayan yapısını ortaya koyan ONG, okur yazar
olmadığını düşündüğü sözlü kültür insanı ile ilgili bir takım düşünceler ortaya koyar
ve onun olaylara, olgulara ve insanlara çözümlemeden uzak ama kümelendirip
zekice düzenleyen bakış açısını değerlendirir. Orta Afrikalı bir yerlinin köy okuluna
yeni atanan bir müdürü toplumsal statüsünden ve tahsil derecesinden bağımsız
yalnızca kendi değer ölçüleriyle “Hele önce nasıl dans ediyor, görelim” (ONG,
1995: 73) sözleriyle kabul ya da redde hazırlanışını anlattıktan sonra onun algılama
sürecinin temelinde işlevselliğin olduğunu ifade eder. “Yani sözlü kültür insanı kendisi kimseyi işlevsel olmayan biçimiyle sınava tabi tutmadığı gibi, kendisi de çözümlemeli sorularla kendini imtihan ettiremez. Sözlü kültür insanının çözümlemeden uzak olması bir mantıksızlık ya da neden-sonuç ilişkisini kavrayamamak değildir. Ayrıntılı nedenler bütünü, ancak metinlerle düzenlenerek çözümlemeli biçime sokulur. Oysa sözlü kültür insanı, kümelendirir ve kendince zeki bir düzenleme yapar; anlayışının ve algısının merkezinde ise, işlevsellik vardır.” (ONG, 1995: 74)
Kent folkloru, düşüncesinden hareketle günümüzde bile yazıya geçmemiş
pek çok halkbilimi ürününün okuryazar insanlar tarafından da hâlâ sözlü gelenek
yoluyla bir kültür aktarımı biçiminde nesilden nesile aktarıldığı bilinmektedir. Bu
durumda düşünceyi geliştirme yoluyla Ong’un “sözlü kültür insanı” teriminin içine
okuryazar kent insanını da yarleştirerek halk hafızasının halk bilgisi ürünlerini
kümelendirici ve düzenleyici fonksiyonunu devam ettirdiği, bilimsel çözümleme
metotlarının akabinde yapılacak bütüncül halkbilimsel değerlendirmelerin ise,
halkbilimciler tarafından yapılması gerektiği sonucuna varabiliriz. Çünkü, halkbilimi
ürünlerinin onu üreten taşıyan, değiştiren ve geliştiren insanlar tarafından aynı süreç
içinde işevuruk bir işlev taşıdığı da bilinen ve kolayca gözlemlenebilecek bir gerçektir.
İşlevsel kuramın kurucuları Bronislaw Malinowski, Franz Boas, Margerat
ve Mellville Herkovits, A. Reginald Radclife-Brown, R. Thurnwald ve Ruth
Benedict gibi isimlerdir68.
Kuramın temelinde halkbilimi ürünü olan metinlerden öte, bu metinlerin
yaratılış ve anlatılış bağlamlarının olması gerektiği düşüncesi vardır. Çükü bu
metinlerle onları yaratan toplum, metinlerin yaratıldıkları sosyal bağlam, bağlamda
68 Daha geniş bilgi için Özkul Çobanoğlu’nun “Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş” (1999) adlı eserine ve Metin Ekici’nin “Halk Bilgisi (Folklor) Derleme ve İnceleme Yöntemleri” (2004) adlı eserine bakınız.
72
mevcut bulunan zihniyet, sözel doku ve işevurukluk arasında açıkça gözlemlenebilir
bir bağ vardır. Bu bağlar göz ardı edilerek yapılan derleme çalışmaları, fonksiyonel
olmaktan uzak bir koleksiyonculuk olarak değerlendirilir. Konularına göre yapmış
olduğumuz tasnifte ve bizim tespit edemediğimiz ve başka mikro-kültürlerde tespit
edilebilecek pek çok konuda açıkça ortaya çıkabilecek bir saptamayla fıkralar; dini
inançlar, ahlaki öğretiler, yönetime karşı olan yapılar, mesleki, etnik, sınıfsal
farklılıklar, bireysel hamakat, zeka, kurnazlık gibi pek çok konuda yolunda
gitmeyen şeyleri tespit edip en kısa ve en vurucu biçimiyle eleştirinin sivri uçlarını
törpüleyip kabul edilebilirlik ölçütüne uygun biçime sokarak toplumsal hayatı
düzeltici, onarıcı, örgütleyici, geliştirici işlevler yüklenir. Yıldırım, “sözel dokumalar”
adını verdiği anlatmaya dayalı halk bilimi ürünleri içinde değerlendirilmek üzere,
onların işlevi açısından fıkraları, sosyal eleştiri mekanizmasını işleten “sessiz gibi
duranların sesi”, toplumun onamadığı aykırılıklara karşı kendi doğrularını ortaya
koymak için kullanmış olduğu eleştiri kanalları ve sosyal tutum ve davranış kalıpları
olarak kabul etmek gerektiğini ileri sürer. “Bir bakıma bu tür içine giren sözel dokumalara, sözel eleştiri metinleri de diyebiliriz. Eleştiri türü için bir çıkış kaynağı olduklarını söylemek abartı olmaz. Ancak, burada sözünü ettiğimiz eleştiri toplum ile bağlaşık olan toplumun eleştirisidir.” (YILDIRIM, 1998: 233)
Bu noktada ise, fıkraların temel ihtiyaçlar üzerine hiyerarşinin bir devamı
olarak “temel ihtiyaçlar” ve bunların “kültürel cevaplar”ı üzerine doğal süreçte
meydana gelen ihtiyaçlar ya da modernitenin öngördüğü ihtiyaç için üretim değil de
ihtiyaç üretimi biçiminde ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap vermek ve düzeni sağlamak
üzere ortaya çıkan fıkraların da oluşum öyküsünü, diğer halkbilimi ürünlerinde de
olduğu gibi, bazı işlevlere bağlamak mümkündür.
4.2. İŞLEVSEL HALKBİLİMİ ÇÖZÜMLEME MODELLERİ ÇERÇEVESİNDE FIKRALARIN BİREY VE TOPLUM HAYATINDAKİ YERİ VE İŞLEVİ
Çobanoğlu, halkbilimi ürünlerini çözümleme modelleriyle ilgili olarak bu
ürünlerin işlevleri ile ilgili William Bascom’a ait dört modeli vermiştir. Biz bu
işlevsel çözümleme modellerine örnekler vererek başka işlevler de ekleyeceğiz. “Folklorun çok sayıdaki işlevi arasında William Bascom'un (1954; 1965) basite indirgeyerek en önemli gördüğü birkaç tanesi şunlardır: 1. Hoş vakit geçirme, eğlenme ve eğlendirme işlevi: Bu bağlamda bütün folklor icraları sadece bir eğlence olmaktan uzaktır. Eğlence veya eğlendirme her ne kadar folklorun önemli hem de son derece önemli bir işleviyse de, tek işlevi değildir.
73
2-Değerlere, toplum kurumlarına ve törelere destek verme: Folklorun ikinci İşlevi, içinde yer aldığı kültürdeki icraları yapanlara ve bu icraları seyredip dinleyenlere, söz konusu kültürdeki ritüellerin toplumsal kurumları ve değerleri doğrulayıp onaylamasıdır. Böylece, toplumsal kurum ve değerlerin güncelleşmesini, güçlenip köklenmesini sağlar. 3.Eğitim veya kültürün gelecek kuşaklara aktarılarak eğitilmesi işlevi Folklorun üçüncü işlevi ise, özellikle yazılı kültür geleneği olmayan veya sözlü kültür ortamının tek kültür ortamı olduğu toplumlarda, folklorun taşıdığı bilgiler tarihsel olarak gerçek ve 11öğretimleri son derece Önemli olarak kabul edilir. Bu bağlamda folklor, kültürün aynası ve insanlara yönelik pratik kurallar ve kılavuz olarak düşünülmektedir. 4.Toplumsal ve kişisel baskılardan kurtulmak için bir kaçıp kurtulma mekanizması: Folklorun yerine getirdiği bir başka işlev de, önemli olmasına rağmen çoğunlukla gözden kaçırılan kabul edilmiş davranış kalıplarına uygun davranıyor olmak ve bu yolla da meydana gelen toplumsal ve kişisel baskılardan kaçıp kurtulabilmeyi sağlamaktır.” (ÇOBANOĞLU, 1999: 226)
Bu işlevler ışığında Sivas fıkralarını incelemeye başlamadan önce Sivas
fıkralarından hareketle biz bu işlevlere üç işlev daha ekleyeceğiz. Bu işlevler
arasında “Sosyal motivasyon aracı işlevinde fıkra” başlığının ilham kaynağı ise Türk
Halk Edebiyatı El Kitabı’dır. (OĞUZ vd., 2004: 321)
5. İletişim aracı işlevinde fıkra
a) Bireysel iletişim işlevinde fıkra
b) Toplumsal ilişkiler ağını düzenleme işlevinde fıkra
6. Sosyal motivasyon aracı işlevinde fıkra
7. Tarihi olaylara ışık tutma işlevinde fıkra
4.2.1. Hoş vakit geçirme, eğlenme ve eğlendirme işlevinde fıkra
Diğer folklor ürünlerine nispetle, özünde mevcut bulunan espri nedeniyle
fıkraların güldürme, eğlenip eğlendirme ve güzel vakit geçirme işlevi daha
baskındır. Bunun yanında, güldürürken düşündürme ve ders verme özelliğini göz
ardı etmemek gerekir. Ancak yalnızca güldürmeyi amaçlayan fıkralara bir örnek
verecek olursak; uygunsuz bir ortamda, en olmadık kişiye, beklenmedik bir söz
söyleyerek muhatabını da kendini de komik duruma düşüren bir kahramanın ve
karşıt tezin temsilcisi olan yardımcı şahsiyetin tiyatral bir komedi sahnesi içinde
canlandırıldığı şu fıkrayı anlatabiliriz:
“Sivas’ın Acıyurt köyünde köylünün biri ötekinin eşeğini öldürmüş.
Mahkemelik olmuşlar. Davalı da orda, davacı da orda. Hakim davacıya söz vermiş:
- Söyle bakalım olay nasıl oldu?
- Aye Hakim Bey! Eşşeh aha senin kimin elecene dururdu.
Bunu duyan hâkim bir sürü laf sayıp dökmüş, sonunda:
74
- Sen ne biçim konuşuyorsun be adam! Şimdi seni hakime hakaretten içeri
tıkarım.
- Ġomursañ ki ġonuşah Hakim Bey! Adamı it kimi dalıyırsan.” (bkz
Metinler bölümü, no: 4)
Konusu bakımından mahkeme fıkraları içinde değerlendirilebilecek bu
fıkra işlevsel açıdan hoş vakit geçirme, eğlenme ve eğlendirme işlevine güzel bir
örnek teşkil eder.
4.2.2. Değerlere, Toplum Kurumlarına ve Törelere Destek Verme İşlevinde fıkra
Fıkralar, toplumsal değer yargılarını destekleyen, geleneğin yanlış ya da
haksız uygulamalarını eleştiren veya uygulanış biçimini denetleyen, gerektiği
yerde eleştirip gerektiği yerde destekleyen bir fonksiyona da sahiptir. Bu işlevin
biçimi, fıkranın anlatım amacına göre değişiklik arz eder. Bazen gergin bir
ortamı yumuşatma, bazen ucu çok sivri bir mesajı üstü kapalı bir ifadeyle örtük
işlevini hissettirerek verme, böylece toplumun kurallarını bir düzen içinde
sürdürme ve destekleme amacıyla anlatılır. Bu, aynı zamanda bir çeşit eğitim
işlevidir. Olması gerekli erdemi hissettirerek, incitmeden ironik bir ifadeyle
öğretmeyi içerir. Bu yöntem, öğretme metotlarının en güzeli ve belki de en
etkilisi olarak düşünülebilir. Çünkü halk, kendi öğretisini önce “Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen işit” öğütlü deyimiyle verirken; ardından, mesajı
almayanı yine aynı metotla cezalandırır ve “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana
davul zurna az.” diyerek dışlama ve utandırma yöntemiyle sürdürür. Her iki
sözün de kahramanları ve yaşanmışlık izleri bellidir. Kız ve gelin, deyimimizin
asıl kahramanlarıdır ve verilen mesaj, elin terbiye ettiğinedir, yani gelinedir ama
ana, gücü ancak kendi evladına yettiği ve karşısındaki kişiyle yüz göz olma
ihtimali olduğu için, kendi terbiye ettiğini, yani kızını azarlayarak gelininin
erdem dışı davranışını eleştirmektedir. Olay örgüsü, toplumun bütün bireylerince
içselleştirilmiştir. Verilmek istenen mesaj, herhangi bir anlatıya gerek
duyulmadan anlaşılmaktadır. Aynı teori, ikinci olarak kullandığımız atasözü için
de geçerlidir. Toplum içinde kendine söylenen sözden ders çıkarıp gereğini
yapan için küçük bir mesaj, ince bir sezgi yeterlidir; ancak, artık bazı sınırları
aşmış, örfü, toplum kurallarını hiçe saymış kişi için yapılabilecek bir şey yoktur.
Toplum, onu kendi içinde barındıracaktır ama bunu kural tanımayan kişiyi
75
yalnızlığa itip cezalandırarak yapacaktır. Çünkü o, toplumun ona verdiği
mesajları reddetmekte, ondan beklediği davranış kalıplarını kazanmamaktadır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir. Halk anlatıları ve özellikle fıkralar, anlatı
metinlerinde verdikleri mesajlar aracılığıyla, sosyal öğretiler yaratarak yolunda
gitmeyeni yoluna koyma işlevi taşırlar.
Aşağıya alacağımız örnekte kız çocuğuna verilmesi gereken değerin
verilmediği bir ortam eleştirilmekte, güldürmekten öte cehaletin ve insana
biçilen değerin trajikomik ifadesi dillendirilmektedir. Görücü usulüyle ve başlık
bedeli karşılığı, insandan öte bir nesne muamelesine tabi tutularak, bir takas
usulüyle yer değiştirme konumu taşıyan kız evladın gerçek değerini bulmasını
amaçlayan fıkra, mesajını tariz yoluyla iletmektedir. Üstlendiği işlev,
güldürmekten öte yanlış örfü eleştirmeye, uygulamayı değiştirmeye yöneliktir.
“Bir Ġarslı koyünde adamıñ biriniñ ġızını istemiye gelmişler. Adam da
öğünü öğünü ġahvede arhadaşna ānadıyormuş. Eyle ya ġızı ġıymete binmiş ġoya
(güya) Ötekiler soruyormuş, o cevap veriyormuş:
- Ola bizim ġıza düngür geliller.
- Ola ne veriler?
- Bir araba tezenk (tezek), on biyaz Mecidiye69, üç cınġıllı ġoyun
- Ola ne durirsen? Ver getsiñ” (bkz Metinler bölümü, no: 15)
Anlattığımız fıkrada gelenek bir yönüyle eleştirilirken; onaylanan bir başka
geleneğin de zaman zaman bazı yerlerinden delindiğinin, açık verdiğinin ifadesi
olan şu fıkra da yine fıkraların toplum kurallarını tanıtması, onaması, kimi zaman
kuralların bozulduğu durumlarda yaşanan gülünç hadiseleri yansıtması bakımından
manidar bir örnektir:
“Yörük Türkmen kültüründe gelinler yüksek sesle konuşmazlar.70 Gelinlik
ederler. Küçük yaştaki ġayınlarınıñ yanında bile konuşmazlar. Sivas’ta bir eve yeni
69 Beyaz Mecidiye: Sultan I. Abdülmecid “kayme” adıyla ilk kağıt parayı bastıktan sonra bunların sahteleri basılınca tedbir olarak kağıt paralar bonoya çevrilir. Daha sonra yine Abdülmecit adına 1844 yılında 20 kuruş değerinde gümüş para. basılır. Halk arasında buna gümüş olmasından dolayı beyaz mecidiye denilir. 100 kuruş bir Osmanlı Litası değerindedir. Geniş bilgi için Milli Eğitim Bakanlığının lise ikinci sınıflar için hazırlamış olduğu Vicdan Cazgır, Servet Yavuz ve Niyazi Ceyhun’dan oluşan komisyonca yazılmış tarih kitabına bakılabilir. (Ankara, 2006: MEB Yayınları s. 165) 70 Gelinlerin belli bir süre gelin gittikleri evde yüksek sesle konuşmamaları geleneğine “gelinlik etmek” denir. Özellikle kayınpeder ve büyük kayınbirader izin vermeden yüksek sesle konuşmaya başlanmaz. Kayınpeder ve büyük kayınbirader, aradan beş altı yıl gibi bir zaman geçtikten sonra geline bahşiş vererek yüksek sesle konuşmasına izin verirler. Buna ise “gelinlik bozma” denir. Sözkonusu bahşiş, altın cinsinden (bilezik, beşibiyerde…) veya hayvan cinsinden (inek, dana, koyun vb.) olabilir.
76
gelin gelmiş. Gariban konuşamadığı gibi herkesle beraber sofraya da oturamıyor
tabi. Çünkü törelere aykırı, oturamaz yani. Ġaynana demiş ki:
- Geliniñkini şeyle bir kenara bölüñ de o da sōna yesiñ, demiş. Gelin de
şöyle kenardan bahıyormuş. Bahmış ki yemekden onuñ payına çoh az bölmüşler, o
da demek ki çok acıhmış olacak ki bölen görümcesi miymiş artıh kim ise, onu
dürtükleyip kenardan kısık sesle ona diyormuş ki:
- Gooo! Onu kime bölüyorsañız; o, az oluyor.” (bkz Metinler bölümü, no: 70)
Fıkrada hem onama hem eleştirme bir arada verilmiştir. Bir çeşit davranış
edebi sayılan “gelinlik etme” geleneği, bir yanıyla gelinlerin eşlerinin aile büyüklerini
saymaları noktasında onanırken, sofraya oturmak noktasında gelinin ikinci sınıf insan
muamelesi görmesine neden olması bakımından da eleştirilmektedir.
4.2.3. Eğitim veya Kültürün Gelecek Kuşaklara Aktarılması Yoluyla Yeni Neslin Eğitilmesi İşlevinde Fıkra
Fıkralar, “Söz uçar, yazı kalır” prensibine direnircesine, yazılı kültür
ortamıyla da eş zamanlı olarak sözlü geleneği sürdüren anlatılardan biridir.
İnançlarla, örflerle, yöneticiler ve yönetim biçimleriyle, yaşantısal tecrübelerden
çıkarılan derslerle ilgili davranış kalıpları, yazıya geçmeden de geleneğin taşıyıcısı
olan halk hafızası tarafından, gelecek kuşaklara aktarılabilir. “Bir toplumda yazının varlığı sözlü gelenek üzerinde tsir meydana getirmesine rağmen bu tesirin toplumun tamamını etkilemesi söz konusu olmayabilir.” (ÇOBANOĞLU, 1999: 250)
Halk bilgisinin doğasında mevcut bulunan dinamizmle gelen gelişim,
değişim ve dönüşüm süreci, halkın kendine ait olanın sürekliliğini sağlamasına engel
değildir. Ortak kültür unsurları, kentleşme sürecinde de varlığını gelişerek devam
ettirebilir. Bu noktada, Alan Dundes’in ortak kültürü paylaşan ve devam ettirmeye
çalışan en küçük insan grubu biçimindeki halk tanımından hareketle, halk kavramını
inceleyen Metin Ekici; bu değişim, dönüşüm ve yeni oluşumları şöyle ifade eder: “Türk kültür hayatında başlangıçtan itibaren yaratılmış olan Türklere has kültür kalıpları, sosyal hayattaki değişmelere uygun olarak yapılan ilavelerle yeni kalıplar oluşturarak eskileri geliştirip, bazı değişmelere uğratarak daha sonraki dönemlerde de kendi vadisinde yol almıştır.”EKİCİ, 2000: 8)
Halka ait ortak bir inanç değerini ve bu değerle ilgili bazı ritüelleri gelecek
kuşağa aktaran ve anlatımın içinde de bu aktarımın öğretisi bulunan şu fıkra, bir
kültür aktarımı ifadesidir:
77
“Sanki sen bilmiyoñ mu ġı? Ġandil gecelerinde halva ediyoh ya İşte
ġarınıñ biri de ġandil gecesi gunü konşusuna Yasin ohumıya gidecāmiş. Evden
çıhıyormuş, geliniynen ġızına demiş ki:
- Ġoo! Demiş, ahşama ġalmadan ecik halva ediñ de ölümüzüñ can’uçun
ġonu ġonşuya dağıdah, demiş. Neyse ġonşuda Yasin’i ohumuşlar, ilkindi vahdı ġarı
dönmüş evüne gelmiş. Bahmış ki evde bir halva ġohusu var: “Eyi, demiş halvayı
etmişler” demiş amma mutlağa (mutfak) girmiş bahmış ki ortada havla malva yoh!
Halva tavası boş…
- Ġıız baba dutasıcalar ben size havla ediñ demedim mi giderken? Deyi
bağırıncı fuhare gelin bir sıçıramış, suçlanmış, pısmıış, bir ġıyıya çekilmiş, durmuş
amma ġız ecik yırtıhcaymış arsız beşiyimiş ( bir şeymiş), suçlarını söylemiş:
- Neydek ana! Ölümüz can’uçun halv’ettik, datlıydı biz yedik, demiş.” (bkz
Metinler bölümü, no:59)
Fıkrada, kandil gecelerinde helva yapıp dağıtma geleneğine vurgu
yapılmaktadır. Her kandil gecesinde Sivas’ın hemen her evinde un helvası pişirilir.
Bir halk inanışına göre o ocaktan geçen bütün aile büyüklerinin ruhları
“Torunlarımız, çocuklarımız bizim için ne hayır yapıyor?” diye kendi evlerine
gelirlermiş. Evlerinin yolunu ise, bu helvanın kokusundan dolayı buldukları inancı
halk arasında yaygındır. Hatta helva yapmakla ilgili olarak, kandil gecelerinde,
kadınlar arasında “Gidiyim de bir helva kokutayım” deyimi kullanılır. Helva
yapılırken, bilinen bütün dualar, özellikle Yasin suresi okunur. Ölü canı için
yapıldığı inancının yaygın olduğu bu ritüeller, yaşantıyla edinilmeyen ya da makro
bağlamlara ulaşmamış ve mikro bağlamlarla sınırlı kalmış, inanca dayalı geleneğin
fıkranın ulaştığı bireylerce tanınıp bilinmesiyle, unutulup yok olmaktan kurtulacak
belki de yayılma yoluyla genelleşecek, ulusça benimsenecektir. Bu bir çeşit eğitim
sürecidir ve fıkraların, eğitim ve kültürün kültür aktarımı yoluyla gelecek kuşaklara
taşınması işlevine sahip olduğuna işaret eder.
Doğru ve yerinde davranışın öğretisi de yine kültürel aktarım yoluyla kalıp
haline dönüşür ve iletilir. İnsan, konumuna statüsüne, toplumsal rolüne uygun
davranış kalıpları sergilemelidir. Bu, bir sosyalleşme ölçütüdür. Diğer türlüsü
aykırılıktır ve hoş karşılanmaz. Hoş karşılanmayan bir davranış kalıbı, toplumun
onadığı bir davranış kalıbı değildir ve bir şekilde toplum dışına itilir. Çünkü toplum,
istendik davranışları yerine getiren bireyler yetiştirme eğilimi gösterir. Örnek olarak
78
aşağıya alacağımız fıkrada özü sözü bir olmanın öğretisi verilerek, alegori yoluyla
insana kimlik noktasında durması gerektiği yer öğretilmektedir.
“Bir ördek, lağım suyunda yayılıyormuş. Yayılırken de “Vak! Vak! Vak!”
diye ötüyormuş. Evliyaullahdan biri de oradan geçiyormuş. Hani Hak dostları neyi
duymak isterse onu duyarlar ya; o da ördeğin ötüşünü, “Hakk! Hakk! Hakk!”
şeklinde anlamış. Şöyle bir ördeğe bakmış, üzgün üzgün söylenmiş:
- Yayıldığıñ yurda bāh, ağzıñdaki virde bah! Demiş.” (bkz Metinler
bölümü, no: 151)
Kişi, kazanmış olduğu ya da toplumun ona yüklemiş olduğu statünün
gereğini yerine getirmek ve beklentilere cevap olarak kendini gerçekleştirmek
zorundadır. Fıkramızda, ermiş kişinin kendi statüsüyle uygun bir algılayış biçimi
vardır, kendini gerçekleştirmektedir. Yani “Dervişin fikri neyse zikri de odur.”
Ancak dervişin kendi algısından dolayı, ördeğe yüklediği statüyle ördeğin
bulunduğu konum, birbiriyle örtüşmemektedir. İstendik davranış “Özü sözü bir
olma” davranışıdır ve bu gerçekleşmemektedir. Bu fıkranın anlatma bağlamında
bulunan dinleyici ya da izleyicilerden beklenen istendik davranış biçimi ise,
kıssadan gereken hisseyi alıp, söyledikleriyle örtüşen eylemler gerçekleştirmektir.
4.2.4. Toplumsal ve Kişisel Baskılardan Kurtulmak İçin Bir Kaçıp Kurtulma Mekanizması İşlevinde Fıkra:
İnsanoğlunun yaratılışından bugüne her toplum ya da birey için tabu olan
bazı kavramlar, tutum ve davranışlar vardır. Bu tabuları normal davranış biçimleri
içinde eleştirmek ya da yıkmak mümkün değildir. Bu noktada fıkra, eleştirinin sivri
uçlarını törpüleyen bir işlevle devreye girer ve söylenmek istenip de söylenemeyeni
dolaylı yoldan anlatır. Yazılı metinlere de sözlü gelenekten geçen bu ironik üslup,
Metin Ekici’nin de ifade ettiği gibi halk bilgisi ürünlerinin protesto işlevidir.
(EKİCİ, 2004: 120) Ekici, bu işlevin aslında toplumsal ve kişisel baskılardan
kurtulma işlevinin içinde değerlendirilebileceğini ifade eder.
Asker, Türk toplumunun kutsalıdır. Asker ocağı peygamber ocağı; askerin
her biri peygamber adı taşıyan “Mehmetçik”tir. Normal şartlar altında askere kimse
söz etmez, söz ettirmez. Ancak her meslek grubunda olduğu gibi, askerin içinde de
yanlış yapan insanlar bulunmaması gerektiği halde, böyle insanlar olabilir. Bu
noktada, eleştiri direkt olarak meslek grubuna yöneltiliyormuş gibi gözükse de
79
aslında yanlış davranışı gerçekleştiren insana yöneliktir. “Gözü açığı jandarma
yazarlar” deyiminin bağlamı olarak derlediğimiz fıkrada da böyle bir yanlış
davranışın kişiye yönelik protesto işlevi ortaya çıkmaktadır:
“Sivas’ta köylünüñ biri bir kopek almış, candarma ġışlasınıñ öñünden
geçiyormuş. Ġapıda bekliyen candarmanıñ birisi köylüyü küçümseyerek seslenmiş:
- Hey hemşerim! Sen bu köy muhtarını nere götürüyoñ? Demiş. Köylü ne
dese candarmadan zopa yiyecek, ahlını ġullanmış demiş ki:
- Ġardaş, bunun çoh gözü açıh, köyünen geçinemedi götürüyorum ki
candarma yazdirim, demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 108)
Dinî inançlar da insan davranışları açısından bağlayıcı özellik arz eder.
Ancak yine halk hafızasının kendi yarattığı ve “hile-i şer’iyye” adını verdiği
yöntem, insanın kendi tabularını aşarak aslında gerçekleştirmek istediği yanlışı
gerçekleştirmesi noktasında, ona, bir kaçamak yapma imkanı verir. Bu kaçamak,
zekice ve aslında yapan kişi açısından da hem çıkarlarına uygun hem de inançlarını
tehlikeye atmayan bir kaçamaktır:
“Sivas’ın Zara ilçesinde yaşayan insanların çok açıkgöz olduğu söylenir. Bir
dönem, Zara ile Hafik sınırındaki bir tarlanın mülkiyeti konusunda bu iki ilçe arasında
anlaşmazlık çıkmış ve mahkemelik olmuşlar. Aslında tarla Hafiklilere aitmiş ama
Zaralılar uyanıklık edip tarlayı Hafiklilerin elinden almak istiyormuş. Keşif için mahkeme
heyetiyle birlikte tarlaya gelmişler. Hâkim tarla üzerinde hak iddia eden Zaralı’ya
sormuş:
- Söyle bakalım, bu tarla gerçekten senin mi?
Zaralı daha önce her iki ayakkabısına da Zara’dan birer avuç toprak
doldurmuş zaten. Başlamış yemin etmeye:
- Hakim Bey! Dinime, imanıma, Allah’ıma, kitabıma; bastığım bu toprak,
Zara toprağıdır.” (bkz Metinler bölümü, no: 6)
Yine bu fıkra da konu bakımından bir mahkeme fıkrası olmakla birlikte
işlevsel açıdan dini baskılardan kurtulma işlevini yüklenmektedir.
4.2.5. İletişim Aracı İşlevinde Fıkra
Fıkralarla ilgili beşinci bir işlev olarak tespit ettiğimiz iletişim işlevini
tanımlarken, öncelikle insanın sosyal bir varlık olmasından hareketle, iletişimin
sosyal bir ihtiyaç olduğu düşüncesini merkeze alırsak şu sonuca varılabilir: Bir
80
arada yaşayabilmenin ön şartı, insanlar arasında hiç yoksa asgari müştereklerin
sağlanmasıdır. O halde, bu saptamalardan insanlar arasındaki anlaşmanın hayatın
doğal akışını bozmamak açısından bir zorunluluk olduğu ortaya çıkmaktadır.
İnsan uyku halindeyken bile, kendi içinde, kendisiyle bir iletişim süreci
yaşar ve bunun onun ruhunda yaptığı etkiyi sosyal alanda diğer insanlara
yansıtabilir. O halde sağlıklı iletişim ortamları yaratabilmenin toplumsal sağlık
açısından da önemi büyüktür.
İnsanlar arasındaki iletişim araçlarının en etkin olanı dildir. Moda tabirle
“iletişim çağı”nın yaşandığı mevcut, reel dünya; bize iletişim açısından ne kadar
teknolojik aygıt sunarsa sunsun, bütün bu aygıtlar, temel iletişim aracımız olan dilin
işlevini aşamayan bir nakıslık gösterirler. Böyle olunca, yine dilin en mühim iletişim
aracı olarak kullanıldığı anlatıların iletişimdeki önemli rolü ortaya çıkmaktadır. Bu
noktada, fıkraların işlevinden genel olarak yukarda bahsettiğimiz için şimdi
iletişimle ilgili olarak fıkranın yüklendiği işlevi belirtmekle yetineceğiz. İletişim
açısından fıkranın işlevselliğine Sivas fıkraları pencereden bakıldığında iki işlev
tespit etmek mümkündür:
1- Bireysel iletişim işlevinde fıkra
2- Birey toplum ilişkisini düzenleme işlevinde fıkra
4.2.5.1. Bireysel İletişim İşlevinde Fıkra
Bireysel iletişimin çerçevesi, bireyin yakın çevresiyle kurduğu birebir
ilişkilerle sınırlıdır. Bu noktada yine toplumun koyduğu normlar yok mudur? Elbette
vardır ve birey, birebir ilişkilerinde de toplumsal normlara uymak zorundadır. Bireysel
farklılıklara rağmen bireylerden benzer davranış kalıpları beklenir. Tabii bu
davranışların sosyal kabullerle çelişip çelişmemesi önemli değildir. Önemli olan,
bireyin ortaya koyduğu davranış biçiminin sosyolojik bir tanımının ya da izahının olup
olmamasıdır. Sosyolog İhsan Sezal, bu durumu şöyle ifade eder. “… mantıkî olarak
ferdî farklılıklar, sosyolojik izahlara bir engel teşkil etmez.” (SEZAL, 1995: 31)
Bu noktadan hareketle bireyler, kendi özel yaşamlarıyla ilgili olarak da
bireysel ilişkilerini düzenlerken kınanmayacak, onanacak, geçmişten aktarılan doğru
davranış ölçütleriyle çelişmeyecek biçimler icat emek zorundadır. Bu zorunluluk, dar da
olsa bireysel ilişki ve sorunların yine bir sosyal hayatla ilgili olmasıyla
bağlantılandırılabilir:
81
“ (Şahsi olan meseleler), dertler ve zorluklar ferdin kendi karakterinden ve yakındakilerle olan ilişkilerinden doğmaktadır. Bu dertler her şeyden önce kendisi ile ve kendisinin doğrudan ve şahsen farkında olduğu sınırlı bir sosyal hayatla ilgilidirler.” (SEZAL, 1995: 50)
Dundes’in halk tanımıyla: “Halk, en az bir ortak faktörü paylaşan herhangi bir insan grubunu ifade eder. /…/ Dundes’e göre bir halk grubu bir millet kadar geniş olabileceği gibi, bir aile kadar da küçük olabilir.” (EKİCİ, 2000: 5)
O halde, iki kişiden oluşan bir aile, yani bir karı koca da halkı
oluşturuyorsa; bunlar arasındaki ilişki, bir sosyal ilişkidir. Çünkü oluşturdukları
kurum, sosyal bir kurumdur. Aynı şey, arkadaşlık ya da kardeşlik için de geçerlidir.
Kardeşlik ya da karı-kocalık aileyi, arkadaşlık da bir başka sosyal grubu temsil eder.
O halde ferdi ilişkiler ağı da sosyolojik olaylar ve olgular içinde
değerlendirilmelidir. Bu durumda yine ferdi eğitmek üzere fıkralar yoluyla aktarılan
kültür unsurları, bireysel iletişim işlevini yerine getirirken aynı zamanda sosyolojik
bir işlev de görmektedir. Aile kurumu, karı-kocadan her birine çeşitli yükümlülükler
getiren bir kurumdur. Taraflardan biri, kendine düşeni sürekli aksattığında bireysel
ilişki sekteye uğrar, böylelikle aile kurumu da yaralanır. Bunun öğüdünü içeren şu
fıkra, kişisel sorumluluklar üzerine bina edilmiş bir nükteye ve bu nükteden aile
bireylerinin çıkarması gereken sorumluluk dersine işaret eder:
“Adamıñ biri ġarısını bek (pek) severmiş. Ne ġabahat etse bir fiske bile
vurmamış. Ġarı da herifiñ huyunu biliyor ya bek nazlanırımış gişiye (kocaya). Bir
gün bunnar yemek yiyollarımış, Herif, çorbıya ekmek doğruyormuş, ġaşığınan
basıyormuş, alıp da yiyecek amma ġarı ondan evel davranıyor, alıp yutuyorumuş.
Bir olmuş, herif beşiy dememiş; iki olmuş, herif beşiy dememiş; üç oluncu, gayrı
herifiñ sabrı taşmış, tepesiniñ tası atmış. Eliniñ tersiynen vuruncu, ġarı olduğu yere
düşmüş, ölmüş. Herif sesleniyormuş, ġarıyı dürtüyormuş amma ġarı getmiş ġayrı
gelir mi? Herif de ġarı kusdü de ġahmıyor sanıyormuş, herslenmiş demiş ki ġarıya:
- Ne doğrarsıñ ne basarsıñ bir vurmada da kusersiñ, demiş.” (bkz Metinler
bölümü, no: 78)
Bireysel sorumlulukların yerine getirilmeyişi, tüketici bir etki yaratır ve
kişinin yakın çevresiyle onun arasında bir kaos yaratır. Çözümlenmezlikler ise
insanları; yıkıcı, radikal çözüm arayışlarına iter. Bu fıkrada bir sabır abidesi gibi
görünen asıl kahraman, sabrı taşınca ondan beklenmeyen bir tepkiyle karşısındaki
82
kişinin iletişim bozukluğuna cevap vermiş, bir bakıma bu ilietişimsizliği
sonlandırmıştır. Fıkranın öğretisinde, size düşeni yaparsanız, etrafınızı tüketmemiş
olursunuz mesajı vardır.
4.2.5.2. Toplumsal İlişkiler Ağını Düzenleme İşlevinde Fıkra
Toplum, fertlerin oluşturduğu bir birliktir. Bireysel farklılıklar, toplumun
bir birlik olması genellemesini değiştirmez. Her toplum, bir kültür tarihine sahiptir.
Ancak bu uygarlık tarihi, durağan değildir. Toplumun dinamik yapısı, sahip olduğu
maddi veya manevi kültürdeki değişmelerden etkilenmesini de beraberinde getirir.
Bu canlılık prensibinden hareketle “medeniyet” ve “kültür” kavramlarını eş anlamlı
kabul eden Dursun Yıldırım, Kültürü şöyle tanımlar: “Toplumların medeniyetleri, sözel ve yazılı ortam içinde yer alan faaliyetlerin sürekli üretim halinde ortaya koydukları ürünlerin toplamıdır.” (YILDIRIM, 2000: 35)
Kültürün sürekliliği, yaygınlaştırılmak suretiyle sağlanır. Kültür ürünleri,
aktarımlar sırasında bünyesinden bir şeyler kaybedebildiği gibi farklı bağlamlarda çeşitli
zenginlikler de kazanarak varlığını sürdürür. Kültür, toplumu oluşturan üyeler tarafından
öğrenme yoluyla içselleştirilir. Daha sonra ortaya çıkan kalıplar çerçevesinde, yeni
yaratmalar meydana getirilebilir. Bu yaratmalar, toplumun bütün üyeleri tarafından
tanınır ve mesajları toplumun beklentisine uygun formlarla yorumlanır. Oluşan metnin
yapısı, çevresi ve terminolojisi, toplumun kültür fotoğrafıdır.
Fıkralar, bu toplumsal kültür fotoğrafının önemli karelerinden biridir ve
kültürel değişimlerin oluşturduğu yeni yapıları kabullenme ve yine toplumsal ilişkiler
ağını düzenleme işlevinde kullanılan önemli bir halk bilgisi enstrümanıdır. Metin
EKİCİ’nin meselenin özüne fıkra türünü yerleştirerek halk bilgisi ürünlerine yapılan
ilaveler ve kültür değişimlerini anlatırken örnek olarak verdiği fıkra önemlidir: "Bir grup üniversite öğreticisi Türkçe'nin kullanımı konusunda kendi aralarında tartışırlar, öğrencilerden bir kısmı Türkçe'nin içinde batı dillerindeki bazı kelimelerin Türkçe'de kullanılabileceğini savunurken, bir kısmı da bu kelimelerin Türkçe'yi bozduğunu, bunların kullanılmaması gerektiğini savunurlar. Bir karara varamayan öğrenciler, Nasreddin Hoca'va danışmanın uygun olacağını düşünüp, Hoca'ya giderler. - Hocam. Türkçe'de 'Evet' yerine 'O.K." demek uygun mudur? Nasreddin Hoca: - Herald yani! diye cevap verir." (EKİCİ, 2000: 8)
Genç kuşağın yaşadığı kültür yozlaşmasını eleştiren fıkra, Nasrettin
Hoca’nın kimliğinde durumun vehametini artıran bir özellik kazanır. Çünkü, Hoca
Türk kültürüne ait başlı başına önemli bir değerdir. Hal böyle olunca, yozlaşmadan
83
Hocaya pay çıkarmak, mevcut durumun korkunçluğunu artırmak anlamı taşımaktadır.
Böylelikle, fıkra, toplumun bütün katmanlarına, kültürün en önemli öğelerinden
birinin dil olduğunu dikte etmekte ve yanlışı düzeltme, yaralanan kültürel organı
sağaltma işlevi yüklenmektedir. Bu, bireylerin topluma adaptasyonu ile ilgili fıkraların
yüklenmiş olduğu çok önemli bir işlevdir. Çünkü aykırılık düzeni bozan, anarşi
yaratan bir olgudur. Toplumsal düzeni korumak, ilişkiler ağını düzenlemek,
aykırılıkları gülünç duruma düşürmek suretiyle sağlanır. İşte, göçerlik kültürünün bir
çeşit “yarıyerleşik” devamı olan “Almancılık” kültüründe, mutlak uyum diktesiyle
yan yana taşıdığı kuralsız köy kültürünün çatışmasının ortasında kalan Almanya’daki
Türk işçisinin düştüğü trajikomik durum; fıkranın iletisine, toplumsal kuralların
işleyişini bozan davranışı düzeltmeye yönelik bir işlev yüklemektedir:
“Almanya’da bir Türk işçisi; nasıl yaptıysa, şaşırmış, otobana ters girmiş.
Trafik oluk gibi, karşı taraf ışıktan kurtulmuş akıyor tabii. Almanya’da en ufak bir
kuralı ihlal etmek mümkün mü? Helikopter yukarıdan anons ediyormuş:
- Otobanda ters yönde seyreden bir araç var! Otoyolda bir araç ters yönde
seyrediyor!..
Bizim Türk de duymuş anonsu. Kendi kendine söyleniyormuş:
- Hey yavrum, ahlına yandığımıñ ġavuru! Ġaç bir araç ters! Diyormuş.”
(bkz Metinler bölümü, no: 64)
Kuralsızlığın kurallaştığı bir düşünce, kuralların istisna kabul etmeden
uygulandığı bir toplumda komik duruma düşer. Fıkramızın kahramanı, hem bir
çeşit cahillik ve görgüsüzlüğün hem de düşüncesinin sınırlarını zorlamayan bir
aymazlığın temsilidir. Onun komik duruma düşmesi, toplumsal kuralların onanması
anlamını taşımaktadır.
4.2.6. Sosyal Motivasyon Aracı İşlevinde Fıkra
Fıkraların işlevleriyle ilgili olarak bir başka tespit “Türk Halk Edebiyatı El
Kitabı”nda yer alır. Bu görüş, siyasi alandaki kullanımla temellendirilir. Fıkralarda ön
plana çıkan hoşgörünün içeriğinde sert mesajlar taşıyan anlatımları bile yapıcı bir
eleştiriye dönüştürdüğü ileri sürülür. İnciten, yok eden, ezen doğrudan eleştirme davranışı
yerine önüne “hoşgörü kalkanı”nı alan fıkrayla yapıcı bir eleştiri orataya koymak
mümkündür. Eserde, siyasetçilerin rakiplerini alt etmek için fıkra anlatmayı bilinçli olarak
seçilmiş bir yöntem olarak seçtiklerinden bahsedilir.
84
“Fıkranın, gerek siyasetçiler, gerek gazete köşe yazarları tarafından kullanılan diğer bir fonksiyonu da, az sözle çok şey anlatmadır. Uzun tasvirler, söz sanatları, abartılı ve ağdalı anlatım yerine kısa ifadelerle yoğun anlam yüklemeyi, zaman tasarrufunu ve son sözü söyleme özelliğim de beraberinde getirdiğinden, fıkra, siyaset ve fikir adamlarınca her zaman tercih sebebi olmaktadır.” (OĞUZ vd., 2004: 321-322)
Yalnızca siyasi alanla kalmayan bir sosyal motivasyondan da bahsetmek
mümkündür elbette. İstendik davranışları kazandırma noktasında toplumsal kurumlar,
belirli metotlar geliştirirler. Bu metotlarla toplumsal normların işleyişi kolaylaştırılır.
Fıkralarla iletilen bir mesaj, fıkra dışındaki farklı yöntemlerle alıcısına ulaştırılsa
beklenen etkiyi uyandırmayabilir. Oysa fıkra, çağrışım yoluyla ve hedefi belirleyen ama
bu belirlenmişliği belli etmeyen bir yöntemle alıcısını etkileyen bir anlatıdır. O halde
direkt yaklaşımlarla itici olmak yerine, dolaylı bir çağrışım metoduyla sonuç almak,
daha tercih edilen ya da tercih edilmesi gereken bir metot olmalıdır
Fıkraların sosyal motivasyon işlevinin eğitim, din ve benzeri pek çok
sosyal alanda fonksiyonel olduğunu gözlemlemek mümkündür. İnsanları dinin
gereklerini yerine getirme konusunda yönlendirme konusunu işleyen bir örnek
fıkrada, anlatım içinde uygulama olarak tanıtılan istendik davranışı sağlayıcı
metodun, anlatıcının etkileyici üslubuyla ve bağlamda dinleyici statüsünde bulunan
kişilerin mesajı alma konusunda hazır bulunuşluk düzeyleri birleşince, sosyal
motivasyonu rahatlıkla gerçekleştirdiği gözlemlenebilir:
“Köyüñ birisine yeñi bir hoca gelmiş, gelmiş amma bahmış ki koyde kimse camiye
namaz ġılmıya gelmiyor. Bahmış ki beyle oturmaynan olmıyacah, köylülere demiş ki:
- Ġardaş, siz niye camiye gelmiyorsuñuz? Demiş, koylüler biraz
eriniyormuş camiye girmiye:
- Amān hoc’efendi! Çarığımız var, dolağımız var, kim onnarı çıharıp da
namaz ġılacah, uzun iş, bizi zora ġoşma yav! Deyinci; hoca, koylülere demiş ki:
- La ġardaş siz geliñ de çarıhla geliñ, demiş. Bu sefer köylüler:
-Olur mu hoc’efendi, çarığınan namaz ġılınır mı? Deyinci, hoca da yeter ki
camiye alışsıñlar diye, “Olur, olur!” demiş, koylüler, gayrı birer ikişer camiye gelip
namaz ġılmıya başlamışlar. Gel zaman, get zaman bu hoca başġa bir koye hoca
getmiş; bu koye de yeñi bir hoca gelmiş. Yeñi hoca, bahmış ki köylüler çarıhla
camiye girip namaz ġılıyorlar, koylülere ġızmış:
- Ġardaş, çarıhla camiye girilir mi yav? Neydiyorsuñuz siz? Demiş,
köylüler şaşırmışlar, demişler ki:
85
- Hoc’efendi, senden evelki hocamız izin veriyordu, çarıhla namaz olur
dediydi, demişler. Hoca şaşırmış tabi. Öteki koye getmiş, eski hocayı bulmuş, sormuş:
- La ġardaşım beyle iş mi olur yav? Sen köylüye “Çarıhla camiye geliñ eyle de
namaz olur” demissiñ, beyle denir mi yav? Demiş, herslenmiş.Eski hoca cevap vermiş:
- Hoc’efendi, hoc’efendiii! Demiş, ben çarıhla da olsa camiye getirdim mi?
Getirdim. Namaz ġıldırdım mı? Ġıldırdım. Evelden o da yoğudu. Gayrı sen de
çarıhlarını çıhartdır, demiş. (bkz Metinler bölümü, no: 189)
Bu fıkrada, belli bir davranış kalıbına hazırlanan insanlarla ilgili bir eğitim
metodu geliştirmeyi hedefleyen kişiye, izlemesi gereken yolun öğretisi, kuramsal bir
yaklaşımdan ve nasihatten çok daha etkili bir yöntemle ve daha kısa yoldan ve onu
başarmak konusunda etkin olmuş bir örnekle ikna ederek motive etmek yoluyla
verilmektedir.
4.2.7. Tarihi Olaylara Işık Tutma İşlevinde Fıkra
Ulusların geçmişleri ile bugünleri arasında bir köprü vazifesi gören tarih
metinleri, genellikle yazılı metinlerdir ve sözlü kültür ürünleri, tarihi kaynak olarak
muteber sayılan kaynaklar değillerdir. Ancak son dönem araştırıcılarının ulaştığı
önemli bir nokta vardır: Hiçbir sosyal bilimin, sosyal olaylardan ve bunların
oluştuğu bağlamdan bağımsız olması düşünülemez.
Tarihi vak’alar kaynaklara geçirilirken genellikle meselenin kronolojik
boyutu ve ayrıntıya inilmeksizin bu olayları oluşturan kişi ve nedenler üzerinde
durulur. Oysa tarihi ve toplumsal olayları oluşturan her bir metin halkası, yazılı
metinlere geçsin ya da geçmesin tarihin bir kesitini meydana getirir ve halk
hafızasında yerini alır. En nihayet kültür aktarımı yoluyla nesilden nesle ulaşır. Ruhi
Ersoy tarihi vak’aların tecrübe ve birikimlerin aktarımıyla ilgili olarak; ister yazılı
kültür ortamında isterse elektronik kültür ortamında olsun, hangi kültür ortamında
yer alırsa alsın, sözün her ortamda büyüsünü koruduğunu ifade eder: “Yazının icadına kadar, tarihî birikim ve tecrübe, sözlü ortam kaynak ve kanalları tarafından muhafaza edilip aktarılmıştır. Zamanla sözlü ve yazılı ortam birbirinin içine girerek devam ederken bunlara bir yeni ortam daha eklenir ki bu da elektronik ortamdır. Söz konusu bu ortam birlikteliği yeni kaynaklar ve yeni terkiplerin oluşmasına katkı sağlar fakat söz konusu bu ortamların tamamında söz büyüsünü kaybetmez.” (ERSOY, 2004: 102-110)
Ersoy, Ong’u kaynak gösterdiği makalesinde insanlık tarihinin yazılı
geçmişinin varlık serüveninin yalnızca 6000 yıl geriye gidebildiğinden, oysa
86
insanın varlığının on binlerce yıl öncesine ait olduğundan bahseder ve bu görüşle
temellendirdiği sözlü tarih tezini ortaya koyar. Ona göre aradaki boşluk sözlü
gelenek tarafından doldurulmuştur. İnsanın varlık tarihinin yazılı kaynaklara
geçmemiş tecrübe ve birikimleri, sözlü gelenek yoluyla kuşaktan kuşağa
aktarılmıştır. (ERSOY, 2004: 102-110)
Pek çok destan, halk hikâyesi, efsane ya da fıkra gibi sözlü kültür ürünü,
bünyesinde birçok tarihi şahsiyet, yer ve olaydan izler taşır. Ali Çelik, Zeki Velidi
Togan’ı kaynak gösterdiği bir makalesinde bu tespite şu şekilde yer verir: “Togan’ın tarih için önemli bulduğu bir kaynak da ‘Kendilerinin yahut başkalarının başından geçenleri manzum veya mensur hikâyeler tarzında nakledenlerin rivayetleri tarihlere menba olan <<haber>>lerin en eski şeklidir’ diye açıkladığı rivayetlerdir. Togan haberleri ‘Şifahî Haberler’ ve ‘Yazılı Haberler’ diye iki başlık altında toplar ve şifahi haberleri de ‘tarihi şiirler, destanlar, seyyar hikâyeler, tarihi destanlar, menkıbeler, hikâye ve anekdotlar, fıkralar’ şeklinde yedi alt başlıkta inceler.” (ÇELİK, 2001: 81)
Tarihi olaylar, onları birebir yaşayan, gözleyen, şu ya da bu şekilde bu
olayların yansımalarından etkilenen halk gruplarının sözlü verimlerini oluşturan
destan, halk hikâyesi, türkü, menkıbe, ağıt, fıkra gibi irticale dayanan ve sosyal
hayatın sözde vücut bulan formlarıyla hayatın içinden şahitler ve kahramanlar
kazanır. Diğer bütün sözlü ürünlerde olduğu gibi, fıkralarda da tarihi kişi ya da
olayların birebir aynısı nakledilmez. Dönemle ilgili devlet adamlarının
uygulamaları, halkın bu uygulamalar karşısındaki tepkileri, yöneticilerle halk
arasındaki müspet ya da menfi iletişim, bu iletişimin sonuçlarını oluşturan olgular,
fıkralarda birer vakıa olarak yer alır.
Osmanlı Padişahlarından II. Beyazıt döneminde meydana gelen Şahkulu
İsyanı (1511) ile ilgili olarak babası II. Beyazıt’ın Şiiliğin Anadolu’da yayılmasına
engel olmadığı düşüncesiyle babasıyla mücadele edip 1512 yılında Türk-İslam birliğini
sağlamak amacıyla tahta geçen Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı-İran savaşları sırasında,
İran’dan gelen Şii etkisinin Anadolu sahasında Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızı da
payitahta karşı kışkırtmaları sonucunda, Çaldıran Savaşı öncesi, bazı Alevi-Bektaşi
liderlerini idam ettirdiği veya hapsettiği yolunda söylenen rivayetlerden birini yansıtan
bir fıkra, idarenin Sünnî inanışıyla Alevîlik arasındaki çatışmayı sosyal bir olgu olarak
günümüze taşıyan bir örnektir. Yapılması gereken, bu olayın reel tarihle uyup
uymayışını tarihçilere bırakıp sözlü gelenekten günümüze ulaşanı aktarmaktır:
“Yavuz Sultan Selim, Sivas’ın Alevi köylerinden birinden geçerken namaz
kılmak istemiş ama bir cami bulamamış ki namaz kılsın. Gazaba gelmiş, “Demek
87
burada namaz kılan yok ki cami de yok” demiş ve hemen oraya bir cami, bir de
karakol yaptırılmasını emretmiş. “Bundan böyle namaza gitmeyen jandarma
tarafından götürülecek! Yoksa boynu vurulacak!” demiş.
Can korkusuyla köylü beş vakit camiyi dolduruyormuş. “Namaz bir gün
olsa kuşlar da konar” derler ya bizim Alevilerden biri, iyice usanmış namazdan.
Her gün beş vakit git camiye, gel camiden bitmez ki bitsin. Kılsa canına tak etmiş,
kılmasa jandarma var, belki de kelle gidecek. Bir gün bahçesinde otururken ikindi
ezanı okunmuş. Bizimki karısına seslenmiş:
- Ġooo! (Mestlerini işaret ederek) Getir şu yırtılasıcaları
(Ayaklarını işaret ederek) Geyyim şu ġırılasıcalara
(Camiyi kast ederek) Gediyim şu yıhılasıcaya da
(Namazı kast ederek) Gılıyım şu ġabul olmayasıcayı” (bkz Metinler
bölümü, no: 12)
Daha önce “Değerlere, toplum kurumlarına ve törelere destek verme
işlevinde fıkra” başlığı altında örnek verdiğimiz bir fıkrada yer alan “Beyaz
Mecidiye” (15) sözcüğü de Sultan I. Abdülmecid döneminde basılan ve “kayme”
adıyla bilinen ilk kağıt paranın daha sonra sahtelerinin basıldığı ortaya çıkınca tedbir
olarak kağıt paraların bonoya çevrilmesi, ardından da 1844 yılında çıkarılan 20
kuruş değerinde bir gümüş para basılması olayını bağlamında taşıyan bir sözcüktür..
Halk, bu 20 kuruşa gümüş olmasından dolayı beyaz mecidiye der. 100 kuruş bir
Osmanlı Lirası değerindedir (CAZGIR vd., 2006: 185)
O halde yalnızca idare ve halk arasındaki veya toplum içindeki sınıflar
arasındaki çatışmaları, yöneticinin halka, halkın yöneticiye bakış açısını anlatan
fıkraların yanında dönemin ekonomi faaliyetlerini de bir sosyo-ekonomik vakıa
olarak ortaya koyan fıkralar da mevcuttur. Çelik, fıkraların birer tarih vesikası
sayılmasalar bile tarihi olayların değerlendirilmesinde bir anekdot olarak dikkate
değer bulunması gerektiğini önerir: “Tarihi gerçekler sadece tarih kitaplarıyla değil, yüzlerce yıldan beri halkın hafızasında yaşamaya devam eden bu tür fıkralarla da kuşaktan kuşağa aktarılmaktadır. Üstelik bu fıkralarda anlatılan tarih, sadece olayları değil, onların altında yatan ve çoğunu kimsenin tek başına seslendirmeğe cesaret bile edemediği, ancak fıkralarda açıklanabilen gerçekleri, işin psiko-sosyal boyutunu gözler önüne sermesi bakımından diğerinden daha gerçekçidir. Tarihi belge olarak çok sık kullanılmasalar bile, mutlaka dikkate alınarak değerlendirilmeleri gerekir.” (ÇELİK, 2001: 86)
88
Anlattığımız iki fıkradan ilkinde yer alan ve bazı tarihi gerçeklerle örtüşen
Yavuz Sultan Selim döneminin sıradan bir Alevi vatandaşının şahsında Şii-Sünni
çatışmasının izlerini takip ederken, bir diğer fıkrada tek bir sözcük grubunda (on
beyaz mecidiye) bir dönemin para politikasındaki ve ekonomik hayatındaki başarısız
uygulamaların ayak izlerine rastlıyoruz. Fakat bu izler, bizi birebir gerçekleşen
olaylara mı götürür yoksa yolu aydınlatan farklı bir ışık olarak mı değerlendirilir; işin
nirengi noktası burasıdır. Ersoy, bu noktada Thompsondan da alıntılar yaparak “sözlü
tarih” (oral history) disiplininin farklı bakış açıları geliştirebileceğini ileri sürer.
Çünkü sözlü tarihin kahramanları, gerçek hayatın liderlerin yaşantılarını tarihe geçmiş
biçimlerinden farklı bir toplum fotoğrafı koyar önümüze. Toplumsal sınıflar ve
kuşaklar arasındaki bağlantıyı sağlayarak ortak anlamlara ulaşır ve sıradan insanları
da tarih içide var kılar. Böylelikle sıradan insanlara tarihin toplumsal anlamını genel
kabullerin dışında yeniden yapılandırma ve kendi gelecekleri hakkında geçmişin
dersleriyle yeni kararlar verme şansı tanır: “Yazılı ortam kaynaklarının yetersiz ve az olduğu meçhul tarihsel dönemlerle ilgili olarak elimizde sadece sözlü ortam kaynakları bulunmaktadır. İşte bu aşamada sözlü tarih disiplini devreye girer. Belgelerin yetersiz, az, yanlı olduğu kanaatini uyandırdığı sırada tarihsel olayların cereyan ettiği toplumun sözlü geleneğine müracaat edildiğinde bize farklı açılardan ve bilmediğimiz tanıklıklarla aydınlatıcı ufuklar açılabilir.” (ERSOY, 2004: 102-110)
Sonuç olarak fıkraların da diğer sözlü anlatılarda olduğu gibi; tarihi
olaylara kişi ve dönemlere ait bazı eksik bilgileri tamamlayıcı, dönemlerin tabu
sayılan yanlışlarını tespit edip eleştirici, toplumsal barışı sağlayan ironik ve
incitmeyen üslubundan dolayı hastalıklı toplumsal uzuvları sağaltıcı, bilinmeyen
kahramanları ortaya çıkararak, toplumu oluşturan sıradan insanın tanıklığıyla
yeniden yorumlanan bir tarihi işleve sahip olduğu, bu yönüyle geçmişe ışık tuttuğu
düşüncesi, gerek bilim adamlarının bu konudaki görüşleriyle gerekse örnek
fıkralarla kuvvet kazanmaktadır.
89
BEŞİNCİ BÖLÜM FIKRALARDA YÖRESELLİK
Gelenek, özünde birlikteliği taşıyan bir kavramdır. Belli bir halk grubuna ait
yaratmalar da geleneğin birer parçasıdır. Her parçanın kendisini yaratan bütüne ait
nitelikleri taşıması, doğal bir süreçtir. Küçük ya da büyük bir birimin özelliklerini
taşıyor olmak, bir aidiyet ifade eder. Bu aidiyet kavramının halkbilimindeki karşılığı ise,
yöreselliktir. Mikro kültürler içinde meydana getirilen yaratmalar, yöresel nitelikleri
kültür aktarımı yoluyla bir sonraki kuşağa taşır. Kültür taşıyıcıları, halk bütününü
oluşturan üyelerdir. Kültür üyeleri, halka ait yerel anlatıları bu anlatılardaki saklı
anlamları, tanıma ve mesajlarını alarak mesajın beklentisine uygun örtük işlevleri yerine
getirme bilgisiyle donanmıştır. Bu bilgi, yeni yaratma bağlamlarını temellendiren bir
bilgidir. Ancak moda tabirle, küreselleşen dünyada, yerellik zamanla yok olma eğilimi
de gösterebilir. Yok olmanın önüne geçmek için mikro kültürlerin ulusal kültürlere
taşınması, kültürün sürekliliğinin sağlanması açısından oldukça gerekli ve yerinde bir
uygulama olacaktır. Öcal Oğuz, yerel kültürleri koruma endişesiyle yapılan çalışmaların
yerelliği yok olmaktan kurtaramayacağı kanısını taşımaktadır: “… kültürün sürekliliğinin ‘korunarak’ değil, ‘yayılarak’ sağlanabileceği, aksi durumda yerel kültürlerin yok olma sürecine gireceği olgusu karşısında genelde Türk sosyal bilimcilerinin özelde Türk halkbilimcilerin araştırma yöntem ve stratejilerini yeniden gözden geçirmeleri ve halkbiliminin inceleme alanına giren Türk kültür ürünlerini insanlığın evriminin basamaklarını oluşturmaya çalışan bilimlere ham malzeme veren ilkel kültürler kategorisinde çalışmak yerine, kültür verimlerini yerelden ulusala ulusaldan küresele kazandırma süreçlerine hizmet edecek biçimde araştırmaları gerekmektedir.” (OĞUZ, 2001: 48)
Oğuz, tespitlerinin yanında geleneği yaşatma ve yaygınlaştırma ile ilgili
olarak “Nevruz” geleneği örnekleminde, genel olarak ulusal kültür unsurlarını
kastederek, öneriler de ortaya koymuştur. Bu öneriler, bazı anahtar söz öbekleri
90
etrafında şekillenir.71 Ulus kültürünü oluşturan her bir kültür unsuru olan “ulusal
kalıt”lar, “yaşayan müzecilik” anlayışı içinde “unutmak” yerine “müzelik” hale
getirilerek ulusal birliğin korunması ve sosyal çalkantıların önlenmesi sağlanabilir.
Elbette bu bir süreçtir ve bu sürecin oluşup yerellikten ulusala, ulusallıktan
küreselliğe geçişin sağlanması bazı kültürel elemanların işlerliği ile doğru orantılıdır.
Bunların başında, yöresel kültür unsurlarını içselleştirmiş, kültür kodlarını okuyabilen
kültür taşıyıcılarının iyi eğitim alması ve zamanın gereği olan kitle iletişim
araçlarından yeterli miktarda faydalanabilme yetisine sahip olması gelmektedir.
Bu noktada geleneğin anlatmaya dayalı kültür kodlarından biri olan
fıkraların yayılarak yaşatılması yönünde bazı ulusal televizyon kanallarında yerel
ağızla canlandırılan yöresel fıkraların ve tanıtılan yöresel tiplerin yerelin ulusala
aktarılmasında farklı bir perspektif olduğu düşünülebilir. Fıkraların elektronik kültür
ortamına taşınması sonucunda gerçekleştirilen bu tiyatral canlandırmalar;
bağlamdan uzak, yalnızca eğelendirme işlevinde değerlendirilen metinlerdir ve
yaklaşım, popülariteye yönelik bir yaklaşımdır. Her halükarda suni bağlamlar
yaratılarak canlandırılan bu fıkraların en azından yöresel fıkra tiplerini ulusala
taşımak açısından faydalı olabileceği kanaatindeyiz.72
Bu konu ile ilgili olarak Ersoy, genel olarak halkbilimi ürünlerinin
müzelenmesi çerçevesinde, medyanın yüklenmesi gereken sorumluluğa ve bu
ürünlerin sinema filmlerine veya dizilere dönüştürülerek doğal ortamlarının da
canlandırılması yoluyla korunurluğunun sağlanması düşüncesini ortaya koyar ve
bazı önerilerde bulunur. Ona göre, somut olmayan ulusal kalıtlar, belirlenmeli ve bir
bilimsel üst kurulca denetlenen bir başka kurul tarafından üretilen projelerle hayata
geçirilmelidir. Yerel yönetimler, yerel kültür değerlerinin korunmasından sorumlu
tutulmalı, geleneği koruyan ve taşıyan eğitici çalışmalara imza atmalıdır. Bu konuda
sivil örgütlenmeler de yerel yönetimlere destek vererek ulusal verimleri turizme
71 “Çağdaşlaşma adına ‘ulusal kalıt’ın önemsizleştirilen unsurlarının, ilerde önemli ve değerli hale gelebilmesi olasılığı göz önünde bulundurularak, yeni bir anlayışla ‘Yaşayan Müzecilik’ hayata geçirilmelidir. Örneğin geçen yüzyılda Türkiye’de ‘önemsizleşen’ nevruz kutlamaları, öteki Türk soyluların ‘ulusal kalıt’ı olarak bölgesel küreselleşmenin önemli motivasyon unsurlarından biri haline gelmiştir. Oysa Türkiye çağdaşlaşma sürecinde geri plana ittiği bu ulusal kalıtı ‘ûnutmak’ yerine ‘müzelik’ hale getirebilmiş olsaydı, yakın dönemde yaşadığı bir takım sosyal sarsıntıları daha hafif atlatabilirdi.” (OĞUZ, 2002:14-15) 72 “Kanal 7 Televizyonu”nda “Fıkralarla Türkiye” adlı programla canlandırılan tiyatral fıkra metinleriyle hiç yoksa Erzurum fıkra tiplerinden “Teyo Dayı” yerelden ulusala taşınmış, Türkiye’nin dörtbir yanında sevilen ve bilinen bir fıkra tipi olarak benimsenmiştir.
91
katkı sağlayacak hale getirip küreselleştirme sürecine ivme kazandırmalıdır.bütün
bunları da yeterli bulmayan Ersoy, kültürel mirasın yeni terkipler oluşturulmasında
kaynaklık edebileceğini ve oluşturulan bu yeni ürünlerin elektronik kültür ortamına
uyaralanmasının ve bu yolda proje yarışmaları düzenlenmesinin de faydalı
olabileceğini ifade eder. (ERSOY, 2002)
5.1. SİVAS FIKRALARI VE BU FIKRALARIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Sivas fıkralarını işlevlerine göre incelemek, onların bağlamları ile yaptığımız
çalışmanın ilk adımı idi. Hiyerarşik bir metot takip ettiğimizde Sözlü Kompozisyon
Teorisi’nden ilhamla Performans Teori penceresinden Sivas fıkralarına bakmadan
önce bu fıkralarla ilgili bazı özellikleri ortaya koymak yerinde olacaktır.
Çok köklü bir tarihi geçmişe ve zengin bir folklor malzemesine sahip olan
Sivas’ta halk anlatıları, söz konusu kültür birikimi içinde oldukça önemli bir yere
sahiptir. Sivas fıkraları, Sivasta icra edilen anlatmaya bağlı diğer türler içinde zaman
zaman folklor araştırıcılarının dikkatini çekmiş; ancak, bu fıkralar üzerinde şimdiye
kadar müstakil bir eser yayınlanmamıştır. Vehbi Cem AŞKUN’un “Sivas Folkloru”
(1940) adlı eserinde “Fıkaralar” ana başlığı altında, “Geçmiş Zamaları Anlatan Fıkralar”
ve “Hatıralaşmış Fıkralar” başlıklarıyla işlemiştir. Aynı şekilde Müjgan ÜÇER, “Atalar
Sözü yerde Kalmaz (Sivas’ta Sözlü Gelenek)” (1998) adını verdiği eserinde “Fıkralı
Atasözleri ve Deyimler”, “Atasözleri, Deyimler ve Ölçülü Sözlerin Hikâyeleri”,
“Fıkralardan Örnekler” başlıklarıyla sahadan derlediği fıkraları ve günlük hayatta bu
fıkraların işe koşulduğu durumları ifade etmiştir. ÜÇER ve Fatma PEŞKEN’in birlikte
yaptığı bir çalışma olan “Divriği’de Mutfak Kültürü” (2001) adlı eserde mutfak
kültürüyle ilgili Sivas fıkraları, Üçer’in diğer eserinde kullandığı biçimde “Atasözleri,
Deyimler ve Ölçülü Sözlerin Hikâyeleri” başlığıyla verilmiştir. İbrahim ASLANOĞLU
tarafıdan çıkarılan Sivas Folkloru dergisinde yer yer Niyazi Dede fıkralarına yer
verilmiştir. Kadir PÜRLÜ, Yörük kültürüne ait Sivas-İlbeyli yöresi fıkralarını sahadan
derlemiş ve “Sivas’ta İlbeyli Türkmenleri” (2002) adlı eserinin birinci cildinde
“Fıkralar” başlığıyla yayınlamıştır. Yapı olarak anı özelliği taşıyan ancak artık pek çoğu
Zara fıkrası olarak çeşitli yerlerde icra edilen bazı anlatılar, Şener ÇINAR tarafından
“Çelik Yelekli Kuşlar” (2005) adıyla yayınlanmıştır.
Sivaslı olmak, bir bakıma aynı zamanda çok zengin bir kültür birikiminin
taşıyıcısı olmak anlamına gelir. Çünkü bu şehir, sözün kültüre dönüştüğü şehirdir.
92
Şehrin insanı, yaşadığı doğal süreçlerle kazandığı kültürel birikimi, farkında olarak ya
da olmayarak öğrenir, tekrarlar ve aktarır. Sonuç olarak, geleneğin pek çok kentte
kaybolmaya yüz tuttuğu bir çağda, sözlü geleneğin devam ettiricileri, yeni yaratmalarla
Sivas’ta hâlâ varlıklarını sürdürmektedirler. Buradan yola çıkarak sahadan dinleyip
derlenen pek çok fıkra; çeşitli bağlamlarını defalarca yaşanıp özümsenen, yaşam
alanının işlevini yerine getireceği yerine yerleştirilen biçimleriyle, kaynak kişilerin
şahsında ve kültür çevrelerinde yaşamaya devam etmektedir.
Sivas fıkralarında, türe ait yapısal ve anlamsal özellikler tüm elemanlarıyla
yer alır. Yapısal özellikler ve içerik özellikleri ile ilgili olarak bu fıkraların genel
çerçevesiyle incelendiği bölümlerde verilen örnekler, sahadan derlenmiş örneklerdir.
Bu noktada türü belirleyen özellikleri taşımak noktasında tekrar bir inceleme
yapmaya gerek kalmamıştır. Vak’a kuruluşlarındaki kısa durum öyküleri,
diyaloglarla canlılık kazanan tiyatral gösterim özelliği, fıkranın hükmünü taşıyan
nükte, nükteye hazırlık özelliği arz eden anlatıya has kurgusal olay betimlemesi
bölümü, tez, tezi kuvvetlendirmek amacıyla karşıtlık düşüncesinin ortaya konulduğu
anti tez ve espride ifadeye bürünen düşünsel sentez, Sivas fıkralarının anlamsal ve
fiziksel bütününü oluşturan anlatı ögeleridir.
Sivas fıkralarının genel mekanı reel dünyadır. İnançlarla ilgili olarak ortaya
çıkan fantastik bir alemle ve fantastik bir kahramanla da zaman zaman
karşılaşmamız mümkündür. Özellikle Azrail’le bir kadının konuşmasını içeren fıkra
bu konuya oldukça güzel ve müşahhas bir örnek olabilir:
“Ġarının biriniñ oğlu ölmüş de, Ezirayıla demiş ki “Seniñ kotülüğüñ saña;
ben, bir oğlan daha doğururum” demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 178)
Bir başka fıkrada yer, mistik bir mekan olan cennettir.
“Alevi’niñ biri ġomşu Sünni köyüne giderken yolunu ġaybetmiş. Bir yerde
doñmuş, ġalmış. Sünni köyünden üç dört gişi de bunu yolda bulmuş, köye getirmiş.
fışgının73 içine gömmüşler. Biraz sonra bu yavaş yavaş canlanmaya başlamış,
gözünü bir açmış, geri yummuş:
- Ben nerdeyim? Siz kimsiñiz? Diye sayıhlamaya başlamış.
- Üsüyün (Hüseyin) Ağa uyan, rüya mı görüyoñ, neydiyoñ? Diyerek bunu
uyandırmışlar. Bu sefer ġızmış bu:
73 Fışkı: Soğumamış sığır dışkısı
93
- Ula Yezitler! Rüyamda cenneti görüyordum, beni niye uyandırdıñız?
Sünniler sormuş:
- Üsüyün Ağa kimler varıdı cennette? Demişler. Üsüyün Ağa, gendi
köyünün ölmüşlerini, ileri gelenlerini sayıyormuş:
- Alişan Bey varıdı, Haydar Bey varıdı… Sünniler gine sormuşlar:
- Bizden kimse yoh muydu Üsüyün Ağa? Demişler. Üsüyün Ağa, önce
küçümseyen bahışlarla süzmüş bunları, sonra cevap vermiş:
- Ula ora ġahve midir la! Demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 97)
Örneklerde de görüldüğü gibi Sivas fıkralarında dil, halkın konuşma dilini
yansıtmaktadır. İnsanlar, birbirini anlamanın ve geleneği tanıyıp kültür kodlarının
bilgisine sahip olmanın verdiği rahatlıkla, bazen, fıkranın yalnızca nüktesini
söylemekle bile, bir gizli anlaşmanın hazzını paylaşırcasına, özel bir iletişim örneği
sergilemektedirler. Anlatının tümünün aktarıldığı fıkralarda da cümleler kısa ve
anlaşılır bir yapıya sahiptir.
Sivas fıkralarında üslup, az sözle çok sey anlatan, dolaysız, sanatsız ama
estetik, tiyatral bir gösterimin adıdır.
5.2. SİVAS’TA SOSYO-KÜLTÜREL YAPININ YÖRE FIKRALARINA ETKİSİ
“İklimi sert, insanı mert” deyiminde kimliğini bulan, yerel bir radyo
sunucusunun ifadesiyle “Soğuk kentin sıcak insanları”, Sivaslılar, sözün sanat olduğu
toprağın çamuruyla yoğrulmuş insanlardır. Pir Sultan, Veysel, Ruhsatî, Muzaffer
Sarısözen, Vehbi Cem Aşkun, Yavuz Bülent Bakiler, Talibî, Zaralı Halil Sivas’tan
Anadolu’ya yayılan birer yankıdır. Söz denizinin yürek yaralarına çarpıp çıkardığı
sesin yankısı. Sanatkârın çok olduğu yerde sözün sanata dönüşmemesi mümkün
müdür? Kış, söz olur artık; yaz, söz olur; bahar, söz olur; güz, söz olur; aşk, acı,
yoksulluk, mertlik, yiğitlik, güzellik, … Sözün bittiği yer, insandan izin bittiği yerdir.
Büyükler söyler, küçükler dinler; büyükler öğretir, küçükler beller
(öğrenir). Dinlemenin, öğrenmenin yolu; sözün masala, sözün halk hikâyesine,
sözün efsaneye, fıkraya, menkıbeye dönüşmesinden geçer. Sivaslı, deneyimlerini
hayat derslerine irca edip ondan bir yaşam felsefesi oluşturan, o felsefeyi de tek bir
cümleye dönüştürüp bir fıkranın nüktesine gizleyen, geleneğin en verimli yaratıcı ve
taşıyıcılarından biridir. Sivas fıkralarının içinde bir gelenek ögesi, bir kültür
estrümanı, bir sosyal kimlik; tanıtıcı, öğretici, ve eğitici vasfıyla dinleyicisini (yazılı
94
kültür ortamına aktarılmışsa okuyucusunu) karşılar. İnançlar, eğitim öğretim, aile,
idare, ekonomi, memleketçilik, geçimsizlik, inatçılık, mülayimlik, saflık, kurnazlık,
baskı, haksızlık gibi pek çok konu; yolunda gidenin davranış kalıbı olarak
benimsenmesi, yolunda gitmeyenin eleştirilip düzeltilmesi amacıyla fıkralarda
işlenir ve çıkarılması gereken dersler, birer toplumsal öğüde dönüşür.
Özelikle köylülük, tarıma dayalı geçim, göç gibi sosyal olgular, nüktedan
köylü tiplerini veya Karslı adını verdiğimiz yöre tipini; Alevi-Bektaşi inanç ve
Sünni inanç arasındaki espriye dayalı hoşgörülü karşıtlık, Alevi Bektaşi fıkra tipini;
köyler arasındaki mücadeleler, saflıkla özdeşleşmiş bazı yerel tipleri; aymazlık,
tembellik, cahillik, kadın tiplemelerini; sonradan görmeliğin ve çağa ayak uydurma
mücadelesinin yarattığı Almancı tipini, geçmişin unutulmayan anıları Niyazi Dede
veya Şuayp Dede tipini oluşturan bütün olay ve olgular, sosyo-kültürel içeriklidir.
Tiplerin yaşam biçimleri ve mecburi yaşam alanları, bizi zaman ve mekan olarak da
tiple özdeş bağlamlara ulaştırır. Mantıklı bir çıkarımla, fıkranın ne olduğu
konusunda yapılan tanımlardan da yola çıkarsak yaşamsal tecrübelerden oluşan ve
hayatın taklit edilmesi yoluyla tiyatral metinlere dönüşen fıkranın insanın sosyal
çevresinden uzak düşünülmesi mümkün değildir. Böyle olunca, Sivas’ta geleneğe
bağlılığın, inançların, ekonomik, tarihi, siyasi ve sosyal şartların Sivas fıkralarını
etkilememesi veya fıkraların bunlardan bağımsız şekillenmesi mümkün değildir.
Okur-yazarlık oranının günbegün arttığı kent, sosyal hayattaki gelişim ve
değişime paralel olarak, gelenekteki değişimi de kabullenme zorunluluğu içinde,
yeni yaratmalar ortaya koyabilecek bir yapıya sahiptir. Özellikle teknolojik
gelişmeyi idrakle ilgili olarak teknolojiyle henüz tanışmamış bir köylünün yaşadığı
idrak problemini aynı toprağın yarattığı keskin bir zeka, bir fıkraya dönüştürür ve
onun inançla, teknolojik gelişmeyle, karı-koca ilişkileriyle, Anadolu köylüsünün
erkeğe pompaladığı megaloman egoyla bağlantısını kurar ve bunların bütününden
sosyal bir eleştiri mekanizması oluşturur. Fıkra, bağlamı oluşup doğal bağlamındaki
dinleyicisine ulaştığında, bizim ayrıntısına inerek açıkladığımız mesajlar, öyle uzun
analizlere gerek kalmadan dinleyiciler tarafından içselleştirilir ve mesajları eksiksiz
ve teferruatsız alınan fıkra, anlatım amacına ulaşmış olur:
“Ġarslı köylerinden birinden bir ġarı-ġoca sırtlarında halı hâbeleri, ellerinde
yumurta sepetleri Sivas’a gelmişler. O zaman da Aynalı Çarşı yeni yapılmıştı. Otomatik
kapı da yeni takılmış, gendi gendine açılıp kapanıyor.Vitrinlere bahınıp gezerken, ġadın
95
arkada adam önde, tam ġapının öñüne gelmişler, adam bir adım atınca ġapı açılmış.
Adam ürkmüş, bir adım geri çekilmiş: “Eşhedü ellâ ilahe illallah” demiş. Dönmüş
ġarısına seslenmiş “Gor ġocanı gor, ben saña erdi diyom da sen inanmıyoñ” demiş.”
(bkz Metinler bölümü, no: 62)
Aslında, köylünün düşünce dünyasında, insana duyarlı bir elektronik algıyla
çalışan kapının bilgisi yerine, bir masal kahramanının “Açıl susam açıl” demesiyle
açılan kapıyla kavuştuğu yeni sosyal statünün yer aldığı fantastik bir hayal vardır. Kendi
küçük dünyasının sınırları içinde, onun karşısında kendiliğinden açılan kapı, karısının
ve kendisinin yaşam alanında, ona bir ermişlik statüsü kazandıracaktır. Belki birkaç
tecrübe, elektronik bir kontrol sistemiyle çalışan bu kapıları onun için sıradan kılacaktır
ama önemli olan onun teknolojiyle ilk tanıştığı andaki yorumudur ve ilk görüşte bu
kapıları algılamaya hazır bulunuşluk düzeyi, kendi dünyasının sınırları ölçüsündedir.
96
ALTINCI BÖLÜM PERFORMANS TEORİ VE SİVAS FIKRALARININ İCRA BAĞLAMLARI
6.1. PERFORMANS TEORİ’NİN OLUŞUM SÜRECİ VE MANİFESTOSU
XX. Yüzyıl, bağlam merkezli halkbilimi kuramlarının ortaya çıktığı; kültür,
halk ve folklor kavramlarına yeni bakış açılarının geliştirildiği dönemdir. İşlevsel
kuramla birlikte, tiyatral bir yapı olarak icra edilen folklor olaylarının yalnızca
metinleri değil, anlatıcıları, dinleyenleri ve anlatma ortamları da önem kazanmaya
başlar ve “bağlam” sözcüğü telaffuz edilir. Folklor malzemesinin kaynağının
araştırılmasından çok, yapısının ve icrasının dikkat çektiği görülür. Milman Parry ve
onun öğrencisi Albert Lord tarafından geliştirilen “Sözlü Kompozisyon Teorisi”;
metin merkezli kuramların tersine, folklor olayının derlendiği sahanın yaşantısal
ögeleriyle birlikte gözlemlenip tespit edilmesinden sonra bir kompozisyon
oluşturulması esasına dayanır. Ancak, bu kompoze etme işleminin irticalen olması
şarttır. İrticalin gerçekleşebilmesi için; geleneğin içinde geleneği gözlemleme,
dinleme, öğrenme, taklit etme, özümseme ve yeniden yaratma safhalarının
hiyerarşik bir düzen içinde gerçekleşmesi gerekir. Bu düzeni kolaylaştırıcı
formülasyonlar, geleneğe ait folklor malzemesinin içinde mevcuttur.
Bu noktadan hareket edilerek varılan sonuç, her icranın sonucunda meydana
gelen yeni metnin nevi şahsına münhasır özel bir metin olduğudur. Anonim kavramının
reddi anlamına gelen bu kuramın özünde yer alan “Bir icra (performance), bir
reprodüksiyon değil, bir yaratmadır ve sadece bir müellifi olabilir.” (ÇOBANOĞLU,
1999: 249) düşüncesi önemsenmesi gereken bir görüştür.Bu görüşten ilham alarak
anlam ve önem kazanan bağlam ve icranın birlikte bir süreç oluşturduğu tezi,
Performans Teori’nin ortaya çıkışında önemli bir katkı olmuştur.
97
Performans Teori’ye temel oluşturan düşünce kaynaklarından biri olmakla
birlikte Sözlü Kompozisyon Teorisi, Performans Teori’nin yaratıcıları olan “Geç
Türkler”74 tarafından; yalnızca metin üzerinde çalışmak, halk bilgisi ürünlerini
formüller yoluyla mekanize etmek, canlı icradan uzaklaşarak sözlü geleneği terk
edip yazılı metinlere dönmek, destanlarla sınırlı kalıp atasözü, bilmece ve benzeri
diğer halkbilimi türleri için geçerlilik taşımamak, formülleri uygulama kaygısıyla
folklor ürünlerine has kültürel özellikleri anlamsızlaştırarak yok olmaya itmek gibi
eksiklikleri nedeniyle eleştirilir.
Performans Teori, folklor ürünlerine durağan nesneler gözüyle bakmaz. Bu
ürünlerin özünde bir canlılık ve dinamizm taşıdığına inanır. Kendi savlarını ortaya
koyma noktasında öncelikle kavramları yeniden tanımlamakla işe başlar. Folklor,
halk ve kültür kavramlarına kendi penceresinden yeni bir bakış açısı geliştirerek
yeniden tanımlar. Bu tanımlar içinde yer alan kültür, insanlara ait bütün maddi
manevi değerlerin, yaşantısal ögelerin, sıradan ya da sanatsal davranış kalıplarının,
yaşantıyı biçimlendiren ve ihtiyaca cevap veren nesnelerin toplamıdır. Kültürü
oluşturan, taşıyan, taşırken geliştiren ve değiştiren halktır. “Dundes’in halk tanımı şöyledir: halk terimi en az bir ortak faktörü paylaşan herhangi bir insan grubunu ifade eder. Bu grubu birbirine bağlayan faktörün -ortak meslek, dil ve din olabilir- ne olduğu önemli değildir. Bu faktörden daha önemli olan nokta ise, herhangi bir sebebe bağlı olarak oluşan grubun kendine ait kabul ettiği bazı geleneklere sahip olmasıdır.” (EKİCİ, 2000: 5)
Halkın birlikte sahip olduğu geleneği inceleyen bilim ise, “folklor”
(halkbilimi)dur.75 “Bağlam merkezli halkbilimi paradigması folkloru bitmiş tamamlanmış bir ürün değil, anlatan ve dinleyen arasında geleneksel anlatı yoluyla kurulan sanatsal (artistic) bir iletişim biçiminin içinde gerçekleştirildiği yaratıcı bir süreç (process) olarak kabul etmektedir.” (ÇOBANOĞLU, 200/4: 38)
Richard M. Dorson’un öncülüğünde onun öğrencisi olan Dan Ben Amos,
R. Bauman, Alan Dundes, R. L. Baker, J. H. Brunvand gibi isimlerce yürütülen
bağlamsalcı hareket, yine Dorson’un tabiriyle “Halkbilimi Çalışmalarının Muhteşem
Ekibi” tarafından yürütülür.
Teori gereğince performans, bir çerçeve olarak kabul edilir. Bu çerçeve içinde;
sözcüklerle ve cümlelerle ilgili temel anlamın kastedildiği “gerçek anlamsal çerçeve” ve
74 M. Dorson’un cesaretleri ve çalışkanlıkları nedeniyle öğrencisi olan bir grup halkbilimci Amerikalı gence verdiği isim. Geniş bilgi için bkz. (ÇOBANOĞLU, 1999:214) 75 Daha geniş bilgi için bkz. Oven: 2005, Utley. 2005.
98
mecazlı, kinayeli sanatsal anlamlar içeren sözler ya da söz öbeklerinin kullanıldığı
“yorumcul çerçeve” bir metin oluşturabilir. Bu çerçevelerin ayrıca “icrasal çerçeve
anahtarları” adı verilen “özel kodlar”ı, “mecazi bir dil”i, “paralellik ve koşutluklar”ı,
“özel yarı dilbilimsel yapılar”ı, “özel formüller”i ile “geleneğe başvuru” ve
“performansı yalanlama” gibi yöntemleri vardır. (ÇOBANOĞLU, 1999: 266-269)
Performans Teori’ye göre folklor malzemesi, onu meydana getiren, kişi,
zaman ve mekandan bağımsız değildir. Metin, hangi etkenlerle nasıl bir biçime
kavuşmuş olursa olsun, kazandığı biçimle örtüşen bir aidiyeti olmalıdır. Bu aidiyet;
coğrafya, dil, gelenek ve halk kavramlarıyla örtüşen ve onlarla çerçevelenen bir
aidiyettir. Folklor malzemesi, halk hayatının dinamizmine paralel gelişme ve
değişmeleri de bu aitlikle birlikte taşır. Ben-Amos, genel hatlarıyla folkloru tanımlarken
buna işaret ederek “yeni şişelerde eski şarap, eski şişelerde taze şarap” olabilir der.
(ÇOBANOĞLU, 1999: 289) Onun bakış açısıyla folklor, bir derleme macerasının
sonucunda oluşturulan koleksiyonlar bütünü değildir. O, folkloru sosyal hayat içinde bir
iletişim süreci olarak görür ve bu süreci belli hatlarla şekillendirerek belirginleştirir: “Folklor, belli bir zamanda meydana gelen aksiyondur. O artistik (sanatsal) bir aksiyondur. O yaratıcılık ve estetik kaygıyı içine alır ve bunların her ikisi de kendiliklerinden sanat formlarında birleşmeye yüz tutarlar. Bu anlayışa göre folklor; sanatsal anlatım yoluyla oluşan karşılıklı bir sosyal etkilenmedir. Bu etkileşim, konuşma ve mimikle ilgili hareketlerin diğer tarzlarından farklıdır. Bu farklılık kültüre ait gelenekler seti üzerine kuruludur, o toplumun bütün üyeleri tarafından tanınır ve ona bütün toplum bağlanır ki bu durum folkloru iletişimin sanatsal olmayan formlarından ayırır.” (ÇOBANOĞLU, 1999: 295)
Folklor ürünlerinin bu sanatsal formlarının iletişim süreçleri içinde icra
edilmekten doğan özel bağlamları vardır. İlk yaratma bağlamı, icranın gerçekleştiği
ilk anla ilgili küçük bir gruba ait özel bir bağlam ya da daha büyük bir kitlenin
tanıyıp bilmesi ve gelenek olarak kabullenmiş olmasıyla ilgili geçmişin tarihi olay
ve olgularını yansıtan tarihi bir bağlam olabilir. Yahut kültürel bir bağlam veya
günlük hayatta halihazırda işe koşulurluk işlevi bulunan, bir folklor ürünüyle ilgili
bağlam içinde işlev taşıyan pratik bir bağlam olabilir. Bağlamının niteliği ne olursa
olsun, kalıcılık ya da yok olma noktasına gelindiğinde, folklor malzemesini uzun
ömürlü kılan, difüzyon neticesinde tekrarlanan icralardır. Artık her yeni bağlama
bağlı olarak yaratılan yeni icra, yeni bir metindir. Bu yeni metinler, yayılarak
genelleşmiş işe koşulurluklarla farklı özel bağlamlar oluştururlar.
99
Bu özel bağlamlar içinde üç unsur yer alır: anlatıcı, dinleyici ve anlatının
kendisi. Geleneğin taşınabilirliği ve kültür aktarımı söz konusu edildiğinde bu üç unsur
göz ardı edilerek bir folklor malzemesinin kavranması ya da tanınması düşünülemez.
Performans Teori’nin ilhamını Dundes’in aynı adlı eserinden aldığı
“Sözeldoku, Metin ve Bağlam” (Texture, Tex and Context) üç temel araştırma
yöntemi vardır. Bu araştırma yönetemi ile masal, halk hikayesi gibi halk anlatıları
üzerinde incelemeler yapılmıştır. Ruhi Ersoy, doktora tezinde bu teori
doğrultusunda halk hikâyelerine kapsamlı bir bakış açısı getirmiştir.76 Biz de bu
çalışmalar ışığında ve yine bu üç yöntem doğrultusunda Sivas fıkralarına farklı bir
pencereden bakacağız.
6.2. SİVAS FIKRALARINDA SÖZEL DOKU (TEXTURE)
Sözel doku, foklor ürünlerinde kullanılan dildir. Bir halkbilimsel metin
içinde dile bağlı dilbilimsel etkinliklerden sanatsal etkinliklere bütün özellikler sözel
dokunun kapsamı içindedir. Sözel dokunun folklor ürünlerini özel kılan yanı; her ne
kadar sosyal iletişim biçimleri nedeniyle ve kültürel ödünçleme yoluyla bir folklor
metni, bir kültürden bir başka kültüre aktarılabiliyor, çevrilebiliyor olsa bile, bazı
sözel doku özelliklerinin yapısındaki manzum ve sanatlı ifadeden kaynaklanan uyak
aliterasyon ve asonans gibi biçimsel özellikleri nedeniyle bir dilden başka bir dile
çeviri yoluyla aktarımının mümkün olmayışıdır.
Bu durum; Sivas fıkraları içinde özellikle yerel ağızla anlam kazanan fıkralar,
deyim, atasözü ve düzgü biçiminde kalıplaşmış fıkralar açısından da geçerlidir.
Nüktesine bir dörtlüğü yerleştiren ve hüküm cümlesi olarak aynı manzum yapıyı içeren
aşağıya alacağımız fıkradaki “gümen (güman) ve sübhanallah” gibi ifadelerin birebir
karşılıklarının bulunması da oldukça zordur, bulunsa bile, bu defa da uyağa ve 4+4=8’li
hece ölçüsüne dayanan manzum yapının bozulduğu görülecektir.
“Şarġışla’nıñ köyleriniñ birinde şindiki şeyhler var ya işte onnar gibi
sahtekâr hırhız dürzülerden birisi, gendini millete dindar, Müslüman gosteriyor;
gendi koyündeki, yahın koylerdeki fahır fuhareniñ ne ġadar ineği danası varısa
çalıp el altından satıyormuş. Herkeş de onu, dini bütün apdesinde namazında bir
adam sanıyor ya, kimse şüpelenmiyormuş. Herif de bundan istifade ediyormuş.
76 Daha geniş bilgi için bkz. (ERSOY, 2003)
100
Dürzü, tesbih çekerken bir de arsız arsız çaldıhlarını sayıyormuş, şeyle tesbih
çekiyormuş (Kaynak kişi Fevzi Kılıçer, elindeki 33’lük tespihi, sanki 99’lukmuş gibi
iki eliyle tutup bağdaş kurduktan sonra öne arkaya zikir çeken bir insanın
hareketlerini taklit edercesine sallanarak tespih çekiyormuş gibi yapar) :
- Ġurban olam tesbih saña
Kimse gumen gelmez baña
Bu gün oldu dohsan dana
Süpānallah! Süpānallah!77 (bkz Metinler bölümü, no: 184)
Yine, “Deve dediğiñ bed bir hayvan, yımırtlar mı yımırtlar”78 fıkralı
atasözündeki “bed” sözcüğü Farsça “kötü, çirkin” anlamında bir sıfattır, burada
anlam kaymasına uğramış “şaşırtıcı, tuhaf, acayip” anlamlarını kazanmıştır. Bu
anlam kayması, birebir çeviride yok olur. Diyelim ki çevirmen anlamı karşılayacak
ve anlam kaymasını koruyan bir ifade buldu ve kullandı, bu defa atasözünün
yapısında mevcut olan iki hüküm cümlesini aynı kısa, özlü ve vurucu biçimi bularak
ifade edebilecek midir? Onu da başardığını düşünelim. Pekiştirme anlamı taşıyan ve
soru edatıyla biçimlendirilen “yumurtlar mı yumurtlar” ifadesini birebir karşılayan
hangi morfem veya fonemleri kullanacaktır. Bir dilden başka bir dile birebir
aktarılabilecek böyle bir yapısal aynılık olabilir mi?
Halkbilimi ürünlerinde sözel doku incelemesi, dile dayanan bir inceleme
olmakla birlikte, onu folklor malzemesi olmak bütününden ayırıp bir dil bilimci
mantığıyla incelemek; metni, bağlamından koparmak olacağı için, halkbilimcilerin
sözel doku incelemelerini bağlamdan kopmadan kendilerinin bütüncül bir bakış
açısıyla yapmaları, bu incelemeyi dil bilimcilere ihale etmek yanlışına düşmemeleri
gerekmektedir. Çünkü, dilbilimsel analizler sonucunda ulaşılan dilbilimsel
doğrulardan kaynaklanan sentez, halk bilgisi ürününün özündeki felsefeye zarar
verebilir ve bu, bir dilbilimcinin değil, halkbilimcinin taşıması gereken bir kaygıdır.
Bu noktada Sivas fıkralarına açtığımız sözel doku penceresi, özellikle yerel
ağzın metnin yapısında meydana getirdiği binlerce değişikliğin tespit edilmesinin
başlı başına bir eser konusu olabileceği düşüncesinden hareketle, genellemeler
ölçütüyle sınırlı kalacaktır.
77 Sübhanallah: Namazın sonunda da zikir mahiyetinde otuz üçer kere tekrar edilen üç söz grubundan (1- Sübhanalllah: Allah’ı her türlü ayıp, kusur ve eksikliklerden tenzih ederim, 2- Elhamdülüllah: Allahım verdiğin nimetler için sana şükürler olsun, 3- Allahu ekber: Allah uludur) ilkidir. 78 bkz Metinler bölümü, no: 182
101
Sahadan derlediğimiz fıkralar üzerinde yaptığımız gözlemler; Sivas
fıkralarının vak’a kuruluşunun bir durum ifade eden kısa olay metinleri içerdiğini,
anlatının merkezine bir tezat unsuru yerleştirildiğini, tezin ve karşıt tezin yarattığı
müspet ve menfi fıkra kişilerinin hükmün ortaya çıkmasını sağlayan unsurlar
olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ayrıca hüküm cümlesinin aynı zamanda fıkranın
nüktesini içinde taşıyan cümle olması, türün kendine özgü özelliklerinden biridir.
Sahadan derlenen fıkralar arasında manzum (30), yarı manzum (2, 184), deyim
biçiminde (82, 111, 181), atasözü biçiminde (41,150) karşılıklı konuşma biçiminde (69,
186, 200), düzgü biçiminde fıkralara (78, 79) sıklıkla rastlamak mümkündür79.
Yerel ağız, bazen esprinin merkezinde yer aldığı için fıkranın anlatımında
anlatıcı tarafından yerel ağzın kullanılabiliyor olması büyük önem taşır.
Kullanamıyor olmasının espriyi kaybetme riskini doğuracağı bir gerçektir.
Çoklukla duyulan geçmiş zamanla anlatılan bu fıkralar, yörelere has ağız
özelliklerine göre kip değiştirebilmekte ve bazen geçmiş zaman ifadesi ile
sağlanması gereken anlam şimdiki zamanla sağlanabilmektedir.
Fonetik pek çok değişikliğin İstanbul Türkçesiyle Sivas ağzını farklı kıldığı, bu
anlatımlarda sözel doku incelemesi yaparken bütün değişiklikleri kaydetmek kitaplık
çapta başka bir çalışma ortaya çıkaracak kadar uzun ve ayrıntılı bir işlem olacağı için
örnek teşkil edebilecek bazı fonetik özellikleri belirtmekle yetinmek yerinde olacaktır.
Bu özelliklerden en belirgin olanı, ikinci kişi iyelik eklerinde veya ikinci kişiyle
çekimlenen eylemlerle tamlayan eklerinde Sivas’ın hemen her yöresinde geniz “ñ”sinin
kullanılıyor olmasıdır. Sık rastlanabilecek bir başka özellik ise, “k” ile değişen “ġ”
sesidir.
adamıñ biriniñ ġızını (15), hemi oturuyoñ hemi de gidiyoñ! (20).
“-e kadar” birleşik çekim edatı yerine “ece” ki kullanılmaktadır:
Ġardaş, sen al bu ciğeri bişir; biz, o bişenece gelirik (24)
Yine bazı ünsüz ve ünlü değişmeleri de yerel ağızdan kaynaklanan
sebeplerle sıkça rastlanan birer ses olayıdır:
P>b değişimi: bişir (24), k>ğ değişimi: eksiğetek (1), h>k, k>g değişimi:
makgeme (1), k>h değişimi: bırah (1), behliyir (1), oğlah (8), o>i değişimi: behliyir
(1), e>i değişimi: behliyir
79 Ayıraç içindeki numaralar, ortaya koymaya çalıştığımız düşünceye örnek teşkil edebilecek fıkra metinlerinin çalışmamızın yedinci bölümünde yer alan metinler kısmındaki sıra numaralarıdır.
102
Ünlü türemesi, ünlü düşmesi ve ünsüz ikizleşmesi örneklerinden bazılarını
da aşağıya yine fıkra numaralarıyla birlikte aktarıyoruz.
Aye şuña bah! Diyesen ki validi (18) (validir, olmalı), n’ola (38) ( ne
olurdu anlamında kullanılan ne ola söz grubunda e sesi düşmüştür.), del’oğlan (182)
(deli oğlan), İrza (181) (Rıza), amma (25) (ama bağlacı), eşşek (2)
Çalışma içinde yerel ağızdan kaynaklanan ve uzun telaffuz edilen “a, e,i,
o,ö, u” gibi ünlüler, “ā, ē, ii, ō, ö:, ū” biçiminde trankribe edilerek kullanılmıştır.
Göçüşme adını verdiğimiz ünsüz seslerin yer değişmesi ses olayına da
Sivas fıkralarında rastlayabiliriz.:
Yasdı (35) (yatsı namazı anlamında)
Metinlerde bazı sözcüklerin söylenişinde kolaylık sağlanması amacıyla
birleştiridiği, bu birleşme sırasında hece yitimine uğradığı ve daha sonra ulama
yoluyla birleştirildiği gözlemlenebilir.
Halv’ettik (Helva ettik) (59), hoc’efendi (hoca efendi) (142, 209)
Yeel ağız kaynaklı daha pek çok ses olayı ya da dilbilimsel gösterge fıkra
metinleri içinde yer almaktadır. Metinlerden sonraya ekleyeceğimiz yerel ağız
sözlüğü, bu sözcüklerin daha iyi anlaşılması konusunda faydalı olacaktır.
6.3. SİVAS FIKRALARINDA METİN (TEXT)
Metin, halkbilimi ürününün herhangi bir bağlamda icra edilen her bir özel
formuna veya eşyaya bakışın kavramsallaştığı algılanış biçimlerinin her birine
verilen addır. “Malzemesi ne olursa olsun, yaratıcısı kim <Tanrı, insan> olur ise olsun, insanın çevresi içinde gördüğü, algıladığı, biçim ve anlam yüklediği ne varsa <tabiat, iklimler, gök ve kainat>, onları kendisi için anlaşılır ve ifade edilebilir bir anlatıma <genelde ve özelde> kavuşturmuş ise, bütün bunların her biri bir zihni yaratıcılık içinde bir metin biçimi ve içeriği kazanmış olur.” YILDIRIM, 2000: 37)
Zihinde bir yapı ve anlam kazanmışlık ifadesi, içine nesneleri, hareketleri,
biçimleri, sanatsal ya da zanaatsal bütün formları alabilir. Edebî metinlerden tutunuz
da bir heykel, resim müzikal bir kereografi, sıradan bir yapı, sıradan bir kıyafet başlı
başına kendi özel formuna kavuşmuş bir metindir. Hiçbir metin yaratıcısının farklı
olması ya da aynı olmaklığı değişmeksizin zaman ve mekanı, icranın kendisini
tekrarlayacak bir içerikle tezahür edemez. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır. Zaman,
103
mekan, insan ve söz kendini tekrarlayabilme yetisinden masundur. Çünkü her “an”
kendine mahsustur ve yaşanıp bitmiştir.
Algının yaratmaya dönüşümü ise, sözle mümkündür. Sözü kurumlaştıransa
dildir. Dil, toplum ya da millet olma birlikteliğinin ana anahtarıdır. Dilin illa sesler ya
da morfemler grubundan oluşması gerekemez. Sözdizimsel olmasa da her metnin
kendine özgü bir dili olduğu gerçektir. Bir fotoğrafın, tablonun, enstrümanın, yapının
dili gibi. Bu dil, insan zihninde biçimin algılanışıyla birlikte kemiyet kazanır ve
“söz”e dönüşür. Sivas’ta “Hükümet Konağı” adıyla bilinen mekana restorasyon
çalışmaları sırasında eklenen üçüncü kat, ilk iki katın diliyle konuşmaz. Çünkü
yaratıcısı, yaratma bağlamı, biçimi, onu, üç katlı bir bina olma bütünlüğü içinde yalnız
ve tek başına kılar. Aykırıdır, yamadır, monte edildiği metnin özünden uzak tamamen
ondan ayrı bir formda yaratılmış farklı bir metindir. Bu bakımdan bir bütünün içinde
konuşan iki metnin dili, birbirinden farklı olabilir. Bu metinsellik ve söze dönüşüm
serüveninin en güzel ifadesi, bizim onu algılayışımız ve sözdizimsel bir yaratma
olarak ortaya koyuşumuz ve değişip başkalaşan bir kültür unsuru olarak kabullenip
ifadesini anlamlandırmaya çalışmamızdır. Yıldırım, bunu şöyle ifade eder: “İnsan için herhangi bir söz yok ise, herhangi bir metin de yoktur. Dolayısıyla kültür, bir başka tanım ile bir söz ambarı veya sözel metin ambarıdır. Bu ambarda yer alan metinlerin kimi sözel ve kimi yazılı ortam yaratıcılığı tarafından biçim ve içerik kazanmış, görünür, okunur, anlatılır duruma getirilmiştir.” (YILDIRIM, 2000: 38)
Fıkralar, anlatmaya dayalı folklor ürünleri olmak ve sözdizimsel ifadeler
kazanmış olmakla bir sosyal kurum olan dil içinde, var olma serüvenlerini sözle
sürdüren metinlerdir. Bu yapı içinde Sivas fıkraları, zengin bir kültür birikimini,
sosyal yaşamın farklı anlarının fotoğraflarını, yöre insanıyla birlikte onun olaylar ve
olgular karşısındaki tepkisini ifade eden sözün varlık kazanmış halleridir.
Ayrıca genel olarak fıkra için söylenebilecek bir tespit, özelde Sivas
fıkralarının metinleri için de söylenebilir: Yukarıda sözel dokuyu incelerken
anlattığımız sözel dokunun çevrilemezliği ilkesi, metin için geçerli değildir. Çünkü
metin, oluşum sürecinin başlangıcıyla birlikte yorumcul bir çerçeve taşıyan sözel
dokudan bağımsız olarak incelenebilecek bir yapıdır. Böyle olunca, Sivas
fıkralarının olay kurgusunun ve vak’aya dayalı metninin başka dillere çevrilmesi
mümkündür. Hatta kültürün taşınabilirliği ilkesi çerçevesinde aynı metnin farklı
formlara kavuşmuş versiyonlarının vak’a kuruluşuna sadık kalınarak ve metin
halkaları değiştirilmeksizin aynı coğrafyanın başka bir yöresinde anlatılması
104
mümkündür. Örneğin Sivas’ta anlatılan Karslı fıkraları konu başlığıyla aldığımız
fıkraların Erzurum, Kars, Gümüşhane, Batum, hatta Azerbaycan’da da anlatılıyor
olması muhtemeldir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi bu fıkraların kahramanı
olarak anlatılan Karslı tipi, 1887 Osmanlı Rus Savaşı sırasında bu yörelerden göçüp
“93 Muahaciri” adı altında yöresel kültürüyle birlikte ilimize yerleşen ve artık
memleketi sorulduğunda “Sivaslıyım” diyen insanlardır. Tıpkı kinayeli bir ifadeyle
anlatılan kış fıkrasında olduğu gibi:
“Ġışa “Nerelisiñ?” deyi sormuşlar. “Aslımız Ġarslı; ben, Erzurum’da
doğmussum; amma gendimi bildim bileli Sivas’dayım.” demiş.” (bkz Metinler
bölümü, no: 198)
Farklı bağlamlarda meydana getirilen aynı vak’anın anlatımlarıyla ilgili
olarak yazıya geçirilmiş metinleri değerlendirirken Öcal Oğuz, “yazıya aktarılan
metinin akıp giden ırmaktan alınmış bir bardak sudan başka bir şey olmadığı
gerçeği” (OĞUZ, 2000: 99) üzerinde durur. Sözlü anlatımlarla ilgili olarak aynı
metnin çok farklılaşmış formuna varyantı karşılayan “eş metin”, az farklılaşmış
formuna ise, versiyonu karşılayan “benzer metin kavramlarını önerir.”
Yukarıda anlatılan ve kış mevsiminin uzun ve çok soğuk geçmesi ortak
paydasında üç ilimizi birleştiren fıkranın benzer metinleri Erzurum’da ve Kars’ta
anlatılmakta, Kartsa anlatılan fırkada Sivas yerine Kars, Erzurum’da anlatılanda ise
Erzurum yerleştirilmektedir.
6.4. SİVAS FIKRALARINDA BAĞLAM (CONTEXT)
Bağlam, folklor ürününün yaratıldığı, derlendiği, icracısıyla dinleyicisiyle ve
söz boyutuyla birlikte bir bütün oluşturduğu nevi şahsına münhasır bir sosyal ortamdır “Bağlam basit teknik anlayış içerisinde, toplanılan "metin"in yeri hakkında esas veriyi, kaynak kişinin hayatı sosyo-geçmişi, genel olarak halkbilimin-deki ustaları, özellikle kendisinden derlenen ürünün orijini, kendisinin ortaya koyduğu icralar (kendi kendine veya başkalarıyla), ürünün anlamı üzerinde kaynak kişinin yorumlarını ihtiva eder. Bağlam aynı zamanda eğer mümkünse seyirci ve icracıların davranışının (fotoğraf, film v.b.) görsel dokümanlarını, bütün bir tanımını (notlar alma, teyp kaydı) ve otantik icralar hakkında uzman kişinin gözlemlerini de içerir. Ayrıca bağlama ait bilgileri araştırılan toplumların sosyo-ekonomik yapıları, fiziksel ortamı, yöresel tarihi (yeni kurulmuş yerleşim alanı, göçler vs.) kültür coğrafyası (diğer gruplarda ilişkiler, değişkenlikler) ve öğrenim yöntemi (ev, okul, kilise ve diğer kuruluşlar) hakkında esas bilgileri ihtiva eder.” (HONKO, 2000:70-87)
Fıkraların hangi durumda hangi işe koşuldukları, onların işlevleriyle ilgili
bir durumdur. Bunun tespiti, bağlamından bağımsız suni ortamlarda da yapılabilir.
105
Anlatıcıya anlattığı metnin hangi durumlarda ve hangi ortamlarda anlatıldığı
sorulduğunda; işlev, üç aşağı beş yukarı açığa çıkabilir. Oysa bağlam, işlevden farklı
olarak mevcut yaratmanın yaratma anı ile birlikte bütün elemanlarını da içine alan
bir yapıdır ve bu kapsamla tespit edilmesi gerekir. Yaratma “an”ının tespit
edilememiş olması demek, bağlamın atlanmış olması demektir. Bir fıkranın ilk
yaratma bağlamı, aynı zamanda onun öyküsüdür. Ama her yaratma, ilk yaratmadan
farklı ve özel bir icra olduğu için yeni oluşan bağlam, yeni yaratmanın kendine özgü
bağlamı olarak kabul edilmelidir.
Aşağıya alacağımız ve Danimarka’da işçi olarak çalışıp emekli olmuş ve hâlâ
yarıgöçerlik hayatını sürdüren yılın altı ayını Danimarka’da, altı ayını Sivas’ın Yıldızeli
ilçesine bağlı Şeyfettin Bey Çiftliği mezrasında geçiren Kaynak kişi Vahdi Yıldız’ın80
anlattığı şu fıkranın ilk yaratma bağlamı, kaynak kişinin anlattığı ölçülerle kayıtlı
kalmak üzere onun öyküsüdür. Ancak fıkranın anlatılması ile ilgili üç ayrı bağlam söz
konusudur. İlk bağlam, ilk yaratma bağlamı dediğimiz fıkranın öyküsünün oluşum
sürecini oluşturan bağlamdır. Kaynak kişi, bu bağlam öyküsünü şöyle anlatmıştır:
“Adamıñ biri, heç tanımadığı bir evüñ ġapısını çalmış, misafir getmiş. Ev
sābı (sahibi) adamı hiç tanımıyormuş amma “Tañrı misafiridir, helbet gider” deyi
düşünmüş, içeri almış amma misafir arsız çıhmış; adam bakmış ki üç gün, beş gün,
on beş gün beklemiş misafir getmiyor. En soñunda sormah zorunda ġalmış:
- Hemşerim, sen kimsiñ yav, kimiñ nesisiñ, nerden gelip nere gidiyoñ de
bahıyım bir hele? Demiş; misafir, ahlından gendi gendine plan ġuruyormuş. Bir
ġurnazlık yapıyım da şuruya yerleşiyim, deyi düşünüyormuş. Ev sābına demiş ki:
- Ġardaş, ben Cenab-ı Allah’ıñ yeğeniyim, beni buruya o gonderdi, demiş. Ev
sābı bahmış ki adam arsız beşiy (bir şey), laftan ānıyacah beşiy değil, “Gel hele gel sen
beniynen (benimle)” demiş, almış adamı, evüñ yahınındaki camiye götürmüş, demiş ki:
- Ġardaş aha seniñ dayıyıñ evü bura! Buyur, istediğiñ ġadar ġal! Demiş,
herifi bırahıp getmiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 36)
Ancak bu fıkranın bize anlatılış yani pratik bağlamı içinde fıkra, kaynak
kişinin eniştesinin ve kızkardeşinin evinde kaldığı gece yeğenlerini Yıldızeli’ndeki
kendi evine gelip kalmak üzere davet etmesiyle ilgilidir. Öğretmen olan ve yaz tatili
için annesinin evine misafir gelen yeğenine Vahdi Yıldız’ın: “Ġızım, gel de ecik de
80 Vahdi Yıldız, Yıldıeli’nde ikamet ettiği yaz aylarında kendisini ziyaret ettiğim ve Almancı fıkraları adı altında bazı fıkraları kendisinden derlemiş olduğum dayımdır.
106
bizde dur” demesi üzerine, yeğeni: “Geleyim dayı, amma bak seni usandırana kadar
gitmem ona göre.” deyince, Vahdi Yıldız: “Ġızım sen benim yiğenimsiñ. Adam
dayısınıñ evünde ne gadar isderse o ġadar ġalır. Sen nidecēn ne ġadar ġalacāñı, ne
ġader ġalırsañ ġal, biz osanmah.” Deyince, Vahdi Yıldız’ın eniştesi ve söz konusu
yeğenin babası Fevzi Kılıçer, müdahale eder ve kızına: “Ġızım misafir ev sābınıñ
eşşeğidir, nere isder ora bağlar, sen get dayıñ ne ġadar derse o ġadar ġalıñ” der. Bu
misafirlik olayının kendisindeki çağrışımıyla ilgili olarak Vahdi Yıldız, yukarıda
anlatmış olduğu fıkranın bir başka bağlamını şu şekilde anlatarak duruma örnek
gösterir ve yukarıda verdiğimiz fıkrayı anlatır:
“Danimarka’da bir gün gendi oturduğum şehirden bir başġa şehre taziyeye
getdim. Oradaki Türklerden biri Allah rahmet eylesiñ ölmüşüdü, işte her neyse
getdim, bizim Sivaslı hemşerilerden Sarı Yusuf var, onuñ evünde misafir olacağım.
Amma ben oraya vardığımda öğlen namazınıñ da vahdı (vakti) girdi. Neyse doğru
camiye getdik, namazı ġıldıh, ordan, taziye evüne getdik, ilkindiye ġadar oturduh,
geri camiye geldik ilkindiyi ġıldıh, gine bizim hemşerilerden Gemerekli bir hoca
varıdı, onunan biraz sohbet ettik, hoş beş derken ahşam yaklaştı. Sarı Yusuf da üç
ayları dutarımış81. Hoca, Sarı Yusuf’a “Getme ġardaş, aha burda çorba var, iftarı
burda edek” deyinci, ġayrı dayanamadım ben bu fıkrayı ānatdım (anlattım), sōna
dedim ki: “Hocam, ben zabahdan beri acım yav, sen onu ne düşünüyon?” dedim.
Sarı Yusuf’dan uçun (için), “Getirdi dayıyıñ evü dedi, beni buraya bırahdı. Sen onu
nidecēn (ne yapacaksın) beni düşün” dedim. Şindi ne zaman arhadaşları ziyarete
orıya getsem de beraber camiye getsek, arhadaşlar “ Gine dayıyıñ evüne geldiñ deyi
dahılıyollar (takılıyorlar) bana. Onuñ gibi ġızım sen de hele bir gel bahalım. Dayıyıñ
evü, ac ġalmañ, açıh ġalmañ istediğiñ ġadar ġal”
Bu fıkradan ve fıkranın üç ayrı bağlamından hareketle farklı bağlamlarda farklı
dinleyicilerle aynı anlatıcı arasında aynı fıkranın farklı anlatma sebepleri oluşmasına
bağlı olarak anlatımı sonucunda, farklı iletişim ortamları meydana gelmiştir. Fıkranın
mesajları Danimarka’da anlatıldığı bağlamda misafire karşı düşüncesizlik, onu
ağırlamada eksiklik olarak aynı gönderici tarafından dinleyicilere iletilirken, Sivas’ta
anlatıldığı bağlamda misafir olması beklenen dinleyiciye yine aynı gönderici tarafından
iletilen mesaj, misafirliği boyunca rahat ettirilip ağırlanacağıdır. Anlatım ortamına
81 Üç ayları tutmak: Müslümanlarca kutsal sayılan recep, şaban ve ramazan aylarında oruç tutmak.
107
katılan Fevzi Kılıçer’in söylediği atasözü de farklı bir mesajı yüklenip anlatıcının
iletilerine destek vermektedir. Onun mesajı, ev sahibinin misafirlik geleneğini iyi
bildiği, misafirine gerekli ihtimamı göstereceği ve misafirin ağırlanmak konusunda
şüphe etmemesi gerektiği şeklinde kinayeli bir üslupla verilmiştir.
Fıkralar, anlatıldığı ortamda yalnızca fıkranın anlatısının içinde meydana
gelen olayla ilgili olmayabilir. Olgusal çağrışımlarla, anlatıda meydana gelen durumla
ilgisiz bir başka durum arasında ilgi oluşturularak anlatının örtük işlevini ortaya
çıkarabilir. Kendine özgü dikkatinden, belgeseller ya da siyasi haberleri seyrederek
edindiği kulaktan dolma bilgileri hafızasında muhafaza edişinden ve döneminin siyasi
olgu ve olaylarıyla ilgili ilginç yorumlarından dolayı, Kaynak kişi Güllüşan
Bahcivan’ın yeğeni, onun okuma yazma bilmeyişinin büyük talihsizlik olduğunu
söyleyince; Güllüşan Bahcivan, onun çocukluğunda, köyünde okul olmadığını ifade
eder. Yeğeni “Keşke evlendikten sonra okuma yazma kurslarına gitseydin” deyince,
Güllüşan Bahcivan, yeğenine “Anam sen beniminen mi ağleniyoñ. Dört tene uşah,
(kocasının asabi tabiatını kastederek)bir deli gişi; nere gidecēdim ola? Deli herif beni
öldürürdü. Herkeş evünüñ ġıblasını (kıblesini) bilir ġızım82. Ben idare etmiyeydim
vuuuu!83 Eyle ohuyacah adamıñ seniñ gişiñ84 gibi mülayim bir arhası olacah85” der.
Bunun üzerine Fevzi Kılıçer, söze girer ve “Ġızım, bir adamın bir iş yapması için
arhası ġuvvetli olacah. Arhañ guvvetli oldu mu her dağdan yol aşar; hanı bir temsil
vardır, birġaç tene adam, bir adamı dar bir sohahda ġısdırmışlar, ağzını burnunu
çarşambaya çevirmişler. Bunnar bunu döğerken herif durmadan:
- Vay arham vay arham! Deyi bağırıyormuş. Zopayı çalan herifiñ biriniñ
canı sıhılmış, demiş ki:
- Ula dürzü, biz senin arhaña mı vuruyoh ki sen arham deyi bağırıyon? Biz
senin ağzını burnunu ġırdıh lan, sen manyah mısıñ oğlum, deyinci, zopayı yiyen demiş ki:
- Vallaha benim arham olaydı da siz benim ağzımı burnumu beyle
ġıraydıñız he mi? Demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 85)
82 “Herkes evinin kıblesini bilir” bir atasözüdür ve insanların evindeki insanlarla iletişimlerinden kaynaklanan tecrübeyle ev halkının hangi durumda ne yapacağını bilmelerinden dolayı, bu durumlar karşısında kendi davranışlarını da uygun formlarda geliştireceklerini ifade eder. 83 Eğer ben olgun davranmasaydım çok kötü şeyler olabilirdi. 84 Gişi (kişi): bir kadının kocası 85 Kaynak kişi, yeğeninin evlendikten sonra 32 yaşında üniversiteyi kazanıp okumuş olmasını kastetmektedir.
108
Burada “arka” sözcüğü, pratik bağlamında kişinin herhangi bir eylemi
gerçekleştirebilmesi için onu destekleyen birilerinin olması gerektiği anlamıyla
kullanılırken; fıkranın öyküsünün oluştuğu asıl bağlamda ise, ezilen bir kişinin
ezikliğinin sahipsizlikle ilgili olduğu anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. Fakat şöyle
bir anlam ilgisi kurmak da mümkündür elbette. Kadının bir kimlik gösterip okuma
arzusunu dile getirebilmesi bile, bu arzuya destek veren bir sahibe ihtiyaç duyar.
Fıkra anlatımlarında bağlamı etkileyen faktörlerden biri de kişisel
terminolojidir. Her fıkra anlatıcısının kendine özgü bir terminolojisi vardır.
Kullandığı sözcükler olayla ilgili oluşturduğu metin çerçevesi bir başkasının aynı
değildir. Hatta her anlatıcının ikinci icrası birincinin aynı değildir. Anlatıcı,
gelenekten dinleme, öğrenme, içselleştirme yoluyla aldığı metinleri yeniden yaratma
sürecinde kendi beden dilini, sözcük terminolojisini kullanır. Bekir Güzeldağ’dan
bir Bektaşi fıkrası dinlediğimiz sırada, oturmakta olduğumuz kafenin sahibinin bize
kulak misafiri olduğunu bilmiyorduk. Güzeldağ, fıkrayı anlatmadan önce
Bektaşilerin Allah’la konuşma ya da dua etme üslubunun Sünni inanışta
yadırganabileceğini ama onların bu üslubunun kendilerince bir saygısızlık üslubu
değil, içtenlik göstergesi olduğunu ifade etti ve fıkrayı ekledi:
“Bektaşi’niñ biri boş boş geziyormuş. Bu arada kendi köylüleri, yahın
köylüleri de bir ġalabalıhla bir yere gidiyormuş. Bizimki de ahşamdan ġalma biraz
ya. Hiçbir şeyden haberi yok tabii.
- Millet, nere gidiyorsunuz? Diye sormuş.
- Valla yağmur duasına çıhacıyıh, sen de gel, demişler.
- Eyiii geliyim, demiş, yolda giderken gendi tarlasınıñ yanından geçerken:
- Yarabbi bura da bu āciz guluyuñ tarlası, demiş; tarlaya elindeki deyneği
çahmış. Gitmişler, ġurbanlar kesilmiş, pilavlar pişirilmiş, dualar edilmiş,
yemeklerini yemişler; tam dönecekleri zaman, şahır şahır bardahtan boşanır gibi
bir yağmur başlamış. Sel seli götürüyormuş. Sevinerek, oynaya, zıplaya köye doğru
gelirlerken, Bektaşi bir de bahmış ki sırf gendi tarlasına bir dolu yağmış, bir dolu
yağmış ki her bir tanesi, bir yumruk gibi. Bütün kelleler haşat olmuş. Hasır gibi
serilmiş yere. Elini yuharı ġaldırmış (kaynak kişi gözleriyle gökyüzüne bakar gibi
yapıp tek elini havaya kaldırır), demiş ki:
- Ben saña ne deyim, bi şey demiyom, sende suç yok ki saña bu tarlanıñ
yerini gösteren pezevenkte suç! Demiş. (bkz Metinler bölümü, no: 51)
109
Kaynak kişi, aynı zamanda folklor araştırmaları yapan eski bir öğretmendir.
Halihazırda Kültür Bakanlığı adına Sivas halkbilimleri araştırma ekip başkanlığı
görevini sürdürmektedir. RTV 58 adlı yerel kanalda folklor içerikli programlar
yapmaktadır. Köylere çok sık gittiği için pek çok Alevi ya da Sünni köyünden
insanlarla yakın dostluklar kurmuş bir kimliktir. Araştırmamız sırasında, hemen bir
folklor araştırıcısı kimliğine bürünüp, kendisi bize sorular yöneltmeye başlamıştır.
Alevi Sünni karışık bir köyden86 olduğumuzu öğrenince, köyde tanınmış bir Alevi
ailesinin adını vererek kinayeli bir üslupla onlardan olup olmadığımızı sormuştur. Bu
sorunun bizi rahatsız etmeyeceğini bilmektedir. Ama kimi zaman herkesin hoşgörülü
olmayışı, insanların Alevi fıkralarında olduğu gibi bazı kültür birikimlerini bir
başkasına aktarımına bile engel olmaktadır. Bekir Güzeldağ’ın anlattığı Bektaşi
fıkrasını bir başka bağlamda Cumhuriyet Üniversitedeki odasında anlatan bir başka
folklor araştırmacısı Kutlu Özen, bu konudaki çekincelerini gizleyememiştir: “Kürtler,
Bektaşiler… İnsanları bu fıkralar incitebilir. Bunların hepsi yazılmaz, bir tarafta
Sünni’yi incitirim diye yazamazsın bir tarafta Alevi’yi, bir tarafta Kürt’ü…Ama ben
gene de kimseyi incitmeyeceğini düşündüğüm bir fıkrayı anlatayım:
Türkiye’deki Bektaşilerin en büyük dede babasıydı, ben bu fıkrayı Bedri
Baba’dan dinledim Eskişehir’de Porsuk Çayı’nın kenarında gezerken “Baba bir
fıkra anlat” dediler.
“Sivas’ta Sünni köyünün bir tanesinde bir tane Alevi evi varmış. O sene
köye hiç yağmur yağmamış. Adamcağız mecbur onlarla beraber yağmur duasına
çıkmadan önce kendi bostanının bulunduğu yerden geçerken bir tane sırık almış,
tarlanın ortasına dikmiş, Allah’a demiş ki:
- Bak bu tarla benim tarlam, ona göre torpil geçersin, gibisinden. Neyse
adamlar tepeye çıkmışlar, ondan sonra bir yağmur bir dolu bir tufan uhuuuuu! (Özen,
kullandığı ünlemi kuvvetlendirmek amacıyla eliyle dolunun ve yağmurun şiddetini ifade
eder) Sonra geri köye inmişler. Bağların bostanların hepsi harika falan, bunun direk
diktiği yer bir sele suya gitmiş, bir doluya gitmiş ki yani varsa öyle olsun. Ondan sonra
elini kaldırmış yukarıya: “Suç sende değil sana tarlanın yerini gösteren bu dürzüde.”
demiş. Genelde Bektaşi fıkralarında Tanrı’yla samimiyet vardır, art niyet yoktur. Bir
86 Şarkışla’nın Bağlararası köyü. Köyde Fezikgil adıyla bilinen bir Alevi ailesi yaşamaktadır. Bu aile ile köydeki Sünni insanlar arasında hiçbir uzaklık ya da mezhebe dayalı çatışma yaşanmamakta, karşılıklı hoşgörü çerçevesi içinde insanlar komşuluk ilişkilerini devam ettirmektedir.
110
Sünni’ye göre Allah’la böyle laubali konuşan kafir olur. İman tazelemesi, kelime-i
şehadet getirmesi gerekir. Ama Aleviler bu yönden çok müsamahakârdır.” (KK: KÖ)
Güzeldağ’ın anlatımıyla Özen’in anlatımı arasında olay, olgu, söz, bakış
açısı ve sözel doku gibi pek çok açıdan farklılıklar vardır. Olayın esprisi, metin
halkaları ve aslı değişmemekle birlikte bazı olgular değişmiştir. Kahramanla ilgili
olarak Güzeldağ, Bektaşi sözcüğünü kullanırken, Özen Alevi sözcüğünü
kullanmıştır. Aslında, birbirinden farklı ama birbiriyle ilgili bu iki sözcüğün birbiri
yerine kullanılması, Türkiye’nin pek çok yerinde kullanılan bir galat-ı meşhurdur.
Alevilik Hz Muhammed, Hz Ali ve Ehl-i Beyt’i takip etme öngörüsünü içeren
Türklere has bir bir İslam yorumudur. Özünde dinin zahiri yönünü değil de Batınî
yönünü taşır. Bektaşilik ise, Alevilerin kendi yorumları ve en doğru kabul edilmesi
gereken bir bakış açısıyla Hz Muhammed, On İki İmam, Ahmet Yesevi, Hacı
Bektaş Veli silsilesinin son halkasıdır. Bu halka Alevilerin kendileriyle özdeş kabul
ettiği samimiyeti ön plana çıkaran bir tasavvufi düşünce ve yaşayış halkasıdır. Bu
bakımdan Alevilik, İslam’la ilgili ve İslam içinde bir yorum; Bektaşilik, bu yorumla
örtüşen tasavvufi bir ekol olarak kabul edilmeli, iki sözcüğün bir arada veya
birbirinin yerine kullanılması yadırganmamalıdır.
Güzeldağ, fıkranın asıl kahramanı olan Bektaşi’nin sarhoşluğu ve bilinçsiz
ama hoşgörüyle duaya katılması olayına vurgu yaparken; Özen, Alevi’nin o köydeki
tek Alevi evine mensup bir fert olması sebebiyle, sosyal gerçekliğe bir uyum
zorunluluğundan dolayı bilinçli bir yağmur duasına katılış olayından bahsetmektedir.
Her iki anlatıcının ortak vurgusu, Alevi-Bektaşi’nin Tanrı ile samimi iletişim üslûbu
üstünedir. Olgusal farklılık, birinde hoşgörü ve bilinçsizlikle ilgili olgular; diğerinde
sosyal uyum zorunluluğu ve bilinçlilik olguları biçiminde ortaya çıkmıştır. Sözel doku
her iki anlatıcının terminolojisiyle orantılı olarak değişmiş, hüküm cümlesinde
kullanılan küfür sözcüğünde belirginleşmiştir. Aynı ifade birinde “pezevenk” sıfatıyla
karşılanırken diğer anlatıda “dürzü” sıfatıyla karşılanmıştır. Güzeldağ’ın yöresel ağzı
daha belirgin kullanışı ve yavaş konuşma üslubuna karşılık, Kutlu Özen’in dili
İstanbul Türkçesine daha yakın kullanımı ve hızlı konuşma üslubu dikkat çekmiştir.
Bu üslup farklılığın Güzeldağ’ın artık kendini sürekli halk araştırmalarına adamış ve
öğretmenlikten uzaklaşmış olmasıyla ilgili olduğu gözlenmiştir.. Sürekli halkla iç içe
olmaklığı ve halk bilgisi ürünlerini tespit etme noktasındaki mesleki zorunluluğu,
halkın içinde katılımcı gözlemci sıfatıyla bulunma yönteminin en güzel derleme
111
yöntemi olmasından hareketle, İstanbul Türkçesini çok güzel kullanabilmekle birlikte,
ona yerel ağzı tercih ettirmiştir. Çünkü halk, kendine yakın bulmadığına kendine ait
olduğunu düşündüğü gelenek unsurlarını anlatmaz ya da doğal bağlamıyla yaşayarak
sergilemez. Kutlu Özen ise, Cumhuriyet Üniversitesi’nde yaptığı okutmanlık vazifesi
gereğince, öğrenciyle iletişiminde kullanması gereken İstanbul Türkçesini halk
anlatısını anlatırken de kullanmaya devam etmiştir. Bu farklılık, sosyal hayatın
insanların mesleklerinin gerekleriyle ilgili olarak kişilere yüklediği toplumsal rollerin
müşahhaslaşmış birer örneğidir.
Her iki kaynak kişinin anlattığı fıkrayla aynı mesajı veren fakat sözel
dokusu tamamen değişmiş, metin halkaları farklılaşmış bir fıkrayı Güllüşan
Bahçivan’dan dinledik.
Ġızılbaşıñ biri varımış, adı Alüğlü’ymüş (Ali gülü). Bir gün yağmır
yağarken gök gürleyinci elini açmış, Allah’a dua etmiş:
- Alüğülü tarlasına!.. Alüğülü tarlasına!.. Demiş. Bir de bahmış ki bir tolu
(dolu), bir tufan basdırmış, tarlayı sel götürmüş, bu sefer ellerini açmış:
- Alüğülü bohu yedi, cümlālem tarlasına!.. Cümlālem tarlasına!.. Demiş.
Mezhep farklılıklarından, yahut toplumdaki sosyal roller ve statülerin
farklılıklarından kaynaklanan bazı çatışmalar kaynak kişi Molla Kasım’ı da bu
sosyal grupları incitme konusunda endişelendirmekte olduğunu gözlemledik. Buna
rağmen kimseyi incitmek istemediğini de belirterek bir fıkrayla söze başlamış, pek
çok fıkra anlatmış ama ve çekincesini de dile getirmiştir.
“Sorguncuklu Serpincikliye sormuş:
- Ġardaş siziñ köyde ġaç tene hacı var?
O da diyor ki:
- “Üç”
- Ula Allah size yardım etsin, deyince, öteki:
- Niye? Diye sormuş.Sorguncuklu cevap vermiş:
- Ula niye olacah, biz bi teneynen baş edemiyoh, demiş. (bkz Metinler
bölümü, no: 122)
“Bu fıkranın literatüre geçmesi sakıncalı. Çünkü burada bir tahkir ve tezyif
var. Sanki hacca gidip gelen insan bozuluyormuş gibi hacılık müessesesini küçülten
bir ifade var.”
112
Ancak halk hafızasının bu fıkraları yaratması süreci, görünürde hac
müessesesini eleştirmiş olma işleviyle birlikte bir başka örtük işlev taşır, insanların inanç
konusundaki hassasiyetlerini vurgular, ibadetlerini yerine getiren insanla sıradan insanın
farklılığını ön plana çıkararak, küçültmenin aksine hacılık müessesesini yücelten bir
mecazi anlam vardır. Ahmet, Mehmet şu ya da bu işi yapabilir, böyle düşünebilir ama
Hacı Ahmet ya da Hacı Mehmet, ona haccın yüklediği bazı sorumlulukları taşımalı ve
sıradan insan gibi davranmamalıdır. Bu yüzden olaya salt bir mantıkla yaklaşarak halkın
ince zekasının tariz sanatı yoluyla düzenlediği dinsel, toplumsal ahlak müessesesini yine
halkın içindeki nüktedan ve keskin hafızaların biriktirdiği halk hafızası ürünlerinden
mahrum etmek haksızlık olacaktır. Bu noktada, yine benzer bir bağlamda kendi akraba
çevremizde şahit olduğumuz bir hadiseyi nakletmek yerinde olacak. Nerdeyse fıkra
yapısına uygun ve gelecekte belki de fıkralaşacak bir diyalog bir baba ve oğul arasında
geçer. Oğul, nüktedan ve üniversite okumuş biridir. Hani “lafı batmaz” derler ya o
cinsten. Baba da biraz asabi ve küfürbaz. “Hani can çıkmadan huy çıkmaz derler” ya o da
öyle. Baba, hacca gidip döner. Bir dönem, hacılığın vicdanî baskısını üstünde hissetmekle
beraber, daha fazla karakterinden taviz veremez. Tam aksine, bu vicdanî sorumluluk,
adamda aksi tesir yapar ve daha da ağzı bozuk asabi bir adama dönüşür. Hiç kimse onu
eleştirip küfürlerine ya da incitici sözlerine dayanamazken oğlu, ona hoşgörüyle yaklaşıp,
hakaretlerine, çekilmez huylarına gülümseyerek cevaplar vermeye devam eder. Başkaları
bir şey deyince, hop oturup hop kalkan adama, oğlu, “Baba ben seni çözdüm. Şeytanın
küçüğünü hacca götürdün orda bıraktın, büyüğü aldın geldin” diyerek latife içeren ama
oldukça manidar bir toplum eleştirisi getirir. Adam, oğluna biraz küfürle karışık bağırıp
çağırır ama aynı zamanda kendisindeki toplumca kınanan bu asabiyet tezahürünün de
farkındadır. Bu olayı Molla Kasım’a kendi fıkrasının bağlamıyla ilgili olarak
naklettiğimizde geçmişte de yakın arkadaş oldukları, bağlamda dinleyici konumunda olan
Mithat AKPINAR’a hitaben kedisiyle ilgili hacca gitmiş olma bilgisini paylaşıyor
olmasından dolayı, Sivas ağzıyla ve latif bir ifadeyle “Biz de hacıyıh baba!” diyerek bu
toplumsal eleştiri müessesesini onaylamıştır..
Bu noktada, tahkir ve tezyif hemen bir çok fıkrayla ilgili olarak vardır ama
bizim halkımızın bütün bunların üstünde bir hoşgörüsü vardır. Alevi ve Sünni iki
yakın komşunun birbirinin inançları ile ilgili çok ağır espriler yaparak birbirityle
komşuluk ettiklerinin Sivas’ta çok yaygın örneklerine rastlayabilirsiniz. Altuntabak
Mahallesinde biri Alevi, diğeri Sünni iki komşu kadının çok iyi anlaşıp bu konuyla
113
ilgili birbirine çok ağır şakalar yaptıklarına şahit olduk. Biri diğerine “Pis Gızılbaş87,
diğeri ötekine Pis Yezit” diyerek hitap etmesine rağmen iki kız kardeş kadar da iyi
anlaşıyorlardı. Bu, bazı farklılıkları birlikteliklerin çokluğuyla aşmış olmanın halk
içinde safiyâne bir barışa dönüşmesinin işaretidir. Zaten bu fıkraların oluşması ve
geçmişten bugüne anlatılır olması da bu hoşgörünün ve yaşanan toplumsal barışın
geniş çerçevesiyle alakalı değil midir? Sünni inanışın da kesinlikle reddettiği ve
nefretle kınadığı bir Kerbela hadisesinin zalim katili Yezid’in ismi de Alevilerce
Sünnilere yönelik olarak kullanılır ve “Yezitler” denir. Ancak, hiçbir Sünni, bunu
bir hakaret kabul etmez. Nitekim özellikle Sivas’ta “Hasan Hüseyin” isimlerinin tek
bir kişiye birlikte verilmesine çok sık rastlanırken, çocuğuna Yezit adını veren bir
Sünni’ye rastlamanız mümkün değildir. Ehl-i Beyt sevgisi ve Kerbelâ üzüntüsü,
Alevi ve Sünnilerin ortak paydasıdır. Aksi bir durum, toplum barışı açısından çok
tehlikeli ve risklidir. Bu noktada aynı inancın farklı renk ve çiçekleri olan Alevi ve
Sünniler tarihteki bu çirkin hadiseyi hafızalarda tutmak ama yüreklerde açtığı yarayı
da çok kanatmamak için böyle yarı latife, yarı yarenlikle karışık bir yöntem
bulmuştur kim bilir? Aynı hoşgörü ve yakınlık, kaynak kişi Güllüşan Bahcivan ile
kardeşi Fevzi Kılıçer’in ve yeğenlerinin bir arada bulunduğu ve televizyonda
Alevilik ve Sünnilikle ilgili suni çekişmelerin yaratıldığına dair bir programı
izlerken kaynak kişi tarafından ortaya konulur. Güllüşan Bahcivan’ın anlattığı
fıkrada Alevi’ye ya da onun deyimiyle Kızılbaş’a öteki gözüyle bakılmaz.
Kendindendir, onu benimser; birlikte yer, içer, evine misafir kabul eder, evine
misafir gider, hediyeleşir, misafirini ağırlamakta kusuru olursa mahcup olur:
Bizim o tarafda Ahpuñar köyü varıdı, Ġızılbaş köyü88. Orda bir Hatice
Ġarı varıdı irahmetlik (rahmetli) çoh eyce ġarıydı. Ne zaman bizim koye gelse bize
misafir olurdu. Temiz, yollu yordamlı eyle seniñ benim gibi geyinir ġuşanırıdı.
Gelirken de eyle adetli töreli gelirdi. Yoğurt çalardı, çörek eder getirirdi. Bunuñ
yanı sıra gelen bir iti varıdı. O iti de hep barabar getirirdi. Birgün gine bu beyle bir
misafir geldiydi bize. Bizim itler gece bunuñ itini boğmuş. Nasıl utandıh amma 87 Kızlbaş, Aleviler'e verilen bir addır. İran'da Safeviler hanedanını kuran ve İmamiye'yi resmi mezhep olarak benimseyen Erdebiliye tarikatı şeyhleri ile bu tarikata baglı olanlar kızıl tac giydikleri, kızıl sarik kullandıkları için Kızılbas olarak adlandırılmışlardır. Anadolu Alevileri de kendilerini Erdebil Ocağı'na bağlı sayarlar. Dolaysıyla Kızılbaş olmak, onlar için bir hakaret degildir. Daha geniş bilgi için http://www.isik.ch/index.html?./alevi/alevilik.html (17.12.2006) adresine bakınız. 88 Şarkışla’nın Akpınar köyü Alevi köyüdür. Kaynak kişi, Şarkışla’nın Adıyaman (Bağlararası) köyündendir. Bu köyde de bir aile Alevi’dir. Bu bakımdan köydeki Sünnilerin kendi köylerindeki ve çevre köylerdeki Alevilerle komşuluk ilişkileri oldukça iyidir.
114
neydek. Biz utanıyoh ya o da bir hoş oldu. Osmannı (Osmanlı), lafı sözü belli
ġarıydı. Dedi ki:
- Amanıñ anām, dedi; Atlı ġonah sığmış da itli ġonah sığmamış, dedi. O
gün bu gün ġulağıma küpedir. Bir uşağınan devşeğinen bir yere getdi mi sığmıyor
insan. Hemen döğüşüyollar, dirlik etmiyollar. Ne deller. “Ġanlık ġatillik itinen
uşahdan çıharımış.”89 (bkz Metinler bölümü, no: 217)
Kaynak kişi Bekir Güzeldağ’dan Alevi Bektaşi fıkraları dinlediğimiz bir
kafeterya ortamında Kafeteryanın sahibinin bize kulak misafiri olduğunu, önce fark
etmediğimizi belirtmiştik. Güzeldağ’a Aleviler arasında Sünnilerle ilgili fıkralar
anlatılıp anlatılmadığını sorduğumuzda kafeteryanın sahibi yanımıza yaklaştı:
“Ġusura bahmayıñ ġonuşmalarıñıza istemeden ġulah misafiri oldum, ben Alevi’yim,
bir çoh Sünni arhadaşım var biz de onlarıñ yanında da Sünnilerle ilgili fıkraları
anlatırıh ama bir bayanıñ bulunduğu yerde o fıkralar anladılmaz abi.” şeklinde söze
karışmıştır.90
Ancak Sünnilerle ilgili Alevilerce anlatılan fıkralardan birkaçını çok güzel bir
toplumsal barış örneği olarak bir Sünni kaynak kişiden dinledik. Bu fıkra, Alevi inanca
sahip halk gruplarının da aralarında Sünnîliği eleştiren fıkralar olduğuna işaret
etmektedir. Kaynak kişi Ali Şahin Canozan’la bir öğlen yemeğinde Sivas’ta bir
lokantada otururken, söz, av etlerinin lezzetinden açılınca kaynak kişi, Alevilerin tavşan
yemediğinden ama tavşan etinin de diğer av hayvanlarının etinden biraz farklı bir
tadının olduğundan bahsetti. Bunun üzerine Sivaslıların Aydın’ın İncirliova ilçesinde bir
misafirlik sırasında yaşadıkları bir olayı naklettik ve bu olay, kaynak kişiye bir Alevi
fıkrasını hatırlattı. Sivaslılar, İncirliova eşrafından birine misafir olduklarında birlikte
namaz kılarlarken seferi91 olmaları sebebiyle dört rekatlık farz namazları iki rekat
kılarlar. Bunun üzerine ev sahibi Sivas’ta Alevilerin çokluğundan dolayı “Acaba bunlar
89 “Kanlık katillik itle uşaktan çıkarmış”: Çocukların ve köpeklerin geçimsiz olmalarından ve çabuk kavga etmelerinden dolayı insanların çocukları ve köpekleri yüzünden sık sık ve boşu boşuna belaya bulaştıklarını ifade eden bir atasözüdür. Bu sözün arkasından hemen çocukların ve köpeklerin kavga ettiği kişi ve köpekle tekrar oyuna daldığı ve köpeğin sahibinin ya da çocuğun anne-babasının gereksiz yere kavga ettiği vurgulanır. 90 Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi fıkralar ya küfürlü ya da cinsel içerikli fıkralardır. Derlemeci olarak bir bayan oluşumuz bu türden küfürlü ya da cinsel içerikli fıkraları derlememizi ve bağlamlarını tespit etmemizi güçleştirmiştir. Kafenin sahibinden küfürlü olmayan ve cinsel içerik taşımayan fıkralar varsa anlatmasını istediğimizde kendisi hepsinin içeriğinin küfürlü ve cinsel içerikli olduğunu söyledi ve bayanların bulunduğu ortamda anlatamayacağını tekrarladı. 91 90 km’yi aşan yolculuklarda fıkıhçılara göre kişi oruç tutmayabilir ve dört rekatlık farz namazları iki rekat kılar. Seferilik, yolculuk hali anlamındadır.
115
Alevi mi?” diye düşünür, misafirlerini incitmekten çekindiği için soramaz ve hemen
oğullarından birini ava yollar ve bir tavşan vurdurtur. Zaten Sünni olan Sivaslılar,
afiyetle tavşanı yerler. Ev sahibi de sonradan samimiyetleri artınca böyle düşündüğünü
ama ifade edemediği için böyle bir yola başvurduğunu ifade eder. Bu olayı dinleyen Ali
Şahin Canozan, bize şu fıkrayı anlattı:
“Merkez Tohuş (Tokuş) Köyü Alevi’dir. Aleviler davşan yemez. Tohuş’da
adamıñ biriniñ tarlasında davşan eyle çoğalmış, eyle çoğalmış ki birbirini
ġovalıyollarmış tarlanıñ içinde. Alevi, bir gün bahmış şeyle davşanlara, yahındaki
Sünni köyünü ġastederek davşanlara diyormuş ki:
- Yiğidiseñiz aha beyle serbesce bir de Ġızılca Köy’de geziñsene, diyormuş.”
(bkz Metinler bölümü, no: 96)
Farklı bir bağlamda, “Aleviler, Sünnilerle ilgili nasıl fıkralar anlatıyorlar”
sorusunun cevabını almak üzere yaratılan suni bir anlatım ortamında, yine Sünni
inanca sahip kaynak kişilerimizden Mehmet Akkaya’nın anlattığı fıkrada ise, tavşan
etinin hatta tavşana dokunmanın bile tiksinti uyandırması ifadesi vardır. Sünniler
için kullanılan Yezit adına bu fıkrada da rastlanmakta, yarı şaka yarı ciddi Sünni
inanışa bir eleştiri yöneltilmektedir:
“Alevi’niñ biri tarlasında oğluyla çalışırken, çocuh birden otların arsında
bir davşanıñ rahat rahat gezindiğini görmüş. Babasına seslenmiş:
- Baba, tarlaya bir davşan girmiş, ne yapıyım nacahlayım mı, ġucahlayım
mı? Demiş. Babası cevap vermiş:
- Oğlum, nacağı ġucağı pis eder92 guvala (kovala) getsiñ Yezit dağına”
(bkz Metinler bölümü, no: 149)
Ali Şahin Canozan’ın anlattığı bir başka fıkrada bir toplumsal eleştiri, yine
Alevilerce, Sünnîlere yöneltilir. Aleviler tarafından boş boş kahvede oturan tembel
insanlar Sünnîlerle özdeşleştirilir ve onların işe yaramalıklarından ve tembelliklerinden
dolayı cennete gidemeyeceği düşüncesi, fıkranın nüktesini oluşturur:
“Alevi’niñ biri ġomşu Sünni köyüne giderken yolunu ġaybetmiş. Bir yerde
doñmuş, ġalmış. Sünni köyünden üç dört gişi de bunu yolda bulmuş, köye getirmiş.
fışgının içine gömmüşler. Biraz sonra bu yavaş yavaş canlanmaya başlamış, gözünü
bir açmış, geri yummuş:
92 Alevi inanca sahip olan insanlar tavşan yemezler. Aleviler arasında tavşan hayız gördüğü, kediye benzediği ve pençeleri olduğu için Hz. Peygamberin tavşan eti yemediği inancı vardır
116
- Ben nerdeyim? Siz kimsiñiz? Diye sayıhlamaya başlamış.
- Üsüyün (Hüseyin) Ağa uyan, rüya mı görüyoñ, neydiyoñ? Diyerek bunu
uyandırmışlar. Bu sefer ġızmış bu:
- Ula Yezitler! Rüyamda cenneti görüyordum, beni niye uyandırdıñız?
Sünniler sormuş:
- Üsüyün Ağa kimler varıdı cennette? Demişler. Üsüyün Ağa, gendi
köyünün ölmüşlerini, ileri gelenlerini sayıyormuş:
- Alişan Bey varıdı, Haydar Bey varıdı… Sünniler gine sormuşlar:
- Bizden kimse yoh muydu Üsüyün Ağa? Demişler. Üsüyün Ağa, önce
küçümseyen bahışlarla süzmüş bunları, sonra cevap vermiş:
- Ula ora ġahve midir la! Demiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 97)
Yukarıda Bekir Güzeldağ ve Kutlu Özen’den dinlediğimiz benzer metilerin
sözel dokuları, her iki kaynak kişinin kendi anlatım üslubuna ve kendi terminolojilerine
göre deşiğiklik arz ettiği görülür. Güzeldağ’ın anlattığı fıkrada Bektaşi, sarhoştur ve boş
boş gezerken davete safiyane iştirak edip yağmur duasına katılmıştır. İkinci anlatıda ise,
yağmur duasına çıkmanın köydeki tek Alevi evi olmaktan kaynaklanan bir mecburiyete
dayandığı, Bektaşi’nin sarhoş olmadığı gözlemlenmektedir. Metnin nüktesindeki küfür
sözcüğü de değişmekle birlikte yakın anlamlar ve küfür içermek bakımından aynı
kalmış, yalnızca sözün değiştiği görülmüştür.
Cinsel içerikli ya da çok küfürlü fıkralar, bayan olmamızın bu türden fıkra
bağlamlarını erkek anlatıcı ve dinleyicilerle paylaşmamızı zorlaştırması ve bağlamı
sunileştirmesi nedeniyle genellikle kadınlar arasında derleyebildiğimiz metinlerdir.
Erkek anlatıcılar, bir bayan derleyiciye bunları anlatamayacaklarını hafızalarındaki
pek çok fıkranın anlatılamayacak kadar açık saçık ya da küfürlü olduğunu ifade
ettiler. Kaynak kişilerden Rezzan Şimşek tarafından anlatılan bir fıkra kendi yaşıtı
olan gelinler ve görümceler arasında anlatılırken kayınvalidesinin odaya girmesiyle
yarıda kesilmiştir. Kayınvalide, bu durumu hissetmiş, odada biraz oyalandıktan
sonra namaz kılması gerektiğini bahane ederek odadan ayrılmıştır. Bunun üzerine
kaynak kişi, fıkranın anlatımını devam ettirmiş yarım bıraktığı yerden değil fıkranın
başından anlatmayı tercih etmiştir:
“Ġadınıñ birine bir hoca düñür geliyormuş. Ġadın ne gönüllü ne gönülsüz,
varsam mı varmasam mı diye düşünüyormuş. En sonunda hocaya:
117
- Amān Hoc’efendi! Ben senden evvel yedi gişiye vardım, yedi gişiden saña
ne ġalır. Benim daha gişi ġahrı çekecek halım ġalmadı. Deyince hoca sormuş:
- Sen heç hocaya vardıñ mı? Ġarı:
- Yōh! Demiş. Hoca o zaman:
- Eyleyse daha seniñ ellenecek yerleriñ var, demiş.” (bkz Metinler bölümü,
no: 142)
Aynı şekilde kaynak kişi Güllüşan Bahcivan, bir Nasrettin Hoca fıkrası
olarak anlatılan daha önce de birkaç kez dinlemiş olduğumuz fıkra metnini bir daha
anlatmasını istediğimizde 15–16 yaşındaki torunları orada olduğu için fıkrayı
anlatmayı reddetmiştir. Gelini, kendisine “Anne hani Nasrettin Hoca ġızına öğüt
veriyordu ya, o temsili söyle” dediğinde, ilk önce “Yoh anam o neyise ben
bilmiyom” diyerek fıkrayı bilmediğini söyler. Oysa bağlamda dinleyici konumunda
bulunan ve onunla çok yakın iletişim içinde olan kızları gelinleri ve yeğenleri, bu
fıkrayı ondan defalarca dinlemiştir. Kızlarının ve yeğenlerinin ısrarı üzerine, bu defa
kızar ve tepki gösterir: “Anam siziñ yüzüñüzüñ suyu dökülmüş93, şurda yüzü
açılmadıh94 sabi sübyan var, utanmazlar!” diyerek çıkışır. Ertesi gün bahçede yine
kadınlar hep bir arada otururken ısrarlara dayanamaz ve anlatmaya başlar:
“Nasreddin Hoca’nıñ ġızı gelin oluyormuş. Neyise gelini ata bindirmişler,
almış gidiyollarımış. Hoca öñlerine geçmiş, düğüncüleri durdurmuş:
- Duruñ hele, duruñ duruñ; ben, ġızıma bir öğüt verecēdim, demiş.
Düğüncüler durmuşlar:
- Hocam, açıhdan de de biz de duyah da biz de öğrenek, demişler. Hoca,
ġızının yanına gelmiş:
- Ġızım ġızıım, dikiş dikerken ipliğiyiñ ucunu tuğle (düğümle) de şeyim gibi
diñeli ġalma. Bah bir öğüdüm daha var saña. Gidiyoñ ki gidiyoñ eliñ evüne; el oğlu,
donuñu çıhardır çıhartmıya da, sen gendiñ çıhar da gişilikli düş, demiş.” (bkz
Metinler bölümü, no: 141)
Normalde çocukluğumuzdan beri kaynak kişinin yanında büyüdüğümüz
için kendisinden naklettiğimiz pek çok fıkrayı, defalarca dinledik. Bu fıkrayı da
daha pek çok bağlamda insanların mecbur kalacakları bir işi, kendiliklerinden
onurlu bir biçimde yapmaları gerektiği öğüdünü vermek için defalarca anlattı.
93 Yüzünün suyu dökülmek: Utanmazlık, ahlaksızlık 94 Yüzü açılmadık: bakire
118
“Yapman gereken işleri geciktirmenin anlamı yok” mesajı, yine kendisinin
kullandığı bir başka fıkralaşmış atasözünde belirginleşir: “Adamın biriniñ babası
ölmüş de vahdında ölen babacığım, deyi ağlamış.”
Temsilin cinsel içeriğine gelince; aslında, cinsel içerik, bir mecazdır ve asıl
mesaj üzeri örtük olarak verilmiştir. “Ġızım ġızıım, dikiş dikerken ipliğiyiñ ucunu
tuğle (düğümle) de şeyim gibi diñeli ġalma.” ifadesinde “şey” sözcüğünden
kastedilen erkek cinsel organıdır. Ancak verilen mesajın ne cinsellikle ne de erkek
cinsel organıyla ilgisi yoktur. Fıkranın bu ifadeden kastettiği ileti, her zaman tedbirli
olmak, tedbirsizlikle yapılacak işlerin sonucundan endişe etmekle ilgilidir. İkinci
kısımda ise “Gidiyoñ ki gidiyoñ eliñ evüne; el oğlu, donuñu çıhardır çıhartmıya da,
sen gendiñ çıhar da gişilikli düş.” ifadesiyle iletilmek istenen ders de yukarıda
söylendiği gibi, olması gereken işi geciktirme, başkaları yapmanı istemeden sen
kendiliğinden yap, öğüdüdür.
Bu fıkra ile ilgili bağlamda, dinleyicinin kimliği ön plana çıkmıştır. Fıkrada
sarfedilen sözleri dinlemeye yaşı uygun olmayan çocukların bağlamda bulunması ve
kaynak kişinin bağlamda dinleyici durumunda bulunan çocukların ninesi statüsünde
bulunması, onun nine rolünün sorumluluklarına bürünerek anlatıcı rolünü
reddetmesine neden olmuştur. Bu, onun almış olduğu geleneksel terbiyenin belli
konulardaki hassasiyetine de işaret etmektedir. Her fıkra, her dinleyici ortamında
anlatılamaz. Aynı fıkranın yaşı uygun olanların bulunduğu ve erkeklerin
bulunmadığı bir bağlamda kaynak kişi tarafından anlatılması, sosyal ahlakın
korunması endişesi dışında bir çekincenin olmadığının işaretidir.
Kaynak kişi Gülbeyaz Kılıçer, bir sövme sözünü içeren bir fıkranın
sövmeyi içeren sözcüklerini de bayanların bulunduğu bir icra bağlamında bile
değiştirerek anlatmış, küfür sözcüğünü ayniyle telaffuz etmemiştir:
“Garınıñ biri, bek yemek pişirmeyi bilemezimiş. “Aşda bildiği yarma, işde
bildiğ örme” işde eyle ecik benim gibi beşiyi bek beceremiyen bir ġarımıymış yōsa
varlıh mı yoğumuş neyise. Ne deler “Getir ver varlığı, gösderiyim erliği.” Olsa
belki çeşit çeşit bişiridi demek ki yoğumuş ellahamki. Heç durmadan boranı
bişiriyormuş. Gişisiniñ canına tah demiş gayrı. Eñ soñunda ġarıya demiş ki:
- Ahşam boranı, zabah boranı, bilmemneydiyim bu evde duranı, demiş.
Evü, ġarıyı bırahmış, getmiş.” (bkz Metinler bölümü, no: 180)
119
Kaynak kişi, “bilmemneydiyim” sözcüğünü sövgü içeren ve cinsel yaklaşım
ifade eden bir anlamda kullandığı halde küfürlü sözcüğün aslını söylemez. Çünkü,
temsili kızlarına ve gelinine anlatmaktadır. Fıkrayı anlatmakta sakınca görmemesine
rağmen küfür sözcüğünü telaffuz etmez. Fıkranın anlatılış sebebi, evin gelininin
alışverişten gelmesi sebebiyle akşam yemeği hazırlayamamış olması ve akşam
öğününde kahvaltı sofrası konulmasıdır. Kaynak kişinin kalça kemiği protez olduğu için
ev işleriyle uğraşamamakta, dolayısıyla yemeği kendisi yapamamaktadır. Aslında olay
sırasında gözlemlenen kayınvalidenin geline kızgınlığı değildir. Evine misafir gelen
kızlarına ikramda bulunamayışıdır. Bu durumdan gelini de üzgün ve rahatsızdır ama
yapılabilecek başka bir şey yoktur. En iyisi gergin havayı bir fıkrayla yumuşatmaktır.
Kayınvalide, ince bir tarizle durumdan memnuniyetsizliğini belirtirken, durumu şaka
yoluyla ifade ederek kırıcı olmamayı tercih etmiştir.
Fıkranın içinde, iki adet düzgü yer alır ki bunlar geleneğin iç içe geçmiş
formlarının olduğuna en güzel örnektir: “Aşta bildiği yarma, işte bildiği örme”,
“Getir ver varlığı, göstereyim erliği.” düzgüleri aslında bir başka düzgü olan
“sabah boranı , akşam boranı bilmem ne yapayım bu evde duranı” sözünün
hikâyesinin içinde ondaki kahramanın iş ve yemek yapmayı bilmeyişine ya da
kahramanın fakirlikten dolayı aynı yemeği pişirmesine işaret etmek için verilmiştir.
Bu sözlerin de yapısından anlaşılacağı gibi birer öyküsünün olduğu düzgünün içinde
anlamdan çıkarılan kişilerin varlığıyla sezilmektedir.
Bazı fıkralarla ilgili bağlamlar, sadece özel bir durumla ilgilidir ve o özel
durumun gerçekleştiği “durumsal” bağlamlarda anlatılabilir. Kaynak kişi Asiye Yazıcı
tarafından anlatılan ve yine Nasrettin Hoca tipine bağlanan fıkrada, fıkra kahramanının
güç yetiremeyeceği bir durumla ilgili bilmezden gelme çözümüne başvurması
anlatılmaktadır. Bir çeşit psikolojik kaçma davranışı olarak tanımlanabilecek bu
davranış, kinaye yoluyla düzeltilmeye çalışılmaktadır. Kaynak kişi Asiye Yazıcı, yaz
tatili için memlekete gelen yeğeninin tatil boyunca kendisine uğramayıp, tatilinin son
gününde veda için geldiğini görünce, kapıda daha onu karşılarken hem içerdeki diğer
misafirlere hem de kapıdaki yeğenine duyurmaya çalışarak bu fıkrayı anlatır:
“Nasreddin Hoca’ya “Hocam” demişler, “Seniñ ġarıñ çoh geziyor yav!”
Demişler; Hoca, şeyle bir düşünmüş, cevap vermiş:
- Yoh canııım! Gezse, bize de gelirdi, demiş. (bkz Metinler bölümü, no: 32)
120
Anam, bizim ġıza da geziyor diyollar da ben de eyle diyom, yoh anam
gezseydi, bize de gelirdi diyom. He mi ġızım?”
Kaynak kişi, konuştuğu sırada eş zamanlı olarak yeğenini içeri alıp hoş
geldin anlamıda kucaklamaktadır. Yeğeni, vaktinin olmadığını, gelmek istediğini ama
geldiğinde emesinin (halası) çok zahmetli şeyler hazırladığını, emesine kıyamadığını
ifade etse de eme: “Ġız amān saña ne ġı, ben adetli töreli gelesiñ istiyom vā!” der.
Adetli töreliden maksat, yeğeninin sevdiği yemekleri hazırlamaktır. Yeğeni, “Eme,
sen adeti töreyi ne yapacaksın, ben seni görmeye geliyorum” dese de eme, bir gelenek
taşıyıcısıdır ve sevdiklerini gönlünün istediği biçimde ağırlayabilmek, onun için çok
önemlidir. Oysa şeker ve kalp hastasıdır, ayağının bir parmağı şekerden dolayı
kesilmiştir ama onun için misafir ağırlama geleneği önemlidir, o geleneği terk etmeye
de niyeti yoktur. Bu fıkrada oluşan bağlam, aynı zamanda bireysel içerikli olmakla
birlikte akrabalık ve misafirlik gibi kurumları ön plana çıkarmakla aynı zamanda
“kurumsal” bir bağlamdır.
İcra ortamında bulunan kişilerin anlatıcıyı ya hiç anlatmama ya da farklı
ortamlara erteleme noktasında yönlendirdiğini katılımcı gözlemci olarak yer aldığımız
pek çok bağlamdan verdiğimiz örneklerle anlatmaya çalıştık. Bu konu ile ilgili tespit
ettiğimiz bir başka farklılık da dinleyici ortamının fıkranın mahiyetini olmasa bile
özellikle kahramanı ile ilgili bazı bilgileri değiştirdiğini fark ettik. Kaynak kişi Fevzi
Kılıçer, “Ya Ġärnımı ¨Geñişdir” başlığıyla anlattığımız fıkrayı, evinin balkonunda
yalnızca çocuklarına anlattığı sırada, balkonda kilo vermek için rejim yapılması ile
ilgili bir sohbette ve “Aslında atalar boş laf demez; saman eliñ ise samanlıh seniñ,
deller. Yav çoh yedi mi adam zaten gendi rahatsız olur yani. Bizim yahın köylerden
bir herif varıdı da bunu bir davete çağımışlar, düğünmüymüş neyimiş işte. Bu, orıya
varmış; yemiş yemiş, çatlamıya gelmiş. Ac gözlü herifiñ de biriymiş. Sanki orda
yediğiynen kâr edecek ya! Ehmet deyi bir de oğlu varımış bunuñ. Allah’a
yalvarıyormuş, diyormuş ki: Yarabbi! Ya ġarnımı geñişdir ya Ehmed’i yetişdir.”
diyormuş. (bkz Metinler bölümü, no: 27) Halbuki ‘Elde yiyen yolda acıhır.’ İki adım
sōna acıhmışdır tabi amma ġanaatsizlik işde beyle şişmanladır.adamı” şeklinde “Elde
yiyen yolda acıkır”, “Saman elin ise samanlık senin” gibi yörede sık kullanılan
atasözleri ve deyimlerle de süsleyerek anlatmış, kilo almanın sebebini kanaatsizliğe
bağlamış ama fıkrayı anlatırken kahramanın kimliği ya da köyünün adı konusunda
bilgi vermemiştir. Ancak aynı fıkrayı, Yıldızeli’nin Seyfettin Bey Çiftliği mezrasında
121
bir düğün yemeğinde, şehirde yapılan düğünleri eleştirerek kayınbiraderlerine
anlatırken, kahramanın adını ve köyünü söyleyerek aynı fıkrayı şu şekilde anlatmıştır:
Avren’de bir Mavuş’uñ İsmayıl (Maviş’in İsmail) adında biri varıdı. Bunu,
bir düğüne çığırmışlar. Düğünlerde eskiden yemek verilleridi. Şindi bir meyva suyu,
dört tene yalançı pasta veriyollar, aha saña düğün! Neyse bu, düğün yemeğinden
epey bir yemiş, yemiş ġayrı yiyemez olmuş; ġarnı şişmiş, patlamıya gelmiş. Bu
Mavuş’uñ İsmayıl’ıñ Ehmet (Ahmet) adında bir de oğlu varıdı. İsmayıl, daha yemek
yiyemeyinci elini açmış Allah’a yalvarmıya başlamış:
- Yarabbi ya ġarnımı geñiştir. Ya Ehmed’i yetişdir! Demiş. (bkz Metinler
bölümü, no:27)
Kaynak kişiye, daha önce bu fıkrayı bize anlatırken köy adını ve
kahramanın adını neden vermediğini sorduğumuzda “Aman ġızım, şindi ben saña
Mavuş’uñ İsmayıl, dedim; sen ne bilecēñ? Sen tanımañ, belki Avren’i biliñ amma
adamı nerden bilecēn? Amma dayıñgil az çoh gendi havalisiniñ adamını bililler
(bilirler).” diyerek açıklamıştır.
Bazı sosyal gruplarla ilgili ön plana çıkan birtakım özellikler, farklı
bağlamlarda ama aynı olguya işaret edilerek anlatılmaktadır. Kaynak kişi Bekir
Güzeldağ ile daha önce de bahsettiğimiz kafe de otururken Alviler, Sünniler derken
söz sırası Karslılara geldiğinde Güzeldağ, onların inatçılıklarından bahsetti. Tam o
sırada da ikindi ezanı okunmaya başladı. Güzeldağ: “Bak işte hocam, yeri gelince
fıkra adamıñ ahlına nasıl geliyor. Mübarek ezan da ohunuyor; Azizallah!. Bu
Ġarslılar inat adamlar dedim ya; Sivas’ın Bezirci95 mahallesinde oturan
Ġaslılardan yaşlı bir adam, evinde oturmuş dinleniyormuş. O arada akşam ezanı
okunmaya başlamış. İhtiyar, torununa seslenmiş:
- Hele oğlum! Get, bah ula; nereniñ ezeni ohunir?
Çocuk çıhmış, bahmış, dönüp gelmiş:
- Ġarşı mehleniñ ohunir dede! Demiş.
“Eh!” demiş; dede, umursamaz bir tavırla. Eskiden ezan hep bir arada
okunmazdı, her mahallenin ezanı, ayrı ayrı okunurdu. Biraz sonra bir ezan daha
başlamış. Dede gene toruna seslenmiş:
- Hele bir daha bah ula, nereniñ ezeni ohunir? Demişçocuh gelmiş:
95 Bezirci, Sivas’ın en eski mahallelerinden birinin adıdır.
122
- Ġavur mehlesiniñ96 ezeni ohunir dede! Demiş. Dede, gene “eh!” demiş,
heç aldırmamış. Biraz sonra bir başka ezan sesi gelince:
- Bir daha bah ula! Diye bağırmış çocuğa, çocuk bu defa:
- Dede, bizim mehleniñ ezeni ohunir! Deyince, dede:
- E! Eleyse ezizallaah! Demiş. Yani hocam adamda nasıl inat varsa başġa
mahalleniñ ezanına ‘azizallah’ bile demiyormuş yani.” (bkz Metinler bölümü, no: 43)
Yine aynı inatçılık olgusuna vurgu yapılarak ve yine din duygularının
kutsiyetinin bile Karslılardaki inatçılığı yenemediğine işaret ederek, Kaynak kişi
Kasım Demir tarafından anlatılan bir başka Karslı fıkrasının anlatma bağlamı,
kaynak kişinin Çerkez bir arkadaşından ve onun hoşgörüsünden bahsederken
oluşmuştur. Kasım Demir, daha önce Erzurum’da bulunduğundan, Sivas’ta Karslı
adıyla bilinen insanların 1877’de Erzurum’dan göçen insanlar olduğundan ve bu
insanların da çok hoşgörülü ve sıcakkanlı insanlar olduğundan bahsetti. Daha sonra
ekledi:. “Ama hocam, hiç karşılaştınız mı bilmiyorum; Karslıların inadı meşhurdur.
Ne yapsanız onların inadını kıramazsınız. Çok zor durumda bile kalsalar, inatlarını
sürdürürler. ‘Can çıkmadan huy çıkmazmış’ derler; Karslının biri gece bir çukura
düşmüş, uğraşıyor, uğraşıyor çıkamıyormuş, arada bir bağırıyormuş:
- Çimse yoh miii? Çimse yoh miii?
Eskiden gizli gizli Risale-i Nur okurlardı, o adamlardan birisi de Risale
okumaktan geliyormuş. Kulağına derinden derinden bir ses gelmiş:
- Çimse yoh miii? Çimse yoh miii?
Az ileri gitmiş, çukura bakmış ki mahallenin ipsizlerinden biri.
- Bah ula seni buradan çıharirem ama bene söz verir misen? İçki
içmiyecehsen, namussuzluh etmiyecehsen, kimseye sövmiyecehsen, sehtekârlıh
etmiyecehsen, tamam mı ula?
Çukurdaki şöyle yukarı doğru bakmış, tekrar bağırmaya başlamış:
- Başga çimse yoh miii? Başga çimse yoh miii? (bkz Metinler bölümü, no:
137)
Adam o çukurdan çıkmaz, yine de huyunu terk etmez işte. Bilmem artık ne
kadar doğru ama Karslılar böyle inatçıdır derler hocam.”
96 Bezirci mahallesi, Sivas’ta Ermenilerin yoğunlukla oturduğu bir mahalledir. Muhtemelen burada mahalle olarak kastedilen sokaklar olmalıdır. Çünkü genel olarak Bezirci adı verilmiştir. Ġavur mehlesi tabiriyle kastedilen de Ermenilerin yoğunlukta olduğu bir sokaktır.
123
Kaynak kişi Kasım Demir’in anlatmış olduğu bir başka fıkra, Sivaslının
hangi statüde olursa olsun, hangi sosyal grup içindeyer alırsa alsın bir ortak noktada
birleştiği ile ilgiliydi. O ortak nokta ise soğuğuna, sekiz ay süren kışına, fakirliğine
rağmen Sivas’ı sevmekti. Kasım Demir, “Hocam, Sivas’ın insanı başka hiçbir yerde
yok ya! Öyle kalender, öyle cömert, öyle fedakâr… Ben, Sivas’ı çok sevdiğim için
terk edemedim. Siz Sivas’ı çok sevdiğiniz için geri dönmek istiyorsunuz, mesela
Ahmet Turan Aklan; aslında Sivas ona bir numara küçük geliyor ama bir türlü bu
memleketi terk edemiyor. İlk önceleri Sivas’tan gitmesini annesi istemiyordu.
Sonra, annesi vefat etti, Allah gani gani rahmet eylesin ama şimdi de ona “Altıncı
Şehir”i yazdıran Sivas’a sevgisinden dolayı kendisi gidemiyor.”deyince, bağlamda
dinleyici konumunda olan Mithat Akpınar, “Kasım Abi benim Gazi lisesinden
mezun bir öğrencim var. Köy kökenli bir çocuk, mezun oldu olmasına ama
üniversiteyi kazanamadı. Dahası zaten lise son sınıfta ailesi onu evlendirmişti.
Geçenlerde ona rastladım. Nasıl bir soğuk var havada, ayaz insanın yüzünü kesiyor.
Bir baktım, bu çocuk simit satıyor. Üzüldüm, yanına gittim, biraz halini anlattı,
çoluk çocuğu da olmuş tabi, ekmek parası için o ayazda akşama kadar bekliyor.
Neyse tam ben ayrılacakken ‘Hocam simit ısmarlayım, çay söyleyim’ deyince
üzüntüm katlandı, içime sığmayacak gibi oldu. Utanmasam ağlayacağım. Parasını
ben ödersem kabul ederim, dedim ama ne mümkün? Çocuk kabul etmiyor, en
sonunda baktım kırılacak, bir tane simit aldım, “Hava soğuk D…. Ben çayı evde
içerim.” Dedim, içim buruk ayrıldım. Ama o halinde beni ağırlıyordu bu çocuk. Bu
insandan dolayı Sivas’ı seviyoruz galiba Abi.” dedi. Kasım Demir: “Elbette ġardaş
ya! Elindeki son kuruşu ikram eder bizim insanımız. O bile yoksa gene bir şekilde
senin gönlünü görür yani. Sivaslının yardımseverliği meşhurdur. Bir de fıkra vardır
bunla ilgili. Sivas’ta garibanın biri fukaradan birine fakirlikten yakınmış. Adam öyle
üzülmüş öyle üzülmüş ki:
- Ġardaş, ben de saña yardım edecek durumda değilim ya; ben, eyi
oynarım, seniñ için bir oynayım da bari gönlüñ hoş olsun, demiş. (bkz Metinler
bölümü, no: 138)
Tabi bu işin esprisi, olmuş mu olmamış mı bilemeyiz ama bildiğim şu ki
bizim memleketimizin adamı, kimseyi garip bırakmaz ġardaş yani.” Şeklinde
Sivas’a ve Sivas insanına sevgisini ve inancını teyid etti.
124
Sivaslı olmakla ilgili olarak bir başka bağlamda, kendisine ait internet
kafede kaynak kişi Fatih Şaşkın’dan dinlediğimiz bazı fıkralar ve bunların ilk
yaratma bağlamları, oldukça ilgi çekicidir. Fatih Şaşkın’a kaynak kişi bilgilerini
kaydetmek için Sivas’ın neresinden olduğunu sorduğumuzda uzun zamandır
kendince rahatsızlık hissettiği bir durumu da naklederek biz şöyle cevap verdi:
“Hocam, ben Sivas’ın yerlisiyim. Tabi Sivas’ın yerlisiyim deyince Sivas’a
köylerden göçenler alaylı alaylı “Oooo Poşa mısın?” diyorlar. Aslında bu Poşaların
hikâyesi şudur: Yaklaşık üç dört asır önce bir tarihte tarımla geçinen bir yer olduğu için
Sivas’ta çok fazla fare çıkar. O dönemde de Konya’da Poşa namıyla meşhur bir kedi
cinsi varmış. Sivas valisi olan şahıs, Konya valisinden “Bize Poşa gönder” diyerekten
kedi ister. Aynı dönemde Konya’da elekçilere, hasırcılara da Poşa derlermiş. Vali Bey,
bu istekten onları anlayıp onları gönderiyor. Yani kedi isteniyor; gele gele Poşalar gelip
başımıza bela oluyorlar burada. Biz de burada özellikle köylüler tarafından böyle
mağdur ediliyoruz. Hemen damgayı vuruyorlar Sivas’ın yerlisiyim deyince.
Bir başka rivayete göre de Yıldız Irmağı kenarına göçmen olarak gelen ve
konaklayan bir topluluğu Osmanlı büyüklerinden biri görüyor. ‘Burası neresi?
Bunlar kimdir?’ deyince, ‘Burası Sivas, bunlar da buradaki Görçekler Gölü
kenarından topladıkları sazlarla sepet, hasır örerek geçinen göçebeler’ derler.
Osmanlı Paşası: ‘Desene, bunların yaptığı iş boşa’ der. Boşa, boşa derken; ‘boşa’
oluyor ‘Poşa’. Yoksa bunların Sivas’ın yerlileri ile ilgisi yoktur hocam. Sivas’ın
yerlileri belli ailelerdir ve bu şehirde yaşayan herkes onları bilir Asil insanlardır,
asılları nesilleri bellidir. Hani bir söz vardır. “Asıl azmaz, bal kokmaz, kokarsa
yağ kokar, cinsi katıktır.” Tabi hocam sadece Poşalar değil, Sivas’taki pek çok
köy veya köylülerle ilgili fıkralar da meşhurdur. Mesela Bedel köyüyle ilgili
olarak anlatılan bir fıkra vardır.
“Yıdızeli’nin Bedel köylülerine “Seme Bedelliler” derler. Bunun
hikayesi şudur: Yıldızeli Sivas’ın batısında olduğu için Bedelliler Sivas’a
gelirken doğal olarak gözlerine güneş düşermiş. Akşam köylerine dönerken de
gene güneşin battığı tarafa, batıya doğru gittikleri için güneş gözlerine
düşüyormuş. Bir gün, gidip güneşi valiye şikayet etmişler:
- Vali Bey, olmuyor ki beyle canım! Bu güneşe bir çare buluñ, zabah
gelirken de gozümüze düşüyor, akşam giderken de gozümüze düşüyor, demişler.
Bunun üzerine; vali, onlara, akşam gelip sabah gitmelerini tavsiye etmiş. Valinin
125
dediği saatlerde gelip giderlerken bir de bakmışlar ki güneş gözlerine düşmüyor.
Birbirlerine dönmüş şöyle demişler:
- Görüyoñ mu; bizim vāli, ne zorlu vāliymiş? Bir şikātımıza güneşin
yerini değişdirdi, demişler.” (bkz Metinler bölümü, no: 40)
Sonuçta tabi bu kadar saf insan olmaz hocam amma anlatılır işte böyle.
Tabi bunlar rivayet. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bize karanlık. Hani bilirsiniz
‘Yiğit namıyla anılır’ derler. Bedellilere de ‘Seme Bedelliler’ denir Sivas’ta.
Bak, yiğit namıyla anılır dedim de aklıma geldi, Sivas FM’in yeni açıldığı
zaman, ilk canlı yayında, istekler bölümü yayınlanıyormuş. Çavuşbaşılının97 biri
telefon açmış, önce sunucuyu radyonun açılmasından dolayı tebrik etmiş, daha
sonra:
- Ġardaş yayınıñız hayırlı olsun. Sivas için çoh guzel bir şey, çoh
hoşumuza getdi, Sivas’a bir yeñilik getirdi; yeñi bir can, taze bir ġan getirdi. Ben
de yahınlarım için bir parça istiyom, demiş. Bunun üzerine, sunucu:
- Elbette efendim, buyrun, hangi parçayı çalalım sizin için? Diye
sormuş. Çavuşbaşılı cevap vermiş:
- Abi Hakkı Bulut’dan bir parça itiyom ben demiş. Sunucu gene sormuş:
- Peki kimler için istiyorsunuz bu parçayı? Deyince, bizim Çavuşbaşılı
saymaya başlamış:
- Kör Nuriye halam için istiyom, Çadırcı Bekir için istiyom, Ayı Şaban
için istiyom, Kirli Şakire için istiyom…
Sunucu şaşırmış tabi:
- Beyefendi, sizin mahallenizde hiç normal insan yok mu? Hep kör, topal
mı bu insanlar? Demiş, Çavuşbaşılı durur mu cevabı yapıştırmış:
- Ġardaş sen ne bileceeñ, bizim burda yiğit nāmıyla anılır, demiş. (bkz
Metinler bölümü, no: 41) Hocam işte bu yüzden Çavuşbaşılıya kabadayılığından
dolayı Çavuşbaşılı dedikleri gibi, saflığından dolayı bedellilere de Seme Bedelli
diyorlar Sivas’ta.”
Fatih Şaşkın’ın anlattığı iki fıkranın anlatma bağlamının öncesi Sivas’ın
yerlisi olmakla ilgili olarak kaynak kişinin kendisine köylülerce yapılan şakadan
rahatsız oluşudur. Çünkü Poşalar, Sivas’ta elekçi, davul-zurna çalan, kalaycılık
97 Çavuşbaşı Sivas, merkezde bir mahalle adıdır.
126
yapan bu yönleriyle çingenelere benzetilen bir topluluktur. Ali Erkul, “Bir Alt
Kültür Grubu Olarak Poşalar” adlı makalesinde Poşaların kimliği ve Sivas’a ne
zaman geldikleri ile ilgili pek fazla bilgi olmadığından, eldeki bilgilerin ise
rivayetten öte geçmediğinden bahseder.98
Fatih Şaşkın’ı Poşalara benzetilmekten dolayı rahatsız eden Poşalarla
çingeneler arasındaki elekçilik ve çalgıcılık mesleğini icra etmek noktasındaki
benzerliktir. Oysa Poşalar da çingenelere benzetilmekten pek hoşlanmazlar. Kabul
edilen ve doğru olan Erkul’un da bahsettiği gibi, Poşaların Sivas kültürü ile sıkı ilişkiler
içinde ve o kültürü kabullenerek benimsemiş bir topluluk olduğudur. Bunun en güzel
göstergesi de yine Poşalarla ilgili anlatılan fıkralarda da olduğu gibi, Sivas halkının da
onları olduğu gibi kabul edip benimsediği ve onlara hoşgörüyle baktığıdır. Sahadan
derlediğimiz fıkralar arasında kaynak kişi Fatih Kılıçer’in anlattığı bir fıkra Poşaların
çalgıcılık mesleğiyle, Gülbeyaz Kılıçer’in anlattığı bir diğer fıkra ise, Poşaların
elekçiliğiyle ilgilidir.
Poşalar oğullarını toplayıp öğüt verirlermiş:
- Oğlum bahıñ, adam olacaksañız aha davul, zurna! Yoh, “Ben, adam
olmam” diyorsañız deyha okul orda! (KK: Fatih Kılıçer)99
…
Poşa ġızını paşa ġonağına gelin etmişler, bahçedeki ġayın (kayın) ağacını
gormüş, “Şundan ne de güzel elek olurdu” demiş. (KK: GK)100
98 “Sivas’a nereden geldikleri konusunda da rivayetin ötesinde bir bilgi bulunmamaktadır. Bu konuda genel kabul gören rivayet ise, Arabistan’dan geldikleri yönündedir. Buna delil olarak da, Poşaların Sivas’taki eski ailelerinden birisi olan ‘Kahramanlar’ın lakabının ‘Araboğulları’ olması gösterilmekte. Poşalar, sarışın, mavi gözlü ve yüzlerinin çilli olması bakımından yöre halkından farklı bir görünüme sahiptirler. Sokakta rahatlıkla bu özelliklerinden dolayı tanınırlar. … Kökenleri ve kente geliş tarihleri konusunda net bir bilginin bulunmadığı Poşaların, Sivas’ta yüzyıllardır yaşadıkları bilinmektedir. Kent kültürü içinde eriyip gitmesi beklenen bazı değerlerin (bu gruba ilişkin değerlerin) ‘Poşalarca’ yaşatıldığı tespit edilmiştir. Bir yandan kentsel bütünleşme süreci içinde oldukları gözlenirken, diğer yandan da, bir nevi kendi ‘getto’larını oluşturmuşlardır. Bir çeşit feodal bir yapılanma içinde görülüyorlar. Aşiret isimlerine benzeyen (Kahramanlar, Culuklar, Kılıbozlar, Cödealler, Camuzlar... gibi) isimler taşımaktadırlar. Bir yandan kent insanı ile birlikte yaşamanın bilinci içindeler, diğer yandan kendi gelenek ve değerleri içinde kararlar alabilmektedirler. Kısacası ne tamamen kentten ayrı bir kültür ve ne de tamamen kentle bütünleşmiş bir kültür. Bir anlamda geçiş topluluğu özelliklerini göstermektedirler. Sonuç olarak, nereden geldikleri, ne zaman yerleşik hayata geçtikleri ve hangi millete mensup oldukları tam olarak tespit edilemeyen Poşa topluluğunun, hakim Türk kültürü ile sıkı bir ilişkiye girdiği; bunun doğal sonucu olarak, hakim Türk kültürünün ana kodlarından önemli bir bölümünü benimseyerek, bu çerçevede yaşamaya devam ettiği söylenebilir.” (ERKUL, 2002:167184) 99 Kaynak kişi hakkında daha geniş bilgi için bkz Kaynak Kişiler Bölümü. 100 Daha geniş bilgi için bkz. Kaynak Kişiler Bölümü
127
Fıkraların bağlamları ile ilgili olarak derlediğimiz pek çok anlatım ortamı,
Fevzi Kılıçer, Gülbeyaz Kılıçer ve Güllüşan Bahçivan etrafında şekillenmiştir.
Çünkü ortamı sunileştirmeden katılımcı gözlemci olarak bulunduğumuz en doğal
ortamlar, bu üç anlatıcı ile birlikte bulunduğumuz ortamlardır. Çünkü kaynak
kişilerle akrabalık bağımız vardır ve bu, bir avantaj olarak değerlendirilmiştir.
Şimdiye kadar tespit edip anlattığımız birçok bağlamda isimlerini kullandık bundan
sonra inceleyeceğimiz bağlamlarda da bu kaynak kişilerle sık sık karşılaşacağız.
Bedellilerle ilgili anlatılan fıkralara yeniden dönecek olursak, bu fıkraların
onların köylü olarak aşağılanmalarından çok iyi niyetlerinin abartılmasıyla ilgili
olduğunu görürüz. Bu noktada çalışmamız içindeki Bedelli fıkraları, köylü fıkraları
içinde değil de cahillik, saflık, kabalık ve görgüsüzlükle ilgili fıkralar içinde
değerlendirilmiştir.
Bir pazar alış verişinden dönen kaynak kişi Fevzi Kılıçer, pazardan
getirdiği sebzelerin çürük olduğunu fark edince eşine yakınır. “Ahıl ahıl da gel
peşime dahıl” hangi ahla hizmet ben bazara giderim acaba? Manavdan alınca heç
yohsa, adam, hatır için eyisini veriyor. Aha şindi Bedelliniñ bazardan ahıl adığına
döndüm. Ne aldıysam çürüğünü çalığını doldurmuş dürzüler. Esgisi gibi gözümüz
de görmüyor101. Ġocadıh ġayrı Çahır, ġocadıh. Eşi Gülbeyaz Kılıçer (Çakır):
“Amān, anañ gibi her şeye hemen bir temsil getiriyoñ. Bedelli bazarda ne almış da
yañılmış bilecen! Otur şuruya da diiinen (dinlen) ecik. (Gülbeyaz Kılıçer, kanepeyi
göstererek eşine yanına oturmasını söyler. O arada çocuları ve torunları kaynak
kişinin etrafına dizilirler. Daha önceki tecrübeleri onlara kaynak kişinin verdiği
misalin hikâyesini anlatmaya hazır olduğunu öğretmiştir.) Fevzi Kılıçer, tekrar
söylenmeye başlar. Yahu şurda manav varken bazara getdik. Töbe Yarabbii
dürzüler, adamı durup dururken günaha sohuyollar. Bedelli ne almış? Ne alacah?
Bedelli de benim gibi ahıl almaya getmiş. (Torunu Asiye, kaynak kişiye sarılır, öper.
“Dede hadi anlatsana n’oolur!” diyerek fıkrayı anlatması için ısrar eder. Kaynak
kişi, “Ġızım, dur yav hersliyim, şindi değil, sōna ānadıyım.” dediyse de torunlar
hep birlikte ısrar edince dede dayanamaz, anlatmaya başlar: “Yıldızeli’niñ Bedel
köyü vardır. Bu köyüñ adamı biraz safçadır, deller. Birgün, bu Bedelliler duymuşlar
ki Sivas’ıñ bazarında ahıl satılırımış. Gendi gendilere demişler ki:
101 Kaynak kişinin gözleri şeker hastalığı dolayısıyla sürekli göz kanamasından dolayı çok iyi görmemektedir.
128
- Aramızda para toplıyah, iki adam Suvas’a getsiñ, ahıl alsıñ, gelsiñ;
aldığımız ahılı hepimiz bölüşek amma kimse kimseden ahıllı olmasıñ, demişler.
Neyse, toplamışlar parayı, ararlından iki de adam seçmiş, göndermişler
Sivas’a. Bu ikisi Sivas’a varıncı saf saf bazarda dolaşmaya başlamışlar. Fırıldağıñ
biri bunnarı hemen ānamış, yanlarına gelmiş:
- Hayırdır ġardaş, siz ne almaya geldiñiz? Ben, bu bazarıñ kâyasıyım.
Burda ne var ne yoh hepisini bilirim. Bir yardımım dohanır mı size, deyinci, onlar da:
- Ne eyi rast geldiñ ġardaş, duyduh ki burada ahıl satılırımış, bize ahıl
ilazım, ahıl alıp da köyümüze götürecēdik, demişler.herif tam uyanığımış:
- Tam adamına rastladıñız. Bende var, ben size veriyim, demiş; yalıñız ben
ahlı torbaya ġoyup size veririm. Siz köye varanaca torbanıñ ağzını açmayıñ, demiş.
Sōna da bir torbanı içine bir davşan ġoyup ağzını bağlamış; vermiş torbayı
bunnarıñ eline; alıp ġoymuş parayı da cebine. Bu Bedelliler, koye doğru yola
ġoyulmuşlar, yarı yola varıncı birisi ötekine demiş ki:
- Lan oğlum! Biz salah mıyıh la? Ahılıñ hepisini niye köye götürüyoh
oğlum? Torbayı açah da içinden biraz alah, köye varıncı da biraz daha alırıh,
ondan sōna da biz herkeşden ahıllı oluruh, demiş. Ötekiniñ de hoşuna getmiş bunuñ
dedikleri. Torbanıñ ağzını açmış bunar, tabi açmasıynan davşanıñ ġaçıp bir deliğe
girmesi bir olmuş. Biri demiş ki:
- Ula sen get, çabıh köydeki herkeşi getir. Ben deliğiñ ağzında duruyum da
ahıl bir yere ġaçmasın, demiş. Biri deliğin başında durururkene, öteki koye varmış;
olanı biteni köylüye ānatmış. Köylü bir vay yandıma düşmüş. Kazmayı, beli eline
alan koşmuş, aklı girdiği delikten çıkarmıya. İmam, herkeşden evel seğirtmiş. Eee
işiñ ucunda herkeşden ahıllı olmah var ya! Her neyse bu imam davşanıñ girdiği
deliğiñ başına varır varmaz ġafasını sohmuş deliğe. Köylünüñ biri de deliğiñ
üstünden beli basıncı, imamıñ ġafası kopmuş, deliğiñ içinde ġalmış. Ayaklarından
tutup çekmişler ki imamıñ kafası yoh! Oturmuş düşünüyollarımış: “Acaba İmam
Efendi buraya gelirken ġafası üstünde miydi, değil miydi?..” Birisi demiş ki:
- Vallaha ben gordüm, üstündeydi, demiş. Öteki demiş ki:
- Yoh vallaha asıl ben gordüm üstünde değilidi, demiş. “Eñ iyisi gidek
ġarısına sorah” demişler; imamıñ evine varmışlar. Ġarısına demişler ki “Bacı”
demişler, “İmam Efendi ġapıdan çıharken acep ġafası üstünde miydi, değil miydi?”
demişler. Kadıncağız bir düşünmüş, iki düşünmüş, cevap vermiş:
129
- Vallaha, bilmem ki ġardaş ne desem yānış olur. Zabahdan yemek yerken
sahalı mirt mirt ediyordu ya; bilmem ġafası üstündeydiii, bilmem değildi!” (bkz
Metinler bölümü, no: 25)
Bu fıkradaki saflık ölçütünün biraz farklı bir biçimi olarak, konularına göre
fıkraları tasnif ederken bir başka başlık olarak mahkeme fıkraları adı altında
topladığımız fıkralarda yer alan yanlış yerde yanlış sözleri sarf ederek gülünç duruma
düşme olgusu da yine sosyal bağlam içinde değerlendirilen fıkralardır. Sivas’ta bu
durumla ilgili olarak kullanılan özel bir deyim de vardır ve muhakkak bu mahiyette bir
öyküsü olması muhtemeldir. “Düşünü söylerken oynaşını söylemek” olmadık bir yerde
safdilliğin son sınırını zorlayarak en olmadık sözü sarf etmek demektir. Yine pek çok
anlatma bağlamının tespitinde kaynak kişimiz olan Fevzi Kılıçer’in anlattığı fıkralardan
birinin bağlamında, bu türden bir olay yaşanmıştır. Kaynak kişi, fıkranın sonuna eşiyle
ilgili bir yaşanmışlığı da ekleyerek fıkrasının iletisini pekiştirmiştir. Fıkranın anlatma
bağlamı şu şekilde oluşmuştur. Gülbeyaz Kılıçer, on yaşındaki torunu Bilal’e balkondan
seslenir. “Bilaaal oğlum, şurdan emeñe ecik fişne topla da yesiñ, hadi oğlum!” Vişne
ağacı, balkonun hemen önündedir ve çocuk, vişneye tırmanmaya başlar. Babaanne
(Gülbeyaz Kılıçer) telaşlanmaktadır. Seslenmeye devam eder.”Oğlum, ince dallara
basma, aşşağılardan, yetginlerinden birġaç tene topla yeter ha!” deyince, çocuk: “Yaaa
babanne yaaa! Hem çıharıyoñ, hem aşağıdan topla diyoñ, aşağıda yetginleri ġalmadı ki
hep topladıh ya!” diye cevap verir. Bunuñ üzerine babaanne: “Eyi o zaman sen biliñ,
düşerseñ seni geberdirim ha!” der. Çocuk, gülmeye başlar: “Babanne, düşersem zaten
gendim geberirirm, saña gerek ġalmaz.” deyince Fevzi Kılıçer, torununu onaylar ve:
“Sen işiñe bah aslan oğlum, babanneñ beyle dambul dumbul gonuşur bazı bazı.
Yıldızelliniñ makgemiye getdiği gibi.” der. Bunun üzerine kızı yani Bilal’in kendisi için
vişne topladığı eme, “Baba, Yıldızelli mahkemeye nasıl gitmiş?” diye sorar. Kaynak
kişi, anlatır: “Ġızım, Yıldızelliler ecik ġaba sabadır. Ġadınları bek bişeye dutmazlar,
adam yurduna ġomazlar. İşte bunuñ gibi Yıldızelliniñ biri de her ġadını gendi ġarısı
gibi cahil belliyormuş. Bu herifiñ adliyede makgemesi varmış. Davaya da bir ġadın
hakim bahıyormuş. Soñunda hakim ġararını vermiş, bu Yıldızelliyi para cezasına
çarpdırmış. Avuġat Yıldızelliye dönmüş demiş ki:
- Emmi, vallaha elimden geleni yaptım amma hakim hanım, çoh az bir para
cezası verdi, demiş; Yıldızelli, ġarı ġısmını bişiye dutmuyor ya:
130
- Āaaamaaaan Aġubat Bā! Bırah sen onu, eksiğetek ne dediğini bilmiyor
yav! Deyince, ġadın hakim bunu duymuş:
- Bu saña bir ders olsun da eksiğetekleri bir daha güççümseme, demiş sōna
da hâkime hakaretten altı ay hapis vermiş buña.” (bkz Metinler bölümü, no: 1) İşde
anañ da onun gibi hemi oğlanı ağaca çıhardıyor, hemi de düşersen geberdirim diyor.
Anāñ beyle yuvarlamaları meşhurdur. Bizim bir Halil Emmi varıdı, rahmetlik oldu
şindi, gonşu. Nasıl olduysa bizim ahrabalardan biriynen bir ġız aldı verdi, hısım
oldular. Sōnadan da ānaşamadı nişanı bozdular. İşde bu ġonşu bize gelmiş. Anañınan
dedeñe dert yanıyormuş. Halil Emmi’niñ düñürünüñ adı da Ali’ydi. Neyse Halil
Emmi ġonuşuyor, derdini yanıyormuş, anañ da ahlından “Halil Emmi de çoh geveze,
Ali Emmi de çoh geveze” diye geçiriyorumuş. Halil Emmi’ye de Ali Emmi geveze de
iş ondan bozuldu diyeceğiken ahlındakini demiş: “Amān Halil Emmi! Halil de bek
geveze!” demiş. O zamanaca adam bozulmuş amma bozuntuıya da vermemiş. Ondan
sōna ne zaman bu adam bize gelse bıyığınıñ altından güler, “Amaān ġızım, ben de bek
gevezeyim a!” der, anaña şaha yapardı. Bu ġadın bazı beyle drden depeden yuvarlayı
yuvarlayı söylüyor da bazı da çoh doğru söylüyor amma değil mi Çahır’ım?102
Aslında bu, diğer bağlamlardan farklı bir bağlamdır. Çünkü önce fıkrayı
doğuran anlatma bağlamı gerçekleşmiştir ama sonradan fıkrayla benzerlik arz eden
bir durum, mevcut bağlamla ilintilendirilerek anlatılmış, kaynak kişi tarafından
eşinin bazen düşünmeden ama samimiyetle ve dürüstçe konuştuğu vurgulanarak
bağlama fıkrayı destekleyen bir durum eklenmiştir.
Bazı fıkralar, hem anlatıları içinde mevcut bulunan gelenek unsurlarıyla
hem de pratik anlatma bağlamında yaşanan olayların taşıdıkları kültür kodlarıyla
halk hayatının farklı perspektiflerden çekilmiş fotoğrafı gibidir. Kaynak kişi Medine
Şimşek’in anlattığı bir fıkranın bağlamı, 2005 yılı kurban bayramının ilk gününde şu
şekilde gerçekleşmiştir. Sivas’ta hem ramazan bayramında hem de kurban
bayramında yaprak sarması sarılır ve bayram boyunca misafirlere ikram edilir.
Ramazan bayramında sarma, arife günü; kurban bayramında ise, kurban etiyle ve
bayramın birinci günü sarılır. Medine Şimşek’in gelinleri ve kardeşlerinin eşleri
oturmuş Medine Şimşek için bayram sarması sarmaktadır. Üç dört saat süren bu
102 Çakır, Fevzi Kılıçer’in eşinin göz renginden dolayı eşine hitap şeklidir. Böyle sıcak bir yaklaşımla da eleştirdiği eşinin gönlünü alan bir davranış sergilemektedir. Gülbeyaz Kılıçer doğup yetiştiği köyde de kendi adıyla değil, Çakır Kız lakabıyla bilinmektedir.
131
işlemden sonra herkes kendi evlerinde misafirlerini karşılamak üzerine evine
gitmeye hazırlanır. Aslında Medine Şimşek yemek hazırlamıştır onların yemeleri
için ama onlar eve gitmek zorunda olduklarını başka zaman yemek yiyeceklerini
ifade ederek ayrılmak isterler. Bunun üzerine Medine Şimşek, mahcubiyetini ifade
etmek ve emekleri için gelinlerine teşekkür etmek amacıyla şu fıkrayı anlatır:
İki bacı varımış da bu bacılardan birisi çoh zenginmiş, biri de çoh fakirmiş. Hanı
“Altın ġapılınıñ da ağaç ġapılıya işi düşermiş.” ya onuñ gibi, zengin bacı, fakir bacısını
yuha (yufka) yapmaya çağırmış. Hani fetil de diyoh ya açık köylü ekmeği yapacahlarmış
yani. Ecik olsaydı şindi ġurban etiynen nasıl güzel olurdu. Neyse bu zengin bacı bir ileğen
hamur yoğurmuş. Ahşama ġadar iki bacı ekmeği etmişler, bitirmişler amma fakir bacı
acından ölmüş, ġarnı ġarnına yapışmış. Zengin olan da “Bir tane al da ye” dememiş.
Neyse önlüklerini çıharmışlar; zengin bacı, fakir bacısına demiş ki:
- Bacııım bacım! Vallaha, ne yandı ne yırtıldı ki “Bir tene al da ye” deyim.
Gusuruma bahma he mi? demiş. Anam siz de eyle ettiñiz, sarmayı sardıñız, ne bir
lohma bişey yediñiz, ne bir yudum bişey içdiñiz, ac acına gidiyorsuñuz.
Bu fıkrada, kardeşler arasında bile sınıf farkının eziciliği, buna rağmen yine
de yardımlaşmanın sınıf farklarını da aşan bir akrabalık bağına dayanarak varlığını
sürdürdüğü iletisi verilirken; fıkranın anlatma bağlamında, aynı zamanda hem
bayram hazırlıklarının muhteviyatı hem de bu hazırlıklar sırasında ortaya çıkan
yardımlaşma gibi yöreye ait gelenekler doğal süreci içinde gerçekleşirken iki kuşak
arasındaki kültür aktarımı da aynı doğal süreç içinde yaşanarak içselleştirilmektedir.
Bu, hem fıkranın yaratma hem de anlatma bağlamında gerçekleşmiş çok güzel bir
kültürel bağlam örneğidir.
Gelenek, sahiplerine hayata ve insana nasıl bakacağının öğretisini verir.
Hayatın kuralları sözlü yasalarla belirlenmiş, sınırları çizilmiştir. Bu sınırlar içinde
aile, sorumlulukla eşdeğer bir anlam ifade eder. Yeni doğan kız çocuğu büyük bir
sorumluluktur. Korunması, gözetilmesi gerekir. Bununla ilgili sözlü gelenekte
atasözleri, düzgüler, fıkralar, maniler vardır. “Ġız ġundahda/Cehiz sandıhda”,
“Siñek geldi dız dedi / Ne duruyoñ ġız dedi / Ġah cehizi düz dedi” gibi. Bu, bir
koruma duygusunun ifadesidir. Kaynak kişi Fevzi Kılıçer, bir buçuk yaşındaki
torununa hediye olarak alınan eteği çocuğa giydirince sevgiyle karışık bir
132
buruklukla şu fıkrayı anlattı: “Şindi eteklik103 giyecek ġadar böyüdü, yarın gelinlik
giyecek ġadar böyür. ‘Görünen dağıñ ırağı olmaz.’ Yalañlılı bir Cin Ali varıdı. Bu
Cin Ali’niñ ġarısı doğum yapmış. Gelmiş, bunu müjdelemişler. “Al’emiii ġızıñ
oldu!” demişler. Cin Ali de demiş ki:
- Vayh! Demiş; emmisiynen dayısıynan (amcasıyla dayısıyla) beş başıñ
irizasıynan (rızasıyla) bunu da bir yerine yerleşdireydik, demiş; yani evlendireydik
demek isdemiş. (bkz Metinler bölümü, no: 216)
Fıkranın özünde aileye sahip çıkmak, kız çocuğunu korumak mesajı
verilmekle birlikte, geleneğin aile içinde amca, dayı gibi ailenin “beş baş” diye ifade
edilen uzak yakın bütün akrabalarının herhangi bir konuyla ilgili onayının olmasının
önemini vurgulamaktadır. Bu vurgulayış fıkra içinde gelecekle ilgili kaygıyı ifade
eden bir atasözü kullanılarak da pekiştirilmektedir. Çünkü kaygı, yalnızca tek kişiye
değil ailenin beş başına yani bütün yakınlarına aittir.
Sonuç olarak fıkralar, hayatın pek çok alanında pek çok işlev kazanarak işe
koşulmakta, bu işe koşulurluklar fıkralara farklı bağlamlar kazandırmaktadır.
Fıkralar, ilk yaratma bağlamlarından her anlatıyla yinelenen ve yenilenen pratik
bağlamlarına, sosyal bağlamlarından kültürel bağlamlarına nerde nasıl icra edilirse
edilsin icracısından izleyicisinden anlatma ortamından, anlatılış biçimi ve kendine
özgü terminolojisinden bağımsız olarak değerlendirilemez.
6.5. SİVAS FIKRALARINDA ANLATICI/İCRACI/OYUNCU TİPİ
Fıkra, anlatıları bir olay kurgusuna dayanması itibariyle benzer olayların
gerçekleştiği ya da gerçekleşme ihtimali olduğu yerlerde öğretisini ortaya koyma
özelliğine sahip nükteler içeren hüküm cümlelerine sahiptir. Bu hüküm cümlelerinin
dinleyici ya da izleyiciye bir ileti ulaştırmak üzere kullandığı çeşitli kanallar vardır. O
halde her bir fıkra, bir iletişim ağı içinde belli bir işlev yüklenen bir iletişim elemanıdır.
Fıkranın özel kodları, nüktesi içinde gizlidir ve nüktedeki gizli kodları
geleneğe sahip göndericinin bilmesi dışında alıcının da biliyor olması, fıkraların
birer halkbilgisi ürünü olarak sürekliliğinin işaretidir.
Fıkra anlatımları, iki kişinin bir halk grubunu oluşturması düşüncesinden
hareketle birer sosyal olaydır. Bu sosyal olay içinde anlatıcıların belirli kimlikleri vardır.
103 Etek sözcüğü yerine yerel ağızda eteklik denir.
133
Bu kimlikler statü olarak ortaya çıktığında, toplum, kişileri statülerine uygun rolleri
gerçekleştirmeye zorlar. Bu noktada, anlatıcının sosyal kimliği dinleyiciler üzerinde
etkendir ve diğer toplumsal rolleri onun anlatıcı rolünü gerçekleştirmesine engel değildir.
Kaynak kişilerimizden Fevzi Kılıçer’in anlatma ortamlarında derleyici ve
dinleyici konumunda bulunmamız onun kızı olma rolümüzü değiştirmez. Orada
gerçekleştirilen icra, bizi onun dinleyicisi/izleyicisi kılar. Fevzi Kılıçer, Şarkışla’nın
Bağlararası köyünde doğmuş, askerlik görevi sırasında okuma yazma öğrenmiştir.
Güllüşan Bahçivan’la kardeş, Asiye Yazıcı ile amca çocuğudur. Gülbeyaz Kılıçer’in
eşi, Fatih Kılıçer’in ve derleyici konumundaki şahsım Birsen Akpınar’ın babası,
Vahdi Yıldız’ın eniştesidir. Özellikle Güllüşan Bahçivan, Fevzi Kılıçer ve Gülbeyaz
Kılıçer hafızalarındaki fıkra deyim, atasözü gibi pek çok halk bilgisi ürününü
gerçekten tam bir halk bilgisi denizi olan ve Fevzi Kılıçer’le Güllüşan Bahcivan’ın
anneleri olan Fadime Kılıçer’den öğrenmişlerdir. Fadime Kılıçer’in daha biz çok
küçük yaştayken vefat etmesi, ancak çocukları yoluyla ulaşabilenleri tespit etme şansı
vermektedir bize. Bu anlatıcılardan derlediğimiz her temsilde katılımcı gözlemci
olarak yer aldığımız için fıkraların bağlamlarını derlememiz, oldukça kolay olmuştur.
Çünkü aynı geleneğe sahip olmanın rahatlığı anlatıcıyı da dinleyiciyi de doğal
bağlamdan uzaklaştırmaz. Geleneğe ait ritüeller, akrabalığa ait tiyatral gösterim
rahatlıkları, bu kaynak kişilerle ilgili bağlamlarda kendini ortaya koyar. Bütün bu
kaynak kişilerin aktardığı fıkralarda, yerel ağız özellikleri aynı sözel terminolojiyi
bağlamdaki herkesin paylaşıyor biliyor ve kullanıyor olması nedeniyle ön plandadır.
Aile kurumu içinde çatışma olgusunu ifade eden en güzel bağlam gelin-
kaynana çatışmalarıyla ilgili olarak tespit edilir. Kaynak kişi Gülbeyaz Kılıçer,
aslında geleneği eşi ve görümcesiyle birlikte öğrendiği kayınvalidesiyle yaşadığı bir
bağlamı şöyle nakletmiştir.
“Yazın ekin zamanı görümüm de ben de uşağı devşeği toplayıp köye
gidiyorduh. Gine beyle bir koye getdik. Neyse ekini biçdik, harmanı ġaldırdıh104,
emeñiz uşahlarını aldı bizden evel Suvas’a geldi. Biz koyde galıncı ebeñiz
(babaanne)fıtır fıtır fırtlıyor. Ġızıynan torunları getdi ya. Sizi çoh severdi amma
demek ki baña diyordu. ‘Öldü ağalar paşalar da kedilere ġaldı köşeler’ dedi.”
104 Harmanı kaldırmak. Buğdayı saplarından ayırıp gıdaya dönüşmek üzere çuvallayıp kaldırma işlemi. Eskiden bu işlem döven adı verilen bir alete koşulan öküzlerin ekinler üzerinde dolaştırılarak dövendeki taşların ekinlerin saplarını ezerek samanıyla tanesini ayırmasıyla yapılırdı.
134
Aslında anlatılan yaşanmışlık öyküsünde geçen düzgü de kayınvalideden
geline statülerinin gerektirdiği rolleri nedeniyle yaşadıkları bir çatışma esnasında
geçmiştir. Gelenek, özellikle söze dayanan ürünler bakımından, sözkonusu
kayınvalide Fadime Kılıçer’den çocuklarına ve gelinine aktarılmıştır. Derleyici
statümüz dışında bu geleneksel hiyerarşinin son halkasında yer almayı bir şans
kabul ediyoruz. Geleneğin aile içinde aktarım şeması şöyle gösterilebilir:
Düzgünün hikâyesine ulaşamadık ama kullanıldığı bağlam, başlı başına bir
fıkra oluşturabilecek nitelikleri taşımaktadır. Kendi kızı ile gelin arasında
kayınvalide için paylaşımı keyifli kılan farklılıklar vardır. Hasat işi bitip de rahata
kavuşulduğu zaman evin kızının dinlenemeden evden gitmesi durumu, kayınvalide
için rahatsız edicidir. Zahmeti, kızıyla yani kendi çocuğuyla paylaşmıştır ama
rahmeti, gelinle paylaşacaktır. Bu noktada kayınvalide, aynı zahmeti gelinin de
çektiğini göz ardı etmeyi tercih etmektedir. Düzgünün özünde kayınvalidenin geline
sözlü kaynak yoluyla ilettiği mesaj budur. Bu mesajın alıcı konumundaki gelinden
gönderici konumundaki kayınvalideye dönütü kendisinin ve çocuklarının
kayınvalidesi nazarında görümcesi ve onun çocukları kadar değer taşımayışının
anlaşılmasıdır. Ancak kayınvalidenin ölümünden yıllar sonra, bunu çocuklarına
anlatırken “Ġızıynan torunları getdi ya. Sizi çoh severdi amma demek ki baña
diyordu.” ifadesini kullanarak aslında torunlara karşı gerekli sevginin var olduğunu
ama kendisinin gelin sıfatıyla kabul görmediğini belirtme gereği hissetmektedir.
Doğan Kaya, Bekir Güzeldağ, Kutlu Özen, İsmail Hakkı Acar gibi isimler
ise yüksek öğrenim görmüş kaynak kişilerdir. Aynı zamanda birer folklorist olan bu
kişilerin anlattıkları fıkralarda, yalnızca diyaloglarda yerel ağız kullanılmıştır. Bu
Fadime KILIÇER
Fevzi KILIÇER Güllüşan BAHCİVAN Gülbeyaz KILIÇER
Birsen AKPINAR
135
kaynak kişilerden bazıları özellikle etnik, mezhepsel farklılıklarla ilgili fıkraları
anlatmakta çekinceli davranışlar göstermiştir.
6.6. SİVAS FIKRALARINDA DİNLEYİCİ/İZLEYİCİ TİPİ
Fıkra anlatım ortamlarında dinleyici/izleyici statüsünde yer alanlar, statülerinin
gereği olan role bürünmek konusunda tereddüt göstermezler. Çünkü, fıkraların
eğlendirici işlevi, onların mevcut bağlamdan ve anlatının içeriğinden zevk almasını sağlar.
Anlatıcıların geleneğin bilgisine sahip olması, ne kadar doğalsa dinleyici
sosyal grubu içinde yer alan kişilerin de geleneğin bilgisine sahip olması ve fıkranın
iletisinde yer alan kodları bilip hemen dönüt vermesi de o kadar doğaldır.
Dinleyici kendisi açısından işlevsel olanı dinleme, öğrenme, içselleştirip
yeniden yaratma eğilimi gösterir. İşlevlerini yitiren metinler zamanla yok olurlar ya
da yeni işlevler kazanırlar.
Sivas fıkralarının doğal bağlamları ve dinleyici ortamları genellikle akraba
ya da arkadaş toplulukları içinde oluşur. Birine damdan düşer gibi “Hadi bana bir
masal anlat, bir bilmece sor, bir efsane, menkıbe, ya da hikâye anlat” diyebilirsiniz
Ancak bir bağlam oluşmaksızın kimseye “Hadi bir fıkra anlat, ya da atasözü veya
deyim söyle” diyemezsiniz. Deseniz ve anlatma ortamını oluştursanız bile bu doğal
bir bağlam olmayacaktır. Sahadan derlediğimiz pek çok metin için özellikle akraba
ortamları hariç doğal bağlamın oluştuğu söylenemez. Bunlarla ilgili suni bağlamlar
oluşturduk ve derleme maksatlı gitmiş olduğumuz bağlamlarda dinleyici olarak
yanımızda bulunanlar, genellikle okur-yazarlık seviyesi yüksek olan kişilerdi. Ancak
akraba ortamlarında oluşan bağlamlar, hem metinlerin tekrarına uygun hem de
günlük yaşam pratiklerinin yaşanabileceği doğal bağlamlardı.
Ayrıca sahadan derlediğimiz fıkralarda tespit ettiğimiz dinleyici
konumundaki kişiler, yerel ağız bilgisine sahip oldukları için sözel dokuda ön plana
geçen yerel ağız özelliklerini bilmenin rahatlığıyla esprinin mesajını hemen alan ve
tekrarlarını yaratabilecek olan kişilerden oluşuyordu. Bu da geleneğin sürekliliği
açısından genelde anlatmaya bağlı sözlü ürünlerin, özelde fıkraların icrasında
dinleyicinin ve dinleyici ile anlatıcı arasındaki iletişimin ne kadar önemli olduğuna
işaret etmektedir.
136
YEDİNCİ BÖLÜM
METİNLER
137
1- Eksiğetek (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġızım, Yıldızelliler ecik ġaba sabadır. Ġadınları bek bişeye dutmazlar.,
adam yurduna ġomazlar. İşte bunuñ gibi Yıldızelliniñ biri de her ġadını gendi ġarısı
gibi cahil belliyormuş. Bu herifiñ adliyede makgemesi varmış. Davaya da bir ġadın
hakim bahıyormuş. Soñunda hakim ġararını vermiş, bu Yıldızelliyi para cezasına
çarpdırmış. Avuġat Yıldızelliye dönmüş demiş ki:
- Emmi, vallaha elimden geleni yaptım amma hakim hanım, çoh az bir para
cezası verdi, demiş; Yıldızelli, ġarı ġısmını bişiye dutmuyor ya:
- Āaaamaaaan Aġubat Bā! Bırah sen onu, eksiğetek ne dediğini bilmiyor
yav! Deyince, ġadın hakim bunu duymuş:
- Bu saña bir ders olsun da eksiğetekleri bir daha güççümseme, demiş sōna
da hâkime hakaretten altı ay hapis vermiş buña.
(Genel olarak kadınlara değer verilmeyen ortamlarla ilgili olarak bazen
de kadınların makam ya da mevki sahibi olduğu yerlerde bazı erkeklerin kendi saflık
ve cahillilerinden dolayı kadınları aşağılayıp küçük düşmeleri ile ilgili olarak
anlatılan bir fıkradır.)
2. Meselā Hākim Bā (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sivas’ın koylüklerinden birisinde adamıñ biri evüni barhını, ahırını,
ahırdaki bir tek danasını ġonşusuna emanet etmiş, nere getdiyse bir yere getmiş. Gel
zman get zaman bu ġonşusunuñ da Erzincan’a bir işi düşmüş, Erzincan’a
gidecekmiş. Adam; evi, ahırı bir güzel kitlemiş danayı da yanına almış yola
ġoyulmuş; ġoyulmuş amma, bir zaman sōna dana ac susuz başına bela olmuş.
Bahmış ki bu iş beyle olmıyacah yahınlardaki bir hana -geri gelirkene alırım
diyerek- danayı bağlamış, hancıya da tembih etmiş; bırahmış, Erzincan’a gitmiş.
Hava nasıl ġış, ne ayaz… “Emanetiñ bağrı yuha olur” deller ya hanı; gece hana
ġurt enmiş, herifiñ danasını yemiş. Ya da her neyise hancı danayı yemiş de adama
eyle demiş, orasını Allah bilir gayrı. Ben de heç kimseden beşiyi emanet almayı
sevmem. Nemilazım ne olur ne olmaz değil mi?
Her neyise nerde ġaldıydıh bir zaman sōna iki ġonşu da koylerine geri
gelmişler. Dananıñ sābı, varıp da ġonşusundan isdeyip de danasını bulamayıncı,
hersinen ġazāya (ilçeye) getmiş, danayı emanet ettiği ġonşusunu makgemiye vermiş.
Eyiyken kotü olmuşlar işde gördüñ mü? Makgemede ġonşusu, gasptan hapis
cezasıynan yargılanıyormuş. Gendini şeyle savunmuş:
138
“Meselā Hākim Bā!
Sen bir dana.
Seni bağladıh bir hana.
Biz gettik Erzingân’a.
Seni handa bir ġurt yedi.
Bize gun düşer mi?”
(Olmadık bir yerde gaf yaparak küçük düşen kişilerle ilgili ya da herhangi bir
durumla ilgili absürt bir örnek verilmesi gerektiği zaman anlatılır. Aynı zamanda yine
bir şeyi emanet vermek ya da almanın çok sağlıklı olmadığı öğüdünü de içerir.)
3. Dağda Davar Meni Behliyir (KK: D.Kaya, D: BA)
Sivas’ın Acıyurt köyünde Deli L… namıyla bilinen biri, adam bıçaklamış.
Tutuklanıp mahkemeye çıkarılınca hakim sormuş:
- Söyle bakalım neden vurdun? Bu adam sana ne yaptı? Kendin mi vurdun
yoksa bir başkası mı vurmanı istedi? Planlayarak mı vurdun?
Hâkim sormuş, L…, cevap vermiş, hâkim sormuş, L…, cevap vermiş... En
sonunda L…, dayanamamış:
- Aye Hakim Bey fazla ġonuşma da bırah gedim, dağda davar meni behliyir.
(Her sınıftan insanın hayat önceliklerinin birbirinden farklı olduğunu ve
herkesin kendini önemsediğini, işini önemsediğini ifade etmek için anlatılır. Bu konuyla
ilgili bir de atasözü vardır: “Herkes kendini beğenmese çatlar ölürmüş.” derler.)
4. Ġomursañ ki Ġonuşah (KK: D.Kaya, D: BA)
Sivas’ın Acıyurt köyünde köylünün biri ötekinin eşeğini öldürmüş.
Mahkemelik olmuşlar. Davalı da orda, davacı da orda. Hakim davacıya söz vermiş:
- Söyle bakalım olay nasıl oldu?
- Aye Hakim Bey! Eşşeh aha senin kimin elecene dururdu.
Bunu duyan hâkim bir sürü laf sayıp dökmüş, sonunda:
- Sen ne biçim konuşuyorsun be adam! Şimdi seni hakime hakaretten içeri tıkarım.
- Ġomursañ ki ġonuşah Hakim Bey! Adamı it kimi dalıyırsan.
(Yine olmadık yerde olmadık gaf yapmakla ve “Düşünü söylerken oynaşını
söylemek” deyiminde olduğu gibi düşünmeden konuşmakla ilgili olarak anlatılır.)
5. Aldımusa Çaldımusa (KK: D.Kaya, D: BA)
Elbeyli yöresinin köylerinden birinde, Musa adında bir adam, komşusunun
bahçesine girmiş ve bahçede ne kadar elma armut varsa çalmış, götürmüş. Komşusu
139
Musa’yı şikâyet etmiş, mahkemelik olmuşlar. Hâkim sorunca bahçenin sahibi
olanları anlatmış ve:
- Ben elmayı, armudu Musa’nıñ çaldığına yemin ederim, Musa da
çalmadığına yemin etsiñ. Demiş. Musa, ordan atılmış:
- Vallah billah Hakim Bey! Elmayı, armudu aldıMUSA; çaldıMUSA;
getiriñ Ġuran’a el basıyım.
(Uyanıklık, kurnazlıkla ve Ali-Cengiz oyununda usta adamlarla ilgili
olarak bir de Allah’tan korkmadan her durum için yemin eden insanlarla ilgili
olarak anlatılır.)
6. Yemin (KK: D.Kaya, D: BA)
Sivas’ın Zara ilçesinde yaşayan insanların çok açıkgöz olduğu söylenir. Bir
dönem, Zara ile Hafik sınırındaki bir tarlanın mülkiyeti konusunda bu iki ilçe
arasında anlaşmazlık çıkmış ve mahkemelik olmuşlar. Aslında tarla Hafiklilere
aitmiş ama Zaralılar uyanıklık edip tarlayı Hafiklilerin elinden almak istiyormuş.
Keşif için mahkeme heyetiyle birlikte tarlaya gelmişler. Hâkim tarla üzerinde hak
iddia eden Zaralı’ya sormuş:
- Söyle bakalım, bu tarla gerçekten senin mi?
Zaralı daha önce her iki ayakkabısına da Zara’dan bir avuç toprak
doldurmuş zaten. Başlamış yemin etmeye:
- Hakim Bey! Dinime, imanıma, Allah’ıma, kitabıma; bastığım bu toprak,
Zara toprağıdır.
(Yalan yere yemin etmek ve dini konularda bile hile-i şer’iyyeye
başvurmakla bir de Zaralıların kurnazlığıyla ilgili olarak anlatılır.)
7. Gel İmam Ol da Göze Sö:me (Sövme) (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sivas’ın köyleriniñ birine uzun zaman imam tayin edilmemiş. Koylüler,
cenazelerini yıhamıya bile başġa köyden imam getiriyormuş. Gayrı köylünüñ canına
tah demiş. Ġolay değil yani adamıñ cenazesi ortada ġalıyor tabi. Bunar, her gün
şehirdeki ġadıya gediyollarımış, koye imam gondermesini isdiyollarımış. Eñ
sonunda muratlarına ermişler ve ġadı efendi, koylerine bir gün bir imam gondermiş.
Amma imam biraz tuhafımış. Kim ne ġusur işlese, ne hata etse, ahalinin gözüne
söğüp duruyormuş. Koylüler, bahmış ki beyle olmuyor, gedip ġadıya şikāt etmişler:
- Gad’efendi (Kadı Efendi) sen bunu bizim koye imam gönderdiñ, sağol
emme bu, hep bizim gözümüze sö:yor, olmaz ki ġad’efendi beyle imam olmaz
140
olsuñ, istemiyoh biz bunu! Demişler, ġadı, durmuş, duramamış imamı çağırmış,
azarlamış:
- Efendi oğlum, biz seni oraya imam gonderdik; insanlara örnek olasıñ
deyi; sen, ahaliniñ gozüne sö:yormussuñ (sövüyormuşsun), beyle de olmaz ki
oğlum! Diyormuş ki; bir adam ġapıdan içeriye pat deyi düşmüş::
- Ġad’efendi! Ġad’efendi! Demiş; babam öldü, analığım baña düşer
mi?demiş. Gayrı imam durur mu tabi:
- Hay ben seniñ gözüñü bilmem neydiyim pevevek! Demiş; işde ġad’efendi
ben beylesiniñ gözüne sö:yom, hadi gel sen imam ol da göze sö:me! Demiş. Beylesi
adam yoh mu şindi? Dolū! Yeñi töredi şindi, kim kimiñ ġarısı kim kimiñ ġocası belli
değil aha şu filimlerde. (Kaynak kişi film derken televizyonu gösterir)
(Açıkça görünen bir haksızlık ya da terbiyesizlik karşısında verilen her
tepkinin haklı olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
8. Terevi (Teravih) (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Esgiden koylere devlet şindiki gibi beyle maaşlı imam göndermezidi.
Koylü belli bir hah (hak) ġarşılığında gendi imamını kendi dutardı. Şarġışla’nıñ
köylüklerinden birinde ramazan ayında hemi terevi namazını hemi de vahıt
namazlarını ġıldırsıñ deyi koylüler on iki oğlah (oğlak) hah (hak) ġarşılığında bir
imam dutmuşlar. İmam da eyle bi şey bilmiyor ya Rahman suresiniñ tekrarlanan
ayeti var ya onu ebesinden dedesinden ġulahdan dolma öğrenmişimiş. Her rekâtta
Şarġışla’nıñ koylerini sayıyormuş, sōna da bu ayeti ohuyormuş işte günaha
yeteciyik şindi töbe töbe. Beyle ġıldırıyormuş işte dürzü. Öñce koyleri sayıyormuş:
-İğecik, Temecik, Ġalaycık, Ġazancık; Febieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân.
Bu, bir zaman beyle devam etmiş getmiş. Birgün köye bir misafir gelmiş. Hoş
geldiñ, beş getdiñ diyenden sōna: “Amanıñ Misafir Ağa, sen gel hele şeyle imamıñ
arhasına dur! Bir imamımız var, bir imamımız var, nasıl eyce, nasıl eyce; bir de şeremet
terevi ġıldırıyor ki maşallah.” demişler ve herifi hemen imamıñ arhasına saf bağlatmışlar.
Meğer misafir de bilgili bir adamımış. Bizim sahtekar imam, gine başlamış:
-İğecik, Temecik, Ġalaycık, Ġazancık; Febieyyi âlâi rabbikümâ
tükezzibân…
Misafir öñce bir öksürmüş “Öhö!” demiş; bahmış olmuyor; dürzü bilmiyor
ki doğrusunu ġıldırsıñ, değişdirecek ya ne bilir ki neyi değişdirecek? Herif bir daha
öksürmüş “Öhö!” demiş; yoh! Üçüncüye gelinci bizim yalançı imam duramamış:
141
- “Öhö!” deme! Şu bohu yeme! On iki oğlağa durdum; yarısı saña, yarısı
baña, demiş. Şindi de bu yalançı hoca gibi yalançı şeyler töredi ya, İte daş atsañ
şeyhe değiyor. Dürzüler, ġarılarınan ġızlarınan yemedikleri halt ġalmadı yav. Din
iman da oyunçah oldu bunnarıñ elinde.
(İnsanların kendi çıkarları için din duygularını bile sömürebildiğini ifade
etmek ve bazı insanların din adına yaptıkları sahtekârlıkları eleştirmek için anlatılan bir
fıkradır. Ayrıca bir işin ehli olmayan insanın hak etmediği bir makama gelmesinin uzun
sürmeyeceği, kısa bir zaman sonra foyasının açığa çıkacağı mesajını iletir.)
9. Allah Düşürmesiñ (KK: D.Kaya, D: BA)
Her yerde olduğu gibi Sivas’ta da hacca gitmek çok önemsenen bir
ibadettir. Kişi hacca giderken eşi dostu hep birlikte uğurlar, dönünce de herkes
ziyaretine gelir. Hacı da “Allah size de nasip etsin” diyerekten söze başlar ve
mübarek topraklarda yaşadıklarını anlatır. Sivas’ta lafının nereye gideceğinin pek
hesabını yapamayan biri hacca gitmiş. Hac dönüşünde eşi dostu ziyaretine gelmiş.
- Anlat hele hacı ġardaş, yediğiñ içtiğiñ seniñ olsun neler gördüñ, ne
yaptıñ?
Hacı aklınca tavaftaki kalabalıktan bahsedecek:
- Aman ġardaş, demiş; nasıl ġalabalıh, nasıl ġalabalıh... Allah ġanımı içen
düşmanımı oraya düşürmesiñ.
(Dil sürçmesi ya da düşünmeden konuşmak yoluyla maksadı aşan sözlerin
söylendiği durumlarla ilgili olarak anlatılır)
10. Hacı (KK: D.Kaya, D: BA)
Kimi sözler vardır bazen maksatlarını aşarlar. Bazı insanlar vardır müspet
sözler söyleyelim derken sözün nereye gittiğini anlamazlar. Hacdan dönen bir
Sivaslıdan arkadaşları hac anılarını anlatmasını istemişler. Hacı, başlamış anlatmaya:
- Ġardaşım ne mübarek yer ne mübarek yer! O ġadar melmeketden gelen
on biñlerce adam, hep barabar “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” demiyor mu adamı
dinden imandan ediyor vallah.
(Ne söylediğini bilmeyen, duygusallıkla sürekli gaf yapan insanlarla ilgili
olarak anlatılan bir fıkradır)
142
11. Men Canımnan Uğraşıram (KK: D.Kaya, D: BA)
Sivas’ın köylerinden Acıyurt’un alnı secde görmemiş, namazla, niyazla, oruçla
arası pek hoş olmayan yaşlılarından biri can çekişiyormuş. Etrafındakiler telkin vermişler:
- Hadi biz söyleyek sen de ardımızdan kelime-i şahadeti tekrar et:
“Eşhedü enlâ...” Hasta hiddetlenmiş:
- Aye! Men canımnan uğraşıram, bunnar maña eşhedü dedirir
(Dini hassasiyeti olmayan, Allah korkusu olmayan insanları kınamak,
onlarla ilgili toplumsal eleştiri mekanizması işletmek amacıyla anlatılır)
12. Namaz (KK: D.Kaya, D: BA)
Yavuz Sultan Selim, Sivas’ın Alevi köylerinden birinden geçerken namaz
kılmak istemiş ama bir cami bulamamış ki namaz kılsın. Gazaba gelmiş, “Demek
burada namaz kılan yok ki cami de yok” demiş ve hemen oraya bir cami, bir de
karakol yaptırılmasını emretmiş. “Bundan böyle namaza gitmeyen jandarma
tarafından götürülecek! Yoksa boynu vurulacak!” demiş.
Can korkusuyla köylü beş vakit camiyi dolduruyormuş. “Namaz bir gün
olsa kuşlar da konar” derler ya bizim Alevilerden biri, iyice usanmış namazdan. Her
gün beş vakit git camiye, gel camiden bitmez ki bitsin. Kılsa canına tak etmiş,
kılmasa jandarma var, belki de kelle gidecek. Bir gün bahçesinde otururken ikindi
ezanı okunmuş. Bizimki karısına seslenmiş:
- Ġooo! (Mestlerini işaret ederek) Getir şu yırtılasıcaları
(Ayaklarını işaret ederek) Geyyim şu ġırılasıcalara
(Camiyi kast ederek) Gediyim şu yıhılasıcaya da
(Namazı kast ederek) Gılıyım şu ġabul olmayasıcayı
(Zorla güzellik olmaz, mesajını vermek ve özellikle dinle ilgili zorlamanın
yanlışlığını ifade etmek için anlatılan bir fıkradır)
13. Gözleriñ Ömer Gibi Bahıyor (KK: D. Kaya, D: BA)
Gencin biri Alevi köylerinden birine gitmiş. Köy oldukça büyük bir
köymüş. Bir nahiye falanmış. Birkaç tane de bakkal dükkanı varmış. Delikanlı
ekmek almak için bakkallardan birine girmiş. Bakmış ki ekmek var. “Bir tane
ekmek versene ġardaş?” demiş bakkala. Bakkal sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Ekmek yoh!
143
Aleviler, Hz. Ali ile Hz Ömer arasındaki halifelik davasından dolayı Ömer
adını sevmez, çocuklarına da koymaz. İşte bizim delikanlıya da bu yüzden ekmek
vermemişler. Neyse, delikanlı öteki bakkala girmiş. “Ekmek var mı ġardaş?” demiş.
Bakkal sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Ekmek yoh!
Bir başka bakkala girmiş. “Ekmek yoh mu ġardaş?” demiş. Bakkal yine
sormuş:
- Adıñ ne?
- Ömer
- Bak ġardaş” demiş bakkal, “Bende ekmek ġalsaydı verirdim amma sen,
“Adım Ömer” dedikçe saña burda ekmek vermezler.”
- Ya ne diyecēm?
- Ali, diyecēñ.
Delikanlı öğüdünü aldı ya, bir başka bakkala girmiş. “Bir tane ekmek
versene ġardaş?” demiş. Bakkal yine sormuş:
- Adıñ ne deliġanlı?
- Ali
Bakkal şöyle bir bakmış delikanlıya:
Adıña ġurban oluyum amma gözleriñ Ömer gibi bahıyor, demiş
(İnsanlara önyargılı bakılmaması gerektiğini ve hoşgörünün inanç, dil, ırk
ayrımı yapmadan hayat felsefesi olması gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
14. Sen Yanbegi Çekirsen (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġarslı köylerinden birinde iki arhadaş bir muhabbet arasında tartışmaya
başlamış. Şahayı da biraz bizim şu torunlar gibi boh etmişler, derken iş döğüşe
bozulmuş, soñunda makgemelik (mahkemelik) olmuş bunnar. Hakimiñ huzuruna
çıhmışlar. Makgemeye şahitliğe gelen Ġarslı’ya hakim, “Ānat bahıyım ne oldu?”
demiş Ġarslı ānadıyormuş:
- Memo ġardaş ġoġġorozlandi, Hasso ġardaş kevlendi, Hasso ġardaş
saķġavunuñ sapını alıp da Memo ġardaşa vurirken Memo ġardaş ġalahlarıñ dibine
ġıllandı, demiş. Hakim bunuñ ne dediğini ānamamış.
144
- Ula oğlum ne diyoñ sen? Bah doğru ġonuş şindi seni içeri dıharım,
demiş. Şahit:
- Vallah Hekim Beg, demiş; ben dorġu söylirem, dorġu söylirem de sen
yanbegi çekirsen, demiş.
(Genellikle güldürme ve hoş vakit geçirme işleviyle anlatılan, yöresel ağzın
bazen insanı komik durumlara düşürebileceğini ifade eden bir fıkradır.)
15. Ola Ver Getsiñ (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Bir Ġarslı koyünde adamıñ biriniñ ġızını istemiye gelmişler. Adam da
öğünü öğünü ġahvede arhadaşna ānadıyormuş. Eyle ya ġızı ġıymete binmiş ġoya
(güya). Ötekiler soruyormuş, o cevap veriyormuş:
- Ola bizim ġıza düngür geliller.
- Ola ne veriler?
- Bir araba tezenk (tezek), on biyaz Mecidiye, üç cınġıllı ġoyun
- Ola ne durirsen? Ver getsiñ
(Toplumda kız çocuğuna verilen değerin eleştirel bir dille anlatılması
yoluyla ders vermeyi amaçlayan bir fıkradır. Ayrıca yerel ağızdan kaynaklanan bir
eğlendirme işlevi de bulunmaktadır. )
16. Yan Geliir Yan Gelmez (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sivas’ın Ġarslı koylerinden birinden adamıñ biri ısıcah melmeketlerden
birine çalışmaya gediyor. Bir gün gendi başına o yannı bu yannı dolaşırken bir deve
görüyor. Deve oturduğu yerde geviş getiriyormuş. Bu ahıllı, merah ediyor üstüne
biniyōr. Deve ġahıp da yörümiye başlayıncı eli ayağına dolaşıyor, neydeceğini
şaşıyor. “Çüş” diyor, durmuyor; “çök” diyor, oturmuyor; bahıyor ki olmıyacah
yoldan geçen bir adama sesleniyor:
- Hele ġardaş bah hele. Bene bir yardım et. Hele benim babama bir haber
ver, diyor. Adam:
- Ben seniñ babañı nerden tanırım birader, diyor. Ġarslı tarif ediyor şindi:
- Bah ġardaş burdan tirene binersen. Bizim orda enersen. Ordan ġarşıña
çıhar bir yapi, yapida bir ġapi, ġapida bir halġa; halġayı bir çalha; ordan ġarşıña
çıhar bir baba, bıyıhları ġaba. İşte o, benim baba. De ki oña: Hasso bindi elāmete,
gediyiiir ġıyāmete; yan geliiiir yan gelmez.
(Yolculuğa çıkan kişinin işini ya da dünyaya gelen insanın akibetini Allah
bilir mesajını veren ve geleceği bilmenin imkansaızlığını anlatan bir fıkradır.)
145
17. Ġarslıynan Yılan (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġarslıynan yılanı bir çuvala ġoymuşlar. Yılan, “Ġarslı beni sohuyor” deyi
bağırmış.
18. Diyesen ki Validi (KK: D.Kaya, D: BA)
Erbakan Hoca’nın başbakanlığı döneminde Acıyurtlu hanımlardan biri,
televizyonda haberleri seyrederken Erbakan’ı abdest alırken görmüş.
Korumalarından birisi su döküyor, birisi Hoca’nın ayaklarını yıkıyor, birisi
havlusunu, birisi de ceketini tutuyormuş. Yaşlı kadın, zaten, Erbakan’ı pek de
sevmezmiş. Kendi kendine söyleniyormuş:
- Aye şuna bah! Diyesen ki validi.
(Siyasetçilerin kendi menfaatlerini ön plana çıkarmalarını eleştiren aynı
zamanda safiyane cahilliğin sevimli ortaya konuluşlarını ifade eden bir fıkradır)
19. Hepisiniñ Babası Almancı (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Şarġışla’nın Gazi Köyü’nde Kör Mahbile (Makbule)105dellerdi, bir muġallit
ġarı varıdı. Benim ġorümüm. Bu Mahbile, top oynıyan uşahları görmüş. Oña bir
tuhaf gelmiş, herslenmiş, çekişmiş uşahlara:
- Bahıñ hele ġavur tohumlarına… Bir de hepisiniñ babası Almancı! Niye
hepiñiz bir topuñ peşine ġoşanaca her biriñiz birer tene alıñsene, demiş.
(Halk mantığı ile modernitenin sunduğu hayat arasıdaki çelişkinin
anlatıldığı bir fıkradır.Özellikle köy kökenli kadınların modern hayatın eğlence
biçimlrini algılamak konusundaki şaşkınlıkları karşısında anlatılır.)
20. Hemi Oturuyoñ Hemi Gidiyoñ (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Kör Mahbile, dinç ġarıydı.Nere getse yörüyerek giderdi; eyle atı, arabayı
bek bilmezidi. Bir gün uşahları bunu Istanbıl’a götürecēmiş. Trene binmişler
barabar. Daha evel ġarıcağız eşşekten başġa beşiye binmemiş. Eyle vagon vagon,
upuzun treni görüncü ahlı şaşmış. Trene binip de tren yörüyüncü de hoşuna getmiş,
yanındakilere demiş ki:
- Amā ġurban oluyum uşāh! Bu ne eyce hacat la, hemi oturuyoñ hemi de
gidiyoñ! Demiş.
105 Bu fıkra kahramanının lakabı Kör Makbule (Kör Mahbile)dir Ancak bu lakap ona āmāa oluşundan dolayı değil de gözünün birinde kayma oluşundan dolayı verilmiştir.
146
(Modern teknolojinin imkanlarının Anadolu insanının hayal gücünün
sınırlarını zorladığı, saflıkla hayranlık arasındaki tepkilerin sevimliliğinin ortaya
çıktığı durumlarda anlatılır.)
21. Güçcükleri de mi Ohuyamıyorsuñuz? (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Kör Mahbile’nin ohur yazarlığı yoğudu. Gerçi o vahıtlar dağil ġarılar
erkekleriñ bile ohur yazarlığı yoğudu. Bizim emsallarımızıñ zamanında bile şindiki gibi
okul mokul yoğudu. Görümüm benim anam yaşındaydı nerdeyse. Bunuñ torunları yeñi
okula başlayıncı bahmış ki uşahlar öñlerindeki kitapları zor ohuyollar. Kitabıñ birini
eline almış, bahmış, uşahlara böyük harflerinen yazılı yeri gosdermiş demiş ki:
- Ula ġavur tohumları! Ānadıh, hadi şu böyük böyükleri ohuyamıyorsuñūz,
(Küçük harfle yazılan yerleri göstererek) aha şu ġuççük ġuççükleri de mi
ohuyamıyorsuñuz?
(İnsanın eşyaya bakış açısının kendi dünyası ve onun imkanları ile sınırlı
olduğunu ifade etmek gerektiği durumlarda anlatılan bir fıkradır.)
22. Ġafana Göre Yap (KK: D.Kaya, D: BA)
Sivaslının biri köpeğine tasma yaptırmak için sanayiye gitmiş. Demirci
ustasına demiş ki:
- Ġardaş, benim ite bir tasma yap da bahçeye bağlayım. Ġonu ġomşuyu
rahatsız ediyor yav.
Demirci ustası sormuş:
- Eyle ala-veresiye tasma yapılır mı ġardaş? Ölçü vermiyoñ mu? Daha
önce hiç yapmadım, nasıl olacah?
Bizimki cevabı yapıştırmış:
- Ādām ġardaş neydecēn, ġafaña göre yap işte!
(Sözün görünen anlamı dışında mecaz anlamları düşünüldüğünde ortaya
çıkabilecek komik durumları ifade etmek amacıyla söylenen bir temsildir.)
23. Derekoylü (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Yıldızeli’niñ Derekoyü’nden Demircilik koyüne bir gelin almışlar. Amma
koyde kimse bu geline adını diyerek çağırmıyormuş. “Gel Derekoylü”, “Get
Derekoylü” derken geliniñ adı Dereköylü ġalmış. Aradan sekiz on sene geçmiş.
Geliniñ uşağı devşeği olmuş. Soñunda geliniñ çocuhları okula gidecek yaşa gelmiş
amma geliniñ ġayıtı (resmi nikah) yoh. Yıldızeli’ne ġayıta gitmişler. Nikâh memuru,
147
ġadınıñ ġocasına ġarısının adını sormuş. Ġocası bir türlü hatırlayamamış on senelik
ġarısınıñ adını. Yanında ġardaşı dai varımış, hemen oña seslenmiş:
“La Yusūf! Bizim Dereköylü’nüñ adı neydi ki la?..” Demiş.
(Anadolu köylüsünün kanaatkârlığı kendine sunulanı araştırmaksızın nimet
kabul edip olduğu gibi kabul ettiği mesajını ileten cahillik ve saflıkla ilgili bir fıkradır.)
24. Elbāli’niñ Ayanları (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Elbāliler (İlbeyliler) Sivas’a gelmişler, geziyollarmış. Acıhmışlar, “Ne
yiyek ne yiyek?” derken, ġarar vermişler:
- Üzüm alıyoh çöpü çıhıyor, et alıyoh gemiği çıhıyor; ciğer alah da
lüllügüne ġadar yiyek, demişler; birez ciğer almışlar, bir de güveç almışlar, ciğeri
güvece goymuş, fırına vermişler. Fırıncıya demişler ki:
- Ġardaş, sen al bu ciğeri bişir; biz, o bişenece gelirik, demişler ya; artıh
neyitdiler, başlarına ne geldiyse, ciğer bişmiş, güvece sığmaz olmuş amma Elbāliler
gelememişler. Fırıncı bir dellal tutmuş, meydanda bağırtdırmış:
- Elbâliniñ ayanları, ġemiksiz et yiyenleri! Ciğer tavaya sığmaz oldu; geliñ
hā, geliñ hāā!..
(Yörelerin kendine özgü geleneklerini ve davranış kalıplarını ifade etmek
için anlatılan bir fıkradır.)
25. İmamıñ Ġafası (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Yıldızeli’niñ Bedel köyü vardır. Bu köyüñ adamı biraz safçadır, deller. Bir
gün, bu Bedelliler duymuşlar ki Sivas’ıñ bazarında ahıl satılırımış. Gendi gendilere
demişler ki:
- Aramızda para toplıyah, iki adam Suvas’a getsiñ, ahıl alsıñ, gelsiñ;
aldığımız ahılı hepimiz bölüşek amma kimse kimseden ahıllı olmasıñ, demişler.
Neyse, toplamışlar parayı, ararlından iki de adam seçmiş, göndermişler
Sivas’a. Bu ikisi Sivas’a varıncı saf saf bazarda dolaşmaya başlamışlar. Fırıldağıñ
biri bunnarı hemen ānamış, yanlarına gelmiş:
- Hayırdır ġardaş, siz ne almaya geldiñiz? Ben, bu bazarıñ kâyasıyım. Burda
ne var ne yoh hepisini bilirim. Bir yardımım dohanır mı size, deyinci, onlar da:
- Ne eyi rast geldiñ ġardaş, duyduh ki burada ahıl satılırımış, bize ahıl
ilazım, ahıl alıp da köyümüze götürecēdik, demişler.herif tam uyanığımış:
- Tam adamına rastladıñız. Bende var, ben size veriyim, demiş; yalıñız ben
ahlı torbaya ġoyup size veririm. Siz köye varanaca torbanıñ ağzını açmayıñ, demiş.
148
Sōna da bir torbanı içine bir davşan ġoyup ağzını bağlamış; vermiş torbayı bunnarıñ
eline; alıp ġoymuş parayı da cebine. Bu Bedelliler, koye doğru yola ġoyulmuşlar,
yarı yola varıncı birisi ötekine demiş ki:
- Lan oğlum! Biz salah mıyıh la? Ahılıñ hepisini niye köye götürüyoh
oğlum? Torbayı açah da içinden biraz alah, köye varıncı da biraz daha alırıh, ondan
sōna da biz herkeşden ahıllı oluruh, demiş. Ötekiniñ de hoşuna getmiş bunuñ
dedikleri. Torbanıñ ağzını açmış bunar, tabi açmasıynan davşanıñ ġaçıp bir deliğe
girmesi bir olmuş. Biri demiş ki:
- Ula sen get, çabıh köydeki herkeşi getir. Ben deliğiñ ağzında duruyum da
ahıl bir yere ġaçmasın, demiş. Biri deliğin başında durururkene, öteki koye varmış;
olanı biteni köylüye ānatmış. Köylü bir vay yandıma düşmüş. Kazmayı, beli eline
alan koşmuş, aklı girdiği delikten çıkarmıya. İmam, herkeşden evel seğirtmiş. Eee
işiñ ucunda herkeşden ahıllı olmah var ya! Her neyse bu imam davşanıñ girdiği
deliğiñ başına varır varmaz ġafasını sohmuş deliğe. Köylünüñ biri de deliğiñ
üstünden beli basıncı, imamıñ ġafası kopmuş, deliğiñ içinde ġalmış. Ayaklarından
tutup çekmişler ki imamıñ kafası yoh! Oturmuş düşünüyollarımış: “Acaba İmam
Efendi buraya gelirken ġafası üstünde miydi, değil miydi?..” Birisi demiş ki:
- Vallaha ben gordüm, üstündeydi, demiş. Öteki demiş ki:
- Yoh vallaha asıl ben gordüm üstünde değilidi, demiş. “Eñ iyisi gidek
ġarısına sorah” demişler; imamıñ evine varmışlar. Ġarısına demişler ki “Bacı”
demişler, “İmam Efendi ġapıdan çıharken acep ġafası üstünde miydi, değil miydi?”
demişler. Kadıncağız bir düşünmüş, iki düşünmüş, cevap vermiş:
- Vallaha, bilmem ki ġardaş ne desem yānış olur. Zabahdan yemek yerken
sahalı mirt mirt ediyordu ya; bilmem ġafası üstündeydiii, bilmem değildi!
(Saflığın ve iyi niyetin derecesinin bazen abartıldığı durumlarla ilgili
olarak anlatılan bir fıkradır.)
26. Zopa Yemedik Gōdelerim (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şargışla’nın bir koyünde bir adam yonca suluyormuş. Tarlasınıñ içine
oturmuş, üstünü başını çıhartmış, gendi gendini seviyormuş:
- Vay benim zopa yemedik gōdelerim, aman da benim zopa yemedik gōdelerim!
Yoldan geçen adamıñ biri bunu duymuş. Gendi gendine demiş ki:
- Dur ula ben şu dürzüye eşşek sudan gelenece veriyim zopayı da gendi gendini
sevmek neyimiş görsüñ pezevek, demiş. Tarlanıñ üst başına geçmiş, suyu kesmiş. Yonca
149
suluyan adam, beklemiş beklemiş su gelmemiş. Tarlanıñ üst başına getmiş bahmış ki
herifiñ biri suyu çalılara bağlamış dağdaki, daşdaki çalıları suluyor. Adama yahlaşmış,
sormuş, tabi herifiñ niyeti ötekini dövmek ya, ters ters cevaplıyormuş:
- Ġardaş, suyu sen mi kestiñ? Demiş.
- Heee ben kestim noolacah? Demiş öteki. Bu, gine mülayim mülayim
sormuş, demiş ki:
- İşiñ çoh mu ġardaş? Demiş. Herif tersleniyormuş:
- Heee aha bu dağdaki çalıları ahşama ġadar suluyacām! Ne var?
Diyormuş ya ġarşısındaki heç oralı değilimiş:
- Eyi ġardaş, demiş; işiñ bitinci suyu bağla da gelsiñ he mi? Deyinci bu
daha dayanamamış demiş ki:
- Dur ġardaş dur! Demiş, ben seni yoncalarıñ arasında “Vay benim zopa
yemedik gōdelerim” deyi gendiñi severken gördüydüm. Çalı malı sulamıyom; ben,
seni dö:miye mahana arıyordum. Sen ne sabırlı admasıñ yav! Essah da senin
gōdeleriñ zopa yemedik gōdeymiş ha! Ġusura bahma ġardaş, sen suyuñu bağla da
yoncañı sula, demiş.
(İyi niyeti koruyup sabırlı olmanın her zaman insanı kazançlı çıkaracağını
ifade etmek için anlatılan bir fıkradır.)
27. Ya Ġarnımı Geñişdir… (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Avren’de bir Mavuş’uñ İsmayıl (Maviş’in İsmail) adında biri varıdı. Bunu,
bir düğüne çığırmışlar. Düğünlerde eskiden yemek verilleridi. Şindi bir meyva
suyu, dört tene yalançı pasta veriyollar, aha saña düğün! Neyse bu, düğün
yemeğinden epey bir yemiş, yemiş ġayrı yiyemez olmuş; ġarnı şişmiş, patlamıya
gelmiş. Bu Mavuş’uñ İsmayıl’ıñ Ehmet (Ahmet) adında bir de oğlu varıdı. İsmayıl,
daha yemek yiyemeyinci elini açmış Allah’a yalvarmıya başlamış:
- Yarabbi ya ġarnımı geñiştir. Ya Ehmed’i yetişdir! Demiş.
(Kanaatin olmadığı yerde insanın düştüğü gülünç durumları ifade etmek
için anlatılır)
28. Biz Burada Yanıyoh da… (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Sivas’ıñ yerlileri ġadınlar hamama getmeyi bek seveller. Bir beyle ġamsız
bir ġarı varımış. Eyle aburu cuburu ġendine heç dert keder etmezimiş. Bu ġarı,
birgün hamama getmiş. Amma dışarı nasıl, ġış ġıyamet… Hamamıñ içi ısıcah tabii.
Ġarı göbek daşına oturmuş, keselenirken gendini eyice bir hararet basmış. O arada
150
ġonşularından birisi ġoşa ġoşa hamama gelmiş. “Bacıı sen burada keyfediyoñ gişiñ
(kocan) dağda doñmuş, ölmüş anam ġah evüñe gel ġah!” deyinci ellahamki ġarınıñ
gişisi ecik yaşlı, ecik de gözden dışarıymış ki ġarı heç keyfine keder getirmemiş.bir
de fazladan ġonşusuna çekişiyormuş, diyormuş ki:
- Vāh ġudur muş mu konez? Biz burada yanıyoh da… diyormuş.
(Bazen kadınların aymazlığını had safhaya ulaştığı, ya da kadının kocasını
çalıştırıp hiç acımadan kendisinin keyif çattığı durumlarda anlatılan bir fıkradır.)
29. Bir gün Sen Süpür… (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Ġarınıñ biriniñ tembel bir gelini varımış. Ġaynana ıhdıyar halıynan her işe
koşuyormuş; gelin hanım da nazlı sözlü süzülüp oturuyormuş. Bu gelin, bir de datlı
dilliymiş bir de tatlı dilliymiş ki diliynen gendini ġurtarıyorumuş. Beylesi ecik
ilvanlı olur, dili yağlı adam herkeşi ġandırır. Bu da eyleymiş işde, ne ġocası ne
ġaynanası beşiy diyemiyormuş. Birgün bunnar, ana oğul düşünmüşler daşınmışlar;
bu geline bir plan ġurmuşlar. Ġoya (güya) göğnünü ġırmadan gelini utandırıp da ona
kabahatini göstereceklerimiş. Ġaynana yalandan, süpürgeyi almış eline, evi
süpürmiye başlamış. Oğlan ġoşmuş, anasınıñ eline sarılmış:
- Aman ana neydiyoñ sen? Demiş, bırah ben süpürüyüm, demiş. Ġarı
süpürgryi geri oğlanıñ elinden çekmiş:
- Töbe töbeee, bırah oğlum sen erkeksiñ saña yahışır mı vaaa? Ver ben
süpürürüm, demiş. Onnar beyle çekişirken gelin hanım, yattığı yerden nazlı nazlı
ġahmış, ġine eyle datlı diliynen:
- Abooo, koleñiz oluyum, niye dö:şüyorsuñuz? Dö:şmeñ ġadañız alıyım,
bir gün sen süpür, bir gün o süpürsün, demiş yaaa, utanacah değil a!
(Tatlı dilin her ortamda insanın başını belaya girmekten kurtarabileceğini
ve kurnaz kadınların tatlı dille etraflarındaki herkesi kandırabileceklerini ifade
etmek için anlatıan bir fıkradır.)
30. Misafir (KK: Y. Akpınar, D: BA)
Bizim Gürün’üñ Ġaradoruh (Karadoruk) köyünde bir adam Mustafa
Çavuş’a misafir getmiş. Ġapıda, atından ener enmez, Mustafa Çavuş’a seslenmiş:
“Ev sahibi! Ev sahibi
Atıma arpa baña yımırta
Baldan haberiñ olsun,”
Mustafa Çavuş cevap vermiş:
151
“Sovan ye sarımsah ye
Haldan haberiñ olsun”
Misafir tehditkâr bir tavırla:
“Elimde demir asa
Ayağımda demir çarık
Çaldan haberiñ olsun”
(İnsanların başkalarından bir şeyler beklerken onun bu beklentiye cevap
verip veremeyeceğini düşünmesi gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
31. Nasıl Çıhdıysañ (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Nasrettin Hoca’nıñ koyünde bir cami varımış. Çoh gariban çoh fahır bir
köy olduğu için caminiñ minaresini yapdıramamışlar. Tabi Hoca da heç minare
görmemiş. Bir gün şehere gidecēmiş. Neyse getmiş, geziyormuş. Bir de bahmış ki
uzun uzun galem gibi be şiyler... Hoca’nın ecik de gulağı da ağır eşidiyormuş.
Bahmış ki minarenin depesinde bir herif bar bar bağırıyor. Müezziniñ ezen
ohuduğunu bilememiş, ne bilsiñ heç görmemiş ki… elini şeyle annına dutmuş,
gözüne güneş gelmesiñ deyi. Yoharı doğru minareye seslenmiş:
- Ne bārıyoñ ġardaşım? Nasıl çıhdıysañ eyle en! Demiş.
(İnsanların görünen durumları olduğu gibi yorumlamayabileceği bakış
açısının insanın olaylar karşısındaki yorumunu değiştirebileceği kanaatini ifade
etmek için anlatılır.)
32. Gezse Bize de Gelirdi (KK: A. Yazıcı, D: BA)
Nasreddin Hoca’ya “Hocam” demişler, “Seniñ ġarıñ çoh geziyor yav!”
Demişler; Hoca, şeyle bir düşünmüş, cevap vermiş:
- Yoh canııım! Gezse, bize de gelirdi, demiş.
(Bilinen bir gerçek karşısında onu değiştiremeyeceğini bildiği için insanın
o gerçeği görmezden gelmesi durumunu ifade etmek için anlatılır.)
33. Ġoca Hükumet… (KK: Mehmet Akkaya, D: BA)
Çarşı ağası bir gün memurlarına demiş ki:
- Evlatlarım bugün gidiñ tavuh satandan bir lira rüsum alıñ, ġarıdan
ġorhandan bir lira rüsum alıñ, adı Vahap olandan bir lira rüsum alıñ, başı kel
olandan bir lira rüsum alıñ.
152
Adamlar çarşıya çıhıp dağılmışlar, bahmışlar ki bir adam tavuh satıyor. Ġulah
misafiri olmuşlar tam pazarlığı yapmış dört akçeye satmış, yahalamışlar adamı.
- Bir akçeyi verceksiñ, demişler.
- Niye?
- Çünkü, çarşı ağasınıñ böyle bir emri var. Tavuh satandan bir lira rüsum alıyoruz.
Bir lirayı almışlar adamın elinde üç akçe kalmış. Adam dövünmeye başlamış:
- Ben şindi neydecēm? Bizim ġarı, “Dört akçeden aşşağı satarsañ eve
gelme” dedi. Şindi ben eve nasıl gidecēm?..
- Haa sen ġarıdan da mı ġorhuyoñ ?
- Hee!
- O zaman bir akçe daha ver, demişler, onu da almışlar, daha sonra
adamcağız elini başına vurmuş:
- Vāyy Kel Vahap! Başıña bunlarda mı gelecekti? Demiş.
- Haa seniñ adıñ Vahap, başıñ da kel mi? O zaman o iki akçeyi de ver,
demişler; ikiyi de almışlar, Vahap:
- Yav ġardaş ġoca hökümetin ġānunu da hep bir adamıñ başına mı cem
olmuş, demiş.
(Bütün felaketlerin bir adamın başına geldiği durumda o adamın durumunu
ifade etmek için ve devlet büyüklerini, ya da idareyi eleştirmek için anlatılır.)
34. Bilseydim Biner miydim? (KK: A. Yıldız, D: BA)
Çağlağannılarınan Ġavahlılar (Çağlağanlılarla Kavaklılar) birbirini heç
sevmezlermiş. Bir gün, Çağlağanlınıñ biri eşeğine binmiş giderken, Ġavahlılar bunu
görüyollar, “biz bunu bir eyce döğek” deyi ġarar veriyollar. “Nere gidiyoñ, nerden
geliyoñ, niye gidiyoñ la?” deyi bunu sorguya çekerken, Çağlağannı zopa yiyeceğini
biliyor ya hep altdan alıyor. Kavaklılar soruyor şindi, bu cevap veriyor:
- La, sen bu eşşeğin sırtında niye gidiyoñ hıı?
- Ya nasıl gidiyim ġardaş?
- Yörüyerek gidecēñ la, bi daha bu eşeğe binmiyecēñ, tamam mı? diyollar,
Neyse, “Nasıl gidiyoñ, niye gidiyoñ?” derken Çağlağannıyı bir eyce, adamahıllı
dö:yollar. Adamıñ haşadı çıhıyor. Adamlar bunu bırahıp gidinci, Çağlağannı yarı
baygın bir halde ayağa ġahıyor, eşşeğiñ yanına varıyor:
- Lan bu ġadar ahrabañ olduğunu bileydim, ben seniñ sırtıña biner miydim
heç? Diyor.
153
(Sen ne kadar iyi niyetli olursan ol karşındaki iyi niyet taşımıyorsa sana
yine bir yolunu bulup kötülük yapacaktır düşüncesini ifade için ve her durumda
insanı beladan koruyacak sözcüklerin bulunamayacağını ifade etmek için anlatılır.)
35. Yasdınıñ Ücreti (KK: V. YILDIZ, D: BA)
Dindar bir adam avrımış, bir de namaz ġılmayı sevmeyen bir arhadaşı
varımış bu dindar adam arhadaşına namazı sevdirmek için:
- Sen beş vahıt namazı gılacāñ ben de saña vahıt başı şu kadar para verecēm.
Demiş; aslında, bir zaman sōna gendiliğinden alışır, hoşuna gider de, heç bırahamaz
deyi düşünmüş. Adam, bir zaman namaza devam etmiş; dindar adam da her zaman
parasını ödemiye devam etmiş. Aradan epey bir zaman geçmiş. Dindar adam bir gün
“Nasıl gidiyor durumlar?” deyi sormuş. Öteki biraz bişgin bir adamımış.
- Valla çoh eyi, çoh has da… Diyom ki şu yasdınıñ ücretini biraz yükseltseñ!
(Can çıkmadan huy çıkmaz öğüdünü pekiştiren, insanların kötü huylarını
değiştirmenin zorluğunu ifade eden bir fıkradır.)
36. Dayıyıñ Evü Bura (KK: V. YILDIZ, D: BA)
Adamıñ biri, heç tanımadığı bir evüñ ġapısını çalmış, misafir getmiş. Ev
sābı (sahibi) adamı hiç tanımıyormuş amma “Tañrı misafiridir, helbet gider” deyi
düşünmüş, içeri almış amma misafir arsız çıhmış; adam bakmış ki üç gün, beş gün,
on beş gün beklemiş misafir getmiyor. En soñunda sormah zorunda ġalmış:
- Hemşerim, sen kimsiñ yav, kimiñ nesisiñ, nerden gelip nere gidiyoñ de
bahıyım bir hele? Demiş; misafir, ahlından gendi gendine plan ġuruyormuş. Bir
ġurnazlık yapıyım da şuruya yerleşiyim, deyi düşünüyormuş. Ev sābına demiş ki:
- Ġardaş, ben Cenab-ı Allah’ıñ yeğeniyim, beni buruya o gonderdi, demiş.
Ev sābı bahmış ki adam arsız beşiy (bir şey), laftan ānıyacah beşiy değil, “Gel hele
gel sen beniynen” demiş, almış adamı, evüñ yahınındaki camiye götürmüş, demiş ki:
- Ġardaş aha seniñ dayıyıñ evü bura! Buyur, istediğiñ ġadar ġal! Demiş,
herifi bırahıp getmiş.
(İnsanların başka insanları rahatsız edecek kadar onlar için külfet
yaratmamaları gerektiğini ifade etmek için anlatılan bir fıkradır.)
37. Ne Yandı Ne Yırtıldı ki… (KK: M. Şimşek, D: BA)
İki bacı varımış da bu bacılardan birisi çoh zenginmiş, biri de çoh fakirmiş.
Hanı “Altın ġapılınıñ da ağaç ġapılıya işi düşermiş.” ya onuñ gibi, zengin bacı, fakir
bacısını yuha (yufka) yapmaya çağırmış. Hani fetil de diyoh ya açık köylü ekmeği
154
yapacahlarmış yani. (Ecik olsaydı şindi ġurban etiynen nasıl güzel olurdu.) Neyse
bu zengin bacı bir ileğen hamur yoğurmuş. Ahşama ġadar iki bacı ekmeği etmişler,
bitirmişler amma fakir bacı acından ölmüş, ġarnı ġarnına yapışmış. Zengin olan da
“Bir tane al da ye” dememiş. Neyse önlüklerini çıharmışlar; zengin bacı, fakir
bacısına demiş ki:
- Bacııım bacım! Vallaha, ne yandı ne yırtıldı ki “Bir tene al da ye” deyim.
Gusuruma bahma he mi? demiş.
(Aslında yapması gereken işi bilip de bilmezden gelerek yapmayan
insanların pişkinliklerini ifade etmek için anlatılır.)
38. Ġız Sıçıncı Yiyeydik (KK: M. Şimşek, D: BA)
Eskiden köylerde şindiki gibi çalar saat ne yohdu ya. Ramazan ayında
küçük köylerde davulcu mavulcu da olmazdı. Sahurda ġonu ġomşu birbirini
uyandırırdı. Gine böyle bir ramazan ayında, bir ġarı ġoca, geceniñ bir yarısında
uyanmışlar. Bir de bahmışlar ki küçük ġızları, yatağa çişini yapmış. Yorgan, döşşek
batmış. Neyse, temizlemiş değiştirmişler. Sonra:
- Ġonu ġomşunuñ heç birinde ışıh yoh vahıt daha er, biraz daha yatah da
sōna gaharıh, demiş; gerisin geri, yatmışlar. Bir de uyanmışlar ki gün çohdan ışımış.
Sahur vakti geçmiş. Sahursuz oruç dutmah zorunda ġalmışlar. Ġarısı iki elini şeyle
birbirine vurmuş (Kaynak kişi sağ elinin üstünü sol elinin içine pişmanlık ifade eden
bir yüz ifadesiyle vurur) herife demiş ki:
- Vaaah heriiif! N’ola ġız sıçıncı yiyeydik, demiş.
(Geri dönülemeyecek bir durumdan dolayı pişmanlığı ifade etmek için
anlatılan bir fıkradır.)
39. Ötekini de Seneye Uzatırım (KK: M. Şimşek, D: BA)
Ġadının biri ġocasına çorap örecekmiş; başlamış örmiye, çorabıñ bir tekini
bir senede örmüş, bitirmiş. Ġocasına demiş ki:
- Heriiif, şunu bir ayağıña gey de bahıyım, nasıl oldu?
Neyse, adam çorabı geymiş, köy odasına getmiş. Şeyle ġurulu ġurulu bir
oturmuş. tabi otururken eski çoraplı ayağını da altına ġatlamış, yeni çoraplı ayağını
uzatmış. Herkes de adamıñ çorabına bahıyormuş. Ġadın da köy odasınıñ
penceresinden içeri bahıp ġocasını seyrediyormuş. Bahmış ki ġocası, çorapsız
ayağını altına ġatlamış; çoraplı olanı uzatmış. Ġarı gendi gendine söylenmiş:
155
- Vay ġurban olduğūm! Ben, seni heç seni insan içinde mahcub eder
miyim? Allah izin verir de bir dahaki seneye ölmezsem, ne yaz derim, ne güz derim;
inşallah saña öteki ayağıñı da uzatdırırım, demiş.
(Tatlı dilli ama tembel kadınların kocalarını nasıl kandırabildiklerini ifade
etmek için anlatılan bir fıkradır.)
40. Zorlu Vali (KK: F. Şaşkın, D: BA)
Yıdızelinin Bedel köylülerine “Seme Bedelliler” derler. Bunun hikayesi
şudur: Yıldızeli Sivas’ın batısında olduğu için Bedelliler Sivas’a gelirken doğal
olarak gözlerine güneş düşermiş. Akşam köylerine dönerken de gene güneşin
battığı tarafa, batıya doğru gittikleri için güneş gözlerine düşüyormuş. Bir gün, gidip
güneşi valiye şikayet etmişler:
- Vali Bey, olmuyor ki beyle canım! Bu güneşe bir çare buluñ, zabah
gelirken de gozümüze düşüyor, akşam giderken de gozümüze düşüyor, demişler.
Bunun üzerine; vali, onlara, akşam gelip sabah gitmelerini tavsiye etmiş. Valinin
dediği saatlerde gelip giderlerken bir de bakmışlar ki güneş gözlerine düşmüyor.
Birbirlerine dönmüş şöyle demişler:
- Görüyoñ mu; bizim vāli, ne zorlu vāliymiş? Bir şikātımıza güneşin yerini
değişdirdi.
(Doğal süreçlerin sebeplerini bile insanlarla ilgili iyi niyetle yorumlayan
saf, temiz insanların yaşadıkları saflık ve cahillikle ilgili durumları ifade etmek için
anlatılan bir fıkradır.)
41. Yiğit Namıyla Anılır (KK: F. Şaşkın, D: BA)
Sivas FM’in yeni açıldığı zaman, ilk canlı yayında, istekler bölümü
yayınlanıyormuş. Çavuşbaşılının biri telefon açmış, önce sunucuyu radyonun
açılmasından dolayı tebrik etmiş, daha sonra:
- Ġardaş yayınıñız hayırlı olsun. Sivas için çoh guzel bir şey, çoh
hoşumuza getdi, Sivas’a bir yeñilik getirdi; yeñi bir can, taze bir ġan getirdi. Ben de
yahınlarım için bir parça istiyom, demiş. Bunun üzerine, sunucu:
- Elbette efendim, buyrun, hangi parçayı çalalım sizin için? Diye sormuş.
Çavuşbaşılı cevap vermiş:
- Abi Hakkı Bulut’dan bir parça itiyom ben demiş. Sunucu gene sormuş:
- Peki kimler için istiyorsunuz bu parçayı? Deyince, bizim Çavuşbaşılı
saymaya başlamış:
156
- Kör Nuriye halam için istiyom, Çadırcı Bekir için istiyom, Ayı Şaban için
istiyom, Kirli Şakire için istiyom…
Sunucu şaşırmış tabi:
- Beyefendi, sizin mahallenizde hiç normal insan yok mu? Hep kör, topal
mı bu insanlar? Demiş, Çavuşbaşılı durur mu cevabı yapıştırmış:
- Ġardaş sen ne bileceeñ, bizim burda yiğit nāmıyla anılır.
(Geleneğin her ortamda sahiplerince sürdürüldüğünü ifade etmek için
anlatılan bir fıkradır.)
42. Kitap Diyor (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sivas’ın köylerinden birinde adamın biri, köyün hocasına -herhalde eşinden
kendisine soğuk davrandığı için biraz muzdaripmiş ki- karısını şikayet eder:
- Yav hocam, herkeş bir nefis daşıyor, şu bizim hanımları bir gün toplasañ
da hanı şu ġarı-ġocanıñ ilişkileriyle ilgili, ġarı-ġocanıñ birbirine haklarını
hukuklarını bir anlatsañ n’olur? Demiş, hoca da:
- Vallaha, ben de eyle düşünüyordum, eyi dediñ. Demiş. Kadınları camiye
toplamışlar; hoca, Kur’anı açmış önüne, ayetler okuyormuş. Karı-koca haklarından
bahsediyormuş. Söz sırası gelmiş, cinsel hayattan bahis açılmış; hoca, örnekler vermiş:
- Peygamber efendimiziñ eşleri, peygamberimiziñ bu konuda bir dediğini
iki etmezlerdi; İslam’da, koca hakkı çok keskin bir emirdir, siziñ asli göreviñiz
budur; yemek yapmak, doğum yapmak, çocuğa bakmak, ortalığı silip süpürmek
siziñ asli vazifeñiz değil. Siz eşinizin bir dediğini iki etmeyeceksiñiz. Deyince,
yukarıda, üst eyvanda, teze bir gelin oturuyormuş; “pıh” diye gülmüş. Hoca,
sinirlenmiş tabi:
- “Pıh”ını ne yapıyım, ben mi diyom kitap diyor. Demiş.
(Bazı din adamlarının ya da dindar görünen insanların kendi kişisel
doyumlarına dini alet edebilecekleri düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
43. Öyleyse Azizallah (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sivas’ın Bezirci mahallesinde oturan Ġaslılardan yaşlı bir adam, evinde oturmuş
dinleniyormuş. O arada akşam ezanı okunmaya başlamış. İhtiyar, torununa seslenmiş:
- Hele oğlum! Get, bah ula; nereniñ ezeni ohunir?
Çocuk çıhmış, bahmış, dönüp gelmiş:
- Ġarşı mehleniñ ohunir dede! Demiş.
157
“Eh!” demiş; dede, umursamaz bir tavırla. Eskiden ezan hep bir arada
okunmazdı, her mahallenin ezanı, ayrı ayrı okunurdu. Biraz sonra bir ezan daha
başlamış. Dede gene toruna seslenmiş:
- Hele bir daha bah ula, nereniñ ezeni ohunir? Demişçocuh gelmiş:
- Ġavur mehlesiniñ ezeni ohunir dede! Demiş. Dede, gene “eh!” demiş,
heç aldırmamış. Biraz sonra bir başka ezan sesi gelince:
- Bir daha bah ula! Diye bağırmış çocuğa, çocuk bu defa:
- Dede, bizim mehleniñ ezeni ohunir! Deyince, dede:
- E! Eleyse ezizallaah! Demiş.
(İnatçılığın dini hassasiyetlerin bile üstüne çıkabileceğini ifade etmek için
anlatılır.)
44. Yatıñ Yatıñ Ġahıñ (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Şarkışla’nın Alevi köylerinden Başağaç Köyü’ne Sünni bir öğretmen
atanmış. Öğretmen, Sünni olduğu için, dini konularda ahkam kesmiş, esmiş,
yağmış... Derken, bir nisan ayında falan, velhasıl bir bahar ayında işte, köyde bir
cenaze varmış. O zaman, o köydeki cenazeleri karşıki Sünni köyün imamı
kıldırırmış. Başağaç’tan iki kişi, karşı köye imamı almaya gitmişler ama köylüler:
“İmam Sivas’a getti.” demişler. İmam yok! “Eee ne yapalım, ne yapalım?..” derken
imam getirmeye giden iki kişiden biri:
- La bizim Yezit106 hoca altı ay ġış boyunca ahkam kesti, ġafamızı şişirdi.
O cenaze ġıldırmayı bilir; gidek, oña söyliyek, gelsin cenazeyi ġıldırsıñ. Demiş;
dönüp köye gelmiş, öğretmenin kapısını çalmışlar. Kapıyı öğretmenin hanımı açmış:
- Buyrun Haydar Efendi, Ali Efendi buyrun! Demiş, adamlar:
- Bacı bizim Üsüyün Ağa rahmetlik oldu da onuñ cenazesi ġıldırılacah.
Ġarşı köyüñ imamı Sivas’a getmiş, Acep hocam ġıldırabilir mi ola? Deyince,
öğretmen konuşulanları duymuş, içerden seslenmiş:
- Tamam ġardaş ben ġıldırırrım siz gediñ abdestiñizi alıñ ben geliyom,
demiş. Adamlar gidince karısı öğretmene kızmış:
- La herif ġurban oluyum sen heç namaz gıldıñ mı da cenaze namazı
ġıldıracaan? Demiş, öğretmen:
106 Yezit Kerbelâ hadisesinde Hz Hüseyin’i şehit eden Emevi Halifesinin adıdır. Sivas’ta halk arasında Aleviler tarafından Sünnilere Yezit denilir. Ancak bu tarihie kanlı gözyaşı döktürmüş olayı hiçbir Sünninin tasvip etmesi mümkün değildir ve hiçbir Sünni Yezit’i sevmez.
158
- Sen merak etme ġıldıramıyacah ne var? Demiş, abdestini alıp çıkmış, varmış
musallanın başına. Millet dizilmiş, saf tutmuş onu bekliyor tabii. Cemaate dönmüş:
- Ölen er kişiye niyet edip baña uyacahsıñız, Haydi bahalım Allahu ekber!
demiş, tekbiri alıp elini bağlamış, sübhanekeyi okuyup euzü besmele çekmiş ammā
Fatiha, dışardan mı ohunacaktı, içerden mi okunacaktı hatırlayamamış İlk defa
namaz kıldırdığı için kendi kendine: “Oğlum hoca, sen bildiğiñ gibi ġıldır, neñe
lazım?” deyip devam emiş. Ammā, kendini kaptırmış bir Fatiha okumuş, dağ taş
inilemiş. Fatihanın arkasına bir zammı sure koşmuş amma bu defa da aklına başka
bir şüphe gelmiş: “Lan, bu yatılacah mıydııı, ayahda mı gılınacahdı?” Gene kendi
kendine: “Lan yavrum hoca, sen gine bildiğiñden şaşma” demiş, cemaati dört rekat
yatırmış, yatırmış, kaldırmış. Namaz bitip selam verince, millet musallaya doğru
yürümüş, öğretmen oradan bir an evvel kaçayım derdinde tabii. Kenara çıkmış, biri
gelip koluna girmiş:
- Hoca hoca baña bah! Bilmiyor belleme, ya ġarşı köyüñ Yezid imamı bize
yānış ġıldırıyordu ya sen yānış ġıldırdıñ, deyince o zaman öğretmenin kafası “Çaat!”
etmiş, anlamış ki cenaze namazında yatılmayacaktı ama hiç bozuntuya vermeden sormuş:
- Niye?
Adam cevap vermiş:
- Valla o heç yatırmıyordu; bizi, Mevlana gibi sağa sola dönderip
duruyordu, demiş. Öğretmen hiç bozuntuya vermemiş:
- Bah Haydar Ağa! Ortalıh çamır olur, çaylah olur, çepellik olur, ġar olur
ayahda ġılañ. Amma bah ne guzel bahar ayı, diz boyu çayır çimen… Ne var ki yatıñ
yatıñ ġahıñ yav! Demiş.
(İnsanların bilmediği işlere kalkıştıkları zaman çok zor durumlara
düşebileceklerini ve eğer her durumda verebilecek cevapları yoksa insanların kafasında
soru işareti bırakacak şeyler yapmamaları gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
45. Ġırmızıyı Gördüm de… (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Şarkışla’da cumartesi günleri mal pazarı olur. Koyun, kuzu, inek, dana ne
varsa getirilip satılır. Büyük Yüreğil Köyü’nden bir genç de mallarını traktöre
yüklemiş, Şarkışla’ya pazara götürüyormuş. Şarkışla’nın tren istasyonundan dönüşte
bir zaman ışıklar vardı eskiden. Yüreğilli; pazara geç kaldım diye, hızla, bu
ışıklardan dönmüş, oradan kırmızıyı vurup geçmiş. O arada da bir trafik polisi denk
gelmiş “Vuuuunnnnn!” diye siren çararak gelip durmuş önüne:
159
- Dur! Çıhar bahıyım ehliyeti ruhsatı.
Delikanlı, çıkarıp uzatmış, polis sormuş, bu cevaplamış:
- Neriye gidiyoñ?
- Ābi bazara yetişeceeem, canıña ġurban oluyum, bazar dağılacah şu
malları satıyım da ne diyecēseñ ondan sōna de.
- Bazara yetişecēñ amma bah ġırmızı ışıh yanıyor; basdıñ geçdiñ, ġırmızıyı
gormediñ mi, niye durmadıñ?
- Abi vallaha ġırmızıyı gordüm de seni gormedim.
(İnsanların vicdanlarında kural sahibi olmaları gerektiğini yoksa
kuralların sahiplerinin denetimi olmadan işlemeyeceğini ifade etmek için anlatılır.)
46. Acer Ceket (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sultan Köyünden biri Hacı Murat107 almış. Ehliyet de yok ya, yine de hevesle
binmiş arabaya, yanına da arkadaşını almış; inmiş, o, Çavdı Dağı’ndan aşağı Şarkışla’ya
doğru, basmış gaza giderken, bir yerde trafik şüphelenmiş, gelmiş durdurmuş:
- Dur! Ehliyet ruhsat?
Bizimki ceketinin ceplerine vurarak aranıyormuş:
- Valla ābi acer cekedimiñ cebinde unutmussum. Zabānan, erken
çıhdıydım. Deyince, polis demiş ki:
- Ver bahıyım şu eski ceketten bir on kaaat!
(İnsanın yalnızca kendisinin akıllı olduğunu düşündüğü zaman karşısına
kendisinden daha zeki insanlar çıktığında komik durumlara düşebileceğini ifade
etmek için anlatılan bir fıkradır.)
47. Tren Bekliyom Desem (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sivas’ta demiryolunuñ kenarında lojmanlar vardır. Lojmanlarda tren gelip
geçtikçe evler oynar, nerdeyse zelzele olmuş gibi sallanır zaten. Orda çalışan işciniñ
biri ne ġadar uzun zamandır orda oturuyorsa, artıh mobilyaları eyice eskimiş, tahır
tuhur oynar olmuş. Ġadının eşi, yola getmiş. Her zaman ailecek gedip geldiği öbür
gomşusuna getmiş, gadın, demiş ki:
- İsmayıl Abi yaa! Bizim mobilyalar sede haşat oldu yaa! Hele ġar dolabı
ġapıyı açtım mı elimde ġalıyor. Şuña bir bah, demiş. Adam:
- Olur bacı, demiş. Nerde, Memmed Abi nerde? Diye sormuş, ġadın:
107 Murat 124 otomobile halk arasında verilen ad.
160
- Yola getti, demiş. Adam:
- Tamam bahıyım geliyom, demiş. Adam, içeri girmiş dolabıñ orasını
burasını ġurdalarken denk gele ki Memmed Ağa da trenden gelmiş. Adam:
- Bacı, demiş; tamam artıh yaptım, gapı falan oynamıyor, ġadın:
- Abi oynamıyor da tren geçince gine oynar bu, demiş. Adam:
- E neydek? Demiş, ġadın:
- İki dakga (dakika) sonra tren geçecek, dolabıñ içine girseñ de oynıyan
yerleri ordan tornavidaynan sıhsañ, demiş.
- Olur, demiş adam; dolabın içine girmiş bu,.o sırada ġapının zili çalmış.
Memmed Ağa elinde siyah demiryolcu çantasıynan girmiş içeri. Bahmış ki ġapınıñ
önünde bir erkek ayakkabısı. Sormuş:
- Gız bu ne? Kim var içerde? Demiş, ġadın:
- Bizim işte İsmayıl Abi burada! Demiş.
- Nerde?
- Aha dolapda! Demiş, açmış dolabı.
- La sen ne arıyoñ la burda! Deyinci, demiş ki:
- Vallaha ġardaş tren bekliyom desem, inanmıyacāñ, demiş.
(İnsanın gördüğü her şeyi gördüğü gibi değil de farklı olabileceğini de
düşünerek yorumlaması gerektiğini yoksa hem kendisini hem de başkalarını mutsuz
edecek durumlara sebebiyet verebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
48. Ocağı Batsıñ (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Köyün birinde, bir adam, apar topar telaşla camiye girmiş. Kafası dalgın tabi.
Ya sürekçi taksidini ödememiş veya sürekçi yarın gelecek de para yoh. Eskiden,
öküzleri sürekçiler dağıtırdı köylere. Neyse, adam bahmış ki millet namazda. Hiç boş
yok. Ġılıyor da millet ne ġılıyor acaba? Hemen yanındakine sormuş:
- Farz mı sünnet mi?
Herif namazda tabii ne ġonuşacah? Adam bahmış, bahmış hiç ses yoh.
Niyet etmiş, safa durmuş:
- Allah gareziñ ocağını batırsıñ. Niyet ettim sünnete; Allahu Ekber!
(Kişi başkalarından beklediği şey gerçekleşmese bile kendisinin yapması
gerekeni yapmalı, başkalarının kendisine yardım etmesini beklememelidir. Eğer
beklerse, beklentisi gerçekleşmeyebilir düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
161
49. İbeç Demek Tapu Demek (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Şarkışla’nın Döllük Köyü’nde İbeç adında biri varmış. Çok otoriter bir
adammış. Gider, çoğunun elinden tarlasını basar alırmış. Gene gitmiş, birisiniñ
tarlasına el ġoymuş, adam gitmiş mahkemeye vermiş. İbecinen güreşilir mi?
Döğüşülür mü? Çıhmışlar hakimin ġarşısına. Hakim, mahkemeye verene demiş ki:
- Oğlum, ne diyoñ, ne istiyoñ sen?
Adam:
- Valla hakim bey! Bu geldi, benim tarlamı zorunan elimden aldı.
Hakim sormuş:
- Tapu?..
Adam cevap vermiş:
- Hakim Bey ne tapusu? Bu tarla, benim beş yüz yıllık sülalemin ekip
biçtiği tarla.
Hakim bu defa dönmüş İbec’e:
- Ne diyoñ İbec Efendi?
- Yalan söylüyor, hakim bey.Deyince, Hakim:
- Peki, seniñ tapu? Diye sormuş. İbeç, cevabı yapıştırmış:
- Hakim bey ne tapusu?.. İbeç demek, tapu demek! Demiş.
(Bazı yörelerde bazı insanların söylediği kanundur. Bunu orada
yaşayanlar kabullenmezse başları derde girer düşüncesini ifade etmek için
anlatılır.)
50. Tummadan Tummıya Fark Var (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Döllük’te ekin mevsimi ramazan ayına rast gelmiş. Ramazanın da tam
ortası. İki ġardaş108 tırpanla girmişler tarlanıñ ortasına, yanıyor millet… Köyde,
Guzuağıl denen yerde, büyük bir göze var. “Gidek, ordaki puñarda serinliyek”
demişler. Gitmişler, ġardaşıñ biri uyanık… Ġafayı suya gömüyormuş, içiyormuş,
içiyormuş, “Oooooh” diyormuş; üstüne başına da döküyormuş, “Rahatladım!”
diyormuş. Öteki biraz safça olanı da ġafayı suya sohuyormuş, oraya sallıyormuş,
buraya sallıyormuş, üstüne başına su döküyormuş, olmuyormuş.
108 Aynı fıkrayı anlatan Fevzi Kılıçer İki kardeş yerine Bektaşi ile imam tiplerini yerleştirmiştir: Bekdâşiynen hoca ramazanda gole girmişler. Bekdāşi tumuyor, çıhıyor, “Ferahladım ooooh!” diyormuş. Hoca, “Sen nasıl ferahlıyoñ ben heç ferahlıyamıyom la” deyinci, Bekdāşli demiş ki: Ġardaş, tummadan tummıya fark var.” demiş.
162
- La ġardaş ben senin gibi heç rahatlıyamıyom la. Sen nasıl rahatlıyoñ?
Deyince, öbürü:
- Tummadan tummıya fark var ġardaş, diyormuş.
(Saflık ve temizlikle kurnazlık arasındaki farkın ifadesini belirtmek için
anlatılır.)
51. Sende Suç Yok ki (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Bektaşi geziyormuş. Bu arada kendi köylüleri, yakın köylüleri de bir
kalabalıkla bir yere gidiyormuş. Bizimki de akşamdan kalma biraz. Hiçbir şeyden
haberi yok tabii.
- Millet, nere gidiyorsunuz? Diye sormuş.
- Valla yağmur duasına çıhacıyıh, sen de gel, demişler.
- Eyiii geliyim, demiş, yolda giderken kendi tarlasının yanından geçerken:
- Yarabbi bura da bu āciz guluyuñ tarlası, demiş; tarlaya elindeki deyneği
çakmış. Gitmişler, kurbanlar kesilmiş, pilavlar pişirilmiş, dualar edilmiş,
yemeklerini yemişler; tam dönecekleri zaman, şakır şakır bardaktan boşanır gibi bir
yağmur başlamış. Sel seli götürüyormuş. Sevinerek, oynaya, zıplaya köye doğru
gelirlerken, Bektaşi bir de bakmış ki sırf kendi tarlasına bir dolu yağmış, bir dolu
yağmış ki her bir tanesi, bir yumruk gibi. Bütün kelleler haşat olmuş. Hasır gibi
serilmiş yere. Elini yukarı kaldırmış, demiş ki:
- Ben saña ne deyim, bi şey demiyom, sende suç yok ki saña bu tarlanıñ
yerini gösteren pezevenkte suç!
(Herkesi değil de yalnızca kendini düşünen insanların başına kötü şeylerin
gelebileceği düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
52. İş İddaya Bindi (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Bektaşi, ramazan ayınıñ içinde, bir köyde ġalaycılıh yapıyormuş. İşleri
bitmiş, tam göçü yükleyeyim toparlayayım diyene ġadar iftar vakti geçmiş. Yatsı
ezanı ohunmaya başlamış. Caminin önünden geçerken bir de bahmış ki millet
teravih kılıyor. Ġarısına uşağına demiş ki:
- Siz şeyle biraz arabanıñ içinde duruñ da biz şu adamlarınan ekmek yedik,
aş içtik, hem bir helallaşıyım hem de iki rekat namaz ġılıyım içerde, ayıp olmasın.
İçeri girmiş, milletin yanına namaza durmuş, iki kılmış, dört kılmış, sekiz,
on, onbeş… derken bahmış ki sonu yok. Hemen selam vermiş, geri dışarı çıhmış.
Ġarısına uşağına demiş ki:
163
- Bu yezitler benim geldiğimi gördü işi iddaya bindirdi, siz yavaş yavaş
gediñ ben ardıñızdan yetişirim
(Mezhepsel çatışmaların ifadesindeki inatçılık olgusunu ifade etmek için
anlatılan bir fıkradır.)
53. Körpüde Bohu Yedik (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Ġarslınıñ birine demişler ki:
- Seniñ şu şom ağzıñ bir Türkçeyi öğrenemedi, çoh ġaba ġonuşuyoñ
Ġarslı da demiş ki:
- Ne eyi örgenemedi? En eyi, en kibar Türhçeyi Ġarslılar ġonuşir.
“Nasıl ġonuşur, ġonuşmaz…” derken Ġarslıyı imtihan etmeye karar
vermişler. Ġarslıya sormuşlar, Ġarslı cevaplamış:
- Toprah de bahıyım.
- Toprah.
- Yaprah de bahıyım.
- Yaprah.
- Köprü de bahıyım.
- Körpü.
- Gördün mü bah köprü de şaşırdın işte!
Deyince, Karslı onaylamış:
- Ġardaş doğru deyirsen, yarpağı dorğu dedih, torpağı dorğu dedih de körpü
de bohu yedih.
(Herkesin doğrusu kendinedir, düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
54. Ġuyruğu Bırahıyom (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Bektaşi’niñ birisi, odun kesmeye gitmiş. Odunları güzelce kesmiş, eşeğe
yüklemiş, tam döneceği zaman, bir de bahmış ki geçeceği yer, dar bir ara. Eşek
boşken bile zor geçmiş oradan. Aksilik bu ya, bir de yağmur bastırmış… “Lan ben
bu eşşeği düşürmeden bu aradan hemen geçiriyim” demeye ġalmamış ki dar aradan
eşekle yükü beraber sığmayınca; eşek, uçuruma doğru sallanmış. Bektaşi, son anda
eşeğin ġuyruğundan yakalamış. Eşek tartıyor, ayağının altına su geldikçe Bektaşi
ġayıyormuş. Nihayet, eşek yavaş yavaş elinden ġaymaya başlamış. Bektaşi içinden:
“Bu iş beyle olmıyacah” demiş, başlamış yalvarmaya:
- Ey Ġırhlar yetişiñ! Erenler yetişiñ! Yā Ali yetiş!
164
Yok! Ne gelen vār ne giden… Bektaşi’nin dizinde derman ġalmamış.
Ondan sonra seslenmiş:
- Ey Ġırhlar, Yediler, erenler, pirler geldiyseñiz kenara çekiliñ! Ġuyruğu
bırahıyom, haberiñiz olsun!
(İnançlarıyla ilgili hayal kırıklığına uğrayan kişinin bile yine de
inancındaki ısrarını sürdürdüğünü ifade temek için anlatılır.)
55. Ben Ġuyruğu Bırahsam (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Bektaşi’ni biri bir arhadaşıyla oduna gitmiş. Dolanırken, iniñ birinden bir
enik sesi duymuşlar. “La bu nedir, ne değildir?” diye arkadaşı merak etmiş. Bektaşi,
arhadaşını uyarmış:
- Yav bırah ġardaş, şindi başımızı belaya sohma, ayı mı ġurt mu, dilki mi,
ġuş mu ne bilek biz?
Amma merak bu ya, arhadaşı lafa gitmez, varmış deliğin ağzına girmiş.
Bektaşi’ye dönüp “Herhalda, bunlar ġurt eniği” demeye ġalmamış ki dişi ġurt,
oralarda dolaşıyormuş, deliğe birden bire adamın peşinden ġurt da girmiş. Bektaşi,
ġurt içeri girerken arhasından ġuyruğunu yahalamış. İniñ ağzında bir patırtı, bir
çatırtı; sesler birbirine ġarışmış derken; ġurt cırmaladıhca (tırmaladıkça), toz duman,
içeri ġarma ġarışıh olmuş. Arhadaşı içerden Bektaşi’ye bağırıyormuş:
- La bu ne ġadar toz duman? Yav sen neydiyoñ orda?
Bektaşi dayanamamış, bağırmış:
- Ben ġuyruğu bir bırahsam da sen o zaman görseñ tozu dumanı!
(Kişilerin görmedikleri tehlikeler karşısında aymaz ve korkusuz olabileceğini
ama bu durumun çok büyük riskler yaratabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
56. Daha Çoh Artıracah (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Bektaşi’nin biri bir gemiye binmiş yolculuk ediyormuş. Bektaşilerin ġarnı
doysun, üstü de örtük olsun onlara yeter. Gani gönüllü insanlardır onlar. Azla yetinmeyi
bilirler. Hani “Bir lokma bir hırka”109 derler ya öyle. İşte bizim Bektaşi’niñ de parası
yok tabii, gemiye de rica minnet binmiş. Yanında da kaftanından, sarığından,
kürkünden müthiş zengin olduğu belli bir adam var. Gemi de çok büyük olmayan
küçük bir gemi olacak ki denizin tam ortasında bir fırtına çıhınca, beşik gibi sallanmaya
109 Bektaşilikte tasavvufi geleneğin isimleriyle müsemma Hacı Bektaş Veli’den günümüze sürdüğü bilinmektedir. Bu bakımdan tasavvuf felsefesinde yer alan “bir lokma bir hırka” anlayışının bazen Bektaşi dervişlerle özdeşleştirilmesi Türkiye’nin her yanında olduğu gibi Sivas’ta da yaygındır.
165
başlamış. Dalgalar, şap şup geminin içine çarpıp doluyormuş. Tayfalar, oraya buraya
ġoşup suyu boşaltmaya çalışıyorlarmış ama nafile. Derken, Bektaşi de oturmuş bir
kenarda olanları sakin sakin izliyormuş. Zengin adamda bir telaş, bir can korkusu… Bir
o yana, bir bu yana amaçsızca koşup duruyormuş. Bektaşi, bu arada hem herkesi
dinliyor hem de izliyormuş. Zengin dua etmeye başlamış:
- Yarabbi! n’ōlur beni burdan sağ selāmet ġurtar, hayrıma beş altın bağışlayacağım.
Bektaşi, kimseye hiç bir şey demiyor, olanlara ġarışmıyormuş. Fırtına
arttıkça, zengin adam, altın sayısını ona çıharmış, elliye, yüze, bine… Ne hikmetse,
altın sayısı arttıkça fırtınanın şiddeti de artıyormuş. En nihayet, Bektaşi
dayanamayıp ellerini yukarı ġaldırmış:
- Yarabbi! Görüyüm seni, ben saña güveniyom; bu pezevenk, daha çoh
artıracah, demiş.
(İnsanların zor durumlarda Allah’a sığınıp daha sonra Allah’ı
unutmalarını ifade etmek ve Bektaşi inancındaki içtenliği ifade etmek için anlatılır.)
57. Çobanlığı da Ayağa Düşürdüler (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Şarġışla’nın Büyük Yüreğil Köyü’nden bir mahalli sanatçımız Y…..’iñ
rahmetli babası, çobanlıh yaparmış. Bu adam, davara gider gelir, ġarısı adama hiç
iyi davranmaz, yüz vermezmiş. Y…..’le ağabeyi aralarında konuşurken, Y…..:
- Ābi, bunlar heç ġarı-ġoca olmuyor herhalda la. Heç bir araya gelmiyollar,
ellahamki. Ne o, onu seviyor ne de o, onu seviyor. Deyince ağabeyi ile arasında şu
konuşma geçmiş:
- La ġardaş, ben bunu dener öğrenirim la!
- Yav ābi sen manyah mısıñ? Nasıl deniyecēñ?
- La get ġoyunların kelağini getir, bah ben nasıl deniyom.
Y….., kelekleri getirmiş, ağabeyi kelekleri, babasının ġaryolasınıñ altına
bağlamış. Akşam olmuş, babaları gelmiş, anasıyla babası yatmışlar. Beş on dakika
geçmemiş ki kelekler cangır cungur ötmeye başlamış. Tabi bunlar dinliyorlarmış.
Babası, davar geliyor sanmış; davar çobanına ġızıyormuş:
- Şu eşşoğlu eşşşeğe bah yav! Bu saatde davar gelir mi lan koye? Yoh yoh
gayrı çobanlığı da ayağa düşürdüler
(İnsanların özel hayatlarını merak etmenin merak eden kişiyi utandıracak
durumlara düşürebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
166
58. Allah’ıñ Divanındasıñ (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sivas’ın Merkez, Gazi Bey Köyü’nde Hatip adında bir muhtar varmış. Bir
gün köyde cenaze varmış herhalde ki cuma namazından önce helva dağıtılmış. Hatip
de helvaya yetişememiş. Camiye gelmiş ki helva dağıtanlar, tepelerinde boş
leğenler, ġoltuhlarında boş bir sepetler dönmüş gidiyorlar.
- Ne oldu la, ne yaptınız? Diye sormuş, cevap vermişler:
- Vallah Hatip Abi sen geç ġaldıñ, Döndü Ebe’m için halva dağıttıh.
- Eee hanı bana?
- Valla ābi, heç ġalmadı. Bütün herkeş aldı; alan, camiye girdi. Demişler,
Hatip de “Eyi!..” demiş, gelmiş, caminin önüne oturmuş. Geç kalan cemaat, koşarak
caminin önüne gelince Hatip’e sormuşlar:
- Hatip ne oturuyoñ? Gelsene, namaz ġılmıyoñ mu? Camiye girmiyoñ mu?
- Siz giriñ, giriñ; ben, geliyom. Demiş, Hatip; millet, içeri girmiş, sünneti
ġılmışlar; hoca, farza durunca Hatip şapkayı çıkartmış, ters çevirmiş, safın yan
başından girmiş. Milletin ceplerinde helva dolu tabii. Elini helvayı almak için yan
taraftan sohuyormuş, helvayı alıp şapkanın içine ġoyuyormuş. Adamın biri,
cebinden helvanın gittiğini anlayınca kolunun yanıyla sıhdırmış. Hatip, elini
çekiyormuş, çıharamıyormuş. Sonunda dayanamayıp fısıldamış adamın kulağına:
- Kâfir, ġıpırdama Allah’ıñ divanındasıñ, halvayı malvayı unut!
(İnsanın din duygularıyla insani isteklerinin çatıştığı durumları ifade
etmek için anlatılır.)
59. “Ölümüz can’uçun halv’ettik/Datlıydı biz yedik” (KK: G.Kılıçer, D: BA)
Sanki sen bilmiyoñ mu ġı? Ġandil gecelerinde halva ediyoh ya İşte ġarınıñ
biri de ġandil gecesi gunü konşusuna Yasin ohumıya gidecāmiş. Evden çıhıyormuş,
geliniynen ġızına demiş ki:
- Ġoo! Demiş, ahşama ġalmadan ecik halva ediñ de ölümüzüñ can’uçun
ġonu ġonşuya dağıdah, demiş. Neyse ġonşuda Yasin’i ohumuşlar, ilkindi vahdı ġarı
dönmüş evüne gelmiş. Bahmış ki evde bir halva ġohusu var: “Eyi, demiş halvayı
etmişler” demiş amma mutlağa (mutfak) girmiş bahmış ki ortada havla malva yoh!
Halva tavası boş…
- Ġıız baba dutasıcalar ben size havla ediñ demedim mi giderken? Deyi
bağırıncı fuhare gelin bir sıçıramış, suçlanmış, pısmıış, bir ġıyıya çekilmiş, durmuş
amma ġız ecik yırtıhcaymış arsız beşiyimiş ( bir şeymiş), suçlarını söylemiş:
167
- Neydek ana! Ölümüz can’uçun halv’ettik, datlıydı biz yedik, demiş.
(İnsanların bazı durumlarda kendinden bekleneni değil de kendi istediğini
yapabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
60. Benim Başka Nerem Ağrıyordu? (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Sivaslı hanımlardan biri doktora gitmiş. Doktor, kadını muayene ettikten
sonra sormuş:
- Başka bir şikayetin, ağrıyan bir yerin var mı?
Kadın arkasına dönüp kızına soruyormuş:
- Ġızım benim başka nerem ağrıyordu ki?
(Kendi insiyatifini sevdiklerine emanet edecek kadar fedakâr Anadolu
kadını saflığını ifade etmek için anlatılır.)
61. Şunnara Ne Yedireciyik? (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Merkez Gazi Bey köyünde askeri radar vardır. 1956 yılında oranıñ temeli
atılmış. Temel atma merasimine askeri cemselerle binbaşılar, yüksek rütbeli subaylar,
köye gelmişler. Köyün yaşlılarından dedem Hasan Efendi, askerleri yemeğe davet etmiş:
- Ġomutanım, evle yemeğiñizi yeyiñ de, eyle gediñ, demiş.
Ġapınıñ önü, geniş harman; askerler, harmana sekiz on tane cemseyi
çekmiş, düzmüşler. İçerde yirmi beş otuz tane subay varmış, eratta onlarla birlikte
yemek yiyormuş. Hasan Efendi’niñ hanımını yani benim Ġamer Ebe’mi bir telaş
sarmış, dedeme diyormuş ki:
- Hasān ġurban oluyum gelele! Bu adamları doyurmah ġolay, ġolay da aha
şunlara ne yedireciyik, bunara saman mı yeter, kes mi yeter, ne yer bunnar? Diyerek,
cemseleri gösteriyormuş. Komutanlardan biri onun bu söylediklerine kulak misafiri
olmuş, gelmiş, Ġamer Ebe’miñ boynuna sarılmış, gözleri dolu dolu olmuş, şöyle demiş:
- Ana, siz böyle düşündüğüñüz sürece bu milletiñ başaramıyacağı hiçbir
şey yohdur. Telaş etme, biz onlarıñ ġarınlarını doyurduh, yemlerini verdik, suladıh,
onlar uyuyorlar şindi.
(Türk misafirperverliğinin ne kadar güç durumda olunursa olunsun her
yerde ve her ortamda devam ettiği düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
62. Diyordum da İnanmıyorduñ (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Ġarslı köylerinden birinden bir ġarı-ġoca sırtlarında halı hâbeleri, ellerinde
yumurta sepetleri Sivas’a gelmişler. O zaman da Aynalı Çarşı yeni yapılmıştı.
Otomatik kapı da yeni takılmış, gendi gendine açılıp kapanıyor.Vitrinlere bahınıp
168
gezerken, ġadın arkada adam önde, tam ġapının öñüne gelmişler, adam bir adım
atınca ġapı açılmış. Adam ürkmüş, bir adım geri çekilmiş: “Eşhedü ellâ ilahe
illallah” demiş. Dönmüş ġarısına seslenmiş “Gor ġocanı gor, ben saña erdi diyom da
sen inanmıyoñ” demiş.
(Anadolu köylüsünün teknolojiyi algılamada çektiği güçlüğü ifade etmek
için anlatılır.)
63. Bükdü müydü Susar (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Hacı Mahmut Dayı, Altınyayla’nın Menzere Köyü’ne ilk defa bir radyo
getirmiş. Mahmut Dayı’nın köyünde Döne Ġarı110 adıyla bilinen yaşlı bir anası
varmış. Neyse, Mahmut Dayı, radyoyu eve getirmiş, açmış; ahıra mal yemlemeye
gitmiş. Radyoda da “Yurttan Sesler” programı çıkmış. Döne Garı, söylenen türküleri
hayran hayran dinlerken birden ezan ohunmaya başlamış. Ezan nerdeyse bitecekmiş
ama ġadıncağız, bir türlü radyoyu ġapatmayı beceremiyormuş. Ezan bitmiş amma
bu sefer de namaz ġılacah, ġılamıyor. Radyonun önüne gelip yalvarmaya başlamış:
Yavrūm, ġuzūm, ġurban olduhlarım! Yorulduñuz, yoşuduñuz; ben,
namazımı ġılıyım gine söyleñ, ecik bir susuñ ne var?
Hacı Mahmut Dayı, içeri gelmiş ki anası radyoya yalvarıyor.
- O ne ana, nö:rüyoñ? Demiş.
Zavallı ġadın:
- Nö:rüyüm yavrum, beni diinemiyollar, susmuyollar ki şurda namazımı
gılıyım. Ne var, bir de sen, sus de; belki seni diineller.
- Dur ana dur, ben onları şindi sustururum. Aha şurda ġulağı var bükdü
müydü susallar.
(Anadolu köylüsünün teknolojiyi algılamada çektiği güçlüğü ifade etmek
için anlatılır.)
64. Ġaç Bir Araç Ters (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Almanya’da bir Türk işçisi; nasıl yaptıysa, şaşırmış, otobana ters girmiş.
Trafik oluk gibi, karşı taraf ışıktan kurtulmuş akıyor tabii. Almanya’da en ufak bir
kuralı ihlal etmek mümkün mü? Helikopter yukarıdan anons ediyormuş:
110 Sivas’ta yaşlı kadınlara lakap olarak söylenen ġarı (karı), sözcüğü unvan sıfatı görevinde kullanılır ve gençler için bu lakap kullanılmaz. Bu da bize, bu sözcüğün kadın anlamı taşımaktan ziyade yaşlı anlamını içeren arkaik bir sözcük olduğunu gösterir. Kendisine bu lakapla hitap edilen pek çok kadının kendi köylerinde ve çevre köylerde sınıkçı, ebe ve halk hekimi olarak veya geleneğin başka unsurlarıyla taşıyıcısı olarak tanındığını gözlemledik.
169
- Otobanda ters yönde seyreden bir araç var! Otoyolda bir araç ters yönde
seyrediyor!..
Bizim Türk de duymuş anonsu. Kendi kendine söyleniyormuş:
- Hey yavrum, ahlına yandığımıñ ġavuru! Ġaç bir araç ters! Diyormuş.
(Farklı kültürlerden farklı coğrafyalara göçen insanların yaşadığı uyum
güçlüğünü ifade etmek için anlatılır.)
65. Bugüne Kadar Niye Çağırmıyordu? (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Adamıñ biri hacca gitmeye niyetlenirmiş. Bu adamın üç tane de oğlu
varmış. Köydeki bütün emsalleri hacca gitmiş, bir bu adam gidememiş. Bu yüzden
bu adamcağız mahcup ġalmış. Çocukları bir gün toplanmış demişler ki:
- Ölüm bizim için, ne olur ne olmaz, biz bu senelerde babamızı hacca
gönderek.
Gitmiş babalarına söylemişler, adam “Yok gitmeyeceğim” demiş. Aile
reisliği ġolay değil, evin ekonomik şartlarını düşünmüş. Ertesi sene söylemişler gene
“Gitmeyeceğim.” demiş. Çocukları bahmışlar ki olmayacak:
- Biz böyle gönderemeyeceğiz bu adamı, elimizde üç beş ġuruş para varken
bunu göndermeniñ bir yolunu yordamını bulah, demişler ve bir plan hazırlamışlar.
Küçük kardeşlerine:
- Oğlum, sen bir gün babamız çit sürerken çalınıñ dibine sahlan ‘Ahmet
Ağa hacca get! Ahmet Ağa hacca get!’ deyi bağır demişler ya, dediklerini kendileri
de unutmuşlar. Bir gün küçük oğlan, babası çift sürereken, bir çalının dibinde,
kuytudan “Ahmet Ağa hacca get! Ahmet Ağa hacca get!” diye bağırmış. Ahmet
Ağa, çifti çubuğu bırahmış ġoşarak eve gelmiş. Ġarısına “Beni çağırdılar, ben yarın
hacca gediyom” demiş. O gün de ortanca oğlan, babam nasılsa hacca gitmeyi kabul
etmiyor diye düşünerekten hac parasıyla Şarkışla pazarından mal almış. Ahşam
olmuş, adam uşağını başına toplamış, “Oğlum ben yarın hacca gidiyorum.” demiş.
Ortanca oğlan:
- Baba hanı getmiyorduñ? Sen getmiyoñ deyi biz parayı götürdük, inek
dana aldıh. Demeye ġalmamış, Adam:
- Beni ilgilendirmez, aldıysañız geri satıñ! Demiş, “Baba, nasıl satah? Zarar
ederik!” dedilerse de adam haber anlamamış. “Baba getmiye razı değildin, ne oldu?”
diye çocukları sorunca Ahmet Ağa cevap vermiş:
170
- Oğlum tarlada çit sürerken beni ‘”Ahmet Ağa hacca get! Ahmet Ağa
hacca get!’ deyi çağırdılar. Çocukları:
- La baba seni çağıran ġüççük oğlanıdı, biz mahsus sen hacca gidesin deyi
yapıyorduh. Deyince, adam ġızmış:
- Ulan eşşoğlueşşekler, bu güne ġader ġüççük oğlan beni niye çağırmıyordu
da bu gün çağırdı lan? Yarın gediyorum! Demiş.
(İnsanların yaptıkları planların her zaman istedikleri sonucu
vermeyebileceği düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
66. Dağıldı Gitti (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Köylerden biriniñ öğretmeni duymuş ki köye müfettiş gelecek. Sınıfında da
bedence oldukça babayiğit fakat zekaca eğitilebilir düzeyde Ahmet adında bir çocuk
varmış. “Müfettiş gelince; bu, dambul dumbul gonuşur, lafınıñ arhası önü yok, nasıl
etsem acaba?” diye düşünmüş. Sonunda, ġapının önüne gözü açık öğrencilerden
birini nöbetçi dikmiş:
- Oğlum, müfettişiñ cipi virajı döndü mü haber ver. Demiş; çocuk, haber
verir vermez. Ahmet’i yanına çağırmış
- Ahmet, oğlum! Şu ıbrığı al yuhardaki puñardan Müfettiş Bey’e soğuk su
getir amma acele etme yavaş yavaş get gel! Demiş demesine de o, müfettiş gidene
ġadar çocuk gelmesin istiyormuş ama Ahmet, müfettiş soğuk su içsin diye bir
solukta ġoşa ġoşa gitmiş suyu alıp müfettiş derste öğrencilerle ġonuşurken çat ġapı
gelmiş. Müfettiş, öğretmene onun kim olduğunu sorunca öğretmen de
“Öğrencimiz!” diye cevap vermiş. Müfettiş çocuğa oturmasını söylemiş. Çocuk
otururken küfürle karışık argo bir şeyler söyleyince müfettiş köpürmüş. Öğretmen
açıklamaya çalışmış:
- Hocam o çocuk biraz özürlü, siz onun kusuruna bakmayın. Deyince
müfettiş daha da köpürmüş:
- Ne münasebet özürlü hocam! Rapor tuttunuz mu, bu konuyla ilgili
tutanaklarınız var mı?
Köy yeri küçük yer tabii, kimse dağ gibi babayiğide zeka özürlü dedirmez.
Dedirse bile, resmi yazışmalar aylar sürer. Çocuğun bir şey öğreneceği varsa da
öğrenemez..Öğretmen böyle bir durumda halden anlaması gereken müfettişin
amansızlığı karşısında Ahmet’i çağırır, parmakları bitişik olarak bir elini gösterir:
- Oğlum Ahmet bu ġaç?
171
- Beş
Parmaklarının arasını açarak tekrar aynı elini gösterir:
- Ahmet bu ġaç?
- Ben ne biliyim örtmenim dağıldı getti.
Öğretmen Ahmet’i işaraet ederek müfettişe döner:
- Ben rapor mapor bilmem hocam aha saña rapor.
(İnsanlara bazı görevleri yüklerken onların hangi şartlar altında bu görevi
yerine getireceklerini de göz önünde bulundurmak gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
67. Birinden Biri Bohu Yiyecek (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Adamıñ biriniñ iki ġızı varmış. Ġızlarını evermişler, ikisinin de düğünü
olmuş, Aradan biraz zaman geçince ġarısı adama demiş ki:
- Herif, biz bu ġızları attıh bir dağıñ başına, sen delimisiñ? Get şu ġızların
halını durumunu bir sor. Sen nasıl babasıñ? Demiş. Adam da:
- Avrat! Madem eyleyse, biraz börekten çörekten nevale hazırla da
giderken götürüyüm. Demiş; neyse, almış nevalesini, varmış kızının birinin yanına.
Sarım gürüm hoş beşten sonra:
- Ġızım durumuñuz vaziyetiñiz nasıl? Halıñız vahtıñız yerinde mi? Diye
sormuş. Kız da:
- Baba Allah’a çok şükür eyiyik hasıh da yalnız enişteñ biraz borçlu. Bu
sene buğday ekdik, eyce de buğday ekdik Allah nasip eder de eyi bir yağmur olursa
buğdayı satıp borcunu ödedik miydi biz ġutulduh. Başka bir derdimiz yoh, demiş.
Adam:
- Eyi ġızım Allah işiñizi rast getirsin, demiş, kalkmış, öteki kızının yanına
gitmiş. Hoş beşten sonra adam gene sormuş:
- Ġızım, durumuñuz vaziyetiñiz nasıl?
Kız:
- Valla baba, enişteñ biraz borçlu. Bu sene pamuh ekdi. Eğer Allah rahmet
vermez de yağmur yağmazsa, pamuklar da eyce açılırsa satıp borcumuzu
ödüyeciyik, demiş.
Adam da:
- Eyi ġızım Allah işiñizi rast getirsin, demiş, gelmiş evine. Karısı sormuş:
- Herif ġızlarıñ durumu nasıl?
Adam:
172
- Valla hanım, ikisi de çoh eyi, çoh çoh selamları var yalıñız bu sene
birinden biri bohu yiyecek amma hangisi bilemem, o da ġadere, demiş.
(Her iyilik bir arada olmaz düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
68. Yalam Yalam Yaladı (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Köyüñ birinde saf bir ġızı nişanlamışlar. Saf derken art niyetsiz, başına
gelene boyun eğen anlamında yani. Nişanlısı onu görmeye gelmiş. O gece de
onlarda ġalmış. Ertesi sabah oğlan gittikten sonra çeşme başında yaşlı, biraz da
kurnaz ġadınlar soruyormuş:
- Ġız nişanlıñ nasıldı?
- Eyiydi…
- Yoh yoh, duyduğumuza göre saña bek soğuhmuş, arañız küsümüş, falan
diyerek önünden ġaçmışlar. Kız dayanamamış, dökmüş sırlarını:
- Anam sen ne diyoñ yā! Ne küsü, ne soğuğu? Zabaha ġadar yalam yalam yaladı.
(Düşünü söylerken oynaşını söylemek deyiminde kimlik bulan saflıkla yaptığı
yanlışları ortaya döken insanların düştüğü durumu ifade etmek için anlatılır.)
69. Öksüz Oñdum Demiş (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
“İki tane arhadaştan biri ötekine devamlı tahakküm edermiş, hep onu
yönetmek istermiş. Öteki, bir gün ahlından geçirdiklerini sesli sesli söylemiş. Neyse bu:
- Nasıl etsem de ben bunu alt etsem, deyi söylenirken; şeytan, köşeden
ġafasını uzatmış:
- Ben öldüm mü? Deyi bağırmış.”
(Bu fıkra, sürekli işi rast gitmeyen`insanların başına mutlu bir hadiseden sonra
bir talihsizlik geldiğinde ve bir insanı talihsizlik yakaladı mı yakasını bir daha bırakmaz
düşüncesini ifade etmek için anlatılır. Aynı fıkra, bir atasözü biçiminde kısaltılmış şekliyle
söylenir: “Öksüz ‘Ondum’ demiş de şeytan, ‘Ben nerdeydim?’ demiş.”
70. O Az Oluyor (KK: B.Güzeldağ, D: BA)
Yörük Türkmen kültüründe gelinler yüksek sesle ġonuşmazlar. Gelinlik
ederler. Küçük yaştaki ġayınlarının yanında bile konuşmazlar. Sivas’ta bir eve yeni
gelin gelmiş. Gariban konuşamadığı gibi herkesle beraber sofraya da oturamıyor
tabi. Çünkü törelere aykırı, oturamaz yani. Ġaynana demiş ki:
- Geliniñkini şeyle bir kenara bölüñ de o da sōna yesiñ, demiş. Gelin de
şöyle kenardan bahıyormuş. Bahmış ki yemekden onuñ payına çoh az bölmüşler, o
173
da demek ki çok acıkmış olacak ki bölen görümcesi miymiş artıh kim ise, onu
dürtükleyip kenardan kısık sesle ona diyormuş ki:
- Gooo! Onu kime bölüyorsañız; o, az oluyor.
(Sen kendin için bir şeyler yapmazsan başkalarından beklediğin iyilik seni
tatmin etmeyebilir düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
71. Gine de Deyirler ki… (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġarslınıñ birine “Ġarslılar çoh ġaba, Türkçeyi adam gibi
ġonuşamyollar.”.demişler. Bunuñ üzerine Ġarslı cevap vermiş:
- Türhler deyirler ki soba, biz deyirik ki söbe, gine de deyirler ki Ġarslılar ġabe.
(Her grubun her konuda kendi uygulamalarını beğeneceği düşüncesini
ifade etmek için anlatılır.)
72. Ne Bir Bilir /Ne Bir Bilene Danışır (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Adamıñ birinin babası ölmüş, çoh cazı bir de anası varımış. Oğlu neyitse (ne
yapasa) bu ġarınıñ gōğnünü edemiyormuş. Sırtında dohuz kere haca gotürmüş, gine de
anasına yaranamıyormuş. Ġarı bir duruyor iki duruyor oğluna hersleniyormuş:
- Gine hakġım haram olsun ġavur tohumu! diyormuş.. Adamcağız, çaresiz
ġalmış, anasını bir daha haca götürmeye ġarar vermiş. Getmişler, Hicaz’a varmışlar, orda
anasını sırtına almış dolandırıyormuş; ġarı, gine oğlunun başına bir yumruh vuruyor:
- Gine hakġım haram olsun ġavur tohumu! Diyormuş. Ihdıyarıñ (ihtiyar)
biri, bunnarı görmüş, yanlarına gelmiş, oğlana sormuş:
- Oğlum, bu ġadın seniñ neyiñ oluyor? Niye saña beyle diyor? Deyinci;
ġarınıñ oğlu, derdini ānatmış adama. Adam, oğlanıñ kulağına ağilmiş, demiş ki:
- Oğlum babañ duruyor mu? Demiş. Oğlan:
- Yoh dayı, öldü! Deyi cevap vermiş. Adam geri ağilmiş oğlanıñ ġulaġına demiş ki:
- Peki anaña heç “Gişiye varıñ mı?” deyi sorduñ mu? Deyinci; ġarı meğer
diğniyormuş bunnarı; oğlunun ġafasına okġalı bir yumruh daha vurmuş:
- Vāyh vah! Gine hakġım haram olsun ġavur tohumu! Ne bir biliir ne bir
bilene danışır, demiş.
(insanlar bazen en yakınındaki insanın kendisinden ne beklediğinin
farkında olmayabilir düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
73. Ananız Dert Yesin (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Geliniñ biriniñ ġaynanasından ve görümlerinden canı çoh yangınımış.
Gördüğü suçumuş, görmediği ġabahatimiş; söylediği suç, söylemediği suç; yediği
174
suç, yemediği suçumuş… Ne yapacağını, neydeceğini şaşırmış. Dört tene de uşağı
varımış. Bir gün yımurta ġaynatmış, zabah sufrasında uşahlarına yediriyormuş.
Ġaynanasıynan görümlerinden de bir fırsat bulamamış ki gendi ġarnını doyursuñ.
Durmadan bir iş buyurmuşlar, o sufraya gelenece de sofrada ne varısa silmiş,
süpürmüş, köşeye çekilmiş oturmuşlar. Gelin şindi uşahların yımırtalarından bir tene
alsa da yese, “Uşağın öñündekini ġapıyor” diyecekler, yemese ac ġalacah, kim
nitsiñ. Her bir uşağınıñ yımırtasından azar azar bölmüş, kendi öñüne goymuş,
uşahlarını sever gibi ederek:
- Yeñ yavruuum ġurban olurum yeñ! Anañız dert yesiñ yarım yarım dört
yesiñ, demiş.
(Bu fıkra, başkaları tarafından kendisine bir şey layık görülmeyen ama
kendi başını aklı ve kurnazlığıyla geçindiren kişilerle ilgili olarak anlatılır ve artık
nüktesi deyimleşmiştir: “Ananız dert yesin, yarım yarım dört yesin”)
74. Bende Hiç Müslüman Suratı Var mı? (KK: Fatih Şaşkın, D: BA)
Alman’ın biri, Müslüman olmuş. Kurban bayramı gelmiş, kurban kesmek
istemiş. Hanımıyla birlikte iki hisselik bir tosun almışlar, onu kesmeye çalışırken bir
türlü becerememiş. Bıçağı bir kere çalınca hayvan ayağa kalkmış. Alman, yardım
istemek için Türklerin oturduğu bir kahvehaneye gitmiş. Tabi elinde bıçak var,
bıçak da biraz kanlı… kahvedekilere sormuş:
- Komşular aranızda hiç Müslüman var mı?
Oradakiler de bıçağı görünce adamın niyetinin kötü olduğunu düşünüp orda
oturan bir Karslıyı göstermişler
- Aramızda bir tek Müslüman bu, demişler. Bunun üzerine Karslı ürkek
ürkek bıçağa bakarak kahvedekilere seslenmiş:
- Allahıñızı severseñiz komşular, etmeñ eylemeñ bende hiç Müslüman
suratı var mı?”
(Olayları ve durumları yanlış yorumlayan insan çok gülünç hallere
düşebilir.)
75. O Dayağı Siz Yeseydiniz (KK: C. Şerbet, D: BA)
Karslılar 93 Muhaciri adıyla Sivas’a göçtükleri zaman, yolda Ermeniler
yollarını kesmişler. “Eğer bunlar Müslümansa bir güzel dayak atalım.” diye
kararlaştırmış, sorumuşlar:
- İslam’ın şartı kaç?
175
Karslılar hemen:
- Beş, diye cevap vermişler. Ermeniler bunlara bir güzel dayak atmış, sonra
bırakmışlar. Bunlar, Sivas’a gelmiş, yerleşmeye karar vermişler. Sivaslılar yollarını
çevirmiş, “Eğer bunlar Ermeni’yse bir güzel dayak atalım” diye kararlaştırmış,
sormuşlar:
- İslam’ın şartı kaç? Demişler.
Karslılar:
- Biz kendi aramızda bir istişare yapalım da öyle cevap verelim, demişler;
Bir kenarda konuşmuşlar: “Beş dedik yolda dünyanıñ dayağını yedik. Ne yapalım,
bu sefer de beş yüz diyelim. Belki bilmezsek dayak yemeyiz.” demiş, aralarından
yaşlı bir adam seçmişler. Adam çıkıp “Beş yüz” diye cevap vermiş.
Sivaslılar:
- Ya ġardaş beş yüz çoh değil mi? Beş yüz olur mu yav? Diye sormuşlar.
Bunun üzerine Karslılar cevap vermişler:
- Yolda bizim yediğimiz dayağı siz yeseydiñiz, daha fazlasını da söylerdiñiz.
(Korkunun ve tehdidin insana hiç olmadık şeyleri yaptırıp beklenmeyen
sözleri söyletebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
76. Heç Dadını Bulamadım (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Yıldızeli’nin Büyük Avren (Akören/Ağveran) köyünde Şeker adında bir
adam varıdı. Adamıker yani. Bu Şeker’iñ dudahları yalamaydı. Bir gün Şeker’inen
babası tarlaya çit sürmiye getmişler. Öğlen yemeğinde de azıhlarını çıhartmışlar,
yerken ġaşıh değip de Şeker’iñ dudahları ġanayıncı yoğurdun içine Şeker’in
ġaşığından ġan bulaşmış, babası da diksinmiş, yiyememiş. Ahşam olmuş eve zor
düşmüşler. Adam ġarısına:
- Ġarı acımdan öldüm, iliğim ġemiğim acıhdı, hemen sofrayı ġur, demiş.
Ġadın şaşırmış, sormuş:
- Niye herif, azığınıza yoğurdunan ekmek gönderdiydim, yemediñ mi?
Niye bu ġadar çoh acıhdıñ? Deyinci, gayrı adam dayanamamış:
- Amān garı! Şeker’inen yoğurt yedim, heç dadını bulamadım, demiş.
(Zamanla atasözü gibi kullanılan bu kinayeli söz aslında güzel ortamlarda
güzel şeyler yapıp da mutluluğunu engelleyen bir sebepten dolayı yine gönlü hoş
olmayan insanlarla ilgili olarak anlatılır. .)
176
77. Duzsuz Halva (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Ġadınıñ biri halva edecēmiş. Yağı, tavayı ocağa ġoymuş. “Acaba halvaya
duz ġatılıyor muydu, ġatılmıyor muydu?” diye ahlına gelmiş.. Kendi kendine:
“Dışarı çıhıyım da ġonşunuñ birine soruyum.” demiş. Dışarı çıhmış ki yoldan yaşlı
bir adam geçiyor. Eskiden ġadınlar erkeklerin öñünü geçmezdi. Adamıñ öñünü
geçmemiş amma adam yavaş yavaş yürüyor. Ġadının sabrı daşmış.:
- Yörüsene emmi, ne duzsuz halva gibi sallanıyoñ? Demiş, adam arif
adammış ġarınıñ derdini ānamış:
- Gızım gızııım, halvaya duz ġonmaz da sen get halvañı bula, demiş.
(İnsanın kendini kurnaz zannederken başkalarının da akıllı olabileceğini
düşünmesi gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
78. Ne Doğrarsıñ Ne Basarsıñ… (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Adamıñ biri ġarısını bek (pek) severmiş. Ne ġabahat etse bir fiske bile
vurmamış. Ġarı da herifiñ huyunu biliyor ya bek nazlanırımış gişiye (kocaya). Bir
gün bunnar yemek yiyollarımış, Herif, çorbıya ekmek doğruyormuş, ġaşığınan
basıyormuş, alıp da yiyecek amma ġarı ondan evel davranıyor, alıp yutuyorumuş.
Bir olmuş, herif beşiy dememiş; iki olmuş, herif beşiy dememiş; üç oluncu, gayrı
herifiñ sabrı taşmış, tepesiniñ tası atmış. Eliniñ tersiynen vuruncu, ġarı olduğu yere
düşmüş, ölmüş. Herif sesleniyormuş, ġarıyı dürtüyormuş amma ġarı getmiş ġayrı
gelir mi? Herif de ġarı kusdü de ġahmıyor sanıyormuş, herslenmiş demiş ki ġarıya:
- Ne doğrarsıñ ne basarsıñ bir vurmada da kusersiñ, demiş.
(İnsan kendine düşeni yapmazsa başkalarından da bir şey beklemeye hakkı
yoktur düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
79. Hayli Ömür Gerek (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şarkışla’nın Adıyaman Köyü’nden Cennet adında bir ġızı değişik111 etmiş,
Yalanlı köyüne nişanlamışlar amma sebebi neyise gayrı düğününüñ olması birkaç
sene gecikmiş, bir hayli nişanlı ġalmış. Nişanlısını da çoh sever, bek özlerimiş. Bir
gün, köyüñ genç ġızları bir araya birikip sohbet ederken ġıza demişler ki:
- Cennet, sen nasılsa yahında gelin olacāñ, demişler. Zavallı Cennet’in
bağrı yanmış:
- Hayli ömür gerek ki biz Yalañlı’yı görek, demiş.
111 Karşılıklı birbirinin kardeşiyle evlenmek.. Güneydoğuda “berdel” diye adlandırılan bu geleneğin Orta Anadolu’daki ismi “değişik”tir.
177
(Uzun süren bir umudun hayal kırıklığına dönüşmesi sonucu umutsuzluğa
düşmeyi ifade etmek için anlatılır.)
80. Bir Sen İç… (KK: A. Yazıcı, D: BA)
Geliniñ biri çoh tembelimiş. Bir gün tembel tembel otururken çoh susamış
amma ġahıp da su içmiye de erinmiş. Öñünde kedi yatıyormuş. Kediye:
- Amān ne miskin miskin yatıyoñ kedi, ġah baña bir su getir, demiş.
Güçcük görümü ġahsıñ da versiñ diye kediye diyormuş. Ġaynatası; bir geline, bir
kediye bahmış demiş ki:
- Ġızım, ġızııım, kedi adama su vermez? Ġah bir sen iç bir de baña getir, demiş.
(İnsanların başkalarından bekledikleri şeyleri kendileri yaparlarsa daha
rahat edeceklerini ifade etmek için anlatılır.)
81. Beni Bu Yara Öldürmez Amma… (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Hayvanlar ormanda toplantı yapacahlarmış. Aslan da, ormanlarıñ ġralıymış.
Toplantıya hep geç gelirimiş. O gün de gec gelmiş amma gelirken de ayağına tiken
batmış, o yüzden biraz daha gecikmiş. Ahsıyarah toplantıya gelinci öteki hayvanlar:
- Ġralım geçmiş olsuñ ne oldu? Niye ahsıyoñ? Deyi soruncu, dilki duramamış:
- Bizim uşahlar ava çıhdıydı onnar vurmuşdur, demiş. Aslan ayağınıñ
acısından dilkiniñ cezasını verememiş ya dilkiniñ lafı da çoh ağırına getmiş.
Hayvanlara demiş ki:
- Bu yara beni öldürmez, öldürmez amma bu dilkiniñ sözü öldürür, demiş.
(Bu fıkra, asaletten sefalete düşüp de geçmişte kendisinden çok aşağı seviyede
olan insanların ağır sözlerine maruz kalan insanların durumuyla ilgili olarak anlatılır.)
82. Üç Günüñüz Ġaldı (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şarġışla’nın Adıyaman Köyü’nde Kör İ…. adında biri varmış. O dönemde
de Kore Şavaşı çıhmış. Türk askeri Kore’ye gidecek deyi bir söylenti varımış.
Ġonşu ġadınlarla Kör İ…. tartışmışlar. Kör İzzet’in oğlunu da topal oduğu için
askere almamışlar. Kör İ…. ġocalarınız savaşa gidip ölecek de oğlumunan baña
ġalacahsıñız deyi ġadınlara kahınç kahıyormuş:
- Aha aha sümbülüm sümbülüüüm üç günüñüz ġaldı, oğlum topāl ben
ıhtıyar, elimize ġalacāñız, diyormuş.
(Başka insanları hor görenlerin bir gün onlara muhtaç olabileceğini ya
da etrafındaki insanların fırsatçı olabileceğini düşünmek gerektiğini ifade etmek
için anlatılır.)
178
83. Gördüm Duzlanıñ Yohuşunu ki… (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Ġadının biriniñ ġocası duzladan duz getiririmiş. Ġonşuları da her gün
geliller, bu ġarıdan duz istellerimiş. Ġadın da herkeşe birer tas, birer tas verirken duz
hemen biterimiş. Soñunda ġocasının canına tah demiş. Bahmış ki olmıyacah ġarıyı
da götürmüş bir gün duzlaya. Duzladan duzu çıharıncı, yohuş yoharı duzu çuvalınan
daşımah bek zor olurumuş. Ġarı duzu daşırken duz aşşağıya çekdikce beli bıhını
ġırılmış gayrı. Ertesi gün ġonşu ġarılar alışgın ya gine gelmiş, duz isdemişler. Ġarı:
- Yoh bacııım! Demiş; gördüm duzlanıñ yohuşunu, göt aşağı sarhışını ki
herifiminkini veremem, benimkine de ġıyamam, demiş.
(Emeği kendisi çekmeyen başkasının emeğinin kıymetini anlayamaz
düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
84. Harınlıoğlu’nun Abası (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Eskiden şindiki gibi insanların ġat ġat elbisesi olmazıdı. Millet ahşam yur
zabah giyerdi üstünü. Fahırlıh çoğudu. Şindi millet “yoh yoh” deyi deyi yiyor.
Gorharım Allah yoh edecek. Milletiñ gat ġat elbisesi dolaplara sığmıyor. İşte
eskiden “aba” delerdi, ġalın ġumaşdan paltolar olurudu. Harınlıoğlu deyi tanınan bir
adam varımış bir yerde. Herhalda Harun köyündenidi zahir ki. İşte bu adam fahır bir
adamımış demek ki, bunuñ bir abası varımış, bu abayı babası da gendi de giyerimiş.
Koyüñ ġarıları da bunnara temsil söylemiş:
“Harınnıoğlunuñ abası, gece kendi giyer günüz babası.” demiş.
(Aynı bahane ya da nesneyi iki ayrı insanın sürekli kendi çıkarına
kullanmasının rahatsızlık vericiliğini ifade etmek için anlatılır.)
85. Vay Arham (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sivas’da birġaç tene adam, bir adamı dar bir sohahda ġısdırmışlar, ağzını
burnunu çarşambaya çevirmişler. Bunnar bunu döğerken herif durmadan:
- Vay arham vay arham! Deyi bağırıyormuş. Zopayı çalan herifiñ biriniñ
canı sıhılmış, demiş ki:
- Ula dürzü, biz senin arhaña mı vuruyoh ki sen arham deyi bağırıyon? Biz
senin ağzını burnunu ġırdıh lan, sen manyah mısıñ oğlum, deyinci, zopayı yiyen demiş ki:
- Vallaha benim arham olaydı da siz benim ağzımı burnumu beyle
ġıraydıñız he mi? Demiş.
(İnsanların çevresi olmasının onlara emniyet hissi verdiğini ifade etmek için
anlatılır.)
179
86. Eşşeğe Binmiş Bir Laz, Elinde Bir Mendil Kiraz (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Arif adamlardan birine sormuşlar demişler ki:
- Devrüş bize eyle bir söz söyle ki içinde her şeyin kötüsü bulunsuñ, biz de
onlardan uzak durah demişler, adam cevap vermiş:
- Eşşeğe binmiş bir Laz, elinde bir mendil kiraz, demiş.
(Mevcut durumla ilgili her şeyin olumsuz ve kötü olduğu hal ifade etmek
için anlatılır.)
87. Nasıl Ölür? (KK:K. Özen, D: BA)
Kürtler soğanı çok sever, çok tüketirler. Kürt’ün bir tanesini bir ağacın
dibinde diğer Kürtler ölü bulurlar. Yanına yöresine bakarlar; soğan var, ayran var,
ekmek var, su var. Düşünür düşünür bir anlam veremezler:
- Allah Allāh soğanın olduğu yerde bir insan nasıl ölür?
(Bir konu ile ilgili mantıksız bir sonucun insanları hayrete düşüreceğini
ifade etmek için anlatılır.)
88. Ezirayıl Onu Beğensiñ (KK:F. Kılıçer, D: BA)
Nasrettin Hoca çok ağır hasdeymiş. ġonusu ġonşusu, Hoca can veriyor deyi
etrafına toplanmışlar. Hoca, iñileyi iñileyi ġarısına seslenmiş:
- Avrat sen ġah da bayramlıhlarıñı gey de gel, beyle eski bekilerlerinen
oturma, deyinci, ġonşuları demiş ki:
- Aman Hocam, sen hastesiñ bir gözüñ öte tarafa bahıyor, neydecēñ
hanımıñ süslenmesini, demişler. Hoca’da laf tükenecek değil ya:
- Ben de zaten onun için süslensiñ diyom ya ġonşular, Ezirayıl gelirse onu
beğensiñ, demiş.
(Kötü bir durumla ilgili zararın kişinin kendine değil de başkasına
gelmesini sağlamak için kurnazlık yapmasını ifade etmek için anlatılır.)
89. Rakısız Ev Olur mu? (KK:K. Özen, D: BA)
Divriği’nin Çamşıhı bölgesinde Alevi’nin biri içmiş, içmiş, içmiş,
doymamış; rakı bitmiş, rakısız kalmış. Gecenin saat on ikisi mi biri mi artık neyse
hemen kapıdan çıkmış, ilk komşusunun kapısını çalmış. Açmışlar:
- Ne derdin?
- Rakı!
180
- Ulan geceniñ bu saatinde bizi niye uyandırıyoñ? Rakı makı yoh!
Demişler, köyün üst başından alt başına kapıları çala çala gelmiş. Herkes “Yok!”
demiş. En son evdekiler de yok deyince:
- Ula burası Yezit köyüne döndü, rakısız ev olur mu? Demiş.
(Sosyal bir grupla ilgili beklentinin geleneğe uygun olması gerektiğini
ifade etmek için anlatılır.)
90. Garnıdilük (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Doğanşar’ın Pusat Köyü’nden biri İstanbul’da bir lokantaya oturmuş.
Garson gelmiş:
- Ne emredersiniz? Demiş, bu:
- Ne yeyüm ki? Diye sormuş, garson:
- Beyefendi, ben size karnıyarık tavsiye ederim, demiş.
Adam ġarnıyarığı yemiş, çok hoşuna gitmiş. Aradan bir hafta geçmiş
köyüne gelmiş. Annesinin yanına gitmiş:
- Ana ġız ne var bir garnıdilük yap da yiyek, demiş.
(Farklı bir kültüre ait beğenilen bir şeyi istemenin uygun ortamın
oluşmasına bağlı olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
91. Biraz Ara Ver (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Zara’da çok geveze bir adam varmış. Gelenin geçenin ġafasını ütülermiş.
Onu gören ġaçarmış. Gevezeliğinden bıhmışlar artık. Hiç kimseyi bulamayınca gece
bekçisine musallat olmuş. Adam da yalnız ya hani. Duvara yaslanıp
ġonuşuyorlarmış. Daha doğrusu bu anlatıyormuş, bekçi dinliyormuş. Bir gün artıh
bekçi de illallah etmiş. O zaman gece bekçilerinin de saat başı düdük çalmaları
gerekirmiş. Adama dönmüş demiş ki:
- Sen biraz ara ver, ben de bir düdük çalıyım.
(Çok konuşarak insanları bıktırmanın hoş bir davranış olmadığını ifade
etmek için anlatılır.)
92. İsimlerini Tespit Edin (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Sivas’ta bir ağır ceza reisi vardı Deli T… derlerdi. Çok çirkin iri yarı ġaba
saba bir adamdı. Ġalınlılar kendi aralarında ġavga etmişler. Deli T… da bunların
ifadesini alıyormuş. Sıra küçük, ġısa boylu, ihtiyar bir ġadına gelmiş. Cübbeniñ
içinde hakim daha da iri ve korhunç görünüyormuş. Zavallı ġadına tepeden tepeden:
181
- Çabuk söyle ġadın! Anlat hemen! Ne gördüñ? Deyince, garibim iyiyice
ġorhmuş acele acele saymış dökmüş:
- Hâkim bâ ben bi şiy gormedim. Vagon’unan Taran, Tırtıl’ı vurdu. Bu
Telis de yanındaydı, aha Lülük de şahit! Demiş. Hakim şaşırmış:
- Bu ġadın, bir sürü hayvan ismi saydı; ben, hiçbir şey anlamadım.
Deyince, zabıt katibi gülmüş:
- Efendim bunlar hayvan ismi değil, bunların hepsi lakap, demiş. Hakim
ġızmış ama herkese sormasına rağmen köyde kimse birbirinin gerçek adını bilmediği,
lakaplarıyla tanıdığı için bir türlü hiçbirinin ismini tespit edemeyince bağırmış:
- Alıñ götürüñ bunlarıñ hepsini, asıl isimlerini tespit ediñ getiriñ! Demiş.
(Yabancı insanların yerel kültürleri algılamakta çektiği güçlükleri ifade
etmek için anlatılır.)
93. Vır Vır Etme (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
“Yiğit namıyla tanınır” derler, köylerde de adamlar lakabıyla bilinir.
Elbeyli’nin köylerinin birinde düğün oluyormuş. Gençten birine demişler ki:
- Sivas’a get de Şu Eşşek Osman’ı gör, düğün olduğunu haber ver.
Deliġanlı Sivas’a gelmiş, verilen adrese gitmiş, hava da güzelmiş, bahmış
ki ağaçların arasında birġaç tane adam oturuyor. Birden boş bulunmuş, sormuş:
- Selamün aleyküm emmiler! Eşşek Osman Efendi’niñ evi nere ki?
Adamlardan biri ayağa ġahmış Meğerse Eşek Osman dedikleri adammış:
- Vır vır etme de gir içeri, bura bura! demiş.
(Düşünmeden konuşmanın insanı küçük düşürebileceğini ifade etmek için
anlatılır.)
94. Tokat Sahtiyanı mı Maraş Sahtiyanı mı? (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
İki Çerkez’le bir Türk bir otelde aynı odada ġalıyorlarmış. Türk ġafayı
vurmuş yatmış. Saat gecenin on bir, on ikisi… Çerkezler, başlamış Çerkezce
ġonuşmaya. Kimi zaman tartışacak gibi olmuş, bağrışıp çağrışmışlar derken sabahı
etmişler ama bizim Türk, hiç uyuyamamış. Çerkezlere dönüp:
- Anlaşamadığıñız bölüşemediğiñiz neydi gece boyunca? Allah aşkına
söyleyiñ. Deyince, Çerkez:
- Vallahil azim bizim arhadaşa bir mes alacağıh da Tohat sahtiyanı mı
olsun Maraş sahtiyanı mı olsun oña ġarar veremedik, demiş.
182
(Başkalarını rahatsız ederken aynı zamanda arsızlığın ölçüsünü
kaçırmanın yanlışlığını ifade etmek için anlatılır.)
95. Hazreti Ali’den Sonra (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Çerkezler çok uyanık olur. Gürün’de Alevi’niñ biri bir Çerkez’den traktör
alacahmış. Alevi Çerkez’e sormuş:
- Ġardaş bunun fiyatı ne? Motoru kuvvetli mi? Kaç beygir gücünde?
Çerkez vermiş nabza göre şerbetini:
- Vallahil azim ġardaş, ben, beygir gücünden, meygir gücünden anlamam.
Yeryüzünde Hazreti Ali’den sonra en ġuvvetli alet bu, demiş.
(Bazı insanların çıkar sağlamak için bazı kutsalları bile kullanabileceğini
Çerkezlerin kurnaz olduklarını ifade etmek ve için anlatılır.)
96. Yiğidiseñiz (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Merkez Tohuş (Tokuş) Köyü Alevi’dir. Aleviler davşan yemez. Tohuş’da
adamıñ biriniñ tarlasında davşan eyle çoğalmış, eyle çoğalmış ki birbirini
ġovalıyollarmış tarlanıñ içinde. Alevi, bir gün bahmış şeyle davşanlara, yahındaki
Sünni köyünü ġastederek davşanlara diyormuş ki:
- Yiğidiseñiz aha beyle serbesce bir de Ġızılca Köy’de geziñsene, diyormuş.
(Tehlikenin olmadığı yerde yiğitliğin kolaylığını önemli olanın tehlikenin
olduğu yerde yiğitlik yapmak olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
97. Ora Ġahve midir? (KK:A.Ş. Canozan, D: BA)
Alevi’niñ biri ġomşu Sünni köyüne giderken yolunu ġaybetmiş. Bir yerde
doñmuş, ġalmış. Sünni köyünden üç dört gişi de bunu yolda bulmuş, köye getirmiş.
fışgının112 içine gömmüşler. Biraz sonra bu yavaş yavaş canlanmaya başlamış,
gözünü bir açmış, geri yummuş:
- Ben nerdeyim? Siz kimsiñiz? Diye sayıhlamaya başlamış.
- Üsüyün (Hüseyin) Ağa uyan, rüya mı görüyoñ, neydiyoñ? Diyerek bunu
uyandırmışlar. Bu sefer ġızmış bu:
- Ula Yezitler! Rüyamda cenneti görüyordum, beni niye uyandırdıñız?
Sünniler sormuş:
- Üsüyün Ağa kimler varıdı cennette? Demişler. Üsüyün Ağa, gendi
köyünün ölmüşlerini, ileri gelenlerini sayıyormuş:
112 Fışkı: Soğumamış sığır dışkısı
183
- Alişan Bey varıdı, Haydar Bey varıdı… Sünniler gine sormuşlar:
- Bizden kimse yoh muydu Üsüyün Ağa? Demişler. Üsüyün Ağa, önce
küçümseyen bahışlarla süzmüş bunları, sonra cevap vermiş:
- Ula ora ġahve midir la! Demiş.
(Alevilerin ve Sünnilerin birbirine bakış açısını ifade etmek için anlatılır.)
98. Öküz Sıçmış Teker Kesmiş (KK: S. Akpınar, D: BA)
Gürün’üñ Eski Hamal Köyü’nde iki tane bey varmış. Birinin adı Z….. Bey,
biriniñ adı H… Bey. Bunların bir de müşterek hizmetkârı varmış. Ona da Part Hasan113
derlermiş. Part Hasan, biraz safçaymış ama mert bir adammış, kimseden lafını
esirgemezmiş. Köyde herkes de Part Hasan’ı çok severmiş. Bir gün, H… Bey bunu çok
sıkıştırmış, çok iş buyurmuş, biraz fazlaca çalıştırmış. Part Hasan’ın kafası bozulmuş:
- Yav bırah yav! Yeter artıh, ben en eyisi Z…… Bey’iñ yanına gidiyim,
demiş. Yola çıkmış amma biraz sonra geri dönmüş. H… Bey sormuş:
- La Part Hasan! Niye geri döndüñ la? Hanı Z….. Bey’iñ yanına
gidiyorduñ? N’ōldu?
Part Hasan cevabı yapıştırmış:
- Ağa! Yolda gediyordum. Bahdım ki yoluñ ortasına bir öküz sıçmış.
Ortasından da ġağnı tekeri geçmiş. Gendi gendime dedim ki: “Bunlar, aynı babanıñ
evladı, öküz sıçmış, ortasından teker geçmiş. Ha Z….. Bey, ha H… Bey” dedim,
geri döndüm, geldim.
(Bazı insanların diğer insanlardan farkı yoksa bunların arasında tercih
yapmanın da anlamı yoktur düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
99. Tam Seniñ Yeriñ (KK: S. Akpınar, D: BA)
H… Bey, Part Hasan’ı Kangal’a tuz getirmeye göndermiş. Yanındaki
adamlar, “Tren istasyonuna gidek de gezek” demişler. Part Hasan, daha önce hiç
tren görmemiş. Bir de bakmış ki sıra sıra bir şeyler; arka arkaya katar katar gidiyor.
Önünde “Çuf çuf çuf çuf çuf!” bir şey daha… Neyse, akşam olmuş, köye
dönmüşler. H… Bey, sormuş:
- La Part Hasan, gettiñ amma ne gördüñ oğlum?
Part Hasan, bir heyecanla anlatmış:
113 Kaynak kişilerden Hamit Budak, aynı fıkrayı hemen hemen aynı olay örgüsüyle anlattı yalnızca Part Hasan ismi yerine Ġarsavuran (Karsavuran) lakabını kullandı.
184
- Yav H… Bey! Oraya gettik, bizi tren istasyonuna götürdüler. Arha arhaya
bir acayip bir şeyler düzülmüş gidiyor; ‘Caf caf caf caf caf caf!’ Allah Allāh
öñlerinde de bir erkek! Ġafasından da duman çıhıyor, öbürleri de arhasında. Lan
vallaha it oyunu, yonca maşalası; tam seniñ yeriñ H… Bey!
(Bazen akıllı insanların söyleyemediği akıllıca sözü kendisinden
beklenmeyen bir delinin dobra dobra söyleyebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
100. Kâfir Yola Gel (KK: S. Akpınar, D: BA)
Gürün’ün Osman Dede Köyü’nde bir Resul Emmi varmış. Çok mugallit bir
adammış. Bunlar, aslen 93 muhaciri. Karapapak derler bunlara. Kars’dan gelmişler.
Bu Resul Emmi’nin Alevi dedeleriyle ilişkisi çok iyiymiş. İyi anlaşırlarmış. Fakat
bu dedelerden biri Resul Emmi’yle hiç geçinemezmiş. Aslında iyi geçinirlermiş de
birbiriyle şakalaşmak hoşlarına gidermiş. Çok ağır şakalar yapsalar bile birbirine
kırılmazlar, ertesi gün birbirini görmezlerse duramazlarmış. Bir gün Resul Emmi
Dede’nin yanına gitmiş.
- Yav dede, bugün rüyamda seni gördüm.
Dede:
- Lan hadi get! Mel’un herif, sen beni ne göreceksiñ?
Resul emmi devam eder:
- Rüyamda ben bir dana olmuşum, sen de inek olmuşsuñ…
Dede:
- Hāā kâfir! Yola gel şöyle. Demiş, Resül Emmi “Hee dede!” demiş;
devam etmiş:
- Rüyamda ben bir dana olmuşdum, sen de bir inek olmuşduñ; sen, benim
götümü yalıyorduñ, diyene kadar, Dede:
- Vay kâfir Yezit, gine mi bir şey uydurduñ lan! Hayır gelir mi senden
baña! Demiş, bastonla düşmüş peşine.
(Sünni inanışa sahip kişilerle Alevi inanca sahip insanlar arasına ölçüyü
aşan şakaların olduğunu ama bunun yine de hoşgörüyle karşılanıp şaka kabul
edildiğini ifade etmek için anlatılır.)
101. Ayda! (KK: S. Akpınar, D: BA)
Selanik muhacirlerinin yeni geldiği zamanlarda mahalleler ayrıymış.
Muhacir mahallesinde biri ölmüş amma cenaze namazını kıldıracak kimse yok. Ne
yapalım, ne yapalım derken doğru dürüst abdest alıp namaz kılan birine “A be gel
185
sen şu namazı kıldır be!” demişler. “A be ben bilmem be kızanlar!” demişse de
başka kimseyi bulamayınca ister istemez kabullenmiş. Cemaatin önüne geçmiş:
- Ayda be kızanlar, saf tutun be!
Saf tutmuşlar. Muhacir imam yine seslenmiş:
- A be azır mısınız be kızanlar?
- Azırız be ucam!
İmam ellerini kaldırmış “Ayda!” demiş, elini bağlamış.114
(Muhacirlerin konuşma biçimleri ile ilgili olarak meydana gelen komik
durumları ifade etmek için anlatılır.)
102. Koskoca Hakim (KK: S. Akpınar, D: BA)
Köylerde insanlar lakaplarıyla bilinir. Gürün’ün köylerinden birinde bir
kavga olmuş. Köylülerden birini şahit götürmüşler. Hakim, şahitten olayı
anlatmasını istemiş. Köylü başlamış anlatmaya:
- Keleş, Sirben’e vurduydu yatırdı.
Hakim kızmış:
- Kardeşim Keleş kim, Sirben kim?
- Bah bah! Ġosgoca hakim, Keleş’inen Sirben’i bilmeyir.
(Bir geleneğin sahipler dışlarındaki dünyada habersizse kendi dünyalarına
ait gelenek ve görenekler her şeyden önceliklidir. Bu fıkra, bu tür durumları ifade
etmek için anlatılır.)
103.Yarı Canda, Getirmeyiñ (KK: S. Akpınar, D: BA)
Köyüñ biriniñ imamı cenaze yıharken ürküyormuş. Ne yapıyım, ne
yapıyım derken çözümü bulmuş. Artıh cenazeleri caminin içindeki özel bir bölmede
yıhıyormuş. Kimseyi içeri de almıyormuş. Öyle de çabuh yıhıyormuş ki hemen beş
dakkada “Ġaldırın!” deyip dışarı veriyormuş. Köylü şüphelenmiş, birisi demiş ki:
- Ula yohsa bu pezevenk cenazeleri yıhamıyor mu ne? Duruñ siz, ben yarın
yalandan bir ölüyüm, bahıyım ne yapıyor görek, demiş. Neyse, ertesi gün “Falanca
öldü.” demiş, getirmişler bunu hocanın önüne. Hoca, hemen içeri almış, teneşire
yatırmışlar. Millet çıkınca, hoca alelacele bir kova soğuk suyu serpmiş üstüne, bu
hoplamış, kalkmış. Hoca sarılmış boğazına. Biraz mücadeleden sonra, canı çıkmış
adamın. Tekrar yatırmış, bir tas su daha dökmüş, dışarı çıkmış:
114 Kasım Demir adlı kaynak kişi aynı fıkranın Arnavutlarla ilgili varyantını anlattı, farklı bir anlatım yoktu; yalnızca tekbir yerine “Ayda!” değil de “Ayda bre!” dendiği ifade edildi.
186
- Ula pezevenkler! Bir daha yarı canda kimseyi getirmeyiñ. Öldürenece
canım çıhdı. Ölsüñ de eyle getiriñ, demiş.
(İnsanların kendi yapılarına uygun olmayan meslekleri icra etmek zorunda
kaldıkları zaman karşılaştıkları zor durumları ifade etmek için anlatılır.)
104.Ġosġoca Hakim (KK: O. Akpınar, D: BA)
Gürünün Saçcağız köyünde iki kişi kavga etmiş. Mahkemelik olmuşlar.
Hakim:
- Anlat kızım, demiş. Kadın anlatmaya başlamış:
- Aha bu bana çatmıynan vurdu, beni yere yıhdı.
- Kızım, çatma ne?
- Ağzına lo zırra ha! Ġosgoca hakim çatmıyı da bilmeyir!
(Geleneğe ait unsurların içinde bulunduğu toplum nezdindeki değerini
ifade etmek için anlatılır.)
105. Sen de mi Sivaslısıñ? (KK: O. Akpınar, D: BA)
Sivas birinci lige çıkınca Sivasspor yöneticilerinden biri Eyüp Sultan’a
gitmiş. Allah’a dua ediyormuş. Birisi de orada bir ağacın arkasına saklanmış bu dua
ettikçe “Amin!” diyormuş:
- Yarabbi bu mübareğin yüzü gözü hürmetine Sivasspor’u daha başarılı kıl.
- Amiiin!
Adam etrafına bakınıyormuş, kimseleri göremiyormuş.
- Sivaslılara bol kazanç ver.
- Amiiin!
Şaşkın şaşkın aranmış etrafını, yine kimseyi görememiş.
- Sivasspor’a daha çok destek olsunlar.
- Amiiin!
Eyüp Sultan’ın mezarına eğilmiş fısıldamış:
- Eyüp Ābi sen de mi Sivaslısıñ?
(İnsanların kendi değer yargılarını doğrulayan doğaüstü olgu ve olayları
hemen kabullenmeye hazır olduklarını ifade etmek için anlatılır.)
106. Biraz Ġoca (KK: O. Akpınar, D: BA)
Gürün’de Şahin soyadlı biri eşeğe binmiş gidiyormuş. Karşısına soyadı
Koca olan bir komşusu çıkmış. Komşusu
- Ulan eşeğin de şahin gibi lan! Deyince, öteki cevabı yapıştırmış:
187
- Ula hahlısıñ ya eşeğim biraz ġoca! Demiş.
Başkalarını küçük düşürmek için kafa yoranın karşısına kendisinden daha
zeki bir rakip çıkıp onu küçük düşürebilir anlayışını ifade etmek için anlatılır.)
107. Eyi Bir Yağmur Lazım (KK: H. Budak, D: BA)
Sivas Paşası, hanımıyla birlikte atlı arabayla Paşa Fabrikası’ndan115
gelirken yolda bir köylüye rastlamış. Köylü de kağnıya bindirmiş avradıyla
geliyormuş. Paşa “Şu köylüye ben bir dahılim” demiş. Askere köylüyü durdurmasını
söylemiş. Köylü durmuş, “Buyur Paşam” demiş. Paşa, “Hanımlarımızı aşağı
endirek.” demiş. Köylü, “Ensinler Paşam.” demiş. Paşa, “Yan yana getirek.” demiş.
Köylü, “Tamam getirek.” demiş. Paşa sormuş:
De bahıyım şindi, hangımızıñ avradı gozel? Deyince, köylü düşünmüş:
- Paşam eyi bir yağmur yağması lazım, demiş. Paşa “Niye?” diye sormuş.
Köylü:
- Benim avradıñ kiri gider, seniñ avradıñ da boyası biter, gozel çirkin belli
olur, demiş.
(İnsanların başka insanları küçümsemeleri onlar karşısında ezilmelerine
neden olabilir düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
108. Göz’açığı Candarma Yazallar (KK: H. Budak, D: BA)
Sivas’ta köylünüñ biri bir kopek almış candarma ġışlasınıñ öñünden
geçiyormuş. Ġapıda bekliyen candarmanıñ birisi köylüyü küçümseyerek seslenmiş:
- Hey hemşerim! Sen bu köy muhtarını nere götürüyoñ? Demiş. Köylü ne
dese candarmadan zopa yiyecek, ahlını ġullanmış demiş ki:
- Ġardaş, bunun çoh gözü açıh, köyünen geçinemedi götürüyorum ki
candarma yazdirim, demiş.
(Kimsenin kimseye hakaret etme ya da küçük düşürmeye hakkının
olmadığını ifade etmek için anlatılır.)
109. Her Zaman Gürünlü Olacah Değel Ya (KK: H. Budak, D: BA)
Gürünlülerle Darendeliler daima çekişirler. Darendeli, Adana’ya kâra giderken
Gürünlü de yanına katılmış. O zaman, Adana’ya aşağı yukarı dokuz günde giderlermiş.
Yolda da eşek boku ile ateş yakarlarmış. Darendeliler eşek bokuna da Gürünlü
derlermiş. Neyse yolda ateş yakacaklarmış. “Gürünlü getirin! Gürünlü getirin!” diyerek
115 Sivas’ta bir mesire yerine verilen ad.
188
eşek boku isteyince, Gürünlü de yolda giderken epeyce bir it boku bulmuş imiş.
Getirmiş ocağa koyarken “Bu ne?” demişler. O zaman Gürünlü diyeceğini demiş:
- Her zaman Gürünlü olacah değel ya ġardaş, bir de Darendeli olsun!
(Başkalarına hakaret edersen hakaret edilmeyi de göze almışsın demektir,
düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
110. Mübarek Senede Bir Gelir (KK: H. Budak, D: BA)
Bektaşi’nin biri, bir ramazan ayında ekin biçiyormuş, hava da çok sıcakmış.
En sonunda dayanamamış, su küpünü kaldırınca kafasına dikmiş. Oradan geçen biri:
- Behey zındık! Bu mübarek, senede bir gelir. Sen niye bu mübarek ayda
böyle yapıyorsun? Deyince Bektaşi:
- Dur hemşerim dur hele, hemen celallenme. De bahıyım baña, bu mübarek
senede bir gelir mi gelmez mi?
- Geliiir!
- Eyleyse Devrüş Memmet de dünyaya bir kere gelir bir daha gelmez.
(Zorla bir inancı ya da inanca ait ritüeli kimseye dikte etmenin doğru
olmadığını ifade etmek için anlatılır.)
111. Para Deyi İti Ġırhıyorum (KK: T. Yalçın, D: BA)
Bir gün dükkanda ġaymahamı tıraş ediyorum. Dalmışım, Antepli bir
tanıdıh geldi: “Turgut Usta varsa bana biraz para ver” dedi. Kaymakamı unuttum:
“Ne parası yav ben para deyi iti ġırhıyorum” dedim.
(Bazen insanların istemeden talihsiz sözler sarf edebileceğini ifade etmek
için anlatılır.)
112. Bizi de Eşekten Say (KK: T. Yalçın, D: BA)
Eskiden öyle çok vasıta yohmuş. Telinliler atlı çerçiliğe çıhmışlar. Satıp
dönerken Kangal’ın Havuz Köyü’ne gelmişler. “Bir ġamyon falan gelirse, pazarlıh
eder, biner, Telin’e ġadar giderik.” diye düşünmüşler ama ġamyon falan gelmemiş.
Naçar, Mancınık Köyü’ne ġadar yürümüşler. Orada Darendeli bir ġamyoncuya
rastlamış, pazarlığa başlamışlar.
- Adam başı şu ġadar eşşek başı bu ġadar, deyip bir fiyat söylemiş
kamyoncu, Telinliler:
- Adam başı çoh dediñ usta, gidene ġadar bizi de eşşekten say, demişler.
Her neyse anlaşmış, Telin’e varmışlar. Tam ġamyondan inerken adamıñ biriniñ
lastiği (lastik ayakkabısı) ġamyonun kenarına sıhışmış. Ġamyoncu:
189
- Enmediñ mi lan eşşek! Deyince, Telinliler ġızmışlar:
- O nasıl ġonuşuyon ġardaş biraz ayıp olmayır mı?demişler, ġamyoncu
onlara sözlerini hatırlatmış:
- Eyle anlaşmadıh mı ġardaş; daha abradan enmediñiz ki adam olasıñız,
enenece eşşeksiñiz.
(Kendisini bir yerde kendi aşağılayan kişinin başka bir yerde başkası
tarafından aşağılanmaya razı olması gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
113. Senin Ġabağı Anca Bu Süt Ġavurur (KK: T. Yalçın, D: BA)
Jandarma, Gürünlü M….. Çavuş’u Ġavak Köyü’ne mevsimlik olarak
korucu göndermiş. Bir akşam sohbetinde köylüler toplanmışlar. Ġavaklı Y……
Çavuş da gelmiş. Bu adam, biraz partalı bol bir adammış. M….. Çavuş bir yere
sahlanmış, dinlemiş bunu. Y…… Çavuş anlatıyormuş:
- Ben Rus Harbi’ne getdim, savaştım, esir düşdüm, esaretten ġaçıp
ġurtuldum, eskilerden oraya yerleşmiş bir Türk varıdı, onun evinde bir zaman
ġaldım, buraya gelirken bu adam ban üç tene ġabah çekirdeği verdi, ben bu üç
çekirdeği şu ġarşıki dağın depesine ekdim. Bu üç çekirdekden üç tene ġabah oldu.
Bir tenesini baltaynan keserken dağdan aşağı yuvalandı, üç dört köy altında ġaldı,
öñüne gelen evi yıhdı.
Millet, “Öyle yalan olur mu yav, insaf!” derken, M….. Çavuş, sahlandığı
yerden çıhmış:
- Niye yalan söylesin ki yav, belki de doğrudur. Belki çekirdek cinsdir.
Olmadıh olmaz; olabilir. Benim de bir oğlum öldü, soñradan, Allah baña bir oğlan
verdi. Tonus’a gettim, orda ahrabalarım oğlana südünü içir deyi baña bir inek verdiler.
Gürün’e getirdim ineği; mübareğiñ eyle südü var, eyle südü var ki baş edemedik.
Ġaynımı çağırdıh, ineğiñ sol böğrünü yardı, ordan üç yüz, beş yüz çom çanağı süt
alıyorduh, ondan sonra orayı cırcırınan ġapadıyorduh, deyince Y…… Çavuş:
- Arhadaş beyle süt heç görülmüş mü? Diye itiraz edince, M….. Çavuş:
- Ulan pezevenk senin ġabağı anca bu süt ġavurur, demiş.
(İnsanların bazen bir şeyleri abartmasının onları küçük düşürebileceğini,
yalanlarını ortaya çıkarabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
114. Öfkesini Alamamış (KK: H. Akbayır, D: BA)
Alevi’nin biri davar yayarmış. Bir gece davarına ġurt gelmiş. Bu adam, On
İki İmam’ın on ikisini de saymış, dua etmeye başlamış. Beklemiş ki ġurtlar gitsin.
190
Ama hiç birinden bir yardım bulamamış. Başlamış “Ya dede sen yetiş!” diye
bağırmaya. Köy de yahınımış, köydeki çoban köpeklerinden bir ġara köpek duymuş,
gelmiş, ġurtları ürküdüp ġovalamış. Sabah olmuş, çoban köye varmış, dedenin
dizinin dibine oturmuş, başına gelenleri anlatmaya başlamış:
- Dede ġurban olurum, ver eliñi öpüyüm! Dün gece davara ġurt geldi. Ben, “Ya
dede sen yetiş!” deyince; sen, bir ġara köpek olduñ geldiñ, ġurtları ürküdüp ġaçırdıñ.
Dedeniñ bu benzetme heç hoşuna gitmemiş, hiddetle, “Hıııı!” demiş. Alevi,
safiyâne söyleniyormuş:
- Hey gözüne ġurban olduğumuñ dedesi! Bah görüyoñ mu öfkesini
alamamış; dün yağdıydı, bugün de nasıl gürleyir, demiş.
(İnancın mantığının bazen aranmadığını ifade etmek için anlatılır.)
115. Sen de ‘O’sun da… (KK: H. Akbayır, D: BA)
Adamıñ biri, bir ġurban almış, eve getirirken omzuna almış ġurbanı. Amma
ġoyun yolda getirirken adamın sırtına işemiş. Adamıñ ağzından ġaçmış, küfür etmiş
hayvana. Eve getirmiş, kesmiş amma içine de siñmemiş. Getmiş bir hocaya danışmış.:
- Hocam, ben bir ġurban kesdim amma mal bazarından getirirken,
ağzımdan ġaçdı, küfür ettim hayvana. Ġurbanım oldu mu olmadı mı? Demiş, hoca:
Olmamış, ġardaş, yeñiden kesecēñ! demiş. Bunuñ üzerine, adam yeñiden
pazara getmiş, bir ġoyun daha almış, omuzlamış gelirken bu hayvan da yine adamıñ
sırtına işemiş. Adam hayvanı sırtından endirmiş, ġarşısına almış:
- Sen de “o”suñ da insanlıh bende ġalsıñ, söylemeyirim, demiş.
(Yeri geldiğinde kötü söz söylemek doğrudur diye bir şey olmaz, kötü söz
söylemenin insanların başını derde sokacağını ifade etmek için anlatılır.)
116. Ben de Onu Düşünüyordum (KK: H. Akbayır, D: BA)
Nasrettin Hoca, birgün bir ġomşusunuñ bostanına girmiş. Epey bir şeyler
toplayıp çuvala doldurmuş, yorulmuş, oturmuş. O sırada bostanıñ sahibi gelmiş.
- Hocam utanmıyoñ mu ne geziyoñ sen benim bostanımda, deyince Hoca:
- Beni rüzgar attı buraya, demiş. Ġomşusu:
- Peki tamam rüzgar attı ama bostanı kim yoldu Hocam? Demiş, Hoca da:
- Rüzgar beni götürüyordu, eliminen dutundum. Bunlar da elimde ġaldı,
demiş. Ġomşusu:
- Peki Hocam, ona da tamam da çuvala kim doldurdu, deyince Hoca:
- Vallah ġomşum ben de şindi onu düşünüyordum, demiş.
191
(Her durum için söyleyecek sözü olan birilerini ifade etmek için anlatılır.)
117. Kürt Bilmedi Belleme (KK: H. Akbayır, D: BA)
Kürt’ün biri çarşıya gitmiş, biraz da safçaymış. Ayakkabı tamir dükkanınıñ
önünden geçerken ayakkabıcınıñ kösele ısladığı suyu görmüş: “Bu ne?” demiş,
ayakkabıcı:
- Bekmez, emmi! İsterseñ dadına bah. Demiş, Kürt ekmeğini bandırmış
yemiş, başına dikmiş içmiş, az sonra ayağa ġahmış, ayakkabıcıya:
- Kürt bilmedi belleme de bekmeziyiñ de heç dadı yoğudu, demiş.
(İnsanları hafife aldığımızda onların bunun farkında olabileceğini ifade
etmek için anlatılır.)
118. Nerden Çıhdıñ (KK: H. Akbayır, D: BA)
Almanya’da, Sivaslı bir Türk işe giderken polisiñ bisikletli bir Türk’le
ġonuştuğunu görmüş, merak etmiş, yahlaşıp ġulah misafiri olmuş. Alman polisi ne
dese, Türk, Almanca olarak “Bilmiyorum” diye cevap veriyormuş. Biraz sonra polis
Sivaslıyı çağırmış:
- Bu Türk’e söyle, bisikletinin frenleri bozuk, lambaları yanmıyor. Bir daha
böyle yakalarsak on Mark ceza yazarız, demiş. Sivaslı, diğer Türk’e durumu
anlatmış. Polisler gitmişler; diğer Türk, Sivaslıya çıhışmış:
- Be adam sen de nerden çıhdıñ ben ne güzel “Bilmiyorum” diyerek idare
ediyordum.
(Her yerde herkese yardım etmek bazen yardım ettiğimiz kişiyi bile
rahatsız edebilecektir, düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
119. Zalım Almanya (KK: H. Akbayır, D: BA)
Almanya’ya işçi giden Sivaslılar, bir hemşerileriniñ Almanya’ya yeñi gelen
ġardeşlerine hoş geldin demek için bu arhadaşlarınıñ evine misafir gidiyorlar.
Arhadaşınıñ evünde ekmek iki tane ġalmış. İçerde de 16 kişi varmış. Günlerden de
pazarmış. Bu adam Sivaslı ġomşusuna getmiş, “Fazla ekmek var mı?” deyi ekmek
istemiş amma ekmek,onda da ġalmamış. Ġomşusuna sormuş:
- Yav arhadaş, içerde 16 tene adam vaar, iki de ekmeğim var. Söyle şindi
ben ne yapıyım? Deyinci, Ġomşusu:
- Yemeği az yap, demiş. Sivaslı:
192
- La ġardaşım, o zaman daha çoh ekmek yeller, senden de baña hayır yoh,
ben eñ eyisi başımıñ çaresine bahıyım, demiş. Ertesi gün olmuş. Ġomşusu ahşam ne
yaptığını sormuş, Sivaslı cevap vermiş:
- Lan oğlum saña ġalsa ocağım battıydı. Ben, ġoydum plağa Yüksel
Özkasap’ıñ “Zalım Almanya” türküsünü, cigarayı yahan sofradan geri çekildi, demiş.
(Başının çaresine bakmanın başkasından yardım beklemekten her zaman
daha iyi olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
120. Somyada Versem Olur mu? (KK: S. Kayapınar, D: BA)
Gürün’ün Geloş Köyü’nde ġadının biriniñ çocuğu hastalanmış. Dohtora
götürmüş, dohtor çocuğuñ ateşini düşürmesi için fitil vermiş. Verirken de “Bacı
makattan ġoyacahsıñ” diye tarif etmiş. Ġadın anlamamış, fitili almış, köyüñ
öğretmenine gitmiş, soruyormuş:
- Hocam dohdur, “Mahatdan ver” dedi ya bizim evde mahat yoh,
sonmyada versem olur mu?
(Yanlışa anlaşılan sağlıkla ilgili uygulamaların insanların başına dert
açtığını ifade etmek için anlatılır.)
121. Allah Düşürmesin (KK: K. Demir, D: BA)
Çerkez’iñ biri hacca gider. “Ne gördüñ ne gözlediñ anlat” dediklerinde:
-Vallahilazim, ne ġalabalıh ne ġalabalıh; Allah, ġanımı içen düşmanımı
düşürmesin, der.
(İnsanların konuşmak için konuşmamaları gerektiğini ifade etmek için
anlatılır.)
122. Biz Bir Taneyle Baş Edemiyoruz (KK: K. Demir, D: BA)
Sorguncuklu Serpincikliye sormuş:
- Ġardaş sizin köyde ġaç tene hacı var?
O da:
- Üç, demiş.
- Ula Allah size yardım etsiñ.
- Niye la?
- Ula biz bi teneynen baş edemiyoh!
(insanların dini vazifelerini yerine getirmiş olmalarının onların huyunu
değiştirmeyeceğini ifade etmek için anlatılır.)
193
123. Ne Gerek Var (KK: K. Demir, D: BA)
Elbeyliniñ biri bir arkadaşıyla Sivas’a gelirken arkadaşına bağırıyormuş:
- La Bekiiir ekmeği aldıñ mı la?
- Aldım, aldım!
- Ġatacah da aldın mı la?
- Yoh la ne gerek var ōlum Sivas’dan arasına somun alırıh.
(Anadolu köylüsünün azla yetinen mantığını ifade etmek için anlatılır.)
124. Hara Hura Vurmadan (KK: K. Demir, D: BA)
Elbeyliler Sivas’ta pazardan lahana almışlar, biri birine diyormuş ki:
- La ġardaş, ağzımızı hara hura vurmadan şu ilahanayı bir yiyek.
(Anadolu insanının her nimeti aziz tuttuğunu ifade etmek için anlatılır.)
125. Dedeñ Yoh Derdiñ Yoh (KK: K. Demir, D: BA)
Alevi kardeşlerimizden bir tanesi hızlı hızlı yürürken bir Sünni köyünden
geçiyormuş. Bu köyde de nüktedan bir adam varmış, seslenmiş buna:
- Ooooo Üsüyün! Neriye gidiyoñ Üsüyün?
- Heç sorma ġardaş, dedeñ yoh derdiñ yoh. Galaköy’e dede parası116
toplamaya gidiyom.
(Bazen insanlar kendileri için kutsal kabul ettikleri bir şeyden bile
şikayetçi olabilirler, düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
126. Cuma Dursun (KK: K. Demir, D: BA)
Yıldızeli’nin insanı biraz hırçın tabiatlıdır. Çevre köylerden, hatta çevre
kazaların esnaflarından Yıldızelililerden sopa yiyen çok kişi vardır. Malûm
Yıldızeli’nin pazarı da cuma günüdür. Bu adamlar, her Cuma günü birkaç kişiyi
dövmezlerse rahat edemezlermiş. Diyelim ki bir tanesi dövülecek, Yıldızelili birkaç
kişi, o adamı dövmeyi murat ediyorsa, biraz patırtı çıkarıyorlarmış, hemen
Yıldızelililer toplanıyormuş, adamı bir güzel dövüyorlarmış. Yine bir cuma günü
ezan okunuyormuş, millet hep namaza giderken, o arada yabancı esnaftan bir tanesi
Yıldızeliliyle kavgaya tutuşmuş. Yıldızelili bağırıyormuş:
116 Dede parası: Alevi dedelerinin -tıpkı imamların köylerde aldığı hak benzeri- kendilerine bağlı Alevi köylerinden aldıkları belli bir ücret vardır; buna, dede parası ya da salma denir. Çünkü bu Alevi köylerinde dede gelir, onların bazı problemlerini halleder. Kimisine okur, kimisini avsunlar yani bazı tehlikelere ve kötülükler karşı kendisinde mevcut olduğuna inanılan tılsımla onları korur. Sivas’ta oldukça yaygın olarak söylenen “Deden mi var, derdin var” sözü de “dede parası”ndan dolayı, bu fıkranın deyimleşmiş biçimi olsa gerektir.
194
- Ula cuma dursun Allah’ını seven vursun117
(Kavgacı insanların kavga etmeden duramayacaklarını ifade etmek için anlatılır.)
127. Bu Ahılınan Zor Yaşañ (KK: K. Demir, D: BA)
Köyün birinde biri rahatsızlanmış. Ahbaplarından biri de onu görmeye
gitmiş. Selam, aleykümselam dedikten sonra:
- Beni tanıdıñ mı? Demiş, hasta şöyle bir bakmış:
- Sen şu bizim Kirkor değil misin? Demiş, o sıralar seyrek de olsa aramızda
Ermeniler, Rumlar vardı. Hasta ahbabını Ermeni’ye benzetmiş, ahbabının da zoruna gitmiş:
- Sen bu ahılınan zor yaşañ, demiş, çıkmış gitmiş.
(Hasta insanların bazen insanları çok incitecek durumlara
düşürebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
128. Anam Anam Diyollardı (KK: K. Demir, D: BA)
Köylünün biri Sivas’ta bir medreseye okumaya gelmiş. Biraz okuduktan
sonra köyüne geri dönmüş. Köyde sormuşlar:
- Oğlum, sen bayağı bir Arapça ohuduñ. Ġarıncaya ne diyollar Arapçada?
- Vallaha dayı, o ġadar güççüğünü ohuyamadıh
- Peki ya deveye ne diyollar?
- Dayı, o ġadar böyüğünü de ohuyamadıh. Yalıñız ben ordayken ġoyuna
anam anam (ğanem) diyollardı ya bilmiyorum, demiş.
(Okula gitmenin öğrenmek anlamına gelmediğini önemli olanın öğrenmeyi
istemek olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
129. Ne Sohranıyoñ (KK: K. Demir, D: BA)
Yıdızeli’nin Karacaören Köyü’nde Hüseyin Demir adında çok mukallit bir
adam varmış. Sivas’tan, bu adamın kardeşi, kardeşinin hanımı, çocukları ona misafir
gelmişler. Aslında misafirleri de kendi davet etmiş. Gariban karısının söylendiği
falan da yoktur ama adam illa bir mukallitlik yapacak ya, misafirlere “Hoş geldiñiz.”
demiş; biraz dışarı çıkmış, hanımıyla tartışıyormuş edasıyla bağırıyormuş:
- Ne sohranıyon yav, Allah Allaah! Adamlar bir çay içip gedecekler yani.
Ne var? Şordan ağrı gelmişler bir çay da mı içmesiñler?
117 Bu fıkradaki “Cuma” ve Dursun” sözcüklerinin tevriyeli kullanıldığı, Yıldızelilinin Cuma ve Dursun adındaki akrabalarını kavgaya çağırdığı, aynı zamanda da bırakın Cuma namazını Allah’ını seven kavgaya gelsin şeklinde çağrıda bulunduğu kaynak kişinin ifadelerinden anlaşılmaktadır.
195
(Sürekli etrafına neşe saçan nüktedan insanların sözlerinin etrafındakileri
incitmeyeceğini ifade etmek için anlatılır.)
130. Acından Ölüyor (KK: K. Demir, D: BA)
Hüseyin Demir’in amca oğlu Sivas’ta imamlık yaparken bir gün ekmek aşı
(ekmāşı)yaptıracakmış. Bir de çalınmış bakmışlar ki evde köy ekmeği yok. Mübarek
ekmek aşı da somunla yapılsa da çok lezzetli olmaz. Amcaoğlu, köye, Hüseyin
Demir’e telefon etmiş:
- La Üsüyün, köy ekmeği yoh mu biraz gönder la, demiş. Hüseyin Demir de:
- Vallaha emmoğlu bu ara yoh da eğer yaparlarsa gönderiyim, demiş;
birkaç gün sonra, bir deste köy ekmeği göndermiş. Bir gün köyde Hüseyin Demir’e
sormuşlar:
- Üsüyün, emmiñ oğlu nasıl, neydiyor Suvas’ta?
- Āmān emmimoğlu neydecek, Suvas’ta acından ölüyor. Köyden Suvas’a
ekmeği ben gönderiyom, demiş.
(Nüktedan insanların söylediği her sözün etrafındaki insanlar için şaka
niteliği taşıdığını ifade etmek için anlatılır.)
131. Birinci Congolostan Beri buradayım (KK: K. Demir, D: BA)
Geleneğimizde gelinler kayınpederlerine uzun bir zaman gelinlik ederler.
Bir gün, bir evde gelin hanım ev süpürüyormuş. Evde de kimse yok; bir yandan
türkü söylüyor, bir yandan da oynuyormuş. Hoplayıp zıplarken birden bir kabahat
etmiş118, “Birinci congolos!” demiş. Biraz daha süpürürken kendini bırakmış, bir
kabahat daha etmiş, “İkinci congolos!” demiş; üç, dört derken bir de geri dönüp
bakmış ki kayınpederi gelmiş bir köşede oturuyor. Sessizce
- Aboo baba! Sen ne zamandan beri buradasıñ? Deyince, kayınpederi
bıyığının altından gülmüş:
- Ġızım birinci congolostan beri buradayım, demiş.
(İnsanların mahcup olacakları durumları aile büyüklerinin bulunduğu
durumlarda yaşadıklarında mahcubiyetin artacağını ifade etmek için anlatılır.)
132. Aha Sesini Benzettiñ… (KK: K. Demir, D: BA)
Eski iskembeler (iskemle/sandalye), tahtadan olurdu. Bir zaman sonra
oturup kalkerken gacur gucur ses çıkarırdı. Gelinin biri iskembede oturuyormuş.
118 Kaynak kişi fıkrayı anlattığı bağlamla ilgili olarak gelinin gaz çıkarmasını yöresel dille ifade edememekte, kabahat etmek şeklinde dile getirmektedir.
196
Birden gayri ihtiyari bir kabahat etmiş. Kayınpederi anlamasın diye de oturduğu
yerde sandalyeyi kımıldatıp gıcırdatmış. Kayınpeder de pek anlayışsız bir adammış:
- Ġızım aha sesini benzetdiiiñ, bunun ġohusunu ne yapacāñ, demiş.
(Yapılan hiçbir kabahatin gizli kalmayacağını zamanla açığa çıkacağını
ifade etmek için anlatılır.)
133. Zaten Camiye Hayır Verecēdim (KK: K. Demir, D: BA)
Nasrettin Hoca, bir gün derede kilim yıkıyormuş. Kilimi suya kaçırmış.
Sağa koşmuş tutamamış, öbür tarafa geçmiş tutamamış; kilim gitmiş.
- Olsun, giderseñ get, ben seni zaten camiye hayır verecēdim, demiş.
(insanın elinden kaçan bir nimet için üzülmesinin anlamı olmadığını ifade
etmek için anlatılır.)
134. Çerkez (KK: K. Demir, D: BA)
Çerkez din dersi öğretmenlerinden biri Sivas’ta bir lisede ders anlatıyormuş:
İman bakımından insanlar üçe ayrılır: Mü’min, münafık kâfir…
Neyse, ders bitmiş, aradan bir zaman geçmiş, sınav zamanı gelmiş, hoca
sınavda sormuş:
Soru 1: İman bakımından insanlar kaça ayrılır?
Öğrenci yazmış:
Cevap 1: Mü’min, münafık, Çerkez
(İnsanların bazen beklemedikleri bazı durumlarla karşılaştığı zaman
olgunluklarını muhafaza etmeleri gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
135. Çoh mu Devamsız Oldu? (KK: K. Demir, D: BA)
Karslılar bir arada otururken gençten biri yaşlılardan birine der ki:
- Emmi hele biraz devamsız devamsız ġonuş da güleh.
Adam sinirlenir:
- Het eşşoğlu eşşeh, terbiyesiz herif, defol get şurdan!
- Hele emmi o ne biçim söz, niye gızirsen ele?
- Niye yegen çoh mu devamsız oldu?
(İnsanın büyükleriyle konuşurken sözcüklerini seçmesi gerektiğini ifade
etmek için anlatılır.)
136. Sede Memiş (KK: K. Demir, D: BA)
Karslılar kendi arasında kavga ediyorlarmış:
- Ula bene la diye ġonuşma, bene kim diyerler bilir misen?
197
- Kim diyerler ulaaa?
- Ula bene Hacı Mulla Memiş Ağa diyerler.
- Ula vara valleeyyy! Ula hacılığın hacda ġalsın, mullalığın da sene,
ağalığın da bi zırt! Sede Memiş, sede gel ne istirsen?
- Ula şimdi yumruğum ağzan teperem
- İtin pohunu tepersen hele tep de görim!
(Övünüp gezmenin kişiyi tanıyanlar için hiçbir anlam taşımadığını ifade
etmek için anlatılır.)
137. Başġa Çimse Yoh mi? (KK: K. Demir, D: BA)
Karslının biri gece bir çukura düşmüş, uğraşıyor, uğraşıyor çıkamıyormuş,
arada bir bağırıyormuş: “
- Çimse yoh miii? Çimse yoh miii?
Eskiden gizli gizli Risale-i Nur okurlardı, o adamlardan birisi de Risale
okumaktan geliyormuş. Kulağına derinden derinden bir ses gelmiş:
- Çimse yoh miii? Çimse yoh miii?
Az ileri gitmiş, çukura bakmış ki mahallenin ipsizlerinden biri.
- Bah ula seni buradan çıharirem ama bene söz verir misen? İçki
içmiyecehsen, namussuzluh etmiyecehsen, kimseye sövmiyecehsen, sehtekârlıh
etmiyecehsen, tamam mı ula?
Çukurdaki şöyle yukarı doğru bakmış, tekrar bağırmaya başlamış:
- Başga çimse yoh miii? Başga çimse yoh miii?
(İnsanın karakterini değiştirmesini bekleyen birinden yardım da kabul
etmediğini ifade etmek için anlatılır.)
138. Gönlüñ Hoş Olsun (KK: K. Demir, D: BA)
Sivaslının yardımseverliği meşhurdur. Garibanın biri fukaradan birine
fakirlikten yakınmış. Adam öyle üzülmüş öyle üzülmüş ki:
- Ġardaş, ben saña yardım edecek durumda değilim ya ben eyi oynarım,
seniñ için bir oynayım da bari gönlüñ hoş olsun, demiş.
(Sivas insanının yardımseverliğini ifade etmek için anlatılır.)
139. Hayvah Ömrüm Çürümüş (KK: G. Bahcivan, D: BA)
İki tene ġız varımış, ikisi de nişanlısına saya dohumuşlar. Biri bir haftada
bitirmiş, biri de özene bezene bir ayda dohuyup bitirmiş. Bir haftada bitiren bir ayda
bitirene demiş ki:
198
-Sen bir ayda dohuduñ, ben bir haftada dohudum,sanki seninki başıma
altından mı oldu? İkisi de saya, demiş.Öteki ġızıñ zoruna getmiş, demiş ki:
- Gel nişanlılarımıza geydirek, görenlere sorah, hangimiziñki eyceymiş,
demiş. İkisi de nişanlısına sayaları geydirmiş, yolcu etmiş arhalarından da gendileri
getmişler. Kime sordularsa “İki sayalı deliğanlı geçdi” demiş amma heçbiri de
“Biriniñ sayası daha güzelidi, daha eyi dohunmuşudu.” dememiş. Bunun üstüne bir
ayda saya dokuyan ġız demiş ki:
- İnce yoğun birimiş de hayvāh ömrüm çürümüş, demiş
(Bir işi özene bezene yapanla baştan savma yapan arasında fark
gözetilmeyince emeğin boş olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
140. Benden Ġıymatlı Cebrayıl’ıñ Var (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Nasreddin Hoca, bir gün ġavuğunu da eline almış, bahcesinde otururken,
“Benim bu halım n’ōlacah” deyi düşünüyormuş. Bir de ġavuğuna bahmış ki her yeri
yırtılmış, ġavuhluh bir halı ġalmamış. Elini açmış Allah’a yalvarmış:
- Yârabbi, çoh istesem vermeñ, heç dağilise şu garip ġuluña bir ġavuh ver
ne var! Demiş ya bahceniñ öte tarafında bir de zengin ġonşusu varımış. Bu zengin
konşusunuñ da ġavuğu eskimişimiş. Herif, ġaldırıp da ġavuğunu şeyle (Kaynak kişi
elini havaya kaldırıp bir şey savuruyormuş gibi yaptı) atıncı, gelmiş, ġavuh
Hoca’nıñ ġafasına geçmiş. Hoca bir de bahmış ki bir ġavuh.
- Tüh n’ola başġa böyük bir dilek diliyeydim, deyi hayıflanmış emme
ġavuğu eline almış, bahmış ki eskiiii, kirliii, yırtıııh bir ġavuh. Ġaldırmış, gerisin
geri yoharı doğru atmış:
- Benden ġıymatli Cebrayıl’ıñ var, al da oña ver, demiş.
(Birinin bir isteği yerine getiriliyorsa beklediği ölçüde getirilmesi
gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
141. Hoca’nıñ Öğüdü (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Nasreddin Hoca’nıñ ġızı gelin oluyormuş. Neyise gelini ata bindirmişler,
almış gidiyollarımış. Hoca öñlerine geçmiş, düğüncüleri durdurmuş:
- Duruñ hele, duruñ duruñ; ben, ġızıma bir öğüt verecēdim, demiş.
Düğüncüler durmuşlar:
- Hocam, açıhdan de de biz de duyah da biz de öğrenek, demişler. Hoca,
ġızının yanına gelmiş:
199
- Ġızım ġızıım, dikiş dikerken ipliğiyiñ ucunu tuğle (düğümle) de şeyim
gibi diñeli ġalma. Bah bir öğüdüm daha var saña. Gidiyoñ ki gidiyoñ eliñ evüne; el
oğlu, donuñu çıhardır çıhartmıya da, sen gendiñ çıhar da gişilikli düş, demiş.
(Tedbirli olmanın ve üzerine düşen işi zamanında kendin yapmanın en
doğru davranış olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
142. Hocaya Vardıñ mı? (KK: R. Şimşek, D: BA)
Ġadınıñ birine bir hoca düñür geliyormuş. Ġadın ne gönüllü ne gönülsüz,
varsam mı varmasam mı diye düşünüyormuş. En sonunda hocaya:
- Amān Hoc’efendi! Ben senden evvel yedi gişiye vardım, yedi gişiden
saña ne ġalır. Benim daha gişi ġahrı çekecek halım ġalmadı. Deyince hoca sormuş:
- Sen heç hocaya vardıñ mı? Ġarı:
- Yōh! Demiş. Hoca o zaman:
- Eyleyse daha seniñ ellenecek yerleriñ var, demiş.
(Bazı hocaların kendisinden beklenenin tersine kadınlar konusunda biraz
çapkın olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
143. Oturacahdım da… (KK: R. Şimşek, D: BA)
Badeliniñ biri trenle yolculuk ediyormuş. Aksilik bu ya, adamı trende hıçkırık
tutmuş. Hıçkırdıhca başı dolaba değiyormuş. Köye gitmiş yolculuğunu anlatıyormuş:
- La gardaş, treninen geldim, irezil oldum. Beni bir ıhcırıh dutdu;
ıhcırdıhca, başım dolaba değdi.
Köylüler:
- La ġardaş sen de ġahıp başġa yere oturaydıñ, deyince, Bedelli cevap vermiş:
- Oturacahdım da ġardaş, ġarşımda kimse yohdu ki müsayit mi deyi
soruyum, demiş.
(Bazen fazla saygının saflık sınırlarını aştığını ifade etmek için anlatılır.)
144. Gine Hamileyim (KK: R. Şimşek, D: BA)
Ġadınıñ biriniñ yedi sekiz tane çocuğu varmış. Rahmi adında biçare bir de
ġocası varmış. Ġadın; o ġadar çocuh, saf bir ġoca, kendi de cahil tabi, bir de başında
ġaynana dırdırı var, iyice canından bezmiş. Ġaynanası bir gün:
- Yeter gayrı senede bir uşah doğuruyoñ. Mehleniñ dibinde sağlıh ocağı var.
Get ordaki dohdura söyle, saña bir ilaç versiñ. Deyince, gelinin canına minnet; ġoşmuş
sağlık ocağına. Dohtor, ġadına bir fitil vermiş. Nasıl kullanacağını da tarif etmiş:
200
- Bak canım, bu fitili geceleri rahminin ağzına koyacaksın tamam mı ama
her gün aksatmadan kullanacaksın unutma sakın! Demiş.
Aradan iki ay geçmemiş ki ġadın, hamileyim, diyerek sağlık ocağına tekrar
gitmiş. Doktora hesap soruyormuş. Doktor sormuş:
- Kardeşim sen düzenli olarak verdiğim fitili kullandın mı bakayım?
Demiş. Ġadın cevap vermiş:
- Ġullanmam mı dohdur hanım? Sen demediñ mi her gece Rahmi’niñ
ağzına bu ilacı ġoy deyi? Ben de her gece, heç ahsatmadım, adamıñ ağzına ġoydum
fitili, emme n’ōldu? Aha bah gine hamileyim! Gine hamileyim!
(Cahil kadınların sağlıkla ilgili konularda da yeterince
bilgilendirilmedikleri zaman kendilerine ve etraflarına zarar verebileceklerini ifade
etmek için anlatılır.)
145. Nah Gidersiñiz (KK: A. Şimşek, D: BA)
İmamıñ biri, bir ġadına göz ġoymuş, devamlı asılıyormuş. Ġadın
ġaçıyormuş, sahlanıyormuş, olmuyormuş. En sonunda bahmış ki olmayacah hocayla
ġonuşmaya ġarar vermiş. Niyeti, olmayacah bir şart öne sürüp hocayı
vazgeçirmekmiş. Bir gün hocayı çağırmış:
- Hocam eğer sen camide, cemaatiñ öñünde rahı içer, sigara içersen ben de
saña varırım, demiş.
Ġadın, hoca hemen itiraz edip vazgeçecek sanırken; hoca, ġabul etmiş.
“Aman hoca efendi, nasıl yaparsıñ?” falan dediyse de hoca:
- Sen ġarışma, ben bilirim işimi, sen sözüñde dur o ġadar! Demiş, bir cuma
günü ġadını da camiye çağırmış; minbere çıhmış, ġonuşmaya başlamış:
- Kıymetli Müslümanlar, insanlara hoşgörülü davranırsañız, sadaka verir,
fakiri gözetirseñiz, namazıñıza dikkat ederseñiz, etrafıñızı rahatsız etmezseñiz
içinden sütten ırmahlar ahan cennete gidersiñiz.
Sonra bir cebinden sigara, öteki cebinden rahı çıharmış. Önce sigarayı
yahıp devam etmiş:
- Ammmāā aha beyle cigarayı tüttürür, (sonra rahı şisesini ġafasına dikmiş)
rahıyı da aha beyle ġafaya dikerseñiz, nah gidersiñiz siz o cennete! Demiş.
(İnsanın bir şeyi çok istemesinin ona en olmadık şeyleri bile
yaptırabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
201
146. Biz Bilmek (KK: A. Şimşek, D: BA)
Sivas’ın köylerinden birine bir gün çok sosyete bir ġadın gelmiş. Ġadınlar
merakla etrafına üşüşmüşler. Ellerine bahıyorlarmış, yumuşacıhmış, teni
bembeyazmış derken köylü ġadınlardan biri merakla sormuş:
- Bacı siz şeherde ahşamaca ne iş görüyorsuñuz?
Ġadın ġırıta ġırıta cevap vermiş:
- Sabah 11-12’de kalkarım, kahvaltıdan önce kendime gelmek için yarım
kadeh viski içerim. Sonra kahvaltımı yapar, doğru kuaförüme giderim. Manikürdü,
pedikürdü epey bir zamanımı alır. Daha sonra arkadaşlarla buluşup konken oynarız.
Sonra da biraz alışveriş yapar eve dönerim. Akşam, eşim gelir, beni evden alır, şık
bir restoranda yemek yeriz. Daha sonra bir gazino ya da bara gider birkaç kadeh bir
şeyler içer, müzik dinleriz. Gece üç buçuk dört gibi de yatarım şekerim. Peki ya siz
neler yapıyorsunuz burada öyle eğlenceli şeyler var mı?
Köylü ġadın eliyle ağzını ġapatmış:
- Get anam get, vāh, biz eyle oruspuluk bilmek! Demiş.
(Herkesin ancak kendi imkanları ölçüsünde bir hayatı hazmedebileceğini,
fazlasını yorumlamakta bile güçlük çekeceğini ifade etmek için anlatılır.)
147. Zara’nın Milleti Ayu (KK: A. Şimşek, D: BA)
Zara’da adamıñ biri bir lokanta açmış. Millet yemek yemeye gitmiş.
Kebabı, şişi falan yemişler; ġahacahlar, garsonu çağırmışlar. Hesabı ödemişler, tam
ġahacahlar, bahmışlar ki masada kürdan yok, garsona:
- Ġardaş kurdan yoh mu? Demişler, garsonuñ canı sıhılmış:
- La ġardaşım, bu bizim Zara’nıñ adamı ayu ayu! Dişini ġurdalıyan alıp kurdanı
gediyor. Demiyollar ki geri yerine ġoyum, bir tenesi daha gelir de lazım olur demiyollar.
(İnsanın görgü kurallarıyla ilgili bilgisinin olmadığı durumlarda düşeceği
komik durumları ifade etmek için anlatılır.)
148. Dua Olmadı (KK: M. Akkaya, D: BA)
Bir hoca mevlit ohuyormuş. Mevlidiñ sonunda malum, dua ediyorlarmış,
hoca duayı edip bitirmiş, ġahmışlar, Çerkeziñ biri: “Bu dua olmadı” demiş, “Niye
olmadı gardaş?” diye sormuşlar. Çerkez imama dönmüş:
- Çünkü sen, “Gürün ile Darende arasında at çalarken şehit olan falanca
Çerkez’iñ ruhuna Fatiha!” demediñ, demiş.
(herkesin her olayı kendi lehine yontmaya çalıştığını ifade etmek için anlatılır.)
202
149. Nacağı Gucağı Pis Eder (KK: M. Akkaya, D: BA)
Alevi’niñ biri tarlasında oğluyla çalışırken, çocuh birden otların arsında bir
davşanıñ rahat rahat gezindiğini görmüş. Babasına seslenmiş:
- Baba, tarlaya bir davşan girmiş, ne yapıyım nacahlayım mı, ġucahlayım
mı? Demiş. Babası cevap vermiş:
- Oğlum, nacağı ġucağı pis eder guvala (kovala) getsiñ Yezit dağına
(Alevilerin tavşan yememelerinin nedenini ifade etmek için anlatılır.)
150. Leylek Benim Neden Dostum (KK: G. Kılıçer, D: BA)
İki yahın dost birbirine çok gelip gitmezmiş. Arhadaşlardan birine bir gün
dostunun onu ziyarete geldiğini haber vermişler. Adam, biraz kırgın cevap vermiş:
- Leylek benim neden dostum, yazın gelir güzün gider, demiş.
(Birbirini aramayan insanların dostluklarını kontrol etmeleri gerektiğini
ifade etmek için anlatılır.)
151. Yayıldığıñ Yurda Bah (KK: M. Akkaya, D: BA)
Bir ördek lağım suyunda yayılıyormuş. Yayılırken de “Vak! Vak! Vak!”
diye ötüyormuş. Evliyaullahdan biri de oradan geçiyormuş. Hani Hak dostları neyi
eşitmek isterse onu duyarlar ya; o da ördeğin ötüşünü, “Hakk! Hakk! Hakk!”
şeklinde anlamış. Şöyle bir ördeğe bahmış, üzgün üzgün söylenmiş:
- Yayıldığıñ yurda bāh, ağzıñdaki virde bah!
(İnsanın davranışıyla statüsünün uygun olması gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
152. Varıruk Veriruk! (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sultan Süleyman, bütün hayvanları vergiye bağlamış. Bir de ferman yayınlamış:
- Mülkümdeki her canlıdan vergi alına!
Tahsildarlar, böyük göllerden birinin kenarına getmişler, fermanı ġurbālara
(kurbağalara) da bildirmişler. Ġurbālar da cevap vermiş:
- Varrrukkk, vırrrukkk! Varrrukkk, vırrrukkk! (Varırız, veririz! Varırız, veririz!)
Deller ki o gün bugün ġurbālar o yüzden beyle ötermiş.
(Hayvanlarla ilgili bazı özelliklerin bazı hikayelerinin olabileceğini ifade
etmek için anlatılır.)
153. Tarla mı Kesek? (KK: M. Akkaya, D: BA)
Adamıñ biri tarlasında bir dilki görmüş, elinde üvendireyle ġovalıyormuş.
Malum, dilki hızlı ġoşar ama her nasılsa dilki bir türlü ġaçamıyormuş. Ne ġadar
203
ġaçsa da adam üvendireyle bir vuruyormuş. Dilki gendi gendine bu duruma bir
anlam veremiyor, söyleniyormuş:
- Tarla mı kesēk, ben mi ġaçamıyōm üvendire mi uzūn? Diyormuş.
(Hiçbir işi yolunda gitmeyen insanların durumlarını ifade etmek için anlatılır.)
154. Köpürenin… (KK: M. Akkaya, D: BA)
Stalin iki tane Çerkez’i cezalandırmış:
- Götürüñ bu herifleri sabun fabrikasına, sabun yapıñ, demiş. Çerkez, sövmüş:
- Gönder ulan gönder, köpüreniñ….
(Bir insanın inadının ulaşabileceği en son noktayı ifade etmek için anlatılır.)
155. Ben Önce Davrandım (KK: M. Akkaya, D: BA)
Adamıñ biriniñ Almanya’daki kardeşine borcu varmış. Kardeşi de izine
geleceğim, diye haber gönderince; bu, bir telaşa düşmüş. Bir gün arhadaşınıñ biri sormuş:
- Ne oldu? Ġardaşıñ geldi mi? Borcuñu ödeyebildiñ mi?
- Ġardaşım geldi, düşündüm, daşındım; “Bu, şindi benden parasını ister”
dedim. O, gelir gelmez ben ondan önce davrandım, biñ mark borç istedim, o da
parasını istiyemedi.
(Bazı durumlarda kurnazlığı çok işe yarayabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
156. On Ver ki (KK: İ. Hakkı Acar, D: BA)
Zara Lisesi’nde Cin Baki namlı bir öğrenci vardı. Baki, vücut çalışırdı, aynı
zamanda okulun güreş takımındaydı. Bir ara okulun güreş takımı müsabakaya gidecek. O
dönemde, okullarda onluk sistem var. Edebiyat derslerine giriyorum, güreşçilere söz verdim:
- Eğer galip gelirseñiz, her galibiyetiñize edebiyattan sözlü notu olarak bir
on vereceğim, dedim.
Baki, Sivas Kapalı Spor Salonu’nda müsabakaya çıktı. Rakibini tuttu, tam
sırtını yere vuracak, dönüp tribünlere bakmaya başladı. Öteki hocalar sesleniyor:
- Oğlum Baki, vur sırtını yere! Vur sırtını yere!
Yok! Baki hâlâ tribünlere bakıyor. Ben, vaziyeti anladım, elimi
kaldırdım, seslendim:
- Baki, oğlum ben buradayım!
Salon sustu; bu defa, Baki, bana sesleniyor:
- On ver ki!
Not defterimi çıkardım, orada notunu yazdım, Baki de rakibinin sırtını yere vurdu.
(İnsanların verdikleri sözleri tutmaları gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
204
157. Grevi Heç Duymadım (KK: İ. Hakkı Acar, D: BA)
Eskiden imamlar ilkokul mezunu imiş. Bir dönem devlet imamlara ortaokul
mezunu olma şartı getirmiş. İmamlar, belli dönemlerde sınavlara girip dışardan
ortaokulu bitiriyorlarmış. Zara Lisesi’nde sınava girenlere sosyal bilgiler dersinde
sormuşlar: “Grev ve lokavt nedir?” Köy imamlarından biri cevap olarak şöyle
yazmış: “Grevi heç duymadım; amma lokavt, bir sümsükcünüñ bir sümsükcüyü
vurup yere devirmesi demektir.”
(Bir konuda bilgisi olmayan kişinin yorum yaparak komik duruma
düşmemesi gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
158. Aşırmanıñ Ağzı Niye Açıh? (KK: Salih Kutluay, D: BA)
Hocabēliniñ (Hocabey) biri Aydın’da askerlik yapmış. Aydınlı biriyle
yahın arhadaş olmuşlar. Askerlik bitince de onu köyüne davet etmiş. Aydınlı Sivas’a
gelmiş. Hocabēli de o gün tesadüfen eşeğine binmiş, Sivas’a yoğurt satmaya
gelmişmiş. Kepçeli’den misafirini almış, traktöre bindirmiş amma bahar ayı; yol
çamur, çaylah, traktör gitmez… Bu defa bindirmiş misafiri eşeğe; dere, tepe derken
köye varmışlar. Aydınlı geldiğine geleceğine pişman olmuş. Ġarnı da acıhmış.
Adamcağız, “En azından ġarnımı doyururlar.” diye düşünürken, bir de bahmışlar ki
Hocabēlinin hanımı madımağı toplamış, aşırmayla ocağa ġoymuş, madımah bişiyor.
Hocabēli bahmış ki aşırmanın ağzı açıh. Karısına kızmış:
- Ġıız! Bu aşırmanıñ ağzı niye açıh? Çabuh ordan bir kerme119 getir de ört
şu aşırmanıñ ağzını, der demez kadın hemen tandırıñ yanındaki kermeyi almış,
aşırmanıñ ağzına örtmüş. Misafir, artıh bu manzarayı gördükten sonra ġarnını
doyurma umudunu da yitirmiş.
(Tanıdığınız herkes beklediğiniz gibi olmayabilir, düşüncesini ifade etmek
için anlatılır.)
159. Ġoymir ki Bibimgile Gidem (KK: Salih Kutluay, D: BA)
Porsuk Köyü’nden bir ġadın, bibisigile120 gidiyormuş. Örme çarşafını
giymiş, yola çıhmış. Eskiden, trafik lambaları olmadığı için dört yolun ağzında
trafik polisi olurdu. Trafik polisi, elini ġaldırmış, ġadına durmasını işaret ediyormuş;
ġadın, zor ediyormuş yola. Polis sesleniyormuş:
- Teyze dur! Teyze dur!
119 Kerme: Kalıp biçiminde kurumuş tezek. 120 Bibi: hala
205
Kadın durmuyormuş. Polis kadının önüne geçmiş, durdurmuş:
- Teyze sana “Dur!” diye sesleniyorum, niye dinlemiyorsun? Deyince, kadın:
- Vah hökümet adamı da bene ġarişir, ġoymir ki bibimgile gidem, demiş.
(Genelde sizin için mantıklı olanın toplum ya da başkaları için aynı ölçüde
mantıklı olmayabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
160. Eltime Gidirim (KK: Salih Kutluay, D: BA)
Ġarslılarıñ hanımları erkeklerden çoh sahınırlar.Erkeklerle ġonuşmazlar.
Böyle Ġarslı hanımlarından biri Hükümetiñ Önü’ndeki121 havuzuñ orda ġarşıdan
ġarşıya geçiyormuş ama yaya geçidinden geçmiyor, kavşaktan geçmeye
çalışıyormuş. Polis durdurmuş:
- Dur bakalım hanım, böyle kafana göre nereye gidiyorsun? Deyince, ġadın
polisin kendine asıldığını zannetmiş:
- Sene ne köpek, eltime gidirim! Demiş.
(Bazı soruların cahil insanların yanlış yorumlarına neden olabileceğini
ifade etmek için anlatılır.)
161. Git de Gebertsene (KK: Salih Kutluay, D: BA)
Sivas’ın merkez köylerinden birinden bir adam Sivas’ta Devlet Demir
Yollarına makinist olarak işe girmiş. Köye gidip ġarısını da getirmiş. Rasathaneye
yakın bir ev tutmuş. Adam bir gün işe gidince, ġadın da ġapınıñ önüne hava almaya
çıhmış. Oradan geçen yaşlıca bir adam ġadına yaklaşmış:
- Gelin hanııım, Alevi misiñ, Sünni misiñ? Diye sorunca, ġadın içeri
ġaçmış, daha önce hiç Alevi nedir, Sünni nedir bilmediği için başlamış ağlamaya.
Ġocası gelmiş, ġadın ġocasını dışarı çıharmış, ona soru soran adamı göstererek:
- Aha bu konez baña laf attı, demiş. Ġocasınıñ depesi atmış:
- Ne dedi ġız, söyle geberdecēm ġavatı! Deyince, ġadın:
- Bana “Alevi misiñ, Sünni misiñ?” dedi. Ġorhumdan öldüm, içeri ġaçdım,
demiş. Adam, bu sefer gülmekten yerlere yatıyormuş. Ġadın:
- Ne gülüyoñ herif? Adam baña laf attı; sen ne geñiş adamsıñ, get de şu
ġavatı gebertsene! Diyormuş.
(Cahil kadınların bazen yanlış anladıkları durumlarla ilgili etraflarındaki
insanların başını belaya sokabileceklerini ifade etmek için anlatılır.)
121 Sivas’ta tarihi valilik binasının bulunduğu meydana halk tarafından “Hükümetin Önü” denir.
206
162. Neydek Tekeri mi Sökek? (KK: Serap Kutluay, D: BA)
Gürünlü kadınlardan biri Sivas’tan Gürün’e gidiyormuş. Şoföre rica etmiş:
- Yavrūm! Beni tekeriñ üstüne oturtmayıñ, heç rahat edemiyom.
Şoför gayet arsız bir tavırla:
- Ne diyoñ teyze niydek? Tekeri mi sökek? Demiş.
(Kaba insanların terbiyesiz tavırlarıyla insanların zaman zaman
karşılaşabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
163. Alüğlü Tarlasına (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Ġızılbaşıñ biri varımış, adı Alüğlü’ymüş (Ali gülü). Bir gün yağmır
yağarken gök gürleyinci elini açmış, Allah’a dua etmiş:
- Alüğülü tarlasına!.. Alüğülü tarlasına!.. Demiş. Bir de bahmış ki bir tolu
(dolu), bir tufan basdırmış, tarlayı sel götürmüş, bu sefer ellerini açmış:
- Alüğülü bohu yedi, cümlālem tarlasına!.. Cümlālem tarlasına!.. Demiş.
(Yalnızca kendini düşünen beklediğine ulaşamayabilir, düşüncesini ifade
etmek için anlatılır.)
164. Bizde Yullardı… (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Ġızların evlenmeden evel burnu buludu cızar. Ġızın biri, geliniñ uşağı
üstüne işeyinci geline böyüklenirimiş:
- Amān nasıl pis uşahlarıñız var. Ecik temiz bahıñ anam, derimiş. Gendi de
gelin olmuş, getmiş; babası evine gerisin geri misafir gelmiş. Uşağı işeyinci
perişanlamış; temizlerken çocuğun çişi yaşmağına bulaşmış. O zaman gelin:
- Görüm hatıın! Bizde yullardı, sizde de yeller mi bacı? Demiş.
(İnsanın ne oldum değil ne olacağım demesi gerektiğini ifade etmek için
anlatılır.)
165. Hangisi Benim Ayağım? (KK: S. Yazıcı, D: BA)
Bedelliler bir ırmağın kenarına oturmuşlar. Ayahlarını da suya sarhıtmışlar.
Sonra geri ġahmıya (kalkmaya) ġarar vermişler. “Hangisi seniñ ayağıñ, hangisi benim
ayağım” derken, tanımıyorlarmış ki ġahsıñlar. Başġa köyden bir adam gelmiş,
- Ne oturuyorsuñuz burada? Diye sormuş.Bedelliler:
- Ġardaş, ayağımızı tanıyamıyoh ki ġahah, demişler. Adam, “Vay dürzüler
sizi!” demiş; eline bir deynek almış. Ayağına vurduğu Bedelli ġahıp ġaçıyormuş.
(İnsanların saflık derecelerinin bazen abartılabileceğini ifade etmek için
anlatılır.)
207
166. Babañ da Seniñ Gibiydi (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Oğlanıñ biri ġoşarah anasınıñ yanına gelmiş:
- Anaaa! Guzu meledi de ġorhmadım! Demiş. Anası:
- Vay benim aslan yürekli yavrum, babañ da seniñ gibiydi, demiş.
(Kuzguna yavrusunun şahin görünebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
167. “Dana sığır geldi/İki çit lafım ġaldı” (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Sivas’ıñ köylüklerinden birinde iki ġonşu ġadın zabah ezeninde gahmış;
ahırdaki malı, davarı çobana teslim etmişler. Çoban, malları almış, yaymıya
götürmüş. Bu ġarılar da kapınıñ öñünde lafa dalmışlar. Artıh n’āder (ne kadar) çeñe
çaldılarısa ahşam ezenleri ohunuyormuş ki çoban, malı davarı yaymış, gerisin geri
getirmiş. Boşbuğaz ġarılar bir de bahmışlar ki çoban, malları öñüne ġatmış getiriyor.
Lafları yarım galmış zahir ki bitirememişler. Garınıñ birisi:
- Amān anām dana sığır geldi ya iki çit lafım da ġaldı, demiş.
(Kadınların bazen çok geveze ve vurdum duymaz olabileceklerini ifade
etmek için anlatılır.)
168: Gine Döğülmedi (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Adamıñ biri ġarısını çoh severimiş, incitmeye heç ġıyamazımış. Ġadın da
bunu biliyor ya şımarır, adama etmediği eziyeti ġoymazımış. Bin bir türlü naz eder,
adamı canından bezdiririmiş. Amma adam çok sabırlıymış, bir güne bir gün ġarıya
bir fiske bile vurmamış. Ġarınıñ her ġabahatinde bu sefer seni döğecēm, deyi ġadına
ahdedermiş ama bir türlü ġıyıp da döğemezimiş. Bir gün ġadın, herifi eyle başdan
beyinden çıhartmış ki adam, elinin tersiynen ġarıya vuruncu ġarı olduğu yere
düşmüş, ölmüş. Adam bahmış ki ġarı ölmüş, gendi gendine söylenmiş:
- “Vursañ ölüyor, vurmasañ payıñı eliñden alıyor”; gine döğülmedi bu
ġarı! Demiş.
(Kadınların bazen çekilmez olduklarında insanın başını belaya
sokabileceklerini ifade etmek için anlatılır.)
169: Namuslu Kadın (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġahveniñ birinde adamlar oturmuş, ġarılarını öğüyorlarmış. Birisi:
- Lan benim ġarım ġapıdan dışarı burnunu uzatsıñ, ġafasını keserim. O da
huyumu bilir, ġapıdan dışarı çıhmaz.
Öteki:
- Benim ġarı benden habersiz babasınıñ yanına çıhmaz. Hele bir çıhsıñ…
208
Derken, adamıñ biri de:
- La ġardaş siz ne diyorsuñuz? Benim ġarım eyle edepli, eyle namuslu ki
kümesde tavuhları yemlerken horoz gelinci yaşmah çekiyor, deyince ötekiler dayanamamış:
- La ġardaş eyleyse bu ġarı seni uyuduyor, seniñ ġarınıñ yolu yol değil, demişler.
Olurdu, olmazdı derken ġadını takip etmeye ġarar vermişler. Ġadınıñ
ġocası değirmenciymiş. Getmiş ġarısının yanına:
- Hanım, ben değirmene gediyorum, bu ahşam gelemem, beni bekleme,
demiş; evin bir köşesine sahlanmış. Ġadın hemen oynaşlarına haber vermiş.
Oynaşınıñ biri serrafımış, gelirken bir inci getirmiş. O getmiş avcı oynaşı gelmiş, o
da bir keklik getirmiş. Onu yolcu etmiş, imam oynaşı gelmiş, o da mevlit
ohumuşumuş, oradan bir topah helva getirmiş. Adam gördüklerine inanamıyormuş.
Bir yandan da daha fazla dayanamamış. Sahlandığı yerden çıhmış gelmiş. Ġarısı
adamı görünce şaşırmış:
- Amān heriif! Hanı gece gelmiyecēdiñ n’ōldu? Demiş.
Adam, vursa öldürse, ömrü hapislerde geçecek. Olanları gördüm dese,
gendine yedirememiş. “Ben gördüklerimi usulünce söyleyim; gendi, başını alır da
giderse ne âlâ, gitmezse ya ġolundan tutar atarım ya da elimi ġana bularım.” deyi
düşünerek ġadına dönmüş:
- Sorma ġarı değirmende neler oldu neler oldu, değirmen daşınıñ altından
bir yılan çıhdı, bir yılan çıhdı ki belle ki ejderha! Gözleri, aynı serrafıñ incisi gibi
parlıyordu. Eğer ben, avcınıñ kekliği gibi öñünden sekmiyeydim, az ġaldı hocanıñ
halvası gibi beni ġapacahdı. Deyince, kadın anlamış herifin olanları gördüğünü,
yüzünü dolamış savuşmuş.
(Sürekli namustan dem vuran insanların sakladıkları bir namus özürleri
olabileceğini ifade etmek için anlatılır.)
170. Biz de Anlamadıh (KK: Fatih Kılıçer, D: BA)
Eskiden, vergi memurları, Bedel Köyü’ne vergi toplamaya giderlermiş. Her
vergi zamanı, vergi eksik toplanır, her seferinde de Bedelliler memurlarla birlikte
gelen jandarmalardan sopa yerlermiş.
En sonunda jandarmadan sopa yememek için aralarında ġonuşup paraları
önceden toplamaya ġarar vermişler. Gereken bütün parayı toplayıp uzun bir ġavağıñ
üzerindeki ġarga yuvasına ġoymuşlar. Ne var ki onlar parayı ġorken civar köylerden
209
uyanığıñ biri, bunları görmüş. Bedelliler gettikden sonra bütün parayı almış, yerine
de geçi pisliği koymuş.
Aradan birġaç gün geçmiş, vergi memurları vergiyi toplamaya, daha
doğrusu Bedellileri sopalamaya hazırlanmış gelmişler. Tam jandarmaların sopaları
yuharı ġahınca köylüler:
- Vergiñiz hazır beyim, cendermelere deñ de vurmasıñlar. Vergi aha şu
ġavahdaki ġarga yuvasında, demişler. Memuruñ biri ġavağa çıhmış, yuvaya elini
atmış, para yerine geçi pisliğini avuçlamış. Memurlar, bu defa daha da
sinirlenmişler:
- Siz bizimle dalga mı geçiyorsuñuz lan! Demiş, jandarmaya “Vuruñ
sopayı” diye emir vermişler.
Bedelliniñ biri memurlara hem vurmayıñ diye yalvarıyor, hem de yemin
billah ediyormuş:
- Ġardaş vallaha biz parayı oraya ġoyduyduh. Hadi ānadıh geçi ġavağa
çıhtı, çıhtı da dört ayağını bir araya getirip o yuvaya nasıl sıçdı, onu biz de
anlamadıh, yemin, şart olsun! Diyormuş.
(Bazılarının saflıklarının bazı kurnazların nasıl işine yaradığını ifade
etmek için anlatılır.)
171. Deyha Okul Orada (KK: Fatih Kılıçer, D: BA)
Poşalar oğullarını toplayıp öğüt verirlermiş:
- Oğlum bahıñ, adam olacaksañız aha davul, zurna! Yoh, “Ben, adam
olmam” diyorsañız deyha okul orda!
(Bazı sosyal grupların kendilerine özgü mesleklerinin olduğunu ve bunu
çok önemsediklerini ifade etmek için anlatılır.)
172: İbre Köyü’nün 4. Azası (KK: Fatih Kılıçer, D: BA)
İbre Köyünden biri İstanbul’a giden bir otobüse binmiş. Yolda midesi
bozulan adam, şoföre:
- Ġardaş, otobüsü bir kenara çek de bir hacet görüyüm yav! Demiş. Şoför,
adama bahmış; şapġalı, zavallı biri.
- Patlamadıñ ya! Mola yerine ġadar sabret! Demiş. Adam, birġaç kere daha
söylemiş ama şoför adamı dikkate almamış.
Adam, çaresiz, getmiş, tuvaletini otobüsün arha merdiven boşluğuna
yapmış. Ortalığı gohu sarınca, şoförle muavin adamı indirip dövmeye başlamışlar.
210
Adam “Durun!” demiş. Herkes ne söyleyecek diye adama pür dikkat bahmış. Köylü
şoföre çıhışıyormuş:
- Şapġalı gördüñ de köylü mü bellediñ, ben İbre Köyü’nün 4. azasıyım!
(Herkesin kendini önemsediğini ama öneli olanın etrafınca önemsenmek
olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
173. Nohut (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Şarkışla’nın köylüklerinden birinden bir adam ġarısını Sivas’a götürmüş.
Ġadın köye gelmiş, ġonşularına şeherde gördüklerini ānadıyorumuş:
- Bacı şeher eyle eyce, eyle eyce ki adamıñ geri gelesi gelmiyor. Bizim Mahmıt,
şeherde baña bir şey aldı adına leblebi diyollar. Amanıñ nasıl datlı, nasıl datlı…
Köyün ġarıları ağızlarını açmış diinemişler ġadını. Bir gün ġonşularından
birini de ġocası şehere götürmüş. Ġadın, şaşgın şaşgın çarşıdaki tikanlara (dükkan)
bahıyormuş. Ġocasına demiş ki:
- Heriiif, bizim köylü Adile’ye gişisi Suvas’da leblebi deyi beşiy almış.
Çoh datlıymış. Ne var, ecik de sen alsañ da biz de yesek, demiş.
O rada da leblebiciniñ nüne gelmişlerimiş. Adam leblebiyi dartdırırken
ġarı, bakmış ki leblebi deyi dartdıhları şey, nohuttan başka beşiy değil. Gendi
gendine söylenmiş:
- Ekdiğim nohut, biçdiğim nohut!
Şehere geldiñ de leblebi mi olduñ, içine sıçtığım nohut, demiş.
(Sonradan değişen insanların geçmişini bilen insanlarca kınanacağını
ifade etmek için anlatılır.)
174. Ġabağı Kim Yediyse… (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şarġışla’nın köylerinden birinde deliġanlınıñ birini, babası everiyormuş
Zahir benim gibi ecik de erken evermişler ki ahlı birez çocuhcaymış. Ben evleninci
onyedi yaşındaydım. Eskiden düğünler yemekli olurdu. Şindikiler gibi datdiri
dütdürü değildi. Her neyse düğün yemeğine de ġabah datlısı etmişler. Güvā de,
ġabah datlısını bek severimiş. Düğüncüler getmiş; almış, gelini getirmişler, düğün
sahapları yemeği düğüncüye yedirmiş. O arada güvā de acıhmış, yemeğini yemiş,
bahmış ki sufrada ġabah datlısı yoh, anasına demiş ki
- Ana gı ġabah datlısı varıdı niye getirmediñiz? Demiş, anası da:
- Abooo ġurban oluyum yavruuum vallaha millet ġırılmış gibi yedi, heç
ġalmadı guzūm! Ben saña yarin gine bişiririm, demiş; demiş ya oğlan küsmüş bir
211
kere. Yasdı namazından sōna bunu gerdağe sohacahlar ya mümkünü var mı oğlan
odaya girmiyormuş. Anası yalvarıyormuş:
- Oğlum! Etme dutma köleñ oluyum, ġadañ alıyım, gel babam, ayıp günaf
eliñ ġızına!
Yoh! Oğlan, uşah gibi nazlanıyormuş. Yatmış yere ġahmıyormuş. Anası
göğnünü edecek ya gine yalvarıyormuş:
- Ula yavrum ġosgoca adamsıñ. Bah seni everdik, ġuru yerlerde yatma
babam, get ġarıyıñ ġoynunda yat. Oğlan “İnadım inat” diyormuş, “Nuf diyor
peygamber demiyormuş”:
- Baña ne ana yatmıyom! Ġabağı kim yediyse gelininen de o yatsıñ, diyormuş.
(Bir durumda nimetten faydalanan insan o durumda yapılması gerekli
zorunlu işi de yapmalıdır, düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
175. “Adem Acıhmış ki Yavan Ekmeği İt Gibi Ġapıyor” (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Şarġışla’nın köyleriniñ birinde benim gibi ecik zevzek bir ġız varımış. Bu
ġızı gelin etmişler. Gelin vardığı evde bir gün, bu ġızın böyük ġaynı varımış; o,
ekini biçmiş, tarladan gelmiş. Evüñ gelinleriniñ hepisi şeremet şeremet ġayınlarınıñ
sufrasını sermişler, adamı sufraya oturtdurmuşlar, bir yumuşu var mı deyi de
sessizce bir köşeye çekilmiş, elpençe divan, ayahda bekliyollarımış. Bir de
ġaynanaları gelmiş, gelinlerine sormuş:
- Ġızııım, adeñiziñ yemāğini verdiñiz mi? Oğlan tarlada acından ölmüşdür
ġııı, demiş; bu zevzek gelin duramamış, ġaynanıya hoş gişi görünecek ya, (bizim ġız
gibi işte), şeremet, malamat:
- Heee anā, demiş; ġurmah mı heç? Ġurduh ġurdūh! Amanıñ anāā! Adem
acıhmış ki yavan ekmeği it gibi ġapıyor, demiş. Yā işte benim gibi ecik zevzāmiş
ellaham işte.
(Saygı sözü sarf edeyim derken bazı boşboğaz insanların kırdıkları potları
ifade etmek için anlatılır.)
176. Bir de İrahmetlik Baban (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Oğlanıñ biriniñ anası o ġadar çoh ġocaya varmış ki oğlan sayısını şaşırmış.
Bir gün anasına sormuş:
- Anā sen ġaç gişiye vardıydıñ? Demiş, ansı cevap vermiş
212
- Amān oğlum ben nebiyim (ne bileyim) sen say işde; Ali, Veli, iki de
ondan ireli, Iramazan, Şaban, bir de irahmetlik babañ; gişi yüzü mü gördü bu
ġaremetli anañ.
(İnsanların her durumda kendilerine acındırmayı becerebildiklerini ifade
etmek için anlatılır.)
177. Osman’ı Uykuya Koyduk (KK: A. Benek Kaya, D: BA)
Osman adında bir genç evlenmiş. Aldığı kız da biraz safçaymış. Gelini
getirdikleri gece birbiriyle şakalaşıyorlarmış. Gelin Osman’ı gıdıklarken gıdıklarken
Osman çatlamış, ölmüş. Gelin de damat uyudu sanmış, dışarı çıkmış. Kaynanası
gelini dışarıda görünce merak etmiş sormuş:
- Ġızım, Osman nerde? Sen niye odañdan çıhdıñ?
Gelin, utana sıkıla cevap vermiş:
- Osman gıdıh ben gıdıh, Osman’ı uyhuya ġoduh.
(Bazen saflığnı derecesinin insanları şaşırtacak kadar olabileceğini ifade
etmek için anlatılır.)
178. Seniñ Kotülüğüñ Saña (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Ġarının biriniñ oğlu ölmüş de, Ezirayıla demiş ki “Seniñ kotülüğüñ saña;
ben, bir oğlan daha doğururum” demiş.
(Her durumda iyi niyeti korumanın faydalı olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
179. Vay Birliniñ Başına (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Köyüñ birinde “Davara bir ġurt dadanmış.” demişler de ahlı yetik
ġarılardan biri, “Vay birliniñ başına!” demiş.
(Felaketlerin hep zavallı insanların başına geldiğini ifade etmek için anlatılır.)
180. Ahşam Boranı Zabah Boranı (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Garınıñ biri, bek yemek pişirmeyi bilemezimiş. “Aşda bildiği yarma, işde
bildiğ örme” işde eyle ecik benim gibi beşiyi bek beceremiyen bir ġarımıymış yōsa
varlıh mı yoğumuş neyise. Ne deler “Getie ver varlığı, gösderiyim erliği.” Olsa belki
çeşit çeşit bişiridi demkki yoğumuş ellaham ki Heç durmadan boranı bişiriyormuş.
Gişisiniñ canına tah demiş gayrı. Eñ soñunda ġarıya demiş ki:
- Ahşam boranı, zabah boranı, bilmemneydiyim bu evde duranı, demiş.
Evü, ġarıyı bırahmış, getmiş..
(İnsanın sürekli tekrarlanan şeylerden çabuk bıkacağını ifade etmek için
anlatılır.)
213
181. Boşa Zahmet Çekmiş (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şarġışla’nın koylerine mum dutduran Deli İrza (Deli rıza) adlı bir eşgıya
varımış. Köylerden birinde de yüzü çiçek bozuğu olan çirkince bir oğlan çocuğu
varımış. Deli İrza, bu oğlanı görünce babasından uçun şeyle demiş:
- Ula bunuñ babası buña boşa zahmet çekmiş; ben bunu bizim çil tavuğa da
çıhartdırırdım, demiş.
(Bazen yapılması gereken işin doğru yapılmadığını ifade etmek için anlatılır.)
182. Yımırtlar mı Yımırtlar (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Yaşı ecik böyükçe amma ahlı biraz nohsan yaramaz bir çocuh varımış. Ahıl
olmayınca ne ġader böyürse böyüsüñ ahıl böyümezse çocuh ġalır adam. Bu deliġanlı
bir gün evüñ ahalisini eyle yormuş, eyle yormuş ki ebesi (ninesi), ecik başımızdan
getsiñ deyi ġandırmış bunu:
- Oğlum get de bir bah hele deve yımırtlamış mı la, yımırtlamadıysa bekle
yımırtlayıncı al da gel he mi oğlum? Demiş.
Oğlan, getmiş, bahmış ki deveniñ altında yırmırta mımırta yoh.,
bekliyormuş ki deve yımırtlasıñ da oda alıp ebesine götürsüñ., o arada koyün
ıhdıyarlarından biri ordan geçiyormuş, del’oğlanı görüncü sormuş:
- Ne bekliyoñ la del’oğlan orda? Demiş. Del’oğlan da:
- Deve yımıtlıyacah da onu bekliyom, ebem istedi oña götürecēm emmi,
demiş. Ihdıyar gülmüş:
- Ula deli soyha deve yımırtlar mı la? Demiş. Del’oğlan cevap vermiş:
- Niye eyle diyoñ emmi? “Deve dediğiñ bed bir hayvan, yımırtlar mı
yımırtlar.” Demiş.
(İnsanın hiç beklemediği durumlarda beklemediği şeylerin olabileceğini
ifade etmek için anlatılır.)
183. Biz Kunde Yiyoh (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Sivas Valisi, Şargışla’nın köylerinden birine okul açmıya getmiş. Öğlen
yemeğini de muhtarın evinde yiyecēmiş. Sufra ġurulmuş, Vali oturmuş, köylülere
“Siz de buyrun” demiş. Köylüler cevap vermiş:
- Biz kunde122 yiyoh vāli bā, sen ye.
(Her durumda herkesin konuşmasının doğru olmadığını ifade etmek için anlatılır.)
122 Kunde (günde): her gün
214
184. Ġurban Olam Tesbih Saña (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Şarġışla’nıñ köyleriniñ birinde şindiki şeyhler var ya işte onnar gibi
sahtekâr hırhız dürzülerden birisi, gendini millete dindar, Müslüman gosteriyor;
gendi koyündeki, yahın koylerdeki fahır fuhareniñ ne ġadar ineği danası varısa
çalıp el altından satıyormuş. Herkeş de onu, dini bütün apdesinde namazında bir
adam sanıyor ya, kimse şüpelenmiyormuş. Herif de bundan istifade ediyormuş.
Dürzü, tesbih çekerken bir de arsız arsız çaldıhlarını sayıyormuş, şeyle tesbih
çekiyormuş (Kaynak kişi Fevzi Kılıçer, elindeki 33’lük tespihi sanki 99’lukmuş gibi
iki eliyle tutup bağdaş kurduktan sonra öne arkaya zikir çeken bir insanın
hareketlerini taklit edercesine sallanarak tespih çekiyormuş gibi yapar :
- Ġurban olam tesbih saña
Kimse gumen gelmez baña
Bu gün oldu dohsan dana
Süpānallah! Süpānallah!
(İnsanların dindar görüntüsünün altından bir sahtekarın çıkabileceğini
ifade etmek için anlatılır.)
185. Hem diineniñ (dinleni)… (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Gelinlerine bir türlü rahat huzur vermeyen bir ġaynana varımış. Amma
bunu yaparken eyle kötülüğünen yapmazımış. Hanı “Batmaz tiken” deller ya işte
eyle bir ġarıymış. Datlı diliynen gelinlerini durmadan çalışdırıyor, bir dakka nefes
aldırmıyoruyormuş. Gine bir gün bunnar, yorgun argın tarladan tapandan gelmişler.
Ağızları açıh ġalmış. Tam biraz diinenek, deyi oturmuşlar; ġaynana seslenmiş:
- Yavrūm, ġurban oluyum nasıl yorulduñuz, eliñize ġoluñuza sağlıh!
Diineniñ, diineniñ. Hemi gahıñ garşı ġavahlıhdan bir ġağnı kütük ediñ hemi de ecik
diineniñ. Ġahıñ ġuzum, gadañız alıyım..
(Sürekli çalışmanın faydalı olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
186. Elleriñ de Nasıl Yahışır (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Deveye sormuşlar, “Mesleğiñ ne?” demişler. O da “Berberlik!” demiş.
“Hay soyha! Elleriñ de nasıl yahışır!” demişler.
(Bir mesleğin ya da payenin birine yakışmadığını ifade etmek için anlatılır.)
187. Körüñ Küfte Yediği Gibi (KK: F. Kılıçer, D: BA)
İki tane kör varımış. Bunnar bir gün beraber bir yolculuğa çıhmışlar. Yolu
yarılayıncı acıhmışlar:
215
- Şu azığımızı çıharah da yiyek, demişler. Azıhlarında da köfte varımış.
Çıharmış, yiyollarmış. Körüñ birisi ötekine:
- Niye ikişer tene alıyoñ la? Demiş, öteki kör suçlanmış, bir hoş olmuş,sesi
titiremiş, arhadaşına:
- Nerden anladıñ la ikişer tene aldığımı? Deyi sormuş. Öteki kör cevap vermiş
- Ben de ikişer tene alıyom da ondan ānadım, demiş.
Bu fıkra deyimleşmiş olarak halk arasında kendi niyetini iyi tutmayıp
başkasını suçlayan kişilere karşı “körün köfte yediği gibi” şeklinde söylenir.
(Birinin sürekli hainlik ettiğini düşünenin muhakkak on karşı hain
duygular içinde olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
188. Zabaha Ġadar Çalışdıh (KK: M. Şimşek, D: BA)
Köyüñ birinde ġadınlar, namaz surelerini öğrenmek için her gün camiye
gidiyorlarmış. Biraz safça bir de ana-ġız varmış aralarında. Bir gün, imam:
- Amentü’yü öğrenemeyen yarın ġırh fare dutacah, demiş. Öteki ġadınlar
ezberlemiş ama bu saf ana-ġıza halk arasında bilinen bir tekerlemeyi ezberletmişler.
Ertesi gün bunlar imamıñ önüne diz çöküp ohumaya başlamış:
- Āmentü Āmentü, bir mantı bir mantı, yesem yesem doymasam, hacca
gitsem gelmesem, zemzeminen yusalar, ġınayınan gömseler.
İmam, “Bacı bu ne! Nasıl ezberlediñiz siz?” diye sorunca, ġız cevap vermiş:
- Sorma imam efendi, ne zorunan ezberledik! Anamınan zabahaca çalışdıh.
(Bilinçli yapılmayan çalışmanın faydasız olduğunu ifade etmek için
anlatılır.)
189. Sen de Çarıhlarını Çıhartdır (KK: M. Şimşek, D: BA)
Köyüñ birisine yeñi bir hoca gelmiş, gelmiş amma bahmış ki koyde kimse
camiye namaz ġılmıya gelmiyor. Bahmış ki beyle oturmaynan olmıyacah, köylülere
demiş ki:
- Ġardaş, siz niye camiye gelmiyorsuñuz? Demiş, koylüler biraz
eriniyormuş camiye girmiye:
- Amān hoc’efendi! Çarığımız var, dolağımız var, kim onnarı çıharıp da
namaz ġılacah, uzun iş, bizi zora ġoşma yav! Deyinci; hoca, koylülere demiş ki:
- La ġardaş siz geliñ de çarıhla geliñ, demiş. Bu sefer köylüler:
-Olur mu hoc’efendi, çarığınan namaz ġılınır mı? Deyinci, hoca da yeter ki
camiye alışsıñlar diye, “Olur, olur!” demiş, koylüler, gayrı birer ikişer camiye gelip
216
namaz ġılmıya başlamışlar. Gel zaman, get zaman bu hoca başġa bir koye hoca
getmiş; bu koye de yeñi bir hoca gelmiş. Yeñi hoca, bahmış ki köylüler çarıhla
camiye girip namaz ġılıyorlar, koylülere ġızmış:
- Ġardaş, çarıhla camiye girilir mi yav? Neydiyorsuñuz siz? Demiş,
köylüler şaşırmışlar, demişler ki:
- Hoc’efendi, senden evelki hocamız izin veriyordu, çarıhla namaz olur
dediydi, demişler. Hoca şaşırmış tabi. Öteki koye getmiş, eski hocayı bulmuş, sormuş:
- La ġardaşım beyle iş mi olur yav? Sen köylüye “Çarıhla camiye geliñ eyle de
namaz olur” demissiñ, beyle denir mi yav? Demiş, herslenmiş.Eski hoca cevap vermiş:
- Hoc’efendi, hoc’efendiii! Demiş, ben çarıhla da olsa camiye getirdim mi?
Getirdim. Namaz ġıldırdım mı? Ġıldırdım. Evelden o da yoğudu. Gayrı sen de
çarıhlarını çıhartdır, demiş.
(Hiçbir emeğin boşa çıkmayacağını önemli olanın verim almak olduğunu
ifade etmek için anlatılır.)
190. “Sen Hot Ben Hot Beygire Kim Versin Ot” (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Nasrettin Hoca’nıñ her işini gören bir beygiri varımış. Her gün bu beygiriñ
bahımı neyse Hoca yapar; yemini, suyunu Hoca veririmiş. Soñunda osanmış gayrı,
eve varmış, ġarısına çekişmiş:
- Ula ġarı sen nasıl ġarısıñ? Bir gün de Allah rızası için şu beygiriñ yemini
suyunu sen ver yav! Demiş. “Sen verecēñ! Yoh ben vermem, sen verecēn!” derken,
ġarınıñ ġaburgası ġalınımış ecik ki Hoca’nıñ da depesi atmış. Başlamışlar
döğüşmiye. Eñ soñunda bahmışlar olmuyor, bir ġarara varmışlar. “Eñ eyisi biz
birbirimize küsek; öñce kim konuşursa, bundan sōna beygiriñ yemini suyunu o
versiñ.” demişler. Ammā Hoca’nıñ ġarısında eyle bir inat varımış, eyle bir inat
varımış ki (aha anañız bazı eyle inat ediyor ya onuñ gibi) ġaburgasına vermiş, ölmüş
de ġonuşmamış. Eeee! Hoca; üç gün, beş gün, bir hafta derken bakmış ki olmuyor,
beygir acından ölecek, edememiş ġonuşmuş:
- Ula ġarı sende gavur inadı var, demiş; “Sen hot123, ben hot beygire kim
versin ot” demiş.
(İnatçılığın insana ve etrafına zarar verdiğini ifade etmek için anlatılır.)
123 Hot, sözcüğü bencil anlamında kullanılmaktadır. Muhtemelen Farsça dönüşlülük zamiri olan “hod” sözcüğünün anlam kayması yoluyla bencil anlamı kazanmasından oluşmuş olsa gerektir. Ayrıca aynı sözcüğün geçimsiz, inatçı gibi yakın anlamları da kullanılmaktadır.
217
191. İğde de Var Çıhrıhda da Var (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Ġadınıñ biri kilim dokuyacahmış, çıhrıhta (çıkrık) ip sarıyormuş. İp heç
durmadan kopup duruyormuş. “Acaba iğden mi, çıhrıkhan mı?” diye düşümüş. İpi
de gelini eğirmiş ama erini erini eğirmiş. Çünkü geliniñ iş yapmayı pek sevmeyen
tembel ve inatçı bir tebehatı (tabiatı) varımış. Ġaynana hem ipi sarıyor hem de ip
ġopduhca söyleniyormuş:
- İğde de var, çıhrıhda da var, seni eğiren hotda da var.
(Herhangi bir kötü sonucun tek bir nedeni olmayacağını ifade etmek için
anlatılır.)
192. Sen Senliğiñi Et (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Sivas’da ġadınlar, gelin olan ġızlarına hep hayır öğüt veriller. Ġızın biri, gendi
köylerinden başġa bir köye gelin olmuş. Senesi gelinci el öpmeye babası evüne
getirmişler. Bir fırsatını buluncu anasına ġaynanasından, görümlerinden dert yanmış:
- Amān ana güvēñ ( güveyin/damadın) eyi de ġaynanamınan o görümlerim
yoh mu beni canımdan bezdirdiler. Hele görümlerim, “Görüm görüm gör daşı,
göründükçe vur daşı” diyen ne hahlıymış. Allāh görünmez köye getsiñler, ömrümü
yediler, demiş. Anası heç ġızının önünden ġaçmamış, oña meydan vermemiş, ġızı
yuvasını bozmasıñ deyi ġızına onlara iyi davranmasını öğütlemiş:
- Ġızım, ġınalı ġuzum, sen senliğiñi et de kem Allah’dan bulsuñ, demiş.
(Her durumda iyi niyeti korumanın insan için en güzel ahlak olduğunu
ifade etmek için anlatılır.)
193. Keçi Dağda Ġıl Hararda (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Bir davar ġırhma zamanı ġadının biri ġızına geçileri ġırhmasını söylemiş,
gendi tarlaya getmiş. Ġızının adı da Şahsenem’imiş. Nişanlıymış, geçi kırhılacāmış
ki onuñ ġılından ip eğirsin de ġıza cehiz (çeyiz) dogusuñlar. Şahsenem, anasınıñ
dediklerini duymuş amma kulah asmamış, biraz tembelceymiş. Ahşam anası
tarladan gelmiş. Ġızına sormuş:
- Ġııız, geçileri ġırhdıñ mı?
Ġız bir mahana uyduracah ya:
- Yoh ana işim varıdı, kirmen eğirdim.
Ġadın evde ġıl-yün olmadığını biliyor ya ġızının yalan söylediğini ānamış.
Ġızına bir bahmış:
- Geçi, dağda; ġıl, hararda; Şahsenem, evde kirmen eğiriyor, demiş.
218
(Gerçekleşmesi mümkün olmayan planlar kurmanın hiçbir işe yaramayacağını
planı gerçekleştirmek için çalışmak gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
194. “Arpaya ġatsañ at yemez/ Kepeğe ġatsañ it yemez.” (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Bir dul ġarı varımış. Birez de yaşlıcaymış. Garınıñ ġişisi ölüp de kimsesiz
ġalıncı eyice fahır düşmüş zavallı. Ġonşuları buña bazı tavsiyelerde bulunmuşlar,
demişler ki:
- Bacı, demişler beyle perişan olanaca bir gişiye var. Heç yoğusa muhanete
muhtac olmañ, demişler. Garıcağız yerini yurdunu bilen ġarıymış. Eyle hele hüle
ġarı dağilimiş demek ki demiş ki:
- Anam bacım nidecēñiz (ne yapacaksınız) siz? Beni kim n’itsiñ (ne etsin)?.
Bu yaşdan sōna beni arpaya ġatsañ at yemez, kepeğe ġatsañ it yemez, demiş.
(İnsan belli bir yaşı geçtikten son,ra ondan beklenen şeylerin de azalması
gerektiğini ifade etmek için anlatılır.)
195. Alır Vermez (KK: D. Kaya, D: BA)
Sivas esnafından Mehmet adında biri varmış. Bu adam herkese borçlanır,
kimseye geri ödemezmiş. Esnaf bu huyundan dolayı ona borç vermek istemezmiş
ama bir de bakarlarmış ki çoluğu çocuğu perişan olmuş, çaresiz, gene verirlermiş.
Eline para geçtiğinde de çar çur edermiş. Bir gün belediye başkanı çarşıdan
geçiyormuş şormuş:
- Memmed Emmi ne yapıyoñ
Mehmet Emmi cevap vermiş:
- Ne yapıyım alış veriş!
Komşu esnaftan biri dayanamamış, başkana dönerek:
- Sen oña bahma sayın başġan, alır vermez işte.
(İnsanların etrafındaki insanları zamanla çok iyi tanıyabileceğini ifade
etmek için anlatılır.)
196. Odunu On et (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġadının biriniñ fazlaca batıl inancı varmış. Evde ne sorun olsa hocaya hacıya
gider sorarmış. Birġaç gün üst üste bu ġadının sobası yanmamış. Sobayı silkeliyormuş,
olmuyormuş, gaz döküyormuş olmuyormuş. Soñunda gedip bir hocaya danışmış:
- Hoca efendi n’ettim neylediysem sobam yanmıyor!
Hoca cevap vermiş:
219
- Bah ġızım odunu on edecēñ, hocaya da don edecēñ, o zaman sobañ yanar, demiş.
(Sonuç elde etmenin yolunun sonucu elde edecek şartları yerine
getirmekten geçtiğini ifade etmek için anlatılır.)
197. Daha Evlenmedim (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Nasrettin Hoca’ya “Nerelisiñ” deyi sormuşlar, “Daha evlenmedim.” demiş.
“Bu fıkrayı anlatanlar, erkeklerin evlendikten sonra, “Hanımköylü”
olduklarını bu tabiri kullanarak da eklerler.)
198. Sivaslıyım (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġışa “Nerelisiñ?” deyi sormuşlar. “Aslımız Ġarslı; ben, Erzurum’da
doğmussum; amma gendimi bildim bileli Sivas’dayım.” demiş.
(Kış mevsiminin bazı kentlerle özdeş olduğunu ifade etmek için anlatılır.)
199. Elimdekini Almıyaydı (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Ġarınıñ birine “Ezirayıl oğlan dağıdıyor” demişler; ġarı, “Elimdekini
almıyaydı.” demiş. (199)
(Umudun bazı insanlara iyi gelmediğini, başlarına hep kötü şeylerin
geldiğini ifade etmek için anlatılır.)
200. Umamıyom (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Adamıñ biriniñ oğlu: “Baba cennetliksiñ” demiş de babası, “Umamıyom
oğul!” demiş.
(İnsanın kendini bekleyen mükafatı veya cezayı az çok tahmin
edebileceğini ifade etmek için anlatılır.)
201. “Kürdü Eşşek Belleme, Çorbayıñ da Duzu Yoh” (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Eskiden köylerde çoban dutardıh. Hep de Kürtler bizim oralara çoban
durmıya gelilleridi. Çobanıñ yemeğini de her gün bir ev verirdi. Buña biz çoban
gormek diyorduh. İşte ġarının birine çoban gorme sırası gelmiş. Garı da çorbayı
bişirmiş amma duz atmayı unutmuş. Bir tas çorba getirmiş Kürd’üñ öñüne. Çorbya
hiç tuz atmadığını biliyormuş amma gendi gendine, “Āmān, Kürt ne bilecek duzluyu
duzsuzu?” demiş, duz getirmemiş. Kürt, çorbayı ġaşıhlamış, içmiş, bitirmiş. Ağzını
yağlığına silmiş. Ġapıdan çıharken ġarıya demiş ki:
- Baci baciii! Kürdü eşşek belleme, çorbayıñ da duzu yoh! Demiş.
(İnsanları hafife almanın onları incitebileceğini düşünmek gerektiğini
ifade etmek için anlatılır.)
220
202. “Çanahcılınıñ (Çanakçı) Ġoyun Terlettiği Gibi” (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġurban bayramına birġaç ay ġala ġurbanlıh ġoyun beslerken, ġoyunlarıñ
ağılını dışarıdan ve içerden bir eyce ışıh görmiyecek, heç hava almıyacah bir şekilde
çamırınan suvallar. (Kaynak Kişi Güllüşan Bahcivan araya girer)
- Beyle yapıncı, ġoyunlar etlenir, gelişillerimiş.
(Fevzi Kılıçer, anlatmaya devam eder.)Besiciler, buña “ġoyun terletme”
deller. Amma eyle hep havasız ġomıyacāñ tabi. Arada bir açıp hava havalandıracāñ. İşte
bizim Şarġışla’nın Çanakçı Köyü’nden bir herif, biraz da dalgınca bir adam mıymış her
nasılısa beyle bir ġoyun terledirken hava aldırmayı unutmuş; zavallı hayvanlar,
ısıcahdan çatlamış, ölmüşler. Ondan sōna bu temsil olmuş tabi. Bir yerde insanlar beyle
çoh ısıcahda nede (neyde) ġaldılar mıydı, “Çanahcılınıñ ġoyun terletdiği gibi” dellerdi
eskiler. Biz de onnardan duyduyduh işte. Bunuñ hekāsı bu ġızım.
İnsanın yaptığı işle ilgili alması gereken tedbirleri almasının şart olduğunu
ifade etmek için anlatılır.)
203. Depdi Devürdü (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Ġarının biriniñ bir Hollanda inaği varımış. Hergün bir sağdı mı öteki ġonşularınıñ
inakleriniñ beş ġatı sağarımış. Nasıl etdiyse, inağe nazar mı dāmiş neyitmiş, inek delirmiş.
Ġarı sağarkene depip helkiyi devürmüş. Bu ġarınıñ, dünyanın hasedi tükenecek dağil a, bir de
haset ġonşusu varımış. Bahmış ki bu ġarı ahırdan helkisi boş çıhıyor, içinden sevünmüş,
demiş ki, “Bacı nö:rdüñ Hollanda inağiniñ südü mü çakildi neyitdi?” demiş. Ġarınıñ canı
sıhılmış, ağzınıñ ucuna gelmiş, seniñ nazarın dādi dese olmıyacah, “Neydiyim bacı” demiş,
“Allah herkeşe versiñ, inağim gine sütlü gine sütlü de depdi devürdü işde!” demiş.
(İnsanın yaptığı iyiliğin değer taşıyabilmesi için daha sonra kötülük
etmemesi gerekir ifade etmek için anlatılır.)
204. Ġayna Ġazanım Yaz Gelenece (KK: G. Kılıçer, D: BA)
Eskiden beyle at yoğudu araba yoğudu, bir yere gelen misafir hafda mı deñ
ay mı deñ altı ay bir sene gider bir köyde misafir ġalırdı. Bazı Darendeli çerçiler
olurdu, onnar alışverişe gelillerdi. Bazı da vezsiziñ biri gider orda burada yatardı işte
eyle. İşte beyle bir herif bir köyde köyüñ zengininiñ evüne misafir olmuş. Evüñ
ġarısı da bıhmış osanmış gelen gidenden. Aş bişir, sufra topla, yatah ser, yük düzle,
gelen giden bitmiyormuş. Ġarı bahmış ki bu herif postu serip getmiyecek. “Dur,”
demiş, “Ben buña bir iş ediyim ki ac ġalırım budra sansıñ da çekilsiñ getsiñ, pis
konez!” demiş. Tandıra bir aş ġomuş emme altını yahmamış. Herife eşitdiriyor,
221
ġazana diyormuş ki “Ġayna ġazanım yaz geelenece” diyormuş. Herif de getmiye
heç niyetli dālimiş, ġarıya bahmış demiş ki “Ben de buradayım güz gelenece” demiş
(Kurnazlık bazen daha kurnaz olan karşısında işe yaramayabilir,
düşüncesini ifade etmek için anlatılır.)
205. Çabalıyan Gider Çite (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġocöküzünen at ahırda yem yiyorumuş. Gocöküz duruyorumuş, bir: “Çite
gidilecek.” diyormuş. Bir demiş iki demiş, beş demiş. At bahmış ki bu susmıyacah,
canı sıhılmış demiş ki:
- Ġocöküüüz! Ġocöküüüz! Ne götüñü yırtıyoñ? Gine sen gidecēn, gine
sen gidecēñ; çabalıyan gider çite, demiş.
(Bir işi yapmanın onunla ilgili sorumluluk taşımakla ilgili olduğunu ifade
etmek için anlatılır.)
206. Poşa Ġızı (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Poşa ġızını paşa ġonağına gelin etmişler, bahçedeki ġayın (kayın) ağacını
gormüş, “Şundan ne de güzel elek olurdu” demiş.
(İnsanın görgüsünün kendisine kazandırdığı davranış kalıplarını
göstereceğini ifade etmek için anlatılır.)
207. Ġurtardıh Sirkeli Saçdan (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Keloğlanıñ anası babası ölmüş, dayısınıñ yanında duruyormuş. Dayısı da
evleninci, dayısınıñ ġarısı bunu istememiş. (siziñ yengeñiz sizi gendi uşağından ayırt
etmezdi. Anañız babañız varıdı amma siziñ gine de güççüğüken yengeñ çoh bahdı
size.)her neyse bahmışlar ki bu keloğlan’ı dö:yollar getmiyor, ġōyollar getmiyor.
Neydek neydek derken birgün dayısıynan dayısınıñ ġarısı Keloğlan’ı başlarından
ırmah için ġavilleşiyollar. Diyollar ki:
- Biz bu kel soyhayı bir ırmağıñ gıyısına görtürek, gece uyuyuncu bunu
ırmağa yitek ġurtarah” diyollar. Neyse birgün bunnar hep beraber gidiyollar, bir
ırmağıñ gıyısına varıyollar. Hanı bunu atacahlar ya; yiyollar, içiyollar, gülüp
eğleniyollar, ahşam oluyor. Diyollar ki:
- Ahşam oldu, gayrı eve gidip neydeciyik, diyollar; ırmağıñ ġıyısına bir
battaniye serek yatah, diyollar. Meğer, Keloğlan daha öñce bunnar ġonuşup
ġavilleşirken diinemişimiş. Neyse bunnar Keloğlan’ı ırmahdan tarafa yatırıyollār.
Dayısınıñ ġarısı ortaya yatıyor, dayısı öte tarafa yatıyor. Keloğlan şeytan adamıñ
biriymiş, gece bunnar uyumadan o uyumuyor tabi. Bunnar uyuyuncu Keloğlan
222
ġahıp dayısınıñ öte tarafına geçiyor. Dayısını dürtüncü dayısı da uyhu semesi ya,
ġarısı dürtüyor sanıyor, Keloğlan’ınan barabar yitip ġarıyı ırmağa yuvalıyollar.
Ġarıyı ırmah alıp gidiyor. Dayısı, Keloğlan’ı ġarısı sanıp dürtüyor, diyor ki:
- Ġah ġarı ġah ġurtardıh kel baştan, deyinci; Keloğlan da diyor ki:
- Dayı, sahalıña sıçıyım ġurtardıh sirkeli saçdan, diyor.
(İnsanların kendi kazdıkları kuyuya kendilernin düşebileceklerini ifade
etmek için anlatılır.)
208. Görümüm Geliyor, Ölümüm Geliyor (KK: Miyase Bayrak, D: BA)
Ġarınıiri bizim gibi böyle ġomşularıynan oturuyomuş, gelmiş:
- Bacııı görümüñ geliyo, demişler. Demiş ki:
- Görümüm geliyo, ölümüm geliyo, demiş.
- bacı, demişler; görümüñ eli ġolu dolu geliyo, demişler. Eyle deyinci ġarı
lafı döndermiş:
- Abō, benden başġa kimi var bacım baña geliyo, demiş.
(İnsanların çıkarlarına göre kişilere değer verdiklerini ifade etmek için anlatılır.)
209. Ecik Esgilerden Söyle Hele (KK: G. Bahcivan, D: BA)
Nasreddin Hoca’ynan ġarısı oturuyormuş. Ne Hoca ġonuşuyormuuş, ne
ġarı beşiy diyormuş. Ġarı, dururken dururken canı sıhılmış demiş ki:
- Hoc’efendi, demiş; sen esgiden beyle dağilidiñ, söylerdiñ gülerdiñ, sindi
heç ġonuşmuyoñ, ecik gonuş hele, demiş. Hoca da:
- Gayrı ıhdıyarladıh avrat, “ġarardı köz, tükendi söz” ne söyleyim
bilmiyom ki, deyinci ġarısı demiş ki:
- Aman efendi işde ecik esgilerden söyle hele, demiş. O zamanaca Hoca:
- Hemi ġarı, demiş; sen baña gelinci ġız dağilidiñ deyinci, ġarı hemenlafını
kesmiş Hoca’nıñ:
- Aman Hoc’efendiii, ben saña esgiyi söyle dedim de o ġadar esgiyi söyle
dememdim ya! Demiş.
(Bu fıkra, insanlar konuşurken gereksiz yere birinin ayıbını ortaya
döktüklerinde ve ayıp sahibi bu ayıptan dolayı mahcup düştüğünde anlatılır.)
210. Yüzgec Öğrediyor (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Nasreddin Hoca bir ahar suyun üsdüne böyük apdesini yapmış. Ayağa
ġahmış bahmış ki pislik yüzüyor:
- Bohum da baña yüzgec öğrediyor, demiş
223
(Bu fıkra özellikle çocukları ukalalık yaparak ana-babasına yol öğretmeye
kalktığında ya da toplumsal statüsü çok düşük biri güngörmüş birine akıl
öğrettiğinde anlatılır.)
211. Aligopder (KK: Fatih Kılıçer, D: BA)
Köylünüñ biri tarlada ġarısıyla çalışıyormuş. O sırada bir helikopter bayağı
bir alçahdan uçmuş. Ġadın ġocasına demiş ki:
- Aman heriiif az ġaldı ki uçağın pervanesi ġafamızı ġopara, demiş. Adam,
ġadına ġızmış:
- Ula ġarı, biliyoñ bilmiyoñ cahal cahal ġonuşuyoñ yav, ben esgerde
gordüm, bi kere o uçah dāl (değil) aligopder aligopder! Demiş.
(İnsanların bildiklerini sandıkları bir konuda da ne kadar cahil
olabileceklerini ifade etmek için anlatılır.)
213. Ağleşme Geçsiñ (KK: Fatih Kılıçer, D: BA)
Köylünüñ biri tarlasında oğluynan pancar söküyormuş. O arada bir uçk
geçiyormuş. Oğlan heyecanlanmış, bağırmış:
- Babaaa! Baha bah, uçah geçiyor! Demiş. Adam sakin sakin işine devam etmiş:
- Ağleşme oğlum geçsiñ, demiş.
(İnsanoğlunun bilmediği şey konusunda çok rahat ve bilmediği düşman
karşısında cesur olduğunu ama bunun safdillikten başka bir şey olmadığını ifade
etmek için anlatılır.
214. Eyilik Etmedim ki (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Ġızım “Eyilik etme, evüñe yetme” deyi bir laf vardır, kime eyilik eder
ekmek verirseñ it olur ayağıña yapışır. Hazreti Ali’ya demişler ki: “Filanca adam
seni öldürecek.” demişler. Hazreti Ali şeyle bi düşünmüş demiş ki: “Yoh canım,
demiş; ben, oña eyilik etmedim ki” demiş.
(Yapılan bir iyiliğin arkasından iyilik yapılan kişiden kötülük
görüldüğünde anlatılan bir fıkradır.)
215. Ahşamdāāān Ahşama! (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Bekdāşi’ye sormuşlar, demişler ki: “Ne zaman namaz ġılıyoñ?” demişler.
Bekdāşi: “Bayramdan bayrama, bayramdan bayrama, bayramdan bayrama!” (Kaynak
kişi bu sözü çok hızlı ve arka arkaya tekrarlayarak söyler) “Peki ne zaman ırahı (rakı)
içiyoñ?” demişler. “Ahşamdāāāān ahşama” demiş. Ağır ağır söylüyormuş onu.
224
(İstenen işlerin çabuk ve zevkle yapıldığını; istenmeyen işlerin ise, zoraki
ve sıkılarak yapıldığını ifade etmek için anlatılır.)
216. Emmisiynen Dayyısıynan (KK: F. Kılıçer, D: BA)
Yalañlılı bir Cin Ali varıdı. Bu Cin Ali’niñ ġarısı doğum yapmış. Gelmiş,
bunu müjdelemişler. “Al’emiii ġızıñ oldu!” demişler. Cin Ali de demiş ki:
- Vayh! Demiş; emmisiynen dayısıynan (amcasıyla dayısıyla) beş başıñ
irizasıynan (rızasıyla) bunu da bir yerine yerleşdireydik, demiş; yani evlendireydik
demek isdemiş.
(Gelecekle ilgili erken beklentileri ifade etmek için anlatılır.)
217. Atlı Ġonah Sığmış da/ İtli Ġonah Sığmamış
Bizim o tarafda Ahpuñar köyü varıdı, Ġızılbaş köyü. Orda bir Hatice Ġarı
varıdı irahmetlik (rahmetli) çoh eyce ġarıydı. Ne zaman bizim koye gelse bize misafir
olurdu. Temiz, yollu yordamlı eyle seniñ benim gibi geyinir ġuşanırıdı. Gelirken de
eyle adetli töreli gelirdi. Yoğurt çalardı, çörek eder getirirdi. Bunuñ yanı sıra gelen bir
iti varıdı. O iti de hep barabar getirirdi. Birgün gine bu beyle bir misafir geldiydi bize.
Bizim itler gece bunuñ itini boğmuş. Nasıl utandıh amma neydek. Biz utanıyoh ya o
da bir hoş oldu. Osmannı (Osmanlı), lafı sözü belli ġarıydı. Dedi ki:
- Amanıñ anām, dedi; Atlı ġonah sığmış da itli ġonah sığmamış, dedi. O
gün bu gün ġulağıma küpedir. Bir uşağınan devşeğinen bir yere getdi mi sığmıyor
insan. Hemen döğüşüyollar, dirlik etmiyollar. Ne deller. “Ġanlık ġatillik itinen
uşahdan çıharımış.”
(Çok çocuklu ailelerin çocuklarıyla misafir gittikleri eve rahatsızlık
vereceğini ifade etmek için anlatılır.)
218. Hacı Bey Yardımı (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Gürün’ün Eskihamal Köyü’nde Beller diye bir aile varmış. Hacı Bey
adındaki ehl-i keyf bir adam varmış, bu adam da bu ailedenmiş. Bu adam; yer, içer,
dostlarıyla sohbet edermiş, rahı içermiş. Bunlarıñ rahı alemi, haftada bir ya da iki
gün hamamda olurmuş.Çünkü orada da aşırı miktarda ter atıyır, rakıyı daha rahat
içiyirlermiş. Ġızartmalar, kebaplar yapdırılıyır, hamama daşınıyırmış. Hamamıñ
işledicisi de Gürün’ün gariban, fahır adamlarındamış. Hamamda bunlara hizmet
edermiş. Bir gün bu hizmetlerine ġarşılık Hacı Bey’e demiş ki:
- Bu sene durumum pek eyi değil; baña bir yardım da bulun, eyilik et,
demiş. Hacı Bey sormuş:
225
- Sana ne eyilik ediyim ben ula? Demiş, hamamcı:
- Vallaha bey sen biliñ, deyince; Hacı Bey şöyle demiş:
- Şindi ben saña un versem, yeñ; sonunda unuduñ. Bulgur versem, yeñ;
unuduñ. Buğday versem, yeñ unuduñ. Hamamıña odun göndersem, yahsañ bunu da
unuduñ. Gel ula ben seni güzel bir ġulanıyım ki ömür boyu bu eyiliğimi unutmıyasıñ.
(Gürün’de “Hacı Bey Yardımı” biçiminde deyimleşmiş bir söz vardır.
Yardım edeyim derken zarar veren insanlarla ilgili olarak kullanılır. Ya da birine
kinayeli olarak “Sana Hacı bey yardımı yapayım” denildiğinde hakaret mahiyeti
taşır ve hoş karşılanmaz.)
219. Böyüyünce Ahıllanır (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Yine aynı adam Hacı Bey denilen adam 50-60 yaşlarında oruç dutmayır
adam işte, keyf ehli bir herif. Deyirler ki:
- Yav Hacı Bey 50-60 yaşamışsın. Seniñ bir torunuñ var, sekiz yaşında. Bu
oruç dutayır sen hâlen dutmayırsıñ. Seniñ yaşıñ geçmiş artıh yaşıñ geçmiş sen de
oruç dut deyirr, deyir ki:
- O da böyürse ahlı başına gelirse o da dutmaz, deyir; heç aldırış etmeyir.
220. Siziñ Ġarılar (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Şimdi bu bizim Gürün’de Resul Amca denilen bir herif var. Çok mizahı
çoh güçlü çoh fıkraları var da ben iki tanesini söylüyeyim adam. Gürün’e gelen
hakimler ġaymahamlar çagırırlar, bunuñla işte keyf yapar, bu ġonuşur onlar gülerler,
bunlar da sohbet yaparlar. Yine birgün, hep beraber Gökpınar Gölü’ne davet
ediyolar, beraber götüreyirler. Oraya varıyırlar ki hanımlar orda işte, tezek, hayvan
gübresi çiyneyirler, tezek yapacahlar ġışın yahmah için. İşte hepsiniñ ayahlarını
sıvamışlar, bacahları pisliğiñ içinde. Güneşde ġalmışlar, simsiyah olmuşlar, orda
bunları görüyirler, gölün başına oturuyırlar, deyirler ki:
- Yav Resul Ağa, bu ġadınlarla bu erkekler ahşam nasıl yatıyolar, bununla
yatılır mı, bu bokun içinde bu ġadınlar? Deyir ki:
- Siz işi bilmeyirsiñiz, onlar ahşamları yanlarında ġarılarıyla beraber yatarlar,
siziñ boyalı ġarılarınızı da gözleriniñ önüne getirirler, bu işi çok güzel de yaparlar deyir.
221. Ġaymahamıñ Eyisi (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Ġaymahamıñ bir tanesi soruyır, deyir ki:
- Yav Resul, bu Gürün’e gelip giden ġaymahamlarıñ en eyisi hangisiydi? Deyir.
226
- Ġaymaham Bey, deyir; e eyisi göçünü yükleyip Sivas’tan gelirkene bizim
Bağırsahdere’de devrildi kamyon, kendi de öldü, yoh oldu getdi, eñ eyisi buydu
bizim bu Gürün’e gelen ġaymahamlarıñ, deyir.
222. Gosgoca Hakim (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Şimdi Gürün’ün Yuharı Saçcağız diye bir köyü var, şiveleri de daha degişik
bunlarıñ Yukarı Sazcagız’da bir kavga olmuş, kavga olurkene adamıñ biri hanımınıñ
sırtındaki su daşıdıgı çatmaynan adama vuruyır, adamıñ ġafasını yarılıyır. Şimdi,
adam geliyir, mahkemeye veriyir, mahkemeye verince iki tane de şahit buluyır,
görgü şahidi iki tane ġadın. Hakim soruyır, ġadına:
- Ġızım, deyir; olay nasıl oldu, anlat, deyir; deyir ki:
- Hakim bey, Memmet ġarısınıñ omuzundaki çatmıyı aldı, adamıñ ġafasına
vurdu, yardı, deyir. Deyir ki:
- Ġızım çatma ney?
Çatma ney? Diyince ġadın duruyır, yanındaki ġadına dönüp deyir ki:
- Agzına ġov ġosgoca hakim çatmıyı da bilmeyir, deyir.
223. Ğuruyuncu Elimize Batıyır (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Yine Yukarı Saçcağız’da bir hoca var. Dişsiz Zıddık denilen bir adam. Bu
adam, her sene ekini ekermiş, ekini cinlere derdirirmiş. Şimdi bir gün yine ekini
ekmiş, ekini olgunlaşmadan yeşil iken derilmiş, deste edilmiş. “Ula bu neyiñ nesi?
Niye böyle oldu?”diye cinlerini toplamış, demiş ki: “Bu neyin nesi, niye böyle
oldu?” Cinler demişler ki: “Ekin ġuruyup ta derdiğimiz zaman elimize batıyır, biz
bunu böyle yaptık bunun için.” demişler.
224. Üçer Beşer Ölmeyince (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Yine Gürün’ün iki tane köyü var: Birisi Yılanhöyük, digeri Reşadiye köyü
Reşadiye köyü, Alevi köyü. Alevi köyünde bir vatandaş ölmüş. Sünni köyünden
onlara taziye vermeye gitmişler, ġadınlar erkekler oraya varınca, Yılanhöyük
köyünden giden ġadın ölülerde cenazelerde ağıt söylermiş, herkes de ağlaşırmış
demişler ki: “İşte Fadime Deyze şurda iki bişeyler söyle de ağlaşah” demişler.
Düşünmüş ġadın demiş ki başlamış: “Ne söyleyim de ne deyim ölü bizim
olmayınca, birer birer tükenir mi bunlar üçer beşer ölmeyince, hohu huhu aman!”
(Öbür taraf anlamıyo tabi diye söylemiş.)
227
225. Āza Ġarısı (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Gürün’üñ Yuva köyünde vatandaşıñ bitanesi ihtiyar heyetine āza olmuş,
heyete girmiş. O gün ahşam eve gelmiş, işte hanımına demiş ki: “İdare heyetine
girdim, āza oldum avrat.” demiş; “Eyi” demiş, “Hayırlı olsuñ” demişler. İşte hanım
yatağı sermiş, hanıma demiş ki:
- “Ben bu tarafa yatamıyacağım benim yatağı şöyle bir kuzeye dönder.”
demiş, biraz yatmış matmış, “Hanım işte ben bu tarafa rahat yatamıyorum, güneye
dönder.” demiş, güneye döndermiş, doğuya dönder, batıya dönder, birkaç sefer
yatağın yatış şeklini degişdirmiş neyse yatmışlar. Ġarısı sabahleyin çeşmeye gitmiş
işte, ġadınlar demişler ki: “Seniñ beyiñ idare heyetine girmiş, āza olmuş.” demişler.
- Hee amanıñ ġıız, demiş; ne de zorumuş āza ġarısı olmah. Sabaha ġadar
yatağı ġırh yere çevirtdirdi ne zorumuş, demiş.
226. Eyilik (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Şimdi bu Telin köyüydü şimdi kasabası ordaki ġadınıñ bi tanesi ġocaysıyla
oturup sohbet ederkene ġocası demiş ki:
- Yav ben saña şöyle eyilik ettim, böyle eyilik ettim, diye eyiliklerinden
bahsederkene demiş ki:
- Seni eyilikleriyiñ hepsi boş benim için. Sen beni semerli eşşeğe bindirip de
zırladııı zırladııı babam evüne mi götürdüñ de. Ben neyleyim seniñ eyilikleriñi, demiş.
227. Keleşinen Ture (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Şimdi Gürün’de Deli Şahin diye birisi var. Adamıñ aynı mahalleden bir çift
köpeği varmış. Köpekleriñ biriniñ ismi Ture birisi Keleş. Keleş, erkek köpege; Ture
de dişi köpeğe. Şimdi bu köpekler, bir adam ıssırmışlar. Adamı ıssırdığını Deli
Şahin denilen adam görmüş şimdi. O adam getmiş, o adama demiş ki “Seniñ
köpekleriñ beni ıssırdı.” Öteki de demiş ki: “Benim köpeklerim ısırmadı.” Adam,
mahkemeye vermiş. Hakim demiş ki:
- Şahidiñ var mı?
- Var!
- Şahit kim?
Deli Şahin’i çağarmışlar, mahkemeye gelmiş. Hakim, Şahin’e demiş ki:
- Olay nasıl oldu, bu adamı köpekler ısırdı mı? Deli Şahin demiş ki:
- Efendim evet, bu adamı köpekler ıssırdı. Keleş geldi, çökdü. Arhasından da
Ture geldi, çökdü, adamı yatırdılar, hep hırpaladılar, boğdular, demiş. Hakim demiş ki:
228
- Keleş kim, Ture kim? Şahin bahıp hakime deyirmiş:
Ġosġoca hakime bah hakime! Ne Keleşi biliyir ne Ture yi, demiş.
228. Nefesim Kesildi (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Yine Gürün’üñ Papaklı köyü var. Bu köyde adamıñ bir tanesi, astım
hastası. Nefes darlığı varmış adamda. Adama demişler ki: “Sen ġurt ciyeri yerseñ bu
nefes darlığıñ düzelir.” Demişler. İşte dağdan bir ġurt bulmuşlar adama. Adam, eyi
olacah ya, ciyerini çıharmışlar ġurduñ, güzel gelene de bişirmişler. Demek ki bayā
büyük de bir ciyer ki şimdi bu adama ciyeri ġızartmışlar; adam, ciyeri yemiş,
hepsini birden de yemiş ki çoh çabuk hem eyi olacām diye. Ciyeri yedikten sonra
bunuñ miğdeye kitlenmiş, heç nefes alması mümkün değil. Adam, bar bar bagırıyo,
feryat ediyo, “Ölecēm, nefesim kesildi!” İşte deyirler ki: “Bunuñ ağzına soda ġoyak
bilmem ne gġyak…” Adamı hiçbir türlü ġurtaramayırlar. Sonuçta bunu nasıl ġurtarak,
nasıl ġuratak, derken, onun yiğeni Muhtar Hasan diye biri var; o, deyir ki: “Geliñ bunu
ters dönderek, ġıçından sabunlu su ġoyak.” Deyir. Adamı depesiniñ üzerine dikiyirler,
hortumu ġıçına sohuyırlar, sabunlu suyu yapıp vermeye başlayırlar. Bir müddet suyu
verdikten sonra, adam bahıyır ki haraketleniyir. O arada deyir ki: “Aya Hasan çeh çeh
geliyir ha!” Hortumu çekiyirler, ġurt ciyerlerini parça parça ta tavana fırladıyır.
229. Bizim Oranın Tilhileri (KK: İ. Özpınar, D: GÖ)
Yine Hüyüklü köyünde Papahlınıñ124 bir tanesi tilki derisi iyi para ediyir
ya, davşanı vurmuş, derisini de yüzmüş almış getirmiş dericiye, Derici İsmail’e
vermiş. Derici demiş ki adama, “Bu davşan derisi.” Demiş. Papahlı deyirmiş ki:
- Aya bizim oranıñ tilhileri böyle olur, demiş.
230. Göktanrı Ġarışır (KK: A. Koca, D: GÖ)
Dolayısıyla bişey anlatacagım, Bu gerçek zamanıñ Timurlengi varmış.
Bunuñ 3000-5000 atlısı varmış. İstedigi şeyi vurur, gırarmış. Bunuñ hikâyesi uzun,
kısadan gidiyim. Birgün Sivas’ı vurmah mecburiyetinde ġalmış. Bır hakaretini
duymuş, Sivas’a haber salmış ki: “Vaktiñize hazır oluñ sizi yekten silecēm
köküñüzü.” demiş. Sivas, teleşeye düşmüş. Bir kör dede varmış Sivas’ta. “Ben sizi
ġurtaracağım, şu ġadar ġoyun, şu ġadar camız verirseñiz.” demiş. Adamlar, canlarının
teleşesinde. Bu kör dede demiş ki: “Timurleng’iñ gelecek tarafına bir çadır ġuruñ,
124 Papaklı: 93 Muhaciri, Karslı.
229
içine bir sandalye atıñ.” Tamam, çadırı ġurmuşlar, sandalye atmışlar, bu başsına bir
sarıh sarmış, getmiş çadıra oturmuş. Timurleng çıhmış, o atlılarına demiş ki:
- Yav bu, benim ġorhumdan sinek uçmayır; orda bir çadır var, içinde bir
adam var, gidiñ bahıñ bu ne ki? Demiş, ġorumasını salmış, getmiş demiş ki:
- Paşa soruyır, sen necisiñ, kimsiñ deyir? Onuñ ġorhusundan sinek
uçmayır, demiş. İhtiyar:
- Ben yer Tañrısıyım, demiş. Timur’uñ adamı, dönmüş geri gelmiş:
- Paşam, bu yer Tañrısıymış, demiş. Allah Allah! Onuñ da bi hizmetcisi
varmış. Gözünüñ biri küçükmüş. Timurleng:
- Götür, demiş; gözünüñ birini büyültürse, Sivas’ı bagaşlıyacağım, yohsa
ġendini de Sivası da vuracām, demiş. Adam, getmiş demiş ki:
- Bah bu paşanıñ hizmetcisini saldı, bunuñ gözü küçük. Bunu büyültecēñ
Sivas’ı saña bagışlıyorum vallaha, demiş. Dede de demiş ki:
- Göbekden yuharısına göğ Tañrısı ġarışır göbekden aşşağı geñişecek delik
varsa geñişdiriyim, demiş.
231. Ġuma (Kuma) (KK: O. Kaya, D: PK)
Ġumanıñ birine sormuşlar:
- Hanım, ġumayıñ ġaç çocuğu var? Demişler. Kadın cevap vermiş:
- Ġıran (kıran) girsiñ iki tane, demiş.
- Ya seniñ?diye sormuşlar.
- Altıdecik! ( altı tanecik) demiş.
232. Cemaat (KK: O. Kaya, D: PK)
Köyün birinde, imam izinde olduğu sırada cami cemaati kendilerine birini
imam tayin etmişler. İmam tekbir aldıktan sonra namaza başlamış: “Elemtere keyfe
feala rabbüke bi ashabil-fil.” demiş, imam “fil” lafzını söyler söylemez cemaatten
muzip birisi “De cemaat güül!” diye bağırmış. Cemaat kahkahaya boğulmuş ama
namazı bozdu diye adama kızmaya başlamışlar. Adamın neden öyle söylediği sonradan
anlaşılmış: Meğerse imam Fatiha Suresi’ni okumadan Fil Suresi’ne geçmiş.
233. Gelin (KK: O. Kaya, D: PK)
Kızın biri evlendikten sonra babası evini ziyarete gitmiş. “Ġızımız geldi”
diye yere perde sermişler; ama herkes doluşup perdenin üzerini kapladığı için, kız
kuru yerde oturmak zorunda kalmış. Koç kesmişler, kıza bir lokma düşmemiş. Evine
gelince geline sormuşlar:
230
- Babayıñ evine getdiñ geldiñ ne serdiler?
- Perde!
- Nerde oturduñ?
- Yerde!
- Ne kestiler?
- Ġoç!
- Ne yediñ?
- Heç!
234. Sarımsah Döğmeyene Mantı Yoh (KK: O. Kays, D: PK)
Bir kız gelin olup gitmiş. Annesi de bir gün kızını ziyarete gitmiş. Ev
sahipleri misafir için yemek hazırlamaya koyulmuşlar. Mantı yapacaklarmış. Herkes
bir işin ucundan dutmuş. kız da sarımsak soyup annesine getirmiş ve “Anne bunları
döğ” demiş. Sarımsak da döğülüp mantıya katılmış, mantı ortaya gelmiş.
Kadınlardan her biri “Ben hamur yoğurdum, ben yumak aldım, ben kestim, ben
pişirdim…” diyerek yemekten birer tabak almışlar. Kız bahmış ki yemek
kalmayacak, “Annem de sarımsah döğdüydü.” diyerek bir tabak yemek alıp
annesine vermiş: “Anne, annee” demiş, “Burda sarımsah döğmeyene mantı yoh.”
235. Hacı Kadın (KK: O. Kaya, D: PK)
Hacı kadının biri bir düğüne gitmiş. Oynaması için ısrar etmişler. “Ben
hacıyım, oynamam” dese de ısrarlara daha fazla dayanamamış ve ufak ufak oynamaya
başlamış. Bir yandan da “Allah’ım günah yazma!” diye dua ediyormuş. Oyuna biraz
ısınınca “Eçcik yaz, eçcik yazma!” diye dua etmeye başlamış. Derken hacı kadın oyuna
kendini iyice kaptırmış; tabi duası da değişmiş: “İster yaz, ister yazma!”
236. Gönül Meselesi (KK: O. Kaya, D: PK)
Adamın birinin bir yaban tezeğine gönlü düşmüş. Tezeği yedi sene
belindeki kuşakta gezdirmiş. En sonunda dayanamamış; süte katıp yemiş. Bu olay
üzerine şu söz söylenmiş: “Gönül düştü bir boka. O da mis gibi koka.”
237. Koyun Hırsızı (KK: O. Kaya, D: PK)
Bir çoban dağda koyunları güttüğü sırada, arkadaşlarıyla yiyip içtikten sonra
halaya tutuşur. Halaydakilerden biri de bir arkadaşıyla birlikte koyun çalmaya gelen
İsmail’dir. Bunlar halay çekerken İsmail’in arkadaşı da karanlığın da yardımıyla
koyunları götürmeye çalışmaktadır. Karanlıkta fark edemez ve uyuyan köpeğe doğru
yönelir. Halay çekerken bunu gören İsmail arkadaşına ezgili ve şifreli bir şekilde bağırır:
231
Kıllıyı tutma bağırır
Çobanları çağırır
Yünlüden ha yünlüden!
Arkadaşı mesajı alır ve köpeği hiç uyandırmadan koyunların birkaçını
götürür. Çoban durumu fark etmez. Halay, eğlence derken sabah olur. Çobanlardan
biri kaval çalmaya başlar. Koyunları çalınan çoban arkadaşına “Ne yanık
çalıyorsun!insana nasıl dokunuyor” diyerek iltifat eder. Bunu duyan İsmail, kıs kıs
gülerek kendi kendine söylenir “Suya inip de koyunları sayınca daha çok
dokunacak.” der. (Çobanlar, koyunları sabah su kenarına indirip öyle sayarlar.)
238. Sen Yeriñde Say (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt köyünde bir kız ve bir delikanlı birbirine sevmektedir. Ancak
delikanlı askere gitmek zorunda kalır. Delikanlının askerliği sırasında kızı başkaları
ister. Kızın babası ise kızını vermeye meyillidir. Kız da delikanlının babasının evine
giderek. “ Ben sizin oğlunuza kaçtım” der. Bu olayı duyan oğlunu evlendirmek
isteyen köyden biri oğluna sitem ederek
- Elalem askerde gız gaçırır sen hâlâ say yeriñde” der.
239. Deli (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt köyünde bir şahıs bir kadını öldürür. Mahkemede sanığın avukatı
sanığın cezasını hafifletmek için savunmasında
Hakim Bey müvekkilimin akli dengesi yerinde değil, der. O sırada sanık
hemen söze karışır:.
- Aye hakim bey men deliysem önüme beş yüz ġoyunu verir niye yaydırırlar der.
240. Hakim Bey (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’tan bir şahıs köyde silah yakalatır. Şahsı hakim karşısına çıkarırlar. Hakim:
- Silahı nerden aldın? Der, sanık:
- Aye hakim bey meni yahalānı sen maña söyle men onu (işaret parmağını
çevirip alnına koyar) halledim der.
241. Özüğe Söyletme (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta bir cinayet vakası yaşanır.Hakim tanığı çağırır.
- Oğlum anlat, nasıl oldu? Der, tanık :
- Aye hakim bey; gün ortuydu, anam isti bişirifti, men hürtletirdim. Bir bahtım
ki dışarıda garmağar gapuf. Dışarı çıhdım. Hasan gaçır, Hüseyin cırır. Hasan geri dönüf,
puştuyu çehdi. Hüseyin digarladı, der. Hakim söylediklerini anlamaz kızar:
232
- Şuna bir tercümen getirin! Der, sanık ise bu söze içerler:
Aye hakim bey eyle deyirem, eyle yaz; beyle deyirem beyle yaz. Meni
özüğe söyletme zıvırda! Der.
242. Ġarıñı Boşa (KK: O. Kaya, D: HSK)
Köyde bir şahıs kardeşi evlenirken düğün sırasında borç para verir. Aradan
zaman geçer, adam kardeşinden parasını ister. Kardeşi ise, biraz zaman tanımasını
söyler. Borç veren çıkışarak kardeşine:
Ya paramı ver ya ġarıñı boşa, der.
243. Pohu Pohuna Gitti (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’u ziyarete gelen misafiri ev sahibi dua etmek için mezarlığa
götürür. Mezarların yanından geçerken saymaya başlar.
- İşte bu ondörtlüyle vuruldu, aha bu mavzer tüfenkle, aha bu filintayla, aha
bu Dağıstan kamayla öldü, aha bu çifteyle, aha bu Osmanlı kulaklısıyla vuruldu.
Aha bu da hastalıhdan pohu pohuna getdi.
244. Ahbun (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta iki kardeş babaları öldükten sonra evlerinin önündeki arsayı
paylaşırlar. Kardeşlerden biri, kardeşinin kapısının önüne ahbunu döküyormuş.
Kardeşler arasında kavga ederler ve mahkemeye düşerler. Hakim sorar:
- Söyleyin derdiniz ne? Der, mağdur olan savunmaya geçerek:
Aye hakim bey eyle getirir pohu ağzığın içine tökür. Hepsi bu kaden, der
245. Hakimde mi Olmaz (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta biri hasta olan dayısını ziyarete gider. Hal hatır edildikten sonra
söz misafirin oğluna gelir. Hasta sorar:
- Senin oğlan ġaça gedir? Der, misafir:
- Beşe gedir o dayı, der; hasta:
- Senin oğlun ohuyamaz o yegen, der; misafir:
- Aye dayı öğretmen olamazsa hakimde mi olmaz? Der.
246. Kömüşlere Benzedik (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta biri birinden yaşlıca iki şahıs, çamurlu gölde yıkanıyormuş.
Dışarı güneşlenmeye çıktıklarında her yanlarının çamur olduğunu görmüşler. Yaşça
küçük olan:
- Aye dayı sede kömüşlere beñzedik, der; yaşça büyük olan biraz sitem ederek:
- Aye yegen sen beñzeyirseñ beñze men beñzemek istemem, der.
233
247. Köyde Kaza (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta bir kaza olmuştur. Köy ahalisi yaralananları ziyaret ediyormuş.
Kaza yapanlardan birinin eniştesi kayın biraderini ziyarete gider. Haline bakar ve
evine döner. Eşine:
- Aye bunlar sede köfte oluflar, diyerek güler.
248. Erbakan (KK: O. Kaya, D: HSK)
Acıyurt’ta bir kadın televizyon izliyormuş. Erbakan’ın başbakanlığı
sırasında televizyonda Erbakan’ın Cuma namazına hazırlanışı haber yapılmış.
Korumaları büyük bir itinayla abdest aldırırken biri suyunu döküyormuş biri
havlusunu veriyormuş. Televizyon izleyen kadın, bu itinaya kızarak:
- Hele köpöğlunun yehtisine bah hele sanırsan validi.
249. Sen de Ye Ben de Yiyim (KK: O. Kaya, D: HSK)
Köyden biri Sivas’tan ev tutmaya gelir. Evi gezmek ister. Ev sahibi evi
gösterir hem de över.
- Nohut oda, bahla salon, tuvalet desen ağzının içinde, aha bahçe bostan ek
sen de ye ben de yiyim.
250. Para Virdük ya! (KK: S. Gören, D: BY)
“Ben Türkçe öğretmeniyim ama Fransızca’mda iyidir. Bir dönem okullarda
parayla mezun etme olayı vardı. İnsanlar bir gün gelip sınavla ortaokul mezunu
oluyor birkaç gün sonra da lise mezunu oluyordu. Hatta bu sınavlardan alınan
paralarla o dönem birçok okul tamir edildi. Ben Fransızca bildiğim için Fransızca
sınavına giriyordum. Hiç bilmeyenleri bile geçiriyorduk. Zaten bu sınavların amacı
buydu. Bizim sınav bitmişti. Arkadaşlarla kapının arkasına doğru oturmuş sohbet
ediyorduk. Birden adamın biri soluk soluğa geldi. “Sınava girecektim sınav bitti
mi?” diye sordu. Ben adama Fransızca bir şeyler söylemeye başladım.`Ben
konuştukça adamın gülümseyen suratı yavaş yavaş düştü. Ben hala Fransızca bir
şeyler söylüyordum. Adam baktı olacak gibi değil kulağıma eğildi. “Para virdük
ya!” dedi. Biz arkadaşlarla gülmekten öldük. Tabi o adam da sınavdan geçti.”
251. Eşeğimizi Satalım (KK: Y.Gül, D: CE, YK, AN)
Eskiden erkekler 25-30 yaşlarına kadar evlendirilmezlermiş ki zararını,
karını seçecek duruma gelsin evini daha iyi çekip çevirsin istenirmiş.Bir adamın
oğlu varmış 30 yaşına gelmiş karı-koca oğulları hakkında konuşuyormuş
234
Artık oğlan evlilik yaşına geldi eşeğimizi satıp onu evlendirelim. Bunu
duyan oğlan heyecanla içeri girmiş Ama anne ve babası konuşmalarını
sürdürmemişler sabırsızlanan oğlan bunun üzerine
- Ana niye eşşek eşşek ġonuşmuyorsuñuz, demiş.
252. Hem Ağlarım Hem De Giderim (KK: Y.Gül, D: CE, YK, AN)
Bir kız gelin olmuş gidiyormuş. Annesi ve kendi çok fazla ağlamış,
haddinden fazla ağlayınca babası gelmiş ve demiş ki :
- Bu çoh ağlıyor. O zaman bunu vermekten vazgeçelim, demiş. Kız telaşla
cevap vermiş:
- Yoh yo baba! Ben hem ağlarım hem de giderim, demiş.
253. Ben Biraz Dolaşırım (KK: Y.Gül, D: CE, YK, AN)
Köyün birinde yaşayan bir karı koca aralarında sohbet ederlerken kadın
kocasına dönüp:
- Efendi biz öbür dünyada da buluşup böyle bir arada olabilecek miyiz?
Demiş, kocası:
- Ya ya olmaz mı hanım. Ama sen cennete direk gidersinde ben biraz
dolaşıp öyle gelirim, demiş.
254. İslam’ın Altıncı Şartı (KK: H. Demiray, D:?)
Kavak köyünde Pirzo isminde biri yaşarmış. Bu şahıs Kangal Ağaları’nda
çobanlık ederek geçimini sağlarmış. Hazırcevaplılığı ile tanınırmış. Kangal Ağaları,
Pirzo’nun bu özelliğini bildikleri için ona sık sık soru sorarlarmış. Bir gün toplantıya
çağırmışlar, Pirzo’yu bir göreve göndereceklermiş. Bunlar toplanıyorlar. Pirzo, bunu
önceden tahmin etmiş. Pirzo’ya İslam’ın şartının kaç olduğunu soruyorlar, o da
“Altı” diye cevap veriyor. Soru soranlar İslam’ın şartının beş olduğunu söylüyorlar.
O da: “Altıncısı kış günü bir yere gitmemektir.” diye cevap veriyor.
255. Merkep (KK: H. Demiray, D:? )
Bir merkep yavrulamış. Pirzo kucağında yavruyu bir ahırdan diğerine
götürüyormuş. Bu arada köye bir iş için gelen kaymakam ve mal müdürü Pirzo’ya
sormuşlar:
- Bu arkadaşını nereye götürüyorsun? Demişler. Okula kayıt ettireceğim,
diye cevap vermiş:
- Okula kayıt ettirip ne yapacaksın? Diye soruyorlar. Pirzo ise:
- İyi okursa kaymakam, kötü okursa mal müdürü olur, diye cevap veriyor.
235
256. Ayı (KK: H. Demiray, D: ?)
Kendisi çoban olan Pirzo, sakallarını bir süre kesmemiş. Bu sırada hakimin
de içinde bulunduğu ve Kangal Ağaları’nın toplandığı bir meclise çağırıyorlar. Pirzo
odanın kapısından girer girmez oradaki herkes gülerek “Ayı geldi, ayı.” diyorlar.
Pirzo hemen şu cevabı veriyor: “Bu kadar köpeğin içine ayı gelir mi?”
257. Yiğidin Harman Olduğu Yer (KK: H. Demiray, D: ET )
Sivaslı askere gider. Askerlik eğitimi süresince kendinin memleketini
bilmezler. Bir gün komutan buna nöbette uyurken rast gelir, hemen bunu kaldırır ve
direk tekmil verir. Falan filan dedikten sonra Yiğidin harman olduğu yeri der
doğumyerine. Komutan:
- Oğlum orası neresi öyle bir şehir de mi var? Der, asker:
- Komutanım dedik ya yiğidin harman olduğu yerden geliyorum diye, der;
Komutan sinirlenir:
- Çabuk bunu içeri atın da aklı başına gelsin, der; Askerler bunu içeri
atarlar. İçerde buna sorarlar:
- Ne oldu ġardaş niye içeri girdin? Nedir suçun? Diye sorarlar. O da
durumu anlatır. Bakar ki içerdekiler de aynı durumdan suçlu.
258. Enikler (KK: H. Demiray, D: FB)
Ġangallı Deli Yusuf, afedersiniz iki tane köpek eniğiyle otobüse biner.
Yolculuk Kepçeli’de biter. Otobüsten enikleri indirir. Kendi de iner. Muavine sorar:
- Muavin bey ġardaşım borcum ġaç lira?
Muavin der ki:
- Eniklere iki buçuk, sana beş lira vereceksin, der, Deli Yusuf:
- Gözüne ġurban olduğum, benim eniklerden ne farkım var. Benden de iki
buçuk lira al, der.
259. Kalaycı (KK: H. DEMİRAY, D: FB)
Bir kadının kocası vefat etmiştir. Oğlunu götürür. Kalaycı çırağı verecektir.
Der ki:
- Amca ben dul kaldım. Çocuğum yetim. Bu yanında kalaycılık öğrensin
senin, der. Götürür kalaycıya çırak verir. Çocuk bir gün gider, ertesi gün gitmez.
Adam da içinden der ki: “Bir kadın bana çocuk getirmişti. Acaba n’oldu?” der. İki
üç ay sonra. “Bir yokluyum” der. Gider kadını bulur. Der ki:
236
- Bacım sen bir çocuk getirmiştin. Bu çocuk n’oldu, bir gün geldi daha
gelmedi, der; kadın:
- Emmi, der; kalaycı dükkanı açtı, der. Adam şaşırır:
- Allah Allah , bir günde kalaycı dükkanı mı açılır?
- Aman emmi ne var ki, n’olacak ki. köylü ġabı getirecek, içine accık kum
ġoyacāñ, biraz da su koyacāñ. İçinde iki döncēñ temizliyecēñ. Ataşa dutacāñ, ġalayı
çalacāñ. Bu ne ki falan, der kadın. Adam:
- Allah Allah ne zekalı çocukmuş ya! Der; kalaycı;. bir günde kalaycılığı
kendi öğrendiği gibi annesine de öğretmiş.
260. Nasıl Dutuyoñ? (KK: H. Demiray, D: FB)
Köyden Memed Ağa şehre gelecektir. Hanımı der ki; “Mübarek ramazan.
geliyor, Şurdan dört tane ferik sat da ramazan eksiğini gör, gel.” der, Memet Ağa
gelir. Buğday pazarında dört tane feriği satar. Dört tane ferik ikişer buçuktan on lira
eder. Bakkal bir ahbabı vardır. Bu hem bakkaldır hem de kanarya besler. Burada
sohbet edip otururken bir müşteri gelir. “İki tane kuş istiyorum, kanarya.” der. Kuşu
kafesten çıkarır, kuşları verir. “Borcumuz ne kadar?”der, “Yirmi lira.” der.
Memed Ağa’nın aklı almaz. Ben ġoca ġoca dört tane ferik getirdim. Etti on
kağat. Bu el kadar iki ġuşu yirmi kağada verdi. Ahbabına der ki; “Sen bunları nasıl
tutuyorsun.” Ahbabı da gırgır bir adam: “Bilmiyor musuñ sen, nasıl rençbersiñ?
Falan” der. “Bunlar çok kolay tutulur.” der. “Şurdan şıra hanından bir teneke
pekmez alacāñ, pekmezi cıvıldacāñ., tarlanıñ sınırlarına dökecēñ. Bunlar gece gelir,
o pekmeze batarlar.” der.
Memet Ağa bir teneke pekmez alır. On altı kağat para verir. Götürür,
sınırlara döker. Hanımı erzak bekliyor. Memet Ağ pekmez parası vermiştir. Tabi
sabahleyin gidiyor ki toprak pekmezi emmiş. Ne kanarya var, ne guş var. Gelir:
“Seniñ dediğiñ olmadı, ben bu guşları yakalayamadım.”der. Adam: “Kaç lira verdin
pekmeze? Ben sennen gırgır geçtim”der. “On altı lira verdim” der. “Aha on altı
liranı al, pekmezi al çocuklarıña yedir.” der.
261. Fayıh Emmi’niñ Tavuğu (KK: M. Seçkin, D: GS)
Diyarın birinde Fayıh Emmi diye biri varmış. Fayıh Emmi bir gün
ağılındaymış, bir de bahmış ki tavuğu can çekişiyor. Yetişip bıçağı boynuna
vurmadan bahmış ki tavuh ölmüş. Ne yapayım ne yapayım derken tavuğun
bacaklarından başından aşağı doğru tutup ilçenin yolunu tutmuş. Çarşıda gezerken
237
biri raslamış demiş ki: “Fayıh Emmi ne yapıyorsun, eyimisin?” demiş. Birazcıh hal
hatır ettikten sonra Fayıh Emmi’niñ elinde tutduğu tavuğu görmüş. Demiş ki “Fayıh
Emmi tavuğu satıyoñ mu?” demiş. Fayıh Emmi’niñ de Allah’tan aradığı iş.
“Satıyorum.” demiş. “Gaç lira?” demiş. Fayıh Emmi de demiş ki “Bi ufah rahı
parası ver yeter.” O da demiş ki “Fayıh Emmi bu tavuh en az iki böyük eder.” Fayıh
Emmi de demiş ki “Sen yabancı değilsin senden değerli mi?” Adam ġabul etmiş
parayı vermiş tavuğu almış Fayıh Emmi oradan uzahlaşırken birden adam arhadan
bağırmış. Fayıh Emmi anca “Yandıh!” demiş. Adam demiş ki “Bunun gozleri
kımırdamıyor.”demiş. Fayıh Emmi de demiş ki “Ġardaş gece yoldan geldi yorgun o
yüzdendir.” demiş.
262. Fayıh Emmi’nin Öpme Olayı (KK: M. Seçkin, D: GS)
Fayıh Emmi birgün ġahvede otururken sohbet esnasında adamıñ biri demiş
ki “Arhadaşlar ġarılarıñızı öperken bahıñ gozleri açıhsa bilin ki ġadının gozü
dışarıdadır.” Tabi bunu duyan Fayıh Emmi yememiş içmemiş gundüz öğlen vahti
evin yolunu dutmuş. Ġapıyı çalmış, ġapıyı ġarısı açmış. Hemencecik kapıyı
ayağıyla örter örtmez ġarısının dudahlarını öpmeye başlamış. O esnada tek gozüyle
de ġarısına bahmış. Bahmış ki ġarısının gozleri açıh. Fayıh Emmi başlamış ki:
“Ġapa gozleriñi baban ağzına bilmem neyderim.” demiş.
263. Daha Kötü Olamazdık Ya! (KK: Z. Şimşek, D: GA)
İki arkadaş yolda giderken yağmura tutulmuş.Birinde şemsiye var,
diğerinde yok. Şemsiyesi olmayan şemsiyeli adamın şemsiyesinin altına girmiş,
birlikte yürümeye başlamışlar. Şemsiyeli adam: “Gördün mü şemsiyenin yaptığını,
.ıslanmadan gidiyoruz.” demiş. Diğeri de teşekkür etmiş. Şemsiyeli adam, aynı şeyi
beş altı defa tekrarlayınca diğeri öfkelenmiş. Önlerindeki çamur göleğiniñ içine
belenip çıkmış. Şemsiyeli adama demiş ki: “Şemsiyen olmasa bundan da kötü
olmazdık ya!” demiş.
264. Biberi Döğecekdim. (KK: Z. Şimşek, D: GA)
Hırsızın biri iki katlı bir eve hırsızlığa gitmiş.Gece vaktine kadar evde
gizlenmiş. Gece herkes uykuya dalınca değerli eşyaları toplayıp torbalamaya
başlamış. Evin alt katında bir havan görmüş. İçinde karabiber varmış. “Ben bu
havanı alırsam biberi nerde dövecekler? Biberi dövüp öyle götüreyim” diye
düşünmüş, başlamış biberi dövmeye. Evdekiler uyanmış, hırsızı yakalamışlar. Hırsız
ise, “Hanımıma acıdım, o yüzden biberi dövüp gidecektim” diye ağlamış.
238
265. Ya Düşer Boğulursa (KK: Z. Şimşek, D: GA)
İki katlı bir evde, yedi kişilik bir aile yaşarmış.Bu ailede kadın yemek
yapacahmış, et bölükleyecekmiş. Nacah ahlına gelmiş. “Gidim aşağıdan nacağı
alımda gelim.” demiş. Aşağı inmiş, gözüne havuz ilişmiş. Şöyle bir bakmış, havuz
çok derin. “Benim bir oğlum olur da o da bu havuzuñ başına gelir düşer de
boğulursa ben ne yaparım?” demiş. Oturmuş, başlamış çırpınarak ağlamaya.
Yuhardakiler bahmışlar ki ne gelen var ne giden. Neyse evin böyük ġızı demiş ki,
annem getdi gelmedi. Bir bahıyım hele n’olduysa demiş. Aşağı inmiş,.inmiş ki ne
görsün;.annesi bir ağlıyor, bir ağlıyor. “Ne oldu anne?” deyince de başlamış
anlatmaya: “Bir ġardaşıñ olursa o da bu suya düşer boğulursa neyderik?” Ġız da
başlamış bağırarak ağlamaya. Neyse yuhardakiler beklemişler gene gelen yoh. Evin
küçük ġızı inmiş. Onların ağladıklarını görünce neye ağladıklarını tam anlamadan
kendisi de başlamış, bağırarak ağlamaya. Neyse, evin beyi: “Bunlar nereye gittiler,
ne yaptılar? Bir gedim, bahıyım.” demiş. Aşağı inmiş ki ġarısı “Bir oğlumuz olurda
o da bu suya düşer boğulursa biz neyderik? Diye ağlıyor. O da başlamış hüngürtüyle
ağlamaya. O sıra da yuhardakiler beklemişler, beklemişler gelen yoh, giden yoh.
Evin ninesi varmış. Nine demiş ki: “Şurdan bahıyım da geliyim bunlara ne oldu?”
Aşağı inmiş, dinlemiş. O da: “Benim bir oğlan torunum olur da bu suya düşer de
boğulursa biz neyderik?” O da başlamış, bağırarak ağlamaya. Yukarda kim varsa
birer birer inmişler. Hepsi bir olmuş, bir bağrış, bir çığlık öyle gürültülü
ağlıyorlarmış ki.komşu sesi duymuş: “Bunlara ne oldu? Gedim bir bahıyım.” demiş.
Gelmiş görmüş ki, hepsi bir ağlıyor. “Ne ağlıyorsunuz, ne oldu?” diye sormuş. İşin
aslını öğrenince “Aman” demiş, “olmadık şeye bu kadar ağlanır mı? Ahlınızı
başınıza toplañ.” demişse de bunları susturamamış. Bir türlü ahıl yetirememiş.
266. Sela (KK: Z. Şimşek, D: GA)
Adamıñ biriniñ gözü darmış. Birgün elma deriyormuş komşuları
çıkagelmiş. Onlara hoş beş etmiş, fakat elma yeyin dememiş. Onlar da kolay gelsin
demişler, oradan ayrılmışlar. İçleriden birisi “Bu cimri adama bir ders verelim.”
demiş. Camide elma deren adamın adını vererek öldü selası verdirmiş. Tanıdıklar
koşup geldiklerinde adamın elma derdiğini görmüşler. Ölmediğine sevinmişler. Hiç
teklif beklemeden elmadan yemişler. Cimri adam da hatasını anlamış. İçinden ölüm
korkusu duymuş, kendisi de ordakilere elma ikram etmeye başlamış.
239
267. Oyunu Bozma (KK: Z. Şimşek, D: GA)
Köyde yetişkin gençler saklambaç oynuyorlarmış. İçlerinden birisi çok
safmış. Ebe, yummuş; herkes, saklanmış. Bu saf çocukta bir dereye saklanmış.
Ertesi gün çoban davarları otlatmaya giderken bu saf çocuğa rastlamış. Çocuğun adı
Resul’müş.Çoban “Ula Resul ne yapıyorsun burada?” deyince, işaret parmağını
kaldırarak “Sus! Oyunu bozma arkadaş!” demiş.
268. Kör-topal-sağır (KK: Z. Şimşek, D: KE)
Ağanın biri, üç kardeş olan kör, topal ve sağırı hizmetine alır. Bunlar,
ağanın yanında çalışmaya başlarlar. Zaman geçer, bunlar ağanın epeyce parasını
alırlar. Bunlardan parasını alamayacağını anlayan ağa, bunları mahkemeye verir.
Mahkemede hakim bunlara :
“Ağanın parasını almışsınız, siz mi aldınız?” diye sorunca, kör: “Ben
görmedim.” der, sağır: “Ben duymadım.” der, topal da “Ben bu işe karışmam.” der.
Bunların ellerinde bir de saz varmış, hem çalarlar hem de oynarlar. “Ben görmedim, ben
duymadım, ben bu işe karışmam” diyerek döner dururlar. Hakim dayanamaz. Kırk
senelik hakim “Böyle dava görmedim.” der; kör, sağır ve topalla beraber dönmeye başlar.
269. Bir tasa bir usa (KK: Z. Şimşek, D: KE)
Adamın biri atla yolculuk yaparken bir çeşme başına gelir ki, orada bir
gelin su dolduruyor. Bu gelinden Allah rızası için su ister.Gelin de suyu verir. “Tas
altınmış.” diyerek adam tası vermez. Gelin: “Şimdi hırsızlık yapma.” deyince, adam:
“Bir buse verirsen tası veririm.” der. Gelin düşünüp taşınır sonunda razı olur. Adam
gelinin bir yanağından öpüp giderken gelin: “Şu yanağımdan da öp” der. Adam: “O
niye?” diye sorunca, gelin: “O tas pahası bu da us pahası olsun.” der.
270. Kelkevser (KK: Z. Şimşek, D: KE)
Hocanın biri bir gün cemaata namaz kıldırırken fatihayı okur, arkasından
zammı sureyi okurken “İnna a’teyna” der ve gerisini unutur. Ne kadar tekrarlasa da bir
türlü arkasını getiremez. Derken arkalardan biri: “Geberir de kelkevser demez”der.
271 Yemin (KK: Z. Şimşek, D: KE)
Çobanın biri sürünün içinden koyunun birinin ayaklarını bağlar. Tarlanın
kenarına yatırır, sürüyü ekili tarlaya bırakır. Tarlanın sahibi gelir, bakar ki tarlanın
içinde sürü yayılıyor. Çobana: “Gardaşım tarlayı niye yayıyorsuñ?” diye sorar. Çoban:
“Vallahi bir koyunum girmedi, billahi bir koyunum girmedi.” diye yemin eder.
240
272. Köyün Delisi (KK: Z. Şimşek, D: KE)
Adamın biri başka köyden gelen birine: “Ben sizin köyün delisini bilirim.”
Deyince, adam şaşırır ve buna: “Yahu amca sen bizim köyün delisini ne tanırsın?”
diye sorar. O da gayet sakin bir şekilde şu cevabı verir: “Her zaman gelince bizim
köyün delisini bulur.” der.
273. Abdestsiz İmam (KK: D. Çetin, D: KE)
İmamın biri sabah namazı için abdest alıyor. Kuranı, tesbihatı yaptıktan
sonra cemaate namaz kıldırmak için fesini giyiyor ama abdestinden şüphe ediyor.
Namazı öyle kıldırıyor. Ama içine sinmiyor. Cemaatle tek tek görüşüp abdestinden
şüphe ettiğini bunun üçün namazlarını bir daha kılmalarını gerektiğini söylüyor.
Sıra öksüz Mehmet’e geliyor. Mehmet: “Baña ne yav! Sen o namazı benim nasıl
ġıldığımı biliyoñ mu? Gendiñe güvenmiyoduñ ne namaz ġıldırdın?” der.
274. Köfteyi Kim Yediyse… (KK: D. Çetin, D: KE)
Güveyin bir tanesi köfteyi severmiş. Bunun düğününde de herkese köfte
dağıtılır ama güveye vermeyi unuturlar. Akşam olmuş, millet çekilmiş ama güveyi
ortada yok. Ararlar, sorarlar, bakarlar ki ahırda yatıyor. “Oğlum senin burada ne işin
var, gitsene gelinin yanına” derler; o ise: “Köfteyi kim yediyse gelinle o yatsın.” der
275. Az Oluyor (KK: D. Çetin, D: KE)
Çocuğun biri ergenlik çağı geçmesine rağmen çocukluk huylarını
bırakamamış. Annesi buna kızınca o da annesine küsmüş. Annesi sahanlığa her gün
yiyeceği kadar yemek koyarmış. Çocuk annesine:”Anne bu yemeği kime
ayırıyorsan az oluyor.” demiş.
276. Çerkezin Hikayesi (KK: Duran Çetin, D: KE)
Hocanın biri sabah namazını kıldırırken sureyi uzun koşmuş. Arkasında
duran cemaatten biri de Çerkez’miş. Bakmış ki olacak gibi değil “Hoca yatıyorsan
yat yatmıyorsan ben yatacam.” demiş.
277. Mısır Seferi (KK: D. Çetin, D: KE)
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken bir konakta durmuş.
Dinleneyim diye bir odaya çekilmiş. Konakta bir hizmetçi varmış. Yavuz’u görür
görmez âşık olmuş. Kapısını gözlemeye başlamış. Yavuz’un odasından çıktığını
görünce, odasına gidip duvara şu ibâreyi yazmış:
- Âşık olan neylesin, yazmış. Yavuz odasına gelince bu ibâreyi görür. O da altına:
- Derdini söylesin, yazmış. Hizmetçi bunu görünce
241
- Ya korkarsa neylesin? Yazınca, O da altına:
- Hiç korkmasın söylesin, yazmış. Kız padişaha derdini söyleyip evlenmiş..
278. Baba Dutmayasıñ (KK: A.R. Özdemir, D: OS)
Hatice nineye çocuğu der: “Senin düğününü hatırlıyom, şöyle yaptın böyle
yaptın, seni şu direğe dayadılar vs.” O da der ki; “Baba dutmıyasın uşağın ahlında
gelir derler ya doğruymuş.” Der.
279. Allah Belanı Verecek (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Adamın biri yolda giderken bir ihtiyar görmüş. Şununla biraz dalga geçeyim
demiş. “İhtiyar sana rüyamı anlatayım.” demiş. “Ben bir hendek gördüm, göl mü
desem, deniz mi desem, okyanus mu desem? Bir de bina gördüm on katlı mı desem, 20
katlı mı desem, gökdelen mi desem? Bir de düzlük gördüm çayır mı desem, ova mı
desem, sahra mı desem? Bu rüyayı yorumla şimdi bana” demiş. İhtiyar da bunun
kendisiyle dalga geçtiğini anlayınca, rüyasını yorumlamış gibi: “Senin başına Allah bir
bela verecek bugün mü desem, yarın mı desem, öbür gün mü desem?” demiş.
280. Muska (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Osmanlı zamanında Süleyman Giryani diye bir adam varmış. Bu adam
alimmiş. Hocalık yapıp, muska yazarmış. Adamın birinin itinin arka kıçı kırılmış.
Süleyman Giryani’ye gelmiş: “İllaha benim köpeğime muska yaz ki iyileşsin.”
Demiş. Süleyman Giryani: “Git be adam ite muska mı yazılır?” dediyse de buna
dinletemez. Adam Süleyman Giryani’nin yakasına yapışmış. En sonunda hoca
kağıda bir şeyler yazmış, muska yapıp buna vermiş. Kağıda şöyle yazmış.
Tamah ettim etine
Muska yazdım itine
Tutarsa tuttu
Tutmazsa kıçı sahibinin götüne.
281. Niye Tersinden Anladıñ (KK: A.R. Özdemir, D: OS)
Adamın birinin baldızında gözü varmış. Adam her gün Ermiş Baba
Tekkesine gider, bacanağım ölse de baldızım bana kalsa diye dua edermiş. Bir sabah
kalkmış ki baldızı ölmüş. Adam tekrar tekkeye gitmiş. “Ermiş Baba, ermiş olduğunu
anladım ama lafı niye tersinden anladın.” demiş.
282. İşimiz İş (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Bektâşinin biri çok içki içermiş. Hoca buna demiş ki: “Ya zat öbür dünyada Allah
bu içtiğin içkileri sana teker teker soracak.” Bekâşi: “Nasıl soracak?” demiş. Hoca efendi
242
de: “O şişelerin hepsini sana taşıttıracak.” demiş. Bektâşi de sorar: “Nasıl taşıttıracak?”
Hoca düşünmüş boş şişeleri taşıttıracak dese hafif olacak, “O şişeleri dolu dolu taşıttıracak.”
demiş. Bektâşi de: “Oooo desene o zaman öbür dünyada da işimiz iş.” demiş.
283. Şeytan Diyor ki (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Divriği Sincan bucağı Çamşıhı yöresi köylerinden birinde adamın biri
komşunun öküzünü çalar. Öküzün sahibi Sincan Jandarma Karakoluna gider şikayet
eder. Öküzüm çalındı, der. Karakol komutanı sorar, “Öküzünü kim çalmış
olabilir?”. Adam da daha önceden aralarında husumet olan bir komşusunun çaldığını
söyler. Komutan köye gelir ve öküzü çalınan adamın suçladığı adamı alır. Bir eve
götürür, döver ve işkence ederek suçu kabul ettirir. Sonra adamı köy meydanına
çıkarır. Köylüleri de toplar oraya. Sorar adama “Öküzü kim çaldı?” diye sorar.
Dayaktan gözü korkan adam da “Ben çaldım.” der. Kalabalığın içinde öküzü
gerçekten çalan adam da vardır. Komutan: “Tekrar soruyorum öküzü sen mi
çaldın?” der. Adam yine “Evet.” der. Gerçekten öküzü çalan kişi artık dayanamaz,
yanındakinin kulağına eğilir ve der ki: “Şeytan diyor ki git öküzün derisini getir,
şunun ayaklarının önüne at, yüzünü kara çıkar.”
284. Dalga mı Geçiyoñ (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Çamşıhı’nın Balova köyünde yaşayan Gazi Dede adlı bir kişi oğlunun
evine, İstanbul’a gider. Diğer bir akrabası bu adamı evine davet eder. Yemeklerini
yedikten sonra Gazi Dede tuvaletin nerede olduğun sorar. Adam da Gazi Dede’ye
klozeti gösterir. Gazi Dede klozeti görünce: “Ulan Mazaffer sen benimle dalga mı
geçiyon, biz bununla köyde katıklı aş yerdik, şimdi ben buna nasıl işeyeyim.” der.
285. Saban Demiri (KK: A.R. Özdemir, D: Ö:)
Divriği’nin İncirlipınar köyünde Rıza isminde bir adam ekin biçmiş.
Akşam eve dönme vakti gelince kara saban demirini nereye saklayacağını
düşünmeye başlamış. Yığınların altına saklasa bir sürü yığın var, sabah geldiğinde
hangisinin altına sakladığını bulamayacağını düşünerek bundan vazgeçmiş. Şöyle
bir havaya bakmış ve bir top bulut görmüş. Demiri bu bulutun altına gömeyim,
sabah da gelir bulurum demiş. Bulutun hizasına demiri gömmüş, gitmiş. Sabah bir
de tarlaya gelince ne görsün hava günlük güneşlik hava da tek bir bulut dahi yok.
Sonra demiri bulabilmek için tarlayı delik deşik etmek zorunda kalmış.
243
286. Gözü Kör müydü? (KK: A.R. Özdemir, D: RY)
Bir gün, bir yolcu, yoluna devam ederken akşam karanlık basmış. Bir hayli
yorgun; “Karanlıkta başka bir yere gidemem. Orada bir köyün ışıkları görünüyor,
acaba bu köy beni misafir eder mi?” demiş. Bakmış ki cami minare herhangi bir şey
de yok. Köyün girişinde kadının bir tanesi kuşburnu topluyor. “Şu kadına bir laf
söyleyeyim de anlayayım burası ne köyü” demiş. Kadına yaklaşmış:
- Bacı niye bu kuşburnuyu topluyorsun?
- Hoşafını yapacağız.
- Canım olur mu, günahtır. Hz. Ömer yanından geçerken cübbesi buna
takılmış, yırtılmış. O yüzden bunu toplamak günahtır, demiş yolcu.
Kadın da;
- Gözü kör değildi ya, biraz öteden gitseydi, demiş adamda anlamış ki
orası Alevi köyü rahatlıkla gidip misafir olabilir.
287. İdam (KK: A.R. Özdemir, D: SÖ)
Adamı idama götürüyorlarmış. Ama adamın haberi yokmuş.
- Gardaş beni nere götürüyorsuñuz? Demiş. Diğerleri de:
- İdam edecez, demişler. Adam da:
- Oh be! Ben de ters tavana çivi çaktırmaya götürüyorsunuz zannettim,
demiş.
244
SEKİZİNCİ BÖLÜM DAHA ÖNCE DERLENMİŞ VE YAZILI KÜLTÜR ORTAMINDA VEYA
ELEKTONİK KÜLTÜR ORTAMINDA YAYINLANMIŞ FIKRALAR
Sivas fıkraları üzerinde bir çalışma yaparken daha önce tespit edilmiş
fıkraları en azından çalışmamızın kapsamına almak suretiyle de olsa
değerlendirmemek derli toplu bir çalışma yapma mantığıyla hareket etmeyi
amaçladığımız için bizim açımızdan bir eksiklik olacaktı. Bu bakımdan bağlamlarını
tespit edemediğimiz bu fıkraları yalnızca kaynağından aldığımız biçimiyle metin
olarak aktarıyoruz.
8.1. VEHBİ CEM AŞKUN’UN “SİVAS FOLKLORU” ADLI ESERİNDE YER ALAN FIKRALAR (AŞKUN, 1940:145-170)
Aşkun’un tespit edip yayınladığı bazı fıkralara başlık vermeden anlattığı
görülmüştür. Bu bakımdan numaralandırılırken başlık yerine tırnak içinde üç nokta
işareti “…”bırakılmıştır.
1. Kürklü Doğdu Babası
Bir kadının çocuğu yokmuş. Kocasının vazifelen köye gitmesini fırsat bilerek,
bir saksağan tutmuş, Güzelce sarmış, sarmalamış bir kundak manzarası vermiş.
Kocası köyden dönünce, hemen kapuya koşmuş, bir çocuğumuz oldu diye
müjdelemiş. Adamcağız sevinmekle beraber, şaşkınlıktan da kendini alamamış. Ve
karganın uzun gagasını görünce karısına hayretle,
— İyi amma bunun gagası var, bu nasıl çocuk?
— Ekmek kuru dişli doğdu babası.
Demiş. Erkek biraz daha çocuğu görmek maksadıyla, sargıları açmış,
tüyünü görmüş.
— Bunun tüyü var?
— Hava soğuk kürklü doğdu babası.
245
Adamcağız büsbütün sargıları çözüp kargayı serbest bırakınca uçuyor.
— Çocuk uçtu?
— Para yoktur, kâra gitti babası, diyor.
2. Eyvallahı da İçinde
Vaktiyle bir pîre intisab eden, irşad müddetini doldurduktan sonra,
ayrılmak üzre iken şeyhi bir külah veriyor. Ve (bunu başına geçir, ölene kadar
eyvallahtan başka duaya kelamı kullanma) diyor. Adam, külahı alıp, şeyhinin de
elini öptükten sonra yola çıkıyor. Bir hayli gittikten sonra}" yolu .üzerinde henüz
öldürülmüş bir adam cesedine rastlıyor. Bu sırada beliren jandarmalar, (bu adamı
sen mi öldürdün, bu bıçak senin mi?) diye soruyorlar. O, derhal (eyvallah) sözüyle
karşılık veriyor. Bu durum karşısında hemen jandarmalar yaka paça adamı şehre
indirip, hâkimin huzuruna çıkarıyorlar. Uzun mahkemeden sonra idamına
hükmediliyor. Ve adam darağacına gelip boğazına ip iner inmez estağfurullah diye
bağırmaya başlıyor. O zamana kadar (eyvallahtan) başka kelime söylemeyen adamın
bu hali nazar dikkati çekiyor. Derhal geri indirip, niçin estağfurullah dediğini
soruyorlar. O da (bana şeyhim ölene kadar her kîm senden bir şey sorarsa eyvallah
kelimesinden başka bir şey söyleme) demişti. Sizin bana atfettiğiniz cinayetten
haberim yoktur. Sırf şeyhimin sözünü yerine getirmek için (eyvallah) dedim. Artık
Ölüyorum, onun için estağfurullah dedim, diyor. Bunun üzerine suçsuz olduğunu
anlayarak bırakıyorlar. Adam, yayan yapıldak, dağ tepe aşıp şeyhini buluyor.
Başından külahı çıkarıp şeyhine uzatırken
Al su külahını, eyvallahı da içinde. Eğer estağfurullah olmasaydı gittiğim
gündü diyor.
3. Beş Hırsız
Beş hırsız birinin arılarını çalıyorlar. Mevsim kış olduğu içîn izlerinden
yakalanıyorlar. İş mahkemeye, aksediyor. Hırsızların başı arkadaşlarına: Biriniz
sağır, biriniz dilsiz olursunuz, ifadeyi ten veririm gerisine siz karışmayın! diyor.
Nihayet kadının huzuruna çıkıyorlar. Hırsız başı:
Kadı efendi arkadaşlarımızın ikisi bu işle ilgili değildir. Onun için
gelmediler. Yanındakileri göstererek, şu dilsiz, şu da sağırdır. Başlan benim. Onun
için hepsinin yerine beni dinleyin diyor ve söze başlıyor;
Beş arkadaştık biz,
Kar yağıp kapanmadı iz,
246
Beşimizden beş mecdîye düz,
Orta kapıdan vız.
Bunun üzerine kadı:
- Berat, diyor.
Bunu duyan kovan sahipleri, ayağa kalkarak itiraz ediyorlar. Kadı
hiddetlenerek:
- Sizin böyle şeylere aklınız ermez. Onlar Arapça ifadeyi verdiler.
4. Tanrı’dan Alacaklı
Saf bir köylü camiye gitmiş. Namazı müteakip vaz başlamış. Hoca, her kim
ki, cebindeki paranın bir lirasını fakire verse, ona m utabil tanrıdan on lira alır
demiş. Bunu dinleyen saf köylü, dışarı çıkınca cebindeki on lirayı fakire, fukaraya
dağıtmış. Ve kendi kendine, şimdi tanrıdan yüz lira alacaklıyım. Diyerek koyun
yolunu tutmuş. Yol bir ormandan geçiyormuş. Yakıt geç olduğu için ormana
geldiğinde hava kararmış Yolunu kaybetmek tehlikesinden korkarak bir ağacın
üzerine çıkıp geceyi geçirmeye karar vermiş. Bu sırada bir Bektaşi dedesi peyda
olmuş. Tam bunun çıktığı ağacın dibine oturmuş Cebinden çıkardığı bir şişeden
kadehini doldurmuş, (Ey Mısırlı Musa, bir din icad ettin birçok insanları peşinde
sürüdün. Seni bir yudayım da insanlar elinden kurtulsun) deyip kadehi yuvarlamış.
Biraz sonra yine kadehi doldurmuş (Gel ey öksüz İsa, sen de az etmedin, az kan
dökmedin, nihayet göklere çekildin. Arkandan milyonlarca insanı sürükledin seni de
yudayım da şu insanlık biraz da rahata ersin) demiş. Ve onu da yutmuş. Bir müddet
durduktan sonra, yine kadehini doldurmuş, bu defada (Ey Mekkeli Köse, sen de az
değilsin. Birçok kanlar döktürdün, son peygamberim, son kitap benim diye neler
neler yapmadın. Seni de yudayım da, senden de kurtulalım) demiş. Ve onu da
yutmuş. Şişede kalan son bir kadehlik içkiyi de boşaltarak (Ey bu kadar işlere sebep
olup birçok peygamberlerle insanları birbirine düşüren tanrı, her işi yapar sonra
kenardan seyredersin. Seni de yutayım da insanlar elinden kurtulsun demiş.) Tam
kadehi dudaklarına götüreceği sırada ağaçtaki edam: (Aman dur dur, yutma binim
onda yüz lira alacağım var) demiş. Bu umulmadık ses karşısında adam korkudan
ölmüş. Ağaçtan inen köylü, ölünün üstünü karıştırmış üzerinden 260 lira çıkmış.
Hemen bunun yüz lirasını ayırarak (Ey tanrı bu borcun) deyip cebine indirmiş.
Diğer 100 lirayı da (bu da herif seni yutuyordu bırakmadım, onun rüşveti) demiş. Ve
çekip gitmiş.
247
5. (K adı)nın Aşkı
Vaktiyle bîr kadı pencerede gördüğü bir güzel bayana âşık oluyor. Araya
bir vasıta koyarak aşkını bayana bildiriyor. O da kocasıyle görüştükten sonra kadıyı
evine davet ediyor. Gece geç vakte kadar eğleniyorlar. Yalnız henüz zevke başlamadan
kadın, kadıya: (güzel bir kadın entarisi giydirip, bıyığını, sakalını kesip, gözüne sürme,
kaşlarına rastık çekiyor. Ellerine de iki zil ve ip) şu şarkıyı söyliyerek oynatıyor;
Pencereden beni mi gördün,
Kendini yerlere mi vurdun,
Kitapta bunu mu gördün,
Pu efendi, pu efendi pu.
Şeker nazın zülfi halka,
Böyle mi verdin fetva halka,
Başın İçin iyice çalka,
Pu efendi pu efendi pu.
Şeker nazın teli nazik,
Kolunda altın bilezik,
Efendi canına yazık,
Pu efendi pu efendi pu.
Samur kürkü giyersin,
Efendilerle gezerdin,
Şimdi zembile girersin.
Pu efendi pu efendi pu.
Bu sırada kapu vurulur. Ahenk durur. Kadın kocam geldi der. Kadı şaşırır
aman beni sakla diye telaşa düşer. Kadın da evelden hazırladığı büyük zenbile
koyarak tavana asar. Evin erkeği gelir. Ordan burdan konuştuktan sonra ben şu
zembili salacağım der. Ve sabahleyin bir hammal çağırarak sırtına verip ne pahaya
çıkarsa bunu götür çarşıda sat der. Hammal giderken bir. ses duyar! (hammal,
hammal) bammal etrafına bakınır kimse yok. Nihayet sesin sırtından geldiğini
anlayarak zembili indirir. İçinde acayip manzaralı kadıyı görünce şaşırır. Kadı
derhal kendini tanıtır okluna haber vermesini ve kaç liraya çakarsa kendisini satın
248
almasını söyler. Ve pazarda zembili kadının oğlu alarak eve gönderir. Çoluk, çocuk
zembili görünce içinden meyve çıkacağını sanarak koşuşurlar. Meyve yerine
dedelerini görünce çığlığı koparırlar. Kadı da rezil olur. Ve yedi ceddine tevbe eder.
6. Çemişkezek
Adamın birisi nüfus dairesine giderek nüfusunun Cemişkezeğe naklini
ister. Nüfus müdürü Çemişkezeğin imlasını bilmediği için memurlara sormağa da sı-
kılır. Bugün gitte yarın gel der. Akşam olur, nüfus müdürü eve gelir. Halindeki
değişikliği gören karısı sorar:
- Ne var efendi, niye böyle düşüncelisin?
- Bir şey yok. Dürzünün birisi daha gidecek yer kalmamış gibi
Cemişkezeğe gidiyor.
- Bundan sana ne, nereye giderse gitsin.
- Bana ne olur mu? Sen Çemişkezeğin imlasını biliyor musun?
- Ne bileyim ben okur-yazar değilim.ki.
- Öyle ise karışma.
Sabah olur Kapu vurulur. Müdür aşağıya iner. Bir de ne görsün,
Cemişkezeğe gidecek herif kapuya gelmiş. Derhal kızar:
- Borçlum musun be herif, ta kapuma kadar geliyorsun, işte hastayım. Bu
vaziyette çalışamam.
- Etme efendi, tutma efendi, işim evedi, sen bilirsin, ocağına düştüm, hoo günü.
Müdür düşünür, taşınır, bakar ki herifin ağzı kalabalık. Kurtuluş zor.
- Baba sana bir şey söyliyeyim mi? Gel sen şu Çemişkezeğe gitmekten
vazgeç. Eğer Adana'ya gidersen hemen işini yaparım.
7. Heç (Hiç)
Bir çocuğu anası çarşıya tuza gönderiyor. Yalnız o zamanlar tuza (heç)
derlermiş. Çocuk biraz anormalca olduğu için unuturum korkusuyla (heç, heç) diye
söylenerek gidiyor. Yolu bir ırmak kıyısından geçiyormuş. O sırada balık avlamakla
meşgul bulunan biri, çocuğun yanı başında her oltayı atıp boş çıkarmasını seyredip (heç)
dediğini duyunca sinirleniyor: (Ulan heç nedir, beşi onu bir, onu beşi bir desene) diyor.
Ve çocuğa bir de tokat vuruyor. Bunun üzerine çocuk heçi unutup balıkçının dediğini
söylemeğe başlıyor. Bu defada bir cenazeye rastlıyor. Çocuğun sözlerini işiten cemaattan
biri, yanına gelerek (oğlum ayıptır. Hiç böyle söylenir mi, Allah rahmet eylesin Allah
rahmet eylesin deyiver) diyor. Aşık bu kerezde Allah rahmet eylesin sözünü ezberliyerek
249
yoluna devam ediyor. Önüne bir köpek ölüsü çıkıyor. Çocuğun köpek yanında sarf ettiği
sözü duyan biri (oğlum, ne pis kokuyor, ne pis kokuyor de) Köpeğe Allah rahmet eylesin
denmez. diyor. Çocuk bu sözü de eğlenerek giderken yanından geçmekte olan bir bayan
fena halde sinirleniyor. (Be çocuk, ok hoşuma gitti, oh hoşuma gitti deyiversene) diye.
azarlıyor. Çocuk bu dönüşte bu kelimeleri tekrara başlıyor. Yolda bir anlaşamamazlıktan
kavga eden iki mollaya tesadüf ediyor. Çocuğun yanlarında söylenmesi bunların da canını
sıkıyor: (oğlum, döğüşmeyin mollalar, ayıptır mollalar desene) diyorlar. Çocuk bir
zamanda bu kelimeleri ağzına ezber ediyor. Bu sırada boğuşan itlere seyredip ve
döğüşmeyin mollalar diyen bu çocuğu gören birisi (oğlum, it molla olur mu? Oşt bırak oşt
bırak desene) diyor. Yine yoluna devam eden çocuk çarşıya girmiş bulunuyor. Bu esnada
bir ayakkabıcı elindeki deriyi dişiyle tutmuş aşağıya doğru sıvazlayarak düzeltiyormuş.
Önünden geçen çocuğun kendine bakarak söylediği söz canını sıkıyor. Hemen yerinden
fırlayıp, (terbiyesiz ben köpek miyim, o nasıl söz) diyerek güzel bir şıplak patlatıyor.
Çocuk bu ani hücum karcısında afallayıp (ya ne diyeyim ya)-diyor. O da (heç, ne
diyeceksin doğru yoluna git) cevabında bulunuyor. Çocuk derhal kendini toplayıp (anam
benden heç istemişti) diyerek koşup tuzcu dükkânına giriyor.
8. Müritle Şeyhi
Adamın birisi bir şeyhe intisap ederek bîr hayli hizmetinde bulunuyor. Bir
gön şeyhi çağırarak (oğlum şu sahanı felan meyhanede bir şeyh var ona. götür,
benden de selam söyle) diyor.
Mürit alıp sahanı dediği meyhaneye gidiyor. Bir de ne görsün, sakalı
bıyığına karışmış bir Bektaşi dedesi rakı küpünün dibinde bağdaşmış oturuyor.
Müridi görünce: (Gel bakalım evlat).diyor. Sahanı bir tarafa bırakıp, misafirine de
bir kadeh içki sunuyor. Mürit hemen: (Estağfurullah, katresi haramdır, ben, alamam)
diyor. Şeyh derhal meyhaneci Andonu çağırıp (al şunu iç) diyor. Gâvur hemen
yuvarlayıp: (Lâilâhe illallah hak birsin Muhammet resulullah) nidasında bulunuyor.
Şeyh sahanın ağzını açıp şöyle bir ete göz attıktan sonra: (oğlum şeyhine
selâm söyle bu tavuk henüz pişmemiş, al götür) diyor.
9. Deve Bir Pula
Bir delikanlı babasına (baba deve bir pula alalım mı) diyor. Babası:
(alamam oğlum, çok pahalı) cevabını veriyor. Aradan yıllar geçiyor aynı çocuk yine
babasına: (baba deve bin pula çıkmış) diyor. Baba derhal (ucuz alalım oğlum)
cevabını veriyor. .
250
10. Taşada Basma, Çamurada Basma
Bir adam yoksulun birine bir ayakkabı alıyor. Fakat nerede görse (çamura
da basma, taşa da basma) diyor- Nihayet yoksulun camca tak deyip, (al şu
ayakkabını ben çıplak ayaklarımla taşa da basarım, çamura da) diyor. Bu hali gören
bîr başkası (bırak şu herifi, ben sana bir ayakkabı alayım ki, taşa da bas, çamura da)
diyor. Bu defada bu adanı nerede görse (taşa da bas, çamura da bas) diye adamı ra-
hatsız ediyor. Bu adamın hareketleri de yoksulun canını sıkarak: (al ayakkabını ver
özgenliğimi) diyor.
11. Kadının Saflığı
Bir adam büyük bir suç işliyor. Mahkeme idamına hükmediyor. Evinde
karısı ile görüşüp darağacına giderken karısı:
- Herif, herif gelirken bana mes, kundura getirmeyi unutma ha
Diye arkasından bağırıyor. Adam hiçbir şey söylemeyerek yoluna devam
ediyor. Darağacının dibine gelince karısının bu sözü aklına geliyor. Ve başlıyor
gülmeğe. Bu hali gerenler hayretle sebebini soruyorlar. O da: (Ben ölüme
geliyorum. Karım mes kundura istiyor. Zavallı benim kendisinden ebediyen
ayrıldığımın farkında bile değil. Bu saflığı sinirime dokundu da güldüm.)
Bu. durumdan .haberdar olan hükümet büyüğü derhal adamı affediyor. Ve
karına bir mesle, bir kundura alda götür diyor.
12. Hamamdaki Kadın
Bir kadın hamamda yıkanırken, kocan soğuktan donmuş diyorlar. Kadın
hayretle: Delirmiş mi, insan bu sıcakta donar mı? diyor.
13. Baba Dediği Yok Ya
Yedi yıl askerlikten donen bir adam, evine geldiğinde yoğurt yiyen bir
çocuk görüyor. -Ve karısına bu da kim diye soruyor. O da, oğlumuz, cevabını veri-
yor. Adam, ben giderken böyle bir şey yoktu, nereden çıktı diyor.. Kadın da, onun
da zaten sana baba dediği yok ya diyor. .
14. Ananın Fenalığı
Büyük hırsızlıklar neticesi asılmasına hükmedilen bir adam, tam
darağacının dibinde anasını istetiyor. Derhal getirilen anasına, (artık ölüyorum. Şu
dilini uzat da bir öpeyim) diyor. Kadın dilini uzatır uzatmaz, Çocuk kuvvetle
ısırarak koparıyor. Bunu görenler sebebini soruyorlar; o da:
251
Beni bu ağacın dibine getiren anamdır. Eğer ilk çaldığım yumurtayı güler
yüzle kabul edip, teşvikte bulunmasaydı, bugün bu duruma düşmeyecektim.
Cevabını veriyor.
15. Çoban ile Kadı
Zengin bir ağa ölürken çobanına vasiyette .bulunuyor: Karabaşın bize
hizmeti büyüktür. Ölünce ruhu için 100 koyun vereceksin diyor. Gel zaman. git za-
man evin bu emektar köpeği bir gün ölüyor. Çoban hemen vasiyeti yerine getirmek
üzre vaktin kadısına başvuruyor. O da: O yüz koyunu bana vereceksiniz diyor.
Çoban bu keyfiyeti gidip tanıdıklarına söyleyerek fikirlerini almak istiyor.
Onlar da, sor bakalım, bu kadı karabaşın neyi imiş diyorlar.
Saf çoban kadıya gelip:
- Kadı efendi sizin karabaşa karabetiniz anası cihetinden mi, babası
cihetinden mi? diyor.
Kadı kızıyor:
- Bu ne demek, hiçbir taraftan karabetim yoktur. Fakat yine bu yüz
koyunun bana verilmesi iktiza eder.
16. Cennetteki Ayı
Biri rüyasında cenneti geziyor. Bir öküz, bir koyun, bir deve, bir de ayı
görüyor. Bunlara ibrayla hangi iyi amellerinden buraya düştüklerimi soruyor. Önce
öküz cevap veriyor:
- Ben Âdem'in çift sürdüğü öküzüm.
- Ya sen, deve?
- Ben de peygamber Hazreti Salih'in mucizesiyim
- Ya sen koyun?:
- Ben de hazreti İsmail'e gökten inen kurbanım.
- Ya sen ayı?:,
- Ben de bir kadıyı boğmuştum, onun için cennete girdim.
17. “…”
Her vilâyet, kaza ve köyde mutlak bir hazır cevap bulunur, Bunların her
sözünde bir hikmet, bir espri vardır. Böyle adamlara (nüktedan) denir. İşte
hatıralaşmış fıkralarda böyle nüktedanların hatıraları vardır. Sivas'ın eski
nüktedanlarından, Niyazi ve Şuayp dedeler meşhurdur. Bu iki zatta Mevlevi’dir. Bu
zeki dedelerin derleyebildiğim birkaç fıkrasını sunuyorum.
252
Sivas'ın büyük eserler bırakan eski valilerinden meşhur (Reşit Akif Paşa)
Sivas’tan ayrılırken bütün halk ve memurlar geçirmek için arabasının etrafına
toplanmışlar. Bu münasebetle Paçanın çok sevdiği Niyazi dede de orada
bulunuyormuş. Paşa herkesle ve-dalaştıktan sonra, Dede ye:
- Dedem gönülden çıkarma, demiş.
- Dede derhal: Paşa girmedin kî, çıkasın hazır cevaplığında bulunmuş.
Zeki vali derhal, cebinden bir sarı lira çıkararak dedenin avucuna
sıkıştırmış. Bundan çok memnun kalan dede:.
(Hah, işte şîmdi girdin, bir daha çıkmazsın) demiş.
18. “…”
Yine bir gür. Niyazi dede çarşıdan gelirken vali paşayla karşılaşmış. (Dedem
nereden böyle, çarşıdan mı? Demiş. Dede de gayet tabiî bir ifadeyle: (çarşılar kapalı)
cevabını vermiş. Paşa derhal şaşırmış, (neden, cicin çarşılar açık değil) deyince, dede:
Evet kapalı, parem olsa açık olurdu, ban» şimdilik kapalı demiş.
19. “…”
Niyazi dede bir gün çarcı karakolu önünde paşa ile görüşürken, kirli
çarşaflı bir bayan dedeyi çağırıp, konuşur. Kadın ayrıldıktan sonra dede yine
paşanın yanına geldiğinde: (Dede bu kadın kimdi?) diye sorar. O da, (bizim
küldöken, cariyenizdi diyor. (Dede amma da pişmiş- Onun koynunda nasıl
yatıyorsun.) Dede gülümsemiş ve kemal i ciddiyetle: (Paşam güzel karyolada,
sizlerin melek gibi karıları koynunda kim olsa yatar) cevabında bulunmuş.
20. Hacı Şemset ve Niyazi Dede
Niyazı Dede bir gün Sivas'ın o zamanki zenginlerinden Hacı Şemsetin.
ziyaretine gitmiş. O sırada bir fukara belirmiş, bunu gören Şemset hemen yerinden
kalkmış ve halâya girmiş. Bu durumu gözünden kaçırmayan dede derhal belinden
kalemini çıkararak küçük bir kâğıda şunları yazmış:
Bak şu belâya
Bir nan içün Hacı Şemiet
Kaçtı, düştü balâya.
Fakir gitmiş. Hacı Şemset de gelmiş. Dede bu sözleri eline uzatmış. Şemset
"aman dede bunu bir yerde okuma demiş. Ve üç liraya bir yerde okumamak üzre
sulh olmuşlar. Fakat dede durumu daha oradan çıkar çıkmaz ortalığa yaymış.
253
21. “…”
Hacı Ali İzzet Paşa'nın valiliği zamanında Sivas Mevlevî hanesinde
meydancı olan Şuayp dede, Mevlevi şeyhi Mevlevihane’nin aşarını tahsil için
köylere çıkınca yerine vekâlet edermiş. Yine bir gün böyle vekilliği esnasında,
valinin yeğeni ziyaretine gelmiş.
— Dedem biz de bu dergâhın müritlerindeniz. Niçin buğday hakkımız
verilmiyor. Ben de isterim demiş.
— Hay hay şimdi buğday yoktur. Hem ben vekîlim. Şeyh gelsin de
hakkınızı alırsınız.
Cevabını vermişse de, diğeri bir türlü razı olmamış. Ben hakkımı isterim
de, isterim diye tutturmuş.
Bu durum karşısında fazlaca sinirlenen dede, (eyvallah erenler) deyip
yerinden fırlamış. Ahırdan eşeğini çıkarıp, yularından yapışarak Mevlevihane’nin
yokuşunu çıkmağa başlamış. Dedenin kızması çok fenadır. Çünkü Sivas'tan ayrıldı
mı yedi, sekiz sene görünmez. Vali ise dedeyi çok sever, ayrılmasını istemezmiş.
Bunu bilen yiğeni telaşa düşmüş. Derhal zaptiyeler imdadına ulaşmış. (Sen merak
etme efendi, biz onu çeviririz )
İki jandarma yavaşça dedenin erkesinden koşarak eşeğin yularını
boğazından çıkarmışlar. Dede arkasına, bakmadığı için, işin farkına varmamış.
Merkebi jandarmanın biri alıp savuştuktan sonra, diğeri aynı merkep gibi yuların
ucunu tutarak yokuşun başına çıkmış. Anayola çıkınca dede, (eyvallah erenler)
deyüp hemen merkebe binmek üzere geriye dönmüş. Ne görsün, merkebin yerine bir
jandarma. Gülmüş, (senin yüksek zekân olduğunu ve her şey olacağını bilirdim.
Lâkin gönün birinde Hacı İzzet Paşaya zaptiye olacağını bilmezdim.) demiş. .
22. “…”
Şuayp dede her zaman camiye gidince, mutlak vaizi de dinlermiş. Bir gün
vaiz kürsüden bağırarak: (Cenabı Hakk’ın dünyayı çok büyük halkettiğini, doğuyla,
batı arasında 300 yıllık bir mesafe olduğunu) söylemiş. Dede bir türlü bunu
havsalasına sığdıramamış. Ve bir hayli düşünmüş. Aradan epey zaman geçtikten
sonra, yine bir gün camiye uğrayarak namazdan sonra vaizi dinlemeğe koyulmuş. Bu
esnada kurbandan bahseden aynı vaiz, (tanrının kurban kesen kullarına birer burak
ihsan edeceğini ve bu burağın bir ayağının maşrıkta, diğerinin mağrıpta olacağını)
söylemesi üzerine dede; (Erenler, müsaade) diyerek, şu yolda söze başlamış:
254
Geçeklerde maşrık ile mağrıbın arası 300 yıl olduğunu söyledin, Şimdi ise
burağın, bir ayağının maşrıkta, diğerinin mağrıpta olduğuna söylüyorsun. 300 yıl
yürüyüp gemini, 300 yıl da yürüyüp kuskununu taktıktan sonra, 150 yıl yürüyüp
üzengiye basarak burağa bineceğim). Ben 750 yıl yürüdükten sonra, burağın senin
olsun, hocam) demiş ve camiden çıkmış.
23. “…”
Şuayb dede yine bir gün camide Vaaz dinlerken içki aleyhinde bulunan vaiz,
(Yarın ahirette sıratı müstakimden geçerken ayyaşların içtikleri şişelerin boyunlarına
asılıp, köprüden geçemiyeceklerini) söylemesi üzerine: (Hocam şişeler boş mu; dolu mu
olacak?) sorgusunda bulunmuş. Hoca da ağır olması için (tabii dolu) demiş. Bundan
fevkalâde mütehassis olan dede: (Ya hay, orada da mı, yaşadık kardeşler) demiş
24. Kara İte Kahri
Şuayp Dede bir gün Mevlevîhane’nin bahçesinde yatıyormuş. Bu esnada
bir kara it gelüp cübbesinin ucuna yatmış. Dede cuma namazı yaklaştığı için ye-
rinden doğrulmuş. Bu hareketten memnun olmıyan köpek gırlamış. Bunu gören
dede: "Yat-babam yat” demiş ve geri yatmış. Nihayet köpek bir müddet sonra
kalkmış gitmiş amma dede de namazdan geri kalmış. Bu hale çok canı sıkılmış ve
kara ite bir daha onunla konuşmamak üzre kahretmiş.
Aradan aylar geçmiş, ramazan gelmiş. Bir gün tekke mensubeyni bahçede
iftara karar vermiş. Yemekler hazırlanmış topa yakın davetliler gelmişler. Dedeye,
"Dedem biz akşam namazına duracağız yemeklere sen nezaret edersin, demişler. Ve
top atılınca oruçlarını bozup namaza durmuşlar. Bu sırada gene Dede'nin kara it
belirmiş. Hemen gelip yemeklere girişmiş, Dede derhal ite sırtını çevirip (ye babanı
ye) deyip katiyen müdahalede bulunmamış. Bu hali geren namazdakilerse
namazlarını bozamamışlar, it de fırsatı ganimet bilip bir iki kap yemeği kirletmiş.
Nihayet namaz bitmiş ve köpek kovulmuş. Dedeye: (Niçin ite yüzünü döndün de
kovmadın demişler. Dede hemen:
“Ben ona kahrettim. Altı ay evvel beni cuma!namazından geri koydu. Onun
için ben onunla küsülüyüm” cevabını vermiş.
25. “…”
Vaktiyle bir memur, her nasılsa işinden çıkarılıyor. Zavallı bir müddet
işsiz, güçsüz perişan dolaşıyor. Nihayet bu hal canına tak deyip, vali paşaya
çıkmağa karar veriyor. Fakat bir türlü bir istida pulu temin edemiyor. Düşünüyor,
255
taşınıyor, Maruzatını şifahen söylemekten başka çare bulamıyor. Söyleyeceklerini
bir istida şeklinde sıraladıktan sonra, iyice ezberliyor. Doğru vali paşanın huzuruna
çıkarak (huzuru vilâyet penahiye) başlığıyla (maruzatımdır) deyip söze giriyor. Vali
hayretle bu adamın söylediklerini dinledikten sonra, bu ne hal der gibi bir durum
alıyor. Bunu gören memur, (efendim param yoktur. Pul, kâğıt alamadım. Onun için
maruzatımı şifahen arza mecbur oldum.) deyince vali, (dön arkanı) deyip ve adamın
arkasına (defterdarlığa) havalesini yapıp imzasını atıyor. Haydi git istidayı ona da
oku, sana bir iş versin diyor. Defterdar da, hoşmeşrep bir adammış. Bu havaleye
göre, derhal tayiniyle emirlerinin yerine getirildiğini yine ademin arkasına yazmak
suretiyle valiye bildiriyor.
26. “…”
Amasya Sivas'a bağlı bir mutasarrıflık iken, bir müddet Ziya Paşa Amasya
mutasarrıflığında bulunmuştur. Büyük şair, devlet hazinesine yük olmadan iş
yaptırmayı pek severmiş. Bir gün Amasya eşrafiyle otururken, 40 seneden beri
ticaretle, meşgul bulunan bir Hıristiyan tüccara şu sorguyu soruyor:
- Sen kaç senedir ticaretle meşgulsün?
- Tam 40 senedir.
- Peki bu 40 sene içinde memlekete ne hizmette bulundun?
Adam kızarıp, bozarıyor ve bir cevap veremiyor. Paşa hemen cebinden
kalemini çıkararak bir hesap yapıyor. Sonra tüccara dönerek:
- Sen bu memleketten tam 10 milyon lira kazanmışsın. Buna mukabil
senden birçok hizmet beklenirdi. Mademki bugüne kadar hiçbir hizmette bulunma-
dın, şimdi senden bir saat istiyorum. Dört kadranlı olacak ve bir saat mesafeden de
sesi duyulacak.
- Aman efendim ben bu kadar masraflı işi nasıl yaparım.
- Ben bilmem eğer yapmazsan, sana öyle bir iş yaparım ki, 40000 lirayla
bile kapatamazsın.
Hemen dönüp huzurundan belediye reisine: (Derhal falan yerde bir saat
kulesi inşasına başlayacaksın, sana resmen emir veriyorum.)
Hakikaten çok geçmeden Yeşilırmak’ın kenarına kocaman bir saat kulesi
yapılarak arzu ettiği şekilde bir saat konuyor. (Maalesef bu güzel saat bugün yeni
yapılan bir köprüye feda edilmiştir.)
256
Yine Ziya Paşa Amasya mutasarrıfı iken, bir aralık gece sokaklarda
fenersiz dolaşmayı yasak ediyor. Bundan haberi olmayan Merzifon şairlerinden
meşhur Hilmi Dede Amasya'ya gelmiş. Geç vakte kadar medresede arkadaşlarıyla
görüştükten sonra yatmak üzre müsafir bulunduğu yere gidiyormuş, devriyeler yaka-
lamışlar. Her ne kadar böyle bir yasaktan haberi olmadığını, Amasya ahalisinden
olmayıp müsafireten geldiğini söylemişse de, dinletememiş. Ziya Paşa’nın huzuruna
çıkarmışlar. Şair paşa ile karşılaşınca derhal:
Fenersiz gezdiğim zannolmasın emre itaat yok,
Ziya'i nur ile âlem münevver şem'a hacet yok.
demiş. Bunun üzerine çok müstehassis olan paşa, şaire iltifatta bulunmuş.
27. “…”
Sivas'ın meşhur şairlerinden Külhaşzade Rahmi, Reşit Akif Paşa
ayrıldıktan sonra, yerine gelen valiyi görerek şu meşhur beytini söylüyor:
Halef olmakla Reşit Akif'e Hâzım geldi,
Bir müşirin yerine sanki mülâzım geldi.
28. “…”
Vaktiyle bir kaza kaymakamile kadı'nın arası açılmış. Tam bu sırada da
bâbı âliden (kasanızda mevcut fenni mevaşi miktarının acele bildirilmesi) yolunda
bir telgraf gelmiş.
“Tanzimat’ın ilaniyle memlekette bilhassa dil bakımından hayli değişikler
olmuştur. Tabiî şimdiki yeni kelimeler gibi o zaman da, yeni yeni terkipler kulla-
nılıyordu. Fenni mevaşi terkibi de o zamana göre çok yenidir. Onun için herkes
koyun, keçi gibi hayvanata müteallik bir tabir olduğunu bilemiyor. Nitekim kay-
makam da bu terkibin anlamını kavrayamıyor.” “Mal müdürü, tahrirat kâtibi, daha
eli kalem tutan ne kadar memur varsa topluyor. Bu kelime üzerinde konuşuyorlar.
Memurlardan terfiye müstahak olanlara ait bir işaret olmasına karar vererek,
kaymakam tarafından şöyle bir telgrafla cevaplandırıyorlar:
(Kadıdan başka hepimiz fenni mevaşiyiz) kaymakam kadıya kızgın olduğu
için onu bu haktan mahrum bırakmakla gûya intikam alıyor.
257
8. 2. MÜJGAN ÜÇER’İN “ATALAR SÖZÜ YERDE KALMAZ” ADLI ESERİNDE YER ALAN FIKRALAR
8.2.1. Fıkralı Atasözleri ve Deyimler125 (ÜÇER, 1998: 175-179)
• Adam karısına demiş ki, "Sen hasta olma, ben olayım, sen öl, ben ölme-
yeyim."
• Adama "Niye hiç görünmüyorsun?11 demişler, "Minare değilim ki görü-
neyim” demiş.
• Adamın başına vurmuşlar, "Vay arkam “ demiş.
• Adamın birine " Nerelisin?” diye sormuşlar, "Daha adam olamadım ki,
nereli olduğumu soruyorsun” demiş.
• Adamın sakalını tutup yakmışlar, "Bileydim ben önceden yakardım” demiş.
• "Adın ne?" Reşit, "Sen söyle sen işit."
• Adın nedir? "Gelin.", "Bundan büyük suç olur mu?"
• Ağaca balta vurmuşlar, "Sapı bendendir” demiş.
• Alkarısını bağlamışlar, "Aman, mercimek neye ilâç deyi sormadılar”
demiş. (Mercimeğin çok şifalı olduğu belirtiliyor.)
• Arap Sivas'tan geliyormuş, "Yaz geldi mi?” diye sormuşlar, "On bir ay
ordaydım, gelmedi, belki ben geldikten sonra gelir.” demiş.
• Ardıca "Falanca ev çökmüş” demişler "Bizim çoluk çocuktan kimse yok
muydu?” demiş.
• Aza "Nereye” demişler, "Çoğun yanına” demiş.
• "Azrail oğlan dağıtıyor” demişler, "Benimkini almasın da” demiş.
• "Baba, deve bir pula", "Götür oğlum, götür". "Baba, deve bin pula, getir
oğlum getir."
• "Baba bir hırsız tuttum", "Getir oğlum", "Gelmiyor", "Bırak gitsin", "Ya-
kamı bırakmıyor".
• "Baba cennetliksin" (demiş), "Umamıyorum oğul" (demiş).
• Baba "Himmet” demiş, "Oğul hizmet” demiş.
• Baba, oğluna "Ekmek bulamayasın” demiş, oğlu da, "Çörek yerim” demiş.
125 Bu başlıklar Üçer’in kendisi tarafından kullanılmıştır.
258
• Baba oğluna "İki yakan bir araya gelmesin” demiş, oğlu da "Kazak giye-
rim” demiş.
• Balık "Etimi yiyen doymasın, beni tutan onmasın" dermiş.
• Bilecen gelsin, bilecen gelsin, bilecen öküzün başını içeride koymuş.
• Bilecene sormuşlar, "Doğacak oğlan mı, kız mı?", "Ya oğlan, ya kız,” demiş.
• Bir gelin ölmüş, kaynanası "Gelinim, gelinim, yaz hamuru bilirdin, güz
hamuru bilirdin” diye ağlamış. (Yaz hamuru katı, kış hamuru cıvık yoğrulur.)
• Bulgur pilavı, "Ana kız kavga etseler de beni unutsalar" dermiş. Pirinç
pilavı da "Gelin kaynana kavga etseler de beni unutsalar" dermiş. (Bulgur pilavı
beklemeye gelmez, pirinç pilavı demlenmesi için beklenir.)
• Bülbülü altın kafese koymuşlar "Ah vatanım, vah vatanım!” demiş.
• Çarık iskarpine bakıp imrenmiş, iskarpin de "Ben buraya çıkana kadar ne
muştalar yedim” demiş.
• "Çimdin mi kel kız?", "Tarandım bile"
• Çocuk (bebek) dermiş ki "Anam babama kızsa da beni sıkıca kundakla-
sa". (Bebeklerin sıkı kundak edilmeyi sevdikleri düşüncesini belirtiyor.)
• Çocuk (bebek) dermiş ki "Dayım gelse de annem beni kucağında tutsa".
(İki kardeşin konuşmasının uzun süreceği, çocuğun da anne kucağında fazla
kalacağı düşüncesini belirtiyor.)
• "Çocuk dermiş ki "Anamın tepesi, babamın kesesi bana lâzım."
• Deli demiş ki "Bayram geldi", akıllı demiş ki "Ömür tükendi."
• Deliyi düğüne davet etmişler, "Bura bizim evden ırahat (rahat)” demiş.
• Deveye "Boynun eğri” demişler, "Nerem doğru ki?” demiş.
• Deveye "İnişi mi seversin, yokuşu mu?” diye sormuşlar, "Düzün suyu
mu çıktı” demiş.
• Eşeğe "Sıpan oldu” demişler, "Sırtımdan yükümü almayacak, Önümden
yemimi alacak” demiş.
• Ete demişler ki "Sivas'a bırakır mısın?", "İyi yersen bırakırım” demiş (Si-
vas'ın merkez köylerinden Sivas'a gelenlere ait. Et, iyi yenirse Sivas'a kadar
acıkılmadan gelineceği belirtiliyor.)
• Fakire; "Fakirlik nasıl?” diye sormuşlar. "Fakirlik kırk gün, sonra alışı-
lıyor” demiş.
259
• Feleğe,"Gözün kör olsun” demişler, "Ben bir zararsız kuşum, kime ne et-
tim?” demiş.
• Fukara demiş ki "Ben ondum", felek demiş ki "Ben öldüm"
• Gelin ata binmiş "Ya nasip” demiş.
• Geline oyna demişler "Yerim dar” demiş, yerini genişletmişler "Yenim
dar” demiş.
• Gevezeyi cehenneme atmışlar "Odun yaş” diye bağırmış.
• "Görümün (görümcen) geliyor” demişler, "Ölümüm geliyor” demiş, "E-
linde heybesi var” demişler, "Benden başka kimi var” demiş.
• "Gözünü (yaranı) kim oydu?", "Kavum (akraba) oydu, onun için derin oydu."
• Gücük (Şubat), "Ya kan itin kuyruğuna çıkartırım ya da iti soludurum” demiş.
• Hamamda yıkanan kadına "Kocan odun keserken Meraküm'de dondu”
demişler, "Ben burada terlerken, adam mı donarmış?” demiş.
• Hamur,"Beni iki bacı yoğursa da biri üzerimi örtse" dermiş.
• Helvaya demişler ki,"Sivas'a bırakır mısın?", "Hafîk'e kadar anca” demiş.
• Helvaya demişler ki "Sivas'a bırakır mısın?", "Eşikten öteye karışmam” demiş.
• Isıtma,"Ben tuttuğumu kırk yıl sonra tanırım” demiş.
• İbibiğe sormuşlar "Yuvan neden kokuyor?" ."Bu g... bende olduktan son-
ra çok yuvalar kokuturum” demiş.
• Kabayel "Şubatın yedisinde gelmezsem, on yedisinde arabamla gelirim"
dermiş.
• Karga demiş ki "Cücüklerim olalı yolcu pisliğine hasret kaldım."
• Karga demiş ki "Oğulum uşağım töreyeli sadağım (burnum) dolusu b...
yemedim."
• Kargaya pisliğin ilaç demişler, gitmiş denizin ortasına işemiş.
• Katıra "Baban kim?” demişler, "Dayım at” demiş.
• "Kavakta nar biter mi?", "Kellem kadar" dersen senden iyisi yok.
• Kaynana, "Gelinim güzel benden, kızım çirkin Allah'tan" dermiş.
• Kaynanalar, "Kızım hamur yoğursa, damadım görse, gelinim çamaşır yı-
kasa oğlum görse" dermiş.
• Kedi g...nü görmüş, ne büyük yaram var demiş.
• Kız babası evine gelmiş de "Ekmeksiz (bizim) evden rahat” demiş.
260
• Kız çocuğu "Yaşım kuruyana kadar kendimi sevdiririm" dermiş. (Kız
ç0cuğunun çabuk sevildiği belirtiliyor.)
• Kızın ailesi "Kızımız bir yiğit getirecek", Oğlanın ailesi "Oğlumuz bir it
getirecek" dermiş.
• Kızlar nişanlı iken "Değmen bana turnayım", evlenince de "Kanadı kırık
kargayım" dermiş.
• Kiraz dermiş ki "Beni yiyenin boynunu sapıma döndürürüm ama, arkam-
dan dut yetişiyor."
• Kuma "Ben öldüysem de ellerim dışarda" dermiş. (Geride çocuklarım var.)
Kurda "Neden ensen kalın?” demişler, "Kendi işimi kendim yaparım da ondan” demiş.
• Kuş demiş ki "Etimi yiyen doymasın, yüzüme bakan (pisliğime basan)
onmasın (gülmesin)."
• Leyleğin ayağım kesmişler, duymamış, "Konunca bilin (bilirsin)”
demişler. Leylek yavrularına, "Gününüzü yetirdim, bıyığınızı bitirdim, sen bir dağa,
ben bir dağa” demiş.
• Lokman Hekim "Gencin az uyuyanı, ihtiyarın çok uyuyanı hasta” demiş.
• Lokman Hekim "Gündüz uyumam, gece su içmem, onun için hastalan-
mam” demiş.
• Lokman Hekim'e "Ne yiyim de hasta olmayım?” diye sormuşlar. "Gam
yeme de ne yersen ye” demiş.
• Lokman Hekim'e fakir biri "Ne yiyeyim de hasta olmayayım?” diye sor-
muş. O da "Ne bulursan ye” demiş.
• Mart "Her ne kadar martsam da ağaçların yapraklarını sıçan kulağına
döndürürüm" dermiş.
• Mirasa "Nereye gidiyorsun?” diye sormuşlar, "Esip yağmaya, sürüp sa-
vurmaya” demiş.
• Misafir "yuha (yufka)” demiş, ev sahibi de "Arkam yuha (yufka) demiş,
"Neden kocamadın” demişler. "Kız saçı örmedim, ne pişireyim demedim, tavuğa
bile kışe demedim” demiş. (Kız büyütmemiş, yoksulluk görmemiş, herkesle iyi
geçinmiş.)
261
• Nekes (cimri) demiş "Ben yiyemiyorum sen ye" "Nerelisin?", "Yaramışlı"31,
"Kimine yaramış, kimine yaramamış." Öksüz "Ondum mu?” demiş, şeytan "Öldüm
mü?” demiş. Öksüz oynaşa varmış (çıkmış), ay ilk akşamdan doğmuş.
• Öksüze "beri yat” demişler, "beni doğuyorlar” demiş.
• Öksüzün eteğine kavurga koymuşlar, "eteğim yandı” diye bağırmış.
• Ölende mi öldürende mi? İllâ ölende.
• "Seni sürüm sürüm sürüyeceğim” diyene,"Sen de benimlesin” demiş.
• Soğuğa "Nerelisin?” diye sormuşlar, "Erzurum’da doğdum ama Sivas'ta
oturuyorum” demiş.
• Soğuk "Çocukların ayağında, elinde bir de un çuvalında otururum" dermiş.
• Soğuk "Kırk kat keçeden geçerim de, bir kat deriden geçemem" dermiş.
• "Susuz musun, uykusuz musun?" "Gelirken bir çeşme başında uyudum."
(Aç olduğunu söylemek istiyor)
• Tembele "Kapıyı niye açık bıraktın?” demişler, "Erindim, yel örter” demiş.
• Terziye "göç” demişler, "İğnem başımda (yakamda)” demiş.
• Tilkiye "Sana kim varacak?” demişler, "Lafını olsun edek (edelim)” demiş.
• Tilkiyi sağmaya götürmüşler, "Yüzüme bak da öyle süt um” demiş.
• "Yaşın kaç?” demişler, "Sıhhatim yerinde” demiş: "Üzüntün var mı?”
demişler, "Akrabam yok” demiş.
• Yengece "Niye yan yan gidiyorsun?” demişler, "O benim babayiğitliğim-
den” demiş.
• Zemherinin ayazı "Ben günümü çocukların eli ile un çuvalında
geçiririm" dermiş.
8. 2.2. Atasözleri, Deyimler ve Ölçülü Sözlerin Hikâyeleri (ÜÇER, 1998:211-255)
1. Açanın yüzünü aktaran ağartır
Kadınlar, yufka yapıyorlarmış. Birisi hamuru açıyor, diğeri de sac üzerinde
pişiriyormuş. Yufkayı açan ne kadar özenerek açsa da, aktaran, (yufkayı sacın
üzerinde, döndürerek pişirmeye aktarmak denilir) dikkat etmediğinden, yufkaların,
kimini yakıyor, kimini de yırtarak pişiriyormuş. Pişen yufkalar, açanın o kadar
emeğine karşı hiç iyi olmuyormuş. Hamuru açan kadın, aktarana: "Açanın yüzünü
aktaran ağartır” diyerek, birlikte yapılan işlerde, herkes aynı özeni göstermezse, biri
262
işini iyi, diğeri de baştan savma yaparsa sonucun iyi olmayacağını, özellikle de
maharetin, işi son yapanda olduğunu belirtmek istemiş.
2. Adama mı gelir, mala mı gelir?
Birinci Dünya Savaşında Zara'ya yaklaşan Ruslar, top atışına başlar ve
bunu sürdürürler. Zaralı Kara Musto pahlivan yapılı ve biraz da safça bir kimseymiş.
(Ruslar kendisini esir almış, daha sonra bırakmışlar.) Kara Musto, Rusların bu top
atışlarım kendine has ifadesiyle şöyle anlatmış: "Ruslar Çardak'a gelmiş, veriyor
topu, veriyor topu, adama mı gelir, mala mı gelir, hiç düşünmüyor!" Adama mı
gelir, mala mı gelir? Kötülük yapmak isteyenin düşünceli davranmayacağını
bilmemek durumunda ve bu hali anlayamayanlar karşısında söylenir olmuş.
3. Adım Ali, çaldığım yedi halı
Ortalık ucuzursa (ucuzlarsa), sererim ondört hah
AH adında biri, Sivas'taki Vişneli Camii'nden yedi halı çalmış, yakala-
mışlar, kendini savunmak için, bu sözleri söylemiş.Yaptığı bir hatâ ve haksızlığı,
gelecekte düzelteceğini vâd ettiği halde, bunu başaramıyacağı bilinen kimselerin
durumunu belirtmek için bu deyim söylenir olmuş.
4. Adama vurmuşlar, vay arkam demiş
Adamın biri, başka bir adamı dövüyor ve başına vuruyormuş. Zavallı adam,
her tokatı yedikçe, vay arkam diye feryad ediyormuş. Dayak atan: "Ben senin başına
vuruyorum, sen ise neden vay arkam diyorsun", diye sormuş. Dayak yiyen de
"Arkamda sahibim olsaydı sen bana vurabilir miydin?” demiş. Arkasında desteği
olmayanlar ve kimsesizler tarafından bu sözler söylenir olmuş.
Akşam olur içer, olursun meste
Sabah olur, kalkarsın haste (hasta)
Paran da gider üste
Keyfi bunun neresinde?
Adamın biri, akşam fazlaca içip, sabahlan hastalanır, işine zor gidermiş.
Parasının da boşa gittiğini anlayan ve sabahki halini düşünerek, içki içme-meye
karar veren adam bu sözleri söylemiş. İçkinin zararlarını belirtmek ve içenleri
vazgeçirmek için o zamandan beri, bu dörtlük hikayesiyle birlikte söylenir olmuş.
5. Allah mıhımı mismar eder
Bir kuyumcunun eşine göz koyan zâlim bir bey, kuyumcuyu öldürtmeyi
kafasına koyduğu için, ondan şu istekte bulunmuş: "Sabaha kadar on adet gümüş
263
yıldız yap, kaftanım için bu yıldızlan sabaha kadar yapmazsan seni öldürteceğini."
Çok üzülen kuyumcu eve gelip hanımına durumu anlatmış ve siparişi sabaha kadar
yetiştirmesinin mümkün olmayacağını belirtmiş. Kansı gümüş yıldızları yapmaya
başlamasını, ümitsizliğe düşmemesini, bir kaç tanesini bile yapabilirse beyin insafa
gelerek adamı affedebileceğini söylemiş. Karısının sözünü tutan adam, çalışmaya
başlamış. Kuyumcu önce, birer birer uğraşarak gümüş mıhları hazırlamış. Bunları
işleyip yıldız şekli vermeye başladığında gün de ağarıyormuş ki birden kapı
çalınmış. Beyin adamlarının kendisini öldürmeye geldiklerini düşünen zavallı
kuyumcu ve eşi, korkuyla kapıyı açmışlar. Gelen haberci, beyin öldüğünü, tabutuna
çakılmak üzere, on adet gümüş çivinin yapılmasını istemiş. Bunun üzerine: "Allah
mıhımı mismar eder” diyen kuyumcu, mazlumun ahinin nelere kadir olduğunu
anlatmak istemiş. (Mismar, arabca, mıh, kazık, çivi anlamında olup, burada tabut
çivisi anlamında kullanılmıştır.)
Zulüm yapanın mutlaka cezasını göreceğini anlatmak için, Allah mıhımı
mismar eder, Mıhımı mismar eden Allah veya Mıhım mismar olur şeklinde
kullanılır olmuş.126
6. Ana yumağı küçük pişirir, çocuklar ekmeği iki aşırır
Çok çocuklu, fakir bir kadının çocukları, acıktıkça birer ekmek alıp
yerlermiş. Ekmeklerin çabuk bittiğini gören kadın, çâre olarak, ekmek yaparken,
yumakları daha ufak almış, ekmeği küçültmüş. Bu sefer çocuklar, ekmekleri ikişer
ikişer alıp yemişler. Kadıncağız, ufak yumaklar yaparak boşa uğraştığını düşünerek:
"Ana yumağı küçük pişirir, çocuklar ekmeği iki aşırır” demiş. Ekmekleri yine eski
büyüklüğünde yapmaya başlamış. Bu sözler, doymak için yenen şeyin sayısının
değil, miktarının önemli olduğunu ve gereksiz yerde tutumluluk yapmanın
faydasızlığını belirtmek için söylenir olmuş.
7. Ananız dert yesin
Kadının birinin sekiz çocuğu varmış. Onlara birer yumurta haşlayarak
vermiş, kendine kalmamış, çocuklardan yarımşar yumurta istemiş ve: "Ananız dert
yesin, yarımşardan dört yesin” demiş. Bu sözler kendine acındırmak isteyenlerin,
126 Bu deyim güney illerimizde "Boradayı mismar eden Allah" şeklinde söylenmektedir. Ömer Özbaş, îlbeyli Türkmenleri Arasında, Gaziantep 1939, s. 51-51. Bu olay bir şair tarafından da şöyle ifade edilmiştir: Kevkebİ mismare tahvil eyleyen perverdigâr Lâne-i mürg-i garibi Allah yapar
264
isterlerse durumlarını düzeltebilmek için çârelerinin olduğunu belirtmek için
söylenir olmuş.
8. Anladık yel değirmeni ama, suyu nerden geliyor?
Adamın biri gittiği yerde, daha önce hiç görmediği yel değirmenine şaşkınlıkla
bakarak ne olduğunu sormuş. Yel değirmeni olduğunu ve rüzgârla Çalıştığını
söylemişlerse de o yine, kendi memleketinde su ile çalışan değirmenleri bildiğinden:
"Anladık yel değirmeni ama suyu nerden geliyor?” demiş. Bu sözler sadece kendi
gördüğü ve bildiğini doğru sayan, doğrusunu anlamayan, bildiği ile ısrar eden kimselere
söylenir olmuş. "Bu değirmenin suyu nerden geliyor?" şeklinde olanı ise, bu varlığı, bu
geliri nerden alıyorsun, kaynağı nedir anlamında kullanılmaktadır.
9. Anne, bahçede kuzu meledi de ben korkmadım
Cesaretli olduğunu, korkmadığını belirtenlere şaka yollu söylenen bu sö-
zümüzün hikâyesi şöyledir: Çocuğun biri evlerinin bahçesindeki kuzunun melemesi
üzerine koşarak annesinin yanına gelmiş ve sevinçle şöyle söylemiş: "Anne bahçede
kuzu meledi de ben korkmadım."
10. Aş idi, altı taş idi, yine de oğul aşı idi
Oğlu ve gelini ile oturan yaşlı bir kadın, kızının evine yatmaya gitmiş,
orada bir kaç gün kalmış, damadı ve kızı kendisini iyi misafir etmişler. Oğlu,
annesini almaya gitmiş. Ana oğul gelirlerken, ihtiyar kadın şöyle söyleniyormuş: Aş
idi, altı taş idi, yine de oğul aşı idi. Bu sözleri duyan oğlu, annesinin ne demek
istediğini anlayamamış, annesi de açıklamamış. Meğer gelini, yaşlı kayınvalidesine
yemek verdiği sahanın içine bir taş kestirip koymuş ki sahan yemeği az alsın. Bu
sözlerle, her şeye rağmen oğul evinin, damat evinden iyi olduğu belirtilmek
istenmiştir. Bu durum, önüme aşı koydu, altına taşı koydu, şeklinde de söylenir.
Birine iyilik yapıyor görünüp, kötü niyet taşıyan insanları kasdetmek için kullanılır.
11. Ateş almaya mı geldin?
Ateş almak deyimi, bir yere gidip de az oturulduğu zaman söylenir ki, bu
sözümüzün dayandığı olay şöyledir. Eskiden, ateş yakmak için kibrit vb. bu-
lunmadığı zamanlarda (yüz yıl öncesine kadar) kadınlar ateş yakmak için, daha
önceki ateşi kül arasında, ocakta saklarlar bunu hiç söndürmezlermış. Ocak
yakacakları zaman, külü bir tarafa çeker, kor halindeki ateşin üzerine yonga vb,
koyarak üfleyip, alev almasını sağlar ve zahmetle ocak yakarlarmış. Kül içinde ateşi
kalmayan kadın, ateş küreğini eline alır ve yakın komşuya giderek ateş istermiş.
265
Ateş almaya gelenin işi olduğundan (ocak yakacak, yemek yapacak) ateşi külün
içinde, ateş küreğine koyar, hemen kendi evine getirirmiş.
"Komşu komşunun külüne muhtaçtır" atasözümüzün de ateş alma ile ilgisi
varsa da, komşuların her zaman ve evde bulunmayan önemsiz gibi kabul edilen
şeyler için birbirlerine muhtaç olduklarını belirtmektedir.
12. Ayran içtik, birbirimize geçtik
Kadının biri, soğuk bir günde, misafirlerine ayran ikram etmiş. Ayranı
içenler daha da üşümüşler ve üşüdükçe de birbirlerine sokulmuşlar. İçlerinden
muzip bir kadın sözünü esirgemeyerek: "Ayran içtik, birbirimize geçtik” demiş. Bu
sözler, insanı rahatsız eden ve makbul olmayan ikramlar için de söylenir olmuş.
13. Az otur, çok otur, kalk bu yükü sen götür
Ağır olan bir çuvalı evine götürmekte olan kadın, yorulmuş ve yolda bir
kenara oturarak dinlenmiş. Yolu uzak, çuvalı da ağırmış ama, bu işi kendisinden
başka yapacak kimse olmadığını bildiğinden "Az otur, çok otur, kalk bu yükü sen
götür11 diyerek, çuvalı yüklenmiş ve yola koyulmuş. Bu deyim, insanların yapmak
zorunda oldukları işi, zamanında yapmaları ve şikâyet etmemelerini belirtmek için
kullanılır olmuş.
14. Aziz'im öldü, boğazım ölmedi
Kadının Aziz adlı bir oğlu varmış. Oğlu ölen kadın günlerce ağlamış, yemeden
içmeden kesilmiş. Komşu kadınlar kadına acımışlar ve ona yemek getirmişler. Aç
durulamayacağını anlayan kadın, canından aziz tuttuğu oğlunun ölümüne, kendinin de
yaşamasına âdeta kahrederek, şöyle söylemiş: "Aziz'im öldü, boğazım ölmedi."
Bu deyim, insanların sevdiği kimselerin ölümünden sonra da yaşamak için
yemek yemek mecburiyetinde olduklarını anlatmak için söylenir olmuş.
Benzer bir sözümüz de yedi oğlu birden ölen kadın tarafından, kendisine
yemek getirdiklerinde şu şekilde söylenmiş: "Yedi oğuldan geçtim de yedi öğünden
geçemedim.”
15. Baba cennetliksin, umamıyorum oğul
Çocuğun biri babasının ibadetlerini yerine getirdiğine bakarak ona: "Baba
cennetliksin” demiş. Adam ise kul olarak noksanlarını bildiğinden: "Umamıyorum
oğul” diye cevap vermiş. İnsanların dünyaya ait işlerinde de ümitli olmadıklarını,
beklentilerinin gerçekleşemeyeceğini belirtmek için baba cennetliksin, umamıyorum
oğul sözü kullanılır olmuş.
266
16. Babanın aklı olsa o dağdan kar istemez
Malatya'nın, Akçadağ yörelerinden Kangal'a göçen bir ağanın sürüleri
[telef olmuş.Telef olmasının sebebi de kış için gerekli otu tedarik etmemeleri 'imiş.
İklimi bilmediklerinden hayvanlar otsuz kalıp, dağlarda ölmüşler. Ağa hastalanmış,
oğlundan, karşı dağlardan kar istemiş. Koyunların o dağda kırıldığını bilen birisi:
"Babanın aklı olsa o dağdan kar istemez” demiş. Bu sözler, başa gelen bir kötülük
veya felaketin unutulmaması gerektiğini belirtmek için söylenir olmuş.
17. Babasının evinde o da yok
Kadının birine: "Kocan çirkinmiş” demişler. Çirkin ama, iyi huylu olan
kocasından memnun olan akıllı kadın: "Babam evinde o da yoktu” demiş. İnsanların
bazı şeyleri küçümsemesi, beğenmemesi karşısında bu deyim bir teselli ve
kabullenme olarak söylenir olmuş.
18. Bağla arabanın kazığına
Kağnı arabalarının önünde, kazık adı verilen, uzunca bir kalın ağaç parçası
vardır. Kağnı koşulmuş durumda iken bu ağaç parçası yere sürünür ve yol boyunca
süründüğü için de aşınır, kısalır. Öküzler kağnıdan çıkarılınca, bu kazık, kağnının
okuna destek verilerek, kağnının yerde kalmamasını sağlar.
Kağnı ile, buğday taşıyan ve sıkıntısı olan köylüye, arkadaşı: "Bağla ara-
banın kazığına” demiş. Kağnı gittikçe, bu derdin, kendinde uzakta olacağını, kazıkla
beraber, yollarda sürünerek yok olacağını, mecazî bir anlatımla, zaman geçtikçe, bu
sıkıntının da unutulacağını söylemek istemiş. İnsanları teselli etmek için, bağla
arabanın kazığına hep söylenir olmuş.
19. Bal da bir tatlıydı ki
İki çocuk konuşuyorlarmış, biri diğerine: "Bal da bir tatlıydı ki” demiş.
Diğeri: "Yedin mi tadını nerden biliyorsun?” diye sorunca Öbürü şöyle cevaplamış:
"Şahneler127 yerken dedem görmüş!"
Bu sözler bilmediği, görmediği şeyi, kendi yaşamış gibi anlatanlar için
misal olmuş.
20. Basım bir hindiye (börke) sığıyor da bir eve sığmıyor
Gelinin biri kaynanasını hiç istemezmiş ve bunu da her firsatta belli ederek kadını
eve sığmaz etmiş. Zavallı ihtiyar kadın bir seferinde dayanamamış ve üzüntüyle kendi
127 Şahne: İnzibat, emniyet memuru.
267
kendine: "Başım bir hindiye (yazma) sığıyor da bir eve sığmıyor” demiş. Bu söz insanların
bir evde istenmemesi üzerine söylenir olmuş. "Başı bir börke sığıyor da bir dünyaya
sığmıyor" şeklinde söyleneni, dünyaya sığmayan (!) insanlar için kullanılır olmuş.
21. Ben yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna
Adamın biri soğuk bir kış günü, evin bacasındaki (damındaki) karları
kürüyormuş (kürekle aşağı atıyormuş). Bu adamın annesi de oğlum üşür, hasta olur
diye kaygılanıyormuş. Kadın oğlunu çağırmak için, evin dışına gelerek, aşağıdan
oğluna sesleniyor: "Yeter artık aşağı in” diyormuş. Oğlum yoruldu, terledi hasta olur
diye yanan (üzülen) kadın, oğlunu aşağıya indirmek için ne söyledi ise kâr etmemiş.
Kadın henüz kundakta olan oğlunun oğlunu yani torununu kucakladığı gibi, getirip
karların üstüne bırakmış. Bunu gören adam, hemen aşağı inmiş. Kadın da: "Ben
yanarım yavruma, yavrum da yanar yavrusuna” demiş. Bu sözler, ana babaların
evlatlarına söyledikleri bir deyim olmuş.
22. Beni gördün gülersin
Mercimek aşma diş bilersin
Gördün baktın, soğuk geldi
Niye dönüp gelmezsin?
Bir kış günü, kadının biri hamamda yıkanırken, Meraküm'e odun kesmek
için giden kocasının, dağda donmuş olduğu haberini vermişler. Kadın da yukarıdaki
dörtlüğü söylemiş. Bir başka anlatıma göre de kadın: "Ben burda terliyorum adam
mı donatmış” demiş ki her ikisi de insanların, farklı ortamlarda birbirlerinin
halinden anlamadıkları zaman söylenir olmuş.
23. Benim çarık sizin çorba içinde, sizin tavuk benim torba içinde, ben
yerim tavuğu orman içinde, hanım yer dayağı yorgan içinde
Kadının biri, bir sabah kocasına: "Bugün benim hanımlığım tuttu, yerimden
hiç kalkmayacağım, iş yapmayacağım” demiş. Adam da tavuğu pişmesi için yanan
ocak üzerindeki tencereye koymuş ve işe gitmiş. Bir çingene kadın gelerek, evin
hanımından ekmek istemiş. Kadın da yerinden kalkmamış: "Git mutfaktan al”
demiş. Çingene ocağın başına gelince, tencerede pişen tavuğu görmüş ve alıp
torbasına koymuş, tencerenin içine de çarıklarını bırakmış. Giderken de kadına
demiş ki: "Hanım ben iyi oyun oynarım, seyret." Hem oynuyor, hem de şöyle
söylüyormuş: "Benim çarık sizin çorba içinde, sizin tavuk benim torba içinde, ben
tavuğu yerim orman içinde, hanım yer dayağı yorgan içinde."Kadın bu sözlerden hiç
268
bir şey anlamamış. Akşam adam eve gelmiş, tencereyi önlerine almışlar ki ne
görsünler. Olanlar olmuş. Saf kadın, yerinden kalkmamanın cezasını çekmiş. Bu
sözler, tembellik yapanların ne duruma düştüğünü belirten bir deyim olmuş.
24. Bilecen gelsin, bilecen gelsin, bilecen (en akıllısı) öküzün başını kesti (içinde koydu)
Büyükçe bir küpten su içen öküzün başı, nasılsa, küpün içinde takılı kalmış,
küpü sağlam olarak öküzün başından çıkarmanın yollarını aramışlar, herkes denedi
ise de öküzün başını bir türlü çıkaramamışlar. Bilecen gelsin de ona soralım
demişler. Bilecen olarak tanınan adam gelmiş. Büyük bir bilgiçlik edası ile:
"Öküzün başını kesin” demiş. Öküzün başını kesmişler ve öküzü küpten ayırmışlar
(!) ama, küpün içinde yine öküzün başı duruyormuş. Bu sefer bilecen: "Küpü kırın”
diyerek çözüm getirmiş (!) Bilecen geçinip etrafa zarar veren kimselerin önerdiği
fikirlerin tutarsızlığı karşısında böyle bilir geçinenlere: "Bilecen gelsin, bilecen
gelsin, bilecen öküzün başını kesti" denilmiştir. Halk arasında, kendini bilgiç
gösterip zarar veren kişilere kara bilecen128 sıfatı da verilir.
25. Bir çift sözüm kaldı
İki komşu kadın, sabahtan, hayvanlarını sürüye kattıktan sonra, konuşmaya
başlamışlar. O kadar çok konuşmuşlar ki, vaktin nasıl geçtiğinden haberleri
olmamış. Bir de bakmışlar ki sürü dönüyor. Bunun üzerine sözü yarım kalan (!)
kadın, hayıflanarak: "Bir çift sözüm kaldı (kaldıydı)” demiş. Çok konuştukları
halde, asıl sözlerini söyleyemeyen, halâ konuşacak sözleri olan, biraz da gereksiz
konuşanlar için bu deyim kullanılır olmuş.
26. Bir eşekliye o varmaz, iki eşekli onu almaz
Evde kalmış kızlar için kullanılan bu söz şu olaydan çıkmış. Orta halli bir
ailenin kızını fakir bir ailenin oğluna istemişler. Kız beğenmeyerek, daha zengin
biriyle evlenmek düşüncesiyle dünürü reddetmiş. Fakat zengin bir talibi çıkmadığı
için de evde kalmış. Bu söz beğenmemezliğin verdiği zararları belirtir olmuş.
27. Bir gün yağlı, birgün yavan, bir gün derler öldü Gaman
Gaman adlı bir köşker (ayakkabıcı) ustası mâli durumunu iyi olmaması
yüzünden her zaman iyi yemekler yiyemezmiş. Günlerinin böyle geçmesiyle
ömrünün biteceğini düşündüğünden yukarıdaki sözleri söylermiş. İyi de olsa kötü de
128 Kara bilecen kargayı görünce, "Olsa olsa tüyü bitmemiş cüce bülbül veya tüyü bitmemiş koca bülbül” demiş! Bu sözler, bilecen geçinenlerin düştükleri gülünç durumları anlatmak için de söylenir olmuş.
269
olsa ömrün bir şekilde geçeceği ve ölümün geleceği anlamında bu sözler söylenir
olmuş. Ölüm için benzeri şu sözler de söylenir: "Falan öldü, filan öldü, bir gün
derler Sinan (Kenan) öldü,"
28. Biraz da biz ölek (ölelim)
Yalnız kendini düşünen insanlara, başkalarını da düşünmeleri gerektiğini
belirten bu deyimin şöyle bir hikâyesi vardır: Kadının biri hamamda kurna başında
yıkanıyor ve her su dökünüşünde de öldüm diyormuş. Yıkanmak için sıra
bekleyenlere hiç sıra vermeyen bu kadına bir diğer kadın: "Öte git, biraz da biz
ölek” demiş.
29. Bize de mi lo lo
Başkalarına kötü yol gösterenlerin bu işten kendilerinin de zarar gördük-
lerini belirtmek için kullanılan bir deyimdir. Adamın biri borcunu ödeyememiş,
alacaklı olan da onu mahkemeye vermiş. Borçlu kendisini kurtarması için gittiği
dava vekilinden şu öğüdü almış: "Hakim ne sorarsa lo lo de,başka bir şey söyleme,
seni kurtarırım ama vekâlet ücretimi de isterim” demiş. Mahkemede borçlu adam
dilsiz taklidi yaparak her sorulana lo lo dediğinden hakim dilsiz (!) adama acımış ve
adamı beraat ettirmiş. Daha sonra dava vekili ücretini isteyince adam ona da lo lo
deyince, dava vekili kızarak: "Ona lo lo, buna lo lo, bize de mi lo lo” demiş.
30. Bizim it buraya balta getirdi mi?
Başkalarının yanına, evlerine sık sık gidip olur olmaz şeylerle meşgul
edenler için söylenen bu deyimin hikâyesi şöyledir: Kadınların işlerinin çok olduğu
bir sırada avare bir komşu kadın yanlarına gelerek konuşmaya başlamış. İş gören
kadınlardan birinin kulağı pek duymuyormuş, diğer kadına sormuş: "Gine (yine) ne
istiyor?" O da münasebetsiz bir şekilde kendilerini meşgul eden kadından alaylı
bahsederek: "Bizim it buraya balta getirdi mi?” diye soruyor demiş.
31. Böylesini Seyfîk'te de görmedim
Başına bir musibet gelen kimsenin daha sonra fazla bir kötülükle karşılaşması
anlamında söylenen bir sözdür. Hikâyesi, adı şimdi Doğanca olarak değişmiş olan
Seyfik köyü ile ilgilidir. Eskiden Seyfık köyüne vergi almak için gelen bir memur köy
ağasının evinde misafir edilmiş. Vergi memuru kusur aramak için yattığı yatak ve
yorgam bahane ederek ağaya yorganın yırtık olduğunu söylemiş. Ağa da vergi
memurunun elindeki teşbihi alarak oğluna vermiş ve vergi memurunun Sivas'taki evine
giderek yorganını getirmesini istemiş. Vergi memurunun evini bulan oğlu onun
270
tespihini göstererek yorganını istemiş ve yorganı alarak Seyfık'e geri dönmüş. Ağa vergi
memurunun yorganına bakmış ki hem yırtık hem de çok kirli. Sonra küçük bir yırtık
için yorganı beğenmeyen huysuz vergi memurunu bir güzel dövdürmüş. Kendi yırtığını
kirini görmeyen vergi memuru bu köyden ayrılıp başka bir köye gitmiş. Orada da yine
huysuzluğu yüzünden adamakıllı dayak yiyince, bu son köydeki dayağın şiddetinden:
"Böylesini Seyfık'te de görmedim” demiş.
32. Bu da iş değil
Başkalarının yaptığı işi önemsemeyen ve iş kabul ermeyenlerin durumlarını
eleştiren ve düştükleri durumu belirten bir deyim olup hikâyesi şöyledir:
Kadının biri ev işlerini gördürmek için bir hizmetçi tutmuş. Ona yapılacak
işleri şöyle anlatmış: "Sabahtan kalkınca, önce odunları hazır eder, sobayı temizler,
yakarsın. Bu iş değil! Sonra yemek yaparsın, çocukları kaldırır doyurursun mektebe
yolcu edersin bu da iş değil! Kaplan (bulaşıktan) yıkarsın, bu da iş değil! Evi
süpürür, silersin, bu da iş değil. Sonra çamaşırları yıkarsın, bu da iş değil!" Bunun
üzerine, hizmetçi, bırakıp kaçmış.
33. Bu düşüş sende iken, bu bakış bende iken, bugün de hurdasın yarın da burdasın
Orta bacalı bir eve, hırsız bacadan girmeye çalışıyormuş. Ey sahibi uyan-
mış, hırsız ip ile bacadan sallanırken, ip kırılmış ve evin içine düşmüş, bacağı
kırılmış. Ev sahibi, kızarak bakmış ama, hırsızın da bacağının kırılması yüzünden
gidemiyeceğini düşünmüş: "Bu düşüş sende iken, bu bakış bende iken, bugün de
burdasın, yanında burdasın” demiş. Bu sözler, başa gelen zararların, pek kolay
bertaraf edilmemesi durumunda söylenir olmuş.
34. Bu yılcık (Bıyılcık)
Sivas köylerinde bıyılcık gibi söylenen bu söz, borcu olan köylünün, ala-
caklısına, bu yıl veririm, bu yılcık da müsaade et anlamına söylediği bir sözdür.
Köylü her gelecek yıl için ümit besler, ödeyeceği borçlan düşünerek bu yılcık derse
de, her yıl, bir önceki yılın borcunu ödemek değil, yeni borçlar eklediğinden
bıyılcık, gerçekleşemeyen ümitleri anlatır olmuş. Bu yılcık (bıyılcık), gelecek yıla
ertelenen ve vadesinde ödenemeyen borçlar için kullanılmıştır.
35. Cumanın gelini
Eskiden gelin alma, perşembe günü yapılırdı. Yeni gelin, (taze gelin), yeni
elbiseleri içinde süzülür, iş yapmaz ve hatta biraz da, bu yeni evde yabancılık
271
hissederdi. Giyinip, kuşanıp, elini işe sürmeyen kimselere bu sebeple cumanın gelini
denilerek, durumları, yeni gelinlere benzetilmiştir. İş yapmayanlara söylenen bu
şaka yollu deyim, dünkü cumanın gelini gibi de söylenebilmektedir.
36. Çağırırsa gitmiyek, çağırmazsa küsek
Aralan pek de iyi olmayan iki adamdan birinin oğlunun düğünü varmış.
Diğeri yakınlarıyla oturup konuşurken, düğün sahibinden söz açarak: "Memmed
Ağa oğluna düğün ediyor, çağırırsa gitmiyek (gitmeyelim), çağırmazsa küsek
(küselim)” demiş. Bu sözler, niyeti bozuk, her durumda huysuzluk yapan insanların
halini anlatmak için kullanılır olmuş.
37. Çarşambadır çarşamba
Çoğunluğa uymayanların zarar göreceğini belirtmek isteyen bu söz, masala
konu edilen bir hamam efsanesinden çıkmıştır ve herkesin tasdik ettiği şeylerin
aksini söyleyenlerin zararını anlatmak için kullanılır.
Sabah erkenden hamama giden kambur bir adam, bakmış ki göbek taşının
üzerinde cinler hep bir ağızdan: "Çarşambadır, çarşamba” diyerek top oynuyorlarmış. O
gün perşembe iken, adam da cinlerin halkasına girip: "Çarşambadır, çarşamba” diye
onlara uymuş. Adamın bu uyumlu haline sevinen cinler, adama bir iyilik yapalım
demişler ve sırtından kamburunu almışlar. Kamburundan kurtulan bu adamı gören,
kendisi gibi kambur bir arkadaşı: "Nasıl oldu da kamburundan kurtuldun?” diye
sorunca, o da anlatmış. Arkadaşı da sabah erken hamama gitmiş, cinler yine göbek
taşında: "Çarşambadır, çarşamba” diyerek top oynuyorlarmış. Adam da halkaya girmiş,
günlerden perşembe olduğu için, o da: "Perşembedir perşembe” diye bağırmaya
başlamış. Buna kızan cinler, adamın kamburunun üzerine bir kambur daha koymuşlar!
Çoğunluğa uymayanların zarar göreceklerini anlatmak için Çarşambadır, çarşamba sözü
bu masaldan alınarak, zamanla söylenir olmuş.
38. Dağ yürümezse abdal yürür
Eriştiğine ve kerametleri olduğuna inanılan bir dervişe dağı yürüt demişler. O
da bazı şeyler söyleyip, bazı hareketler yaparak, dağa yürü demiş. Ancak dağ
yürümemiş, derviş dağa doğru yürümeye başlamış ve etrafındakilere dağ yürümezse
abdal yürür, diyerek ermiş şahsiyetlerin alçak gönüllülüğünü göstermek istemiş. Bu söz,
iyi niyetli insanların, olumsuzluklara çözüm getirebilecekleri anlamda kullanılır olmuş.
272
39. Dana gitti, bizim örme de bile (beraber) gitti
Bir zarar meydana gelirken, bir başka zararı da beraberinde getirmesi du-
rumunda, kullanılan bu sözün hikâyesi şöyledir:
Adamın biri, danasını satmaya götürmüş. İş bilmeyen adam, danayı çok ucuz
fiyata sattığı gibi, hayvanlar satılırken, b oyunlarındaki örme, sahipleri tarafından alındığı
halde, örmeyi de dananın boynundan almamış. Eve geldiğinde, yaptığı satıştan pişman
olan adam: "Dana gitti, bizim örme de bile (beraber) gitti” diyerek, büyük zararının, bir
başka zarara da sebep olduğunu, böylece çok zararda olduğunu söylemek istemiş.
40. Dana öldü hab kesildi, inek öldü hep kesildi
Hab yapma geleneği, sürüdeki bütün hayvanların sütlerinin bir evde sa-
ğılması ile, o evin ihtiyacı olan peynir, yağ, vb. gibi yiyeceklerin yapılmasına imkân
sağlayan güzel bir uygulamadır.129
İhtiyaca göre, mesela üç gün, sürüdeki hayvanlar aynı evde sağılır. Her ev sıra ile
bu uygulamayı yaptığı için kimse zarar görmez ve her evin ihtiyacı böylece kolayca
sağlanmış olur, Dana ölünce, ineğin sütünün kalmayacağını, İnek ölünce ise, hiç birinin, ne
sütün, ne etin ne de dananın olmayacağı bu sözlerle anlatılmak istenmiştir. Bu deyimde
gelecekteki kötü ihtimaller hatırlatılarak, tedbirli olunması da istenmiştir. Ayrıca, küçük
zararları kabullenmek gerektiği, aksi halde, büyük zararlarla sonucun daha kötü olacağı,
tesellisi de sezilmektedir. Benzer bir sözümüz de: "İnek öldü, habım soğudu" şeklindedir.
41. Davşan (tavşan) getirenin dayısı
Adamın biri yakaladığı tavşanı şehire, bir tanıdığına hediye olarak getirmiş.
Tavşanı pişirmişler, yemişler. Bir kaç gün sonra bu eve bir misafir gelmiş. Misafire kim
olduğunu sorduklarında, adam da "Davşan getirenin dayısıyım” demiş. Ona da ikram
olarak, tavşan kalmadığı için artan suyundan çorba yapıp içirmişler ama bu durumdan da
hiç memnun olmamışlar. Davşan getirenin dayısı, istenmeyen kimselerin münasebetsiz
davranışını, davşanın suyunun suyu da bir şeyin veya yemeğin sonunu, akraba, tanış için
de çok uzakta kalan kimselerin durumunu ifade etmek için kullanılır olmuş.
42. Dayı yiyen pazarlığı
Dayısının değirmenine buğdayını öğütmek için götüren genç, içinden:
"Dayım benden hak130 almayacak” diye geçiriyormuş. Dayısı ise yeğenim hak
129 Abdülkadir Sarısözen, “Hab”, Sivas Folkloru, Sayı 9, Sivas 1973, s. 16 130 Hak: Değirmenciye verilen belli ölçüdeki buğdaydır. Köylerde hak, öğütülen buğdayın yirmide biridir, şehirde ise bu oran onbeşte birdir.
273
verecek mi diye aklından geçiriyor ve bekliyormuş ama, yine de yeğeninin hak
vermeyeceğini, kendisinin de hak isteyemeyeceğini biliyormuş. Her iki tarafın razı
olduğu satışlara, dayı yiyen pazarlığı denilmiş ve birbirlerinin halini anlamada, daha
çok, dayıların (büyüklerin) yeğenlerini (küçükleri) düşündüklerini belirtmek için
kullanılır olmuş. Dayıların bu yardımseverliği her zaman bilindiğinden, yardımı
beklenilen kimselerden de bir dayılık etmeleri istenmiş. Mahkemede dayısı var sözü
de arkası, kayıranı, yardım edeni var anlamında kullanılır olmuş. Dayılık yapmak
ise, argoda serkeşlenmek anlamında kullanılan bir deyimdir.
43. Deve bir pula, götür oğlum götür
Deve bin pula, getir oğlum getir
Adamın birine oğlu, devenin bir pula satıldığını söylemiş, adamın parası
olmadığı için alamamış: "Götür oğlum, götür” demiş. Aradan zaman geçmiş, devenin
fiyatı bin pula oluğu halde adamın deveyi alacak gücü olduğundan oğluna: "Getir
oğlum, getir” demiş. Bu sözler, insanın parası yoksa, bir şeyi ucuz da olsa alamayacağı,
parası varken de her şeyin ucuz olduğunu belirtmek için kullanılır olmuş.
44. Diriler dururken ölüler helva yemez
Sivas'ta Korkmaz Hoca diye anılan ve asıl adı Ebubekir olan, Serçeli
Camii'nin imamı, dürüstlüğü ve iyi insan olmanın yanında, cesurluğu ile de ünlü
imiş. Arkadaşları: "Sana Korkmaz diyorlar, gerçekten korkmaz mısın bize gece,
mezarlıkta helva pişir de lakabını hak et” demişler. Odun, yağ, şeker, un ve helva
tavasını da yanına alan Korkmaz Hoca, arkadaşları ile mezarlığa gitmiş. Arkadaşları
hocaya: "Biz mezarlar arasında korkarız uzakta duralım, sen helvayı pişir” demişler.
Hoca mezar arasında ateş yakmış, helvayı yapmaya başlamış. Arkadaşlarından biri
hocayı korkutmak için, yandaki lezara saklanmış. Hoca helvayı yapmış, tam o sırada
yandaki mezardan bir el uzanmış: "Bize de helva” demiş. Hoca, elindeki tahta
kaşığı, uzanan ele vururken, diriler dururken, ölüler helva yemez!” demiş. Bu sözler,
herkesin haddini bilmesi için söylenir olmuş.
Ölüler sanır ki diriler her gün helva yiyor sözleri dünya meşakkati içinde
yaşayan insanların, sanıldığı gibi pek rahat olmadıklarını anlatmak için kullanılan
bir deyimdir.
45. Dostunu darılt da sına
Güzel Ahmet'in oğlunun çok arkadaşı varmış. Bu genç, her gün biri ile
gezermiş. Babası bu kadar kişi ile niçin arkadaş olduğunu sormuş. Oğlu da onların
274
dostu olduğunu söylermiş. Babası, oğluna: "Bunlar senin gerçekten dostun mu bir
sınayalım” diyerek, kestiği bir danayı, çuvala koymuş ve oğluna, arkadaşlarının
evine gidip: "Elimden bir kaza çıktı, bir adam öldürdüm, ölüsü de bu çuvalda, bunu
saklayıver" demesini istemiş. Oğul hangi dostuna gittiyse hiç biri, ona yardımcı
olmamış. Babası: "Herkesle dost olunmaz, bir tane dostun olsa yeterdi”
diyerek,kendinin Kasap Mamil adında bir dostu olduğunu söylemiş. Oğluna:
"Mamil'e git, babamın elinden bir kaza çıktı, bir adam öldürdü, bu çuvalın içinde,
senden saklamanı istedi" demesini istemiş. Oğlu söyleneni yapmış, Kasap Mamil
çuvalı almış, evinin arkasındaki bahçede derin bir çukur kazarak çuvalı gömmüş.
Sabahleyin de üzerine lahana ekmiş. Oğul eve gelince : "Babasına senin gerçek
dostun varmış” demiş. Babası: "Dostunu darılt da sına, daha işimiz bitmedi, asıl
bundan sonra, dostu darıltıp sınayacağız” diyerek, oğlundan kasap Mamil'den bir
bud satın almasını istemiş. Oğlu eti eve getirince: "Götür bunu Mamil'e geri ver,
babam bu eti beğenmedi, iyisini vermeni istedi” diye geri yollamış. Oğlu isteneni
yapmış, yeniden getirdiği et için babası: "Bunu da götür, Mamil'in dükkânının
ortasına at, babam böyle et istemiyor diye çıkış” demiş. Oğlu, söylenenleri yapmış,
eti dükkânın orta yerine atınca: Kasap Mamil: "Oğul, babana selâm söyle, bana
lahana tarlasını bellettiremez!” demiş.
46. Dört kile tuzum, onardan dur şimdi
Bu deyim, basit hesaplan yapamama durumunda lâtife olarak söylenir,
şöyle bir hikâyesi vardır: Adamın biri kilesi on paradan, dört kile tuz almış-
Ödeyeceği parayı hesap edemiyor, kimseye de hesap yapma ve konuşma fırsatı
vermeyip, devamlı: "Dört kile tuzum, onardan dur şimdi” diyormuş.
47. Dudu benden akıllı
Fakir bir anne kız varmış, bunlar çorap örerek geçimlerini sağlıyorlarmış.
Bir gün kızı Dudu'ya dünür gelmiş. Kadın dünürcülere kızını evlendirebilmek için,
parasının olmadığını söylemiş. Kızı oradan: "Anne, bir çuval örülmüş çorabımız var,
satarız, onunla beni everirsin" deyince, kadın kızının söylediği bu sözler karşısında:
"Dudu benden akıllı” demiş. Bu sözler, bir işe, kendi istekleri doğrultusunda çözüm
getirenler için, biraz da şaka yollu olarak söylenir olmuş.
48. Dumanı doğru çıkar
Bu deyim, bir şeyin, şekil ve görünüşüne değil de sonucuna bakmak ge-
rektiği için söylenir. Dağlardan odun keserek köye getiren gencin, eğri, budaklı
275
odunları getirdiğini gören babası kızmış, Oğul da, odunlar eğri olsa bile, yanarken
dumanı doğru çıkar demiş.
49. Dünürüm tatlı gel
Kadının biri kızını evlendirmiş. Sık sık kızının evine gidiyormuş. Kızının
kayınvalidesi, bir gün kadına dünürüm tatlı gel, demiş. Kadın yine gelmiş ama bu
sefer tatlı götürmüş. Bunun üzerine dünürü ona: "Tatlı gel demekle, seyrek gel,
demek istedim” demiş. Eskiden evlenen kızın evine sık gidilmezdi, özellikle kız
analarının, duygusal davranarak, huzur bozacak, kızının evinin tadını kaçıracak
sözlere ve olaylara engel olmak istenildiğinden böyle hareket edilirmiş.
50. Düzelmeseydi Kale düzelmezdi
Tarihî Sivas Kalesi'nin üzerinde eski evler vardı. Bu evler 1950'lİ yıllarda
yıktırıldı. Kalenin üzeri park yapıldı ve etrafı düzeltildi. O yıllarda, Ankara'da
bürokratların bir toplantısında, işlerin düzgün olmadığı, nasıl düzeleceği konulan
tartışılırken, orada bulunan, Sivaslı bir bürokrat kendinden gayet emin bir şekilde:
"Düzelmeseydi, Kale düzelmezdi” demiş. Bu sözler, deyimleşerek, her şeyin
zamanla yol alacağı, endişelenilmemesi konusunda, biraz da mizahî bir ifade olarak
söylenir olmuş.
51. El gidiyor kile, ben gidiyorum bile
Adamın biri kil almak için, killi toprağın bulunduğu araziye giderken, arkadaşı
da onun yanında gitmiş. Adam kil getirdiği halde, boşa gidip gelen arkadaşı bu durumunu
biraz da pişmanlıkla ifade etmek için: "El gidiyor kile, ben gidiyorum bile"131 demiş.
52. Er dedi, beni sana gör dedi
Kocaların eşlerine ve evlerine bakmaya mecbur olduklarını belirten bu
atasözümüz, deyim gibi de kullanılır ki kaynağını şu olaydan almıştır:
Kadının biri evlenmiş, kocası eve hiç bakmaz ve ihtiyaçlarını almazmış.
Kadın bir gün dayanamamış, kocasına: "Er dedi, beni sana gör132 dedi” diyerek
erkeklerin, eşlerinin ve evlerinin ihtiyaçlarını yapmaları gerektiğini belirtmiş.
53. Erim Eşe derse, âlem paşa der
Kocaları tarafından kıymeti bilinen ve değer verilen kadınlara, herkesin de
kıymet vereceği, bunun için de önce kocayla iyi geçinmek gerektiği anlamında
131 Bile: Birlikte, beraber. Bile gitmek: Beraber gitmek. 132 Görmek: Yapmak, almak. Yemek görmek: Yemek yapmak. Kış devliği görmek: Kış için yakacak, yenecek, her türlü ihtiyacın sonbaharda temin edilmesi geleneğidir.
276
kullanılan bir sözümüzdür. Eski evlerde kalabalık aile efradı ile oturan gelinlerin
işleri pek zordu. Herkesle hoş geçinmek ve onları memnun etmek büyük bir
sorumluluktu. Bir kadına kocası değer verir ve sahip çıkarsa, ev halkının da
davranışı aynı yönde olurdu. Adı Eşe (yöresel olarak, Ayşe'nin kısaltılmış ve sevimli
hale getirilmiş şeklidir.) olan bir geline kocası kıymet verdiği için ailenin diğer
fertleri de iyi bulunurlarmış.
Bu sözler, önce koca ile iyi geçinmenin ve el üstünde tutulmanın, aile ve
çevrede daha iyi etki göstereceği "âlemin paşa diyeceği" anlamında kullanılır olmuştur.
54. Erim evde yok, keyfim beyde yok
Kadının birini çok titiz bir kocası varmış. Kocasının kötü sözü ve hare-
ketine maruz kalmamak için durmadan çalışır ve kocasına el pençe divan dururmuş.
Kocası başka bir yere, bir kaç günlüğüne, iş için gidince, kadın derin bir nefes almış:
"Erim evde yok, keyfim beyde yok!” diye sevinmiş. Bu deyim, eşleri geçici bir süre
evde olmayan kadınlar tarafından söylenir olmuş
55. Erine göre bağla başını, kazanına göre vur (eyle) aşını
Kadınların, kocalarının varlıkları ve sosyal durumlarına göre davranmaları,
ölçülü olmaları gerektiğini belirten bu atasözümüz çok eskiye dayanmakla birlikte,
yakın zamanlarda yaşanmış bir olayla şöyle anlatılır:
Hamamda ipek peştemal kuşanmış olan bir hanımı gören Emir Paşa'nın
hanımı kadına şu öğüdü vermiş: "Senin kocan baltacı, ona yazık değil mi? Erine
göre bağla başını, kazanına göre eyle aşını!"
56. Es kabayelim es, karın kahtini kes
Babam beni bir çuval ota veriyor
Gavurun otunu taş kes
Kışın ağır geçtiği, karların erimeyip de baharın bir türlü gelmediği bir za-
manda, adamın birinin hayvanlarına yedirecek otu kalmamış. Çok zor durumda olan
adam çaresiz kalmış. Otu çok olan birine giderek: "Malım davarım aç, bana ot verir
misin?” demiş. İnsafsız ve merhametsiz adam: "Bir çuval ot veririm ama, karşılığında
kızını isterim” demiş. Bunalan adam çaresiz razı olmuş, evine gelmiş, olanları
anlatmış. Kız, o gece hem ağlamış, hem de Allah'a şöyle yalvarmış: "Es kabayelim es,
karın kahtini kes, babam beni bir çuval ota veriyor, gavurun otunu taş kes!"
277
Sabah, adam otu almaya gittiğinde, bakmışlar ki çuval taş kesilmiş, ye-
rinden kaldıramamışlar. Kızın bu içten duası ve yakarışları ile bir çuval ot ile
değiştirilmesine mani olduğu gibi, kabayel de karları eritmiş.133
"Kabayel kara köz gibi, adama, buz gibi değer" sözümüz de, kabayelin
özelliğini iyi belirtmektedir.
57. Evlatlarının alını, yeşilini göresin
Eskiden, Sivas'ta seksen sene öncesine kadar, düğün olurken, gelinlerin baş
süslemelerinde, al ve yeşil krepler bağlanırdı. Bu bir gelenekti, çünkü al ve yeşil
renk bağlamak, murat ve mutluluğun ifadesiydi. (Gelinlerin gömleklerinin rengi ise
sarı olur ve uğur olarak bilinirdi). Bu sebeple, birine İyi dilekte bulunmak isteyenler,
evlatlarının alını, yeşilini göresin demek suretiyle, onların evlenmelerini,
mutluluklarını göresin, temennisinde bulunmuş olurlardı. Günümüzde de aynı
amaçla bu dilekler söylenmektedir. Alları bağlamak deyimi ise, çok sevinmek
anlamına gelmekte olup, daha çok mecazî olarak kullanılmaktadır. Mesela, çok
ağlayan bir bebek uyuduğu zaman, annesine, sevin anlamına alları bağla derler.
58. Gelin iskemi getirmiş, çıkmış üstüne kendi oturmuş
Gelinin birini, gelin geldiği gün, çehizinde getirmiş olduğu iskemleye
oturtmuşlar. Gelin görmeye gelenler arasında, kalabalıkta oturmaya yer bulamayan
çok sözlü bir kadın, gelini ilk günden eleştirerek, gelin iskemi getirmiş, çıkmış
üstüne kendi oturmuş, demiş.
Bu söz, insanların sadece kendi yararlarına yapmış oldukları işleri anlatmak
için söylenir olmuşsa da, gelinlerin davranışlarını eleştirmek için de kullanılır.
59. Gelinlik bir gün olsa kuşlar kondururum
Gelinin biri evde bir türlü bitmeyen işlerden usanmış. Her gün bitmeyen bu
işler yüzünden, hiç oturmayan ve durmadan çalışan gelin, üstelik de kayınvalidesi
ve kayınpederini de memnun edemezmiş. Bir gün onların eleştirisi karşısında, sabrı
kalmayan gelin: "Gelinlik bir gün olsa kuşlar kondururum!” demiş. Kuş kondurmak
deyimi, zor olan bir şeyi başarmak, düzenli, tertipli ve güzel yapmak için kullanılan
bir ifade olduğundan, çalışıldığı halde bitmeyen işleri anlatmak için, gelinlik bir gün
olsa kuşlar kondururum sözünün bir mazeret olarak söylenmesine sebep olmuş.
133 Kabayel: Güneyden esen, karları eriten ve insanı üşüten bir rüzgârdır. Kaht: Yokluk, kıtlık.
278
60. Getir kişiyi göreyim işi
Gelinin biri yeni evli iken, kocası askere gitmiş. Gelin de üzüntüsünden
odasından çıkmaz olmuş. Kayınvalidesi, gelinin yanına gelerek; "Kızım gel artık,
evde yapılacak çok iş var” demiş. Safça olan gelin: "Getir gişiyi (kişi: koca),
göreyim işi!” demiş. Bu deyim, iş yapmayanlara lâtife olarak söylenir olmuş.
61. Giydiğim tafta, oturacağım bir hafta
Gelinler, 1950'li yıllarda moda olan tafta elbise giyerlerdi. Gelinler o
günlere kadar hep kayınvalideleri ile oturur, ayrı oturmaları ayıp sayılırdı. Taftanın
moda olduğu o yıllarda, ayrı oturmalar da görülmeye başlamıştı ki» bir gelin, gelin
geldiğinin haftasında, ayrı oturma arzulan göstermeye başlayınca, kayınvalidesi,
gelininin ağzından onun durumunu şu sözlerle ifade etmiş: "Giydiğim tafta,
oturacağım bir hafta” O zamanlar bu sözler, gelinlerin beraber oturmak
istemediklerini anlatmak için kullanılmıştır.
62. Göründü Sivas'ın bağları, gele gele geldik ki şalgam tarlaları
Sivas'ın uzaktan yeşil görünmesine rağmen, bağlık, bahçelik olmayıp,
kışlık sebzelerin ekiminin fazla yapıldığını anlatan eski bir sözümüzdür.
Memuriyetle Sivas' a gelen yabancı biri, mevsim yaz olduğu için, uzaktan
görünen yeşillikler için, ne kadar da bağlık, yemyeşil bir memleket diye düşünmüş.
(Eskiden Sivas'ta çok olan kavak ağaçları, evler de yüksek olmadığı için uzaktan
bakılınca şehre kesif bir yeşillik verirdi.) Sivas'ta görev yapan adam, bağ bahçeden
ziyade, buğday ve kışlık sebzeler olan, lahana, havuç ve şalgam ziraatinin
yapıldığını görünce: "Göründü Sivas'ın bağları, gele gele geldik ki şalgam tarlaları”
demiş. Bu sözlerde masum bir hayal kırıklığı da gizliymiş! Sivaslılar başkaları
tarafından bu sözler söylendiğinde, Gürün'ün yeşil bir ilçe olması sebebiyle bu
sözün doğrusu, "Gürün'dür Sivas'ın bağları" derler.
63. Gözüm kız gözüne döndü
Genç kızların dikkatsiz oldukları ve onlarda kusurlar aramak için söylenen
bu sözle ilgili olarak şu olay anlatılırken, kadınların bilgiçliği de belirtilir:
Kadının birinin kocası bir kızla evlenmek isteyince, üzerine kuma gele-
ceğine üzülen kadın, kocasını nasıl vaz geçireceğini düşünüyormuş. Kocası da biraz
safça imiş. Kadın, kocası ile otururken, hem dikiş dikiyor hem de konuşuyorlarmış.
Elindeki iğneye bir türlü ipliğini geçiremeyen kadın kocasına: "Gözüm kız gözüne
döndü" deyince adam da: "Kızların gözü görmez mi?” diye sormuş. Kadın da:
279
"Kızların gözü görmez” diye te'villemiş. Böylece adam inanmış ve evlenmemiş. İki
söz bir büyü gibi söylenen bir Sivas sözü de insanları etkilemek için iki sözün, yani
az bir sözün (iki sayısı azlık belirtir) yeteceğini belirtir.
Bazı yörelerimizde kırk söz bir büyü deyimi, tekrar tekrar söylenenlerin de
büyü yerine geçeceğine, etkili olacağına inanıldığının ifadesi olarak kullanılır.
64. Hala horozun yumurtluyor mu? Hem de çift sarılı
Başkalarına sık giderek onları rahatsız ederek yersiz konuşanların duru-
munu ifade etmek için bu deyimimiz kullanılır. Yeni yetişen safça bir kız komşu
kadına giderek: "Hala horozun yumurtluyor mu?” diye sormuş. Kadın da bu
olmayacak soruya: "Hem de çift sanlı", gibi nükteli bir cevapla karşılık vermiş.
Münasebetsiz ve olmayacak lafları konuşanların durumunu ifade etmek için, bu
deyim kullanılır olmuş.134
65. Halep orda ise arşın burada
Geçmişte yaptıklarıyla öğünenler için, aynı işi her zaman yapmaları ge-
rektiğini belirtmek için söylenen bu sözle ilgili olarak şu hikâye anlatılır. Adamın
biri Halep'ten kendi memleketine döndüğü zaman, Halep'teki yaptıklarıyla öğünür:
"Ben Halep'te on arşın atlardım” demiş. Orada bulunanlardan biri: "Halep orda ise
arşın burda, gel burada da atla!” demiş.
Ülkemizin kimi yörelerinde olduğu gibi, Sivas'ta da haleb (helebi gibi
söylenir) bir uzunluk ölçüsü olup, 65 cm., yâni arşına eşittir. Halı, kilim, cicim
dokuyan kadınlar, dokumanın eni boyu için, eskiden, ölçü olarak halebi
kullanırlardı. (Sivas'ın Elbeyli köylerinde ve Şarkışla'da hâlâ bu ölçü bilinmektedir.)
Arşınla aynı olan halebin birbirinden farklı bir şey olmadığını da bu sözle
söylenmek istendiğini düşünebiliriz. Uzunluk Ölçüsü olarak halebin kullanılması da
eskiden kumaş tacirlerinin kumaşlarını Halep'den getirmeleriyle ilgili olabilir.
66. Hamuru küt düşmek
Mayalı yoğrulan ekmek hamuru, tandırda pişirilirken, hamurun eğer mayası
iyi değilse ve iyi mayalanmadıysa, pişirmek için tandıra yapıştırılan hamur tandırın
duvarına yapışmaz ve dibine düşer. Tandırın dibi ateşli ve küllü olduğu için bu
hamur altı küllü olarak pişer. (Üzeri iyi kızarmış görünen altı ise küllü olan bu
ekmekleri çocuklara yedirirler.) Hamurun bu şekilde tandıra düşmesi ekmeğin iyi
134 Hala: Sivas'ta annesin kız kardeşine, eskiden verilen ad. Babanın kız kardeşine de eme denirdi. Ayrıca komşu kadınlara da hala diye hitap edilirdi.
280
olmamasına sebep olur ki istenilmeyen bir durumdur. Mecazi olarak hamuru küt
düşmek, mayası bozuk anlamına da gelen bir deyim olarak kullanılır.
67. Hana koyan yok, okumu yayımı, nerden asayım?
Eski zamanlarda, hana gelen bir yolcuya, hancı yer olmadığım söylemiş.
Yolcu ısrarla: "Okumu yayımı, nereden asayım?” diye soruyor ve handa kalmak
istiyormuş. Hancı ise: "Hana koyan yok, okumu yayımı nerden asayım diye
soruyorsun", diyerek kızmış. İstenilmeyen durumlarda, zorlamaya gerek olmadığını
öğütleyen bu deyimin, "Hana koyan yok, yamçıyı kamçıyı nerden asayım?" şeklinde
söylenen benzeri daha vardır.
68. Harabat ehline hor bakma Şakır, defineye mâlik viraneler var
İki kardeşten biri, devamlı ibadet eder, günlerini hep böyle geçirirmiş-Diğer
kardeşi ise, içkiye müptela imiş. Herkes birinciye değer verir ona saygı duyar, diğer
kardeşi horlarmış. Devamlı ibadette olan kardeşin erişmiş olduğunu düşünerek
onun, yüksek bir kayadan atlamasını istemişler. O ise korkarak bunu
yapamayacağını söylemiş. Sarhoş kardeşini tutup getirmişler, o hiç çekinmeden
Allah diyerek, kendini bırakmış, bir şey olmamış, anlamışlar ki erişen bu kardeşmiş.
Bu söz kimde ne var bilinmez, denilerek, herkes hakkında yanlış fikir yürütmemek
gerektiğini belirtmek için kullanılır. (Halk arasında bu menkıbenin, İbrahim Hakkı
Erzurumlu'nun iki oğlu arasında geçtiği rivayeti vardır.)
69. Hasta mıyım? Hasta mı olacağım?
Kendini çok dinleyen ve her an hastalık düşünenlerin durumun alaylı olarak
belirten bu deyimle ilgili olarak şu hikâye anlatılır:
Kadının biri kocasının yanında hiç yemek yemez, kocası işe gidince
yermiş. Bu durumu merak eden adam, bir gün işe gidiyormuş gibi yapıp evde
saklanmış. Kadın bir sahana yağ koymuş ve dört yumurta kırmış, pişirirken kapı
çalmış. Kadın kapıya bakmaya gidince adam saklandığı yerden çıkarak sahanın
içine dört yumurta daha kırarak tekrar saklanmış. Kadın içeri gelmiş yumurtaları
pişirmiş ve yemeye başlamış. Fakat hepsini yiyememiş dört yumurta artmış. Bu
duruma üzülen kadın: "Hasta mıyım, hasta mı olacağım?” diye kaygılanmış!
70. Hatır için seviyorsan Hatipoğlu'nun arabını da sev
Sivas'ın eski ailelerinden Hatiboğulları'nın evlerinde zenci uşakları varmış.
Renginden dolayı arap denir ve görenler de korkarmış. Bir gün, komşularından
birisi, herkesçe beğenilmeyen birini, hatıra binaen sevdiğini söyleyince, ona: "Hatır
281
için seviyorsan Hatipoğlu'nun arabını da sev” demişler. Bu sözler, ölçülü olmak
gerektiğini belirtmek için kullanılırmış.
71. Havuç şalgam aşları
Kar kürümek işleri
Kargadır kuşu
Dokuz ay kışı
Eski kış günlerinin hatırasını taşıyan bu dörtlük, bağlık bahçelik ve kışı az
olan başka bir şehirden Sivas'a memuriyete gelenler tarafından, Sivas'ı ve Sivaslıyı
tanımadan söylemiş oldukları şaka yollu bir sözdür. Eskiden, havuç ve şalgamın çok
yetiştirildiği, bu sebzelerin çok yenildiği, kışın çok uzun sürdüğü, bacalardan
(damlardan) kar küründüğü (karı kürekle aşağı atmak) ve sadece karganın (!) kuş
olarak bilindiğim ifade eden eskiye ait bir şaka sözüdür.
72. Hem ağlarım hem giderim
İnsanların aslında istedikleri şeye üzülür görünmeleri karşısında kullanılan
bu sözümüzün hikâyesi şöyledir:
Gelinin biri, gelin giderken o kadar çok ağlamış ki gelincilerden biri da-
yanamamış: "Bu kadar çok ağlayacaksan seni babanın evine geri götürelim” demiş.
Gelin ise buna razı olmayarak şöyle söylemiş: "Hem ağlarım hem giderim!"
73. Hem pilav yağlandı, hem şamdan peklendi (paklandı)
Bu deyim, bir iş yapılırken, beraberinde de başka bir işin de yola girmesi
durumunda söylenir.
Pilav pişirmişler, ancak yağ bulamamışlar. İçlerinden safça olan biri demiş
ki: "Şamdan yağlı, o da temizlenecek, şamdanı pilavın içine sokalım, hem pilav
yağlanır, hem şamdan, pilavın sıcağıyla peklenir (temizlenir)." Bu uygulamayı
yapmışlar mı bilinmez ama, "Hem pilav yağlandı, hem şamdan peklendi" sözü
deyimleşmiş.
74. Her dağın başına bir han yap
Baba oğluna öğüt verirken: "Oğlum, her dağın başına bir han yap” demiş.
Oğlu da bunu, bina olarak anlamış ve dağ başlarına han yapmış. Buna rağmen
oğlunun rahat ve huzurlu bir hayatı olmadığım gören adamın oğluna sözü şöyle
olmuş: "Ben sana han yap dediysem, insan gönlünü kazan, onu ma'mur et, her
gittiğin yerde bir dostun olsun demek istemiştim."
282
75. Her gün, her gün düğün olsa,
Arada bir bayram olsa,
Evde kaldığım gün de cuma olsa
İş yapmak istemeyenler ve buna da buldukları bahaneleri şaka yollu be-
lirten bu deyimin hikâyesi şöyledir:
Kadının birinin çok tembel ve biraz da safça bir kızı varmış. Bu kız hiç ev
işi yapmak istemez, gönlünü eğlemek istermiş. Komşuda düğün olunca oraya
gidileceği, bayram ve cuma günlerinde de ev işi yapılmadığı için, o günlerin
özlemini çeker, annesi kendisine iş buyuranca şöyle söylermiş: "Her gün, her gün
düğün olsa, arada bir bayram olsa, evde kaldığım gün de cuma olsa!"
76. Her kadının işi bitmez, her kadının işi bitmez
Evde kendine daima iş bulan, hiç boş durmayan kadınların işi bitmez. Her
an iş yapan, ev işlerini bitirince, el işleri yapan, ören, diken, yamayan marifetli
kadınların hiç işi bilmezmiş. Beceriksiz, iş yapamayan, oyalanan, kadınların da işi
bilmezmiş. Onun için bu sözde: Birincide marifetli kadın, ikincide ise beceriksiz,
tertipsiz, kadın kast edilmiştir.
77. Hırsızın hiç mi suçu yok?
Adamın birinin evine giren hırsız eşyalarını çalmış götürmüş, adam da
kadıya şikâyet etmiş. Kadı adama: "Niye kilidini sağlam yapmadın, niye uyudun,
malına sahip olmadın" gibi suçlamalarda bulununca adamcağız dayanamamış: "İyi
ama kadı efendi, hırsızın hiç mi suçu yok?” demiş. Asıl suçlu görülmezden
gelinerek, başkalarım suçlama durumunda kullanılan bu deyim Nasrettin Hoca'nın
evinin soyulması ile ilgili olarak da anlatılır.
78. Hoşafın yağı kesildi
Sonradan zengin olan bir adam kendisine bir aşçı tutmuş. Aşçı sofraya,
pilav ve hoşaf için ayrı ayrı kaşıklar getirirmiş. Adam ayrı ayrı kaşıklarla bir
pilavdan bir hoşaftan yemekten usanmış. Ayrı kaşıklarla yediğinden, hoşafın
yüzünde yağ olmadığını görünce, memnuniyetsizliğini belirtmek için: "Hoşafın yağı
kesildi” demiş. Alışılmışın dışında, istenilmeyen durumları belirtmek için, hoşafın
yağı kesildi, deyimi söylenir olmuş. (Bu deyimin dayandığı olay ile ilgili olarak
başka bir hikâye de şudur: Yeniçeri Ocağı'nda askerlere yemek dağıtan aşçı eskiden
hem pilav hem de hoşaf için aynı kepçeyi kullanırken bir gün ayrı ayrı kepçeler
kullanmaya başlamış. Dolayısıyla artık hoşafın üzerinde pilavdan kepçeye bulaşan
283
yağı göremeyen ve ayaklanma çıkarmaya bahane arayan yeniçeriler "Hoşafımızın
yağını bile kestiler, yağlı hoşaf isteriz” diyerek kazan kaldırmışlar!)
79. İdris'in öğüttüğünü yiyor
İdris Peygamber, terzilerin piri olduğu gibi, değirmencilerin de piri olarak
kabul edilir. Buğdayın öğütülmesi işi eskiden değirmenlerde ve sıra (keşik) alınmak
suretiyle yapılan ve günlerce süren zor bir işlemdi. Buğdayı hasat etme meşakkatlerine
katlanmadığı gibi, öğütme işiyle ilgilenmeyen birine: "İdris'in öğüttüğünü yiyorsun”
diyerek, bu işlerle ilgilenmediğini, hiçbir şeyden haberi olmadığını söyleyerek büyükleri
kızmışlar. Bu deyim, başkalarının çalışmalarından yararlanan ve bunun farkında
olmayan, sorumsuz kişilere söylenen bir söz olarak deyimleşmiş.
80. İki başlı Samsun kirası
Bir alışverişte iki misli para ödenmesi, bir şeyin pahalı alınmasını anlatan
bu deyimin dayandığı olay şöyledir:
Eskiden, seksen yıl öncesine kadar Sivas'tan İstanbul'a gitmek için yaylı
arabalarla Samsun'a, oradan da gemi ile İstanbul'a gidilirmiş. Tüccarların İs-
tanbul'dan getirdikleri mal da aynı yolla Sivas'a gelirmiş. Malın Samsun'dan
alınması için, Sivas'tan Samsun'a araba ile gidilip gelindiğinden, bunun için de
arabaya iki defa ücret ödendiğinden "İki başlı Samsun kirası" sözü deyimleşmiştir.
81. İki cami arasında beynamaz (bînamaz)
Adamın biri evine yakın olan caminin imamı ile bir sebepten dolayı bo-
zuşmuş. Evine yakın olan bir başka caminin imamının da bu adamla arası acıkmış.
Aslında namaz kılmaya niyetli olmayan bu adam, iki camiye de gidemediğinin
bahanesini böyle söylermiş ki buna beynamaz (bî namaz) özrü denilmiş. İki cami
arasında namaz kılamamakla ilgili olarak söylenen bu deyim, bir işi yapmaya niyetli
olmayan insanların sudan bahanesini belirtmek için kullanılır olmuş.
82. İki kumanın aşı
Bir evde pişen yemek ya tuzsuz olur ya da çok tuzlu olursa iki kumanın aşı
olmuş denir. Yemek pişiren kadınlardan biri, tuzu öteki kadın atmıştır diyerek
yemeğe tuz atmamış. İkisi de diğeri atmıştır diye düşünmüş olduklarından ve
yemeğin de tadına bakmadıklarından yemek tuzsuz olmuş. Bir başka sefer de bîri
diğerinin atmadığını sanarak o da tuz atmış, bu sefer de yemek tuzlu olmuş.
Bu söz, evde iki kuma olursa, yemeklerin iyi olmayacağı anlamını da ifade eder.
284
83. İkramından şaşkın olduk, pancarın /ay olmasın.
Adamın biri, misafirine, pancar yemeği ikram etmiş, misafir de pancar
yemeğini pek sevmezmiş, ama biraz yemiş. Ev sahibi misafire, pancar yemeğinden
yemesi için ısrar ediyormuş. Bunalan misafir, dostlukları sebebiyle, ev sahibine
şöyle söylemiş: "İkramından şaşkın olduk, pancarın zay olmasın."
Bu deyim, karşıdakini bıktıracak kadar yapılan ısrar ve makbule geçmeyen
ikramlar için söylenir olmuş.
84. İmaretin çorbası ısıt ısıt ver
Önceden yapılmış ve bayatlamış yemeğin tekrar tekrar ısıtılıp sofraya ge-
tirilmesi, mecazi olarak da aynı şeyin, emek. sarfedilmeden tekrarlanması anlamında
kullanılan bu deyimin hikâyesi şöyledir:
Sivas'taki Eğri Köprü yapılırken, buraya yakın olan İmaret Köyü135 halkı
köprü inşaatında çalışanlara yemek verirmiş. Bu da genellikle çorba olur, fazla
pişirilir, ısıtılıp ısıtılıp çalışanların önüne konurmuş. Çalışanlar bıkkınlık getirerek:
"İmaretin çorbası, ısıt ısıt ver” demişler. Eskiden imaretlerde pişen yemeklerin de
aynı şekilde ısıtılıp ısıtılıp verilmesi ile de bu sözün ilgisini düşünmek mümkündür.
85. İnce, yoğun bir imiş, hayvah ömrüm çürümüş
İki komşu kadın, kocalarına birer börk örmeye karar vermişler. Kadınların biri
yünü özenle taramış, kırk burundan yani yünün ince güzel yerinden eğirmiş, ince şişlerle,
bembeyaz, güzel bir börk örmüş. Bunun için de uğraşmış, emek vermiş. Diğer kadın ise,
kabaca taradığı çöpürlü yünü kalın eğirmiş, kirli beyaz renkte kaba bir börk örmüş. Her
ikisinin de kocası berklerini giymişler. Bu adamlar, sabah işlerine giderlerken, börkü
itinalı yapan kadın, kapıda durup beklemiş. Karşıdan gelen birine: "Giden iki adamın
börkleri nasıl” diye sormuş. Adam: "İkisi de beyaz börklüydü” demiş. Bu cevap kar-
şısında, kendi emeklerinin fark edilememiş olduğunu görerek hayıflanmış, üzüntüsünü
şöyle dile getirmiş: "İnce yoğun bir imiş, hayvah ömrüm çürümüş!"
Bu deyim, bir işi özenle yapanla, baştan savma yapanın fark edilememesi,
aynı tutulması üzerine, pişmanlığı belirtmek üzere söylenir olmuş.136
Ülkemizin bazı yörelerinde saya, ak pamuktan elde bükülerek dokunmuş
cekete veya cepkene de verilen addır. Kadının birinin özenle dokuduğu saya ile, bir
başka kadının baştan sağma dokuduğu kirli beyaz sayanın fark edilememesi
135 Cumhuriyet Üniversitesi, İmaret Köyünün arazisi istimlâk edilerek yapılmıştır. 136 Yoğun: Kaba, hızlı yapılan iş.
285
durumunda hayıflanan kadının: "Ak sayalı da bir, kara sayalı da bir" gibi söylemiş
olduğu benzer bir deyim de dilimizde yaşamaktadır.
86. İnek almıyor dana emmiyor
Bütün olumsuzlukların bir arada olduğu, insanların hiç birinin söz anla-
madığı durumlarda kullanılan bu deyimle ilgili olarak şu olay anlatılır:
Kadının birinin ineğinin danası Ölmüş. İneğin sütünü sağabilmek için, ön-
ceden danaya emdirilerek ineğin sütü indirildiğinden kadın süt sağabilmek için,
başka bir ineğe ait danayı süt emmesi için getirmiş. İnek yabancı danaya süt vermek
istemediği gibi, dana da bu ineğe yanaşmıyormuş. Kadın bu durumda ne yaptıysa
sütü sağamamış ve çaresizliğini şöyle belirtmiş: "İnek almıyor dana emmiyor."
87. İnişi var, çıkışı var veremem
Başkasının kazandığı malın değerinin bilinmediği, kendi çalışarak elde
edilenlerin kıymetli olduğunu belirten bu deyimimizin hikâyesi şöyledir:
Adamın biri evinin ihtiyacı olan tuzu, uzak olan tuzladan sırtına alarak
getirirmiş. (Tuz yükü ağırdır, bunu "tuz yükü, kız yükü ağırdır" atasözümüz de belirtir.)
Tuzun yokuşunu bilmeyen yani nasıl zor getirildiğini bilmeyen karısı bu tuzu konu
komşuya dağıtır, evdeki tuz çabuk bittiği için, adam yine tuzlaya gitmek zorunda
kalırmış. Durumu anlayan adam, karısını da tuzlaya götürmüş. İkisi de birer çuval tuz
yüklenerek yola çıkmışlar. Yol inişli çıkışlı, yük de ağır olduğu için, kadın çok zor
taşıyor, nefes nefese kalıyormuş. Binbir güçlükle evlerine gelmişler. Komşular yine
kadından tuz isteyince, kadın onlara şöyle söylemiş: "İnişi var çıkışı var veremem, ıhır
ıhır ötüşü var veremem, benimkini veremem, kocamınkine de karışmam!"
88. İş de (işte) bu
Bir işi gözde büyütenler için söylenen bu söz, çalışılırsa işin biteceğini belirtmek
için kullanılır. Kadının biri ev işlerini nasıl yapacağım diye gözünde büyütürmüş. Evdeki
büyüklerden biri, ona: "İşi sen gör (yap), gönlün dinlensin, işi el (başkası) görsün (yapsın)
kolun dinlensin” diyerek, işin yapılırsa biteceğini anlatmış. Kadına cesaret vererek, onun
işlerini yapmasına yardımcı olmuş. Sonunda, istenerek yapılan işin insanı yormayacağını
anlayan kadın: "İş de (işte) bu, iş dediğin ne ki görülürse (yapılırsa) biter” demiş.
89. Kaba yelsiz kavut yenmez
Bu deyim, insanın iyi zamanında bile, bir sıkıntısı, üzüntüsünün eksik olmayacağını
veya, bir şeye kavuşmak için de sıkıntı çekmek gerektiği anlamlarında kullanılır.
286
Kavut66 yiyen biri, esen yel yüzünden kavutunu rahat yiyememiş, canı
sıkılmış ve şöyle demiş: "Kaba yeisiz kavut yemem (yenmez.)”
Bir açıklama şekline göre de, kabayel eserse, karlar bulgur bulgur olur ve
kavuta katarak yenilir veya kar helvası yapılır. Bunun için de kabayelin esmesi
gerekir, bu düşünceyle de bu deyimin ilgisi olabilir.
90. Kaderi oynattı
Adamın biri karısına hiç İyi muamelede bulunmazmış, komşular da kadına çok
acırlarmış. Bir gün bu kadın ölmüş. Adam yeniden evlenmiş. İkinci hanımına çok iyi
davranan adamın bu halini komşuları görünce. "Neden eski hanımına kötü davrandın, buna ne
iyi davranıyorsun?” demişler. Adam da yeni hanımı için: "Kaderi oynattı” demiş. Kaderi
oynatmak, talihi getirdi, şansı getirdi anlamında kullanılır olmuş. "Kader var ağlatır, kader ver
oynatır" sözü de bu amaçla söylenen bir atasözü olarak dilimizde yaşamaktadır.
91. Kafa değil Menimedüğün depesi
Eski adı Memmedük olan ve Tepeönü olarak adı değişen köyde sivri bir tepe
bulunmaktadır. Bu tepede Mehmed Dede adlı bir yatır vardır ve köy adını buradan
almıştır. Akılsız kimselerin kafası, köyün bu sivri tepesine benzetilmiş ve onların akılsızca
yaptıkları işler karşısında: "Kafa değil, Memmedüğün Depesi (Tepesi)" denilmiştir.
92. Kahve diyene (dövene) tırk diyor
Diğer yörelerimizde kahve dövücüsünün hınk deyicisi olarak bilinen bu
deyim, Sivas'ta kahve dövene (diyene) tırk diyor, şeklindedir. Eskiden, kahveler
dibeklerde döğülürdü. Dibeğe her vuruşta, kahveyi döven tırk (veya hınk) gibi bir ses
çıkarır. (Sokuda, tokmakla bulgur dövenlerde de benzer sesler çıkar). Biri zahmeti çekip
de o işe başkası tarafından sahiplenilmesi veya o işten kendisine pay çıkarılması
sonucunda böyle söylenmiş. Ayrıca, büyükler bir şey söylediğinde, küçükler hemen
söze girerse de: "Kahve diyene (dövene) tırk diyor" deyimi kullanılır.
Kavut: Buğdayı sacda kavurarak elde edilen kavurganın öğütülerek, bu una
bal, pekmez veya şerbet katılmasıyla hazırlanan eski bir yiyecektir.
93. Kahvelerim pişti gel
Köpükleri taştı gel
İyi günün dostları
Kötü günüm geçti gel
Zengin bir kadının etrafında pervane olan ahbabı, kadının, kocasının ölüp,
fakir düşmesinden sonra, onu ne aramışlar, ne sormuşlar. Kadın var gününde
287
kendisini bilen dostlarının (!) bu davranışına çok üzülmüş, onların iyi gün dostları
olduğunu söylemek, onlara bir ders vermek istemiş. Kadının oğlu büyümüş, ailenin
maddî durumunu düzeltmiş. Onları aramayanlar tekrar etraflarında belirmişler, arar
olmuşlar. Senelerdir bu durumu bekleyen kadın, kendisini görmeye gelenlere,
mangalda kahve yaparken, bu sözleri söylemekten kendini alamamış ve iyi gün
dostlarına, bu dörtlük o zamandan beri söylenir olmuş.
94. Kan edecek iş ama anası da elden geldi
Kızının evlenmesi sırasında gelinciler (gelini almaya gelenler) kızı alıp ata
bindirdikleri sırada kızının ayrılmasından dolayı üzüntü duyan baba çok üzülerek:
"Kan edecek iş ama anası da elden geldi” diyerek kızların evlenmelerinin adet
olduğunu, kendi karısının da de elden geldiğini söyleyerek teselli bulduğu anlatılır.
95. Kapı ağzında oturuyor, mabattan (sedirden) konuşuyor
Kendine düşmeyen laflan konuşanlar için kullanılan bu deyim şu olayla ilgilidir.
Eski evlerde, mahat (sedir) üzerinde evin büyükleri oturur, küçükler ise yerdeki minderlerde
otururlardı. Böyle bir zamanda, yaşı ve durumu itibariyle, kapı kenarında oturan yaşça
küçük birisi, kendine düşmeyen bir söz söyleyince, odada bulunan büyüklerden biri,
konuşana: "Kapı ağzında oturuyor, mahattan konuşuyor” diyerek eleştirmiştir.
96. Kara gün kararıp kalmaz
Kötü günlerin geçeceğini, fakat insanların kendilerine yapılan kötü bir
davranışı unutmayacağını anlatan bu deyim şu olayla ilgilidir:
İki bacıdan (kız kardeş) biri varlıklı diğeri yoksul bir adamla evli imiş Bir
gün fakir bacı, diğerinin evine gitmiş. Bulgur pilavı yiyen ablası hemen pilavı
sofranın altına saklamış! Kardeşi bir şey söylememiş ve buna çok üzüldüğünü de
belli etmemiş. Aradan zaman geçmiş, fakir bacının hali vakti düzelmiş. Ablası
onlara gittiğinde, sofrada pirinç pilavı yiyorlarmış. Küçük kız kardeş, ablasına:
"Kara gün kararıp kalmaz, bulgur pilavı sofranın altına girmez, gel bacı pirinç pilavı
yiyek (yiyelim)!” diyerek sofraya buyur etmiş.
97. Karardı köz, tükendi söz
Akşam oturmasına misafirliğe gidenler o kadar çok oturmuşlar ki, man-
galdaki ateş sönmüş, konuşacak bir şey kalmamış ve ev sahibinin de uykusu gelmiş.
Bunun üzerine ev sahibi, şaka yollu: "Karardı köz, tükendi söz” demiş. Yatma
zamanın geldiğini belirten bu sözler gerektiğinde söylenir olmuş. Birbirleriyle çok
288
samimi olanlar arasında bu sözlerin devamı şöyle de gelebilir: "Karardı köz, tükendi
söz, kalkın gidin siz, yatacağız biz."
98. Kardeş evi kış evi
Etrafı kamış evi
Anan baban yok ise
Şöyle bir tanış evi
Kadının biri, erkek kardeşinin evine gitmiş. Kardeşi ve gelini ona pek ilgi
göstermemişler. Kadın, bu ilgisizliğe çok üzülmüş, anamız, babamız hayatta olsaydı,
böyle olmazdı, kardeşler arasındaki bağı onlar devam ettiriyorlarmış diye
düşünerek, bu kısa ziyaretinin ardından, hüzünle yukarıdaki dörtlüğü söylemiş.
99. Karıyı boşamaya vakit yok
İki işsiz arkadaştan biri evlenmiş. İşsizlikten yakınan bu adama, kansı iki iş
birden bulmuş. Adam, ikindiye kadar, hamamda çalışıyor, sonra eve gelip, yemek
yedikten sonra fırındaki işine gidiyormuş. Hem para kazanan hem de iş bulunan bu
adam önceleri pek sevinçliymiş, fakat aradan zaman geçtikçe, bu kadar yorgunluğa da
dayanamıyormuş, Bir işten diğer işe koşarken, arkadaşına rastlamış. Arkadaşı bu halinin
sebebini sormuş. Adam da karısının kendisine iki iş birden bulduğunu, bu yüzden çok
yorulup bu hale geldiğini söyleyince, arkadaşı kolayca "karıyı boşa” demiş. Eş
boşamanın pek zor olmadığı o zamanlarda bile, adam buna fırsat bulamadığını şöyle
belirtmiş: "Karıyı boşamaya vakit yok! Çok işi olanlar, kolay olan işlere bile zaman
bulamadıklarında bu cümleyi söyler, bu fıkrayı anlatır olmuşlar.
100. Karşıdan baktım bir yeşil türbe
İçine girdim, estağfurullah tövbe
Yolcunun biri yeşil bir türbe görmüş, yolu uzun olduğundan içinde biraz
dinlenmeyi düşünmüş ve uyuya kalmış. Uykusundan dayakla uyanmış, neye
uğradığını şaşırmış. Meğer bu boş türbe, hırsızların barınağı imiş. Adam ise burada
yatan evliyaya saygısızlık yaptığını düşünerek şöyle demiş: "Karşıdan baktım bir
yeşil türbe içine girdim, estağfurullah tövbe." Bu sözler, dışından gösterişli fakat
yakından tanınınca, göründüğü gibi olmayan insanlar için kullanılır olmuş. Ayrıca bu
ifade, cevabı ısırgan bitkisi olan bir bilmecedir.
101. Kes bir soğan daha, malını yiyen de ölmüş, yemiyen de
Adamın biri toptan soğan satarmış. Soğanları satmaya götürürken yolda
mola vermişler ve bulgur pilavı pişirmişler. Soğan yemek istemişler, bir kaç soğan
289
kesmişler, bu yetmemiş. Cimri olan soğan tüccarı, büyük bir ikram yapıyormuş gibi,
yanında çalışanlara: "Kes bir soğan daha, malım yiyen de ölmüş yemeyen de!”
demiş. Bu sözler, varlıklı olduğu halde yemeye kıyamayan, cimri kimselerle alay
etmek, onların düştüğü gülünç durumu belirtmek için söylenir olmuş.
102. Kırk adama bir yuha (yufka)
Kadının biri komşu kadınları, kendi ev işinde yardıma çağırmış. Onlara
yemek olarak yufka ile yanında peynir getirmiş. Yufka azmış, kadınlar doy-
mamışlar, içlerinden muzip biri: "Kırk adama (kişiye) bir yufka, kırıldık dıha dıha”
diyerek yapılan ikramın azlığını belirtmiş.137 Bu sözler, yemeğin az insanın fazla
olduğu, duyulmadığı durumlarda şaka yollu söylenir olmuş.
103. Kız nişanlılı, gelin iki canlı, at gibi koca karı
Herkesin bir mazereti olup da ev işlerinin yaşlı kadına kalması durumunda
söylenmiş olan bu sözün hikâyesi şöyledir:
Kadının kızı nişanlı olduğu için, çehizini yetiştirmeye çalışır, ev işlerine
bakamazmış. Gelini ise, hamile olduğu için, yorulur fazla iş yapamazmış. Evde
yapılması gereken işlerin yapılamadığını görünce: "Kız nişanlılı, gelin iki canlı, at
gibi koca karı” diyerek, işin kendisine kaldığını, evde kendinden başka adam
olmadığını biraz da kahırla söylemiş!
Buna benzer bir söyleyiş de evde iş yapmayan diğer kızlar varsa onlara
hitapla şöyle de söylenir: "Kız nişanlılı, gelin iki canlı, oturun kızlar oturun! Aynı
durumlarda, yaşlı kadınların bir mazereti olarak şöyle söylendiği de olur. "Kız
nişanlılı, gelin iki canlı, kaynana bu halli."
104. Kız saçı örmedim, ne pişireyim demedim, kimseye öte git demedim
İhtiyarlamayan, yaşına göre dinç görünen bir kadına neden yaşlanmadığını
sormuşlar, şöyle cevap vermiş: "Kız saçı örmedim, ne pişireyim demedim, I
kimseye öte git demedim."
Kadın bu sözlerle, insanı yıpratan ve yaşlandıran şeylerin, kız evladı ye-
tiştirmek (kızı iyi bir şekilde yetiştirip, iyi bir aileye gelin edebilmek), yoksulluk
çekip, ne pişireyim diye sıkıntıya düşmek ve başkalarıyla iyi geçinmemek olduğunu
belirtmek İstemiş. Herkesle iyi geçinen, etrafıyla uyumlu olan kimseler için:
"Tavuğa bile kişe dememiş", deyimi de söylenir.
137 Dıhmak: Tıkmak (tıkınmak) çok yemek anlamında şaka yollu kullanılmıştır.
290
105. Koy desinler, Alabaş yar yolunda telef olmuş
Başındaki ala renkten dolayı adına Alabaş denen köpek yaşlanmış. Ala-
baş'a, köpeklerin belli zamanlarında onların yanına gitme, seni parçalarlar, diye
nasihat edilince, şöyle söylemiş: "Koy desinler Alabaş yar yolunda telef olmuş!"
Bu deyim, insanların -yaşlansalar bile- istekleri için her şeyi, hatta ölümü
göze almaları durumunda söyledikleri bir söz olmuş.
106. Kurban olam tesbih sana, kimse güman gelmez bana,
Samanlıkta beşyüz dana, derviş baba derler bana
Adamın biri hırsızlık yapmış, dana çalmış, oturmuş, kendine derviş süsü
vererek, elindeki teşbihi çekiyor ve böyle söylüyormuş. Kusurlarını örtmek için,
kendilerini iyi gösterenlere, bu sözler alay mahiyetinde söylenir olmuş.
107. Laf ile pilav pişse deniz kadar yağ gider
Çok konuşan birinin, gerçekleşmeyecek, asılsız sözleri karşısında, orada
bulunan yaşlı bir hanım: "Laf ile pilav pişse deniz kadar yağ gider” diyerek, söylenen
sözlerinin gereksizliğini belirtmiş ve olmayacak şeyler üzerinde konuşmamasını
öğütlemiş.138 Halk arasında böyle olamayacak söyleri konuşan kimselere hayal pilavı
yiyor da denilir. Bu düşünceleri belirten bir başka sözümüz de şöyledir:
"Olsa ile bulsa (Bursa gibi de söylenir), bir araya gelse, dünya kadar
memleket olur."
108. Lafını olsun edek
İnsanların ellerine geçiremeyecekleri şeyleri bildikleri halde, onları söyleyerek
avunmalarına engel olmadığını belirten teselli amaçlı bu söz şu fıkra ile ilgilidir:
Tilki evlenmek istemiş. "Neyle evleneceksin?” diye sormuşlar. Tilki de
Evlenemeyeceğimi biliyorum ama, lafım olsun edek (edelim)” demiş.
109. Leylek benim neden komşum
Yazın gelir, güzün gider
Karga benim her dem komşum
Yaz da burda kış da burda
Kadının biri, zaman zaman, başka yere giden ve evinde oturmayan bir
komşusuna böyle söyleyerek, vefanın karga da bile olsa, güzelliğim bu dörtlükteki
138 Rumeli'de "Keşke ile pilav pişse, benden bol bol yağ" şeklinde söylenir.
291
benzetme ile dile getirmiş. Komşuluktaki ilgiye çok önem verildiği için bu sözler,
ilgisizlik ve vefasızlıkta, söz temsili olarak söylenir olmuş.
110. Mavi boncuk kimdeyse meylim onda
Adamın birinin dört hanımı varmış. Kadınlar: "Hangimizde gönlü var,
hangimizi daha çok seviyor” diye merak ederler ve adama sorarlarmış. Adam da her
birine ayrı ayrı birer mavi boncuk vermiş: "Sakın diğerlerine gösterme, söyleme, bu
boncuk kimde ise meylim onda” demiş.
Her kadın boncuğun sadece kendinde olduğunu zannederek teselli olur,
diğerlerine söyleyemezmiş. İnsanları aldatarak gönüllerini hoş eden, onları oyalayan,
aslında kimi sevdiği belli olmayan kimseler için bu deyim kullanılır olmuş.
111. Maymun gözünü açtı
Başkalarının alışagelmiş yollarla kandırılamayacağını ve tecrübe sonunda
aynı hataya düşülmeyeceğini belirtmek için kullanılan bu söz bir fıkradan çıkmıştır.
Adamın birinin bir maymunu varmış. Dükkân sahibi olan adam işi olunca
bazen çıkar ve dükkâna da maymunu bekçi bırakırmış. Hırsızın biri bunun farkına
vararak, adamın dükkânda olmadığı bir zamanda iş yerine girerek maymunun
karşısına geçmiş ve esnemeye başlayarak maymunu uyutmuş, dükkânı soyup
kaçmış. Dükkân sahibi gelip bakmış ki kasa açılmış dükkân soyulmuş, maymun da
uyuyor. Maymuna bir güzel dayak atmış.
Aradan bir zaman geçtikten sonra yine bir gün dükkân sahibi dükkânı
maymuna emanet ederek çıkıp gitmiş. Bunu kollayan hırsız tekrar dükkâna girerek
maymunu yine esneyerek uyutmaya çalışmış. Ama maymun parmağını gözüne
götürerek pişik yapmış. O zaman hırsız: "Maymun gözünü açtı” diyerek dükkânı
terk etmiş.
112. Mescit yapılmadan körler dizildi
Bir şeyden fayda umanların gününden önce ortaya çıkması ve bu halin de
hoş karşılanılmaması sebebiyle söylenmiş olan bir deyimimizdir.
Bir mescidin yapılması sırasında, mescit daha tamamlanmadan, önüne gözleri
görmeyen dilenciler dizilmişler. Mescidi yapan ustalar, görmedikleri için gününden
önce sıralanan bu kör dilenciler için: "Mescit yapılmadan körler dizildi” demişler.
113. Meseleyi medreseye düşürmek
Bir konunun aslını araştırırken, nereden çıktığını tartışarak onu çözümsüz
hale getirmek anlamındaki bu deyimin hikâyesi şöyledir:
292
Eskiden açıklanması İstenilen bir konuyu medrese hocalarına sorarlarmış.
Onlar da, mesela bu husus bir kelime ise onu Arapça kaidelere göre, sayısı pek fazla
olan kalıplara sokarak inceler ve her birindeki anlam farklılıklarını tartışırlarmış.
İşin aslını bilmeyen kimseler de bundan bir şey anlamadıkları için, içinden çıkılmaz
anlamında: "Meseleyi medreseye düşürdüler" derlermiş.
114. Misafir, yuha demiş, ev sahibi de arkam yuha, demiş
Bir eve gelen misafir sofrada yemek yerken, sofrada yufka139 kalmamış ve
ev sahibinden istemiş. Ev sahibi de yoksulmuş, devamı yok, daha yok anlamında:
"Arkam yuha” demiş. Bir şeyin olmadığı zamanlarda, istekler yerine getirilmezse,
yaşanmış bu olaydaki sözler deyim olarak kullanılır.
115. Mitil yitti kavga bitti
Bir kadının dört evladı varmış. Bunlar analarından bir mitili (kaplanmamış
yorgan) istiyorlarmış. Kadın hangisine versin şaşırmış, her biri bana ver diyor ve
diğeriyle kavga ediyormuş. Kadın da mitili dörde kesmiş, her birine bir parçayı
vermiş. Kavga edenler susmuşlar, kadın da: "Mitil yitti, kavga bitti” demiş. Bu
deyim, anlaşmazlık sonucunda, zarar görüleceğini de belirtir olmuş.
116. Mum tutturur (Mum tutturmak)
Bir kimseye, eziyet etmek, zulüm yapmak anlamında kullanılan bir de-
yimdir. Kedi ve köpekleri terbiye ederken, onları, emirle, arka ayaklan üzerinde
kımıldamadan, dimdik, mum gibi durmalarını (mum hareketini) öğretirler.
Başkalarına eziyet ve zulüm yapanların durumu, hayvanlara öğretilen bu mum gibi
durma hareketine benzetilerek, etrafındaki insanlara mum tutturuyor, şeklinde
tanımlanmıştır. Mum tutturmak, titiz ve huysuz insanların bu durumlarını ifade eden
bir deyim olmuş.
117. Mursallıysan (Horhunluysan) geç baş köşeye
Divriği'nin Mursal (Hafık'in Horhun, yeni adı Düzyayla köyü için de aynı
olayı anlatırlar) köyüne bir misafir gelmiş. Buyur edip baş köşeye almışlar. Ona hoş
geldin diyen komşular da aynı şekilde karşılanmış, her yeni gelen baş köşeye
geçtiğinden, ilk gelen misafir, yeni gelenlere yer verdiğinden kapının dibine kadar
sürülmüş. Adamcağız, içinden kızmaya başlamış ama, sesini çıkarmıyormuş ki,
yoldan geçmekte olan bir köpek kapıdan içeri bakınca, hemen ayağa kalkmış ve
139 Yuha: Yufka, derin olmayan ırmağa yuha denilir, ince anlamına gelir.
293
içini boşaltmış: "Hoş geldin ağam, eğer Mursallıysan sen de baş köşeye!"
Kalabalıkta oturacak yer olmayınca bu deyim şaka yollu söylenir olmuş.
118. Nabza göre şerbet verir
Eskiden çarpıntısı olanlara, heyecanlananlara şerbet içirirlerdi. Halk ara-
sında aynı durumlarda şeker ve su ile hazırlanan şerbet içirilir. Eski hekimlikte de
nabzı tutarak, kalp çarpıntılarının sebeplerini ve şiddetini bilen, nabız dinleyen
hekimler vardı. Çarpıntının durumuna göre, şerbetin ne zaman, ne şekilde ve nasıl
verilmesi gerektiğini bilirlerdi. Halk arasında da, nabza göre şerbet verir denilerek,
hangi durumda nasıl davranacağını bilen inşan kast edilirse de, çıkarcı olan
insanların bu özelliği de belirtilmiş olmaktadır.
119. Ne doğrarsın, ne basarsın, vurunca da ölürsün
İki arkadaş yoğurt ve ekmek yiyorlarmış. Biri yoğurdun içine ekmeği
doğrar doğramaz, diğeri hemen kaşıkla alıp yiyormuş. Diğeri: "Ekmeği önce bir
doğrayalım, yoğurda karıştıralım, öyle yiyelim” demiş. Öbürü, o kadar acıkmış
ki arkadaşı ekmek doğradıkça, yoğurda daha karıştırmadan (basmadan) hemen
yiyormuş. Ekmek doğrayan kızmış, arkadaşına bir yumruk atmış. Nasıl
vurduysa, bir de bakmış ki arkadaşı ölmüş. Bunun üzerine şöyle söylemiş: "Ne
doğrarsın, ne basarsın, vurunca da ölürsün!" Bu sözler, iş yapmayıp, yemeğe
gelince de acele edenler için, şaka yollu bir temsil olmuş.
120. Neler geldi neler geçti felekten
Un elerken deve geçti elekten
Varlıklı bir adam kızım uzak bir köye gelin etmiş. Kızına verdiği
cehizi deveyle göndermiş. Aradan epey zaman geçmiş, adam kızının köyüne,
onları görmeye gitmiş. Kızı un eliyormuş, babası ona: "Nasılsın?” diye sormuş.
Kız, uzun uzun dertlenmeden, şikâyet etmeden babasına durumunu şöyle dile
getirmiş:
Neler geldi, neler geçti felekten Un elerken deve geçti elekten
Baba arifane sözlerden, kızının ailesinin çok yoksul düştüklerini, her şeyi
sattıkları gibi, deveyi de sattıklarını, onun parasıyla buğday aldıklarını, şimdi o
buğdayın ununu elediğini anlamış. Bu sözler, sıkıntıları, yoksulluğu, hayatta insanın
başına neler geldiğinin bir özeti olarak söylenir olmuş.
294
121. O (gitti) Gülsüm, bu (geldi) Gülsüm,
Azrail (herkes) ettiğini bulsun
Gülsüm adlı hanımı ile çok mutlu yaşayan adamın kansı günün birinde
ölmüş, adamcağız çok üzülmüş, günlerce yas tutmuş, bir zaman sonra yakınları
adamı evlendirmişler. Tesadüf bu ya evlendiği kadının adı da yine Gülsüm'müş.
Adam yine huzurlu bir hayata kavuşmuş ve başından geçenler için: "O (gitti)
Gülsüm, bu (geldi) Gülsüm, Azrail ettiğini bulsun” demiş. Bu sözler, zamanla
değişikliğe uğrayarak şöyle de söylenir olmuş: "O güssün bu güssün, herkes ettiğini
bulsun. (Gülsüm adı eskiden güssün gibi söylenirdi.) Kötülüğü yaparak üzüntülere
sebep olanlara, bu üzüntülerin bir gün kalmayacağını anlatmak, kötülük yapan
kimselerin eline bir şey geçmeyeceğini belirtmek ve o kimselere bir nevi serzenişte
bulunmak için de bu sözler kullanılır olmuş.
122. O kadar incelme kınlın
Buğday unu gezmeye giderken, arpa ununa demiş ki: "Ben gelene kadar
benim yerime bulun (yerime geç)". Arpa unu: "Ekmek hamuruna gireyim “ diye
sormuş. Buğday unu olur, demiş. "Çöreğe gireyim mi deyince",
"Eh ona da biraz girebilirsin” demiş. Arpa unu: "Baklavaya da gireyim
deyince buğday ununun cevabı: "O kadar incelme kınlın (kırılırsın)" olmuş
İnsanların yetenekleri ve ölçüleri dahilinde hareket etmedikleri zamanlarda o kadar
incelme kınlın deyimi, bu fıkradan çıkan sonuç olarak deyimleşmiş
123. O kadar da uzun boylu değil
Bir şeyi çok uzatan, can sıkan şeylerde ve yanlışlarda ısrarda bulunanlara bir
ihtar mahiyetinde olan bu deyim şu olayla ilgilidir. Anadolu'da halk Musa adını u ve a
sesini (Arapça yazılışına göre, u ve a sesinde birer elif miktarı uzatma vardır.) kısa
söyler. Medrese tahsili olan biri, adını sorduğu adamdan, Musa cevabını, a ve u sesini
kısa olarak söylemesi üzerine, u ve J sesini uzatmasını istiyerek, nasıl söyleyeceğini de
göstermiş ve adama adını tekrar ettirmiş. O da bu sefer: "Mûûûsâââ...” diye uzatarak
söyleyince, diğeri dayanamamış: "O kadar da uzun boylu değil” demiş.
124. Odunu on et, kadıya don et
Eskiden, kadıların, gördükleri dava ile ilgili olarak, aldıkları ücret veya
hediye konusunda fıkralar ve hikâyeler çok anlatılmıştır. Bu deyim de onlarla
ilgilidir. Kadıncağızın biri, kıyımsız (cimri) olduğu için, bir türlü ocağı yakamazmış,
çünkü odunu az koyarmış. Çaresini öğrenmek için kadıya danışmaya gitmiş. Kadı
295
efendi durumu anlamış ve kadına şöyle demiş: "Odunu on et, kadıya don et." Bu
sözleri, ocağa fazla odun koy ve bunu sana öğreten kadıya elbiselik (don, elbise ve
kıyafet anlamındadır.) getir anlamında söylemiş. Diğer yörelerimizde, bu deyim,
benzer şekilde: "Odunun kuruşunu on yap, kadıya da bir don yap, ocağın yanmazsa,
karnını deş, kadıya da getir bir yağlı döş" biçiminde anlatılır.
Zamanında yaşanarak, deyimleşen bu sözlerle, basit şeyleri bilmeyerek
cimrilik yapanların, daha zararlı çıkacakları da bir öğüt olarak anlatılmak istenmiştir.
125. Odunumun parası
Dağdan kestiği odunları, satmak üzere şehre getiren bir adama, odunları
almak isteyen bir başka adam fiyat sormuş. Satan adamın fakir olduğunu anlayan,
ona acıyan ve onun verdiği fiyatı az bulan adam, daha fazla bir fiyat vererek
odunları almak istemiş. Kendine yapılan bu iyiliğin farkına vara mayan oduncu,
devamlı, kendi söylediği fiyatta ısrar ederek: "Odununu parası” diyormuş.
Bu sözler, insanların kendi yararlarına da olsa, inat ederek bilgisizlikleri
yüzünden sözlerinden, düşüncelerinden vazgeçmedikleri durumlarda kullanılır.
126. Oğlan ağlar, derdi çörek
Çocuğun birine çörek vermişler, çörek de azmış, çocuk yemiş, annesinden
tekrar istemiş. Kadın daha çörek olmadığı için verememiş. Çocuk söz anlamadığı
için, durmadan ağlıyor ve etrafı rahatsız ediyormuş. Bir türlü susmayan ve ağlayan
çocuğu görenler sebebini sormuşlar. Kadın da: "Oğlan ağlar, derdi çörek” demiş.
Bu sözler herkesin kendi derdi ve üzüntüsüne ağladığını belirtmek için
kullanılır olmuş.
127. Oğlan olsun da meyhanede olsun
Şemseddin-i Sivasî (1517-1597) yağmurlu bir günde, akşam üzeri dergâhına
gitmek üzere aceleyle yürürken, yolunu bir sarhoş kesmiş ve ona yal-vararak vefat
etmiş babası için yasin okumasını istemiş. Şeyh Efendi, akşam namazının yakın
olduğunu, yağmurun da çok yağdığını söyleyerek, sonra okurum, demişse de sarhoş
ısrarla okuması için yalvarmış. Bir evin saçağının altına, Şemseddin-i Sivasî'nin
oturması için ceketini çıkararak seren sarhoş, kendisi de yere diz çökmüş, saygı ile
beklemeye başlamış. Bunun üzerine, Şemseddin-i Sivasî oturmuş ve yasin okumuş.
Kendisini huşu içinde dinleyen sarhoşun bu davranışı karşısında, bir gün bu durumdan
kurtulacağını düşünerek: "Oğlan olsun da meyhanede olsun” demiş. Bu deyimi:
"Oğlan olsun da koy kırkına kadar sarhoş olsun" şeklinde söyleyenler de vardır.
296
128. Oğlunu öldürdüm, ocağına düştüm
19. yüzyılda yaşayan destan kahramanı Mihrali Bey, Musa Bey'in oğlunu
tor bir durumda iken istemeyerek yaralamış ve öldüğünü de sonradan öğrenmiş.
Mihrali Bey, bir takip sırasında, bir eve girip saklanınca bu evde tfusa Bey'le
karşılaşmış, çünkü bilmeden onun evine girmiş. Mihrali Bey: Çaresizlik içinde,
oğlunu öldürdüm, ocağına düştüm” demiş. Musa Bey'in oğullan, Mihrali'yi
tanıyınca, Musa Bey: "Ona dokunmayın, evimizde misafır” diyerek, oğullarının
Mihrali Bey'e bir şey yapmasını önlemiş, hatta yemek yedirmiş, biraz
dinlendirdikten sonra yolcu etmiş.
"Oğlunu Öldürdüm ocağına düştüm" sözü zor duruma düşen insanlarca
"Ben ettim, sen etme" anlamında bir özür olarak söylenir olmuş.
129. Oğulsuz oluyor da öğünsüz olmuyor
Kadının birinin çok sevdiği biricik oğlu ölünce, günlerce ağlamış, yemek
getirmişler, yememiş. Sonunda önüne getirilen yemeği çaresizlik içinde yerken:
"Oğulsuz oluyor da öğünsüz olmuyor” demiş. Bu sözler, ne kadar elem, keder içinde
olunsa da yemek yenilmeden durulamayacağını ve acılara katlanmak gerektiğini
belirtmek için kullanılır olmuş.
130. Onmadığımızı ölmediğimize şayak
Birinci Dünya Savaşı sırasında Sivas'a gelen göçmenler, yollarda eziyet
çekmişler, kışın soğuğunda, perişan olmuş, hastalık ve yakınlarının ölümlerini de
görmüşler. Yıllar geçmiş ama, yoksullukları, sıkıntıları devam eden "bir kadın, halk
ifadesi ile onmamış yaşlı bir kadın, o kederli günleri hatırlayarak, bir çeşit teselli
gibi: "Onmadığımızı ölmediğimize şayak (sayalım)” demiş.
Bu deyim, insanların isteklerine tam kavuşamamaları durumunda daha
kötüsünü düşünerek, bir teselli, bir razı oluş ifadesi olarak söylenir olmuş.
131. Öğüdünü yuvada almış
Yaşça küçük olduğu halde, büyüklerin dahi bilemediği şeylere akıl erdi-
renleri belirten bu deyim, kaynağını şu fıkradan almış:
Karga yavrularına uçmayı öğretirken onlara şu nasihatte bulunmuş:
"Yavrularım, bir yere konduğunuzda etrafınıza bakın, eğer bir insan oğlu yere
eğiliyorsa, mutlaka yerden taş alır ve size atar, çünkü insanlar bize düşmandır,
hemen uçun!" Bu sözleri dinleyen, yavru karga, annesine: "insan oğlu taşı önceden
297
gizlice eline almışsa ne yapalım?” diye sorunca anne karga bunu cevaplayamamış
ve yavru kargaya: "Öğüdü yuvada almışsın” demiş.
Öğüdünü yuvada almış deyimi, yaşça küçük olsalar bile, her şeyi önceden
öğrenerek büyükleri zor durumda bırakanları eleştirmek için kullanılır.
132. Ölene kadar değil, öğlene kadar ağlardım
Çocukların her dediğini yapmanın, onlara ne kadar büyük zarar verdiği111
belirten bir sözümüz olup, hikâyesi şöyledir:
Çocuğun biri, örgü şişi ile oynarken annesi görmüş ve elinden almak
istemiş. Çocuk ağlayarak vermek istememiş, annesi şişi almışsa da çocuğu bir türlü
susturamamış ve şişi tekrar çocuğa vermiş. Oyun sırasında, şiş çocuğun gözüne
batarak, çocuğu kör etmiş. Aradan yıllar geçmiş, çocuk büyüyünce, annesine: "Şişi
bana tekrar niye verdin, vermemeliydin, en fazla öğlene kadar ağlardım, şimdi ise
bir gözüm kör oldu, sakat kaldım, ölene kadar ağlıyorum” demiş. Dost ve yakınlarla,
komşularla, bir ömür boyu, iyi geçinmek anlamında, öğlene kadar değil, ölene kadar
geçinmeli sözümüz de söylenir.
133. Ört ki ölem
İki arkadaştan biri hastalanmış, yatıyormuş. Diğeri onu görmeye gitmiş.
Arkadaşının çok hasta ve ateşler içinde olduğunu gören diğeri hastaya: "Yoğurt
getirsem yer misin?” diye sormuş. Hasta, yattığı yerden, çok iyi olur, makbule geçer,
demiş. Bunun üzerine yerde yatan hastanın üstünde örtülü olan paltoyu alarak
ceplerinde para aramaya başlamış. Zaten parası olmayan hasta bu durumu görünce,
daha da üzülerek hem hasta, hem yoksulluğun çaresizliği içinde: "Ört ki Ölem” demiş.
Kangal yöremizde aynı amaçla söylenen deyim şu şekildedir: "Ört Misto ölsün".
134. Öte dünyada kaynanamdı burda da sen mi?
Gelinin biri ölmüş, gömmüşler, sorgu sual melâikesi gelmiş: "Kalk hesap
ver” demiş. Kayınvalidesi tarafından durmadan çalıştırılan, hiç dinlenmeyen gelin,
"Öte dünyada kaynanamdı, burda da sen mi? Bırak da şurada rahatça yatayım!”
demiş. Kayınvalide zahmetinin, kabirdeki sorgu sualden daha zor olduğunu
anlatmak isteyen şaka yollu bu sözler bir fıkradan çıkmış.
135. Saçak altı kurudur, misafirin yoludur
Bir eve gelen misafir, bir türlü kalkıp gitmiyor: "Yağmur da çok yağıyor”
diye bahane ediyormuş. Şakacı olan ev sahibi, misafire: "Saçak altı kurudur,
misafirin yoludur” diyerek yol göstermiş.
298
136. Saman elinse samanlık da mı elin?
Adamın birinin samanlığından biri saman istemiş. Adam da saman vermek
istemediğinden: "Saman benim değil", demiş. Durumu anlayan öbür adams senin
olan samanlıkta başkasının samanının işi ne anlamında: "Saman elinse, samanlık da
mı elin?” demiş.
Bu deyim, bir şeyi vermeye niyeti olmayanların halini belirtmek için kul-
lanılır olmuş.
137. Sarmısak dövmeyene sübürâ yok
Kızın biri baba evinde hiç iş görmezmiş, çok tembelmiş. Bu kız bir
evlenmiş. Gelin gittiği ev kalabalıkmış, herkes bir iş yapıyormuş, kendi de bos
durmuyor çalışıyormuş. Bir gün kızın annesi, gideyim, bakayım tembel kızım ne
yapıyor diye gelmiş ki sübürâ140 yapmışlar, sarmısak döğülecek. Baba evinde hiç iş
yapmayan kız, döveçle sarımsağı annesinin eline tutuşturarak-"Bu evde herkes bir iş
yapıyor, sen de bari sarmısak döv, sarmısak dövmeyene sübürâ yok!” demiş. Bu
deyim, emek olmadan yemek olmaz anlamında kullanılır olmuş.
138. Seyahat istedi Nebi'nin canı
Şehrin valisi iyi görüştüğü Nebi adlı bir adamı, yaptığı bir yanlış yüzünden
altı ay Van'a sürgüne göndermiş. Adam Van'a gitmiş, sürgün cezasını çekmiş ve
Sivas'a dönmüş. Vali, Nebi'yi görünce, onu sürgüne yolladığını unutarak: "Epeydir
nerdeydin, hiç görüşemedik” demiş. Adam da valiye kendisinin sürdüğünü
söyleyememiş ama durumunu, arif olan anlar, diyerek şöyle ifade etmiş: "Seyahat
istedi, Nebi'nin canı, boş ite menzil yok, dolanır gelir Van'ı." Bu deyim, herkesin ne
kadar gezse dahi, kendi memleketinde oturacağını belirtmek için kullanılır.
139. Sinek geldi diz dedi
Ne yatıyon kız dedi
Aha geldi güz dedi
Kız cehizi düz dedi
Evlenecek kızların cehizlerini hazırlamaları, bunun için de çalışmaları için
bu dörtlük söylenir.
Kızın biri nişanlı imiş, düğünü güzün olacakmış. Cehizini hazırlayacağı
halde, yatar uyurmuş. Sözü cebinde, yakını olan bir kadın bir gün dayanamamış,
140 Sübürâ: Küçük kareler halinde kesilen hamurların haşlanır, sarımsaklı yoğurt katılır, üzerine yağ ekilerek hazırlanır.
299
anlayana sivrisinek saz misali, ona bu dörtlüğü düzmüş (söylemiş). Bu sözler nişanlı
kızlar için, şaka yollu bir ikaz olarak söylenir olmuş.
140. Sizin elden bir yel esti, hurda yatsılığı kesti
Birbirine nazı geçen insanlar arasındaki bir misafirlik şakasından çıkan bu
sözlerle ilgili olay şöyle anlatılır:
Sübürâ: Küçük kareler halinde kesilen hamurların haşlanır, sarımsaklı
yoğurt katılır, üzerine yağ ekilerek hazırlanır.
Bilhassa uzun kış geceleri, yatmadan Önce yenilen yemeğe yatsılık denir.
Çünkü akşam erken olduğu için yatma vaktinde acıkılır. Yatsılığın yeneceği
zamanlan, Sivas'ta söylenen şu atasözü ne kadar güzel belirtir: "Yatsılık koçtan döle,
o da kazanca göre." (Koç katımından, koyunların yavrulamasına kadar geçen zaman,
tabii bu da kazançla ilgilidir.)
Bir yere misafirliğe gelen adam akşam yemeğinde çok yemek yemiş, evde
yiyecek kalmamış. Misafir beklemiş ki yatsılık olarak yemek verilsin, beklemiş, ev
sahibinde bir hazırlık yok. Duramamış şöyle söylemiş: Bizim eller bizim eller, bizde
bu vakit yatsılık yerler. Ev sahibi de buna bir şaka ile şöyle cevap vermiş: "Sizin
elden bir yel esti, burda yatsılığı kesti!"
Bu olay, yatsılık olarak yiyecek bir şey olmadığında, Bir yel esti, yatsılığı
kesti, olarak da söylenir.
141. Susuz musun? Uykusuz musun?
Bir eve uzak yoldan gelen misafirin karnı açmış ama, ev sahibi oralı
olmuyor, misafirin halini anlamamazlıktan geliyormuş. Sonunda dayanamamış ve
misafire şöyle sormuş: "Susuz musun? Uykusuz musun?" Misafir de aç olduğunu
kibarca şöyle belirtmiş: "Gelirken bir çeşme başında uyudum."
142. Süpürgeden de kuma olmasın
Kumanın (ortak) kadınlar tarafından hiç istenmediğini, adına bile tahammül
edilmediğini belirten bu deyim, şu olayla ilgilidir:
Odunculuk yapan bir adamın kansı adama, ev işlerinde çok yorulduğunu
söyleyince adam da kadına: "Sana bir kuma getireyim” demiş. Dağdan odunları kesip
arabasına yükleyen adam, üzerine bir süpürgeyi dal parçasına bağlayarak dik olarak
yerleştirmiş ve üstünü de bir büyük çarşafla örtmüş. Eve geldiğinde adam kansına,
getirdiği kumanın arabanın üzerinde oturduğunu söylemiş. Kadın kocasına surat
asmış, adamın ne pişirdin sorusuna da "ısırgan kavurması” cevabını vermiş. Odunları
300
eve taşımak için arabanın yanına gelen kadın, kocasına, kumanın kendisine kötü söz
söylediğinden şikâyet edince, adam, örtüyü çekmiş ve göstererek, süpürge nasıl
söylesin, demiş. Kadın da bunun üzerine: "Süpürgeden de kuma olmasın” demiş.
143. Sürüye kurt gelmiş vay birlinin başına!
Fakir bir kadının bir koyunu varmış ve onu sürüye katmış. Sürüye saldıran
kurt, fakir kadının koyununu kapıp götürmüş. Bu sözler, varlıklı olmayanların sahip
oldukları şeyin ellerinden gitmesi durumunda kullanılırsa da, daha çok, bir evlâdı
(oğlu) olup da onun ölümü için kullanılır söylenmektedir.
144. Şu karlı dağın ardında bir arzumanım kaldı!
Köylünün biri öküzünü kaybetmiş çok aramış, fakat bulamamış. Karsı uzak
dağlara bakarak: "Şu karlı dağın ardında bir arzumanım kaldı!” demiş Bu sözler,
gerçekleşmeyecek bir arzuyu besleme durumunda söylenir olmuş.141
145. Tummadan tummaya fark var
İki arkadaş, ramazanın temmuz sıcaklarına rastladığı bir gün, ferahlayalım
diye (serinlemek için), Yıldız Irmağı'na yıkanmaya gitmişler. Suya girmişler, birisi
suya tamamen girip (halk dilinde, dulunma veya tumma gibi söylenir.) orucu gizlice
yediği için, su içiyor ve çıkınca da "oh ferahladım!” diyormuş. Oruçlu olan diğeri
ise, suya dalıyor fakat çıkınca, ferahlayamadığı için, arkadaşına "nasıl oluyor da sen
ferahlıyorsun? diye sorunca, arkadaşı, kendisinde keramet varmış gibi "tummadan
tummaya fark var” demiş. Bu fıkra başkalarını aldatarak, marifetli görünmek isteyen
kimseleri eleştirmek için anlatılır olmuş.
146. Tuzsuz helva gibi ne sallanıyorsun?
Bu deyim, yaşlı ve ayakta duramayan hasta kimselerin için söylenir. Şu
olayla ilgili olarak deyimleşmiştir:
Gelinin biri helva yapacakmış, daha önce hiç helva yapmadığı için de, içine
tuz koyup koymayacağını bilememiş. Kime sorsam diye düşünmüş, ayıplarlar diye
başka kadınlara da soramamış. Bakmış ki çok yaşlı bir adam, titriyerek, sallanarak
yürüyor. "Dede dede, tuzsuz helva gibi ne (neden) sallanıyorsun?” diye sormuş.
Yaşlı adam, gelinin bu sorudan asıl maksadını anlamış ve "kızım, kızım, helvaya tuz
konmaz!” demiş.
141 Benzer bir olay için şöyle bir söz daha vardır: Öküzünü kaybeden adam çok aramış bulamamış, şöyle demiş: "Şu derede de bir umudum var, bulamazsam, yandı dedemin ocağı."
301
147. Vasiyet ettim ama ölmedim
Hastalanan bir adam, öleceğini düşünerek, vasiyetini yapmış, fakat, öl-
memiş. Yakınları ise vasiyetindekileri yerine getirmesini istiyorlarmış. Adam da:
"Vasiyet ettim ama ölmedim” demiş. Bu deyim, söz verilip de yapılamayan
durumlarda meşru bir mazeret olarak söylenir olmuş.
148. Ver yiyim, ört yatayım, bekle canım çıkmasın
Yemek yiyip, yatıp uyuyan, tembel bir adam varmış. Kendi iş yapmadığı
gibi, etrafa emirler vererek, kendine ihtimam gösterilmesini beklermiş. Buna
dayanamayan karısı kızarak: "Ver yiyim, ört yatayım, bekle canım çıkmasın” demiş.
Bu sözler, çalışmadan etraftan iş bekleyenleri alaya alan bir deyim olarak o
günlerden beri söylenir olmuş.
149. Vermeye veriyor ama bir ıhıcık istiyor
Adamın biri, Allah bütün canlıların rızklarını veriyor, benimkini de verir
diyerek, caminin bir köşesine çekilmiş ve devamlı ibadetle meşgul olmaya başlamış.
Cemaat içindeki varlıklı kimseler, camideki ihtiyaç sahiplerine sadaka ve yiyecek
getirirlermiş. Köşesinde sessiz vaziyetteki bu adamı, sadaka dağıtanlar fark
etmediklerinden ona bir şey vermiyorlarmış. Adam da beklermiş ki kendisine de
verilsin. Bir gün bir hayır sahibi, sadaka dağıtırken, adam bakmış ki yine fark
edilmeyecek, ıhı, ıhı diye ses çıkarmaya başlamış. Sadaka veren sesin geldiği tarafa
yönelince adamı görmüş ve önüne yardımını bırakmış. Adam buna sevinerek şöyle
söylemiş: "Ya Rabbi vermeye veriyorsun ama, bir ıhıcık istiyorsun!"
Bu deyimle insanların isteklerine kavuşmak için çok az da olsa gayret
göstermeleri gerektiği belirtilmektedir.
150. Ya karnımı geniştir, ya çocuklarımı yetiştir
Fakir bir adamı bir davet sofrasına buyur etmişler. Her zaman böyle bol ve
güzel yemekleri bulamayan adam, çok yemek yediği halde, daha fazla yemek
istemişse de artık yiyememiş. Çocuklarını düşünerek, keşke onlar da gelip bu
yemeklerden yiyebilseler diye, Allah'a şöyle yalvarmış: "Ya Rabbi, ya karnımı
geniştir, ya çocuklarımı yetiştir!" Bu sözün bir başka şekli "Ya Rabbi, ya karnımı
geniştir, ya canımı al!" gibi de söylenir.
Aynı durumlarda olan insanlar tarafından bu istekler yine dile getirilir.
302
151. Yaralı parmağa işemez
Marangozlar ve dülgerler, parmaklarını, ellerini yaraladıkları (kestikleri)
zaman, kanayan yere hemen kendi idrarlarını yaparak kanı kesmeye çalışırlarmış.
Onların bu uygulamaları, insanlara değersiz bir şeyi bile esirgeyerek yardım
etmeyen kimselerin durumlarını belirten: "Yaralı parmağa işemez" deyiminin
söylenmesine sebep olmuş.
152. Yarımı yeme, bütünü bölme, ye Allah'ını seversen ye
Hem ikram etmek isteyen hem de cimriliği yüzünden bunu yapamayan
insanları eleştirmek için söylenen bu deyimle ilgili olarak şu olay anlatılır;
Kadının biri sofradakilere, az olur düşüncesiyle: "Yarımı yeme", bütün
ekmeğin de bölünmesini istemediğinden: "Bütünü bölme, ye Allah'ını seversen ye”
diyormuş. Bir taraftan yiyin diyor, diğer taraftan da engel oluyormuş. Candan
yapılmayan ikramlar için bu sözler alaylı olarak söylenir olmuş.
153. Yavrum da müderris idi
Kadının biri oğlunu okusun diye medreseye göndermiş. Okuyan oğluna, on
yaşlarında kadar olan diğer küçük oğluyla, her gün medreseye yemek yollarmış.
Küçük oğlu bir gün ölmüş. Kadın ölen oğluna: "Yavrum da müderris142 idi” diye
ağlamış. Annelerin evlâtlarını nasıl gördüklerini belirten bu sözler biraz da şaka
yollu bir deyim olarak kullanılır olmuş.
154. Yük üstünde gözün olsun, el içinde sözün olsun
Erkekler kendi aralarında, hanımlarının yapmış oldukları işlerden söz
ediyorlarmış. Biri eşinin ördüğü çoraptan, diğeri dokuduğu kilimden övgü ile
bahsediyormuş. Adam biri ise hanımının methedilecek bir işi olmadığından suskun
kalmış ve üzülmüş. Eve geldiğinde, durumu eşine anlatmış. Kadın at kılından bir çul
dokumuş, onu da yükün üzerine örtmüş. (Yük: üst üste konulan yatak ve yorgan)
Akşam adam eve gelince, kocasına ördüğü çulu gösteren karısı, "yük üstünde gözün
olsun, el içinde sözün olsun!” demiş.
155. Yüzüne bak da öyle süt um
Tilkiyi yakalayıp götüren bir adama rastlayan arkadaşı: "Ne yapacaksın?”
diye sormuş, O da: "Sağmaya götürüyorum” demiş. Arkadaşı da ona şöyle söylemiş:
"Yüzüne bak da öyle süt um".
142 Müderris: Profesör
303
Bu fıkra, birinden yapamayacağı, beceremeyeceği işin beklenmesi duru-
munda anlatılır.
156. Zâkir Ağa öldü, ölmeyen sevinsin
Çok zâlim bir kimse olan ve sevilmeyen Zâkir Ağa günün birinde ölmüş. Ağa'nın
karısı ölüm haberini nasıl duyurayım ki kimse sevinmesin, diye düşünmüş ve akıllı kadın,
şöyle tellâl bağırtmış: "Zâkir Ağa öldü, ölmeyen (ölmeyecek olan) sevinsin." Herkesin günün
birinde öleceğini, ölüme sevinmemek gerektiğini belirtmek için bu deyim kullanılır olmuş.
8.2.3. Fıkralardan Örnekler (ÜÇER, 1998: 257-269)
157. Acemi berber
Adamın biri saçını kestirmek için berbere gitmiş. Acemi olan berber, saçla
beraber, deriye de kesiyormuş ve kestiği yere pamuk yapıştırıyormuş. Aynada başını
pamuklar içinde gören adam, berbere: "Yansını bana bırak, ben de darı ekeyim!” demiş.
158. Adamı âdâma gönderdi, beni sana gönderdi
Düğün yapacak bir adam, okuyucu (davetçi) çıkarmış. Okuyucu kibirli ve
de zengin bir adamın evine giderek, düğün sahibinin davetini iletmiş. Ev sahibi,
davetçiye: "Başka adam yok muydu da seni bana gönderdi?” diye sorunca,
hazırcevap okuyucu: "Adamı adama, beni de sana gönderdi” demiş.
159. Adın nedir?
Sivas'a doğu illerimizden gelerek yerleşmiş olan birine sormuşlar:
-Adın nedir?
-Kalenderi.
-Yemen nedir?
-Bir lengeri.
-İşin nedir?
-Hastayım can hastayım!
160. Allah onların yüzün göstermesin
Tilkinin yavruları analarına: "Biz mi cinsiz yoksa, yoksa tazılar mı?” diye
sormuş. Tilki: "Cins olmaya biz cinsiz ama, Allah onların yüzünü göstermesin!” demiş.
161. Anan koca mı gördü?
Dul bir kadın oğlu ile konuşurken söz evlenmeden açılmış. Kadın oğluna
şöyle demiş: "Oğlum, anan koca mı gördü, Ali ile Veli, dört de ondan eveli (evveli),
Recep'le Şaban, rahmetlik baban!"
304
162. Arpalamışım
Kahve tiryakisi olan ve kahveden çok iyi anlayan Ali Ağa'ya arkadaşları bir
muziplik yapmak istemişler. Bundan maksatları biraz Ali Ağa'yı denemekmiş Arpayı
kavurup dövmüşler ve kahveye katmışlar. Ali Ağa her zamanki gibi kahveye gelmiş.
Arkadaşları daha önceden, kahveciye de durumu anlatmışlar Kahveci arpa katıntılı
kahveden yaptığı kahveyi Ali Ağa'ya getirmiş. Ali Ağa arkadaşları ile hem sohbet
ediyor hem de kahvesini içiyormuş. Sonra, ayağa kalkan Ali Ağa topallaya topallaya
yürümeye başlamış. Arkadaşları ne oldu diye sorduklarında: "Arpalamışım” demiş. Ali
Ağa, atlarda arpayı fazla yemekten meydana gelen rahatsızlığı belirten arpalama
sözüyle, arkadaşlarının yaptıkları şakaya nükteli bir karşılık vermiş.
163. Aşağı Balahur'da bir halt yedim
Yıldızeli'nin Aşağı Balahur (yeni adı Aşağı Yıldızlı) köyüne, nüfuzlu bir
misafir gelmiş. Vakit akşammış, köylüler yemek çıkartmışlar, misafiri ağırlamışlar.
Su içen misafir: "Suyunuz da ne kadar güzelmiş” demiş. Orada bulunan boşboğaz
biri: "Efendim Yukarı Balahur'un (Yukarı Yıldızlı) suyu daha da güzeldir” demiş.
Bunun üzerine misafir, o sudan da içmek isteyince bu i sözü sarf eden köylü, bin
pişman, "iti öldürene sürütürler” diyerek, su kaplarını almış ve yola koyulmuş.
Yukarı Balahur'a geldiğinde, gecenin bu saatinde onu çeşmede su doldururken gören
köylüler: "Hayrola, bu vakitte işin ne?” diye sormuşlar. O da: "Sormayın” demiş ve
sızlanmış: "Aşağı Balahur'da bir halt (b...) yedim, Yukarı'da ağzımı çalkamaya
(çalkalamaya) geldim!"
164. Ben de sandım ki, imma tereyinne'nin i’âlini soracak
Mollanın biri ölmüş, sorgu sual melâikeleri gelmişler, nasıl cevap vereceğim
diye çok korkmuşsa da cevaplarım kolay vermiş. "Ben de sandım ki imma
tereyinne'nin143 i'lâlini soracak” diyerek, medresedeyken zor öğrendiği bu arapça gramer
kaidesini izah etmenin, kabir sualinden daha zor olduğunu söylemek istemiş. Bu sözler,
önceden korkulan zorlukların, korkmaya değer olmadığını belirtmek için kullanılır olmuş.
165. Ben de sandım ki, haber anlamayan birine haber anlatacağım
Adamın birini asmaya götürürlerken, şükretmiş. Niye şükrettiğini sor-
muşlar, şöyle cevaplamış: "Ben de sandım ki haber (söz) anlamayan birine, haber
(söz) anlatmaya gidiyorum."
143 Meryem Suresi, 26. ayet.
305
166. Bir sizden bir bizden
Bedelliler köylerine yakın tuzla olmadığı için, tuz bulmak ve taşımakta [çok
zahmet çekiyorlarmış. Oturmuş konuşmuşlar, birisi şöyle demiş "Tarlaya ektiğimiz her
şey bitiyor (büyüyor), tuz da ekelim, tuz getirmek derdinden kurtuluruz." Bu öneriyi
uygun bulmuşlar ve bir tarlaya bir kile tuz ekmişler. Ancak baharda tuzun bitmediğini
görünce sebebim araştırmışlar. Tarlanın üzerinde uçan sineklerin tuzun topraktan
bitmesine engel olduğunu düşünerek, sinekleri yok etmeye karar vermişler. Ellerine
silah alarak sinek avcılığına çıkmışlar. Sineği gördükleri yerde vurmaya yemin etmişler.
Bir sineğin arkadaşının alnına konduğunu gören adam, arkadaşına kıpırdama demiş ve
silahını çekmiş. Hem adam hem de sinek ölmüş. Silahını çeken, yaptığı işin sonucuna
bakarak şöyle demiş: "Bir sizden, bir bizden, biz de olduk bir kile tuzdan!" Bu sözler,
bir işte her iki tarafin da zarar görmesi durumunda söylenir olmuş.
Sivas'ın Bedel köyü ile ilgili olarak anlatılan bu fıkra Bedelliler için bir
yakıştırmadır. Ancak köyün bir defa adı çıkmış ya. Yine anlatıldığına göre,
Bedelliler'in Sivas Valisi Reşit Akif Paşa'dan şu istekleri de fıkra olarak anlatılır.
Bedel köyü Sivas'ın batısına düşmekte olup, eskiden, şehre kağnılarla buğ-
day getiren köylüler, sabah çok erken yola çıkarlar güneş karşılarından doğduğu için
yol boyunca sıcaktan bin zahmetle Sivas'a gelirlermiş. Akşama doğru da köylerine
gitmek için yola çıkarlar, bu sefer de akşam güneşine mâruz kalırlarmış. Her şeye
çâre bulan Sivas'ın ünlü valisi Reşit Akif Paşa'dan144 bir çözüm bulmasını istemişler.
Paşa da, köyünüzden akşama doğru yola çıkın, Sivas'tan köye giderken de, sabah
yola çıkın, demiş. Köylüler bunu uygulamışlar, güneşten hiç rahatsız olmamışlar ve
şöyle söylemişler: "Vali Paşa da ne büyük adam, güneşi o yandan bu yana aldı!"
167. Bizim adam
Kadının birinin kocası çok titiz ve huysuzmuş. Kadıncağız komşu kadına
şöyle yakınmış:
-Bizim adam çok huysuz ki hiç sorma,
-Adın ne Şaban
-Yükün ne saman
-Aman ha aman!
-Durmadan, yatığına (yatımına) sıvazlıyorum.
144 Müjgân Üçer, "Reşit Akif Paşa", Sivas Kültür ve Sanal, sayı 4, Sivas 1989, s. 4-11.
306
168. Bud ala
Kocası kasaba giden kadın şöyle diyormuş:
-Bizim adam kasaba gitti
Bud ala
Budala da bud ala
Budala da bud ala.
169. Canım kız, güzel kız, aman tez
Adamın biri aşık olduğu kızı düşündükçe, sazı eline alır, durmadan: "Ca-
nım kız, güzel kız, aman tez” diye türkü söyler, onunla evlenmek istediğini dile
getirilmiş. Adamı bu kızla evlendirmişler, aradan zaman geçmiş. Karısı ondan evin
ihtiyaçlarını istedikçe, adam türküsünü şöyle çağırmaya başlamış: "Canım tuz, güzel
bez, aman tez!"
Bu fıkra, duruma göre türkü çağırmak değil, çalışmak gerektiğini anlatmak
için, öğüt yerine söylenir olmuş.
170. Cennet taamı
Bir evde misafirlikte olan adam, devamlı ikram edilen kabak yemeğinden
usanmış. Sabah, yine sofraya kabak yemeği gelince, ayağa kalkarak şöyle söylemiş:
"Bu gece rüyamda hazret-i kabağı gördüm, ben cennet taamıyım, beni öyle vara
yoğa yeme, dedi. Onun için ben kabak yiyemeyeceğim” demiş. Adam düşündüğü bu
sözlerle, başka yemek yapılmasını sağlamış. Kabak tadı vermek deyimimiz de her
gün yenilen kabak yemeğinden bıkıldığı için söylenmiştir.
171. Davula kılıf, zurnaya örtü
Davulcu Memiş ile Zurnacı Hasso iki metre kumaş alıp, terziye getirmişler
ve terziye ne dikeceğini şöyle söylemişler: "Memiş'e mintan, Hasso'ya fistan, davula
kılıf, zurnaya örtü.”
172. Derin oy, oy
Gelinin birinin kayınvalidesi ölmüş. Çok titiz ve zâlim olan kayınvalidesi
için, biraz saf (!) olan gelin şöyle ağlamış: Oy, oy,oy! Derin oy, oy! Uzak götür,
derin oy, oy! O gözler ondayken yine gelir oy, oy!
173. Doymak dediğin rahmetli gibi olmalı
Bir davette, misafirin biri o kadar çok yemek yemiş ki, sonunda çatlamış,
ölmüş. Yemek yiyenlerden biri öleni göstererek şöyle söylemiş: "Doymak dediğin
rahmetli gibi olmalı, bizimki de nefis körlemek!11
307
174. Duydunuz mu komşular?
Zengin bir evin kızı, fakir bir adamla evlenmiş. Ağız yediğini, eğin (sırt)
giydiğini ister misali, bu kadın kocasından yiyecek ve giyeceğin, iyisini istermiş.
Adanı bunları alamazmış. Bir gün, bu yüzden karısıyla arasında geçen olayı adam
şöyle dile getirmiş ve bu olay mizahî bir fıkra olarak anlatılır olmuş:
Duydunuz mu komşular, karım beni döveyazdı145
Aldı beni yere bastı, boğazımı boğayazdı
Kolumu geriye büktü, küreğimi kırayazdı
Yağlı ister yavan yemez, tire entariyi giymez
Şitariye gücüm yetmez, karım beni süreyazdı
175. Ekmek yetirebilirsen hemen ye!
Fakir bir adanı, yolda giderken, rastladığı bir çeşmenin başında durmuş, ve
azık olarak aldığı kurumuş ekmeğini suda ıslatarak yerken, belki padişah benim bu
halimi görür, acır da bana bir ihsanda bulunur diye düşünüyormuş. Tesadüf padişah
da oradan geçiyormuş, adamın halini görünce ona şöyle söylemiş. "Bol bir katık
(yağ) bulmuşsun, ekmek yetirebilirsen hemen ye!"
176. Ele ki keyfîm gelir (Öyle keyfîm gelir ki)
Sivas'a, Kars'tan gelip yerleşmiş olan bir adam, keyfini, neşesini getirmiş:146
Dipi vırlir
Güdük gırlir
Haşıl vakkırdir
Kadın hakkırdir
Ele ki keyfim gelir
177. Ellez Ağa'nın oğlan doğurduğu zaman
Ellez (İlyas) Ağa adında çok cimri fakat zengin bir adam varmış.
ihtiyaçlarını almadığı için evlendiği hanımları onu terk ederlermiş. Akıllı bir kızla
evlendirmişler. Kız evin ihtiyaçlarını adam işe gidince, babası evinden getirtirmiş.
Adam fazla masraf yapmadığı için hanımını çok becerikli sanırmış. Kadın bir gün
fakir bir kadının doğurduğu oğlan çocuğunu alarak, gece Ellez Ağa'nın yatağına
145 Döveyazdı: Az kalsın dövüyordu. Tire: İnce dokunmuş bez. Şitari: Çitari, ipek ve ipekle karışık olarak dokunmuş yollu dokuma. 146 Sivas'a Kars'tan gelip yerleşenlerden derlenmiş olan bu fıkrada, Karslı şivesi aynen muhafaza edilmiştir. (Dipi: Tipi, Güdük: Köpek, Haşıl: Yarmadan yapılan yemek, Vakkırdamak: Yemeğin pişerken çıkardığı ses, Hakkırdamak: Neşeyle gülmek.)
308
koymuş ve heyecanla adamın doğurduğunu söylemiş ve adamı inandırmış. Adam ne
yapacağını şaşırmış, utanmış, olay etraftan duyulmuş. Zengin adam, evini barkını
terk edip, malı mülkü kadına bırakarak kaçmış. Kadın da yaptığı bu işle adamdan
kurtulmuş. Aradan çok zaman geçmiş. Adam kendi memleketine dönmek istemiş.
Tam şehrin kenarına geldiği sırada iki kişinin konuşmasına şahit olmuş. Adamın
biri: "Ben Ellez Ağa'nın oğlan doğurduğu sene doğmuşum” diyormuş. Bunu duyan
Ellez Ağa, yıllar geçse de unutulmayan bu olay yüzünden tekrar şehrine geri
dönememiş, almış başım gitmiş,
Ellez Ağa'nın oğlan doğurduğu zaman, bir şey olmasa bile, söylenmeye
görsün unutulmaz anlamında kullanılır olmuş.
177. Fadik'tir caniktir
Adamın birisi, anası, bacısı (kız kardeşi) ve karısı ile bir yere giderlerken
ırmaktan geçeceklermiş. Adam paçalarını sıvamış, önce annesini sırtına bindirmiş,
karşı tarafa geçirirken, kendi kendine "anadır, başa belâdır” demiş. Dönüp bacısını
sırtlayınca "bacıdır acıdır” demiş. Sonra da hanımını sırtına alıp karşı kıyıya
geçirirken "Fadik'tir caniktir” demiş.
178. Görümün geliyor
Gelinin birine görümün (görümcen) geliyor demişler. "Ölümüm geliyor
demiş. "Elinde bohçası var” demişler. "Benden başka kimi var?” demiş.
179. Güya Hacı Emmiyi eşeğe bindirdin
Sivas'ın Kümbet mevkiinde (eskiden burada 13. yüzyıl dan kalma, Şahna
Kümbeti olduğu için bu adı almıştır), köyüne yürüyerek giden yaşlı birine rastlayan
bir adam, ihtiyara acıyarak, ona nereye gittiğini sormuş. İhtiyar da "Avren'e” demiş.
(Aslı Ağveran olan bu köyün adı Akören olarak değişmiştir. Küçük Avren,
Kızılırmak üzerindeki Kesik Köprüye yakın, Büyük Av-l ren ise, Yıldız Irmağı
üzerindeki köprüye yakındır.) Adam, ihtiyarı eşeğin6 bindirmiş ve kendisi de
yürüyerek yola koyulmuşlar. İhtiyar, adama "ben köprüde indir” demiş ve çok
yorgun olduğu için, uyuya kalmış. Yaşlı adam Küçük Avren'e gidiyormuş ve Kesik
Köprü'yü kesdetmiş. Eşekli adanı ise [Büyük Avren'e gittiği için, bir hayli yol
geldiklerinden sonra ihtiyarı, Yıldız Irmağı Köprüsü yakınında uyandırmış.
Akşamın alaca karanlığında, uyanan ihtiyar bir de bakmış ki, kendi köyünden çok
uzaklara gelmiş. Yürüyerek geri dönecek ve kendi köyüne gece varacak olan yaşlı
309
adam, kendisine iyilik etmek isteyen adama şöyle çıkışmış: "Güya Hacı Emmi'yi
eşeğe bindirdin!"
Yaşanmış bu olay, bir başkasına iyilik etmek isterken ona zarar vermek
durumlarında anlatılan bir fıkra olmuş.
180. Hamaildin taşıdın, tayayıdın emzirdin,
Gelinin biri, kayınvalidesinin evde her şeye karışmasından ve de kocasına
hükmetmesinden canı yanmış. Fıkra haline gelen şu sözleri, kayınvalidesine söylemiş:
"Hamaildin (hamal idin) taşıdın, tayayıdın (süt annesi) idin emzirdin, çoban
idin güttün, deyneğini at elinden, artık işin ne?"
181. Hay gençlik
Yaşlı bir adam yolda yürürken düşmüş, kalkmaya çalışırken: "Hay gençlik”
diye hayıflanmış. Etrafına baktığında kimseyi görmeyince kendi kendine
"gençliğinde de böyleydin ya!” demiş.
182. Hayvah karıyı dövemedik
Adamın biri karısına kızmış ve hırsını yenemiyerek ona bir tokat atmış,
zavallı kadın oracıkta ölmüş. Adam, karısının Öldüğüne değil de hâlâ hırsını
yenemediği için, dövemediğine hayıflanarak, "Hayvah karıyı dövemedik!” demiş.
Bu fıkra yarıda kalan işler için söylenir olmuş.
183. Haz eder
Hayal kurarak bundan mutlu olanların durumları, bu fıkrada şöyle ifade edilmiştir:
Çobanın biri, padişahın kızına aşık olmuş. Padişah kızı ile ava gidermiş,
yoban da hem koyunlarını otlatır hem de çit, çuval vb. dokurmuş. Her sırayı
"okudukça kendi kendine şöyle konuşur ve zevkle dokurmuş:
-Surdan ağrı (şu taraftan) padişah gelse.
-Gelse!
-Yanında kızı olsa.
-Olsa!
-Haz eder canını, haz eder!
-Haz eder canım haz eder!
184. İhtiyar terzi
Çalışan ihtiyar bir terziyi gören padişah adama acımış ve sormuş:
-İhtiyarsın çalışıyorsun.
-Otuz ikiyi doyuramıyorum.
310
-Erken kalksaydın.
-Er kalktım ele yaradı.
-İki ile nasılsın?
-Üç ile iyiyim.
-Uzakla nasılsın?
-Yakınla iyiyim.
-Bir kaz göndersem yolar mısın?
-Ben onun ustasıyım.
185. İştah tekkesi
Bir eve gelen misafir, kaldığı süre içinde ev sahibi tarafından gayet iyi bir şekilde
ağırlanıyormuş. Çok iştahlı olan misafir sofraya ne konuyorsa yiyor, adeta silip
süpürüyormuş. Sonunda misafirin yolculuk günü gelmiş. Adamı uğurlarken, ev sahibi,
yolculuk ne tarafa diye sormuş. Misafir de, iştahının azaldığını, hiç yemek yiyemediğini (!)
söyleyince, ev sahibi: "Sakın dönüşte şaşıp yanılıp da bizim buralara uğrama” demiş.147
186. İşte böyle Memmed Ağa
Kadının birinin kocası ölmüş, komşularından Mehmed Ağa'nın da karışı
ölmüş. Sahipsiz kalan kadın, istermiş ki Mehmed Ağa kendisiyle evlensin. Adam
bunu hiç düşünmezmiş. Kadın durumunu adama anıştırmak (anlatmak) için, adama
şöyle söylermiş: "İşte böyle Memmed Ağa, evin evime yakın, köyüm köyüne yakın,
senin karın öldü, benim de kocam." Mehmed Ağa kadının ne demek istediğini ani
anlamazlıktan geldikçe, kadın adamı her gördüğü yerde "İşte böyle Memmed
Ağa...” diye aynı cümleleri tekrarlarmış. Bu fıkra, insanların uygun gördükleri ve
istedikleri şeyin karşılarındaki insan tarafından anlaşılmak istenmemesi
durumlarında şaka yollu söylenir olmuş.
187. Kalk bir sen iç, bir de bana ver
Bir adamın tembel iki oğlu varmış. Adam bir gün büyük oğlundan su is-
temiş, oğlu hiç oralı olmamış. Küçük oğlan, suyun kendisinden isteneceğini
147 Misafirlik ile ilgili deyimler ve fıkralarda, insanımızın hoşgörüsü ve şaka kaldırdığının en güzel örneklerini görürüz. İnsanların variyetini (varlığını), içinde bulundukları durumlarını nükteli anlatan bu sözlü ürünlerimiz pek çoktur. Halkımızın ve milletimizin misafirperverlikteki örnek davranışları, başlıbaşma bir konudur (Müjgân Üçer, "Misafir ve Misafirlik Üstüne", Sivas Folkloru, sayı l, Sivas 1973, s. 13)-Şefik Dener'den derlemiş olduğum şu Manisa fıkrası da çok ilgi çekicidir. Manisa köylerinden birinde, bir eve gelen misafire, evin sahibi adam bütün olumsuzlukları ne kadar mâkul ve veciz bir şekilde, şöyle dile getirmiş; Kan bağda, bağ dağda, yumurta olaydı, tava bulurduk, iş yağda!
311
anlayınca, babasına şöyle söylemiş: "Baba, herkes söz anlamaz, kalk bir sen iç, bir
de bana ver!"
Bu fıkra kendisinden iş beklenenlerin hiç oralı olmadıkları durumlarda
anlatılır, "kalk bir sen iç, bir de bana ver" sözleri söylenir olmuş.
188. Kapı kitlenecek, göynek (gömlek) bitlenecek,
eşek otlanacak, döşek serilecek
Kimsesiz, yaşlı ve fakir bir kadın varmış. Akşam olunca, mangalın başında
büzülüp oturan kadın, uyuklamaya başlarmış. Yapması gereken işleri düşünür, bu
işler gözünde buyurmuş ve bunları şöyle dert edermiş: "Kapı kitlenecek, göynek
bitlenecek (iç çamaşırlar gözden geçirilecek, incelenecek anlamında), eşek
otlanacak, döşek serilecek!"
Bu sözler, gerekli ve de basit işleri yapmayanlara, şaka yollu söylenir olmuş.
189. Kayna kazanım kayna yaza kadar, ben de otururum güze kadar
Bir eve gelen misafire, ev sahibi yemek yapıyormuş ama, kazanın altındaki
ateş az olduğu için yemek de bir türlü pişmiyormuş. Aralarında her türlü şakayı
kaldırdıkları için, ev sahibi: "Kayna kazanım kayna, yaza kadar” demiş. Yemeğin geç
pişeceğini anlayan misafir, aynı rahatlıkla: "Ben de otururum güze kadar” demiş.
190. Menzil yakın para çok
Bir gün kedi, deliğinin ağzında duran fareye şöyle demiş: "Bu delikten şu
yandaki deliğe gir, sana beş altın." Fare düşünmüş, cevabı şöyle olmuş:
"Menzil yakın para çok, var bunun ucunda bir b..."
191. Nazeldim
Varlıklı bir adam, yolda yalın ayak yürüyen birine acımış ve konağına al-
mış. Adama ayakkabı yaptıran zengin adam, bakmış ki adam yine rahat değil. Ona:
"Eskiden yalın ayak geziyordun, o zaman şikâyetin yoktu, şimdi ayakkabı ile rahat
değilsin" deyince, adam şu cevabı vermiş: "Şimdi nazeldim (inceldim), o zaman
bundan iyi idim!"
İnsanların rahatlığa alıştıkça, bundan da memnun olamadıkları bu fıkra ile
anlatılır olmuş.
192. Neyin?
Çocuk küçükken babasına sormuşlar: "Senin neyin?", babası: "Canım”
demiş. Çocuk büyümüş, orta yaşa gelmiş, babasına sormuşlar: "Neyin?" O da:
312
"Ortakçım” demiş. Adam yaşlanmış, oğlu için senin neyin diye sorduklarında:
"Mirasçım (düşmanım)” demiş.
193. Ölmez canım sağ kalırsa
Kadının biri kocasına çorap örmek istemiş, ancak bir senede bayrama
kadar, bir tekini örebilmiş. Tek ayağına yeni çorabı giyen adam sevinmiş ve
bayramlaşmak için köy odasına gitmiş. Yeni çoraplı ayağını uzatıp, eski, yırtık
çoraplı ayağını altına alarak oturan adam, bir de tütün sarmış, içiyormuş. Adamı
merak eden karısı, köy odasına gelmiş, pencereden bakmış ki, kocası yeni çoraplı
ayağını keyifle uzatmış, tütününü içiyor. Karısı cama vurarak, kocasına: "Ölmez
canım sağ kalırsa, seneye de öbür ayağını uzattırırım!” demiş.
194. Poşanın oğluna öğüdü
Posa oğluna demiş ki: "Rezil olacaksan, sürüneceksen aha mektep, adam
olacaksan aha zurna!"
195. Patlıcanla mı geçineceğim, seninle mi?
Zengin bir adam, aşçı tutmuş. Aşçı o gün patlıcan kebabı yapmış, adam
yemeği çok beğendiğini aşçıya söyleyince, o da ertesi günü, başka bir patlıcanlı
yemek pişirmiş. Bu yemeği de çok beğenen adama, aşçı patlıcanın diğer sebzeler
içinde çok farklı bir yeri olduğunu, en fazla yemeği yapılan sebze olduğunu
söylemiş ve patlıcanla yapılan yemekleri saymaya başlamış-Aşçı, artık her gün bir
patlıcan yemeği pişiriyormuş. Adamda kaşıntı, mide, barsak şikâyetleri başlamış.
Sebebin patlıcanla ilgili olduğunu anlayan adam, patlıcan yemeğini sofraya getiren
aşçıya, patlıcanın kendisinde rahatsızlıklar yaptığını söylemiş. Bunun üzerine aşçı
da, patlıcanın zararlarını saymaya başlayınca adam: "Geçen gün övüp, yere göğe
sığdıramadığın patlıcanı, şimdi niye yerin dibine sokuyorsun?” diye çıkışmış. Bunun
üzerine aşçı da şu cevabı vermiş: "Patlıcanla mı geçineceğim, seninle mi? Ben se-
ninle geçineceğim, patlıcanla değil!" Bu fıkrayı: "Ben senin dalkavuğunum,
patlıcanın değil" şeklinde cevaplandığı gibi de anlatırlar.
196. Saçın neden ağardı?
-Saçın neden ağardı?
-Nezleden.
-Belin niye büküldü?
-Gezmeden.
-Ayakların niye eğildi?
313
-Çizmeden.
Yaşlandığını kabul etmeyip, sebebini başka şeylerde bulanlara şaka yollu
anlatılan bir fıkradır.
197. Sarı buğdayları verdik, san gelinleri vermedik
Sultan IV. Murat Bağdat seferine giderken, Sivas'tan geçmiş ve Ulaş il-
çesinde de konaklamış. Onu misafir eden ağanın evinde yapılan ekmeklerin güzel ve
lezzetli olduklarını görerek, çok beğenmiş. Ağa da padişaha ekmeklerin yapıldığı
buğdaylardan çuvallarla vermiş. Padişaha yapılan ekmekler aynı buğdaydan
yapıldığı halde, ağanın evindekiler kadar lezzetli olmamış. Padişah sefer dönüşü
yine Ulaş'ta konaklamış, ağaya, ekmeklerin aynı nefasette olmadığın söyleyince ağa:
"Padişahım, biz size sarı buğdayları verdik, sarı gelinleri vermedik!” demiş. Bu
tarihî olay, bir yiyeceğin yapılışında, malzeme kadar, onu yapanların da hünerlerinin
olduğunu belirtmek için anlatılan bir fıkra olmuş.
198. Seni sürüm sürüm sürüyeceğim
Adamın biri diğerine: "Seni sürüm sürüyeceğim" deyince adam da ona:
"Sen de benimle beraber değil misin?" karşılığını vermiş.
199. Ceza yazan vergi memuruna Hafîkli bir köylünün serzenişi
Sekile bak sekile
Sanki benzer başvekile
Behey elin ayağın çekile
Sekseni yazdın da neren soğudu?
Maliye iki kapılı
Sanki üstüne tapılı (tapulu)
Behey zağar yapılı
Sekseni yazdın da neren soğudu?
200. Tellal Hamdi'nin Kundurası
Kunduracı Karsh Mevlut Usta'ya gelen Tellal Hamdi, ondan iyi bir kundura
yapmasını istemiş ve sağlam yapmazsa Sivas'a bunu duyuracağını söylemiş. Mevlut
Usta, kundurayı adamın istediği gibi yapmış. Kundurayı alan Tellal Hamdi,
dükkândakiler giy dedilerse de giymemiş, evine gelmiş. Gece Tellal Hamdi ölmüş.
Sivas'ta ölünün darlığı gitsin diye, önce ayakkabıları verilir. O sabah, Hamdi'nin
giymediği kunduralarını, oradan geçen bir hamala vermişler. Hamal da kunduraya
demir çaktırtmak için tesadüf Mevlut Usta'nm dükkânına gelmiş. Çıraklar kundurayı
314
tanımışlar ve getirenin çaldığını düşünmüşler, ustalarına söylemişler. Usta hamala
ayakkabıyı nerden aldığını sorunca da durum anlaşılmış.148
201. Vakıf konak
Bir aileye gelen gelin, kayınvalidesi ile geçinemeyince, ayırmışlar ve
bahçede bulunan evin bir diğer bölümünde oturtmuşlar. Gelin kocasıyla rahatmış
ama, onun ayrı oturmasını hazmedemeyen çok sözlü bir kadın, bu gelinin
durumunu, varlıklı değil, giyeceği, yiyeceği az anlamında şöyle, söylemiş:
Vakıf konak
Penez149 donak
Odunu kavak
Çırası uvak (ufak)
Unu elekte
Yağı külekte
202. Vecettü (buldum)
Mollanın biri sofrada yemek yerken, kaşığına bir et gelince: "Vecettü “
demiş. Arapça "buldum" anlamında olan bu kelimenin anlamını bilmeyen, sofradaki
bir arkadaşı da kaşığına et gelince: "Bir vecettü de ben buldum” diye tamamlamış.
Yiyeceğin herkese yetmediği, az olduğu durumlarda bu fıkra anlatılırmış.
203. Vurdu diyorlar
İki adam birbirleriyle kavga etmişler, biri diğerini çok döğerek perişan etmiş. Olay
etraftan duyulmuş. Dayak atana, olayı duyan bir arkadaşı sormuş "Ne oldu? Ne yaptın?"
Adam da kavga eden, dayak atan kendisi değilmiş gibi, şöyle söylemiş; "Vurdu diyorlar!"
Yaptığı işin gafleti içinde olanlara bu fıkra anlatılır.
204. Yarım ağız davet
Adamın biri oğlunu evlendiriyormuş ve düğüne okuyucu (davetçi)
çıkartacakmış. Davet edeceği kimseleri okuyucuya söylemiş. Davet etmeyi pek
istemediği biri için de: "Onu da yarım ağız çağır", demiş. Yani tam istekli davet
etme, gelmese de olur düşüncesiyle böyle söylemiş. Okuyucu saf bir adammış.
Herkesi düğüne çağırmış, yarım ağız çağır denilen adama giderek, düğün davetini
yapmak için elini dikine dudaklarının ortasına koyarak konuşmaya başlamış.
148 Bu olay, Mevlut Ustanın meslekdaşı kunduracı Ahat Ödül (1922-1982)'den derlenmiştir. 149 Penez: Alun olmayıp, sarı denilen bir alaşımdan yapılan, aynı altın para gibi, baskısı olan altın taklidi. Penez, altın gibi boyuna takıldığı gibi, fes üzerine de dikilirdi. Donak: Süs, takı anlamında kullanılmıştır.
315
Çağrılan niye böyle konuşuyorsun diye sorunca okuyucu da düğün sahibinin yarım
ağız çağırmasını istediğini söylemiş.
Düğün sahibinin adını okuyucu b..lar, gibi söylenen bir deyim, okuyucu-
nun, yani bir işteki sözcülerin önemini belirtirken, bu kimselerin diğer insanları zor
duruma düşürebildikleri de anlatılmak istenir.
8.3. KADİR PÜRLÜ’NÜN “SİVAS’TA İLBEYLİ TÜRKMENLERİ” ADLI ESERDE YER ALAN FIKRALAR (PÜRLÜ, 2002: 373-385)
1.Su İçsene Kör !
Adamın biri çeşmenin başında çökelek yiyormuş. Bir tanıdığı yanına yaklaşıp:
-Selamünaleyküm, ne yiyorsun? diye sorunca bizimkinin tam o anda
boğazını çökelek tıkamış. Güçlükle çökeleği yuttuktan sonra nefes nefese:
-Lor! demiş. Diğeri güldür güldür akan oluğu göstererek:
-Su içsene kör! demiş.
2. Niye Herk Etmedin Köpek !
Köylünün biri, bin bir zahmetle tarlasındaki ekini biçmiş, harmana
getirmiş, sürmüş ve savurmuş. Ancak ne görsün, çıka çıka birkaç ölçek çıkmış.
İçerlenen köylü tığa150
-Niye dökmedin151 höbek!
Tığ cevap vermiş:
-Niye herk etmedin152 köpek!
3. Yenir Mi Ya Rasül Allah
Ramazan ayında bir köye görevli olarak gelen imam ilk vaazında . kabağın
cennet taamı olduğundan uzun uzadıya bahsetmiş. Gelenek icabı o yıllarda köylü
sırasıyla imamı evine davet eder, her ev bir gün onu ağırlarmış. imamın ilk
vaazından ilham alan köylüler ona her iftar vaktinde kabak ikram etmeye
başlamışlar. Haftalarca kabak yiyen imam, nihayet bir Cuma günü dayanamayarak
salanın arasına şu sözleri katarak yanık yanık okumaya başlamış:
Ahmet derler var bir kişi
Hak'ka yarar çok az işi
150 "Tığ: Saman, buğday karışımı yığın. 151 Dökmedin: "Buğday vermedin" anlamında. 152 Herk etmek: Tarlayı iyice sürmek.
316
Akşam sabah kabak aşı
Yenir mi ya Rasül Allah
Essalâtü vesselâmü aleyke yâ Habib Allah
Essalatü vesselâmü aleyke ya Rasül Allah
Akşam kabak sabah kabak
Otuz günde altmış tabak
Bir gel de şu halime bak
Yenir mi Ya Rasül Allah
Essalâtü vesselâmü aleyke ya Habib Allah
Essalatü vesselamü aleyke ya Rasül Allah
4. Vallaha da Mısmıl Billaha da Mısmıl!
Asker kaçakları bir öküz bulurlar. Bunun derisini yüzüp çarık
yapacaklardır. Öküzün derisini yüzerler. Etinin boşa gideceğine üzülerek etin
üzerine bir türkü yazarlar.
-"Süre süre indik düze.
Hayli zahmet verdi bize.
Eti size gönü bize.
Vallaha da mısmıl, billaha da mısmıl.
5. Kabirdekiler Bizi Hayvan Zannetsin!
Erzurum taraflarında dört eşkıya bir mezarlığın yanından geçiyorlarmış.
Eşkıyaların başı arkadaşlarından birine:
- Ula Ehmed sen Elhemi bilir misen ?
Ahmet cevap vermiş.
- Yoh, bilmirem.
Eşkıyaların başı sinirlenmiş ve:
- Ula gabristandan, ohumadan geçilir mi?
Diğerlerinden çıt çıkmıyormuş. Reis bu sefer diğerine sormuş.
- Ula Hasan sen Gulhüyü bilir misen?
- Yooh, bilmirem ağam.
Reis gittikçe sinirleniyormuş. Son adamına:
- Ula Mehmed sen güçcük gulâniziyi bilir misen?
- Yoh ağam, bilmirem. Eşkıyaların başı sağa sola baktıktan sonra, sessizce
arkadaşlarına:
317
- Ula öyleyse, eğilerek geçek de kabirdekiler bizi hayvan zannetsin, demiş.
6. Köpeğin Çanağını Da Kırdı !
Gencin biri, annesini yanına alarak başka bir köye bir kız için dünür gitmiş.
Kızın an-nesi bu işe gönüllü olmasına rağmen, kız oğlanı beğenmemiş. Bir süre
oturmuşlar ve yemek gelmiş. Genç, sofradaki tabakları tertemiz ettikten sonra,
doymadığını belli etmek için sağa sola bakmaya başlamış. Kızın annesi:
-Oğlum istersen biraz daha pekmez getirtiriyim deyince, genç:
-Olur, zaten doymadım, demiş. Kadın kızına seslenerek bir tabak pekmez
getirmesini söylemiş. Kız bir tabak daha pekmez getirerek gencin önüne koymuş.
Genç iştahla yemeye başlarken, kız:
-Yesin anne, zaten pekmeze sıçan düşmüştü deyince, gencin midesi ağzına
gelmiş ve pekmez çanağını tuttuğu gibi duvara çalmış. Tabak paramparça olmuş. Bu
seferde kız sinirlenerek:
-Aaa... Terbiyesize bak ! Köpeğin çanağını kırdı, demiş.
7. Temiz Olur Süt Daha !
Köylünün biri büyük kazanla süt pişirmiş ve dinlendirmeye bırakmış.
Kazanın üstü-nü kapatmayı unuttuklarından, kocaman bir köpek biraz süt içeyim
derken kazanın içine düşü-vermiş. Köylü oldukça cimriymiş. Önce köpeği kazandan
çıkarmak istemiş. Ancak kazana her yaklaşmasında köpeğin kocaman dişleriyle
karşılaşıyormuş. Köylü, sütün kirlendiğine mi yansın, köpeği oradan çıkarmanın
derdine mi yansın... Çaresiz kalmış ve doğruca köy imamının yanına koşmuş,
meseleyi anlattıktan sonra üzüntü içinde:
-Şimdi bu süt nolacak hocam? demiş. Köy hocası o kişinin cimriliğini
bildiğinden ve adama üzüntüden bir şeyler olabileceğini de düşünerek şöyle cevap
vermiş:
-"Bismillah! mit taha.
Süde düşdü it daha.
Sıvatlan sırtını.
Sıhın guyruğunu.
Temiz ola süt daha !
8. Ya Ben Kaçamıyorum !
İki köylü kavga ediyorlarmış. Rakip kuvvetli çıkınca birisi kaçmaya
başlamış. Öteki hem onu kovalıyor hem de yetiştikçe elindeki mesesiyle
318
(üvendiresiyle) ona arkadan vuruyormuş. Kovalamaca esnasında önlerine bir herk
tarla (sürülmüş tarla) çıkmış. Önden kaçan arkadakinin değneğini yedikçe:
-Yahu ! ya ben kaçamıyorum, ya da adamın değneği çok uzun, diyormuş.
9. Hep Mi Kara Oldun ?
Köylünün biriyle yoldan gelen bir yolcu arasında şu konuşma cereyan etmiş.
-Adın ne ?
-Gara Hamza.
-Kimin oğlusun ?
-Gara Memmed'in.
-Nere gediyon ?
-Gara bayıra.
-Azığındaki ne ?
-Gara sarma.
Mevzu hep kara (siyah) olunca, köylü dayanamamış:
-Hep mi gara oldun, Gara Soyha ! cevabını vermiş.
10. Anan Gurban Olsun !
Oğlanın biri culuğu (hindiyi) canlı canlı yolup gözerin altına koyuyor.
Yatağını da hemen onun yanına seriyor. Annesi oğlunun bu halini görünce:
-Vah, Yavrum ! Hasta mı oldun ?
-He, ana! ölüyorum.
-Anan gurban olsun ! Sen ölme ben ölüyüm yavrum ! Anan gadanı alsın !
-Azrail gözerin altında ana. inanmazsan örtüyü kaldır, deyince kadın örtüyü
kaldırıyor. Birden çıplak hindi yerinden fırlayınca, anne korkarak:
-Hasta orda ! Hasta orda ! Bana dohunma ! diyor.
11. Hap Hop
Adamın biri iki evliymiş. Hanımın biri Hap Köyü'nde, öteki Hop Köyü'ndeymiş.
Bir gün Hap'tan Hop'a giderken ırmağa düşmüş, yüzmede bilmiyormuş. Suyun içinde can
havliyle debelenirken eli bir kuru köke değmiş, adam:
-Eyvah ! Hap'taki sanar ki Hop'ta, Hop'taki sanar ki Hap'ta, hiç biri demez
ki eli bir gürü kökte demiş.
12. Ben Kaçmadım mıydım ?
Kocasıyla kaçmak suretiyle evlenen bir kadına, emsalleri yıllar sonra
anlatıyormuş:
319
-Anam senin düğünün ne zorlu (güzel) olduydu değil mi ? ,
-He ya !
-Çifte davullar vurdu, pehlivanlar, güreş tuttu, allı morlu kızlar gelinci gitti,
ne şenlikli geçmişti düğünün hemi bacı ?
-He ya !
Kadın anlatılanların cazibesine kapılarak bir süre söylenenleri tasdik etmiş
ve sonunda istemeyerek şu soruyu sormuş:
-Giz anam, Ahmet beni Kaçırmadı mıydı ?!
13. Hakim Bey Halıma Bak !
Zamanın birinde mahkemelik olan iki kişiden biri rüşvet olarak hakime
halı, diğeri de katır vermiş. Dava, halı veren kişinin aleyhine sonuçlanmak
üzereymiş, O kişi hakime:
-Hakim Bey, halıma bak ! demiş. Hakim:
-Oğlum, halına bakacağım ama, katır ayağıma basıyor, demiş.
14. İlle Unumuz İlle Unumuz !
Canı helva isteyen, ancak helva yapacak hiçbir maddi gücü olmayan beş
züğürtten biri derdini bir başkasına şöyle anlatıyormuş: -"Beş kişiyiz biz.
Helva istedi canımız.
Yoktur yağman balımız.
Tavayı komşudan alırız.
İlle unumuz, ille unumuz".
15. Anan Koca Mı Gördü ?
Bir ihtiyar kadına oğlu sormuş:
-Ana, hele şu evlendiğin kişileri bir say hele ?
Annesi biraz düşündükten sonra bir ah çekerek:
-"Ali'yinen Veli.
Dört de ondan evveli.
Recep Şaban Ramazan.
Bir de rahmetli baban.
Anan kocamı gördü yavrum !” demiş.
320
16. Öğüt
Bir vatandaş değirmende buğday öğütmek için hazırlanır ve yola çıkar. O günlerde
değirmenlerde büyük kuyruklar vardır. Adam elindeki sopasını karşısına alarak şunları söyler:
-"Söğüt
Sana söyleyeyim bir öğüt
Değirmene varınca
Kimseyi beklemeden
Buğdayını öğüt."
Yoluna devam eder ve değirmene varır. Bakar ki pala bıyıklı, heybetli biri
sıra beklemektedir. Hemen fikrini değiştirir ve değneğine şöyle seslenir:
Sana veriyim bir öğüt
Hele şu pala bıyık öğütsünde
Sen buğdayı öyle öğüt"
17. Türk'ün Ağıdı;
Çerkezin birinin cenazesi olmuş. Tanıdığı Türk'e gelerek:
-Ula Türk sen iyi ağıt edersin, gel de şu bizim cenazeye bir ağıt yak, demiş.
Türk, çaresiz ölü evine gidip başlamış ağıtını etmeye:
-"Ne deyim ne ağlayayım
Ölü bizim olmayınca
Birem birem tükenir mi
Beşer beşer ölmeyince"153
18. Arka Kapıdan Vız!
Kadıya rüşvet vermek isteyen bir şahıs, kadının karşısına dikilerek:
-"Beş kişiyiz biz
Yirmişerden yüz" deyince, Kadı:
-"Minderin altına düz
Arka kapıdan vız” demiş.
19. Hesabını Doğru Verenin Yüzü Böyle Ak Çıkar!
Çiftlik sahibinin biri çobana 100 koyun teslim ederek:
-Altı ay sonra gelir hesabını isterim. Koyunlara sahip çık, demiş. Alt/ ay
sonra mal sahibi gelmiş ve çobana:
153 Kaynak kişi: Hakkı Pürlü, Karalar 1932, oy. Derleme tarihi: 21.02.1991
321
-Eee bizim koyunlar ne âlemde anlat bakalım, deyince çoban:
-Efendim yağmur yağdı, göğ (gök) çatladı. 72'sinin ödü patladı. Önden gitti
baş tohlu, arkasından 5 tonlu, onunu verdim gasaba, onunu da sen gatma hesaba,
gurt gaptı birisini, birinin getirdim derisini, diyerek mal sahibine yanındaki deriyi
gös-termiş. Bu işe çok öfkelenen ağa yanındaki yoğurt barkacını çobanın kafasına
ters çevirmiş. Çobanın kafası gözü yoğurt içinde kalmış. Ağa çobana dönerek:
-Hesabını doğru verenin böyle yüzü ak çıkar, demiş.
20. Mayası Maya Olmayınca:
Adamın biri oğlunun dayılarını kötülemek için, onların evinde misafir
olduğu bîr gün şöyle seslenmiş:
-"Yeğen neylesin dayı olmayınca ,
Anadan atadan soy olmayınca"
Dayılar bu söze içerlenmiş, içlerinden biri şöyle cevap vermiş:
-"Dayı netsin mayası maya olmayınca.
21. O Şahidin İfadesini Ben Aldım
Mahkemenin tahmin ettiğinden fazla olarak uzadığını gören davacı,
doğruca kadıya giderek:
-"Kadı Efendi bu dava çok uzadı, ne olacak bu işin sonu ?” diye sorar. Kadı:
-" Kırk madeni lira getir, senin işini hallediyim," deyince, davacı:
-" Nasıl getiriyim ? diye sordu. Kadı:
-" Her böreğin içine bir lira koymak suretiyle, bir tepsi börek hazırlat ve
kırk lirayı eksiksiz olarak böylece tamamla. Daha sonra böreği pişirtip bizim
mübaşire gönder. Gönderdiğin adam: "Bu böreği filancanın hanımı kadı efendinin
hanımına gönderdi, selamları var,” diyerek mübaşire teslim etsin, bana iletir" der.
Adam eve gider ve söylenen şekilde bir tepsi börek hazırlattırarak kadıya
gönderir. Tepsiyi teslim alan mübaşir böreklerin güzelliğine dayanamaz ve bir
tanesini yemek ister. Ancak böreği ısırmasıyla ağzına liranın değmesi bir olur.
"Amma da şanslı adammışım,” diyerek lirayı cebine atar ve tepsiyi kadıya teslim
eder. Kadı hemen börekleri sayar ve otuz dokuz tane olduğunu tespit eder. Bir
tanesinin niçin eksik olduğunu merak eder.
Biraz sonra tepsiyi gönderen adam gelir ve kadıyı görmek istediğini söyler.
Mübaşir bu kişiyi içeri alır ve ister istemez konuşulanlara da kulak misafiri olur.
-"Kadı Efendi, bizim davanın sonucu ne oldu ? Diye bir soruyum dedim.
322
-" Otuz dokuz şahidini dinledim, ancak bir şahidin eksik. Onu da get)r de
davanı bitiriyim.
-"Nasıl olur Kadı efendi ? Kendi elimle saydım şahitler 40 kişiydi?
Meseleyi hemen kavrayan mübaşir, lafa karışarak:
-"Kadı efendi, o şahidin ayağı topaldı, merdivenin başında ifadesini ben
aldım," der.
22. Başı Hocaya Döşü Hocaya:
Köylünün biri adak kurbanı kesmiş ve kurban etini nasıl dağıtacağını
bilmediği için köy hocasına başvurarak:
-"Hocam ben bu eti nasıl dağıtacağım ?” diye sormuş. Köy hocası büyük
bir alim edasıyla kurularak, kendisine mesele soran köylüye:
-"Başı hocaya, döşü hocaya, yedi hissenin beşi hocaya, kalanının da
yumuşak yerlerinden yine hocaya hediye göndermeyi unutmayın.” cevabını vermiş.
23. Aha Şimdi Gözün Kızarıp Ardın Gidip Gidip Geliyor
Tilki aslanın ormana nasıl kral olduğunu merak edip dururmuş. Bu sırrı
keşfetmek üzere aslanla arkadaş olmaya karar vermiş. Bin bir türlü dil dökerek, aslana
arkadaşı olmayı kabul ettirmiş. Bir süre ormanın içinde gezip dolaşmışlar. Nihayet bir
çayırlık alana geldiklerinde, durmuşlar ve aralarında şu konuşma geçmiş:
-"Tilki kardeş, karnın acıktı mı ?"
-"Acıktı."
-"Peki, çayırda otlayan şu eşeği görüyor musun ?"
-"Görüyorum."
-"Öyleyse şimdi bana iyice bak, gözüm kızarıp ardım gidip gidip geliyor mu ?"
Gerçekten biraz sonra aslanın gözleri kıpkırmızı olmuş ve kıçı sinirden
içeri-dışarı hareket edip duruyormuş. Tilki:
-"Evet, gözün kızardı ve ardın da gidip gidip geliyor.” demiş.
Aslan bu sözleri duyar duymaz, yerinden fırlayarak çayırda otlayan eşeğe
saldırmış ve birkaç pençede onu yere indirmiş. Eşeğin etiyle karınlarını güzelce
doyuran aslan ile tilki yeniden yola koyulmuşlar. Bir hayli gezdikten sonra yine
acıkmışlar. Bu sefer karşılarına bir öküz çıkmış. Aslan tilkiye yine sormuş:
-"Gözüm kızarıp ardım gidip gidip geliyor mu ?"
-"Evet."
323
Aslan hemen öküze saldırarak onu parçalamış ve iki arkadaş karınlarını
güzelce doyurarak yine gezmeye devam etmişler. Bu şekilde günler geçmiş.
Acıktıklarında aslan sürekli aynı soruyu soruyor, tilki aynı cevabı veriyor, aslan
hemen bir hayvana saldırarak parçalıyor ve iki arkadaş karınlarını doyuruyorlarmış.
Tilki, kendi kendine, "aslanlığın sırrını öğrendim.” diyerek aslandan ayrılmış ve
yalnız gezmeye başlamış. Biraz dolaştıktan sonra bir tavşana rastlamış ve:
-"Tavşan kardeş, gel benimle arkadaş ol. Artık sana kimse dokunamaz.
Çünkü ben aslanlığın sırrını çözdüm.” demiş.
Tavşan bu söze fazla itibar etmemiş ama, "ne olup bitiyor diye"
merakından dolayı tilkinin arkadaşlık teklifini kabul etmiş. Tilki ile tavşan bir süre
ormanda gezdikten sonra karşılarından gelmekte olan bir köylü görmüşler. Tilki
hemen bir çalının arkasına siperlenmiş ve tavşana:
-"Gel yanıma! Şimdi bana İyice bak! Gözüm kızarıp ardım gidip gidip
geliyor mu ?” diye sorunca tavşan:
-"Hayır hiç öyle bir şey olmuyor.” cevabını vermiş. Bu sözlere çok
sinirlenen tilki:
-"Sen yine de 'gözün kızarıp, ardın gidip gidip geliyor' de” demiş. Tavşan
isteksiz olarak tilkinin söylediği sözleri söyler söylemez, tilki hemen köylüye saldırmış.
Köylü kendisine doğru koşarak gelen tilkinin niyetini anlamış ve tam
üzerine atılmak üzereyken değneğini tilkinin kafasına indirerek onu yere sermiş.
Hatta birkaç tane de tekme vurmayı ihmal etmemiş. Olayı gören tavşan can telaşıyla
hemen oradan uzaklaşarak bir çalının içine gizlenmiş. Şimdi ne olacak diye uzaktan
tilkiyi seyrediyormuş.
Köylü küfürler savurarak oradan uzaklaşır uzaklaşmaz, tavşan koşarak
talihsiz arkadaşının yanına gelmiş. Bakmış ki zavallı tilki can veriyor. Tavşan
anlamlı anlamlı tilkinin gözlerine bakarak:
-"Bak, aha şimdi gözün kızarıp, ardın gidip gidip geliyor.” demiş
24. Tozdan Topraktan Gözlerim Görmüyor ki
Açlıktan perişan olan tilki, bu haline bir çare düşünürken karşıdan bir
kurdun kendisine doğru gelmekte olduğunu görmüş. Köydeki semiz tavukların
hayaliyle yaşayan tilkinin aklına hemen ilginç bir fikir gelmiş. Kurt kendisine
yaklaşır yaklaşmaz:
-"Kurt kardeş, fermandan haberin var mı ?"diye sormuş. Kurt:
324
-"Ferman mı ? Ne fermanı ?” diye sorunca tilki:
-"Müjde! Artık köylere rahatlıkla inebileceğiz ve karnımızı doyurmak için,
istediğimiz hayvanı yiyebileceğiz. Ülkenin padişahı bu konuda her tarafa ferman
gönderdi. Hatta fermanın bir sureti de bende." Deyince, saf kurt bu yalana inanmış ve:
-"Öyleyse ne duruyoruz, haydi şu köye gidip karnımızı bir güzel
doyuralım.” demiş.
İki arkadaş yola koyulmuşlar ve en yakın köyün kıyısına gelmişler. Tilki:
-"Kurt kardeş şu kümesi görüyor müsün? Oraya gidelim, sen kapıda bekle,
ben sana da bana da yetecek kadar tavuk alıyım, bir güzel karnımızı doyuralım."
Deyince ikisinin de ağzı sulanmış ve kümese doğru koşmaya başlamışlar. Kümesin
önüne gelmişler ve tilki içeriye girmenin yollarını araştırırken onu gören tavuklar
olanca sesleriyle bağrışmaya başlamışlar. Tavukların sesini duyan köyün köpekleri
hemen oraya koşmuş ve büyük bir asabiyet içinde tilkiyle kurda saldırmışlar. İki
arkadaş can havliyle kaçmaya başlamışlar. Köyün tüm köpekleri de peşlerinden
geliyormuş. Ancak bu işten bir şey anlamayan kurt, tilkiye:
-"Neden kaçıyoruz ? Fermanı söylesene şunlara. Niçin fermanı
okumuyorsun ?” diye sorunca, tilki:
-"Fermanı okuyacağım okuyacağım ama, tozdan topraktan gözlerim
görmüyor ki."cevabım vermiş.
25. Yine De ( Vırrak ! ), Yine De ( Vırrak ! )
Karınca yazın çalışırken, sık sık arkadaşı kurbağayı uyarır ve:
-"Bak kurbağa kardeş, yazı böyle (Vırrak) ile. geçirme ! Sonra kışın perişan
olursun !" der, ancak kurbağa bu nasihate hiç kulak vermez ve (Vırrak! Vırrak!)
ötmeye devam edermiş.
Nihayet kış gelip çatmış ve hiçbir hazırlığı olmayan kurbağa açlıktan
kıvranmaya başlamış.'Ne yapacağını düşünürken, aklına hemen arkadaşı karınca
gelmiş. Doğruca karıncanın kapısını çalarak:
-"Aç karınca kardeş ben geldim. Açlıktan yürüyecek halim kalmadı. Bana
biraz yiyecek verebilir misin?” demiş. Karınca sinirlenerek:
-"Ben sana söylemiştir1!, nasihatimi dinlemedin. Ben çalış dedikçe, sen
(Vırrak! Vırrak!) öttün. Git şimdi ne halin varsa gör." deyince, kurbağa celallenerek:
-"Öyle mi? Sivri kıçını, ince belini bilmem neydiyim! Yine de (Vırrak!),
yine de (Vırrak!)” demiş.
325
26. Aldı Mısa, Çaldı Mısa
Köyün birinde bir hırsızlık olayı olur. Musa adında birinden
şüphelenilmektedir. Olay mahkemeye intikal eder. Sıra Musa'nın yeminine
gelmiştir. O köylüler" aldım ise, çaldım ise," sözlerini "aldımısa, çaldımısa,"
şeklinde söylediklerinden ve Musa'ya da "Mısa" dediklerinden, artık Musa'ya gün
doğmuştur. Bülbül gibi yemin eder:
-" Hakim Bey, aldıMısa, çaldıMısa, bu sözlerde bir yalanım varışa, ırzım
nikahım getsin, der.
27. Vallahi Ben Çalmadım ?
"Tevzür Bekir" lakabıyla anılan bir hırsız, çaresiz kalınca camiye girmiş ve
kendi kendine konuşmaya başlamış:
-Selamünaleyküm Camii Kebir!
-Ve aleykümselam Tevzür Bekir!
-Tevzür Bekir, birkaç tane halı almaya geldi, ne diyon ?
-Teklif mi bekliyon, al da götür.
Diyerek, halıları toplayıp götürmüş. Ancak, yolda yakalanıp da karakola
götürülünce:
-Vallahi ben çalmadım, cami verdi, demiş.
28. O Benim Hırkamın Kuruduğunu İstemez
Mevsimin kurak geçmesi üzerine köylüler yağmur duasına çıkmış ve
Allah'tan af ve rahmet istemişler. Ancak, saatlerce beklemelerine rağmen bir türlü
yağmur yağmıyormuş.
Bir köşede ikram edilen etli pilavı yemekle meşgul olan Bektaşi, köylülerin
dikkatini çekmiş. Onun yanına vararak:
-Erenler ! Bir duada siz etseniz, belki sizin duanız kabul olur, demişler.
Bektaşi:
-Zannetmem ! Benim onunla aram yok, benden uzak durun !" deyince,
köylüler yine ısrarla:
-Yahu erenler, hiç belli olmaz, gel bir dua et l Demişler. Bektaşi
homurdanarak yerinden kalkmış ve:
- Ne kadar halklı olduğumu şimdi göreceksiniz, dedikten sonra doğru
çeşmeye koşmuş ve hırkasını çıkararak suya basmış. Daha sonra hırkasının suyunu
sıkarak bir çalıya seren Bektaşi'ye köylüler hayret içinde bakıyorlarmış.
326
Biraz sonra hava karışmış şiddetli bir yağmur yağmaya başlamış. Bektaşi,
teşekkür için etrafına toplanan köylülere:
-"Bakın ne kadar haklıyım ! O benim hırkamın kurumasını istemez!" demiş.
29. Ben de Onlara Bir Sürü Emek Verdim
Ruhsati Baba, Sivas'ta gezerken, şiir okuyarak küp satan bir adam dikkatini
çekiyor. Yanına yaklaşıp onu dinlemeye başlıyor. Bir de ne duysun? Küpçü hep
Ruhsati'nin şiirlerini okumuyor mu? Ancak, küpçü bütün şiirleri bozarak,
değiştirerek okuyor. Bu işe çok içerlenen Ruhsati, hemen bastonuna davranarak
küpçünün birkaç küpünü kırıyor. Ruhsati’yi tanımayan küpçü:
-"Ne yapıyorsun be adam ! Ben onlara bir sürü emek verdim !" deyince,
Ruhsati:
-"Okuduğun şiirleri doğru dürüst oku ! Ben de onlara bir sürü emek
verdim.” diyor.
30. Zaten Abdestsiz Kılıyordum
Nasrettin Hoca, bir ağacın altında namaz kılmaya başlamış. O sırada air
köylü de aynı ağacın tepesinde etrafı seyrediyormuş. Hoca namazını bitirip ellerini
kaldırarak dua etmeye başlamış:
-"Ya Rabbi bu günahkâr kulunun namazını kabul et !"
Ağacın tepesindeki köylü hemen muziplik olsun diye yukardan seslenmiş:
-"Hayır kabul etmem !"
-"Ne olursun kabul et !"
-"Etmem !"
-"Etmezsen etme ! Zaten ben de abdestsiz kılıyordum."
31. Ben Burda Boşuna Bağırmıyorum
Nasrettin Hoca elma satıyormuş. Eskiden elmaya "alma" denildiğinden, Hoca:
-"Alma ! Alma !” diye bağırıyormuş. Kadının biri gelmiş ve:
-"Hocam bana bir kilo alma ver.” demiş. Hoca ona bir kilo elma tartarak vermiş.
Ertesi gün hoca, yine elma satıyormuş. Aynı kadın koşarak hocanın yanına
gelmiş ve sitem ederek:
-" Dün bana sattığınız elmalar hep çürük çıktı, bu sana yakışır mı ?"
deyince, Nasrettin Hoca hemen cevabı yapıştırmış:
-"Kadın ! Ben burada 'Alma ! Alma !” diye boşuna bağırtmıyorum."
327
32. Ulan Niye Zıpcığı Çıkarmadın ?
Bir davulcuyla zurnacı düğün için bir köye gitmişler. Gündüz çalıp
çağırdıktan sonra gece olmuş, yatmışlar. Gece yarısı davulcu büyük bir idrar
sıkışıklığıyla uyanmış. Hemen kapıya yüklenmiş ama, kapı kilitli. Her nedense
düğün sahibi kapıyı üstlerine kilitlemiş. Sağa sola bakmış, bir leğen veya bir kap
aramış. Fakat aksine işe yarar hiçbir şey bulamıyormuş. Bu arada, çamaşırına
kaçıracak kadar da idrar zorluyormuş.
Birden duvarda asılı olan zurna gözüne ilişmiş. Sevinçle zurnayı kaptığı
gibi pencerenin önüne gelmiş. Zurnanın geniş tarafını önüne alıp ince olan tarafını
da pencereden dışarı çıkardıktan sonra bir güzel idrarını yapmış. Daha sonra da
büyük bir rahatlık içerisinde zurnayı tekrar yerine asarak yatağına girmiş.
Tabi olan bitenden zurnacının haberi yok. Sabah olmuş, kalkmışlar. Zurnacı fasıl
etmek için zurnayı eline almış. Zurnanın ucundaki üfürülen kısmına "zıpcıh" denir.
Zıpcığı şöyle bir ağzına alıp diliyle yokladıktan sonra yüzünü ekşiterek davulcuya:
-"Bu niye tuzlu yahu ? Bu zıpcığa ne olmuş böyle ?"
Davulcu hiç sesini çıkarmamış. Zurnacı tekrar zıpçığı ağzına alıp bir iki ses
denemesi yapmak istemiş ama boşuna, ağzına gelen tuz onu rahatsız ediyormuş.
Tekrar sinirlenerek sormuş:
-"Yahu bu zıpcığa ne olmuş ?"
Davulcu bakmış ki iş ortaya çıkacak; çaresiz olayı açıklamak zorunda kalmış:
-"Usta, gece çok sıkıştım. Zurnanın içinden dışarıya idrar yaptım."
Yardımcısının keskin zekasına hayran kalan zurnacı, işi pişkinliğe vererek
onu şöyle azarlamış:
-"Ula Eşşoleşşek, madem bu işi yaptın, niye zurnanın ucundan zıpcığı çıkarmadın ?"
33. Yine Namazı Terkedip Eşek Olmuş
İki tane hırsız oldukça bunalmışlar; çalacak bir şey bulamıyorlarmış.
Bakmışlar ki bir dilenci biraz un bulgur toplamış ve eşeğine binmiş gidiyor. Önünde
de büyük bir yokuş varmış. Dilenci yokuşun yarısına gelince, hayvana zahmet
vermemek için eşekten inmiş ve yuları çekerek yürümeye başlamış. Hırsızlar da
onun peşinden yürümeye başlamışlar.
Yokuşun en dik yerine geldiklerinde hırsızın biri usulca eşeğin yanına yaklaşmış
ve yuları çıkararak kendi kafasına takmış. Heybeyi, unu, bulguru da sırtına almış. Öteki
arkadaşı ise, boşta kalan eşeği sessizce sapıtıp götürmüş. Dilenci düzlüğe çıkınca:
328
-"Eh artık eşeğe bineyim, epeyce yoruldum.” demiş.
Arkasına dönüp bakmış ki peşinden birisi geliyor. Başında da eşeğinin
yuları. Şaşkınlık içinde ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, hırsız:
-"Ne bakıyorsun baba!"
-"Eşeğim nereye gitmiş diye bakıyorum."
-"Ben senin eşeğinim ya, haydi bin sırtıma seni götüreyim"
-"Peki, sana ne oldu ? Niye böyle oldun ?
-"Önce ben adam idim. Namazı terk ettim eşek oldum. Şimdi ise namaza
başladım geri adam oldum. Haydi gel sırtıma binsene.
-"Yahu sen ot mu yayılırsın ? Yemek mi yersin ?"
-"Yemek yer, yatakta yatarım."
-"Benim yedirecek yemeğim de yok, yatıracak yatağım da...Haydi sen git,
ben kendime başka bir eşek bulurum."
Dilenci adamın kafasından yuları çıkarmış, ununu ve bulgurunu da aldıktan
sonra doğruca evinin yolunu tutmuş.
Eve gelince hanımı merakla sormuş:
-"Hayrola bey, eşeği nettin ?"
-"Sorma hanım sorma...Eşek değil, o adam imiş. Namazı terk etmiş eşek
olmuş. Geri başlamış adam olmuş. Ben ona nasıl bakacağım, serbest bıraktım gitti."
-"Aman bey, eşeksiz olmaz. Sen şu parayı al da kendine pazardan bir eşek al gel."
Dilenci hanımının verdiği parayı alarak pazara gitmiş. Bir de bakmış ki ne
görsün? Eşeğini pazarda birileri satmıyor mu ? Eşeğin yanma yaklaşarak:
-"Vay hınzır vay ! Demek yine namazı bırakıp eşek oldun. Boşuna öyle
bakma daha seni almam.” demiş.
34. Ağzınızı Ne Hayra Ne De Şerre Açın
Tilkinin biri ormandan çıkmış; şöyle bir düzlük yere gelerek o yana bu
yana cevlan ediyor ve:
-"Yahu bir tazı gelse de kendimizi bir göstersek. Gerçi tazı mazı bana vız
gelir ya.” diyormuş.
O böyle söylenirken birden avcılar uzakta görünmüş. Avcının birisinin
tazısı tilkiyi görür görmez hemen ona doğru koşmaya başlamış. Tilki kaçıp tazı
kovalamaya başlamış. Öyle bir an gelmiş ki tilki yakalandı yakalanacak. Tam bu
sırada önüne çıkan bir deliğe girerek canını zor kurtarmış.
329
Tazı deliğin ağzında biraz bekledikten sonra bırakıp gitmiş. Olayı uzaktan
gören orman hayvanları hemen koşarak tilkinin girdiği deliğin önüne toplanmışlar ve:
-"Aman tilki kardeş, geçmiş olsun, ne oldu ? Nasıl ettin ? diye heyecanla
sorunca; tilki büyük bir bilge edasıyla şu cevabı vermiş:
-"Arkadaşlar size bir şey söyleyim mi? Bu devirde ağzınızı ne hayra ne de
şerre açın !"
35. Benim Beyim Senin Neyin ?
Bir gelinle Kaynana tartışıyorlarmış. Sinirinden sözlerinin ölçüsünü kaçıran
kaynana geline:
-"Oğlumun kazancını yiyip duruyorsun. Oğlan bizim ev bizim bir de
utanmadan konuşuyorsun !" diyince, gelin:
-"İnek olmuş emzirmişsin, hambal (hamal) olmuş gezdirmişsin, benim
beyim senin neyin ? “ cevabını vermiş.
36. Eşek Değil Şu Yatan
Delikanlının birisi, akşam vakti bacadan nişanlısına bir kesek (sertleşmiş
toprak parçası) atmış. Olacak bu ya, kesek gidip tandırın yanında yatan kızın
babasına değmiş. Kızın babası işi fark etmiş ve yukarı seslenerek:
Bismillahi mestek atan.
O kim bacadan kesek atan ?
Eşek değil şu yatan.” demiş.
37. Ben Ateş Ettiğimde Ayağıyla Kulağını Kaşıyordu
Avcının birisi öğünüp duruyormuş. Millet onun palavra attığını biliyor,
ancak yine de sabırla dinliyormuş. Bir ara avcı:
-"Bir gün merminin içine sadece tek bir saçma koydum. Nişancılığımı
denemek istiyordum. Baktım bir tavşan. Hemen tüfeği suratıma alıp ateş ettim.
Hayvan oraya devrildi. Gidip baktım ki, hem kulağından hem de ayağından
vurmuşum.
Dinleyenlerden birisi dayanamayıp sordu:
-"Hop hop ! Nasıl tek saçmayla hem ayağını hem de kulağını vuruyorsun ?"
Kurnaz avcı gözleri parlayarak sözünü şöyle düzeltti:
- "Canım, ben ateş ettiğimde ayağıyla kulağını kaşıyordu".
330
8.4. ŞENER ÇINAR’IN “ÇELİK YELEKLİ KUŞLAR” ADLI KİTABINDA ANI OLARAK ANLATILAN FIKRALAR (ÇINAR, OCAK 2005)
1. Kırk Yıllık Arkadaş
Kösemet Hacı, Zara'nın en eski bakkallarındandı. Beş vakit namazın üstüne
beş vakit daha kılardı. Ama gaddar bir esnaftı. Bire aldığı malı gözünü kırpmadan,
yemin billah eder, ona satardı.
Kösemet Naci'nin dayısı Tufan bey'de cami kapısını bilmeyen, her akşam
keyifle rakısını içen bir insandı. Yaşam tarzları ayrı olduğundan dayı-yeğen hiç
anlaşamaz, hemen hemen senenin yarısını küs, yarısını da barışık geçirirlerdi.
Yine, küs oldukları bir zamanda Kösemet Hacı, hacca gidip dönüyor. Adet
olduğu için bir hafta, on gün evin kapısı açık tutuluyor. Zaralılar da hayırlı olsun
ziyaretine geliyorlar.
Tufan beyin hanımı:
"Herif sen de bir hayırlı olsuna git."
"Yok hanım ben o dinsizin evine ayak basmam."
"Olmaz herif, üstelik o senin yeğenin Elalem ne der sonra, diye bir hafta
yalvarıyor. Sonunda Tufan bey usulen de olsa bir hayırlı olsun diyeyim, diyerek
Kösemet Hacı'nın evine gidip, odanın kapısının önünde ilk mindere oturuyor. Tam o
sırada Kösemet Hacı, makatın baş köşesine bağdaş kurmuş, hararetle şeytan taşla-
mayı anlatıyormuş.
"Müslüman gardaşlarım, biliyorsunuz o mübarek yer, hep çölle kaplı
olduğundan taş bulmak fermana mahsustur. Şeytanın yattığı kuyunun başında,
Araplar taş satıyorlardı. İriliğine ufaklığına göre de farklı para alıyorlardı. Ben en
irilerinden bir kucak taş satın aldım. Kuyunun başına gelip, Allah yarattı demeden
şeytanın kafasına, kafasına atmaya başladım. Şeytan, "yandım anam, etme eyleme
Kösemet, diye feryat etmeye başladı, deyince Tufan bey yavaşça yerinden kalkıyor,
ellerini kapıya dayayıp;
"Çok ayıp etmişsin Kösemet"
"Niye dayı?"
"Niye olacak: insan kırk yıllık arkadaşını taşlar mı bre vicdansız"
2. Sen Bu Tanımayla
Bir gün, Tufan Bey'in evine bir köylü geliyor. Atından inip kapıyı çalıyor.
Tufan bey kapıyı açıyor. -" Buyur evladım"
331
- Tufan bey sen misin emmi?"
- Evet, benim"
- Ben, Yapak köyünden geliyorum. Asker arkadaşın Osman, ağır hasta.
Hep seni sayıklıyor. Eğer gelmezsen, gözleri açık gidecek, beyim"
Tufan bey, şöyle bir düşünüyor. Yapaklı Osman, diye bir asker arkadaşını
hatırlamıyor. Ama yine de ne olur ne olmaz deyip atına atlayıp köylüyle beraber
Yapak'a gidiyor. Yanında ki köylü bir evin önüne gelince:
"- İşte, Osman emminin evi beyim, diyor.
Tufan bey eve girip odada yer yatağında yatan hastanın yanına oturuyor.
Yüzüne dikkatlice bakıyor. "Hiç tanıdık bir sima değil, ama yine de hafızam beni
yanıltabilir, diye düşünerek:
- "Merhaba Osman, ben geldim, diye hastaya sesleniyor.
- Osman emmi, gözlerini aralayıp Tufan bey'e bakıyor. Gözlerinde bir ışık
beliriyor ve:
- "Geldin mi gardaş?"
"He, geldim gardaş. Nasılsın İyimizin?
- İyiyim gardaş, sen geldin ya daha da iyiyim" Tufan bey hastanın
durumun ağır olduğunu görünce:
- "Daha, daha nasılsın gardaş? diye sorusunu yineliyor.
- "Sen geldin ya daha iyiyim. Sabaha varmaz ayağa kalkarım, deyip
gözlerini kapatıyor.
Tufan bey adamı dürtüp:
"Beni tanıdın mı, Osman?" diye soruyor. Adam gözlerini zorla aralayıp:
Ahaa, senide mi tanımayayım, gardaş," Peki, kimim ben?"
"Demirci Torkom değil misin?"
Tufan bey, yavaşça yerinden doğruluyor. Fötr şapkasını takarken:
"Sen, bu tanımayla nah ayağa kalkarsın. Hadi bana eyvallah, Osman,"
deyip atma atlayıp Zara'ya dönüyor.
3. Mebus Başı
Tufan Bey’in, yolu bir gün Ankara'ya düşmüş. Buraya kadar gelmişken bir
de, Meclise gidip, Zaralı milletvekillerini ziyaret edeyim, demiş.
Öğlene doğru Meclise gelmiş. Öğlen yemeğine denk geldiği için Zara'lı
milletvekilleri Tufan beyi meclisin lokantasına götürmüşler. O gün ki mönüde kuzu
332
başı varmış. Siparişleri vermişler. Bu arada Zaralı millet vekillerinden biri, masaya
bakan garsona: "Tufan bey'in kuzu başının içindeki beyni alıp, öyle getirin, diye
öğütlemiş. Amacı da, Tufan bey'in nasıl tepki göstereceğini görmek tabii.
-"Yemekler gelmiş. Tufan bey, önünde ki kuzu başına bakmış ki, beyni
yok. Hiç çaktırmadan masada ki diğer kuzu başlarına bir göz atmış. Hepsinin de
beyni var. Hemen elinde ki çatalı bıçağı bırakıp garsona seslenmiş:
- "Evladım, buraya baksana"
- "Buyurun beyefendi."
- "Bu, ne bu?"
-" Kuzu başı beyefendi."
-"Niye bunun beyni yok?" demiş. Garson boynunu bükünce: -"Evladım, ben
senden kuzu başı istedim. Mebus başı değil. Şimdi bunu al götür, bana kuzu başı getir."
4. Telis Parçası
ZARA'DA şimdiki Ziraat Bankasının yerinde havuzlu bir lokanta vardı. Bir
gün Tufan bey, yemek yemek için bu lokantaya gelmiş. İki, üç masa ilerisinde de Tufan
bey'in henüz tanımadığı, Zara'ya yeni tayin edilmiş kaymakam yemek yiyormuş.
Tufan bey, tam yemeğini bitirmek üzereyken, kaymakam sert bir ses
tonuyla garsonu çağırmış ve kasığındaki bir şeyi göstererek bağırıp çağırmaya
başlamış. Garson alttan aldıkça, sesini daha da yükselterek," bu ne rezalet, burayı
kapatacağım, diye tehditler savurmaya başlamış.
Tufan bey, dayanamayıp garsonu yanına çağırmış:
-"Niye bağırıp çağırıyor bu adam yeğenim?"
-"Yediği kuru fasulyeden telis parçası çıkmış. Ona kızıyor emmi" deyince,
Tufan bey ayağa kalkmış kaymakama:
-"Buraya bak yeğenim,"
-" Ne var bey amca?"
-"Yüz elli kuruşluk kuru fasulyeden İngiliz kumaşı çıkacak değil ya!
Elbetteki telis parçası çıkacak otur oturduğun yerde de adam gibi yemeğini bitir."
5. 30 Yıllık Karı
ESKİDEN, amatör sihirbazlar, ekmeklerini çıkarmak için Anadolu'ya gelir,
kasaba kasaba dolaşarak kahvelerde hünerlerini sergilerler. Gösterilerinin sonunda
da kahvede oturanlardan para toplarlardı.
333
Tufan bey, yaşı seksenine dayanmış, Zara'da Bağoğlugilin kahvesinde
otururken, içeriye bu sihirbazlardan birisi girmiş. Numaralarını yaptıktan sonra
masaları dolaşarak para toplamaya başlamış. Tufan bey'in masasına gelince:
-"Numaralarının hepsi bu mu?"
-"Beğenmedin mi, amca?"
-"Nesini beğeneyim. Bunlar bayatlamış numaralar. Öyle bir numara yap ki
sanatkarlığını görelim"
Sihirbaz, biraz bozulmuş ama soğukkanlılığını koruyarak, kahvenin
ortasına gelmiş. Parmağıyla Tufan bey'i göstererek, kahvedekilere:
"Beyler, şu gördüğünüz adamı, bir numarayla karıya döndüreceğim"
diyence, Tufan bey katıla katıla gülmeye başlamış. Sihirbaz afallayarak:
-"Ne gülüyorsun amca, yoksa inanmıyor musun?"
-"İlahi oğul, ilahi. Ben zaten otuz senedir karıyım. Erkeğe dönder de bari
bir halta yarasın."
6. Yenice Parası
HALET Solmaz, Ortaokulda iken velisi, dedesi Tufan Solmaz'mış.
Bir gün okulda genel üst baş araması yapılmış. Halet Solmaz'ın üzerinde bir
paket sigara yakalanmış. Okul müdürü de velisi Tufan bey'i okula çağırtmış.
Tufan bey, ertesi gün okul müdürünün yanına gitmiş: -"Beni çağırmışsın
yeğenim." Müdür dolabından bir paket sigara çıkarıp Tufan bey'e uzatmış ve:
-"Bu paketi torunun Halefin üzerinde bulduk amca" demiş, Tufan bey,
elindeki Bafra marka sigara paketine bakmış, hiddetle:
-" Ben şimdi onun bacaklarını kırmaz mıyım?" -"Aman, Tufan amca biz
onu dövmen için değil, bu konuda bilgin olsun diye, seni çağırdık"
-"Yok, yok yeğenim ben onun kemiklerini kıracağım vallah" -"Yapma, etme
dövmekle olmaz amca. Telkinle, zararlarını anlatarak bıraktırabilirsin sigara içmesini."
- "Sigarayı kim bırakacak, yeğenim?"
- "Torunun Halet amca,
- "Yok yeğenim ben onun sigara içmesine kızmıyorum"
- "Ya neye kızıyorsun?"
- "Her gün, benden Yenice sigarası parası alıp, Bafra sigarası içmesine
kızıyorum. Ben şimdi ona sormaz mıyım."
334
(Not: O zaman Yenice sigarası 225 kuruş, Bafra sigarasının fiyatı ise 175
kuruştu.)
7. Az mı Getirdik?
TUFAN Bey, İstanbul'a gitmiş. Gece yarısına doğru fötr şapkası, ipekten
yeleği, köstekli saati, İngiliz külotu pantolonu ve körüklü çizmeleriyle, otelden çıkıp
biraz eğlenmek için Beyoğlu'na inmiş.
Beyoğlu sokaklarında dolaşırken, onu bu kıyafetiyle gören iki yan kesici hemen
takibe almışlar. Issız bir sokağa gelince de, bıçaklarını çekerek Tufan beyi durdurmuşlar:
"Çabuk çıkar cüzdanı babalık"
-"Tabii yavrum, deyip hemen cüzdanı vermiş. Ardından, fötr şapkasını
köstekli saatini, yeleğini, pantolonunu ve çizmelerini istemişler. Hiç iki bir etmeden
onları da çıkarıp vermiş. Sokakta bir don, bir köynekle kalmış. İçinden "neyse ki
canımızı kurtardık" diye düşünürken, adamlar Tufan beyi ele almışlar. Başlamışlar,
Allah yarattı demeden sopa çalmaya. Bir ara Tufan bey, ellerinden sıyrılmış, üç beş
adım geri çekildikten sonra:
-"Ulan gardaş, zorunuz ne? Az mı getirdik? Yoksa geç mi kaldık? Daha ne
istiyorsunuz?" deyince adamlar Tufan bey'i sokakta öylece bırakıp çekip gitmişler.
8. Kimmiş Bu Hoca
ZARALI Halil, tüm Türkiye'de tanınmış bir türkücüydü. Ve Zara'yla
özdeşleşmiş bir isimdi.Adına düzenlenen bir gece de en ön sırada Hacı Solmazla,
Basri Lütfullahoğlu yan yana oturuyorlar. Basri hoca Fransızca öğretmenimizdi. O
yıllarda da tek yabancı dil Fransızca idi, Zara'da.
Programı sunan sunucu, bir ara mikrofonla Hacı Solmaz'ı sahneye davet
ediyor. Hacı Solmaz ki, bir espri makinesi ve oturduğu masayı espriyle donatan bir
güzel insan. Bu oldu bitti karşısında sahneye çıkıyor ve birazda şaşkın gözlerle
misafirlere bakıyor. Bir ara Basri hocayla göz göze geliyor ve başlıyor, anlatmaya:
"Sevgili Zaralılar, ismi lazım değil Zara'da bir yabancı dil öğretmeni vardı. O
yıllarda ortaokul bitirme sınavları sözlü yapılırdı. Öğretmen hazırladığı soru fişlerini
torbaya koyar, sınava giren öğrencilerde torbadan soru fişlerini çekip yanıtlarlardı.
O yıl, Ortaokul bitirme sınavlarının yapıldığı sırada, Milli Eğitim müfettişleri
de teftişe gelmişler. Yabancı dil sınavlarının yapıldığı sınıfa girip yerlerini almışlar. Ve
sınav başlamış. Sınava giren on- on beş öğrencinin hepsi de zayıf almışlar. Yabancı dil
öğretmeni de oldukça sıkıntılı tabii. Kapı çalınıyor ve bir öğrenci daha sınıfa giriyor.
335
Hoca sert bir ifadeyle torbayı uzatıp: "Çek şuradan bir soru" diyor. Çocuk:"hocam,
falan" diye kem küm edince daha da sert bir.şekilde: "Çek şuradan bir soru, tahtaya
geçip yanıtla! deyince, çocuk torbadan bir soru çekip bakıyor ve öylece put gibi
duruyor. Hoca "oğlum ne duruyorsun yanıtlasana soruyu" Çocuk, başı önünde elinde ki
fişi evirip çeviriyor. Hoca: "Yavrum senin yazılıların da, sözlülerin de çok iyiydi, niye
yanıtlamıyorsun? Çocukta hiç ses yok. "Peki diyor, ikinci soruyu çek." Çocuk ikinci fişi
çekiyor, anlamsızca bakıyor ve yine yanıt vermiyor. Hoca: "oğlum, sen benim üç
senelik öğrencimsin, bu konuyu kaç kez işledik, niye susuyorsun?" Çocuk başı önünde,
alnını ter basmış, yine öylece duruyor. Hoca: "Peki çek son soruyu, diyor. Çocuk, son
soruyu da çekip bakıyor. Yine ses seda yok! Hoca:"oğlum bu soruyu damı bilemedin,
yazıklar olsun sana" deyince, çocuk ellerini birbirine vurarak ağlamaklı bir sesle:
"Ne sorusu, ne yanıtı? Esir mi düştük yahu! Ben karşı kahvenin
garsonuyum. Boş bardakları almaya geldim, vallaha, diyor.
Salonda ki herkes gülmekten kırılırken, Basri hoca; "kimmiş acaba
Zara'daki yabancı dil hocası? Bu Hacı çok yaman adam vesselam"
9. Düşüncesizlik İşte!
ESKİDEN şehirler arası yol Zara'nın içinden geçerdi. Yolcu otobüsleri de
Zara'da yemek molası verirlerdi. Kışları, yoğun kar yağışı nedeniyle Kızıldağ geçidi
çok sık kapanırdı.
Yine bir kış günü, Kızıldağ kapanmış otobüsler Zara'da zorunlu mola
vermiş ve lokantalar da tıka basa dolmuş. Hacı Solmaz'ın küçük lokantası da bundan
nasibini almış tabii.
Hacı Solmaz, kasada oldukça keyifli oturuyor, garsonlar da arı oğul verir
gibi çalışıyorlardı. Derken, bir masada oturan kelli telli bir müşteri, garsonla
tartışmaya başlıyor. Ve birden ayağa kalkıp:
- "Bu lokantanın sahibi kim?" diye bağırıyor.. Hacı Solmaz
masanın yanma gidip:
"Benim, beyefendi, buyurun"
"Hangi çağda yaşıyorsunuz, bu nasıl lokanta kardeşim?"
"Ne oldu, beyefendi?"
"Daha ne olacak! Bir lokantada kürdan olmaz mı? Kardeşim!"
Hacı Solmaz, gayet sakin:
336
Haklısın beyefendi, ben bu Zaralılara kürdan kullanmayı öğretemedim.
Kullanıp, kullanıp çöpe atıyorlar. Kullanıp da geriye yerine koyayım, belki bir
vatandaş daha gelir kullanır diye düşünmüyorlar!"
10. Deli Yüksel
HACI Solmaz, Şehir kulübünde oturmuş Osman beyi bekliyor. Osman bey
gelince her zamanki gibi çilingir sofrasını -kuracaklar tabii. Bekle, bekle gelen giden
yok. Bir iki çay içiyor. Canı oldukça sıkkın; "nerde kaldı Osman" diye düşünürken,
Deli Yüksel kulüpten içeriye giriyor. Hacı Solmaz:
- "Yüksel buraya gel" diyor.
- "Buyur Hacı abi"
- "Şu yirmi beş kuruşu al, Osman ağabeyini bul, gel."
Deli Yüksel yirmi beş kuruşu alıp:'Tamam Hacı abi" deyip dışarıya fırlıyor.
Yarım saat sonra kulübe geliyor ve "Osman ağabeyi bulamadım, Hacı abi" deyince:
- "Yüksel canımı sıkma, al şu elli kuruşu bul Osman ağabeyini" diyor Hacı Solmaz.
Deli Yüksel elli kuruşu alıp yine dışarıya çıkıyor. Aradan bir saat geçiyor.
Yüksel kulübe dalıyor. "Yine bulamadım Hacı abi" deyince:
-"Ulan Yüksel sen şeytanın yattığı yeri bilirsin, al şu yüz kuruşu bul Osman
ağabey i n i. "diyor. Hacı Solmaz can sıkıntısından patlarken, Deli Yüksel kapıda
beliriyor, ellerini kulübün kapısına dayayıp, heyecanla:
"Hacı abi!"
"Ne var Yüksel?"
"Osman abi kim ki yahu?"
Hacı Solmaz, yüzünde ince bir tebessümle önce Deli Yüksel'e bakıp sonra
da kulüptekilere dönüp:
"Bu deli, biz akıllıyız, nemi?" diyerek katıla katıla gülmeye başlıyor.
11. Dünyanın En Zor Sorusu
ÖMER emmi, karayollarında bekçiydi. Gri renkli üniformasını giyer,
kasketini hafif yana eğer, karayollarının kapısında mıh gibi, dimdik gezinirdi. Dört
çocuğu vardı. Geçinip gidiyordu, kendi halince....
Ona, kötüoğlangilin Ömer ağa derlerdi, Zara'da. Bir çocuk kadar saf, bir o
kadar da kaburgası kalındı. La deyince lo, demezdi. Çokta yiğit bir adamdı. Bir
keresinde ondan laf açılınca babam: "Ömer ağanın üvendiresinin önünde on kişi
duramaz, demişti...
337
O zamanki hükümet, bir yasa çıkarıp, kamu çalışanlarının, en az ilkokul
diplomasının olmasını şart koşuyor. Ömer emminin okur- yazarlığı yoktu. Laf
kulağına gelince, doğru Şehir kulübüne, gidiyor. Arkadaşları, hemen hemen her
akşam içki masasını paylaştığı Ortaokul müdürü Boz, Ahmet, Gazi İlkokulu müdürü
Osman bey, Karayollarından Fethi Nemli ve Hacı Solmazdı. Kulüpte onları
bulamayınca doğru havuzlu lokantaya gidip bakıyor ki arkadaşlarının hepsi de aynı
masa da içiyorlar. (Hepsinin de Ömer ağanının durumundan haberi var tabii ki) Onu
görünce bir sandalye çekip:
- "Nerde kaldın Ömer ağa, gel otur şöyle."
- "Neyine oturacağım, benim ocağım batmış, işimi gücümü kaybetmişim,
siz burada kafa çekiyorsunuz!"
- "Otur hele, ne iş güç kaybetmesi, ne ocak batması?" Ömer emmi, masaya
çöküyor. Şapkasını çıkarıp ter içinde kalmış alnını silerken durumu anlatıyor ve:"
"Ulan, ne edin, edin bana bir diploma yakıştırın, deyip önündeki rakıyı
susuz kafaya dikiyor. Osman bey, biraz düşündükten sonra:
"Bak Ömer ağa, seninle yakın arkadaş olduğumuzu herkes biliyor. Sana
Zara'dan diploma vermemiz şaibeli olur. Sivas'ta okul müdürü bir arkadaşım var,
oradan sana bir diploma alırız."
Ömer emmi, ikinci kadehi de kafaya dikip:
-"Ben onu bunu bilmem bana bir diploma lazım!" -"Tamam, sen usulen
imtihana gir, gerisine karışma" Ömer emmi, üçüncü kadehi de kafaya dikip hiddetle:
- "Ne imtihanı, ne usûlü? bana soru moru sormasınlar, bana diploma lazım, o kadar!"
Dışardan ilkokulu bitirme zamanı gelince, Ömer emmi arkadaşlarına; Her
şey tamam mı? Soru moru yok değil mi? -" Her şey tamam" diyorlar.
Her şey tamamdı. Diploma garanti edilmişti. Ama, Sivas'taki okul
müdürüne, Ömer emmi'nin din bilgisinin çok zayıf olduğunu ve bu konuda da onu
sıkıştırmasını özellikle tembihlemişlerdi. Maksat muziplikti. Ömer emminin, nasıl
tepki vereceğini merak ediyorlardı.
Ömer emmi, sınav zamanı gelince, Sivas'ta ki okula geliyor. Sınıfın
kapısında beklerken hademe:" Ömer Güzeloğlu imtihana, deyince içeriye girip,
şapkası elinde sınav komisyonuna acemice selam veriyor. Komisyon başkanı, sert
bir ifadeyle: "tahtaya geç Güzeloğlu" deyince başını çevirip tahtaya bakıyor ve tah-
tanın yanına geçip duruyor. Başkan: "Ali camı kırdı" cümlesini yaz ve öğelerine
338
ayır," Ömer emmiyi, ter basıyor. "Ne cümlesi, ne öğesiydi, ulan hani, soru moru
sorulmayacaktı, diye kıvranırken, başkan: "Soruyu cevaplasana!"diye bağırıyor.
Ömer emmi, elindeki şapkayı evirip çevirerek, hiçbir şey yazmadığı tahtaya bakıp:
- "Beyim, Ali bir bok yeyip camı kırmış, ceremesi kaç kuruşsa ben çekeyim."
"Ardı ardına sorulan sorulara da hiç cevap yok tabii. Başkan: "Bak
Güzeloğlu hiçbir soruyu bilmedin. Sana son bir soru soracağım, bunu da bilemezsen
yolun açık olsun" Ömer emmi boynunu büküp: "Vicdanınıza kalmış valla, beyim"
"İslam’ın şartı kaç:?"
Ömer emminin her tarafı buz kesiliyor. Son soru, son şans bu.
Düşünmeye başlıyor. Aklına "Üçten dokuza kadar şart olsun," gelince:
"Üç beyim, Başkan başıyla yok deyince: "Dokuz beyim, yine yok deyince,
yirmi, yirmi beş, otuz, en son otuz beşe kadar çıkıyor. "Başkan: "yeter bilemedin,
çık dışarı" diyor.
Ömer Emmi, otobüsle Zara'ya dönüyor. Arkadaşlarını lokantada buluyor:
''Ulan hani soru moru yoktu, deyince:
"Sana soru mu sordular?"
"Peki ne sordular?"
"Ne soracak, dünyanın en zor sorusunu. İslamın şartı kaç?
diyor, hiddetle.
"Bilemedin mi?
"Sen biliyon mu?"
"Tabii, beş" deyince:
"Adama bak! Ben otuz beşe kadar çıktım da herif dönüp bakmadı bile. Beşi
hiç kabul eder mi be, Hacı, diyor....
12. Çürürdün Çürür
HACI solmaz, evden çarşıya doğru giderken, evinin taşlıhğına oturmuş el
işi yapan Seyide emeyi görüp, biraz hoş beş ederiz diyerek bahçeye giriyor.
-"Nasılsın, Seyide eme?"
- "Ne olacak canım Hacı, ayağımızı sürüyüp gidiyoruz." -Yok, yok sen
maşallah iyisin. Hatice emeye bak!, senden
daha genç ama, yoluna yürüyemiyor eme"
- "Kocası çoktan öldü kadıncağızın. Bir ağacı dikip, dibine su
vermezsen kurur, Hacı.
339
- "Senin kocan, onunkinden çok daha önce öldü. Ama sen, tipi gibisin,
Seyide eme"
-"Sen, benim zamanında aldığım suyu alsaydın çürürdün, çürür canım
Hacı!" deyince Hacı Solmaz, alımını alıyor, sessizce bahçeden çıkıp, çarşıya
yollanıyor..
13. Aslan mı Kesildi
Aşiretlerin, çok eskiye dayanan bir geleneği vardır. Ölen yakınlarının,
mezarlarını kaldırır ve etrafını da, paradan puldan kaçınmadan oldukça süslü mezar
demirleriyle çevirirler. Bir gün, Kör Durmuş'un demirci dükkanına, Almanya'dan
izinli gelen bir aşiret giriyor:
- "Usta, ben mezar demiri yaptırmak istiyorum."
- "Tam yerine geldin, hemşerim"
- "Kaç liraya yapıyorsun?"
- "İki yüz elli bin liraya"
- "Aha, sana beş yüz bin, yalnız çok süslü olsun, demir aralıkları da sık
olsun, usta...
Durmuş ağbi beş yüz bini cebine indirip:
- "Sen merak etme, sana öyle bir mezar demiri yapacağım ki gören
parmaklarını ısıracak, hemşerim."
- "Peki ne zaman alırım?" İzinim azaldı da."
- "İki gün sonra gel al."
"İki gün sonra, adam dükkana geliyor." -"Usta, bizim mezar demiri hazır
mı?" deyince Kör Durmuş dükkanın önünü gösterip:
- "Dışarıdaki mezar demiri senin hemşerim" diyor.
Aşiret, dışarı çıkıp bakıyor ki, paslı demirden, dört köşebentle tutturulmuş,
köşelerin arasında da tek bir demir bulunmayan bir mezar demiri kapıda duruyor.
Hırsla içeriye girip:
- "Ben sana süslü olsun, demir aralıkları da sık olsun, demedim mi?
Üstelikte iki katı para vermedim mi? deyince, Kör Durmuş:
- "Hemşerim mezar demirimi yaptırıyorsun cezaevi mi? Aslan mı kesildi,
kalkıp kaçacak mı mübarek? Mezar demiri dedin, yaptık. Al götür işte" deyip içeri
giriyor.
- Almancı mezar demirine bir tekme savurup:
340
"Ulan, ben bunu köye götürüp el aleme rezil olmam. Al buda sana kalsın"
deyip çekip gidiyor.
14. Çelik Yelekli Kuşlar
İSKENDER emmi'nin oğlu Naci abi, şoförlüğü kadar, avcılığı ile de
meşhurdu. Bir gün üzerinde avcı kıyafeti, elinde tüfeğiyle Şoförler cemiyetine
geliyor. Kör Sebo'yu görünce:
-"Şimdi tam ördek zamanı. Hadi kalk, Tödürge gölüne gidelim. On- beş
tane indirip akşama has bir alem yapalım" diyor.
Tödürge gölüne gelip mevzileniyorlar.
Bir müddet sonra da önlerinden bir kuş sürüsü havalanıyor. Naci abi, tüfeği
doğrultup iki el ateş ediyor. Sürü hiçbir şey olmadığı gibi, aheste aheste uçup
gidiyor. Kör Sebo'nun, canı sıkılıyor ama hiç sesini çıkarmıyor. Akşama kadar
bekliyorlar. Tam umutlan tükenmişken kalabalık bir ördek sürüsü gölden havala-
nıyor. Naci abi, tüfeği öptükten sonra iki el daha ateş ediyor. Ördek sürüsü de istifini
bozmadan, hiç kayıp vermeden kanat çırparak uzaklaşıp gidiyor. Kör Sebo, canı
gayet sıkkın Naci ağabeye dönüp:
- "Yahu Naci abi, sen saçmaları ördekleri vurmak için değil, onlara kuş
yemi vermek için mi atıyorsun?" Naci abi oldukça sakin:
- "Yok Sebo, durum bildiğin gibi değil, bu kuşlar, bugün çelik yelek
takmışlar vallaha. Saçmalar değip değip yere düşüyorlar. Yoksa benim elimden uçan
kuş kurtulmaz. Hadi Kalk Zara'ya gidelim."
15. Sığırcık Suyu
ŞOFÖR Refik'in, önce bir bacanağı, ardından da ikinci bacanağı vefat
etmiş. Refik emmi, evini cenaze evi olarak açmış.
Üç gün taziyeleri kabul etmişler. Cenaze evi kapanınca Refik emmi,
mutfağa tezgahını kurmuş rakısını içerken, karısı Taliha eme de mutfak kapısına
dayanmış ona bakıyormuş. Refik emmi kafasını kaldırıp karısının kendisine
baktığını görünce, ayağa fırlamış:
- "Ne bakıyorsun?"
- "Hiç, öylesine bakıyordum."
- "Sıra bende değil mi?"
- "Ne sırası herif?"
341
- "Ne sırası olacak. Ölüm sırası tabii. Sığırcık suyumu içtiniz, ulan. Üç
bacısınız. Biriniz de kocanızdan evvel ölün" kitapsızlar, deyince, "Taliha eme.
Tövbe estağfurullah," deyip odasına çekil-mis.
16. Pasaport Soran mı Var
ZARADA, itin buza yapıştığı çatır ayaz bir sabah. Gün daha tam ağarmamış.
Akif, evden çıkmış, adeta koşar adım işe giderken, yolda Şoför Refik rastlamış.
Refik emmi, elini kolunu havaya kaldırarak yüksek sesle kendi kendine
konuşuyormuş Akif, yanına gelince:
- "Emmi, ne oldu, neye kızıyorsun?
Refik emmi, ellerini kaldırıp telgraf tellerinde tüyleri kabarmış, tir tir
titreyen serçeleri göstererek:
"Aha, bunlara kızıyorum yeğenim."
Akif, oldukça şaşkın:
"Serçelere mi?
"Tabii ki serçelere."
"Niye, emmi?"
"Niye olacak, ulan hadi biz bu memlekette yaşamak, bu soğukların kahrını
çekmek zorunda kaldık. Size ne oluyor? Sizden kimlik soran mı var? Pasaport
isteyen mi var? Uçak bileti isteyen mi var? Burada dedelerinizin mezarı mı var? Gidin
sıcak memleketlere, oralarda yaşayın, diye kızıyorum. Haksız mıyım, yeğenim?"
"Haklısın, bizde akıl yok amma demek ki bunlarda hiç yokmuş. Bırak it
gibi titresinler emmi?"
17. Otelcinin Cinliği
DELİ Vehbi, yapılacak bir nüfus sayımında görev almış. Gideceği köy,
Zara'nın İmranlı'ya yakın en son köyü imiş. Sayım günü sabahı, Zara'dan bindiği
kamyonla, köy yol ayrımına kadar gelmiş. Üç saatte yaya giderek köye varmış.
Sayımı bitirdikten sonra üç saat daha yürüyüp, yoldan bindiği kamyonla, akşama
doğru yorgun argın İmranlı'ya gelmiş.
İmranlı'da o zaman iki katlı tek bir otel varmış. Vehbi emmi otele girip bir
oda istemiş Otelci: "boş odamız yok emmi" deyince.
"Yeğenim, çok uzun yoldan geliyorum. Ayaklanma kara sular indi. Bana
bir yatak ayarla, tek iki katı fiyatı vereyim" deyince, otelci "bekle" deyip gitmiş.
Yarım saat sonra dönüp:
342
"Emmi, sana bir yatak ayarladım." deyip Vehbi emmi'yi otelin girişinde
hazırladığı yatağa götürmüş. Vehbi emmi, "Allah razı olsun" deyip yatağa yatmış,
Fakat, yatak o kadar sertmiş ki, gözlerinden uyku akmasına rağmen, dön o
yana, dön bu yana, bir türlü uyku tutmamış. Sabaha karşı tam uykuya dalacakken,
otelin hemen bitişiğinde ve otelle ayın hizada ki caminin minaresinden sabah salası
okunmaya başlamış. Deli Vehbi," tam da zamanıydı sanki" diye hayıflanıp salanın
bitmesini beklemiş sala bitince kafasını vurup tam uykuya dalacakken, sabah ezanı
başlamaz mı! hırsla yatağından kalkmış, pencereyi açıp minarede ezan okuyan
imama: - "Ulan, salası salada, ezan nerden çıktı. Şurada iki dakika uyamayacak
mıyız, dürzü" diye bağırınca imamda ezanı kesip minareden" dürzü senin babandır"
demiş. Ve ezana devam etmiş Deli Vehbi, "ya sabır" diyerek ezanın bitmesini
beklemiş. Bitince de tekrar kafayı vurup uykuya dalmış ki, otelci Vehbi emmi'yi
dürtüp uyandırmış. Vehbi emmi, gözlerinden çıngılar çıkarak:
"Ne var, ne oluyor? Hepiniz anlaştınız mı? Gözümüzü yumup İki dakika
kestirmemizi çok mu gördünüz ulan!"
"Kızma emmi, bir adam öldü de seni o yüzden kaldırdım."
"Tövbe estağfurullah, ulan gardaş kim öldüyse öldü. Ben imam mıyım bana
ne ölenden."
"Yok emmi, ondan değil, teneşir tahtasında yatıyorsun da o lazım oldu."
Vehbi emmi korkuyla yerinden sıçramış ve:
"Hele diyorum, lanet olası yatak niye bu kadar sertti" diyerek üstünü başını
giyinip sövüp sayarak otelden çıkıp gitmiş...
18. Hesaplaşma
DELİ Vehbi'nin, günde dört beş kilo süt veren bir İneği vardı.
İnek, Deli Vehbi'nin kendi yağıyla kavrulup giden ailesine ae sütü,
yoğurdu, yağıyla önemli katkı sağlıyordu.
Günün birinde inek hastalanıyor. Yemeden, içmeden kesiliyor. Günden
güne eriyip gidiyor. Deli Vehbi, çaresizlik içinde:
- "Yarabbi, bu ineği bana bağışlarsan, vallah billah on gün oruç tutacağım" diyor.
Ertesi gün, ahıra giden karısı koşarak eve dönüp:
- "Herif, herif inek ayağa kalktı" deyince, Deli Vehbi ahıra koşup bakıyor
ki, inek eski sağlığına kavuşmuş, önünde ki yemi de iştahla yiyor.
343
- "Çok şükür yarabbi" deyip on günlük orucunu tutmaya başlıyor. Orucun
sekizinci gününde ahıra gidip bakıyor ki, inek dili dışarıda, dört ayağı havada,
sırtüstü yerde yatıyor.
- "Yarabbi, bunu bana niye reva gördün" diye biraz dövündükten sonra
ahırdan dışarı çıkıp ellerini havaya kaldırıyor ve:
Eğer bende, tuttuğum sekiz günlük orucu önümüzdeki ki Ramazan'dan
düşmezsem, ineğin ölüsünü de kurbana saymazsam bana Deli Vehbi demesinler."
19. Ben Böyle Yiğidin
ŞAVGU emmi, iki metre boyunda, dağ gibi bir adamdı. Kurtuluş savaşı
gazilerindendi. Kruvaze ceketinin üzerindeki istiklal madalyası" hemen göze
çarpardı. Hiç çıkarmazdı, madalyasını.
Gelgelim madalyanın öyküsüne: Kurtuluş savaşı sürerken iki taraf arasında,
kısa süreli ateşkes ilan ediliyor. Cephe komutanı da bunu fırsat bilip cephe gerisine,
yaralıları görmeye ve onlara moral vermeye gidiyor.
Derme çatma yapılmış çadır revirlerde yatan yaralılar arasında Şavgu emmi
de vardır. Komutan, yanında doktor ve hemşirelerle reviri dolaşmaya başlıyor.
Yaralı bir askerin yanına gelince doktora:
- "Bu askerin yarası nerde, doktor?"
- "Komutanım bir şarapnel parçası sol ayağını kopardı." Komutan, askerin
başını okşayıp:
- "Geçmiş olsun, aslanım" diyor. Diğer ranzaya yaklaşıp: "askerin yarası
nerde" diye soruyor. Doktor.
- "Komutanım, top mermisi sağ kolunu kopardı." Komutan askerin
yanağından öpüp: "geçmiş olun, aslanım" diyor.
- "Komutan bu şekilde çadırı gezerken, Şavgu emminin yattığı ranzanın
yanına geliyor. Bir bakıyor ki, gözleri yarı kapalı, ayaklarının yarısı ranzaya
sığmamış, aşağı doğru sarkmış, dev gibi bir asker yatıyor. Şavgu emminin iki adam
eli büyüklüğünde ki elini sıkıca tutup gözleri dolu dolu" geçmiş olsun yiğidim" di-
yor. Şavgu emmi yarası sızlıyormuş gibi gözlerini kısıp" Sağol, komutanım, diyor.
Komutan, doktora dönüp:
- "Bu yiğidin yarası nerde?" diye bağırıyor. Doktor, biraz duraklayıp:
344
- "Komutanım, şey aslında, şey" diyerek geveliyor. Komutan;" doktor lafı
ağzında geveleme! Bu yiğide kim kıydı, bu yiğidin yarası nerde?" diye hiddetle
bağırıyor. Doktor, komutanın kulağına eğilip yavaşça:
- "Bel soğukluğundan yatıyor, komutanım."
- "Nee bel soğukluğundan mı? Ben böyle yiğidin babasının canına sıçarım.
Derhal bunu en ön cepheye sürün" diyor.
Ve Şavgu emmiyi bu ağır yarasına rağmen cepheye sürüyorlar!!
20. Alışırım Diye
KÖR Şavgu’nun, oldukça yaşlandığı, gözlerinin zar zor gördüğü, elindeki
bastonuyla, ayaklarını sürüyerek yürüdüğü günlerdi.
O günlerde yolda yürürken, gençliğinde çok hoşlandığı Kezik halaya
rastlıyor. O da Şavgu emmi gibi, bir ayağı çukurda zar zor yürüyor, tabii.
- Şavgu emmi, gözlerini Kezik halaya dikerek
- Sen misin, Kezik?"
- "He, benim Şavgu" deyince, Şavgu emmi hayıflanarak:
- "Kız kezik, gençliğinde o kadar istedim de vermedin. Aha ikimizi de
toprak gözlüyor. Eline ne geçti?"
Kezik hala, sağına soluna bakıyor. Yakınlarında kimse olmadığın
anlayınca, Şavgu emmiye dönüp oldukça üzgün:
-"Benim de aklımdaydı. Verecedim, verecedim, amma alışırım diye
korktum, Şavgu,"
21. Kitleyin Üstünden
KALAYCILIK, meslek olarak önemini yitirmişti, Zara'da. Kalaycılar da
giderek yoksullaşmaya başlamışlardı. Kalaycı Niyazi de içlerinde en yoksul olanı
idi. Sabahtan akşama kadar bir tas dahi kalaylamadan dükkanı kapattığı oluyordu.
Evde de yoksulluk kol geziyor, bazı günler tencere bile kaynamıyordu. Yani, sıçan
düşse kafası yarılırdı.
Niyazi Emmi, dükkanı çırağına bırakıp, gün boyu Molla Hüseyin'in
kahvesin de domino oynar, yenilmeyi de hiç haz edemezdi. Zira yenilmek demek,
bu darlıkta iki çay parası ödemek demekti. Bu yüzden de kılı kırk yararak oynardı.
Yine, kendini oyuna kaptırdığı bir gün, kahveden içeriye yelyeper bir çocuk
giriyor. Gözleriyle kahveyi tarıyor. Niyazi emmiyi görünce:
345
-"Niyazi emmi" diye bağırıyor. Niyazi emmi, başını döndürüp bakıyor.
Karşısında komşunun çocuğunu görünce, sinirlice:
- "Ne var, ne oldu lan?" Çocuk heyecanla:
- "Yetiş Niyazi emmi, sizin eve hırsız girdi."
Niyazi emmi, önce duraklıyor. Ardından gözlerinde bir tebessüm beliriyor.
Altına aldığı uyuşan ayağını yere indirip, diğer ayağını altına alıyor. Elindeki taşlara
bakıp, taşın birini masaya vuruyor ve:
"Şeşi dü ulan, bağlısın, say sayını" diyor. Sonra da çocuğa dönüp:
-"Kilitleyin üstünden, acından gebersin teres" diyor.
22. Çeşidi Belirsiz
ZARA'DAKİ işleri iyiden iyice kötüleşince, Niyazi emmi, bir eşek satın
alıp köylere giderek ekmeğini oralarda aramaya başlıyor. Gittiği köylerde, toprağa
bir ocak kurup kap kalaylıyor, Allah ne verdiyse yetiniyordu.
Yalnız, Niyazi emminin çok büyük bir derdi vardı. Küçükken yaşadığı bir
olaydan dolayı karanlık korkusuna yakalanmıştı. Karanlık basmadan evine çekilir,
sabah ışıyana kadar da hiçbir kuvvet onu dışarıya çıkaramazdı.
Niyazi emmi, bir gün Zara'ya epeyce uzak bir köye gidiyor. Tezgahını
kuruyor. Önüne hiç beklemediği kadar kap-kaçak geliyor. Şevkle çalışmaya
başlıyor. Akşama kalmadan bitirmesi gerekiyor, çünkü. Ama ne mümkün, sigara
molası bite vermeden çalışmasına karşın akşamın alacakaranlığı çökmeye başlıyor.
Bir yandan karanlık korkusu, öte yandan ekmek parası derken işini bitiriyor. Ama
akşamda gelip çatıyor. Zara'ya dönmek onun için ölüm demektir, artık.
Aletlerini toplayıp muhtara: "Ben artık gideyim" diyor. Muhtar: "Olur mu usta?
Yolun uzak bu gece misafirim ol, sabah erkenden gidersin" diyor. Niyazi emmi, yarım
ağız: "Zara da siparişlerim var, yarın öğlene yetiştirmek lazım, sağol" diyor. Neyse ki
muhtar: "Olmaz usta, bu gece misafirimsin., o kadar," diyor. Ama, eğer,"Hadi güle, güle,
dese" ayaklarına sarılıp, beni bırakma" diye yalvaracak, Niyazi emmi...
Muhtarın evi iki gözmüş. İlk oda ev halkının, ikincisi de Niyazi emminin
yatacağı oda.
Niyazi emminin yatacağı odada çamdıya asılı bir beşik varmış. Evin kundakta
ki çocuğu da oda arkadaşı tabii. Ev sahibi: "Usta çocuk ağlarsa arada bir beşiği salla,
sana zahmet" deyip odasına çekiliyor. Niyazi emmi de üstünü çıkarıp altı üstü beyaz
zıbınıyla yatağına uzanıyor. Gecenin bir yarısı büyük abdesti gelince, uyanıyor. Kalkıp
346
yavaşça yan odanın kapısını açıyor. Bakıyor ki, çoluk çocuk yan yana yer yatağında
yatıyor. Adım atacak yerde yok. Kapıyı kapatıyor ama sıkışıklığı daha da artıyor.
Pencereye yaklaşıp camı açıyor. Tam ayağını uzatıyor ki evin köpeği havlayarak
ayağına saldırıyor. Zar zor ayağını kurtarıyor. Sesini kesip biraz bekliyor. Köpekte
huylanmış pencerenin tam dibinde bekliyor, tabii. Tekrar camı açıp ayağını atmaya
kalmıyor ki köpek daha da şiddetli havlayıp ayağına saldırıyor. Canhıraş ayağını içeriye
çekip kurtarıyor. Altına işememek için kıvranırken birden beşik ilişiyor gözüne. Hemen
çocuğu beşikten çıkarıp, altında ki bezi çözüyor. Beze abdestini yapıyor.
Tekrar çocuğu beze sarıp beşiğe yatırıyor. Sabahı, zar zor edip üstünü
giyerek kimseye görünmeden kaçıp gitmek için yan odanın kapısını açıyor. Birde ne
görsün. Ev sahibi de uyanmış onu bekliyor. Niyazi emmiyi görünce:
"Usta çorba hazır"
"Sağol işim çok, ben gideyim"
- Yok, usta çorba içmeden olmaz."
Niyazi emmi, çaresiz yer sofrasına çöküyor. Bu arada evin kadını çocuğun
altına bakmak için yan odaya geçiyor. Çocuğun altını açıp bakınca: "Aman itleriniz
olayım bu neyin nesi, başımıza taş yağacak" diye feryat ediyor.
Muhtar: "ne oluyor ulan, diyerek odaya koşuyor. Yumruk kalınlığında ki
abdesti görünce, "ulan kıyamet elamati" deyip geriye dönüyor.
Niyazi emmi eşeğini yüklüyor. Muhtarın, bu neyin nesiydi diye, kara kara
düşündüğünü görünce, yanma çağırıyor. Kulağına eğilip:
"Muhtar, o it o kapıda beklediği müddetçe bu çocuk daha çeşidi belirsiz
boklar sıçar" deyip eşeğini Zara'ya sürüyor...
23. Sefer Tasındaki Şarap
GAZETECİ Yusuf emmi, artık yaşlandığından, dükkanı idaresini oğlu
Nadir'e bırakıyor. Ama oğlunun içki içtiğini de bildiğinden arada birde dükkana
baskın verip durumu kontrol ediyor.
Bir defasında da Nadir abi, tam şarabı kafaya dikerken yakalıyor. Verip
veriştiriyor. Bir dövmediği kalıyor. Ardından da bir daha rastlarsa, dükkanı
satacağını söyleyip gidiyor. Nadir abi, babasının hiç gözünü kırpmadan, dükkanı
satacağını bildiği için başka bir yol buluyor.
347
Evden, her öğlende gelen üç gözlü sefertasının, en üst gözüne çorba, orta
gözüne et yemeği, en alt gözüne de şarap koydurup durumu idare etmeye başlıyor. Bir
müddet böyle devam ediyor. Ama gazeteci Yusuf emmi'ye bu durumu ihbar ediyorlar.
Bir öğlen yemeğinde, Nadir abi en alt gözde ki şarabı tam içmek üzereyken
Yusuf emmi, karşısına dikiliyor. Nadir abi, hiç bozuntuya vermeden masada ki
ekmekleri şarabın içine doğrayarak kaşıklamaya başlıyor. Dik dik kendisine bakan
babasına dönüp:
"Baba, bu Zara'nın adamının dedikodusu hiç bitmez. Pancar çorbası bile
içsen sağda solda, şarap içiyor diye laf söz ederler." Deyip şarabın kaşıklamaya
devam ediyor."
24. Berber Aslan
BERBER Aslan emmi, kısa boylu, oldukça zayıf, sırtı hafif kambur, sol eli
çolak ve çok çabuk sinirlenen bir insandı.
Bir gün, berber dükkanına, uzun boylu, saçı başı birbirine karışmış, gözleri
kan çanağı, kulakları bir karış, elleri üç adam eli iriliğinde, kaşları bıyığından kalın,
sopa burunlu bir köylü giriyor. Berber koltuğuna oturuyor.
Aslan emmi, bir yandan müşterisinin önlüğünü takarken, bir yandan da
aynadan adamın suratını inceliyor. Hiç kanı ısınmıyor, Adama laf olsun diye:
- "Adını bağışlan mı Cano? diye soruyor.
-" Güzel" deyince, hemen önlüğü üzerinden çıkarıp:
- "Ulan bana Aslan diyenin, sana da güzel diyenin, babasının canına
sıçarım. Beni katil etmeden çık dışarı" deyip adamı dışarıya çıkarıyor.
25. Topu Topu Bir Ufak
DlGILLARIN Şükrü, yıllarca içki içtikten sonra, Hacca gitti. Döndükten
sonra da içkiyi bıraktı. Her gün geldiği Şehir kulübünde, içki içenleri gördüğünde
de: "Allah size de ikrahını versin" diyordu. Diyordu ama içi de içini yiyordu. Gün
geçtikçe de içkiye olan özlemi daha da artıyordu.
İşte, bu sıralarda en yakın arkadaşlarından, Naci Özturan, rahatsızlanıyor ve
yakınları Sivas'a kaldırıyorlar. Şükrü, abi durumu öğrenince kulübe gelip, Naci
abinin sağlık durumunu soruyor. Kulüptekiler durumunun ağır olduğunu söyleyince:
"Uşak, eğer Naci şu kapıdan yürüyerek içeri girsin, bir ufak rakı içmezsem
namussuzum" deyip elini masaya vuruyor. Birkaç gün sonra da Naci abi vefat ediyor.
348
Derken, yine yakın arkadaşlarından Hilmi Şenol'da ağır bir trafik kazası
geçiriyor. Şükrü abi yine kulübe gelip durumunun nasıl olduğunu soruyor. Olumsuz
yanıt alınca:
"Eğer, Hilmi şu kulüpten yürüyerek içeriye girsin, bir ufak rakı içmezsem
şerefsizim" diyor. Hilmi abide vefat ediyor.
Cenazeyi defnedip, mezarlıktan dönerken Alpaslan abi, Şükrü abinin çok
üzgün olduğunu görünce koluna giriyor:
- "En yakın arkadaşların birer birer vefat ettiler, Şükrü abi" diyor.
"Kim en yakın arkadaşlarım?" "Alpaslan abi şaşkın: "Hilmi abiyle, Naci
abi!" "Git Allah aşkına Alpaslan, onlardan arkadaş mı olur." "Niye abi?"
Şükrü abi, cebinden çıkardığı mendille gözyaşlarını silerken: "Ulan,
içeceğim topu topu bir ufak rakıydı. Onu bile çok gördüler. Ben bir ufağı
İçmeyeyim, diye ikisi de çekip gittiler. Onlardan arkadaş mı olur, Alpaslan?
26. Nöbetçiyiz Beyim
E.SKİDEN, Zara'daki marangozlar sokağında bir gelenek vardı. İşlerini
bitirdikten sonra bir dükkana çekilip, klarnet, cümbüş, darbuka eşliğinde defi gam
yaparlardı.
Yine bir akşam, şişe dibi gözlüklü Sögütlüağıllı Cafer emminin, dükkanın
da teşkilatı kurmuşlar. Ama her zaman ki gibi dozunda bırakmamış, gecenin
ilerleyen saatlerine kadar fasıla devam etmişler. O civarda oturan vatandaşın birisi,
gürültüden rahatsız olup karakola şikayet etmiş. Polisler, kapıya dayanıp kapıyı
çalmaya başlamışlar. Ama kendilerini aleme öylesine kaptırmışlar ki duyan kim!
Polisler kapıyı kıracak gibi çalmaya, onlarda içerde aleme devam ediyorlar. Bir ara,
makam bitip enstrümanlar susunca kapının şiddetle çalındığını duymuşlar. Cafer
emmi, elini ağzına götürüp:
"Uşak, suç aletlerini hemen zula edin, seste çıkarmayın" deyip gidip kapıyı
açmış. Kapıda ki polis:
- "Nedir bu rezalet, gecenin bu saatin de bu kadar gürültü neyin, nesi?"
"Nöbetçiyiz beyefendi"
"Ne nöbeti, ne nöbetçisi?"
"Nöbetçi hızarhaneyiz"
"Nöbetçi hızarhane olur mu, be adam?"
349
"Niye beyim, nöbetçi eczane, nöbetçi polis, nöbetçi doktor oluyor da,
nöbetçi hızarhane niye olmasın? Hem aha, gecenin köründe, Çolağın Cemal ile
Dalaklıgilin Kemal kaçak ağaç getirirse gün ışıyana kadar onları kim biçecek?
Nöbetçiyiz beyefendi."
Polisler kafasını boynunu büküp çekip gitmişler.
27. O Dırlasın Dursun
ESKİDEN, Zara'da kışlar çok sert geçerdi. Evlerin tümü sobalıydı. Sobada,
yalnızca oturma odasında yanardı. Kadınların, hemen hemen bütün günü mutfakta
geçer, mutfakta o ayazlarda kaz damı gibi olurdu.
Berber Aslan'ın karısı, Saliha hala da itin buza yapıştığı bir kış günü, dağ
gibi bulaşığı yıkamış, akşam namazı için abdestini alıp zangır zangır titreyerek
odaya gelmiş, Sobanın yanına seccadeyi serip namazına başlamış.
Oğlu, Edip Öğretmen de makata oturmuş, ertesi günün ders programını
hazırlıyormuş.
Namazın bitmesine yakın, Saliha hala gayet sesli bir biçimde yellenmiş.
Edip abi, öksürerek anasına bakmış ama o hiçbir şey olmamış gibi namazına devam
etmiş. Namaz bitince dua ederek, huşu içinde seccadesini toplarken, Edip abi.
"Allah kabul etsin ana"
"Sağ olasın, canım yavrum"
- "Yalnız bir şey soracağım ana:"
"Ne var, ne soracaksın?"
"Abdesti, bozan hallerden biri de yellenmek değil mi?"
Saliha hala, Önce eliyle hızlı hızlı poposuna vurarak:" o dırlasın dursun"
diyor. Sonra da elini kalbinin üzerine koyup: "Sen buraya bak, kafirin eniği"
28. Rabbim Dese ki
ZARA'DA kimin nesi kimin fesi olduğu doğru dürüst bilinmeyen yarı deli,
yarı akıllı, derviş yapılı "Sakallı Adıbal, diye çağrılan birisi vardı.
Sürekli çarşıda dolaşır ve "Allah" yada "Bir Allah deyin" diyerek yüksek
sesle bağırırdı.
Ateş Osman'da, maliye de çalışan akşamları da şehir kulübünde oyun
oynayıp içkisini içen geç saatlerde de evine giden birisiydi.
350
Yine çatır ayaz bir kış gecesi, kulüpten çıkıp eve giderken hükümet
konağının önünde, ayaklarını yere vurarak, ellerini oğalayıp, tirtir titreyen Sakallı.
Adıbala rastlamış: .
"Ne yapıyorsun burada Adıbal?"
"Allah diyorum Osman abi."
Ateş Osman, sömestr tatili nedeniyle çocuklarını Sivas'a gönderdiğinden o
günlerde de evde yalnız kalıyormuş. Adıbal'a acıyıp:
"Haydi gel, bu gece bizde kal" diyerek, Adıbal'ın koluna girip evine
götürmüş. Eve gidince, salondaki sobayı yakmış. Adıbal'a bir yatak sermiş.
Kendiside karşı divana uzanmış; İyi geceler
Adıbal" deyip uykuya dalmış. Gecenin bir yarısı Adıbal yüksek bir sesle:
"Osman abi, diye bağırmış. Ateş Osman yerinden fırlayarak:
"Ne var Adıbal?"
"Rabbim bana dese ki: kalk Osman ağabeyini boğazla. Ben ne yapacağım o
zaman?"
Ateş Osman, uyku sersemi, allak bullak olmuş bir vaziyette: -"Rabbin sana
öyle bir şey demez. Yat uyu Adıbal." -Aha, dedi. Ben rabbime karşımı geleceğim
Osman abi?" Ateş Osman'ı bir ölüm korkusu almış. İçinden: "Bu adam, Allah için hiç
gözünü kırpmadan adamı kuş başı doğrar vallah. Sana kim dedi ki al da evine getir"
diye hayıflanarak yatağından kalkmış. Işığı yakıp, pantolonun cebinden para çıkararak.
"Adıbal, ola ki rabbin öyle bir hata yapar. Sen, şu yirmi lirayı al da bu gece
bir otelde kal" deyip Adıbal'ı evden gönderip rahat bir nefes almış.
29. Kapıyı Ört
VASFİ emmi, muhacir kökenli, Zara'da kimi kimsesi olmayan bir insandı.
Fiziksel yapısı nedeniyle de, hiçbir işte çalışacak durumda değildi. Zaralıların
yardımıyla geçinip giderdi.
Zara'nın, uzun ve zorlu geçen kışlarını geçirmek içinde, yaz boyu karısı ve
kızıyla ırmak kıyılarından kuru kavak ve söğüt dallarını sırtlayıp evlerine
götürürlerdi. Kış gelip dayanınca da, topladıkları dalları yakarak, kışı atlatmaya
çalışırlardı. Akşam olunca, sadece çıtırtısı duyulan ama odayı hiçbir zaman
ısıtmayan saç sobanın başına oturup battaniyeler sırtında sabahlarlardı.
Şubat ayının çatır ayaz bir günüydü. Kulüpte otururken Vasfi emminin
öldüğü haberi geldi. Cenazesini de, o ayazda dört kişi, dört kulpundan tutarak koşar
351
adım götürerek mezarlığa defnetmişler." Keşke haberimiz olsaydı da bizde garibin
cenazesine katılsaydık" diye üzülürken, Alpaslan ağbi (Bulut), herkesin
duyabileceği bir sesle anlatmaya başladı:
- "Vasfi, öldükten sonra öbür dünyaya gidiyor. Zebaniler, günah ve
sevabını tartıp bakıyorlar ki, kılı kılına aynı. Bir daha tartıyorlar yine aynı. Çaresiz
tanrı katına çıkıyorlar, ve:
"Yarabbi, Zara'dan Vasfi kulun geldi. Günahını, sevabını tarttık aynı çıktı.
Bizde ne yapacağımızı şaşırdık."
"Benim öyle kulum olmaz! Gidin, hassas teraziler bölümde bir daha tartın!"
Zebaniler, en hassas kuyumcu terazinde, birkaç kez daha tartıyorlar. Durum
diye yanı çıkıyor. Tekrar, tanrı katına çıkıp durumu anlatınca tanrı:
-" O, kuluma tercih hakkı tanıyorum. Nereyi isterse oraya götürün!"
Zebaniler geliyor. Vasfi'ye tanrının kendisine tercih hakkı tanıdığını, nereye
gitmek istediğini soruyorlar. Vasfi, hiç tereddüt etmeden: "Cehenneme," diyor.
Zebaniler, şaşkınları geçince, Vasfi'ye acıyıp cennetin nimetlerini anlatıyorlar ve
oraya gitmesini daha doğru olacağını söylüyorlar. Ama Vasfi, "cehennem" diyor da
başka bir şey demiyor. Çaresiz iki koluna girip cehenneme götürüyorlar. Katran
kazanlarının birinci bölümünde ki hücresinin, elli metre kalınlığında ki kapısını açıp
içeriye atıyorlar. Kapıyı kapattıktan sonra, zebanilerden biri:
"Acıdım Vasfi'ye, aklıyla değil gariban, beş dakika bekleyip eğer
haşlanmamışsa alıp cennete götürelim" diyor.
Beş dakika sonra zebani kapıyı açıyor. Yanmamak için uzaktan ve
kendinden oldukça emin:
"Aklın, başına geldi mi Vasfi? deyince:
- "Kapıyı ört, cereyan yapıyor abe! deyip, sıkı sıkıya battaniyesine sarılıp
uzanıp yatıyor, Vasfi emmi...
30. Teşkilatı Bozdu
TAŞKAFA Erol, Zara'nın çıkışındaki benzinliğin lokantasını çalıştırıyordu.
Müşterileri de genellikle kamyonculardı.
Erol abi, usta alıcılığının yanı sıra, tam bir cümbüş üstadıydı. Cümbüş, hem
çalar, hem de kendi kendine söylerdi, sanki. Özellikle kendine has Saba taksimi
yaptığı zaman, masada oturanların hiçbiri ertesi gün, bir gün öncesine dair hiçbir
şeyi hatırlamayacak denli sarhoş olurdu.
352
Yine bir gün, yakın arkadaşları Pala Binyami ve Galibinoğlu İsmet'le
masayı kurmuş lokantada içerlerken, içeriye bir adam girmiş ve masanın birine
oturmuş. Bakmış ki yan masada üç kişi içiyor ve masasına bakacak kimse de yok.
Çaresiz seslenmiş: "Bu masaya bakan yok mu?"
Erol abi, kafasını cümbüşten kaldırıp mutfağı gösterecek. -"Pala, oradan ne
istiyorsan al, ye. Yeter ki teşkilatı bozma" Adam, uzun süre içki içmiş. Geçirdiği
kalp krizi nedeniyle iki yıldır İçkiyi bırakmış ama gözü hâlâ o masalarda olan,
hayvan toplayan bir celepmiş. Erol abi'nin lafı hoşuna gitmiş. Mutfaktan istediği
yemeği alıp masasına oturmuş. Ama kulağı, yan masada ki cümbüşün insanı mest
eden sesindeymiş. Bir ara dayanamayıp:
"Aleminiz bol olsun" deyince Pala Binyami; "Buyur beraber olsun pala" demiş.
Adam, alemin güzelliğine kendisini kaptırıp sandalyesini çekip masalarına
oturmuş. Bir, iki, üç kadeh derken, rakıyı fazla kaçırmış ve sandalyeden düşüp, masanın
dibine yığılmış. Erol abigil adamın düştüğünden habersiz alemlerine devam etmişler.
Sabaha karşı, benzinliğe gelen polis ekibi, çorba içmek için lokantaya girmişler.
Bakmışlar ki, Erol abigilin masanın altında şapkası bir yana düşmüş bir adam, boylu
boyunca yatıyor. Yanına gelip, öldüğünü anlayınca, üçünü de alıp karakolu götürmüş-
ler. İfadelerini aldıktan sonra da Savcılığa sevk etmişler. Savcı, ifadelerini okuyup:
"Lokantayı işleten kim?" "Benim savcı bey," demiş. Erol abi. "Peki,adam
nasıl öldü?"
"Nasıl öldüğünü bilmiyorum, ama çok ayıp etti?" "Ne demek ayıp etti?"
"Ölmeseydi, şimdi biz aleme devam ediyorduk. Öldü, hem alemi yarıda
bıraktı, hem de teşkilatı bozdu, savcı bey."
31. Şoför Sağa Çek
SÜLONUN oğlu Ali, çok genç yaşlarda Zara'yı terk edip İstanbul'a gitmiş,
ölümünden birkaç yıl öncesine kadar da orada yaşamıştı.
İlk yıllarda, bileğinin gücüyle, yaşlandıktan sonra da yankesicilikle,
kapkaççılıkla yaşamını sürdürmüş. Özelikle de, tokalaşma bahanesiyle karşısındakinin
kolundaki saati alma konusunda, Beyoğlu civarında namı almış yürümüş.
Beyoğlu'nda, yaşanan bu tür olaylarda, polisin ilk aradığı suçlu adayı da
Sülo’nun oğlu Ali tabii ki...
Yine bir akşam, meyhaneni birinde fitil gibi sarhoş otururken, polisler gelip
koluna girerek polis otosuna bindirmişler.
353
Ali abi, minibüs bir müddet gittikten sonra, zar zor kafasını kaldırıp
bakmış. Bir minibüste olduğunu anlayınca, elini cebine atıp aracı kullanan polise:
"Kardeş, surdan bir kişi parası alır mısın?" deyince, yanındaki polislerden birisi:
"Ne bir kişi parası lan! Dalga mı geçiyorsun bizimle."
Ali abi, etrafına göz ucuyla bakmış. Minibüste yedi sekiz kişi daha
olduğunu görünce?
"Ne lan, hepinizin parasını ben mi vereceğim. Hem hiçbirinizi de
tanımıyorum. Şoför, sağa çek ben ineceğim!" diyor...
32. Öküz Ahmet
Ağırkanlı ve iri yan yapısından ötürü, Ahmet Emmi'yı, arkadaşları "Öküz
Ahmet" lâkabını takmışlar.
Ahmet Emmi, bunu kanıksamış, ama evlendikten sonra, karısı bu adı bir türlü
içine sindirememiş. Haksız da değil tabii. Her akşam, arkadaşları evin önüne gelip:
"Bacı, Öküz Ahmet evde mi?" diye bağırınca konu komşu da duyuyor
bunu. Kadıncağız da aldan al, morda mor oluyor. Nihayet bir akşam, Ahmet Emmi
eve gelince, karısı yalvarıp yakarıyor:
"Herif, elini ayağını öpeyim. Arkadaşlarına söyle, senin lâkabını
değiştirsinler."
Ahmet Emmi, ertesi gün arkadaşlarıyla otururken:
"Gardaş, Allah'ınızı kitabınızı severseniz bana başka bir lâkap takın. Bu
yüzden, her akşam karıyla döğüşüyoruz, vallaha."
Arkadaşları da: "Bize has bir ziyafet çekersen, biz de değiştiririz" deyince,
Ahmet Emmi kabul ediyor.
Yenilip içildikten sonra, arkadaşları lâkabını değiştiriyorlar. Ahmet Emmi,
gece yarısına doğru çakırkeyif eve geliyor. Karısı kapıyı açınca, oldukça neşeli:
"Gözün aydın hanım, adımı değiştirdiler."
"Peki ne koydular?"
"Tosun Ahmet!"
Karısı biraz durakladıktan sonra:
"Ocağın yana herif."
"Niye kî hanım?"
"Niye olacak! Büyüyünce, yine öküz olmayacak mısın herif?"
354
8.5. ELEKTRONİK KÜLTÜR ORTAMINDA YER ALAN FIKRALAR154
1. Müdür Lafım Sana
Mustafa Hoca çok saf, çok iyi niyetli bir insan. Ama doğru bildiğini de
söylemekten de çekinmeyen bir insan. Yine bir gün birileri gelip Çimento
Müdürünün aile yaşantısının bozukluğundan ileri geri bahsetmişler. Deli Mustafa bir
gün Cuma namazını kıldırmaya Çimento camisine gitmiş.Cuma Hutbesi için çıkmış
minbere ve başlamış veryansın etmeye; “Ey cemaat karılarınızın, kızlarınızın kıçını
açıp ortalara salıyorsunuz. Karılarınızın kıçı değirmen taşı gibi dönüyor. Edepten
ahlaktan bihabersiniz. Bu durum Müslüman’a yakışmaz. Boynuzlular, dürzüler”
dedikten sonra tam karşısında oturan müdürü parmağı ile göstererek; “Ey Müdür,
bütün bu söylediklerim sanadır” demiş. Bunun üzerine Müdür kıpkırmızı olmuş,
camiyi terk edip gitmiş.155
2. Hocam sen devam et
Deli Mustafa Hoca’nın imamlık yaptığı camiye hocası Erzurumlu emekli
vaiz Ahmet Efendi gelecekmiş. O da hocanın önünde namaz kıldırmam uygun
olmaz diye biraz ayak sürümüş. O esnada cemaat başlamış homurdanmaya, daha ne
bekliyoruz ezan okundu, namazı niye geciktiriyoruz demeye. Hocada mecburen
geçmiş namazı kıldırmaya başlamış. Tam rukuya eğildiği anda kapı açılmış. Deli
Mustafa Hoca bacaklarının arasından bakmış ki hocası gelmiş. Hemen doğrulmuş ve
namazı bozmuş; "Gel Hocam geç, namaza sen devam et" demiş.156
3. Şimdi sizi kaldıracak
Deli Mustafa Hoca bir gün camide cemaati toplayıp nasihat ediyormuş; "Ey
cemaat ben tekbir getirmeden siz yatıp kalkıyorsunuz, bu olmuyor, namazınız
bozuluyor, buna dikkat edin demiş" Ondan sonra geçmişler namazı kılmaya.
Allahu Ekber demiş namaza durmuş, rukuya eğilmiş. Sonrada Allahu Ekber deyip
kıyama kalkmış. Alma bunun burası Deli Mustafa Hoca aklına bir hinlik düşünmüş
ve Allahu Ekber deyip secdeye gitmeyi biraz geciktirmiş. Bu esnada bütün cemaat
patır patır secdeye gitmiş. Hoca başlamış bağırmaya. "Ulan dürzüler, ulan
boynuzlular daha beş dk. önce anlattım Benden önce yatıp kalkmayın, namazınız
154 http://www.sivaslilarvakfi.com/modules.php?name=Fikralar&op=tum_fikralar (18.12. 2006) 155 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin 156 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin
355
bozulur demendim mi? Şimdi yattığınız yerden sizi kim kaldıracak, ben
kaldırmıyorum ne halt ederseniz edin" demiş.157
4. Benim itten ne farkım var
Borazan Yusuf Belediye Başkanlığı'nı kafasına koyduğu Havuz Beldesine
sık sık gider. Yine günlerden bir gün köyüne gitmiş, eş dost ziyaretleri yapmış.
Serde tüccarlık olunca birileri oradan köpek istemiş. O da gidiş geliş masraflarını
çıkarayım diyerek 2 adet kangal köpeğini koltuklamış yola revan olmuş. O dönemde
de fazla vasıta yok. Yürüyerek Kangal yoluna çıkmış ve araba beklemeye başlamış.
Bir kamyon gelmiş durmuş önünde. Borazan Yusuf; "Beni Sivas'a kaça götürürsün
diye sormuş. Şoförde sana 10 lira, köpeklere 5 lira isterim demiş. Borazan'da
"Benim itten ne farkım var, benden de 5 lira al demiş.158
5. Alın oylarınızı verin minaremi
Borazan Yusuf, köyü olan Kangal'ın Havuz Beldesi'ne sık sık gider, eşini
dostunu ziyaret eder. Burada amaç sadece sılay-ı rahim değildir.Hani bu köyden
çıkmış, üç-beş para kazanmış ve önemli adam oluştur ya.Yine yerel seçimlerin
yaklaştığı günlerde seçime 3 ay kalası bir yatırım yapması gerekiyor. Onunda aklına
caminin minaresinin olmadığı geliyor. Hem dünyalık hem ahiretlik yatırım olacak.
Ve başlıyor minareyi yaptırmaya. Öyle ki secimden 3 gün öncesine bitecek şekilde
planlanıyor. Gün gelip çatıyor ve büyük bir törenle minare hizmete açılıyor. Ve tabi
ki borazan sesiyle Bilali Habeşi edasıyla ilk ezanı Yusuf Atmaca okuyor. Buraya
kadar her şey normal. Ama 3 gün sonra seçim yapılıp sandıklar açılınca dananın
kuyruğu kopuyor. Yusuf Atmaca seçimi 3 oyla kaybediyor. Topluyor milleti "Alın
oylarınızı verin minaremi" diyor. Köylüler ne yapacaksın koca minareyi diyorlar. O
da "Size ne, minareyi yapan kılıfını hazırlar" der.159
6. Kafirler atmaca gibi tepemizde
Borozan Yusuf, Ali Şahin'in deyimiyle Aynaroz Yusuf Tarih: 1977 Haziran
Yer: Yalçın Sineması Dönemin parlak ve karizmatik lideri Erbakan konuşuyor;
"Bire kafirler bire zındıklar" diye başlıyor ve "Müslüman uyanık olmalı. Atmaca
gibi tepemizde bekliyorlar" diyor. Tam bu sözlerin söylendiği anda Yusuf Atmaca
157 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin 158 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin 159 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin
356
elleri arkada Hoca’nın arkasında fedai gibi bekliyor. Salon dolu binlerce insan bu
esnada gülmekten kırılıyor. Tabi ki bu hoca durumun farkında değil.160
7. Kangal'ın Kışı!
Kangalda askerliğini yapıp memleketine giden birisine sormuşlar;
- Orada kış ne kadar devam eder ?
- On üç ay diye cevap verince;
- Bir yanlışlığın olmasın, yıl zaten on iki ay değil mi? Gülerek cevap vermiş;
- Bir ayda gelecek yıldan ödünç alır.161
8. 'Zilli Hemşire'
Yıldızeli Yolkaya köyünde hemşirenin kaldığı eve köylünün biri gider.
Kapıyı yumruklamaya baslar..Hemşire gelir kapıyı açar ver der ki ne
yumrukluyorsun kapıyı, görmüyor musun zili. Köylü kadın der ki: Ne bilim kızım
senin ´zilli´ olduğunu.162
9. Gürünlü Halla (Halil Ağa)
Gürünün Yolgeçen köyünde bir Halil Ağa varmış gürün kaymakamıyla
arası çok iyiymiş kaymakam her hafta Yolgeçen’e gider Halla’yla şakalaşırmış
Halla da her seferinde kaymakama bir koyun keser yedirirmiş gene bir gün
kaymakam misafir olmuş ve köyden giderken Halla’ya son kez bir şaka yapim
demiş “Yav, demiş; Halil ağa bu eli tezekli pis karı senin mi onunla nasıl yatıyon?
demiş. Halla’da şöyle bir durmuş ve demiş ki: “Valla kaymaham beeaa demiş ben
senin avradı hayal edip benim avratla yatıyorum.” demiş.163
10. İnşallah Ölmemiştir
Gürün’ün Deveçayır köyünde birinin anası ölmüş oğlu hem ağlıyor hem de
tabudu taşıyormuş.Onu teselli eden komşusu ağlama kurban ağlama inşallah
ölmemiştir sen kalbini ferah tut. (Bunu söyleyen köylüde tabudu taşıyormuş)164
11. Uyanık Köylü
Gürünlü bir köylünün öküzü hastalanmış adam Allah’a dua etmiş
ALLAH’ım demiş eğer öküzüm iyileşirse senin rızan için bir ay oruç tutacağım
demiş ve ALLAH duasını kabul etmiş öküz iyileşmiş adam tam bir ay oruç tutmuş
160 Eklenme: 2006-05-13 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin 161 Eklenme: 2006-05-17 Kategori: Sivas Fıkraları Yazan: Admin 162 Eklenme: 0000-00-00 Kategori: Yazan: Hatice 163 Eklenme: 2006-05-19 Kategori: Yazan: Mustafa Çevik 164 Eklenme: 2006-05-19 Kategori: Yazan: Mustafaçevik
357
orucun bittiği gün sabah bakmış ki öküzü ölmüş.Adam demiş ki ALLAH’ım sen
beni aptal mı sandın orucu ramazana sayarım öküzü de kurbana sayarım demiş.165
12. Sivas'ta Kaynanadan İzin Almadan Hamama Giden Gelin
Sivas'ta çok eski yıllarda aynı evi paylaşan gelin ve kaynana bir kış günü
otururlarken gelin çok üşümüş,kaynanasına hamama gitmek istediğini ve
kaynanasının buna izin vermesini istemiş.Kaynana da inatçı imiş kesinlikle gelinin
günlerce yalvarmasına rağmen izin vermemiş.Bir gün gelin gitmiş odasına,hamam
bohçasını hazırlamış,giyinip,kuşanmış dış kapıya gitmiş tam kapıdan çıkacağı sırada
içerde oturan kaynanasına seslenmiş: “Ana gı aha ben hamama gidiyom, izin
veriyon mu, vermiyon mu?” Kaynana dışarı çıkmış ki ne görsün gelin zaten hazır
tam hamama gitmek üzere geline sinirli sinirli bir bakmış ve demişki' Babıya olasıca
bohçanı goltuğunun altına almışsın hamama gidiyon zaten daha bana ne soruyon
hemi, akşam olsun gişin gelsin seni şeele döndere döndere bir eyce zopa çaldırıyım
da gör' demiş.Gelinde aldırmayıp kapıyı çekmiş hamama gitmiş. Bu yaşanan temsili
büyüklerimiz bize emrivaki bir olay olunca örnek verir anlatırlardı. Herhangi bir
konuda birilerinden izin almadan aklına koyanı yaptıktan sonra adet yerini bulsun
diye izin istenince Sivas'ta hep şöyle denir' Bohçanı koltuğuna almışsın, daha bana
ne soruyorsun' derler.166
13. Neyim necaam
Geçmiş zamanlarda kız ile ana bir arada yaşarken akşam olunca ansına
seslenir ''Ana kalk alecelere gezmeye gidek'' der. Anasının cevabı da ''Get anam get
onlar benim neyim necaam külaam cicaam ben onların sıcak akmeğini (ekmek) mi
gördüm sıcak tandırını mı gördüm benim onlarda ne işim var?'' demiş167.
14. Doğum günü!!!!
Oğul anasına sorar ''Ana benim doğum günüm ne zaman?'' der. Anasının
oğula cevabı ''Ne bilim oğlum Büyük Kapılar (lakabıyla söylenen başka aile) üç
germeç çamaşır asmışlardı o günü doğdun'' diye cevap verir.168
165 Eklenme: 2006-05-19 Kategori: Yazan: Mustafa Çevik 166 Eklenme: 2006-09-06 Kategori: Yazan: Sabiha Serin 167 Eklenme: 2006-09-07 Kategori: Yazan: sabri 168 Eklenme: 2006-09-07 Kategori: Yazan: sabri
358
15. Sivas’ın Soğuğu
Bir gün Sivaslıyı cehenneme atmışlar. Gel zaman git zaman ses yok
zebaniler kapıyı açmışlar ne oluyo diye ateşin başındaki bir Sivaslı arkayı dönerek
GARDAŞ KAPIYI KAPAT donduk yav.169
16. Sivas’ın Köyü
Sivaslının biri İstanbul’da berbere gitmiş. Berber sormuş nerelisin, diye
Sivaslı övünerek “Sivaslıyım ġardaş” demiş. Berberde adama oyun yapacak ya
demiş: “Abi siz şöyle mertsiniz, şöyle delikanlısınız artık tıraşı da susuz köpüksüz
olursunuz.” Sivaslı, tabi, demiş; ne suyu. Berber almış jileti vurmuş adamın sakalına
Sivaslının canı çok yanmış, bir şey de diyememiş bir iki jiletten sonra demiş:
“Ġardaş ben aslında Sivas’ın köyündenim.”170
17. Önlerin de tadı yok
Bizim koy Sivas’ın Yıldızeli ilcesine bağlı Davulalan köyü. Bizim köyümüzde
Mustafa Amca diye yaşlı birisi var. Mustafa Amca günün birinde traktörüyle Yavu
nahiyesine gidiyor. Geri dönüşte trafik polisleri durduruyor Mustafa Amca’yı ve diyorlar
ki “Amca senin arka farlar yanmıyor.” Mustafa Amca da diyor ki “Gulaasma mamur bey,
zaten önlerin de tadı yok.” Neyse memur, Mustafa Amca’dan ehliyet soruyor. O da diyor
ki: “Kimligim var olur mu?” diyor. Polis de diyor ki: “Amca sen yavaş yavaş yolun
kıyısından git, ne sen bizi gordün ne de biz seni tamam mı?”171
18. Zaar ki
Sivaslı bir spiker maç sunuyormuş. Demiş ki: Top golendi golendi ellaham
ki gol olacak, demiş. Orada bulunan Ankaralının birisi sormuş: Ellahamki ne demek,
diye O da yanıt vermiş: Zaar ki diye.172
8.6. DİĞER BAZI KAYNAKLARDAN FIKRALAR
1. 1930'lu yıllardan biri. Riyâset-i Cumhur Senfoni Orkestrası Anadolu'yu
tenvir etmek üzere çıktığı turnenin Sivas durağında. Bil mecburiye şehrin
bürokratları, konser salonunda hâzır ve nazır, ancak yarı resmî kuruluşlardan ve
vatandaşlardan da saik-i merak ile gelenler de yok değil.
169 Eklenme: 2006-09-11 Kategori: Yazan: tahsinhan 170 Eklenme: 2006-10-04 Kategori: Yazan: yusufz 171 Eklenme: 2006-10-05 Kategori: Yazan: ozan deniz 172 Eklenme: 2006-11-08 Kategori: Yazan: habil
359
Konser bittikten sonra gazetecilerden biri, konseri uslu uslu dinleyen bir
vatandaşa yaklaşarak soruyor:
- Konser nasıldı, izlenimleriniz nelerdir?
Adam sağına soluna ürküntülü nazarlar fırlattıktan sonra gazetecinin
kulağına eğiliyor,
- Valla Beyefendi, Sivas Sivas olalı, Timur'dan beri böyle zulüm görmedi!
Belki bu orkestra Sivas'a hiç gelmedi veya böyle bir konuşma belki de hiç
olmadı: Ama ne demişler? "Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir". İşte o hesap.
Arabeske varan yollarda, himmetleri eksik olmasın bürokratlarımızın çok
hizmeti vardır (ALKAN, 2002: 77-78)
2. “Türkçenin Kur'anî Belkemiği” başlıklı yazıdan
Hikâye çok malum ve meşhur: Okuma yazması olmayan, tahsil görmemiş bir
Anadolulu hemşehrimiz hacca gitmiş. Dönüşünde konu komşu, akraba, tanıdık
ziyaretine gelmişler; bir müddet sonra söz, "neler gördün hacım hele anlat bakalım"
faslına düşünce hacıemmi kendi gözlemlerine nazaran en mühim bulduğu hadiseyi
hikâyeye başlamış;
- Mübarek yerde ezan Türkçe okunuyor, namaz Türkçe kılınıyor, Kur'ân Türkçe
okunuyor, hepsi pek iyi, pek hoş, bu hususta hiç yabancılık çekmedik. Lâkin iş konuş-
maya gelince adamlar (Araplar demek istiyor) sapıtıveriyorlar! (ALKAN, 2005: 117)
3. Sinema yönetimi ile seyirciler arasında çoğunlukla nahoş, ama nadiren
de hoş vakalar cereyan ederdi. Herhalde Tan sinemasında olsa gerek, filmin tam orta
yerinde şöyle bir anons yapıldığını duymuştuk:
- Ulan sayın seyirciler! Balkondan cigara üçüp kesmüklerini aşşağa
atıyorsunuz. Altta oturan beylerin değirmi tengürşenklerine düşüp yakıyor.
Eşekliğin lüzumu yoktur. Teşekkür ederiz.!... (ALKAN, 2003: 33.)
4. Mağazadan yeni bir radyo alna bir köylünün satıcıya:
- Muazzez Türing’in türküsü çıkarsa almam. Bana iyi bir radyo ver, diye
şart koşması, bilahere tesadüf eseri ilk defa radyoyu açtığında Muazzez Hanım’ın
türküsünü duyup radyoyu kırması anlatılırdı. Yalan mı doğru mu, kim bilebilir?
(ALKAN, 2003: 44)
5. Henüz televizyonun, turistin ve büyük dönüşümlerin fark edilmediği o
günlerde çarşı; yukarıdan aşağıya, Hükümet Meydanı'ndan Kepçeli'ye, soldan sağa
Bahtiyarbostan'dan Mahkeme Çarşısı'na doğru yayılmış, neredeyse bir mendil
360
büyüklüğünde, ekseri tek kat üstüne ahşaptan çatılmış bir hayat alanıydı. Bu alanda
herkes birbirini tanır, sayar ve bilir, eski geleneklerini yaşatırdı.
Çarşı erkeklerin yeriydi, kadınlar tek başına çarşıya "çıkamaz, çıksa da eski
esnaftan pek yüz bulamazdı:
- Kadına, askere, çocuğa mal satılmaz!, zihniyeti, herhalde uzun tecrübelerin
keskinleştirdiği bir hüküm olmalıydı. "Neden" diye sorduğunuzda şu cevabı alırdınız:
- Kadının kocası, askerin kumandanı, çocuğun babası sonradan gelir ve bitmiş
pazarlığı bozarlar! Yanların-- i da birisi olmadan bunlara mal satmak caiz değildir.
Sonraları Bankalar Caddesi'nde rahmetli bir reisimizin himmetiyle
kondurulan barakalar bu geleneği yıktı. Kadınlar artık çarşıya inip bir başlarına
istediklerini alabiliyorlar, hatta veresiye bile bırakabiliyorlardı. O günlerde esnafın
ileri gelenleri: "Bu işin tadı kaçtı!" diye homurdandılar ama aslında kendilerinin
devri sona ermişti. (ALKAN, 2003: 57-58)
6. Yık da Yap
Vaktiyle manastırın birinde fakir yollu bir papaz varmış. Verilen aylık idare
etmemeye başlamış. Baş papaza birçok defalar halini bildirmişse de bu fayda hasıl
etmemiş. Nihayet bir arkadaşına mektupla halini arz etmiş. O da “Yık da yap…”
cevabını göndermiş. Fakat pek müphem ( anlamı kapalı) olan bu iki kelimeden bir
şey anlamamış ve bir arkadaşına bunun ne demek istediğini sormuş. O da “her sene
kilisenin bir yerini yıkar, tamir için para istersin. Gelen bu para ile de hem keseni
doldurursun, hem de kiliseyi tamir etmiş olursun” demek istemiş cevabını vermiş.
(30 Ocak 1930) (ÖZEN, 2003: 76)
7. Yalancı ile Uydurucu
Yalancının biri bir gün kahvede otururken “Ey ahali, ben bugün buraya
gelirken bir köpek gördüm; gök yüzünde hırlayarak geliyordu” demiş. Bu söz,
oradakilerin hayretini mucip olmuş. Derhal uydurucu söze başlayarak “Evet, ben de
gördüm; o bir köpek yavrusuydu. Kartalın pençesine takılmış, korkusundan
bağırıyordu” demiş. (30 Ocak 1930) (ÖZEN, 2003: 76)
361
SONUÇ
Toplumların kültür tarihlerinin önemli bir parçasını oluşturan halk bilgisi
ürünleri, halk hayatının her alanında onu ifade eden biçimlerde yer alır. Bu yer alış
içinde mevcut bulunan estetik kaygı, insanın güzel olana merakı nedeniyle onu kalıcı
kılar. Kalıcılığın ana dayanağı gelenekleşmiş halk bilgisi ürününün onu oluşturan
halkın bütün üyelerince tanınıyor olmasıdır. Bu bakımdan halka ait olan bir folklor
malzemesinin halkın sosyal hayatından izler taşımaması mümkün değildir. O halde
bütün folklor ürünlerinin yapısında onu oluşturan sosyal çevreden izler vardır.
Geleneği, sözlü kültür aktarımı yoluyla sürekli kılan halk anlatıları da
bütün olarak halk felsefesini ifade eden birer form olarak kabul edilmeli ve
muhtevasındaki her yapıya bir sosyal olay ya da olgu olarak bakılmalıdır. Bu bir
yöntem olarak belirlenmeli ve sahadan derlenen her halk anlatısı, yalnızca bir metin
tespiti olarak kalmamalıdır.
Bu çalışmalar yapılmakla hayatın her alanıyla ilgili geleneği sürdürmek
noktasında birincil sözlü kültür ortamında bir kültür taşıyıcısı işlevi yüklenen
fıkralarımızı halk hafızasından derleyip, yazılı kültür ortamında veya elektronik kültür
ortamında yeni kuşaklara taşımak mümkün olacaktır. Çünkü her devirde sosyal hayatın
aynası olan bu temsiller, yazıya geçtikten sonra bile, dilden dile aktarım sürecinde yeni
kazanımlarla özünden kopmadan yepyeni sosyal olaylara misal olabilecektir. Bu da
sözlü kültür aktarımı sürecinin yazıya aktarımdan sonra da halka mal olma, yeni
ağızlardan birikimler edinme biçimiyle sürdüğünü, her yeni anlatının yeni bir metin
olduğu gerçeğini ortaya koyduğunu göstermektedir
Bu noktadan hareketle, fıkralarla ilgili bir genel girişle halk anlatılarına teorik
bir bakış ortaya koyduktan sonra, sahadan derlediğimiz fıkraların oluştuğu sosyal
şartlar, anlatıcıları, ilk yaratma bağlamları yani ilk öyküleri ve bu öyküden hareketle her
anlatmada farklılaşan ve yeni bir anlamsal ya da bağlamsal çerçeve kazanan tekrarları
362
yani eş ya da benzer metinleri tespit edilmiştir. Fıkraların yöreye özgü olmasından
kaynaklanan özel çalışma alanı, kendi özeli içinde kalmamış, bizi genel yargılara da
ulaştırabilmiştir. Eş metinlerden hareketle her anlatma ortamının ve o ortamda anlatılan
metnin kendine özgü bir yapısı, çevresi ve terminolojisi olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Fıkraların yapısal özelliklerinden hareketle bazı işlevler kazandıkları, başka
anlatı türleriyle özellikle, atasözü, deyim, düzgü, bilmece ve anı gibi türlerle örüşük
fıkraların da mevcut olduğu tespit edilmiştir. Bu örüşüklüğün fıkranın hüküm cümlesini
oluşturan ya da onun öğretisini pekiştiren bir niteliği olduğu gözlenmiştir. Fıkraların
yüklendikleri işlevlerin psiko-sosyal, sosyo-ekonomik, eğitici, denetleyici, yerici,
düzenleyici, motive edici özellikler taşıdığı, toplumsal ve bireysel bunalımların yarattığı
marazi yapıları ince nükteleri yoluyla sağalttığı ortaya konulmuştur.
Fıkraların olay metinleri olmasından hareketle bu anlatılarda yer alan
zaman mekan ve kişi ögelerinin genel olarak gerçeklikle çelişmediği tespit
edilmiştir. Ancak, reel bir zaman ve mekanla çerçevelenen fıkraların
kahramanlarının yerinin ve zamanının bazen reel hayatı örnekleyen fantastik kişiler
yer ve zaman olabileceği de görülmüştür. Buradan, yaşamdan kesitler yansıtması
fıkraların gerçek yaşama sembol olabilecek fantastik unsurları taşıyamayacağı
anlamına gelmez, sonucuna ulaşılmıştır.
Fıkraların kendine özgü bir başka özelliği de fıkra metinlerinin kısa durum
öyküleri olması nedeniyle yazılı kültür ortamına ya da elektronik kültür ortamına
geçse bile, eş zamanlı olarak sözlü anlatı geleneğini sürdürebilmesidir. Halkı
oluşturan ve ortak gelenek unsurlarını paylaşan her birey, elektronik kültür
ortamında izlediği, dinlediği veya yazılı kültür ortamında okuduğu bir fıkrayı, kendi
psiko-sosyal dünyasında yeniden şekillendirerek kendi terminolojisiyle yeniden
yaratabilir. Bu da fıkralarla ilgili sözlü kültür ürünü olma geleneğinin hiç ölmeyecek
ve yok olmayacak bir yapıya sahip olduğunun göstergesidir. Sivas fıkraları ile ilgili
yapılan bu çalışmayla, bu zengin folklorik yapıya yeni bir katkı hedeflenmiştir.
Ayrıca, fıkralarla ilgili genel bir tanım ve yaklaşım oluşturmaya
çalışıldığında fıkra türünün anlatmaya bağlı diğer türlerden bağımsız ve onlardan
uzak bir anlatı olmadığı tespit edilmiştir. Gerek farklı kaynaklar gerekse sahadan
derlenen metinler, fıkraların içerik açısından masal, efsane, menkıbe gibi diğer
anlatmaya dayalı türlerin bir bileşkesi olduğu sonucunu ortaya koymuştur. Aynı
mantıkla varılan bir başka sonuç ise, yapısal tasnifle ilgilidir. Fıkralar yapı olarak da
363
manzum ve mensur birçok türü içinde barındırmaktadır. Bilmece, düzgü, atasözü,
deyim ve anı bu türlerin bazılarıdır. Bu yapılarla iç içe şekillenen fıkraların yapısı
içerisinde diyaloglar da önemli yer tutar.
Fıkraları sınıflandırma çalışmalarında daha önce yapılan sınıflandırma
çalışmaları ile ilgili kaynaklar gözden geçirilmiş, bunların yanında çalışmalar
sonucunda ulaşılan noktada yeni sınıflandırma denemeleri yapılmıştır. Bunlardan
birincisi yapısal sınıflandırmadır ve bu sınıflandırma, fıkraların diğer türlerle ilişkisi
merkezine oturtulmuştur. Aynı zamanda fıkranın vazgeçilmezi olan diyaloglara ve
fıkranın mensur bir tür olarak tanımlanmasına karşılık bünyesinde barındırdığı
manzum yapılara da yer verilmiştir.
İkinci sınıflandırma denemesi konularla ilgilidir. Bu denemede ise sahadan
derlenen fıkralar; mahkeme fıkraları, köylü fıkraları, dini içerikli fıkralar… vb
biçimlerde genel gruplara ayrılarak sınıflandırılmıştır. Çünkü fıkraların konuları
yöresel tespitlere göre değişik adlar altında tasnif edilebilir. Bu, yörenin kültürel
kodlarının biçimlendirdiği halk felsefesinin oluşturduğu öğretilerle ilgilidir.
Fıkraların konuları ne kadar çeşitli olursa olsun; her fıkra, tek bir konuyu
işlemektedir. Kısa tek bir yaşam kesiti etrafında şekillenen fıkralar, diyalektik bir
yöntemle hazırlık safhasının arkasına eklenen iki karşıt tezi bir hüküm cümlesine
bağlayarak mesajını hedef kitlesi olan geleneğin asıl sahibine yani halka iletir. Halka
ait olan bu ürünler de halkın kültürünü yine halkın diliyle, yöresel ağızla ifade eder.
Yöresel ağzın önemi, ağız özellikleri bozulduğunda bazı fıkraların esprisini
yitirmesiyle de teyit edilebilir. Bu bakımdan fıkra metinleri, sahadan derlendiği
biçimi hiç bozulmadan olduğu gibi aktarılmalıdır.
Konularına göre sınıflandırma çerçevesi içinde fıkralar incelenirken de genel
fıkra kavramı sahadan derlenen yerel metinlerle, Sivas fıkralarıyla örneklendirilmiştir.
Bu, bir bakıma söz konusu fıkraları yerelden ulusala taşıma çabası olarak da
anlamlandırılabilir. Fıkra tipleri ile ilgili düşünceler ortaya konulurken de aynı
noktaya vurgu yapılmış ve yerel bazı tiplerin ulusal tiplerle özdeşleştirilerek onların
kimliğine büründürüldüğü sonucuna varılmıştır.
Sınıflandırma çalışmalarının ardından işlev bölümünde, fıkraların hayatta
hangi işlere koşulduğu ile ilgili Bascomm’un yapmış olduğu dört maddelik işlevsel
sınıflandırmaya üç ayrı işlev teklifiyle yeni bir yaklaşım getirilmeye çalışılmıştır.
Fıkraların işlevleri incelenirken, hayatla iç içeliğinin en güzel tezahürü olması
364
bakımından, bağlam merkezli çalışmaların başlangıcında fıkraların yaşamın hangi
alanında hangi işe koşulduğunun yer aldığı gözlemlenmiştir.
Fıkraların sözel dokusunu, metnini ve icra bağlamlarını tespit etmeyi
öngören Performans Teori bağlamında fıkraları incelenmesiyle ise, yöresel fıkraların
doğru anlaşılması bakımından toplumsal okumalara bir katkı sağlamak ve özellikle
inanç bağlamında Sivas’ta ön plana çıkan Alevi-Bektaşi inanışla Sünni inanış
arasında tespit edilen pozitif iletişim örneklerinin, bu toplumsal yapı ile ilgili
yapılacak okumalara kaynak teşkil etmesi hedeflenmiştir.
Fıkraların metinleri, kaynak kişi bilgileri, kaynak kişinin anlatım ortamı ve
bu ortamda bulunan dinleyicilerin fıkranın yeniden yaratılma ortamına katkısı
çerçevesinde icracı ve izleyici tipleri üzerinde durulmuş, genellikle anlatıcıların
bağlamdaki dinleyicilerin kimliğinden etkilendikleri gözlemlenmiştir.
Sahadan derlenen fıkraları, yerelden ulusala ve oradan da küresele yayılma
sürecinde yazılı kültür ortamına taşımış olmakla bir katkı sağlayabilmek, maksada
ulaşmanın ilk adımı alarak kabul edilmiştir.
Yazılı kaynaklardan veya internet sitelerinden alınan fıkralar, sahadan derlenen
metinlerden hemen sonra ve kaynakları başlıklarının hemen yanına yazılmak suretiyle
verilmiştir. Bu metinlerin tespit edicileri tarafından işlevleri biliniyorsa belirtilerek
“temsil” teriminden hareketle neye misal oldukları ifade edilmiştir. Fıkraların hangi
olaylar karşısında, hangi durumda hangi işlevi yüklenerek ya da hayatın hangi alanında
hangi işe koşularak anlatıldığı ile ilgili olarak da bilgiler verilmeye çalışılmış; bu
bilgiler, bazı fıkraların hemen altında italik olarak yazılmıştır. Ancak bu işlemi yalnızca
sahadan derlenen fıkralarla ilgili olarak yapılmıştır. Ayrıca her fıkranın başlıklarının
yanına ayıraç içinde kaynağı belirtilmiştir.
Sonuç olarak görülecektir ki gerek fıkra metinleri gerekse icra bağlamları
ile ilgili paylaşımlar, Sivas özelinde Orta Anadolu fıkralarının karakteristik
özelliklerini ortaya koymaktadır.
Metinlerin hemen sonuna eklenen sözlük kısımları, fıkraların sözel
dokusuyla ilgili anlamlandırma problemini büyük ölçüde çözecektir. Ayrıca
anlatılarla ilgili kaynak kişi bilgileri de anlamlandırmaya katkı sağlayacak bir başka
bölüm olarak çalışmaya eklenmiştir.
365
SÖZLÜK -A- Aba: Kalın bir kumaş cinsinden palto Acer: Yeni Ağleşme: Dokunma, zarar verme Ahsıyoñ (Aksıyorsun): Topallıyorsun Ala-veresiye: Ölçüp biçmeden Almancı: Almanya’da işçi olarak çalışan Aşırma: Büyük bakır kazan Avradı: Karısı Aye: Acıyurtlulara özgü bir seslenme ünlemi, Ey Azıh: Nevale, sonra yemek üzere hazırlanılan yiyecek -B- Bel: Toprağı gevşetmeye yarayan sivri uçlu kürek Beyaz Mecidiye: Sultan Abdülmecit zamanında çıkan 20 kuruş değerinde
gümüş para Bostan: Sebze bahçesi -C- Celallenmek: Kızmak, sinirlenmek Cem olmuş: Toplanmış Cınġıllı ġoyun: İri kuyruklu cins koyun Culuh: Hindi -Ç- Çalınmış: Aranmış, etrafına bakınmış Çatma: Omuzda su taşımaya yarayan uzun sopa Çekişmek:Ağız dalaşı yoluyla kavga etmek Çerçi: Köy köy dolaşarak ufak tefek tuhafiye eşyası satan gezginci esnaf -D- Dalamak: Isırmak Davar: Koyun sürüsü Dellal (tellal): Çığırtkan Devamsız: Lüzumsuz Durmak (imam durmak): Hak, yani belli bir bedel karşılığı belli bir süre
imamlık yapmak üzere bir köyle anlaşmak. Çobanlar için de aynı uygulama ve aynı yardımcı eylem kullanılır. “Çaban durmak” gibi. Örnek: Kızılca köyüne 50 koyun karşılığı çoban durmuş
Düğüncü: gelin almaya giden insanlar
366
Düngür geliller: Dünür geliyorlar, istemeye geliyorlar Dürzü: Küfür ve hakaret içeren bir sözdür. -E- Ecik: Azıcık, biraz Eksiğetek: Eksik etek kadın Elāmet: Acayip bir şey Elecene: Öylece Emmi: Amca Erzingân: Erzincan Essah: Sahiden Eşhedü: Kelime-i şehadet Evermek: Evlendirmek Eyvan: Camilerin ve konakların kadınlara ayrılmış üst bölmeleri -G- Ġalahlarıñ: Tezeklerin Garez: Art niyetli Ġayın: Kayınbirader Ġıllandı: Yığıldı, düştü Ġoġġorozlandı: Diklendi, meydan okudu Ġomursañ: Koymuyorsun, bırakmıyorsun Ġoya: Güya Gobek Daşı (Göbek Taşı): Hamamların ortasında bulunan ve insanların
terlemek için oturdukları yüksek, yuvarlak bölüm Ġurban oluyum: Kurban olayım, öleyim Gün düşmek: Hapis cezasına çarptırılmak -H- Hābe (Heybe): Omzun önüne ve arkasına atılarak kullanılan torba
biçiminde bir çeşit dokuma çanta Hacat: Alet, araç Hak: Köy imamına köylünün kendi arasında tespit edip verdiği bir çeşit
ücrettir. Bu hayvan olabilir, tahıl ürünleri vs. olabilir. Hayıflanmak: Pişmanlıkla söylenmek Hayli: Çokça, fazlaca Hele: Bir çeşit hitap ünlemi, kısa bir süre için dikkat çekme amacını ifade eder Herslenmek: Kızmak sinirlenmek Hoş beş: Hoş geldin deyip hal hatır sorma -I- Ibrıh (İbrik): Önünde su dökülen bir uç bulunan bel kısmı dar, ağzı dar,
tabanı geniş su kabı Ihcırıh: Hıçkırık -İ- İt kimi daliyirsen: Köpek gibi saldırıyorsun
367
-K- Kāya (Kahya): Çiftlik, konak, pazar yeri gibi yerlerde düzeni sağlayan yönetici. Kayıt: Resmî nikah Kelek: Koyunların boynuna takılan çıngırak Kevlendi: Sinirlendi Kitap: Kur’an-ı Kerim Konez: Yaşlı köpek -M- Madımak: Bahar ayında çıkan ve Sivas’ta çorbası yapılan küçük bir bitki Mahana: Bahane Mahat: Eskiden evlerde tahtadan ya da topraktan yükseltmek suretiyle
yapılan orurulacak yerden yüksekçe mekan Medrese: Üniversite Mest: Genelde namaz kılanların giydiği, abdest alırken ayaklar yıkanmadan
üzeri ıslatılarak ayakların yıkanmış sayıldığı bir çeşit ince deriden ayakkabı Miskin: Tembel Malamat: Rezil, perişan Muhacir: Göçmen Mukallitlik: Taklit yapma, esprili kişilik Musalla: Cami önlerinde üzerine tabutların konulduğu, taştan, yüksekçe yer Muzdarip: Şikayetçi, acı çeken Müsabaka: yarışma -N- Nacahlayım mı: Nacakla vurup öldüreyim mi? Nüktedan: İnce anlamlı ibretli sözler söyleyen kişi -O- Ola: “Ulan, lan, la” gibi erkekler arasında konuşma arasında geçen bir
çeşit hitap şekli. -R- Rüsûm: Bir kuruş vergi -S- Safça: Aklı az, aptal Sakalı mirt mirt etmek: Konuşurken ya da yemek yerken kişinin sakalının
çene hareketlerine bağlı olarak kımıldaması Saķavun: Çalı süpürgesi Saya: Bir çeşit dokuma ceket Seğirtir: Koşar Seme: Saf Sohranıyoñ: Söylenip duruyorsun -Ş- Şeremet: Çabuk, hızlı
368
-T- Telkin: Ölmekte olan insanı Kelime-i şehadet getirmesi için ikna etmek Tezenk: Tezek Tummak: Suya dalmak -U- Ula: Lan -V- Vay yandıma düşmek: Telaşlanmak Veriyim zopayı: Bir güzel döveyim. Vird: Zikir -Y- Yağlık: Mendil, kumaş peçete. Yan geliiiir yan gelmez: Ya gelir ya gelmez Yanbegi çekirsen: Maksatlı olarak yanlış anlıyorsun, eğriye çekiyorsun Yayıdığın: Gezinip dolaştığın, beslendiğin Yoşumak: Yorgunluktan pelte gibi yığılmak Yumuş: İş, hizmet, görev, ödev -Z- Zopa: Sopa,dayak
369
ANLATIMLAR İÇİNDE YER ALAN DEYİMLER VE ATASÖZLERİ SÖZLÜĞÜ
-A- Aburu cuburu kendine dert keder etmemek (28): Problemleri kendine
üzüntü yapmamak, gamsız olmak Açlıktan ölmek (37): Çok fazla acıkmak Adamakıllı (34): İyiden iyiye Adamı dinden imandan etmek (10): Bir kişiyi dinden çıkaracak kadar etkilemek Adam yurduna koymamak (1): İnsan değeri vermemek, saygı
göstermemek. Ağızı açık kalmak (185): şaşırmak, sevinmek, heyecanlanmak Ağzından kaçmak (115): Farkına varmadan söylememsi gerekeni söylemek Ağzını hara hura vurmamak (124): Abur cubur yememek Ağzını burnunu çarşambaya çevirmek (85): Birini yüzünü gözünü
şişirinceye kadar dövmek Ağzının ucuna gelmek (203): Bir şeyi söyleyecek gibi olup, tam
söyleyecekken sakıncalı bulup vazgeçmek Ahkam kesmek (44): Hükümler vermek Aklı yetik (179): Akıllı, bilinçli Aklına yandığım (64): Akıllı görünüp akıllı olmayanı kastetmek için
söylenen ünlem Ala-veresiye (22): Ölçüp tartmadan Allah, kanımı içen düşmanımı düşürmesin (120): Allah hiç sevmediklerimi
bile benim düştüğüm kötü duruma düşürmesin anlamında dua Allah’ın divanında olmak (58): Namaz kılıyor olmak Alnı secde görmemek (11): Ömrü boyunca hiç namaz kılmamış olmak Alt etmek (69): Yenmek Analığım baña düşer mi (7): Anlığımla evlenebilir miyim? Apar topar (48): Aceleyle Arif adam (77): Anlayışlı insan Atlı çerçiliğe çıkmak (112): Atla köylere bir şeyler satmaya gitmek Aval aval dolaşmak (25): Boş boş etrafı seyretmek Ayağa düşürmek (57): Bir şeyi kurallarına uygun yapmamak, normal
akışını bozmak Azla yetinmek (56): Elinde bulunana kanaat göstermek -B- Baba tutasıca (59): Hastalanıp yatağa düşesice, anlamında beddua. Bahane aramak (26): Herhangi bir şeyi yapmak için sebep yaratmaya çalışmak Basıp almak (49):Bir şeyi zorla almak Basıp geçmek (45): Kurallara aldırmadan arabayı hızla sürmek
370
Baş edememek (122): İstediği biçimde yönlendirememek Başına bela olmak (2): Herhangi bir varlık ya da durumla ilgili ne
yapacağını bilememek Başına mı cem olmak (33): Başına toplanmak Başından Irmak (207): İstemediği bir şeyden kurtulmak, onu uzaklaştırmak. Başını belaya sokmak (55): İstemediği bir duruma kendi yaptığı bir hareket
sonucu düşmek Baştan beyinden çıkartmak (168): Birini kendini kaybedecek kadar aşırı
derecede sinirlendirmek Batmaz diken (185): Sözü kimseyi incitmeyen Bel bıhın (83): bel, böğür Beşik gibi sallanmak (56): Bütün dengesini yitirmek Bıçak çalmak (74): Bir şeyi kesmek üzere bıçağı sürmek Bıyığının altından gülmek (131): belli etmemeye çalışarak tebessüm etmek Bir an evvel kaçayım derdinde olmak (44): Bulunduğu ortamdan
hoşlanmayıp terk etmek istemek Bir dediğini iki etmemek (42): Sevilen kişinin bütün isteklerini hemen
yerine getirmek Bir gözü öte tarafa bakmak (88): Ölmek üzere olmak. Bir kıyıya çekilmek (59): Bir şeye karışmadan her şeye rıza göstermek Bir lokma bir hırka (56): Çok istemeyip aza şükrederek yaşamak felsefesi Bir zaman devam etmek (35): belli bir müddet için bir işi sürdürmek Boş bulunmak (93): beklemediği bir duruma düşmek Bozuntuya vermemek (44): Kimseye çaktırmadan yaptığı yanlışı
kapatmaya çalışmak -C- Camiye hayır vermek (133): Camide kullanılsın diye bağışlamak Can çekişmek (11): Ölmek üzere olmak Canı yangın olmak (73): Bir konuda çok sıkıntı çekmiş olmaktan dolayı bıkkınlık Canına kurban olayım (45): Sevgi bildiren bir çeşit yalvarma ünlemi Canına minnet (144): Mevcut durumdan çok memnun olmak hali Canına tak demek (7): Artık sorunlara tahammül edecek takati kalmamak Canından bezmek (144): Hayattan bıkmak Canıyla uğraşmak (11): Ölmek üzere olmak Can vermek (88): Can çekişmek, ölmek üzere olmak Cenaze kıldırmak (44): İslam esaslarına göre ölen kişi için namaz kıldırmak -Ç- Çalınıp bakmak (130): Bulmak için araştırmak Çar çur etmek (195): Boşu boşuna elindekini harcamak Çene çalmak (167): Karşılıklı fazlaca ve boş konuşmak Çift sürmek (65): Tarlayı ekmek için hazırlamak Çoban durmak (201): Belirli bir bedel karşılığında bir köyün hayvanlarına
çobanlık yapmak için anlaşmak -D- Dağ gibi babayiğit (66): Çok yakışıklı ve kuvvetli genç Dağ taş inlemek (44): Sesin yankı yapmasıyla beğeni uyandırması
371
Dambul dumbul konuşmak (66): Sözlerini seçmeden ne anlama geleceğini bilmeden konuşmak
Denk gelmek (45): Zamansız birine rastlamak ya da yakalanmak Dert yanmak (192): Yakınmak, şikayet etmek Devamsız devamsız konuşmak (135): Boş konuşmak Dışardan ortaokulu bitirmek (157): Okula devam etmeden sınavlara girerek okumak Dini bütün (184): Dini inançları kuvvetli, inaçlarının gereklerini yerine getiren Dirlik etmemek (217): Geçinmemek, kavga çıkarmak Dizinde derman kalmamak (54): Yaptığı işi sürdürecek kuvveti yitirmek Düşünüp taşınmak (29):Bir konu üzerinde ayrıntılı biçimde kafa yormak -E- Ekmek etmek (37): Ekmek hamuru hazırlayıp pişirmek El altından satmak (184): Yasadışı yollarla elde ettiği bir malı kanunsuz
yollarla gizli gizli satmak El bağlamak (44): namazda ayakta dururken ellerini göbek üstünde
kavuşturmak El koymak (49): Sahibinin rızası olmadan bir şeyi almak Elini kana bulamak (169): Katil olmak Ellaham (175): Herhalde Ellerini göğe açmak (140): Dua için ellerini kaldırmak Elpençe divan (175): Birinin karşısında iki elini birbirine bağlayıp saygı
göstermek amacıyla ayakta dikilmek Emmisiyle dayısıyla, beş başın rızasıyla yerine yerleştirmek (216): Bütün
akrabalarının da onayıyla ve katılımıyla kız çocuğunu evlendirmek. En nihayet (56): Sonunda Eski beki (88):Yıpranmış, iyice kullanılmaz olmuş Eşek sudan gelinceye kadar vereyim sopayı (26): Çok fazla, şiddetli ve
kesintisiz dövmek Etmediğini koymamak (168): Birine çok kötü şeyler yapmak. Etrafına üşüşmek (146): Bir şeyin ya da birinin etrafına kalabalığın toplanması Euzü besmele çekmek (44): “Euzü billahi mineşşeytanirracîm
bismillahirrahmānirrahîm” demek -G- Gadanız alayım (29): Size gelecek bela bana gelsin anlamında bir iyi niyet sözü Gani gönüllü (56): gönlü zengin, iyiliksever Garazın ocağı batsın (48):: Kötü niyetli olan kişinin başına kötü şeyler
gelsin anlamında dilek Gazaba gelmek (12): Aşırı şekilde öfkelenmek Gelin olmak (164): Kızlar için evlenip gitmek Gerisin geri (38): Tekrar, yeniden Gişiye (kişi) varmak (72): Kadınlar için kocaya gitmek, evlenmek Göçü yüklemek (52): Taşınmak üzere eşyalarını hazırlamak Gönlünü etmek (72): Bir kişiyi bir konuda ikna edip hoş tutmak Gönlünü kırmamak (29): İncitmemek Görüm görüm gör taşı, göründükçe vur taşı (192): Görümceyi gördüğünde
gördüğün ilk taşı vur Görümce, görünmez köye gidesice (192): Görümcem benden çok uzağa gitsin
372
Gözleri dolu dolu olmak (61): Duygusallaşıp ağlayacak gibi olmak Gözlerine güneş düşmek (40): Gözü güneş ışığından rahatsız olmak Gözü açık (66): Uyanık, işini bilen ve iyi yapan Gözü dar (262): Cimri, hasis Günaha yetmek (8): Günah sayılan bir işi yapmak. Gün düşmek (2): Hapis cezasına çarptırılmak Gün ışımış (38): Güneş doğmuş Güzel gelene (224): Güzelce -H- Haber anlamamak (65): Bir konuda ısrarcı ve inatçı davranmak Hacı Murat (46): Murat 124 otomobil Halden anlamak (66): İnsanlara karşı hoşgörülü olmak, anlayış göstermek Hali vakti yerinde olmak (67): Maddi durumu iyi olmak Hasır gibi yere serilmek (51): Gördüğü zarar sonucu artık eski haline dönememek Haşat olmak (51): Artık işe yaramaz hale gelmek Hayır öğüt vermek (192): Doğruları yapmayı tavsiye etmek Hele hüle (194): Basit, sıradan Hoş kişi görünmek (175): Yaranmaya çalışarak karşıdaki kişinin gözüne
girmek istemek Hoş beşten sonra (15): Hoş geldin denilip, hal hatır sorduktan sonra -I- Işıktan kurtulup akmak (64): Trafikte araçların kırmızı ışığı atlatıp seri
halde ilerlemeye devam etmesi -İ- İçeri tıkmak (4): Hapse atmak İçine de sinmemek (115): Bir şey istediği gibi olmayınca kabullenememek İliği kemiği acıkmak (76): Çok fazla acıkıp sabredememek İllallah etmek (91): İyice bıkmak İnce yoğun birimiş de hayvāh ömrüm çürümüş (139): Özenli iş de özensiz
de aynı tutuluyormuş, ben boşuna kendimi tüketmişim İnin ağzı (55): Mağaranın girişi İş görmek (190): Bir işi yapmak İşi iddiaya bindirmek (52): Bir şeyi yapmakta inadına ısrar etmek İt gibi dalamak (4): Köpek gibi ısırmak İt oyunu, yonca maşalası (99): Yonca tarlasının içinde köpeklerin oynadığı
gibi -K- Kabahatini göstermek (29): Birine yanlış yaptığını kabul ettirmek Kaburgası kalın (190): İnatçı Kaburgasına vermek (190): İnatçılık etmek Kafası “Çaat!” etmek (44): Unuttuğu bir şeyi birden bire hatırlamak Kafası bozulmak (98): Bir şeye çok kızmak Kafası dalgın (48): Bir şey düşünemeyecek kadar çok yorgun ya da problemli Kafasına dikmek (110): Bir şeyi bir solukta içivermek Kafayı vurup yatmak (94): Bir şey düşünmeden yatıp uyumak
373
Kakınç kakmak (79): Birinin eksikliğini yüzüne vurmak Kanımı içen düşmanımı düşürmesin (9): En sevmediğim insanın başına bile
benim başıma gelenler gelmesin Kapağını açtı mı elinde kalmak (47): Bir doabın çok eskimesiyle kapağının
iyice bozulması Kâra gitmek (109): Bir şeyler satmak için çerçi gezmek Karı-koca olmamak (57): Cinsel anlamda birlikte olmamak Karma karışık olmak (55): Normal düzeninden çıkmak Karnı doysun, üstü de örtük olsun yeter (56): Elinde bulunandan çok
fazlasını istemez Karnı karnına yapışmak (37): Çok fazla acıkmak Karnı şişip, patlamaya gelmek (27): Çok yemekten dolayı hazımsızlık yaşamak Kavgaya tutuşmak (126): Birileriyle karşılıklı sözle ya da yumrukla dövüşmek Keyfine keder getirmemek (28): Rahatını hiçbir şey için bozmamak Kıran girsin (222): Hepsi birden ölsün anlamında beddua Kırmızıyı vurup geçmek (45): Kırmızı ışıkta geçmek. Kış kıyamet (28): Çok sert geçen kış mevsimi Kirmen eğirmek (193): Kirmen adlı aletle yünü büküp ipliğe dönüştürmek Kişilikli düşmek (141): Bir şeyi onurluca kendin yapmak Konu komşu (38): Birbirine yakın oturan bütün komşular Köleniz olayım (29): Sizin için her fedakârlığı yaparım anlamında sevgi sözü Kulağa küpe olmak (217): Mevcut durumdan ders çıkarmak. Kulak misafiri olmak (33): Dinlediğini belli etmeden başkalarının
konuşmalarını dinlemek Kulaktan dolma öğrenmek (8): Bir bilgiyi kuralsız, başkalarından dinlediği
biçimiyle öğrenmek. Kuran’a el basmak (5): Kur’an üstüne yemin etmek. Kurban olayım (13): Senin için öleyim Kurula kurula (62): Kendini bir şey zannedip böbürlenerek Kuru yer (229): Sergisiz yer. Kusura bakma (37): Beni ayıplama, bana kırılma -L- Lafa gitmez (55): Söz dinlemez Lafının arkası önü olmamak (66): Kırıcı veya utandırıcı olabileceğini
bilmeden konuşmak Lafı sözü belli (217): Nerede ne söyleyeceğini bilen, akıllı -M- Mahcup etmek (39): Utandırmak Mahcup kalmak (65): İstediği bir şey gerçekleşmediği için üzülmek ve
başkalarına yerinmek Mahkemelik olmak (4): Yargıya intikal eden bir dava ile ilgili olarak davalı
ya da davacı durumunda olmak Maksadını aşmak (10): Söylenen şeyin kastedilen anlamın dışına çıkması Mal pazarı (45): Hayvan pazarı Midesi bozulmak (172): Yediklerini hazmedememek Muhannete muhtaç olmak (194): Kötü niyetli birine işi düşmek Mum tutturmak (181): Çok eziyet etmek
374
Muradına ermek (7): Bir konuyla ilgili beklediği sonuca ulaşmak Murat etmek (126): Gönülden istemek Mübareğin yüzü gözü hürmetine (105): Allah katında değerli veli kişinin
Allah katındaki değeri için anlamında bir dua -N- Nacağı kucağı pis etmek (149): Haramlıktan dolayı pis olarak görülmek Namaz bir gün olsa kuşlar da konar (12): Namaz beş vakittir, sürekli
kılınmalı aksatılmamalıdır. Namazla, niyazla, oruçla arası pek hoş olmamak (11): İbadet etmek gibi bir
alışkanlığı olmamak Nazlı sözlü (29): Kendini çok esirgeyen, naza çeken Ne hikmetse (56): Sebebi ne ise Ne olur ne olmaz (65): Her an her şey olabilir Nefis taşımak (42): İstekleri arzuları olmak -O- Ocağı batmak (119): yeryüzünde sahip olduğu her şeyi yitirmek Olmadık bir şart öne sürmek (145): Yapılamayacak koşullarla bir işi zorlaştırmak Olmadık olmaz (113): her şey olabilir Ortalığı koku sarmak (172): Pis bir kokunun yayılması -Ö- Öfkesini alamamak (114): Kızdığı şeyle ilgili sakinleşememek Ölüm bizim için (65): hepimiz öleceğiz Ölümüzün canı için (59): Ölen atalarımızın arkasından hayır olsun diye Ömrünü yemek (192): Hayatından bıktırıp yaşlandırmak Önce davranmak (155): başkalarından önce bir şeye talip olmak Önünden kaçmak (68): Saf bir insanı konuşturmak için ortaya bir laf atmak Önüne katıp getirmek (167): Bir grup hayvan ya da insanı alıp birlikte bir
yere götürmek Özene bezene (139): Çok mükemmelini oluşturmaya çalışmak -P- Para diye iti kırkmak (111): çok parasız kalmak Partalı bol (113): Çok yalan söyleyen Patırtı çıkarmak (126): Kavga gürültü çıkarmak Pazarlık yapmak (33): Bir şeyin fiyatı konusunda anlaşmaya çalışmak Plan kurmak (29): Bir konu ile ilgili yapacaklarını tasarlayıp karar vermek Postu sermek (204): Bir yerde ısrarla kalıcı olmak. Pür dikkat bakmak (172): Gözünü ayırmadan bakmak -R- Rahmetli olmak (44): Ölmek Rakibin sırtını yere vurmak (156): Güreşte tuş yapmak Rica minnet (56): Yalvarıp yakararak isteme
375
-S- Sabahı etmek (94): Sabaha kadar uyumamak Sabrı taşmak (78): uzun zaman sabrettikten sonra artık dayanamamak, tepki
göstermek Saf bağlamak (8): Namaz kılmak için dizilmek Saf tutmak (44):Namaz kılmak üzere sıralanmak Safiyâne söylenmek (114): Art niyetsiz kendi kendine konuşmak Sağ selāmet (56): başına kötü bir şey gelmeden Sahursuz oruç tutmak (38): Sahura kalkamadan oruç tutmaya niyetlenmek Sakalı mirt mirt etmak (25): Konuşurken ya da yemek yerken sakalın öne
arkaya kımıldanması Sarım gürüm hoş beşten sonra (67): Kucaklaşıp, hoş geldiniz deyip hal
hatır sorduktan sonra Sayıp dökmek (4): Söylenmesi gereken her şeyi söylemek Sel seli götürmek (51): Aşırı yağmur sonrasında meydana gelen sel Senesi gelmek (192): Aradan bir yıl geçmek Sözün nereye gittiğini anlamamak (10): Söylediği sözü bilinçli
söylememek Suyu çalılara bağlamış (26): Çalıları sulamak üzere suyun yönünü değiştirmek -Ş- Şurdan ağrı gelmek (129): Beklenmeyen zamanda gelmek Şeremet, malamat (175): İşi çabuk yapıyor ama kendi rezil oluyor
anlamında kullanılan bir ikileme -T- Tadını bulamamak (76): Yediği şeyden lezzet almamak Tam adamına rastgelmek (25): Bir sorunu çözecek kişiyle karşılaşmak Tanrı misafiri (36): Ev sahibinin hiç tanımadığı, iyilik olsun diye ağırladığı kişi Tarlanın üst başına geçmek (26): Tarlanın yukarısına gitmek Tekbir almak (44): Namazda eli kulaklara kaldırarak “Allahu Ekber”
demek Telkin vermek (11): Ölmekte olan birine kelime-i şehadet getirtmeye çalışmak Tepesinin tası atmak (78): Çok kızmak. Teze gelin (42): Henüz yeni evlenmiş kadın. Trafik oluk gibi (64): Trafiğin çok sıkışık olması Trenden gelmek (47): Demiryolcular için uzun süren görevden dönmek -U- Uşağını başına toplamak (65): Çocuklarını çağırıp bir araya getirmek Uşak devşek (23): Çoluk çocuk Uyhu semesi (207): Uykusu açılmamış, henüz uykulu bir halde olan,
uyanık olmayan, uyku sersemi -V- Vay yandıma düşmek (25): Bir konu ile ilgili olarak aşırı şekilde telaşlanmak Velhasıl (44): Sözün kısası, özetle
376
Vursan ölüyor, vurmasan payını elinden alıyor (168): Kötü davransan sonucu da kötü oluyor. iyi davransan seni kullanıyor.
Vurup yatırmak (102): Vurarak yere düşürmek Vücut çalışmak (156): Vücut kuvvetlendiren ve güzelleştiren sporları yapmak -Y- Yağmur bastırmış (54): Birden bire şiddetli yağmur yağmaya başlamış Yanbegi çekmek (14): Doğru söylenen sözü eğri yorumlamak Yarı canda olmak (103): Ölmek üzere olmak Yaşmak çekmek (169): Başörtüyle ağzı ve burnu kapatmak Yatırıp yatırıp, kaldırmak (44): sürekli secde yaptırmak Yekten kökünü silmek (221): tamamen, hep birlikte ortadan kaldırmak,
öldürmek Yemin billah ediyormuş (170): Çok yemin etmek Yemin, şart olsun (170): Doğru söylemediğim taktirde karım boş olsun
anlamında yemin Yerini yurdunu bilmek (194): Aklı başında, ne yaptığın bilerek yapan Yoğurt çalmak (217): Yoğurt mayalamak Yol yordam (65): her işin belli usulü Yola gitmek (47): Demiryolcular için uzun süre göreve gitmek Yola düşmek (2): Bir yere gitmek üzere yola çıkmak Yola zor etmek (159): Yola çıkmakta ısrar etmek Yollarını çevirmek (75): Birilerinin önünü kesmek Yollu yordamlı (217): Görgülü, nerde ne yapacağını bilen Yolu yarılamak (187): Bir yolun ortasına gelmek Yolu yol değil (169): Ahlakı kötü Yorgun argın (185): Enerjisi tükenmiş Yumak almak (230): Hamuru parçalara ayırıp yuvarlayarak açılacak hale
getirmek Yük düzlemek (204): Yünden yapılmış yatak yorgan ve yastıkları, derli
toplu dursun diye üst üste düzgünce yığmak Yüzünü dolamış savuşmuş (169): Bırakıp gitmiş -Z- Zammı sure koşmak (44): Namazda Fatiha’dan sonra Kur’andan bir sure okumak Zora koşmak (189): Bir başkasının işini zorlaştırmak Zorlu vāli (40): İşini çok iyi yapan vali Zoruna gitmek (127): Tahammül edememek
377
KAYNAK KİŞİLER (Doğum tarihlerine göre) Kaynak kişinin 1. Adı- Soyadı: Yusuf AKPINAR Doğum Tarihi:1922 Doğum Yeri: Karadoruk (Sivas’ın Gürün ilçesine bağlıdır.) Tahsili: İlkokul mezunu Mesleği: Esnaf emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ocak.2004 İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Mehmet AKKAYA Doğum Tarihi: 1930 Tahsili: İlkokul Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Haziran 2005 İkamet yeri: Sivas Adı- Soyadı: Turgut YALÇIN Doğum Tarihi: 1930 Doğum Yeri: Gürün Tahsili: İlkokul Mesleği: Berber (Aynı zamanda ozan) Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: Gürün Adı- Soyadı: Süleyman KAYAPINAR Doğum Tarihi: 1933 Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Köyü Tahsili: İlkokul Mesleği: Şöför Emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: Gürün Adı- Soyadı: Duran Çetin Doğum Tarihi: 1936 Tahsili: İlkokul Doğum Yeri: Sivas İkamet Yeri: Sivas- Merkez Derleme Tarihi: 09.04.2005
378
Adı- Soyadı: Güllüşan BAHCİVAN Doğum Tarihi:1938 Doğum Yeri: Bağlararası (Halk arasında Adıyaman da denilen bu köy
Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlıdır.) Tahsili: Okur-yazar değil Mesleği: Ev hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Şubat.2005 İkamet Yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Ali KOCA Doğum Tarihi:1938 Doğum Yeri: Gürün’ün Dürmepınar Köyü İkamet Yeri: Sivas/Gürün Adı- Soyadı: Kutlu ÖZEN Doğum Tarihi: 1940 Doğum Yeri: Divriği Tahsili: Üniversite Mesleği: C. Ü. Okutman, folklor araştırmacısı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Hacı AKBAYIR Doğum Tarihi: 1940 Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Köyü Tahsili: İlkokul Mesleği: İşçi emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: İstanbul (Yaz aylarında Gürün) Adı- Soyadı: Gülbeyaz KILIÇER Doğum Tarihi: 1940 Doğum Yeri: Şarkışla / Arıklar Köyü Tahsili: Okur-yazar değil Mesleği: Ev Hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ocak 2004, Temmuz-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Fevzi KILIÇER Doğum Tarihi:1942 Doğum Yeri: Bağlararası (Adıyaman) Tahsili: Okur-yazar belgesi var Mesleği: Sıhhi Su tesisatçısı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ocak.2004 (12.07.2005) İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Sabri KALELİ Doğum Tarihi:1942 Doğum Yeri: Sivas/Merkez-Elbeyli/Durdulu Köyü
379
Mesleği: TÜDEMSAŞ’tan emekli Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı- Soyadı: Medine ŞİMŞEK Doğum Tarihi: 1942 Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Köyü Tahsili: İlkokul Mesleği: Ev Hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-28.06.2005 İkamet yeri: Sivas Merkez Adı- Soyadı: Suat GÖREN Doğum Tarihi: 1942 Mesleği: Finalist Dershanesi Türkçe Öğretmeni Adı Soyadı: İSMET ÖZPINAR Doğum Tarihi: 1945 Doğduğu Yeri: Gürün’ün Sularbaşı Köyü İkamet yeri: Sivas/Gürün Adı- Soyadı: Asiye YAZICI Doğum Tarihi: 1950 Doğum Yeri: Şarkışla/Bağlararası Tahsili: Okur-yazar Mesleği: Ev hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Doğan KAYA Doğum Tarihi:1951 Doğum Yeri: Acıyurt (Sivas’a bağlı bir merkez köyüdür.) Tahsili: Halk edebiyatı alanında doktora yapmış Mesleği: Cumhuriyet Üniv.’de Öğretim Üyesi Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Şubat.2005 İkamet yeri: Sivas-Merkez Adı Soyadı : Orhan KAYA Doğum Tarihi: 1954 İkamet Yeri: Sivas Adı- Soyadı: Osman AKPINAR Doğum Tarihi: 1955 Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Tahsili: Üniversite Mesleği: Emekli Öğretmen Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: İstanbul (Yaz tatillerini Gürün’de geçiriyor.)
380
Adı- Soyadı: Bekir GÜZELDAĞ Doğum Tarihi: 1956 Doğum Yeri: Sivas/Merkez/Gazi Bey Köyü Tahsili: Üniversite Mesleği: Kültür Bakanlığı Sivas halkbilimleri araştırma ekip başkanlığı
görevini sürdürüyor, asıl mesleği öğretmenlik. RTV 58yerel kanalında program yapımcısı
Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Salih KUTLUAY Doğum Tarihi: 1956 Doğum Yeri: Sivas/Merkez-Demiryazı Köyü Tahsili: Lise mezunu Mesleği: Memur emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas- Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Vahdi YILDIZ Doğum Tarihi: 1957 Doğum Yeri: Şarkışla / Arıklar Köyü Tahsili: İlkokul Mesleği: İşçi emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Yıldızeli/Seyfettin Bey Çiftliği-12.07.2005 İkamet yeri: Yıldızeli / Seyfettin Bey Çiftliği (Ağıllar), Kış aylarında Danimarka Adı- Soyadı: Necati AKPINAR Doğum Tarihi: 1958 Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Tahsili: İlkokul Mesleği: Tekstil atölyesi işletiyor Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet Yeri: İstanbul (Yaz tatillerini Gürün’de geçiriyor.) Adı Soyadı: Ali Rıza ÖZDEMİR Doğum Tarihi: 1958 Doğum Yeri : Divriği Tahsili: İlkokul Mesleği: İşçi Derleme Tarihi : 03.04.2005 Adı- Soyadı: Zafer ŞİMŞEK Doğum Tarihi: 1959 İkamet Yeri: Sivas Tahsili: İlkokul ( Terk) Derleme Tarihi: 20.03.2005 Adı- Soyadı: Yusuf GÜL Doğum Tarihi: 1959
381
Doğum Yeri: Kavak Tahsili: Okur-yazar değil Adı- Soyadı: Akın ŞİMŞEK Doğum Tarihi: 1960 Doğum Yeri: Sivas Tahsili: Üniversite Mesleği: TEDAŞ’ta memur Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Haziran 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Rezzan ŞİMŞEK Doğum Tarihi: 1965 Doğum Yeri: Sivas Tahsili: Ortaokul Mesleği: Ev hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Haziran 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Avni YILDIZ Doğum Tarihi: 1973 Tahsili: İlkokul Derleme Yeri ve Tarihi: Yıldızeli/Seyfettin Bey Çiftliği-12.07.2005 İkamet yeri: Yıldızeli / Seyfettin Bey Çiftliği (Ağıllar) Adı- Soyadı: Mustafa SEÇKİN Doğum Tarihi: 1977 Tahsili: Üniversite Derleme Tarihi: 29.02.2005 Adı- Soyadı: Serap KUTLUAY Doğum Tarihi: 1982 Doğum Yeri: Sivas Tahsili: Yüksekokul mezunu Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas- Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez BİLGİLERİ EKSİK OLAN KAYNAK KİŞİLER Adı- Soyadı: Fatih ŞAŞKIN Tahsili: Lise Mezunu Mesleği: İnternet Kafe işletiyor, aynı zamanda Lever firmasında çalışıyor Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Milli eğt. Yay. Ev.deki remzinin kardeşi Mesleği: Sivas Milli Eğitim Müdürlüğü Yayınevinde Memur Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez
382
Adı- Soyadı: Celal ŞERBET Doğum Yeri: Nadirik Mesleği: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi Sivas Şubesi sorumlusu Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Ali Şahin CANOZAN Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Süleyman AKPINAR Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Tahsili: Lise mezunu Mesleği: Memur emeklisi, arıcılıkla uğraşıyor. Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: Bahar ve yaz aylarında Gürün, Kış aylarında Mersin/Erdemli Adı- Soyadı: Hamit BUDAK Doğum Yeri: Gürün/Karadoruk Tahsili: Köy Estitüsü Mesleği: Öğretmen emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Gürün-Temmuz 2005 İkamet yeri: Gürün Adı- Soyadı: Kasım DEMİR Mesleği: Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. kütüphane memuru Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: İsmail Hakkı ACAR Doğum Yeri: Zara ? Tahsili: Üniversite Mesleği: Öğretmen emeklisi Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Temmuz 2005 İkamet yeri: Sivas/Merkez Adı- Soyadı: Sıdıka YAZICI Mesleği: Ev hanımı Derleme Yeri ve Tarihi: Sivas-Ağustos 2005 İkamet yeri: Sivas/Merk Adı- Soyadı: Hüseyin DEMİRAY Doğum Yeri : Sivas/Merkez/Kızılcaköy Mesleği : Emekli-Esnaf
383
KAYNAKLAR
ACAR, İsmail Hakkı (1990), Zara Folkloru, Sivas. AKA Pınar (Bahar 2000), “İlhan Başgöz’le Halk Edebiyatı Üzerine”, Üçüncü
Kanat (Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi yayını) Ankara: Sayı: 3. AKSOY Ömer Asım (1984), Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü – 1 Atasözleri
Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. ALKAN, Ahmet Turan (2002), Üç Noktanın Söylediği, İstanbul: Ötüken Yayınları. ALKAN, Ahmet Turan (2003), Altıncı Şehir, İstanbul: Ötüken Yayınları. ALKAN, Ahmet Turan (2005), Yatağına Kırgın Akan Irmaklar, İstanbul: Ötüken
Yayınları. ARTUN Erman (2004), Anonim Türk Halk Edebiyatı Nesri, İstanbul: Kitabevi. AŞKUN, Vehbi Cem (1940), Sivas Folkloru, Sivas: Sivas Halkevi Dil Tarih
Edebiyat Komisyonu Yayınları. BALER, Mahmut (1969), Baldan Damlalar, İstanbul. BAŞGÖZ, İlhan (2006), “Atasözleri Hakkında Atasözleri Ya da Atasözlerinin
Toplumsal Anlamı”, (Çev: Nurdan Tufe Toçoğlu), Millî Folklor, Yıl:18, Sayı:70.
BEKKİ, Salahaddin (2004), Baş Yastıkta Göz Yolda (Sivas Türküleri), İstanbul: Kitabevi.
CAZGIR, Vicdan-Servet Yavuz-Niyazi Ceyhun (2006), Tarih (Lise 2 Ders kitabı), Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.
ÇAHA, Ömer- Ertan ÖZENSEL (tarihsiz), ÖSS ve ÖYS’ye Hazırlık Felsefe Grubu, Çözüm yayınları, Ankara.
ÇELİK, Ali (2001),“Tarih Araştırmalarında Sözlü Kaynakların Önemi ve Fıkralardan Tarihi Öğrenmek”, Millî Folklor, Yıl:13, Sayı: 52.
ÇINAR, Şener (Ocak 2005), Çelik Yelekli Kuşlar, İstanbul: Engin Ofset. ÇOBANOĞLU, Özkul (1999), Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri
Tarihine Giriş, Ankara: Akçağ Yayınları. ÇOBANOĞLU, Özkul (2000), “Geleneksel Dünya Görüşü veya Halk Felsefesinin
Halkbilimi Çalışmalarındaki Yeri ve Önemi üzerine Tespitler”, Milli Folklor, Yıl 12, Sayı 45.
ÇOBANOĞU, Özkul (2000/4), “Bilim Felsefesi Bağlamında Halkbilimi ve Halkbilimsel Bilginin Teleolojik Serüveni), Milli Folklor, Cilt VI.
DEVELLİOĞLU, Ferit (1998), Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.
DİLÇİN, Cem (1983), Yeni Tarama Sözlüğü, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. ELÇİN, Şükrü (1993), Halk Edebiyatına Giriş, Ankara: Akçağ Yayınları. EKER, Gülin Öğüt-Metin Ekici-M. Öcal Oğuz-Nebi Özdemir (2003),
Halkbiliminde Kuramlar ve Yaklaşımlar, Ankara: Milli Folklor Yayını.
384
EKİCİ, Metin (2004), Halk Bilgisi (Folklor) Derleme ve İnceleme Yöntemleri, Ankara: Geleneksel Yayınları.
EKİCİ, Metin (2000), “Halk, Halk Bilimi ve Halk Bilgisi Üzerine Bir Deneme”, Millî Folklor, Yıl:12, Sayı: 45..
ERKUL, Ali (2002), “Bir Alt Kültür Grubu Olarak Poşalar”, Uluslar arası IV. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri (4-7 Kasım 1997), Ankara.
ERSOY, Ruhi (2004), "Performans Teori Bağlamında Sözlü Kültür Ürünlerinin Müzelenmesi Sorunu", Somut Olmayan Kültürel Mirasın Müzelenmesi Sempozyumu, Gazi Üniversitesi Türk Halkbilimi Araştırma ve Uygulama Merkezi 4-6 Mart 2004-Ankara
ERSOY, Ruhi (2003), Baraklı Âşık Malgül ve Repertuarı, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara.
ERSOY, Ruhi (2004), “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi Üzerine Bazı Görüşler”, Milli Folkor, S.61, ss.102-110.
ESEN, Adem (1999), Sivas Ekonomisi, Sivas: Sivas Belediyesi Kültür Yayınları. GÖZAYDIN, Nevzat (Mart 1988), “Atasözleri ve deyimlere Yeni Katkılar” Türk
Dili (Aylık Dil Dergisi), Ankara: Cilt LV, Sayı 435. HONKO, Lauri (2000), “Halk Anlatısı Araştırma Metodları Bu Metodların Durumu
ve Geleceği”, (Çev: İsmail Görkem), Millî Folklor, Sayı: 45. KAYA, Doğan (1999), Anonim Halk Şiiri, Ankara: Akçağ Yayınları. LE UTLEY, Francis (2005), “Folklorun Tanımı”, (Çev:Tuba Saltık Özkan,
Redaktör: Evrim Ölçer Özünel), Millî Folklor, Yıl:17, Sayı: 65, ss 130-136. MADEN, Pınar (2005), “Performans Teori Doğrultusunda Bir Türkünün
İncelenmesi”, Folklor/Edebiyat, Cilt:11, Sayı:42, s. 205. MALINOWSKI, Bronislaw (1990), Büyü Bilim ve Din, İstanbul: Kabala Yayınları. PAÇACIOĞLU, Burhan (1997), Türk Dili ve Kompozisyon, Sivas. OĞUZ, Öcal (2000), Türk Dünyası Halk Biliminde Yöntem Sorunları, Ankara:
Akçağ Yayınları. OĞUZ, Öcal-Metin Ekici-Mehmet Aça-Mustafa Arslan-Dilaver Düzgün-R. Bahar
Akarpınar-Gülin Öğüt Eker-Aktan Müge Ercan-Tuba Saltık Özkan (2004), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker yayınları.
OĞUZ, Öcal (2001), “Kentlerin Oluşumu ve Gelişimi Süreçlerinde Türk Halkbilimi”, Milli Folklor, Yıl: 13, Sayı: 52.
OĞUZ, Öcal (2002), Küreselleşme ve Uygulamalı Halkbilimi, Ankara: Akçağ Yayınları.
ONG, Walter J. (1995), (Çev: Sema Postacıoğlu Banon), Sözlü ve Yazılı Kültür (Sözün Teknolojileşmesi), İstanbul: Metis yayınları.
OWEN, M. Trefor (2005), “Folkor ve Popüler Kültür”, (Çev: Selcan Gürçayır), Millî Folklor, Yıl: 17, Sayı: 65.
Örnekleriyle Türkçe Sözlük (1995), -----------C.II, Ankara: MEB Yayınları, s.916. -----------C.III, s. 2139. ÖZEN, Muallim Halil Sami (2003), Divriği Yağıbasan Köyü Folkloru, (Yayına
Hazırlayan: Kutlu Özen) Sivas. PÜRLÜ, Kadir (2002), Sivas’ta İlbeyli Türkmenleri, C. I, Sivas: Sivas Belediyesi
Kültür Yayınları. SAKAOĞLU, Saim (1999), Masal Araştırmaları, Ankara: Akçağ Yayınları SEZAL, İhsan (1995), Sosyoloji Yazıları, Ankara: Ekin Yayınları. TAN, Nail (1997), Folklor (Halkbilimi) Genel Bilgiler, İstanbul.
385
THOMPSON, Paul (1999), Geçmişin Sesi (çev. Şehnaz Layıkel), İstanbul. TİMURTAŞ, Faruk Kadri (1979), Yeni kelimeler Sözlüğü, İstanbul: Umur
Kitapçılık. USLU, Necati Asım (1985), Türkçede Yalnız Göze Ait Deyimler ve Atasözleri,
İstanbul: Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Yayınları. UYANIK, Seda (2006), “Cep Folkloru”, Millî Folklor, Yıl: 18, Sayı: 71. ÜÇER, Müjgan (1998), Atalar Sözü Yerde Kalmaz (Sivas'ta Sözlü Gelenek),
İstanbul: Sivaslılar Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı yayınları ÜÇER, Müjgan-Fatma PEKŞEN (2001), Divriğide Mutfak Kültürü (Yemekler,
Gelenekler, İnançlar, Atasözleri), Sivas: Sivas Hizmet Vakfı Yayınları YASAK, İbrahim (1994), Sivas İli, Sivas: Seyran yayınları. YILDIRIM, Dursun (1998), Türk Bitiği, Ankara: Akçağ Yayınları YILDIRIM, Dursun (1999), Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları, Ankara:
Akçağ Yayınları YILDIRIM, Dursun (Nisan 2000), "Türk Sözel Kültüründe Süreklilik”<Osmanlı
Hanedanlığı Döneminden Cumhuriyete>, Türkbilig, Ankara.
386
ÖZGEÇMİŞ
Birsen Akpınar, 1966 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamladı. Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 2002 yılında mezun oldu. 2005 yılında Gaziantep Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Yüksek lisans derecesini 2007 “Sivas Fıkraları (Yapı, İşlev, Bağlam)” konulu tezi ile Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edbiyatı Ana Bilim Dalı’nda tamamlayacak. Birsen Akpınar, orta derecede İngilizce bilmektedir. Şu anda Viranşehir Fatih Sultan Mehmet Lisesi’nde Türk Dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaktadır
VİTATE
Birsen Akpınar was born in Sivas in 1966. She finished her primary and secondary education in Sivas. She graduated from the Department of Turkish language and literature, Faculty of Arts and Sciences at Cumhuriyet University in 2002. She started to do her MA at Gaziantep University in 2005. She will complete her Master’s of Art degree on “Sivas’s Anecdotes (structure, function, context” in the Department of Turkish language and iterature at Gaziantep University Social Sciences in 2007. She knows English in medium degree. She is working as a teacher of Turkish Language and Literature at Viranşehir Fatih Sultan Mehmet High School now.