SOYUT OT

54

description

Ulus Fatih oykuler

Transcript of SOYUT OT

Page 1: SOYUT OT
Page 2: SOYUT OT

E-KİTAP PROJE # V

BORGES DEFTERİ

Page 3: SOYUT OT

SOYUT OT

ÜÇ ÖYKÜYAZARI: ULUS FATİHBORGES DEFTERİ E-KİTAP PROJE #V

2009

Page 4: SOYUT OT

ULUS FATİH*SOYUT OT

ISoyut diye bir şey var mıdır, belki de her şey soyut, bundan ötürü yukarıdaki Scud başlığının anlatacaklarımla bir ilgisi olmadığını baştan belirtmeliyim ki anlamsız bulunmasın. Scud başlığı denilince düşündüm de, insanoğlu neden silâhlara Şişman Adam, Küçük Çocuk, Tatlı Hala gibi adlar verir?.. Biliyorsunuz Scud’un panzehiri Patriot ‘Yurtsever’ demekti ama nedeni ne olursa olsun bu ‘Yurtsever’ kırmızı ceketlilerin, (Bağdat Seferi’nde) Kuveyt dinarının üzerinde uçmak istemesi, Alâattin’in lambasını üflemesi çaresiz bir uyanıklık içinde bırakmıştır beni. Mekke-i Mükerreme ile Yankee ve İzrael diyen sunucunun sesi, şimdi bile kulaklarımda çınlar ama insan tuhaf yaratık, Amerika’ya bakın; Dillinger, Davy Crocket, Al Capone, Bonny ve Clyde, Lee H. Oswald, Lincoln, Boston Canavarı, Truman ve Sirhan B. Sirhan… Sürüp giden bir vahşi Clau, Clau Claudius ve ölmüş ve öldürülmüşler tarihi. Demek istediğim, Hiroşima ve Nagazaki, Dachau ve Treblinka’ya imrenirim ben, savaş ve öldürüm kavramları bilincimi sayrı yapar ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yaşamlarımız bize egemen olduğu için, insan bazen istemediği, karşı çıktığı şeyleri bile içinde barındırıyor. Sözü Thermoplai Geçidi’ne getirmeden söyleyeyim, bütün bunları kaygısız divalarla anlatıyorum ama bu dünyada yıllar önce ben de bir cinayet işledim, dahası bir katilim…Ama hepimiz içinde olmak üzere hiç birimiz suçlu değiliz, suç ve suçlu diye bir şey yok, çünkü ‘İnsanın evrendeki durumu, bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir, görür ve işitir ama hiçbir zaman anlayamaz.’ Bu durumdaki bir yaratılmışın, duyunçsuz bir Demian’ın suçlu olması

Page 5: SOYUT OT

düşünülebilir mi… Ben bir katil olarak kendime ve başka katillere sürekli ağlamışımdır, gülende olabilir. Yaşamak gibi sonsuz küçük bir olasılığı, Eros uçuşuyla yakalayan ‘mavi’ bir çocuk düşünün ve aradan 22 yıl geçsin, bu çocuk, kız oğlan demeden aynı durumdaki diğer çocukları kurşunlasın, bıçaklasın, zehirlesin, ateş açsın, küle döndürsün, etik gerekçeyle atomlarına ayırsın, saçlarına kara büyü yapsın, tinine toprak doldursun… ‘Ey doğruluk; Mazda’nın kutsanmış aklını hamd için ellerimi yardım isteyerek kaldırıyor ve her şeyden evvel diliyorum ki, yaradılışın ruhunu sevinçli ve berhudar kılmak isterdim.’ Diyesim, ‘Arama mutluluğu! Yaşam bir iç çekiş kadar kısa! Nerde Cemşid? Hani Keykubad? Bir toz yığını şimdi… Lâl renkli bulutlara karışmış, fır dönüyor rüzgârla! Görüyorsun işte, bir düşten başka şey değil yaşam, dünya bir seraptan başka!’

Page 6: SOYUT OT

II

Page 7: SOYUT OT

Bir katil olduğumu söylemiştim, işlediğim öldürümün yılı 1964’dür. Bugünden 1621 hafta önceki bu olay, yaşamımı sonuna dek etkilemiştir, gene o yıl İsa’nın çarmıha asılmasına neden olan hain havariyyun Yahuda, en yakın arkadaşının yardımıyla (ötenazi) kendisini erguvan ağacına asarak yaşamına son vermiş, pek sevdiğim Bizanslılar’la, bir sabah at üzerinde boğazı yüzerek geçen Peçenekler’i surların karşısında görünce, tanrının gazabına uğradığımızı düşünmüşümdür. Bu öldürümden sekiz yıl sonra M.S. 1972’de Pioneer diye bir roket fırlatıldı uzaya, başka gökparlara doğru yola çıkan bu uydu, saatte 54 bin km. hızla gidiyor ve güneş sisteminin dışına çıkarak taşıdığı mesajla, 10.3 ışık yılı uzaklıkta Andromeda gökadasında ki Ross yıldızına doğru uçuyordur ve yeryüzü takvimine göre 34602 yılında varacaktır oraya, ot soyutsa zamanda soyuttur sanırım ve bu dünyadaki hiçbir insan bir başkasını öldürmemiştir, kürevi bir sahanda –piyeste!- öyleymiş gibi yapıyoruz biz. 34597 yıl sonra Ross 248 yıldızına ulaşacak bir dünya farikası varken, sen M.S 1964 veya ‘Ross’tan Önce’ 32646’da insan öldürmüşsün, bebek lenfi içmişsin, kanibalist olmuşsun sözü mü olur… Ayrıca en büyük insanlar bile yakından bakınca suçlulara benzerler, neden suçlu olacağız ki, evliyalar, dervişler krallar, kraliçeler, postacılar, dullar, mekkareler, inekler, karıncalar, çocuklar, peygamber böcekleri ve dünyada ki tüm Mustafa ve İskender’ler hepimiz katiliz ve hiç birimiz dürüstlükten hoşlanmayız, ben sana göre biraz dürüstüm ama öbürüne göre senden beterim, oda diğerine göre çok çatak ama o en ötedeki yok mu, en dürüstümüz o, ne tuhaf; o ise bana karşı öyle bir cürüm işlemişti ki 30 yıldır kendime gelemedim, yaşamım bir yıkıntıya döndü. Bütün bunlar feraset ve tevatür. Bakın ki, Atina’da Aristides diye birisi varmış, yaşamı boyunca doğruluk ve erdemden ayrılmamış ama yazgısı onu, yurdundan sürülmek gibi bir konumla yüz yüze getirince, okuma yazma bilmeyen bir yurttaş, kent meydanında onun sürülmesi için oy tabletine evet yazmasını istemiş, Aristides bu! Hiç belli etmemiş ve yazmış, ne var ki bir soru yönelterek, ‘Bir kötülük mü gördün ondan demiş?’ Atinalı sakin ‘Bu herifin hep doğru sözler etmesinden iğrenir oldum!’ demiş. İşte sürekli doğruluğun sonucu

Page 8: SOYUT OT

ortada, sürekli doğruluk bir yanlış, sürekli yanlışlık bir yanlış, arada bir doğruluk gene bir yanlış, arada bir yanlışlık başlı başına bir yanlış, buyurun; doğruluk ve yanlışlığın ne olduğuna bir karar verin.

IIIEkin saplarını da güvelerin yediği bir yıl düşünün, savaş hileleri arasında düşman askerine, surlardan arı kovanı atabileceğimizi, bir zamanlar Kiev devletinin olduğunu, bir bedevi olarak Suat’a olan aşkımın Rebilüevvelde başladığını, 10 bin yıldır evlerin üzerini kiremitle örttüğümüzü, 10 bin yıldır ev diye taş taş üstüne yığdığımızı (mühendislikten emekli bir arkadaşım, bir gün bana konut işlevi görecek, manyetik alanlar yaratamaz mıyız dedi), sekiz metreküplük otolarda, bir metre küplük insanların gittiğini, artlarından öküz öldüren dumanların seyirttiğini, öldürdüğüm kasaba cambazının, dört köylü dirseğinden bir parmak daha uzun olduğunu, onu öldürmeden bir gün önce, cambazın geldiği yolda, bir taşın altında kara bir kutu bulduğumu, içinin boş olduğunu, dört ay sonra kahveye gelen bir yabancının, kapak altına yazılmış Sanskritçe yazıyı okuduğunu, yazının ‘Şüphe Ediniz’ olduğunu, insanda mal ya da para hırsı varsa, sonunda mal ya da para hırsızı olabileceğini, yaşamımda çok ağladığımı, yollarda karşıma çıkan boş kaplumbağa kabuklarına, kanatları kopmuş ölü kuşlara, ıssız ovalarda terk edilmiş hayvan leşlerine, örümcek ağına yakalanmış sineğe, gömütlerden çıkan çocuk kemiklerine, şiirin; kalça kemiğimizdeki bastonsu bir çubukla, dana gözünden büyük bir yamru-yumruluğun içinde oluşan verevsi boşlukta akan, karanlık bir sıvıcıl olduğuna, ortaçağda insan eti yeme alışkanlığına, Pers Kralı Kambyses’in, Atina seferi sırasında, Trakya yöresini bir bir köle yaparak Makedonya’ya girerken; sarp dağlarda baştan aşağı karalar giyen Melankoia adlı bir küçük ulus olduğuna (bunların ele geçmeden Atina’ya inildiğine) ve bu dağlıların bugünkü ‘melankoli’ sıfatına isim babalığı yaptığına… Kambyses’ten bir şey anlatmak istiyorum; (ya Herodot, ya Temistokles ya da Ksenophon, yani Anabasis’ten

Page 9: SOYUT OT

çalarak!) meşhur Darius’un bile göz koyduğu Babil’in baş kaldırmasıyla, bir Pers hükümdarı olarak 2. kez Babil’in üstüne yürür Kambyses, Babil’i bilirsiniz, asma bahçeleri, Semiramis, Nabukadnezar, soylu bir ülke... Kambyses, Darius gibi kenti bir türlü alamaz, tarih boyunca olduğu gibi bir hileye başvurulur, komutanlarından biri iki kulağını ve burnunu keserek, bir hainmişçesine Babil surlarına yaklaşır, Babilliler bu komutanı içeri alır, komutan Kambyses’in vahşi bir tiran olduğunu, Babil’in düşmemesi için her türlü yardımı yapacağını söyler, gerçekten olaydan sonraki ilk hücumda, bin Persli kılıçtan geçirilir, ikincisinde iki bin, üçüncüsünde dört bin Persli öldürülünce (Nasıl olur demeyin, daha dünkü Normandiya Çıkarması’nda iki saatte 150,000 asker makineli tüfek ateşiyle kılıçtan geçirilmiştir.) Babilliler komutanı kutlayıp ona sonsuz güven duymaya başlarlar, oysa her şey düzmece ve tasarlanmıştır, dördüncü hücumda komutan savaşım gereği, güneydoğu kapısının açılmasını buyurur, buyurur ama içeri dalan binlerce Pers askeri Babil’i böylece ele geçirir, Babilliler son anda oyunu sezmişlerse de yapacak bir şey yoktur; Kraliçe Nitokris, Kambyses’in huzurunda, esir bir kraliçedir artık… Kraliçe Nitokris’te yanılabilirim ama güzelliğinde yanılamam, aslında dünyada kraliçe de, güzel kadın da alabildiğine çoktur ama insan bir şeyin çokluğuna katlanamaz, alışkanlıkların dışına çıkamaz, eğer herkes varsıl olsaydı bir dilenciye bile tapardık, herkes dilenci olsa bu kez de dokunduğu altın olan Darius nedimi Krezüs’e tapardık, az bulunan şey değerlidir, en değerli şey de hiç olmayandır, taş da olsa… (Aşk da böyledir, ararken çok mutlusunuzdur ama Anka kuşunun peşinde koşan avcı şehzadeler gibi, onu ancak ölü ele geçirebilirsiniz. Altın bir gölge gibidir, ne kadar sarılmak, kucaklamak isteseniz de, bir de bakarsınız o kendinizsinizdir.) Deniz suyu çok, değerini bilmez petrol bulaşığına bularız, altın hiçbir işe yaramaz ama tinin efendisidir, günlük onsunu bilmekte yetilerimiz arasındadır.

Page 10: SOYUT OT

IVİşlediğim cinayete gelince, bazen öldürüm, bazen cinayet diyorum, ben de garip biriyim, sözcükleri iki kez üst üste kullanamam (bu dediğimle de kalırım); ölüm, katil, mort, mourir, ölen, öldüren, yakan, biçen, vuran, kıyan, kül eden, can alan, soluk kesen, murderer, tamuya yollayan, death, killing, cinai, yok eden; ölüp öldürmeyle bildiğim-bilmediğim ne varsa kullanmak isterim. Doğuda bir dilde, bir sözcüğün tam dört yüz karşılığı varmış diyorlar, bir de eş anlamlı sözcüklerden bir kitap yazılabilir mi diye hep düşünürüm. Babıali’de yıllar önce aynı sözcüğün yinelendiği, yüz kırk sahifelik bir kitap görmüştüm: Soru, soru, soru gibi!.. Böyle bir şeyin hiçbir anlamı olmadığı düşünülemez, bu sınırlı tutum düşünüldüğünün aksine, sanatın sınırsızlığına bir örnek sayılabilmelidir. İsterse yüzlerce eş anlamlı sözcük yaratabilir insan, zaten sözcükler kendisine yüklenen anlamı taşır, o anlamı yüklemezseniz, gel dediğin kişi gelmez, ‘g,e,l’ dedi der.

Page 11: SOYUT OT

Sözünü ettiğim öldürüm, köydeki ikinci öldürme olayıydı, ilkinde hiç unutmam Kokis Cafer öldürülmüştü (ölenler unutulmaz, ama bundan önce cinayet değilse de, az kalsın cinayete yol açacak bir olay daha vardır ki, köyün duyuncu, örtbas etmiştir bunu ve belleklerde cinli canlı bir anı olarak kalmıştır).Olay şu: Köyün içinde desem ovaya yakın, ovanın içinde desem köye yakın bağlar vardır, işte o bağlarda kadının biri, topladığı çırpı çubuğu (çalı çırpıda denir) sarıp sarmalayarak, sicimi de omzundan geçirip tam kalkacakken, gölgelerin uzadığı vakitte, girdap gibi gelen bir erkeğin hücumuna uğrar! Çarmıhtaki İsa’ya bakan Meryem gibi kalakalan kadın -işe bak ki bu kadının adı da Meryem’di- meçhul faile kolaylık ve zorbalıkla teslim olur. Ertesi gün baygın ve perişan buluyorlar kadını, ama çabuk iyileştiği ve faili de meçhul olduğu için bu olayın üstünde durulmamış unutulup gitmiştir. Çiy ve tiksinç erek diye nitelenen olayda, kimi, kadın bilerek susuyor çünkü yakınıydı demiş! Kimi de olayı tek boynuzlu bir tekenin (belki de bir minotaur) yaptığına yemin etmiştir. Bugün bana ikisi de yersiz ve saçma geliyor, gelen pekala çevre köylerden birisi olabilir.Kokis Cafer, Kolkhis Cafer’di. (Cafer’de Zephiros’tan gelme, batı yeli demek!) Kolkhis, Altınpost’un peşindeki İason’un aradığı ülke, bugünkü Gürcistan. Bilirsiniz bir cisim (bilgiçliğime katlanmalısınız, bir katil için bu ne büyük bir ödeşmedir bilemezsiniz) uzayda kaplayabileceği en küçük alanda bulunmak ister. Bu en az yer boşlukta küre biçimidir, bu nedenle; evren de, cenin de küresel durur, yine bu nedenle söz de ovaryum gibi törpülenir, akıcı ve kayışkan olup, dilber ve dilbazların ağzında, en az sesle en çok anlamı kaplamak ister, varlığının ancak böyle süreceğini bilir. Kolkhis zamanla Kokis, Kokis’te zamanla Kok, Kok’ta yalnızca K olacaktır. Bir simge ama bu bizim K’nın yaşam çevreninde geçerli olacaktır, dünyada ayrı ayrı anlamlara gelen Oscar K, Franz K’da yaşamayı sürdürecektir. Diyeceğim köylüler bu öldürümü anmak için sonunda şu bizim K’nın öldüğü cinayet diyeceklerdir. Francisco Luzientes de Goya için yalnızca Goya, Yakup Kadri -eyvah ki soyadını şimdiden küresellik yasasına uyarlayıp

Page 12: SOYUT OT

yazmaktan caydım- o da zamanla soyadsız, bir zaman sonra da Y. Kadri olacak ve çok sonra da ne olacağını Eloah bilir! (Selahattin niçin Salo’dur, Sodom’u çağrıştırdığından mı, anlatılanları lütfen küçümsemeyin, argo kaba değil ortak dildir.) Kurduğumuz tümceler de böyledir: Sen oraya gittin mi?.. Ben oraya gittim, demeyiz, yalnızca gittim deriz, ya da bir baş işaretiyle geçiştirdiğimiz olur. Sözcüklerin kendi kendisini eritip küreselleşme yasasına uyduğuna pek çok örnek vardır. Doyurucu yanıt veremediğimi biliyorum ama sezgiyle bir şeyler anlatabileceğime inanıyorum. Zaman her şeyi süpürmekte, dahası yutmaktadır. Söz uçar yazı kalır derler, gerçekte böyle değildir, ‘Baki kalan bu kubbede hoş bir sadadır.’ Yazı sözün uçacağı korkusuyla başvurulan bir umar olup kuruntudur. Söz uçmaz, yazı uçar. Bütün bunları tam anlatamıyorum, neden mi, örneğin sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, sanat ‘anlayan’ içindir, anlamalıyız. Kserkses bir geçit töreninde, şahmaranlı ve zarafşanlı ordusuna bakıp ağlamaya başlamış, neden ağlıyorsun denildiğinde, ‘Bu güzelim askerlerle dolu görkemli ordudan yüz yıl sonra geriye bir şey kalmayacak ona ağlıyorum’ demiş, görüyorsunuz Kserkses’in sözü uçmamış, kalmış ama askerler ve Kserkses uçmuş, sözleri de yazıldığı için değil, söylendiği için kalmıştır bugüne, ‘Söyleyiş’ önemlidir yazım değil.Neyse, bir köpeğin tüyünde geçen zaman ve çocuk eti yiyen Sırp kedileri gibi ben gene cinayete döneyim: Cinayeti işlediğim gün çok garip şeyler oldu, bir ahlat ağacında çıngılayan çiftçi kuşu ve yakıcı güneşten başka ovada kimsecikler yoktu, gökyüzünde alışılmadık tuhaf bir kuantum gürültüsü, sanki üstüme doğru geliyordu, unutmadan söyleyeyim Platon, ‘Aşk güzele döldür’ demiş, ne erotik söz, ben de diyorum ki: Siz ne demişseniz ben de onu derim, onun için; ‘Ben de diyorum ki’ demek yalnızca bir abartmadır. İnsan zalimdir. Ve ayların en zalimi Nisan olmayıp Ağustos’dur. Çünkü alnında kartopu gibi lekesi olan katırın üstündeki köy cambazını, bir Ağustos sıcağında öldürdüm. İnsan zalimdir ve Dostoyevski bunu bilir, dahası kanıtlar, insan Dostoyevski’yi okumadan ölürse, bir zalim olarak ölür (Kydrara’yı görmeden ölende mahzun olarak ölürmüş).

Page 13: SOYUT OT

İşlediğim cinayeti, iki yıl sonra evlendiğim, sol yanağında akrep gözü gibi, minicik bir beni olan, ikinci karımın duyurumu sayesinde bütün köy ve şu anda dillendirdiğim için, artık sizler de öğrenmiş bulunuyorsunuz -bütün dünya bilse ne çıkar demeyin- dünya dedikoduyla döner! Yalnız şunu bilmenizi isterim ki, bu cinayeti sizlere anlatabilmem için ‘Ses tellerimin titreşmesi gerekir ama ses telleri, söylenmek istenen sözün kasçıl boyutlarını, tinsel tanjantıyla, anlaksal gerilimini, istenç dışı nedenlerle (Sağlık, o anki ölçülemeyle, ses oktavının istenilen frekansta olamayışı gibi) uygun ve istenilen ölçekte veremeyebilir. Bu durum, karşı durum ve iletişsel boşlukta istenilenin dışında bir etki yapabilir. Ve artık sözün tarihsel ve kişisel anlakta yer aldığı tinsel konumu değiştirmek olanağı olamayacağından ya da bu olanağın yeni olumsuzluklara yol açması söz konusu olabileceğinden, bütün insanların dinlerken hoşgörülü olması gerekir’.

Page 14: SOYUT OT

VAnlatmaya çalışacağım, bu oksijen düşmanını sabırla dinlerseniz, tin söndürmeye ilişkin ayrıntılı bilgilere ulaşacağız. Viking uzay aracı Mars’a indiğinde, silikon kökenli zürafalarla karşılaşmış, bu sayfaya uzun süre baktığınızda, sayfanın arasına gizlenmiş bir zürafa göreceksiniz, eğer görmüyorsanız hata siz de demektir, bu sayfada gizlenmiş bir zürafa var, siz görmüyorsunuz ama göreniniz var, hatta zürafanın su içtiğini söyleyeniniz de var, ama siz hiçbir şey göremiyorsunuz, yazık, ya düşlemleriniz çok kısır, ya gözleriniz -estağfurullah- kör, ya da bilinciniz zayıflamış, yazık, daha kötü şeyler söylemeye dilim varmıyor -zürafanın sayfanın içinden çıkıp sizi tepmesini mi bekliyorsunuz!- yazık, ne diyeyim… Anadolu faunasında zürafa yoktur, öyle mi! Bak sen, zürafa tepti, zürafa seni tepti, ama hâlâ konuşuyorsun!.. Ne var ki, evrende bizden başka kimse yok, çünkü bu soruyu da aynı ilgiyle karşılayacak mısınız bakalım: Evren de başka fareler de var mıdır?.. (Ayrıca bilinmeyen bir geçmişte, başka gezegenlerden gelen kedilere; insanlar gülünce, Harpagonlu kedi; hemcinslerimiz yalnız bu planet de gelişmemiştir, bu sorunu en kısa sürede çözeceğiz demiş ve gene ayrıca şimdiki insanlar da çok zaman önce birer kediymiş).Neyse benzemese de, kavas dilinde böyle yakıştırmalar için, ‘Saksağan keklik gibi yürümek istemiş, derken

Page 15: SOYUT OT

kendi yürüyüşünü de unutmuş‘ derler, ben o öldürümü gerçekleştirdiğim de herhalde o ben değildim, öyle olsaydı bu ölümcül hatayı yapar mıydım, saksağan mıydım bilemem ama bir can alıcı nasıl oluyor belki anlamak istemişimdir. Sokrates’den, oğlunu kötü yola sürüklüyor diye bir tacir yakınmacı olmuş, beni de dediğim gibi yanağında akrep gözünden küçük, minicik beni olan ve cambazdan aparttığım servetimi paylaştığım, ikinci karım Z.H jurnal etmiştir. Ne tacire, ne de karıma kızmıyorum, o zamanda kızmamıştım ve artık ‘Çoktan ölmüş olduğum için’ şimdi hiç kızmıyorum, yüzyılların dünyasında Kserkses’in dediği gibi, cinayetle ilgili hiç kimse kalmadığına göre ve o yıllardan öte, dünyada yaşanmış hangi şeye kızılabilir ki, Pers kralı Behram, yabani eşek avında koşarken, bir çukura düşüp ölmüş; şimdi ben ağlayayım mı, diyelim yıllarca önce bir cinayet işledim, bir soluğu durdurdum; ne yapmamı istersiniz?.. ‘Tanrının kendisi bile olup bitmiş şeyleri olmamış kılamaz’ demiş Descartes, ben de diyorum ki, bu cinayet oldu artık, önleyemem, yaşam zaten çok garip, çok anlaşılmaz en basitinden, ne barışın geleceği var, ne açlığın biteceği, her şey çözümsüz, umutsuz…Bir haraya doldurulmuş atlar gibiyiz, kişnedikçe senfoni dinliyor sanıyoruz, tepindikçe çalışıyor, şaha kalktıkça ilerliyor, biniciyi attıkça özgürlüğü arıyor, otları yedikçe iyi beslendiğimizi, yattıkça düşündüğümüzü, kalktıkça yaşadığımızı, kuyruk salladıkça iletişimde bulunduğumuzu ve dahası gaita gördükçe sağlığımızın ve her şeyin yolunda gittiğini sanıyoruz. Bir atız biz…Şu işe bakın ki, iki kişi konuşurken bile altı kişi konuşuyor bu dünyada; 1- Konuşanın kendini görmek istediği ya da sandığı kişi (kişiliği). 2- Konuşanın karşısındakinin gördüğü ya da sandığı kişi (kişilik). 3- Bambaşka biri olarak asıl konuşan… Hangi sorunun çözümünden söz ediyorsunuz ki, sorunları konuşabiliyor muyuz sanıyorsunuz. Ben cinayeti işledikten sonra, hapishanede hiçbir şey yapmadım, hiç bir şey düşünmedim, bir keresinde bir köylü ziyaretime gelmişti, hiç ses etmeden saatlerce duruştuk. Ve gitti. Bir keresinde de bir şiir yazmaya yeltendim, bu konuda şu ölümlüyü üzmeden, o şiiri size okumak isterim, lütfen ‘15 Martlardan’ sakınarak dinleyin!..

Page 16: SOYUT OT

‘Kapalı bir odadayım / boş, bomboş. / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir odadayım / Duvarlar… / Renk bile belli değil ki. / Kapalı bir oda / Karanlık olur / Duvarlar renkte vermez. / Kapalı bir oda / Karanlıkta olmaz ki / Kapalı bir oda / Aydınlığa açılmaz ki / Karanlık olsun / Bilsin karanlığı… / Kapalı bir odadayım / Boş, bomboş / Bir hiçim ben burada / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir oda / Hiçliği tanımaz ki…’ Bitti. Artık dinlemeseniz de olur. Sessiz ormanda, bahar dallarından yapılmış yatağından kalkan genç bir İyon askeri gibi, düşlerinde tavşanlara havlayan köpekler, Ruz sarmaşığı gibi kokan Medine gülü, adı ‘Kızıltoprak’ anlamına gelen Adem, Timnat’a koyun kırkmaya giden Yahuda, Tevrat’da sırf solak olduğu için askere alındığı söylenen ve savaşta ölen körpe delikanlılar, ‘Habent su fata libelli’ ‘Kitapların alın yazıları vardır’ diyen Aziz Saint ve yüzme bilmedikleri için (Ölüdeniz) Lut’da suya giren Celileli kadınlar ve uykusunda mırıldanan Tuşencel kuşu gibi, bu şiiri yazdığımda ağlamıştım ben… Yaşamımda şiir yazmaya kalkıştığıma ağlamıştım, yaşayıp da tüm ölenler gibi hiçlikten kendi kendime kurtulmuştum sanki ve hiçlikten kurtulduğum sanısı için, hapse girmeyi bekleyecektim elli yedi yıllık yaşamımda ne garip…

Page 17: SOYUT OT

VI (Erkekleri tutsak eden, yüreği tez nymphalardan biri, kutsal korulukta avını beklerken, domuz avı ayında, yolda topladıkları sebze ve meyvelerle geçinen iki hoplitle karşılaşmış, hoplitler gökte uçan Pegasus’a bakıyormuş, olan biteni Miletoslu yurttaşlardan Patrakloslar’ın üç kuşağı da gölgelik bir yerden izliyormuş, nasılsa Kharitler’den üç kişi gelmiş, pekte güzel bakıyorlarmış, olay Milattan Önce 1210, Güvercin ayı, Daphne gününün 21’inde geçesiymiş. Tam o sıra koruluğa, az sonra bir canavara dönüşecek ve çocuk Midas kılığında megaradan çıkmak üzere olan, kararsız bir kiklat da gelmiş, ne oldu, ne oluyor derken ve tüm bunlar çoban Paris’in mutlu günlerinde geçerken...)Bu da nerden çıktı!.. Neyse, niçin öldürdüğüme gelince, belagat yapıyorum sanmayın; Kur’an’ın her sure başında şerrinden korunun dediği, insanın öteki yarısı benim diyen, her gece evlenmemiş kadınlara görünen, İsa çarmıhtayken ona yaklaşan, Musa kavmini yoldan çeviren, altın buzağıdan mabut olduran, kindarların maşuğu, Nemrut’u göklere çıkaran, zincirli esirlere kırbaç biçimine bürünen, O’nu cennetten kovduran, Hallac’ın ruhuna aşk (sevi), Aziz Augustin’e şüphe olarak beliren, le Sage’ın Topal Satan’ı, Voltaire’in kalemşörü, Karamazof’un dışında, Freud’un içinde, Führer’in gözünü döndüren, Lenin’i düşündüren, genç kızların koynunda, bir zamanlarda Direklerarası’nda görülen ve şu yakınlarda Aa ırmağını dolup taşıran; Şeytan’a uydum!..Cemşid’in taht üzerinde Niniv’e girerken yüzü öyle parlıyordu ki, halk güneşle onu özdeşleştirerek ‘O gün gökte iki güneş göründü’ demiştir. İşte (canım adam öldürmek istedi diyen katiller gibi) cinayeti işleyip derin bir soluk aldığımda, inanın benim yüzümde aynı Cemşid gibi parlıyordu. Asla yapamayacağım bir şeyi başarmış ve başkalarının övgüler düzülen nefretine kavuşmuştum. İnsan olmuştum!.. Alnında kartopu gibi lekesi olan, leopar gözlü katırın üzerinde; Ramses gibi gelen kasaba cambazını öldürdüm ben! Kaçıncı söyleyişim bilemiyorum, laf uzuyor, ama okumaktan yarar gelmez, boşluk hoştur, sizde okuyun!..

Page 18: SOYUT OT

Ben, cambaz beygirden bozma katırı üzerinde gelmeden önce, yalnızca başlarını kopararak bir iki böcek öldürmüştüm. Yıllar önce bir sabah değirmene giderken ‘söğütlü bir yolda’ bir gazete parçası bulmuştum, bazı böcekler başları olmadığı halde günlerce yaşayabiliyormuş, gazetenin arkasında da şu yazı vardı -ben buna çakışım diyemeyeceğim- Mısır reformisti Tahtawy 19. Yüzyılda Paris’e geldiğinde gördüğü, bir atın çektiği sulama arabasını (Bostan beygiri), insanoğlunun o güne dek bulduğu en büyük yaratı diye nitelendirmişti. Çünkü, Mısır’da su hâlâ kovalarla taşınıyordu. Tahtawy bu buluşu Mısır’a birisinin getirmesi için dua etmişti. La havle velâ kuvvete yarabbim!..Bu yazıyı okuyun dedimse de, her okuduğunuza ‘Ahfeş’in Keçisi’ gibi başınızı sallamayın, Kleopatra aksesuar olarak boynuna doladığı yılanların, zehirli olup olmadığını anlamak için, köleleri kobay olarak kullanırmış, sözün özü Dante’nin dediği gibi, eğer yaşamak için dünyaya geldiyseniz, ‘İçeri adımlarınızı atarken sizler, umutlarınızı dışarıda bırakınız ki, düş kırıklığına uğramayasınız’. Ben cinayet işledim ama (Ne çok ben, ne çok enkaz) Nerval, gece uykusuz ve karanlık olacak dedikten sonra, sokaktaki havagazı fenerine kendini asmış, Atilla Josef trenin önüne atlamış, Camus, trafik kazasından, Eschlus, damdan kafasına düşen kaplumbağa yüzünden, T. Williams boğazına takılan lades kemiğinden, Puşkin düelloda, Lermontov karşı düelloda, Marlowe bıçaklanarak, Malamud, Stalincilerce, Gorki, Troçkistlerce, Lorca, falanjistlerce, İsodora boynuna dolanan eşarpla, Nedim asilerce, Nefi cellatlarca, Lincoln bilinmeyen insanlarca, Sabahattinali çam dalıyla, Montherland kurşunla, Nigâr Hanım pancurlu bir konakta, Kutlar, paltoda patlayan bombayla, Shelley denize açılarak, Furuğ özellikle seçilerek ölüp öldürülüyor dostlarım. Belki bir gün, kül kedisinin ayağına prensin camdan ayakkabılarını uyduracağız, belki hep ağlayacağız…Eski Yunanlılar evrende atı ve balığı buldular, bizler gezegenleri ve burçları bulduk. Bir gün yeryüzü ve gökyüzünün haritasının gerçekte her zaman

Page 19: SOYUT OT

arzularımızın ve korkularımızın haritası olduğunu anlayacağız. Cüce balinalarla, kötülükler tanrısı Ehrimen düşürdü bu yola beni, gökte önüne çıkan aslanın ağzına, parmağındaki yüzüğü atan Abdülmuttalip soyu Muhammet gibi bir çıkar yol bulamadım, kesildikten sonra bir daha filiz vermeyen çamlar gibi geriye dönemedim, Gödel kanıtlaması gibi saplanıp kaldım.Bıyıklı Mehmet Paşa, Osmanlı sarayına Nur Ali’nin başı ile birlikte, alt yüz müridinin ağırlık olmasın diye kafalarından kesilmiş burunlarını gönderir, Timuçin’in cenaze törenine katılan iki bin kişi kılıçtan geçirilir, onları öldüren sekiz yüz askerde dönüş yolunda öldürülür ve Cengiz Han’ın mezarı bilinmez olur, işte bunlar gibi benimki de bir cinayet sonuçta; ‘Yılanın ağzından çıkan akrebin zehri ağır ve zalim’ Şimdi tanrı Marduk ve kral Sarpanitu’ya söylüyorum ki, valinin topografı Berberoğlu İmba, Elam’dan buraya geldi diyen rahibin, uzayda gezinen domates tohumları ve bıldırcın yumurtalarının ve aynaya bakan Makedonyalı İskender’in hali gibi, zamanın ağırlığını taşıyorum ve şaşkınım. Eğer tanrı insanlarla iletişim kurmak isterse Haydn’ı, kendisi müzik dinlemek isterse, insanların hiç sevmediği Boccherini’yi dinlerdi diyorlar ama benim işlediğim cinayetten sonra (Niçin sıkıldınız!) Kaşku (Ay Tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (gök tanrısı) onun arkasından yağmur saldı ve ardından yağmur sağanakları gönderdi. Onu korku aldı, onu korku aldı. İnanın beni de!.. Japonların dilinde “Hibakuşa^ (Işınlananlar) diye anılan atom bombası kurbanlarının Hiroşima’da hâlâ iskeletlerinin çıkışı gibi, bu cinayette beni her zaman korkutmuştur. Korkulmayacak gibi değil ki, Hiroşima’da insanların gölgesi taşlara çıkmıştı.‘yukarıdaki bilgilerin ışığı altında her dişte tek bir foramen apikale bulunmadığı anlaşılır, ama hangi dişte kök ucunda kaç tane -foramina- küçük foramen apikale bulunduğunun önceden bilinmediği de anımsanmalıdır. Bununla birlikte yapılan araştırmalar sonunda kök ucunda birden çok foramen apikale içeren diş yüzdesinin yüksek olduğu bulunmuştur. Tek köklü dişlerin çoğunda var olan bir kanal tek bir foramen apikale ile sonlanır.

Page 20: SOYUT OT

Bazıları ise büyük bir foramen ve yanında bir veya daha çok foramina ile periapikal alana açılır bu foraminalar çoğu kez aynı genişliktedir’ Bu tırnak içindeki yazı bilgisayar diziminde bir virüs olarak yazımıza karışmıştır!İnsanların cinayetlerden, uzaydaki kuyruklu yıldız barınakları gibi ürkmesi yerindedir. İnsanoğlu kör bile olsa, bugün sahip olduğu uygarlığın % 85’ini yine yaratabilecekmiş ama kör bir uygarlık, ne kadar sıkıcı olurdu değil mi… Kör olarak yine savaşır mıydık bilinmez ama Bosna-Sırp-Hırvat üçgeninde, Birleşmiş Kediler’in bir türlü ayıramadığı savaşta, Britanyalı bir turizm kuruluşu Londra’dan hareketle Hırvatistan’a ve Sırp Sındığı diyarlarına ölüm turları düzenliyor ve tur katılımcıları, dağ başlarından kentlerde dolaşan sivil hedeflere serbestçe ateş ederek öldürme arzularını doyurabiliyorlarmış. Öldürme arzusunun tadıldığı bir gezi, ne turistik bir gezidir, böyle bir dünya, ne turistik bir dünyadır, bundan gurur duymalıyız ya da başını hep sola yıkan -boynu bükük- İskender gibi, hep Vehep (peygamberin atasıdır) öne eğmeliyiz!..Us yoklağanlığı, sayrılığımızın adıdır, Suudi’de kılıçla başımız kesilir ve bütün bunlar Mişna’da yazılıdır, her şey “Yazı’dır”. Yazıların çevresi yaprak motifli ve gümüş zarafşanlıdır, ortasında altın varak kâğıt ve siyah mürekkep celi sülüs ile ‘Albekavn Allah’ yazılıdır ve ben de tam burada, bu başıboş kâğıtlarda inini örmüş mesihim!.. Maria Luisa Spazıanı’yim. Konuşabilen, asla çalışmayan, giz dolu, bir çeşit orangutan. Küçük köprüler ve küçük kayacıklarla doldurulmuş bahçelerde dinlenirken, dudakalrından, bahar dalların ilişkin bir haiku dökülen… Oysa mis kokulu bir gül derlerdi Nara için... Ey yaşam…

Page 21: SOYUT OT
Page 22: SOYUT OT

VII

Bir katil olmaktan epey uzaklaşmış olduğumun farkındayım, -günah çıkartmama izin vermeyecek misiniz- şimdi anlatacaklarımla, iyi bir sungu çıkartacağımı ve ruhunda cinayete ortak olmak için can atan, kan çeken sizleri mutlu kılabileceğimi umuyorum. Mısır’da kadınlar ayakta işerler, erkekler çömelirlermiş evvelemirde, (çok uzattım evet ama Taptuk Emre, kırk yıl uzatmıştı). Ben İsabeyli’yim ama bunun İsa ile bir ilgisi yok, İsabey’den İsa’yı çıkarmak, Haç’tan Hac’ı çıkarmak gibi bir şey olur (daha ne olsun mu dediniz!). Cinayeti İsabey’in eteklerinde kurulduğu Çökilyas dağının -gün batısındadır- Baklan ovasıyla sarıştığı geniş düzlükte, Akkuyu derler yerde işledim. Baklan ovasının kuzeyi Beşparmak dağları, güneyi ufkun yitip gittiği bir düzlük, doğusu da ovaya ismini veren ama adı Baklan değil Bakılan dağları olan dağlara bakar. Bakılan dağları denilmesinin nedeni kutsal kitaplarda (Kutsal kitaplar varsa, kitapları neye yakarlar, anlamadım, insanları mı yakıyorlar dediniz!..) güzel çocuklar ve prensesler için bakılışı güzel denir ya, işte bu dağda -sanki resul sıvazlamış gibi- öyle bir uzanır ki, kuzeyden güneye (olmaz ki böyle de yatılmaz ki diyebilirsiniz!), artık anlayın işte öylece bakılışı güzel olup (tövbeler olsun demesi bana düşsün) Bakılan dağları kalmıştır adı. Beşparmak dağlarının az berisinde, ‘Küçük Moskova’ Çal (Şimdi Petersburg, eyy Leningrad gibi adı değişmiş olmalı!..), ufukta yitip giden güney düzlüğünde ise, kümbetleri yanan çöl şehri gibi Denizler bucağı (sakinleri ömürlerinde bir kez bile denizi görmeden öldükleri için bu ad verilmiş!), batı kesişme noktasında, bizim köy; Esebi (İsabey, adı üstünde kurucusu İsabey’dir) yine tam karşıda doğuda, Dedimköy (çok inatçı olup, sözlerinden dönmedikleri için) vardır. Akkuyu bütün bu yerleklerin ortasındadır. Bahar tanrıçası Mayıs’ın yurdudur Baklan ovası… Yineliyorum Kuzeydeki Çal, resim sanatçısı İbrahim Çallı’nın da yurdudur aynı zamanda, Kolkhisli Zafiros’un anayurdu İsabey yani Esebi’nin hiç Abraham’ı olmamıştır, bir defasında -tanığım- İnce Memed’e vurulan bir Ahmat Voyvada vardı, mehtaplı bir gece dibek başında, kayaların üzerinde (iki de bir Sartre

Page 23: SOYUT OT

diyerek) Allah’ın varlığını yokluğunu tartışıyorduk, ay karanlıkta bana, yakın gelecekteki -cinaiye!- dönerek dedi ki; Öyle bir roman yazacağım ki Ümmet!.. (Ümmet kırk adımdan biridir) Bu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar, geçmişimiz her zaman karanlık ve A. Voyvoda gibi (acaba Eflâk voyvodasına mı dayanıyordu soyu) bu tür anlayamayacağımız enlemlerde, karşı yaşamlarda tükenmiş gölge yazarlarla doludur. Ahmat, bir gece yarısı ovada nohut ütüp, bostan çalmaktan dönerken, susa yolunun uzaysıl akısında, boşluktan gelir gibi bana, tüm evren sanatsal bir çabadır diyerek, Annabel Lee’yi okuduğunda ona olan çocukça hayranlığım daha da artmıştı. Tüm yazarlar, gölgesi Mare Nostrum’da yiten İkarus gibi, bu bahtsız ütobistlerin gölgesini taşırlar, her görkemli yazın erinin gizemli bir coşku ve doyumsuz bir ürküyle taşıdığı bir gölgesi vardır. O yitik ruh, o iki cihan gölge, o oturan boğa, işte o adsız kahramanın ta kendisidir ve onun görünmeyen gizençli ruhunu taşır, tüm dünya böyledir, ama gölge belki erkenden ölmüş, belki Kore savaşından sonra dağlara vurmuş veya elifini (yarini) kaçırmaktan mahpusa girmiş, hasılı yutup yitmiş, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünyaya ‘sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa’ göçüp gitmiştir. Yineliyorum gerçek Dostoyevski, Budala’nın yazarı değildir, Dostoyevski yalnızca kaleme almıştır, toplum içinde bunu bilenler ‘Söyleyene değil, söyletene bak’ diye kimselerin üstünde durmadığı bir imada bulunurlar. İşte bu odur. Bu açıdan bakınca, yüzlerce, hatta binlerce Shakespeare vardır, gerçek Shakespeare kimdir, niçin gizlenmiş ya da niçin bilinmez, agnostik bir dünyayı seçmiştir. Çok eski dergilerde Reader’s Digest’lerde bu tür öyküler vardır. Ve yine onlar katlanamadıkları bir dünyadan ötürü ve çok daha göksel oldukları için, biz ölümlülerce hain, yüzsüz, sahtekâr, satılmış gibi düzmece yakıştırmalarla anılırlar, oysa kahraman olarak tanınan bizler; ben, sen, o, hayran olduğumuz gölgelerin katlanılır düzeye indirgenmiş, uyumsuzluktan arınmış maskelerini takarak, kendi aramızda ve asıl sahtekârlarla birlik, sağa sola afra tafra yaparız. Karşı koyar görünmenin tatlı işbirliğini yaşarız, onlarda bize alkış tutarlar, paye verirler, gölgeleri çiğneyip yutarak yükseldiğimiz sahnede her şey tamamdır. Olanaksızın,

Page 24: SOYUT OT

sonsuzun, tanrısal erdemin asıl savunucusu hemen ezilmiş, onun yerine, kafeini alınmış, bin bir kocadan arta kalmış yamalı bohça çıkmıştır ortaya ve kervan gene yürümüştür. Oysa asıl kahraman (keşke kahramanlara gereksinimimiz olmasaydı) gölgedir. Bu her şey de böyledir. Örneğin, ayda yürüyen ilk astronot, ilk gökmen, Neil Armstrong’mu dur, gerçek Armstrong ayda yürürken annesinin verdiği muskaya sarılan kişi olabilir mi, asıl Armstrong yarattığımız bu uygarlık biçimine, ortaya konulan kurallar dizisine, kişi-toplum, toplum-kişi ilişkisine daha fazla dayanamayıp, ya çoktan ölmüştür, ya da gökparlara değmek isteyen başı sürüm sürüm sürünmüştür. Bu tür olayların gizlerini hepiniz bilirsiniz. Siz Armstrong’un aydaki ayak izini, ayak boyu betiklerde taçlandırırken, onun boyun omurunda muska taşıyan prototipine katlanabilirsiniz, aksi halde yaşam biçimlerimiz, yasalarımız onları en ağır biçimde cezalandırır ve diri diri otopsi yapılırdı!.. Ve sahte Armstrong yiten gölgesinin kalp ruhunu taşıyarak sizleri oyalamaktadır artık. Gerçek Einstein’de matematikten iğrenme ironisine tutulan ve sizi E= m.c2 ye hapsedip sınırlayan Einstein’ midir. Gerçek Einstein E= m.c2 nin çok ötesindeydi, siz onu gaddarca ezip, şiddetle yok ettiniz, ölmeden öldürdünüz. E= m.c2 şu anda size en uygun ve konumunuzu en iyi açımlayan formül olduğu için, ölenin yerine onu sürdünüz, daha ötesi saçmadır, yok edilmelidir. Gün gelecek E= m.c2 nin ötesine geçme zorunluluğu doğacak ama yine gölgeyi öldürerek ve bu böyle sürüp gidecek, eğer siz Tanrı’nın size gölge olduğunu -kabul etseniz- şüphe yok ki onu da öldürürsünüz. Heron, yüzyıllar önce buharlı makineyi bulduğunda, köle kullanmak daha ehven geldiği için onu yok sayan, dışlayan sizlersiniz. Hazerfen’i boğan, Mansur’un pankreasını koparan, Archimedes’i formülü başında parçalayan gene sizlersiniz. Gölgelerin gölgesine bile katlanamazsınız siz.

Page 25: SOYUT OT

VIIINeyse, güneş tepemde Likya kursu gibi parıldarken, ovada sihirli bir yalım gibi kayışan sıcak gözümü alıyor, gün ortasında düş görüyor gibi oluyordum. Ahlata bağladığım kara eşek, beni gözetleyen sanal bir canavara dönüşüyor, kalçalarındaki gamzeyi, kandili atıp lambayı yakmaya başladığım gecenin arifesinde fark ettiğim yaşlı karım, başakların arasında sanki görünmez bir heyula ile oynaşıyordu. Ben de gelip geçen hezeyanlarla yanağında akrep gözü gibi minicik beni olan, gencecik bir kadınla gerdeğe girdiğimi düşlüyordum. Başakları deste yapıp, harmana yığdığımın üçüncü günü, ovada yalnızdım, ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ derler ama; sanki bir tanrısal konuk gelse de konuşsak diyordum, tanrı isteğimi hoş görmüş olsa gerek, Güneyhaçı yönünden, alnında kartopu gibi beyaz lekesi olan bir katır ve üzerinde çerçiciye benzer garip bir adam belirdi. Her isteğin aniden gerçekleşmesinde beliren sinsi kayıtsızlıkla, istifimi hiç bozmadım, hedonist bir duyguyla değişen ruhumu izliyordum. Beklenen gün gelmişti, daha önce de söylediğim gibi köyde Kokis Cafer 33 yerinden bıçaklanarak ilk cinayet işlenmişti. Mutluluk Veren Bilgi’ye önem veren Kokis Cafer bildiğim kadarıyla aşka da inanırdı. Onun için sevda öykülerine yakışır biçim de ölüp gitmiştir. Marquez ‘Asıl namus aşktır’ derdi… Yaşamda tutkularını tüm çıplaklığıyla dışa vuran Cafer bunu pahalıya ödedi ve binlerce yıldır kör baykuş belleğiyle egemen olan kuralların değişmezliğinde yediği boyundurukla, dilim dilim edilmiş yüreği ve kumlarda yılanlar gibi gezen barsağıyla, sonuçta; erkenden Kıran Ardı mezarlığında çürüyüp gitmiştir (Ne bilsin günün birinde aşk, tinsel kavramların çarpıncıyla, insan bedeninde görülen s(t)anrısal duyunguların oluşturduğu bağlaşıklıktan başka bir şey sayılmayacak).-Köye kol saatini getiren (ayrıntılara indirgenmiş zaman kavramı mı diyelim) ilk insan olduğu için, kol saatiyle

Page 26: SOYUT OT

birlikte gömdüler onu-. Unutmadan söyleyeyim, güneşin Bakılan dağından doğarak, Çökilyas’tan battığını sanan ve dünyayı böylece sınırlayan, bu gerçekle yetinen, güneşin evrendeki kimi güneşlerin, yüz elli milyonda biri olduğunu bilmek istemeyen, yeryüzü gibi her sabah Venüs’ün önünden de geçtiğini görmek istemeyen, 1 ışık yılının bin de biri dünyamıza yaklaşsa, güneşin içinde eriyeceğimizi anlamak istemeyen, kimi köylüler için bu olayın, hiçbir önemi yoktu. Şu anda bu bilgilerimizin de öneminin olmayışı gibi. Kısacası Kokis Cafer bir gölgeydi, kim bilir dünyanın başka bir köşesinde dünyaya gelse, nasıl bir yazgısı olacaktı. Bu arada katırla gelen adam indi ve (Akkuyu serensiz olup kör bir kuyudur) kuyuya eğilerek ‘Mefâilün bir gülüşle!’ -Su yok mu?- dedi. Birden Kieslowski’nin Dekalog’undan ‘Öldürmeyeceksin’ i izleyen yurtsuz bir Yahudi gibi (Ben size zamansız bir boyuttan sesleniyorum) içimi bir öç ve öldürme arzusu kapladı, parası için değildi bu arzu, can çekişen birini görme arzusuydu, yalvara yakara, bağıra çağıra, estek köstek kof bir yığına dönüşmeli, orakla parçalara ayırmalıydım onu… Öyle yaptım.Düşüncümü sezer sezmez, zaman tünelinde şimdi anımsayamadığım ve çok daha uzunca olduğunu sandığım bir tümce çıktı ağzından; ‘Beni öldürüyorsun ama bu kızılcıklar bir gün dile gelip söyler!’ Umarsız insan mı olur, maktul da olsa, hafif rüzgârda, kuyunun yanında hışırdayan kızılcık otlarına bel bağlamıştı zavallı!.. Yazık, bu talihsiz müminin ölüme boyun eğişi ve direnmeden cansızlığa geçişi, anımsadıkça ürkütüp korkutmuştur beni. Adam öldü ama, bende tuhaf bir korku bıraktı. Belirteyim ki onu öldürdüğüm için; parasını almak zorunda kaldım, asıl almasaydım, parası için öldürdüğümü kabul edecektim çünkü!.. Onun için aldım, (bunu tam açıklayamam), para 6.700 liraydı, 1964 yılı için bir servet (Tonguzlu’dan bin metre kare arsa alır!) ama güneşin iki dağın arasında battığı bir kasaba için kağıt parçaları sayılırdı. Olaydan sonra katırı boş ovaya saldım ve tüm pılı pırtısıyla cambazı kör kuyuya attım… Dünyanın tüm acılarını kucaklarcasına kolları açıldı! Hiç heyecanlanmadım, insan öldüren biri olarak söylüyorum, ölüm kalanı korkutur, cinayet duyanı

Page 27: SOYUT OT

ürkütür. Bir süre sonra çökmüş karım, paranın padişahlığının, iç dünyamı parçalamasından doğan oluntulara dayanamayarak öldü (bu dünyamızda cinayet sayılmıyor!) ve akrep gözü gibi minicik beni olan, genç bir kadınla evlendim. Kehanetim gerçek oldu. Samanlığa sakladığım parayı yıllarca bitiremedim, bir katilden çok, sakin ama becerikli bir insan gibi yaşıyordum (azda olsa şaybıllık yapıp sağa sola sataştığımda oldu), yıllar böylece geçiyordu… Ta ki bir gün kör kuyunun yanında, esen yelle uğuldayan bir tutam kızılcık otuna gülümseyene ve akrep benlimin neden gülümsedin diye sormasına dek!.. Düşünün ki, on dört yıl geçmiş aradan -bu düşünceyle- olanları bir güzel anlattım, akrep gözünden küçük, minicik beni olan Zühre Hanım’a (Hanım’da Zühre’de adıydı, iki adı vardı) ve sonuçta kızılcık otları böylece dile gelmiş ve genç karım hiç ummadığım biçimde, beni yakalatmış oldu, önce muhtara söylemiş, oda Çal jandarmasına… Toplam on dört yıl hapis yattım, kısasa kısas gibi, şunu öğrendim hapiste; hapis bir yaşam biçimi, giren bir daha çıkamıyor, çeşitli aralıklarla (siz alışkanlıkla deyin) hep içeri girdim. Şunu da öğrendim, ben bir gölgeydim, bir suç işlense faili hep ben oluyordum, faili olmayan suçların biricik faili bendim. Suç yaratıcısıydım. Şimdi anımsadım, hapiste iki şeyi daha unutmadım, iki kitaptı bu, birincisi katil olduğu halde, can alıcı duyarlıkta, bir kitap yazarak, suçsuzluğunu haykıran Caryl Chessman’ın bir gün doğuşunda elektrikli sandalyede can verişi, ikincisi çaşıtlıkla suçlanan, Filip Nolan’ın ülkesi Amerika’ya girmesi yasaklandığı için, kalan ömrünü okyanustan, ışıklı sahillere baka baka tüketip gitmesidir…Hapiste, Caryl Chessman ve Filip Nolan’ı okumamı kültür yayılmacılığıyla ilişkilendiren bir mahkum vardı, bana kızardı, bir gün ‘Ne okuyayım?’ dedim, ‘Gerekirse hiç okuma!..’ dedi. Sonuç olarak, bir katil bu kadar lafı nasıl bir araya getiriyor diye düşünenleriniz varsa, Aziz Augustin gibi ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum’ demeyeceğim, gevezelikle Villon ya da Balıkçı’da demeyeceğim, yanıtım hazır: Siz katilleri ne sanıyorsunuz! Ama içinizde burun kıvıranlarınız da vardır

Page 28: SOYUT OT

belki, onlara yanıtım çok başka: Hangimiz, katil değiliz ki!..

IXÖldürümden bir gün önce gökte Mirfak yıldızına bakıyorduk, onun Mirfak olduğunu din adamı söyledi, Dibekbaşı’ndaki bu diyalekte (söyleşiye) göre peygamberimiz (adı cümle fürumuza ad olsun) Burak’la göğe çıktığında her bir yıldızda mola verirmiş, ama her bir yıldızda su yokmuş, atı ve kendisi susadıkta, ancak Mirfak’ta bulmuşlar suyu, kayanın yarığından ışık kaması gibi çıkarmış su, dokunur dokunmaz da susuzluk diye bir şey kalmaz, insanın susuzluğu gidermiş, Mirfak’ta dokunur dokunmaz iyileten demekmiş zaten, Mirfak’ın anlamını, ne kiler diplerinde, ne avuç içi betiklerde, ne de ecnebi (gâvur malı) ansiklopedilerde aramayın, anlam içimizdedir, ama bunu çok az kişi bilir, nasıl ‘Ol’ dedi ve ‘Oldu’ ise, bu da böyle ve işte artık, siz de onlardan birisiniz. Diyesim, nasıl anlam içimizdeyse, evrende soyuttur. Yaşadığımız kürenin adı dünyadır, ama bunu kabul etmek istemiyor ve bilgi olmaktan çıkarıyorsanız, o gökdenizde yüzen amfibik (öylesi) bir çakıl taşıdır; o kimi zaman düz, kimi zaman elips, kimi zaman silindirik, kimi zaman amorfik özellikler taşır ve sonunda bir küp ya da bir hiç olacaktır. Milattan sonra bugün, ona yuvarlak deseniz de, yarın bu değişecektir. İnançta bir bilgidir. Bilgi-bilim; inancı, gerilgin-durağan olmakla, inanç; bilgi-bilimi, değişken-salıngan olmakla suçlar. Doğru olan, hangisidir, doğru yoktur, olmayacaktır da, zamanda ve uzamda çatışan başıllar ve sonullar -taraflar- vardır. Nasıl evren ‘korku ve düşlerimizin haritasıysa’ inanç yetersizlik ve zayıflığımızın, bilimde düş ve meraklarımızın sığınağıdır. İnanç geçmişin, bilim geleceğin korkusunu taşır / yaşatır. Yakın bir gelecekte bilgisayarlar, gerçekten bilgileri sayıp tarayacak ve düşünce yerini mekanik tararlara bırakacaktır. Bu metalik tasarlar, sizin yerinize düşünecek, sizin yerinize düşleyecek, sizin yerinize geçmiş ve geleceğin korkusunu yaşayıp yaşatacaklar ve artık onlar insan sizlerde bilgisayar olacaksınız. Makineler sizlerin yerine,

Page 29: SOYUT OT

sizlerde makinelerin yerine geçeceksiniz. Ve barışın önünde, ne politika kalacak, ne bölük pörçük gezegen, ne açlık ne uzay savaşları… Siz makinelerin yerine geçen insanlarla ilgili bir şey duydunuz mu hiç, doğallıkla insanların yerine geçen makineler içinde bir şey duyamayacaksınız!.. Görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan bir dünya… Sessiz top! Ne mutlu, ölmeye de gerek yok. ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ demiş bir İngiliz tatar süvari… Adını unuttum, L ile başlıyordu; Laplace, Lavosier, Larbaut, La fayette, La boheme, Labrador, Lermontov, Lemiatlı, Lamartine, Lahey, Locke, Laudrup, Leyland, La mancha, Latife, La planche, Lazkiye, Lacoste, Lahor, Lapseki bunlarda değilse ki değil, birini seçin, zaten O’nun söylediğini de Helenist bir bilge çok önce söylemişti (Baba Mukaddem’e göre insan, ölü sözlerinden geviş getiren bir hayvandı.), onun ağzından -her şey gibi- bu sözü de yinelemiş olduk. Şimdi bu sözlerimiz için, şu an söyleyeceğim söz gibi: Bu bir yalan diyeceğim. Peki İngiliz L’mi doğru söylüyor, Ulysses Faith’mi (ikisi de İngiliz oldu şimdi) Mr. L doğru söylüyorsa, Bay U.F’nin ‘Olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır bu bir yalan’ deyişi; yalan olduğu için, ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz’ sözünü doğrulayacağından, İngiliz’in sözü Faith’in sözüyle çakışıyor ve artık onun yerini alabilir demektir. Çünkü çakışıyordur. Eğer Faith doğru söylüyorsa, İngiliz yalan söylediği için ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır yalan’ sözünü doğrulayacağından, kendisi bir -yalan- olarak Faith’in sözünü doğrulayacak ve artık onun yerine koymamızda bir sakınca kalmayacaktır. Olası en iyi (dünyada) evrende yaşıyoruz sözü yalansa, olası en iyi dünya da yaşamıyoruz anlamı çıkmaz mı bundan. Burada ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ sözü bir yalan olarak ötekini doğrulamakta ve onun yerine geçmektedir. Yalan veya doğru hangisini baz alırsak alalım durum değişmeyecektir. Birbirinin sürekli yerine geçen yanlışlar ve doğrular. Gerçek ve yalan. Sonsuza dek oyunu sürdürebilirsiniz. Çünkü yanlış ve doğru diye bir şey yok, kodlama var ve bu kodlama doğrultusunda düşünüp çıkarımlarda bulunuyoruz; hem de kolayca, düşünüyor gibi yaparak, çıkarımlarda bulunduğumuzu varsayarak ve bütün bunların da yarın yalan olabileceğini bilerek ve

Page 30: SOYUT OT

bütün bunların doğru olduğuna inanarak… Peki, gerçek nedir; o roman adı diyorsunuz ‘Gerçek hiçbir yerde’ ya da ‘Ya vududu, ya vedudu, ya zel-Arşil-Mecidi, ya mübdiü, ya faalen, lema turidu, Eselüke bi izzikel-lezi la yüramü ve bi milkikel-lezi la yezülü ve (be) nurikel-lezi mele’e erkane Arşike ve bi kudretikel-leti kadderte biha ala halkiken tekfiyeni şerrez-zalimine ecmain.’ Veya ’Hastalığın ilacı, kurdun baldırında bulunan bir cevizdir, bunun üzerine aslan kurdun baldırını pençeler. Tilki oradan çıkıp gider, bir süre sonra kurt, baldırından kanlar aka aka tilkinin yanına gelir. Tilki ona şöyle der: ‘Ey kırmızı ayaklı’ gerisini söylemez.Sonuçta doğru ve yanlış sürekli birbirinin yerine geçebilen kavramlar, güvenilir değil, küçük bir dokunmayla yer değiştirebiliyorlar. Olası en iyi dünyada mı (evrende mi) yaşıyoruz… Bunun doğru ya da yanlış olduğuna bakmaksızın üzerinde düşünemez miyiz. ‘Olası en iyi dünyada mı yaşıyoruz?..’ Son bir şey L, Leibniz’miş (Leibzigli bir Cermen’miş!), şimdi telefonda söylediler, telefonda iletilen şeylerin ne derece gerçek olabileceğinin üzerine bir araştırma yapılmalı…Artık hiçbir araştırmaya gerek yok, ışınla beyninize istenilen bilgileri d(r)epolayıp, istenen biçimde hareket eden varlıklar olacaksınız, böyle bir safhada var gelecekte, cerrahları bile robotlar ameliyat edecek, giderek özgürlüklerin olmadığı zamanlara doğru gidiyoruz, atom çağı son özgür çağ… Şu an yarı otomatiğe, bir süre sonrada tam otomatiğe ulaştığımız an, hiçbir şey kalmayacak. Otların, çiçeklerin, nesnelerin plastik-spastik dünyasında; silikon bir çağ olacak bu!.. Bunun için çalınan rondoları, son kez dinleyin ve son kez ağlayın, ileride ne müzik var ne de ağlamak… Bu yazıyı benden alıp götüren, dizip basan, görüp okuyana da bin saygı, çünkü yazı da olmayacak. Şimdi klasik çağın son insanları olarak, bütün bunlardan ötürü, beni de bağışlayın, çünkü bu çağlarda: Hep Öldürdünüz ve Hep Bağışladınız…

Page 31: SOYUT OT

KARAPAŞA

Page 32: SOYUT OT

"Öyle günahlar işledim ki Binlerce yıl tövbe etsem Cehennem kapısı yine de kapanmaz. Seni şu ellerimle boğup öldürsem Cezalarımı biraz olsun arttırmaz."

Kariye müzesine gitmek isterken, Fener semtinin çıkmazlarında yolumu şaşırdım, Draman'daki, Karagümrük'teki sapakların içinden bilisizce yürüdüm, her yolunu şaşıranın başına geldiği gibi, köşe başlarından süzülen kara gölgeler sanki beni izliyordu. İnsan yolunu yitirmeye görsün, tuhaf bir boşluğa, bitimsiz bir umarsızlığa sürüklenircesine köklerinden kopar ve yaşamı anlamsızlaşır.Haliç'in karşı tarafına, Hasköy'e geçmek için, sırf bundan ötürü, bilinci bulanmış sarhoş, yerinden, yurdundan olmuş bir heimatlos gibi, köprünün dibindeki varyantlara gelince, hangi viyadüğe girmeliyim derken, (Amacım karşı yakada, büyük suyun üstünde bekleyen devasa canavar, Gerçek Kara Gölge, düşlerimin o görkünç Nautilus'unu görmekti. Çocukluğumda, 'Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'ı okumuş, Kaptan Nemo'nun kuzeyde, buzullar arasında, uğursuz denizaltısıyla yitip gidişini bir karabasan gibi yıllar boyu düşlerimde taşımıştım.) tam ayaklara geldiğim sırada, düşlediğim karakoncolos bu kez gerçek oldu ve gönlünden ne koparsa diye boğuk sesler çıkarıp, boynuma sarılarak -civar yatırlardan türemiş hortlakçasına- bir kumpasla önümü kesti... Ketenpereci sarhoşmuş. Şarap alacakmış. Bu durumda her zaman ki yaptığımı yaptım, onlardan biri gibi davranarak; adamı lafa tuttum. Sonra işte değeri bilinmemiş bir veli, bir kethüda olup çıktı ve katakulliyi bırakıp komparsitaya başladı. Kendini alıcı kuş gibi dinleyen ademoğlu karşısında mesellere girişti, anlağında bozuma uğramış, deli saçması kıssalardan dem vurdu ve düşte gezer olmadık şeyler uydurup, sözü dolandırarak, gariplik dolu anekdotlar aktardı. ...

Page 33: SOYUT OT

Osmanlıda cellatlar ya Çingene ya da Hırvat olurmuş. Arap (yolkesenin lâkabı), Viyana Kuşatması'nda Calût adında bir cellatın da sefere katıldığını ve olayların atası olduğunu belirttiği, asesbaşılık, çorbacılık yapmış, bu düşmüşten yana, kulaktan kulağa geldiğini söyledi. Arada Suleyman diyor sonra gülünç bir aksanla Sobieski demeye çabalıyor, posta tatarı gibi laflar karıştırıp, kanımca olanları birbirine ulamaya çalışıyordu. ...Bazı kuşatım heveslisi ve yeryüzünün günümüzde bile fütuhat diyarı olduğunu sanmakla; soyumuzu yüceltmek arasında bağ kuran nice dostlarımız, usa düştükçe, yüzyıllar önceki Viyana Kuşatması üzerine serzenişte bulunurlar. Viyana alınabilseydi, Avrupa bir Osmanlı eyaleti, yeni bir Türk yurtlağı ya da devasa bir Anadolu olacaktı, Kıptilerden ve Andaluzya yakasından kıskaca alınmış Afrika'ya tümüyle inilecek, Kuzey kutbuna ulaşan onurlu tebaamızdan bir Çelebi sancağımızı buzullara dikecek, Napolyon doğmayacak, Hitler olmayacak, İsevilik yeryüzünden silinecek gibisinden filân feşmekânlar... Ama bunlar Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Florida'ya kar yağar öngörüsünden beterdir sanırım, çünkü küçük bir dokuncanın tarihin seyrini kökünden değiştirebileceğini ve kendilerinin de yaşıyor olmayabileceği bir yana, soyumuz bireylerinin bu kez başka varsayımlar üreterek oyalanacağını pek düşünmezler. Bu bakımdan tarihte savaş ve kuşatımlar hiçbir zaman bir işe yaramamıştır, geceler boyu yazgılarına gözbillûru akıtarak, Kronos'a yakaran Demeter (süt tanrıçaları) bolluğuyla, aşağılanmışlığını bir monarka yakışır kindarlıkla yüceltmek isteyen (bazı komşularım buna deli boynuz kibiri diyor), öksüzler kalabalığından başka... Ocak söndürmenin, ten sahibine Jüpiter hırsı aşılamak ve iman tahtasını öç duygusuyla doldurmaktan gayrı bir işe yaramadığını tarih her baş vurulduğunda söylemiştir. Viyana Seferi'yle ilgili Calût'tan kaldığı söylenen ve daldan dala geçerek, artık bölük pörçüklüğü bile ileri sürülemeyecek anılar birikintisi aşağıdadır...Kuşatma kış günlerine yaklaşıyor ve başarıyla sürüp gidiyorken, ordunun konakladığı düzlüğün kuzeyinde ki karaormanlardan, Kordelia adlı bir soylu kadın, yanında

Page 34: SOYUT OT

birkaç lûtiyle, lando-kupa araba içinde, kente doğru gidiyormuş, o gün öylesine bir alışkanlıkla, devşirmelere komuta eden Karapaşa'nın ( Merzifonlu vezire yeniçerilerce yakıştırılan unvan sanırım) sipahilerinden bir bölüğü ormanda avlanasıymış, (belki de Avcı Mehmet'e yaranmak için!) ürkütücü sessizliği, kuşbazların dallara sürtünüşü ve tepedeki bir ağaçkakanın kulak çınlatan ötüşü bozarken, birden alt yolda majestelerin Kordelia'sı, sanki peçesiz ve yarı üryan peydah olunca; anda peşlerine düşmüşler. Delice kırbaçlanan atlar, orman içinde süren kısa bir kovalamacadan sonra yollarını şaşırınca, arabayı devirmişler, vakanın eni sonu ise; sürücünün boynu kırılasıymış, peçesiz ahunun omuzunun çıktığı, arkebüzlü haçlılardan birinin, atının altında kaldığı, arboletli bir çaylağınsa ağaçta yakalandığı ve sonuçta tekmilinin zayi olduğu belirtilmiş ve de Kordelia'nın Lehçe konuşur iki nedimesi baygın olası, Prusya armalı küçük bir sandık bulunasıymış. Olan bitene tanık olan bölükle, küfre bulanmış imansızlar karargâha doğru yola çıkmışlar. Kordelia, Karapaşa'nın huzuruna varmış. Nemçe topraklarında vukubulan ve tarihin asla söz etmediği (potansiyel olarak Çingeneler, sarhoşlar ve tüm azınlıklar resmi tarihin söz etmediği bu tür gizlerle kavmin üzerinde tartışmasız bir monopol oluştururlar) bu olaydan sonra kimsenin bilmediği üzere Karapaşa, Kordelia'ya tutulmuş ve o andan sonra da kuşatmada bir (ilerde tüm bunların bilinçli birer eylem olduğu anlaşılacak) yavaşlama hatta gerileme olmuş ve dillere destan huruç; cebeciyle, dizdarların şiddetle şikayet ettiği üzere maliyede büyük açıklara ve masraflara yol açacak, defterdarın başını yakacak fuzuli bir saldırıya dönüşmüş. Sertçilliğiyle ünlü ve gözü pek oluşuyla nam salmış Karapaşa, Kordelia'ya vurulduktan sonra ona Ruhşah adını koyasıymış, ruhumun şahı yani... O andan sonra da, çadırından pek az çıkmaya başlayan paşa adına denilebilir ki, seferin ve kuşatmanın gidişatı bilindiği ve beklenildiği üzere sizlere ömür... Fettanlığı bir yana Frenk diyarından sarışın bir güzelle yaşamında hiç karşılaşmayan, benliğinin derinliklerinde bunun karanlık zulmetiyle, uhdeye dönüşmüş kompleksini taşıyan paşa, kumandan olması sıfatıyla uyarıları

Page 35: SOYUT OT

dinlemez ve kendi ölümüne giden yolları açar sonunda, görünüşte aşk yine üstün gelmiş, asıl yengiyi o sağlamıştır. Ruhlar şahı, hükümranlık ve zemzem suyuyla arınan atlıların nallarıyla çiğnenen topraklar ve ganimetler demek değilmiş demek ki... Demek ki aşkın gücü, savaşan utkuyla, insanlık tarihi boyunca sürüp giden Vandallığın üstündeymiş. Demek ki...(Çarşambanın sessizliği / bir kuşun çığlığı / Isfahan'da, / Melikşah'ın gözlemevinde / bir adamın dinlediği ) Khaled'in kehanetiydi ha...Şu dünyada aşktan nasibini alan kaç kişi var ki?.. Haremi olan koskoca padişahlar çelimsiz bir cariyenin kulu kölesi olur, nice imparatorlar bir kumpanyanın varyeteci kızına tutulur-tacını tahtını terk eder, keşhaneye, viraneye dönüşür, nice krallar herkesin burun kıvırdığı bir Astarte yüzünden hercümerç olur. Harakiri yapanlar, saltanatı bırakanlar, yay kirişiyle boğulanlar, kara sevi yolunda kavrulanlar, adem babalar taifesine karışıp, imi timi bellisiz olanlar, kabilesini, kafilesini unutanlar... Platon boşuna söylememiş, insan öbür yarısını arıyor bir yaşam boyu, bazen de buluyor ya da bulduğunu sanıyor, işte o zamanda ortalık karışıyor, yer yarılıyor ve her şey birbirine giriyor. Şimdi Kordelia'nın Karaorman'lardan kasıtlı olarak geçirildiğini, her şeyin bilinçli olarak; Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri'nce tasarlanıp, düzenlendiğini söyleyelim mi, o gün Viyana kuşatılmışken, Osmanlı ordularının dizi dibinden neden bir fettan ahu geçirilsin ki, göz göre göre bir kupa arabayla orman içinden, neden sipahilerin üstüne gidilsin ki... Karapaşa'nın o güne dek yalnızca kuşatmayla uğraşan izanı, o günden sonra ikiye bölündü, bir yanıyla Ruhşah'ını düşünürken, diğer yanıyla ... Ardından beklenen başarısızlık ve Nemçe diyarında vuku bulan sergüzeştin, çok sonra, ayrıntıları bir köprü ayağında fısıldanacak görkünç trajedisi....Sonunda padişaha jurnallenen Karapaşa öldürülüyor. Başı kesilerek. Beyazşehir civarına gövdesi gömüldüyse de, başı Asitane'ye gönderildi. Meşin kırbada bala bulanmış, gümüş tepside sunulan başta duran kıpkırmızı gözleri; hâlâ altın saçlı Salome'sine doymamışlıkla, baş

Page 36: SOYUT OT

döndüren kokuların ve çıldırtıcı dokunuların özlemiyle yanıyordu ve de en küçük bir pişmanlık izi görünmüyordu. Sonunda sağır ve dilsiz bir cellatın insafına kalan baş; Haliç'in dibini boyladı... Belgrat'ta gövdesi için, Edirne'de gözleri için, payitahtta sözleri için bir mezarı var deniyor.Aşkı için öldü paşa... Nereden bilebiliriz ki; belki de mutluluğun resmi budur. Uskumru gözlü Kordelia ise arşidük oyunlarının parçası olmanın ve tasarlanmış bir gönül ilişkisini pahasıyla satmanın cezasını çok ağır ödedi, paramparça edildi ve eti sıcak sıcak köpeklere yedirildi. Yalnızca Efşan Bahçeleri'nin nice sülüslü betimine benzer urbaları toprağa verildi ve böyle birinin yaşadığından yüzyıllar sonra ancak bugün söz edilebildi. Kapıkulu askerleri, ziynet ve takılarını, kılıç ve kalkanlarına süsle, siper ettiler. Saçlarından sancak tuğu yapıldı, kaval kemiğinden kös vuramacı, aya eklemlerinden de remil taşı yapıldığı söylenir... Yine de diyelim ki, kaftanı Levni'ye taş çıkartan (çok renkli demekmiş Levni) şimşirlikte (kafeste) yetişmiş nice bahtsız şehzadeyle, sayısız cariyenin yazgısı, inanın onlarınkinden çok daha iyidir. Çünkü söylemesi mekruh mu bilemem, Ruhşah ile Paşa'nın ferç ile zekerinin de padişaha yollandığı söylenir, böylesi ilk ve tektir....Hanedan ailesi kutsal sayıldığı için kanı akmamalıdır. Karapaşa bir devşirme değilse de, Bağdat'ta şehit düşenin oğluydu ve saraydan olmamakla başı uçurulabilirdi. Cellatlar şehzadeleri öldürürken yağlı bir sicim kullanırdı ama bu Paşa'ya değil Kartezyen bir kılıç, bir Yemen palası veya Roma orağı bile yeterse de, saraydan olup da, bir köprü başında, sırf kanı akmasın deyi keçeye sarılarak, gece karanlığında dört nala giden atlılarca çiğnenmekten yine de iyidir böylesi bir ölüm. Eflak prensi Konstantin Hangerli nasıl öldürüldü (Vladimir Tepes'in ardılı sayılabilecek maktulumuz, yazık ki, Osmanlıdan kurtulmak için atının nallarını ters çaktırarak Budin'e kaçan 'Voyvoda' gibi olamayıp, beceri yoksunuydu. Vidin Bey'ini öldürüp kanıt olsun diye ceseti aylarca kazıkta bekleten Tepes ise söylentiye göre kan içici bir Drakul, yani 'Mephisto'nun Oğlu' ymuş), aşırı vergi koyan prensin (soylu, köylü ve büyük sürü sahibi

Page 37: SOYUT OT

manastır oturanlarınca) şikayet edilmesi üzerine; sadrazam Yusuf Paşa, Bükreş'e bir kapıcı gönderir, kapıcının yanında kalın dudaklı siyah bir Arap (bizim Arap gibi) vardır... Prens, Dersaadet dükalarına, kahve ve nargile ikram eder, ürkmüştür, ama belli etmeden mabeyinciye Fransızca hitap ederek çuhadarları getirmesini emreder. Mabeyinci çıkar çıkmaz Arap, prensin sırtına atlar, kaygan bir kementle boynunu sıkmaya başlar, kapıcı da prensin karnına iki piştol sıkar, prens güçlüdür, urgan boşalır ve debelenmeye başlar, kapıcı, hançeri prensin sırtına saplar, Arap da prensin boynunu burkarak, burcuna göndermiştir, odaya giren çubukçu, tütün hazırlayan hizmetkâr ve peşkirci gördükleri manzara karşısında, çığlıklarla yardım isterler, silah seslerini duyan çuhadar ve mabeyinci de gelmiştir, katillerin üzerine atılacaklarken, kapıcı dur bre ferman diye bağırır ve padişah görevlisi cellatlar oldukları anlaşılır. Prens ölmemiş can çekişmektedir, Arap destur çekip prensin başını keser ve çıplak cesedi avluya bırakır, ardından padişahın fermanını okur. Söylence bitmemiştir, prensin başının derisi özenle yüzülür, kanlı deri yıkanarak, ikiziymiş gibi içi samanla doldurulur. Akşama doğru deribaş prensesin odasına yerleştirilir, bunu gören çocuklarla, nedimeler dehşete kapılarak haykırmaya başlarlar, bu arada cesedin gömülmesi için penzler, filoriler, zolatalar teklif edilmektedir; prens yakılacaktır yoksa...Hangerli'nin başı 1799 yılının yedi mart günü bin bir namlı Konstantinopl'da, sarayın heybet kapısı önünde bir kez daha sergilenir, Chopen'in cenaze marşı o devirde de çalındı mı bilemem ama başın, mehter marşıyla taçlandırıldığı kesindir diye; acı veren bir gülümseyişle bakarak bitirdi sözlerini, Ayvansaraylı Arap!.. Ve bütün bunları neden anlattığını şu biçimde (şöylece) açınladı; meğer Calût'da hırgür arasında başı kesilenlerdenmiş, oda kalafata yatırılmış, diyor ki, aynı Viyana küskünü Karapaşa gibi, onun da gövdesi yaban toprağında kalmış ve bir cellat hısımınca ahîretlik baş Boğaz'a getirilmiş ve Emirgân'daki konaklığına gömülmüş, Arap, onun başının çengel lâlesi gibi, akrabaların kaldığı o evin bahçesinde, bir zaman durduğunu ve artık deniz kargalarının sesleriyle

Page 38: SOYUT OT

metruklaşan, meskun yerin Aşiyan'a karıştığını söyledi, sonra işte bu anlatılanların en ilginç nirengisine getirdi sözü, biz dedi; meczup olduğumuza bakmayın, iki bayram sırası her seferinde Vienna'da ki (bir dediği iki dediğini tutmuyor) Osmanlı kabristanını (azınlıklar mezarlığı) ziyaret eder ve başsız gövde için dua ederiz, yine her seferinde şimdi Aşiyan'da, asudeler ülkesine (sonsuz barış toprakları) karışmış, kitabesiz gömütlüğü tavaf ederiz. Sonra kızıla çalan gözlerini üzerime dikerek; çünkü Yüce Tanrı'nın "masumların ölüsüne" ( üzerine basa basa söyledi bunu) dua etmek için başını mı esas aldığını yoksa gövdesini mi bilemediğimiz için (bu arada medet ya hûda diye mırıldanıp tövbeler çekti), evvel ahirden beri; ki ant verebilirim, mekkareli, piyade ya da tayyareli (atlı, yaya ya da uçaklı demek istiyor) Viyana'yı ziyaret eder, eşzamanda yürek yanığı içinde, en ufak bir çıldırtıdan yoksun, Emirgân Koruluğu'ndaki küfeki taş, tarumar lâhite yakarır, duaların kabulü için ihsanlar eyler, gözyaşlarına gark oluruz dedi. Kulunuz, onun yalancısıdır....Us gözlerin ötesiyse, yürek de gövdedir. Cehennem aleviyle tartıya çıktığımızda tanrının ölçüsü hangisi olacak. Bilen var mı... Karapaşa'nın düşünceleri Viyana önlerindeyken, duyguları çadırındaydı. Hangisi günah, hangisi sevap. Ölmeyene ant olsun kerubim dedi Arap. İki dünyada da müşkülât çekenlerin; çift mezarlıların hali nicedir. Tanrım bu konuda hiç yardımcı olmadı bize, hangi kutsal kitabı açsak bir umar bulamadık, bu nasıl bir kabir azabıdır, nasıl sual olurlar, biri bize yardım etse diyorum ama şu kara kıyamette sözü dinlenir eşhas kaldı mı ki, her mahzunun kanıksayıp, her müslimin kabul edeceği bir letafet bulunur mu ki bu meyanda diye, ağlamaya başladı. Umudunu kesme; "Düşünmeliyiz ki sonsuzluğa yalnızca o kalacak ve iyiliklere de yalnızca o vesile olacak" dedim.

Page 39: SOYUT OT
Page 40: SOYUT OT

GEZGİN (‘Nerede’ yazıyor bu eski sağrakta gizil bir göktaşı / erkil bir kaya orada kıstakta ıssız ağaçlar altında / siborglar

Page 41: SOYUT OT

geçiyor dağ köylerinden kırmızı demon kolonileri / lâlelim Dor işlemeleri Pessoa dizeleri zülüflü baltacılar / inci salip atlaslar zaman zaman içinde hunhardı büyük ataları / han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol gezegen irisi atları / aşıkâne bir kuark safkan kirpikler öyle soyluydu ki onlar / atomdan ayaklarla kutuplar aşmışlardı / Narodnik budunlar kitap çiftlikleri nalları ters voyvodalarla Mars’a ulaşmışlardı.) Şamanizmin Çalçepen adında bir peygamberi varsa, bir zamanlar Curcan kentinde de bir gezgin varmış. Gerçek yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur demezmiş ama, aslında bir derviş, bir evliya, ermiş kişiymiş. 1’i kendine bölerseniz 7, 8’i ortayından böldüğünüzde sıfır, 6’yı tutmayı başarabilirseniz 9 elde edersiniz gibi belirtkeleri, tümceden yalnız bir harf ekleyip ya da eksilterek (özneyi veya zamanın boyutunu değiştirip) suçluyu ya da aşığı başkalaştırmak gibi değişkeleri veya ‘Tanrı gücünü nereden alıyor’ yahut da ‘Madde varsa tanrı vardır diyebiliriz ama tanrı varsa madde vardır diyemeyiz, çünkü onun ne yaratacağını bilemeyiz’ gibi zındıklara yakışır aforizmaları, arayışları, hünerleri varmış. İroniyi de severmiş, bir keresinde en büyük filozoflar kuşlardır, çünkü karınlarını doyurduktan sonra yalnızca düşünürler demiş. Günün birinde gezgin, geçmiş günlerde olduğu gibi, yine diyarlar dolaşmak, sufîlere yakışır bir abdallıkla kendinden kurtularak, bambaşka ellere, derin ve anlamlarla dolu bir hava solumak içinde, derbederlik ve çıkmazlarla büyülenmiş yollara, onulmaz ufuklara yelken açmak istemiş.  Aşkabat aşkından, Kaşgar’ın sevgisine, Allahabad elmasından, Delhi mihracesine, Mekong deltasından, Hanbalık ötesine, Ulanbator bozkırından, Kuşhan illerine, Frenze küffarından, Kahire ülkesine, Urumçi bucağından, Hindiçini’ne dolaşarak, her bir yöreyi, her bir eli, en görklüsünden, iğne deliğine dek, âlâi vâlâ ile bir kez daha tanımak, Hotan’dan Karabalgasun’a, oradan tüm cihana bir kez daha el sallamak istemiş. 

Page 42: SOYUT OT

Gezginin düşüncesine ortak olan yoldaşları, meserretten arkadaşları, müritleri, tilmizleri kim varsa başında toplanarak, ellerinde avuçlarında ne varsa mecidiyeden akçaya, gümüşten altın kaplamaya dervişe bahşederek, konakladığı hanlardan, geçtiği kervansaraylardan kendilerine uygun bir armağan, olmadı koku, olmadı Cezeri ibriği gibi durduraksız bir hacırevan alması için bir şeyler ısmarlayasıymış. Ve Odysseus gibi, ne Lestrigonlardan korkup, Kikloplardan kaçmadan ve öfkeli Poseidon’un gazabına uğramadan, Fenike çarşılarına girip, Mısır illerinde dolaşarak, ejderhalar görüp, ölümsüzlük bağışlayan ırmaklarda (Ganj) yüzerek, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlardan ve taç yapraklarında ‘Tanrıdan başka yoktur tapacak’ yazan gülhaçlardan geçerek, gerçekte ruhunun derinliklerine açılmak ve dostlarından her birine ayrı ayrı ant verip, eşi benzeri olmayan mallar, kimine sedef, kimine mercan, kimine abanoz, kimine kehribar, kimine de baş döndürücü kokular vaat ederek yollara düşesiymiş. Ama biri de varmış ki gezginin çevresinden, o denli yoksulmuş ki, gezginimize ancak 1 kuruş verebilmiş, kendisine bir anmalık alabilmesi için, dostlar; ders olsun ve unutulmasın ki, fenafillah yalnızca kesir tamamlar 1 kuruş verebilmiş gezginimize bu yoksul, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan, hırpaniliğine aldırmadan ve belki de bir kıssa, belki de bir hiç uğruna… Ve gezgin bir Cuma günü, Cem Sultan gibi mavi suları arkada bırakarak, yadellere doğru adım atarken, derler ki o gün, gökte de bir Kuran kuşu uçuvermiş. Gün batısından gün doğusuna doğru tuhaf ötüşlerle, bir boydan bir boya çınlayışlarla süzülüp, ufuklara doğru yitip giderken, bin bir renkli ve hayranlık verici yalımlarla, mavi boşlukta kanat çırpıvermiş. Gezgin nice yurtluklara girmiş, nice doruklarda ‘Samanyolu gülleri’ görmüş, Cennetabad’a uğramış, Kazvin’e geçmiş, yalnızca gölgesi görünen bir varlıkla

Page 43: SOYUT OT

dertleşmiş, inci korsanlığı yapan bir harami çetesinin masum prensesiyle söyleşmiş, yaşamını Tiber ırmağında yıkanmaya adayan Alba Longa kralıyla karşılaşmış, kekre, paldımsız, tatava insanlarla ağlaşmış… Frenze küffarında Alighieri derler birinin evinde ‘Herod’un kılıçlarını karşılamak için doğmak en kötüsü / Afrika’da ki en uzun ağaçlara çarpıyor gök gürültüsü’ gibi rüzgârın uz dilini ve şiirin yönünü şaşırtacak şeyler dinlemiş. Göğsü güzel hanım ey diyen kızlar, Prypyat’a uğrayanlar, Petropolis’te oturanlar, Lishan dağına çıkanlar, Weishui ırmağına dalanlar (bir daha yeryüzüne çıkamaz kendilerini ayda bulurlarmış), Mekke mumu gibi kuş ağırlığında kadınlar, kofracılar, çuhacılar, Dacia’ya yolu düşenler, iki afalina yunus ve mutur görenler, adalet aşkına yüzbaşı Habip olup Kırım’a gidenler, tanrılara sunulan erkek keçiyle şarap içenler, ağaçları yapraklarının sesinden ayırt edebilenler, Hint ineği sidiğinin görkemli bir sarıya dönüşebileceğini bilenler, bir kayın ağacının yanmış kabuğunda sanki büyü yapılmışçasına; Van Dyck tablosunda ki gölgeleri görenler, harf heykellerinin içinden son kaplanı seçenler, beneklerinde evrenin gizemini arayanlar, Puvatya çiçeği koklayıp zamandan önce gök nasıldı, sonsuzluk gülünün altın mırıltıları nasıldı diyenler, karların, güneşin ve rüzgârın oyunlarıyla Mars’a çevirdiği tepelerden geçenler, Arap hanedanlığı hadarîliğin ve debdebenin türlü türlü yollarını tutarak, çölden gelip kasaba ve şehirlere yerleşmiştir diye düşünenler, gezginin dünyasından bir bir geçip gitmişler. Her şey olmuş, her şey bitmiş, her şey yolunda gitmiş, alacağı vereceği bütün işlerini halletmiş ve gezgin ‘Kavi ve aziz olan Allah’tır’ diye şükredecekmiş ki, sizlere başından geçen iki vakayı anlatmadan edememiş, işte o vaka ki ruh mürekkebiyle yazılmıştır diyor gezgin.   IIO sıra Semerkant’ı, belki de Buhara’yı geçip, Artemis’le kargışlanan üzünçler satrabı gibi, Isfahan’a (dünyanın yarısıdır) doğru gidiyordum. Isfahan sultanı kucağında o

Page 44: SOYUT OT

güne dek görmediğim kısamsı bir kulağı ve bacakları olan, gözleri güneş gibi yakıcı, ay gibi aydınlatıcı, yırtıcı bir hayvan seviyordu. Hayvan biblo gibi, kimi zaman minyatür bir aslan, kimi zaman cücemsi bir kaplan, pars ya da leopar yavrusunu andırır bir şeydi. Tüyleri uzunca, bakışları nazlı, beli kıvrımlı, adımları sülün gibi çalımlıydı, mırıltılar çıkarıyor, arada bir sahibinin kollarına kıvrılıp uzanarak, tüylerini yalıyordu. Pek hayran oldum, sultandan bahşederlerse bu hayvancıktan sahip olmak istediğimi söyledim. Sultan bu canlının Isfahan dışına çıkarılmasının yasak olduğunu, böyle bir girişimde bulunacak olanların idamla cezalandırılacağını söyledi, ama bir de baş edemediği bir dertten söz etti. Hazinesinin her hazinedar, her maliye nazırı, her defterdar tarafından yağmalanmaktan kurtulamadığını ve böyle giderse tamtakır olup boşalacağı bir yana, sultanlığının da çöküp yok olmaktan kurtulamayacağını, çok güç durumda olduğunu söyledi. Bir yol gösterecek olur, hazineye güvenilir bir vekil atanacak olursa, Isfahan’ın biricik hayvanından kulunuza bağışlanacak bir çift olup olamayacağını sordum. Hünkâr gözlerini kırptı. Dedim ki, şehre tellâl sal, çığırtkan; hazineye vekil arandığını duyurmalı… Kısa keseyim, binlerce insan başvurdu, sıygaya çekip içlerinden onunu ayırdık ve hazinenin içinden geçtikten sonra, hakanın önünde raks edip, en güzel bir donunda oynayanın vekil olacağını söyledik. Sırayla dokuz kişi hazinenin önünden geçerek huzura geldiklerinde o denli berbat, öyle cansız, yürürsüz oynadılar ki, sanki hiç kıpırdamadılar. Pek karamsarlığa kapıldım, umudumu kesiyordum ki, onuncu kimesne beni ziyadesiyle şaşırttı, öyle güzel, öyle çılgınca figürler çalıp sergiledi ki, boşlukta kavisler çiziyor, bir canbaz, bir gözbağcı gibi acayip devinim, parendeler, jest ve mimikler, ritme uygun kalça ve kıvrımlarla hepimizi hayran bırakıyordu. Mest olmuştum. Vekil bu dedim!..  Çünkü diğerleri nefislerine yenilmişler, hazineden doldurdukları altın, gümüş ve çeşitli mücevheratla değil hoplayıp zıplamak adım bile atamaz olmuşlardı.

Page 45: SOYUT OT

Gitanjali’yi hatmetmiş en dürüst maliye nazırı, işte ayağımıza geldi gibi bir duyguyla sevinçlere gark olmuştuk doğrusu!.. Bunun üzerine sultan çok takdirde bulundu ve kentin dışına çıkarılması yasak olan hayvandan iki yavruyu sembolik bir ücretle ‘1 kuruşa’ verebileceğini, kuruşunda hazineye irat kaydedileceğini buyurdu (yoksulun 1 kuruşu böylece işe yaradı ve hararetle uzatarak iki yavruyu sahiplendim, Isfahan Hanı da, divanı da  pek memnundu.) Büyük bir saadetle, yanımda iki yavru, dönüş yolunda bahtım İnguş imparatorluğunun kalbinden geçecekmiş ki, payitahtta veba salgını olduğunu söylediler, merak ve şifa dürtüsüyle apansız yönümü, efsanevi surlarıyla meşhur, ulaşılmaz kente çevirdim, kral beni huzuruna kabul etti, ziyafetler tertipledi, vebadan halkın kırıldığından dem vurarak, soylarına kıran girmesinin yakın olduğunu, bu gidişle imparatorluğunun da helâk olacağını sözlerine ekledi. Çok acındım, insanlar inanılmaz sefillikte yaşıyor, sessiz bir çılgınlıkla sarnıçlardan su içiyor, uğursuz felâketin pençesinde bir bir kırılıyordu. Haşmetmeaplarına dönerek, bir umar, bir yöntem bulursam ne bahşedebileceğini sordum. Yetkileri sonsuz kralın boynu bükülmez mi (bir kez daha elem denizlerinde boğuldum). Sepetimden iki kedi yavrusunu çıkarıp; bu tür, sokaklarda cirit atan fareleri yok ediyor; bu ateş gözleri ortalığa bıraktığınız takdirde, telef olmaktan kurtulacaklarını, salgının yok olacağını, imparatorluğun ilânihaye bir beladan kurtulacağını, gözümde yaşlarla dile getirdim. Kral çok şaşırdı, kedileri ortalığa saldığında farelerin nasıl kaçıştığını, bir bir nasıl da çığlık attıklarını gördüler. Ve 1 kuruşa aldığım hayvanı, 1000 altına alıkoyarak, koca bir sandukayı boşaltıp, bir torbaya doldurmak suretiyle, emanetime verdiler. Geri döndüğümde, herkes koşuşup armağanını, anda; ısmarladıkları her bir şeyi almıştı bile… Mutluydular. Bir kişi dışında. 1 kuruşu veren o meczup, yoksul dışında. Zira 1 kuruşa ne alınır ki diye düşünüyor, kendisini mahcup, beni de zorda bırakmamak için, doğrucası

Page 46: SOYUT OT

gelmiyor, uğrayamıyordu. Onu çağırttım ve herkesin gözleri önünde; senin verdiğin 1 kuruş, İnguş imparatorunun 1000 altınına mazhar oldu, hayırlı olsun diyerek, bir torba altını yersiz yurtsuza teslim ettim. Söylemeliyim ki yoksulun şaşkınlığı anlaşılacak türden değildi.Kavi ve aziz olan Allah’tır. Bitti.  

Page 47: SOYUT OT
Page 48: SOYUT OT